Hasan Celâl GÜZEL Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi Başkanı Röportaj / Koray TÜMAY “Türkiye’de 1923’ten bu yana yerli ve milli düşüncenin dış politikada, diplomaside uygulandığı tek dönem Recep Tayyip Erdoğan dönemidir.” Evet, Türkiye’nin Ekseni’ni konu edindiğimiz bu sayımızda Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi Başkanı Sayın Hasan Celâl GÜZEL ile bir röportaj gerçekleştirdik. Türkiye Cumhuriyeti devletinin önemli kademelerinde hizmet vermiş; uzman, müşavir, müsteşar ve bakan olarak görev yapmış, emekli olduktan sonra da kurmuş bulunduğu Yeni Türkiye Stratejik Araştırmalar Merkezi ile hizmete devam eden GÜZEL, gündemdeki sıcak konulara dair dergimize çarpıcı açıklamalarda bulundu. 14 “Batı, Türkiye Cumhuriyeti’nin İslam’ın Bayraktarı Olmasından Korkuyor” Bildiğiniz üzere çok kutuplu dünyanın küresel güçlerinin hiçbiri diğerine üstünlük taslayamıyor. Arkadan da yeni kutup başı ülkeler sürekli geliyor, bölgesel güçlerini küresel güce dönüştüren ülkelerin sayısı hızla artıyor. Böylesine karmaşık dengelerin hüküm sürdüğü bir dünyada ‘sadece belirli bir eksende kalmak’ neredeyse imkânsız hale geliyor. Tam da bu noktada Türkiye’nin yeni bir eksene doğru yol aldığı eleştirileri yapılıyor. Siz bu eleştirilere nasıl bakıyorsunuz? Söylenildiği gibi Türkiye’de bir eksen kaymasından söz edebilir miyiz? Cumhuriyet kurulduktan sonraki politikaya kısaca bakmamız gerekiyor. Cumhuriyet kurulduktan sonra Batı emperyalizmine karşı milli mücadele verilmiş olmasına rağmen, birtakım endişelerle ve Batı’nın daha gelişmiş, daha demokratik dünyasına aidiyet sağlamak maksadıyla ilk sırada Türkiye’nin yöneticileri açıkçası Batı’yı tercih ettiler. Bloklaşma olmuştu, batı-doğu çıkmıştı ve bu politikalar sonuna kadar devam etti. Yani eksen o oldu. Onun için buna eksen kayması diyorlar. Sayın Kılıçdaroğlu, bazen bu duruma ‘fabrika ayarları’ diyor. Kastettiği, Cumhuriyetin ilk dönemlerinden itibaren çeşitli şartlar çerçevesinde tespit edilmiş olan ki bence son dere- ce kısır, son derece zayıf bir politikadır. Bizim o zamanki dış politikamız, mümkün olduğunca Batı’yla kapalı bir ekonomi ve kapalı bir diploması çerçevesinde iyi bir münasebet kurmaya çalışmak ve bunun neticesinde kendimizi Batılı olarak ilan etmekti. Hatta bazı sözde devrimlerde bu zorlamalı tesir görülür. Mesela sırf Batı bloğuna sosyal ve kültürel bakımdan da mensubiyet iddiasıyla insanımıza zorla başını açtırdık, zorla şapka giydirdik. Çok yanlış bir laiklik dayatması yaptık. Ama karşı taraf bizi hep Müslüman kabul etti. Hiçbir zaman bunu kabul etmedi. Çünkü 10 asır boyunca İslam’ın bayraktarlığını yapan bir milleti ondan sonra kalkıp da siz bu şekilde takdim edemezsiniz. Cumhuriyetin idarecileri bunu anlayamadı. Ve şunu söyleyeyim size, onlar İslam deyince bizden daha fazla Türk derlerdi. Yani Batı hep İslam ile Türk’ü bir arada kullanmıştır. Aslında şu anda da aynı zihniyet vardır ve biz bundan ancak iftihar ederiz. Bunları şikâyet etmeyiz. Bizim insanımız böyledir; siz, ben, biz böyle düşünürüz. Bu kapalı diplomatik münasebetler dünyasında evvela Atatürk sonra İnönü ve onların dönemindeki Dışişleri Bakanları bir taraftan Batılı olma iddiasında bulunurken bir yaman çelişkiye düştüler. Ortadoğu, Balkan ülkesi olarak münasebetlerini geliştirmeye çalıştılar. Daha sonra bu yolda ciddi bir şekilde yüründü. Mesela Atatürk’ün en büyük dostu Afgan Kralı Amanullah Han’dı. Aynı şekilde Bağdat Paktı yapıldı. Şah İran’ı ile ilişkiler iyi götürülmeye çalışıldı. Tahran, Bağdat hatta milli mücadelede savaşmamıza rağmen zaman zaman Atina, zaman zaman Sofya çerçevesinde kaldık. Bu ne demekti biliyor musunuz? Türkiye’yi basit bir Ortadoğu ve Balkan ülkesi olarak görmek demekti. İşte kastedilen fabrika ayarı budur. Fabrika ayarından bir şey daha kastediliyor, sık sık söylenir ve hep de yanlış bilinir. Efendim biz Misak-ı Milli sınırlarımızın dışına çıkmayacağız. Bu nereden geliyor biliyor musunuz? Son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı bir milli yemin etmiştir. Bu milli yemin şudur; biz şu toprakları katiyen vermeyeceğiz ve bunun gerisine gitmeyeceğiz. Bu milli yeminin içinde bir bakıma Batı Trakya vardır. Yani şu andaki Yunanistan’dır. Halep vardır. Kesinlikle Musul, Kerkük, Batum vardır. Bunlardan geriye gitmeyeceğiz demişlerdir. Sonra Ankara hükümeti de (TBMM) Misak-ı Milli’yi aynen kabul etmişlerdir. Ama dikkat ederseniz buradaki politika ve perspektif, daha fazla toprak kaybetmemek, daha fazla politikada geriye gitmemek şeklindedir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu en geniş döneminde, 24 milyon kilometre kareye varmıştır. Biz, Birinci Dünya Harbine girmeden 8 milyon kilometre kareydik şimdi ise 800 bin kilometre kare. 10’da 1’e indi. O yüzden daha fazla inmek istemiyorduk. Şimdi kalktılar, evvela Atatürk döneminde açık açık söyleyeyim sonra İnönü döneminde biz Misak-ı Milli sınırlarını geçmeyeceğiz demeye başlandı. Perspektif farklılığını görüyor musunuz? Birisinde daha fazla çekilmeyiz birisinde daha fazla ileri gitmeyiz. Her fırsatta bizim herhangi bir talebimiz olmadığını söyleyip durduk. Çünkü Batı, Osmanlı’dan korkuyordu. Daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti’nin de İslam’ın bayraktarı olmasından korkuyordu. Bu konuda ilk politika değişikliğini -kökten bir değişiklik değildi ama- rahmetli Menderes yaptı. Menderes, biliyorsunuz 14 Mayıs 1950’de Türkiye’de tam demokratik döneme geçiş olsa da ne yazık ki 27 Mayıs’taki o alçakça darbeyle ayrılma yaşandı. O dönemde Menderes de Batılı bir politika takip etti. Niye orada Batılı bir politika takip etti? Çünkü iktidara gelmeden birkaç sene önce ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Stalin diye bir emperyalist vardı, Kars ve Ardahan’ı istedi. Bizim de o zaman gücümüz azdı, ordumuz pek güçlü değildi. Telaşa kapıldık. Hatta İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalma politikası takip etmemize rağmen sonradan kalktık savaş sonrası Almanya’ya savaş ilan ettik. İşte biz de sizin yanınızdayız demek için! Bu arada Stalin’in 15 “Batı’nın şımarık çocukları olan Yunanlılara rağmen biz Lozan’dan sonra ilk defa bir harekâta girdik ve bir toprak kazandık. Bu yüzden Kıbrıs Barış Harekatı çok önemlidir.” komünist emperyalizmini Batılılar anlamaya başlamıştı. Stalin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra biliyorsunuz Almanya’nın bir kısmını işgal etti ve çıkmak istemedi. Varşova Paktı böyle oluştu. Dolayısıyla daha sonra NATO kuruldu. NATO ve Varşova Paktları iki dünya olarak ayrıldı. İşte bu iki dünya içinde rahmetli Menderes de, İnönü politikasından sonra Batı’ya daha yakın bir politika izlemek zorundaydı ve bunu böyle yaptı, doğru da yaptı. Çünkü Stalin ile beraber olsak bağımsızlığımızı tamamen kaybederdik. Ve toprak kaybederdik. Bunun üstüne NATO’ya girdik. Daha sonra Kuzey Kore’nin saldırılarına karşı Güney Kore’ye asker gönderdik. Orada iyi bir intiba bıraktık. Daha sonra da Marshall yardımları diye Amerikan yardımlarını almaya başladık. Ama en önemlisi yavaş yavaş rahmetli Menderes, bağımsız bir politika izlemeye başladı ancak tam bağımsız yapamadı. Elinden geleni yaptı ama bağlı kalmaya devam etti. Şimdiki gibi Sayın Erdoğan’ın yaptığı gibi yapamadı. Bir taraftan NATO bir taraftan çok önemli olmasa da CENTO, yine Ortadoğu’da Amerikalıların iştiraki ile birlikte bir girişimde bulunuldu. Bir taraftan da Rus tehdidi karşısında böyle yaptı. Ama 27 Mayıs’tan önce kendisinin yakın dostu olan Irak Kralına karşı darbe yapılınca ona müdahale etmek istedi. O birçok kimsenin hoşuna gitmedi ve engellendi. Hâlbuki şimdi ne kadar doğru olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan Amerika Birleşik Devletleri bize milli savunma bakımından yardım göndermeyince diğer taraf- 16 tan Rusya ile ilişkilerimiz olabilir diye düşündü. Ancak bu Amerika’nın hiç hoşuna gitmedi. Hatta Adnan Menderes’in bu şekildeki politika değişikliğini kellesi ile ödedi derler. Ben bunun tamamen doğru olduğu kanaatinde değilim. Yani biz 1960’a kadar, Menderes dönemine kadar Batı’ya dönüktük, eksenimiz buydu. Daha sonra darbeciler geldi. Darbeciler her zaman Pentagon’un adamları olmuşlardır. Ondan başka politika izlemeleri söz konusu değildi. Ardından Süleyman Demirel geldi. Demirel de tamamen Batı’ya yönelik bir politika izledi. Ama biraz daha farklı olarak sırf Amerikan politikası değil, Avrupa politikasını da takip etmeye çalıştı. Bu arada biz 1958’den itibaren de Avrupa Birliği’ne girme teşebbüsünde bulunduk. Sayın Cumhurbaşkanımızın da söylediği gibi bu neredeyse yarım asırdan fazla bir teşebbüs. Ben devlet bakanı, hükümet sözcüsü iken ilk tam teşebbüsü ANAP döneminde yapmıştık. Onun üzerine Avrupa Birliği konusu da gündeme geldi. O sırada rahmetli Turgut Bey, Planlama Müsteşarı idi. Onun ve çevresindeki bazı aydınlar tamamen Avrupa Birliği’ne bağlı kalınmasının yanlış olduğunu, daha çoklu bir politika izlenmesi gerektiğini savunuyordu. Demirel, biraz daha değişik görüşteydi, Dışişleri de Demirel’in görüşündeydi ama neticede o Başbakan olduğu için o daha ağır bastı. Demirel’in döneminde tam bir Batı’ya bağlılık haline döndü. Bunun istisnası daha sonra Kıbrıs Barış Harekatı’dır. ABD orada Rum çekicilerin bir emrivaki yapmasına karşı çıktı o yüzden müdahale etmedi. Akdeniz’de 6. Filo vardı, bize müsaade ettiler. Rahmetli Ecevit’in bence iyi hizmetlerinden biri bunu yapmak oldu. Tabi onu Başbakan Yardımcısı rahmetli Erbakan’a da borçluyuz. Çünkü Rahmetli Erbakan bana anlatmıştı bir ara Ecevit korkmuş, çekilmek istemiş. Erbakan ise mutlaka yapalım diye bastırmış. Bunun önemi nedir? Batı’nın şımarık çocukları olan Yunanlılara rağmen biz Lozan’dan sonra ilk defa bir harekâta girdik ve bir toprak kazandık. Bu yüzden bu çok önemlidir. Güney Kıbrıs’ı her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin kazancı diyemiyorsak da bu aslında Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı bir devlet şeklindedir. Kıbrıs’ın bağımsızlığına itina ediyoruz, üstüne düşüyoruz, tekrar adada bir şekilde anlaşma sağlanmasını istiyoruz. Ancak Yunan ve Rum tarafı bunu istemiyor. Çünkü sonunda bizim dize geleceğimizi, kimsenin bizi tanımadığını onun için de bu politikanın sökmeyeceğini söylüyorlar. Ama çok şükür söktü. Şimdi ayrı bir devlet oldu. Bu bağımsız diğer devletlerle beraber bir devlet meydana gelmiş oldu. Bu da 1960 sonrası statik körü körüne Batıcı politikanın bir istisnasıdır. Ondan sonra rahmetli Turgut Bey geldi. Turgut Bey zaten yerli düşünceden, milli düşünceden yana bir insandı. Benim sevdiğim, sağ kolu olarak çalıştığım, bir Başbakan olduğu için söylemiyorum. Naçizane bir siyaset bilimci olarak objektif değerlendirmeye çalışıyorum. Ama hiç mi Batı taraftarı değildi? Hiç mi Batı ekseninde değildi? Hayır eksenindeydi. Size bir anekdot anlatayım. Biz ilk ABD ziyaretini rahmetli Turgut Bey ile beraber 1985 senesinde başkan Ronald Reagan döneminde yaptık. Bir gün sabah Reagan’ın Başkanlığındaki yirmi kişilik bakanlar kurulundaki lıştı. Bu çok önemlidir. Yani emperyal bir vizyonu vardı. Bu emperyalist demek değildir. Emperyal vizyon, dünya çapında vizyon demektir. Zaten Türkiye’ye yakışan da buydu. Türkiye, basit bir Ortadoğu ve Balkan ülkesi değildir. Diyelim ki ileride Türkiye’nin ekonomisini Bulgaristan, Yunanistan geçsin hiç önemli değil. Önemli olan Türkiye. ekipler, uzmanlar ile Beyaz Saray’da çalışma yaptık. Turgut Bey, o basit fakat her şeyi anlatabilen İngilizcesiyle; “Biz sizden çok fazla yardım istemiyoruz, daha fazla ticaret istiyoruz” dedi. Yani hâlâ bizim talebimiz odur. O zaman çok hoşlarına gitmişti, gülmüşlerdi. Fakat biraz boş bakarmış gibi dinlediler. Ben eğildim; “Abi dedim son kozunu oyna”. Hemen başını salladı. Zaten o da onu düşünüyordu. Dedi ki; “Siz bizim Sovyetler Birliği’yle kaç kilometrelik hududumuz olduğunu biliyor musunuz?” O zaman da daha bağımsız devletler topluluğu kurulmamış Sovyet sınırı var ve biz Batı’nın açıkçası jandarmasıyız. Zaten oraya geleceğim bizim en büyük fonksiyonumuz ne yazık ki Batı’nın jandarmalığını yapmak oldu. Avrupa, ordular bakımından çok güçlü değildi ki hâlâ da öyledir ve direkt Sovyetler ile biz muhatap olduğumuz için Amerika Birleşik Devletleri ve NATO, Türkiye’ye bu bakımdan önem vermişti. Bir de Kore’deki asker arkadaşlığımız girince o zaman birden bire hepsinin yüzleri değişti. Oturdular ve talep ettiklerimizi verdiler. O benim için enteresandır. Yani biz bağımsız politika uygulamaya çalıştık ama Batı ekseni içerisinde yer alıp bizim o eksenden faydalanmamız söz konusu idi. yerli ve milli düşüncenin dış politikada diplomaside uygulandığı tek dönem Recep Tayyip Erdoğan dönemidir. Recep Tayyip Erdoğan, Batı eksenini tamamen değiştirmedi. Mesela gidip Bağımsız Devletler Topluluğu ve Çin ile beraber meydana gelen değişik bir eksen var. Fazla ideolojik olmasa bile değişik bir eksen. O da yine şu anda ikinci süper güç. Ona gitmedi. Gideriz haa! dedi. Onu kullandı ve doğru bir şeydir bu. Ama gitmedi, yine Batı içinde kaldı. Niye, nasıl kaldı? NATO içerisinde kaldı. Mesela en son Rusya’yla bizim meydana gelen kriz sırasında da NATO, tamam Türkiye’nin arkasındayız dedi ama daha sonra Amerika’nın Rusya’yla perde arkası başka politikaları ortaya çıktı. O ayrı mesele. Yani Sayın Erdoğan, Başbakan olarak, Cumhurbaşkanı olarak mümkün olduğu kadar bağımsız bir politika uygulamaya çalıştı. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin; Osmanlı’dan, Selçuklu’dan daha öncesinde n beri misyonunu geri kazanmaya ça- Bir defasında Yunanistan ile kriz döneminde ben Dışişleri Bakanlığı’na vekâlet ediyordum. Amerikan Dışişleri Bakanı’yla birlikte bir enteresan anekdotumuz var. Bana dedi ki; “Yunanistan, Yunanistan bırakın bunları ya. Bunlar şarkı söyleyip göbek atarlar. Başka bir şey değil ki, böyle bir millet yok” dedi bana. “Siz koca Türk milletisiniz niye bunları muhatap alıyorsunuz, kavga ediyorsunuz” dedi. Böyle bir şey söyledi. Bir enteresan perspektif. Tabi tamamen doğru değil. Şimdi biz bu çerçevede Irak’la, Suriye’yle, Ortadoğu’yla, Balkanlarla, Kafkaslarla politikamızı yürütmeye çalıştık. Ermenistan dâhil herkese kucak açtık. Ancak bazen şunu unuttuk. Ben, Sayın Erdoğan’a da zaman zaman arz ettim, günlük yazarken de yüzlerce yazıda da yazmıştım. Bizim önemli bir hatamız var. Elli yıl bize tesir edecek olan 1 Mart Tezkeresi’ni reddettik. Sayın Cumhurbaşkanıyla, o zaman Başbakan bile değildi genel başkandı kendisiyle görüştüğümde defaatle arz etmiştim. Aynı görüşteyim dedi. Ama bir hata yaptı grup kararı almadı. Biz oraya gitseydik hem bir milyon altı yüz bin Müslüman bu şekilde Felluce’de, hapishanelerde vs. hayatını kaybetmezdi hem de açıkçası bizim hakkı- Daha sonra biliyorsunuz rahmetli Turgut Özal Bey Cumhurbaşkanı oldu -keşke olmasaydı- ve Türkiye yanlış bir dönem geçirdi, politikalar birbirine girdi. Ama genel anlayış olarak Batı ekseni vardı. Esas bahsetmek istediğim konu Türkiye’de 1923’ten bu yana 17 mız olan Musul, Kerkük gibi yerlerde sözümüz olurdu. İkinci önemli hata Suriye’de yapıldı. Ben o zaman hastaydım Sayın Davutoğlu’nu ziyaret ettim. Uçak vurulduğu sırada bizim hemen mukabele etmemiz ve harbe girmemiz gerekiyordu. Müsaade ederler miydi? Bir defa bir ay evvel Obama kendisinin de istediğini ve söylediğini söyledi. Biz de öyle duymuştuk. Putin ise müdahale etmeyecekti. Biz biraz gecikince herkes elini soktu, karıştırdı. Şimdi içinden çıkılamaz bir hale geldi. Orda bir PKK devleti kurulmak isteniyor. Ama bereket versin Sayın Cumhurbaşkanı dış politikanın bağımsızlığında ve Türkiye’nin milli güvenliğinde son derece tavizsiz ve doğru bir yolda olduğu için buna müsaade etmiyoruz. Fabrika ayarı diyor CHP’liler. Fabrika ayarı demek, Cumhuriyetin ilk o çekingen, dışa kapanık politikasına dönmektir. Türkiye asla öyle bir ülke olamaz artık. Çünkü Türkiye iddialıdır. Zaten iddialı olduğu için hakkında birçok kumpas kuruluyor. Onun dışında Türkiye son 14 senede aktif bir dış politika uyguladı. İyi de yaptı inşallah bu gittikçe artan bir emperyal vizyonun başlangıcı olacaktır. Türkiye’nin iç dinamiklerine baktığımızda kısa bir süre önce AK Parti’nin 2. Olağan Kongresi neticesinde Başbakan Sayın Binali YILDIRIM partinin üçün- 18 cü genel başkanı oldu. Genel Başkan Binali YILDIRIM başkanlığında kurulan 65. Hükümet, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden güvenoyu olarak Başbakanlık görevini devraldı. Sayın YILDIRIM’ın icraat merkezli bir faaliyet yürüteceği ise kongre konuşmasındaki “laf laf üstüne” değil “taş taş üstüne” koyma zamanıdır diyerek dile getirdi. Siz bu görev değişimini nasıl yorumluyorsunuz ve bu yeni dönemde hükümetin hangi konulara ağırlık vereceğini düşünüyorsunuz? Sayın Davutoğlu üzülerek görevinden ayrıldı. Kendisini çok fazla tenkit etmek istemiyorum. Yalnız şunu söyleyeceğim, ben onun gelmesi için onlarca yazı yazmıştım. Gidip Sayın Başbakanla (Recep Tayyip Erdoğan) görüşmüştüm. Niye böyle düşünüyordum. Yakınım olduğun için falan değil, çok iyi konuşan, enerjik, genç, bilgili, profesör birkaç lisan bilen bir adam diye düşünüyordum. Gerçekten de iyi bir hatip oldu. Çok çalışkan oldu. Bunlar tamam. Ama bir şeyi anlayamadı. AK Parti iktidarı demek Recep Tayyip Erdoğan demektir. Bunu bilmek lazım. Binali Bey’i çok severiz, Sayın Davutoğlu’nu da çok severdik. Ama sorarım size Türkiye denildiği zaman, Türkiye’nin lideri denildiği zaman akla gelen isim nedir? Dünyanın her tarafında sevsin sevmesin Recep Tayyip Erdoğan’dır. Sayın Davutoğlu bunun bu tarafını ne yazık ki takdir edemedi. Ve bilinen parlamento sistemindeki Başbakanlık şeklinde tasavvur etti. Arada sırada Başkanlık Sistemi’nden bahsediyordu ama kendisinin buna fazla taraftar olmadığı söyleniyordu. Ve Cumhurbaşkanlığı köşküyle Başbakanlık arasında; bürokrasi yönetimi, atamalar, politika yönetimi şeklinde farklılıklar ve görüş ayrılıkları oldu. Sonunda da merkez karar yönetimindeki söz konusu durumda işi son haddeye getirdi. Aslında sadece mesele bu değildi. Bardak dolmuştu. Şimdi tabi üzülürüz. Güzel hizmetler de yaptığını düşünürüz. Ama en son alınan %49.5 oyun -tamamen hissi politik olanları hariç tutuyorum- hem halk hem de aydınlar olarak bu görüşteyiz tamamına yakın kısmı Recep Tayyip Erdoğan’ın oyudur. Bunu her kesin bilmesi lazım. Şimdi bu durumda değişim oldu. Niye Binali Yıldırım geldi? Bence çok isabetli bir seçimdir. Eğer eski popülerliği devam etseydi Ali Babacan da çok iyi bir alternatif olurdu. Binali Bey, iki başlılığa sebep olmayacak bir adam. Benim anladığım model şu, doğru anlamış mıyım bilmiyorum. Bir yandan parlamenter sistem bu şekilde başkanlığa benzer halde devam ederken bir yandan Başkanlık Sistemi’ne geçilmesi için gerekli adımlar atılacak, çalışmalar yapılacak ve sonunda Başkanlık Sistemine geçilecek. Ama ister yarı başkanlık sistemi olsun -o zaman başbakanı muhafaza ediyorsunuz- ister Türk tipi gibi başkanlık sistemi olsun bazı alternatifler var. Bu takdirde Sayın Başbakan Binali YILDIRIM ikiliye meydan vermeyecek birisidir. Yani iki başlı devlet yönetimi olmaz. Bütün mesele bu. Ben elli sene bu devlete hizmet ettim. Bunu en iyi bilen kişilerden biriyim. Bir de şunu söyleyeyim. Böyle birinin istediğini birisi istemezse iş yürümez. Binali Bey, böyle bir insan değil. Bir de Binali Bey’in bir özelliği var. Teklif kapasitesi çok büyük ve bunu ispat etmiş bir insan. Sayın Cumhurbaşkanı’nın Başbakan iken de ve şimdi de iftihar ettiği, hepimizin de iftihar ettiği birçok dev yatırım, sessiz sedasız o mütevazı, halkın adamı Binali Yıldırım tarafından gerçekleştirildi. Elbette Başbakanın, elbette Cumhurbaşkanının bunda çok büyük katkısı var. Ama dikkat ederseniz şu anda bir bakıma vazife bölüşümünde fiilen yürüyor. Yani problemli dış politika meseleleri veya önemli konularda Sayın Cumhurbaşkanıyla görüşüyor. Diğer taraftan Binali Bey de bir miktar konuşuyor ama Binali Bey’in kafasında başka projeler var. Onlarla meşgul oluyor. Bakın bu sistem yürür. Ahmet Bey değersiz miydi? Haşa, o da değerliydi. Ama oradaki sistem yürümedi. Önemli olan devlet gemisinin yürüyebilmesidir. Hükümetin yeni dönemdeki politikalarına baktığımızda görünen o ki Anayasanın değişimine öncelik verilecek. Çünkü bu ikilik ortadan kalkmalı tabii. İkincisi bu adalet sistemi ön plana çıkmaya başladı ve çok doğru bir seçim. Adalet yürümüyor, Yargıtay’a giden dosyalar senelerce kalıyor. En kısa zamanda bunu halledebilmek lazım. Galiba Sayın Adalet Bakanı Bozdağ’da bununla meşgul. Üçüncü olarak da birçok dev proje var, onları katlayarak gitmek istiyorlar. Mesela hızlı tren, mesela çift yollar, oto yollar… İstanbul otoyolu kapasiteyi kaldırmıyor biliyorsunuz. İzmir birleşiyor, İstanbul birleşiyor, sonra Ankara birleşiyor… Öyle ki beş sene sonra Türkiye tanınmayacak hale gelecek. Bir taraftan da ekonomiye ağırlık veriliyor. Geçen Başbakanın açıklamasını yaptığı ‘turkuaz kart’ uygulaması son derece ilgi çekiciydi. Zaten bir problemli seçim geçirmemize ve terörle meşgul olmamıza rağmen hâlâ Avrupa’nın en hızlı kalkınan ülkesiyiz. Bu gidişle inşallah yatırımları kesmeden devam ettirebilirsek 1923’te hedeflere varacağız veya yaklaşacağız. Doğu’da yaşanan saldırılarla birlikte içimizde yaşanan mücadele artık sadece PKK ile değil DAEŞ ile de var. Bununla birlikte; İstanbul, Ankara, Gaziantep, Mardin ve birçok ilde canlı bombalar patlıyor. Bunun altında yatan neden sizce nedir? Terör örgütü unsurlar bu saldırılarla Türkiye’de neyi hedefliyor? Şimdi bu konuda birkaç perde var ve bu perdeleri gelin sizinle açalım. Görünen ilk perde; bir hayli iyi organize edilmiş ve eğitilmiş, arkasında da mali desteği olan, silahlı destek alan, büyük devletlerin desteği olduğu anla- şılan PKK’nın, doğu ve güneydoğuda saldırılarını yapması, devlete geri adım attırması, devletin de bu arada barışla işi çözmek istemesi yüzünden 4 sene kaybettiğimiz için, ne yazık ki bu durumdan cesaret bulan bir terör örgütünden bahsediyoruz bunu biliyorsunuz, bu görünen perde. Şimdiye kadar biz bu perdeleri görmemeye çalıştık. Sırtımızı döndük, açık söyleyeyim yanlış bir iş yaptık. Ben bu konuda binlerce makale yazdım ve ilgililerle başta Sayın Cumhurbaşkanımız olmak üzere defalarca görüştüm, görüşlerimi arz ettim. Tenkitlerimi yaptım ve tenkitlerim ayni ile vaki oldu. Şimdi ben haklıymışım meselesinde değilim. Bu görünen perdeyi açmak için mutlaka çözüm sürecinden, terörist başı ile görüşmelerden vazgeçmemiz lazım. Bunun fantezi olduğu ortaya çıktı. Devlet bunda samimiydi ama adamlar sahtekârdı. Adamlar vakit kazanmak için bunu kullandılar. Sayın Cumhurbaşkanı da bunu açıkça söyledi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümeti olarak biz iyi niyetle uğraşırken güneydoğuyu silah deposu haline getirdiler. Öyle değil mi? Şimdi bunu bir defa halletmek lazım. Şu anda yapılan iş bir defa doğrudur. Yani Temmuz 2015’te başlayan ve halen devam eden kesintisiz olarak sürdürülen operasyonlar devam ediyor, doğru da gidiyor. Teröristler mutlaka temizlenecektir. ‘Efendim işte siz temizleyemezsiniz, on milyon Kürt var’ gibi laflar palavradır. Onlar onların değildir, onlar benim gardaşlarımdır. Bin yıllık gardaşımdır. Niye onların olsun ki. Onlar bu gardaşlarımın camilerini yıktılar, onları sersefil bıraktılar, insanlarını öldürdüler. O Kürt benim gardaşımdır. Ben Türk-Kürt ayrımı yapıyor muyum? Yapmıyorum. Türkiye Cumhuriyeti ırka dayalı mıdır? Asla. Ben Müslüman mıyım? Müslümanım. Dolayısıyla Kürt de benim gardaşımdır. Ama Kürt meselesini, Kürtçülüğe, ırkçılık, etnik ayrımcılık haline getirip de teröre dönüştürürseniz, bunlarla mücadele etmek mecburiyetindesiniz. Başka hiçbir çareniz yoktur. Yani gene oturup yeniden akil adam bulmak vs. vakit kaybettirir. Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Hükümet doğru yoldadır. Peki, bir perde daha açalım sizinle. 19 Bir perde daha açınca Ortadoğu’da, yeni kurulacak bazı güçler hatta devlet teşekkülleri, teşkilatlanmaları, oluşumları ortaya çıkıyor. Bunların da arkasında açıkçası büyük devletler var. PYD’ye devlet kurdurmaya çalışıyor. Bir taraftan Rusya var. Açıkça PKK’yı PYD’yi, YPG’yi destekliyor. Ben altı ciltlik Ortadoğu çalışması yaptım. İstikrarsızlık ortada. O zaman bu istikrarsızlıklarla başa çıkabilmek için muhalifleri desteklemek ve ona göre ayrı oluşumlara gitmek, mümkünse de siyasi bütünlükleri muhafaza etmek lazım. Çünkü Ortadoğu’da çok fazla parçalanan sınırlar var. Bu sınırlar parçalanırsa işin içinden çıkamıyorsunuz. Sayın Cumhurbaşkanı da bunu söylemektedir. Peki, o zaman buna nasıl mani olunur. İşte bu iki gün evvelki konuşmada söylenmiştir. Çok açık şimdiye kadar söylenmemişti. Biz hukukla, diplomasiyle ve silahla buna müsaade etmeyiz. Yani kısaca dedi ki; “Siz bunu dayatırsanız biz ordularımızla gireriz.” Öyle değil mi? Ve bu doğrudur. Böyle bir şey demedi ama ben böyle anladım ve anladığımdan da memnunum. Onun için biz bu PKK terörü meselesindeki, ikinci perdeyi böyle açarız. PKK teröründe üçüncü bir perde açalım. Ne çıkar biliyor musunuz? DAEŞ’in de kurucuları çıkar. Ne çıkar? İngiliz Intelligence’ı çıkar, MI6’lar çı- 20 kar. Ne çıkar? CIA çıkar. Ne çıkar? MOSSAD çıkar. Üçüncü perdeyi aralayıp bakarsanız bunu görürsünüz. Daha başka neler çıkar? Tapınakçılar, birilerinin dünya hâkimiyeti çıkar, Siyonist dayatma çıkar. Ve bu dördüncü perdeden sonra DAİŞ ile PKK aynı yerde görünür. Zaten şu anda bile tuhaf. Bir yandan savaşır görünüyorlar, bir yandan da çok rahatlıkla Esad ile iki taraf da temas edebiliyorlar. DAEŞ meselesinden biraz bahsedeyim. PKK bizim belamız tamamen Türkiye’yi parçalamak, yerinde oturmak, sonra büyük sözde Kürdistan’ı kurmak hayalleri içindeler. Yıllardır bunları takip ediyorlar ama ortada bir şey yok. DAEŞ’e gelince bu değişik bir yapılanma. Bunun ortaya çıkmasında Amerika’nın istilasındaki zulmünün rolü var. Özellikle Sünnilerin üzerindeki zulmü. Saddam’ın başıboş ordusunun rolü var. Ama sadece bunlar yok. İngiliz Intelligence’ının rolü var. Öyle değil mi? Ondan sonra DAEŞ’i özellikle ortaya çıkarıp, aşırı dinci bir grup gibi göstermeye çalışıyorlar ki Selefilerden de faydalanıyorlar. Selefiler; radikal, kelle kesen tiplerdir. Yani Hz. Ali efendimizi şehit eden insanlara ne diyeceksiniz. Her şeyi yapabilirler. Ama bunların bu Selefilik duygularını, ortamı istismar ederek, bunları teşkilatlandıran, silah satan, silah gönderen arkasında olan güçlere bakmak lazım. O perdeyi açınca o güçler de çıkıyor ortaya. Bizde birtakım liberal geçinen, eski Marksist Kürtçü kişiler şunu diyor; “Efendim tekrar oturalım, tekrar bir çare bulmaya çalışalım, işte bu çözüm değildir, dışarıda problemimiz var, imaj zedeleniyor”. Hayır. Bizim için en önce gelen vatanın, milletin bağımsızlığıdır. Bunlardan taviz vermeyiz. Biz, PKK konusunda iyi niyetli davrandık. Hatta fazla iyi niyetli davrandık. Bu doğru değildi. İşte şimdi başımıza çıkmaya başladılar. Ama şimdiki yapılanlar doğru. O zaman diyelim ki devlet aklı öyle söyledi ama şimdi doğruyu gördü ve bunu söylüyor. Nedir bu doğru? Biz özellikle Suriye’de, Irak’ta, ayrı bir Kürt devleti kurdurmayız. Irak’ta kurulacaksa Türk devleti yanında Türkmen Devleti de kurulur. Araplar da; Sünni - Şii diye ayrılır. Hiç de hoş bir şey ol- maz ama en çok böyle olur. Kerkük de hiçbir zaman Kürtlere ait olmaz. Zaten Türkmen şehridir. Olabilirse Türkmen Devleti içinde veya federasyon içinde diyelim olur, olmazsa merkezi hükümete şu anda olduğu gibi bağlı olur. Suriye’ye gelince, Suriye’de de Esad’in mutlaka gitmesi lazım. Esad gitmeden bu olmaz. Sonuna kadar da Rusya bunları desteklemez. Onun için Esad zaten Ruslar ve İranlılar olmasaydı şimdiye kadar çoktan gitmişti. Doğru dürüst bir askeri gücü kalmadı. Yıkılacak hale geldiler. Peki, ne yapılır yerine? Mümkünse Suriye’nin bağımsız, demokratik ve tek bir Suriye olarak kalmasına çalışılır. Mümkün olmazsa sınırımızı tamamen kapsayan bir PKK devletine müsaade edilmez. Bu Kuzey Irak’taki Barzani işine benzemez. Ayrıca şu ortaya çıkmıştır ki, Suriye’de, Kürtlerin üç misli Türkler vardır. Dolayısıyla mutlaka sadece Türkmen Dağı da değil, Suriye’nin her tarafında onların haklarına hukukuna da riayet edilir. Üçüncüsü ise daha evvel Fransa’nın baskısıyla 8%’lik bir azınlık olan Nusayri azınlığına hâkimiyet verilmiştir. Şimdi yine ayrı bir azınlık kurulacaksa Lazkiye civarında olabilir. Onun dışında esas hâkim güç Sünni-HanefiAraplardır. İç siyasetin en sıcak konularından bir tanesi de dokunulmazlıklardı. TBMM Genel Kurulu’nda, hakkında dosya bulunan milletvekillerinin yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin anayasa değişikliği teklifi 376 oyla kabul edilerek, yasalaştı. Böylelikle 138 milletvekili için yargı yolu açılmış oldu. Avrupa, yaşanan bu gelişmeyi endişe verici olarak yorumlarken Meclisin aldığı bu kararı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Bakın manzara şu, PKK diye bir örgüt var. Bu örgüt, her gün onlarca Türk askerini, Türk polisini şehit eden; Kürt-Türk halkı demeden insanları en alçakça bir şekilde katleden bir örgüt. Türkiye’de 40 bin insanımızı son 30 senede ortadan kaldırmış bir örgütten bahsediyoruz. Bu örgütün yöneticilerinin bir kısmı Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne giriyor. Hadiseye bakın siz. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde adamlar var. Teröristi arabasına alıp taşıyan, evinde misafir eden, evinde silah saklayan, tamamen Kandil’den yada İmralı’dan emir alan ve vatan haini olan insanlar bunlar. Peki, herkese vatan haini denir mi? Hayır. Vatan ne? Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Adam ona ihanet ediyor. Gidiyor Rusya’da onun aleyhine konuşuyor. Avrupa’da onun aleyhine konuşuyor. Amerika’da onun aleyhine kulis yapıyor. Bu adamlar var ortada. Mesela Sayın Cumhurbaşkanımıza hakaret, kötü bir durumdur karşılığında tazminat alırsın. Sadece bu olsa o dokunulmazlıklardan bir problem çıkmaz, cezalandırılır, para cezası verilir veya hapis cezası verilirse, paraya çevrilir ve biter. Kimse problem istemiyor. Ama her biri birer militan olan, her biri birer ırkçı olan, Türk milleti düşmanı olan, İslam düşmanı olan, Kürt düşmanı olan ve aynı zamanda terörist olan, teröristlerin ön plandaki adamı olan bu kimseleri meşru parlamenter olarak kabul edemezsiniz. Efendim onlara oy veriliyor! Oy verilmesi de tartışmalı bir iştir. Silahlar altında verilen oyun hiç ehemmiyeti yoktur. Şimdi de yapılsın da verilsin. Onun için Batı ne derse desin korkmamak lazımdır. Mademki teröristler meclise girmişlerdir, tabi hukuken onu ispat etmek şartıyla, dosyayı hazırlamak şartıyla gereken neyse yapılır. Burada hepsini de demiyorum. Mesela Altan Tan, terörden yana olmadığını son zamanlarda açıkça ortaya koydu. O zaman suçları sabit görülenleri alıp götürürsünüz, içeriye de atarsınız. Biz bunu daha evvel Türkiye olarak, Tansu Çiller zamanında yaptık. İyi yaptık, kötü yaptık... Türkiye yine Batı ekseninde, demokratik bir Cumhuriyet. Efendim Sayın Erdoğan yetkileri toplamış bir diktatörmüş!. Bunu bir yandan paralelciler söylüyor bir yandan PKK’cılar bir yandan da Ermeniciler söylüyor. Hepsi söylüyor. Öyle değil. Şu anda gazetelerin üçte ikisi her gün Sayın Erdoğan’a kötü ithamlarda bulunuyor. Eğer öyle olsa söyleyebilir mi? Böyle bir diktatör gördünüz mü? Nerede var? Hadi Kuzey Kore’de bunun binde birini yapın da görelim. Yani korkmamak lazımdır, bu işi yapmak lazımdır. Bu dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda sadece tek partiye yüklenmek doğru değil. Aynı şey AK Par- ti, CHP ve MHP için de geçerli. Bu durumun adaletli uygulanması lazım. Aslında bu dokunulmazlıkları acilen kalkması gereken kimseler bu PKK’lılardır. Ama onları kaldırırken ötekileri es geçmek olmaz. Onun için ister AK Partili olsun, ister Cumhuriyet Halk Partili olsun, onlar da ciddi şekilde, tarafsız şekilde gözden geçirilir, hakikaten ciddi bir suç işlemişlerse, dokunulmazlıkları kaldırılır. Geçen dönem TBMM’de anayasa çalışmalarının yarım kalması nedeniyle yeni anayasa ve başkanlık sistemi tartışmaları bir kez daha yan yana geldi. Başkanlık Sistemi tartışmasında belki de en sık tekrarlanan argümanlardan biri de “parlamenter sistemin nesi var” sorusu oldu. Bu tartışmalar ışığında sizce Türkiye ‘Başkanlık Sistemi’ne geçmeli mi? Bu sistemin Türkiye’ye getirisi sizce ne olacaktır? Şimdi ben size bir kitapla cevap vereceğim. Daha doğrusu dergi sayısı. Ben 30 senedir Başkanlık Sistemi üzerine çalışıyorum. Niye 30 senedir çalışıyorum? Rahmetli Turgut Özal Bey’in yüzünden. O da tutturdu Başkanlık Sistemi diye. Rahmetli pek severdi bu işi. Bilhassa da Amerikan Başkanlık Sistemi’nin aynen uygulanmasını isterdi. Ben de Kürtçülerin bu hareketinden endişe ettiğim için eyaletin uygulanmasına karşı çıkardım. Sonunda anlaştık. Eyalet sistemi uygulanmamak şartıyla, Türkiye’de Başkanlık Sistemi olsun dedik. “Tamam, o zaman bana hazırla” dedi. Ben de ona göre Anayasa değişikliği hazırladım. Hatta üç alternatifti. Biri parlamenter sistemin daha güçlenmişi, diğeri Yarı Başkanlık Sistemi, bir diğeri de Tam Başkanlık Sistemi’ydi. O da çok memnun oldu. Fakat ömrü vefa etmedi. Aslında isteyen oldu. Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bazılarına göre bunu kendi menfaati için istiyor. Her gelen ister deniliyor. Süleyman Bey de istedi. Daha evvel karşı çıkıyordu. Tabi biraz daha insanlar muktedir olmak, sorunları daha kolay çözebilmek isterler. Bu insanidir. Buna kızmamak lazımdır. Ama öyle değil. 21 “Bu dönem Başkanlık Sistemi’nin getirileceğine inanmak isterdim doğrusu ama inanamıyorum. Niye biliyor musunuz? Türkiye müsait olduğu, olmadığı için değil, bu konuda Anayasayı değiştirecek çoğunluk olmadığı için.” Sayın Cumhurbaşkanı benim bildiğim sadece bizim kitabı okumuş olsa bile, Başkanlık Sistemi’ni hepimizden iyi biliyor. Ve Türkiye’de nasıl oluru, nasıl olmazı görüyor. Zaten o külliye teşkilatlanması ona göre oldu. Fakat bir problem var. Çok değerli müşavirler ile çalışıyor ama hiçbiri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yapısını tam bilmiyor. Bilmediği için de bazı aksamalar oluyor, teorik kalıyorlar. Ben Başkanlık Sistemi’nin uygulanabileceğini ve Sayın Cumhurbaşkanın da Türkiye’yi emperyal bir vizyon dahilinde gördüğü için, bunu yapak istediğini düşünüyorum. Dolayısıyla Başkanlık Sistemi’nin dışında bu şehirde kısır çekişmeler hâkim olduğu bir parlamenter sisteme Türkiye sığmıyor artık. Peki, başkan tek başına söylediğini söyler mi? Hayır. Orada bir şey vardı. Başkanlık Sistemi’nde, Amerikan Başkanlık Sistemi’nde en önemli husus, denetim kontrol ve dengesizliktir. Kontrol ve denge olmadan Başkanlık Sistemi yürümez. Bu ne demektir? Bu kuvvetler ayrımının tam olarak uygulanması demektir. Yani nasıl olur? Başkan çok yetkilidir, sürekli hareket edebilir, savaş ilanı da dâhil her konuda çok süratli karar alır ülkenin menfaattarını, çıkarlarını korur. Ama nihai söz kongrede ve senatodadır yani millet iradesinindir. Zaten başkanı da millet seçer. Dolayısıyla başkan da anti demokratik değildir. Diğer taraftan yüksek mahkeme vardır. Bizde Ana- 22 yasa Mahkemesi ile Yargıtay karışımı bir şeydir. Son derece yetkilidir. Hatta öyle yetkilidir ki, bir kriz çıkmıştır, asrın başlangıcında o zamanki kuvvetli olan başkan da; “Mademki siz bize iş yaptırmıyorsunuz, ben de sizin yetkilerinizi tırpanlayan bir kanun çıkarırım” demiştir. Dolayısıyla başkan bir de adalet sistemine karşı sorumludur. Hem kongre ve senatöre karşı sorumludur hem adalet sistemine. Bir de milletvekillerinin yetkisi ve itibarı daha fazladır. Çünkü Bakan olma peşinde koşmadıkları için ciddi şekilde kendi yerleri ve bölgelerini temsil edebilme imkânına sahiptirler. Hâlbuki bizde şimdi, açık söyleyeyim, herkes Bakan olmaya çalışıyor. Bakan olmayan üzülür. Peki, Başkanlık Sistemi’nde ne vardır? Bakanın sekreterleri vardır. Yani bir nevi müşavirleri vardır. Yani bir bakıma bakanlar vardır. Mesela Dışişleri Sekreteri vardır. İçişleri Sekteri, Adalet Bakanı vardır. Hep böyle Bakan şeklindedir. Ve bunları başkan kendisi seçer, getirir. Kendisi de azleder. Dolayısıyla çok kolay çalışır başkan. Ama bunlarla beraber yaptıklarını eğer kongre kabul etmezse, gider oradan. Mesela başkan mali konularda çok yetkilidir ama kongre bütçesini onaylamazsa beş kuruş geçiremez. Yani ‘checks and balances’ vardır. Ancak netice olarak bu dönem bu sis- temin getirileceğine inanmak isterdim doğrusu ama inanamıyorum. Niye biliyor musunuz? Türkiye müsait olduğu, olmadığı için değil, bu konuda Anayasayı değiştirecek çoğunluk olmadığı için. Ondan inanamıyorum. CHP ile AK Parti bir noktada anlaşsa, Başkanlık Sistemi’ne geçilse iyi olur. Bildiğiniz üzere geçtiğimiz günlerde CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu boş bulundu ve Amerikan Sistemi gibi olursa başkanlığı isterim dedi. Sonra da sözünden döndü. Şimdi dolayısıyla buna inanmak istiyorum. Ama ben Sayın Cumhurbaşkanına şunu arz etmiştim. Demiştim ki; ‘Efendim bu sefer Cumhurbaşkanı adayı olmayın. İsterseniz Abdullah Bey devam eder, isterseniz başka bir ismi koyarsınız’ dedim. Mesela Sayın Binali Bey’in o zaman da ismi geçiyordu. Ama geç kaldım, geç konuşabildim. Damdan düşenin halini damdan düşen bilir. Ben damdan düştüm dedim. Turgut Bey bir çıktı biz arkasından ciddi sorunlar yaşadık. ANAP olarak darmadağın olduk. Bu belki AK Parti’de değişik olabilir. Ama çok problem çıkarır demiştim. Hiç sesini çıkarmadı. Benim dedim teklifim şu: “Siz seçimlere girin sizin liderliğinizde 400 vekil rahat çıkar. Bu ortaya çıkarsa oturursunuz sistemi değiştirirsiniz. Sistemi de değiştirirseniz seçim başkanlığına gidersiniz seçilerek başkan olursunuz. Bu iş de biter. Orada- ki kişiler kimse bir sene daha kalmış olurdu yani. Ya da beklersiniz 2019’da olursunuz. O zaman istemedi, kafasında başka şeyler vardı olmadı. Bu dönem kolay kolay olacağını sanmıyorum. Bekleyip göreceğiz. Türkiye’nin Suriye ile ilgili temel politikası, akan kanın durması ve krize çözüm bulunmasıdır. Bu bağlamda Türkiye, Suriye’de savaşın son bulması ve mülteci krizine çözüm bulunması noktasında ortaya koyduğu kararlılık çerçevesinde Suriye’de meydana gelecek olan yeni bir oluşumda nasıl rol oynayabilir? Şimdi Suriye politikasında PKK ve PYD’nin bir emrivakisine karşı Türkiye, Sayın Cumhurbaşkanımızın beyanından hareketle söylüyorum müdahale eder. Şimdiye kadar etmedi, eder. Ona müsaade etmez, çünkü çepe çevre sarılıyor. Yanlış bir şey. Türkiye olarak buna müsaade etmeyiz, etmememiz de lazım zaten. Peki, orada savunacağımız nedir? Mümkünse Suriye Irak toplamında mümkün değilse Suriye’de, ülke bütünlüğünü sağlayarak, belki federasyon sözünü bir bakıma razı olup, ama mutlaka içinde Türkmenlerin de bulunduğu bir yeni yapılanmaya gitmektir. Irak ise eğer Suriye ile birlikte değerlendirilir- se daha da doğru olur sizin de dediğiniz gibi. Ama değerlendirilemezse o zaman Kerkük merkezli bir Türkmen devletinin veya federe devletinin olduğu genel bir Kuzey Irak Kürt Federasyonu’nun bulunduğu, aynı zamanda bir taraftan Bağdat civarında bir Sünni gurubun, bir taraftan da Basra civarında bir Şii grubun teşkilatlandığı bir yer olabilir. Türkiye bu şekilde bir örgütlenmeye kötü bakmaz. Geçtiğimiz günlerde Alman Federal Meclisi 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarını tanıyan karar tasarısını kabul etti. Alman meclisinin bu kararı Türkiye-Almanya ilişkilerini nasıl etkileyecek, hangi dengeleri değiştirecek, Türkiye ile olan ilişkiler bu kararla birlikte nasıl bir süreçten geçecek? Evet, güzel bir soru ve tam da benim alanım olan bir soru. Almanya çok yanlış bir iş yaptı. Soykırımın ‘s’sinden bile bahsetmek Almanların hakkı değil. Çünkü soykırımı literatüre sokan Almanlar zaten. Soykırım kanunu Almanlar yüzünden alındı ve kalkıp da Türkleri soykırımcı ilan etmek kadar komik bir şey yok. Üstelik parlamentolar da bu kararları veremez. Ben Osmanlı arşivlerini açan kişiyim. Buyurun açtık dedim. Her tarafımız açık. Bizim gizli saklımız yok. Siz, Ermeni Taşnak arşivlerini açmıyorsunuz. Onun dışında dünyanın diğer arşivleri de açık. Her şeyi çıkartıp getirdik, hadi buyurun elimizde dokümanlar var. Geçen sene mesela ben çok büyük bir Ermeni konferansı düzenledim. Açıkça ortaya çıktı. Gelin hep birlikte bunu konuşalım. Böyle bir soykırım olmuş mu olmamış mı? Tehcir nasıl yapılmış vs. fakat bunu yapmak yerine, Türkiye’nin üzerindeki bazı emelleri uygulamak için bu olayları kullanıyorlardı. Mesela en son Almanlar, PKK ile irtibatta olarak bunu yaptılar. Durup dururken nereden çıktı bu? Hem o kadar hilekârca yaptılar ki, Başbakan yoktu, Dışişleri Bakanı yoktu, meclisin beşte dördü yok, adam gelmiş bunu kullanıyor. Bizim de adı Türk ama Cumhurbaşkanımızın tabiriyle kendisinin ‘kanı bozuk’ olan Cem Özdemir gibi adam- ları kullandılar. Benim beş cilt Ermeni araştırmam var. Ama kısaca şunu söyleyeyim Alman arşivleri de dâhil bütün arşivler araştırılmıştır. Tehciri Talat Paşa’ya da yaptıran kimdir biliyor musunuz? Almanlardır. Alman generalleridir. Bunlar I. Dünya Savaşı’nda bizi sırtımızdan vuruyor. Bunu alıp biraz daha az zararlı yere gönderin diyor. Ama soykırım değil tehcir olsun diye. O zaman tehcirden önce bir sayım yapılmıştı bütün Türkiye’deki Osmanlı memalikindeki Ermeni nüfusu 1 milyon 250 bin çıkmıştır. Ama onlar iki milyon Ermeni soykırıma tabii oldu diyorlar. Peki, hiç mi can kaybeden olmadı? Oldu. Çünkü Güneydoğu’dan geçerken Kürt eşkıyası kadınlara saldırdı, altınlarını almaya kalktılar. Ermenileri korumak için jandarma da şehit oldu. Peki, biz muhakeme etmedik mi? Ettik. Kalktık ne yaptık? İyi davranılmadı diye 1600 kişiyi idam ettik. Böyle bir durum var. Her şey ortada. Tam tersine bize Ermeni çeteleri öyle zulümler yaptılar ki, hâlâ Erzurum’un civarlarında mezarları açıyoruz, hâlâ bitiremedik. Ve bizim hesaplamamıza göre sadece Erivan’da büyük çoğunluğu Azeri Türk’ü olan Müslüman Türk nüfusunun tamamına yakın kısmı, yani 525 bin kişi kesildi. Bunu yazan bir Ermeni. Türkiye’de ise 750 bin kişi bu şekilde hayatını kaybetti. Bizim bir milyondan fazla şehidimiz var. Onların bu tehcir sırasındaki kayıplarını hesapladığımızda tek tek kayıt kayıt çıkardık 300 küsur bin çıkıyor. Ve sonra da büyük bir kısmı geri gelmiş zaten. Bir kısmı işte Anadolu’ya geri gelmiş, Amerika’ya, Fransa’ya gitmiş diaspora olmuş, bir kısmını da Ruslar onları şimdiki Ermenistan topraklarına yerleştirmiş. Aslında orası Ermeni toprağı filan da değil. Ermeni diye bir devlet de yok aslında. Yani bizim pek politikamız da olmadı bu durumda. Almanlarla bir münasebetimiz olmadı. Şimdi bu tip yanlış kararlar bizi üzüyor, aramızı bozuyor. Almanya ile Türkiye’nin karşılıklı çok büyük bir ihracat, ithâlât potansiyeli var. Bizim bir arkadaşımızın formülü var ben de geçen gün TRT’de savundum. Ben diyorum ki Anayasanın bir yerine; ‘Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı döne- 23 minde yapılan tehciri hiçbir şekilde soykırım olarak kabul etmemektedir’ yazalım. Peki, muhatap almış oluruz! Ama şu olur, biz bunu yazarız kabul eden etsin. Bizim onlarla kötüleşmemize lüzum kalmaz. İkincisi diasporanın bir adamını getirdik baş müşavir yaptık. Bu adamları şımarttık, beklentiye girdiler. Evvela özür bekliyorlar, sonra tazminat sonra da toprak bekliyorlar. Bir defa hiçbir zaman özür dilememiz söz konusu olamaz. İyi ki İsviçre protokollerini Ermenistan Anayasa Mahkemesi, Anayasaya aykırı diye reddetti. Bizim aramız hep mi kötü olsun? Hayır, olmasın ama bizim de şartlarımız var. Biz bin senelik beraber yaşamış halkı kucaklamaya hazırız. 24 terör yasasını değiştirin diyeceksin. Biz yolumuza gidiyoruz sen yoluna git kiminle anlaşabiliyorsan anlaş” diyerek tepki gösterdi. Avrupa’nın attığı bu adımı nasıl okumak gerekir ve hükümetin bu dayatmaya karşı tutumu sizce nasıl olmalı? Bu gelişmeler sonrası Avrupa Birliği’nde Türkiye’nin konumu ve geleceği nedir? Geçen süreç ve şu anki gelişmeler bize neyi göstermektedir? Bizim şartımız şu; Azerbaycan’ı işgal eden toprakları geri bırakacaklar. Çok basit. Yani Azerbaycan bizim kardeşimizdir. Bunu yapacaklar. İki, bu iftiralardan vazgeçtiklerini söyleyecekler. O zaman biz ne yapacağız? Köprüyü açacağız. Orada yaşayan iki milyon civarında Ermeni var. Biz o iki milyon civarındaki Ermeni’nin beş senede gelirlerini on misli attırırız. Zaten kaçak yüz bin tane işçi çalışıyor. 500 lira 600 lira para alıyorlar. Yani vaziyet bu. Rus hegemonyası bunu veriyor. Dolayısıyla sakın ha Ermeni özrünü akla bile getirmemek lazım. Bu atalarımıza iftiradır. Esasen Müslüman soykırım yapmaz. Biz de Müslümanız. Tarihimizde böyle bir leke yoktur. Biz yapmadığımız işten özür dilemeyiz. Tam tersi onların özür dilemesi lazımdır. Ayrıca kimseye verecek tazminatımız yoktur. Kimseye verecek bir avuç toprağımız yoktur. Batı’nın tamamı parlamentolarında yüz tane karar çıkarsa umurumuzda bile değildir. Ben bir merasim dolayısıyla Gaziantep’e gitmiştim. Gaziantep Valisi, konuşmasında ne dedi biliyor musunuz? “Gaziantep, 1 milyon 200 bin nüfusu olan bir şehir. Bütün Avrupa iki yüz bin göçmeni problem etti. Ben Gaziantep’e 400 bin tane göçmen aldım. Sadece Gaziantep vilayetine aldım. Hiçbirini devlete almadım. Hiçbir işsiz yoktur. Hiç dilenci yok. Hepsi Gaziantep sanayisinde ve ticaretinde çalışıyor” dedi. Adamlar 200 bin kişiyi almaktan aciz. Çünkü Avrupa kültüründe size yemek bile ısmarlamazlar. Hâlbuki Türk’ün en fakiri bile hemen oradaki beş kişiye yemek ısmarlamaya kalkar. Adamlar almaya alışmış, vermeye alışmamış. Biz bir Ensar ve Muhaciri çerçevesinden bakıyoruz. Bizim İslami gözlüğümüz var. İslami gözlüğümüzle insani gözlüğümüze intikal ediyoruz. Yani sadece Müslüman olarak değil biz de bu şekilde bakıyoruz. Ve size şunu da söyleyeyim. Türkiye tamam burada on milyar civarında para harcadı ve üç milyon civarında göçmenimiz var. Ama size söyleyeyim üçü bile gitmese, Türkiye’nin gayrisafi milli hasılasına müspet tesir ediyor, menfi değil. Geçtiğimiz günlerde Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye’ye vize serbestisi konusunda yapılacak olağanüstü oturum öncesi, Ankara’nın terörle mücadele yasalarında değişiklik getirilmesi istendi. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan buna karşılık yaptığı açıklamada “Teröristlere çadır kurduracaksın, bunu demokrasi adına yaptığını söyleyeceksin, bize de vize için Avrupa Birliği’ne baktığımızda İngiltere’nin Başbakanı terbiyesizlik edip bir defa üç bin yılına kadar birliğe anca girersiniz dedi ya! Sayın Cumhurbaşkanı da ağzının payını verdi. Çok sert bir cevap verdi. Ya kardeşim, siz eğer bir haçlı birliğiyseniz tamam girmeyiz. Ama hep demokratik, Batılı insan haklarıyla ilgili bir birlik olduğunuzu söylüyorsunuz. O zaman Sayın Cumhurbaşkanının son politikası doğrudur. Sonuna kadar gideriz, olmazsa da ol- “Avrupa Birliği’nde olmamız, bizim bir emperyal vizyonla Türk dünyasında, İslam dünyasında çok daha değişik bir etkili birlikler kurmamıza mani olmayacaktır.” maz. Ben size bir şey söyleyeyim, ben de pek olacağına inanmıyorum. Size daha enteresan bir şey anlatayım, ben bunların çok fazla zaman geçmeden dağılacağına inanıyorum. Zaten bu miğferi tutan Almanya ile Fransa. İngiltere hep kaçmak istiyor. Diğerleri de sempatik değil. Bir de Yunanistan belası çıktı başlarına. Bir müddet sonra bu Almanya’yla Fransa da niye bizi yük çekelim diyeceklerdir böyle bir birlik kalmayacaktır. Vizeye gelince bu ayrı bir meseledir. Türkiye önemli bir devlettir. Türk vatandaşlarının orada serbest dolaşmasına izin vermiyorlarsa kendileri kaybederler. Turizmden kaybederler, emekten kaybederler vs. Yani kısaca ben bunun pek netice vereceğini zannetmiyorum. Peki, ne diye hâlâ bu yolda devam ediyoruz? O da Sayın Cumhurbaşkanının söylediği gibi, gidebilecek kadar gideriz. Bizim üstelik bunlardan bir takım ekonomik menfaatlerimiz var. Niye bu menfaattarı kullanmayalım? Kullanırız. Ama Avrupa Birliği’nde olmamız, bizim bir emperyal vizyonla Türk dünyasında, İslam dünyasında çok daha değişik bir etkili birlikler kurmamıza mani olmayacaktır. Uzun zamandır bilhassa Suriye’den Avrupa ülkelerine yaşanan mülteci akınında Türkiye önemli bir rol üstlenmiş durumda. Ancak Alman Federal Meclisi’nden geçen sözde soykırım tasarısı sonrası AB ile Türkiye arasındaki sığınmacılarla ilgili anlaşmanın uygulanması sizce zora girecek mi? Türkiye ile sığınmacılar konusunda varılan anlaşmanın akıbeti size göre nasıl bir seyir izleyecek? Tabi Cumhurbaşkanı benden bu konuda daha ihtiyatlı ve haklı ama ben olsaydım Almanya’da o alçakça karar çıktığının ertesi günü ‘kardeşim sizinle anlaşmamızı iptal ediyorum’ derdim. Üç milyar Euro vereceklermiş, üç milyar Euro Türkiye Cumhuriyeti için artık bir para değil. Esas onlar belaya gireceklerdir. Zaten ondan korkuyorlar. Türkiye kızıp da böyle yapar diye korkuyorlar. Bence en azından ertelemek lazımdır. Hele Sayın Cumhurbaşkanının terör meselesindeki taviz verme taleplerini yerine getirmesi hiç mümkün değildir. Sayın Başbakan da onunla beraber düşünüyor. Dolayısıyla ben de naçizane bir aydın olarak böyle düşünüyorum. Biz hiçbir zaman kalkıp terörle mücadele konusunda Avrupa Birliği bize sempatik bakacak, vize serbestisi uygulayacak diye taviz vermeyiz. Kanun falan değiştirmeyiz. Son olarak, Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi’nin başkanı olarak yürüttüğünüz görev ve faaliyetler hakkında okuyucula- rımıza bilgi verebilir misiniz? Bakın kütüphanemdeki kitapların tamamen hepsi benim naçizane eserimdir. Biz, 22 yıl önce kurulduk. Burası, Türkiye’nin en eski ve en gelişmiş Stratejik Araştırma Merkezi’dir. Ama en fakiri de maalesef. Pek fazla dayanağımız yok. Niye şehir merkezinden uzaktayız, Hacı Hasan Köyü’ndeyiz? Hacı Hasan Efendi adında büyük bir zat varmış, onun müridanı falan olduğumuz için değil, biz geldik burada ucuz gördük, bu kocaman yerin kirası yedi bin lira, mecburen buraya geldik. Orada elli bin liraydı. Şimdi bizim iki aylık dergilerimiz var. Bunlara dergi dememek lazım. Bu eserler bin, bin beş yüz sayfa arasında değişiyor. Tamamen akademik ve şu anda on bine yakın akademik yazı yayınlamışız. Üç bini aşkın akademisyenle dünyada ve Türkiye’de irtibatımız var. Ayrıca bu dergiler, ayrı ayrı konuları ele aldılar. Mesela geçen seneden beri çıkanları sayayım, en son yarın çıkacak olan 6 ciltlik, beş bin sayfalık Ortadoğu sayısı. Daha önce çıkmış sayılardan 11 ciltlik dünyada eşi bulunmayan Kafkas sayısı 8500 sayfa. Yine çıkardığımız Balkan Rumeli sayısı 5 ciltlik 6300 sayfa. Ayrıca hâlâ Aşılamayan Türkler diye bir ese- rimiz var. Naçizane benim editörlüğünü yaptığım uluslararası bir projeydi. Sayın Cumhurbaşkanımız hâlâ bir yere giderken onu da götürür. Ayrıca 12 ciltlik Osmanlı var. Bu da Osmanlı konusunda en büyük eserdir. Ayrıca 10 ciltlik Genel Türk Tarihi’miz var. “The Great Ottoman-Turkish Civilization” diye bir Osmanlı İngilizcemiz var. 5 ciltlik Cumhuriyet var. Yayımlanan birçok kitap var onları zaten saymıyorum. Yani bizim 200 bin sayfalık külliyatımız var. Sayın Ahmet Davutoğlu’nun bir deyimiyle; “Hocam, siz hepsinin toplamının iki mislinden fazlasını üretiyorsunuz” demişti. Yani bizim burada sizin anlayacağınız yaptığımız çok iş var. Birçok profesör ve doçentimiz var. Büyük bir kısmı profesör, 10-15 tanesi doçent, uluslararası bir yayın istişare heyetimiz var. Türk dünyasıyla çok yakından ilgiliyiz. Ermeni sayımız var. Geçen sene Ermeni araştırmalarını Dışişleri Bakanlığı’nın birkaç misli fazlasını yapmıştık. Sadece tarih değil, her konuda çalışıyoruz. Şu anda benim başladığım bir çalışma var: Bilim ve teknoloji. İki cilt, iki bin sayfa olacak. Onu yapıyorum. Şimdi burada çok fazla bir ekip yok ama benim yetiştirdiğim çok zeki yetişmiş bir ekip var. 15 tane araştırma enstitüsü, 41 tane araştırma masası var. Bir ara bunlara ayrı ayrı biner de olsa, beş yüzer de olsa para vermeyi düşündük ama para bulamadık. Dolayısıyla burada bir de tamamen hasbi bir çalışma üzerine çalışıyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımız şeref verdi bize, belki biliyorsunuz, geçen sene Nisan’da buranın açılışını yaptı. ‘Yeni Türkiye’ lafı AK Parti’ye bizden gitmiştir. Çünkü ilk defa biz kullandık. Kültür konusunda çok fazla sayıda kitap yayınımız var ve olmaya da devam edecek. 25