Batı, Türkiye Cumhuriyeti`nin İslam`ın Bayraktarı Olmasından Korkuyor

advertisement
Hasan Celâl GÜZEL
Yeni Türkiye
Stratejik Araştırma Merkezi Başkanı
Röportaj / Koray TÜMAY
“Türkiye’de 1923’ten bu yana
yerli ve milli düşüncenin dış politikada, diplomaside uygulandığı tek dönem Recep Tayyip
Erdoğan dönemidir.” Evet, Türkiye’nin Ekseni’ni konu edindiğimiz bu sayımızda Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi
Başkanı Sayın Hasan Celâl GÜZEL ile bir röportaj gerçekleştirdik. Türkiye Cumhuriyeti
devletinin önemli kademelerinde
hizmet vermiş; uzman, müşavir,
müsteşar ve bakan olarak görev
yapmış, emekli olduktan sonra da kurmuş bulunduğu Yeni
Türkiye Stratejik Araştırmalar
Merkezi ile hizmete devam eden
GÜZEL, gündemdeki sıcak konulara dair dergimize çarpıcı
açıklamalarda bulundu.
14
“Batı, Türkiye Cumhuriyeti’nin
İslam’ın Bayraktarı
Olmasından Korkuyor”
Bildiğiniz üzere çok kutuplu
dünyanın küresel güçlerinin
hiçbiri diğerine üstünlük taslayamıyor. Arkadan da yeni kutup başı ülkeler sürekli geliyor,
bölgesel güçlerini küresel güce
dönüştüren ülkelerin sayısı hızla artıyor. Böylesine karmaşık
dengelerin hüküm sürdüğü bir
dünyada ‘sadece belirli bir eksende kalmak’ neredeyse imkânsız hale geliyor. Tam da bu
noktada Türkiye’nin yeni bir eksene doğru yol aldığı eleştirileri
yapılıyor. Siz bu eleştirilere nasıl
bakıyorsunuz? Söylenildiği gibi
Türkiye’de bir eksen kaymasından söz edebilir miyiz?
Cumhuriyet kurulduktan sonraki politikaya kısaca bakmamız gerekiyor.
Cumhuriyet kurulduktan sonra Batı
emperyalizmine karşı milli mücadele
verilmiş olmasına rağmen, birtakım
endişelerle ve Batı’nın daha gelişmiş,
daha demokratik dünyasına aidiyet
sağlamak maksadıyla ilk sırada Türkiye’nin yöneticileri açıkçası Batı’yı
tercih ettiler. Bloklaşma olmuştu, batı-doğu çıkmıştı ve bu politikalar sonuna kadar devam etti. Yani eksen o
oldu. Onun için buna eksen kayması
diyorlar. Sayın Kılıçdaroğlu, bazen bu
duruma ‘fabrika ayarları’ diyor. Kastettiği, Cumhuriyetin ilk dönemlerinden
itibaren çeşitli şartlar çerçevesinde
tespit edilmiş olan ki bence son dere-
ce kısır, son derece zayıf bir politikadır. Bizim o zamanki dış politikamız,
mümkün olduğunca Batı’yla kapalı bir
ekonomi ve kapalı bir diploması çerçevesinde iyi bir münasebet kurmaya
çalışmak ve bunun neticesinde kendimizi Batılı olarak ilan etmekti. Hatta
bazı sözde devrimlerde bu zorlamalı
tesir görülür. Mesela sırf Batı bloğuna
sosyal ve kültürel bakımdan da mensubiyet iddiasıyla insanımıza zorla
başını açtırdık, zorla şapka giydirdik.
Çok yanlış bir laiklik dayatması yaptık. Ama karşı taraf bizi hep Müslüman
kabul etti. Hiçbir zaman bunu kabul etmedi. Çünkü 10 asır boyunca İslam’ın
bayraktarlığını yapan bir milleti ondan
sonra kalkıp da siz bu şekilde takdim
edemezsiniz. Cumhuriyetin idarecileri
bunu anlayamadı. Ve şunu söyleyeyim size, onlar İslam deyince bizden
daha fazla Türk derlerdi. Yani Batı hep
İslam ile Türk’ü bir arada kullanmıştır.
Aslında şu anda da aynı zihniyet vardır ve biz bundan ancak iftihar ederiz. Bunları şikâyet etmeyiz. Bizim
insanımız böyledir; siz, ben, biz böyle
düşünürüz. Bu kapalı diplomatik münasebetler dünyasında evvela Atatürk
sonra İnönü ve onların dönemindeki
Dışişleri Bakanları bir taraftan Batılı
olma iddiasında bulunurken bir yaman çelişkiye düştüler. Ortadoğu,
Balkan ülkesi olarak münasebetlerini
geliştirmeye çalıştılar. Daha sonra bu
yolda ciddi bir şekilde yüründü. Mesela Atatürk’ün en büyük dostu Afgan
Kralı Amanullah Han’dı. Aynı şekilde
Bağdat Paktı yapıldı. Şah İran’ı ile
ilişkiler iyi götürülmeye çalışıldı. Tahran, Bağdat hatta milli mücadelede
savaşmamıza rağmen zaman zaman
Atina, zaman zaman Sofya çerçevesinde kaldık. Bu ne demekti biliyor
musunuz? Türkiye’yi basit bir Ortadoğu ve Balkan ülkesi olarak görmek
demekti. İşte kastedilen fabrika ayarı
budur. Fabrika ayarından bir şey daha
kastediliyor, sık sık söylenir ve hep de
yanlış bilinir. Efendim biz Misak-ı Milli
sınırlarımızın dışına çıkmayacağız.
Bu nereden geliyor biliyor musunuz?
Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı bir
milli yemin etmiştir. Bu milli yemin şudur; biz şu toprakları katiyen vermeyeceğiz ve bunun gerisine gitmeyeceğiz.
Bu milli yeminin içinde bir bakıma Batı
Trakya vardır. Yani şu andaki Yunanistan’dır. Halep vardır. Kesinlikle Musul,
Kerkük, Batum vardır. Bunlardan geriye gitmeyeceğiz demişlerdir. Sonra
Ankara hükümeti de (TBMM) Misak-ı
Milli’yi aynen kabul etmişlerdir. Ama
dikkat ederseniz buradaki politika ve
perspektif, daha fazla toprak kaybetmemek, daha fazla politikada geriye
gitmemek şeklindedir. Çünkü Osmanlı
İmparatorluğu en geniş döneminde,
24 milyon kilometre kareye varmıştır.
Biz, Birinci Dünya Harbine girmeden
8 milyon kilometre kareydik şimdi ise
800 bin kilometre kare. 10’da 1’e indi.
O yüzden daha fazla inmek istemiyorduk. Şimdi kalktılar, evvela Atatürk döneminde açık açık söyleyeyim sonra
İnönü döneminde biz Misak-ı Milli sınırlarını geçmeyeceğiz demeye başlandı. Perspektif farklılığını görüyor
musunuz? Birisinde daha fazla çekilmeyiz birisinde daha fazla ileri gitmeyiz. Her fırsatta bizim herhangi bir
talebimiz olmadığını söyleyip durduk.
Çünkü Batı, Osmanlı’dan korkuyordu.
Daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti’nin de İslam’ın bayraktarı olmasından korkuyordu. Bu konuda ilk politika değişikliğini -kökten bir değişiklik
değildi ama- rahmetli Menderes yaptı. Menderes, biliyorsunuz 14 Mayıs
1950’de Türkiye’de tam demokratik
döneme geçiş olsa da ne yazık ki 27
Mayıs’taki o alçakça darbeyle ayrılma
yaşandı.
O dönemde Menderes de Batılı bir
politika takip etti. Niye orada Batılı
bir politika takip etti? Çünkü iktidara
gelmeden birkaç sene önce ve İkinci
Dünya Savaşı’nın sonunda Stalin diye
bir emperyalist vardı, Kars ve Ardahan’ı istedi. Bizim de o zaman gücümüz azdı, ordumuz pek güçlü değildi.
Telaşa kapıldık. Hatta İkinci Dünya
Savaşı’nda tarafsız kalma politikası takip etmemize rağmen sonradan
kalktık savaş sonrası Almanya’ya savaş ilan ettik. İşte biz de sizin yanınızdayız demek için! Bu arada Stalin’in
15
“Batı’nın şımarık
çocukları olan
Yunanlılara rağmen
biz Lozan’dan sonra
ilk defa bir harekâta
girdik ve bir toprak
kazandık. Bu yüzden
Kıbrıs Barış Harekatı
çok önemlidir.”
komünist emperyalizmini Batılılar anlamaya başlamıştı. Stalin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra biliyorsunuz
Almanya’nın bir kısmını işgal etti ve
çıkmak istemedi. Varşova Paktı böyle
oluştu. Dolayısıyla daha sonra NATO
kuruldu. NATO ve Varşova Paktları iki
dünya olarak ayrıldı. İşte bu iki dünya içinde rahmetli Menderes de, İnönü politikasından sonra Batı’ya daha
yakın bir politika izlemek zorundaydı
ve bunu böyle yaptı, doğru da yaptı.
Çünkü Stalin ile beraber olsak bağımsızlığımızı tamamen kaybederdik. Ve
toprak kaybederdik. Bunun üstüne
NATO’ya girdik. Daha sonra Kuzey
Kore’nin saldırılarına karşı Güney Kore’ye asker gönderdik. Orada iyi bir intiba bıraktık. Daha sonra da Marshall
yardımları diye Amerikan yardımlarını
almaya başladık. Ama en önemlisi
yavaş yavaş rahmetli Menderes, bağımsız bir politika izlemeye başladı
ancak tam bağımsız yapamadı. Elinden geleni yaptı ama bağlı kalmaya
devam etti. Şimdiki gibi Sayın Erdoğan’ın yaptığı gibi yapamadı. Bir taraftan NATO bir taraftan çok önemli
olmasa da CENTO, yine Ortadoğu’da
Amerikalıların iştiraki ile birlikte bir girişimde bulunuldu. Bir taraftan da Rus
tehdidi karşısında böyle yaptı. Ama 27
Mayıs’tan önce kendisinin yakın dostu
olan Irak Kralına karşı darbe yapılınca
ona müdahale etmek istedi. O birçok
kimsenin hoşuna gitmedi ve engellendi. Hâlbuki şimdi ne kadar doğru olduğunu görüyoruz.
Diğer taraftan Amerika Birleşik Devletleri bize milli savunma bakımından
yardım göndermeyince diğer taraf-
16
tan Rusya ile ilişkilerimiz olabilir diye
düşündü. Ancak bu Amerika’nın hiç
hoşuna gitmedi. Hatta Adnan Menderes’in bu şekildeki politika değişikliğini kellesi ile ödedi derler. Ben bunun
tamamen doğru olduğu kanaatinde
değilim. Yani biz 1960’a kadar, Menderes dönemine kadar Batı’ya dönüktük, eksenimiz buydu. Daha sonra
darbeciler geldi. Darbeciler her zaman
Pentagon’un adamları olmuşlardır.
Ondan başka politika izlemeleri söz
konusu değildi. Ardından Süleyman
Demirel geldi. Demirel de tamamen
Batı’ya yönelik bir politika izledi. Ama
biraz daha farklı olarak sırf Amerikan
politikası değil, Avrupa politikasını
da takip etmeye çalıştı. Bu arada biz
1958’den itibaren de Avrupa Birliği’ne
girme teşebbüsünde bulunduk. Sayın
Cumhurbaşkanımızın da söylediği
gibi bu neredeyse yarım asırdan fazla
bir teşebbüs. Ben devlet bakanı, hükümet sözcüsü iken ilk tam teşebbüsü
ANAP döneminde yapmıştık. Onun
üzerine Avrupa Birliği konusu da gündeme geldi. O sırada rahmetli Turgut
Bey, Planlama Müsteşarı idi. Onun ve
çevresindeki bazı aydınlar tamamen
Avrupa Birliği’ne bağlı kalınmasının
yanlış olduğunu, daha çoklu bir politika izlenmesi gerektiğini savunuyordu.
Demirel, biraz daha değişik görüşteydi, Dışişleri de Demirel’in görüşündeydi ama neticede o Başbakan olduğu
için o daha ağır bastı. Demirel’in döneminde tam bir Batı’ya bağlılık haline döndü. Bunun istisnası daha sonra
Kıbrıs Barış Harekatı’dır. ABD orada
Rum çekicilerin bir emrivaki yapmasına karşı çıktı o yüzden müdahale
etmedi. Akdeniz’de 6. Filo vardı, bize
müsaade ettiler. Rahmetli Ecevit’in
bence iyi hizmetlerinden biri bunu
yapmak oldu. Tabi onu Başbakan Yardımcısı rahmetli Erbakan’a da borçluyuz. Çünkü Rahmetli Erbakan bana
anlatmıştı bir ara Ecevit korkmuş, çekilmek istemiş. Erbakan ise mutlaka
yapalım diye bastırmış. Bunun önemi
nedir? Batı’nın şımarık çocukları olan
Yunanlılara rağmen biz Lozan’dan
sonra ilk defa bir harekâta girdik ve bir
toprak kazandık. Bu yüzden bu çok
önemlidir. Güney Kıbrıs’ı her ne kadar
Türkiye Cumhuriyeti’nin kazancı diyemiyorsak da bu aslında Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı bir devlet şeklindedir.
Kıbrıs’ın bağımsızlığına itina ediyoruz, üstüne düşüyoruz, tekrar adada
bir şekilde anlaşma sağlanmasını istiyoruz. Ancak Yunan ve Rum tarafı
bunu istemiyor. Çünkü sonunda bizim
dize geleceğimizi, kimsenin bizi tanımadığını onun için de bu politikanın
sökmeyeceğini söylüyorlar. Ama çok
şükür söktü. Şimdi ayrı bir devlet oldu.
Bu bağımsız diğer devletlerle beraber
bir devlet meydana gelmiş oldu. Bu da
1960 sonrası statik körü körüne Batıcı politikanın bir istisnasıdır. Ondan
sonra rahmetli Turgut Bey geldi. Turgut Bey zaten yerli düşünceden, milli
düşünceden yana bir insandı. Benim
sevdiğim, sağ kolu olarak çalıştığım,
bir Başbakan olduğu için söylemiyorum. Naçizane bir siyaset bilimci olarak objektif değerlendirmeye çalışıyorum. Ama hiç mi Batı taraftarı değildi?
Hiç mi Batı ekseninde değildi? Hayır
eksenindeydi.
Size bir anekdot anlatayım. Biz ilk
ABD ziyaretini rahmetli Turgut Bey ile
beraber 1985 senesinde başkan Ronald Reagan döneminde yaptık. Bir
gün sabah Reagan’ın Başkanlığındaki yirmi kişilik bakanlar kurulundaki
lıştı. Bu çok önemlidir. Yani emperyal
bir vizyonu vardı. Bu emperyalist demek değildir. Emperyal vizyon, dünya
çapında vizyon demektir. Zaten Türkiye’ye yakışan da buydu. Türkiye, basit
bir Ortadoğu ve Balkan ülkesi değildir.
Diyelim ki ileride Türkiye’nin ekonomisini Bulgaristan, Yunanistan geçsin
hiç önemli değil. Önemli olan Türkiye.
ekipler, uzmanlar ile Beyaz Saray’da
çalışma yaptık. Turgut Bey, o basit
fakat her şeyi anlatabilen İngilizcesiyle; “Biz sizden çok fazla yardım istemiyoruz, daha fazla ticaret istiyoruz”
dedi. Yani hâlâ bizim talebimiz odur.
O zaman çok hoşlarına gitmişti, gülmüşlerdi. Fakat biraz boş bakarmış
gibi dinlediler. Ben eğildim; “Abi dedim son kozunu oyna”. Hemen başını
salladı. Zaten o da onu düşünüyordu.
Dedi ki; “Siz bizim Sovyetler Birliği’yle
kaç kilometrelik hududumuz olduğunu
biliyor musunuz?” O zaman da daha
bağımsız devletler topluluğu kurulmamış Sovyet sınırı var ve biz Batı’nın
açıkçası jandarmasıyız. Zaten oraya
geleceğim bizim en büyük fonksiyonumuz ne yazık ki Batı’nın jandarmalığını yapmak oldu. Avrupa, ordular bakımından çok güçlü değildi ki hâlâ da
öyledir ve direkt Sovyetler ile biz muhatap olduğumuz için Amerika Birleşik Devletleri ve NATO, Türkiye’ye bu
bakımdan önem vermişti. Bir de Kore’deki asker arkadaşlığımız girince
o zaman birden bire hepsinin yüzleri
değişti. Oturdular ve talep ettiklerimizi verdiler. O benim için enteresandır.
Yani biz bağımsız politika uygulamaya
çalıştık ama Batı ekseni içerisinde yer
alıp bizim o eksenden faydalanmamız
söz konusu idi.
yerli ve milli düşüncenin dış politikada
diplomaside uygulandığı tek dönem
Recep Tayyip Erdoğan dönemidir.
Recep Tayyip Erdoğan, Batı eksenini
tamamen değiştirmedi. Mesela gidip
Bağımsız Devletler Topluluğu ve Çin
ile beraber meydana gelen değişik bir
eksen var. Fazla ideolojik olmasa bile
değişik bir eksen. O da yine şu anda
ikinci süper güç. Ona gitmedi. Gideriz haa! dedi. Onu kullandı ve doğru
bir şeydir bu. Ama gitmedi, yine Batı
içinde kaldı. Niye, nasıl kaldı? NATO
içerisinde kaldı. Mesela en son Rusya’yla bizim meydana gelen kriz sırasında da NATO, tamam Türkiye’nin
arkasındayız dedi ama daha sonra
Amerika’nın Rusya’yla perde arkası
başka politikaları ortaya çıktı. O ayrı
mesele. Yani Sayın Erdoğan, Başbakan olarak, Cumhurbaşkanı olarak
mümkün olduğu kadar bağımsız bir
politika uygulamaya çalıştı. Ayrıca
Türkiye Cumhuriyeti’nin; Osmanlı’dan, Selçuklu’dan daha öncesinde
n beri misyonunu geri kazanmaya ça-
Bir defasında Yunanistan ile kriz döneminde ben Dışişleri Bakanlığı’na
vekâlet ediyordum. Amerikan Dışişleri
Bakanı’yla birlikte bir enteresan anekdotumuz var. Bana dedi ki; “Yunanistan, Yunanistan bırakın bunları ya.
Bunlar şarkı söyleyip göbek atarlar.
Başka bir şey değil ki, böyle bir millet
yok” dedi bana. “Siz koca Türk milletisiniz niye bunları muhatap alıyorsunuz, kavga ediyorsunuz” dedi. Böyle
bir şey söyledi. Bir enteresan perspektif. Tabi tamamen doğru değil. Şimdi
biz bu çerçevede Irak’la, Suriye’yle,
Ortadoğu’yla, Balkanlarla, Kafkaslarla politikamızı yürütmeye çalıştık. Ermenistan dâhil herkese kucak açtık.
Ancak bazen şunu unuttuk. Ben, Sayın Erdoğan’a da zaman zaman arz
ettim, günlük yazarken de yüzlerce
yazıda da yazmıştım. Bizim önemli
bir hatamız var. Elli yıl bize tesir edecek olan 1 Mart Tezkeresi’ni reddettik.
Sayın Cumhurbaşkanıyla, o zaman
Başbakan bile değildi genel başkandı
kendisiyle görüştüğümde defaatle arz
etmiştim. Aynı görüşteyim dedi. Ama
bir hata yaptı grup kararı almadı. Biz
oraya gitseydik hem bir milyon altı yüz
bin Müslüman bu şekilde Felluce’de,
hapishanelerde vs. hayatını kaybetmezdi hem de açıkçası bizim hakkı-
Daha sonra biliyorsunuz rahmetli Turgut Özal Bey Cumhurbaşkanı oldu
-keşke olmasaydı- ve Türkiye yanlış
bir dönem geçirdi, politikalar birbirine
girdi. Ama genel anlayış olarak Batı
ekseni vardı. Esas bahsetmek istediğim konu Türkiye’de 1923’ten bu yana
17
mız olan Musul, Kerkük gibi yerlerde
sözümüz olurdu.
İkinci önemli hata Suriye’de yapıldı.
Ben o zaman hastaydım Sayın Davutoğlu’nu ziyaret ettim. Uçak vurulduğu
sırada bizim hemen mukabele etmemiz ve harbe girmemiz gerekiyordu.
Müsaade ederler miydi? Bir defa bir
ay evvel Obama kendisinin de istediğini ve söylediğini söyledi. Biz de
öyle duymuştuk. Putin ise müdahale
etmeyecekti. Biz biraz gecikince herkes elini soktu, karıştırdı. Şimdi içinden çıkılamaz bir hale geldi. Orda bir
PKK devleti kurulmak isteniyor. Ama
bereket versin Sayın Cumhurbaşkanı
dış politikanın bağımsızlığında ve Türkiye’nin milli güvenliğinde son derece
tavizsiz ve doğru bir yolda olduğu için
buna müsaade etmiyoruz. Fabrika
ayarı diyor CHP’liler. Fabrika ayarı
demek, Cumhuriyetin ilk o çekingen,
dışa kapanık politikasına dönmektir.
Türkiye asla öyle bir ülke olamaz artık.
Çünkü Türkiye iddialıdır. Zaten iddialı
olduğu için hakkında birçok kumpas
kuruluyor. Onun dışında Türkiye son
14 senede aktif bir dış politika uyguladı. İyi de yaptı inşallah bu gittikçe artan bir emperyal vizyonun başlangıcı
olacaktır.
Türkiye’nin iç dinamiklerine
baktığımızda kısa bir süre önce
AK Parti’nin 2. Olağan Kongresi neticesinde Başbakan Sayın
Binali YILDIRIM partinin üçün-
18
cü genel başkanı oldu. Genel
Başkan Binali YILDIRIM başkanlığında kurulan 65. Hükümet,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden güvenoyu olarak Başbakanlık görevini devraldı. Sayın
YILDIRIM’ın icraat merkezli bir
faaliyet yürüteceği ise kongre
konuşmasındaki “laf laf üstüne”
değil “taş taş üstüne” koyma
zamanıdır diyerek dile getirdi.
Siz bu görev değişimini nasıl
yorumluyorsunuz ve bu yeni
dönemde hükümetin hangi konulara ağırlık vereceğini düşünüyorsunuz?
Sayın Davutoğlu üzülerek görevinden ayrıldı. Kendisini çok fazla tenkit etmek istemiyorum. Yalnız şunu
söyleyeceğim, ben onun gelmesi için
onlarca yazı yazmıştım. Gidip Sayın
Başbakanla (Recep Tayyip Erdoğan)
görüşmüştüm. Niye böyle düşünüyordum. Yakınım olduğun için falan değil,
çok iyi konuşan, enerjik, genç, bilgili,
profesör birkaç lisan bilen bir adam
diye düşünüyordum. Gerçekten de iyi
bir hatip oldu. Çok çalışkan oldu. Bunlar tamam. Ama bir şeyi anlayamadı.
AK Parti iktidarı demek Recep Tayyip Erdoğan demektir. Bunu bilmek
lazım. Binali Bey’i çok severiz, Sayın
Davutoğlu’nu da çok severdik. Ama
sorarım size Türkiye denildiği zaman,
Türkiye’nin lideri denildiği zaman akla
gelen isim nedir? Dünyanın her tarafında sevsin sevmesin Recep Tayyip
Erdoğan’dır. Sayın Davutoğlu bunun
bu tarafını ne yazık ki takdir edemedi. Ve bilinen parlamento sistemindeki
Başbakanlık şeklinde tasavvur etti.
Arada sırada Başkanlık Sistemi’nden
bahsediyordu ama kendisinin buna
fazla taraftar olmadığı söyleniyordu.
Ve Cumhurbaşkanlığı köşküyle Başbakanlık arasında; bürokrasi yönetimi, atamalar, politika yönetimi şeklinde farklılıklar ve görüş ayrılıkları oldu.
Sonunda da merkez karar yönetimindeki söz konusu durumda işi son haddeye getirdi. Aslında sadece mesele
bu değildi. Bardak dolmuştu. Şimdi
tabi üzülürüz. Güzel hizmetler de yaptığını düşünürüz. Ama en son alınan
%49.5 oyun -tamamen hissi politik
olanları hariç tutuyorum- hem halk
hem de aydınlar olarak bu görüşteyiz
tamamına yakın kısmı Recep Tayyip
Erdoğan’ın oyudur. Bunu her kesin
bilmesi lazım. Şimdi bu durumda değişim oldu. Niye Binali Yıldırım geldi?
Bence çok isabetli bir seçimdir. Eğer
eski popülerliği devam etseydi Ali Babacan da çok iyi bir alternatif olurdu.
Binali Bey, iki başlılığa sebep olmayacak bir adam. Benim anladığım model
şu, doğru anlamış mıyım bilmiyorum.
Bir yandan parlamenter sistem bu şekilde başkanlığa benzer halde devam
ederken bir yandan Başkanlık Sistemi’ne geçilmesi için gerekli adımlar
atılacak, çalışmalar yapılacak ve sonunda Başkanlık Sistemine geçilecek.
Ama ister yarı başkanlık sistemi olsun
-o zaman başbakanı muhafaza ediyorsunuz- ister Türk tipi gibi başkanlık sistemi olsun bazı alternatifler var.
Bu takdirde Sayın Başbakan Binali
YILDIRIM ikiliye meydan vermeyecek
birisidir. Yani iki başlı devlet yönetimi olmaz. Bütün mesele bu. Ben elli
sene bu devlete hizmet ettim. Bunu
en iyi bilen kişilerden biriyim. Bir de
şunu söyleyeyim. Böyle birinin istediğini birisi istemezse iş yürümez. Binali
Bey, böyle bir insan değil. Bir de Binali
Bey’in bir özelliği var. Teklif kapasitesi çok büyük ve bunu ispat etmiş bir
insan. Sayın Cumhurbaşkanı’nın Başbakan iken de ve şimdi de iftihar ettiği,
hepimizin de iftihar ettiği birçok dev
yatırım, sessiz sedasız o mütevazı,
halkın adamı Binali Yıldırım tarafından
gerçekleştirildi. Elbette Başbakanın,
elbette Cumhurbaşkanının bunda çok
büyük katkısı var. Ama dikkat ederseniz şu anda bir bakıma vazife bölüşümünde fiilen yürüyor. Yani problemli
dış politika meseleleri veya önemli konularda Sayın Cumhurbaşkanıyla görüşüyor. Diğer taraftan Binali Bey de
bir miktar konuşuyor ama Binali Bey’in
kafasında başka projeler var. Onlarla
meşgul oluyor. Bakın bu sistem yürür.
Ahmet Bey değersiz miydi? Haşa, o
da değerliydi. Ama oradaki sistem yürümedi. Önemli olan devlet gemisinin
yürüyebilmesidir.
Hükümetin yeni dönemdeki politikalarına baktığımızda görünen o ki
Anayasanın değişimine öncelik verilecek. Çünkü bu ikilik ortadan kalkmalı
tabii. İkincisi bu adalet sistemi ön plana çıkmaya başladı ve çok doğru bir
seçim. Adalet yürümüyor, Yargıtay’a
giden dosyalar senelerce kalıyor. En
kısa zamanda bunu halledebilmek
lazım. Galiba Sayın Adalet Bakanı
Bozdağ’da bununla meşgul. Üçüncü
olarak da birçok dev proje var, onları
katlayarak gitmek istiyorlar. Mesela
hızlı tren, mesela çift yollar, oto yollar… İstanbul otoyolu kapasiteyi kaldırmıyor biliyorsunuz. İzmir birleşiyor,
İstanbul birleşiyor, sonra Ankara birleşiyor… Öyle ki beş sene sonra Türkiye tanınmayacak hale gelecek. Bir
taraftan da ekonomiye ağırlık veriliyor.
Geçen Başbakanın açıklamasını yaptığı ‘turkuaz kart’ uygulaması son derece ilgi çekiciydi. Zaten bir problemli
seçim geçirmemize ve terörle meşgul
olmamıza rağmen hâlâ Avrupa’nın
en hızlı kalkınan ülkesiyiz. Bu gidişle
inşallah yatırımları kesmeden devam
ettirebilirsek 1923’te hedeflere varacağız veya yaklaşacağız.
Doğu’da yaşanan saldırılarla
birlikte içimizde yaşanan mücadele artık sadece PKK ile değil
DAEŞ ile de var. Bununla birlikte; İstanbul, Ankara, Gaziantep,
Mardin ve birçok ilde canlı bombalar patlıyor. Bunun altında
yatan neden sizce nedir? Terör
örgütü unsurlar bu saldırılarla
Türkiye’de neyi hedefliyor?
Şimdi bu konuda birkaç perde var ve
bu perdeleri gelin sizinle açalım. Görünen ilk perde; bir hayli iyi organize
edilmiş ve eğitilmiş, arkasında da mali
desteği olan, silahlı destek alan, büyük devletlerin desteği olduğu anla-
şılan PKK’nın, doğu ve güneydoğuda saldırılarını yapması, devlete geri
adım attırması, devletin de bu arada
barışla işi çözmek istemesi yüzünden
4 sene kaybettiğimiz için, ne yazık ki
bu durumdan cesaret bulan bir terör
örgütünden bahsediyoruz bunu biliyorsunuz, bu görünen perde. Şimdiye kadar biz bu perdeleri görmemeye
çalıştık. Sırtımızı döndük, açık söyleyeyim yanlış bir iş yaptık. Ben bu
konuda binlerce makale yazdım ve
ilgililerle başta Sayın Cumhurbaşkanımız olmak üzere defalarca görüştüm,
görüşlerimi arz ettim. Tenkitlerimi yaptım ve tenkitlerim ayni ile vaki oldu.
Şimdi ben haklıymışım meselesinde
değilim. Bu görünen perdeyi açmak
için mutlaka çözüm sürecinden, terörist başı ile görüşmelerden vazgeçmemiz lazım. Bunun fantezi olduğu
ortaya çıktı. Devlet bunda samimiydi
ama adamlar sahtekârdı. Adamlar
vakit kazanmak için bunu kullandılar. Sayın Cumhurbaşkanı da bunu
açıkça söyledi. Türkiye Cumhuriyeti
Devleti hükümeti olarak biz iyi niyetle uğraşırken güneydoğuyu silah deposu haline getirdiler. Öyle değil mi?
Şimdi bunu bir defa halletmek lazım.
Şu anda yapılan iş bir defa doğrudur.
Yani Temmuz 2015’te başlayan ve halen devam eden kesintisiz olarak sürdürülen operasyonlar devam ediyor,
doğru da gidiyor. Teröristler mutlaka
temizlenecektir. ‘Efendim işte siz temizleyemezsiniz, on milyon Kürt var’
gibi laflar palavradır. Onlar onların
değildir, onlar benim gardaşlarımdır.
Bin yıllık gardaşımdır. Niye onların olsun ki. Onlar bu gardaşlarımın camilerini yıktılar, onları sersefil bıraktılar,
insanlarını öldürdüler. O Kürt benim
gardaşımdır. Ben Türk-Kürt ayrımı yapıyor muyum? Yapmıyorum. Türkiye
Cumhuriyeti ırka dayalı mıdır? Asla.
Ben Müslüman mıyım? Müslümanım.
Dolayısıyla Kürt de benim gardaşımdır. Ama Kürt meselesini, Kürtçülüğe,
ırkçılık, etnik ayrımcılık haline getirip
de teröre dönüştürürseniz, bunlarla
mücadele etmek mecburiyetindesiniz.
Başka hiçbir çareniz yoktur. Yani gene
oturup yeniden akil adam bulmak vs.
vakit kaybettirir. Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Hükümet doğru yoldadır.
Peki, bir perde daha açalım sizinle.
19
Bir perde daha açınca Ortadoğu’da,
yeni kurulacak bazı güçler hatta devlet teşekkülleri, teşkilatlanmaları, oluşumları ortaya çıkıyor. Bunların da
arkasında açıkçası büyük devletler
var. PYD’ye devlet kurdurmaya çalışıyor. Bir taraftan Rusya var. Açıkça
PKK’yı PYD’yi, YPG’yi destekliyor.
Ben altı ciltlik Ortadoğu çalışması
yaptım. İstikrarsızlık ortada. O zaman
bu istikrarsızlıklarla başa çıkabilmek
için muhalifleri desteklemek ve ona
göre ayrı oluşumlara gitmek, mümkünse de siyasi bütünlükleri muhafaza etmek lazım. Çünkü Ortadoğu’da
çok fazla parçalanan sınırlar var. Bu
sınırlar parçalanırsa işin içinden çıkamıyorsunuz. Sayın Cumhurbaşkanı
da bunu söylemektedir. Peki, o zaman
buna nasıl mani olunur. İşte bu iki gün
evvelki konuşmada söylenmiştir. Çok
açık şimdiye kadar söylenmemişti. Biz
hukukla, diplomasiyle ve silahla buna
müsaade etmeyiz. Yani kısaca dedi
ki; “Siz bunu dayatırsanız biz ordularımızla gireriz.” Öyle değil mi? Ve bu
doğrudur. Böyle bir şey demedi ama
ben böyle anladım ve anladığımdan
da memnunum. Onun için biz bu PKK
terörü meselesindeki, ikinci perdeyi
böyle açarız.
PKK teröründe üçüncü bir perde açalım. Ne çıkar biliyor musunuz? DAEŞ’in de kurucuları çıkar. Ne çıkar?
İngiliz Intelligence’ı çıkar, MI6’lar çı-
20
kar. Ne çıkar? CIA çıkar. Ne çıkar?
MOSSAD çıkar. Üçüncü perdeyi aralayıp bakarsanız bunu görürsünüz.
Daha başka neler çıkar? Tapınakçılar,
birilerinin dünya hâkimiyeti çıkar, Siyonist dayatma çıkar. Ve bu dördüncü perdeden sonra DAİŞ ile PKK aynı
yerde görünür. Zaten şu anda bile tuhaf. Bir yandan savaşır görünüyorlar,
bir yandan da çok rahatlıkla Esad ile
iki taraf da temas edebiliyorlar.
DAEŞ meselesinden biraz bahsedeyim. PKK bizim belamız tamamen
Türkiye’yi parçalamak, yerinde oturmak, sonra büyük sözde Kürdistan’ı
kurmak hayalleri içindeler. Yıllardır
bunları takip ediyorlar ama ortada bir
şey yok. DAEŞ’e gelince bu değişik bir
yapılanma. Bunun ortaya çıkmasında
Amerika’nın istilasındaki zulmünün
rolü var. Özellikle Sünnilerin üzerindeki zulmü. Saddam’ın başıboş ordusunun rolü var. Ama sadece bunlar yok.
İngiliz Intelligence’ının rolü var. Öyle
değil mi? Ondan sonra DAEŞ’i özellikle ortaya çıkarıp, aşırı dinci bir grup
gibi göstermeye çalışıyorlar ki Selefilerden de faydalanıyorlar. Selefiler; radikal, kelle kesen tiplerdir. Yani Hz. Ali
efendimizi şehit eden insanlara ne diyeceksiniz. Her şeyi yapabilirler. Ama
bunların bu Selefilik duygularını, ortamı istismar ederek, bunları teşkilatlandıran, silah satan, silah gönderen
arkasında olan güçlere bakmak lazım.
O perdeyi açınca o güçler de çıkıyor
ortaya. Bizde birtakım liberal geçinen,
eski Marksist Kürtçü kişiler şunu diyor;
“Efendim tekrar oturalım, tekrar bir
çare bulmaya çalışalım, işte bu çözüm
değildir, dışarıda problemimiz var, imaj
zedeleniyor”. Hayır. Bizim için en önce
gelen vatanın, milletin bağımsızlığıdır.
Bunlardan taviz vermeyiz. Biz, PKK
konusunda iyi niyetli davrandık. Hatta fazla iyi niyetli davrandık. Bu doğru
değildi. İşte şimdi başımıza çıkmaya başladılar. Ama şimdiki yapılanlar
doğru. O zaman diyelim ki devlet aklı
öyle söyledi ama şimdi doğruyu gördü ve bunu söylüyor. Nedir bu doğru?
Biz özellikle Suriye’de, Irak’ta, ayrı bir
Kürt devleti kurdurmayız. Irak’ta kurulacaksa Türk devleti yanında Türkmen
Devleti de kurulur. Araplar da; Sünni
- Şii diye ayrılır. Hiç de hoş bir şey ol-
maz ama en çok böyle olur. Kerkük de
hiçbir zaman Kürtlere ait olmaz. Zaten Türkmen şehridir. Olabilirse Türkmen Devleti içinde veya federasyon
içinde diyelim olur, olmazsa merkezi
hükümete şu anda olduğu gibi bağlı
olur. Suriye’ye gelince, Suriye’de de
Esad’in mutlaka gitmesi lazım. Esad
gitmeden bu olmaz. Sonuna kadar da
Rusya bunları desteklemez. Onun için
Esad zaten Ruslar ve İranlılar olmasaydı şimdiye kadar çoktan gitmişti.
Doğru dürüst bir askeri gücü kalmadı.
Yıkılacak hale geldiler.
Peki, ne yapılır yerine? Mümkünse
Suriye’nin bağımsız, demokratik ve
tek bir Suriye olarak kalmasına çalışılır. Mümkün olmazsa sınırımızı tamamen kapsayan bir PKK devletine
müsaade edilmez. Bu Kuzey Irak’taki
Barzani işine benzemez. Ayrıca şu
ortaya çıkmıştır ki, Suriye’de, Kürtlerin üç misli Türkler vardır. Dolayısıyla mutlaka sadece Türkmen Dağı da
değil, Suriye’nin her tarafında onların
haklarına hukukuna da riayet edilir.
Üçüncüsü ise daha evvel Fransa’nın
baskısıyla 8%’lik bir azınlık olan Nusayri azınlığına hâkimiyet verilmiştir.
Şimdi yine ayrı bir azınlık kurulacaksa
Lazkiye civarında olabilir. Onun dışında esas hâkim güç Sünni-HanefiAraplardır.
İç siyasetin en sıcak konularından bir tanesi de dokunulmazlıklardı. TBMM Genel Kurulu’nda, hakkında dosya bulunan
milletvekillerinin yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına
ilişkin anayasa değişikliği teklifi
376 oyla kabul edilerek, yasalaştı. Böylelikle 138 milletvekili
için yargı yolu açılmış oldu. Avrupa, yaşanan bu gelişmeyi endişe verici olarak yorumlarken
Meclisin aldığı bu kararı siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bakın manzara şu, PKK diye bir örgüt var. Bu örgüt, her gün onlarca
Türk askerini, Türk polisini şehit eden;
Kürt-Türk halkı demeden insanları en
alçakça bir şekilde katleden bir örgüt.
Türkiye’de 40 bin insanımızı son 30
senede ortadan kaldırmış bir örgütten
bahsediyoruz. Bu örgütün yöneticilerinin bir kısmı Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne giriyor. Hadiseye bakın
siz. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde
adamlar var. Teröristi arabasına alıp
taşıyan, evinde misafir eden, evinde
silah saklayan, tamamen Kandil’den
yada İmralı’dan emir alan ve vatan
haini olan insanlar bunlar. Peki, herkese vatan haini denir mi? Hayır.
Vatan ne? Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Adam ona ihanet ediyor. Gidiyor
Rusya’da onun aleyhine konuşuyor.
Avrupa’da onun aleyhine konuşuyor.
Amerika’da onun aleyhine kulis yapıyor. Bu adamlar var ortada. Mesela
Sayın Cumhurbaşkanımıza hakaret,
kötü bir durumdur karşılığında tazminat alırsın. Sadece bu olsa o dokunulmazlıklardan bir problem çıkmaz,
cezalandırılır, para cezası verilir veya
hapis cezası verilirse, paraya çevrilir ve biter. Kimse problem istemiyor.
Ama her biri birer militan olan, her biri
birer ırkçı olan, Türk milleti düşmanı
olan, İslam düşmanı olan, Kürt düşmanı olan ve aynı zamanda terörist
olan, teröristlerin ön plandaki adamı
olan bu kimseleri meşru parlamenter
olarak kabul edemezsiniz. Efendim
onlara oy veriliyor! Oy verilmesi de
tartışmalı bir iştir. Silahlar altında verilen oyun hiç ehemmiyeti yoktur. Şimdi
de yapılsın da verilsin. Onun için Batı
ne derse desin korkmamak lazımdır.
Mademki teröristler meclise girmişlerdir, tabi hukuken onu ispat etmek
şartıyla, dosyayı hazırlamak şartıyla
gereken neyse yapılır. Burada hepsini de demiyorum. Mesela Altan Tan,
terörden yana olmadığını son zamanlarda açıkça ortaya koydu. O zaman
suçları sabit görülenleri alıp götürürsünüz, içeriye de atarsınız. Biz bunu
daha evvel Türkiye olarak, Tansu Çiller zamanında yaptık. İyi yaptık, kötü
yaptık... Türkiye yine Batı ekseninde,
demokratik bir Cumhuriyet. Efendim
Sayın Erdoğan yetkileri toplamış bir
diktatörmüş!. Bunu bir yandan paralelciler söylüyor bir yandan PKK’cılar
bir yandan da Ermeniciler söylüyor.
Hepsi söylüyor. Öyle değil. Şu anda
gazetelerin üçte ikisi her gün Sayın
Erdoğan’a kötü ithamlarda bulunuyor.
Eğer öyle olsa söyleyebilir mi? Böyle bir diktatör gördünüz mü? Nerede
var? Hadi Kuzey Kore’de bunun binde
birini yapın da görelim. Yani korkmamak lazımdır, bu işi yapmak lazımdır.
Bu dokunulmazlıkların kaldırılması
konusunda sadece tek partiye yüklenmek doğru değil. Aynı şey AK Par-
ti, CHP ve MHP için de geçerli. Bu
durumun adaletli uygulanması lazım.
Aslında bu dokunulmazlıkları acilen
kalkması gereken kimseler bu PKK’lılardır. Ama onları kaldırırken ötekileri
es geçmek olmaz. Onun için ister AK
Partili olsun, ister Cumhuriyet Halk
Partili olsun, onlar da ciddi şekilde,
tarafsız şekilde gözden geçirilir, hakikaten ciddi bir suç işlemişlerse, dokunulmazlıkları kaldırılır.
Geçen dönem TBMM’de anayasa çalışmalarının yarım kalması
nedeniyle yeni anayasa ve başkanlık sistemi tartışmaları bir
kez daha yan yana geldi. Başkanlık Sistemi tartışmasında
belki de en sık tekrarlanan argümanlardan biri de “parlamenter
sistemin nesi var” sorusu oldu.
Bu tartışmalar ışığında sizce
Türkiye ‘Başkanlık Sistemi’ne
geçmeli mi? Bu sistemin Türkiye’ye getirisi sizce ne olacaktır?
Şimdi ben size bir kitapla cevap vereceğim. Daha doğrusu dergi sayısı.
Ben 30 senedir Başkanlık Sistemi
üzerine çalışıyorum. Niye 30 senedir
çalışıyorum? Rahmetli Turgut Özal
Bey’in yüzünden. O da tutturdu Başkanlık Sistemi diye. Rahmetli pek
severdi bu işi. Bilhassa da Amerikan
Başkanlık Sistemi’nin aynen uygulanmasını isterdi. Ben de Kürtçülerin bu
hareketinden endişe ettiğim için eyaletin uygulanmasına karşı çıkardım.
Sonunda anlaştık. Eyalet sistemi uygulanmamak şartıyla, Türkiye’de Başkanlık Sistemi olsun dedik. “Tamam, o
zaman bana hazırla” dedi. Ben de ona
göre Anayasa değişikliği hazırladım.
Hatta üç alternatifti. Biri parlamenter
sistemin daha güçlenmişi, diğeri Yarı
Başkanlık Sistemi, bir diğeri de Tam
Başkanlık Sistemi’ydi. O da çok memnun oldu. Fakat ömrü vefa etmedi.
Aslında isteyen oldu. Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bazılarına göre bunu kendi menfaati için
istiyor. Her gelen ister deniliyor. Süleyman Bey de istedi. Daha evvel karşı çıkıyordu. Tabi biraz daha insanlar
muktedir olmak, sorunları daha kolay
çözebilmek isterler. Bu insanidir. Buna
kızmamak lazımdır. Ama öyle değil.
21
“Bu dönem Başkanlık
Sistemi’nin
getirileceğine
inanmak isterdim
doğrusu ama
inanamıyorum. Niye
biliyor musunuz?
Türkiye müsait
olduğu, olmadığı için
değil, bu konuda
Anayasayı
değiştirecek
çoğunluk olmadığı
için.”
Sayın Cumhurbaşkanı benim bildiğim sadece bizim kitabı okumuş olsa
bile, Başkanlık Sistemi’ni hepimizden
iyi biliyor. Ve Türkiye’de nasıl oluru,
nasıl olmazı görüyor. Zaten o külliye
teşkilatlanması ona göre oldu. Fakat
bir problem var. Çok değerli müşavirler ile çalışıyor ama hiçbiri Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin yapısını tam
bilmiyor. Bilmediği için de bazı aksamalar oluyor, teorik kalıyorlar. Ben
Başkanlık Sistemi’nin uygulanabileceğini ve Sayın Cumhurbaşkanın da
Türkiye’yi emperyal bir vizyon dahilinde gördüğü için, bunu yapak istediğini
düşünüyorum. Dolayısıyla Başkanlık
Sistemi’nin dışında bu şehirde kısır
çekişmeler hâkim olduğu bir parlamenter sisteme Türkiye sığmıyor artık.
Peki, başkan tek başına söylediğini
söyler mi? Hayır. Orada bir şey vardı. Başkanlık Sistemi’nde, Amerikan
Başkanlık Sistemi’nde en önemli husus, denetim kontrol ve dengesizliktir.
Kontrol ve denge olmadan Başkanlık
Sistemi yürümez. Bu ne demektir?
Bu kuvvetler ayrımının tam olarak uygulanması demektir. Yani nasıl olur?
Başkan çok yetkilidir, sürekli hareket
edebilir, savaş ilanı da dâhil her konuda çok süratli karar alır ülkenin menfaattarını, çıkarlarını korur. Ama nihai
söz kongrede ve senatodadır yani
millet iradesinindir. Zaten başkanı da
millet seçer. Dolayısıyla başkan da
anti demokratik değildir. Diğer taraftan
yüksek mahkeme vardır. Bizde Ana-
22
yasa Mahkemesi ile Yargıtay karışımı
bir şeydir. Son derece yetkilidir. Hatta
öyle yetkilidir ki, bir kriz çıkmıştır, asrın başlangıcında o zamanki kuvvetli
olan başkan da; “Mademki siz bize iş
yaptırmıyorsunuz, ben de sizin yetkilerinizi tırpanlayan bir kanun çıkarırım” demiştir. Dolayısıyla başkan bir
de adalet sistemine karşı sorumludur.
Hem kongre ve senatöre karşı sorumludur hem adalet sistemine. Bir de
milletvekillerinin yetkisi ve itibarı daha
fazladır. Çünkü Bakan olma peşinde
koşmadıkları için ciddi şekilde kendi
yerleri ve bölgelerini temsil edebilme
imkânına sahiptirler. Hâlbuki bizde
şimdi, açık söyleyeyim, herkes Bakan olmaya çalışıyor. Bakan olmayan
üzülür. Peki, Başkanlık Sistemi’nde
ne vardır? Bakanın sekreterleri vardır.
Yani bir nevi müşavirleri vardır. Yani
bir bakıma bakanlar vardır. Mesela
Dışişleri Sekreteri vardır. İçişleri Sekteri, Adalet Bakanı vardır. Hep böyle
Bakan şeklindedir. Ve bunları başkan
kendisi seçer, getirir. Kendisi de azleder. Dolayısıyla çok kolay çalışır başkan. Ama bunlarla beraber yaptıklarını eğer kongre kabul etmezse, gider
oradan. Mesela başkan mali konularda çok yetkilidir ama kongre bütçesini
onaylamazsa beş kuruş geçiremez.
Yani ‘checks and balances’ vardır.
Ancak netice olarak bu dönem bu sis-
temin getirileceğine inanmak isterdim
doğrusu ama inanamıyorum. Niye biliyor musunuz? Türkiye müsait olduğu,
olmadığı için değil, bu konuda Anayasayı değiştirecek çoğunluk olmadığı
için. Ondan inanamıyorum. CHP ile
AK Parti bir noktada anlaşsa, Başkanlık Sistemi’ne geçilse iyi olur. Bildiğiniz
üzere geçtiğimiz günlerde CHP Genel
Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu boş bulundu ve Amerikan Sistemi gibi olursa
başkanlığı isterim dedi. Sonra da sözünden döndü. Şimdi dolayısıyla buna
inanmak istiyorum. Ama ben Sayın
Cumhurbaşkanına şunu arz etmiştim.
Demiştim ki; ‘Efendim bu sefer Cumhurbaşkanı adayı olmayın. İsterseniz
Abdullah Bey devam eder, isterseniz
başka bir ismi koyarsınız’ dedim. Mesela Sayın Binali Bey’in o zaman da
ismi geçiyordu. Ama geç kaldım, geç
konuşabildim. Damdan düşenin halini damdan düşen bilir. Ben damdan
düştüm dedim. Turgut Bey bir çıktı biz
arkasından ciddi sorunlar yaşadık.
ANAP olarak darmadağın olduk. Bu
belki AK Parti’de değişik olabilir. Ama
çok problem çıkarır demiştim. Hiç sesini çıkarmadı. Benim dedim teklifim
şu: “Siz seçimlere girin sizin liderliğinizde 400 vekil rahat çıkar. Bu ortaya
çıkarsa oturursunuz sistemi değiştirirsiniz. Sistemi de değiştirirseniz seçim
başkanlığına gidersiniz seçilerek başkan olursunuz. Bu iş de biter. Orada-
ki kişiler kimse bir sene daha kalmış
olurdu yani. Ya da beklersiniz 2019’da
olursunuz. O zaman istemedi, kafasında başka şeyler vardı olmadı. Bu
dönem kolay kolay olacağını sanmıyorum. Bekleyip göreceğiz.
Türkiye’nin Suriye ile ilgili temel
politikası, akan kanın durması
ve krize çözüm bulunmasıdır.
Bu bağlamda Türkiye, Suriye’de
savaşın son bulması ve mülteci
krizine çözüm bulunması noktasında ortaya koyduğu kararlılık
çerçevesinde Suriye’de meydana gelecek olan yeni bir oluşumda nasıl rol oynayabilir?
Şimdi Suriye politikasında PKK ve
PYD’nin bir emrivakisine karşı Türkiye, Sayın Cumhurbaşkanımızın beyanından hareketle söylüyorum müdahale eder. Şimdiye kadar etmedi, eder.
Ona müsaade etmez, çünkü çepe
çevre sarılıyor. Yanlış bir şey. Türkiye
olarak buna müsaade etmeyiz, etmememiz de lazım zaten. Peki, orada
savunacağımız nedir? Mümkünse
Suriye Irak toplamında mümkün değilse Suriye’de, ülke bütünlüğünü
sağlayarak, belki federasyon sözünü
bir bakıma razı olup, ama mutlaka
içinde Türkmenlerin de bulunduğu bir
yeni yapılanmaya gitmektir. Irak ise
eğer Suriye ile birlikte değerlendirilir-
se daha da doğru olur sizin de dediğiniz gibi. Ama değerlendirilemezse o
zaman Kerkük merkezli bir Türkmen
devletinin veya federe devletinin olduğu genel bir Kuzey Irak Kürt Federasyonu’nun bulunduğu, aynı zamanda
bir taraftan Bağdat civarında bir Sünni
gurubun, bir taraftan da Basra civarında bir Şii grubun teşkilatlandığı bir yer
olabilir. Türkiye bu şekilde bir örgütlenmeye kötü bakmaz.
Geçtiğimiz günlerde Alman Federal Meclisi 1915 olaylarıyla
ilgili Ermeni iddialarını tanıyan
karar tasarısını kabul etti. Alman
meclisinin bu kararı Türkiye-Almanya ilişkilerini nasıl etkileyecek, hangi dengeleri değiştirecek, Türkiye ile olan ilişkiler bu
kararla birlikte nasıl bir süreçten
geçecek?
Evet, güzel bir soru ve tam da benim
alanım olan bir soru. Almanya çok
yanlış bir iş yaptı. Soykırımın ‘s’sinden
bile bahsetmek Almanların hakkı değil. Çünkü soykırımı literatüre sokan
Almanlar zaten. Soykırım kanunu Almanlar yüzünden alındı ve kalkıp da
Türkleri soykırımcı ilan etmek kadar
komik bir şey yok. Üstelik parlamentolar da bu kararları veremez. Ben
Osmanlı arşivlerini açan kişiyim. Buyurun açtık dedim. Her tarafımız açık.
Bizim gizli saklımız yok. Siz, Ermeni Taşnak arşivlerini açmıyorsunuz.
Onun dışında dünyanın diğer arşivleri
de açık. Her şeyi çıkartıp getirdik, hadi
buyurun elimizde dokümanlar var. Geçen sene mesela ben çok büyük bir
Ermeni konferansı düzenledim. Açıkça ortaya çıktı. Gelin hep birlikte bunu
konuşalım. Böyle bir soykırım olmuş
mu olmamış mı? Tehcir nasıl yapılmış
vs. fakat bunu yapmak yerine, Türkiye’nin üzerindeki bazı emelleri uygulamak için bu olayları kullanıyorlardı.
Mesela en son Almanlar, PKK ile irtibatta olarak bunu yaptılar. Durup dururken nereden çıktı bu? Hem o kadar
hilekârca yaptılar ki, Başbakan yoktu,
Dışişleri Bakanı yoktu, meclisin beşte
dördü yok, adam gelmiş bunu kullanıyor. Bizim de adı Türk ama Cumhurbaşkanımızın tabiriyle kendisinin ‘kanı
bozuk’ olan Cem Özdemir gibi adam-
ları kullandılar. Benim beş cilt Ermeni araştırmam var. Ama kısaca şunu
söyleyeyim Alman arşivleri de dâhil
bütün arşivler araştırılmıştır. Tehciri
Talat Paşa’ya da yaptıran kimdir biliyor musunuz? Almanlardır. Alman generalleridir. Bunlar I. Dünya Savaşı’nda bizi sırtımızdan vuruyor. Bunu alıp
biraz daha az zararlı yere gönderin
diyor. Ama soykırım değil tehcir olsun
diye. O zaman tehcirden önce bir sayım yapılmıştı bütün Türkiye’deki Osmanlı memalikindeki Ermeni nüfusu
1 milyon 250 bin çıkmıştır. Ama onlar
iki milyon Ermeni soykırıma tabii oldu
diyorlar. Peki, hiç mi can kaybeden olmadı? Oldu. Çünkü Güneydoğu’dan
geçerken Kürt eşkıyası kadınlara saldırdı, altınlarını almaya kalktılar. Ermenileri korumak için jandarma da şehit oldu. Peki, biz muhakeme etmedik
mi? Ettik. Kalktık ne yaptık? İyi davranılmadı diye 1600 kişiyi idam ettik.
Böyle bir durum var. Her şey ortada.
Tam tersine bize Ermeni çeteleri öyle
zulümler yaptılar ki, hâlâ Erzurum’un
civarlarında mezarları açıyoruz, hâlâ
bitiremedik. Ve bizim hesaplamamıza
göre sadece Erivan’da büyük çoğunluğu Azeri Türk’ü olan Müslüman Türk
nüfusunun tamamına yakın kısmı,
yani 525 bin kişi kesildi. Bunu yazan
bir Ermeni. Türkiye’de ise 750 bin kişi
bu şekilde hayatını kaybetti. Bizim bir
milyondan fazla şehidimiz var. Onların
bu tehcir sırasındaki kayıplarını hesapladığımızda tek tek kayıt kayıt çıkardık 300 küsur bin çıkıyor. Ve sonra
da büyük bir kısmı geri gelmiş zaten.
Bir kısmı işte Anadolu’ya geri gelmiş,
Amerika’ya, Fransa’ya gitmiş diaspora olmuş, bir kısmını da Ruslar onları
şimdiki Ermenistan topraklarına yerleştirmiş. Aslında orası Ermeni toprağı
filan da değil. Ermeni diye bir devlet
de yok aslında. Yani bizim pek politikamız da olmadı bu durumda. Almanlarla bir münasebetimiz olmadı. Şimdi
bu tip yanlış kararlar bizi üzüyor, aramızı bozuyor. Almanya ile Türkiye’nin
karşılıklı çok büyük bir ihracat, ithâlât
potansiyeli var.
Bizim bir arkadaşımızın formülü var
ben de geçen gün TRT’de savundum.
Ben diyorum ki Anayasanın bir yerine;
‘Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı döne-
23
minde yapılan tehciri hiçbir şekilde
soykırım olarak kabul etmemektedir’
yazalım. Peki, muhatap almış oluruz!
Ama şu olur, biz bunu yazarız kabul
eden etsin. Bizim onlarla kötüleşmemize lüzum kalmaz. İkincisi diasporanın bir adamını getirdik baş müşavir
yaptık. Bu adamları şımarttık, beklentiye girdiler. Evvela özür bekliyorlar,
sonra tazminat sonra da toprak bekliyorlar. Bir defa hiçbir zaman özür dilememiz söz konusu olamaz. İyi ki İsviçre protokollerini Ermenistan Anayasa
Mahkemesi, Anayasaya aykırı diye
reddetti. Bizim aramız hep mi kötü
olsun? Hayır, olmasın ama bizim de
şartlarımız var. Biz bin senelik beraber
yaşamış halkı kucaklamaya hazırız.
24
terör yasasını değiştirin diyeceksin. Biz yolumuza gidiyoruz
sen yoluna git kiminle anlaşabiliyorsan anlaş” diyerek tepki
gösterdi. Avrupa’nın attığı bu
adımı nasıl okumak gerekir ve
hükümetin bu dayatmaya karşı
tutumu sizce nasıl olmalı? Bu
gelişmeler sonrası Avrupa Birliği’nde Türkiye’nin konumu ve
geleceği nedir? Geçen süreç
ve şu anki gelişmeler bize neyi
göstermektedir?
Bizim şartımız şu; Azerbaycan’ı işgal
eden toprakları geri bırakacaklar. Çok
basit. Yani Azerbaycan bizim kardeşimizdir. Bunu yapacaklar. İki, bu iftiralardan vazgeçtiklerini söyleyecekler.
O zaman biz ne yapacağız? Köprüyü
açacağız. Orada yaşayan iki milyon
civarında Ermeni var. Biz o iki milyon
civarındaki Ermeni’nin beş senede
gelirlerini on misli attırırız. Zaten kaçak yüz bin tane işçi çalışıyor. 500 lira
600 lira para alıyorlar. Yani vaziyet bu.
Rus hegemonyası bunu veriyor. Dolayısıyla sakın ha Ermeni özrünü akla
bile getirmemek lazım. Bu atalarımıza
iftiradır. Esasen Müslüman soykırım
yapmaz. Biz de Müslümanız. Tarihimizde böyle bir leke yoktur. Biz yapmadığımız işten özür dilemeyiz. Tam
tersi onların özür dilemesi lazımdır.
Ayrıca kimseye verecek tazminatımız
yoktur. Kimseye verecek bir avuç toprağımız yoktur. Batı’nın tamamı parlamentolarında yüz tane karar çıkarsa
umurumuzda bile değildir.
Ben bir merasim dolayısıyla Gaziantep’e gitmiştim. Gaziantep Valisi, konuşmasında ne dedi biliyor musunuz?
“Gaziantep, 1 milyon 200 bin nüfusu
olan bir şehir. Bütün Avrupa iki yüz
bin göçmeni problem etti. Ben Gaziantep’e 400 bin tane göçmen aldım.
Sadece Gaziantep vilayetine aldım.
Hiçbirini devlete almadım. Hiçbir işsiz
yoktur. Hiç dilenci yok. Hepsi Gaziantep sanayisinde ve ticaretinde çalışıyor” dedi. Adamlar 200 bin kişiyi
almaktan aciz. Çünkü Avrupa kültüründe size yemek bile ısmarlamazlar.
Hâlbuki Türk’ün en fakiri bile hemen
oradaki beş kişiye yemek ısmarlamaya kalkar. Adamlar almaya alışmış,
vermeye alışmamış. Biz bir Ensar ve
Muhaciri çerçevesinden bakıyoruz.
Bizim İslami gözlüğümüz var. İslami
gözlüğümüzle insani gözlüğümüze
intikal ediyoruz. Yani sadece Müslüman olarak değil biz de bu şekilde bakıyoruz. Ve size şunu da söyleyeyim.
Türkiye tamam burada on milyar civarında para harcadı ve üç milyon civarında göçmenimiz var. Ama size söyleyeyim üçü bile gitmese, Türkiye’nin
gayrisafi milli hasılasına müspet tesir
ediyor, menfi değil.
Geçtiğimiz günlerde Avrupa
Parlamentosu’nda
Türkiye’ye
vize serbestisi konusunda yapılacak olağanüstü oturum öncesi, Ankara’nın terörle mücadele
yasalarında değişiklik getirilmesi istendi. Cumhurbaşkanımız
Recep Tayyip Erdoğan buna
karşılık yaptığı açıklamada “Teröristlere çadır kurduracaksın,
bunu demokrasi adına yaptığını
söyleyeceksin, bize de vize için
Avrupa Birliği’ne baktığımızda İngiltere’nin Başbakanı terbiyesizlik edip bir
defa üç bin yılına kadar birliğe anca
girersiniz dedi ya! Sayın Cumhurbaşkanı da ağzının payını verdi. Çok sert
bir cevap verdi. Ya kardeşim, siz eğer
bir haçlı birliğiyseniz tamam girmeyiz.
Ama hep demokratik, Batılı insan haklarıyla ilgili bir birlik olduğunuzu söylüyorsunuz. O zaman Sayın Cumhurbaşkanının son politikası doğrudur.
Sonuna kadar gideriz, olmazsa da ol-
“Avrupa
Birliği’nde
olmamız, bizim bir
emperyal vizyonla
Türk dünyasında,
İslam dünyasında
çok daha değişik
bir etkili birlikler
kurmamıza mani
olmayacaktır.”
maz. Ben size bir şey söyleyeyim, ben
de pek olacağına inanmıyorum. Size
daha enteresan bir şey anlatayım,
ben bunların çok fazla zaman geçmeden dağılacağına inanıyorum. Zaten
bu miğferi tutan Almanya ile Fransa.
İngiltere hep kaçmak istiyor. Diğerleri
de sempatik değil. Bir de Yunanistan
belası çıktı başlarına. Bir müddet sonra bu Almanya’yla Fransa da niye bizi
yük çekelim diyeceklerdir böyle bir birlik kalmayacaktır.
Vizeye gelince bu ayrı bir meseledir.
Türkiye önemli bir devlettir. Türk vatandaşlarının orada serbest dolaşmasına izin vermiyorlarsa kendileri
kaybederler. Turizmden kaybederler,
emekten kaybederler vs. Yani kısaca ben bunun pek netice vereceğini
zannetmiyorum. Peki, ne diye hâlâ bu
yolda devam ediyoruz? O da Sayın
Cumhurbaşkanının söylediği gibi, gidebilecek kadar gideriz. Bizim üstelik
bunlardan bir takım ekonomik menfaatlerimiz var. Niye bu menfaattarı kullanmayalım? Kullanırız. Ama Avrupa
Birliği’nde olmamız, bizim bir emperyal vizyonla Türk dünyasında, İslam
dünyasında çok daha değişik bir etkili
birlikler kurmamıza mani olmayacaktır.
Uzun zamandır bilhassa Suriye’den Avrupa ülkelerine yaşanan mülteci akınında Türkiye
önemli bir rol üstlenmiş durumda. Ancak Alman Federal Meclisi’nden geçen sözde soykırım
tasarısı sonrası AB ile Türkiye
arasındaki sığınmacılarla ilgili
anlaşmanın uygulanması sizce
zora girecek mi? Türkiye ile sığınmacılar konusunda varılan
anlaşmanın akıbeti size göre
nasıl bir seyir izleyecek?
Tabi Cumhurbaşkanı benden bu konuda daha ihtiyatlı ve haklı ama ben
olsaydım Almanya’da o alçakça karar
çıktığının ertesi günü ‘kardeşim sizinle anlaşmamızı iptal ediyorum’ derdim. Üç milyar Euro vereceklermiş, üç
milyar Euro Türkiye Cumhuriyeti için
artık bir para değil. Esas onlar belaya
gireceklerdir. Zaten ondan korkuyorlar. Türkiye kızıp da böyle yapar diye
korkuyorlar. Bence en azından ertelemek lazımdır. Hele Sayın Cumhurbaşkanının terör meselesindeki taviz
verme taleplerini yerine getirmesi hiç
mümkün değildir. Sayın Başbakan da
onunla beraber düşünüyor. Dolayısıyla ben de naçizane bir aydın olarak
böyle düşünüyorum. Biz hiçbir zaman
kalkıp terörle mücadele konusunda
Avrupa Birliği bize sempatik bakacak,
vize serbestisi uygulayacak diye taviz
vermeyiz. Kanun falan değiştirmeyiz.
Son olarak, Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi’nin başkanı olarak yürüttüğünüz görev ve
faaliyetler hakkında okuyucula-
rımıza bilgi verebilir misiniz?
Bakın kütüphanemdeki kitapların tamamen hepsi benim naçizane eserimdir. Biz, 22 yıl önce kurulduk. Burası, Türkiye’nin en eski ve en gelişmiş
Stratejik Araştırma Merkezi’dir. Ama
en fakiri de maalesef. Pek fazla dayanağımız yok. Niye şehir merkezinden
uzaktayız, Hacı Hasan Köyü’ndeyiz?
Hacı Hasan Efendi adında büyük bir
zat varmış, onun müridanı falan olduğumuz için değil, biz geldik burada
ucuz gördük, bu kocaman yerin kirası
yedi bin lira, mecburen buraya geldik.
Orada elli bin liraydı.
Şimdi bizim iki aylık dergilerimiz var.
Bunlara dergi dememek lazım. Bu
eserler bin, bin beş yüz sayfa arasında değişiyor. Tamamen akademik ve
şu anda on bine yakın akademik yazı
yayınlamışız. Üç bini aşkın akademisyenle dünyada ve Türkiye’de irtibatımız var. Ayrıca bu dergiler, ayrı ayrı
konuları ele aldılar. Mesela geçen seneden beri çıkanları sayayım, en son
yarın çıkacak olan 6 ciltlik, beş bin
sayfalık Ortadoğu sayısı. Daha önce
çıkmış sayılardan 11 ciltlik dünyada
eşi bulunmayan Kafkas sayısı 8500
sayfa. Yine çıkardığımız Balkan Rumeli sayısı 5 ciltlik 6300 sayfa. Ayrıca
hâlâ Aşılamayan Türkler diye bir ese-
rimiz var. Naçizane benim editörlüğünü yaptığım uluslararası bir projeydi.
Sayın Cumhurbaşkanımız hâlâ bir
yere giderken onu da götürür. Ayrıca
12 ciltlik Osmanlı var. Bu da Osmanlı
konusunda en büyük eserdir. Ayrıca
10 ciltlik Genel Türk Tarihi’miz var.
“The Great Ottoman-Turkish Civilization” diye bir Osmanlı İngilizcemiz var.
5 ciltlik Cumhuriyet var. Yayımlanan
birçok kitap var onları zaten saymıyorum. Yani bizim 200 bin sayfalık külliyatımız var.
Sayın Ahmet Davutoğlu’nun bir deyimiyle; “Hocam, siz hepsinin toplamının iki mislinden fazlasını üretiyorsunuz” demişti. Yani bizim burada sizin
anlayacağınız yaptığımız çok iş var.
Birçok profesör ve doçentimiz var.
Büyük bir kısmı profesör, 10-15 tanesi
doçent, uluslararası bir yayın istişare
heyetimiz var. Türk dünyasıyla çok
yakından ilgiliyiz. Ermeni sayımız var.
Geçen sene Ermeni araştırmalarını Dışişleri Bakanlığı’nın birkaç misli
fazlasını yapmıştık. Sadece tarih değil, her konuda çalışıyoruz. Şu anda
benim başladığım bir çalışma var:
Bilim ve teknoloji. İki cilt, iki bin sayfa
olacak. Onu yapıyorum. Şimdi burada çok fazla bir ekip yok ama benim
yetiştirdiğim çok zeki yetişmiş bir ekip
var. 15 tane araştırma enstitüsü, 41
tane araştırma masası var. Bir ara
bunlara ayrı ayrı biner de olsa, beş
yüzer de olsa para vermeyi düşündük
ama para bulamadık. Dolayısıyla burada bir de tamamen hasbi bir çalışma
üzerine çalışıyoruz.
Sayın Cumhurbaşkanımız şeref verdi
bize, belki biliyorsunuz, geçen sene
Nisan’da buranın açılışını yaptı. ‘Yeni
Türkiye’ lafı AK Parti’ye bizden gitmiştir. Çünkü ilk defa biz kullandık. Kültür konusunda çok fazla sayıda kitap
yayınımız var ve olmaya da devam
edecek.
25
Download