“büyük proleter kültür devrimi” üzerine!

advertisement
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Merhaba
Yeni bir sayı ile birlikteyiz.
Ortadoğu ve Kürdistan kan deryası.
Kuzey Kürdistan’da savaş bütün vahşetiyle sürüyor.
Sömürgeci Türk devleti yerleşim alanlarını yakıp yıkıyor. Kural sınır tanımıyor. Her türlü vahşeti uyguluyor. Ölü bedenlerin akreplerin arkasına bağlanıp
sürüklenmesinden, öldürülen kadınların bedenlerinin
çıplak teşhirine, onlarca insanın sığındığı bodrumlarda yakılmasına kadar vahşette sınır tanımıyor. Bir kez
daha barbarlık kol geziyor. Kürdistan’da, Suriye’de,
Libya’da…
Halkların barış isteği savaş yıkıntıları altında yitip
gidiyor.
Yürüyen ve anda halklara hiçbir yararı olmayan bu
savaşın bitmesini istiyoruz. Kürt halkına büyük acılar yaşatan bu savaşın durmasını istiyoruz. Bu barış,
kalıcı bir barış olmasa da, bugün halkların yararına
olan tek çözümdür. Onun için hemen şimdi kayıtsız,
koşulsuz inadına barış diyoruz! Bu konuda tavrımızı
açımlayan yazılarımızı sayı içinde bulabilirsiniz.
***
2016 yılı Büyük Proleter Kültür Devriminin 50. yıldönümü. Çin’de milyonlarca insanı harekete geçiren,
kitlesel büyük gösterilerin düzenlendiği kültür devrimi tüm dünyada önemli etkilere yol açtı. İbrahim
Kaypakkaya‘nın kurucusu ve önderi olduğu TKP/ML
Kültür Devriminden çok önemli oranda etkilendi. Bu
sayımızda, Büyük Proleter Kültür Devrimi üzerine
kapsamlı bir yazımızı yayınlıyoruz. Yazı hakkında
eleştirilerinizi ve önerilerinizi bekliyoruz.
Eylül ayında İstanbul’da “Çin’de Büyük Proleter
Kültür Devrimi ve sosyalist inşadaki yeri” konulu bir
konferans düzenlemeyi planlıyoruz. Bu yazı aynı zamanda bu konferansın hazırlığı olarak kavranmalı ve
üzerine tartışılmalıdır.
Yeni sayımızda buluşmak üzere hoşça kalın…
YDİ ÇAĞRI
Mart 2016
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
8 MART 2016. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
TÜRK DEVLETİ SURİYE’DEN ELİNİ ÇEK!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7
YENİ ANAYASA, BAŞKANLIK SİSTEMİ TARTIŞMALARI ÜZERİNE. . . . . 9
PANORAMA
SAVAŞ DİPLOMASİSİNDE GELİŞMELER!… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32
CHAVEZCİLERİN SEÇİM YENİLGİSİ! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38
ROSA LUXEMBURG KONFERANSI ÜZERİNE NOTLAR. . . . . . . . . . . . . 42
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
NEWROZ PÎROZ BE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
ONURLU BİR AYDIN: İSMAİL BEŞİKÇİ’Yİ TANIYALIM!. . . . . . . . . . . . 18
HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİ 6. GENEL KURULU. . . . . . . . . 19
SOYKIRIMDA ALMANYA’NIN ROLÜ VE ORTAKLIĞI!! . . . . . . . . . . . . . 21
OKUR MEKTUBU
GEORGİ DİMİTROF’TAN
“AVUSTURYALI İŞÇİLERE MEKTUP” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 47
Dimitrof: 1934 Avusturyalı İşçilere Mektup’tan . . . . . . . . . . . . . . . 56
ÇEVRE SORUNU
ARTVİN/CERATTEPE ÇEVRE DİRENİŞİ ÜZERİNE!. . . . . . . . . . . . . . . . . 29
YENİ KADIN DÜNYASI
KADIN SİNEMACILAR “ARTIK YETER” DEDİ!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31
2
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
“BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR
DEVRİMİ” ÜZERİNE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 58
RÖPORTAJ
“SOSYALİZMDEN GERİ DÖNÜŞ SORUNU“ KİTABI
HAKKINDA H.YEŞİL’LE BİR RÖPORTAJ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 80
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Sultaniye Mah. Doğan Araslı Bul.
Hanplus İş Mer. No: 150 Kat: 12 Ofis No: 316 Esenyurt/İstanbul• Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 180 · Mart/Nisan 2016 • ISSN 1301-692X180• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye
Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli •
www.ydicagri.com • ydicagrigazetesi@gmail.com• info@ydicagri.com
Bu yıl 8 Mart’ı dünyada ve ülkelerimizde savaşın,
ırkçılığın, faşist saldırganlığın, militarizmin, erkek
şiddeti ve cinsiyetçiliğin daha da tırmandırıldığı bir
ortamda karşılıyoruz.
Savaş En Çok Kadınları Vuruyor!
Faşist T.C. ordusuyla, polisiyle, korucusuyla... medyası ve tüm diğer imkanlarıyla Kuzey Kürdistan’da
kıyasıya bir savaş yürütüyor. Son olarak Cizre’de ve
Diyarbakır’ın Sur ilçesinde günlerce süren kuşatma,
sivil halka yönelik zorla göçettirme, kaçamayanları
ise kurşun ve bomba yağmuruna tutma yoluyla sürdürdüğü katliamlarla bizzat resmi ağızdan yapılan
açıklamalara göre 600 insanın ölümüne yolaçmış durumda. Onlar “terörist” diyor ama, ölenlerin sadece
sömürgeci saldırganlığa karşı direnen güçler değil,
çatışma alanında sıkışıp kalmış yaşlı, çocuk, kadın
demeden siviller de olduğu apaçık ortada. Sokağa çıkma yasağı öncesinde gücünün yettiği kadar eşyasını
omuzlayan, bir yandan da küçük çocuklarına sahip
çıkmaya çalışan kadınları izledik. Biçare insanların
canhıraş yerlerini yurtlarını terketme çabalarını, beyaz bayraklarına rağmen asker-polisin yaylım ateşine
kurban gidenleri, ölen bebelerinin naaşları kokmasın
diye buzdolabında saklayanları muhalif kanallar ve
sosyal medya üzerinden dünya kamuoyuyla birlikte
izledik. Dahası salt öldürmekle de yetinmeyip, sözümona güç gösterimi amacıyla öldürdükleri insanların
cesetlerini cip arkasında sürüklemek, kadınların çıplak cesetlerini medyaya servis edip teşhir etmek gibi
davranışlardan da geri durmayan iğrenç bir erkek
şiddetiyle karşılaştık. Savaş sürdükçe, her geçen gün
biraz daha insanlık namına ne varsa yitip gidiyor...
Daha geçen yaz, öldürülen Ekin Van’ın çıplak cesedinin teşhir edilmesi ardından Muş Valiliği fotoğrafın gerçekliğini doğrulamış ve yarım ağızla da olsa
olayın “kabul edilemezliği”nden bahsedip, fotoğrafı
çeken ve sosyal medyada teşhir edenler hakkında soruşturma açılacağını açıklamıştı. Şimdi Cizre’de yine
aynı şekilde güvenlik güçleri öldürdükleri bir kadını
soymuş ve yanıbaşına postallarıyla dikilerek “kahramanlık” fotoğrafı çektirmişler ve bu fotoğrafı da
övünmek için sosyal medyaya servis ediyorlar. Karşıtını aşağılamak için kadınları aşağılamak ve kadınların bedenleri üzerinden de savaş yürütmek -çokça
tanık olduğumuz cinsiyetçi faşist mantık
budur!- Ve nerdeyse gün
ge ç m e m e ktedir ki,
iktidar sahiplerinin
ağızlarından
bu tür
aşağılamayı
içeren cinsiyetçi
söylemler dökülmesin.
Daha
yenilerde, bizzat
AKP Genel Sekreteri Abdulhamit Gül, HDP
Eşbaşkanı Sela-
gündem
8 MART 2016: FAŞİZME, SAVAŞA
VE KADINLARA YÖNELİK ERKEK
ŞİDDETİNE KARŞI!
KADINLARIN YAŞAM HAKLARI
VE ÖZGÜRLÜKLERİ İÇİN
MÜCADELEYE!
3
gündem
hattin Demirtaş’a gıyabında hitaben “Senin her gün
Mecliste gerilla diye bağırdığın ve erkek diye gezinen
teröristler, etek giyip geziyorlar. Bu ülkede vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı sokakta bulmadık,
size de yedirmeyeceğiz. Size etek giydirip gezdiririz
ama bu ülkeyi böldürmeyiz” diye konuştu. Erkekler
“etek giyip gezdirilmek”le aşağılanıyor, kadınlar çıplak bedenleri sergilenerek... Ve her iki durumda da
sözkonusu olan şey, erkeğin güçlülüğü ve üstünlüğü
ideolojisine dayanan cinsiyetçilik oluyor! Bütün bunlar yeni ortaya çıkmıyor şüphesiz, bildik bileli bu devletin geleneğinde varolan birşey. Güvenlik güçlerinin
özellikle devrimci-demokratik mücadelede eline geçirdiği kadınlara onları yıldırmak, sindirmek ve gözdağı vermek için sistemli bir şekilde uyguladığı gözaltında taciz ve tecavüz olaylarını unutmadık. 90’lı
yıllarda sıkça uygulanan bir yıldırma yöntemi olarak
Kürt köylerine yapılan baskınlarda kadın/erkek/yaşlı demeden insanların köy meydanlarında çırılçıplak
soyundurulup işkenceye maruz kaldığını unutmadık.
Ne bunların, ne de şimdi yaptıklarının hesabı verilmedi henüz. “Soruşturma açılacak” türünden boş
vaatlerle geçiştirilmenin ötesinde ne sorumlular bulunuyor, ne de yargı önüne çıkarılıyor. Tam tersine,
cinsiyetçi söylemler giderek daha da fütursuzca gündeme geliyor.
Cinsiyetçilik ve Militarizm Kadınlara
Yönelik Erkek Şiddetini Körüklüyor!
durduracağız” şiarıyla yıllardır kampanyalar yürüten
kadın örgütlerinin ‘kadın cinayetleri meclis gündemine alınsın’ talebi –HDP’nin dışında– gereken yankıyı bulamazken, AKP hükümeti saflarından çokça ifade edilen kadın düşmanı-cinsiyetçi söylemler
toplumda zaten varolan erkek şovenizmine daha da
çanak tutmaktadır. Lafta erkek şiddetine karşı çıkan
çoktur, hükümet partisi dahil, meclisteki bütün partilerin programlarında kadınlara yönelik erkek şiddetine karşı mücadelenin gerekliliği vardır. Bu ama,
sözkonusu partilerin kadın-erkek eşitliği konusunda
muhafazakar, erkek egemen bir bakış açısına ve parti bünyesine sahip olduğu gerçekliğini değiştirmemektedir (yine örneğin yüzde 50’lik kota uygulayan
HDP’yi dışta tutuyoruz.) Kadınların en temel hakkı
olan ‘yaşam ve bedenlerine dokunulmazlık’ lafta kalmakta ve gerçekte bu erkek egemen partiler tarafından kesinlikle onaylanmamaktadır. Kürtaj, gebelik,
kadınların rol ve davranışlarıyla ilgili resmi ve gayri-resmi açıklamalarda defalarca dile geldiği üzere bu
beyler (ve de bayanlar) kadınların yaşam ve bedenleri
hakkında erkeklerin ya da ataerkil toplumun söz sahibi olduğunu savunmaktadırlar.
Bütün bunlara bizim yanıtımız açıktır: Kadınlar
erkeklerin ya da toplumun malı değildir. Kadınlar
toplumun eşit üyeleri olarak yerlerini talep eden bağımsız kişilerdir!
Ortadoğu’da Savaş: Kadınlar Göç
Savaş ortamı, toplumun kutuplaşmasına ve ezilen- Yollarında!
4
lerin birbirine karşı kışkırtılmasına hizmet eden ırkçı/şoven söylemler, artan militarizm, tırmandırılan
gerginlik ortamı, cinsiyetçi söylemler –bütün bunlar
zaten köklü bir erkek egemenliğinin varolduğu koşullarda, kadınlara yönelik şiddetin daha da katmerleşmesine yolaçıyor. Ülkelerimizde “sessiz sedasız”
yürüyen bir savaş daha var gündemde: Toplumsal
yaşamın her alanında hakettiği yeri almak isteyen
kadınlara yönelik bir savaş bu! Erkek şiddetinin yaygınlığı ve vahşi boyutu bir katliam boyutunu almış
olan kadın cinayetlerinde apaçık ortaya çıkıyor: Yapılan bir araştırmaya göre 2009-2013 yılları arasında 949 kadın cinayeti işlenmiş. Bu, sözkonusu dört
yılda ortalama olarak her iki günde 3 kadının yakın
ilişki içinde bulunduğu erkekler tarafından katledildiği anlamına geliyor. Ürpertici düzeydeki bu erkek
şiddetine karşı mücadelede ne devlet/hükümet görevini yerine getirmektedir ne de meclisteki muhalefet partilerinden CHP ve MHP. “Kadın cinayetlerini
“Arap Baharı” emperyalistlerin ve bölgesel güçlerin
müdahalesiyle Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da savaşlara ve içsavaşlara dönüştü. Bu savaşların getirdiği
felaketi ve yıkımı en bariz biçimiyle Suriye ve Libya
örneğinde günbegün izlemek zorunda kalıyoruz. Milyonlarca insan göç yollarına düşmek zorunda kalmış
bulunuyor. Kuzey Afrika’da, Lübnan’da, Türkiye’de
ve şimdi Suriye topraklarında kurulan mülteci kamplarında büyük dramlar yaşanıyor. Ölüm ve savaş korkusuyla yollara düşen insanları göç yollarında türlü
türlü felaketler bekliyor. Güçlünün güçsüzü ezip
geçtiği, ilkel güdülerin ön plana çıktığı bu ortamda
kadınlar ve çocuklar daha da bir korumasız kalıyor
ve her türden şiddete ve cinsel saldırıya maruz kalabiliyor. Kimisi hayatta kalabilmek ve çocuklarının
karnını doyurabilmek için fuhuşa başvurmak zorunda kalıyor. Kimisi 15-16 yaşındaki kızlarını paralı
birilerine ikinci-üçüncü kadın olarak satıyor. Kimi
zorla, tecavüz ve şiddetle fuhuş mafyasının veya diğer
Avrupa’da Irkçılık ve Neo-Faşizm
Mültecilerin Avrupa’ya doğru yürüyerek yola çıkmalarıyla birlikte, bu ülkelerde de panik başladı. İstenmeyen insan grubu ilan edilen mülteciler üzerinden müthiş bir ırkçı ve gerici propaganda gündemde.
Örneğin Almanya’da aylardan beri hangi tv kanalını
açarsanız açın mutlaka “bu kadar mülteciyi Almanya kaldıramaz” mesajının verildiği bir programla
karşılaşırsınız. Bütün bunların gerisinde hükümetin
durumdan faydalanıp mülteci ve iş yasalarını revizyondan geçirme, hakları yontma, bunu yaparken de
böl-yönet yöntemiyle işçi ve emekçi kitlelerin bilincini karartmayı hedeflemesi sözkonusudur. Irkçılığın
ve faşizmin hep aynı basit ve ilkel biçimde gündeme
getirildiğini bir kere daha yaşayarak görüyoruz. Her
türden kötülüğün kaynağı olarak mültecilerin gösterilmesi: “Mülteciler hırsızlık yapıyor”, “pisler”, “bizim
kültürümüzü anlayamayacak kadar ilkeller” vs. vb.
Ve tabii ki, milliyetçiliği kışkırtmak için herzaman
başvurulan mesele: “Kadınlarımıza, kızlarımıza musallat oluyorlar!” Burda yine kadınlar ırkçı-milliyetçi söyleme malzeme oluveriyor. Sözümona kadınları
koruma adına öne sürülen bu söylemler tamamen
gerici-faşist bir zihniyetin ürünüdür. “Ulusal birlik ve
çıkarlar” adına kadınların “sahiplenilmesi” gerçekte kadınları bağımsız kişiler olarak görmeyen erkek
egemen anlayışın yeniden üretilmesidir. Ve burda
esas mesele kadınlara yönelik şiddet, cinsel şiddet,
taciz ve tecavüzün karşısında durulması değil, ırkçı
temelde mültecilerin hedef alınmasıdır. Almanya’da
açık neo-faşist propagandayla kitlesel eylemler düzenleyen AFD (Almanya İçin Alternatif) ve Pegida
(Batının İslamlaştırılmasına Karşı Avrupa’lı Yurtseverler) gibi parti ve örgütler gayet açık bir şekilde
bunu yapmaktadır. Yoksa bu örgütler hiçbir zaman
örneğin BM “barış güçleri-askerleri”nin savaş bölgelerinde kadınlara ve kızlara yönelik taciz ve tecavüz
vakalarını gündeme getirmemişlerdir, Alman askerlerinin “kriz bölgeleri”ndeki cinsel saldırganlıklarını
şimdiye kadar hiç konu etmemişlerdir...
Almanya’da da onyıllardan beri kadın örgütleri
ceza yasalarının vb. kadınları cinsel şiddete ve tecavüze karşı yeterince korumadığını dile getirmekte ve
gerekli hukuksal adımların atılması için somut talepler ileri sürmektedirler. Bu talepler şimdiye kadar,
hiçbir parti tarafından ciddi bir şekilde ele alınıp sonuca götürülmemiştir. Şimdi ama, bütün partiler birden bire ayağa kalkmış ve kadınlara taciz ve tecavüze
ağır cezalar verilmesini talep etmeye soyunmuşlardır. Bu düpedüz sahtekarlıktır! Biz, kimden gelirse
gelsin, hangi ulus veya etnik kökene, hangi sınıfa ait
olduğuna bakmaksızın kadınlara yönelik cinsel taciz
ve tecavüzün karşısında kararlılık sergilenmesi ve
cezai yaptırımların uygulanmasını talep ediyoruz.
Almanya’da da ceza yasasının cinsiyetçi olduğunu,
gündem
mafyanın pençesine düşüyor. Kimi karın tokluğuna
emeğini satıyor, kölevari biçimde çalışıyor, çalıştırılıyor. Hak-hukuk yok mülteciye! Şikayet edebilecekleri
bir merci de yok! Hayata tutunabilmek için büyük
bir mücadele veren biçare kadınlar, küçücük çocuklar
insan tacirlerinin elinde Ege ve Akdeniz’in sularında
boğulup gidiyor... Avrupa’ya doğru yürüyerek çıktıkları göç yollarında kimisi heder oluyor. Ölüp yitenlerin sayısı bile belli değil. Almanya’da ebeveynsiz mülteci olarak giriş yapmış olan 5 bin çocuğun akibetinin
ne olduğu bilinmiyor, bunların bir bölümünün organ
mafyasınca kaçırılmış olabileceği söylentisi var ve bu
çocukların hakkında resmi makamlar da henüz bir
açıklama yapamıyor.
Parçalanmış aileler, geride bırakılanlar, hiçe doğru umut yolculuğu... Devletler arasında pazarlık ve
tehdit malzemesi olarak kullanılan “hiç”leştirilen bir
kütle!
5
gündem
yargının kadınları korumadığını, özelde de taciz ve
tecavüz durumunda “ispat” konusunda meseleyi yokuşa sürüp, çoğu durumda şikayetleri takipsizlikle
sonuçlandırdığını biliyor ve bunun değişmesini talep
ediyoruz. Bunlar haklı taleplerdir ve ister Alman ister
göçmen olsun, herkese aynı şekilde uygulanmalıdır.
Fakat, AFD/Pegida türünden ırkçı-faşistlerin ve onların peşi sıra istisnasız tüm burjuva partilerin savunduğu türden: “suç işleyen mülteci yurtdışı edilsin”
talebi kesinlikle kabul edilemez! Çünkü burda mesele
cinsel taciz uygulayan kişinin cezalandırılması değil, mültecileri baştan defetmek için, yurtdışı etmek
için yeni bahanelerin uydurulmasıdır. Almanya’da ve
bir bütün olarak Avrupa’da yargı sistemi sınıfsaldır,
cinsiyetçidir, ırkçıdır. Bunlardan sadece birinin öne
çıkarılarak, diğerlerinin gözardı edilmesine hizmet
eden savunular, ezilenlerin değil, egemenlerin işine
yarayacaktır.
IŞİD Barbarlığı!
6
Emperyalist büyük güçlerin onyıllardan beri kendilerinin kurup körüklediği İslami örgütlerin önce
Talibanlar olarak Afganistan’da, Arap Baharı sonrasında da IŞİD olarak Irak’ta ve Suriye’de boy göstermesiyle dünya halklarının başına bela ettikleri bir
fenomenle karşı karşıyayız. En saf İslam’ı temsil etme
iddiasında olan ve şimdi hakim oldukları alanda İslami Şeriat Devlet’ini ilan eden bu örgüt gerçekte en
gerici ve barbar bir sistem yaratmış durumdadır. Şeriat yasalarının bütün gaddarlığıyla uygulandığı bu
sistemde kadınlar bütünüyle haktan yoksundur. Bu
sistemde onlara düşen rol, ev içi kölelik, seks köleliği
ve çocuk doğurmaktır. Böyle olmasına rağmen ve ne
yazık ki, IŞİD esasta internet ve sosyal medya üzerinden yaptığı antiemperyalistlikle süslenmiş müslümanlık propagandasıyla Avrupa’dan gençleri, son
dönemde de özellikle genç kızları ve kadınları etki
alanına çekebilmektedir. Sanal propagandaya kanıp
IŞİD’in ağına düşenlerin bir daha ordan çıkıp kendilerini kurtarabilmeleri oldukça zordur. Emperyalist/kapitalist sistemin kadın emeğinin sömürüsünü
katmerleştirmesi, kadınların ücretli çalışma/çocuk
bakımı/aile hizmeti biçiminde ikili-üçlü yük taşımak
zorunda kalmasıyla bunalan genç kadınlar, kendilerinin yükünü azaltıyormuş görünümü sunan, ekonomik “garanti” ve “salt ev kadınlığı” vaadeden bir
sistemi cazip görüyorlar. Buna, Avrupa’da yaşadıkları sürece müslüman gençlik olarak maruz kaldıkları
ötelenmişlik ve düşmanca ayrımcılık da eklenince
IŞİD’in profesyonel propagandası işe yarar hale gelmektedir. Kadın düşmanlığının “kadın dostu”ymuş
gibi pazarlandığı bu fenomenle mücadele şimdilik oldukça uzun vadeli görünüyor. Ortadoğu‘daki savaşın
muhtemelen daha onyıllar boyu süreceğinden yola
çıkarsak, radikal İslam’ın etkisini Afrika ve Asya’ya
daha da yayılarak artıracağından yola çıkmak mümkündür.
Ancak şurası da açık, tarihin tekerliğini geri döndürmek mümkün değildir. IŞİD’in devleti de şeriatla
yönetilse dahi, kapitalist sistemin dışında değildir,
olamayacaktır. Kapitalizm ise girdiği yerde eninde
sonunda aynı sonuçları doğurmaktadır. IŞİD’i ve
onunla birlikte barbar rejimi, şimdi dayandığı sunni/
müslüman Arap halklarının özgürlükçü demokratik
hareketi ve kadın hareketi bertaraf edecektir.
Kadınlar Barış İstiyor!
8 Mart 2016’da ülkelerimizde ve dünyada kadın
hareketinin gündeminde savaşlara karşı tavır ve barış hareketinin geliştirilmesi vardır. Biz komünist
kadınlar, emperyalist ve gerici çıkarlar uğruna halkların birbirine düşürülmesi anlamına gelen savaşlara karşı BARIŞ talebimizi yükseltiyoruz. Bizim için
BARIŞ’tan yana tavır takınmak demek, her türden
haksız savaşların karşısında, mazlum halkların yanında saf tutmak demektir. Biz faşist Türk devletinin
Kuzey Kürdistan’da sürdürdüğü sömürgeci savaşın
ve şimdi de Batı Kürdistan’a yaptığı saldırıların karşısında tarafımızı belirliyoruz. Biz emperyalistlerin
ve bölgesel gerici güçlerin tetiklediği ve körüklediği
savaşlardan kaçan mültecilerin halkların şefkatiyle karşılanması için mücadele ediyoruz. Mültecileri durdurmak için çekilen duvarlar -Türkiye’de ve
Avrupa’da- yıkılmalı, savaş mağdurlarına her türden
insani yardım yapılmalıdır!
Savaştan en fazla zarar gören emekçi kadın kitleleri
ve çocuklarının korunmasına özel önem verilmelidir! Mülteci kamplarında ve her yerde erkek şiddetine karşı tedbirler alınmalı, kadınların öz savunmasının geliştirilmesi desteklenmeli, kadınlar hakları ve
imkanları hakkında aydınlatılmalıdır.
Savaşa, erkek egemen sisteme ve her görünümüyle
erkek şiddetine karşı Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de
sınıfsal-cinsel-ulusal haklarımız için örgütlü mücadeleye!
Yaşasın 8 Mart! Yaşasın işçi ve emekçi kadınların
mücadelesi!
14.02.2016
SURİYE SAVAŞINDA YENİ AŞAMA
Bir süre öncesine kadar Azez ve Cerablus arasında
bulunan Halep’e kadar uzanan bölge, IŞİD, El Nusra
gibi Selefist gruplar, cihatçı gruplar, ÖSO bünyesindeki gruplar ve Türkmenler vb. denetimindeydi.
Sınır kapısı Öncüpınar’dan Halep’e uzanan 110 kilometrelik koridor, tamamen Esad rejimi muhaliflerinin elindeydi.
Suriye savaşının içine doğrudan giren, dengeleri
değiştiren Rusya’nın aktif desteğiyle Esad ordusu,
Halep’in doğusundan kuzeyine doğru ilerledi. Duveyr Zeytun, Tel Cibrin, Hardetin, Ratyan’ı alarak
Zehra ve Nubul kasabalarına ulaştı. Öncüpınar Halep hattı 5 kilometre derinliğinde bir kuşak ile kesilmiş oldu. Öncüpınar Halep koridoru Esad rejimi
tarafından kapatıldı.
Bu gelişme üzerine Afrin Kantonundan harekete geçen YPG Minnig kasabasına yöneldi. YPG’nin
bileşeni olduğu Demokratik Suriye Güçleri (QSD)
Minnig askeri hava alanını ele geçirdi. Azez kuşatma
altına alındı. Azez-Halep arasındaki stratejik önemi
olan Tel Rifat cihatçı gruplardan temizlendi.
Bu gelişmeler üzerine TSK Azez bölgesinde bulunan YPG ve QSD güçleri mevzilerini obüs toplarıyla
bombalamaya başladı.
Başbakan Davutoğlu’nun yaptığı açıklama, TSK’nın
yaptığı bombalamanın nedenini açıklıyor:
gündem
TÜRK DEVLETİ SURİYE’DEN ELİNİ ÇEK!
“YPG derhal, Azez ve çevresinden
uzaklaşacak. Azez’in yakınına dahi
yaklaşmayacak. Koridoru tekrar
kırma çabalarında bulunmayacak.
Minnak Havaalanı’nı, Türkiye’ye
veya muhalefete karşı kullanma hevesine kapılmayacak, o havaalanını
derhal boşaltacak.”
T.C devleti, hükümeti YPG’nin
Azez Cerablus arasında bulunan
bölgeye girmesini istemiyor. Bu
koridorun kapanması demek, T.C
devleti ile desteklediği ÖSO, Türkmenler arasındaki bağın kesilmesi
demek. Dolayısıyla T.C devletinin
Suriye savaşında kozlarını kaybetmesi demek.
Rojava’da kantonların birleşmesi ihtimali,
“Güney’de Kürt koridoru oluşması” T.C’nin hiç istemediği bir şey.
Ayrıca Azez Halep koridorunun kapanması ile yeni
bir göç dalgasının tetiklenmesi de istenmiyor.
TEPKİLER
ABD, Rusya, AB tarafından yapılan açıklamalarda,
Türk devletinin bombardımanı durdurması istendi.
ABD Dışişleri Bakanlığı, YPG’ye, Türkiye ve bölgedeki diğer Arap muhalif gruplarla gerilimi artıracak
adımlardan kaçınması, Türkiye’ye de sınır ötesine
topçu ateşini durdurması çağrısında bulundu.
PYD, “geri adım atılmayacağı, Azez’den çekilinmeyeceği” açıklaması yaptı.
Suriye savaşına yönelik emperyalistler arasındaki
görüşmeler, pazarlıklar ise sürüyor.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Rusya’nın talebi üzerine 16 Şubat’ta yapılan oturumda, konsey
üyeleri, Türkiye’nin, Suriye’ye yönelik top atışına son
vermesi, devamından endişe duyulduğu konusunda
ortak görüşe vardı. Toplantıdan sonra sözlü bir açıklama yapan Güvenlik Konseyi Dönem Başkanı Rafael
Ramirez, konseyin Türkiye’nin Suriye topraklarında
bulunan YPG’ye yönelik top ateşinin durdurulması
7
gündem
yönünde ortak görüşe vardıklarını açıkladı.
Suudi Arabistan’ın Suriye’de IŞİD’e karşı kara harekatına hazır olduğu açıklaması üzerine Rusya Başbakanı Medvedev; “Suriye’de başlatılacak olası bir kara
harekatının 3. dünya savaşına davet çıkarma” anlamına geleceğini söyledi.
Türk devleti, hükümeti Esad rejimine karşı hava
operasyonlarının yeterli olmayacağını, uluslararası
koalisyon öncülüğünde kara hareketinin gerekli olduğunu savunuyor. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu önce “Suudi Arabistan ile kara operasyonuna
girebiliriz” açıklaması yaptı. Bu açıklamasını sonra
şöyle düzeltti:
“Biz başından beri koalisyon içinde IŞİD’le mücadelede başarılı olmak için hava operasyonlarının
yetersiz kalacağını, kara operasyonlarının olması
gerektiğini söylüyoruz. Şimdi de aynı düşüncedeyiz.
Yeni bir fikir değil ama kara operasyonu konusunda
alınmış herhangi bir karar ya da strateji yok.”
Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin kara operasyonu isteği ve talebi var. Bu ülkeler birlikte kara
harekatı yapma durumunda değil. Kara harekatının
uluslararası anti IŞİD koalisyonu öncülüğünde yapılmasını istiyorlar.
İncirlik Hava Alanına Suudi Arabistan uçaklarının gelecek olmasını, olası bir kara harekatı olarak
görmemek gerekiyor. Nitekim IŞİD’e karşı oluşturulan uluslararası koalisyonun içinde yer alan kimi
ülkelerin uçakları İncirlikte bulunuyor ve bu uçaklar
IŞİD’e yapılan hava saldırılarına katılıyor.
CEPHELER
8
Suriye’de mini bir dünya savaşı yaşanıyor. Bu savaş
üzerinden ortaya çıkan cepheleşme anda şöyledir:
Bir tarafta Rusya, Rusya’nın doğrudan desteklediği
Esad rejimi, İran, Hizbullah, Irak’ın merkezi yönetimi var. Çin arka planda bu cepheyi destekliyor. Bu
cephe alanda Şii, Sünni mezhep bölünmesi temelinde
Şii tarafıdır. YPG, PYD bağımsız bir siyaset izlemeye çalışsa da, objektif olarak bu cephenin bir parçası
olarak hareket etmektedir. Fakat aynı zamanda batının da desteğini kaybetmek istememekte, IŞİD’e karşı alanda savaşan tek seküler, demokratik güç olarak
batıdan da destek almaya çalışmakta ve almaktadır.
Diğer tarafta ABD önderliğinde batılı güçler, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve Barzani önderliğinde
“Kürdistan Bölgesel Yönetimi” var. Bu cephe alanda
Şii, Sünni bölünmesinde Sünni tarafını oluşturuyor.
Batılı güçlerin bu cephede yer alması, onların Türki-
ye’deki andaki yönetimle ve onun siyaseti ile ve Suudi Arabistan ile tam bir uyum içinde oldukları anlamına gelmiyor. Aralarında, örneğin PYD, YPG’nin
değerlendirilmesi noktasında çelişmeler var. Türkiye,
bu bloktaki emperyalist müttefiklerinin IŞİD’e karşı
ortak mücadele ve Suriye’de çözüm adına Rusya ile
yakınlaşmasından rahatsızdır. Buna karşı emperyalist batılı güçler de, gelinen yerde Türkiye’nin Esad’sız
çözüm ısrarından rahatsızdır. Batılı emperyalist güçler bunun yanında Türkiye’nin PKK, PYD’yi anda
IŞİD’ten daha tehlikeli görüp, PKK’ye karşı savaş yürütmesinden de rahatsızdır. Türkiye’nin PKK’ye karşı yürüttüğü savaşın Suriye’de destekledikleri ve kara
gücü olarak kullanmak istedikleri PYD, YPG’yi bütünüyle Rusya’nın yanına iteceğinden çekiniyorlar. Gelinen yerde batılı emperyalist güçlerle, Rusya arasında
Suriye’yi yeniden bölüşmek için kurulacak pazarlık
masasında kimlerin temsilci olarak katılacakları konusunda sıkı bir pazarlık yürüyor. Bu pazarlıklarda
Rusya PYD, YPG temsilcilerinin yer alması konusunda ısrarcı olurken, Türkiye PYD, YPG’nin doğrudan
temsilci olarak katılmasına karşı çıkıyor.
İsrail, diğer nedenlerin yanında, alanda baş düşman olarak İran’ı ve Hizbullah’ı gördüğü için de, bu
cephenin yanında yer alıyor.
IŞİD, Şii, Sünni bölünmesinde Sünni kanatta yer
almasına rağmen, selefi Sünniliğin ve selefi dünya
şeriat devleti hedefinin en radikal, en saldırgan savunucusu olarak, batılı “gavur” emperyalistlerle işbirliği
içindeki “laik” Türkiye ve sahte şeriatçı Suudi Arabistan gibi devletleri de düşman ve savaş hedefi olarak
görüyor.
EMPERYALİSTLER SURİYE’DEN DEFOLUN!
Türk devleti, hükümeti; YPG, QSD mevzilerini
bombalamaya son vermelidir. PYD, YPG’yi IŞİD’den
daha tehlikeli görme, Kürt düşmanlığı siyasetine son
vermelidir.
Emperyalistler, bölge gerici, faşist devletleri
Suriye’den ellerini çekmeli, Suriye’den defolmalıdır!
Esad rejimini yıkma Suriye halklarının görevi ve
işidir.
Kendi haklı savaşını yürüten PYD, YPG gibi ulusal
demokratik güçler, emperyalist güçlerle bütün bağlarını kopartmalı, emperyalistler arası çelişmelerden
yararlanma adına kendilerini emperyalist güçlere
kullandırtma tuzağına düşmemelidirler.
16.02.2016
AKP, CHP, HDP, MHP’den oluşan Anayasa Uzlaşma
Komisyonu ilk toplantısını yaptı. Bu ilk toplantıda
partilerin takındığı tavırlar nasıl bir Anayasa istediklerini gösteriyor.
AKP: “Tüm toplumu kuşatıcı, hiçbir baskı olmaksızın milletin hür iradesiyle hazırlayacağı
demokratik ve özgürlükçü bir anayasa gelecek
kuşaklara borcumuz var.”
CHP: “Anayasa’nın ilk dört maddesine dokundurtmayız.”
HDP: “Demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi, kadın
özgürlüğ ünü
esas alan bir
anayasa için
anayasa yapım sürecinin kamuoyunun denetim
ve katılımına açık
olmasını öneriyoruz.”
MHP: “Devletin ve Türk
milletinin varlığını, devletin
yapı taşlarını zedeleyecek önerilere
kapalıyız.”
AKP tek başına yeni Anayasa yapacak milletvekiline sahip değildir.
CHP ve MHP Anayasa’nın ilk üç maddesinin değiştirilmemesinden yanadır. Anayasa’nın ilk üç maddesi, bu
partilerin “kırmızı çizgi”sidir. Bu nedenle CHP ve MHP
ile demokratik yeni bir Anayasa’nın yapılması mümkün
değildir.
HDP’nin istediği Anayasa ile –Başkanlık sistemi dışta tutulduğunda- AKP’nin istediği Anayasa birbirine
yakındır. HDP ile AKP eğer birlikte hareket ederlerse
burjuva demokratik bir Anayasa yapabilir, referandumda da çoğunluğu sağlayabilirler.
Fakat bugün yürüyen savaş ortamında AKP ve
HDP’nin birlikte hareket etmesi mümkün görünmüyor.
AKP, HDP’yi çözüm sürecinin bir aktörü olarak görmediğini net olarak açıklamış durumda.
Bu nedenlerle bu yasama döneminde Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun görüşmelerinin, geçen yasa-
gündem
YENİ ANAYASA, BAŞKANLIK SİSTEMİ
TARTIŞMALARI ÜZERİNE TAVRIMIZ
ma döneminde olduğu gibi nafile turlar olması büyük
olasılıktır. Nitekim
komisyonun 3.toplantısında CHP heyeti,
“parlamenter sistem
dışında herhangi bir
sistemi tartışmayacağını ve bunu bir ilke
olarak ortaya koyduğunu” belirtmesi üzerine komisyona başkanlık yapan Meclis
Başkanı komisyonu
lağvetti. Daha yolun
başında, komisyonun
adı, işlevi, görevleri,
nasıl bir Anayasa vb.
konularında partiler
arasında var olan görüş farklılıkları sonucu Anayasa Uzlaşma
Komisyonu dağıldı.
YÜRÜRLÜKTE OLAN ANAYASA
Bugün yürürlükte olan 1982 Anayasa’sı
darbe Anayasa’sıdır. 12 Eylül darbe Anayasa’sı
Türkiye’de asker sivil Kemalist devlet bürokrasisinin iktidarını sağlama almak için hazırlanmış, Türk ulusunun egemenliğini öngören, Türk
olmayan milliyetlere hiçbir hak tanımayan; aşırı merkeziyetçi, Kemalist ideolojiyi devlet ideolojisi olarak
anayasal hüküm haline getiren faşist bir Anayasa’dır.
Bu Anayasa’da şimdiye kadar onlarca değişiklik yapılmıştır. Fakat Anayasa’nın başta değiştirilemez olduğu
yazılan ilk üç maddesi olmak üzere, birçok maddesinde
yansıyan faşist özü değişmemiştir.
Anayasa’daki faşist özü görmek için Anayasa’nın başlangıç bölümüne bakmak yeterlidir.
“Türk Vatanı ve Milletinin edebi varlığını ve Yüce
Türk devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu
Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz
önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda;”
9
gündem
“Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının … Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin …. Türk
vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda….”
Anayasada vatandaşlık tanımı Türklük üzerinden
yapılmakta, Türk ulusu dışında başta Kürt ulusu olmak üzere, diğer ulus ve milliyetler yok sayılmaktadır.
Atatürk milliyetçiliği, Kemalist ideoloji devlet ideolojisi
olarak Anayasa hükmü haline getirilmektedir.
Bu Anayasa çoktan miadını doldurmuştur. 12 Eylül Anayasa’sı kökten reddedilmeli, çöpe atılmalıdır.
Türkiye’nin burjuva anlamda da demokratikleşmesinin
önündeki en büyük yasal engel 1982 faşist Anayasa’sıdır.
10
ANDAKİ SİSTEM
Bugün Türkiye’deki Anayasal siyasi sistem, dünyada hiçbir örneği olmayan acayip bir sistemdir.
Sistem konusunda T.C Anayasa’sında durum şöyledir:
Anayasa’nın hiçbir yerinde sistemin parlamenter
demokrasi olduğu belirtilmiyor. Anayasa’da T.C devletinin “Cumhuriyet, demokratik, laik ve sosyal bir
hukuk devleti” olduğu tanımlaması var.
Anayasa’da meclisin oluşması görev ve yetkileri,
hükümetin oluşması görevleri, Cumhurbaşkanın görev ve yetkileri konuluyor.
Anayasa’da Cumhurbaşkanına verilen yetkiler ola-
ğanüstü geniştir. Şöyle ki:
“D. Görev ve yetkileri
MADDE 104 - Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu
sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet
organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.
Bu amaçlarla Anayasanın ilgili maddelerinde gösterilen şartlara uyarak yapacağı görev ve kullanacağı
yetkiler şunlardır:
a) Yasama ile ilgili olanlar:
Gerekli gördüğü takdirde, yasama yılının ilk günü
Türkiye Büyük Millet Meclisinde açılış konuşmasını
yapmak,
Türkiye Büyük Millet Meclisini gerektiğinde toplantıya çağırmak,
Kanunları yayımlamak,
Kanunları tekrar görüşülmek üzere Türkiye Büyük
Millet Meclisine geri göndermek,
Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları gerekli
gördüğü takdirde halkoyuna sunmak,
Kanunların, kanun hükmündeki kararnamelerin,
Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün, tümünün
veya belirli hükümlerinin Anayasaya şekil veya esas
bakımından aykırı oldukları gerekçesi ile Anayasa
Mahkemesinde iptal davası açmak,
Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar vermek,
üyelerini seçmek,
Üniversite rektörlerini seçmek,
c) Yargı ile ilgili olanlar:
Anayasa Mahkemesi üyelerini, Danıştay üyelerinin
dörtte birini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilini, Askerî Yargıtay
üyelerini, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi üyelerini,
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçmek.
Cumhurbaşkanı, ayrıca Anayasada ve kanunlarda
verilen seçme ve atama görevleri ile diğer görevleri yerine getirir ve yetkileri kullanır.
E. Sorumluluk ve sorumsuzluk hali
MADDE 105- Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına
gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili
bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve
ilgili bakan sorumludur.
Cumhurbaşkanının resen imzaladığı kararlar ve
emirler aleyhine Anayasa Mahkemesi dahil, yargı
mercilerine başvurulamaz.
Cumhurbaşkanı, vatana ihanetten dolayı, Türkiye
Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılır.”
gündem
b) Yürütme alanına ilişkin olanlar:
Başbakanı atamak ve istifasını kabul etmek,
Başbakanın teklifi üzerine bakanları atamak ve görevlerine son vermek,
Gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulunu başkanlığı altında toplantıya çağırmak,
Yabancı devletlere Türk Devletinin temsilcilerini
göndermek, Türkiye Cumhuriyetine gönderilecek yabancı devlet temsilcilerini kabul etmek,
Milletlerarası andlaşmaları onaylamak ve yayımlamak,
Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı
Kuvvetlerinin Başkomutanlığını temsil etmek,
Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar vermek,
Genelkurmay Başkanını atamak,
Millî Güvenlik Kurulunu toplantıya çağırmak,
Millî Güvenlik Kuruluna Başkanlık etmek,
Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla
sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilân etmek ve kanun
hükmünde kararname çıkarmak,
Kararnameleri imzalamak,
Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli
kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmak,
Devlet Denetleme Kurulunun üyelerini ve Başkanını
atamak,
Devlet Denetleme Kuruluna inceleme, araştırma ve
denetleme yaptırtmak,
Yükseköğretim Kurulu
Anayasa’da
parlamento
tarafından
seçilen
Cumhurbaşkanı’na hiçbir parlamenter sistemde olmayan aşırı yetkiler tanınmıştır. Anayasa’ya göre Cumhurbaşkanı yürütmenin başıdır! Gerekli gördüğü zaman
bakanlar kuruluna başkanlık etme yetkisine sahiptir.
Bütün yasaları tek başına Anayasa Mahkemesi’ne götürme hakkına sahiptir. Bütün büyük bürokratlar onun
onayı ile atanır. Onun onayının olmadığı bir büyük bürokrat ataması mümkün değildir. Ama aynı zamanda
yaptıklarından dolayı sorumlu tutulamaz. Cumhurbaşkanı yalnızca vatana ihanet suçuyla, o da
parlamentonun beşte dördünün oyuyla
suçlanıp yüce divana gönderilebilir.
2011’de referandumla yapılan Anayasa değişikliği ile
11
gündem
12
Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi anayasal
hüküm haline gelmiştir.
Türkiye’de şu anda var olan sistem, kesinlikle
Cumhurbaşkanı’nın parlamento tarafından seçildiği
ve aslında sembolik görevleri olan bir makam olduğu
parlamenter sistem değildir. Fakat başkanın halk tarafından seçilip, kendi yürütme organını yasama meclisi
dışından kişilerden oluşturduğu başkanlık sistemi de
değildir.
Türkiye’deki siyasi rejim bu haliyle ne parlamenter
bir rejim, ne de kuralları belirlenmiş yarı başkanlık
veya Başkanlık sistemidir. Ne kuş, ne balıktır bu sistem. Fakat bu haliyle parlamenter sistemden çok başkanlık sistemine yakındır.
Parlamenter sistemde cumhurbaşkanı halkoyu ile
seçilmez, meclis tarafından seçilir. Cumhurbaşkanın
halk tarafından seçildiği parlamenter sistem bir ucubedir.
T.C parlamenter demokrasi ile yönetilen bir cumhuriyet değildir.
T.C hiçbir zaman gerçek anlamda burjuva parlamenter demokrasi ile yönetilmemiştir.
NASIL BİR ANAYASA?
Yeni sivil ve burjuva anlamda özgürlükçü demokrat
bir Anayasa’nın yapılması temel ihtiyaçtır. Faşist devlet yapılanmasından kopuş için yasal alanda en önemli
adım yeni burjuva demokrat bir Anayasa’nın yapılmasıdır.
Yeni Anayasa’da şunların olması için mücadele etmeliyiz:
Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden “demokratik bir cumhuriyet” olarak kuracak bir Anayasa olmalıdır.
Anayasa’da vatandaşlık tanımı Türklük üzerinden
yapılmamalı, çok uluslu cumhuriyette hiçbir ulusa üstünlük tanıyan bir tanımlama Anayasa’da yer almamalıdır.
Anayasa’da devlet ideolojisi olmamalıdır.
Anayasa’da yasama, yürütme ve yargının birbirinden
gerçekten bağımsız olacağı, bu güçler arasında karşılıklı
denge ve denetimin sağlandığı bir sistem öngörülmelidir.
Anayasa’da kişilerin hak ve özgürlüklerini devlete
karşı da savunabilecekleri bir sistem öngörülmelidir.
Temel insan hakları bu Anayasa’nın temelini oluşturmalıdır.
Anayasa’da değişik milliyetlerin tam hak eşitliği öngörülmelidir.
Anayasa’da yerel yönetimlerin yetkileri, merkezin
aleyhine geniş tutulmalıdır.
Anayasa, halkın her önemli konuda siyasete, seçimler dışında da, her an doğrudan katılmasını sağlayacak
bir sistemi öngörmelidir. Anayasa’da Türkiye’nin idari
yapılanması değiştirilmeli, aşırı merkeziyetçi yapının
yerine yerel yönetimlere yetki devrini öngören bir yapı
geçirilmelidir.
Bütün yöneticilerin halk tarafından seçimi ve işini
doğru yapmadığında geri çağrılma hakkı öngörülmelidir.
Bütün yönetici bürokratların (Hakimler, Valiler, Kaymakamlar) doğrudan halk tarafından seçilmesi öngörülmelidir.
Bütün önemli konularda yeterli bir tartışma ertesinde
referandumlar yoluyla doğrudan demokrasinin işletilmesi öngörülmelidir.
Anayasa dışında siyasi alanda yapılması gereken en
önemli yasa değişikliği seçim sistemi ile ilgili yasal değişikliklerdir. Bu bağlamda sıfır baraj, dar bölge, iki
turlu seçim sistemi yine doğrudan demokrasiye en yakın sistemdir. Seçim yasalarının bu yönde değiştirilmesi için mücadele etmeliyiz.
BAŞKANLIK SİSTEMİ
Başkanlık sistemi de, yarı başkanlık sistemi de,
Cumhurbaşkanı’nın parlamento tarafından seçildiği
parlamenter sistem de burjuvazinin iktidarının biçimleridir. Bu biçimler de tek tek ülkelerde, ülkelerin özelliklerine göre değişiklikler gösterir.
Türkiye’de bugüne kadar bu konuda yürüyen tartışma, gerçek bir tartışma değil, tam bir kayıkçı kavgasıdır. Sistemler arasında farklılıklar nelerdir tartışılacak
yerde, işçilere, emekçilere hangi sistem daha yararlıdır
tartışılacak yerde, Erdoğan başkan olacak mı, olmayacak mı tartışması yürütülüyor. Bu, bugün ülkelerimizde hüküm süren hastalıklı kutuplaşmanın sonucudur.
Tartışma bu kısır, sığ, verimsiz döngüden çıkarılmalıdır.
Tartışma yer yer başkanlık sistemi, eşittir tek kişinin
diktatörlüğü; parlamenter sistem eşittir demokrasi biçiminde yürütülüyor. Bu da doğru değildir. İster parlamenter demokrasi, ister başkanlık ya da yarı başkanlık
olsun, söz konusu olan burjuvazinin işçi emekçi yığınlar üzerindeki sınıf diktatörlüğüdür. Doğru kurulmuş
bir başkanlık sistemi tek kişinin diktatörlüğü olmayabileceği gibi, görünürdeki bir parlamenter demokratik
sistem de gerçekte tek kişinin diktatörlüğü olabilir veya
ona doğru gelişebilir. Bunun bir örneği Kemalist dikta-
tidar odağı doğrudan halk oyuyla seçildiklerinden, birbirlerine birbirini seçme veya atama yoluyla bağlı değildir, gerçek anlamda bağımsızdır. Böyle bir sistemde eşit
güçler arasında bir denge vardır. Bunlar aynı zamanda
birbirlerini denetler. Ve her biri ayrıca halk tarafından
seçimler yoluyla doğrudan denetlenir. Başkanın halk
tarafından yürütmenin başı olarak seçildiği ve hükümetini yargı ve yasamada yer almayan –bu anlamda bağımsız, partisiz olma anlamında değil– kişilerden oluşturduğu; yasama meclisinin işinin yasa yapmak olduğu
ve yine halk tarafından seçildiği; yüksek hakimlerin
ve tüm idari yöneticilerin halk tarafından seçildiği bir
başkanlık sistemi, halkın bütün yetkiyi parlamentoya
verdiği parlamenter sistemden daha demokratik bir sistemdir.
Biz yeni Anayasa’da böyle bir başkanlık sisteminin
öngörülmesinden yanayız.
GERÇEK DEMOKRATİK BİR ANAYASA DEVRİM İŞİDİR
Bugün yürüyen Anayasa tartışması burjuvazinin iktidarı şartlarında bir Anayasa tartışmasıdır.
İster başkanlık sistemi, ister parlamenter sistemle
yönetilsin, işçiler emekçiler açısından belirleyici
olan işçi ve emekçilerin özgürlük haklarıdır. Yeni
Anayasa tartışmalarında, biz komünistler bu
tartışmaların burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün
biçimi konusunda yürütülen tartışmalar olduğunu
bir an için unutmadan ve unutturmadan, Anayasa’da
işçilerin emekçilerin özgürlük haklarının en geniş ve
kapsamlı olması için mücadele etmeliyiz.
Türkiye’de, Kuzey Kürdistan’da gerçek demokrasi,
emekçi halk demokrasisinin gelmesi işçi sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimi ile olacaktır. Gerçek
demokratik bir Anayasa, ancak burjuvazinin iktidarının devrimle yıkılmasından sonra kurulacak proletarya
önderliğindeki halk iktidarının Anayasa’sı olabilir.
Burjuvazinin Anayasa’sı, burjuva sınıf diktatörlüğünün Anayasa’sının alternatifi; işçilerin emekçilerin
demokratik halk iktidarının Anayasa’sıdır.
Biz komünistler işçi ve emekçileri burjuvazinin
Anayasa tartışmalarında bir burjuva Anayasa’sında
olabilecek en geniş özgürlük hakları için mücadeleye
seferber ederken, aynı zamanda ve öncelikle onların
kendi iktidarları için mücadele etmeleri gerektiğini,
onun için örgütlenmelerinin güncel mücadeleler
içinde de esas mesele olduğunu hep yeniden bilince
çıkarmalıyız.
17.02.2016
gündem
törlüktür.
Burjuvazinin iktidarda olduğu bir ülkede burjuva
demokrasinin yönetim biçimleri içinde doğrudan demokrasiye en yakın olanı, halkın siyasete doğrudan
katılmasını en fazla sağlayan sistemi diğerlerine tercih
etmeliyiz. Çünkü böyle bir sistem bizim karar verilecek
her konuda halka kendi görüşlerimizi daha rahat açıklayabileceğimiz, halkı sosyalist görüşlerle daha fazla tanıştırıp, eğitebileceğimiz imkanlar sunar.
Parlamenter demokrasi ile başkanlık sistemi arasındaki temel fark şudur: Başkanlık sisteminde başkan halk tarafından seçilir ve o doğrudan hükümetin başıdır. Kurulan hükümet parlamento dışından
insanlarla başkan tarafından oluşturulur. Parlamentonun hükümet kurulmasında hiç bir yetkisi hakkı
yoktur. Zaten Hükümet üyeleri meclis üyesi değildir.
Meclis hükümetin icraatlarını ancak çıkardığı yasalarla etkiler, yönlendirir. Çünkü hükümetin icraatları Anayasaya ve yasaya uymak zorundadır.
Bunun yayında Yargı üçüncü güç olarak hem yasama meclisinden, yürütmeden, başkandan bağımsızdır. Tüm alt mahkeme hakim ve savcıları halkın
seçimi ile işbaşına gelir. Üst ceza mahkemelerinde
yürütme tarafından atanan meslekten yargıçların
yanında halk tarafından seçilen jüri vardır. Suçluluk,
suçsuzluk konusunda karar halkın seçtiği jüri üyeleri tarafından verilir. Anayasa mahkemesi üyeleri ise
meclisteki partilerin güç oranlarına göre, onların
önerdikleri yargıçlar veya yargıçlık görevini yerine
getirecek nitelikte kişiler arasından yürütmenin başı
tarafından, başkan tarafından seçilerek atanır. Böylece tek başına bir siyasi partinin veya gücün kesin
egemenliği önlenir.
Doğru kurulmuş bir Başkanlık sisteminde gerçek
anlamda kuvvetler ayrılığı vardır. Kuvvetler arasında
karşılıklı denetim ve denge vardır.
Parlamenter demokraside bu denge yoktur. Sadece
vekiller seçimle seçilir. Seçilen milletvekilleri de çoğunlukla parti merkezleri tarafından aday gösterilenler içinden seçilir. Parlamento sadece yasama işini
yapmaz. Yürütme ve yargı da sonuçta parlamentoya,
parlamentoda çoğunluğunu elinde bulunduran siyasi
güce, güçlere bağlıdır.
Bu iki sistemden hangisi işçilere, emekçiler daha
yararlıdır? Sorun budur. Tartışma bu eksende yürütülmelidir.
Yasama, yürütme, yargılama güçlerinin her birinin
doğrudan halk oyuyla seçildiği bir sistem doğrudan
demokrasiye en yakın sistemdir. Bu sistemde her üç ik-
13
✌
halkların kardeşliği için
NEWROZ PÎROZ BE!
NEWROZ BARIŞ ÇAĞRISIDIR! SİLAHLAR
SUSMALI, SİYASET KONUŞMALIDIR!
Çeşitli milliyetlerden işçiler, emekçiler, Kuzey Kürdistanlı kadın ve erkek işçiler, Devrimciler, yoldaşlar,
Yoksul köylüler:
Sizlere sesleniyoruz!
Kürt ulusal mücadelesinin yükselmesiyle birlikte
Newroz, Kürt ulusunun kitlesel olarak kendi varlığını haykırdığı, kendi kimliğine sahip çıktığı bir özel
gün olarak kutlanmaya başlandı. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin yükselmesiyle birlikte; sömürgeciliğe, asimilasyona, baskıya, zulme karşı, Kürt ulusunun kendi kimliğine sahip çıktığı birgün özelliğine
büründü Newroz. Newroz, ezilen Kürt ulusunun sömürgeciliğe, baskıya, zulme ve her türlü barbarlığa
karşı bir başkaldırıdır. Newroz, zalimlerin zulmüne karşı bir direniştir. Newroz, Kürdistanlı işçileri/
emekçileri ve tüm ezilenleri, devrim/sosyalizm için
mücadeleye çağıran bir gündür. Newroz, Kürdistanlı
işçi ve emekçilere sosyalizm bilincinin taşındığı, Kürdistanlı emekçi kitlelerin devrim bayrakları altında
birleştirilmesi için mücadele günüdür. Newroz,
her alanda kitlelere devrim ve sosyalizm propagandasının yapıldığı ve
Newroz
14
ateşinin devrim ateşine dönüştürüldüğü gündür. Biz
komünistler Newroz’u bu içerikle sahipleniyor ve
kutluyoruz.
24 Temmuz 2015’ten bu yana Kuzey Kürdistan’da
kan akıyor. AKP hükümeti daha önce aldığı savaş
kararını, 24 Temmuz 2015’te uygulamaya koydu. 24
Temmuz’dan bu yana Güney Kürdistan’da gerillanın
denetiminde olduğu iddia edilen alanlar aralıksız
bombalanıyor. Ardı arkası gelmeyen hava bombardımanlarıyla Kürt silahlı güçleri imha edilmek isteniyor! Kuzey Kürdistan’da halk her geçen gün daha
fazla devletin savaş güçlerinin hedefi haline geliyor.
Kuzey Kürdistan’da savaş var. Bu savaş alanlarında
T.C.’nin özel vurucu güçleri, tankları, topları ve ağır
silahları ölüm kusuyor. Helikopterler havadan kurşun yağdırıyor. Camiler, okullar, hastaneler yanıyor,
yıkılıyor. Dükkânlar kapalı, kepenkler inik. Faşist
Türk devletinin tüm “emniyet güçleri, askeri, polisi,
özel timi, korucusu ve bilcümle açık ve gizli güçleri’
Kuzey Kürdistan’ın her yerinde. Ölümler artık sıradanlaşmış. İnsanlar yıkılmış evlerinden kurtardıkları birkaç parça eşyalarını buldukları araçlara yükleyip, evlerini, yurtlarını sokaklarını terk ediyor. Göç
yollarına düşmeyenler sığınaklarda yaşıyor. Sokağa
çıkma yasakları ilan edilerek ilçeler yakılıp, yıkılıyor.
Cizre’de yüzlerce insan öldürüldü. Cesetler yakıldı.
Cizre’de bir vahşet sergilendi. Sur’da aynı vahşet tekrarlanıyor. Sırada yakılıp yıkılmayı bekleyen başka
ilçeler var. 2016 Newroz’unu böyle bir artamda kutluyoruz.
✌
halkların kardeşliği için
Faşist devlet güçleri, sokağa çıkma yasağı ilan ettikleri yerlerde, “kurtardıkları” mahallelerde sağlam
kalmış duvarlara “Türksen övün, Kürtsen itaat et”,
“En iyi Kürt ölü Kürttür”, “Esadullah Timleri” imzalı
mesajlar yazıyor. Muş’un Varto ilçesinde çıkan çatışmada hayatını kaybeden Ekin Wan’ın cesedi sokakta
polislerce çıplak bir şekilde teşhir edildi. Hacı Lokman Birlik, Şırnak’ta özel harekât timleri tarafından
yaralı haldeyken infaz edildi. Hacı Lokman Birlik,
daha sonra Akrep tipi zırhlı aracın arkasına bağlanarak sürüklendi. Cizre’de öldürülen kadınların elbiseleri çıkarılıp çıplak halde fotoğrafları çekilerek sosyal
medyada paylaşıldı. Devletin savaş güçleri, yaptıkları
zulmü fotoğraflayıp sosyal medya da paylaşarak, bundan sonra da Kürtlere yapılacak muamelenin böyle
olacağının mesajlarını veriyor! İşte AKP’nin “terör”e
karşı mücadele hukuk içerisinde olacak dediği hukuku budur. Özel harekât timlerini kuran devletin kendisidir. Özel harekât polislerini eğiten, cesaret veren
ve Kürtlere karşı nefret tohumlarını eken faşist devletin ta kendisidir. Faşist devletin Kürtlere reva gördüğü baskıdır, işkencedir, katletmedir. Ekilen rüzgarlar
fırtına olup faşist devlete geri dönecektir.
Yüksekova, Nusaybin, İdil, Sur, Cizre, Şırnak, Silopi, vb. yerlerde yaşanan savaşı seyrediyoruz. Kürt halkı acılar çekiyor. Yerleşim yerleri yeniden yakılıp yıkılıyor. Evler basılarak gençler infaz ediliyor. Savaşla
ilgisi olmayan siviller öldürülüyor. Öldürülen insanlara, “çatışmada öldüler” süsü veriliyor. AKP savaş
hükümeti, freni patlamış kamyon misali saldırılarını
gün geçtikçe yoğunlaştırıyor. Kuzey Kürdistan’da,
evinden, yerinden, canından, kimliğinden, onurun-
dan yoksun bırakılmaya
çalışılan bir halk var.
Kürt halkına reva görülen aşağılanmadır. Zulümdür, kimliğini yok
etme siyasetidir. Kendi
ülkesinde, diliyle, kültürüyle eşit yurttaş olarak
özgürce yaşama hakkı
gaspediliyor. 32 yıldır
süren bu savaşta binlerce Kürt öldürüldü. Binlerce Kürt faili meçhul
(esasta belli) cinayetlerin kurbanı oldu. Köyler
yakıldı, binlerce insan
göç ettirildi. Kürt halkı
acılar yaşadı, bedeller
ödedi. Hapishaneler tıka basa Kürtlerle dolduruldu.
Bugün de yerleşim yerleri boşaltılıyor. Kürtler yeniden göç yollarına düşüyor. Şimdiye kadar 200 binden
fazla Kürt göç etti, ettirildi. Yeniden bir savaş yaşanıyor Kuzey Kürdistan’da. Ama Türkiye halkı, Türkiye
işçi sınıfı bu savaşı seyretmekle yetiniyor. Bu ülkenin
tiranları “son terörist de öldürülene kadar” savaşın
süreceğini açıklıyor!
Faşist devlet yürüttüğü savaşın yanı sıra bir de psikolojik savaş yürütüyor. Psikolojik savaşın ana unsuru
propaganda yalanlarıdır. Savaşla birlikte propaganda
yalanları devreye sokuluyor. Genelkurmay Başkanlığı, hergün kaç “terörist”in öldürüldüğünü açıklıyor!
Genelkurmay’ın servis ettiği bilgiler, yazılı ve görsel
medyanın ana konusu haline geliyor. Medya yalanları
ile savaşın gerçek nedenleri karartılıyor. Savaş bölgesine giden kimi “haberciler” tanklara, zırhlı araçlara
binerek güya habercilik yapıyor! Savaş güçlerinden
ve AKP sözcülerinin verdiği bilgiler haberleştiriliyor.
Ana akım medya savaşın gerçeklerini yazmıyor. Ahmet Davutoğlu, medya patronları ile toplantılar yaparak devletten yana nasıl habercilik yapmaları gerektiğinin direktiflerini veriyor! Kuzey Kürdistan’daki
savaşta önce gerçekler öldürülüyor. Sonra çocuklar,
kadınlar ölüyor bu savaşta. ‘Mehmetçik medya’ savaş
dilini kullanıyor! T.C. devleti, Kuzey Kürdistan’da
yürüttüğü gerici, haksız savaşta amacına ulaşabilmek
için, kamuoyunu yanıltmak için gerçekleri gizliyor.
Devlet, medyayı istediği gibi yönetmek için yalana başvurmaktan çekinmiyor. Kısacası, savaşın asıl
kurbanı her defasında “GERÇEKLER” oluyor. Ülke-
15
✌
halkların kardeşliği için
şa sürülen gencecik askerlerin cenazelerinde timsah
gözyaşı dökülüyor! “Şehit” cenazeleri ırkçılık ve milliyetçiliğin azdırılması için kullanılıyor! “Şehit”
cenazelerini dolanan vampirler, ‘bir tek
terörist kalmayıncaya kadar’ savaşın devam edeceğini söylüyor! Yangın yerine
çevrilen Kuzey
16
lerimizde ana akım medya bu yalanlara alet oluyor,
olmaya devam ediyor. Kuzey Kürdistan’daki savaşın
gerçekleri öldürülüyor.
Bu savaşta, din olgusu yine önemli bir rol oynuyor.
“Şehit cenazeleri” ırkçılık ve milliyetçiliğin körüklenmesi için kullanılıyor. “Şehit” ailelerine, “şehit”
makamının peygamberden sonra gelen “en yüce makam” olduğu palavraları ile aileler avutuluyor! “Şehitlik mertebesi” diye bir makam yok. Ölümler var. Haksız ölümler var. Savaşın acısını çeken Kürt halkı var.
Savaş hergün yeni kurbanlar almaya devam ediyor.
“Şehitler ölmez, vatan bölünmez” ve “şehit namırın”
sloganları ile savaş yükseltiliyor. Bu yükseltilen savaşın ülkelerimizin halklarına hiçbir yararı yoktur. Bu
savaş, halkları birbirine düşman etmekte ve birlikte
yaşama istemine darbe vurmaktadır. Asker elbisesi
giydirilmiş halk çocukları savaşa sürülüyor. Sava-
Kürdistan’da,
faşist
devlet
terör estiriyor.
Gencecik insanlar ölüme yollanıyor. Kürtlerin özgürlük mücadelesini
ezme, barış umutlarını
yok etme pahasına savaş
yürütülüyor. Bu devlet
sömürgeci bir devlettir. Bu devletin Kuzey
Kürdistan’da yürüttüğü savaş, barbar, gerici,
sömürgeci bir savaştır.
Kuzey Kürdistan’da
savaşı planlayan, başlatan Türk devletidir.
Türk devleti, sadece
Kuzey Kürdistan’da
savaşı boyutlandırmakla yetinmemektedir. Sömürgeci devlet, PYD/YPG’yi IŞİD ile aynılaştırmakta ve Rojava güçlerini ulusal çıkarlarına yönelik
bir tehdit olarak görmektedir. PYD/YPG’yi IŞİD’den
daha tehlikeli gören sömürgeci devlet, Suriye’de yürüyen savaşın da parçasıdır. Batı Kürdistan’da, Kürtlerin kendi özyönetimlerini kurmalarını engellemek
için Türk devleti elinden geleni yapmaktadır. Kürtlerin ilerleyişini durdurmak için Azez çevresinde
bulunan YPG mevzileri, Türk topçuları tarafından
bombalanmaktadır. A. Davutoğlu, Azez’in düşmesine izin verilmeyeceği açıklamalarını yapmaktadır!
Türk devleti Suriye’den elini çekmelidir.
Kürt ulusal hareketinin yaptığı hataları, Türk devleti savaşı başlatmanın bahanesi yaptı. PKK yaptığı
bir takım hatalar ile göz göre göre gelen savaşta, faşist
devlete bahane uydurması, kullanabilmesi için malzeme verdi. Kürt ulusal hareketi, 7 Haziran seçim-
ulusu açısından olumlu ve gereklidir. Bugün Kuzey
Kürdistan’da yürüyen savaşın sonlanması, bir bütün
olarak sınıf mücadelesi açısından gereklidir. Bugün
Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın devam etmesi,
ülkelerimizde “PKK terörüne” karşı mücadele adına
her türlü demokratik hakkın ayaklar altına alınması
demektir. Bugün Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın devam etmesi, faşizmin katmerli bir şekilde sürdürülmesi demektir. Bugün Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın devam etmesi, faili meçhul cinayetlerin
ve ölümlerin giderek artması demektir. Bugün Kuzey
Kürdistan’da yürüyen savaşın devam etmesi, Türk
şovenizmi zehiri ile emekçi insanların beyinlerinin
abluka altına alınmasıdır. Kürt milliyetçiliğinin daha
da güçlenmesi demektir. Bugün Kuzey Kürdistan’da
yürüyen savaşın devam etmesi, halkların birlikte yaşama imkanının ortadan kaldırılması demektir.
Bugün yapılması gereken savaşın derhal durdurulması için en geniş barış hareketini yaratmak için çalışmaktır. “Barış hemen şimdi” talebi Kürt halkınında talebidir. Silahlar susmalı, siyaset konuşmalıdır.
Görev, bu savaşın sonlandırılması için mücadeledir.
Görev, barış isteyen insanları barışçıl kitle gösterilerine seferber etmek için çalışmaktır.
T.C.’nin egemenliği şartlarında gerçek ve kalıcı bir
barışın olmayacağının bilincindeyiz. Bu sistem sürdüğü sürece, Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce
tayin edeceği şartların yaratılamayacağını biliyoruz.
Kalıcı bir barış ve Kürt ulusunun kendi kaderini
özgürce belirleyeceği şartların yaratılması ülkelerimizin demokratikleştirilmesine bağlıdır. Ülkelerin
gerçek anlamda demokratikleştirilmesi devrim sorunudur. Biz komünistler yalnızca “gerçek barış devrimle gelir ve gelecektir“ propagandası ile yetinemeyiz. Bu gerçeği hep vurgulayacağız ama bu gerçeğin
yanında, bugünkü savaşın durdurulması talebiyle bir
barış cephesinin örülmesi için de çalışırız. Bugün talep ettiğimiz barış, bu anlamda gerçek kalıcı bir barış
değildir. İsteğimiz, yalnızca yürüyen ve anda halklara
hiçbir yararı olmayan bu savaşın sonlandırılmasıdır.
Kürt halkına büyük acılar yaşatan bu savaşın durması elzemdir. Böyle bir barış, kalıcı bir barış olmasa da,
bugün halkların yararına olan tek çözümdür. Onun
için hemen şimdi kayıtsız, koşulsuz İNADINA BARIŞ diyoruz!
Newroz ateşini devrim için körükle!
Agire Newrozê bo şoreşê kûrik bikê!
Xelasî, bi şoreşê û bî sosyalizmê dîbî!
15.02.2016
✌
halkların kardeşliği için
lerinden çıkan sonucu Kuzey Kürdistan’da özerklik
ilanlarına verilen destek olarak okudu. Sömürgeci
devletin savaş kararını pratiğe geçirmesiyle birlikte,
PKK Türk ordusuna, polis güçlerine ve koruculara
karşı silahlı eylemlere başladı. Ardından yerel silahlı
güçler ve halk tarafından korunması ve suvunulması
öngörülen “demokratik özerklik” “özyönetim” ilanları yapıldı. 10 Ağustos 2015’ten itibaren yapılan somut özyönetim ilanları, yanlış siyasi değerlendirmeler temelinde zamansız yapıldı. Özyönetim ilanları
ve ilan edilen özyönetim alanlarında bunların savunulması için yürütülen savaş, ezilen Kürt ulusunun
ulusal özgürlük taleplerinin savunulması noktasında
haklı bir savaştır. Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin etmek istemesi onun en tabii hakkıdır.
Kürtler, nasıl yaşayacaklarına kendileri karar vermelidir. Kendilerinin karar vereceği ortamın yaratılması da belirleyici önemdedir. Uluslar ve halklar arasında gerçek bir birlik, ancak eşitler arasında gönüllü bir
birlik olduğu zaman söz konusudur.
T.C. devletinin varlığı sorgulanmadan ilan edilen
özyönetimler bu hakkın kullanılmasının en geri biçimlerinden biridir. T.C. devletinin varlığını sorgulamayan bir savaşın, PKK/devlet görüşmeleri yoluyla
barışçı çözümü açısından getireceği hiçbir olumlu
katkı yoktur. Tersine T.C. açısından bu savaş bu görüşmeleri kesmek ve aynı zamanda demokratikleşme
yönünde atılması mümkün olan adımların önünü
kesmek için bir bahanedir. Bu savaş, Kürt halkına
ölümden, sürgünden başka birşey getirmemektedir.
Savaş, PKK güçleri ile faşist devlet güçleri arasında
yürümektedir. Bu savaşın, Kürt halkının bir genel
ayaklanmasına dönüşmesinin mümkün olmadığı pratikte görüldü. Alanda ölüm pahasına direnen
PKK güçleri ve taraftarları dışındaki kesim savaş alanını terk etmektedir. Doğrudan savaşmayan, önemli
bir bölümü evlerini terk etmek zorunda kalan Kürtlerin acil talebi silahların susmasıdır. KCK’nın Kürt
halkına yaptığı ayaklanma çağrıları karşılıksız kalmaktadır. Andaki durumda PKK’nin öncü güçleri,
devlet güçlerine karşı savaşmaktadır. Kürt halkının
küçük bir azınlığı öncü güçlere destek sunmaktadır.
Defakto durum budur.
2016 Newroz’unda barışı haykırıyoruz. Kayıtsız
koşulsuz silahlar susmalıdır. Eller derhal tetikten çekilmelidir. Bugün Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın sonlanması, ülkelerimizde yaşayan halklar açısından gereklidir. Bugün Kuzey Kürdistan’da yürüyen
savaşın sonlanması, savaşın ağır yükünü taşıyan Kürt
17
ONURLU BİR AYDIN:
İSMAİL BEŞİKÇİ’Yİ TANIYALIM!
✌
halkların kardeşliği için
18
D
emokrasi, İnsan Hakları ve Düşünce Özgürlüğü
Mücadelesinde Ülkelerimizde Tabuları Yıkan,
Aydın ve Bir Bilim İnsanıdır İsmail Beşikçi.
7 Ocak 1939 te İskilip/Çorum da dünyaya gelir.
1958 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne
kaydını yaptırır. 1962 yılında mezun olur. 1964’te
Erzurum’daki Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi’nde Sosyoloji Kürsüsünde asistan olarak
göreve başlar. 1965’te doktora tezini “Doğuda Değişim ve Yapısal Sorunlar/ Göçebe Alikan Aşireti” üzerine hazırlar. Tez kabul edilerek doktor unvanını alır.
İsmail Beşikçi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde sosyoloji
asistanı iken aynı bölümde sosyoloji doçenti olan Orhan Türkdoğan tarafından, Marksist propaganda ve
bölgecilik yaptığı gerekçesiyle ihbar edilir. 20 Temmuz 1970’de Atatürk Üniversitesi’ndeki görevine son
verilir. 19 Haziran 1971’de Diyarbakır’da tutuklanır.
Böylece İsmail Beşikci’nin yıllarca sürecek hapis ve
yargılama süreçleri başlamış olur. Beşikci, toplam 17
yıl iki ay sıkıyönetim tutukevlerinde ve farklı cezaevlerinde kalır.
Kürt sorunu üzerine araştırmaları ve yazılarıyla
tanınan Beşikçi, sekiz kez cezaevine girip çıkar ve
yaşamının en verimli 17 yılını T.C. devletinin hapishanelerinde geçirir. 12 Eylül faşist askeri darbesinden önce 1979’da cezaevine girer ve 1987’de serbest
bırakılır ancak davalar bir türlü peşini bırakmaz. Bu
davalardan giydiği hükümlerle 1999’a kadar tutuklu kalır. 1999 yılında yapılan sınırlı yasal düzenleme sonucu tahliye olduğunda hakkında toplam 100
yıl hapis ve 10 milyar lira para cezası verilmiştir.
İsmail Beşikçi’nin yayımlanan 36 kitabından 32’si
Türkiye’de yasaklanır.
İsmail Beşikci, yaşamı boyunca bir bilim insanına
yakışır gerçek bir demokrat olarak istikrarlı ve inatçı
bir tavır sergiledi. Baskılar karşısında eğilip bükülmedi. Bilimsel çalışmalardan, ilkelerden asla taviz
vermedi. İsmail Beşikci, hep bilim insanı olarak kaldı
ve kalmaya devam etti. Bugün de yazı ve söyleşilerde
aynı ilkeli tutumunu sürdüren Beşikci’nin, çoğunluğu Kürt (O Kürd kavramını kullanır) toplumuna ve
sorunlarına yönelik olmak üzere toplam 40 eser kaleme aldı ve değişik konulara ilişkin çok sayıda makale
yazdı.
Dergimizin bu sayısından itibaren İsmail
Beşikçi’den hayatını adadığı Kürt Sorunu ile ilgili
kısa makaleler yayınlayacağız.
Beşikçi Kürt sorununu bölgesel ve tarihsel bir bakış
açısıyla şöyle tarif eder:
“Kürt sorunu, Kürdistan sorunu Orta Doğu’nun
bir sorunudur. Aynı zamanda Amerika Birleşik
Devletleri’nin, Avrupa Birliği’nin bir sorunudur. Benim kanımca Kürt sorunu, Kürdistan sorunu şudur:
1920’li yıllarda, Milletler Cemiyeti döneminde Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması ve Kürtlerin bağımsız devlet kurma haklarının
gasp edilmesi sorunudur.”
Beşikçi’ye göre
‘Ortadoğu’da Kürt sorununun bir toprak ve devlet
sorunu olduğunu ve herkesin bunun bilincine varması
gerektiğini’ savunur.
‘Kürt sorunun çözümünde idealin bir ulus devletin
kurulması olduğunu, ama hiç olmazsa federasyonun
kurulması gerektiğini’ belirttir.
“Bugün 27 üyeli Avrupa Birliği’nde örneğin Lüksemburg, Malta, Kıbrıs, nüfusu yarım milyon civarında
olan devletlerdir. Ortadoğu’da Kürtler’e baktığımız
zaman 40 milyon üzerinde nüfusa sahiptirler ama
niye Kürtler’in bir statüsü yoktur? 47 üyeli Avrupa
Konseyi’nde, örneğin San Marino, Monaco, Liechtenstein, Andorra dört devlettir. Ama Kürtler’in statüsü
yoktur. Terör denildiği zaman Kürtler’in adı geçer.
Uluslararası nizam anti Kürt bir nizamdır.”
(Alıntılar http://www.ismailbesikcivakfi.org/ sitesinden alınmıştır.)
Bir dahaki sayımızda devam edeceğiz…
09.02.2016
B
ileşeni olduğumuz Halkların Demokratik
Kongresi (HDK) 6. Genel Kurulu, 23 Ocak Cumartesi günü Ankara’da İnşaat Mühendisleri Odası
konferans salonunda 600 delegenin katılımıyla yapıldı.
Genel kurula Halkların Demokratik Partisi
(HDP) Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ, Selahattin Demirtaş, HDP milletvekilleri, Demokratik
Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı Selma Irmak,
Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek, İnsan Hakları Derneği (İHD)
Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, TTB, TMMOB,
KESK gibi sendika ve meslek örgütü temsilcileri katıldı.
Genel Kurul salonuna; “Yerinde yönetim, özgür
yaşam”, “Güvenceli iş, güvenceli gelecek”, “Yaşamı savunuyoruz, özgürlüğümüz için örgütleniyoruz” ve “Özgür yaşam için ekolojik düşün” yazılı
pankartlar asıldı.
Genel Kurul divan başkanlığına Prof. Dr. Beyza
Üstün seçildi.
Beyza Üstün yaptığı konuşmada:
“Ne 12 Eylülleri, ne Sivas’ı, Maraş’ı ne de Roboski’yi
unuttuk. Ne de bugün süren bu savaşa izin vermeyeceğiz, sessiz kalmayacağız.”
“Yaşanlardan devleti sorumlu tutuyoruz, çözüm
için adım atmasında da sorumlu kılıyoruz.” Dedi.
HDK Eş Sözcüleri Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat
Tuncel birer konuşma yaptı.
Ertuğrul Kürkçü:
“Kürt halkı kendi kadim kentlerini korurken,
Türkiye’nin batısına açık bir mesaj gönderiyor. Siz
de bizim kadar cesur olursanız soykırımcıları yenebiliriz. Bunu hep birlikte başarabiliriz. Kendi
halkına karşı soykırım planıyla gelen bir ülke nasıl
medeni bir ülke olabilir? Batıda olanlar, yaşananlara
karşı sağır değildir. Bir kez daha görülmüştür ki direnmek yaşamaktır yaşamak direnmektir.”
Sebahat Tuncel:
“Hendeklerin kapatılmasını mı istiyorsanız tek bir
yol var. Nedir bu? Kürt Halk Önderi Öcalan’la müzakereye başlamaktır. Başkan Apo ‘Hiçbir genç ölmesin diye bu süreci önemli görüyorum’ dedi. Şimdi
bu süreci bozanlar, masayı devirenler, Kürt halkına
soykırım dayatanlar dönsünler 100 yıllık Cumhuriyet tarihine baksınlar.
✌
halkların kardeşliği için
HALKLARIN DEMOKRATİK
KONGRESİ 6. GENEL KURULU YAPILDI
19
✌
halkların kardeşliği için
20
“Dünyada her yer de aynı yöntem uygulanır.
Önce inkar, sonra imha ama başaramadılar. Tek bir
yöntem kaldı o da müzakeredir. Müzakere masası
kurmaktan ve Öcalan’ın özgürlük koşullarını sağlamaktan geçer. Kürt Halk Önderi müzakerelerde
olmadan başarılı olunamaz.”
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“2016 yılında sivil bir yaralıyı evinden ambulansla
alınmasının mücadelesine sıkıştırıldık. Evet bu insani olarak küçük bir şey değil. Ama böyle bir şeye
izin vermeyelim. Böyle lanet bir ülkenin yurttaşı olmak zorunda değiliz. Böyle bir devlet asla yurttaşın
devleti olmaz. İnsanın yaşamının amacı devletin
yaşamına endekslenmiş oluyor. Böyle bir yaşamı
reddediyoruz. Böyle lanet bir anlayışı asla kabul etmeyecekler. Bize ‘Son nefesimize kadar bu alçaklara teslim olmayacağız’ diyorlar. Onlara göre biz bu
devletin hainiyiz. Hangi devletin Kürt’ü katleden,
insanın insan olarak görülmesine karşı olan, faşist
bir devletin hainiymişiz. Böyle bir devletin haini olmaktan onur duyarız.”
Demokratik Bölgeler Partisi Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek şunları söyledi:
“Dünyadaki her halk gibi kendi kimliğimizle kendi vatanımızda özgürce yaşamak istiyoruz diyen bir
halk gerçekliği var. Halklarımıza köleliği dayatan
yüzyıl aşılıyor yeni bir yüzyıl açılıyor. Bu yeni yüz
yıl olarak yaşadığımız bütün coğrafyada özgür olmak istiyoruz. Kendi halklarımızla ve bir siyasi statü
olmak istiyoruz. Mesele budur. Bunun mücadelesini
veriyorlar. Bu doğuşu engellemek için saldırıyorlar.
Türkiye’nin öncelikli politikası Kürtler Ortadoğu’da
hiçbir şekilde statü sahibi olmasın. Rojava bugün
Cenevre’ye dahil olmasın diye bütün çabayı sarf ediyor. Kobanê sürecinde olduğu gibi Türkiye Kürtlere
karşı savaşan güçlere destek vermiştir. DAİŞ gibi bir
çeteye dahi destek vermekten uzak kalmamıştır.”
Oldukça uzun süren konukların konuşmalarından sonra ara verildi. Aradan sonra raporların
okunması, HDK HDP ilişkisi, HDK’nin örgütlenmesi bölümüne geçildi. Bu bölümde HDK faaliyet
raporu, HDK kadın Meclisi raporu okundu. HDK
HDP ilişkisi, HDK’nin örgütlenmede yaşadığı sorunlar üzerine tartışıldı.
Zaman darlığı gerekçesiyle konuşma süresi önce 5
dakika sonra 3 dakikaya düşürüldü. Delegelerin bir
bölümü uzun süren konukların konuşması nedeniyle zaman darlığı gerekçesiyle konuşma sürelerinin
kısıtlanmasını eleştirdi.
Genel Kurullar bir yapının en yüksek organıdır.
Genel kurullarda detaylı tartışma için yeterli zaman
gözetilmek zorundadır. HDK’nin Konferansında ve
Genel Kurulunda zaman darlığı nedeniyle yeterince
tartışmaların yürütülmediğini düşünüyoruz.
Ya konukların konuşması bölümü kaldırılmalı ya
da genel kurul 2 gün yapılmalıdır. Genel kurul tek
gün yapıldığı, zamanın önemli bir bölümü konukların konuşmasına gittiği sürece tartışma için yeterli
zaman olmayacaktır.
3 dakikalık konuşma süresi içinde YDİ Çağrı adına bir konuşma yapıldı. Bu konuşmada HDK’nin
meclisler oluşturma pratiğinin sorgulanması gerektiği, halk meclisleri kurmak için bugün koşulların
uygun olmadığı, HDK’nin uygulanması mümkün
olmayan hedefler belirleyip yoğunlaşması yerine
gerçekleşmesi mümkün hedefler belirleyip yoğunlaşmasının daha yararlı olacağı belirtilerek bu duruma Kuzey Kürdistan’daki savaşa karşı barış kampanyası yürütülmesi, faşizmin geriletilmesi için
demokrasi cephesinin oluşturulması örneği verildi.
Sonuç bildirgesinin okunmasının ardından
Genel Meclis Seçimi ve yeni eş sözcülerin seçimi yapıldı. Yeni dönemde eş sözcülüğe Gülistan Kılıç Koyiğit ve Ertuğrul Kürkçü seçildi.
Yeni meclis seçildi. Yeni mecliste yüzde elli kadın
kotası uygulandı. 121 kişilik mecliste 58 kadın, 59
erkek ve 4 LGTB’i yer aldı.
Genel Kurul’da yayın masası açtık. Genel Kurul’a
yönelik olarak çıkardığımız bültenin dağıtımını
yaptık.
“Yaşamın ve direnişin olduğu her yerde HDK!”nın
olması için HDK’yı doğru temeller üzerinde geliştirelim!
24.01.2016
Ermenilerin Batı Ermenistan başta olmak üzere
Osmanlı İmparatorluğu’nda soykırımdan geçirilip
sözkonusu coğrafyada ulus olmaktan çıkarılmasının üzerinden bir asır geçti. 2015 yılında soykırımın
100. yıldönümü nedeniyle, sorunun değişik yönleri de
gündeme geldi, getirildi. Soykırım gerçekliğiyle, tarihle yüzleşmede –yapılan tümetkinliklere, takınılan
tüm olumlu tavırlara rağmen- genelde sınıfta kalınan
bir durum yaşandı.
Bu noktada şunları da bilince çıkarmayı gerekli
görüyoruz: Tarihle yüzleşme meselesini öncelikle ve
esas olarak Türk ve Kürt ulusu ndan ve müslüman
dininden diğer milliyetlerden demokrat, devrimci ve
komünistlerin; Türk ve Kürt işçi ve emekçileri başta
olmak üzere müslüman dininden diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerin görevi olarak görüyoruz. Biz
Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi olarak tarihle yüzleştiğimizi, gücümüz oranında konuya gereken önemi
verdiğimizi düşünüyoruz. Bu açıdan kendimizi sınıfta
kalanlar arasında görmüyoruz. Fakat tarihle, soykırım gerçekliğiyle yüzleşme sorunu genel olarak gündemde kaldığı sürece, Türkiye-Kuzey Kürdistan-Batı
Ermenistan’da değişik ulus ve milliyetlerden işçi ve
emekçilerin bilinçlendirilmesi, soykırım gerçekliğiyle
yüzleşmesinin sağlanması için mücadele de varlığını
sürdürecektir. Bu nedenle tarihle yüzleşme mücade-
✌
halkların kardeşliği için
SOYKIRIMDA ALMANYA’NIN ROLÜ
VE ORTAKLIĞI!
lemiz, soykırımın tüm sonuçlarıyla resmen tanınması
için mücadele sürdükçe devam edecektir.
Bu görevin bir parçası da soykırım gerçekliğinin
bilince çıkarılması gibi, soykırımda sorumluluğun,
soykırımda suç ortaklığının değişik yanlarını bilince
çıkarmaktır. Bu sayımızda Birinci Dünya Savaşı’nda
Osmanlı İmparatorluğu’nun başmüttefiği olan Alman
İmparatorluğu’nun soykırımdaki rolüne ve suç ortaklığına kısaca değineceğiz. Sorunun kapsamlı olduğunun bilinciyle, kendimizi, soykırım öncesi dönemde
ve soykırım döneminde öne çıkan kimi sorunları
özetlemekle sınırlıyoruz. Bu açıdan makalemiz, soruna bir giriş yazısı olarak da kabul edilebilir.
SOYKIRIM ÖNCESİ DÖNEM
Konu, “Ermeni Sorunu” ve Ermenilere yönelik soykırım olduğunda, kaçınılmaz olarak gündeme gelen
tarihsel gelişmelerin başında 1877-1878 Rus-Osmanlı
savaşı ve buna bağlı olarak San Stefano Anlaşması ile
Berlin Anlaşması gelmektedir. Bu durum anlaşılır bir
durumdur, çünkü sözkonusu adı geçen anlaşmalarla
“Ermeni Sorunu” denen mesele uluslararasılaştırılmış, o dönemin büyük sömürgeci güçlerinin diplomasi savaşının bir aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
“Ermeni Sorunu” diye adlandırılan sorun, Er-
21
✌
halkların kardeşliği için
22
meni ulusu için Osmanlı İmparatorluğu ve Rus
İmparatorluğu’nun egemenliğinden, baskı ve zulümlerinden kurtulma, yani ulusal kurtuluş ve ulusal bağımsızlık sorunuydu. Gerek tarihsel çerçevede,
gerekse soykırım bağlamındaki tartışma ve değerlendirmelerde, “Ermeni Sorunu”nun ulusal kurtuluş
ve bağımsızlık sorunu olduğu gerçeği çıkış noktası
alınmak zorundadır. Ezilen bir ulus olarak Ermenilerin ulusal kurtuluşu ve bağımsızlığı için Osmanlı
İmparatorluğu’na ya da Rus İmparatorluğu’na karşı
mücadelesi haklı ve meşru bir mücadeleydi. Dönemin
büyük güçlerinin bu sorunu kendi yayılmacı, emperyalist amaçları için kullanması da bu gerçekliği, yani
Ermenilerin ulusal baskıya, zulme karşı kurtuluş mücadelesinin haklı ve meşru olduğu gerçekliğini ortadan kaldıramaz.
Alman İmparatorluğu “Ermeni Sorunu” ile Berlin Kongresi’nin yapılmasıyla doğrudan yüzleşme
durumunda kaldı. Berlin Kongresi’nde Osmanlı
İmparatorluğu’na dayatılan Berlin Anlaşması’nda
özellikle 61. ve 62. Madde’lerde “Ermeni Sorunu” sözkonusu edildi. Bunun perde arkasında ama esasında
Büyük Britanya’nın Rusya’ya karşı mücadelesinde,
San Stefano Anlaşması’nı geçersiz kılma amacı vardı.
Alman İmparatorluğu, somutta da Bismarck Berlin
Kongresi’ni Büyük Britanya’nın talebiyle örgütledi
ve kendisini Avrupa barışını koruyan “barış simsarı”
olarak lanse etti.
1878’de Alman İmparatorluğu, dünyayı paylaşma
sahnesine geç çıkmış bir güç olarak henüz Büyük
Britanya, Fransa, Rusya vb. güçlerle açıktan karşı
karşıya gelebilecek güce sahip değildi. Diplomaside öne çıkan Avrupa’da “barışı koruma” siyaseti, en
azından kendileri savaş yürütebilecek duruma gelene kadar, çıkarlarına uygundu. Buna uygun olarak
“barış meleği” kesilirken, ekonomik, askeri ve siyasi
olarak yayılma, nüfuz alanını genişletme siyaseti de
sistemli biçimde uygulandı. Osmanlı İmparatorluğu
da Alman İmparatorluğu’nun nüfuzu altına almak
istediği esas alanlardan biriydi. Soykırım öncesi dönemde sahip olunan temel yaklaşım, Almanya’nın
egemenlerinin çıkarları için gerektiğinde Osmanlı
İmparatorluğu’nun korunması için savaş da yürütülmeli biçimindeki yaklaşımdı.
Alman İmparatorluğu’nun Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilerinde belirleyici olan, Alman
İmparatorluğu’nun dünyayı paylaşma dalaşında, özellikle Büyük Britanya ve Fransa’nın Osmanlı üzerindeki etkisini, nüfuzunu geriletmek; herhangi bir savaşta
Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya’ya kaptırmamak ve
kendi egemenliği altına almaktı. Bunu gerçekleştirmek için ekonomik, askeri ve siyasi alanlarda değişik
yol ve yöntemlere başvuruldu.
Ekonomik olarak konumlarını güçlendirmede
Alman İmparatorluğu önceliği Berlin-Bağdat Demiryolu hattı ile Osmanlı ordusunu eğitme ve Alman silahlarıyla donatmaya verdi. Sonuçta Alman
İmparatorluğu’nun ekonomik çıkarları askeri ve siyasi
ilişkilere damgasını vuruyor ve tersinden de askeri ve
siyasi ilişkiler Alman İmparatorluğu’nun ekonomik
olarak yayılmasını teşvik edip ilerletiyordu. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Alman tekellerinin, sömürgeciliğinin sözcülerinden biri olan Friedrich Naumann, Osmanlı İmparatorluğu’nu kastederek açıkça:
“Bu ülkeyi sonradan kontrol edebilmek için ekonomik
olarak kendimize bağımlı kılmak zorundayız.” diyerek
egemenlerine akıl veriyordu. 26 Nisan 1913 tarihinde
de Alman İmparatorluğu’nun İstanbul elçisi Wangenheim, Almanya Başbakanı Bethmann Hollweg’e
askeri konumla ilgili şu aklı veriyordu: “Orduyu kontrol eden güç kimse, Türkiye’de her zaman en güçlüsü
O olur. Eğer Ordu bizim tarafımızdan kontrol edilirse,
hiçbir Alman düşmanı hükümetin yönetimde kalması
mümkün değildir.”
1835-1839 yıllarında Moltke’nin Osmanlı ordusunu
eğitme, yeniden örgütleme vb. deneylerini bir kenara
bıraksak bile, Alman İmparatorluğu’nun Osmanlı İmparatorluğu’ndaki “askeri misyonu”nun tarihi 1882 ile
başlamaktadır. 1882’den Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar –1913 öncesi ile sonrası arasında yetki ve
yoğunluk açısında önemli farklar olmasına rağmenAlman “askeri misyonu” sürekli biçimde varlığını sürdürmüş; Osmanlı ordusunu eğitmiş ve Alman İmparatorluğu için daha da önemli olanını, yani Osmanlı
Ordusu’nu Alman silahlarıyla donatmıştır. Ekonomik
ve askeri çıkarların içiçe geçtiği ve siyasi olarak egemen konum kazandırdığı bir gelişme sözkonusudur.
Ekonomik ve askeri ilişkiler siyasi, diplomatik ilişkilerle de içiçe gelişmektedir. Gerek savaş öncesinde,
gerekse de savaş sürecinde Osmanlı İmparatorluğu
sınırları içinde en fazla diplomata sahip devlet Alman İmparatorluğu’ydu. 19. yüzyılın sonlarına doğru
yayılmacı siyasetin bir parçası olarak 450 kadar dini
misyoner ve yüzlerce yardımcısı Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında devreye sokuldu. Tüm bu çalışmalar
sonucunda Birinci Dünya Savaşı öncesinde Alman
İmparatorluğu, Osmanlı egemenleri arasında nüfuzunu sağlama almıştı.
✌
halkların kardeşliği için
1878 Berlin Kongresi’nden 1913 yılı başına kadar Alman İmparatorluğu’nun “Ermeni Sorunu”na bakışını
belirleyen yaklaşım, Osmanlı İmparatorluğu’nu egemenliği altına almak, çıkacak bir savaşta dünyayı paylaşımda daha fazla güçlenmek, sömürge sahibi olma
yaklaşımıdır. Bu süreçte “Ermeni Sorunu” Büyük Britanya, Fransa, Rusya, İtalya ve Avusturya-Macaristan
tarafından –değişik ölçü ve biçimlerde- Osmanlıya
karşı kullanılırken, Alman İmparatorluğu Osmanlı’yı
ayakta, elde tutmak için kullanma durumundaydı. Bu
da en ılımlı ifadeyle, “Ermeni sorununun nasıl halledileceği bizi ilgilendirmez” yaklaşımıyla, bu sorunu
diplomatik ilişkilerde Osmanlı İmparatorluğu’nun
çıkarlarını –gerçekte Almanya’nın çıkarlarını- savunmak için kullanan bir tavırdı. Yani göstermelik de
olsa, Hıristiyanlık adına da olsa Alman İmparatorluğu Osmanlı’ya karşı Ermenilerden yana tavır takınan
bir güç değildi.
Bu durum esasında 1913 yılı başlarına kadar sürdü.
Alman İmparatorluğu’nun İstanbul Elçisi Wangenheim, 24 Şubat 1913 tarihinde Bethmann Hollweg’e gönderdiği raporda, bizim “Almanya’nın B Planı” olarak
adlandırabileceğimiz yeni bir tavır takındı. Osmanlı
İmparatorluğu’nun ayakta tutulamaması durumunda
Ermenileri kendi yanlarına çekme taktiğinden başka
bir hesabı olmayan tavır şöyledir:
“4) Alman basını bugüne kadarki tüm Ermeni hadi-
selerine karşı ilgisiz tavrından vazgeçmeli ve Ermenilerin taleplerine ölçülü ve anlayışlı yaklaşmalıdır. Bu,
Fransa, İngiltere ve Amerika’da yaşayan ve orada kendi yayın organlarında çalışan çok sayıda Ermeni aydını
üzerinde etkili olacaktır.
Ermeni sorunu bugün kesin bir yol ayrımına gelmiş
bulunuyor. Eğer Ermeniler haklı istekleriyle gelip, bizim
onlara kapattığımız kapılarımıza çarpıp geri döneceklerse kendilerini ister istemez Rusların kucağına atacaklardır. Eğer bu gerçekleşirse Küçük Asya sorununun
barışçı çözümü veya Türkiye’nin yeniden kuruluşu için
çok az umut kalacaktır. Diğer taraftan, eğer biz yukarıda tanımlanan yollardan Ermeni hareketi üzerinde
etkili olabilirsek, kendi çıkarlarımızın korunması ve
geliştirilmesi yanında Türklerin reform çalışmalarını
destekleme ve Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması için çalışan güçleri felce uğratmada elimize önemli bir silah geçmiş olacaktır. İleride Türkiye’nin dağılma
sürecinin durdurulamayacağı anlaşılırsa, Küçük Asya’daki çıkarlarımızın savunulmasında yerli Ermeni
unsurların bizim arkamızda olması büyük önem kazanacaktır.” (Wolfgang Gust, Alman Belgeleri, Ermeni
Soykırımı 1915-1916, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi
Arşiv Belgeleri, sayfa 188-189, Belge Yayınları, 2012)
Wangenheim’ın Alman basınının “Ermeni hadiselerine karşı ilgisiz tavrından vazgeçmeli” yönlü
tavrı üstleri tarafından kabul görmez. Ama Dışişle-
23
✌
halkların kardeşliği için
24
ri Bakanı Müsteşarı Jagow, 22 Nisan 1913 tarihinde
Wangenheim’ın bu raporuna takındığı tavırda, “...
Haliç’teki iktidar sahipleri gönlümüzdeki yerini korudukları için Türkiye’nin korunması ve konsolidasyonu görevinin yerine getirilmesinde Osmanlı Devletine
yardımcı olmak bizim çıkarımızın gereğidir. Berlin
Anlaşması’nın 61. maddesi Ermeni illerindeki reformların uygulanmasında Osmanlı Devletini teşvik etmek
ve iktidarı üzerinde denetim kurmak hakkını ve görevini bize vermektedir.
Şimdiye kadarki politikamıza sadık kalarak, Ermeni
sorununda inisiyatifi bizzat ele almaktan imtina etmek
zorundayız. Çünkü bu, İtilaf Devletleri’nin kuşkusunu
uyandırır, Rusları karşımıza almamıza neden olur.”
(age., sayfa 189) diyerek “Basınımızda Ermeni hareketi
lehine etkilenmesinde de dikkatli olunmalıdır.” (sayfa
190) uyarısında bulunuyordu. Sonuçta egemen olan ve
kalan tavır kendi çıkarları için Osmanlı’nın korunmasıdır.
ALMAN ASKERİ MİSYONU VE SAVAŞ...
Doğrudan Alman “askeri misyonu”na değinmeden
önce şunun bilince çıkarılması gerekiyor: 29 Eylül
1911 tarihinde İtalya Trablusgarp için Osmanlı’ya savaş ilan etti ve bu savaşı Osmanlı kaybetti. 18 Ekim
1912’de barış anlaşması imzalandı... Bu savaşın etkisiyle de Balkanlarda Osmanlı’ya karşı mücadele, savaş
hızlandı. Birinci Balkan Savaşı 1913 Mayıs ayı sonlarına gelindiğinde Osmanlı’nın yenilgisiyle sonuçlanmıştı. İkinci Balkan Savaşı ise 10 Ağustos 1913 tarihinde
Bükreş’te yapılan barış anlaşmasıyla son bulmuş, Osmanlı Edirne’yi geri ele geçirse de, Edirne’den öteye
tüm Balkan bölgesini kaybetmişti.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı İmparatorluğu ne askeri olarak ne de mali olarak savaş yürütebilecek güçteydi. Osmanlı Ordusu’nu reorganize
etme, yeniden yapılandırma ve eğitme, silahlandırma ihtiyacı, İttihat ve Terakki yönetiminin Turancı
hedeflerine varmak için gerekli olduğu gibi, Alman
İmparatorluğu’nun emperyalist emelleri için de gerekiyordu. Her iki gücün çıkarları, Osmanlıyı ayakta
tutma amacında buluşmuştu!
Cemal Paşa 1882’den beri Alman askerinin Osmanlı İmparatorluğu’nda olmasına atıfta bulunarak “Otuz
yıldan fazladır ordumuzda Alman eğitmenleri bulunuyor, bizim subaylar heyeti kuşkusuz Alman askeri
metotlarıyla eğitildi, ordumuz Alman eğitim ruhuyla
ve Alman eğitimini iyice tanımaktadır. Bunu şimdi
değiştirmek mümkün olmayan bir şeydir.” (aktaran,
Alman Dışişleri Bakanlığı Belgeleri, Cilt 38, sayfa 194195, Almanca) diyerek Osmanlı ordusunun Almanlar
tarafından gönderilecek yeni bir “askeri misyon”un
yönetiminde örgütlenmesi, eğitilmesi amacında olduğunu ve böylesi bir “misyonun” gönderilmesini talep
edeceğini açıklamaktadır. Bu “askeri misyon”un Alman İmparatorluğu için gerekliliği ise özellikle Wangenheim tarafından savunulmuştur. Wangenheim orduyu kontrol ederek Osmanlı’da olası Alman karşıtı
hükümetin yönetimde kalmasını engelleme amacındadır. Soruna resmiyet kazandırmak için Osmanlı/
Türk hükümeti Alman hükümetinden talepte bulunduktan sonra, Liman von Sanders komutasında bir
“askeri misyon” gönderilmesi kararlaştırılır. 27 Kasım
1913 tarihinde Osmanlı devletiyle Liman von Sanders
arasında yapıldığı söylenen, ama gerçekte iki devlet
arasında yapılan, Sanders’in görev ve yetkilerini ortaya koyan bir anlaşma imzalanır. Sanders’in yetkileri
özetle askeri alanda sözkonusu olan her dalda karar
verme, doğrudan komuta etme vb. olarak ifade edilebilir. Bu durum 1882’den beri sözkonusu olan Alman
“askeri misyon”larından köklü bir farklılıktı. Öncekilerin bu kadar yetkisi sözkonusu değildi. Sözkonusu
“askeri misyon” 14 Aralık 1913 tarihinde İstanbul’a
gelir ve görevine başlar.
Bu “askeri misyon”un savaş öncesinde yedi aylık süreçteki rolünü ve Alman İmparatorluğu’nun savaş için
gerekli olan tüm alanlardaki kontrolünü AvusturyaMacaristan askeri yetkilisi Joseph Pomiankowski,
“Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküşü” adlı kitabında
ortaya koymaktadır. Buna göre “Genelkurmayın tüm
önemli görev ve yetkileri” Almanlara verilmiştir. Tüm
savaş endüstrisi, deniz kuvvetleri, teknik kıtalar/ birlikler, topçu birlikleri vb. vb. hepsi de Alman askerinin yönetimine verilmiştir. Sadece askeri güçler değil,
savaş için gerekli olan tüm alanlarda, ordudaki tüm
kara-deniz-hava vb. güçlerde, ulaşım yollarında, silah
ve cephane üretiminde, dağıtımında Alman uzmanlar, ustalar, işçiler çalışıyordu.
Savaş sürecinde yoğunlaşan bu güçlerin gerçek sayısı, özellikle lojistik işlerde çalışan “sivil”lerin sayısı
belli değildir. Yapılan işlere bakılarak tahmin yürütüldüğünde binlerce hatta onbinlerce Almanın Osmanlı
İmparatorluğu sınırlarında savaşın parçası olarak yer
aldığını söylemek mümkündür.
Bu duruma bir de 2 Ağustos 1914 tarihli –o dönem
gizli yapılan- askeri anlaşma da eklenince Alman
İmparatorluğu’nun Osmanlı üzerindeki askeri kontrolü iyice pekişmişti.
man von Sanders yönetimindeki tüm “Alman Askeri
Misyonu”nun Almanya’ya geri gönderilmesini talep
eder. Bu talep yerine getirilmez ve Rusya 2 Kasım 1914
tarihinde Osmanlı’ya resmen savaş ilan eder, böylece
Osmanlı da resmen savaşa girmiş olur.
... VE SOYKIRIM DÖNEMİNDE ALMAN İMPARATORLUĞU...
Savaş
ve
soykırım
döneminde
Alman
imparatorluğu’nun “Ermeni Sorunu”na ve Ermenilerin imhasına karşı tutumunu belirleyen siyasetin ne
olduğunu en açık biçimde ortaya koyan tavır, dönemin Başbakanı Bethmann Hollweg’in 17 Aralık 1915
tarihinde takındığı şu tavrıdır: “Bizim tek amacımız,
savaşın sonuna kadar Türkiye’yi kendi tarafımızda
tutmaktır, bu nedenle Ermenilerin mahvolup olmaması önemsizdir (bizi ilgilendirmez, anlamında
–BN.). Savaşın uzun sürmesi halinde Türklere daha
çok ihtiyaç duyacağız.” (Gust, age., sayfa 593, çeviri
düzeltmesi bize aittir)
1915 Kasım ayında İstanbul’a elçi olarak atanan
Graf Wolff-Metternich gerek Osmanlı yönetiminin
gerekse de Alman İmparatorluğu’nun Osmanlı’daki
temsilcilerinin “gözlerinde bir diken” gibidir. Bir sene
geçmeden görevden alınır. Ermenilerin imha edilmesine karşı, Alman yönetiminden İttihat ve Terakki yönetimine karşı sert davranılmasını ister. Metternich
Alman-Türk ilişkilerinin bilincinde olan biri olarak 7
Aralık 1915 tarihinde Başbakan Bethmann Hollweg’e
gönderdiği raporda, diğer şeylerin yanısıra şunları da
tespit etmektedir.
“Bizim basınımızda da Ermeni takibatıyla ilgili
hoşnutsuzluk dile getirilmeli, Türklere şakşakçılık son
bulmalıdır. Onlar ne başarıyorsa bizim eserimizdir; bizim subaylarımız, bizim toplarımız, bizim paramızdır.
Yardımlarımız olmasa, balon gibi şişen kurbağa sönüp
kalır. Türklerle ilişkilerimizde korkmaya hiç gerek yok.
Karşı tarafa geçerek barış yapmaları o kadar kolay değildir.” (age., sayfa 592)
Alman egemen bakış açısıyla tavır takınan Metternich burada olgu tespiti yapmaktadır. Bethmann
Holweg ise bu tavıra karşı yukarıda aktardığımız tavrı
takınmaktadır. Ermenilerin mahvolup olmaması, ya
da telef olup olmaması Almanya’nın emperyalist çıkarları karşısında önemsizdir!
Alman İmparatorluğu’nun soykırım ortaklığı, soykırımda suçlu olduğu bizzat savaş ve soykırım döneminde de ifade edilen bir olgudur. Almanlar tüm
imkanlarıyla kendilerini “temize” çıkarmaya çalışsa
✌
halkların kardeşliği için
Asker sayısı verilen bilgilere göre şöyledir: 800 mareşal, general, adı ne ise artık yüksek rütbeli komutanlar, bunların emrindeki Alman askeri kimi tahminlere göre 18.000 ile 25.000 kadardır, Carl Mühlmann’ın
1940’da yayınladığı “Savaşta Alman-Türk silahlı ittifakı” kıtabında verdiği bilgiye göre, dönemin genelkurmayının İmparatorluk Başbakanı’na verdiği bilgi,
32.000 Alman askerinin 1918 Ekim ayı sonundan Haziran 1919’a kadarki süreçte “tahliye” edildiğidir.
Savaş döneminde diplomatlar da doğrudan savaşın
parçası idi ve Alman İmparatorluğu’nun diplomatlarının sayısı diğer devletlerin diplomatlarının sayısı
arasında en çok olanıydı. Hıristiyan “Misyoner”ler ise
bu dönemde esasında Ermenilere Osmanlı devletine
“sadık” kalmalarını, buna uygun davrandıklarında
kendilerine birşey olmayacağını vazediyorlardı. Böylece “din kardeşliği”ni kullanarak Alman emperyalizminin Osmanlıyı ayakta tutma siyasetine hizmette
kusur etmiyorlardı!
Yukarıda Osmanlı İmparatorluğu’nun mali olarak
da savaş yürütebilecek durumda olmadığına dikkat
çektik. Alman İmparatorluğu Osmanlı’nın savaş giderlerini de üzerlenmişti. Toplam ne kadar gideri karşıladığı bilgisi kamuoyuna açıklanmasa da, Heinrich
Vierbücher’in 1930 yılında yayınlanan kitabında verilen bilgiye göre, Alman İmparatorluğu Osmanlı’nın
savaş kurumunun maliyetini üzerlenmiş ve o dönem
10 Milyar 900 Milyon Altın Mark Osmanlı’nın savaşının hizmetine sunulmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun ordusu, Alman askeri yetkililer tarafından kısa bir sürede hızlı ve yoğun
bir eğitimden geçirilerek, yeniden örgütlemesi yapılarak, Alman silahlarıyla donatılarak savaşa hazır hale
getirilmeye çalışılmıştır. 2 Ağustos 1914 tarihindeki
askeri anlaşmaya rağmen Osmanlı’nın dışa karşı “tarafsızlık” ilan etmesi, esasında bu dönemde Osmanlı
ordusunun hala savaşa tam hazırlıklı olmadığını düşünmelerinin de bir sonucudur. Ama Alman İmparatorluğu Rusya’ya karşı ikinci bir cephe açmak için
bir an önce Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa başlamasını teşvik eder. Boğazlardan geçerek Karadeniz’e
giren “Göben ve “Breslau” adlı savaş gemilerinin adları “Yavuz” ve “Midilli” olarak değiştirilse de, deniz
kuvvetleri komutanlığı Alman Wilhelm Souchon’un
elindeydi. 29 Ekim 1914 tarihinde Souchon’un emriyle Sivastopol, Odesa vd. yerlere ateş edilir, İttihat ve
Terakki yönetimi -Enver bununla hemfikir değildirRusya’dan özür diler. Rusya “özrü” kabul için “Göben” ve “Breslau” savaş gemileri başta olmak üzere Li-
25
✌
halkların kardeşliği için
26
da gerçeklerin üzerini tümüyle örtmeyi başaramamışlardır. Örneğin “tehcir kararı”nın onaylanması konusunda “Alman-Ermeni yazışması (25 Kasım 1918)”de
yazılanlar: “Bu suçlama bir temel gerçeğe dayanıyor.
Tehcir ilk planda bir askeri önlemdi ve bu yüzden Türkiye’deki Alman ordu yöneticilerinden gizlenemezdi.
Gerçekten de plan Mareşal v.d. Goltz’un da önüne kondu ve onun tarafından onaylandı. Resmi orijinal metinde ama plan yeteri kadar zararsız da görünüyordu.”
(age., sayfa 895)
Aynı yöndeki bilgiler örneğin AvusturyaMacaristan’ın Trabzon Konsolosu Kwiatkowski’nin
kendi Dışişleri Bakanı’na gönderdiği telgrafta da dile
getirilmiştir. Buna göre “Ermenilerin zarar veremeyecekleri hale getirilmesi” düşüncesinin ilk kaynağı
Alman tarafıdır. Viyana’da bulunan Papaz P. Liebl
Alman Merkez Partisi’nden ve savaş döneminde Maliye Bakanı olan Matthias Erzberg’e Almanya’nın İstanbul Elçisi Wangenheim’ın sürgünü önerdiği bilgisini
vermiştir. Savaştan sonraki süreçte itirafta bulunanlardan biri Otto von Feldmann’dı. Feldmann’a göre
kendisi de dahil Alman subayları, belli zamanlarda,
belli bölgelerin Ermenilerden “temizlenmesi” gerektiği telkininde, tavsiyesinde bulunmuşlardır.
Pratikte sadece merkezi “tehcir” kararını önermek
ve onaylamakla kalmamışlardır. Alınan kararı uygulamışlardır da. Örneğin Berlin-Bağdat demiryolu
hattının inşası ve genelde Demiryolları Almanların
yönetimindeydi. Demiryolu Hizmetleri Daire Başkanı Yarbay Sylvester Boettrich idi. Binlerce Ermeniyi,
sonradan Hitler Almanyası’nda olduğu gibi toplama
kamplarındakine benzer biçimde çalıştırmakta olan
Boettrich, doğrudan sürgün kararına imza atanlardandır. Örneğin Genelkurmay Başkanı (Erkan-ı Harp
Reisi) Friedrich (Fritz) Bronsart von Schellendorf da
sadece sürgün emri vermekle yetinmemiş, şahsen sürgünlerin gerçekleşmesi işiyle, detaylarının örgütlenmesiyle de uğraşmıştır. Erzurum Konsolos yardımcısı
Scheubner-Richter’in sürgün kafilelerinde aç çocuklara, kadınlara ekmek dağıtmasına müdahale ederek, İstanbul Elçisi Wangenheim’dan Scheubner-Richter’in
bir daha böylesi bir işe kalkışmamasını talep etmiştir.
Talebi yerine getirilmiştir. Graf Wolffskeel ise gerek
Zeytun’da, Musa Dağ’da ve gerekse Urfa’da doğrudan Ermenilere saldırı emri vermiş, top atışlarıyla da
Urfa’da “Ermeni Mahallesi”ni ve Zeytun’da Manastırı
tahrip etmiştir. Bu saldırılar sonucu katledilenlerin
sayısı belli değildir.
Kısaca ifade edilirse, Alman İmparatorluğu’nun
ordusu, komutanları, silahları ve de parası olmadan
Osmanlı İmparatorluğu savaş yürütebilecek durumda
değildi ve soykırımı da Alman İmparatorluğu ile ittifakı ve onun yardımı olmadan gerçekleştirilemezdi.
İskenderun
Alman
Konsolos
Yardımcısı
Hoffmann’ın aktarımıyla bir Protestan Ermeni din
adamı 1915 sonlarına doğru şunları söylemiştir:
“Biz sadık kalmak istiyorduk. Tehcir başlayana kadar.
Halkımızın kökünün kazıma çalışmaları başladığında
buna karşı direnseydik, olayları kontrol edecek duruma
gelebilir ve bugün olduğu gibi yok olmayla karşı karşıya kalmazdık. Ancak, Maraş, Haruniye, Urfa, Malatya
ve Ma’muret-ul Aziz’de bulunan Alman dostlarımızın
menistan 1914-1918 Diplomatik Belgelerin Derlenmesi” başlığıyla 1919’da yayınlanan belgelerin manipüle
edildiği ise 2000’li yılların başlarında Wolfgang Gust
ve birlikte çalışan emektar insanların, sözkonusu belgeleri -İkinci Dünya Savaşı sırasında bombardımandan kurtulmuş olanların-, orijinalleriyle karşılaştırmaları sonucu ortaya çıktı. Belge Yayınları tarafından
yayınlanan “Wolfgang Gust, Alman Belgeleri, Ermeni
Soykırımı 1915-1916, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi
Arşiv Belgeleri” adlı kitap, sözkonusu belgelerin manipüle edilmemiş halidir ve kuşkusuz ki tümü değildir
(Almanca bilenler karşılaştırmak için www.armenocide.de adresine de bakabilir).
Sonuç, Ermenilerin maruz bırakıldığı soykırım,
Alman İmparatorluğu’nun Osmanlı İmparatorluğu
ile ittifakı olmadan, Almanya’nın askeri, silahı mali
katkısı olmadan, onların telkinleri, talepleri, emirleri olmadan planlanamaz, uygulanamaz, gerçekleşemezdi! Osmanlı/ Türk devletinin, İttihat ve Terakki
yönetiminin yanında, soykırımdan birincil derecede
sorumlulardan biridir Almanya!
KISACA 100 YIL SONRA ALMANYA’NIN TAVRI
Herşeyden önce şunu bilince çıkarmak gerekiyor.
İnternette soykırımı kabul eden devletlerin/ ülkelerin
hangileri olduğunu sorduğunuzda, karşınıza çıkacak
olan listeler içinde “Almanya (2005)” diye de bilgi verilmektedir. Almanya da soykırımı resmen tanıyan
devlet/ ülke olarak sayılmaktadır. Olgu olarak verilen
bu bilgi yanlıştır. Almanya 2005’te de 2015’te de soykırımı resmen tanımamıştır, hala da tanımamaktadır.
2005 yılında soykırımın 90. yıldönümü vesilesiyle Almanya Parlamentosu’na o dönem parlamentoda bulunan partiler - SPD, CDU/CSU, B90/Grüne ve
FDP - tarafından ortaklaşa sunulan karar tasarısında
kimilerinin “olayı soykırım olarak” değerlendirdiği
vb. tespit edilmektedir, ama alınan kararda soykırım
kavramı da kullanılmamakta, soykırım resmen de
kabul edilmemektedir. Sorun Türkiye ve Ermenistan
arasındaki bir sorun olarak görülmekte ve bunlar arasındaki diyaloğun Almanya tarafından desteklenmesi gerektiği tespit edilmektedir. Sözkonusu tasarının
başlığı da “1915’te Ermenilere yapılan sürgün ve katliamların hatırlanması ve anılması –Almanya Türklerle
Ermeniler arasındaki uzlaşmaya katkıda bulunmak
zorundadır” diyerek istenenin ne olduğunu açıkça ifade etmektedir. Sözkonusu olan “sürgün ve katliamlardır” soykırım değil! Yapılması gereken Türklerle Er-
✌
halkların kardeşliği için
hepsi bize boyun eğmemizi öğütlediler ve size hiçbir şey
olmayacak dediler. Bizler buna inandık ve hesaplarımızı Almanların nüfuzu üzerine kurmuş olmamız bizim
felaketimiz oldu.” (age., sayfa 617)
Bu felaketin Almanya’da öğrenilmesini engellemenin en kesin yolu ise askeri sansürdü! Savaşın başlamasıyla gündeme getirilen askeri sansür, Ermenilerin
imha edilmesinin haberlerini de yasakladı. Heinrich
Vierbücher’in yukarıda bahsettiğimiz kitabında aktardığına göre, 7 Ekim 1915 tarihinde yapılan bir basın konferansında gazetecilere hükümetin Ermenilere
yönelik dehşet üzerine tavrı açıklanmıştır. Buna göre
Osmanlı’yla arkadaşlık ilişkileri, Türkiye’nin bir iç
idari meselesi yüzünden tehlikeye düşürülemeyeceği
gibi, içinde bulunulan zor koşullarda sorgulanamazdı
bile. Bu nedenle yeni bir duruma kadar susmak yükümlülüktü. Sonradan eğer Almanların suçortaklığı
nedeniyle dıştan doğrudan saldırılar gelirse, bu sorunu mutlaka büyük bir dikkatle ve suskunlukla karşılamak ve daha sonra, Türklerin Ermeniler tarafından
ağır biçimde provoke edildiğini anlatmak gerekirdi.
Aynı biçimde 23 Aralık 1915’de yapılan basın konferansında da, “Ermeni sorunu üzerine en iyisi susmaktır. Türk iktidar sahiplerinin bu konudaki tavırları hiç
de övecek gibi değildir” tavrı takınılıyordu. Lepsius’un
1916 yılı başlarında yazdığı ve öncelikle dini kurumlara/ misyonerlere ve siyasetçilere ulaştırmaya çalıştığı “Türkiye’de Ermeni halkının durumu hakkında
rapor”u ise ele geçirildiği kadarına el konulmuş ve rapor yasaklanmıştır.
Diplomatlardan, askeri kaynaklardan alınan tüm
bilgiler ciltlerle ancak ifade edilebilecek kadar çok
iken, Alman kamuoyu gelişmelerden esas olarak habersizdi.
Karl Liebknecht’in 11 Ocak 1916 tarihinde
Parlamento’da dile getirdiği sorulara ise “Alman ve
Türk tarafları arasında görüşmeler sürüyor” denerek
detay bilgi verilemeyeceği söylenmiş, bir dahaki soruya ise izin verilmemiştir.
Almanya’nın tavrı sadece sansürle de sınırlı kalmamış, savaş bittikten sonra, kendisinin suç ortaklığının
üzerini örtebilmek için belgelerde manipülasyona da
başvurmuştur. Alman Dışışleri Bakanlığı Belgeleri
içinde “Ermeni Sorunu” ile ilgili yazışmalardan seçmeler yapılmış ve Lepsius’a da sözkonusu belgeleri
düzenleyip yayınlama görevi verilmiştir. Temel yaklaşım Almanların suç ortaklığının üzerinin örtülmesi,
ama Ermenilerin de Osmanlı/ Türk devleti tarafından
katledildiğinin ortaya konmasıdır. “Almanya ve Er-
27
✌
halkların kardeşliği için
28
menilerin uzlaşması, affetmesi ve devletleri arasında
“normal” ilişkilerin gelişmesini desteklemektir...
2015 yılında, soykırımın 100. yıldönümünde önce
Almanya Cumhurbaşkanı Gauck, 23 Nisan 2015 tarihinde Berlin Katedral’indeki bir toplantıda yaptığı
konuşmada: “Ermenilerin kaderi, 20. yüzyılın korkunç biçimdeki ölümlerinin, kitlesel imhaların, etnik
temizliklerin, sürgünlerin, evet soykırımların tarihine
örnek teşkil etmektedir.” tespitini yaptı. Dışlamanın
ve sürgünlerin sonuçta katledici edimle sonuçlandığını ifade ettikten sonra da bu durumdan “Osmanlı
İmparatorluğu’nda Ermeni halkının kurban olduğu bir
soykırımsal dinamiğin” geliştiğini tespit etmektedir.
Her iki alıntıda da soykırım kavramı kullanılmaktadır, ama diplomatik “incelik”le Ermenilere yönelik
gerçekleştirilen barbarlığın soykırım olduğu söylenmemektedir. Buna rağmen Gauck’un soykırımı ifade
ettiği söylenebilmektedir. Tabii ki herkes söyleneni
yorumlama da serbesttir. Söylenenler de “lastik” gibidir, her tarafa çekilebilir...
24 Nisan 2015 tarihinde ise Almanya
Parlamentosu’nda bir saatlik oturum, soykırımın yıldönümüne ayrılmıştı. Meclis Başkanı Lammert yaptığı kısa açılış konuşmasında açıkça “Birinci Dünya
Savaşı’nın ortasında Osmanlı İmparatorluğu’nda dünya kamuoyunun gözleri önünde yaşananlar, bir soykırımdı.” tespitini yaptı. Sözkonusu bir saat içinde mecliste bulunan partilerden –SPD, CDU/CSU, Die Linke,
B90/Grüne- toplam dokuz (9) milletvekili konuştu
ve hemen hepsi açıkça yaşananın soykırım olduğunu
söyledi. Söylediler de, soykırımı yine resmen tanımadılar! Nasıl mı oluyor? Şöyle:
CDU/CSU ve SPD koalisyonu bir karar tasarısı
sunmuştu. Die Linke ve B90/Grüne de ayrı ayrı birer
karar tasarısı sunmuştu. Yani üç karar tasarısı vardı!
Doğrudan karar tasarıları üzerine bir tartışma yoktu.
Sadece konuşan milletvekillerinden kimileri hükümetin karar tasarısını, soykırımı açıkça kabul etmediği nedeniyle eleştirdi. Sonuçta bir saat konuşuldu ve
sözkonusu üç karar tasarısı da, gerçekte depoda bekletilmek için “komisyonlara” devredildi. Yani Gauck’un
konuşması ve mecliste bir saatlik konuşmaların sonucunda –bu konuşmalarda soykırımdan bahsedilse deherhangi bir karar alınmamıştır. Bu da Almanya’nın
hala soykırımı resmen kabul etmediği anlamına gelir.
Almanya’nın soykırımdaki rolüyle ilgili yaklaşım
ise kısaca şöyledir.
Gauck yaptığı konuşmada kurbanların haleflerinin,
tarihsel gerçekliğin ve böylece tarihsel bir suçun da
kabul edilmesini bekleme hakları olduğunu söylerken: “Bu durumda biz Almanların da, bir bütün olarak, eğer sorun Ermenilere soykırımda ortak sorumluluk, kimi durumlarda hatta ortak suç sözkonusuysa,
yüzleşmeye hazır olmak zorundayız.” tespitini yaptı.
Gauck’un tavrı esasında papazın kilise vaazına benziyor. Yüzleşilmesi gerektiğini söylemek iyi de, yüzleşilmiyor! Somut ve açık tavır takınılacağına, sorunun
üzeri nasihatlerle örtülmektedir.
Meclise sunulan her üç tasarıda da Almanya’nın
sorumluluğunun , suç ortaklığının üzeri esasta örtülmekte, Alman İmparatorluğu’na “seyircilik” rolü bahşedilerek, “müdahale etmediği” için eleştirilmektedir.
Yani bunlara göre Alman İmparatorluğu Ermenileri
kurtarmak için müdahale etmemiştir, sorumluluğu,
suç ortaklığı da bununla sınırlıdır.
Oysa tarihi gerçekler bize başka olguları göstermektedir: Soykırım, tam da Alman İmparatorluğu’nun,
Osmanlı İmparatorluğu ile ittifak kurması, Osmanlı
İmparatorluğu sınırları içinde savaşan bir güç, bu açıdan müdahale etmeyen değil savaşı yöneten bir güç
olması; Osmanlı İmparatorluğu’nu kendi emperyalist
amaçları için ayakta tutmaya çalışması, “Ermenilerin
mahvolup olmaması önemsizdir/ bizi ilgilendirmez”
tavrına uygun olarak sürgünleri önermesi, alınan
“tehcir”, sürgün kararını onaylaması, bu kararların
disiplinli bir biçimde uygulanması için doğrudan sürgün ve imha işi içinde yer alması; askeriyle, savaş lojistiğindeki uzmanlarıyla, işçileriyle, diplomatlarıyla,
misyonerleriyle... savaşın mali giderlerini üzerlenmesiyle vb. vb. olgular sonucu, evet tüm bunların sayesinde soykırım gerçekleşmiştir.
Alman İmparatorluğu’nun soykırıma seyirci kaldığını, müdahale ya da ısrarla müdahale etmediğini
savunanlar emperyalist Almanya’nın suç ortaklığının
üzerini örtmektedirler. Esas sorumlu ve suçlu Osmanlı/ Türk devleti, İttihat ve Terakki iktidarı olsa
da, Alman İmparatorluğu da soykırımda esas sorumlulardan biridir, genelde ele alınıp ifade edildiğinde, birincil derecede sorumlulardan biridir. Alman
İmparatorluğu’nun Osmanlı ile ittifakı ve yardımı
olmadan soykırım gerçekleştirilemezdi! İttihat ve
Terakki’nin Turancı, Pantürkist hedefleri ile Alman
emperyalizminin Osmanlı’yı nüfuzu altına alma hedefi, Osmanlı İmparatorluğu’nu ayakta tutmak ve bunun için savaşmakta buluşturmuştur.
Soykırımın 101. yıldönümünde de soykırımcıları lanetliyoruz!
15.02.2016
Kuzey Kürdistan/Türkiye’de doğanın tahrip edilmesine karşı uzun yıllardır verilen mücadeleler gelişerek devam ediyor. En son Artvin Cerattepe bölgesinde çıkarılması planlanan madene karşı çevre
direnişi gelişiyor.15 Şubat 2016’da çevre gönüllüleri,
Cerattepe’ye ve Kafkasör yaylasına çıkan yolun girişini bloke ettiler. Artvin’in Kafkasör Yaylası Cerattepe
Bölgesi’nde madencilik faaliyetlerine karşı Artvin’liler doğasını savunuyor. 21 Haziran 2015’den beri nöbet tutan halka, polislerin biber gazı ve plastik mermi
ile müdahalesi ve bu müdahaleye karşı direnilmesi,
çevre bilincinin geliştiğini gösteriyor.
Cerattepe bölgesinde yapılmak istenen maden
arama/çıkarma çalışmaları 25 yıldır devam ediyor.
Artvin’liler hem hukuksal hem de yaptıkları eylemlerle, Cerattepe bölgesinde maden istemediklerini
mücadeleleri ile gösteriyor. Artvin Cerattepe’de iki
alanda yapılmak istenen madencilik faaliyeti mahkeme kararıyla 24 Ekim 2008’de iptal edildi. 24 Haziran 2010’da yürürlüğe giren Yeni Maden Kanunu
ile AKP hükümeti, Türkiye genelinde olduğu gibi
Cerattepe’de de yeniden maden aramak için ihale yoluyla ruhsatlandırmanın yolunu açtı. Maden sahası,
daha önce ruhsatı iptal edilen 205 hektarlık Cerattepe ile 4156 hektarlık Genya Dağı dahil Artvin’in üst
mahallelerini kapsayan bölümünden oluşuyor. Bu
bölge Artvin’in içme suyu kaynaklarının önemli bir
kısmını da içinde barındırıyor. Bu iki alanın ruhsatı daha önce mahkeme tarafından, bu bölgenin içme
suyu kaynakları ve heyelan bölgesi olması nedeniyle
maden arama faaliyeti yapılamayacağı gerekçesiyle
iptal edilmişti. Artvin/Cerattepe’de maden arama
ruhsatı en son Cengiz İnşaat’a verildi. Cengiz İnşaat,
ANAP hükümeti döneminde Karadeniz Sahil Yolu ile
adını duyurmaya başladı. Cengiz İnşaat esas yükselişini AKP döneminde yaptı. Cengiz İnşaat, inşaatın
yanına enerji, madencilik, turizm gibi rant alanlarında boy göstermeye başladı.
Endemik bitki örtüsü ile bir doğa harikasıdır Artvin. Artvin ormanlarının beyni Cerattepe tehdit
altındadır. Artvin’in maden ruhsatı verilen bölgesi,
flora ve fauna açısından eşsiz bir zenginliğe sahiptir.
Bu bölge birçok endemik türü barındırmaktadır. Cerattepe/Kafkasör bölgesi, Kafkas ekosisteminin Türkiye’deki uzantısı ve doğal yaşlı ormanların yer aldığı
bir bölgedir. Türkiye’deki en önemli yırtıcı kuşların
göç yolu bu alandan geçiyor. Yırtıcı kuşlar Genya
Dağı ve Kafkasör/Cerattepe’de konaklayıp yollarına
devam ediyor.
Ülkelerimizde AKP açısından çevre sorunu diye
bir sorun yoktur. AKP hükümetinin esas sorunu
Türkiye’yi daha fazla kapitalistleştirmektir. Bu kapitalistleştirmenin yanında doğal çevre, doğal yaşam
alanları yok edilmektedir. AKP hükümeti açısından
önemli olan sermayenin daha fazla kâr etmesidir.
Hava kirleniyor, su ve toprak canlıların yaşamını
olumsuz yönde etkiliyor. Bozulan bu doğal hayat
çevre üzerinde yaşayan tüm canlıların yaşamlarını
olumsuz yönde etkilemektedir. İnsanlar kendilerine
daha rahat ve ferah yaşam koşulları sağlamak için
doğal olarak çevreye zarar veriyor. Doğanın tahrip
edilmesine karşı mücadele etmek için geniş halk yığınlarının çevre konusunda bilinçlendirilmesi gerekiyor. Bu bilinç ancak sınıf mücadelesi ile birleştirilip
kapitalizme karşı yöneldiğinde gerçek anlamda kapitalizmin yıkılmasında önemli bir rol oynayacaktır.
Yapılan araştırmalar dünyadaki mevcut çevre kirliliğinin % 50’sinin, son 35 yılda meydana geldiğini
ortaya koymaktadır. Çevre sorunlarının önemli kaynaklarından biri hızlı nüfus artışıdır. Türkiye, OECD
ülkeleri arasında en yüksek nüfus artış oranına sahip
ülkelerden biridir. Birleşmiş Milletler’in yaptığı nüfus tahminlerine göre, Türkiye nüfusunun 2025 yılında 92 milyona yükselmesi bekleniyor. Bu durum
Türkiye’nin bugün olduğu kadar, gelecekte de çevre
sorunlarıyla daha fazla karşılaşacağını göstermektedir.
Kapitalizmin daha fazla kâr için kullandığı katı ve
sıvı atıklar doğaya önemli zararlar veriyor. Küresel
ısınmayı önlemek için karbon salınımlarının sınırlandırılmasının büyük önem arz ettiği bir dönemde,
Türkiye toplam karbondioksit salınımında, 2005 yılı
verilerine göre, Avrupa Birliği ülkeleriyle karşılaştırıldığında yıllık 215,9 milyon tonla yedinci sırada, sana-
yaşam temellerini koruma mücadelesi
ARTVİN/CERATTEPE ÇEVRE DİRENİŞİ
ÜZERİNE!
29
yaşam temellerini koruma mücadelesi
30
yi sektörü salınımlarında ise ilk sırada yer almaktadır. Türkiye`de üretilen tehlikeli atık miktarı belirsiz
ve sanayide üretilen ve kullanılan kimyasallar ve ortaya çıkan atıkların niteliği ile ilgili hiçbir envanter
çalışması bulunmamaktadır. Ancak son yılarda yapılan çalışmalarla envanter kayıtları oluşturulmaya
başlanmıştır. Su kaynakları giderek azalmakta olup,
20 yıl önce kişi başına 4 bin metreküp su düşerken,
bugün 1400 metreküp su düşmektedir. Türkiye “su
yoksulu” ülkeler arasında yer almaya başlamıştır.
Bilim insanları, 21. yüzyılın ilk çeyreğine gelindiğinde, Sanayi Devrimi’nin başladığı 18. yüzyıldakine göre, örneğin 1750 yılı ile karşılaştırıldığında, atmosferdeki karbondioksit oranının yüzde 40, metan
gazı oranının da yüzde 150 arttığını belirtiyor. Başta
karbondioksit olmak üzere kükürt ve azot oksitleri ile
metan gibi bazı gazlar, dünyaya düşen güneş ışınlarını emerek bu ışınların yeryüzüne dağılıp geri dönmesini engelliyor, ısıyı, tıpkı bir seranın içinde korunduğu gibi koruyorlar. Bu doğa olayı sera etkisi, söz
konusu bu gazlar da sera gazı olarak adlandırılıyor.
Sera gazları, yeryüzünün ısıyı uzaya göndermesine
engel oluyor. Bu süreç, yeryüzünün, kabul ettiği enerjiyi tekrar uzaya göndermesine engel oluyor. Böylelikle yeryüzü sıcaklığının sabit kalması zorlaşıyor. Sera
gazları bu nedenle iklim değişikliklerinin nedeni
olarak gösteriliyor. Okyanuslar ve eko sistem, büyük
oranda da ormanlar, atmosferde ısınmaya neden olan
sera gazını emdiklerinden, okyanusların kirlenmesi
ve ormanların azalması daha az sera gazının emilmesine yol açıyor.
Kâr hırsıyla ormanlar yok edildi, ediliyor. Doğal yaşam alanları insan yerleşimlerine açılıyor. Doğal yaşam alanları, sanayi alanları oluşturmak, enerji yatı-
rımlarına girişmek, madencilik ve turizm işletmeleri
gerçekleştirmek için talan ediliyor. Nükleer santraller
inşa ediliyor. Fabrika ve endüstriyel tarımın sentetik
ilaç ve gübre atıkları toprakları ve gıdayı zehirliyor.
Sulak alanlar, denizler ve atmosfer hızla kirleniyor.
Açgözlü aşırı avlanma denizlerdeki canlı yaşamının
kökünü kazıyor. Canlı türleri azalıyor ve tükeniyor.
Biyolojik çeşitlilikteki azalma ve yok oluş alarm veriyor. Ekolojik kriz sadece bugünü değil, geleceğimizi ve insanlığı tehdit ediyor. AKP hükümeti, doğayı
bedelsiz sermaye gibi görüp tahrip ediyor. Kalkınma,
kapitalistleşme adı altında doğa talan ediliyor. Toplumun ve doğanın yararı, yapısı, kapasitesi, bugünü
ve geleceği AKP hükümetinin umurunda değil. AKP
hükümeti, doğayı tüketme pahasına enerji, madencilik, sanayi ve inşaat sektörüne yükleniyor. Artvin’de
yaşanan tam da budur. Ülkelerimizde, doğanın
önemli ölçüde kirlettirilerek bu hale gelmesinin esas
sorumlusu AKP hükümetidir. Çözüm yaşanabilir bir
dünya için bu sistemin yıkılmasından geçmektedir.
17.02.2016
Ç
oktan zamanı gelmişti! Beyaz perdeden ve
TV’den oluk oluk akan seksizme bir dur demenin, bir karşı protestonun yükseltilmesi elbette gerekliydi. Ve bir ilk gerçekleşti! Türkiye yapımı filmlerdeki seksizmi, filmlerdeki taciz ve tecavüz sahnelerinin
komedi unsuru olarak kullanılmasını protesto amacıyla kadın sinema yazarları ortak bir bildiri yayınladılar. Bu anlamlı ve çok yerinde olan çağrıyı canıgönülden destekliyor, bunlara yenilerinin eklenmesi
ve seksizmin kendisini gösterdiği her alanda aynı kararlılıkla karşı duruşun geliştirilmesini arzuluyoruz.
Sözkonusu bildiride kadın sinemacılar protestolarını şöyle ifade ediyorlar:
“Tacizi, tecavüzü komedi unsuru olarak kullanan
filmler, neredeyse bir tür sinemasına dönüşmüş durumda. Bunları ortaklaştıran şey, cinsiyetçiliği bir
güldürü unsuru olarak kullanmaları. Artık çığırından
çıktığını düşündüğümüz bu filmlerin kadını aşağılamasına, eşcinsel ve trans bireyleri hor görmesine karşı
çıkıyoruz ve öfkeli bir sesle “Artık Yeter” diyoruz.
“Küfür ve cinsellik mizahın bir parçası olsa da, cinsel ve etnik azınlıklara yönelik saldırgan bir dil komedi
unsuru olmaktansa bir nefret suçudur. Pek çok film de
bu çizgiyi geçmez, hatta zaman zaman bu dili kullanan hatalı karakterler cezalandırılır ve böylece seyirci onore edilir. Fakat Türkiye’de son yıllarda vizyona
giren filmlerde bu çizginin sürekli olarak aşılması, bu
unsurları kullanımındaki hoyratlık ve cinsiyetçilik
kabul edilemez. Bu filmler hikâyelerinin hiçbir nok-
yeni kadın dünyası
KADIN SİNEMACILAR “ARTIK YETER”
DEDİ!
tasında yaptıkları için özür dilememektedir. Kadınlar
bu filmlerin aynı zamanda izleyicisiyken, filmdeki dil
tarafından sürekli aşağılanmaktadır. İşin daha trajikomik tarafı tecavüz kültürünü besleyen esprilerle donatılan bu yapımlarda yer alanlar sık sık kendilerini
günlük hayatta kadına yönelik ayrımcılığın karşısında
konumlandırmaktadırlar.
“Sanatın ve sinemanın bir toplumu yeniden inşa
etme gücü vardır. Bu gücün kadınların, eşcinsellerin ve
trans bireylerin aleyhine kullanılması kabul edilemez.
Filmlerdeki bu sığ ve zararlı komedi anlayışına “Artık
Yeter” diyoruz. Hemen her filmde kullanılan espriden
ziyade hakaret içeren “Gay misin?”, “Top musun?”,
“Topacım benim”, “Kaportan çökmüş”, “Fatmagül” ,
“Ananızı çam dibine yatırıcam”, “Anasını sen al”, “Rus
karılarla donat masayı” gibi replikleri de şiddetle kınıyor ve duyarlı seyirciyi de, komedi kisvesi altında üretilen bu tecavüz kültürü havuzunun suyunu kesmeye ve
bu filmlere “Artık Yeter” demeye çağırıyoruz.”
İmzacılar: Ezgi Aksoy, Gökşen Aydemir, Gülcan
Bağırkan, Banu Bozdemir, Tuba Büdüş, Gizem Çalışır, Ebru Çeliktuğ, Hilal Çetinder, Suzan Demir, Tuğçe Madayanti Dizici, Alkım Doğan, Gözde Hatunoğlu, Müjde Işıl, Dilek Karataş, Duygu Kocabaylıoğlu,
Hazan Özturan, Büşra Şavlı, Ecem Şen, Güzin Tekeş,
Deniz Tokgözdemir, Seçil Toprak, İnci Tulpar, Semra
Uygun, Özge Yağmur, Melis Zararsız, Canan Aydın,
Ceylan Özgün Özçelik
(haber kaynağı: radikal.com.tr, 09/02/2016)
31
panorama
PA NOR A M A
SAVAŞ
DİPLOMASİSİNDE
GELİŞMELER!
SURİYE
32
Rusya’nın 30 Eylül 2015 tarihinden itibaren
Suriye’de doğrudan savaş yürüten güçlere katılmasıyla ilgili gelişmeler hakkında dergimizin 178.
sayısında, 24.10.2015 tarihli yazımızda tavır takınmıştık. Yazımızın sonuna doğru ise diplomatik gelişmeler hakkında şu tespiti yapmıştık: “Yazımız yazılırken medyaya, Avusturya’nın Başkenti Viyana’da,
Rusya, ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye Dışişleri
Bakanları’nın katıldığı görüşmelerin sonuçsuz kaldığının haberleri yansıdı.” (sayfa 63)
Evet, Rusya’nın çağrısı üzerine 23 Ekim 2015 tarihinde yapılan toplantıda sorunun çözümü yönünde
herhangi bir sonuç çıkmamıştı. Zaten çözüm için
herhangi bir anlaşmanın çıkmasını beklemek, olmayacak bir işe “amin” demekti. Sonuçta, aralarındaki
çelişkilere rağmen, Suriye’deki savaşa “siyasi bir çözüm” bulmak için görüşmelerin sürdürülmesi yönünde hemfikir olmuşlardı. Aralarındaki çelişkileri
nasıl sonlandıracakları ise muammaydı!
Herşeyden önce bilince çıkarılması gereken olgu,
Rusya doğrudan savaşın içine girmeseydi, bu bağlamda Suriye’deki gelişmelerde inisiyatifi ele almasaydı, Esad’lı geçiş sürecine dayalı bir siyasi çözüm
üzerine görüşmeler sözkonusu olmazdı.
Bu görüşmelerin başarılı olabilmesi için en azından aralarındaki iki önemli çelişkinin ortadan kaldırılması ya da en azından bu çelişkili konularda
uzlaşılması gerekiyor. Bunlardan biri geçiş sürecin-
de Esad’ın devredışı kalıp kalmayacağı sorunudur.
Rusya ve destekleyicileri açıkça “buna karar verecek
olan Suriye halkıdır” görüşünü savunmaktadır, karşı
olanlarsa geçiş sürecinde –bu süreç esasında 6 aylık
bir süreç olarak öngörülmektedir- Esad’ın devredışı
kalmasını dayatmaktadırlar. Diğeri de Esad rejimine
karşı silahlı mücadele veren örgüt ve grupların değerlendirilmesi meselesidir. Esad rejimi ve Rusya ile
destekleyicileri Esad rejimine karşı silahlı mücadele
veren tüm grup ve örgütleri terörist olarak ilan edip
tümüne karşı savaş yürütürken, karşı taraf bu örgüt
ve grupların büyük bölümünü “ılımlı güçler” olarak
değerlendirmektedir, sadece El Kaide bağlantılı olanları ve daha çok da İslam Devleti’ni terörist olarak
değerlendirmektedirler. Başdüşman ilan ettikleri bir
kesimi “terörist” olarak değerlendirmemeleri şaşırtıcı
olurdu tabii ki.
Savaşta yer alan güçlerin ve onları destekleyenlerin
değişik çıkar ve hesaplarını bir kenara bıraksak bile,
burada dile getirdiğimiz iki çelişki, Suriye’de “siyasi
çözüm”ün kısa sürede sağlanmasının önündeki engellerdendir. Açıkça ifade edilmeyen çıkarlar ve çelişkiler ise, herhangi bir konuda “anlaştık” dediklerinde
formüle edilen kararlarda, ya da belgelerde değil, pratikte yapılanlara bakıldığında görülebilen çıkarlar ve
bunlara bağlı çelişkilerdir. Sonuçta emperyalizm koşullarında her zaman olduğu gibi gidişatı belirleyen
ve belirleyecek olanın “güç” olduğu gerçeği kendisini
panorama
her seferinde yeniden göstermektedir. Güçler dengesinin çok net biçimde birilerinin lehine olmadığı yerde de değişik güçlerin farklı çıkarlarının çok yönlü
hesapları içiçe geçmekte, çelişkiler de karmaşık bir
hale bürünmektedir. Bu karmaşık durum kendisini
“ittifak”larda da göstermektedir. Kimin kimle ne kadar “birlik” olduğunu, ya da olmadığını tespit etmek,
sürekli değişken bir durum yaşandığından dolayı
zorlaşmakta, tespitler esasında andaki durumu ifade etmekle sınırlı kalma durumundadır. Böylesi bir
durumda da gelişmenin hangi yönde olacağı üzerine
tahminler zorlaşmakta, “her şey mümkün” hale gelmektedir. Suriye’deki savaş somutunda da yaşanan
budur.
VİYANA GÖRÜŞMELERİNDEN CENEVRE
III’E...
Rusya’nın çağrısı üzerine 23 Ekim 2015 tarihinde
yapılan toplantıya Rusya, ABD, Suudi Arabistan ve
Türkiye’nin Dışişleri Bakanları katılmıştı. Türkiye
Dışişleri’nin açıklamasında, “toplantıda gündeme gelen konuların Suriye muhalefeti ve konuyla ilgili diğer
taraflarla istişare edilmesi, bilahare önümüzdeki hafta
yeni bir toplantı düzenlenmesi öngörülmektedir.” (bbc.
com 23 Ekim 2015) bilgisi verildi.
Bu bilgiye uygun olarak 30 Ekim’de ikinci kez toplanıldı. Bu toplantıya başta İran olmak üzere 13 devletin Dışişleri Bakanları daha çağrıldı. Böylece 17 devletin Dışişleri Bakanları, BM ve AB temsilcileri konu
hakkında görüşmelerde bulundu. Bu toplantının sonunda yapılan “Ortak Açıklama”da Suriye genelinde
ateşkes ilan edilmesi, hükümet ve muhalefet arasında
BM’in arabuluculuğuyla yapılan görüşmelerin yenilenmesi ve yeni seçimlerin yapılması istendi ve savaşı
durdurmak için diplomatik çabaların hızlandırılması vb. konusunda hemfikir olunduğu ilan edildi.
Üzerinde uzlaşıldığı söylenen temeller ise “Suriye’nin
birliği, bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve laikliği”dir.
Ayrıca devlet kurumlarının işler halde kalması konusu da üzerine anlaştıkları bir diğer noktaydı.
Bu toplantıyla ilgili detaylı bir raporun BM temsilcisi De Mistura tarafından Esad yönetimine ulaştırıldığı da açıklandı. Toplantının yapıldığı gün ABD
yönetimi 50 kadar “özel birlik” mensubunu, İslam
Devleti’ne karşı mücadeleyi koordine etmesi için
Suriye’ye yollayacağını açıkladı. Sonradan yapılan
açıklamalara göre sözkonusu olan “müttefik güçlerin
eğitimi, onlara danışmanlık ve yardım”da bulun-
33
panorama
34
maktı... Somut adı verilenlerse Demokratik Suriye
Güçleri idi.
İlginç olan bir gelişme BM Genel Sekreteri Ban Ki
Moon’un İspanyol El Pais gazetesine verdiği bir mülakatta, (31 Ekim) Esad hakkında Rusya’nın savunduğu, “Esad’ın geleceği hakkındaki kararı Suriye halkı
verecektir” düşüncesini desteklemesi ve ABD ile “Batılı” güçlerin diğer siyasi pazarlıkları bu meseleyle felce uğrattığını savunmasıydı. Aynı zamanda Obama
başta olmak üzere “birçok batılı ülkeler”i Suriye’de
rejim değişikliğini kışkırttıkları ve yaşanan sefaletin,
dökülen kanların sorumlusu olduklarını savundu.
Viyana Görüşmeleri’nin üçüncüsü ise 14 Kasım’daydı. Bu toplantıya önceki toplantıya katılanlara ek olarak Arap Birliği’nin temsilcileri de katıldı.
Bu toplantıda taraflar “ortak açıklama” yapma yerine
anlaştıklarını ilan ettiler. Buna göre siyasi çözüm için
BM çatısı altında Esad rejimiyle muhalefet arasında
görüşmeler başlatılacak, 6 ay içerisinde geçici bir hükümet kurulacak ve yeni bir anayasa yapılarak 18 ay
içinde seçimlere gidilecek. Esad’ın konumu ve geleceği konusunda herhangi bir anlaşma sözkonusu değildi. Bu toplantıya katılanlar kendilerine “Uluslararası
Suriye Destek Grubu” adını taktılar. Bu grup daha
önce (2012 ve 2014 yıllarında) Cenevre’de yapılan
toplantılarda kararlaştırılan “Cenevre Bildirgesi”ni
baz alan bir ateşkesin de kısa sürede uygulamaya konacağını açıkladı. Esad yönetimiyle muhalefet arasındaki görüşmelerin başlama tarihi ise 1 Ocak 2016
olarak belirlendi. “Suriye’nin birliği, bağımsızlığı,
toprak bütünlüğü ve laikliği” ve devlet kurumlarının
işler halde kalması vb. bağlamında önceki toplantıda
yapılan açıklama bu toplantıda da üzerine anlaşılan
konulardı.
Üzerine anlaşılan bir nokta da, Suriye’de savaşan gruplardan hangilerinin “terörist” olup olmadığı konusunda farklı değerlendirmeler olduğundan,
Ürdün’e, BM Güvenlik Konseyi’nin terör örgütleri
listesinde bulunan ve tarafların üzerinde anlaşabileceği bir listeyi çıkarma ve bu konudaki koordinasyonu üstlenme işinin verilmesiydi. Böylece Viyana
toplantıları, siyasi çözüm için geçiş sürecinde Esad’ın
geleceği hakkındaki çelişkiyi erteleyerek misyonunu
yerine getirmişti. Anlaşmaya vardıkları noktaların
uygulanması için atılacak adımların ne olacağının
somut olarak belirlenmesi ve Esad yönetimiyle muhalefeti bir araya getirme işi ise BM’ye düşüyordu...
13 Kasım’da Paris’te yaşanan saldırılar ve Fransa’nın
İslam Devleti’ne karşı mücadele adına Suriye’ye daha
fazla savaş aracı, helikopterden uçağa, uçak gemisine
kadar değişik silah göndermesi; aynı zamanda “müttefiklerinin” Fransa’ya “yardımı”, Suriye’de savaşı
daha da kızıştıran gelişmeleri beraberinde getirdi.
İngiltere Suriye’de bombardıman için, Almanya da
“Fransız dostu”na “yardım” adına 1200 asker, altı
Tornado ve daha birçok savaş aracını Suriye’ye gönderme konusunda parlamentodan karar çıkardılar ve
savaşa daldılar... 24 Kasım’da Türkiye’nin sınırı ihlal
etti diyerek Rus uçağını düşürmesi de Suriye üzerinde yürüyen dalaşı daha da kızıştırdı. Rusya bu olayı
bahane göstererek Suriye’ye, askeri, her türlü savaş
aracı yerleştirme açısından iyice yerleşti. “Siyasi çözüm” için atılmak istenen adımlar savaşın ve savaş
çığırtkanlığının dibinde kaldı.
Bu arada Suriye’de Rusya’nın bombardıman desteğiyle Esad rejiminin birçok alanda kaybettiği yerleri
ele geçirmesi karşısında takınılan tavırlar, Esad’dan
çok Rusya’ya karşıydı! Sürekli biçimde “Ilımlıları
değil IŞİD’i vur” denerek, “Esad iktidarda oldukça
çatışmaları durduramayız” vb. tavırlarla Viyana’da
üzerine anlaşıldığı söylenen tavrın dibi oyuluyordu.
Esad rejimi ve Rusya ise BM çatısı altında görüşmeler başlamadan önce daha fazla yerleşim alanını ele
geçirmek ve silahlı grupları yenilgiye uğratmak için
aralıksız biçimde savaşı yoğunlaştırarak sürdürüyordu.
Savaş tüm hızıyla sürerken BM çatısı altında yapılması planlanan görüşmelerde Suriye muhalefetini
kimin temsil edeceği konusundaki çabalar da kendisini açıkça gösteriyordu. Pratikte bu çabalar üç ayrı
muhalefetin olduğunu gösterdi. 1) Suudi Arabistan’ın
Esad rejimine karşı savaşan silahlı gruplara ve Suriye “yurtdışı muhalefeti”ne gönderdiği davetiyeyle,
Riyad’da 8-10 Aralık 2015 tarihlerinde buluşan muhalefet. Bunlar “Yüksek Müzakere Konseyi” diye görüşmelerde pazarlık yapacak temsilcileri belirlediler.
Bu toplantıya ABD, Rusya başta olmak üzere birçok
devletin temsilcisi gözlemci olarak katıldı. 2) Riyad’a
davet edilmeyen PYD ve “üçüncü yol”culardan oluşan diğer kesimler. Bunlar 8-9 Aralık 2015 tarihlerinde, daha önceden hazırlıklarını yaptıkları “Demokratik Suriye Kongresi”ni Derik’te gerçekleştirdiler ve
“Demokratik Suriye Meclisi”ni oluşturdular. 3) Bu iki
kesime katılmayan, iki kesim arasında kalan bir tavıra sahip olan kesim, medya haberlerine göre 15 örgütün katıldığı muhalefet. Bunlar da Şam’da toplandı.
Bu durum da, aslında Esad yönetimiyle pazarlık
yapacak muhalefetin ortak davranamayacağı, parçalı
nuların onaylandığı ve selamlandığı, bu anlaşmalar
temelinde de tüm tarafların açıklanan hedefe varmak
için çaba göstermek zorunda oldukları tespit edilmektedir.
BM-GK kararında bir kez daha “Suriye’nin birliği, bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve laikliği, devlet
kurumlarının işler halde kalması” vb.’ne vurgu yapılmaktadır. Kararın maddeler halinde sıralandığı yerde
de 1. maddede “Cenevre Bildirgesi” temelinde siyasi
bir geçişin Suriye yönetimi tarafından gerçekleştirilmesini sağlamak gerektiği tespit edilirken “ülkenin
geleceğine Suriye halkı karar verecektir” düşüncesi
vurgulanmaktadır. Bu tespit, esasında Rusya’nın tavrının BM Güvenlik Kurulu tarafından onaylandığı
anlamına gelir.
Taraflar arasındaki görüşmelere Ocak 2016 başlarında başlanması ve “krizin” sürekli biçimde son bulduğu siyasi çözüme ulaştırılması hedefine varılması,
bu konuda da “Uluslararası Suriye Destek Grubu”nun
BM’nin çalışmalarını kolaylaştıran merkezi bir platform olarak tanındığı tespit edilmektedir.
Suriye’de siyasi çözümün adımları olarak da BM
çatısı altında taraflar arasında yapılacak görüşmelerde altı ay içinde tüm tarafları kapsayan, inanırlığı
olan ve laik bir yönetim sisteminin sağlandığı, “geçici
hükümetin” kurulduğu, bu hükümet tarafından yeni
bir anayasanın oluşturulduğu ve anayasanın oluşturulmasından sonra da “hür ve adil” seçimlere gidildiği –bu süreç de 18 ay olarak belirtilmektedir- bir
süreç sözkonusu edilmektedir.
BM Güvenlik Konseyi’nin 18 Aralık 2015 tarihindeki kararında öne çıkan kimi noktalar bunlardı.
Bu karar temelinde de BM Özel Temsilcisi Staffan de
Mistura tarafları “Cenevre III”e hazırlama ve görüşmeleri yürütme görevine sahipti. Taraflar arasındaki çelişkiler De Mistura’nın işinin çok zor olduğunu
gösteriyordu.
CENEVRE III VE DEVAMI...
De Mistura’nın işinin çok zor olduğunu gösteren
olguların başında, Esad rejimiyle pazarlık yapacak
muhalefeti oluşturması işiydi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi muhalefet genel/kaba hatlarıyla en azından
üçe bölünmüş durumda. Bu olgu, BM kararında tespit edilen “tüm tarafları” kapsayan bir sürecin daha
başında topalladığını, bu durumun aşılması için daha
çok pazarlık ve uzlaşmanın gerektiğini gösteriyordu.
Aralık ayı sonuna doğru Cenevre’de yapılacak
görüşmelerin 25 Ocak 2016 tarihinde başlayacağı
panorama
bir muhalefetin de Esad rejiminin işine geleceğinin
bir göstergesidir. Üstelik Riyad’da buluşan muhalefetin açıkça Rojavalı güçleri, başta da PYD’yi dıştalama
tavrı ve Ahrar El Şam ve İslam Ordusu gibi, gerçekte El Nusra’dan veya İslam Devleti’nden özde farklı
olmayan kesimlerin bu ittifakta yer alması durumu,
Suriye’de Esad rejimine göre biraz da olsa demokratik olacak “siyasi bir çözüm”ün bu muhalefetle elde
edilemeyeceğini daha şimdiden göstermektedir. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil el Cübeyr’in sözkonusu toplantıda “Esad ya müzakerelerle gider ya da
zorla” diye tavır takınması da bu muhalefet tarafından “Esadlı geçiş” planına çomak sokulmaya çalışılacağının ilanıydı.
Muhalefetin belirlenmesi konusunda yaşanan
bu gelişmelerin ertesinde ise Suudi Arabistan 15
Aralık’ta, çoğu müslüman olan “terörizme karşı ortak mücadele etmek isteyen” 34 devletin (Türkiye de
bunlar arasındadır) askeri bir koalisyon kurduğunu
ilan etti. Medyaya yansıdığı kadarıyla sözkonusu “ittifakın” adı “Teröre karşı İslam İttifakı”dır! Güya bu
ittifak “sadece IŞİD’le değil tüm terörist gruplarla” savaşacakmış! Tabii herkesin kendisinin belirlediği bir
ya da birçok “terörist örgüt” olduğuna göre, kimlerin
bu ittifakın kurbanı olacağı belli değil.
14 Kasım 2015 Viyana’daki üçüncü toplantı ile 18
Aralık 2015 tarihinde New York’ta yapılan BM Güvenlik Konseyi toplantısına kadarki dönemde öne çıkan bazı gelişmeler bunlardı. BM Güvenlik Konseyi
Viyana’da üzerine anlaşılan konuları ele alarak oybirliğiyle 2254 (2015) sayılı bir karar aldı. Sözkonusu
karar 16 maddeden oluşuyor. Öne çıkan kimi düşünceler şunlardır.
Giriş bölümünde siyasi bir çözüm bulunmazsa durumun daha da kötüleşeceği, Suriye halkının korunmasında esas sorumluluğun Suriye yönetimine ait
olduğu, andaki krize son verilmesinin ancak Suriye
yönetimi altında ve tüm tarafları kapsayan bir siyasi
süreçle mümkün olduğu; bunun için de BM’nin 2118
(2013) sayılı kararla onayladığı 30 Haziran 2012 tarihli “Cenevre Bildirgesi”nin uygulanması, karşılıklı
anlaşma temelinde tüm tarafları kapsayan geniş yetkilere sahip bir geçici hükümetin kurulması ve devlet
kurumlarının sürekliliğinin korunmasının gözetilmesi vb. düşünceler savunulmaktadır.
Ayrıca “Uluslararası Suriye Destek Grubu”nun
çatışmalara son verilmesi için “yardım” görevini
üzerlendiği, 30 Ekim ve 14 Kasım 2015 tarihlerinde
Viyana’da yapılan toplantılarda üzerine anlaşılan ko-
35
panorama
36
açıklandı. Bu arada Ürdün’ün 18 Aralık’ta kimlerin
“terörist örgüt” olduğu konusunda hazırladığı “kara
liste”yi BM Güvenlik Konseyi’ne ve “Uluslararası
Suriye Destek Grubu”ndaki devletlerin temsilcilerine teslim ettiği, ama birçok devletin sözkonusu listeyi reddettiği bilgisi de medyaya yansıdı. Herkesin
“kendi terör örgütü” vardı... Bu da kimi örgütlerin
listeden çıkarılması, ya da kimi örgütlerin listeye eklenmesi konusunda uzlaşmanın olmadığını yeniden
gösterdi. Bu durum De Mistura’nın işini daha da zorlaştırdı. Örneğin Riyad grubu olarak da adlandırılan
muhalefetin oluşturduğu “Yüksek Müzakere Konseyi” içinde Ahrar el Şam, İslam Ordusu vb. örgütlerin
temsilcileri de var. Bu grup ya da örgütler Rusya, İran
veya Suriye yönetimi tarafından “terörist örgütler”
olarak görülmektedir, karşı taraf ise bunları “ılımlı
muhalefet” olarak değerlendirmektedir. TC PYD’yi
“terör örgütü” olarak görürken Rusya ve ABD başta
olmak üzere birçok güç de karşı görüştedir ve PYD
ile ilişki içindedir.
Bu çıkmaz sokakta pazarlıklar 25 Ocak’ta görüşmelerin başlamasına kadar sürdüğünden, BM temsilcisi
görüşmelerin 29 Ocak’a ertelendiğini açıkladı. Görüşmelere Rojava temsilcilerinin katılıp katılmayacağı konusu da bu dönemde tartışılan konuların başında geliyordu. Rusya bir yandan “terör örgütü” olarak
gördüğü örgütlerin temsilcilerinin katılmasına karşı
iken, PYD ve Demokratik Suriye Meclisi (DSM) temsilcilerinin de görüşmelere katılmasından yana tavır
takındı. Görüşmelerin daha başında tıkanacağı bir
durum sözkonusydu. Bu durumda Rusya’nın vetosunu kaldırdığı, BM’nin davetiyle Cenevre’de bulunan
Rojava temsilcilerinin görüşmelere davet edilmediği,
kişi olarak davet edilen DSM Eşbaşkanı Arap kökenli Heysem Menna ise PYD ve Kürtlerin dıştalandığı
yerde kendisinin de görüşmelere katılmayı reddettiğini açıkladığı bir durum sözkonusuydu. Kürtlerin
görüşmelere katılmasını engelleyen esas gücün TC
olduğu, davetiyelerin De Mistura tarafından gönderildiği vb. açıklamalarla sorumluluklar başkalarına
dağıtılmaya çalışıldı.
29 Ocak’a gelindiğinde, Esad rejiminin gönderdiği
temsilcilerle Rusya tarafından desteklenen ve davet
edilen kimi muhalefet temsilcileri Cenevre’de olsalar
da; BM temsilcisi Esad’ın temsilcileriyle görüşse de,
yani pratikte görüşmeler yapıldığı halde, görüşmeler
resmen başlatılmadı. Riyad grubu görüşmelere katılmak için kimi önkoşullar öne sürerek işi zora sokuyordu! Buna göre sözkonusu muhalefet BM-GK kara-
rına göre görüşmeler sonucu varılması gereken kimi
talepleri, görüşmelerin önkoşulu olarak gündeme
getirmişti. Rusya ve Suriye’nin yürüttüğü askeri operasyonlara son verilmesi, kentlerdeki kuşatmaların
kaldırılması, sivillere insani yardımın ulaştırılması
ve tutukluların serbest bırakılması gibi talepler, görüşmelere katılmanın önkoşulu olarak dayatıldı. De
Mistura görüşmelere başlamanın önkoşulsuz olduğunu açıkladı. Sözkonusu “Yüksek Müzakere Konseyi” mensupları perde arkasında yürütülen pazarlıklar
sonucu –neyin pazarlığı yapıldığı ya da neyin garantisi verildiği bilinmiyor, medyada kimi spekülasyonlar dolaşıyor-, görüşmelere katılmak için gecikmeli
olarak Cenevre’ye gittiler. 30 Ocak’ta “Yüksek Müzakere Konseyi” BM temsilcisiyle bir otelde görüştükten
sonra, “karşı tarafın ciddiyetini test etmek için siyasi sürece katılmaya karar verdiklerini” açıkladılar.
Bunun sonucunda BM çatısı altında, De Mistura ile
yapılan görüşmeyle, sözkonusu görüşmelerin resmen
başlatıldığı açıklandı. Görüşmeler uzun sürmedi!
De Mistura’nın 3 Şubat’ta yaptığı açıklamaya göre
görüşmeler 25 Şubat’a kadar geçici olarak durdurulmuştu. Böylece “Cenevre III” gerçekte başlatılamamıştı bile. Riyad grubunun Cenevre’den dönüşünün
Ankara üzerinde olduğu ve Ankara’da Ceyş-ul İslam,
Ahrar-u Şam, Ceyş-ul Mücahidin ile ÖSO içindeki
kimi grupların katıldığı bir toplantı yapıldığı bilgisi
de medyaya yansıdı.
Görüşmelerin başlamasından önce ve sırasında gerek PYD’nin gerekse de DSM’nin temsilcilerinin, bizim olmadığımız görüşmelerde alınacak kararlar da
bizi bağlamaz, sözkonusu kararları tanımayız, kendi
bildiğimiz yolda mücadelemizi sürdürürüz vb. açıklamalar ciddiye alındığından, Rusya temsilcilerinin,
Kürtler olmaksızın Suriye’de siyasi çözüm olmayacağını, sonraki görüşmelerde herhalükarda Kürtlerin yer alacağını, sabırlı olunması gerektiğini PYD
ve DSM temsilcilerine açıkladıkları, Kürt temsilciler
tarafından medyaya yansıtıldı. ABD ise Cenevre’de
görüşmelerin başladığı ortamda ABD’nin Anti-İDKoalisyonu özel temsilcisi Brett McGurk başkanlığında bir heyet, İngiliz ve Fransız yetkililerin de yer aldığı heyet, iki gün boyunca Kobane’de boy gösteriyor,
McGurk, YPG sözcüsü Polat Can tarafından kendisine verilen ve üzerinde YPG arması olan plaketi alıyor
ve resim çektiriyordu. Aynı dönemde ABD Dışişleri
Bakanı Yardımcısı Tony Blinken ise Salih Muslim’le
telefon görüşmesi yapıyordu. PYD’nin verdiği bilgiye
göre Blinken, ABD’nin Kürtlerin “Cenevre III” gö-
panorama
rüşmelerinde bulunması ile Suriye krizinin çözümü
konularındaki önemini iyi bildiğini ifade etmiş.
Görünen hem Rusya’nın hem de ABD’nin Kürtler
üzerinde hesap yaptığı, onları -andaki görüşmelerde dıştalanmasına onay verirken bile- gelecek için
“umut”landırarak kullanabilecekleri bir müttefiği
kaybetmeme çabasını göstermektedirler.
Bu çabalardan biri Rusya’nın Moskova’da, PYD ve
Rojava Demokratik Özerk Yönetimleri için bir temsilcilik açılmasına resmen onay vermesi ve sözkonusu
temsilciliğin 10 Şubat 2016 tarihinde açılmasıydı. Yasal olarak Sivil Toplum Örgütü statüsünde ele alınarak açılan temsilciliğin, gerçekte bir “elçilik” olarak
çalışacağı açıklandı.
“Uluslararası Suriye Destek Grubu” 25 Şubat’ta
görüşmelerin başlatılması çabasına, 11 Şubat’ta,
Almanya’nın Münih şehrinde yapılacak olan “Münih
Güvenlik Konferansı” öncesinde yapılan toplantıyla
“yardım”da bulunmaya çalıştı. 11 Şubat toplantısında
Suriye’de “ateş molası” –ateşkese kendileri de inanmadığı için böyle diyorlar- verilmesi, abluka altındaki yerleşim alanlarına insani yardım ulaştırılması
için, sözkonusu ablukaların kaldırılması ve yardımların yapılması vb. konularda anlaştıklarını ilan ettiler. Bu arada “ateş molası”nın İslam Devleti ve El
Nusra Cephesi”ne karşı geçerli olmadığı konusunda
da uzlaştıklarını ilan ettiler.
Bu görüşmenin sonuçlarına bakıldığında “Cenevre
III” görüşmelerinin 25 Şubat’a ertelenmesinin perde
arkası da aralanmış oluyor. Riyad grubunun görüşmeler için önkoşul olarak öne sürdüğü taleplerin bazıları yerine getirilmeye çalışılıyor. Bu çabaların tutup tutmayacağı, “Cenevre III”ün 25 Şubat’ta ya da
daha sonraki tarihlerde devam edip etmeyeceği, ettiğinde de nasıl bir sonuç vereceği hala muammadır.
Rusya’nın sözkonusu anlaşmanın Halep’teki askeri
operasyon için geçerli olmadığını, çünkü Halep’in
büyük ölçüde El Nusra tarafından kontrol ediliyor
yönlü açıklaması, en azından bu bölgede “ateş molası”
verilmeyeceğini garantiliyordu.
TC’nin Azez, Mare bölgesinde Demokratik Suriye
Güçleri’ne karşı saldırıları ise savaşın daha da kızışmasına yol açmış ve evet Türkiye’nin de sadece destek
verme babında savaşın parçası olmasının ötesinde,
doğrudan savaşa girmesini de gündeme getirmiştir.
“Tek başına savaşa girmeyiz” demelerine rağmen,
savaşa girmeleri için müttefiklerini “oldu-bittiyle”
karşı karşıya getirmenin adımları atılıyor. En son
Ankara’da gerçekleşen saldırı da PYD ve Rojava’ya
karşı savaşın kışkırtılması için kullanılmaktadır.
TC’nin savaş kışkırtıcılığına, savaşına karşı çıkmak
tüm demokratların, devrimcilerin, komünistlerin ve
evet Türk milletinden işçi ve emekçiler başta olmak
üzere tüm millet ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin
görevidir.
19.02.2016
37
panorama
CHAVEZCİLERİN
SEÇİM
YENİLGİSİ!
VENEZUELA
“İktidar dalaşı parlamentoda da açıkça değişik konular üzerinden ve değişik
biçimlerde sürmektedir. Örneğin Maduro’nun 15 Ocak 2016 tarihinde “ekonomik
sıkıyönetim” konusunda imzaladığı bir kararname parlamentoda 107 oyla
reddedildi. Parlamento daha önce yapılan kimi “devletleştirme” adımlarını gözden
geçirmeye ve yeniden özelleştirmeye kapıyı açma yönünde adımlar atmaktadır vb.”
38
Venezuela’daki gelişmelerle ilgili en son dergimizin 169. sayısında tavır takınmıştık. 25.04.2014 tarihli yazımızda dikkat çektiğimiz noktalardan biri
şuydu:
“Bilince çıkarılması gereken bir nokta da, Chavezcilerin son yıllarda giderek güçlenme dinamiğini
kaybettiği, muhalefetin ise güç kazandığıdır. Orta
ve üst sınıflar esasta muhalefete, yoksul kesimler de
Chavezcilere oy vermektedir. Yoksul kesimlerin durumunun yüksek enflasyon, yüksek fiyatlar ve tüketim malzemelerinin kıtlığı vb. durumlar sonucu
iyileşme yerine kötüleşmesi ise, bu kesimin de Chavezcilerden umudunu kesmesine yol açmaktadır.
Başkanlık seçimlerinde katılımın %78,5 olduğu bir
durumda aradaki farkın %1,4- 1,8 oranında olması;
belediye seçimlerinde ise aradaki farkın %6,52 olması ile seçmenlerin %41,08’inin seçimlere katılmaması da bunun bir işaretidir.
Maduro’nun başkanlık görevini 2019’a kadar sürdürmesini engelleyecek önemli bir gelişmenin olmadığı koşullarda da, gelecek seçimleri muhalefetin
kazanma olasılığı vardır. Sonuçta tespit edilmesi gereken şey, Chavezcilerin ‘sosyalizm’ adına yürüttüğü
siyasette tıkanma noktasına gelindiğidir. Ülkenin görece bağımsızlığından yana olan bu ulusal burjuvazinin iktidarını sürdürüp sürdürememesi ise Maduro
yönetiminin kapitalist sistem çerçevesinde geniş kitlelerin çıkarlarını daha fazla savunup savunmayacağına, ülkenin ekonomisini bununla uyumlu hale getirip
getiremeyeceğine bağlıdır. Ülkenin görece bağımsızlığından yana da olsa ulusal burjuvazinin uzun süre
geniş kitlelerin çıkarlarını savunamayacağı ise açıktır.” (sayfa 24)
Sözkonusu tavrı başkanlık seçimleri bağlamında
takınmamıza rağmen, gidişatın hangi yönde olduğu bilince çıkarılmaya çalışılmıştı. Başkan olarak
Maduro kendisini “Chavez’in oğlu” ve “Bolivar’ın
mirasçısı” olarak gösterse de, siyasette Chavez’in
yerini dolduramadı... Ekonomik alanda ise özellikle ülkenin esas gelir kaynağı olan petrol fiyatlarının
dibe vurmasıyla da Maduro “şanssız” bir “oğul ve
varis” durumuna düştü. Sorunun özü kuşkusuz ki
Maduro’nun Chavez’in varisi olup olmadığı, ya da
yoksul halk kesimini Chavez kadar etkileyip etkileyemediği değildir.
Maduro’nun “demokratik, bolivarcı ve hıristiyan
Kimi istatistiklere göre 2015 yılında enflasyonun
%159’a kadar yükseldiği, özellikle temel gıda maddeleri ve ihtiyaçlarının –ilaç, un, süt, et vb.- karşılanmasında kıtlık çekildiği, mağazalarda, dükkanlarda
arasıra satın alınabilinen maddeler için saatlerce
kuyruklarda beklemeler vb. vb. görüntülerin yaşandığı bir ortamda; yiyiciliğin, kriminelliğin yüksek
olduğu bir durumda; buna karşı yönetimin özellikle
komplo teorileriyle muhalefete karşı saldırgan tavrı,
Başkanlık yetkileri yetmiyormuş gibi Chavez gibi
Maduro’nun da özel yetkilerle, kararnamelerle ülkeyi yönetmesi vb. vb. durumlar üstüste binince, başta
ABD emperyalizmi olmak üzere “Batılı” kimi emperyalist güçlerin desteklediği muhalefetin seçimleri
kazanacağını tahmin etmek zor değildi.
Seçimlerden önce yapılan anketlerin sonuçları da
muhalefetin açık farkla seçimleri kazanacağını gösteriyordu. Bu durumda Maduro seçimlerden önce
yaptığı bir konuşmada: “Eğer gerçekten devrim kaybederse, hayat devam eder ve devrim yeni bir karaktere bürünür.” “Ama biz devrimi asla feda etmeyiz.”
biçiminde açıklamada bulundu. Seçimin sonuçları
ne olursa olsun kabul edileceği de ayrıca belirtildi.
Muhalefet ise yönetimin seçimlerde sahtekarlık yapacağı, hatta darbe gerçekleştireceği yönlü Chavezci
yönetimi yıpratma politikasına daha çok ağırlık verdi.
SEÇİM VE SONUÇLARI
Parlamento seçimlerine katılacak kayıtlı seçmen
sayısı 19,5 Milyon olarak açıklandı. 6 Aralık 2015
tarihinde yapılan seçimde toplam 167 milletvekilliği
için aday olanların sayısı ise 1799 idi. Seçim yarışı
esas olarak Chavezciler ve destekleyicilerinin kendilerine verdiği “Büyük Vatansever Kutbu” adı altındaki blok ile birçok partiden oluşan ama seçimlere yine
blok olarak giren “Demokratik Birlik İçin Masa”
(MUD) arasında geçti. Bu iki blok dışındakiler seçimlerde önemli rol oynama durumunda değildi.
Seçimlere katılım oranı %74,25 kadardı. Buna göre
5 Milyon kadar seçmen parlamento seçimlerinden ve
seçimlere katılan partilerden herhangi bir beklentiye
sahip değildi. Oy verip vermemesinin birşey değiştirmeyeceğini düşünüyordu. Sonuçta “banane”ci pasif bir tutum sergiliyordu.
Bu duruma rağmen 2010 yılında yapılan parlamento seçimleriyle karşılaştırıldığında, seçimlere katılım
oranı yükselmişti. 2010 yılında oy verenlerin sayısı
11,6 Milyon iken, bu sefer oy kullananların sayısı
panorama
sosyalizminin” savunucusu olarak gündeme gelen
ekonomik sorunlara müdahalede, içte muhalefeti, dışta da esasta ABD emperyalizmini suçlamasının da sorunlara çözüm getirmediği, getirmeyeceği
açıktır.
Kitlelerin önemli bir bölümü, gelinen yerde artık
“bolivarcı devrimi savunacağız” vb. genel lafların
peşinden gitmiyor. Onlar kendilerinin günlük yaşamlarının iyileşip iyileşmediğine, zorunlu ihtiyaçlar için tüketim maddelerine sahip olup olmadıklarına, kısacası, dünden biraz da olsa daha iyi ya da
daha kötü durumda olup olmadıklarına bakmaktadırlar. Chavez’in başkanlığı döneminde uygulanan
“Misyonlar” halkın önemli bir bölümünün yaşam
koşullarını iyileştirdiğinden, seçmenlerin çoğunluğu Chavez’i seçmişti. Ama “Misyonların” devamı
gelmeyince ve ekonomik durumları kötüleşince, zorunlu ihtiyaçlar karşılanamaz hale gelince, Chavezcilerin çekiciliği de azalmaya başladı.
Devlet kapitalizmini sosyalizm diye satanlar, halkın ihtiyaçlarını da devlet sübvansiyonlarıyla sürekli karşılayabileceklerini sandılar! Kitlelerin temel
ihtiyaç maddelerini, devlet kapitalisti temelinde de
olsa karşılamak için ülke içindeki üretimin -başta
da ekonomik kalkınmanın belkemiği olan makine
üreten makinelerin (ağır sanayinin) geliştirilmesi
başta olmak üzere- geliştirilmesi sorununu 17 senelik yönetimleri süresince ciddi biçimde ele almayı
beceremediler. Savundukları yanlış siyasetle becermeleri de mümkün değildi. Sonuçta ülkenin görece
bağımsızlığını savunan ulusal burjuvazinin iktidarını sürdürebilmesi için gerekli olan ekonomik temeli
sağlamlaştıramadığı, kitlelerin temel ihtiyaçlarının
esas olarak (%70 kadarı) ithalatla karşılanmaya çalışıldığı; ihracatta da esas olarak petrol ihracına dayanıldığı bir durum varlığını sürdürmüştür. Petrol
fiyatlarının önemli ölçüde düşmesine bağlı olarak
devletin geliri de azalınca, devlet sübvansiyonlarıyla
halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması da zorlaştı.
Öyle bir duruma gelinmiştir ki, devlet borçlarının
taksitlerinin ödenmesi bile sorun haline gelmiştir.
Çin ve Rusya başta olmak üzere kimi devletlerden
krediler istenmekte, alınmaktadır. Ama borçlar
azalmamaktadır...
Buna, ülke içindeki muhalefetin, özellikle devlet
kapitalizmine karşı olan burjuva kesiminin Chavezcilerin durumunu zorlaştırmak ve kitlelerin gözünden düşürmek için tüm imkanlarını kullanması da
eklenince, durum daha da kötüleşti.
39
panorama
40
14.385.322 idi. Buna göre katılımda artış 2.785.322
idi. Bu oy verenlerin sayısının artmasından karlı çıkan taraf MUD oldu. Chavezciler 2010 yılına göre oylarını 179.000 civarında artırırken, MUD 2.387.400
civarında artırmıştı. MUD 7.707.422 oy alırken,
Chavezciler 5.599.025 oy aldılar. Bunun oran olarak
ifadesi ise şöyledir: MUD geçerli oyların %56,3’ünü,
Chavezciler ise %40,9’unu aldı. 2010 yılındaki seçimlerde oy oranı olarak aradaki fark, %0,91 oranla
Chavezcilerin lehineydi. Bu sefer ise aradaki oran
farkı %15,4 oranla MUD lehine değişmişti. Milletvekili dağılımı ise MUD’ye 109, Chavezcilere 55, İndigenlere ayrılan kotaya göre 3 Milletvekili düşüyordu.
İndigenlerin de muhalefette olmasıyla birlikte muhalefet toplam 112 milletvekiliyle üçte ikilik çoğunluğu (bunun için 111 Milletvekili gerekiyordu) elde
etmişti. Bu durum Maduro’nun Başkanlık görevini
istediği gibi yürütememe, çıkarmak istediği kanunları çıkaramama, kısacası Venezuela’yı istediği gibi
yönetememe anlamına geliyordu.
Üçte ikilik çoğunlukla muhalefet, Başkan
Maduro’nun kararnamelerini engelleyebilir, Anayasa değişikliklerini yapabilir, Yüksek Mahkeme’deki
hakimleri/ yargıçları görevden alıp yenilerini atayabilir, başsavcıyı azledebilir, referandumlar veya yeni
anayasa yapmayı gündeme getirebilir, hatta referandumla Maduro’yu başkanlık süresi dolmadan koltuğundan edebilir... Her adım için gerekli olan önkoşullar detaylar farklı olsa da, Venezuela’da yönetimde
sözsahibi olmada parlamentodaki üçte ikilik çoğunluk önemli bir rol oynayabilecek bir durumdur.
Seçim sonuçları Başkan Maduro tarafından, önceden açıklandığı gibi kabul edildi. Seçimi kaybetmelerinin nedenleri, esas olarak “kendilerine karşı yürütülen ekonomik savaş”ta, “karşıdevrim”de komplo
teorilerinde arandı ve de “teslim olmayacakları”
üzerine yeminler edildi! Venezuela Birleşik Sosyalist
Partisi (VBSP) Başkan Yardımcı’sının yenilginin sorumlusu halk değil, devlet ve parti içindeki yönetici
kesimdir vb. açıklaması ise “ruhunu kurtarmaya” çalışmanın ötesinde bir anlam taşımıyordu. Mücadeleci görünmede hatta “kapitalizme geri dönüşe izin
vermeyecekleri”nden bile dem vurdular! “Chavez’in
kahraman oğlu Maduro” “Anavatanın işçileri bilmektedir ki, sizleri koruyan Chavez’in oğlu olan bir
Başkana sahiptirler.” diyerek kendisini, “yalan ve dolanla kazanan kötülere” karşı kitlelerin koruyucusu
olarak gösterdi! Kendisini Robin Hood’a benzeten,
zenginlerden alıp fakirlere veren Maduro, sonuçta
tek başına işin üzerinden gelemeyeceğini düşünmüş
olmalı ki, halkı “Venezuela’nın kapitalizme geri dönüşünü engellemek için, sağcıların planlarına karşı
çıkmaya” çağırdı!
Venezuela yasalarına göre parlamento seçimlerini
kazanan ve en çok milletvekiline sahip olan parti ya
da blok hükümeti kurma durumunda değil. Hükümeti Başkan belirlemektedir, kurmaktadır. Seçim sonuçlarının açıklanmasının hemen ertesinde Maduro
devam ettiği ve edeceğidir. Yasal olarak muhalefet,
kayıtlı seçmenlerin %20’sinin oyuyla Maduro’nun
başkanlığını referanduma götürebilir. Buna kalkışıp
kalkışmayacağı da esasında muhalefetin kendi durumunu değerlendirmesine bağlıdır. Sorunu çatışmalara doğru geliştirmesi, başarılı olacağının garantisi
değildir. Ama hangi yolu seçeklerini söylemek için
şimdilik çok erken! İktidara gelmek için her yola
başvurabileceklerini söylemek doğru olanıdır.
Anda görülen şey, yasalar çerçevesinde kalarak
Maduro yönetiminin planlarını engellemek ve 17
yıllık Chavez/ciler döneminde neoliberal ekonomik
siyasete ters atılan adımları geri almak, çıkarılan
yasaları değiştirmek vb. vb. temelinde en gecinde
2019’da başkanlık seçimlerini kazanmış olarak iktidarı yeniden ele geçirme hedefini güttükleridir.
Kuşkusuz ki andaki görüntü her an değişme potansiyeline sahiptir. Maduro yönetiminin tavrı eğer
yaptırımcı, muhalefete karşı baskıları, şiddeti içeren
bir tavır olursa; ya da muhalefet çelişkileri kızıştırıp
şiddet kullanmaya kadar vardırırsa, yoğun çatışmaların gündeme gelmesi de olasıdır.
İktidar dalaşı parlamentoda da açıkça değişik konular üzerinden ve değişik biçimlerde sürmektedir. Örneğin Maduro’nun 15 Ocak 2016 tarihinde
“ekonomik sıkıyönetim” konusunda imzaladığı bir
kararname parlamentoda 107 oyla reddedildi. Parlamento daha önce yapılan kimi “devletleştirme”
adımlarını gözden geçirmeye ve yeniden özelleştirmeye kapıyı açma yönünde adımlar atmaktadır vb.
Sonuç olarak söylenmesi gereken noktalardan biri,
yürüyen tüm iktidar dalaşına rağmen Venezuela’da
yenilen ya da Chavezciler yönetiminde yaşananların sosyalizmle herhangi bir ilişkisinin olmadığıdır.
Chavezcilere karşı propaganda yapan burjuva medya kanadı, seçim sonuçlarını sosyalizme karşı propaganda için kullanmaktadır. Başta Maduro olmak
üzere Chavezciler de kendi yönetimlerini “sosyalizm” olarak satmaktadırlar. Açık sosyalizm karşıtı
olan burjuva medya da, sosyalizmle hiçbir alakası
olmayan görece bağımsızlıkçı ulusal burjuvazinin
temsilcileri Chavezciler de sosyalizm için mücadeleye zarar vermektedirler. Kitlelerin bilincini karartmaktadırlar. Venezuela Komünist Partisi de Chavezcilerin siyasetine ortaklık etmektedir.
Venezuela’nın işçi ve emekçilerinin esas görevlerinden biri, devrim mücadelesine Marksizm-Leninizm bilimi temelinde sarılmasıdır.
10.02.2016
panorama
da hükümeti istifaya davet edip Ocak ayı başında ise
hükümeti yeniledi. Bu adımı atarken diğer şeylerin
yanısıra şunu da açıkladı: “Devrimin yeni aşaması için, derinliğine inen bir gözden geçirmek için bir
program, istediğim şey budur.” Bu arada 31 Aralık
2015 tarihine kadar geçerli olan özel yetkilerini kullanarak da birçok yeni kanun çıkardı. Sözkonusu kanunların Venezuela’nın ekonomik, verimlilik/ üretkenlik ve sosyal kalkınmasını teşvik etmesi; işçilerin,
müstahdemlerin ve ordu mensuplarının korunmasına hizmet etmesi amacıyla çıkarıldığı belirtildi.
1 Ocak 2016 tarihinde Yüksek Mahkeme tarafından yapılan resmi açıklamaya göre, seçim sonuçlarına yapılan itiraz ve şikayetlerden yedisi kabul
edilmiştir. Bunlardan birinde ise araştırma sonucu
netleşene kadar Amazona eyaletinde seçilen dört
milletvekilinin milletvekilliğinin dondurulması, geçersiz sayılması sözkonusudur. Dört milletvekilinin
üçü muhalefetten,biri de Chavezcilerden.
Yüksek Mahkeme’nin bu kararına göre 5 Ocak
2016 tarihinde oluşturulacak yeni parlamentoda,
sözkonusu dört milletvekili yemin edemeyecekti.
5 Ocak’ta açılan yeni parlamentonun başkanlığına sosyaldemokrat olarak gösterilen “Demokratik
Eylem” (AD) partisinden ve 72 yaşında olan Henry
Ramos Allup seçildi. Allup Venezuela siyasetinin –
özellikle 1958-1998 döneminin- tanınmış simalarından biri. Allup parlamento başkanlığına seçildikten
sonra yaptığı konuşmada, hedeflerini yönetim ve
sistem değişikliği olarak açıkladı. Bu arada Yüksek
Mahkeme tarafından milletvekillikleri dondurulan
dört milletvekilinden üçünün (muhalif) de parlamentoda yemin etmesi ve Parlamento Başkanı tarafından kabul edilmesi durumu yaşandı. Bu yemin
işi somut olarak Mahkeme kararını hiçe saymaktı.
Yüksek Mahkeme ise buna karşı yeni bir kararla
sözkonusu üç milletvekilinin oylamasında yer aldığı
tüm kararların geçersiz olduğunu ilan etti. Bu karar
aslında parlamentonun tüm çalışmasının geçersiz
olduğu anlamına geliyordu. Başta işi zora sokmaya
çalışan muhalefet, şimdilik parlamentonun işler hale
gelmesi için Yüksek Mahkeme’nin kararını kabul etti
ve sözkonusu üç milletvekili parlamentodan çekildi.
Böylece muhalefetin üçte ikilik çoğunluğu şimdilik
elden gitti. Sözkonusu seçim bölgesinde seçimlerin
yeniden yapılıp yapılmayacağı ise belli değil. Kesin
kararın ne zaman verileceği de şimdilik belli değil.
Belli olan şey esasta muhalefetle Chavezciler arasındaki iktidar dalaşının değişik biçim ve ölçülerde
41
panorama
42
ROSA LUXEMBURG KONFERANSI
ÜZERİNE NOTLAR
Almanya’da yayınlanan sol günlük gazete Junge Welt (Genç Dünya) 21 yıldır Ocak ayının ikinci
hafta sonuna rastlayan cumartesi günü Berlin’de bir
Rosa Luxemburg konferansı düzenliyor. Artık gelenekselleşmiş olan bu konferanslar, Almanya’da her
renkten sol gruplardan insanların katıldığı, grupların stant açtığı toplantılar oluyor. Bu konferanslar
Almanya’da yapılan ve solun değişik gruplarının
katıldığı en geniş katılımlı konferanslar. Bu yıl yirmi birincisi yapılan Rosa Luxemburg konferansının
ana başlığı Enternasyonal’den alınmıştı: ”Ne tanrı,
ne paşa, ağa, bey-bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır!“
Düzenleyicilerin verdiği bilgiye göre bu yılki konferansa 2600 kişi katıldı. Konferansın yapıldığı binanın fuayesinde onlarca örgüt kendi stantlarını açmıştı. ”Her Şeye Rağmen“ adlı dergi de kendi stantı
ile orada idi. Ayrıca ”Her Şeye Rağmen“ dergisinin
yeni sayısı bir dizi yoldaş tarafından elden satıldı ve
bir gün sonra yapılacak yürüyüşe çağrı yapan bir
bildiri de yoğun olarak dağıtıldı. Gerek ”Her Şeye
Rağmen“ stantı önünde, gerekse bildiri dağıtanların çevresinde yer yer canlı tartışmalar yürüdü.
Konferansın açılışı bundan önceki konferanslarda olduğu gibi yine bir müzik grubu tarafından
yapıldı. Bu kez açılışı yapan grup Kübalı “Proyecto
Son Batey” isimli gruptu.
Konferansın ilk davetli konuşmacısı Evrensel
Kültür dergisi ve Hayat TV’nin genel yayın yönetmeni Aydın Çubukçu idi. O konferans için hazırladığı “Sınıf Mücadelesinde Kültür’ün pratik önemi
ve Türkiye’de durum üzerine” başlıklı konuşmayı
sunmadan önce Türkiye’de andaki siyasi durum ve
gelişmeler hakkında bir giriş yaptı. Konuşmasında
bu Türkiye ‘sol’unun ana akım tezlerini tekrarlamaktan öteye geçmedi. Türkiye’de bugün IŞİD’i
destekleyen AKP hükümeti, en başta da saray Kürt
halkına karşı bir savaş yürütüyor. Bu savaş Erdoğan
ve AKP’nin iktidarını sağlama almak ve Türkiye’yi
Erdoğan’ın faşist tek adam diktatörlüğüne dönüş-
panorama
türmek için yürütülüyor.
Bu Türkiye ‘sol’unun büyük kesimi için genel geçer tezler, savaşın sadece AKP/Erdoğan’ın savaşı olmadığını, savaşın burjuva devletin topyekün savaşı
olarak yürütüldüğü gerçeğini atlamaktadır. Gerçek
şudur: Bugün AKP hükümetinin yürüttüğü bu savaş CHP ve MHP tarafından da desteklenmektedir.
Bu iki burjuva partisinin savaş konusunda AKP/
Erdoğan’a getirdikleri eleştiri, onların çözüm süreci
adı altında PKK ile görüştüğü, ona büyük tavizler
verdiği, PKK’nin kentlere silah yığmasına göz yumduğu ve PKK ‘terörizmine’ karşı tutarlı olmadığı
vb.ne yönelmektedir. Onlar PKK’nin silahlı mücadelesinin bastırılması konusunda en az AKP/Erdoğan kadar “şahin” dirler. Bu tezler aynı zamanda
bugün yürüyen savaşın Kürt halkına karşı yürütüldüğü iddiasını ileri sürerken, savaşın henüz hâlâ
bilinçli olarak PKK’nin silahlı güçlerine ve saldırılara karşı elde silah direnenlere karşı yürütüldüğü
gerçeğini de atlamaktadır.
Konferans için hazırlanmış konuşmasında Aydın
Çubukçu önce din ile inancı birbirinden ayırdı. Din
ona göre inançtan ayrı bir şey, inancın kurumlaştırıldığı bir şeydir. Bu aslında bir yandan “inanç
özgürlüğü”nü savunmak ve fakat aynı zamanda
dinin siyasi emeller için araçsallaştırılmasına karşı
çıkmak pozisyonlarını birleştirebilmek için uydurulmuş bir ayrımdır.
Biz komünistler din konusunda, dinin her kişinin
özel işi olarak kavranması ve devlet ile dinin kesin
bir şekilde birbirinden ayrılması gerektiğini savunuyoruz. Eğer herhangi bir parti bir dinin, bir mezhebin savunulması adına da konuşuyorsa, biz bunu
“dinin kötüye kullanılması” “dinin siyasi emellere
alet edilmesi!” vs. olarak adlandırmayız. Biz biliyoruz ki, din her zaman siyasidir ve burjuva partilerinin büyük çoğunluğu dincidir.
Kültürün sınıf mücadelesinde oynadığı rol konusunda genel olarak doğru şeyler söyleyen Aydın
Çubukçu konuşmasında ne yazık ki çokça kendini
övme hastalığı örnekleri vermekten kaçınamadı.
Evrensel kültür dergisinin kültür alanında 25 yıldır
sürekli yayın yapan bir Marksist dergi olduğunu,
bunun dünyada bir örneği daha olmadığını iddia
etti. Bu boş bir övünme. Fakat doğru olduğu var sayılsa bile kötü bir “kültür” örneği.
Aydın Çubukçu konuşmasının önemli bölümünü Türkiye açısından kültür cephesinde görevin
ne olduğu sorusuna cevap vermeye ayırdı. Ona
göre bu alanda görev kısaca “Türkiye’de dinci faşizm tehlikesine karşı laiklik ve demokrasinin savunulması” idi. Konuşma bittikten sonra kendisine
bir dinleyici tarafından yöneltilen “Türkiye’nin ne
zaman laik ne zaman demokratik bir ülke olduğu”
sorusuna verdiği cevapta Aydın Çubukçu, laiklik
konusunda sorulan soruda bir haklılık payı olduğunu, Türkiye’nin hiçbir zaman gerçek anlamda
laik olmadığını ve fakat dinci faşizm konusunda
da Türkiye’de andaki durumun şimdiye kadarki en
kötü durum olduğunu söyledi. Aydın Çubukçu’ya
göre geçmişte açıkça İslamcı olarak ortaya çıkanlar
hukuki takibata uğruyor, yasaklarla önü kesiliyor
ve cezalandırılıyordu. Şimdi ise din bizzat devlet
kurumları üzerinden toplum içinde yaygınlaştırılıyordu. Onun bu konuda anlattıkları, İslamın içeriği Kemalist devlet tarafından belirlenen biçimi
dışındaki biçimlerinin bugün toplumda geçmişe
göre çok daha görünür hale gelmesinden başka bir
şey olmadığı gerçeğini atlayan bir tavırdır. Onun
bu tavrı, din konusunda güya laik, kendi belirlediği
din dışındaki dini yasaklayan Kemalist dönemi ilerici gösteren bir tavırdır. Tipik Kemalist tavırdır bu.
Laiklik konusunda bunları savunan Aydın Çubukçu, sorunun “Türkiye ne zaman demokratik idi ki
şimdi faşizme geçişten söz ediyorsunuz” bölümünü
suskunlukla geçiştirmeyi tercih etti.
Aydın Çubukçu’dan sonra sahneyi Avusturyalı
siyasal bilimci Natascha Strobl aldı. “Sosyal sorun
barış sorunu ve demagoji: Sağ hegemonya tehlike-
43
panorama
44
si” başlıklı konuşmasında Strobl Avrupa’da gelişen
sağın değişik gurupları hakkında bilgi verdi ve öncelikle de geçmişte sol içinde yer almış kimilerinin
şimdi sağın ideolojik hegemonya mücadelesinde
oynadıkları tehlikeli rol üzerinde durdu. Bütün konuşmasında değişik sağ gruplar hakkında verdiği
somut bilgilerde değerlendirme yaparken Strobl bu
grupların hiç birini –Almanya’da NSU, Fransa’da
FN vb.de dahil– faşist olarak adlandırmadı. Bu
noktada getirilen haklı eleştirilere Strobl kendisinin
“faşist” nitelemesinin “enflasyoner kullanılması”na
karşı olduğu şeklinde cevap verdi.
Bu iki konuşmadan sonra söz önce Küba ile dayanışma Komitesi ”Kübasi” temsilcisine verildi.
Ardından enternasyonal dayanışma eylemlerinin
de sonucu olarak idam cezasının infazı durdurulmuş olan ve fakat hâlâ ağır hastalığına rağmen hâlâ
“yüksek güvenlikli hapishane” de tutulan ABD’li
siyah devrimci Mumia Abu Jamal’in konferansa
sesli mesajı sunuldu. Devrimci iyimserliğin en iyi
örneklerinden biri olan bu mesaj her zamanki gibi
büyük bir çoşku yarattı. Abu Jamal’ın sözlü mesajının ardından Angela Davis’in bir video mesajı yayınlandı. Angela Davis mesajında Abu Jamal kampanyasının şimdi onun derhal serbest bırakılması
talebiyle güçlendirilerek sürdürülmesinin gerekliliğine dikkat çekti. Bu mesajların ertesinde Grup Yorum üyeleri yarım saat süren ve Türkülerin/Şarkıların yasaklanamayacağını gösteren bir mini konser
verdiler. Zaten mesajlarla iyice coşan salonda coşku
Grup Yorum’un gösterisi sırasında zirveye çıktı.
Daha sonra “Melodie und Rythmus” adlı aylık
müzik/kültür dergisi genel yayın yönetmeni Susann
Witt Stahl çıktı sahneye. O Ukrayna’nın doğusunda Donbass bölgesinde cephede savaşan “Prisrak”
isimli “Komünist savaşçılar gurubu” nun kurucusu ve siyasi komutanı olan Alexejew Markow ile
–skype üzerinden kurulan bağlantı ile– canlı yayında bir röportaj gerçekleştirdi. Bu röportajda
Markow sorulan sorulara verdiği cevaplarda kısaca
şunları söyledi: Donbass’ta kendilerinin savaştığı
cephe bölümünde hem faşist Ukrayna ordusundan
hem de Ukraynalı sivil faşist çetelerin silahlı güçlerinden gelen saldırılara karşı savaşıyoruz. Şu anda
cephede hep yeniden bozulan bir ateşkes durumu
var. “Bu durum yoldaş Troçki’nin ne savaş, ne barış”
diye adlandırdığı bir duruma benziyor.” Prisrak saflarında değişik ülkelerden gelen enternasyonalistler
savaşıyor. Biz faşistleri cephede yeneceğimizden
eminiz.
Markow, sözlerini bütün “erkek ve kadın yoldaşları Prisrak saflarında savaşa katılmaya çağrı”sı ile
bitirdi. Salon ayağa sıkılı yumruklarla kalkılarak
atılan “yaşasın enternasyonal dayanışma” şiarları
ile adeta yıkıldı. Bu röportaj sırasında konferans
örgütleyicileri ve salonun büyük çoğunluğunun
emperyalist Rusya’nın rolünü sorgulamadıklarını,
Rusya’nın Ukrayna’daki rolünü enternasyonalist
destek olarak gördüklerini açıkça gösterdi. Bu zaten Sol Parti’nin ve Junge Welt’in bu çatışmada en
başından beri savundukları konum.
Sahneyi 92 yaşına rağmen durmak bilmeyen
enerjisi ile Almanya’da faşizme karşı mücadeleyi en
ön saflarda sürdüren Esther Bejarano aldı. O faşizme karşı mücadelede birliğin önemine vurgu yapan
konuşması ve ertesinde “Mikrophone Mafia” isimli
Rap Müzik grubu ile birlikte söylediği şarkılarla, antifaşist, devrimci mücadelenin can bedende kaldıkça sürecek bir mücadele, bir hayat tarzı olduğunu
gösterdi herkese. Bütün hayatı mücadele ile geçen,
herkese mücadelesinde umut aşılayan, durmak yok,
her şart altında mücadeleyi sürdürmek gerek diyen
bir devrimci Esther Bejarano. Teşekkürler Esther.
“Savaş ve artan faşizm tehlikesi şartlarında kültür ve müziğin sorumluluğu” başlığı altında Susann Witt Stahl ve Alman Rock müzik sanatçısı
Tino Eisbrenner bir sohbet yürüttüler. Bu sohbet
içinde her ikisinin de, bugünkü Rusya’nın gerek
savaşa karşı, gerekse artan faşizm tehlikesine karşı
mücadelede müttefik bir güç olduğunu düşündükleri ortaya çıktı. Tino Eisbrenner kendisinin böyle
düşünmesinin eski Doğu Almanya’lı olması ile bağı
olabileceğini açıkladı.”Biz Sovyetler Birliği’ni hep
barışın ve antifaşizmin bir gücü olarak tanıdık.”
dedi.
Tino Eisbrenner’in söylediği üç şarkı sonrasında
Kübalı fotoğrafçı Roberto Chile’nin “Fidel es Fidel”
başlığını taşıyan ve Fidel Castro fotoğraflarından
oluşan kitabı tanıtıldı. Sonra Wladislaw Hedeler
ve Volker Külow’un Mart ayında yeniden yayınlayacakları Lenin’in “Emperyalizm, kapitalizmin en
yüksek aşaması” kitabının yeni baskısı üzerine bir
konuşma yürütüldü. Konuşmadan çıkan aslında bu
”yeni” baskıda, dipnotlarda yer alacak kimi anekdotlar – örneğin Lenin’in emperyalizm kitabını
yazdığı kütüphanede aynı dönemde James Joyce de
kendi kitabı üzerinde çalışıyormuş, fakat tanışmamışlar vb. – dışında bir yenilik olmayacağı.
devam etmek için– ihtiyaçları var.
Sonra gecenin yıldızı çıktı sahneye: Almanyadaki Sol Parti’nin parlamento fraksiyonunun eşbaşkanı Sahra Wagenknecht. Onun gecikmeli olarak
salona gelişinin habercileri sahne girişinin önüne
basın fotoğrafçılarının yığılmasının (öyle ya çok
ünlü kişi kendisi) ve hem o hem de eşi olan Oskar Lafontaine’nin görülür biçimde görünmez olan
kapı gibi korumalarının (öyle ya çok önemli kişiler
bunlar) yarattığı kaos oldu. Bütün insanlar eşittir,
ama bazıları daha eşittir! George Orwell ne kadar
haklı! Konuşmaya gelince: Aslında toplantıya katılanların çoğunluğunun duymak istediği “sol”, Sol
Parti içindeki ‘Sol’un bir temsilcisinin konuşması.
Retorik olarak güçlü mu güçlü. Sol siyaset yapılması
talep ediliyor: Alman ordusunun savaşlara katılmasına karşı bir siyaset. Zenginlerden çok daha fazla
vergi alınmasını gerçekleştirecek bir siyaset! Sol
Parti, ancak sol bir siyaseti gerçekleştirme imkanı
olursa hükümetlere katılabilir! Yoksa katılmamalıdır! Anda sol bir siyaseti gerçekleştirme imkanı
hiçbir koalisyon versiyonunda mümkün değildir.
Sosyal Demokrat Parti ile sol bir siyaset; yeşil parti ile sol bir siyaset mümkün değildir! Aslında bu
söylenenler doğru ve aslında Sol Parti’nin andaki siyasetine de doğrudan eleştiri anlamına gelen
şeyler. Fakat bunlar söylenirken, anda Sol Parti’nin
değişik eyaletlerde değişik koalisyon hükümetleri içinde yer aldığı konusu suskunlukla geçiştiriliyor! Tek söz edilmiyor bu konuda. Wagenknecht’in
konuşmasında ağırlıklı olarak yer alan, olumlu
sol reformist politikanın yanında ama iki konuda
Sol Parti içindeki solların da Alman milliyetçiliği sırıtıyor. Burada önce Almanya’nın “egemenliği”
meselesi var. Wagenknecht AB’de Almanya’nın
egemenliğinin içine sıkıştırıldığı bir korsa görüyor. Amerika’ya karşı ise Wagenknecht’e göre –eşi
Lafontaine göre de– Almanya zaten egemen değil!
Amerikanın kölesi! İkinci konu da “göçmenler”
konusu. Bu konuda Merkel’e karşı getirdiği eleştirinin özü şu: Merkel “biz başarırız” diyerek, göçmen akınının mutlaka sınırlandırılmak zorunda
olduğu gerçeğini gözlerden gizlemiştir. Anda hükümetin yürüttüğü göçmen politikası ülkenin yerli
yoksullarından alıp, göçmenlere verme politikasıdır. Burada konuşan “Sol” partinin sol politikacısı
“Sınırlar açılsın/herkese ikamet hakkı, herkese eşit
haklar” diyecek yerde, kendisinin “basit insanlar”
diye tanımladığı kendilerini “kaygı duyan vatan-
panorama
Sahneye daha sonra Alpidio Alonso Grau çıktı.
Kendisi şair ve yazar, Küba Ulusal Meclisi üyesi
ve Küba Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi.
“Küba devrimi güncel ulusal ve uluslararası şartlara
ne tepki veriyor” başlıklı bir konuşma sundu. Konuşma ateşli ajitasyon dolu bir konuşmaydı. İçerik
olarak anlattığı aslında durumun hiç iyi olmadığını
gösteriyordu ve fakat aslında geriye doğru atılmak
zorunda kalınan adımlar sosyalizmin ilerlemesi
olarak gösteriliyordu. Küba’daki ekonomik durumla ilgili olarak, Küba’da doğrudan özelleştirmelerin,
özel mülkiyetin giderek arttığı anlatılıyor ve fakat bu “sosyalizmin başarısı” olarak sunuluyordu.
Uluslararası alanda son dönemde ABD ile geliştirilen ilişkiler konusunda, Alpidio Grau, bu gelişmelerin Küba’da sosyalizm açısından hiçbir tehlike
arzetmediğinin garantisini veriyordu! Bir saate yakın süren konuşmanın kısa özeti şuydu: “Hiç kaygılanmayın yoldaşlar, size söz veriyoruz: Küba ne
olursa olsun mutlaka sosyalist kalacaktır!”Alpidio
Grau’nun bu sözleri salondaki “yoldaşlar” tarafından bitmek bilmeyen ayakta alkışlarla çoşkuyla ve
teşekkürle karşılandı.
Fakat bütün ajitatif sözlerin karşısında Alpidio’nun
konuşmasından yansıyan gerçek şu: Küba’da proletarya diktatörlüğü için ön şart olan proletarya diktatörlüğü yok! Küba’da özel mülk, özel üretim, pazar ilişkisi lehine gerileyen sosyalist sektör de, en iyi
halde devlet kapitalisti diye adlandırılabilecek sektör. Ve Küba’nın bugünkü yöneticileri açısından da
emperyalizm esasında Yankee emperyalizmi olarak
görülüyor. Onunla da ilişkilerin düzeltilmesi için
gönüllü bu yönetim.
Alpidio’dan sonra,16 yıl ABD hapishanelerinde
tutsak olan ve geçen yıl öncelikle enternasyonal
kampanyaların zorlaması ile (ve tabii Küba ile ilişkilerin yeniden kurulması için) serbest bırakılıp,
Küba’ya gönderilen “Kübalı Beş”lerden (Bunlar
bundan 16 yıl önce ABD‘de Küba lehine casusluk
yapma suçlaması ile tutuklanan 5 Küba Komünist
Partisi üyesi) Gerardo Hernandez çıktı sahneye.
Kendilerine gösterilen enternasyonalist dayanışma için teşekkürlerini iletti. Alpidio’nun bıraktığı
yerden ajitasyona devam ederek, biz ölürüz ve fakat sosyalizmden vaz geçmeyiz mesajlarını sundu.
Küba’da sosyalizm ve sosyalizmin geleceği konusunda iyimserlik havasını iyice ısıttı. Görünen o
ki, bu dönemde salonda toplanan insanların büyük
çoğunluğunun bu iyimser mesajlara –mücadeleye
45
panorama
46
daşlar” olarak tanımlayan PEGİDA (Garpın İslamlaştırılmasına Karşı Avrupalı Yurtseverler) adı
altında toplanan yeni faşistlerin argümanlarını tekrarlamaktadır. Kendisine ayrılan zamanı 15 dakika
aşarak tamamladığı konuşması salonun büyük çoğunluğu tarafından ayakta bitmek bilmeyen alkışlarla karşılanmaktadır. Toplantıdan bir gün sonra
Rosa Luxemburg’un mezarına kırmızı karanfiller
koyduktan sonra verdiği demeçte daha açık dil kullanıp şöyle demektedir Wagenknecht: “Her kim ki
Almanya’da misafirlik hakkını kötüye kullanır, o
misafirlik hakkını yitirir!” Pegidalı faşistler bunu
şöyle ifade ediyor “Kriminel yabancılar dışarı!”
Wagenknecht,eşi ve korumaları çoşkulu alkışlarla
salonu terk ediyor. Onlarla birlikte salonun dörtte
üçü de boşalıyor! Öyle ki, Wagenknecht’in konuşmasından sonra sahneye davet edilen göçmen örgütlerinin temsilcilerinin açıklamalarını az sayıda
katılımcı dinliyor. Onların düzenleyecekleri “göçmenler festivali” eylemlilikleri bilgisi güme gidiyor.
Aynı şekilde NSU adlı faşist terörist örgüte karşı
yürüyen yargılama tiyatrosunun gerçek yüzünü
göstermeyi amaçlayan ve 2017 Mayıs’ında yapılması planlanan “NSU Tribunal–NSU Kompleksini çözelim” açıklaması da güme gidiyor. Ardından gelen
Junge Welt gazetesinin bu yılın 1 Mayıs’ı için örgütleyeceği kampanya açıklaması da kaynayıp gidiyor.
Çok ünlü kişilerin arkasında kalanların kaderi bu
her halde.
Rosa Luxemburg konferansları aslında geleneksel olarak bir podyum tartışması ile kapanır. Ve bu
podyum tartışması bütün konferansın en önemli
bölümü, bir nevi zirvesidir. Geleneksel olarak salon
bütünüyle dolu olur. Bu kez Sahra Wagenknecht’e
göre ayarlanan program sonucu böyle olmadı. Podyum tartışması sırasında salonun en iyi halde ancak
yarısı doluydu.
Bu yılki podyum tartışmasının başlığı “Sineye
çekmek mi/yoksa diş göstermek mi? –Solu kurtarmak hala mümkün mü?” idi.
Podyumda şu kişiler yer alıyordu:
Sol Parti içindeki Komünist Platform’dan Ellen
Brombacher; Ester Bejarano; papazlıktan emekli Dieter Frielinghaus; Alman Komünist Partisi
(DKP) gençlik örgütü Sosyalist Alman İşçi Gençliği’ (SDAJ) den Lena Kreymann. Podyumun moderatörlüğü Junge Welt’in genel yayın yönetmeni
Arnold Schölzel tarafından yapılıyordu.
Podyumda yer alan bütün katılımcıların üzerinde
birleştikleri nokta şu idi: Sol dişlerini göstermek zorundaydı! Mücadelenin alternatifi yoktu!
Ve bu noktada birlik olması gayet iyi idi. Fakat
mücadelenin nasılı konusunda görüşler arasında
epey ayrılık vardı.
Tartışmalarda iki nokta dikkat çekiciydi:
Ester Bejarano Holokost’un son tanıklarından
biri olarak yaptığı okul ziyaretlerinde öğrencilerle yaptığı konuşmalar hakkında bilgi verdi. Ve şu
değerlendirmeyi yaptı: “Gözlemim odur ki, son bir
iki yılda öğrencilerin geçmiş konusunda bilgilenme
isteklerinde bir artış var. Özellikle göçmen kökenli
öğrenciler siyasete giderek daha fazla ilgi duyuyor,
daha fazla soru soruyorlar.” Ester Bejerano ,”Umudum bu gençlerde” diyor. Bu gençlerden yüzlerce
mektuplar, mesajlar aldığını, bir çoğunda “Ester
merak etme, biz senin anlattıklarını unutmayacağız, unutturmayacağız” yazdıklarını söylüyor.
Eski Doğu Alman vatandaşı olan podyum tartışmacıları “Aequidistanz” (Herkese eşit mesafede
durma) adı altında Rusya’nın batılı emperyalistler
ile birlikte düşman olarak ele alınmasına karşı çıkıyorlar. Onlara göre Rusya batılı emperyalistlerden
özde ayrıdır. Rusya’nın Ukrayna’da, Suriye’de kendi çıkarlarını korumak için giriştiği askeri eylemler
savunma eylemleridir. Haklıdır. Onlara göre bugünkü Rusya, batıda bugünkü barış hareketi için,
hareketin bir parçası, müttefikidir!
Almanya’daki Barış Hareketi Rusya’yı batılı emperyalistlerin saldırılarına karşı savunmalıdır.
Bu pozisyonları savunanların Rusya’nın (ve
Çin’in de) dünyanın yeniden paylaşımı için aktif
ve en ön saflarda dalaşan emperyalist büyük güçler
içinde yer aldıklarını; onların savaşlarının da emperyalist pay kapma savaşları olduğunu görmedikleri, bunu red ettikleri aşikârdır. Bu görüşlerin sosyalizm adına da savunulabiliyor olması gerçekten
acı veren ve kızdırıcı bir durumdur.
Bir bütün olarak ele alındığında, RL konferansları Almanya’daki ‘sol’un durumunu tanımak açısından iyi bir fırsattır.
En büyük eksiklik şudur: Yapılan konuşmalar
üzerine tartışma imkanı hemen hemen hiç yoktur.
Daha az konu, daha fazla tartışma imkanı daha iyi,
daha yararlı, daha verimli olur. Fakat Junge Welt’te
de tartışma kültürü denen şey fazla gelişmemiştir.
Bir “Her Şeye Rağmen” okuyucusu
20.01.2016
✒
okur mektubu
GEORGİ DİMİTROF’TAN
“AVUSTURYALI İŞÇİLERE MEKTUP”
(Mart /Nisan 1934)
I
Ancak 15 Ocak 1934’te Leipzig Hapishanesinde
aldığım 07 Aralık 1933 tarihli bir mektup önünde
duruyor. Bu, bugün Şubat-Olaylarından sonra dünya
çapında meşhur olan Karl-Marks-Hof (Avlusu- avlulu
binalar kompleksi – ÇN)’nun bir çalışma grubunun
bir mektubudur. Mektubun içeriği şöyledir:
Karl-Marks-Hof
Viyana, 07 Aralık 1933
Sevgili Dimitrof yoldaş
Bizlerden birçokları adına sana en içten selamlarımızı yolluyoruz. Milyonlar senin cesur sözlerini
kulak kabartarak dinliyorlar. Bu sözcüklerle milyonlara yeni güç veriyorsun. Mücadelen boşuna olmayacaktır; bu mücadele bizim de mücadelemizdir.
Bilinçli proletaryanın büyük ordusu kenetlenmiş bir
şekilde arkanda duruyor.
Yoldaş senden birkaç satır yazmanı rica ediyoruz.
Proleter özgürlük selamlarıyla
(Altında bir dizi imza)
Bu mektubun bana ulaştığı aynı gün sıkı polis sansürünü aşarak aşağıdaki kısa yanıtı yollamaya çalıştım:
“Sizin geçen yılın 07 Aralık tarihli dostça mektubunuzu bugün aldım ve onu büyük sevinç ve şükranla okudum. Mahkemedeki tutumun ile ilgili olarak
sadece proleter yükümlülüğümü yerine getirmeye ve
kahraman sınıfıma sonuna kadar sadık kalmaya çaba
gösteriyorum.
Kardeşçe mücadele selamlarımla.”
En azından bu kısa yanıtın gerçek alıcı adresine
ulaşıp ulaşmadığını bilmiyorum.
Berlin’deki Göring Gizli Polisinin zindanlarında Alman faşist gazetelerinden Avusturyalı işçilerin
kahramanca mücadelelerini öğrendiğimde Avusturyalı işçilerin bu mektubunu giderek yineleyerek okudum. Olayların gelişimini ve Avusturya proletaryası
ile faşizm arasındaki silahlı mücadelenin akıbetini en
derin heyecanla izledim. Sizin proleter kahramanlığımız içimi ölçülemez sevinçle doldurdu; Sosyal-demokrat önderliğin haince siyasetini derin nefretle
öğrendim.
Hapishanedeki ağır koşullardan ve dava sırasındaki gerilimden dolayı hâlâ hasta bir şekilde Sovyetler
Birliği’ne varışımdan sonra birinci konumda Avusturya olayları ve sadece Avusturyalı işçiler için değil,
aynı zamanda tüm kapitalist ülkelerin işçileri için geçerli olan bunun tarihi derslerini ayrıntılı bir şekilde
öğrenmek için çaba gösterdim.
Şimdi düşüncelerimi anlatmak ve bana yazan yoldaşlarla ve de tüm Avusturyalı savaşçılarla proleter
dava için Avusturya olayları hakkında bazı fikirleri
47
✒
okur mektubu
48
Devrimin bir neferi bilinciyle dolu olarak Karl-Marx-Hof’un şanlı savaşçılarının
Linz’deki daha ilk kurşunda Heimwehr’in tarafına geçen Kärnten ve Vorarlberg’den
sosyal-demokrat örgütler fonksiyonerlerini gibi aynı parti üyeleri oldukları olgusuna
katlanamıyorum. Öylesine kahramanca mücadele eden kahramanlar olarak
ölen sosyal-demokrat proletaryanın Otto Bauer, Fritz Adler, Deutsch ve Seitz gibi
böylesine acınacak siyasi dar kafalı suç ortaklarına ve ödleklerine yıllarca sahip
olduklarını insan tasavvur edemiyor / insanın havsalası almıyor.
paylaşmak istiyorum.
Sözü geçen mektubu kaleme alanlardan kimlerin
hayatta kaldıklarını bilmiyorum. Oysa hem yaşamda
kalanlarla hem de mücadele içinde (şehit) düşen
Avusturyalı savaşçılarla bugün her komünist işçi
sınıfının ortak davası için mücadelenin yıkılamaz
bağı ile bağlıdır.
Avusturya gericiliğin işçi sınıfı üzerindeki kanlı
zaferini kutladığı bugün, bizler komünistler, işçiler
savaşmış olanlar ve şimdi hâlâ savaşanlar kendimizi
birbirimize daha yakın hissediyoruz. Binlerce katledilen işçiler, binlerce yaralılar ve zindana atılanlar,
ülkenin bütünündeki dizginsiz terör, sadece Almanya’daki faşist rejim ile karşılaştırabilecek proletarya
için zindan rejimi, bu, Dollfuß-hükümetinin cellatçalışmasının bilançosudur. (1)
Burjuvazi, kadınlar ve çocuklarla birlikte işçilerin
obüslerle topa tutulması emrini veren Dollfuß ve Frey
gibi insanların kafalarına zafer taçları koyuyor.
Papa’nın elçisi bu cellatları kutsadı. Aynı zamanda
sosyal-demokrasinin ödlek önderleri, onların silaha
sarılmaması gerektiği; proletaryanın, sadece neredeyse 50-yıllık mücadelenin ekonomik ve siyasi kazanımlarını değil, aynı zamanda onların en temel
varlığını da tehdit eden faşizmin kanlı genel saldırısına silah elde yanıt veren bir hata yaptığını eğitici bir
tarzda işçilere öğretiyorlar.
Oysa mücadelesiz bir kapitülasyon Avusturya proletaryasını gericilikten kurtarır mıydı? Kesinlikle
Hayır. Bununla gericilik daha küstah ve daha kendine güvenir hâle geldi.
Avusturya proletaryası sınıf olarak bizzat kendisinin prensiplerinden caymak istemedi. Ve haklı olarak. Bu proletarya, sosyal-demokrasinin ihanet ettiği
Alman işçi sınıfının akıbetinin işkencecilerine kendisini mücadele etmeksizin boyun ederek teslim ol-
mak istemedi. Avusturya proletaryasının silahlı mücadelesi, sadece Avusturya burjuvazisi için değil; aynı
zamanda tüm ülkelerin burjuvazisi için de somut bir
uyarıydı. Bu silahlı mücadele proletaryanın faşizmin
egemenliğine asla katlanmayacağını gösterdi.
Hayır, Avusturya işçi sınıfının silahlı mücadelesi
bir hata değildi. Hata, bu mücadelenin örgütlü olmayışı ve devrimci, Bolşevik tarzda yürütülmemiş
olmasıydı.
Avusturyalı işçilerin Şubat-Mücadelesinin esas zaafı, onların (Avusturyalı işçilerin –ÇN) sosyal-demokrasinin zararlı nüfuzu nedeniyle, faşizmin saldırılarına karşı kendisini savunmanın yetmediği, bilakis
onların silahlı direnişlerini burjuvazinin devrilmesi
ve iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi için
bir mücadele dönüştürmek zorunda olduklarını kavramadıklarında yattı. Avusturya proletaryasının faşizme karşı silahlı direnişi gerçekten silahlı bir ayaklanmaya geçmedi. Esas hata burada bulunuyor.
Avusturya’da gericilik kazandı. Ama bu sadece
geçici bir zaferdir. Bu zafer burjuvazinin gelecekteki yenilgisinin unsurlarını daha bugünden içinde
barındırıyor. Avusturyalı işçiler için şimdi kuşkuya
düşmemek, kendi sınıfının gücüne inancını kaybetmemek, bilakis tersine Şubat-Mücadelesinin derslerinden tüm gerekli siyasi ve örgütsel sonuçları, her
şeyden önce sosyal-demokrasi ile ilgili olarak çıkarmak durumunda olmak önemlidir.
Yoldaşlar, Rusya’daki 1905 yılını düşünün! O zamanlar Çarlık Rus işçilerin kahramanca ayaklanmasını bastırmıştı. Oysa tam da bu ayaklanmanın
muzaffer Ekim 1917 için tarihsel ön koşul olduğunu
kim bilmez?1923 yılında Bulgar proletaryasının Eylül-Ayaklanması bastırılmıştı. Ama aynı 1905’te Rus
proletaryası gibi Lenin’in önderliğinde onun ayaklanmasından tüm dersleri çıkararak ve bundan kendi
okur mektubu
rin yardımı ile kanlı bir mücadele yürütmedi mi? Almanya Komünist Partisi’nin faşizme karşı bir Birleşik Cephe’nin yaratılması için, bunlar arasında Ocak
1933’te birleşik cephe için öneri de olmak üzere, birçok tekliflerini sabote etmedi mi? Almanya Komünist
Partisi’nin bir genel grevin derhal ilan edilmesi önerisini ret etmedi ve komünist ve sosyal-demokrat işçilerin faşizme karşı ortak eylemini boşa çıkarmadı? Eğer
Almanya Sosyal-demokrat Partisi böyle davranmasaydı, o zaman Alman proletaryası iktidarın faşistler
tarafından ele geçirilmesini kesinlikle başarabilir ve
Alman halkı kanlı faşist azgınca saldırıların kurbanı olmazdı. Ne yazık ki Almanya Komünist Partisi
o zamanlar Almanya Sosyal-demokrat Partisi’nin sabotaj ve ihanetini aşmak ve Alman işçileri Hitler-çetelerine karşı açıktan silahlı mücadeleye sevk etmek
için yeterli derecede güçlü değildi. Gerek Almanya’da
gerekse şimdi de Avusturya’da faşizmin zaferinin bütünüyle sorumluluğunun sosyal-demokrasinin üzerinde olduğu ayan-beyandır.
Avusturya ve Almanya’daki olaylar sosyalizmin
Sovyetler Birliği’nin muzaffer inşasının ışığında
milyonlarca kitleler tarafından denenen sosyalizme
giden her iki yol için deneyimleri temelinde şu anlama geliyor: Bir yanda Lenin ve Stalin’in partisinin
yolu, Komünist Enternasyonal’in yolu; diğer yanda
Avusturya ve Alman sosyal-demokrasisinin yolu, II.
Enternasyonal’in yolu. Birinci yol, proleter devrimin
yolu, şimdiden Sovyetler Birliği’nde işçi sınıfını ve
onun önderliğinde köylülüğün esas kitlelerini sosyalizme götürdü. İkinci yol, burjuvaziyle uzlaşmanın
yolu, İtalya’daki (3),Almanya’daki (4) ve Avusturya’daki olayların açıkça gösterdiği gibi, karşı-devrimin zaferine, faşizmin galebesine götürdü.
Bolşeviklerin güçlü eseri Sovyetler Birliği sarsılmaz bir kaya gibi duruyor: Burjuvazi ve büyük toprak
sahipleri imha edildi; işçi sınıfının iktidarı kuruldu;
güçlü bir Kızıl-İşçi-ve Köylülerin Ordusu ile birlikte
güçlü bir proleter devlet yaratıldı; yeni, sosyalist bir
ekonomik sistem inşa edildi; işsizlik ve kırdaki yoksullaşma giderildi; emekçi kitlelerin maddi ve kültürel seviyesi kent ve kırda sürekli olarak yükseliyor.
Buna karşın Avusturya ve Almanya’da “demokratik
sosyalizm”den hiçbir şey geriye kalmadı. Buralarda
Dollfuß, Fey, Hitler, Göring gibi insanlar bütünüyle
hüküm sürüyorlar; buralarda işçi sınıfının tüm hakları ellerinden alındı; silahlar burjuvazinin elinde;
(Viyana’daki) Belediye Sarayı Heimwehr tarafından
işgal edilmiş durumda; sosyal-demokrasi tarafından
✒
davasına inancı almayı başardığı gibi Bulgar işçileri
de bu ayaklanmasının kanlı bir şekilde bastırılmasından sonra başlarındaki Komünist Partisi ile birlikte
ve Komünist Enternasyonal’in önderliğinde çok daha
fazla güçleri çelikleştirdi; partisini sağlamlaştırdı ve
bugün Bulgar faşizmini karşı boyun eğmez bir mücadeleyi yürütüyor. Bulgar proletaryası Eylül-Ayaklanmasının deneyimlerinden kendi zaaflarının köklerini, bolşevizmin teori ve pratiğinin doğruluğunu
ayan-beyan tanıdı. Bulgar proletaryası ve illegaliteye zorlanan partisi bolşevizmin öğretisinden kendi
faaliyeti ve mücadelesi için sarsılmaz temeli yaptı ve bu
tarzla Eylül-Ayaklanması yenilgisini Bulgaristan’da
proletaryanın devrimci hareketinin muzaffer
gelişmesi için bir ön koşul hâline dönüştürdü. Bugün
sınıf düşmanları bile, Bulgar proletaryası ve onun
partisinin 1923 Eylül-Ayaklanmasının öncesinden
çok daha güçlü olduğunu teslim ve kabul etmek
zorundadır.
Avusturyalı işçiler bu tarihsel örneklerden temelli bir şekilde öğrenmek zorundadırlar. 1905’te
Rusya’da ve 1923’de Bulgaristan’da olduğu gibi bugün Avusturya’da da mücadele eden işçilerin kanlı
bir şekilde imha edilmesiyle proletarya ile burjuvazi
arasında yaratılan aşılmayan uçurum proletaryanın
gelecekteki zaferi için daha şimdiden ön koşullardan
biridir
II
Otto Bauer (2) Avusturya’da bir felaketten söz etti.
Evet, bir felaket vardır. Oysa tüm II. Enternasyonal’in,
onun teorisi, siyaseti ve taktiğinin bir felaketi, burjuva-parlamenter demokrasi yoluyla kapitalizmin
sosyalizme barışçıl, acısız geçişi sosyal-demokrat teorinin bir boşa çıkması; çürümekteki kapitalizmi yamamaya çalışan reformist bir politikanın başarısızlığa uğraması; proleter devrimi önlemeye yönelmiş bir
taktiğin boşa çıkması.
Almanya Sosyal-demokrat Partisi’ninkinden sonra
bu şimdiden iki felakettir. Diğer kapitalist ülkelerdeki
sosyal-demokrat partiler hakeza felakete doğru gidiyorlar. Onun söylediği gibi ne güçlü sosyal-demokrasinin ne de büyük komünist partisinin iktidarın
Hitler tarafından ele geçirilmesine karşı herhangi bir
direniş gösteremediği Almanya’da Otto Bauer faşizm
tarafından iktidarın ele geçirilmesinin kaçınılmazlığını kanıtlamak için boşuna Almanya’ya atıfta bulunuyor. Peki, komünist partisi önderliğinde kurulan
Anti-faşist cepheye karşı Almanya Sosyal-demokrat
Partisi uzun süre Severing, Zörgiebel, Grensinsky’le-
49
✒
okur mektubu
50
“sosyalizme barışçıl geçiş”ın sembolü olarak göklere
çıkarılan Viyana Belediyesinin işçi evleri top ateşiyle yarısı tahrip edilmiş ve Avusturya proletaryasının
elinden alınır durumda.
Oysa yoldaşlar 1918’de bütün bunlar sizin elinizdeydi. Silahlar sizin elinizdeydi; sizler işçi ve asker
Sovyetleri oluşturmuştunuz. İki taraftan, Macaristan
ve Bavyera, Sovyet(şura) cumhuriyetleri tarafından
çevrilmiştiniz. Burjuvazi aklını yitirmişti: O (burjuvazi –ÇN) sizin 1917 Rus işçileri gibi kendi burjuvazinize davranabileceğinden korkuyordu. Sizin
onların evlerine ve villalarına işçiler için el koyacağınızdan korkuyordu; ama bugün sizin işçi evlerinizi
top ateşine tutuyor ve sizin evlerinizi sizin kadın ve
çocuklarınızın katillerine dağıtıyor. O sizin onların
tüm siyasi partilerini dağıtacağı ve yasaklayacağınızı
bekledi; ama bugün o sizin örgütlerinizi yasaklıyor.
O sizin tüm burjuva basını yasaklayacağınızı bekledi;
ama bugün o sizinkileri yasaklıyor. O sizin Dollfuß,
Fey, Starhemberg ve işçi sınıfının diğer cellatları gibi
insanları hapishanelere tıkacağınızı bekledi; ama
bugün o işçileri zindana atıyor ve devrimcileri idam
ediyor.
Eğer Avusturya ve Alman proletaryası 1918’de
Rus Bolşeviklerinin yolunu izleseydi, o zaman – ne
Avusturya’da ne Almanya’da, ne Polonya’da ne de
Balkanlar’da bugün faşizm olurdu. Ve burjuvazinin
değil, bilakis işçi sınıfının Avrupa’da zaten çoktan
durumun hâkimi olacağı her kuşkudan muaftır.
Oysa Fritz Adler (5) ile Otto Bauer’in başında bulunduğu Avusturya sosyal demokrasisi işçi sınıfını başka
bir yola götürdüler. O (Avusturya sosyal-demokrasisi – ÇN) devrime karşı burjuvaziyle bir ittifak yaptı.
O, Avusturyalı işçileri Rus işçi ve köylülerinin kahramanca mücadelesinin zorluklarıyla korkutmaya
çalıştı; proletaryaya devrimsiz, kan dökülmeksizin
– sadece seçim pusulaları ve parlamenter entrikalar
yardımıyla - bir sosyalizmi vaat etti. İşçileri burjuvaziye karşı mücadeleye değil, bilakis burjuvazi için sadece devrimden kurtulmak için bir araç olan onunla
cüzi miktarda, geçici tavizler temelinde Burgfrieden
(Orta Çağda: Kale içindeki kamu güvenliği; partiler/
taraflar arasındaki geçici barış –ÇN)’a götürdü. Siz
yoldaşlar ne yazık ki bu yolun vahim sonuçları hakkında sizi ikna etmeye çalışan komünistlerin sesine
kulak vermediniz. Gericiliğin önünde teslimiyet siyaseti ile işçi sınıfını ricattan ricata, yenilgiden yenilgiye sürükleyen sosyal-demokrat parti önderliğinin
ihanetini yıllarca sineye çektiniz. Gericilik ve faşizm
Sosyal-demokrat Partinin gözü önünde 15 yolun boyunca engellenmeksizin ve sistematik bir şekilde güçlerini örgütledi.
Diğer taraftan gericiliğin kendi güçlerini organize etmesi engellenebilir miydi? Avusturya faşizminin yolu kesilebilir miydi? Bu kuşkusuz mümkündü. Ama sadece devrimci mücadeleyle. Yoldaşlar,
Schattendorf’tan faşist katillerin beraat etmesine yanıt olarak kitlelerin sokağa çıktığı 15 Temmuz 1927’yi
hatırlayın. Bu, Avusturya’da sınıf mücadelesinde ve
sınıfların güçler dengesinde bir dönüm noktası demekti. Burjuvazi o zamanlar proletarya üzerinde
büyük bir üstünlük sağladı ve Avusturya’da faşist bir
diktatörlüğün kurulması için hummalı bir hazırlığa
başladı. Sosyal-demokrat Parti en azından mücadele
iradesinin bir kıvılcımını korusaydı, o zaman Temmuz 1927-Hareketini proleter bir devrime dönüştürmesi ona kolay gelirdi.(6) Ama onda bunun için bu
cesaret eksik olsa bile o her halükârda faşizmin imha
edilebilmesine şöyle ulaşabilirdi: Bunun için sadece
işçileri alıkoymamak gerekliydi. Oysa sosyal-demokrasi Avusturya proletaryasının faşizme karşı bu güçlü
eyleminin de altını oydu. 1927’de mühimmat deposundan
işçilerin silahlarını teslim etti; 1928’de
faşistlere fabrikaların kapılarını açan Hüttenberg
Anlaşmasını yaptı; o o zamanlar ordudan proleter
unsurların temizlenmesini kolaylaştıran Ordudaki
Disiplin hakkındaki Julius-Deutsch-Yasasının yaratıcısı idi; Heimwehr’in taleplerine uygun olan 08 Aralık
1929 tarihli Anayasa Reformuna onayını verdi; belediye başkanı Seitz vasıtasıyla 1930’da faşist yürüyüşlere izin veren ve komünistlerinkini yasaklayan o idi.
Sosyal-demokrasi evet, silah deposuna sahip idi;
kendisine ait askeri örgütü (Schutzbund: Koruma
Birliği –ÇN) vardı; arkasında Viyana nüfusunun üçte
ikisi duruyordu. Avusturya’nın tümünde işçi sınıfı üzerinde neredeyse tek başına bir nüfuza sahipti.
Buna karşın faşistler cezaya uğramaksızın onların
gözü önünde işçileri peşi peşine katlettiler ve her
keresinde sosyal-demokrasi pes etti ve sadece kendisinin gelecek cinayette burjuvaziyi “örgütlü işçi sınıfının gücü” ile terörü durdurmaya zorlayacağı ile
tehdit etti. Ama Dollfuß, Fey gibiler ve Heimwehr
huzur içinde işlerini yürütmeyi sürdürdüler – onlar
böylesi sosyal-demokrat açıklamaların değerini biliyorlardı. Örgütlü işçilerin gücü sürekli pes etmekle
gösterilmez.
III
✒
okur mektubu
Ve oysa eğer sizler, sosyal-demokrat işçiler kendilerinin teslimiyetçi ve bozguncu yönelimi ile mücadeleyi daha en başından demoralize eden sosyal-demokrat önderlerinin siyasetinin peşine takılmayı ret
etseydiniz; eğer sizler komünistlerle birlikte zamanında mücadelenin örgütlenmesi ve önderliğini kendi ellerinize alsaydınız, Avusturya proletaryası daha
Şubat 1934’de zafer kazanabilirdi.
Silahlı mücadele partinin genel politikasından kopuk bir eylem değildir. Sürekli boyun eğen, 15 yıllık
süreç içinde işçilerden mücadeleden kaçmayı talep
eden bir parti 24 saat içinde siyasi ve örgütsel olarak
kendisini hiçbir şekilde bir silahlı mücadeleye uyduramaz.
Otto Bauer şimdi kendisinin “Avusturyalı İşçilerin
Ayaklanması” broşüründe genel grevin başarısızlığından ahu vah ediyor/sızlanıyor. Peki, genel grevi
sosyal-demokrasi mi hazırladı ki? Tersine sosyal-demokrat önderlik en başından itibaren, bilinen “dört
madde”den (faşist anayasanın anayasaya aykırı olarak zorla kabul ettirilmesi, Sosyal-demokrat Partinin
feshedilmesi, sendikaların feshedilmesi veya onların
bürokratik sendikalara dönüştürülmesi, Viyana’ya
bir hükümet komiserinin atanması) birinin gerçekleşmesi hâlinde işçilerin genel grev için bizzat kendilerinin inisiyatifi ele alacaklarını açıklayarak grevin
sorumluluğunu burjuvazinin üstüne yıkmaya çalıştılar.
Ve Otto Bauer’in kendi broşüründe bizzat haklarında şöyle yazdığı işçiler bin kere haklıydı: “Fabrikalarda ve parti seksiyonlarında sabırsızların, mücadele
ateşi ile kavrulanların, ileriye atılanların sesleri çoğaldı: Artık daha fazla beklemeyelim! Bu dört maddeden
birisi gerçekleştiğinde biz artık mücadele edebilecek
durumda olmayacağız. Mücadele edebilecek durumda
olduğumuz sürece saldıralım! Aksi halde Almanya’daki yoldaşların başına gelenlerin aynısı bizim başımıza
gelir.” (Otto Bauer, “Avusturyalı İşçilerin Ayaklanması”, s: 14)
Otto Bauer’in bizzat kendisi bugün, Sosyal-Demokrat Parti önderliğinin Şubat-günlerinde mücadeleye karşı olduğunu; oysa kendiliğinden mücadeleye
başlayan işçileri artık durduramadıklarını teyit etti.
Otto Bauer krizi hatırlatarak, demiryolcuların grevini boşa çıkaran ve bununla hükümete, Floridsdorf’lu
(Viyana bir işçi semti – ÇN) işçiler kanlarını dökerken, taşradan topları ve askeri birlikleri nakil etme
fırsatını engellenmeksizin veren demiryolcular fonksiyonerlerini haklı çıkarmak istiyor.
O (Otto Bauer) silahlı mücadelenin günü 15
Şubat’ta matbaa işçilerini grevi kesmeye ve yeniden
işe geri dönmeye çağıran Matbaa İşçileri Birliği’nin
51
✒
okur mektubu
52
sendika fonksiyonerlerini keza temize çıkarmaya çalışıyor.
Otto Bauer broşüründe, salt işçilerle birlikte mücadeleye gitmemek için sosyal-demokrat önderlerin
kendilerini tutuklattıklarını anlatıyor. Tam da “mücadeleye katılmayan ve tıpkı diğer günlerdeki gibi pazartesi günü sendika sekretaryalarında, Viyana Belediye Sarayındaki dairelerinde, kendilerinin bölge, ilçe
ve belediye ofislerinde oturanlar” (s: 3) tutuklandılar.
Evet, gerçekten böyle oldu. İşçi sınıfının hainleri
her zaman böyle davranırlar. Ama Avusturya sosyaldemokrasisinin önderi, II. Enternasyonal’in sekreteri
Fritz Adler, Avusturyalı işçiler elde silah mücadele
ederken, utanmadan mücadeleden çok uzakta bulunan “kendisi güncel/gündemdeki işlerle meşgul olduğundan” onların mücadelesine katılamayacağını
kamuoyu önünde açıklayan aynı kişi, kendilerini işçi
önderleri adlandıran bu korkak mücadele kaçkınlarından çok daha iyi değildi.
Yoldaşlar böylesi firarcı/kaçkınlarla acaba mücadeleye gidilebilir mi? Oysa bunlar daha mücadeleden
önce bir yenilgi yaygarası koparan, daha birinci kurşunda mücadele edenlerin saflarında panik yaratmaya
çalışan insanlardır. Bu insanlar işçi sınıfının zaferini
arzu etmiyorlar; onlar bu zaferden korkuyorlar. Onlar kendileri karşısında daha uysal olsunlar ve onlarla
konuşabilsinler diye burjuvaziyi az biraz ürkütmek
istiyorlar. Bundan dolayı önce işçileri alıkoyuyorlar
ve sonra işçilerin eylemlerinin boyutunu sınırlamaya ve geniş kitleleri bundan dışlamaya bilinci olarak
çalışıyorlar. Schutzbund’a mücadelede yardım etmek
isteyen işçilere şunu söylediler: “Evlerinize gidin, gaz
olduğu sürece yemeğinizi pişirin. Silahlı mücadele sizin davanız/işiniz değildir. Bu, Schutzbund’un davası/
işidir.” Ve onlar mücadele etmek isteyen işçilere hiç
silah vermediler.
Avusturya işçi sınıfının bugün sosyal-demokrat
önderlik cürmünün bedelini ödemek zorunda kaldığı ağır kayıplar / kurbanlar anımsandığında insan
yüreğini acı ve acılık dolduruyor.
Devrimin bir neferi bilinciyle dolu olarak KarlMarx-Hof’un şanlı savaşçılarının Linz’deki daha ilk
kurşunda Heimwehr’in tarafına geçen Kärnten ve
Vorarlberg’den sosyal-demokrat örgütler fonksiyonerlerini gibi aynı parti üyeleri oldukları olgusuna
katlanamıyorum. Öylesine kahramanca mücadele
eden kahramanlar olarak ölen sosyal-demokrat proletaryanın Otto Bauer, Fritz Adler, Deutsch ve Seitz
gibi böylesine acınacak siyasi dar kafalı suç ortakla-
rına ve ödleklerine yıllarca sahip olduklarını insan
tasavvur edemiyor / insanın havsalası almıyor.
Sizin silahlı mücadeleniz özünde Dollfuß tarafından zedelenen anayasayı yeniden yerleştirme/kurma
için bir mücadeleydi. Bu mücadele bu çerçevenin dışına çıkmadı; kendisini iktidar uğruna bir mücadeleye dönüştürmedi. Oysa burjuvazinin parlamenter
demokrasinin yöntemleri ile artık hükmetmek durumunda olmadığı ve onun faşizm yoluna girdiği kapitalizmin genel krizinin yüzyılında işçilerin mücadelesi için belirleyici sorun tarihsel olarak köhnemiş
burjuva demokrasisinin yeniden kurulması değil,
bilakis burjuvazinin devrilmesi için mücadele, proletarya diktatörlüğü için mücadeledir. Tek başına Sovyet iktidarı şiarı, geniş emekçi kitlelerine, mücadelecilerin saflarını sağlamca sıklaştırmaları ve mücadele
eden işçiler ile proletaryanın ve köylülüğün tüm diğer
kitleleri arasında kırılmaz bir bağın yaratılması bilincini getirdi. Avusturyalı işçiler sadece Sovyet iktidarı
uğruna mücadeleyi hedef alsalardı, onların silahlı eylemi gerçekten silahlı bir ayaklanmaya dönüşebilirdi.
Evet, yoldaşlar sizin silahlı mücadeleniz ne yazık
ki iktidar uğruna bir mücadele değildi ve bu nedenle
Marks ve Lenin’in öğrettiği üzere gerçekten silahlı bir
ayaklanma değildi. Bu hedefin - iktidarı ele geçirme
– sizin silahlı mücadelenizde eksik olması olgusu sizin kahramanca eyleminizin esas zaafıdır.
Avusturyalı işçilerin mücadelelerinde silahlı direniş çerçevesi dışına çıkmaması durumu asla raslantısal değildir. Bu gerekli olarak Avusturya sosyal-demokrasisinin bütünüyle siyasi yöneliminden ortaya
çıktı. “Biz şimdilik ne kapitalizmi ne de burjuvaziyi
devirmek istiyoruz” – sosyal-demokrat önderlerin
siyasi tezi böyleydi. Başka sözsüzlerle mevcut somut
durumda bunun anlamı şuydu: siz mücadele içindeki
işçiler düşmana saldırmaya izinli değilsiniz, sizlerin
sadece belediye evlerini düşmana karşı savunmanız
gereklidir. Böylesi bir yönelimde işçiler mücadele
içinde inisiyatifi ellerinden yitirirler; bu inisiyatifi
bütünüyle hasma terk ederler.
Sosyal-demokrat önderlerin bu yönelimden kendilerine rehber aldıkları işçilerin becerikliliği hangisiydi? Mücadeleciler fare kapanındaki gibi kendi evlerine kapanmış, birbirleri arasında bağlantı olmaksızın
oturdular. Onlar (işçiler –ÇN) ne kendi evlerine giriş
noktalarını ne de hasımların Karl-Marx-Hof gibi buralardan işçilerin böylesi mevzilerini engellenmeksizin topçu ateşine tutabildikleri yükseklikleri güvence altına aldılar. Evde kalınması ve Schutzbund’un
okur mektubu
IV
Şimdi ne yapılmalıdır, yoldaşlar? Her şeyden önce
1918’den Şubat 1934’deki silahlı mücadeleye kadar kat
edilen yolun temelli bir gözden geçirilmesi gereklidir.
Sosyal-demokrat siyasetin bütünüyle iflasını
yansıtarak bu mücadeleden çıkan dersleri kullanmak
gereklidir. Bu ne kadar çabuk yapılırsa, sizin için bir
o kadar daha iyidir ve tüm Avusturya işçi sınıfı için
onun kesin zafer bir o kadar daha yakındır.
Bizzat kendisinin aynı zamanda tüm sosyal-demokrat parti önderliğinin cürmünü silmeye çalışan
Bauer’in “Eleştirisi”nin tersine; sizlerin görüşüme
göre sosyal-demokrat önderliğin işçileri zehirlediği
bu görüşler sistemini en keskin, acımasız eleştiriye
tabiye tutması gereklidir. Sizin sosyal-demokrat önderlik altında kat ettiğiniz yolu ele alın ve değerlendi-
✒
mücadelesinin sonucunu beklemeleri
direktifleri ile sosyal-demokrat önderler
işçi semtlerinin sokaklarını hükümetin
birliklerine terk ettiler; böylece bunlar
engellenmeksizin hareket edebildiler.
Hükümet birlikleri kendilerini savunan
işçilerin üslerini birbiri ardı sıra ele
geçirme olanağına sahip oldular.
Buna karşın işçilerin bir saldırı taktiği
hükümet birlikleri saflarında şaşkınlık
getirir ve yalpalayan unsurları proletarya
için kazanabilirdi.
Burjuvazi, işçilere karşı mücadele
için özel nakliye araçlarına el koymakta, tutukluları rehine almakta tereddüt
etmedi. Oysa Avusturya sosyal-demokrasisinin eğitiminden geçmiş olan mücadele eden işçiler ise özel mülkiyetin
kutsallığına dokunup gıda maddelerine
el koymak yerine aç kalmayı yeğlediler. Burjuvazinin saflarından rehineler almayı akıllarının ucundan bile geçirmediler. Otto Bauer ve
Schutzbund’un önderi Julius Deutsch bu küçük burjuva yumuşaklığı bugün vatandaşlık erdemliliğinin
emsal örneği olarak ortaya koyuyor. Rus işçileri o zamanlar aynı taktiği uygulasalardı, o zaman onların
ensesinde kendi Dollfuß’ları hatta bu bile boza pişiriyor olacaklardı.
Sadece şunu düşünün: işçilerin nasıl bir kahramanlığı, nasıl bir kendini feda edici cesareti ve sosyal-demokrat önderler vasıtasıyla işçiler arasındaki nasıl bir
kan gölü!
rin! Sosyal-demokrat basının ve sosyal-demokrat önderliğin bu yolun savunulmasına dair yazdıklarını ve
konuştuklarını hatırlayın ve onların laflarını katı olgularla karşılaştırın. Aslında bizzat yazarın kendisine
ve tüm sosyal-demokrat siyasete karşı bir iddianame
olan Otto Bauer’in broşürünü eleştirel olarak değerlendirin. Diğer taraftan Komünist Enternasyonal’in
bu 15 yıl boyunca size söylediklerini anımsayın. Ve
sizler sınıfınıza bu ne kadar acı olursa olsun gerçeği
söylemek zorundasınız.
Ve bu hakikat sizi, sosyal-demokratların değil,
bilakis komünistlerin; II. Enternasyonal’in değil,
bilakis Komünist Enternasyonal’in haklı olduğu
kavrayışına götürecektir. Komünistler, Avusturya
sosyal-demokrasisinin 1918-Devrimini yenilgiye
götüreceğini söylediklerinde haklıydılar. Sosyaldemokrasi siyasetinin burjuva diktatörlüğünü sağlamlaştırmaya götürdüğü konusunda onlar sizleri
uyardığında haklıydılar. Sosyal-demokrasinin kapitalizmin egemenliğini kurtardığını; onun sosyalizme
götürmediğini size söylediklerinde haklıydılar. İşçilerin burjuvaziden mücadele ederek kopardığı tüm
ekonomik, siyasi ve sosyal kazanımların, onların tüm
komünal evlerin vs. sürekli olarak tehdit altında olduklarını, onun (burjuvazinin –ÇN) elinden iktidar
alınmadıkça burjuvazinin bunları ellerinden alacaklarını söylediklerinde haklıydılar. İşçi sınıfının çıkarlarının savunulması burjuvazi ile uzlaşmalarla değil;
bilakis sadece ona karşı amansız bir sınıf mücadelesi
ile gerçekleşebileceğini söylediklerinde komünistler
53
✒
okur mektubu
54
haklıydı.
Avusturya sosyal-demokrasisinin bugün siyasi
olarak iflas ettiğini devamında kabul etmeyi gerçek
sizi yükümlü kılar. Kendisine çok şeyler verilen ve
hepsini kaybeden ve her şeyi kumarda kaptıran bir
parti, böylesi bir parti artık var olma hakkına sahip
değildir. Böylesi bir parti işçilerin bilincinde sadece
nefreti hak ediyor. Sadece eğer Avusturya proletaryası sosyal-demokrasinin siyasi ve örgütsel nüfuzunun
üstesinden gelirse, zafere götüren yeni yola, Dollfuß
ve Fey, Heimwehr, faşizm üzerindeki zafere götüren
yola, adım atabilir.
Yani yoldaşlar, burada Sosyal-demokrat Parti’den
örgütsel bakımdan kopmak ve komünist işçilerle el
ele Avusturya işçi sınıfının gerçek bir mücadele birliğini yaratmak söz konusudur. Bu mücadele birliği
sadece devrimci mücadele temelinde mümkündür.
Bu birlik işçi sınıfının güçlerini on misli arttıracak
ve faşizmin ofansifini birçok misli zayıflatacak; proletaryanın köylülük üzerindeki devrimci nüfuzunu
yükseltecek ve burjuvazi ve kapitalizme karşı muzaffer mücadele için, Sovyet iktidarı uğruna mücadele
için ön koşulları yaratacaktır.
Avusturya işçi sınıfının devrimci birliği için en büyük tehlike bugün Avusturya sosyal-demokrasisini
yeni bir yaşama uyandırmayı, yeni “sol” bir programın temelinde bile olsa, onu kurtarmayı denemek
olurdu. Böylesi çabalardan Avusturya işçi hareketinin ayrışmasından başka bir şey çıkmazdı. Sizin
saflarınızda hâlâ 15 yıl boyunca sosyal demokrasinin
siyasetini “sola doğru düzeltmeye” çalışmaktan başka
bir şey yapmamış insanlar var. Sonuçları ortadadır!
Daha az korkunç olmayan bir yanılgı, eğer sosyaldemokrasiden Dollfuß-faşizmine karşı mücadele
içinde düş kırıklığına uğrayan işçiler, Hitler-faşizminde bur dayanak arama düşüncesine varırlarsa,
olurdu. Avusturyalı milliyetçi-sosyalistler (Naziler
–ÇN) Avusturya proletaryasının silahlı mücadelesinde işçi katillerinin yanında yer aldılar. Onlar bugün
kahverengi leş akbabalarına benzer bir şekilde muharebe meydanının üzerinde turlarını atıyorlar ve sosyal –demokrasiden hayal kırıklığına uğramış ve yol
ayrımında bulunan Avusturyalı işçileri Hitler-faşizmine kazanmak için demagojik bir şekilde proletaryanın kurban ve acılarını kullanmaya çalışıyorlar.
Biz komünistler Avusturya işçi sınıfının yakın geleceğine inançla doluyuz. Proletaryanın tüm dünyadaki nihai zaferinden kesinlikle eminiz. Bu sarsılmaz ikna olmuşluk Leipzig davası sırasında, aynı
Karl-Marx-Hof-savaşçılarının ölümün gözünün içine
baktıkları gibi, azgın düşmanın doğrudan gözünün
içine bakmakta bana güç verdi. Faşizmin beraberinde getirdiği yangınların, köleliğin, sefaletin görüntüsü arkasında doğuda dünya proletaryasının güçlü
kalesi – Sovyetler Birliği’ni – görüyoruz. İnsanlığın
sosyalizme doğru tarihsel gelişmesini durdurabilecek
hiçbir güç yoktur. Bir muharebe sona erdi, savaşçılar
ölülerini sayıyorlar; ama onlar yıkılmadı. Büyük proleter ordu sonal zafere doğru, ileriye doğru yürümeyi
sürdürüyor.
Belki sosyal-demokrat işçiler, yoldaşlar burada ortaya konulan düşünceleri üstlenmeniz size zor görünüyor. Oysa bu mektubun geçmişi eleştirel olarak
değerlendirmenizde ve buna uygun sonuçları çıkarmanızda size yardımcı olmasını ümit ediyorum. Eğer
her halükârda bu mektupta bütünüyle berrak olmayan bir şeyler varsa veya kuşku duyuluyorsa, bu hâlde
bunları bana bildirişeniz sevinirim.
Moskova, Hastane
Mart 1934
Georgi Dimitrof
Birinci mektubun yazarlarından birinin 2 Mart
1934 tarihli aşağıdaki mektup Mart sonunda elime
geçtiğinde bu satırları yazmış bulunuyordum:
Sevgili Dimitrof yoldaş,
Sen ve de diğer yoldaşların Popof ve Tanef’in kahverengi cehennemi terk ettiklerini ve şimdi Sovyetler
Birliği’nde bulunduğunuzu sevinçle öğrendim. Böylesi kahraman savaşçılara saflarımızda ihtiyacımız
olduğundan binlerce proleter yüreklerine su serpildi.
Böylelerine sahip olmasaydık, o zaman Avusturya
işçi sınıfının ihanet vasıtasıyla böylesine rezil bir yenilgiye mazur kalmak zorunda olmak durumuna gelmezdik. Bu bizim için kanlı bir ders idi. Bu biz için
1905 Rus yılıdır. Ve bizim Sovyetik bir Avusturya’yı
ilan etmemiz ve Rusya’ya kardeş elini uzatmamız ve
birlikte içinde sadece proleterlerin yaşayabileceği yeni
bir devlet kurabilmemizin o kadar uzun sürmemesini
umut etmek istiyoruz. Gerçek bir işçi devleti. (7)
Sevgili Dimitrof yoldaş, bizler artık kötümser hâle
geldiğimizden senin Rusya’da olduğunu gerçekten de
görmemiz için bize birkaç satır yazmanı senden rica
ediyoruz.
Mücadeleci Selamlarla
Evet, yoldaşlar, haklısınız. Eğer sizler gerçekten Bolşevik mücadele yürütseydiniz, o zaman sizin kahramanca mücadelenizin başka bir sonucu olurdu. Oysa
böylesi savaşçılar ancak burjuvaziye karşı amansız sı-
DİP NOTLAR:
(1)
Burada, basın ve toplanma özgürlüğünün kaldırıldığı, parlamentonun ve “Schutzbund”un (Koruma Birliği –ÇN), silahlı sosyal-demokrat bir örgüt,
01 Nisan 1933’de feshedildiği ve Komünist Partisi’nin
(aynı yılın 26 Mayıs’ında) yasaklandığı Avusturya’daki faşist “otoriter idare sistemi”nin uygulamaya
konmasına atıfta bulunuyor.
1933 ve 1934 yılları Avusturya’nın İtalyan faşizmi
ile Avusturyalı Milliyetçi Sosyalistler taraftarlarının
kesin iktidar mücadelelerini sahnesiydi. Dollfußhükümeti milliyetçi-sosyalist partiyi yasakladı ve işçi
hareketini imha etmeye koyuldu. “Heimwehr” (Vatanı Koruma –ÇN)’in faşist çeteleri 12 Şubat 1934’de
“Arbeiterheime” [İşçi Yurtları –ÇN] (sosyal-demokrat örgütlerin merkezleri) işgal etmeye başladılar. Viyana, Linz ve ülkenin diğer bölgelerinde üç gün süren
adamakıllı silahlı çatışmalar meydana geldi. İllegal
Komünist Partisi işçileri genel greve ve silahlı mücadeleye çağırdı. Lakin sosyal-demokrat önderler halk
kitlelerinin harekete geçirilmesini ret ettiler; genel
grevin ilan edilmesini sabote ettiler ve böylece onu
boşa çıkardılar.
15 Şubat 1927’de Viyanalı işçiler, taşradaki bir
işçi yürüyüşü üzerine ateş açan ve birçok işçiye öldürmüş olan faşistlerin provokatif bir şekilde beraat
etmesine yanıt olarak kitlesel bir yürüyüş örgütledi.
Polis yürüyüşçülerin üzerine ateş etti; işçiler polis
karakollarına ve adalet bakanlığına saldırdılar. Sokak
mücadelelerinde yaklaşık 140 işçi öldü ve 1.500’ün
üzerinde işçi yaralandı. Sosyal-demokrat önderler silahlanmak isteyen işçilerin taleplerini göz ardı ettiler
ve onların mücadelesini boşa çıkardılar. Komünist
Partisi olaylara belirleyici bir şekilde nüfuz etmek
için çok zayıftı.
Otto Bauer (1882-1938) – Avusturya Sosyal-Demokrat Partisi ve II. Enternasyonal’in önderlerinden
biri. Birin ci Dünya Savaşından sonra dışişleri bakanı.
(2)
Burada işçiler Milano, Cenova ve Torino’da fabrikaları işgal ettiklerinde Eylül 1920’deki grev mücadeleleri kast edildi. Sosyalist sendika (CGİL)’in yönetimi Liberal Partinin Solları ile bir uzlaşma yapmaya
ve işçileri işgal edilmiş fabrikaları çark etmeye zorlamaya koştu.
(3)
okur mektubu
Burada 150.000 işçinin Ebert-Hükümetine karşı yürümek için sokağa çıktığı Ocak 1919’daki Berlin
olaylarına atıfta bulunuyor. Kentin tüm işletmeleri genel greve katıldı. Bağımsız Sosyal-demokratlar
işçi haini Ebert ile pazarlık görüşmelerine başladılar.
Bu imparatorluk savunma bakanı olarak sosyal-şovenist Noske’ye gönüllü silahlı çeteleri kullanmaya
ve proletaryanın eylemini engellemeye fırsat verdi.
Bunlar Karl Liebknecht ve Rosa Luksemburg’un katledildiği günlerdi.
(4)
✒
nıf mücadelesinde yetişebilir. Ama sosyal-demokrasi
böyle bir mücadele yürütmedi; tersine Otto Bauer
ve Fritz Adler bu mücadeleyi boşa çıkardılar. Ancak
devrimci Birleşik Cephenin faşizme karşı kesintisiz
mücadelesi içinde yeni, cesur, çelikleşmiş savaşçılar
yaratılır. Ancak Marks, Engels, Lenin, Stalin bayrağı
altında yeni Bolşevik önderler yaratılacak ve Avusturya proletaryası onun zafer için kahramanca mücadelesinde eksik bulunan – güçlü bir Bolşevik partiye
– nihayet kavuşacaktır.
Nisan 1934 Georgi Dimitrof
Dimitrof Seçme Eserler, cilt 1, S: 577-593 (Almanca)
Dimitrof, Eserleri, (Bulgarca), cilt 9, S: 396-415
Friedrich Adler – Avusturya Sosyal-demokrat
Partisi’nin fonksiyoneri ve II. Enternasyonal üyesi.
(5)
(6)
Burada bir yanılgıya düştünüz. Siz doğal olarak proleter diktatörlüğün bir devleti olan Sovyet
devletini kast ediyorsunuz. Ama onun içinde yalnız
işçiler değil, aynı zamanda proletaryanın önderliğinde sosyalizmi inşa eden tüm emekçiler yaşıyor. (G.
Dimitrof’un notu)
(7)
[AMLP’nin 2007 yılında Şubat 1934 Mücadelelerinin Başlamasının 73. yıldönümü ve AMLP’nin 40. Doğum Günü vesilesiyle yeniden yayınladığı 12 ŞUBAT
1934’ÜN DEVRİMCİ DERSLERİ adlı broşürü sayfa 30
– 44’den Türkçeye bizim çevirimiz.]
[Yukarda Avusturya’daki iki devrimci grup İA
RKP ve KOMAK-ML’in Avusturya cumhuriyet döneminin ilk işçi ayaklanmasının gerçekleştiği 12 Şubat
1934-olayları hakkında yazdığı bildirinin Türkçe
çevirisini ve o zamanlar Komünist Enternasyonal’in
başkanı Georgi Dimitrof’un konu ile ilgili “Avusturyalı
İşçile-re Mektubu”nun Türkçe çevirisini bilgilerinize
sunuyoruz. ]
Şubat 2016 Avusturya’dan YDİ Çağrı Okuru
55
✒
okur mektubu
Avusturya sosyal-demokrasisinin bugün
siyasi olarak iflas ettiği gerçeğini kabul
etmekle yükümlüsünüz.
(Dimitrof: 1934 Avusturyalı İşçilere Mektup’tan)
12 Şubat 1934’de on binlerce Avusturyalı işçiler,
sürekli siyasi ve ekonomik kötüleşmeleri durdurmak
için burjuva devlet aygıtına karşı ayaklandılar. Onlardan en kararlıları ve en sınıf bilinçlileri silahlara
sarıldılar ve polisin, askeriyenin faşist Heimwehr
(“Vatanı Koruma” -Hıristiyan-sosyallerin – şimdiki
ÖVP- Avusturya Halk Partisi’nin silahlı askeri örgütü – ÇN)’in silahlı birliklerinin saldırılarına karşı
direndiler. Viyana ile Aşağı Avusturya, Steiermark,
Yukarı Avusturya, Salzburg ve Tirol’ün birçok sanayi kentlerinde üç gün boyunca yiğitçe çatıştılar. Oysa
dağınıklık, yetersiz desteklenme ve her şeyden önce
silahlı mücadelelerinin merkezi devrimci bir yönetimden tamamen yoksun olmasından dolayı faşist
gericilik muzaffer olabildi ve Nazilerin yolunu açan
Avustro-faşist bir gaddarlık rejimini kurabildi. Bu,
buna rağmen İspanyol İç Savaşından, Nazi-faşizmine
karşı partizanca mücadelelerden önce Avrupa’da faşizme karşı ilk silahlı başkaldırış idi.
Faşist darbenin Avusturya’da gelişi sürpriz değildi; çünkü daha önce Sosyal-demokrat Parti ve
onun tüm yan örgütleri Şubat 1934’de yasaklanmıştı;
daha 1933’te (o zamanlar henüz devrimci olan) KPÖ
(Avusturya Komünist Partisi -ÇN), Republikanischer
Schutzbund (Cumhuriyetçi Koruma Birliği- Sosyaldemokrat Partinin silahlı askeri örgütü -ÇN) ve diğer
işçi teşkilatları sağcı-muhafazakâr hükümet tarafından yasaklanmıştı.
Viyana’da tek başına hüküm süren sosyal-demokratlar da 15 Temmuz 1927 günü kendi polislerine yürüyüş yapan kadın-erkek işçilerin üzerine ateş ettirtmiş ve kılıç saldırıları altında onları bastırtmışlardı.
Neredeyse 100 ölü ve 1000’in üzerinde yaralı ile burjuva baskı düzeni yeniden kurulmuştu.
56
Bugünkü ÖVP’nin (o zamanların “Heimwehr”inin)
sağ kanadı 1930’da bir “Viyana’nın üstüne Yürüme”
ilan ettiği Korneuburg yemini ile “batılı demokratik
parlamentarizmin ve partiler devletinin” ortadan
kaldırılması üzerine ant içmişti. Bununla sınıf bilinçli kadın-erkek işçilerin faşistçe katledilmelerinin
bir dalgası başladı; 1933’te başka şeylerin yanında demiryolu işçilerinin kitlesel bir grevi devlet tarafından
şiddet kullanılarak bastırıldı ve o zamanların Hıristiyan-Sosyal (bugünkü ÖVP) Dollfuß-SchuschniggHükümeti tarafından Ocak 1934’de genel bir gösteri/toplantı yapma yasağı getirildi. Polis, 12.2. günü
Linzli Schutzbund’cular kendilerini silahla koruyana ve hükümeti devirmek için genel grevin işareti
olan Viyanalı Elektrik-İşletmesi işçilerinin cereyanı
kesmesine kadar devrimci ve komünist örgütlerin
toplantı salonlarında, hem de SP- (Sosyal-demokrat
Parti -ÇN)’nin parti lokallerinde sürekli olarak ev
aramaları yürüttü.
Şubat 1984’de AMLP (Avusturya Marksist-Leninist
Partisi) Tarafından 1934 Şubat Mücadelelerinin Başlamasının 50. Yıldönümü Vesilesiyle Çıkarılan
12 ŞUBAT 1934’ÜN DEVRİMCİ DERSLERİ
ßßßßßßßßßßßßßßßßßßßß
Hayır, Avusturya işçi sınıfının silahlı
mücadelesi bir hata değildi. Bu
mücadelenin örgütlenmemiş olması ve
devrimci, Bolşevik tarzda yürütülmemesi
hatayı oluşturdu.
GEORGİ DİMİTROF
« “GEÇMİŞTEN GELECEK İÇİN ÖĞRENELİM!”
(AMLP’NİN “KIZIL BAYRAK” SAYI: 149’DAN)
« (GEORGİ DİMİTROF’TAN)
“AVUSTURYALI İŞÇİLERE MEKTUP”
Komünist Enternasyonal’in o zamanlar ki başkanı
Georgi Dimitrof, “Avusturyalı İşçilere” ayrıntılı bir
“Mektubu”nda Avusturya devletinin faşistleştirilmesine karşı mücadelede yenilginin en önemli nedenlerini, özellikte hükmeden sosyal-demokrasi vasıtasıyla işçilerin mücadelesinin dezorganize edilmesi,
gericiliğin saldırıları önünde sürekli olarak boyun et-
✒
Avusturya ve Avrupa’daki bugünkü durumu o zamanki ile karşılaştırırsak, burada binlerce devrimci veya salt
anti-faşist anlayışla olsa da kadın-erkek işçilerin on yıllardır süre giden siyasi ve ekonomik kötüleştirmelere karşı
silahlı olarak ayaklanmalarından fersah fersah uzaktayız.
Fransa’da toplanma/gösteri yasağı, mahkeme kararı olmaksızın gözetleme ve polis terörü ile birlikte aylarca “sıkıyönetim hâlinin” tam da normal duruma dönüştürülüyor;
Polonya ve Macaristan’da temel demokratik haklar yasa
değişikliğiyle kaldırılıyor ve kaldırıldı; Avusturya’da örneğin polis yetkileri gitgide yinelenerek genişletiyor ( daha
titizce araç-gereçlerle gözetleme, kişiler hakkındaki verilerin toplanması, ispiyoncular…), tüm seyahat hareketleri
giderek daha dikkatli gözlemlenmekte ve kısıtlanmakta; polis askeri silahlarla donatılmakta ve askeriye yurtiçi
müdahaleler için kullanılmaktadır.
On yıllardır, ama özellikle 2008 ekonomik krizi
patlak verdiğinden beri ortalama işçiler ve hizmetlilerin yaşam koşulları gitgide daha fazla düşmektedir.
En yoksulların % 10-20’sinin durumu son on yıllarda
trajik bir şekilde kötüleşti – Asgari gelir sahibi olanlar kendileri ve çocuklarının geçimlerini artık yeterli
bir şekilde sağlayabilememektedir.
İşçiler, emekçiler ve işsizlerin kararlı kitlesel eylemlerini gerekli kılan yeterli nedenler mevcut. Ama şimdi bizde genel çaresizliğin üstesinden sadece küçük ve
siyasi olarak şimdiye kadar önemsiz gruplar gelmeye
çalışıyorlar. İşçi sınıfının giderek yinelenerek artan
sömürülmesinin burjuva devlet tarafından güvence
altına alındığı ve giderek daha küçük bir sınıfın hisse senedi sahipleri ve diğer kapitalistlerinin giderek
daha da büyüyen zenginliği ve sermayeyi elinde yoğunlaştırmasına sevk ettiği bir sınıflar toplumunda
yaşadığımızı ancak az sayıda insan bilinçli bir şekilde
kavramaktadır.
Ama işçi sınıfının büyük kesimlerinin her şeyden
önce daha genç olanların, işçilere ve halk kitlelerine
önce olası her türlü vaatlerde bulunan, ama sonra
bankalar ve holdinglerin siyasetini hayata geçiren
– bunun en katmerli örneği şimdi Yunanistan’dır parlamentodaki partilere her türlü güvenlerini yitirdiklerini orta vadede gitgide daha da düşmekte olan
seçime katılım oranı göstermektedir…
Eğer en kararlı unsurlar, henüz güçler bitap düşmeden bir hareketi ileriye götürmeyi, saldırıya ge-
okur mektubu
mek, 12.2’den önce kitlelerin harekete geçirilmesinin
gücüne güvenmede eksiklik ve silahlı ayaklanmanın
berrak siyasi hedefler olmaksızın defansif yönelimi
olarak adlandırmaktadır.
çirmeyi, geniş kitleleri mücadelenin içine çekmeyi
başaramazsa, salt direniş orta vadede kesin yenilgiye
götürür. Burjuva devlet aygıtı kendisinin kitleleri nüfuzu altına almanın her türlü olanaklarıyla, eğitilmiş
gözleyicileri/bekçileri, görevlileri ve silahlı birlikleriyle tehlikeli bir hasımdır. Ama o özünde çıkarlarına
tüm devlet siyaseti ve tüm geleneksel partilerin tabi
olduğu kapitalist sömürücülerin sadece çok küçük bir
sınıfıdır. Onun zaafı her şeyden önce bütün itici gücünün azami kârı sürekli olarak avlamakta yatmasıdır. Kâr ümitlerinin zayıfladığı tam da kriz dönemlerinde egemenler sömürülenler ve ezilenlere ancak çok
sınırlı tavizler verebilirler. “Rekabetin” bulunmadığı,
kâr oranlarının düştüğü durumlarda işçi sınıfına,
yani Avusturya’daki halk kitlelerinin büyük çoğunluğuna saldırılar gitgide daha ağırlaşan bir şekilde
uygulanmak durumundadır: Çalışmada baskının
arttırılması, gerçek ücretlerin düşürülmeleri, (günlük, haftalık ve yaşam boyunca) çalışma zamanının
uzatılması, sosyal hizmetlerin kısaltılması, kamusal
eğitim ve hasta(lık) hizmetlerinin kısaltılması vs.
Biz, devrimciler, komünistler sürekli kötüleştirmelere karşı mücadelede giderek daha fazla bunların mağdurlarını mücadelenin içine çekmeye ve aynı
zamanda en bilinçli kesimlerini ofansif siyasi bir
yönelimin gerekliliği konusunda ikna etmeye çalışmalıyız. Bizim için önümüzdeki hedef, sosyalist bir
toplumda meta ilişkileri ve insanın insan tarafından
sömürülmesi kapitalist ilkesinin aslında ortadan kaldırılması için işçi sınıfının büyük kesimlerinin katılımıyla mevcut tüm koşulların proleter bir devrimle
devrilmesidir.
(Şubat 2016)
İA RKP
KOMAK-ML
Devrimci Komünist bir
Komünist Eylem –
Partinin İnşa Edilmesi
marxist-leninist
için İnisiyatif
ia.rkp2017@yahoo.com
komakml@gmail.com
A-1070 Wien, Stiftgasse 8
57
✒
“BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR
DEVRİMİ” ÜZERİNE!
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
2
58
016 yılı Çin Halk Cumhuriyeti’nde yaşanan
“Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin başlangıcının 50. yıldönümüdür. “Büyük Proleter Kültür Devrimi”, Çin’de milyonlarca insanın
harekete geçtiği, devasa gösterilerin düzenlendiği bir
süreçtir. Bu dönem, aynı zamanda Dünya Komünist
Hareketi içinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi çevresinde toplanan revizyonist kanatla, Çin Komünist
Partisi etrafında toplanan Marksist-Leninist kanadın
ayrıştığı bir dönemdir. Tüm hata ve eksikliklerine
rağmen Dünya Komünist Hareketi içinde Sovyetler
Birliği Komünist Partisi 20. Parti Kongresi ardından
egemen olan modern revizyonizme başkaldıran par-
tilerden biri Çin Komünist Partisi idi. Fakat Çin Komünist Partisi tarafından Sovyetler Birliği Komünist
Partisi’nin revizyonist çizgisine başlangıçta çok dikkatli bir dille yöneltilen eleştiriler yalnızca Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nde değil, aynı zamanda
Çin Komünist Partisi içinde de direnişle karşılaşıyor,
hoşnutsuzluk yaratıyordu. Çin Komünist Partisi içinde de, Dünya Komünist Hareketi içinde olduğu gibi
iki çizgi mücadelesi yaşanıyordu. Çin’deki “Büyük
Proleter Kültür Devrimi” Çin Komünist Partisi içindeki bu iki çizgi mücadelesinin kültür alanındaki bir
tartışmada yansıması olarak başladı.
1966‘da patlayan “Büyük Proleter Kültür
Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) resmi yayınları
‘Kültür Devrimi’nin başlangıç tarihini 10 Kasım 1965
olarak verir. Bu tarihin geri planında, parti üyesi olmayan ve bir tarih profesörü olan Vu Han tarafından
1961’de yazılan ‘Hay Juy Daireden Kovuldu’ başlıklı
bir tiyatro oyunu üzerine yürüyen bir tartışma
vardır. Vu Han, 1964’e kadar -parti üyesi olmamasına
rağmen- Pekin Belediye Başkanı’nın vekilidir. Bu dönemde aynı zamanda Çin Komünist Partisi Merkez
Komitesi ve Siyasi Büro üyesi olan Peng Chen, Pekin
Belediye Başkanı ve Pekin Parti Komitesi’nin birinci
sekreteridir. Vu Han, Peng Chen’in görüşlerinin etkisi ve onun koruyuculuğu altındadır.
Vu Han’ın yazdığı oyun konusu kabaca şudur:
Ming hanedanlığı döneminde, Suçov köylülerinin
topraklarına Ming hanedanı el koyar. Hay Juy bölgede çalışan yüksek rütbeli bir memur, bir bürokrattır.
Hay Juy, Ming hanedanının el koyduğu toprakların,
toprak sahibi köyülelere geri verilmesi için mücadele yürütür. Köylülerin topraklarının geri verilmesi
için imparatora başvurur. Bu çabalarından ötürü de
görevinden alınır, “daireden kovulur.” Görünürde
haksızlığa karşı çıkan ilkeli, namuslu bir bürokratın
öyküsü anlatılmaktadır. Ona yapılan bir haksızlık
dile getirilmektedir! Görünürde güncel siyasi sorunlarla bağı olmayan,”tarihi bir tiyatro oyunu”dur Vu
Han’ın oyunu. Fakat oyunun yazıldığı dönem Çin’de
Marksist-Leninist kanadın kırda kır komünlerinin
yaygınlaştırılması, zengin köylülerin özel mülklerinin kır komünleri içinde toplumsallaştırılması
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
“Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin
Başlangıcı
için mücadele ettiği, buna karşı revizyonist kanadın
bu harekete karşı çıktığı bir dönemdir. Vu Han’ın Hay
Juy’un mülkiyet haklarını savunduğu kesim toprak/
mülk sahibi zengin köylülerdir. Onların özel mülkiyet hakkıdır sahip çıkılıp savunulan. 1959’dan sonra
yürüyen sınıf mücadelesi açısından ele alındığında
Vu Han’ın oyunu objektif olarak köy/kır komünlerine karşı çıkan, özel mülkiyetin dokunulmazlığını
savunan bir oyundur.
1965’de Şanghay parti örgütünde yer alan genç
komünist gazeteci Yao Ven Yüan, Vu Han’ın yazdığı
oyunu ‘zehirli bir ot’ olarak değerlendiren bir yazı yazar. 10 Kasım 1965’te Yao Ven Yüan’nun yazdığı makale Şanghay’da Venhuybao gazetesinde yayınlanır.
Makalede Hay Juy’un köylülüğe verdiği destek, özel
mülkiyetin teşvik edilmesi olarak eleştirilir. Makale aynı zamanda Vu Han’ın oyununun proletarya
diktatörlüğüne karşı kapitalist sınıfın mücadelesinin
bir parçası olarak görülmesi gerektiğini belirtir.
Mao, Yao Ven Yüan’ın bu yazısını destekler. Geniş
çapta yaygınlaştırılmasını ister.
Peng Chen, Şanghay’da Venhuybao gazetesinde
yayınlanan bu yazının başta Halkın Günlüğü gazetesi olmak üzere Pekin basınında yayınlanmasını
engeller. Peng Chen, yazının broşür şeklinde basılıp
dağıtılmasına da izin vermeyeceğini de açıklar. Revizyonist yönetimin yayınlanmasını istemediği
yazılar yayınlanmaz. Peng Chen,Vu Han’a yöneltilen
eleştirilerin “akademik sınırlar içerisinde kalması”nı
ister.
Bu dönemde ÇKP Propaganda Bürosu’nun yöneticisi Siyasi Büro üyesi Lu Ting-yi’dir. Peng Chen,
Lu Ting-yi ile işbirliği yapmanın yollarını aramaya
başlar. Lu Ting-yi aynı zamanda kültür ve eğitim
kurumlarından sorumludur. Peng Chen ve Lu Tingyi, çeşitli engelleme manevralarına başvurabilecek
olanaklara sahiptirler. Yao Ven Yüan’ın makalesinin
geniş çapta yayınlanmasını engellemek için etkinliklerini kullanırlar. Yao Ven Yüan’ın makalesi sadece
Doğu Çin’deki gazetelerde yayınlanır.
Yao Ven Yüan’ın
makalesi Şanghay’da
yayınlandıktan üç hafta sonra Çu En-lay’ın girişimi
sonucu Pekin’de de parti gazetesinde yayınlanır. Fakat gazetenin başyazarı makaleye bir önsöz yazar.
Başyazar, makalenin içeriğinin akademik olduğunu,
Vu Han olayının siyasi olmaktan ziyade tarihi bir
tartışma konusu olduğunu vurgular.
1965 Aralık ortasında Peng Chen’in yakın çalışma
arkadaşı ve Partinin Pekin İl Komitesi kültür yönetici-
✒
Devrimi”nin etkileri kısa süre içinde, bütün dünyaya
yayıldı. Emperyalist metropollerde de ezilen
halkların kurtuluş mücadelelerinden ve Çin‘de “Büyük
Proleter Kültür Devrimi”nden esinlenen öğrenci gençlik sokaklara indi.Yapılan kitle gösterilerinde birçok ülkede doğrudan Çin’deki ‘Kültür Devrimi’nin
şiarları ve araçları kullanılıyordu. “Büyük Proleter
Kültür Devrimi”nin etkimesi sonucu bir dizi ülkelerde revizyonistleşmiş olan Komünist Parti’lerden
kopuşlar oldu, yeni Marksist-Leninist partiler kuruldu. “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin etkileri
Kuzey Kürdistan/Türkiye’de de yansımasını buldu.
Ülkelerimizin gençliği de ayağa kalktı. İbrahim Kaypakkaya, öncelikle ‘Çin Kültür Devrimi’nden etkilenerek Kuzey Kürdistan/Türkiye’de proletarya partisininin yeniden kurulması işine soyundu.
59
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
si olan Teng To’nun “Hay Juy Daireden Kovuldu’dan
İtibaren Moral Değerlerin Mirası Sorunu” başlıklı bir
yazısı aynı gazetede yayınlanır. Bu yazıda tartışmanın
sadece Vu Han’ın oyunu etrafında değil, fakat genel
olarak edebiyatla ilgili olduğu, siyasetle çok az ilgisi
bulunduğu ve tarihi bir araştırma ile ilgili sorunlarla
sınırlandırılması gerektiği savunulur. Peng Chen ve
Lu Ting-yi, Vu Han’ı eleştiren kimi makaleleri yasaklarlar. Çin Pen-yu tarafından yazılan “Hay Juy Daireden Kovuldu’nun Gerici Karakteri” başlıklı makalenin yayınlanması da engellenir.
Peng Chen ve Lu Ting-yi’nin Manevraları
60
Peng Chen ve Lu Ting-yi’nin Vu Han’a yöneltilen
eleştirilerin yayılmasına karşı çıkmaları şaşırtıcı
değildir. Onlar tartışmayı mümkün olan en kısa zamanda sonlandırmak istemektedir. 1966 başlarında
Pekin ve halk gazetelerinde, Vu Han’ın oyunundaki siyasi hataları ortaya koyan bir “özeleştiri”
yayınlanır. Peng Chen, 1966 Ocak’ında yaptığı siyasi konuşmalarda, Vu Han’la ilgili olarak iki aylık
süre içerisinde bir sonuca varılabileceğini açıklar.
Peng Chen, ortaya çıkan durumun o kadar ciddi
olmadığını ve kısa bir zaman dilimi içerisinde bu
sorunun çözülebileceğini belirtir. Peng Chen, Vu
Han’ı Pekin dışına gönderme sorumluluğunu da
üstlenir. Hesaplanan yayınlanan “özeleştiri” ve Vu
Han’ın Pekin dışına çıkarılması ile fırtınanın dinmesidir. Vu Han, “dört temizleme hareketi”ne katılmak
üzere bir köy komününe gönderilir. Vu Han’ın oyunu ile ilgili tartışmalar, 1965’te başlayan ve zararlı
kabul edilen sanat ve edebiyat eserlerini eleştirmeyi
amaçlayan bir hareketin parçasıdır. Bu hareket “Kültür Devrimi” olarak adlandırılır. ‘Kültür Devrimi’
sanat/edebiyat/kültür alanında burjuva ideolojisini
eleştirme ve geleneklerden kopmayı amaçlar.
1966’nın başlarında bu ‘Kültür Devrimi’ni yönetmek amacıyla ‘Beşler Grubu’ adıyla anılan bir yönetim oluşturulur. Bu grubun başına Pekin Belediye
Başkanı Peng Chen getirilir. Peng Chen dışında,
‘Beşler Grubu’nda Lu Ting-yi, Çu Yang, Vu Leng-si
ve Kang Çeng yer alır. ‘Beşler Grubu’ içinde yer alanlardan sadece Kang Çeng Mao’ya yakın bir isimdir.
Bu aslında bu dönemde Mao Zedung ve onun çevresindeki Marksist-Leninistlerin Siyasi Büro içinde
azınlıkta kaldıklarını gösteren bir görevlendirmedir.
Şubat 1966’da “Kültür Devrimi’nden Sorumlu Beşler
Grubu’nun Günümüzdeki Akademik Tartışmalar
Üzerine Kısa Raporu” yayınlanır.
Peng Chen bu raporda gerçek niyetini ve güttüğü
amacı açıkça ortaya koyar. Bu dönemde aslında Vu
Han’ın oyununu eleştirenler açısından isimleri verilmese bile Teng To ve Peng Chen de hedeftedir. Teng
To, Pekin’de yayınlanan “Cephe Hattı”dergisinin
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Çi Pen-yu’nun Kızıl Bayrak’ta, “Pekin Gazetesinin ve
Cephe Hattının Burjuva Konumu Üzerine” başlıklı
bir yazısı yayınlanır. Yao Ven Yüan’ın 10 Mayıs’ta
yayınlanan ikinci makalesi önemli bir makaledir.
“Üç Köylü Ailesinden Notlar Üzerine” başlıklı makalenin alt başlığı da “Yenshan’da Akşam Sohbetleri ve Üç Köylü Ailesinden Notlar Üzerine’nin Gerici
Karekteri”dir. Oldukça uzun olan bu yazıda, Vu Han,
Teng To ve Liao Mo-şa parti çizgisine ve Mao’ya karşı
çıktıkları için eleştirilir. 16 Nisan’da Pekin “Cephe
Hattı” gazetelerinde yayınlanan özeleştirilerin sahte
özeleştiriler olduğu belirtilir.
✒
redaktörü konumundadır. 1961’de bu dergide “Üç
Aile Köyünden Hatıralar” ve “Yenshan’da Akşam
Sohbetleri” başlıklı seri makaleler yayınlanmıştır.
Bu makalelerin hazırlanmasında Vu Han’ın katkısı
da vardır. Bu yazılarda görünürde tarihi olaylar
değerlendirilmektedir. Fakat aslında Vu Han’ın
oyununda olduğu gibi hedefte Marksist-Leninistler
ve onların çizgileri vardır. Biryıl süreyle Teng To, bu
yazılarla dolaylı olarak parti içindeki Marksist-Leninist kanadın görüşlerini eleştirir. Bu yazılarda, sınıf
kavgası reddedilerek burjuva fikirler savunulur. Sovyetler Birliği’nden kopuş red edilir.
“Kültür Devrimi’nden Sorumlu Beşler Grubu”nun
raporunun yayınlanmasından sonra parti içinde
çıkan çelişmeler ve çatışma giderek şiddetlenir. Bu
dönemde Marksist-Leninist kanat açısından hedef Peng Chen ve etrafında yer alanlardır. Parti
basınında, isimler belirtilmeden Şubat Raporu’nda
yer alan tezler eleştirilir.
16 Nisan 1966’da Peng Chen ve arkadaşlarının
yönetiminde bulunan Pekin gazetesinde, “Üç Köylü
Ailesinden Notlar” ve “Yenshan’da Akşam Sohbetleri” adlı iki seri yazıyla ilgili “özeleştiri” makaleleri yayınlanmaya başlanır. Bu özeleştiriler, patlamak
üzere olan fırtınaya karşı kendilerini güvence altına
almak için bir önlemdir.
Nisan 1966 başından itibaren Peng Chen ve
taraftarlarına karşı açık ideolojik mücadele
kampanyası başlatılır. Bu kampanyanın işaret fişeği
“Silahlı Kuvvetlerde Sanat ve Edebiyat Çalışması Üzerine Düzenlenen Forum’un Özeti” başlıklı yazıdır.
Yazıda, Vu Han olayına değinilmeden, siyasi yanın
akademik yönden önde geldiği vurgulanır. Edebiyat
ve sanat alanında, yanlış bir çizginin ısrarla sürdürülmesinin, sanatın gerçek anlamda proleterleşmesini
engellediğine dikkat çekilir. Burjuva etkilerine karşı
savaşmanın ve uzlaşmaz bir biçimde mücadele etmenin gerekliliğine işaret edilir.
18 Nisan 1966’da ordu gazetesinde; “Mao Zedung Düşüncesi’nin Büyük Kızıl Bayrağını Yüksekte Tutalım ve Büyük Sosyalist Kültür Devrimi’ne
Aktif Bir Şekilde Katılalım” başlıklı bir başmakale
yayınlanır. Makalede; 1949’da zafere ulaşan devrimden sonra sanat ve edebiyat alanında şiddetli bir sınıf
mücadelesinin başlatılmış olduğu hatırlatılır.
8 Mayıs’ta isim verilerek, Vu Han, Teng To ve Liao
Mo-şa’yı eleştiren çeşitli makaleler yayınlanır. 10
Mayıs’ta Şanghay’da, Yao Ven Yüan’ın bu üç kişiyi
eleştiren başka bir makalesi yayınlanır. 11 Mayıs’ta,
Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi
Onaltı Mayıs Genelgesi
16 Mayıs 1966’da “Çin Komünist Partisi Merkez
Komitesi’nin Genelgesi” yayınlanır. Merkez Komitesi, “Kültür Devrimi’nden Sorumlu Grup” tarafından
“Yürütülen Mevcut Akademik Tartışmalar Üzerine”
yazılan ve 12 Şubat 1966 tarihinde dağıtılması kabul
edilen Rapor Taslağı’nın” iptal edildiğini belirtir. Bu
genelgeyle, “Kültür Devrimi’nden Sorumlu Grup”
görevinden alınır. Bütün şubeleri dağıtılır. Çin Komünist Partisi Siyasi Büro’nun Daimi Komitesi’ne
doğrudan doğruya bağlı yeni bir ‘Kültür Devrimi
Grubu’nun kurulmasına karar verilir. Dokuz kişiden
oluşan ‘Kültür Devrimi Merkez Birliği’ (KDMB)
oluşturulur. Bu grup Mao Zedung dışında, Mao’nun
genel sekreteri Çen Boda, Kamu Güvenliği Bakanı
Kang Çeng, Mao’nun eşi Ciang Çing, Şenghay’dan
Jang Çung-çiao ve Yao Ven Yüan’dan oluşur. Savunma Bakanı Lin Biao ve Başbakan Çu En-lay ile birlikte
bu grup “sol ittifakı” oluşturur. ‘Kültür Devrimi’nin
ikinci aşamasına bu kişiler önderlik edecektir.
Sanat/edebiyat/kültür alanında bir tartışma ile
başlayan ‘Kültür Devrimi’, artık açıkça parti içinde revizyonizme, parti ve devlet içinde burjuvazinin temsilcilerine karşı genel bir siyasi mücadeleye
dönüşür.
Bu genelgede bizzat Peng Chen’in ismi verilerek ‘Beşler Grubu’nun yayınladığı rapor eleştiri
yağmuruna tutulur. Genelge, “1962 tarihli Merkez Komitesi Sekizinci Genişletilmiş Oturumu’nda formüle
edilmiş bulunan yol gösterici ilkelere karşı bir çizgi”
izlendiğini, raporun, kabul edermiş gibi görünerek,
aslında Mao Zedung tarafından bizzat başlatılan ve
yönetilen “Büyük Proleter Kültür Devrimi”ne karşı
çıktığını belirtir.
Genelgeye göre “Beşler Grubu’nun Raporu” Peng
61
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
62
Chen’in tek başına yazdığı bir metindir. Bu rapor, grup
üyelerinin tartışmasına sunulmaz. Herhangi bir parti komitesinin görüşüne başvurulmaz. Rapor taslağı
incelenmek üzere Merkez Komitesi’ne gönderilmez.
Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Başkanı olan
Mao Zedung’un onayına sunulma gereği duyulmaz.
Genelge, Peng Chen raporunun tartışılan sorunları
tahrif ettiğini, burjuvazinin temsilcilerine karşı mücadelenin esas olduğunu açıklar. Genelgede ayrıca,
Peng Chen’in tartışmaları bastırdığı ve sorunu tamamen akademik bir düzeye indirgediği belirtilir. Burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinin esas olduğu belirtilen genelgede, açıkça burjuvazi üzerinde proletarya
diktatörlüğünün uygulanması gerektiği düşüncesi
ön plana çıkar. 16 Mayıs Genelgesi, partiye, hükümete, orduya ve farklı kültürel alanlara sızan burjuva temsilcilerinin, revizyonist ve karşıdevrimciler
topluluğunu oluşturduğu ileri sürülür.
Genelgede şöyle denilir: “Burjuvazinin sinsice partiye, hükümete, orduya ve kültürün çeşitli alanlarına
sızan temsilcileri bir karşıdevrimci revizyonistlerin
küçük bir kümesidir. Zamanı olgunlaştığında, siyasi iktidarı kendi ellerine geçirecek ve proletaryanın
diktatörlüğünü
burjuvazinin
diktatörlüğüne
dönüştüreceklerdir. Bu insanların bazıları şimdiden
tarafımızdan açığa çıkarılmış bulunmaktadır, ama
gerçek yüzlerini henüz açığa çıkarmadığımız bazıları
hâlâ vardır. Bazılarına daha hâlâ güvenimize sahipdirler ve örneğin kendilerini en yakınımıza yerleştirmiş
bulunan Kruşçev tipinde insanlar ardıllarımız olarak yetiştiriliyorlar.” (Aktaran Philip Short, “Mao
Zedung, Bir Yaşam”, s. 479, 2007 İstanbul, İthaki
Yayınları)
16 Mayıs Genelgesi, parti ve devlet içindeki burjuvazinin temsilcilerine karşı topyekün saldırı çağrısı
olarak, aslında “Mao Zedung önderliğindeki BPKD”
nin gerçek işaret fişeği, başlangıcıdır. Artık tartışma
kültür/sanat/edebiyat alanında parti basınında yürüyen bir tartışma olmaktan çıkmış, kitlelerin harekete
geçirildiği bir siyasi devrim hareketine dönüşmeye
başlamıştır. (16 Mayıs Genelgesi’ni ekte yayınlıyoruz.)
İlk Duvar Gazetesi
25 Mayıs 1966’da Pekin Üniversitesi’nin duvarlarına, okul yöneticilerini eleştiren büyük puntolu afişler
asılır. Bunlar ‘Kültür Devrimi’nin en yoğun kullanılan ajitasyon/propoganda araçlarından biri olan Duvar gazetelerinin başlangıcıdır. İlk Duvar gazetesinin
altında, aralarında ‘Pekin Devrimci Komitesi’nden
Nieh Yuan-zu’nun da bulunduğu yedi kişinin imza-
Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi, 3 Haziran
1966’da ‘Pekin Parti Komitesi’ hakkında aldığı yeni
kararları yürürlüğe koyar. Peng Chen görevinden alınır. Yeni atamalar yapılır. Pekin İl Komitesi Birinci
Sekreterliği’ne Li Sueh-feng ve sekreter yardımcılığına Vu Teh atanır. Pekin Akşam Haberleri ve Pekin
gazeteleri yeniden yapılandırılır. Yazı işleri kadrolarına yeni atamalar yapılır. “Cephe Hattı” gazetesinin
yayını geçici olarak ertelenir. Pekin Üniversitesi rektörü Lu Ping görevinden alınır. Pekin Üniversitesi’ne
‘Kültür Devrimi’ni yönetmek için bir çalışma grubunun gönderildiği açıklanır.
Pekin Üniversitesi’nde sular durulmaz. Dalga dalga hücumlar birbirini izler. Günler, duvar gazeteleri
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Pekin İl Komitesi Ve Pekin Üniversitesi
Yeniden Yapılandırılıyor
çıkarmakla, bildiriler basmakla, toplantılar ve yoğun tartışmalarla geçer. Zaman zaman profesörler,
öğrencileri destekleyen toplantılar yapar. Üniversite
eski yönetimi eleştirilir. Eski yönetimin sadece ‘Kültür Devrimi’ni bastırmakla yetinmediği belirtilir. O
kitlelerin seferber edilmesine karşı çıkmakla ve en
önemlisi de eski eğitim metodlarını savunmakla suçlanır.
Nieh Yuan-zu ve öğrenci arkadaşlarının duvar gazetesinin, basın ve radyo yoluyla halka duyurulması
tartışmaları bütün Çin’e yayar. Çeşitli şehirlerde bu
tür duvar gazeteleri hazırlanır. ‘Kültür Devrimi’ boyunca, kağıt ve mürekkep fabrikalara, okullara, öğrencilere ve işçilere bedava olarak dağıtılır. Duvar
gazeteleri herkesin görüşlerini ifade edebilmesi, görüşlerini yazıya dökmesi ve hoşlanılmayan herhangi
bir şeyle mücadele edebilmesi için etkin bir araçtır.
Herkes bu aracı kullanarak devrimci yoldan sapan
yetkilileri eleştiriye tabii tutmak imkanına sahiptir.
✒
sı vardır. Duvar gazetesinde yazılan yazılarda, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin kararlı bir tutumla,
“bütün şeytanları ve canavarları ve bütün Kruşçev’ci
tipteki karşıdevrimci revizyonistleri tasfiye etmeleri ve
sosyalist devrimi sonuna kadar götürmeleri” istenir.
Duvar gazetesinde, ‘Pekin Parti Komitesi’nin üniversite işlerinden sorumlu iki üyesi ve üniversite rektörü
Lu Ping isimleri verilerek şiddetle eleştirilir. Duvar
gazetesinde, üniversitede ‘Kültür Devrimi’ hareketine getirilen kısıtlamalar eleştirilir. Üniversite rektörü
ve ‘Pekin Parti Komitesi’ne ‘Kültür Devrimi’nin siyasi
yönünü asgariye indirip, harekete akademik bir görünüp kazandırdıkları için eleştiri getirilir ve onların
siyasi tartışmaları engellemeye çalıştıkları söylenir.
Kitlelerin seferber edilmesinin gerekliliği vurgulanır.
Parti içindeki revizyonist düşüncelere karşı da cesaretle savaşmanın gerekliliği belirtilir.
Üniversite de duvar gazetelerinin asılması sonucu,
rektör Lu Ping’in başkanlık ettiği ‘Üniversite Parti
Komitesi’ derhal karşı saldırıya geçer. Ertesi sabah
yüzlerce duvar gazetesi ortaya çıkar. Bunlarda Nieh
Yuan-zu hedef tahtasına konulur.
Mao Zedung, yönetime karşı mücadele eden üniversite öğrencilerine açık destek verir. Mao, Nieh
Yuan-zu önderliğinde asılan duvar gazetesini savunur. Duvar gazetesinde yer alan yazıların radyo istasyonları aracılığı ile tüm Çin’e yayılmasını ister. Çen
Boda, 29 Mayıs’ta Halkın Günlüğü gazetesinin yönetimini devralır. Halkın Günlüğü gazetesinde, Pekin
Üniversitesi’ni “parti ve sosyalizm karşıtı inatçı bir
kale” ve üniversite rektörünü de “kara çetenin lideri”
olarak kınayan yazılar yayınlanır.
Çalışma Gruplarının Ortaya Çıkışı
3 Haziran 1966’da Pekin İl Komitesi’nin yeniden
yapılandırıldığını açıkladık. Aynı dönemde Pekin
Üniversitesi’ne de bir çalışma grubu gönderilir. Daha
sonraki günlerde, benzer çalışma grupları farklı kuruluşlara ve çeşitli çalışma alanlarına gönderilir.
Çalışma grupları ilk defa 1964’te “Sosyalist Eğitim
Hareketi” sırasında oluşturulmuştur. Hâlâ faal olan
gruplar yeni görevlerini üstlenirler. Birçok yerde yeni
çalışma grupları oluşturulur. Bu çalışma grupları,
parti kadroları ve gençlik birliği üyelerinden oluşur.
Bu çalışma grupları gönderildikleri yerlerin yabancısıdır. Bazı şehirlerde kadro sıkıntısı çekildiğinde,
başka şehirlerden kadrolar getirilir. Bu çalışma gruplarının süresi elli gün olarak kabul ediliyordu.
Çalışma gruplarının eski Pekin İl Komitesi liderlerine, Belediye Başkanı Peng Chen taraftarlarına karşı
yürütülen hareketin başına geçmeleri öngörülür. Çalışma gruplarının diğer görevi, Peng Chen/Lu Ting-yi
taraftarları ile ittifak kuran, ilişkide bulunanları ortaya çıkarmaktır.
Çalışma Gruplarının İşlevleri Değiştiriliyor
Mao Zedung, 1966 Haziran başında Pekin’den elli
günlüğüne ayrılır.
Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Liu Şaoçi’dir. Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi genel
sekreteri Deng Siao-ping’tir. Deng Siao-ping ve Liu
Şao-çi bu dönemde Merkez Komitesi’nin işlerini yö-
63
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
64
netir, çalışma gruplarının sorumluluğunu da üstlenirler. Aynı zamanda diğer eyaletlerdeki çalışma
gruplarının faaliyetlerini izlemeye başlarlar. Çalışma
gruplarının oluşturulmasında çizilen yön değiştirilir. Mao’ya göre çalışma gruplarının hedefi, burjuva yoldan gidenlerin açığa çıkarılmasıdır. Fakat Liu
Şao-çi/Deng Siao-ping’in denetiminde çalışma grupları, revizyonist yoldan gidenlerle ilgisi olmayan parti
örgütlerini hedef alır. Revizyonist yoldan gidenlere
karşı mücadele eden partililerden özeleştiri yapmaları istenir. Çalışma grupları, kapitalist yolda gidenlere
karşı mücadele edenleri, “kara çete” grubuna dahil
olmakla suçlar. Çalışma grupları, insanların duvar
afişlerinde düşüncelerini serbestçe ifade edebilmelerini kısıtlayan genelgeler yayınlar. Üniversite’de olup
bitenlerin dışarda açıklanması yasaklanır. Çalışma
gruplarının bu tavrı daha sonra ‘Kültür Devrimi’nin
yayılmasına karşı düşmanca bir tavır olarak mahkûm
edilir.
Çalışma gruplarının bu yöntemleri ve tavırları sonucu huzursuzluklar çıkar. Kimi yerlerde öğrenciler/
işçiler, çalışma gruplarından yana veya çalışma gruplarına karşı olanlar diye ikiye ayrılır. Çelişkiler çeşitli
biçimler almaya başlar. Çalışma gruplarından yana
olanlar, olmayanlar hazırladıkları afişlerle birbirlerini
suçlamaya başlar. Kimi çalışma grupları, kendilerini
eleştirenleri karşıdevrimci olarak damgalamaya başlar. Gruplar arasında hakâret ve şiddete varan olaylar
yaşanır. Okul ve fabrikalardaki birçok toplantı, bağrışıp çağrışma toplantıları haline gelir. Muhalefetteki
işçiler ve öğrenciler, çalışma gruplarının yöntemine
karşı kolektif bir mücadele yürütmek amacıyla amaç
ve faaliyetlerini gizlemek zorunda kalır.
Nispeten daha küçük gruplar halinde biraraya gelirler. Lise ve üniversitelerdeki bu direniş merkezleri,
daha sonra “Kızıl Muhafızlar” diye bilinen örgütlenmenin nüvelerini oluşturur. Mao’nun Pekin dışında
bulunduğu ve sağlığı konusunda spekülasyonların
yapıldığı bu dönemde, Çin’de elli gün boyunca karmaşık bir durum ortaya çıkar. Çalışma grupları ile
anlaşmayan ve bunların faaliyetlerine karşı direnmek
isteyenler zor durumda kalır.
16 Temmuz 1966’da Mao Zedung’un Vuhan’da
Yangze Irmağı’nda yüzdüğüne dair fotoğraflar Çin
gazetelerinde yer alır. Bu tarihte Mao 72 yaşındadır.
Mao’nun Yangze Irmağı’nda 14 km yüzmesine değişik anlamlar yüklenir. Haberlerin yayınlanmasından
iki gün sonra Mao, Pekin’e döner.
Bu dönem aynı zamanda ABD’nin Vietnam savaşını başlattığı bir dönemdir.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Pekin’de olmadığı dönemi bölge örgütleri, öncelikle de ordu/parti örgütleri ve doğrudan emekçi kitlelerle, gençlerle temaslarla geçiren Mao, Pekin’e döndükten sonra “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin
sürdürüleceği siyasi ve ideolojik temelin onaylanması
için Merkez Komitesi Plenumu’nu toplar. Bu plenum
dört yıl aradan sonra toplanan ilk plenumdur. Plenum toplantısına bütün MK üyeleri katılır. Siyasal raporu Liu Şao-çi sunar. Liu Şao-çi raporunda, çalışma
gruplarına yaklaşımının hatalı olduğunu kabul eder.
Ancak, bu durumun bir çizgi hatasından ziyade açıklığın olmamasından kaynaklandığını öne sürer.
Onbirinci Plenum’da iki belge kabul edilir. Birinci belge “ÇKP Sekizinci Merkez Komitesinin Bütün
Üyelerinin Katılmasıyla Yapılan Onbirinci Genişletilmiş Oturumumuzun Resmi Tebliği”dir. Bu belge
üç kısımdan oluşur.
Birinci kısımda, ülkenin iç koşulları, ekonomik
alandaki gelişmeler ve ideolojik sorunlara yer verilir.
İkinci bölüm uluslararası durumla ilgilidir.
Üçüncü bölüm “Mao Zedung Düşüncesi’nin Yüce
Bayrağını Yükseklerde Tutalım” başlığını taşır. Bu
bölümde, Mao Zedung’un Marksizm-Leninizme katkılar yaptığı belirtilir ve ‘Kültür Devrimi’ davasında
yararlanmak üzere Mao’nun eserleri üzerine yoğun
bir eğitim-kavrama çalışmasının yapılması çağrısı
yapılır.
Onbirinci Plenum’da kabul edilen ikinci belge “Çin
Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne İlişkin Kararnamesi” başlıklı
belgedir. Bu belge onaltı maddelik karar olarak da
bilinir.
Bu belgede Liu Şao-çi ve Deng Siao-ping’in önderlik
ettiği dönem çalışma gruplarının faaliyetleri açık bir
şekilde kınanır. Bu belge, ‘Kültür Devrimi’nin planlı,
programlı yürütülmesi için yol gösterici bir metindir.
Bu belgede; ‘Kültür Devrimi’nin hedefleri açık bir şekilde ortaya konulur. Kapitalist yolu izleyen kişileri
hadef alan belgede, bazı devrimcilerin hatalar yaptığı,
zaaflar gösterebileceği söylenir. Kapitalist yolu seçenlerin direnişlerinin hâlâ sürdüğü ve partinin önderliğinde kitlelerin seferber edilmesi ile bu engellerin
aşılacağı vurgulanır.
Bu belgenin en önemli yanı kitlelere yapılan vurgudur. Kendilerini kurtuluşa götürmenin kitlelerin
kendi ellerinde olduğu belirtilir. Kitleler adına/yerine
herhangi bir şeyin yapılması metodunun kullanılma-
ması söylenir. Kitlelere güvenilmeli vurgusu belgede
önplana çıkar. Mao, partiye, “kitlelere güvenin”, “onlara inanın ve inisiyatiflerine saygı gösterin, korkuyu
bırakın karışılıklardan korkmayın” der.
Kadroları dört kategoriye ayıran belge, üçüncü kademedeki kadroların önemli hatalar yaptığı ve dördüncü kademeyi oluşturan kadroların ise parti aleytarı ve antisosyalist sağcılardan oluştuğu söylenir.
Onbirinci Plenum belgelerinde Liu Şao-çi ve Deng
Siao-ping’in isimlerinden söz edilmez.
Onbirinci MK Plenumu, yeni Siyasi Büro üyelerini
seçer. Liu Şao-çi, sıralamada ikinci sıradan sekizinci
sıraya kaydırılır. Lin Piao, başkan yardımcısı ünvanıyla Mao’nun tek yardımcısı olur. Başbakan Çu Enlay, sıralamada üçüncü konumunu korur. Çen Boda,
Kang Çeng ve Tao Çu Siyasi Büro Daimi Komite üyesi
olurlar. Deng Siao-ping, yedinci sıradan altıncı sıraya getirilir. Görüldüğü gibi ‘Kültür Devrimi’nin bu
aşamasında daha sonra kapitalist yolda gidenlerin
enbaşında sayılanlar hâlâ Siyasi Büro üyesi konumundadırlar. Bu yapı ile fazla ilerlemek, “kapitalist
yolcu”ların tasfiyesi mümkün değildir.
6 Ağustos 1966’da Mao Zedung, “Merkezi Bombalayın” “Karargâhları Bombalayın” başlıklı bir duvar
afişi ile görüşlerini açıklar. Mao’nun isim vermeden
“Karargâhları bombalayın” çıkışından sonra, Çen
Boda, Kang Çeng, Sie Fu-çi ve diğer radikal sözcüler
Liu Şau-çi’yi adını vererek eleştirmeye başlar.
✒
ÇKP’nin 1-12 Ağustos 1966 Tarihleri
Arasında Yapılan MK 11. Plenumu
“Kızıl Muhafızlar”ın Ortaya Çıkışı
Onbirinci Plenum’da alınan kararların bir yansıması da “Kızıl Muhafızlar”ın ortaya çıkışıdır. “Kızıl
Muhafızlar”, lise, üniversite, meslek okulu öğrencileri
ve genç öğretmenlerden meydana gelen bir gençlik
kitle örgütüdür. “Kızıl Muhafızlar”ın ortaya çıkışı,
üniversitelerde çıkan ayaklanmaların ilk dönemlerine tekabül eder. İlk başlarda öğrenciler ve genç öğretmenler, burjuva eğitim metodları ve bu metodları
uygulayanları eleştirmek için hücreler kurar. Çalışma
grupları döneminde bu hücreler yarı legal çalışır. Onbirinci Plenum’dan sonra “Kızıl Muhafızlar”, sadece
Pekin’de değil tüm Çin’de örgütlenmeye başlar. “Kızıl Muhafızlar”a sadece işçi/köylü çocukları kabul
edilir. “Kızıl Muhafızlar”, kısa zamanda okullarda ve
sokaklarda boy göstermeye başlar. Kolları üzerine takılan kırmızı bant “Kızıl Muhafızlar”ı simgeler. Kola
takılan kırmızı bantın üzerinde “Kızıl Muhafız” yazısı yer alır. Bu yazının yanında küçük harflerle bağlı
bulundukları müfreze ve okulun adı yazılıdır. “Kızıl
65
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
66
Muhafızlar”ın yaşları oniki ile otuz arasında değişir.
Liseli, meslek okullu öğrenciler çoğunluğu meydana
getiriyordu. “Kızıl Muhafızlar”, önderlerini kendi seçiyorlardı. Önderler, kendilerini seçenler tarafından
her an görevden alınabilirlerdi. “Kızıl Muhafızlar”ın
askeri bir yapılanması yoktu. Silahlı değillerdi.
“Kızıl Muhafızlar”ın amacı ‘Kültür Devrimi’ne halkın geniş çapta katılmasını sağlamaktı. Bu dönemde
proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin çok uzun süreceği propagandası yapılır. Feodal
kültür ve etkilerine karşı savaş açılır. Tabii bu belki
tarihin gördüğü en geniş katılımlı kitlesel devrim
hareketinde feodal ve gericiliğe karşı mücadele edilirken kimi aşırılıklar da kaçınılmaz olarak ortaya
çıkabiliyordu.
Mao Zedung, 1 Ağustos 1966’da hareketin başladığı Çinghua Üniversitesi ortaokulundaki “Kızıl
Muhafızlar”a desteğini ifade eden bir mektup yazar.
Bu mektup, o zamana kadar başkentte kapalı kalan
“Kızıl Muhafız” örgütlerinin bütün Çin’e yayılmasının bir işareti olur. 18 Ağustos’ta Siçuan ve Guangdong gibi uzak bölgelerden gelen bir milyon “Kızıl
Muhafız”, Tienanmen Meydanı’nda devasa gösteri
gerçekleştirir. “Kızıl Muhafızlar”, devrimci şarkılar
söyleyerek, kızıl ipek bayraklar ve Mao’nun resimlerini taşıyarak meydana yürür. Tienanmen meydanındaki gösteriler her onbeş günde bir tekrarlanır.
Mao’da ilk gösteriye katılır ve bir “Kızıl Muhafıza” kırmızı kol bandı takar. Mao, bu tavrıyla “Kızıl
Muhafızlar”ı desteklediğini kamuoyu önünde ortaya
koyar.
Onbirinci Plenum’da alınan kararlar kısa zamanda
uygulamaya konulur. İşçiler ve öğrenciler aynı safta birleşir. Çalışma grupları mahkûm edilir. “Kızıl
Muhafızlar”, fabrikalara giderek işçilerle bağ kurar.
Fabrikalarda da “Kızıl Muhafızlar”ın örgütlenmelerine benzer örgütlenmeler oluşturulur. İşçi-öğrenci
örgütleri, şehir ve eyalet seviyesinde ortak önderlik
merkezleri kurulur. Bu bağlamda şu bilinmelidir.
Onbirinci Plenum’la birlikte Pekin Belediye Başkanı
ve yandaşları görevden alınmıştır. Kapitalist yoldan
giden partinin kimi üst kurmayları ise hâlâ görevlerinin başındadır. Bunlar yetkilerini kullanarak, öğrencilerin/işçilerin mücadelesini engellemeye çalışır.
Ağustos 1966 başından Ekim ayına kadar ‘Kültür
Devrimi’ bütün Çin’e yayılır. Ama devrimin boyutlarının beklenen ölçüde büyüdüğü söylenemez. Mao
taraftarları çalışma gruplarına son vermiş, “Kızıl
Muhafızlar”ın yaratılmasıyla kitle hareketi ileriye ta-
şınmıştır. Ağustos 1966 sonunda, Mao Zedung, ülke
çapında bir ulaşım hareketinin başlatılması kararını
onaylar. “Kızıl Muhafızlar”a ‘Kültür Devrimi’nin ilkelerini yaymak için bütün ülkeyi dolaşmaları için
ücretsiz tren pasoları verilir.
Çelişmeler Keskinleşiyor
3 Ekim 1966’da Kızıl Bayrak’ın 13. sayısı yayınlanır.
Kızıl Bayrak’ın bu sayısında yayınlanan bir makalede, ‘Kültür Devrimi’nin yeni bir aşamaya yönlendiği
görülür. Makalede, ‘Kültür Devrimi’nin başlangıcından bu yana parti içerisinde, Mao’nun çizgisine karşı
bazı önderler tarafından yürütülen karşıdevrimci bir
çizginin olduğu belirtilir.
23 Ekim’de Liu Şao-çi’nin Merkez Komitesi önünde
özeleştiri yaptığını belirten duvar gazeteleri asılır. Bu
özeleştirinin tatmin edici olmadığı ve sorunları çözümlemediği de yazılır.
3 Kasım’da “Kızıl Muhafızlar”, Tienanmen
Meydanı’nda bir gösteri düzenler. Lin Piao, bu gösteride yaptığı konuşmada, parti içerisinde iki çizgi
mücadelesinin varlığını açıkça belirtir.
Bu döneme kadar ‘Kültür Devrimi’ esas olarak işçi
sınıfının dışında yürür.
1966 sonbahar aylarında işçi sınıfının hareketlenmesi artar. ‘Kültür Devrimi’, başkent Pekin’den
Heylungkiang (eski Mançurya) ve Şanghay endüstri merkezlerine kayar. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü 10 Kasım 1965’te Vu Han’ın oyununu
eleştiren makalenin yayınlanması Şanghay Parti
Örgütü’nün organize ettiği bir eylemdir. Şanghay
Parti Örgütü’nde öne çıkan Yao Ven Yüan ve Çang
Çun-çiao 1966 yazı başında Pekin’e çağrılır.
Haziran 1966’da Şanghay’da çalışma grupları
oluşturulur. ÇKP Onbirinci Plenumu’ndan sonra bu
çalışma grupları dağıtılır. “Kızıl Muhafızlar”, ülkenin her yanına yayıldıkları sırada, Şanghay’da adeta
Pekin’den gelen “Kızıl Muhafızlar”ın istilasına uğrar.
Şanghay’da “Kızıl Muhafızlar”ın yoğun bir şekilde
görünür hale gelmesinden Şanghay İl Parti Örgütü
hoşnut kalmaz. “Kızıl Muhafızlar”ın olay çıkaracağı
endişesi hakim olur. Şanghay İl Parti Örgütü, Pekin’li
“Kızıl Muhafızlar”ın Şanghay’lı “Kızıl Muhafızlar”la
ve işçilerle bağ kurmasını engellemeye çalışır.
31 Ağustos 1966’da bir olay meydana gelir.
Pekin’li “Kızıl Muhafızlar”, Şanghay’lı bazı “Kızıl
Muhafızlar”la ilişki kurarak ortak bir heyet oluşturur. Bu heyet il yöneticilerine başvurarak miting yapma talebinde bulunur. İl yönetimi heyetle görüşmeyi
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
rededer. “Kızıl Muhafızlar” bunun üzerine il yönetimi binasının girişini işgal eder. İşgal 4 Eylül’e kadar
sürer. Şanghay’da büyük karışıklıklar başgösterir. İl
komitesi, işgale başvuranları antisosyalist olarak tanımlar. İşgali sona erdirmek için karşı bir gösteri örgütlenir. Ve şiddet olayları meydana gelir.
Çen Pen-sien, Doğu Çin Bürosu Parti Komitesi
birinci sekreteridir. Şanghay Belediye Başkanı Zao
Ti-çiu’dur. Çen Pen-sien ve Zao Ti-çiu, Şanghay’da
‘Kültür Devrimi’ hareketini sıkı bir kontrol altında
tutma ve kendi kabul ettikleri sınırlar içinde bulundurmaktan yanadır. Şanghay yöneticilerinin verdiği
talimatlar sonucu, duvar gazetelerinin asılması ve
tartışmalar asgari düzeye iner. Şanghay sokaklarında
çatışmalar ve kıyasıya bir mücadele yaşanır. Çen Pensien ve Zao Ti-çiu’nun bürokratik uygulamalarına
karşı amansız bir mücadele başlar.
Şanghay işçi nüfusunun yoğun olduğu bir şehirdir.
Şanghay’da “Kültür Devrimci İşçi Örgütleri” kurulmaya başlanır. İşçi örgütleri, “Kızıl Muhafızlar”ın
faaliyetlerini desteklemeye başlar. Kasım 1966’da
“Şanghay İşçileri Devrimci Karargâhı” kurulur. Bu
karargâh, Şanghay’daki çeşitli fabrika örgütlerinden
gelen temsilcilerden oluşur.
“Şanghay İşçileri Devrimci Karargâhı”, Çen Pensien ve Zao Ti-çiu’ye karşı saldırı kampanyası başlatır. Bu iki mahalli önderin suç işlediği, “Kızıl
Muhafızlar”ın faaliyetlerini sınırladığı ileri sürülür.
Şanhgay sokaklarında onları teşhir eden, halk düşmanı ilan eden duvar gazeteleri asılır.
Şanghay’da işçilerin bir bölümü, İl Komitesi’nin
etkisi altındadır. İşçiler ikiye bölünür. Fabrikalarda
işçiler arasında şiddetli çarpışmalar çıkar. “Şanghay
İşçileri Devrimci Karargâhı” örgütüne karşı, “Mao
Zedung Kızıl Savunma Müfrezesi” kurulur. Dafakto
iki işçi örgütü ortaya çıkar. Her iki örgüt, birbirlerini
Liu Şao-çi’nin çizgisini uygulamakla suçlar. “Şanghay
İşçileri Devrimci Karargâhı”, Çen Pen-sien ve Zao
Ti-çiu’den özeleştiri vermelerini talep eder. Her ikisi
de burjuvaziye karşı ayaklanmayı desteklediklerini
öne sürerek özeleştiri yapmayı reddeder. Karargâh,
Pekin’e bir heyet gönderir. Şanghay olayları rapor
edilir. Bunun üzerine Çang Çun-çiao, Şanghay’a gönderilir.
Şanghay’da, İl Komitesi yöneticileri de, İl Komitesi
yöneticilerine karşı çıkanlar da Mao’yu savunduklarını, Mao’nun çizgisinde olduklarını açıklar. Parti
sloganlarını benimseme ve kullanmada her iki grup
birbiriyle yarışır. Çang Çun-çiao, Çen Pen-sien ve
Zao Ti-çiu’nun tavırlarına çok kızdığını her yerde
açıklar. Çen Pen-sien ve Zao Ti-çiu’nun etkisindeki
kadroları koparmak için büyük bir mücadeleye girişir. 18 Aralık 1966’da Çang Çun-çiao’nun mücadelesi
sonuç verir. Birçok komite üyesi, Çen Pen-sien ve Zao
Ti-çiu’yu tanımadığını açıklayan duvar gazetelerini
asar. Şanghay’da taraflar arasındaki kıyasıya müca-
67
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
dele Ocak 1967’e kadar devam eder. Bu mücadele şiddeti de içeren kıyasıya bir iktidar mücadelesidir.
11 Ocak 1967’de, ÇKP Merkez Komitesi, Devlet
Konseyi, Merkez Komitesi Askeri Komisyonu, Kültür Devrimi’nden Sorumlu Grup, “Şanghay Devrimci İsyan Örgütlerini Selamlama Mesajı” gönderir. Bu
selamlama mesajı bütün ülkede radyodan duyurulur. Çen Pen-sien ve Zao Ti-çiu sarsılır. Çünkü parti yönetimi açıkça isyancılardan yana tavır takınır.
Şanghay’da iktidar el değiştirir.
1967 Ocak ayının sonunda Kızıl Bayrak’ın yeni sayısı çıkar. Bu yeni sayıda, proleter devrimcilerin, parti içinde yetki sahibi olan ve kapitalist yolu tutan ve
böylelikle de Şanghay ilinin, siyasi, ekonomik ve kültürel gücünü ellerinde bulunduran bir avuç kişinin
ellerinden iktidarı almak için birleştiği belirtilir. Böylece ‘Kültür Devrimi’ sırasında iktidarın el değiştirmesi ilk defa Şanghay’da gerçekleşir. 5 Şubat 1967’de
Şanghay Komünü kurulur. Şanghay Komünü daha
sonra Şanghay Devrimci İl Komitesi adını alır. Şanghay’daki mücadele Ocak devrimi olarak adlandırılır.
Şubat 1967’de Yaşanan Gelişmeler
68
Çin sokakları Şubat 1967’de olağanüstü bir görünümdedir. Duvarlar, dükkan camekanları, kaldırımlar, afişlerle, büyük harf sloganlarla ve karikatürlerle
doludur. Sokak propagandasının hedefinde şimdi
doğrudan Liu Şao-çi, eşi Vang Kuang-mey, Deng
Siao-ping ve Tao Çu vardır. ‘Kültür Devrimi’, sokak
sanatına da yeni bir ivme kazandırır. Öğrenciler, işçiler yürüyerek ya da kamyonlar içinde miting heyecanıyla gelip gider. Mitingleri Mao potreleri dalgalandırır. Kalabalıklar toplanır ve bilgi alışverişinde
bulunur. Görülmemiş ölçüde bildiriler dağıtılır. İşçi
örgütleri ve “Kızıl Muhafızlar”ın gazeteleri satılır.
Pekin’de 200 kadar gazete düzenli olarak satılır. ÇKP
resmi parti yayınları, ‘Kültür Devrimi’nin gidişatı
hakkında ketum davranır. Resmi olmayan yayınlar ise, ‘Kültür Devrimi’nin devrimci tartışmalarını, kavgalarını ve sapmalarını daha canlı bir şekilde
yansıtır. Çin’deki günlük gelişmeler, olaylar resmi
olmayan basından izlenir. Resmi olmayan basın, Liu
Şao-çi, Deng Siao-ping ve Tao Çu’nun isimlerini vererek eleştirir. ÇKP resmi basınında henüz bu kişilerin
adları verilerek eleştiri getirilmez.
Şanghay’da iktidarın el değiştirmesini, Singtao,
Şangtun, Şansi, Heylungkiang ve Kveyçov takip eder.
Böylece Mao Zedung karşıtı unsurlar birbiri ardına
görevden uzaklaştırılır. ‘Kültür Devrimi’nin genç mi-
litanları hükümet sahnesine gelir. Bu başarı henüz
sınırlıdır. Çin’in genişliği, mahalli şartların çeşitliliği
ve farklılığı, ‘Kültür Devrimi’nin ülkenin her yerinde
aynı tempoda ve uyum içinde gelişmesini imkansızlaştırır. İktidar birçok yerde hâlâ ‘Kültür Devrimi’
karşıtlarının elindedir. Parti basını, Şanghay ve diğer
kimi şehirlerde iktidarın el değiştirmesini över. Böylece diğer bölgelerin de bu yolu izlemesi teşvik edilir.
‘Kültür Devrimi’, sağ ve sol akımların ardarda birbirinin yerini alması hareketi olarak ta görülebilir.
Çünkü gruplar arasında kıyasıya bir iktidar mücadelesi yaşanır. Her kademede kitlelerin yürüttüğü ateşli
bir faaliyet vardır. Kitle demokrasisinin birçok durumda “kendiliğindenciliğe” yol açtığı bir dönemdir
bu. Birçok halde açıkça belirlenen siyasi yönelimin dışına taşılır. Bu dönemde kitle örgütlerinin hatalarını
düzeltmesi için bir basın kampanyası başlatılır. Parti
basını, halkın büyük ittifakının sağlanması yönünde çaba harcanması gerektiğinin üzerinde durur. Bu
ittifakın işçilerden ve parti kadrolarından oluşacağı,
belirli okul ya da kurumlarda Mao taraftarlarının çoğunluğu sağlayacağı belirtilir. Revizyonistlerin nüfus
içindeki gücünün %5’ten fazla olmadığı açıklanır.
Basın kampanyasının ikinci ayağı kadro sorunu
ile ilgilidir. Kadroların saflığını bozmayı başaran
devrim düşmanlarının sayıca az olduğu ve onları saf dışı bırakmak için yürütülecek mücadelenin
akıllıca yürütülmesi gerektiği belirtilir. 8 Ağustos
1966’da yayınlanan onaltı madde kararı yeniden hatırlatılır. Merkez Komitesi Propaganda Bölümü, Mao
Zedung’un kadrolarla ilgili sözlerinden alıntılar içeren duvar gazeteleri hazırlar. Bu kargaşa döneminde
bir dizi devrimci kadro da işten atılır, haksızlığa uğrar. Mao yanlısı siyasetin ilan edilmesinde öncü rolü
oynayan isyancı kitlelerle, muhalefetin etkisinde bulunan örgütler arasında önemli çelişmeler yaşanır. Bu
çelişmeler anlaşılırdır. Anlaşılır olmayan Mao yanlısı
kitlelerin arasındaki çelişmelerdir. Kapitalist yolda
gidenlere karşı, öğrenciler/işçiler ayaklanmıştır. Ama
ayaklananların kendi içerisinde sağlam bir birlik
yoktur. Partili ve partili olmayanlar arasında ciddi
çelişmeler su yüzüne çıkar.
Bu dönemde, revizyonistlere karşı ayaklanan kitlelerin bölünmesi ‘Kültür Devrimi’nin hedefi olan
revizyonistlerin işine yarar. Bunlar hızla işe girişir.
Kendiliğinden oluşan aşırılıkların yol açtığı huzursuzlukları kötüye kullanır. Andaki durumdan memnun olmayanları ve ılımlı kişileri harekete geçirmeye
çalışır. İktidarların el değiştirmesini aşağılamaya yel-
Bu kargaşa ortamında ekonomik alanda kimi sıkıntılar meydana gelir. Bazı komünlerde stoklar
dağıtılmaya başlanır. Bu dağıtılan stokları yeniden
değerlendirmek ve hesap defterlerini değiştirmek
için çalışma puanları uydurulur. Fukien, Kiangsi ve
Yunnan’da ciddi huzursuzluklar başgösterir. Tarım
ürünleri, parti komitelerinin örgütsüzlüğünden dolayı kötü bir durumdadır. Bu nedenle HKO devreye sokulur. HKO ekonomist akımın etkilerine karşı
gelmeye çalışır. Askeri kadrolar, üretim ekiplerini
yeniden düzenlemek için üretimin azaldığı bölgelere
çalışmaya gider.
Kültür Devrimcileri HKO’dan onun solu desteklemesini istemektedir. 25 Ocak 1967’de yazılan bir
makalede ordunun bu görevi ilan edilir. Ordunun
bir görevi maruz kaldıkları saldırılar karşısında isyancı örgütleri korumaktır. Bu yüzden askerlerden
propaganda ekipleri oluşturulur. Bu ekipler on kişiden oluşur ve silah taşımaz. Bu askeri ekipler, okullara, fabrikalara giderek tartışmalara katılır. Amaçları
kargaşalık içinde yozlaşmaları engellemektir. Bu askeri ekiplerin karar verme, emir verme yetkisi yoktur.
Ocak 1967’ye kadar HKO’ nun ana gövdesi olayların dışındadır. Ocak 1967’de, Mao Zedung, HKO
Kültür Devrimi Grubu’nun başkanı Liu Çikian’ı görevden alır. Liu Çikian’ın görevden alınması, Liu Şaoçi’nin burjuva çizgisinin asker destekçilerinin aranıp
bulunması yönünde hareketin başladığını gösterir.
Liu Çikian, askeri eğitim okullarındaki öğrencilerin bölge ordu komutanlarını taciz etmekten vazgeçirmeye çalışır. Askeri öğrencilerin taşkınlıklarının
önlemek için, Askeri Komisyon’un günlük işlerinden
sorumlu olan Ye Kianying ve üç HKO mareşalinin
(Çen Yi, Nie Rongçen ve Su Siangçian) desteğini alır.
Liu Çikian, bu faaliyetlerinden dolayı yedi yıl hapis
cazasına çarptırılır.
Liu Çikian’ın görevden alınmasından üç gün sonra, “herhangi bir kişinin ya da örgütün HKO organlarına saldırması”nı yasaklayan bir merkez talimatı
onaylanır. Ancak HKO’da bundan sonra da kimi
olaylar meydana gelir.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Kültür Devrimi ve Halk Kurtuluş Ordusu
(HKO)
Sinkiang’da önemli bir olay olur. Bir alay komutanı
Şihezi kasabasındaki radikalleri hizaya getirmek için
askeri bir birlik gönderir. Çatışma çıkar ve yüzlerce
kişi yaralanır. Siçuan’da ordu kışlasına saldıran bir
Kızıl Muhafız gücü ve isyancı önderler silahsızlandırılır. Önderleri tutuklanır. Çinghay eyaletinde, askeri
bölge komutanı radikallerin iktidarı ele geçirdikleri
ve birçok gazetecinin dövüldüğü yerel parti gazetesinin bürolarını kuşatmak için asker gönderir. Radikaller teslim olmayı red eder. Askerler saldırır ve
170’ten fazla insan ölür. Buhan’da bir parti gazetesinde, iktidarı ele geçirme konusunda çıkan anlaşmazlık
sonucu bin kişi gözetim altına alınır. Bazıları hapse
konur. Görüldüğü gibi 1967 Şubat’ında HKO Kültür
Devrimi konusunda kendi içinde bir iktidar mücadelesi yaşamaktadır.
✒
tenir. Bu muhalefet Mao’nun deyişiyle “kızıl bayrakla savaşırken, kızıl bayrağı dalgalandırma” taktiğini
uygular. Muhalefet halkın kafasını bulandırmak için
taktikler geliştirir. Kapitalist yolculara karşı isyan
edenleri parti düşmanları olarak damgalar.
Çin’in Kruşçev’i Liu Şao-çi’ye Karşı
Mücadele Başlıyor
Bu dönemin zorlukları var. Mao taraftarları arasında bölünmeler ön plana çıkar. Kimileri kitlelerin
rolüne kimileri ise kadroların önemine dikkat çeker.
Liu Şao-çi’ye karşı açık ideolojik mücadele başlar. Bu
ideolojik mücadele, siyasi, askeri ve ekonomik hayatın
bütün alanlarını kapsar. Liu Şao-çi’ye karşı yürütülen kampanyaya geniş yığınların katılması için çaba
gösterilir. 1 Nisan 1967’de Halkın Günlüğü ve Kızıl
Bayrak’ta, isim verilmeden Liu Şao-çi’ye, “kapitalist yolu benimseyen en yüksek görevli” veya “Çin’in
Kruşçev’i” denilerek uzun bir eleştiri yazısı yayınlanır. Yayınlanan “Yurtseverlik Ya da Ulusal İhanet”
başlıklı makalenin bizzat Mao tarafından gözden geçirildiği iddia edilir.
1950’de yapılan ve İmparator Guangsu zamanını
anlatan bir film vardır. Mao söz konusu film gösterime girdiğinde Bokser İsyanı’nı karaladığı için bir
ihanet olarak değerlendirip kınamıştır. Liu Şau-çi’nin
bu filmi onayladığı söylenir. Halkın Günlüğü ve Kızıl
Bayrak’ta yayınlanan bir makalede, ağırlıklı olarak
bokserlerin, tıpkı “Kızıl Muhafızlar” gibi devrimci oldukları ve Liu Şao-çi’nin filme verdiği desteğin
bizzat gerçekleştirdiği diğer pek çok ihanet eyleminin
paradigmasını oluşturduğu söylenir.
Liu Şao-çi’ye karşı başlatılan kampanya, “Çin’de
Büyük Devrimci Kitle Eleştirisi” olarak anlandırılır.
Bu kampanyaya Çin halkının önemli kesimi katılır.
Okullarda, üniversitelerde, fabrikalarda, hizmet kollarında ve kitle örgütlerinde revizyonist eğilimlerin
yer aldığı biçimleri açıklayan duvar gazeteleri hazır-
69
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
lanır ve asılır. Parti denetimindeki bütün propaganda araçları harekete geçirilir. Liu Şao-çi’nin ‘Kültür
Devrimi’ sırasındaki çalışma grupları döneminde
oynadığı rol üzerinde durulur. Ayrıca daha önce “Büyük İleri Atılım” ve “Sosyalist Eğitim Hareketi” kampanyasına Liu Şao-çi’nin karşı çıktığı belirtilir.
ÇKP Merkez Komitesi bürolarında çalışan genç
görevliler ve korumalar kendilerine “Çongnanhay İsyancıları” adını verir. Çongnanhay devlet başkanı konutuna verilen addır. 6 Nisan 1967’de, “Çongnanhay
İsyancıları” birkez daha (Daha önce 3 Ocak 1967’de,
“Çongnanhay İsyancıları” Liu Şao-çi’nin özel konutuna giderek onunla konuşmuş, onu uyarmıştır) Liu
Şao-çi’nin konutuna giderler. Liu Şau-çi’yi, Çi Penyu’nun Halkın Günlüğü ve Kızıl Bayrak’ta yazdığı
makale hakkında sorguya çeker. Ertesi gün Liu Şauçi, evinin önüne duvar afişi asarak ihanet iddialarını
reddeder. Duvar afişi birkaç saat sonra parçalanır.
Pekin sokaklarında hergün onbinlerce kişi toplanır ve yürüyüş yapar. Kahrolsun Liu, Deng, Tao sloganları atılır. Karikatürler ve afişler her tarafa asılır.
Şanghay, Nanking, Şansi, Şantung ve birçok eyalette,
Pekin’de yapılan gösterilere benzer gösteriler yapılır.
10 Nisan 1967’de, Pekin Zinghua Üniversitesi’nde
ikiyüzbin kişinin katıldığı kitle toplantısı yapılır. Bu
toplantıda Liu Şao Çi’nin eşi Vang Kuang-mey ve yardımcılarına karşı bir dizi suçlama yöneltilir. Bu toplantı belgesel olarak filme alınır ve diğer eyaletlerde
de gösterilir.
Gelişmeler Temmuz ayında zirveye ulaşır. 18 Temmuz 1967’de, sokaklarda yüz binlerce insan toplanır. O akşam “Çongnanhay İsyancıları”, önderlerin
oturduğu binaların çevresinde bir toplantı düzenler.
Liu Şau-çi ve eşi kurulan sahneye çıkarılarak iki saat
boyunca ayakta, kendilerini eleştirenlerin konuşmalarını dinlemek zorunda kalır. İki buçuk hafta sonra
aynı işlem yeniden tekrarlanır.
7 Ağustos 1967’de, Liu Şao-çi, Mao Zedung’a devlet
başkanlığı görevinden istifa ettiğini bildiren bir not
yazar. Not karşılıksız kalır. Kısa süre sonra Liu Şaoçi’nin karısı Vang Guang-mey tutuklanır, hapsedilir.
Çocukları kırsal kesimde çalışmaya gönderilir. Önderlerin oturdukları evlerin etrafında yapılan toplantılar sona erer. Bundan sonra Liu Şau-çi ev hapsinde
tutulur.
Vuhan’daki Olaylar
70
Dönemin Vuhan valisi Vang Jen-cung’tur. Vuhan
valisi, Tao Çu ile yakın ilişki içerisindedir. Haziran
1967’de Vuhan valisi görevden alınır ve göz hapsinde
tutulur. Vuhan’da muhalefet güçlüdür. Vuhan’da büyük kitle örgütleri kurulur. “Bir Milyon Kahraman”
adlı kitle örgütü, Tao Çu ve Vang Jen-cung tarafından
el altından desteklenir. Diğer kitle örgütü ise “Vuhan
İşçileri Genel Karargâhı”dır. Karargâh, özellikle orta
dereceli okullar ve üniversite öğrencilerinden oluşur.
19 Haziran 1967’de bu gruplar çatışır. Yangze Irmağı
üzerinde bir köprüde şiddetli çarpışmalar meydana
gelir. Birkaç kişi yaşamını yitirir. Vuhan askeri bölge
komutanı olan Çen Zai-tao, solu temsil ettiklerini iddia ettiği “Bir Milyon Kahramanlar”ı destekler.
Pekin, Vuhan’da meydana gelen olaylardan endişe duyar. Üç yüksek rütbeli görevli (Çu En-lay, Vang
Li ve Sieh Fu-çih) Vuhan’a gönderilir. Bu üç görevli Vuhan’da tartışmalar yürütür ve görüşmeler yapar. Çu En-lay Pekin’e geri döner. Vang Li ve Sieh
Fu-çih ile askeri önderler arasında toplantılar yapılır. Vang Li ve Sieh Fu-çih mahalli önderlere, ‘Kültür Devrimi’nden Sorumlu Komite’nin “Bir Milyon
Kahraman”ın desteklenmesini doğru bulmadığını
anlatır. Vuhan askeri bölge komutanı, bu durumdan
memnun kalmadığını belirtir.
19 Temmuz gecesi şehir boydan boya duvar gazeteleri ile donatılır. “Vang ve Sieh Vuhan’dan Defolun”
sloganı bunların temel sloganıdır. Vang Li, ‘Kültür
Devrimi’nden Sorumlu Grubun üyesi ve prapaganda
şefidir. Sieh Fu-çi, Güvenlik Bakanı ve Pekin Devrimci Komitesi Başkanı’dır. 20 Temmuz sabahı Vang ve
Sieh’in kaldığı evin etrafı çevrilir. Vuhan askeri bölge komutanının desteği ile Vang Li alınıp götürülür.
Sieh Fu-çih tutuklanır. Vang Li, sürüklenerek bir askeri arabaya atılır ve dövülür. Vang, askeri karargâha
götürülür. Askeri karargâhın etrafında toplanan kişiler, “Vang’ı ‘Kültür Devrimi’nin yönetiminden atalım. “Vang, Mao’nun proletarya karargâhını temsil
edemez” sloganlarını haykırır.
“Bir Milyon Kahramanlar” diğer gruplara karşı saldırıya geçer. Şehrin herbir yanına yayılan hopörlerle,
Mao’nun gerçek taraftarları olduklarını onlara muhalif olanların ise tepeden tırnağa silahlanmış olan
gerici komandolar olduğu propagandası yapılır.
Pekin, Vuhan olaylarını öğrenir öğrenmez gerekli
tedbirleri alır. Çu En-lay tekrar Vuhan’a gönderilir.
Çen Zai-tao, Çu En-lay’ı tutuklamaya çalışır. Başka
askeri birlikler, karadan ve havadan Vuhan’a gelir.
Askeri birlikler Vang Li’yi kurtarır. Mao, “Bir Milyon Kahramanlar”ı tanımadığını belirten bir mesaj
gönderir. Mao, “Vuhan İşçileri Genel Karargâhı” ve
Kültür Devrimi Önderliği Yeniden
yapılandırılıyor
1968 Yılı... Mücadele Devam Ediyor...
1967 yazı Çin’de hararetli yaz aylarıdır. ‘Kültür
Devrimi’nin yol açtığı gerilim had safhaya varır. Mücadelenin en kritik en gergin anları yaşanır. Birçok
şehirde ve eyalette iktidar değişiklikleri meydana
gelir. Kitle örgütleri giderek daha çok ikiye bölünme
eğilimi gösterir. İktidar değişikliklerinin gerçekten
devrimci mi, yoksa devrimcilik kılıfı altında revizyonist bir hareket mi olduğunu belirtmek zordur. Çin
sokaklarında tam bir duvar gazetesi savaşları yaşanır.
Diğer taraftan ülkeyi içine girilen kaos durumundan
kurtarmak, ‘Kültür Devrimi’ni partinin ML kanadının önderliği altında yönetilebilir bir devrim hareketine dönüştürebilmek için kimi tedbirler alınmaya
çalışılır.
Bir dönem baş üstünde tutulan kimi önderler,
daha sonra revizyonist olarak suçlanıp görevlerinden alınır. Lin Çieh, Vang Li ve Kuan Feng ‘Kültür
Devrimi’nden Sorumlu Grup’tan atılır. Büyük harfli afişler ve resmi yayınlar kanalıyla aşırı solcuların
kötü hareketlerini teşhir etmek için geniş bir kampanya başlatılır. Kendilerini aşırı solcu olarak tanıtanlara dikkat çekilir. Bunların kendilerini gizleyen
sağcılar olabileceği belirtilir. Vang Li ve taraftarlarının gizli bir örgüt (Onaltı Mayıs Örgütü) kurduğu
iddia edilir. “Onaltı Mayıs” grubuna karşı kampanya
genişletilir. Pekin sokaklarında Vang Li, Lin Çieh ve
Kuan Feng’i suçlayan afişler asılır. Pekin sokaklarının çeşitli köşelerinde gazeteler satılır. Bu gazete
makalelerinde, “Onaltı Mayıs” grubunun geçmişi anlatılır ve önderlerinin isimleri verilir. Sonraki yıllar
içinde 10 milyon insan “Onaltı Mayıs” grubuna ait
olduğu gerekçesiyle damgalanır. Üç milyondan fazla
insan gözetim altına alınır. Vang Li’nin nüfuzunun
çok güçlü olduğu iddia edilen Dişişleri Bakanlığı’nda
iki binden fazla diplomat tasfiye edilir.
“Kızıl Muhafızlar”ın konumu önceki yıllarla karşılaştırıldığında oldukça gerilemiştir. Çeşitli eyaletlerde devrimci komitelerin oluşturulması, çeşitli aralıklarla basın tarafından ilan edilir. Üniversite ve yüksek
okul öğrencileri derslerine devam etmeye başlar. Öğrenimde yeni bir plan devreye sokulur. Bu plana göre;
öğrenciler sabahları derslerine devam eder. Öğleden
sonra ise zamanlarını ‘Kültür Devrimi’ne ayırır.
Fikir ayrılıkları devam eder ama artık eski hararetli, sert tartışmalar geride kalır. HKO’nun ek propaganda grupları yeni fabrikalara gönderilir.
Mart 1968’de ‘Pekin Devrimci Komitesi’ içindeki çatışma şehrin sokaklarına yayılır. Lin Çieh’e
saldıran afişler sokaklarda yer alır. Saldırının
arkasında ‘Pekin Devrimci Komitesi’nin üyesi olan
bir kadın militan vardır. Bu kadın militanın adı Nieh
Yuan-zu’dur. Nieh Yuan-zu, 25 Mayıs 1966’da Pekin Üniversitesi duvarlarına astığı afişler ile ünlenir.
Lin Çieh ile Nieh Yuan-zu uzlaştırılmaya çalışılır.
Bu çabalar başarısızlıkla sonuçlanır. Polemikler devam eder. Pekin Üniversitesi’nde iki büyük öğrenci
örgütü vardır. Lin Çieh ve Nieh Yuan-zu, birbirlerine karşı taraftar toplamaya başlar. Mart ayı boyunca Pekin sokaklarında karşılıklı yürüyüşler yapılır.
Afişler asılır. Üniversite bahçesinde kavgalar olur. Bu
kavgaların birinde Nieh Yuan-zu bıçakla yaralanır.
Yarası ağır değildir, iyileşir.
Pekin dışında huzursuzluk olan bölgelerden
biri de Kuvangtun’tur. Karışıklıklar hiçbir zaman
1967 boyutlarına ulaşmaz. Rakip gruplar arasında
çatışmalar olur. Ordu çatışma bölgelerinde nöbet tutar.
Mao ve parti önderleri, hareketin yavaşladığı ya da
durduğu bölgelerde hareketi sürdürmek amacıyla işçi
sınıfına çağrıda bulunur. Temmuz 1968’de Mao’nun
isteği üzerine “işçi denetim grupları” kurularak
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
‘Kültür Devrimi’ne göre; kitleler bazı önderleri
alaşağı etmeli, onların hem siyasi hem de ideolojik
çalışmalarının olumsuz yanlarını inceleyerek değerlendirmeli ve sonra da bütün bu yönleri tamamen
devrimci anlamda değiştirmelidir. Sanat, öğretim,
devlet idari mekanizması de değiştirilmelidir. Bunun
uygulanabilmesi için de, fabrikalarda, okullarda, sanat ve eğitim kurumlarında, devrimci komiteler ağının kurulması gerekir. ‘Kültür Devrimi’ devasa bir
kitle hareketidir. Ama bu kitle hareketinde küçümsenmeyecek oranda hatalar da yapılır.
✒
Kızıl Muhafız müttefikleri desteklediğini belirtir.
Mao’nun destekleme mesajı, şehrin bütün kavşaklarında hoparlörlerle yayınlanır. Vuhan’a yollanan deniz kuvvetleri personeli binlerce broşür dağıtır. Sieh
Fu-çih özgürlüğüne kavuşur. Düzeni korumak için
gerekli önlemler alınır. “Bir Milyon Kahramanlar”
silahsızlandırılır. Üyeler silahlarını askeri yetkililere
teslim eder. Stratejik noktaların işgali son bulur. Yavaşlatılan veya durdurulan işler yeniden yoluna girer.
Çen Zai-tao tutuklanarak Pekin’e gönderilir. Vuhan’a
yeni askeri önderler atanır.
71
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
72
bunlar üniversiteler ve devlet dairelerine yollanır.
İşçilerin üniversitelere gönderilmesi, öğrencilerin
fabrikalara gitmesiyle başlayan ‘Kültür Devrimi’nin
ilk aşamalarına bakıldığında ilginç bir değişikliği gösterir. İşçi grupları, ‘Kültür Devrimi’ sırasında militan bir rol oynayan işçilerden seçilir. İşçi gruplarının
görevi, hizipleri silahsızlandırmak ve tutucu örgütlerin önderlerini ortaya çıkarmaktır. İşçilere, sadece
kadrolar meselesini çözümleme değil aynı zamanda
eğitim programının gözden geçirerek değiştirme görevi de verilir. Yaz aylarının sonunda yeni bir faaliyet
dalgası eser. Eğitim kurumlarında tepeden tırnağa
bir dönüşüm yaşanır.
1968 Temmuz ayının sonunda otuz bin işçi ve HKO
askeri, radikal “Kızıl Muhafızlar”ın silah bırakmayı
reddettikleri Çinghua Üniversitesi’ne gönderilir.
Mao, 4 Ağustos’ta Çin’i ziyaret eden Pakistan heyetinin hediye olarak getirdiği mangoları bir destek
işareti vermek için çalışma ekibine armağan olarak
gönderir. Bu mangolara büyük bir özen gösterilir.
Çürümeye yüz tuttuklarında balmumuyla kaplanarak korunurlar. Mango diğer kimi işçi örgütlerine
de gönderilir. 26 Ağustos’ta Kızıl Bayrak gazetesinde yayınlanan “İşçi sınıfı her şeyde önderliği elinde
bulundurmalıdır’ başlıklı Yao Ven Yüan imzalı yazı,
‘Kültür Devrimi’nin “Kızıl Muhafızlar Dönemi”nin
kapanışının ilanıdır. Çinghua Üniversitesi’nde de,
diğer yüksek okullarda olduğu gibi yönetim “işçi denetim grupları” tarafından üzerlenilir.
1968 sonbaharında köy çalışma programı geniş bir
temelde yeniden canlandırılır. Köy çalışma programı
gönüllü değil, zorunludur. Sonraki iki yıl içerisinde beş milyon genç kırsal kesime gönderilir. Paralel bir programla birkaç milyon kadronun kentlerden ayrılarak kırsal “7 Mayıs Kadro Okulları”nda
yaşaması emredilir. Bu bürokratizme, bürokratik
yozlaşmaya karşı bir tedbir olarak düşünülen bir
harekettir. Her aydın belli dönemlerde dönüşümlü
olarak doğrudan üretime katılacaktır. Mao, 7 Mayıs
1966’da Lin Piao’ya bir mektup yazar. Yazdığı mektupta köylüler arasında çalışmanın gerekliliğinden
bahseder. “7 Mayıs Kadro Okulları” adı bu mektuba
atıftır.
Köylere gönderilen gençlerin çoğu sınır bölgelerinde bulunan ordu yönetimindeki çiftliklerde çalışır.
Subaylar kadro okullarında sınıf saflarını denetleme
faaliyetini denetler. Bakanlıklarda, fabrikalarda ve
gazete bürolarında askeri çalışma ekipleri kurulur.
Eylül 1968’de, en son devrimci komitelerin Tibet ve
Sinkiang’da kurulduğu açıklanır. Böylece bütün eyaletlerde devrimci komiteler kurulur.
7 Eylül 1968’de Halkın Günlüğü ve Kurtuluş Ordu
gazetesinde ortak bir makale yayınlanır. Makalede, ‘Kültür Devrimi’nin bütün Çin’de başarılı bir
aşamaya girdiği ve bütün ülke halkının okuma yazma öğrenmiş olduğu açıklanır. ‘Kültür Devrimi
Grubu’ “bütün ülke kızıldır” diye ilan eder. İki gün
sonra yapılan gösteride, Çu En-lay, “kapitalist yolu
tutan iktidardaki bir avuç partilinin komplosunu nihayet ezmiş bulunuyoruz” der. (Aktaran Philip Short,
Mao Zedung, Bir Yaşam, s.519, İthaki Yayınları, 2007
İstanbul)
ÇKP Merkez Komitesi Onikinci Plenumu
13 Ekim 1968’de Onikinci Plenum Pekin’de
toplanır. ‘Kültür Devrimi’ sırasında MK üyelerinin
üçte ikisi tasfiye edilmiştir. Kırk MK üyesi toplantıda
hazır bulunur. Bu sayı toplantı yeter sayısı için azdır.
Bu duruma bir çare bulunur. Yedek üyelerden on kişi
terfi sırasına göre MK üyeliğine atanır. Toplantıda bu
uygulamanın parti tüzüğüne aykırı olduğunu söyleyenler de vardır. Toplantıya ayrıca seksen HKO subayı
ve yeni kurulan devrimci komitelerin başkanları da
katılır. Yalnız karar almada bunların oy hakkı yoktur. Bu ‘Kültür Devrimi’nin partinin yapısını belirleyici ölçüde değiştirdiğini, bu devrimin bir anlamda
revizyonistleşmiş olan partiye karşı da bir siyasi devrim hareketi olduğunu göstermektedir. Liu Şao-çi,
bu toplantıda “dönek, hain ve emperyalizmin, modern revizyonizmin ve Guomintang gericilerinin
işbirlikçisi ve uşağı” olarak damgalanıp partiden
ihraç edilir. Yaşlı bir kadın MK üyesi burada çekimser oy kullanır. Lin Piao bu toplantıda Mao’nun
halefliğine oybirliği ile atanır.
“Şubat Karşı Akımı”nda rol oynayan önderler, Tan
Çen-lin dışındakiler MK’daki yerlerini korur. Ye Kiang-ying ile Li Sian-nian yeniden politbüroya atanır.
Çu De, Mareşal Liu Boçeng ve Dong Bi-vu politbüroda
kalır. Nanking ve Şenyang askeri bölge komutanları
Su Şiyou ve Çen Silian ilk kez politbüroya girer.
‘Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin Siyasi
Sonuçları
Liu Şio-çi tasfiye edilir. Deng Siao-ping ve Tan Çenlin ev hapsinde tutulur. Diğer iki kıdemli kişi, He long
ve Tao Çu tutukluyken ölür. Parti içerisinde onbinlerce kişi görevinden alınır. Yaklaşık yarım milyon
insan ölür. Deng Siao-ping ve Liu Şao-çi Pekin’den
1 Nisan 1969’da ÇKP 9. Kongresi Pekin’de toplanır.
Bu Kongre, “Mao Zedung Düşüncesi”nin “Marksizm-Leninizmin yepyeni bir aşaması” olduğu, onun
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
ÇKP Dokuzuncu Parti Kongresi
“emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin dünya
çapında zafere ilerlediği çağın Marksizm-Leninizmi”
olduğu tespitlerini yapar. Bu gerçekte artık emperyalizm çağı içinde değil, yeni bir çağda yaşadığımız,
artık bu çağda Leninizmin değil, onun yeni “en
yüksek aşaması” olan Mao Zedung Düşüncesi’nin
geçerli olduğunun ilanıdır. Aynı Kongre Tüzüğe
Mao Zedung’un Başkanlığını, Lin Biao’nun “onun
en yakın silah arkadaşı ve halefi ” olduğunu yazar.
Böylece komünist hareketin tarihinde ilk kez başkan,
onun ardından başkan olacak gibi seçimle doldurulan kurumlar tüzük hükmü ile kişilere bağlanır.
ÇKP 9. Kongresi aynı zamanda “Büyük Proleter Kültür Devrimi“nin de “büyük zaferle sonuçlandığı”nı
açıklar.
Kuşkusuz bu tezler ve tavırlar
Leninizmden uzaklaşma anlamına gelmektedir. ‘Kültür
Devrimi‘nden doğru ML derslerin çıkarılmaması
anlamına gelmektedir. Fakat o dönemde bu tezlerin
yanlışlığı bizim de içinde bulunduğumuz genç ML
hareket tarafından görülmemiş, genç ML hareket
uluslararası alanda revizyonizme karşı mücadelesinde bu yanlış tezleri bir süre savunmuştur.
Çin‘deki “Büyük Proleter Kültür Devrimi“nin
bütün komünist ve devrimciler tarafından sahip
çıkılıp savunulması gereken çok önemli dersleri
vardır.
“BPKD“ her şeyden önce demokratik halk devrimini yapmış bir ülkede, devrime önderlik eden KP
ve devlet kademelerinde egemen hale gelen revizyonistlere karşı, kitlelere dayanılarak gerçekleştirilen,
açık revizyonistleri işbaşından uzaklaştıran bir devrimdir. Bu devrim dünyanın bugüne dek gördüğü
devrimler içinde, kitleleri harekete geçirme, onları
devrimin doğrudan öznesi haline getirme açısından
en büyük devrim hareketidir.
Bu devrim “Merkezi/karargahları bombalayın“
şiarı ile, burjuvazinin iktidarının yıkıldığı bir ülkede,
KP‘nin merkezinin revizyonistlerin eline geçmesi halinde, yeni bir siyasi devrimin kaçınılmaz ve gerekli
olduğunu öğreten bir devrimdir.
Bu devrim esas olarak proletarya partisi
önderliğinde devrim yapıp ülkede burjuvazinin
iktidarına son verilmiş olduğu şartlarda, KP ve devlet
içinde sosyalizm/komünizm adına ortaya çıkan yeni
tipte burjuvazinin iktidarının bir devrimle yıkılması
gerektiğini gösteren bir devrimdir.
Kültür devrimi, kültür/sanat/edebiyat konularının,
bu alanda ideolojik mücadelenin devrim açısından
✒
uzaklaştırılır. Deng karısıyla birlikte Çiangsi’ye gönderilir. Çiangsi’de askeri bir kışlada denetim altında
yaşar. Günlerini yakınlardaki bir traktör onarım
atölyesinde yarı zamanlı çalışarak geçirir.
Liu Şao-çi, 1968’de zatürreye yakalanır ve yatalak
kalır. Konuşma yeteneğini kaybeder. 17 Ekim 1968’de
Mao Zedung’un talimatıyla, orta Çin’deki Kayfeng
kentine götürülür. Orada Belediye Parti Komitesi
binasında tutulur. Hastaneye götürme teklifi reddedilir. 12 Kasım 1968’de yaşamını yitirir.
‘BPKD’ Çin’de Liu Şao-çi ve Deng Siao-ping’in
başını çektiği ve referanslarını Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Parti Kongresi ve Çin Komünist
Partisi 8. Kongresi çizgisinden alan revizyonist çizgi ile; “Büyük Proleter Kültür Devrimi” süreci içinde yeniden fomüle edilen “Mao Zedung Düşüncesi”
adını taşıyan –içinde bir dizi hatayı barındırmasına
rağmen– genel eğilimi itibarıyla ML olan çizgi
arasındaki iktidar mücadelesidir. Bu mücadeleyi
“Mao Zedung Düşüncesi” çizgisi kazanmıştır. Çin’de
demokratik halk devriminin zafer kazanmasının ertesinde sosyalist devrimin “burjuvaziyi topyekün hedefleyen bir devrim” olduğu görüşleri “Büyük Proleter
Kültür Devrimi”nde çok açık olarak formüle edilir.
Burjuvaziye karşı topyekün saldırı “Büyük Proleter
Kültür Devrimi”döneminde başlatılır. Bu saldırı bir
yandan parti ve devlet kadroları içinde ortaya çıkmış
burjuva unsurlara karşı yürütülürken, diğer yandan
Çin devriminde ilk kez milli burjuvazi denen kesimin
de mülksüzleştirilmesi gündeme gelir. Milli burjuvaziye ödenen rantlar kesilir.
“Büyük Proleter Kültür Devrimi” kimi iradeci, subjektivist, sol tespitler ve hatalarına rağmen, geçmişte
yapılan hataların özeleştirisi yapılmamasına rağmen,
ÇKP açısından, revizyonizmle ve Marksizm-Leninizmin çatışmasında Marksist-Leninist kanadın, sol kanatla birlikte başkaldırısı anlamına gelen, milyonlarca kitlenin doğrudan katılımını sağlayan, kitlelerin
kendi öz deneyimleriyle öğrenmelerine hizmet eden
büyük bir devrim hareketidir. Bu dönem kitlelerin
doğrudan yönetime katıldıkları, kendi güçlerini gördükleri, siyasi tartışmaların en geniş biçimde yaşandığı, kitlelerden kitlelere çizgisinin hayata geçtiği bir
dönemdir.
73
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
74
hayati önemini ortaya koyan bir devrimdir.
Büyük Kültür Devriminin Temel Hataları
‘Kültür Devrimi’nin “Kızıl Muhafızlar” döneminde tam bir karmaşa hakimdir. “Kızıl Muhafızlar”ın
18 Ağustos 1966’da Tienanmen Meydanı’nda
yaptıkları görkemli gösteriden sonraki günlerde ilk
gösterili ölümler meydana gelmeye başlar. Ölümlerin İlk kurbanlardan biri yazar Lao Şe idi. Konfüçyüs
Tapınağı’nın avlusuna götürülen Lao Şe’nin başının
bir yanında yer alan saçları kesilir ve öldüresiye dövülür. Evine bitkin gönderilen Lao Şe ertesi gün kendisini bir göle atarak intihar eder. Binlerce kurban
Lao Şe’nin kaderini paylaşır.
Çok genç, tecrübesiz, devrimci duygularla
dolu “Kızıl Muhafızlar” için devrimci dört ilke
“eski düşünce, eski kültür, eski adetler ve eski
uygulamalar”dan topyekün kopuş, bunlara karşı topyekün savaştır. Gencecik ve dünyayı kısa süre içinde devrimle dönüştürme isteğinde olan insanlar için
bu topyekün kopuşun çok uzun süreli bir mücadeleyi
gerektirdiği düşüncesinin kavranmasının zorluğu
bir yana, böyle bir düşüncenin kendisinin karşı devrimle uzlaşma, tutuculuk vb. olarak kavranacağı
ve kavrandığı sürpriz olmazdı, olmadı. Güvenlik
Bakanlığı da polise “Kızıl Muhafızlar”ın yaptıklarına
karışmaması gerektiği direktifini verdi. Böylece düne
kadar
ana/baba/aile/polis/devlet/parti/öğretmen/
profesör vb. otoritelerine başeğme öğretilen gencecik
insanlar şimdi kendileri başeğilmesi gereken otorite haline geldiler. Kendilerine verilen bu otoriteyi
tanımayan veya bunu sorgulamaya kalkan olursa,
onlara karşı şiddet uygulanması devrimin gereği, devrimin yasası idi. Bu temelde öldürme olayları da kısa
süre içerisinde sistematik bir hal aldı.
“Kızıl Muhafızlar” her türlü eski ve yoza karşı mücadele adına, örneğin “Hong Kong tarzı giyime, jeans
pantalonlara, salyangoz toplayıcılarına ve yüksek
topuklu ayakkabılara” vb.de savaş açtıklarını ilan
ettiler. Uygun olmayan saçları düzeltmek için her
köşe başında saç düzeltme istasyonları kuruldu. “Feodal” dükkan tabelaları kaldırılarak yerlerine, “Mao
Zedung’u savun”, “Lin Piao’yu savun” ve “Sürekli Devrim” gibi sözlerin yer aldığı tabelalar asıldı.
Sovyet Büyükelçiliği’nin önündeki cadde’nin adının
“Anti-revizyonizm Caddesi” olarak değiştirilmesi;
Trafik lambaları’nda “burjuva trafik lambalarının tersine!” Kırmızı ışık’ın “geç” işareti olarak kullanılması
gibi sembolik tedbirlerin “proleter kültür” adına
alınması gibi sol çocukluklar yapıldı.
“Kızıl Muhafızlar”, “eski kültür” den topyekün
kopma mücadelesini yer yer geçmiş dönemin izlerini
örneğin heykel parçalayarak da gerçekleştirilecek
bir mücadele olarak da kavrayabildiler. Bu mücadelenin bir parçası olarak örneğin Pekin’de “Yasak
Şehir”deki heykelleri parçalamak için ellerinde kazmalarla yürüdüler. Çu En-lay, Yasak Şehir’i korumak
için askeri birlik göndemek zorunda kaldı. Yasak
Şehir böyle kurtuldu. Bütün Çin’de birçok yerde
devrim çoşkusu içinde kent kapıları ve tapınaklar
yıkıldı. Mezarlar tahrip edildi. Kimi yerlerde “eski
kültüre ait” bronz heykeller ve sanat eserleri eritildi.
İbadet yerleri yağmalandı.
Kuşkulu
görülenlerin
özel
mekanları
yağmalanmaktan nasibini aldılar. 1966 sonbaharında
Pekin’de konutlarda aramalar yapıldı. Aramalarda,
antika eserler, yabancı ülke paraları, altın ve gümüş,
mücevher, müzik aletleri, tablolar, porselen eşyalar,
eski fotoğraflar, ünlü yazarların el yazmaları, bilimsel notların yer aldığı defterler şüpheli “buirjuva”
“feodal” şeyler olarak görüldü.. Kimilerine el konuldu. Kimi eşyalar çalındı. Kimi eşyalar ise anında
paramparça edildi. Kentlerden, tapınaklardan, kütüphanelerden, kitapçı dükkanlarından ve özel evlerden çuvallarla toplanan eşyalar ana meydanlara
yığıldı. Feodal ve burjuva kültürün yapıtları olarak
adlandırılan kitaplar daha sonra hamur hale getirildi.
Song ve Ming hanedanlarından kalan pek çok kitap
yok edildi.
Dört eskiye karşı mücadelenin yerine dört yeni konuldu. “Yeni ideoloji, yeni kültür, yeni adetler, yeni
alışkanlıklar.” Yeni denilen bir çok halde Mao’nun
putlaştırılması ve Mao Zedung Düşüncesi’nin,
kavrandığı biçimiyle propagandası oldu. İşyerlerinde
her sabah insanların sıraya girip Mao’nun resmi önünde üç kez eğilmesi ritüeli birçok işyerinde
yaşanmış olan şeydir. Bu ritüel ertesinde çalışanlar
o günkü görevlerine ilişkin talimat bekler, aynı tören
akşam yine tekrarlanırdı. O gün nelerin başarıldığı
söylenirdi. Kent tren istasyonlarında yolcular trene
binmeden önce “sadakat dansı” yapmaları da çokça
yaşanan bir ‘Kültür Devrimi’ ritüeli idi.
‘Kültür Devrimi’nin “Kızıl Muhafızlar” sonrası döneminde bu aşırılıklardan tedricen uzaklaşıldı.
Bütün bu sol çocukluk hastalıkları, sonuçta dünya
devrimler tarihinde yaşanmış olan en kitlesel devrim
hareketini küçümsemek ve karalamak için burjuvazi
ve revizyonistler tarafından tepe tepe kullanıldı.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
sosyalizm inşasında yer alabileceği ve aldığının
propagandası yapılan, milli burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmenin halk içindeki bir çelişme
olduğunun propagandasını yapan “Halk içindeki
çelişmelerin doğru çözümü üzerine” başlıklı yazının
kitlesel eğitimi yapılıyordu. Sosyalist üretim ilişkileri
altında da burjuvazinin sınıf olarak var olmaya devam edeceği “Mao Zedung Düşüncesi”nin teorik
keşfi olarak savunuluyordu.
Parti içerisinde sürekli ideolojik mücadelenin
gerekliliği doğru olarak savunulurken, bu mücadelenin her zaman “iki çizgi mücadelesi” olarak ortaya
çıkacağı söylenenerek, parti içinde iki çizgininin normal bir görünüm olduğu yanlış savunuları ön plana
çıktı.
ÇKP’nin ‘Kültür Devrimi’ öncesi yaptığı hataların
sorgulanması yapılmadı. Daha da ileri gidilerek
ÇKP’nin kimi hataları, ML bilimine katkı olarak
sunulup bütün dünya ülkeleri için geçerli olduğu ilan
edildi.
Revizyonistlerin neden egemen hale geldiği
sorularına doğru cevap verilmedi. Hemen her on yılda
bir periyodik olarak ‘Kültür Devrimi’nin yapılması
gerektiği tespit edildi. Çin’deki özgül şekliyle ‘Kültür
Devrimi’ bir yasa olarak propaganda edildi.
Bugün ‘Kültür Devrimi’nin olumlu/olumsuz derslerinden öğrenmek Marksist-Leninistler açısından
önemli görevlerden biridir.
Ocak 2016
✒
‘Kültür Devrimi’ sırasında, bir dizi ML eserin
yaygın dağıtımı ve eğitimi yanında, öncelikle Marksizm-Leninizm’in yeni bir aşaması olarak sunulan
“Mao Zedung Düşüncesi” propaganda edildi. ‘Kültür Devrimi’ sırasında Mao kültü yaratıldı. Kişiye
tapma en uç noktalarına kadar götürüldü.
‘Kültür Devrimi’ sırasında, ÇKP’nin içindeki
ML’lerin 1966’dan önce hangi hatalar yaptığı ve
Mao Zedung’un yaptığı hangi hataların revizyonistlerin hakimiyetini kolaylaştırmış olabileceği sorusu
sorulmadı. Bütün hatalar ve kötülükler Liu Şao-çi ve
onun taraftarları tarafından parti içine sızdırılmış
olarak gösterildi. Liu Şao-çi’nin 1925’ten başlayarak
nasıl ihanet ettiği anlatıldı.
ÇKP Onikinci Plenumu’nda, “Özel Dava
Grubu”ndan sorumlu olan Çiang Çing, üç büyük
cilt dolusu bulguları Plenum’a sunar. “Büyük Proleter Kültür Devrimi” boyunca hiçbir konuda Mao
Zedung’un herhangi bir hatası ortaya konulmaz.
Bırakalım hatanın ortaya konulmasını, sürekli olarak Mao’nun doğru kavranmadığı görüşleri dile
getirilir. Bu yaklaşımla, revizyonizme karşı mücadelenin kapsamının genişliğinin görülmesi mümkün
değildi. Böyle bir görüşle, bizzat ‘Kültür Devrimi’
esnasında yapılan hataların eleştirici bir şekilde ortaya çıkarılması da mümkün değildi.
‘Kültür Devrimi’nin temel teorik hatası, Çin
gerçeğinin kendine özgü kimi görünümlerinin
yanlış bir şekilde genelleştirilmesinde ve sosyalist
olmayan unsurların sosyalist olarak gösterilmesinde yatmaktadır. “Büyük Proleter Kültür Devrimi”
döneminde sosyalizmde, burjuvazinin sınıf olarak
komünizme kadar var olacağı tezi savunuldu. Bu tez
proletaryanın iktidarı şartlarında yeni tipte bir burjuvazinin ortaya çıkması tehlikesine dikkat çektiği
noktada önemli olmasına rağmen, teorik olarak
sınıfı düşünce üzerinden tanımlayan bir tez olarak,
burjuvazinin bütün sosyalizm dönemi boyunca sınıf
olarak varlığını “normalleştirdiği” noktada yanlıştı,
yanlıştır.
1966’da Çin’de orta ve küçük burjuvazi hala sınıf
olarak varlığını koruyordu. Devlet işletmelerinden,
geçmişte o işletmelerin eski sahipleri eğer milli burjuvazi kategorisinde sayılıyor ise hâlâ kâr payı alıyordu.
‘Kültür Devrimi’nde bir yandan burjuvazinin sınıf
olarak tasfiye edilmesinin propagandası, burjuvazi üzerinde topyekün diktatörlük olarak proletarya
diktatörlüğü propagandası yapılıyordu. Fakat diğer
yandan Çin’in özel şartlarında milli burjuvazinin
16 MAYIS GENELGESİ
ÇİN KOMÜNİST PARTİSİ MERKEZ
KOMİTESİ’NİN 16 MAYIS 1966 TARİHLİ
GENELGESİ
Merkez Komitesi’nin bütün bölgesel bürolarına, eyalet, il özerk bölge parti komitelerine, Merkez
Komitesi’ne bağlı bütün şube ve komisyonlara, bütün
yönetici parti üyeleri gruplarına ve hükümet daireleri ile kitle örgütlerindeki parti komitelerine ve Halk
Kurtuluş Ordusu’nun Genel Siyasi Şubesine:
Merkez Komitesi, Kültür Devrimi’nden Sorumlu
Grup tarafından Yürütülen Mevcut Akademik Tartışmalar üzerine yazılan ve 12 Şubat 1966 tarihinde
dağıtılması kabul edilen Rapor Taslağı’nın iptaline;
“Kültür Devrimi’nden Sorumlu Grubun” ve bütün
şubelerinin dağıtılmasına ve Siyasi Büro’nun Daimi
75
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
76
Komitesi’ne doğrudan doğruya bağlı yeni bir Kültür
Devrimi Grubu’nun kurulmasına karar vermiş bulunmaktadır.” Grubun bu sözde Rapor Taslağı temelden yanlıştır. Merkez Komitesi ve yoldaş Mao Zedung
tarafından tespit edilen sosyalist kültür devrimi çizgisine ve sınıflar ve sosyalist toplumda sınıf mücadelesi üzerine Parti Merkez Komitesi’nin 1962 tarihli
Sekizinci Genişletilmiş Oturumu’nda formüle edilmiş bulunan yol gösterici ilkelere karşı bir çizgi izlemektedir. Rapor, kabul edermiş gibi görünerek, aslında yoldaş Mao Zedung tarafından bizzat başlatılan ve
yönetilen Büyük Kültür Devrimi’ne karşı çıkmakta
ve ona karşı inatçı bir direniş göstermektedir. Merkez
Komitesi’nin 1965 Eylül ve Ekim aylarındaki çalışma
konferansında (Siyasi Büro Daimi Komitesi’nin, Merkez Komitesi’nin bütün bölgesel bürolarındaki yönetici yoldaşların da katıldığı oturumu) Vu Han’ın eleştirilmesine ilişkin olarak verdiği talimatlar da buna
bir örnektir.
“Beşli Grubun” Raporu’nun bu sözde tezleri aslında tek başına ve biricik olarak Peng Chen’in tezleridir. Peng Chen, “Beşli Grubun” üyesi bulunan yoldaş
Kang Çeng ve diğer yoldaşlardan/ın gizli olarak arkasından, bu tezleri kendi görüşlerine uygun olarak
hazırlamıştır. Peng Chen, bir bütün olarak Sosyalist
Devrim’inin önemli sorunlarını ilgilendiren bu belgeyi “Beşli Grup” içinde ne bir tartışma açmaksızın
ne diğer üyelerin de görüşlerini dinlemeksizin çıkarmıştır. Ne tek bir mahalli parti komitesinin fikrini almaya çalışmış ve onun (MK’nın-ÇN) resmi
belgesi olarak geçerli olması için bu tezlerin Merkez
Komitesi’nin bir gözden geçirilmesine gerek duyulduğu konusunu açıklığa kavuşturmamıştır. Hele hele,
Merkez Komitesi başkanı yoldaş Mao Zedung’un
onayını almamıştır. En sinsi metotlara başvurarak,
kendi başına buyruk davranmış, yetkisini kötüye
kullanmış ve Merkez Komitesi adını gasp ederek, bu
Tezleri bütün parti içinde dağıtmakta acele etmiştir.
Bu tezlerin ana hataları şunlardır:
Bu tezlerde burjuva bakış açısından yola çıkılmakta; mevcut durum ve mevcut akademik eleştiri
niteliği burjuva dünya görüşü merceği ile değerlendirilmekte ve düşmanla bizim yerimiz değiştirilerek
düşman ile bizim aramızdaki ilişkiler bütünüyle çarpıtılmaktadır. Ülkemiz şimdi, Büyük Proleter Kültür
Devrimi’nin bir yükselişi arifesinde bulunmaktadır.
Bu yükseliş halen burjuvazinin ve feodalizm artıkların elinde bulundurduğu dekadansın tüm ideolojik
ve kültürel mevkilerinin üstüne güçlü bir hücumdur.
Söz konusu tezlerde, onların ileriye doğru atılım yapabilmeleri için, geniş işçi-köylü, asker ve savaşçı kitleleri proleter kültürü için cesurca harekete geçirmek
için tüm partiyi cesaretlendirmek yerine, hareketi
sağ bir çizgiye çekmek için elinden gelen yapılmaktadır. Tezlerde, bulanık/muğlak, kendi içinde birbiriyle
çelişkili ve sahtekârca bir dille, kültürel ve ideolojik
cephede şuanda gerçekleşmekte olan şiddetli sınıf
mücadelesi gözlerden saklanmaktadır. Özellikle Vu
Han’a ve burjuvazinin diğer önemli sayıda parti düşmanı ve antisosyalist temsilcilerine bir eleştirisinde
ve mahkûm etmesinde bulunan (burjuvazinin böylesi
temsilcilerinin belirli bir sayısı Merkez Komitesi’nde,
partide, hükümette ve diğer kesimlerde hem merkezi
düzeyde hem de iller, doğrudan hükümete tabi kentler ve özerk bölgeler düzeyinde makamlar işgal etmektedirler) bu büyük mücadelenin hedefi karartılmaktadır. Başkan Mao tarafından tekrarlanarak öne
çıkarılan olgu, Vu Han’ın Hay Juy işinden kovuluyor
adlı oyununun özünün, resmi makamdan kovulmanın teşkil ettiğine değinmeyen Tezlerde, bu mücadelenin ciddi siyasi niteliği örtbas edilmektedir.
Tezlerde, her sınıf mücadelesinin, siyasi bir mücadele olduğu şeklindeki temel Marksist görüş inkâr
edilmektedir. Basın, Vu Han’ın Hay Juy işinden kovuluyor adlı oyununun içerdiği siyasi sorunlara değinmeye başladığında, Tezleri kaleme alanlar, “basındaki tartışma siyasi sorunlarla sınırlandırılmamalı,
bununla bağlantı çeşitli akademik ve teorik sorunlar
üzerine temelli bir şekilde konuşulmalıdır” diyebilecek kadar ileri gittiler. Onlar Vu Han’ın eleştirilmesiyle ilgili olarak, çeşitli vesilelerle meselenin özüne
inilmesine, yani 1959’daki Luşen toplantısında sağ
oportünistlerin makamlarından kovulmalarının ve
Vu Han ile diğerlerinin parti düşmanı ve antisosyalist faaliyetlerinden söz etmenin yasak olduğunu
açıkladılar. Yoldaş Mao Zedung, burjuvaziye karşı
yürütülen ideolojik mücadelenin, aceleyle çıkarılmış
siyasi sonuçlarla üzerinde karar alınabilinemez, uzun
süreli bir sınıf mücadelesi olduğunu bize sık sık söylemiştir. Buna rağmen Peng Chen, başkan Mao’nun
Vu Han’ın eleştirilmesi ile ilgili olarak iki ay sonra bir
siyasi sonucun çıkarılabileceği görüşünde olduğuna
dair kasıtlı söylentileri yaydı ve birçok insana söyledi.
Peng Chen, siyasi sorunların ancak iki ay sonra ele
alınması gerektiğini de söyledi. Amacı, burjuvazinin
sürekli bir şekilde yanlısı olduğu, kültürel alandaki
siyasi mücadeleyi sözde salt akademik tartışmalara
kanalize etmekti. Bununla proleter siyaseti zirveye
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
üzere proletaryanın üst yapı alanındaki diktatörlüğü,
onun içine sızan ve kızıl bayrağa karşı “kızıl bayrak”
sallayan burjuvazinin temsilcilerinin proletarya tarafından sürekli bir şekilde temizlenmesi vs.vb.? Onlarca yıl boyunca, eski çizgideki sosyal demokratlar
ve on yıldan fazla bir zamandır modern revizyonistler, proletarya ile burjuvazi arasındaki herhangi bir
eşitliğe asla izin vermemişlerdir. Binlerce yıllık insanlık tarihinin, sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu
tamamen inkâr etmişler; onlar proleter sınıf mücadelesini ve burjuvaziye karşı proleter devrimi ve onun
üzerindeki proletaryanın diktatörlüğünü külliyen
reddetmektedir. Tersine, burjuvazi ve emperyalistlerin sadık yardakçılarıdırlar. Marksist-Leninist ideolojiye ve sosyalist toplum sisteminee karşı mücadele
yürütürken, onlarla birlikte, proletaryanın ezilmesi
ve sömürülmesi burjuva ideolojisine ve kapitalist sisteme sağlamca sarılmaktadırlar. Bir avuç antikomünist ve halkdüşmanı karşıdevrimcilerdir. Onların
bize karşı mücadelesi ölüm-kalım uğrunadır; onun
içinde eşitlik söz konusu edilemez. Bu nedenle bizim
de onlara karşı yürüttüğümüz mücadele kaçınılmaz
olarak bir ölüm kalım mücadelesidir ve onlarla bir
eşitlik içinde ilişkimiz mutlak bir şekilde olamaz. Bilakis bu, bir sınıfın diğer bir sınıfı baskı altına aldığı,
yani proletaryanın burjuvazi üzerinde diktatörlüğünü kurması veya proletaryanın tek başına egemenliğini sürdürdüğü bir ilişkidir. Yani sömüren ve sömürülen sınıflar arasında sözde bir hak eşitliği veya
barış içinde bir arada yaşamak gibi ama ya da örneğin
insanlık ve hoşgörü gibi ilişkisi gibisinden her hangi
bir ilişki yoktur
Tezlerde şöyle deniyor: “Öteki tarafı sadece siyasi bakımdan vurmak gerekmez, aynı zamanda akademik ve profesyonel seviye bakımından da onları
geçmek ve onların üzerinde zafer kazanmak, hem de
büyük çapta gereklidir.” Akademik alanda sınıfsal sınırlar çekmeyen bu düşünceler, hakeza mutlak olarak
yanlıştır. Proletaryanın akademik alanda kendisine
mal ettiği gerçek, Marksizm-Leninizm gerçeği, Mao
Zedung Düşüncesi, burjuvazinin” gerçeklerini” geniş
çapta çoktan aşmış ve onun üzerinde zafer kazanmıştır. Tezlerdeki bu formülasyon, tezleri kaleme alanların burjuvazinin sözde “akademik otoritelerine” övgüler düzdüklerini ve kendi prestijlerini yükseltmeye
çalıştıklarını ve onların akademik çevrelerde proletaryayı temsil etmeye çalışan mücadeleci yükselmekteki yeni güçlerden nefret ettiklerini ve bu güçleri ezdiklerini göstermektedir.
✒
çıkarmak talebine karşı mücadele etmek ve zirveye
çıkarılmak istenen siyasetin burjuvazinin siyaseti olduğu bütünüyle açıktı.
Tezlerde, sözde “çiçek açmasına izin vermek”
özellikle vurgulanmaktadır. Oysa böylesi bir hileyle, 1957 Mart’ında, Partinin Propaganda Çalışması
Üzerine Ülke Konferansı’nda yoldaş Mao Zedung’un
konuştuğu “çiçek açmasına izin vermek” rotası çarpıtılmakta ve “çiçek açmasına izin vermek” siyasetinin sınıf muhtevası inkâr edilmektedir. Tam da bu
sorunun ele alınmasında yoldaş Mao Zedung şunlara dikkat çekti: “Biz burjuva ve küçük-burjuva ideolojisine karşı hâlâ uzun süreli bir mücadele vermek
durumundayız. Bu durumu anlamamak ve ideolojik
mücadeleden vaz geçmek bir hata olurdu. Bütün yanlış
fikirler, bütün zehirli otlar ve bütün cinler ve ucubeler,
eleştiri konusu yapılmalıdırlar. Hiçbir şart altında serbestçe yayılmalarına izin verilemez.” Yoldaş Mao Zedung şunu da söyledi: “Çiçek açmasına izin vermek”,
görüşlerini serbestçe ifade etmelerine izin vermek, onları konuşmaya, eleştirmeye ve tartışmaya cesaretlendirmek demektir” Oysa bu Tezlerde, “Çiçek açmasına
izin vermek”in karşısına burjuvazinin gerici görüşünün proletarya tarafından gerçek yüzünü ortaya
çıkarması çıkarılıyor. Tezlerde savunulduğu şekliyle
bu “Çiçek açmasına izin vermek” burjuva liberalleşmedir, ama bu proletaryaya değil, sadece burjuvaziye görüşünü ifade etmek, izin vermektir. Başka bir
söyleyişle, Vu Han gibi burjuvazinin böylesine gerici
temsilcilerine bir kalkandır. Bu “Çiçek açmasına izin
vermek”, Mao Zedung Düşüncesi’ne karşı yönelmiştir
ve burjuvazinin ihtiyaçlarına uymaktadır.
Burjuvazinin şiddetli saldırılarına bir karşı saldırıyla yanıt vermeye başladığımız sırada, Tezleri kaleme alanlar, “Herkes gerçeğin karşısında eşittir” sloganını ortaya attılar. Bu bir burjuva sloganıdır. Onlar
bu sloganı burjuvaziyi korumak, proletaryaya karşı
mücadele yürütmek ve Marksizm-Leninizme ve Mao
Zedung Düşüncesi’ne karşı çıkmak için kullanılmakta, gerçeğin sınıfsal niteliğini temelden reddetmektedirler. Proletarya ile burjuvazi; Marksizm gerçeği
ile burjuvazi ve tüm diğer sömürücü sınıfların saçmalıkları arasındaki mücadelede, ya doğu rüzgârının
batı rüzgârını ya da batı rüzgârının doğu rüzgârını
alt etmesi söz konudur. Burada kesinlikle eşitlikten
söz edilemez. Aşağıdaki gibi başlıca sorunlarda bir
eşitlik caiz olabilir mi? Proletaryanın burjuvaziye
karşı mücadelesi, proletaryanın burjuvazi üzerindeki diktatörlüğü, çeşitli kültürel alanlar dâhil olmak
77
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
78
Başkan Mao sık sık şunu söylemiştir: “Alaşağı etmeler olmaksızın inşa olamaz. Devirmek, eleştiri ve
devrim demektir. Eski olanı alaşağı etmek için gerekçeler getirilmek zorundadır ve gerekçelendirmek yeni
bir şey inşa etmek demektir. Devirmek öne alınırsa,
inşa etmek zaten onun içinde saklıdır.” MarksizmLeninizm, Mao Zedung Düşüncesi, burjuva ideolojik
sistemi yıkma mücadelesi sürecinde ortaya çıktı ve bu
bağlamda kendisini sürekli geliştirdi. Oysa bu tezlerde, “inşa olmadan, gerçek ve bütünlüklü hiçbir yıkım
olamaz” vurgulanıyor. Aslında bununla burjuva ideolojisinin kökünün kurutulması ve proletarya ideolojisinin inşası yasaklanmak isteniyor. Bu, Başkan Mao
Zedung’un düşüncesine taban tabana zıttır. Burjuva
ideolojisinin kültür cephesinde acımasızca kökünün
kurutulması için yürüttüğümüz, devrimci mücadeleye karşıdır. Proletaryanın devrim yapmasını engellemektedir.
Tezlerde, “Daima kendi başlarına buyruk hareket
eden ve insanları kendi güçleriyle bastırmaya çalışan, akademik zorbalar gibi hareket etmemeliyiz” ve
devamla “solcu bilim insanlarının burjuva uzmanların ve akademik zorbaların yolunu tutmalarına karşı
kendimizi korumamız gerekir” deniyor. “Akademik
zorbalar ” ile aslında kastedilen nedir? Peki, “akademik zorbalar” kimlerdir? Proletarya hiçbir diktatörlük uygulamaması mı ve burjuvazi üstünde muzaffer
olmaması mı gerekir? Proletaryanın bilimi, burjuvazininkisini yenmemeli ve imha etmemeli mi? Eğer
proletaryanın bilimi, burjuvazinin bilimini yener ve
imha ederse, bunun “akademik zorbalar”ın bir davranışı olarak değerlendirilmesi mi gerekir? Tezlerde,
vurulan darbe proleter sola yönelmektedir. Açıktır ki,
tezlerin yazarların amacı, Marksist-Leninistlere “akademik zorbalar” damgasını yapıştırmak, böylelikle
gerçek burjuva akademik zorbaları desteklemek ve
onların bilim çevreleri içindeki sallanmaktaki tekel
konumlarını korumaktır. Gerçekten, bu parti içinde
kapitalist yolda gitmekte olan söz konusu güç sahibi kişiler, burjuva akademik zorbaları destekleyen ve
partiye sızmış burjuva temsilcilerini koruyan, partinin adını gasp etmiş gerçek büyük çaplı parti zorbalarıdırlar. Kitap okumazlar, günlük basını izlemezler,
kitlelerle hiçbir bağları yoktur, hiçbir bilgiye sahip
değildirler ve kendilerinin biricik sığınaklarını “başına buyruk bir biçimde hareket etmekte ve insanları
güçleri ile ezmekte” görürler.
Bu tezlerin yazarları, kendilerinin gizli amaçlarına ulaşmak için, “tutarlı sol” arasında bir “yönelim
hareketi” yaratmayı talep etmekte, kasten kafa karışıklığı yaratmakta, sınıflar arasındaki ayrım çizgisini
bulandırmakta ve halkı mücadele hedefinden saptırmaktadır. Onlar böylesine aceleyle bu tezleri çıkarmakla, proleter sollara bir darbe indirmek hedefini
esas olarak güttüler. Sollar hakkında malzeme toplamak peşindeydiler; sollara saldırmak için her türlü bahaneleri aradılar; daha bir “Yönelim hareketi”
maskesi altında onlara karşı daha fazla saldırılara girişmeye niyetlendiler ve solların saflarını parçalama
boşa çabasına gayret ettiler. Başkan Mao’nun solların
koruması ve desteklenmesi, onun inşasına ve saflarının güçlendirilmesine özenle dikkat gösterilmesi
şeklindeki, berrak politikasına bütünüyle açıktan açığa karşı koydular. Öte yandan, burjuva temsilcilerine,
revizyonistlere ve partiye sızmış bulunan döneklere
“tutarlı sol” unvanını verdiler ve onları korudular.
Onlar böylesi araçlarla burjuva sağların kibirliliklerini arttırmaya ve proleter solun itibarını tahrip etmeye
çalışıyorlar. Yürekleri, proletaryaya kin, burjuvaziye
sevgi ile doludur. Bu, tezlerin yazarlarının sahip oldukları gibi, kardeşliğin burjuva anlayışıdır.
İdeolojik cephede proletaryanın burjuvazinin temsilcilerine karşı yeni ve şiddetli mücadelesinin ancak
henüz başladığı bir sırada mücadeleye daha dâhil
olunmadığı ya da henüz gerçekleşmiş olduğu birçok
bölgelerde ve yerlerde, bu büyük mücadelenin nasıl
yönetilmesi gerektiği konusunu parti komitelerinin
çoğu henüz çok cüzi oranda kavramış durumdadırlar; onu yükümlülüklerinin bilincinde olarak ve çok
etkin bir şekilde yürütmekten daha çok uzaktırlar.
Tezlerde böylesi bir zamanda, mücadelenin “yönetilmek zorunda olduğu”, onun “titizlikle”, “dikkatle”,
“yetkili yönetim organlarının onayıyla” yürütülmesinin zorunluluğu olduğunu tekrar tekrar vurgulanıyor. Bütün bunlar proleter solunun önüne birçok
setlerin çekilmesine, elini kolunu bağlamak için
önüne tabular, emirler konmasına, Proleter Kültür
Devrimi’nin yolunun önüne olası her türlü engelin
çıkartılmasına hizmet etmektedir. Tek kelime ile
tezleri yazanlar, frenleri çekmeye ve intikam hırsıyla dolu olarak karşı saldırıya girişmeye canla başla
çabalamaktadırlar. Gerici burjuva “otoriteleri” reddetmek için proleter sollar tarafından yazılmış bulunan makalelerle ilgili olarak, şimdiden yayımlanmış
olanlara karşı derin bir kin beslemekte ve henüz yayınlanmamış olanlarına ise baskı uygulamaktadırlar.
Oysa tüm karanlık güçlerin başlarını bomboş bırakıyorlar; bunlar gazetelerimizde, radyo yayınlarımızda,
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Zedung’un direktiflerini yerine getirmeli, Proleter
Kültür Devrimi’nin yüce bayrağını yükseklerde tutmalı, parti-düşmanı, antisosyalist sözde “akademik
otoritelerin” burjuva gerici görüşünü acımasızca teşhir etmeli, bilim, eğitimcilik, gazetecilik, edebiyat,
sanat ve yayıncılık içindeki gerici burjuva fikirlere
karşı temelli bir şekilde eleştiri getirilmeli, bunlar
mahkûm edilmeli ve kültür sektörlerindeki önderlik
fethedilmelidir. Bunu için aynı zamanda partiye, hükümete, orduya ve kültürün çeşitli alanlarına sızmış
olan burjuvazinin bu temsilcilerinin eleştirilmesi ve
mahkûm edilmeleri gereklidir; onlar temizlenip ihraç
edilmeli veya kısmen başka mevkilere kaydırılmalıdırlar. Her şeyden önce bu kişiler kültür devriminin
yönetilmesi ile görevlendirilmemelidirler; buna rağmen, gerçekten bu çalışmayı yapmış ve hâlâ yapmaya
devam etmekte onlardan birçokları vardır ve bu son
derece tehlikelidir.
Burjuvazinin sinsice partiye, hükümete, orduya
ve kültürün çeşitli alanlarına sızan temsilcileri bir
karşıdevrimci revizyonistlerin küçük bir kümesidir.
Zamanı olgunlaştığında, siyasi iktidarı kendi ellerine
geçirecek ve proletaryanın diktatörlüğünü burjuvazinin diktatörlüğüne dönüştüreceklerdir. Bu insanların bazıları şimdiden tarafımızdan açığa çıkarılmış
bulunmaktadır, ama gerçek yüzlerini henüz açığa
çıkarmadığımız bazıları hâlâ vardır. Bazılarına daha
hâlâ güvenimize sahiptirler ve örneğin kendilerini
en yakınımıza yerleştirmiş bulunan Kruşçev tipinde insanlar ardıllarımız olarak yetiştiriliyorlar. Her
düzeylerdeki parti komiteleri bu meseleye en büyük
dikkati göstermelidir.
Bu genelge, bu yılın (1966 -ÇN)12 Şubat tarihinde
Merkez Komitesi’nce yayınlanan sahte bir belge ile
birlikte, parti ilçe komiteleri, kültür örgütlerindeki parti komiteleri, ordudaki alay düzeyindeki parti
komitelerine kadar dağıtılmalıdır. Bu komitelerden
bu iki belgeden hangisinin doğru, hangisinin yanlış
olduğu, bizzat bütün bunlar üzerine görüşleri, hangi
başarılar ve hataların bulunduğu hakkında bir tartışma geliştirmeleri istenmektedir.
[(“Çin Kültür Devrimi Tarihi” Jean Daubier, s. 301308, Umut Yayıncılık, İstanbul) Umut Yayıncılık,
Komal Yayınları tarafından 1977’de yapılan birinci
baskıyı yeniden yayınlamıştır. Bu çeviri tarafımızdan Almancası ile karşılaştırılarak düzeltilmiştir.
(Bkz. “Mao Tse-tung, Der Große Strategische Plan,
Dokumente zur Kulturrevolution”, Joachim Schickel,
s. 128-137, VoltaireHandbuch, Hamburg, 1969)]
✒
dergilerimizde, kitaplarımızda, ders kitaplarımızda,
konuşmacı kürsülerimizde, yazın ve sanat eserlerinde, filmlerde, tiyatro parçalarında, Ch’ü-yi’de ve güzel sanatta, müzikte, dansta vs’de yıllardır geniş yer
kaplayıp rahatlarına baktılar; bu bağlamda tezlerin
yazarları asla proleter önderlikten yana tavır takınmıyorlar ve bir onay alma yükümlülüğünü birkez bile
vurgulamıyorlar.
Şimdiki mücadelede yoldaş Mao Zedung çizgisinin Kültür Devrimi’ne uygulanması veya buna karşı
çıkılması söz konusudur. Ama tezlerde şu denmektedir: “Mao Zedung Düşüncesi’nin yol gösterdiği bu
mücadele vasıtasıyla bu sorunun çözüm yolunu bulacağız (kastedilen, “bilim alanındaki burjuva düşüncelerin temelli bir şekilde tasfiye edilmesi”dir).
Yoldaş Mao Zedung, bize, proletaryaya kültürel ve
ideolojik cephedeki yolu çok önceleri, “Yeni Demokrasi Üzerine”, “Yenan Forumunda Edebiyat ve Sanat
Üzerine Konuşmalar”, “Liangşam İsyancılarına Katılmak İçin Kaçış” adlı oyunu gördükten sonra “Yenan
Pekin Tiyatro ve Operasına Mektup”, “Halk İçindeki
Çelişkilerin Doğru Bir Biçimde Ele Alınması” ve “Çin
Komünist Partisi’nin Propaganda Çalışması Üzerine
Ulusal Konferansındaki Konuşma” başlıklı yazılarıyla
açmıştı. Oysa tezlerde, Mao Zedung Düşünceleri’nin
henüz hiçbir yolu açmadığı ve yeniden bir yol açmak
zorunda olduğu görüşü savunuluyor. Tezlerin yazarları, “Mao Zedung Düşünceleri’nden yönlendirilmiş
olarak” bayrağını bir kamuflaj olarak kullanarak,
Mao Zedung Düşünceleri’nin karşısında duran bir
yola, yani modern revizyonizm yoluna, burjuva restorasyonunun yolunu açmaya çalışmaktadır.
Kısacası bu tezler, sosyalist devrimin sonuna kadar götürülmesine, yoldaş Mao Zedung tarafından
yönetilen Parti Merkez Komitesi’nin Kültür Devrimi
için çizgisine karşı çıkmakta, proleter sola darbeler
indirmekte, burjuva sağı korumakta ve böylelikle
kamuoyunu burjuva restorasyonuna hazırlamaktadır. Bu tezler, parti içindeki burjuva ideolojisinin bir
yansımasıdır ve başından sonuna dek revizyonist bir
malzemedir. Bu revizyonist çizgiye karşı mücadele
hiçbir şekilde önemsiz birşey değil, bilakis partimiz
ve devletimizin kaderi, perspektifleri ve gelecekteki
çehresini ve de dünya devrimi ile ilgili olarak birinci
derecede önemli büyük bir davadır.
Bütün düzeydeki parti komiteleri, “Kültür
Devrimi’nden sorumlu Beşli Grubun Mevcut Akademik Tartışma Üzerine Raporu”nu uygulamaya
derhal son vermelidirler. Bütün parti, yoldaş Mao
79
✒
röportaj
“SOSYALİZMDEN GERİ DÖNÜŞ SORUNU“ KİTABI
HAKKINDA H.YEŞİL’LE BİR RÖPORTAJ
Neden böyle bir röportaj?
Çünkü bence yalnızca Türkiye Sol’u değil,
sosyalist, komünist olma iddiasındaki bütün
sol açısından önemli bir kitap olduğunu düşündüğüm “Sosyalizmden Geri Dönüş Sorunu” adlı kitap yayınlanalı ve belli bir ölçüde de yayılalı dört ay oldu. Şimdiye kadar
bu kitap üzerine yayınlayan Yayınevi’nin
tanıtım yazısı dışında ve YDİ Çağrı sitesinde yayınlanan kitabın önsözü dışında bir
tanıtım olmadı. Herhangi bir kitap tanıtım
programında kitap üzerine yayınlanan bir
söyleşi vb. olmadı. Herhangi bir gazetenin
kitap ekinde kitap –bildiğim kadarıyla yayınevi tarafından buralara gönderilmiş olduğu halde, eğer yanlış biliyorsam bu konuda
hatalı olan tabii yayınevidir– tanıtılmadı.
Böyle bir kitabın varlığından yani, kitabın çıkacağını bilip te bu arada satın almış
olanlar dışındaki sol okuyucunun haberi
yok. Kitap hakkında tanıtıcı bir söyleşi belki
bu durumun biraz değiştirilmesinde yararlı
olabilir diye düşünüyorum.
80
Kitabın hedef okuyucu kitlesi kim?
Bu kitabın hedef okuyucu kitlesi kendine sosyalist, komünist, ML vb. diyen şu veya
bu örgüt içinde örgütlü olarak çalışan veya
örgütsüz olan kişilerdir. Neden böyledir?
Çünkü kitapta tartışılan sorunlar doğrudan doğruya
sosyalizmin inşası ile ilgili olan, esasında sosyalizmi
doğru ve mümkün gören, sosyalist/komünist literatürle az çok tanışıklığı olan insanları birinci derecede ilgilendiren, daha doğrusu ilgilendirmesi gereken
sorunlardır. Bu kesim dışındaki okuyucu için bu kitap fazla bir şey vermeyen, okunması zor, anakronik,
sıkıcı bir kitaptır.
Burada tabii özellikle şu veya bu örgütte örgütlü
olanların, en azından sübjektif olarak sosyalizm/
komünizm için örgütlü mücadele yürüttüğünü düşünenlerin bu kitabı okumasını, bu kitapta ortaya
konan görüşler üzerine tartışmasını çok isterim.
Çünkü bu insanlar mücadelelerinde nasıl bir sosyalizm istiyoruz; iktidara geldiğimizde ne yapacağız
sorusuna cevap vermek zorundadırlar. Bu soruya cevap verirken tabii ki şimdiye kadar sosyalist iktidar
olarak gördükleri iktidarlar varsa bunların neyi nasıl
yaptıklarını sorgulamak, onların deneyimlerinden
olumlu ve olumsuz dersler çıkarmak zorundadırlar.
Kitap tam da bunları tartışmakta, bunların tartışılması, tartışmanın ilerletilmesi, derinleştirilmesi için
oldukça zengin malzeme sunmaktadır.
Ancak bunun olabilmesi için de sol örgütlerin ve
sol örgütlerde örgütlü olanların şimdiye kadarki geleneklerinin dışına çıkmaları gerektiğinin ve bunun
Şimdiye kadar H.Yeşil adına bir çok kitap yayınlandı. Bu kitabı diğerlerinden ayıran bir özellik var
mı?
Var. Şimdiye kadar benim adımla yayınlanmış olan
–aslında hepsi de benim içinde yer aldığım bir kolektif içinde tarışılan ve kolektifin ortak ürünü olan–
kitaplar, ya bir konuda geçmişte ML saflarda yürütülmüş tartışmaları derleyen; ya da bir konuda ML
görüşleri güncel gelişmelere uygulayp o konuda ML
siyaset geliştiren kitaplardı. Genel olarak bu kitaplarda çaba ML görüşlerin kavranması ve güncele uygulanması çabası idi. Sorunlara o güne kadar dünya
ML hareketinin genel yaklaşımından çıkarak cevap
arayan kitaplardı bunlar. Verili ML bilim olduğu gibi
alınıyor, ona dayanılıyordu. Bu kitaplarda ML’nin
henüz cevap vermediği sorulara cevap aranmıyordu.
Marksizm-Leninizmi kavramak ve güncel sorunlara
uygulamaktı çabanın merkezinde duran.
İlk kez bu kitapta Marksizm-Leninizmin henüz yeterli bir cevap vermediği bir soruya cevap aranıyor.
Soru şu: Nasıl oldu da, bir zamanlar sosyalist diye
adlandırdığımız ülkelerde bir geri dönüş olgusu ortaya çıktı. Bu ülkeler birer birer yeniden emperyalist
dünyanın doğrudan parçaları haline geldiler? Bu gelişmenin maddi/sınıfsal temelleri nelerdir ? Bu soruya
verilecek doğru cevap aslında ML biliminin ilerletilmesi olacaktır. Bu kitapta bu yapılmaya çalışılmaktadır. Bu yenidir. Bu soruya tabii ki yeni bir olgu olarak
ortaya çıkan geri dönüş olmadan cevap verilemezdi.
Bu soruya aslında sosyalizm adına konuşan bir kanat, Dünya Komünist Hareketi içinde 1960’ların birinci yarısındaki bölünmede başını ÇKP’nin çektiği,
AEP’in de içinde yer aldığı kanat –ki ben ve benim
içinde çalıştığım kolektif bu kanatta yer almıştır– siyasi olarak doğru bir cevap veriyordu. Şöyle deniyordu: Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası sürecinde
parti içinde iktidarı yozlaşan revizyonist unsurlar ele
geçirmiştir. Revizyonizmin iktidarı burjuvazinin iktidarı demektir. Sosyalizm revizyonist ihanet ve revizyonizmin iktidarı ile çökmüştür. Revizyonistler
sosyalizm inşası sürecinde ortaya çıkan yeni tipte bir
burjuvazinin temsilcisidirler. Bunlar doğru tespitlerdi, doğru tespitlerdir. Fakat bu tespitler bu yeni tipte burjuvazinin hangi ekonomik temeller üzerinde
nasıl geliştiği; bunların gelişmesinde ML’lerin ha-
röportaj
şimdiye kadar bildiklerinizle karşılaştırın, kendi bağımsız değerlendirmenizi yapın. Eleştirilerinizi bekliyorum.
✒
da çok zor olduğunu biliyorum. Nedir bu gelenek?
Kendi örgütünün savunduğu görüşleri imanla savunmak, kendi örgütü dışındaki sol örgüt veya kişilerin yazılarını, yayın organlarını, kitaplarını, onlar
zaten oportünist, revizyonist, troçkist vs. vs. olduklarından okumamak, tartışmamak, incelememek.
İncelenekse eğer onu zaten eleştirmek için yapan, bilen ağabey (daha çok) ve ablalar (daha az), kirveler,
yoldaşlar vardır. Onların değerlendirmesi yeterlidir.
Onları okuruz. Biter. Sol örgütlerin çoğu kadrosunu
ve kitlesini böyle eğitiyor. Sol örgütlerin kadroları ve
kitleleri de bu eğitim temelinde hareket ediyor. Bu
yüzden örgütlü kesimin bu kitabı alıp okuması oldukça sınırlı olacaktır diye düşünüyorum. Burada
önce bu kesimin teori yapan ağabey ve ablalarına sözüm. Bu kitapla polemiğe girin. Kitapta savunulan
görüşleri çürütün, bunların ML görüşler olmadığını
ispatlayan yazılar yazın! Örgütünüzde bu kitaptaki
görüşler üzerine tartışmalar örgütleyin. Paramparça
edin bu kitabı. Ama yokmuş gibi davranmayın. Suskunlukla geçiştirmeye çalışmayın. Bu kitap üzerine
yürütülecek her tartışma, her polemik, o ne kadar seviyesiz olursa olsun, yine de tartışmanın ilerletilmesine yardımcı olacaktır. Ben şimdiden şunun sözünü
veriyorum: Ben bu kitapta savunulan görüşler üzerine getirilen her eleştiriyi, kimden geldiğine bakmaksızın ciddiye alıp
cevaplandıracağım. Bu arada şunu da söyleyeyim,
bu kitapta savunulan görüşler, benim ve içinde çalıştığım kolektifin anda vardığı yerde doğru bularak
savunduğu görüşlerdir. Fakat bunlar değişmez, ilerletilmez, derinleştirilmez, bitmiş görüşler değildir. Bu
kitabın hazırlanmasına doğrudan katılmış olanlar
dışındakiler için bu kitapta savunulanlar, tartışmaya
sunulan görüşlerdir. Bu tartışma içinde eğer getirilen
eleştirel görüşler bu kitabın hazırlığında çalışan kolektifi ikna ederse, o görüşler de bu kitapta savunulan
görüşlerin bir parçası olur.
Örgütlerin tabanındaki sosyalist/komünist olmak
isteyen insanlara ise şunu söylemek istiyorum: Sosyalist/komünist olmanın ilk şartlarından biri kendi
kafasıyla düşünmek, hiçbir apriori “doğru” yu, kendi
mantık süzgecinden geçirmeden, doğru olarak kabul
etmemektir. İkinci olarak da komünisti komünist
yapan özelliklerden biri her zaman kendi doğrunu,
başkalarının doğrusu ile karşılaştırmaktan ve yanlışlığını gördüğünde değiştirmeye hazır olmaktan
korkmamak, çekinmemektir. Çağrım şu: Bu kitabı
–örgütünüz ne derse desin–alıp, kendiniz okuyun,
81
✒
röportaj
82
talarının rol oynayıp oynamadığı sorularına cevap
vermiyordu. Bu konuda 60’lı yıllarda “Mao Zedung
Düşüncesi” taraftarlarından gelen açıklamalar yeterli
değildi. Yine 60/70’li yıllarda ve daha sonra da birçok
ML grup ve parti adına da bu konu yeterli bir biçimde
irdelenmedi, çözülmedi. Aynı şekilde bir dizi burjuva
bilim insanının geri dönüş konusunda yazıp çizdikleri de sorunu çözmedi. Zaten bunu onlardan beklemek
de yanlış. Ben ve benim içinde çalıştığım kolektif bu
alanda eksikliği daha bir kolektif olarak ortaya çıktığımızda tespit ettik. Ve fakat bu eksikliği gidermeye
soyunmak için, öncelikle çözülmesi gereken bir sürü
sorunu çözmemiz gerekiyordu. Bu iş ancak öğrenme,
kavrama, uygulama ile ilgili görevlerin esas olarak tamamlanması ertesinde ele alınabilirdi. Yani görevin
tespitinden belki onlarca yıl sonra! Öyle de oldu.
Sonuç olarak bu işi çözmek için gerekli yöntemi
tespit ettik önce. Bu bağlamda sosyalizmin inşasının
en gelişmiş olduğu ülkenin deneyiminin değerlendirilmesinin doğru olacağını belirledik. Bu ülke Sovyetler Birliği idi. Zaten çok erken bir dönemde, daha
1980’li yılların başında Sovyetler Birliği dışındaki
ülkelerde sosyalizmin inşası için ön şart olan proletarya diktatörlüğünün var olmadığı tespitini yapmıştık. Sorunun çözümü için Sovyetler Birliği’nde
sosyalizmin inşasında hangi adımların nasıl atıldığı,
atılan adımların nasıl gerekçelendirildiğini, bu deneyim temelinde hangi teorik çıkarsamaların yapıldığını incelemek gerekiyordu. Bunun için temel alınacak
en uygun malzemenin Sovyetler Birliği Komünist
Partisi Merkez Komitesi’nin onayından geçen Politik
Ekonomi Ders Kitabı’nın sosyalizmle ilgili bölümü
olduğunu tespit ettik. Sorunun çözümünde attığımız
ilk adım bu kitabın Türkçeye çevrilip, basılmasını
sağlamak oldu. (Şimdi aramızda olmayan “Kel” in,
Dr. Musa’nın emeklerini ve bu konuda emek harcamış bütün yoldaşları saygı ile anıyorum.) Bu kitabın
kolektif içinde yapılan, dışardan yoldaşların da katıldığı eğitimi, tartışması temelinde bir taslağı, 20112015 yılları arasında dört yıllık son kolektif tartışmasına sunuldu. Bana düşen bu tartışmalar temelinde
kitaba son şeklini vermek oldu.
Şimdi bizim çıkardığımız bu kitap belli noktalarda bizim bugüne kadar savunduğumuz görüşlerle de
çelişme içindedir. Bu anlamda bizim için de “ezber
bozan” sonuçları kimi sonuçları içermektedir. Kitap,
kendinden öncekilerden değişik olarak ML bilimini
eksik olan bir noktada ilerletme işine soyunan bir kitap olarak herkesin denetimine sunuluyor. Bu bakım-
dan bu kitap daha önce benim adıma yayınlanmış kitaplardan ayrı bir kitap.
Bu kitapta savunulan kimi görüşlerin daha önce
savunduğunuz kimi görüşlerle çelişme içinde olduğunu söyledin. Bu noktalar ne olacak, ne yapılacak?
Diyalektik, hiçbir şeyin durağan olmadığını, maddenin (ve onun yansıması olan düşüncenin) hareket
ve değişim içinde olduğunu öğretiyor. Ve bu öğreti
her gün, her yeni bilimsel buluşla yeniden kanıtlanıyor. Kimi görüşlerin değişmesi olağan ve evet kaçınılmazdır. Sürekli artan ve değişen bilginin sınırı
yok. Eğer bugün bildiklerimiz, dün bilmediklerimize
yeni ekler yapıyorsa ya da dün doğru bildiklerimizin yanlış olduğunu gösteriyorsa, o zaman bugünkü
bilgimiz temelinde dünkü görüşlerimizi sorgular,
yanlış olanları düzeltir, eksik olanları tamamlarız.
Bunu yaparken de yanlış olduğunu gördüğümüz ve
değiştirdiğimiz görüşlerin özeleştirisini yaparız. Bu
önümüzde duran bir görev. Bunu daha önce yayınladığımız kitapların yeniden baskılarında bir önsözle
yerine getireceğiz.
Kitabın yapısı, sistemi hakkında söylemek istediğin bir şey var mı?
Kitap bir önsöz ve iki bölümden oluşuyor. Dizgide
bu iki bölümün çok daha anlaşılır biçimde birbirinden ayrılmamış olması iyi değil. Umarım ikinci baskısı olur ve o ikinci baskıda bu düzeltilir.
Sayfa 21 ile 404 arasındaki Birinci Bölüm hacim
olarak kitabın ana bölümünü oluşturuyor. Bu bölümde “Politik Ekonomi Ders Kitabı”nın sosyalizmle ilgili ikinci cildi kitabın sistematiğine bağlı kalınarak
bölüm bölüm inceleniyor. Her bölümde teorik olarak
savunulanlar ML bilimi temelinde irdeleniyor, bunun
yanında atılan pratik adımlar da değerlendiriliyor.
İkinci Bölüm 405-488. sayfaları arasındaki bölüm.
Bu bölümde Politik Ekonomi Ders Kitabı’nın daha
önce kitabın sistematiğine bağlı kalınarak incelenen
bölümünde tartışılan sorunlar, bu kez sorunlar temel
başlıkları altında inceleniyor, bir genel değerlendirme
yapılıyor. 477-488. sayfaları arasında çıkarılan sonuçlar 19 kısa tez halinde özetleniyor.
Bu 19 kısa tezin geniş gerekçelendirilmeleri kitabın
ana bölümünü oluşturan birinci bölümünün çeşitli
alt bölümlerinde vardır.
Yani ne dediğimizi özet halinde okumak isteyen
varsa ikinci bölümü okusun. Umarım bu ikinci bölüm ve tezler birinci bölümü de okumaya iter oku-
röportaj
Bu kitapla geri dönüş sorunu çözülmüş oluyor
mu?
Tabii ki hayır. Bu bir anlamda, bir konuda, ekonomik temeller konusunda yalnızca bizim açımızdan
bir sonuca vardırılmış bir başlangıç. Daha yapacak
çok iş var. Ve bu işin yapılmasına yalnızca Kuzey
Kürdistan/Türkiyeli komünistler değil, bütün dünya komünistleri katılmalı. Bunun için bu kitabın en
azından İngilizceye çevrilmesi ve Dünya Komünist
Hareketi unsurlarının tartışma içine çekilmesi çok
önemli.
Bu bağlamda önsözde dikkat çekmiş olduğum üç
nokta var. Onları buraya alıyorum:
Birincisi: Kuşkusuz sosyalizmin inşası ve sosyalizmde geri dönüş sorunu tartışılırken kendisini
Sovyetler Birliği deneyimiyle sınırlamak yetersiz ve
yanlış olur. En azından bir dönem sosyalizmin inşası iddiasında olan Çin Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Halk Cumhuriyeti deneyimlerinin, hatta Küba
deneyimi vb.nin de tartışma içine çekilmesi gerekir.
Kitapta kendimi Sovyetler Birliği deneyiminin değerlendirilmesi ile sınırlamadım. Fakat önceliği en ciddi
ve en uzun süren deneyim olan Sovyetler Birliği’nin
incelenmesine verdim. Bunda tabii sosyalizmin inşası iddiasını ileri süren Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerde siyasi iktidarın proletarya diktatörlüğü olarak
adlandırılamayacağı şeklindeki değerlendirmem de
rol oynadı. Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerdeki deneyimlere, eğer bu ülkelerde “Politik Ekonomi Ders
Kitabı”na atıflar yapıldıysa, ya da eleştiriler yöneltildi
ise, bir de “Politik Ekonomi Ders Kitabı”nın ilgili bölümleri bağıntısında değindim. Tartışmanın ilerleyen
süreci içinde Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerdeki
deneyimlerle ilgili olarak da biraz derinlere inilmesi
gerekli ve doğru olacaktır.
İkincisi: Bu kitapta ‘geri dönüş’ sorununun öncelikle sosyalizmin inşasında ekonomi teorisi ve ekonomik
inşa pratiği yönü incelenmekte, sorunun toplumsal
siyaset yönü, eğitim ve kültür siyaseti yönü fazlaca ele
alınmamaktadır. Kendimi büyük ölçüde ekonomik
alanla sınırlamamın nedeni bu araştırmanın temeli-
ne bilinçli olarak şimdiye kadar en fazla ihmal edilen
bu yönü koymamdır.
Geri dönüş sorununda fakat mutlaka bu kitapta
üzerinde fazlaca durulmayan yönler üzerinde, ‘geri
dönüş’ün sosyal siyasette, eğitim ve kültür siyasetinde nereden, nasıl başladığı, Marksist-Leninist’lerin
bu bağlamda yaptığı hatalar, revizyonistlerin bilinçli
çarpıtmaları, bunların sonuçları araştırılmak, tartışılmak zorundadır.
Üçüncüsü: Bütün kitapta daha çok yanlışlar üzerinde durulmaktadır. Bu, sosyalizmin inşasında kazanılan başarıları inkâr etmek veya küçültmek için
yapılmıyor. Gerek Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin
inşasında, gerekse Çin Halk Cumhuriyeti’nde, Arnavutluk Halk Cumhuriyeti’nde, gerekse İkinci Dünya
Savaşı ertesinde ortaya çıkan diğer halk demokrasisi
ülkelerinde işçiler ve emekçiler lehine elde edilen muazzam kazanımları hiçbir ‘geri dönüş’ olgusu silemez.
İşçiler, emekçiler bu süreçlerde hiçbir burjuva diktatörlüğünde elde etmeleri mümkün olmayan haklara
ve maddi şartlara kavuşmuşlardır. Bu tarihi bir gerçekliktir.
Bu kitapta fakat öncelikle bu kazanımlar üzerinde
durulmak, bunlarla övünmek yerine, bilinçli olarak
öncelikle yapılan hatalar üzerinde duruluyor. Neden?
Çünkü sosyalizmin gerçek anlamda inşası ve devrimin durmaksızın sürdürülmesi, geçmiş sosyalizm
inşa deneyimlerindeki yanlışlar tespit edilmeksizin
ve bunların tekrarı önlenmeksizin ilerde de mümkün
olmayacaktır. Burada iki çeşit ‘yanlış’ vardır. Birincisi: revizyonistlerin aslında Marksizm-Leninizm’den
sapma olan, revizyonistler açısından gerçekte yanlış
olmayan, onların grupsal ve kişisel çıkarlarına uygun
siyasetler olarak bilinçli bir şekilde geliştirilen, uygulanan, egemen kılınan revizyonist siyasetlerdir. İkincisi: Marksist-Leninist’lerin yaptığı hatalar vardır.
İkinciler, yani Marksist-Leninist’lerin kimi hataları,
birçok halde birincilerin, yani bilinçli revizyonist siyasetlerinin geliştirilmesinin ve hakim kılınmasının
teorik temelini vermiş, yolunu açmıştır. Bu iki tip
‘yanlış’ı birbirinden ayırmayı önemli buluyorum. Benim için önemli olan, öncelikli olan Marksist-Leninist’lerin yaptığı, yani ‘bize ait’ olan hatalardır. Bunları tespit etmek ve aşmak bizim yapacağımız iştir,
bizim görevimizdir.
Yani yapacak çok iş, yürünecek çok uzun bir yol var
daha…
Kolay gelsin!
05.02.2016
✒
yucuyu.
En iyisi tabii bu kitapla birlikte, bu kitapta tartışılan
temel kitabı, “Politik Ekonomi Ders Kitabı” ikinci cildi de okumaktır. Ve kendi başına okumakla kalmayıp
tartışmaktır.
Ben sosyalistim/komünistim diyen herkesin bu işi
yapması gerektiğini düşünüyorum.
83
Download