• EDİTÖRDEN editörden - içindekiler Merhaba Yeni bir sayı ile birlikteyiz. Ortadoğu ve Kürdistan kan deryası. Kuzey Kürdistan’da savaş bütün vahşetiyle sürüyor. Sömürgeci Türk devleti yerleşim alanlarını yakıp yıkıyor. Kural sınır tanımıyor. Her türlü vahşeti uyguluyor. Ölü bedenlerin akreplerin arkasına bağlanıp sürüklenmesinden, öldürülen kadınların bedenlerinin çıplak teşhirine, onlarca insanın sığındığı bodrumlarda yakılmasına kadar vahşette sınır tanımıyor. Bir kez daha barbarlık kol geziyor. Kürdistan’da, Suriye’de, Libya’da… Halkların barış isteği savaş yıkıntıları altında yitip gidiyor. Yürüyen ve anda halklara hiçbir yararı olmayan bu savaşın bitmesini istiyoruz. Kürt halkına büyük acılar yaşatan bu savaşın durmasını istiyoruz. Bu barış, kalıcı bir barış olmasa da, bugün halkların yararına olan tek çözümdür. Onun için hemen şimdi kayıtsız, koşulsuz inadına barış diyoruz! Bu konuda tavrımızı açımlayan yazılarımızı sayı içinde bulabilirsiniz. *** 2016 yılı Büyük Proleter Kültür Devriminin 50. yıldönümü. Çin’de milyonlarca insanı harekete geçiren, kitlesel büyük gösterilerin düzenlendiği kültür devrimi tüm dünyada önemli etkilere yol açtı. İbrahim Kaypakkaya‘nın kurucusu ve önderi olduğu TKP/ML Kültür Devriminden çok önemli oranda etkilendi. Bu sayımızda, Büyük Proleter Kültür Devrimi üzerine kapsamlı bir yazımızı yayınlıyoruz. Yazı hakkında eleştirilerinizi ve önerilerinizi bekliyoruz. Eylül ayında İstanbul’da “Çin’de Büyük Proleter Kültür Devrimi ve sosyalist inşadaki yeri” konulu bir konferans düzenlemeyi planlıyoruz. Bu yazı aynı zamanda bu konferansın hazırlığı olarak kavranmalı ve üzerine tartışılmalıdır. Yeni sayımızda buluşmak üzere hoşça kalın… YDİ ÇAĞRI Mart 2016 İÇİNDEKİLER GÜNDEM 8 MART 2016. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 TÜRK DEVLETİ SURİYE’DEN ELİNİ ÇEK!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 YENİ ANAYASA, BAŞKANLIK SİSTEMİ TARTIŞMALARI ÜZERİNE. . . . . 9 PANORAMA SAVAŞ DİPLOMASİSİNDE GELİŞMELER!… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32 CHAVEZCİLERİN SEÇİM YENİLGİSİ! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38 ROSA LUXEMBURG KONFERANSI ÜZERİNE NOTLAR. . . . . . . . . . . . . 42 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN NEWROZ PÎROZ BE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 ONURLU BİR AYDIN: İSMAİL BEŞİKÇİ’Yİ TANIYALIM!. . . . . . . . . . . . 18 HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİ 6. GENEL KURULU. . . . . . . . . 19 SOYKIRIMDA ALMANYA’NIN ROLÜ VE ORTAKLIĞI!! . . . . . . . . . . . . . 21 OKUR MEKTUBU GEORGİ DİMİTROF’TAN “AVUSTURYALI İŞÇİLERE MEKTUP” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 47 Dimitrof: 1934 Avusturyalı İşçilere Mektup’tan . . . . . . . . . . . . . . . 56 ÇEVRE SORUNU ARTVİN/CERATTEPE ÇEVRE DİRENİŞİ ÜZERİNE!. . . . . . . . . . . . . . . . . 29 YENİ KADIN DÜNYASI KADIN SİNEMACILAR “ARTIK YETER” DEDİ!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31 2 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI “BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ” ÜZERİNE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 58 RÖPORTAJ “SOSYALİZMDEN GERİ DÖNÜŞ SORUNU“ KİTABI HAKKINDA H.YEŞİL’LE BİR RÖPORTAJ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 80 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Sultaniye Mah. Doğan Araslı Bul. Hanplus İş Mer. No: 150 Kat: 12 Ofis No: 316 Esenyurt/İstanbul• Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 180 · Mart/Nisan 2016 • ISSN 1301-692X180• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.com • ydicagrigazetesi@gmail.com• info@ydicagri.com Bu yıl 8 Mart’ı dünyada ve ülkelerimizde savaşın, ırkçılığın, faşist saldırganlığın, militarizmin, erkek şiddeti ve cinsiyetçiliğin daha da tırmandırıldığı bir ortamda karşılıyoruz. Savaş En Çok Kadınları Vuruyor! Faşist T.C. ordusuyla, polisiyle, korucusuyla... medyası ve tüm diğer imkanlarıyla Kuzey Kürdistan’da kıyasıya bir savaş yürütüyor. Son olarak Cizre’de ve Diyarbakır’ın Sur ilçesinde günlerce süren kuşatma, sivil halka yönelik zorla göçettirme, kaçamayanları ise kurşun ve bomba yağmuruna tutma yoluyla sürdürdüğü katliamlarla bizzat resmi ağızdan yapılan açıklamalara göre 600 insanın ölümüne yolaçmış durumda. Onlar “terörist” diyor ama, ölenlerin sadece sömürgeci saldırganlığa karşı direnen güçler değil, çatışma alanında sıkışıp kalmış yaşlı, çocuk, kadın demeden siviller de olduğu apaçık ortada. Sokağa çıkma yasağı öncesinde gücünün yettiği kadar eşyasını omuzlayan, bir yandan da küçük çocuklarına sahip çıkmaya çalışan kadınları izledik. Biçare insanların canhıraş yerlerini yurtlarını terketme çabalarını, beyaz bayraklarına rağmen asker-polisin yaylım ateşine kurban gidenleri, ölen bebelerinin naaşları kokmasın diye buzdolabında saklayanları muhalif kanallar ve sosyal medya üzerinden dünya kamuoyuyla birlikte izledik. Dahası salt öldürmekle de yetinmeyip, sözümona güç gösterimi amacıyla öldürdükleri insanların cesetlerini cip arkasında sürüklemek, kadınların çıplak cesetlerini medyaya servis edip teşhir etmek gibi davranışlardan da geri durmayan iğrenç bir erkek şiddetiyle karşılaştık. Savaş sürdükçe, her geçen gün biraz daha insanlık namına ne varsa yitip gidiyor... Daha geçen yaz, öldürülen Ekin Van’ın çıplak cesedinin teşhir edilmesi ardından Muş Valiliği fotoğrafın gerçekliğini doğrulamış ve yarım ağızla da olsa olayın “kabul edilemezliği”nden bahsedip, fotoğrafı çeken ve sosyal medyada teşhir edenler hakkında soruşturma açılacağını açıklamıştı. Şimdi Cizre’de yine aynı şekilde güvenlik güçleri öldürdükleri bir kadını soymuş ve yanıbaşına postallarıyla dikilerek “kahramanlık” fotoğrafı çektirmişler ve bu fotoğrafı da övünmek için sosyal medyaya servis ediyorlar. Karşıtını aşağılamak için kadınları aşağılamak ve kadınların bedenleri üzerinden de savaş yürütmek -çokça tanık olduğumuz cinsiyetçi faşist mantık budur!- Ve nerdeyse gün ge ç m e m e ktedir ki, iktidar sahiplerinin ağızlarından bu tür aşağılamayı içeren cinsiyetçi söylemler dökülmesin. Daha yenilerde, bizzat AKP Genel Sekreteri Abdulhamit Gül, HDP Eşbaşkanı Sela- gündem 8 MART 2016: FAŞİZME, SAVAŞA VE KADINLARA YÖNELİK ERKEK ŞİDDETİNE KARŞI! KADINLARIN YAŞAM HAKLARI VE ÖZGÜRLÜKLERİ İÇİN MÜCADELEYE! 3 gündem hattin Demirtaş’a gıyabında hitaben “Senin her gün Mecliste gerilla diye bağırdığın ve erkek diye gezinen teröristler, etek giyip geziyorlar. Bu ülkede vatanımızı, milletimizi, bayrağımızı sokakta bulmadık, size de yedirmeyeceğiz. Size etek giydirip gezdiririz ama bu ülkeyi böldürmeyiz” diye konuştu. Erkekler “etek giyip gezdirilmek”le aşağılanıyor, kadınlar çıplak bedenleri sergilenerek... Ve her iki durumda da sözkonusu olan şey, erkeğin güçlülüğü ve üstünlüğü ideolojisine dayanan cinsiyetçilik oluyor! Bütün bunlar yeni ortaya çıkmıyor şüphesiz, bildik bileli bu devletin geleneğinde varolan birşey. Güvenlik güçlerinin özellikle devrimci-demokratik mücadelede eline geçirdiği kadınlara onları yıldırmak, sindirmek ve gözdağı vermek için sistemli bir şekilde uyguladığı gözaltında taciz ve tecavüz olaylarını unutmadık. 90’lı yıllarda sıkça uygulanan bir yıldırma yöntemi olarak Kürt köylerine yapılan baskınlarda kadın/erkek/yaşlı demeden insanların köy meydanlarında çırılçıplak soyundurulup işkenceye maruz kaldığını unutmadık. Ne bunların, ne de şimdi yaptıklarının hesabı verilmedi henüz. “Soruşturma açılacak” türünden boş vaatlerle geçiştirilmenin ötesinde ne sorumlular bulunuyor, ne de yargı önüne çıkarılıyor. Tam tersine, cinsiyetçi söylemler giderek daha da fütursuzca gündeme geliyor. Cinsiyetçilik ve Militarizm Kadınlara Yönelik Erkek Şiddetini Körüklüyor! durduracağız” şiarıyla yıllardır kampanyalar yürüten kadın örgütlerinin ‘kadın cinayetleri meclis gündemine alınsın’ talebi –HDP’nin dışında– gereken yankıyı bulamazken, AKP hükümeti saflarından çokça ifade edilen kadın düşmanı-cinsiyetçi söylemler toplumda zaten varolan erkek şovenizmine daha da çanak tutmaktadır. Lafta erkek şiddetine karşı çıkan çoktur, hükümet partisi dahil, meclisteki bütün partilerin programlarında kadınlara yönelik erkek şiddetine karşı mücadelenin gerekliliği vardır. Bu ama, sözkonusu partilerin kadın-erkek eşitliği konusunda muhafazakar, erkek egemen bir bakış açısına ve parti bünyesine sahip olduğu gerçekliğini değiştirmemektedir (yine örneğin yüzde 50’lik kota uygulayan HDP’yi dışta tutuyoruz.) Kadınların en temel hakkı olan ‘yaşam ve bedenlerine dokunulmazlık’ lafta kalmakta ve gerçekte bu erkek egemen partiler tarafından kesinlikle onaylanmamaktadır. Kürtaj, gebelik, kadınların rol ve davranışlarıyla ilgili resmi ve gayri-resmi açıklamalarda defalarca dile geldiği üzere bu beyler (ve de bayanlar) kadınların yaşam ve bedenleri hakkında erkeklerin ya da ataerkil toplumun söz sahibi olduğunu savunmaktadırlar. Bütün bunlara bizim yanıtımız açıktır: Kadınlar erkeklerin ya da toplumun malı değildir. Kadınlar toplumun eşit üyeleri olarak yerlerini talep eden bağımsız kişilerdir! Ortadoğu’da Savaş: Kadınlar Göç Savaş ortamı, toplumun kutuplaşmasına ve ezilen- Yollarında! 4 lerin birbirine karşı kışkırtılmasına hizmet eden ırkçı/şoven söylemler, artan militarizm, tırmandırılan gerginlik ortamı, cinsiyetçi söylemler –bütün bunlar zaten köklü bir erkek egemenliğinin varolduğu koşullarda, kadınlara yönelik şiddetin daha da katmerleşmesine yolaçıyor. Ülkelerimizde “sessiz sedasız” yürüyen bir savaş daha var gündemde: Toplumsal yaşamın her alanında hakettiği yeri almak isteyen kadınlara yönelik bir savaş bu! Erkek şiddetinin yaygınlığı ve vahşi boyutu bir katliam boyutunu almış olan kadın cinayetlerinde apaçık ortaya çıkıyor: Yapılan bir araştırmaya göre 2009-2013 yılları arasında 949 kadın cinayeti işlenmiş. Bu, sözkonusu dört yılda ortalama olarak her iki günde 3 kadının yakın ilişki içinde bulunduğu erkekler tarafından katledildiği anlamına geliyor. Ürpertici düzeydeki bu erkek şiddetine karşı mücadelede ne devlet/hükümet görevini yerine getirmektedir ne de meclisteki muhalefet partilerinden CHP ve MHP. “Kadın cinayetlerini “Arap Baharı” emperyalistlerin ve bölgesel güçlerin müdahalesiyle Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da savaşlara ve içsavaşlara dönüştü. Bu savaşların getirdiği felaketi ve yıkımı en bariz biçimiyle Suriye ve Libya örneğinde günbegün izlemek zorunda kalıyoruz. Milyonlarca insan göç yollarına düşmek zorunda kalmış bulunuyor. Kuzey Afrika’da, Lübnan’da, Türkiye’de ve şimdi Suriye topraklarında kurulan mülteci kamplarında büyük dramlar yaşanıyor. Ölüm ve savaş korkusuyla yollara düşen insanları göç yollarında türlü türlü felaketler bekliyor. Güçlünün güçsüzü ezip geçtiği, ilkel güdülerin ön plana çıktığı bu ortamda kadınlar ve çocuklar daha da bir korumasız kalıyor ve her türden şiddete ve cinsel saldırıya maruz kalabiliyor. Kimisi hayatta kalabilmek ve çocuklarının karnını doyurabilmek için fuhuşa başvurmak zorunda kalıyor. Kimisi 15-16 yaşındaki kızlarını paralı birilerine ikinci-üçüncü kadın olarak satıyor. Kimi zorla, tecavüz ve şiddetle fuhuş mafyasının veya diğer Avrupa’da Irkçılık ve Neo-Faşizm Mültecilerin Avrupa’ya doğru yürüyerek yola çıkmalarıyla birlikte, bu ülkelerde de panik başladı. İstenmeyen insan grubu ilan edilen mülteciler üzerinden müthiş bir ırkçı ve gerici propaganda gündemde. Örneğin Almanya’da aylardan beri hangi tv kanalını açarsanız açın mutlaka “bu kadar mülteciyi Almanya kaldıramaz” mesajının verildiği bir programla karşılaşırsınız. Bütün bunların gerisinde hükümetin durumdan faydalanıp mülteci ve iş yasalarını revizyondan geçirme, hakları yontma, bunu yaparken de böl-yönet yöntemiyle işçi ve emekçi kitlelerin bilincini karartmayı hedeflemesi sözkonusudur. Irkçılığın ve faşizmin hep aynı basit ve ilkel biçimde gündeme getirildiğini bir kere daha yaşayarak görüyoruz. Her türden kötülüğün kaynağı olarak mültecilerin gösterilmesi: “Mülteciler hırsızlık yapıyor”, “pisler”, “bizim kültürümüzü anlayamayacak kadar ilkeller” vs. vb. Ve tabii ki, milliyetçiliği kışkırtmak için herzaman başvurulan mesele: “Kadınlarımıza, kızlarımıza musallat oluyorlar!” Burda yine kadınlar ırkçı-milliyetçi söyleme malzeme oluveriyor. Sözümona kadınları koruma adına öne sürülen bu söylemler tamamen gerici-faşist bir zihniyetin ürünüdür. “Ulusal birlik ve çıkarlar” adına kadınların “sahiplenilmesi” gerçekte kadınları bağımsız kişiler olarak görmeyen erkek egemen anlayışın yeniden üretilmesidir. Ve burda esas mesele kadınlara yönelik şiddet, cinsel şiddet, taciz ve tecavüzün karşısında durulması değil, ırkçı temelde mültecilerin hedef alınmasıdır. Almanya’da açık neo-faşist propagandayla kitlesel eylemler düzenleyen AFD (Almanya İçin Alternatif) ve Pegida (Batının İslamlaştırılmasına Karşı Avrupa’lı Yurtseverler) gibi parti ve örgütler gayet açık bir şekilde bunu yapmaktadır. Yoksa bu örgütler hiçbir zaman örneğin BM “barış güçleri-askerleri”nin savaş bölgelerinde kadınlara ve kızlara yönelik taciz ve tecavüz vakalarını gündeme getirmemişlerdir, Alman askerlerinin “kriz bölgeleri”ndeki cinsel saldırganlıklarını şimdiye kadar hiç konu etmemişlerdir... Almanya’da da onyıllardan beri kadın örgütleri ceza yasalarının vb. kadınları cinsel şiddete ve tecavüze karşı yeterince korumadığını dile getirmekte ve gerekli hukuksal adımların atılması için somut talepler ileri sürmektedirler. Bu talepler şimdiye kadar, hiçbir parti tarafından ciddi bir şekilde ele alınıp sonuca götürülmemiştir. Şimdi ama, bütün partiler birden bire ayağa kalkmış ve kadınlara taciz ve tecavüze ağır cezalar verilmesini talep etmeye soyunmuşlardır. Bu düpedüz sahtekarlıktır! Biz, kimden gelirse gelsin, hangi ulus veya etnik kökene, hangi sınıfa ait olduğuna bakmaksızın kadınlara yönelik cinsel taciz ve tecavüzün karşısında kararlılık sergilenmesi ve cezai yaptırımların uygulanmasını talep ediyoruz. Almanya’da da ceza yasasının cinsiyetçi olduğunu, gündem mafyanın pençesine düşüyor. Kimi karın tokluğuna emeğini satıyor, kölevari biçimde çalışıyor, çalıştırılıyor. Hak-hukuk yok mülteciye! Şikayet edebilecekleri bir merci de yok! Hayata tutunabilmek için büyük bir mücadele veren biçare kadınlar, küçücük çocuklar insan tacirlerinin elinde Ege ve Akdeniz’in sularında boğulup gidiyor... Avrupa’ya doğru yürüyerek çıktıkları göç yollarında kimisi heder oluyor. Ölüp yitenlerin sayısı bile belli değil. Almanya’da ebeveynsiz mülteci olarak giriş yapmış olan 5 bin çocuğun akibetinin ne olduğu bilinmiyor, bunların bir bölümünün organ mafyasınca kaçırılmış olabileceği söylentisi var ve bu çocukların hakkında resmi makamlar da henüz bir açıklama yapamıyor. Parçalanmış aileler, geride bırakılanlar, hiçe doğru umut yolculuğu... Devletler arasında pazarlık ve tehdit malzemesi olarak kullanılan “hiç”leştirilen bir kütle! 5 gündem yargının kadınları korumadığını, özelde de taciz ve tecavüz durumunda “ispat” konusunda meseleyi yokuşa sürüp, çoğu durumda şikayetleri takipsizlikle sonuçlandırdığını biliyor ve bunun değişmesini talep ediyoruz. Bunlar haklı taleplerdir ve ister Alman ister göçmen olsun, herkese aynı şekilde uygulanmalıdır. Fakat, AFD/Pegida türünden ırkçı-faşistlerin ve onların peşi sıra istisnasız tüm burjuva partilerin savunduğu türden: “suç işleyen mülteci yurtdışı edilsin” talebi kesinlikle kabul edilemez! Çünkü burda mesele cinsel taciz uygulayan kişinin cezalandırılması değil, mültecileri baştan defetmek için, yurtdışı etmek için yeni bahanelerin uydurulmasıdır. Almanya’da ve bir bütün olarak Avrupa’da yargı sistemi sınıfsaldır, cinsiyetçidir, ırkçıdır. Bunlardan sadece birinin öne çıkarılarak, diğerlerinin gözardı edilmesine hizmet eden savunular, ezilenlerin değil, egemenlerin işine yarayacaktır. IŞİD Barbarlığı! 6 Emperyalist büyük güçlerin onyıllardan beri kendilerinin kurup körüklediği İslami örgütlerin önce Talibanlar olarak Afganistan’da, Arap Baharı sonrasında da IŞİD olarak Irak’ta ve Suriye’de boy göstermesiyle dünya halklarının başına bela ettikleri bir fenomenle karşı karşıyayız. En saf İslam’ı temsil etme iddiasında olan ve şimdi hakim oldukları alanda İslami Şeriat Devlet’ini ilan eden bu örgüt gerçekte en gerici ve barbar bir sistem yaratmış durumdadır. Şeriat yasalarının bütün gaddarlığıyla uygulandığı bu sistemde kadınlar bütünüyle haktan yoksundur. Bu sistemde onlara düşen rol, ev içi kölelik, seks köleliği ve çocuk doğurmaktır. Böyle olmasına rağmen ve ne yazık ki, IŞİD esasta internet ve sosyal medya üzerinden yaptığı antiemperyalistlikle süslenmiş müslümanlık propagandasıyla Avrupa’dan gençleri, son dönemde de özellikle genç kızları ve kadınları etki alanına çekebilmektedir. Sanal propagandaya kanıp IŞİD’in ağına düşenlerin bir daha ordan çıkıp kendilerini kurtarabilmeleri oldukça zordur. Emperyalist/kapitalist sistemin kadın emeğinin sömürüsünü katmerleştirmesi, kadınların ücretli çalışma/çocuk bakımı/aile hizmeti biçiminde ikili-üçlü yük taşımak zorunda kalmasıyla bunalan genç kadınlar, kendilerinin yükünü azaltıyormuş görünümü sunan, ekonomik “garanti” ve “salt ev kadınlığı” vaadeden bir sistemi cazip görüyorlar. Buna, Avrupa’da yaşadıkları sürece müslüman gençlik olarak maruz kaldıkları ötelenmişlik ve düşmanca ayrımcılık da eklenince IŞİD’in profesyonel propagandası işe yarar hale gelmektedir. Kadın düşmanlığının “kadın dostu”ymuş gibi pazarlandığı bu fenomenle mücadele şimdilik oldukça uzun vadeli görünüyor. Ortadoğu‘daki savaşın muhtemelen daha onyıllar boyu süreceğinden yola çıkarsak, radikal İslam’ın etkisini Afrika ve Asya’ya daha da yayılarak artıracağından yola çıkmak mümkündür. Ancak şurası da açık, tarihin tekerliğini geri döndürmek mümkün değildir. IŞİD’in devleti de şeriatla yönetilse dahi, kapitalist sistemin dışında değildir, olamayacaktır. Kapitalizm ise girdiği yerde eninde sonunda aynı sonuçları doğurmaktadır. IŞİD’i ve onunla birlikte barbar rejimi, şimdi dayandığı sunni/ müslüman Arap halklarının özgürlükçü demokratik hareketi ve kadın hareketi bertaraf edecektir. Kadınlar Barış İstiyor! 8 Mart 2016’da ülkelerimizde ve dünyada kadın hareketinin gündeminde savaşlara karşı tavır ve barış hareketinin geliştirilmesi vardır. Biz komünist kadınlar, emperyalist ve gerici çıkarlar uğruna halkların birbirine düşürülmesi anlamına gelen savaşlara karşı BARIŞ talebimizi yükseltiyoruz. Bizim için BARIŞ’tan yana tavır takınmak demek, her türden haksız savaşların karşısında, mazlum halkların yanında saf tutmak demektir. Biz faşist Türk devletinin Kuzey Kürdistan’da sürdürdüğü sömürgeci savaşın ve şimdi de Batı Kürdistan’a yaptığı saldırıların karşısında tarafımızı belirliyoruz. Biz emperyalistlerin ve bölgesel gerici güçlerin tetiklediği ve körüklediği savaşlardan kaçan mültecilerin halkların şefkatiyle karşılanması için mücadele ediyoruz. Mültecileri durdurmak için çekilen duvarlar -Türkiye’de ve Avrupa’da- yıkılmalı, savaş mağdurlarına her türden insani yardım yapılmalıdır! Savaştan en fazla zarar gören emekçi kadın kitleleri ve çocuklarının korunmasına özel önem verilmelidir! Mülteci kamplarında ve her yerde erkek şiddetine karşı tedbirler alınmalı, kadınların öz savunmasının geliştirilmesi desteklenmeli, kadınlar hakları ve imkanları hakkında aydınlatılmalıdır. Savaşa, erkek egemen sisteme ve her görünümüyle erkek şiddetine karşı Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de sınıfsal-cinsel-ulusal haklarımız için örgütlü mücadeleye! Yaşasın 8 Mart! Yaşasın işçi ve emekçi kadınların mücadelesi! 14.02.2016 SURİYE SAVAŞINDA YENİ AŞAMA Bir süre öncesine kadar Azez ve Cerablus arasında bulunan Halep’e kadar uzanan bölge, IŞİD, El Nusra gibi Selefist gruplar, cihatçı gruplar, ÖSO bünyesindeki gruplar ve Türkmenler vb. denetimindeydi. Sınır kapısı Öncüpınar’dan Halep’e uzanan 110 kilometrelik koridor, tamamen Esad rejimi muhaliflerinin elindeydi. Suriye savaşının içine doğrudan giren, dengeleri değiştiren Rusya’nın aktif desteğiyle Esad ordusu, Halep’in doğusundan kuzeyine doğru ilerledi. Duveyr Zeytun, Tel Cibrin, Hardetin, Ratyan’ı alarak Zehra ve Nubul kasabalarına ulaştı. Öncüpınar Halep hattı 5 kilometre derinliğinde bir kuşak ile kesilmiş oldu. Öncüpınar Halep koridoru Esad rejimi tarafından kapatıldı. Bu gelişme üzerine Afrin Kantonundan harekete geçen YPG Minnig kasabasına yöneldi. YPG’nin bileşeni olduğu Demokratik Suriye Güçleri (QSD) Minnig askeri hava alanını ele geçirdi. Azez kuşatma altına alındı. Azez-Halep arasındaki stratejik önemi olan Tel Rifat cihatçı gruplardan temizlendi. Bu gelişmeler üzerine TSK Azez bölgesinde bulunan YPG ve QSD güçleri mevzilerini obüs toplarıyla bombalamaya başladı. Başbakan Davutoğlu’nun yaptığı açıklama, TSK’nın yaptığı bombalamanın nedenini açıklıyor: gündem TÜRK DEVLETİ SURİYE’DEN ELİNİ ÇEK! “YPG derhal, Azez ve çevresinden uzaklaşacak. Azez’in yakınına dahi yaklaşmayacak. Koridoru tekrar kırma çabalarında bulunmayacak. Minnak Havaalanı’nı, Türkiye’ye veya muhalefete karşı kullanma hevesine kapılmayacak, o havaalanını derhal boşaltacak.” T.C devleti, hükümeti YPG’nin Azez Cerablus arasında bulunan bölgeye girmesini istemiyor. Bu koridorun kapanması demek, T.C devleti ile desteklediği ÖSO, Türkmenler arasındaki bağın kesilmesi demek. Dolayısıyla T.C devletinin Suriye savaşında kozlarını kaybetmesi demek. Rojava’da kantonların birleşmesi ihtimali, “Güney’de Kürt koridoru oluşması” T.C’nin hiç istemediği bir şey. Ayrıca Azez Halep koridorunun kapanması ile yeni bir göç dalgasının tetiklenmesi de istenmiyor. TEPKİLER ABD, Rusya, AB tarafından yapılan açıklamalarda, Türk devletinin bombardımanı durdurması istendi. ABD Dışişleri Bakanlığı, YPG’ye, Türkiye ve bölgedeki diğer Arap muhalif gruplarla gerilimi artıracak adımlardan kaçınması, Türkiye’ye de sınır ötesine topçu ateşini durdurması çağrısında bulundu. PYD, “geri adım atılmayacağı, Azez’den çekilinmeyeceği” açıklaması yaptı. Suriye savaşına yönelik emperyalistler arasındaki görüşmeler, pazarlıklar ise sürüyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Rusya’nın talebi üzerine 16 Şubat’ta yapılan oturumda, konsey üyeleri, Türkiye’nin, Suriye’ye yönelik top atışına son vermesi, devamından endişe duyulduğu konusunda ortak görüşe vardı. Toplantıdan sonra sözlü bir açıklama yapan Güvenlik Konseyi Dönem Başkanı Rafael Ramirez, konseyin Türkiye’nin Suriye topraklarında bulunan YPG’ye yönelik top ateşinin durdurulması 7 gündem yönünde ortak görüşe vardıklarını açıkladı. Suudi Arabistan’ın Suriye’de IŞİD’e karşı kara harekatına hazır olduğu açıklaması üzerine Rusya Başbakanı Medvedev; “Suriye’de başlatılacak olası bir kara harekatının 3. dünya savaşına davet çıkarma” anlamına geleceğini söyledi. Türk devleti, hükümeti Esad rejimine karşı hava operasyonlarının yeterli olmayacağını, uluslararası koalisyon öncülüğünde kara hareketinin gerekli olduğunu savunuyor. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu önce “Suudi Arabistan ile kara operasyonuna girebiliriz” açıklaması yaptı. Bu açıklamasını sonra şöyle düzeltti: “Biz başından beri koalisyon içinde IŞİD’le mücadelede başarılı olmak için hava operasyonlarının yetersiz kalacağını, kara operasyonlarının olması gerektiğini söylüyoruz. Şimdi de aynı düşüncedeyiz. Yeni bir fikir değil ama kara operasyonu konusunda alınmış herhangi bir karar ya da strateji yok.” Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin kara operasyonu isteği ve talebi var. Bu ülkeler birlikte kara harekatı yapma durumunda değil. Kara harekatının uluslararası anti IŞİD koalisyonu öncülüğünde yapılmasını istiyorlar. İncirlik Hava Alanına Suudi Arabistan uçaklarının gelecek olmasını, olası bir kara harekatı olarak görmemek gerekiyor. Nitekim IŞİD’e karşı oluşturulan uluslararası koalisyonun içinde yer alan kimi ülkelerin uçakları İncirlikte bulunuyor ve bu uçaklar IŞİD’e yapılan hava saldırılarına katılıyor. CEPHELER 8 Suriye’de mini bir dünya savaşı yaşanıyor. Bu savaş üzerinden ortaya çıkan cepheleşme anda şöyledir: Bir tarafta Rusya, Rusya’nın doğrudan desteklediği Esad rejimi, İran, Hizbullah, Irak’ın merkezi yönetimi var. Çin arka planda bu cepheyi destekliyor. Bu cephe alanda Şii, Sünni mezhep bölünmesi temelinde Şii tarafıdır. YPG, PYD bağımsız bir siyaset izlemeye çalışsa da, objektif olarak bu cephenin bir parçası olarak hareket etmektedir. Fakat aynı zamanda batının da desteğini kaybetmek istememekte, IŞİD’e karşı alanda savaşan tek seküler, demokratik güç olarak batıdan da destek almaya çalışmakta ve almaktadır. Diğer tarafta ABD önderliğinde batılı güçler, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve Barzani önderliğinde “Kürdistan Bölgesel Yönetimi” var. Bu cephe alanda Şii, Sünni bölünmesinde Sünni tarafını oluşturuyor. Batılı güçlerin bu cephede yer alması, onların Türki- ye’deki andaki yönetimle ve onun siyaseti ile ve Suudi Arabistan ile tam bir uyum içinde oldukları anlamına gelmiyor. Aralarında, örneğin PYD, YPG’nin değerlendirilmesi noktasında çelişmeler var. Türkiye, bu bloktaki emperyalist müttefiklerinin IŞİD’e karşı ortak mücadele ve Suriye’de çözüm adına Rusya ile yakınlaşmasından rahatsızdır. Buna karşı emperyalist batılı güçler de, gelinen yerde Türkiye’nin Esad’sız çözüm ısrarından rahatsızdır. Batılı emperyalist güçler bunun yanında Türkiye’nin PKK, PYD’yi anda IŞİD’ten daha tehlikeli görüp, PKK’ye karşı savaş yürütmesinden de rahatsızdır. Türkiye’nin PKK’ye karşı yürüttüğü savaşın Suriye’de destekledikleri ve kara gücü olarak kullanmak istedikleri PYD, YPG’yi bütünüyle Rusya’nın yanına iteceğinden çekiniyorlar. Gelinen yerde batılı emperyalist güçlerle, Rusya arasında Suriye’yi yeniden bölüşmek için kurulacak pazarlık masasında kimlerin temsilci olarak katılacakları konusunda sıkı bir pazarlık yürüyor. Bu pazarlıklarda Rusya PYD, YPG temsilcilerinin yer alması konusunda ısrarcı olurken, Türkiye PYD, YPG’nin doğrudan temsilci olarak katılmasına karşı çıkıyor. İsrail, diğer nedenlerin yanında, alanda baş düşman olarak İran’ı ve Hizbullah’ı gördüğü için de, bu cephenin yanında yer alıyor. IŞİD, Şii, Sünni bölünmesinde Sünni kanatta yer almasına rağmen, selefi Sünniliğin ve selefi dünya şeriat devleti hedefinin en radikal, en saldırgan savunucusu olarak, batılı “gavur” emperyalistlerle işbirliği içindeki “laik” Türkiye ve sahte şeriatçı Suudi Arabistan gibi devletleri de düşman ve savaş hedefi olarak görüyor. EMPERYALİSTLER SURİYE’DEN DEFOLUN! Türk devleti, hükümeti; YPG, QSD mevzilerini bombalamaya son vermelidir. PYD, YPG’yi IŞİD’den daha tehlikeli görme, Kürt düşmanlığı siyasetine son vermelidir. Emperyalistler, bölge gerici, faşist devletleri Suriye’den ellerini çekmeli, Suriye’den defolmalıdır! Esad rejimini yıkma Suriye halklarının görevi ve işidir. Kendi haklı savaşını yürüten PYD, YPG gibi ulusal demokratik güçler, emperyalist güçlerle bütün bağlarını kopartmalı, emperyalistler arası çelişmelerden yararlanma adına kendilerini emperyalist güçlere kullandırtma tuzağına düşmemelidirler. 16.02.2016 AKP, CHP, HDP, MHP’den oluşan Anayasa Uzlaşma Komisyonu ilk toplantısını yaptı. Bu ilk toplantıda partilerin takındığı tavırlar nasıl bir Anayasa istediklerini gösteriyor. AKP: “Tüm toplumu kuşatıcı, hiçbir baskı olmaksızın milletin hür iradesiyle hazırlayacağı demokratik ve özgürlükçü bir anayasa gelecek kuşaklara borcumuz var.” CHP: “Anayasa’nın ilk dört maddesine dokundurtmayız.” HDP: “Demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi, kadın özgürlüğ ünü esas alan bir anayasa için anayasa yapım sürecinin kamuoyunun denetim ve katılımına açık olmasını öneriyoruz.” MHP: “Devletin ve Türk milletinin varlığını, devletin yapı taşlarını zedeleyecek önerilere kapalıyız.” AKP tek başına yeni Anayasa yapacak milletvekiline sahip değildir. CHP ve MHP Anayasa’nın ilk üç maddesinin değiştirilmemesinden yanadır. Anayasa’nın ilk üç maddesi, bu partilerin “kırmızı çizgi”sidir. Bu nedenle CHP ve MHP ile demokratik yeni bir Anayasa’nın yapılması mümkün değildir. HDP’nin istediği Anayasa ile –Başkanlık sistemi dışta tutulduğunda- AKP’nin istediği Anayasa birbirine yakındır. HDP ile AKP eğer birlikte hareket ederlerse burjuva demokratik bir Anayasa yapabilir, referandumda da çoğunluğu sağlayabilirler. Fakat bugün yürüyen savaş ortamında AKP ve HDP’nin birlikte hareket etmesi mümkün görünmüyor. AKP, HDP’yi çözüm sürecinin bir aktörü olarak görmediğini net olarak açıklamış durumda. Bu nedenlerle bu yasama döneminde Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun görüşmelerinin, geçen yasa- gündem YENİ ANAYASA, BAŞKANLIK SİSTEMİ TARTIŞMALARI ÜZERİNE TAVRIMIZ ma döneminde olduğu gibi nafile turlar olması büyük olasılıktır. Nitekim komisyonun 3.toplantısında CHP heyeti, “parlamenter sistem dışında herhangi bir sistemi tartışmayacağını ve bunu bir ilke olarak ortaya koyduğunu” belirtmesi üzerine komisyona başkanlık yapan Meclis Başkanı komisyonu lağvetti. Daha yolun başında, komisyonun adı, işlevi, görevleri, nasıl bir Anayasa vb. konularında partiler arasında var olan görüş farklılıkları sonucu Anayasa Uzlaşma Komisyonu dağıldı. YÜRÜRLÜKTE OLAN ANAYASA Bugün yürürlükte olan 1982 Anayasa’sı darbe Anayasa’sıdır. 12 Eylül darbe Anayasa’sı Türkiye’de asker sivil Kemalist devlet bürokrasisinin iktidarını sağlama almak için hazırlanmış, Türk ulusunun egemenliğini öngören, Türk olmayan milliyetlere hiçbir hak tanımayan; aşırı merkeziyetçi, Kemalist ideolojiyi devlet ideolojisi olarak anayasal hüküm haline getiren faşist bir Anayasa’dır. Bu Anayasa’da şimdiye kadar onlarca değişiklik yapılmıştır. Fakat Anayasa’nın başta değiştirilemez olduğu yazılan ilk üç maddesi olmak üzere, birçok maddesinde yansıyan faşist özü değişmemiştir. Anayasa’daki faşist özü görmek için Anayasa’nın başlangıç bölümüne bakmak yeterlidir. “Türk Vatanı ve Milletinin edebi varlığını ve Yüce Türk devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda;” 9 gündem “Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının … Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin …. Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda….” Anayasada vatandaşlık tanımı Türklük üzerinden yapılmakta, Türk ulusu dışında başta Kürt ulusu olmak üzere, diğer ulus ve milliyetler yok sayılmaktadır. Atatürk milliyetçiliği, Kemalist ideoloji devlet ideolojisi olarak Anayasa hükmü haline getirilmektedir. Bu Anayasa çoktan miadını doldurmuştur. 12 Eylül Anayasa’sı kökten reddedilmeli, çöpe atılmalıdır. Türkiye’nin burjuva anlamda da demokratikleşmesinin önündeki en büyük yasal engel 1982 faşist Anayasa’sıdır. 10 ANDAKİ SİSTEM Bugün Türkiye’deki Anayasal siyasi sistem, dünyada hiçbir örneği olmayan acayip bir sistemdir. Sistem konusunda T.C Anayasa’sında durum şöyledir: Anayasa’nın hiçbir yerinde sistemin parlamenter demokrasi olduğu belirtilmiyor. Anayasa’da T.C devletinin “Cumhuriyet, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu tanımlaması var. Anayasa’da meclisin oluşması görev ve yetkileri, hükümetin oluşması görevleri, Cumhurbaşkanın görev ve yetkileri konuluyor. Anayasa’da Cumhurbaşkanına verilen yetkiler ola- ğanüstü geniştir. Şöyle ki: “D. Görev ve yetkileri MADDE 104 - Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir. Bu amaçlarla Anayasanın ilgili maddelerinde gösterilen şartlara uyarak yapacağı görev ve kullanacağı yetkiler şunlardır: a) Yasama ile ilgili olanlar: Gerekli gördüğü takdirde, yasama yılının ilk günü Türkiye Büyük Millet Meclisinde açılış konuşmasını yapmak, Türkiye Büyük Millet Meclisini gerektiğinde toplantıya çağırmak, Kanunları yayımlamak, Kanunları tekrar görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri göndermek, Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları gerekli gördüğü takdirde halkoyuna sunmak, Kanunların, kanun hükmündeki kararnamelerin, Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün, tümünün veya belirli hükümlerinin Anayasaya şekil veya esas bakımından aykırı oldukları gerekçesi ile Anayasa Mahkemesinde iptal davası açmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar vermek, üyelerini seçmek, Üniversite rektörlerini seçmek, c) Yargı ile ilgili olanlar: Anayasa Mahkemesi üyelerini, Danıştay üyelerinin dörtte birini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilini, Askerî Yargıtay üyelerini, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi üyelerini, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçmek. Cumhurbaşkanı, ayrıca Anayasada ve kanunlarda verilen seçme ve atama görevleri ile diğer görevleri yerine getirir ve yetkileri kullanır. E. Sorumluluk ve sorumsuzluk hali MADDE 105- Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur. Cumhurbaşkanının resen imzaladığı kararlar ve emirler aleyhine Anayasa Mahkemesi dahil, yargı mercilerine başvurulamaz. Cumhurbaşkanı, vatana ihanetten dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılır.” gündem b) Yürütme alanına ilişkin olanlar: Başbakanı atamak ve istifasını kabul etmek, Başbakanın teklifi üzerine bakanları atamak ve görevlerine son vermek, Gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulunu başkanlığı altında toplantıya çağırmak, Yabancı devletlere Türk Devletinin temsilcilerini göndermek, Türkiye Cumhuriyetine gönderilecek yabancı devlet temsilcilerini kabul etmek, Milletlerarası andlaşmaları onaylamak ve yayımlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığını temsil etmek, Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar vermek, Genelkurmay Başkanını atamak, Millî Güvenlik Kurulunu toplantıya çağırmak, Millî Güvenlik Kuruluna Başkanlık etmek, Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilân etmek ve kanun hükmünde kararname çıkarmak, Kararnameleri imzalamak, Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmak, Devlet Denetleme Kurulunun üyelerini ve Başkanını atamak, Devlet Denetleme Kuruluna inceleme, araştırma ve denetleme yaptırtmak, Yükseköğretim Kurulu Anayasa’da parlamento tarafından seçilen Cumhurbaşkanı’na hiçbir parlamenter sistemde olmayan aşırı yetkiler tanınmıştır. Anayasa’ya göre Cumhurbaşkanı yürütmenin başıdır! Gerekli gördüğü zaman bakanlar kuruluna başkanlık etme yetkisine sahiptir. Bütün yasaları tek başına Anayasa Mahkemesi’ne götürme hakkına sahiptir. Bütün büyük bürokratlar onun onayı ile atanır. Onun onayının olmadığı bir büyük bürokrat ataması mümkün değildir. Ama aynı zamanda yaptıklarından dolayı sorumlu tutulamaz. Cumhurbaşkanı yalnızca vatana ihanet suçuyla, o da parlamentonun beşte dördünün oyuyla suçlanıp yüce divana gönderilebilir. 2011’de referandumla yapılan Anayasa değişikliği ile 11 gündem 12 Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi anayasal hüküm haline gelmiştir. Türkiye’de şu anda var olan sistem, kesinlikle Cumhurbaşkanı’nın parlamento tarafından seçildiği ve aslında sembolik görevleri olan bir makam olduğu parlamenter sistem değildir. Fakat başkanın halk tarafından seçilip, kendi yürütme organını yasama meclisi dışından kişilerden oluşturduğu başkanlık sistemi de değildir. Türkiye’deki siyasi rejim bu haliyle ne parlamenter bir rejim, ne de kuralları belirlenmiş yarı başkanlık veya Başkanlık sistemidir. Ne kuş, ne balıktır bu sistem. Fakat bu haliyle parlamenter sistemden çok başkanlık sistemine yakındır. Parlamenter sistemde cumhurbaşkanı halkoyu ile seçilmez, meclis tarafından seçilir. Cumhurbaşkanın halk tarafından seçildiği parlamenter sistem bir ucubedir. T.C parlamenter demokrasi ile yönetilen bir cumhuriyet değildir. T.C hiçbir zaman gerçek anlamda burjuva parlamenter demokrasi ile yönetilmemiştir. NASIL BİR ANAYASA? Yeni sivil ve burjuva anlamda özgürlükçü demokrat bir Anayasa’nın yapılması temel ihtiyaçtır. Faşist devlet yapılanmasından kopuş için yasal alanda en önemli adım yeni burjuva demokrat bir Anayasa’nın yapılmasıdır. Yeni Anayasa’da şunların olması için mücadele etmeliyiz: Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden “demokratik bir cumhuriyet” olarak kuracak bir Anayasa olmalıdır. Anayasa’da vatandaşlık tanımı Türklük üzerinden yapılmamalı, çok uluslu cumhuriyette hiçbir ulusa üstünlük tanıyan bir tanımlama Anayasa’da yer almamalıdır. Anayasa’da devlet ideolojisi olmamalıdır. Anayasa’da yasama, yürütme ve yargının birbirinden gerçekten bağımsız olacağı, bu güçler arasında karşılıklı denge ve denetimin sağlandığı bir sistem öngörülmelidir. Anayasa’da kişilerin hak ve özgürlüklerini devlete karşı da savunabilecekleri bir sistem öngörülmelidir. Temel insan hakları bu Anayasa’nın temelini oluşturmalıdır. Anayasa’da değişik milliyetlerin tam hak eşitliği öngörülmelidir. Anayasa’da yerel yönetimlerin yetkileri, merkezin aleyhine geniş tutulmalıdır. Anayasa, halkın her önemli konuda siyasete, seçimler dışında da, her an doğrudan katılmasını sağlayacak bir sistemi öngörmelidir. Anayasa’da Türkiye’nin idari yapılanması değiştirilmeli, aşırı merkeziyetçi yapının yerine yerel yönetimlere yetki devrini öngören bir yapı geçirilmelidir. Bütün yöneticilerin halk tarafından seçimi ve işini doğru yapmadığında geri çağrılma hakkı öngörülmelidir. Bütün yönetici bürokratların (Hakimler, Valiler, Kaymakamlar) doğrudan halk tarafından seçilmesi öngörülmelidir. Bütün önemli konularda yeterli bir tartışma ertesinde referandumlar yoluyla doğrudan demokrasinin işletilmesi öngörülmelidir. Anayasa dışında siyasi alanda yapılması gereken en önemli yasa değişikliği seçim sistemi ile ilgili yasal değişikliklerdir. Bu bağlamda sıfır baraj, dar bölge, iki turlu seçim sistemi yine doğrudan demokrasiye en yakın sistemdir. Seçim yasalarının bu yönde değiştirilmesi için mücadele etmeliyiz. BAŞKANLIK SİSTEMİ Başkanlık sistemi de, yarı başkanlık sistemi de, Cumhurbaşkanı’nın parlamento tarafından seçildiği parlamenter sistem de burjuvazinin iktidarının biçimleridir. Bu biçimler de tek tek ülkelerde, ülkelerin özelliklerine göre değişiklikler gösterir. Türkiye’de bugüne kadar bu konuda yürüyen tartışma, gerçek bir tartışma değil, tam bir kayıkçı kavgasıdır. Sistemler arasında farklılıklar nelerdir tartışılacak yerde, işçilere, emekçilere hangi sistem daha yararlıdır tartışılacak yerde, Erdoğan başkan olacak mı, olmayacak mı tartışması yürütülüyor. Bu, bugün ülkelerimizde hüküm süren hastalıklı kutuplaşmanın sonucudur. Tartışma bu kısır, sığ, verimsiz döngüden çıkarılmalıdır. Tartışma yer yer başkanlık sistemi, eşittir tek kişinin diktatörlüğü; parlamenter sistem eşittir demokrasi biçiminde yürütülüyor. Bu da doğru değildir. İster parlamenter demokrasi, ister başkanlık ya da yarı başkanlık olsun, söz konusu olan burjuvazinin işçi emekçi yığınlar üzerindeki sınıf diktatörlüğüdür. Doğru kurulmuş bir başkanlık sistemi tek kişinin diktatörlüğü olmayabileceği gibi, görünürdeki bir parlamenter demokratik sistem de gerçekte tek kişinin diktatörlüğü olabilir veya ona doğru gelişebilir. Bunun bir örneği Kemalist dikta- tidar odağı doğrudan halk oyuyla seçildiklerinden, birbirlerine birbirini seçme veya atama yoluyla bağlı değildir, gerçek anlamda bağımsızdır. Böyle bir sistemde eşit güçler arasında bir denge vardır. Bunlar aynı zamanda birbirlerini denetler. Ve her biri ayrıca halk tarafından seçimler yoluyla doğrudan denetlenir. Başkanın halk tarafından yürütmenin başı olarak seçildiği ve hükümetini yargı ve yasamada yer almayan –bu anlamda bağımsız, partisiz olma anlamında değil– kişilerden oluşturduğu; yasama meclisinin işinin yasa yapmak olduğu ve yine halk tarafından seçildiği; yüksek hakimlerin ve tüm idari yöneticilerin halk tarafından seçildiği bir başkanlık sistemi, halkın bütün yetkiyi parlamentoya verdiği parlamenter sistemden daha demokratik bir sistemdir. Biz yeni Anayasa’da böyle bir başkanlık sisteminin öngörülmesinden yanayız. GERÇEK DEMOKRATİK BİR ANAYASA DEVRİM İŞİDİR Bugün yürüyen Anayasa tartışması burjuvazinin iktidarı şartlarında bir Anayasa tartışmasıdır. İster başkanlık sistemi, ister parlamenter sistemle yönetilsin, işçiler emekçiler açısından belirleyici olan işçi ve emekçilerin özgürlük haklarıdır. Yeni Anayasa tartışmalarında, biz komünistler bu tartışmaların burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün biçimi konusunda yürütülen tartışmalar olduğunu bir an için unutmadan ve unutturmadan, Anayasa’da işçilerin emekçilerin özgürlük haklarının en geniş ve kapsamlı olması için mücadele etmeliyiz. Türkiye’de, Kuzey Kürdistan’da gerçek demokrasi, emekçi halk demokrasisinin gelmesi işçi sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimi ile olacaktır. Gerçek demokratik bir Anayasa, ancak burjuvazinin iktidarının devrimle yıkılmasından sonra kurulacak proletarya önderliğindeki halk iktidarının Anayasa’sı olabilir. Burjuvazinin Anayasa’sı, burjuva sınıf diktatörlüğünün Anayasa’sının alternatifi; işçilerin emekçilerin demokratik halk iktidarının Anayasa’sıdır. Biz komünistler işçi ve emekçileri burjuvazinin Anayasa tartışmalarında bir burjuva Anayasa’sında olabilecek en geniş özgürlük hakları için mücadeleye seferber ederken, aynı zamanda ve öncelikle onların kendi iktidarları için mücadele etmeleri gerektiğini, onun için örgütlenmelerinin güncel mücadeleler içinde de esas mesele olduğunu hep yeniden bilince çıkarmalıyız. 17.02.2016 gündem törlüktür. Burjuvazinin iktidarda olduğu bir ülkede burjuva demokrasinin yönetim biçimleri içinde doğrudan demokrasiye en yakın olanı, halkın siyasete doğrudan katılmasını en fazla sağlayan sistemi diğerlerine tercih etmeliyiz. Çünkü böyle bir sistem bizim karar verilecek her konuda halka kendi görüşlerimizi daha rahat açıklayabileceğimiz, halkı sosyalist görüşlerle daha fazla tanıştırıp, eğitebileceğimiz imkanlar sunar. Parlamenter demokrasi ile başkanlık sistemi arasındaki temel fark şudur: Başkanlık sisteminde başkan halk tarafından seçilir ve o doğrudan hükümetin başıdır. Kurulan hükümet parlamento dışından insanlarla başkan tarafından oluşturulur. Parlamentonun hükümet kurulmasında hiç bir yetkisi hakkı yoktur. Zaten Hükümet üyeleri meclis üyesi değildir. Meclis hükümetin icraatlarını ancak çıkardığı yasalarla etkiler, yönlendirir. Çünkü hükümetin icraatları Anayasaya ve yasaya uymak zorundadır. Bunun yayında Yargı üçüncü güç olarak hem yasama meclisinden, yürütmeden, başkandan bağımsızdır. Tüm alt mahkeme hakim ve savcıları halkın seçimi ile işbaşına gelir. Üst ceza mahkemelerinde yürütme tarafından atanan meslekten yargıçların yanında halk tarafından seçilen jüri vardır. Suçluluk, suçsuzluk konusunda karar halkın seçtiği jüri üyeleri tarafından verilir. Anayasa mahkemesi üyeleri ise meclisteki partilerin güç oranlarına göre, onların önerdikleri yargıçlar veya yargıçlık görevini yerine getirecek nitelikte kişiler arasından yürütmenin başı tarafından, başkan tarafından seçilerek atanır. Böylece tek başına bir siyasi partinin veya gücün kesin egemenliği önlenir. Doğru kurulmuş bir Başkanlık sisteminde gerçek anlamda kuvvetler ayrılığı vardır. Kuvvetler arasında karşılıklı denetim ve denge vardır. Parlamenter demokraside bu denge yoktur. Sadece vekiller seçimle seçilir. Seçilen milletvekilleri de çoğunlukla parti merkezleri tarafından aday gösterilenler içinden seçilir. Parlamento sadece yasama işini yapmaz. Yürütme ve yargı da sonuçta parlamentoya, parlamentoda çoğunluğunu elinde bulunduran siyasi güce, güçlere bağlıdır. Bu iki sistemden hangisi işçilere, emekçiler daha yararlıdır? Sorun budur. Tartışma bu eksende yürütülmelidir. Yasama, yürütme, yargılama güçlerinin her birinin doğrudan halk oyuyla seçildiği bir sistem doğrudan demokrasiye en yakın sistemdir. Bu sistemde her üç ik- 13 ✌ halkların kardeşliği için NEWROZ PÎROZ BE! NEWROZ BARIŞ ÇAĞRISIDIR! SİLAHLAR SUSMALI, SİYASET KONUŞMALIDIR! Çeşitli milliyetlerden işçiler, emekçiler, Kuzey Kürdistanlı kadın ve erkek işçiler, Devrimciler, yoldaşlar, Yoksul köylüler: Sizlere sesleniyoruz! Kürt ulusal mücadelesinin yükselmesiyle birlikte Newroz, Kürt ulusunun kitlesel olarak kendi varlığını haykırdığı, kendi kimliğine sahip çıktığı bir özel gün olarak kutlanmaya başlandı. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin yükselmesiyle birlikte; sömürgeciliğe, asimilasyona, baskıya, zulme karşı, Kürt ulusunun kendi kimliğine sahip çıktığı birgün özelliğine büründü Newroz. Newroz, ezilen Kürt ulusunun sömürgeciliğe, baskıya, zulme ve her türlü barbarlığa karşı bir başkaldırıdır. Newroz, zalimlerin zulmüne karşı bir direniştir. Newroz, Kürdistanlı işçileri/ emekçileri ve tüm ezilenleri, devrim/sosyalizm için mücadeleye çağıran bir gündür. Newroz, Kürdistanlı işçi ve emekçilere sosyalizm bilincinin taşındığı, Kürdistanlı emekçi kitlelerin devrim bayrakları altında birleştirilmesi için mücadele günüdür. Newroz, her alanda kitlelere devrim ve sosyalizm propagandasının yapıldığı ve Newroz 14 ateşinin devrim ateşine dönüştürüldüğü gündür. Biz komünistler Newroz’u bu içerikle sahipleniyor ve kutluyoruz. 24 Temmuz 2015’ten bu yana Kuzey Kürdistan’da kan akıyor. AKP hükümeti daha önce aldığı savaş kararını, 24 Temmuz 2015’te uygulamaya koydu. 24 Temmuz’dan bu yana Güney Kürdistan’da gerillanın denetiminde olduğu iddia edilen alanlar aralıksız bombalanıyor. Ardı arkası gelmeyen hava bombardımanlarıyla Kürt silahlı güçleri imha edilmek isteniyor! Kuzey Kürdistan’da halk her geçen gün daha fazla devletin savaş güçlerinin hedefi haline geliyor. Kuzey Kürdistan’da savaş var. Bu savaş alanlarında T.C.’nin özel vurucu güçleri, tankları, topları ve ağır silahları ölüm kusuyor. Helikopterler havadan kurşun yağdırıyor. Camiler, okullar, hastaneler yanıyor, yıkılıyor. Dükkânlar kapalı, kepenkler inik. Faşist Türk devletinin tüm “emniyet güçleri, askeri, polisi, özel timi, korucusu ve bilcümle açık ve gizli güçleri’ Kuzey Kürdistan’ın her yerinde. Ölümler artık sıradanlaşmış. İnsanlar yıkılmış evlerinden kurtardıkları birkaç parça eşyalarını buldukları araçlara yükleyip, evlerini, yurtlarını sokaklarını terk ediyor. Göç yollarına düşmeyenler sığınaklarda yaşıyor. Sokağa çıkma yasakları ilan edilerek ilçeler yakılıp, yıkılıyor. Cizre’de yüzlerce insan öldürüldü. Cesetler yakıldı. Cizre’de bir vahşet sergilendi. Sur’da aynı vahşet tekrarlanıyor. Sırada yakılıp yıkılmayı bekleyen başka ilçeler var. 2016 Newroz’unu böyle bir artamda kutluyoruz. ✌ halkların kardeşliği için Faşist devlet güçleri, sokağa çıkma yasağı ilan ettikleri yerlerde, “kurtardıkları” mahallelerde sağlam kalmış duvarlara “Türksen övün, Kürtsen itaat et”, “En iyi Kürt ölü Kürttür”, “Esadullah Timleri” imzalı mesajlar yazıyor. Muş’un Varto ilçesinde çıkan çatışmada hayatını kaybeden Ekin Wan’ın cesedi sokakta polislerce çıplak bir şekilde teşhir edildi. Hacı Lokman Birlik, Şırnak’ta özel harekât timleri tarafından yaralı haldeyken infaz edildi. Hacı Lokman Birlik, daha sonra Akrep tipi zırhlı aracın arkasına bağlanarak sürüklendi. Cizre’de öldürülen kadınların elbiseleri çıkarılıp çıplak halde fotoğrafları çekilerek sosyal medyada paylaşıldı. Devletin savaş güçleri, yaptıkları zulmü fotoğraflayıp sosyal medya da paylaşarak, bundan sonra da Kürtlere yapılacak muamelenin böyle olacağının mesajlarını veriyor! İşte AKP’nin “terör”e karşı mücadele hukuk içerisinde olacak dediği hukuku budur. Özel harekât timlerini kuran devletin kendisidir. Özel harekât polislerini eğiten, cesaret veren ve Kürtlere karşı nefret tohumlarını eken faşist devletin ta kendisidir. Faşist devletin Kürtlere reva gördüğü baskıdır, işkencedir, katletmedir. Ekilen rüzgarlar fırtına olup faşist devlete geri dönecektir. Yüksekova, Nusaybin, İdil, Sur, Cizre, Şırnak, Silopi, vb. yerlerde yaşanan savaşı seyrediyoruz. Kürt halkı acılar çekiyor. Yerleşim yerleri yeniden yakılıp yıkılıyor. Evler basılarak gençler infaz ediliyor. Savaşla ilgisi olmayan siviller öldürülüyor. Öldürülen insanlara, “çatışmada öldüler” süsü veriliyor. AKP savaş hükümeti, freni patlamış kamyon misali saldırılarını gün geçtikçe yoğunlaştırıyor. Kuzey Kürdistan’da, evinden, yerinden, canından, kimliğinden, onurun- dan yoksun bırakılmaya çalışılan bir halk var. Kürt halkına reva görülen aşağılanmadır. Zulümdür, kimliğini yok etme siyasetidir. Kendi ülkesinde, diliyle, kültürüyle eşit yurttaş olarak özgürce yaşama hakkı gaspediliyor. 32 yıldır süren bu savaşta binlerce Kürt öldürüldü. Binlerce Kürt faili meçhul (esasta belli) cinayetlerin kurbanı oldu. Köyler yakıldı, binlerce insan göç ettirildi. Kürt halkı acılar yaşadı, bedeller ödedi. Hapishaneler tıka basa Kürtlerle dolduruldu. Bugün de yerleşim yerleri boşaltılıyor. Kürtler yeniden göç yollarına düşüyor. Şimdiye kadar 200 binden fazla Kürt göç etti, ettirildi. Yeniden bir savaş yaşanıyor Kuzey Kürdistan’da. Ama Türkiye halkı, Türkiye işçi sınıfı bu savaşı seyretmekle yetiniyor. Bu ülkenin tiranları “son terörist de öldürülene kadar” savaşın süreceğini açıklıyor! Faşist devlet yürüttüğü savaşın yanı sıra bir de psikolojik savaş yürütüyor. Psikolojik savaşın ana unsuru propaganda yalanlarıdır. Savaşla birlikte propaganda yalanları devreye sokuluyor. Genelkurmay Başkanlığı, hergün kaç “terörist”in öldürüldüğünü açıklıyor! Genelkurmay’ın servis ettiği bilgiler, yazılı ve görsel medyanın ana konusu haline geliyor. Medya yalanları ile savaşın gerçek nedenleri karartılıyor. Savaş bölgesine giden kimi “haberciler” tanklara, zırhlı araçlara binerek güya habercilik yapıyor! Savaş güçlerinden ve AKP sözcülerinin verdiği bilgiler haberleştiriliyor. Ana akım medya savaşın gerçeklerini yazmıyor. Ahmet Davutoğlu, medya patronları ile toplantılar yaparak devletten yana nasıl habercilik yapmaları gerektiğinin direktiflerini veriyor! Kuzey Kürdistan’daki savaşta önce gerçekler öldürülüyor. Sonra çocuklar, kadınlar ölüyor bu savaşta. ‘Mehmetçik medya’ savaş dilini kullanıyor! T.C. devleti, Kuzey Kürdistan’da yürüttüğü gerici, haksız savaşta amacına ulaşabilmek için, kamuoyunu yanıltmak için gerçekleri gizliyor. Devlet, medyayı istediği gibi yönetmek için yalana başvurmaktan çekinmiyor. Kısacası, savaşın asıl kurbanı her defasında “GERÇEKLER” oluyor. Ülke- 15 ✌ halkların kardeşliği için şa sürülen gencecik askerlerin cenazelerinde timsah gözyaşı dökülüyor! “Şehit” cenazeleri ırkçılık ve milliyetçiliğin azdırılması için kullanılıyor! “Şehit” cenazelerini dolanan vampirler, ‘bir tek terörist kalmayıncaya kadar’ savaşın devam edeceğini söylüyor! Yangın yerine çevrilen Kuzey 16 lerimizde ana akım medya bu yalanlara alet oluyor, olmaya devam ediyor. Kuzey Kürdistan’daki savaşın gerçekleri öldürülüyor. Bu savaşta, din olgusu yine önemli bir rol oynuyor. “Şehit cenazeleri” ırkçılık ve milliyetçiliğin körüklenmesi için kullanılıyor. “Şehit” ailelerine, “şehit” makamının peygamberden sonra gelen “en yüce makam” olduğu palavraları ile aileler avutuluyor! “Şehitlik mertebesi” diye bir makam yok. Ölümler var. Haksız ölümler var. Savaşın acısını çeken Kürt halkı var. Savaş hergün yeni kurbanlar almaya devam ediyor. “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” ve “şehit namırın” sloganları ile savaş yükseltiliyor. Bu yükseltilen savaşın ülkelerimizin halklarına hiçbir yararı yoktur. Bu savaş, halkları birbirine düşman etmekte ve birlikte yaşama istemine darbe vurmaktadır. Asker elbisesi giydirilmiş halk çocukları savaşa sürülüyor. Sava- Kürdistan’da, faşist devlet terör estiriyor. Gencecik insanlar ölüme yollanıyor. Kürtlerin özgürlük mücadelesini ezme, barış umutlarını yok etme pahasına savaş yürütülüyor. Bu devlet sömürgeci bir devlettir. Bu devletin Kuzey Kürdistan’da yürüttüğü savaş, barbar, gerici, sömürgeci bir savaştır. Kuzey Kürdistan’da savaşı planlayan, başlatan Türk devletidir. Türk devleti, sadece Kuzey Kürdistan’da savaşı boyutlandırmakla yetinmemektedir. Sömürgeci devlet, PYD/YPG’yi IŞİD ile aynılaştırmakta ve Rojava güçlerini ulusal çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak görmektedir. PYD/YPG’yi IŞİD’den daha tehlikeli gören sömürgeci devlet, Suriye’de yürüyen savaşın da parçasıdır. Batı Kürdistan’da, Kürtlerin kendi özyönetimlerini kurmalarını engellemek için Türk devleti elinden geleni yapmaktadır. Kürtlerin ilerleyişini durdurmak için Azez çevresinde bulunan YPG mevzileri, Türk topçuları tarafından bombalanmaktadır. A. Davutoğlu, Azez’in düşmesine izin verilmeyeceği açıklamalarını yapmaktadır! Türk devleti Suriye’den elini çekmelidir. Kürt ulusal hareketinin yaptığı hataları, Türk devleti savaşı başlatmanın bahanesi yaptı. PKK yaptığı bir takım hatalar ile göz göre göre gelen savaşta, faşist devlete bahane uydurması, kullanabilmesi için malzeme verdi. Kürt ulusal hareketi, 7 Haziran seçim- ulusu açısından olumlu ve gereklidir. Bugün Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın sonlanması, bir bütün olarak sınıf mücadelesi açısından gereklidir. Bugün Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın devam etmesi, ülkelerimizde “PKK terörüne” karşı mücadele adına her türlü demokratik hakkın ayaklar altına alınması demektir. Bugün Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın devam etmesi, faşizmin katmerli bir şekilde sürdürülmesi demektir. Bugün Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın devam etmesi, faili meçhul cinayetlerin ve ölümlerin giderek artması demektir. Bugün Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın devam etmesi, Türk şovenizmi zehiri ile emekçi insanların beyinlerinin abluka altına alınmasıdır. Kürt milliyetçiliğinin daha da güçlenmesi demektir. Bugün Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın devam etmesi, halkların birlikte yaşama imkanının ortadan kaldırılması demektir. Bugün yapılması gereken savaşın derhal durdurulması için en geniş barış hareketini yaratmak için çalışmaktır. “Barış hemen şimdi” talebi Kürt halkınında talebidir. Silahlar susmalı, siyaset konuşmalıdır. Görev, bu savaşın sonlandırılması için mücadeledir. Görev, barış isteyen insanları barışçıl kitle gösterilerine seferber etmek için çalışmaktır. T.C.’nin egemenliği şartlarında gerçek ve kalıcı bir barışın olmayacağının bilincindeyiz. Bu sistem sürdüğü sürece, Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayin edeceği şartların yaratılamayacağını biliyoruz. Kalıcı bir barış ve Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce belirleyeceği şartların yaratılması ülkelerimizin demokratikleştirilmesine bağlıdır. Ülkelerin gerçek anlamda demokratikleştirilmesi devrim sorunudur. Biz komünistler yalnızca “gerçek barış devrimle gelir ve gelecektir“ propagandası ile yetinemeyiz. Bu gerçeği hep vurgulayacağız ama bu gerçeğin yanında, bugünkü savaşın durdurulması talebiyle bir barış cephesinin örülmesi için de çalışırız. Bugün talep ettiğimiz barış, bu anlamda gerçek kalıcı bir barış değildir. İsteğimiz, yalnızca yürüyen ve anda halklara hiçbir yararı olmayan bu savaşın sonlandırılmasıdır. Kürt halkına büyük acılar yaşatan bu savaşın durması elzemdir. Böyle bir barış, kalıcı bir barış olmasa da, bugün halkların yararına olan tek çözümdür. Onun için hemen şimdi kayıtsız, koşulsuz İNADINA BARIŞ diyoruz! Newroz ateşini devrim için körükle! Agire Newrozê bo şoreşê kûrik bikê! Xelasî, bi şoreşê û bî sosyalizmê dîbî! 15.02.2016 ✌ halkların kardeşliği için lerinden çıkan sonucu Kuzey Kürdistan’da özerklik ilanlarına verilen destek olarak okudu. Sömürgeci devletin savaş kararını pratiğe geçirmesiyle birlikte, PKK Türk ordusuna, polis güçlerine ve koruculara karşı silahlı eylemlere başladı. Ardından yerel silahlı güçler ve halk tarafından korunması ve suvunulması öngörülen “demokratik özerklik” “özyönetim” ilanları yapıldı. 10 Ağustos 2015’ten itibaren yapılan somut özyönetim ilanları, yanlış siyasi değerlendirmeler temelinde zamansız yapıldı. Özyönetim ilanları ve ilan edilen özyönetim alanlarında bunların savunulması için yürütülen savaş, ezilen Kürt ulusunun ulusal özgürlük taleplerinin savunulması noktasında haklı bir savaştır. Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin etmek istemesi onun en tabii hakkıdır. Kürtler, nasıl yaşayacaklarına kendileri karar vermelidir. Kendilerinin karar vereceği ortamın yaratılması da belirleyici önemdedir. Uluslar ve halklar arasında gerçek bir birlik, ancak eşitler arasında gönüllü bir birlik olduğu zaman söz konusudur. T.C. devletinin varlığı sorgulanmadan ilan edilen özyönetimler bu hakkın kullanılmasının en geri biçimlerinden biridir. T.C. devletinin varlığını sorgulamayan bir savaşın, PKK/devlet görüşmeleri yoluyla barışçı çözümü açısından getireceği hiçbir olumlu katkı yoktur. Tersine T.C. açısından bu savaş bu görüşmeleri kesmek ve aynı zamanda demokratikleşme yönünde atılması mümkün olan adımların önünü kesmek için bir bahanedir. Bu savaş, Kürt halkına ölümden, sürgünden başka birşey getirmemektedir. Savaş, PKK güçleri ile faşist devlet güçleri arasında yürümektedir. Bu savaşın, Kürt halkının bir genel ayaklanmasına dönüşmesinin mümkün olmadığı pratikte görüldü. Alanda ölüm pahasına direnen PKK güçleri ve taraftarları dışındaki kesim savaş alanını terk etmektedir. Doğrudan savaşmayan, önemli bir bölümü evlerini terk etmek zorunda kalan Kürtlerin acil talebi silahların susmasıdır. KCK’nın Kürt halkına yaptığı ayaklanma çağrıları karşılıksız kalmaktadır. Andaki durumda PKK’nin öncü güçleri, devlet güçlerine karşı savaşmaktadır. Kürt halkının küçük bir azınlığı öncü güçlere destek sunmaktadır. Defakto durum budur. 2016 Newroz’unda barışı haykırıyoruz. Kayıtsız koşulsuz silahlar susmalıdır. Eller derhal tetikten çekilmelidir. Bugün Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın sonlanması, ülkelerimizde yaşayan halklar açısından gereklidir. Bugün Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın sonlanması, savaşın ağır yükünü taşıyan Kürt 17 ONURLU BİR AYDIN: İSMAİL BEŞİKÇİ’Yİ TANIYALIM! ✌ halkların kardeşliği için 18 D emokrasi, İnsan Hakları ve Düşünce Özgürlüğü Mücadelesinde Ülkelerimizde Tabuları Yıkan, Aydın ve Bir Bilim İnsanıdır İsmail Beşikçi. 7 Ocak 1939 te İskilip/Çorum da dünyaya gelir. 1958 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydını yaptırır. 1962 yılında mezun olur. 1964’te Erzurum’daki Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde Sosyoloji Kürsüsünde asistan olarak göreve başlar. 1965’te doktora tezini “Doğuda Değişim ve Yapısal Sorunlar/ Göçebe Alikan Aşireti” üzerine hazırlar. Tez kabul edilerek doktor unvanını alır. İsmail Beşikçi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde sosyoloji asistanı iken aynı bölümde sosyoloji doçenti olan Orhan Türkdoğan tarafından, Marksist propaganda ve bölgecilik yaptığı gerekçesiyle ihbar edilir. 20 Temmuz 1970’de Atatürk Üniversitesi’ndeki görevine son verilir. 19 Haziran 1971’de Diyarbakır’da tutuklanır. Böylece İsmail Beşikci’nin yıllarca sürecek hapis ve yargılama süreçleri başlamış olur. Beşikci, toplam 17 yıl iki ay sıkıyönetim tutukevlerinde ve farklı cezaevlerinde kalır. Kürt sorunu üzerine araştırmaları ve yazılarıyla tanınan Beşikçi, sekiz kez cezaevine girip çıkar ve yaşamının en verimli 17 yılını T.C. devletinin hapishanelerinde geçirir. 12 Eylül faşist askeri darbesinden önce 1979’da cezaevine girer ve 1987’de serbest bırakılır ancak davalar bir türlü peşini bırakmaz. Bu davalardan giydiği hükümlerle 1999’a kadar tutuklu kalır. 1999 yılında yapılan sınırlı yasal düzenleme sonucu tahliye olduğunda hakkında toplam 100 yıl hapis ve 10 milyar lira para cezası verilmiştir. İsmail Beşikçi’nin yayımlanan 36 kitabından 32’si Türkiye’de yasaklanır. İsmail Beşikci, yaşamı boyunca bir bilim insanına yakışır gerçek bir demokrat olarak istikrarlı ve inatçı bir tavır sergiledi. Baskılar karşısında eğilip bükülmedi. Bilimsel çalışmalardan, ilkelerden asla taviz vermedi. İsmail Beşikci, hep bilim insanı olarak kaldı ve kalmaya devam etti. Bugün de yazı ve söyleşilerde aynı ilkeli tutumunu sürdüren Beşikci’nin, çoğunluğu Kürt (O Kürd kavramını kullanır) toplumuna ve sorunlarına yönelik olmak üzere toplam 40 eser kaleme aldı ve değişik konulara ilişkin çok sayıda makale yazdı. Dergimizin bu sayısından itibaren İsmail Beşikçi’den hayatını adadığı Kürt Sorunu ile ilgili kısa makaleler yayınlayacağız. Beşikçi Kürt sorununu bölgesel ve tarihsel bir bakış açısıyla şöyle tarif eder: “Kürt sorunu, Kürdistan sorunu Orta Doğu’nun bir sorunudur. Aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nin, Avrupa Birliği’nin bir sorunudur. Benim kanımca Kürt sorunu, Kürdistan sorunu şudur: 1920’li yıllarda, Milletler Cemiyeti döneminde Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması ve Kürtlerin bağımsız devlet kurma haklarının gasp edilmesi sorunudur.” Beşikçi’ye göre ‘Ortadoğu’da Kürt sorununun bir toprak ve devlet sorunu olduğunu ve herkesin bunun bilincine varması gerektiğini’ savunur. ‘Kürt sorunun çözümünde idealin bir ulus devletin kurulması olduğunu, ama hiç olmazsa federasyonun kurulması gerektiğini’ belirttir. “Bugün 27 üyeli Avrupa Birliği’nde örneğin Lüksemburg, Malta, Kıbrıs, nüfusu yarım milyon civarında olan devletlerdir. Ortadoğu’da Kürtler’e baktığımız zaman 40 milyon üzerinde nüfusa sahiptirler ama niye Kürtler’in bir statüsü yoktur? 47 üyeli Avrupa Konseyi’nde, örneğin San Marino, Monaco, Liechtenstein, Andorra dört devlettir. Ama Kürtler’in statüsü yoktur. Terör denildiği zaman Kürtler’in adı geçer. Uluslararası nizam anti Kürt bir nizamdır.” (Alıntılar http://www.ismailbesikcivakfi.org/ sitesinden alınmıştır.) Bir dahaki sayımızda devam edeceğiz… 09.02.2016 B ileşeni olduğumuz Halkların Demokratik Kongresi (HDK) 6. Genel Kurulu, 23 Ocak Cumartesi günü Ankara’da İnşaat Mühendisleri Odası konferans salonunda 600 delegenin katılımıyla yapıldı. Genel kurula Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ, Selahattin Demirtaş, HDP milletvekilleri, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı Selma Irmak, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek, İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, TTB, TMMOB, KESK gibi sendika ve meslek örgütü temsilcileri katıldı. Genel Kurul salonuna; “Yerinde yönetim, özgür yaşam”, “Güvenceli iş, güvenceli gelecek”, “Yaşamı savunuyoruz, özgürlüğümüz için örgütleniyoruz” ve “Özgür yaşam için ekolojik düşün” yazılı pankartlar asıldı. Genel Kurul divan başkanlığına Prof. Dr. Beyza Üstün seçildi. Beyza Üstün yaptığı konuşmada: “Ne 12 Eylülleri, ne Sivas’ı, Maraş’ı ne de Roboski’yi unuttuk. Ne de bugün süren bu savaşa izin vermeyeceğiz, sessiz kalmayacağız.” “Yaşanlardan devleti sorumlu tutuyoruz, çözüm için adım atmasında da sorumlu kılıyoruz.” Dedi. HDK Eş Sözcüleri Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel birer konuşma yaptı. Ertuğrul Kürkçü: “Kürt halkı kendi kadim kentlerini korurken, Türkiye’nin batısına açık bir mesaj gönderiyor. Siz de bizim kadar cesur olursanız soykırımcıları yenebiliriz. Bunu hep birlikte başarabiliriz. Kendi halkına karşı soykırım planıyla gelen bir ülke nasıl medeni bir ülke olabilir? Batıda olanlar, yaşananlara karşı sağır değildir. Bir kez daha görülmüştür ki direnmek yaşamaktır yaşamak direnmektir.” Sebahat Tuncel: “Hendeklerin kapatılmasını mı istiyorsanız tek bir yol var. Nedir bu? Kürt Halk Önderi Öcalan’la müzakereye başlamaktır. Başkan Apo ‘Hiçbir genç ölmesin diye bu süreci önemli görüyorum’ dedi. Şimdi bu süreci bozanlar, masayı devirenler, Kürt halkına soykırım dayatanlar dönsünler 100 yıllık Cumhuriyet tarihine baksınlar. ✌ halkların kardeşliği için HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİ 6. GENEL KURULU YAPILDI 19 ✌ halkların kardeşliği için 20 “Dünyada her yer de aynı yöntem uygulanır. Önce inkar, sonra imha ama başaramadılar. Tek bir yöntem kaldı o da müzakeredir. Müzakere masası kurmaktan ve Öcalan’ın özgürlük koşullarını sağlamaktan geçer. Kürt Halk Önderi müzakerelerde olmadan başarılı olunamaz.” HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş yaptığı konuşmada şunları söyledi: “2016 yılında sivil bir yaralıyı evinden ambulansla alınmasının mücadelesine sıkıştırıldık. Evet bu insani olarak küçük bir şey değil. Ama böyle bir şeye izin vermeyelim. Böyle lanet bir ülkenin yurttaşı olmak zorunda değiliz. Böyle bir devlet asla yurttaşın devleti olmaz. İnsanın yaşamının amacı devletin yaşamına endekslenmiş oluyor. Böyle bir yaşamı reddediyoruz. Böyle lanet bir anlayışı asla kabul etmeyecekler. Bize ‘Son nefesimize kadar bu alçaklara teslim olmayacağız’ diyorlar. Onlara göre biz bu devletin hainiyiz. Hangi devletin Kürt’ü katleden, insanın insan olarak görülmesine karşı olan, faşist bir devletin hainiymişiz. Böyle bir devletin haini olmaktan onur duyarız.” Demokratik Bölgeler Partisi Eş Genel Başkanı Kamuran Yüksek şunları söyledi: “Dünyadaki her halk gibi kendi kimliğimizle kendi vatanımızda özgürce yaşamak istiyoruz diyen bir halk gerçekliği var. Halklarımıza köleliği dayatan yüzyıl aşılıyor yeni bir yüzyıl açılıyor. Bu yeni yüz yıl olarak yaşadığımız bütün coğrafyada özgür olmak istiyoruz. Kendi halklarımızla ve bir siyasi statü olmak istiyoruz. Mesele budur. Bunun mücadelesini veriyorlar. Bu doğuşu engellemek için saldırıyorlar. Türkiye’nin öncelikli politikası Kürtler Ortadoğu’da hiçbir şekilde statü sahibi olmasın. Rojava bugün Cenevre’ye dahil olmasın diye bütün çabayı sarf ediyor. Kobanê sürecinde olduğu gibi Türkiye Kürtlere karşı savaşan güçlere destek vermiştir. DAİŞ gibi bir çeteye dahi destek vermekten uzak kalmamıştır.” Oldukça uzun süren konukların konuşmalarından sonra ara verildi. Aradan sonra raporların okunması, HDK HDP ilişkisi, HDK’nin örgütlenmesi bölümüne geçildi. Bu bölümde HDK faaliyet raporu, HDK kadın Meclisi raporu okundu. HDK HDP ilişkisi, HDK’nin örgütlenmede yaşadığı sorunlar üzerine tartışıldı. Zaman darlığı gerekçesiyle konuşma süresi önce 5 dakika sonra 3 dakikaya düşürüldü. Delegelerin bir bölümü uzun süren konukların konuşması nedeniyle zaman darlığı gerekçesiyle konuşma sürelerinin kısıtlanmasını eleştirdi. Genel Kurullar bir yapının en yüksek organıdır. Genel kurullarda detaylı tartışma için yeterli zaman gözetilmek zorundadır. HDK’nin Konferansında ve Genel Kurulunda zaman darlığı nedeniyle yeterince tartışmaların yürütülmediğini düşünüyoruz. Ya konukların konuşması bölümü kaldırılmalı ya da genel kurul 2 gün yapılmalıdır. Genel kurul tek gün yapıldığı, zamanın önemli bir bölümü konukların konuşmasına gittiği sürece tartışma için yeterli zaman olmayacaktır. 3 dakikalık konuşma süresi içinde YDİ Çağrı adına bir konuşma yapıldı. Bu konuşmada HDK’nin meclisler oluşturma pratiğinin sorgulanması gerektiği, halk meclisleri kurmak için bugün koşulların uygun olmadığı, HDK’nin uygulanması mümkün olmayan hedefler belirleyip yoğunlaşması yerine gerçekleşmesi mümkün hedefler belirleyip yoğunlaşmasının daha yararlı olacağı belirtilerek bu duruma Kuzey Kürdistan’daki savaşa karşı barış kampanyası yürütülmesi, faşizmin geriletilmesi için demokrasi cephesinin oluşturulması örneği verildi. Sonuç bildirgesinin okunmasının ardından Genel Meclis Seçimi ve yeni eş sözcülerin seçimi yapıldı. Yeni dönemde eş sözcülüğe Gülistan Kılıç Koyiğit ve Ertuğrul Kürkçü seçildi. Yeni meclis seçildi. Yeni mecliste yüzde elli kadın kotası uygulandı. 121 kişilik mecliste 58 kadın, 59 erkek ve 4 LGTB’i yer aldı. Genel Kurul’da yayın masası açtık. Genel Kurul’a yönelik olarak çıkardığımız bültenin dağıtımını yaptık. “Yaşamın ve direnişin olduğu her yerde HDK!”nın olması için HDK’yı doğru temeller üzerinde geliştirelim! 24.01.2016 Ermenilerin Batı Ermenistan başta olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu’nda soykırımdan geçirilip sözkonusu coğrafyada ulus olmaktan çıkarılmasının üzerinden bir asır geçti. 2015 yılında soykırımın 100. yıldönümü nedeniyle, sorunun değişik yönleri de gündeme geldi, getirildi. Soykırım gerçekliğiyle, tarihle yüzleşmede –yapılan tümetkinliklere, takınılan tüm olumlu tavırlara rağmen- genelde sınıfta kalınan bir durum yaşandı. Bu noktada şunları da bilince çıkarmayı gerekli görüyoruz: Tarihle yüzleşme meselesini öncelikle ve esas olarak Türk ve Kürt ulusu ndan ve müslüman dininden diğer milliyetlerden demokrat, devrimci ve komünistlerin; Türk ve Kürt işçi ve emekçileri başta olmak üzere müslüman dininden diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerin görevi olarak görüyoruz. Biz Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi olarak tarihle yüzleştiğimizi, gücümüz oranında konuya gereken önemi verdiğimizi düşünüyoruz. Bu açıdan kendimizi sınıfta kalanlar arasında görmüyoruz. Fakat tarihle, soykırım gerçekliğiyle yüzleşme sorunu genel olarak gündemde kaldığı sürece, Türkiye-Kuzey Kürdistan-Batı Ermenistan’da değişik ulus ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin bilinçlendirilmesi, soykırım gerçekliğiyle yüzleşmesinin sağlanması için mücadele de varlığını sürdürecektir. Bu nedenle tarihle yüzleşme mücade- ✌ halkların kardeşliği için SOYKIRIMDA ALMANYA’NIN ROLÜ VE ORTAKLIĞI! lemiz, soykırımın tüm sonuçlarıyla resmen tanınması için mücadele sürdükçe devam edecektir. Bu görevin bir parçası da soykırım gerçekliğinin bilince çıkarılması gibi, soykırımda sorumluluğun, soykırımda suç ortaklığının değişik yanlarını bilince çıkarmaktır. Bu sayımızda Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun başmüttefiği olan Alman İmparatorluğu’nun soykırımdaki rolüne ve suç ortaklığına kısaca değineceğiz. Sorunun kapsamlı olduğunun bilinciyle, kendimizi, soykırım öncesi dönemde ve soykırım döneminde öne çıkan kimi sorunları özetlemekle sınırlıyoruz. Bu açıdan makalemiz, soruna bir giriş yazısı olarak da kabul edilebilir. SOYKIRIM ÖNCESİ DÖNEM Konu, “Ermeni Sorunu” ve Ermenilere yönelik soykırım olduğunda, kaçınılmaz olarak gündeme gelen tarihsel gelişmelerin başında 1877-1878 Rus-Osmanlı savaşı ve buna bağlı olarak San Stefano Anlaşması ile Berlin Anlaşması gelmektedir. Bu durum anlaşılır bir durumdur, çünkü sözkonusu adı geçen anlaşmalarla “Ermeni Sorunu” denen mesele uluslararasılaştırılmış, o dönemin büyük sömürgeci güçlerinin diplomasi savaşının bir aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. “Ermeni Sorunu” diye adlandırılan sorun, Er- 21 ✌ halkların kardeşliği için 22 meni ulusu için Osmanlı İmparatorluğu ve Rus İmparatorluğu’nun egemenliğinden, baskı ve zulümlerinden kurtulma, yani ulusal kurtuluş ve ulusal bağımsızlık sorunuydu. Gerek tarihsel çerçevede, gerekse soykırım bağlamındaki tartışma ve değerlendirmelerde, “Ermeni Sorunu”nun ulusal kurtuluş ve bağımsızlık sorunu olduğu gerçeği çıkış noktası alınmak zorundadır. Ezilen bir ulus olarak Ermenilerin ulusal kurtuluşu ve bağımsızlığı için Osmanlı İmparatorluğu’na ya da Rus İmparatorluğu’na karşı mücadelesi haklı ve meşru bir mücadeleydi. Dönemin büyük güçlerinin bu sorunu kendi yayılmacı, emperyalist amaçları için kullanması da bu gerçekliği, yani Ermenilerin ulusal baskıya, zulme karşı kurtuluş mücadelesinin haklı ve meşru olduğu gerçekliğini ortadan kaldıramaz. Alman İmparatorluğu “Ermeni Sorunu” ile Berlin Kongresi’nin yapılmasıyla doğrudan yüzleşme durumunda kaldı. Berlin Kongresi’nde Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan Berlin Anlaşması’nda özellikle 61. ve 62. Madde’lerde “Ermeni Sorunu” sözkonusu edildi. Bunun perde arkasında ama esasında Büyük Britanya’nın Rusya’ya karşı mücadelesinde, San Stefano Anlaşması’nı geçersiz kılma amacı vardı. Alman İmparatorluğu, somutta da Bismarck Berlin Kongresi’ni Büyük Britanya’nın talebiyle örgütledi ve kendisini Avrupa barışını koruyan “barış simsarı” olarak lanse etti. 1878’de Alman İmparatorluğu, dünyayı paylaşma sahnesine geç çıkmış bir güç olarak henüz Büyük Britanya, Fransa, Rusya vb. güçlerle açıktan karşı karşıya gelebilecek güce sahip değildi. Diplomaside öne çıkan Avrupa’da “barışı koruma” siyaseti, en azından kendileri savaş yürütebilecek duruma gelene kadar, çıkarlarına uygundu. Buna uygun olarak “barış meleği” kesilirken, ekonomik, askeri ve siyasi olarak yayılma, nüfuz alanını genişletme siyaseti de sistemli biçimde uygulandı. Osmanlı İmparatorluğu da Alman İmparatorluğu’nun nüfuzu altına almak istediği esas alanlardan biriydi. Soykırım öncesi dönemde sahip olunan temel yaklaşım, Almanya’nın egemenlerinin çıkarları için gerektiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun korunması için savaş da yürütülmeli biçimindeki yaklaşımdı. Alman İmparatorluğu’nun Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilerinde belirleyici olan, Alman İmparatorluğu’nun dünyayı paylaşma dalaşında, özellikle Büyük Britanya ve Fransa’nın Osmanlı üzerindeki etkisini, nüfuzunu geriletmek; herhangi bir savaşta Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya’ya kaptırmamak ve kendi egemenliği altına almaktı. Bunu gerçekleştirmek için ekonomik, askeri ve siyasi alanlarda değişik yol ve yöntemlere başvuruldu. Ekonomik olarak konumlarını güçlendirmede Alman İmparatorluğu önceliği Berlin-Bağdat Demiryolu hattı ile Osmanlı ordusunu eğitme ve Alman silahlarıyla donatmaya verdi. Sonuçta Alman İmparatorluğu’nun ekonomik çıkarları askeri ve siyasi ilişkilere damgasını vuruyor ve tersinden de askeri ve siyasi ilişkiler Alman İmparatorluğu’nun ekonomik olarak yayılmasını teşvik edip ilerletiyordu. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Alman tekellerinin, sömürgeciliğinin sözcülerinden biri olan Friedrich Naumann, Osmanlı İmparatorluğu’nu kastederek açıkça: “Bu ülkeyi sonradan kontrol edebilmek için ekonomik olarak kendimize bağımlı kılmak zorundayız.” diyerek egemenlerine akıl veriyordu. 26 Nisan 1913 tarihinde de Alman İmparatorluğu’nun İstanbul elçisi Wangenheim, Almanya Başbakanı Bethmann Hollweg’e askeri konumla ilgili şu aklı veriyordu: “Orduyu kontrol eden güç kimse, Türkiye’de her zaman en güçlüsü O olur. Eğer Ordu bizim tarafımızdan kontrol edilirse, hiçbir Alman düşmanı hükümetin yönetimde kalması mümkün değildir.” 1835-1839 yıllarında Moltke’nin Osmanlı ordusunu eğitme, yeniden örgütleme vb. deneylerini bir kenara bıraksak bile, Alman İmparatorluğu’nun Osmanlı İmparatorluğu’ndaki “askeri misyonu”nun tarihi 1882 ile başlamaktadır. 1882’den Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar –1913 öncesi ile sonrası arasında yetki ve yoğunluk açısında önemli farklar olmasına rağmenAlman “askeri misyonu” sürekli biçimde varlığını sürdürmüş; Osmanlı ordusunu eğitmiş ve Alman İmparatorluğu için daha da önemli olanını, yani Osmanlı Ordusu’nu Alman silahlarıyla donatmıştır. Ekonomik ve askeri çıkarların içiçe geçtiği ve siyasi olarak egemen konum kazandırdığı bir gelişme sözkonusudur. Ekonomik ve askeri ilişkiler siyasi, diplomatik ilişkilerle de içiçe gelişmektedir. Gerek savaş öncesinde, gerekse de savaş sürecinde Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde en fazla diplomata sahip devlet Alman İmparatorluğu’ydu. 19. yüzyılın sonlarına doğru yayılmacı siyasetin bir parçası olarak 450 kadar dini misyoner ve yüzlerce yardımcısı Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında devreye sokuldu. Tüm bu çalışmalar sonucunda Birinci Dünya Savaşı öncesinde Alman İmparatorluğu, Osmanlı egemenleri arasında nüfuzunu sağlama almıştı. ✌ halkların kardeşliği için 1878 Berlin Kongresi’nden 1913 yılı başına kadar Alman İmparatorluğu’nun “Ermeni Sorunu”na bakışını belirleyen yaklaşım, Osmanlı İmparatorluğu’nu egemenliği altına almak, çıkacak bir savaşta dünyayı paylaşımda daha fazla güçlenmek, sömürge sahibi olma yaklaşımıdır. Bu süreçte “Ermeni Sorunu” Büyük Britanya, Fransa, Rusya, İtalya ve Avusturya-Macaristan tarafından –değişik ölçü ve biçimlerde- Osmanlıya karşı kullanılırken, Alman İmparatorluğu Osmanlı’yı ayakta, elde tutmak için kullanma durumundaydı. Bu da en ılımlı ifadeyle, “Ermeni sorununun nasıl halledileceği bizi ilgilendirmez” yaklaşımıyla, bu sorunu diplomatik ilişkilerde Osmanlı İmparatorluğu’nun çıkarlarını –gerçekte Almanya’nın çıkarlarını- savunmak için kullanan bir tavırdı. Yani göstermelik de olsa, Hıristiyanlık adına da olsa Alman İmparatorluğu Osmanlı’ya karşı Ermenilerden yana tavır takınan bir güç değildi. Bu durum esasında 1913 yılı başlarına kadar sürdü. Alman İmparatorluğu’nun İstanbul Elçisi Wangenheim, 24 Şubat 1913 tarihinde Bethmann Hollweg’e gönderdiği raporda, bizim “Almanya’nın B Planı” olarak adlandırabileceğimiz yeni bir tavır takındı. Osmanlı İmparatorluğu’nun ayakta tutulamaması durumunda Ermenileri kendi yanlarına çekme taktiğinden başka bir hesabı olmayan tavır şöyledir: “4) Alman basını bugüne kadarki tüm Ermeni hadi- selerine karşı ilgisiz tavrından vazgeçmeli ve Ermenilerin taleplerine ölçülü ve anlayışlı yaklaşmalıdır. Bu, Fransa, İngiltere ve Amerika’da yaşayan ve orada kendi yayın organlarında çalışan çok sayıda Ermeni aydını üzerinde etkili olacaktır. Ermeni sorunu bugün kesin bir yol ayrımına gelmiş bulunuyor. Eğer Ermeniler haklı istekleriyle gelip, bizim onlara kapattığımız kapılarımıza çarpıp geri döneceklerse kendilerini ister istemez Rusların kucağına atacaklardır. Eğer bu gerçekleşirse Küçük Asya sorununun barışçı çözümü veya Türkiye’nin yeniden kuruluşu için çok az umut kalacaktır. Diğer taraftan, eğer biz yukarıda tanımlanan yollardan Ermeni hareketi üzerinde etkili olabilirsek, kendi çıkarlarımızın korunması ve geliştirilmesi yanında Türklerin reform çalışmalarını destekleme ve Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması için çalışan güçleri felce uğratmada elimize önemli bir silah geçmiş olacaktır. İleride Türkiye’nin dağılma sürecinin durdurulamayacağı anlaşılırsa, Küçük Asya’daki çıkarlarımızın savunulmasında yerli Ermeni unsurların bizim arkamızda olması büyük önem kazanacaktır.” (Wolfgang Gust, Alman Belgeleri, Ermeni Soykırımı 1915-1916, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşiv Belgeleri, sayfa 188-189, Belge Yayınları, 2012) Wangenheim’ın Alman basınının “Ermeni hadiselerine karşı ilgisiz tavrından vazgeçmeli” yönlü tavrı üstleri tarafından kabul görmez. Ama Dışişle- 23 ✌ halkların kardeşliği için 24 ri Bakanı Müsteşarı Jagow, 22 Nisan 1913 tarihinde Wangenheim’ın bu raporuna takındığı tavırda, “... Haliç’teki iktidar sahipleri gönlümüzdeki yerini korudukları için Türkiye’nin korunması ve konsolidasyonu görevinin yerine getirilmesinde Osmanlı Devletine yardımcı olmak bizim çıkarımızın gereğidir. Berlin Anlaşması’nın 61. maddesi Ermeni illerindeki reformların uygulanmasında Osmanlı Devletini teşvik etmek ve iktidarı üzerinde denetim kurmak hakkını ve görevini bize vermektedir. Şimdiye kadarki politikamıza sadık kalarak, Ermeni sorununda inisiyatifi bizzat ele almaktan imtina etmek zorundayız. Çünkü bu, İtilaf Devletleri’nin kuşkusunu uyandırır, Rusları karşımıza almamıza neden olur.” (age., sayfa 189) diyerek “Basınımızda Ermeni hareketi lehine etkilenmesinde de dikkatli olunmalıdır.” (sayfa 190) uyarısında bulunuyordu. Sonuçta egemen olan ve kalan tavır kendi çıkarları için Osmanlı’nın korunmasıdır. ALMAN ASKERİ MİSYONU VE SAVAŞ... Doğrudan Alman “askeri misyonu”na değinmeden önce şunun bilince çıkarılması gerekiyor: 29 Eylül 1911 tarihinde İtalya Trablusgarp için Osmanlı’ya savaş ilan etti ve bu savaşı Osmanlı kaybetti. 18 Ekim 1912’de barış anlaşması imzalandı... Bu savaşın etkisiyle de Balkanlarda Osmanlı’ya karşı mücadele, savaş hızlandı. Birinci Balkan Savaşı 1913 Mayıs ayı sonlarına gelindiğinde Osmanlı’nın yenilgisiyle sonuçlanmıştı. İkinci Balkan Savaşı ise 10 Ağustos 1913 tarihinde Bükreş’te yapılan barış anlaşmasıyla son bulmuş, Osmanlı Edirne’yi geri ele geçirse de, Edirne’den öteye tüm Balkan bölgesini kaybetmişti. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı İmparatorluğu ne askeri olarak ne de mali olarak savaş yürütebilecek güçteydi. Osmanlı Ordusu’nu reorganize etme, yeniden yapılandırma ve eğitme, silahlandırma ihtiyacı, İttihat ve Terakki yönetiminin Turancı hedeflerine varmak için gerekli olduğu gibi, Alman İmparatorluğu’nun emperyalist emelleri için de gerekiyordu. Her iki gücün çıkarları, Osmanlıyı ayakta tutma amacında buluşmuştu! Cemal Paşa 1882’den beri Alman askerinin Osmanlı İmparatorluğu’nda olmasına atıfta bulunarak “Otuz yıldan fazladır ordumuzda Alman eğitmenleri bulunuyor, bizim subaylar heyeti kuşkusuz Alman askeri metotlarıyla eğitildi, ordumuz Alman eğitim ruhuyla ve Alman eğitimini iyice tanımaktadır. Bunu şimdi değiştirmek mümkün olmayan bir şeydir.” (aktaran, Alman Dışişleri Bakanlığı Belgeleri, Cilt 38, sayfa 194195, Almanca) diyerek Osmanlı ordusunun Almanlar tarafından gönderilecek yeni bir “askeri misyon”un yönetiminde örgütlenmesi, eğitilmesi amacında olduğunu ve böylesi bir “misyonun” gönderilmesini talep edeceğini açıklamaktadır. Bu “askeri misyon”un Alman İmparatorluğu için gerekliliği ise özellikle Wangenheim tarafından savunulmuştur. Wangenheim orduyu kontrol ederek Osmanlı’da olası Alman karşıtı hükümetin yönetimde kalmasını engelleme amacındadır. Soruna resmiyet kazandırmak için Osmanlı/ Türk hükümeti Alman hükümetinden talepte bulunduktan sonra, Liman von Sanders komutasında bir “askeri misyon” gönderilmesi kararlaştırılır. 27 Kasım 1913 tarihinde Osmanlı devletiyle Liman von Sanders arasında yapıldığı söylenen, ama gerçekte iki devlet arasında yapılan, Sanders’in görev ve yetkilerini ortaya koyan bir anlaşma imzalanır. Sanders’in yetkileri özetle askeri alanda sözkonusu olan her dalda karar verme, doğrudan komuta etme vb. olarak ifade edilebilir. Bu durum 1882’den beri sözkonusu olan Alman “askeri misyon”larından köklü bir farklılıktı. Öncekilerin bu kadar yetkisi sözkonusu değildi. Sözkonusu “askeri misyon” 14 Aralık 1913 tarihinde İstanbul’a gelir ve görevine başlar. Bu “askeri misyon”un savaş öncesinde yedi aylık süreçteki rolünü ve Alman İmparatorluğu’nun savaş için gerekli olan tüm alanlardaki kontrolünü AvusturyaMacaristan askeri yetkilisi Joseph Pomiankowski, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküşü” adlı kitabında ortaya koymaktadır. Buna göre “Genelkurmayın tüm önemli görev ve yetkileri” Almanlara verilmiştir. Tüm savaş endüstrisi, deniz kuvvetleri, teknik kıtalar/ birlikler, topçu birlikleri vb. vb. hepsi de Alman askerinin yönetimine verilmiştir. Sadece askeri güçler değil, savaş için gerekli olan tüm alanlarda, ordudaki tüm kara-deniz-hava vb. güçlerde, ulaşım yollarında, silah ve cephane üretiminde, dağıtımında Alman uzmanlar, ustalar, işçiler çalışıyordu. Savaş sürecinde yoğunlaşan bu güçlerin gerçek sayısı, özellikle lojistik işlerde çalışan “sivil”lerin sayısı belli değildir. Yapılan işlere bakılarak tahmin yürütüldüğünde binlerce hatta onbinlerce Almanın Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında savaşın parçası olarak yer aldığını söylemek mümkündür. Bu duruma bir de 2 Ağustos 1914 tarihli –o dönem gizli yapılan- askeri anlaşma da eklenince Alman İmparatorluğu’nun Osmanlı üzerindeki askeri kontrolü iyice pekişmişti. man von Sanders yönetimindeki tüm “Alman Askeri Misyonu”nun Almanya’ya geri gönderilmesini talep eder. Bu talep yerine getirilmez ve Rusya 2 Kasım 1914 tarihinde Osmanlı’ya resmen savaş ilan eder, böylece Osmanlı da resmen savaşa girmiş olur. ... VE SOYKIRIM DÖNEMİNDE ALMAN İMPARATORLUĞU... Savaş ve soykırım döneminde Alman imparatorluğu’nun “Ermeni Sorunu”na ve Ermenilerin imhasına karşı tutumunu belirleyen siyasetin ne olduğunu en açık biçimde ortaya koyan tavır, dönemin Başbakanı Bethmann Hollweg’in 17 Aralık 1915 tarihinde takındığı şu tavrıdır: “Bizim tek amacımız, savaşın sonuna kadar Türkiye’yi kendi tarafımızda tutmaktır, bu nedenle Ermenilerin mahvolup olmaması önemsizdir (bizi ilgilendirmez, anlamında –BN.). Savaşın uzun sürmesi halinde Türklere daha çok ihtiyaç duyacağız.” (Gust, age., sayfa 593, çeviri düzeltmesi bize aittir) 1915 Kasım ayında İstanbul’a elçi olarak atanan Graf Wolff-Metternich gerek Osmanlı yönetiminin gerekse de Alman İmparatorluğu’nun Osmanlı’daki temsilcilerinin “gözlerinde bir diken” gibidir. Bir sene geçmeden görevden alınır. Ermenilerin imha edilmesine karşı, Alman yönetiminden İttihat ve Terakki yönetimine karşı sert davranılmasını ister. Metternich Alman-Türk ilişkilerinin bilincinde olan biri olarak 7 Aralık 1915 tarihinde Başbakan Bethmann Hollweg’e gönderdiği raporda, diğer şeylerin yanısıra şunları da tespit etmektedir. “Bizim basınımızda da Ermeni takibatıyla ilgili hoşnutsuzluk dile getirilmeli, Türklere şakşakçılık son bulmalıdır. Onlar ne başarıyorsa bizim eserimizdir; bizim subaylarımız, bizim toplarımız, bizim paramızdır. Yardımlarımız olmasa, balon gibi şişen kurbağa sönüp kalır. Türklerle ilişkilerimizde korkmaya hiç gerek yok. Karşı tarafa geçerek barış yapmaları o kadar kolay değildir.” (age., sayfa 592) Alman egemen bakış açısıyla tavır takınan Metternich burada olgu tespiti yapmaktadır. Bethmann Holweg ise bu tavıra karşı yukarıda aktardığımız tavrı takınmaktadır. Ermenilerin mahvolup olmaması, ya da telef olup olmaması Almanya’nın emperyalist çıkarları karşısında önemsizdir! Alman İmparatorluğu’nun soykırım ortaklığı, soykırımda suçlu olduğu bizzat savaş ve soykırım döneminde de ifade edilen bir olgudur. Almanlar tüm imkanlarıyla kendilerini “temize” çıkarmaya çalışsa ✌ halkların kardeşliği için Asker sayısı verilen bilgilere göre şöyledir: 800 mareşal, general, adı ne ise artık yüksek rütbeli komutanlar, bunların emrindeki Alman askeri kimi tahminlere göre 18.000 ile 25.000 kadardır, Carl Mühlmann’ın 1940’da yayınladığı “Savaşta Alman-Türk silahlı ittifakı” kıtabında verdiği bilgiye göre, dönemin genelkurmayının İmparatorluk Başbakanı’na verdiği bilgi, 32.000 Alman askerinin 1918 Ekim ayı sonundan Haziran 1919’a kadarki süreçte “tahliye” edildiğidir. Savaş döneminde diplomatlar da doğrudan savaşın parçası idi ve Alman İmparatorluğu’nun diplomatlarının sayısı diğer devletlerin diplomatlarının sayısı arasında en çok olanıydı. Hıristiyan “Misyoner”ler ise bu dönemde esasında Ermenilere Osmanlı devletine “sadık” kalmalarını, buna uygun davrandıklarında kendilerine birşey olmayacağını vazediyorlardı. Böylece “din kardeşliği”ni kullanarak Alman emperyalizminin Osmanlıyı ayakta tutma siyasetine hizmette kusur etmiyorlardı! Yukarıda Osmanlı İmparatorluğu’nun mali olarak da savaş yürütebilecek durumda olmadığına dikkat çektik. Alman İmparatorluğu Osmanlı’nın savaş giderlerini de üzerlenmişti. Toplam ne kadar gideri karşıladığı bilgisi kamuoyuna açıklanmasa da, Heinrich Vierbücher’in 1930 yılında yayınlanan kitabında verilen bilgiye göre, Alman İmparatorluğu Osmanlı’nın savaş kurumunun maliyetini üzerlenmiş ve o dönem 10 Milyar 900 Milyon Altın Mark Osmanlı’nın savaşının hizmetine sunulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun ordusu, Alman askeri yetkililer tarafından kısa bir sürede hızlı ve yoğun bir eğitimden geçirilerek, yeniden örgütlemesi yapılarak, Alman silahlarıyla donatılarak savaşa hazır hale getirilmeye çalışılmıştır. 2 Ağustos 1914 tarihindeki askeri anlaşmaya rağmen Osmanlı’nın dışa karşı “tarafsızlık” ilan etmesi, esasında bu dönemde Osmanlı ordusunun hala savaşa tam hazırlıklı olmadığını düşünmelerinin de bir sonucudur. Ama Alman İmparatorluğu Rusya’ya karşı ikinci bir cephe açmak için bir an önce Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa başlamasını teşvik eder. Boğazlardan geçerek Karadeniz’e giren “Göben ve “Breslau” adlı savaş gemilerinin adları “Yavuz” ve “Midilli” olarak değiştirilse de, deniz kuvvetleri komutanlığı Alman Wilhelm Souchon’un elindeydi. 29 Ekim 1914 tarihinde Souchon’un emriyle Sivastopol, Odesa vd. yerlere ateş edilir, İttihat ve Terakki yönetimi -Enver bununla hemfikir değildirRusya’dan özür diler. Rusya “özrü” kabul için “Göben” ve “Breslau” savaş gemileri başta olmak üzere Li- 25 ✌ halkların kardeşliği için 26 da gerçeklerin üzerini tümüyle örtmeyi başaramamışlardır. Örneğin “tehcir kararı”nın onaylanması konusunda “Alman-Ermeni yazışması (25 Kasım 1918)”de yazılanlar: “Bu suçlama bir temel gerçeğe dayanıyor. Tehcir ilk planda bir askeri önlemdi ve bu yüzden Türkiye’deki Alman ordu yöneticilerinden gizlenemezdi. Gerçekten de plan Mareşal v.d. Goltz’un da önüne kondu ve onun tarafından onaylandı. Resmi orijinal metinde ama plan yeteri kadar zararsız da görünüyordu.” (age., sayfa 895) Aynı yöndeki bilgiler örneğin AvusturyaMacaristan’ın Trabzon Konsolosu Kwiatkowski’nin kendi Dışişleri Bakanı’na gönderdiği telgrafta da dile getirilmiştir. Buna göre “Ermenilerin zarar veremeyecekleri hale getirilmesi” düşüncesinin ilk kaynağı Alman tarafıdır. Viyana’da bulunan Papaz P. Liebl Alman Merkez Partisi’nden ve savaş döneminde Maliye Bakanı olan Matthias Erzberg’e Almanya’nın İstanbul Elçisi Wangenheim’ın sürgünü önerdiği bilgisini vermiştir. Savaştan sonraki süreçte itirafta bulunanlardan biri Otto von Feldmann’dı. Feldmann’a göre kendisi de dahil Alman subayları, belli zamanlarda, belli bölgelerin Ermenilerden “temizlenmesi” gerektiği telkininde, tavsiyesinde bulunmuşlardır. Pratikte sadece merkezi “tehcir” kararını önermek ve onaylamakla kalmamışlardır. Alınan kararı uygulamışlardır da. Örneğin Berlin-Bağdat demiryolu hattının inşası ve genelde Demiryolları Almanların yönetimindeydi. Demiryolu Hizmetleri Daire Başkanı Yarbay Sylvester Boettrich idi. Binlerce Ermeniyi, sonradan Hitler Almanyası’nda olduğu gibi toplama kamplarındakine benzer biçimde çalıştırmakta olan Boettrich, doğrudan sürgün kararına imza atanlardandır. Örneğin Genelkurmay Başkanı (Erkan-ı Harp Reisi) Friedrich (Fritz) Bronsart von Schellendorf da sadece sürgün emri vermekle yetinmemiş, şahsen sürgünlerin gerçekleşmesi işiyle, detaylarının örgütlenmesiyle de uğraşmıştır. Erzurum Konsolos yardımcısı Scheubner-Richter’in sürgün kafilelerinde aç çocuklara, kadınlara ekmek dağıtmasına müdahale ederek, İstanbul Elçisi Wangenheim’dan Scheubner-Richter’in bir daha böylesi bir işe kalkışmamasını talep etmiştir. Talebi yerine getirilmiştir. Graf Wolffskeel ise gerek Zeytun’da, Musa Dağ’da ve gerekse Urfa’da doğrudan Ermenilere saldırı emri vermiş, top atışlarıyla da Urfa’da “Ermeni Mahallesi”ni ve Zeytun’da Manastırı tahrip etmiştir. Bu saldırılar sonucu katledilenlerin sayısı belli değildir. Kısaca ifade edilirse, Alman İmparatorluğu’nun ordusu, komutanları, silahları ve de parası olmadan Osmanlı İmparatorluğu savaş yürütebilecek durumda değildi ve soykırımı da Alman İmparatorluğu ile ittifakı ve onun yardımı olmadan gerçekleştirilemezdi. İskenderun Alman Konsolos Yardımcısı Hoffmann’ın aktarımıyla bir Protestan Ermeni din adamı 1915 sonlarına doğru şunları söylemiştir: “Biz sadık kalmak istiyorduk. Tehcir başlayana kadar. Halkımızın kökünün kazıma çalışmaları başladığında buna karşı direnseydik, olayları kontrol edecek duruma gelebilir ve bugün olduğu gibi yok olmayla karşı karşıya kalmazdık. Ancak, Maraş, Haruniye, Urfa, Malatya ve Ma’muret-ul Aziz’de bulunan Alman dostlarımızın menistan 1914-1918 Diplomatik Belgelerin Derlenmesi” başlığıyla 1919’da yayınlanan belgelerin manipüle edildiği ise 2000’li yılların başlarında Wolfgang Gust ve birlikte çalışan emektar insanların, sözkonusu belgeleri -İkinci Dünya Savaşı sırasında bombardımandan kurtulmuş olanların-, orijinalleriyle karşılaştırmaları sonucu ortaya çıktı. Belge Yayınları tarafından yayınlanan “Wolfgang Gust, Alman Belgeleri, Ermeni Soykırımı 1915-1916, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşiv Belgeleri” adlı kitap, sözkonusu belgelerin manipüle edilmemiş halidir ve kuşkusuz ki tümü değildir (Almanca bilenler karşılaştırmak için www.armenocide.de adresine de bakabilir). Sonuç, Ermenilerin maruz bırakıldığı soykırım, Alman İmparatorluğu’nun Osmanlı İmparatorluğu ile ittifakı olmadan, Almanya’nın askeri, silahı mali katkısı olmadan, onların telkinleri, talepleri, emirleri olmadan planlanamaz, uygulanamaz, gerçekleşemezdi! Osmanlı/ Türk devletinin, İttihat ve Terakki yönetiminin yanında, soykırımdan birincil derecede sorumlulardan biridir Almanya! KISACA 100 YIL SONRA ALMANYA’NIN TAVRI Herşeyden önce şunu bilince çıkarmak gerekiyor. İnternette soykırımı kabul eden devletlerin/ ülkelerin hangileri olduğunu sorduğunuzda, karşınıza çıkacak olan listeler içinde “Almanya (2005)” diye de bilgi verilmektedir. Almanya da soykırımı resmen tanıyan devlet/ ülke olarak sayılmaktadır. Olgu olarak verilen bu bilgi yanlıştır. Almanya 2005’te de 2015’te de soykırımı resmen tanımamıştır, hala da tanımamaktadır. 2005 yılında soykırımın 90. yıldönümü vesilesiyle Almanya Parlamentosu’na o dönem parlamentoda bulunan partiler - SPD, CDU/CSU, B90/Grüne ve FDP - tarafından ortaklaşa sunulan karar tasarısında kimilerinin “olayı soykırım olarak” değerlendirdiği vb. tespit edilmektedir, ama alınan kararda soykırım kavramı da kullanılmamakta, soykırım resmen de kabul edilmemektedir. Sorun Türkiye ve Ermenistan arasındaki bir sorun olarak görülmekte ve bunlar arasındaki diyaloğun Almanya tarafından desteklenmesi gerektiği tespit edilmektedir. Sözkonusu tasarının başlığı da “1915’te Ermenilere yapılan sürgün ve katliamların hatırlanması ve anılması –Almanya Türklerle Ermeniler arasındaki uzlaşmaya katkıda bulunmak zorundadır” diyerek istenenin ne olduğunu açıkça ifade etmektedir. Sözkonusu olan “sürgün ve katliamlardır” soykırım değil! Yapılması gereken Türklerle Er- ✌ halkların kardeşliği için hepsi bize boyun eğmemizi öğütlediler ve size hiçbir şey olmayacak dediler. Bizler buna inandık ve hesaplarımızı Almanların nüfuzu üzerine kurmuş olmamız bizim felaketimiz oldu.” (age., sayfa 617) Bu felaketin Almanya’da öğrenilmesini engellemenin en kesin yolu ise askeri sansürdü! Savaşın başlamasıyla gündeme getirilen askeri sansür, Ermenilerin imha edilmesinin haberlerini de yasakladı. Heinrich Vierbücher’in yukarıda bahsettiğimiz kitabında aktardığına göre, 7 Ekim 1915 tarihinde yapılan bir basın konferansında gazetecilere hükümetin Ermenilere yönelik dehşet üzerine tavrı açıklanmıştır. Buna göre Osmanlı’yla arkadaşlık ilişkileri, Türkiye’nin bir iç idari meselesi yüzünden tehlikeye düşürülemeyeceği gibi, içinde bulunulan zor koşullarda sorgulanamazdı bile. Bu nedenle yeni bir duruma kadar susmak yükümlülüktü. Sonradan eğer Almanların suçortaklığı nedeniyle dıştan doğrudan saldırılar gelirse, bu sorunu mutlaka büyük bir dikkatle ve suskunlukla karşılamak ve daha sonra, Türklerin Ermeniler tarafından ağır biçimde provoke edildiğini anlatmak gerekirdi. Aynı biçimde 23 Aralık 1915’de yapılan basın konferansında da, “Ermeni sorunu üzerine en iyisi susmaktır. Türk iktidar sahiplerinin bu konudaki tavırları hiç de övecek gibi değildir” tavrı takınılıyordu. Lepsius’un 1916 yılı başlarında yazdığı ve öncelikle dini kurumlara/ misyonerlere ve siyasetçilere ulaştırmaya çalıştığı “Türkiye’de Ermeni halkının durumu hakkında rapor”u ise ele geçirildiği kadarına el konulmuş ve rapor yasaklanmıştır. Diplomatlardan, askeri kaynaklardan alınan tüm bilgiler ciltlerle ancak ifade edilebilecek kadar çok iken, Alman kamuoyu gelişmelerden esas olarak habersizdi. Karl Liebknecht’in 11 Ocak 1916 tarihinde Parlamento’da dile getirdiği sorulara ise “Alman ve Türk tarafları arasında görüşmeler sürüyor” denerek detay bilgi verilemeyeceği söylenmiş, bir dahaki soruya ise izin verilmemiştir. Almanya’nın tavrı sadece sansürle de sınırlı kalmamış, savaş bittikten sonra, kendisinin suç ortaklığının üzerini örtebilmek için belgelerde manipülasyona da başvurmuştur. Alman Dışışleri Bakanlığı Belgeleri içinde “Ermeni Sorunu” ile ilgili yazışmalardan seçmeler yapılmış ve Lepsius’a da sözkonusu belgeleri düzenleyip yayınlama görevi verilmiştir. Temel yaklaşım Almanların suç ortaklığının üzerinin örtülmesi, ama Ermenilerin de Osmanlı/ Türk devleti tarafından katledildiğinin ortaya konmasıdır. “Almanya ve Er- 27 ✌ halkların kardeşliği için 28 menilerin uzlaşması, affetmesi ve devletleri arasında “normal” ilişkilerin gelişmesini desteklemektir... 2015 yılında, soykırımın 100. yıldönümünde önce Almanya Cumhurbaşkanı Gauck, 23 Nisan 2015 tarihinde Berlin Katedral’indeki bir toplantıda yaptığı konuşmada: “Ermenilerin kaderi, 20. yüzyılın korkunç biçimdeki ölümlerinin, kitlesel imhaların, etnik temizliklerin, sürgünlerin, evet soykırımların tarihine örnek teşkil etmektedir.” tespitini yaptı. Dışlamanın ve sürgünlerin sonuçta katledici edimle sonuçlandığını ifade ettikten sonra da bu durumdan “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni halkının kurban olduğu bir soykırımsal dinamiğin” geliştiğini tespit etmektedir. Her iki alıntıda da soykırım kavramı kullanılmaktadır, ama diplomatik “incelik”le Ermenilere yönelik gerçekleştirilen barbarlığın soykırım olduğu söylenmemektedir. Buna rağmen Gauck’un soykırımı ifade ettiği söylenebilmektedir. Tabii ki herkes söyleneni yorumlama da serbesttir. Söylenenler de “lastik” gibidir, her tarafa çekilebilir... 24 Nisan 2015 tarihinde ise Almanya Parlamentosu’nda bir saatlik oturum, soykırımın yıldönümüne ayrılmıştı. Meclis Başkanı Lammert yaptığı kısa açılış konuşmasında açıkça “Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında Osmanlı İmparatorluğu’nda dünya kamuoyunun gözleri önünde yaşananlar, bir soykırımdı.” tespitini yaptı. Sözkonusu bir saat içinde mecliste bulunan partilerden –SPD, CDU/CSU, Die Linke, B90/Grüne- toplam dokuz (9) milletvekili konuştu ve hemen hepsi açıkça yaşananın soykırım olduğunu söyledi. Söylediler de, soykırımı yine resmen tanımadılar! Nasıl mı oluyor? Şöyle: CDU/CSU ve SPD koalisyonu bir karar tasarısı sunmuştu. Die Linke ve B90/Grüne de ayrı ayrı birer karar tasarısı sunmuştu. Yani üç karar tasarısı vardı! Doğrudan karar tasarıları üzerine bir tartışma yoktu. Sadece konuşan milletvekillerinden kimileri hükümetin karar tasarısını, soykırımı açıkça kabul etmediği nedeniyle eleştirdi. Sonuçta bir saat konuşuldu ve sözkonusu üç karar tasarısı da, gerçekte depoda bekletilmek için “komisyonlara” devredildi. Yani Gauck’un konuşması ve mecliste bir saatlik konuşmaların sonucunda –bu konuşmalarda soykırımdan bahsedilse deherhangi bir karar alınmamıştır. Bu da Almanya’nın hala soykırımı resmen kabul etmediği anlamına gelir. Almanya’nın soykırımdaki rolüyle ilgili yaklaşım ise kısaca şöyledir. Gauck yaptığı konuşmada kurbanların haleflerinin, tarihsel gerçekliğin ve böylece tarihsel bir suçun da kabul edilmesini bekleme hakları olduğunu söylerken: “Bu durumda biz Almanların da, bir bütün olarak, eğer sorun Ermenilere soykırımda ortak sorumluluk, kimi durumlarda hatta ortak suç sözkonusuysa, yüzleşmeye hazır olmak zorundayız.” tespitini yaptı. Gauck’un tavrı esasında papazın kilise vaazına benziyor. Yüzleşilmesi gerektiğini söylemek iyi de, yüzleşilmiyor! Somut ve açık tavır takınılacağına, sorunun üzeri nasihatlerle örtülmektedir. Meclise sunulan her üç tasarıda da Almanya’nın sorumluluğunun , suç ortaklığının üzeri esasta örtülmekte, Alman İmparatorluğu’na “seyircilik” rolü bahşedilerek, “müdahale etmediği” için eleştirilmektedir. Yani bunlara göre Alman İmparatorluğu Ermenileri kurtarmak için müdahale etmemiştir, sorumluluğu, suç ortaklığı da bununla sınırlıdır. Oysa tarihi gerçekler bize başka olguları göstermektedir: Soykırım, tam da Alman İmparatorluğu’nun, Osmanlı İmparatorluğu ile ittifak kurması, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde savaşan bir güç, bu açıdan müdahale etmeyen değil savaşı yöneten bir güç olması; Osmanlı İmparatorluğu’nu kendi emperyalist amaçları için ayakta tutmaya çalışması, “Ermenilerin mahvolup olmaması önemsizdir/ bizi ilgilendirmez” tavrına uygun olarak sürgünleri önermesi, alınan “tehcir”, sürgün kararını onaylaması, bu kararların disiplinli bir biçimde uygulanması için doğrudan sürgün ve imha işi içinde yer alması; askeriyle, savaş lojistiğindeki uzmanlarıyla, işçileriyle, diplomatlarıyla, misyonerleriyle... savaşın mali giderlerini üzerlenmesiyle vb. vb. olgular sonucu, evet tüm bunların sayesinde soykırım gerçekleşmiştir. Alman İmparatorluğu’nun soykırıma seyirci kaldığını, müdahale ya da ısrarla müdahale etmediğini savunanlar emperyalist Almanya’nın suç ortaklığının üzerini örtmektedirler. Esas sorumlu ve suçlu Osmanlı/ Türk devleti, İttihat ve Terakki iktidarı olsa da, Alman İmparatorluğu da soykırımda esas sorumlulardan biridir, genelde ele alınıp ifade edildiğinde, birincil derecede sorumlulardan biridir. Alman İmparatorluğu’nun Osmanlı ile ittifakı ve yardımı olmadan soykırım gerçekleştirilemezdi! İttihat ve Terakki’nin Turancı, Pantürkist hedefleri ile Alman emperyalizminin Osmanlı’yı nüfuzu altına alma hedefi, Osmanlı İmparatorluğu’nu ayakta tutmak ve bunun için savaşmakta buluşturmuştur. Soykırımın 101. yıldönümünde de soykırımcıları lanetliyoruz! 15.02.2016 Kuzey Kürdistan/Türkiye’de doğanın tahrip edilmesine karşı uzun yıllardır verilen mücadeleler gelişerek devam ediyor. En son Artvin Cerattepe bölgesinde çıkarılması planlanan madene karşı çevre direnişi gelişiyor.15 Şubat 2016’da çevre gönüllüleri, Cerattepe’ye ve Kafkasör yaylasına çıkan yolun girişini bloke ettiler. Artvin’in Kafkasör Yaylası Cerattepe Bölgesi’nde madencilik faaliyetlerine karşı Artvin’liler doğasını savunuyor. 21 Haziran 2015’den beri nöbet tutan halka, polislerin biber gazı ve plastik mermi ile müdahalesi ve bu müdahaleye karşı direnilmesi, çevre bilincinin geliştiğini gösteriyor. Cerattepe bölgesinde yapılmak istenen maden arama/çıkarma çalışmaları 25 yıldır devam ediyor. Artvin’liler hem hukuksal hem de yaptıkları eylemlerle, Cerattepe bölgesinde maden istemediklerini mücadeleleri ile gösteriyor. Artvin Cerattepe’de iki alanda yapılmak istenen madencilik faaliyeti mahkeme kararıyla 24 Ekim 2008’de iptal edildi. 24 Haziran 2010’da yürürlüğe giren Yeni Maden Kanunu ile AKP hükümeti, Türkiye genelinde olduğu gibi Cerattepe’de de yeniden maden aramak için ihale yoluyla ruhsatlandırmanın yolunu açtı. Maden sahası, daha önce ruhsatı iptal edilen 205 hektarlık Cerattepe ile 4156 hektarlık Genya Dağı dahil Artvin’in üst mahallelerini kapsayan bölümünden oluşuyor. Bu bölge Artvin’in içme suyu kaynaklarının önemli bir kısmını da içinde barındırıyor. Bu iki alanın ruhsatı daha önce mahkeme tarafından, bu bölgenin içme suyu kaynakları ve heyelan bölgesi olması nedeniyle maden arama faaliyeti yapılamayacağı gerekçesiyle iptal edilmişti. Artvin/Cerattepe’de maden arama ruhsatı en son Cengiz İnşaat’a verildi. Cengiz İnşaat, ANAP hükümeti döneminde Karadeniz Sahil Yolu ile adını duyurmaya başladı. Cengiz İnşaat esas yükselişini AKP döneminde yaptı. Cengiz İnşaat, inşaatın yanına enerji, madencilik, turizm gibi rant alanlarında boy göstermeye başladı. Endemik bitki örtüsü ile bir doğa harikasıdır Artvin. Artvin ormanlarının beyni Cerattepe tehdit altındadır. Artvin’in maden ruhsatı verilen bölgesi, flora ve fauna açısından eşsiz bir zenginliğe sahiptir. Bu bölge birçok endemik türü barındırmaktadır. Cerattepe/Kafkasör bölgesi, Kafkas ekosisteminin Türkiye’deki uzantısı ve doğal yaşlı ormanların yer aldığı bir bölgedir. Türkiye’deki en önemli yırtıcı kuşların göç yolu bu alandan geçiyor. Yırtıcı kuşlar Genya Dağı ve Kafkasör/Cerattepe’de konaklayıp yollarına devam ediyor. Ülkelerimizde AKP açısından çevre sorunu diye bir sorun yoktur. AKP hükümetinin esas sorunu Türkiye’yi daha fazla kapitalistleştirmektir. Bu kapitalistleştirmenin yanında doğal çevre, doğal yaşam alanları yok edilmektedir. AKP hükümeti açısından önemli olan sermayenin daha fazla kâr etmesidir. Hava kirleniyor, su ve toprak canlıların yaşamını olumsuz yönde etkiliyor. Bozulan bu doğal hayat çevre üzerinde yaşayan tüm canlıların yaşamlarını olumsuz yönde etkilemektedir. İnsanlar kendilerine daha rahat ve ferah yaşam koşulları sağlamak için doğal olarak çevreye zarar veriyor. Doğanın tahrip edilmesine karşı mücadele etmek için geniş halk yığınlarının çevre konusunda bilinçlendirilmesi gerekiyor. Bu bilinç ancak sınıf mücadelesi ile birleştirilip kapitalizme karşı yöneldiğinde gerçek anlamda kapitalizmin yıkılmasında önemli bir rol oynayacaktır. Yapılan araştırmalar dünyadaki mevcut çevre kirliliğinin % 50’sinin, son 35 yılda meydana geldiğini ortaya koymaktadır. Çevre sorunlarının önemli kaynaklarından biri hızlı nüfus artışıdır. Türkiye, OECD ülkeleri arasında en yüksek nüfus artış oranına sahip ülkelerden biridir. Birleşmiş Milletler’in yaptığı nüfus tahminlerine göre, Türkiye nüfusunun 2025 yılında 92 milyona yükselmesi bekleniyor. Bu durum Türkiye’nin bugün olduğu kadar, gelecekte de çevre sorunlarıyla daha fazla karşılaşacağını göstermektedir. Kapitalizmin daha fazla kâr için kullandığı katı ve sıvı atıklar doğaya önemli zararlar veriyor. Küresel ısınmayı önlemek için karbon salınımlarının sınırlandırılmasının büyük önem arz ettiği bir dönemde, Türkiye toplam karbondioksit salınımında, 2005 yılı verilerine göre, Avrupa Birliği ülkeleriyle karşılaştırıldığında yıllık 215,9 milyon tonla yedinci sırada, sana- yaşam temellerini koruma mücadelesi ARTVİN/CERATTEPE ÇEVRE DİRENİŞİ ÜZERİNE! 29 yaşam temellerini koruma mücadelesi 30 yi sektörü salınımlarında ise ilk sırada yer almaktadır. Türkiye`de üretilen tehlikeli atık miktarı belirsiz ve sanayide üretilen ve kullanılan kimyasallar ve ortaya çıkan atıkların niteliği ile ilgili hiçbir envanter çalışması bulunmamaktadır. Ancak son yılarda yapılan çalışmalarla envanter kayıtları oluşturulmaya başlanmıştır. Su kaynakları giderek azalmakta olup, 20 yıl önce kişi başına 4 bin metreküp su düşerken, bugün 1400 metreküp su düşmektedir. Türkiye “su yoksulu” ülkeler arasında yer almaya başlamıştır. Bilim insanları, 21. yüzyılın ilk çeyreğine gelindiğinde, Sanayi Devrimi’nin başladığı 18. yüzyıldakine göre, örneğin 1750 yılı ile karşılaştırıldığında, atmosferdeki karbondioksit oranının yüzde 40, metan gazı oranının da yüzde 150 arttığını belirtiyor. Başta karbondioksit olmak üzere kükürt ve azot oksitleri ile metan gibi bazı gazlar, dünyaya düşen güneş ışınlarını emerek bu ışınların yeryüzüne dağılıp geri dönmesini engelliyor, ısıyı, tıpkı bir seranın içinde korunduğu gibi koruyorlar. Bu doğa olayı sera etkisi, söz konusu bu gazlar da sera gazı olarak adlandırılıyor. Sera gazları, yeryüzünün ısıyı uzaya göndermesine engel oluyor. Bu süreç, yeryüzünün, kabul ettiği enerjiyi tekrar uzaya göndermesine engel oluyor. Böylelikle yeryüzü sıcaklığının sabit kalması zorlaşıyor. Sera gazları bu nedenle iklim değişikliklerinin nedeni olarak gösteriliyor. Okyanuslar ve eko sistem, büyük oranda da ormanlar, atmosferde ısınmaya neden olan sera gazını emdiklerinden, okyanusların kirlenmesi ve ormanların azalması daha az sera gazının emilmesine yol açıyor. Kâr hırsıyla ormanlar yok edildi, ediliyor. Doğal yaşam alanları insan yerleşimlerine açılıyor. Doğal yaşam alanları, sanayi alanları oluşturmak, enerji yatı- rımlarına girişmek, madencilik ve turizm işletmeleri gerçekleştirmek için talan ediliyor. Nükleer santraller inşa ediliyor. Fabrika ve endüstriyel tarımın sentetik ilaç ve gübre atıkları toprakları ve gıdayı zehirliyor. Sulak alanlar, denizler ve atmosfer hızla kirleniyor. Açgözlü aşırı avlanma denizlerdeki canlı yaşamının kökünü kazıyor. Canlı türleri azalıyor ve tükeniyor. Biyolojik çeşitlilikteki azalma ve yok oluş alarm veriyor. Ekolojik kriz sadece bugünü değil, geleceğimizi ve insanlığı tehdit ediyor. AKP hükümeti, doğayı bedelsiz sermaye gibi görüp tahrip ediyor. Kalkınma, kapitalistleşme adı altında doğa talan ediliyor. Toplumun ve doğanın yararı, yapısı, kapasitesi, bugünü ve geleceği AKP hükümetinin umurunda değil. AKP hükümeti, doğayı tüketme pahasına enerji, madencilik, sanayi ve inşaat sektörüne yükleniyor. Artvin’de yaşanan tam da budur. Ülkelerimizde, doğanın önemli ölçüde kirlettirilerek bu hale gelmesinin esas sorumlusu AKP hükümetidir. Çözüm yaşanabilir bir dünya için bu sistemin yıkılmasından geçmektedir. 17.02.2016 Ç oktan zamanı gelmişti! Beyaz perdeden ve TV’den oluk oluk akan seksizme bir dur demenin, bir karşı protestonun yükseltilmesi elbette gerekliydi. Ve bir ilk gerçekleşti! Türkiye yapımı filmlerdeki seksizmi, filmlerdeki taciz ve tecavüz sahnelerinin komedi unsuru olarak kullanılmasını protesto amacıyla kadın sinema yazarları ortak bir bildiri yayınladılar. Bu anlamlı ve çok yerinde olan çağrıyı canıgönülden destekliyor, bunlara yenilerinin eklenmesi ve seksizmin kendisini gösterdiği her alanda aynı kararlılıkla karşı duruşun geliştirilmesini arzuluyoruz. Sözkonusu bildiride kadın sinemacılar protestolarını şöyle ifade ediyorlar: “Tacizi, tecavüzü komedi unsuru olarak kullanan filmler, neredeyse bir tür sinemasına dönüşmüş durumda. Bunları ortaklaştıran şey, cinsiyetçiliği bir güldürü unsuru olarak kullanmaları. Artık çığırından çıktığını düşündüğümüz bu filmlerin kadını aşağılamasına, eşcinsel ve trans bireyleri hor görmesine karşı çıkıyoruz ve öfkeli bir sesle “Artık Yeter” diyoruz. “Küfür ve cinsellik mizahın bir parçası olsa da, cinsel ve etnik azınlıklara yönelik saldırgan bir dil komedi unsuru olmaktansa bir nefret suçudur. Pek çok film de bu çizgiyi geçmez, hatta zaman zaman bu dili kullanan hatalı karakterler cezalandırılır ve böylece seyirci onore edilir. Fakat Türkiye’de son yıllarda vizyona giren filmlerde bu çizginin sürekli olarak aşılması, bu unsurları kullanımındaki hoyratlık ve cinsiyetçilik kabul edilemez. Bu filmler hikâyelerinin hiçbir nok- yeni kadın dünyası KADIN SİNEMACILAR “ARTIK YETER” DEDİ! tasında yaptıkları için özür dilememektedir. Kadınlar bu filmlerin aynı zamanda izleyicisiyken, filmdeki dil tarafından sürekli aşağılanmaktadır. İşin daha trajikomik tarafı tecavüz kültürünü besleyen esprilerle donatılan bu yapımlarda yer alanlar sık sık kendilerini günlük hayatta kadına yönelik ayrımcılığın karşısında konumlandırmaktadırlar. “Sanatın ve sinemanın bir toplumu yeniden inşa etme gücü vardır. Bu gücün kadınların, eşcinsellerin ve trans bireylerin aleyhine kullanılması kabul edilemez. Filmlerdeki bu sığ ve zararlı komedi anlayışına “Artık Yeter” diyoruz. Hemen her filmde kullanılan espriden ziyade hakaret içeren “Gay misin?”, “Top musun?”, “Topacım benim”, “Kaportan çökmüş”, “Fatmagül” , “Ananızı çam dibine yatırıcam”, “Anasını sen al”, “Rus karılarla donat masayı” gibi replikleri de şiddetle kınıyor ve duyarlı seyirciyi de, komedi kisvesi altında üretilen bu tecavüz kültürü havuzunun suyunu kesmeye ve bu filmlere “Artık Yeter” demeye çağırıyoruz.” İmzacılar: Ezgi Aksoy, Gökşen Aydemir, Gülcan Bağırkan, Banu Bozdemir, Tuba Büdüş, Gizem Çalışır, Ebru Çeliktuğ, Hilal Çetinder, Suzan Demir, Tuğçe Madayanti Dizici, Alkım Doğan, Gözde Hatunoğlu, Müjde Işıl, Dilek Karataş, Duygu Kocabaylıoğlu, Hazan Özturan, Büşra Şavlı, Ecem Şen, Güzin Tekeş, Deniz Tokgözdemir, Seçil Toprak, İnci Tulpar, Semra Uygun, Özge Yağmur, Melis Zararsız, Canan Aydın, Ceylan Özgün Özçelik (haber kaynağı: radikal.com.tr, 09/02/2016) 31 panorama PA NOR A M A SAVAŞ DİPLOMASİSİNDE GELİŞMELER! SURİYE 32 Rusya’nın 30 Eylül 2015 tarihinden itibaren Suriye’de doğrudan savaş yürüten güçlere katılmasıyla ilgili gelişmeler hakkında dergimizin 178. sayısında, 24.10.2015 tarihli yazımızda tavır takınmıştık. Yazımızın sonuna doğru ise diplomatik gelişmeler hakkında şu tespiti yapmıştık: “Yazımız yazılırken medyaya, Avusturya’nın Başkenti Viyana’da, Rusya, ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye Dışişleri Bakanları’nın katıldığı görüşmelerin sonuçsuz kaldığının haberleri yansıdı.” (sayfa 63) Evet, Rusya’nın çağrısı üzerine 23 Ekim 2015 tarihinde yapılan toplantıda sorunun çözümü yönünde herhangi bir sonuç çıkmamıştı. Zaten çözüm için herhangi bir anlaşmanın çıkmasını beklemek, olmayacak bir işe “amin” demekti. Sonuçta, aralarındaki çelişkilere rağmen, Suriye’deki savaşa “siyasi bir çözüm” bulmak için görüşmelerin sürdürülmesi yönünde hemfikir olmuşlardı. Aralarındaki çelişkileri nasıl sonlandıracakları ise muammaydı! Herşeyden önce bilince çıkarılması gereken olgu, Rusya doğrudan savaşın içine girmeseydi, bu bağlamda Suriye’deki gelişmelerde inisiyatifi ele almasaydı, Esad’lı geçiş sürecine dayalı bir siyasi çözüm üzerine görüşmeler sözkonusu olmazdı. Bu görüşmelerin başarılı olabilmesi için en azından aralarındaki iki önemli çelişkinin ortadan kaldırılması ya da en azından bu çelişkili konularda uzlaşılması gerekiyor. Bunlardan biri geçiş sürecin- de Esad’ın devredışı kalıp kalmayacağı sorunudur. Rusya ve destekleyicileri açıkça “buna karar verecek olan Suriye halkıdır” görüşünü savunmaktadır, karşı olanlarsa geçiş sürecinde –bu süreç esasında 6 aylık bir süreç olarak öngörülmektedir- Esad’ın devredışı kalmasını dayatmaktadırlar. Diğeri de Esad rejimine karşı silahlı mücadele veren örgüt ve grupların değerlendirilmesi meselesidir. Esad rejimi ve Rusya ile destekleyicileri Esad rejimine karşı silahlı mücadele veren tüm grup ve örgütleri terörist olarak ilan edip tümüne karşı savaş yürütürken, karşı taraf bu örgüt ve grupların büyük bölümünü “ılımlı güçler” olarak değerlendirmektedir, sadece El Kaide bağlantılı olanları ve daha çok da İslam Devleti’ni terörist olarak değerlendirmektedirler. Başdüşman ilan ettikleri bir kesimi “terörist” olarak değerlendirmemeleri şaşırtıcı olurdu tabii ki. Savaşta yer alan güçlerin ve onları destekleyenlerin değişik çıkar ve hesaplarını bir kenara bıraksak bile, burada dile getirdiğimiz iki çelişki, Suriye’de “siyasi çözüm”ün kısa sürede sağlanmasının önündeki engellerdendir. Açıkça ifade edilmeyen çıkarlar ve çelişkiler ise, herhangi bir konuda “anlaştık” dediklerinde formüle edilen kararlarda, ya da belgelerde değil, pratikte yapılanlara bakıldığında görülebilen çıkarlar ve bunlara bağlı çelişkilerdir. Sonuçta emperyalizm koşullarında her zaman olduğu gibi gidişatı belirleyen ve belirleyecek olanın “güç” olduğu gerçeği kendisini panorama her seferinde yeniden göstermektedir. Güçler dengesinin çok net biçimde birilerinin lehine olmadığı yerde de değişik güçlerin farklı çıkarlarının çok yönlü hesapları içiçe geçmekte, çelişkiler de karmaşık bir hale bürünmektedir. Bu karmaşık durum kendisini “ittifak”larda da göstermektedir. Kimin kimle ne kadar “birlik” olduğunu, ya da olmadığını tespit etmek, sürekli değişken bir durum yaşandığından dolayı zorlaşmakta, tespitler esasında andaki durumu ifade etmekle sınırlı kalma durumundadır. Böylesi bir durumda da gelişmenin hangi yönde olacağı üzerine tahminler zorlaşmakta, “her şey mümkün” hale gelmektedir. Suriye’deki savaş somutunda da yaşanan budur. VİYANA GÖRÜŞMELERİNDEN CENEVRE III’E... Rusya’nın çağrısı üzerine 23 Ekim 2015 tarihinde yapılan toplantıya Rusya, ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye’nin Dışişleri Bakanları katılmıştı. Türkiye Dışişleri’nin açıklamasında, “toplantıda gündeme gelen konuların Suriye muhalefeti ve konuyla ilgili diğer taraflarla istişare edilmesi, bilahare önümüzdeki hafta yeni bir toplantı düzenlenmesi öngörülmektedir.” (bbc. com 23 Ekim 2015) bilgisi verildi. Bu bilgiye uygun olarak 30 Ekim’de ikinci kez toplanıldı. Bu toplantıya başta İran olmak üzere 13 devletin Dışişleri Bakanları daha çağrıldı. Böylece 17 devletin Dışişleri Bakanları, BM ve AB temsilcileri konu hakkında görüşmelerde bulundu. Bu toplantının sonunda yapılan “Ortak Açıklama”da Suriye genelinde ateşkes ilan edilmesi, hükümet ve muhalefet arasında BM’in arabuluculuğuyla yapılan görüşmelerin yenilenmesi ve yeni seçimlerin yapılması istendi ve savaşı durdurmak için diplomatik çabaların hızlandırılması vb. konusunda hemfikir olunduğu ilan edildi. Üzerinde uzlaşıldığı söylenen temeller ise “Suriye’nin birliği, bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve laikliği”dir. Ayrıca devlet kurumlarının işler halde kalması konusu da üzerine anlaştıkları bir diğer noktaydı. Bu toplantıyla ilgili detaylı bir raporun BM temsilcisi De Mistura tarafından Esad yönetimine ulaştırıldığı da açıklandı. Toplantının yapıldığı gün ABD yönetimi 50 kadar “özel birlik” mensubunu, İslam Devleti’ne karşı mücadeleyi koordine etmesi için Suriye’ye yollayacağını açıkladı. Sonradan yapılan açıklamalara göre sözkonusu olan “müttefik güçlerin eğitimi, onlara danışmanlık ve yardım”da bulun- 33 panorama 34 maktı... Somut adı verilenlerse Demokratik Suriye Güçleri idi. İlginç olan bir gelişme BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un İspanyol El Pais gazetesine verdiği bir mülakatta, (31 Ekim) Esad hakkında Rusya’nın savunduğu, “Esad’ın geleceği hakkındaki kararı Suriye halkı verecektir” düşüncesini desteklemesi ve ABD ile “Batılı” güçlerin diğer siyasi pazarlıkları bu meseleyle felce uğrattığını savunmasıydı. Aynı zamanda Obama başta olmak üzere “birçok batılı ülkeler”i Suriye’de rejim değişikliğini kışkırttıkları ve yaşanan sefaletin, dökülen kanların sorumlusu olduklarını savundu. Viyana Görüşmeleri’nin üçüncüsü ise 14 Kasım’daydı. Bu toplantıya önceki toplantıya katılanlara ek olarak Arap Birliği’nin temsilcileri de katıldı. Bu toplantıda taraflar “ortak açıklama” yapma yerine anlaştıklarını ilan ettiler. Buna göre siyasi çözüm için BM çatısı altında Esad rejimiyle muhalefet arasında görüşmeler başlatılacak, 6 ay içerisinde geçici bir hükümet kurulacak ve yeni bir anayasa yapılarak 18 ay içinde seçimlere gidilecek. Esad’ın konumu ve geleceği konusunda herhangi bir anlaşma sözkonusu değildi. Bu toplantıya katılanlar kendilerine “Uluslararası Suriye Destek Grubu” adını taktılar. Bu grup daha önce (2012 ve 2014 yıllarında) Cenevre’de yapılan toplantılarda kararlaştırılan “Cenevre Bildirgesi”ni baz alan bir ateşkesin de kısa sürede uygulamaya konacağını açıkladı. Esad yönetimiyle muhalefet arasındaki görüşmelerin başlama tarihi ise 1 Ocak 2016 olarak belirlendi. “Suriye’nin birliği, bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve laikliği” ve devlet kurumlarının işler halde kalması vb. bağlamında önceki toplantıda yapılan açıklama bu toplantıda da üzerine anlaşılan konulardı. Üzerine anlaşılan bir nokta da, Suriye’de savaşan gruplardan hangilerinin “terörist” olup olmadığı konusunda farklı değerlendirmeler olduğundan, Ürdün’e, BM Güvenlik Konseyi’nin terör örgütleri listesinde bulunan ve tarafların üzerinde anlaşabileceği bir listeyi çıkarma ve bu konudaki koordinasyonu üstlenme işinin verilmesiydi. Böylece Viyana toplantıları, siyasi çözüm için geçiş sürecinde Esad’ın geleceği hakkındaki çelişkiyi erteleyerek misyonunu yerine getirmişti. Anlaşmaya vardıkları noktaların uygulanması için atılacak adımların ne olacağının somut olarak belirlenmesi ve Esad yönetimiyle muhalefeti bir araya getirme işi ise BM’ye düşüyordu... 13 Kasım’da Paris’te yaşanan saldırılar ve Fransa’nın İslam Devleti’ne karşı mücadele adına Suriye’ye daha fazla savaş aracı, helikopterden uçağa, uçak gemisine kadar değişik silah göndermesi; aynı zamanda “müttefiklerinin” Fransa’ya “yardımı”, Suriye’de savaşı daha da kızıştıran gelişmeleri beraberinde getirdi. İngiltere Suriye’de bombardıman için, Almanya da “Fransız dostu”na “yardım” adına 1200 asker, altı Tornado ve daha birçok savaş aracını Suriye’ye gönderme konusunda parlamentodan karar çıkardılar ve savaşa daldılar... 24 Kasım’da Türkiye’nin sınırı ihlal etti diyerek Rus uçağını düşürmesi de Suriye üzerinde yürüyen dalaşı daha da kızıştırdı. Rusya bu olayı bahane göstererek Suriye’ye, askeri, her türlü savaş aracı yerleştirme açısından iyice yerleşti. “Siyasi çözüm” için atılmak istenen adımlar savaşın ve savaş çığırtkanlığının dibinde kaldı. Bu arada Suriye’de Rusya’nın bombardıman desteğiyle Esad rejiminin birçok alanda kaybettiği yerleri ele geçirmesi karşısında takınılan tavırlar, Esad’dan çok Rusya’ya karşıydı! Sürekli biçimde “Ilımlıları değil IŞİD’i vur” denerek, “Esad iktidarda oldukça çatışmaları durduramayız” vb. tavırlarla Viyana’da üzerine anlaşıldığı söylenen tavrın dibi oyuluyordu. Esad rejimi ve Rusya ise BM çatısı altında görüşmeler başlamadan önce daha fazla yerleşim alanını ele geçirmek ve silahlı grupları yenilgiye uğratmak için aralıksız biçimde savaşı yoğunlaştırarak sürdürüyordu. Savaş tüm hızıyla sürerken BM çatısı altında yapılması planlanan görüşmelerde Suriye muhalefetini kimin temsil edeceği konusundaki çabalar da kendisini açıkça gösteriyordu. Pratikte bu çabalar üç ayrı muhalefetin olduğunu gösterdi. 1) Suudi Arabistan’ın Esad rejimine karşı savaşan silahlı gruplara ve Suriye “yurtdışı muhalefeti”ne gönderdiği davetiyeyle, Riyad’da 8-10 Aralık 2015 tarihlerinde buluşan muhalefet. Bunlar “Yüksek Müzakere Konseyi” diye görüşmelerde pazarlık yapacak temsilcileri belirlediler. Bu toplantıya ABD, Rusya başta olmak üzere birçok devletin temsilcisi gözlemci olarak katıldı. 2) Riyad’a davet edilmeyen PYD ve “üçüncü yol”culardan oluşan diğer kesimler. Bunlar 8-9 Aralık 2015 tarihlerinde, daha önceden hazırlıklarını yaptıkları “Demokratik Suriye Kongresi”ni Derik’te gerçekleştirdiler ve “Demokratik Suriye Meclisi”ni oluşturdular. 3) Bu iki kesime katılmayan, iki kesim arasında kalan bir tavıra sahip olan kesim, medya haberlerine göre 15 örgütün katıldığı muhalefet. Bunlar da Şam’da toplandı. Bu durum da, aslında Esad yönetimiyle pazarlık yapacak muhalefetin ortak davranamayacağı, parçalı nuların onaylandığı ve selamlandığı, bu anlaşmalar temelinde de tüm tarafların açıklanan hedefe varmak için çaba göstermek zorunda oldukları tespit edilmektedir. BM-GK kararında bir kez daha “Suriye’nin birliği, bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve laikliği, devlet kurumlarının işler halde kalması” vb.’ne vurgu yapılmaktadır. Kararın maddeler halinde sıralandığı yerde de 1. maddede “Cenevre Bildirgesi” temelinde siyasi bir geçişin Suriye yönetimi tarafından gerçekleştirilmesini sağlamak gerektiği tespit edilirken “ülkenin geleceğine Suriye halkı karar verecektir” düşüncesi vurgulanmaktadır. Bu tespit, esasında Rusya’nın tavrının BM Güvenlik Kurulu tarafından onaylandığı anlamına gelir. Taraflar arasındaki görüşmelere Ocak 2016 başlarında başlanması ve “krizin” sürekli biçimde son bulduğu siyasi çözüme ulaştırılması hedefine varılması, bu konuda da “Uluslararası Suriye Destek Grubu”nun BM’nin çalışmalarını kolaylaştıran merkezi bir platform olarak tanındığı tespit edilmektedir. Suriye’de siyasi çözümün adımları olarak da BM çatısı altında taraflar arasında yapılacak görüşmelerde altı ay içinde tüm tarafları kapsayan, inanırlığı olan ve laik bir yönetim sisteminin sağlandığı, “geçici hükümetin” kurulduğu, bu hükümet tarafından yeni bir anayasanın oluşturulduğu ve anayasanın oluşturulmasından sonra da “hür ve adil” seçimlere gidildiği –bu süreç de 18 ay olarak belirtilmektedir- bir süreç sözkonusu edilmektedir. BM Güvenlik Konseyi’nin 18 Aralık 2015 tarihindeki kararında öne çıkan kimi noktalar bunlardı. Bu karar temelinde de BM Özel Temsilcisi Staffan de Mistura tarafları “Cenevre III”e hazırlama ve görüşmeleri yürütme görevine sahipti. Taraflar arasındaki çelişkiler De Mistura’nın işinin çok zor olduğunu gösteriyordu. CENEVRE III VE DEVAMI... De Mistura’nın işinin çok zor olduğunu gösteren olguların başında, Esad rejimiyle pazarlık yapacak muhalefeti oluşturması işiydi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi muhalefet genel/kaba hatlarıyla en azından üçe bölünmüş durumda. Bu olgu, BM kararında tespit edilen “tüm tarafları” kapsayan bir sürecin daha başında topalladığını, bu durumun aşılması için daha çok pazarlık ve uzlaşmanın gerektiğini gösteriyordu. Aralık ayı sonuna doğru Cenevre’de yapılacak görüşmelerin 25 Ocak 2016 tarihinde başlayacağı panorama bir muhalefetin de Esad rejiminin işine geleceğinin bir göstergesidir. Üstelik Riyad’da buluşan muhalefetin açıkça Rojavalı güçleri, başta da PYD’yi dıştalama tavrı ve Ahrar El Şam ve İslam Ordusu gibi, gerçekte El Nusra’dan veya İslam Devleti’nden özde farklı olmayan kesimlerin bu ittifakta yer alması durumu, Suriye’de Esad rejimine göre biraz da olsa demokratik olacak “siyasi bir çözüm”ün bu muhalefetle elde edilemeyeceğini daha şimdiden göstermektedir. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil el Cübeyr’in sözkonusu toplantıda “Esad ya müzakerelerle gider ya da zorla” diye tavır takınması da bu muhalefet tarafından “Esadlı geçiş” planına çomak sokulmaya çalışılacağının ilanıydı. Muhalefetin belirlenmesi konusunda yaşanan bu gelişmelerin ertesinde ise Suudi Arabistan 15 Aralık’ta, çoğu müslüman olan “terörizme karşı ortak mücadele etmek isteyen” 34 devletin (Türkiye de bunlar arasındadır) askeri bir koalisyon kurduğunu ilan etti. Medyaya yansıdığı kadarıyla sözkonusu “ittifakın” adı “Teröre karşı İslam İttifakı”dır! Güya bu ittifak “sadece IŞİD’le değil tüm terörist gruplarla” savaşacakmış! Tabii herkesin kendisinin belirlediği bir ya da birçok “terörist örgüt” olduğuna göre, kimlerin bu ittifakın kurbanı olacağı belli değil. 14 Kasım 2015 Viyana’daki üçüncü toplantı ile 18 Aralık 2015 tarihinde New York’ta yapılan BM Güvenlik Konseyi toplantısına kadarki dönemde öne çıkan bazı gelişmeler bunlardı. BM Güvenlik Konseyi Viyana’da üzerine anlaşılan konuları ele alarak oybirliğiyle 2254 (2015) sayılı bir karar aldı. Sözkonusu karar 16 maddeden oluşuyor. Öne çıkan kimi düşünceler şunlardır. Giriş bölümünde siyasi bir çözüm bulunmazsa durumun daha da kötüleşeceği, Suriye halkının korunmasında esas sorumluluğun Suriye yönetimine ait olduğu, andaki krize son verilmesinin ancak Suriye yönetimi altında ve tüm tarafları kapsayan bir siyasi süreçle mümkün olduğu; bunun için de BM’nin 2118 (2013) sayılı kararla onayladığı 30 Haziran 2012 tarihli “Cenevre Bildirgesi”nin uygulanması, karşılıklı anlaşma temelinde tüm tarafları kapsayan geniş yetkilere sahip bir geçici hükümetin kurulması ve devlet kurumlarının sürekliliğinin korunmasının gözetilmesi vb. düşünceler savunulmaktadır. Ayrıca “Uluslararası Suriye Destek Grubu”nun çatışmalara son verilmesi için “yardım” görevini üzerlendiği, 30 Ekim ve 14 Kasım 2015 tarihlerinde Viyana’da yapılan toplantılarda üzerine anlaşılan ko- 35 panorama 36 açıklandı. Bu arada Ürdün’ün 18 Aralık’ta kimlerin “terörist örgüt” olduğu konusunda hazırladığı “kara liste”yi BM Güvenlik Konseyi’ne ve “Uluslararası Suriye Destek Grubu”ndaki devletlerin temsilcilerine teslim ettiği, ama birçok devletin sözkonusu listeyi reddettiği bilgisi de medyaya yansıdı. Herkesin “kendi terör örgütü” vardı... Bu da kimi örgütlerin listeden çıkarılması, ya da kimi örgütlerin listeye eklenmesi konusunda uzlaşmanın olmadığını yeniden gösterdi. Bu durum De Mistura’nın işini daha da zorlaştırdı. Örneğin Riyad grubu olarak da adlandırılan muhalefetin oluşturduğu “Yüksek Müzakere Konseyi” içinde Ahrar el Şam, İslam Ordusu vb. örgütlerin temsilcileri de var. Bu grup ya da örgütler Rusya, İran veya Suriye yönetimi tarafından “terörist örgütler” olarak görülmektedir, karşı taraf ise bunları “ılımlı muhalefet” olarak değerlendirmektedir. TC PYD’yi “terör örgütü” olarak görürken Rusya ve ABD başta olmak üzere birçok güç de karşı görüştedir ve PYD ile ilişki içindedir. Bu çıkmaz sokakta pazarlıklar 25 Ocak’ta görüşmelerin başlamasına kadar sürdüğünden, BM temsilcisi görüşmelerin 29 Ocak’a ertelendiğini açıkladı. Görüşmelere Rojava temsilcilerinin katılıp katılmayacağı konusu da bu dönemde tartışılan konuların başında geliyordu. Rusya bir yandan “terör örgütü” olarak gördüğü örgütlerin temsilcilerinin katılmasına karşı iken, PYD ve Demokratik Suriye Meclisi (DSM) temsilcilerinin de görüşmelere katılmasından yana tavır takındı. Görüşmelerin daha başında tıkanacağı bir durum sözkonusydu. Bu durumda Rusya’nın vetosunu kaldırdığı, BM’nin davetiyle Cenevre’de bulunan Rojava temsilcilerinin görüşmelere davet edilmediği, kişi olarak davet edilen DSM Eşbaşkanı Arap kökenli Heysem Menna ise PYD ve Kürtlerin dıştalandığı yerde kendisinin de görüşmelere katılmayı reddettiğini açıkladığı bir durum sözkonusuydu. Kürtlerin görüşmelere katılmasını engelleyen esas gücün TC olduğu, davetiyelerin De Mistura tarafından gönderildiği vb. açıklamalarla sorumluluklar başkalarına dağıtılmaya çalışıldı. 29 Ocak’a gelindiğinde, Esad rejiminin gönderdiği temsilcilerle Rusya tarafından desteklenen ve davet edilen kimi muhalefet temsilcileri Cenevre’de olsalar da; BM temsilcisi Esad’ın temsilcileriyle görüşse de, yani pratikte görüşmeler yapıldığı halde, görüşmeler resmen başlatılmadı. Riyad grubu görüşmelere katılmak için kimi önkoşullar öne sürerek işi zora sokuyordu! Buna göre sözkonusu muhalefet BM-GK kara- rına göre görüşmeler sonucu varılması gereken kimi talepleri, görüşmelerin önkoşulu olarak gündeme getirmişti. Rusya ve Suriye’nin yürüttüğü askeri operasyonlara son verilmesi, kentlerdeki kuşatmaların kaldırılması, sivillere insani yardımın ulaştırılması ve tutukluların serbest bırakılması gibi talepler, görüşmelere katılmanın önkoşulu olarak dayatıldı. De Mistura görüşmelere başlamanın önkoşulsuz olduğunu açıkladı. Sözkonusu “Yüksek Müzakere Konseyi” mensupları perde arkasında yürütülen pazarlıklar sonucu –neyin pazarlığı yapıldığı ya da neyin garantisi verildiği bilinmiyor, medyada kimi spekülasyonlar dolaşıyor-, görüşmelere katılmak için gecikmeli olarak Cenevre’ye gittiler. 30 Ocak’ta “Yüksek Müzakere Konseyi” BM temsilcisiyle bir otelde görüştükten sonra, “karşı tarafın ciddiyetini test etmek için siyasi sürece katılmaya karar verdiklerini” açıkladılar. Bunun sonucunda BM çatısı altında, De Mistura ile yapılan görüşmeyle, sözkonusu görüşmelerin resmen başlatıldığı açıklandı. Görüşmeler uzun sürmedi! De Mistura’nın 3 Şubat’ta yaptığı açıklamaya göre görüşmeler 25 Şubat’a kadar geçici olarak durdurulmuştu. Böylece “Cenevre III” gerçekte başlatılamamıştı bile. Riyad grubunun Cenevre’den dönüşünün Ankara üzerinde olduğu ve Ankara’da Ceyş-ul İslam, Ahrar-u Şam, Ceyş-ul Mücahidin ile ÖSO içindeki kimi grupların katıldığı bir toplantı yapıldığı bilgisi de medyaya yansıdı. Görüşmelerin başlamasından önce ve sırasında gerek PYD’nin gerekse de DSM’nin temsilcilerinin, bizim olmadığımız görüşmelerde alınacak kararlar da bizi bağlamaz, sözkonusu kararları tanımayız, kendi bildiğimiz yolda mücadelemizi sürdürürüz vb. açıklamalar ciddiye alındığından, Rusya temsilcilerinin, Kürtler olmaksızın Suriye’de siyasi çözüm olmayacağını, sonraki görüşmelerde herhalükarda Kürtlerin yer alacağını, sabırlı olunması gerektiğini PYD ve DSM temsilcilerine açıkladıkları, Kürt temsilciler tarafından medyaya yansıtıldı. ABD ise Cenevre’de görüşmelerin başladığı ortamda ABD’nin Anti-İDKoalisyonu özel temsilcisi Brett McGurk başkanlığında bir heyet, İngiliz ve Fransız yetkililerin de yer aldığı heyet, iki gün boyunca Kobane’de boy gösteriyor, McGurk, YPG sözcüsü Polat Can tarafından kendisine verilen ve üzerinde YPG arması olan plaketi alıyor ve resim çektiriyordu. Aynı dönemde ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Tony Blinken ise Salih Muslim’le telefon görüşmesi yapıyordu. PYD’nin verdiği bilgiye göre Blinken, ABD’nin Kürtlerin “Cenevre III” gö- panorama rüşmelerinde bulunması ile Suriye krizinin çözümü konularındaki önemini iyi bildiğini ifade etmiş. Görünen hem Rusya’nın hem de ABD’nin Kürtler üzerinde hesap yaptığı, onları -andaki görüşmelerde dıştalanmasına onay verirken bile- gelecek için “umut”landırarak kullanabilecekleri bir müttefiği kaybetmeme çabasını göstermektedirler. Bu çabalardan biri Rusya’nın Moskova’da, PYD ve Rojava Demokratik Özerk Yönetimleri için bir temsilcilik açılmasına resmen onay vermesi ve sözkonusu temsilciliğin 10 Şubat 2016 tarihinde açılmasıydı. Yasal olarak Sivil Toplum Örgütü statüsünde ele alınarak açılan temsilciliğin, gerçekte bir “elçilik” olarak çalışacağı açıklandı. “Uluslararası Suriye Destek Grubu” 25 Şubat’ta görüşmelerin başlatılması çabasına, 11 Şubat’ta, Almanya’nın Münih şehrinde yapılacak olan “Münih Güvenlik Konferansı” öncesinde yapılan toplantıyla “yardım”da bulunmaya çalıştı. 11 Şubat toplantısında Suriye’de “ateş molası” –ateşkese kendileri de inanmadığı için böyle diyorlar- verilmesi, abluka altındaki yerleşim alanlarına insani yardım ulaştırılması için, sözkonusu ablukaların kaldırılması ve yardımların yapılması vb. konularda anlaştıklarını ilan ettiler. Bu arada “ateş molası”nın İslam Devleti ve El Nusra Cephesi”ne karşı geçerli olmadığı konusunda da uzlaştıklarını ilan ettiler. Bu görüşmenin sonuçlarına bakıldığında “Cenevre III” görüşmelerinin 25 Şubat’a ertelenmesinin perde arkası da aralanmış oluyor. Riyad grubunun görüşmeler için önkoşul olarak öne sürdüğü taleplerin bazıları yerine getirilmeye çalışılıyor. Bu çabaların tutup tutmayacağı, “Cenevre III”ün 25 Şubat’ta ya da daha sonraki tarihlerde devam edip etmeyeceği, ettiğinde de nasıl bir sonuç vereceği hala muammadır. Rusya’nın sözkonusu anlaşmanın Halep’teki askeri operasyon için geçerli olmadığını, çünkü Halep’in büyük ölçüde El Nusra tarafından kontrol ediliyor yönlü açıklaması, en azından bu bölgede “ateş molası” verilmeyeceğini garantiliyordu. TC’nin Azez, Mare bölgesinde Demokratik Suriye Güçleri’ne karşı saldırıları ise savaşın daha da kızışmasına yol açmış ve evet Türkiye’nin de sadece destek verme babında savaşın parçası olmasının ötesinde, doğrudan savaşa girmesini de gündeme getirmiştir. “Tek başına savaşa girmeyiz” demelerine rağmen, savaşa girmeleri için müttefiklerini “oldu-bittiyle” karşı karşıya getirmenin adımları atılıyor. En son Ankara’da gerçekleşen saldırı da PYD ve Rojava’ya karşı savaşın kışkırtılması için kullanılmaktadır. TC’nin savaş kışkırtıcılığına, savaşına karşı çıkmak tüm demokratların, devrimcilerin, komünistlerin ve evet Türk milletinden işçi ve emekçiler başta olmak üzere tüm millet ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin görevidir. 19.02.2016 37 panorama CHAVEZCİLERİN SEÇİM YENİLGİSİ! VENEZUELA “İktidar dalaşı parlamentoda da açıkça değişik konular üzerinden ve değişik biçimlerde sürmektedir. Örneğin Maduro’nun 15 Ocak 2016 tarihinde “ekonomik sıkıyönetim” konusunda imzaladığı bir kararname parlamentoda 107 oyla reddedildi. Parlamento daha önce yapılan kimi “devletleştirme” adımlarını gözden geçirmeye ve yeniden özelleştirmeye kapıyı açma yönünde adımlar atmaktadır vb.” 38 Venezuela’daki gelişmelerle ilgili en son dergimizin 169. sayısında tavır takınmıştık. 25.04.2014 tarihli yazımızda dikkat çektiğimiz noktalardan biri şuydu: “Bilince çıkarılması gereken bir nokta da, Chavezcilerin son yıllarda giderek güçlenme dinamiğini kaybettiği, muhalefetin ise güç kazandığıdır. Orta ve üst sınıflar esasta muhalefete, yoksul kesimler de Chavezcilere oy vermektedir. Yoksul kesimlerin durumunun yüksek enflasyon, yüksek fiyatlar ve tüketim malzemelerinin kıtlığı vb. durumlar sonucu iyileşme yerine kötüleşmesi ise, bu kesimin de Chavezcilerden umudunu kesmesine yol açmaktadır. Başkanlık seçimlerinde katılımın %78,5 olduğu bir durumda aradaki farkın %1,4- 1,8 oranında olması; belediye seçimlerinde ise aradaki farkın %6,52 olması ile seçmenlerin %41,08’inin seçimlere katılmaması da bunun bir işaretidir. Maduro’nun başkanlık görevini 2019’a kadar sürdürmesini engelleyecek önemli bir gelişmenin olmadığı koşullarda da, gelecek seçimleri muhalefetin kazanma olasılığı vardır. Sonuçta tespit edilmesi gereken şey, Chavezcilerin ‘sosyalizm’ adına yürüttüğü siyasette tıkanma noktasına gelindiğidir. Ülkenin görece bağımsızlığından yana olan bu ulusal burjuvazinin iktidarını sürdürüp sürdürememesi ise Maduro yönetiminin kapitalist sistem çerçevesinde geniş kitlelerin çıkarlarını daha fazla savunup savunmayacağına, ülkenin ekonomisini bununla uyumlu hale getirip getiremeyeceğine bağlıdır. Ülkenin görece bağımsızlığından yana da olsa ulusal burjuvazinin uzun süre geniş kitlelerin çıkarlarını savunamayacağı ise açıktır.” (sayfa 24) Sözkonusu tavrı başkanlık seçimleri bağlamında takınmamıza rağmen, gidişatın hangi yönde olduğu bilince çıkarılmaya çalışılmıştı. Başkan olarak Maduro kendisini “Chavez’in oğlu” ve “Bolivar’ın mirasçısı” olarak gösterse de, siyasette Chavez’in yerini dolduramadı... Ekonomik alanda ise özellikle ülkenin esas gelir kaynağı olan petrol fiyatlarının dibe vurmasıyla da Maduro “şanssız” bir “oğul ve varis” durumuna düştü. Sorunun özü kuşkusuz ki Maduro’nun Chavez’in varisi olup olmadığı, ya da yoksul halk kesimini Chavez kadar etkileyip etkileyemediği değildir. Maduro’nun “demokratik, bolivarcı ve hıristiyan Kimi istatistiklere göre 2015 yılında enflasyonun %159’a kadar yükseldiği, özellikle temel gıda maddeleri ve ihtiyaçlarının –ilaç, un, süt, et vb.- karşılanmasında kıtlık çekildiği, mağazalarda, dükkanlarda arasıra satın alınabilinen maddeler için saatlerce kuyruklarda beklemeler vb. vb. görüntülerin yaşandığı bir ortamda; yiyiciliğin, kriminelliğin yüksek olduğu bir durumda; buna karşı yönetimin özellikle komplo teorileriyle muhalefete karşı saldırgan tavrı, Başkanlık yetkileri yetmiyormuş gibi Chavez gibi Maduro’nun da özel yetkilerle, kararnamelerle ülkeyi yönetmesi vb. vb. durumlar üstüste binince, başta ABD emperyalizmi olmak üzere “Batılı” kimi emperyalist güçlerin desteklediği muhalefetin seçimleri kazanacağını tahmin etmek zor değildi. Seçimlerden önce yapılan anketlerin sonuçları da muhalefetin açık farkla seçimleri kazanacağını gösteriyordu. Bu durumda Maduro seçimlerden önce yaptığı bir konuşmada: “Eğer gerçekten devrim kaybederse, hayat devam eder ve devrim yeni bir karaktere bürünür.” “Ama biz devrimi asla feda etmeyiz.” biçiminde açıklamada bulundu. Seçimin sonuçları ne olursa olsun kabul edileceği de ayrıca belirtildi. Muhalefet ise yönetimin seçimlerde sahtekarlık yapacağı, hatta darbe gerçekleştireceği yönlü Chavezci yönetimi yıpratma politikasına daha çok ağırlık verdi. SEÇİM VE SONUÇLARI Parlamento seçimlerine katılacak kayıtlı seçmen sayısı 19,5 Milyon olarak açıklandı. 6 Aralık 2015 tarihinde yapılan seçimde toplam 167 milletvekilliği için aday olanların sayısı ise 1799 idi. Seçim yarışı esas olarak Chavezciler ve destekleyicilerinin kendilerine verdiği “Büyük Vatansever Kutbu” adı altındaki blok ile birçok partiden oluşan ama seçimlere yine blok olarak giren “Demokratik Birlik İçin Masa” (MUD) arasında geçti. Bu iki blok dışındakiler seçimlerde önemli rol oynama durumunda değildi. Seçimlere katılım oranı %74,25 kadardı. Buna göre 5 Milyon kadar seçmen parlamento seçimlerinden ve seçimlere katılan partilerden herhangi bir beklentiye sahip değildi. Oy verip vermemesinin birşey değiştirmeyeceğini düşünüyordu. Sonuçta “banane”ci pasif bir tutum sergiliyordu. Bu duruma rağmen 2010 yılında yapılan parlamento seçimleriyle karşılaştırıldığında, seçimlere katılım oranı yükselmişti. 2010 yılında oy verenlerin sayısı 11,6 Milyon iken, bu sefer oy kullananların sayısı panorama sosyalizminin” savunucusu olarak gündeme gelen ekonomik sorunlara müdahalede, içte muhalefeti, dışta da esasta ABD emperyalizmini suçlamasının da sorunlara çözüm getirmediği, getirmeyeceği açıktır. Kitlelerin önemli bir bölümü, gelinen yerde artık “bolivarcı devrimi savunacağız” vb. genel lafların peşinden gitmiyor. Onlar kendilerinin günlük yaşamlarının iyileşip iyileşmediğine, zorunlu ihtiyaçlar için tüketim maddelerine sahip olup olmadıklarına, kısacası, dünden biraz da olsa daha iyi ya da daha kötü durumda olup olmadıklarına bakmaktadırlar. Chavez’in başkanlığı döneminde uygulanan “Misyonlar” halkın önemli bir bölümünün yaşam koşullarını iyileştirdiğinden, seçmenlerin çoğunluğu Chavez’i seçmişti. Ama “Misyonların” devamı gelmeyince ve ekonomik durumları kötüleşince, zorunlu ihtiyaçlar karşılanamaz hale gelince, Chavezcilerin çekiciliği de azalmaya başladı. Devlet kapitalizmini sosyalizm diye satanlar, halkın ihtiyaçlarını da devlet sübvansiyonlarıyla sürekli karşılayabileceklerini sandılar! Kitlelerin temel ihtiyaç maddelerini, devlet kapitalisti temelinde de olsa karşılamak için ülke içindeki üretimin -başta da ekonomik kalkınmanın belkemiği olan makine üreten makinelerin (ağır sanayinin) geliştirilmesi başta olmak üzere- geliştirilmesi sorununu 17 senelik yönetimleri süresince ciddi biçimde ele almayı beceremediler. Savundukları yanlış siyasetle becermeleri de mümkün değildi. Sonuçta ülkenin görece bağımsızlığını savunan ulusal burjuvazinin iktidarını sürdürebilmesi için gerekli olan ekonomik temeli sağlamlaştıramadığı, kitlelerin temel ihtiyaçlarının esas olarak (%70 kadarı) ithalatla karşılanmaya çalışıldığı; ihracatta da esas olarak petrol ihracına dayanıldığı bir durum varlığını sürdürmüştür. Petrol fiyatlarının önemli ölçüde düşmesine bağlı olarak devletin geliri de azalınca, devlet sübvansiyonlarıyla halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması da zorlaştı. Öyle bir duruma gelinmiştir ki, devlet borçlarının taksitlerinin ödenmesi bile sorun haline gelmiştir. Çin ve Rusya başta olmak üzere kimi devletlerden krediler istenmekte, alınmaktadır. Ama borçlar azalmamaktadır... Buna, ülke içindeki muhalefetin, özellikle devlet kapitalizmine karşı olan burjuva kesiminin Chavezcilerin durumunu zorlaştırmak ve kitlelerin gözünden düşürmek için tüm imkanlarını kullanması da eklenince, durum daha da kötüleşti. 39 panorama 40 14.385.322 idi. Buna göre katılımda artış 2.785.322 idi. Bu oy verenlerin sayısının artmasından karlı çıkan taraf MUD oldu. Chavezciler 2010 yılına göre oylarını 179.000 civarında artırırken, MUD 2.387.400 civarında artırmıştı. MUD 7.707.422 oy alırken, Chavezciler 5.599.025 oy aldılar. Bunun oran olarak ifadesi ise şöyledir: MUD geçerli oyların %56,3’ünü, Chavezciler ise %40,9’unu aldı. 2010 yılındaki seçimlerde oy oranı olarak aradaki fark, %0,91 oranla Chavezcilerin lehineydi. Bu sefer ise aradaki oran farkı %15,4 oranla MUD lehine değişmişti. Milletvekili dağılımı ise MUD’ye 109, Chavezcilere 55, İndigenlere ayrılan kotaya göre 3 Milletvekili düşüyordu. İndigenlerin de muhalefette olmasıyla birlikte muhalefet toplam 112 milletvekiliyle üçte ikilik çoğunluğu (bunun için 111 Milletvekili gerekiyordu) elde etmişti. Bu durum Maduro’nun Başkanlık görevini istediği gibi yürütememe, çıkarmak istediği kanunları çıkaramama, kısacası Venezuela’yı istediği gibi yönetememe anlamına geliyordu. Üçte ikilik çoğunlukla muhalefet, Başkan Maduro’nun kararnamelerini engelleyebilir, Anayasa değişikliklerini yapabilir, Yüksek Mahkeme’deki hakimleri/ yargıçları görevden alıp yenilerini atayabilir, başsavcıyı azledebilir, referandumlar veya yeni anayasa yapmayı gündeme getirebilir, hatta referandumla Maduro’yu başkanlık süresi dolmadan koltuğundan edebilir... Her adım için gerekli olan önkoşullar detaylar farklı olsa da, Venezuela’da yönetimde sözsahibi olmada parlamentodaki üçte ikilik çoğunluk önemli bir rol oynayabilecek bir durumdur. Seçim sonuçları Başkan Maduro tarafından, önceden açıklandığı gibi kabul edildi. Seçimi kaybetmelerinin nedenleri, esas olarak “kendilerine karşı yürütülen ekonomik savaş”ta, “karşıdevrim”de komplo teorilerinde arandı ve de “teslim olmayacakları” üzerine yeminler edildi! Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi (VBSP) Başkan Yardımcı’sının yenilginin sorumlusu halk değil, devlet ve parti içindeki yönetici kesimdir vb. açıklaması ise “ruhunu kurtarmaya” çalışmanın ötesinde bir anlam taşımıyordu. Mücadeleci görünmede hatta “kapitalizme geri dönüşe izin vermeyecekleri”nden bile dem vurdular! “Chavez’in kahraman oğlu Maduro” “Anavatanın işçileri bilmektedir ki, sizleri koruyan Chavez’in oğlu olan bir Başkana sahiptirler.” diyerek kendisini, “yalan ve dolanla kazanan kötülere” karşı kitlelerin koruyucusu olarak gösterdi! Kendisini Robin Hood’a benzeten, zenginlerden alıp fakirlere veren Maduro, sonuçta tek başına işin üzerinden gelemeyeceğini düşünmüş olmalı ki, halkı “Venezuela’nın kapitalizme geri dönüşünü engellemek için, sağcıların planlarına karşı çıkmaya” çağırdı! Venezuela yasalarına göre parlamento seçimlerini kazanan ve en çok milletvekiline sahip olan parti ya da blok hükümeti kurma durumunda değil. Hükümeti Başkan belirlemektedir, kurmaktadır. Seçim sonuçlarının açıklanmasının hemen ertesinde Maduro devam ettiği ve edeceğidir. Yasal olarak muhalefet, kayıtlı seçmenlerin %20’sinin oyuyla Maduro’nun başkanlığını referanduma götürebilir. Buna kalkışıp kalkışmayacağı da esasında muhalefetin kendi durumunu değerlendirmesine bağlıdır. Sorunu çatışmalara doğru geliştirmesi, başarılı olacağının garantisi değildir. Ama hangi yolu seçeklerini söylemek için şimdilik çok erken! İktidara gelmek için her yola başvurabileceklerini söylemek doğru olanıdır. Anda görülen şey, yasalar çerçevesinde kalarak Maduro yönetiminin planlarını engellemek ve 17 yıllık Chavez/ciler döneminde neoliberal ekonomik siyasete ters atılan adımları geri almak, çıkarılan yasaları değiştirmek vb. vb. temelinde en gecinde 2019’da başkanlık seçimlerini kazanmış olarak iktidarı yeniden ele geçirme hedefini güttükleridir. Kuşkusuz ki andaki görüntü her an değişme potansiyeline sahiptir. Maduro yönetiminin tavrı eğer yaptırımcı, muhalefete karşı baskıları, şiddeti içeren bir tavır olursa; ya da muhalefet çelişkileri kızıştırıp şiddet kullanmaya kadar vardırırsa, yoğun çatışmaların gündeme gelmesi de olasıdır. İktidar dalaşı parlamentoda da açıkça değişik konular üzerinden ve değişik biçimlerde sürmektedir. Örneğin Maduro’nun 15 Ocak 2016 tarihinde “ekonomik sıkıyönetim” konusunda imzaladığı bir kararname parlamentoda 107 oyla reddedildi. Parlamento daha önce yapılan kimi “devletleştirme” adımlarını gözden geçirmeye ve yeniden özelleştirmeye kapıyı açma yönünde adımlar atmaktadır vb. Sonuç olarak söylenmesi gereken noktalardan biri, yürüyen tüm iktidar dalaşına rağmen Venezuela’da yenilen ya da Chavezciler yönetiminde yaşananların sosyalizmle herhangi bir ilişkisinin olmadığıdır. Chavezcilere karşı propaganda yapan burjuva medya kanadı, seçim sonuçlarını sosyalizme karşı propaganda için kullanmaktadır. Başta Maduro olmak üzere Chavezciler de kendi yönetimlerini “sosyalizm” olarak satmaktadırlar. Açık sosyalizm karşıtı olan burjuva medya da, sosyalizmle hiçbir alakası olmayan görece bağımsızlıkçı ulusal burjuvazinin temsilcileri Chavezciler de sosyalizm için mücadeleye zarar vermektedirler. Kitlelerin bilincini karartmaktadırlar. Venezuela Komünist Partisi de Chavezcilerin siyasetine ortaklık etmektedir. Venezuela’nın işçi ve emekçilerinin esas görevlerinden biri, devrim mücadelesine Marksizm-Leninizm bilimi temelinde sarılmasıdır. 10.02.2016 panorama da hükümeti istifaya davet edip Ocak ayı başında ise hükümeti yeniledi. Bu adımı atarken diğer şeylerin yanısıra şunu da açıkladı: “Devrimin yeni aşaması için, derinliğine inen bir gözden geçirmek için bir program, istediğim şey budur.” Bu arada 31 Aralık 2015 tarihine kadar geçerli olan özel yetkilerini kullanarak da birçok yeni kanun çıkardı. Sözkonusu kanunların Venezuela’nın ekonomik, verimlilik/ üretkenlik ve sosyal kalkınmasını teşvik etmesi; işçilerin, müstahdemlerin ve ordu mensuplarının korunmasına hizmet etmesi amacıyla çıkarıldığı belirtildi. 1 Ocak 2016 tarihinde Yüksek Mahkeme tarafından yapılan resmi açıklamaya göre, seçim sonuçlarına yapılan itiraz ve şikayetlerden yedisi kabul edilmiştir. Bunlardan birinde ise araştırma sonucu netleşene kadar Amazona eyaletinde seçilen dört milletvekilinin milletvekilliğinin dondurulması, geçersiz sayılması sözkonusudur. Dört milletvekilinin üçü muhalefetten,biri de Chavezcilerden. Yüksek Mahkeme’nin bu kararına göre 5 Ocak 2016 tarihinde oluşturulacak yeni parlamentoda, sözkonusu dört milletvekili yemin edemeyecekti. 5 Ocak’ta açılan yeni parlamentonun başkanlığına sosyaldemokrat olarak gösterilen “Demokratik Eylem” (AD) partisinden ve 72 yaşında olan Henry Ramos Allup seçildi. Allup Venezuela siyasetinin – özellikle 1958-1998 döneminin- tanınmış simalarından biri. Allup parlamento başkanlığına seçildikten sonra yaptığı konuşmada, hedeflerini yönetim ve sistem değişikliği olarak açıkladı. Bu arada Yüksek Mahkeme tarafından milletvekillikleri dondurulan dört milletvekilinden üçünün (muhalif) de parlamentoda yemin etmesi ve Parlamento Başkanı tarafından kabul edilmesi durumu yaşandı. Bu yemin işi somut olarak Mahkeme kararını hiçe saymaktı. Yüksek Mahkeme ise buna karşı yeni bir kararla sözkonusu üç milletvekilinin oylamasında yer aldığı tüm kararların geçersiz olduğunu ilan etti. Bu karar aslında parlamentonun tüm çalışmasının geçersiz olduğu anlamına geliyordu. Başta işi zora sokmaya çalışan muhalefet, şimdilik parlamentonun işler hale gelmesi için Yüksek Mahkeme’nin kararını kabul etti ve sözkonusu üç milletvekili parlamentodan çekildi. Böylece muhalefetin üçte ikilik çoğunluğu şimdilik elden gitti. Sözkonusu seçim bölgesinde seçimlerin yeniden yapılıp yapılmayacağı ise belli değil. Kesin kararın ne zaman verileceği de şimdilik belli değil. Belli olan şey esasta muhalefetle Chavezciler arasındaki iktidar dalaşının değişik biçim ve ölçülerde 41 panorama 42 ROSA LUXEMBURG KONFERANSI ÜZERİNE NOTLAR Almanya’da yayınlanan sol günlük gazete Junge Welt (Genç Dünya) 21 yıldır Ocak ayının ikinci hafta sonuna rastlayan cumartesi günü Berlin’de bir Rosa Luxemburg konferansı düzenliyor. Artık gelenekselleşmiş olan bu konferanslar, Almanya’da her renkten sol gruplardan insanların katıldığı, grupların stant açtığı toplantılar oluyor. Bu konferanslar Almanya’da yapılan ve solun değişik gruplarının katıldığı en geniş katılımlı konferanslar. Bu yıl yirmi birincisi yapılan Rosa Luxemburg konferansının ana başlığı Enternasyonal’den alınmıştı: ”Ne tanrı, ne paşa, ağa, bey-bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır!“ Düzenleyicilerin verdiği bilgiye göre bu yılki konferansa 2600 kişi katıldı. Konferansın yapıldığı binanın fuayesinde onlarca örgüt kendi stantlarını açmıştı. ”Her Şeye Rağmen“ adlı dergi de kendi stantı ile orada idi. Ayrıca ”Her Şeye Rağmen“ dergisinin yeni sayısı bir dizi yoldaş tarafından elden satıldı ve bir gün sonra yapılacak yürüyüşe çağrı yapan bir bildiri de yoğun olarak dağıtıldı. Gerek ”Her Şeye Rağmen“ stantı önünde, gerekse bildiri dağıtanların çevresinde yer yer canlı tartışmalar yürüdü. Konferansın açılışı bundan önceki konferanslarda olduğu gibi yine bir müzik grubu tarafından yapıldı. Bu kez açılışı yapan grup Kübalı “Proyecto Son Batey” isimli gruptu. Konferansın ilk davetli konuşmacısı Evrensel Kültür dergisi ve Hayat TV’nin genel yayın yönetmeni Aydın Çubukçu idi. O konferans için hazırladığı “Sınıf Mücadelesinde Kültür’ün pratik önemi ve Türkiye’de durum üzerine” başlıklı konuşmayı sunmadan önce Türkiye’de andaki siyasi durum ve gelişmeler hakkında bir giriş yaptı. Konuşmasında bu Türkiye ‘sol’unun ana akım tezlerini tekrarlamaktan öteye geçmedi. Türkiye’de bugün IŞİD’i destekleyen AKP hükümeti, en başta da saray Kürt halkına karşı bir savaş yürütüyor. Bu savaş Erdoğan ve AKP’nin iktidarını sağlama almak ve Türkiye’yi Erdoğan’ın faşist tek adam diktatörlüğüne dönüş- panorama türmek için yürütülüyor. Bu Türkiye ‘sol’unun büyük kesimi için genel geçer tezler, savaşın sadece AKP/Erdoğan’ın savaşı olmadığını, savaşın burjuva devletin topyekün savaşı olarak yürütüldüğü gerçeğini atlamaktadır. Gerçek şudur: Bugün AKP hükümetinin yürüttüğü bu savaş CHP ve MHP tarafından da desteklenmektedir. Bu iki burjuva partisinin savaş konusunda AKP/ Erdoğan’a getirdikleri eleştiri, onların çözüm süreci adı altında PKK ile görüştüğü, ona büyük tavizler verdiği, PKK’nin kentlere silah yığmasına göz yumduğu ve PKK ‘terörizmine’ karşı tutarlı olmadığı vb.ne yönelmektedir. Onlar PKK’nin silahlı mücadelesinin bastırılması konusunda en az AKP/Erdoğan kadar “şahin” dirler. Bu tezler aynı zamanda bugün yürüyen savaşın Kürt halkına karşı yürütüldüğü iddiasını ileri sürerken, savaşın henüz hâlâ bilinçli olarak PKK’nin silahlı güçlerine ve saldırılara karşı elde silah direnenlere karşı yürütüldüğü gerçeğini de atlamaktadır. Konferans için hazırlanmış konuşmasında Aydın Çubukçu önce din ile inancı birbirinden ayırdı. Din ona göre inançtan ayrı bir şey, inancın kurumlaştırıldığı bir şeydir. Bu aslında bir yandan “inanç özgürlüğü”nü savunmak ve fakat aynı zamanda dinin siyasi emeller için araçsallaştırılmasına karşı çıkmak pozisyonlarını birleştirebilmek için uydurulmuş bir ayrımdır. Biz komünistler din konusunda, dinin her kişinin özel işi olarak kavranması ve devlet ile dinin kesin bir şekilde birbirinden ayrılması gerektiğini savunuyoruz. Eğer herhangi bir parti bir dinin, bir mezhebin savunulması adına da konuşuyorsa, biz bunu “dinin kötüye kullanılması” “dinin siyasi emellere alet edilmesi!” vs. olarak adlandırmayız. Biz biliyoruz ki, din her zaman siyasidir ve burjuva partilerinin büyük çoğunluğu dincidir. Kültürün sınıf mücadelesinde oynadığı rol konusunda genel olarak doğru şeyler söyleyen Aydın Çubukçu konuşmasında ne yazık ki çokça kendini övme hastalığı örnekleri vermekten kaçınamadı. Evrensel kültür dergisinin kültür alanında 25 yıldır sürekli yayın yapan bir Marksist dergi olduğunu, bunun dünyada bir örneği daha olmadığını iddia etti. Bu boş bir övünme. Fakat doğru olduğu var sayılsa bile kötü bir “kültür” örneği. Aydın Çubukçu konuşmasının önemli bölümünü Türkiye açısından kültür cephesinde görevin ne olduğu sorusuna cevap vermeye ayırdı. Ona göre bu alanda görev kısaca “Türkiye’de dinci faşizm tehlikesine karşı laiklik ve demokrasinin savunulması” idi. Konuşma bittikten sonra kendisine bir dinleyici tarafından yöneltilen “Türkiye’nin ne zaman laik ne zaman demokratik bir ülke olduğu” sorusuna verdiği cevapta Aydın Çubukçu, laiklik konusunda sorulan soruda bir haklılık payı olduğunu, Türkiye’nin hiçbir zaman gerçek anlamda laik olmadığını ve fakat dinci faşizm konusunda da Türkiye’de andaki durumun şimdiye kadarki en kötü durum olduğunu söyledi. Aydın Çubukçu’ya göre geçmişte açıkça İslamcı olarak ortaya çıkanlar hukuki takibata uğruyor, yasaklarla önü kesiliyor ve cezalandırılıyordu. Şimdi ise din bizzat devlet kurumları üzerinden toplum içinde yaygınlaştırılıyordu. Onun bu konuda anlattıkları, İslamın içeriği Kemalist devlet tarafından belirlenen biçimi dışındaki biçimlerinin bugün toplumda geçmişe göre çok daha görünür hale gelmesinden başka bir şey olmadığı gerçeğini atlayan bir tavırdır. Onun bu tavrı, din konusunda güya laik, kendi belirlediği din dışındaki dini yasaklayan Kemalist dönemi ilerici gösteren bir tavırdır. Tipik Kemalist tavırdır bu. Laiklik konusunda bunları savunan Aydın Çubukçu, sorunun “Türkiye ne zaman demokratik idi ki şimdi faşizme geçişten söz ediyorsunuz” bölümünü suskunlukla geçiştirmeyi tercih etti. Aydın Çubukçu’dan sonra sahneyi Avusturyalı siyasal bilimci Natascha Strobl aldı. “Sosyal sorun barış sorunu ve demagoji: Sağ hegemonya tehlike- 43 panorama 44 si” başlıklı konuşmasında Strobl Avrupa’da gelişen sağın değişik gurupları hakkında bilgi verdi ve öncelikle de geçmişte sol içinde yer almış kimilerinin şimdi sağın ideolojik hegemonya mücadelesinde oynadıkları tehlikeli rol üzerinde durdu. Bütün konuşmasında değişik sağ gruplar hakkında verdiği somut bilgilerde değerlendirme yaparken Strobl bu grupların hiç birini –Almanya’da NSU, Fransa’da FN vb.de dahil– faşist olarak adlandırmadı. Bu noktada getirilen haklı eleştirilere Strobl kendisinin “faşist” nitelemesinin “enflasyoner kullanılması”na karşı olduğu şeklinde cevap verdi. Bu iki konuşmadan sonra söz önce Küba ile dayanışma Komitesi ”Kübasi” temsilcisine verildi. Ardından enternasyonal dayanışma eylemlerinin de sonucu olarak idam cezasının infazı durdurulmuş olan ve fakat hâlâ ağır hastalığına rağmen hâlâ “yüksek güvenlikli hapishane” de tutulan ABD’li siyah devrimci Mumia Abu Jamal’in konferansa sesli mesajı sunuldu. Devrimci iyimserliğin en iyi örneklerinden biri olan bu mesaj her zamanki gibi büyük bir çoşku yarattı. Abu Jamal’ın sözlü mesajının ardından Angela Davis’in bir video mesajı yayınlandı. Angela Davis mesajında Abu Jamal kampanyasının şimdi onun derhal serbest bırakılması talebiyle güçlendirilerek sürdürülmesinin gerekliliğine dikkat çekti. Bu mesajların ertesinde Grup Yorum üyeleri yarım saat süren ve Türkülerin/Şarkıların yasaklanamayacağını gösteren bir mini konser verdiler. Zaten mesajlarla iyice coşan salonda coşku Grup Yorum’un gösterisi sırasında zirveye çıktı. Daha sonra “Melodie und Rythmus” adlı aylık müzik/kültür dergisi genel yayın yönetmeni Susann Witt Stahl çıktı sahneye. O Ukrayna’nın doğusunda Donbass bölgesinde cephede savaşan “Prisrak” isimli “Komünist savaşçılar gurubu” nun kurucusu ve siyasi komutanı olan Alexejew Markow ile –skype üzerinden kurulan bağlantı ile– canlı yayında bir röportaj gerçekleştirdi. Bu röportajda Markow sorulan sorulara verdiği cevaplarda kısaca şunları söyledi: Donbass’ta kendilerinin savaştığı cephe bölümünde hem faşist Ukrayna ordusundan hem de Ukraynalı sivil faşist çetelerin silahlı güçlerinden gelen saldırılara karşı savaşıyoruz. Şu anda cephede hep yeniden bozulan bir ateşkes durumu var. “Bu durum yoldaş Troçki’nin ne savaş, ne barış” diye adlandırdığı bir duruma benziyor.” Prisrak saflarında değişik ülkelerden gelen enternasyonalistler savaşıyor. Biz faşistleri cephede yeneceğimizden eminiz. Markow, sözlerini bütün “erkek ve kadın yoldaşları Prisrak saflarında savaşa katılmaya çağrı”sı ile bitirdi. Salon ayağa sıkılı yumruklarla kalkılarak atılan “yaşasın enternasyonal dayanışma” şiarları ile adeta yıkıldı. Bu röportaj sırasında konferans örgütleyicileri ve salonun büyük çoğunluğunun emperyalist Rusya’nın rolünü sorgulamadıklarını, Rusya’nın Ukrayna’daki rolünü enternasyonalist destek olarak gördüklerini açıkça gösterdi. Bu zaten Sol Parti’nin ve Junge Welt’in bu çatışmada en başından beri savundukları konum. Sahneyi 92 yaşına rağmen durmak bilmeyen enerjisi ile Almanya’da faşizme karşı mücadeleyi en ön saflarda sürdüren Esther Bejarano aldı. O faşizme karşı mücadelede birliğin önemine vurgu yapan konuşması ve ertesinde “Mikrophone Mafia” isimli Rap Müzik grubu ile birlikte söylediği şarkılarla, antifaşist, devrimci mücadelenin can bedende kaldıkça sürecek bir mücadele, bir hayat tarzı olduğunu gösterdi herkese. Bütün hayatı mücadele ile geçen, herkese mücadelesinde umut aşılayan, durmak yok, her şart altında mücadeleyi sürdürmek gerek diyen bir devrimci Esther Bejarano. Teşekkürler Esther. “Savaş ve artan faşizm tehlikesi şartlarında kültür ve müziğin sorumluluğu” başlığı altında Susann Witt Stahl ve Alman Rock müzik sanatçısı Tino Eisbrenner bir sohbet yürüttüler. Bu sohbet içinde her ikisinin de, bugünkü Rusya’nın gerek savaşa karşı, gerekse artan faşizm tehlikesine karşı mücadelede müttefik bir güç olduğunu düşündükleri ortaya çıktı. Tino Eisbrenner kendisinin böyle düşünmesinin eski Doğu Almanya’lı olması ile bağı olabileceğini açıkladı.”Biz Sovyetler Birliği’ni hep barışın ve antifaşizmin bir gücü olarak tanıdık.” dedi. Tino Eisbrenner’in söylediği üç şarkı sonrasında Kübalı fotoğrafçı Roberto Chile’nin “Fidel es Fidel” başlığını taşıyan ve Fidel Castro fotoğraflarından oluşan kitabı tanıtıldı. Sonra Wladislaw Hedeler ve Volker Külow’un Mart ayında yeniden yayınlayacakları Lenin’in “Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşaması” kitabının yeni baskısı üzerine bir konuşma yürütüldü. Konuşmadan çıkan aslında bu ”yeni” baskıda, dipnotlarda yer alacak kimi anekdotlar – örneğin Lenin’in emperyalizm kitabını yazdığı kütüphanede aynı dönemde James Joyce de kendi kitabı üzerinde çalışıyormuş, fakat tanışmamışlar vb. – dışında bir yenilik olmayacağı. devam etmek için– ihtiyaçları var. Sonra gecenin yıldızı çıktı sahneye: Almanyadaki Sol Parti’nin parlamento fraksiyonunun eşbaşkanı Sahra Wagenknecht. Onun gecikmeli olarak salona gelişinin habercileri sahne girişinin önüne basın fotoğrafçılarının yığılmasının (öyle ya çok ünlü kişi kendisi) ve hem o hem de eşi olan Oskar Lafontaine’nin görülür biçimde görünmez olan kapı gibi korumalarının (öyle ya çok önemli kişiler bunlar) yarattığı kaos oldu. Bütün insanlar eşittir, ama bazıları daha eşittir! George Orwell ne kadar haklı! Konuşmaya gelince: Aslında toplantıya katılanların çoğunluğunun duymak istediği “sol”, Sol Parti içindeki ‘Sol’un bir temsilcisinin konuşması. Retorik olarak güçlü mu güçlü. Sol siyaset yapılması talep ediliyor: Alman ordusunun savaşlara katılmasına karşı bir siyaset. Zenginlerden çok daha fazla vergi alınmasını gerçekleştirecek bir siyaset! Sol Parti, ancak sol bir siyaseti gerçekleştirme imkanı olursa hükümetlere katılabilir! Yoksa katılmamalıdır! Anda sol bir siyaseti gerçekleştirme imkanı hiçbir koalisyon versiyonunda mümkün değildir. Sosyal Demokrat Parti ile sol bir siyaset; yeşil parti ile sol bir siyaset mümkün değildir! Aslında bu söylenenler doğru ve aslında Sol Parti’nin andaki siyasetine de doğrudan eleştiri anlamına gelen şeyler. Fakat bunlar söylenirken, anda Sol Parti’nin değişik eyaletlerde değişik koalisyon hükümetleri içinde yer aldığı konusu suskunlukla geçiştiriliyor! Tek söz edilmiyor bu konuda. Wagenknecht’in konuşmasında ağırlıklı olarak yer alan, olumlu sol reformist politikanın yanında ama iki konuda Sol Parti içindeki solların da Alman milliyetçiliği sırıtıyor. Burada önce Almanya’nın “egemenliği” meselesi var. Wagenknecht AB’de Almanya’nın egemenliğinin içine sıkıştırıldığı bir korsa görüyor. Amerika’ya karşı ise Wagenknecht’e göre –eşi Lafontaine göre de– Almanya zaten egemen değil! Amerikanın kölesi! İkinci konu da “göçmenler” konusu. Bu konuda Merkel’e karşı getirdiği eleştirinin özü şu: Merkel “biz başarırız” diyerek, göçmen akınının mutlaka sınırlandırılmak zorunda olduğu gerçeğini gözlerden gizlemiştir. Anda hükümetin yürüttüğü göçmen politikası ülkenin yerli yoksullarından alıp, göçmenlere verme politikasıdır. Burada konuşan “Sol” partinin sol politikacısı “Sınırlar açılsın/herkese ikamet hakkı, herkese eşit haklar” diyecek yerde, kendisinin “basit insanlar” diye tanımladığı kendilerini “kaygı duyan vatan- panorama Sahneye daha sonra Alpidio Alonso Grau çıktı. Kendisi şair ve yazar, Küba Ulusal Meclisi üyesi ve Küba Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi. “Küba devrimi güncel ulusal ve uluslararası şartlara ne tepki veriyor” başlıklı bir konuşma sundu. Konuşma ateşli ajitasyon dolu bir konuşmaydı. İçerik olarak anlattığı aslında durumun hiç iyi olmadığını gösteriyordu ve fakat aslında geriye doğru atılmak zorunda kalınan adımlar sosyalizmin ilerlemesi olarak gösteriliyordu. Küba’daki ekonomik durumla ilgili olarak, Küba’da doğrudan özelleştirmelerin, özel mülkiyetin giderek arttığı anlatılıyor ve fakat bu “sosyalizmin başarısı” olarak sunuluyordu. Uluslararası alanda son dönemde ABD ile geliştirilen ilişkiler konusunda, Alpidio Grau, bu gelişmelerin Küba’da sosyalizm açısından hiçbir tehlike arzetmediğinin garantisini veriyordu! Bir saate yakın süren konuşmanın kısa özeti şuydu: “Hiç kaygılanmayın yoldaşlar, size söz veriyoruz: Küba ne olursa olsun mutlaka sosyalist kalacaktır!”Alpidio Grau’nun bu sözleri salondaki “yoldaşlar” tarafından bitmek bilmeyen ayakta alkışlarla çoşkuyla ve teşekkürle karşılandı. Fakat bütün ajitatif sözlerin karşısında Alpidio’nun konuşmasından yansıyan gerçek şu: Küba’da proletarya diktatörlüğü için ön şart olan proletarya diktatörlüğü yok! Küba’da özel mülk, özel üretim, pazar ilişkisi lehine gerileyen sosyalist sektör de, en iyi halde devlet kapitalisti diye adlandırılabilecek sektör. Ve Küba’nın bugünkü yöneticileri açısından da emperyalizm esasında Yankee emperyalizmi olarak görülüyor. Onunla da ilişkilerin düzeltilmesi için gönüllü bu yönetim. Alpidio’dan sonra,16 yıl ABD hapishanelerinde tutsak olan ve geçen yıl öncelikle enternasyonal kampanyaların zorlaması ile (ve tabii Küba ile ilişkilerin yeniden kurulması için) serbest bırakılıp, Küba’ya gönderilen “Kübalı Beş”lerden (Bunlar bundan 16 yıl önce ABD‘de Küba lehine casusluk yapma suçlaması ile tutuklanan 5 Küba Komünist Partisi üyesi) Gerardo Hernandez çıktı sahneye. Kendilerine gösterilen enternasyonalist dayanışma için teşekkürlerini iletti. Alpidio’nun bıraktığı yerden ajitasyona devam ederek, biz ölürüz ve fakat sosyalizmden vaz geçmeyiz mesajlarını sundu. Küba’da sosyalizm ve sosyalizmin geleceği konusunda iyimserlik havasını iyice ısıttı. Görünen o ki, bu dönemde salonda toplanan insanların büyük çoğunluğunun bu iyimser mesajlara –mücadeleye 45 panorama 46 daşlar” olarak tanımlayan PEGİDA (Garpın İslamlaştırılmasına Karşı Avrupalı Yurtseverler) adı altında toplanan yeni faşistlerin argümanlarını tekrarlamaktadır. Kendisine ayrılan zamanı 15 dakika aşarak tamamladığı konuşması salonun büyük çoğunluğu tarafından ayakta bitmek bilmeyen alkışlarla karşılanmaktadır. Toplantıdan bir gün sonra Rosa Luxemburg’un mezarına kırmızı karanfiller koyduktan sonra verdiği demeçte daha açık dil kullanıp şöyle demektedir Wagenknecht: “Her kim ki Almanya’da misafirlik hakkını kötüye kullanır, o misafirlik hakkını yitirir!” Pegidalı faşistler bunu şöyle ifade ediyor “Kriminel yabancılar dışarı!” Wagenknecht,eşi ve korumaları çoşkulu alkışlarla salonu terk ediyor. Onlarla birlikte salonun dörtte üçü de boşalıyor! Öyle ki, Wagenknecht’in konuşmasından sonra sahneye davet edilen göçmen örgütlerinin temsilcilerinin açıklamalarını az sayıda katılımcı dinliyor. Onların düzenleyecekleri “göçmenler festivali” eylemlilikleri bilgisi güme gidiyor. Aynı şekilde NSU adlı faşist terörist örgüte karşı yürüyen yargılama tiyatrosunun gerçek yüzünü göstermeyi amaçlayan ve 2017 Mayıs’ında yapılması planlanan “NSU Tribunal–NSU Kompleksini çözelim” açıklaması da güme gidiyor. Ardından gelen Junge Welt gazetesinin bu yılın 1 Mayıs’ı için örgütleyeceği kampanya açıklaması da kaynayıp gidiyor. Çok ünlü kişilerin arkasında kalanların kaderi bu her halde. Rosa Luxemburg konferansları aslında geleneksel olarak bir podyum tartışması ile kapanır. Ve bu podyum tartışması bütün konferansın en önemli bölümü, bir nevi zirvesidir. Geleneksel olarak salon bütünüyle dolu olur. Bu kez Sahra Wagenknecht’e göre ayarlanan program sonucu böyle olmadı. Podyum tartışması sırasında salonun en iyi halde ancak yarısı doluydu. Bu yılki podyum tartışmasının başlığı “Sineye çekmek mi/yoksa diş göstermek mi? –Solu kurtarmak hala mümkün mü?” idi. Podyumda şu kişiler yer alıyordu: Sol Parti içindeki Komünist Platform’dan Ellen Brombacher; Ester Bejarano; papazlıktan emekli Dieter Frielinghaus; Alman Komünist Partisi (DKP) gençlik örgütü Sosyalist Alman İşçi Gençliği’ (SDAJ) den Lena Kreymann. Podyumun moderatörlüğü Junge Welt’in genel yayın yönetmeni Arnold Schölzel tarafından yapılıyordu. Podyumda yer alan bütün katılımcıların üzerinde birleştikleri nokta şu idi: Sol dişlerini göstermek zorundaydı! Mücadelenin alternatifi yoktu! Ve bu noktada birlik olması gayet iyi idi. Fakat mücadelenin nasılı konusunda görüşler arasında epey ayrılık vardı. Tartışmalarda iki nokta dikkat çekiciydi: Ester Bejarano Holokost’un son tanıklarından biri olarak yaptığı okul ziyaretlerinde öğrencilerle yaptığı konuşmalar hakkında bilgi verdi. Ve şu değerlendirmeyi yaptı: “Gözlemim odur ki, son bir iki yılda öğrencilerin geçmiş konusunda bilgilenme isteklerinde bir artış var. Özellikle göçmen kökenli öğrenciler siyasete giderek daha fazla ilgi duyuyor, daha fazla soru soruyorlar.” Ester Bejerano ,”Umudum bu gençlerde” diyor. Bu gençlerden yüzlerce mektuplar, mesajlar aldığını, bir çoğunda “Ester merak etme, biz senin anlattıklarını unutmayacağız, unutturmayacağız” yazdıklarını söylüyor. Eski Doğu Alman vatandaşı olan podyum tartışmacıları “Aequidistanz” (Herkese eşit mesafede durma) adı altında Rusya’nın batılı emperyalistler ile birlikte düşman olarak ele alınmasına karşı çıkıyorlar. Onlara göre Rusya batılı emperyalistlerden özde ayrıdır. Rusya’nın Ukrayna’da, Suriye’de kendi çıkarlarını korumak için giriştiği askeri eylemler savunma eylemleridir. Haklıdır. Onlara göre bugünkü Rusya, batıda bugünkü barış hareketi için, hareketin bir parçası, müttefikidir! Almanya’daki Barış Hareketi Rusya’yı batılı emperyalistlerin saldırılarına karşı savunmalıdır. Bu pozisyonları savunanların Rusya’nın (ve Çin’in de) dünyanın yeniden paylaşımı için aktif ve en ön saflarda dalaşan emperyalist büyük güçler içinde yer aldıklarını; onların savaşlarının da emperyalist pay kapma savaşları olduğunu görmedikleri, bunu red ettikleri aşikârdır. Bu görüşlerin sosyalizm adına da savunulabiliyor olması gerçekten acı veren ve kızdırıcı bir durumdur. Bir bütün olarak ele alındığında, RL konferansları Almanya’daki ‘sol’un durumunu tanımak açısından iyi bir fırsattır. En büyük eksiklik şudur: Yapılan konuşmalar üzerine tartışma imkanı hemen hemen hiç yoktur. Daha az konu, daha fazla tartışma imkanı daha iyi, daha yararlı, daha verimli olur. Fakat Junge Welt’te de tartışma kültürü denen şey fazla gelişmemiştir. Bir “Her Şeye Rağmen” okuyucusu 20.01.2016 ✒ okur mektubu GEORGİ DİMİTROF’TAN “AVUSTURYALI İŞÇİLERE MEKTUP” (Mart /Nisan 1934) I Ancak 15 Ocak 1934’te Leipzig Hapishanesinde aldığım 07 Aralık 1933 tarihli bir mektup önünde duruyor. Bu, bugün Şubat-Olaylarından sonra dünya çapında meşhur olan Karl-Marks-Hof (Avlusu- avlulu binalar kompleksi – ÇN)’nun bir çalışma grubunun bir mektubudur. Mektubun içeriği şöyledir: Karl-Marks-Hof Viyana, 07 Aralık 1933 Sevgili Dimitrof yoldaş Bizlerden birçokları adına sana en içten selamlarımızı yolluyoruz. Milyonlar senin cesur sözlerini kulak kabartarak dinliyorlar. Bu sözcüklerle milyonlara yeni güç veriyorsun. Mücadelen boşuna olmayacaktır; bu mücadele bizim de mücadelemizdir. Bilinçli proletaryanın büyük ordusu kenetlenmiş bir şekilde arkanda duruyor. Yoldaş senden birkaç satır yazmanı rica ediyoruz. Proleter özgürlük selamlarıyla (Altında bir dizi imza) Bu mektubun bana ulaştığı aynı gün sıkı polis sansürünü aşarak aşağıdaki kısa yanıtı yollamaya çalıştım: “Sizin geçen yılın 07 Aralık tarihli dostça mektubunuzu bugün aldım ve onu büyük sevinç ve şükranla okudum. Mahkemedeki tutumun ile ilgili olarak sadece proleter yükümlülüğümü yerine getirmeye ve kahraman sınıfıma sonuna kadar sadık kalmaya çaba gösteriyorum. Kardeşçe mücadele selamlarımla.” En azından bu kısa yanıtın gerçek alıcı adresine ulaşıp ulaşmadığını bilmiyorum. Berlin’deki Göring Gizli Polisinin zindanlarında Alman faşist gazetelerinden Avusturyalı işçilerin kahramanca mücadelelerini öğrendiğimde Avusturyalı işçilerin bu mektubunu giderek yineleyerek okudum. Olayların gelişimini ve Avusturya proletaryası ile faşizm arasındaki silahlı mücadelenin akıbetini en derin heyecanla izledim. Sizin proleter kahramanlığımız içimi ölçülemez sevinçle doldurdu; Sosyal-demokrat önderliğin haince siyasetini derin nefretle öğrendim. Hapishanedeki ağır koşullardan ve dava sırasındaki gerilimden dolayı hâlâ hasta bir şekilde Sovyetler Birliği’ne varışımdan sonra birinci konumda Avusturya olayları ve sadece Avusturyalı işçiler için değil, aynı zamanda tüm kapitalist ülkelerin işçileri için geçerli olan bunun tarihi derslerini ayrıntılı bir şekilde öğrenmek için çaba gösterdim. Şimdi düşüncelerimi anlatmak ve bana yazan yoldaşlarla ve de tüm Avusturyalı savaşçılarla proleter dava için Avusturya olayları hakkında bazı fikirleri 47 ✒ okur mektubu 48 Devrimin bir neferi bilinciyle dolu olarak Karl-Marx-Hof’un şanlı savaşçılarının Linz’deki daha ilk kurşunda Heimwehr’in tarafına geçen Kärnten ve Vorarlberg’den sosyal-demokrat örgütler fonksiyonerlerini gibi aynı parti üyeleri oldukları olgusuna katlanamıyorum. Öylesine kahramanca mücadele eden kahramanlar olarak ölen sosyal-demokrat proletaryanın Otto Bauer, Fritz Adler, Deutsch ve Seitz gibi böylesine acınacak siyasi dar kafalı suç ortaklarına ve ödleklerine yıllarca sahip olduklarını insan tasavvur edemiyor / insanın havsalası almıyor. paylaşmak istiyorum. Sözü geçen mektubu kaleme alanlardan kimlerin hayatta kaldıklarını bilmiyorum. Oysa hem yaşamda kalanlarla hem de mücadele içinde (şehit) düşen Avusturyalı savaşçılarla bugün her komünist işçi sınıfının ortak davası için mücadelenin yıkılamaz bağı ile bağlıdır. Avusturya gericiliğin işçi sınıfı üzerindeki kanlı zaferini kutladığı bugün, bizler komünistler, işçiler savaşmış olanlar ve şimdi hâlâ savaşanlar kendimizi birbirimize daha yakın hissediyoruz. Binlerce katledilen işçiler, binlerce yaralılar ve zindana atılanlar, ülkenin bütünündeki dizginsiz terör, sadece Almanya’daki faşist rejim ile karşılaştırabilecek proletarya için zindan rejimi, bu, Dollfuß-hükümetinin cellatçalışmasının bilançosudur. (1) Burjuvazi, kadınlar ve çocuklarla birlikte işçilerin obüslerle topa tutulması emrini veren Dollfuß ve Frey gibi insanların kafalarına zafer taçları koyuyor. Papa’nın elçisi bu cellatları kutsadı. Aynı zamanda sosyal-demokrasinin ödlek önderleri, onların silaha sarılmaması gerektiği; proletaryanın, sadece neredeyse 50-yıllık mücadelenin ekonomik ve siyasi kazanımlarını değil, aynı zamanda onların en temel varlığını da tehdit eden faşizmin kanlı genel saldırısına silah elde yanıt veren bir hata yaptığını eğitici bir tarzda işçilere öğretiyorlar. Oysa mücadelesiz bir kapitülasyon Avusturya proletaryasını gericilikten kurtarır mıydı? Kesinlikle Hayır. Bununla gericilik daha küstah ve daha kendine güvenir hâle geldi. Avusturya proletaryası sınıf olarak bizzat kendisinin prensiplerinden caymak istemedi. Ve haklı olarak. Bu proletarya, sosyal-demokrasinin ihanet ettiği Alman işçi sınıfının akıbetinin işkencecilerine kendisini mücadele etmeksizin boyun ederek teslim ol- mak istemedi. Avusturya proletaryasının silahlı mücadelesi, sadece Avusturya burjuvazisi için değil; aynı zamanda tüm ülkelerin burjuvazisi için de somut bir uyarıydı. Bu silahlı mücadele proletaryanın faşizmin egemenliğine asla katlanmayacağını gösterdi. Hayır, Avusturya işçi sınıfının silahlı mücadelesi bir hata değildi. Hata, bu mücadelenin örgütlü olmayışı ve devrimci, Bolşevik tarzda yürütülmemiş olmasıydı. Avusturyalı işçilerin Şubat-Mücadelesinin esas zaafı, onların (Avusturyalı işçilerin –ÇN) sosyal-demokrasinin zararlı nüfuzu nedeniyle, faşizmin saldırılarına karşı kendisini savunmanın yetmediği, bilakis onların silahlı direnişlerini burjuvazinin devrilmesi ve iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi için bir mücadele dönüştürmek zorunda olduklarını kavramadıklarında yattı. Avusturya proletaryasının faşizme karşı silahlı direnişi gerçekten silahlı bir ayaklanmaya geçmedi. Esas hata burada bulunuyor. Avusturya’da gericilik kazandı. Ama bu sadece geçici bir zaferdir. Bu zafer burjuvazinin gelecekteki yenilgisinin unsurlarını daha bugünden içinde barındırıyor. Avusturyalı işçiler için şimdi kuşkuya düşmemek, kendi sınıfının gücüne inancını kaybetmemek, bilakis tersine Şubat-Mücadelesinin derslerinden tüm gerekli siyasi ve örgütsel sonuçları, her şeyden önce sosyal-demokrasi ile ilgili olarak çıkarmak durumunda olmak önemlidir. Yoldaşlar, Rusya’daki 1905 yılını düşünün! O zamanlar Çarlık Rus işçilerin kahramanca ayaklanmasını bastırmıştı. Oysa tam da bu ayaklanmanın muzaffer Ekim 1917 için tarihsel ön koşul olduğunu kim bilmez?1923 yılında Bulgar proletaryasının Eylül-Ayaklanması bastırılmıştı. Ama aynı 1905’te Rus proletaryası gibi Lenin’in önderliğinde onun ayaklanmasından tüm dersleri çıkararak ve bundan kendi okur mektubu rin yardımı ile kanlı bir mücadele yürütmedi mi? Almanya Komünist Partisi’nin faşizme karşı bir Birleşik Cephe’nin yaratılması için, bunlar arasında Ocak 1933’te birleşik cephe için öneri de olmak üzere, birçok tekliflerini sabote etmedi mi? Almanya Komünist Partisi’nin bir genel grevin derhal ilan edilmesi önerisini ret etmedi ve komünist ve sosyal-demokrat işçilerin faşizme karşı ortak eylemini boşa çıkarmadı? Eğer Almanya Sosyal-demokrat Partisi böyle davranmasaydı, o zaman Alman proletaryası iktidarın faşistler tarafından ele geçirilmesini kesinlikle başarabilir ve Alman halkı kanlı faşist azgınca saldırıların kurbanı olmazdı. Ne yazık ki Almanya Komünist Partisi o zamanlar Almanya Sosyal-demokrat Partisi’nin sabotaj ve ihanetini aşmak ve Alman işçileri Hitler-çetelerine karşı açıktan silahlı mücadeleye sevk etmek için yeterli derecede güçlü değildi. Gerek Almanya’da gerekse şimdi de Avusturya’da faşizmin zaferinin bütünüyle sorumluluğunun sosyal-demokrasinin üzerinde olduğu ayan-beyandır. Avusturya ve Almanya’daki olaylar sosyalizmin Sovyetler Birliği’nin muzaffer inşasının ışığında milyonlarca kitleler tarafından denenen sosyalizme giden her iki yol için deneyimleri temelinde şu anlama geliyor: Bir yanda Lenin ve Stalin’in partisinin yolu, Komünist Enternasyonal’in yolu; diğer yanda Avusturya ve Alman sosyal-demokrasisinin yolu, II. Enternasyonal’in yolu. Birinci yol, proleter devrimin yolu, şimdiden Sovyetler Birliği’nde işçi sınıfını ve onun önderliğinde köylülüğün esas kitlelerini sosyalizme götürdü. İkinci yol, burjuvaziyle uzlaşmanın yolu, İtalya’daki (3),Almanya’daki (4) ve Avusturya’daki olayların açıkça gösterdiği gibi, karşı-devrimin zaferine, faşizmin galebesine götürdü. Bolşeviklerin güçlü eseri Sovyetler Birliği sarsılmaz bir kaya gibi duruyor: Burjuvazi ve büyük toprak sahipleri imha edildi; işçi sınıfının iktidarı kuruldu; güçlü bir Kızıl-İşçi-ve Köylülerin Ordusu ile birlikte güçlü bir proleter devlet yaratıldı; yeni, sosyalist bir ekonomik sistem inşa edildi; işsizlik ve kırdaki yoksullaşma giderildi; emekçi kitlelerin maddi ve kültürel seviyesi kent ve kırda sürekli olarak yükseliyor. Buna karşın Avusturya ve Almanya’da “demokratik sosyalizm”den hiçbir şey geriye kalmadı. Buralarda Dollfuß, Fey, Hitler, Göring gibi insanlar bütünüyle hüküm sürüyorlar; buralarda işçi sınıfının tüm hakları ellerinden alındı; silahlar burjuvazinin elinde; (Viyana’daki) Belediye Sarayı Heimwehr tarafından işgal edilmiş durumda; sosyal-demokrasi tarafından ✒ davasına inancı almayı başardığı gibi Bulgar işçileri de bu ayaklanmasının kanlı bir şekilde bastırılmasından sonra başlarındaki Komünist Partisi ile birlikte ve Komünist Enternasyonal’in önderliğinde çok daha fazla güçleri çelikleştirdi; partisini sağlamlaştırdı ve bugün Bulgar faşizmini karşı boyun eğmez bir mücadeleyi yürütüyor. Bulgar proletaryası Eylül-Ayaklanmasının deneyimlerinden kendi zaaflarının köklerini, bolşevizmin teori ve pratiğinin doğruluğunu ayan-beyan tanıdı. Bulgar proletaryası ve illegaliteye zorlanan partisi bolşevizmin öğretisinden kendi faaliyeti ve mücadelesi için sarsılmaz temeli yaptı ve bu tarzla Eylül-Ayaklanması yenilgisini Bulgaristan’da proletaryanın devrimci hareketinin muzaffer gelişmesi için bir ön koşul hâline dönüştürdü. Bugün sınıf düşmanları bile, Bulgar proletaryası ve onun partisinin 1923 Eylül-Ayaklanmasının öncesinden çok daha güçlü olduğunu teslim ve kabul etmek zorundadır. Avusturyalı işçiler bu tarihsel örneklerden temelli bir şekilde öğrenmek zorundadırlar. 1905’te Rusya’da ve 1923’de Bulgaristan’da olduğu gibi bugün Avusturya’da da mücadele eden işçilerin kanlı bir şekilde imha edilmesiyle proletarya ile burjuvazi arasında yaratılan aşılmayan uçurum proletaryanın gelecekteki zaferi için daha şimdiden ön koşullardan biridir II Otto Bauer (2) Avusturya’da bir felaketten söz etti. Evet, bir felaket vardır. Oysa tüm II. Enternasyonal’in, onun teorisi, siyaseti ve taktiğinin bir felaketi, burjuva-parlamenter demokrasi yoluyla kapitalizmin sosyalizme barışçıl, acısız geçişi sosyal-demokrat teorinin bir boşa çıkması; çürümekteki kapitalizmi yamamaya çalışan reformist bir politikanın başarısızlığa uğraması; proleter devrimi önlemeye yönelmiş bir taktiğin boşa çıkması. Almanya Sosyal-demokrat Partisi’ninkinden sonra bu şimdiden iki felakettir. Diğer kapitalist ülkelerdeki sosyal-demokrat partiler hakeza felakete doğru gidiyorlar. Onun söylediği gibi ne güçlü sosyal-demokrasinin ne de büyük komünist partisinin iktidarın Hitler tarafından ele geçirilmesine karşı herhangi bir direniş gösteremediği Almanya’da Otto Bauer faşizm tarafından iktidarın ele geçirilmesinin kaçınılmazlığını kanıtlamak için boşuna Almanya’ya atıfta bulunuyor. Peki, komünist partisi önderliğinde kurulan Anti-faşist cepheye karşı Almanya Sosyal-demokrat Partisi uzun süre Severing, Zörgiebel, Grensinsky’le- 49 ✒ okur mektubu 50 “sosyalizme barışçıl geçiş”ın sembolü olarak göklere çıkarılan Viyana Belediyesinin işçi evleri top ateşiyle yarısı tahrip edilmiş ve Avusturya proletaryasının elinden alınır durumda. Oysa yoldaşlar 1918’de bütün bunlar sizin elinizdeydi. Silahlar sizin elinizdeydi; sizler işçi ve asker Sovyetleri oluşturmuştunuz. İki taraftan, Macaristan ve Bavyera, Sovyet(şura) cumhuriyetleri tarafından çevrilmiştiniz. Burjuvazi aklını yitirmişti: O (burjuvazi –ÇN) sizin 1917 Rus işçileri gibi kendi burjuvazinize davranabileceğinden korkuyordu. Sizin onların evlerine ve villalarına işçiler için el koyacağınızdan korkuyordu; ama bugün sizin işçi evlerinizi top ateşine tutuyor ve sizin evlerinizi sizin kadın ve çocuklarınızın katillerine dağıtıyor. O sizin onların tüm siyasi partilerini dağıtacağı ve yasaklayacağınızı bekledi; ama bugün o sizin örgütlerinizi yasaklıyor. O sizin tüm burjuva basını yasaklayacağınızı bekledi; ama bugün o sizinkileri yasaklıyor. O sizin Dollfuß, Fey, Starhemberg ve işçi sınıfının diğer cellatları gibi insanları hapishanelere tıkacağınızı bekledi; ama bugün o işçileri zindana atıyor ve devrimcileri idam ediyor. Eğer Avusturya ve Alman proletaryası 1918’de Rus Bolşeviklerinin yolunu izleseydi, o zaman – ne Avusturya’da ne Almanya’da, ne Polonya’da ne de Balkanlar’da bugün faşizm olurdu. Ve burjuvazinin değil, bilakis işçi sınıfının Avrupa’da zaten çoktan durumun hâkimi olacağı her kuşkudan muaftır. Oysa Fritz Adler (5) ile Otto Bauer’in başında bulunduğu Avusturya sosyal demokrasisi işçi sınıfını başka bir yola götürdüler. O (Avusturya sosyal-demokrasisi – ÇN) devrime karşı burjuvaziyle bir ittifak yaptı. O, Avusturyalı işçileri Rus işçi ve köylülerinin kahramanca mücadelesinin zorluklarıyla korkutmaya çalıştı; proletaryaya devrimsiz, kan dökülmeksizin – sadece seçim pusulaları ve parlamenter entrikalar yardımıyla - bir sosyalizmi vaat etti. İşçileri burjuvaziye karşı mücadeleye değil, bilakis burjuvazi için sadece devrimden kurtulmak için bir araç olan onunla cüzi miktarda, geçici tavizler temelinde Burgfrieden (Orta Çağda: Kale içindeki kamu güvenliği; partiler/ taraflar arasındaki geçici barış –ÇN)’a götürdü. Siz yoldaşlar ne yazık ki bu yolun vahim sonuçları hakkında sizi ikna etmeye çalışan komünistlerin sesine kulak vermediniz. Gericiliğin önünde teslimiyet siyaseti ile işçi sınıfını ricattan ricata, yenilgiden yenilgiye sürükleyen sosyal-demokrat parti önderliğinin ihanetini yıllarca sineye çektiniz. Gericilik ve faşizm Sosyal-demokrat Partinin gözü önünde 15 yolun boyunca engellenmeksizin ve sistematik bir şekilde güçlerini örgütledi. Diğer taraftan gericiliğin kendi güçlerini organize etmesi engellenebilir miydi? Avusturya faşizminin yolu kesilebilir miydi? Bu kuşkusuz mümkündü. Ama sadece devrimci mücadeleyle. Yoldaşlar, Schattendorf’tan faşist katillerin beraat etmesine yanıt olarak kitlelerin sokağa çıktığı 15 Temmuz 1927’yi hatırlayın. Bu, Avusturya’da sınıf mücadelesinde ve sınıfların güçler dengesinde bir dönüm noktası demekti. Burjuvazi o zamanlar proletarya üzerinde büyük bir üstünlük sağladı ve Avusturya’da faşist bir diktatörlüğün kurulması için hummalı bir hazırlığa başladı. Sosyal-demokrat Parti en azından mücadele iradesinin bir kıvılcımını korusaydı, o zaman Temmuz 1927-Hareketini proleter bir devrime dönüştürmesi ona kolay gelirdi.(6) Ama onda bunun için bu cesaret eksik olsa bile o her halükârda faşizmin imha edilebilmesine şöyle ulaşabilirdi: Bunun için sadece işçileri alıkoymamak gerekliydi. Oysa sosyal-demokrasi Avusturya proletaryasının faşizme karşı bu güçlü eyleminin de altını oydu. 1927’de mühimmat deposundan işçilerin silahlarını teslim etti; 1928’de faşistlere fabrikaların kapılarını açan Hüttenberg Anlaşmasını yaptı; o o zamanlar ordudan proleter unsurların temizlenmesini kolaylaştıran Ordudaki Disiplin hakkındaki Julius-Deutsch-Yasasının yaratıcısı idi; Heimwehr’in taleplerine uygun olan 08 Aralık 1929 tarihli Anayasa Reformuna onayını verdi; belediye başkanı Seitz vasıtasıyla 1930’da faşist yürüyüşlere izin veren ve komünistlerinkini yasaklayan o idi. Sosyal-demokrasi evet, silah deposuna sahip idi; kendisine ait askeri örgütü (Schutzbund: Koruma Birliği –ÇN) vardı; arkasında Viyana nüfusunun üçte ikisi duruyordu. Avusturya’nın tümünde işçi sınıfı üzerinde neredeyse tek başına bir nüfuza sahipti. Buna karşın faşistler cezaya uğramaksızın onların gözü önünde işçileri peşi peşine katlettiler ve her keresinde sosyal-demokrasi pes etti ve sadece kendisinin gelecek cinayette burjuvaziyi “örgütlü işçi sınıfının gücü” ile terörü durdurmaya zorlayacağı ile tehdit etti. Ama Dollfuß, Fey gibiler ve Heimwehr huzur içinde işlerini yürütmeyi sürdürdüler – onlar böylesi sosyal-demokrat açıklamaların değerini biliyorlardı. Örgütlü işçilerin gücü sürekli pes etmekle gösterilmez. III ✒ okur mektubu Ve oysa eğer sizler, sosyal-demokrat işçiler kendilerinin teslimiyetçi ve bozguncu yönelimi ile mücadeleyi daha en başından demoralize eden sosyal-demokrat önderlerinin siyasetinin peşine takılmayı ret etseydiniz; eğer sizler komünistlerle birlikte zamanında mücadelenin örgütlenmesi ve önderliğini kendi ellerinize alsaydınız, Avusturya proletaryası daha Şubat 1934’de zafer kazanabilirdi. Silahlı mücadele partinin genel politikasından kopuk bir eylem değildir. Sürekli boyun eğen, 15 yıllık süreç içinde işçilerden mücadeleden kaçmayı talep eden bir parti 24 saat içinde siyasi ve örgütsel olarak kendisini hiçbir şekilde bir silahlı mücadeleye uyduramaz. Otto Bauer şimdi kendisinin “Avusturyalı İşçilerin Ayaklanması” broşüründe genel grevin başarısızlığından ahu vah ediyor/sızlanıyor. Peki, genel grevi sosyal-demokrasi mi hazırladı ki? Tersine sosyal-demokrat önderlik en başından itibaren, bilinen “dört madde”den (faşist anayasanın anayasaya aykırı olarak zorla kabul ettirilmesi, Sosyal-demokrat Partinin feshedilmesi, sendikaların feshedilmesi veya onların bürokratik sendikalara dönüştürülmesi, Viyana’ya bir hükümet komiserinin atanması) birinin gerçekleşmesi hâlinde işçilerin genel grev için bizzat kendilerinin inisiyatifi ele alacaklarını açıklayarak grevin sorumluluğunu burjuvazinin üstüne yıkmaya çalıştılar. Ve Otto Bauer’in kendi broşüründe bizzat haklarında şöyle yazdığı işçiler bin kere haklıydı: “Fabrikalarda ve parti seksiyonlarında sabırsızların, mücadele ateşi ile kavrulanların, ileriye atılanların sesleri çoğaldı: Artık daha fazla beklemeyelim! Bu dört maddeden birisi gerçekleştiğinde biz artık mücadele edebilecek durumda olmayacağız. Mücadele edebilecek durumda olduğumuz sürece saldıralım! Aksi halde Almanya’daki yoldaşların başına gelenlerin aynısı bizim başımıza gelir.” (Otto Bauer, “Avusturyalı İşçilerin Ayaklanması”, s: 14) Otto Bauer’in bizzat kendisi bugün, Sosyal-Demokrat Parti önderliğinin Şubat-günlerinde mücadeleye karşı olduğunu; oysa kendiliğinden mücadeleye başlayan işçileri artık durduramadıklarını teyit etti. Otto Bauer krizi hatırlatarak, demiryolcuların grevini boşa çıkaran ve bununla hükümete, Floridsdorf’lu (Viyana bir işçi semti – ÇN) işçiler kanlarını dökerken, taşradan topları ve askeri birlikleri nakil etme fırsatını engellenmeksizin veren demiryolcular fonksiyonerlerini haklı çıkarmak istiyor. O (Otto Bauer) silahlı mücadelenin günü 15 Şubat’ta matbaa işçilerini grevi kesmeye ve yeniden işe geri dönmeye çağıran Matbaa İşçileri Birliği’nin 51 ✒ okur mektubu 52 sendika fonksiyonerlerini keza temize çıkarmaya çalışıyor. Otto Bauer broşüründe, salt işçilerle birlikte mücadeleye gitmemek için sosyal-demokrat önderlerin kendilerini tutuklattıklarını anlatıyor. Tam da “mücadeleye katılmayan ve tıpkı diğer günlerdeki gibi pazartesi günü sendika sekretaryalarında, Viyana Belediye Sarayındaki dairelerinde, kendilerinin bölge, ilçe ve belediye ofislerinde oturanlar” (s: 3) tutuklandılar. Evet, gerçekten böyle oldu. İşçi sınıfının hainleri her zaman böyle davranırlar. Ama Avusturya sosyaldemokrasisinin önderi, II. Enternasyonal’in sekreteri Fritz Adler, Avusturyalı işçiler elde silah mücadele ederken, utanmadan mücadeleden çok uzakta bulunan “kendisi güncel/gündemdeki işlerle meşgul olduğundan” onların mücadelesine katılamayacağını kamuoyu önünde açıklayan aynı kişi, kendilerini işçi önderleri adlandıran bu korkak mücadele kaçkınlarından çok daha iyi değildi. Yoldaşlar böylesi firarcı/kaçkınlarla acaba mücadeleye gidilebilir mi? Oysa bunlar daha mücadeleden önce bir yenilgi yaygarası koparan, daha birinci kurşunda mücadele edenlerin saflarında panik yaratmaya çalışan insanlardır. Bu insanlar işçi sınıfının zaferini arzu etmiyorlar; onlar bu zaferden korkuyorlar. Onlar kendileri karşısında daha uysal olsunlar ve onlarla konuşabilsinler diye burjuvaziyi az biraz ürkütmek istiyorlar. Bundan dolayı önce işçileri alıkoyuyorlar ve sonra işçilerin eylemlerinin boyutunu sınırlamaya ve geniş kitleleri bundan dışlamaya bilinci olarak çalışıyorlar. Schutzbund’a mücadelede yardım etmek isteyen işçilere şunu söylediler: “Evlerinize gidin, gaz olduğu sürece yemeğinizi pişirin. Silahlı mücadele sizin davanız/işiniz değildir. Bu, Schutzbund’un davası/ işidir.” Ve onlar mücadele etmek isteyen işçilere hiç silah vermediler. Avusturya işçi sınıfının bugün sosyal-demokrat önderlik cürmünün bedelini ödemek zorunda kaldığı ağır kayıplar / kurbanlar anımsandığında insan yüreğini acı ve acılık dolduruyor. Devrimin bir neferi bilinciyle dolu olarak KarlMarx-Hof’un şanlı savaşçılarının Linz’deki daha ilk kurşunda Heimwehr’in tarafına geçen Kärnten ve Vorarlberg’den sosyal-demokrat örgütler fonksiyonerlerini gibi aynı parti üyeleri oldukları olgusuna katlanamıyorum. Öylesine kahramanca mücadele eden kahramanlar olarak ölen sosyal-demokrat proletaryanın Otto Bauer, Fritz Adler, Deutsch ve Seitz gibi böylesine acınacak siyasi dar kafalı suç ortakla- rına ve ödleklerine yıllarca sahip olduklarını insan tasavvur edemiyor / insanın havsalası almıyor. Sizin silahlı mücadeleniz özünde Dollfuß tarafından zedelenen anayasayı yeniden yerleştirme/kurma için bir mücadeleydi. Bu mücadele bu çerçevenin dışına çıkmadı; kendisini iktidar uğruna bir mücadeleye dönüştürmedi. Oysa burjuvazinin parlamenter demokrasinin yöntemleri ile artık hükmetmek durumunda olmadığı ve onun faşizm yoluna girdiği kapitalizmin genel krizinin yüzyılında işçilerin mücadelesi için belirleyici sorun tarihsel olarak köhnemiş burjuva demokrasisinin yeniden kurulması değil, bilakis burjuvazinin devrilmesi için mücadele, proletarya diktatörlüğü için mücadeledir. Tek başına Sovyet iktidarı şiarı, geniş emekçi kitlelerine, mücadelecilerin saflarını sağlamca sıklaştırmaları ve mücadele eden işçiler ile proletaryanın ve köylülüğün tüm diğer kitleleri arasında kırılmaz bir bağın yaratılması bilincini getirdi. Avusturyalı işçiler sadece Sovyet iktidarı uğruna mücadeleyi hedef alsalardı, onların silahlı eylemi gerçekten silahlı bir ayaklanmaya dönüşebilirdi. Evet, yoldaşlar sizin silahlı mücadeleniz ne yazık ki iktidar uğruna bir mücadele değildi ve bu nedenle Marks ve Lenin’in öğrettiği üzere gerçekten silahlı bir ayaklanma değildi. Bu hedefin - iktidarı ele geçirme – sizin silahlı mücadelenizde eksik olması olgusu sizin kahramanca eyleminizin esas zaafıdır. Avusturyalı işçilerin mücadelelerinde silahlı direniş çerçevesi dışına çıkmaması durumu asla raslantısal değildir. Bu gerekli olarak Avusturya sosyal-demokrasisinin bütünüyle siyasi yöneliminden ortaya çıktı. “Biz şimdilik ne kapitalizmi ne de burjuvaziyi devirmek istiyoruz” – sosyal-demokrat önderlerin siyasi tezi böyleydi. Başka sözsüzlerle mevcut somut durumda bunun anlamı şuydu: siz mücadele içindeki işçiler düşmana saldırmaya izinli değilsiniz, sizlerin sadece belediye evlerini düşmana karşı savunmanız gereklidir. Böylesi bir yönelimde işçiler mücadele içinde inisiyatifi ellerinden yitirirler; bu inisiyatifi bütünüyle hasma terk ederler. Sosyal-demokrat önderlerin bu yönelimden kendilerine rehber aldıkları işçilerin becerikliliği hangisiydi? Mücadeleciler fare kapanındaki gibi kendi evlerine kapanmış, birbirleri arasında bağlantı olmaksızın oturdular. Onlar (işçiler –ÇN) ne kendi evlerine giriş noktalarını ne de hasımların Karl-Marx-Hof gibi buralardan işçilerin böylesi mevzilerini engellenmeksizin topçu ateşine tutabildikleri yükseklikleri güvence altına aldılar. Evde kalınması ve Schutzbund’un okur mektubu IV Şimdi ne yapılmalıdır, yoldaşlar? Her şeyden önce 1918’den Şubat 1934’deki silahlı mücadeleye kadar kat edilen yolun temelli bir gözden geçirilmesi gereklidir. Sosyal-demokrat siyasetin bütünüyle iflasını yansıtarak bu mücadeleden çıkan dersleri kullanmak gereklidir. Bu ne kadar çabuk yapılırsa, sizin için bir o kadar daha iyidir ve tüm Avusturya işçi sınıfı için onun kesin zafer bir o kadar daha yakındır. Bizzat kendisinin aynı zamanda tüm sosyal-demokrat parti önderliğinin cürmünü silmeye çalışan Bauer’in “Eleştirisi”nin tersine; sizlerin görüşüme göre sosyal-demokrat önderliğin işçileri zehirlediği bu görüşler sistemini en keskin, acımasız eleştiriye tabiye tutması gereklidir. Sizin sosyal-demokrat önderlik altında kat ettiğiniz yolu ele alın ve değerlendi- ✒ mücadelesinin sonucunu beklemeleri direktifleri ile sosyal-demokrat önderler işçi semtlerinin sokaklarını hükümetin birliklerine terk ettiler; böylece bunlar engellenmeksizin hareket edebildiler. Hükümet birlikleri kendilerini savunan işçilerin üslerini birbiri ardı sıra ele geçirme olanağına sahip oldular. Buna karşın işçilerin bir saldırı taktiği hükümet birlikleri saflarında şaşkınlık getirir ve yalpalayan unsurları proletarya için kazanabilirdi. Burjuvazi, işçilere karşı mücadele için özel nakliye araçlarına el koymakta, tutukluları rehine almakta tereddüt etmedi. Oysa Avusturya sosyal-demokrasisinin eğitiminden geçmiş olan mücadele eden işçiler ise özel mülkiyetin kutsallığına dokunup gıda maddelerine el koymak yerine aç kalmayı yeğlediler. Burjuvazinin saflarından rehineler almayı akıllarının ucundan bile geçirmediler. Otto Bauer ve Schutzbund’un önderi Julius Deutsch bu küçük burjuva yumuşaklığı bugün vatandaşlık erdemliliğinin emsal örneği olarak ortaya koyuyor. Rus işçileri o zamanlar aynı taktiği uygulasalardı, o zaman onların ensesinde kendi Dollfuß’ları hatta bu bile boza pişiriyor olacaklardı. Sadece şunu düşünün: işçilerin nasıl bir kahramanlığı, nasıl bir kendini feda edici cesareti ve sosyal-demokrat önderler vasıtasıyla işçiler arasındaki nasıl bir kan gölü! rin! Sosyal-demokrat basının ve sosyal-demokrat önderliğin bu yolun savunulmasına dair yazdıklarını ve konuştuklarını hatırlayın ve onların laflarını katı olgularla karşılaştırın. Aslında bizzat yazarın kendisine ve tüm sosyal-demokrat siyasete karşı bir iddianame olan Otto Bauer’in broşürünü eleştirel olarak değerlendirin. Diğer taraftan Komünist Enternasyonal’in bu 15 yıl boyunca size söylediklerini anımsayın. Ve sizler sınıfınıza bu ne kadar acı olursa olsun gerçeği söylemek zorundasınız. Ve bu hakikat sizi, sosyal-demokratların değil, bilakis komünistlerin; II. Enternasyonal’in değil, bilakis Komünist Enternasyonal’in haklı olduğu kavrayışına götürecektir. Komünistler, Avusturya sosyal-demokrasisinin 1918-Devrimini yenilgiye götüreceğini söylediklerinde haklıydılar. Sosyaldemokrasi siyasetinin burjuva diktatörlüğünü sağlamlaştırmaya götürdüğü konusunda onlar sizleri uyardığında haklıydılar. Sosyal-demokrasinin kapitalizmin egemenliğini kurtardığını; onun sosyalizme götürmediğini size söylediklerinde haklıydılar. İşçilerin burjuvaziden mücadele ederek kopardığı tüm ekonomik, siyasi ve sosyal kazanımların, onların tüm komünal evlerin vs. sürekli olarak tehdit altında olduklarını, onun (burjuvazinin –ÇN) elinden iktidar alınmadıkça burjuvazinin bunları ellerinden alacaklarını söylediklerinde haklıydılar. İşçi sınıfının çıkarlarının savunulması burjuvazi ile uzlaşmalarla değil; bilakis sadece ona karşı amansız bir sınıf mücadelesi ile gerçekleşebileceğini söylediklerinde komünistler 53 ✒ okur mektubu 54 haklıydı. Avusturya sosyal-demokrasisinin bugün siyasi olarak iflas ettiğini devamında kabul etmeyi gerçek sizi yükümlü kılar. Kendisine çok şeyler verilen ve hepsini kaybeden ve her şeyi kumarda kaptıran bir parti, böylesi bir parti artık var olma hakkına sahip değildir. Böylesi bir parti işçilerin bilincinde sadece nefreti hak ediyor. Sadece eğer Avusturya proletaryası sosyal-demokrasinin siyasi ve örgütsel nüfuzunun üstesinden gelirse, zafere götüren yeni yola, Dollfuß ve Fey, Heimwehr, faşizm üzerindeki zafere götüren yola, adım atabilir. Yani yoldaşlar, burada Sosyal-demokrat Parti’den örgütsel bakımdan kopmak ve komünist işçilerle el ele Avusturya işçi sınıfının gerçek bir mücadele birliğini yaratmak söz konusudur. Bu mücadele birliği sadece devrimci mücadele temelinde mümkündür. Bu birlik işçi sınıfının güçlerini on misli arttıracak ve faşizmin ofansifini birçok misli zayıflatacak; proletaryanın köylülük üzerindeki devrimci nüfuzunu yükseltecek ve burjuvazi ve kapitalizme karşı muzaffer mücadele için, Sovyet iktidarı uğruna mücadele için ön koşulları yaratacaktır. Avusturya işçi sınıfının devrimci birliği için en büyük tehlike bugün Avusturya sosyal-demokrasisini yeni bir yaşama uyandırmayı, yeni “sol” bir programın temelinde bile olsa, onu kurtarmayı denemek olurdu. Böylesi çabalardan Avusturya işçi hareketinin ayrışmasından başka bir şey çıkmazdı. Sizin saflarınızda hâlâ 15 yıl boyunca sosyal demokrasinin siyasetini “sola doğru düzeltmeye” çalışmaktan başka bir şey yapmamış insanlar var. Sonuçları ortadadır! Daha az korkunç olmayan bir yanılgı, eğer sosyaldemokrasiden Dollfuß-faşizmine karşı mücadele içinde düş kırıklığına uğrayan işçiler, Hitler-faşizminde bur dayanak arama düşüncesine varırlarsa, olurdu. Avusturyalı milliyetçi-sosyalistler (Naziler –ÇN) Avusturya proletaryasının silahlı mücadelesinde işçi katillerinin yanında yer aldılar. Onlar bugün kahverengi leş akbabalarına benzer bir şekilde muharebe meydanının üzerinde turlarını atıyorlar ve sosyal –demokrasiden hayal kırıklığına uğramış ve yol ayrımında bulunan Avusturyalı işçileri Hitler-faşizmine kazanmak için demagojik bir şekilde proletaryanın kurban ve acılarını kullanmaya çalışıyorlar. Biz komünistler Avusturya işçi sınıfının yakın geleceğine inançla doluyuz. Proletaryanın tüm dünyadaki nihai zaferinden kesinlikle eminiz. Bu sarsılmaz ikna olmuşluk Leipzig davası sırasında, aynı Karl-Marx-Hof-savaşçılarının ölümün gözünün içine baktıkları gibi, azgın düşmanın doğrudan gözünün içine bakmakta bana güç verdi. Faşizmin beraberinde getirdiği yangınların, köleliğin, sefaletin görüntüsü arkasında doğuda dünya proletaryasının güçlü kalesi – Sovyetler Birliği’ni – görüyoruz. İnsanlığın sosyalizme doğru tarihsel gelişmesini durdurabilecek hiçbir güç yoktur. Bir muharebe sona erdi, savaşçılar ölülerini sayıyorlar; ama onlar yıkılmadı. Büyük proleter ordu sonal zafere doğru, ileriye doğru yürümeyi sürdürüyor. Belki sosyal-demokrat işçiler, yoldaşlar burada ortaya konulan düşünceleri üstlenmeniz size zor görünüyor. Oysa bu mektubun geçmişi eleştirel olarak değerlendirmenizde ve buna uygun sonuçları çıkarmanızda size yardımcı olmasını ümit ediyorum. Eğer her halükârda bu mektupta bütünüyle berrak olmayan bir şeyler varsa veya kuşku duyuluyorsa, bu hâlde bunları bana bildirişeniz sevinirim. Moskova, Hastane Mart 1934 Georgi Dimitrof Birinci mektubun yazarlarından birinin 2 Mart 1934 tarihli aşağıdaki mektup Mart sonunda elime geçtiğinde bu satırları yazmış bulunuyordum: Sevgili Dimitrof yoldaş, Sen ve de diğer yoldaşların Popof ve Tanef’in kahverengi cehennemi terk ettiklerini ve şimdi Sovyetler Birliği’nde bulunduğunuzu sevinçle öğrendim. Böylesi kahraman savaşçılara saflarımızda ihtiyacımız olduğundan binlerce proleter yüreklerine su serpildi. Böylelerine sahip olmasaydık, o zaman Avusturya işçi sınıfının ihanet vasıtasıyla böylesine rezil bir yenilgiye mazur kalmak zorunda olmak durumuna gelmezdik. Bu bizim için kanlı bir ders idi. Bu biz için 1905 Rus yılıdır. Ve bizim Sovyetik bir Avusturya’yı ilan etmemiz ve Rusya’ya kardeş elini uzatmamız ve birlikte içinde sadece proleterlerin yaşayabileceği yeni bir devlet kurabilmemizin o kadar uzun sürmemesini umut etmek istiyoruz. Gerçek bir işçi devleti. (7) Sevgili Dimitrof yoldaş, bizler artık kötümser hâle geldiğimizden senin Rusya’da olduğunu gerçekten de görmemiz için bize birkaç satır yazmanı senden rica ediyoruz. Mücadeleci Selamlarla Evet, yoldaşlar, haklısınız. Eğer sizler gerçekten Bolşevik mücadele yürütseydiniz, o zaman sizin kahramanca mücadelenizin başka bir sonucu olurdu. Oysa böylesi savaşçılar ancak burjuvaziye karşı amansız sı- DİP NOTLAR: (1) Burada, basın ve toplanma özgürlüğünün kaldırıldığı, parlamentonun ve “Schutzbund”un (Koruma Birliği –ÇN), silahlı sosyal-demokrat bir örgüt, 01 Nisan 1933’de feshedildiği ve Komünist Partisi’nin (aynı yılın 26 Mayıs’ında) yasaklandığı Avusturya’daki faşist “otoriter idare sistemi”nin uygulamaya konmasına atıfta bulunuyor. 1933 ve 1934 yılları Avusturya’nın İtalyan faşizmi ile Avusturyalı Milliyetçi Sosyalistler taraftarlarının kesin iktidar mücadelelerini sahnesiydi. Dollfußhükümeti milliyetçi-sosyalist partiyi yasakladı ve işçi hareketini imha etmeye koyuldu. “Heimwehr” (Vatanı Koruma –ÇN)’in faşist çeteleri 12 Şubat 1934’de “Arbeiterheime” [İşçi Yurtları –ÇN] (sosyal-demokrat örgütlerin merkezleri) işgal etmeye başladılar. Viyana, Linz ve ülkenin diğer bölgelerinde üç gün süren adamakıllı silahlı çatışmalar meydana geldi. İllegal Komünist Partisi işçileri genel greve ve silahlı mücadeleye çağırdı. Lakin sosyal-demokrat önderler halk kitlelerinin harekete geçirilmesini ret ettiler; genel grevin ilan edilmesini sabote ettiler ve böylece onu boşa çıkardılar. 15 Şubat 1927’de Viyanalı işçiler, taşradaki bir işçi yürüyüşü üzerine ateş açan ve birçok işçiye öldürmüş olan faşistlerin provokatif bir şekilde beraat etmesine yanıt olarak kitlesel bir yürüyüş örgütledi. Polis yürüyüşçülerin üzerine ateş etti; işçiler polis karakollarına ve adalet bakanlığına saldırdılar. Sokak mücadelelerinde yaklaşık 140 işçi öldü ve 1.500’ün üzerinde işçi yaralandı. Sosyal-demokrat önderler silahlanmak isteyen işçilerin taleplerini göz ardı ettiler ve onların mücadelesini boşa çıkardılar. Komünist Partisi olaylara belirleyici bir şekilde nüfuz etmek için çok zayıftı. Otto Bauer (1882-1938) – Avusturya Sosyal-Demokrat Partisi ve II. Enternasyonal’in önderlerinden biri. Birin ci Dünya Savaşından sonra dışişleri bakanı. (2) Burada işçiler Milano, Cenova ve Torino’da fabrikaları işgal ettiklerinde Eylül 1920’deki grev mücadeleleri kast edildi. Sosyalist sendika (CGİL)’in yönetimi Liberal Partinin Solları ile bir uzlaşma yapmaya ve işçileri işgal edilmiş fabrikaları çark etmeye zorlamaya koştu. (3) okur mektubu Burada 150.000 işçinin Ebert-Hükümetine karşı yürümek için sokağa çıktığı Ocak 1919’daki Berlin olaylarına atıfta bulunuyor. Kentin tüm işletmeleri genel greve katıldı. Bağımsız Sosyal-demokratlar işçi haini Ebert ile pazarlık görüşmelerine başladılar. Bu imparatorluk savunma bakanı olarak sosyal-şovenist Noske’ye gönüllü silahlı çeteleri kullanmaya ve proletaryanın eylemini engellemeye fırsat verdi. Bunlar Karl Liebknecht ve Rosa Luksemburg’un katledildiği günlerdi. (4) ✒ nıf mücadelesinde yetişebilir. Ama sosyal-demokrasi böyle bir mücadele yürütmedi; tersine Otto Bauer ve Fritz Adler bu mücadeleyi boşa çıkardılar. Ancak devrimci Birleşik Cephenin faşizme karşı kesintisiz mücadelesi içinde yeni, cesur, çelikleşmiş savaşçılar yaratılır. Ancak Marks, Engels, Lenin, Stalin bayrağı altında yeni Bolşevik önderler yaratılacak ve Avusturya proletaryası onun zafer için kahramanca mücadelesinde eksik bulunan – güçlü bir Bolşevik partiye – nihayet kavuşacaktır. Nisan 1934 Georgi Dimitrof Dimitrof Seçme Eserler, cilt 1, S: 577-593 (Almanca) Dimitrof, Eserleri, (Bulgarca), cilt 9, S: 396-415 Friedrich Adler – Avusturya Sosyal-demokrat Partisi’nin fonksiyoneri ve II. Enternasyonal üyesi. (5) (6) Burada bir yanılgıya düştünüz. Siz doğal olarak proleter diktatörlüğün bir devleti olan Sovyet devletini kast ediyorsunuz. Ama onun içinde yalnız işçiler değil, aynı zamanda proletaryanın önderliğinde sosyalizmi inşa eden tüm emekçiler yaşıyor. (G. Dimitrof’un notu) (7) [AMLP’nin 2007 yılında Şubat 1934 Mücadelelerinin Başlamasının 73. yıldönümü ve AMLP’nin 40. Doğum Günü vesilesiyle yeniden yayınladığı 12 ŞUBAT 1934’ÜN DEVRİMCİ DERSLERİ adlı broşürü sayfa 30 – 44’den Türkçeye bizim çevirimiz.] [Yukarda Avusturya’daki iki devrimci grup İA RKP ve KOMAK-ML’in Avusturya cumhuriyet döneminin ilk işçi ayaklanmasının gerçekleştiği 12 Şubat 1934-olayları hakkında yazdığı bildirinin Türkçe çevirisini ve o zamanlar Komünist Enternasyonal’in başkanı Georgi Dimitrof’un konu ile ilgili “Avusturyalı İşçile-re Mektubu”nun Türkçe çevirisini bilgilerinize sunuyoruz. ] Şubat 2016 Avusturya’dan YDİ Çağrı Okuru 55 ✒ okur mektubu Avusturya sosyal-demokrasisinin bugün siyasi olarak iflas ettiği gerçeğini kabul etmekle yükümlüsünüz. (Dimitrof: 1934 Avusturyalı İşçilere Mektup’tan) 12 Şubat 1934’de on binlerce Avusturyalı işçiler, sürekli siyasi ve ekonomik kötüleşmeleri durdurmak için burjuva devlet aygıtına karşı ayaklandılar. Onlardan en kararlıları ve en sınıf bilinçlileri silahlara sarıldılar ve polisin, askeriyenin faşist Heimwehr (“Vatanı Koruma” -Hıristiyan-sosyallerin – şimdiki ÖVP- Avusturya Halk Partisi’nin silahlı askeri örgütü – ÇN)’in silahlı birliklerinin saldırılarına karşı direndiler. Viyana ile Aşağı Avusturya, Steiermark, Yukarı Avusturya, Salzburg ve Tirol’ün birçok sanayi kentlerinde üç gün boyunca yiğitçe çatıştılar. Oysa dağınıklık, yetersiz desteklenme ve her şeyden önce silahlı mücadelelerinin merkezi devrimci bir yönetimden tamamen yoksun olmasından dolayı faşist gericilik muzaffer olabildi ve Nazilerin yolunu açan Avustro-faşist bir gaddarlık rejimini kurabildi. Bu, buna rağmen İspanyol İç Savaşından, Nazi-faşizmine karşı partizanca mücadelelerden önce Avrupa’da faşizme karşı ilk silahlı başkaldırış idi. Faşist darbenin Avusturya’da gelişi sürpriz değildi; çünkü daha önce Sosyal-demokrat Parti ve onun tüm yan örgütleri Şubat 1934’de yasaklanmıştı; daha 1933’te (o zamanlar henüz devrimci olan) KPÖ (Avusturya Komünist Partisi -ÇN), Republikanischer Schutzbund (Cumhuriyetçi Koruma Birliği- Sosyaldemokrat Partinin silahlı askeri örgütü -ÇN) ve diğer işçi teşkilatları sağcı-muhafazakâr hükümet tarafından yasaklanmıştı. Viyana’da tek başına hüküm süren sosyal-demokratlar da 15 Temmuz 1927 günü kendi polislerine yürüyüş yapan kadın-erkek işçilerin üzerine ateş ettirtmiş ve kılıç saldırıları altında onları bastırtmışlardı. Neredeyse 100 ölü ve 1000’in üzerinde yaralı ile burjuva baskı düzeni yeniden kurulmuştu. 56 Bugünkü ÖVP’nin (o zamanların “Heimwehr”inin) sağ kanadı 1930’da bir “Viyana’nın üstüne Yürüme” ilan ettiği Korneuburg yemini ile “batılı demokratik parlamentarizmin ve partiler devletinin” ortadan kaldırılması üzerine ant içmişti. Bununla sınıf bilinçli kadın-erkek işçilerin faşistçe katledilmelerinin bir dalgası başladı; 1933’te başka şeylerin yanında demiryolu işçilerinin kitlesel bir grevi devlet tarafından şiddet kullanılarak bastırıldı ve o zamanların Hıristiyan-Sosyal (bugünkü ÖVP) Dollfuß-SchuschniggHükümeti tarafından Ocak 1934’de genel bir gösteri/toplantı yapma yasağı getirildi. Polis, 12.2. günü Linzli Schutzbund’cular kendilerini silahla koruyana ve hükümeti devirmek için genel grevin işareti olan Viyanalı Elektrik-İşletmesi işçilerinin cereyanı kesmesine kadar devrimci ve komünist örgütlerin toplantı salonlarında, hem de SP- (Sosyal-demokrat Parti -ÇN)’nin parti lokallerinde sürekli olarak ev aramaları yürüttü. Şubat 1984’de AMLP (Avusturya Marksist-Leninist Partisi) Tarafından 1934 Şubat Mücadelelerinin Başlamasının 50. Yıldönümü Vesilesiyle Çıkarılan 12 ŞUBAT 1934’ÜN DEVRİMCİ DERSLERİ ßßßßßßßßßßßßßßßßßßßß Hayır, Avusturya işçi sınıfının silahlı mücadelesi bir hata değildi. Bu mücadelenin örgütlenmemiş olması ve devrimci, Bolşevik tarzda yürütülmemesi hatayı oluşturdu. GEORGİ DİMİTROF « “GEÇMİŞTEN GELECEK İÇİN ÖĞRENELİM!” (AMLP’NİN “KIZIL BAYRAK” SAYI: 149’DAN) « (GEORGİ DİMİTROF’TAN) “AVUSTURYALI İŞÇİLERE MEKTUP” Komünist Enternasyonal’in o zamanlar ki başkanı Georgi Dimitrof, “Avusturyalı İşçilere” ayrıntılı bir “Mektubu”nda Avusturya devletinin faşistleştirilmesine karşı mücadelede yenilginin en önemli nedenlerini, özellikte hükmeden sosyal-demokrasi vasıtasıyla işçilerin mücadelesinin dezorganize edilmesi, gericiliğin saldırıları önünde sürekli olarak boyun et- ✒ Avusturya ve Avrupa’daki bugünkü durumu o zamanki ile karşılaştırırsak, burada binlerce devrimci veya salt anti-faşist anlayışla olsa da kadın-erkek işçilerin on yıllardır süre giden siyasi ve ekonomik kötüleştirmelere karşı silahlı olarak ayaklanmalarından fersah fersah uzaktayız. Fransa’da toplanma/gösteri yasağı, mahkeme kararı olmaksızın gözetleme ve polis terörü ile birlikte aylarca “sıkıyönetim hâlinin” tam da normal duruma dönüştürülüyor; Polonya ve Macaristan’da temel demokratik haklar yasa değişikliğiyle kaldırılıyor ve kaldırıldı; Avusturya’da örneğin polis yetkileri gitgide yinelenerek genişletiyor ( daha titizce araç-gereçlerle gözetleme, kişiler hakkındaki verilerin toplanması, ispiyoncular…), tüm seyahat hareketleri giderek daha dikkatli gözlemlenmekte ve kısıtlanmakta; polis askeri silahlarla donatılmakta ve askeriye yurtiçi müdahaleler için kullanılmaktadır. On yıllardır, ama özellikle 2008 ekonomik krizi patlak verdiğinden beri ortalama işçiler ve hizmetlilerin yaşam koşulları gitgide daha fazla düşmektedir. En yoksulların % 10-20’sinin durumu son on yıllarda trajik bir şekilde kötüleşti – Asgari gelir sahibi olanlar kendileri ve çocuklarının geçimlerini artık yeterli bir şekilde sağlayabilememektedir. İşçiler, emekçiler ve işsizlerin kararlı kitlesel eylemlerini gerekli kılan yeterli nedenler mevcut. Ama şimdi bizde genel çaresizliğin üstesinden sadece küçük ve siyasi olarak şimdiye kadar önemsiz gruplar gelmeye çalışıyorlar. İşçi sınıfının giderek yinelenerek artan sömürülmesinin burjuva devlet tarafından güvence altına alındığı ve giderek daha küçük bir sınıfın hisse senedi sahipleri ve diğer kapitalistlerinin giderek daha da büyüyen zenginliği ve sermayeyi elinde yoğunlaştırmasına sevk ettiği bir sınıflar toplumunda yaşadığımızı ancak az sayıda insan bilinçli bir şekilde kavramaktadır. Ama işçi sınıfının büyük kesimlerinin her şeyden önce daha genç olanların, işçilere ve halk kitlelerine önce olası her türlü vaatlerde bulunan, ama sonra bankalar ve holdinglerin siyasetini hayata geçiren – bunun en katmerli örneği şimdi Yunanistan’dır parlamentodaki partilere her türlü güvenlerini yitirdiklerini orta vadede gitgide daha da düşmekte olan seçime katılım oranı göstermektedir… Eğer en kararlı unsurlar, henüz güçler bitap düşmeden bir hareketi ileriye götürmeyi, saldırıya ge- okur mektubu mek, 12.2’den önce kitlelerin harekete geçirilmesinin gücüne güvenmede eksiklik ve silahlı ayaklanmanın berrak siyasi hedefler olmaksızın defansif yönelimi olarak adlandırmaktadır. çirmeyi, geniş kitleleri mücadelenin içine çekmeyi başaramazsa, salt direniş orta vadede kesin yenilgiye götürür. Burjuva devlet aygıtı kendisinin kitleleri nüfuzu altına almanın her türlü olanaklarıyla, eğitilmiş gözleyicileri/bekçileri, görevlileri ve silahlı birlikleriyle tehlikeli bir hasımdır. Ama o özünde çıkarlarına tüm devlet siyaseti ve tüm geleneksel partilerin tabi olduğu kapitalist sömürücülerin sadece çok küçük bir sınıfıdır. Onun zaafı her şeyden önce bütün itici gücünün azami kârı sürekli olarak avlamakta yatmasıdır. Kâr ümitlerinin zayıfladığı tam da kriz dönemlerinde egemenler sömürülenler ve ezilenlere ancak çok sınırlı tavizler verebilirler. “Rekabetin” bulunmadığı, kâr oranlarının düştüğü durumlarda işçi sınıfına, yani Avusturya’daki halk kitlelerinin büyük çoğunluğuna saldırılar gitgide daha ağırlaşan bir şekilde uygulanmak durumundadır: Çalışmada baskının arttırılması, gerçek ücretlerin düşürülmeleri, (günlük, haftalık ve yaşam boyunca) çalışma zamanının uzatılması, sosyal hizmetlerin kısaltılması, kamusal eğitim ve hasta(lık) hizmetlerinin kısaltılması vs. Biz, devrimciler, komünistler sürekli kötüleştirmelere karşı mücadelede giderek daha fazla bunların mağdurlarını mücadelenin içine çekmeye ve aynı zamanda en bilinçli kesimlerini ofansif siyasi bir yönelimin gerekliliği konusunda ikna etmeye çalışmalıyız. Bizim için önümüzdeki hedef, sosyalist bir toplumda meta ilişkileri ve insanın insan tarafından sömürülmesi kapitalist ilkesinin aslında ortadan kaldırılması için işçi sınıfının büyük kesimlerinin katılımıyla mevcut tüm koşulların proleter bir devrimle devrilmesidir. (Şubat 2016) İA RKP KOMAK-ML Devrimci Komünist bir Komünist Eylem – Partinin İnşa Edilmesi marxist-leninist için İnisiyatif ia.rkp2017@yahoo.com komakml@gmail.com A-1070 Wien, Stiftgasse 8 57 ✒ “BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ” ÜZERİNE! kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 2 58 016 yılı Çin Halk Cumhuriyeti’nde yaşanan “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin başlangıcının 50. yıldönümüdür. “Büyük Proleter Kültür Devrimi”, Çin’de milyonlarca insanın harekete geçtiği, devasa gösterilerin düzenlendiği bir süreçtir. Bu dönem, aynı zamanda Dünya Komünist Hareketi içinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi çevresinde toplanan revizyonist kanatla, Çin Komünist Partisi etrafında toplanan Marksist-Leninist kanadın ayrıştığı bir dönemdir. Tüm hata ve eksikliklerine rağmen Dünya Komünist Hareketi içinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Parti Kongresi ardından egemen olan modern revizyonizme başkaldıran par- tilerden biri Çin Komünist Partisi idi. Fakat Çin Komünist Partisi tarafından Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin revizyonist çizgisine başlangıçta çok dikkatli bir dille yöneltilen eleştiriler yalnızca Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nde değil, aynı zamanda Çin Komünist Partisi içinde de direnişle karşılaşıyor, hoşnutsuzluk yaratıyordu. Çin Komünist Partisi içinde de, Dünya Komünist Hareketi içinde olduğu gibi iki çizgi mücadelesi yaşanıyordu. Çin’deki “Büyük Proleter Kültür Devrimi” Çin Komünist Partisi içindeki bu iki çizgi mücadelesinin kültür alanındaki bir tartışmada yansıması olarak başladı. 1966‘da patlayan “Büyük Proleter Kültür Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) resmi yayınları ‘Kültür Devrimi’nin başlangıç tarihini 10 Kasım 1965 olarak verir. Bu tarihin geri planında, parti üyesi olmayan ve bir tarih profesörü olan Vu Han tarafından 1961’de yazılan ‘Hay Juy Daireden Kovuldu’ başlıklı bir tiyatro oyunu üzerine yürüyen bir tartışma vardır. Vu Han, 1964’e kadar -parti üyesi olmamasına rağmen- Pekin Belediye Başkanı’nın vekilidir. Bu dönemde aynı zamanda Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi ve Siyasi Büro üyesi olan Peng Chen, Pekin Belediye Başkanı ve Pekin Parti Komitesi’nin birinci sekreteridir. Vu Han, Peng Chen’in görüşlerinin etkisi ve onun koruyuculuğu altındadır. Vu Han’ın yazdığı oyun konusu kabaca şudur: Ming hanedanlığı döneminde, Suçov köylülerinin topraklarına Ming hanedanı el koyar. Hay Juy bölgede çalışan yüksek rütbeli bir memur, bir bürokrattır. Hay Juy, Ming hanedanının el koyduğu toprakların, toprak sahibi köyülelere geri verilmesi için mücadele yürütür. Köylülerin topraklarının geri verilmesi için imparatora başvurur. Bu çabalarından ötürü de görevinden alınır, “daireden kovulur.” Görünürde haksızlığa karşı çıkan ilkeli, namuslu bir bürokratın öyküsü anlatılmaktadır. Ona yapılan bir haksızlık dile getirilmektedir! Görünürde güncel siyasi sorunlarla bağı olmayan,”tarihi bir tiyatro oyunu”dur Vu Han’ın oyunu. Fakat oyunun yazıldığı dönem Çin’de Marksist-Leninist kanadın kırda kır komünlerinin yaygınlaştırılması, zengin köylülerin özel mülklerinin kır komünleri içinde toplumsallaştırılması kavganın doğrusu / doğrunun kavgası “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin Başlangıcı için mücadele ettiği, buna karşı revizyonist kanadın bu harekete karşı çıktığı bir dönemdir. Vu Han’ın Hay Juy’un mülkiyet haklarını savunduğu kesim toprak/ mülk sahibi zengin köylülerdir. Onların özel mülkiyet hakkıdır sahip çıkılıp savunulan. 1959’dan sonra yürüyen sınıf mücadelesi açısından ele alındığında Vu Han’ın oyunu objektif olarak köy/kır komünlerine karşı çıkan, özel mülkiyetin dokunulmazlığını savunan bir oyundur. 1965’de Şanghay parti örgütünde yer alan genç komünist gazeteci Yao Ven Yüan, Vu Han’ın yazdığı oyunu ‘zehirli bir ot’ olarak değerlendiren bir yazı yazar. 10 Kasım 1965’te Yao Ven Yüan’nun yazdığı makale Şanghay’da Venhuybao gazetesinde yayınlanır. Makalede Hay Juy’un köylülüğe verdiği destek, özel mülkiyetin teşvik edilmesi olarak eleştirilir. Makale aynı zamanda Vu Han’ın oyununun proletarya diktatörlüğüne karşı kapitalist sınıfın mücadelesinin bir parçası olarak görülmesi gerektiğini belirtir. Mao, Yao Ven Yüan’ın bu yazısını destekler. Geniş çapta yaygınlaştırılmasını ister. Peng Chen, Şanghay’da Venhuybao gazetesinde yayınlanan bu yazının başta Halkın Günlüğü gazetesi olmak üzere Pekin basınında yayınlanmasını engeller. Peng Chen, yazının broşür şeklinde basılıp dağıtılmasına da izin vermeyeceğini de açıklar. Revizyonist yönetimin yayınlanmasını istemediği yazılar yayınlanmaz. Peng Chen,Vu Han’a yöneltilen eleştirilerin “akademik sınırlar içerisinde kalması”nı ister. Bu dönemde ÇKP Propaganda Bürosu’nun yöneticisi Siyasi Büro üyesi Lu Ting-yi’dir. Peng Chen, Lu Ting-yi ile işbirliği yapmanın yollarını aramaya başlar. Lu Ting-yi aynı zamanda kültür ve eğitim kurumlarından sorumludur. Peng Chen ve Lu Tingyi, çeşitli engelleme manevralarına başvurabilecek olanaklara sahiptirler. Yao Ven Yüan’ın makalesinin geniş çapta yayınlanmasını engellemek için etkinliklerini kullanırlar. Yao Ven Yüan’ın makalesi sadece Doğu Çin’deki gazetelerde yayınlanır. Yao Ven Yüan’ın makalesi Şanghay’da yayınlandıktan üç hafta sonra Çu En-lay’ın girişimi sonucu Pekin’de de parti gazetesinde yayınlanır. Fakat gazetenin başyazarı makaleye bir önsöz yazar. Başyazar, makalenin içeriğinin akademik olduğunu, Vu Han olayının siyasi olmaktan ziyade tarihi bir tartışma konusu olduğunu vurgular. 1965 Aralık ortasında Peng Chen’in yakın çalışma arkadaşı ve Partinin Pekin İl Komitesi kültür yönetici- ✒ Devrimi”nin etkileri kısa süre içinde, bütün dünyaya yayıldı. Emperyalist metropollerde de ezilen halkların kurtuluş mücadelelerinden ve Çin‘de “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nden esinlenen öğrenci gençlik sokaklara indi.Yapılan kitle gösterilerinde birçok ülkede doğrudan Çin’deki ‘Kültür Devrimi’nin şiarları ve araçları kullanılıyordu. “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin etkimesi sonucu bir dizi ülkelerde revizyonistleşmiş olan Komünist Parti’lerden kopuşlar oldu, yeni Marksist-Leninist partiler kuruldu. “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin etkileri Kuzey Kürdistan/Türkiye’de de yansımasını buldu. Ülkelerimizin gençliği de ayağa kalktı. İbrahim Kaypakkaya, öncelikle ‘Çin Kültür Devrimi’nden etkilenerek Kuzey Kürdistan/Türkiye’de proletarya partisininin yeniden kurulması işine soyundu. 59 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası si olan Teng To’nun “Hay Juy Daireden Kovuldu’dan İtibaren Moral Değerlerin Mirası Sorunu” başlıklı bir yazısı aynı gazetede yayınlanır. Bu yazıda tartışmanın sadece Vu Han’ın oyunu etrafında değil, fakat genel olarak edebiyatla ilgili olduğu, siyasetle çok az ilgisi bulunduğu ve tarihi bir araştırma ile ilgili sorunlarla sınırlandırılması gerektiği savunulur. Peng Chen ve Lu Ting-yi, Vu Han’ı eleştiren kimi makaleleri yasaklarlar. Çin Pen-yu tarafından yazılan “Hay Juy Daireden Kovuldu’nun Gerici Karakteri” başlıklı makalenin yayınlanması da engellenir. Peng Chen ve Lu Ting-yi’nin Manevraları 60 Peng Chen ve Lu Ting-yi’nin Vu Han’a yöneltilen eleştirilerin yayılmasına karşı çıkmaları şaşırtıcı değildir. Onlar tartışmayı mümkün olan en kısa zamanda sonlandırmak istemektedir. 1966 başlarında Pekin ve halk gazetelerinde, Vu Han’ın oyunundaki siyasi hataları ortaya koyan bir “özeleştiri” yayınlanır. Peng Chen, 1966 Ocak’ında yaptığı siyasi konuşmalarda, Vu Han’la ilgili olarak iki aylık süre içerisinde bir sonuca varılabileceğini açıklar. Peng Chen, ortaya çıkan durumun o kadar ciddi olmadığını ve kısa bir zaman dilimi içerisinde bu sorunun çözülebileceğini belirtir. Peng Chen, Vu Han’ı Pekin dışına gönderme sorumluluğunu da üstlenir. Hesaplanan yayınlanan “özeleştiri” ve Vu Han’ın Pekin dışına çıkarılması ile fırtınanın dinmesidir. Vu Han, “dört temizleme hareketi”ne katılmak üzere bir köy komününe gönderilir. Vu Han’ın oyunu ile ilgili tartışmalar, 1965’te başlayan ve zararlı kabul edilen sanat ve edebiyat eserlerini eleştirmeyi amaçlayan bir hareketin parçasıdır. Bu hareket “Kültür Devrimi” olarak adlandırılır. ‘Kültür Devrimi’ sanat/edebiyat/kültür alanında burjuva ideolojisini eleştirme ve geleneklerden kopmayı amaçlar. 1966’nın başlarında bu ‘Kültür Devrimi’ni yönetmek amacıyla ‘Beşler Grubu’ adıyla anılan bir yönetim oluşturulur. Bu grubun başına Pekin Belediye Başkanı Peng Chen getirilir. Peng Chen dışında, ‘Beşler Grubu’nda Lu Ting-yi, Çu Yang, Vu Leng-si ve Kang Çeng yer alır. ‘Beşler Grubu’ içinde yer alanlardan sadece Kang Çeng Mao’ya yakın bir isimdir. Bu aslında bu dönemde Mao Zedung ve onun çevresindeki Marksist-Leninistlerin Siyasi Büro içinde azınlıkta kaldıklarını gösteren bir görevlendirmedir. Şubat 1966’da “Kültür Devrimi’nden Sorumlu Beşler Grubu’nun Günümüzdeki Akademik Tartışmalar Üzerine Kısa Raporu” yayınlanır. Peng Chen bu raporda gerçek niyetini ve güttüğü amacı açıkça ortaya koyar. Bu dönemde aslında Vu Han’ın oyununu eleştirenler açısından isimleri verilmese bile Teng To ve Peng Chen de hedeftedir. Teng To, Pekin’de yayınlanan “Cephe Hattı”dergisinin kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Çi Pen-yu’nun Kızıl Bayrak’ta, “Pekin Gazetesinin ve Cephe Hattının Burjuva Konumu Üzerine” başlıklı bir yazısı yayınlanır. Yao Ven Yüan’ın 10 Mayıs’ta yayınlanan ikinci makalesi önemli bir makaledir. “Üç Köylü Ailesinden Notlar Üzerine” başlıklı makalenin alt başlığı da “Yenshan’da Akşam Sohbetleri ve Üç Köylü Ailesinden Notlar Üzerine’nin Gerici Karekteri”dir. Oldukça uzun olan bu yazıda, Vu Han, Teng To ve Liao Mo-şa parti çizgisine ve Mao’ya karşı çıktıkları için eleştirilir. 16 Nisan’da Pekin “Cephe Hattı” gazetelerinde yayınlanan özeleştirilerin sahte özeleştiriler olduğu belirtilir. ✒ redaktörü konumundadır. 1961’de bu dergide “Üç Aile Köyünden Hatıralar” ve “Yenshan’da Akşam Sohbetleri” başlıklı seri makaleler yayınlanmıştır. Bu makalelerin hazırlanmasında Vu Han’ın katkısı da vardır. Bu yazılarda görünürde tarihi olaylar değerlendirilmektedir. Fakat aslında Vu Han’ın oyununda olduğu gibi hedefte Marksist-Leninistler ve onların çizgileri vardır. Biryıl süreyle Teng To, bu yazılarla dolaylı olarak parti içindeki Marksist-Leninist kanadın görüşlerini eleştirir. Bu yazılarda, sınıf kavgası reddedilerek burjuva fikirler savunulur. Sovyetler Birliği’nden kopuş red edilir. “Kültür Devrimi’nden Sorumlu Beşler Grubu”nun raporunun yayınlanmasından sonra parti içinde çıkan çelişmeler ve çatışma giderek şiddetlenir. Bu dönemde Marksist-Leninist kanat açısından hedef Peng Chen ve etrafında yer alanlardır. Parti basınında, isimler belirtilmeden Şubat Raporu’nda yer alan tezler eleştirilir. 16 Nisan 1966’da Peng Chen ve arkadaşlarının yönetiminde bulunan Pekin gazetesinde, “Üç Köylü Ailesinden Notlar” ve “Yenshan’da Akşam Sohbetleri” adlı iki seri yazıyla ilgili “özeleştiri” makaleleri yayınlanmaya başlanır. Bu özeleştiriler, patlamak üzere olan fırtınaya karşı kendilerini güvence altına almak için bir önlemdir. Nisan 1966 başından itibaren Peng Chen ve taraftarlarına karşı açık ideolojik mücadele kampanyası başlatılır. Bu kampanyanın işaret fişeği “Silahlı Kuvvetlerde Sanat ve Edebiyat Çalışması Üzerine Düzenlenen Forum’un Özeti” başlıklı yazıdır. Yazıda, Vu Han olayına değinilmeden, siyasi yanın akademik yönden önde geldiği vurgulanır. Edebiyat ve sanat alanında, yanlış bir çizginin ısrarla sürdürülmesinin, sanatın gerçek anlamda proleterleşmesini engellediğine dikkat çekilir. Burjuva etkilerine karşı savaşmanın ve uzlaşmaz bir biçimde mücadele etmenin gerekliliğine işaret edilir. 18 Nisan 1966’da ordu gazetesinde; “Mao Zedung Düşüncesi’nin Büyük Kızıl Bayrağını Yüksekte Tutalım ve Büyük Sosyalist Kültür Devrimi’ne Aktif Bir Şekilde Katılalım” başlıklı bir başmakale yayınlanır. Makalede; 1949’da zafere ulaşan devrimden sonra sanat ve edebiyat alanında şiddetli bir sınıf mücadelesinin başlatılmış olduğu hatırlatılır. 8 Mayıs’ta isim verilerek, Vu Han, Teng To ve Liao Mo-şa’yı eleştiren çeşitli makaleler yayınlanır. 10 Mayıs’ta Şanghay’da, Yao Ven Yüan’ın bu üç kişiyi eleştiren başka bir makalesi yayınlanır. 11 Mayıs’ta, Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Onaltı Mayıs Genelgesi 16 Mayıs 1966’da “Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin Genelgesi” yayınlanır. Merkez Komitesi, “Kültür Devrimi’nden Sorumlu Grup” tarafından “Yürütülen Mevcut Akademik Tartışmalar Üzerine” yazılan ve 12 Şubat 1966 tarihinde dağıtılması kabul edilen Rapor Taslağı’nın” iptal edildiğini belirtir. Bu genelgeyle, “Kültür Devrimi’nden Sorumlu Grup” görevinden alınır. Bütün şubeleri dağıtılır. Çin Komünist Partisi Siyasi Büro’nun Daimi Komitesi’ne doğrudan doğruya bağlı yeni bir ‘Kültür Devrimi Grubu’nun kurulmasına karar verilir. Dokuz kişiden oluşan ‘Kültür Devrimi Merkez Birliği’ (KDMB) oluşturulur. Bu grup Mao Zedung dışında, Mao’nun genel sekreteri Çen Boda, Kamu Güvenliği Bakanı Kang Çeng, Mao’nun eşi Ciang Çing, Şenghay’dan Jang Çung-çiao ve Yao Ven Yüan’dan oluşur. Savunma Bakanı Lin Biao ve Başbakan Çu En-lay ile birlikte bu grup “sol ittifakı” oluşturur. ‘Kültür Devrimi’nin ikinci aşamasına bu kişiler önderlik edecektir. Sanat/edebiyat/kültür alanında bir tartışma ile başlayan ‘Kültür Devrimi’, artık açıkça parti içinde revizyonizme, parti ve devlet içinde burjuvazinin temsilcilerine karşı genel bir siyasi mücadeleye dönüşür. Bu genelgede bizzat Peng Chen’in ismi verilerek ‘Beşler Grubu’nun yayınladığı rapor eleştiri yağmuruna tutulur. Genelge, “1962 tarihli Merkez Komitesi Sekizinci Genişletilmiş Oturumu’nda formüle edilmiş bulunan yol gösterici ilkelere karşı bir çizgi” izlendiğini, raporun, kabul edermiş gibi görünerek, aslında Mao Zedung tarafından bizzat başlatılan ve yönetilen “Büyük Proleter Kültür Devrimi”ne karşı çıktığını belirtir. Genelgeye göre “Beşler Grubu’nun Raporu” Peng 61 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 62 Chen’in tek başına yazdığı bir metindir. Bu rapor, grup üyelerinin tartışmasına sunulmaz. Herhangi bir parti komitesinin görüşüne başvurulmaz. Rapor taslağı incelenmek üzere Merkez Komitesi’ne gönderilmez. Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Başkanı olan Mao Zedung’un onayına sunulma gereği duyulmaz. Genelge, Peng Chen raporunun tartışılan sorunları tahrif ettiğini, burjuvazinin temsilcilerine karşı mücadelenin esas olduğunu açıklar. Genelgede ayrıca, Peng Chen’in tartışmaları bastırdığı ve sorunu tamamen akademik bir düzeye indirgediği belirtilir. Burjuvaziye karşı sınıf mücadelesinin esas olduğu belirtilen genelgede, açıkça burjuvazi üzerinde proletarya diktatörlüğünün uygulanması gerektiği düşüncesi ön plana çıkar. 16 Mayıs Genelgesi, partiye, hükümete, orduya ve farklı kültürel alanlara sızan burjuva temsilcilerinin, revizyonist ve karşıdevrimciler topluluğunu oluşturduğu ileri sürülür. Genelgede şöyle denilir: “Burjuvazinin sinsice partiye, hükümete, orduya ve kültürün çeşitli alanlarına sızan temsilcileri bir karşıdevrimci revizyonistlerin küçük bir kümesidir. Zamanı olgunlaştığında, siyasi iktidarı kendi ellerine geçirecek ve proletaryanın diktatörlüğünü burjuvazinin diktatörlüğüne dönüştüreceklerdir. Bu insanların bazıları şimdiden tarafımızdan açığa çıkarılmış bulunmaktadır, ama gerçek yüzlerini henüz açığa çıkarmadığımız bazıları hâlâ vardır. Bazılarına daha hâlâ güvenimize sahipdirler ve örneğin kendilerini en yakınımıza yerleştirmiş bulunan Kruşçev tipinde insanlar ardıllarımız olarak yetiştiriliyorlar.” (Aktaran Philip Short, “Mao Zedung, Bir Yaşam”, s. 479, 2007 İstanbul, İthaki Yayınları) 16 Mayıs Genelgesi, parti ve devlet içindeki burjuvazinin temsilcilerine karşı topyekün saldırı çağrısı olarak, aslında “Mao Zedung önderliğindeki BPKD” nin gerçek işaret fişeği, başlangıcıdır. Artık tartışma kültür/sanat/edebiyat alanında parti basınında yürüyen bir tartışma olmaktan çıkmış, kitlelerin harekete geçirildiği bir siyasi devrim hareketine dönüşmeye başlamıştır. (16 Mayıs Genelgesi’ni ekte yayınlıyoruz.) İlk Duvar Gazetesi 25 Mayıs 1966’da Pekin Üniversitesi’nin duvarlarına, okul yöneticilerini eleştiren büyük puntolu afişler asılır. Bunlar ‘Kültür Devrimi’nin en yoğun kullanılan ajitasyon/propoganda araçlarından biri olan Duvar gazetelerinin başlangıcıdır. İlk Duvar gazetesinin altında, aralarında ‘Pekin Devrimci Komitesi’nden Nieh Yuan-zu’nun da bulunduğu yedi kişinin imza- Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi, 3 Haziran 1966’da ‘Pekin Parti Komitesi’ hakkında aldığı yeni kararları yürürlüğe koyar. Peng Chen görevinden alınır. Yeni atamalar yapılır. Pekin İl Komitesi Birinci Sekreterliği’ne Li Sueh-feng ve sekreter yardımcılığına Vu Teh atanır. Pekin Akşam Haberleri ve Pekin gazeteleri yeniden yapılandırılır. Yazı işleri kadrolarına yeni atamalar yapılır. “Cephe Hattı” gazetesinin yayını geçici olarak ertelenir. Pekin Üniversitesi rektörü Lu Ping görevinden alınır. Pekin Üniversitesi’ne ‘Kültür Devrimi’ni yönetmek için bir çalışma grubunun gönderildiği açıklanır. Pekin Üniversitesi’nde sular durulmaz. Dalga dalga hücumlar birbirini izler. Günler, duvar gazeteleri kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Pekin İl Komitesi Ve Pekin Üniversitesi Yeniden Yapılandırılıyor çıkarmakla, bildiriler basmakla, toplantılar ve yoğun tartışmalarla geçer. Zaman zaman profesörler, öğrencileri destekleyen toplantılar yapar. Üniversite eski yönetimi eleştirilir. Eski yönetimin sadece ‘Kültür Devrimi’ni bastırmakla yetinmediği belirtilir. O kitlelerin seferber edilmesine karşı çıkmakla ve en önemlisi de eski eğitim metodlarını savunmakla suçlanır. Nieh Yuan-zu ve öğrenci arkadaşlarının duvar gazetesinin, basın ve radyo yoluyla halka duyurulması tartışmaları bütün Çin’e yayar. Çeşitli şehirlerde bu tür duvar gazeteleri hazırlanır. ‘Kültür Devrimi’ boyunca, kağıt ve mürekkep fabrikalara, okullara, öğrencilere ve işçilere bedava olarak dağıtılır. Duvar gazeteleri herkesin görüşlerini ifade edebilmesi, görüşlerini yazıya dökmesi ve hoşlanılmayan herhangi bir şeyle mücadele edebilmesi için etkin bir araçtır. Herkes bu aracı kullanarak devrimci yoldan sapan yetkilileri eleştiriye tabii tutmak imkanına sahiptir. ✒ sı vardır. Duvar gazetesinde yazılan yazılarda, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin kararlı bir tutumla, “bütün şeytanları ve canavarları ve bütün Kruşçev’ci tipteki karşıdevrimci revizyonistleri tasfiye etmeleri ve sosyalist devrimi sonuna kadar götürmeleri” istenir. Duvar gazetesinde, ‘Pekin Parti Komitesi’nin üniversite işlerinden sorumlu iki üyesi ve üniversite rektörü Lu Ping isimleri verilerek şiddetle eleştirilir. Duvar gazetesinde, üniversitede ‘Kültür Devrimi’ hareketine getirilen kısıtlamalar eleştirilir. Üniversite rektörü ve ‘Pekin Parti Komitesi’ne ‘Kültür Devrimi’nin siyasi yönünü asgariye indirip, harekete akademik bir görünüp kazandırdıkları için eleştiri getirilir ve onların siyasi tartışmaları engellemeye çalıştıkları söylenir. Kitlelerin seferber edilmesinin gerekliliği vurgulanır. Parti içindeki revizyonist düşüncelere karşı da cesaretle savaşmanın gerekliliği belirtilir. Üniversite de duvar gazetelerinin asılması sonucu, rektör Lu Ping’in başkanlık ettiği ‘Üniversite Parti Komitesi’ derhal karşı saldırıya geçer. Ertesi sabah yüzlerce duvar gazetesi ortaya çıkar. Bunlarda Nieh Yuan-zu hedef tahtasına konulur. Mao Zedung, yönetime karşı mücadele eden üniversite öğrencilerine açık destek verir. Mao, Nieh Yuan-zu önderliğinde asılan duvar gazetesini savunur. Duvar gazetesinde yer alan yazıların radyo istasyonları aracılığı ile tüm Çin’e yayılmasını ister. Çen Boda, 29 Mayıs’ta Halkın Günlüğü gazetesinin yönetimini devralır. Halkın Günlüğü gazetesinde, Pekin Üniversitesi’ni “parti ve sosyalizm karşıtı inatçı bir kale” ve üniversite rektörünü de “kara çetenin lideri” olarak kınayan yazılar yayınlanır. Çalışma Gruplarının Ortaya Çıkışı 3 Haziran 1966’da Pekin İl Komitesi’nin yeniden yapılandırıldığını açıkladık. Aynı dönemde Pekin Üniversitesi’ne de bir çalışma grubu gönderilir. Daha sonraki günlerde, benzer çalışma grupları farklı kuruluşlara ve çeşitli çalışma alanlarına gönderilir. Çalışma grupları ilk defa 1964’te “Sosyalist Eğitim Hareketi” sırasında oluşturulmuştur. Hâlâ faal olan gruplar yeni görevlerini üstlenirler. Birçok yerde yeni çalışma grupları oluşturulur. Bu çalışma grupları, parti kadroları ve gençlik birliği üyelerinden oluşur. Bu çalışma grupları gönderildikleri yerlerin yabancısıdır. Bazı şehirlerde kadro sıkıntısı çekildiğinde, başka şehirlerden kadrolar getirilir. Bu çalışma gruplarının süresi elli gün olarak kabul ediliyordu. Çalışma gruplarının eski Pekin İl Komitesi liderlerine, Belediye Başkanı Peng Chen taraftarlarına karşı yürütülen hareketin başına geçmeleri öngörülür. Çalışma gruplarının diğer görevi, Peng Chen/Lu Ting-yi taraftarları ile ittifak kuran, ilişkide bulunanları ortaya çıkarmaktır. Çalışma Gruplarının İşlevleri Değiştiriliyor Mao Zedung, 1966 Haziran başında Pekin’den elli günlüğüne ayrılır. Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Liu Şaoçi’dir. Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi genel sekreteri Deng Siao-ping’tir. Deng Siao-ping ve Liu Şao-çi bu dönemde Merkez Komitesi’nin işlerini yö- 63 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 64 netir, çalışma gruplarının sorumluluğunu da üstlenirler. Aynı zamanda diğer eyaletlerdeki çalışma gruplarının faaliyetlerini izlemeye başlarlar. Çalışma gruplarının oluşturulmasında çizilen yön değiştirilir. Mao’ya göre çalışma gruplarının hedefi, burjuva yoldan gidenlerin açığa çıkarılmasıdır. Fakat Liu Şao-çi/Deng Siao-ping’in denetiminde çalışma grupları, revizyonist yoldan gidenlerle ilgisi olmayan parti örgütlerini hedef alır. Revizyonist yoldan gidenlere karşı mücadele eden partililerden özeleştiri yapmaları istenir. Çalışma grupları, kapitalist yolda gidenlere karşı mücadele edenleri, “kara çete” grubuna dahil olmakla suçlar. Çalışma grupları, insanların duvar afişlerinde düşüncelerini serbestçe ifade edebilmelerini kısıtlayan genelgeler yayınlar. Üniversite’de olup bitenlerin dışarda açıklanması yasaklanır. Çalışma gruplarının bu tavrı daha sonra ‘Kültür Devrimi’nin yayılmasına karşı düşmanca bir tavır olarak mahkûm edilir. Çalışma gruplarının bu yöntemleri ve tavırları sonucu huzursuzluklar çıkar. Kimi yerlerde öğrenciler/ işçiler, çalışma gruplarından yana veya çalışma gruplarına karşı olanlar diye ikiye ayrılır. Çelişkiler çeşitli biçimler almaya başlar. Çalışma gruplarından yana olanlar, olmayanlar hazırladıkları afişlerle birbirlerini suçlamaya başlar. Kimi çalışma grupları, kendilerini eleştirenleri karşıdevrimci olarak damgalamaya başlar. Gruplar arasında hakâret ve şiddete varan olaylar yaşanır. Okul ve fabrikalardaki birçok toplantı, bağrışıp çağrışma toplantıları haline gelir. Muhalefetteki işçiler ve öğrenciler, çalışma gruplarının yöntemine karşı kolektif bir mücadele yürütmek amacıyla amaç ve faaliyetlerini gizlemek zorunda kalır. Nispeten daha küçük gruplar halinde biraraya gelirler. Lise ve üniversitelerdeki bu direniş merkezleri, daha sonra “Kızıl Muhafızlar” diye bilinen örgütlenmenin nüvelerini oluşturur. Mao’nun Pekin dışında bulunduğu ve sağlığı konusunda spekülasyonların yapıldığı bu dönemde, Çin’de elli gün boyunca karmaşık bir durum ortaya çıkar. Çalışma grupları ile anlaşmayan ve bunların faaliyetlerine karşı direnmek isteyenler zor durumda kalır. 16 Temmuz 1966’da Mao Zedung’un Vuhan’da Yangze Irmağı’nda yüzdüğüne dair fotoğraflar Çin gazetelerinde yer alır. Bu tarihte Mao 72 yaşındadır. Mao’nun Yangze Irmağı’nda 14 km yüzmesine değişik anlamlar yüklenir. Haberlerin yayınlanmasından iki gün sonra Mao, Pekin’e döner. Bu dönem aynı zamanda ABD’nin Vietnam savaşını başlattığı bir dönemdir. kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Pekin’de olmadığı dönemi bölge örgütleri, öncelikle de ordu/parti örgütleri ve doğrudan emekçi kitlelerle, gençlerle temaslarla geçiren Mao, Pekin’e döndükten sonra “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nin sürdürüleceği siyasi ve ideolojik temelin onaylanması için Merkez Komitesi Plenumu’nu toplar. Bu plenum dört yıl aradan sonra toplanan ilk plenumdur. Plenum toplantısına bütün MK üyeleri katılır. Siyasal raporu Liu Şao-çi sunar. Liu Şao-çi raporunda, çalışma gruplarına yaklaşımının hatalı olduğunu kabul eder. Ancak, bu durumun bir çizgi hatasından ziyade açıklığın olmamasından kaynaklandığını öne sürer. Onbirinci Plenum’da iki belge kabul edilir. Birinci belge “ÇKP Sekizinci Merkez Komitesinin Bütün Üyelerinin Katılmasıyla Yapılan Onbirinci Genişletilmiş Oturumumuzun Resmi Tebliği”dir. Bu belge üç kısımdan oluşur. Birinci kısımda, ülkenin iç koşulları, ekonomik alandaki gelişmeler ve ideolojik sorunlara yer verilir. İkinci bölüm uluslararası durumla ilgilidir. Üçüncü bölüm “Mao Zedung Düşüncesi’nin Yüce Bayrağını Yükseklerde Tutalım” başlığını taşır. Bu bölümde, Mao Zedung’un Marksizm-Leninizme katkılar yaptığı belirtilir ve ‘Kültür Devrimi’ davasında yararlanmak üzere Mao’nun eserleri üzerine yoğun bir eğitim-kavrama çalışmasının yapılması çağrısı yapılır. Onbirinci Plenum’da kabul edilen ikinci belge “Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin Büyük Proleter Kültür Devrimi’ne İlişkin Kararnamesi” başlıklı belgedir. Bu belge onaltı maddelik karar olarak da bilinir. Bu belgede Liu Şao-çi ve Deng Siao-ping’in önderlik ettiği dönem çalışma gruplarının faaliyetleri açık bir şekilde kınanır. Bu belge, ‘Kültür Devrimi’nin planlı, programlı yürütülmesi için yol gösterici bir metindir. Bu belgede; ‘Kültür Devrimi’nin hedefleri açık bir şekilde ortaya konulur. Kapitalist yolu izleyen kişileri hadef alan belgede, bazı devrimcilerin hatalar yaptığı, zaaflar gösterebileceği söylenir. Kapitalist yolu seçenlerin direnişlerinin hâlâ sürdüğü ve partinin önderliğinde kitlelerin seferber edilmesi ile bu engellerin aşılacağı vurgulanır. Bu belgenin en önemli yanı kitlelere yapılan vurgudur. Kendilerini kurtuluşa götürmenin kitlelerin kendi ellerinde olduğu belirtilir. Kitleler adına/yerine herhangi bir şeyin yapılması metodunun kullanılma- ması söylenir. Kitlelere güvenilmeli vurgusu belgede önplana çıkar. Mao, partiye, “kitlelere güvenin”, “onlara inanın ve inisiyatiflerine saygı gösterin, korkuyu bırakın karışılıklardan korkmayın” der. Kadroları dört kategoriye ayıran belge, üçüncü kademedeki kadroların önemli hatalar yaptığı ve dördüncü kademeyi oluşturan kadroların ise parti aleytarı ve antisosyalist sağcılardan oluştuğu söylenir. Onbirinci Plenum belgelerinde Liu Şao-çi ve Deng Siao-ping’in isimlerinden söz edilmez. Onbirinci MK Plenumu, yeni Siyasi Büro üyelerini seçer. Liu Şao-çi, sıralamada ikinci sıradan sekizinci sıraya kaydırılır. Lin Piao, başkan yardımcısı ünvanıyla Mao’nun tek yardımcısı olur. Başbakan Çu Enlay, sıralamada üçüncü konumunu korur. Çen Boda, Kang Çeng ve Tao Çu Siyasi Büro Daimi Komite üyesi olurlar. Deng Siao-ping, yedinci sıradan altıncı sıraya getirilir. Görüldüğü gibi ‘Kültür Devrimi’nin bu aşamasında daha sonra kapitalist yolda gidenlerin enbaşında sayılanlar hâlâ Siyasi Büro üyesi konumundadırlar. Bu yapı ile fazla ilerlemek, “kapitalist yolcu”ların tasfiyesi mümkün değildir. 6 Ağustos 1966’da Mao Zedung, “Merkezi Bombalayın” “Karargâhları Bombalayın” başlıklı bir duvar afişi ile görüşlerini açıklar. Mao’nun isim vermeden “Karargâhları bombalayın” çıkışından sonra, Çen Boda, Kang Çeng, Sie Fu-çi ve diğer radikal sözcüler Liu Şau-çi’yi adını vererek eleştirmeye başlar. ✒ ÇKP’nin 1-12 Ağustos 1966 Tarihleri Arasında Yapılan MK 11. Plenumu “Kızıl Muhafızlar”ın Ortaya Çıkışı Onbirinci Plenum’da alınan kararların bir yansıması da “Kızıl Muhafızlar”ın ortaya çıkışıdır. “Kızıl Muhafızlar”, lise, üniversite, meslek okulu öğrencileri ve genç öğretmenlerden meydana gelen bir gençlik kitle örgütüdür. “Kızıl Muhafızlar”ın ortaya çıkışı, üniversitelerde çıkan ayaklanmaların ilk dönemlerine tekabül eder. İlk başlarda öğrenciler ve genç öğretmenler, burjuva eğitim metodları ve bu metodları uygulayanları eleştirmek için hücreler kurar. Çalışma grupları döneminde bu hücreler yarı legal çalışır. Onbirinci Plenum’dan sonra “Kızıl Muhafızlar”, sadece Pekin’de değil tüm Çin’de örgütlenmeye başlar. “Kızıl Muhafızlar”a sadece işçi/köylü çocukları kabul edilir. “Kızıl Muhafızlar”, kısa zamanda okullarda ve sokaklarda boy göstermeye başlar. Kolları üzerine takılan kırmızı bant “Kızıl Muhafızlar”ı simgeler. Kola takılan kırmızı bantın üzerinde “Kızıl Muhafız” yazısı yer alır. Bu yazının yanında küçük harflerle bağlı bulundukları müfreze ve okulun adı yazılıdır. “Kızıl 65 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 66 Muhafızlar”ın yaşları oniki ile otuz arasında değişir. Liseli, meslek okullu öğrenciler çoğunluğu meydana getiriyordu. “Kızıl Muhafızlar”, önderlerini kendi seçiyorlardı. Önderler, kendilerini seçenler tarafından her an görevden alınabilirlerdi. “Kızıl Muhafızlar”ın askeri bir yapılanması yoktu. Silahlı değillerdi. “Kızıl Muhafızlar”ın amacı ‘Kültür Devrimi’ne halkın geniş çapta katılmasını sağlamaktı. Bu dönemde proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin çok uzun süreceği propagandası yapılır. Feodal kültür ve etkilerine karşı savaş açılır. Tabii bu belki tarihin gördüğü en geniş katılımlı kitlesel devrim hareketinde feodal ve gericiliğe karşı mücadele edilirken kimi aşırılıklar da kaçınılmaz olarak ortaya çıkabiliyordu. Mao Zedung, 1 Ağustos 1966’da hareketin başladığı Çinghua Üniversitesi ortaokulundaki “Kızıl Muhafızlar”a desteğini ifade eden bir mektup yazar. Bu mektup, o zamana kadar başkentte kapalı kalan “Kızıl Muhafız” örgütlerinin bütün Çin’e yayılmasının bir işareti olur. 18 Ağustos’ta Siçuan ve Guangdong gibi uzak bölgelerden gelen bir milyon “Kızıl Muhafız”, Tienanmen Meydanı’nda devasa gösteri gerçekleştirir. “Kızıl Muhafızlar”, devrimci şarkılar söyleyerek, kızıl ipek bayraklar ve Mao’nun resimlerini taşıyarak meydana yürür. Tienanmen meydanındaki gösteriler her onbeş günde bir tekrarlanır. Mao’da ilk gösteriye katılır ve bir “Kızıl Muhafıza” kırmızı kol bandı takar. Mao, bu tavrıyla “Kızıl Muhafızlar”ı desteklediğini kamuoyu önünde ortaya koyar. Onbirinci Plenum’da alınan kararlar kısa zamanda uygulamaya konulur. İşçiler ve öğrenciler aynı safta birleşir. Çalışma grupları mahkûm edilir. “Kızıl Muhafızlar”, fabrikalara giderek işçilerle bağ kurar. Fabrikalarda da “Kızıl Muhafızlar”ın örgütlenmelerine benzer örgütlenmeler oluşturulur. İşçi-öğrenci örgütleri, şehir ve eyalet seviyesinde ortak önderlik merkezleri kurulur. Bu bağlamda şu bilinmelidir. Onbirinci Plenum’la birlikte Pekin Belediye Başkanı ve yandaşları görevden alınmıştır. Kapitalist yoldan giden partinin kimi üst kurmayları ise hâlâ görevlerinin başındadır. Bunlar yetkilerini kullanarak, öğrencilerin/işçilerin mücadelesini engellemeye çalışır. Ağustos 1966 başından Ekim ayına kadar ‘Kültür Devrimi’ bütün Çin’e yayılır. Ama devrimin boyutlarının beklenen ölçüde büyüdüğü söylenemez. Mao taraftarları çalışma gruplarına son vermiş, “Kızıl Muhafızlar”ın yaratılmasıyla kitle hareketi ileriye ta- şınmıştır. Ağustos 1966 sonunda, Mao Zedung, ülke çapında bir ulaşım hareketinin başlatılması kararını onaylar. “Kızıl Muhafızlar”a ‘Kültür Devrimi’nin ilkelerini yaymak için bütün ülkeyi dolaşmaları için ücretsiz tren pasoları verilir. Çelişmeler Keskinleşiyor 3 Ekim 1966’da Kızıl Bayrak’ın 13. sayısı yayınlanır. Kızıl Bayrak’ın bu sayısında yayınlanan bir makalede, ‘Kültür Devrimi’nin yeni bir aşamaya yönlendiği görülür. Makalede, ‘Kültür Devrimi’nin başlangıcından bu yana parti içerisinde, Mao’nun çizgisine karşı bazı önderler tarafından yürütülen karşıdevrimci bir çizginin olduğu belirtilir. 23 Ekim’de Liu Şao-çi’nin Merkez Komitesi önünde özeleştiri yaptığını belirten duvar gazeteleri asılır. Bu özeleştirinin tatmin edici olmadığı ve sorunları çözümlemediği de yazılır. 3 Kasım’da “Kızıl Muhafızlar”, Tienanmen Meydanı’nda bir gösteri düzenler. Lin Piao, bu gösteride yaptığı konuşmada, parti içerisinde iki çizgi mücadelesinin varlığını açıkça belirtir. Bu döneme kadar ‘Kültür Devrimi’ esas olarak işçi sınıfının dışında yürür. 1966 sonbahar aylarında işçi sınıfının hareketlenmesi artar. ‘Kültür Devrimi’, başkent Pekin’den Heylungkiang (eski Mançurya) ve Şanghay endüstri merkezlerine kayar. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü 10 Kasım 1965’te Vu Han’ın oyununu eleştiren makalenin yayınlanması Şanghay Parti Örgütü’nün organize ettiği bir eylemdir. Şanghay Parti Örgütü’nde öne çıkan Yao Ven Yüan ve Çang Çun-çiao 1966 yazı başında Pekin’e çağrılır. Haziran 1966’da Şanghay’da çalışma grupları oluşturulur. ÇKP Onbirinci Plenumu’ndan sonra bu çalışma grupları dağıtılır. “Kızıl Muhafızlar”, ülkenin her yanına yayıldıkları sırada, Şanghay’da adeta Pekin’den gelen “Kızıl Muhafızlar”ın istilasına uğrar. Şanghay’da “Kızıl Muhafızlar”ın yoğun bir şekilde görünür hale gelmesinden Şanghay İl Parti Örgütü hoşnut kalmaz. “Kızıl Muhafızlar”ın olay çıkaracağı endişesi hakim olur. Şanghay İl Parti Örgütü, Pekin’li “Kızıl Muhafızlar”ın Şanghay’lı “Kızıl Muhafızlar”la ve işçilerle bağ kurmasını engellemeye çalışır. 31 Ağustos 1966’da bir olay meydana gelir. Pekin’li “Kızıl Muhafızlar”, Şanghay’lı bazı “Kızıl Muhafızlar”la ilişki kurarak ortak bir heyet oluşturur. Bu heyet il yöneticilerine başvurarak miting yapma talebinde bulunur. İl yönetimi heyetle görüşmeyi ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası rededer. “Kızıl Muhafızlar” bunun üzerine il yönetimi binasının girişini işgal eder. İşgal 4 Eylül’e kadar sürer. Şanghay’da büyük karışıklıklar başgösterir. İl komitesi, işgale başvuranları antisosyalist olarak tanımlar. İşgali sona erdirmek için karşı bir gösteri örgütlenir. Ve şiddet olayları meydana gelir. Çen Pen-sien, Doğu Çin Bürosu Parti Komitesi birinci sekreteridir. Şanghay Belediye Başkanı Zao Ti-çiu’dur. Çen Pen-sien ve Zao Ti-çiu, Şanghay’da ‘Kültür Devrimi’ hareketini sıkı bir kontrol altında tutma ve kendi kabul ettikleri sınırlar içinde bulundurmaktan yanadır. Şanghay yöneticilerinin verdiği talimatlar sonucu, duvar gazetelerinin asılması ve tartışmalar asgari düzeye iner. Şanghay sokaklarında çatışmalar ve kıyasıya bir mücadele yaşanır. Çen Pensien ve Zao Ti-çiu’nun bürokratik uygulamalarına karşı amansız bir mücadele başlar. Şanghay işçi nüfusunun yoğun olduğu bir şehirdir. Şanghay’da “Kültür Devrimci İşçi Örgütleri” kurulmaya başlanır. İşçi örgütleri, “Kızıl Muhafızlar”ın faaliyetlerini desteklemeye başlar. Kasım 1966’da “Şanghay İşçileri Devrimci Karargâhı” kurulur. Bu karargâh, Şanghay’daki çeşitli fabrika örgütlerinden gelen temsilcilerden oluşur. “Şanghay İşçileri Devrimci Karargâhı”, Çen Pensien ve Zao Ti-çiu’ye karşı saldırı kampanyası başlatır. Bu iki mahalli önderin suç işlediği, “Kızıl Muhafızlar”ın faaliyetlerini sınırladığı ileri sürülür. Şanhgay sokaklarında onları teşhir eden, halk düşmanı ilan eden duvar gazeteleri asılır. Şanghay’da işçilerin bir bölümü, İl Komitesi’nin etkisi altındadır. İşçiler ikiye bölünür. Fabrikalarda işçiler arasında şiddetli çarpışmalar çıkar. “Şanghay İşçileri Devrimci Karargâhı” örgütüne karşı, “Mao Zedung Kızıl Savunma Müfrezesi” kurulur. Dafakto iki işçi örgütü ortaya çıkar. Her iki örgüt, birbirlerini Liu Şao-çi’nin çizgisini uygulamakla suçlar. “Şanghay İşçileri Devrimci Karargâhı”, Çen Pen-sien ve Zao Ti-çiu’den özeleştiri vermelerini talep eder. Her ikisi de burjuvaziye karşı ayaklanmayı desteklediklerini öne sürerek özeleştiri yapmayı reddeder. Karargâh, Pekin’e bir heyet gönderir. Şanghay olayları rapor edilir. Bunun üzerine Çang Çun-çiao, Şanghay’a gönderilir. Şanghay’da, İl Komitesi yöneticileri de, İl Komitesi yöneticilerine karşı çıkanlar da Mao’yu savunduklarını, Mao’nun çizgisinde olduklarını açıklar. Parti sloganlarını benimseme ve kullanmada her iki grup birbiriyle yarışır. Çang Çun-çiao, Çen Pen-sien ve Zao Ti-çiu’nun tavırlarına çok kızdığını her yerde açıklar. Çen Pen-sien ve Zao Ti-çiu’nun etkisindeki kadroları koparmak için büyük bir mücadeleye girişir. 18 Aralık 1966’da Çang Çun-çiao’nun mücadelesi sonuç verir. Birçok komite üyesi, Çen Pen-sien ve Zao Ti-çiu’yu tanımadığını açıklayan duvar gazetelerini asar. Şanghay’da taraflar arasındaki kıyasıya müca- 67 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası dele Ocak 1967’e kadar devam eder. Bu mücadele şiddeti de içeren kıyasıya bir iktidar mücadelesidir. 11 Ocak 1967’de, ÇKP Merkez Komitesi, Devlet Konseyi, Merkez Komitesi Askeri Komisyonu, Kültür Devrimi’nden Sorumlu Grup, “Şanghay Devrimci İsyan Örgütlerini Selamlama Mesajı” gönderir. Bu selamlama mesajı bütün ülkede radyodan duyurulur. Çen Pen-sien ve Zao Ti-çiu sarsılır. Çünkü parti yönetimi açıkça isyancılardan yana tavır takınır. Şanghay’da iktidar el değiştirir. 1967 Ocak ayının sonunda Kızıl Bayrak’ın yeni sayısı çıkar. Bu yeni sayıda, proleter devrimcilerin, parti içinde yetki sahibi olan ve kapitalist yolu tutan ve böylelikle de Şanghay ilinin, siyasi, ekonomik ve kültürel gücünü ellerinde bulunduran bir avuç kişinin ellerinden iktidarı almak için birleştiği belirtilir. Böylece ‘Kültür Devrimi’ sırasında iktidarın el değiştirmesi ilk defa Şanghay’da gerçekleşir. 5 Şubat 1967’de Şanghay Komünü kurulur. Şanghay Komünü daha sonra Şanghay Devrimci İl Komitesi adını alır. Şanghay’daki mücadele Ocak devrimi olarak adlandırılır. Şubat 1967’de Yaşanan Gelişmeler 68 Çin sokakları Şubat 1967’de olağanüstü bir görünümdedir. Duvarlar, dükkan camekanları, kaldırımlar, afişlerle, büyük harf sloganlarla ve karikatürlerle doludur. Sokak propagandasının hedefinde şimdi doğrudan Liu Şao-çi, eşi Vang Kuang-mey, Deng Siao-ping ve Tao Çu vardır. ‘Kültür Devrimi’, sokak sanatına da yeni bir ivme kazandırır. Öğrenciler, işçiler yürüyerek ya da kamyonlar içinde miting heyecanıyla gelip gider. Mitingleri Mao potreleri dalgalandırır. Kalabalıklar toplanır ve bilgi alışverişinde bulunur. Görülmemiş ölçüde bildiriler dağıtılır. İşçi örgütleri ve “Kızıl Muhafızlar”ın gazeteleri satılır. Pekin’de 200 kadar gazete düzenli olarak satılır. ÇKP resmi parti yayınları, ‘Kültür Devrimi’nin gidişatı hakkında ketum davranır. Resmi olmayan yayınlar ise, ‘Kültür Devrimi’nin devrimci tartışmalarını, kavgalarını ve sapmalarını daha canlı bir şekilde yansıtır. Çin’deki günlük gelişmeler, olaylar resmi olmayan basından izlenir. Resmi olmayan basın, Liu Şao-çi, Deng Siao-ping ve Tao Çu’nun isimlerini vererek eleştirir. ÇKP resmi basınında henüz bu kişilerin adları verilerek eleştiri getirilmez. Şanghay’da iktidarın el değiştirmesini, Singtao, Şangtun, Şansi, Heylungkiang ve Kveyçov takip eder. Böylece Mao Zedung karşıtı unsurlar birbiri ardına görevden uzaklaştırılır. ‘Kültür Devrimi’nin genç mi- litanları hükümet sahnesine gelir. Bu başarı henüz sınırlıdır. Çin’in genişliği, mahalli şartların çeşitliliği ve farklılığı, ‘Kültür Devrimi’nin ülkenin her yerinde aynı tempoda ve uyum içinde gelişmesini imkansızlaştırır. İktidar birçok yerde hâlâ ‘Kültür Devrimi’ karşıtlarının elindedir. Parti basını, Şanghay ve diğer kimi şehirlerde iktidarın el değiştirmesini över. Böylece diğer bölgelerin de bu yolu izlemesi teşvik edilir. ‘Kültür Devrimi’, sağ ve sol akımların ardarda birbirinin yerini alması hareketi olarak ta görülebilir. Çünkü gruplar arasında kıyasıya bir iktidar mücadelesi yaşanır. Her kademede kitlelerin yürüttüğü ateşli bir faaliyet vardır. Kitle demokrasisinin birçok durumda “kendiliğindenciliğe” yol açtığı bir dönemdir bu. Birçok halde açıkça belirlenen siyasi yönelimin dışına taşılır. Bu dönemde kitle örgütlerinin hatalarını düzeltmesi için bir basın kampanyası başlatılır. Parti basını, halkın büyük ittifakının sağlanması yönünde çaba harcanması gerektiğinin üzerinde durur. Bu ittifakın işçilerden ve parti kadrolarından oluşacağı, belirli okul ya da kurumlarda Mao taraftarlarının çoğunluğu sağlayacağı belirtilir. Revizyonistlerin nüfus içindeki gücünün %5’ten fazla olmadığı açıklanır. Basın kampanyasının ikinci ayağı kadro sorunu ile ilgilidir. Kadroların saflığını bozmayı başaran devrim düşmanlarının sayıca az olduğu ve onları saf dışı bırakmak için yürütülecek mücadelenin akıllıca yürütülmesi gerektiği belirtilir. 8 Ağustos 1966’da yayınlanan onaltı madde kararı yeniden hatırlatılır. Merkez Komitesi Propaganda Bölümü, Mao Zedung’un kadrolarla ilgili sözlerinden alıntılar içeren duvar gazeteleri hazırlar. Bu kargaşa döneminde bir dizi devrimci kadro da işten atılır, haksızlığa uğrar. Mao yanlısı siyasetin ilan edilmesinde öncü rolü oynayan isyancı kitlelerle, muhalefetin etkisinde bulunan örgütler arasında önemli çelişmeler yaşanır. Bu çelişmeler anlaşılırdır. Anlaşılır olmayan Mao yanlısı kitlelerin arasındaki çelişmelerdir. Kapitalist yolda gidenlere karşı, öğrenciler/işçiler ayaklanmıştır. Ama ayaklananların kendi içerisinde sağlam bir birlik yoktur. Partili ve partili olmayanlar arasında ciddi çelişmeler su yüzüne çıkar. Bu dönemde, revizyonistlere karşı ayaklanan kitlelerin bölünmesi ‘Kültür Devrimi’nin hedefi olan revizyonistlerin işine yarar. Bunlar hızla işe girişir. Kendiliğinden oluşan aşırılıkların yol açtığı huzursuzlukları kötüye kullanır. Andaki durumdan memnun olmayanları ve ılımlı kişileri harekete geçirmeye çalışır. İktidarların el değiştirmesini aşağılamaya yel- Bu kargaşa ortamında ekonomik alanda kimi sıkıntılar meydana gelir. Bazı komünlerde stoklar dağıtılmaya başlanır. Bu dağıtılan stokları yeniden değerlendirmek ve hesap defterlerini değiştirmek için çalışma puanları uydurulur. Fukien, Kiangsi ve Yunnan’da ciddi huzursuzluklar başgösterir. Tarım ürünleri, parti komitelerinin örgütsüzlüğünden dolayı kötü bir durumdadır. Bu nedenle HKO devreye sokulur. HKO ekonomist akımın etkilerine karşı gelmeye çalışır. Askeri kadrolar, üretim ekiplerini yeniden düzenlemek için üretimin azaldığı bölgelere çalışmaya gider. Kültür Devrimcileri HKO’dan onun solu desteklemesini istemektedir. 25 Ocak 1967’de yazılan bir makalede ordunun bu görevi ilan edilir. Ordunun bir görevi maruz kaldıkları saldırılar karşısında isyancı örgütleri korumaktır. Bu yüzden askerlerden propaganda ekipleri oluşturulur. Bu ekipler on kişiden oluşur ve silah taşımaz. Bu askeri ekipler, okullara, fabrikalara giderek tartışmalara katılır. Amaçları kargaşalık içinde yozlaşmaları engellemektir. Bu askeri ekiplerin karar verme, emir verme yetkisi yoktur. Ocak 1967’ye kadar HKO’ nun ana gövdesi olayların dışındadır. Ocak 1967’de, Mao Zedung, HKO Kültür Devrimi Grubu’nun başkanı Liu Çikian’ı görevden alır. Liu Çikian’ın görevden alınması, Liu Şaoçi’nin burjuva çizgisinin asker destekçilerinin aranıp bulunması yönünde hareketin başladığını gösterir. Liu Çikian, askeri eğitim okullarındaki öğrencilerin bölge ordu komutanlarını taciz etmekten vazgeçirmeye çalışır. Askeri öğrencilerin taşkınlıklarının önlemek için, Askeri Komisyon’un günlük işlerinden sorumlu olan Ye Kianying ve üç HKO mareşalinin (Çen Yi, Nie Rongçen ve Su Siangçian) desteğini alır. Liu Çikian, bu faaliyetlerinden dolayı yedi yıl hapis cazasına çarptırılır. Liu Çikian’ın görevden alınmasından üç gün sonra, “herhangi bir kişinin ya da örgütün HKO organlarına saldırması”nı yasaklayan bir merkez talimatı onaylanır. Ancak HKO’da bundan sonra da kimi olaylar meydana gelir. kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Kültür Devrimi ve Halk Kurtuluş Ordusu (HKO) Sinkiang’da önemli bir olay olur. Bir alay komutanı Şihezi kasabasındaki radikalleri hizaya getirmek için askeri bir birlik gönderir. Çatışma çıkar ve yüzlerce kişi yaralanır. Siçuan’da ordu kışlasına saldıran bir Kızıl Muhafız gücü ve isyancı önderler silahsızlandırılır. Önderleri tutuklanır. Çinghay eyaletinde, askeri bölge komutanı radikallerin iktidarı ele geçirdikleri ve birçok gazetecinin dövüldüğü yerel parti gazetesinin bürolarını kuşatmak için asker gönderir. Radikaller teslim olmayı red eder. Askerler saldırır ve 170’ten fazla insan ölür. Buhan’da bir parti gazetesinde, iktidarı ele geçirme konusunda çıkan anlaşmazlık sonucu bin kişi gözetim altına alınır. Bazıları hapse konur. Görüldüğü gibi 1967 Şubat’ında HKO Kültür Devrimi konusunda kendi içinde bir iktidar mücadelesi yaşamaktadır. ✒ tenir. Bu muhalefet Mao’nun deyişiyle “kızıl bayrakla savaşırken, kızıl bayrağı dalgalandırma” taktiğini uygular. Muhalefet halkın kafasını bulandırmak için taktikler geliştirir. Kapitalist yolculara karşı isyan edenleri parti düşmanları olarak damgalar. Çin’in Kruşçev’i Liu Şao-çi’ye Karşı Mücadele Başlıyor Bu dönemin zorlukları var. Mao taraftarları arasında bölünmeler ön plana çıkar. Kimileri kitlelerin rolüne kimileri ise kadroların önemine dikkat çeker. Liu Şao-çi’ye karşı açık ideolojik mücadele başlar. Bu ideolojik mücadele, siyasi, askeri ve ekonomik hayatın bütün alanlarını kapsar. Liu Şao-çi’ye karşı yürütülen kampanyaya geniş yığınların katılması için çaba gösterilir. 1 Nisan 1967’de Halkın Günlüğü ve Kızıl Bayrak’ta, isim verilmeden Liu Şao-çi’ye, “kapitalist yolu benimseyen en yüksek görevli” veya “Çin’in Kruşçev’i” denilerek uzun bir eleştiri yazısı yayınlanır. Yayınlanan “Yurtseverlik Ya da Ulusal İhanet” başlıklı makalenin bizzat Mao tarafından gözden geçirildiği iddia edilir. 1950’de yapılan ve İmparator Guangsu zamanını anlatan bir film vardır. Mao söz konusu film gösterime girdiğinde Bokser İsyanı’nı karaladığı için bir ihanet olarak değerlendirip kınamıştır. Liu Şau-çi’nin bu filmi onayladığı söylenir. Halkın Günlüğü ve Kızıl Bayrak’ta yayınlanan bir makalede, ağırlıklı olarak bokserlerin, tıpkı “Kızıl Muhafızlar” gibi devrimci oldukları ve Liu Şao-çi’nin filme verdiği desteğin bizzat gerçekleştirdiği diğer pek çok ihanet eyleminin paradigmasını oluşturduğu söylenir. Liu Şao-çi’ye karşı başlatılan kampanya, “Çin’de Büyük Devrimci Kitle Eleştirisi” olarak anlandırılır. Bu kampanyaya Çin halkının önemli kesimi katılır. Okullarda, üniversitelerde, fabrikalarda, hizmet kollarında ve kitle örgütlerinde revizyonist eğilimlerin yer aldığı biçimleri açıklayan duvar gazeteleri hazır- 69 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası lanır ve asılır. Parti denetimindeki bütün propaganda araçları harekete geçirilir. Liu Şao-çi’nin ‘Kültür Devrimi’ sırasındaki çalışma grupları döneminde oynadığı rol üzerinde durulur. Ayrıca daha önce “Büyük İleri Atılım” ve “Sosyalist Eğitim Hareketi” kampanyasına Liu Şao-çi’nin karşı çıktığı belirtilir. ÇKP Merkez Komitesi bürolarında çalışan genç görevliler ve korumalar kendilerine “Çongnanhay İsyancıları” adını verir. Çongnanhay devlet başkanı konutuna verilen addır. 6 Nisan 1967’de, “Çongnanhay İsyancıları” birkez daha (Daha önce 3 Ocak 1967’de, “Çongnanhay İsyancıları” Liu Şao-çi’nin özel konutuna giderek onunla konuşmuş, onu uyarmıştır) Liu Şao-çi’nin konutuna giderler. Liu Şau-çi’yi, Çi Penyu’nun Halkın Günlüğü ve Kızıl Bayrak’ta yazdığı makale hakkında sorguya çeker. Ertesi gün Liu Şauçi, evinin önüne duvar afişi asarak ihanet iddialarını reddeder. Duvar afişi birkaç saat sonra parçalanır. Pekin sokaklarında hergün onbinlerce kişi toplanır ve yürüyüş yapar. Kahrolsun Liu, Deng, Tao sloganları atılır. Karikatürler ve afişler her tarafa asılır. Şanghay, Nanking, Şansi, Şantung ve birçok eyalette, Pekin’de yapılan gösterilere benzer gösteriler yapılır. 10 Nisan 1967’de, Pekin Zinghua Üniversitesi’nde ikiyüzbin kişinin katıldığı kitle toplantısı yapılır. Bu toplantıda Liu Şao Çi’nin eşi Vang Kuang-mey ve yardımcılarına karşı bir dizi suçlama yöneltilir. Bu toplantı belgesel olarak filme alınır ve diğer eyaletlerde de gösterilir. Gelişmeler Temmuz ayında zirveye ulaşır. 18 Temmuz 1967’de, sokaklarda yüz binlerce insan toplanır. O akşam “Çongnanhay İsyancıları”, önderlerin oturduğu binaların çevresinde bir toplantı düzenler. Liu Şau-çi ve eşi kurulan sahneye çıkarılarak iki saat boyunca ayakta, kendilerini eleştirenlerin konuşmalarını dinlemek zorunda kalır. İki buçuk hafta sonra aynı işlem yeniden tekrarlanır. 7 Ağustos 1967’de, Liu Şao-çi, Mao Zedung’a devlet başkanlığı görevinden istifa ettiğini bildiren bir not yazar. Not karşılıksız kalır. Kısa süre sonra Liu Şaoçi’nin karısı Vang Guang-mey tutuklanır, hapsedilir. Çocukları kırsal kesimde çalışmaya gönderilir. Önderlerin oturdukları evlerin etrafında yapılan toplantılar sona erer. Bundan sonra Liu Şau-çi ev hapsinde tutulur. Vuhan’daki Olaylar 70 Dönemin Vuhan valisi Vang Jen-cung’tur. Vuhan valisi, Tao Çu ile yakın ilişki içerisindedir. Haziran 1967’de Vuhan valisi görevden alınır ve göz hapsinde tutulur. Vuhan’da muhalefet güçlüdür. Vuhan’da büyük kitle örgütleri kurulur. “Bir Milyon Kahraman” adlı kitle örgütü, Tao Çu ve Vang Jen-cung tarafından el altından desteklenir. Diğer kitle örgütü ise “Vuhan İşçileri Genel Karargâhı”dır. Karargâh, özellikle orta dereceli okullar ve üniversite öğrencilerinden oluşur. 19 Haziran 1967’de bu gruplar çatışır. Yangze Irmağı üzerinde bir köprüde şiddetli çarpışmalar meydana gelir. Birkaç kişi yaşamını yitirir. Vuhan askeri bölge komutanı olan Çen Zai-tao, solu temsil ettiklerini iddia ettiği “Bir Milyon Kahramanlar”ı destekler. Pekin, Vuhan’da meydana gelen olaylardan endişe duyar. Üç yüksek rütbeli görevli (Çu En-lay, Vang Li ve Sieh Fu-çih) Vuhan’a gönderilir. Bu üç görevli Vuhan’da tartışmalar yürütür ve görüşmeler yapar. Çu En-lay Pekin’e geri döner. Vang Li ve Sieh Fu-çih ile askeri önderler arasında toplantılar yapılır. Vang Li ve Sieh Fu-çih mahalli önderlere, ‘Kültür Devrimi’nden Sorumlu Komite’nin “Bir Milyon Kahraman”ın desteklenmesini doğru bulmadığını anlatır. Vuhan askeri bölge komutanı, bu durumdan memnun kalmadığını belirtir. 19 Temmuz gecesi şehir boydan boya duvar gazeteleri ile donatılır. “Vang ve Sieh Vuhan’dan Defolun” sloganı bunların temel sloganıdır. Vang Li, ‘Kültür Devrimi’nden Sorumlu Grubun üyesi ve prapaganda şefidir. Sieh Fu-çi, Güvenlik Bakanı ve Pekin Devrimci Komitesi Başkanı’dır. 20 Temmuz sabahı Vang ve Sieh’in kaldığı evin etrafı çevrilir. Vuhan askeri bölge komutanının desteği ile Vang Li alınıp götürülür. Sieh Fu-çih tutuklanır. Vang Li, sürüklenerek bir askeri arabaya atılır ve dövülür. Vang, askeri karargâha götürülür. Askeri karargâhın etrafında toplanan kişiler, “Vang’ı ‘Kültür Devrimi’nin yönetiminden atalım. “Vang, Mao’nun proletarya karargâhını temsil edemez” sloganlarını haykırır. “Bir Milyon Kahramanlar” diğer gruplara karşı saldırıya geçer. Şehrin herbir yanına yayılan hopörlerle, Mao’nun gerçek taraftarları olduklarını onlara muhalif olanların ise tepeden tırnağa silahlanmış olan gerici komandolar olduğu propagandası yapılır. Pekin, Vuhan olaylarını öğrenir öğrenmez gerekli tedbirleri alır. Çu En-lay tekrar Vuhan’a gönderilir. Çen Zai-tao, Çu En-lay’ı tutuklamaya çalışır. Başka askeri birlikler, karadan ve havadan Vuhan’a gelir. Askeri birlikler Vang Li’yi kurtarır. Mao, “Bir Milyon Kahramanlar”ı tanımadığını belirten bir mesaj gönderir. Mao, “Vuhan İşçileri Genel Karargâhı” ve Kültür Devrimi Önderliği Yeniden yapılandırılıyor 1968 Yılı... Mücadele Devam Ediyor... 1967 yazı Çin’de hararetli yaz aylarıdır. ‘Kültür Devrimi’nin yol açtığı gerilim had safhaya varır. Mücadelenin en kritik en gergin anları yaşanır. Birçok şehirde ve eyalette iktidar değişiklikleri meydana gelir. Kitle örgütleri giderek daha çok ikiye bölünme eğilimi gösterir. İktidar değişikliklerinin gerçekten devrimci mi, yoksa devrimcilik kılıfı altında revizyonist bir hareket mi olduğunu belirtmek zordur. Çin sokaklarında tam bir duvar gazetesi savaşları yaşanır. Diğer taraftan ülkeyi içine girilen kaos durumundan kurtarmak, ‘Kültür Devrimi’ni partinin ML kanadının önderliği altında yönetilebilir bir devrim hareketine dönüştürebilmek için kimi tedbirler alınmaya çalışılır. Bir dönem baş üstünde tutulan kimi önderler, daha sonra revizyonist olarak suçlanıp görevlerinden alınır. Lin Çieh, Vang Li ve Kuan Feng ‘Kültür Devrimi’nden Sorumlu Grup’tan atılır. Büyük harfli afişler ve resmi yayınlar kanalıyla aşırı solcuların kötü hareketlerini teşhir etmek için geniş bir kampanya başlatılır. Kendilerini aşırı solcu olarak tanıtanlara dikkat çekilir. Bunların kendilerini gizleyen sağcılar olabileceği belirtilir. Vang Li ve taraftarlarının gizli bir örgüt (Onaltı Mayıs Örgütü) kurduğu iddia edilir. “Onaltı Mayıs” grubuna karşı kampanya genişletilir. Pekin sokaklarında Vang Li, Lin Çieh ve Kuan Feng’i suçlayan afişler asılır. Pekin sokaklarının çeşitli köşelerinde gazeteler satılır. Bu gazete makalelerinde, “Onaltı Mayıs” grubunun geçmişi anlatılır ve önderlerinin isimleri verilir. Sonraki yıllar içinde 10 milyon insan “Onaltı Mayıs” grubuna ait olduğu gerekçesiyle damgalanır. Üç milyondan fazla insan gözetim altına alınır. Vang Li’nin nüfuzunun çok güçlü olduğu iddia edilen Dişişleri Bakanlığı’nda iki binden fazla diplomat tasfiye edilir. “Kızıl Muhafızlar”ın konumu önceki yıllarla karşılaştırıldığında oldukça gerilemiştir. Çeşitli eyaletlerde devrimci komitelerin oluşturulması, çeşitli aralıklarla basın tarafından ilan edilir. Üniversite ve yüksek okul öğrencileri derslerine devam etmeye başlar. Öğrenimde yeni bir plan devreye sokulur. Bu plana göre; öğrenciler sabahları derslerine devam eder. Öğleden sonra ise zamanlarını ‘Kültür Devrimi’ne ayırır. Fikir ayrılıkları devam eder ama artık eski hararetli, sert tartışmalar geride kalır. HKO’nun ek propaganda grupları yeni fabrikalara gönderilir. Mart 1968’de ‘Pekin Devrimci Komitesi’ içindeki çatışma şehrin sokaklarına yayılır. Lin Çieh’e saldıran afişler sokaklarda yer alır. Saldırının arkasında ‘Pekin Devrimci Komitesi’nin üyesi olan bir kadın militan vardır. Bu kadın militanın adı Nieh Yuan-zu’dur. Nieh Yuan-zu, 25 Mayıs 1966’da Pekin Üniversitesi duvarlarına astığı afişler ile ünlenir. Lin Çieh ile Nieh Yuan-zu uzlaştırılmaya çalışılır. Bu çabalar başarısızlıkla sonuçlanır. Polemikler devam eder. Pekin Üniversitesi’nde iki büyük öğrenci örgütü vardır. Lin Çieh ve Nieh Yuan-zu, birbirlerine karşı taraftar toplamaya başlar. Mart ayı boyunca Pekin sokaklarında karşılıklı yürüyüşler yapılır. Afişler asılır. Üniversite bahçesinde kavgalar olur. Bu kavgaların birinde Nieh Yuan-zu bıçakla yaralanır. Yarası ağır değildir, iyileşir. Pekin dışında huzursuzluk olan bölgelerden biri de Kuvangtun’tur. Karışıklıklar hiçbir zaman 1967 boyutlarına ulaşmaz. Rakip gruplar arasında çatışmalar olur. Ordu çatışma bölgelerinde nöbet tutar. Mao ve parti önderleri, hareketin yavaşladığı ya da durduğu bölgelerde hareketi sürdürmek amacıyla işçi sınıfına çağrıda bulunur. Temmuz 1968’de Mao’nun isteği üzerine “işçi denetim grupları” kurularak kavganın doğrusu / doğrunun kavgası ‘Kültür Devrimi’ne göre; kitleler bazı önderleri alaşağı etmeli, onların hem siyasi hem de ideolojik çalışmalarının olumsuz yanlarını inceleyerek değerlendirmeli ve sonra da bütün bu yönleri tamamen devrimci anlamda değiştirmelidir. Sanat, öğretim, devlet idari mekanizması de değiştirilmelidir. Bunun uygulanabilmesi için de, fabrikalarda, okullarda, sanat ve eğitim kurumlarında, devrimci komiteler ağının kurulması gerekir. ‘Kültür Devrimi’ devasa bir kitle hareketidir. Ama bu kitle hareketinde küçümsenmeyecek oranda hatalar da yapılır. ✒ Kızıl Muhafız müttefikleri desteklediğini belirtir. Mao’nun destekleme mesajı, şehrin bütün kavşaklarında hoparlörlerle yayınlanır. Vuhan’a yollanan deniz kuvvetleri personeli binlerce broşür dağıtır. Sieh Fu-çih özgürlüğüne kavuşur. Düzeni korumak için gerekli önlemler alınır. “Bir Milyon Kahramanlar” silahsızlandırılır. Üyeler silahlarını askeri yetkililere teslim eder. Stratejik noktaların işgali son bulur. Yavaşlatılan veya durdurulan işler yeniden yoluna girer. Çen Zai-tao tutuklanarak Pekin’e gönderilir. Vuhan’a yeni askeri önderler atanır. 71 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 72 bunlar üniversiteler ve devlet dairelerine yollanır. İşçilerin üniversitelere gönderilmesi, öğrencilerin fabrikalara gitmesiyle başlayan ‘Kültür Devrimi’nin ilk aşamalarına bakıldığında ilginç bir değişikliği gösterir. İşçi grupları, ‘Kültür Devrimi’ sırasında militan bir rol oynayan işçilerden seçilir. İşçi gruplarının görevi, hizipleri silahsızlandırmak ve tutucu örgütlerin önderlerini ortaya çıkarmaktır. İşçilere, sadece kadrolar meselesini çözümleme değil aynı zamanda eğitim programının gözden geçirerek değiştirme görevi de verilir. Yaz aylarının sonunda yeni bir faaliyet dalgası eser. Eğitim kurumlarında tepeden tırnağa bir dönüşüm yaşanır. 1968 Temmuz ayının sonunda otuz bin işçi ve HKO askeri, radikal “Kızıl Muhafızlar”ın silah bırakmayı reddettikleri Çinghua Üniversitesi’ne gönderilir. Mao, 4 Ağustos’ta Çin’i ziyaret eden Pakistan heyetinin hediye olarak getirdiği mangoları bir destek işareti vermek için çalışma ekibine armağan olarak gönderir. Bu mangolara büyük bir özen gösterilir. Çürümeye yüz tuttuklarında balmumuyla kaplanarak korunurlar. Mango diğer kimi işçi örgütlerine de gönderilir. 26 Ağustos’ta Kızıl Bayrak gazetesinde yayınlanan “İşçi sınıfı her şeyde önderliği elinde bulundurmalıdır’ başlıklı Yao Ven Yüan imzalı yazı, ‘Kültür Devrimi’nin “Kızıl Muhafızlar Dönemi”nin kapanışının ilanıdır. Çinghua Üniversitesi’nde de, diğer yüksek okullarda olduğu gibi yönetim “işçi denetim grupları” tarafından üzerlenilir. 1968 sonbaharında köy çalışma programı geniş bir temelde yeniden canlandırılır. Köy çalışma programı gönüllü değil, zorunludur. Sonraki iki yıl içerisinde beş milyon genç kırsal kesime gönderilir. Paralel bir programla birkaç milyon kadronun kentlerden ayrılarak kırsal “7 Mayıs Kadro Okulları”nda yaşaması emredilir. Bu bürokratizme, bürokratik yozlaşmaya karşı bir tedbir olarak düşünülen bir harekettir. Her aydın belli dönemlerde dönüşümlü olarak doğrudan üretime katılacaktır. Mao, 7 Mayıs 1966’da Lin Piao’ya bir mektup yazar. Yazdığı mektupta köylüler arasında çalışmanın gerekliliğinden bahseder. “7 Mayıs Kadro Okulları” adı bu mektuba atıftır. Köylere gönderilen gençlerin çoğu sınır bölgelerinde bulunan ordu yönetimindeki çiftliklerde çalışır. Subaylar kadro okullarında sınıf saflarını denetleme faaliyetini denetler. Bakanlıklarda, fabrikalarda ve gazete bürolarında askeri çalışma ekipleri kurulur. Eylül 1968’de, en son devrimci komitelerin Tibet ve Sinkiang’da kurulduğu açıklanır. Böylece bütün eyaletlerde devrimci komiteler kurulur. 7 Eylül 1968’de Halkın Günlüğü ve Kurtuluş Ordu gazetesinde ortak bir makale yayınlanır. Makalede, ‘Kültür Devrimi’nin bütün Çin’de başarılı bir aşamaya girdiği ve bütün ülke halkının okuma yazma öğrenmiş olduğu açıklanır. ‘Kültür Devrimi Grubu’ “bütün ülke kızıldır” diye ilan eder. İki gün sonra yapılan gösteride, Çu En-lay, “kapitalist yolu tutan iktidardaki bir avuç partilinin komplosunu nihayet ezmiş bulunuyoruz” der. (Aktaran Philip Short, Mao Zedung, Bir Yaşam, s.519, İthaki Yayınları, 2007 İstanbul) ÇKP Merkez Komitesi Onikinci Plenumu 13 Ekim 1968’de Onikinci Plenum Pekin’de toplanır. ‘Kültür Devrimi’ sırasında MK üyelerinin üçte ikisi tasfiye edilmiştir. Kırk MK üyesi toplantıda hazır bulunur. Bu sayı toplantı yeter sayısı için azdır. Bu duruma bir çare bulunur. Yedek üyelerden on kişi terfi sırasına göre MK üyeliğine atanır. Toplantıda bu uygulamanın parti tüzüğüne aykırı olduğunu söyleyenler de vardır. Toplantıya ayrıca seksen HKO subayı ve yeni kurulan devrimci komitelerin başkanları da katılır. Yalnız karar almada bunların oy hakkı yoktur. Bu ‘Kültür Devrimi’nin partinin yapısını belirleyici ölçüde değiştirdiğini, bu devrimin bir anlamda revizyonistleşmiş olan partiye karşı da bir siyasi devrim hareketi olduğunu göstermektedir. Liu Şao-çi, bu toplantıda “dönek, hain ve emperyalizmin, modern revizyonizmin ve Guomintang gericilerinin işbirlikçisi ve uşağı” olarak damgalanıp partiden ihraç edilir. Yaşlı bir kadın MK üyesi burada çekimser oy kullanır. Lin Piao bu toplantıda Mao’nun halefliğine oybirliği ile atanır. “Şubat Karşı Akımı”nda rol oynayan önderler, Tan Çen-lin dışındakiler MK’daki yerlerini korur. Ye Kiang-ying ile Li Sian-nian yeniden politbüroya atanır. Çu De, Mareşal Liu Boçeng ve Dong Bi-vu politbüroda kalır. Nanking ve Şenyang askeri bölge komutanları Su Şiyou ve Çen Silian ilk kez politbüroya girer. ‘Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin Siyasi Sonuçları Liu Şio-çi tasfiye edilir. Deng Siao-ping ve Tan Çenlin ev hapsinde tutulur. Diğer iki kıdemli kişi, He long ve Tao Çu tutukluyken ölür. Parti içerisinde onbinlerce kişi görevinden alınır. Yaklaşık yarım milyon insan ölür. Deng Siao-ping ve Liu Şao-çi Pekin’den 1 Nisan 1969’da ÇKP 9. Kongresi Pekin’de toplanır. Bu Kongre, “Mao Zedung Düşüncesi”nin “Marksizm-Leninizmin yepyeni bir aşaması” olduğu, onun kavganın doğrusu / doğrunun kavgası ÇKP Dokuzuncu Parti Kongresi “emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin dünya çapında zafere ilerlediği çağın Marksizm-Leninizmi” olduğu tespitlerini yapar. Bu gerçekte artık emperyalizm çağı içinde değil, yeni bir çağda yaşadığımız, artık bu çağda Leninizmin değil, onun yeni “en yüksek aşaması” olan Mao Zedung Düşüncesi’nin geçerli olduğunun ilanıdır. Aynı Kongre Tüzüğe Mao Zedung’un Başkanlığını, Lin Biao’nun “onun en yakın silah arkadaşı ve halefi ” olduğunu yazar. Böylece komünist hareketin tarihinde ilk kez başkan, onun ardından başkan olacak gibi seçimle doldurulan kurumlar tüzük hükmü ile kişilere bağlanır. ÇKP 9. Kongresi aynı zamanda “Büyük Proleter Kültür Devrimi“nin de “büyük zaferle sonuçlandığı”nı açıklar. Kuşkusuz bu tezler ve tavırlar Leninizmden uzaklaşma anlamına gelmektedir. ‘Kültür Devrimi‘nden doğru ML derslerin çıkarılmaması anlamına gelmektedir. Fakat o dönemde bu tezlerin yanlışlığı bizim de içinde bulunduğumuz genç ML hareket tarafından görülmemiş, genç ML hareket uluslararası alanda revizyonizme karşı mücadelesinde bu yanlış tezleri bir süre savunmuştur. Çin‘deki “Büyük Proleter Kültür Devrimi“nin bütün komünist ve devrimciler tarafından sahip çıkılıp savunulması gereken çok önemli dersleri vardır. “BPKD“ her şeyden önce demokratik halk devrimini yapmış bir ülkede, devrime önderlik eden KP ve devlet kademelerinde egemen hale gelen revizyonistlere karşı, kitlelere dayanılarak gerçekleştirilen, açık revizyonistleri işbaşından uzaklaştıran bir devrimdir. Bu devrim dünyanın bugüne dek gördüğü devrimler içinde, kitleleri harekete geçirme, onları devrimin doğrudan öznesi haline getirme açısından en büyük devrim hareketidir. Bu devrim “Merkezi/karargahları bombalayın“ şiarı ile, burjuvazinin iktidarının yıkıldığı bir ülkede, KP‘nin merkezinin revizyonistlerin eline geçmesi halinde, yeni bir siyasi devrimin kaçınılmaz ve gerekli olduğunu öğreten bir devrimdir. Bu devrim esas olarak proletarya partisi önderliğinde devrim yapıp ülkede burjuvazinin iktidarına son verilmiş olduğu şartlarda, KP ve devlet içinde sosyalizm/komünizm adına ortaya çıkan yeni tipte burjuvazinin iktidarının bir devrimle yıkılması gerektiğini gösteren bir devrimdir. Kültür devrimi, kültür/sanat/edebiyat konularının, bu alanda ideolojik mücadelenin devrim açısından ✒ uzaklaştırılır. Deng karısıyla birlikte Çiangsi’ye gönderilir. Çiangsi’de askeri bir kışlada denetim altında yaşar. Günlerini yakınlardaki bir traktör onarım atölyesinde yarı zamanlı çalışarak geçirir. Liu Şao-çi, 1968’de zatürreye yakalanır ve yatalak kalır. Konuşma yeteneğini kaybeder. 17 Ekim 1968’de Mao Zedung’un talimatıyla, orta Çin’deki Kayfeng kentine götürülür. Orada Belediye Parti Komitesi binasında tutulur. Hastaneye götürme teklifi reddedilir. 12 Kasım 1968’de yaşamını yitirir. ‘BPKD’ Çin’de Liu Şao-çi ve Deng Siao-ping’in başını çektiği ve referanslarını Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Parti Kongresi ve Çin Komünist Partisi 8. Kongresi çizgisinden alan revizyonist çizgi ile; “Büyük Proleter Kültür Devrimi” süreci içinde yeniden fomüle edilen “Mao Zedung Düşüncesi” adını taşıyan –içinde bir dizi hatayı barındırmasına rağmen– genel eğilimi itibarıyla ML olan çizgi arasındaki iktidar mücadelesidir. Bu mücadeleyi “Mao Zedung Düşüncesi” çizgisi kazanmıştır. Çin’de demokratik halk devriminin zafer kazanmasının ertesinde sosyalist devrimin “burjuvaziyi topyekün hedefleyen bir devrim” olduğu görüşleri “Büyük Proleter Kültür Devrimi”nde çok açık olarak formüle edilir. Burjuvaziye karşı topyekün saldırı “Büyük Proleter Kültür Devrimi”döneminde başlatılır. Bu saldırı bir yandan parti ve devlet kadroları içinde ortaya çıkmış burjuva unsurlara karşı yürütülürken, diğer yandan Çin devriminde ilk kez milli burjuvazi denen kesimin de mülksüzleştirilmesi gündeme gelir. Milli burjuvaziye ödenen rantlar kesilir. “Büyük Proleter Kültür Devrimi” kimi iradeci, subjektivist, sol tespitler ve hatalarına rağmen, geçmişte yapılan hataların özeleştirisi yapılmamasına rağmen, ÇKP açısından, revizyonizmle ve Marksizm-Leninizmin çatışmasında Marksist-Leninist kanadın, sol kanatla birlikte başkaldırısı anlamına gelen, milyonlarca kitlenin doğrudan katılımını sağlayan, kitlelerin kendi öz deneyimleriyle öğrenmelerine hizmet eden büyük bir devrim hareketidir. Bu dönem kitlelerin doğrudan yönetime katıldıkları, kendi güçlerini gördükleri, siyasi tartışmaların en geniş biçimde yaşandığı, kitlelerden kitlelere çizgisinin hayata geçtiği bir dönemdir. 73 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 74 hayati önemini ortaya koyan bir devrimdir. Büyük Kültür Devriminin Temel Hataları ‘Kültür Devrimi’nin “Kızıl Muhafızlar” döneminde tam bir karmaşa hakimdir. “Kızıl Muhafızlar”ın 18 Ağustos 1966’da Tienanmen Meydanı’nda yaptıkları görkemli gösteriden sonraki günlerde ilk gösterili ölümler meydana gelmeye başlar. Ölümlerin İlk kurbanlardan biri yazar Lao Şe idi. Konfüçyüs Tapınağı’nın avlusuna götürülen Lao Şe’nin başının bir yanında yer alan saçları kesilir ve öldüresiye dövülür. Evine bitkin gönderilen Lao Şe ertesi gün kendisini bir göle atarak intihar eder. Binlerce kurban Lao Şe’nin kaderini paylaşır. Çok genç, tecrübesiz, devrimci duygularla dolu “Kızıl Muhafızlar” için devrimci dört ilke “eski düşünce, eski kültür, eski adetler ve eski uygulamalar”dan topyekün kopuş, bunlara karşı topyekün savaştır. Gencecik ve dünyayı kısa süre içinde devrimle dönüştürme isteğinde olan insanlar için bu topyekün kopuşun çok uzun süreli bir mücadeleyi gerektirdiği düşüncesinin kavranmasının zorluğu bir yana, böyle bir düşüncenin kendisinin karşı devrimle uzlaşma, tutuculuk vb. olarak kavranacağı ve kavrandığı sürpriz olmazdı, olmadı. Güvenlik Bakanlığı da polise “Kızıl Muhafızlar”ın yaptıklarına karışmaması gerektiği direktifini verdi. Böylece düne kadar ana/baba/aile/polis/devlet/parti/öğretmen/ profesör vb. otoritelerine başeğme öğretilen gencecik insanlar şimdi kendileri başeğilmesi gereken otorite haline geldiler. Kendilerine verilen bu otoriteyi tanımayan veya bunu sorgulamaya kalkan olursa, onlara karşı şiddet uygulanması devrimin gereği, devrimin yasası idi. Bu temelde öldürme olayları da kısa süre içerisinde sistematik bir hal aldı. “Kızıl Muhafızlar” her türlü eski ve yoza karşı mücadele adına, örneğin “Hong Kong tarzı giyime, jeans pantalonlara, salyangoz toplayıcılarına ve yüksek topuklu ayakkabılara” vb.de savaş açtıklarını ilan ettiler. Uygun olmayan saçları düzeltmek için her köşe başında saç düzeltme istasyonları kuruldu. “Feodal” dükkan tabelaları kaldırılarak yerlerine, “Mao Zedung’u savun”, “Lin Piao’yu savun” ve “Sürekli Devrim” gibi sözlerin yer aldığı tabelalar asıldı. Sovyet Büyükelçiliği’nin önündeki cadde’nin adının “Anti-revizyonizm Caddesi” olarak değiştirilmesi; Trafik lambaları’nda “burjuva trafik lambalarının tersine!” Kırmızı ışık’ın “geç” işareti olarak kullanılması gibi sembolik tedbirlerin “proleter kültür” adına alınması gibi sol çocukluklar yapıldı. “Kızıl Muhafızlar”, “eski kültür” den topyekün kopma mücadelesini yer yer geçmiş dönemin izlerini örneğin heykel parçalayarak da gerçekleştirilecek bir mücadele olarak da kavrayabildiler. Bu mücadelenin bir parçası olarak örneğin Pekin’de “Yasak Şehir”deki heykelleri parçalamak için ellerinde kazmalarla yürüdüler. Çu En-lay, Yasak Şehir’i korumak için askeri birlik göndemek zorunda kaldı. Yasak Şehir böyle kurtuldu. Bütün Çin’de birçok yerde devrim çoşkusu içinde kent kapıları ve tapınaklar yıkıldı. Mezarlar tahrip edildi. Kimi yerlerde “eski kültüre ait” bronz heykeller ve sanat eserleri eritildi. İbadet yerleri yağmalandı. Kuşkulu görülenlerin özel mekanları yağmalanmaktan nasibini aldılar. 1966 sonbaharında Pekin’de konutlarda aramalar yapıldı. Aramalarda, antika eserler, yabancı ülke paraları, altın ve gümüş, mücevher, müzik aletleri, tablolar, porselen eşyalar, eski fotoğraflar, ünlü yazarların el yazmaları, bilimsel notların yer aldığı defterler şüpheli “buirjuva” “feodal” şeyler olarak görüldü.. Kimilerine el konuldu. Kimi eşyalar çalındı. Kimi eşyalar ise anında paramparça edildi. Kentlerden, tapınaklardan, kütüphanelerden, kitapçı dükkanlarından ve özel evlerden çuvallarla toplanan eşyalar ana meydanlara yığıldı. Feodal ve burjuva kültürün yapıtları olarak adlandırılan kitaplar daha sonra hamur hale getirildi. Song ve Ming hanedanlarından kalan pek çok kitap yok edildi. Dört eskiye karşı mücadelenin yerine dört yeni konuldu. “Yeni ideoloji, yeni kültür, yeni adetler, yeni alışkanlıklar.” Yeni denilen bir çok halde Mao’nun putlaştırılması ve Mao Zedung Düşüncesi’nin, kavrandığı biçimiyle propagandası oldu. İşyerlerinde her sabah insanların sıraya girip Mao’nun resmi önünde üç kez eğilmesi ritüeli birçok işyerinde yaşanmış olan şeydir. Bu ritüel ertesinde çalışanlar o günkü görevlerine ilişkin talimat bekler, aynı tören akşam yine tekrarlanırdı. O gün nelerin başarıldığı söylenirdi. Kent tren istasyonlarında yolcular trene binmeden önce “sadakat dansı” yapmaları da çokça yaşanan bir ‘Kültür Devrimi’ ritüeli idi. ‘Kültür Devrimi’nin “Kızıl Muhafızlar” sonrası döneminde bu aşırılıklardan tedricen uzaklaşıldı. Bütün bu sol çocukluk hastalıkları, sonuçta dünya devrimler tarihinde yaşanmış olan en kitlesel devrim hareketini küçümsemek ve karalamak için burjuvazi ve revizyonistler tarafından tepe tepe kullanıldı. kavganın doğrusu / doğrunun kavgası sosyalizm inşasında yer alabileceği ve aldığının propagandası yapılan, milli burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmenin halk içindeki bir çelişme olduğunun propagandasını yapan “Halk içindeki çelişmelerin doğru çözümü üzerine” başlıklı yazının kitlesel eğitimi yapılıyordu. Sosyalist üretim ilişkileri altında da burjuvazinin sınıf olarak var olmaya devam edeceği “Mao Zedung Düşüncesi”nin teorik keşfi olarak savunuluyordu. Parti içerisinde sürekli ideolojik mücadelenin gerekliliği doğru olarak savunulurken, bu mücadelenin her zaman “iki çizgi mücadelesi” olarak ortaya çıkacağı söylenenerek, parti içinde iki çizgininin normal bir görünüm olduğu yanlış savunuları ön plana çıktı. ÇKP’nin ‘Kültür Devrimi’ öncesi yaptığı hataların sorgulanması yapılmadı. Daha da ileri gidilerek ÇKP’nin kimi hataları, ML bilimine katkı olarak sunulup bütün dünya ülkeleri için geçerli olduğu ilan edildi. Revizyonistlerin neden egemen hale geldiği sorularına doğru cevap verilmedi. Hemen her on yılda bir periyodik olarak ‘Kültür Devrimi’nin yapılması gerektiği tespit edildi. Çin’deki özgül şekliyle ‘Kültür Devrimi’ bir yasa olarak propaganda edildi. Bugün ‘Kültür Devrimi’nin olumlu/olumsuz derslerinden öğrenmek Marksist-Leninistler açısından önemli görevlerden biridir. Ocak 2016 ✒ ‘Kültür Devrimi’ sırasında, bir dizi ML eserin yaygın dağıtımı ve eğitimi yanında, öncelikle Marksizm-Leninizm’in yeni bir aşaması olarak sunulan “Mao Zedung Düşüncesi” propaganda edildi. ‘Kültür Devrimi’ sırasında Mao kültü yaratıldı. Kişiye tapma en uç noktalarına kadar götürüldü. ‘Kültür Devrimi’ sırasında, ÇKP’nin içindeki ML’lerin 1966’dan önce hangi hatalar yaptığı ve Mao Zedung’un yaptığı hangi hataların revizyonistlerin hakimiyetini kolaylaştırmış olabileceği sorusu sorulmadı. Bütün hatalar ve kötülükler Liu Şao-çi ve onun taraftarları tarafından parti içine sızdırılmış olarak gösterildi. Liu Şao-çi’nin 1925’ten başlayarak nasıl ihanet ettiği anlatıldı. ÇKP Onikinci Plenumu’nda, “Özel Dava Grubu”ndan sorumlu olan Çiang Çing, üç büyük cilt dolusu bulguları Plenum’a sunar. “Büyük Proleter Kültür Devrimi” boyunca hiçbir konuda Mao Zedung’un herhangi bir hatası ortaya konulmaz. Bırakalım hatanın ortaya konulmasını, sürekli olarak Mao’nun doğru kavranmadığı görüşleri dile getirilir. Bu yaklaşımla, revizyonizme karşı mücadelenin kapsamının genişliğinin görülmesi mümkün değildi. Böyle bir görüşle, bizzat ‘Kültür Devrimi’ esnasında yapılan hataların eleştirici bir şekilde ortaya çıkarılması da mümkün değildi. ‘Kültür Devrimi’nin temel teorik hatası, Çin gerçeğinin kendine özgü kimi görünümlerinin yanlış bir şekilde genelleştirilmesinde ve sosyalist olmayan unsurların sosyalist olarak gösterilmesinde yatmaktadır. “Büyük Proleter Kültür Devrimi” döneminde sosyalizmde, burjuvazinin sınıf olarak komünizme kadar var olacağı tezi savunuldu. Bu tez proletaryanın iktidarı şartlarında yeni tipte bir burjuvazinin ortaya çıkması tehlikesine dikkat çektiği noktada önemli olmasına rağmen, teorik olarak sınıfı düşünce üzerinden tanımlayan bir tez olarak, burjuvazinin bütün sosyalizm dönemi boyunca sınıf olarak varlığını “normalleştirdiği” noktada yanlıştı, yanlıştır. 1966’da Çin’de orta ve küçük burjuvazi hala sınıf olarak varlığını koruyordu. Devlet işletmelerinden, geçmişte o işletmelerin eski sahipleri eğer milli burjuvazi kategorisinde sayılıyor ise hâlâ kâr payı alıyordu. ‘Kültür Devrimi’nde bir yandan burjuvazinin sınıf olarak tasfiye edilmesinin propagandası, burjuvazi üzerinde topyekün diktatörlük olarak proletarya diktatörlüğü propagandası yapılıyordu. Fakat diğer yandan Çin’in özel şartlarında milli burjuvazinin 16 MAYIS GENELGESİ ÇİN KOMÜNİST PARTİSİ MERKEZ KOMİTESİ’NİN 16 MAYIS 1966 TARİHLİ GENELGESİ Merkez Komitesi’nin bütün bölgesel bürolarına, eyalet, il özerk bölge parti komitelerine, Merkez Komitesi’ne bağlı bütün şube ve komisyonlara, bütün yönetici parti üyeleri gruplarına ve hükümet daireleri ile kitle örgütlerindeki parti komitelerine ve Halk Kurtuluş Ordusu’nun Genel Siyasi Şubesine: Merkez Komitesi, Kültür Devrimi’nden Sorumlu Grup tarafından Yürütülen Mevcut Akademik Tartışmalar üzerine yazılan ve 12 Şubat 1966 tarihinde dağıtılması kabul edilen Rapor Taslağı’nın iptaline; “Kültür Devrimi’nden Sorumlu Grubun” ve bütün şubelerinin dağıtılmasına ve Siyasi Büro’nun Daimi 75 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 76 Komitesi’ne doğrudan doğruya bağlı yeni bir Kültür Devrimi Grubu’nun kurulmasına karar vermiş bulunmaktadır.” Grubun bu sözde Rapor Taslağı temelden yanlıştır. Merkez Komitesi ve yoldaş Mao Zedung tarafından tespit edilen sosyalist kültür devrimi çizgisine ve sınıflar ve sosyalist toplumda sınıf mücadelesi üzerine Parti Merkez Komitesi’nin 1962 tarihli Sekizinci Genişletilmiş Oturumu’nda formüle edilmiş bulunan yol gösterici ilkelere karşı bir çizgi izlemektedir. Rapor, kabul edermiş gibi görünerek, aslında yoldaş Mao Zedung tarafından bizzat başlatılan ve yönetilen Büyük Kültür Devrimi’ne karşı çıkmakta ve ona karşı inatçı bir direniş göstermektedir. Merkez Komitesi’nin 1965 Eylül ve Ekim aylarındaki çalışma konferansında (Siyasi Büro Daimi Komitesi’nin, Merkez Komitesi’nin bütün bölgesel bürolarındaki yönetici yoldaşların da katıldığı oturumu) Vu Han’ın eleştirilmesine ilişkin olarak verdiği talimatlar da buna bir örnektir. “Beşli Grubun” Raporu’nun bu sözde tezleri aslında tek başına ve biricik olarak Peng Chen’in tezleridir. Peng Chen, “Beşli Grubun” üyesi bulunan yoldaş Kang Çeng ve diğer yoldaşlardan/ın gizli olarak arkasından, bu tezleri kendi görüşlerine uygun olarak hazırlamıştır. Peng Chen, bir bütün olarak Sosyalist Devrim’inin önemli sorunlarını ilgilendiren bu belgeyi “Beşli Grup” içinde ne bir tartışma açmaksızın ne diğer üyelerin de görüşlerini dinlemeksizin çıkarmıştır. Ne tek bir mahalli parti komitesinin fikrini almaya çalışmış ve onun (MK’nın-ÇN) resmi belgesi olarak geçerli olması için bu tezlerin Merkez Komitesi’nin bir gözden geçirilmesine gerek duyulduğu konusunu açıklığa kavuşturmamıştır. Hele hele, Merkez Komitesi başkanı yoldaş Mao Zedung’un onayını almamıştır. En sinsi metotlara başvurarak, kendi başına buyruk davranmış, yetkisini kötüye kullanmış ve Merkez Komitesi adını gasp ederek, bu Tezleri bütün parti içinde dağıtmakta acele etmiştir. Bu tezlerin ana hataları şunlardır: Bu tezlerde burjuva bakış açısından yola çıkılmakta; mevcut durum ve mevcut akademik eleştiri niteliği burjuva dünya görüşü merceği ile değerlendirilmekte ve düşmanla bizim yerimiz değiştirilerek düşman ile bizim aramızdaki ilişkiler bütünüyle çarpıtılmaktadır. Ülkemiz şimdi, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin bir yükselişi arifesinde bulunmaktadır. Bu yükseliş halen burjuvazinin ve feodalizm artıkların elinde bulundurduğu dekadansın tüm ideolojik ve kültürel mevkilerinin üstüne güçlü bir hücumdur. Söz konusu tezlerde, onların ileriye doğru atılım yapabilmeleri için, geniş işçi-köylü, asker ve savaşçı kitleleri proleter kültürü için cesurca harekete geçirmek için tüm partiyi cesaretlendirmek yerine, hareketi sağ bir çizgiye çekmek için elinden gelen yapılmaktadır. Tezlerde, bulanık/muğlak, kendi içinde birbiriyle çelişkili ve sahtekârca bir dille, kültürel ve ideolojik cephede şuanda gerçekleşmekte olan şiddetli sınıf mücadelesi gözlerden saklanmaktadır. Özellikle Vu Han’a ve burjuvazinin diğer önemli sayıda parti düşmanı ve antisosyalist temsilcilerine bir eleştirisinde ve mahkûm etmesinde bulunan (burjuvazinin böylesi temsilcilerinin belirli bir sayısı Merkez Komitesi’nde, partide, hükümette ve diğer kesimlerde hem merkezi düzeyde hem de iller, doğrudan hükümete tabi kentler ve özerk bölgeler düzeyinde makamlar işgal etmektedirler) bu büyük mücadelenin hedefi karartılmaktadır. Başkan Mao tarafından tekrarlanarak öne çıkarılan olgu, Vu Han’ın Hay Juy işinden kovuluyor adlı oyununun özünün, resmi makamdan kovulmanın teşkil ettiğine değinmeyen Tezlerde, bu mücadelenin ciddi siyasi niteliği örtbas edilmektedir. Tezlerde, her sınıf mücadelesinin, siyasi bir mücadele olduğu şeklindeki temel Marksist görüş inkâr edilmektedir. Basın, Vu Han’ın Hay Juy işinden kovuluyor adlı oyununun içerdiği siyasi sorunlara değinmeye başladığında, Tezleri kaleme alanlar, “basındaki tartışma siyasi sorunlarla sınırlandırılmamalı, bununla bağlantı çeşitli akademik ve teorik sorunlar üzerine temelli bir şekilde konuşulmalıdır” diyebilecek kadar ileri gittiler. Onlar Vu Han’ın eleştirilmesiyle ilgili olarak, çeşitli vesilelerle meselenin özüne inilmesine, yani 1959’daki Luşen toplantısında sağ oportünistlerin makamlarından kovulmalarının ve Vu Han ile diğerlerinin parti düşmanı ve antisosyalist faaliyetlerinden söz etmenin yasak olduğunu açıkladılar. Yoldaş Mao Zedung, burjuvaziye karşı yürütülen ideolojik mücadelenin, aceleyle çıkarılmış siyasi sonuçlarla üzerinde karar alınabilinemez, uzun süreli bir sınıf mücadelesi olduğunu bize sık sık söylemiştir. Buna rağmen Peng Chen, başkan Mao’nun Vu Han’ın eleştirilmesi ile ilgili olarak iki ay sonra bir siyasi sonucun çıkarılabileceği görüşünde olduğuna dair kasıtlı söylentileri yaydı ve birçok insana söyledi. Peng Chen, siyasi sorunların ancak iki ay sonra ele alınması gerektiğini de söyledi. Amacı, burjuvazinin sürekli bir şekilde yanlısı olduğu, kültürel alandaki siyasi mücadeleyi sözde salt akademik tartışmalara kanalize etmekti. Bununla proleter siyaseti zirveye kavganın doğrusu / doğrunun kavgası üzere proletaryanın üst yapı alanındaki diktatörlüğü, onun içine sızan ve kızıl bayrağa karşı “kızıl bayrak” sallayan burjuvazinin temsilcilerinin proletarya tarafından sürekli bir şekilde temizlenmesi vs.vb.? Onlarca yıl boyunca, eski çizgideki sosyal demokratlar ve on yıldan fazla bir zamandır modern revizyonistler, proletarya ile burjuvazi arasındaki herhangi bir eşitliğe asla izin vermemişlerdir. Binlerce yıllık insanlık tarihinin, sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu tamamen inkâr etmişler; onlar proleter sınıf mücadelesini ve burjuvaziye karşı proleter devrimi ve onun üzerindeki proletaryanın diktatörlüğünü külliyen reddetmektedir. Tersine, burjuvazi ve emperyalistlerin sadık yardakçılarıdırlar. Marksist-Leninist ideolojiye ve sosyalist toplum sisteminee karşı mücadele yürütürken, onlarla birlikte, proletaryanın ezilmesi ve sömürülmesi burjuva ideolojisine ve kapitalist sisteme sağlamca sarılmaktadırlar. Bir avuç antikomünist ve halkdüşmanı karşıdevrimcilerdir. Onların bize karşı mücadelesi ölüm-kalım uğrunadır; onun içinde eşitlik söz konusu edilemez. Bu nedenle bizim de onlara karşı yürüttüğümüz mücadele kaçınılmaz olarak bir ölüm kalım mücadelesidir ve onlarla bir eşitlik içinde ilişkimiz mutlak bir şekilde olamaz. Bilakis bu, bir sınıfın diğer bir sınıfı baskı altına aldığı, yani proletaryanın burjuvazi üzerinde diktatörlüğünü kurması veya proletaryanın tek başına egemenliğini sürdürdüğü bir ilişkidir. Yani sömüren ve sömürülen sınıflar arasında sözde bir hak eşitliği veya barış içinde bir arada yaşamak gibi ama ya da örneğin insanlık ve hoşgörü gibi ilişkisi gibisinden her hangi bir ilişki yoktur Tezlerde şöyle deniyor: “Öteki tarafı sadece siyasi bakımdan vurmak gerekmez, aynı zamanda akademik ve profesyonel seviye bakımından da onları geçmek ve onların üzerinde zafer kazanmak, hem de büyük çapta gereklidir.” Akademik alanda sınıfsal sınırlar çekmeyen bu düşünceler, hakeza mutlak olarak yanlıştır. Proletaryanın akademik alanda kendisine mal ettiği gerçek, Marksizm-Leninizm gerçeği, Mao Zedung Düşüncesi, burjuvazinin” gerçeklerini” geniş çapta çoktan aşmış ve onun üzerinde zafer kazanmıştır. Tezlerdeki bu formülasyon, tezleri kaleme alanların burjuvazinin sözde “akademik otoritelerine” övgüler düzdüklerini ve kendi prestijlerini yükseltmeye çalıştıklarını ve onların akademik çevrelerde proletaryayı temsil etmeye çalışan mücadeleci yükselmekteki yeni güçlerden nefret ettiklerini ve bu güçleri ezdiklerini göstermektedir. ✒ çıkarmak talebine karşı mücadele etmek ve zirveye çıkarılmak istenen siyasetin burjuvazinin siyaseti olduğu bütünüyle açıktı. Tezlerde, sözde “çiçek açmasına izin vermek” özellikle vurgulanmaktadır. Oysa böylesi bir hileyle, 1957 Mart’ında, Partinin Propaganda Çalışması Üzerine Ülke Konferansı’nda yoldaş Mao Zedung’un konuştuğu “çiçek açmasına izin vermek” rotası çarpıtılmakta ve “çiçek açmasına izin vermek” siyasetinin sınıf muhtevası inkâr edilmektedir. Tam da bu sorunun ele alınmasında yoldaş Mao Zedung şunlara dikkat çekti: “Biz burjuva ve küçük-burjuva ideolojisine karşı hâlâ uzun süreli bir mücadele vermek durumundayız. Bu durumu anlamamak ve ideolojik mücadeleden vaz geçmek bir hata olurdu. Bütün yanlış fikirler, bütün zehirli otlar ve bütün cinler ve ucubeler, eleştiri konusu yapılmalıdırlar. Hiçbir şart altında serbestçe yayılmalarına izin verilemez.” Yoldaş Mao Zedung şunu da söyledi: “Çiçek açmasına izin vermek”, görüşlerini serbestçe ifade etmelerine izin vermek, onları konuşmaya, eleştirmeye ve tartışmaya cesaretlendirmek demektir” Oysa bu Tezlerde, “Çiçek açmasına izin vermek”in karşısına burjuvazinin gerici görüşünün proletarya tarafından gerçek yüzünü ortaya çıkarması çıkarılıyor. Tezlerde savunulduğu şekliyle bu “Çiçek açmasına izin vermek” burjuva liberalleşmedir, ama bu proletaryaya değil, sadece burjuvaziye görüşünü ifade etmek, izin vermektir. Başka bir söyleyişle, Vu Han gibi burjuvazinin böylesine gerici temsilcilerine bir kalkandır. Bu “Çiçek açmasına izin vermek”, Mao Zedung Düşüncesi’ne karşı yönelmiştir ve burjuvazinin ihtiyaçlarına uymaktadır. Burjuvazinin şiddetli saldırılarına bir karşı saldırıyla yanıt vermeye başladığımız sırada, Tezleri kaleme alanlar, “Herkes gerçeğin karşısında eşittir” sloganını ortaya attılar. Bu bir burjuva sloganıdır. Onlar bu sloganı burjuvaziyi korumak, proletaryaya karşı mücadele yürütmek ve Marksizm-Leninizme ve Mao Zedung Düşüncesi’ne karşı çıkmak için kullanılmakta, gerçeğin sınıfsal niteliğini temelden reddetmektedirler. Proletarya ile burjuvazi; Marksizm gerçeği ile burjuvazi ve tüm diğer sömürücü sınıfların saçmalıkları arasındaki mücadelede, ya doğu rüzgârının batı rüzgârını ya da batı rüzgârının doğu rüzgârını alt etmesi söz konudur. Burada kesinlikle eşitlikten söz edilemez. Aşağıdaki gibi başlıca sorunlarda bir eşitlik caiz olabilir mi? Proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi, proletaryanın burjuvazi üzerindeki diktatörlüğü, çeşitli kültürel alanlar dâhil olmak 77 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 78 Başkan Mao sık sık şunu söylemiştir: “Alaşağı etmeler olmaksızın inşa olamaz. Devirmek, eleştiri ve devrim demektir. Eski olanı alaşağı etmek için gerekçeler getirilmek zorundadır ve gerekçelendirmek yeni bir şey inşa etmek demektir. Devirmek öne alınırsa, inşa etmek zaten onun içinde saklıdır.” MarksizmLeninizm, Mao Zedung Düşüncesi, burjuva ideolojik sistemi yıkma mücadelesi sürecinde ortaya çıktı ve bu bağlamda kendisini sürekli geliştirdi. Oysa bu tezlerde, “inşa olmadan, gerçek ve bütünlüklü hiçbir yıkım olamaz” vurgulanıyor. Aslında bununla burjuva ideolojisinin kökünün kurutulması ve proletarya ideolojisinin inşası yasaklanmak isteniyor. Bu, Başkan Mao Zedung’un düşüncesine taban tabana zıttır. Burjuva ideolojisinin kültür cephesinde acımasızca kökünün kurutulması için yürüttüğümüz, devrimci mücadeleye karşıdır. Proletaryanın devrim yapmasını engellemektedir. Tezlerde, “Daima kendi başlarına buyruk hareket eden ve insanları kendi güçleriyle bastırmaya çalışan, akademik zorbalar gibi hareket etmemeliyiz” ve devamla “solcu bilim insanlarının burjuva uzmanların ve akademik zorbaların yolunu tutmalarına karşı kendimizi korumamız gerekir” deniyor. “Akademik zorbalar ” ile aslında kastedilen nedir? Peki, “akademik zorbalar” kimlerdir? Proletarya hiçbir diktatörlük uygulamaması mı ve burjuvazi üstünde muzaffer olmaması mı gerekir? Proletaryanın bilimi, burjuvazininkisini yenmemeli ve imha etmemeli mi? Eğer proletaryanın bilimi, burjuvazinin bilimini yener ve imha ederse, bunun “akademik zorbalar”ın bir davranışı olarak değerlendirilmesi mi gerekir? Tezlerde, vurulan darbe proleter sola yönelmektedir. Açıktır ki, tezlerin yazarların amacı, Marksist-Leninistlere “akademik zorbalar” damgasını yapıştırmak, böylelikle gerçek burjuva akademik zorbaları desteklemek ve onların bilim çevreleri içindeki sallanmaktaki tekel konumlarını korumaktır. Gerçekten, bu parti içinde kapitalist yolda gitmekte olan söz konusu güç sahibi kişiler, burjuva akademik zorbaları destekleyen ve partiye sızmış burjuva temsilcilerini koruyan, partinin adını gasp etmiş gerçek büyük çaplı parti zorbalarıdırlar. Kitap okumazlar, günlük basını izlemezler, kitlelerle hiçbir bağları yoktur, hiçbir bilgiye sahip değildirler ve kendilerinin biricik sığınaklarını “başına buyruk bir biçimde hareket etmekte ve insanları güçleri ile ezmekte” görürler. Bu tezlerin yazarları, kendilerinin gizli amaçlarına ulaşmak için, “tutarlı sol” arasında bir “yönelim hareketi” yaratmayı talep etmekte, kasten kafa karışıklığı yaratmakta, sınıflar arasındaki ayrım çizgisini bulandırmakta ve halkı mücadele hedefinden saptırmaktadır. Onlar böylesine aceleyle bu tezleri çıkarmakla, proleter sollara bir darbe indirmek hedefini esas olarak güttüler. Sollar hakkında malzeme toplamak peşindeydiler; sollara saldırmak için her türlü bahaneleri aradılar; daha bir “Yönelim hareketi” maskesi altında onlara karşı daha fazla saldırılara girişmeye niyetlendiler ve solların saflarını parçalama boşa çabasına gayret ettiler. Başkan Mao’nun solların koruması ve desteklenmesi, onun inşasına ve saflarının güçlendirilmesine özenle dikkat gösterilmesi şeklindeki, berrak politikasına bütünüyle açıktan açığa karşı koydular. Öte yandan, burjuva temsilcilerine, revizyonistlere ve partiye sızmış bulunan döneklere “tutarlı sol” unvanını verdiler ve onları korudular. Onlar böylesi araçlarla burjuva sağların kibirliliklerini arttırmaya ve proleter solun itibarını tahrip etmeye çalışıyorlar. Yürekleri, proletaryaya kin, burjuvaziye sevgi ile doludur. Bu, tezlerin yazarlarının sahip oldukları gibi, kardeşliğin burjuva anlayışıdır. İdeolojik cephede proletaryanın burjuvazinin temsilcilerine karşı yeni ve şiddetli mücadelesinin ancak henüz başladığı bir sırada mücadeleye daha dâhil olunmadığı ya da henüz gerçekleşmiş olduğu birçok bölgelerde ve yerlerde, bu büyük mücadelenin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunu parti komitelerinin çoğu henüz çok cüzi oranda kavramış durumdadırlar; onu yükümlülüklerinin bilincinde olarak ve çok etkin bir şekilde yürütmekten daha çok uzaktırlar. Tezlerde böylesi bir zamanda, mücadelenin “yönetilmek zorunda olduğu”, onun “titizlikle”, “dikkatle”, “yetkili yönetim organlarının onayıyla” yürütülmesinin zorunluluğu olduğunu tekrar tekrar vurgulanıyor. Bütün bunlar proleter solunun önüne birçok setlerin çekilmesine, elini kolunu bağlamak için önüne tabular, emirler konmasına, Proleter Kültür Devrimi’nin yolunun önüne olası her türlü engelin çıkartılmasına hizmet etmektedir. Tek kelime ile tezleri yazanlar, frenleri çekmeye ve intikam hırsıyla dolu olarak karşı saldırıya girişmeye canla başla çabalamaktadırlar. Gerici burjuva “otoriteleri” reddetmek için proleter sollar tarafından yazılmış bulunan makalelerle ilgili olarak, şimdiden yayımlanmış olanlara karşı derin bir kin beslemekte ve henüz yayınlanmamış olanlarına ise baskı uygulamaktadırlar. Oysa tüm karanlık güçlerin başlarını bomboş bırakıyorlar; bunlar gazetelerimizde, radyo yayınlarımızda, kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Zedung’un direktiflerini yerine getirmeli, Proleter Kültür Devrimi’nin yüce bayrağını yükseklerde tutmalı, parti-düşmanı, antisosyalist sözde “akademik otoritelerin” burjuva gerici görüşünü acımasızca teşhir etmeli, bilim, eğitimcilik, gazetecilik, edebiyat, sanat ve yayıncılık içindeki gerici burjuva fikirlere karşı temelli bir şekilde eleştiri getirilmeli, bunlar mahkûm edilmeli ve kültür sektörlerindeki önderlik fethedilmelidir. Bunu için aynı zamanda partiye, hükümete, orduya ve kültürün çeşitli alanlarına sızmış olan burjuvazinin bu temsilcilerinin eleştirilmesi ve mahkûm edilmeleri gereklidir; onlar temizlenip ihraç edilmeli veya kısmen başka mevkilere kaydırılmalıdırlar. Her şeyden önce bu kişiler kültür devriminin yönetilmesi ile görevlendirilmemelidirler; buna rağmen, gerçekten bu çalışmayı yapmış ve hâlâ yapmaya devam etmekte onlardan birçokları vardır ve bu son derece tehlikelidir. Burjuvazinin sinsice partiye, hükümete, orduya ve kültürün çeşitli alanlarına sızan temsilcileri bir karşıdevrimci revizyonistlerin küçük bir kümesidir. Zamanı olgunlaştığında, siyasi iktidarı kendi ellerine geçirecek ve proletaryanın diktatörlüğünü burjuvazinin diktatörlüğüne dönüştüreceklerdir. Bu insanların bazıları şimdiden tarafımızdan açığa çıkarılmış bulunmaktadır, ama gerçek yüzlerini henüz açığa çıkarmadığımız bazıları hâlâ vardır. Bazılarına daha hâlâ güvenimize sahiptirler ve örneğin kendilerini en yakınımıza yerleştirmiş bulunan Kruşçev tipinde insanlar ardıllarımız olarak yetiştiriliyorlar. Her düzeylerdeki parti komiteleri bu meseleye en büyük dikkati göstermelidir. Bu genelge, bu yılın (1966 -ÇN)12 Şubat tarihinde Merkez Komitesi’nce yayınlanan sahte bir belge ile birlikte, parti ilçe komiteleri, kültür örgütlerindeki parti komiteleri, ordudaki alay düzeyindeki parti komitelerine kadar dağıtılmalıdır. Bu komitelerden bu iki belgeden hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğu, bizzat bütün bunlar üzerine görüşleri, hangi başarılar ve hataların bulunduğu hakkında bir tartışma geliştirmeleri istenmektedir. [(“Çin Kültür Devrimi Tarihi” Jean Daubier, s. 301308, Umut Yayıncılık, İstanbul) Umut Yayıncılık, Komal Yayınları tarafından 1977’de yapılan birinci baskıyı yeniden yayınlamıştır. Bu çeviri tarafımızdan Almancası ile karşılaştırılarak düzeltilmiştir. (Bkz. “Mao Tse-tung, Der Große Strategische Plan, Dokumente zur Kulturrevolution”, Joachim Schickel, s. 128-137, VoltaireHandbuch, Hamburg, 1969)] ✒ dergilerimizde, kitaplarımızda, ders kitaplarımızda, konuşmacı kürsülerimizde, yazın ve sanat eserlerinde, filmlerde, tiyatro parçalarında, Ch’ü-yi’de ve güzel sanatta, müzikte, dansta vs’de yıllardır geniş yer kaplayıp rahatlarına baktılar; bu bağlamda tezlerin yazarları asla proleter önderlikten yana tavır takınmıyorlar ve bir onay alma yükümlülüğünü birkez bile vurgulamıyorlar. Şimdiki mücadelede yoldaş Mao Zedung çizgisinin Kültür Devrimi’ne uygulanması veya buna karşı çıkılması söz konusudur. Ama tezlerde şu denmektedir: “Mao Zedung Düşüncesi’nin yol gösterdiği bu mücadele vasıtasıyla bu sorunun çözüm yolunu bulacağız (kastedilen, “bilim alanındaki burjuva düşüncelerin temelli bir şekilde tasfiye edilmesi”dir). Yoldaş Mao Zedung, bize, proletaryaya kültürel ve ideolojik cephedeki yolu çok önceleri, “Yeni Demokrasi Üzerine”, “Yenan Forumunda Edebiyat ve Sanat Üzerine Konuşmalar”, “Liangşam İsyancılarına Katılmak İçin Kaçış” adlı oyunu gördükten sonra “Yenan Pekin Tiyatro ve Operasına Mektup”, “Halk İçindeki Çelişkilerin Doğru Bir Biçimde Ele Alınması” ve “Çin Komünist Partisi’nin Propaganda Çalışması Üzerine Ulusal Konferansındaki Konuşma” başlıklı yazılarıyla açmıştı. Oysa tezlerde, Mao Zedung Düşünceleri’nin henüz hiçbir yolu açmadığı ve yeniden bir yol açmak zorunda olduğu görüşü savunuluyor. Tezlerin yazarları, “Mao Zedung Düşünceleri’nden yönlendirilmiş olarak” bayrağını bir kamuflaj olarak kullanarak, Mao Zedung Düşünceleri’nin karşısında duran bir yola, yani modern revizyonizm yoluna, burjuva restorasyonunun yolunu açmaya çalışmaktadır. Kısacası bu tezler, sosyalist devrimin sonuna kadar götürülmesine, yoldaş Mao Zedung tarafından yönetilen Parti Merkez Komitesi’nin Kültür Devrimi için çizgisine karşı çıkmakta, proleter sola darbeler indirmekte, burjuva sağı korumakta ve böylelikle kamuoyunu burjuva restorasyonuna hazırlamaktadır. Bu tezler, parti içindeki burjuva ideolojisinin bir yansımasıdır ve başından sonuna dek revizyonist bir malzemedir. Bu revizyonist çizgiye karşı mücadele hiçbir şekilde önemsiz birşey değil, bilakis partimiz ve devletimizin kaderi, perspektifleri ve gelecekteki çehresini ve de dünya devrimi ile ilgili olarak birinci derecede önemli büyük bir davadır. Bütün düzeydeki parti komiteleri, “Kültür Devrimi’nden sorumlu Beşli Grubun Mevcut Akademik Tartışma Üzerine Raporu”nu uygulamaya derhal son vermelidirler. Bütün parti, yoldaş Mao 79 ✒ röportaj “SOSYALİZMDEN GERİ DÖNÜŞ SORUNU“ KİTABI HAKKINDA H.YEŞİL’LE BİR RÖPORTAJ Neden böyle bir röportaj? Çünkü bence yalnızca Türkiye Sol’u değil, sosyalist, komünist olma iddiasındaki bütün sol açısından önemli bir kitap olduğunu düşündüğüm “Sosyalizmden Geri Dönüş Sorunu” adlı kitap yayınlanalı ve belli bir ölçüde de yayılalı dört ay oldu. Şimdiye kadar bu kitap üzerine yayınlayan Yayınevi’nin tanıtım yazısı dışında ve YDİ Çağrı sitesinde yayınlanan kitabın önsözü dışında bir tanıtım olmadı. Herhangi bir kitap tanıtım programında kitap üzerine yayınlanan bir söyleşi vb. olmadı. Herhangi bir gazetenin kitap ekinde kitap –bildiğim kadarıyla yayınevi tarafından buralara gönderilmiş olduğu halde, eğer yanlış biliyorsam bu konuda hatalı olan tabii yayınevidir– tanıtılmadı. Böyle bir kitabın varlığından yani, kitabın çıkacağını bilip te bu arada satın almış olanlar dışındaki sol okuyucunun haberi yok. Kitap hakkında tanıtıcı bir söyleşi belki bu durumun biraz değiştirilmesinde yararlı olabilir diye düşünüyorum. 80 Kitabın hedef okuyucu kitlesi kim? Bu kitabın hedef okuyucu kitlesi kendine sosyalist, komünist, ML vb. diyen şu veya bu örgüt içinde örgütlü olarak çalışan veya örgütsüz olan kişilerdir. Neden böyledir? Çünkü kitapta tartışılan sorunlar doğrudan doğruya sosyalizmin inşası ile ilgili olan, esasında sosyalizmi doğru ve mümkün gören, sosyalist/komünist literatürle az çok tanışıklığı olan insanları birinci derecede ilgilendiren, daha doğrusu ilgilendirmesi gereken sorunlardır. Bu kesim dışındaki okuyucu için bu kitap fazla bir şey vermeyen, okunması zor, anakronik, sıkıcı bir kitaptır. Burada tabii özellikle şu veya bu örgütte örgütlü olanların, en azından sübjektif olarak sosyalizm/ komünizm için örgütlü mücadele yürüttüğünü düşünenlerin bu kitabı okumasını, bu kitapta ortaya konan görüşler üzerine tartışmasını çok isterim. Çünkü bu insanlar mücadelelerinde nasıl bir sosyalizm istiyoruz; iktidara geldiğimizde ne yapacağız sorusuna cevap vermek zorundadırlar. Bu soruya cevap verirken tabii ki şimdiye kadar sosyalist iktidar olarak gördükleri iktidarlar varsa bunların neyi nasıl yaptıklarını sorgulamak, onların deneyimlerinden olumlu ve olumsuz dersler çıkarmak zorundadırlar. Kitap tam da bunları tartışmakta, bunların tartışılması, tartışmanın ilerletilmesi, derinleştirilmesi için oldukça zengin malzeme sunmaktadır. Ancak bunun olabilmesi için de sol örgütlerin ve sol örgütlerde örgütlü olanların şimdiye kadarki geleneklerinin dışına çıkmaları gerektiğinin ve bunun Şimdiye kadar H.Yeşil adına bir çok kitap yayınlandı. Bu kitabı diğerlerinden ayıran bir özellik var mı? Var. Şimdiye kadar benim adımla yayınlanmış olan –aslında hepsi de benim içinde yer aldığım bir kolektif içinde tarışılan ve kolektifin ortak ürünü olan– kitaplar, ya bir konuda geçmişte ML saflarda yürütülmüş tartışmaları derleyen; ya da bir konuda ML görüşleri güncel gelişmelere uygulayp o konuda ML siyaset geliştiren kitaplardı. Genel olarak bu kitaplarda çaba ML görüşlerin kavranması ve güncele uygulanması çabası idi. Sorunlara o güne kadar dünya ML hareketinin genel yaklaşımından çıkarak cevap arayan kitaplardı bunlar. Verili ML bilim olduğu gibi alınıyor, ona dayanılıyordu. Bu kitaplarda ML’nin henüz cevap vermediği sorulara cevap aranmıyordu. Marksizm-Leninizmi kavramak ve güncel sorunlara uygulamaktı çabanın merkezinde duran. İlk kez bu kitapta Marksizm-Leninizmin henüz yeterli bir cevap vermediği bir soruya cevap aranıyor. Soru şu: Nasıl oldu da, bir zamanlar sosyalist diye adlandırdığımız ülkelerde bir geri dönüş olgusu ortaya çıktı. Bu ülkeler birer birer yeniden emperyalist dünyanın doğrudan parçaları haline geldiler? Bu gelişmenin maddi/sınıfsal temelleri nelerdir ? Bu soruya verilecek doğru cevap aslında ML biliminin ilerletilmesi olacaktır. Bu kitapta bu yapılmaya çalışılmaktadır. Bu yenidir. Bu soruya tabii ki yeni bir olgu olarak ortaya çıkan geri dönüş olmadan cevap verilemezdi. Bu soruya aslında sosyalizm adına konuşan bir kanat, Dünya Komünist Hareketi içinde 1960’ların birinci yarısındaki bölünmede başını ÇKP’nin çektiği, AEP’in de içinde yer aldığı kanat –ki ben ve benim içinde çalıştığım kolektif bu kanatta yer almıştır– siyasi olarak doğru bir cevap veriyordu. Şöyle deniyordu: Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası sürecinde parti içinde iktidarı yozlaşan revizyonist unsurlar ele geçirmiştir. Revizyonizmin iktidarı burjuvazinin iktidarı demektir. Sosyalizm revizyonist ihanet ve revizyonizmin iktidarı ile çökmüştür. Revizyonistler sosyalizm inşası sürecinde ortaya çıkan yeni tipte bir burjuvazinin temsilcisidirler. Bunlar doğru tespitlerdi, doğru tespitlerdir. Fakat bu tespitler bu yeni tipte burjuvazinin hangi ekonomik temeller üzerinde nasıl geliştiği; bunların gelişmesinde ML’lerin ha- röportaj şimdiye kadar bildiklerinizle karşılaştırın, kendi bağımsız değerlendirmenizi yapın. Eleştirilerinizi bekliyorum. ✒ da çok zor olduğunu biliyorum. Nedir bu gelenek? Kendi örgütünün savunduğu görüşleri imanla savunmak, kendi örgütü dışındaki sol örgüt veya kişilerin yazılarını, yayın organlarını, kitaplarını, onlar zaten oportünist, revizyonist, troçkist vs. vs. olduklarından okumamak, tartışmamak, incelememek. İncelenekse eğer onu zaten eleştirmek için yapan, bilen ağabey (daha çok) ve ablalar (daha az), kirveler, yoldaşlar vardır. Onların değerlendirmesi yeterlidir. Onları okuruz. Biter. Sol örgütlerin çoğu kadrosunu ve kitlesini böyle eğitiyor. Sol örgütlerin kadroları ve kitleleri de bu eğitim temelinde hareket ediyor. Bu yüzden örgütlü kesimin bu kitabı alıp okuması oldukça sınırlı olacaktır diye düşünüyorum. Burada önce bu kesimin teori yapan ağabey ve ablalarına sözüm. Bu kitapla polemiğe girin. Kitapta savunulan görüşleri çürütün, bunların ML görüşler olmadığını ispatlayan yazılar yazın! Örgütünüzde bu kitaptaki görüşler üzerine tartışmalar örgütleyin. Paramparça edin bu kitabı. Ama yokmuş gibi davranmayın. Suskunlukla geçiştirmeye çalışmayın. Bu kitap üzerine yürütülecek her tartışma, her polemik, o ne kadar seviyesiz olursa olsun, yine de tartışmanın ilerletilmesine yardımcı olacaktır. Ben şimdiden şunun sözünü veriyorum: Ben bu kitapta savunulan görüşler üzerine getirilen her eleştiriyi, kimden geldiğine bakmaksızın ciddiye alıp cevaplandıracağım. Bu arada şunu da söyleyeyim, bu kitapta savunulan görüşler, benim ve içinde çalıştığım kolektifin anda vardığı yerde doğru bularak savunduğu görüşlerdir. Fakat bunlar değişmez, ilerletilmez, derinleştirilmez, bitmiş görüşler değildir. Bu kitabın hazırlanmasına doğrudan katılmış olanlar dışındakiler için bu kitapta savunulanlar, tartışmaya sunulan görüşlerdir. Bu tartışma içinde eğer getirilen eleştirel görüşler bu kitabın hazırlığında çalışan kolektifi ikna ederse, o görüşler de bu kitapta savunulan görüşlerin bir parçası olur. Örgütlerin tabanındaki sosyalist/komünist olmak isteyen insanlara ise şunu söylemek istiyorum: Sosyalist/komünist olmanın ilk şartlarından biri kendi kafasıyla düşünmek, hiçbir apriori “doğru” yu, kendi mantık süzgecinden geçirmeden, doğru olarak kabul etmemektir. İkinci olarak da komünisti komünist yapan özelliklerden biri her zaman kendi doğrunu, başkalarının doğrusu ile karşılaştırmaktan ve yanlışlığını gördüğünde değiştirmeye hazır olmaktan korkmamak, çekinmemektir. Çağrım şu: Bu kitabı –örgütünüz ne derse desin–alıp, kendiniz okuyun, 81 ✒ röportaj 82 talarının rol oynayıp oynamadığı sorularına cevap vermiyordu. Bu konuda 60’lı yıllarda “Mao Zedung Düşüncesi” taraftarlarından gelen açıklamalar yeterli değildi. Yine 60/70’li yıllarda ve daha sonra da birçok ML grup ve parti adına da bu konu yeterli bir biçimde irdelenmedi, çözülmedi. Aynı şekilde bir dizi burjuva bilim insanının geri dönüş konusunda yazıp çizdikleri de sorunu çözmedi. Zaten bunu onlardan beklemek de yanlış. Ben ve benim içinde çalıştığım kolektif bu alanda eksikliği daha bir kolektif olarak ortaya çıktığımızda tespit ettik. Ve fakat bu eksikliği gidermeye soyunmak için, öncelikle çözülmesi gereken bir sürü sorunu çözmemiz gerekiyordu. Bu iş ancak öğrenme, kavrama, uygulama ile ilgili görevlerin esas olarak tamamlanması ertesinde ele alınabilirdi. Yani görevin tespitinden belki onlarca yıl sonra! Öyle de oldu. Sonuç olarak bu işi çözmek için gerekli yöntemi tespit ettik önce. Bu bağlamda sosyalizmin inşasının en gelişmiş olduğu ülkenin deneyiminin değerlendirilmesinin doğru olacağını belirledik. Bu ülke Sovyetler Birliği idi. Zaten çok erken bir dönemde, daha 1980’li yılların başında Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerde sosyalizmin inşası için ön şart olan proletarya diktatörlüğünün var olmadığı tespitini yapmıştık. Sorunun çözümü için Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasında hangi adımların nasıl atıldığı, atılan adımların nasıl gerekçelendirildiğini, bu deneyim temelinde hangi teorik çıkarsamaların yapıldığını incelemek gerekiyordu. Bunun için temel alınacak en uygun malzemenin Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin onayından geçen Politik Ekonomi Ders Kitabı’nın sosyalizmle ilgili bölümü olduğunu tespit ettik. Sorunun çözümünde attığımız ilk adım bu kitabın Türkçeye çevrilip, basılmasını sağlamak oldu. (Şimdi aramızda olmayan “Kel” in, Dr. Musa’nın emeklerini ve bu konuda emek harcamış bütün yoldaşları saygı ile anıyorum.) Bu kitabın kolektif içinde yapılan, dışardan yoldaşların da katıldığı eğitimi, tartışması temelinde bir taslağı, 20112015 yılları arasında dört yıllık son kolektif tartışmasına sunuldu. Bana düşen bu tartışmalar temelinde kitaba son şeklini vermek oldu. Şimdi bizim çıkardığımız bu kitap belli noktalarda bizim bugüne kadar savunduğumuz görüşlerle de çelişme içindedir. Bu anlamda bizim için de “ezber bozan” sonuçları kimi sonuçları içermektedir. Kitap, kendinden öncekilerden değişik olarak ML bilimini eksik olan bir noktada ilerletme işine soyunan bir kitap olarak herkesin denetimine sunuluyor. Bu bakım- dan bu kitap daha önce benim adıma yayınlanmış kitaplardan ayrı bir kitap. Bu kitapta savunulan kimi görüşlerin daha önce savunduğunuz kimi görüşlerle çelişme içinde olduğunu söyledin. Bu noktalar ne olacak, ne yapılacak? Diyalektik, hiçbir şeyin durağan olmadığını, maddenin (ve onun yansıması olan düşüncenin) hareket ve değişim içinde olduğunu öğretiyor. Ve bu öğreti her gün, her yeni bilimsel buluşla yeniden kanıtlanıyor. Kimi görüşlerin değişmesi olağan ve evet kaçınılmazdır. Sürekli artan ve değişen bilginin sınırı yok. Eğer bugün bildiklerimiz, dün bilmediklerimize yeni ekler yapıyorsa ya da dün doğru bildiklerimizin yanlış olduğunu gösteriyorsa, o zaman bugünkü bilgimiz temelinde dünkü görüşlerimizi sorgular, yanlış olanları düzeltir, eksik olanları tamamlarız. Bunu yaparken de yanlış olduğunu gördüğümüz ve değiştirdiğimiz görüşlerin özeleştirisini yaparız. Bu önümüzde duran bir görev. Bunu daha önce yayınladığımız kitapların yeniden baskılarında bir önsözle yerine getireceğiz. Kitabın yapısı, sistemi hakkında söylemek istediğin bir şey var mı? Kitap bir önsöz ve iki bölümden oluşuyor. Dizgide bu iki bölümün çok daha anlaşılır biçimde birbirinden ayrılmamış olması iyi değil. Umarım ikinci baskısı olur ve o ikinci baskıda bu düzeltilir. Sayfa 21 ile 404 arasındaki Birinci Bölüm hacim olarak kitabın ana bölümünü oluşturuyor. Bu bölümde “Politik Ekonomi Ders Kitabı”nın sosyalizmle ilgili ikinci cildi kitabın sistematiğine bağlı kalınarak bölüm bölüm inceleniyor. Her bölümde teorik olarak savunulanlar ML bilimi temelinde irdeleniyor, bunun yanında atılan pratik adımlar da değerlendiriliyor. İkinci Bölüm 405-488. sayfaları arasındaki bölüm. Bu bölümde Politik Ekonomi Ders Kitabı’nın daha önce kitabın sistematiğine bağlı kalınarak incelenen bölümünde tartışılan sorunlar, bu kez sorunlar temel başlıkları altında inceleniyor, bir genel değerlendirme yapılıyor. 477-488. sayfaları arasında çıkarılan sonuçlar 19 kısa tez halinde özetleniyor. Bu 19 kısa tezin geniş gerekçelendirilmeleri kitabın ana bölümünü oluşturan birinci bölümünün çeşitli alt bölümlerinde vardır. Yani ne dediğimizi özet halinde okumak isteyen varsa ikinci bölümü okusun. Umarım bu ikinci bölüm ve tezler birinci bölümü de okumaya iter oku- röportaj Bu kitapla geri dönüş sorunu çözülmüş oluyor mu? Tabii ki hayır. Bu bir anlamda, bir konuda, ekonomik temeller konusunda yalnızca bizim açımızdan bir sonuca vardırılmış bir başlangıç. Daha yapacak çok iş var. Ve bu işin yapılmasına yalnızca Kuzey Kürdistan/Türkiyeli komünistler değil, bütün dünya komünistleri katılmalı. Bunun için bu kitabın en azından İngilizceye çevrilmesi ve Dünya Komünist Hareketi unsurlarının tartışma içine çekilmesi çok önemli. Bu bağlamda önsözde dikkat çekmiş olduğum üç nokta var. Onları buraya alıyorum: Birincisi: Kuşkusuz sosyalizmin inşası ve sosyalizmde geri dönüş sorunu tartışılırken kendisini Sovyetler Birliği deneyimiyle sınırlamak yetersiz ve yanlış olur. En azından bir dönem sosyalizmin inşası iddiasında olan Çin Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Halk Cumhuriyeti deneyimlerinin, hatta Küba deneyimi vb.nin de tartışma içine çekilmesi gerekir. Kitapta kendimi Sovyetler Birliği deneyiminin değerlendirilmesi ile sınırlamadım. Fakat önceliği en ciddi ve en uzun süren deneyim olan Sovyetler Birliği’nin incelenmesine verdim. Bunda tabii sosyalizmin inşası iddiasını ileri süren Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerde siyasi iktidarın proletarya diktatörlüğü olarak adlandırılamayacağı şeklindeki değerlendirmem de rol oynadı. Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerdeki deneyimlere, eğer bu ülkelerde “Politik Ekonomi Ders Kitabı”na atıflar yapıldıysa, ya da eleştiriler yöneltildi ise, bir de “Politik Ekonomi Ders Kitabı”nın ilgili bölümleri bağıntısında değindim. Tartışmanın ilerleyen süreci içinde Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerdeki deneyimlerle ilgili olarak da biraz derinlere inilmesi gerekli ve doğru olacaktır. İkincisi: Bu kitapta ‘geri dönüş’ sorununun öncelikle sosyalizmin inşasında ekonomi teorisi ve ekonomik inşa pratiği yönü incelenmekte, sorunun toplumsal siyaset yönü, eğitim ve kültür siyaseti yönü fazlaca ele alınmamaktadır. Kendimi büyük ölçüde ekonomik alanla sınırlamamın nedeni bu araştırmanın temeli- ne bilinçli olarak şimdiye kadar en fazla ihmal edilen bu yönü koymamdır. Geri dönüş sorununda fakat mutlaka bu kitapta üzerinde fazlaca durulmayan yönler üzerinde, ‘geri dönüş’ün sosyal siyasette, eğitim ve kültür siyasetinde nereden, nasıl başladığı, Marksist-Leninist’lerin bu bağlamda yaptığı hatalar, revizyonistlerin bilinçli çarpıtmaları, bunların sonuçları araştırılmak, tartışılmak zorundadır. Üçüncüsü: Bütün kitapta daha çok yanlışlar üzerinde durulmaktadır. Bu, sosyalizmin inşasında kazanılan başarıları inkâr etmek veya küçültmek için yapılmıyor. Gerek Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasında, gerekse Çin Halk Cumhuriyeti’nde, Arnavutluk Halk Cumhuriyeti’nde, gerekse İkinci Dünya Savaşı ertesinde ortaya çıkan diğer halk demokrasisi ülkelerinde işçiler ve emekçiler lehine elde edilen muazzam kazanımları hiçbir ‘geri dönüş’ olgusu silemez. İşçiler, emekçiler bu süreçlerde hiçbir burjuva diktatörlüğünde elde etmeleri mümkün olmayan haklara ve maddi şartlara kavuşmuşlardır. Bu tarihi bir gerçekliktir. Bu kitapta fakat öncelikle bu kazanımlar üzerinde durulmak, bunlarla övünmek yerine, bilinçli olarak öncelikle yapılan hatalar üzerinde duruluyor. Neden? Çünkü sosyalizmin gerçek anlamda inşası ve devrimin durmaksızın sürdürülmesi, geçmiş sosyalizm inşa deneyimlerindeki yanlışlar tespit edilmeksizin ve bunların tekrarı önlenmeksizin ilerde de mümkün olmayacaktır. Burada iki çeşit ‘yanlış’ vardır. Birincisi: revizyonistlerin aslında Marksizm-Leninizm’den sapma olan, revizyonistler açısından gerçekte yanlış olmayan, onların grupsal ve kişisel çıkarlarına uygun siyasetler olarak bilinçli bir şekilde geliştirilen, uygulanan, egemen kılınan revizyonist siyasetlerdir. İkincisi: Marksist-Leninist’lerin yaptığı hatalar vardır. İkinciler, yani Marksist-Leninist’lerin kimi hataları, birçok halde birincilerin, yani bilinçli revizyonist siyasetlerinin geliştirilmesinin ve hakim kılınmasının teorik temelini vermiş, yolunu açmıştır. Bu iki tip ‘yanlış’ı birbirinden ayırmayı önemli buluyorum. Benim için önemli olan, öncelikli olan Marksist-Leninist’lerin yaptığı, yani ‘bize ait’ olan hatalardır. Bunları tespit etmek ve aşmak bizim yapacağımız iştir, bizim görevimizdir. Yani yapacak çok iş, yürünecek çok uzun bir yol var daha… Kolay gelsin! 05.02.2016 ✒ yucuyu. En iyisi tabii bu kitapla birlikte, bu kitapta tartışılan temel kitabı, “Politik Ekonomi Ders Kitabı” ikinci cildi de okumaktır. Ve kendi başına okumakla kalmayıp tartışmaktır. Ben sosyalistim/komünistim diyen herkesin bu işi yapması gerektiğini düşünüyorum. 83