Türkiye` de Dini

advertisement
Din-Kültür ve
Çağdaşhk
2004 Yılı Kutlu Doğum Sempozyumu Tebliğ ve Müzakereleri
Yayın No: 378
Sempozyumlar ve Paneller Serisi: 38
©Bütün
1.
Hakları
Baskı, Mayıs
Türkiye Diyanet
Vakfı'na
aittir
2007, Ankara, 1.000 adet
ISBN 978-975-389-500-2
07.06.Y.0005.378
Redaksiyon : Dr. Mehmet BULUT
Kapak ve Iç Tasarım: TN Iletişim ·
Kufi Besmele: Hişam ei-Garavl
Uygulama: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Kurulu'nun
18.04.2006/14-2
sayılı kararıyla
uygun
görülmüş
ve
Mütevelli Heyeti'nin 29.04.2006/1206-4
sayılı kararıyla basılmıştır.
Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık ve Ticaret Işletmesi'nin dizgi,
fotomekanik, ofset ve cilt tesislerinde hazırlanıp basılmıştır.
TÜRKIYE DiYANET VAKFI
Yayın Matbaacılık ve Ticaret Işletmesi
OSTIM Örnek Sanayi Sitesi
1. Cadde 358. Sokak No: 11 06370 Yenimahalle 1 Ankara
Tel: 0312.354 91 31 (pbx) Faks: 354 91 32
e-posta: tdvyayin@diyanetvakfi.crg.tr
Türkiye' de Dini Düşüncenin Macerası
Prof. Dr. Süleyman Hayri SOLAY
vonu çok geniş ve derin olmakla beraber, Tanzimat döneminden günümül"..ze dini düşüncenin macerasını hülasa etmeye çalışmak gerekir. Bu da oldukça zor bir iştir.
Evvela şunu belirtelim; "Dini Düşünce" derken bunu "İslami Düşünce" ile sı­
nırlandıracağız. Çünkü ne genel manada dini düşünceyi ele alacağız, ne de Türkiye' deki diğer dini cemaatlerin düşüncelerini inceleyeceğiz.
Cumhuriyet dönemindeki dini düşünceyi ve onun macerasını ifade edebilmek
için daha önceki II. Meşrutiyet ve Tanzimat dönemlerine kadar uzanmak isabetli
bir hareket olacaktır.
Tanzimat dönemine temas etmeden evvel iki noktaya dikkati çekmek uygun
olacaktır;
1. Din nedir? 2. İslami tefekkür nedir? sorularına cevap verilmesi gerekmektedir. Çünkü buradan İslam ile İslami düşüncenin münasebetini ve farkını ortaya
koymak mümkün olacaktır.
Din, Allah Teala'nın gönderdiği, yani vahye dayanan değişmez emir, vahiy ve
tavsiyeler sistemi olup, mutlaktır. Yalnız bu değişmeyen esasların, ayetlerin yaşanı­
şında, uygulamada farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, belirli tarihi, coğra­
fi, tabii, içtimai, siyasi ve istisadi şartlar altında yaşayan müminlerin günlük hayatında ve cemiyet hayatında dini yaşayış şekilleri ve biçimleri vardır. Buna da "dindarlık" veya "tedeyyün" demek doğru olur.
Peki "İslami Düşünce" nedir? Bundan ne anlaşılmalıdır? Müslümanların günlük hayatta yaşadıkları dindarlığın tefekkür sahasında tahakkukuna veya· yansıma­
sma "İslami Düşünce" denebilir. "İslami Düşünce" Allah'tan gelen mutlak doğru­
ların Müslüman aydınların zihninde akli izahına, fikri temeline, hayati tasavvuru-
162
1 Din - Kü~ür ve Çağdaşlık
Bu da önce vahyin kalplerde bir iman, bir bağlılık olarak ortaya
ve sonra da Müslümanların zihinlerinde teşekkül etmesidir. Tefekkürün
mahsulü olan fikirlerin doğruluğu gerçeklikle uyguuluğuna bağlıdır. Dolayısıyla İs­
lami tefekkür, onun yaşandığı hayatın gerçeklerine yönelik olmalıdır. Ancak böylelikle onun yaşandığı çevre ve ortam kavranıp anlaşılabilir. Demek ki tefekküre "İs­
lami" diyebilmek için insanın çevresiyle ilişkisini kuran kavramların kaynağını vahiyden alması gerekir. İslami düşünce vahyin getirdiği esasların gerçeklikler dünyasında doğru kavranmasına dayanmaktadır. Din bir ve tek olduğu halde "dindarlık"
çoktur; o, toplumlara, asırlara, deviriere ve insan ferdine göre de değişebilir. Demek
ki İslami düşünce vahyi esasların belirli bir zaman ve mekanda ona inanan kimselerin yaşamaları ile ilgili tasavvıır ve tasdikleridir. Bu düşünce içinde geliştiği gerçek
~
hayata bağlı olarak muhteva kazanır.
"İslami düşünce" kavramını böylece açıkladıktan sonra bu düşüncenin temsilcileri kimler olabilir; buna bir cevap bulmak gerekir.
Türkiye' de Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde İslami düşünceyi temsil etme
durumunda olanların büyük çoğunluğu, İslami ilimleri tahsil etmiş, Arapçayı ve diğer bazı ilimleri iyi bilen kimselerdi. Bunların arasında Mehmet Akif gibi meslekten gelmeyen ama İslami ilimleri özel olarak tahsil eden kimseler de vardı.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde durumun bir hayli farklı olduğu müşaha­
de edilir. Bu dönemde Osmanlı eğitim sistemiyle yetişmiş meslekten gelen İslami
düşünürler olduğu gibi, gelenekten gelmeyen, klasik dini eğitimi almamış, fakat İs­
lami meseleler üzerinde düşünen kimseler de vardı. Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi
düşünürler buna misal teşkil edebilir. Bir de kendisini dinin, İslam'ın dışında sayan
bazı bilim adamları da İslami konularda fikir üretmektedirler.
na
kavuşmasıdır.
çıkması
Tanzimat Dönemi
Şimdi Tanzimat'tan başlayarak günümüze kadar geçen zamanda ortaya çıkan
İslami düşünce temsilcilerine temas edelim.
Bilindiği gibi Tanzimat Fermanının ilanından evvel, hızlı bir Batılılaşma hareketi başlamıştı. II.Mahmut, kılık kıyafet inkılabına varıncaya kadar köklü birtakım
değişiklikler yaptı. Tanzimat Fermanı, bu yenilikleri hukuki bir zemine oturturken
daha başka yeniliklerin yapılmasını da gerekli görüyordu. Bir taraftan da Batı' da gelişen çeşitli siyasi ve felsefi akımlar şöyle veya böyle memlekete giriyordu. Bu hava
içerisinde yetişen Ahmet Cevdet Paşa, Namık Kemal ve Ali Suavi bu dönemin en
çok göze çarpan düşünüderi olmuşlardır. Bunlara siyasi ve idari düşün ür olarak Sadık Rifat Paşa ile Tunuslu Hayreddin Paşa'yı da ilave edebiliriz.
A Cevdet Paşa, tam gelenekten yetişmiş, İslami ilimiere ilavaten, matematik, tarih, edebiyat, Fransızca öğrenmiş ve bazı Batı ülkelerini bizzat görmüştür. Sadrazam Reşid Paşa'nın desteğiyle devlet kademelerinde yükselmiş ve uzun bir idarecilik döneminde çok mühim hizmetlerde bulunmuştur. Osman Turan'ın da belirtti-
Tebliğler
ve Müıakereler 1 163
ği gibi, o, 19. asrın en büyük İslam alimi, düşünürü, idarecisi, tarihçisi ve hukukçusudur.
A. Cevdet Paşa, devleti sosyal bir araç olarak görüyor, dini hükümetin yararına
kullanmak gerektiğini söylüyordu. O, böylece, Hanefıliğin, uygulamada, siyaseti
yönlendiren kurallar manzumesi olmasını istiyordu. Kendisine "Legion d'Houneure" nişanını kazandıran "Mecelle"yi bu maksatla teşkil etmişti. Çünkü, Hanefı
mezhebi, fıkhı sadece hukuk olarak değil, sosyal hayatı kuşatan bir ilim olarak görüyor, hukukta evrimi ve değişimi kabul ediyordu. Dolayısıyla bu mezheb, icma-ı
ümmet ve kıyas-ı fukaha gibi hüküm çıkarma esaslarının yanında örf, adet ve kültüre dayanan esaslara en çok yer veriyordu.
A. Cevdet Paşa, fıkhı toplum hayatından çekmek isteyen Tanzimat bürokratlarına karşı, onun uygun bölümlerini Avrupai bir formda İslami muhteva ile doldurarak sistemleştirdi, onu uygulamalı hukuk haline getirdi. Böylece, A. Cevdet Paşa,
İslam hukuk sisteminin değişim talebine ve büyüyen bürokrasinin yeni hukuk ihtiyacına bir uzlaşma cevabı vermiştir. Mecelle'nin tarifıne göre fıkıh, "mesail-i şe­
riyye-i ameliyyeyi bilmektir." Yani o, günlük yaşayış, davranış ve uygulamayla doğ­
rudan ilgilidir. Mecelle'de fıkhın toplum anlayışı dinamik ve değişken bir toplumdur. Dolayısıyla Mecelle sosyal değişimi, fıkhi bakımdan zaruri görür. O, 36. maddede "adet muhkemdir" diyerek örfe, bir hükmü belirleme hakkı tanır. Ayrıca, 58.
maddede halkın içtimai çıkarlarının hukuki ve siyasi kuralların meşruiyet kaynağı
olduğu ifade edilir. 40. madde, örfün (adetin) delaletiyle bir kelimenin hakiki ına­
nasının değiştirilebileceğini ifade eder. Buna göre A. Cevdet Paşa, Tanzimatın getirdiği değişmeleri kabul ederek "ihya"cı ama, ihyayaya dayanan "inşa" cı bir düşünce geliştirmiş, hukukta, fıkıhta, maarifte modernleşineyi gerçekleştirerek, İs­
lam'ı toplumda uygulama olarak müessir kılmanın yolunu bulmuştur. Onun İsla­
mi düşüncesi, din den, devletten, hukuktan tarihe, edebiyata ve topluma kadar kapsamlı bir medeniyet projesidir.
Namık Kemal, Ernest Renan'ın İslam'ın maarif, ilerleme ve ilim düşmanı olduğu iddiasına verdiği cevapla tanındı. Bunun yanında hürriyet ve vatan kavramları­
nı zihinlere yerleştirmekle de şöhret buldu.
N am ık Kemal, Yeni Osmanlılar hareketinin önde gelen isimlerinden olmakla
beraber, Tanzimat'ın modernleşme hareketine karşı muhtelif tenkitler yöneltmiş­
tir. Siyasi bir teori ve felsefe geliştirmeye çalışırken geleneksel İslam/Osmanlı düşüncesinden kopmamış, Batı siyasi düşüncesiyle bir uzlaşma noktası bulmaya çalışmıştır. O, ısrarla Osmanlı medeniyeti dairesini savunmuş ve İslam'a tam olarak
iman etmiştir. Dolayısıyla İslam Fıkhının tam olarak uygulanması halinde halledilmemiş hiç bir meselenin kalmayacağını beyan etmiştir. Onun,
"Hayfaki elimizde şeriat gibi medeniyetin her türlü ihtiyacını ifaya kafı bir atabe-i ilahiye var iken o bırakıldı da sekiz-on zalim ve cehülün (bunlar Kur'an tabiridir) havatır ve hevasatı memlekette esas hukuk addolundu" (Hürriyet Gazetesi, 18
Kanun-isani 1869, s. 4).
164
1 Din - Kültür ve Çağdaşlık
"Biz düstCıra (anayasa) bedel bir kanun-i şer'i yapmak talebindeyiz"(Hürriyet,
no: 23, 13 Şaban 1285(1868)
"Fıkıh gibi bir derya-yı hakikat mevcut iken ecanipten iktihas-ı alıkarn etmeye
kendimizi mecbur bilelim" (İbret, no: 51, Ramazan 1289 (1872)
şeklindeki ifadeleri bu samimiyeti göstermektedir.
Namık Kemal, Batı felsefesinden aldığı bazı kavramları İslamileştirmiştir. Mesela, Rousseau'nun "toplum sözleşmesi"ni "biat" kavramı ile karşılamıştır. O, böylece, çağdaş bir toplum kurma hususunda İslami unsurlara dayanan özgün bir sentez kurmaya çalışmıştır. Batı'dan aldığı birtakım fikirleri Kur'an ayetleriyle temellendirmiş, toplumsal değişmeyi İslami açıdan izaha yönelmiştir. Namık Kemal de
İslam ve Çağdaşlık meselesini bir medeniyet bütünlüğü içinde ele almayı düşün­
müştür.
dünya işlerine karışmasını ister. O fikhı, sosyal değiş­
meleri takip edebilen, dolayısıyla devamlı değişen şartların getirdiği yeni ihtiyaçlara cevap verebilen esaslarını kaybetmeden değişebilme özelliğine sahip bir ilim olarak görür. Bu sebeple Londra' da çıkardığı "Muhbir" gazetesinin ilk sayısında
"Müslümanların kanunu fıkıh ve fetvadır" der. Ona göre siyasetle din (şeriat) ayrı
düşünülemez. Adil siyaset ise, şeriatın doğru ve tam icrasıdır. Usul-ı fıkıh, fıkhı yenilemeye müsaittir. Ali Suavi, hakimiyetin Allah'a ait olduğuna siyasi cemaatın üzrindeki fiili hükümetin ilahi hakimiyetin mazharı olduğuna kanidir. Ali Suavi, bu
çerçevede faizden, sermayeden, miraca ve resim heykel meselelerine varıncaya kadar, bugün de tartışılan birçok İslami meseleye yeni izahlar getirmiştir. Namık Kemal'in, Ali Suavi'nin muhtelif çözümleri Meşrutiyet dönemine zemin hazırlamış­
Ali Suavi dedinin
(şer' in)
tır.
Sadık Rifat Paşa ve
Tunuslu Hayreddin Paşa daha çok idari sahada fikir beyan
ederken Batı' dan bir takım müesseselerin alınmasının islama aykırı 9lmadığını beyan ediyorlardı. Tefekkürlerini bu istikamette geliştirdiler.
ll. Meşrutiyet Dönemi
Bu dönemde Tanzimat'taki Osmanlı ve dünya şartları çok değişmiş, yeni bir asra girilmiş ve Osmanlı' da Meşrutiyet ilan edilmiş, Ayan Meclisi kurulmuş, siyasi
partiler ortaya çıkmış, basın hayatı hürriyete kavuşmuş ve herkes her şeyi yazmaya
başlamıştır. Batı'nın Osmanlı'yı yıkma gayretleri sona yaklaşmış, II. Abdülhamit
devriimiş ve I. Dünya Savaşı çıkmıştır.
Bu ağır şartlar altında Osmanlı aydınları genellikle Osmanlı'yı kurtarma çabaları içinde çeşitli kurtuluş reçeteleri yazmaya başlamışlardır. İ ttihad ve Terakki Partisinin iktidarda olduğu bir sırada Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık akımları siyasi
hüviyetler kazanırken; ayı1ı zamanda fikir akımları olarak da kendilerini gösterdiler. Her birinin ayrı ve farklı yayım organları vardı. "Beyanül-Hak", "Sırat-ı Müstakim", "İçtihad", "Hikmet-i İslamiye", "Türk Yurdu" gibi dergi ve gazeteler tarafların fikirlerinin beyan edildiği yayım organlarıydı.
Tebliğler ve Müzakereler 1
165
Bu ortamda İslami düşünceyi, Mehmet Akif, Mustafa Sabri, Şeyhülislam Musa
Kazım, Elmalılı Harndi Yazır, İsmail Hakkı İzmirli, Ferid Kam, Filibeli Ahmet Hilmi, İsmail Fenni, Said Halim Paşa, Mehmed Şemseddin, Hüseyin Kazım Kadri gibi zevat temsil ediyordu.
Bunlardan Filıbeli Ahmed Hilmi ve İsmail Fenni materyalist cereyanlara karşı
mücadaleyi ön plana çıkartırken Kelamı felsefeleştirerek vahdet-i vücüd'da karar
kılıyorlardı.
İsmail Hakkı İzmirli, Kelamı yenilerneye çalışırken usul-i fıkıhda yenilik yapmaya yanaşmıyordur. Hüseyin Kazım Kadri, felsefeye, kelama, tasavvufa ve akli
muhakeme ile hüküm çıkarmaya karşı çıkarken İslami hükümlerin nasıl yenileceğini izah edemiyordu. Said Halim Paşa," Buhranlarımız" adlı risalelerinde, İslam'a
dönüşü çare gösterirken, hadiseleri derinliğine tahlil etmeden usul-ı fıkıhtabir yenilik yapmadan adeta anlık reçeteler yazıyordu.
İslaıncılık, umumiyede bir çeşit muhafazakarlıktan farklı olduğu için, dindar
Müslüman aydının işidir. Bu dönemde dindar Müslüman aydınların kafalarını
meşgul eden başlıca meseleler şunlardı:
• Yerli kültür içinde İslam'ın yeri nedir?
• Batı Medeniyeti karşısında Müslümanların tavrı nasıl olmalıdır?
İslam dünyasını İslam ını geri bıraktı?
• Müslümanlara dinin hakikatleri, modern ilim nasıl öğretilecek?
• Dini ve siyasi liderliği birleştiren hilafetin yeri nedir?
İslam inancı ve öğretisi etrafında birieşebilmek için Kavıniyetçiliğin doğura­
cağı parçalanına nasıl önlenebilir?
• Bilimsel pozitivizınden yararlanarak yeni ve rasyonel bir İshlın anlayışı nasıl
ortaya koyulabilir?
• İçerideki ve dışarıdaki muhaliflere karşı İslam nasıl makul bir şekilde ınüda­
faa edilebilir?
Aslında dindar aydın bu meselderin altından kalkınak için çeşitli çözümler üretiyordu. Mehmet Akifin "Asrın idrakine söyletıneliyiz İslam'ı" fomülü, gücünü
doğrudan Kur'an'dan alıyor ve "asr-ı saadet" örnek alınıyordu. Bundan dolayı A.
Cevdet Paşa'da ve Namık Kemal'de olduğu gibi burada da uzlaşma yolları arandı.
Batı'nın ilim ve teknolojisi ile Alman ve Japonların iş ahlakı örnek alınıyordu. Aynı zamanda yanlış din anlayışına karşı ana kaynaklara inerek dinin doğrusu ortaya
koyuluyor ve kurtuluş dinde aranıyordu.
Fakat bunların tefekkörleri pratik hayata yönelik olup, ilmi ve felsefi yönden temeli en dirilmiş değildir. Tabi bunlardan Filibeli Ahmet Hilıni'yi, İsınail Fenni'yi,
Ferid Kam'i, İzmirli İsmail Hakkı'yı ve M. Ali Ayni'yi istisna tutmak lazımdır.
Bu yıllarda, 1913'de M. Ziya Gökalp "İslam Mecmuası"nı çıkartınaya başladı.
Gökalp orada, sosyal değİşıneyi fıkıh yönünden açıklayabilınek ve çağdaşlaşına hareketlerine fıkıhdan bir temel bulmak maksadıyla "içtimai usul-i fıkıh" kavramını
ve fikrini ortaya attı. Ona göre fıkhın iki kısmı vardı; itikad ve ibadet ile muamelat
166
1 Din - Kültür ve Çağdaşlık
kısmı. Bunlardan ilki vahye ikincisi sosyolojiye dayanır. İtikad ve ibadetler değiş­
mezdi. Ama muamelat ile ilgili kısmı, hukuki, iktisadi, mali, ticari ve içtimai cihetleri içine aldığı için toplumda bu konularda devamlı değişimler olmaktadır. Dolayısıyla fıkıh bu değişmelere ayak uydurmak, bu değişmeleri yakalamak, izah etmek
ve islamı ona göre yorumlamak zorunda idi. İşte bu noktada Gökalp bir sıçrama
yaparak şöyle bir içtihaclde bulunuyor: Madem ki fıkhın muamelat kısmı, değişen
hadiselere nispetle değişmektedir; Şeriatın kanunlan ilahi kanunlardır; cemiyeti
idare eden örf ve adetler de Allah'ın kanunlarıdır; öyleyse fıkhın muamelat kısmı­
nın yerine yine Allah'ın kanunları olan içtiınai kanunlar yani örf ve adetleri koyarsak dinden çıkınış almadığımız gibi, sosyal vakaları ve değişimi de izah etme imkanına kavuşuruz. Böylece fıkıh, içtimai değişimleri hem yakalamış hem izah etmiş
olur; hem de İslam'ı geliştirme imkanı elde etmiş oluruz.
Gökalp'in fıkıh usulünü sosyolojiye dayandırmasına İzmirli İsmail Hakkı'dan
şiddetli red cevabı geldi. Ona göre fıkıh usulünün ilmen ve mantiken böyle bit değişikliğe ihtiyacı yoktu. Buna karşılık, Gökalp'in bu içtihadının İslam fıkhına uygun
olduğunu söyleyen yazılarıyla Kazanli Fıkıh hocası Halim Sabit, Gökalp'e destek
verdi. Dolayısıyla seviyeli ve ilmi bir tartışma oldu.
Gökalp'e göre her örf içtimai bir örfün örneğidir. Öyleyse fıkhın kaynağı olan
içtimai şeriat, içtimai hayat gibi daimi bir sayruret halindedir. Dolayısıyla fıkhın bu
kısmı, "İslam ümmetinin içtimai tekamülüne" uyarak gelişmeye müsait ve mecburdur. Gökalp sözlerini şöyle bağlar: "Bazı ulemamız, maddi hadiselerde tecelli
eden tabii kanunlan sünnet-i ilahi telakki etmişlerdir. Bu telakkiyi içtimai, kavanini tabiiyyeye, içtimai muayyeniyete de teşmil edersek hiss-i diniye daha muvafık bir
hareket olmaz mı?"
Bu fikirleriyle Gökalp, A. Cevdet Paşa, Namık Kemal ve Ali Suavi' de görülen
kültürel ve siyasi modernleşme ile fıkıh arasındaki gerilimleri uzlaştırına teşebbü­
sünün son örneğini vermiştir. O, böylece fıkhı salt hukuk olarak gÖren gelenekten
ayrılmış, fıkhın toplumbilim olarak gücünü fark etmiş, sosyal değİşıneyi ve değer­
lerin yenilenmesini fıkha dayanarak temellendirmiştir. Bu bakımdan Gökalp, modern sosyolojide hukuk kurallarının evrimi fikriyle fıkıhtaki evrim fikrinin uygunluk içinde olduğu kanaatindedir. Dolayısıyla zamanın değişmesiyle alıkamın deği­
şeceğini söyleyen fıkıh ile sosyoloji arasında bir çatişma görmemektedir. Bu evrimci hukuk ve fıkıh anlayışı başka Müslüman düşünüderi de meşgul edecektir.
Cumhuriyet Döneminde islami Düşünce
Birinci Dünya savaşından mağlup çıkan Osmanlı Devleti yıkılınca, memleket
ülkeler tarafından işgal edildi. Bunun üzerine Mustafa Kemal ile başlayan istiklal mücadelesi zaferle neticelendi. Yeni devlet kuruldu ve Cumhuriyet ilan edildi.
Artık yeni devlet, yeni bir topluma dayanmaktaydı, bu yeni toplum da Avrupai
çağdaş bir toplum olmalıydı. Mustafa Kemal'in modern toplum projesinde din,
toplum hayatından uzak tutulmuştu. Hilafet kaldırılmış, saltanat sona ermişti. ArBatılı
Tebliğler ve Müıakereler
tık
1 167
bu yeni toplumda yeni ve modern bir insan tipi yaratılmalıydı. Eğitim buna göre yeniden düzenlendi. Ama pragmatik felsefenin esaslarına dayandınlarak şekil­
lendirildi. Darülfünun kapatıldı ve üniversite olarak yeniden açıldı. Tek parti iktidarı ve tek ideoloji hakim oldu. Yeni bir tarih tezi getirildi. Buna göre bütün medeniyetlerin kaynağı Orta Asya idi. Dolayısıyla bünyesinde İslam'ın hakim olduğu
Osmanlı ve Selçuklu döneml~ri adanarak Orta Asya dönemi örnek alındı.
Tek parti ve tek ideoloji hakim olunca, daha önceki fikir haraketliliği de görülmez oldu. Böyle bir dönemde bir İslami mütefekkir, bir "müfessir-filozof' kendini
gösterdi.
1923'de Paul Janet ile G.Seaille'ın "Historie de la Philosophie" adlı abidevi eserinin metafizik bölümünü tercüme eden bu büyük alim ve mütefekkir, tercümesinin baş tarafına meşhur "Dibace"sini yazdı. Bu zat Elmalılı M. Harndi Yazır'dır.
Kendisi "Dibace" de din felsefesi yaptı. Cumhuriyet döneminde TBMM'nin özel
kararı ve yapılan özel anlaşmaya istinaden "Hak Dini Kur' an Dili" adlı dokuz ciltlik meşhur tefsirini yazdı. Bu tefsirde din felsefesi de, epistomoloji de vardı.
M. Harndi Yazır'a göre, "din bir kulluk ve boyun eğmedir. Fakat ilmi yönü olan
bir kulluktur."(Dibace). Harndi Yazır burada "akletme" ve "kulluk" kavramlarını
ayırır ve bunların irtibatını sağlar: "Sırf akletmeye engel kulluk, sırf duygusallığa
engel olan akletmedir. Akletme hakikate, kulluk hayırlı olana, din ise hak ve hayır' ı
bir araya getiren uluhiyete nazırdır." (Dibace). O, dini" zevi'l ukulü hüsn-ü ihtiyariyle bizzat hayırlara sevk eden bir vaz-ı ilahidir" ( Fatiha Tefsiri, I, 83) şeklinde de
tarif eder. Bu tarifin toplumsal yönü ağırlıktadır. Çünkü akıl sahiplerini insanlara
hayır işlemeye, yararlı olmaya sevk etmekten bahsetmektedir.
Harndi Yazır, mutlak olanın (vahyin, değerlerin), mutlak olmayana (bencil insan fertlerine) nasıl ulaştırılacağı sorusuna cevap olarak Peygamberlik kurumunu
görür. Çünkü peygamberler, ferdi vicdanlarının değil "vicdan-i küll"ün tefsiri ve
"nefs-i küll"ün mazharıdır. "Vahyin daima vicdanda bir misali, akılda da bir bulı­
ranı vardır." Bununla beraber en mükemmel idrak vesilesi olan akıl, kalbin yaşadı­
ğı çeşitli hallere nüfuz edemez ve ruhun tamamını kuşatamaz. Dolayısıyla dinin yani "vaz-ı ilahi"nin anlaşılmasında akıl bir başına kafi değildir. Vahiyde mahfuz
olup, insanın keşfetmeye mecbur ve mahkum olduğu mutlak değerler ile mürninler arasında ortaya çıkan uçurumu, Harndi Yazır "Din-Diyanet" ayrımıyla aşar.
· Din, mutlak sabit değişmezken, objektif ve gerçek bir kavram olarak Diy;;ınetin temelini teşkil eder. Diyanet ise, kişinin dini yaşaması olup subjektif bir kavramdır.
İlahi bir müessese olan dinin insanoğlu tarafından algılanması diyanettir. Burada
Harndi Yazır'ın üzerinde durduğu bir diğer önemli soru olan "Din nasıl diyanete
dönüşür?" sorusu üzerinde durmakta fayda var.
Bu ancak, ihtiyari yani seçme gücü ve iradesi olan insanın aklı vasıtasıyla olur.
Akıl olmayınca dinin önemi kalmaz. İhtiyar ve akıl olmazsa dinin yaşanınası olan
diyanetin de bir kıymeti olmaz. Akıl nakille beslenerek bilgi üretir, bu bilgiyi ihtiyar kendi seçimlerinde ölçü olarak kullanır. Akıl ve ihtiyar desteklerine dayanan
168
1 Din - Küttür ve Ça~daşlık
fert, fail-i muhtar olarak "hayr"ı bir kere tattı mı artık hayra döner ve zorlamadan
iradi olarak hayırlar yapar ve din diyanetleşir. İşte dini tefekkür de bunun zihne bir
yansıması olarak ortaya çıkar.
Peki dinde değişme, yenilenme olmaz mı? Olursa nasıl olacaktır?
Bid'ate düşmeden yenilenmenin nasıl gerçekleşeceği hususu Harndi Yazır'ın
esas sorunlarından birisidir. O, önce yenilenmeyi açıklayarak uyarır: Yenilenme tebeddül ve tahrif değildir. İslam' da en büyük ilke vahdet olduğu için önce yenilenmenin bütün sürecinde İslam ümmetinin Müslüman kimliği korunacaktır. Her
asırda meydana gelen fikri ve maddi olaylar incelenecek, tecrübe ve türnevarım yolu ile akli çıkarımlar yapılacaktır. Böylece ümmetin hayatına giren (şuurlu/şuursuz)
yeni olguların dini ve hukuki durumları sorgulanacak, helak edici olanlarla hayat
verici olanlar ayrılacak ve ikinciler benimsenecektir. Akıllar ile duygular da birleş­
tirilerek vicdaniara yeni ihtiyaçları karşılayan yeni canlılıklar verilecektir. Bu arada
ayet ve hadisler ile belirlenen ilkeler korunacak, ama teferratta ve tatbikatta benimsenen yenilikler uygulanacaktır. Yine de yeniliklerin sınırı çözülecek bu metod ile
içtimai ruh kopmaktan ve dağılmaktan kurtulacaktır. Burada ilke şudur: "Beka
içinde yenilenme, yenilenme içiıide beka." Yenilenme dağılma değil, nefret değil
birlik ve muhabbet aşılayacak, korku değil emniyet getirecektir. Bunu müceddid
alimler yapacaktır ve onlar da peygamberlerin varisieri olan alimler arasından çıka­
caktır. Her seviyede hayatın devamı için istikrar çok önemlidir. Bu bakımdan
Harndi Yazır, külli bir kanun olan değişmenin ve istikrarın aynı anda oluştuğuna
kanidir. İnsanın yapısı da buna müsaittir. Zira insanda his değişmeyi, akıl da istikrarı temsil eder. Bu iki kuvvet arasında bir alıengin olması şahsiyeti kemaTe erdirir.
Elmaldı Harndi Yazır teceddüdün (yenilenmenin) önce fikri planla gerçekleşmesi
gereğine işaret eder. Mesela kelaın ilmi, ilimierin ışığında içtimai bir ahenge ulaş­
malıdır.
Elmalılı Harndi Yazır'a göre değişme içtihad ile olmalıdır; ama o, artık günümüzde fertlerin mutlak müctehid olamayacağı, ancak cemiyederin müctehid olacağı iddiasındadır. Fakat "bütün dini ilimierin muasır tefekkür ve fenlerle alakaları
kurulmalı ve onlar öyle takviye olunmalıdır" ki, müctehidler grubu içtihad yapabilsinler.
Görüldüğü gibi Haındi Yazır, İslam'ın yenileşme ve çağdaşlaşma problemlerine
çok köklü ve derin tahlillerle ulaşmaktadır. Esasında İslami yeniliği bir medeniyet,
yeni bilgi, ahlak ve varlık teorisi bütünlüğü içinde ele almakta, medeniliği de "kalıl
bela!"dan başiatmaktadır.
Cumhuriyet döneminde bir diğer önemli İslami düşün ür de Ahmet Naim' dir.
Kendisi felsefe müderrisi olduğu için İslam ahlakının felsefi yönden temellendirilmesine ağırlık vermiştir. Tecrid-i Sarih Tercümesi'nin baş tarafına yazdığı SOO sayfalık "Mukaddime"de temel bazı hadis kavramlarını açıklamış, usul-i hadis üzerine
geniş bilgi aktarmış, bilhassa hadis kritiğine önem vermiştir. Ravilerin hadis rivayetİndeki ve hadis tenkidindeki titizliklerini metodoloji ve tarih felsefesi açısından
Tebliğler
ve MÜZakereler 1 169
akla itimad edilmesi gerektiği üzerinde
ilkelerine itiınad etmeyen kimselerin başkalarını akli delillerle susturmaya çalışmasını gülünç bulmuştur.
M. Şerafetlin Yaltkaya'nın dini düşüncedeki yeri, kelam ilminin yenilenmesi ve
sosyal kelamın kurulması hususunda "içtimai ilm-i kelam" başlığı altında yazılar
yazmasıdır. O da kelamı soyut tartışmalardan kurtarıp içtimai hayata sokma endiizaha ve
değerlendirmeye çalışmış, daiına
durmuş, aklın
şesi yaşamıştır.
Ahmet Harndi Akseki, felsefeyle yakından ilgilenmiş, İslam'ın çeşitli meseleleri
üzerine muhtelifkitaplar yazmıştır. O, "Ruh ve Beka-yı Ruh" adıyla bir kitap hazır­
lamış ve bu kitapta ruhun ne olduğu ve ölümsüzlüğü üzerinde durmuştur. Sakrat
öncesinden 20. asra kadar ruh hakkında illozofların görüşlerini serdetmiş, yeri gelince de kendi görüşlerini beyan etmiştir (eser basılmamıştır). A. Hamdi Akseki,
ayrıca mezhebierin birleştirilmesi üzerinde de ciddiyede durmuştur.
Necip Fazıl Kısakürek, İslami bir ideoloji geliştirmeye çalışmış, bu çerçevede bir
fikir sistemi geliştirmiştir. Zihnin yabancı kavramlardan temizlenmesi üzerinde
durmuş, şair olarak İslami bir tahassüs meydana getirebilmek için uğraşmıştır. Ayrıca, poetikasını da yazarak İslami şiir ve sanat anlayışı ortaya koymuştur.
Sezai Karakoç da bir şair olarak, İslami tahassüs ortamı yaratmak için uğraşmış­
tır. Bir çeşit İslami varoluşçuğu benimsemiştir. Şiirinin muhtevasını şöyle açıklar:
"Benim şürim, aşk, hürriyet, arayış ve ölüm gibi varolmanın dinamitlendiği noktalarda trajik espriyi, irrasyonele, absürde bulanınışı (mutlak) zaptetmektir." Ona göre Batı medeniyeti bir görüntü medeniyetidir. Müslümanın medeniyeti, ruhun dirilişinin medeniyetidir (peygamberler medeniyeti). O, İslami harekete "Diriliş hareketi" diyor. Ona göre "Diriliş Hareketi, İslami hayat ile ruhu diriitme harekatı­
dır." İslam'ın dirilişi, "vücudunda bir kıyamet aşısı taşıyan, ötenin sarsıntısını duymamış kimselere bir kıyamet şuuru aşılayan, kıyamet adamı" olan Müslüman sayesinde gerçekleşir.
Sabri Ülgener, aslında bir iktisat tarihçisidir. Bazı İslami meseleler üzerinde derinlemesine düşünmüş ve çeşitli kitaplar yazmıştır. Başlıca eserleri" İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası", "Zihniyetve Din"," İslam Tasavvufu ve Çözülme Devri Ahlakı", "Zihniyet, Aydınlar ve İzmler"," Darlık Bulıranları ve İslam İk­
tisat Siyaseti" dir.
Ülgen er bu eserlerinde, genellikle zihniyet meseleleri üzrinde durmuştur. Onun
cevap aradığı başlıca sorular şunlardır: Bugünkü zihniyetimiz nasıl oluşmuştur?
Bunun din ve tasavvufla ilgisi var mıdır? İktisadi zihniyetin dinle ilgisi nedir? Sosyal değerlerin en önemlisi olan dini motifterin ahlaki, hukuki ve iktisadi değerlerde
etkisi yok mudur?
Ülgener Islam tasavvufunun iktisadi zihniyeti kötürümleştirdiği kanatindedir.
O, Max W eber' e dayanmakla beraber, onun İslam' ı tenkit etmesini haksız bulmakta ve Weber'i tenkit etmektedir.
Meslekten yetişmeyen bir başka düşün ür de Erol Güngör' dür. Milliyetçi düşü-
170
1 Din - Kültür ve Çağdaşlık
nürler arasında ele alınan Güngör'ün İslami düşünüş bakımından iki eseri vardır;
(konuyla ilgili bazı makalaleleri de mevcuttur) İslam'ın Bugünkü Meseleleri ve İs­
lam Tasavvufunun Meseleleri. Bu eserler, Cumhuriyet döneminde yazılmış, sistemli, insicamlı, tutarlı, vukutlu, bilimsel ve objektif muhtevada derli toplu en
önemli eserlerdir.
Erol Güngör ilk eserinde hem İslam dünyasının hem de Türkiye'nin İslami meselelerinin genel olarak ilmi ve fıkri tahlilini yapar. Bunun için de önce Batı medeniyetinin tahlilini yapar. Sonra insanlığın mevcut durumdan kurtulması için İs­
lam'ı bir alternatif olarak görür. O, modernizmi bütün problemierin kaynağı ve İs­
lami hayatı yaşamanın engeli olarak nitelemektedir. Ona göre insanlığın bugünkü
bunalımdan kurtarılması için İslam gereken şartları haizdir: Tarihte gösterdiği bütüncü hakikat anlayışı bakımından bunu yapabilir. Bunun yanında bu hakikatİn
kavranması konusunda gösterdiği bilgi elde etme vasıtalarını birbirine indirgerneyen yaklaşımıyla bunu yapabilir. Ayrıca getirdiği sosyal adalet ilkeleriyle ve uygulanıalarıyla bu kurtuluşu gerçekleştirebilir. Ona göre yapılacak iş gayet basittir: Bü~
tüncü bilgi a~layışına dayanarak modernizmin geliştirdiği indirgemeci ve inkarcı
bilim anlayışının aşılmasıdır.
Erol Güngör, Batının indirgemeci bilim anlayışına karşılık yeni bir bilim anlayışı geliştirmeyi teklif etmektedir. Dolayısıyla bu yeni bir epistemolojinin kapısının
aralanmasıdır. O, İslam'ın bir değerler sistemi olduğunu hatırlatarak İslam'dan
kaynaklanan yeni bir medeniyetin canlanabileceğinden söz eder. Bu fıkrini sosyal
ve kültürel değişmeyle temellendirir: "Bunu kabul etmezsek, sosyal değİşıneyi ve
kültür değişmesini de inkar etmiş oluruz" der. İslam davası, ona göre's1yasi bir dava değildir. Müslümanlar yeni bir medeniyet kurarak varlıklarını korumak ve onu
yücelterek yabancı kültürlerin baskısından kurtulmak mecburiyetindelerdir.
Diğer kitabında ise tasavvufun kaynağını araştırdıktan sonra bu ,kaynağın İsla­
mi olduğunu tespit eder ve "bu haliyle tasavvuf, medeniyetimizin çok kıymetli bir
parçasıdır" der. Onun düşüncesinde tasavvuf, siyasi- iktisadi çöküntünün bir neticesi değil; ama, bu çöküntüye karşı ortaya çıkan bir tepkidir. Tasavvufun çöküntüye sebep olduğu iddiası savunulamayacak kadar çürük bir iddiadır. O, çözülmeyi
değil manevi birliği ifade eder. Görüldüğü gibi Erol Güngör de bütüncü bir mütefekkirdir.
Hayreddin Karaman, meslekten gelen, kendisini iyi yetiştirmiş, çok kuvvetli
mantığı ve muhakemesi olan bir fıkıh alimidir. İslam hukukunun günümüzdeki bir
kısım meseleleri üzerinde çalışmış, modern hukuk ile mukayeseler yapan üç ciltlik
bir eser yayınlamıştır. Ayrıca, "İslam'ın Işığında Günün Meseleleri" başlıklı üç ciltlik eseri de Müslümanların günlük hayatta karşılaştıkları birtakım meseldere çözüm getirmektedir.
Kendisi aynı zamanda bir usulcüdür. "Fıkıh usulune dayanarak yeni hükümler
nasıl çıkartılacaktır" sorusunun cevabını vermektedir. Bu bakımdan içtihad üzerine yoğunlaşmış ve bu konuda da bir kitap yazmıştır. Vahiy ile teyid edilmiş aklın
Tebliğler ve MÜZakereler 1
171
yolunu benimseyen Karaman, içtihad kapısının kapalı olmadığını, bunu kapalı tutmaya çalışmayı İslam'ın ruhuna aykırı bulmakta; hayat ve toplum dini olan İs­
lam'ın değişen toplum ve dünya hadiseleri karşısında dondurulmasına karşı çık­
maktadır. Karaman, mezhep kavgalarının İslam dünyasına zarar verdiğini düşüne­
rek "Telfık-i Mezahip" taraftarı olmuş ve bütün mezheplerden faydalanmayı, mezhepleri kuralların üstüne çıkararak yeni hükümler çıkarmayı teklif etmiştir. O, ancak, iman, ibadet ve ilmin Müslümanları kurtaracağını belirtmiş, İslam'ın reforma
ihtiyaç duymadığını, yalnız Müslümanların bilgi ve yaşayış bakımından islah edilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Mehmet Sait Aydın, meslekten yetişmiş, din felsefesi üzerine ağırlıklı olarak çalışmıştır. İslam'ın modern dünyadaki meseleleri üzerine farklı araştırmalar yapmış,
yeni bazı fikirler ileri sürmüş ve bu araştırmalarını da kitaplar halinde bir araya getirmiştir. Bunlar arasında, "İçe Kritik Bakış, Din, Felsefe, Laiklik" ve" İslam'ın Evrenselliği" öne çıkı11aktadır.
Mehmet S. Aydın, birinci kitapta genellikle din ve laiklik meselelerini ele almış­
tır. Üzerinde ağırlıklı olarak durduğu meseleler, İslami rasyonalite, modernleşme,
laiklik, modernleşme karşısında İslam, İslami bilgi, din ve demokrasi ile ilgili meselelerdir.
Mehmet S. Aydın nasıl bir rasyonalite istemektedir? Onun düşündüğü rasyonalite (aklilik) bölmeci, indirgemeci değil, bütünleştirici, birleştirici, "tevhid" ilkesine göre oluşan, bu ilkeye sadık kalan bir rasyonalitedir. Bu rasyonellik her türlü yeni tecrübeye açık, oluşum süreci içinde bulunmayı muhafaza etmesi gereken bir
rasyonelliktir. "İslami rasyonellik içinde vahiy, sadece ontolojik değil epistemolojik bir istikrar da oluşturur." Bu rasyonellik bir gelenek içinde gelişir, zenginleşir,
post-modern tutumu da benimsemez.
Mehmet S. Aydın, İslami bir devlet taraftarı değildir. O, Kur'an'ın temel ahlaki
değerlerin gerçekleşeceği bir ahlak düzeni üzerinde ısrar ettiğini düşünmektedir. O
modern İslam düşüncesini yeniden kurmayı kendisine problem edinmiş bir düşü­
nürdür; Kur'an rehberliğinde Müslüman aydınların nasıl düşünmesi gerektiğini
göstermeye çalışmaktadır.
Alparslan Açıkgenç, meslekten yetişmiş, Molla Sadra ile Heidegger' in varlık anlayışlarının mukayesesİ üzerine çalışan, genç bir bilim adamı ve düşünürümüzdür.
Kendisi "Bilgi Felsefesi" adıyla yayımladığı eserinde, buraya kadar kısa kısa ifade etmeye çalıştığımız düşünürlerden farklı olarak Kur'an kavramiarına dayanarak yeni
bir bilim anlayışı ve bilim felsefesi geliştirilmesi gerektiğini belirtmiş ve daha da
mühimi bir bilgi ve bilim felsefesi modeli, "İslami çerçevede bir Bilgi Kuramı" ortaya: koymuştur.
Bu husus, böyle geniş bir şekilde diğer düşünürlerce ele alınmamıştır. Onun geliştirdiği İslami bilim felsefe anlayışı, Kur' an' dan çıkardığı "gayb-şehadet" alemi ayrımına dayanmaktadır.
172
1 Din - Kü~ür ve Çağdaşlık
Sonuç
Bazı düşünüdere
temas edernemekle beraber başlıcalarına kısa bir resmi geçit
yaptırdığımız İslami düşünürlerimizin şahıslannda, İslami düşünceyi ve onun ele
aldığı
problemleri belirtmeye çalıştık. Aslında bu panaramik bir bakıştır. Burada
tahlil ve tenkide yer verilememiştir. Bu panarom* bakıştan anlaşılan odur
ki, Türkiye' de İslami düşünce kurulma sancıları çeken, fakat çok kuwetli temsilcileri olmayan, birçoğunun bunu bir yöntem sorunu olarak görmediği, emekleme
dönemindeki bir düşünce faliyetidir. Bu macera muhakkak ki büyük tecrübeler
geniş
kazandırmıştır.
Download