TÜRKİSTAN VE ÖTESİ Gezdiklerim, Gördüklerim FARUK ARSLAN 1 12 Nisan 1969'de Ankara'da doğdu. Aslen Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu'ndan mezun oldu. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Hazar'ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997'de ‘Uluslararası Hukukçu’ unvanını kazandı. Kanada’da Centennial College'den 2008’de ‘Sosyal Toplumcu’ diplomasıyla mezun oldu. Toronto’da York Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümünde yüksek eğitim gördü ve 2011’de tamamladı. Arslan, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. Hazar'ın enerji rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı basında yayımlandı. Azerbaycan Zaman gazetesinde muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığı yaptı. CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. 2 yıl süresince Türkiye'de yayımlanan Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı. Azerbaycan'da yayımlanan ilk çocuk gazetesi Tomurcuk'un kurucularından oldu. Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara'da diplomasi, dış politika ve enerji muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman gazetesine yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı. Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği ve Kanada Etnik Gazeteciler Derneği üyesidir. 2000-2001’de Kanada’da Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlenirken, Toronto muhabiri olarak çalıştı. Kanada Türkleri’nin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi Sunrise'ı kurdu ve bir yıl boyunca editörlüğünü üstlendi. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek gazetesi, Hür Gelecek gazetelerinde ve 2009’dan beri Milli Ocak’ta köşe yazısı yazdı. 2004 yılında Metafizik Magazin dergisinde yazıları yayımlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan ve ücretsiz dağıtılan Canada Türk’te 2006’dan beri köşe yazısı yazıyor. 2000’den beri ise, internet medyasında aralıksız köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürüyor. Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türkiye vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik yaşamına devam ediyor. Arslan, iyi derecede İngilizce, Almanca ve Azerbaycan Türkçesi biliyor. Yayımlanmış Eserleri: Matrix’in 11 Eylül Kurgusu Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu Petrol Satrancı veya Hazar’da Petrol Kurdu Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi Keşmir’de Hz. İsa Efsanesi September 11 Fiction of Matrix (English) Vadi’nin Şifresi Çözülüyor veya Kurtlar Vadisi Fenomeni Esra’rlı Sosyolojik Tahliller Karakutu Ergenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay Güney Mason Bektaşiler Eşekler Sınıfı: Askeri Okulda İrtica Paranoyası İlk Muhacirler Azerbaycan Kanadalı Müslümanlar, Mühtediler, Türkler Narratives on Canadian Muslims, Reverts, Turks (English) Tevhid Havarisi Barnaba Sociological Writings in the Canadian Perspective (English) Merchant Splitting and Processing Plant: Business Plan (English) Teşkîlât-ı Ergenekon Türkistan ve Ötesi : Gezdiklerim, Gördüklerim Aykırı Konuşmalar, 15 Tarihi Röportaj 2 TAKDİM Sansür, 10. köy, Ebu Zer ve Behlül-i Dânâ "Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar" demiş atalarımız. Hakla batılı ayırt etmeyi vazifesi bilenler için her zaman bir 10. köy vardır. Hep bir Ebu Zer Gifari, bir Behlül-i Dânâ gibi yaşamak, ismimin manasıyla müsemma olmak istemişimdir. Fethullah Gülen 1991’de imzaladığı Hikmetler kitabı ve 1993’de benim için imzaladığı Cevşenime aynı şey yazmıştı. İlkinde, hakkın batıldan ayrılmasında dava arkadaşım, ikincisinde dava kardeşim Faruk Arslan beye... Bu güne kadar 9 köy dolaştım, yine de doğru bildiklerimi karşımda kim olursa olsun ve nerede bulunursam bulunayım söylemekten çekinmedim. Kimi zaman "deli", kimi zaman "çatlak", kimi zamanda "adamı varda böyle konuşuyor" dediler. "Doğrucu Davud, doğrucu emin olmak zorunda mısın"; "Azıcıkta kıvırt canım, herkes kıvırtıyor bu ahirzamanda" dediler. Yumuşak üslupla sansür yapmak isteyen eski bir sansürcü editörüm, "Doğru söylemek doğrudur, ama her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir." kelamına yapıştı, söyleyene saygı duyduğumu bildiği için. Sansür, sansür, sansür... Nefret ettiğim bir kelime.... Gazetecilik, beyinlere sansür uygulandığı zaman biter; zaten yapılana gazetecilik değil başka şeyler denir. Gazeteci, kendi beynine sansür uygulamaya başlayınca gazetecilik yapamaz olur. Bir gazeteci neden kendi beynine sansür yapar? Kalemi bazı iç ve dış şer odaklarına satılmış veya dış ihanet şebekelerinin ağına düşmüş olabilir. Çalıştığı medya patronunun siyasi ve ekonomi çıkarlarının kurbanı olmuştur. Çalıştığı medya organının belirli bir yayın çizgisi vardır, dolaşabileceği sınırları bilir ve çaresiz beynine en büyük kötülüğü yapar; yazacağını yazmadan sansürler. Bu handikapları yaşamadım diyen gazeteci bilin ki, yalan söylüyordur. Sansür, Türk medya tarihinin her döneminde varolagelen bir gulyabanidir. Padişahlar, paşalar, askerler, ekonominin baronları, bürokratlar, siyasiler sansür yapmak için hiç bir fırsatı kaçırmadılar ülkemizde. Darbeler önce basını susturdu. Darbe planlayanlar önce gazetecileri, medyayı satın veya etkisi altına alır, yönlendirir. Darbe yapanları öven medyamız, ancak darbe sathı mahalinden çıkılınca eleştirir gibi yapar, aslında hep güce tapar. Darbeci ufukta göründü mü, "yavşak" karakteri hortalayıverir. İrtica masalının mazisi Babıali tarihiyle eşittir. İktidar savaşı veya büyük bir hortumculuk olayı mı var, gizlemek gerekiyorsa en güzel şal irticadır. Devletin sırları vardır, ama sır olmayanlarında sır diye sansürlendiği çok olur. Mesela Mavi Akım anlaşmasında Turusgaz adıyla kurulan hortumlama çarkını gizlemek için siyasetçi-bürokrat-iş adamı ortaklaşa kurmuştur sansür düzenini. İrtica bahane vurgun şahanedir. Yüce Divan'da yargılanan Mesut Yılmaz'ın davası zaman aşımından düşer, imza atan bakanı Cumhur Ersümer'inde davası zaman aşımına uğratılmak üzeredir nasılsa. Bunları koruyanlar hep gizli kalacaktır. Milyarlarca dolar Rusya'dan gaz alan Türkiye, gazı BOTAŞ'a pazarlayan aracının 3 Rus ve 3 Türk ortağını bilmekle beraber yüzde 5 hisseye sahip ortak veya ortakların kim olduğunu bilememektedir. Turusgaz'ın neden kurulmak zorunda olduğunu da sorgulayamamıştır. Benim bilmem ve bu ortakları ve sorumlularını kapılar ardında gazeteci olarak sorguya çekmem bir işe yaramaz. Çünkü nihayetinde istihbarat şefini, haber müdürünü, yayın yönetmenini, sayfa editörünü, genel yayın yönetmenini aşamam. Muhabirin yazdığı haber girene kadar en az 7 barikatı aşmak zorundadır. Kaynaklarınız çok sağlamda olsa, üç saçayağı 3 oturmuş, 5 N 1 K kuralını harfiyen uygulamış dahi olsanız haberiniz 'uygunsuz' bulunur ve emeğiniz hiçe sayılarak çöpe manşet oluverir. Her engeli aştınız diyelim, bir telefonla yarın işinizi kaybedebilirsiniz. Girmeyeceğini bildiğim, ama gazeteye girmesi gerektiğine inandığım haberleri sokmak için ne taktikler uyguladığımı bilemezsiniz. Müdür takımını evlerine postaladıktan sonra gece baskısına haberi yerleştirmek için az gece mesaisine kalmadım. Gececi müdür ama sürgün gazeteci arkadaşlar sağolsunlar. Kafamı kırmak isteyen editörlerim az olmadı. Ama iyi gazeteciye her gazete ihtiyaç duyar. Kızsalarda vurucu, esas, manşet olacak habere sizi gönderirler. Bazen kaleminizle tetikçilik yaptığınızı yıllar sonra farkedersiniz. Hiç unutmam; haber kısırlığı çekilen hafta sonlarını bekler, bir kündüne getirir, pazar gününe girmeyecek haberimi sokardım. Çoğu zaman başlığı yumuşatır, girişi değiştirir, içeriği korurdum. Haberlerin sadece başlığı ve girişini okuyan sansürcüler ordusunu bu şekilde by-pass yaptığım çok olmuştur. Hiç bir taktik başarılı olamazsa, elde ettiğim bilgiyi-haberi yayınlatacak bir gazete-medya ve müstear ismim mutlaka vardır. Kaç tane müstear ismi kullandığımı bazen bende hatırlamıyorum. Bu zahmetlere gazeteciliğe inanıyorsanız; halkı bilgilendirmeyi Hakka hizmet olarak algılıyorsanız katlanırsınız. Aksi taktirde çoğunluk gibi "aman sendeci" olur, sansürcülere teslim olursunuz. 5. müslüman olan Ebu Zer Gifari hazretlerine hep imrenmişimdir. O kendisine sansür uygulanamayan biriydi. Sadece 4 müslüman var iken kelime-i şehadet getirdi ve gitti Kabe'nin tepesine çıktı inancını haykırdı. Halbuki Allah birdir demekten başka birşey bilmiyordu, din henüz öğrenebileceği kadar şekillenmemişti. Öldüresiye dövdüler. Ertesi gün yine anlattı. Tekrar dövdüler, sövdüler. Yine anlattı. Tekrar dayak yeyip ölmesine ramak kalınca peygamberimiz ona hicret etmeyi ve güçlendiklerini duyduğu zaman dönmesini istedi. Medine'ye hicret edildikten ve Mekke feth edildiği dönemde Ebu Zer Gifari geri döndü. Ancak Asrı Saadet'de bile anlatılan dine ters davranışlar olabiliyordu. İnsan olan yerde mutlaka sorun vardır. Gifari bunlara müdahale ediyor, susmuyordu. Paşalara, ağalara dokundu. Peygamberimize şikayet ettiler. Durum hassastı, bazılarını kaybetmek istemeyen peygamberimizin bu ağaların hamurunu İslam'a göre yoğurması için zamana ihtiyacı vardı. Gifarı ise hemen düzeltmek istiyordu. Gifari yine yollara düştü. Peygamberimiz onun için "Yalnız doğar, yalnız yaşar, yalnız ölür" demişti. Emeviler döneminde Arap milliyetçiliği tırmandı, Amr ibnül As gibi bir sahabe Şam valisi olarak fethedilen ülkelerden elde edilen ganimetler sayesinde debdebeli bir hayat yaşamaya başladı. Halk arasında ayrımcılık yapıldığını gören ve haksızlığa tahammül edemeyen Gifari, huzuruna çıktı ve yaptığının doğru olmadığını peygamberimiz, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in hayatlarından örneklerle anlattı. Huzurdan çıkarmak, kovmak istediler. Vali As engel oldu. Gifari, gerçektende yalnız olarak bir çöl evinde öldü. Cenazesini peygamberimizin mucizevi hadisinde belirtildiği gibi oradan tevafuk eseri geçen bir sahabe topluluğu kaldırdı. Gifari, İslam tarihinde haksızlığa, yanlışlığa zarar görmek-yalnız kalmak bahasına susmamayı tercih eden hakperest şahsiyeti; bana göre ise sansürsüz yayın yapan gazeteciliği temsil ediyor. 2. ideolüm Abbasi'lerin ünlü halifesi Harun Reşd zamanında yaşamış olan Behlül Dana; 8. yüzyıl döneminin evliyasındandır. Meczûb derlerdi ama Hak âşığıydı. Zaman zaman aklından zoru olan kimselere has tavırlar takınır, herkes de bundan dolayı kendisini deli sanırdı. Ama bunu maksatlı yapardı Behlül Dana hazretleri. Daima Harun Reşid'in yakınında bulunur, çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı. Hayatı, sadeliği ve hakkı tutup kaldıran haksızlığa susmayan tarzı çok hoşuma gidiyor. Onu yaşarken anlayan azdı, öldükten sonra kıymeti daha fazla anlaşıldı. Uyarıcı gazeteciliği, halkın arasında dolaşarak tarihte en iyi o yaptı. Bir gün halka doğu yolu göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar, Hârûn Reşd'e gidip; "Sultanı, bizim yaptılarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi hâlimize bıraksın. 4 Sonra her koyun kendi bacağndan asılır." gibi sözlerle şikâyet ettiler. Bunun üzerine Hârûn Reşd, Behlül Dânâ'yı çağırttı, halkın isteğini bildirdi. Behlül Dânâ hiç sesini çıkarmadan sarayı terk etti. Birkaç koyun aldı kesti, bacaklarından mahallenin köşe başlarına astı. Bunu gören halk gülerek; "Deliden başa ne beklenir, yaptı yine bir şey hep böyle zâten." Diyorlardı. Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokuyor, bundan da bütün mahalle zarar görüyordu. Kokudan durulmaz hâle gelince, aynı kişler Hârûn Reşd'e gidip, durumu anlattılar. Behlül Dânâ'yı çağırtıp sorduğunda: "Bir kötünün herkese zararı olduğnu herhalde anladılar. Ben bir şey yapmadım, her koyunu kendi bacağndan asılmadğını onlara gösterdim." diye cevap verdi. Behlül bir gün Hârûn Reşd'in taht odasını boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi. Bunu gören askerler onu kamçı ile dövmeye başadıar. Askerler vurdukça o; "Vah Hârûn Reşd. Vah Hârûn Reşd!" diyordu. O esnâda halîfe geldi ve manzara karşsıda donup kaldı. Askerleri uzaklaşıdıtan sonra; "Ey Behlül! Bu ne hâl?" diye sordu. Behlül; "Senin için ağlıyorum. Burada tahtı boş bulup bir an oturdum. Bu kadar kırbaç yedim. Sen ise senelerdir bu taht üzerinde oturuyorsun. Hâlin ne olur diye düşndüm." Hârûn Reşd; "Peki ne yapmam lâzım?" dedi. Behlül; "Mâdem ki bu yükün altına girdin. Zulme meyletme. Adâlet üzere ol. Böylece tahtında otur." buyurdu. Farklı bir gün yine Hârûn Reşd ile karşılaştığı Behlül’e; "Seni gördüğüme çok sevindim. Çünkü uzun zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum." dedi. Hazret-i Behlül güldü ve; "Benim böyle bir arzum yoktu." Cevâbını verdi. Buna rağmen Hârûn Reşd kendisinden nasîhat istedi. "Ne nasîhatı istiyorsun? Şu saraya bak, bir de kabirlere bak! Bunlardan ibret almayan, nasîhat almayan, nelerden alır! Hâlin ne olacak, ey müminlerin emîri! Yarın Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna çıkacaksın. Büyük küçük yaptığın her şeyden suâl olunacaksın. Bunlara nasıl cevap vereceksin iyi düşün! Bu hesap zamânıda aç ve susuz olacaksın, çıplak bulunacaksın. Orada bulunanlar sana bakıp gülecekler. Perişan hâlin orada meydana çıkacak, başka nasîhatı ne yapacaksın?" dedi. Adâleti ile meşhûr olan Hârûn Reşd onun nasîhatlarından çok istifâde ettiğini bildirdi. Başka bir gün Behlül'ü kabristanda gördüler. Ayaklarını kabir taşları arasına sokmuş toprakla oynuyordu. Kendisine; "Ey Behlül ne yapıyorsun?" diye sordular. Onlara gâyet sâkin olarak; "Bana eziyet etmeyen, gıybetimi yapmayan insanlarla oturup sohbet ediyorum. Bunlar sağ olanlardan daha emin." diye cevap verdi. 10. köy, benim için 2000 ile 2006 arası sonsaniye.net, 2007’den beri Almanya’da yayınlanan Platform dergisi, 2006 ile 2011 arası Kanada’da yayımlanan Türklerin gazetesi Canadatürk idi. 1998 ile 2003 arasında Ali Alperen mahlasıyla yazdığım Türkistan köşesi, rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun kurduğu Büyük Birlik Partisi’nin yayın organlarındaydı. Bunlar sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek ve Hür Gelecek Gazeteleri, 2008’den beri ise, kendi ismimle yazdığım Milli Ocak idi. Aslında Behlül-i Dânâ benzeri yazarlara kapısını açan bu yayın organları, bir nevi sansürcü medyaya 'nanik' diyordu. 5 GEZDİKLERİM Paris’te Élysée Palace 6 Paris SİAL'den Fransa'nın görünümü 30.Ekim.2006 Romantizmin, sanatın, edebiyatın, ticaretin, modanın, Avrupa Birliği siyasi ayak oyunlarının, ırkçı milliyetçiliğin, laikliğin merkezi Paris'e ikinci gelişim. Daha önce gazeteci olarak Şubat 1997'de merhum Azeri Lider Haydar Aliyev ile resmi bir geziye gelmiş, Fransa Devlet Başkanı Chirac'ın ikamet ettiği Elize sarayından belediyeye, parlamentoya kadar tüm resmi birimlerde dolaşmıştım. Bu sefer iş adamı olarak, iki yılda bir Paris'te 22-26 Ekim tarihleri arasıda düzenlenen Gıa Ürünleri Fuarına (SİL) katılmak için buradayım. Nord Villepinte Parc de Expositions fuar alanıda gerçekleştirilen fuara beşkıadan 136 binin üzerinde ziyaretçi katıldı.100 ülkeden 5 bin 200 firma ürünlerini sergiledi. İk kez düzenlendiğ 1964 yııdan bu yana gıa sanayiinin her sektörünü, her ülkeyi ve dünyanı her bölgesini gündeme getiren fuarda perakende, toptan satı, ihracat ve ithalat, hazı yemek ve yemek servisleri konularıdaki sektörleri oluşuran katııcıar, görücüye çıktı. Türkiye ve Kanada'dan mal ihraç etmek ve ürün ithal etmek isteyenler böyle fuarları kaçırmamalı. Fuarda, Kanada'ya temsilcilik vermek isteyen bir sürü firma yetkilisiyle konuştum. İlgi alanım olmadığı sektörler konusunda ilgilenenlere danışmanlık yapmak için kart ve kataloglarını aldım. Devasa fuarı tamamen gezmem mümkün değildi. Bu nedenle sadece kendi sektörüme odaklandım. Kanada'nın mükemmel bir imajı var. Kanada kartını gören hemen iş tekliflerini sıralıyor. Piyasada dolaşan bizim gibi fazla Kanadalı yoktu. Kanada'dan gelenler genelde üretim yapan büyük firmalardı. SİL'e bu yı beklenenin aksine Türkiye'den rekor katıı oldu. Sözde Ermeni soykırımını eleştirene cezayı öngören yasayı Meclis'te kabul eden Fransa'yıprotesto etmek için az sayıda Türk firması katılmadı. Siyaset ve duygusal tepki, iş adamlarına pratikte etki etmez, politikacılar ve halk öyle sanır. İtanbul Ticaret Odasıı patronajıda, Kanada ve Amerika Birleşk Devletleri'ne ait standı yanıda 2006 metrekarelik bir alanda Türkiye'nin her tarafıdan gelen 113 firma ürünlerini tanıtı. 1989 yııda sadece 8 firmanı katıdııfuarın geçen yı Almanya'da düzenlenen ANUGA ayağında Türkiye sadece 963 metrekarelik bir alan almıtı Fuarda, Algida'nı kaymaklıekmek kadayılıdondurmaya Altı-SİL ödülü verilecek.Türk ürünlerinden şrbet ve çekirdeksiz zeytin de ödüle layı görüldü. 2004 SIAL'de Kuru Gıalar kategorisinde "TukaşAşre" Türk aşuresinde ödül kazandırmıştı. Paris yolculuğumuz bavulumuzun havalimanında çıkmaması ile başladı. 3 gün sonra otele getirdiklerinde içindeki kıymetli eşyaların çalındığını hayretle gördük. Böyle durumlarda medeni sandığınız Fransızların pekte medeni olmadıklarını düşünüyorsunuz. Dünyanın en mükemmel metro, tren, banliyo sistemine sahip Paris'te metroya 5 gün içinde 100 Euro ödemek zorunda kaldık ve halkın bu masrafın altından nasıl kalktığı konusunda küçük bir araştırma yaptık. Meğerse piyasada sahte metro biletleri dolaşıyor. Günlük 19 Euroluk pass yerine çoğu Afganlı bilet kalpazanlarına Fransızlar 5 Euro ödüyorlarmış. Torontolular aylık metropass'a sadece 90 dolar ödedikleri için şükretmeliler. Kanada'da metro sistemini dolandıran azdır. Fransa'da ise bu aidiyatdan sayılıyor. Üstelik metro trenlerinde klima sistemi olmadığı için sonbaharda olmamıza rağmen resmen Fin hamamında olduğu gibi piştik, sauna yaptık. "Yazın sıcakta Fransızlar bu metroda nasıl yolculuk yapıyor" diye metroda bir Fransıza takıldım. Kısaca, "cehennemde yandıklarını farzederek" diye cevap verdi. 20 7 milyonluk Paris'te metronun ulaşmadığı yer yok. Yanlış trene binerseniz 2 saatiniz kayboluyor. Fransızların bile yanlış trene binerek yolu bana sormaları karşısında epey güldüm. Metro haritasını çözmek kolay değil. Paris'teki otelimize gece ulaşmak için trenden indiğimizde ne taksi ne otobüs bulabiliyorduk. Daha ilk gün oto stop yapmayı öğrendik. Aynı gün uzun yıllardır Paris'te bulunan ve bize gece Paris turu yaptıran arkadaşım Mehmet Nam'a utana sıkıla oto stop maceramızı anlattığımızda güldü ve " Siz bu işi öğrenmişsiniz. Paris'te herkes oto stop yapar ve Fransızlar arabalarına yabancı almaktan çekinmez" dedi. Nam'ın verdiği cesaretle 4 oto stop daha yaptık Paris'te. Fransızların sıcakkanlı yüzüyle bu sayede tanıştık. Daha elimizi kaldırır kaldırmaz araba duruyor ve koyu bir muhabbet başlıyordu. Fransızlara, " Kanada'da oto stop yapmayı denemeyin ya ağaç olur donarsınız veya hasta olur günlerce kendinize gelemezsiniz" dedim. Buda bir Kanada gerçeği. Fransızlar, konuşmaya açık, kültürlü insanlar. Ancak hükümetlerinin asimilasyon politikası, ülkenin göçmenlerini isyana teşvik edecek kadar katı. Kanada gibi entegrasyon ve çok kültürlülük politikaları yok. Özetle, "Biz üstün bir kültürü ırk ve medeniyetin evlatlarıyız; Fransa'da yaşıyorsan Fransız olacaksın ve eriyeceksin havasındalar." Geçtiğimiz yaz Paris'te yaşanan arabaların yakılma olayına şaşmamak gerek. Ayrıldığımız gün an altda kalarak ekonomik olarak ezilmiş zavallı göçmenlerin metroda yine yangın çıkardıkları haberi anons ediliyordu. Zengin ile fakir arasındaki uçurum korkunç boyutlarda. Metroda, köprü altlarında, sokaklarda yatan insanlar, Fransa'nın Kanada gibi pekte sosyal bir devlet olmadığı, acımasız bir kapitalizmi yaşadığı izlenimini uyandırıyor. Bir yanda keyfinin zirvesinde olan zenginler, öbür yanda yiyecek ekmek bulamayan fakirlerle dolu bir Paris manzarası karşınıza çıkıyor. Göçmenler, ezildikçe eziliyor. Burunlarından kıl aldırmayan Fransızların ve medeniyetlerinin sonunu iyi görmedim. Yaşamın çok pahalı olduğu Fransa, ciddi bir ekonomik kriz yaşarsa fakirlerin yol açtığı bir iç savaşa sürüklenebilir. Fransa'da Türklerin konumu ve imajı, nüfusları 400 bin olmasına rağmen oldukça kötü. Bu ülkeye yurdumuzun eğitimsiz köylüleri yerleşmiş. Bunları kınamak için yazmıyorum Fotoğrafı çekmeye çalışıyorum. Yüksek eğitim gören insanlarımız son 50 yıldır İngilizce konuşan ülkeleri tercih ettiği için bugün dahi fazla master ve doktora yapan öğrencimiz yok Paris'te. Ülkemizde Fransızca gerileyen bir dil. Fransızlar imparatorluk gücünü kaybettikce asabileşen, gururları kırıldıkça hırçınlaşan ve ABD karşısında aşağılanmayı kabullenmeyen onurlu bir millet. Bizde onurlu ve imparatorluk mirasyedisi bir milletiz. Fransız vatandaşlığını kabul etmeyi asimile olmak olarak algılayan Türk vatandaşlarımız nüfusları 500 bin ve Fransız vatandaşı olan Ermeniler karşısında lobi oluşturamıyor. Politikacılar oy verecek kelle hesabı yaparlar. Türklerin özkimliklerini korumaları için hizmet verecek kurumları henüz oturmamış. Birkaç cami ve dernekle bu iş yürümez. Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinden çok gerideler. Fransız devletçiliğinin ağır kuralları ve eritme politikalarını yadsımıyorum. Almanya'nın aksine Fransa'da Türkler iş piyasasında yoklar. Evlerinde atölye açarak vergiden kaçma girişimleri kredi oluşturmalarını ve büyük işlere imza atmalarını engelliyor. İş kurmanın ve eleman çalıştırmanın maliyeti Türkleri sindirmiş. Yılardır ülkede kaldığı halde Fransızca konuşamayan ve kendi gettosunda yaşayan çok Türkiyeli var. Türk işadamları derneğinde dönerci, bakkal esnafımız bulunuyor. Fransız firmaları ile milyar dolarlık ticari işler yapan büyük Türk firmaları, Paris'teki Türk toplumu tabanına inerek, lobi kurmaya niyetli gözükmüyor. Çünkü kendileri "laik ve entel", Türk toplumu "cahil ve köylü " din gibi bağlarla Fransız asimilasyonuna direniyor. Bu nedenle Fransa'da daha çok Ermeni tasarıları çıkar, tepkimiz yumurta kapıya dayanınca anlık, duygusal olur ve sonuç vermez. Paris Büyükelçimizin bile resmen, " Bu yasa çıkacak, engelleyemiyoruz" diye yasa çıkmadan önce beyanat verme talihsizliğinde bulunması, acizliğini, daha da kötüsü ne Fransa Türk toplumuna, nede Ankara'ya fazla güvenmediğini 8 ortaya koyuyor. Fransa'da Türk lobiciliği, Türk iş mekanlarının ve NGO'larının yükselişiyle paralel sağlam kurulmazsa, Avrupa Birliği üyeliğimizi unutun. Fransa'dan dönüşümüzde olaylıydı. Uçağa yetişmek için dört saat önceden otelden çıkmamıza rağmen uçağı Fransızların havalimanında yürüttüğü inşaat projesi nedeniyle kaçırdık. Bu durumu ancak boarding passın üzerine yazıyorlar. Uçağa binmek için koştursanızda kapıların yarım saat erken kapandığını öğreniyorsunuz. Hemen size başka bir uçak ayarlamak için müşteri servisine götürüyorlar ve suçun kendilerinde olduğunu kabul etmemekte direniyorlar. Klasik Fransız inatı işte! Durumu kavradıktan sonra atağa geçerek dikbaşlı görevliyi yola getirmemiz yarım saat sürdü. ABD aktarmalı uçuş buldular. Testi yolda kırılmasın diye Cezayir kökenli Air France müşteri yetkilisine hiç olmazsa dönüşte bavulumuzu kaybetmemeleri konusunda uyarma gereği duydum. Nafile çabaymış! Bir valizimiz Boston'da çıkmadı. ABD'den geçince Amerikalıların ahiret soruları ile muhatap olmak zorunda kalıyorsunuz. Amerikalı göçmen görevlisi " Niye direk Toronto'ya uçmadın da ABD'den transit geçiyorsun diye sorunca" yüzüne bir Osmanlı tokatı atmak istedim. Sadece onların tarzı sahte bir gülümsemeyle ' Fransızlara sorun; uçağı kaçırdık ve pek meraklısı olmadığımız halde ülkenizden geçmek zorunda kaldık' dedim. Bu aksama yüzüanden Ottawa'daki Cumhuriyet resepsiyonu kaçırdım. Toronto'ya ayak basınca kendimi evime, vatanıma gelmiş gibi hissettim. Kanada gibi ülke yok. Kıymetini bilelim, sunduğu fırsatlardan yararlanalım. 9 Hasta komşumuz Ermenistan ve Karabağ 02.02.1998 Türkiye—Ermenistan ilişkilerinin Karabağ’a ipotekli olması Türkiye–Azerbaycan stratejik işbirliğinin de bir sonucu. Azeri kamuoyu ve yönetimi de bu konuda çok hassas. Doğu illerinin ve bazı işadamlarının sınırın açılması yönündeki çabaları Bakü’de, “Azeri—Türk dostluğu üç—beş kuruşa mı değişiliyor? Bizim kardeşliğimiz, ilişkilerimiz paraya satılamaz. Türk ve Azeri kamuoyu buna izin vermez” yorumunun sık sık gündeme gelmesine yol açıyor. Savaş’ın sebebi orman! 1918’de Azerbaycan’da 30 bin Azeri’yi katleden Ermenilerin “Büyük Ermenistan hayali” Karabağ’da başlamıştı. 15 bin mevcuduyla Azerbaycan’ın yardımına giden Türk ordusu Mondros Mütarekesi nedeniyle geri dönerken, Mehmet Emin Resulzade başkanlığında doğunun ilk demokratik cumhuriyeti kuruldu. Kızılordu’nun 1920’de Bakü’yü işgalinin ardından Ruslar, Ankara hükümetiyle 1921’de Kars anlaşmasına imza atarak Nahçıvan’ı Türkiye garantörlüğüne verirken, Karabağ’ın özerklik statüsü ile Azerbaycan’a bağlanması şartını pazarlık yaparak kabul ettirdiler. Ruslar, SSCB’nin dağılma sürecini Karabağ’ı Azerbaycan’dan kopartma girişimi ile başlattılar. 15 Haziran 1988’de Ermenistan Meclisi’nin ‘Karabağ’ı ilhak’ kararından sonra Ermeniler tarafından Karabağ ormanlarının yok edilmesi nedeniyle miting düzenleyen iki Azeri gencin öldürülmesiyle ilk kıvılcım ateşlendi. Bakü’de oluşan tepkiler, “Karabağ’ı kimseye vermeyiz” şeklini alınca, Ermeniler, Ermenistan’da yaşayan 250 bin Azeri’yi ülkeyi terke zorlayarak tek milletli devlet projelerini başlattılar. Azeriler’in cevabı Azerbaycan’da yaşayan 200 bin Ermeni’yi göndermek oldu. Temmuz 1989’da Azerbaycan Halk Cephesi kuruldu; bu yıl sonuna kadar 216 Azeri Karabağ’da hayatını kaybetti. Ermeni tarafını tutan Gorbaçov, Bakü Azatlık Meydanı’nı dolduran bir milyonu aşkın Azeri’nin tepkisini kırmak amacıyla olağanüstü durum ilan etti. 20 Ocak 1990’da Bakü’ye giren tanklar eşliğinde özel eğitim görmüş, uyuşturucu almış Rus komando birliği, 441 kişiyi katlederken 600’ü aşkın kişiyi de yaraladı. Artık Karabağ’da iki toplumun beraber yaşama ihtimali ortadan kalkmıştı. 13 Ocak 1992’de Azerbaycan Meclisi aldığı kararla “Kurtuluş Savaşı”nı başlattı. Karabağ’a giren Ermeniler, 30 bin Karabağ Azerisi’ni göçe mecbur etti. Ermeniler, 366. Rus Alayı’nın yardımıyla 26 Şubat’ta 7 bin nüfuslu Hocalı kasabasını işgal ederek savaşı resmileştirdiler. Savaş sonunda Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini kaybetmişti. 1,5 milyon Azeri, göçmen ve mülteci oldu. Savaş sırasında 25 bin Azeri genci şehit olurken, 5 bin genç de esir düştü, her kentte bir şehitler mezarlığı kuruldu. Göçmenler ülkenin her köşesine yerleştirildi, 200 bini aşkın göçmen ise hâlâ çadırlarda. Azerbaycan’ın savaştan gördüğü maddi zarar 40 milyar dolar. Manevi zararı hesaplamak ise mümkün değil. AGİT süreci başlıyor 3 Ekim 1993'te Haydar Aliyev’in cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından başlayan barış süreci, Agdam’ın işgalinden sonra Aliyev’in BM ve AGİT’e başvurusuyla başladı. 16 Mayıs 1994’te Bişkek protokolüne imza atan Ermeni ve Azeri tarafı ateşkes konusunda anlaştı. 1994’te yapılan AGİT zirvesinden tarihi bir karar çıktı: “AGİT’in ilk barış gücü Karabağ’da konuşlandırılacak.” Ancak bu kararın uygulama mekanizması kalıcı barış maddelerinde uzlaşılamaması nedeniyle bir türlü belirlenemedi. Aliyev’in girişimleri sonucu AGİT Minsk grubu kuruldu. Grubun Rus eşbaşkanı Vlademir Kazimirov’un “oyalama’’ taktikleri sonucu, 2 10 yılda hiç bir ilerleme sağlayamayan Minsk Grubu’nun çalışmaları, eşbaşkanlığına ABD’nin getirilmesiyle ivme kazandı. 2 Aralık 1996’da Lizbon’da gerçekleştirilen AGİT zirvesinde Aliyev, veto hakkını son dakikaya kadar kullanarak, Karabağ sorununun çözüm prensiplerini Ermenistan dışında 52 ülkeye onaylattı. Buna karşılık Ermenistan Minsk Grubu’na Fransız eşbaşkan tayin edilmesini sağlayarak durumu lehine değiştirmeye çalışsa da, Bakü’nün ısrarı üzerine ABD’li eşbaşkan görev başına getirildi. Minsk Grubu’nun Rus, Amerikan ve Fransız eşbaşkanları bir yandan hızlı bir çalışma sergilerken, diğer yandan Minsk Grubu başkanlığına getirilen ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott, Karabağ için ‘son ve alternatifsiz’ olarak nitelenen çözüm planını taraflara sundu. ABD’nin devreye girmesinde Azeri petrollerinden pay alması büyük rol oynadı. Fransa’ya da petrol payları veren Aliyev, petrol kartını kullanarak, bu yıl yapılan G—7 Denver zirvesinden de Azerbaycan lehine karar çıkmasını sağladı. Aliyev’in ABD’ye düzenlediği 10 günlük resmi ziyaret ve ABD’li petrol şirketleriyle imzalanan 10 milyar dolar tutarındaki anlaşma, ABD’nin Kafkas politikasında önemli değişiklikler yapmasına neden olması hasebiyle, bölgedeki nüfuzuna darbe vurulduğunu anlayan Rusya’nın tedirgin olmasına yol açtı. AGİT’in sunduğu ve Bakü’nün kabul ettiği çözüm planı şöyle: “6+2 formülüne esasen işgal altındaki Azeri toprakları iki aşamalı koşulsuz boşaltılmalıdır. İlk aşamada 6 kent (Kelbecer, Agdam, Gubatlı, Zengilan, Fizulu, Cebrail) boşaltılırken, göçmenler yurtlarına dönmeli, oluşturulacak tampon bölgeye çok uluslu AGİT barış gücü yerleştirilmelidir. İkinci aşamada Karabağ’a en yüksek statü verilir (Tataristan modeli: Dışişleri ve savunma dışında tamamen özerk), Şuşa ve Laçin boşaltılır. Karabağ ile Ermenistan’ı birleştiren Laçin geçidini AGİT gücü korur. Ermeni ordusu, Karabağ polisine çevrilir. Karabağ’da bulundurulması gereken silah miktarı AKK anlaşması çerçevesinde Ermenistan’a tanınan miktarı geçemez. Ermenistan, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü tanır.” İki ay önce sunulan sözkonusu çözüm paketini hemen kabul eden Bakü, şimdi MİNSK Grubu tarafından söz verildiği gibi 1997 yılı sonuna kadar kalıcı barış konusunda Ermeni tarafının ikna edilmesini bekliyor. Geçen hafta tarafların plana ilişkin cevabını almaya gelen MİNSK Grubu’nun üç eşbaşkanı, Erivan ve Hankendi’ne 10 gün daha süre tanıdı. Erivan yumuşadı, Hankendi uzlaşmıyor AGİT planının iki aşamalı formülüne Erivan sıcak bakarken, Hankendi savaş ihtimalini öne sürüyor. Yukarı Karabağ Ermenileri, bağımsızlık iddialarından vazgeçmiyor. Bundan sonra; uluslararası baskılar nedeniyle Karabağ’ın bağımsızlığını tanımamış olan Ermenistan’ın doğrudan Bakü—Hankendi görüşmelerinin başlamasını teklif etmesi muhtemel. Ancak Bakü, Hankendi’ni muhatap almıyor. Azerbaycan’ın petrolüyle ABD’nin dış politikasını satın aldığını öne süren Ermenistan’ın Rusya ile askeri müttefiklik anlaşması imzalaması aslında Azerbaycan’ı ve Türkiye’yi hedef alıyor ve bu Kafkaslar’da ABD ile Rusya arasında bir nüfuz savaşının artık başladığını gösteriyor. Rusya’nın Karabağ için sunduğu çözüm planı aslında ABD’ninkinden farklı değil. Rusya’nın AGİT barış gücünün çoğunluğunun Rus askerlerinden oluşturulması yönündeki ısrarı büyük bir handikap olarak değerlendiriliyor. Rusya, Kafkasya’da hakimiyetini Ermenistan’ı maşa olarak kullanarak sürdürmek istiyor; Ermenistan’da konuşlandırdığı 3 üs ve 10 bin Rus askerinden, 2 üssü Türkiye—Ermenistan sınırını koruyor. ABD ise topraklarında Rus askeri ve üssü bulundurmayan, petrol zengini Azerbaycan’ı kendine partner seçti. Geçtiğimiz günlerde Strassburg’daki Avrupa Konseyi zirvesinde Ermenistan’ın Karabağ sorununun çözümünde “AGİT prensipleri”ni kabul ettiğini gösteren belgeyi imzalaması bu ülkenin uluslararası baskılar karşısında geri adım atması olarak nitelendiriliyor. AGİT Minsk Grubu üyeleri Karabağ sorununun 1998’de AGİT prensipleriyle çözümleneceğinden emin görünüyorlar. Yeltsin de önümüzdeki aylarda Moskova’da Rusya, ABD, Fransa, Azerbaycan ve Ermenistan devlet başkanlarının katılımıyla kalıcı bir barış anlaşmasının imzalanabileceği sinyalini veriyor. Dışişleri Bakanı Yevgeni Primakov’un geçtiğimiz hafta yaptığı ani Bakü ziyaretinin ardından Moskova’da, AGİT planının mimarı ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Strobe 11 Talbott’la basına kapalı bir araya gelen Rus yetkililerinin de nihayet “olur” verdiği, Yeltsin—Chirac ikilisinin Strassburg’daki arabuluculuk girişiminden anlaşılıyor. Bakü, uzun süren diplomatik süreçten kazançlı çıktığı için mutlu, ancak karara uyulmayacağını hesap ederek temkini elden bırakmamaya da gayret ediyor. KARABAĞ'I KARIŞTIRAN AZERBAYCANLI Önce Karabağ’ı, sonra Ermenistan’ı karıştıran, cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan’ı istifaya göndermesinin ardından Taşnakların gölgesinde iktidara yürüyen, 16 Mart seçimlerinde cumhurbaşkanlığına en yakın isim olan, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığını da vekaleten yürüten Başbakan Robert Koçaryan aslında Azerbaycanlı. 12 adayın yarışacağı seçimin şaibesi işin başında ortaya çıktı. Seçim Kanunu’na ve 1995’te kabul edilen anayasaya aykırı olarak Koçaryan’ın adaylığı uzun süren tartışmalardan sonra 6 Mart’ta Merkezi Seçim Komisyonu (MSK) Başkanı Haçatur Beziryan tarafından onaylandı. Halbuki Seçim Kanunu adayların en az 10 yıl Ermenistan vatandaşı olmasını gerektiriyor. Koçaryan, önceleri Ermenistan’ın 1 Aralık 1989’da Karabağ’ı ilhak kararını aday olabilmesine gerekçe gösterse de hukuki açıdan bu imkansız; Koçaryan da zaten tepkilerden çekinerek bu yola tevessül etmekten vazgeçti. Çünkü bu karar henüz lağvedilmemiş olsa bile, Karabağ’ı resmen tanımayan Ermenistan’ın böyle bir adım atması dünya kamuoyu önündeki ‘masumluk’ iddialarıyla çelişki oluşturuyor. Cumhurbaşkanı adaylarından Grant Haçaturyan, mevcut çelişkiyi ‘’Koçaryan eğer adaysa, niye Karabağ Ermenileri seçmen değil?’’ biçiminde özetliyor. Koçaryan’ın, “Erivan ile Hankendi arasındaki hukuki ilişki Karabağlıları seçmen yapar” iddiası, seçim sonrası izleyeceği radikal çizgiden haber veriyor. Diğer adaylardan Vazgen Manukyan ve Davit Şahnazaryan da, Koçaryan’ın adaylığını anayasanın delinmesi olarak niteliyor. Adaylardan Aşot Bleyan’ın Koçaryan hakkında Anayasa Mahkemesine suç duyurusunda bulunması, şaibenin boyutunu ortaya koyuyor. Merkezi Seçim Komisyonu, onay gerekçesinde, yabancı ülkelerin Koçaryan’a Ermenistan’ın diplomatik pasaportlu vatandaşı olarak verdiği vizeleri esas gösteriyor. Koçaryan, Mayıs 1997’den beri Karabağ’ın sözde Cumhurbaşkanlığından Ermenistan başbakanlığına terfi etmiş olsa da, sözkonusu gerekçe 10 yıl şartının üstünü örtmüyor. Kanuna göre, seçime katılabilmek için 25 bin imza toplaması gereken Koçaryan’ın, kısa sürede 56 bin imza toplaması da şüpheli; aday olmayacağını açıklamış biri, nasıl bir anda bu kadar imza toplayabilir? Koçaryan’ın AGİT gözetimine yönelik yasal engellerin kaldırılmasına destek olmaması da, seçime gölge düşürüyor. Türkiye’den toprak talebi Koçaryan’ın cumhurbaşkanlığına vekalet ettiği 4 Şubat’tan bu yana geçen 40 gün içinde 1994’te kapatılan ırkçı Taşnak Partisi’ni açması, siyasi suçluları serbest bırakması, Taşnakların 6 yıldır sürgünde yaşayan lideri Eduard Ohenasyan’ın dönüşüne izin vermesiyle verdiği ‘seçim rüşveti’, ülkenin en büyük gücü Taşnak Partisi’nin Koçaryan’a seçimde tam desteğiyle sonuçlandı. Büyük Ermenistan hayalinden bir an olsun vazgeçmeyen Taşnaklar, Kars, Ağrı ve Van’ı Ermenistan sınırları içinde görüyor. Azerbaycan’ın işgal altında bulunan Karabağ dışındaki 6 kenti, bu haritadan daha geniş sınırları kapsasa da bu onları tatmin etmeye yetmiyor. Halbuki, eskiden Karabağ’da yaşayan 80 binlik nüfuslarıyla yüzde 70 çoğunluğu oluşturan Ermeniler bugün çoğu Bakü’den göçme sığıntı Ermenilerden oluşan 50 bin kişiyi Karabağ’da zorla iskan etmişken, Azerbaycan’a ait diğer 6 kenti nasıl dolduracaklarını hesab etmiyor olsalar gerek. Karabağ konusunda realist, Ermeni çıkarlarına uygun ve barışçı yol izleyeceklerini dile getiren Koçaryan’ın, savaştan ve yol açtığı kötü yaşam koşullarından bezmiş halkın nabzını tutarak savaş partisi olmadıklarını vurgulaması ilgi çekici. Koçaryan’ın, daha önceden dışişleri bakanlığı ve Milli Araştırmalar Merkezi Başkanlığında da bulunan ABD vatandaşı Raffi Ovanesyan’ı, Basın ve Enformasyon bakanı ataması ABD’ye göz kırptığını gösteriyor. 12 40 gündür cephe bölgelerinde sık sık bozulan ateşkes hakkında Ermenistan Savunma Bakanlığı’nın, ‘Biz bozmadık’ savunmasını yapması, halkın savaş endişesinin giderilmesini amaçlıyor. Ermenistan’da bağımsız Logos Sosyoloji Merkezi’nin yaptığı seçim araştırmasında yüzde 35 oyu alarak ilk sırada yer alan Koçaryan’ın en büyük rakibi, Ermenistan’ı 1974—1988 arasında yönetmiş ve Komünist Parti Başkanlığını yapmış olan sürpriz aday Karen Demirciyan. Sovyetler’in son lideri Gorbaçov’un ekonomiden sorumlu yardımcısı Ermeni asıllı Agabekyan’ın baskısıyla, Karabağ konusunda ılımlı politika izlediği için yönetimden uzaklaştırılan Demirciyan, yüzde 34 oyla Koçaryan’ı izliyor. Petrosyan’ın taraftarlarının yanı sıra eskiye nostaljik özlem duyan komünist seçmenin de oylarını alan Demirciyan, ‘eski tüfek’lerden olması hasebiyle Bakü’nün tercihi. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’le konuşarak anlaşabilecek, savaş istemeyen, sorunların diplomatik yolla çözümünden yana ılımlı bir isim. Demirciyan’ı Öğrenci Sendikalar Birliği’nin adalet teşkilatı ile Gençler Akademisi de destekliyor. Demirciyan seçime katılmak için 37 bin imza topladı; ikinci tura çıkamaması halinde Koçaryan’ı destekleyeceğini gizlememesi ise ona artı puan kazandırdı. Son kamuoyu araştırmalarında, savaş isteyen kararsız çoğunluğun Demirciyan’a yönelmesi, Koçaryan’ın taraftarlarını, özellikle Taşnakları şimdiden çileden çıkartıyor. Kamuoyu araştırmalarında üçüncü gösterilen Vazgen Manukyan’ın ise topladığı imza rakamı 303 bin. Manukyan’ın popülerliği, eskiye nazaran oldukça azalmış durumda. Eylül 1996’da yapılan son cumhurbaşkanlığı seçiminde sabık cumhurbaşkanı Petrosyan’ın rakibi olmuş, seçimi yüzde 41 oy alarak kılpayı kaybetmiş, seçimde sahtekârlık yapıldığı gerekçesiyle seçimi tanımamış ve tüm muhalefeti örgütlemiş, yönetimi devirmek için mitinglerden mitinglere koşmuş Milli Demokrat Parti Başkanı Manukyan’ın oylarının yüzde 20’lere gerilemesinin sebebi Taşnakların daha radikal bir aday olan Koçaryan’ı desteklemesi. Cumhurbaşkanı adaylarının çokluğu, içinde bulunan kaos ve seçmendeki kararsızlıktan haber veriyor. Kamuoyu araştırmalarının yüzde 21 seçmenin kararsız olduğunu göstermesi, hiç bir adayın salt çoğunluğu tutturamayarak seçimin ikinci tura kalma ihtimalini artırıyor. Bu durumda, Koçaryan’la ikinci turda kozlarını paylaşacağı tahmin edilen Demirciyan’a muhalefetin, özellikle komünistlerin vereceği destek, Demirciyan’ı sürpriz biçimde cumhurbaşkanlığına taşıyabilir. Ermenistan Savunma Bakanı Vazgen Sarkisyan ve Karabağ’ın sözde Savunma Bakanı Samvel Babayan’ın “Karabağ’da taviz vermeyiz. Gerekirse 1999 baharında tekrar savaşırız” şeklinde attıkları çığlıklara Koçaryan’ın da destek olacağının bilinmesi, savaş istemeye kararsız seçmenin Demirciyan’a akmasına yol açabilir. AGİT Planı’nı benimsemediği de bilinen Koçaryan’ın Karabağ sorununu dondurarak zaman aşımına bırakma isteği, Ermenistan’ın daha uzun süre tecritte kalması anlamına geliyor. Bakü, Tiflis ve Moskova’daki idarecilerle eski dostluğu ve kader birliği bulunan Demirciyan, uzlaşma arayan kişiliği nedeniyle, Ermenistan’a denge getirebilir. Yeni cumhurbaşkanını bekleyen tablo hiç de içaçıcı değil. Ermenistan’ın ekonomik durumu BDT ülkeleri içinde en kötü olanı. Dünya Bankası ve IMF’nin sunduğu reçetelerin hiç birini yerine getiremeyerek, sonunculuğa demir atan Ermenistan, insani yardımlarla yaşıyor. Her üç kişiden birinin insani yardım aldığı, sözde 3.5 milyon nüfusa sahip ülkeyi son 6 yılda terkeden 900 bin kişiden çoğunluğunu yüksek öğrenim görmüş, meslek ve sanat sahibi yetişkinler oluşturuyor. Göç edenlerin yüzde 90’ının Rusya’da yaşaması nedeniyle seçimde oy kullanabilmeleri maksadıyla Moskova, Stavropol, Kırım, Sen–Petersburg gibi kentlerde de seçim sandığı kuruldu. Ermenistan’ı terkeden ebeveynler, kaçış nedenlerini yaşam koşullarının kötü olmasının yanı sıra çocuklarını askerden kaçırarak anlamsız bir savaşta ölmelerini önlemeye bağlıyor. Bu nedenle seçim, savaş istemeyen, bezgin çoğunluk ve Büyük Ermenistan hayaliyle ülkeyi ekonomik ve siyasi açıdan dış güçlere muhtaç duruma düşüren, ancak ‘Karabağ’da galip geldik’ edebiyatını kullanan Taşnak zihniyetli azınlık arasında, Ermeni halkının tercihini belirlemesi açısından tarihi bir önem arz 13 ediyor. Erivan yönetimini Karabağlıların ele geçirmesi, Ermenistanlıları rahatsız ediyor. Bir bakıma önümüzdeki yıllarda Kafkaslar’da istikrar mı, kargaşa mı olacağını da gösterecekti. Elbette seçimi savaş korosu Taşnaklar kazanacaktı. Ama neden? TAŞNAKLARIN KANSIZ ZAFERİ Ermenistan Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan istifa mı etti, yoksa kansız biçimde devrildi mi tartışıladursun, Karabağ sorununun çözümünde asıl engel teşkil eden Taşnakların legalleşerek yönetimi tamamıyle ele geçirmesi, Karabağ’da dört yıldır süren ateşkes ve barış sürecini, başladığı noktaya getirdi. Aslında herşey 1890’da Taşnak adı altında Ermenilerin örgütlenerek Osmanlı tebası altında 500 yıl beraber yaşadıkları Türklerden ayrılmak istemeleri ve “Büyük Ermenistan” hayaline kapılmalarıyla başladı. Özellikle 1905 ve 1918 yıllarında Doğu Anadolu’da gerçekleştirdikleri katliamlar, “milleti sadıka” unvanı kazanmış Ermeni halkına olan güveni yok etti. 1915’te 1,5 milyon Ermeni’nin toplu olarak sürgün edilmesi (Ermenilerin soykırım iddiasına neden olan olay), o dönemde Osmanlı’yı rahatlattı. Ancak, Azerbaycan, Karabağ ve şimdiki Ermenistan arazisine yerleşen Ermeniler daha sonraları Sovyetlerin çatısı altında devletleşecekti. 1923’te Kars Anlaşması’yla Ermeniler Karabağ’a özerklik koparmayı başardılar. Dahası, Nahcıvan ile Azerbaycan’ı birleştiren Zengezur Azeri bölgesi de Ermenistan’a verilerek Türkiye ile bağlantı tamamen kopartıldı. 1988’e kadar Ermenistan’da Ermenilerle beraber yaşayan 250 bin Azeriyi kötü bir sürpriz bekliyordu. Sevan gölü (Göğgöl) çevresinde en güzel mekanlarda Ermenilerle birlikte yaşamış bu Azeriler, Taşnaklar tarafından otobüslere, trenlere doldurularak kovuldular. Azeriler de Azerbaycan’da yaşayan Ermenileri geri gönderdi. Artık iki milletin bir arada yaşaması imkansız hale gelmişti. Milliyetçilerin zaferi Ermenistan Milli Harekatını, bugün iktidarı ele geçiren 11 kişi yönetiyordu. Levon Ter Petrosyan onlardan biriydi. Petrosyan’ın yönetime gelişi Ermenistanlı olmasındandı. Aslında harekatı yönlendirenlerin tamamına yakını Karabağ Ermenisiydi. Petrosyan’ı deviren radikal kesimin tamamının Karabağlı olması, Ermenistan’ın Karabağ’ı değil, Karabağ’ın Ermenistan’ı ilhak ettiğini gösteriyor. Petrosyan da 1 Aralık 1989’da Ermenistan Parlamantosu’nu Karabağ’ı ilhak kararı alması için zorlamış, halkı örgütlemişti. 1989’da bu nedenle bir yıl Moskova hapishanesinde yattı. 7 dili anadili gibi konuşan Petrosyan, Taşnaklar sayesinde savaş için örgütlediği orduyu Karabağ dışına da taşarak Azerbaycan’ın 6 kentini işgal ettirmek için kullandı. Ülkesinde 30 bin askeriyle iki Rus üssü konuşlandıran, Rusya ile askeri işbirliği anlaşması yapan da Petrosyan’dı. Peki, onu kim devirdi? Moskova mı, Taşnakların desteğini almış Karabağlılar mı? 1991 ve 1996’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini Petrosyan, söz konusu haraketin adayı olarak kazanmıştı. Ancak Petrosyan 28 Aralık 1994’te Taşnak partisini, terör eylemlerinde bulunduğu ve dış ülkelerden yardım aldığı gerekçesiyle kapattırdı. Zaten yüzde 52 oy alarak kılpayı cumhurbaşkanı olan Petrosyan’a karşı Taşnaklar ana muhalefetin başkanı Vazgen Manukyan’ı desteklemiş, adayları kazanamayınca 26 Eylül 1996’da parlamantoyu basmışlardı. Seçimde sahtekarlık yapıldığını öne sürerek anayasa mahkemesine başvuran Manukyan, hem muhalefetten hem de ABD’deki Ermeni lobilerinden destek aldıysa da sonuç elde edemedi. Petrosyan, bu olaydan sonra İçişleri Bakanı ve Güvenlik Teşkilatı Başkanı silahdaşı Karen Şahnazaryan’ı görevinden azledip Karabağlı Serj Sarkisyan’ı bu göreve getirerek ilk hatasını yaptı. Başbakan Grant Bagranyan’ın istifasının ardından ise Petrosyan, Mayıs 1996’da bu göreve Karabağ’ın sözde cumhurbaşkanı seçilmiş Robert Koçaryan’ı getirerek ikinci hatasını yaptı. Karabağ harekatının lideri olan şimdi Erivan’da ipleri ele geçiren Robert Koçaryan’ı Petrosyan, muhalefetle iyi dialoğu olduğu için tercih etmişti. Aliyev’in başarılı mekik diplomasisi neticesinde uluslararası baskıya dayanamayan Petrosyan, barıştan başka yol olmadığını kavramış, ancak Karabağlı Ermenileri nasıl ikna edeceğini şaşırmıştı. Taşnak 14 terörü ve istifalar Karabağ sorununun çözümünde AGİT MİNSK Grubu’nun sunduğu iki aşamalı plana sıcak bakan ve ortak bir deklarasyona Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’le beraber 10 Eylül 1997’de Strassbourg’da imza atan Petrosyan’a karşı darbe süreci geniş bir platforma yayılarak başlatıldı. Petrosyan’ın ‘başka çözüm yolu yok’ demesi üzerine Taşnaklar yine terörle sahneye çıktı. Erivan ve Hankendi’nde sürekli mitingler düzenleyen muhalif gruplara Ermeni basını ve dışarıda Ermeni lobisi de eşlik etti. Ermenistan Güvenlik Konseyi’ni toplayan Petrosyan güvenlik birimlerini seferber etti. Terör olaylarının Erivan ile Hankendi arasında AGİT’in Karabağ planı konusunda görüş ayrılığından kaynaklandığı belirtilse de, Petrosyan’ın yakın çevresine karşı düzenlenmiş terör olaylarını Taşnakların işlediğini herkes iyi biliyordu. Karabağ liderleri bu iddialara sert tepki göstererek Erivan’a ültimatom verdi. Petrosyan’ın en yakın adamı olan Erivan Valisi Vano Sıradekyan’ın istifası üzerine işin ciddi olduğunun farkına varıldı. Dışişleri Bakanı Aleksandr Arzumanyan’ın istifa etmesi ve parlamentoda 50 milletvekilinin muhalefete geçmesinin ardından, kendisine karşı darbe düzenleyen üçlü grubu; Başbakan Robert Koçaryan, İçişleri Bakanı ve Güvenlik Teşkilatı Başkanı Serj Sarkisyan ve Savunma Bakanı Vazgen Sarkisyan’ı yanına çağıran Petrosyan, kan dökülmeden istifa edeceğini açıkladı. Ve ertesi gün 3 Şubat’ta Ermenistan Televizyonu’ndan istifa ettiğini duyururken, barış çağrısında bulunmayı ihmal etmedi. Petrosyan, savaş partisinin kazandığını ifade ediyordu. Şimdi ne olacak? Ermenistan Meclis Başkanı Babken Aratsiyan ve yardımcılarının Petrosyan’ın istifasının parlamentoda onaylanmasının ardından istifa etmeleri ve yeni Meclis Başkanı seçtirilen Koçaryan’ın müşaviri Hosrov Artunyan’ın cumhurbaşkanlığı vekilliğini Koçaryan’a teslim etmesi, Ermenistan’a bundan sonra Koçaryan takımının yani Karabağlıların hükmedeceğini gösteriyor. 16 Mart’ta yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde Koçaryan aday olmayabileceğini açıklasa da bu, kanunların hali hazırda imkan vermemesinden kaynaklanıyor. Koçaryan Azerbaycan vatandaşı. Kanuna göre ise cumhurbaşkanı adayının en az 10 yıl Ermenistan vatandaşı olması gerekiyor. Meclis’in anayasada değişiklik yapması Koçaryan’ı aday yapabilecek. Koçaryan, beklenenin aksine savaş kararı almadı; Petrosyan’ın imzaladığı anlaşmaların ve Karabağ’da AGİT MİNSK Grubu sürecinin devam edeceğini duyurdu. Bakü’de Haydar Aliyev de barıştan yana tavır koydu. AGİT sürecine ümidini ve güvenini ifade etti. Bu 40 günlük aşamada savaş beklenmese de, yeni cumhurbaşkanının izleyeceği politika, durumu daha da netleştirecek. Koçaryan, Karabağ’a önce statü verilsin, sonra toprakları boşaltırız diyor. Pazarlığa yukarıdan başlayacağı ise kesin. Bağımsızlık iddiasından başlayarak Karabağ’a konfederasyon statüsünde ısrar edecek Koçaryan’la Bakü’nün uzlaşması mümkün görünmüyor. BM Güvenlik Konseyi’nin yaptırım uygulamayacağını iyi bilen Koçaryan, AGİT’in tasfiye kararlarına da aldırış etmeyerek, Filistin ve Kıbrıs örneklerinde olduğu gibi sorunu yıllarca sürüncemede bırakması da muhtemel. Koçaryan’ın en radikal adımı kendisini başa getirenleri unutmayarak Taşnak Partisi’nin faaliyetini legalleştirmesi ve siyasi mahkumların tümünü serbest bırakması oldu. Yani son seçimde Petrosyan’a karşı Demokrat Parti Başkanı Vazgen Manukyan’ı destekleyen Taşnaklar artık Koçaryan’ı destekleyecek. Seçim için adaylığını şimdiden koyan Vazgen Manukyan yine ciddi bir rakip. Diğer aday Komünist Parti Başkanı Sergey Badalyan’a yine fazla şans verilmiyor. Kısacası, Taşnak destekli Karabağlılar Ermenistan’a hakim olarak kansız bir zafer kazandı. Karabağ sorununu iyice düğümleyecek yeni yönetim tabii ki Rusya ile iyi ilişkiler kuracak. Bakü–Ceyhan petrol hattına karar verileceği Ekim 1998 öncesi, Kafkasya’daki istikrarsız ve güvensiz tablo kime hizmet ediyor dersiniz? Ermenistan petrol oyununun dışında kalmak istemiyor. Bu hattın kendi arazisinden geçmesini istiyor. Barışa karşılık boru hattı tavizini Bakü verirse, Moskova bu işe ne der? Bu denklemin cevabını Erivan’daki yeni yönetim verecekti. Yani statükoya devam... 15 Çuvas Türkü kültürel entegrasyon istiyor 29 Eylül 1999 20 kitabın yazarı olan Sarbi, Rusya Federasyonu'na bağlı Çuvaşistan Özerk Cumhuriyeti'nde yayımlanan Çocuk Bike adlı derğinin Genel Müdürü, ayrıca Çuvaş Kadınlar Birliği Başkanı. Şairliğine güveniyor , ruhunun Yunus Emre'den ilham aldığına inanıyor. Çuvaş Türkü, Türk dünyası ile kültürel entegrasyon, çocuk, genç ve kadınlara eğitim yatırımı istiyor. Türk dünyasının müziğini , şiirini, adet ve geleneklerini herşeyini beğendiğini dile getiren Raisa Sarbi, Türk dünyasının kültürel entegrasyon sayesinde köküne, özüne daha hızlı döneceğini vurguluyor . Sarbi, Türklerle Batılıları şöyle karşılaştırıyor ve Türkiye'den beklentilerini şöyle açıklıyor : '' Batılıların teknolojisi gelişmiş, ama birbirlerine güvenmiyorlar ; evlerine girip dışarı çıkmıyorlar. Utanma duyguları yok, bedenlerini göstermek normal karşılanıyor, gizlilik mefhumu kalmamış. Bu nedenle er-geç kurdukları medeniyet çökecek. Açık saçıklık olursa maneviyat yok olur. İnsanın mahremiyatını koruyan bir örtüsü olmalı. Türk dünyasının geleceğine iyimser bakıyorum. Çünkü aile ve akrabalık ilişkileri tüm Türklerde sağlam kalmış. Büyüklere saygı ilğimi çekiyor. Batıya yakınlaştıkça, onların değerlerini benimsedikçe özümüzden uzaklaşıyoruz. Ne olursa olsun bizi kimse aslımızı inkara zorlayamaz. Çuvaş Türkleri Hıristiyan, ama yine de Türk kültürü ile yaşıyor. 1226 yılında dilimizi ve devletimizi kaybetmemize rağmen bugünlere Türk olarak ulaşmış ve asimile olmamışsak, Çuvaşistan ilelebet yaşıyacak demektir. Çuvaş Türkü, Türk dünyası ile kültürel entegrasyonun sağlanmasını istiyor. Bu ağır sorumluluğun görevin bayraktarı olarak Türkiye'yi görüyor. Batı ve Rus kültürü etkisinden uzaklaşmak için bu tarihi misyon yerine getirilmeli . '' 1996'da İstanbul, Ankara, Çorum ve Amasya şiir festivallerine davet üzerine katılan Raisa Sarbi , kendisine gösterilen ilğiden öylesine duyğulanmışki ,' Gözlerim yaşardı .Sanki tanıştığım insanlar, gezdiğim yurtla ruhani olarak daha önceden tanışıyordum. ' diyor. Raisa Sarbi, çocuk, genç ve kadınlara yönelik yayınları Çuvaş dilinde Çuvaşistan'da yeniden dirilten isim; diğer tüm yayınlar Rusça. Okula gitmeyen çocuklar için Tete (oyuncak ) derğisi, 1941'de kapatılan , öğrenci iken 1985'de tekrar açtığı okul sürecindekiler için Şilcuna derğisi ve 1990'de açtığı Kadınlar Derğisi bunların başlıcaları. Ayrıca 2 edebiyat dergisi de ilk defa Çuvaş dilinde yakın tarihte yayına başlamış. Bu dergilerin Cumhurbaşkanlığına bağlı olmasına rağmen finansman sıkıntısı çektiklerini ifade eden Raisa Sarbi, maiyetinde 13 kişi çalışmasına karşın onlara 9 aydır maaş veremediğini anlatıyor. Son kitabını yayımlatmak için garajını sattığını söyleyen Sarbi, Türk dünyasının bir parçası olan Çuvaşistan'ın sorunlarına özellikle Türkiye'den daha fazla ilği gösterilmesini beklediklerini belirtiyor. Bilği, iletişim ve kültürel etkiletişim çağına girdiklerini hatırlatan Sarbi, bugünün çocuk ve gençlerine, özellikle kadınlara eğitim yatırımı yapılması halinde Çuvaşistan'ın geleceğinin çok parlak olacağını kaydediyor. Rusya Federasyonu'na bağlı Özerk Cumhuriyet olan Çuvaşistan'da faaliyet gösteren Suvar Teşkilatı Başkanı Oleg Tspyonkev , Çuvaş şairi'nin , '' Biz olmuşuz, varız ve olacağız. '' sözlerini hatırlatarak , ilelebet var olmayı sürdüreceklerini , kendilerine Çeçenleri örnek aldıklarını belirtiyor .Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra hızlı bir şekilde özlerine dönen Çuvaş Türklerinin artık kendi dillerinde eğitim yaptıklarını, kültürel varlıklarını korumak için yoğun çaba içinde olduklarına dikkat çeken Tspyonkev, yenilmez sanılan Rusları mağlup eden Çeçenlerin, Çuvaşlara bağımsızlığın nasıl korunması gerektiğini göstererek örnek olduklarını vurguluyor. 16 NOSTALJİK HAYALLERİ ÇEÇENLER BİTİRDİ Rusya Federasyonunda hala demokratik bir sistem yerine ' Büyük Rusya hayalleri ' peşinde koşanların bulunduğunu ifade eden Oleg Tspyonkev, ''Bu Rus milliyetçisi geçinen güruh, özerk cumhuriyetlerin lavedilmesini, tekrar valilikler vasıtasıyla Moskova'ya bağlanılması gerektiğini ileri sürüyordu. Eğer Çeçenleri yenselerdi, bu süreç kaçınılmaz gözüküyordu. Bu nedenle Çeçenlere minnetdarız .Nostaljik hayalleri Çeçenler bitirdi. '' dedi. İmperatorluk zihniyetinin tüm milli halkların haklarını yıllardır gaspettiğini ,püskürtülen lavların henüz soğumadığını, Rusya'nında Sovyet mantığı ile hareket etmesi halinde saatlerinin sayılı olduğunu savunan Tspyonkev, '' 1991'de bağımsızlığımızı ilan ettik, özerk cumhuriyet statüsü aldık, kendi cumhurbaşkanımızı seçtik, Milli Kongremizi kurduk. 1997'de yapılan seçimde Vjaceslav Timofeev cumhurbaşkanı seçildi. Ancak kazandığımız hakları geri almak isteyenler var. Tehlike sürüyor. Bu nedenle Çuvaşların mücadele etmeye hazırlıklı olması gerekiyor. '' uyarısını yaptı . GENÇLERE GÜVENİYORUZ Çuvaş gençlerinin artık Çuvaşça konuşmaktan utanç duymadığını, 1991'den beri kazanılan hakları gençlerin tepkileri yardımıyla elde ettiklerini anlatan Oleg Tspyonkev, Çuvaşistan'ın geleceği için gençlere çok güvendiklerini söyledi. Rus basın organlarından bazılarının , uyanan gençliği ve öz kültürüne dönmek isteyenleri ' Çuvaşları hiristiyanlıktan müslümanlığa döndürecekler; bunların Türkiye casusu ' diye iftira attığına dikkat çeken Tspyonkev sözlerine şöyle devam etti : '' Bunların hepsi yalan. 1960'da Çuvaşistan'da Çuvaşça eğitim yasaklandı, bilim dili Rusça olacaktı ; Rusça bilmeyen yükselemezdi, işe giremezdi. Şimdi Çuvaşlar dillerine ve kültürlerine sahip çıkıyor. Din ayrımı yapmıyoruz. Biz Hiristiyanız, ama bu unsurun bizi Türk dünyasından ayırmayacağını ümit ediyoruz. Enformasyon ablukası altındayız. Türkiye'den , Türk dünyasından bilği alamıyoruz. Tüm Türk dünyasının ortak bir televizyonu, gazetesi olursa aramızda iletişim kurulabilir. Umudumuzu gençlere bağladık . '' ÇUVAŞİSTAN'IN KİMLİK KARTI Nüfus : 1 milyon 800 bin ; Yüzde 65 Çuvaş Türkü , yüzde 26 Rus, kalanları Tatar ve diğer etnik milletler. Başkenti : Çeboksarı 1991'den beri Rusya Federasyonu'na bağlı Özerk Cumhuriyet , Cumhurbaşkanı : 1997'de seçilen Çuvaş Türkü Vjaceslav Timofeev Yerel Yönetim : Milli Kongre şeklinde parlemanto Dili : Çuvaşca Dini : Hiristiyan Tarihi : Kökenleri Türk asıllı Kum ve Bor Bulgarlarına dayanıyor. ( Bulgar kelimesi sonraları Slavyenleşti ) 7. asırda Büyük Bulgar Devleti, Arap akınları nedeniyle Kuzey Sibirya'ya çekildi ve üçe bölündü.Volga kuzeyinde İdil-Ural bölgesinde kurulan Volga -Kum devleti Çuvaşların ataları tarafından kuruldu. Çuvaşlar Göktanrı inancını 17 asra kadar koruyan tek Türk toplumu. 10. asırda ünlü komutan Almuş başkanlığında Çuvaşların bir kısmı Müslüman oldu; ancak bunlar Başkırd ve Tatarlara karışarak milliyet değiştirdi. Aynı tarihte El-biruz dağı eteklerine yerleşen 120 bin Çuvaş aslında Balkar-Kabardin toplumlarıylada akraba. Şimdiki Çuvaş topraklarında kalanlar 16.17. yüzyılda Rusların baskısıyla Hıristiyan oldu.Ruslar Hıristiyan olanlara tavizler verdi. 1152'de Kazan'ı ele geçiren Ruslar Çuvaşlarla ilgili tüm resmi belgeleri yok etti. Çuvaşları Türk ve İslam dünyasından ayırmaya çalıştı. Ancak Çuvaşlar Türklüklerini , gelenek ve kültürlerini korudu. Hıristiyan olmaları nedeniyle Stalin tarafından 1944'de sürgün edilmeyen tek Türk ve Kafkas topluluğu Çuvaşlardı. Bu nedenle Çuvaşlardan sadece 200 bini dışarıda yaşıyor . Sovyet döneminde Rus kültürü etkisinde kalmalarına karşın 1991'den itibaren hızlı biçimde öze dönüş yaşandı. 17 100 bin şarkı diyarı: Çuvaşistan 21.09.1999 İdil–Ural'da bulunan Türki halklar ( Çuvaş–Tatar–Başkurt ) Büyük Bulgarları ortak ataları olarak kabul ediyor. Bölgede 3 Fin–Ugor ( Mari–Mordva–Udmurt ) özerk cumhuriyeti ve 10 idari bölgenin dışında Rus ve Ukraynalılarda yaşıyor. 13. yüzyılda Moğol komutan Batu'nun hakimiyetine daha sonra ise Türk–Moğol devleti Altın Orda'nın hakimiyetine giren bölge Türk olma özelliğini Kazan Hanlığı'nın Korkunç İvan tarafından işgal edildiği 1552'ye kadar sürdürüyor. Ruslar bölgeyi ele geçirince tarihin tüm izlerini sistematik olarak yok ediyorlar. Tarihi eserleri yok etselerde yörenin yerli Türk halkı ortadan kaldırılamıyor. Türk halkı, kendini işgal eden Ruslardan daha köklü, yüksek bir kültüre sahip olduğu için varlığını koruyor. Ancak Ruslarla birlikte yaşamak onları ekonomik, kültürel, sosyal açıdan geride bırakıyor. Bu acı gerçeği milli müzelerini gezerken hissediyorsunuz. 15. yüzyıldan sonra insanların yaşam düzeyleri geriliyor, Bolşevik döneminde sürgünler, acılar birbirini izliyor ve Sovyetler'in dağılmasından sonra bugünlere enkaz halinde bir bölge ulaşıyor. Rusya, bölgeye ekonomik olarak bakmıyor, gelişmelerine yardımcı olmuyor, ama idari olarak her şeye karışmayı sürdürüyor. Rusya'nın hassas karnındaki bu bölge yeni yeni uyanıyor. Ünlü Çuvaş yazar Michael Yukma. bana Çeboksarı’da son kitabını imzalıyor " Yıkılmadım, ayaktayım " balonu Dünya Türk Gençleri Birliği ( DTGB) tarafından Çuvaşistan'ın başkenti Çeboksarı'da 9. Türk Gençlik Günleri ve Kurultayı etkinliğine giderken, hala Sovyetler Birliği dönemini yaşayan, birincil tehdit olarak eskiden olduğu gibi ' Pantürkizm'i gören bir yapı ile karşılaşmayı beklemiyordum. 2 yıldır dış hatlardan gelen uçak seferlerini kaldırarak tekrar ' kapalı toplum ' haline dönen Çuvaşların hava alanı gümrüğü, 60 kişilik ekibimizi 5 saat aradı, görüntüledi, okumak için getirdiğimiz kitaplarımızı ideolojik sandı, sanki dilimizi biliyormuş gibi okumaya çalıştı. Rejimin bekçisi KGB, " Yıkılmadım, ayaktayım " demek istiyordu; aşağıda okuyacağınız manzara ise gerçeklerin bambaşka olduğunu ortaya koyuyor. Üst düzey bir 18 Çuvaş yetkilinin korka korka fısıltı ile kulağıma söylediği, " Er–geç mutlaka Moskova'dan kopacağız. " itirafı hafızamın derinliklerine kazındı. Çuvaşistan, Orta Volga'nın sağ kıyısında ve onun kolları olan batıdaki Sura ve doğudaki Svigiya arasında yerleşiyor. Bayrakları ağaç desenli kırmızı ve sarı ağırlıklı. Bayraktaki üç yıldız, geçmişi, bugüne ve geleceği ; sarı güneşi ve güzelliği, kırmızı hayatı simgeliyor. Ağaç motifleri, çizgileri her alanda hayatlarına yansıyor. Mamutların kalıntıları bu ülkede yer alıyor; daha geçen ay bulunan son mamut kalıntısı ve insan iskeletleri bölgenin çok eski yerleşim alanı olduğunu gösteriyor.Ülkede 21 bölge ve 9 büyük şehir bulunuyor. Çeboksarı, Yeni Çeboksarı, Yadrin, Şumerla, Kazlovka, Kanaş, Alatr, Şivilisk büyük şehirleri. Ülkenin yüzölüçümü Kuveyt'den büyük Kıbrıs'dan küçük. Çuvaşların Atatürk'ü Yakınoviç Çuvaş dili, diğer Türk lehçelerinden farklı. En eski Türk dili Orhun ve Yenisey diline daha yakın. Uzun süre bu alfabeyi kullanan Çuvaşlar daha sonra Arap alfabesini 18. yüzyıldan itibaren ise Kril alfabesini kullanıyor. Çuvaş dilini 1871'de yeni alfabe yazarak yeniden dirilten ve Lenin'in babası Nikoloy Ulyanov'la birlikte 130 Çuvaş ilkokulu açan İvan Yakınoviç Çuvaşların Atatürk'ü bugün. Resmi, heykeli, hatırası her yanı süsleyen Yakınoviç, Çuvaşlara, " 100 bin şarkı, 100 bin güzel söz, 100 bin iyi insan istiyorum. " diye seslenmiş. Çuvaş Türkleri bu çağrıyı yerine getirerek müziğe, edebiyata büyük bir ilgi duymuşlar son 100 yıl içinde. Kızların ceyizinde piyano; oğlanların müzik literatüründe mutlaka, mızıka, gramafon veya flüt mevcut. Kızlar evlenirken evin tüm donanımını getiriyor, erkek tarafı ise ev alıyor. Köy düğünlerinde kızlar biraraya gelip şarkı söyleyip eğleniyor, şehirde ise evlilik merasimi Türkiye'de olduğu gibi geleneksel adetleri yitirmiş durumda. Çuvaş edebiyatında 100 bin şarkı var; 7'den 77'ye herkes şair. Bunun nedenini dillerinin lirik olmasına bağlıyorlar. Barış sevdalısı Çuvaşlar, sakin yaşamlarını hiç bozmamışlar; kuşku yok ki 100 bin iyi insanda yetiştirmişler. Çuvaşların övündükleri iki önemli isim var. Uzaya çıkan üçüncü astranot olan Andrev Nikoloy ve dünya klasikleri içinde kendine yer bulan şairleri Michael Sespik. Halen yaşamını sürdüren 70 yaşındaki Nikokoloy için geçen hafta Çeboksarı Dram Tiyatrosunda bir devlet töreni düzenlerek yaş günü kutlandı. Sespik'in ise 100. yaş yıl dönümünün kutlanması için yapılan hazırlıklar sürüyor. Ekonomik durum felç Çuvaşistan'da hayat sanki Sovyetler hiç dağılmamış gibi devam ediyor. Serbest piyasa ekonomisine geçiş çok yavaş ilerliyor. Halkın alım gücü çok düşük. Maaşlar 10 ila 40 dolar arasında değişiyor. Halk nasıl geçiriyor sorusu, " Elektrik, su,gaz bedava " dile cevaplansada durum içler acısı. Ekonomik bağlantıların kopuşu ile birlikte devasa hacimde planlanan fabrikalar kapasitelerinin çok altında çalışıyor. Sovyet Planlama Merkezi, Çuvaşistan'da kumaş, traktör, bira ve elektrikli ev aletleri üretilmesini öngörmüş. Çuvaşistan Hbka Kumaş Fabrikası 53 hektar üzerine 1953'de kurulmuş, her türlü kumaşı üretiyor, tüm Sovyetlerin ihtiyacını karşılayacak biçimde devasa yapılmış. Fabrika'nın Pamuktan İplik Üretim Bölümü Müdürü Vlademir Nikolay, " Fabrikanın bugün 100 kat düşük kapasite ile çalışıyor. 1990 öncesi 20 bin kişi çalışordu, şimdi 5000 çalışanımız var, bunların 2500'ünü de süresiz izne gönderdik, ihtiyaç olursa çağırıyoruz. Yıllık 14 milyon metreküp kumaş üretiyoruz. 2000 tezgahtan 483'ü çalışıyor, kalanı yatmaktan paslanmak üzere. " şeklende sitem ediyor. Özbekistan ve Tacikistan'dan eskisi gibi pamuk alamadıklarını belirten Nikoloyev, Avrupa'nın en büyük fabrikasının halinin içler acısı olduğunu belirtiyor. Vergilerin yüzde 70'i Moskova'ya Eskiden 15 bin işçinin çalıştığı 11 modelde traktör, buldozer ve iş makinasi üretin Traktör fabrikasının durumu da kumaş fabrikasından farklı değil. Traktöre talebin azalması bir yana 19 fabrika işçilerini de kaybetmiş durumda. Elektrikli ev aleti üreten 3 fabrika ve bira üreten 10'dan fazla küçük üretim, dolum tesisleri de kapasitelerinin çok altında çalışıyor. Fabrika Müdürleri, fabrikalardan elde edilen gelirin yüzde 70'nin vergi olarak Moskova'ya gitmesi nedeniyle zaten ülkelerine bir şey kalmadığını, sadece insanların iş sahibi gibi gözüktüğünü dile getiriyorlar. Sibirya'ya kadar uzanan meşhur Tayga ormanları, ülke topraklarının yüzde 35'ini oluşturuyor. Bu ormanda bulunan Meşe'nin çok dayanıklı bir türünü Amerikalılar 1950'de ithal etmişler. Ağaç oymacılığı son derece gelişmiş; Çuvaşlar adeta ağacı yaptıkları eserlerde konuşturuyor. Ovaya kurulmuş ülkenin en önemli geçim kaynagı tarım ve orman. Kışlar uzun geçiyor. Sürekli yağmur yağan ülkede insanlar, ormandan topladıkları mantarları hem üç öğün yiyor hemde satıyor. Karadenizlinin hamsisi ne ise Çuvaş için mantar o. Mantarın binbir türlü yemeği yapılıyor. Lahana ve patates ise halkın iki temel besin kaynağı. Şifalı ot konusunda uzman Çuvaşların en önemli gelir kaynağı meyve suyu ve bira yapımında kullanılan Şerbetçi otu. Rusya'nın yüzde 85 oranında Şerbetçi otu ihtiyacını Çuvaşistan karşılıyor. Çuvaşistanda misafirleri tuz ve ekmekle karşılamak eski bir Türk geleneği Öğrenciler geleceğe köprü Çuvaşların kendilerine özgü sakin bir tabiatları var. Çuvaşların erkeği de kadına da oldukça güzel yaratılmış bir fiziğe sahip. Gözler yeşil veya mavi, saçlar sarı olsada Ruslardan tenlerinin beyazlığı ile hemen ayrılıyorlar.Türkiye'de yüksek öğrenim gören 100 Çuvaş öğrenci, yurt dışından gelen öğrenciler içinde en sorunsuz öğrenciler olarak parmakla gösteriliyor. 14 bin öğrencinin okuduğu Çuvaşistan Devlet Üniversitesinde 20 ülkeden öğrenci mevcut; bunların 80'i Türkiye'den. Çuvaşistan Devlet Üniversitesi Rektörü ve Milli Kongre Başkanı Lev Kurakov, öğretmen kökenli, büyük bir eğitimci. Önümüzdeki 5 yıl da yapılması gerekenleri Sovyet döneminde olduğu gibi ' 5 yıllık kalkınma planı ' çerçevesinde proje haline getirmiş ve bizzat uygulatıyor. Çuvaşlar, Çuvaş diline yapmış olduğu bu hizmetden dolayı Lenin'in babasını ve Lenine toz kondurmuyorlar. Sovyet toplumlarında zulüm yapmadık millet bırakmayan Stalin'e ise atış 20 serbest. Darwin teorisi okullarda ateşli tartışmalara yol açıyor. Ders kitaplarında Darwin yaşatılmasına rağmen yeni nesil maymundan geldiklerine inanmıyor ve evrimi reddediyor. Sovyetler'in dağılması ile birlikte eskiden yasak olan uzak doğu sporlarına ilgi son derece artmış. Dünya Olimpiyat Komitesi'nin Başkanı Vyaçeslav Timofoyev, Rusya karate şampiyonu. Çuvaşistan'ın Alparslan Türkeş'i olarak tanımlayabileceğimiz Timofoyev ateşli bir Türkçü. 1997'de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kaybetmiş, seçimi Rusya Meclis'i Federal Senatosu'nun üyesi Nikoloy Fodorov kazanmış. Timofoyev, " Ruslar, Türk halkları politikalarını gözden geçirmeli. Milli, dini ayrımcılığa son vermeli, Slavyen milliyetçiliği yapmamalı. " diyor. Timofoyev, 22 yaşındaki 1998'de dünya karate şampiyonu olan oğlu Alman Timofoyev'inde aynı zamanda antrenörü. Alman, 22 ülkenin katıldığı Karate Komite Döğüşlerinde 3 defa dünya 5 defa Rusya şampiyonu olduğunu söylüyor. Çuvaşistan'da döğüş sporlarına büyük bir ilginin olduğunu ifade eden Alman, 20 spor okulunda binlerce öğrenci bulunduğu dile getiriyor. Geçtiğimiz ay tüm dögüş sporları federasyarı aynı çatı altında birleştirilmiş. Çeboksarı'da 1993'de açılan Türk–Çuvaş Türk Lisesi herkesin gözdesi. Üç defa mezun vermiş ve öğrencilerin yüzde 100'ü üniversiteye girmiş. Ziyaret ettiğimiz ülkenin en başarılı Lisesi Çuvaş Milli Okulu'nun Müdürü Valery Romanov , Türk okulu açıldıktan sonra ülkede yapılan tüm olimpiyatlarda madalyalarını onların topladığını ifade ediyor. Türk Lisesi ile koordineli çalıştıklarını söyleyen Romanov, ' Türkiye'yi onlarla tanıdık ve sevdik. ' diyor. Türk–Çuvaş Türk Lisesi Müdürü Hasan Oktan, 1300 başvurudan 50'sini imtihanla aldıklarını, 170 öğrenciden 110'nun yurtda kaldığını söylüyor ve şu ilginç bir notu ekliyor : " Türkiye'de öğrenciler yurt da kalmak istemezler. Burada öğrenciler o denli okulla bütünleşti ki eve gitmek istemiyor hepsi yurtda kalmak istiyor. " Oktan, Rusya Fizik Olimpiyatlarında 2. olan öğrencilerini Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin'in kabul ederek özel bursla okuttuğunu belirtiyor. Öğrencilerin ücretsiz okutulduğunu, ancak bu yıldan küçük bir ücret alınmaya başlanacağını ifade eden Oktan, bilgisayar destekli İngilizce–Rusça–Çuvaşça–Türkçe yapılan eğitimin rakipsiz olduğunu dile getiriyor. "Demek bizde Türkmüşüz!" Çuvaşların kökenleri Türk asıllı Kum ve Bor Bulgarlarına dayanıyor. (Bulgar kelimesi sonraları Slavyenleşti ) 7. asırda Büyük Bulgar Devleti, Arap akınları nedeniyle Kuzey Sibirya'ya çekildi ve üçe bölündü.Volga kuzeyinde İdil-Ural bölgesinde kurulan Volga -Kum devleti Çuvaşların ataları tarafından kuruldu. Çuvaşlarda eski Türk dini inançlarına ait izleri bugünde görüyorsunuz. Rusça Çeboksarı Çuvaşca adı Şupaşkar olan başkent'deki Şaman tepesine bez bağlayarak dilek tutuyorlar. Konuklarını ekmek ve tuzla karşılıyorlar.Komşu Ulyansk mahal bölgesinde 2000 kişinin yaşadığı iki Çuvaş köyünde Şaman Türklerini ziyaret ediyoruz. Yıllardır Türkleri düşman Sırpları kardeş saydıran anlayış nedeniyle soğuk karşılanıyoruz. Ancak insanlarla diyalog kurup ' serçe, elma, anne gibi ' ortak kelimelerimizi saymaya başlayınca Çuvaşlarında Türk olduğuna inandırıyoruz onları. Bizleri uğurlarken gözleri yaşarıyor, dillerinden " Demek bizde Türkmüşüz, Türkiye'de kardeşlerimiz yaşıyormuş " sözleri dökülüyor. Bu topraklara Türkiye'den ilk defa biz ayak basıyoruz. Çuvaşlar, Türk olduklarının farkına yeni varıyor. Hırıstiyanlık Çuvaşları koparamadı 10. asırda ünlü komutan Almuş başkanlığında Çuvaşların bir kısmının Müslüman olduğunu ancak bunların Başkırd ve Tatarlara karışarak milliyet değiştirdiğini öğreniyoruz. Şimdiki Çuvaş topraklarında kalanlar 16.–17. yüzyılda Rusların baskısıyla Hıristiyan olanların torunları. Halen müslüman kalmış Çuvaş Türkü'nün sayısı bu topraklarda sadece 1500. Çeboksarı İmamı Hayrat Haybullah , müslümanlığın Çuvaşistan'da resmi dinler içinde sayılmamasından yakınıyor. Tatar, Özbek, Tacik ve Azerilerden toplam 50 bin müslümanın ülkede yaşadığını anlatan Haybullah, " Başkent Çeboksarı'da mescitimiz yok. Ancak " 21 Şumarka ve Kanaş adlı iki büyük şehirde ve 38 'i köyde olmak üzere 40 mescitimiz var. 25'de Kuran öğrencimiz bulunuyor. " diyor. Haybullah, ateizmin ve cahilliğin sürmesinden, insanların Hıristiyanlığı da, Müslümanlığıda bilmemesinden şikayet ediyor. Ruslar Hıristiyan olanlara tavizler vermiş. Ancak Çuvaşlar Hrıstiyanlığı kabul etmelerine rağmen ne Slavyen Hırıstiyan ne ed Türk sayılmış iki arada bir derede kalmışlar.1552'de Kazan'ı ele geçiren Ruslar Çuvaşlarla ilgili tüm resmi belgeleri de yok etmişler. Çuvaşistan Yazarlar Birliği Başkanı Mişşi Yukma 13–20 yüzyıl arasında Çuvaşların tarihlerini her yönüyle ortaya çıkartan bir kitabı henüz üç ay önce yazarak köprüleri yeniden kurmaya çalışıyor. 150 kitap sahibi, eserleri 144 dile çevrilmiş Yukma'nın bu son kitabı ders kitabı olarak okutulması kararlaştırılmış durumda. Ruslar, tarih boyu Çuvaşları Türk ve İslam dünyasından ayırmaya çalışsada Çuvaşlar Hırıstiyan olmasına rağmen Türk gelenek ve kültürlerini korumayı becermişler. Ruslar Çuvaş Nikolay Buçurin'i Çin'e Hıristiyanlığı anlatması için gönderiyor. Buçurin, misyonerlik yerine 1853'de bugün bile temel eser kabul edilen Çin–Moğol tarihini yazıyor. Hıristiyan olmaları nedeniyle Stalin tarafından 1944'de sürgün edilmeyen tek Türk ve Kafkas topluluğu Çuvaşlar oluyor. Bu nedenle Çuvaşlardan sadece 200 bini dışarıda yaşıyor . Çuvaşların Hırıstiyan olması Türk dünyasından koparılmalarına yetmiyor. Halen yönetim Çuvaşlara Fin–Ugor kökenli yerli halk olduğunu dayatıyor. Ancak dışarı açıldıkça Çuvaşlar, dil, gelenek ve göreneklerin Türk kültürülü ile özdeş olduğunu görerek, özüne dönüyor. Çuvaşistan Milli Müzesi'ni gezerken Arapça bir kitabe buluyoruz. Tarih 1575. Hacı oğlu Simbol. Allah dedi ki : " Her nefis ölümü tadacaktır. " Çuvaşların Ruslarla yaptığı savaşta ölen bir mücahitin mezar taşı; bu kanıt Çuvaşların eskiden müslüman olduğunu doğruluyor. Müze yetkililerinin karşı çıkmasına rağmen fotoğrafını çekiyoruz. 22 Manevi başkent Türkistan ve Hoca Ahmet Yesevi 15 Eylül 1998 Hoca Ahmet Yesevi ve alperenleri ile batini Bektaşiliğin dinsel akraba sayılarak bağdaştırılması, Masonik Bektaşilerin bir hilesidir. Yesevi’nin Hanefi itikadında bir Kalenderi şeyhi olduğu söylenebilir, ( Doğrul, Koca 1980, 2003), ancak kesinlikle bir ‘İsmaili Daisi’ sayılması kabul edilemez. ( Bulut, Kaygusuz, 2000). Yesevi ile bugünün Bektaşi Alevilerinin dini anlayışları arasında uçurum var. Hele Cumhuriyet gazetesinin vefat eden eski başyazarı İlhan Selçuk gibi Sabataycı Mason Bektaşiler, Bektaşiliği saçma sapan Bektaşi fıkralarına indirgeyip Yesevi’yi ağızlarına bile almamalıydı. 150 yıl önceki Alevilik ve Bektaşilik ile bugün arasında dağlar kadar fark var iken, bin sene önceki Yesevi’nin bugünkü Alevi Bektaşiliği onaylayacağını öngörmek, referans yapmak safdilliktir. Veya kasıt, bozgunculuktur. Hoca Ahmet Yesevi, “İslam Tasavvufu ile Türk töresinin bileşimini yaparak Orta Asya’da Müslümanlığı yayan ‘Ulu Ata’dır. Türkler arasında İslam’ın ve doğru İslam’ın yayılmasında en önemli yer O’nundur. Ahmet Yesevi, Divanı Hikmet adıyla bilinen eserine “Bismillah diyerek hikmet söyledim; taliplere dür ve gevher saçtım” diye başlıyor. Dür ve gevher dediği Ayetler ve Hadislerdir. Yesevi’nin ana kaynağı Kuran’ı Kerim’dir. Ahmet Yesevi yolundan yetişen O’nun izbasarlarının en önemlileri Orta Asya’da Hakim Ata Süleyman Bakırgani, Anadolu ve Balkanlarda Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre’dir. Hakim Ata, Piri’nin yolundan giderek yazdığı hikmetlerde “Hazret Sultan’ın Hıristiyanlar, Yahudiler ve Moğollarla ilgilendiğini yazıyor.” Yesevi dergâhında dağıtılan aşı almak için kimseye dini, mezhebi, tarikâtı, milliyeti sorulmazdı. İnsan olan herkese yardım edilirdi. Hacı Bektaş Veli aynı anlayışı Anadolu’ya taşıdı. ‘İncinsen de kimseyi incitme!’ sözü çok bilinen ve tekrarlanan bir sözdür. Yunus Emre bir Yesevi izbasarı ve Hikmet geleneğinin en önemli şairidir. (Zeybek, 2008). Ekim 1998’de bir Türk kurultayı vesilesiyle gidip 15 gün kaldığım Türkistan’da ve türbesini görme imkanı bulduğum Yesevi’yi yakından tanıdım. Türbesinde halen manevi bir hava hissediliyor. Yesevi'yi ziyarete gelen misafirlerin Arslan Baba'da bir gün geceleyerek ' icazet ' almaları, sonra Yesevi'nin huzuruna çıkmaları eski bir gelenek. Bende öyle yaptım. Arslan Baba halkın inanışına göre bir sahabe, bir iddiaya göre Selman-ı Farisi. Ancak Peygamberimizden 300 yıl önce doğduğu 33 dini çok iyi bildiği, nihayet İslamiyeti seçtiği yönündeki bilgilerle Selman-ı Farisi iddiası çelişiyor. Daha çok Hızır anlatılıyor gibi. Arslan baba tam 850 sene yaşamış olabilir mi? Olmaz böyle şey demeyin, Namık Kemal Zeybek’ten dinlediğim rivayet şöyle: '' Peygamber Efendimiz bir gün sahabelerine, ' Ben de bir emanet var, bizden çok sonra yaşayacak birine çocuk yaşta ulaştırılacak, bunu kim yapar ' diye sorar. Arslan Baba, bu görevi kabul eder. Peygamberimizde ağzından bir hurma çıkartarak Arslan Baba'nın dilinin altına koyar. Allah senin ömrünü artırsın diye dua eder. Diyar diyar dolaşan Arslan Baba , hurmayı 500 yıl dil altında saklar. Türkistan'a Ahmet Yesevi 7 yaşında iken gelir. Arslan Baba'yla karşılaşan Yesevi'nin ilk sözü ' emanetimi ver ' olur. Baba, emaneti Yeseviye verir. Baba otağını Türkistan'a kurar. Yesevi' Arslan Baba'nın öğrencisi olur. Onun ahlakiyle ahlaklanır. Arslan Baba öldüğünde artık Ahmet Yesevi, bölgenin manevi direği, Türklere müslümanlığı sevdiren kutlu bir kişidir. '' Bu meşhur hikaye, Yesevi’nin peygamberimizin varisi bir alim olduğunu gösterir. Arslan Baba'nın türbesi 12. asırda yapılmış, 14. asırda Timur tarafından yenilenmiş 1907'de ünlü mimar Kalbirza Misafiroğlu tarafından 3. defa restore edilmiş. İlk türbesinden iki direk hala ayakta duruyor. Halk bu iki 23 direğe kutsaliyet izafe ediyor. Türbeden içeri girerken adete yerde sürünecek kadar saygı gösteriyorlar. Arslan Baba'nın şeceresi duvarda asılı. Yaşlı bir Kazak Şamanist kadın elinde bıçak ve tesbihle gelen misafirlere uzun bir dua ettiriyor. Atilla'dan Timur'a tüm ulu Türk hakanlarının adlarını bir bir sayıyor. Arslan Bab (Baba) türbesinin hemen karşısında Kurban Ata adlı türbe dikkatimi çekiyor. Kırgızıstan'da ki Su nehri yakınlarında 28 yıl yaşamış Yesevi'nin Alperen'i, bir evliya olarak kabul ediliyor. Türbedar Mirali Ulu Mevlün, Kurban Ata'yı ' hiç kimseye kötülük yapmamış, kul hakkı yememiş ' diye tanımlıyor. Kurban Ata'nın asıl mezarı 70 kilometre uzaklıkta Kara Buğra'da. Arslan Baba'ya yakın olsun burada Özbek Ali Çaribek sembolik bir türbe yaptırmış Kurban Ata'nın elbiseleri, Çapan, tesbih takya ( sarık ), Asa ve Kuran'ı hediye etmiş; kendi mezarını da yanına gömülmesini sağlamış. Rivayete göre, Kurban Ata, öleceği yeri ve zamanı söylemiş ve birden ortadan kaybolmuş. Asıl mezarının başında büyük bir ağaç bulunuyor, halk bu agacı da kutsal kabul ediyor. Kurban Ata'nın 6 oğlu var ; Tiney, Çartı Bas, Çarı, Sasık, Köten, Kyikkişi. Kazakça Geyikli baba anlamına gelen Kyikişi'nin Bursa'da türbesi bulunan meşhur Yesevi müridi Geyikli Baba ile aynı kişi olduğu sanılıyor. Tarihçi Fuat Köprülü'ye göre, İslamiyet Türkler arasında Melamilik vasıtasıyla girmiştir. 10. yy'de Maveraünnehir'de Buhara, Semerkand, Fergana gibi şehirlerde eski Şamanlar ve Budist rahipler gibi menkıbe anlatan, manzum ilahiler okuyan Arslan Baba, Korkut Ata, Çoban Ata gibi Türk şeyhler ortaya çıkmıştır. İslam'ı tasavvuf aracılığıyla öğrenen Türk topluluklar için Budist, Şamanist ve Maniheist rahiplerden Kalenderi derviş anlayışına geçiş zor olmamıştır. Çünkü yeni intisap edilen şeyhlerde Kamlar gibi gelecekten haber veriyorlar, kalpten geçenleri biliyorlar, yağmur yağdırıp gittikleri yerlere yeşillik getiriyorlar, hastaları tedavi ediyorlardı. Sufizmin örgütlü ayinleri sayesinde genellikle eğitim görmemiş cahil halk zümrelerinin sosyal ihtiyaçlarının karşılanması amaçlanmıştır. Özellikle müzik, raks, sazlı ve sözlü ayinler göçebe halkın ilgisini çekmiştir. İzzeddin Doğan, Fethullah Gülen’i bir ziyaretinde, ‘sazlı ve sözlü’ geleneğin o devirlerde olup olmadığını soruyor. Gülen, 10 saniye düşünüyor, ‘ Vardı, İzzeddin bey’ diyor. Bu sosyal bir gerçektir. Türk müslümanlığını Araplardan ayıran bariz farklardandır. Anadolu Türkleri, Timur’u Yıldırım Beyazıt’ı Ankara savaşında 1402’de yendiği, kafese koyduğu, Türk birliğini parçaladığı için pek sevmezler. Aslında sağlam bir müslüman olan Timur, büyük bir İslam kahramanıdır. Mason Bektaşilerin beslendiği kaynak olan Karamiler, İsmailliler, Haydariler ve Hurufilerin önderlerini, takipçilerini ve öğretilerini kökünden kazıyarak ortadan kaldırmış, İslam’a büyük hizmet yapmıştır. Ülkemizde Timur nefretinin nedeni acaba Mason Bektaşilerin Timur’dan intikamı olabilir mi? 14. asırda 27 ülkenin hakanı olan müthiş komutan Emir Timur'un girdiği hiçbir savaşta yenilmemesinin manevi bir sırrı olduğuna inanılır. Orta Asya topraklarında yaygın kanaata göre, Timur'u Ahmet Yesevi kanatları altına almıştır. Halbuki Timur Yesevi'den 200 yıl sonra yaşamış bir hükümdardır. Rivayete göre, rüyasında Yesevi'den öğrendiği bir zafer duasıyla Timur'un yenilmez olduğuna inanılır. Timur, hayatı boyunca alimlere ve Allah dostlarına büyük hürmet gösteren bir hükümdardı. Yesevi'nin kendine öğrettiği duayla muzaffer olmasının ardından, kendi kendine, Yesevi'nin türbesinin külliye haline getirme sözü verir ve bu sözünü tutar. Timur'un yenilmezlik sırrı olarak anlatılan öykü ise şöyle : '' 14. asırda Altınordu Devletini yıkan, Orta Asya'yı hakimiyeti altına alan Emir Timur, rivayete göre Ahmet Yesevi'yi rüyasında görür. Yesevi Timur'a zafere giden duayı öğretir. Artık Timur'da Yesevi'nin bir mürididir. Böylelikle TimurYesevi arasında bir gönül bağı oluşur. Timur, 14. asrın sonlarında (1405)'te Yesevi'ye görkemli biçimde yeniden türbe inşa ettirir. Timur, bu girişimiyle tüm Türklerin sevgisini ve desteğini kazanır." Yesevi'nin öğrettiği duayı hiç ihmal etmeyen Timur, bir gün yakın arkadaşına girmiş olduğu bunca savaşta yenilgi yüzü görmemesini şu ifadelerle açıklar: "Ahmet Yesevi'nin duasını ettim, onun mezarını korudum, müritlerine dokunmadım. Allah'da 24 beni hep muzaffer kıldı. " Emir Timur'un vefat şeklide çok ilginçtir. İnatcılığı ve aldığı karardan asla dönmemesiyle bilinen Timur, en son Çin'e gerçekleştirdiği sefer öncesi Türkistan 'da Sır derya'ya yakın Arıs nehri kenarında konaklar. Çok soğuk olduğu için askerler Çin'e gitmek istememektedir. Askerin bu direnişini kırmak için, o soğuk karlı kış günü Arıs nehrinde çıplak olarak yüzmeye başlar. Kar üstünde iki gün oturarak askerine örnek olmaya çalışır. Ancak o kara soğuğa üç gün dayanabilir. Yakalandığı zatüre sonunda hayata gözlerini kapar. Mason Bektaşiler, Yesevi’yi bir İsmailli Daisi göstererek Alevilik kapsamı içine katarlar. Oysa Yesevi Maturidir ve şeyhi Yusuf Hemedani adlı Hanefi alimidir. (Fığlalı, Ocak 1990). 'Kim olursan ol gel ' öğretisini Mevlana'dan önce kullanan Yesevi, Mevlana gibi dergahına gelenlere herhangi bir dini baskı yapmıyarak İslamiyetin engin hoşgörüsünü gösteriyordu. Hidayet yolunu gösteren Yesevi, gelenlerin İslamiyetle şereflenmesi için yanıp tutuşuyordu. Yesevi'ninde Mevlana gibi bazı mihraklar tarafından kullanılmaması için Yesevi'yi iyi anlamak zorundayız. Yesevi’yi Mason Bektaşilerin kucağına bırakırsak, ortaya içi boşaltılmış bir İslam, dışı posa, iğreti bir öğreti, alperenleriyle işret yapan bir tarikat şeyhi çıkar. ‘Yeseviyim, Mevleviyim, Bektaşiyim’ diye övündüğü halde, O erenlerle ilgisiz, hatta düşmanlık yapan nice insanlar, nice Mason Bektaşiler gördüm. Rakı sofrasında alperenlik taslıyorlardı… Binlerce yıldır Türklerin manevi atası ve öz Türkçe'mizin mimarı olarak kabul edilir Hoca Ahmet Yesevi... Yesevi'nin bu topraklar üzerinde yaşaması ve vefat etmesi, Türkistan'ın tüm Türk devlet ve toplulukları tarafından manevi başkent olarak görülmesinide beraberinde getirir. Müslümanlığın Orta Asya steplerinde neşvü nema bulup çiçek açmasında Hoca Ahmet Yesevi'nin çabaları tartışılmaz. Ahmet Yesevi, Türklükden ve Türkçe'den hiç taviz vermemiş, müslümanlığı doğru anlamış, Mevlana gibi kapılarını her dinden, ırkdan insanlara açmış evliya ve alperenlere ufuk, vizyon sunmuş bir Pirdir. Hristiyan, Şamanist, Yahudi, Budist, Müslüman ayrımı yapmamıştır. Bu nedenle hala değişik inançlara sahip Türkler, Yesevi'yi ortak ataları olarak görüyor. Buda Yesevi'nin engin hoşgörüsünün bir kanıtıdır. Peki Yesevi'nin referansı ne? Türklük mü, Müslümanlık mı? Yoksa her ikisi mi? Hristiyan, Şamanist, Müslüman Türklerin onu ortak ata kabul etmesi referansının Türklük olduğunu gösterir mi? Bu profilden yaklaşanlar, ‘ Yesevizm’ diye bir ' izm ' ile ve yeni bir tarikat neşvesiyle ortaya çıkıyor. Bu tarikat üyelerinin bazı vakitlerde gizli gizli Yesevi'nin Türkistan'daki türbesine gelip zikirli ayinler yaptıklarını öğrendim. Türkistan köylülerinin Yesevi halkası oluşturup, zikir yaptığı bu ayini izledim. Bu zikir, bugün Cerrahi, Rufai ve Kadirilerin yaptığı zikirle benzerdir. Semahla alakası yoktur. 25 Yesevi dergahın tam ortasında 3 bin litre su alan 6 asırlık bir kazan bulunuyor. Kazan’ın Türklerin egemenlik sembolü olarak görüldüğünü ifade eden Zeybek, kazanın Sovyet baskısı altında esaret yaşadığına dikkat çekti ve kazanın başına gelenleri şu şekilde dile getirdi: "Sovyet baskısı altındaki yıllarda bilinçli olarak, bu kazan Leningrad'daki Erimtaj müzesine kaldırılmıştı. Daha sonra Kazak aydınlarının yoğun baskı üzerine kazan eski yerine geri getirilerek konuyor." diyen Zeybek kazan'ın manevi boyutuyla ilgili olarak da şunları anlatıyor: " Kazanın içi şerbetli su ile her zaman dolu olarak dururdu. Dervişlerin yaptığı zikirler sırasında kazanın üzerinde nurların görüldüğü rivayet edilir. Bu şimdiki tabirle vücuttan çıkan elektrolar olarak belirtiliyor. Zikir sonrasında susayan ve hararet içerisinde bulunan dervişler bu kazandan içtikleri bu nurlu suyla serinliyordu. Zikir başlamadan önce parola belliydi. Zikir sırasında ya ter, ya kan, yada can çıkması zikirin samimiyeti için çok önemli bir noktaydı. Şu anda kazanı ziyarete her kesimden insan geliyor. Fakat kazana maksadı dışında işlevler yüklenmiş durumda. Ziyarete gelenler kazana para atarak dilekte bulunuyorlar. Bu sonradan çıkan yanlış adeti biz düzelteceğiz. Bu konuyu Cumhurbaşkanı Nazarbeyev'de ilettim." Zeybek, bugün gerçek alperen kültürünün Orta Asya’da açılmış Türk okullarıyla temsil edildiğini itiraf etmiş bir Yesevi aşığı. Yesevi külliyesine ziyarette bulunanlara buğday ve etin birlikte kaynatılmasınıdan elde edilen "Herse" veya "Keşkeş" denilen bir yemeğin yedirilmesi eski bir gelenek. Külliye aynı zamanda eskiden üniversite şeklinde de kullanılmaktaydı. Zamanın sayılı kütüphanelerinden biride bu kulliye içerisinde mevcuttu. Şimdi yine büyük bir kütüphane de külliye'ye eklenmiş durumda. Ünlü şairimiz Yahya Kemal, Yesevi'yi şöyle tanımlıyor: ''Ahmet Yesevi olmasaydı, Türk milliyeti olmazdı.'' 1186 yılında vefat eden Yesevi'nin kendisini insanlığa adamış öylesine güçlü bir inancı var idi ki, 63 yaşından sonra ' Yeryüzünde Peygamber Efendimizden fazla yaşamak haram bize ' diyerek yeraltında hazırlattığı ' Çilehane ' olarak adlandırılan çukurda ölene kadar yaşadı. Koyu bir Hz. Muhammed aşığıdır. Elbette Hz. Ali’yide sever. Bugünkü 26 müslümanlar, ‘Hz. Ali’yi sevmek Şialıksa, en büyük Şia, Alevi benim’ söylemini anlayamıyor. Oysa geçmişte Rafizi olmakla suçlanan İmam Şafi de aynı cevabı vermişti. Yesevi, bugün Orta Asya ve dünyanın imdatına koşan alperenler gibi on binlerce öğrenci, Alperen yetiştirdi. Yesevi, alperenlerini (gönülleri fetheden ) tüm dünyaya, o cümleten Anadolu'ya gönderdi. 1990’den beri ‘ bu borcu ödemek boynumuzun borcu’ diyenler, Orta Asya’ya Anadolu’dan tersine alperen göcü başlattı. Ahmet Yesevi, Türklerin müslümanlığa benimsediği 10. asırda tarihin akışını değiştirecek ölçüde rol üstlendiği kabul edilir. 20. yılına yaklaşan tersine göçte, tarihin akışını değiştirmeye devam ediyor. Yesevi’nin misyonu ile söz konusu misyon birbirine benziyor. Her ikiside Türkçe’nin yayılmasına, İslam’ın Türkçe anlayışıyla başka dinden olanlara anlatılmasını sağlıklı buluyor. Bu benzerliklerin halen doktora tezi yapılmaması büyük eksiklik... Yesevi, dönemin Türk hakanları, Hanları, beyleri 'Farisi' dilinde yazıp çizerken, resmi ve edebi dili ' Farsça ' kılmış iken O, Türkçe' yi savundu, ' Türkçe ' konuştu, müslümanlıkla özdeşleşmiş ' Türk milliyetçilik' şuurunu yoğurdu. Yesevi Gönüllüler Harakatı, 12. asırda tufan gibi gelen Moğol tehlikesine karşı direnecek gönül erlerini halkın içine zamanında yerleştirdi. 40 yıldır görülen benzer ‘Gülen Haraketi’nın aynı dalgakıran görevi gördüğü yadsınamaz. Yesevi, Türk devletleri ve halkı Moğol istilası nedeniyle ayaklar altında ezilirken, müritleriyle gönüllere su serpti, umut tohumlarını ektirdi. Yunus Emre, Yesevi’nin bu rüşeymlerden beslendi, asırları eskiten ulu bir çınar oldu gönüllerde, kalplerde. Bir rivayete göre, Yesevi'nin bir milyon öğrencisi veya sempatizanı vardı. Yesevi kazandı; hırçın Moğol kavmi müslüman oldu ve Türkler arasında eriyerek Türkleşti. Cengiz Han'ın torunları Ögedey, Çağatay müslüman olarak Türk-İslam sentezini benimsedi, İslamiyete hizmet etti. İşte Ahmet Yesevi, Timur'dan Abay'a, Çoğan'dan, Celaleddin Harzemşah'a, Alparslan'dan Mevlana'ya Yunus Emre'ye, Hacı Bayram Veli'ye, Geyikli Baba'ya Saltuk Buğra'ya Babür'e kadar tarihte tanıdığımız tüm ulu Türklerin öncüsü, rehberi, koruyucuydu. Gönüllerde kurduğu tahtı kimse yıkamadı. Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızıstan, Azerbaycan, hatta Babür'ün mirası üzerinde kurulan Afganistan, Hindistan, Pakistan gibi ülkelerde hatta Balkanlarda derin izler bıraktı. Yesevi gibi oalanlar hep kazanacak, granit gibi kalbi olan yeminli din düşmanlarını dahi insafa getirecektir. Allah’ın izniyle gerçek Sufizmin eritmediği kalp yoktur, yalancı Sufizmin tehlikeleri ise çoktur. Mason Bektaşilik, sahte sufizm ile bu alanının dini derinliğini yok etmiş, etki gücünü eritmiştir. Etrafında dönüp dolaşanlar içine girip beslendiği ana kaynaktan hakiki iman iksirleri içmiyor; şekilcilik, gösteriş önplanda. Romanya'nın Babadağ kentinde yer alan Sarı Saltuk Baba türbesini Haziran 2000’de ziyaret ederken, yine Yesevi'nin soluklarını, nefesini duymuştum. Hacı Bektaş Veli'nin öğrencisi olan Sarı Saltuk, Büyük Selçuklu devleti yıkılırken 1263'de Rumeli topraklarına adım atmış bir Yesevi devamcısı. Balkanların Türkleşip müslümanlaşmasında Saltuk Baba'nın yeri çok önemli. O, ilk alperen... Tatarlara da müslümanlığı götüren Sarı Saltuk. gönüllerin sultanı olmanın dünya saltanatı elde etmekten ne denli önde olduğunu ispatlıyan bir abide. Saltanat sahipleri unutuldu, ama Yesevi gönüllerde yaşıyor, amel defteri hiç kapanmadı. Rusya arazisi içinde kalan alanları kapsayan coğrafyada Türklerin ortak paydası mazide olduğu gibi bugünde Ahmet Yesevi... ‘Türkistan Ortak Evimiz’ projesi temelinde Yesevizm, Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'un da desteklediği belki de tek proje. O, bu topraklarda parçalanan unsurları birleştiren maya olarak görülüyor. Ünlü tarihçi Hammer'ın '' Türkler olmadan tarih yazılamaz ' tesbiti ne kadar önemliyse, Yesevi'nin İslamiyetden gıdalanarak Türklük bilincini yeniden yoğurması gerçeği de köklerimize sahip çıkmamız açısından o denli önemli tarihi bir hakikat. Yesevi'yi Yesevi yapan İslamiyetti. Kimlik kartı Türktü. Yesevi'nin referansını sadece Türklük olarak gösterilmesi onun bir kanadı kırık kuşa çevirmektir. Onun İslami hüviyetini görmemezlikten gelenleri Yesevi Divanı'nı okumaya davet ediyorum. Unutmamak için hafızanıza kazıyın: 27 Yesevi ve Yesevi'nin alperenleri olmasaydı, bugün Anadolu müslüman ve Türk olamazdı, Türk kalamazdı. Macarların akibetine uğrardı. Mason Bektaşilerin Sarı Saltuk’u kendi kafa yapılarında bozuk bir Bektaşi sayıp, Yesevi’nin talabesi Hacı Bektaş’ı çarpıtmalarına, üzerlerinden siyaset yapmalarına artık göz yumamayız. Siyasi mecradan kurtarılan Aleviliğin sahte Bektaşilikten ayrışmasıyla gerçek dini hüviyetine kavuşturulması, kaçınılmaz bir süreçtir. RUMLARA TÜRK MAĞDURİYETİ Türkistan'a gelmişken yakındaki şehirlerden en ilginci olan Kentau'ya uğramadan edemiyoruz. Türkistan'a 30 kilometre uzaklıkta Rumlar tarafından kurulan Kentau kenti, uluslararası şehircilik ödülü almış bölgenin en gelişmiş kenti. Rumlar bu topraklara Stalin tarafından sürülmüş ;sürgün olayının ilğinç tarafı Rumların Türk diye mağdur edilmiş olması . Bu Rumlar Trabzon 'dan Kafkas'a sürgün eden Pontus Rumlarının torunları. 1944 de Ahıska Türklerini ve Kafkas toplumlarını sürgün eden Stalin, adet gelenek ve sima olarak Türklere benzeyen Rumları Türk zannetmiş. 2. dünya savaşı sonrası Almann esirlerin bir kısmı da bu kente yerleştirilmiş. 40 bin nüfuslu kentin yüzde 75'ini çok kısa bir süre önce Rumlar oluşturmasına karşın son 6 yılda Yunanistan'ın girişimiyle Rumlar göç etmeye başlamış. 15 günde bir Yunanistan'a otobüs kalkıyor. Bu Rumları Yunanistan , Ege'deki adalara yerleştiriyor. Kentau, adı ile özdeş tam bir maden şehri. Yerin altı oyuk oyuk, maden tünelleri yeraltında yeni bir şehir oluşturmuş; yeraltı suları nedeniyle şehri su basmasın diye sürekli motorlar dışarı su pompalıyor. Demir, kurşun, uranyum , bakır çıkartılıyor, halkın büyük bölümü de madenlerde çalışıyor. Büyük bir mervi fabrikası mevcut şehirde; fabrika çalışanları 2. dünya savaşında Sovyet ordusunun yüzde 90 mervi ihtiyacını bu fabrikadan karşılamakla övünüyor. Kentau'da evler Alman tipinde inşa edilmiş, yollar geniş ve asfaltlı, yol kenarları ve şehrin her tarafı agaçlarla çevrili, yemyeşil. Rumlar ve Almanlar, evlerini 500 ABD doları gibi komik bir rakama satarak şehri terkediyor. Bu nedenle nüfus yoğunluğu Kazaklar lehine değişmiş; Kazaklar zengin, Alman ve Rumlar ise fakir duruma düşmüş. Şehrin her tarafı parklar, oyun bahçeleri, sinema, tiyatro ve eglence merkezleriyle dolu. Sosyal imkanları, altyapı sorunun olmaması ve yerleşim planının mükemmelliği nedeniyle Türkistan'da çalışan üst düzey yetkililer ve zenginler Kentau'da oturuyor. Türkistan, Kazakların yaşadığı bir şehir oldugu için hiç bir hizmet götürülmemiş, geri bırakılmış. Kentau'da bir zamanlar milletler mozainin yaşadığını en iyi simgeleyen her millete ait bir anıtın mevcudiyeti. Alman, Rum, Koreli, Çinli herkesin bir anıtı var . Anlaşılan tüm savaş esirleri Kent'auda ağırlanmış ! Maden İşçileri Parkında yeralan Japon Mezar anıtı'nın niçin burada olduğuna dair kimse yeterli açıklama getiremiyor. Sovyetler Birliği dağılmadan önce elektirik enerjisini Özbekistan'daki elektirik santralından alan Kentau kentinde 1991 yılından beri elektirik sorunu yaşanıyor. Son yıllarda o muhteşem dokusunu bakımsızlık nedeniyle kaybetmeye başlamıış Kentau. Artık Kentau'da da fabrikalar çalışmıyor, insanlar işsiz... TÜRK OKULLARI KENTAU'DA Modern , ama şimdilerde cansız ve ruhsuz bir şehir haline gelen Kentau'ya hayat veren Türk okullar. O tarihteki geniş cografyaya hükmeden muhteşem Türkistan'ın manevi başkenti olan Türkistan ve çevresinin Ahmet Yesevi döneminde olduğu gibi ilim ve kültür merkezi haline getirilmesi için Türkiye'den fedekar insanlar yoğun çaba harcamış.Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbeyev'in imzaladığı kararname ile 1991'de kurulan ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in , başbakan iken ziyaret ettiği 29 nisan 1992'de ortak hale getirilen Hoca Ahmet Yesevi Türk - Kazak üniversitesi'nin, Tıp, edebiyat, siyaset, işletme, iletişim, sanat başta olmak üzere 13 fakülte de 50'e yakın bölümü, 73 kürsüsü ; 400'ü Türkiye'den gelmiş 10. 589 öğrencisi bulunuyor.Üniversite'nin Kentau'da Tıp ve Ekoloji fakültelerinde 400 kişi yükset öğrenim görüyor.Kentau'da parmakla gösterilen, başarılarıyla halkın gözdesi haline 28 gelmiş Türkistan Türk-Kazak Erkek Lisesi, Kazakistan'da tam 29 lise ve Almatı'da ki Süleyman Demirel Üniversitesi'nde 2500 öğrenciye eğitim veren KATEV Eğitim ve Öğretim Vakfı tarafından açılmış. Kentau Lise Müdürü Mehmet Cahit Okay, okullarında 164 öğrencinin eğitim gördüğünü belirtirken, kapasitelerinin kısıtlı olmasından dolayı daha fazla öğrenci alamamaktan dertli. Bu yıl yapılan sınava 1500 öğrenci başvurmuş, içlerinden en zeki 52 öğrenci okula girebilmiş. İngilizce, Kazakca, Rusca ve Türkçe eğitim yapılan okulda yarım ders yılı içinde öğrenciler ingilizce öğrenerek yıl kaybetmeden Biyoloji, Matematik, Fizik ve Kimya'yı ingilizce olarak okumaya başlıyor. Okulun başarıları hakkında bilği veren Müdür Okay, '' Asya Kimya olimpiyatlarında 1. ve 2., biyoloji olimpiyatlarında 4. okulumuzdan çıktı. İlk mezunlarımızdan 24'ü de üniversiteyi kazandı. Bunlardan 20'si Türkiye'de Bogaziçi, ODTÜ gibi üniversiteleri, 4 kişi de Kazakistan'daki üniversiteleri kazandı. Japonya'ya Amerika'ya giden öğrencimiz var. Kentau'da başarılarımızı kıskanan, İngiltre'ye götürmek için öğrenci arayan bir İngiliz koleji, öğrencilerimizi transfer etmek için yüksek miktarda rüşvet teklif ediyor . Ama hiç birinin aklını çelemediler. Kazaklar bizleri kendilerinden ABD'li ve İngilizleri yabancı görüyor. '' diyor. Türkistan, Türkiye'den gelmiş Alperenlerin eğitim yatırımı sayesinde geleceğe ümitle bakıyor. Bir zamanlar Anadolu 'ya dervişlerini, erenlerini gönderen Ahmet Yesevi'ye olan borcumuz belkide böylece bir nebze ödenmiş oluyor. Anadolu, Yesevi'nin müridlerine nasıl kucak açmış, onların manevi önderliği sayesinde müslümanlaşmış ve Türkleşmiş ise bugün de aynı biçimde kapılarını Türkiye'den gelmiş bu genç Alperenlere açan ensar, muhacirlerini bağrına basıyor. Bu topraklarda dolaşan Yesevi'nin ruhaniyetini hissediyorsunuz. Cumhurbaşkanı Nazarbeyev'in söylemine hemen katılıyorsunuz : Sadece Kazakistan'ıın değil, tüm Türk dünyası'nın manevi başkenti Türkistan... Solsdan sağa: Ersin Demirci ( Azerbaycan Zaman temsilcisi), Faruk Arslan (CHA Azerbaycan temsilcisi, Zelimhan Yakup ) Azeri Şair ve Milletvekili ve Adem Öcal (Çağ Öğretim A.Ş. İşletmeleri Azerbaycan Genel Koordinatörü). 12 Nisan 1998. 29 Avrasya misyonu, DA Dergisinin Doğuşu 22.06.2011 1998’de Avrasya coğrafyasına hitap eden akademik seviyede yazıların yer alacağı ortak bir derginin çıkartılması fikri hayalimizi süslüyordu. Azerbaycan'ın ünlü sanat tarihçisi, gazeteci–yazar Prof.Dr. Rafael Hüseynov ile hararetli sohbetlerimiz sırasında bu istek önce öneri haline getirildi. Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı,milletvekili Anar Rızayev'de bizimle aynı fikirdeydi. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın düzenlediği bir toplantıda Anar bu arzusunu ilk defa yüksek sesle seçkin bir topluluk önünde dile getirdi. Bu öneriye sahip çıkan Vakfın Başkanı Harun Tokak ve ilgisini bu alana yoğunlaştıran Vakfın Genel Sekreteri Erkan Tufan Aytav, ilk tohumu Bakü'de atmaya karar verdiler. 9 Haziran 1999'da Bakü'de içinde bulunmaktan mutluluk duyduğum tarihi bir toplantı yapıldı. ABD'de yaşayan Türk tarihçilerinin duayeni, ünlü ismi, ABD'li stratejistlerin Sovyet ve Türk tarihi Danışmanı Prof.Dr. Kemal Karpat sırf bu iş için Bakü'ye gelmişti. Bakü Devlet Üniversitesi Türkoloji Bölüm Başkanı Prof.Dr. Tevfik Hacıyev, Anar Rızayev, Rafael Hüseynov, Türkiye'den Nevval Sevindi, Tufan Aytav ve Şeref Oğuz, kurulacak Avrasya Platformu ve çıkartılması planlanan Diyalog Avrasya dergisi için önerilerini sundular. Prensipler belirlendi,çerçeveler çizildi. Bu tür toplantılardan diğer Avrasya başkentlerinde de yapıldı. Üç ayda bir yayımlanacak Türkçe ve Rusca, Balkanlar için Türkçe ve İngilizce DA dergisinin ilk sayısı geçtiğimiz günlerde çıktı.Derginin yayın kurulu işin ciddiyetini de ortaya koyuyor. Kimler yok ki ? Arnavutluk Yazarlar Birliği Başkanı Xheavir Spahiu, Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar Rızayev, şair yazar Bahtiyar Vahapzade, Prof.Dr. Tevfik İsmailov, Arif Emrahoğlu, Bosna Hersek'ten Prof.Dr. Enes Telidija, Gürcistan'dan Prof.Dr. Giulalasania, Kazakistan milletvekili ve yazarı Şarhan Murtaza, Kırgızıstanlı yazar Cengiz Aytmatov, Makedonyalı yazar İlhami Emin, Moğolistan Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Dashdondov, Bağımsız Moldova gazetesi Başeditörü Boris Tihinviç Marian, Romanya Yazarlar Birliği Başkanı Prof.Dr. Mihail Nicolau Miron, Rusya'dan Moskova Üniversitesi Asya–Afrika Enstitüsü Müdürü Mihail S.Meyer, Şarkiyyat Enstitüsü Müdürü Rastislav Barisovic, Türkolog Dimitri Dimitriyesevic Vasiliyev, Bizim Dağıstan dergisi Genel Yayın Müdürü Murtzali Dugriliçiov, Tataristan milletvekili Razil Valeyev, Yazarlar Birliği Başkanı Prof.Dr. Fuat Galimullin, Başkurdustanlı yazar Ravil Bıkbayev, Tuvalı yazar Aleksandr Viktoroviç Matin, Türkmenistan Yazarlar Birliği Başkanı Atamurat Atabayev, Ukrayna'dan Pavlo Arhipoviç,Yazarlar Birliği Başkan Yardımcısı Viktor Maksimoviç Kodun, Kırım'dan Prof.Dr. İsmail Kerimof Hasanoviç. Bu isimlerin çoğunluğunu eminim Türkiye'deki aydın kesimimiz yeni duyacaktır. Oysa bu şahıslar ülkelerinde ve kendi sınırlarının ötesinde saygın bir konuma 30 sahipler ve oldukça iyi tanınıyorlar. Azerbaycan'ın ünlü sanat tarihçisi, gazeteci–yazar Prof.Dr. Rafael Hüseynov ile hararetli sohbetlerimiz sırasında Avrasya Platformu ve DA dergisini çıkartma istek ve öneri si canlı haline getirildi. Fotoğrafta Azerbaycan zaman’ın köşe yazarları aylık yaptıkları istişare toplantısından sonra görülüyor. 1 Nisan 1998. KALEM VE FİKİR SAVAŞI Nihayet bir Avrasya misyonu geçte olsa ortaya çıktı. Eskiden dünya coğrafyasının yüzde 35'ni kaplayan Sovyetler Birliği çatısında zoraki bir Avrasya birliği vardı. Bu topraklardaki insanlar eski dönemde rejimin öngördüğü biçimde ve tek tüfek yayın organlarında yayımlanan yazılarından az çok birbirlerini tanıyordu. Son 10 yıldır bu imkanlarda ortadan kalktı,bir boşluk meydana geldi.Yeni nesil birbirinden kopuk yetişiyor. Akademik düzeyde bu coğrafya insanlarının birbirlerini tanımaya,fikirlerini öğrenmeye,barış ve uzlaşma için görüş alışverişinde bulunmaya ihtiyacı var. Çünkü aydın kesimi oluşturan fikir bağlamında bu elit tabaka ülkelerinin iç ve dış politikalarının belirlenmesinde önemli rol oynuyor. Ancak sanıldığı gibi bu tabaka maddi açıdan zengin edğil, ülkelerindeki oligarşilerle gizli bir mücadele halindeler. Bu nedenle bu onurlu insanlara sahip çıkmak gerekiyor.21. yüzyılda savaşlar artık kalemle,fikirle yapılacak. Ünlü ABD'li stratejist Zbıdnev Brezinski bu coğrafya büyük bir satranç tahtasına benzetiyor. Etnik savaşlar,darbeler,suikastlar,çevrilen entrikalar büyük oyunun kilometre taşları olarak karşımıza çıkıyor. Toplumlar sağduyularını kaybedip ayrılıkçılığı körükleyen toplum mühendisleri sahneye çıktığı zaman diyaloğa zaman kalmıyor. Türkiye'nin dış politikasında Avrasya misyonunun olduğunu Dışişleri Bakanı İsmail Cem'den sık sık duyuyoruz. Ancak bu misyon için ne yapıldığını ne anladıklarını anlamakta zorluk çekiyorum. Başbakan Bülent Ecevit daha Türkistan'ın doğu tarafına adımını atmadı, Bakan Cem Avrupa ülkelerini gezmekten bu coğrafyaya gitmeyi henüz aklına getiremedi. Avrasya misyonunun gönüllü kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri arasında geliştirilip halktan halka ilişkilerin güçlenmesi 31 için Rusya'nın tekrar dağılmasını mı bekliyorlar ? Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi tam üye yapmasının en az 15 yılı bulacağını,Bakan Cem söylemedi mi ? AB'ye tam üye olduktan sonra 12 yılda serbest dolaşım hakkını istemeyeceğimizi taahhüt ettiğimize göre 25 yıl Avrupa hayali ile uyutulmaya devam edeceğiz. Arap ve İslam dünyası ile bağlarımız o denli kopartıldı ki, 'birlikteliği ' hayal dahi edemez olduk. Geriye Avrasya kalıyor. Demirperde'nin çözülüşünden sonra ortaya çıkan fırsatlar Türkiye'nin Avrasya'da önünü açıyor. DA dergisi bu fırsatı değerlendirmek için yerinde bir girişim. Umarım Ankara bunların farkına bir gün gerçekten varır ! Bakü’den doğan Avrasya Diyalog Platformu Bakü, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra dağılan ilim adamlarını biraraya getirmede de beşik oldu. Aslında herşey Bursa Zaman temsilcisi Ersin Demirci'nin 1996 sonlarında Azerbaycan Zaman temsilciliğine atanması ile başlamıştı. Demirci, 50 kişilik kadrosuyla kendi matbaasında haftada beşgün renkli basılan, Cihan Reklam Ajansı milyon dolara yakın ciro yapmış, 60 bin tirajlı Tomurcuk adlı ülkenin tek çocuk gazetesini çıkarmış, mükemmel bir Bakü Zaman kadrosu bulmuştu. Cihan Haber Ajansı, Türkiye’ye ayda 120 haber yolluyordu, bu bir rekordu. Uyumlu bir çalışma ekibinin varlığı, bayrak yarışını yukarılara taşımasının ilk habercisiydi. Ancak bu gerçekten kolay değildi. Gazetenin tek eksiğinin ses getirecek meşhur yazarlar olduğuna yaptıkları ilk toplantıda Ersin Demirci karar vermişti. Bu görev Cihan Haber Ajansı Azerbaycan temsilcisi, Bakü muhabiri Faruk Arslan’a tevdi edildi. Faruk’un ilk işi ülkenin en iyi gazetecilerini ve yazarlarını Türkiye usulü Zaman’da köşe yazmaya ikna etmek oldu. Başyazar olarak dönüşümlü üç isim belirlendi: Bahtiyar Vahapzade, Rafael Hüseynov ve Gulu Muharremli. Azerbaycan Televizyonu Haber Müdürü Gulu Muharremli, Azerbaycan'ın Mehmet Ali Birandı idi. Hazırladığı haber programlar ve yorumlar ilgi ile izleniyordu, oldukça sempatik ve mütevazi biriydi. Doğrusu teklifi kabul etmesi beklenmiyordu. Hemen ‘evet’ dedi, hemde seve seve. Ülkenin Murat Bardakçısı Kürdemirli Rafael Hüseyvov, 20 kitap yazarı bir sanat tarihçisi, hemde profesördü. Hem yazar, hem üniversitede öğretim üyesi bir akademisyen, hem Amerika'nın Sesi radyosu Bakü temsilcisi aktif bir gazeteciydi. Sonraki dönemlerde milletvekili oldu. Fahri Kürdemirli Faruk’un ve Agaresul Memmedov’un ricasını kıramadı. Hemde haftada üç gün yazmayı ve başyazarlık yapmayı kabul etti.. Rahmetli Aliyev ile arası yaptığı haberlerden dolayı bozuktu, Azerbaycan Zaman’a yazmas ayesinde barışabileceğini umuyordu. Yanılmamıştı. Daha sonra milletvekili olmasını sağlayacak süreç böylece başlamıştı… Azerbaycan'ın Halk Şairi, tabir cazise Azerbaycan'ın yaşayan Necip Fazıl'ı, meşhur yazar-şair Bahtiyar Vahapzade, ülkeye ilk muhacirler adım attığından beri yanında olmuş biri olarak hiç düşünmedi. Tek mesele çok yaşlı olmasıydı. Geceleri uyumuyor, gündüzleri geç kalkıyordu. Her köşe yazısını evine gidip konuşarak yazmak lazımdı. Bu gidiş gelişler hayat hikayesini yazmaya sevkeden bir serüvene dönüştü. Ekonomi yazarı Maliye Bakanlığı uzmanlarından Dr. Azim Azimov, Bakü Üniversitesi'nden tüm Azeri gazetecileri yetiştiren üstad Prof. Şirmemmet Memmedov, şair Şahmar Ekberzade, tıp konularında Prof. Adil Ubadullayev bey, tarım konularında ise Tarım Bakanlığında çalışan, daha sonra Çağ Öğretim'in danışmanı olarak başarılı hizmetlere imza atmış Kürdemirli Dr.Ağaresul Memmedovdu. Azerbaycan'ın meşhur gazetecileri Azatlık Radyosundan Elmira Ahmedov'da yazacaktı, köşe yazarlığı kabul etmişti, aniden vefat etti. Kafkas Üniversitesi'nden Prof. Davut Akyüz, Nahçıvan eski Eğitim Bakanı Nazım bey namı diğer Gürsel Adalı, Çağ Öğretimden Adem Öcal, Azerbaycan Zaman’ın diğer yazarlarıydı. Yazarlarla yapılan Nisan 1998’deki aylık olağan toplantılarında, her yazısı ses getiren bir belgesel olan Rafael Hüseynov, Sovyetler yıkıldıktan sonra eski görkemli yazarlar arasında 32 iletişim kalmadığından yakındı ve ortak bir yayını, siyasi olarak taraf olmayan bu gönüllüler haraketi tarafından yapabileceğin ortaya attı. Vahapzade, bunu gönülden destekledi. Hatta bunu Zaman heyetinin boynuna öyle bir borç olarak koydu ki, ‘yapılmaz ise öbür tarafta yakam elinizde olur’ demeye getirdi. Fikir babası kesinlikle Hüseynov, ateşleyicisi Vahapzade olan platformun doğması için ilk tohum böylece Bakü'de atıldı. İstişarede alınan kararlar uygulanmak zorundaydı. Bu kolay değildi. Ersin Demirci, İstranbul-Bakü arasında mekik dokumaya başladı. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, 1994’de İstanbul’da kurulmuştu. Abant platformları ile sses getirmeye henüz başlamamıştı. Böyle bir projeye sıcak bakar mıydı, bilinmiyordu. Başkan Harun Tokak'ı ve genel sekreteri Erkam Tufan Aytav’ı ikna etmek, Ersin Demirci için zor olmadı. Hatta hemen bir yazarlar toplantısı yapılması için tarih bile belirlendi. İstanbul'daki toplantıya iki fikir babasının gönderilmesi için karar kılındı. Ancak Hüseynov, çok meşgül biriydi ve programı örtüşmedi. Bu nedenle Vahapzade ve onun ikna ettiği Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar Rızayev, 15-17 Eylül 1998 'de İstanbul Silivri Klasis Otel'de yapılan 1. Avrasya Gazeteci ve Yazar Kuruluşları Diyalog Toplantısına katıldı. Anar, o toplantıda böyle bir platform ve dergi girişiminin başarılı olmayacağını dile getirmişti. Çünkü, büyük heyecanla atılan adımların arkası hiç gelmiyordu.17 merkezî Avrasya ülkesinin gazeteci cemiyetleri ve yazar birlikleri başkanlarının katıldığı bu toplantı ile bir ilk gerçekleşiyordu. Merkezî Avrasya ülkelerinin aydınları, Avrasya'nın merkez şehirlerinden biri olan İstanbul'da bir araya geliyorlardı. SSCB'nin dağılmasının üzerinden 8 yıl geçmişti. Merkezî Avrasya aydınları birbirlerini ve ülkelerini daha yakından tanıma, anlama adına bir araya gelmişti. Çünkü tarihin şekillenmesine büyük tesiri olmuş bu coğrafya, tarih boyunca büyük medeniyetlerin beşiği olmuş bir kültür havzasıydı. Blokların yıkılması ile oluşan yeni süreçte önemi bir kat daha artmıştı. Halkların diyaloğu aydınların diyaloğundan geçiyordu. Dostluklar hemen kuruluverdi. Dertler ve sorunlar paylaşıldı. Problemler benzerlik gösteriyordu. Ama en büyük sorun olarak “diyaloğun eksikliği” ve “beraberinde gelen önyargılar” toplantıdaki bütün katılımcılar tarafında da ortaya kondu. Diyalog, birbirimizi tanıma, anlama ve barış adına neler yapılabileceği konuşuldu. Yapılan görüşmeler sonucu 2 önemli karara varıldı: İlki; Diyalog eksikliği probleminin çözümü için köprüler kurulması gerekmektedir. Öncelikle ortak bir yayın organına şiddetle ihtiyaç hissedilmektedir. Avrasya'nın sesi ve soluğu olacak bir dergi çıkarılmalı, aydınlar bu dergide buluşmalı. İkincisi; ilk olarak gerçekleştirilen bu toplantının her yıl yapılması ve bu toplantıların kurumlaşmasının gerekliliği. Böylelikle uluslar arası bir gönüllü kuruluş olan Diyalog Avrasya Platformu'nun (DAP) ve Da dergisinin tohumları atılmış oldu. Diyalog toplantısında görüşülen ve ilke temelinde yararlı olduğu ortak düşüncesine varılan konuların takibi için Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı bünyesinde bir daimi sekreterya oluşturuldu. Derginin genel koordinatörlüğüne ve sekretaryaya Erkam Tufan Aytav" başına getirildi. Avrasya Diyalog Toplantısı bir gücün mutlak egemenliği yerine, ilgili bütün ülkelerin ortak hayati çıkarları ve kültür, düşünce, fikir alanında anlaşma, uzlaşma arayışları için atılmış ilk adımdı. Avrasya'nın köprüsü Türkiye'ydi. İstanbul'un da 2 kıtayı birbirine bağlayan bir köprü konumunda olması ve Avrasya'nın zengin kültürel çeşitliliğini, geçmişini ve bugününü, moderni ve egzotiği buluşturmasından dolayı bu toplantıya ev sahipliği yapmayı hak ediyordu. 2. toplantı, fikrin doğduğu yer Bakü'de Haziran 1999'da küçük bir otel lobi odasında yapıldı. Ersin Demirci bu organizeyi yapmak için çok emek harcamıştı. O günlerde Bakü'den tayini diplomasi muhabiri olarak Ankara’ya çıkarılan Faruk Arslan’un yolu tevafuk olarak 5. Türk zirvesi ve Cumhurbaşkanı Demirel'in gezisini izleme vesilesiyle tekrar Bakü'ye düştü. Ancak Kerimov yüzünden zirve ertelenmişti ve cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Bakü’ye gelmemişti. Faruk, gazeteye boşyere masraf olduğunu düşünürken, kendini birden Avrasya Platformu toplantısında konuk gazeteci olarak buldu. Ersin Demirci, ' bu oluşumda seninde 33 payın var, katılmandan onur duyarız' diye taltif etmişti. Kader kalemi yazmıştı; bu toplantıya katılması için bilmeden Bakü'ye Faruk’u da göndermiş, sevabına nail etmişti. Türkiye'den Nevval Sevindi, Şeref Oğuz, ABD'den Tarih profesörü Kemal Karpat, Erkam Aytav, Bakü Üniversitesi Türkoloji Kürsü başkanı Profesör Tevfik Hacıyev, Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar Rızayev, Prof. Rafel Hüseynov, Dr.Ağaresul Memmedov, Prof. Davut Akyüz, Adem Öcal, Dr. Azim Azimov, İmran Bedirhanov ve Dr.Gulu Muharremli ile aynı masada Avrasya Diyalog dergisinin yayın yapısından basımına, dilinden dağıtımına kadar herşey görüşüldü, karara bağlandı. Yılların eskitemediği meşhur tarihçi Kemal Karpat'ın bilinmeyen yönü dergicilikte olan tecrübeleri ve fikirleri, gerçekten şaşırtıcıydı. Derginin yazı işleri ve yazacak yazarlar orada seçildi ve kimlerden yazı alınacağı isim isim belirlendi. Artık kurumsallaşan yapılanma hazırdı, doğum tamamlanmıştı. Da dergisi Rusça ve Türkçe yayınlanacaktı. Aslında İngilizce bölümlerde öngörülmüştü, ancak uygulanamadı. "Da" Rusça"da evet demek; açılımı da Diyalog Avrasya’ydı. Hem Türkçe, hem de Rusça isim ihtiyacını fazlasıyla karşılıyordu. "Rusya ve Türkiye bu coğrafyanın iki merkeziydi. Rusya göz ardı edilerek bu coğrafyada bir şey yapmak doğru değildi. Bu gerçeğe en çok Orta Asya ülkeleri vâkıftı. Da ile ilgili protokol şöyle geliştirilmişti; Da Limitet şirketi girişimci firma, Lenin Kütüphanesi Vakfı yayıncı firma olacaktı. Dergi Moskova"da Rusya lisansıyla, Rus dergisi statüsüyle yayın yapacaktı, hiç aksatmadan düzenli olarak yaptıda. Rusça konuşmayan diğer Avrasya ülkeleriyle ilgili yeni bir model oluşmuştu. Sözgelimi Moğolistan"da yayınlanacak olan Da, Moğolca olacak, Da"nın yayın ilkeleri dışına taşmayacak, yerel haberlere yer vermekle birlikte ana derginin yüzde 70"ini yayınlamak zorunda olacaktı. Yayınlandığı ülkeler: Türkiye, Rusya Federasyonu, Arnavutluk, Azerbaycan, Romanya, Bosna-Hersek, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Makedonya, Moldova, Ukrayna, Moğolistan, Türkmenistan, Ukrayna olarak belirlendi. Derginin bir anayasası vardı: "Ülkeler arasındaki diyaloğu tahrip edecek rencide edici ifadelere, makale ve fotoğraflara yer vermemek. Sıcak, siyasi sorunları platformda gündeme getirmemek." İzlenen yol ise; ortak yönlerin güçlendirilmesi için önce diyalog, sonra anlamak, daha sonra anlaşma ve son evre, barış içerisinde birlikte yaşayabilmek.Azerbaycan"da ve Kırgızistan"da bizzat devlet başkanları "da"nın toplantılarına daha sonra katıldılar. 15 ülkede çıkan bir derginin tek tek ülkelerden en üst düzeyde destek görüyor olması önemliydi. Kırgızistan"da " 2004 yılı yılın dergisi ödülünü" almıştı. Avrasya coğrafyasının geneline hitap edip, yerel destek gören başka dergi örneği de yoktu. Muhtar Şahanov"un ifadesiyle da"nın başarısı bu kültürel girişimi iş adamlarını arkasına alarak sürekli hale getirebildi. Eskiden Moskova'da buluşan ünlü yazarlar Cengiz Aytmatov, Anar, Elçin, Muhtar Şahanov, Olcas Süleymav, Rostislav B. Rıbakov'ın artık bulaşma yeriydi bu platform.... Yayın kurulunda Türkiye"den şu isimler yer alıyordu: İlber Ortaylı, Kemal Karpat, Şerif Mardin, Halit Refiğ, Mete Tunçay. 13 Haziran 2000 tarihinde, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının rotası yine Azerbaycan’a yönelmişti. Onların deyişiyle, “Takdimat Merasimi”, bizim deyişimizle Diyalog Avrasya dergisi tanıtım kokteyli için Bakü’ye gidildi. Heyet oldukça renkli idi: Prof. Dr. Mehmet Saray, köşe yazarları Gülay Göktürk, Zeynep Göğüş, Hüseyin Gülerce, da dergisi Yayın Yönetmeni ve Vakıf Başkanı Harun Tokak. Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin organize ettiği Diyalog Avrasya dergisinin ilk tanıtım kokteyli üst düzeyde konukların katımlıyla yine Bakü’de gerçekleşti. Toplantının onur konuğu Azerbaycan Devlet Başkanı sayın Haydar Aliyev’di. Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar, Azerbaycan’ın ülkemizde de tanınan milli şairi Bahtiyar Vahapzade ve Harun Tokak’ın konuşmalarını müteakip kürsüye gelen sayın Aliyev, gerek derginin konusunu oluşturan Avrasya ile, gerekse dergimizin muhtevası ile ilgili oldukça derin ve titiz analizlerde bulundu. Bir saate yakın süren konuşmasında Aliyev, “Avro-Asya”nın dünyanın geleceğinde 34 oynayacağı rolün önemine değindi ve derginin bu istikbali parlak coğrafyada bir kültür köprüsü olmak suretiyle önemli bir fonksiyon ifa edeceğine dikkat çekti. Bu tarihten sonra düzenli basılmaya başlayan AD dergisi ve her yıl başka bir ülkede yapılan ADP toplantıları mükemmel bir diyalog ortamı oluşturuyordu. Bakü, sen ne güzelsin, ne velüt verimli bir topraksın… Avrasya Diyalog Platformu ve DA senin bağrında doğdu… Senin bağrında 1918’in İslam ordusunun ilk şehit Türk muhacirleri yatıyor. O askerin onuruna anıt mezar yapılması macerası kolay olmamıştı. Türk askerine anıt mezar yaptırılmasının öyküsü, Azerbaycan Zaman’ın çalışanlarının kolektif bir destanıdır… DA dergisinin 33. sayısı Diyalog Avrasya Platformu’nun (DAP) 9. Genel Kurul toplantısı 14 ülkeden 600 aydının katılımıyla Antalya’da gerçekleştirildi. Seçim heyecanının yaşandığı genel kurulda tek aday olan Ukraynalı Prof. Dr. Volodemir Sergeyçuk yeni dönem başkanı seçildi. 2008-2010 yılları eski Eşbaşkanı Harun Tokak ise yeniden eşbaşkan olarak seçildi. Dönem başkanlığı bayrağını devralan Sergeyçuk, 2 yıllık başkanlık süresince çok başarılı projelere imza atmayı hedeflediklerini belirterek, komite üyelerine teşekkür etti. Eş başkanlığa seçilen Harun Tokak ise yeni başkana destek sözü verdi. Görevini devreden Kazakistan Yazarlar Birliği Başkanı Nurlan Orazalin, yeni başkana başarılar dileyerek her zaman yanlarında olacağını ifade etti.Genel kurulda Platformun eski Dönem Başkanı Nurlan Orazalin açılış oturumunda 20082010 yılı dönem faaliyetlerinin raporunu sundu. Katılımcılardan tam not aldı. Son görev olarak 2008-2010 yıllarında platforma üye olanlara toplu üyelik formu verdi. Projeler içinde Avrasya Pedagoji Kulübü’nün kurulması, Avrasya Yazarlar Birliği toplantısının yapılması, Hakemli Akademik dergi hazırlanmasına, misafir kalem projesi ve ‘Büyüklerin Dünyasında Çocuklar’ konulu bir konferansın yapılması kararlaştırıldı. Ayrıca üç aylık yayın yapan Da dergisinin Avrasya coğrafyasını yansıtması amacıyla yeni konular görüşüldü. “Avrasya Aydınları Buluşması” adıyla 500 aydının katıldığı Genel kurulda bu yıl farklı olarak 500 aydına katılım belgesi verildi. Estonya heyetinin başvurusu neticesinde, Estonya’nın da DAP’a üyeliği kabul edildi ve Hindistan’ın gözlemci olarak katılmasına karar verildi. 35 Ateş Hattındaki Gürcistan 1 Ağustos 2000 Problemsiz komşumuz: Türkiye'nin sorunu olmadığı tek komşusu belki de Gürcistan. Türkiye için bu ülke Orta Asya'ya açılan bir geçiş kapısı; Gürcistan için ise Türkiye, Batı'ya açılan bir köprü. Sınır komşusu olmasına rağmen Türkiye'nin Gürcistan'la ilişkileri Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra başladı. 9 Mart 1990'da bağımsızlığını ilan etmesinden sonra geçen sürede, değişen jeopolitik ve jeoekonomik politikalar nedeniyle iki ülke arasındaki ilişkiler stratejik zemine oturdu. Ankara, Gürcistan'ın önemini Hazar'ın enerji rezervlerinin üzerinde bulunan koridor haline gelmesinden sonra daha iyi fark etti. Çeçenistan savaşı ve enerji savaşının ateş hattında yer alan ülkesi olan Gürcistan'a, askeri, siyasi, ekonomik teminatlar, Ankara tarafından Washington'un devreye girmesiyle 8 yıl gecikerek verildi. NATO, üstü örtülü biçimde Gürcistan'ı koruma kapsamına aldı. Gürcistan Savunma Bakanı David Tevsadze de Gürcistan askeri sisteminin 2004 yılında NATO standartlarına uygun olacağını söylüyor. Putin'in Rus liderliğine seçilmesinin hemen ardından Tiflis'de Şevardnadze ile görüşen CIA Başkanı George Tenet, muhtemel Rus provokasyonlarına karşı teyakkuza geçtiklerini Tiflis'e bildirdi. Bu sırada arka bahçesini kaybetmenin acısını yaşayan Moskova, Gürcistan'ı karıştırmak için geleneksel etnik ayrımcılık kartlarını yeniden açtı. Gürcistan, gerçekten dört bir yandan ateş hattında yer alıyor. Türkiye'nin bölgedeki kaderini etkileyecek Gürcistan'ı bu nedenle her yönüyle masaya yatırarak daha iyi tanımak zorundayız. Eduard Şevardnadze Türkiye -Gürcistan Dostluk ve Dayanışma Vakfı ile bu ülkeye yaptığımız gezide, bu yakın; ama meçhul kalmış 'uzak komşu'muzu tanımaya çalıştık. Gürcü soydaşlar buluştu 1. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar sadece Hıristiyan olan Gürcülerin bir bölümü Müslüman olduktan sonra iki ayrı coğrafyada iki ayrı dinde yaşamlarını sürdürdüler. Türkiye'deki Müslüman Gürcülerin geçmişi 300 yıllık. Artvin'in Borçka ilçesinin Murgul kasabasında Gürcüler tarafından ilk cami yapıldı. Gürcüleri de devşirmek isteyen Osmanlılar, yetenekli çocukları devşirerek Müslüman Gürcülerin atalarını yetiştirdi. Daha sonra Müslümanlaşan bu Gürcüler, Türkiye için kanlarını döktüler ve Türk kimliği ile bu vatanın ayrılmaz harcı haline geldiler. Hatta en iyi Türk milliyetçileri Gürcü Müslümanlar arasından çıktı. Türkiye'deki Gürcü akrabaları ile Sovyetler'in dağılmasından sonra buluşan Gürcüler, iki farklı kültürle büyümüş soydaş olarak kucaklaştı, birbirlerinin farklılığına saygı duydu. Türkiye ile Gürcistan arasındaki ilişkiler son dönemde her alanda doruğa çıktı. Halktan halka dostluk kuran Türkiye'de yaşayan Gürcüler, Abhazya'dan gelen 300 bin mültecinin dertlerine bir nebze olsun deva olabilmek için Gürcistan'a insani yardım götürdü. 26 kişilik kafile ile Gürcistan'a turistik bir gezi düzenleyen Eduard Şevardnadze Türkiye–Gürcistan Dostluk ve Dayanışma Vakfı Yönetim Kurulu üyeleri, zor şartlar altında yaşayan Gürcü mültecileri de unutmadı. Kobuliti, Batum, Poti, Kutaisi, Bakaroni, Borjomi, Gori, Mestheka,Telavi ve Tiflis'in tarihi ve turistik mekanlarını gezen heyeti yerel yöneticiler karşıladı. Yıllar önce ayrılmak zorunda kaldıkları akrabaları ile buluştu, ata baba topraklarını tanıdı. 93 Rus harbinden sonra 2. Abdülhamit ile Rus Çarı Aleksandr arasında yapılan anlaşmaya göre Batum, Rusya'ya bırakılmış, ancak halk nerede yaşamak istiyorsa tercih yapması için serbest bırakılmıştı. Türkiye'deki Gürcülerin çoğunluğu bu hazin terk ediş öyküsünün çocukları, torunlarıydı. Rus liderler Gürcü Gürcüler, Rus tarihine de şekil veren önemli şahsiyetleri yetiştirdi. Küçük bir Moskova prensliğinden Rus imparatorluğunu kuran Deli Petro, Sovyetleri kurup ayakta tutan Stalin ve 36 en son olarak Rusya'yı yeniden kalkındırmak isteyen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin birer Gürcü... Moskova'da ' pazar mafyası'nı elinde tutan Gürcüler, kendilerine özgü dil, kültür ve medeniyet anlayışlarıyla Slavyen kökenli olmadıkları için deyimin tam ifadesiyle ' iki arada, bir derede ' kalmış durumdalar. Kafkasya tarihi, kültürel bir kavram olmaktan çok coğrafi bir kavramdır. Bu bölgede yaşayan birçok ulusun ne tarihi, ne ırkı ne de kültürel bakımından ortak değerleri ve geçmişleri yoktur. Bölge, değişik adet, dil ve kültürlere sahip ulus, milliyetler ve kabilelerden meydana gelen bir etnoğrafya müzesini andırmaktadır. Ancak Gürcüler, aşırı denebilecek milliyetçilik duyguları ile vatanlarına oldukça bağlılar. Nitekim Stalin, ölüm döşeğinde ayakkabı tamirciliği yapan babasına gönderdiği vasiyet niteliğindeki mektupda, "Baba, ben SSCB'yi yönettiğim dönemde ve hayatımda hiçbir zaman Gürcü milletine ihanet etmedim." diye yazıyordu. 2. Dünya Savaşı'nda 600 bin Gürcü'nün ön cephede ölümüne yol açmakla suçlanan Stalin, ne olursa olsun Gürcistan'da yüzde 90'a yakın bir çoğunluğun takdiriyle milli kahraman. Savaş sırasında Almanlara esir düşen oğlu Yakubov ile Almanların generalini ' birbirlerinin dengi değiller' diye değişmeyen ve oğlunun kurşuna dizilmesine göz yuman Stalin, bu anlamda adil, idealleri uğruna kan dökmekten çekinmeyen bir dava adamı olarak görülüyor. Bin çeşit elması ile meşhur Gori kentinde doğan Stalin'in doğduğu ev müze yapılmış. Stalin'i 2. Dünya Savaşı sırasında gezdiren 80 ton ağırlığındaki kurşun, top geçirmez zırhlı trene girenlerin 'Komünist ' çıktığı esprisi yapılıyor. 15 yaşında devrim için faaliyete başlayan Stalin tam 6 defa hapse atılmış, kaçmış; 7 defa ise sürgün edilmiş, ama yılmamış. Lenin ölüm döşeğinde Stalin'e, "Biliyorum yerime geçmek istiyorsun. Ancak halk arkandan gelmez." deyince gözü kara şahin adam Stalin, hazır olan cevabını vermiş: "Üzülmeyin. Onlar arkamdan gelmezse, ben onları senin yanına gönderirim." Polütbüro'daki toplantılarında hapşırarak sessizliğini bozanları kurşuna dizdiren, aksıranın ortaya çıkmasından sonra ise "Geçmiş olsun" diyen ilginç bir otorite. Stalin olmasa idi, Sovyetler'in kısa sürede dağılacağı, atom silahının olmayacağı, uzaya çıkılamayacağı ve Rusların 2. Dünya Savaşı'nı kaybedeceği görüşünü eski Sovyet topraklarında herkes kabul ediyor. Sovyetleri yıkan kan 1918 Mayıs'ında bağımsızlığını ilan eden Gürcü Cumhuriyeti'ne Şubat 1921'de işgalci Kızılordu son verdiğinde Bolşevik yönetiminin Rus oyunları da start alıyordu. 1922'de SSCB'ye giren Gürcistan'da özerk yönetim yoktu. Rus yanlısı Gürcü lider, Sovyet lideri Gürcü asıllı Stalin'in habersiz 5 Aralık 1936'da Abhazya ve Acarya ile Güney Osetya'ya özerklik statüsü verince kızılca kıyamet koptu. Stalin'den ağır fırça yiyen Gürcü lider, o gün intihar ederek yaşamına son verdi. Sovyetler'de ilk bağımsızlık rüzgarları Baltık ülkeleri ile birlikte Gürcistan'da başladı. 9 Nisan 1989'da Tiflis'te bağımsızlık isteyenlerin üzerine tankları süren Rus birlikleri 21 kişiyi öldürdü. Bu dökülen ilk kan bağımsız ateşini tüm SSCB'de yaktı. 31 Mart 1991'de yapılan referandumda halk yüzde 98 oranında 1918'deki cumhuriyetin onarılmasını istedi. 9 Nisan 1991'de Gamsahurdia, parlamentoya bağımsızlık deklarasyonu sundu ve kabul edildi. Halkın yüzde 86,5 oyuyla mayıs ayında cumhurbaşkanı olan Gamsahurdia, muhalefete bağlı birliklerin parlamentoyu kuşatması üzerine 6 Ocak 1992'de ülkeyi ailesi ile terk etti. Daha sonra bir suikasta kurban gitti. Ekim 1992'de yapılan seçimlerde yıkılan Sovyetler'in son Dışişleri bakanı Eduard Şevardnadze devlet ve parlamento başkanı, 1995'de ise resmen cumhurbaşkanı oldu. 9 Nisan 2000'de yeniden devlet başkanı seçilen Şevardnadze, Rusya, Türkiye, İran, Ukrayna, ABD ve Azerbaycan'la dengeli ilişkiler kurarak kurtlar sofrasına dönen ülkesine istikrar getirmeye çalıştı. AB'nin TRACEKA programı çerçevesinde planladığı Avrasya koridoru– Büyük İpekyolu 37 projesi – ve ABD'nin Bakü–Ceyhan ile Bakü–Supsa'ya verdiği destekle hayat bulan Şevardnadze, 9. cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından ortaya atılan Kafkas İstikrar Paktı'na umutlarını bağladı. Gürcistan'a terör tezgâhı Gürcistan Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze'ye 3 defa suikast düzenlendi. 9 Şubat 1998'de düzenlenen suikast sonrasında ortaya çıkartılan suç örgütü, Kafkaslar'da istikrarsız bir düzen hedefleyenlerin iç yüzünü de ortaya koydu. Cumhurbaşkanı Şevardnadze de, suikastın asıl nedenini, ''Hazar petrolünün ülke arazisinden taşınmasını istemeyen güçlere'' bağladı. Gürcistan Vatandaş Birliği Parti Başkanı İrina Şareşvili'ye göre ise, Kafkaslar için aynı merkezden yönetilen bir tezgahın düğmesine basılmış, petrolün Gürcistan'dan geçmemesi için suikast düzenlenmiş, Ermenistan'da yönetim ise bu nedenle değiştirilmişti. Gürcistan İçişleri Bakanı Kaha Targamadze'nin açıkladığı suç örgütünde kimler yoktu ki; eski Cumhurbaşkanı Zviad Gamsuhirdia'nın taraftarları, eski Güvenlik Teşkilatı İgor Georgidze taraftarları, Çeçenistan savaşında bulunmuş Kuzey Kafkasyalılar. 20 kişiden oluşan bu örgütün Kafkasya'da bir askeri üste talim gördüğü, yakın bir komşu tarafından finanse edildiği ve ortak maksadının Eduard Şevardnadze'yi ortadan kaldırarak yönetimi ele geçirmek olduğuna dikkat çekildi. Gürcistan Devlet Başkanı Eduard Şevardnadze'ye 9 Şubat'ta düzenlenen suikast girişiminin zanlıları arasında bulunan eski bir Gürcü bakan Rusya'da tutuklandı. Şevardnadze'nin Rusya'yı, kendisine suikast girişimi düzenleyen teröristlere sığınma imkanı vermekle suçlaması, bu nedenle Moskova ile ilişkileri gerginleştirmesi sonrasında, Rus güvenlik güçleri, Gürcü makamlarının aradığı kişilere karşı ilk operasyonu gerçekleştirdi. Gürcistan'ın önceki lideri Zviad Gamsahurdiya döneminde maliye bakanlığı yapmış olan Guram Absandze, Rusya'nın Smolensk bölgesinde tutuklandı. Gürcistan İçişleri Bakanlığı basın merkezine göre Rusya, Absandze'yi Gürcistan'a iade etmeyi planlıyordu. Absandze'nin, Şevardnadze'ye suikast girişiminin arkasındaki kişilerden biri olduğu, ayrıca devlete ait para ve malları zimmetine geçirdiği öne sürülüyordu. Etnik savaşlar zayıflatıyor 1992'de başlayan Abhazya ve Osetya savaşları Gürcistan'ı çok zayıflattı. Gürcü–Abhaz gerginliği ateşkese rağmen devam ediyor. Gürcistan'a bağlı Güney Osetya da ülkeden ayrılarak Rusya'ya bağlı Kuzey Osetya ile birleşmeye çalışıyor. 1993'te Gürcü ordusu Suhumi'den çekilmek zorunda kaldı. Evlerini, yurtlarını terk eden 300 bin Gürcü göçmen, kötü şartlar altında yaşıyor, evlerine dönecekleri günü bekliyor. Eduard Şevardnadze, Türkiye–Gürcistan Vakfı Genel Müdürü Mevlüt Artvinli ve beraberindeki heyet geçtiğimiz günlerde, İnegöl Belediyesi Başkanı Hikmet Şahin ve Magari Tekstil'in sahibi Adem Zengin'in verdiği giyecek ve yiyecek yardımlarını Gürcü göçmenlere verilmek üzere Şevardnadze'nin eşi Nanuli Şevardnadze'nin kurduğu Tüm Dünya ve Gürcü Kadınları İçin Vakfı'na teslim etti. Artvinli, Türkiye'deki tüm Gürcü kökenli vatandaşlarımızı Gürcü göçmenlere yardıma çağırıyor. Vakfın iki ülke arasındaki halklar arasında köprü kurduğuna değinen Artvinli, Mesheteka ile Ünye arasında kardeş şehir ilişkisi kurulduğunu, yakında Fatsa ile Kobuliti arasında da aynı ilişkinin kurulacağını ifade ediyor. MÖ 5. yüzyılda kurulan Mesheteka, antik İberya'nın başkenti, Tiflis'e 20 km uzaklıkta 60 bin nüfuslu bir şehir olarak kalmış. Belki de dünyanın en iyi metrosuna sahip Tiflis'in ise nüfusu bir milyona yakın. Kafkasya'nın kalbi Tiflis'te atıyor. Abhazya ile Gürcistan arasında oluşturulan sınırda şu anda Rus Barış Gücü askeri bulunuyor. Abhazya savaşında 6 bin kişinin komutanlığını yapmış Şevardnadze'nin Batı Gürcistan danışmanı Anzor Margiani, etnik savaşların Gürcistan'ı zayıflattığını, savaşın Rusya'ya yaradığını söylüyor. Margiani, "Asırlardır kız alıp verdiğimiz kardeşlerimiz Abhazları Ruslar bize bir günde düşman yaptı. Abhazyalıyım, silah çektiğim akrabam, kardeşim benim. Kimseyi öldürmedim. Babamı savaşta kaybettim. Bu savaşın bitmesi için dua ettim. Tüm 38 savaşlar çirkindir." diyor. Savaşta, bin beş yüz Gürcü, 2 bin Abhaz, 2 bin de Rus ölmüş. Savaştan önce 100 bin olan nüfus şimdi 40 bin kalmış. 'Benim karnım tok, ama Abhaz kardeşlerimin aç.' diyen Margiani, Türkiye'den savaşmaya gelen Abhazların ortada Müslüman–Hıristiyan savaşı var sandığına dikkat çekiyor ve ekliyor: "Böyle bir savaş yok. Abhazların sadece yüzde 10'u Müslüman." Abhazya Rusya'ya giden yolları kestiği için Batum, Kobuliti gibi turizm kentleri ve meyve ambarlarının ticari bağlantıları yok olmuş. Kobuliti belediye başkanı da, çay, turunçgiller ihraç eden ve yılda 3 milyon turist ağırlayan kentin gelirinin 3 milyon dolara düştüğünü belirtiyor. Abhazya Türkiye'yi de vuracak! Abhazya savaşı, Karabağ savaşı kadar Türk kamuoyunun dikkatini çekmedi. Ancak Rus kayığına binen Abhazları, Moskova bölgedeki Türk–Amerikan nüfusunun sona erdirilmesi için son zamanlarda araç olarak kullanmaya başladı. 'Tiflis'e Abhaz sorununu bir günde çözerim' mesaj gönderen Rus lider Putin, buna karşılık, Gürcistan'ın Türkiye ve ABD ile askeri işbirliği yapmaması ve ülkede görev yapan Türk askerlerinin geri gönderilmesini istedi. Tiflis yönetimini korkutan öneriler bununla kalmıyor. Putin, bir yandan Gürcü vatandaşlarına vize uygulama tehditinde bulunurken diğer yandan 300 bin Gürcü mülteciye Rus vatandaşlığı vermeyi de önerdi. Putin, bu girişimiyle Gürcistan'da bulunan 4 askeri üssünün sürekli kalması için geçerlilik kazandırmaya çalışıyor. 1994'te bu üslerin 25 yıl kalması için Şevardnadze'nin imzaladığı anlaşmayı Gürcü parlamentosu onaylamıyor. Parlamento 2001 yılına kadar Batum'dan 2005 yılında ise diğer iki üsten Rus askerinin geri gönderilmesi için oldukça kararlı. Daha önce Batum'da bulunan Rus Hava İndirme Tugayı, 26. ve 53. Piyade alayları, 1992 ve 1995'te bölgeden gönderilmişti. 10 bin askerin bulunduğu Korpi kod adlı Batum üssü, Sovyetler döneminde Türkiye'yi hedef alan en önemli askerî birim olarak kullanıldı. Şimdi yerinde yeller esiyor. Buna rağmen Rus 3. ordusu Tiflis'te, 28. Zırhlı Tümen Ermenilerin yaşadığı Ahalkaliki belgesinde, Abhazya'da çıkarılacağı iddia edilmesine karşın 5. ordu duruyor. Borjomi şifa dağıtıyor Ölüm hariç her hastalığın şifası kainatta mevcut. Uzun yıllardır çare bulunamayan diyabet, şeker hastalarına müjde. Diyabetin şifası Gürcistan'ın Borjomi kentinde yerin altından 180 C0 'de çıkan şifalı suda bulundu. Sindirim sistemi bozuklukları, ülser ve gastrit'i kesin tedavi eden Borjomi suyu, akciğer ve karaciğer rahatsızlıklarında da etkili oluyor. 35 C0'de çıkan başka bir kaynaktan çıkan Borjomi natural ve maden suları da mide rahatsızlıklarına iyi geliyor. 1890'da keşfedilen son 110 yılda tam 7 defa uluslararası yarışmalarda 'altın madalya' ile ödüllendirilen Borjomi suyu şimdi dünyaya açılıyor. Sovyetler Birliği döneminde yılda 5 milyon şişelik üretimi ile kapalı bir dünyada pazarlanan Borjomi suyunu ihraç etmek için yabancı firmalar harekete geçti. 35 değişik şişeleme yapmak ve yıllık kapasiteyi 70 milyon şişeye çıkarmak için girişimde bulunan bir İngiliz firması, Tiflis yönetiminden ve parlamentosundan cevap bekliyor. Borjomi suyu, Gürcistan'ın stratejik fabrikası sayılması nedeniyle, yabancı yatırımcı TBC Group için Gürcistan Parlamentosu'nun onayı gerekiyor. Gürcistan Şişe ve Maden Suyu Şirketi ile TBC Group'un ortak üreteceği Borjomi, Avrupa'ya ve diğer ülkelere "Real Borjomi " adıyla pazarlanacak. Borjomi kentinin her tarafı kaplıca ve otellerle dolu. Halk, suyun çıktığı Uluslararası Park'tan şişelerini ücretsiz olarak doldurabiliyor. Borjomi Şifalı Suyu Kaplıcalarının başhekimi Tengiz Chkoıa, hastalığın derecesine ve çeşidine göre 14 gün ve 24 günlük iki ayrı seans halinde uygulanan Borjomi tedavisinin kesin sonuç verdiğini söylüyor. Chkoıa, "Borjomi suyu 110 yıldır şifa dağıtıyor. Kaplıcada uzman doktor kadromuz var. Sindirim sistemi bozuklukları, diyabet hastalığı, akciğer ve karaciğer rahatsızlıklarına Borjomi suyu iyi geliyor. Buraya 39 Rusya'dan çok hasta ve turist geliyor. Türkiye'den de gelmesini bekliyoruz." diyor. Borjomi kaplıcasının içinde yer alan Stalin'in evi yurtdışından gelecek üst düzey konuklar için kullanılıyor. Ermenistan'a taşeron ticareti Tiflis'te henüz 4 ay önce kurulan Türk İşadamları Derneği, 50 işadamını üye yapmış. Derneğin Yönetim Kurulu Başkanı Kenan Yıldırım, Türk işadamlarının Ermenistan pazarını keşfetmesinin ardından taşeron firmalar kurulduğunu anlatıyor. Gürcistan ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi 330 milyon dolar, ancak bunda Ermenistan'a yapılan ticaret de var. Türkiye'nin Ermenistan sınırını Karabağ ihtilafı çözümlene kadar kapatması ticareti durduramamış. Yıldırım, "Türkiye'nin Ermenistan'a ambargosu işe yaramıyor. Ermenistan pazarını keşfeden Türk firmaları Gürcülerle ortak Tiflis'te taşeron firmalar kurdular. Bunların sayısını bile hesaplayamadık. 1999'da 150 milyon dolarlık Türk malı Ermenistan'a satıldı. Bu yıl bu rakamın da üstüne çıkılır. " diye konuşuyor. Batum'u by–pass Abhazya'nın başkenti olan Batum, Poti Limanı'nın geliştirilmesine ilişkin Tiflis'in çabalarından sonra Avrasya koridoru projesinde by–pass edilmiş. Batum Limanı'nda ölüm sessizliği var, kapasitesinin yüzde 10'u ile çalışıyor. Bunda Şevardnadze ile Acaristan Cumhurbaşkanı Aslan Abahidze arasında cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında tırmanan gerilimin de katkısı var. ANAP lideri Mesut Yılmaz'ın devreye girerek Abahidze'den 9 Nisan'da yapılan seçimden Şevardnadze lehine çekilmesini istemesi nedeniyle Abahidze, Ankara'ya biraz kırgın. Rusların Abahidze ile Şevardnadze arasında çatışma çıkması planını bozan Ankara, Gürcistan'ın toprak bütünlüğünün korunması için her türlü güvenceyi de Tiflis'e veriyor. Abahidze'nin yeni bir anayasa taslağı hazırlaması ve Acarya'nın serbest bölge yapılması için hazırlıklarına hız vermesi, Tiflis'te tartışmalara neden oluyor. Ancak Türkiye'den de TIR, kamyon gibi nakliyat araçları Sarp Sınır Kapısı ve Acarya'da alınan rüşvetler nedeniyle güzergah değiştirmesi Acarya'ya ağır darbe vurmuş. Her gün 500 Türk TIR'ı artık Ro–Ro gemisi ile Samsun'dan Poti Limanı'na gidiyor. Poti Limanı'nın geliştirilmesi için Avrupa Kalkınma Bankası 150 milyon dolar, Japon Eximbank'ı ise 160 milyon dolar kredi ayırmış. Bakü–Supsa hattının hemen yakınında olan Poti Limanı ayrıca demiryolu ile getirilen Hazar'ın enerji rezervleri ve Orta Asya'nın diğer zenginliklerini de Batı'ya taşıyor. Supsa ve Poti limanları, Ermenistan, Azerbaycan ile Romanya, Ukrayna, Bulgaristan, Yunanistan gibi ülkelerin ve AB'nin de dikkat merkezinde yer alıyor. Liman harıl harıl çalışıyor. Azeri, Türk, Rus ve İngiliz tanker gemileri Hazar petrolünü buradan teslim alıyor. Laz ve Ermeni kartı Moskova'nın kullandığı kartlardan biri de 'Laz kartı'. 1992 yılında eski cumhurbaşkanı Gamsuhirdia'nın taraftarları Laz'dı. Batı ve Doğu Gürcistan'ı birbirine bağlayan dünyanın en büyük tünellerinden biri ile Lazların yaşadığı Kutaisi, Bakaruni kentlerine geçiliyor. 3 km uzunluğundaki tüneli, bugünün imkanları ile Gürcülerin yapmaya mali güçleri yetmez. Batum, Kobuliti, Supsa, Poti, Kutaisi üzerinden ulaşılan bu bölgenin manzarası, kendinizi Karadeniz Bölgesi'nde hissetmenize neden oluyor. Her taraf ağaçlarla dolu. Bakaruni'deki kış sporları merkezi ve teleferik, İsviçre'nin Alplerini andırıyor. Bu mekan uluslararası kayak yarışmalarında kullanılmak için yapılmış; bugün bakımsızlığa terk edilmiş durumda. Moskova, Lazistan kartını unutmuş değil. Şevardnadze'den sonra Tiflis'e "ihraç" etmeyi planladığı Gürcistan'ın eski İstihbarat Teşkilatı Başkanı İgor Georgidze Moskova'da 'hazır asker' olarak tutuluyor. Rusların, kullanmaya başladığı en önemli kart ise şüphesiz Ermeniler. Ahalkalaki bölgesine 'inzibati özerklik' verilmesi için Ermenileri kışkırtan Rus askeri 40 istihbaratı, bu konuda bildiriler hazırlayarak uçaklarla halkın üzerine atmış. Ermeniler de özerklik talebi ile Tiflis'e başvurusunu yapmış. 400 bin Ermeni'nin yaşadığı bölge ile Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan da yakından ilgileniyor. Ermenistan'daki Ermeniler, bu bölgeye şimdiden 'Kuzey Ermenistan' demeye başladılar. Gürcüler bu girişimden yeni bir münakaşa ocağının açılacak olmasından dolayı çok rahatsız. Bakü–Ceyhan hattının bu bölgeden geçecek olması endişeleri daha da artırıyor. Ahıska Türklerinin asıl vatanı olan bölgede aslında pek çok yerleşim yeri boş. 1944'te 350 bin Ahıskalıyı 3 gün içinde vagonlara doldurarak Özbekistan'a sürgün edilmesinden bu yana 56 yıl geçti. Ancak bölgenin dengesi kurulamadı. Şevardnadze, bölgeye 5 bin Ahıska Türkü'nün pasaportlarına Gürcü yazdırmak kaydıyla yerleşmesi için Mart 1998'de bir kararname imzalasa da, Ahıskalılar, kimliklerinden Türk isminin silinmesine razı olmuyor. Ankara'nın bu konudaki girişimleri de bugüne kadar sonuç vermedi. Enerji savaşının görünmeyenleri Gürcistan'da 370 bin civarında da Azeri Türk'ü yaşıyor. Gamsuhirdia döneminde büyük sıkıntı çeken Azerilerin 80 bini 1992–1994 yılları arasında Azerbaycan'a göç etti. Bu oyun Rusların bir taktiğiydi. Enerji hatlarının bölgeden geçmesini istemeyen Moskova, Azeriler ile Gürcülerin arasını bozmak istedi. Şevardnadze ile Azeri lider Haydar Aliyev arasında dostluk ilişkisi kurulduktan sonra sorunlar ortadan kaldırıldı. Göçmenlerin büyük bölümü geri döndü. İki ülke GUUAM birliği çerçevesinde stratejik ilişki kurdu. Şevardnadze ve Aliyev sık sık bir araya geldiler. Yaptıkları resmi ziyaretlerde Sovyet usulü üst düzey karşılama töreni ile krallar gibi ağırlandılar. Rusların Azeri kartı ile oynama şansı ortadan kaldırıldı. Bakü–Supsa ve Bakü–Ceyhan hatları ve Hazar gazının pazarlanması projeleri iki ülkeyi birbirine sımsıkı bağladı, kenetledi. Bakü–Ceyhan hattının yapımı için Gürcistan'da 15 bin kişiye istihdam sağlanacak; yıllık 200 milyon dolar transfer ücretinden gelir elde edilecek. Şu sıralar Gürcistan'ın gaz, petrol ve elektrik şebekeleri üzerinde yabancı ülkeler büyük bir rekabet içindeler. Rusların Gazprom ve Lukoil şirketleri, eski gaz hatlarını satın alıp Rusya'nın malı yapmaya çalışıyor. Bu plana karşı BP–Amoco ve ABD'li şirket Chevron kendi projelerini ortaya koydu. Şahdeniz'de bulunan Azeri gazının Türkiye'ye pazarlanması BP–Amoco için Bakü–Ceyhan'dan daha fazla ve daha önce gelir getirecek öncelikli bir proje. Azerbaycan'da gaz hatları hazır olduğu için, Gürcistan'da 269 km'lik yeni bir boru hattı yapımı için çalışmalar sürdürülüyor. Ayrıca mevcut gaz şebekesinin rehabilitesi ve Gürcü elektrik sisteminin uluslararası hatta konnektesi, Rusya'ya bağlılıktan kurtulunması için önemli projeler arasında yer alıyor. Bu arada Chevron, 1934 yılında kapatılan Bakü–Batum petrol boru hattını rehabilite ederek yılda 10 milyon ton petrol nakletmek için çalışmalarına devam ediyor. Özetle, Gürcistan enerji savaşlarının tam ortasında yer alması hasebiyle ateş hattında yer alıyor. Rusya'nın geleneksel karıştırma politikaları Tiflis'i tedirgin ediyor. Ankara ve Washington'un verdiği teminatlar, Gürcistan'ın Ankara Büyükelçisi Tarıyel Lebanidze'nin deyimiyle "Tiflis'i çok rahatlattı." Ancak mücadele daha bitmedi, yeni başlıyor. İçinde bulundukları ekonomik kriz nedeniyle Sovyet dönemine nostaljik bir özlem duyan Gürcü halkı, Türkiye'ye çok güveniyor. Umdukları yerden bekledikleri desteği bulamamaları halinde rotanın Moskova'ya çevrilmesi kaçınılmaz gözüküyor. Komşu soydaşlarýmýz mültecilerimizi unutmadı Abhazya'dan gelen Gürcü mültecilerine Türkiye'deki Gürcülerden soydaş yardımı Türkiye'de yaşayan Gürcüler, Abhazya'dan gelen 300 bin mültecinin dertlerine bir nebze olsun deva olabilmek için insani yardım getirdi. 26 kiþilik kafile ile ülkemize turistik bir gezi düzenleyen Eduard Şvardnadze Türkiye–Gürcistan Dostluk ve Dayanışma Vakfı Yönetim Kurulu üyeleri, zor şartlar altında yaşayan mültecileri unutmadı. Kobuliti, Batum, Poti, 41 Kutaisi, Bakaroni, Borjomi, Gori, Mestheka,Telavi ve Tiflis'in tarihi ve turistik mekanlarını geçen heyete, Tiflis Opera ve Balet Devlet Tiyatrosu'nda Müzik resitalı sunuldu. Ögrencilerden oluşan Gürcü folklor ekipleri heyete neşeli anlar yaşattı. Özellikle kılıç kalkan oyunu büyük beğeni topladı. Konuklar, Gürcü musiki ve folkloruna hayran kaldılar. Yardımı getiren Ulusoy Turizme ait Türk otobüsünden giyecek ve yiyecek oluşan malzemeler ilk önce bir kamyona boşaltıldı. Yardımı teslim töreninde konuşan Eduard Şvardnadze Türkiye–Gürcistan Dostluk ve Dayanışma Vakfı Genel Müdürü Mevlüt Artvinli, Türkiye'deki tüm Gürcü vatandaşlarını zor şartlar altında yaşayan 300 bin Gürcü mülteciye yardım etmeye çağırdı. Dost ülke Gürcistan'a yapılan yardımların iki ülke arasında köprüler kurduğuna dikkat çeken Artvinli, "Gürcistan Cumhurbaşkanı Eduard Şvardnadze'nin eşi Nanuli Şvardnadze'nin başında bulunduğu Gürcü Kadınları Dünya İçin Vakfı hayırlı çalışmalar yapıyor. Getirdiğimiz yardımı muhtaç olanlara dağıtmaları için bu vakfa teslim ediyoruz. Bu yardımları veren İnegöl Belediye Başkanı Hikmet Şahin ve Magari Tekstil sahibi Adem Zengin'e teşekkür ediyorum." dedi. Artvinli, İnegöl Belediye Başkaný Hikmet Şahin'in Gürcistan Cumhurbaşkanı Eduard Şvardnadze'ye gönderdiği mektubu da teslim etti. Yapılan yardımı ve mektubu, Gürcü Kadınları Dünya İçin Vakfı Başkan Yardımcısı Maya Kvezereli teslim aldı. Kvezereli, teslimat töreninde yaptığı konuşmada, yardım gönderen belediye başkanı ve hayırsever iş adamına teşekkür etti. Kvezereli, "Vakfımız Nanuli Şvardnadze tarafından 1992'de kuruldu. Yoksullara, ruhi ve fiziki eksikliği olan çocuklara ve yardıma muhtaç insanlara yardım ediyoruz. Türkiye'den bugüne kadar çok yardımlar aldık. İnegöl belediye başkanı Hikmet Şahin ve Magori Tekstil sahibi Adem Zengin'e de teþekkür ederiz. " dedi. Getirilen yardımın tabii ki tüm mültecilere yetmeyeceğini dile getiren Kvezereli, şöyle konuştu: "Bizde ihtiyacı olanların listesi var. Şu anda herkes tatilde olduğu için yardımları Eylül ayından itibaren dağıtmaya başlayacağız. Aileleri seçeceğiz, sonra çağırıp yardımı teslim edeceğiz." Kamyona yüklenen yardım malzemeleri daha sonra Vakfın deposuna götürüldü ve sayılarak teslim edildi. 42 Drakula diyarı Romanya 1 Temmuz 2000 Bizler ilkokul yıllarından itibaren "Orada bir köy var uzakta, gitmesekte gelmesekte o köy bizim köyümüzdür" nakaratını tekrar ederek gidip geldik okullarımıza. Biraz daha büyüdüğümüzde, ortaokul ve lise yıllarında, "Çırpınırdı Karadeniz"in ağıt gibi hüzün yüklü mısraları dillerimizi ve gönüllerimizi süsledi. Üniversite yıllarında ise "Vatan ne Türkiye'dir Türklere ne Türkistan/ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan" sözlerinin muhtevasını derinlemesine anlamaya çalışırken, milletler arenasında kamil manasıyla varolabilmek mücadelesinin yanında, sözü dinlenir bir güç olabilmek için gerekli mücadeleyi ve bu mücadelenin unsurlarının neler olabileceğini düşünmeye başladık... Milleti millet yapan unsurları, milli benliğimizi kazanmaya başladığımız doğumumuzdan itibaren öğrendik, yaşadık; öğretmeye ve yaşatmaya çalıştık. Dil, din ve ırk birliği... Ya da Gaspıralı İsmail'in o eşsiz veciz deyişiyle, "Dilde, fikirde, işte birlik"... Savaşlar, sürgünler, göçler, afetler Türk'ü başka başka coğrafyalarda yaşama zorunluluğuna itmiş, mekan farklılıkları, zalim yönetimlerin baskıları ve zamanın da menfi tesiriyle, kökü aynı dalları birbirine yabancılaştırma gayreti sahnelenmişti yıllardır. Ancak Allah'a sonsuz hamd olsun ki, bu alçakça gayretlerin çoğunun boşa gittiğini yaptığımız gezilerin hemen hepsinde yerinde müşahede ettik. Türk insanı, dilini, dinini koruduğu gibi Türklüğünü de unutmamıştı. Unutmayan Türkler... Türklüklerini unutmayanlar... Türklükleri unutturalamayanlar... Ve hep Müslüman-Türk kalacaklar... Onlara dünyanın dört bir tarafında rastılıyoruz... "Unutmayanları unutmak bize yakışmaz" düstürundan hareketle onları bir kez daha güçlü şekilde hatırlamaya çağırıyoruz... Bu unutma/unutmama ve hatırlama gayretinde yolumuz bu kez Romanya'ya düştü. Ve orada karşılaştıklarımızın, yaşadıklarımızın, bizleri olduğu kadar okuyunca sizleri de şaşırtacağından eminiz... Çünkü "Muhalif" adına yaptığımız gezi/araştırmada birçok ilke imza atmanın gururunu yaşıyoruz... Romanya gerçeğini ve Romanya'daki soydaşlarımızı merak mı ediyorsunuz?.. İşte her yönüyle Romanya... Kısa tarihçe Romenler de Türkler gibi uluslarını dişi bir kurtdan süt emen iki kahramanın kurtardığına inanıyor. Bir nevi Romen Türeyiş destanı diyebileceğimiz bu olayı yansıtan izler ve arkeolojik eserler Romenlerin müzelerini süslüyor. M.Ö'ki tarihlerde yaşanan bu olayda süt emen iki kardeşten biri diğerini öldürerek bugünkü Roma kentini kuruyor. Roma'yı kuran "kurdoğlu"nun ulusu ile yerli halk olan Daclar birbirlerine karışıyorlar. M.S. 1.,2. ve 3. yüzyıllarda Roma imparatorluğunun bir parçası oluyorlar. Dilleri en eski Latince'ye yakın olan Romenler, bu nedenle İtalyanları, Yunanlıları ve Makedonyalıları kendilerine en yakın akraba olarak görüyor. Tarihi aşinalık Romanya beş büyük bölgeden oluşuyor. Bu bölgelerin adlarına hemen hepimizin tarihi bir aşınalığı var: Eflak, Boğdan, Dobruca, Erdel (Transilvenya) ve Moldova.Bu tarihi kulak dolgunluğunun nedeni ise gayet basit. Çünkü bu bölgeler yıllarca Osmanlı çatısı altında kalmış. 43 Demografik ilginçlik Romanya demogragik açıdan ilginç bir ülke. 23 Milyonluk nüfus tam beş yıldır hiç artmamış. Bu da beş yıldır doğum ve ölüm oranlarının paralellik arzettiğini gösterirken, genel nüfusun 5 yıl daha yaşlandığını gösteriyor. Avrupa'nın genel hastalığı olan "ailevi değerlerden yoksunluk" Romanya için de kısmen söz konusu... Genç çiftler için çocuk yapmak "katlanılması gereken ekstra bir külfet" olarak algılanıyor. Azınlık Bakanlığı Ülkede 17 milli azınlık var. Çingeneler milli azınlıktan sayılmıyor ancak 4 milyonluk mevcudiyetle Romenlerden sonra en büyük nüfus payına sahipler. Milli azınlıklar sıralamasında Macarlar 3 milyon ile başı çekerken Türkler 100 bin rakamıyla üçüncü sırada yer alıyorlar. Almanlardan Polonyalılara, Çeklerden Korelilere kadar 17 azınlığı bünyesinde barındıran Romanya her azınlığa ayrı bir statü vermiş ve bir de Milli Azınlık Bakanlığı kurmuş. Her azınlık bir milletvekili çakırma hakkına sahip. Bu nedenle Dobruca bölgesinde yaşayan Türk nüfus Osmanlı bakiyesi Türkler ve Tatarlar diye iki azınlığa ayrılmış. Bu ayrım biraz da göstermelik ve siyasi. Çünkü her azınlık bir milletvekili çıkarma hakkına sahip. Türkler ve Tatarlar ayrımı sayesinde iki milletvekili çıkarabiliyorlar. Mezhep Bakanlığı Nüfustaki ilginçlik dinlerin dağılımı konusunda da kendini gösteriyor. Romanya'da adeta mezhepler cenneti. Ülkede 12 Hırıstiyan mezhebi var ve onlara göre hepsi de hak din olarak sayılıyor ve devlet bunları resmi olarak tanıyor. Müslümanlık ve Yahudilik diğer tanınan dinler arasında yer alıyor. Azınlıklar nasıl Azınlık Bakanlığına bağlı ise mezheplerin de tabi olduğu bir Mezhep Bakanlığı mevcut. Müslümanların statüsü 1948'de belirmenmiş,bugünkü kalıba sığmasa bile halen geçerliliğini koruyor. Romanya'da müslümanlar Bulgaristan'a göre şiddetli biçimde asimile edilmeseler de Komünizm'in dinlere düşmanlığı burada da yansımış. Ezanların okunduğu,çanların çalındığı ülkede aslında camiler ve kiliseler birlikte özenle kapatılmış. Allah'ın evlerinde ibadet edecek kimse kalmayınca kapılara kilit vurmak doğal olarak hiçte zor değil. İLK ALPEREN : SARI SALTUK Romanya'ya adımınızı atıp özellikle tarihi bölgeleri gezmeye başladığınız andan itibaren bize tanıdık gelen isimler gülümsemeleri, tarihi eserlerin gözkırpmalarıyla karşılaşıyoruz. Karayoluyla Köstence'ye giderken "Mecdiye" ilçesi Sultan Abdülmecit'in bıraktığı bir hediye olarak göğsümüzü kabartıyor. Her köşesi buram buram Türklük ve Müslümanlık kokan Romanya'da Mecidiye ilçesini Anadolu'nun herhangi bir ilçesinden ayırt edemiyoruz. Öyle ki bu benzerlik bir cuma namazı vakti girdiğimiz camide Türkçe okunan hutbe ile daha da ayırt edilmez bir hal alıyor. Evet, Romanya'da, bir ilçede, bir camiye giriyorsunuz ve bir imam Türkçe hutbe okuyarak ruhlarınıza inşirah saçıyor... Cuma kılmanın hazzını artık varın siz tahmin edin. Mecidiye'den bir saatlik mesafede, Babadağ'da bir başka güzellik kucak açıyor bize. Restarasyonunu geçen yıl 300 bin dolar harcayarak Türkiye'nin tamamladığı Gazi Ali Paşa Cami bir vakar abidesi olarak yükselen minareleriyle "hoşgeldiniz" selamı çakarken, içlerimizde nicedir kıpırdaşan coşkunluk, Tuna Orduları Komutanı Gazi Ali Paşa'nın türbesinde okunan Fatihalarla biraz olsun ferahlıyor. Babadağ'da asırlık unutulmuşluktan sonra vefayla hatırlanmanın hazzını yaşayan bir başka 44 mekan da Balkanlara ilk Müslüman-Türk mührü vuran Sarı Saltuk Baba'nın türbesi oluyor. Sarı Saltuk Osmanlı'dan 100 yıl önce Rumeli topraklarına ilk adımı atan ilk Alperen.1263'de bu topraklara adımını atan Saru Saltuk tıpkı Yunus Emre, Nasreddin Hoca gibi tüm Balkan topraklarında yaşayan müslümanlar tarafından benimsenen ve sahip çıkalan manevi bir dinamik. Öyle ki bir çok yerde mezarı ve türbesi var. Sarı Saltuk'un gerçek mezarı olarak kabul edilen Babadağ kasabasındaki, ıstıratgahı ise oldukça metruk bir halde, bakımsız. Daha düne kadar bir damı bile yokmuş. Romen hükümeti ile anlaşma yapılarak kültürel varlık adı altında restore çalışmalarına yeni başlanacak. Şu an ki halini, Balkanların kapılarını gönül ve kılıç gücüyle bizlere açan zata "hürmetsizlikten" başka bir kelimeyle ifade edemiyoruz. Neyseki geçte olsa gösterilen ihtimam vefasızlığın sona ermesi bakımından sevindirici. Koyuncu Baba Türbenin yerini Koyuncu baba adlı bir piri fani tesbit etmiş. Bir çoban olan Koyuncu Baba, koyunların Saru Saltuk'ın bugün bulunan türbesinin üzerinden geçmediklerini görmüş ve kuşkulanmış. Bir akşam rüyasında Saru Saltuk'u görmüş,ona mezarının yerini göstermiş. Tıpkı Molla Gürani'nin Eyüp Sultan'ın yerini tesbit ettiği gibi. Bu mekanı kazınca Saru Saltuk'un mezar taşını bulmuşlar. Mezar taşı bugünde türbenin kapısında duruyor. Müslümanlar,hatta Hırıstiyanlar taşın önüne gelip mum yaktıkları için maalesef taş kararmaya başlamış. Koyuncu babanın türbesi de hemen Saru Saltuk'un yakınlarında yer alıyor. Saru Saltuk'un bu topraklara gelişi Bizans imparatorunun özel izni ile olmuş. Moğol istilasından sonra yıkılmakta olan son Selçuklu Hükümdarı 2. İzzeddin Keykavus 'un annesi Bizans imparatorunun kızı. Bir nevi dayısı yiğenin ricası üzerine Sarı Saltuk'un kafilesine imkan tanımış. Saru Saltuk, Hacı Bektaş Veli'nin öğrencisi bir Yesevi müridi. Hoca Ahmet Yesevi'nin misyonunu Balkanlara taşıyan Saru Saltuk, Tatarlara İslamiyeti götüren evliya olarakta anılıyor. Sarı Saltuk'un yaptırdığı cami ve medrese Kosova savaşları sırasında yıkılmış. Tuna Orduları Komutanı Gazi Ali Paşa 1522'de yıkılan medresinin hemen yakınında yeni bir külliye kurmuş. Zebil ve Sarıköyler ile 60 bin dönümlük ormanlık araziyi ölürken miras olarak bu külliyeye vakfetmiş. 1837'de bu külliye genişletilmiş.1900'da bu külliyeye Babadağ'da müslüman ve Türk kalmayınca Mecidiye'ye almışlar.1948'de komünist döneminde kapıtılan külliye Diyanet Vakfı'nın himmetiyle 1996 yılında tekrar açılmış. Mustafa Kemal Lisesi daha ziyade bir imam hatip görünümünde . Türkiye'den 7 öğretmen görev yapıyor, diğer 60 öğretmen yerli. 300 öğrencinin öğrenim gördüğü okulda öğretmenlik ve ilahiyat alanında din eğitimi veriliyor. Ancak Romen hükümeti lise mezunlarına öğretmenlik hattı tanıyan yasayı kaldırmış. Bundan dolayı okul bu yıldan itibaren okul müfredatını değiştirip yüksek okul statüsü almaya hazırlanıyor. LAZ KÖYÜ Kişisel hikayesine biraz sonra değineceğimiz Oflu bir Laz olan Sabit Danış'la tanışmamız, duyduğumuzuda hayretlerimizi gizleyemediğimiz bir bilgiyi öğrenmemize vesile oluyor. Bu bilgi bizi hayrete düşürdüğü kadar, keşfetme aruzumuzu da sonuna kadar körüklüyor. Sabırsızlıka Sabit Bey'den bize rehberlik ederek bilgiyi kaynağında kontrol ve doğrulunuğu teyit etmek istidiğimizi söylüyoruz. Son derece mütavazi ve anlayışlı olan Sabit Bey bizi kırmıyor ve kendi arabasıyla, Köstence'ye çok uzak olanmayan ve meraklarımızı yatıştıracak yere doğru bizi yola çıkarıyor. Mesafe kısa ancak, hedefe bir an önce vasıl olmak heyecanı kısa mesfayi bitip tükenmek bilmez bir hale sokuyor. Neyse ki ileride görünen ve gittikçe belirginleşen bir tabela silüetini işaret eden Sabit Bey'in "işte geldik" sözleri sıkışan meraklarımıza emniyet sübabı gibi geliyor ve geniş bir nefes alıyoruz. Tabelanın yanına 20 metre kala artık üzerindeki yazı bütün netliğiyle gözlerimize hitap ediyor: LAZU... Hazine bulmuş define avcıları gibi tabeladaki Lazu yazısına hayran ve şaşkınlıkla bakarken 45 Sabit Bey'in anlattıklarıyla şaşkınlığımız bu kez yerini bildik bir tebessüme terkediyor. Lazu'nun gerçek ismi LAZ KÖYÜ imiş. Ancak komünizmin baskıcı yönetimi isimler üzerinde işlemiş ve Çavuşesku döneminde Laz Köyü, Lazu olmuş. Laz Köyü'nün hikayesi ise tam fıkralık. Bundan 90 yıl önce bizim lazlar bu sahillere balık avlamak için gelip üç ay veya sezonun verim durumuna görealtı ay kalıyorlarmış. Yerli halk sempatik tavırları sayesinde lazları pek sevmiş, "eşlerinizi de alın gelin buraya yerleşin. Size toprak falan da verelim" demişler. Laz köyüne 60 hane yerleşen Lazlar komünizm döneminde dönmek istemişler. Ama komünistler halklar arasında eşitlik,sosyal adelek olacak diye lazları oyalamışlar. Köyün adını Lazu diye değiştirmişler. Nihayet geçim sıkıntısı nedeniyle kısa bir süre önce Laz köyü dağılmaya başlamış. Hala köyde 5 hane Laz evi var. Gördüklerimizden sonra aramızda şu espriyi yapmaktan kendimizi alamıyoruz: Galiba lazın gitmediği hiçbir yer yok. ANADOLU KAPLANLARI TÜRK SINIRLARINI ÇOKTAN AŞTI Sabit Danış aslen Trabzon, Of'lu... Yaşı 37 olan Sabit Danış tabiri yerinde ise feleğin çemberinden yaşından fazla, 40 takla atarak geçmiş... Aç kalmış, açık kalmış ama hiçbir zaman umudundan birşeyler yitirmemiş. Çalışmış, çabalamış ve başarıyı yakalamış. Ara alıp satarken, yurtdışına ufak tefek mal pazarlamış önceleri. Daha sonra işlerini büyütmüş. 17 yıllık Romanya macerası halen devam ediyor; ama artık ilk çıkış noktasından fersah fersah yüksekte Sabit Bey. İş mekanı Köstence Sabit Bey'in. Ancak Romanya'nın tamamında tanınan, sözü dinlenen biri. Köstence İşadamları Birliği'ni kuran ve Başkanlığını yürüten Sabit Danış, son olararak bir milyon dolara 350 yataklı bir otel yatırımında bulunmuş. Harabe halinde özelleştirme ihalesinden aldığı otel oldukça geniş bir alana kurulu ve şu an ki değeri on milyon dolar. Karadeniz'in kıyısında. Ne var ki fiziki mekanın müsaitliğine rağmen dev tesis bakımsızlık ve ihmal yüzünden çürümüş, her yeri dökülüyor. İhaleyi kazanmanın yetmediğini söyleyen Sabit Bey, oteli adam edip hizmete açabilmek için asıl önemli işin bundan sonrası olduğunu belirtiyor. Sabit Danış diğer iş atılımlarını da şöyle anlatıyor: "Köstence tren istasyonunda 41 işyeri olan bir ticaret merkezi kuruyorum. Ayrıca iki fırın, üç lokanta ve oto alım satım işini yürütüyorum. Romanya geleceğin AB ülkesi,çok önemli bir pazar. İş adamlarımıza her türlü yardımı ücretsiz yardımı yapmaya hazırız. Özelleştirme pastasından Türk iş adamları önemli paylar alabilir. Ancak kendi başlarına haraket edenler Romen çetelerin eline düşüyor. " Danış, Sümerbank'ın patronu Ömer Hayyam Garipoğlu'nun Akmaya şirketi ile 740 milyon dolara satın almaya talip olduğu, ancak geri çekildiği Romanya'nın ve Avrupa'nın en büyük petrol rafinerisini satın almak için girişimde bulunmuş. Köstence'ye Türkiye'den kim gelirse gelsin yardımcı olmaya çalışıyor. PKK'nın çingene tuzağı ve Türk müteşebbislerine uyarı Romanya'ya giden zengin Türk iş adamlarını daha önce kaldıkları otellerle anlaşmalı biçimde takip ederek soyan PKK-Romen-Çingene çetesi, taktik değiştirerek Türk iş adamlarını ülkeye davet edip rehin alarak fidye istemeye başlamış. Romanya'daki 100 bine yakın Türk'ün ve Çingenelerin çoğunlukta yaşadığı Dobruca bölgesindeki liman kenti Köstence'de kısa bir süre önce rehin skandalı yaşandığını öğreniyoruz. Köstence'de geçtiğimiz yıl Türk iş adamlarını koordine ederek Köstence Türk İş adamları Birliği'ni kuran cemiyetin başkanı Sabit Danış, Türk büyükelçiliği, Köstence başkonsolosluğu ve iş adamları birliğine başvuruda bulunup bilgi almadan Türk iş adamlarının Romanya'ya gelmemesi konusunda uyarıyor. Danış, " Turizmci kimliğiyle güney sahillerinin turistik otellerini dolaşan mafya üyeleri Türk iş adamlarını Romen turist getirecekleri vaadiyle aldatarak ayrıntıları görüşmek için ülkesine davet ediyor. Bu yeni bir metod. Geçtiğimiz günlerde Marmaris'teki bir otel sahibini 46 Köstence'ye getirdiler. Rehin alarak fidye istediler. İş adamımız söyledikleri hesaba 30 bin dolar yatırarak canını kurtardı. Bu olay ferdi değil. Bu olayın hemen ardından iki olay daha yaşandı. Polis suçluları bulamıyor. " diye tehlikeye dikkat çekiyor. AIDS tehdidi ve Nataşa uyarısı Köstence İşadamlarından tüyler ürpertici bir gerçeği daha öğrendik. Geçtiğimiz haftalarda Köstence Devlet Hastanesi'nin Başhekimi 300 bin nüfuslu kentde kayıtlı 2000 AIDS hastası olduğunu açıklamış. Bu rakamın en az iki katı olduğu sanılıyor. Romanya genelinde de rakam büyük. İngilizler bu nedenle Avrupa'da Romanya'yı AIDS konusunda en tehlikeli ülke ilan etmiş. Aldığımız bilgilere göre İngilizler biri Köstence'de olmak üzere ülkede 4 AIDS hastanesi kurmaya hazırlanıyorlar. Doğu bloku çözülmeden önce 1985'de Romanya'ya gelen Danış, AIDS hastalağının 1991 sonrası artış gösterdiğini, Romen hayat kadınlarının hastalığı Türkiye'ye de yaydığını ifade ediyor.. ZULMÜN SOMUT BELGESİ: MODERN PİRAMİD Romanya'yı 1965-1989 arasında demir yumruğu ile yöneten Çavuşeşcu adeta 20. yüzyılda yaşamış bir firavun gibi. Firavunlar piramid yaptırdığı gibi Çavuşesku da modern bir piramid yaptırmış. Romence adıyla Casa Poporului, Türkçesi bir tezat numunesi olarak "halk evi". Adı "halk evi" ancak halk sarayın yakınına dahi yaklaştırılmamış. Komünist parti üyeleri için sarayın etrafında lüks konutlar yaptırılmış ama onlar da Doğu Blokunun çöküşüyle bu mekanlarda oturamamışlar. Evet zulum payidar olmadığı gibi dünya da zalimlere yar olmuyor. Tam 14 yılda 17 bin işçiyi 24 saat çalıştırarak 6000 odalı bu sarayı başkent Bükreş'in ortasına konduran Çavuşescu, sarayın 20 kat altında dev sığanaklar inşa ettirmiş. Ayrıca sarayın altından şehri dolaşan gizli geçitler mevcut. 3 milyar dolar bu saraş için harcanmış ama Çavuşescu'ya bu sarayda oturmak nasip olmamış. Kendi halkı tarafından kurşuna dizilen belkide ilk devlet başkanı olan Çavuşescu ile firavunlar arasında benzerlik kurmamızın tek nedeni bu modern piramid değil. Piramidin projesini yapan mimarları ve işçileri firavunlar gibi Çavuşescu'da değişik metodlarla öldürtmüş. Bunlardan biri de Neceddin Demirbec. Oğlu Erdin Dmeirbec babasının esrarengiz ölümünü şöyle anlatıyor : " Babam bu sarayın yapımında çalıştı. İşi bittikten üç ay sonra 1987'de şüpheli biçimde öldü. Hastaneye kaldırdık, antibiyotik zehirlenmesi dediler. Oysa babam ilaç almamıştı. Daha sonra öğrendik ki, inşaatda çalışanların çoğunluğunun sonu böyle olmuş. İşçilere radyoaktif madde vererek kısa sürede ölmeleri sağlanmış. Sessiz ölüm. " Projenin 100 mimarının ölümü daha ilginç. Hepsi arka arkaya şüpheli biçimde ölünce halk durumu anlamış. Mimarları öldürmek için zehirli iğne kullanılmış. Bu mimarların hiçbiri diğer mimar arkadaşının projesini bilmiyormuş. Çavuşescu, bütünün parçalarını tek bilen isimmiş. Bu nedenle hala 20 kat yerin altında neler var, kimse bilmiyor. Çavuşescu ve eşinin ölümü de hayli ilginç. Özgürlük meydanında halka yine maaşlarınızı yükselteceğim diye yalan söylerken halk birden daha fazla sabredemiyor ve ayaklanıyor. Helikopterle Çavuşescu ve eşini kaçıran pilot korkuyor,havada vururlar diye başkanı bir tarlaya indiriyor. Bir taksi ile Braşov'daki Peleş adlı sarayına gitmek isteyen Çavuşescu bu sarayın girişinde öldürülmek için bekleniyor ve kurşuna diziliyor. Peleş sarayında Kraliçe Elizabeth tarafından yaptırılan bir Türk salonu var. 1866 yapımına başlanan saray 1876'da tamamlanmış. Türk salonu ise 1905'de dekore edilmiş. Romanya'nın kayak merkezi olan Peleş sarayının çevresi doyum olmaz yeşilliği ile tam bir cennet. Karpatların eteklerinde bir çok oteller mevcut. Burada misafiri olduğumuz Romanya'nın İstihbarat Teşkilatı Eski Başkanı merhum Bohçet Michay'ın evinde Romen aile tarafından çok sıcak karşılanıyoruz. 47 BENZİN TARLASI Toprağın altından ne çıkarılır ? Patates, soğan, havuç veya su ya da biraz derine inerseniz belki petrol. Romanya'nın Köstence kenti yakınlarındaki Kestalu köyünden geçerken, tarlara dağılmış insanların hummalı bir faaliyet içinde toprakta birşeyler çıkardıklarını gördük. Ellerinde kalın ipler, iplein ucunda farklı renk ve ebatta kovalar, bunları biteviye toprağa sallıyorlar ve sonra ritmik hareketlerle çekiyorlar. Merak ettik sorduk: "ne çıkarıyorlar" diye. Aldığımız cevapla şaşkınlığımız ve hayretimizi gizleyemeyerek "olmaz böyle şey" demekten kendimizi alamadık. Köylüler toprağın altından benzin çıkarıyorlardı. Evet, evet bildiğimiz benzin. Topraktan suyla birlikte çıkarıyorlar, yoğunluk farkı nedeniyle su alta, benzin üsste kalarak kendiliğinden ayrışıyor; üstteki benzini başka bir kaba aktarıyorlar ve benzin kullanıma hazır. Evet olmaz böyle şey! demeyin oluyor. Tarladan benzin çıkıyor. Peki bu işin sırrı ne?.. İşte bu işin sırrı... .3 yıl önce tarlalarına ektikleri ürünün kuruması üzerine şüphelenen köylüler 5 metre derinliğinde kuyu kazınca tarlanın altında bir benzin gölü oluştuğunu tesbit etmişler. Yerin altından ham petrol değilde işlenmiş benzin çıkması üzerine köylüler yaz-kış, gecegündüz benzini çıkartarak piyasa fiyatını yarısına satmaya başlamışlar. Kestalu köylülerinden Elenar-Viktor Mihailoviç çifti, ailece 24 saat benzin çıkartarak 3 yıldır geçimlerini buradan karşıladıklarını söylüyor. Viktor Mihailoviç, " 300 km ötede Ployeşt rafinerisinden gelen işlenmiş benzin Köstence'deki limandaki borularla gidiyor. Bunlar en az 70 yıllık borular. Çürümüşler.Değiştirmeye devletin gücü yetmiyor. Tarlamızdaki mahsulü kurutan benzini çıkartarak kurtulmaya çalışıyoruz. Ama yine doluyor. Tam üç yıldır benzin çıkartmaya tüm köylüler sürdürüyor. Yeraltı su artezyenlerine yakın olduğu için su ile benzin beraber çıkıyor. Su hafif,benzin ağır olduğu için ayrıştırmak kolay oluyor. " diye konuşuyor. Bir kişinin günde 20 litre benzin çıkartığını,aile olarak aylık kazançlarının 1000 doları bulduğunu ifade eden Mihailoviç, " Polis, jandarma ve özel tim bize engel olmaya çalıştı. tarlada yüzlerce delik açtık. Nöbetçi koydular,bizi durduramadılar. Ülkede ortalama maaşlar 80 dolar,ama benzin satışından iyi para kazanıyoruz. " diye durumlarını anlatıyor. Boru hattı tamirini bir kaç kez yapmalarına karşın devletin dikiş tutturamamış. Son çare olarak üç ay önce benzin pompalamayı durdurmuşlar. Anlaşcağınız taşı toprağı sıkıp benzin çıkartan Romen köylülerin bu altın yumurtlayan tavuğu artık kesiliyor. PKK ÜSSÜNE DARBE PKK, Balkan üssü olan Romanya'da örgüt elebaşları Abdullah Öcalan'ın yakalanmasının ardından çözülme sürecine girmiş. İçişleri Bakanı Saadettin Tantan'ın Romanya İçişleri Bakanı Dudu İonescu ile geçtiğimiz günlerde yaptığı PKK zirvesinin ardından güvenlik anlaşması imzalamasından sonra ülkeye giriş çıkışlarda PKK denetimi sıkılaştırılmış. Ancak PKK zirvesinden hemen sonra PKK'nın Bükreş'teki bürosunun yerini değiştirerek yeni bürosuna taşınmış.Örgütün Romanya'daki iletişim dergisi olan Mezopotamya ise bölgelerdeki bürolarına kepenk vurmuş gözüküyor. Türkiye'nin Köstence Başkonsolosu Hayati Soysal, PKK'nın faaliyetlerinin Türklerin yaşadığı Dobruca bölgesinde sistemli ve organize çalışma ile tamamen bitirildiğini söylüyor. PKK'nın Türk vatandaşlarını sahipsiz görerek haraç alma sistemi kurduğunu anlatan Soysal, " PKK militanı haraç alırken önceden numaraları alınmış bankotlarla suçüstü yaptırdık. Birkaç kez bunu tekrarladık. Bundan sonra PKK çekinmeye başladı,büyük bir etki meydana getirdi. " diyor. Bükreş ve çevresinde PKK sempatizanlarının lokanta ve hastane işletmelerinin olduğunun bilindiğine işaret eden Soysal, Mezopotamya adlı dergilerinin Köstence şubesinin kapandığını, Öcalan'ın yakalanmasından sonra PKK'nın dağılma sürecine girdiğini vurguluyor. Köstence'de bulunan Türk iş adamlarını organize ederek Türk İş adamları birliği 48 kurduklarını dile getiren Soysal, " PKK kötü imajı nedeniyle vatandaşlarımızı korkutmuş,bir baskı havası estirmiş. İşadamlarımızın birliği ve vatandaşlarımızın kenetlenmesi ile bu belayı kontrol altına aldık. İş adamlarımız örgütlendi. PKK'ya verilen her paranın Türk askerine kurşun olarak geri döndüğünü anlattık. " şeklinde konuşuyor. Başkonsolos gerçekten görev yaptığı iki yıl içinde yerinde hiç oturmamış. Ondan önceki konsolosları ile Türkler tanımıyor bile. Çünkü duvarlarını aşıp sorunlarla boğuşmamışlar... SAHTE KAHRAMAN : DRACULA Gün ışığını sevmez. Kötülük kadar karanlık. Kan içerek beslenir. Sırtlandan daha vahşi. Benzetmek sırtlana hakaret. Tabutlarda yaşayan: İğrenç bir ölüm kadar soğuk. Ve teferruatına girmeden temel özellikleriyle zulüm ve ürkünçlük abidesi olan bu yaratık aynı zamanda bir asilzade; Kont... Kimden mi söz ediyoruz. Hani şu meşhur Vampir'den, Kont Dracula'dan... Kim bu Dracula, gerçekten var mıydı yoksa bir efsane mi?.. Kaynağı, kökeni ne?.. İşte Romanya gezimiz sırasında Dracula gerçeğini araştırmak için 700 km yol katederek Köstence'den Transilvanya'ya, Dracula'nın toprakları olan Braşov'a, ve onun yaşadığı Bran Şatosu'na gittik. Karşılaştığımız manzara bir gerçeği tescil ediyordu. Dracula veya her kim ise hakikaten zalimmiş. Bu hükmü vermek için Bran Şatosunu uzaktan görmek bile yetiyor. Öte yandan Dracula'nın abartılı bir korku-gerilim kahramanı olduğu hükmü edinmeniz de zor olmuyor. Romenlerin Dracula'yı bir milli kahraman olarak sahiplenmelerine ise inanamıyorsunuz... Gelelim Dracula ile ilgili öğrendiğimiz gerçeklere. Bran şatosu 1377 yılında Baroşov halkı çalıştırılarak bölgenin hakimi Voyvodalar tarafından yaptırılmış. 1395-1427 yılları arasında bu şato'da yaşayan kont Dracula'nın asıl adı Mircai (İhtiyar) Batrin.9 köy kendisine bağlı olan bir derebeyi. Bu Dracula sakin tabiatlı, hırçın biri değil.1413'de köylülere tapu dağıttığı için iyilikleriyle anılıyor. Ancak eşi cani. Genç kalabilmek arzusu ile bakire kızları şatoda keserek kanları ile banyo yapmış. İşte bu cani kadının torunu gerçek Dracula; dede-babalarının ünvanını devam ettirmiş. Filmlere konu olan Kont Dracula Fatih Sultan Mehmet'in Enderun'daki mektepden sınıf arkadaşı olan Vlad Sepec. Osmanlı bölgeye hakim olmaya başladıktan sonra Voyvodaların çocuklarını Enderun'da okutarak derebeylerini kendine bağlı kılmak istemiş. Ancak yinede Balkanlarda Osmanlı akıncılarına kan kusturan güçlerin başında Sırplar ve Kont Dracula geliyor. Osmanlı elçisini dahi kazığa oturtan, halkını katletmekle ün kazanmış diğer namıyla tarihte bilinen şekliyle Kazıklı Voyvoda. Bran şatosu aynı zamanda ülkenin gümrük kapısı. 19. yüzyıla kadar bölgenin vergilerini bu şatoda oturan Voyvodalar toplamış. 1457-1504 yılları arasında hüküm süren Dracula, savaşlardan çok reformları ile tanınıyor. Güya zenginlere karşı fakirleri savunmuş. Türk vev Alman tarih kitapları böyle demiyor. Alman tarihçi Hammer'e göre Romanya'da Dracula'nın da bağlı olduğu en büyük Voyvoda Büyük İstifan, " Ülkemizi başka bir güç idare edecekse bu adil bir idareye sahip Osmanlı olmalıdır " diye Dracula'ya vasiyet ediyor. Dracula'nın idare ettiği köylerden birinin adı sıkı durun Türkeş... Bran Şatosu'nun yanından akan nehrin adı ise Türk çayı. Dracula'nın korku rejimi Şato'yu ve Romanya'yı gezerken ülkeden Osmanlı ve Türk izlerinin silinme gayretini görüyorsunuz. Romenlerin tarih kitaplarında hiç yenilgi yok. 'Bu topraklar 400 yıl Osmanlı hakimiyetinde nasıl kaldı ? sorumuza aydın kesimden Romenler cevap veremiyor. Ortada bir yanlışlık olduğunu anlıyorlar ama,böylesi işlerine geliyor. Yoksa yeni nesile nasıl milli şuur ve kimlik verebilirler ? Romanya'nın 5 bölgesi 2. Beyazıt döneminde tamamen Osmanlı hakimiyetine girmiş. Romanya'da kimse Dracula'nın nasıl öldüğünü bilmek istemiyor. Bölge 49 halkına kan kusturan Dracula'yı Osmanlı akıncılarının ele geçirip,yargılandıktan sonra halkın huzurunda asıldığını,kellesinin diyar diyar dolaştırıldığını bir türlü kabullenememişler. Onun yerine ' o ölmede,ölemez ki ' filmlerini seyretmeyi tercih ediyorlar. Neyse tekrar dönelik Şatoya. Şato'ya daha sonraki yıllar 25 kent bağlanmış.1498'de Braşov kentinin kurulmasından sonra 1651'e kadar Şato bu kentin yönetimine dahil edilmiş.1848-1849'de derebeylerin hakimiyetine son verilip köylülerin artık onlara bağlı olmadağı ilan edilince şato önemini kaybetmiş.1 Aralık 1920'da bu Şato 1866'da kurulan Romen Krallığına verilmiş. Kraliçe Elizabeth şatoyu gezerken o tarihe kadar kimsenin fark edemediği bir keşifte bulunmuş. Şato'da gizli bir geçit var,ikinci kat ile üçüncü katı birleştiriyor. Bu ayrıntının şu önemi var. Kont Dracula,malum hayalet hikayeleri ile halkı bu geçik sayesinde aldatmış. İkinci ve üçüncü katlarda ayrı toplantılar yapan Dracula iki toplantıyı da idare ederek hayalet olduğunu isbatlamış. Kont Dracula'nın diğer taktiği ise 10 km uzaklıktaki diğer şatosu Risnov'a bir benzerini koyması. Böylece halk Dracula'nın gerçekten uçtuğuna inanmış. Şato'da insanı ürküten figürlerin bulunması Dracula'nın büyük oyununu perdeliyor. Şato,1956 yılında komünist yönetim tarafından müze haline getirilmiş. Romenler Dracula'yı yaşadığı dönemde tüm suçluları kazığa oturtup ülkede istikrarı sağladığı için kahraman diyor. Öyleki, çeşme başlarındaki altın kupaları bile halk çalmaya korkar hale gelmiş. Yani bir korku rejimi kurmuş Dracula. Bran şatosunun etrafı Dracula sembolünü işleyen hediyelik eşyalar satanlarla dolu. Dracula ülkeye büyük gelir getiren bir turizm aksesuarı. Ülkede Dracula adına gazete bile var. Yakın günlerde Yolsuzluğa karşı mücadele derneği kurulmuş.Derneğin amblemi ve ilham kaynağı Dracula. Bran şatosunun yer aldığı kasabanın bugünkü nüfusu 100 bin civarında. 80 km ötede Bistrison adlı başka bir Dracula şatosu daha var. Dracula'nın hatıra defterini imzalarken Romenlere kendilerine kötü değil iyi huylu kahramanlar bulmalarını tavsiye ediyoruz. Zaten Dracula'yı kan içen vampir sıfatı ile sinemacıların gündemine sokan Romenler değil İngilizler. Bir İngiliz yazarın romanından esinlenen beyaz perde üstadları çektikleri yüzlerce versiyon Dracula filminde tarihi gerçeklerden oldukça uzakta seyrediyorlar. Dracula'nın veya nam-ı diğer Kazıklı Voyvoda'nın bizdeki kaynaklarda geçen serüveni ise kısaca şöyle: Yildırın Beyazıt zamanında vergiye bağlanan Eflâk Prensliği'nin başına Fatih Sultan Mehmet tarafından Vlad (Kazıklı Voyvoda) getirilmişti (1456). Osmanlılara bağlı görünen Vlad aslında gizliden gizliye düşmanlık ediyordu Vlad'ın Fatih'in elçilerini kazığıa oturtarak öldürmesi üzerine 1462 yılında Fatih, Eflâk'a bir sefer düzenledi. Boğdan'dan da yardım alan Osmanlı kuvvetleri Voyvodayı uzun süre takip etti. Neticede, sığındığı Macarların, Osmanlılarla yaptığı anlaşma üzerine Vlad'ı esir etmeleri ile mesele çözüldü. Fatih voyvodalığa Radul'u getirdi ve Eflâk bir Osmanlı eyaleti hâline geldi. 1455'ten itibaren Osmanlı Hâkimiyetini tanıyan Boğdan Prensliği'nin Kefe'nin fethinden sonra izlediği düşmanca siyaset üzerine Osmanlı kuvvetleri 1476'da Boğdan'a girdi. Fatih'in bizzat başında olduğu Osmanlı kuvvetleri Boğdan ordusunu büyük bir bozguna ugrattı. Böylece Boğdan da yeniden Osmanlı hâkimiyetini tanımış oluyordu. Özetle, Kazıklı Voyvoda kötü şöhretini ve batı tarafından milli kahraman ilan edilme özelliğini sırf bir kaç Osmanlı elçisini haince öldürmesine borçlu... Bu gerçeklerden sonra Dracula’dan ve vampirden korkanlar, boş yere ürktükleri için hayıflanabilirler. Romanya, Transilvenya deyince akla hemen vampir masallarının meşhur kahramanı Dracula geliyor. Romenler de Türkler gibi uluslarını dişi bir kurtdan süt emen iki kahramanın kurtardığına inanıyor. Bu olayı yansıtan taş figür müzelerini süslüyor. M.Ö yaşanan bu olayda süt emen iki kardeşten biri diğerini öldürerek bugünkü Roma kentini kuruyor. Roma'yı kuran bu kurdoğlu'nun ulusu ile yerli halk olan Daçlar birbirlerine karışıyorlar. M.S. 1., 2. ve 3. 50 yüzyıllarda Roma imparatorluğunun bir parçası oluyorlar. Dilleri en eski Latince'ye yakın olan Romenler, bu nedenle İtalyanları, Yunanlıları ve Makedonyalıları kendilerine en yakın akraba olarak görüyor. Romanya, Eflak, Boğdan, Erdel (Transilvenya) Moldova adlı 5 coğrafi bölgeden oluşuyor. 23 milyonluk nüfusu tam 15 yıldır hiç artmamış.Yaşlı nüfus tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi hızla artış gösterirken, kadınlar çocuk yapmamakta direniyor. Ülkede 17 azınlık var. 3 milyon Macar ve 4 milyon Çingene iki büyük azınlık. Almanlardan, Polanyalı, Çeklere, Korelilere kadar her azınlık ayrı bir statüye sahip. .Milli Azınlık Bakanlığı kurulmuş. Her azınlık bir milletvekili çıkarma hakkına sahip. Bu nedenle Dobruca bölgesinde yaşayan Türk nüfus Osmanlı kalıntısı Türkler ve Tatarlar diye iki azınlığa ayrılmış, böylece iki milletvekili çıkartıyorlar. Ülkede 12 Hıristiyan mezhep onlara göre hak din olarak sayılıyor. Müslümanlık ve Yahudilik diğer tanınan dinler arasında yer alıyor. Bunların tabi olduğu bir Mezhep Bakanlığı mevcut. Müslümanların statüsü 1948'de belirlenmiş, bugünkü kalıba sığmasada halen geçerliliğini koruyor. Romanya'da müslümanlar Bulgaristan'a göre şiddetli biçimde asimile edilmeselerde, Komünizm'in dinlere düşmanlığı bu ülkeye de yansımış. Ezanların okunduğu, çanların çalındığı ülkede aslında camiler ve kiliseler birlikte özenle kapatılmış. Allah'ın evlerinde ibadet edecek kimse kalmayınca kendiliğinden kapılarına kilit vurmuşlar. 51 Volga'nın dev Türk ülkesi : Tataristan 22 Ekim 1999 1740 km'lik yolu göze alıp Kazan–Astrahan vapurlarına binerseniz Hazar'a çıkıyorsunuz. İdil'in diğer bir kolu olan Çulman nehri, Orta İdil bölgesini Ural dağları ve Batı Sibirya'ya bağlıyor. Sibirya'ya ve Orta Asya'ya ulaşım yolları üzerinde bulunması ve yaz aylarında kurulan panayırlar Kazan'ın ticari önemini artırıyor. Volga boyunun dev Türk ülkesi Tataristan 450 yıldır boyunduruk altında olmasına rağmen zengin Türk kültürünü yaşatıyor. Ruslarla uzun süre birlikte yaşamak onları çok sabırlı yapmış. Olaylara, bağımsızlık düşüncesine Kafkaslılar gibi duyguları ve heyecanları ile değil, temkinli yaklaşmayı tercih ediyor, geleceğe umutla bakıyorlar. 1917'de Bolşeviklerin beyannamesinde yer alan ' halklar kendi kaderini belirleyebilir ' ilkesinden Tatarlar ancak 1990'da yararlanabildi. Daha önce 1920'de kendilerine lütfen verilen ' yetkisiz özerklik'ten federal cumhuriyet statüsüne yükselen Tataristan bugün Rusya'da en geniş haklara sahip tek cumhuriyet. Tataristan'ın statüsü , uluslararası hukukta ' en yüksek statü ' tanımına en iyi uyan bir örnek olarak gösteriliyor. Savunma ve dış politika dışında Kazan yönetimi tamamen bağımsız. Dış ekonomik ilişkilerinde serbest kararlar alabiliyor. Tataristan'ın bugünkü nüfusu 4 milyon civarında. Tatarlar, ülkenin nüfusunun yüzde 55'ini oluşturuyor, geriye kalanların çoğunluğu Ruslar. Oysa Rusya Federasyonu ve Türki cumhuriyetlerde yaşayan Tatar sayısı 6 milyonu buluyor. Sanayi ve kültür şehri Kazan Başkent Kazan İdil–Ural bölgesinin en önemli kültür ve sanayii merkezi. Ruslar belgeleri yok ettikleri için şehrin ne zaman kurulduğu bilinmiyor. Bugün eski Kazan olarak anılan şehir Kazan'ı ikiye bölen Kazanka ırmağının 45 km yukarısında yer alıyor. Daha sonra şehir Kazanka ırmağının İdil'e karıştığı bugünkü yerine taşınmış. 20. yüzyıla girerken Kazan Sovyetlerin en önemli sanayi merkezlerinden biri haline getirilmiş. Ancak nedense metro inşaatı geç başlamış halen de bitirilemedi. Şehir içi ulaşımda tramvayların ağırlığı var. Tramvay sürücülerinin hepsinin kadın olması ilgi çekici. Son yıllarda özel otomobil sayısındaki artış nedeniyle trafik tıkanmaya başlamış; en büyük sorun ise park sorunu. Tataristan'da kadınlar erkeklerden daha fazla çalışıyor. Asfatlama, inşaat ve sıva gibi işlerde kadınların çalışması dikkat çekiyor. Kazan, bugünde sanayiisi gelişmiş bir şehir. Sabun imalatı, dericilik, kürkçülük, ayakkabı yapımı, petrol arıtma, uçak, elektronik ve hassas aygıt yapımı ile kimyasal madde üretimi sektörlerini bir hayli gelişmiş buluyoruz. Kazan'ın en işlek caddesi Bauman'da görülen binbir türlü insan manzaraları Paris'i andırıyor. Cadde ortasında resim yapan, garmafon çalan kadınların yanı sıra kitap satan pek çok tezgah dikkatleri çekiyor. Bir deve ve bir eşeği ile turist taşıyan bir Tatar, Kazan'ın Batı görüntüsünü birden doğu'ya çeviriveriyor. Bu cadde üzerinde tam üç tane Türk dönercisi var. Ancak yaptıkları döner bildiğimiz dönere pek benzemiyor. Antalya ve İstanbul adlı dönercilerin patronlarına bakarsanız Kazan'daki tek rakipleri aynı cadde üzerindeki Mc Donald's dükkanı. Kazan'da üç Türk fırını açan ve günde 6 bin Türk ekmeği satan İdris Arısoy, " Türk ekmeği lüks ekmek olarak tüketiliyor. 6 satış noktamız var. " diyor. Eda şirketinin sahibi Arısoy, birde döner dükkanı açmış; işlerini yavaş yavaş büyütmek istiyor. Çünkü hızlı büyüyenler, zenginleşenler mafyanın eline düşebiliyor. Türk iş adamı her zemine ayak uydurmayı başarıyor. 1804 yılında kurulan ve Rusya'nın sayılı üniversitelerinden olan Tolstoy ve Lenin gibi ünlü isimlerinde eğitim gördüğü Kazan üniversitesi, şehire Rusya içinden ve yabancı ülkelerden 52 çok sayıda öğrenci çekiyor. Kazan Üniversitesinin 1825'de inşa edilen ana binası bir sanat harikası. Devlet müzesi, milli kütüphane, opera binası, kültür merkezi, Tatar tiyatrosu, sirk, Mercani , Apanay, Ercim, Bumay camileri, St. Paul ve St. Peter Katedrali, Gorki Parkı, Stalin döneminde konut olarak yapılmış apartmanlar Kazan'da görülmesi, ziyaret edilmesi gereken yerler arasında yer alıyor. Kenar semtlerde ahşapdan yapılmış evler, 19. yüzyıl mimarisini taşıyan konutlar oldukça nostaljik izlenim veriyor. 300 yıllık binaların bile halen ayakta olması insanı şaşırtıyor. Kazan'ın dışındaki evlerde ve köylerde mutlaka bir ' mança ' Fin hamamı bulunuyor. Volga nehri üzerinde Kazan’da yaptığım tekne gezintisinde.. 20 Ekim 1999. Yeltsin'in burs verdiği Türk öğrenci Tataristan'da Ertuğrul Gazi Öğretim İşletmeleri tarafından açılmış 7 Türk okulu,1992'den beri yetiştirdiği öğrencilerle adını duyurmuş durumda. 1600 öğrencinin okuduğu liselere girmek imtihanla ; yoğun başvuru nedeniyle kabul sınavları üniversite imtihanı gibi geçiyor. Kazan'daki Uluslararası Türk–Tatar Lisesi'nin Müdürü Mehmet Çetin, Rusya'daki bilim olimpiyatlarında birinci olan öğrencilerini Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin ve cumhurbaşkanı Şaymiyev'in kabul etiğini, Yeltsin'in bu öğrencilerine özel burs vererek 53 ödüllendirdiğini söylüyor. 1999'de dünya ekoloji olimpiyatlarında birinci olan öğrencilerininde aynı iltifata mazhar olduğuna değinen Çetin, bugüne kadar 4 mezun verdiklerini, hepsinin üniversitelere girdiğini vurguluyor. İslamiyeti kabul eden ilk Türk devleti İdil–Ural diye adlandırılan bölge bugün Rusya'nın Avrupa kesiminde bulunan eski bir Türk ülkesi. Hunların buralarda 375 yılında görüldüğü biliniyor. Türklerin bu yörede devletleşmesi VII.–VII. asırda Büyük Bulgar Devleti'nin kuruluşu ile başlıyor. İdil–Ural'da bulunan Türki halklar ( Çuvaş–Tatar–Başkurt ) Büyük Bulgarları ortak ataları olarak kabul ediyor. Bölgede 3 Fin–Ugor ( Mari–Mordva–Udmurt ) özerk cumhuriyeti ve 10 idari bölgenin dışında Rus ve Ukraynalılarda yaşıyor. İslamiyeti resmen kabul eden ilk Türk devleti olan Büyük Bulgar devletini kuranlar bugünkü Tatarların ataları. Bulgar belgelerinde, 921'de Halife Muktedir tarafından İdil Bulgarlarına gönderilen elçilik heyetinde İbn Fadlan'ın katip olarak bulunması bu bilgiyi bize ulaştırıyor. Bulgar Hanı Almış halifeye gönderdiği iki namede ülkesinde İslamiyeti yaymak ve cami inşaası için uzmanlar göndermesini rica ediyor. Bu devlet İslamiyeti kabul etmekle Doğu Avrupa'da Türk–İslam kültürünün temsilcisi oluyor. Ancak bu devlet Moğollar tarafından yıkılıyor, en büyük şehir olan Bulgar 1236'da tahrip ediliyor. Büyük Bulgar devletinin resmi din olarak kabul ettiği İslamiyet gerek Altın Orda gerekse Kazan Hanlığı döneminde en görkemli dönemini yaşıyor. 1391'de Timur'un Altın Orda Devleti Hanı Toktamış'ı mağlup edince zayıflayan 1437'de Kazan Hanlığı kuruluyor. Korkunç İvan Grozni 1552'de Kazan'ı işgal ederek Rus hakimiyetini başlatıyor. Şaymiyev örnek lider Sovyetler yıkıldığından beri Tataristan'ın başında bulunan ve 1996'da tekrar seçilen Cumhurbaşkanı Mintemir Şaymiyev'in tüm Rusya müslümanları üzerinde büyük bir etkisi var. Bir yıl önce Moskova Belediye Başkanı,Türk dostu sayılan Yuri Lujkov ve eski başbakan Yevgeni Primakov'la Rusya Anavatan Partisi'ni kuran Şaymiyev, Rusya'da 2000 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde Lujkov'un adaylığını destekleyerek müslüman oyları kanalize edecebilecek güçte görülüyor. Rus politikasında 21 yüzyılda Türk ve müslümanların izi, tozu olacaksa bunda Lujkov– Şaymiyev ittifakının büyük rolü olacağı kesin. Tataristan, Rusya kaos ortamında bocalarken akılcı politikalar izleyerek ekonomisini güçlendiriyor, siyasi polemiklere girmiyor. Ancak Şaymiyev, Kosova ve Çeçenistan olaylarında Rusya müslümanlarının gönlüne göre sesini yükselterek, Moskova'dan bağımsız düşündüğünü sık sık gösteriyor. Tataristan'ın Rusya Federasyon'unda refah düzeyi en yüksek toplum olması dikkat çekiyor. Tataristan Cumhurbaşkanı Mintemir Şaymiyev, Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin'in yakın çevresinin adı karıştığı Rusya'ya açılan dış kredilerin Avrupa ülkeleri 'nin bankalarında açılan şahsi hesaplarda aklanarak yolsuzluk yapıldığı yönündeki iddialara kendisininde adının karıştırılmasını sert bir dille eleştiriyor. Tataristan Petrol Şirketi Tatneft'in Yönetim Kurulu Üyesi olan oğlu Radik Şaymiyev'inde petrol şirketinden zimmetine para geçirdiği şeklindeki suçlamanın iftira niteliği taşıdığını ifade eden Cumhurbaşkanı Şaymiyev, oğlunun suçsuz olduğunu vurguluyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor : " Tatneft'in Rusya'nın bir yıldır içinde bulunduğu ekonomik kriz nedeniyle 900 milyon dolar borcu olduğu doğru. Bu şirkete devlet önceleri çok yardım etti. Şimdi şirket yabancı ülkelere petrol ihraç ederek kendi yağı ile kavrulsun istiyoruz. Tataristan'ın yıllık petrol üretimi 7 milyon tonu düşük kaliteli olmak üzere toplam 25 milyon tondur. Bu miktar şirketin borçlarını ödemesi için yeterli bir rakamdır. " 54 Tataristan'ın sembolü: Kul Şerif Camii Kazan'ın Grozni tarafından alınmasından sonra yıktırılarak yerine kilise yaptırılan Kazan Hanlığı'nın görkemli eserlerinden Kul Şerif Cami, Kazan'ın Kremlin'inde üç yıldır yeniden yapılıyor. Tataristan'ın bağımsızlık mücadelesinin sembolü olan caminin yapımı için tüm Tatarlar seferber olmuş durumda.Tataristan Cumhurbaşkanı Mintemir Şaymiyev'inde 5 milyon Ruble ile bu kampanyaya öncü olmuş. Bu girişimden sonra tüm devlet kurumları ve çalışanları cami için yardımlarını ulaştırmış.Şaymiyev, cami inşaatı ile birlikte halen müze olarak kullanılan Kul Şerif caminin yerine yaptırılmış Vladoveşenskiy kilisesinin restore edilmesine de izin veriyor. Caminin inşaatını üstlenin İlk Umut Şirketi sahibi Ökkeş Geçer, 1992'den beri Rusya'nın 17 şehrinde toplam 600 milyon dolar tutarında 63 tahahhüt işi yapmış örnek bir Türk iş adamı. Cumhurbaşkanı Şaymiyev'in odasına direk girebilen ender insanlardan. Caminin Tataristan'ın sembolü haline geldiğini ifade eden Geçer, evlenen her Tatar çiftinin mutlaka camiye gelerek dua ettiğini söylüyor. Kaba inşaatı için 3 milyon dolar harcanan caminin toplam 6 milyon dolara mal olacağını belirten Geçer, caminin 2001'de tamamlanarak ibadete açılacağını dile getiriyor. Geçer, aynı anda 1000 kişinin ibadet edebileceği caminin Türk, Tatar, Mısır, Osmanlı, Selçuklu, İran mimarisinin izlerini taşıması için özel bir çalışma yapıldığını ifade ediyor. Süyümbike Hatun'un hatırası Caminin ortak müslüman kültürünü yansıtacağını söyleyen Geçer, caminin ilginç öyküsünü şöyle anlatıyor: " Kul Şerif cami İslam aleminin ilk 8 şerefeli camisi idi. Kazan'ı işgal eden Korkunç İvan camiyi yıktırmakla kalmadı, caminin taşlarının Moskova'da Kremlin'in yanındaki büyük kilisenin inşasında kullanılmasını sağladı. Şehir halkını kılıçtan geçiren İvan, Kazan Hanlığı'nın güzelliği dillere destan son kraliçesi Süyümbike Hatunla evlenmek istedi. Buna rıza göstermeyen kraliçe kendini kapatıldığı 7 katlı gözetleme kulesinden atarak intihar etti.Kazan'da bugün de ayakta kalan en görkemli yapıt olan bu kule 4 katlı 53 metre yüksekliğinde, kırmızı tuğlalardan yapılmış. Tatarlar, Süyümbike Hatunu bu cami ile özdeşleştirdi. Cami yerine yaptırılan kilise Sovyet döneminde müze haline getirildi. 1996'nın Ramazanında caminin yapımı için temel atıldı. Ancak Cumhurbaşkanı Şaymiyev proje yükseldikçe yapıyı beğenmedi. Bu nedenle bir çok İslam ülkesindeki camiler incelenerek yeni bir proje çıkartıldı. Kazan valisi Kamil İshakov başkanlığında komisyon oluşturuldu. Türkiye'de Süleymaniye ve Selimiye'yi gezen Tatar heyet bu camileri çok beğendi. Türk mühendis Şükrü Özyıldızcı projeyi hazırladı. Şaymiyev, inşaatın sorumluluğu tarafıma verdi. Ustaları,işçileri Türkiye'den getirdik. Bu cami bizim, Türkiye'nin namusu. Keşke Türkiye'den de bu caminin yapımı için maddi destek sağlanabilse idi." Dinin gerekliliği anlaşıldı İvan Grozni döneminden itibaren Tatarların Hıristiyanlaştırılması için Ortadoks kilisesi ile birlikte Ruslar baskı yapmaya başlıyor. Ülkede Hıristiyan Tatarlar için ayrı bir tanım kullanıyor. Kreşin denilen bu Tatarları, diğer müslüman Tatarlar ' Ruslaştırılmış, özünden uzaklaşmış ' bir topluluk olarak görüyor. Çar döneminde müslümanlara yapılan baskıya rağmen Rusya genelinde müslümanlar 1800'de 1463 eser yayımlatmayı başarmışlar. 2. Katerina'nın müslümanlara yönelik yumuşak politikası sonucu Ufa'da bir dini merkez kurulmasını Başkurtlar olumlu karşılarken, Tatarlar, Rusya Müslümanlarının bölünmesini amaçlayan sinsi bir plan olarak değerlendiriyor. Çünkü daha önce müslümanların dini merkezi Kazan iken bu ağırlık daha sonra Ufa'ya kaydırılmış. Resmi rakamlara göre 1913 yılında Kazan eyaletinde 680 kilise ve manastıra mukabil bin 890 cami mevcutmuş. 1917'de ise 2223 cami ve 3.683 resmi imam bulunuyordu.Komunizm ile 55 birlikte tüm dinlere baskı yapılmaya başlanmış. Ancak yine de Bolşevik idaresinde diğer dinlerin yanında en büyük darbe müslümanlara indiriliyor. Tataristan ve Başkurdustan bölgesinde Sovyetler yıkılmadan önce ayakta kalabilmiş cami sayısı sadece 30 civarında. 1991'den beri ise Tataristan'da yapılan cami sayisi 1000'i geçiyor. Kazan valisi Kamil İshakov başta olmak üzere üst düzey memurlardan zengin iş adamlarına kadar herkes adeta kendi adına bir cami yaptırıyor. Eski kilise ve camiler onarılırken yeni kiliselerin de yapılması dikkat çekiyor. Cumhurbaşkanı Şaymiyev'in ' Dinin gerekliliği anlaşıldı ' sözleri değişimin kilometre taşlarını özetlemeye yetiyor. Petrol zengini fakir ülke Tataristan bugüne kadar iki milyar ton petrolünü Moskova'ya vermiş petrol zengini fakir bir ülke görünümünde. Bu teşbih çıkartılan petrol miktarına göre zenginliğin halkın tüm katmanlarına yayılmadığı için yapılabilir. 1990'da 34 milyon ton petrol çıkartılmasına rağmen bu petrol gelirinin çok az bir bölümü Tataristan'a veriliyor. 1991'de sadece bir milyon ton petrol satılmasına izin verildi. Bu nedenle Tataristan'ın dış borcu sürekli büyüyor. Büyük para kazanması gereken Milli petrol şirketi Tatneft'in tam 900 milyon dolar borcu var. Ülkedeki petrol rafinerelierinde yılda 25 milyon ton petrol işlenenebilir, ancak geliri yine ülkeye değil büyük bölümü Moskova'ya gidiyor. Buna karşın dış ekonomik ilişkilerinde bağımsız bırakılan Tataristan, ABD, Çin, Türkiye, İngiltre, İspanya, İtalya, Yugoslavya, Almanya, Polonya, Hollanda gibi ülkelerle ticari ilişki kuruyor. ABD dış ticaretde ilk sırada yer alıyor. Kazan hava limanını inşa eden telekomünikasyon ve küçük petrol işletmelerine yatırım yapan Fransız şirketleri ikinci sırada bulunuyor. BDT ülkeleri eli ilişkiler oldrukça kopuk. Türkiye ile ilişkiler merhum cumhurbaşkanımız Turgut Özal ve Cumhurbaşkanı Şaymiyev'in karşılıklı ziyaretleri ile başlamış. Tataristan'ın dış ticaretinde Türkiye 5. sırada yer alıyor. Tataristan'ın 2000 yılı dış ticaret hacmi hedefi 60 milyon dolar. TU –154, TU–136 tipi yolcu uçakları üreten uçak fabrikasının Tataristan'da olması büyük bir kazanç. Dış ülkelerle Rusya'nın uçak seferlerinin artması fabrikaya yaramış. Yeni üretilen TU–204–200 tipi yolcu uçağı diğer modellere göre daha konforlu, teknik donanımı iyi ve ekonomik. KAMAZ ekonominin belkemiği Tataristan'da Sovyetlerin ihtiyacını karşılamak için 1976'da yapılan KAMAZ fabrikasından Moskova'nın pay ve vergi alma işlemi halen sürüyor. Yılda 25 bin kamyon satan fabrika bunun iki binini ihraç ediyor. Yedek parça satışından yılda 75 milyon dolar civarında gelir elde ediyor. Ancak satışlar ve üretim eskiye göre yüzde 100 düşmüş durumda. Çünkü yıllık üretimi 150 bin olan fabrika artık pazar bulmakta zorluk çekiyor. ABD'nin KKR İnvestiya adlı şirketi ile fabrikanın 3.5 milyar dolarlık ortaklık anlaşması bulunuyor. Euro–1 ve Euro–2 modelleriyle Avrupa pazarlarını zorlamaya başlayan fabrika, yılda 10 binin üzerinde kamyonu Avrupa'ya satmayı hedefliyor. İhraç projesine paralel olarak 19 yabancı şirkete distribütörlük verilmiş. Daha çok ziraat ve inşaat işlerinde kullanılan KAMAZ kamyonları gerçekten çok dayanıklı üretiliyor. Böyle bir devasa fabrika hiç bir ülke de yok. Moskova ile Kazan yönetimi arasındaki en önemli sorun Moskova'nın borçlarını ödememesi. Tataristan'daki askeri fabrikalardan aldığı 96 milyar Ruble'lik silahların parasını Moskova'nın ödememesi nedeniyle işçilerin maaşları verilemiyor. Bu sorun tüm alanlarda görülüyor. Ülkede bulunan 752 kolhoz, 347 sovhoz kollektif zirai kuruluş ve 666 firma teşkilatında büyük sorunlar yaşanıyor. Ancak Türki cumhuriyetlerde olduğu gibi sistem tamamen dağılmış durumda değil. Tayga denilen Sibirya'nın Kuzey ormanları, ülkenin ekonomisinde önemli bir yere sahip. Tayga ormanları Saba ilçesinden başlıyor. Balta girmemiş bu çam ormanlarında her türlü vahşi hayvan yaşıyor. Yüzyıllardır ormanların tabi dokusu bozulmadan özenle korunmuş. Sanayii de kullanılmak üzere ağaç kesilsede hemen yerine yenisi dikiliyor. Ağaç işçiliği , oymacılık, orman işletmeceği, arıcılık fevkalede gelişmiş durumda. Kontrollü kesilen 56 ağaçlar, ' kereste fabrikasına , kağıt fabrikasına veya mobilya fabrikasına ' gidecekler diye tasnif ediliyor. Tatar köylerinde hayvancılık ve tarım başlıca geçim kaynağı olma özelliğini koruyor. Köylerde son yıllarda başlatılan Tatarca eğitim Tatarların özlerine dönüşlerinde en büyük adım olarak değerlendiriliyor. Tataristan Din İşleri Başkanı Osman İshakov , ' Dini hoşgörüde örneğiz ' Tataristan'da 7'den 77'ye müslüman herkes Eylülden itibaren okullarda, camilerde Kuran öğrenmek için seferber oluyor. Gerçek laikliği Tataristan uyguluyor. Dini hoşgörüde Tataristan müslümanları tüm dünyaya örnektir. Kilise, cami ve havra ülkemizde yanyanadır. Hıristiyan vatandaşlarımızla hiç bir sürtüşme yaşanmamıştır. Devlet, din işleri birbirinden ayrı olsada devlet 1991'den beri mescitlerin yapımında, din öğretiminin yanında ve yardımcısıdır. Tataristan'da dini hizmete verilen imkanlar çoğu Arap ülkesinde bile yok. Devlet dinin gerekli olduğunu anladı. Kim hangi dine inanıyorsa onu serbetçe anlatmasına izin verildi. Cumhurbaşkanımız Mintemir Şaymiyev cami yaptırıyor, zenginler, devlet kurumlarında çalışanlar mescitlere destek veriyor. Din, mezhep, tarikat ayrımı tartışmasının Tataristan'da yaşanmıyor. Türkiye'den din eğitiminde yardımcı olmalarını bekliyoruz. Dini eğitime sadece müftülerin, din adamlarının değil Türkiye'de olduğu gibi herkesin sahip çıkmasını istiyoruz. Fertlerin dine hizmet etmesi açısından Türkiye'yi model seçtik. Ancak Türkiye'de son zamanlarda laiklik adına kopartılan fırtınaya bir anlam veremiyoruz. Dine, dindara bakış açısının soğuması bizleri üzüyor. Din, Hıristiyanlık bile olsa insanı terbiye eder. Son zamanlarda artış gösteren uyuşturucu , içki düşkünlüğü başka türü dizginlenemez. Sovyet döneminde 17 olan cami sayısı Tatar müslümanların gayretleri ile bugün 1000'i aştı. 47 bölgede müftülüğümüzü kurduk, imamları biz, müezzinleri 76 ildeki halk ihtiyar meclisleri atıyor, maaşlarını karşılıyor. Bunun olumlu ve olumsuz yönleri var. Halkın maddi durumu iyi değil, bu nedenle camilerin yapımında devlet kuruluşlarının önemli yardımları oldu. 10 medrese kuruldu, bunlarında 1500 öğrencisi var. Kazan İslam Üniversitesinde Kuran ve Şeriat fakültelerinde 50 öğrenci okuyor. Bu rakam bu yıl 300'e çıkartılacak. Türkiye, Mısır, Ürdün, Suriye'den öğretmenler medreselerimizde çalışıyor.15'i Türkiye'de olmak üzere 40 öğrenci yurt dışındaki üniversitelerde dini eğitim alıyor. Okullara Ahlak ve Din Tarihi adında din dersi konulmasına muvaffak olduk. Özellikle Tatarların yaşadığı köylerdeki okullarda din eğitimi başarıyla yürütülüyor. 57 Kırım Tatarları birleşmek istiyor 24 Eylül 2007, Toronto Sovyetler Birliği döneminde ana yurtlarından sürgün edilen ve son 200 yıldır zoraki göç ettirilen Kırım Tatarları, yurt dışında yaşayan soydaşlarını birbiriyle irtibatlandırmak için harakete geçti. Kırım'da Kardeşlik Derneği'ni kuran, Türkiye'de üniversite eğitimlerini tamamlayıp ana yurtlarına dönmüş Süleyman Mukhamed Ali ve Mustafa Ametov ile Güzel Mujdabayeva, Nariman Baliç ve Giray Bekirov adlı beş genç, Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) Kırım Ofisi'nin projelerini desteklemesiyle Toronto'ya 9-16 Ağustos tarihinde bir gezi düzenledi, İntercontinental Otel'inde bir konferans ve forum gerçekleştirdi. Forumun resmi açılış töreninde, Kırım'dan özel misafirler olarak Kırım Tatar Milli Meclisin Başkanı Mustafa Abdulcemiloğlu, Sovyetler Birligi zamanında Amerika'nın Özgürlük radyosunda uzun yıllar çalışan Kırım Tatar Milli Demokratik Hareketin üyesi Ayşe Seytmuratova ve Kırım Özerk Cumhuriyeti'nin Haberleşme Komitesi'nin başkanı Şevket Memetov katıldılar. Toronto'daki yerel Kırım Tatar Cemiyetin'in başkanı Sedat Nezir, yardımcısı Nasib Gafar ile beraber, New York'daki Kırım Tatar diasporasının yöneticilerinden Yakub Cilen ve Rüstem Borluca hazır olarak bulundular. Forum sırasında Kardeşlik Derneği'nin Kıram Akmescit'deki ofisi ile Toronto arasında canlı bağlantı kuruldu ve forum katılımcıları birbirlerini görme ve duyma imkanına sahip oldular. Kırım Tatarlarının ' Yakup Ağa' olarak nitelendirdiği liderleri Yakub Cilen yaptığı konuşmada, Kırım Tatar halkının kalkınması yolunda eğitim, kültür ve haberleşme gibi sahalarda çeşitli projeler üreten ve gerçekleştirmeye gayret eden bu gençlere her türlü desteği vermeye hazır olduklarını belirtirken, gelecek forumun New York şehirinde düzenlenmesini teklif etti. Forum'da Kanada'ya Kırım'dan, Almanya'dan ve Beyaz Rusya'dan gelen gençler yerli diasporanın temsilcilerine ve Fransa'nın Leon kenti, Moskova, Taşkent ve Akmescit'ten bağlanan diğer gençlere kendi projelerini sundular. İstanbul'da finans eğitimi alan ve Akmescit'de esnaflık yapan Süleyman Mukhamed Ali, projeleri arasında özellikle diasporalarda yaşayan soydaşlarına ana dil olan Kırın Tatarcasının öğretilmesi, diasporalar arasında tek elden haberleşme ağının oluşturulması, genç uzmanların ve üniversite öğrencilerinin yabancı ülkelerde staj programlarına katılımlarını sağlayacaklarını ifade ederken, bunların gerçekleştirilmesinin gençler tarafından üretilen değişik projelere finans kaynaklarının bulunmasına bağlı olduğunu söyledi. Mukhamed Ali, gençlerin bu projeleri diasporanın temsilcileriyle müzakere ettikten sonra onları beraber gerçekleştirmeyi teklif ettiğini dile getirdi. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesini tamamladıktan sonra iki sene önce Akmescit'de Meydan adlı bir radyo yayınına başlayan Mustafa Ametov, forumda sunulan fikir, teklif ve projelerin kısa zamanda ve bir defada gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığına işaret ederek, bunları hayata geçirmek için daha nice forumlar ve bunun gibi etkinlikler düzenlemek gerektiğine dikkat çekti. Dünya'nın çeşitli ülkelerinde yaşayan Kırım Tatarlarını biraraya getirmek için ilk defa birilerinin teşebbüste bulunduğunu hatırlatan Ametov, " Bu nedenle kurulan bağları güçlendirmek için hem zaman hem de büyük gayret sarf etmek zaruridir. Biz gençler olarak kendilerimize güveniyoruz ve başaracağımızdan eminiz. Karşımıza çıkacak çileleri ve zorlukları göğüslemeye hazırız." dedi. Geziye sponsor bulunmasında öncü olan Giray Bekirov, TİKA'nın yolculukla ilgili masraflarının üstlenerek forum projesine destek verdikleri için teşekkür etti. Toronto'da diasporalarına ve konuklara yemek veren Sedat Nezir ve Nasib Gafar'a minnetdarlığını sunan Bekirov, Nil Academy'de kültür ve müzik şöleni gecesi düzenleyerek kardeşliklerini gösteren Kanada Türk Dostluk Vakfı yetkililerine şükranlarını sundu. Kanada Türk Dernekleri Federasyon'undan Mehmet Bor, katıldığı müzik gecesinde kendisininde Kafkas kökenli olduğunu belirtirken, yaptığı Tatarca konuşma ile alkışlandı ve konuklara Nil Academy'nin hediyelerini sundu. Tatarca söylediği şarkılarla geceyi renklendiren Kırım'da Diş Hekimliği 5. sınıfta okuyan Güzel 58 Mujdabayeva, bir hafta süren program boyunca şarkılarını seslendirdi ve yeni çıkan albümünü imzaladı. TRT'de ve Silifke Festivali'nde daha önce şarkı söylediğini ifade eden sanatçı Mujdabayeva, son iki yıldır yaptığı müzik çalışmalarıyla ülkesinde tanınır hale geldiğini, böylesine anlamlı bir gezide ücret almadan müziklerini tanıtmayı amaçladığını söyledi. Öte yandan Nariman Baliç, Friends lokantasında yapılan diaspora yemeğinde akardiyonda ustalığını sergiledi. SÜRGÜN ve GÖÇLER KADERLERİ OLDU Kırım Tatarlarının son 200 yıllık tarihi tamamen zoraki göçler ve sürgünlerle dolu. Kırım Tatarları, Stalin tarafından 1944'de tek bir Kırım Tatarı anavatanında bırakılmayacak şekilde soykırım uygulanarak sürgün edildi. 1967'den itibaren Sovyet içinde fiilen dönüş süreci başladı. Fakat dönen herkes bin türlü zulümle karşılaştı. Herşeye rağmen, 1967'den 80'lerin sonuna kadar yirmi yıllık süre içinde binbir güçlükle, sahte kağıtlarla 10 bin kişi kadar girebildi. Fakat bu sürgündeki halkın çok küçük bir kısmıydı. Sovyetler Birliği'nin dağılma süreci dahilinde, vatana geri dönüş kitleler halinde, dev dalgalar halinde başladı. Gene engellemeler çıktı, zorluklar çıkarıldı, insanlar kapı dışarı edildi ama, artık önünde durulabilecek gibi değildi. Özellikle, 89-90-91 ve 92 yıllarında yüzbinlerce Kırım Tatarı, Kırım'a berbat şartlar altında döndüler. Son on yıllık süreçte yaklaşık 300 bin Kırım Tatarı Kırım'a dönmeyi başardı. Bugünkü durumda Kırım nüfusunun %15'ini bile oluşturmuyorlar. Halen Kırım Tatarları’nın yarısından fazlası halen sürgün yerlerinde yaşıyorlar. Orta Asya Cumhuriyetleri’nde özellikle Özbekistan'da ve Rusya Federasyonu’nun muhtelif yerlerine dağılmış şekilde, kısmen Kuzey Kafkasya'da da, özellikle Krasnodar civarında bulunuyorlar. Ekonomik, sosyal ve idari engeller vatana dönüşün önünde çok büyük engeller olarak duruyor. Aslında en büyük Tatar diaporası, 3 milyonluk bir nüfusla Türkiye'de bulunuyor. Kırım Tatarları için Türkiye'ye göç, özellikle Rus-Türk harplerinin hemen sonrasında bazen arifesinde zoraki gerçekleşmişti. 1783'de Kırım'ın ilhakinden hemen sonra, 1790'larda, 1812'de, 1829'da, hiçbiriyle karşılaştırılamayacak ölçüde büyük olarak 1860-1861'de, 1874'de, 1878'de, 1890'larda, 1903'de, 1918-1922 arasında, ve 1933'de, ve hatta 2. Dünya Harbi’nden sonraki mülteciler de sayılırsa, 1944'de Kırım'dan Türkiye'ye büyük çaplı göçler oldu. Türkiye'deki Kırım Tatar diasporasının aktif iştirakiyle Kırım'a dönen Kırım Tatarlarının bugün durumu nisbeten iyileştirildi. Sadece insani destek olarak değil, siyasi ve sosyal destek olarak Kırım Tatar diasporasının faaliyetleri, aynı zamanda Türkiye'nin de oraya ilgi göstermesine neden oluyor. Bugün için Türkiye'de, Almanya'da, Romanya'da, Bulgaristan'da, Amerika'daki Kırım Tatar diasporasından Kırım'a kitlevi dönüşler beklenmiyor. Kanada'da sadece Kırım Tatarı 50 aile yaşıyor. 59 ALMANYA’DA 7 GÜN 7 ŞEHİR 1 Ekim 2000 Berlin/Ankara Almanya’nın Berlin kentinde Cem Evi’ni 1 Ekim 2000’de ziyaretim, hayatımda yeni bir sayfa açtı. Ankara’ya döndüm ve hemen Almaya maceramı ayzmaya karar verdim. Sabahın ilk saatlerinde bir okurun benle görüşmek istediğini santral operatörümüz Tuncay söylediğinde, 'hemen bağla' dedim. Okurlarla görüşmeye, eleştirilerini, elbette iltifatlarını duymaya bayılırım. Almanya hükümetinin resmi davetlisi olarak gittiğim 'Almanya'da Göç, İltica ve Alman Hukuk Devleti' konulu, bir haftalık Almanya gezimden yeni dönmüştüm, tarih 3 Ekim 2000'i gösteriyordu, saat 9.00 sularıydı. Ahizenin ucundaki ses çok kibardı. Kendisini eski bir MİT mensubu olarak tanıttı ve hayretle sordu: Gerçekten Faruk Arslan ile mi görüşüyorum? ‘Evet’ deyince, 'şaşkınlığımı maruz görün, siz bir ezberi haberinizle bugün bozdunuz, sizi tebrik etmek için aradım.' dedi. Ne yaptığımın farkında bile değildim. Yaşlı bir eski bürokrat olduğu izlenimi veren ses, kendisinin MİT'de yıllarca Alevilerden sorumlu masada çalıştığını, 'Aleviler nasıl altıya sekize böler, birbirine düşürürde öyle yönetiriz' diye politikalar yazdıklarını ve hayata geçirdiklerini dile getirdi. Çalıştığım Zaman gazetesi Sünnileri temsil ettiği için Alevilere düşman olmalıydı, haklarını asla savunmamalı, hep ayrımcılık kokan haberler üretmeliydi. Hep böyle gideceğini öngörmüşlerdi. 'Bunun yanlış olduğunu bilsemde, üstlerimizin verdiği görevleri yerine getirdik ve Alevileri ülkenin başına bela olmasınlar, güçlenmesinler diye böldük' diye öz eleştiri yaptı okurum. Uzun konuştuk, bu haberlere devam etmemi, Türkiye'nin kaderinin bir gün değişeceğini, Alevisiyle Sünnisiyle, Türküyle Kürdüyle, laikiyle antilaikiyle kardeş olduğunu anlayacağı temennisinde bulundu. Bu ayrımcılığı kimlerin planladığını merak ettim ve peşine düşmeye karar verdim. Kamplaşma, kutuplaşma, ayrıştırma, ötekileştirme sona erecek ve ülkemiz yeniden ‘Tek Yürek ve Tek Türkiye’ olacak diye o gün büyük bir neşe ile işe başladım. Peki bu haber gazeteye nasıl girmişti? Alman yetkililer, Berlin gezimiz sırasında, bizi Kilise'den Cem evine dönüştürülen mekana götürmüştü. Berlin'de faaliyet gösteren Anadolu Alevileri Kültür Derneği ve Başkanı Metin Küçük 5 kişiden oluşan gazeteci ekibini çok iyi karşılamıştı. İçlerinde sadece ben röportaj yapmak istedim. Alevilerin Almanya modelini ve Türkiye'nin ihlal ettiği haklarını, mücadelelerini, haksızlıklarını anlatan Küçük, hangi gazeteden olduğumu görüşme sonrası kartvisitlerimizi değiş tokuş yapınca anladı. Birden ayağa fırladı, yüzü değişti, kızardı, bozardı: Ne! Ben şimdi 'dinci', 'Alevi düşmanı' bir gazeteye mi mülakat verdim diye kükredi. Yaftalıyordı. Alman rehberimiz, kendisini zor yatıştırdı. Yüzüme nefretle, düşmanca baktı ve 'çalıştığın gazete bu mülakatı asla yayınlamaz, siz hiç bir zaman bizi savunmadınız, savunmazsınızda' dedi. Önyargılıydı. ‘Bir takım 60 elbisesine bahse girelim mi?’ diye öneride bulundum. Kabul etti. Cem Evi'nden ayrılırken elimi sıkmadı. Haber gazeteye ertesi gün 'Aleviler AB'ye güveniyor' başlığıyla Dış Haberlere yarım sayfa, sayfa manşeti ve 1. sayfadan anonslu fotoğrafımla birlikte girdi. Haberi Almanya'dan göndermiş ve telefonda Dış Haberler Gece Sorumlusu Yakup Şalvarcı'ya girdiğim bahisten bahsetmiştim. Zaman'ın sınırlarını zorlayan bir gazeteciydim, böyle haberleri gazeteye sokmanın en iyi yolu gece servisiydi. Boğaziçi mezunu bir aydın olan ve Zaman'ın misyonunu bilen Yakup, tüm sorumluluğu üzerine alarak haberi girdi. Sağ kesimler, henüz diyalog çalışmalarına başlamamış, Alevi açılımını yapmamıştı. Alevi açılımı artık zaruridir. O günlerde sadece Cumhuriyet gazetesine yakıştığı sanılan bir haberdi. Bugün dahi halen tartışılan Alevi haklarından ve taleplerinden radikal bir biçimde şöyle bahsediyordu: İnanç hürriyeti doğrultusunda eşit ve adil muamele talebi ile uzun soluklu bir eylem planı hazırlayan Aleviler, bugüne kadar verilmediğini savundukları haklarını alabilmek için AB'nin Ankara ile oturacağı pazarlığa güveniyor. Almanya'da 92 dernekten oluşan Turgut Öker başkanlığındaki Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu ile Berlin'de faaliyet gösteren bin 200 üyeli Anadolu Alevileri Kültür Derneği, AB tarafından Ankara'nın önüne konulması beklenen bir Almanya modeli ortaya çıkardı. Berlin'de 40 bin Alevi Türk vatandaşına din eğitimi verme yetkisini alan Dernek Başkanı Metin Küçük, Berlin'de elde ettikleri hürriyetle şekillenecek yeni modelin Türkiye içinde model olacağını söyledi. Küçük, Aleviliğin İslam dininin Batıni bir yorumu olduğunu Almanların benimsediğini bildirdi. Başbakan Bülent Ecevit'in ve bugüne kadar siyasi partilerin Alevilere verdikleri sözleri tutmadığını ifade eden Metin Küçük, hükümet ve parlamantonun duyarsızlığını sürdürmesi halinde önce Türkiye'de davalar açılacağını, sonuç alınmaması halinde daha sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidilerek inanç hürriyetlerine yönelik hakların alınacağını savundu. Alman Danıştay'ının kendilerini bir dini cemaat olarak kabul ederek din eğitimi verme yetkisi verdiğini hatırlatan Küçük, verilen yetkinin alınamayacağını ve baskılarla yozlaştırılamayacağını belirtti. Küçük, "1949 Alman anayasasının 23. maddesine göre dini kurumlar ders verebiliyor. Berlin ve Werder Bremen'de 1948'deki eski anayasa da geçerli olduğu için bu yetki kolay alınıyor. Hamburg'da farklı olarak yetki kiliselerde. Ancak tolerans göstererek mevcut müfredat içinde ders verilmesine izin veriyorlar. Berlin modelinde ise kendi müfredatımızı oluşturarak hukuken elimizden alınamayacak bir hürriyet elde ettik. Sunduğumuz kültürel projelere göre devletden maddi destekde alıyoruz. " dedi. 2001'de başlayacakları, seçmeli Alevi din dersi müfredatı ile ilgili ev ödevlerini çalıştıklarını, hazırladıkları müfredatın Alman bakanlık komisyonu tarafından uygun bulunduğunu ileri süren Küçük, " Sünnilere din eğitimi verme yetkisi alan İslam Federasyonu ve diğer cemaatlerle ortak bir müfredatı kabul etmemiz mümkün değil. Bunun için yasalar değişmeli." diye konuştu. Din dersini Türkiye'deki yöntemle değil bilimsel, pedagojik olarak vereceklerine değinen Küçük, sadece Türkiye'den değil Balkanlardan gelen Alevi çocuklarınında bu eğitimden yararlanacağını söyledi. AB'de kültürler ve dinler kaynaşırken, Alevi toplumuna haklar verilirken asırlardır yaşadıkları Anadolu'da inanç hürriyetlerinden yoksun bırakılmalarını sert bir dille eleştiren Küçük, Tekke ve zaviyeler kanununa göre 1925'den beri Hacı Bektaş Veli'nin türbesinin müze ve yasaklı bölge olarak kullandırılmasının inanç hürriyeti ile örtüşmediğini öne sürdü. Diyanet İşleri bütçesinden Alevilere pay verilmesini öneren Küçük, önemli olan Alevilerin AB yolunda iken Türkiye'deki hak ve hürriyetlerini almaları olduğunu vurguladı. Türkiye'ye giden AB'li diplomatların ve Alman politikacıların Türkiye'yi kendilerinden sorduklarını iddia eden Küçük, ekim ayında açıklanacak AB'nin Türkiye İlerleme 2000 raporunda Alevilerle ilgili bölümünde yer alacağını kaydetti. Her yıl AB’nin hazırladığı raporlarda Kürtlerden sonra artık Alevilere de geniş yer ayrılıyor. Metin Küçük'ten halen bir takım elbise alacağım var. Aleviliği İslam'dan ayırarak ayrı bir din 61 haline getirmeye çalışan bazı iç ve dış fitne odakları, 7 milyonu aşkın Alevi vatandaşımızı tahrik etmeye hazırlanıyordu. Bu haberi sansürsüz yazdım. 8 yıldır aynı noktadayız. Almanya İstihbaratı, Alevilerimizi yönlendirirken, Ankara seyrediyor. Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız’a göre, ülkemizde 20 milyon, Devlet Bakanı Said Yazıcıolu’na göre 7 milyon Alevi yaşıyor. Geçen süre içinde Alevilere hakları verilmedi. Bunu istismar eden Almanya'da Alevi dernekleri çatısı altında birleştiren Turgut Öker başkanlığındaki Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu, 22 Temmuz 2007 seçimi öncesi katıldıkları Cumhuriyet mitingleri ve 9 Kasım 2008 Alevi mitinginde, hükümeti yıpratmaya yönelik derin devlet Ergenekon'un Psikolojik Savaş oyunu sahnedeydi. Almanya’da Almanca verilen Alevi derslerinde Aleviliğin İslam’dan ayrı bir din gibi empoze edilmesi nedeniyle gurbetdeki Türkler, ana akımı temsil den Türklerden keskin bir biçimde ayrıldı. Alman İstihbaratının istediğide buydu. Kendi kültürel zenginliğimizi inkar ettiğimiz için Almanlar, başımıza çorap örüyor. Seyredenler kaybediyor. Alman Federal Konseyi İnsan Hakları Komisyonu Başkanı, Yeşiller Milletvekili Claudia Roth ile Almanya’da Meclis’teki ofisinde yaptığım görüşme yine gazeteye kolay girecek cinsten değildi. Roth, AB'nin Türkiye'ye karşı iki yüzlü politika izlediğini belirterek, yıllardır Türkiye'yi dışarıda tutmak için insan hakları sorunlarını bahane ettiğini söyledi. Roth, "Kırmızı Kart" gören Türkiye'nin diğer adayülkelerle eşit şansa kavuşturulmasını tarihi bir fırsat olarak nitelendirdi. Roth, "Türkiye'de güç hala Genelkurmay ve askeri kesimin elinde. Burada değişim olması gerekli. Sivil hukukta askerin rolü önem taşıyor. Genelkurmay'ın işlerine açıklık getirilerek nokta konulmalı. AB'ye uyum için büyük bir bütçe harcanacak. 125 milyar dolarlık askeri silahlanma yapılırsa Kopenhag kriterlerini yerine getirmek için Ankara bütçe oluşturamaz. Türkiye seçimini yapmalı. Ya AB yolu. Ya militar demokrasi. Türkiye'nin son 30 yılında yolunda gitmeyen işlerden askerler sorumlu." dedi. Roth, silahlanma yolunu seçecek Türkiye'nin insan haklarında iyileştirme yapamayacağını, demokratik hukuk devleti anlayışını yerleştiremeyeceğini savundu. Bakanlar Kurulu'ndan geçen AB için yapılacak reformlar raporunun referans ve çalışma belgesi olarak kabul edilmesine olumlu not veren Roth, görevden alınan Gürsel Demirok tarafından hazırlanan rapordan çıkartılan bölümler ile ilgili uyarılar yaptı. Fikir özgürlüğünün "kozmetik" biçimde tartışılmasını eleştiren Roth, "311. ve 312. maddede de Terörle Mücadele Kanunu'nun 8. maddesinde de değişiklik yapılmalı. Basın özgürlüğü şartsız biçimde gerçekleştirilmeli. Özgürlükler herkes için geçerli olmalı. Azınlık ve kültürel haklar verilmeli." diye konuştu. Roth, demokratik çözüm için askeriyeye mi, yoksa sivil idarenin iktidarı ele almasına mı ağırlık verilmesi gerektiğine Türkiye'nin karar vermesini istedi. Neyin değişeceği belli Türkiye'nin AB'ye alınmasını istemeyen Hıristiyan Demokratlar'ın (CDU) Türkiye'ye silah satılmasını desteklemesini "iki yüzlülük" olarak tanımlayan Roth, AB'yi Hıristiyan kulübü olarak gören Türkiye karşıtlarının "kültür uyuşmazlığı" gerekçesini ortaya attığına işaret etti. Din meselesinin kriter olmadığını hatırlatan Roth, "CDU, müslüman Türkiye'yi AB'ye aldırmamayı politika haline getirdi. AB'de ideolojik tartışmalar yaşanacak. Bunlar olurken TSK'nın istikrarı koruma adı altında idareye karışmasını ciddiye alıyorum. Bu yanlış bir yoldur. Neyin değişmesinin istendiğini Türkiye artık bilmeli." dedi. Demokrasi yolunda ilerlerken TSK'nın PKKlı diye kürtleri öldürmesini sert bir dille eleştiren Roth, " AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçer." diyen ANAP lideri Mesut Yılmaz'ı "kurnaz bir politikacı" olarak nitelendirdi. Avrupa'nın en büyük ordusunun TSK olduğunu, NATO üyesi Türkiye'nin güvenlik konusunda yalnız kalmayacağını savunan Roth, son zamanlarda gelişen Türk–Yunan dostluğunun devam etmesi halinde bu konuda da sorun beklentisinin kalmayacağını ileri sürdü. Roth Türkiye'ye yardım etmek istediğini, ancak kusurları görmezlikten gelerek "üç maymunları" oynamayacağını vurguladı. Roth’un söylediklerini haberleştirip gazeteye sokmamı sağlayan Yakup Şalvarcı’ya 62 teşekkürler. Zaman gazetesinin gece serviside olmasa bu tür haberleri sansürsüz sokmak, o yıllarda oldukca zordu. IRKÇILIK AB'yi KORKUTUYOR İki Almanya'nın birleşmesinin ardından artan yabancı düşmanlığı AB'yi tedirgin ediyor. Almanya ve Avusturya'dan sonra yabancılara yönelik artış gösteren ırkçı eylem ve kriminal olaylar İsviçre'ye de sıçradı. Geçtiğimiz günlerde ( Eylül 2000) İsviçre'de büyük bir miting düzenleyen Neonazistler ve yabancı işçi karşıtları, yabancıların çalışma ve oturma izinlerinin iptal edilerek sınırdışı edilmelerini istedi. Konuyla ilişkin bir grup Türk gazetecinin sorularını cevaplayan Almanya Adalet Bakanlığı Ceza Kanunu uygulamalarından sorumlu Daire Başkanı Klaus Abmayer, 20 yıl önce önemsemeyerek önlem almadıkları yabancı düşmanlığının büyük bir sorun haline geldiğini söyledi. Bir çok ırkçı, Neonazist partiyi kapattıklarını, şiddete başvuranları cezalandırdıklarını ifade eden Abmayer, "Kızıl Tugaylar terör örgütü gibi aşırı sol grupları kontrol altına aldık, ancak aşırı sağ grupları ihmal ettik. 20 yıl sonra aklımız başımıza geldi. 1991'den sonra ırkçı eğilim arttı. Yabancı düşmanlarına karşı yoğun bir mücadele başlattık. Toplum bilinçlendiriliyor."dedi. Alman Başbakan Seröder'in Doğu Almanları, "Irkçı saldırılar devam ederse zararlı çıkarsınız. Yatırımlar azalır, maddi bakımdan çökersiniz."diye uyarı yaptığını hatırlatan Abmayer, ırkçı saldırıların Batı Almanya tarafında da görülmesinden dolayı endişelerinin arttığını bildirdi. BÖLÜCÜLÜKLE KARŞILAŞMADIK Alman anayasasına göre ülke bütünlüğüne karşı gelenleri ve anayasal düzeni bozmak isteyenleri ömür boyu hapisle cezalandırdıklarını dile getiren Abmayer, ancak bugüne kadar bölücülük yapanlarla karşılaşmadıkları için, kimseye ceza verilmediğini söyledi. Türkiye'nin Güneydoğu'sunda karşılaştığı soruna karşı aldığı önlemleri anladıklarını belirten Abmayer, Almanya'da böyle bir sorun çıkmadığı için kendilerini mutlu saydıklarını kaydetti. Türkiye'deki sorunun merkezi yönetimde ısrar edilerek yetkinin paylaştırılmamasından kaynaklandığını savunan Abmayer, "Almanya da 16 eyalet var. Eğitim , okul, üniversite ve polis sistemi konularında yetki eyaletlerin elindedir. Kültürel her türlü hakkı veriyoruz. Bir vatandaş istediği gibi serbest dolaşamıyorsa rahat değildir. Merkezi yönetimle rahatlığı sağlamak zordur. Belediyelere yetki verilirse pek çok sorun cözümlenir"diye konuştu. PKK'nın ve Avrapa'daki siyasal kuruluşu ERNEK'nın çizgisini değiştirerek artık şiddet eylemine başvurmadığına değinen Abmayer, bireysel olarak suç işlemeyen herkesin hukuk devleti anlayışı çerçevesinde serbestçe yaşayabileceğini ifade etti. AVRUPA'DA YABANCILARIN NÜFUSLARA GÖRE ORANI Lüksemburg:34.1 İsveç :6 İsviçre :19.3 Danimarka :4.7 Avusturya :9 Hollanda :4.4 Belçika :9 İngiltere :3.4 Almanya :9 İrlanda :3.2� Fransa :6.3 İtalya :1.8 63 Almanya'da din dersi çıkmazı Berlin'de yaşayan Türklere din dersi verilme yetkisini alan İslam Federasyonu ve Anadolu Alevi Derneği'ne gelen tepkileri göz önüne alan Berlin Eyalet Yönetimi 'ortak müfredatın' belirlenmesi gerekçesi ile Türk dernek ve vakıf yöneticileri arasında uzlaşma zemini arıyor. Ankara'nın Diyanet'in muhatap alınması önerisi ise, Almanya anayasası ve eyalet yasası nedeniyle geri çevrildi. Berlin Eyaleti Yabancılar Sorumlusu Barbara John, Almanya'da laiklik anlayışının Türkiye'den farklı olduğunu belirterek, din dersi sorununu politik değil hukuk çerçevesinde çözümleyeceklerini söyledi. İslam Federasyonu'nun FP ile ilişkilendirilmesinin sorun meydana getirdiğini ifade eden John, "Din dersi müfredatı devlet tarafından onaylandı. Ancak eğitim yetkisi sırf devletin elinde değildir. İslami taologlar görüşlerini ortaya koysun. Tüm gruplarla sağlayalım istiyoruz. Berlin modeli oluşturuyoruz. Diyanet'i tek başına muhatap alamayız. Ama katılımcı olur." dedi. Türkiye gibi merkezi bir yönetime sahip olmadıklarını, yasalar doğrultusunda uygulamanın Berlin Eyaleti tarafından gerçekleştirildiğini ifade eden John, Hristiyanlara devlet kontrolünde din eğitimini İslami örgüt olarak kabul ettiği İslam Federasyonu'nun vermesini Alman laiklik anlayışına göre yasal bulduklarını vurguladı. John, Alevilere din eğitiminde ayrı yetki verilmesini ise, "Sünni İslam'ın dışında olduklarıı belirtiyorlar. Bu nedenle muhatabımız Alevi Derneği'dir" diye açıkladı. Din eğitimi Almanca olsun Konuya ilişkin görüşlerini dile getiren Yeşiller Partisi'nin Türk asıllı milletvekili Cem Özdemir, Almanya'da yaşayan diğer milletlere mensup müslümanların da dikkate alınarak din eğitiminin Almanca verilmesini savundu. Diyanet'i Alevilerin kabul etmediğini hatırlatan Özdemir, " Yeşiller iktidarda iken hiç bir sünniye alevi, hiç bir aleviye de sünni din eğitimi verdirmem" dedi. İslam Federasyonu'na yetki verilmesini Alman politikacıların yasaları değiştirmede gösterdiği ciddiyetsizliğe bağlayan Özdemir, "Ortak müfredattan uzlaşma sağlanmadan Federasyon eğitime başlayamaz. Yaşar Nuri Öztürk ve diğer islami grupların katkıları ve Alman yetkililerle yapılacak görüşmelerle çerçeve belirlenmeye başladı. Önemli olan dil değil, içerik. Türkler Almanya'da iyi bir vatandaş olmalı. Din dersinde tüm dinlere ait bilgileri Almanca olarak öğrenmeli. Entegre olmuş bir Türk, Türkiye'nin çıkarına işler yapabilir. " diye konuştu. Berlin Eyaleti Parlementosu'nda Türkleri temsil eden Yeşiller milletvekili Özcan Mutlu, ise Özdemir ile aynı görüşü paylaşmadığını bildirdi. Mutlu, Türk çocuklarının Almanlarla aynı sınıfta din eğitimi görmesini istedi. Berlin Eyaleti bütçesinin tüm dini gruplara ayrı din eğitim verilmesi için bütçe ayıramayacağını savunan Mutlu, "İslam Federasyonu 20 yıl mücadele etti. Berlin yasaları Alman anayasasından daha önce kabul edildiği için yasal bir yetki aldı. Bunu fırsat bilen Aleviler de yetki iznini kopardı. Sorun bir iken iki oldu. Türkler arasında diyalog kurularak din dersinin tek bir müfredat halinde okutulmasına çalışıyoruz. Tüm dinler derste tanıtılmalı. Türkler Almanlarla ancak böyle kaynaşabilir" diye konuştu. 64 AB pazarlığı çözümleri belirleyecek Essen, 30 Eylül 2000 Türkiye Araştırmalar Merkezi(TAM) Başkan Yardımcısı Çiğdem Akkaya, AB'ye Türkiye'ye tam uyum sürecinde kapalı kapılar arkasında yapılacak pazarlıkların ihtilaflı konularda çözümü belirleyeceğini söyledi. Bir grup Türk gazetecinin sorularını cevaplandıran Akkaya, 8 Kasım'da AB tarafından açıklanacak Katılım Ortaklığı Belgesi'nde sanıldığı gibi iltilaflı konuların da yer aldığı detaylı konuların yer almayacağını belirterek, Türkiye'nin ödevlerinin kaba hatları ile kalemeahınacağını bildirdi. AB'nin Türkiye'ye baskı yapmayacağını sorunları ortaya koyarak kararı Türkiye'ye bırakacığına dikkat çeken Akkaya, "AB Helsinki Zirvesinden sonra geriye dönüş olmaz.Ancak Türkiye pes ederse o zaman durum değişir." dedi. AB'nin de kendi içinde ihtilafları bulunduuna değinin Akkaya, "İngiltere, İsveç'le beraber Danimarka'da Euro para birimine geçmeyli reddetti. AGSK'da NATO üyesbi Norveç yer almayı geri çevirdi. AB kendi içinde entegrasyon konusunda bölünüyor." diye konuştu. Aralık Fransı zirvesinde AB'nin tarihi bir karar alacağını hatırlatan Akkayı, sözlerini şöyle sürdürdü;"Genişleme sürecinin 2003'de başlatılıp başlatılamayacağı bile belli değil. AGSK karar mekanizmasında AB üyelerinin nüfuslarına göre etkin olması karara bağlanacak. Buna göre İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya etkin konuma gelirken küçük ülkeler güçsüz konuma itiliyor. Türkiye, AB'ye giirerse nüfusuna göre etkin ülkelerden olacak. AB bugünkü AB olmayacak." AB göçmene mecbur Hamburg, 2 Ekim 2000 7.5 milyon göçmen yabancı işçinin yaşadığı Almanya'da ilk defa bir Türk, Yabancı Göçmen Komisyonu üyeligine seçildi. 22 üyeli komisyonda görevine başlayan Öger Tur sahibi Vural Öğer, başta Almanya olmak üzere nüfusu yaşlanan, genç sayısı azalan AB ülkelerinin yabancı göçmen kabul edeceğini söyledi. Almanya'nın en büyük sorununn göç olduğuna dikkat çeken Vural Öğer, "Alman istatistiklerine ve BM araştırmasına göre, 2050 yılında 82 milyon nüfuslu Almanya'da nüfus 60 milyona inerken yabancı nüfus 22 milyona yükselecek. 25 milyon genç nüfus 11 milyona düşücek. Yeni doğan 700 bin çocuktan 180 bini yabancı asıllı. Her yıl 870 bin insan ölüyor. Alman toplumu değişiyor. 1000 Alman kadını 1400 çocuk doğuruyor. Yunan medeniyeti de böyle bitti. Durumun vehametini anlayan yömetim, yılda 500 bin genç, eğitimli, meslek sahibi yabancıyı göçmen olarak almaya hazırlanıyor. Ancak bunu sokaktaki insana nasıl anlatacaklarını bilmiyorlar." dedi. Yeni kabul edilecek yabancı göçmen yasasının olumlu bir sayfa açabileceğine değinen Öğer, AB'nin genişleme sürecinin bu sorunla doğrudan ilişkisi olduğunu savundu. Öncelikli olarak AB'ye girecek Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan'dan yılda Almanya'ya 280 bin diğer AB ülkelerine 40 bin yabancı göçmenin gelmesinin beklendiğini ifade eden Öğer, "Özellikle enformatik alanında Almanya'nın 500 bin yetişmiş insana ihtiyacı var. Türk gençleri bu alanda meslek sahibi olmalı. Diğer milletlerle eşit şanslara sahipler. Almanya'ya yabancı ile evlilikten 60 bin insan her yıl geliyor. 50 bin civarında Rusya'daki Almanları getiriyorlar. Açık kapanmıyor. Almanya yabancı politikasını değiştirmek zorunda. ABD, Kanada, Avustralya'da olduğu gibi 65 göçmenlere cezbedici imkanlar sunacaklar. Almanya ve AB'nin geleceği buna bağlı." diye konuştu. Vural Öger: Türkiye'yi tanıtmaktan aciziz Öger Tur sahibi Vural Öger, katı devlet görüntüsü ile Türkiye'nin tanıtım yapmakta aciz kaldığını belirtken, makro turizm politikası olmamasından yakındı. Genelkurmay gibi planlı, insani ilişkilerde uzman kamu ve özel sektör görevlileri ile tanıtım yapılması gerektiğini vurgulayan Öğer, yurtdışında yaşayan Türk vatandaşlarının istihdam edilerek Türkiye'nin partilerüstü başarılı bir tanıtım kampanyası yapabileceğini savundu. Turist götürdükleri Mısır, Fas, Tunus, Küba ve Çin'den tanıtım için para aldıklarını söyleyen Öğer, Türkiye'den ise söz verilmesine rağmen tek kuruş almadıklarını ileri sürdü. Turizm Bakanlığı'nın Öger'e ayrılan 20 milyon DM'lik tanıtım bütçesi payının halen kendilerine ulaştırılmadığına işaret eden Öger, " Türkiye broşürüne bile para alamadık. Türkiye'de makro turizm politikası yok; zaten mevcut bütçesi ile bu imkansız. Türkiye'nin kendi zenginliği satış yapıyor. Bu yokluk içinde Turizm Bakanı Erkan Mumcu pratik zekasıyla büyük işler başardı. " dedi. Hannover'deki Expo–2000 fuarında yer alan Türk pavilyonunun hiç ilgi toplamamasını örnek gösteren Öger, uluslararası bir fuarda bile Türkiye'nin kenri kültürünü, ülkesini tanıtmaktan aciz kaldığına dikkat çekti. Uludağ'a Alman turist Bacasız fabrika turizmin 12 aya yayılması için projeleri bulunduğunu ifade eden Öger, bu yıl ilk defa kış turizmi için Uludağ'a Alman turist getireceklerini söyledi. 2001 yılındaki yeni turizm hedeflerini açıklayan Vural Öğer, 2000 yılında 750 bin turist getirdiklerini, 2001 yılında 1 milyon turist getirmeyi amaçladıklarını bildirdi. Öger, " Almanya'nın 11 şehrinden uçak kaldırarak 2001'de Ege bölgesine ağırlık vereceğiz. Marmara bölgesini ilk defa tanıtım kataloglarına aldık. Side, Kemer, ve Marmaris'te golf sahaları yaparak kaliteli döviz bırakan turisti getirmeyi hedefleliyoruz. Golf turizmine gelecek turist bir haftalığına 10 bin dolar veriyor. Türkiye'nin otelleri çok iyi noktaya geldi. Ancak çevre düzenlemesinin yetersizliği ve eğlenecek mekan yokluğu nedeniyle para harcayan turisti getiremiyoruz. " dedi. 'AB markasıyız ' Son 7 yıl içinde Türkiye'ye 1 milyar dolar turizm geliri kazandırdıklarını hatırlatan Öger, " 2000 yılında tanıtım kampanyalarının katkılaryla çok iyi bir turizm sezonu geçirildi. Yüzde 70 satışlarda artış oldu. Türkiye'ye 750 bin turist getirdik. 9 milyar DM'lik ciromuzun 700 milyon DM'si Türkiye'den. 2 otel inşaatı bu yıl bitirerek, 11. otelimizi Türkiye'de açacağız. Türkiye'de 180 milyon DM'lik turizm yatırımımız var. 7 bin kişi çalıştırıyoruz. TUI ve Nechermann gibi firmalar 600 bin turist getirdi; otellere yatırım yapmıyor, kiralıyorlar. Buna rağmen yabancıların büyük turizm atağından bahsedilirken Öger gözardı ediliyor. 10 yıldır Avrupa'da bir numarayız; bir AB markasıyız. Öger AB'ye girdi. Markasız AB'de hiç bir iş yapamazsınız. En zor iş: Türk'ü Türk'e anlatmak. " diye konuştu. Öte yandan Öger Tur'un 2.5 milyon marklık yardımı ile Alman-Türk Yardım Vakfı, Gölcük Değirmendere'de depremzede kimsesiz çacuklar için 120 kişilik çocuk köyü inşatına başladı. Vakıf Başkanı Mehpare Bozyiğit, 12 bin metrekare kurulu alanı bulacak çocuk köyüne yerleştirilecek çocuklara Alman kardeş aile de bulacaklarını söyledi. 66 Ude SteinBach: "Değişmeden Türkiye AB'ye giremez" Hamburg, 2 Ekim 2000 Almanya Şark Enstitüsü Başkanı Prof.Dr Ude Steinbach, Türkiye'nin mevut haliyle değişmeden AB'ye giremeyeceğini söyledi. Bir grup Türk gazetecinin sorularını cevaplandıran Ude Steinbach, 1923 laiklik ve milliyetçilik anlayışına göre kurulmuş Türkiye'nin artık değişimi farketmesi gerektiğini belirterek, toplum içindeki değişimleri gözönüne alarak gerçekleştireceği reformlarla AB'ye üye olunabileceğini savundu.Ude Steinbach, Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar'da etkili Türkiye'nin AB'ye üye olmasını "Avrupa için büyük bir kazanç, zenginlik" olarak değerlendirdi. 'Arabulucukta bulundum ' 1994'de PKK lideri Öcalan ile görüştüğü için "istenmeyen adam" ilan edilerek Türkiye'ye giremediğini hatırlatan Steinbach, arabuluculukta bulunduğunu itiraf etti. Steinbach, "Öcalan'a şiddete başvurmaması için öneri götürdüm. Bunu Almanya için yaptım. Arabulucukta bulunmam sayesinde PKK Almanya'da terörü bıraktı. Daha esnek oldu." diye konuştu. Daha önce" Kürtler yok" söyleminde ısrar eden Türk politikacı ve diplomatlarının ağız değiştirdiğini ileri süren Steinbach, "Alman hükümetinin terör örgütü PKK ile ilişkilerinin hatalı olduğunu kabul ediyorum. PKK bitmesine rağmen Almanya'da halen yasaklı. Bunun gibi Kürtlerin varlığını inkar eden Türk devletine de bir anlam veremiyorum." dedi. Türk politikasını Almanya'ya , AB'ye satmak" isteyenlerden büyük tepki gördüğünü dile getiren Steinbach, buna rağmen Alman yönetimine Türkiye'in AB'ye alınmasına ilişkin raporlar sunduğunu bildirdi. Steinbach, Atatürk'ün merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal gibi gerçekçi ve pragmatist olduğunu belirtirken, "Atatürk bugün yaşasaydı Türkiye'nin AB'ye üye olmasını isterdi. Daha gerçekçi davranırdı. Toplumun değiştiğini görür, Türkiye'nin çok renkli kültürel yapısına sahip çıkardı." ifadelerini kullandı. AB tarafgirlerden soruyor ! Öte yandan AB'nin Türkiye'yi Avrupa'da yaşayan radikal uçlu Türk vatandaşlarından sorduğu ileri sürüldü. Türk Toplumu Genel Başkanı Prof. Dr. Hakkı Keskin, AB diplomat ve politikacılarının "aşırı uç" olarak bilinen kesimleri muhatap kabul etmesini "bilinçli tarafgirlik" olarak nitelendirdi. Hakkı Keskin, 200 Vakıf ve derneği çatısı altında toplayan kuruluşları yerine Almanların Türkiye karşıtlarını muhatap aldığını savundu. Türkiye hakkında olumsuz görüş bildirenlerin dikkate alındığını söyleyen Keskin, AB'nin kendilerini de dinlemesini istedi. Almanya'da yaşayan Türklerin toplumun ayrılmaz bireyi olması için mücadele ettiklerini belirten Keskin, "Türklerin azınlık sorunu oluşturmayacaklarını belirttik. 40 yıldır yabancı değil göçmeniz. Eşit hak istiyoruz. Amerikalıların araştırmasına göre 2030'da Almanya'da 7.5 milyon Türk, 50 milyon Alman yaşayacak. Almanlarda tedirginlik var." dedi. 67 Doğu'nun ilk mizah dergisi: Molla Nasreddin Aksiyon Sayı: 77 / Tarih : 25-05-1996 1906 yılında yayın hayatına başlayan Molla Nasreddin dergisinin 90. yaş günü Azerbaycan'da kuılandı. Azerbaycan'ın büyük yazar, çizer ve şairleri;faaliyellerini sürdürdüğü 25 yıl boyunca hep bu derginin tezgahından geçtiler 1906 yılının 7 Nisan günü yayın hayatına atılan Molla Nasreddin mizah dergisi, ilk sayısında, sadece Azerbaycan'a değil tüm Doğu'ya yönelerek şöyle sesleniyordu: "Size söyleyip geldim. Ey benim Müslüman kardeşim. O defa benim sohbetimden hoşlanmayarak çeşitli bahanelerle kaçıyordunuz " Doğu'nun ve İslam dünyasının bu ilk mizah dergisinin 90. yaş günü geçtiğimiz günlerde Azerbaycan'da kutlandı. Yayın hayatına başlamasının 90. yılında Azeri ilim adamları, edebiyat üstadları ve gazeteciler onu unutmadılar. Şehitler Hıyabanı'nda kurucusu Mirza Celil Gluzade'nin mezarına karanfil koyan topluluk, 90 yıl önce 0nun söylediği sözlerin halen aktüelliğini koruduğunu kaydettiler. Molla N asreddin dergisi devrinde türünün tek örneğiydi. Kısa zamanda Azerbaycan'ın yanısıra tüm Doğu'da şöhret kazandı. Dönemin aksaklıklarını mizah yoluyla tenkit eden dergi, faaliyetlerini sürdürdüğü 25 yıl içinde Azerbaycan'ın büyük yazar, çizer ve edebiyatçılarına, şairlerine okul oldu. Üzeyir Hacıbeyov, Ömer Faik, Ahmet Agayev, Alikulu Kemkusar, Mirzabala, Azim Azimzade ve daha ni celeri hep onun tezgahından geçtiler. Azerbaycan Yeni Nesil Gazeteciler Birliği Başkanı Arif Aliyev'e göre Molla Nasreddin dergisi "Bir yudum azatlık"tı. Aliyev "Onun yayını Azerbaycan gazetecilik tarihinde dönüm noktası, önemli bir olaydı. Bugünkü azat, bağımsız, demokrasi yanlısı basınımız da Molla Nasreddin 'in devamıdır" diyor. Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Hacı Hacıyev de Molla Nasreddin'in yayın hayatına başlamasının tarihi bir hadise olduğunu belirtiyor: "Cehalet ve zulüm içinde yaşayan imanımıza bu dergi manevi destek verdi. O dönemde çıkan tüm dergi ve gazetelerden farklı olarak halk diline ini/miş, sade ifadeler ve mizah anlayışıyla Sovyet işgaline tek başına karşı koymuştu. Ruslar daha sonra onun sesini susturdular. 68 Gördüklerim Bin yıldır sönmeyen ateş Bakü’nün Muhammedi Köyünde. Abşeron Yarımadası Hırdalan Toprak Müdürü Mirsalih o yeri gösteriyor... 21 Mart 1998. 69 Araplar Türkiye’yi keşfediyor! 01/02/2011 Türkiye’nin imajı, son yüzyıl boyunca pek parlak değildi. Arap dünyasında müslüman sayılmayan, Batı dünyasında ise demokrasi ve insan haklarını geliştirememiş klasik bir Doğu toplumuydu! Esir olmadık, bağımsızlığımız resmen elimizden alınamadı ama esir milletler kadar boynumuz eğriydi, ezik yaşadık... Son yıllarda sanki ülkemizin üstüne sihirli bir değnek değmiş gibi imajımız düzeldi. Bu bir sosyal fenomen... Bazı milletler ve devletler düşüş yaşarken, yükselen bir değeriz. Neden acaba? Sorumuza cevap niteliğinde bazı gözlemlerimi aktarmak istiyorum. Cezayirli Arap bir sosyoloji ve politika profesörü, yaptığım görüşmede, 2002 yılından beri ülkemizde yaşanan paradigma değişimini sivil toplumun varlığına, bireylerin özgürce kendisini ifade edebilmesine bağladı. Arap dünyasında hüküm süren diktatörleri, anti-demokratik rejimleri ise demokrasiden yoksunluk ve sivil toplumun susturulmasıyla esaslandırdı. Birey özgürlüğünün olmadığı yerde adalet ve düzen sağlanamıyor. En fazla şaşırtan yorumu şuydu: “ Demokrasi yoluyla iktidara gelen muhafazakar, demokrat liberal bir merkez sağın varlığı, radikal akımların önünü kesmek isteyen Arap dünyası için bir umut ışığı.” Cezayirli Profesör, Türkiye modelinin yerel değişikliklerle Cezayir’de uygulanmasını hayal ettiğini vurguladı. Bu konuda Fransızca bir makale yazmaya hazırlanıyor. Doğrusu hiç böyle düşünmemiştim. Engels’in meşhur ‘ideal sağlıklı toplum’ teorisi aklıma geldi. Devletin birey tarafından desteklenmesi üzerinde duran Engels, sırasıyla bir toplumda tamamlılık arzeden dairede şunların olması gerektiğini yazmıştı: Birey, arzular, mülk, ceza, ahlaki değerler, aile, sivil toplum, devlet ve tekrar birey. Bunlardan biri eksik olsa, o toplumun batması haktı. Nitekim Engels’in ideal dairesinden bilerek mülkü çıkartan Karl Marx, toplumları uçuruma sürükledi. Komünizmin ve sosyalizmin koca bir ütopya ve yalan olduğunun ortaya çıkması için bir asır geçmesi gerekti. Milyonlarca insan Komünizm uğruna heba edildi. Engels’in ideal toplumunun olmazsa olmaz şartı sivil toplumdu ve aileydi. Engels bildiğimiz manada demokrat değildi, ama insan düşünce yapısının gideceği yolu sezmişti. Tamamlanmış dairede bütünlük esastı. Türkiye, yıllarca dairede sivil toplumu oluşturamadı. “Kaç darbe yaparsak yapalım bu toplumdan ses çıkmaz, hiç bir birey gıkını çıkartamaz” diyen despotça yaklaşım politik kültüre hakim oldu. Sivillerin boynu kıldan inceydi! Direnmediler, dik durmadılar. Askeri darbeleri toplum hak etmişti ki, vuku buldu! Türkiye’nin son iki nesli, fikirlerin özgürce tartışıldığı, inancın yeniden diriliş muştusu sunduğu demokratik bir ortamda büyüdü. Daha doğrusu baskıcıların hep kaybettiği dönem başladı. Milletin elit olmayan fakir çocuklarına üniversite okurken ilk defa sahip çıkıldı. Kurda kuşa yem olmadılar. Komünizmin çöküşü ile birlikte Anadolu kaplanlarının sesi duyuldu. Meydanı boş bulan fesat komitelerinin yürüttüğü “beşinci kol faaliyetleri”, ilk defa karşılarında direnen bir sivil toplum gördü. Ancak dışarıda imajımız berbattı. 1990’da Msır’daki El Ezher Üniversitesi’nde master yapmaya giden hafız bir arkadaşım Kahire’de bindiği takside “Türkler müslüman değil” diye aşağılanmıştı. Müslümanlığını ispatlaması için hafızım dediği halde Fatiha okumasını isteyen taksi şoförünü arkadaşım ne yapsa inandıramadı. Araplara sırtımızı dönmüştük, onlar da bize... Beş yıl önce Regina’da Suudi kraliyet ailesinden doktora yapan aydın biriyle 70 konuşuyordum. Kalıplaşmış önyargısıyla, “Türk hükümeti kafir” dedi. Saatlerce süren izahattan sonra özür diledi, Türklerin haklarını helal etmeleri için dualarında yalvaracağını ifade etti. Arapların Türkiye’ye ilgisi başarılı biçimde yürütülen ‘Kamu Diplomasisi’ ürünüdür. Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün davetlisi olarak geçtiğimiz ay Türkiye’ye gelen Arap dünyasının en tanınmış köşe yazarlarından Fehmi Hüveydi, ‘Türk dış politikasının Arap dünyasındaki algılanışını, “Arap halkları Türkiye’ye kucak açtı” diye özetledi. Karar verici bir merkez konumuna yükselen ülkemizden övgü ile bahseden Hüveydi’nin köşe yazıları 8 büyük Arap gazetesinde aynı anda yayınlanıyor. Şuna da vurgu yaptı: “Araplar, artık hem yatırıma hem de tatile ülkemize geliyor.” York Üniversitesi’nde faaliyet gösteren Orta Doğulu Öğrenciler Derneği’nin (MESA) 12 Ocak’ta düzenlediği panelin konuşmacısı Türkiye’nin Toronto Başkonsolosu Levent Bilgen’di. Arap dünyasındaki kraliyet ailelerine danışmanlık yapan bir York Üniversitesi profesörü de diğer konuşmacıydı. Arapları, Türkiye’de bekleyen iş ve yatırım imkanları masaya yatırıldı. Türkleri ise Dubai ve Abu Dabi’de bekleyen fırsatlar konuşuldu. Programı tertipleyen Arap öğrencilerle konuştum. Türkiye, onların gözünde ideal bir ülke. Arapların ülkemizi keşfetmesi ilk önce dizilerimizle başladı. Modern hayatı merak eden Araplar, hem laik, hem de dindar olabilen demokrat, müslüman Türkleri idealize etti. Dış politikada izlenen popülerizm, Arapları etkiledi. Özellikle İsrail’e “haddini bildiren” bir Türkiye, özlenen bir tabloydu. Her ne kadar “Davos’ta One Minute” ve “Mavi Marmara Gemisi Skandalı” şamarlarının başarılı birer kamu diplomasisi atağı olarak görsem de, netice mükemmeldi. Yıllardır hep konuşan ama hiç iş yapmayan kendi liderleri ile kıyaslandığında ortada uçurum vardı. Dünyanın 16. büyük ekonomiye sahip ülkemizin ürünleri, Arap pazarlarında sevgiyle karşılandı. “Helal mi?” diye sorgulanmadı. Müslüman olup olmadığımız artık söz konusu edilmedi. Arap ülkelerinde kral gibi karşılanan politikacılarımız, imaj operasyonunun meyvesini yiyor. İsrail ile yaptığımız hiç bir askeri veya ticari anlaşmayı iptal etmemiş olmamız sıradan Arap vatandaşı için artık önemli değil. Toronto Üniversitesi’nden Kanadalı bir profesör, önümüzdeki yaz bir yıl boyunca araştırma yapmak için İstanbul’a gidecek. Suriye’ye gitmesi kesinleşmiş iken dümeni Türkiye’ye kırmasını veciz biçimde izah etti: “Diktatör ülke Suriye’ye gidersem İsrail’e sokmuyorlar. İsrail’e gidersem Suriye’ye almıyorlar. Oysa ben İsrail ile Türkiye’ye aynı pasaport ile gidebilirim. Türkler, hem kültürlü, hem de hoşgörülü, başka din ve kültürlere saygılı.” Suudi Arabistan da dahil olmak üzere Arap dünyasında “ateist” oranının yüzde 20’lere vardığını buraya not etmeliyim. Bunun sebebi despot rejimlerdir. Her baskı ve zorlama tepki doğurur. Türkiye, Araplar için “sivil toplum cenneti” demek; Sevap da, günah da serbest... 71 Çok kültürlülük çakma mı? 15.10.2010 Sivil toplum örgütleri (NGO), genellikle “grassroot” harekettir, toplum tabanından sivil inisiyatifle çıkar, yukarıdan inme “Yakoben” değildir. “Çakma NGO”lar ise, ‘devlet destekli’ veya ‘besleme’ oldukları için bağımsız olamazlar. Dini ve manevi hassasiyetlerle kurulmuş NGO’lar 1980’lerden beri yükselişte. Fransızların dine saygılı sekülerizm yerine kullandığı din karşıtı “despot laiklik” çöküyor. ‘Post modernizm’in ‘neoliberal’ politikalarla kol gezdiği dünyada, ulus devletler önemsizleşiyor, çok uluslu şirketler devletlerden daha etkin hale geliyor. Ekonomi dünyası maneviyatımızı yok ediyor, aşırı tüketim çılgınlığı tekelleşiyor ve toplum şuuru ölüyor. Eğer toplumu insanı merkez alarak sevgiyle yeniden inşa edecek, inanç ve ümidimizi canlandıracak yüksek ruhlar çıkmazsa, mevcut kapitalist sistemin yol açtığı krizden çıkış yöntemi yok gözüküyor. Dünyanın çivisi çıkarken, ülkemizde tam tersine iki değişim birden yaşanıyor. ‘Elitist’ grubun statükocu yapısı yıkılırken, dün ‘köylü’ diye küçümsenen halk, demokrasi sayesinde ilk defa iktidar ve muktedir oluyor. İkinci değişim, manevi boyutlu bir sosyal patlama. Ülkemizde siyasal iktidara talip olmayan, artık küreselleşen sosyal bir “güç cemiyeti” var. Bünyesine herkesi alabildiği için artık “Cemaat” değil, cemiyetler. Geniş kitlelere, milletlere yayılma kabiliyeti ve gücü kullanış tarzı, laikliğin koruyucusu olduğunu iddia eden kesimi ürkütüyor. Küresel bir Türk ekonomik ve siyasi varlığını hayal eden, kültürel boyutta ülkeyi geleceğe hazırlayan bu güç, bazılarını rahatsız ediyor. “İslamofobik” bir histeri ile iftiralara uğruyorlar. Bağımsız gücü kontrol altına alamayan elitist grup, çok endişeli. Empati yaparak onları anlamaya çalışıyorum, yaşadıkları akıl durması karşısında şok oluyorum. Hayal ürünü iftiraların varacağı yer, çıkmaz sokak. Ayrımcılık ve nefret suçu işliyorlar. Laiklik aracını, NGO dövmek için kullanmaları üzücü. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in “Çok kültürlülük başarısız oldu” görüşü, Kanada’da bir süredir devam eden tartışmaları alevlendirdi. Amerikalıların farklı unsurları bir potada eritme politikası olan ‘ The Melting Pot’ zihniyeti hortladı. Asimilasyon çağrışımı yapan bu anlayış, Kanada’da 1971’de kabul edilen ‘Çok Kültürlülük Kanunu’ ve izlenen resmi politikalara aykırı. Ancak The Globe and Mail gazetesinin yaptığı kamuoyu araştırmasına göre, halkın yüzde 62’si potada eritmekten, yüzde 38’i mozaikten yana. 40 yıldır uygulanan çok kültürlülük politikaları, Kanada’nın dünyadaki en sağlam imajı. 20 yıl sonra Kanada nüfusunun yüzde 30’nun yabancı bir ülkede doğanlardan oluşacağı hesaplanıyor. Yeni gelen göçmenlerin Kanada kimliğini benimsemediği görüşü yaygınlaşıyor. Kültürler ve dinler arası diyalog köprüleri sağlıklı kurulamadığı için Kanada gittikçe gettolaşıyor. Müslümanların hızlı artışı da bazı merkezleri telaşlandırmaya başladı. Bu düşüncelere, Liberal Parti Federal Milletvekili Rob Oliphant ile görüşmemiz sırasında kapıldım. Bazı Hıristiyan akımlar ve Ortodoks Yahudiler, ülkeye daha fazla müslüman gelmesini engellemelerini talep ediyorlar politikacılardan. Allah’tan, Kanadalılar ‘korku’, ‘çıkar’ ve ‘önyargı’larıyla hareket edenlere kuşkuyla bakıyorlar. “Din yobazı”, “kör”, “şaşı” veya ”mantıksız” değiller. Barış, demokrasi ve insan haklarından yanalar. Fakat onlar da çok kültürlülüğün başarısız olmasından endişeliler. Oliphant ile bu konularda sosyolojik, antropolitik ve filozofik lezzette entelektüel bir ufuk turu yaptık. Nedenine gelince... Oliphant’ı Kanada’daki Ermeni diasporası geçtiğimiz yaz Ermenistan’a ve Karabağ’a götürdü. Azerbaycan’ın Ottawa büyükelçiliğinin, ‘bizden izin almadan işgal altında olan, Azerbaycan’a bağlı Karabağ’a gidemezsiniz’ tavrına 72 aldırmamış. Daha önce de Yasmin Ratansi ve başka milletvekilleri benzer gezilere katılmışlardı. Oliphant, Ottawa büyükelçiliğimizdeki üst düzey bürokratlara gezi dönüşü izlenimleri ile ilgili brifing verdi. 2 senedir tanıdığım Oliphant, açık sözlü ve şeffaf birisi. Ermenilerin ve Türklerin kendisini etkilemeye çalıştığını biliyor. İki tarafın görüşünü de dinlediği ve tarafsız kalabildiği için kendisini iki taraftan daha zeki buluyor. Muhafazakarların Ermeni konusuna bakış açısını parlamentodan geçen ‘ayrımcı yasa’, okullara sokulan ‘nefret dersi’ ve iki ülke ilişkilerini krize sokan başbakan açıklamasıyla zaten biliyorsunuz. Eski Büyükelçimiz Aydemir Erman gibi, Büyükelçi Rafet Akgünay’da da, ‘iktidarda Muhafazakar parti var iken ilişkilerin düzelmeyeceği’ yargısı hakim. Umut bağlanan Liberallerin görüşünü bilmemizde fayda var. Azerbaycan’da 7 yıl kalmış, Karabağ savaşını yakından takip etmiş ve sözde “Ermeni soykırımı” ile ilgili yüzlerce haber yazmış bir gazeteci olarak, Oliphant’a kendi tecrübelerimi aktardım. Aynı müzik, yemek, aile kültürü hatta dili paylaşan Ermeni ve Türk toplumlarının aslında birbirlerinden nefret etmediğini dile getirdim. Örnek olarak şunu verdim: “Aksi halde 90 yıldır Kanada’da bulunan Ermeniler çocuklarına Türkçe öğretmezdi.” Oliphant, Ermenilerin kendisine sunduğu kahveyi Türk kahvesi, baklavayı da Türk baklavası olarak tanıttığını anlattı. Sorunu kaşıyan, iki ülkedeki politikacılar, bürokratlar, aşırı milliyetçilik üzerinden rant yapan Ermeni diasporası, onlara kanarak parlamentosundan karar çıkartan devletler. Oliphant, ‘tarihçiler karar versin’ görüşüne katılıyor ve destekliyor. Şu anda Ankara’nın resmi tavrı da bu. Liberallerin çoğunluğu umarım aynı görüştedir. Oliphant, Ermenistan’da halkın fakir ve çaresiz halinden çok etkilenmiş. Bu ülkeye ekonomik açıdan yardım edebilecek tek ülkenin Türkiye olduğunu kavramış. Ermenilerin İran ile her alanda içli dışlı olması onu ürkütmüş. “İsrail’i haritadan silmek lazım” diyen Tahran’ın Molla rejimi yerine Türkiye’nin Ermenistan’la sıkı fıkı olmasını şart olarak görüyor. İşte bu nokta çok önemli. Oliphant, Ermeni diasporasının Erivan üzerindeki etkisi, ortaya koyduğu kabul edilemez ön şartlardan haberdardır, ama Ermeni derin devletinde Karabağlı Taşnakların rolünden haberi olduğunu sanmıyorum. Oliphant, Ermeni konusunda arabuluculuk yapmaya hazır ama diyaloğa açık insanlarla... Filistin-İsrail, Sri Lanka-Tamil, Pakistan-Hindistan, Pakistan-İsmaili, BosnaSırp, Kosova-Sırp, Türkiye-Ermenistan, Çin-Tayvan, Türk Kıbrıs-Rum Kıbrıs, RusyaGürcistan şeklinde on ihtilaf saydı. Tüm bu dış sorunların vatandaşlarınca Kanada’nın iç politikası haline getirilmesi halinde çok kültürlülük sistemlerinin çökeceğini düşünüyor. Haksız da sayılmaz. Oliphant, Kanada’da yaşayan yüzlerce milleti, konuşulan dili, yaşanan kültürel zenginliği çok kültürlülük politikasının kazanımı olarak görüyor. Almanya Başbakanı Merkel’in “Çok kültürlülük başarısız oldu” görüşüne katılmıyor. Görüşü şöyle: “Almanların göçmenlik kanunu oldukca ırkçı. Bize model, örnek olamaz. Biz model olabiliriz. Ülkesindeki Türk toplumunu asimile etmeye çalışıyor, onlar da kendilerini dışlayan tavır nedeniyle entegre olmuyorlar ve gettolaşıyorlar. Biz bunu istemiyoruz. Türkler, Kanada vatandaşı olmalı, insan haklarını merkez alan değerlerimizi Kanada kimliğinde pekiştirmeli, ikinci kimlik olarak Türk Kanadalı olabilmeli. Ülkelerinin iç ve dış sorunlarını diasporaya taşımamalılar. Yoksa dünyadaki tüm ihtilaflarla burada boğuşuruz ve çok kültürlülük politikamız iflas eder.” 73 Türkiye neden İsrail’i dövüyor, İran’ı koruyor? 01 Temmuz 2010 G-20 zirvesi boyunca dünya liderleri, Türkiye’nin İran’ı neden koruyup kolladığını öğrenmeye çalıştı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, iki gün kaldığı Toronto’da liderlere normalleşmeye gidilmesi için İsrail’den beklediği dört adımı yine teker teker sıraladı. Başbakan’ın Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Adana Milletvekili Ömer Çelik’in yanısıra Başbakan’ın Başdanışmanı ve Diplomosi Koordinatörü İbrahim Kalın ile iki konuyu derinlemesine tartıştık. “Felaket tellallığı” yapanlar G-20 zirvesinin Türkiye açısından “fiyasko” ile sonuçlandığını, “kötek” yemekle geçtiğini, “başarısız” olunduğunu yazadursun, olan bitenleri birinci elden size aktarıyorum. The Toronto Star köşe yazarı Haroun Sıddıqu’nın İsrail politikası konusunda başbakanla görüşmesini ayarlayan İbrahim Kalın, Kanada medyasında ilk defa Türkiye’nin görüşlerinin doğru ve çarpıtılmadan yansıtılmasını sağladı. Sıddıqu ile iki yıl önce Dubai’de bir Arap zirvesinde tanışan Kalın, G-20’den önce İstanbul’a gelen yazarla Toronto’da yapılacak görüşmenin altyapısını hazırladı. Sıddıqu’nin 27 Haziran’daki köşe yazısında belirttiği gibi İsrail’in şunları yapması gerekiyor: 1) Türkiye’den özür dilemeli; 2) Mavi Marmara baskını nedeniyle sebep olduğu maddi manevi zararı tazmin etmeli; 3) Uluslararası soruşturmayı kabul etmeli ve 4) Gazze’ye uyguladığı ablukayı kaldırması şarttır. Kalın, bu konuda çok kararlı ve ciddi olduklarını tekrarlıyor. Statüko ve eski mentalite değişmeden bölgeye barış gelemeyeceğini söylüyor. Zirveden önce bir hafta boyunca ABD’de Amerikalı senatörler ve Yahudi lobileriyle görüşen Ömer Çelik ve İbrahim Kalın ikilisinin muhataplarına ne dediğini doğrusu çok merak ediyordum. Kalın, İsrail’in Gazze ablukasını kaldırması ve uluslararası hukuku tanımasının kendi güvenliği ve saygınlığı açısından yararlı olacağını, kısacası İsrail’in iyiliği için girişimde bulunduklarını vurguladı. Kalın, Mavi Marmara saldırısında İsrail’i haklı çıkaracak hiç bir husus göremiyor. Başbakan’ın İsrail’e yönelik çok sert konuşmalar yapmasının AK Parti iktidarını yıkma çabasında olan iç güçlerin dışarıdan daha güçlü destek almasına yol açıp açmayacağını sorguluyorum. Hayret! Hiç endişeli değil iki danışmanda. Bir ara Ömer Çelik, Kanada’daki Yahudi lobisinin gücünü soruyor ve Türklerin ne kadar Yahudi lobisi ile diyalog ve ilişki kurduğunu sorguluyor. Koca bir hiç maalesef! Erdoğan’ın koyduğu koşulları yerine getirmenin Mavi Marmara baskınının sorumluluğunu üstlenmek anlamına geleceğini ve Başbakan Benjamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Ehud Barak’ın suç işlediklerini itiraf etmiş olacağına dikkati çekiyorum. Halihazırda bizzat Netanyahu’nun atadığı sözde bir “Uluslararası Komisyon” konuyu incelemekle görevli. Burada görev alan bir Kanadalı ile bir İrlandalıya oy hakkı tanınmadı. İki danışmanda uluslararası komisyon kurdurmada kararlı. Bakalım İsrail’in “olayın üstünü örtme komisyonu” bu sefer dünyayı uyutabilecek mi? Sıddıquı’nın Başbakanla görüşmek için tarafımızdan yardım istediğini ve görüşme talebini başbakanlığa ilettiğimizi söyleyince, Kalın gülümsüyor: “İstersen bu görüşmeyi ben ayarladım diye yazabilirsin” diye takılıyor. Sıddıqı’nın Batı ekseninden uzaklaşmadığı halde Türkiye’nin İran’ı neden korup kolladığını anlayamadığını İbrahim Kalın’a aktarıyorum. Sıddıqu’nın bu sorusunu, “İran, sadece Farslılardan oluşan bir ülke değil. Akraba bağımız bulunan 25 veya 30 milyon Azeri Türkünü barındırıyor. 1639 Kasrı Şirin anlaşmasından beri değişmemiş bir sınırımız var, ayrıca 3 74 milyar dolarlık sıcak sınır ticaretimiz mükemmel” diye cevapladığımı söylediğimde Kalın, yanıtımı eksik buluyor. Şunları ekliyor: “İran ile Türkiye’nin yıllık ticaret hacmi 30 milyar dolar. Elbette İran lehine bir hacim var. Büyük miktarda doğalgaz alıyoruz. Kimse Türkiye’den İran’a yaptırım veya ambargo uygulamasını boş yere beklemesin. Amerikalı ve Batılı muhataplarımıza bunu açıkca deklare ettik. En ucuz doğalgazı İran’dan satın alıyoruz. Rusya ile birlikte İran’ın gaz ithalatımızda payı yüzde 60’ın üstünde. Bize alternatif bir kaynak göstersinler, İran ile ilişkilerimizi bozalım. Biz aslında bölgede İran ile pek çok alanda rakip bir ülkeyiz. Ama bölgede komşumuza savaş açılması ve yaptırım uygulanması en fazla Türk ekonomisine zarar verir.” G-20 zirvesinin hemen ardından Rusya’nın Türkiye ve Brezilya’nın aldığı inisiyatife yakınlaşması AK Parti’nin izlediği onurlu politikanın doğruluğunu ispatlar mahiyette. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Türkiye ve Brezilya'nın Tahran yönetimiyle vardığı uranyum takası mutabakatı doğrultusunda, ABD ile birlikte Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'na (UAEK) , Rusya, ABD, İran ve UAEK arasında bir toplantı yapılmasını önerdi. Aynı sırada Viyana Grubu'yla nükleer müzakereleri iki ay donduran İran, Türkiye ve Brezilya ile uranyum takasına ilişkin görüşmelere yakın zamanda başlayacağını açıkladı. BM Güvenlik Konseyinin İran’a yeni yaptırım uygulanması kararını destekleyen, ancak bu kararın ardından ABD, Kanada ve AB'nin BM yaptırımları dışında kendi yaptırım paketlerini uygulama yönünde harekete geçmesinden rahatsız olan Rusya, Tahran yönetimiyle müzakereye böylece destek vermiş oldu. Malumunuz İran,17 Mayıs tarihinde Türkiye ve Brezilya'nın arabuluculuğunda Tahran Deklarasyonunu imzaladı. Bu anlaşma çerçevesinde, düşük düzeyde zenginleştirilmiş 1,200 kilogram uranyumunu, Türkiye üzerinde yüksek oranda zenginleştirilmiş 120 kilogram uranyumla takas etmeyi kabul etmişti. Viyana Grubu ise takas anlaşmasını reddetmiş ve BM Güvenlik Konseyi, Türkiye ve Brezilya'nın ret oyu verdiği oturumda İran'a yönelik yeni yaptırımları onaylamıştı. Batı, nükleer programını durdurmayı reddeden İran'ın hedefinin atom bombası üretmek olduğundan şüpheleniyor. İran ise programın nükleer yakıt elde etmek için yürütüldüğünü ifade ediyor. Türkiye aslında İsrail’i dövmüyor, sevdiği için hukuk kuralları içinde haraket eden, demokratik ve barışcıl bir ülke olmaya çağırıyor. İran’ı da aslında isteyerek kollamıyor, kendi ekonomisini ve çıkarlarını koruyor. Zaten uluslararası ilişkilerde dost yoktur, çıkar vardır… AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, 1992 Nissan model arabasına bindirip karizmasını çizdiği için banai yani Faruk Arslan’a “ Bangladeş Faruk “ ismini taktı. G-20 zirvesinde artan güvenlik önlemlerini teker teker aşarak konukları kaldıkları otelin yakınlarından almayı 27 Haziran pazar günü başardım ve, Ömer Çelik ve Başdanışman İbrahim Kalın’ı kendi arabasına bindirdim. “Bu arabaya oturarak karizmamı çizdirmeyi kabul ediyorum” diyen Çelik, stresli günün esprisini patlattı. Çelik, “ Sizin polis kontrolünden nasıl geçtiğinizi görür görmez Türk olduğunuzu hemen anladım. Önce kırmızı ışıkta geçtiniz ve yolu tıkadınız. Polis şok oldu. Bunu olaganüstü kriz uygulanan bir sırada başkası yapamaz. İkincisi, önde son model Escalade marka pahalı bir cip, arkada kırmızı renkte çok eski bir araba ile başbakanlık heyetini almaya gelmeyi, ancak bir Türk akıl edebilir. “ dedi. Yazarımız Arslan’ın “ Protestocular lüks arabalara molokof kokteyli atıyor, bu araba dikkat çekmeyeceği için daha güvenli. Ayrıca karizmanızı arabamla biraz çizelim” gerekçelerine epey gülen Çelik, “ Senin adını bundan sonra Bangladeş Faruk koyuyorum. Bu muameleyi birde Bangladeş’te maruz kalabilirdik. Zaten Bangladeşlilere de benziyorsun.” diye takıldı. Başbakanın Başdanışmanı İbrahim Kalın, “G-20 zirvesinin en büyük şoku Toronto’da bu araba ile gezmemiz oldu.” dedi. 75 Bir diplomasi bulmacası! 01/07/2010 Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın G20 zirvesi vesilesiyle Toronto’da Kanada Türk toplumu ile görüşme diplomasisi tam bir bilmeceye dönüştü. Ottawa Büyükelçiliğimiz ve Toronto Başkonsolosluğumuzun programa koyduğu 26 Haziran Cumartesi günkü buluşma son anda iptal edildi. Spekülasyonlar, manipülasyonlar, komplo teorileri havada uçuştu. Görüşmeyi bizzat iptal ettiği ileri sürülen Erdoğan, programdan hiç haberi olmadığını Toronto’dan ayrılmadan önce yaptığı basın toplantısında söyledi. Ziyaretten önce Başbakan’ın başdanışmanı, özel kalemi ve basın müşavirinden, görüşmenin olacağını öğrendim. Peki son anda ne olmuştu? Bu soruyu, 27 Haziran Pazar günü öğlen yemek yediğimiz Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, Hükûmet Sözcüsü Bekir Bozdağ, Başdanışman İbrahim Kalın ve heyette bulunan AK Parti Kahramanmaraş Milletvekili Veysi Kaynak ve İstanbul Milletvekili İbrahim Yiğit’e teker teker sordum. Kafam daha fazla karıştı. Hepsinin ağız birliği etmişçesine ortak söylemi, görüşmenin güvenlik gerekçesiyle Kanadalıların baskısı üzerine iptal edildiğiydi. Başbakan’ın ANAuçağının indiği saatlerde, yani 25 Haziran Cuma günü akşam saatlerinde konukların kalacağı Royal York Hotel’in koridoruna bırakılmış sahipsiz bir çanta bulundu. Kırmızı alarm verildi. Kimyasal bomba saldırısı olacağı üzerinde duruldu. Uzmanlar çağrıldı. Başbakanımız Erdoğan ve ekibinin yanı sıra Hintli ve Rus başbakanlar da havalimanında 1.5 saat bekletildi. Çantadan ise hiçbir şey çıkmadı. Aynı gece yarısı Başbakan’ın ekibiyle irtibat kurduğumda görüşmenin olacağı söylendi. Ancak ertesi gün iki polis otosunun yakılması ile kontrolden çıkan gösterici protestoları nedeniyle yeniden kırmızı alarm verildi. Güvenlik önlemleri üst düzeye çıkarıldı. Tütün kullanan bir milletvekilimizin ifadesiyle; ‘sigara içmek için otelin her dışına çıkıp içeri girdiğinde, üstü arandı’. Tam on beş kez ve her defasında aynı polisler kendisini aradı. 76 Bu atmosferde, Bakan Mehmet Şimşek’in Kanada Türk Ticaret Odası (TCCC)’nın davetiyle dışarı çıkmasına izin verilmedi. Aynı biçimde Kanadalılar, iki milletvekilimizin Türk toplumu ile dışarıda buluşma önerisini; “Sizi koruyabileceğimize garanti veremeyiz!” diyerek geri çevirdiler. Güvenlik bölgesinin içinde herkes hapis kaldı. Dışarıdan içeriye gelecek Türk toplumu temsilcileri de reddedildi. AK Parti Milletvekili İbrahim Yiğit; “Görüşme olsa bile Türk toplumu ile kendilerinin görüşeceğini,” dile getirdi. Oldukça üzgündü. O hâlde Türk toplumu neden Başbakan’la görüşeceğine inandırıldı? Bu sorunun cevabını Büyükelçilik biliyor. Görüşme oldu veya olmadı fark etmez. Toplum temsilcileri seçilirken uygulanan ayrımcılık kriterleri, Ankara’ya Ottawa’dan gönderilen raporları teyit eder biçimde skandaldı! Daha önce THY’nin açılış galası ile Türk bakan ve milletvekillerinin Nil Akademi’yi ziyareti sırasında izlenen, toplumun bir kesimini dışlayan politikalar, yine sahnedeydi! Kanada Türk toplumunun iki federasyonu arasında ayrımcılık yapacaklarına, ikisine de eşit yakınlıkta olsalardı, sadece görevlerini yapmış olacaklardı. Allah aşkına, Türk toplum temsilcilerinin katılacağı toplantı böyle mi organize edilir?! Şu anki hâliyle Kanada Türk Dernekleri Federasyonu (KTDF), Türk toplumunun, bir kesimini temsil edebilir. Öte yandan bünyesinde 30`a yakın vakıf ve derneği barındıran Anadolu Kültürleri Federasyonu (AHF), 6 ayrı eyalette 12 ayrı şehirde Türkiye`nin tarihî, turistik, kültürel ve ticari alanlardaki tanıtım ve temsil misyonunu ifa ediyor, bu doğrultuda sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetler yapıyorlar. Bu zirvede ayrımcılık yapılmadan Türk toplumu tümden kucaklanabilirdi. Geçmişteki yanlışlardan ders alınmış olabilir, tek yanlı davranma terk edilebilirdi. Ne gezer! Başbakanımızla Türk toplum üyelerinin yapacağı toplantıyı organize etme görevi, Büyükelçi Rafet Akgünay tarafından Başkonsolos Levent Bilgen’e verildi. Bilgen ise, davet görevini KTDF’ye sundu. ‘Sekreterya’ gibi çalışan kurum yetkilisi, kendi yönetim kurulu ve üye 7 dernek başkanını ancak organize edebildi. 77 Listeyi teslim etme saatine 1 saat 15 dakika kala AHF’ye üye Kanada Kültürlerarası Diyalog Merkezi’ne (CIDC) telefon mesajı bırakıldı. Niçin arandığı bile söylenmedi. AHF yetkilileri, hem Büyükelçimize hem de Başkonsolosumuza 23 Haziran’da resmî mektup göndermiş, davet bekliyordu. Başkonsolosumuz Leven Bilgen ile 25 Haziran sabahı bir telefon konuşması yaparak izlenen politikanın yanlışlığını aktardım. Toplantıya çağrılmayanlar ile ilgili: “Bilmediğin şeyler var!” dedi ve güvenlik gerekçesiyle açıklayamayacağını ifade etti. Kanadalı yetkililerin bazı isimleri onaylamadığını, gerekçesini söyleyemeyeceğini dile getirdi. (İsimler henüz istenmemişti ve verilmemişti ki!) Bilgen; “Tek bir dünya görüşünü temsil edenlerin toplantıya çağrıldığını nasıl tespit ettiğimi,” sordu. Gazeteci ve yazar kimliğimle durumun vahametini tüm çıplaklığıyla izah etmek zorunda kaldım. Zirvenin koordinesini yapan Kanadalı polis ve siyaset kanadı, geçen sene CIDC aracılığıyla Türkiye’ye giden politikacı ve bürokratlar. Kanadalılarla bir sorun yoktu. Büyükelçiliğimiz, insafa, son gün saat 2.30’da geldi ve AHF’den beş kişiyi akredite etti. Bu skandalı hafifletti ama ayıbın üstünü tam örtemedi. Bilgen ile görüşmeyi yapmadan önce KTDF Başkanı Mehmet Bor’dan toplantıya kimlerin yazdırıldığı ile ilgili detaylı bilgi almıştım. Başbakan’ın Başdanışmanı ve Diplomasi Koordinatörü İbrahim Kalın ile durumu önceki gün zaten konuşmuştum. Başdanışman, net biçimde: “Tek yanlı yapılacak bir toplantıya Başbakan’ın katılması uygun değil, iki federasyonun temsilcilerinin de bulunduğu ortak bir görüşme ayarlanmalı,” dedi. Haklıydı. Başbakan’ın Özel Kalemi ve Basın Danışmanı, İbrahim Kalın ve Ömer Çelik olayla bizzat yakından ilgilendi. Bilgen ile yaptığımız görüşmeyi Başbakanlığa ileteceğimi kendisine söyledim. Yoğun bir diplomasi yürüterek ayrımcılığı kısmen önlediği için teşekkürü hak ediyor. Görüşmenin iptal edilmesi, kaderin bir adaleti oldu! Bulmacayı bilmem çözebildiniz mi, Başbakan ile Kanada Türk toplumunun buluşması sizce neden iptal edilmiş olabilir? 78 Çözüm: NATO Türk Barış Gücü 05/06/2010 Gazze’ye giden gemilere saldıran İsrail, aptallık denizinde yüzüyor. Beyaz bayrak taşıyan 32 milletten oluşan aktivistlerin 400’ü Türk kökenli, 700 silahsız kişi. Çok sayıda gazeteci bulunan gemiye saldıranların sanırım imaj derdi yok. Savaş suçu veya insanlığa karşı suç işliyorlar. İsrail ile Türkiye savaş hâlinde olmadığı hâlde, hangi akla hizmetle barış misyonu olan gemide Türk vatandaşları katledilebilir? Osmanlı döneminde olsa bu bir savaş sebebiydi. Krize tek çözüm yolu şudur: Artık NATO bünyesinde Türk Barış Gücü, Gazze Şeridi’ne yerleşmeden insani yardımlar mazlum Filistinlilere asla ulaştırılamaz. Sınırsız güç kullanan İsrail’i dizginleyebilecek tek güç Türk ordusudur. Kalıcı barışçıl çözüme zemin hazırlayacak tek yol budur. Gerisi angarya ve nafile çaba... İsrail’i Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, hatta tüm dünya ülkelerinin kınaması yetmez. Nasıl olsa takmıyor. Yaptırımlar uygulamadan İsrail uslanmaz. Ekonomik ve siyasi boykotla yalnızlaştırma, nükleer silahlarının elinden zorla alınması da yetmez. İsrail sadece silahtan, güçten anlar. Yıllardır Sam Amcası şımartmıştır onu. Tüm çakma yalanlarına inanmak zorundadır. Uyanalım; bir millet, Filistinliler ölüyor. Dünya vicdanı için atılan son adımı da iğfal etti İsrail. Söz ve kararlar geçersiz, bahane denizi tükendi. Tel Aviv’in, İsrailli politikacıların hiçbir bahanesi kabul edilemez. Devletini savunmak böyle olmaz. İsrail, meşruiyetini kaybetti. Suçu savunma, acizliğin, edepsizliğin itirafıdır. Uluslararası suda insan öldürmek ve yaralamak sadece korsanlara mahsustur. 1947’de bağımsızlığını ilan eden İsrail, hâlen “korsan devlet” gibi davranıyor. Bir devlet İsrail’in yaptığını yaparsa bunun adına “devlet terörü” denir. Elini Türk kanına bulayan İsrail, resmen cami duvarına işedi. Zannımca siyaseten intihar etti. Müslüman dünyasındaki 50 yıllık dostunu kaybetti. Türkiye’de eski dostları bile onu savunamaz artık! İsrail, Türkiye’den intikam alma peşinde. “One Minute” olayı ile gerildiği sanılan ilişkiler aslında AK Parti iktidara geldiğinden beri ‘limoni’. 1995’te Türk ordusu ile beş milyar dolarlık askerî anlaşmalar imzalayan İsrail’in Mossad’ı, son 25 yıldır istihbarat alanında Türk MİT’inin “kanka”sıydı. Daha geçtiğimiz aylarda medyamızda Genelkurmay’da Mossad’a bir oda ayrıldığı gündeme geldi. Bilgi paylaşım iş birliği sürüyor. Kim bilir, bundan sonra güven bunalımı oluşur da, belki kapatılır. Ordumuzun kararı kritik ve önemli. Barış gemisine saldırı düzenlendiği saatlerde Hatay İskenderun’da Deniz İkmal tesisine roketli saldırı düzenlenmesi tesadüf olamaz. Altı asker öldü, yedisi yaralandı. PKK’nın Amanoslar saha sorumlusu tarafından yapıldığı iddia edilen saldırı, Mossad’ın işine benziyor. Uzun zamandır PKK militanlarını Kandil’de eğittiği biliniyordu. Türkiye’nin yumuşak karnı Kürt sorunu. İsrail, bir süredir nöbeti Amerikalılardan devraldı. Son zamanlarda artan şehit cenazelerinin ardında AK Parti’yi ilk seçimde götürmek isteyen ‘karanlık bir koalisyon’ var. “Cumhuriyetçi Amerikan derin devleti” ile “Siyonist, Mason, Evangelist” ittifakı, Tel Aviv ile Ankara’nın ilişkilerinin bozulmasına en fazla sevinen kesim. Böylelikle Başkan Barack Obama’nın bile AK Parti’yi cezalandıracağını hesaplıyorlar. Roketli saldırı ile verilen mesaj açıktı: “Geri adım atmaz iseniz, daha çok genç asker ölür!...” Eskiden olsa yerdik, içimize sinmesede sindirir, yutkunurduk. Ancak hükûmetin bu tehdide 79 pabuç bırakacağını sanmam. Kasımpaşalı Başbakanımız ile halkımız paralel düşünüyor. İsrail yanlış hesap yapıyor. Türk halkının nefretini kazanarak bir yere varamazlar. Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te yeni yerleşim yerleri açma kararı alan İsrail’i yakın günlerde ABD ve Kanada bile protesto etti. 2008’den beri Gazze’ye insani yardım ulaştırılmıyordu. Çünkü Gazze’de kontrolü tüm baskılara rağmen Hamas elinde bulunduruyor. Amerikan kuklası Filistin yönetimi başkanı Mahmud Abbas, sadece Batı Şeria’da etkili. Geçen ay başında başlayan barış görüşmeleri, İsrail’in Filistinlilere devlet kurdurmaya ve Kudüs’ü paylaşmaya niyeti olmadığını perçinledi. Bir süredir yapımı devam eden büyük duvar, “İKİNCİ BERLİN UTANÇ DUVARI” olarak tarihe geçti bile. Filistinlileri Batı Şeria’da sıkıştırıyorlar. Gazze katliamına sessiz kalan dünya, atılan bombalarla şehrin yüzde 75 oranında yok edilmesine göz yumdu. Uluslararası Af Örgütü’nün daha geçtiğimiz günlerde açıklanan raporu, beş Gazzeli'den dördünün insani yardıma muhtaç olduğunu ortaya koydu. Buna rağmen İsrail Başbakan’ı Bünyamin Netanyahu: “Gazze’de yardıma ihtiyacı olan kimse yok ki, gemilere izin verelim.” diyebildi. Bu kadar yalan fazla. Utanmazlık diz boyu... İsrail’in Türkiye’ye gıcık olması normal. İran’ın uranyumu zenginleştirip nükleer silah elde edeceği bahanesi, neredeyse beş yıldır devam ettirilen bir yılan hikâyesi. İran’a ambargo ve yaptırımlar işe yaramadı. Savaş kapıdaydı ki, Türkiye ve Brezilya ara çözüm buldu. İran’ın zenginleştirmeyi başardığı uranyum ile nükleer santrallerde kullanacağı saf uranyumu Türkiye’de takas yapmayı kabul etti. Savaş tehdidi ve yaptırım oyuncakları ellerinden alındı, “Sam Amca” ile “David Dayı” küplere bindi. Bununla kalmayan Ankara, BM Güvenlik Konseyi’ndeki geçici üyelik statüsünü kullanıp 139 ülkeden imza aldı. Ne için mi? Ortadoğu’da kalıcı barışı tehdit eden ve tek nükleer silaha sahip olan İsrail’i bu silahlardan arındırmak için. Bu amaçla uluslararası bir konfrerans çağrısı yapıldı. İsrail çileden çıktı. Köşeye sıkışan İsrail’in özür dilemesi ve öldürdüğü insanlara tazminat ödemesi gerekiyor. Ayrıca engellenen insani yardımın Gazze Şeridi’ne ulaştırılması, bu özrün olmaz ise olmazı. BM’den çıkan 30 gün içinde bağımsız rapor hazırlanması kararı , tepkileri unutturma ve yaptıklarının İsrail’in yanına kâr kalması girişimidir. NATO’yu olağanüstü toplantıya çağıran Ankara, buradan bir ‘NATO Barış Gücü’ kararı çıkartmalıdır. Filistin devleti artık kurulmalıdır. Tarafların anlaşamayacakları tek sorun olarak kalacak Kudüs’e ‘uluslararası kent’ statüsü verilebilir. Tüm inançlara açık politika dışı bir şehir hâline getirilmesi ve güvenliğinin NATO Türk Gücü tarafından sağlanması tek çözüm yoludur. Ordumuzun eline, bozulan imajını düzeltmek için mükemmel bir fırsat geçti. TBMM acilen bu kararı almalıdır. 80 Kedinin uzanamadığı ciğer 15.09.2009 Evvela bu makale, “insani kedi”leri hicveden bir yazıdır, kediler üzerilerine alınmasın! Bir olayı, bir bozuk davranışı daha iyi tanımlamak için deyimlerimiz, atasözlerimiz bulunmaz cevherdir. Bazen sevgimizi, bazen kızgınlığımızı, bazen de kinayemizi satirik bir üslupla anlatmak için özneyi “kedi”ye benzetiriz. En çok kullandığımız, “kedi yetişemediği (veya uzanamadığı) ciğere pis (murdar veya halk arasında mundar) dermiş” atasözümüzdür. İnsanlar elde edemediklerini kötüler, beğenmez, hor görür, kulp takar anlamındadır. Kendisi başarısız olup başkalarının sonuca ulaştığını görünce “kıl olurlar”. Bu atasözünde önemli olan kedinin ve ciğerin konumlarının ne olduğudur. Ciğer kötü ise kedi zaten ona ulaşmak istemez, iyi olduğu halde elde edemediği için kedi sinir krizleri geçirmektedir. Yetersizliğinden dolayı dışa vuran hezeyanları, umutsuz çırpınışları artık bir nevi züğürt tesellisidir. Herkesin “ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca” demeye hakkı vardır. Bu görüşe saygı gösterilir. Ancak duruşunu yanlış seçen atasözündeki kedilerin davranışı “çamur at izi kalsın” şeklinde olduğu için çirkindir. Esasen kişi ve kişiler, elde edemeyecegi bir metayı, bir makamı, bir başarıyı kötüleyerek veya aşağılayarak kendi kendini kandırmaktan öte gidemez. Neden elde edemediğini veya elde etmesinin gerekli olup olmadığını düşünmez, açıkcası kıskanır. Sadece nefsini sever ve beğenmiştir, bu nedenle kimseyi sevemez, kabullenemez. Ayrımcılık, kin, nefret gözünü bürümüştür, ciğeri kötülemek için “cami duvarına işer”. En çirkef ve üzücü olan iftira atan bu kedilerin ciğeri seyrederken gözyaşı döküp ağlaması, ağzının suyunun akmasıdır. Ciğerin sürekli etrafında dolaşmış, ona aşık olmuş, ama ‘öteki’ gördüklerini hazmedememiştir; kedimiz hazımsızdır. Gıpta hissinin verdiği itiş gücüyle gereksiz eleştiri ve yergide bulunduğunun farkına varamayacak kadar aklı az çalışmaktadır. Gerçekte kedi, uzanamadığı ciğere pis deyip burun kıvırmaz. Onu elde etmek için ısrarla yeni plan ve projeler geliştirir. Ulaşamadığını unutmak için nefret yöntemine başvurmuş, acizliğe düşmüştür. Kedimiz ya ciğere uzanma kabiliyetinden mahrumdur veya tembeldir. Suçlu olduğunu bilen kedi ‘zeytinyağı gibi üste çıkmak’ için tiyatro oynamaktadır, rol kesmektedir. Çünkü, “kedi gibi suçlu”dur, başı eğik olmasına rağmen kendisini “kedi gibi masum” ve utangaç gösteren “hinoğlu hindir”. Bizim kedi, haddizatında “kedi gibi korkak”, “kedi gibi ürkek”, “kedi gibi uyuşuk”tur. İltifat beklediklerine “kedi gibi sokulur” ve “kedi gibi koyna girer”. Ama bazen de “kedinin fare ile oynaması gibi”dir aradaki ilişki. O zaman, “kedi gibi hırçınlaşır”. Ama çoğu zaman “kedi gibi değişken ve kaprisli tavırlar” ortaya koyar. Çıkar ilişkilerinde “kedi gibi mırlar” ve “kedi gibi numaralar” yapar. Çünkü “kedi gibi sığınmak” zorundadır. Kedili benzetmeler, sokak konuşmalarından en edebi metinlere, akademik çalışmalardan argo konuşmalara kadar kendine yerler bulmuştur. Çok sızlanan birine hemen “kedi gibi mızıktama” diyoruz. Suçundan dolayı bir kenarda sessizce oturan “süt dökmüş kedi gibi” dir. Şımaran, yakın durmaya çalışan insanlar, “kedi gibi şımarır” ve “kedi gibi sırnaşır”. Şarkılara da girmiş olan “nankör kedi” deyimi, vefasızlığı pek güzel anlatıyor. Elbette kedili tüm atasözü ve deyimlerimiz olumsuz manalar içermez. Kediler, hayvanlar arasında, insana en yakın, en sıcak duran asil mahluklardır. Yerlerinde duramayan, hoplayan, zıplayan, dans edenlere “kedi gibi tırmanmak”, “kedi gibi sıçramak”, “kedi gibi oynamak” ifadelerini kullanırız. Geceleri yollarda size rehberlik eden, yol sınırlarınızı çizen beyaz ve kırmızı parlak uyarıcıların adı “kedi gözü”dür. Bazen birinin size yakınlaşma çabasını “kedi gibi yalakalık yapmak” olarak algılayabilirsiniz ama kim bilir belki de o size sadece “kedi gibi sürtünerek” bir sevgi gösterme çabasındadır. İnsanlar bazen “kedi gibi yaramaz”, “kedi gibi hırçın”, “kedi gibi atik” olurlar. Mutfakta çok dolaşan, ne pişiyor diye gözleyen çocuk da 81 olsa, bey de olsa yaptığı iş “mutfak kedisi gibi ayak altında dolaşmak”tır. Su içmenin de kedi gibisi olur mu demeyin. Konuşma özürlü çocuklar için doktorların önerilerinden biri de, özürlü çocuğun, küçük bir kaptan “kedi gibi su içmesi”dir. Bu egzersizle çocuk konuşma özrünü atlatabilir. Kediler, “dokuz canlıdır” ve “dört ayak üstüne düşerler” deriz. İnsanoğluda bazen “İki ayağı, iki kolu üzerine düşer”. Ama basireti, feraseti bağlanır, içinde olduğu nimetlerin ne farkındadır nede verene hamd edecek, şükredecek tıynettedir. Oysa kediler, “miyav” demez onların ‘mırmır’ları aslında Rablerini ‘Er Rahim Er Rahim’ diye sürekli zikretmelerindendir. Köpekler kendisine yemek verene köle olup geçici sahibine sadık kalır, ama dinen necisdir, pistir. Oysa asıl sahibine gönülden bağlı kediler geçici sahibini fazla takmadığı için nankör sanılır, buna mukabil dinen temizdir. Gerçektende kedilerin üzerine fazla varırsanız yüzünüzü çırmalar. Savunma alanını küçülten kedi, çıkış alanı büyütmek için içgüdüsel olarak korku duygusunu içselleştirir. Korku kokusu yaydığı ve simasını refleks olarak korkunçlaştırdığı sırada kedilere yanaşılmaz. Kedi kaplan olur, zarar verir. Kaç tırmık atacağı belli olmaz. Bu korku psikolojiyle sırtını köşeye verir, buna “kedi gibi köşeye sıkıştırılmış” diyoruz. Bakmanın da kedice olanı vardır. “Kedinin ete baktığı gibi” bakarsanız, aç olduğunuz ya da ihtiraslı olduğunuz anlaşılır. Kedinin suni olarak yaydığı korku nöbetini fazla takmazsanız, kedi yeniden uysallaşır. Fazla ciddiye alırsanız, “gözleri kedi gibi parlar”. Bizim kedi, esasen “ciğerci kedisi gibi” semizdir. Çok gezen ve her tarafa giren bir “sokak kedisi”nden daha kötüdür, iftiracı, fitneci bir “kara kedi”dir. Şunu da unutmayalım, “avcı kedi mırlamaz”. Kedinin ciğeri pislemesine aldırmayalım, “it ürür, kervan yürür”. Yiğidi öldürüp hakkını teslim edemeyecek kadar nasipsiz “nankör kedi”, hırsından hasedinden elbet bir gün çatlar. Kedilerden tekrar özür diliyor, ‘Bizim Kedi’yi insafa çağırıyorum. 82 Kendi Davos’umuza doğru... 15 Haziran 2009 Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) tarafından 3 ile 5 Haziran arasında düzenlenen DTM’deki Dünya Ticaret Köprüsü’de, 145 ülkeden iki bin 300 işadamı, Türkiye'den üç binin üzerinde işadamı ile buluştu. Bu etkinliğin dört gün öncesinden itibaren 4 trilyon dolarlık ekonomiye sahip 39 ülkenin bakanı İstanbul’daydı. ‘Dünya Ticaret Bakanları Zirvesi’nde ekonomik krizden çıkış yolları tartışıldı. Burada toplanan ülkelerin 24 tanesi 2009 yılını büyüyerek kapatacak ülkeler. Hedef bundan Türkiye’ninde pay almasıydı. 7 gün süren zirve sonunda milyarlarca dolara yakın iş bağlantısı yapıldı, en önemlisi kalıcı iş dostlukları kuruldu. İstanbul’da geçirdiğim üç gün boyunca, Davos’a alternatif bir dünya zirvesinin doğuşuna şahitlik ettiğimi sanıyorum. Fuarların iptal edildiği bir dönemde katılım beklenenin üzerindeydi, her yıl büyüyerek marka haline gelecek bir Türk Davos’u İstanbul’da doğdu. Küresel ekonominin krize girdiği bir dönemde krizin ortaya çıkardığı fırsatları, iş adamları aralarında görüştü. Herkes şu tesbitte bulundu: Bu kadar iş adamını ‘ticari gol’ atması için ancak bir sivil toplum gücü biraraya getirebilirdi, devlet değil… Küresel kriz taşları yerinden oynatırken, Batı'dan kopan para kendine güvenli limanlar ararken, Türkiye'de birileri dünü değil yarını konuşmak, geleceğin dünyasında söz sahibi olmak için emek veriyordu. TUSKON’un daha önce düzenlediği Afrika, Pasifik, Avrasya ve Ortadoğu Avrupa zirveleri ayrı ayrı ırmaklardı. Hepsi Dünya Ticaret Köprüsü'nün altında buluşarak güçlerini test ettiler. Ülkemizden 3 bine yakın işadamı muhatapları ile birebir görüşme fırsatını yakaladı. Yabancı şirketler özenle seçilmişti. Büyükelçilik, konsolosluk bile bulunmayan coğrafyalardan gelenler çok bereketli geçen bir zirveye tanık oldular. Kısacası TUSKON yönetimi, üye derneklerle büyük bir başarı hikâyesi yazıyor. Unutulmamalı ki, İsviçre'nin Davos kasabasında yapılan toplantılar, yıllar sonra bir kıvam yakaladı. Biliyorsunuz; ‘One Minute’ olayından sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bir daha Davos’a katılmayacağını açıkladı. Davos, dünya ekonomisinin sonraki birkaç yılına şekil veriyor. Artık kendi Davos’umuzu kurmanın vakti geldi. TUSKON'un bugün mütevazı adımlarla kurduğu ticaret köprüsünün Türkiye'yi Afrika'da, Ortadoğu'da, Latin Amerika'da, Pasifik'te veya Asya'da nasıl bir konuma taşıdığının farkına yakında varacağız. Hiçbir hasat bir günde yapılamaz. Tohum saçmadan, çapa yapmadan, ter dökmeden, en önemlisi hasada kadar sebat etmeden 'bereket versin' denilemez. Rekabetin köylere kadar indiği bir dönemde ticarette başkaları ile işbirliği yapmadan öne çıkmak, şirketler kadar ülkeler için de fevkalade zor. İşte TUSKON üyeleri ile hep bu noktaya dikkat çekiyor. Davos'ta toplantılar yapıldığında elbette bizden de birileri katılacaktır. Ancak yakın coğrafyamızda olup bitenler, sağlık, bilişim, enerji ve tarım odaklı fırsatlar, Türkiye'nin edilgen kalma lüksünün olmadığı mesajını veriyor. Ekonomik haritalar çizilirken masanın etrafında iş dünyamız yer almalı. Yeni pazarda omuz omuza veremezsek küresel kriz bitse de şirketlerimizin asıl krizi yeni başlayacaktır. Bu tür zirveleri daha da geliştirebilmenin yolu, ‘sen-ben, bizden-öteki’ gibi suni ayrımların cenderesinden zihinlerimizi kurtarabilmekten geçiyor. İş dünyasının temsilcisi konumundaki 83 oda ve derneklerin başkanları daha çok icabet etmeli bu davetlere. Ülke adına kalıcı bir iş yapılırken, bunu ille de belli bir zümre yapabilir oportünizminin tuzağına düşmesek keşke! Aynı zirveyi TÜSİAD düzenleseydi, bazıları bu yılın olayını ‘cafcaflı’ haber yapardı. Başbakan Erdoğan’ın açılış resepsiyonunda dile getirdiği, 'Para civa gibidir. Uygun şartları nerede bulursa oraya gider' sözlerine katılıyorum. Amerikalı Yahudiler bugün harıl harıl kızıl Çin’e milyarlarca dolar yatırıyor. Paranın dini, milleti, şucusu, bucusu yoktur. Bugün TUSKON'un zirvesinde, yarın TÜSİAD'ın panelinde, yetmedi MÜSİAD'ın fuarında kompleksiz birlikte buluşmak ülkemizi dev yapar. Gocunmadan, gücenmeden Davos'a alternatif çıkarmak için ter dökmeliyiz. Türkiye bu hedefe çok yakın. Emin olmak isteyenler, bu etkinlik için koşarak bir araya gelen işadamlarının gözlerindeki ışıltıya baksa yeterdi. DTM’inin yemekhanesinde aşçı, ‘bugün yedi bin kişi burada yemek yedi’ dediğinde çok sevindim. Zirvede 400 adet olan stand sayısının gelecek yıl sektörlere göre artırılacağını ve Hall sayısının ikiden beşe çıkartılacağını tahmin etmek zor değil. Bu yıl bir deneme yapıldı ve yoğun ilgiyle karşılaşıldı. ANUKA ve SİAL ayarında bir dünya fuarında iş görüşmeleri, artık firmaların standlarında yapılıyor. Böylece iş görüşme trafiği daha doğal oluyor, kim kiminle görüşeceğini daha rahat buluyor. Özel iş yemekleri zirve yapılan yerde veya yakın anlaşmalı lokantalarda yaplırsa vakit kaybı önlenir. Çünkü iki günde iki bakanla yediğim iki iş yemeği, İstanbul trafiği yüzünden iki günümün yarısını aldı. TUSKON, 'Gönül Köprüsü' adını verdiği yeni projesiyle de konuk işadamlarının kalbini kazanmayı başardı. Hiç tanımadıkları işadamlarının evine misafir olan yabancı konuklar, Türk misafirperverliğini de yakından görme imkânına sahip oldu. Kültürler ve dinler arası diyalog için mükemmel bir zemin oluşturan iş adamlarına destek veren ana unsur, 115 ülkede açılmış Türk okullarıydı. Türk okullarının yeşerttiği umutlar, Türkçeyi dünya dili yapma gayretindekilerin meyveleri olan gençleri aynı günlerde ülkemize göndermişti. Büyükler ticaret, küçükler eğitim-kültür için İstanbul'daydı. Bu iki kare çok önemli. İstanbul'daki Davos'un mütercimliğini Türk okullarından mezun en az iki lisan bilen dünya çocukları yaptı. Ülkemizin en etkin sivil toplum örgütü, hem konuklara Türkiye'deki iş imkanlarını gösterdi hem de Türk aile yapısını yakından tanıma imkânı sundu. TUSKON Başkanı Rızanur Meral ve Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi’nin dediği gibi bu zirve, krize meydan okuyan, dünyayı kaotik ortamdan çıkaracak olan bir meydan okuyuştu. Dünya ticaretinin büyük emeklerle geldiği noktaya bir yılda kriz bahanesiyle darbe isteyenlere karşı durmak gerekiyordu. Kendi Davos’umuza doğru dev bir adım atıldı, hayırlı olsun… 84 Iki tarafında sakladığı gerçekler 15 Nisan 2009 ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ile Ermenistan’ı yakınlaştırma çabaları, Azerbaycan’ı üzdü. Azeriler, Türkiye’nin Karabağ’ın feda edilmesi karşılığında “sözde soykırım” yasa tasarısının gündeme getirilmemesi tavizini aldığını düşünüyor. Ermenistan’la sınır kapısının açılması, Karabağ diplomasisinde Ermenileri köşeye sıkıştıran ekonomi kartının heba edilmesi anlamına geliyor. Ermenilerin “sözde soykırım” karın ağrılarının pek çok yüzü bulunuyor. Bakü kadar Ankara’da bu konuda çok hassas. Ağırlığını koyup, dayatmaları, haksızlıkları bitirmeden Ankara’nın kendi ayağına kurşun sıkacağını sanmıyorum. Ruslar, Ermenistan’ı hep Türkiye ve NATO blokuna karşı askeri bir üs olarak gördü. Ekonomik olarak hiç bir zaman elinden tutmadı. Ermenistan vatandaşları, bugün dünyanın en yoksul halkı. Yüzde 90'ı dışarıdan gelen insani yardımlarla yaşıyor, yarısı işsiz, perişan. Son 19 senede bir milyondan fazla nüfus kaybetti. Yurtdışında yaşayan hiç bir Ermeni gidipde Ermenistanda yaşamak istemez. Zengin diaspora Ermenilerinin, fakir Ermenistanlılara yardım toplama kartı ellerinden alınmadan, Ermenistan’la sağlıklı ilişkiler kurmak zor. Bir ‘soykırım endüstrisi’ yöneten Taşnak, Hınçak ve Ramgavar gibi diasporada etkili Ermeni siyasi partileri, kin siyasetiyle Ermenileri yıllardır sömürüyor. Türk düşmanlığına dayanarak ceplerini doldururken, Ermenilere güya “milli bilinç” taşımaya çalışıyorlar. Aynı husus, sayıları pek fazla olan Ermeni kültür ve hayır dernekleri için de geçerlidir. Soykırımla yatıp kalkan Ermeniler, kendi söyledikleri yalanlara da inanmış durumdalar. Ermeniler hiç bir platformda, 1860 ile 1915 arası Genelkurmay belgelerine göre 508 bin sivil Türk ve Kürt’ün ölümüne yol açtıklarından bahsetmezler. 24 Nisan tarihi, bu terörizmi destekleyen az sayıda elebaşı Ermeninin 1915’te sürgüne gönderildiği tarihtir, toplu tehcirle, ölümlerle alakalı değildir. Osmanlı’nın yerinde hangi devlet olsa, ulusal güvenlik söz konusu olunca aynı kararı alırdı. Türkler, İttihat ve Terakki’ye mensup derin devletin silahşörlerinin kan davasının intikamını almak isteyen Kürtleri Ermenilere karşı tehcir sürecinde organize ettiklerini bilmezler. Ergenekon’un JİTEM’i nasıl devleti temsil etmiyorsa, bu faşist grubun savaş şartlarında Kürt çeteciler eliyle ölümüne yol açtığı Ermeniler olayı da devleti bağlamaz. Bu suçları işleyenler, ihmali görülenler İngiliz işgali altında olduğumuz yıllarda zaten cezalandırıldı, en önemlisi devletin sistematik katliam yaptırmadığı ortaya çıkarıldı. Tarih saptırılamaz. Bu arada 150 binden fazla yetim Ermeni çocuğunun Türk ailelere evlatlık verildiği, 150 bin Ermeninin takiyye yaparak müslüman Alevi gözüktüğü, Ermenilerin yararına gizlenir. Bunlar, iki tarafında sakladığı acı gerçekler. 1915 tehcirinden kırk küsür yıl sonra, zenginleşen Ermeni diasporası Yahudileri model alarak soykırım ticaretine başladı. Bu yoldaki yoğun faaliyetler, diaspora Ermenilerinde milliyetçilik duygularının doğmasına yol açtı. Bu şövenizm, 1970'li ve 80'li yıllarda, 1915 tehciri ile hiçbir ilişkisi olmayan 34 Türk diplomatının hunharca katledilmesine neden oldu. Bu durum, ancak yerel Ermeni kiliselerinin, siyasi partilerinin ve derneklerinin devamlı olarak aşıladıkları Türk nefretinin yarattığı travma ile izah edilebilir. Ermeni terörizmi, Türk diplomatlarından başka yabancılara da zarar vermeye başlayınca 1986 yılında ASALA feshedildi, güçlerini PKK’ya devretti. Ermeniler bu tarihten sonra "soykırım" ile ilgili iddialarını bazı ülkelerin parlamentolarından ve bazı uluslararası kuruluşlardan 1915 85 tehcirinin aslında bir “Ermeni soykırımı” olduğuna dair kararlar çıkartarak ispatlamaya çalıştılar. İç savaş kapsamına giren, hastalıkların rol oynadığı 300 bin ölümü sahtecilikle 1,5 milyona çıkardılar, katlettikleri ‘öteki’nin ölümünü ıskaladılar. Ayrıca Ermeni diasporası, çeşitli ülkelerdeki kamu oyunu etkilemeye yönelik faaliyetlere ağırlık verdiler. Görünüşte bilimsel nitelik taşıyan tezleri çok sayıda makale ve kitap, konferans, panel ve benzeri toplantılar, yazılan, yazdırılan roman, hikaye, şiir, tiyatro eserleriyle desteklendi. Her yıl çeşitli ülkelerde sergiler düzenlendi, belgesel filmler çekildi. Kendi yaptıklarını ustaca gizlediler, mazlumu oynadılar, ağlaştılar. Diaspora ve mevcut Erivan yönetimi ile garip halkı birbirine karıştırmayın. Ermenistan’ı 1998’den beri Karabağ işgalinden güç kazanarak iktidara gelen Taşnakcı Robert Koçaryan’ın10 yıllık başkanlık döneminden sonra onun kuklaları yönetmeye başladı. Ermeni derin devletinin sahibi faşist Taşnaklar sevilmezler, sahtekarlık yapılmayan bir seçimde yüzde 10 bile oy alamazdı. Potansiyel lider Karen Demirçiyan’ı 1999’da Meclis’i basarak öldüren Taşnak teröristler bugün devletin ta kendisi. Korku ülkeye hakim. Ermeni diasporası ile Taşnak derin devlet arasındaki bağ çok güçlü. Bu ekonomik ve siyasi bağ koparılmadan, Obama’ya güvenerek kapıları açmak hatadır. Diaspora Ermenilerine muhtaç durumdaki Erivan yönetimi, Türkiye ile ilişkileri soykırım iddialarının kabulüne endeksledi. Ankara, 1993’den beri 16 yıldır Ermenistan ile kapıları kapadı ve ilişkileri Karabağ işgalinin sona erdirilmesi prensibine bağladı. Bu politikadan İranlılar ve Gürcüler nemalandı. Ermeni halkı, Gürcistan ve İran üzerinden Ermenistan'a taşınan Türk ürünlerini tüketiyor. Yıllık 300 milyon dolarlık Türk gıda ürünleri Ermenistan'da satılıyor. 60 binden fazla Ermenistan Ermenisi Türkiye’de kaçak yaşıyor. Karabağ savaşını ve ardından diplomasisini uzun yılllar yakından takip etmiş bir gazeteci olarak, Ermenistan’da dayanma mecali kalmadığını söylüyebilirim. Karabağ dışında yedi Azeri kentini pazarlık için işgal eden Ermenilerin bu toprakları dolduracak nüfusu bulunmuyor. Yedi kenti iade karşılığında Karabağ’ın bağımsızlığını dayattıkları için son barış görüşmeleri tıkandı. Kiliti açabilecek tek anahtar Türkiye’nin elinde. Soykırım yalanı karın doyurmuyor. Ermenilere ekonomik açıdan tek yardım edebilecek “katalizör ülke” kozumuzu iyi oynamalıyız. Kanadalılara bu konuyu anlatırken, anlayacakları bir yaklaşım sergilemeliyiz. Mesela Vancouver’da Çinliler bağımsızlık savaşı için silahlansalardı ve yüzbinlerce sivil insan öldürselerdi, Ottawa yönetimi Çinlileri tehcir etmekle kalmaz, cezalarını da verirdi. Kızılderelileri planlı yok eden Kanada, 2. dünya savaşında Kanada vatandaşı Japonları, kamplara almış, sınırdışı etmekle kalmamış, mülklerine de el koymuştu. Ermeniler, Türklerle bin yıllık birlikte barışcıl yaşamdan sonra neden bu hale düştüklerini sorgulayıp özeleştiri yapsalar, barış uzakta değil. 86 Yol haritasının yolları taşlı! 01.05.2009 Ankara ve Erivan’ın, 24 Nisan öncesi bir ‘Yol Haritası’nda anlaşmalarını bekliyordum. Yol haritasına taş koyanlara rağmen statüko sarsıldı. Ergenekon’un Azerbaycan’daki ayakları kaybetmeye mahkum. Dalgalar, geçmişte hesap vermeyen, çözümsüzlüğü çözüm gören çetenin Orta Asya ayağına doğru ilerliyor. Ergenekon’un Azerbaycan’da rahmetli lider Haydar Aliyev’e karşı giriştiği 1994, 1995 ve fazla bilinmeyen 1999 darbeleri ile 5 suikast girişiminin Türk ayağına henüz hesap sorulamadı. Savcılar, kimlerin sorumlu olduğunu merak ediyorlarsa, 2005’te yayımlanan ‘Hazar’ın Kurtlar Vadisi’ kitabıma bakabilir. Yasin Aslan, Kamil Yüceoral, Okan Acar, Ferman Demirkol, Engin Alan, Ertuğrul Güven, Altan Karamanoğlu, Necabettin Ergenekon, Mithat Alpay, Enver Altaylı, Tansu Çiller ve diğerleri. Sadece İbrahim Şahin ve Veli Küçük içeride şu anda, oda bu darbelerden ötürü değil. Bu arada Azeri Ergenekon’undan Tenzile Rüstemhanlı’nın Azeri medyası üzerinden Türkiye’yi köşeye sıkıştırma taktiği tutmadı. Canadatürk’ün geçen sayısındaki ‘İki tarafında sakladığı gerçekler’ başlığındaki derin analiz yazım TRT’nin ilgisini çekmiş, sabahın erken saatlerinde aradılar. TRT Radyo 1’in Gün Ötesi programına 23 Nisan’da canlı bağlanarak yarım saat süresince sorulara cevaplar verdim. Yol haritasının içeriği özenle saklanmasına rağmen Ankara’nın neleri kabul ettirmiş olabileceğini yorumladım. Ortak tarih komisyonu kurulmasının hayati önem taşıdığını vurguladım. Ermeni diasporasının yıllardır başka ülkelerin parlamentolarından geçirttiği sözde soykırım yalanının sonuna gelindi. Diaspora, vatanı olmadığı halde başka ülkelerde yaşayan milletlerin oluşturduğu lobi grubudur. Türkler, güçlü bir vatana sahip oldukları için diaspora kurmazlar. Ermenilerin asırlardır bir devleti olmadı. Diaspora Ermenileri Ankara’nın muhatabı değildir. Başka parlamentolarda bir milletin tarihi yazılamaz, yargılanamaz. Ermenistan, ASALA terör örgütünü kuran Taşnaklar ve Diaspora’nın kontrolüne girerek bölgede yalnızlaştığını ve yoksullaştığını kavradı. Erivan’da koalisyon hükümetinde olan Taşnak partinin restine rağmen yol haritası kabul edildi, soykırım önkoşulu rafa kalktı. İki ülkenin kuracağı ortak alt ve üst komisyonlarında çalışma yapacak tarih komisyonuna başka ülkelerde isterlerse tarihçi gönderebilir, politikacı veya diplomat değil. Belgeler konuşacak, arşivler açılacak. Özellikle Boston arşivlerinin açılması, bilinçli soykırım olmadığına dair Ermenilerin acı gerçekleri kabul etmesini kolaylaştıracaktır. Sonuçta, ırkçı Taşnakların ve soykırım endüstrisinden mahrum kalacak diasporanın taş koymalarına Erivan direnebilirse, makul bir sonuç deklarasyonu çıkacaktır. İki tarafta geçmişte birbirlerine yaşattıkları üzüntü verici olaylardan dolayı pişmanlıklarını belirtecek ve geleceğe umutla bakacaklar. Ermenilerin geçmişte yaşamayı bırakıp, barışı seçmelerini umuyoruz. Böylelikle ülkemizin başını ağrıtan tasarılar geçerliliğini yitirecektir. Ermeniler yıllardır kendilerini soyan diasporadan kurtulacaktır. Eş zamanlı olarak büyükelçiliklerin kurulması ve sınırların açılması masada olsa da, elbette Karabağ işgali sona ermeden yol haritasında ilerleme sağlanamaz. İnsan yaşamayan, mayınlanmış 7 Azeri kentini hemen iade etmeye hazır olan Ermenilerin, Ermenistan ile Karabağ’ı birbirine bağlayan Laçin koridorunun kontrolunu üstlenmesi sorunu aşıldı. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, ‘olur’ verdi. Azeri medyası, bu tavizi çok sorgulayacaktır. Bir milyon mültecinin topraklarına dönmesi, kamuoyunu rahatlatacaktır. Diplomaside ‘al, ver vardır’, toptan kazanç ve hiçtencilik yoktur. 87 Karabağ’ın statüsü, yol haritasındaki en önemli taşlardan. Bakü, en yüksek statüyü öneriyor, Taşnaklar direniyordu. AGİT MİNSK Grubunun Fransız, Amerikan ve Rus eşbaşkanlarının 16 yıldır başarısız biçimde sürdürdükleri diplomatik misyon, artık sonuç vermeli. Açıkcası Karabağ’da barış sağlansa bile bölgenin eski meskunu 25 bin Azerinin geri döneceğinden kuşkuluyum. Karabağ, ileride mükemmel bir turist cenneti olur. Azerbaycan anayasasında devletin ‘üniter’ olduğunun belirtilmesi, özerk yönetimlere pek sıcak bakılmadığını gösteriyor. Sanki Nahçıvan özerk cumhuriyet değilmiş gibi! Karabağ Azerbaycan’a bağlanacaksa anayasanın değişmesi gerekecektir. Bu çelişkiyi, 1995’de anayasa kabul edilirken, üniversiteden Anayasa Hukuku hocam eski Meclis Başkanı Sefa Mirzayev’e sorduğumda aldığım cevabı buraya şimdilik yazmayayım. Azerbaycan’da yönetime yuvalanmış Rus lobisi, statükonun devamı için taş koymaya devam edeceklerdir. Karabağ üzerinden kopartılan fırtınanın perde arkasında Rus yanlısı Azerilerin ve Rus istihbaratının petrol ve gaz mafyası duruyor. Moskova, Azeri gazını ve petrolünü kendi hatlarına istiyor, Türkiye ise yapımı Bakü-Ceyhan hattına paralel tamamlanan Şahdeniz hattına. Aslında iki ülkeninde gözü 25 milyar metreküp rezervi olan Türkmenistan gazında. Hazar’ın altından boru hattı projesi fiyasko ile sonuçlanmıştı. Türkmenler gazını hem Rusya’ya hemde İran’a veriyor, onlarda bize yüksek ücretle satıyor. Zurnanın ‘zırt’ dediği yer burası. Obama, Ankara’ya sadece sembolik önemi olan sınır kapısını açmayı önermedi. ‘Nabucco’ adlı proje ile Azeri ve Türkmen gazını Avrupaya ulaştırma projesinde, Ermenistan’da güzergahlara eklenmek isteniyor. Rusya’nın Gürcistan’a rahatca girip askeri işgale kalkışması, boru hatları güvenliğini tehdit ediyor. Erivan’a söylenen: ‘ Uslu çocuk ol!. Ankara ve Bakü ile anlaş! Türkmen gazını İran-ZengezurErmenistan/Aralık kapısı üzerinden geçirelim’ idi. Zengezur, Nahçıvan ile Azerbaycan arasındaki Ermeni bölgesi. Barış boru hattı adlandırılacak hatla bir taşla kuş katliamı yapılacak anlayacağınız. Türkmenistan’da kilit konuma sahip, milyar dolarlık yatırımları bulunan Ahmet Çalık arabuluculuk yapıyor. Moskova’nın tansiyonunu yükseltecek bu girişim, Tahran ikna edilmeden zaten olamaz. Türkiye, tüm tarafları ikna edebilecek tek güç. Rusya ile Ergenekon’un son yıllarda neden kader yoldaşlığı yaptıkları sanırım yeterince anlaşılmıştır. Bakü yönetimini ve halkını Ankara’ya küstürmeye çalışan çevre, statükodan medet uman, nemalananlardır. ‘Karabağ satılıyor’ söylemini öne çıkaran bu güruhun, 1999’dan beri 240 adet Karabağ’ı kurtarma derneği kurup Bakü yönetimini devirmek için İran ve Rus istihbaratları ile birlikte darbeler tezgahladığını hatırlatırım. Başarılı olsalardı, Azerbaycan’da cumhurbaşkanı olarak şu anda uyuşturucu taciri kaçak darbeci Mahir Cevadov oturuyor olacaktı. Azeriler, bazen dostunu, düşmanını ayıramayacak kadar aşırı duygusal davranabiliyorlar. Yol haritasının yolları taşlı, ama gerçekleştirmek imkansız değil. Türkiye, nihayet büyük bir devlet gibi haraket ediyor. 88 Özür dileyene değil diletene bakın! 01 Ocak 2009 Bir grup "aydın"ımız güya sivil inisiyatifle Ermenilerden "özür" diliyor, ama kimse bu kampanyanın nereden çıktığı konusunda kuşkulanmıyor. Zengin Ermeni diyasporasının bir oyunu ile karşı karşıyayız. Eş zamanlı biçimde Ermenilerinde Türklerden özür dileyeceği yalanıyla Türk aydınların aldatıldığını düşünüyorum. Oysa Türkiye’deki kampanyanın başlamasından birkaç gün önce, 9 Aralık’ta Ermenistan’daki gazetelere tam sayfa ilan veren üçyüz ‘Ermeni aydın’ Türkiye’yi ‘sözde soykırım’ı tanımaya çağırıyordu. Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sargisyan’ın Türkiye ile yumuşama politikasına muhalefet eden Daşnak Partisi, bu kampanyaya tam destek veriyordu. Bu kampanya, özür dilemeyi değil, o yıllarda yaşanan ortak acıları paylaşmayı hedefleseydi, masum gözükebilirdi. Osmanlı, Balkanlarda beş milyon, Kafkaslarda üç milyon evladını kaybetti. Yemen’i, Hicaz’ı hiç saymıyorum. Biz ağıt yakmadık, kuşaktan kuşağa torunlarımıza nefret şırıngalamadık. Acılarımızın üstünü örttük. Aslında İngilizler, Ruslar, Fransızlar, Yunanlılar ve İtalyanlar önce Türklerden sonrada, Türk kardeşlerini arkadan hançerlettikleri için Ermenilerden özür dilemelidir. Kampanya, bu haliyle tamamen Ermeni tezlerine hizmet ediyor. Olumlu veya olumsuz yapılan her haber, her makale ekmeklerine yağ sürüyor. Meşhur isimlerin imza attığı yalanı haber oluyor, ertesi gün yalanlanıyor. Kamuoyu oluşturuluyor. Diyaspora, Erivan, gizli ve açık Türk Ermenileri ortak haraket ediyor. Kendine Türk aydını diye niteleyen ‘az gelişmiş’ ülkenin ‘ çok gelişmiş beyinli’ zavallıları bile bile ‘lades’ diyor. Haydi gelin ortak tarih komisyonu kuralım diyoruz, yanaşmıyorlar. Ermeni çeteleri, Osmanlı savaştayken arkamızdan vurmaya kalktı, çaresiz tehcir yoluna gidildi. Bulaşıcı hastalıklar ve açlıkla mücadele edilen savaşın berbat koşullarında, tehcirin de etkisiyle çok sayıda Ermeni vatandaşımızı kaybetmiş olmamız üzücüdür. Savaş ortamında ölen milyonlarca müslüman Türk, Arap, Çerkez, Boşnak, Arnavut ve Kürt’ün adına da üzgün olmalı değil miyiz? Almanların Yahudilere, Fransızların Cezayirlere, Amerikalıların ve Kanadalıların Kızılderelilere yaptığı, ‘bilinçli soykırımı, katliamı’, Türkler yapmadı. Bu kampanyanın kimler tarafından planlandığını ve amacının ne olduğunu kendi kulaklarıyla duyan bir gazeteci olarak tarihe şahitlik ettiğimi sanıyorum: Tarih: 14 Kasım 2007. Yer: Kanada’nın Toronto kenti, Holly Trinity Ermeni Kilisesi. Organizatör: Dünya Ermeni Birliği. Konu: 'Hrant Dink cinayeti ve Türkiye'nin AB üyeliği süreci' konulu panel Konuşmacı: Agos'un Genel Yayın Yönetmeni Etyen Mahçupyan. Ermeni diyasporası, Kanada’da Türklere yapmadığını bırakmadı. Bu nedenle panele gidip gitmeme konusunda tereddütlüydüm. Organizatör Aram Sarkisyan’ı aradım, ‘gelirsem bir sorun çıkar mı?’ diye sordum. Mahçupyan ile bir dönem aynı gazetede çalışmamı referans göstererek ikna ettim. Doğru yerde, doğru zamanda cesurca bulunursanız, kulağınızda delikse hiç olmadık bilgileri duyabilirsiniz. 89 Ermeniler önce aralarında bir Türk gazetecinin bulunmasını garipsediler. Biraz sohbet edince, yüzde 90’ı Anadolu’dan gelmiş Ermeniler olduğunu öğrendim, ortak paydalar hemen bulundu, yumuşadılar. Panel öncesi Mahçupyan ile görüşürken şaka yollu konuşmasında ‘sansasyon’ verip vermeyeceğini sordum. ‘İyi gazeteci isen çıkarırsın’ demekle yetindi. Verdide: Bir milyon Ermeni kökenli müslüman varmış ülkemizde... 'Türkiye'yi diyaspora Ermenisi olarak nasıl demokratikleştirip tarihi gerçekleri tanıtabiliriz' sorusuna Mahçupyan ' Türkiye size çok uzak. Siz önce Ermeni diyasporasını demokratikleştirin. Soykırım konusunu, güç, makam ve para elde etmek için kullanıyorsunuz.' diye cevapladı. Yuhalama bekliyordum. Salonda bir alkış koptu. Çok şaşırdım. Yanımda oturan 70 yaşlarındaki Ermeni bayan kulağıma eğilip, ‘Diyaspora Ermenisi deyip duruyorlar, kim bunlar’ diye sordu. Gülerek, ‘sizsiniz’ dedim. Ardı ardıya ‘sözde soykırım’soruları gelince Mahçupyan ağzındaki baklayı çıkardı. Bugün safca ‘özür diliyorum’ kampanyasına imza koyan yufka yürekli Türk halkını nasıl kafesleyeceklerini anlattı. Hedef, devlet dilemiyorsa halka özür diletmekti. Olayı gündemde tutmaktı. Mahçupyan, Ermeni Diyasporasının ABD ve diğer devletleri kullanarak Türkiye'ye soykırımı tanıma baskısı yapmasının Türkiye'de ırkçılığı yükselttiğine değindi. Diyasporada tek tükte olsa pozitif seslerin yükselmesinin yararlı olacağını, bireysel tepki oluşmadan Türk devletinin asla soykırımı kabul etmeyeceğini savundu. Türk toplumunun kendi aralarında ‘soykırımı’ konuşmaktan korkmadığına işaret etti. Pek çok Türkün Ermenilerin katledildiğini üzülerek kabullendiğini, ancak seslerini daha fazla yükseltmek için bin yıllık geleneğe sahip ırkçı laik elitlerden ve bürokrasiden çekindiğini öne sürdü. Mahçupyan’ın şu tesbitleri ilginçti: Türkler, başkalarının zoruyla değişiklik yapmayı sevmezler. ABD, Kanada üzerinden baskı yapmanız olumsuz etki yapıyor. AB süreci, Türkiye'yi demokratikleştiriyor. Diyaspora, süren entellektüel tartışmaya tercüme eserlerle katkı sunmalı ve bunu propaganda kokusu çıkartmadan yapmalısınız… Kısacası, sayısız devlete parlamentolarında istedikleri gibi geçersiz tarih yazdıran, ancak bu şekilde Türk devletini köşeye sıkıştıramayan Diyaspora, Türk halkından elde edeceği özür dileme imzalarını soykırımı tanıma kararı olarak yurt dışında pazarlamayı planlıyor. Bir yıl devam edecek imza kampanyası, Diyasporanın kokusu çıkmadan ustaca yürütülüyor. Ne demişler, özür dileyene değil diletene bakın!.. Ermeni Diyasporasına bravo doğrusu. En çok risk alarak Ermenilerden özür kampanyası bekleyen safdillere üzülüyorum. Karşı taraftan kampanya yetişmezse bu enkazın altında kalacakları kesin. 90 Ermenilerle yakınlaşma dayatılıyor 01.08.2008 Erivanda sahada kazanan Türkiye, diplomaside de kazanacak mı? Düğün ve bayram değil iken eski enişteleri olarak baldız niyetine Ermenileri öpmemizden Azeriler hoşlanmadı. Karabag sorununda çözüm sağlanmadan yapılan sıcak temas nedeniyle öfkelenen Azerileri yatıştırmak zor. Bazı bilinen ve bilinmeyen gerçekleri dile getirmenin zamanı geldi. Ermenilerle yakınlaşmamızı isteyen Batı ve ABD, Rusya'nın kucağından Ermenistan'ı kurtarmak için Türkiye'ye güveniyor. Ukrayna, Gürcistan ve Azerbaycan'ın NATO üyesi yapılması artık kaçınılmaz hale geldi. Rusların Osetya olayında kullandığı askeri işgal yöntemi, Abhazya ve Osetya'nın bağımsızlıklarını tanıması, Bakü'ye göz dağıydı. Karabağ'ı askeri yolla almak için bir süredir düzenli ve güçlü bir ordu hazırlayan Azerbaycan, aynı yolu benimseyen Gürcistan'ın başına gelenlerden dersler çıkardı. NATO'nun petrol boru hatları ve güzergahlarını korumak için Güney Kafkasya'ya doğru genişlemesi yeni bir strateji değil. 1998'de varili 10 dolar olan petrol fiyatlarını 2000'li yıllarda 100 dolar ve üstüne çıkartmaya çalışan petrol şirketlerinin önünde bir handikap vardı. Bir yandan petrol gelirleri artmadan milyarlarca dolar tutan petrol boru hatlarını inşa etmek istemiyorlardı. Öte yandan Rusların yükselen gaz ve petrol gelirleriyle 10 sene sonra yeniden bölgesel güç olacağını da biliyorlardı. NATO'nun varlığını petrolcüler koruyor. Bakü Ceyhan zamanında yapıldı, bugün olsa güzergahı Ermenistan olurdu. Hazar'da petrol paylaşımı çoktan bitti, şimdi güzergahlar savaşı son halini alıyor. Ermenistan, tüm güzergahların dışında kalmış durumda. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimleri öncesi Ermeni lobisinin ve petrolcülerin ısrarla istediği bir formülü Ankara'ya dayatıyor. Ermenistan'la yakınlaşma rüzgarı tesadüf değil. Daha öncede Gürcistan'den geçen petrol hatlarının güvenli olmadığı tezini savunanlar, Ermenistan'dan geçen petrol boru hattı için Tansu Çiller'in başbakanlığı döneminde 1995'de Amerikalı Ermeni işadamları vasıtasıyla baskılar yaptılar. Hatta Özer Çiller rüşvetini bile aldı. Karabağ sorunu, 1992'de ilk defa ortaya atılan Gobl planı çerçevesinde çözümlenerek Bakü ikna edilecekti. Bu plan, Karabağ ile Nahçıvan ile Azerbaycan'ı birbirine bağlayan Zengezur bölgesinin değişimini öngörür. Bu bölge Ermenistan'ın toprakları içindedir. Cumhurbaşkanı Gül ile başlatılan futbol diplomasisi petrol güzergahına karşılık Karabağ sorununu çözme yolunda gelişebilir. Karabağ sorununu güya çözmeye çalışan AGİT MİNK Grubu'nun Rus, Fransız ve Amerikan üyeleri, 16 yıldır körler diplomasisi yürütüyor. Ermeni ve Azeri liderlerin buluşmaları nezaket görüşmesinden öte gidemiyor. Ermenistan'ın bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerden olan Ankara, haksız işgali sürdürdükleri için 16 yıldır sınırlarını kapatmış, diplomatik ilişkiyi dondurmuş durumda. Ermeniler ve Rusların Karabağ dışında Agdam, Gubatlı, Cebrailli, Kelbecer, Zengilan, Fizuli ve Laçin kentlerini işgal tuttuklarını unutmayalım. Bu kentleri diplomaside pazarlıkla geri verirken Karabağ'ı vermeyelim diye fazladan işgal ettiler. Bir milyon Azeri halen mülteci konumunda. Bu kentler mayınlandı, yağmalandı, ama kimse yaşamıyor. Kuzey Irak'tan kovulan PKK'nın bu bölgeye yerleşmesi söz konusu. Karabağ ve diğer kentlerin göçmenlerinin, bu kentler geri alınsa bile yurtlarına dönmede istekli olacağından kuşkuluyum. Göçmenler, Bakü ve çevre kentlerinde yerleşik düzene geçtiler. Harap durumdaki bu kentlerin yeniden inşasına 100 milyar dolar harcanması gerekiyor. Ermeniler, BDT ülkeleri içinde en fakir ülke, halkının yüzde 90'ı dış insani yardımla yaşıyor. Ülkede gelişecek hiç bir sektör bulunmuyor. Herkes kaçıyor, ülkemizde 60 bin kaçak Ermeniye göz yumuluyor. Sınırlar kapalı ama, dükkanlarda Gürcistan veya İran yoluyla getiriken Türk malları dolu. Daha önce nüfusu 150 bin olan Karabağ'da bile 70 bin kişi 91 yaşıyor. Ermenistan'ın 3,5 milyon olan nüfusundan bir milyonu Rusya'ya kaçtı. Bu kaçaklar, sadece Ermenistan'daki Rus üslerinde askerlik yapmak için geliyor. 50 bin kişilik Rus ordusu aslında Ermenilerden oluşuyor. Karabağ'ın bağımsızlığını Ermenistan ve Rusya'nın tanımadığını, bu nedenle BM'den sürdürülen işgal nedeniyle çıkan 4 kınama kararını takmadıklarını hatırlatalım. 1998'den beri Erivan yönetimine aşırı ırkçı Taşnak Sutyun partisinin Karabağ kolunun hakim olduğunu unutmayalım. Sözde soykırımın tanınmasında ısrar eden ve devlet politikası haline getiren bu küçük kesim Ermenistan'ın derin devleti. Seçimler sahte yapılıyor, Rus askeri gücüne dayanılıyor, ama yardımlar Fransa ve ABD'deki zengin Ermeni diasporasından geliyor. 1992'den beri Gürcistan ve Azerbaycan ordularını NATO üyelikleri öncesi eğiten, lojistik destek sağlayan Türk ordusunun bu ülkelerdeki varlığı çoktandır sır değil. Bakü'de 10 sene önce Harp Akademisi kuruldu, Sumgayt, Nasosi ve Şamahı'da yıllardır Azeri ordusuna komando eğitimi verildi. Her yıl onlarca genci ülkemizdeki subay ve astsubay okullarına alan Türkiye'nin Tiflis'de 5 milyon dolara inşa edip Gürcü ordusuna hediye ettiği lüks orduevini hiç saymıyorum. Yıllardır Gürcü ordusunu eğitip, bir kaç askeri üs kurarken, NATO'nun verdiği görevi yapıyordu Ankara. Eski Gürcü devlet başkanı Eduard Şvardnadze'ye 3 suikast, 2 darbe girişimi gerçekleştiren Moskova, Gürcistan'ın enerji güzergahı haline gelmemesi için her türlü kaos planını uyguladı. Bu suikastlardan Şverdnadze, cinleri kullandığı sanılan Lila Gagaşvili adlı bir kahinin önceden bildirmesi ile kurtuldu. Sık sık kaşınan Acaristan sorunu Ankara'nın devreye girmesi ile çözüldü. Ahalkalaki'de Ermeni sorunu halen uykuda. Rus ayısı, agresif davrandığı için bir defa daha Gürcistan'da kaybeden olmaya mahkum. Ruslar, Osetya'ya saldır emrinin Tiflis'e NATO veya Washington'dan geldiğini düşünüyor. Yoksa Gürcü Cumhurbaşkanı Saakasvili, 30 bin kişilik ordusuyla kaybedeceğini bile bir devin karşısına çıkacak, 16 yıldır dondurulan bir sorununu kaşıyacak kadar başıboş değil. Abhazya ve Osetya'nın ilan ettikleri De Facto bağımsızlıklarını kimse tanımasada arkalarında Rusların olduğu açıktı. Oldukca milliyetçi olan Gürcüler, toprak bütünlüklerinden taviz vermiyor, iki özerk bölgeyi kaybettiklerine inanmak istemiyorlardı. NATO ise, Tiflis'e bu iki sorunlu bölgeyi bünyesinden kesip atmadan veya soruna kalıcı çözüm bulmadan birliğe üye olamayacağını defalarca el altından bildirdi. Kesip atma formülünü uygulayacak Gürcü siyasetçiyi yaşatmazlar, Ruslar izin vermeden çözümde olmaz. Bu pis işi Ruslara yaptırmak gerekiyordu. Rus işgali Gürcülerde Rus düşmanlığını pekiştirdi, hiç bir Gürcü politikacıların üstlenemeyeceği cerrahi ameliyatı Ruslar yaptı. Artık Gürcistan'ın NATO üyesi olması için önünde engel kalmadı. Rus askeri tamamen çekildiğinde bu süreç başlayacaktır, enerji güzergahını NATO koruyacaktır. NATO'ya üyelik çalışmalarına ilk başlayan merhum Azeri lider Haydar Aliyev, Rusların düzenlediği 5 suikast ve 3 darbe girişiminden kılpayı kurtulmuştu. Başarılı diplomasi izleyen Aliyev, Karabağ'a en yüksek statü vermeyi önersede Ruslar Karabağ kartını bırakmaya yanaşmadı. NATO'nun Karabağ sorunu dururken Azerbaycan'ı içine alması, Ermenistan dolayısıyla Rusya ile karşı karşıya gelmesi anlamına geliyor. Azerileri küstürmeden, bilakis Karabağ sorununda ilerleme sağlayarak Ermenistan'ın Türkiye'nin kucağına paket teslimini NATO öngörüyor. Yeni petrol güzergahı aşkına Karabağ sorununu Ankara'ya çözdürme girişimine Erivan ve Bakü'nün vereceği tepkiden çok Moskova'nın tutunacağı tavır daha önemli. İki ülkede denizin bittiğinin farkında. Azeriler, 7 kentini geri alsın, imar etsin, Karabağ'a Tataristan ayarında statü verilsin, Zengezur bölgesinden barış petrol hattı geçirilsin ve 16 yıldır çalışmayan demiryolu tamir edilsin, karasal bağlantı açılsın derim. Bu kazan kazan formülüdür. 92 Stephan Kinzer'in yazamadıkları 27 Şubat 2006, sonsaniye.net Asıl suçlu, Ermeni toplumunu kışkırtan ve aldatan emperyalist devletler idi. Şimdi ki savaşlar cephede değil cephe gerisinden yürütülüyor. Günümüzdeki genç Ermeni nesli kin içinde kan davası gütmek için yetiştirmek isteyenler, Ermenileri tekrar maşa olarak kullanmak isteyen aynı emperyalist güçlerdir. New York Times'ın İstanbul muhabiri Stephan Kinzer, giderayak Erzincan'dan tanıklarla yaptığı söyleşi sonrası yazdığı makalade Ermenileri haklı çıkardı. Radikal yazıları ile tanınan Kinzer, nedense Türklerin katliamına tanıklık yapmış insanlarla konuşmadı.Türklerin katledildiğini görmezlikten gelerek hakikatlere gözlerini yumdu. Bir haberci tarafları dinlemeden haberin sacayaklarını oturtmuş olamaz. Tek taraflı haber, yanlıdır. Kinzer'in yazamadıklarını bilmek her Türk gencinin bir görevidir. ARKADAN HANÇERLEYEN "MİLLET–İ SADIKA" Aslında herşey 1870'lerde Taşnak ve Hıncak Ermeni Komitelerinin kurulmasıyla başladı. 1876–77 Osmanlı–Rus savaşında yenilmemizle birlikte Ermeni kabusu ortaya çıktı. Galip devlet Rusya ile anlaşma yapmamızda Ermeniler arabulucu idi. Ayastefanos ve Berlin anlaşmalarına göre Ermeniler artık Osmanlı'yı parçalamak isteyenlerin Truva Atları idi. Bağımsız Ermenistan hayali o dönemde Rus,İngiliz,Fransız herkese ütopya geliyordu. "Milleti Sadıka" sanılan Ermenilerin ihanet edeceğine Osmanlı aydınları bir türlü inanmak istemedi. 1914 yılına kadar yaşanan sürtüşmeler geçiştirildi.1905'de 2. Abdulhamit'e suikast düzenlemeleri bile uyanmamızı sağlamadı. Ancak Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Ermeniler silahları ile birlikte Osmanlı ordusundan firar ettiler.1914–1916 yıllarında genel bir isyan başlatan Ermeniler, Rus komutanların emrinde Müslümanların cellatları oldular. Asker kaçaklarının yakalanması ve celp için köylere giden Jandarmalara ateş açarak karşılık veren Ermeniler artık zivanadan çıkmıştı. Düşman saflarına geçtikleri yetmiyormuş gibi askerlik görevini yapmak isteyen askerlere yollarda saldırdılar. Ermeni piskoposu ve Taşnaklar, Ermeni katilleri cinayet işlemeleri ve haydutluk yapmaları için teşvik ediyordu. Seferberlik ilanı üzerine, Van bölgesinin idaresini meşhur komitecilerden Van milletvekili Vremyan'a, Bitlis ve Muş çevresini de yine Van milletvekili Vahan Papazyan'a verdiler.Muş vadisinde Çanklı Manastır, Kızıl Manastır ve Kepenek cephaneliğe dönmüştü. Bitlis ve çevresinde isyanlar organize edildi. Van'da isyan başlatan Ermeni Komiteciler Erciş ve Adilcevaz'a dadandılar. Rus ve İran'dan giren 400 Ermeni haydut açıkça 'Ermenistan kuruldu' pankartı taşıyordu. Bu bölgelere Mısır ve ABD'den bombalar getirildi. köylere varıncaya kadar çeteler örgütlendi. Müslüman halk hiç bir zaman Ermeniler kadar silaha sahip olamadı. İlk saldırıyı hep Ermeniler yaptı.Kan davasını onlar başlattı. Bitlis,Muş,Van,Hakkari,Siirt,Erzurum,Erzincan ve Trabzon illerinde masum Türkler'e ve Kürtler'e karşı yapılan Ermeni ve Rus mezalimi belgelerle ve dökümanlarla ispatlanmıştır. Sivil halka yönelik katliamlar o denli dehşetli idi ki, toplu mezarların hepsi henüz bulunamadı.Ermenilerin bu isyanlardan amacı,askeri muhabere,ulaşım ve haraketlere ihlal,askeri kuvvet ve birlikleri meşgul etmekti. Ermeni komitecilerin en samimi dostları, akıl hocaları İngiliz,Rus ve Fransız konsolosları idi. Ermeniler artık devleti değil komiteyi tanıyordu. KATLİAM DEĞİL : KAN DAVASI Osmanlı hükümetinin bu durum karşısında 1915'te aldığı Tehcir kararı yerindeydi. Hangi ülke olsa 14 ayrı cephede savaşan ordusunun ve cephe gerisindeki milletinin selameti için bu yola 93 tevessül ederdi. Aslında biraz geç kalınmıştı. Tehcir işlemi başlanana kadar Ermeniler bir milyondan fazla müslümanı öldürmüştü. Bu artık bir kan davası haline gelmişti. Tehcir sırasında güvenlik güçlerinin tüm dikkatine rağmen kan davasının kısasının alınmasına engel olmak güçtü. Ayrıca tifo salgını da tehcir sırasında ölümlere yol açtı. Ancak bu rakam kesinlikte Ermenilerin iddia ettiği gibi 1,5 milyon olmadı. Bu tarihte bu rakam dünyadaki toplam Ermeni sayısına yakındı. Ölen Ermeni sayısı 300 bin iken öldürülen Türk ve Kürtlerin sayısı bu rakamın en az dört katı idi. Savaşı müteakip İtilaf devleti İstanbul'u işgal ettiklerinde Ermeni katliamı iddiasını ispat edemediler. Amerikan arşivleri ve belgeleri Ermenilerin iddialarının tersini söylüyordu; bu nedenle soy kırım,katliam komedisi daha 1920'de bitmişti. İşgalci güaçleri tatmin etmek için "Günah Keçisi " ilan edilerek idam edilen Boğazlıyan Kaymakamı'nın dramını her anımsadığımda boğazımda birşeyler düğümlenir. Ermenilerin öldürdükleri Talat ve Cemal paşalar ile Ermeni terör örgütü ASALA tarafından şehit edilen 34 diplomatımız, yüzyılın yalanının kurbanlarıdır. AZERİ TÜRKLERİ'DE KATLEDİLDİ Azeri kardeşlerimizin başına Ermeni komiteciler tarafından getirilenler ise tam bir facia olmakla kalmadı, son yüzyılda Azerbaycan topraklarını gaspeden Ermenistan büyüdükçe büyüdü. 1905-1907 yıllarında Erivan valiliğine bağlı 100 bin Azeri Türkü'nün yaşadığı 199 köy yakıldı, yıkıldı, 1919'da ise aynı havalide iki ay içinde 99 Azeri köyü yaşayanlarıyla beraber yok edildi. Bakü'de en korkunç katliam ise 18 mart 1918'de, Rus ordusunu Azerbaycan'ı antikomünistlerden kurtarmak için çağıran Stephan Şamuyan başkanlığındaki 24'ü ermeni 26 Bakü komiseri tarafından gerçekleştirildi. Üç gün içinde sadece Bakü'de 10 bin Azeri Türkü katledildi. Guba ve Şamahı kentlerinde toplu kıyımlar yapıldı. Guba'da iki gün içinde 2800 kişi öldürüldü, 105 ev yakıldı, 122 köy dağıtıldı. Şamahı'da da 40 köy yakıldı, yıkıldı. Şamuyan 13 Nisan 1918'de Lenin'e yazdığı mektupda, ' Düşman yok edildi. '' diyordu. Büyük Britanya'nın Bakü büyükelçisi, Londra'ya gönderdiği telgrafında dehşeti şöyle özetlemişti : '' Bakü'de ölülerden başka müslüman kalmadı. '' NURİ PAŞA KURTARDI Soykırım'ın boyutları, yedi düvelle savaşan Osmanlı ordusunun zorlu günlerde dahi kardeşlerine yardım elini uzatmasıyla büyümeden durduruldu. Doğu Cephesi komutanı Kazım Karabekir, Enver paşa'nın kardeşi, Nuri Paşa komutasında 15 bin Mehmetçiği Nahçıvan üzerinden Bakü'ye gönderdi. Bakü'yü ele geçiren Ermenilere karşı Gence'de Mehmet Emin Resulzade'nin baniliğini yaptığı başbakanlığını ise Fethali han Foyiski'nin üstlendiği Müsavat hükümeti kurulmuştu. Ağustos 1918'de Ermeni–Rus ordusunu mağlup eden Enver paşa, eylülde Bakü'ye girerek Müsavat hükümetini buraya taşıdı. 1800 mehmetçiğin şehit olduğu bu savaşın kahramanları halen Bakü'de şehitler mezarlığında anılarına yükseltilecek anıta müştak. 30 eylül 1918'de imzalanan Mondros mütarekesi, Enver paşa'nın Bakü'yü Enzeli'de oturan İngiliz general Thomson'a devretmesini öngörsede, Ermeni teröristleri kısmen temizlenmişti. Thomson, Müsavat hükümetini tanımakla kalmadı, mart katliamının başmimarı Şamuyan kaçmasına karşın, 25 Bakü komiserini Türkmenistan'ın Agcakum çölünde kurşuna dizdirerek, ülkede Ermeni komitecilerin yükselttiği tansiyonu düşürdü. Ancak komiteciler Bakü dışında rahat durmadılar.1918-1919 yıllarında Nahçıvan'la Azerbaycan arasındaki Zengezur bölgesinde 115 köy dağıtıldı, 7730 sivil ahali vahşice öldürüldü. 28 nisan 1920'de Azerbaycan'ı resmen işgal eden 11. Rus kolordusu komutanı Kirov'un ilk işlerinden biri 1920'de Zengezur bölgesini Ermenistan'a birleştirmek için siyasi karar almak oldu. 1923'de ise Karabağ'a zoraki bir özerklik statüsü verildi. 94 SICAKLIĞINI KORUYAN KATLİAMLAR 1948–1953 ve 1988'de Ermenilerin soykırım sendromu değişik tarzda nüksetti. Sovyet bürokrasinin damarlarına sızan Ermeni hastalar, sistemin kuralcılığına rağmen, 250 bin Azeri Türkü'nü bu defa öldürmeden tarih boyu yurt edindikleri topraklardan kovdu. Sevan ( Asıl adı Göyçe) gölünün çevresi, yemyeşil Göyçe mahalı,eski Türk diyarı bu gün mezar kadar sessiz. Ermenistan'ın tek milletli monopolis'e çevrilmesi doğrultusunda son 8 yıldır yürüttüğü sistemli katliamlar, Karabağ kazanınıda kaynattı. Karabağ'da yaşayan 41 bin Azeri göç etmek zorunda kaldı. Karabağ savaşında 35 bin kişi öldü, 50 bin kişi sakat kaldı. 26 Şubat 1992'de Rus 7. ordusuna bağlı 366. tugayla beraber 7 bin Azeri'nin yaşadığı Hocalı kentini basan soykırım sendromuna yakalanmış Ermeni hastalar, şehri yakmakla kalmadı, 485 kişiyi de katletti. Karabağ'ın Şuşa ve Laçin kentleri dışında işgal edilen 6 Azeri kentlerini boşaltan bir milyonu aşkın Azeri göçmen, Taşnak komitecilerin ve 50 bin Rus askerinin konuşlandığı Ermenistan'da hayatın normale dönmesini bekliyor. Rus askeri istihbaratı ve Taşnaklar ülkeyi manipule ettiği için hayat bir türlü normale dönmüyor. ERİVAN'IN DEVLET POLİTİKASI Günümüzde de Ermeni soykırımı yalanını gündeme getiren ama hiç bir zaman Türk katliamlarını görmek istemeyenlerin ulaşmak istedikleri nihai hedef Ermeni diasporasını Anadolu'ya getirmektir. Bazı Ermeni örgütlerinin izlediği bu politikayı, Ermenistan devlet politikası haline getirdi. Sovyetler'in dağılmasından sonra sözde bağımsızlığını ilan eden gerçekte Rus idaresinden kurtulamayan Ermenistan, 1998'den itibaren Taşnakların kontrolüne girdi. Oysa 1994'de bu parti ırkçı ve zararlı görülürek Ermenistan Eski cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan tarafından kapatılmıştı. Terör Ermenistan'ı teslim aldı. Cumhurbaşkanlığına Taşnak komitecilerin ellerinde gelen Karabağlı Robert Koçaryan, soykırım için Türkiye'nin kendilerinden özür dilemesini isteyecek kadar küstahlaştı. Hatta UNESCO'ya mektup göndererek Osmanlı'nın kuruluşunun 700. yıldönümünün uluslararası düzeyde kutlanmasına engel olmaya çalışıyordu. Galiba başardı da.. Deprem nedeniyle geçtiğimiz yıl kutlanmasını ertelediğimiz bu yıl ise 'artık geç oldu' bahanesiyle kutlamaktan vazgeçtiğimiz 700. yıl şöleni törenleri ,etkinlikleri esrarengiz biçimde başlamadan bitti.Osmanlı mirası üzerine kurulmuş 35 devletden temsilcilerin çağrıldığı etkinliğe güya fazla ilgi olmaması nedeniyle tören iptal edildi. Osmanlı'ya geçmişine küsmüş bir milletin temsilcileri, dünya kamuoyu önünde oynanan sözde Ermeni soykırım komedisine ne kadar engel olabilir ki? İSRAİL'İN DÖNEKLİĞİ Yıllardır Amerika'daki güçlü lobileri ve dünya sermayesindeki payları nedeniyle yakın ilişki içinde olduğumuz İsrail, ağız değiştirdi. 24 Nisan'ı her yıl soy kırım günü diye anan Ermenilerin imdatına bu yıl Yahudiler yetişti. İsrail Milli Eğitim Bakanı Yossi Sarid ve Adalet Bakanı Yossi Beilin'in arka arkaya yaptığı şok açıklamalar Ankara'yı derinden sarstı. Yahudi bakanlar, " Türkler Ermeni soy kırımını tanısın,bu olayı ders kitaplarına alalım. " diyordu. Bu olayı münferit,şahsi görüş diye geçiştirmeye çalışan Tel Aviv'den Ankara'nın talep ettiği resmi özür gelmedi. Oysa İsrail'de Ermeni diasporası bulunmuyor. O halde ne oluyor ? Ermeniler yıllardır Amerikan Kongresinde, Fransız Senatosunda Rus Dumasında,İtalyan,Belçika,İsveç ve Danimarka parlamentolarında Ermeni soy kırım yasası çıkartmak için tüm güçlerini kullanıyor. Bunlardan bazılarında belli ölçüde başarılıda oldular. Başarılı olunmadığı sanılan ülkelerin yönetimleri, bu kozu Türkiye'ye karşı kullanıyor. 2000 yılında Ermenilerin özellikle ABD'de taktik değiştirdikleri gözlemleniyor. Virginia'da amaçlarına ulaşan Ermeniler, ABD'nin diğer eyaletlerinde artık Yahudilerle işbirliği yapmaya başladılar. New York'un dört büyük parçasından biri olan New Jersey parlamentosunda Yahudiler ve Ermeniler ortak bir soykırım tasarısını gündeme getirdiler. Bu tasarıda dünyadaki tüm soy kırımların tanınması öngörülüyor. Tutsilerden,Bosnalılara,Çeçenlerden 95 Yahudi,Asuri ve Kürtlere kadar pek çok milletin adı tasarıda geçiyor. Bu tasarı ile Ermeniler, şimdiye kadar karşılarına çıkan Yahudileri de cenaplarına çektiler. Bu nedenle Yahudi bakanların bu yılki sürpriz çıkışları aslında Ankara için sürpriz olmamalıydı. Genital Line şirketine bugüne kadar Türkiye lehine lobi çalışması yapması için yılda 3 milyon dolar ödeyen Ankara, ne zaman ABD'de yaşayan Türkleri hatırlayacak merak ediyorum. Yahudilerde döneklik yaptığına göre Türk'ün hakkını hukukunu Türk'ten başka kimsenin layıkıyla savunmayacağını umarım geç olmadan anlarız. Azeri Türkü'nün yaşadığı katliamlar halen sıcaklığını koruyor. Öldürülen sanki sinek,böcek.. Türkiye Türklerinin yaşadığı katliamın tanıklarını da bulmak mümkün. Şahitler,tanıklar,mağdurlar hâlâ yaşıyor.Tabi Ermeni değil ki,85 yıl sonra bile yalanları ile birlikte tarih yapılsın. Türklerin katliamını kim hatırlıyor? Türkiye uzmanı olarak ülkesine döndüğünü sanan Amerikalı gazeteci Stephan Kinzer, Ermenilerin nasıl katliam yaptığını merak etmiyebilir. Ya Türkler.Biz unutmamak zorundayız... 96 İlk Şehit Muhacir Türklerin Anıtı 31 Mart 1998 30 Mart 1998 sabahı, sabahın dokuzunda çalan telefonun ucunu kulağına götürdüğünde Enes Öznük az kalsın dilini yutacaktı. Tarih 30 Mart 1998. Yer Azerbaycan Neşriyatı 2. katı Azerbaycan Zaman gazetesi. Gazetenin üç yıldır Yazı İşleri Müdürlüğünü ve Yayın Yönetmenliğini yapan Enes bey, ahizenin öte ucundaki hemşerisinin sesini hemen tanımıştı. Kendisi gibi Erzurumlu Fethullah Gülen Hocaefendi idi arayan. Ne olmuştu acaba? Çok önemli bir olay olmasa Gülen asla direk aramazdı. Çok acil bir vukuat olmalıydı. Kendisini toparlayarak ‘ buyurun hocam’ dedi Enes bey. Ahizenin ucundaki endişeli ses tok bir edayla net konuştu: “Yarın oraya resmi ziyaret için Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı geliyor. Dün MGK toplantısında çok önemli tek bir gündem maddesi olduğunu öğrendik. Ancak ne konuşulduğunu öğrenemedik. Çok gizli tutuluyor, kimseye bilgi verilmiyor. Karadayı’yı hava limanında karşılayın. Bakü Türk Lisesinin çocukları elerinde çiçekle karşılasınlar. Karadayı’nın Türk okulları ile ilgili görüşünü merak ediyoruz. Eğer çiçeği alır ve çocukları severse bu olumlu bir işaret olacaktır.” Enes bey, “Emriniz olur hocam” diye heyecanla, sesi kekeledi. Adeta esas duruşa geçmiş, rengi benzi sararmıştı. Durumu anlamıştı. Kısa konuşma sonlandığında bir süre konuşamadı. Nutku tutulmuştu. Kalbi güm güm atıyordu. ‘Azer’ diye yüksek sesle bağırarak telefonlara bakan santral görevlisini odasına çağırdı. Hemen bekletmeden talimatını verdi: “Hemen Faruk Arslan, İmran Bedirhanlı, Ali Macidov, Ürfan Memmedov, Samed Melikov ve Ilgar Vugarlı’yı haber toplantısına çağır, derhal odama gelsinler.” Durum aciliyet arz ediyordu. Hemen harekete geçmek elzemdi. Biraz önce kimin aradığını toplantı ekibiyle gizlemeden paylaştı. Şok olma sırası haber merkezi ekibine gelmişti. İlk defa Gülen Hocaefendi böyle bir istekde, hemde aracı koymadan bulunuyordu. O halde durum çok nazik olmalıydı. Enes Öznük, “Ne yapmalıyız arkadaşlar?” diye teker teker sordu. Herkes görüşünü söyledi. En parlak görüş, Samed Melikov’dan çıktı. 20 yıllık gazeteci olan Samed, “elimizde bomba gibi bir haber var, onu patlatmanın tam zamanı”, dedi usulca ve ekledi: “Bu haberi manşet yapıp Karadayının eline sıkıştırmalıyız ve Aliyev’e olayı duyurmalıyız. Aliyev’in eminim bu rezillikten haberi yoktur.” Haber müdürü İmran, hangi haber olduğunu hemen anlamıştı. Çekincesini söylemeden edemedi: “Bu haberi yayınlarsak Azerbaycan Zaman tarihe altın harflerle adını yazdırır. Ancak ya Haydar Aliyev haberi çok beğenir, destekler bizi. Veyahut da çok kızar, gazeteyi kapatır. Çünkü haberde Bakü valisi Rafael Allahverdiyev’in İngiliz şehitleri anıtı yapılması için aldığı rüşveti yazacağız. Yazmalıyız, zira aynı adam Türk anıtına yıllardır karşı çıkıyor. Anlaşılan beklediği rüşveti Türk büyükelçiliği vermiyor.” Cihan Haber Ajansı Azerbaycan temsilcisi Faruk Arslan, eklemede bulundu: “İmran beye katılıyorum. Ayrıca ilk Türk şehitlerinin anıt mezarının yapılmasına karşı çıkan Kafkas İslam Dairesi başkanı Allahşükür Paşazadeyi de rezil etmeliyiz. Güya Türkler Sünni, Azeriler Şiaymışda, Şehitler Hıyabanında Türk şehitlerine mezar ayrımcılık çıkarırmışda. Bilmem ne! Şeyhin görüşünü teybe kaydettik. Adam zaten açıkca düşmanlık yapıyor, gizlemiyor. Aliyev, bu haberden sonra kesinlikle şeyhi yanına çağırıp sağlam bir fırça çeker. Türk anıt mezarının önünde duran tüm engelleri tek tek yazmalıyız ki, Haydar Aliyev ve Karadayı net bir resim üzerinde konuşsunlar. Bu iş çok uzadı. 1992’den beri dört Türk büyükelçisi, dört askeri ataşe 97 değişti, halen yerlerinde sayıyorlar. Fırsat bu fırsattır.” Ürfan Memmedov ve Ilgar Vugarlı canı gönülden destekledi: “Zaman gazetesinden başka bir gazete bunu yazarsa Aliyev ciddiye almaz” dedi gazetenin emektarı, “Kolhoz” lakaplı, beyaz saçlı ‘Aksakal’ı, Urfan Muallim. Ali Macidov patladı: “1920’de Mehmet Emin Resulzade başkanlığındaki bağımsız Azerbaycan’ın ilk meclisi Türk askerine anıt mezar yapılması için bir proje hazırlamıştı. Bu projenin kopyası elimize geçti. Bu anıt mezarı kapak yapalım basalım. Rus ordusu Kirov başkanlığında işgal etmeseydi bu anıt mezar 1920’de yapılacaktı. Bizi Ermeni katliamından kurtaran Türklere borcumuzu ödemeliyiz. Zaman gazetesi buna vesile olursa tarih yazar.” Karar verilmişti. Manşet ve kapak fotoğrafı belliydi. Sıra bu haberin basılacağı gazetenin Karadayı’ya nasıl ulaştırılacağına gelmişti. Gazetenin fotoğrafçısı Rauf’u çağırdı, Enes Öznük. Faruk Arslan’a işaret etti: “Sen çıkma.” Enes Öznük sakin ve kararlı konuştu: “Faruk, senin deli cesaretine ihtiyacımız var. Bu gazeteyi tüm bürokratik ve diplomatik engelleri hava limanında aşarak ancak sen ulaştırabilirsin. Rauf, senden haber bekleyecek ve olayı bol bol fotoğraflıyacak.” Durum anlaşılmıştı. Rauf ve Faruk gülümsedi. Bu tür şov her zaman ele geçmezdi. Enes, onlar çıktıktan sonra Samanyolu Tv’nin Bakü temsilcisi Tahir Karanfil’i telefonla aradı ve durumu izah etti. STV kameramanı Murat Erkan’da artık şova hazırdı. Enes beyin telefonu tekrar çaldı. Bu defa arayan Çağ Öğretim İşletmeleri Azerbaycan temsilcisi Adem Öcal idi. Bakü Türk Lisesi öğrencilerinin ellerinde pankart ve çiçek ile hava limanının içine girmeye çalışacaklarını söyledi. Ancak eğer içeri almazlarsa dışarıda bekleyeceklerdi. Bu bekleyişin Karadayı’ya haber verilmesi elzemdi. Aksi halde arabalara binen protokol hızla yanlarından geçerdi. Enes Öznük tekrar Faruk Arslan’ çağırdı ve durumu anlattı. Karadayı ile Bakü Türk Lisesi öğrencileri mutlaka buluşturulmalıydı… Azerbaycan Zaman temsilcisi Ersin Demirci, Bakü hava limanında Karadayı’yı beklerken ayaküstü Türkiye’nin Bakü Askeri Ataşesi Saldıray Berk ile sohbet ediyordu. Berk, biraz sonra yapılacak şovdan habersizdi. Gazetenin manşetini görmüş, takdirlerini dile getiriyordu. Şunları söyledi: “Eğer bana gelseydiniz size arşivlerimizdeki başka belgeleride sunardım. 1992’den beri uğraşıyoruz ama görünmeyen engelleri aşamıyoruz. Zaman, tarihi bir manşet atmış, helal olsun.” Protokol sıralanmış, Karadayı’nın uçağının inişini bekliyordu. Türkiye’nin Bakü Büyükelçisi Kadri Ecvet Tezcan, protokolun sonunda duran Faruk Arslan’ı hemen fark etti ve protokoldan uzaklaştırdı. Ceketinin cebine gazeteyi koyan Faruk ısrarcıydı. Tekrar protokole geçti. Tekrar kovuldu. Altıncı kovulmadan sonra büyükelçi patlamıştı: “Faruk, sen gazetecisin, diplomatik kurallara göre protokole geçemezsin. Herhalde kuralları bilmiyorsun.” Sessizce başını salladı ama içinden kurnazca gülümsedi Faruk. Uçak inmiş, Karadayı protokolde bulunanların tek tek ellerini sıkıyordu. Büyükelçi Tezcan ise tek tek tanıtıyordu. Sıra protokolun sonuna gelmişti ki, büyükelçi Tezcan’ın dili tutuldu, yüzü kızardı, sinirlenmemeye çalıştı. Faruk Arslan kendini tanıtıp, cebindeki gazeteyi çıkartıp sunuma başlamıştı bile. Bu arada elini sıktığı Karadayı’yı bırakmıyordu. O bırakmayınca Karadayı’da bir yere gidemiyordu. Dinlemek zorundaydı. Azeri ve Türk gazeteciler, kameramanlar, fotoğrafçılar etrafını çevirmiş deklanşörlere basıyorlardı. Zaman fotoğrafçısı Rauf ve STV’den Murat Erkan ve Tahir Karanfil çoktan en stratejik yeri kapmıştı. Azerbaycan Savunma bakanı Sefer Abiyev ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Korumalar donmuş kalmışlardı, müdahale edemiyorlardı. Karadayı, beş dakika Faruk’u dinledi. Gözlerinin içi gülüyordu. Tok bir sesle bu girişimi desteklediğini şöyle açıkladı: “Haydar Aliyev cenapları ile bu konuyu görüşeceğim, merak etmeyin!” 98 Faruk Arslan’ın 31 Mart 1998’de Bakü’ye gelen Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın elini bırakmaya niyeti yoktu. Türk Mehmetçiğine anıt mezar projesinin başladığı andu bu. Hem de Türk okullarının yaşatıldığının anlaşıldığı dakika.. Faruk Arslan, “Bir konu daha var, paşam!” dedi. Ne olduğunu da hemen söyledi: “Sizi karşılamaya gelen Bakü Türk Lisesinin öğrencilerini hava limanı içine almadılar. Çıkışta sizi bekliyorlar. Onları sevindirirseniz seviniriz.” Karadayı, kafasını salladı, hiç bir şey söylemedi. Çıkışta öğrencileri gören Karadayı, şoföre dur işareti yaptı. Artık protokol diye bir şey kalmamıştı zaten. Güvenlik sorunu umurunda bile değildi. Kendisine çiçek veren küçük elleri teker teker sıktı, gözlerinden öptü ve sordu: “Nasılsınız çocuklar!” Mesaj alınmıştı. 30 Mart 1998 MGK’sında Karadayı Türk okullarını infaz etmemişti… Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir’in ‘ Türk okullarına el koyalım, devleştirelim’ önerisi havada kalmıştı. Çünkü Dışişleri Bakanlığı raportörü Müsteşar Yardımcısı Osman Faruk loğoğlu, Türk okulları ile olumlu rapor sunmuş ve bu okulların Türkiye’nin imajını düzelten en iyi girişim olarak nitelendirmişti. Loğoğlu, Büyükelçilik yaptığı 1995 ile 1998 arası Türk okullarını yerinde incelemiş ve Azerbaycan muhacirleri ile yakından tanışmıştı ve önyargılarını kaldırmıştı. İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ında raporu farklı değildi. Çevik Bir’in MGK zirvesinin ardından Faruk Loğoğlu’nun evine yaptığı gece baskınıda işe yaramamıştı. Bu gelişmeler, henüz bilinmiyordu. Karadayı’ya Zaman’ın yaptığı karşılama haberi aynı akşam Azerbaycan Tv ve Samanyolu Tv’nin ilk haberi idi. Azerbaycan Zaman’ın manşeti, tüm Azeri gazetelerinde önplana çıktı. Türkiye Zaman haberi arka sayfadan yarım sayfa gördü. Azerbaycan Zaman’ın ertesi günkü manşeti ile belliydi: “Karadayı’dan projemize destek.” Gerçektende Karadayı, Aliyev ile görüşmesinde Zaman’ın manşetindeki ‘Türk Askeri Anıt Mezarı’ projesine gündeme getirdi. Aliyev, olayın gündeme geleceğini zaten öğrenmiş, gerekli hazırlığı yapmıştı. Kafkas İslam Dair esi Başkanı Allahşükür Paşazade ve Bakü valise 99 Rafael Allahverdiyev gerekli fırçaları yemişlerdi. Aliyev, anıt meza için gerekli talimatı hemen verdi. Bakü büyüielçiliği anlaşmaları hazırladı ve Dışişleri bakanı İsmail Cem’e sundu. Zaman’ın bu başarısı, belkide Saldıray Berk’in ve büyükelçi Ecvet Tezcan’ın hanesine başarı olarak yazıldı. 2000 yılının yazında tamamlanan anıt mezar rahmetli İsmail Cem tarafından törenle açıldı. Türkiye’den gelenlerin Bakü'ye geldikten sonra ilk ziyaret ettikleri Türk ve Azeri şehitlerin yanyana yattığı yerin adıydı artık "Şehitler Hıyabanı". Çünkü burada ilk şehit muhacir Türklerin anıtı da bulunuyordu. Her şey Karadayı’nın gazetemizdeki projeyi uygulamasıyla başladı. Bakü ve Hazar Denizine nazır bir tepede Azerbaycan'ın bağımsızlığı sürecinde 1991'de Ruslara karşı, Karabağ meselesinde Ermenilere karşı savaşan Azerbaycan Türklerinin mezarları ve 1918 yılında Nuri Paşa komutasında Bakü'ye girerek Ermeni ve Ruslardan şehri kurtaran Türk birliklerinden şehit olanların anıtları koyun koyunuaydı. Bu başarı, aslında ilk gazeteci muhacirlerin gazetecilik başarısıydı. Azerbaycan Zaman’ın kolektif destanıydı. Devlet politikaları her ne olursa olsun sürecek ebedi Türkiye-Azerbaycan dostluğunun ne olduğu Bakü'deki şehitlikte anlaşılıyordu. Azerbaycan ve Türkiye'nin bayrakları arasında mütevazi bir anıtla, Anadolu gençlerinin isimleri bakır plakalara kazındı, hatırlandı. Şehitlikte bir de Türk camisi Diyanet işleri tarafından yaptırıldı. Genelde Azerbaycan'da yaşayan Türkler Cuma ve bayram namazlarını burada kılıyorlardı. Kardeşliğin kanla yoğrulan temeliydi ilk şehit muhacirlerimiz… Ekim - Kasım - Aralık 2004’deki yazısında 1918’in şehit ilk muhacirleri ile ilgili duygularını ifade eden Erdal Karaman, onların öyküsünü gelecek nesillere şöyle aktarıyor: Osmanlı Devleti, l.Dünya savaşında dört yıl boyunca, yedi cephede dönemin en güçlü devletleriyle savaşmak zorunda kaldı. Ülkenin her bölgesinde bir cephe açılmışken, o tarihte, Azerbaycan’ın durumu farklı değildi. Azerbaycan’ın; ilmî, iktisadî ve askeri bakımından ilerlemesi kasten engellendi. 1918 yılında Azerbaycan işgal edildi. Azerbaycan’ın birçok şehri 100 ele geçirildi. Düşman işgalciler Ermeni Şaumyan’ın idare ettiği hareket, tümüyle halka yönelmişti. Bakü’de, Türklere karşı 18 Mart-1 Nisan 1918 tarihleri arasında korkunç boyutlara ulaşan katliam gerçekleştirdiler. Bu katliamda 12.000 Azerbaycan Türkü şehit edildi. Baskı ve vahşetlerinden kurtulmak için Bakü’deki halkın yarısı şehri terk etmek zorunda kaldı. İstanbul’a, Azerbaycan’ın çok zor durumda olduğuna dair haberler gelmeye başladı. Azerbaycan’ın durumu, çabuk hareket ettirmeyi gerektiriyordu. Enver Paşa, üvey kardeşi Nuri Paşa’yı Kafkas İslam Ordusunu kurmak amacıyla Azerbaycan’a gönderdi. Düşmanların yapmış oldukları vahşet akıl almaz hal almıştı. Halk çok zor günler geçiriyordu. Onlar için tek ümit kaynağı Anadolu Türkleriydi. Türk ordusu Azerbaycan’a geldiğinde halk yollara döküldü, orduyu coşkuyla karşıladı. Gence’ye, 25 Mayıs 1918’de gelen Nuri Paşa, burada çalışmalarına başladı. Ordu hazırlıklarını tamamladıktan sonra Nuri Paşa komutasındaki birlikler, işgalcilerin eline geçen Salyan’ı, Ağsu’yu, Kürdemir’i, Şamahı’yı aldı. Bakü hâlâ işgalcilerin elindeydi. Bakü’ye hücum eden Türk ordusunun ilk harekatından kesin sonuç alınamadı. Zor durumda olan halk bu durumdan rahatsız oldu. İşgal altında bulunan Bakü’de işkenceler had safhaya ulaşmıştı. Halk çaresizdi, insanların çaresizliğini gören Abdullah Saik, "Niçin Böyle Geciktin" başlıklı şiirinde halkın halet-i ruhiyesini şöyle anlatıyordu: Sensiz kalbim kırık, sönük, çiğnenmiş, hırpalanmış Ömür şişem taşa değmiş, hayatım parçalanmış, Kırık bir saz gibi sızlar kanlı, yorgun telleri. Yıkılır da yakar bütün kaygı vurmuş elleri. Şu vatanın öksüzleri, gelinleri, dulları, Göz yaşıyla sulanmış hep geçtiğimiz yolları. Yolunuzu beklemekten benizleri sararmış, Hiç gelmedin. O şen gülen yürekleri gam almış. Sen gelmezsen, dolumsanmış yürekler Sen gelmezsen, harabeye dönen kalp âbâd olmaz. Sen gelmezsen, güneş doğmaz, ümit gülüm açılmaz Dudaklarım gülmez, sönük bahtıma nur saçılmaz. Başkasını istemem de, Ey Türk, çabuk sen gel, sen Beklemekten yoruldum, ah, işte geç kaldın neden? Yollarına taş mı dizilmiş? Ya azgın kullar mı? Bırakmıyor? Taş, demir ya, çelik olsa da onlar. Yüreğinde şelaleden en metin, kızıl ateşle Yak onları, erit, söndür, çiğne, boğ, ez, hırpala, Hain alçak düşmanlara kol gücünü hep göster. Aç yolları, çabuk gel ki kalbim seni pek ister. “ Bununla birlikte birinci Bakü hücumundan sonra halk, ordunun daha hızlı hareket etmesi için Nuri Paşa’ya, Bakü’deki durumun vehametini anlatan bir mektup gönderdi. Bu mektupta: "Ey Türk Askeri! Eğer sen Bakü’yü alamazsan, Bakü’de, senin için hazırlanan sofralar konaksız kalacak, senin için kesilen kurbanlar düşmana kalacak. Eğer sen bu şehri alamazsan, müslüman gelinlerin duvaklarını düşman yırtacak, senin muzaffer olman için kalkan elleri zalimler kesecek." şeklinde halkın durumu anlatılıyordu. İkinci Bakü hücumunda, düşman birlikleri Türk ordusunun, hücumlarıyla etkisiz hale getirildi. Düşman bozguna uğratıldı. Şehir, işgalcilerin elinden alındı. Halk, Nuri ve Halil Paşaları kurtarıcı sıfatıyla karşıladı. Onların sayesinde Azerbaycan’ın başkenti istiklaline kavuştu. Azerbaycan halkı, kurtuluş gününün Kurban bayramına denk gelmesiyle çifte bayram sevinci yaşadı. Türk ordusu, Bakü savaşlarında ve bu savaşlardan önce çarpıştığı birçok bölgede yüzlerce şehit verdi. Bu cephelerden birisi de Şamahı’ydı. Şamahı yakınlarında şehit olan bir subayımızın yaralanmasından şehit olmasına kadar geçen süre içersinde çeşitli duygusal anlar yaşandı. Şamahı civarında yapılan savaşlarda şehit düşen, bu askerimizin ismi bazı kaynaklarda İzzet, bazı kaynaklarda da Kadir olarak geçüyor. Askerin destanı günümüze kadar nesilden nesile anlatıla geldi. Rütbesi binbaşı olan askerin şehit olmasını Elfayım Eziz, "Azadlık Namına" adlı kitabında şöyle anlatıyordu: İzzet Bey, Aşot adındaki bir düşmanın ateş etmesi sonucunda yere yığılır. Ağır yaralanan binbaşının yardımına, civarda yaşayan insanlar koşar. Askerimiz yaralandığında orada bulunan Gülsabah adındaki kadın, olaya başından beri şâhid olmaktadır. Başörtüsünü çıkarır, askerin yarasını sarmak ister. İzzet Bey: "Bacım kolumu sağlam tut, ben kurşunu çıkarayım" der. Kurşunu çıkarır. İzzet Bey, Gülsabah’tan cebinde bulunan mendili çıkarmasını ister. Mendili Gülsabah İzzet Bey’e verir. Mendilin içine kurşunu koyduktan sonra, İzzet Bey: "Artık tamamdır, her 101 şey bitti, yaramı bağlamaya gerek yok. Kanım bu topraklara aksın." der. Halsiz şekilde yerde uzanan İzzet Bey, silah sesleriyle kendisine gelir. Türk ordusu gelmiştir. Askerler İzzet Bey’i yaralayan askeri orada çıkan çatışmada vururlar. Ordunun gelmesine İzzet Bey çok sevinir. Karşısında Nuri Paşa’yı görünce heyecanlanır. Nuri Paşa İzzet Bey’in yanına yaklaşır, İzzet Bey’in başını dizlerine kor. Artık İzzet Bey son anlarını yaşamaktadır. Nuri Paşa’ya: "Paşam bir Türk paşasının dizlerinde can vermek benim için büyük bir şereftir." der. Nuri Paşa: (onu teselli etmek için) "Sen yaşayacaksın daha çok zafer kazanacaksın" cevabını verir. Fakat, İzzet Bey son anlarını yaşadığının farkındadır. Bitkin bir şekilde uzanan binbaşının etrafında herkes diz çöker, Şeyh Muhsin Kur’an okumaya başlar. İzzet Bey vatanından binlerce kilometre uzaklıkta ölüm kalım savaşı veren soydaşlarına yardım etmenin huzurunu yaşadığı anlarda sessiz bir şekilde okunan Kur’an’ı dinler. Orada bulunan insanların bu tablo karşısında duygularına hakim olamayıp gözyaşlarını tutamadıkları görülür. İzzet Bey, bir ara doğrulur yanındakilerden haklarını helal etmelerini ister. Cebindeki mendili zorla çıkarıp Nuri Paşa’ya: -Paşam! Babam, Anadolu’da topraklarımızı korumak için vuruşurken ağır yaralanmış. Vücuduna isabet eden kurşunu güç bela çıkardıktan sonra, yanında bulunan silah arkadaşlarına, "Bu kurşunu oğluma verin, ben vatanım için kahramanca savaştım, ülkem için canımı vermek üzereyim. Ona söyleyin beni yaralayan şu kurşunu yanında taşısın, bunu iki etsin." der ve vücudundan çıkan kurşunla ikiz kardeşler gibi duran şehadet nişanlarını göstererek: "Paşam! babamın vasiyetini yerine getirdim. Onun söylediği gibi kurşunu iki yaptım. Hâlâ kurşunun üzerindeki kanım kurumadı. Siz de bu kurşunu alın oğluma verin, ona babasının da kahramanca savaştıktan sonra şehit düştüğünü anlatın, bu kurşunları üçe çıkarmasını söyleyin." der. Son sözlerini söyleyen İzzet Bey vurulduğu yerde dünyaya gözlerini yumar. Halk, İzzet Bey’i yaralandığında Şamahı’ya götürmek ister, fakat o orada defnedilmesini vasiyet eder. Onun vasiyeti üzerine kendi vatanı olarak gördüğü topraklara, Şamahı yakınlarındaki Acıdere mevkine defnedilir. O günden bu güne kabrin adı "Türk mezarı" olarak anıla gelir. Türk kabriyle yapılan araştırmalar, Bahtiyar İsmailli (Türkcanlı) isminide ön plana çıkartıyor. Bu şehit mezarıyla Dr. İsmaili’nin adı, adeta özdeşleşmiştir. Onun anlattıklarına göre sonradan işgalciler tarafından birkaç kez kaldırılmak istenir. Bu yönde harekete geçenler hükümet nezdinde girişimlerde bulunmalarına rağmen isteklerine nail olamazlar. Zaman içersinde çeşitli tahribata uğrasa da halk tarafından tamir edilir. Kabrin taşı ilk defa Şamahı kasabası kaymakamı tarafından diktirilir. Bu hayırsever vatandaş daha sonra, 1928’de öldürülür. Kabre halkın sahip çıkması yanında şâirler de şiirleriyle vefa borcunu yerine getirmişlerdir. O dönemde rejimin baskılarından dolayı şehit askere karşı yeterli ilgiyi gösteremediklerini, bu duygularını kalplerinde sakladıklarını Azerbaycanlı şâir Gabil şu mısralarla dile getiriyor: Türkün kabri Kadim Şirvan yollarının Üstündedir. Azerbaycan toprağının, Altında yok, Sinesinde, Göğsündedir, Kollarının üstündedir. Ben bu kabrin devrinde Yetmiş bir yıl lâl olmuşam, Sağır olmuşam, Yetmiş bir yıl Bu basit bir zaman değil Bu garibin Muzdaribin Bu askerin Bu yaverin Şehit ruhu, Şanlı ruhu huzurunda Hacâletten hâr olmuşam. Türk sözünü, Türk adını Dilimize getirmek de cinayetti. Türkün kabri Hasret kaldı. Anaların bacıların Sımsıcak gözyaşına Gözyaşını bulut sıktı Yağış döktür baş taşına Türkün kabri hasret kaldı Anaların bacıların Ağısına. Bunu reva görmem hiç Düşmanımın da düşmanına. Türkün kabri hasret kaldı Anaların bacıların kara matem libasına.” Sonraki dönemde garip kalan kabre halkın ilgisi devam etti, etrafını Şamahılı, Muhammet isminde bir şoför düzeltmişti. Daha sonra aynı şekilde Şamahılı Babahan Rızahanov adındaki başka bir şoför de mezarın etrafını demirle çevirmişti. Babahan 1964’te sorgulandı, ifadesi alındıktan sonra altı gün gözaltında tutuldu, o dönemde Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin yumuşaması neticesinde Babahan serbest bırakıldı. İleriki dönemlerde Bahtiyar İsmaili’nin (Türkcanlı) oğlu Atilla tarafından tamir edilen kabre Türk bayrağı da kondu. Mezarın başına şu mısralar yazılı: Bir Türk kahramanındır bu mezar, Gör nasıl yer ile yeksan eyleyipdir hakzar, Kafkas İslam yolunda eyleyip zinhar canın Erseyi 102 harp içre bir aslanındır bu mezar.” Halk tarafından sürekli ziyaret edilen mezar, bir dönem adakta bulunulan kutsal bir mekan haline geldi. Gabil’in şiirinden de anlaşılacağı gibi çocukları olmayan bazı çiftlerin burayı ziyaret edip çocukları olması için dua ettikleri görülmekte. “Bir sonsuz bey, Sonsuz gelin Nezir niyaz eylediler Sûmâna yüz tuttular Haktan murat eylediler. Diz çöktüler Bu mezarın önünde Kadim Şirvan toprağında Söylediler: Allah teki evlat versin Oğul, ya kız” Bahtiyar Vahabzade "Tenha mezar" şiirinden bir kaç mısrayı yaptırmış olduğu levhayla birlikte yolcuların gelip geçtiklerinde görebilecekleri bir mekana astırması yanında mezarın etrafını da düzelttirdi. Vahabzade’nin yolculara seslendiği şiir şöyledir: Yolun kenarında tenha bir mezar Üstünde ne adı var ne soyadı. Ey yolcu, arabanı eyle bu yerde Soruş kimdir yatan tenha yerinde O bir Türk zabiti kahraman, metin Doğma kardeşine yardıma geldi. Kırgına tutulan milletimizin Haklı savaşına yardıma geldi. Uzakdan hay verip senin sesine Geldi, geldi dönmedi öz ülkesine. Düşman saflarını o, soldan sağa Biçip destesiyle cepheyi yardı. Toprağın uğrunda düşüp toprağa Senin toprağını sana gaytardı. Özü koruduğu, hem can verdiği Yolun kenarında defnedildi o. Uğrunda canını kurban verdiği Toprağı özüne vatan bildi o, Yolcu arabanı bu yerde durdur. O mezar önünde sen tazim eyle Saygı duy, dua ver onun ruhuna, Ayak bastığın yer borçludur ona.” 1918’den, her türlü baskı ve zulümlerin tertip edildiği bir dönemden, günümüze kadar nöbetini bihakkın tutan Türk şehidi, Azerbaycan halkının kalbinde onlara verebileceği en değerli hediyeyi, canını vererek taht kurmuştu. Bir dönemde kimliklerden Türk isminin çıkarılmasına, bu ismi söyleyenlere en ağır cezaların verilmesine rağmen, Türk ismi bu kabirde ölümsüzleşmişti. Bu sessiz kabir, adeta yoldan gelip geçen yolculara, o dönemde Azerbaycan’da gerçekleştirilmek istenilen menfur düşünceyi sessiz haliyle anlatıyor. Ciltlerce kitabın ve binlerce hatibin yapamayacağı tesiri yakınından geçenlerin kulağına sanki fısıldıyor. Tarihî vazifesini yapmış olmanın huzuruyla yoldan gelip geçenleri bu ilk muhacir şehitleri selâmlıyor. 1918’in ilk şehit Türk muhacirlerini rahmetle anımsıyoruz. 103 Ermeniler 518 Bin Türk'ü Öldürdü 30 Mart 2006 Türkiye, bugüne kadar sözde Ermeni soykırımı iddiaları nedeniyle, dünya kamuoyunda sıkıntılı dönemler yaşadı. Türkiye’nin, hep savunma psikolojisinde kaldığını belirten Devlet Arşivleri Genel Müdürü Yusuf Sarınay, “Ermeni iddialarına cevap vermekle çok zaman kaybettik” dedi. Arşivlerin, dünya tarihinin objektif bir biçimde yazılması konusunda anahtar olduğunu vurgulayan Sarınay, Ermeni sorununun çözümünün de Osmanlı arşivinden geçtiğini söyledi. Ermeni komitelerinin, katlettikleri belgelenmiş Müslüman Türk sayısının 518 bin 105 kişi olduğunu belirten Sarınay, “Her şey belgeleriyle ortada. Biz, bu konuda yorum yapmadan, ciddi eserler ortaya koyduk” dedi. 1. Dünya Savaşı esnasında güvenlik gerekçesiyle alınan bir kararla daha güvenli bölgelere yapılan sevk ve iskânın Batı kamuoyunda Ermeni soykırımı olarak lanse edildiğine işaret eden Sarınay, söz konusu iddiaların, bugüne kadar doğrulanmamış olduğunu vurguladı. Sarınay, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Kerkük’te yapılan sayımda da bölgenin yüzde 91’inin Türkmen çıktığını vurguladı. Sarınay ile makamında yaptığımız röportaj şöyle: Savunma psikolojisinden çıkmamız lazım -Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesinde neler bulunuyor? Genel Müdürlüğümüze bağlı üç ana hizmet birimi var. İstanbul’da Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı, Ankara’da Cumhuriyet Dönemi Arşivleri Daire Başkanlığı ve Dokümantasyon Daire Başkanlığı var. Arşivimizin odak noktasını ve bütün dünyanın ilgi odağını ise Osmanlı İmparatorluğu dönemi oluşturuyor. Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı’ndaki belgelerimiz, Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren başlıyor. Fatih döneminden günümüze 150 milyon civarında arşiv belgesi yer alıyor. Bu arşivler, dünya tarihinin objektif bir biçimde yazılmasında anahtar belgelerdir. Nitekim, Ermeni sorununun çözümü de Osmanlı arşivinden geçmektedir. -Türkiye, Ermeni iddialarıyla ilgili dünya kamuoyunda zaman zaman zor durumda kalıyor. Peki, belgeler bu konuda ne diyor? Biz, bu konuda belgeye dayalı, yorum yapmadan ciddi eserler ortaya koyduk. 15 ciltlik bir yayın yaptık ve dünya kütüphanelerine de bunu dağıtıyoruz. Ermeni sorunu konusundaki belgeleri, biz internet üzerinden günümüz Türkçesi’ne çevirerek peyderpey vermeye başladık. Belgeler, olay olduğu anda yazılmış. Bunun üstüne bir yorum yapmıyoruz, objektif bir şekilde ortaya koyuyoruz. Yaklaşık 1.5 yıldır İngilizce özetler de yaparak biz bunları göndermeye devam ediyoruz. İlk etapta amacımız, Ermeniler konusunda kamuoyunu, bilim adamlarını aydınlatmak, bu belgelere dikkat çekmek, bu konunun siyasi, ideolojik bakış açılarına kurban gitmesini önlemek. Ermeni konusunun da objektif bir biçimde değerlendirilmesi gerektiğini anlatmayı amaçlıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Ermeni konusunda savunma psikolojisinden bir an evvel çıkması lazım. Şimdiye kadar, devlet olarak bizim eksikliğimiz, hep savunma psikolojisinde kalmaktı. Ermeni iddialarına cevap vermekle çok zaman kaybettik. -Ermeniler’in yaptıkları katliamlar yer ve zaman olarak belgeli mi? Rus Ordusu’ya işbirliği yaptılar Madalyonun hep bir yüzü tartışılmış ve Türkiye’de Ermeniler’in öldürüldüğü şeklinde olay ortaya konulmaya çalışılmıştır. Buna karşı Türkiye hep savunmada kalmıştır. Halbuki, Ermeni olaylarının nasıl cereyan ettiği, nasıl çıktığı yolundaki belgeleri sistematik bir şekilde incelemeye aldığımız zaman, ilk dikkatimizi çeken şu oldu: Ermeni komiteleri, Ermeniler tehcir edilene kadar ve tehcir sonrası bile yüzbinlerce Müslüman Türk’ü katletmiş. Yani, bu katliamlarla da yetinmeyip, Türkiye’yi işgal etmeye çalışan Rus Ordusu’yla doğrudan işbirliğine yöneldikleri için, Osmanlı tehcir kararı almış. Osmanlı’nın niçin tehcir kararı aldığını, Ermeniler’in Anadolu coğrafyasında yaptıkları katliamı, biz yer ve zamanına göre bütün belgeleri ile ortaya koyduk. -Belgelerde katledilen Türk sayısı kaç? Osmanlı arşivleri, Birinci Dünya Savaşı öncesi, savaş sırası ve savaşın hemen akabinde Ermeni 104 komitelerinin katlettikleri Müslüman Türk sayısını 518 bin 105 kişi olarak belgelemektedir. Belgesiz olanlar da var. Biz, tam belgeleyemediğimiz hiçbir rakamı da ortaya koymadık. Ermeniler’in bu katliamı sadece Anadolu’da değil, Azerbaycan’da da yaptıklarını ortaya koymak için Azerbaycan arşiviyle de işbirliği yaparak, ‘Azerbaycan Belgelerinde Ermeni Sorunu’ diye bir cilt hazırladık. Ermeniler, Azerbaycan’da da toplu katliamlar yapmışlar. Bir başka bakış açımız da, bu iki toplum yüzlerce yıl barış içerisinde bir arada yaşarken, neden 19. Yüzyıl’ın sonunda böyle bir kavgaya tutuşmuşlar? Biz, ‘bunun nedenlerini ortaya koyalım’ dedik. Üç ciltlik “Osmanlı Belgelerinde Ermeni Fransız İlişkileri” adlı bir kitap çıkardık. Eserde, 1878-1918 yılları arasındaki olaylara ait 75 belge yer almaktadır. -Elinizdeki belgeler ne anlatıyor? Bu üç ciltte, Fransa’nın, Ortadoğu’daki sömügecilik politikalarını yürütebilmek için, Anadolu’da Ermeniler üzerine nasıl yaklaştığı, Ermeniler’in, Katolik mezhebine zorla dahil edilmesi belgeleriyle anlatılıyor. Fransa, daha sonra bunların örgütlenmesini sağlamış, para ve silah yardımı yapmış. Hatta daha da ileri gidip, belli bölgelerde lejyoner kamplarında eğitimler vererek, Anadolu Ermenileri’ni, Suriye Ermenileri’ni, Türk Ordusu’na karşı Fransız Ordusu’nda savaştırmıştır. Bütün bunları biz herhangi bir yorum yapmadan belgeleriyle ortaya koyduk. Şu anda, İngiltere’nin rolüne yönelik 3-4 ciltlik bir eser hazırlanmakta; iki cildi bitti. Sonra, ‘Rusya’nın bu işteki rolü nedir’ onları da ortaya koyacağız. Buradaki temel amacımız; geçmişteki tarihi olayları tüm gerçekleri ile ortaya koymak. Biz, ‘olay şöyle olmuştur, böyle olmuştur’ demeden gerçekleri belgeleriyle ortaya koyuyoruz. Belgeleri aynen koyuyoruz; hiç bir ekleme, yorum yapmadan... -Her şey belgeli ortada ve bu belgeleri de bütün dünyaya dağıtıyoruz. Peki neden bu iddialar sürüyor? Belgeler, etkili bir biçimde kullanılamıyor. Bu gerçeği de kabul edelim. Özeleştiri yaparsak, bu konularda Türkiye’de uzman yetersizliği var. Bu kitaplar aslında Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nün görevi değil, üniversitedeki akademisyenlerin görevi. Herkes, izin aldıktan sonra arşivleri gezebilir, inceleyebilir mi? Tabii ki. Üstelik, bu izin geldiğinizde veriliyor. Bir müracaat formumuz var. İçeride belgemiz yırtılmasın diye onu doldurtup, taahhütname alıyoruz. Amerikalılar’ın ilgisi büyük - Gizlilik unsuru yok mu? Çok uzun dönemlerle ilgili bir gizlilik kültürümüz yok. Yakın dönemlerle ilgili bütün devletlerde olduğu gibi bizim de belli ilkelerimiz var. Biz de, 30 yılı dolmamış belgeyi araştırmaya açmıyoruz. -Bugüne kadar hiç hırsızlık olayı oldu mu? Yani, bir-iki defa İstanbul’da yabancıların girişimleriyle karşılaştık, suç üstü yakalandılar. Kişisel, vakıf arazisiyle ilgiliydi, devletlerarası ilişkileri ilgilendiren bir konu değildi. -Arşivleri nasıl koruyorsunuz? Arşivin her tarafında kamera sistemi ve güvenlik teşkilatımız var. Onun ötesinde, belgelerin bulunduğu arşiv depolarımız var. Belgelerimiz burada güvenlikli bir şekilde, çelik kapılar ardında saklanır. Bu depolara herhangi birinin girmesi mümkün değildir. Otomatik yangın sistemi vardır. İklimlendirme dediğimiz bir olay ile depolarımızın hem nem oranını, hem sıcaklık oranını kağıtta herhangi bir bozulmaya meydan vermemek için sürekli koruyoruz. Yılda kaç ziyaretçi geliyor? Osmanlı arşivlerinde 3 bin 700 civarında araştırmacı araştırma yaptı. Türkler ile birlikte araştırmalar toplam 19 bini buluyor. Ziyaretçi sayısı 1985’lerden günümüze artmıştır. Bu artışta ABD’liler bir hayli önde bulunuyor. Daha sonra, Japonya, Fransa, İngiltere ve Almanya geliyor. Kerkük’te ezici Türkmen çoğunluğu -Belgeler, Kerkük konusunda ne diyor? Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki sayımla ilgili belgelerde Kerkük’te yüzde 91 oranında Türkmen çıkıyor. Barzani ve Talabani yanlıları tarafından, Kerkük bölgesinin son 1 yılda demografik yapısı oldukça değiştirildi. Bu açıdan Kerkük’ün gerçekten kime ait olduğunu tespit edebilmek için, tarihi belgelerde geriye doğru gidilmesi lazım. Bugünkü durum olduğu gibi kabul edilirse, uluslararası camia da, Irak da, Türkiye de yanlış sonuçlara gidebilir. Örneğin, Kanuni döneminde tahriri yapılan 111 numaralı Kerkük Livâsı Mufassal Tahrir Defteri’nde bölgede yaşayan toplumların etnik kimliği ve bağlı oldukları aşiretler belirtilmiş. Defterdeki veriler incelendiğinde, bölgede 7 bin 320 erkek nüfusunun yaşamakta olduğu ve bunların yüzde 90’ının Türkmenler’den meydana geldiği 105 görülmektedir. Bunların 6 bin 990’ı Müslüman, 180’i Hıristiyan ve 150’si Yahudi’dir. Kıbrıs’ta Türk hâkimiyeti -Kıbrıs da çok tartışılan konulardan biri. Osmanlı arşivini incelediğimiz de bu konuda neler görüyoruz? Osmanlı dönemine ait belgeler, arazi ve işyeri yapısı itibariyle Kıbrıs’ta Türk hâkimiyetini gösteriyor. Biz, bu amaçla da ‘Osmanlı İdaresi’nde Kıbrıs’ adlı belgesel eser yayınladık. Mesela Osmanlı Devleti’nde ilk defa nüfus sayımı adı altında 1831 yılında Müslüman ve gayrimüslim nüfusu ortaya çıkarmak ve bu sayede asker ve vergi potansiyelini tespit etmek için sayım yapılmış. Kıbrıs’ta bulunan dükkân, han, hamam, kahvehâne, fırın, vb. gibi işyerlerinin sayısı 969 olarak görülürken, bunun 676 adedi Müslümanlar’a, 293 adedi de gayrımüslimlere ait. Yalnızca erkek nüfusunun esas alındığı 1831 tarihli sayımda Kıbrıs Adası’nın nüfusu 45 bin 365 kişi çıkmış. Bunlardan 29 bin 780’i gayrimüslim, 15 bin 585’i de Müslüman ahalidir. 106 Rusya'nın Yahudi Oligarhlarla dansı! 28 Şubat 2006 Rusya'da yeni bir Hitler vakası ile mi karşıkarşıyayız ? Putin, 2004 yılı başkanlık seçimlerinde altını oyan Yahudi petrol baronlarının ABD ile ortak hareket ettiğini düşünüyor olabilir. Haksızda sayılmaz. Rusya ve kendi kaderi Yahudi Oligarhların temizlenmesine bağlı. Rusya'nın ekonomisi son yıllarda büyük oranda enerji ihracatlarından gelen gelire endekslendi. Petrol fiyatları düşerse ekonomik krize giren, yükselirse rahatlayan Rusya'da medya ve petrol baronlarının ortak özellikleri Yahudi olmalarıydı. Bu kuralı Hitler gibi değiştirmeye çalışan Putin, ülkenin dört büyük Yahudi Oligarh'ını da bakın nasıl kısa sürede diskalifiye etti. Putin'in ilk hedefi Nezamisnaya Gazetaa, İzvestiya gibi gazetelerin sahibi, BDT Genel Sekreterliği yapmış, esasen bir petrol baronu olan Boriz Brezevsky idi. Kremlin'de Yeltsin döneminde itibarlı bir konuma gelen bu Yahudi Oligarh'ı Putin, Çeçenlere silah sattığı için affetmedi. Brezevsky, Çeçenlere el altından silah sağlayan Rus generallerin paralarını Londra'ya hesaplarına yatırıyor, Çeçenlerden ise peşin alıyordu. Dudayev, Şamil Basayev ve Raduyev ile görüşmelerinin kayıtları sanırım Putin'i çileden çıkarmıştır. Brezevsky, pılıyı pırtıyı toplayıp Rusya'yı terkedeli dört yıldan fazla oldu. Londra'da Putin sonrası için hesaplar yapıyor. ABD-İsrail ve İngiltre üçgenine hizmet ediyor. Putin'in ikinci hedefi, Rusya'da biraralar kaliteli, tarafsız, eglenceli yayınları ile Sovyet kalıntısı tvleri silmiş ve 100 milyon izleyici kapasitesine ulaşmış NTV Tv'nin sahibi Aleksandr Gussınsky idi. Bu medya imparatoruna KGB kalıntısı Putin'in sabrı uzun sürmedi. Sürekli Putin'i eleştiren NTV susturulmalıydı. O'da yurtdışına kaçarak yakayı kurtardı. Ancak geçen aylarda Atina'da yakalandı. ABD'nin devreye girmesi ile Yunanistan'ı terketmemesi şartıyla kefaletle serbest bırakıldı. Bu Yahudi Oligarh'da diğerleri gibi bir petrol baronuydu. Putin'e göre Batı'ya çalışan bir ajandı. İngiliz Chelsea futbol kulübünün sahibini Roman Abramoviç de petrol baronu bir Yahudi Oligarh. Chelsea takımına 250 milyon dolar harcadı. Bugünlerde Chelsea'nın 1 milyar dolara malolacak yeni stadına 350 milyon dolar harcamaya hazırlanıyor. Onunda arası Putin ile açık. Yeltsin döneminde Rusya dışına çıkartılan 200 milyar dolara yakın Rus kara parasını izini takip eden Putin, adresin Abromoviç olduğunu keşfetmekte gecikmedi. Bu paraların büyük bölümü henüz Rusya'ya döndürülemedi. Şahsi serveti 10-12 milyar civarında olduğu söylenen Rusya’nın en zengin kişisi Mihail Hadorkovsk, hakkındaki suçlamalar ispatlandığı takdirde en az 10 yıl hapiste kalacak. 40 yaşında genç bir Yahudi işadamı. Yeltsin döneminin özelleştirme zenginlerinden ve Rusya’da ‘Oligarklar’ denen 7-8 kişiden meydana gelen bu yeni zenginler grubunun en önemli üyelerinden olan Hadorkovski Moskova’da bir fabrikada çalışan bir mühendis ailenin tek erkek çocuğu. Sovyetlerden kalan kalıntıyı iç etmnin yollarını daha dağılmadan önce bulan Hadorkovski, kurduğu kooperatifi ve bankası ile kısa sürede milyarlar kazandı. 1991-93 yılları arasında bizzat kendisi de devlette görev alan; önce zamanın başbakanının özel ekonomi danışmanı, daha sonraları da Yakıt ve Enerji Bakanlığı’nda bakan yardımcılığı görevni yapan bu uyanık Yahudi, devlet memuru iken malı götürmüş. Ticaret şirketleri tahıl, petrol, şeker, maden pazarlayarak ya da satarak muazzam kârlar elde ederken; bankası Menatep de hem Moskova Belediyesi’nin ve hem de paralı önemli federal bakanlıkların hesaplarını üzerine alarak bu hesaplar sayesinde kısa zamanda milyar dolarlık bir banka olup çıkmıştı. Bu dört kafadarın buluştuğu şirket ise Yukos ve yeni birleştiği ortağı Sibnefttir. Yukos ve 107 Sibneft şirketlerinin geçen ay resmen birleşip YukosSibneft adını alan ve dünyanın dördüncü büyük petrol şirketi haline gelen bu dev şirketin mülkiyeti, kontrolü, hisseleri ve bunların geleceği konusu bu krizin en temel sebebi. Putin yönetimin başsavcılık kanalıyla hisselerin yüzde 44’üne el koyması ya da bunları dondurmasından önce YukosSibneft’in hisse dağılımı şöyleydi: Mihail Hadorkovski yüzde 26,48, bir başka oligark ve İngiliz Chelsea futbol kulübünün sahibini Roman Abramoviç yüzde 26,01, Hadorkovski’nin arkadaşları Leonid Nevzlin yüzde 3,56, halen hapiste olan Platon Lebedev yüzde 3,11, Mihail Brudno yüzde 3,11 ve Vasili Şaknovski yüzde 3,11... İsmi gözükmeyen Boris Brezevsky, Sibneft'in gizli ortağıdır... Bu değişik hisselerden yüzde 44’ü bugün el konulmuş durumda ve bunlar üzerinde herhangi bir işlem yapılamıyor. Ne var ki, el konulan hisselerin büyük bölümünün sahibi olan Hadorkovski’nin hisselerinin başına geleceğini önceden iyi tahmin ettiği için bu konuda en az 2 ay önce çok özel bir anlaşma yaptı. Bu anlaşma Hadorkovski ile ünlü Yahudi bankerlerden Lord Jakob Rothschild arasında yapılmış çok önemli bir özel anlaşma. Buna göre, Hadorkovski sahibi olduğu hisselerinin oldukça büyük bir bölümünü Lord Rothschild’e çok önceden devretmiş bulunuyor. Tahminlere göre, devredilen hisselerin değeri yaklaşık 8 milyar dolar ve Lord Rothchild bu hisselerle YukosSibneft’i kontrol edebilecek güce ve imkana kavuşmuş bulunuyor. Hadorkovski ile Lord Rothschild esasen çok iyi dostlar. Hadorkovski’nin Londra’daki Açık Rusya Vakfı’nda yıllardır birlikte çalışıyorlar. Herhalde hem bu yakın dostça ilişkilerden hem de Rothschildler’in gücüne duyduğu güvenden olsa gerek Hadorkovski kontrol hisselerini bu ünlü ve güçlü bankere emanet etmiş oluyor. Hapishanede bulunan Hadorkovski’nin geçen hafta YukosSibneft’in icra kurulu başkanlığı (CEO)ndan istifasıyla yeni koltuğa şirket hemen Simon Kukes adlı bir Amerikalı yöneticiyi atadı. Yeni CEO Kukes yabancı yöneticilerin de yer aldığı 7 yöneticiden meydana gelen yönetim icra kurulunun yeni başkanı oluyor böylece. Aslen Rus asıllı bir Amerikan vatandaşı olan Kukes, Rus petrol dünyasının iyi bilen, bu dünyanın içinde yıllarca çalışmış bir yönetici. 1990’lı yıllarda Rus Tyumen petrol şirketini yönetmiş olan Kukes geçen yaz Yukos’a geçmişti. Kukes’e ilaveten bir başka Amerikalı yönetici de YukosSibneft’in icra kurulunda görev alacak muhtemelen. Bu şahıs YukosSibneft’in işletmeden sorumlu alt şirketi YukosMoskow’un başına geçen hafta Hadorkovski’nin arkadaşı-ortağı Vasili Şaknovsky’nin savcılık tarafından vergi kaçakçılığı takibatı başlatması üzerine getirilen Steven Theede adlı Kansaslı bir Amerikalı yönetici. Rusya'yı karıştıran bu gelişmelerin baş oyuncusu ABD eski Dışişleri Bakanı Yahudi kökenli Henry Kissinger dan başkası değil. Putin'i isyan ettiren kriz onun Rusya’ya iki ay önceki ziyareti ve baba Bush vasıtasıyla Başkan Putin ile görüşmesiyle başladı. Hadorkovski’nin kurduğu, Londra’da hayır vakfı olarak tescil edilmiş Açık Rusya adlı vakfın mütevelli heyetinde bulunan yaşlı kurt, Putin'e bazı Amerikan petrol şirketleri adına Hadorkovski’nin Yukos–Sibneft’teki büyük hissesini satın alma sürecini başlatmak için geldiğini söyledi. Bu konuda kesin kararı verecek olan Başkan Putin’i razı etmek, onun muhtemel tavrını önceden öğrenmek isteyen Kissinger, Putin'in ABD ziyareti öncesi zemin hazırladı. Putin, Camp David'de Başkan Bush'a söz vermedi, hatta tek kelime dahi etmedi. 2004 yılı başından itibaren 12 milyar dolarlık Yukos–Sibneft dünyanın dördüncü büyük petrol şirketi ve dünya petrol piyasasının önemli oyuncularından biri olacaktı. Hadorkovski’nin Yukos–Sibneft’teki hisselerini Exxon–Mobil ya da Chevron–Texaco’nun satın almak istediğini belirten Kissinger'a Putin'in ne nasıl karşılık verdiğini Hadorkovski operasyonu ve yüzde 44'lükYukos hissesine el konulmasından sonra anladım. Putin, Yukos-Sibnefti tekrar Ruslaştırdı, millileştirdi ve ABD'nin dünya petrolünü tekeline alıp, petrol fiyatları ile oynama imkanı vermedi. Şirketin dev Amerikan petrol şirketlerince alınması dünya petrol piyasası bakımından şüphesiz çok önemli bir gelişme olacaktı. Böylece, üretim–arz durumundan fiyat teşekkülüne kadar bu piyasadaki Amerikan ağırlığı daha da artacak ve tabii gerçekleştiği 108 takdirde OPEC de bu yeni durumdan önemli ölçüde etkilenecek; ayrıca zaten başlamış olan Amerikan–Rus petrol–enerji işbirliği sürecinde önemli bir adım daha atılmış olacak, daha doğrusu Rusya işgalsiz ABD kontrolüne tamamen girecekti. Putin, bir Hitler değil belki ama Yahudi Oligarhlara ' Dur' demeyi başarması sürpriz bir durum. Yahudiler, 2004 yılı seçimlerinde büyük ihtimal Putin'e karşı yok edilemeyen son Oligarh petrol baronlar Rusı Viktor Çernomırdin ve Yahudi Oligarh ortağı Anatoli Cubais atlarına oynayacaklar. 109 Persona Non Grata 28.04.2007 The Toronto Star gazetesinin köşe yazarı, Toronto Üniversitesi’nin ünlü Uluslararası İlişkiler uzmanı Prof. Dr. Haroun Sıddıqı, yazacağı analiz yazı için görüşüme başvurdu. Herşeyi başından olduğu gibi gizlemeden anlattım, zaten Türkiye’yi bir Türkten daha iyi takip ettiği için gerçeklerin üstünü örtmem mümkün değildi. Sonuçta demokrasinin kazanacağını ve statükonun er veya geç kaybedeceğini söyledim. Tek model insan oluşturma devri 20. yüzyılda sona erdi. Batılı ülkeler, çok kültürlülüğü özümseyerek zenginleşen ve çok seslilikten çekinmedikce gelişen toplumlar. Bu nedenle cumhurbaşkanlığı krizimizi, neden parlamenter sistemimizin felç edildiğini anlatamıyoruz. Ülkemizin imajını tam düzeltdik derken asker vesayeti tekrar hortladı. 3. sınıf kategorisine itilmişliğin verdiği kompleksle eziliyoruz. Ülkemiz Batılı medyada sadece kötü şeyler olduğu zaman haber oluyor. 10 gündür yaşanan iktidar ve gerçek muktedir krizini, izah etmek kolay değil. Sıddıqı, müslüman bir aydın olduğu için anladı, ancak Batılı gibi yazacağına eminim. Diplomaside, istenmeyen adama “Persona Non Grata” denir. Bir devlet istemediği diplomatı veya büyükelçiyi bu sözcükle geldiği ülkeye bildirir ve biletini keser. Kendini toplumun “doğal lideri” veya “vazgeçilmez kurtarıcısı” zannettiği halde kendisiyle bile barışık olmayanları ne yapmalı? Peki Abdullah Gül gibi istenen bir adam neden birden istenmeyen adam olur ki? Katılımcılık ve demokrasi, aydınlarımızın dilinden düşmeyen klişe laflardır. Dünyanın her yanında sol dayanışmacı, sağ ise bireyci tutum takınırken, Türkiye toplumunda durum tam tersi. Sol jargonu kullananların sergilediği görüntü ve dayandıkları temel unsurlar ünlü sol akademisyen, yazar, sanatçı ve siyasetçi Zülfü Livaneli’nin dediği gibi sevgisizlik ve kıskançlık. Sevgi, hoşgörü, demokrasi ve hazmetme kültürü olmadan demokrasi yerleşmez. Kavga ve nefret kültürünün neticesi ayrılık, hicran türküsüdür. İmajı zaten yerlerde gezen Türk solu, “kavgacı”, “itici”, “uzlaşmaz”, “Yakoben”, “antipatik karakterli” ve “bireysel bencilliğe” odaklı şahıslar tarafından temsil edilince, virüs gibi bulaştığı kurumu hastalandıran bir portre çiziyor. Sivil toplum ve siyasi yapılanmaları “bağnaz arkadaş çifliği” manzarası verdikce, işleri rast gitmiyor, çuvallıyorlar. Sanırım sevgi kültürüne aşina olmadıklarından olacak, bilmediklerine düşmanlık duyuyorlar. Reformcu değil statükocu olduklarından çıkmaz sokaklarda boğuluyorlar. Bu nedenle kuru kalabalıklar içinde yalnızlar ve toplum vicdanında “persona non grata” olmuşlar. Kin ve hasetleri ortaya çıkıyor, gizli kalmıyor; marjinalleşiyor ve küçülüyorlar. Değişmesi gerekenin kendi sığ düşünce sistemleri olduğunun farkına varamıyorlar. Ayrımcılık kokan düşüncelerini bilimden uzak bilimsellikleriyle, taassup kriterleriyle, çağdışı yobazlıklar ile örtmeye kalkmaları üzüntü verici. Akıntının tersine kürek çekmek sadece toplumumuza zaman kaybettiriyor. “Eski tüfekler” köşelerine çekilseler, toplum belki rahat bir nefes alacak. Toplum, sıcak, sevecen, kucaklayıcı, genç, dinamik yeni simalar arıyor. Samimiyeti ve niyetli belirsiz, negatif ışın yayan ruhlarla, ne muasır medeniyet seviyesine çıkmak için mücadele edilebilir nede herhangi bir milli konuda ortak koordine sağlanabilir. Ermeni meselesinde, onlarca parlemantolardan geçen tasarılardan sonra laiklerimiz, Türklerin yaşama ve insan haklarına saygı üzerinden mücadele edilmesini talep ediyorlar. Ancak ülkemizde öteki görülen Türklerin yaşama, seçme, seçilme ve insan hakları, yobaz laikler tarafından önyargılarla elinden alınmaya çalışıldı. 110 Bu ülkenin evlatları olarak Ermenilere karşı tezimizi savunduğumuzda samimiyetimizden kuşku duyuyorlar. Kendi öz vatandaşına bugün antidemokratik davranan askeriniz veya derin devletiniz, geçmişte Ermenilere soykırım yapmış olabilir diye suçlanıyoruz. Elimizi zayıflatan bu görüntü karşısında halen ülkemizi savunuyoruz. Hakikatde ise Ermenilerden beklediğimiz insanlığı kendi öz halkımızdan esirgediğimiz Türkiye düşmanları tarafından koz olarak kullanılıyor. Ve yurt dışında imajımız bozuluyor. İnsanları oldukları gibi kabul etme, düşüncelere, inançlara saygı göstermek çok zor mudur? Kimse kimsenin mukaddesatını sorgulayamaz, yargısız infaz yapamaz. Soyut kavramları somut önyargılar için kullananlar, toplum dışında kalıyorlar. Sözde değil özde bu değerlere kimin ne kadar bağlı olduğunu kamuoyu dediğimiz toplumun nabzını tutarak anlamalıyız, bunun yolu sandıktır. Herkesin bakış açısı farklıdır, görüşlerine saygı duyarız. Sandıkta konuşan halka saygı duyulmadığı izlenimi, yurt dışında gittikce perçinleşiyor. Keşke farklı görüşteki insanlarda insanımıza güven, demokrasiye inanç eksenli aydın duruşu olsa ve ortak paydalarımızda konuşabilsek. Hiç olmazsa birbirimize insan olarak saygı duyabilsek. Statükoyu dünya ülkelerinde genellikle muhafazakarlar korur; liberal, sosyal demokrat veya kendini demokrat olarak tanımlayan her kesim, reformdan, değişimden, ileriye gitmekten yana tavır koyar. Bizim ülkemizde bunun tam tersi yaşanıyor. Ortak paydalarımızda buluşmak, el ele ülkemizi temsil etmek var iken, düşmanlığı, nefreti seçenlerin, istenmeyen adam ilan edilerek toplumdan dışlanması kaçınılmaz sonuçtur. Sevgi sevgi doğurur, nefrete sevgi ile yaklaşmak sevgi insanının prensibidir. Konuşulmayacak kadar agresif ve diyaloğa kapalı, önyargılarının esiri bir aydın, okumuş olsa bile ziyalı değildir, karanlıktadır. Her kesimle konuşmaya açık olmalı ve her samimi çalışmayı kim yaparsa yapsın takdir etmeyi bilmeliyiz. Değişim rüzgarına direnç gösterenlerin daha uzun süre toplumun önünde birer engel olarak kalabileceklerini sanmıyorum. Maskeler kalktı, takke düştü, kel göründü: Kral çıplaktı. Kabına sığmayan ülkemize biçilen gömlek dar geliyor. Cumhurbaşkanlığı tartışmalarını bu zaviyeden baktığımda Abdullah Gül’e kimlerin, neden tahammül edemediklerini anlayabiliyorum. Demokrasi dışı kriterlerle ve derin odakları arkasına alarak siyaset yapanlar, çağ dışında kalmışlar, kaybetmeleri hak olan son kalelerini kaybetmemek için hukuku hiçe sayabiliyorlar ve bunu yaparken hukukun boşluklarını kullanıp hukuku bile siyasileştirebiliyorlar. Hukuka olan inancımız yargı bağımsızca tamdır. Demokrasi, kayıtsız şartsız milletin hakimiyetidir. Laiklerimiz, demokrasinin kendi aleyhlerine işlediğini düşünüyorlar. Çıkmaz sokakta akıntıya kürek çektikçe batıyorlar. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi daha hayırlı olacaktır. Aksi halde 7 yıl Erdoğan’ın atadığı Abdullah Gül’ün halkın tamamının adayı olmadığı tartışılacak ve gerginlikler sürecekti. Halkın seçtiği cumhurbaşkanı dindar ve eşi başörtülü olursa, aşağı indirmek için ne gibi bir bahane bulacaklarını merak ediyorum. Persona Non Grata’nın kim olduğunu biz susalım, bundan sonra sandık söylesin. 111 Gürcü kahinin Cumhurbaşkanı adayı 15.05.2007 2000 yılı kehanetleri Gürcü Halk Gazetesinde yayımlanan Gürcü kahin Lila Gagasvilli, Ahmet Necdet Sezer’in ismini vererek cumhurbaşkanı seçileceğini, Demirel’in siyasi mevta olacağını bildirmişti. Diğer kehanet : Türkiye'yi adeta yeni baştan kuracak ve tarihe geçecek cumhurbaşkanı 10. veya sonraki cumhurbaşkanıdır. Lila, geçen Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Türkiye'nin cumhurbaşkanının isminin baş harfini vermiş ve "A. M. mi yoksa A. N. mi bilemiyorum." diye hafifçe sürçme yapmıştı. Muhyiddin Arabi’nin Türkiye’nin 10. dönemi veya sonrası için kehaneti ile Lila’nın kehanetleri örtüşüyordu. Türkiye eski şaşalı günlerine geri dönecekti, kaderinde vardı, Levhi Mahfuzda yazılmıştı. Hıristiyan Kahin deyip geçmeyin. Hıristiyan veya şeytani cinlerle ilgisi olabilir ve gizli saklı yerlerde alınan kararlara ulaşabilir. Veya Levhi Mahfuzla ilgili bilgilere ulaşana ulaşmış olabilir. Gürcistan'da yaşayan yaşlı kahin kadın, o yıllarda oldukça popülerdi. Söz konusu gazetenin tarihi seçimden sonra olsa dikkate almazdım. Ama 30 Aralık 1999 tarihliydi. Yani seçimden 5 ay önce. Şevardnadze'ye düzenlenen iki suikast girişimini tarihiyle, şekliyle önceden haber veren Lila, Gürcistan eski Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze tarafından kendisini ölümden kurtardığı için baş tacı edilmişti. Anekdotu Gürcistan’a Ağustos 2000’de düzenlediğim gezi sonrası Ankara büromuzda ‘fıkra olsun, gülelim’ diye anlatmıştım. Henüz herkes Sezer’in nasıl seçildiğini merak ediyordu ve şoku atlatmamıştı. Kırmızı ışıkta duran mütevazi bir cumhurbaşkanımız olmuş, sanki tombaladan çıkmıştı. 2000’in Ağustos’unda güya irticacı memurları YAŞ üsulü yargısız infazla atılmasını kapsayan Bakanlar Kurulu’nun Kanun Hükmünde Kararnamesini derin askerlerden gelen tehditlere rağmen iki defa veto ettiği için ne kadar çok sevinmiştik. Kamuoyunda birden askerlerden daha fazla güvenilir hale gelmişti. Bu hengamede kahinin söylediklerini ve olayın bana nasıl intibak ettiğini hatırladım. Gürcü gazetesini elime tutuşturan Gürcistan İş adamları Cemiyeti ve Dostluk Derneği Başkanı Kenan beydi. Tiflis Büyükelçisi’nin konuyla yakından ilgilendiğini ve kehanetleri tercüme ettirip Ankara’ya gönderdiğini anlatmıştı. Kahin işte deyip ciddiye almamıştım. Şu kahinleri oldum olası zaten sevmezdim. Kahin, Ahmet Necdet Sezer'in isminin baş harflerini resmen bildirmişti. Ankara Haber Müdürümüz Salahattin Karakış’a olayı anlattım ve Karakış, 20.08.2000 tarihli Zaman gazetesinde Poli Diyalog adlı köşesinde ‘fıkra olsun’ diye konuyu yazdı. Gürcü kahin Lila'nın eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile ilgili 1999'da söylediği kehanet gerçekleşince şaşkınlığımız yerini hayrete bıraktı. Lila, Demirel'in üzerinde kara bulutlar gördüğünü, 2000 yılında ya öleceğini ya da iktidardan ilelebet bir daha ayağa kalkamayacak biçimde ineceğini söylemişti. Yani siyasi mevta olmasından bahsetmişti. Gürcü kadının Demirel öngörüsü gerçekleşti, Demirel en az 10 defa siyasete dönüş hazırlığı yaptı, ama dönemedi. Halkın kendisine artık itibar etmediğini geçenlerde itiraf eden Demirel’in kendisi. ‘Acaba Demirel, bir yerlerde siyasetten temelli tasfiye edildi de, kahine cinleri haber yetiştirdi’ dedim içimden. Demirel, ne zaman ayağa kalkmak istese tökezledi veya tökezletildi. Bir bilen olmuştu ne kadar unutulmamak için çırpınsada bir kaybeden. Daha da enteresanı Sezer'le ilgili öngörüsüydü. Sezer'in dönemi veya sonrasında Türkiye’nin çağ atlayacağını, yeniden yapılanarak baştan sona yenileneceğini söylemişti. 10. veya ondan 112 sonraki cumhurbaşkanının ilk başlarda küçümseneceğini ileri süren Kahin, halbuki Türkiye için bugüne kadar gelen cumhurbaşkanlarının hepsinden fazla ve yararlı hizmetlerde bulunacağı kehanetinde bulunmuştu. Gürcü kahin Lila’ya göre, Türk halkının gönlünde taht kuracak bu cumhurbaşkanı Türkiye'yi adeta yeni baştan kuracak ve tarihe geçecekti. 10. cumhurbaşkanından bu atılımları göremesekte, 2003’den itibaren yeniden bir doğuş yaşadığımızı dost düşman herkes kabul ediyor. 11. cumhurbaşkanımız kim olursa olsun, enkaz içinde bir ülke değil sıçrama tahtasında bir ülke teslim alacak. Cumhuriyet tarihinin 10 cumhurbaşkanı konusunda bilmediğimiz gerçekleri hatırlayalım: M. Kemal Atatürk tek partili dönemde ve iki ayrı Anayasanın yürürlükte olduğu dönemlerde seçilmiştir. (1921 ve 1924) İsmet İnönü hem tek partili hem de çok partili dönemde Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Diğer 8 Cumhurbaşkanı çok partili dönemde seçilmiştir. 1921 ve 1924 Anayasalarının yürürlükte olduğu dönemlerdeki Cumhurbaşkanları, ard arda birçok kez seçilmişlerdir: M. Kemal Atatürk (4 kez), İsmet İnönü (4 kez), Celal Bayar (3 kez) 1961 ve 1982 Anayasalarının yürürlükte olduğu dönemlerde ise Cumhurbaşkanları birer kez seçilmişlerdir. Cumhurbaşkanlarının kökenleri açısından, 1923’ten günümüze kadar 3 dönem yaşanmıştır: Cumhuriyet Kurucuları Dönemi (1923–1960) ; Asker Kökenli Cumhurbaşkanları Dönemi (1961-1989) ; Sivil Kökenli Cumhurbaşkanları Dönemi (1989 - 2007) Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar 18 kez Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmıştır. 1980’de yapılan seçimlerden sonuç alınamamış, diğer 17 seçim, Cumhurbaşkanının seçimiyle sonuçlanmıştır. Bir Cumhurbaşkanımız da seçimle değil halkoylamasıyla belirlenmiştir. (Kenan Evren) Bugüne kadar sonuç alınmış 17 Cumhurbaşkanlığı seçiminden: 13’ü birinci turda sonuçlanmıştır: M. Kemal Atatürk (4 kez), İsmet İnönü (4 kez), Celal Bayar (3 kez), Cemal Gürsel (1 kez) ve Cevdet Sunay (1 kez) 3’ünde ise üçüncü turda sonuç alınmıştır: Turgut Özal, Süleyman Demirel ve A. Necdet Sezer. 1 seçim 15. turda sonuçlanmıştır: Fahri Korutürk. 1 seçim sonuçsuz kalmıştır (1980). 1989 seçimlerindeki oylamalara muhalefet katılmamıştır. Turgut Özal, yalnızca ANAP’lı milletvekillerinin ve bir bağımsız üyenin katıldığı birleşimde Cumhurbaşkanı seçilmiştir. 1973’de seçim turları devam ederken TBMM’deki siyasi partiler, ortak bir aday üzerinde anlaşamayınca, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın görev süresinin iki yıl uzatılması konusunda görüşbirliğine varmıştır. Ancak bu konudaki anayasa değişikliği önerisi, hem Millet Meclisi hem de Senatoda reddedilmiştir. Bunun üzerine AP, CHP ve CGP; Kontenjan Senatörü Fahri Korutürk’ün adaylığı konusunda uzlaşmaya varmışlar, 15. tur oylamada aday gösterilen Fahri Korutürk gerekli oy çoğunluğunu sağlayarak Cumhurbaşkanı seçilmiştir. 2000 seçimi yaklaşırken hükümet partileri arasında sağlanan görüşbirliği ile Cumhurbaşkanlarının görev süresini 5 yıla indiren ve bir kez daha seçilmelerine olanak sağlayan anayasa değişikliği önerisi TBMM’ye sunulmuştur. 5 artı 5 diye adlandırılan ve DYP de desteklemiştir. Öneri TBMM’de reddedilmiş, daha sonra siyasi partilerin ortak adayı olan A. Necdet Sezer Cumhurbaşkanı seçilmiştir. En uzun süre görev yapan Cumhurbaşkanı, M. Kemal Atatürk’tür. (15 yıl 12 gün) Onu 11 yıl 6 ay 11 gün ile İsmet İnönü, 10 yıl 5 gün ile Celal Bayar izlemektedir. En kısa süre görev yapan Cumhurbaşkanı ise 3 yıl 5 ay 8 gün ile Turgut Özal’dır. İlk iki Cumhurbaşkanı tek 113 partili dönemde seçilmiştir: M. Kemal Atatürk ve İsmet İnönü. İsmet İnönü, hem tek partili hem de çok partili dönemde seçilmiştir. Dört Cumhurbaşkanı partilerinin Genel Başkanı iken seçilmişlerdir: Mustafa Kemal Atatürk, Celal Bayar, Turgut Özal ve Süleyman Demirel. İki Cumhurbaşkanı, Başbakanlık görevinde iken seçilmişlerdir: Turgut Özal, Süleyman Demirel. Üç Cumhurbaşkanı Parlamento dışından seçilmiştir: Cevdet Sunay, Kenan Evren ve Ahmet Necdet Sezer. İki Cumhurbaşkanı, görevleri başındayken vefat etmiştir: Mustafa Kemal Atatürk ve Turgut Özal. Bir Cumhurbaşkanı, askeri müdahale sonucunda görevini bırakmak zorunda kalmıştır: Celal Bayar. Bir Cumhurbaşkanının görevi, uzun süren rahatsızlığı sonucu hazırlanan Tıbbi Kurul Raporu üzerine sona erdirilmiştir: Cemal Gürsel. 11. cumhurbaşkanımız sanırım asker olmayacak ve sivil cumhurbaşkanlığı dönemi devam edecek. Hasta veya yaşlı olmayacak, eceli gelmezse görevini 7 yılda tamamlayacak ve 12. cumhurbaşkanına darbe süreci yaşanmadan devredebilecek. Çok partili bir Meclis’de tek aday içinden seçilmeyecek, birden fazla adayın demokratik biçinde yarışacağı bir ortamda seçilecek, yani adaylığı dışarıdan tasarlanmayacak. Tepeden kondurma olmayacak, parlamento dışından bir isim dayatılamayacak. Kısacası halkıın temsilcisi seçileceği için 11. dönem Türkiye’nin yeniden yapılanıp şaha kalktığı bir dönem olabilir. 114 Milli Görüş ne düşünüyor? 01.05.2007 Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığı için seçilmesine en fazla sevinenlerden biri Milli Görüş Teşkilatı oldu. Avrupa Milli Görüş Teşkilatı Genel Başkanı Yavuz Çelik Karahan dün akşam Toronto'da Kanada Milli Görüş'ün misafiriydi, bizde onların misafiri olarak Gül'ün kendileri için ne anlama geldiğini konuştuk. Evvela Gül'ü halen çok seviyor ve güveniyorlar. Aralarındaki buzların erimesi için Gül, uzlaşmacı, yumuşak ve sevecen kişiliğiyle bir şans olarak görülüyor. Cumhurbaşkanı adayım başından beri Gül'dü. Karahan'a da söyledim; eğer başka biri olsaydı üzülürdüm. Recep Tayyip Erdoğan'ın krizi başından beri çok iyi yönettiğini düşünüyor Karahan. Erdoğan aday olsaydı, AK Partisi Olağanüstü Kongre toplamak zorunda kalacaktı, Genel Başkan seçimleri, delegeler, çıkar gruplarının yeni başbakana yalakalık ve dalkavuk yapma yarışları, eskilerin hayal kırıklıkları, küskünler derken parti içten karıştırılmaya müsait hale gelecekti. Dış ve içerideki aktörler hazır kıta bekliyordu. Genel seçime gidilirken parti gereksiz yere yıpranacak ve seçimde toplum mühendislerinin öngördüğü ilginç bir Meclis aritmetiği ortaya çıkacaktı. Erdoğan'ın beklenmeyen fedakarlığı, derin odakların planlarını boşa çıkardı. Cumhurbaşkanlığını değil 5 yıl daha başbakanlığı seçti. Oysa senaryo farklı yazılmıştı. CHP Lideri Baykal'ın ağır tahrikleri Erdoğan'ı Çankaya'ya zorluyordu. Önümüzdeki seçimde Doğu'dan AKP oylarını büyük ölçüde DTP'nin güçlü bağımsız adayları karşısında kaybedecek ve parlamentoya 50 DTP'li girecekti tesbitinde bulundu Karahan. CHP ve MHP'nin yanı sıra ANAP, DYP ve Genç Parti ortaklığınında parlamentoya girmesi halinde yüzde 30'un üzerinde oy alacak AKP, en fazla 220 milletvekili çıkartabilecekti. Planlar Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına çıkarak ülkenin gerilmesi ve AKP'nin oy kaybına uğraması üzerine yapılmıştı. Koalisyon kaçınılmaz olacaktı. Şimdi derin odakların işi zorlaştı. B planına geçmek zorundalar. Elleri zayıfladı. Geçmiş olsun. Erdoğan, önceleri kendisi çıkmayı düşünüyordu. Hrant Dink cinayetinin verdiği mesajı algıladı ve uygun aday arayışına geçti. Gül hem en güçlü hemde en zayıf adaydı. Erdoğan'a karşı olanlar, aynı gerekçelerle Gül'e karşı olabilirdi. Nitekim bazı köşe yazarları hemen döktürmeye, kin kusmaya başladı. Bu nedenle şimşekleri kendi üzerine çekerek kamuoyunu başka adaylarla meşgul etti Erdoğan. Bilgi sızdırmayı çok ustaca yaptı. Kendisinden başka hiçbir adayı yıprattırmadı. İlk gelen derin bilgiler adayın eşinin başörtülü olmayacağı yönündeydi. Yapılan anketlerde sunulan isimler bu görüşü destekliyordu. Nevzat Yalçıntaş, Köksal Toptan, Vecdi Gönül, Burhan Kuzu gibi adaylara fazla şans vermiyordum. Erdoğan, kafasındaki adayları Genelkurmay Başkanı ve TÜSİAD ile paylaşmıştı. Sanırım bu adaylar içinde Gül yoktu. Erdoğan'ın adaylıktan vazgeçtiğini uzun süredir biliyorlardı. Basında yazılan çizilen senaryolara eminim çok gülmüşlerdir. Tandoğan mitingi Erdoğan'ı zorlayan önemli etken değildi, zaten aday olmayacaktı. Ancak Tandoğan'ın inadına Erdoğan, kafasına adaylığı tekrar koyduğunda Malatya provokasyonu gerçekleşti. Türkiye'nin karıştırılması için derin devlet, sağ uçtaki en zayıf kolunu kıpırdatmıştı, diğer ahtapot kolları ülkeyi kana boyayabilirdi. Mesajı bu sefer net olarak algılayan Erdoğan'ın 'sürpriz aday' açıklamasının ardından kadın aday üzerinde duruldu, askerlerin onayını almış Vecdi Gönül'ün şansı arttı. Nimet Çubukçu ve Edibe Sözen sürecin en komik adaylarıydı. Sürpriz adayın eşleri başörtülü olmayan Beşir Atalay veya Mehmet Aydın olduğuna dair duyumlar almıştım. Hatta bir kaynağım Mehmet Aydın'a Erdoğan'ın teklifte bulunduğunu ve kabul ettiğini fısıldamıştı. Güya ilmine çok güvenen Aydın'ın Sezer gibi ablukaya alınma ihtimali, Erdoğan'ın gözünü korkuttu. Milli Eğitim Bakanlığı derin odaklardan ret yemiş Atalay uzlaşma değil dayatma adayı olurdu. Spekülasyon ve yönlendirmelerden usanmıştım. 115 İşte tüm kamuoyunun kafasının karışık olduğu bir sırada ' Gül ya cumhurbaşkanı yada başbakan' yazısını kaleme aldım. Hedef saptırma politikalarına inat, sağduyunun adayını açıkladım. Bilerek değil bilmeyerek yazdım. Galiba bilmediğim zaman daha iyi toto tutturuyorum. Türkiye'nin 2008'den itibaren tamamen normalleşip uçmaya başlayacağına dair işaretler vardı. 'Bu sıçramayı nasıl yapabilir' diye kafa yordum ve ortaya tek potansiyel adayım Abdullah Gül çıktı. Hem doğu hem Batı ile diyaloğu sağlam tek adaydı. 100 milyar dolara yakın Arap sermayesi ülkemize gelmek için Gül gibi Arapça bilen, Suudi Arabistan'da çalışmış, doktorasını İslam ülkeleri üzerine yapmış bir uzman olarak tanınan sıcak, güvenilir bir cumhurbaşkanı bekliyordu, Sezer gibi sağı solu belli olmayan biriyle muhatap olmak istemiyordu. Avrupa Birliği, ülkemizi üye yapmak için Gül gibi demokrat, insan hakları ve birey özgürlüklerine saygılı İngilizce direk anlaşabilecekleri halkın içinden gelen bir cumhurbaşkanı arzuluyordu. Ortadoğu'da barış mimarı olabilecek tek uzlaşmacı isim olarak lanse edilen Gül, Washington'da barış yanlılarının da sevgilisiydi. İran krizinde oynadığı rol takdir ediliyordu. Tek endişem eşinin başörtülü olması nedeniyle yıpratılmasıydı. Gül'ün yapıcı kişiliğine duyulan sempati ve o doyumsuz gülümsemesi, en fazla önyargıya sahip olanlarda bile yumuşama meydana getirmişti. Erdoğan'ın eşi Emine hanıma, Bülent Arınç'ın eşi Münevver hanıma duyulan şiddetli nefret sanki Gül'ün hanımı Hayrünnisa'ya daha az duyuluyordu. Gül'ün ilk konuşmasında eşinin başörtüsünü bireysel tercih olarak kabullenilmesimi arzu etmesi ve gelen tepkilerin nisbeten düşük olması tedirginliğimi umuta bıraktı. Eşinin baöörtülü okuyamama mağduriyeti nedeniyle AİHM'ne yaptığı kişisel başvuruyu dile dolayan bir kaç yazar müsveddesinden başka hayasız saldırı yapan olmadı. Gül gibi bir cumhurbaşkanını beğenmiyorlarsa, bu zevata kimseyi beğendiremezsiniz. Onlar umutsuz vaka, sosyoloji değil psikolojinin uzmanlık alanına giren kronik rahatsızlıkları var; hatta kimisi sanırım şizofreni yani tedavisi mümkün değil. Avrupa Milli Görüş Teşkilatı Genel Başkanı, benim gibi düşünmüyor; başından beri Abdullah Gül'ün Erdoğan'ın kafasındaki tek aday olduğu görüşünde. Hatta Bülent Arınç'ın 'Gül'ün ve Erdoğan'ın dışında kim aday yapılırsa adaylığını koyacağı' restinide danışıklı dövüş olarak değerlendiriyor. 'Arınç'ın direnci etkili oldu' görüşüme de katılmıyor. Ona göre, başarılı bir politikayla Erdoğan ve Arınç yerine kamuoyunun Gül'ü tercih etmesi bilinçli bir psikolojik savaşla sağlandı. İsmi gündeme getirilmeyerek erken yıpratılmadı. Adet bozulmadı, gerçek cumhurbaşkanı adayını 24 saat kala öğrendik. Kaza olabilirdi, ama olmadı. Karahan, Gül'ün son gece yarısı Erdoğan'ın aklına endişeleri giderilerek sokulmasına mantıklı bulmuyor. Meçhul üst düzey bir devlet adamının Gül'ü fısıldamasıyla aday yapıldığı iddiası, Erdoğan'ı küçümsemek olur. Gül'ü uzun yıllardır tanıyan Karahan, Türkiye'nin gerçek demokrat ve tarafsız bir cumhurbaşkanı göreceğini söylüyor. Edindiğim izlenime göre, Necmeddin Erbakan'dan kaynaklanan gelenekçiler ve yenilikçiler ayrımı yanılsamasının sonuna gelindi. AKP'nin başarılarını gelenekçiler artık takdir ediyor ve kıskançlığı bir kenara bırakarak destek olunması gerektiğini savunuyor. Yurt dışındaki Milli Görüş yapılanmaları Almanya merkezli Avrupa, Avusturalya ve Kanada olmak üzere 3 merkezden gelenekçi kanat tarafından yürütülüyordu. Yenilikçi AKP'ye önceleri burun kıvıran ve dışlayan eski tüfekler, çark ederek ayrılığı bitirmeye, bükemediği eli öpmeye hazırlanıyor. Gül'ün cumhurbaşkanlığı eskilerin dargınlığını sona erdirecek bir gelişme. Erdoğan'ın sert tavırları karşısında AKP'den uzak duran gelenekçi Milli Görüş, iktidarın nimetlerinden faydalanmayı yararlı görmeye başladı. AKP düşmanlığı gelenekçilere hiçbir getiri sağlamadı. Saadet Partisi can çekişiyor, Erbakan'ın dünya değiştirmesiyle siyasi mezarlığa gömüleceği günü sayıyor. Kısacası Gül'ün adaylığına çok sevinen eski tüfekler, Erdoğan cumhurbaşkanı olsaydı, bu kadar sevinmeyebilirdi. Milli Gazete'nin AKP karşıtı tutumu değişecek mi, merak ediyorum. Gül'ün adaylığna halen kıskançlıkla ve başörtüsüne ilişkin suçlamalarla yanaşması 116 kabul edilebilir bir mentalite değil. Avrupalı Milli Görüşcüleri daha akıllı ve pragmatist buldum. Darısı Türkiye'deki asıllarının başına. Acaba önümüzdeki genel seçimde gelenekçi adayların seçilecek yerlerden milletvekili adayı konması şartıyla Saadet Partisi kendisini tasfiye edip, yüzde 2'lik oylarını AKP'ye mi kanalize edecek? Bu sadece teori ve bir gözlem. Karahan'ın bir esprisi ile sonlandırayım: Kayseriler yine kazandı. Ya başbakan ya cumhurbaşkanı Kayserili olacak diyorlardı, haklı çıktılar. Kayseri, Anadolu kaplanı olduğunu Gül ile bir kere daha gösterecek. Canadatürk Editörü Hasan Yılmaz'ın esprisini yazmadan geçemeyeceğim: Sanki rüya gibi, eğer bir askeri darbe olmazsa Gül gibi cumhurbaşkanımız olacak... İnanılır gibi değil. Yeni cumhurbaşkanımız Gül, vatana, millete hayırlı olsun! 117 4. Türkçe Olimpiyadı'nın düşündürdükleri 19.Haziran.2006 Türkçe'ye verdiği önem nedeniyle devlet madalyasına layık görülmesi gereken gözyaşlı manevi dinamiğimize TBMM Başkanı Bülent Arınç sahip çıktı. 4. Uluslararası Türkçe Olimpiyadı ödül törenininde herkes oradaydı, dört kesim hariç. Milliyetçiler, CHP, bazı dini cemaatler ve askerler... 23 Nisan Çocuk bayramında her yıl çeşitli ülkelerden getirdiğimiz çocuklardan farklı olarak 84 ülkeden gelen 355 dünya çocuğu, Türkçe konuşup yarışıyor, vicdanında zerre kadar insaf kalmış herkesi ağlatıyordu. Gelecek sene 120 ülkeden, 10 sene sonra BM'e kayıtlı olan ve olmayan tüm ülkelerden öğrencilerin katılacağı spikerler tarafından açıklandı. Yani tüm dünyada Türk okulu ve dil merkezi açılmıştı veya açılacak; meyveleri gelecekti. TBMM Başkanı Bülent Arınç, ''İstanbul Kongre ve Gösteri Merkezi''nde düzenlenen 4. Uluslararası Türkçe Olimpiyadı ödül töreninin finalinde oldukça duygulu bir konuşma yaptı. Bu başarının önderini methettiği konuşmasında gururlu, mutlu ve heyecanlı olduğunu, bu çocuklarla ve onlara Türkçe'yi mükemmel şekilde öğreten gönüllüler hareketiyle iftihar ettiğini üzerine basa basa vurguladı. Tüm çocukların ülkelerine ödül ile gönderilmesini istedi. Daha konuşmasını bitirmeden Zaman gazetesi sahibi Ali Akbulut, her öğrenciye 1000 USD doları hediye ettiğini bir not ile bildirdi. Tam 355 bin doları gözünü kırpmadan veren Akbulut, milliyetçi, ulusalcı geçinip icraat yapmayanlara okkalı bir ders verdi: Devletin cebinden değil kendi cebinizden Türkçe'ye, milletinize hizmet ediniz. Arınç, gelecek sene katılacak öğrencilere TBMM Özel Ödülü verileceğini açıkladı. Konuşmasında Moğolistan konusunda verdiği örnek ilgimi çekti. Nurullah Genç'in naat yarışmasında birinci olan meşhur Yağmur şiirini okuyan Moğol öğrenci dereceye girememişti. Doğrusu şiiri okuyan öğrencinin telaffuzu nedeniyle bu sonucu bekliyordum. Arınç'ın üzüldüğü belliydi. Bu nedenle kapalı kutuyu açtı. Ulanbatur'a büyükelçi olacağını duyunca elinden bardak düşen, ben orada yaşayamam diye isyan eden bir diplomatın ruh haletini anlattı. Oysa bu büyükelçi 5000 USD doları maaşla, kendisine tahsis edilen özel makam aracı ve konutda yaşayacak, elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyecekti. Moğolistan'a direkt uçuş yoktu, gidebilmek için Çin, Kazakistan veya Japonya'dan aktarma yapılmalıydı. Oraya giden ve Türk okulları açan muhabbet fedailerini bu engeller durduramamıştı. Üstelik 300 usd gibi düşük bir maaşa neredeyse karın tokluğuna çalışıyorlardı. ODTÜ, Bilkent veya Boğaziçi bitirmeleri farketmiyordu, tayin kurasından kime neresi çıkarsa gidiyorlardı. Büyükelçinin beklediği gibi torpil yaptırmak akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Dönmeye değil sanki ölmeye gidiyorlardı. Ve samimi çabaları başarılı oluyordu. Arınç'ın konuşması beni 1991 yılına götürdü. Moğolistan'dan ilk defa milletvekili Moğol Kazak Kadir bey, 29 öğrenciyi Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla Kuran ve Türkçe öğrenmeleri amacıyla İstanbul'a göndermişti. 15 günlük tren yolculuğuyla Rusya- Bulgaristan üzerinden gelmiş ve perişan bir halde Büyük Çamlıca Kuran Kursu'na teslim edilmişlerdi. Türkiye yüzölçümünün iki katına sahip Moğolistan'da sadece 2 milyon insan, 20 milyon at, küçük ve büyük baş hayvan yaşıyordu. Çin'de kalan Aşağı Moğolistan'dan zaten dünyanın haberi yoktu. Kazakistan'a yakın Bayan Olgey kentinde 150 bin Kazak Türkü yaşıyordu; bu ilk gelenler oradandı. Çin, Rusya ve Moğollar arasında sıkışmış, ilkel bir hayat yaşayan, neden yaşadıklarını bilmeyen Moğolistan Kazakları, içki, uyuşturucu girdabındaydı. Göktürkler'in tarihi Orhun Kitabeleri'ni barındıran topraklar insan kaynakları açısından böyle çoraktı. O yıllarda doktor yardımcısı olarak Çamlıca'nın revirine bakıyordum. Ayrıca Bulgaristan'dan 118 gelen ve kursta kalanlarla ilgileniyordum. Moğolistan'dan gelenlerin halini gören Harun bey, bu gariplerin rehberliğini başka bir garipe tarafıma verdi. Kursta Kuran hocası çoktu, ama Türkçe hocası yoktu. Zoraki olarak Türkçe öğretmenliği tevdi edilince ne yapacağımı şaşırdım. Onlar Kazakca ve Moğolca biliyordu. Bense henüz 20 yaşında roman denemesi yazmış 21 yaşında genç bir yazar adayı olmama, Çamlıca öğrencileriyle Muhabbet adlı bir dergi çıkartmamıza rağmen henüz Türkçe'yi bile iyi bildiğimden kuşkuluydum. Tarzanca Türkçe öğretmenliği yaptım ve 4 ay sonra şakır şakır Türkçe konuşmaya başladılar. Sünnetsiz oldukları için 15-30 yaş arasında olan bu gençleri Doç. Dr. Ümit beyle sünnet ettik. Kadir bey, 4 ay sonra gelip öğrencilerin Kuran ve Türkçe öğrendiğini görünce hemen 100 öğrenci daha göndermeye karar verdi. İlk öğrenciler aslında zor öğrencilerdi. Neler çekildiğini tahmin edemezsiniz. Büyüğümüz gerekirse kolunuzu kesin onlara yedirin, elinizi onlara kaldırırsanız affetmem demeseydi, doğrusu o çileye sabredilir miydi bilemiyorum... Bu zor öğrenciler, öğrencileri Türkiye değil kendi ülkelerinde eğitme fikrini önplana çıkarmıştı. Böylece Moğolistan'a giderek orda öğrenci seçme fikri ortaya atıldı. Mustafa Tezcan ve Enver Hoca'dan oluşan ekip benle beraber Moğolisan'a gidip 2 ay kalacaktı. O sırada Azerbaycan'dan gelen ekip, Çamlıca'dan birini isteyince kendimi bir anda Moğolistan yerine Bakü'de gazete kuracak ekibin içinde henüz gazeteci olmadığım halde buldum. Giderken aksakalımıza orada ne yapacağız diye soran saf bir arkadaşımıza şunları söylemişti: Ne yapacağınızı bilmiyor musunuz? Temsil görevi yapacaksınız. Hiçbir şey bilmesenizde düzgün bir müslüman olarak yaşamanız yeterli. Krilden Latin alfabesine geçip Türkçe'yi öğrenmelerini sağlayacaksınız. 21. yüzyılda Türkçe bilim dili olacak. Türkiye'yi tanıtacak hasret köprüleri kuracaksınız. Bazı arkadaşlarımızın bunu ütopya olarak gördüğünü hatırlıyorum. Türkçe bilim dili olacak ve 21. yüzyıla damgasını vuracak ha! 1992 başındaki bir diyalogdan bahsediyorum. Bugün bunun ütopya olmadığını görüyoruz. Bu arada Bayan Olgey'de 5 Kuran Kursu açtığını iddia eden, ilk getirdiği öğrencilerin ailelerinden rüşvet alan ve para sızdırmaya çalışan Kadir beyin foyası ekip Moğolistan'a gidince ortaya çıkmıştı. 2 ay çadırda kalan ve sivrisneklerle mücadele eden ekip daha sonra Çamlıca'da eğitim gördükten sonra Türk lise ve üniversitelerinden mezun olan 29 öğrenciyi anahtar olarak kullanıp 3 Türk okulu açmayı başardı. Türkçe olimpiyadına şiir okuyan kız öğrenci, işte 15 yıllık bir emeğin meyvesi olarak Arınç'ı duygulandırmayı başardı. O sahneye o kız gelene kadar nice emekler harcandı, bilen bilir... Türkçe olimpiyadında muhtemelen çağrıldığı halde yerlerini almayan Türk milliyetçiliğinin temsilcileri olduğunu söyleyen MHP'liler acaba kıskançlık mı duyuyorlar? MHP lideri Devlet Bahçeli, en azından bu tür etkinlikleri kaçırmayan Namık Kemal Zeybek'i orada görmek isterdim. Jüride yer aldığı açıklanan Yeni Çağ gazetesi yazarı Arslan Tekin de yanılmıyorsam orada değildi. Yıllarca Türkçe' den yurtdışındaki Türklerden bahseden ve bu yönde politika izleyenlerin bu samimi çalışmayı takdir etmesi beklenirdi. Oysa rahmetli Ebulfey Elçibey ile 1998 ve 2000 yıllarında yaptığım röportajlardan biliyorum: Türk okullarının Türkçe öğretmediğini İngilizce öğreterek ABD'ye çalıştığı iddiasını ileri sürüyorlar. Bu safsataya inanan ülkücü sayısı azımsanmayacak kadar fazla. Elçibey, ölmeden önce verdiği son röportajda tarafıma pek çok ülkede 50 bin insana Türkçe öğreten insanın ayağını öperim diyerek emaneti ehline teslim etmişti. Bu röportajın kasedini tarihi bir delil olarak halen saklarım. Başbuğ Alparslan Türkeş'inde ölmeden önce takdir hislerini çekinmeden ilettiğini biliyoruz. O halde günümüz milliyetçilerine ne oluyorda burun kıvırıyorlar? Ulusalcı akımları çıkartarak milliyetçileri yeni amaçlar doğrultsunda kullananlara bu soruyu sormak lazım. Safkan ülkücüler masumdur. CHP Lideri Deniz Baykal ve CHP'lileri de orada göremedim. Oysa pek çok CHP'linin Türk okullarını ziyaret ederek takdir hislerini ziyaretçi defterlerine çekinmeden yazdığı biliniyor. Japonya'da Osaka'da açılacak Türk Dil Kursu'nun parasını himmet edecek kadar 119 duygulanmıştı CHP Belediye başkanları. Tokyo'daki Dil kursunu ziyaretlerinde bir yıl içinde 6000 Japonun Türkçeyi öğrendiğini duymuş ve Türkiye'yi tanıtmanın en iyi yolunu bulan gençleri aralarında para toplayarak ödülendirmişlerdi.. Pekala neden yoktunuz olimpiyad töreninde muhteremler? Eğer geldilerde canlı yayında göremediysem özür dilerim. Diğer katılamayanlara girmek istemiyorum. Bazı medya organlarının haberi veriş tarzı sorunluydu. Böyle bir etkinliği mesela Aydın Doğan düzenleseydi veya Türk okullarının elde ettiği başarıya Koç veya Sabancı'nın eğitim kurumları ulaşsaydı; acaba kör ve şaşı olarak bakmayı sürdürürler miydi? Niyetim zaptiyelik yapmak değil. Elbette isteyen istediği yere katılır veya katılmaz. Ama medyanın çelişkili tavrı eleştirilmeli ve sorgulanmalı. CHA aracılığıyla 44 ülkede ve 40 yerel televizyonda canlı yayımlanan bir tören sıradan değildir; en azından haber değeri taşır. Bu yazıyı kendime pay çıkarmak için yazmadım. Görmeyen gözlere ve hissetmeyen kalplere ulaşmak zordur. Bu başarıya neden kendilerinin ulaşamadığını sorguluyorlardır. Herşeyin para ile olduğunu sanan maddeciler bile bu işin para ile olamayacağını kavradı. Rahmi Koç, bir kaç okulun hakkından gelemediklerini 100 ülkede 500 okulun nasıl yürüdüğünü merak ettiğini söylemişti. Sadece insan faktörüyle de izah edilemez. Netice itibariyle üniversiteden yeni mezun, çok genç insanlar bu okulların öğretmenleri. Maddi destek verenler küçük ve orta ölçekli esnaflar, öyle büyük holdingler değil. Onlar almak değil vermek için çırpındıkları için bazılarının gözünde çok büyütülüyorlar. Kısmeti olmayanın zaten hayırlı işte bezi olamaz. Bu kadar fakir ve garip bir topluluk peki nasıl oluyorda başarıya ulaşabiliyor? Elbette Allah'ın inayeti ve yardımıyla... Duayla... O gözüyaşlı gurbet hüzünlüsünün isim isim alperenlerine dua ettiğini biliyorum. Burunları kanamadan gittikleri çok tehlikeli bölgelerde hizmet edebiliyorlarsa bunda bir keramet vardır. Her kim kendine pay çıkartıyorsa şirke giriyor demektir. Ben yaptım, ben ettim mırıltıları şeytanın kulak tırmalayan gürültüsüdür. Allah kullarını kullanır. Rahmetine nail edecekse vesile kılar. Doğru zamanda doğru yerde olmak elbette önemlidir. Ancak Allah'ın inayeti yoksa en zengin ve en zeki insanlarda olsanız kalplere, gönüllere giremezsiniz. Samimiyet ve ihlasınız yoksa, Alah rızası için haraket etmiyorsanız tüm şartlar lehinize gibi gözüksede verim alamazsınız. Arınç bu gerçeği, hiçbir çıkar peşinde koşmayan, dönmek için gitmeyen ışık ordusundan verdiği örneklerle simgeledi, taşı tam gediğine koydu. Ne mutlu küçükte olsa bu kutlu seferberliğe destek verenlere, emek harcayanlara... Gözyaşı damarları kuruyanlara ne desek abesle iştigaldir. 120 Türkçe Olimpiyatları: Ütopyadan gerçeğe 02.Haziran.2007 5. UluslararasıTürkçe Olimpiyatları finaline TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın konuşması damgasını vurdu. 'Bu iş politika ile olmaz, parayla olmaz, silah zoruyla da olmaz' diyen Arınç, 30 yıllık siyasi yaşamını 50 ile çarpsan yinede bu hizmeti gerçekleştirenlerin yaptıklarının yanına bile yaklaşmayacağını samimi biçimde itiraf etti. Kanada'nın Toronto kentinde bulunan Nil Academy öğrencisi Adam Hizan, Kanada'yı temsilen ilk defa katılsa da, 550 öğrenci arasından sıyrılıp yarı final ve finale çıkamadı. Adı ıolimpiyat için Türkçeleşiren Anadolu Gösteri ve Kongre Merkezi'nde 2 Haziran'da gerçekleşirilen final gecesinde gözyaşı, duygu seli ve sevinç vardı. Moğolistan'da geçtiğimiz yıl şehit olan Adem Tatlı'nın eşi ve oğlu küçük Ömer Faruk'un Arınç'ın eşi Münevver Arınç'tan vefa ödülünü alması törenin en dokunaklı anıydı. Bülent Arınç, yaptığı konuşmada çok bariz görünen, ancak bazı kesimlerinin dile getirmekten çekindiği noktaların altını çizdi. Neydi bunlar? Biri size çıkıp 15 yıl önce tüm dünyada her miletden insana Türkçe öğreteceğim, okullar açacağım dese ve sizden bağış istese cevabınız ne olurdu? Peşin ücrete alışmış Türk toplumumuzda en iyi tabirle aklınızdan zorunuz olduğu düşünülürdü. Her türlü yolsuzluk ve hortumculuğun, hilekarlığın, sahtekarlığın ve riyakarlığın kol gezdiği bir ortamda muhatabınız sizi ütopyanız ile başbaşa bırakırdı. Eminim bu yola başkoyanları yıldırmak isteyenler çok oldu. Yılmadılar. Ahlak, sevgi, hoşgörü, adanmışlık ruhu, samimiyet ve ihlas. Dünyanın dört bir yanında Türk okulları açan ve sevgi çiçekleri yetiştiren eğitim sevdalısı muhabbet erenlerinin temel özellikleriydi. Arınç, bunları çok iyi tesbit etmişti. Bu şekilde devam edilmesini ve çıraklarn ustadan bu kutsi meşaleyi aynen devralarak üstadlarını utandırmamasını istedi. Koşarken atınız çatlarsa onu doğuran kısrak utansın. Şerefli, onurlu koşarken ölebilmek, yaşarken başkalarını yaşatmak için yaşadığı için öldüğünde yaşamak, yaşatılmak. Adem Tatlı, Türkiye'den 10 bin kilometre uzaklığındaki Moğolistan'a bu duygularla gitmiş ve hizmet ettiği 10 yılın ardından, öldüğü yere gömülmüş bir erendi. Tatlı gibi nice meçhul Hak dostları, isimsiz muhabbet fedailerinin geri dönmemesine' gemileri yakarak' gittiğini ve artık yüzü aşkın şehidin ücra ülkelerde yattığını biliyorum. Toprağa tohum atılıpda gül ve çiçek bitirmediği görülmemişti. Nice kışlar, boranlar, rüzgarlar görsede çürüdüğü düşünülen tohum bahar gelince güller, sümbüller açar, nice çınarları işte o tohum fihristesinde taşırdı. Arınç, toprağa tohum atanların ve sevgi ile gözyaşı ile sulayanların güzel ve bereketli çiçekler, ağaçlar, mahsüller almasını veciz biçimde izah etti ve şaşırılmamasını öğütledi. Bazılarının bu güzel çalışmalara kendi bencil ve çıkarcı bakış açılarından bakmaları ve işin arkasında bir hinlik aramalarına değinen Arınç, TBMM'nin yüzde 99'u, milletimizin yüzde yüzü TBMM'in bu olimpiyadlara gelen ve ödül alanları mükafatlandırmasına karşı çıkmadığını, destek verdiğini söyledi. Geriye kalan küçük marjinal azınlığın balçıkla sıvanamayan güneşe gözünü kapatması veya şaşı bakması, sanırım onlar adına bir talihsizliktir. 15 yıl önce ütopya görülen Türkçe'nin dünyanın konuştuğu sevilen bir dil ve bilim dili olacağına inananların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Arınç'ın ifadesiyle suya düşen bir damlanın etrafında halkalar oluşturması misali, bu ihlaslı ilk damla dalga dalga yayıldı, büyüdü, büyümeye devam ediyor. Bu ilk damla, Yağmur Gözlü'nün gözyaşıydı. 1990 ve 1992 periyodunda ve sonrasında defalarca ' Türkçe Bilim Dili' olacak, gittiğiniz ülkelerde Türkçe öğretecek ve ülkemizle bu 121 ülkeler arasında sağlam köprüler kuracaksınız demişti. En yakınındaki insanların, hatta gönderilenlerin bile bu fikri ütopya olarak gördüğünü hatırlıyorum. 1991 ve 1992 yıllarında Azerbaycan ve Orta Asya'ya giden ilk kalıcı aksiyoner ekibin içinde olmayı Allah nasip etmişti. Size tuhaf gelecek ama gidenler niye gittiğini ve orada ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Ama sormaya utanıyor, hacalet çekiyorlardı. Her yerde bir tane deli gibi veli vardır. Biri kendini tutamadı ve sordu: Orada ne yapacağız? Derin bir sessizlik oldu ve hepimizi teker teker röntgenimizi çeker gibi süzdü, hayretle sordu: Orada ne yapacağınızı bilmiyor musunuz? Bu serzeniş aslında oraya acaba yanlış adamlar mı gidiyor endişesiydi. Hz. Musa gibi Hz. İsa gibi Hz. Muhammed (SAV) gibi O'nu da hiçbir zaman Allah'ın kendisine hizmet etmek için sunduğu insanların kifayetsizliğinden, garipliğinden, cahilliğinden, yoksulluğundan, çocuk yaşta olmasından ve köylülüğünden dolayı şikayet ederken görmemiştim. Elindeki malzeme ne ise onunla yemek yapar, asla isyankar olmaz, sabreder, hamd eder ve şükrederdi. Evet. Gerçekten bilmiyorduk. Ağzından dökülen ilk cümle şöyle oldu: Türkçe 21. yüzyılın bilim dili olacak, siz orada Türkçe öğretecek, oradaki insanları Türk insanın engin hoşgörü ve sevgi dünyasına davet edecek ve Türkçemizde en derin manasını bulan insani değerlerde bizleri kavuşturacak buluşturacaksınız. Hepimiz birbirimizin gözünün içine baktık, vardır bir hikmeti der gibi başımızı salladık ve henüz ikna olmamış şekilde yola koyulduk. İtiraf etmeliyim ki, hepimizin bu gerçeğe inanması ve ütopya olmadığını kavraması yıllar aldı. Türkçe olimpiyadları, bu ihlaslı, çileli çabaların meyvelerini gördüğünüz hazır bir yemek. Aslında 25 yıl meyve beklemeyin, sabırlı olun tavsiyesiyle haraket edildiği için kısa sürede çiçekler açılması umulmuyordu. Çiçekler hemen açtı, çünkü zaman ve zemin susuzluktan, sevgisizlikten, hasretten çatlamıştı, daha fazla bekleyemezdi. İhsan edilen bir İlahi inayet, tükenmek bilmeyen Hazine sahibinden kutlu bir hediyenin nişansidir Türkçe Olimpiyadı. Yoksa bu lütuf ve ihsan, bu uğurda koşturanların çok liyakatlı, çok zengin, çok itibarlı, arkalarında güçlü güçler olmasından değildir. Ne parayla, ne politik güç ile ne silah zoruyla insanların kalbini kazanabilirsiniz. Sevgidir ana kaynak, ancak Allah sevgisine dayanmıyor ve oradan beslenmiyorsa sevgi dahi tek başına yetersizdir. Bu sırrı anlamayanlara değirmenin suyunu izah etmek oldukca zor. Olimpiyada katılan 550 öğrenciye kimin, neden kişi başı 1000 dolar, toplam 550 bin dolar verdiği, her işte bir yeniği arayanların kafasını daha fazla meşgul ediyordur. Basiret gözleri kapalıysa göğe altın harflerle hakikatları yazacak veya yazılmasına dua edecek halimiz yok. Bulağın kaynağı Anadolu'nun tertemiz alın teri, fedakar iş adamlarıdır. 90'lı yıllarda Türkiye, kendi kabı içinde sıkışmış, dışarıya açılamayan ve aşağılık kompleksinin verdiği gururla kuru, lafta milliyetçilik yapılan bir ülke konumundaydı. Osmanlı'nın kredisini bitirmiş bir mirasyediydi. Oysa Yağmur Gözlü, halen Osmanlı'nın ve Türk Milletinin şuuraltı kredisinin varlığına inanıyor ve ölü toprağının üzerlerinden atılarak, en verimsiz görülen topraklara dahi tohum atılmasını istiyordu. Nadasa bırakılmış ve uzun süredir çorak kalmış verim alınmayan arazilerde toprağın münbitleşmesi, tohum ekenin kabiliyeti ve ehliyeti kadar Rahmet'i indiren Rahman'ın iltifatından kaynaklanır ve sonuçta sebebler dairesinde veren, yardıma yetişen Sebeblerin Yaratıcısı'dır. Rahmetli Ebulfeyz Elçibey, son röportajımızda, ' dünyanın 50 ülkesinde ( 2000 yılında öyleydi) farklı milletlerden 50 bin insana Türkçe öğretenin eli, ayağı öpülür' diye itirafta bulunmuş, ve yaz eğer bu gerçeği söylediğim için ' Fethullah Gülenci olacaksam bende Fethullahçıyım' demişti. Elçibey, Atatürkçüydü, ülkücüydü, Türkçüydü, Türkiye sevdalısıydı, ancak Türk okullarına cumhurbaşkanlığı dönemimde İngilizce öğretiliyor diye karşı çıkmıştı. Bazı fitne odaklarından çıkartılan mesnetsiz iddialara kandığı için özür dileyen Elçibey'in samimi itirafı, Türk ve Türkçe sevdalısı herkesin eğer kalbi bozulmamış, ruhunu şeytana satmamış, vicdan özgürlüğünü kaybetmemişse, ütopyadan gerçeğe dönüşen bu hizmetleri 122 takdir edeceğini, en azından yiğidi öldürüp hakkını vereceği umudumu canlı tutmuştu. Elbette bunca insanın güven duyarak, itimat ederek, canlarını, cananlarını, mallarını, mülklerini, hayatlarının en bereketli dönemlerini bu yolda sarfetmeleri ile şirketi maneviye, kabule şayan dua gücü ortaya çıktı. Amacım şahısları yüceltmek değil ekip çalışmasıyla ortaya konan performansa dikkat çekti, ama ilk damlayı suya bırakanı anmamak vefasızlık ve haksızlık olur. Sebeplere riayet ederek çalışılırsa Allah'ın fiili duların yanında kavli, dili duaları kabul etmesi beklenir. Politika, para, silah, yani güç kullanarak değil gerçek sevgi kaynağına iltica edilirek azimle yürünürse ütopyalar gerçek olur. Keşke ülkemizden başka babayiğitlerde çıksa, dünya büyük, daha Türkçe öğretecek ve Türkiye'yi tanıtacak çok insan var. 123 Afrika'ya okul seferberliği 07.Ekim.2006 Kaderi ve rengi kara Afrika'ya bir süredir Anadolu'dan giden alperenler okullar açıyor, yardım ellerini uzatıyor. En güzel hayrın Afrika'ya el atmak olduğunu düşünüyorum. ABD'de televizyonların en uzun devam eden talk-şovunun yapımcısı, meşhur zengin zenci Oprah Windfrey'i yardımseverliği nedeniyle sevmeyen yoktur. Bu nedenle sivri dilli olmasına ve olmadık sansasyonları umulmayan adamlar hakkında patlatmasına rağmen kimse ona batamaz. Meşhur muhalif Michael Moore, Oprah'ın ABD başkanlığına adaylığını koyması için 2000 ve 2004 seçimlerinde ciddi ciddi on-line üzerinden ve mektupla imza kampanyası başlatmıştı. Bende imzalamıştım. Öyle konular işliyor, öyle insanların elinden tutuyor ki, gönül rahatlığıyla alkışlıyorsunuz. Oprah'ın Güney Afrika'da topladığı 40 milyon dolarla okula gidemeyen kız çocukları için okullar açtığını dün CNN'de gördüm. Tek şartı kızların, çocuklarını okutmayan teneke evlerden gelmesi ve normal veya üstünde okuma yeteneğine sahip olması. Açlara ve hastalara yardım getiren ve AIDS'l Afrikalıların elinden tutan Oprah, gözümde biraz daha büyüdü. Kimi zaman bunları şov için yaptığını düşünürüm. Ancak Oprah'ın programlarını izleseniz samimi olduğunu anlıyorsunuz. Küçük iken babasının tecavüzüne uğrayan Oprah, fakirlik ve yokluklardan bugün ABD'nin en zengin ve güçlü 10 kadını arasına girdi. Buna rağmen tevazuyu elden bırakmıyor ve zor günlerde neler çektiğini anımsayıp herkesin özellikle renktaşlarının yardımına koşuyor. Sadece yardım toplamakla kalmıyor, kendisi de elini cebine atıp milyon dolarlar bağışlıyor. Afrika'ya yardım için kampanya başlatan Bill Clinton'u da çok takdir ediyorum. Gerçi bakıyorsunuz bu yardımların ulaştırılması, bir katakülle ile Hıristiyan Misyoner teşkilatların eline geçmiş ve yardımı verirken birde İncil veriyorlar. Afrika'nın en ücra köşelerine giden ve yıllarca kalan nice Rahip ve Rahibeler var. Ayrıca misyoner teşkilatlar maaşlı doktor, öğretmen gibi profesyonel insanlarda gönderiyor. Sadece World Vision ve United Way'ın Afrika bütçesi ve programlarını okumuştum, dudağım uçukladı. Kuzey Amerika'da "Afrika'daki açlar ve muhtaçlar için günde 1 dolar verin" kampanyasını yıllardır sürdürüyorlar. Bundan 200-300 sene önce yüzde yüze yakını müslüman olan Afrika'nın Hıristiyanlaştırılması, sömürgeci devletlerin bu kıtayı işgaliyle başladı. Bir yandan beyaz ırk mensupları onları ezdi, katletti, zenginliklerini çaldı; diğer yandan ise, dindar beyaz misyonerler kıtanın yarısını özverili çalışmalarıyla Hıristiyan yapmayı başardı. Afrika, kapitalist dünya altında ezilen ve adaletsiz sistemin ceremesini an fazla çeken bir kıta. Sıtma gibi tedavisi olan bir hastalıktan her yıl milyonlarca insan ölüyor. Sağlıklı, temiz su bulmak çok zor. Ancak parası olan dağlardan getirilen su bidonlarına para ödeyebiliyor. Çoğunluk, nereden bulursa mikroplu suları içiyor ve kullanıyor. Su içtikleri su birinkitisini görseniz, tiksinirsiniz. Parası olmayanca ne yapsın, çaresiz buradan kullanıyorlar. Dolayısıyla sıtma eksik olmuyor. Eğer sıtmaya yakalanan Afrikalının cebinde o gün 2 dolar varsa eczaneden Kinin ilacını alıyor, kurtuluyor; yoksa ölüyor. Bu kadar basit biçimde insanlar telef oluyor. Yeni doğan çocukların yüzde 30'u ilk yaşınada ölüyor, istatistiğe yansımayan oranın daha büyük olduğu biliniyor. Ne doktor, nede ilaç var. Devlet, tüm 3. dünya ülkelerinde olduğu gibi sadece bürokrasi ve rüşvet alıp milletini soymak için var gözüküyor. Kenya'da Türk okulu açan alperenlerle bu yaz Alanya'da karşılaştım. Açtıkları okula o kadar yoğun talep olmuş ki, kabul imtihanı bizim meşhur üniversite imtihanı gibi yapılabilmiş ve okula ancak yüzde 2'ye girenler alınabilmiş. Okul özel olduğu için paralı olmak zorunda. Belirlenen düşük rakamı bile, yemeğe ekmek, içmeye su bulamayanların ödemesi 124 beklenemez. Çok zeki olup parası olmayanları burslu okutuyorlar. Kenya'nın yüzde 75'i Hıristiyan, yüzde 25'i müslüman. Okulda din ayrımı yok, gerçek hoşgörünün ne olduğunu Afrikalı ilk defa görüyor. Ancak Üniversitelerde okuyan müslüman nüfusu sadece yüzde 2, liselerden okul bırakan müslümanların oranı yüzde 60'ın üzerinde. Müslümanlar genellikle teneke evlerde veya taşrada aç bihaç yaşıyor, sinekler gibi ölüyorlar. Zenci Hıristiyanlarında durumu iyi değil, zengin olan ve hükmeden yine beyaz Hıristiyanlar. Debdebeli bir hayat yaşıyorlar ve ülkenin para eden emlağı onlara ait; hükümetin kim olacağı ve ekonomi onlardan soruluyor. Okulun kapasitesi 150 olmasına rağmen 300 öğrenci sığdırmışlar. Henüz 150 öğrenci var iken Kenya Eğitim Bakanlığı'ndan müfettişler denetime gelmişler ve bu okula ve yatılı yurduna 150 öğrenciyi nasıl sığdırdıklarını anlatmaları için bakanlıkta brifing vermeye çağırmışlar. Gözüyaşlı bu durumu anlatan alperenlerin Afrika rehberi, hemen (bu geçtiğimiz yaz) yeni tahsis edilen arsada okul inşaatına başlanıp eylül sonunda bitirilmesini istiyordu. 3 ayda okul mu bitermiş demeyin. İsteyince bitiyor. Tüm inşaat malzemeleri, labratuvar malzemeleri, sıraları, boyası ustalarına kadar gemiye yüklenip Türkiye'den gitmiş ve okul yetiştirilmiş diye duydum. Okul inşaatında çalışan bir Kenyalı işçinin ilginç talebi ve sitemi beni çok etkiledi. Demirci ustasından inşaat bitince demir kesme aletini istemiş Kenyalı işçi. Türk işçi olur deyince, " Yalan söylüyorsun, vermezsin. Siz beyazlar bize teknoloji vermezsiniz. Halen demiri testere ile tek tek kesiyoruz. Bu nedenle inşaatlar yıllarca sürüyor. Siz ise kısa sürede bitirdiniz." demiş. Türk usta şaşırmış. Teknoloji dediği basit bir demir kesme makası. İnşaat bitince vermiş makası. Kenyalı gözyaşlarına boğulmuş ve sarılmış. "Siz beyazsınız, ama farklı beyazsınız" demiş ve şöyle noktalamış: "Beyaz bizi hep sömürdü, insan yerine koymadı, geri bıraktı, kendine esir etti, Hıristiyan olduk yine yaranamadık. Galiba sizin insanlığınız müslümanlığınızdan geliyor; Türkleri ömrüm boyu hep seveceğim." Rehber abi, Türk iş adamlarına sesleniyor ve yanlarına meslek öğretmeleri için Afrika'dan gençler, çocuklar getireceğini söylüyordu. Afrikalıya beyaz sömürgeciler hiç balık tutmayı öğretmemişti, hep hazır balık vermişti. En basit meslekleri bile bilen yoktu. Özellikle Ramazanlarda yardım götürdükleri Teneke evlerinde yaşanan insanlık dramlarını ifade ettikten sonra geçtiğimiz kurban bayramında yaşanan başka bir dramı anlattı. Türkiye'den bazı insanlar "ülkemizde o kadar fakir insan yok, bu sene kurbanlarımızı Afrika'ya gönderelim" diye sözleşmişler ve paralarını adlarına kesilecek isimlerle göndermişler. Ayrıca yüklü miktarda erzak ve kıyafet toplamış ve ulaştırmışlar. Bu yardımları bir helikopterle 3 yıldır yağmur yağmayan, kuraklık nedeniyle canlı hayvanları ölen, müslümanların yaşadığı ücra bir kente götürmüşler. Bundan sonrasını dinlerken gözyaşlarımı tutamadım. Halkı bir meydana toplamışlar, yardımları indirmişler, dağıtacaklar. Çift sıra dizilen Kenyalı müslümanlar, yardım paketini almaya gelmiyor, aradaki 12 metrelik mesafeyi koruyorlar. Bakışları şüpheci ve donuk. Yardımı getirenler içlerinden, "' Ne kadar onurlu insanlar; aç oldukları halde yardımı almaya gelmiyorlar " diye düşünüyorlar. Saatler geçiyor, kimse yerinden kımıldamıyor. Bu işte bir tuhaflık olduğunu anlıyorlar ve helikopter pilotunun tercümanlığı sonucunda acı gerçeği öğreniyorlar. 1905 yılında İngilizler aynı kente gelip yardım dağıtacağız diye halkı toplamışlar. İki sıra milleti dizmişler. Daha sonra hepsini çoluk çocuk kadın yaşlı demeden kurşuna dizip katletmişler. Bu hikaye nesillerden nesile sözlü anlatılagelmiş. Ne zaman bir beyaz görseler akıllarına bu katliam geliyormuş. Üstelik bizimkilerde halkı aynı tarzda dizip aynı gerekçeyi söyleyince sonlarının yine katliam olacağımı sanmışlar. Karınları aç olduğu için çaresizce bekliyorlarmış. Uganda'ya okul açılması için gönderilen bir arkadaşın hikayesini anlattı Rehber abi. Tam "Beşinci Boyut"luk veya "Sır Kapı"lık bir hadise. Gelecek yıl bu ülkede Türk okulu yükselecek, gerekli izinler Allah'ın inayetiyle alınmış. Bu ülkelere hizmet vermeye giden arkadaşlara imreniyorum. Zekatını, bağışını, kurbanını, bursunu bu ülkelere gönderenleri takdir ediyorum. Biz nasıl gönderebiliriz diyorsanız, Anadolu'dan yükselen 'Afrika Afrika geliyoruz' çığlığına biraz kulak kabartmanızı öneririm. 125 Babam olmak ister misin? 17.Aralık.2006 New York'un en merkezi parkında oturmuş, kendisine çok yabancı ve tuhaf gelen insanları seyrediyordu. 27 yaşındaydı, bekardı ve gençti. Ne olduysa bir anda oldu. Parkta oynayan bir kız çocuğu yanına yaklaştı ve kendisine güven telkin eden bu yabancıya sokuldu. Hayatı boyunca unutamayacağı samimi bir talep, kızın dudaklarından aniden döküldü: Babam olmak istermisin? Şok olmuştu; "acaba başkasına mı söylüyor?" diye ister istemez arkasına doğru başını çevirerek baktı. Ne istediğini bilen bir edayla arzusunu tekrarlayan bir çift mavi gözle bu sefer gözgöze geldiğinde içi burkuldu, hıçkırarak ağlamamak için kendini zor tuttu. Henüz 5 yaşında ya var, ya yoktu Amerikalı kızın. Bakışları zıpkın gibi deliciydi, "bir dokunsan bin ah" işiteceğin belli bu kızın derdinin, yaşından pek büyük olduğunu içindeki vicdanın sesi söylüyordu. Derinden yüreği yaralandı; gözlerinden iki damla yaş farkında olmadan sessizce yanaklarından aşağı doğru süzüldü. Ne yapabilirdi ki ? Amerika'ya geleli daha birkaç gün olmuştu. 1986 yılının yazıydı. Türk Hava Kuvvetleri, onu F 16 tip savaş uçaklarının bakım ve onarımı konusunda 10 aylık kursa göndermişti. Günleri sayılıydı bu hiç tanımadığı ülkede. Yurduna dönerken hala o beş yaşındaki Helen'in kulak tırmalayan çığlığını tüm benliğinde duyuyordu: Babam olmak ister misin? Aradan yıllar geçti. Ordudan ayrılmış ve bir gazetede İstanbul'da çalışmaya başlamıştı. Daha sonra Azerbaycan'da gazete kurmakla görevlendirilmiş ve geçirdiği 3 yılın ardından çalıştığı gazete onu ABD'de gazete çıkarması için tayin etmişti. Çok sevindi. Helen'in dokunaklı sesi yıllardır beyninde zonkluyordu, birden siması gözünün önünde belirdi. Aradan geçen 9 sene içinde büyümüş, 14 yaşına gelmiş olmalıydı. "Acaba bir baba bulabildi mi?" diye düşündü. Artık evliydi ve iki çocuk sahibiydi. Gazetede iş arkadaşlarıyla sohbetleri sırasında ABD'de evliliklerin kısa sürede boşanmayla sonuçlandığını ve ortada kalan çocukların ya tek anne veya babayla yaşamak zorunda kaldığını veyahutda anne ve babaları tekrar evlendiğinde üvey anne veya babanın yanında büyüdüklerini öğrendi. Yıllardır ABD'de yaşayan dostlarına Helen'i anlattığında hiç heyecanlanmadılar. Bu tür vakalara alışmışlardı, adiyatdan sayıyorlardı. Devlet, ayrı düşmüş ailelerin bir şekilde ellerinden alınmış çocuklarını koruyucu ailelerin yanına veriyordu. Devletin bu konu üzerine eğilmesi insanları vurdumduymaz yapmıştı. Güya kimse kimsesiz değildi. Halbuki herkes babası ve anneside olsa yalnızdı bu ülkede. Anne veya baba sevgisinden uzak büyüyen bu çocukların ruhlarının bir köşesinde yer edinmiş "itilmiş kakılmışlık" duygusu zamanla küllensede, onarılmaz bir yara olarak kalıyordu. Beyaz tenli anne ve babanın önlerine kattıkları iki tane zenci çocuğu parkta gezdirirken gördüğünde, artık şaşırmıyordu. O'da alışmaya başladı. "Bir çocuk evlat edinelim" diye eşini zorlarken bir kız çocukları dünyaya geldi. "Helenler yine öksüz ve yetim bir köşede ağlıyor, bir baba, bir anne arıyor" diye kendi kendine söyleniyor, içi içini kemiriyordu. Gazete yönetimi, kendisini bu sefer Kanada'da gazete kurması için tayin etmişti. Eşi 1997 yılında evde "daycare" denilen çocuk bakıcılığına başlamıştı. Aklı hep "Helenler"deydi. Eşinin baktığı çocuklar, ücret karşılığı belli saatlerde bakımını üstlendikleri anne babalı çocuklardı. 12 yaşının altında çocukların evde yalnız bırakılması yasak olduğu için çalışan aileler küçük yaştaki çocuklarını okul saatleri dışında işten gelene kadar daycare kurumlarına veya evinde çocuk bakanlara teslim etmek zorundaydı. Kanada'da Children Society, çocukların her türlü haklarını koruyor, çocuklarına bakmakta ihmal gösterenlerin çocuklarını ellerinden alarak koruyucu ailelere veriyordu. Genellikle aile içi şiddetden dolayı dayak yiyen, ensest ilişkiye maruz kalan, taciz edilen çocukları öğretmenleri okulda tesbit ediyor ve yetkililere durumu bildirerek müdahale ettiriyordu. Hastanede doktorlarında böyle bir gizli 126 görevi vardı. Ailesinin kusurundan dolayı bakımsız kalmış, dövülmüş çocukların ellerinden alınması için çok hassas davranıyorlardı. 12 yaşından küçük çocukları evde yalnız bırakanları komşuları polise ihbar ediyor ve aynı işlem yapılıyordu. Boşanmalardan sonra anne ve babanın bakmayı reddetmesinden dolayı yetim ve öksüz kalmış çocuklardan daha fazla devletin hassas tutumundan dolayı Children Society'e teslim edilmiş çocuk vardı. Annesi ve babası ölmüş çocuklarda eklendiğinde ortaya müthiş bir rakam çıkıyordu. Kanada adeta "yetim çocuklar ülkesi"ydi. 2002 yılında eşi ve çocuklarıyla görüşerek koruyucu aile olmaya ailecek karar verdiler. İlk şart eşinin sürücü belgesi sahibi olmasıydı. Eşi hemen kursa yazıldı, araba kullanmayı öğrendi ve ehliyet aldı. Oturdukları kent olan Missisauga'ya bakan Peel Aid kurumunu (her bölgede farklı isimlerde kurumlar mevcut) telefonla arayarak bilgi aldı. Bir Kilise'de ön brifing verilmesi amacıyla randevu kopartıldı. Bir saat boyunca çağrıldıkları Kilise'de "niçin" sorusuna yanıt vermeye çalıştılar. Helen'in çaktığı kıvılcımdan başlayarak birer birer içini döktü, gerekçelerini sıraladı. Müslüman bir ailenin koruyucu aile talebinde bulunmasını yadırgayan yetkili yumuşadı ve oldukça kalın bir dosyayı koltuğunun altına sıkıştırdı. Formların doldurulmasının ardından başvuru yapıldı ve kısa süre sonra evlerine bir yetkili gelerek "Background Check" (Arka Plan) kontrolü yapmak istediğini bildirdi. 15 sayfadan oluşan sorular tek tek ailenin en küçüğünden en büyüğüne her ferdine soruldu. Ayrı bir odaya alınan aile fertleri tek tek mülakatdan geçirildi. İki kızı ve bir oğlu vardı. Herhangi birisi koruyucu aileye verilecek çocuklarla aynı evde yaşamak istemediğini söyler veya kıskançlık emaresi gösterirse başvuruyu reddediyorlardı. Bu mülakatlarda ayrıca anne ve babalarının kendilerine nasıl davrandığını, ilişkilerini sorgulamışlardı. Eşler arasındaki ilişkileri masaya yatırmışlardı. En önemlisi hepsi bu işe istekli olmalıydı. Tüm testlerden başarıyla geçtikten sonra maddi durumlarını araştırmaya başladılar. Devlet, teslim ettikleri ailenin gelirinin kendilerinin verdiği yardıma gereksinimi olmadanda bakımlarını karşılayabilecek seviyede olmasına dikkat ediyordu. Aile, bu işi ticari bir amaçla para kazanmak için yapmaya kalkışıyorda ret cevabı veriyorlardı. Bu aşamayıda geçtikten sonra sıra tüm aile üyelerinin katılmasının mecburi olduğu bir haftalık kursa geldi. Polisten sabıkaları olmadığına dair "temiz belgesi" istendi. Polistende temiz çıktıktan sonra 3. safhaya geçildi. House evinde yaşıyorlardı, fiziki zeminleri uygundu. Ancak "basement" denilen bodrum katında çocukların kalmaması şartı konuldu. Bir yangın kurtarma planları olmalıydı. "3 ila 5 ay arası sürer" denilen süreç 6 ayda tamamlanmıştı. Bekleme süresi bitmişti, artık korunmaya muhtaç çocuklar gelmeliydi. Üç kategori grubu vardı: 0 ile 5 yaş, 6 ila 12 yaş ve 12 ila 17 yaş arası. Veya yeni doğan bebek ila 18 aylık arası. Çocuklar arasındaki kıskançlığın önüne geçilmesi için alacakları çocukların 2 ila 3 yaşlarında kendi çocuklarıdan küçük yaş grubunda olmasını tercih ettiler. Genellikle yeni doğan kimsesiz bebeklere daimi kalacakları aileler bulunuyor ve evlatlık işlemi 2 yaşlarına gelmeden bitiriliyordu. Çocuklar, anne ve babalarının gerçek velileri olmadığını asla bilmiyordu. Korunması için geçici süre verilen çocukların ne zaman ellerinden alınacağı hikayesine göre değişiyordu. Eğer gerçek anne ve babası çocuğu geri almak için mahkemelerde fazla sürünmez ve iyi bir anne ve baba olacaklarını ispat ederlerse, kısa sürebiliyordu. Bazı çocuklar evlerinde sadece on gün kalmış, bazısı 4 ayda geri alınmıştı. Devlet çocuklara sağlık sigortası yaptırıyor, sağlık kartıyla tüm sağlık giderlerini karşılıyordu. Aylık verdikleri ücret; gıda, kıyafet gibi temel ihtiyaçlarını sağlayacak biçimde hesaplanıyordu. Çocukların aileleri kesinlikle kendilerini tanımıyor, evlerinin yerini bilmiyordu. İlk yıl, ayda bir defa daha sonraki yıllar iki ayda bir sorumlu oldukları sosyal güvenlik yetkilisi teftişe geliyordu. Çocuklardan sorumlu başka bir devlet yetkilisi ise, rutin olarak ayda bir defa veya istediği zaman gelip ani teftiş yapma hakkına sahipti. 127 Son 3 yıldır kendilerine verilen yaşları birbirine yakın 3 kardeşi çok sevmişlerdi. Anne ve babası ayrı yaşıyordu. İkiside uyuşturucu kullanmaktan sabıkalı ve halen kullanan, düzenli bir hayat kuramayan, öz çocuklarına bakmaktan aciz kimselerdi. Çocuklar, kendi anne ve babalarıyla yaşamak istemiyordu. Zaten onlarda istemiyordu. 2 yaşından büyük çocuklara mahkemede hakim kimle yaşamak istediğini soruyordu. Anne ve baba "hayırsız" olunca anneanneleri bakımlarını üzerine alıp, devletin verdiği yardıma konmak için mahkemeye başvurmuştu. Avukatların katıldığı mahkemenin her celsesinde ilginç bir tablo yaşanıyordu. Hakimin sorusuna çocuklar tek bir ağızdan "tek yürek" cevap veriyorlardı. Her defasında çocuklar, kendilerine sadece bakmakla kalmayan; sevgilerini, şefkatlerini ve yüreklerini veren baba Halim ve anne Nurten Dağlar çiftini tercih ediyorlardı. Bu nedenle mahkeme sürüp gidiyordu. Henüz sabi olan 3 yetim çocuk öz kardeşleri sandıkları çiftin diğer çocukları Yusuf, Halime ve Betül'ü çok seviyorlardı. Bu çocukları daimi evlat edinmek için mahkemeye başvuran Halim Dağlar, "Kody", "Kyler", "Savana" adlı üç masum anne ve babalı yetimin başını okşarken, New York parkında 1986'da ateşi, koru yüreğinin derinliklerine yerleştiren Helen'in temessülünü karşısında görüyor ve dokunaklı sesi kulaklarından gitmiyordu: Babam olmak ister misin? 128 Fehmi Koru'dan Ahmet Hakan çıkmaz! 14.Haziran.2006 Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, Fehmi Koru'nun Bilderberg toplantsına katılmasını ' Cemaatden firar' olarak nitelendirdi. Böylelikle komplo terorilerinin çöktüğünü belirterek, Koru'yu yayın toplantılarına çağırdı. Cüneyit Ülsever ise, Bilderberg toplantılarına katılanları ' daha önce ' Medya Fahişesi' olarak tanımlayan Koru'nun müstear adı olan kulis yazarı Taha Kıvanç'ı özür dilemeye davet etti. Koru'nun Ahmet Hakan gibi nedamet getirmesini bekliyorlar. Koru'yu hiç tanımadıkları ve önyargıları ile analiz ettikleri bu yorumlardan anlaşılıyor. Arnavut kökenli olan Koru, Artnavutlara has koyu inatçılığı ile meşhurdur. 1986'dan beri 20 yıldır Koru'nun ve Kıvanç'ın köşe yazılarını hiç sektirmeden okurum. Gazeteci olmama sebep olan yazardır Koru. Gençlik yıllarımın ideolü, örnek yazarıdır. Bakü'den 1998'de Ankara'ya diplomasi muhabiri olarak tayin olduğumda beraber çalışacak olmamızdan dolayı çok sevinçliydim. Koru'nun yazılarından iyi bir gazeteci olmak için gerekli altı altın ana kuralı öğrenmiştim. Bunlar; çok okumak, iyi bir arşiv tutmak, İngilizceyi mükemmel öğrenerek Batılı kaynakları sadece resmi değil alternatif bilgi sunanlarla birlikte izlemek, olayların perde arkasını didik didik etmek için şüpheci ve heyecanlı olmak ve edindiğim bilgileri cesur biçimde kaleme alarak hafızama kazımak... Koru'nun günde en az bir kitap bitirdiğini, hızlı okuma teknikleriyle İngilizce veya Türkçe farketmiyor; bin sayfalık bir kitabı bir saatde müteala ettiğini biliyorum. Günde 3-4 saatini internetde alternatif bilgiye ulaşmak için geçirdiğini, sadece çok okuyan değil çok gezen bilir prensibiyle çok gezdiğini ve kulis bilgilere ulaşmak için önemli resepsiyonları bir muhabir gibi takip ettiğini gözlemledim. Doğu ile Batı'yı mezcederek hem Suriye'de hem ABD'de Harvard'da eğitim alan Koru, iyi bir eğitimin yanısıra, güçlü hafızası ve analitik kabiliyeti ile Türk basının gerçek duayenidir. Ona yetişmek için gerçekten 40 fırın ekmek yemek gerekliydi. Koru ile Ankara'daki ofisinde ilk karşılaşmamız tam bir hayal kırıklığı idi. Koru'yu bir cemaat yazarı sanan Özkök'ü kınamıyorum. Bende öyle sanıyordum. Koru, belkide Türkiye'nin ender özgür kalemlerinden biridir. Kendi yayın çizgisi ve katı prensipleri vardır. Sansürsüz yazamayacağı medyada çalışacağını sanmam. Bunu o gün anladım. Beni odasına ' kovmak ' için çağırmıştı. Ankara'ya torpil ile gelen bir cemaat gazetecisi olduğum önyargısına kapılmıştı. Meğerse Genel Müdürümüz Hüseyin Gülerce ve Ankara temsilcimiz Hidayet Karaca, Koru'yu by-pass yaparak, ona hiç sormadan tayinimi gerçekleştirmişti. Koru, çatık kaşlarla bana bakarak, ' Sen kimin adamısın bilmiyorum. Bak ben asabi, huysuz bir adamım, benle çalışamazsın. Haber merkezine girmeni yasaklıyorum, git CHA'da çalış, nerede istersen orada çalış; ama bana görünme' dedi. 'Abi siz örnek aldığım bir yazarsınız' diyecek oldum daha fazla kızdı. Meğerse abi kelimesi cemaatde kullanılan bir tanımlama olduğu için gıcık oluyormuş. Ben abi filan değilim dedi, kestirip attı. Kızgın kızgın Koru'nun yüzüne, ' Ben şeytanla bile uyum içinde çalışırım' dediğimi, odasından burnumdan soluyarak çıktığımı hatırlıyorum. Odada bulunan Haber Müdürümüz Selahattin Karakış ve Mustafa Ünal'ın yaşadıkları şok halen gözlerimin önünde. Ben, önce Allah'a sonra çalışma azmime ve kabiliyetlerime güveniyordum. Bazıları bu cesareti, 'dayısı var' diye yorumluyordu. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldüğünü tahmin edersiniz. Ama pes etmedim. ' Koru'nun istemediği bir muhabir Ankara'da çalışamaz' diyen dostlarımın uyarılarına kulak asmadım. Koru'ya nasıl bir gazeteci olduğumu göstermeye karar verdim. İstanbul merkez adıma özel bir masaüstü bilgisayar gönderene kadar bir ay labtopumla çayhaneden haber yazdım. Ankara'da yeni olmama rağmen günde beş haber yazıyordum, bunlardan ikisi sayfa manşeti olarak 129 gazetede çıktıkça Koru kafayı yedi, haberleri nereden yazdığımı merak etti. Çaycı belki söylemiştir. Aramızı bulmaya çalışan CHA Ankara temsilcisi Süleyman Ünal'ın verdiği desteği unutamam. Koru'ya görünmemek için 15 günlük Kazakistan gezisi ayarladım. Zor günlerdi. Koru'nun haber merkezinde çalışan muhabirleri bile tanımadığını, haber toplantılarına hiç katılmadığını, bürosuna seyrek uğradığını öğrendiğimde epey şaşırdım. Koru çok gezen biriydi ve yolu adeta ara sıra Ankara'ya uğruyordu. Özkök'ün haber toplantısına katılma çağrısına gülüp geçiyorum. Koru, haber toplantısı sevmez. Yeni Şafak'ta da haber toplantılarına katıldığını sanmıyorum. Kazakistan dönüşümde Koru'nun çalıştığım gazeteden ayrıldığını öğrendim. ' Boşadığımız karının topuklarına bile bakmayız' diyen Koru, evini ziyaretgaha çevirmelerine rağmen geri dönmedi. Haber Merkezi'ne zafer kazanmış komutan edasıyla girdim. O günlerdeki espri, Koru'yu gazeteden benim uzaklaştırdığımdı. Oysa bambaşka gerekçeleri olduğunu biliyordum. Bu konuyu açmayayım. Koru ile gazeteden ayrıldıktan sonra mükemmel dost olduk. Her resepsiyonda konuşuyorduk. Koru, gazeteciliğimi, haberlerimi takip ettiğini ima ediyordu. Daha sonraları yazdığım üç kitabıda köşesinde tanıttı ve takdir hislerini kompleksiz biçimde beyan etti. Bana odasında ilk görüşmemizde yaşattığı soğuk duşu unutturdu. Doğrusu asıl vefa beklediğim ve kitaplarımı birkaç satır yazmasını dilediğim yerlerin sessizliğe gömülmesi karşısında Koru'nun büyüklüğünü tekrar idrak ettim. Koru, vefalı bir dost. Kendisine has üslubu olan bir istikrar abidesi. Koru'ya 1998 sonlarında Hürriyet ve Star gazeteleri transfer teklifinde bulundu. Uzanların siyasi tetikçisi olması beklenemezdi, hemen reddetti. Merhum Yavuz Gökmen'den sonra Özkök, Koru gibi güçlü kalemi olan ve sağ okuyucuya hitap edecek bir yazar arıyordu. Doğan Grubu medyasında yer alan Koru röportajları bunun sinyaliydi. Ancak Emin Çölaşan ve Bekir Coşkun, Koru Hürriyet'de yazmaya başlarsa istifa edeceklerini Özkök'e bildirdi. Koru'dan vazgeçildi. Cüneyit Ülsever, Hürriyet'in yeni Gökmen'i oldu. Ancak Ülsever sağcıliberal geçinmesine rağmen pekte dini hassasiyeti olan biri değildi. Yeri geldiğinde viskisini yudumlardı. Ayrıca pek çok yazısı sağ okuyucu için sorunluydu. Gökmen'de farklı değildi, ancak Türkiye'deki sağ okuyucu artık daha seçiciydi. Bu nedenle Kanal 7 haberlerini sunarak sükse yapan, İskele Sancak programının yapımcısı Ahmet Hakan yazar olarak devşirildi. Hakan, kompleksli biri olduğunu ' Beyaz Türkler' taifesine katılır katılmaz gösterdi. Dini çevrelerin yanlışlarını içeriden biri olarak ifşa ederek sansasyon takılmaya başladı. Değişmenin faziletlerini yazdı; her iki yazısından birinde nasıl evrim geçirdiğini anlatarak sarkastik bir histeri örnekleri sergilemeye başladı. Daha dün eleştirdiği masonları bile dindarlardan korumaya kalktı. Danıştay saldırısını ve ortaya çıkan çeteleri basite indirgeyerek Özkök'le aynı çizgiye geldi. Belki ondan bunu istemediler, ama gönüllü olarak Hürriyet'in devletçi yayın kalıbına 'çuk' oturdu. Özgür kalemini, imajını, çizgisini koruyamadı. Kanal 7'den onu Hürriyet'e taşıyan kitleyi yazılarıyla incitti. Bu taktikle itibar kazandığını sandı. Koru'dan neden Ahmet Hakan olmaz şimdi anladınız mı? Koru, Bilderberg toplantısını, bugüne kadar kimsenin yazmadığı tarzda kendi üslubunu koruyarak yazacaktır. İyi bir gazeteci, çağrılan her yere alternatif bilgi edinmek için gider. Bazen 'off the record' bilgiler verilsede bunları hafızasında saklar, zamanı gelince yazar. Koru'nun Bilderberg'den yazacakları ne Ülsever'in beklediği gibi özür ve tek taraflı resmi görüş, nede Özkök'ün beklediği gibi komplo teorilerini dışlayan sadece bilinmesi istenen, görünen yanıltıcı tablo, kamuoyuna lanse edilen olacaktır. Ayrıca masonlar dahil olmak üzere dünyadaki tüm gizli örgütlerin bir süredir şeffaflaşarak kendilerini topluma tanıtmaya çalıştıkları unutulmamalı. Koru gibi bir yazarı davet ederek güçlerini birinci elden reklam etmek istiyor olabilirler. Zira artık gizli örgütler gizli değiller. Özkök gibi halen Matrx'in hayal dünyasında yaşayıp derin analizlere komplo diyenler marjinal kalmaya başladı. Bilderberg gibi kurumlar artık gizlenme ihtiyacı hissetmiyorlar. Koru'nun yerinde olsam bende Bilderberg'e giderdim ve gördüğüm, duyduğum her bilgiyi sansürsüz biçimde yazardım. Kemikli, ilkeli, tutarlı gazeteciliğin gereği budur. 130 İbrahimi olmak sanatı 23.Nisan.2007 İbrahimi olmanın kaçınılmaz sonucu; kendini horlayan, dışlayan, sürgün eden ehli dünyanın kaybetmekten en çok korktuğu koltuğuna birgün gelip İbrahimi ferdin oturtulmasıdır. 'Oturacak' demiyor Kuran, 'oturmuştur' diye kesin bir geçmiş zaman kipi kullanıyor. İşte asıl imtihan bundan sonra başlıyor. Çünkü o koltuğu kaybeden ehli dünya daha evveller senin gibi ehli ukbaydı, kaybedenlerden oldu, zalimliği nefsine mağlup olarak seçti. 'Mesleğimiz Haliliye, yolumuz kardeşliktir' demiş siyasetden şeytandan kaçan gibi kaçan üstad. 'Muhammedi olmanın yolu evvela İbrahimi olabilmekten geçer' demiş yolunun yolcusu. 'Hz. İbrahim hepimizin ortak atası, dinler arası, kültürler arası diyaloğun ortak paydası' demiş her dinden inananlar. Hidayet yollarına engeller döşendiği bu fitne döneminde hidayete vesile olma izin reçetesini İbrahim suresi sunuyor. Kuran'da her surede ayrı bir ahenk ve düzenli bir yapı var. İbrahim suresinde 7 ila 3 düzeni mevcut. Ayrıca tevafuk esasına dayalı olarak sayfalar arasında ilişki vardır. Kuran şifreli bir kitap değil, avamında havassında anlayabileceği Allah'ın kelamı, bir söz mucizesi. Sayılarla, Ebced hesaplarıyla ortaya konan mucizelerinden bahsetmiyorum. Mükemmel inşaat işçiliğini andıran mühendislik projesinden ve mesajını ayetlere nakşetme sanatından bahsediyorum. Kuran Bakara suresindeki ilk ayetlerde dediği gibi Kuran kendini ancak samimi olarak okuyan ve hidayet ehli olanlara açıyor. Müttakiler için kurtuluş reçetesidir Kuran. Mealini okudum, ne varki içinde diye tafra yapanlara gül yüzünü açmaz. Ondaki ses musikisi doğru okunursa anlamayanları bile etkiler. Sır gibi gözüken ayetleri, faydalanmak için okunursa görünmeyen sırlarınıda okuyana açar: Tüm kaderi ev kainatı içinde bulur, fert bazında dertlerinizin devası olduğunu görürsünüz, çünkü günümüze de ışık tutar. Asırlar geçsede doğru yola girenlerin yolunu aydınlatır, sözünün nuru kalp gözünüzü açar Kuran; çünkü ziyası sönmeyen güneş gibidir. Hz. İbrahim'in kıssaları Kuranda anlatılır. Bunları sadece geçmiş dini hikayeler zannedenler yanılıyor. Her asır ve döneme baktığı gibi bugüne de bakar bu kıssalar. İbrahim suresinde ehli dünya ve ehli ukbanın sıfatları 3 kategoride ele alınır. Ehli dünya kimdir? Ahirete inandığı, helal ve haramın ne olduğunu bildiği halde hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için yaşayan ve dünya hayatını ukbaya bilerek tercih edendir. İkinci sınıf, bencil ve kapitalist bir yaşam sürerken, ahiretini kazanmaya çalışanları engellemeye, alay etmeye, hor görmeye çalışandır. Üçüncü kesim, dinini hayatına hayat yapmaya çalışanlara karşı savaş açan ve ukbayı yok sayandır. Zalimliğe varan günahlara kapılar açtıkları için sonları şaşkınlık ve bu dünyada dahi hüsrandır. Peki ehli ukba, ehli hidayet veya Sıratı Müstakim denen doğru yola giren kimdir? Rabbimiz diyorki bu kullarına: Onlar, sağlam bir biçimde iman eden, namazını dosdoğru kılan ve Allah yolunda infak edendir. Bunları yapabilmek güçlü bir tevekkül gerektirir. İbrahimi olabilme yoluna nerede ve hangi şartlarda bulunursa bulunsun söz konusu üç şartı yerine getirmekle girilebilir. Doğru yol, otoban bir yol değildir, engebeli, dikenli, dağ patika yoludur; ancak mutlaka selamete eriştirir. Bu yola girenleri zorlu imtihanlar bekler. Eğer sabredilirse, hamdedilirse ve şükredilirse Allah'ın yardımı, inayeti, ihsanı yetişir. Hz. Musa'nın kavmini alarak Mısır'dan çıkışı sonrası peşinden kovalayan Firavun ve askerlerini Kızıldeniz'de boğan ve inananları sahili emniyete çıkartan, vaadini yerine getirmiştir. Bu zorlu yola talip olanları, bugün dahi yarı yolda bırakması mümkün değildir. Yeterki doğru yolda sebat edelim. İmkansızları bahşetmek O'nun için çok kolaydır. Hikmet, şecaat ve ihlas sahiplerine onun yolu zor görünmez. 131 Hz. İbrahim'in cömertliği, misafirseverliği, yumuşak huylu ve sevecen olması herkesin malumudur. Misafirsiz sofraya oturmamıştır, misafirsizliği bereketin kesilmesi ve felaket hesap eder. En büyük özelliği ise Allah'a tevekkülde çıktığı zirvedir. Nemrud onu mancınığa koyar ateşe atarda, ' Rabbim beni kurtar' diye dua etmez, tevekkülle hikmetini bekler, sual etmez. Ateş gül bahçesi, göl; odunları balık olur ibret olsun diye, tabi anlayana... Mısır'a güzeller güzeli eşi Sara ile gelir, ancak şehvet hastası Firavun eşini zorla aldırıp, cariyesi yapmak ister. Sabreder, eşini kurtarmak için yalvarmaz zalime. Yüksek imana sahip Sara validemiz, öyle bir dua ederki, Firavun her yaklaştığında titrer zıngır zıngır, emeline ulaşamaz. Üstelik korkar Hz. İbrahim ve eşinden. Başlarına bela olsun diye cariye köle olan Hz. Hacer validemizi onlara hizmetçi diye verir. Onun şer gördüğünde hayırlar böyle başlar. Kadın fıtratındaki kıskançlığa rağmen Sara validemiz zoraki kumaya sabreder, anlayışla karşılar. Çocuk veremeyen bir kısır olması nedeniyle üzgündür. Sırf Allah yolunun davası Hz. İbrahim'den gelen bir evlatla devam etsin diye Allah'ın rızasını gözeterek kumaya sabreder. Ve peygamberimizin sulbunden geleceği Hz. İsmail doğar. Bu derece sabreden Sara kulunu Allah, kocamış yaşında bir evlatla mükafatlandırır ve Hz. İshak doğar. Hz. Hacer ve oğlunu, o dönemler kimsenin yaşamadığı çöl olan Mekke'ye bırakmasını isteyen Allah'ın emrini sorgulamadan, tevekkülle uygular Hz. İbrahim. Allah'a yedi tevekkül ve dua ile sığınır. Bu yedi dua aslında İbrahimilerin dilinde pelesenk, azığı olmalıdır. Sabrının, hamdının ve şükrünün yanıtını veren Allah, Aziz ve Hamid isimleriyle izzet verip yükseltecek ve övülenden kılacaktır. Peygamberimizin büyük atasını doğuran Hz. Hacer'in tevekkülle imtihanı başlamıştır. Safa ve Merve arasında koşuşturan garip annenin evladı Hz. İsmail'in ayakları dibinde Zemzem fışkırır. Eş ve evlat emanetini Allah'ın korumasına iade eden Hz. İbrahim, onların zayi olmayacağını güvenmesine karşın derdinden ciğerini deler, ama bir defa bile Rabbinin emirlerini sorgulamaz, sabreder. Hz. İsmail 12 yaşına geldiğinde bu sefer oğlunun kurban edilmesi adağını yerine getirmekle imtihan edilir. Bu imtihanıda geçer. Dedemizin sünneti kurban ibadeti ve kıyamete kadar kıblemiz olan Kabe işte bu tevekkül ve sabır neticesinde doğar. Bu nedenle her namazda Salli ve Barik dualarıyla Hz. İbrahim ve ailesine dua ediyor İbrahimi olmak istiyor, Hz. Muhammed ve ailesine dua edip Muhammedi elçilerin hidayete giden yolları ışıklandırmalarını arzuluyoruz. İbrahimi olmak gördüğünüz gibi kolay değil. Hz. İbrahim'in verdiği imtihanlara gögüs gerebilecek derecede iman ve tevekkülü elde etmek lazım. Hele Muhammedi olmak daha zor. Hz. Muhammed (SAV) ve onun sahebelerinin 23 yılda yaptığı inkılabı yapabilecek gerçek Muhammediler yetiştirmenin yolu, öncelikle İbrahimi olabilmekten geçiyor. Hz. İbrahim diyar diyar dolaşmış, hicret içinde hicretler, gurbetler yaşamış, dilini bilmediği topraklarda İbrahimi özellikleriyle halkın sevgilisi olmuştur. Sevecendir, toleranslıdır; itici, nefret ettirici değildir. Kalbi, evi herkese açıktır, ayrımcılık yapmaz, kardeşi görür, sever insanları. Allah'ı sevdiği ve tam tevekkülle bağlandığı için halkın gönlüne girmiş, nereye giderse gitsin sevilenlerden olmuştur. Hidayete vesile olmanın fiziki şartlarda imkansız göründüğü yerlerde, arazilerde gönüllere, kalplere gireceklere sırlı bir reçete sunmuştur. İbrahimi özelliklere talip olanlar Allah'in izin ve inayetiyle kendileri farkına varmasalarda hidayet güneşini taşırlar, nice hayırlara vesile olurlar. İbrahimi olmanın kaçınılmaz sonucu; kendini horlayan, dışlayan, sürgün eden ehli dünyanın kaybetmekten en çok korktuğu koltuğuna birgün gelip İbrahimi ferdin oturtulmasıdır. Oturacak demiyor Kuran, oturmuştur diye geçmiş zaman kipi kullanıyor. İşte asıl imtihan bundan sonra başlıyor. Çünkü o koltuğu kaybeden ehli dünya daha evveller senin gibi ehli ukbaydı. O koltuğa boş yere oturtulmamıştı. Eğer İbrahimi olmayı sürdüremezsen, Muhammedilerin yetişmesine zemin hazırlayamazsan elde ettiğini sandığın o dünya makamı senin kurdun olur ve sıratı müstakimden zalimliğe giden tehlikeli yola seni sokabilir. Allah'ın imtihanları ölene kadar devam eder. O halde, İbrahimiliğin asgari özelliği olan üç şartı yerine 132 getirmekten asla geri durma. Bunlar geriye dönüp İbrahim surenin ortasında 31.ayete baktığımızda göreceğimiz gibi sağlam bir biçimde iman eden, namazını dosdoğru kılan ve Allah yolunda infak edendir. Bu aslında Mekki dönemdeki müslümanlığın üç şartıdır. Bunu korumaz isen en başa dönersin ve surenin 3. ayetinde zikredilen ehli dünya olursun. Neden Muhammedi değilde İbrahimi olmaya çalışalım diye sorabilirsiniz. Muhammedi olabilecek kabiliyetde olsaydık zaten dünyada müslümanların hali böyle perişan kalmazdı. O yürek var mı bize? Hele bir İbrahimi olalımda, belki neslimizden cihanı adaletle, nurla dolduracak bir Muhammedi nesil yetişir. NOT: Okuyucularım bu yazıyı yazabilecek kabiliyetde olmadığımı düşünüp, intihal yaptığım zannıyla boş yere suizana girmesin, gıybet yapmasınlar. Yazı, İbrahim suresinin tefsiriyle ilgili konunun uzmanı şahıstan dinlediğim sohbetden esinlenerek kaleme alındı. Kısa yazmaya çalıştığım için kopukluklar olabilir, genel olarak giriş, gelişme ve sonucu yakaladığımı sanıyorum. 133 Genetik olarak Türk değilseniz, ne yaparsınız? 02.Temmuz.2006 Genetik bilimi, size 7 kuşak hatta daha öncesi soyunuzun hangi milletlerle karışarak geldiğini söylüyor. İnternet üzerinden başvurup yapıp, 100 ABD doları öderseniz ve saç telinizi gönderirseniz, sonucu gönderiyorlar. Peki ya Türk değilseniz, ne yaparsınız? Kan bağına dayalı milliyetçilik yapma modası galiba geçiyor. Türkiye'deki genetik uzmanları, Anadolu'da Orta Asya kökenli gen taşıyanların çok az olduğunu söylüyor. Prof. Dr. Aslıhan Tolun'a göre: Anadoludaki Türklerin gen yapısı Asya'daki Türkçe konuşan toplumlardan çok, Anadolulu çıkıyor. Genetik yapı olarak, Orta Asya'dan çok Yunanistan, Bulgaristan gibi komşularımıza benziyoruz. Geçtiğimiz 1000 yılda Anadolu'da Türk dili ve kültürü yayıldı. Ancak genetik veriler, Selçuklu ile Orta Asya'dan Anadolu'ya gelen Türk geninin burada fazla yayılmadığını gösteriyor. Kendinizi "Türk" sayabilirsiniz, ama kökleriniz başka yere uzanabilir. Göç edenlere ek olarak Anadolu kavimleriyle de karıştığımızı kabul etmeliyiz. Stanford Üniversitesi, Türkiye üzerinde yaptığı araştırmada Anadolu'da sadece yüzde % 9 oranında Orta Asya Türk kanına rastlamış. Pek çoğumuz üç kuşak önce nereden geldiğimizi bilmiyoruz. Şahsen Karakeçeli Türkmenlerden geldiğimi 2 büyük dedeme dayanarak söyleye biliyorum. Ama daha öncesini bilemiyorum. Geçmişte yakın akrabalarımızdan biri kazara mesela bir Ermeni gelin aldıysa, koyu bir Azeri Türk milliyetçisi olan eşim ' Ermeni kanı' test sonuçlarında çıkarsa beni kapının önüne koyabilir. Genetik soy yapısı ve haritanızı daha detaylı verilerle öğrenmek için kan örneğide gönderir, 100 dolar daha ekstra öderseniz, damarlarınızdaki kanda kaç tane milletin karışımı var, dominant karakteristik özellikleriniz neler öğrene bilirsiniz. Test, yüzde 70-80 doğru sonucu veriyor. Yabancı tarihçiler, Türk kelimesini Müslüman tabiri ile eş anlamlı olarak kullanmışlardır. Osmanlılardan bahsederken Türkler dediler. Boşnaklar onlar için Türklerdi. Zamanla Türk ve Müslüman kelimeleri Müslüman dünyada da eş anlamlı olarak kullanılmaya başlandı. Nitekim şu anda Arnavutluk gibi Balkan Müslümanları, "Hangi dindensin?" sorusuna, "Elhamdülillah Türk'üm" cevabını veriyor. Pakistandaki sözlüklerde de, Türk kelimesi , "mahbûb ve müslim" kelimeleriyle açıklanıyor. Hatta Avrupalılar Türk kelimesini kullanırken Araplar dahil birçok müslüman halkı kastederek Türk demişlerdir. Yani Avrupa Türk derken müslümanları kastediyordu. Avrupa'lı bugün bile kuzey ve batıdaki Müslümanlara Boşnak da olsa, Bulgar da olsa, Makedon da olsa hepsine de "Türk" diyor. Aslında "Türkler geliyor" derken müslümanları kastetmişti. Türkiye (Turchia) ismi Selçuklunun Anadoluyu almasından beri süregelmiş bir kelimedir. Anadolu'ya "Türkiye" denmesinin sebebi Selçuklu Türklerinin Anadoluda nüfus çoğunluğu olduğu için değildi, Anadoluyu hakimiyeti altına alıp kontrol etmelerinden dolayıydı. Çünkü Anadoluya önce Türkmen askerler gelmiş ve bu militer güçle Anadoluya hakim olmuşlardı. Kim hakimse onların ülkesi denmişti. Türkmenler feth ettikleri yerlere bir süre Rumların ülkesi demeye devam etmişti. Mevlana'nın lakabı bu nedenle Rumi'dir. Anadolu'ya gelen aşiretleriyle gelen Oğuz boyları çoğunluğu Sarıkeçeli ve Karakeçeli Türkmenlerin müslümanlaştırma çabaları sayesinde Rum diyarı birkaç yüzyılda Türk diyarı oldu. Kalıntıları kalan Hititler, Fenikeliler, Urartular, Midyalılar, Frigyalılar, Lidyalılar, Romalılar, Rumlar asırlar sonra aynı potada İslam ve Türk dili sayesinde eridi. Son kalan 1.5 milyonluk Türkleştiremediğimiz Rum nüfusu, Lozan anlaşmasıyla Atatürk tarafından Yunanistan'a gönderildi. Bu konuda Atatürk'e ne kadar teşekkür etsek azdır. İlk defa kurduğumuz bir devletde nüfusumuzun yüzde 99'u müslüman ve 134 Türk oldu. Bu arada Ermenilerin 1915'de postalanmasını sağlayanlara da teşekkür borçluyuz. Osmanlı Türklüğü geri plana iterek Amerikalı ve Kanadalıların bugün yaptığı gibi siyasi bir Osmanlı vatandaşlığı kültürü yerleştirmeye çalışmıştı. İmparatorluk olmak istiyorsanız, bu kaçınılmazdı. Roma'nın milleti neydi sorusuna verilecek cevap yoktur. Fransız milliyetçilerinden etkilenen Jön Türklerle başlayan ve İttihat ve Terakki ile devam eden süreçte Atatürk, Türkiye'de yaşayan herkesi Türk kabul etti ve karmakarışık olan soy meselesini teke indirdi. Bu nedenle gerçektende 'En büyük Türk, Atatürk'tür. Türkler, Hunlar döneminden beri yabancı gelin almayı pek sevdiler. Hun ve Göktürk hakanlarının hepsinin eşi Kutlug Bilge hariç Çinliydi. Selçuklular, Türkmenliğe sıkı sıkıya bağlı olmasına rağmen hakanlar ve halk arasında İran kızı almak modaydı. Edebiyat ve saray dili Farscaydı, ama halk Türkçe konuşuyordu. Anadolu'ya gelince Rum kızlarını müslümanlaştırma süreci yaşandı. Rum kızlarını da pek sevdik… Osmanlı Padişahları ise her milletden gelin almayı tercih etti. Bunu politik amaçlar için yaptı. Başka milletlerle akrabalık bağı kurulması Osmanlı'nın devlet kültürü haline geldi. Ancak Osmanlı sarayına gelen yabancı gelinler öncelikle Enderun mektebi düzeyinde dini ve kültür terbiyesinden geçirildi. Müslüman olan yükseldi. Saray ve edebiyat dili Arapça ve Farscaydı, ama halk hala Türkçe konuşuyordu. Osmanlı yönetiminin birinci derecede yöneticisi konumunda olan padişahların aldıkları gelinlere göz atacak olursanız içlerinde pek az özbe öz Türk kökenliye rastlarsınız. GazeteciYazar Faruk Bildirici'nin bu konudaki araştırması, milliyetçi kardeşlerimiz tarafından topa tutulmuştu. Bildirici, bu gelinlerin müslüman olarak Türkleştiğini net olarak yazmayınca ortaya nesebi belirsiz bir Osmanlı hanedanı iftirası çıktı. Hangi saltanat, krallık veya monarşiye giderseniz gidin oradaki sülalenin evlilik yoluyla politik akrabalıklar kurduğunu tesbit edebilirsiniz. 1915'de tehcir olayından sonra, bizi çok sevdikleri için ülkemizde kalan 300 bin Van-Hakkari hattındaki Ermenilerin Türk-Alevi kimliğiyle Türkleştiğini nedensebelki onları aşırı milliyetçilerimizden korumak için- tarihçilerimiz yazmaktan imtina etmişlerdir. Faruk Bildirici'nin yazdığı Osmanlı hanedanı sicili şöyle: İlk Osmanlı Padişahı Osman beyin annesinin Türk, Moğol veya Acem kökenli olduğuna dair rivayetler varsa da, bunlara ait bir kanıt bulunamamıştır. Osman Beyin iki eşi vardı, Mal ve Bala Hatunlar. Her ikisininde Moğol asıllı olduğu iddia edilsede herhangi bir kanıt yok. Moğolların bu dönemde müslüman olarak Türkleştiğini ve eridiğini sanırım hatırlatmama gerek yok. Cengiz Han'ın 200 bin kişilik Moğol ordusu, ölümünden 40 yıl sonra Türkleşmişti. Orhan Bey: Osman Bey'in Mal Hatun isimli eşinden doğdu. Eşleri Rum asıllı Horofira (Nilüfer Sultan), Rum Asporçe ve Rum Teodora idi. 1. Murad: Horofira'dan doğdu. Eşleri Bulgar-Yahudi melezi Marya ve Bulgar Tamar idi. Yıldırım Beyazıd: Marya'dan doğdu. Eşleri: Sırp kökenli Olivera, Devlet Hatun, Bulgar Olga, Maria, Angelina ve Anita idi. Çelebi Mehmed: Olga'dan doğdu. Eşleri: Sofia, Anna, Veronica'dı. 2'ci Murad: Veronica'dan doğdu. Eşleri: Nache la Bazory (Fransız), Mara Despina, Stella idi. Fatih: Mara Despina'dan doğdu. Eşleri: Rum Zaganoz paşanın kızı Kornelya, Anna, Helen, Tamara idi. 2.ci Beyazıd: Kornelya'dan doğdu. Eşleri: Beti, Anita, Suzi, Liliana, Katherin, Nina, Martha ve Danilova idi. Yavuz Sultan Selim: Annesi (Beti, Anita, Suzi, Liliana, Katherin, Nina,Martha ve Danilova... tartışmalı). Eşleri: Polonyalı Helga (Hafsa Sultan), Hafsa Sultanın Dulkadiroğlu beyliğinin prensesi olduğu da iddia edilir. Sırp Aleksandra (Ayşe Sultan). Kanuni Sultan Süleyman: Polonya'lı Helga'dan doğdu. Eşleri: Bir Rus papazının kızı Roksalan (Hürrem Sultan), Sicilya'lı Rozaline (Gülfem Hatun). 2'ci Selim (Sarı Selim): Roksalan'dan doğdu. Yahudi Rasel (Nurbanu Sultan). Sarı Selim, kızı Esmahan'ı Hırvat veya Sırp kökenli müslüman veziri Sokullu Mehmet Paşa ile evlendirdi. 3. Murat: Raşel'den doğdu. 130 cariyesinden 112 çocuğu oldu. Eşleri:Venedik'li Sofia Baffo (Safiye Sultan), Polonyalı Mona (Mihriban Sultan),Macar Ninuska (Nazperver Sultan), Rus Olga (Şahhüban Sultan), 135 Romanyalı Meri (Fahriye Sultan). 3'cü Mehmet: Sofia Baffo'dan doğdu. Eşi: Yunanlı Helen (Handan Sultan), İspanyol Sinderella Violetta (Mahpeyker Sultan). 1'ci Ahmet: Helen'den doğdu. Eşleri: Rum Evdoksia (Mahfiruz Sultan), bir Rum Papazının kızı Anastasia (Mahpeyker Köşem Sultan). 1'ci Mustafa (Deli Mustafa): 3'cü Mehmed'in eşi Sinderella Violetta'dan doğdu. 2'ci Osman (Genç Osman): Evdoksia'dan doğdu. 4'cü Murad: Anastasya'dan doğdu. Eşleri:Keti, Anna (Atifet Sultan),Helena (Cihannüma Sultan). 1.ci İbrahim (Deli İbrahim): 4'cü Murad'in kardeşiydi. 4'cü Mehmet (Avcı Mehmet): Nadya'dan doğdu. Eşleri: Rum Evemia (Emetullah Gülnüs Sultan), Korsika'lı Bella (Afife Sultan), Romanyalı Cesika (Güner Sultan), Ermeni Flora (Gülbeyaz Sultan), Rum Helen (Hatice Sultan). 2'ci Süleyman: Katrin'den doğdu: Eşleri: Yok. Cariyeleri vardı. 2'ci Ahmet: Lehistanli Yahudi Eva. Eşleri: Giritli Rum Yeremiye (Rebia Sultan), Mora'li Diana (Sayeste Sultan). 2'ci Mustafa: Evemia'dan doğdu. Eşleri: Rus Vera (Mahfiruze Sultan), Sırp Mari (Hafize Sultan), Giritli Rum Aleksandra (Saliha Sultan). 3'cü Ahmet: Rum Emevia'dan doğdu. 1'ci Mahmut: Aleksandra'dan doğdu. Eşleri: Fransız Julienne (Hatem),Sicilyalı Lili (Raziya), Macar Maggi (Tiryal), Rus Olga (Verdinaz). 3'cü Osman: Mari (Şehsuvar Sultan)'dan doğma. Eşleri: Sırp Olga (Ferhunde), Sicilyalı Olivya (Zerki). 3'cü Mustafa: Gürcü Janet (Mihrisah Sultan)'dan doğdu. 1.ci Abdülhamid: İda (Rabia Sultan)'dan doğma). 3'cü Selim: Gürcü Janet (Mihrisah), Eşleri: Patricia (Afitab), Linda (Nefizar), Berti (Pakize), Alis (Tabisefa), Lisa (Hüsnümah), Rosa (Nurisems), Anna (Rafet), Magdalena (Ziybifer). 4'cü Mustafa: Bulgar Sonya (Seniyeperver Sultan)'dan doğma. Eşleri:Flora (Dilpezir), Adela (Seyyare), Sofi (Peykidil, Gloria (Sevkidil). 2'ci Mahmut: Fransız Aimee (Naksidil)'den doğma. 1. Abdülmecid: Rus Suzi (Bezmialem Sultan)'dan doğdu. Eşleri: Safiraz Ermeni, Bezmara (Bezmican) kökeni bilinmiyor, Fransız Vilma (Şevkefza), Ermeni Verjin (Tirimüjgan Abdülhamid'in annesi), Rum Karoli. Abdülaziz: Hamam natırı Çingene Besime'den doğma. Eşleri: Camelya (Dürrünev), Asporce (Gevher), Anna (Edadil), Adela (Hayranidil) ve Alis (Nesrin). 5. Murat: Fransız Vilma (Şevkevza Sultan)'dan doğma. Eşleri: Carmen (Cananiyar), Marone (Elaru), Elfi (Filiztan), Clarissa (Gevheri), Henna (Reşan) v.b. 2. Abdülhamid: Çerkez Verjin (Tirimüjgan Sultan)'dan doğma. Mehmet Reşat: Rum Sofi (Gülcemal Sultan)'dan doğma. Vahdeddin (5. Mehmet): Abdülmecid'in karısı Henriet (Gülüstü Sultan)'dan doğma. Eşleri: Emine Nasik Eda ve saray bahçıvanının kızı Nevzut. Kökeni bilinmiyor; Çerkez olduğu iddiaları var. Gerçek şudur: Yabancı gelin seviyoruz. Son elli yılda Almanlar, son 15 yılda ise, Ruslar moda oldu. Türklerin soyu Yahudiler gibi anadan değil babadan geçer. Genetikçilerin dominant karakterlere göre hazırladığı harita farklı çıkabilir. 'Selçuklu ve Osmanlı Türk dili konuşmuyordu' diyenlere inanmayınız. Osmanlıca, Türk dilinin zirvesidir. 13. yüzyılın köylü dili İngilizce, farklı dillerden kelime çalarak bugün bir milyon kelime kapasitesine ulaştı ve bilim dili oldu. Osmanlıca'nın zenginliği korunabilseydi, bugün İngilizce değil Türkçe bilim dili olacaktı. Türklüğümüzün taşıyıcısı müslümanlığımızla birlikte dilimizdir. Dilimizi köreltmeye çalışanlar, asıl kanı-karakteri bozuk olanlardır. Osmanlı'da hangi hakanının karısı kimmiş, Türk değil miymiş; bu beni fazla ilgilendirmiyor. Müslüman olmuş ise konuşmak bile abestir. Önemli olan dinimizi ve dilimizi bize ulaştırmalarıdır. Türkçe bugün konuşulan 6 bin dünya dilinden ölecek değil yaşayacak, gelişecek dillerdendir. Tatmin olmadıysanız; damarlarınıza safkan asil Türk kanı taşıyıp taşımadığınızı öğrenmek bir tık uzakta. Şahsen Türk ve müslüman olduğum için gurur duyuyorum. Genetik yapımı hiç merak etmiyorum. Kan bağına dayalı kafatası milliyetçiliği yapanları anlamakta zorluk çekiyorum. Fazla fanatik takılanları önce genetik bir testden geçirelim, ondan sonra oturup şu milliyetçilik meselesini tekrar konuşalım. 136 Kanadalı 'Fırtına' Süper Nine 16.Ekim.2006 Kanada'nın Mississauga kentinin 85 yaşındaki Belediye Başkanı Hazel McCallion, Kanada'nın en uzun süre belediye başkanı; 10.defadır üst üste seçiliyor. Torun sahibi bir nine olmasına rağmen çalışma temposuyla gençleri utandıran ve başarılarıyla ancak saygı uyandıran McCallion, kısa ifadeyle ' fırtına' lakaplı bir ' Süper Nine'. 2005 yılında hükümet onu dünya belediye başkanları yarışmasına aday olarak gösterdi. Finale kalan Atina, Guatemala ve Pampanga belediye başkanları ile yarıştı. Oylamada 2. sırada gözüküyor.Mississauga, dünyanın yaşanabilir en iyi şehri olabilmek için Aralık ayında sonucu açıklanacak yarışmada Madrid ve Milan ile finale kaldı. Mississaugalılar onu çok seviyor. Ölmeden veya adaylıktan çekilmeden onu koltuğundan edebilecek kimse gözükmüyor. Kanada'nın 6., Ontario'nun 3. büyük kentini başarıyla yönetiyor. Halen zaman zaman hockey ve golf oynayacak kadar dinç ve zinde, güncel problemlere pratik çözüm bulacak kadar yeniliklere açık ve aksiyoner, kıvrak ve keskin zekası ile karşısındakini hemen etkileyebilen, hiç bir zaman ' Ben yaptım' demeyen hep ' Biz' diyen kibirden uzak mütevazi bir kişilik. Kesinlikle bir feminist değil, dinine bağlı bir muhafazakar. Ama Muhazakar Parti'nin son yıllarda yaptığı yanlışlıkları eleştirmekten çekinmiyor ve tarafsız bir görüntü çiziyor. Hazel McCallion'a Türkleri ve Müslümanları tanıtmak için evine davet eden Mississauga'da yaşayan Halim Dağlar, benide çağırarak bu tarihi olaya şahitlik etmemi istedi. Dağlar, Kanada Türk Dostluk Birliği adına Ramazan boyunca evindeki iftarlara Mississauga'daki encümen üyeleri, milletvekilleri ve başka dinlere mensup insanları çağırdı. Batılı ülkelerde İslamiyete yapılacak en güzel hizmet müslümanlığı iyi temsil ederek sevdirmek. Bir insana bile gerçek müslümanın asla terörist olamıyacağını göstermek çok önemli hale geldi. İslam ve müslüman imajının bilinçli olarak bozdurulduğu bu dünyada müslümanların üzerine düşen görev, bireysel olarak aksini ispat etmektir. Dağlar'ın iftar davetlerine katılanlardan Kanada Başbakanı Stephan Harper'ın müslüman danışmanı Milletvekili Wajid Khan, belki içlerinde tek müslüman olanıydı. Khan ile müslümanların sorunlarını ve başbakana iletmesi gereken konuları Türkleri seven bir Pakistanlı olması nedeniyle daha rahat konuştuk. Khan, Hazel McCallion ve iftarlara katılan encümen üyeleri, Türklerin Kanada yaşamında etkin olmaya başladığını yeni öğrendiler, müslümanların sıcak, gülen yüzüyle tanıştılar. Evindeki 3 çocuğuna ek olarak devletden aldığı 3 yetim çocuğa da bakan Halim Dağlar ve eşi, eşsiz yemekleri ve olumlu İslami duruşlarıyla; Türkleri ve müslümanları doğru temsil etme görevini başarıyla yerine getiriyorlar. Konuklarının hepsi ' Foster Child Family' bir aileye konuk oldukları için memnuniyetlerini dile getirirken, bu kısa ziyaret sonrası müslümanları ve Türkleri yanlış tanıdıklarını itiraf etmekten çekinmiyorlar. Yoğun belediye başkanlığı yarışı ve iş maratonunda 15 dakikalığına Dağlar'ın evine gelen Hazel McCallion, Türk kahve-snack tarzı yemeklerin ve sıcak sohbet atmosferinin etkisiyle 2 saat bizimle beraber oldu. O, 1978'den beri Mississauga'da yapılan tüm belediye başkanlığı seçimlerini aralıksız kazandı. Kasım ayında yapılacak belediye başkanlığı seçiminde yine rakibi yok. Sağlığım yerinde olduğu ve seçmen beni istediği sürece, hizmete devam diyor. Emekli olmaya hiç niyetli değil. Neden kazanıyor ve rakibi yok? Bugün Mississaugalılara sunulan yaşam koşulları sayesinde daha uzun ömre sahip oldukları artık ispatlandı. Hava kirliliği sorununu büyük ölçüde çözdü. Okul, hastane, kütüphane, kreş, park gibi altyapı çalışmalarını kusursuz yaptı. Baktığınız zaman kentde iğreti duran tek bina göremezsiniz. Mississauga bütçesini zarardan artı veren 137 hale getirdi. kent, gelişen sanayi kurumları, sosyal imkanları, modern evleriyle Toronto ve diğer kentlerden sürekli göç alıyor. O, Mississauga'yı geçtiğimiz 30 yılda etkin bir iş merkezi; temiz, güvenli, sevecen ayrıcalıklı bir yuva kıldı. Onunda dediği gibi, önceden veya sonradan gelelim farketmez hepimiz Kanadalıyız veya göçmeniz. Ekmeğini yediğimiz, suyunu içtiğimiz ülkeye nankörlük etmemeliyiz. Bunun Türkçesi ana vatanına ihanet etmek değildir. Ona bu ülkeyi evimiz olarak gördüğümüzü söyledim. Elbette sunduğu imkanlardan eşit oranda yararlanmalıyız. Türklerin dinlerinin inançlarının gereklerini yerine getirirken aynı zamanda modern-ılımlı müslümanlar olması, fundamentalist radikal olmamaları, McCallion'un ilgisini çekti. Toronto City Hall'da ve çeşitli kentlerde verilen dinler arası diyalog iftarlarını takdirle karşılarken, gelecek yıl burada da düzenlenmesini istedi. AIDS'den ölenler nedeniyle yetim kalan çocuklar onu çok etkilemiş. İnsanların telef olduğunu gördüğünüzde içinizdeki insani duygular kıpırdıyor, yardım etmek ve insan olmanın gereklerini yerine getirmek istiyorsunuz diyor. Hazel McCallion bir insan ve insani özelliklerini kaybetmemiş biri. Dünyadaki pek çok ülke gezmiş. Hindistan'da açlık ve fakirlik sınırının Çin'den daha kötü olduğunu görmüş. Afrika'nn açlıkla, AIDS gibi hastalıklarla pençeleştiğine şahit olmuş. Bunlara yardım edilmesi gerektiğine inanmış ve harakete geçmiş. Birkaç sene önce 'Hazel's Hope' kampanyası düzenledi. Yardım toplayarak binlerce ölen AIDS'li velileri yüzünden yetim kalmış çocukların imdatına koşmaya çalışmış Mississaugalılar, 400 bin dolar bağış vermiş ve bununla 75 çocuğa sponsor olunmuş. Ama yetersiz buluyor. Varlıklı herkes hergün 2 dolar verse ne kadar para birikir diye sordu. Cevabı kendi verdi: Belki milyar dolarlar. Yani yapılacak daha çok iş var demek istedi. Fırtına lakaplı Süper Nine, bilmiyorum sizlere neler düşündürdü? Öncelikle bol konuşup yazan ama İslamiyeti doğru temsile fazla katkı sağlamayan, kendini beğenmiş biri olduğumu düşündürdü. Halim beyi takdir edip imrendim. Daha işin çok başında olduğumuzu ve insani değerlere hizmet etmenin yaşı ve emekliliği olmadığını öğretti. 60'ını geçince sadece mezara hazırlık yapanların veya sadece kendi nefislerini tatmin peşinde olanların, kendini düşünen 'benciller' olduğunu anımsattı. 138 Lusiferizm ve Satanizm 10.Haziran.2006 Samanyolu Tv'de 2005 ile 2006’da iki yıldır devam eden Mavi Rüya adlı bir dizi vardı. Dizide ölümsüzlük sırrına ulaşmak için mükemmel anne DNA'sı arayan Beyaz Çizgi Vakfı'nın karanlık şatosunda yaptıkları anlatılıyor. Masonik simgelere sık sık yer verilen dizide Zeynep Öğretmen ve ailesi tek başlarına bu karanlık grupla savaşıyordu. Son zamanlarda emniyet ve istihbaratda işin içine girdi. Geçtiğimiz sezon başı diziye şeytani planların önderi konumuna yükselen Lusifer, diziye ayrı bir anlam kazandırdı. Lusifer ismi tesadüfen seçilmemişti. Bir süredir Lusiferizm konusunda ciddi araştırmalar yapıyorum. Gizli örgütlerde yaşayan Satanik şifreyi çözmek için öncelikle Lusiferizmi ve Satanizmi iyi analiz etmek gerekiyor. Satanizm'in, iki yaşam sebebi var. Biri Allah'a isyan etmek, başkaldırmak. İkincisi, şeytana kul olmuş üyelerinin inananlara karşı açtığı ilan edilmemiş gizli savaşını ve gizli gündemlerini perdelemek. Bu insanlar çocuk değiller; ' Hey Efendimiz Şeytan' diye açıkça haykırmıyorlar, ancak kullandıkları semboller sayesinde dikkatli gözlerden kaçamıyorlar. Aralarında sembollerle kurdukları bir haberleşme dili var. Onlar, her ülkede global bir seçkinler, zenginler ve güçlüler topluluğu. Politikacı, gazeteci, iş adamı, doktor veya avukatlar. Sıradan vatandaş değiller. Satanist olduğunu açıkca ilan edenler tehlikeli değiller ve normal vatandaşlar; ancak kimliklerini gizleyenler ise çok tehlikeliler. Çünkü, şeytanlaşmış insan oldukları için hem şeytanın hemde Allah'ın varlığını kabul etmiyorlar. Şeytanın en büyük hilesi, kendini yok kabul ettirmesidir. Eski Mısırdan beri yaşatılan ve günümüzde putlaştırılan Satan'ın seçkin gruptaki ismi Lüsifer, bağlı oldukları akım ise Lüsiferizm Lusiferizm, New Age akımını ortaya çıkartalı çok olmadı. Amerikan ulusal güvenliği, bu akımı çok tehlikeli saydı. Herşey 1982'de Rahip Moore'un Sovyetler Birliği'nden dönüşünde başlamıştı. 1970'lerde Vietnam savaşına karşı barış oluşumlarına katılan Moore, 1983'de ABD ve Kanada üzerinde terör çalışmalarıyla tanınan Sovyet kurumuna girmişti. Sovyetlerin şeytan imajı silinerek diyalog başlatıldı. Lüsifer Vakfı'nın sözcüsü Mikhail Gorboçov'un yeni dünya düzeni hiyerarşisine aldı. Kafasındaki beni işaret kabul eden Lüsiferizm yanlıları Gorboçov'un şeytana hizmet edecek en iyi figür olarak kucak açtılar. Anglo-Amerikan Establishment adlı aşırı bir grup ve medyası halen ABD'de Satanizm ve Lüsiferizm kültürünü yaydığı için soruşturma geçiriyor. Bir takım uyuşturucu trafiği ve kullanımda artış, seri cinayetler ve şiddet olaylarını bu grubun desteklediği veya bağlıların artışına etki ettiği ileri sürülüyor. İngiliz Satanizm uzmanı Dianne Core, bir savaşın ortasında olduğumuza ve şeytani silahların gençler arasında yaygınlaştığına dikkat çekiyor. Sözkonusu grubun Moskova ile Washington arasında Soğuk Savaş dönemi sonrası yapılan Yeni Yalta anlaşmasını sağlayan danışman üyeleri, Birleşmiş Milletler ve Elit Amerikan toplumundaki zengin, seçkinleri bulunuyor. "New Age Akımı" adı altında BM çatıısnda dünya barışına hizmet ettiğini iddia eden gruba üye olanların çocuk pornosuyla içli dışlı, homoseksüel yaşamları inanılmaz bir tezat oluşturuyor. Manhattan^daki S&M Homoseksüel kulübünde, Mineshaft ve Hellfire Club'da (ismini 18. yüzyıldaki Gizli İngiliz Şeytan Toplumu'ndan alıyor) yaşananlar, New York polisinin soruşturması sonrası kapatılmaları ile sonlanmıştı. 1984'de Demokratların Devletbaşkanı yardımcısı adayı Geraldine Ferraro'nun kocası John Zaccaro, tesbit edilen organize suç örgütünün arkasındaki isimdi. New York'taki St. John the Divine katedralı, tüm ABD'de New Age akımın ana kurumu haline geldi. Amaçları, eclipse the Age of Pisces (Christianity) ve Age of Aquarius (Lucifer). Katedral papazı Paul Moore'nun zenginliği Nabisco şirketine dayanıyor. 1950'lerin sonunda 139 ilk defa ortaya çıkan şeytani yeni dünya düzenini ortaya atan fikir babası. Indianapolis de papazlık yaparken "People's Temple" kültünün temsilcisi Jim Jones'dan yetkisini aldı. 1977'de papaz Moore, bir lezbiyen olan orduda asker Ellen Marie Barrett ile ilişkisini Time dergisine 'Allah'a yakınlaşmamı sağlıyor' şeklinde izah ederek açıklayarak Hıristiyan dünyasını şoke etti. St. John Katedralinde 1922'de Alice Bailey tarafından kurulan Lüsifer Vakfı'na ve organizeye katılan papaz Moore, Ne Age adı altında Tibetvari Buddhizmin Sufi Freemasonry türevini icat etti. İbni Sina ve Arap müslümanların rönansansına karşı yapılanan akım, Mısır eski cumhurbaşkanı Enver sedat'ın suikastla öldürülmesini organize etti. Zen Merkezi, liberal oluşumlar, lezbiyen kurumları gibi günahlarına beraat arayan günahkarların merkezine dönüştü. Gittikçe büyüyen Satanic New Age akımı, Yahudi-Hiristiyan kültürünü tehdit eder hale geldi. Satanistlerin yol açtığı çocuk ölümleri hızlandı. Şeytan Kilisesi ve 'Kara Papa' Bilinen Satanizmin kurucusu Anton Szandor LaVey, şeytan Kilisesi'ni kurarak işe başladı. Kendisini Kara Papa ilan etti; Satanist İncil'i kaleme aldı; Şeytan'a dünyanın dört bir yanında onbinlerce mürit kazandırdı. Anton Szandor LaVey içimizdeki şeytanların en ünlüsü ve belki de en masumuydu. Vaazlarında "kurban" geleneğine karşı çıktı; sübyancılığı, tecavüzü, cinayeti "çağdaş uygarlıkla bağdaşmayan zararlı ve gereksiz eylemler" ilan etti. Yine de "erdemliler"in baş hedefiydi. Hayatının en büyük "kötülüğünü" müritlerine, tam da Cadılar Bayramı kutlanırken yaptı: Öldü. Hem de yerine halife bırakmadan... 1967 yılının yağmurlu bir sonbahar akşamı ünlü oyuncu Jane Mansfield avukatı ve sevgilisi Sam Brody ile New Orleans yakınlarında o korkunç trafik kazasını geçirdiğinde, ilk akla gelen kişi "Şeytan'ın Papa"sı Anton LaVey olmuştu. Brody'nin Şeytan Kilisesi'ne karşı kampanya yürüttüğü için lanetlendiği biliniyordu. Üstelik LaVey, müridi Mansfield'i bir süre önce açıkça uyarmıştı: "Onun başına müthiş bir felaket gelecek, uzak dur!" Brody kaza anında beyin kanamasından öldü. Mansfield'in sonu ise çok daha korkunç olmuştu. Çarpmanın şiddetiyle arabanın kaportası bir giyotine dönüşüp güzel oyuncunun kafasını kopartıverdi. Kaza sonrasında kapısını çalan gazetecilere çok üzgün olduğunu söyledi LaVey. Haberlerde ona ithafen şu demeç de yer aldı: "Olay saatlerinde Jane'in bir dergide yayımlanan fotoğrafını kesiyordum. Makasın ucu kaçtı, kafasını da koparttım. Ne garip rastlantı!" LaVey efsanesi Amerika'da bu olaydan sonra büyümeye başladı. San Francisco varoşlarından birinde, eski bir randevuevinden bozma "Şeytan Kilisesi"nin kapısı tarikata girmek, Satanist ayinlere katılmak isteyenlerle dolup taştı. 1968'de Roman Polanski'nin, korku klasiği "Rosemary'nin Bebeği"ni çekerken kapısını çaldığı ilk "uzman" LaVey oldu. Üstada ayrıca Şeytan rolü uygun görülmüştü. Yıllar sonra bir röportajda, Polanski'ye olan hayranlığından söz ederken "Bir Ulusun Doğuşu, Ku Klux Klan için ne kadar önemliyse Rosemary'nin Bebeği de Satanizm açısından aynı öneme sahiptir, engizisyondan sonra bizim için en büyük reklam oldu" diyordu Anton LaVey. Film sayesinde Satanizm Amerika'da beklenmedik bir popülerliğe ulaşmıştı. Bir yıl sonra Polanski'nin eşi ve çocukları Charles Manson Çetesi tarafından vahşice katledilince, faturası şaşırtıcı biçimde LaVey'e çıkartıldı. Çetenin "Kara Papa"nın Satanik görüşlerinden etkilendiği söyleniyordu. Oysa Manson'ın "efendi"si, "Phais" tarikatının kurucusuydu. Bunu sadece karanlık dünyanın müdavimleri biliyordu. Manson Çetesi'nin irkiltici cinayeti Anton LaVey'in yaşamında bir dönüm noktasını oluşturacaktı. O ana kadar Satanistler'in faaliyetlerine tolerans gösteren dindar Amerikalılar harekete geçti. Satanistler'in faaliyetleri yakından izlenmeye, hatta baskı grupları kanalıyla engellenmeye çalışıldı. Bununla birlikte Anton LaVey adı Satanist dünyada bir fenomene dönüşüverdi. Biyografisine bakarsanız Howard Stanton LaVey ya da bilinen adıyla Anton Szandor LaVey, üstadı Şeytan'a bile pabucunu ters giydirecek kadar zeki, marifetli bir fani. Kökü Avrupa'ya uzanan göçmen bir ailenin çocuğu. Chicago doğumlu. İlk uğraş alanı müzik. Piyanodan 140 obuaya geçmiş. 15 yaşında San Francisco Senfoni'de ikinci oboist olmuş. Sonraları trompet, trombon, klarnet ve keman çalmayı öğrenmiş. Paganini'nin şöhretini sarsmamak, müzik dünyasında "ikinci şeytan kemancı" vakasına yol açmamak için olsa gerek, 20'li yaşlarında müziği bırakıp sirk dünyasına adım atmış. LaVey'in sirkteki ilk işi kafes bakıcılığı. Ahbaplığı ilerletince aslanlarla gösterilere çıkmaya başlamış. O zamanlar en büyük numarası, aslanların ağzına kafasını sokmak. Fakat günün birinde dostlarından biri ağzını kapatıp ensesinden et koparınca LaVey meslek değiştirme gereği duymuş. Bir sonraki işi morgda polis fotoğrafçılığı. San Francisco polis yetkilileri ceset fotoğrafları çeken genç adamın egzantrik karakterini çabuk farketmiş. LaVey, merkeze alınıp gerçeküstü olaylarla ilgili telefonları cevaplandırmakla görevlendirilmiş. "Ceset fotoğrafları çekerken kötülüğün binbir boyutuna tanık oldum. Çevremdekiler, kaderi böyleymiş, tanrı istemiş, diyordu. Dünya gittikçe garip gelmeye başlamıştı. Gece kulüplerinde piyanomun eşliğinde striptiz yapan kızlara şehvetle bakan adamları pazar günü org çalarken kilisede görüyordum. Çocuklarını da alıp geliyor, bağışlanmak için yakarıyorlardı. Anladım ki gerçekte kilise ikiyüzlülüğün mabedidir." Anton LaVey yaşadıklarından ders aldı. Vardığı sonuç doğrultusunda insanlığa bir nevi katkıda bulunmaya karar verdi. 1966 Nisanı'nın son gününde harekete geçti. Dünyanın dört bir yanındaki cadıların "Walpurgisnacht"ı kutladığı o akşam kafasını kazıdı, kara cübbesini giydi ve Şeytan'a bağlılık yemini etti. "Kara Papa" ünvanıyla "ikiyüzlülüğün temsilcisi" dinlere karşı savaş açtı. 29 Ekim 1997 akşamı, 67 yaşında bir kalp krizi sonrası dünya değiştirene dek, yani 31 yıl boyunca, kurduğu Şeytan Kilisesi kanalıyla Satanist mücadelesini devam ettirdi. LaVey'e göre önemli olan tanrı değil insandı. Şeytan'ı "İnsanoğlunu özgürleştiren isyan ruhu, reddin somut ifadesi ve uygarlığın ilerlemesini sağlayan gelişme güdüsü" olarak tanımlıyordu. Öğretisini üç kitabıyla açıkladı: "Satanik İncil," "Şeytan'ın Not Defteri" ve "Satanik Törenler." Uzmanlar Anton LaVey öğretisini "eklektik" nitelemesiyle değerlendiriyor. Satanizm konusunda "önyargısız" değerlendirmeleri popüler bir yaklaşımla yeniden biçimlendirdiği ileri sürülmekte. Büyük oranda 20. yy'ın en etkileyici "okült" şahsiyeti Aleister Crowley'nin (1875 - 1947) izini taşıdığı savunuluyor. Ünlü şair Y.B Yeats ve Drakula'nın yazarı Bram Stoker gibi LaVey de Crowley'nin deneyimlerinden, kitaplarından etkilenmiş. Ancak üstadının içinde yer aldığı Altın Şafak ve Ordo Templi Orientis gruplarından farklı olarak daha "masum" bir Satanist felsefe geliştirmiş. Çevresindeki canlılara gereksiz yere zarar vermeyi, acı çektirmeyi reddeden "ılımlı" bir Satanizm anlayışı. Gücünü kan ve ölüm yerine seksten alan "pop" Satanizm. LaVey'e göre "Şeytan," kutsal kitaplarda çizilenin dışında bir varlık. Antik İbranice ismine uygun biçimde, tarih boyunca "muhalif" olanı temsil etmiş. Dinlere, insanın hayvansal özünü reddeden ya da kısıtlayan kurallara karşı bireyin özgürlüğünü temsil ediyor. Dolayısıyla dinlere şiddetle muhalif. Kutsal kitaplardaki öğretilerin tam tersini uygulamanın insanlık için çıkar yol olduğunu savunuyor. LaVey, insanı Nietzsche'yi çağrıştıran bir yaklaşımla "üstün varlık" olarak tanımlıyor. "Sadece istediğimiz zaman, istediğimize karşı iyi davranmalıyız. Kimse bize hep iyi olmamız gerektiğini söyleyemez. Eğer biri seni hırpalıyorsa sen de onu ezip yok etmelisin" diyor bir eserinde. Vasiyeti de gereksiz iyilik gösterilerine karşı bir duyuru: "Mezarıma, hayattaki tek pişmanlığım yersiz yere iyi olduğum anlardır, yazın!" Kilise tarafından her fırsatta topa tutulan LaVey'in bugün sadece Amerika'da 20 bin civarında müridi var. Tarikatının İngiltere ve Almanya dahil olmak üzere birçok ülkede temsilcisi bulunuyor. Dünyanın dörtbir yanındaki milyonlarca Satanist, LaVey tarikatının İnternet sayfaları kanalıyla birbiriyle sürekli bağlantı içinde. Amerikan Ordusu'nun belgelerine bakılırsa, Şeytan Kilisesi hükümet tarafından resmen din olarak tanınıyor. 141 SON YAZI Cankuşu’nuz var mıdır? 1.08.2006 Uçmak eylemini üzerinde taşıdığından ve insan ruhu da bedenden kuş gibi uçup ayrıldığından dolayı ‘cankuşu’ diye anılır ruhumuz. Cankuşu, aslında aynı duygu ve düşünceleri, sırrınızı paylaştığınız, sizi gönülden çıkarı olmadan seven, kendi frekansınızda, denginiz olan bir gerçek dost, bir muhabbet ehli arkadaş veya gözünün içine baktığınızda ferahladığınız bir sevgilidir. Bir cankuşunuz bile yoksa kuru kalabalıklar içinde yalnız ve kimsesiz yetimsiniz demektir; dünya sizin olsa dahi gözünüzde bir kıymeti yoktur. Alevi dedesi Cemal Hoca derki: Bülbül olsam güle ne? Turna olsam göle ne? Ben dedim yarim olsun. Ben yar sevsem ele ne? Cankuşunuz yanıbaşınızda bile dursa siz farketmedikten sonra Kaf Dağında yaşayan, en güzel ve yüce kuş olarak tanımlanan ulaşamayacağınız Zümrüd-ü Anka’dır. Cankuşunuzu bulduktan sonra gülün dikenine katlanırsınız. Sevginiz karşılıksız değilse cankuşunuzla bir can olur, hep sohbeti canan soluklarsınız. Bir cankuşu iseniz, başkasının yoldaşınızı, candaşınızı kınamasına güler geçer, cankuşunuza toz kondurmazsınız. Karacaoğlan, bir dörtlüğünde kendini sevgili bahçesine yerleşmeye niyetli görünen kuşa benzetiyor: Ben de bir kuş idim, geldim ötmeye. Yarin bahçesinde mesken tutmaya. Göz kaldırdım cemaline bakmaya. Ak gerdanda benler öldürdü beni. Egoizm, bencillik, enaniyet, kibir, böbürlenme bu devrin en büyük hastalığı. Eskiden bir kaç tane firavun varmış, bugün her nefis adeta birer firavun taşıyor. Firavunun özelliği hakikatı bilmesine rağmen nefsine yenildiği için düşmanlık yapması, gözünü güneşe kapatması ve sadece kendi nefsini sevdiği için cankuşuna asla sahip olamamasıdır. Bu nedenle hırsından, kıskançlığından çatlar ve ıssızlığa, lanete mahkum olur. Alevi-Bektaşi inancında kutsal sayılan turnanın sesini Hz. Ali'den aldığı yönünde bir inanç vardır. Halk edebiyatı ve resim süsleme sanatında en çok işlenen motiflerden biri de kuş'tur. Öyleki kuş, örneğin turna, birbirini sevenlerin birbirine name göndermek için başvurduğu bir posta aracı olmuş ve onların tüm sırlarını, sevdalarını, umutlarını, türkülerini kanadında götürüp getirmiştir. Bu inancı Pir Sultan Abdal, dizelerinde şöyle dile getirmiştir: Hazreti Şah'ın avazı. Turna derler bir kuştadır. Asası Nil deryasında. Hırkası bir derviştedir. Abdal’ın anlatmak istediği şifre cankuşudur ve o kuşa aşılmaz engebe sayılan nefsinden fazla o kuşu sevmekle ulaşılabilir. Büyük tasavvuf düşünürü Mevlana, Mesnevi'sinde simgesel anlamlarıyla kuşlardan yararlanmıştır. Mevlana, Şeb’ini bulana kadar yalnızdır. Her can arayış içinde canların canını arar, durur. Kimi bulur, kimi ise bulduğu halde öteler; kibir, rekabet ve kıskançlık damarıyla önyargılarına esir düşer, ruhunu rahatlatacak sahile yaklaşamaz, hatta söver, hakaret eder, utanmadan iftira atar. Kainatın mayasını sevgide gören ve insanı Yaradan’dan ötürü seven, insana düşman olamaz, terör işleyemez, insan öldüremez. Ancak Rabbini inkar edenlere tüm mevcudatın hakkı nedeniyle darılır, kötü sıfat ve haraketlerinin düzelmesi için ıslahlarına duacı olabilir. Atalarımız ’Vatan ve millet sevgisi, Allah sevgisindendir’ derler; dolayısıyla hainler ve ihanet şebekeleri, sevgi ve hoşgörüyü anlayamamış nefislerden çıkar. Allah rızası 142 soluklu yaşayan erenlere saldırı, erenlerin piri Hz. Ali’ye hakaretle eşdeğer ölçüde edepsizlik, saygısızlıktır. Türk-İslam sanatlarında kuşlar, hayranlıkla işlenmiştir. Osmanlı padişahlarının simgesi Humayın, takma adı olan, masallarda anlatılan Humakuşu, zihnimize ‘Devlet kuşu’ deyimiyle girmiştir. Kuşların tekkesini Hz. Süleyman'ın kurduğu söylenir. Yunus bir şiirinde şöyle der: Süleyman kuş dilin bilir dediler, Süleyman var Süleyman'dan içeri. Seyrani ise, ‘Süleyman'dır kuş dilini söyleyen. Her Süleyman kuş dilini ne bilsin.’ diyerek herkesin kuşları anlamaya kabiliyetinde olamayacağını bildirir. Kuş motifi en çok halk şiirinde işlenmiş ve halk ozanlarının, âşıklarının hep esin kaynağı olmuştur. Nizamoğlu ise şöyle der şiirinde: Biz bu dünyada bir kuşuz. Her yana uçup geçeriz. Hakkın nimetlerin yeyip. Suların için gezeriz. Kuş misali yaşayanlar kuşun sahibine tevekkülle teslim olur ve kalabalıklar içinde gurbet, hicret ve hicran yaşarken, özünü anımsatacak ve Hakka götürecek fedakar, cefakar, samimi, ihlaslı kullar içinde arar cankuşunu. Şebi Aruza eren aşıka aşk anlatılmaz ki. O’nu bulan neyi kaybeder, O’nu kaybeden neyi bulmuştur ? Rabbinin bunca nimetlerini tatdıktan sonra halen şükretmeyenlerin kuş dilinden anlaması ve bir cankuşuna sahip olması beklenemesede, sabırla bekliyoruz. Anadolu’nun bizim olan değerlerini yoğuran kültürün mayası olarak bellediğimiz sevgi unsurunda, o sevginin gerçek sahibine duyulan hakiki sevgi ateşi vardır. En fazla namaz kılma niteliğiyle tüm erenlerin Cankuşu ve ilim kapısı olmuş Hz. Ali’ye bu nedenle aşığız, sevdalıyız. Yakın geçmişin karanlık günlerinde yaşayan ve Türkiye toplumunun inanışa yeniden yönelişini, keşfedişini ve öz kimliğine dönüşünü algılayamayanlar kendi kısır çıkmaz sokaklarında kuşları, Hz. Alileri şucu bucu kulplarıyla yargız ınfaz edip esasen intihar ettikleri, sevgi atmosferini öldürdükleri için üzülüyoruz. Önyargıları parçalamanın atomu parçalamaktan daha zor olduğunu biliyoruz. ‘Gelin kardeşler, bir olalım, diri olalım, iri olalım’ diyen Hacı Bektaş’tan bari haya etseler, aynı telden çaldığımızı anlayacaklar, gerçek faşistin ırka, mezhebe, dine, kültüre dayalı nefret tohumu ekenler olduğunu kavrayacaklar. Üzerilerinde sırıtan ölü toprağını atmak için yüreğimizi Mevlana, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan ve nice Anadolu erenleri kadar geniş tutmaya azimliyiz. Yunus gibi, ‘ Dövene elsiz, sövene dilsiz, aşık birazda gönülsüz olsa gerek’ diyoruz ve darılmamaya yemin ediyoruz. Ayrıştırma, kamplaştırma, kutuplaştırma döneminin gericilik, yobazlık, irtica olduğunu ve bir daha ümitsizlik girdabında boğulmaya niyetli olmadığımızı, küsmeye değil kucaklaşmaya geldiğimizi anlatmaya taş sopa ile saldırsalar bile kızmadan devam edeceğiz. Kanada’da yaşadığı halde çok kültürlülüğü ve farklılıkları olduğu gibi kabul etme olgunluğuna erişememiş olanlara kendi öz kaynaklarına, Bizim Anadolu’ya dönmelerini diliyoruz. Keşke herkes bu soruyu kendine soracak cesaretde olsa: Cankuşu’muz var mıdır? 143