DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ ENSTİTÜSÜ ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TARİHİ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Cilt: XII Sayı: 25 İZMİR, 2013 Yıl: 2012/Güz DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ ENSTİTÜSÜ ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TARİHİ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Cilt: Sayı: Yıl: 2012/Güz XII 25 Yayın No: ISSN NO: 1. Baskı Derginin Sahibi: Sorumlu Müdür: Yönetim Yeri: Yayının Türü: D.E.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Adına Prof. Dr. Kemal ARI Prof. Dr. Kemal ARI Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Buca - İZMİR Akademik Hakemli - Altı Ayda Bir Yayınlanır. Yönetim ve Yazışma Adresi: Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Tınaztepe Yerleşkesi, Buca - İzmir Telefon: (0 232) 301 79 28 - 301 79 37 Faks: (0 232) 463 83 70 E-mail: cttad.deu@gmail.com http://web.deu.edu.tr/ataturkilkeleri/tr/index.htm Kapak Tasarımı: Sayfa Tasarımı: Tarık Taşçı (tariktasci@gmail.com) Ahmet Yılmaz (ahmet.deu@hotmail.com) Basım Yeri ve Tarih: Dokuz Eylül Üniversitesi Matbaası Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, ASOS (Akademia Sosyal Bilimler İndeksi) tarafından taranmaktadır. Yayınlanan yazılarda ileri sürülen görüşlerin sorumluluğu, yazarlarına aittir. Tüm Hakları Saklıdır. DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ ENSTİTÜSÜ ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TARİHİ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ DOKUZ EYLUL UNIVERSITY INSTITUTE OF ATATURK’S PRINCIPLES AND TURKISH REVOLUTION HISTORY JOURNAL OF MODERN TURKISH HISTORY STUDIES Sahibi / Owner Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Prof. Dr. Kemal ARI Yayın Kurulu / Editorial Board Prof. Dr. Kemal ARI Yrd. Doç. Dr. Kenan KIRKPINAR Yrd. Doç. Dr. Ahmet MEHMETEFENDİOĞLU Yrd. Doç. Dr. Türkan BAŞYİĞİT Sayı Editörü / Issue Editor Yrd. Doç. Dr. Alev GÖZCÜ Dr. Fevzi ÇAKMAK Hakem Kurulu / Referees Board Prof. Dr. Fatma ACUNHacettepe Üniversitesi Prof. Dr. Seçil AKGÜNOrtadoğu Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Kemal ARIDokuz Eylül Üniversitesi Prof. Dr. Zeki ARIKANEge Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet ARSLANEge Üniversitesi Prof. Dr. Ergün AYBARSDokuz Eylül Üniversitesi Prof. Dr. Tülay Alim BARAN Yeditepe Üniversitesi Prof. Dr. Bayram BAYRAKTAR Dokuz Eylül Üniversitesi Prof. Dr. Engin BERBEREge Üniversitesi Prof. Dr. Esin DAYIAtatürk Üniversitesi Prof. Dr. Fevzi DEMİRMersin Üniversitesi Prof. Dr. Yavuz ERCANAnkara Üniversitesi Prof. Dr. İhsan GÜNEŞAnadolu Üniversitesi Prof. Dr. Raoul MOTIKAHamburg University Prof. Dr. Mustafa ÖZATEŞLER Dokuz Eylül Üniversitesi Prof. Dr. Neşe ÖZDENAnkara Üniversitesi Prof. Dr. Ali SARIKOYUNLUOsmangazi Üniversitesi Prof. Dr. Sabri SÜRGEVİLEge Üniversitesi Prof. Dr. Mete TUNÇOKU Onsekiz Mart Üniversitesi Prof. Dr. Ünsal YAVUZBaşkent Üniversitesi Prof. Dr. Mustafa YILMAZHacettepe Üniversitesi Prof. Dr. Şerife YORULMAZMersin Üniversitesi Prof. Dr. Saime YÜCEERUludağ Üniversitesi Doç. Dr. Yonca ANZERLİOĞLUHacettepe Üniversitesi Doç. Dr. Mustafa DAŞDokuz Eylül Üniversitesi Doç. Dr. Yasemin DOĞANERHacettepe Üniversitesi Doç. Dr. Kutan KAHRAMANTÜRK Dokuz Eylül Üniversitesi Doç. Dr. Ulvi KESERAtılım Üniversitesi Doç. Dr. Osman KÖSEOndokuz Mayıs Üniversitesi Doç. Dr. Hasan MERTEge Üniversitesi Doç. Dr. Ayten SEZER ARIĞHacettepe Üniversitesi Doç. Dr. Mustafa ŞAHİNDokuz Eylül Üniversitesi Doç. Dr. Muzaffer TEPEKAYA Celal Bayar Üniversitesi Doç. Dr. Sadiye TUTSAKUşak Üniversitesi Doç. Dr. Hakan UZUNAnkara Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Mehmet BAŞARAN Adnan Menderes Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Türkan BAŞYİĞİT Dokuz Eylül Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Nejdet BİLGİ Celal Bayar Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Bülent ÇELİK Adnan Menderes Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Esra ÇOKER Dokuz Eylül Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Tanju DEMİR Adnan Menderes Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Mehmet Emin ELMACI Dokuz Eylül Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Salhadin GÖK Adıyaman Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Alev GÖZCÜ Dokuz Eylül Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Günver GÜNEŞ Adnan Menderes Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Fabio L. GRASSI Yıldız Teknik Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Umut KARABULUT Pamukkale Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Murat KORALTÜRK Marmara Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Kenan KIRKPINAR Dokuz Eylül Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Leyla KIRKPINAR Dokuz Eylül Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Ahmet MEHMETEFENDİOĞLU Dokuz Eylül Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Nuray ÖNDER Dokuz Eylül Üniversitesi Yrd. Dr. Tuncay Ercan SEPETÇİOĞLU Adnan Menderes Üniversitesi Yrd. Doç. Dr.. Melih TINAL Dokuz Eylül Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Türkmen TÖRELİ Dokuz Eylül Üniversitesi Dr. Necdet AYSALAnkara Üniversitesi Dr. Fevzi ÇAKMAKDokuz Eylül Üniversitesi Dr. Bülent DURGUN Dr. Sadık ERDAŞHacettepe Üniversitesi Dr. Hasan Taner KERİMOĞLU Dokuz Eylül Üniversitesi Dr. Mustafa ÖZDEMİRDokuz Eylül Üniversitesi Dr. Cihan ÖZGÜNEge Üniversitesi Dr. Süleyman TÜZÜNHacettepe Üniversitesi Dr. Mithat Kadri VURALDokuz Eylül Üniversitesi Dr. Gürhan YELLİCEDokuz Eylül Üniversitesi Sekretarya / Secretary Okt. Ahmet YILMAZ Gurbet GÖKGÖZ Araş. Gör. Mustafa KIRIŞMAN Araş. Gör. Ferah AYYILMAZ Cilt / Volume: XII Sayı / Issue: 25 Yıl / Year: 2012/Güz İÇİNDEKİLER / CONTENTS Sayfa / Page Editörden Editor’s Note 1 MAKALELER / ARTICLES: Hüsnü ÖZLÜ Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın İşgali Süreci Invasion Process Of The Aegean Islands During Balkan Wars In The Light Of Archival Documents 9 Muhammet GÜÇLÜ Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu Gazetesi (19 Aralık 1920-12 Eylül 1922) First Representative Of The Local Media In Antalya: Anatolian Newspaper In Antalya (19 December 1920-12 September 1922) 33 Fatih TUĞLUOĞLU Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 Second Population Census Of the Republic Of Turkey: 20 İlkteşrin 1935 Ahmet ASKER Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları Turks And People Of Middle East In Nazis’ Racial Classification 55 79 Hakan UZUN İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1947 Olağan Kurultayı Quest For Identity Of A Party In Power: The Ordinary Congress Of Republican People’s Party Of 1947 Müslime GÜNEŞ Adnan Menderes ve Halkevleri Adnan Menderes And Community Centers 101 141 Ayşegül ŞENTÜRK Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak Transition Process Into Multi-Party System And Necmettin Sadak Ulvi KESER Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olaylarına Kesitsel Bir Bakış A Profile Glance At 6/7 Event In Turkey In The Light Of Cyprus Issue Ahmet MEHMETEFENDİOĞLU / Cemal Necip GÜREL 1956 Yılında Yapılan Bir İade-i İtibar Girişimi A Refundable Credit Attempt for Convicts of Izmir in 1956 157 181 227 ÇEVİRİ / TRANSLATION: Taner BULUT Büyük Britanya ve Doğu Great Britain And Easternquestion 245 KİTAP TANITIMI / BOOK REVIEW: Fevzi ÇAKMAK Bülent Durgun, Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi 1923-1938, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı, İzmir, 2012, 360 sayfa. Bülent Durgun, İzmir Economy in the Early Republican Epoch 19231938, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı, Izmir, 2012, 360 pages. 257 Hasan GÜRKAN Jack Goody, Tarih Hırsızlığı, Çev: Gül Çağalı Güven, 1. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, 420 sayfa. Jack Goody, History Theft, Trans: Gül Çağali Güven, 1st Edition, Iş Bankasi Kultur Yayinlari, 420 pages. 267 DİZİN / INDEX: Mehmet Emin ELMACI Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Yıllık Sayı Dizini 25 Years Of Number Index Of Journal Of Researchs In Modern Turkey 275 ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TARİHİ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ CİLT:SAYI:YIL: XII 25 2012/Güz EDİTÖRDEN Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi’nin, tarihe ilişkin değişik konuları ele alan 12 ayrı makalesinin yer aldığı 25. sayısını araştırmacıların, bilim dünyasının ilgi ve beğenisine sunuyoruz. Uzun bir sürenin ardından, geçen sayı ile birlikte normal periyodunu yakalayan dergimiz, bundan sonraki süreçte, Bahar ve Güz olmak üzere yılda iki defa yayınlanmaya devam edecektir. Bu yıl Balkan Savaşları’nın 100. Yıl dönümüne yönelik ülke genelinde pek çok etkinlik gerçekleştirildi. Bu sayımızda; Dr. Hüsnü Özlü tarafından kaleme alınan ve Balkan Savaşlarının tarihimize bıraktığı en acı kesitlerden biri olan Ege Adalarının kaybediliş sürecine değinen bir yazıya yer veriyoruz. Yeni bilgi ve belgelerle, bu büyük olayın boyutlarını daha net görmemizi sağlayacakolan araştırmanın, Balkan Savaşları nedeniyle yapılan çalışmalara bir katkı olacağını düşünüyoruz. Dergimizde yer alan bir başka yazı ise; Antalya ilinde çıkan “Anadolu Gazetesi”dir. Bilindiği gibi, Milli Mücadele’de kamuoyu oluşturmanın en önemli araçlarından biri basındı. Ülkenin pek çok yerinde yerel ölçekli gazeteler yayımlanıyordu. Halkın, Milli Mücadele’nin amacını anlaması için büyük rol oynayan Anadolu basını arasında, Anadolu Gazetesinin Antalya örneğinde yerine getirdiği görev, Yrd. Doç. Dr. Muhammet Güçlü tarafından kaleme alındı. Osmanlı Devleti tarih sahnesinden çekilirken ve ondan kalan son topraklarda yeni bir Türk Devleti inşa edilirken, nüfus da büyük değişimlere uğramıştı. Yeni devlet, bir yandan nüfusu artırmaya dönük önlemler alırken, öte yandan nüfus sayısını ve özelliklerini belirlemek yönünde de çalışmalar yapmaktaydı. Yrd. Doç. Dr. Fatih Tuğluoğlu’nun yazısı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan ve devletin üzerinde titizlikle eğildiği nüfus sayımlarını ele alarak; 1935 Nüfus sayımı örneğinden hareketle, çeşitli tespitlere yer veriyor. Dergimizin bu sayıdaki dikkat çekici makalelerinden bir diğeri de Dr. Ahmet Asker tarafından kaleme alınan “Nazi Irk Tasnifinde Türkler Ve Ortadoğu Halkları” 1 başlığını taşımaktadır. Bu çalışmada Nazi Almanya’sında yürürlüğe giren yasalar çerçevesinde Türkiye ve Türkler üzerine dönemin ırkçı atmosferi içinde yapılan karşılıklı değerlendirilmelere yer verilmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında müttefiklerin galip gelmesiyle birlikte Türkiye’de de bu hava etkili olmuş ve iç siyasette önemli değişimler meydana gelmiştir. Bu sürecin şüphesiz en önemli sonucu Türkiye’nin yeniden çok partili siyasal yaşama dönmesidir. İşte bu süreçte 1946 yılı ile birlikte yaşanan değişim ve bu duruma ayak uydurmaya çalışan Cumhuriyet Halk Partisi içindeki gelişmeler, “İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1947 Olağan Kurultayı” başlıklı makalede ele alınmıştır. Makalenin yazarı; artık dergimizin sürekli yazarlarından biri diyebileceğimiz, Doç. Dr. Hakan Uzun. Dergimizde çok partili hayata geçiş sürecine ilişkin başka bir yazıda, gazeteci ve siyasi kimliği ile sürecin bizzat içinde yer alan Necmettin Sadak’ın, bu geçiş dönemine ve Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarına ilişkin görüşlerine yer veriyoruz. Bu makalenin yazarı Dr. Ayşegül Şentürk. 25. sayımızda Demokrat Parti döneminde meydana gelmiş olan kimi olaylar ve siyasi gelişmeleri değerlendiren yazılar da yer almaktadır. Bu atmosferin etkisi ve onu izleyen süreçte önemli dönemeçler biçiminde ortaya çıkan iki yazıdan birisi Yrd. Doç. Dr. Müslime Güneş tarafından kaleme alınmış olan “Adnan Menderes ve Halkevleri”dir. Demokrat Parti döneminin dış politikada en önemli sorunu haline gelen Kıbrıs ve bu süreci değerlendiren “Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olaylarına Kesitsel Bir Bakış” adlı yazı ise sürekli yazarlarımızdan Doç. Dr. Ulvi Keser tarafından kaleme alındı. Demokrat Parti dönemindeki bir olayı değerlendiren son makalemiz ise Yrd. Doç. Dr. Ahmet Mehmet Efendioğlu ve Necip Gürel tarafından kaleme alınan; “İzmir Suikastı Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan Bir İade-i İtibar Girişimi” adını taşıyor. Böylece, birbirini izleyen dört ayrı yazıda; sadece bir siyasal dönemin kendine özgü kesitleri öne çıkmıyor; aynı zamanda bu sürecin perde arkasında kalmış olayları da aralanıyor. Bu sayımızda Taner Bulut tarafından hazırlanan ve İngiltere’nin Doğu siyasetini irdeleyen J. Holland Rose’un“Great Britain and The Eastern Question” adlı yazısının çevirisine de yer verdik. İki de tanıtım yazımız var: Bunlardan ilki Dr. Bülent Durgun tarafından kaleme alınan “Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi (1923-1938)”; bir diğeri ise Jack Goody’in“Tarih Hırsızlığı” isimli kitapları üzerine yapılmış. İlk kitabın bir özelliği var ki oda, Enstitümüzde yapılan bir doktora tezinin kitap olarak yayınlanmış halidir. Söz konusu kitap aynı zamanda İzmir’in, Cumhuriyet’in ilk yıllarına ilişkin pek çok verisini de ortaya koymaktadır. Bu önemli çalışma Dr. Fevzi Çakmak tarafından tanıtıldı. İkinci çeviri kitabın tanıtımını ise Hasan Gürkan yaptı. 2 Dergimizin ilk 10 sayısının indeksi; Yrd. Doç. Dr. Mehmet Emin Elmacı tarafından yapılmış ve dergimizin 11. sayısında yayınlanmıştı. Dergimizin elinizde bulunan bu 25. sayısını, onun sonraki yıllarda sürecek yaşamı içinde önemli bir dönemeç sayıyoruz. Bu sebeple tekrar Yrd. Doç. Dr. Mehmet Emin Elmacı, 25 sayının toplu indeksini oluşturarak dergimizin geçmişten bu güne uzanan birikimini bu çalışmasında ortaya koydu. Böylece dergimizden yararlanmak isteyecek okuyucu ve araştırıcıların önüne önemli bir başvuru kaynağı koymuş bulunuyoruz. Derginin yayınlanmasında çok kişinin emeği var: Yazarlarından, hakemlerine; düzeltme çalışmalarını yapanlardan basımına dek; pek çok kişinin emeğinin harmanıyla dergimiz yayımlanabiliyor. Emek sahiplerinin hepsine şükranlarımızı sunuyoruz. Bu nedenle derginin editörleri olarak; enstitümüz adına bütün emeği geçenlere teşekkürü bir borç biliyoruz. Yeni sayımızda görüşmek üzere… Yrd. Doç. Dr. Alev GÖZCÜ 3 Dr. Fevzi ÇAKMAK 4 JOURNAL OF MODERN TURKISH HISTORY STUDIES VOLUME:ISSUE:YEAR: XII 25 2012/Güz EDITOR’S NOTE We offer Journal of Modern Turkish History Studies’ 25th Volume, which includes 12 separate articles dealing with various themes relating to history, to the interest and appreciation of the world of science and researchers. After a long period, the Journal has captured its normal period with the last volume; the next period, twice a year, in Spring and Fall it will continue to run. This year, many activities were carried out for the 100th Anniversary of the Balkan Wars throughout the country. In this volume, we give a place to an article penned by Dr. Hüsnü Özlü which refers to the process the lost of the Aegean Islands one of the most painful section of the Balkan Wars. With new information and documents we think that the research providing a clearer insight to see the size of this big event will be a contribution to the studies of the Balkan Wars. In another article in our journal is “Anadolu Gazetesi” published in Antalya. As you know, one of the most important instruments of creating public opinion in the National Struggle was the press. The local scale newspapers were published in many parts of the country. Among the Anatolian Press playing a major role in order to understand the purpose of the National Struggle by the public, Anatolian Newspaper’s duty fulfilled in the case of Antalya was written by Asst. Prof. Dr. Muhammet Güçlü. While the Ottoman State was withdrawing from the stage of history and in its last remaining territories a new Turkish State was being established, the population had been undergone many changes. The new state was taking measures to increase the population; on the other hand, it was making studies to determine the characteristics and the count of the population. Through the example of the Census 1935, Asst. Prof. Dr. Fatih Tuğluoğlu’s script is located in the various determinations by taking on the carefully tilted censuses realized in the early years of the Republic. In this volume of our journal, one of the remarkable articles is the “Turks and people of middle East in Nazis’racial Classification” written 5 by Dr. Ahmet Asker. Within the framework of the laws which came into force in Nazi Germany, the reciprocal determinations made in the racial atmosphere of this period against Turkey and the Turks are given place in this study. After Second World War, the victorious of Allies Powers affected Turkey and many changes in its domestic policies have occurred. The most important result of this process is undoubtedly the re-turning of Turkey to the multi-party political life. In this process by the year 1946, changes and progresses in the Republican People’s Party trying to keep up with this situation is under the debate in the article of “Quest For Identity Of A Party In Power: The Ordinary Congress Of Republican People’s Party Of 1947”. Author of the article, we can call him as one of the regular contributors of our journal, is Assoc. Prof. Dr. Hakan Uzun. In another article concerning transition to multi-party system in our journal, we give a place to opinions of Necmettin Sadak about first years of Democrat Party and this transition period who took place in this process personally with his journalist and political identity. The author of this article is Dr. Ayşegül Şentürk. Some events that occurred in the period of the Democratic Party and the writings evaluating the political developments take place in 25th volume. By this atmosphere’s effect, one of the two articles emerging as the form of important turning points in the next process is “Adnan Menderes And Community Centers” written by Asst. Prof. Dr. Müslime Güneş. Cyprus the most important issue in foreign policy of Democratic Party period and “A Profile Glance At 6/7 Event In Turkey In The Light Of Cyprus Issue” evaluating the process is written by Assoc. Prof. Dr. Ulvi Keser who is the one of our continuous authors. Our last article, “A Refundable Credit Attempt for Convicts of Izmir in 1956”, evaluating an incident at the period of Democratic Party is written by Asst. Prof. Dr. Ahmet Mehmetefendioğlu and Necip Gürel. Thus, in four successive articles, not only the specific sections of a political era come forward, but at the same time the events behind the scenes of this process are revealed. In this volume we give place to the translation of J. Holland Rose’s paper which is “Great Britain and the Eastern Question” translated by Res. Asst. Taner Bulut. There are also two introduction papers. First of all is about “İzmir Economy in the Early Republican Epoch (1923-1938)” written by Dr. Bülent Durgun; the other one is about “History Theft” by Jack Goody. The first book has a special feature that this doctoral dissertation written in our institute was published as a book. The book also exhibits many data about the early years of the Republic in İzmir. This important study is introduced by Dr. Fevzi Çakmak. Promotion letter of the second translation of the book is written by Hasan Gürkan. 6 Index parts of our journal’s first 10 volumes were prepared by Asst. Prof. Dr. Mehmet Emin Elmacı and published in the journal’s 11th volume. We consider the 25th volume of our journal in your hands as an important turning point in its life in the next few years. For this reason, again, by creating mass index of 25 volumes Asst. Prof. Dr. Mehmet Emin Elmacı in his study showed the journal’s all accumulations lying from the past to today. So we have put an important reference source in front of readers and researchers who want to take advantages from our journal. Many people have contributed to the publication of the journal: the authors, referees, workers who made the work of correction until the publication of the journal; by many people’s contributions our journal can be published. We are grateful to all the contribution owners. For this reason, as the editors of the journal, we feel indebted on behalf of our institute to thanks those who have contributed. See you on the next volume… Asst. Prof. Dr. Alev GÖZCÜ 7 Dr. Fevzi ÇAKMAK Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal Of Modern Turkish History Studies XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 9-32. ARŞİV BELGELERİ IŞIĞINDA BALKAN SAVAŞLARI’NDA EGE ADALARI’NIN İŞGALİ SÜRECİ Hüsnü ÖZLÜ* Öz Balkan Savaşı’nda Yunanistan’ın denizlerdeki temel politikası, Ege Denizi’ni hâkimiyeti altına almak, Osmanlı Devleti’nin ikmal yollarını kapatmak ve dolayısı ile Ege adalarını işgal etmektir. Yunan donanmasının boğaz üzerinde egemenlik kurma çabası özellikle adalarda üstünlük kurma ve adaları ele geçirme stratejisine dayanmaktadır. Bu kapsamda, Balkan Savaşı’nda Yunanistan öncelikle boğaza yakın adalardan başlamak üzere Ege Denizi’ndeki adaları işgal etmiştir. Bu dönemde Osmanlı donanması Ege Denizi’nde kesin sonuçlu bir muharebe yapma gücünden yoksundur. Donanma Komutan Vekili Albay Ramiz eldeki mevcut imkânlar ölçüsünde bölgeyi kontrol altına almak ve Yunan donanmasına yönelik faaliyetlerde bulunmak maksadıyla donanmanın toplu olarak denize çıkmasını ve taarruz hareketini planlamış, ancak yapılan muharebelerde başarı sağlanamamıştır. Balkan Savaşları neticesinde Osmanlı Devleti tarihinin en ağır yenilgisine uğramış ve sadece Balkanların dışına çekilmek durumunda kalmamış aynı zamanda Ege Denizi’ndeki üstünlüğünü de kaybederek Ege Adaları üzerindeki tasarrufunu da kaybetmiştir. Anahtar Sözcükler: Ada, İşgal, Donanma, Savaş, Deniz. INVASION PROCESS OF THE AEGEAN ISLANDS DURING BALKAN WARS IN THE LIGHT OF ARCHIVAL DOCUMENTS Abstract The basic policy of Greece on seas during Balkan Wars was to take the control of the Aegean Sea, to block the supply line of the Ottoman Empire, and consequently to invade the Aegean Islands. Greek Navy’s effort to maintain sovereignty over the strait based especially on her strategy for establishing superiority on Aegean Islands and capturing them. Within this scope, Greece, primarily, invaded the Aegean Islands during the Balkan Wars, starting with islands closer to the strait. In this period, the Ottoman Navy was incapable of fighting for a decisive battle on Aegean Sea. Colonel Ramiz, Deputy Commander of the Navy, planned the collective launching of the navy with the intention of engaging in an activity against Greek * Dr., (husnuozlu@hotmail.com). 9 Hüsnü ÖZLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Navy and taking the control of the region to the extent of currant opportunities and prepared an action plan, however no success was achieved in the battles. As a result of Balkan Wars, the Ottoman Empire suffered the heaviest defeat of her history and lost her possessions on Aegean Islands, by not only withdrawing from the Balkans but also losing her superiority on the Aegean Sea. Keywords: Island, Invasion, Navy, Battle, Sea. Giriş Osmanlı Devleti 19’uncu yüzyılın başında, gerek askerî ve gerekse ekonomik olarak eski gücünü kaybetmiş, topraklarını dahi korumakta zorlanan bir duruma gelmiştir. Bu süreçte Sultan Abdülaziz döneminde denizlerde üstünlük kurma adına, 15 zırhlı, 11 kruvazör, 40 torpidobot, 7 gambot ve 57 yardımcı gemiden oluşan 130 parçalık bir donanma teşkil edilmiştir. Ancak bu donanma plansız, programsız ve amaçsız kurulmuş, gerekli teknik kadrolar oluşturulmadan ve ön hazırlık yapılmadan bol miktarda gemi satın alınarak etkinlikten uzak bir yapı oluşturulmuştur1. Bunun yanında donanmanın uzun süre Haliçte atıl bekletilmesi ve muharebe gücünden uzak tutulması yaşanan bir başka olumsuzluktur2. Bu süreçte özellikle İngiltere’den birçok gemi satın alınmış, fakat İngiltere Osmanlı’nın Akdeniz’de üstünlük sağlayacak bir donanmaya sahip olmasını engelleyecek politikalarla Osmanlı Bahriye Nezareti’ni yanlış yönlendirmiştir. 1910 yılında İngiltere’ye staj için gönderilen Osmanlı subayları Trablusgarp Savaşı başlayınca geri dönmüş ancak İngiltere tarafsızlığını bahane ederek bu subayların savaşa katılmasını engellemiştir. Bu arada Yunanistan, donanma konusunda sürekli olarak İngiltere ile işbirliğine gitmiş ve Balkan Savaşı öncesi Yunan donanması İngilizlerin desteği ile güçlendirilmiştir. Savaşın hemen öncesinde Yunanistan, İngiltere’den 4, Almanya’dan da 2 muhrip satın alarak muhrip sayısını 14’e çıkarmış ve Osmanlı donanmasının 8 muhribine karşı üstün duruma gelmiştir. Bu konudaki en büyük sıkıntı ise Osmanlı gemilerinin bakımsız ve onarıma ihtiyaç duyar nitelikte olmasıdır3. Türk tarihinin en acılı dönemlerinden biri olan Balkan Şavaşları’nda yaşanan olaylardan gerek askerî ve gerekse siyasi olarak dersler çıkarılması ve bu sürecin sebep sonuç ilişkisi içerisinde analiz edilmesi gerekmektedir. Bu makalede Balkan Savaşları’nda yaşanan ve sonuçları günümüze kadar uzanan, siyasi sorunlara sebebiyet veren Ege Adaları’nın elden çıkışına ait gelişmeler, belgeler ışığında ele alınmıştır. Makale yoğun olarak, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Dairesi Arşivi Balkan Harbi Katalogunda bulunan belgelerden 1 2 3 Bilal Şimşir, Ege Sorunu Belgeler, 1912-1913, C.I, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1976, s.XVL. Afif Büyüktuğrul, Osmanlı Deniz Harp Tarihi ve Cumhuriyet Donanması, C:III, Deniz Basımevi, İstanbul, 1983, s.166. Şimşir, a.g.e., s. LIII. 10 Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) yararlanılarak kaleme alınmıştır. Özellikle adaların işgali sırasında bölgedeki askerî birlikler tarafından çekilen telgraflar ve mesajlar konu hakkında birinci elden ve detaylı bilgiler vermektedir. Çalışmada Ege Adaları içerisinde stratejik özelliklere sahip Limni, Sakız, Midilli Adaları’nın işgaline öncelik verilmiş ve bu süreçte Osmanlı donanmasının Ege Denizi’ndeki harekâtı üzerinde durulmuştur. Balkan Savaşları, Osmanlı ordusunun son yüzyılda yaşadığı büyük sıkıntıların sonuçlarının telafi edilemez boyutlara ulaştığı savaşlardır. Bu savaşlar, yüzyıllar boyu askerî güç olarak dünyanın en önemli ordusu konumunda olan Osmanlı ordusunun gerek kara orduları ve gerekse deniz gücü bakımından geldiği noktayı göstermesi açısından önemlidir. Balkan Savaşları’nda Osmanlı donanması görev ve harp, sevk ve idaresi açısından deniz harekât alanı olarak; Karadeniz, Marmara, Ege Denizi, Doğu Akdeniz, Yunan ve Adriyatik Deniz’leri, Kızıldeniz’de mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu mücadeleler içerisinde Varna Limanı’nı üs olarak kullanan Bulgaristan’a karşı Karadeniz’de askerî nakliyatı koruma maksatlı donanma gücü oluşturulmuş ve Osmanlı kara ordusu bu şekilde denizden desteklenmiştir4. Ayrıca İtalyanların muhtemel taarruzlarına karşı donanmanın bir kısmı Çanakkale önlerinde bekletilirken, diğer taraftan Karadeniz ve Marmara deniz nakliyatı da kontrol altına alınmaya çalışılmıştır5. Marmara Denizi özellikle kara ordularının başarısızlığı ve Balkan ordularının Çatalca önlerine kadar gelmeleri ile önem kazanmış, başlangıçta kapalı bir deniz olarak görülen Marmara Denizi donanma açısından sıkıntılı bir saha haline gelmiştir. Adriyatik Denizi, Doğu Akdeniz ve Kızıldeniz’de Osmanlı donanmasının etkinliği kalmamış, Ege Denizi’nde ise üstünlük Yunan donanmasına geçmiştir. Bu üstünlük Yunan donanmasına avantaj sağlamış ve Osmanlı ordusunun Balkanlara birlik kaydırma ve lojistik destek sağlama hedefini olumsuz etkilemiştir6. Balkan Savaşları’nda ilk büyük deniz çatışması 16 Aralık 1912 tarihinde Çanakkale Boğazı önünde meydana gelmiştir. Bu muharebede Osmanlı donanması Çanakkale Boğazı önlerinde Yunan donanması ile bir buçuk saat mücadele etmiş ve Averof Zırhlısı’na top atışının isabet etmesi üzerine Yunan donanması geri çekilmiştir7. Ege Denizi, Anadolu toprakları ile Balkanlar’ın stratejik olarak kesiştiği ana noktadır. Bu denizin kuzey ve doğusunda Osmanlı hâkimiyeti güçlü iken, batı ve güneyinde Yunan hâkimiyetinin gücü daha fazladır. Ayrıca Ege Denizi’nde bulunan adalar da stratejik öneme sahiptir. Özellikle Çanakkale 4 5 6 7 Afif Büyüktuğrul, “Balkan Savaşı Deniz Harekâtı Üzerine Gerçekler”, Belleten, C.XLIV, S.176, s.744. Bülent Durgun, “Ülke Savunmasında Deniz Yolu Ulaşımının Önemine Bir Örnek: Balkan Harbi’nde Osmanlı İmparatorluğu’nun Deniz Yolu Ulaştırması”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Aralık 2011, Yıl 7, Sayı 14, Harp Akademileri Basımevi, s.149. A.g.m., s.151. Rıchard C. Hall, Balkan Savaşları, 1912-1913, I. Dünya Savaşı’nın Provası, Çeviren: Tanju Akad, İstanbul, 2003, s.86. 11 Hüsnü ÖZLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Boğazının etrafındaki adalardan Bozcaada, İmroz, Semadirek ve Limni Adaları stratejik noktalar olup, Limni Adası daha sonra Yunanlıların en önemli üssü konumuna gelecektir8. Boğazlar sisteminin bir parçası olan bu adalar daha sonra Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi’ne karşı yapılan taarruzlarda da üs olarak kullanılmış ve bu üs’ler potansiyel tehdit olduğunu kanıtlamıştır9. Balkan Savaşı öncesinde Osmanlı donanmasının bir harekât planı yoktur. Donanma savunma amaçlı harekâtlarda, Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığı’nın emrine, taarruz harekâtında ise serbest bırakılmıştır. Özellikle Bahriye Nezareti, dönemin zor mali şartları altında gerekli yatırımları yapamamış, donanma geniş bir deniz harekâtından ziyade savunma tedbirlerine yönelmiştir10. 7 Ekim 1912 tarihinde donanma padişah iradesi ile Başkomutanlık Vekâleti’ne bağlanmış ve genel emir komuta işleyişinde de zafiyet ortaya çıkmıştır11. Padişah iradesiyle teşkil edilen “Şuray-ı Bahriye”, daire başkanlarından kurulu “Deniz Encümeni”, bu dönemde yeni oluşturulan kurullardır. Savaşın genel gidişatıyla ilgili olarak encümen tarafından yapılan incelemeler Şuray-ı Bahriye’ye arz edildikten sonra sırasıyla Bahriye Nezareti ve oradan da Başkomutanlığa iletilmektedir. Bu işleyiş donanmada sevk ve idarede büyük sorunlara sebebiyet vermiş ve hızlı karar almayı engellemiştir. Dolayısıyla Balkan Savaşları’nda denizlerde sevk ve idare de büyük sıkıntılar yaşanmış, verilen günlük emirlerle mücadele edilmiştir12. Balkan Savaşları’nda Bahriye Nezareti’nin genel harp planı; Ege Denizi ve Çanakkale Boğazı’nda olası bir Yunan taarruzuna karşı donanmayı hazır bekletmek, oluşturulacak bir filo ile de Bulgarlara karşı taarruz harekâtına girişmektir. Ayrıca Karadeniz üzerinden yapılan deniz nakliyatını koruma ve kıyı gözetleme görevleri de donanmanın bir başka görevidir. Balkan Savaşı başlarken Osmanlı donanmasında yer alan gemiler tablodaki gibidir 13: Zırhlılar Zırhlı Korvetler Kruvazörler Muhripler Torpidobotlar 8 9 10 11 12 13 Barbaros, Turgut reis, Mesudiye, Asar-ı Tevfik Feth-i Bülend, Muin’i Zafer, Avnillah Mecidiye, Hamidiye Taşoz, Yarhisar, Yadigar-ı Millet, Numune-i Hamiyet, Muavenet-i Milliye, Gayret-i Vataniye, Samsun, Basra Demirhisar, Sivrihisar, Sultanhisar,Tokat, Hamitabat, Kütahya, Ankara, Draç, Antalya, Akhisar, Yunus, Musul Balkan Harbi Kronolojisi, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999, s.86. Ali Kurumahmut, Ege’de Temel Sorun: Egemenliği Tartışmalı Adalar, Ankara, 1998,s.5. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Balkan Harbi, Osmanlı Deniz Harekâtı 1912-1913, C.7, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1993, s.44. Balkan Harbi Kronolojisi, s.13. BHK, K:142, D:90, F:003-04. BHK, K:142, D:90, F:003-21. 12 Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ... Gambotlar Torpido Kruvazörler Yardımcı Gemiler ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) İclaliye, Zühaf, Necm_i Şevket, Trabzon, Nur’ül Bahir, Marmaris, Malatya, Nevşehir, Taşköprü, Haliç, Refahiye, Antep, Seddülbahir, Bafra, Ordu, Gökçedağ, Kastamonu, Yozgat, İşkodra Peyk-i Şevket, Berk-i Satvet, Peleng-i Derya Tir-i Müjgan, Derne, Reşit Paşa, Giresun, Şam, Halep, Nusret, İntibah Balkan Savaşı’nda Osmanlı Donaması Balkan Savaşı öncesinde Navstathmos’ta toplanan Yunan donanması, İonya Denizi donanması ve Ege Denizi donanması olarak ikiye ayrılmıştır. Bunlar içerisinde Ege donanması en güçlüsü olup 5 Ekim 1912 muharebesi öncesinde Faliron’da toplanmıştır. Yunan donanmasının hedefi Ege Denizi’nde hâkimiyeti ele geçirmek, Anadolu ile Balkanlar arasındaki irtibatı kesmektir. Bunun için, Çanakkale Boğazı’nın güneyinde bir deniz üssü kurarak Osmanlı donanmasının boğazdan çıkışını engellemek ve takip etmek, ayrıca Anadolu sahillerinden Trakya ve Makedonya’ya giden ticaret gemilerinin önünü kesmek amacıyla bölgeye yığınak yapmak başlangıçtaki temel stratejidir. Yunan donanmasının boğaz üzerinde egemenlik kurma çabası özellikle adalarda üstünlük kurma ve adaları ele geçirme stratejisine dayanmaktadır. Bu kapsamda öncelikle boğaza yakın adalardan Bozcaada’yı bir muhrip üssü haline getirerek buradan ikmal yapma yoluna gitmiş, Albay Bratsanos komutasında boğazı gözetleme ve takip görevi alan Yunan filosu 4 muhrip, 2 torpidobot ve 1 denizaltı gemisiyle Bozcaada’ya gelmiştir. Ancak bölgenin kontrolünü tam olarak ele geçirme hedefinde olan Yunan donanması sırası ile Limni, İmroz, Semadirek, Midilli, Sakız Adaları’nın işgali için kara ordusu ile işbirliğine başlamıştır. Bu işgaller sırasında Yunan donanması Midilli ve Sakız Adaları hariç ciddi bir mukavemetle karşılaşmamıştır14. 1. Limni Adası’nın İşgali Balkan Savaşı’nın hemen başında Yunan Deniz Kuvvetleri, Yunan donanmasını iki ayrı filoya ayırmış ve Osmanlı donanmasını boğaz önünde tıkama ve deniz egemenliğini kurma görevini vermiştir. Bu çerçevede Averof Zırhlısı’nın liderliğinde 6 muhrip 1 denizaltıdan oluşan birinci filo ile 3 zırhlı, 8 muhrip ve 2 torpidobottan oluşan ikinci filo Ege Denizi’nde ve adalarda Osmanlı donanmasına karşı harekât hazırlıklarına başlamışlardır15. 14 15 Sertaç Hami Başeren, Ali Kurumahmut, Ege’de Egemenliği Devredilmiş Adalar, Staratejik Araştırma ve Etütler Millî Komitesi Yayını, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2003, s.23. Celaleddin Yavuz, “Balkan Harbi’nde Osmanlı Donanması Neden Kullanılmadı”, Dokuzuncu Askerî Tarih Semineri Bildirileri,C.II, Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı Yayını, Ankara, 2006, s.381. 13 Hüsnü ÖZLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Yunan donanmasının Boğaz ve Ege Denizi harekâtının ana planı; Osmanlı donanmasını yakından izlemek amacıyla boğaz üzerinde daimi bir karakol hattı oluşturmak, Limni Adası’nın derhal işgal ederek burada bir ileri üs kurarak Mondros Limanı’nı savunma ve taarruz harekâtları için hazırlamak, Osmanlı donanması ile Ege Denizi’nde kesin sonuçlu muhabere yapmak ve Ege Deniz yoluna hakim olmak, Osmanlı kıyılarını taciz ederek bölgede üstünlük kurmak ve her şeyden önemlisi Balkan cephesi kara harekâtına tam destek sağlamak ve Makedonya ve Epir’deki Yunan kuvvetlerine destek vermektir16. Limni Adası’nın işgali için Pinios gemisini görevlendiren Yunan donanması ada önlerine gelmiş ve öncelikle adanın teslim olması için ada mutasarrıfı ile müzakerelere başlamış ancak sonuç alamamış, 8 Ekim 1912’de 20’nci Piyade Alayının iki taburunu adaya çıkarmıştır. Keşif çıkarması niteliğinde olan bu ilk çıkarmayı Çimandra Köyü’ne yapan Yunan donanması buradan Nera Köyü’ne ilerleyerek burada Türk askerlerinden 3 jandarma subayı ve 41 Jandarma erini ve bazı köylüleri esir almıştır. Yunan donanmasının adaya girişinden sonra, Yunan askerleri Kastro’ya girerek buradaki Türk mahallesini kuşatmış ve halkı esir almıştır. Yunan ordusunun adaya girişi adada yaşayan Yunanlıları sevindirmiş ve Türk halkına büyük eziyetler yapılmaya başlanmıştır17. Cezayir Bahr-i Sefid Valisi Ekrem’in Dahiliye Nezareti’ne 3 Kasım 1912 tarihinde çektiği telgrafta, Limni Adası’nın Yunanlılar tarafından işgal olunmasının ardından adadaki memur ve polislerin gözaltına alınarak nakliye gemileri ile Pire’ye götürüldükleri bilgi verilmiştir18. Cezayir Bahr-i Sefid Vilayeti’nin 16 Ekim 1912 tarihli telgrafında yedi adet büyük harp gemisinin Karaburun taraflarında Pilimara istikametine doğru yaklaştıkları gemilerin hangi donanmaya ait olduğunun Midilli Liman Reisi tarafından incelendiği bildirilmiştir19. Cezayir Bahr-i Sefid Vilayeti’nin 19 Ekim 1912 tarihli telgrafında ise; altı kıt’adan oluşan Yunan düşman filosunun Limni Limanı’na gelerek ablukayı genişlettiği, Avarof Zırhlısı’ndan sahile çıkarılan subay ile ada mutasarrıfının görüştüğü ve bu görüşmede mutasarrıfın, Padişahın iradesine bağlı olduğunu ve adayı teslim etmeyeceğini ve zorla işgal edilirse bunu protesto edeceği bildirmiştir. Ancak Yunan Amirali Kumparis başkanlığında Averof Zırhlısı’na davet edilen ada yetkilileri ile yapılan görüşmede adanın bir kez daha teslimi istenmiş ve daha önce tanınan 24 saatlik süre 1 saate indirilmiştir. Bunun üzerine adanın merkezinde bulunan jandarma ve bir miktar redif askeri adanın 16 17 18 19 Ali Haydar Emir, Balkan Harbi’nde Türk Filosu, Deniz Basımevi, İstanbul, 1932, s.13. 1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, C.1, Kısım 2, Yunan Ordular Vekâleti Yayını, Atina, 1939, s.344. İdris Bostan, Ali Kurumahmut, Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında İşgal Edilen Ege Adaları ve İşgal Telgrafları, Staratejik Araştırma ve Etütler Millî Komitesi Yayını, Ankara, 2003, s.378. Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı Arşivi, Balkan Harbi Kataloğu, BHK, Klasör:124, Dosya:12, Fihrist:002-02. 14 Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) iç kısımlarına çekilerek tertibat almıştır20. Ada mutasarrıfına verilen talimatta memleketin selameti ve hamiyet-i vataniye neyi icap ediyorsa ona göre hareket etmeleri yönündedir. Bu arada Bozcaada Kaymakamlığı’ndan alınan habere göre bölgede 8 parça Yunan donanmasının hareket halinde olduğu ve boğaz girişinde dolaştıkları öğrenilmiştir21. (EK-1) Cezayir Bahr-i Sefid Valisi Ekrem 19 Ekim 1912 tarihinde Harbiye Nezareti Celilesi’ne gönderdiği telgrafta; “Yunan donanması Limni Ceziresi’ne geldi ve adanın teslimini mutasarrıflığa teklif etti. Bu cür’et Limni’nin askersiz bulunmasından ileri geliyor. Midilli’de ve Sakız’da bulunan nizamiye efradının İzmir Fırkası’nca celbine teşebbüs olunması üzerine efrad-ı mezkurenin behemahal burada bırakılması dünkü gün Dahiliye Nezareti’ne yazılmış idi. Bunların öldürülmemesi ve kumandanlarının dahi yanlarında bırakılması için hemen emir verilmesi gerekmektedir. Midilli’deki kumandan Erkân-ı Harp Binbaşısı Vasıf Bey bir iki saat sonra gelecek olan vapurla hareket ediyor.”22 mesajı ile adanın işgalinin her an başlayacağını ifade etmektedir. Limni Mutasarrıflığı’ndan Ordu-yu Hümayûn Başkumandanlığı Vekâleti’ne yollanan bir başka telgrafta adanın işgalinin başladığı şu şekilde anlatılmaktadır; “Yunan karaya asker ihraç etti. Kasabadan iki saat mesafede ve askerimizin karargâh ittihaz ettiği karayı istila ederek merkeze doğru ilerlemekte olduğu şu dakikada tahakkuk etti. Artık kuvvetimizle irtibatımız kesildi. Kasaba üzerine inmektedir. Çare-i selamet ve hayatımız donanmamızdır. Son sözümüz imdat, imdat, imdat. Ne olursa olsun ihtiyar-ı fedakiriden şan-u haysiyeti Osmaniyenin ve vatanımın kıymetdar parçasını bu kadar adi bir düşman elinden hemen istirdadı.”23 (EK-2) Rodos Valisi Ekrem’in, Harbiye Nezaret-i Celilesi’ne 21 Ekim 1912 tarihinde çektiği şu telgraf ile adaların korunması için mutlaka takviye güçlerin gönderilmesi gerektiği, eldeki mevcut güçlerle adaların savunmasının mümkün olmadığı belirtilmiştir: “Düşmanın Mondros körfezi dahilinde Breldiye mevkiine 500 kadar asker çıkardığı ve kasabadan iki saat mesafede askerin karargâh kurduğu, mevkii istila ederek merkeze doğru ilerlemekte olduğu ve merkezle irtibatları kesildiği ve yegane çare-i selamet ve hayatın Osmanlı donanmasının desteğine kaldığı Limni Mutasarrıflığı’ndan şimdi alınan telgrafnamelerde iş’ar olunmuştur. Adanın kuvve-i cüz’iyyesi hiçbir düşmana karşı mukavemette bulunamaz. İmroz Kaymakamlığı’ndan alınan telgrafnamede dahi adanın bugün yarın Yunan filosu tarafından işgali muhakkak ve kuvve-i mahalliyenin on üç jandarmadan ibaret olduğu bildirilmiştir.”24 Ayrıca Rodos Valisi Ekrem’in çektiği bir başka telgrafta Limni’nin dışında Midilli ve Sakız’a Yunan askerinin çıkma ihtimaline karşı Osmanlı donanmasının acil olarak Cezayir Bahr-i Sefid Vilayeti’ne gönderilmesini istemektedir25. 20 21 22 23 24 25 BHK, K:124, D:12, F:002-05. BHK, K:124, D:12, F:002-07. BHK, K:135, D:59, F:001-003. BHK, K:124, D:12, F:002-22. BHK, K:124, D:12, F:002-24. BHK, K:124, D:12, F:002-29. 15 Hüsnü ÖZLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) İmroz Kaymakamı Lütfü’nün 21 Ekim 1912 tarihinde Dahiliye Nezareti’ne acele yazdığı telgrafta; Yunan donanmasının Mondros Limanı’na asker çıkardığı, 40 kadar askerle savunma yapıldığını, Pire Karyesini ele geçirdiklerini, 4 jandarma askerini esir aldıklarını, şehri de ortadan çevirmeye başlayarak işgal ettiklerini belirtmektedir. Ayrıca İmroz’un da işgalinin pek yakında gerçekleşeceğini, bunun için Osmanlı donanmasının hızla yardıma gelmesini istemektedir26. Mondros Müdürünün Dahiliye Nezareti’ne gönderdiği 21 Ekim 1912 tarihili şu telgraf yaşananları açıkça ortaya koymaktadır. “Üç saat Limni’den cevap yok. Askerlerimiz düşman askerleri ile çarpışıyorlar. Şimdi düşman kumandanlığından bir kağıt aldım. Teslim teklif ediyor. Telgraf memuru ile yalnızım. Şan-ı celil-i hükûmeti muhafaza için kaçmıyoruz. Allah’ın elyevm himmetine iltica ettik. Limni sükût etmiş nazarıyla bakılabilir. Düşman iki bin asker çıkardı. Sekiz on parçadan mürekkeb filo ile muhasara eyledi. Şanı Osmani diye ölüme intizar ettik.”27 İşgalin başlamasından sonra, çok az bir kuvvetle adayı savunmaya çalışan Jandarma kuvvetleri bunda başarılı olamayacaklarını bilerek ve ölümü göze alarak adanın iç kesimlerine doğru çekilmişler ve Osmanlı Harbiye Nezareti’ne yazdıkları telgrafla acil yardım talep etmişlerdir. Ancak bu taleplerine karşılık bulamamışlar ve adanın işgaline engel olmamışlardır. Liman Reis Vekili Salih, Redif Yüzbaşısı İbrahim, Jandarma Yüzbaşısı Nazif bu konuda en fazla direnen askerler olmuşlardır28. Adanın işgali öncesi adada çaresiz kalan jandarma birlikleri ve halk ne yapacağını bilemez haldedir. Ada halkı bu durum karşısında tepki gösterememekte ve adanın işgali karşısında nasıl hareket edecekleri hususunda Limni Mutasarrıflığı’ndan talimat beklemektedirler29. Sonuç olarak, ada 22 Ekim tarihinde tamamen Yunan donanmasının eline geçmiş ve 23 Ekim 1912 tarihinde Yunan donanması Mondros Limanı’nı bir üs haline getirmiştir30. 2. Sakız Adası’nın İşgali Yunan ordusu kumandanı Selanik’te ki 2’nci Tümen emrinde bulunan birliklerini hazırlayarak, 21 Kasım 1912 tarihinde Selanik Limanı’nda toplamış ve 23 Kasım günü Sakız Adası önüne gelerek Kondari mevkiinde çıkarma harekâtına başlamıştır31. Bu arada Yunan ordusunun işgal ettiği adalardan Kolimnoz’da kiliselerde Yunan Kralı adına dini ayinler yapıldığı ada halkının bir kısmının sadık davranmadığı bilgisi Sakız Mutasarrıfı Fevzi tarafından Dahiliye Nezaretine bildirilmiştir32. 26 27 28 29 30 31 32 BHK, K:124, D:12, F:002-35. BHK, K:124, D:12, F:002-47. BHK, K:124, D:12, F:002-52. BHK, K:135, D:59, F:001. Balkan Harbi Kronolojisi, s.33. 1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, s.353. Bostan, Kurumahmut, a.g.e., 342. 16 Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) İzmir Kuvve-i Mürettebe Kumandanı Miralay Mahmut Bey, 24 Kasım 1912 tarihinde çektiği telgrafta; Sakız Adası’nın teslimini isteyen Yunan donanmasının, bir Bahriye Yüzbaşısını adaya çıkararak Yunan Donanma Kumandanı’ndan talimat almak üzere bir heyetinin gemiye gelmesini bildirdiği, bunun üzerine Tahrirat Müdürü, müftü ve metropolit ve bir tercümandan oluşan heyetin gemiye gönderildiği fakat bir sonuç alınamadığı bildirilmiştir33. Yunan donanmasının bu ilk çıkarmasının ardından Yunan birlikleri Sakız içerisinde ilerlemeye başlamış ve ilk çatışmalarda 6 askerimiz şehit, 16 yaralı verilmiştir. Ayrıca 22 askerimizde esir olmuştur. Adayı savunan askerlerin dağlık bölgelere çekilerek mücadele etmesi Yunan askerlerinin işini zorlaştırmış ve işgali geciktirmiştir34. Sakız Mutasarrıfı Nazım, 26 Kasım 1912 tarihinde Dahiliye Nezareti’ne çektiği telgraf ile Sakız Adası’nın durumunu şu şekilde açıklamaktadır 35; “Bir gün muharebeden sonra kasabanın tahliyesi ciheti askerice daha münasip görülmesi üzerine acizleri kuvve-i askeriyye ile ada dahiline çekildim. Bilumum jandarma zabit ve efradı ile polis komiser efradı beraberimdedir. Düşman kuvvetinin bir kısmı Karies Kariyesi’ni işgal etmiş ise de nukaf-ı hâkimi tutmuş olan kuvve-i askeriyemiz ileri bırakmamıştırDüşmanın kuvve-i hazırası iki torpidosunun himayesinde biraz iş görebildiğinden Donanma-yı Osmaniye’nin bir hareketi düşmanın mahu-ü perişaniyetini intaç eyleyeceği vaziyet-i hazıranın şimdilik müsait bulunduğu ve bir emri irade-i seniyye var ise Çeşme müsteşarı vasıtasıyla emir ve tebliği maruzdur.” Çeşme Liman Reisi Osman, 25 Kasım 1912 tarihinde Başkumandanlık Vekâleti’ne çektiği telgrafta Sakız Adası’nın bombalanmaya başlandığını şu şekilde bildirmektedir36. “Beş posta iki torpido ile ve topların sadasından anlaşıldığına nazaran on iki santimetrelik te çapı fazla olmayan ve sabahleyin gemilerle Sakız’ı bombardıman ve ahali ayaklar altında bulunduğu maruzdur.” Bu telgrafın hemen ardından aynı gün çekilen bir başka telgrafta Sakız Adası’nın işgal edildiği ilan edilmiştir. (EK-3) Sakız Adası’nın işgali ile birlikte bölgede başlayan mücadele sırasında İzmir Kuvve-i Mürettebe Kumandanlığı’na yollanan bir emirle, Yunanlıların Sakız’dan sonra Çeşme, Urla ve Sığacık’a asker çıkarabilecekleri, bu bölgenin süratle takviye edilmesi ve korunması yönünde tedbir alınması bildirilmiştir37. Bu emirin hemen sonrasında gerekli önlemler alınmış ve bölgeye takviye birlikler yollanmıştır. Bu birliklerden; Ödemiş Taburu sahilin muhafazası için görevlendirilmiş, Kasaba, Nazilli, Denizli, Çivril Taburları’na sahilin güvenliği için Soma Alayı’ndan 600, İzmir Alayı’ndan 800, Muğla Alayı’ndan 1000 mevcutlu 3 mustahfaz taburu ve mekkâri taburundan 250 mevcutlu bir müstahfaz bölüğü 33 34 35 36 37 BHK, K:239, D:198, F:011. 1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, s.355. BHK, K:296 D:3, F:008-001. BHK, K:135, D:59, F:003. BHK, K:135, D:59, F:003-002. 17 Hüsnü ÖZLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ile takviye edilmiştir. Ancak bu taburların silah ve malzemelerinin bir kısmı yeni kurulan taburlara gönderildiği için, elbise ve silah ihtiyacı bildirilmiştir38. Çeşme Liman Reisi Osman, Harbiye Nezareti’ne 29 Kasım 1912 tarihli telgrafında Sakız’ın 6 gündür mahsur olduğunu ve muharebenin bütün şiddeti ile devam ettiğini bildirmektedir39. Yine aynı makamdan 3 gün sonra çekilen bir başka telgrafta ise alay bandırası ile donanmış ve içerisi asker yüklü bir nakliye gemisinin Sakız önlerine geldiği ve muharebenin devam ettiği bildirilmektedir40. Ertesi gün güneşin doğması ile birlikte Sakız’da şiddetli bir muharebenin başladığı rapor edilmiş ve top atışlarının adayı zor durumda bıraktığı bilgisi iletilmiştir41. Kal’a-i Sultaniyye Donanma Kumandan Vekâleti’ne yollanan 3 Aralık 1912 tarihli telgrafta; Sakız Adası’nın üstünde top dumanlarını görüldüğü Ilıca Körfezi, Karaburun ve Çeşme istikametinde dolaşan bir Yunan nakliye vapurunun Sakız bölgesine doğru ilerlemekte olduğu ve Yunan torpidolarının bölgede gözetleme faaliyetleri yaptığı, sık sık Çeşme ve civarını projektörlerle inceledikleri bildirilmiştir42. 13 Aralık 1912 tarihinde Sakız Limanı’na iki Yunan nakliye gemisi daha geldiğinden, adanın batısı ve Limni Körfezi istikametinden iki torpido ve kruvazörle çift yönden taarruz hareketine geçecekleri anlaşılmış ve bu yönde tedbir alınmaya çalışılmıştır. Burada yapılan muharebede az miktarda şehit ve yaralı verilmiş, topçularımız tarafından yapılan taarruz atışlarında düşmana zayiat verdirilmiştir. Limni istikametinde ise düşmanın zayiatı çok daha fazla olmuştur43. 20 Aralık 1912 tarihinde Yunan ordusu adada ilerlemiş ve Türk kuvvetlerinin bir kısmını teslim almıştır. 1800 er ve 37 subaydan oluşan birliklerimiz derhal toplanmış ve gemilere bindirilerek önce Epir’e, oradan da Selanik’e nakledilmişlerdir. Bu işgal sırasında Yunan ordusunda 2 subay ölü, 6 subay yaralı, 37 er ölü, 160 er yaralı olmak üzere zaiyat tespit edilmiştir44. İzmir Kuvve-i Mürettebe Kumandanı Mirliva Cemil’in Başkumandanlık Vekâleti’ne çektiği 22 Aralık 1912 tarihli telgrafta; düşman gemilerinin çocuk ve kadınların yoğun olarak bulunduğu Profitis Kariyesi’ni bombardıman ettiği ve birçok kişinin öldüğü bilgisi verilmiş, ayrıca bölgede yaşayan halkı toplayarak Makedonya Vapuru’na doldurduğu bilgisi verilmiştir45. 38 39 40 41 42 43 44 45 BHK, K:239, D:198, F:011-07. BHK, K:239, D:198, F:011-10. BHK, K:239, D:198, F:011-12. BHK, K:239, D:198, F:011-15. BHK, K:135, D:59, F:003-006. BHK, K:135, D:59, F:006-001. 1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, s.359. BHK, K:297, D:7, F:002-02-13. 18 Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) İzmir Kuvve-i Mürettebe Kumandanlığı’na çekilen 1 Ocak 1913 tarihli telgrafta ise Sakız’ın teslim olmaması şu şekilde emredilmiştir46. “1 Ocak 1913 Sakız Kumandanlığı’na ita edilen emir ve talimat münasibdir. Donanma-yı Hümayun adalar denizine çıkmak üzere bulunduğundan Sakız’daki müfrezenin bir müddet daha sebat ederek vakit kazanması muktezidir. Teslim katiyyen caiz değildir. Kumandanlığa tebliği tavsiye olunur.” Ancak bu emire rağmen Sakız Adası savunulamamış ve 3 Ocak 1913 tarihinde ada tamamen teslim olmuştur. Bahr-i Sefid Boğazı Kuvve-i Mürettebe Kumandanı Fahri Paşa’dan 29 Eylül 1912 tarihinde alınan habere göre Merkep Adasıda işgal edilmiş ve adanın en yüksek noktasına Yunan bayrağı çekilmiştir47. 3. Midilli Adası’nın İşgali İzmir Vilayet’i Kuvve-i Mürettebe Kumandan sabıkı Mirliva Ahmet Hulusi Paşa’nın çektiği 22 Kasım 1912 tarihli telgrafta, 21 Kasım 1912 günü Yunan donanması Midilli’ye asker çıkararak pasaportu işgal etmiş ve adadaki mevcut askerlerin dağlara çekildiği bilgisi verilmiştir48. Çıkarma yapan 1600 kişilik Yunan birliği şehrin içinde bulunan belirli noktaları ele geçirmiş ve ileri karakollar oluşturarak gözetleme faaliyetine başlamıştır. Bu ilk çıkarmanın ardından adaya, 210 kişilik Midilli Bölüğü, 165 kişilik piyade bölüğü, altı adet dağ topu bulunan batarya adaya gönderilmiş ve ilk etapta Yunan birliklerinin toplam sayısı 3175’e çıkmıştır49. Bahr-i Sefid Boğazı Kuvve-i Mürettebe Kumandanı Şevket Turgut Paşa’dan alınan 25 Kasım 1912 tarihli şifreli telgrafta ise; Midilli Adası’nın işgalinin başladığı şu şekilde bildirilmektedir. “24 Kasım 1912 gurubdan bir saat evvel Ayvalık Limanı’na gelen İngiliz bandıralı bir motordan alınan malumatta Yunan donanmasının Midilli Adası’na 3400 nefer asker çıkardıktan sonra kâmilen avdet eylediği anlaşılmış olduğunu Ayvalık Liman Reisi bildirmektedir.”50 Karasi Mutasarrıfı Cevdet, 1 Aralık 1912 tarihinde Dahiliye Nezareti’ne yolladığı telgrafta Midilli civarında Yunan donanmasının faaliyetleri hakkında şu bilgileri vermektedir. “30 Kasım 1912 akşamı saat 3’de Midilli’de bulunan Yunan donanmasından küçük büyük 5 geminin arkalarına bağladıkları mavnalarla birlikte Bababurun istikametine gittikleri, mavnaların Midilli’deki tüccar mavnaları olup onlardan iskele yapmak maksadıyla yüzen bir köprü oluşturdukları bilgisi verilmiştir51. 8 Aralık günü Türk birlikleri teslim kararı almış ve 10 Aralık günü de merkezde toplanan esirler Molivan’a nakledilmiştir. 46 47 48 49 50 51 BHK, K:135, D:59, F:006-002. BHK, K:135, D:59, F:008. BHK, K:239, D:198, F:008. 1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, s.348. BHK, K:135, D:59, F:002-005. BHK, K:239, D:198, F:008-01. 19 Hüsnü ÖZLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Yapılan muharebelerde Yunanlılara az da olsa kayıp verdirilmiş, 1 subay, 8 er ölü, 1 subay, 80 er yaralı olarak muharebe sona ermiştir52. Midilli Mevki Kumandanı Binbaşı Abdülgazi Bey ve Kal’a-i Sultaniyye Mutasarrıflığı’ndan, Harbiye Nezareti’ne çekilen 16 Aralık 1912 tarihli telgraftan anlaşıldığı üzere, Osmanlı donanması bu bölgeye henüz ulaşmamış muharebeye başlamamıştır53. Ayrıca Ayvacık Kazası’nın Behram İskelesi’nde bulunan top, cephane ve mühimmatın güvenli vasıtalarla Midilli’deki müfrezeye nakli istenmiş, düşmanın müfrezeyi sardığı ve adanın işgalinin başladığı, donanmamızın acil olarak yardıma gelmesi gerektiği bildirilmiştir54. Sonuçta, Midilli Adası’ndaki Osmanlı kuvvetleri 20 Aralık 1912 tarihinde teslim olmuş ve ada tamamen işgal edilmiştir55. 21 Aralık 1912 tarihinde Midilli Adası’nın Yunan askerî birliğinin kumandanı Kosti Mela Efendi ile Jandarma Mülazımı Kemal Bey ve Kolağası Ahmet İhsan arasında protokol imzalanmış ve bu protokole göre, Osmanlı subaylarının barış sağlanıncaya kadar adada kalmalarına ve kılıç taşımalarına müsaade edilmiş, Osmanlı esirlerinin silahları ile birlikte teslim olmaları ve iaşelerinin Yunan Hükümetince karşılanmasına karar verilmiştir56. Midilli’de bulunan Osmanlı askerleri ile Yunan askerleri arasında 19 Aralık 1912 tarihinde yaşanan şiddetli çarpışmalar neticesinde, Osmanlı askerleri teslim olmak zorunda kalmış ve adanın işgali hızla devam etmiştir. Bu arada Osmanlı donanması tüm yardım çağrılarına rağmen bölgeye ulaşmamıştır. Ayrıca, Midilli’de bulunan 15 Yunan sefinesinin Sakız’a geçtikleri ve Sakız’da bulunan Makedonya Vapuru ile Çeşme’ye gelerek buradaki kayıkları zapt ettikleri ve Sığacağa birkaç asker çıkararak oradaki kayıklarında Sakız’a getirmelerini tebliğ ettiği bildirilmiştir. 24 Aralık 1912 tarihinde Donanma-yı Hümayun Kumandanlığı Vekâlet-i Celile’sine çekilen telgrafta; Midilli’ye çıkan 800 Yunan askerinin köylerde bulunan Müslüman halkın can, mal ve ırzına geçtikleri, eşyalarını yağma ettikleri bilgisi verilmiş ve bu tehlikenin başka bölgelere de yayılabileceği ve acilen yardıma gelinmesi talep edilmektedir57. 26 Aralık 1912 tarihinde Çeşme’den Celal İbrahim adı ile çekilen telgrafta işgal karşısında Osmanlı donanmasının gelmeyişi şu şekilde anlatılmaktadır58; “Rumeli’nin muazzez toprakları islam kardeşlerimizin çoluk çocukları zalim düşmanların ayakları altında çiğnendi. Evlad-ı vatanın korku masumu ve birçoğu şehadet oldu. Yunan gibi bir devlet posta vapurlarını kruvazör, istimbotlarını torpido yaparak adalarımızı işgal, askerlerimizi dağların tepesinde avlıyor. Buna da kani olmayarak Anadolu’da bulunan her memleketimizin limanlarında filikalara varıncaya kadar deniz vasıtalarımızı topluyor. Boğazda Yunan donanmasını perişan eden donanmamız aradan 52 53 54 55 56 57 58 1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, s.351. BHK, K:297, D:7, F:002-02-05. BHK, K:297, D:7, F:002-02-08. Balkan Harbi Kronolojisi, s.92. Bostan, Kurumahmut, a.g.e., 402. BHK, K:297, D:7, F:002-02-23. BHK, K:297, D:7, F:002-02-38. 20 Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) günler geçti gözlerimiz gece gündüz afak-ı bahirde maatteessüf Yunan gemilerinden başka bir şey görmüyor. Millet donanmayı bugün için beslemiyor mu? Yoksa bunlar Bizans surları önünde geçit merasimi için mi saklayacağız. İşte biz Çeşmeliler eğer donanmamız gelmezse düşmanın pay-ı şenaati altında çiğnenmeden hicrete mecbur olacağımızı arz ve hükûmet vasıtasıyla tebşir-i cevabına intizar ediyoruz.” (EK-4) Aydın Vilayeti’nden Harbiye Nazırı namına Müsteşar Selahaddin Bey’e gönderilen 17 Mart 1913 tarihli telgrafa göre; 15 Mart 1913 tarihinde Yunan donanmasının Sisam Adasına 400 asker çıkardığı ve adayı işgal ettiği bilgisine ulaşılmıştır59. İzmir Kuvve-i Mürettebe Kumandanlığı’ndan çekilen 18 Mart 1913 tarihli telgrafta ise; 4 Mart akşamı itibarı ile iki Yunan torpidosunun Meis Adası’na gelerek adayı işgal ettiği, adada sadece bir bölük muhafızın olduğu ve bunun adanın işgalini engelleyemeyeceği ve yardım edilmesi gerektiği bildirilmiştir. 31 Ekim 1912 tarihinde Yunan donanması İmroz, Taşoz, Bozbaba (Strati) Adası’nı işgal etmiş60, 1 Kasım 1912 tarihinde Selanik Limanı önündeki engelleri aşan Yunan torbidobotu gizlice limana girerek Fethibülent gemimizi batırmış, aynı gün Semadirek Adası’nı işgal etmiştir61. Yunan donanması daha sonraki günlerde, 6 Kasım 1912 tarihinde Averof Zırhlısı ile Karaburunu bombalamış62, 7 Kasım 1912 tarihinde Bozcada’yı63, 17 Kasım 1912 tarihinde Nikarya Adası’nı64, Son olarak, 15 Mart 1913 tarihinde Sisam Adası’na giren Yunan güçleri, ada halkının coşkun tezahüratları eşliğinde karaya çıkarak herhangi bir mukavemetle karşılaşmadan adayı zapt etmiş, böylece Ege Denizi’nin bütün adaları Yunanistan tarafından işgal edilmiştir65. İşgal edilen adaların bazılarında haberleşme ağı olmadığı için işgalden geç haber alınmış ve bu adalar kaderlerine terk edilmiştir66. 4. Osmanlı Donanmasının Adalar Harekâtı Donanma Komutan Vekili Albay Ramiz komutasında 14 Aralık 1912 tarihinde toplanan harp meclisi, Ege Denizi’nde yapılacak olan muharebe ile ilgili durumu gözden geçirerek muharebenin esaslarını tespit etmiştir. Yapılan görüşmede Osmanlı ve Yunan donanmalarının kuvvet mukayeseleri ele alınmış ve Yunan donanmasının sürat ve teçhizat açısından üstünlüğü ortaya çıkmıştır. Bu üstünlüğü ortaya koyan belirleyici faktör ise Averof zırhlısının hız ve atış kabiliyeti bakımından Barbaros zırhlısından daha kapasiteli olması 59 60 61 62 63 64 65 66 BHK, K:135, D:59, F:009. Balkan Harbi Kronolojisi, s.43. A.g.e., s.44. A.g.e., s.53 A.g.e., s.55. A.g.e., s.68. 1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, s.359. Bostan, Kurumahmut, a.g.e., 342. 21 Hüsnü ÖZLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) olarak değerlendirilmiştir. Ancak Osmanlı donanması da bölge olarak kendi müstahkem mevkiisinde bulunması açısından durum üstünlüğüne sahiptir. Neticede harp meclisi her türlü sıkıntıya rağmen muharebe yapma kararı almış, bu kararı almalarında Bahriye Nazırı’nın emir ve telkinleri etkili olmuştur.67 Osmanlı harp meclisi, Ege Denizi’nde muharebeye karar verdikten sonra elindeki gemilerin durumunu tekrar incelemiş ve Mesudiye ve Asar-ı Tevfik gemilerinin bakımsız ve az sürat yapmalarından dolayı savaş dışı bırakılmalarına, bunun yanında Karadeniz filosunda bulunan Berkisatvet Torpidokruvazörü’nün muharebeye dahil edilmesine karar vermiştir. Ancak zor durumda olan Osmanlı donanmasının takviyesi için Mesudiye ve Asar-ı Tevfik gemileri de bu muharebeye katılmıştır68. İmroz Muharebesi olarak tarihe geçen bu muharebede, Yunan donanması 4 zırhlı (Averoff, Spetsai, Hydra, ve Psara), 4 muhrip (Leon, Panthir, Jerat ve Aetos) den oluşmakta olup, İmroz ve Bozcaada bölgesinde konuşlanmıştır. Ayrıca boğaz önünde ve Bozcaada civarında küçük çaplı 9 muhrip ve 1 denizaltı görev yapmaktadır69. Osmanlı donanması muharebe kararının ardından 16 Aralık 1912 tarihi sabahından itibaren Yunan donanması ile karşılıklı top atışları yaparak muharebeyi başlatmış ve Barbaros ve Turgut Reis zırhlılarının Averof Zırhlısı’na yönelik taarruzu başlangıçta önemli bir başarı olarak görülmüştür. Ancak bu devam ettirilememiş donanmanın geri çekilme ve hemen ardından tekrar taarruz kararı bu üstünlüğün kaybedilmesine neden olmuştur. Muharebenin sonucunda Barbaros Zırhlısı’nda meydana gelen küçük çaplı hasarın dışında önemli bir hasarın olmaması ve muharebede her iki tarafında ağır kayba uğramaması muharebenin her iki taraf açısından da galibiyetle sonuçlandığı havasını uyandırmıştır70. Balkan Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Osmanlı Donanma Komutan Vekili Albay Ramiz 24 Aralık 1912 tarihinde Çanakkale’den İstanbul’a gelerek Başkomutanlık Vekâleti, Bahriye Nezareti ve hükûmetin ileri gelenleri ile görüşmeler yapmış ve donanmanın boğaz ve Ege Denizi’ndeki harekâtı ile ilgili bir program hazırlamıştır. Bu programa göre71; Deniz egemenliği sağlanmadan adalara sevkiyat yapılmayacaktır. Çanakkale’deki gemilerin tamirleri bittikten ve tersanedeki gemiler donanmaya katıldıktan sonra hareket edilecektir. Adalara sevk olunmak üzere, Akdeniz Boğazı Kuvvei Mürettebe Komutanlığı, İzmir Mürettebe Komutanlığı ve Ezine bölgesinde görevli Tevfik Paşa koordinesinde uygun iskelelerde yeterli miktarda kuvvet toplanacaktır. 67 68 69 70 71 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Balkan Harbi, Osmanlı Deniz Harekâtı 1912-1913, C.7, s.138. BHK, K:32, D:2, F: 003. Emir, a.g.e., s.231. BHK, K:142, D:90, F:003-36. Mithat Işın, Balkan Harbi Deniz Cephesi, İstanbul, 1946, s.224. 22 Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Donanma öncelikle Bozcaada’yı geri alacak ve sonra Limni Adası’nın Mondros Limanı’na taarruz ederek buradan Midilli ve Sakız Adaları’na yönelecektir. Osmanlı Orduyu Hümayun Başkumandanlığı, Bahr-i Sefid Kuvve-i Mürettebesi Kumandanlığı’na, Donanmayı Hümayunun Akdeniz’e çıkarak Yunan donanmasını arama ve vurma emrini vermişti72. Donanma-yı Hümayun Kumandan Vekili tarafından, Donanma-yı Hümayun Umum Sefine-i Harbiyesi Süvarileri’ne yollanan 10 Ocak 1913 tarihli muhtıraya göre Osmanlı donanmasının boğaz dışındaki harekâtı planlanmış ve uygulamaya koyulmuştur. Başkomutanlık Vekâleti, Ege Denizi’nde meydana gelen gelişmeler üzerine Donanma Komutan Vekili Albay Ramiz’e çektiği mesajla Yunan donanması ile muharebeye girilmesi ve adaların geri alınmasını emretmiştir. Hazırlanan plana göre Hamidiye Kruvazörü Yunan donanmasını kendi bölgesine çekerek adalar önünü boşaltacak, Osmanlı donanması bu boşluktan yararlanarak Mondros Limanı’nı ve daha sonra diğer adaları alacaktır. Hamidiye Kruvazörü’nün ön keşif harekâtı ve verdiği raporlar doğrultusunda Osmanlı donanması Barbaros, Turgutreis, Mesudiye, Mecidiye ve Berkisatvet gemilerinden oluşan filo ile Mondros Limanı’na baskın harekâtı için 18 Ocak 1913 tarihinde Çanakkale Boğazı’ndan çıkarak muharebe düzeni almıştır73. Yunan donanması ise Spetzai, Hydra, Psara Zırhlı gemileri, Averof Zırhlı Kruvazörü ve 7 muhrip ile muharebeye hazırlık yapmaktadır. Bu arada Hamidiye Kruvazörü’nün Komutanı Önyüzbaşı Hüseyin Rauf, Bahriye Nezareti’nden Yunanistan üs ve denizyolları üzerinde harekât yaparak Yunan donanmasının en güçlü gemisi olan Averof Zırhlısını engelleme ve durdurma görevini almış, bu görev içerisinde Ege Denizi’ni güneyden Akdeniz’e kapayan Şira Adası’nı bombalama ve adadaki askerî tesisleri ortadan kaldırma görevini üstlenmiştir. Ayrıca Kızıldeniz ve Arnavutluk kıyılarında da görev yapan Hamidiye Kruvazörü Balkan Şavaşı’nda Osmanlı donanmasının yüz akı olmuştur74. Hazırlanan harekât planına göre; muharebenin ana kuvveti Barbaros, Turgutreis ve Mesudiye Zırhlıları’ndan oluşacak, Mecidiye Kruvazörü muharebe hattında topçu atışları ile destek verecek, Berkisatvet Torpidokruvazörü ve muhripler muharebe hattının ateş altı mevkiinde konuşlanacaklardır. Muharebe hattında bulunan gemiler Averof Zırhlısı’nı hedef alarak toplu taarruz hareketinde bulunacak ve muharebe toplu ve ortak seyir hareketi ile gerçekleşecektir75. Osmanlı donanması 18 Ocak 1913 tarihinde Limni Adası Mondros Limanı açıklarına kadar yanaşmış ve muharebe düzeni almıştır. Mondros Muharebesi 72 73 74 75 BHK, K:128, D:28, F:014. BHK, K:298, D:011, F:002. Tevfik İnci, “Balkan Savaşı’nda Hamidiye Kruvazörünün Akın Harekâtı”, Donanma Dergisi Eki, Deniz Basımevi, S.399, 1952, İstanbul, s.27. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Balkan Harbi, Osmanlı Deniz Harekâtı 1912-1913, C.7, s.174. 23 Hüsnü ÖZLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) olarak tarihe geçen ve karşılıklı top atışları ile başlayan muharebe Yunan donanmasının atış üstünlüğü ile sürmüş ve Barbaros gemisinin aldığı hasar neticesinde geri çekilme başlamıştır. Muharebede Osmanlı donanmasından önemli hasarı Barbaros ve Turgutreis gemileri almıştır. Her iki gemide toplam 37 er şehit, 97 er yaralı, 4 subay şehit, 7 subay yaralı bulunmaktadır.76. Bu muharebede Osmanlı donanması planladığı stratejik hedeflere ulaşamamıştır. Osmanlı donanmasında danışmalık yapan İngiliz deniz askerlerinin karşısında aynı zamanda Yunan donanmasında da görevli İngiliz askerleri mevcuttur. Özellikle bu muharebede ve Ege Denizi’ndeki Yunan harekât planlarında İngiliz amirali Makker’in büyük katkıları olmuş ve Amiral bu muharebede Yunan donanmasını bizzat sevk ve idare etmiştir. Sonuç Arşiv belgelerinde yer alan harp raporlarının analizine göre, Osmanlı donanması Balkan Savaşı’na hazırlıksız yakalanmış ve büyük eksiklikler ile savaşa girilmiştir. Bu dönemde kara cephelerinde yaşanan olumsuzluk ve aksaklıklar deniz cephelerimizde de yaşanmış ve Ege Denizi’ndeki üstünlük tamamen elimizden çıkmıştır. Oysa Balkan Savaşı’nda, Balkanlarda ve özellikle Makedonya bölgesine yapılacak en önemli lojistik destek deniz yolu ile gerçekleşecekti. Ancak Osmanlı donanmasının Çanakkale Boğazı dışına etkili bir şekilde çıkamaması ve Yunan donamasına üstünlük sağlayamaması bu desteği engellemiştir. Ayrıca Çanakkale Müstahkem Mevki Kumandanlığı, Donanma Kumandanlığı ve Bahriye Nezareti arasında yaşanan çekişme ve kopukluk, emir komuta bağlantısını da bozmuş ve bu durum donanmamız açısından olumsuz gelişmelere neden olmuştur. Osmanlı donanmasının uzun yıllar bakıma alınmaması, lojistik imkan ve kabiliyetlerinin yükseltilmemesi Balkan Savaşı öncesinde büyük sıkıntılara neden olmuştur. Oysa Yunan donanması bu süreçte özellikle İngiltere’den aldığı destekle yenilenmiş ve en az Osmanlı donanmasının gücüne ulaşmıştır. Ayrıca Yunan gemilerinin hız ve kapasiteleri artırılmış manevra kabiliyetleri yükseltilmiştir. İşte tüm bu gelişmeler üzerine Balkan Savaşı’nda Ege Denizi’nde yapılan muharebeler kaybedilmiş ve adalar birer birer elden çıkmıştır. Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşları’nda Ege Denizi ve Ege Adaları’nda ciddi bir direnişle karşılaşmayan İtalyan ve Yunan donanması Ege Denizi’ni kendi iç denizi gibi kullanmaya başlamıştır77. Osmanlı donanması Ege’de yer alan adalara gerekli askerî müdahaleyi ve takviyeyi yapmış olsaydı Yunan donanmasının bu denizdeki üstünlüğünün önüne geçilmiş olurdu. Ancak Bahriye Nezareti bu stratejik planlamayı gerçekleştirememiş ve adalarda üstünlük Yunan deniz gücüne geçmiştir. 76 77 BHK, K:124, D:12, F:002-11. Bostan, Kurumahmut, a.g.e., giriş Xİ. 24 Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) 18 Aralık 1912 tarihinde toplanan Büyük Elçiler Konferansı’nın ikinci toplantısında Ruslar, Limni, İmroz ve Semadirek Adaları’nın Osmanlı Devleti’ne bırakılmasını, İngilizler ise Yunanistan’a verilmesi tezini savunmuşlardır. Tartışmalar neticesinde bu adaların ileride alacakları durum ne olursa olsun büyük devletlerin nezaret ve kontrolleri altında tarafsızlaştırılmaları kararı kabul edilmiştir78. Bu arada Osmanlı Devleti Yunanistan’ın adaları işgalini hiçbir zaman kabul etmemiş ve tanımamış, adalar üzerindeki egemenlik haklarının devam ettiğini uluslararası alanda beyan etmiştir. 30 Mayıs 1913 tarihinde imzalanan Londra Anlaşması ile Girit dışındaki adaların geleceği konusunda karar verme yetkisi, İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Almanya, ve Avusturya-Macaristan devletlerine verilmiştir. Bu çerçevede altı devletin aldığı karar gereği Bozcaada, Gökçeada ve Tavşan Adası dışında kalan adaların silahsızlandırma şartı ile Yunanistan’a bırakılması 14 Şubat 1914 tarihinde karara bağlanmış, ancak Osmanlı Devleti bu kararı tanımamıştır79. Bu konu Lozan Barış Antlaşmasına kadar açıkta kalmış, Lozan’ın 15’inci maddesi gereği 13 ada İtalya’ya devredilmiş, ancak daha sonra 1947 yılında Paris Barış Konferansında adalar silahsızlandırma şartı ile tekrar Yunanistan’a devredilmiştir. 78 79 Balkan Harbi Kronolojisi, s.90. Necdet Hayta, “Ege Adaları Meselesinin Tarihçesi Hakkında 3 Şubat 1922 Tarihli Bir Rapor”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.46, C.XVI, Ankara, Mart 2000, s.226. 25 Hüsnü ÖZLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) EK-1 Cezayir Bahr-i Sefid Valisi Ekrem’in, 6 Teşrin-i evvel 1328 (19 Ekim 1912) tarihinde Limni Adası’nın ablukaya alındığını ve acil yardıma gelinmesi gerektiğini bildiren telgrafı 26 Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) EK-2 Bahriye Müsteşarı Namına Muhaberat-ı Umum Müdürü Hüseyin Cemal tarafından Orduyu Hümayûn Başkumandanlığı Vekâletine yazılan ve Yunan askerlerinin Limni Adası’na çıktığını bildiren 8 Teşrin-i evvel 1328 (21 Ekim 1912) tarihli telgrafı. 27 Hüsnü ÖZLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) EK-3 Çeşme Liman Reisi Osman’ın 12 Teşrin-i sani 1328 (25 Kasım 1912) tarihinde Başkumandanlık Vekâletine çektiği ve Sakız Adası’nın işgal olduğunu bildiren telgrafı. 28 Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) EK-4 13 Kanun-ı evvel 1328 (26 Aralık 1912) tarihinde Çeşme’den Celal İbrahim adı ile çekilen ve Osmanlı Donanması hakkındaki düşüncelerini anlatan telgraf. 29 Hüsnü ÖZLÜ Arşiv Belgeleri: ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) KAYNAKÇA Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Daire Başkanlığı (ATASE) Arşivi, Balkan Harbi Kataloğu. BHK, Klasör:124, Dosya:12, Fihrist:002-02. BHK, K:142,D:90,F:003-04. BHK, K:142,D:90,F:003-21. BHK, K:124, D:12, F:002-05. BHK, K:124, D:12, F:002-07. BHK, K:135, D:59, F:001-003. BHK, K:124, D:12, F:002-22. BHK, K:124, D:12, F:002-24. BHK, K:124, D:12, F:002-29. BHK, K:124, D:12, F:002-35. BHK, K:124, D:12, F:002-47. BHK, K:124, D:12, F:002-52. BHK, K:135, D:59, F:001. BHK, K:239, D:198, F:011. BHK, K:135, D:59, F:003. BHK, K:135, D:59, F:003-002. BHK, K:239, D:198, F:011-07. BHK, K:239, D:198, F:011-10. BHK, K:239, D:198, F:011-12. BHK, K:239, D:198, F:011-15. BHK, K:135, D:59, F:003-006. BHK, K:135, D:59, F:006-002. BHK, K:135, D:59, F:006-001. BHK, K:135, D:59, F:008. 30 Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) BHK, K:297, D:7, F:002-02-13. BHK, K:296, D:3, F:008-001. BHK, K:239, D:198, F:008. BHK, K:135, D:59, F:002-005. BHK, K:239, D:198, F:008-01. BHK, K:297, D:7, F:002-02-05. BHK, K:297, D:7, F:002-02-08. BHK, K:297, D:7, F:002-02-23. BHK, K:297, D:7, F:002-02-38. BHK, K:135, D:59, F:009. Kitap ve Makale: Balkan Harbi Kronolojisi, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999. 1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, C.I, Kısım 2, Yunan Ordular Vekâleti Yayını, Atina, 1939. BAŞEREN, Sertaç Hami, KURUMAHMUT, Ali, Ege’de Egemenliği Devredilmiş Adalar, Staratejik Araştırma ve Etütler Millî Komitesi Yayını, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2003. BOSTAN, İdris, KURUMAHMUT, Ali, Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nda İşgal Edilen Ege Adaları ve İşgal Telgrafları, Staratejik Araştırma ve Etütler Millî Komitesi Yayını, Ankara, 2003. BÜYÜKTUĞRUL, Afif, “Balkan Savaşı Deniz Harekâtı Üzerine Gerçekler”, Belleten, C.XLIV, S.176. -------------------------------, Osmanlı Deniz Harp Tarihi ve Cumhuriyet Donanması, C.III, Deniz Basımevi, İstanbul, 1983. DURGUN, Bülent, “Ülke Savunmasında Deniz Yolu Ulaşımının Önemine Bir Örnek: Balkan Harbi’nde Osmanlı İmparatorluğu’nun Deniz Yolu Ulaştırması”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Harp Akademileri Basımevi, Aralık 2011, Yıl 7, Sayı 14. HALL, Rıchard C., Balkan Savaşları, 1912-1913, I. Dünya Savaşı’nın Provası, Çeviren: Tanju Akad, İstanbul, 2003. HAYTA, Necdet, “Ege Adaları Meselesinin Tarihçesi Hakkında 3 Şubat 1922 Tarihli Bir Rapor”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S:46, C.XVI, Ankara, Mart 2000. 31 Hüsnü ÖZLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) IŞIN, Mithat, Balkan Harbi Deniz Cephesi, Deniz Basımevi, Ankara, 1946. İNCİ, Tevfik, “Balkan Savaşı’nda Hamidiye Kruvazörünün Akın Harekâtı”, Donanma Dergisi Eki, Deniz Basımevi, S.399, İstanbul, 1952. KURUMAHMUT, Ali, Ege’de Temel Sorun: Egemenliği Tartışmalı Adalar, Ankara, 1998. ŞİMŞİR, Bilal, Ege Sorunu Belgeler, 1912-1913, C.I, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1976. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Balkan Harbi, Osmanlı Deniz Harekâtı 1912-1913, C.VII, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1993. YAVUZ, Celaleddin,“Balkan Harbi’nde Osmanlı Donanması Neden Kullanılmadı”, Dokuzuncu Askerî Tarih Semineri Bildirileri, C.II, Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı Yayını, Ankara, 2006. 32 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal Of Modern Turkish History Studies XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 33-54. ANTALYA’DA YEREL BASININ İLK TEMSİLCİSİ: ANTALYA’DA ANADOLU GAZETESİ (19 Aralık 1920-12 Eylül 1922) Muhammet GÜÇLÜ* Öz Bu çalışmanın amacı Haydar Rüştü Bey tarafından Antalya’da yayınlanan ilk yerel gazete olan Antalya’da Anadolu gazetesi hakkında müstakil bir çalışma yapmaktır. Çalışmanın önemi ise söz konusu gazetenin nüshaları kullanılarak bu araştırmanın yapılmış olmasıdır. Araştırmada Antalya’da Anadolu gazetesinin birçok sayısı kullanılmıştır. Ama Haydar Rüştü Bey’in Antalya’da Anadolu gazetesinin birinci sayısı, birinci yıldönümü nüshası ve son sayısında bulunan baş makaleleri üzerinde özellikle durulmuştur. Anahtar Sözcükler: Haydar Rüştü Bey, İzmir, Anadolu, Antalya, Antalya’da Anadolu. FIRST REPRESENTATIVE OF THE LOCAL MEDIA IN ANTALYA: ANATOLIAN NEWSPAPER IN ANTALYA (19 December 1920-12 September 1922) Abstract The purpose of this work is to do an independent study about Anatolian in Antalya which is the first local newspaper published by Haydar Rüştü Bey in Antalya. The importance of this study is that the study is made through using the copies of the newspaper mentioned above. A great many copies of the newspaper are used; yet the first issue number of the newspaper by Haydar Rüştü Bey, the copy which was issued on the first anniversary day and the main articles in the last issue number are especially focused. Keywords: Haydar Rüştü Bey, Izmir, Anatolia, Antalya, Anatolia in Antalya. * Yrd. Doç. Dr., Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, (mguclu@akdeniz.edu.tr). 33 Muhammed GÜÇLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Giriş Haydar Rüştü (Öktem) Bey ve Basın Çalışmaları Müstantik (Sorgu yargıcı) Rüştü Bey’in oğlu olan Haydar Rüştü (Öktem) Bey, 1890 yılında Gümüşhane’de doğdu. Babasının mesleğinden dolayı ilkokulu Gümüşhane, orta ve lise eğitimini Bitlis Askeri Rüştiyesi ile Trabzon’da yaptı. Tıbbiye birinci sınıfta iken (1909) Trabzon’da on beş günde bir yayınlanan Envar-ı Vicdan mecmuasına Dedebeyoğlu Ali Haydar adıyla ilk yazılarını gönderdi. Daha sonra Haydar Rüştü Geveze adlı bir mizah gazetesine yazılar yazarken, Konyalı Nurettin Rüştü ile birlikte Cadaloz gazetesini, ardından yine Nurettin Rüştü, Hakkı Tarık ve Ethem Hidayet ile beraber siyasal içerikli Cihat gazetesini çıkarmaya başladı. Cihat gazetesinden dolayı birkaç kez sıkıyönetim mahkemesinde yargılandıktan sonra sağlık sebebiyle Tıbbiye üçüncü sınıftan ayrılarak Hukuk Mektebine kayıt oldu. İstanbul’da ülke sorunlarının tartışıldığı ortamlarda kendini gösteren Haydar Rüştü, bir süre sonra İtalyan harbi sırasında kaydını Selanik Hukuk Mektebine nakletti. Burada Kemal İrem ile beraber Yıldırım gazetesini çıkarmaya başladı. Bu gazetede çıkan çok ateşin yazılarıyla kendini Makedonya, Adalar, Epir, Trakya ve İstanbul’a kadar tanıttı. Bu dönemde “İstanbul’a İstanbul’a” başlıklı yazısından dolayı hükümet gazetesini kapattı1 ve divan-ı harp kararıyla bir yıl hapse mahkûm edip, Yedikule hapishanesine attı. Mahkûmiyetinin dördüncü ayını yatarken 8 Kasım 1912 tarihinde Selanik Yunanlıların eline geçince siyasi mahkûmlar serbest bırakıldı.2 Devamlı yağmurun yağdığı kötü bir havada kendini Yedikule hapishanesinin dışında bulan Haydar Rüştü, böyle bir özgürlüğe kavuşmaktansa ölünceye kadar mahbeste kalmayı yeğleyeceğini söylüyor ve ağlıyordu. Her ihtimale karşı Haydar Rüştü’yü evinden dışarı çıkarmayan arkadaşı Yunanlıların onu yanlışlıkla saldığını, yeniden tutuklanmasına karar verdiklerini öğrenince onu İzmir’e hareket edecek Rus vapuruna bindirmeyi başardı. İzmir’de edebiyat öğretmenliği, meclis-i umumi üyeliği ve tramvay direktörlüğü gibi görevler yapacak olan Haydar Rüştü Bey, İttihat ve Terakki’nin yayın organı İttihat gazetesinin yerine 6 Kasım 1911 tarihinde yayına başlayan Anadolu gazetesinde Bahir Ulvi, Kayıhanoğlu ve Dedebeyoğlu takma adıyla yazılar yazmaya başladı. Anadolu’ya gelişinin sekizinci ayında başyazar Akil Koyuncu Lise Edebiyat öğretmenliğine tayin edilince Anadolu gazetesinin başyazarı oldu.3 İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Katib-i Mesulü olan Mahmut Celal (Bayar) Bey, Anadolu gazetesi ve matbaası karı ve zararı kendine ait olmak 1 2 3 Haydar Rüştü Öktem, Mütareke ve İşgal Anıları, Haz. Zeki Arıkan, Ankara, 1991, ss.1-4; Haydar Rüştü Bey’in hayatının aşamalarını kaleme alırken bu çalışma esas alınmıştır. İsmet Kültür, “Bir Baş Muharrirle Konuşma”, İzmir Kültür, No: 12, 1943, Aktaran: Öktem, a.g.e., ss.132-135. Öktem, a.g.e. , ss.4-9. 34 Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) üzere Haydar Rüştü Bey’e geçti demektedir.4 Bu arada Haydar Rüştü Bey, savaş sonrasında Rumlar tarafından yayılan iddiaları çürütmek için akşamları Duygu adlı bir gazete daha yayınlamaya başladı. İzmir’de bulunan Rumlar İngiliz Monitor komutanı Dixon’un İzmir limanına ayak bastığı 6 Kasım 1918 tarihinde büyük gösteriler yaptı. Bu durumu Haydar Rüştü Bey gazetelerinin başlıklarına taşıyınca Rumların boy hedefi oldu. Hatta 24 Kasım 1918 tarihinde Leon torpidosu İzmir körfezine geldiği zaman, Rumlar matbaasının bulunduğu Frenk mahallesindeki İsponti ferhanesi basmışlar, bu sırada matbaaya da zarar vermişlerdi. Haydar Rüştü Bey, olaylar yüzünden matbaasını daha güvenli olan Türk mahallesindeki Beyler sokağına taşımıştı. Bu dönemde bir yandan Rumca gazetelerin saldırına uğrayan Haydar Rüştü Bey öbür yandan ise yerel basın tarafından ittihatçı olmakla suçlanmaktaydı. Nurettin Paşa’nın 22 Mart 1919 tarihinde görevden alınmasından sonra yerine İzmir Valiliği görevine atanan Kambur İzzet Paşa, bütün yurtseverlerin amansız bir takipçisi olduğu için Haydar Rüştü Bey’e büyük bir kin besliyordu. Kambur İzzet Paşa’nın bu derece kinli olmasının altında Haydar Rüştü Bey’in Türk Ocağı’nın heyet-i idaresinde olması ve ocağın halkın çeşitli kesimlerini işgale karşı birleştirmek için faaliyet yapmasıydı. Vali bu düşmanlığını Anadolu ve Duygu gazetelerini İzmir’in işgalinden dört gün önce son kez kapayarak gösterdi. Bu haberi 15 Mayıs 1919 tarihli nüshasında veren Alemdar gazetesi, bu iki gazetenin kapanmasından duyduğu sevinci dile getiriyordu.5 Albay Kazım (Özalp) Bey hatıralarında İzmir’in işgalinden bir gün önce (14 Mayıs) Park Kıraathanesi’nde İzmir’in aydınlarından Mustafa Necati Bey, Haydar Rüştü Bey, Anadolu gazetesi muharriri Reşat Bey, Ragıp Nurettin Bey, Tüccar Moralızade Halit Bey ve daha bazı kimselerin toplandığını, bunların sonra Hükümet Meydanı ile Lise binasında daha geniş katılımlı toplantı yaptığını belirtmektedir. Bu toplantılarda etkili konuşmalar yapan Haydar Rüştü Bey, Reddi İlhak Heyeti’nin teşekkülünde ve adı geçen heyet imzalı beyannamenin yazılmasında hazır bulundu. Bu beyanname Haydar Rüştü Bey’in Anadolu matbaasında basılarak İzmir’de dağıtıldı ve telgrafla bütün Anadolu’ya duyuruldu.6 Yunanlılar İzmir’i işgal ederken yerli Rumlar Anadolu matbaasını basıp tahrip etmişlerdi. İşgal komutanlığı da o gece Haydar Rüştü’yü evinde boşuna aramışlardı. Yunan gazeteleri onu Ödemiş’te öldürdükleri yönünde asılsız haberleri yazarken Yunan hükümeti de başına yüz bin drahmi ödül koyuyordu. İşgal sonrası Haydar Rüştü Bey, üç ay kadar Mustafa Necati Bey’in Asansör’de bulunan baba evinde, Göztepe’de kendi hanesinde, Değirmendağı’nda (Yukarı Mahallat) emekli Binbaşı İbrahim Bey’in evinde, bacanağı Dr. Hasan Sukuti Bey’in Köprü semtinde bulunan hanesinde 4 5 6 Celal Bayar, Ben de Yazdım, C. V, İstanbul, 1967, ss.1609-1610. Öktem, a.g.e., ss.8-15, 59; Ulvi Keser, “Milli Mücadele Döneminde Ayrılıkçı Faaliyetlerde Kilisenin Rolü ve Hrisostomos-Hrisantos Girişimlerine Kesitsel Bir Bakış”, Turkish Studies, Volume 5/3, Summer 2010, ss.1649-1650. Kazım Özalp, Milli Mücadele 1919-1922, C.I, Ankara, 1988, 3.bs. , ss.4-6. 35 Muhammed GÜÇLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ve Basmane’de Karabiber Mehmet Bey’in evinde tebdili kıyafet saklandıktan sonra Ulucaklı Salih ile Karabiber Mehmet Bey’in yardımıyla Fransızların kontrolünde olan Basmane garından Bandırma ekspresiyle bir akşam üzeri Akhisar’a gitti.7 Daha sonra bir görev ile İstanbul’a giden Haydar Rüştü Bey, hanımı ve çocukları ile bir araya geldi ve bu dönemde Vakit gazetesinde yazı yazmaya başladı. Bir süre sonra Bursa’da kurulacak olan Mücadele-i Milliye istihbarat bürosu şefliğine atandığı için Bursa’ya gitti. 8 Temmuz 1920 tarihinde Bursa Yunanlıların eline geçince Ankara’ya Mustafa Kemal Paşa’nın karargâhına gitti.8 1. Haydar Rüştü Bey’in Antalya’ya Gelmesi Haydar Rüştü Bey, Antalya’da Anadolu’nun ilk sayısında yayınladığı başmakalesinde kendisi ve gazetesi hakkında uzunca bilgi vermiştir. Söz konusu makalesinde gazetesini İstanbul ve Balıkesir’de yayınlamaya çalıştığını, ama İngiliz hizmetkârı ve vatan tüccarı olan İstanbul hükümeti yüzünden bunu başaramadığını, gazetesini yayınlamak için bir yer aradığını, bunun da Antalya olduğunu belirtmektedir.9 1943 yılında İsmet Kültür’e verdiği mülakatta yirmi gün kadar Ankara’da kaldıktan sonra yarı işgal altında bulunan Antalya’ya giderek İzmir’in kurtuluşuna kadar orada Anadolu’yu çıkardığını belirtmektedir.10 Haydar Rüştü Bey, Antalya’ya Mustafa Kemal Paşa’nın direktifi ile mi gitti, yoksa birçok İzmirli vatandaşın şehirde bulunması mı etkili oldu onu tespit edemedik.11 Çünkü milli mücadeleyi gerçekleştirenler, bu şehirde bulunan İtalyan Ajansı aracılığıyla Dünya ile bağlantı sağlamaktaydılar. Mustafa Kemal Paşa, XX. Fırka Komutanlığına 16/17 Mart 1920 tarihli telinde “telgrafların bu 7 8 9 10 11 Öktem, a.g.e. , ss.43-125; Ergün Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, İzmir, 2000, s.121. Kültür, a.g.m. , Aktaran: Öktem, a.g.e. , s.134. Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1336. Kültür, a.g.m., Aktaran: Öktem, a.g.e., s.134. Milli Mücadele döneminde Antalya’ya Batı Anadolu’dan gelen göçler ve şehrin önemi hakkında bakınız: Muhammet Güçlü, XX. Yüzyılın İlk Yarısında Antalya, Antalya, 1997, Antalya Ticaret ve Sanayi Odası Kültür Yayınları; Madam Berthe G. Gaulis, “milliyetçi Türkiye’nin giriş kapısı” olarak tanımladığı Antalya’ya 20 Mart 1921 tarihinde geldi ve gördüğü manzarayı şöyle anlatmaktaydı: “Limandaki rıhtımlar ticaret eşyası ile dolu, Anadolu’nun her tarafında rastladığım deve kervanları yüklerini gelip buradan almaktalar. Gümrük deposu her çeşit silah ve cephane ile tıklım tıklım dolu......Vilayet konağı çok hareketli bir arı kovanını andırıyor......Pazarı dolaştım, burada her şey bulunuyor...Rodos ile Antalya arasında vapur seferleri aralıksız olarak devam etmekte...” Madam Berthe G. Gaulis, Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği, Çev. Cenap Yazansoy, İstanbul, 1981, s. 123-126; Kadriye Hüseyin “meyve bahçeleri şehri” olarak nitelediği Antalya’ya 19 Mayıs 1921 tarihinde geldi ve izlenimleri şöyleydi: “Kurun-i vüstai (Ortaçağ) bir görünüşü olan asıl şehir, eski şehirden bir cadde ile ayrılmış, Anadolu’da bulunan her cins malın satıldığı pazar da burada.........Sahil boyunca süslü küçük köşkler, zarif bir zevkle dizilmiş sıralar var. Yine deniz kenarında herkesin buluşma yeri olan çok güzel bir kahve-gazino bulunuyor.......Bu akşam iftardan sonra sahile indik.Kahve, gazino bir bir ziya içinde parıldıyordu. İçinde alaka-bahş şahsiyetlerin de bulunduğu topluluklar dahil, meydandaki masaların etrafında çok kalabalık vardı....” Kadriye Hüseyin, Mukaddes Ankara’dan Mektuplar, Çev. Cemile Necmeddin Sahir Sılan, Ankara, 1987, ss.106-115. 36 Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) yolla dış ülkelere yollanmasının, birer suretlerinin de Ankara’ya gönderilmesinin iyi olacağını” bildirmekte, Miralay Refet Bey’e çektiği 31 Mart 1920 tarihli telgrafında ise “Ermenilerin Adana ve civarında yaptıkları zulümlerin uygar dünyaya duyurulması için tebliğlerin İtalyan Ajansı aracılığıyla yayınlamasını” istemekteydi. Yine Nazilli’de bulunan Miralay Refet Bey’e 16 Nisan 1920 tarihinde çektiği telgrafta İzmir’in tanınmış tüccarlarından olup AntalyaRodos vapurları ile eskiden beri ilişkisi olan Moralızade Halit Bey’in vatani görevi bundan sonra Antalya’da sürdürmek istediğini belirtmekte ve ayrıca burada Antalya, Rodos ve Avrupa’daki dostlarından haber alabileceği sürekli ve düzenli bir istihbarat şebekesinin kurulmasını istemesi Antalya’nın önemini yeterince göstermektedir.12 Moralızade Nail Bey 1973 yılında “Mütarekede İzmir Olayları” adıyla yayınladığı hatıralarında İzmir’in işgali üzerine önce İstanbul’a sonra Rodos-Antalya üzerinden Ankara’ya gittiğini, Londra Konferansı’na giden Bekir Sami Bey heyeti ile Antalya’ya döndüğünü belirtmekte ve ağabeyi Halit Bey ile Rodos’a yerleştiklerini kaydetmektedir. Ayrıca kendisi, ağabeyi, daha sonra ticari işlerini takip etmek için İzmir’e dönen küçük kardeşi Rıfat Bey’in istihbarat çalışmalarını sürdürdüğünü belirtmektedir.13 Bu dönemde Haydar Rüştü Bey bir yandan gazetesini çıkarmak için çaba harcarken öbür yandan Hakimiyet-i Milliye gazetesi ile Anadolu Ajansına haber aktarıyordu. Çünkü daha sonra Hakimiyet-i Milliye gazetesini incelediğimiz zaman Antalya’da Anadolu gazetesinin bir çok haberde kaynak gösterildiğini görüyoruz. Bu bilgilere dayanarak Haydar Rüştü Bey’in Ağustos ayı (1920) içinde Antalya’ya gelmiş olduğu söylenebilir. Kendisinin 12 Eylül 1922 tarihinde Antalya’da Anadolu gazetesinin son sayına yazdığı “Elveda” başlıklı makalesinde Antalyalılara hitaben “İki seneyi mütecaviz bir zaman zarfında şahsi ve bir buçuk senelik gazetecilik hayatın(m)da” demesi bu düşünceyi destekler niteliktedir. Ayrıca Alaşehir Kaymakamı iken Yunan ilerleyişi yüzünden önce Afyon’a, sonra Halide Edip (Adıvar) Hanım’ın babası Edip Bey’in de içinde bulunduğu bir kafile ile Temmuz ayı ortasında Antalya’ya hareket eden Bezmi Nusret (Kaygusuz) Bey’in, beş gün süren bir yolculuktan sonra ulaştığı Antalya’da eski arkadaşı Anadolu gazetesi sahibi Haydar Rüştü ile Rodos otelinde (1 Ağustos 1920 tarihinde) aynı odada kaldıklarını anlatması önemli bir kayıttır.14 Kırkağaç ilçesi Gelembe bucağı Müdafaa-i Hukuk Katibi Usulizade Hilmi Efendi, hatıralarında 5 Eylül 1920’de Burdur’a geldiklerini, 6 Eylül akşamı Anadolu gazetesi muhabiri Zinnur Efendi’nin işlettiği meyhanede 12 13 14 Yücel Özkaya, Milli Mücadele’de Atatürk ve Basın (1919-1921), Ankara, 1989, ss.44, 46. Nail Moralı, Mütarekede İzmir, Önceleri ve Sonraları, Yay. Haz. Erkan Serçe, İzmir, 2002, ss. 173-175. Nail Moralı, 1976 yılında yayınladığı “Mütarekede İzmir, Önceleri ve Sonraları” adlı hatıratında İzmir’in işgalini müteakip İstanbul ve Ankara’da bulunmasını, Bekir Sami Bey heyeti ile Antalya’ya gelmesini, Antalya’da İstiklal Mahkemesi tarafından bilgisine başvurulmasını ve Rodos’a yerleşmesini anlatmaktadır. Ancak İzmir’den tanıdığı ve aynı dönemde Antalya’da bulunan Haydar Rüştü Bey’den ve Antalya’da Anadolu gazetesinden söz etmemesi dikkat çekicidir. Moralı, a.g.e. , ss.108-114. Bezmi Nusret Kaygusuz, Bir Roman Gibi, İzmir, 2002, ss.201-203. 37 Muhammed GÜÇLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) yediklerini ve içtiklerini söylemesi, Haydar Rüştü Bey’in Antalya’da Anadolu adlı gazetesini çıkarmadan önce teşkilatlanmaya başladığını düşündürüyor. Bir süre sonra yoluna devam eden Hilmi Efendi, 22 Eylül 1920 tarihinde Antalya’ya vardıklarını, aynı gün akşam daha önce Antalya’ya gelen dayısı Hasan Efendi ile deniz kenarında bir meyhanede oturduklarını, onun deyimi ile meclislerinde Anadolu Gazetesi Başmuhabiri Haydar Şadi (Rüşdü) Bey ile Dr. Abdi Bey’in de bulunduğunu belirtmektedir. Aynı meyhanede Antalya-Muğla Havalisi komutanı Bekir Sami (Günsav) Bey’de bulunmaktadır.15 Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi Haydar Rüştü Bey, Anadolu gazetesini Antalya’da çıkarmak için dört ay kadar çabalamıştır. 2. Antalya’nın İlk Yerel Gazetesi: Antalya’da Anadolu16 2.1. Antalya’da Anadolu: 19 Aralık 1920 1920 yılının son aylarında İstanbul’dan bir İtalyan şilebi ile İzmir’e gelen Eşi Eribe hanımın Anadolu’nun İzmir’deki birkaç kasa hurufatı, bir iki pedal makinesiyle bazı matbaa parçalarını Antalya’ya götürmek için yaptığı çaba gümrükte el konulması ile sonuçsuz kaldı. Ama eşi Eribe Hanım, Makinist Kapaklılı Mustafa Efendi ile matbaanın bir iki mürettibi (birisi İmam olarak anılır) Antalya’ya ulaşabilecekti.17 Ömer Sami Çoşar, “Antalya’da Anadolu’nun ilk nüshasının uzun ömrü boyunca tek gazete basmamış, küçük bir el makinesinde..” 19 Aralık 1920 tarihinde basıldığını belirtiyordu.18 Nuri Dağtekin ise Antalya’da Anadolu’nun Ankara’dan sağlanan ömrü boyunca hiç gazete basmamış eski bir pedal makinesi ve bir kasa hurufat ile Murat Paşa Mahallesi matbaa sokakta bulunan ahşap bir evin altında 19 Aralık 1920 tarihinde yayınlandığını yazıyordu.19 Anadolu Gazetesi Müdüriyeti, Antalya’da Anadolu adlı gazetesinin ilk sayısında yayınladığı “Arz-ı Şükran” adlı yazıda “Antalya’da ilk defa olarak yevmi bir gazete çıkıyor. Bu gazetenin tarafımdan çıkarılması benim içün büyük bir bahtiyarlıktır. Bu bahtiyarlığa nailiyetimden dolayı evvela Cenab- Hakka hamd ve şükür iderim. Birçok muhterem zatlar bu gazetenin çıkarılması içün bize muavenette bulundular. Bilhassa sabık Mutasarrıfımız Kemal Beyefendi’nin yardım ve teşvikleri daima hatıramızı minnet ve teşekkür hisleriyle tezyin idecekdir. Muhterem Mutasarrıf ve Kumandanımız Aşir Beyefendi ile Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin de gazetemiz hakkında büyük lütuf ve 15 16 17 18 19 Ahmet Kasapoğlu (Derleyen), Milli Mücadele Anıları (13 Nisan 1920-31 Ekim 1920), Ankara, 1998, ss.74-76. 1864 yılında çıkarılan Vilayet Nizamnamesi’ne göre Teke Sancağı’nın da bağlı olduğu Konya Vilayeti’nde 1869 yılında Konya adıyla Türkçe ve Rumça çıkan gazete bu değerlendirmenin dışında tutulmuştur. Orhan Koloğlu, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Basın, İstanbul, 1992, ss.20-21. Ömer Sami Coşar, Milli Mücadele Basını, Gazeteciler Cemiyeti Yayınları No: 5, s. 256.. Coşar, a.g.e. , s.257. Nuri Dağtekin, “Antalya’nın İlk Gazetesi” , Antalya’da Bayram Gazetesi, 27-29 Ağustos 1985. 38 Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) himmetlerinin medyun-u şükranıyız. Pek ağır olan makinelerimizin otomobil ile gümrükten matbaamıza naklini temin iden İtalya Kumandanı cenablarına da arz-ı teşekkürat ederiz. İntişarımızı sabırsızlıkla bekleyen pek çok lütufkar arkadaşlarımız, aziz karilerimiz vardır. Onlardan her gün ve her saat teşvikler görüyor ve muvaffakiyet temennileri işidiyorduk. Cümlesine teşekkür ederiz. Bilhassa kendi dertlerini her gün yazub söyleyeceğimiz ve her zaman en ziyade kendilerinin iyiliklerine hidmet ideceğimiz sevgili Antalya’nın aziz ahalisine gazetemize gösterecekleri alaka ve rağbetden dolayı şimdiden teşekküratımızı takdim ideriz” demekteydi.20 Anadolu gazetesi müdüriyetinin bu yazısından anladığımıza göre Antalya’da Anadolu gazetesini basan matbaa yukarda araştırmacıların belirttiği gibi küçük bir el makinesi olmayıp pek ağır bir makine olduğunu, deniz yolu ile Antalya’ya geldiğini, hatta bu makinenin İtalyan kumandanının sağladığı otomobil ile naklinin yapıldığını anlıyoruz. Ayrıca Anadolu gazetesi müdüriyeti, Antalya’da Anadolu gazetesinin ilk sayısında “Muhterem Mutasarrıf ve Kumandanımız Aşir Beyefendi ile (Antalya) Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin de gazetemiz hakkında büyük lütuf ve himmetlerinin medyun-u şükranıyız” derken, Haydar Rüştü Bey Antalya’da Anadolu gazetesinin birinci yıl dönümünde yazdığı “Sene-i devriyemiz” adlı yazısında “Gazetemizin burada tesisine büyük yardımı sebk eden (Antalya) Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti muhteremesine de en har ve samimi teşekkürlerimizi takdim eder(iz)” demekteydi21. Bu iki yazıdan da rahatlıkla anlaşılacağı gibi Antalya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Haydar Rüştü Bey’e gazetesini Antalya’da çıkarması için nakdi yardımda bulunmuştur. Süleyman Fikri Bey, dönemi anlatan eserinde Antalya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, 21 Kasım 1920 tarihinde İzmir’deki matbaasını getirmesi için Haydar Rüştü Bey’e 1000 lira vermiştir diyerek bu yardımı somutlaştırmıştır22. İhtiyat Mülazım-ı Sani İbrahim Ethem (Sorguç) Efendi’nin “Harp Sandığında” günümüze kadar ulaşan Antalya’da Anadolu gazetesinin ilk sayısında23 Haydar Rüştü Bey, “Hayat ve Mesleğimiz” adlı baş makalesinde 20 21 22 23 Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1336; Haydar Rüştü Bey tarafından Antalya’da Anadolu gazetesi yayınlanana kadar, Antalya’da 1889 yılında İsa Kerim’in Teke gazetesini, 1913 yılında Antalyalı Avukat Philip Efendi’nin Antalya gazetesini, I. Dünya savaşının başlarında Macit Bey’in (Selekler) Belkıs gazetesini çıkarma teşebbüsleri çeşitli sebeplerle başarısız olmuştur. Evren Dayar, Gazetelerde Yazılı Tarih-Antalya’da Gündelik Hayat ve Basın (1920-1928), Antalya, 2011, ss.12-13. Haydar Rüştü, “Sene-i Devriyemiz”, Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1337; Muhammet Güçlü, “Antalya’da Mahalli Basının İlk Yirmi Yılı (1920-1940)”, Düşünceler Dergisi, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayını, Yıl: 10, S: 9, Şubat 1996, ss.177-180. Süleyman Fikri Erten, Milli Mücadele’de Antalya, Antalya, 1996, s.32. Tarihi belgelere gösterdiği duyarlılıktan dolayı İhtiyat Mülazım-ı Sani İbrahim Ethem Efendi ile aile bireylerine ve özellikle de Erdoğan Sorguç Beyefendi’ye teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Teğmen İbrahim Edhem Efendi’nin kısa hayat hikâyesi şöyledir: 1897 yılında Antalya’nın Kızılsaray Mahallesi Şarampol mevkiinde doğan İbrahim Ethem (Sorguç) Efendi, 1913 yılında beş yıllık Antalya İdadisi’ni bitirdi. Daha sonra abisi Muharrem Akif’e öykünüp İstanbul Kuleli Askeri Lisesi’ne gitmek istediyse de yaşının büyük olmasından dolayı girememişti. Ama 1915 yılında Kadıköy’de Saint Joseph Okulu’nun binasında bulunan Darülmuallimin okulunun üçüncü sınıfına parasız yatılı olarak kaydoldu. Bir 39 Muhammed GÜÇLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Anadolu gazetesi, hayatı, mesleği ve Antalya hakkında şunları belirtmektedir: “Neşrine başladığımız gazetenin hayatı ve meslek ve maksadı hakkında şu ilk nüshada baz’ı izahat virmeği lüzumsuz ad etmiyoruz. Gerçi (Anadolu) Antalya ve havalisi ahali-i muhteremesine yabancı bir gazete değildir. Çünkü (Anadolu) İzmir’de neşr olunurken burada birçok karileri vardı. Bu itibar ile meslek ve müşaveremiz bir dereceye kadar muhitimizce malum ise de aradan pek çok vukuat ve hadisat ile dolu yorucu ve unutdurucu bir zaman geçdiği içün mazi-i neşriyatımıza seri’ bir göz gezdirmeği faidesiz bulmadık. (Anadolu) (İzmir)de ta üçyüz yirmiyedi senesinden (1911) beri her gün neşr idilmekteydi ve bu neşriyatı Yunanın İzmir’e ayak basdığı günden bir hafta evveline kadar devam eyledi. Bu yedi senelik hayat-ı neşriyesi (Anadolu) yu günden güne iyileşdirmiş ve seneler geçdikce gazetede tekmil ve terakki yollarında ilerleyerek İzmir’in çok kari bulunan bir gazetesi olmuşdu. (Anadolu) kendini milletin en yorulmaz, hizmetkarı ad eylediği içün onun mes’ud ve şen dakikalarında o da sa’det ve neşeler saçmış, kara ve felaketli zamanlarında o da mahzun ve müteellim derd-i milletle sızlayub durmuşdur. Gerek sulh gerek harb senelerinde herkes, her iş kalıbdan kalıba ve renkden renge girmiş olduğu halde (Anadolu) yolunu değişdirmemiş, makdad ve gayesini unutmamış, ciddi ve yılmaz bir vakar ile ta mütareke devresine kadar vazifesini ifaya çalışmışdır. Mütareke (İzmir’i) bir cidal sahnesi yapmışdı. Düşmanlar mütareke dolayısıyla elimizden silahımızı alub da sürü sürü donanmalarını Çanakkale’den İstanbul’a ve Yenikal’a’dan İzmir’e sokdukdan sonra tarihde bir misline yıl sonra mezuniyet imtihanlarına girecekleri sırada Harb-i Umumi yüzünden Kadıköy Askerlik Şubesi tarafından 30 Ekim 1916 tarihinde Erenköy İhtiyat Zabit Namzetleri Talimgâhı’na sevk edildi. Bir yıl kadar eğitim gördükten sonra 3 Eylül 1917 tarihinde İhtiyat Zabit namzedi olarak mezun oldu ve Filistin cephesinde Cevat Paşa (Çobanlı) komutasındaki 8. Ordu emrine verildi. İbrahim Ethem Efendi, 16. Tümen 48. Alay, 2. Tabur 6. Bölükte 8. Takım Komutanı olarak savaşırken 20/21 Eylül 1918 tarihinde Nablus civarında Zülkarneyn tepelerinde İngilizlere esir düştü. Mısır’ın İskenderi’ye şehrinde bulunan Seydibeşir Kuveysna Dört Numaralı Osmanlı Üsera-yı Harbiye Kampı’nda yaklaşık iki sene kaldıktan sonra Haziran 1920’de serbest bırakıldı. Panama vapuru ile İskenderiye’den İstanbul’a geldikten üç gün sonra 15 Haziran 1920 tarihinde terhis edildi. Memleketi Antalya’ya geldi ve Vakıflar Müdüriyeti’nde kâtip olarak çalışmaya başladı. Bu sefer de Sakarya zaferi sırasında Antalya Askerlik Şubesi (26 Ağustos 1921) tarafından cepheye sevk edildi. Garp cephesinde Birinci Ordu (Kom. Nurettin Paşa) bünyesinde 4. Kolorduya (Kom. Kemalettin Sami Paşa) bağlı 5. Kafkas Fırkası 9. Alay, 1. Tabur, 3. Bölük 3. Takım Komutanı olarak Büyük Taarruz’a katıldı. Ama 30 Ağustos 1922 tarihinde aynı taburun birinci bölüğüne geçti. Zaferden sonra 5 Ağustos 1923 tarihinde Adapazarı’nda İhtiyat Mülazım-ı Sani (Teğmen) olarak ikinci kez terhis edilerek İstanbul üzerinden memleketi Antalya’ya geldi. Bundan sonra önce Vakıflar idaresinde kısa bir dönem katip olarak çalıştıktan sonra 1930 yılına kadar serbest ticaret yaptı. Daha sonra Ziraat Bankası’nın çeşitli kademelerinde görev yaptı ve 1974 yılında vefat etti. İbrahim Sorguç, İstiklal Harbi Hatıratı-Kaybolan Filistin, Yay. Haz. Erdoğan Sorguç, İzmir, 1996, 2. Bs. ,s. 15-18; İbrahim Sorguç, Bu Defa Niçin Harp Edeceğimi Biliyorum-Filistin Cephesi ve İstiklal Savaşı Anıları, Ed. Emre Yalçın, İstanbul, 2010, ss.3-29, 235, 251-256. 40 Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) daha tesadüf idilemeyen büyük bir namerdlik ve nekabetden haya itmediler. Tutdular, merdce kendilerine teslim eylediğimiz silahımızı koynumuzda beslediğimiz dahili düşmanlarımıza virdiler ve bundan dolayı Türkiye’de bilhassa Türkiye’nin şah damarı olan İzmir’de kıyametler kopmağa başladı. Her tarafdan Türkleri tahkir avazeleri (yü)kseldi. Her ağızdan Türk ve Müslüman’a iftiralar yağmağa başladı, işte o zaman Yunan gazetelerinin kopardıkları bu iftira dalgalarına karşı (Anadolu) bütün mevcudiyetiyle bir müdafaa kayası kesildi. Müslümanın hakkını, isnad edilen iftiraları birer birer red ve cürh iderek müdafaa etdi. (Anadolu)nun bu müdafaası o kadar şiddetli ve azimkarane idi ki düşmanlar (İzmir)in hükm-ü idamını icradan evvel (Anadolu)nun vücudunu ortadan kaldırmağa lüzum gördüler ve bu lüzum üzerine gazeteyi işgalden on gün evvel Fransız ve İngiliz sansürleri vasıtasıyla tatil etdirdiler. İşte o günden bu güne kadar bu sukunet devam eyledi. İzmir’in işgalinden sonra değil gazetenin orada neşri kendimizin bile bir dakika meydanda görünmemiz mehal idi. Çünkü Yunanlılar (Anadolu)yu ve onun muharrirlerini bir dakika bile yaşayor görmek istemiyorlardı. Bunun içün epeyce müddetler meydandan çekildik ve nihayet İstanbul’da ve bilahare Balıkesir’de gazeteyi tekrar neşre teşebbüs eyledik. Fakat bu da mümkün olamadı. Çünkü İstanbul’da İngiliz hizmetkarı ve vatan tüccarı bir hükümet vardı. Bu hükümet nerede milli bir varlık sezer ise orayı söndürüyor ve memleketin selametini düşünen her uzvu mutlaka imhaya çalışıyordu. Tabiidir ki bu şerait altında (Anadolu) çıkamazdı. O hal bu güne kadar devam eyledi ve nihayet gazetemizde kendisine çalışacak, hizmet idecek bir muhit aradı ve buldu. O bulduğu yerde sevgili ve mübarek vatanın feyizli ve pek aziz bir kısmı olan (Antalya) oldu. İşte Antalya’da çıkmağa başlayan (Anadolu)nun mesleği: Hakka ve halka hizmet, gayesi: milletin birleşüb yükseldiğini görmekdir. Bunun içün haksızlığın, keyf ve istibdadın aman-ı düşmanı ve halkın yorulmaz ve yılmaz bir hadimiyiz. (Hak) ve hakikatın pişini takib ideceğiz. Hak bize yol gösterecek çünkü rehberimiz odur. (Halk)ında daima beraberinde yürüyen bir arkadaşı olacağız, zira o rehbere muhtacdır. Hakka isyan dimek olan ahlaki fenalıkları kimden sadır olursa olsun şiddetle tenkid ideceğiz. Halk içün bir zulm ve cinayet teşkil iden siyasi, iktisadi her su-i isti’malatı kim yaparsa yapsın tefsih ideceğiz. Soygunculuğun, inhisarın ve milleti kasub kavuran ihtikarın diyebiliriz ki bizden büyük düşmanı olmayacakdır. Fakir, esnaf, amele gibi milletin en mühim, en çok, en öz evladını boğazı tokluğuna ve bin dürlü sefaletler içinde yaşadan avamil ile mücadele gazetemizin en birinci vazifesi olacakdır. Sütunlarımız köylünün, fukara-yı emten müdafaaları ve temin-i ihtiyaçları içün vukubulacak neşriyata daima açık bulunacakdır. Şunu da bervech-i peşin söyleyelim ki biz şu saydığımız vazifeleri ifa ederken Allah’dan ve vicdanımızdan başka hiçbir kuvvetin taht-ı te’sirinde kalacak değiliz. Bunun 41 Muhammed GÜÇLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) içün tenkitlerimizde, takdirlerimizde şahsi menfeatlerin ve şahsi hislerin çok fevkinde bulunacakdır. Şimdiye kadar biz bu yolda çalışdık. Bundan böylede yine aynı yolda yürüyeceğiz. Tevfik Allah’dandır.”24 Haydar Rüştü Bey, Orhan Rahmi Gökçe’nin kendisiyle yapmış olduğu “Otuz beş Yıl Sonra Anadolu” başlıklı röportajında Anadolu’nun Antalya’ya naklini anlatırken “.....onu buradan Antalya’ya götürdüğüm zaman yavrusunu yangından kaçıran bir ana yüreği taşıyordum sanki........” demekteydi.25 Haydar Rüştü Bey Antalya’da Anadolu adlı gazetesini bir yandan İtalyanların İzmir’deki postanesi öbür yandan yelkenli ve şileplerle İzmir’e sokuyordu. İzmir’in Türk olduğunu haykıran Antalya’da Anadolu gazetesini gören Yunan İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’nın Matbuat Müdürü Vafiyadis, gazetenin sahibi ve mesul müdürünün Haydar Rüştü Bey olduğunu görünce “Demek ki gene o” demekten kendini alamadı.26 Ayrıca Antalya İstihbarat merkezinden Moralızade Rıfat Bey’in İzmir İtalyan postanesindeki hususi kutusuna gelen Ankara ve Antalya gazeteleri arasında bulanan Haydar Rüştü Bey’in Antalya’da yayınladığı (Antalya’da) Anadolu gazetesinde çıkan şu şiiri kurtuluşu bekleyenler arasında büyük bir ilgi toplamıştı. “İstemem mavi göklü gündüzü ben, Ya kararsın sema, ya al olsun Mütemadi leyale razıyım, Ufku safında tek hilal olsun.”27 2.2. Antalya’da Anadolu Gazetesi Bir Yaşında Antalya’da Anadolu gazetesinin ilk sayısının alt başlığında “Cumartesi maada her gün çıkar Türk gazetesidir” yazmaktadır. Gazetenin sahibi ve sermuharriri Haydar Rüştü, matbaası ve idarehanesi Antalya’da Belediye meydanında daire-i mahsusa, ücretinin 100 para olduğu belirtilmektedir. İki sayfa olarak çıkan gazetenin ön yüzü dört, arka yüzü üç sütun olarak düzenlenmiştir. Genel olarak gazetede bir baş makale, dahili haberler, Anadolu Ajansı tebligatı, Avrupa postası, hususi müstahberatmız, Antalya, İzmir ve Konya ticaret piyasası ve çeşitli reklam yazıları bulunmaktadır.28 Haydar Rüştü Bey “Ajans Haberleri” başlıklı yazısında, gazetenin haber kaynakları içinde ajans haberlerinin önemli olduğunu vurgulamakta ve Anadolu’nun Antalya’da yayınlanması üzerine Posta ve Telgraf Umum Müdürlüğü’nün Ajans suretlerinden birisinin Antalya’da Anadolu gazetesine verilmesi konusunda Antalya Posta ve Telgraf 24 25 26 27 28 Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1336. Öktem, a.g.e., s.15. Coşar, a.g.e., s.257. Moralı, a.g.e., s.178; Haydar Rüştü Bey’in dörtlüğünün birinci mısrasında geçen “mavi göklü” tabirinden kastettiği Yunan bayrağının rengidir. Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1336. 42 Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Müdürü Zülfikar Bey’e emir verdiğini belirtmektedir.29 Gazetenin İzmir’den gelmesi ve bu dönemde Antalya’da bir çok İzmirlinin yaşamasından olsa gerek Antalya’da Anadolu’da İzmir haberlerinin yoğun olduğunu görüyoruz. Mesela M.Z.D’nin 1920 yılında İzmir’de İzmir üzerine yazdığı bir şiiri “Anadolu diyor ki” başlığı altında yayınlanmıştır.30 Antalya’da Anadolu gazetesi büyük makinenin arızalanmasından dolayı neşrinin üçüncü ayında üç gün süreyle (2-4 Şubat 921) Anadolu Ajansı tebligatının verildiği bir sayfa olarak çıkmıştır.31 Gazete 6 Şubat Pazar gününden itibaren ise eski düzeninde çıkmaya devam etmiştir. II. İnönü savaşı sırasında Bilecik ve Pazarcık yöresini işgal eden Yunanlılar, İnönü mevzilerini sıkıştırmaya başladı. Bu dönemde oluşan karamsar havayı dağıtmak isteyen Haydar Rüştü Bey, Antalyalıları daha kötü günlere alıştırmak için 27 Mart tarihli nüshada “Millet metin ol !” adlı bir baş makale yayınladı. Haydar Rüştü Bey, makalesinde “Madem ki ölmemeye azmettik ve mademki esir yaşamak istemiyoruz o halde cidalimiz, hakkımız teslim edilinceye kadar berdevam olacaktır. Amma bu hal olmayacakmış, varsın olmasın. Bu günün yarını da var, öbür günü de var” diyordu.32 Bu arada gazete çalışanlarının hayatlarında güzel olayların meydana geldiği okuyoruz. Çünkü gazetenin makinisti Mustafa Efendi’nin Rumeli ve Aydın muhacirlerinden Hasan Ağa’nın kızı ile nikah kıydığını görüyoruz.33 Ama aynı zamanda gazetenin mesul müdürü hakkında kamu yararına dava açıldığını da okuyoruz. 24 Nisan’da Haydar Rüştü Bey’in “La havle vela...”34 adlı baş makalesinden dolayı Mutasarrıflık makamı tarafından “hukuk-u umumiye namına tahrik-i dava suretiyle müdür-ü mes’ulümüz hakkında ikame-i dava edildiği haber alınmışdır” demekteydi.35 Bir gün sonra Haydar Rüştü Bey “Matbuat” adlı baş makalesinde basının Kanun-u Esasi’nin himayesi altında olduğunu vurgulamıştır.36 Gazete 29 Nisan tarihli nüshasında davanın sonucunu “Beraet Kararı” başlığıyla duyurmakta ve şöyle demektedir. “Gazetemiz aleyhine hukuk-u umumiye namına ikame edilen dava dün Bidayet Mahkemesi’nde gıyaben reviyyet edilmiş ve bi’l-netice müdür-ü mes’ulümüz Haydar Rüştü Bey’in beraetine karar verilmişdir.”37 Gazete Antalya’da neşrinin altıncı ayına girerken hacminin yeniden düzenlendiğini, içeriğinin çeşitlendirildiğini ve fiyatının yüz paradan beş kuruşa çıkarıldığını 29 30 31 32 33 34 35 36 37 Antalya’da Anadolu, 15 Eylül 1337. “...Gazetenin burada (Antalya) intişarı üzerine Posta ve Telgraf Müdüriyet-i Umumiyesi Ajans suretlerinden birisinin Anadolu gazetesine verilmesini Zülfi Bey’e (Ali Zülfikar, Antalya Posta ve Telgraf Müdürü) resen emir vermiş ve Matbuat Müdüriyet-i Umumiyesi de keyfiyeti ayrıca bura istihbarat Müdürlüğü’ne bildirerek bu surette idarehanemiz mezkur emirden haberdar edilmiştir.” Antalya’da Anadolu, 28 Şubat 1337. Antalya’da Anadolu, 2-4 Şubat 1337. Antalya’da Anadolu, 27 Mart 1337; Çoşar, a.g.e., ss.259-260; Aybars, a.g.e., ss.267-268. Antalya’da Anadolu, 20 Nisan 1337. Antalya’da Anadolu, 24 Nisan 1337. Antalya’da Anadolu, 26 Nisan 1337. Antalya’da Anadolu, 27 Nisan 1337. Antalya’da Anadolu, 29 Nisan 1337. 43 Muhammed GÜÇLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) okuyucuya duyurmaktaydı. Sahibinde, yerinde ve mesul müdüründe bir değişiklik olmadığını görüyoruz.38 Temmuz ayının ortalarında ise gazete yerini değiştirmiş ve kendi ifadesi ile “Antalya’da Debboy karşısında daire-i mahsusada” yayınına devam etmiştir.39 Haydar Rüştü Bey, 14 Eylül 1921 tarihli yazışmalardan anlaşıldığına göre Antalya Posta ve Telgraf Müdürü Ali Zülfikar Bey ile Ajans haberlerinin alınması konusunda tartışma yaşadığı için kısa bir süre gazetesinin yayınına ara vermek zorunda kalmıştır.40 Ama bu durumun fazla sürmediğini anlıyoruz. Çünkü gazetenin 18 Eylül tarihini taşıyan nüshasında “Telgrafhane ile gazetemiz arasındaki ihtilaf? (?) tefhimen zail olmuş ve idarehanemize telgafhanece ajanslar gönderilmeğe başlanmış olduğundan (Anadolu) vazife-i neşriyesini ifaya başlamışdır” denilmektedir.41 Gazete bir yılını doldurduğunu ilan ettiği sayısında ise gazetenin sahip ve sermuharriri yine Haydar Rüştü, matbaa ve idarehanesi Antalya’da debboy karşısında özel daire olarak gösterilmekte ve nüshası beş kuruştan satılmaya devam edilmiştir.42 Bu bilgilerden matbaanın yerinin değiştirildiğini ve gazetenin bu gün ordu evi olarak kullanılan o dönemde Debboy denilen yerin karşısında bulunan bir binaya taşındığını anlıyoruz. Burası aynı zamanda Haydar Rüştü Bey’in evidir. Mürettiplerden biri de artık matbaada yatmaktadır. Ömer Sami Coşar eserinde 6 Mart 1922 tarihinden itibaren gazetenin mesul müdürlüğünü Hafız Zühtü üzerine aldı ve aynı yılın Haziran ayında gazetenin dört sayfa olduğunu yazıyorsa da mevcut nüshalar bu bilgileri doğrulamamaktadır. Antalya’da Anadolu gazetesinin son sayısı olan 12 Eylül 1922 tarihli nüshasında alt başlık olarak yine “Cumartesinden maada her gün çıkar Türk gazetesidir” denildikten sonra sahip ve sermuharriri Haydar Rüştü, Antalya’da debboy karşısında özel dairede bulunduğu ve nüshasının beş kuruşa satıldığı yazmaktadır. Antalya’da Anadolu gazetesi yine iki sayfa ve dört sütun üzerine çıkmaya devam etmektedir.43 Bu bilgilerden de anlaşılıyor ki Antalya’da Anadolu gazetesi 1921 yılının ilk yarısında yaptığı mekan ve içerik değişikliğinden başka bir değişim içinde olmamış gibidir. Anadolu’da yaşanan işgaller yüzünden Antalya’ya göçler de artmaktadır. Çünkü Demokrat parti döneminde Balıkesir Milletvekilli olan İbrahim Sıtkı Yırcalı (1908-1988) hatıralarında Soma cephesinin düşmesi üzerine (Haziran 1920) ailesiyle beraber iki yaylı araba ile Bursa, Bilecik, Eskişehir üzerinden Konya’ya gittiklerini, Delibaş isyanından sonra (Ekim-Kasım 1920) ise Burdur’a geçtiklerini anlatır. İtalyanlar Antalya’yı boşalttıktan sonra (5 Temmuz 1921) oraya göç ettiklerini ve Konya’da Babalık gazetesinde olduğu gibi Antalya’da Anadolu gazetesinde çalıştığını belirtir. Bu dönemde çocukluğunu yaşayan 38 39 40 41 42 43 Antalya’da Anadolu, 24 Mayıs 1337. Antalya’da Anadolu, 19 Temmuz 1337. Antalya’da Anadolu, 15 Eylül 1337. Antalya’da Anadolu, 18 Eylül 1337. Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1337. Antalyada Anadolu, 12 Eylül 1338. 44 Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) İbrahim Sıtkı Bey, Anadolu Ajansı’nın verdiği haberleri yayınlayan gazetelerde (Babalık ve Antalya’da Anadolu) dizgiye yardım ettiğini ve akşama doğru da çarşı-pazar dolaşıp dağıttığını vurgulamaktadır.44 Antalya’da Anadolu gazetesinin bir yılını doldurduğu gösteren 19 Aralık 1921 tarihli nüshası Ahmet Sönmez’in korumasında günümüze kadar ulaşmıştır. Bu sayıda Haydar Rüştü Bey’in “Sene-i Devriyemiz” başlığını taşıyan baş makalesi yer almaktadır. Bu makalede yazar Antalya’da Anadolu gazetesi ile Antalya’da basının durumunu gözler önüne sermesi bakımından önemli olduğundan burada vermeyi uygun görüyoruz. “Cenab-ı hakka büyük hamd-ü sena Anadolu Antalya’da intişarının (yayınının) birinci senesini doldurarak ikinci senesine girdi. Geçen seneye kadar hatta haftalık bir risaleye dahi malik bulunamayan muhitimiz, görülüyor ki işte senesini idrak eden –hem de yevmi- bir gazeteyi yaşatmağa muvaffak olmuştur. Bu muvaffakiyetten dolayı hem heyet-i tahririye ve tertibiyemiz (yazı ve dizgi heyeti) ve hem de muhterem halkımız iftihar edebilirler. Gazetemiz, mensubiyetini iftihar ve hamd ederler. Zira bütün müşkülata ve mevania (engeller) göğüs germişler vazifelerinin kudsiyet ve ulviyetini göz önüne alarak her dürlü mahrumiyetlere rağmen çalışmışlar ve kanaatkar bir hayatla millete ve memlekete hizmet edebilmek ümidiyle kendilerini alıştırmışlardır. İşte bu imanın, bu kanatın neticesi olarak da bu günü idrak eylemişlerdir. Halkımız iftihar edebilir, çünkü onların bu gazeteyi kendilerine mal etmeleri, kendi ruh ve arzularının ma’kesi (akis yeri) ad eylemeleri ve bil-netice gazetenin hayat-ı maddiye ve maneviyesini temin için rağbetlerini, teşviklerini ibzal etmeleri (esirgememeleri) sayesindedir ki Anadolu bu sene-i devriyesini görmeğe muvaffak olmuştur. Hasılı bizim mahaldane? teşebbüsatımıza tereffuk eden (yardım eden) müsta’mer (bayındır hale getirme) gayretimiz muhterem halkımızın irfanperver müzahiratına (yardım, koruma) nail olduğu içindir ki bu gün, yani yevmi bir gazetenin sene-i devriyesini idrak eylemesi hadisesi meydana geldi. Acaba Anadolu memlekete, millete faide-i bahş bir uzuv oldu mu ? Bu suale cevap vermek bize düşmez. Her hangi münsaf ? bir kari’ (okuyucu) bir senelik neşriyatımıza icra-ı nazar ederse bu hususta bir hüküm verebilir. Biz ise bu hükmün aleyhimize olarak tecelli etmeyeceğine emin olduğumuzu söyleyebiliriz. Anadolu’nun Antalya’da intişara başladığı gün yazdığımız bir bendde vazifelerimizi ne suretle ifa edeceğimizi uzun uzadıya sayıp dökmüş idik. Öyle zan ediyoruz ki bir sene içinde üçyüz (?) programdan inhiraf (dönme, sapma) eylemedik. Haklıyı takdir, haksızı tenkil ettik ve bunları yaparken haktan ve vicdandan gayrı bir rehber tanımadık. Fenalıkları, memleketin kangrenleşmiş mesaili vardı. Bunları 44 Nazlı Ilıcak, 15 Yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, C. 1, İstanbul, 1975, s.215; Hasan Üstün, “Dokuma Kentsel Sit Olsun” , Antalya Ekspres, 23 Ağustos 2005. 45 Muhammed GÜÇLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) kalemimizin ucuyla hırpaladık. Mauna dertlerini, gümrük işlerini, hayvan mesailini, beledi vazifeleri gücümüzün yettiği kadar teşrih (genişçe açıklama) ederek bunların mazarratlarını hiç olmazsa tahdide muvaffak olduk. Geçirdiğimiz üç büyük harbin en buhranlı zamanlarında milletimizin, sevgili ordumuzun muhakkak zaferlerinden halkı ümitvar ederek bu suretle milletin sarsılmayan iman ve azmine timsal olduk. Cümlesine ayrı ayrı teşekküre borçlu olduğumuz kıymetdar arkadaşların muavenet-i tahririyelerini elde etmeğe muvaffak olarak muhitimizi bu rüfekanın ilmi, fenni asarıyla müstefit etmeğe çalıştık. Gazeteyi –tekzipten korkmayarak diyebiliriz ki- Anadolu’da çıkan diğer rüfekamızdan mütenevvia daha müteferrik, daha (?) (?) (?) ile neşr etmeğe çalıştık. Ve cürmümüzün müsaadesi nisbetinde buna da az çok muvaffak olduk. Muhitin darlığı her türlü levazımın madumiyeti ve hiçbir taraftan maddi bir muavenet görülememesi gibi ahval ve şerait içinde daha vasi’ daha mükemmel bir gazete neşrine imkan olamayacağını da kar’ilerimizin nazar-ı dikkate alacaklarını da ümit ediyoruz. Hülasa biz vasimiz, iktidarımız derecesinde muhitimize nafi’ olmağa çalıştık. Birçok mahrumiyetler, müşküller iktiham ederek gayret eyledik. Bu suretle vuku bulan belki bilmeyerek yapılan bazı hataiyat ile de alevde olmuştur. Bu noksanların hüsn-ü niyetimize bağışlanmasını da ayrıca temenni ederiz. Gelecek sene bu günü mülk ve milletin sulh ve saadeti içinde idrak eylememizi eltaf hüdadan temenni eder ve kıymetdar yardımlarıyla bizi minnettar eden rüfekaya arz-ı teşekkür eyleriz. Gazetemizin burada tesisine büyük yardımı sebk eden Müdafaa-ı Hukuk Cemiyet-i Muhteremesine de en har ve samimi teşekkürlerimizi takdim eder ve ikinci senenin de bize tahmil eylediği vezaifin ifasına daha büyük bir azim ve iman ile besmelekeş oluruz.”45 3. Antalya’da Anadolu Gazetesinin Son Günleri Antalya’da Anadolu Matbaasında Basılan Mecmua ve Kitapçıklar Antalya’da Anadolu gazetesi Antalya’da yayınlanmasından sonra çeşitli adlar altında mecmua yayınlayacağını okuyucularına zaman zaman duyuruyordu. Sonunda Haydar Rüştü Bey “Hayat ve Fikirler” adlı bir edebiyat mecmuasını çıkaramaya karar verdi. Ancak bu düşünce önce matbaanın taşınması sonra da derginin sorumlu müdürünün silah altına davet edilmesiyle bir türlü gerçekleşemedi. Gazetenin sütunlarında “Hayat ve Fikirler” başlığı altında yayınlanan haberde bu konu hakkında Temuz ayının sonunda “Matbaanın 45 Haydar Rüştü, “Sene-i Devriyemiz” , Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1337; Güçlü, Antalya’da Mahalli Basının .., ss.177-180. Antalya’nın tarihine ve kültürüne önem verdiği için adına bir kütüphane açan Sayın Ahmet Sönmez’in (Berber Ahmet) bu nüshayı bu güne kadar koruması takdire şayandır. 46 Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) nakli sebebiyle bu güne kadar intişar edemeyen Hayat ve Fikirler mecmua-i edebiyesi önümüzdeki Cumartesi günü intişar edecektir”46 denilirken, Mayıs ayının başlarında “Müdir-i mes’ulünün silah altına daveti hasebiyle bu hafta Hayat ve Fikirler intişar edemeyecektir. Gelecek hafta yeni müdirin nezareti altında iki nüsha birden intişar edecekdir” denilmekteydi.47 Ancak mevcut gazete nüshalarından ve basın konusundaki kataloglardan Hayat ve Fikirler mecmuasının yayınlandığı tespit edilememiştir.48 Haydar Rüştü Bey basın konusunda açtığı yayın çığırını, kendi matbaası olan Anadolu matbaasında 1922 yılının Mart ayında Niyazi Recep’in (Aksu)49 sahipliği ve sorumluluğunda yayınlanmaya başlanan “yarım aylık, edebi, terbiyevi mektepçiler mecmuası” alt başlığı altında Doğu Mecmuası ile sürdürdü.50 Bu arada 1920 yılından beri –her halde Anadolu matbaası ile beraber olmalıdır- Muallimler Cemiyeti tarafından Hakkı Nezihi’nin sorumluluğu, Vamık Kemal’in başyazarı olduğu on beş günlük Yeni Hayat mecmuası Antalya’da yayınını sürdürüyordu. 1922 yılına gelindiğinde Yeni Hayat Mecmuası 39. sayıya ulaşmıştı.51 Ayrıca Büyük Taarruz öncesi Antalya’ya gelen Arif Oruç, Haydar Rüştü Bey’den Afyon’da gazete çıkarmak amacıyla pedal makinesini satın almıştı. Ancak Arif Oruç Bey, Belediye yanında bulunan Kabadayı Hüseyin Bey’in mağazasını kiralayıp,52 henüz hiçbir yerde nüshasına rastlayamadığımız “Yeni İzmir” adıyla bir gazete çıkarmaya başlayınca, Haydar Rüştü Bey ile aralarında bir tartışma çıktı. Bunun üzerine Arif Oruç Bey Antalya’dan ayrılmak zorunda kaldı.53 Arif Oruç Bey, Milli Mücadele sonrası İzmir’de Kasım ? 1922 tarihinde “Yeni Turan” adıyla bir gazete çıkarmaya başladı.54 Haydar Rüştü Bey’in Antalya’da Anadolu matbaasını tesisiyle şehir gazete ve mecmua dışındaki yayınlarla da tanışmıştır. Bunlardan birisi Antalya’da Anadolu gazetesinin yayına başlamasından birkaç gün sonra basılan, geldiği şehirdeki Yunan işgalini ve zulmünü anlatan “İzmir’de Neler Oldu?” adlı 46 47 48 49 50 51 52 53 54 Antalya’da Anadolu, 28 Temmuz 1337. Antalya’da Anadolu, 7 Ağustos 1337. Hasan Duman, Osmanlı-Türk Süreli Yayınları ve Gazeteleri (1828-1928), C. I, Ankara, 2000, ss.368-370. Niyazi Recep, 1893 yılında Elmalı’da doğdu. Yüksek Öğretmen Okulu’nda mezun olduktan sonra eğitimini Almanya’nın Freiburg Üniversitesi’nde sürdürdü. Antalya’da Maarif müfettişliği yaptığı sırada mesleki içerikli Doğu Mecmuasını çıkardı. Gotthard Jaeschke’nin iki ciltlik Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi adlı eseri Türkçe’ye çevirdi. Sekizinci dönemde Antalya Milletvekilliği yaptı. 13 Eylül 1965 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Mustafa Üstün, “Antalya Tarihinden İzler”, Vizyon, S: 200, Eylül 2004, ss.36-39. Doğu Mecmuası, Sene: I, S. 9, Antalya, 31 Temmuz 1338. Hasan Duman, Osmanlı-Türk Süreli Yayınları ve Gazeteleri (1828-1928), C. II, Ankara, 2000, s. 937; Hüseyin Çimrin, Yakın Geçmişe Yolculuk-Bir Zamanlar Antalya Tarih, Gözlem ve Anılar, Antalya, 2002, ss.449-450. Hüseyin Çimrin, Antalya Kent Kronolojisi İ.Ö 158-2005, Antalya, 2005, ATSO yayını, s.89. Arif Oruç’un Yarın’ı (1933), Haz. Mete Tuncay, İstanbul, 1991, s.8. Ö. Faruk Huyugüzel, 1928’e Kadar İzmir’de Çıkmış Türkçe Kitap ve Süreli Yayınlar Kataloğu, İzmir, 1996, ss.60-61. 47 Muhammed GÜÇLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) on sayfalık kitapçık idi. Yazarı belli olmayan bu kitapçık 1920 yılında Antalya’da Anadolu matbaasında basılmıştı.55 Bir başka yayın ise Antalya’nın ticari durumunu ve tüccarlarının isimlerini içeren eser “Antalya-Ahval-i Ticariyesini ve Tüccaranının Esamisini Havi Risaledir” adıyla 22 sayfa olarak 1 Ağustos 1338/1922 tarihinde Anadolu matbaasında basılmıştır. Antalya Ticaret ve Sanayi Odası Başkatibi M. Odabaşıoğlu’nun (Selek, Selekler) 25 Şubat 1934 tarihli notuna göre bu eser odanın ilk matbu eseri özeliğini taşımaktadır. Antalya’da faaliyet gösteren yüz tüccarın adının kayıtlı olduğu bu esere göre, eşya-ı mütenevvia ticaretiyle meşgul olan Haydar Rüştü Bey, “Anadolu Ticarethanesi” unvanıyla birinci sınıf tüccarlar arasında yer almaktadır.56 3.2. Antalya’da Anadolu Gazetesi Yuvasına Dönüyor Haydar Rüştü Bey kentte bulunduğu dönemde İstanbul ve Anadolu kentlerinden Antalya’ya gelip güvenli bir şekilde Ankara’ya gitmek isteyen Milli mücadele taraftarları ile ilgilendi.57 Bu dönemde kendisinin de İzmir’den gelmesinden dolayı oradan gelen insanlarla daha bir başka ilgilendiğini bilmekteyiz.58 Ayrıca kentte birçok konuda etkin olduğunu da görmekteyiz. Bu arada 3 Nisan 1922 tarihinde Belediye binasında yapılan Hilal-i Ahmer (Kızılay) Cemiyeti’nin birinci kongresinde Heyet-i Merkeziye üyesi seçilmiş,59 daha sonra yapılan görev dağılımında katiplik görevini üslenmiştir.60 Yine Haydar (R)üştü Bey, 1922 yılının Nisan ayı başında yapılan Antalya Belediye başkanlığına aday olmuş ve 363 oy almıştır.61 İşgal öncesi İzmir’de Haydar Rüştü’yü tanıyan Nurettin Paşa, Birinci Ordu Komutanlığına atandıktan sonra onun Antalya olduğunu öğrenmiş ve ona Antalya İstihbarat Zabitliği aracılığıyla 22 Temmuz 1922 tarihinde gönderdiği telgrafta, İzmir’de ve İzmir’deki merkez tarafından idare edilmek üzere Manisa, Alaşehir, Uşak’ta birer istihbarat merkezi kurmayı düşündüğünü ve bu konu ile ilgili düşüncelerini soruyordu.62 Bu arada Haydar Rüştü Bey, İzmir’e gitmeye hazırlandığı sırada 9 Eylül 1922 tarihinde Antalya gazetesi yayınlanmaya 55 56 57 58 59 60 61 62 İzmir’de Neler Oldu? , Antalya, 1336, Anadolu Matbaası; Muhammet Güçlü, “İzmir’in İşgaline Tanık Bir Zatın Kaleminden: “İzmir’de Neler Oldu? 1336/1920” Kitapçığı Üzerine”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C. X, S. 22, Bahar 2011, ss.65-75. Muhammet Güçlü, “Antalya’nın Ticari Durumuna İlişkin Bir Belge”, Toplumsal Tarih Dergisi, C:4, S:19, Temmuz 1995, s. 33-38; Antalya-Ahval-i Ticariyesini ve Tüccaranının Esamisini Havi Risaledir, Haz. Muhammet Güçlü, Antalya, 1997, s.1-20, Atso’nun 111. Kuruluş Yıldönümü Onuruna Yayınlanmıştır. Burhanettin Onat, Bir Zamanlar Antalya-Bir Antalya Sevdalısının Kaleminden, İstanbul, 2000, ss.88-89. Bunlardan Mahmut Hıfzı Bey, Antalya’ya 28 Kanun-u Evvel 1336/1920 tarihinde gelmiş, 14 Haziran 1923 şehirden ayrılmıştır. Bu tarihte Haydar Rüştü Bey şehire geleli bir hayli zaman olmuş ve Antalya’da Anadolu adlı gazetesini de yeni çıkarmaya başlamıştı. Antalya’da Anadolu, 5 Nisan 1338. Erten, a.g.e., ss.44, 48. Antalya’da Anadolu, 6 Nisan 1338. Öktem, a.g.e., ss.16-17. 48 Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) başladı.63 Çünkü kendisi gazetesinin son nüshasında “Elveda” başlıklı yazısında “Antalya’da birkaç günden beri intişara başlayan Antalya refikimize (arkadaş) bizim yerimizi tutması ve neşriyat-ı vatanperveranesiyle (vatanperver yayınıyla) memlekete daha nafi’ (faydalı) olmasını temenni ederim” demekteydi.64 Antalya’da 19 Aralık 1920-12 Eylül 1922 tarihleri arasında Haydar Rüştü Bey tarafından 533 sayı çıkarılan Antalya’da Anadolu gazetesi, 7 Eylül 1922 tarihli nüshasında “İzmir’e Doğru” diye başlık attı. İzmir’in kurtuluşundan sonra Antalya’daki son sayısının kağıt stoklarının tükenmesinden dolayı ambalaj kağıdına basmak zorunda kalan Antalya’da Anadolu gazetenin son sayısının baskısı biterken gazetenin başyazarı, makinisti ve dizgicileri iskelede hazırlıklarını bitiren ve İzmir’e gidecek olan İtalyan şilebine varmışlardı. Antalya’da Anadolu gazetesinin sahibi ve başyazarı olan Haydar Rüştü Bey, gazetenin Antalya’daki 12 Eylül 1922 tarihli son sayısına yazdığı “ElvedaMuhterem Antalyalılara” adlı baş makalesinde Antalya’da geçen hayatının özetini verdikten sonra şehirdeki basının durumuna da açıklık getirmekte, ayrıca Antalya’ya ve Antalyalılara olan duygularını açıklamaktadır. Ömer Sami Çoşar bu makalenin yayın tarihini, Haydar Rüştü Bey’in 7 Eylül 1922 tarihinde yayınlanan “İzmir’e Doğru” adlı başmakalesinden üç gün sonraydı diyerek 10 Eylül 1922 olarak vermekte ve bir kısmını yayınlanmaktaydı.65 Oysa söz konusu makale Antalya’da Anadolu gazetesinde 12 Eylül 1922 tarihinde yayınlanmıştı. Bu makalenin tam metnini Antalya tarihine ilgi duyanlara ve özellikle de yerel basın konusunda çalışma yapanlara faydalı olacağı düşüncesi ile burada verilmiştir. “Elveda-Muhterem Antalyalılara, 336 (1920) senesinin Kanun-u Evvelinin (Aralık) 19. Pazar günü Antalya’da intişara (yayına) başlayan Anadolu bu gün buradaki hidematına (hizmetine), neşriyatına nihayet veriyor. Sevgili İzmir’imizin mübarek ordumuz tarafından istirdadı (kurtuluşu) üzerine Anadolu orada işe başlamak mecburiyetinde kaldı. Antalya’da birkaç günden beri intişara başlayan Antalya refikimize (arkadaş) bizim yerimizi tutması ve neşriyat-ı vatanperveranesiyle (Vatanperver yayınıyla) memlekete daha nafi’ (faydalı) olmasını temenni ederim. Burada geçirdiğimiz gazetecilik hayatın(m)ın tarihçesinden uzun uzadıya bahs etmeyi zaid (gereksiz) görüyorum. Bu hayat eğer bu güzel diyara (ve bir) (?) olsun bir faide temin edebilmişsem bundan dolayı iftihar ederim. Aziz Antalyalılar, Şu satırları yazarken göz yaşlarımı zapt edemiyorum. Büyük küçük hepinizden çok değerli hüs-ü kabuller, iltifatlar gördüm. Gazetemi kendi efkar ve vicdanınızın ma’kesi (akis yeri) olarak telakki eylediniz. Hele aciz şahsım ve şahsiyetim hakkında cümlenizden gördüğüm biraderane samimiyetlere, teveccühlere nasıl mukabele edeceğimden acizim. 63 64 65 Güçlü, Antalya’da Mahalli Basının .., ss.180-183. Haydar Rüştü, “Elveda-Muhterem Antalyalılara”, Antalya’da Anadolu, 12 Eylül 1338. Coşar, a.g.e., ss.260-261. 49 Muhammed GÜÇLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Sevgili Antalyalılar, Vatan uğrunda diyarlarını terk ile perişan bir halde ağuşunuza (kucağınıza) atılan biz kardeşleriniz, emin olunuz ki sizlerin ibraz ettiğiniz mihman-nüvazlığın (konukseverlik) hatırasını ebediyyen kalplerinde muhafaza edeceklerdir. Burada beraberce yaşadığımız zamanlar içinde hep beraber güldük beraber ağladık, beraber çalıştık. İşte bu gayretlerin semeresidir ki mes’ud günleri idrake muvaffak olduk. Nasıl olur da bu hatıraları unutabiliriz. Hamiyetkar Antalyalılar, İki seneyi mütecaviz (geçen) bir zaman zarfında şahsi ve bir buçuk senelik gazetecilik hayatın(m)da da mesleki olarak benden ve gazetemden hasb-el-beşeriyye (insanlık icabı olarak) sadır (çıkan) olan hataya (hata) ve taksirat (kusurlar) varsa sizlerden ayrılacağım bu günde bu kusurlardan dolayı affınızı talep ederim. Eğer şahsım itibariyle beraber çalıştığım yurtlarda, ? cemiyetlerde ve gazetecilikte sizlere ve memlekete karşı ifa-ı hüsn-ü hizmet edebilmişsem bunun mükafatını da sizlerden isterim. Bu mükafatta şudur: Anadolu’yu Unutmamanız! Bana bütün hayatımda en büyük mükafat sizlerin bu acizi hatırınızdan çıkarmamanızdır. Muazzez Antalyalılar, Bütün heyet-i tahririye ve tertibiyemiz (yazı ve dizgi heyeti) sizden müteşekkiren ve memnunen ayrılıyor. Müsaade ederseniz zulm altında senelerce inleyen diyarımıza ve bilhassa birkaç gün sonra yüzlerimizi topraklarına süreceğimiz güzel İzmir’e selamlarınızı götürelim. Elveda Ey Gardaşlar, Haydar Rüştü”66 İzmir’in kurtuluşundan sonra Anadolu adlı gazetesini İzmir’de yayınlamaya devam eden Haydar Rüştü Bey, 21 Kasım 1922 tarihinde İzmir Belediye Meclisi’ne üye seçildi. Mustafa Kemal Paşa’nın tasvibiyle 1923 yılında Denizli Mebusu olarak Meclise giren Haydar Rüştü Bey, yeni görevini yedi dönem boyunca sürdürmüştür. Haydar Rüştü Bey’in Antalya’ya hizmetlerini unutmayan Antalya Belediyesi, 7 Kasım 1925 tarihli kararı ile Denizli Mebusu Haydar Rüştü Bey ile İzmir Mebusu Mustafa Necati Bey’e Antalya fahri hemşehrilik beratı verdi. Aynı yıl Cumhuriyet Halk Fırkası Antalya Heyet-i Merkeziyesi’nin beş aza ve başkan Sermetzade Osman Efendi’nin 25 Aralık 1925 tarihli kararı ile her ikisini fahri hemşehriliğe kaydedip, mazbatayı Denizli Mebusu Haydar Rüştü Bey’e ulaştırmıştır. Anadolu gazetesinin başyazarlığını bir ömür boyu sürdüren Haydar Rüştü Bey, tedavi için gittiği İstanbul Teşvikiye Sıhhat Yurdunda 11 Ağustos 1951 tarihinde vefat etmiştir. Cenazesi 16 Ağustos 1951 tarihinde Giresun vapuru ile İzmir’e getirilip Kokluca’da toprağa verildi. Haydar Rüştü Bey’in yerine oğlu Aydın Öktem yönetimi üzerine aldı. Anadolu gazetesi Haydar Rüştü Bey’in eşi Eribe hanımın özverili çalışması ile 1954 66 Haydar Rüştü, “Elveda-Muhterem Antalyalılara” , Antalya’da Anadolu, 12 Eylül 1338. 50 Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) yılına kadar varlığını sürdürdü.67 Ancak burada şunu da vurgulamadan geçemeyeceğim. Cumhuriyet’in ilk yıllarında aynı zamanda Denizli Mebusu olarak TBMM’de bulunan Haydar Rüştü Bey’in İzmir’de Anadolu gazetesinin yayın politikasını belirlerken Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi Rudolf Nadolny ile yardım pazarlığı yapması her halde hayatındaki olumsuz sayfalardan birisi olsa gerek diye düşünüyoruz.68 Sonuç Haydar Rüştü Bey, maceralı bir yaşamdan sonra 1912 yılında İzmir’e yerleşmiş, Anadolu gazetesini üzerine almış ve çıkarmaya devam etmiştir. İzmir’in işgali üzerine Anadolu’ya geçmiş, gazetesini İstanbul ve Balıkesir’de çıkarmak istemiştir. Bursa’nın işgali üzerine Ankara’ya gitmiştir. Haydar Rüştü Bey, yirmi gün Ankara’da kaldıktan sonra Antalya’ya gelmiş ve uzun bir uğraştan sonra gazetesini Antalya’da Anadolu adı ile 19 Aralık 1920 tarihinde yeniden çıkarmıştır. Bu gazete Antalya’nın ilk yerel gazetesi olma özelliği ile dikkat çekmektedir. Böylece Antalya’da Anadolu gazetesi ile Antalya ve çevresi günlük bir gazeteye kavuşmuş oldu. Antalya halkı daha önce İstanbul, Konya, İzmir ve Ankara gazetelerini okuyarak ülke konuları hakkında bilgi sahibi oluyordu. Antalya’da Anadolu gazetesi aracılığıyla şehir ve bölge haberlerini, Anadolu Ajansı bültenini, Batı Cephesi haberlerini, Avrupa haberlerini, çokça İzmir ve Yunan mezalimine ilişkin haberleri okuma şansı yakaladı. Ayrıca gazetenin yanında Anadolu matbaasında basılan mecmua ve kitapçıklar ile tanıştı. Milli Mücadele dönemi çalışmaları açısından Antalya’da Anadolu gazetesi önemli bir kaynaktır. 67 68 Öktem, a.g.e., ss.17-24. Nevzat Gözaydın, “Türk Basınında Germanofiller” , Tarih ve Düşünce Dergisi, S. 27, Nisan 2002, s.23. 51 Muhammed GÜÇLÜ A- Süreli Yayınlar ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) KAYNAKÇA Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1336. Antalya’da Anadolu, 2 Şubat 1337. Antalya’da Anadolu, 3 Şubat 1337. Antalya’da Anadolu, 4 Şubat 1337. Antalya’da Anadolu, 28 Şubat 1337. Antalya’da Anadolu, 27 Mart 1337. Antalya’da Anadolu, 20 Nisan 1337. Antalya’da Anadolu, 24 Nisan 1337. Antalya’da Anadolu, 26 Nisan 1337. Antalya’da Anadolu, 27 Nisan 1337. Antalya’da Anadolu, 29 Nisan 1337. Antalya’da Anadolu, 24 Mayıs 1337. Antalya’da Anadolu, 19 Temmuz 1337. Antalya’da Anadolu, 28 Temmuz 1337. Antalya’da Anadolu, 7 Ağustos 1337. Antalya’da Anadolu, 15 Eylül 1337. Antalya’da Anadolu, 18 Eylül 1337. Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1337. Antalya’da Anadolu, 5 Nisan 1338. Antalya’da Anadolu, 6 Nisan 1338. Antalya’da Anadolu, 12 Eylül 1338. Doğu Mecmuası, Sene: I, S. 9, Antalya, 31 Temmuz 1338. B- Basılı Eserler Antalya-Ahval-i Ticariyesini ve Tüccaranının Esamisini Havi Risaledir, Haz. Muhammet Güçlü, Antalya, 1997. 52 Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Arif Oruç’un Yarın’ı (1933), Haz. Mete Tuncay, İstanbul, 1991. AYBARS, Ergün, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, İzmir, 2000. BAYAR, Celal, Ben de Yazdım, C. V, İstanbul, 1967. COŞAR, Ömer Sami, Milli Mücadele Basını, Gazeteciler Cemiyeti Yayınları No: 5. ÇİMRİN, Hüseyin, Antalya Kent Kronolojisi İ.Ö 158-2005, Antalya, 2005, ATSO yayını. ÇİMRİN, Hüseyin, Yakın Geçmişe Yolculuk-Bir Zamanlar Antalya Tarih, Gözlem ve Anılar, Antalya, 2002. DAĞTEKİN, Nuri, “Antalya’nın İlk Gazetesi” , Antalya’da Bayram Gazetesi, 27-29 Ağustos 1985. DAYAR, Evren, Gazetelerde Yazılı Tarih-Antalya’da Gündelik Hayat ve Basın (1920-1928), Antalya, 2011. DUMAN, Hasan, Osmanlı-Türk Süreli Yayınları ve Gazeteleri (1828-1928), C. I-II, Ankara, 2000. ERTEN, Süleyman Fikri, Milli Mücadele’de Antalya, Antalya, 1996, Antalya Müzesi Yayını. GAULİS, Berthe Georg , Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği, Çev. Cenap Yazansoy, İstanbul, 1981. GÖZAYDIN, Nevzat, “Türk Basınında Germanofiller” , Tarih ve Düşünce Dergisi, S. 27, Nisan 2002. GÜÇLÜ, Muhammet, “Antalya’da Mahalli Basının İlk Yirmi Yılı (1920-1940)” , Düşünceler Dergisi, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayını, Yıl: 10, S: 9, Şubat 1996. GÜÇLÜ, Muhammet, “Antalya’nın Ticari Durumuna İlişkin Bir Belge”, Toplumsal Tarih Dergisi, C:4, S:19, Temmuz 1995. GÜÇLÜ, Muhammet, “İzmir’in İşgaline Tanık Bir Zatın Kaleminden: “İzmir’de Neler Oldu? 1336/1920” Kitapçığı Üzerine”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C. X, S. 22, Bahar 2011. GÜÇLÜ, Muhammet, XX. Yüzyılın İlk Yarısında Antalya, Antalya, 1997, Antalya Ticaret ve Sanayi Odası Kültür Yayınları. Haydar Rüştü, “Hayat ve Mesleğimiz”, Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1336. Haydar Rüştü, “Sene-i Devriyemiz”, Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1337. Haydar Rüştü, “Elveda-Muhterem Antalyalılara” , Antalya’da Anadolu, 12 Eylül 1338. HUYUGÜZEL, Ö. Faruk, 1928’e Kadar İzmir’de Çıkmış Türkçe Kitap ve Süreli Yayınlar Kataloğu, İzmir, 1996. 53 Muhammed GÜÇLÜ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ILICAK, Nazlı, 15 Yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, C.1, İstanbul, 1975. İzmir’de Neler Oldu?, Antalya, 1336, Anadolu Matbaası. Kadriye Hüseyin, Mukaddes Ankara’dan Mektuplar, Çev. Cemile Necmeddin Sahir Sılan, Ankara, 1987. KASAPOĞLU, Ahmet (Derleyen), Milli Mücadele Anıları (13 Nisan 1920-31 Ekim 1920), Ankara, 1998. KAYGUSUZ, Bezmi Nusret, Bir Roman Gibi, İzmir, 2002. KESER, Ulvi, “Milli Mücadele Döneminde Ayrılıkçı Faaliyetlerde Kilisenin Rolü ve Hrisostomos-Hrisantos Girişimlerine Kesitsel Bir Bakış”, Turkish Studies, Volume 5/3, Summer 2010. KOLOĞLU, Orhan, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Basın, İstanbul, 1992. KÜLTÜR, İsmet, “Bir Baş Muharrirle Konuşma” , İzmir Kültür, No: 12, 1943. MORALI, Nail, Mütarekede İzmir, Önceleri ve Sonraları, Yay. Haz. Erkan Serçe, İzmir, 2002. ONAT, Burhanettin, Bir Zamanlar Antalya-Bir Antalya Sevdalısının Kaleminden, İstanbul, 2000. ÖKTEM, Haydar Rüştü, Mütareke ve İşgal Anıları, Haz. Zeki Arıkan, Ankara, 1991. ÖZALP, Kazım, Milli Mücadele 1919-1922, C. I, Ankara, 1988, 3. bs. ÖZKAYA, Yücel, Milli Mücadele’de Atatürk ve Basın (1919-1921), Ankara, 1989. SORGUÇ, İbrahim, Bu Defa Niçin Harp Edeceğimi Biliyorum-Filistin Cephesi ve İstiklal Savaşı Anıları, Ed. Emre Yalçın, İstanbul, 2010. SORGUÇ, İbrahim, İstiklal Harbi Hatıratı-Kaybolan Filistin, Yay. Haz. Erdoğan Sorguç, İzmir, 1996, 2. bs. ÜSTÜN, Hasan, “Dokuma Kentsel Sit Olsun” , Antalya Ekspres, 23 Ağustos 2005. ÜSTÜN, Mustafa, “Antalya Tarihinden İzler”, Vizyon, S: 200, Eylül 2004. 54 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal Of Modern Turkish History Studies XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 55-78. TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN İKİNCİ NÜFUS SAYIMI: 20 İLKTEŞRİN 1935 “NE BİR EKSİK NE BİR FAZLA” Fatih TUĞLUOĞLU* Öz Nüfus sayımları, insanlık tarihi kadar eski bir uygulamadır. Bir coğrafyada yaşayan insanların sayısını tespit etmek her zaman idareciler için faydalı bilgiler vermiştir. Modern devlet kavramının ortaya çıkması ile nüfus sayımlarına yüklenen misyon farklılaşmaya başlamış, elde edilen bilgilerden hareketle devletler siyasi ve ekonomik politikalar geliştirmişlerdir. Türkiye’de de benzer amaçlarla uygulanmaya başlanan nüfus sayımları, cumhuriyet döneminde muhtevası farklılaşmış ve düzenli yapılmıştır. 20 Teşrinievvel 1935’de yapılan sayım Türkiye Cumhuriyetinin ikinci nüfus sayımıdır. Bu sayım dış dünyaya Türkiye’nin genç ve bol bir nüfusunun olduğu izlenimi vermenin yanı sıra elde edilecek bilgiler ile ekonomik kalkınmaya destek olacak insan potansiyeli belirlenmek istenmişti. Anahtar Sözcükler: Nüfus Sayımı, Celal Aybar, 20 Teşrinievvel, Sayım Memuru, Kalkınma. SECONDPOPULATION CENSUS OFTHE REPUBLIC OF TURKEY: 20 İLKTEŞRİN 1935 Abstract Population counts, a practice that is as old as human history. To determine the number of people living in a region always has useful information for managers. With the emergence of the modern state, the concept of the mission undertaken censuses become different motion states that the information obtained from the developed political and economic policies. Turkey introduced a similar census purposes, the content of the republican period were differentiated and organized. 20 Teşrinievvel 1935 censusthepopulation of the Republic of Turkey the second count. This is a census of the population outside world the impression that the young and give plenty of information to be obtained, as well as to support economic development andhumanpotentialwasaskedtodetermine. Keywords: Census, Celal Aybar, 20 Teşrinievvel, Enumerator, Development. * Yrd. Doç. Dr., Aksaray Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, (f.tugluoglu@gmail.com). 55 Fatih TUĞLUOĞLU ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) 1. Nüfus nedir? Sınırları belirlenmiş bir coğrafyada yaşayan insanların sayısal toplamı nüfus olarak adlandırılmaktadır. İnsan sayısının artması, insana özgü biyolojik aşamalarla mümkün olmakta ve bu aşamalar nedeniyle artış sınırlı olmaktadır. Nüfusun artması ve azalması sadece biyolojik bir konu olmayıp toplumsal ve ekonomik yapıyı da ilgilendirmektedir. Bu nedenle belli dönemlerde yaşanan doğum ve ölümler, ülkenin ekonomik vaziyetine ve gelecek planlarına göre değerlendirilmekte ve yorumlanmaktadır. Bu çalışma; kapitalist düşüncenin Avrupa ekonomilerine hâkim olmasıyla ortaya çıkan nitelikli ve yetişmiş insan gücünün elde edilmesi için önce Avrupa’da, cumhuriyetin ilk yıllarında da Türkiye’de uygulanan pronatalist nüfus politikalarının ideolojik arka planını ortaya koymayı amaçlamaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin miras aldığı insan sermayesinin ülkenin ekonomik altyapısını tamamlamak ve kalkınmayı sağlamak amacıyla dönüştürerek düzenlenmesini açıklamaya ve bu amaçla uygulanan politikaların sonucunun merakla beklendiği 1930’lı yılların ortasında yapılan nüfus sayımından bahsetmeye çalışacağız. 2. Nüfus Olgusunun Ortaya Çıkışı Kapitalist ekonomik formasyonun hakim olduğu dönemden önce Avrupa’ya hakim olan feodal toplumda siyasi iktidarlar gevşek bağlarla yönettiği uyruklarıyla senyörler vasıtasıyla ilişki kurmaktaydı. Hükümdar için vatandaşların senyörlere veya bağlı bulundukları insanlara vergi ödemesi, zamanı gelince askerlik yapması yeterli idi. Hükümdar vatandaşların ne yaptığı ile ilgilenmemekte ve bireyler somut olarak iktidarın gözüne gözükmemekteydi1. Avrupa’da feodalizmin çökmeye başlaması ile büyük ve merkezi devletlerin ortaya çıkmaya başlamıştı. Üretim miktarlarında görülen büyük artışlar, ulaşım imkânlarının artması, ülke ekonomilerinin çapını genişletmiş ve yüksek mevcutlu ordulara duyulan ihtiyaçlar devletleri nüfusun miktarını ve hareketlerini takip etmeye sevk etmişti. Bu amaçla nüfus hakkında sağlam ve doğru bilgilere dayanan bir sistemin varlığına ihtiyaç duyulmuştur2. 18. yüzyılda iktidarın bireye bakışı değişmeye başlamış, iktidarların daha önce olduğundan farklı bir biçimde sadece coğrafyayı değil, toprak üzerindeki insanların kıymetini ve potansiyelini fark etmişlerdi. İnsanın biyolojik varlığının ekonomik ve politik varlığından ayrılamayacağının anlaşılmasıyla toplum üzerinde uygulanmaya başlanacak yeni iktidar teknikleri ortaya çıkmıştı. İktidarlar uyruklarına tam olarak hâkim olmak ve onları yönlendirmek için 1 2 MichelFoucault, İktidarın Gözü, (Çev.: Işık Ergüden), İstanbul Ayrıntı Yayınları 2007, 2. Baskı, s.156. RatipYüceuluğ, Demografi, Ankara DİE Yayınları 1966, s.s.8-9. 56 Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) doğum, ölüm, göç, yaşam süresi, doğurganlık, salgın hastalıklar, sağlık durumu ve beslenme kavramlarıyla ilgilenmek durumunda kalmışlar3 ve daha önce hükümetlerin ilgilenmediği nüfus istatistikleri, yaşam süresi, sağlık sorunları gibi yeni kavramlar topluma hakim olmanın ve ekonomiyi yönlendirmenin en önemli anahtarı olmuştu. Artık iktidar, gözetlemenin, kontrol etme ve cezalandırmadan daha etkili olduğunu düşünmekte ve bireylerin alışkanları, tavır ve günlük yaşamları üzerinde yönlendirici olmak istemekteydi4. Michel Foucault’a göre iktidar, insanın günlük yaşamına girmek ve onu yönlendirmeye çalışmak istemektedir. Hayat üzerinde etkili olmak isteyen iktidar, bedenin terbiye edilmesi, yeteneklerinin artırılması, kaba kuvvetinin ıslah edilmesi yararlı olma ve itaatkâr olma fikrinin yerleştirilmesi için bilgiye ihtiyaç duymaktadır. Bu bilgi ise tüm vatandaşların günlük yaşamlarından elde edilmektedir. Bireylerin itaatkârlığının, verimliliğini ve sağlığını olumsuz yönde etkileyebilecek her duruma bir dizi müdahale ile son verilecektir. Eski dönemlerde iktidarların ellerinde bulunan öldürme hakkı yeni dönemde yaşatma hakkına dönüşerek, artık iktidarlar bireylerin uyruklaştırılmasını ve nüfuslarının denetimini sağlamak üzere pek çok teknik geliştirmişlerdir. 18.yy’ın ikinci yarısında biyoloji ile ittifak kuran iktidar kurumu çeşitli politikalarla doğumları teşvik etmek ve ölümleri azaltmak istemişlerdi. Nüfus politikası olarak adlandırılan bu uygulamalar kapsamında bedenin terbiye edilerek, yeteneklerinin artırılması ve saklı güçlerinin ortaya çıkarılması bulunmakta ve bu şekilde bedenlerin denetimli biçimde üretim aygıtına sokulmasısağlanmış olacaktı5. Bu durum kapitalist üretim biçimi gereği bedenin sahip olduğu yetenek ve güçlerin emek gücüne dönüştürülmesi ve üretim gücü olarak kullanılması anlamına gelmekteydi6. İnsan bedeninin ekonomik potansiyelinin ortaya çıkmasıyla nüfus ile ilgili bilgilerin nereden ve nasıl toplanacağı sorusu gündeme gelmiştir. Michel Foucault “Yönetişimsellik” başlıklı makalesinde kapitalist gelişme için nüfus bilgisinin hayati önem taşıdığını iddia etmektedir. Foucault’a göre devletin modernleşmesi, uyrukları hakkında daha fazla bilgiye sahip olmasını zorunlu kılmıştı. Nüfusa ait bilgilerin ailelerden nüfus sayımları ile toplanarak ve bireyleri tek tek gözetim altında tutulacak bir kayıt sistemi oluşturulmalıydı7. Bu kayıt sistemi bir ülkede belli bir anda bütün bireylerin nüfus ile ilgili bilgilerin toplanması ile tamamlanmaktadır. İktidar, modernleşme ile toplumsal hayatın her noktasına hükmetmek,mevcut üretim biçimini desteklemek ve sistemin devamını sağlamak için bireyi kontrol etmek istemektedir. Bu tür iktidarın işleyişi 3 4 5 6 7 Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi,I, İstanbul Afa Yayınları, 1993, s.31. Foucault, İktidarın Gözü…, s.23. Michel Foucault, Toplumu Savunmak Gerek, İstanbul Yapı Kredi Yayınları, 2011, s.249. Nihan Bozok, “Biyoiktidara Özgü Bir Öznelleşme Pratiği Olarak Sağlıklı Yaşam Söylemi, Toplum ve Bilim, S.122, 2011, s.49. Michel Foucault, İktidarın Gözü…, ss.140-145. 57 Fatih TUĞLUOĞLU ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) yukarıdan aşağıya doğru olmanın ötesinde değerlendirilmekte, iktidar birey ile bilgi üzerinden ilişki kurmaktadır. Foucault’a göre özne ile iktidar arasında üretim ve tüketim eylemleri, sağlık uygulamaları, gündelik hayata ilişkin uygulamalar ve tüketim kalıpları bulunmakta ve hakim üretim biçimi kendi gereksinimlerine göre işgücünü yeniden üretmek ve ideolojik araçlar ile bir işgücü kitlesini ortaya çıkarmayı amaçlamakla kalmayıp egemen üretim tarzını sürdürecek temel sınıfların devamını da sağlamak istemektedir8. Avrupa’da giderek yaygınlaşan,kaynakları daha verimli kullanmak için nüfusu artırma ve mevcut nüfusu daha etkin kullanabilme politikası gereğince sağlığa özel önem verme uygulamaları Türkiye Cumhuriyetinin öncelikleri arasında yer almıştır. Osmanlı döneminde nüfus sayımı öncelikle asker ve vergi mükelleflerini belirlemek için yapılmışken cumhuriyet döneminde ekonomik kalkınma için kaynakların etkin kullanımına yardım edecek nüfus potansiyelini belirlemek amacıyla kullanılacaktı9. Nüfus ile iktisadi hayat arasında yakın ve çok yönlü bir ilişki bulunması nedeniyle hükümetler takip ettikleri ekonomi politikalarına uygun olarak nüfus politikası belirlemekte ve her ülke kendine göre belirlediği nüfus siyasetinde bir takım tedbirler alarak nüfusun artış hızını değiştirebilmekteydi. Nüfus politikası olarak adlandırılan uygulamalar ekonomik devletin çeşitli aygıtları vasıtasıyla uygulanmakta, siyasi ve hukuki uygulamalar işgücünün yeniden üretimi aşamasında kullanılmaktaydı. Modern toplumlarda görülen sanayileşme, göç ve iskan politikaları, istihdam ve ücret politikası, evlenme, boşanma hukuku, eğitim, kentleşme, konut sorunu gibi konular bu tür uygulamalardandı10. Nüfus artışının iktisadi gelişme bakımından önemi ise Orhan Türkay’a göre; bir ülkede nüfus artış hızının yüksek olması nüfusa katılanların sayısının yüksek olması anlamına gelmekte,yüksek yeni katılım, ihtiyaçların karşılanmasını gerektirmekte, bu ise yeni toprakların ekime açılmasını, yeni üretim tesislerinin, okul ve hastane gibi sosyal tesislerin kurulmasını zorunlu hale getirmekteydi. Bu konuda yeterli gelişmenin olmaması mevcut nüfusun hayat seviyesinin düşmesi anlamına gelmekteydi11. Nüfus miktarının üretimi artıran yönü de bilinmekte ve artan nüfus daha büyük işgücü,ise daha fazla üretim demekti. Talebin artışı pazarı büyütmekte, pazarın büyümesi ile işbölümü artmakta ve böylece verimlilik gelişmekteydi. Nüfus miktarının üretimi azaltıcı yönü azalan verim kanununa dayanmakta veüretim teknikleri sabit olduğuna göre daha büyük bir nüfus kitlesinin ihtiyaçlarını karşılamak için daha fazla kaynağa 8 9 10 11 Cem Behar, “Marx ve Nüfusbilim (Demografi), Nüfus Bilimine Başka Bir Bakış I”, Toplum ve Bilim, S.15-16, Güz 81-Kış 82, ss.27-31. Alanur Çavlin Bozbeyoğlu, “Yeni Nüfusun Biyopolitikasına Açılım: Türkiye’nin Biyometrik Elektronij Kimlik Kartı Sistemi”, Toplum ve Bilim, S.122, 2012, ss.55-56. Cem Behar, “Nüfusbilimin Nesnesi, Nüfusbilime Başka Bir Bakış II, Toplum ve Bilim, S.17, Bahar 1982, ss.137-138. Orhan Türkay, “Türkiye’de Nüfus Artışı ve İktisadi Gelişme”,Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınlanmamış Doktora Tezi,Ankara 1962, ss.97-98. 58 Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ihtiyaç duyulacak, daha fazla nüfus mevcut üretim tekniklerini geliştirip daha verimli kullanamaz ise kaynaklar tükenecekti. Üretim kaynaklarına yönelik talep ile doğru orantılı olarak yoğun üretim yapılamaz ise verim düşecek ve gizli işsizlik başlayacak,ayrıca yüksek doğum olan nedeniyle nüfusun büyük bir kısmını 15 yaşın altındaki çocuklar oluşturacaktı. Henüz çalışma yaşında olmayan bu kitlenin bakımı ve yetiştirilme yükü çalışanların üzerinde olacak, bu çalışanların ücretlerinde yapılacak bir kesinti ise yaşam kalitesinin düşmesine neden olacaktı12. 3. Nüfus Sayımı Kavramı ve Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Yapılan Nüfus Sayımları Nüfusbilim sözlüğüne göre; nüfus sayımları bütün bireylerin nüfus ile ilgili bilgilerinin toplanması, işlenmesi ve yayınlanması olarak tanımlanmıştır13. Nüfusbiliminin ortaya çıkması Avrupa’da modern devletlerin kurulması ile aynı dönemde gerçekleşmiştir. Nüfus sayımları günümüzde devlet mekanizmasının en iyi bir şekilde düzenlenmesi için gerekli bilgileri düzenli aralıklarla halktan öğrenmek için yapılmaktadır. Bu amaçla nüfusun bir gündeki miktarı, cinsiyeti, medeni hali, din, yaş ve meslek vs. gibi özellikleri itibariyle toplamı kayıt altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu bilgiler bir nüfus kitlesinin iyi idare edilmesinin için gerekli bilgilerdir. Devlet mekanizmasının en uygun biçimi alması, belediye işlerinin düzenlenmesi, nakliyat ve ulaşım gibi işlerin ihtiyaçlara göre ayarlanması sayımda elde edilen rakamlarla mümkün olmaktadır. Ratip Yüceuluğ’a göre savaş ve iktisadi buhran zamanlarında iaşe teşkilatı, sayımdan elde edilen bilgilerle organize edilmektedir. Ayrıca milli savunma bakımından askeri gücün hesaplanmasında sayımlar önemli görülmektedir14. Doğum, ölüm, göç gibi rakamlarla anlam kazanan bilgiler demografik bilgi olarak adlandırılmaktadır. Avrupa’da John Graunt 1662 yılında nüfus ile ilgili bir kitap yayınlayarak demografinin modern bir bilimdalı olmasının yolunu açmıştır. Günümüz nüfus sayımlarına benzeyen ilk nüfus sayımı 1840 yılında İngiltere’de Census kanunu ile aile listelerinin kullanılması ile yapılmıştır. Her aile reisi bu listeyi sayım için seçilen günde mevcut aile üyeleri adına doldurmakla yükümlü kılınmıştır. 1846 yılında Belçika’da yapılan sayım ise tüm aile bireyleri isimleri ile kayıt edilmiştir15.Nüfusa ilişkin bilgileri toplamak amacıyla nüfus sayımları yapılmakta, elde edilen bilgiler nüfus kitlesinin yönetilebilmesi için kullanılmakta, ayrıca nüfusun sayı ve nitelik bakımından gelişmesi de takip edilebilmektedir16. 12 13 14 15 16 Haydar Kazgan, “Nüfus Artışı ve Amme Hizmetlerinde Fakirleşme”, Yeni Ufuklar, S.107108, 1961, ss.18-19 ; Türkay, a.g.e, s.99. Sunday Üner, Nüfusbilim Sözlüğü, Ankara Hacettepe Üniversitesi 1972, s.11 ve 21. Yüceuluğ, a.g.e, s.11. Yüceuluğ, a.g.e, s.13. Baran Tuncer, Ekonomik Gelişme ve Nüfus, Ankara Hacettepe Üniversitesi Yayınları 1976, s.9; Özer Serper, Türkiye Demografisi, İstanbul Filiz Kitabevi 1978, ss.17-18. 59 Fatih TUĞLUOĞLU ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Osmanlı İmparatorluğu 19. yy’a kadar memleket sınırları içinde ne kadar insan yaşadığını nüfus ve arazi tahrirleri ile öğrenmeye çalışmıştı. Modern anlamda nüfus sayımının taşıdığı anlam ve amaçlardan farklı bir niteliğe sahip olan arazi tahrirleri, vergi mükelleflerini ve askerlik çağında olan adayları tespit etmekte kullanılmaktaydı. 19. yy’a kadar bu şekilde yapılan sayım çalışmaları bu yüzyılda farklı bir nitelik kazanmış, merkezileşme, hükümete yeni durumlar karşısında hazırlıklı olmasını zorunlu kılmış, yönetilenler üzerinde etkin bir yönetim oluşturabilmek için imparatorluğun insan sermayesi ve maddi kaynaklarına ilişkin bilgilerin tazelenmesi ihtiyacını beraberinde getirmişti. Göçmenlerin nerede iskân edileceği, askerlik mükellefiyetine girecek Müslüman erkeklerin sayısının öğrenilmesi ve diğer ekonomik toplumsal ihtiyaçlar için gerekli bilgilerin toplanması amacıyla nüfus sayımları gündeme gelmişti. İmparatorluğun tamamında uygulanmamış olmakla birlikte ilk modern sayım 1831’de yapılmıştı. Sayım yalnızca erkekleri sayacak şekilde planlanmış, Müslüman halkın sayım konusundaki endişelerini gidermek amacıyla din adamları sayımda görevlendirilmiştir. Anadolu ve Rumeli’de toprak yazımı amacı dışında yapılan 1831 sayımında, kurulacak yeni orduya ilişkin vergi kaynaklarının ve askerlik yapacak halkı belirlemek asıl amaçtı17. Kemal Karpat’a göre Osmanlı ülkesinde vatandaşların huzurunu ve maddi refahını sağlama çalışmalarının başarılı olması için insan ve maddi kaynaklarla ilgili daha kapsamlı bilgi edinilmesi gerekmekteydi. Bu amaçla nüfus kayıtlarının yeniden düzenlenmesi kararlaştırılmıştı. Tanzimat Döneminde nüfus memurları ve mukayyitler eyaletlere ve diğer idari bölgelere gönderilerek doğum, ölüm gibi nüfus hadiseleri kayıt altına alınmaya çalışılmış ve belli aralıklarla toplam nüfusu gösteren listelerin hazırlanması istenmişti. Ayrıca nüfus kayıtları mülkiyetin korunması, mahalli idareler ile ilgili düzenlemelerin yapılması, bazı yabancı devletlerin ülkeye yönelik iddialarını geçersiz kılınması için de önem taşımaktaydı18. Nüfus sorunu, 19 yy’da Osmanlı aydınlarının da gündemindeydi. Namık Kemal çeşitli makalelerinde konuya temas etmiş ve aynı yüzyıl içinde yayınlanan coğrafya kitaplarında Anadolu’nun yetersiz nüfusunun yarattığı sorunlar ele alınmıştı19. 1891 yılında Babıâli İstatistik Dairesi kurularak başta sayım işleri ve nüfus kaydı olmak üzere nüfus idaresini ilgilendiren konuları bünyesinde toplamıştı. Bu konulara ilişkin esaslar Nüfus Defterleri Yönetmeliği halinde hazırlanmış ve bu defterlere kaydedilen her kişiye tüm nüfus bilgilerini toplayan bir nüfus tezkeresi verilmiştir20. 17 18 19 20 Enver Ziya Karal, Osmanlı İmparatorluğu’nda İlk Nüfus Sayımı 1831, Ankara Başbakanlık DİE Yayınları 1997, s.10; Kemal Karpat, Osmanlı Nüfusu 1830-1914, Çeviren: Bahar Tırnakçı İstanbul Timaş Yayınları 2010, s.67. Karpat, a.g.e, ss.92-99. Tevfik Çavdar, “Türkiye’de Nüfus ve Nüfus Sorunu”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, VI, İstanbul İletişim Yayınları, s.1552. Karpat, a.g.e, ss.102-103. 60 Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Tanzimat ile başlayan modernleşme çalışmalarının arasında nüfus işlerini düzenlemekle görevli teşkilatın oluşturulmaya başladığı görülmektedir. 1914 tarihinde Sicil-i Nüfus Kanunu ile nüfusu kayıt altına almak ve genel nüfus yazımı yapma doğrultusunda bir adım atılmıştır. Fakat birinci dünya savaşı nedeniyle çalışmalar yarıda kalmıştı21. TBMM’nin açılmasının ardından mevcut nüfusu tespit etme ve kayıt altına alma konusunda bir takım düzenlemeler yapılmış, evlenme, doğum ve ölüm gibi hadiselerin nüfus kütüklerine işlenmesini kolaylaştıran ve bu tür işlemlerden vergi alınmamasını içeren uygulamalar yapılmıştı. Köy Kanunu ve Medeni Kanun ile bu tür çalışmalar yasal çerçeveye alınmıştı22. Yeni Türk devletinin nüfusunun miktarını öğrenmek için hayata geçirdiği bazı düzenlemeler Mustafa Kemal Atatürk tarafından “… nüfus meselesi bir memleketin en önemli ve hayati işlerindendir. İdari, askeri, mali ve iktisadi işlerde memleket nüfusunun gerçek sayısını bilmek ne kadar zorunlu ise her yıl yapılacak araştırma ve istatistiklerle nüfusun artma ve azalma nedenlerinin ortadan kaldırılması için gereken önlemlerin alınamayacağı da açıktır…” şeklinde ifade edilmekteydi23. Ülkede yaşayan nüfusun miktarını öğrenmek için yapılan düzenlemelerin yanı sıra mevcut nüfus kayıtlarını nitelik ve nicelik olarak incelemek için kurumsal yenilikler de yapılmıştı. Bunlardan biri 1926’da kurulan Devlet İstatistik Enstitüsü(DİE)’idi. DİE, nüfus sayımlarını hazırlamak, nüfus artış oranlarını tespit gibi görevlerle donatılarak, toplumsal ve ekonomik kalkınma planları öncesinde Türkiye’nin kısa ve uzun vadelerin programlarının hazırlanmasında vazgeçilmez bir önem kazanmıştı. DİE 1926’da faaliyetlerine başladıktan sonra Belçikalı bilim adamı Camillie Jaquart başkanlığa getirilmişti24. İstatistik Umum Müdürlüğü kuruluşunun ardından 1927’de nüfus sayımı ile görevlendirildi. Bu sayımda enstitünün kullandığı soru evrakları uluslar arası kriterlere göre belirlenmiş olsa da geçmişin izlerini taşımaya devam etmekteydi. Justin McCarthy kadınların ve küçük çocukların yazılmadığı veya aile erkeğinin ifadesine göre aile fertlerinin tamamının görülmeden yazıldığı ve doğu illerinde yapılan sayımlarda eksikliklerin bulunduğunu iddia etmişti. Fakat daha eski sayımlarda bulunmayan sorularda eklenerek her bir vilayet ve kaza ölçeğinde erkek, kadın nüfusu belirlenmeye çalışılmıştı25. Her ne kadar uluslararası kriterlere göre soru kâğıtları düzenlenerek güncellenmişse de asıl sorun halk arasında sayım konusundaki endişeleri ortadan kaldırmaktı. Bu amaçla okuryazar, münevver ve muteber kimselerin okuma yazma bilmeyen geniş halk kitlelerini bilgilendirmesi ve aydınlatması istenmişti. Ayrıca köylerde 21 22 23 24 25 Fevzi Çakmak, “ Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Nüfusu Kayıt Altına Almaya Yönelik Girişimler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, VIII/18-19, Bahar-Güz 2009, s.90. Çakmak, a.g.m, s.93. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s.305’den aktaran Çakmak, a.g.m, s.98. Çakmak, a.g.m, s.97-98; Nüfus Umum Müdürlüğü, Ankara Dahiliye Vekaleti 1935, s.5. Justin McCarthy, Müslümanlar ve Azınlıklar, (Çev.: Bilge Umar), İstanbul İnkılâp Kitabevi, 1998, s.151. 61 Fatih TUĞLUOĞLU ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) dağıtılmak amacıyla basit bir dille yazılan başbakan imzalı beyannameler hazırlanmış, nüfus sayımından önceki cuma günü, camilerde nüfus sayımının önemi konusunda vaaz hazırlanmış, din görevlilerinin nüfus sayımı ve hazırlıklarına yardımcı olmaları istenmişti26. Fevzi Çakmak’a göre 1927 nüfus sayımında, nüfusun ne kadar bir kısmının kayıtlı olduğunu öğrenmek amacıyla hazırlanan sorular da vatandaşlara sorulmuştu. Cetvelin on dördüncü maddesinde yer alan “evvelce nüfusa kayıt edilmiş miydi? Edilmişse nerede kayıt edilmiştir?» Sorusu ile on beşinci maddede yer alan “yanında nüfus tezkeresi veya hüviyet cüzdanı var mıydı?” soruları vatandaşların nüfus kayıtlarına yönelikti27. 1927 nüfus sayımında yazılmamış nüfus nedeniyle ülke nüfusunun olması gereken sayıdan yüzde 7 oranında az çıktığını iddia eden Justin McCarthy, Anadolu’da şartların tam oturmadığı, iletişim ve ulaşım sıkıntılarının belirgin olduğu bu dönemde nüfusun 14.589.149 kişi olduğunu açıklamıştı28. 1930’lı yıllara girerken Avrupa’da yaşanan siyasi gelişmeler Türkiye’nin kendini savunma kabiliyetini ve kendine yeterli bir ekonomiye sahip olması gerektiğini bir kez daha gözler önüne koymuştu. Bu beklentilerin gerçekleşebilmesinin önündeki en büyük engelin yeterli nüfusa sahip olunamaması görülmekteydi. Kemal Arı’ya göre toplum artık coğrafi büyüklükle değil kalabalık bir ve milli sınırlar içerisinde gerçekleşecek ekonomik kalkınma ile övünmeliydi29. Bu amaçla yeterli nüfus miktarına ulaşılabilirse, doğal kaynaklarını işletebileceği ve Türkiye’nin dünyada askeri ve siyasi alanda hatırı sayılır bir ülke olabileceği düşünülmekteydi30. Nüfusu artırma siyaseti 9–16 Mayıs 1935 tarihleri arasında yapılan CHP Dördüncü Büyük Kurultayında dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından şu şekilde anlatılmıştı: “…en büyük felaket de nüfus kıtlığına uğramaktır. Bizim memlekette nüfus durumu bugün muhalif sebepler dolayısıyla layık olduğu ve lazım geldiği derecede değildir. Orta Anadolu’nun nüfusu bu memleketin şark ve garp hudutlarının bekçisidir. Her şeyden evvel nüfusumuzun artması lazımdır…”31. 1927’den itibaren artan oranda nüfus artışı sağlamak için yasal düzenlemeler yapılarak mevcut nüfus eksiksiz olarak kayıt altına alınmaya 26 27 28 29 30 31 Çakmak, a.g.m, s.104-105. Köylüler için yayınlanan Köy Gazetesi sayım faydalarını anlatmış ve sayımdan sonra yeni bir vergi konulmayacağını ısrarla anlatmak istemişti. Ertan Ünal, “Cumhuriyet’in İlk Nüfus Sayımı” Tarih ve Toplum, S.214, Ekim 2001, s.27. Çakmak, a.g.m, s.94. McCarthy, a.g.e, s.163. Kemal Arı, “Cumhuriyet’in Nüfus Politikası” Toplumsal Tarih, Kasım 2003, S.119, s.29. İbrahim Fazıl Pelin, “Nüfus Siyasası ve Nüfus Sayımı”, Belediyeler Dergisi, Eylül-İlkteşrin 1935, S.4-5, s.3’den aktaran Yaşar Semiz, 1923-1950 döneminde Türkiye’de Nüfusu Artırma Gayretleri ve Mecburi Evlendirme Kanunu(Bekarlık Vergisi)” Türkiyat Araştırmaları Dergisi S.27, Bahar 2010, s.431. CHP Dördüncü Büyük Kurultayı Görüşmeleri Tutulgası9-16 Mayıs 1935, Ankara 1935, ss.143144’den aktaran Semiz, a.g.e, ss.430-431. 62 Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) çalışılmış, ayrıca en büyük nüfus kaybına neden olan salgın hastalıklarla mücadele etmek için planlamalar yapılmıştı. Çocuk ve yetişkin ölümlerini azaltmak amacıyla sağlık faaliyetlerini ülke geneline yaygınlaştırmaya çalışılmıştır. Sağlık konusunda bilgilendirici çalışma ve faaliyetler aralıksız yürütülmüş ayrıca çok nüfusa neden ihtiyaç duyulduğu meselesi etrafında hem resmi ağızlardan hem de dönemin entelektüelleri vasıtasıyla propagandalar yapılmıştı32. 4. Sayıma Doğru Türkiye: 1923–1935 30 Mayıs 1934 tarihinde 2465 sayılı kanun ile 1935 yılında ülke genelinde nüfus sayımı yapılması kararlaştırılmışt33. Bu sayım çalışmasının sağlıklı bir şekilde gerçekleşebilmesi için binalara numara ve sokaklara isim verilmesi hakkında 1927’de çıkarılan 1003 numaralı Numarataj Kanunun, Umumi Nüfus Sayımı konusunda da kullanılacağı belirtilmişti. Ülke sınırları içinde bulunan tüm nüfusun eksiksiz yazılması için tüm binaların ve ikamet edilen her mekânın tespit edilmesinin önemli olduğunu düşünen Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü, sayım öncesinde bir talimatname yayınlayarak belediye teşkilatı olan yerlerde şehir sınırları dâhilindeki sokaklara isim veya numara verilmesi ve insanların ikamet ettiği mekanlara numara konulması istenmişti34. Belediye teşkilatı olmayan yerleşim merkezlerinde şehir sınırları dâhilindeki binalara numara konulması istenmişti, fakat sokaklara isim verilmesi konusunda serbest bırakılmıştı. İlgili talimatnamede bina tabirinden maksadın sadece ev ve apartman veya resmi binalar olmayıp ikamet için tahsis edilmiş veya edilmemiş, içinde insan bulunabilecek ev, apartman, han, resmi daire, dükkan, mağaza, gazino, hamam, camii, mescit, mektep, hastane, baraka, kulübe, ambar, mesken haline getirilmiş vagonlar, istasyon binaları, garaj, ağıl, kom, oba, huğ, ahır, samanlık, arabalık, dispanser, sanatoryum, dam, çiftlik, yazıhane, fabrika, imalathane, köy odası, mağara, kovuk) gibi tüm yapılar olduğu kastedilmektey35. Ayrıca belediye teşkilatı olan merkezlerde sokaklara isim verilmesi, isim mevcut ise diğer sokaklara aynı isimden verilmemesi, Türkçe isim kullanılması ve başka dillerden isim alınmaması ve ilgili talimatnameye göre numaralama işlerinin en geç Şubat 1935 tarihine kadar tamamlanması istenmekteydi36. Modern dünyada nüfus sayımları, iki şekilde yapılmaktaydı.Bunlar; De facto Sayım(Hazır nüfus) ve De jure Sayım(oturan nüfus). Hazır nüfusa yönelik 32 33 34 35 36 Propaganda mahiyetinde kullanılan yazılar ve konuşmalar daha sonra bir kitap haline getirilmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz.: Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü, Nüfus Meselesi ve Nüfus Sayımı Hakkında Fikirler, Ankara Köyhocası Basımevi 1936. Sayım günü olarak 18 Birinciteşrin 1935 Cuma günü belirlenmişken, daha sonra 20 Birinciteşrin 1935 Pazara alınmıştır. 1 Haziran 1935 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı (030.18.01.02.55.45.3) ve Cumhuriyet, 07 Haziran 1935. Serper, a.g.e, s.21. Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü, 1935 Umumi Nüfus Sayımı, Sokaklara İsim veya Numara Konulması Hakkında Talimatname, İstanbul Devlet Matbaası 1934, s.1; Cumhuriyet, 17 Mayıs 1934. 1935 Umumi Nüfus Sayımı…,a.g.e, s.5-11. 63 Fatih TUĞLUOĞLU ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) sayımda; sayım bölgesinde ya da ülkesinde fiilen hazır bulunan her bireyin sayılması amaçlanmaktaydı. Oturan nüfusun esas alındığı sayımda ise sürekli yerleşme olarak sayım bölgesinde oturanlar, sayım anında nerede bulunurlarsa bulunsunlar sürekli yerleşme yerindeymişler gibi sayılmaktaydı37. Türkiye’de 1927 yılından itibaren yapılan sayımlarda de facto sayım sistemi uygulanmıştı. Türkiye’de de facto nüfus sayımının benimsenmesinde sayım işinin basit olması, kimlerin sayıma kabul edileceğinin daha kolay belirlenebilmesi, memleket dışındaki vatandaşların izlenmesi ve sayıma dâhil edilmesi güçlüğünün bulunmaması, mali bakımdan daha az güçlük getirmesi, milli bir vazife olarak halkın katılımının istenmesi ve bir günde uygulanabilmesi nedeniyle tercih edilmiştir38. Celal Aybar, Türkiye’nin İkinci Genel Nüfus Sayımı isimli kitabından 1935 yılında yapılan sayım çalışmaları hakkında bilgi vermektedir. Celal Aybar Türkiye’nin bir diğerinden farklı iklimlere sahip olması nedeniyle sayım günü konusunda bazı sıkıntılar yaşandığını açıklamakta, ülkenin bazı bölgelerinde bulunan kasaba köylerin kış aylarında şehirler ile bağlantılarının kesildiği bilindiğinden sayım tarihinin memleketin tüm yörelerinde ulaşım imkânına sahip olan aynı zamanda yarı göçebelerin devamlı ikametgâhlarına döndükleri tarihe göre 20 Birinciteşrin Pazar gününün tercih edildiğini açıklamaktaydı39. İstatistik Umum Müdürlüğü sayımın hangi esaslar çerçevesinde yapılması gerektiği konusunda Başvekâlete başvurarak; kimlerin sayılması gerektiği, sokağa çıkma yasağı ve bir günde tamamlanması, sayım memurluğu vazifesini herkesin kabul etmesi hakkında bilgi vermiştir40. Hazırlıklar başlarken ilk aşamada yeni yazı bilen sayım memur gerekli olduğu fark edilmiş ve yeni yazıyı bilenlerin sayısının az olacağı tahmin edildiğinden bu vazifeyi yapmak için tüm memurların zorunlu olarak görevlendirilmesi kararlaştırılmıştır41. Bu zorunlu görevlendirmeyi kabul etmeyenlerin cezalandırılması yoluna gidileceği ifade edilmiş42 ve sayım memurlarının mümkün olduğu kadar oturdukları yörede 37 38 39 40 41 42 Üner, a.g.e, s.21-22. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, Ankara Başbakanlık DİE Matbaası 1973, ss.49-50. Celal Aybar, Türkiye İkinci Genel Nüfus Sayımı(1935) Beynelmilel İstatistik Enstitüsünün 1936 Atina İçtimaına Arz Edilen Fransızca Tebliğin Tercümesidir. Ankara Başvekâlet Matbaası 1937, s.4. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi(BCA)030.10.26.148.3, 17 Nisan 1935. Nüfus sayımlarında görevli memurlardan sadece uzak köy ve muhitlerde vazifelendirilenlerin yol giderleri karşılanmaya çalışılmış, ancak bu amaçla ayrılan paraların yeterli olmaması nedeniyle birçok yerlerde sayım ve kontrol memurlarının mahallinden temini zorunlu hale gelmiştir. RatipYüceuluğ’a göre; okuma-yazma bilenlerin az olduğu yerlerde birçok kalitesi düşük kimseler sayım memuru olarak kullanılmıştır. Bunların bazılarının sayımın nasıl yapılacağı, sayımda sorulan soruların nasıl cevaplandırılacağı hakkında kendilerine gönderilen yönetmelikleri okuyup anlayabilecek durumda olmadıkları için sayımda önemli hataların yapıldığı ifade edilmektedir. Yüceuluğ, a.g.e, s.20. 28 Mayıs 1935 Cumhuriyet. Bazı illerde sayım günü kendilerine verilen vazifeyi kabul etmek istemeyen memurların izin almaya çalışması üzerine, başbakanlıktan bütün resmi dairelere bir yazı gönderilerek bu tür durumlara fırsat verilmemesi konusunda uyarılmıştır. Ulus, 5 İlkteşrin 1935. 64 Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) görevlendirilmesi istenmiştir. 1 Eylül 1935 tarihinden önce Vali, Kaymakam ve Nahiye Müdürleri’nin içinde en fazla 200 nüfus bulunan binalardan oluşan sayım mıntıkaları belirlemeleri ve her mıntıkaya bir sayım memuru, her dört mıntıkaya da bir kontrol memuru tayin etmesi kararlaştırılmış, Ankara, İstanbul ve İzmir gibi nüfusu kalabalık olan yerlerde (75) nüfusun bir mıntıka olarak kabul edilmesi tavsiye edilmişti. 1927 sayımında memleketin şartları hakkında yeterli derecede bilgi toplanmış olmakla beraber geçen süre içinde yaşanan gelişmeler dikkate alarak 12 kazada 300 bin nüfus üzerinde tecrübe sayım yapılması her mıntıkanın tedarik edebileceği sayım memuru adedi, bir sayım memurunun bir günde yazabileceği nüfus miktarının tespit edilmesi ve memurlara yönelik hazırlanan talimatnameler ile sual varakalarının ne kadar iyi anlaşıldığı öğrenilmeye çalışılmıştı43. Sayım hazırlıkları sürerken devamlı bir ikametgâhı olmayan göçebelerin sayımının nasıl yapılacağı sorunu gündeme gelmiş ve 1927 sayımında olduğu gibi göçebelerin sayım gününde nerede bulundukları valilikler tarafından takip edilerek tahmin suretiyle belirlenmesi kararlaştırılmıştı44. Sayım öncesinde hükümet sayım ve kontrol memurlarına çalışmaları hakkında bir talimatname yayınlayarak dikkat edilmesi gereken bazı durumlar belirlenmişti. Yeni yazı ile okuma yazma bilen sayım memurlarının sayısının yeterli olmaması durumunda öğretmen ve öğrencilerin sayımda kullanılabilmesi amacıyla okulların tatil edilebileceği belirtilmişti45. Sayım Memurları Talimatnamesinde nüfus sayımının amacının memleket sınırları içinde bulunan nüfusu bir gün içinde eksiksiz saymak olduğu için bir insanın oturabileceği her yerde bulunulması ve mevcut nüfusun sayım defterlerine eksiksiz bir şekilde yazılması istenmekteydi46. Her mevkide sayım gününden bir hafta veya en az üç gün önce vali, kaymakam ve nahiye müdürleri sayım memurlarına “Nüfus Sayım Defteri, Sayım Mıntıkası Binalar Cetveli ve Sayım ve Kontrol Memurlarına Mahsus Talimatname” teslim edilerek kendi mıntıkalarını kontrol etmeleri ve bu esnada numaralanmamış ve içinde insan bulunan mekânlara tesadüf olunduğunda hemen numara verilmesi ve binalar cetveline eklenmesi tavsiye edilmişti. 20 Teşrinievvel 1935 Pazar günü yapılacak olan sayımlarda memurların saat sekizde çalışmaya başlaması ve en kısa zamanda 43 44 45 46 Aybar, a.g.e, s.4; 26 Temmuz 1935 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde İstatistik Umum Müdürü Celal Aybar’ın tecrübe sayımları için doğu vilayetlerine gideceğini yazmaktadır. Yüceuluğ, a.g.e, s.19 Çakmak, a.g.m, s.109; 1927 sayımında da lise öğrencilerinden yararlanılmıştı. Kendisi de 1927 sayımında öğrenci olarak görevli olan yazar Nadir Nadi, halkın sayım konusunda endişeli olduğunu anlatmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz.: Ünal, a.g.m, s.27. 1927 sayımında ülke nüfusunun 13.660.275 olduğu ortaya çıkmasına karşın nüfus kütüklerinde 14.154.751 kişinin kayıtlı olduğu fark edilmişti. Sayım çalışmaları sonucunda daha az nüfusun sayılmasının sebebi olarak göçebelerin takip edilememesi ve dağınık ve uzak yerleşimlere ulaşılamaması İstatistik Umum Müdürlüğü tarafından açıklanmaktaydı. BCA:030.10.124.885.14, 12 Ağustos 1933. 65 Fatih TUĞLUOĞLU ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) kendi mıntıkasının sayım işlemini tamamlaması istenmekteydi. Bir sayım memuru yeterli miktarda mürekkepli ve renkli kurşun kalemi ile çalışmaya başlamalı ve yazım işlemi sırasında her şahsı bizzat görerek soru sormalı, cevapları kaydetmeli ancak küçük çocuklar, hastalar gibi sayım memurunun yanına çıkamayacak diğer kimseler hakkında aile reisinden veya diğer aile mensuplarından bilgi alınmalıydı47. Sayımda en çok kafa karışıklığına neden olan ve bu nedenle sık sık açıklama yapılan konu mevcut nüfusun yanı sıra gayri mevcut nüfusun da kaydedilip edilmeyeceği konusuydu. Sayım memurları, sadece bulundukları mekânda hazır bulunan kişileri yazmaları konusunda uyarılmışlardı. Bu nedenle otellere, hanlara ve evlere bir gün için olsa da misafir olarak gelmiş olan yolcular ve yabancıların da sayım defterlerine yazılmaları bildirilmişti48. 5. 20 İlkteşrin 1935 Sayımı, “Ne bir Eksik Ne bir Fazla” Nüfus sayımının sonuçlarından memleketin iktisadi ve sosyal kalkınması için gerekli malumatın elde edilmesi beklendiğinden nüfus sayımının hatasız ve problemsiz yapılmasına büyük önem verilmekteydi. Özellikle sayım memurlarının amiri konumunda bulunan vali, kaymakam ve nahiye müdürlerine sayım faaliyeti sırasında takip etmeleri gereken bir takım vazifeler verilmişti. Bu amaçla hazırlanan talimatnamede amirlerin, nüfus sayımı konusunda halkın zihninde oluşan yanlış düşüncelerin ortadan kaldırılması için çeşitli mekân ve suretlerde propaganda yapması istenirken, sayımda görevli memurların da vazifeleri konusunda eğitilmeleri ve yaptıkları işin önemini kavramış olmaları beklenmekteydi. Nüfus sayımının yeni vergiler ve bazı mükellefiyetler için yapıldığına dair halk arasında rivayetlerin olduğu düşünülerek bu olumsuz havanın dağıtılması ve sayım işlerinin sadece nüfus miktarını öğrenmek için yapılan faaliyetten ibaret olduğunun belirtilmesi idarecilerden istenmekteydi49. Yanlış anlamaları ortadan kaldırmak ve sayım konusunda halkı bilgilendirmek için memleket genelinde sistemli bir propaganda faaliyetine girişilmişti. Birçok şehirde konferanslar düzenlenmiş, Ankara ve İstanbul radyolarında konuşmalar yapılmış, sinema reklamları hazırlanmış ve öğrenciler için sohbetli toplantılar tertip edilmişti. Ayrıca tüm nakil vasıtalarına konulan ve memleketin en ücra köşelerine kadar ulaştırılan el, duvar ve salon afişleri ile halka sayımın faydaları 47 48 49 Sayım Memurlarına Mahsus Talimatname, ss.5-7. Sayım Memurlarına Mahsus Talimatname, s.8. Halkın nüfus sayımı ve nüfus kütüklerinden kaynaklanan endişeleri bir çok şehirde saklı nüfusların çoğalmasına neden olmaktaydı. Örneğin Antep’te vatandaşların 34.728 ölümü gizledikleri ve 19.164 saklı evlenme tespit edilmişti. Cumhuriyet, 1 Aralık 1934. Aynı yıl içinde saklı ve gizli nüfusları belirlemek için 2576 sayılı ve 5 Temmuz 1934 tarihli “Gizli Nüfusların Yazımı Hakkında Kanun” çıkarılarak belediye ve muhtarlıklar üzerinden vatandaşlara duyuru yapılmış ve doğum, ölüm ve boşanma gibi nüfus olaylarının kayıt altına alınması amaçlanmıştır. Adnan Güriz, Türkiye’de Nüfus Politikası ve Hukuk Düzeni, Ankara Türkiye Kalkınma Vakfı Yayınları 1975, s.165. 66 Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) anlatılmak istenmişti. Ayrıca istatistik umum müdürlüğünün numarataj ve sayım hazırlıklarının kontrolü için görevlendirdiği memurlar memleketin çeşitli yerlerinde sayım ve sayım memurlarının vazifeleri hakkında konferanslar vermişlerdir50. Bu kapsamda İstatistik Umum Müdürü Celal Aybar, danışman olarak İsviçre’den davet edilen Carl Bruschweiler ile çeşitli şehirlerde konferanslar vermişler ve sayım hazırlıklarını denetlemişlerdi51. Ülke içinde herhangi bir lisan ile yayın yapan tüm gazete ve dergilerin, İstatistik Umum Müdürlüğü tarafından kendilerine verilecek sayım konusunda halkı bilgilendirmeyi amaçlayan her türlü yazıları günü gününe yayınlaması istenmişti. Vali, kaymakam ve nahiye müdürlerinin de İstatistik Umum Müdürlüğü tarafından hazırlanan ve vilayet, kazalara gönderilen her türlü afiş veya ilanları resmi daireler, tramvay, vapur ve şimendifer idareleri, otobüs servisleri, okullar, bankalar, sinema ve tiyatrolar, eczane, gazino, pastane, lokanta ve buna benzer mekânlar, ticarethaneler ve halkın en çok gözüne çarpacak bir yere asmakla ve sayım gününe kadar muhafaza etmekle yükümlü kılınmışlardı52. Ayrıca CHP il teşkilatları da nüfus sayımı öncesinde çalışmalara ve propaganda faaliyetlerine destek olmaları konusunda bilgilendirilmiştir53. Nüfus sayımı konusunda öğrencilerin dikkatini çekmek amacıyla Kültür Bakanlığı sayım gününden önce okullarda konferanslar verilmesini kararlaştırmış, ayrıca 20 İlkteşrin 1935 Pazar gününden önce ilköğretim, orta ve liselerde nüfusun ve nüfus sayımının önemi hakkında yurt bilgisi, sosyoloji ve coğrafya öğretmenlerinin derslerde bu mesele çerçevesinde öğrencilere bilgi vermeleri istenmiş ayrıca bir memleketin ekonomi, iç güvenlik ve savunma işlerinde nüfusun ne kadar önemli olduğuna ve “bir ulusun amaçlarına ve ülkülerine doğru ilerlerken adam unsurundan nasıl faydalanacağına dair” konuşmalar yapılması kararlaştırılmıştı54. Nüfus sayımının yegâne amacının Türkiye’de yaşayan vatandaşların sayısı ve özellikleri konusunda bilgi toplamak olduğu hükümet yetkilileri tarafından sık sık açıklanmakta ve bu amaca ulaşılması ve beklentilerin eksiksiz olarak karşılanması için halkın sayım çalışmalarına destek vermesi 50 51 52 53 54 Aybar, a.g.e, s.7. İstatistik Umum Müdürlüğü şeflerinden Faik Sinop’a, Şevket Erzurum’a, Mehmet Ali Erzincan, Gümüşhane ve Trabzon’a, Nefi Maraş, Urfa ve Antep’e, Nuri Turgut Bursa ve Menemen’e giderek sayım hazırlıklarını denetlemekle görevlendirilmişlerdir. Ulus, 4 İlkteşrin 1935. Çakmak, a.g.m, s.110 Bu konuda bazı vilayetlerde yapılan çalışmalara örnek olarak Trabzon CHP İl Başkanlığının gönderdiği yazıda yerel gazetelere verilen sayım için yapılan propaganda faaliyetleri anlatılmaktadır. BCA490.01.17.88.5, 4 Teşrinievvel 1935. Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı, Nüfus Sayımı Konusu Çerçevesinde Okullarda Verilecek Konferanslar ve Dersler, İstanbul 1935, s.1-2. Sayımdan iki yıl önce ilk ve orta dereceli okullarda Kıraat derslerinde vergi vermenin ve nüfusa kaydolmanın içtimai ve ahlaki bir vazife olduğuna dair manzum ve mensur okuma parçaları okutulması için Maarif Vekaleti tarafından Başvekalete teklifte bulunulmuştur. BCA:030.10.142.17.4, 4 Mart 1933. 67 Fatih TUĞLUOĞLU ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) istenmekteydi. Sayım faaliyetlerinin bir günde ve belli bir disiplin altında yapılması yeni Türk devletinin özgüvenini artıracak ve topluma nüfuz ettiğini gösterecekti. İstatistik Umum Müdürlüğünün hazırladığı Umumi Nüfus Sayımı Talimatnamesinde de belirtilen bu uyarılar, sayım tarihine kadar günlük gazetelerde yayınlanmıştı. Daha kolay anlaşılması için kısaltılan ve basit cümleler halinde anlatılmaya çalışılan uyarılar sayım sırasında vatandaşlardan beklenen vazifeleri göstermekteydi. Bu uyarılardan bazıları şunlardır; “Ne bir eksik ne bir fazla, devlet yurttaşlarının sayısını bilmek istiyor”55, “Geçmişte ve gelecekte bütün ulusal ve sosyal işlerin temeli nüfustur. Nüfus siyasası da ancak nüfusu tanımakla kurulabilir, 20 İlkteşrin Pazar sayımı bize bu siyasanın yolunu gösterecektir”56, “Türk ulusunun dirim hareketlerini hiç su götürmez sayılarla gösterecek bir belge olan nüfus sayımına her Türk’ün canla başla tam bir doğrulukla yardım etmesi, kendi sağlığının izlerini görüp anlaması demektir.”57, “Aded kuvvet demektir. 20 ilkteşrin Pazar günü yapılacak olan genel nüfus sayımı Türk ulusunun kuvvetini gösterecektir”58, “Yerli yabancı herkes o gün bulunduğu yerde kendisini yazdıracaktır”59, “Her Türk bu sene içinde yapılacak sayımdan kaçmak değil ona elinden geldiği kadar yardım etmeyi kendine büyük bir vatan borcu bilmeli, hükümet köylere varıncaya kadar her türlü vasıta ile propaganda yapmalıdır”60, “Bugünün küçükleri yarının büyükleridir. Sayımda en küçük çocukları bile yazdırmayı unutmayınız”61, “Doktora, ebeye, ilaca ihtiyacınız olursa hemen zabıta memurlarına ve bekçilere haber veriniz. İhtiyacınız derhal temin edilecektir. Hükümet tertibat almıştır”62, “Sayımın bittiği haber verilinceye kadar evden çıkmak yasaktır. Çıkanlar için hapis ve para cezası vardır”63, “Doğru cevap verelim, sayımın ne süel ne finansal ne de özel bir noktası vardır. Doğru söyleyenler bu yüzden zarara uğramayacaklardır. Doğru söylemeyenler ancak devlete çok büyük kötülük etmiş olurlar”64, “Sayım günü bulunduğunuz yere sayım memuru gelmeyecek olursa veya sehven yazılmayacak olursanız hemen hükümete haber yollayınız”65. “Sayımın bütün yurda bir günde başarılması sosyal birlik ve çalışmanın en güzel belgesi olacaktır. Bu büyük günde devletin buyruklarına hepimiz uymalıyız”66. En yalın ifadelerini bu şekilde bulan ve sayım gününe kadar gazetelerde yer bulan uyarıcı ilanlar ile sayımın önemi konusunda vatandaşların dikkatini çekmek amaçlanmaktaydı. Eski zamanlarda yapılan sayımların mükellefiyetler 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 Ulus, 8 İlkteşrin 1935. Ulus, 10 İlkteşrin 1935. Ulus, 9 İlkteşrin 1935. Cumhuriyet, 6 Eylül 1935. Ulus, 1 İlkteşrin 1935. Zaman, 11 Haziran 1935. Ulus, 4 İlkteşrin 1935. Ulus, 14 İlkteşrin 1935. Ulus, 15 İlkteşrin 1935. Ulus, 17 İlkteşrin 1935. Ulus, 18 İlkteşrin 1935. Cumhuriyet, 27 Eylül 1935. 68 Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) getirmesine karşın cumhuriyet hükümetlerinin böyle bir amacı olmadığı vurgulanarak ve elde edilen bilgilerin sadece memleket savunmasında ve kalkınmasında kullanılacağı hatırlatılmıştı. Sayım günü, sayım ve kontrol memurları ile özel izin belgesine sahip olarak sokağa çıkmasına izin verilenler dışında hiçbir kimsenin sayımın sonuna kadar şehir, kasaba ve köylerde evlerinden dışarıya adım atmalarına izin verilmeyeceği talimatname ile açıklanmıştı. Sayımın sona erdiğini halka bildirmek için her şehirde top atılması kararlaştırılmış, ancak büyük şehirlerde bir semtin veya birkaç mıntıkanın sayımı herhangi bir sebeple diğerlerine göre çok gecikmesi halinde o semtin diğer mıntıkalarla irtibatının sayım çalışmaları tamamlanana kadar güvenlik güçleri tarafından kesilmesi diğer mahallelerin serbest bırakılabileceği ifade edilmiştir67. Sayım memurlarının tayin edildiği mıntıkanın binalar cetveline dâhil olduğu halde nüfusunu kaydetmeyecekleri bina ve ikametgâhlar şu şekilde belirlenmiştir: Asker ve jandarma kışlaları ve karakolları, askeri mülki ve hususi hastaneler, askeri, mülki, hususi yatı mektepleri, askeri, mülki hapishaneler ve tevkifhaneler, yabancı devletlerin sefarethaneleri ve maslahatgüzarlıkları. Konsoloshaneler bu kapsama alınmamış ve sayım memurlarının tarafından ziyaret edilmeleri ve sayım işlemine tabi oldukları açıklanmıştır68. Sayım sırasında memurların kullanacakları soru kağıtları Beynelmilel İstatistik Enstitüsünün belirlediği asgari sorulardan ve 1927 sayımında kullanılan sorulardan çok farklı olarak hazırlanmamış sadece Türkiye’nin özel durumuna ilişkin bazı eklemeler yapılmıştı. 1927 sayımında kullanılan sorular daha çok sosyal niteliklere ilişkin sorulardı. Savaştan yeni çıkıldığı, geniş topraklar kaybedildiği ve zor mücadeleler sonucunda cumhuriyet kurulduğu için daha çok halkın sosyo-politik özellikleri öğrenilmeye gayret edilmişti. Meslek farklılığı çok genel çerçeveden öğrenilmek istenmiş, 1927 sayımında bulunan “daimi ikametgah” sorusu çıkarılarak “ikinci bir dil ve yeni harflerle yazmak bilir mi” soruları eklenmiş ve “okuma bilir mi” sorusu “yeni harflerle okuma bilir mi”şekline dönüştürülmüştü69. Hazırlanan soru kâğıtlarının halk tarafından değil de memurlar tarafından doldurulması istenmiş ve böylece cevaplarda yeknesaklık hedeflenmişti70. İstatistik Umum Müdürü Celal Aybar, 1935 nüfus sayımının önceki sayımlardan farkını ve getireceği yenilikleri gazetelere şu şekilde açıklamıştır; “…geçen nüfus sayımında her mevkide mevcut olan nüfusla birlikte o mevkiin halkında olup da muvakkaten bulunmayanlar da kaydedilmiş…” olmasına karşın bu sayımda farklı bir yöntem izlendiği belirtilmiş ve “…daha basit bir esas kabul edilmiş yani bulunmayan nüfus kaydedilmemiş ve münhasıran her mevkide o gün şahsan hazır bulunanların kaydedilmeler 67 68 69 70 Zaman, 11 Nisan 1935. Sayım Memurlarına Mahsus Talimatname, s.13. Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50.Yılı, s.51. Aybar, a.g.e, s.s.8-9. 69 Fatih TUĞLUOĞLU ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) esası konulmuştur.” Bir önceki sayımda uygulanan ve her kazanın köylerinin nüfuslarının ayrıca belirtilmemesinin bazı sıkıntılara neden olduğunu ifade eden Celal Aybar, “…her köyün nüfusu teker teker neşredilecektir. Bu malumatın iskan, idari teşkilat, kültür, sıhhat ve emniyet işleri için çok faydalı olacağı…” beklemektedir. Celal Aybar’a göre “..sayımlarda en mühim malumat adetten sonra yaş inkısamıdır. Geçen sayımın neticeleri mahdud yaş gruplarına göre ayrılmıştı. Bu gruplar bize okuma çağında olup da okuma bilmeyenlerin adedini göstermiyordu. Bu defa yaş inkısamı hem tek yaş üzerine hem de grup üzerine yapılacak ve bu malumat tahsil derecesiyle karşılıklı olarak tespit edilecektir71. Bu suretle her yaşta kaç kişinin okuma yazma bildiği, kaç kişinin bilmediğini sarahatle tespit…” edilebileceğini açıklayan Celal Aybar, 1927 sayımında yaş sınıflanmasının medeni duruma göre tasnif edilmediğini bu nedenle 1927’den itibaren her yaştaki insanların ne kadar evli olduğunun bilinmediğini ancak yeni sayımda yaşlar ile medeni halin birlikte tasnif edileceği için her yaştaki kaç kişinin bekâr evli veya dul olduğunun ortaya çıkacağını açıklamıştı. Bir yaşından küçük çocukların yaşını ay olarak tasnif ederek Türk halkının doğurganlığı hakkında bir görüş elde edileceği ayrıca 1927 sayımında vatandaşlardan görünür sakatlığı olanlar açık olarak yazılmadığı ancak 1935 sayımında iki uzuv da bulunan körlük, topallık, çolaklık gibi sakatlıkların ve bu bilgilerin yaşları üzerine mukayesesinin yapılabileceği düşünen Aybar’a göre sayımda nüfusun mesleği sadece ticari, zirai olmak üzere çok sınırlı olarak tasnif edilmesinden vazgeçilerek ülkenin gelişen ekonomik yapısına da paralel olarak Türkiye’nin iktisadi bünyesini daha iyi yorumlayacak şekilde bir meslek tasnifi yapılmak istenmişti72. İlk sayımda bulunmayan sanayi ve küçük sanatlar, ulaştırma, genel ve idare hizmetleri, ev ekonomisi vs. 1935 sayımının sonucunda tablolar halinde düzenlenmişti. Ülkede başlayan sanayi faaliyetleri de nüfus sayımı tablolarına yansımış, küçük sanatlar kategorisinde çeşitli alt kategoriler(maden ocakları, taş, toprak, inşaat, bina, mobilya, ağaç işleri, demir, makine, kimya, dokuma, kâğıt vs.) kategori belirtilerek nüfusun ekonomik karakterini ortaya çıkarmak amaçlanmış ve esas meslek, son haftada tutulan meslek gibi sorular ile nüfusun iktisadi faaliyet kollarına dağılış, çalışma şekli ve işsizlik gibi konularda bilgi alınmak istenmişti73. Nüfus sayımı memleketin her yerinde 20 Teşrinievvel 1935 Pazar günü sabah saat sekizde başlamıştır. Sayım memurlarının çalışmalarını kontrol ve denetleme vazifesine sahip olan vali, kaymakam ve nahiye müdürleri de sayım işinin ne vaziyette olduğunu kontrol etmeleri için memurlarla çalışmaya başlamışlardı. Sayım memurlarının mıntıkalarındaki evlerde hazır bulunan vatandaşlara bizzat sorarak sayım defterine yazacakları bilgiler şunlardır; 71 72 73 1935 nüfus sayımında sadece yeni harflerle okuma-yazma bilenler okur- yazar sayılmış, eski harflerle okuyup yazanlar ise okur-yazar sayılmamıştır.Yüceuluğ, a.g.e, s.58. “Bu Nüfus Sayımının Bize Öğreteceği Yenilikler Nelerdir?”, Ulus, 12 İlkteşrin 1935. Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50.Yılı, s.56. 70 Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Coğrafi Sorular: Sayım günü bulunduğu vilayetin ismi, Sayım günü bulunduğu kazanın ismi, Sayım günü bulunduğu nahiyenin ismi, Sayım günü bulunduğu köyün ismi, Sayım günü bulunduğu binanın numarası, Demografik Sorular: Oturduğu binanın cinsi, Hangi devletin tebaası, Hangi dinde bulunduğu, Ana lisanı(yani aile içinde konuştuğu lisan), Ana lisanından başka konuşabildiği lisan , Nerede oturduğu, Görünür vücut sakatlığı varsa ne olduğu, Kadın veya erkek olduğu, Kaç yaşında bulunduğu, Bekâr mı evli mi, dul mu veya boşanmış mı olduğu, Yeni harflerle okumak bilip bilmediği, Yeni harflerle yazmak bilip bilmediği, Ekonomik Sorular: Muayyen bir meslek veya vazife veya sanatı varsa ne olduğu. Muayyen bir meslek veya sanatı yoksa ne ile geçindiği, soruları sorulmuştu74. Sayım memurlarının ziyaret edecekleri binalarda sakin olmayıp da hayatını köprüaltı, ağaç kovuğu, camii avlusu gibi açık yerlerde veya nakil araçlarında veya yollar üzerinde geçiren kimseler varsa bunların da sayıma dâhil edilmeleri gerekli görülmüştü. Sayım memurlarının talimatname hükümleri 74 1935 Genel Nüfus Sayımı Talimatnamesi, s.29. 71 Fatih TUĞLUOĞLU ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) çerçevesinde soracakları sorulara hiç cevap vermeyen, kasten yanlış veya eksik cevap verenlere bu hareketlerinin kanunen 5-25 TL para cezasını gerektirdiği ayrıca bu gibi şahısların isimlerimin ve adreslerinin vali, kaymakam veya nahiye müdürlerine bildirmeleri istenmişti75. Sayım günü öncesinde yola çıkmış olan ve sayım gününü nakil vasıtalarında geçirecek olan vatandaşların sayılmaları konusunda ortaya çıkan tereddütleri gidermek amacıyla Nüfus Sayımı Talimatnamesinde açıklama yapılmıştı. Sayım günü tren, vapur gemi gibi vasıtalarda bulunacak vatandaşların sayılmaları için bir düzenleme hazırlanmıştı. İlgili talimatname devlet demiryolları bünyesinde işletilen saha ve hatlardan geçen trenlerdeki yolcular konusunda şu şekilde hareket edilmesi tavsiye edilmekteydi. Sayım işi devam ettiği sürece sayım konusunda vazifeli olanlardan başka hiçbir kimsenin sokağa çıkmaması, sayım saatinden önce sefere konmuş olan katarlar hariç olmak üzere bütün nakil vasıtalarının sayım bitene kadar işlememesi kararlaştırılmıştı. Sayım saati başlamadan evvel sefere konmuş olan ekspres, yolcu ve çeşitli katarlarla yolcu katarı mahiyetinde olan otoray servislerinin son varış istasyonuna gelinceye kadar yollarına devam etmeleri, son istasyona ulaştıklarında ise o mevkideki sayım işi bitmemişse tren yolcularının sayımı tamamlanıncaya kadar istasyonun sınırları içinde beklemeleri gerekli görülmüştü. Sayım saati başlamadan evvel hareket eden katarlarda bulunan yolcu ve personelin sayımı saat 8 den sonraki ilk varış istasyonunda trene binecek olan sayım memurları tarafından yapılacaktı. Katar hareket halinde iken sayım yapılacak ve sonra bunların sayıldığına dair sayım memurlar tarafından birer sayım vesikası verilecekti76. İstanbul Deniz Ticaret Müdürlüğü sayım günü limanda bulunan gemilerin personelinin nasıl sayılacağı konusunda bir 25 Eylül 1935 tarihinde bir açıklama yapmıştı. Sayım günü limanlara uğrayan ve o limanda en az iki saat bekleyecek olan düzenli yolcu ve yük gemilerindeki nüfusun gemi personeli tarafından yazılması ve yazım defterinin ilk limanda liman reislerine teslim edilmesi istenmişti. Sayım günü sabah sekizde limanda bulunacak ve iki saatten fazla limanda bekleyecek olan her çeşit yelkenli ve motorlu tüm yabancı gemilerin de bulundukları ve geldikleri yerlerde sayılmaları istenmekte, ayrıca sayım günü denizde veya ecnebi bir limanda bulunup da saat 10’a kadar o limandan kalkmaya mecbur oldukları takdirde sabahın tam sekizinde mevcut bütün gemi adamları ile yolcuları ellerindeki sayım defterlerine yazmağa başlamaları kararlaştırılmıştır77. Nüfus sayımı faaliyetinin başarılı olabilmesi, eksiksiz olarak tamamlanması istenen ve doğru nüfus rakamları için hayati kıymete sahip olan insanların ikamet ettikleri mekanların numaralanması uygulamasıydı. 75 76 77 Sayım Memurlarına Mahsus Talimatname, s.14. 1935 Genel Nüfus Sayımı Talimatnamesi, ss.58-59. 1935 Genel Nüfus Sayımı Talimatnamesi, ss.63-64. 72 Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Fakat bunu daimi göçebelere uygulamanın imkanı bulunmamaktaydı. Doğu ve güneydoğu vilayetlerinde bulunan göçebelerin nasıl sayılması konusunda Nüfus Sayımı Talimatnamesinde açıklama bulunmaktaydı. Bu açıklamaya göre; daimi göçebe hayatı yaşayanların vasıfları ve özellikleri kaydedilmek suretiyle yazılmaması sadece kadın ve erkek olmak üzere sayılarının tespit olunması yeterli görülmüştü78. 1935 Genel Nüfus Sayımı Talimatnamesinde İstanbul’da valilik tarafından alınacak tedbirler de bulunmaktaydı. Vali Muhittin Üstündağ tarafından İstanbul’un kaymakamlarına gönderilen yazıda sayım günü her yer kapalı olacağından halkın yiyecek-içecek vs. ihtiyaçlarının bir önceden tedarik edilmesi için 19 Teşrinievvel 1935 cumartesi günü akşamı tüm mağaza ve dükkânların gece 23’e kadar açık kalmaları ve ekmek fırınlarının cumartesi günü fazla ekmek çıkarmaları için bilgilendirilmeleri istenmişti. Ülke genelinde sayım günü her kazada hükümet ve belediye doktorları, ebe ve küçük sıhhat memurlarının vazifeleri başında bulunacakları ve herhangi bir ihtiyaç halinde dışarıya çıkarken kollarında Kızılay bandı ile göreve gidebileceklerdi. Her ilçede sayım günü öncesinde nöbetçi bulunan eczanenin sayım günü de nöbetçi olması kararlaştırılmış ve sayım günü cenaze kaldırılmaması istenmişti79. Sayım günü herhangi bir sebeple defterlere ismi girmeyen bir şahsın hükümete müracaat etmesinin gerekli olduğu halka ilan edilmiş ve sayımdan hariç kalmaması için mutlaka nüfus defterlerine kayıt olması istenmişti. Sayım düzeninden sorumlu olan vali, kaymakam ve nahiye müdürlerinin defterlerin toplanmasını temin etmesi, köylerdeki defterlerin toplanması ve merkeze ulaştırılmasından muhtarların sorumlu olması kararlaştırılmıştı. Sayım defterlerinin toplanmasının ardından vali ve kaymakamların bu defterleri süratle gözden geçirmeleri kaza ve vilayet merkezlerine ait nüfusun toplamını bir başlık altında, nahiye ve köyleri ilişkin nüfusun toplamını da ayrı bir başlık altında toplayarak telgraf ile Ankara Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğüne bildirmeleri istenmişti. Ayrıca telgrafların bir sureti posta ile gönderilmeliydi. Ankara’ya ulaşan sayım defterleri powers makineleri ile çalışan 175 memur tarafından değerlendirilmişti. Sayıma katılan memur ve kontrol memurlarının sayısı 123.045 kişi idi. 1927 sayımda yararlanılan memurların sayısı ise 52.276 idi. Ayrıntılı ve kesin sonuçların bir buçuk yıl içinde alınması beklenmekteydi80. 6. 1935 Sayımının Sonuçları İstatistik Genel Direktörlüğüne gelen haberlere göre sayım faaliyetlerini ülke genelinde ilk bitiren şehir Balıkesir’in Balya ilçesi olmuştu. İkinci Ankara’nın Ayaş ilçesi, üçüncü ise Diyarbakır’ın Kulp ilçesi olarak açıklanmıştı. 78 79 80 1935 Genel Nüfus Sayımı Talimatnamesi, s.33. 1935 Genel Nüfus Sayımı Talimatnamesi, ss.69-70. 1935 Genel Nüfus Sayımı Talimatnamesi, ss.31-32; Aybar, a.g.e, s.9. 73 Fatih TUĞLUOĞLU ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Bu haberlerden sora kısa aralıklarla diğer ilçe ve illerden sayımın sonuçlandığına dair haberler gelmiş, İzmir’deki sayımın saat 14.30’da tamamlandığına dair telefon ile bilgi alınmıştı. Göçebelerin sayımı konusunda alınan tedbirlere göre vilayetler kendi sınırları içindeki göçebe nüfusun hareketini adım adım takip ederek sayım günü nerede bulunacaklarını belirlemişler, kendi sınırında çıkmış ise komşu ilçeye haber vermişlerdi. Ankara merkez ilçesinin nüfusu geçici rakamlara göre 123 bine ulaşmıştı. Ulus Gazetesi bu sonucu “…bol nüfuslu şen, kalabalık bir Anadolu yaratmak savaşının ilk zaferi…” olarak değerlendirmişti. Nüfus sayımı İstanbul’da da tam bir düzen içinde tamamlanmıştı. İstanbul sayımında yedekleri ile beraber 15 bin memur görevlendirilmişti. Şehir nüfusunun çokluğu düşünülerek her birinde 20–25 ev olmak üzere 9500 mıntıkaya ayrılmıştı. Sayım sonucunda İstanbul’un nüfusu kesin olmayan rakamlara göre 630 bin olarak belirlenmişti.81 1927 nüfus sayımında Türkiye’nin nüfusu 13.648.270 kişi olarak tespit edilmişti. Geçen süre içinde ülke nüfusu 2.540.497 kişi yani yıllık yüzde 23 oranında artarak 16.188.767 kişi olmuştu. Bir kilometreye düşen insan sayısı 21.2 kişiye çıkmıştı. Sayımdan beş gün sonra bir açıklama yayınlayan İstatistik Umum Müdürlüğü nüfus sayımına “…eşsiz ilgi gösteren Türk ulusuna minnet ve teşekkürlerimi bildirir. Sayım ümidin çok üstünde bir düzen içinde geçmiş ve ulus devlete karşı olan bu ödevini tam bir uygarlık içinde yerine…” getirdiğini açıklamakta ve bu başarıda payı olan “…ilbay, ilçebay, kamunbay ve bütün devlet işyarlarıyla memleketin aydın çocuklarına…” teşekkür etmekteydi82. Falih Rıfkı Atay, nüfus sayımının geçici sonuçlarının açıklanmasından sonra yazdığı yazı ile “…doğanların büyümesine, büyümüş olanların yaşamasına imkân verecek şartlar ancak cumhuriyet idaresi ile varlaşabilmiştir… Güzel ülkemizi bayındıracak ve müdafaa edecek olan bu sayıda ve bu artışta bir millet, insanlığın istinat edeceği başlıca temellerden biri…” olacağını ifade etmişti83. 1935 nüfus sayımının ardından ortaya çıkan genel sonuç şu şekilde belirlenmiştir; Kadın Erkek TOPLAM 1927 1935 Yüzde 7.084.391 6.563.879 13.648.270 8.221.248 7.936.770 16.158.018 50.88 49.12 100 1935 yılında ülke genelinde Türkçenin en çok konuşulan dil olduğu ortaya çıkmıştı.(Yüzde 86.02) ikinci en çok konuşulan dil Kürtçe, diğer diller 81 82 83 Ulus, 18 İlkteşrin 1935; 21 İlkteşrin 1935. 25 Ekim 1935 Ulus; Nüfus sayımının bir düzen içinde yapılması için uygulanan sokağa çıkma yasağına yurt genelinde uyulmuştur. Ancak bazı olumsuz örnekler de yaşanmıştır. Cumhuriyet, 22 Ekim 1935. Ulus, “Nüfusumuz”, 25 İlkteşrin 1935. 74 Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ise sırasıyla Arapça, Ermenice, Rumca ve İbranice olarak anlaşılmıştı84. Dinlerin halk arasındaki dağılımından İslam dinine mensup olanların çoğunluğu oluşturduğu ortaya çıkmaktaydı(Yüzde 98.3). Nüfus sayımının yapıldığı yıl 6 yaş ve üstündeki toplam nüfusun yüzde 80.75’i okuma-yazma bilmemekteydi. Bu oran içinde kadınların payı yüzde 90.19, erkeklerin payı ise 70.65’di. Buna göre erkeklerin yüzde 29.35’i, kadınların ise sadece yüzde 9.81’i okuma yazma bilmekteydi85. 1935 nüfus sayımı soru kâğıtlarında yer alan ve vatandaşların sakatlık seviyelerini öğrenmeyi amaçlayan kısmında şu sakatlık türleri yer almaktadır: Topal, çolak, kör, sağır, dilsiz, zihinsel ve ruhsal kötürüm ve kambur. Sayım sonucuna göre ülke genelinde 315.677 sakat nüfusun bulunduğu tespit edilmişti. Tüm sakatlar içinde en büyük payı yüzde 39.87 ile topallar oluşturmaktaaynı yıl tüm sakatların yüzde 59.18’ni erkekler oluştururken körlük, kamburluk ve kötürüm gibi rahatsızlıkların en çok kadınlarda görüldüğü anlaşılmıştı86. Sonuç Nüfus konusu en eski tarihlerden günümüze kadar insan topluluklarını ve devletleri meşgul etmiştir. Fazlalığı ile kimi zaman iftihar edilen ve kalabalık ordular için elzem görülen, kimi zaman ise gıda üretimindeki muhtemel yetersizlikler nedeniyle azaltılmaya çalışılan nüfus, hep tartışmaların merkezinde bulunmuştur. Modern devlet anlayışı ile birlikte nüfusa bir insan kalabalığı veya tüketici yığını olarak bakılmaktan vazgeçilmiş,nüfusun ekonomiye katkıları ve sahip olduğu yetenekler fark edilmiş ve bu yeteneklerden yararlanmak istenmiştir. Özellikle Michel Foucault’un formüle ettiği, “yönetmek için bilgi sahibi olmak” gibi iktidar için insan kaynaklarına ait bilgileri kayıt altına alma düşüncesi 19 yy’dan itibaren modern devletlerde uygulanmaya başlanmıştır. Vatandaşlara ait bilgiler nüfus sayımları ile toplanmış, elde edilen bilgiler üretim biçimini sürdürecek ve sistemin devamını sağlamak için kullanılmıştır. Milli mücadelenin başarıyla sonuçlandırılmasının ardından ekonomik olarak kalkınmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti sahip olduğu insan potansiyelinin sayısını, özelliklerini ve yeteneklerini öğrenmek için 1927’den itibaren düzenli aralıklarla nüfus sayımı yapmaya başlamıştır. 1935 yılında yapılan sayım öncesinde yapılan propagandalar ve özellikle yetkililerin konuşmaları sayımın amacını ortaya koyarken sayımda vatandaşlara sorulan sorular da nüfusun ekonomik potansiyelini belirme amacı taşımaktadır. 84 85 86 Cumhuriyet Dönemi İstanbul İstatistikleri, Nüfus ve Demografi 1927–1990 I, İstanbul Büyükşehir Belediyesi İstanbul Araştırmaları Merkezi 1997, s.135. Nüfus ve Demografi, s.28-29. Nüfus ve Demografi, s.18-19, 139; Sayımın neticesinde körlerin en önemli miktarının trahom hastalığının yaygın doğu ve güneydoğu Anadolu illerinde bulunduğu tespit edilmiştir. Yüceuluğ, a.g.e, s.49. 75 Fatih TUĞLUOĞLU ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Sayım öncesinde yapılan propaganda çalışmalarının temeli ve sayım sırasında dikkat edilen hususların ağırlık noktası nüfusu eksiksiz olarak kayıt altına almaktı. Ülkede yaşayanların sayısının yüksek çıkması için her türlü tedbir alınmaya çalışılmıştı. Kalabalık bir nüfusun dosta ve düşmana karşı bir iftihar vesilesi olacağı ve ekonomik gelişmenin nüfus artışı ile başlayacağına inanılmaktaydı. Devletçi ekonomi politikalarının uygulandığı 1930’lı yılların ortasında yapılan 1935 sayımında sorulan sorularla vatandaşların sakatlık durumlarını öğrenmeyi amaçlayan soruların sayım kâğıtlarında bulunması bilinçli bir uygulama idi. Ancak nüfus artışı desteklenirken sağlık, eğitim, sosyal güvenlik ve konut ihtiyacı gibi önemli sosyal gereksinimlerin de tamamlanması ülkenin geleceği için yaşamsal öneme sahipti. Ekonomik gelişmenin en önemli göstergelerinden biri olan kişi başına üretilen mal ve hizmet miktarındaki artışınnüfus artışı ile aynı oranda gelişememesi halinde ülkede vatandaşların yaşam seviyelerinde gerileme ve fakirleşme görülebilirdi. Türkiye nüfusu 1935’den sonra da ikinci dünya savaşı yılları dışında istikrarlı bir artış göstermişti. Bu artışa paralel olarak tamamlanamayan sosyal ve ekonomik ihtiyaçların eksikliği nedeniyle ilerleyen yıllarda Türk halkının yaşam seviyesinin istenen seviyede olmadığı bir gerçektir. 76 Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) I. Gazete KAYNAKÇA Cumhuriyet Ulus Zaman II. Kitap ve Makaleler ARI, Kemal, “Cumhuriyet’in Nüfus Politikası”, Toplumsal Tarih, Kasım 2003, S.119. AYBAR, Celal, Türkiye İkinci Genel Nüfus Sayımı(1935) Beynelmilel İstatistik Enstitüsünün 1936 Atina İçtimaına Arz Edilen Fransızca Tebliğin Tercümesidir, Ankara Başvekâlet Matbaası, 1937. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, Ankara, Başbakanlık DİE Matbaası, 1973. Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü, Nüfus Meselesi ve Nüfus Sayımı Hakkında Fikirler, Ankara Köyhocası Basımevi, 1936. Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü, 1935 Umumi Nüfus Sayımı, Sokaklara İsim veya Numara Konulması Hakkında Talimatname, İstanbul Devlet Matbaası, 1934. BEHAR, Cem, “Nüfusbilimin Nesnesi, Nüfusbilime Başka Bir Bakış II”, Toplum ve Bilim, S.17, Bahar 1982. _________, “Marx ve Nüfusbilim (Demografi), Nüfus Bilimine Başka Bir Bakış I”, Toplum ve Bilim, S.15-16, Güz 81-Kış 82. BOZBEYOĞLU, Alanur Çavlin, “Yeni Nüfusun Biyopolitikasına Açılım: Türkiye’nin Biyometrik Elektronik Kimlik Kartı Sistemi”, Toplum ve Bilim, S.122, 2012. BOZOK, Nihan, “Biyoiktidara Özgü Bir Öznelleşme Pratiği Olarak Sağlıklı Yaşam Söylemi”, Toplum ve Bilim, S.122, 2011. Cumhuriyet Dönemi İstanbul İstatistikleri, Nüfus ve Demografi 1927–1990 I, İstanbul Büyükşehir Belediyesi İstanbul Araştırmaları Merkezi, 1997. ÇAKMAK, Fevzi, “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Nüfusu Kayıt Altına Almaya Yönelik Girişimler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, VIII/18-19, Bahar-Güz, 2009. 77 Fatih TUĞLUOĞLU ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ÇAVDAR,Tevfik, “Türkiye’de Nüfus ve Nüfus Sorunu” Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, VI, İstanbul İletişim Yayınları. FOUCAULT,Michel, İktidarın Gözü, Çev: Işık Ergüden, İstanbul Ayrıntı Yayınları, 2007, 2. Baskı. ____________, Cinselliğin Tarihi, I, İstanbul Afa Yayınları, 1993. ____________, Toplumu Savunmak Gerek, İstanbul Yapı Kredi Yayınları, 2011. GÜRİZ, Adnan, Türkiye’de Nüfus Politikası ve Hukuk Düzeni, Ankara Türkiye Kalkınma Vakfı Yayınları 1975. KARAL,Enver Ziya, Osmanlı İmparatorluğu’nda İlk Nüfus Sayımı 1831, Ankara, Başbakanlık DİE Yayınları, 1997. KARPAT, Kemal, Osmanlı Nüfusu 1830–1914, Çeviren: Bahar Tırnakçı İstanbul Timaş Yayınları 2010. KAZGAN, Haydar, “Nüfus Artışı ve Amme Hizmetlerinde Fakirleşme”, Yeni Ufuklar, S.107-108, 1961. MCCARTHY, Justin, Müslümanlar ve Azınlıklar, Çeviren: Bilge Umar, İstanbul İnkılâp Kitabevi, 1998. Nüfus Umum Müdürlüğü, Ankara Dâhiliye Vekâleti 1935. SEMİZ, Yaşar, 1923–1950 Döneminde Türkiye’de Nüfusu Artırma Gayretleri ve Mecburi Evlendirme Kanunu(Bekârlık Vergisi)” Türkiyat Araştırmaları Dergisi S.27, Bahar 2010. SERPER, Özer, Türkiye Demografisi, İstanbul Filiz Kitabevi 1978. TUNCER, Baran, Ekonomik Gelişme ve Nüfus, Ankara Hacettepe Üniversitesi Yayınları 1976. TÜRKAY, Orhan, “Türkiye’de Nüfus Artışı ve İktisadi Gelişme”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1962. Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı, Nüfus Sayımı Konusu Çerçevesinde Okullarda Verilecek Konferanslar ve Dersler, İstanbul, 1935. ÜNAL, Ertan, “Cumhuriyet’in İlk Nüfus Sayımı”, Tarih ve Toplum, S.214, Ekim 2001, s.27. ÜNER, Sunday, Nüfusbilim Sözlüğü, Ankara Hacettepe Üniversitesi, 1972. YÜCEULUĞ, Ratip, Demografi, Ankara DİE Yayınları, 1966. 78 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal Of Modern Turkish History Studies XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 79-99. NAZİ IRK TASNİFİNDE TÜRKLER VE ORTADOĞU HALKLARI Ahmet ASKER* Öz Biyoloji alanında 19. yüzyılda kaydedilen çarpıcı gelişmeleri milliyetçi rekabet dünyası penceresinden izleyen 20. yüzyılın Nasyonal Sosyalistleri, 1935 tarihli Nürnberg Irk Yasası’nın uygulanması sürecinde, tarihsel ve güncel yakınlıkları gözeterek Türkleri de bu tasnif içinde yeniden değerlendirmek zorunluluğuyla yüzleşmişlerdi. Yaklaşık yüz yılı aşkın süredir “asrî ve binaenaleyh garbî” dünyaya yaklaşma ve kendini bu dünya içinde tanımlama çabasının ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetici elitleri ırkçı Nazi yasalarını dikkatle izlemişler ve söz konusu yasalar içinde kendi konumlarını soruşturmuşlardı. Nazi Almanyası’nda yürürlüğe giren yasalar çerçevesinde Türkiye ve Türkler üzerine dönemin ırkçı atmosferi içinde yapılan karşılıklı değerlendirilmeler günümüz için de öğretici ve uyarıcıdır. Anahtar Sözcükler: Nasyonal Sosyalizm, Irkçılık, Türk Tarih Tezi, Milliyetçilik, Kemalizm. TURKS AND PEOPLE OF MIDDLE EAST IN NAZIS’ RACIAL CLASSIFICATION Abstract The 20th century nationalist socialist who observe remarkable progress that saved the 19th century in the field of biology from world of nationalistic rivalry also confronted with obligation of revaluate the Turks in this classification that supervised intimacies of historical and actual in this process of application the Nürnberg law of race of 1935. Administrative elites of the Republic of Turkey who product of attempting to define itself in this world and approaching to world ‘asri ve binaenaleyh garbi’ fornearly a hundred years in a century carefully observed laws of Nazi and investigated their own position in the law in question. The mutual evaluations within the law came into effect in Nazi Germany on Turkey and the Turks to be held in a period of the atmosphere of racial also is tutorial and stimulant for today. Keywords: National Socialism, Racism, Kemalism, the Turkish History Thesis, Nationalism. * Dr., Mersin Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, (ahmet_asker@mersin.edu.tr). 79 Ahmet ASKER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Giriş Kökleri 19. yüzyıla uzanan anti-semitik ve anti –modern Völkisch hareket, savaş sonrasında Almanya’da yoğunluklu olarak, Hitler’in de içinde yer aldığı sağ siyasette kendini göstermişti. Henüz savaş öncesinden başlayarak Almanya’da gelişen ırkçı örgütlenmelerin ortak noktası, üyelerinde “Cermen soyundan gelme” (germanischer Abstammung) özelliği aramaları idi. Örneğin 1912’de gizli bir örgüt olarak kurulan Germanenorden (Cermen tarikatı), Cermen soyundan gelmeyi üyeliğin ön koşulu olarak sayıyordu. Tarikata gireceklerde ayrıca sarışın, mavi gözlü ve açık tenli olmak, sakat olmamak gibi fiziksel koşullar aranıyor, başvuru sahibinin ve hatta eşinin soy ağacı araştırılıyordu1. Bu ırk hassasiyeti, Thule Gesellschaft (Thule Topluluğu) veya 5 Ocak 1919’da kurulan DAP (Alman İşçi Partisi) gibi NSDAP’nin (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) çekirdeğini oluşturan siyasi oluşumlarda da vardı. Anton Drexler, Judenrein (Yahudilerden ari) bir parti düşüncesini paylaştığında, bu fikir çevresi tarafından olumlu karşılanmış ve kısa süre sonra liderliğini üstleneceği DAP’ı kurmuştu2. 24 Şubat 1920’de düzenlenen bir toplantıda DAP’ın adı NSDAP olarak değiştirilmiş ve Nazi ideolojisine temel olan 25 maddelik bir program kabul edilmişti. Programın birçok maddesi, ilerideki Nazi devletinde hukuki statü kazanacak olan ırkçı politikaların çerçevesini çiziyordu. Programın 4. maddesi Alman vatandaşlığına sahip olmanın şartlarını belirliyordu: “Sadece Yurttaş Vatandaş olabilir. Herhangi bir mezhebe bağlı olmamak koşuluyla sadece Alman kanından olanlar Yurttaş olabilir. Bu nedenle Yahudiler Yurttaş olamazlar”. Programın 5. maddesi ise vatandaş olmayanların statüsünü belirliyordu: “Vatandaş olmayanlar Almanya’da sadece misafir olarak yaşayabilmelidir ve Yabancılar yasasına tabi olmalıdır3 Irkçılığın siyasi hareketler içinde boy göstermesi Almanya’da elbette ilk olarak Nasyonal Sosyalizm ile başlamıyordu. 19. yüzyılın ikinci yarısında, ırkçı ideolojileri besleyen bilimsel çalışmalar çoğalıyor, Avrupalı beyaz adamı ırk hiyerarşisinde üstte gösteren etnik haritalar yayımlanıyordu. 1 2 3 Nicholas Goodrick-Clarke, Die okkulten Wurzeln des Nationalsozialismus, Stocker, Graz, 1997, s.116. Ian Kershaw, Hitler, 1889-1936: Hubris, (Çev.: Zarife Biliz), İthaki Yay., İstanbul, 2007, s.155. Programm der Nationalsozialistischen Deutschen Arbeiterpartei, (1920, Februar 24). Erişim tarihi: 15 Nisan 2011, http://www.documentarchiv.de/wr/1920/nsdap-programm. html“Staatsbürger kann nur sein, wer Volksgenosse ist.” Stassrsbürger, daha çok yasal bir Vatandaşlığa karşılık gelirken, Volksgenosse , aynı toprak parçasında yaşayan Yurttaşlara karşılık geliyordu ve duygusal ağırlığı vardı. 80 Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Harita: Irkların coğrafi dağılımını gösteren 19. yüzyıla ait etnografik bir harita4 Dolayısıyla 19. yüzyılın ırkçı atmosferinde gelişen völkisch-antisemitik hareket ile Nasyonal Sosyalizm arasında belirgin bir devamlılık söz konusuydu. Fakat Nasyonal Sosyalizm’in iktidarında ırkçılık yeni bir boyut kazanmış, insanları ırklarına göre sınıflandırmanın ve yok etmenin “devlet politikası” halinde “planlı, programlı ve düzenli” bir şekilde modern yöntemlerle yürütüldüğü bir dönem başlamıştı. 20 yüzyılın başlarında sanayileşmiş devletlerin sahip olduğu modern bürokrasi ağı ve yakılan insanların saç tellerinden bile faydalanmaya yetecek kadar ileri teknolojik donanım bu politikanın uygulanmasını mümkün kılıyordu. Fakat çoğu zaman gözden kaçan veya bilinmeyen bir gerçek, birçok insanın haksızlığa uğramasına ve hatta yaşamına mal olan ırkçı devlet politikaların genellikle hukuka uygun olduğuydu5. Nazi Irk Yasaları Hitler’in 1933’te başbakanlığa atanması, Almanya için basit bir iktidar değişikliğinden çok daha büyük bir anlam taşıyordu. Bu iktidar değişikliği aynı zamanda toplumsal yaşamın her alanına nüfuz eden ve her türlü muhalefetin tasfiyesiyle sonuçlanan, “Almanya’nın nazileştirilmesi süreci”ni başlatmıştı. Böylece Nasyonal Sosyalizm temel ilkelerinden olan ırkçılık; sağlık, evlilik ve nüfus planlaması gibi daha birçok alanı kapsayan sosyal politikaların belirleyicisi haline gelmişti. 4 5 Bu haritaya göre Anadolu’da yoğun bir mongol popülasyonu vardı. “Ethnographische Karte. Verbreitung der Menschenrassen”, Meyers Konversations-Lexikon, 11. Band: Luzula – Nathanael,Verlag des Bibliographischen Instituts, Leipzig und Wien, 1888, s.476a. Ilse Staff, Justiz im Dritten Reich : Eine Dokumentation, Fischer Bücherei, Frankfurt am Main, 1964, s.9. 81 Ahmet ASKER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Hitler hükümeti, elindeki yetki yasasına dayanarak bu alanda gerekli gördüğü hukuksal düzenlemeleri ardı ardına hayata geçirmişti. Irkçı yasalardan ilki, 7 Nisan 1933’te kabul edilen Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums’un (devlet memurluğu mesleğinin ihyasına dair yasa) 3. maddesi, ari kökenli olmayan devlet memurlarının derhal emekli edilmelerini öngörüyordu: “Aryan olmayan memurlar emekliye sevk edilir”6. Bundan dört gün sonra, 11 Nisan’da hayata geçirilen bir başka düzenlemede “Aryan” kavramına daha net açıklamalar getiriliyor, ailede birkaç kuşak öncesinde dahi bir Yahudi’nin varlığı, saf Aryan olma durumunu bozan bir etken olarak tespit ediliyordu: (1) Aryan olmayan, -bilhassa Yahudi anne babadan veya büyük annebabadan- bir soydan geleler Aryan olarak sayılmaz. Bunun için anne-babanın veya büyük anne-babanın bir kısmının Aryan olmaması yeterlidir. Bu, özellikle anne-babanın veya büyük anne-babanın bir kısmının Yahudi dinine mensup olması durumunda geçerlidir. (2) Eğer bir devlet memuru 1 Ağustos 1914 evvelinde memur olmamış ise, aryan kökenli veya dünya savaşında gazi, oğul veya babadan birinin şehit olduğunu ispatlamak zorundadır. İspat, belgenin (ailenin evlilik-doğum veya askerlik belgeleri) ibrazı ile yapılır. Kişinin Aryanlığının kuşkulu olduğu durumlarda ise İçişleri Bakanlığı’nın Irkçılık masasından bilirkişi raporunun alınması zorunluluk haline getiriliyordu7. Yasa maddelerindeki vurgulu ifadelerden, ırkçı yasaların öncelikli kaygısının Yahudiler olduğunu anlaşılmaktadır. Nazi rejimi süresince ihtiyaca göre ırkçı yasalarla ilgili daha birçok düzenleme yapılacaktı. Bunların arasında en ünlüsü, 15 Eylül 1935 tarihli Nürnberg Yasaları (1935) kapsamında kabul edilen. “das Gesetz zum Schutz des deutschen Blutes und der deutschen Ehre” (Alman kanını ve şerefini koruma kanunu) idi. Yasa, Alman kanını temiz tutmak amacıyla Yahudilerin, Alman kanından gelenler ve Alman kanına akraba olanlarla (artverwandten Blutes) evlenmesini veya evlilik dışı ilişki kurmasını yasaklıyordu: “1. Yahudiler ile Alman kanından veya akraba kandan gelen vatandaşlar arasındaki evlilikler yasaktır. 2. Yahudiler ile Alman kanından veya akraba kandan gelen vatandaşlar arasında evlilik dışı ilişkiler yasaktır”8. 14 Kasım’daki ilave bir düzenleme ile vatandaşların Yahudilik ve Almanlık oranları ayrıntısıyla açıklanıyordu9. 6 7 8 9 Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums. (1933, April 7). Erişim tarihi: 8 Mayıs 2011, http://www.verfassungen.de/de/de33-45/beamte33.htm Erste Verordnung zur Durchführung des Gesetzes zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums. (1933, April 11). Erişim tarihi: 8 Mayıs 2011. http://www.verfassungen.de/de/de33-45/ beamte33-v1.htm Gesetz zum Schutze des deutschen Blutes und der deutschen Ehre. (1935, September 15). Erişim tarihi: 8 Mayıs 2011. http://www.verfassungen.de/de/de33-45/blutschutz35.htm Erste Verordnung zum Reichsbürgergesetz. (1935, November 14). Erişim tarihi: 9 Mayıs 2011. http://www.verfassungen.de/de/de33-45/reichsbuerger35-v1.htm 82 Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Tablo: 1935 Alman kanının saflığını grafiklerle gösteren bir tablo10 Kamu görevlilerinin durumunu düzenleyen 1933 tarihli yasada kullanılan ölçütler, insanları arischer Abstammung (Aryan soyundan olanlar) ve nicht arischer Abstammung (Aryan soyundan olmayanlar) olmak üzere iki sınıfa ayırmaktaydı. “nicht arischer Abstammung” (Aryan soyundan olmayanlar) ifadesiyle Yahudilerin kastedildiği belliydi. Zira Nasyonal Sosyalist terminolojide Arier (aryan veya indo-cermen) sözcüğü, deutschblütig (Alman kanından olan) ve nichtjüdisch (yahudi olmayan) ile aynı anlama gelecek şekilde kullanılmaktaydı. Yahudiler dışında çingeneler ve Avrupa dışında kalan ırklar ise yabancı (artfremd) sayılmaktaydı11. Nürnberg ırk yasasında, Arier ölçütünden farklı olarak akraba kan (artverwandten Blutes) ölçütü kullanılmış, fakat yasada kimlerin neye göre akraba kandan sayılacağı ile ilgili bir açıklamaya yer verilmemişti. Ancak 19. yüzyıldan beri yayınlanan birçok bilimsel çalışma ve haritalarda akraba ırkların kimler olduğu ortaya konulmuştu (bkz. Resim 1). İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar gibi Avrupa’nın karışmadan saflığını korumuş yerleşik halkları (geschlossen in Europa siedelndes Volk) ve Avrupa dışında, örneğin Kuzey Amerika’da yerleşik olmalarına rağmen kanlarının saflığını koruyabilmiş Avrupa’dan göç eden insanlar Artverwand sınıfına dâhildi. Nazi rejiminde bir kişinin Artverwand (akraba) veya Artfremd (yabancı) olduğuna ise vatandaşı olduğu ülke önemsenmeksizin, biyolojik olarak hangi ırktan geldiğine (rassenbiologische Merkmalen) bakılarak karar veriliyordu12. Nazi rejimi kısa vadede ırkçı yasalardan büyük maddi kazançlar sağlamıştı. Saf Alman kanını kirlettiği varsayılan unsurların toplumdan 10 11 12 Erişim tarihi: 8 Mayıs 2011. http://de.wikipedia.org/w/index.php?title=Datei:Nuremberg_ laws.jpg&filetimestamp=20090507035657 Cornelia Schmitz-Berning, Vokabular des Nationalsozialismus, de Gruyter, Berlin, 2000, s.57. Schmitz-Berning, a.g.e., ss.70-71. 83 Ahmet ASKER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ayıklanması, onlardan boşalan yerlere ise Alman kanından olanların yerleştirilmesi her şeyden önce masrafsız bir kazanç kapısıydı. Nasyonal Sosyalistler açısından buraya kadar bir sorun yoktu. Fakat ırkçı yasalarda kullanılan ölçütler, beraberinde diplomatik krizlere dönüşme ihtimali yüksek bir takım sorunları doğuracaktı. Zira Yahudiler dışında kalan diğer uluslar, yasanın duyulmasından kısa süre sonra yasal tasniflerdeki yerlerini sorgulamaya başlayacaklardı. Dünyanın diğer uluslarının bu yasalara göre nasıl konumlandırıldığı sorusu gündeme geldiğinde, yasada geçen kavramlara netlik kazandırma ihtiyacı aciliyet kazanacaktı. Bu durum ise Nasyonal Sosyalistleri, ilkeleri ile politik çıkarları arasında bir tercih yapmak durumuyla karşı karşıya getirecekti. Özellikle çağdaşlaşma yolunda önemli adımlar atan Türkiye gibi stratejik öneme sahip bir ülke söz konusu olduğunda, ırkçılık konusunda ilkesel davranmak ile politik çıkarlar arasında yaşanan çelişki doruk noktasına varacaktı. Muasır Medeniyet ve Yeni Türkiye Dünyada belki de hiçbir ülke, Avrupalı olduğunu kabul ettirmek konusunda kemalist Türkiye kadar istekli ve ısrarcı değildi. Batılı ülkelerin Osmanlı’ya yönelik silah tehdidinin Lausanne Antlaşması’yla sonlanmasından sonra pozitivist Türk milliyetçileri kurdukları yeni Türkiye’de, özellikle Arapİslami unsurlardan dolayı geri kaldığını düşündükleri geleneksel topluma semboller yardımıyla Avrupalı bir elbise giydirme çabasına girmişlerdi. Zira bir kısım pozitivist-batılılaşmacı elitte İslamın ilerlemeye engel olduğu düşüncesi hâkimdi. Bu süreçte, devletin resmi dininin Hristiyanlık olması gerektiği13 veya domuz eti yemenin İslam’a aykırı olmadığı14 gibi düşünceler dahi ileri sürülmüştü. Bu ve benzeri uç örneklerin yanı sıra, örneğin klasik müzik ve opera dinleyen, vals ve tango yapan, Osmanlı geçmişini çağrıştıran başörtüsü ve fes yerine fötr şapka giyen medeni vatandaş profili yaratmak istemenin arka planında yüzyıllardır Avrupa’da kalıcı hale gelen barbar Türk imgesini yıkmak; bunun yerine “medeni Türk” imgesi yaratmak arzusu bulunuyordu. Bütün bunlar, çağdaş bir ulus devlet olmanın gerekleri arasında görülüyordu Böylece Avrupa’nın da Türkiye’yi saygın bir batılı bir devlet olarak kabul etmesi bekleniyordu. Dış görünüşte kalan değişimler Türkiye’de iktidar eliti tarafından tek başına yeterli görülmüyordu15. Yeni Türkiye imajını kalıcı hale getirmek amacıyla kapsamlı bir basın-yayın faaliyeti de yürütülüyordu. Örneğin İçişleri 13 14 15 Ahmet Faruk Kılıç, “Psiko-Sosyal Faktörler Açısından Atatürk ve Din”, Erişim tarihi: 20.09.2011.http://www.if.sakarya.edu.tr/dergi/dergi_2/fkilic.pdf “Domuz eti haram mı?”, Vakit, 23 Aralık 1932. Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Nadolny raporlarında, Türk devriminin özellikle dış görünüşe verdiği önemin altını çizmektedir. Cemil Koçak, Türk-Alman İlişkileri (1923-1939), TTK Basımevi, Ankara, 1991, ss.16-17. 84 Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Bakanlığı’nın desteğiyle batılı ülkelere servis edilmek üzere Fransızca, İngilizce ve Almanca dillerinde yayınlanan La Turquie Kemaliste dergisi; mimari, spor, gençlik, ziraat gibi birçok alanda modern Türkiye imajının yaratılmasına hizmet ediyordu. Türklerin Avrupalılığı meselesi erken cumhuriyet döneminde akademik çalışmaların da araştırma konusu haline gelecekti. Afetinan anılarında, antropoloji ve tarih alanındaki çalışmaların artmasının sebeplerine dair ipucu vermektedir: Bütün derslerden çok fayda sağlıyordum. Fakat bazı ders kitaplarında milli hislerimi kırıcı cümleler vardı ve bunları öğrenmek istemiyordum. … Bir kitapta Türklerin sarı ırkdan ikinci derecede (secondaire) ve barbar bir kavim olduğu yazılı idi. Aynı zamanda resimler de vermiş ve bizlerin tipine hiç benzemeyen kişiler Türk olarak tanıtılmak istenmişti16. Türkiye’ye dönüşünde (1927) devam ettiği İstanbul’daki Notre Dame de Sion Fransız kız lisesinde bazı derslerde okutulan kitaplarda “milli hislerini kırıcı cümleler”den Atatürk’e bahsettiğinde ondan aldığı cevap “geniş bir tarih araştırmaları devri” nin başlayacağına işaret etmekteydi: “Hayır böyle olamaz. Bunların üzerinde meşgul olalım.”17 Afetinan’ın bahsettiği kitaplarda geçen sözcükler ve Türkleri batılı ırk hiyerarşinde aşağılarda bir yerde, “sarı ırk” olarak gösterilmesi, kemalistlerin asla kabul edemeyeceği bir tezdi. Avrupalı bilim çevrelerinde kendine yer bulan ırk teorilerini ciddiye alanlar arasında Atatürk de vardı. Gobineau’nun “İnsan ırklarının eşitsizliği üzerine denemeler” adlı kitabını birçok cümlenin altını çizerek dikkatle okumuş, Avrupa merkezli-ırkçı dünya tarihi Atatürk’ün tarih tasavvurunu derinden etkilemişti18. Batı dillerinde yayınlanan ve Türkleri Mongol sınıfında değerlendiren çalışmalara karşı Türkiye’de özellikle antropoloji, tarih ve filoloji disiplininden bilim insanları, dünya bilim çevrelerini ve kamuoyunu Türklerin Anadolu’nun en eski yerleşik halkı ve kafatası ölçülerine varıncaya kadar Avrupalı halklardan olduğuna ikna etmeye çalışacaklardı. Bu çalışmaların temel amacı Türkleri aşağı gören Avrupa merkezli ırkçı tarih görüşünü çürütmekti. Dolayısıyla bu tür çalışmalar içe değil, dışa dönük bir savunma ihtiyacından kaynaklanıyordu. Diğer bir değişle erken Cumhuriyet’in ıkr sorunu defansif idi19. Bu amaçla başlatılan çalışmalarda batılı kaynaklarda yer alan Darwinistırkçı tez reddedilmiyor, söz konusu tezlerdeki hatalar düzeltilmeye ve Türklerin de ırk hiyerarşisinde üst düzeylerde bir yerde olduğu ispatlanmaya çalışılıyordu. Buna göre Türkler; Yunan, Roma ve Bizans etkileriyle yozlaşmış Avrupa halklarına, medeniyeti kan yoluyla taşımışlardı. İlk defa 1925’te yayınlanan 16 17 18 19 A. Afetinan, Atatürk’ten Mektuplar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1981, s.9. Afetinan, a.g.e., 10. Klaus Kreiser, Atatürk. Eine Biographie, Beck, München, 2008, s.278. Zafer Toprak, Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji, Doğan Kitap, İstanbul, 2012, ss.340-341. 85 Ahmet ASKER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Türk Antropoloji Mecmuası’nın, 1930’ların başında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde verilen antropoloji konferanslarının, Türk dil ve tarih tezlerinin, basında konuyla ilgili yer alan makalelerin ve daha bir yığın çabanın arka planında, Türklerin Avrupa medeniyetinin ve ırkının asli unsuru olduklarını ispatlamak arzusu yatıyordu: Homo Alpinus (Alp insanı) olan Türkler, sanıldığının aksine, dolikosefal değil brakisefal kafatasına sahipti20. Yaygın kanının aksine, Türklerin Mongollar ile hiçbir ilişkisi yoktu: Bazılarının iddia ettiği gibi mongurlarla kat’iyen hiç bir alâkamız yoktur. Orta Anadoluda bugün yaşıyan türk kavmi tamamile beyaz ırk karakterini göstermektedir21. Türk basınından antropolojik çalışmalarla ilgili bazı kesitler Bu tezlerin uluslararası ortamlarda kabul görmesi, Avrupalı olduklarını kabul eden ve ettirmek isteyen iktidar eliti için büyük bir moral-destekti. Bu sebeple, bu tezleri destekleyen özellikle yabancı bilim insanları Türkiye’de el üstünde tutuluyordu. Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan’ın 64.000 insanın vücut ve kafatası ölçümlerine dayandırdığı ve Türklerin, Homo Alpinus adı verilen Avrupa’nın beyaz ırkından geldiklerini savunduğu doktora tezinin danışmanının bir Avrupalı olması (İsviçreli antropolog Eugéne Pittard) elbette tesadüf değildi. Dolayısıyla bunca çabadan sonra hiç kimse; Avrupa coğrafyasının önemli bir kısmını yüzyıllardır yönetmiş ve hatta medeniyeti dünyaya yaymış bir ırkın torunlarından, Avrupa’ya ait olmadıklarını kabul etmelerini bekleyemezdi. 20 21 “Türkler alp adamı denilen insanlardandır”, Vakit, 12 Ekim 1932. Şevket Aziz (Kansu), “Beşeri kudretimizin zenginliği”, Vakit, 24 Haziran 1931. 86 Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Irkçı Yasalarda Türkler Almanya’nın 19. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı Devleti’ne giderek artan ekonomik, askeri ve siyasi ilgisinin etkisiyle, Türklerin olumsuz imajı -en azından resmi söylemde- değişmeye başlamıştı. Bu imaj değişimi birçok Alman resmi ve sivil kuruluşlar tarafından da destekleniyordu22. I. Dünya Savaşı sırasındaki Türk-Alman kader birliği ve silah kardeşliği Alman resmi makamlarında barbar Türk algısının dönüşümünde önemli bir rol oynamıştı. Sèvres’in ön gördüğü düzene ve işgale karşı yürütülen silahlı mücadelenin başarılı sonucunun Versailles düzenine karşı mücadele eden Almanlara cesaret veren bir Vorbild (model) olduğu değişik ortamlarda dile getirilmişti23. Bizzat Hitler, Mustafa Kemal’in ve onun önderliğinde yürütülen bağımsızlık mücadelesinin kendisine umut aşıladığını, ona parıldayan bir yıldız gibi yol gösterdiğini ifade etmişti24. Milli mücadeleyi takip eden yıllarda radikal modernleşme hamlelerine sahne olan Yeni Türkiye, artık birçok Almanca kitabın da konusuydu. Alman Dışişleri Bakanlığı’nın o döneme ait raporlarında Türkiye’de yaşanan reform süreci için sıklıkla “Europäisierung der Türkei” (Türkiye’nin Avrupalılaşması) ifadesi kullanılıyordu.25 Nasyonal sosyalistler de, Türkiye’nin Avrupalılık hassasiyetinin farkındaydılar. Nazi Almanyası’nda özellikle Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, ırkçı yasalara temel oluşturan ırk kategorilerinde Türklerin nasıl tasnif edileceği sorusuna bu farkındalık ışığında ve politik çıkarlarını gözeterek cevap arayacaklardı. Örnek Vaka Nazi ırk yasalarında geçen Aryan olan-olmayan veya akraba kandan olanolmayan şeklindeki tasniflerde Türklerin neye göre-nasıl konumlandırılacağı ile ilgili tartışma, 1933-1935 yılları arasında Hitler gençlik teşkilatı (Hitler-Jugend) üyeliğinde bulunmuş Johannes Ruppert’in saf aryan olmadığının anlaşılmasıyla başlamıştı. Johannes Ruppert, I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da bulunan Ali Rıza adındaki bir Osmanlı subayı ile Pauline Mann adındaki Alman bir bayanın evlilik dışı çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Mesleği duvarcılık olan Ruppert (daha önceki adıyla Helmi Mann), üyesi olduğu teşkilata spor 22 23 24 25 Kürşat Elçin Ahlers, “19. ve 20. Yüzyıllarda Almanya’da Türk ve Türkiye İmajı’nın Değişim Süreci”, Tarih ve Milliyetçilik I. Ulusal Tarih Kongresi Bildiriler, Fen-Edebiyat Fakültesi, Mersin, 1999, ss.115-116. Gotthard Jäschke, Die Türkei in den Jahren 1935-1941. Geschichstkalender mit Personen und Sachregister, Sammlung Orientalischer Arbeiten, Otto Harrossowitz, Leipzig, 1943, s.73. “M. Hitler’in Milliyet’e beyanatı”, Milliyet, 16.07.1933; “Der Führer zum Tod Atatürks. Adolf Hitler über die Türkei”, Berliner Lokal-Anzeiger, Jg. 56, Nr.271, 11.11.1938. AAPA, “Reformen für die Europäisierung der Türkei”, in: Konstantinopel-Ankara, nr: 536, Berlin. 87 Ahmet ASKER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) öğretmenliği diploması almak için başvurmuştu. Fakat Ruppert, babasının Türk olmasından dolayı Vollarier (saf Aryan) sayılamayacağı gerekçesiyle, “III O” adındaki birlik tarafından, Hitler gençlik teşkilatından ayrılması tavsiyesi almıştı. Ruppert bunun üzerine bir umut, babasının Aryan durumunun açıklığa kavuşturulması talebiyle Türk konsolosluğuna başvurmaya niyetlenmişti. Türk konsolosluğundan, Türklerin ve buna bağlı olarak (kendisini o güne kadar sahipsiz bırakmış) babasının Aryan olduğunu onaylayan, resmi makamlara verebileceği bir belge edinebilirse, en azından teşkilattan atılmasının önüne geçebilir ve bir Alman firmasında iş bulmayı ümit edebilirdi. Fakat Ruppert’in sorunu Türk konsolosluğuna taşıma girişimi, Alman istihbaratınca fark edilmiş ve henüz başlamadan engellenmişti. Çünkü Türklerin yasalardaki konumu henüz netliğe kavuşmamışken, yüksek ihtimalle olumsuz bir cevapla karşılanacak olan bu sorunun etrafa yayılması, ırk hiyerarşisi konusundaki hassasiyeti bilinen Türkiye ile Almanya arasında diplomatik bir krize sebebiyet verebilirdi. Bu da Türkiye ile Nazi Almanyası arasındaki çok yönlü, sıkı ilişkileri ön planda tutan Alman dışişleri yetkililerinin asla arzu etmeyeceği bir durumdu26. Alman Makamlarının Girişimleri Alman kurumları arasında aylarca resmi yazışmalara sebep olacak bu konu Alman Irk Dairesi’ni, Türklerin Aryan olup olmadığı sorusuyla baş başa bırakmıştı. Zira Türk konsolosluğu yetkilileri bir süre sonra, Türklerin ırk yasasında hangi kategoride değerlendirileceği ile yakından ilgilenmeye başlamışlardı. Nürnberg Yasaları kapsamındaki “Alman kanını ve şerefini koruma kanunu”nun yürürlüğe girmesiyle beraber ortaya çıkan yeni durum karşısında Türk vatandaşlarının hangi statüde değerlendirileceği Berlin’deki Türk çevrelerinin de merak konusu haline gelmişti. Alman Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin konu hakkında kaleme aldıkları raporlarda devamlı Türkiye ile Almanya arasındaki sıkı askeri, ekonomik ve politik ilişler hatırlatılıyor, Türklerin kendilerini Aryan olarak kabul ettirmek için her türlü çabayı gösterdikleri bir dönemde Türklere Aryan olmadıklarının söylenmesinin doğuracağı olumsuz sonuçların altı çiziliyordu. Ayrıca Alman bilim çevrelerinde, Türklerin Asyalı değil de Balkanlı bir halk olarak, Macar ve Finler ile akraba olduğunu savunanların da var olduğu belirtiliyor, Alman subaylarının I. Dünya Savaşı’nda silah kardeşliği27 yaptıkları Türklerin 26 27 “Notiz” AAPA, R 99173, nr. 3-5, 21.12.1935, Berlin. Nazi iktidarı süresince, I. Dünya Savaşı’ndaki “Silah Kardeşliği”ne Almanya’nın en yetkili ağızlarından sıkça atıfta bulunulmuştur. Hindenburg cumhuriyetin ilanının 10. yılını kutlarken, “Sadık silâh arkadaşlığını Almanyanın aslâ unutmayacağı yiğit millete…” ifadesini kullanmıştı. “Almanyanın büyük bayramımıza iştiraki”, Vakit, 24.10.1933. Hitler de, Berlin Büyükelçisi Kemalettin Sami Paşa’ya Türkiye hakkındaki düşüncelerini açıklarken, silah kardeşliğine vurgu yapmıştı: “Türkiye ile olan münasebatımız, eski silah arkadaşlığının ve yeni türk inkılâbının verdiği kuvvetle gayet iyidir”, BCA, 030-0-010-000000-231-556-2, 08.07.1933. Savaş öncesinin kritik günlerinde Ankara’ya büyükelçi atanan 88 Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) üniformasını giydikleri ve Türklerle omuz omuza savaştıkları hatırlatılıyordu. Rapora göre şimdi bu ırk hadisesi yüzünden, zaten en güçlü komşusu Sovyet Rusya’nın Marksist-Komünist tehdidi altında bulunan Türkiye’yi gücendirmek hiç de akıl kârı bir iş değildi. Şayet Türklerin Aryan olduğu bir an önce ilan edilirse, henüz resmi bir girişimde bulunmamış Johannes Ruppert’in Hitler gençlik teşkilatından atılmasının önüne geçilebilir, bir Alman firmasında iş bulmasının önündeki engel kalkmış olur ve böylece sorunun etrafa fazla yayılmadan çözülmesi sağlanmış olurdu. Dışişlerinden ilgili yerlere gönderilen yazıda, Türklerin Alman yasalarında hangi kategoriye göre değerlendirileceğinin açıklığa kavuşturulması isteniyor, mümkün olan en kısa zamanda olumlu bir kararın çıkması tavsiye ediliyordu28. Alman İçişleri Bakanlığı, Propaganda Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve Irk Politikaları Dairesi arasındaki tartışmalar, Nürnberg yasasının ilgili maddelerine göre Türklerin, Artverwand (akraba-hemcins) ve ein geschlossen in Europa siedelndes Volk (Avrupa’nın karışmamış yerleşik halkı) olarak görülmesinin doğru olup olmayacağı sorusu etrafında dönüyordu: Yeni Irk yasası mevzuatında –bilhassa 15 Eylül 1935 tarihli Nürnberg yasalarında- artık Aryan olan – Aryan olmayanlar arasında değil, bilakis Alman ve akraba kandan gelen kişiler ile Yahudiler gibi yabancı ırktan gelen diğer kişiler arasında bir ayrıma gidilmektedir. Alman kanına akraba olmak demek, Almanlarla ırksal bileşim yoluyla akraba olan halkların kanı demektir. Hâkim düşünceye göre (Stuckart-Globke, Alman ırk yasaları mevzuatının açıklaması, 1. Cilt, 55. sayfa ile karşılaştırın29*) Avrupa’nın karışmamış yerleşik halkları ile onların Avrupa dışındaki bölgelerde kalan saflıklarını korumuş torunları böyledir. Hakkında karara varılması istenen soru; acaba Türk halkı akraba ırk gibi mi görülsün ve bununla ilişkili olarak acaba Türkler Avrupanın karışmadan saf kalmış yerleşik halkları gibi mi görülsün. Söz konusu raporun devamında daha önceki yasalarda geçen, “Ariernicht Arier” (aryan olan-olmayan) ayrımı yerine, 1935 Nürnberg Yasaları kapsamındaki “Alman kanını ve şerefini koruma kanunu” ile “deutschblutig/ artverwand-artfremd (Alman kanından / akraba ve yabancı kandan gelenler) arasında bir ayrıma gidildiği hatırlatılıyordu. Bu çerçevede Artverwandt kavramının; “Alman ırkına akraba olanlar”, “Avrupanın karışmamış yerleşik halkları” ve Avrupa kıtasının dışında yaşıyor olsalar dahi kanlarının saflığını korumuş insanlar anlamına geldiği belirtiliyordu. 28 29 von Papen de bu ifadeyi her fırsatta kullanmıştır. “Papen an seine Waffenbrüder”, Kölnische Zeitung, 1 November 1933; Jäschke, ss.129–130. “Notiz”, AAPA, R 99173, nr.3-5, 21.12.1935, Berlin. Burada Wilhelm Stuckart und Hans Globke’nin eserine atıfta bulunulmaktadır (ç.n.): Stuckart-Globke: Kommentare zur deutschen Rassengesetzgebung. Band 1, Beck, München und Berlin, 1936. 89 Ahmet ASKER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Aslında Türklerin Orta Asya’dan batıya doğru göç ettikleri, akraba kandan veya Avrupa’nın karışmamış yerleşik halklarından olmadıkları, dolayısıyla Almanlara akraba olmayan, yabancı bir ırkın mensubu oldukları nasyonal sosyalistlere sır değildi. Ancak 30 Nisan 1936 tarihli nihai karar metninde, modern Türkiye’nin kendini Avrupalı bir halk olarak tanıttığı, Avrupalı bir ulus olarak kabul edilmek için her fırsatı değerlendirdiği ve bu uğurda büyük çabalar sarf ettiği vurgulanıyordu: “Modern Türkiye kendini Avrupalı halklar ailesi içinde görmekte ve Avrupalı ulus olarak tanınmak yönündeki iddiasını kabul ettirmek için her fırsatta adımlar atmaktadır.” Yazının devamında, I. Dünya Savaşı’ndaki dayanışmanın göz önünde tutularak Türklerin Avrupalılık iddiasının Almanlar açısından desteklenmeğe değer görüldüğü belirtiliyor, nihayette Türklerin Avrupa’nın karışmamış yerleşik halklarından olduğu onaylanıyordu: Türk konsolosluğunun veya iştirakçi Türk çevrelerinin Alman ırk yasası mevzuatının Türk vatandaşlarına nasıl uygulanacağı sorusunun şu şekilde cevaplanması uygundur: Türk halkı Almanya’da Avrupalı bir halk olarak görülür ve bu yüzden her bir Türk Vatandaşı Alman ırk yasası mevzuatının uygulanması sırasında diğer Avrupalı devlet vatandaşlarıyla aynı muameleye tabi tutulur. Walter Hinrichs’in imzasını taşıyan karar yazısı, Türklere yukarıdaki açıklamalar ışığında işlem yapılması talebiyle Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Reich ve Prusya İçişleri bakanlıkları başta olmak üzere ilgili tüm kurumlara gönderilmişti. Fakat yazının sonuna, yasa uygulayıcıların duruma göre karar vermelerini sağlayacak esnek ifadeler de eklenmişti. Buna göre zenci veya Yahudi kökenli (jüdischer oder farbiger Abstammung) Türkiye vatandaşlarının Avrupalı halkların tabi olduğu yasal mevzuatın dışında tutulacağı belirtiliyordu. Bu uygulama Avrupalı diğer ülkelerin Yahudi kökenli vatandaşları için de geçerliydi. Bu durumda Türkiye vatandaşlığı bulunan Yahudilere, aşağı ırktan gelenlerin tabi olduğu yasalara göre işlem yapılacaktı. Raporun sonunda Avrupalı halklar arasında sayılan Türklerin, Mısır ve İran gibi Ortadoğu’daki diğer ülkelere neden emsal olamayacağı ile ilgili bir açıklamaya da yer veriliyordu: “Çünkü bu ülkeler şimdiye kadar Avrupa’ya ait oldukları iddiasını dile getirmediler”30. Bu ifade, raporu kaleme alanların, Türkiye’ye komşu Ortadoğulu ülkelerin karara duyacakları tepkiyi hesapladıklarını göstermektedir. Nitekim Ortadoğulu diğer ülkelerin bu karara tepkisi gecikmeyecekti. Fakat altı çizilmesi gereken diğer bir husus Türklerin Aryan sınıfında değil, akraba halklar sınıfında değerlendirildiğiydi. Zira haberin doğuracağı tepkide ve verilecek cevaplarda bu ayrıntı önemli bir boyut kazanacaktı. 30 “Im Anschluß an das Schreiben vom 17.Januar d,j-82-35 B 20/12.35- ” in: AAPA, R 78488, nr, 429-430, R 99173 nr.32-34, 30.03.1936,Berlin; “Nr. 82-35.B.8/4”, in: BArch, R 43 II/1498b, AAPA, R 99173, nr. 42-43, 30.04.1936, Berlin. 90 Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Karara Tepkiler Haber 1936’nın Haziran ortalarında Türkiye ve Dünya basınına; Irak, İran ve Mısır gibi Ortadoğulu ülkelerin vatandaşlarından farklı olarak Türkiye vatandaşlarının Aryan sayılacağı şeklinde yansımıştı. Haber, ilk olarak Temps ve İstanbul’da çıkan République gazetelerinde yayınlanmış, birkaç gün sonra da Türk basınında yer almıştı. Cumhuriyet’te yer alan haberde Nürnberg kanunlarının içeriği ve kapsamı hakkında bilgilere yer veriliyordu: ...Alman Dahiliye Nezaretinin, Almanyada valilere gönderdiği bir tamimden şehrimizdeki Alman sefareti de haberdar edilmiştir. Bu tamimle Almanların yabancı kandan olanlarla evlenmeleri memnuniyetine dair olan Nörenberg kanunu ahkâmının, hangi milletler hakkında tatbik edilip edilemeyeceği izah edilmektedir. Almanlar, şimdiye kadar Avrupada teesssüs etmemiş olmalarını da gözönünde bulundurarak İranlılarla, Iraklıları ve Mısırlıları ariyen addetmemektedirler. Kanun hükümleri bu milletler hakkında tatbik edilecektir. Haberde ayrıca Nürnberg yasasının ilgili hükümlerinin Aryan olan Türkleri kapsamayacağı belirtiliyordu: Tamim, ariyen olan Türkler hakkında Nörenberg kanunu ahkâmının tatbik edilmemesi lâzım geldiğini bildirmekte, bu vesile ile Türklerin bilhhassa Büyük Harb sırasında Almanyaya yaptığı değerli yardımları da kaydetmektedir31. Aynı haber Akşam gazetesinde, “Türkler Aryen” başlığıyla duyurulmuştu: Almanyada Türkler Aryen olarak telâkki edilecek ve onlara karşı Nuremberg kanunu tatbik edilmeyecektir. Almanya dahiliye nazırı tarafından alâkadar dairelere gönderilen bir tamimde, “uzun zamandan beri Avrupada yerleşmiş olan bütün milletler Aryen olarak telâkki edilmek icab eder” denilmektedir. Haberin devamında ise, İranlılar, Iraklılar ve Mısırlıların bu güne kadar Avrupa’da yerleşik olmamalarından dolayı Aryan 31 “Alman Sefaretine Gelen Bir Tamim”, Cumhuriyet, 15 Haziran 1936. 91 Ahmet ASKER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) sayılmadıkları belirtiliyordu: “Taminde Türkiyenin büyük harpte Almanyanın müttefiki sıfatile oynadıkları rol kayıd ve tezkâr edildikten sonra Irak, İran ve Mısırlıların ‘şimdiye kadar Avrupada yerleşmemiş olmalarından dolayı’ Ariyen olmadıkları ilâve edilmektedir” 32. Haber, Türkiye ile aynı anda Mısır, Irak ve İran’da da duyulmuş, söz konusu ülkeler karara duydukları tepkileri Alman Dışişleri’ne iletmişlerdi. Zorda kalan Alman Dışişleri yetkilileri ise Aryan sınıfında değerlendirilmedikleri için kendilerini küçümsenmiş hisseden ülkeler nezdinde bu yanlış anlamayı giderecek girişimlerde bulunacaklardı. Bu çerçevede Nürnberg yasasında bahsedilen ölçütlerin, Aryan olan ve olmayan arasında değil, Avrupa’nın yerleşik olan ve olmayan halkları ile Alman kanına akraba olanlar ve olmayanlar arasında bir sınıflandırmayı esas aldığı, kanun maddelerindeki ırk tasnifinin Yahudiler dışında hiçbir ulusu hedef almadığı açıklamalarında bulunarak durumu kurtarmaya çalışacaklardı. Tepkilerin artması üzerine Almanya’da konunun alevlenerek gündeme gelmesiyle beraber ilgili kurumlardan yeniden görüş istenmiş, kurumlar arası aylar süren uzun yazışmalar yapılmıştı. Genellikle Walter Hinrichs imzasıyla Dışişleri Bakanlığı’nda kaleme alınan raporlarda Alman devletinin dış politik çıkarlarının zarar görmemesi için Türkiye’nin gücendirilmemesi ve Türklerin Avrupalı halklar ailesinden sayılması gerekliliği üzerinde duruluyordu. Özellikle Alman Dışişleri’nde Türkiye’yi memnun etmeye yönelik tez ağırlığını korumaya devam ediyordu. Fakat bu tez Almanya’da reel politikanın zorlamasıyla destek bulmuştu. Almanya’da kimi çevreler, politik zorunluluk bahanesiyle Türklerin Artverwandt veya Aryan kabul edilmesine oldukça tepkiliydiler ve bu tezi çürütmek amacıyla uzun raporlar kaleme alıyorlardı. Türkler hakkında olumlu bir karar çıkmasına gösterilen tepkilerden biri Reich ve Prusya Ekonomi Bakanlığı’ndan (Der Reichs– und Preussische Wirtschaftsminister) geliyordu. Dışişleri Bakanlığı’nın 9 Nisan 1936 tarihli yazısına cevaben Dr. Pohl imzasıyla kaleme alınan raporda, Türklerin durumuyla ilgili açıklamalarda aceleci davranılmaması tavsiye ediliyordu. Zira bakanlık yetkililerine göre ne bilimsel açıdan ne de politik gereklilikler açısından Türklerin Avrupalı halklar sınıfında sayılmasını gerektirecek hiçbir durum bulunmamaktaydı: Tarafınızdan 31 Ocak 1936 tarihinde henüz bilimsel olarak netleşmemiş olan Türklerin diğer halklar içindeki ırksal sınıflamasına ilişkin soruyla ilgili yapılan açıklamalar, ilk olarak istatistiksel açıdan pratik bir anlam taşımamaktadır. Çünkü halkların ırksal aidiyetlerinin bulunduğu resmi Alman sonuçları, muhtemelen öngörülebilir bir zamanda yayınlanmayacak. Buradan hareketle, Türkiye’nin ırksal istatistiği sorusuna şimdilik hiçbir şekilde dokunulmaması ve tarafınızdan bana gönderilen 9 Nisan 1936 tarihli karar dosyasındaki açıklamaların da bir yana bırakılması gereğini vurgulamama müsaade ediniz. Zira –aşağı yukarı yeni ırk yasası mevzuatından kaynaklanan– halkların ırk 32 “Türkler Aryen”, Akşam, 17 Haziran 1936. 92 Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) aidiyetleri veya Alman kanıyla olan akrabalıkları hakkındaki araştırmalar veya kararlarlar benim ilgi alanım dışındadır. Buna rağmen aşağıda devlet istatistik dairesi başkanlığının raporlarından özetle Türklerin ırksal pozisyonuyla ilgili soruyu ayrıntılandırmak istiyorum: Esasen, örneğin başka halkların hızla çoğalması tehdidi karşısında beyaz ırkı konu edinen çalışmalarda, Türk halkının katiyen beyaz halklardan sayılamadığına dikkat çekmek istiyorum. Her ne kadar Türkiye ekonomik alanda ve uygarlaşmak yolunda Avrupalı halklara yakınlaşmış da olsa, herhalde bu, böylesi bir analize temel teşkil edemez. Çünkü o zaman aynı sebeplerle örneğin Mısır ve Japon halkları da beyaz halklardan sayılmalıdır. Karar dosyasında diğerlerinin yanı sıra, Türk halkının Almanlara akraba mı olduğu, buna bana bağlı olarak Türklerin Avrupa’nın yerleşik halklarından mı sayılacağı soruları hakkında beyanda bulunuluyor. Bu durum böyle değil. 1935’teki güncel nüfus sayımının sonuçlarına göre Türkiye’nin nüfusu aşağı yukarı 16,2 milyonu buluyor, bunlardan sadece küçük bir bölümü (1,3 milyon) Avrupa kıtasında, geri kalanı Türkiye’nin ön Asya bölgelerindendir. Yazının devamında, ön Asya halklarının ağırlıklı olarak şarkî ve mongol ırklarla karışmış olduğu, Avrupalı halklarının o bölgelerde geçmişten kalmış kırıntıları olsa dahi, asla Artrein (saf) bir karaktere sahip olamayacağı belirtiliyor, dolayısıyla Türklerin ırksal olarak hiçbir şekilde Avrupalı halklardan sayılamayacağı vurgulanıyordu. Bundan başka, 1933’teki nüfus sayımına göre, Almanya’da -Saarland hariç- en az 753’ü Yahudi kökenli olan (%45 oranında) 1673 Türk vatandaşı yaşıyordu33. Ekonomi bakanlığı yetkilisi Dr. Phol’un da raporunda dikkat çektiği üzere Türklere uygulanan ayrıcalık, dışlanan ülkelerde ciddi bir tepkiyle karşılanmış, şaşkınlıkla karışık bir öfke uyandırmıştı. Kahire’de yayınlanan La Bourse Egyptienne adlı Yahudi gazetesinde, İran, Irak ve Mısırlıların aryan olmadıkları gerekçesiyle Nürnberg yasalarından etkilenecekleri haberine yer veriliyordu. Söz konusu haber aynı gün, Irak’ın ünlü gazetelerinden El istiqlal’de de “Türkler Aryan, fakat Iraklılar ve Mısırlılar değil” başlığıyla yer almıştı34. Stohrer imzasıyla Kahire’den Berlin’e gönderilen telgrafta, bu haberin Mısır’da büyük bir telaşla karşılandığı yazılıyor ve acil olarak D.N.B. (Deutsche Nachrichten Büro) tarafından bir açıklama yapılması talep ediliyordu35. Buna cevaben ertesi gün Berlin’den Kahire’ye gönderilen telgrafta, Nürnberg yasalarında öngörülen sınıflamanın “Aryan olanlar ve olmayanlar” şeklinde değil, “Alman kanından veya akraba kandan olanlar ile özellikle Yahudiler gibi bu kandan 33 34 35 “Abschrift Pol. VII 381. Der Reichs-und Preussische Wirtschaftsminister IV 154o3/36”, AAPA, R 99173 nr.50-52, 08.06.1936, Berlin. “Die Türken sind Arier, aber die Iraker und die Ägypter sind es nicht”, El istiqlal, 17.06.1936, in: AAPA, R 99173, nr.191, Berlin. “Telegramm ” AAPA, R 99173, nr. 54, 15.06.1936, Berlin. 93 Ahmet ASKER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) olmayanlar” şeklinde olduğuna vurgu yapılması isteniyordu. Ayrıca Türkler hakkında varılan kararın Türkiye’nin bütün vatandaşlarını kapsamadığı, örneğin Türk vatandaşı olsalar dahi Yahudiler veya zencilerin dışarda bırakıldığı hatırlatılıyordu36. Fakat bu açıklamalar da ortalığı yatıştırmaya, tepkileri azaltmaya yetmeyince Nürnberg yasalarıyla ilgili daha ayrıntılı ve net bilgilerin paylaşılması ihtiyacı doğmuştu. Zira Mısır hükümeti de (Türkiye’nin Türkler için iddia ettiği gibi) Mısırlıların Alman kanına akraba bir soydan geldiklerini iddia etmeye başlamıştı. Mısır’daki yanlış anlamanın giderilmesi için Berlin’den Kahire’deki Alman elçiliğine gönderilen yazıda bu sefer; Nürnberg yasasının herhangi bir ülkenin vatandaşlarını hedef almadığı ve sadece Yahudilere yönelik olduğu vurgulanıyordu. Yazıda Alman kanından gelme bir kadınla evlenen Mısırlıların çocuklarına, bir Almana verilen bütün hakların verileceği, Mısırlı bir babaya sahip olmanın onlara bir zarar getirmeyeceği ve her türlü vatandaşlık haklarının devlet güvencesinde olacağı belirtiliyordu. Aynı durum, Alman kanı taşıyan bir erkekle evlenen Mısırlı kadınların çocukları için de geçerli olacaktı37. Benzer açıklamalar Bağdat’a da gönderilmiş ve Irak’ta oluşması muhtemel tepkilerin önüne geçilmeye çalışılmıştı38. Buna rağmen Mısır’ın ikinci sınıf bir ülke olarak algılanmasına yol açan haberler üzerine spekülasyonlar uzun süre devam etmiş, Mısır’ın önemli gazetelerinden Ahram’da ve özellikle Yahudilerin etkin olduğu diğer basın organlarında konu gündemde tutulmaya çalışılmıştı39. Hatta bu sebeple Mısır hükümetinin 1936 Berlin olimpiyatlarından çekilmesi bile söz konusu edilmişti40. Haberin İran’da da duyulmasından sonra, Berlin’den Tahran’a yasanın içeriği ve temel aldığı ölçütler hakkında açıklayıcı telgraflar gönderilmişti41. İran’ın Ankara Büyükelçiliği müşaviri Noury Esfandiary, İranlıların dışlamasından dolayı duyduğu rahatsızlığı Alman diplomat Keller’e bildirmiş ve İran hükümetinin konu hakkında gerekirse Berlin’de diplomatik girişimlere başlayabileceğini eklemişti. Keller ise haberin ilk olarak Fransız haber kaynaklarından duyurulduğunu, henüz Alman konsolosluğu ve Ankara hükümeti tarafında onaylanmadığını, dolayısıyla gerçeği tümüyle yansıtmaktan uzak olduğunu söyleyerek anı kurtarmaya çalışmıştı42. Bu sırada Alman Dışişleri yetkilileri, Tahran’a çektikleri acil telgraflarla olası sert tepkilerin önüne geçmeye 36 37 38 39 40 41 42 “Telegramm in Ziffern”, AAPA, R 99173, nr. 59-61, 16.06.1936, Berlin. “An die Deutsche Gesandschaft auf sicherem Wege! in Kairo”AAPA, R 99173, nr. 63-64, 18.06.1936, nr. 65-66, 18.06.1936, “An die Königlich Ägyptische Gesandschaft. Verbalnote”, nr. 150, 04.07.1936, Berlin. “Diplogerma. Bagdad”, AAPA, R 99173, nr.68, 18.06.1936, Berlin. “Angebliche Anwendung der Nürnberger Gesetze auf ägyptische Staatsangehörige”, 24.06.1936, AAPA, R99173, nr. 157-165, Berlin. Telegramm aus Kairo, 17.06.1936, AAPA, R 99173, nr. 69, Berlin; Organisations-Komitee für die XI. Olypmiade Berlin 1936 E.V., 23.06.1936; AAPA, R 99173, nr. 153, Berlin. “Diplogerma. Teheran”, AAPA, R 99173, nr. 67, Berlin. “Anerkennung der Türken als Arier ”AAPA, R 99173, nr.47-48, 19.06.1936, Berlin. 94 Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) çalışmışlardı. Açıklamalarda; Alman kanını korumaya yönelik çıkarılan yasanın ne İran’ı, ne de -Avrupalı olsun olmasın- başka ülkelerin vatandaşlarını hedef aldığı güçlü bir şekilde vurgulanmıştı: “Bilindiği üzere Nürnberg yasaları sadece Yahudileri hedef almaktadır”43. Ayrıca Alman Dışişleri yetkilileri Türkiye’de de girişimlerde bulunmuş Ankara’daki Alman Büyükelçiliği kanalıyla Nürnberg yasasıyla ilgili Türk basınında yer alan Aryan olan-olmayan sınıflandırmasının gerçeği yansıtmadığına ilişkin bir tekzip yazısının yayınlanmasını sağlamıştı: İranlı, Iraklı ve Mısırlıların arî ırktan telâkki edilmeyeceklerine dair Almanya İç İşleri Bakanlığının bir tamimi hakkında bazı İstanbul gazetelerinde çıkan havadis hakikate uymamaktadır. Bu haberin tamamen yanlış olduğu şuradan da tebarüz eder ki haberin istinad ettiği Nüremberg kanunlarının hiçbir yerinde arî ırk kelimeleri mevcud değildir44. Alman resmi makamlarınca Alman kanını ve şerefini koruma kanunu çerçevesinde yürütülen tartışmalar sonucunda Türkler, Avrupa coğrafyasında bulundukları uzun süre de göz önünde tutularak Artverwand sınıfında değerlendirmişti. Aslında bu değerlendirmede, Türklerin Aryan olduğuna yönelik net bir ifade yer almamıştı. Haberin bölge kamuoyunda ve Türkiye’de, Türklerin Aryan, diğer Ortadoğulu ülke halklarının ise Aryan olmadığı şeklinde biraz da provokatif bir içerikle yer alması, konu üzerine ayrıntılı bilgi edinmeden ve haberin yayınlanmasında doğacak tepki dikkate alınmadan biraz aceleci davranıldığı izlenimi uyandırmaktadır. Ancak konsolosluk çalışanlarının konu hakkında Berlin’e gönderdikleri raporlarda yer alan Aryan sınıflandırmasına karşı doğacak olumsuz tepkiden sonuna kadar faydalanmak isteyen Yahudi lobisinin haberi bu şekliyle basına sızdırdığı ve gündemde tutmaya çalıştığı iddiası dikkat çeken diğer bir husustur. Türkiyeli Yahudiler Almanya’daki yabancı uyruklu Yahudiler içinde Türkiye vatandaşlığına sahip Yahudilerin oranı çok düşüktü ve büyük bir kısmı Berlin’de yaşıyorlardı. 1933 yılındaki nüfus sayımına göre Almanya’da yaşayan 1673 Türkiye vatandaşından 753’ü (%45 oranında) Yahudi kökenliydi45. Nazi Almanyası’nda bulunan Türkiyeli Yahudiler de Almanya’daki ırkçı yasalardan ve antisemitist atmosferden olumsuz etkilenmişlerdi. Fakat yine de onlar, Almanya Yahudilerine kıyasla Türk vatandaşlığı şemsiyesi altında -geçici bir süre için de olsa- daha korunaklı pozisyondaydılar. Zira Almanya ile ilgili devletler arasındaki anlaşmalar ve ilişkiler, mevcut ırkçı yasaların yabancı uyruklu Yahudilere dokumasını zorlaştırır nitelikteydi. Kimi ülkeler Yahudi kökenli 43 44 45 “Diplogerma Therapia”, AAPA, R 99173, nr.138-139, 22.06.1936, Berlin. “Almanyanın Bir Tekzibi”, Cumhuriyet, 24 Haziran 1936. Corry Guttstadt, Türkiye, Yahudiler ve holokost, (Çev. Atilla Dirim), İletişim, 2012, s.233. 95 Ahmet ASKER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) vatandaşlarına yönelik şiddeti kabul etmeyerek Nazi rejimine diplomatik baskı yapıyorlardı. Ancak nasyonal sosyalistler için bu sınırlayıcı hukukî çerçeveyi aşmak zor bir iş değildi. Nitekim Hermann Göring yabancı uyruklu Yahudilerle ilgili bir açıklamasında yasal çerçevenin nasıl aşılacağına yönelik ipuçları vermişti: Gerçekten de yabancı devletlerin vatandaşı olan ve bu durumlarını sürdüren Yahudiler, elbette söz konusu ülkeyle aramızda bulunan kanunlara göre muamele gereceklerdir. Ancak bu durumda olan Yahudilerin yumuşak veya daha sert baskılarla, usturuplu manevralarla bertaraf edilmeleri için gereken yapılmalıdır46. Dışişleri ve İçişleri bakanlıkları ile Irk Siyaseti Dairesi gibi ilgili kurumların katılımıyla ırk siyasetinin çevre ülkelerdeki olumsuz etkilerinin nasıl giderilebileceğine dair 1934’te yapılan toplantıda yabancı uyruklu Yahudiler ile ilgili olumlu bir karar çıkmamıştı. Toplantıdan çıkan sonuç, ancak dış siyasette meydana gelebilecek zararların iç siyasetteki başarılardan hatırı sayılır şekilde fazla olması halinde Aryan yasalarından geri adım atılabileceği, ancak her şeye rağmen yabancı uyruklu Yahudilerin bundan faydalanamayacağı yönündeydi47. Türkiye uyruklu Yahudiler de bu durumun bir istisnası olmayacaklardı. 1939 nüfus sayım sonuçlarına göre Almanya’daki Türkiyeli Yahudilerin nüfusunda ciddi bir gerileme yaşandığı görülmektedir. İlhak edilen Avusturya dâhil, bütün Almanya’da Türkiye vatandaşlığına sahip Yahudilerin sayısı 263’e düşmüştü ve bunların 101’i Berlin’de yaşıyordu. Rakamlardaki bu gerileme, fırsatını bulan az sayıdaki Türkiyeli Yahudilerin Nazilerin baskı ve şiddetine dayanamayıp Almanya’yı terk ettiğini düşündürmektedir. Fakat azalmanın asıl önemli sebebi Türkiyeli Yahudilerin Türkiye tarafından vatandaşlıktan çıkarılmaları olmuştur48. Sonuçta Nazi rejiminin Türkiyeli Yahudilere gösterdiği zorunlu müsamaha geçici olmuş ve Göring’in belirttiği üzere diğerleri gibi onlar da ilk fırsatta bertaraf edilmişlerdi49. 46 47 48 49 Aktaran: Guttstadt, a.g.e., s.230. Guttstadt, a.g.e., s.228. Guttstadt, a.g.e., s.238. Türkiyeli Yahudilerin Nazi Almanyası’ndaki durumuyla ilgili daha ayrıntılı bilgilere Guttstadt’ın kitabından ulaşmak mümkündür. Özellikle 3. ve 4. bölümler. 96 Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Sonuç Türkiye uyruklu Yahudileri kapsamasa da Nazi rejiminin Türklere Avrupalı halk kapsamında bir hukukî statü tanımış olması Türkiye’de memnuniyetle karşılanmıştı. Burada dikkat çeken bir konu, Türkiye’nin Nazilerin Irk hiyerarşisini ciddiye aldığı kadar, Nazilerin de Türkiye’nin bu uğurda gösterdiği çabaları ciddiye almasıdır. En azından Türkiye’nin Avrupalılık ısrarı ve bu uğurda üretilen çalışmalar Nazi Almanyası’nda meyvesini vermişti. Fakat Alman Dışişlerinin ısrarı ile alına bu karar, Almanya’yı Türkiye’nin Ortadoğulu komşularıyla karşı karşıya getirmişti. Bunun üzerine Almanya ile karara tepki gösteren ülkeler arasında sıkı bir diplomatik trafik yaşanmış; Alman Dışişleri yetkilileri defalarca, sınırlayıcı hükümler içeren Nürnberg yasasındaki ırk tasnifleri ile hiçbir ülkenin veya ulusun hedef alınmadığının, hedefin sadece Yahudiler olduğunun altını çizmek zorunda kalmışlardı. Dolayısıyla söz konusu ülkelerin vatandaşları, evlilik, oturum, dolaşım, çalışma konularında hukuksal açıdan ülkeler arası ikili anlaşmalara göre muamele göreceklerdi. Naziler, büyük bir ihracat ülkesi olması dolayısıyla dünya ile etkileşim içinde olan Almanya’nın rekabet gücünü zayıflatacak girişimlerden uzak durmaya özen göstermişlerdi. Sonuçta güncel siyasetin ve pratik hayatın gereklilikleri, 19. Yüzyıl boyunca Avrupalı beyaz adamın lehine kurgulanan ırk hiyerarşisini ideolojilerine temel edinen nasyonal sosyalistleri ilkesel davranmaktan alıkoymuş, Avrupa’nın yerleşik halklarından veya Alman kanına akraba kandan olmadıkları halde Türkleri Artverwandt sınıfında değerlendirmek durumunda kalmışlardı. Fakat karara tepki gösteren söz konusu diğer ülke vatandaşları da kanlarının saflığına veya Aryan olup olmadıklarına bakılmaksızın yasanın kapsamı dışında tutulmuşlardı. Bu uygulamalar ise Nazilerin ırk teorisindeki hiyerarşiyi pratikte büyük ölçüde geçersiz kılmıştı. Ancak son kertede ırkçı yasalar, Türkiye vatandaşı olsun olmasın Almanya’da bulunan bütün Yahudilere acımasızca uygulanmıştı. 97 Ahmet ASKER I. Arşiv Belgeleri R99173 ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) KAYNAKÇA Auswärtiges Amt-Politisches Archiv, R78488, Konstantinopel-Ankara, Bundesarchiv, R 43 II/1498b. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 030-0-010-000-000-231-556-2, 08.07.1933 II. Gazeteler Akşam Berliner Lokal-Anzeiger Cumhuriyet Milliyet Kölnische Zeitung Vakit III. Kitap ve Makaleler AFETİNAN, A., Atatürk’ten mektuplar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1981. AHLERS, Kürşat Elçin, “19. ve 20. yüzyıllarda Almanya’da Türk ve Türkiye imajı’nın değişim süreci”, Tarih ve Milliyetçilik I. Ulusal Tarih Kongresi Bildiriler, Fen-Edebiyat Fakültesi, Mersin, 1999. ARNDT, Ernst Moritz, Über Volkshaß und über den Gebrauch einer fremden Sprache, Feischer, Leipzig,1813. GOODRICK-CLARKE, Nicholas, Die okkulten Wurzeln des Nationalsozialismus, Stocker, Graz, 1997. GUTTSTADT, Corry, Türkiye, Yahudiler ve holokost, (Çev.: Atilla Dirim), İletişim Yay., 2012. JÄSCHKE, Gotthard, Die Türkei in den Jahren 1935-1941. Geschichstkalender mit Personen und Sachregister, Sammlung Orientalischer Arbeiten, Otto Harrossowitz, Leipzig, 1943. 98 Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) KERSHAW, Ian, Hitler, 1889-1936: Hubris, (Çev.: Zarife Biliz), İthaki Yay., İstanbul, 2007. KOÇAK, Cemil, Türk-Alman İlişkileri (1923-1939), TTK Basımevi, Ankara, 1991. KREISER, Klaus, Atatürk. Eine Biographie, Beck, München, 2008. SCHMİTZ-BERNİNG, Cornelia, Vokabular des Nationalsozialismus, de Gruyter, Berlin, 2000. STAFF, Ilse, Justiz im Dritten Reich : Eine Dokumentation, Fischer Bücherei, Frankfurt am Main, 1964. TOPRAK, Zafer, Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji, Doğan Kitap, İstanbul, 2012. IV. İnternet KILIÇ, Ahmet Faruk “Psiko-sosyal faktörler açısından Atatürk ve din”, Erişim tarihi: 20.09.2011.http://www.if.sakarya.edu.tr/dergi/dergi_2/fkilic. pdf “Ethnographische Karte. Verbreitung der Menschenrassen”, Meyers KonversationsLexikon, 11. Band: Luzula – Nathanael,Verlag des Bibliographischen Instituts, Leipzig und Wien. (1888). Erişim tarihi: 20.09.2011. https:// peter-hug.ch/lexikon/1888_bild/11_0476a#Bild_1888 Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums. (1933, April 7). Erişim tarihi: 8 Mayıs 2011. http://www.verfassungen.de/de/de33-45/beamte33.htm Erste Verordnung zur Durchführung des Gesetzes zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums. (1933, April 11). Erişim tarihi: 8 Mayıs 2011. http:// www.verfassungen.de/de/de33-45/beamte33-v1.htm Gesetz zum Schutze des deutschen Blutes und der deutschen Ehre. (1935, September 15). Erişim tarihi: 8 Mayıs 2011. http://www.verfassungen.de/de/ de33-45/blutschutz35.htm Erste Verordnung zum Reichsbürgergesetz. (1935, November 14). Erişim tarihi: 9 Mayıs 2011. http://www.verfassungen.de/de/de33-45/ reichsbuerger35-v1.htm 99 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal Of Modern Turkish History Studies XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 101-139. İKTİDARINI SÜRDÜRMEK İSTEYEN BİR PARTİNİN KİMLİK ARAYIŞI: CUMHURİYET HALK PARTİSİ’NİN 1947 OLAĞAN KURULTAYI Hakan UZUN* Öz Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 1947 yılına kadar sekiz kurultay düzenlemiştir. Bunlardan sadece birisi, 1946 Olağanüstü Kurultay’ı, II. Dünya Savaşı sonrasında çok partili döneme geçildikten sonra yapılmıştır. CHP düzenlediği tüm kurultaylara oldukça önem vermiştir. Buralarda alınan kararlar sadece partinin geleceğini etkilemekle kalmamış, ülke siyaseti üzerinde de etkili olmuştur. CHP’nin 1947’de düzenlediği kurultay da hem ülke siyaseti hem de parti açısından son derece önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte bu kurultayın bir siyasi parti olarak CHP üzerindeki etkisi daha fazla olmuştur. Tüzükte yapılan değişikliklerle partinin tabanı, partide daha etkili kılınmaya çalışılırken, Kemalizm’in temel prensiplerini belirleyen altı ilke de yeniden tanımlanmıştır. Ancak ilkelere yönelik olarak yapılan yeni düzenlemeler, kimilerince ideolojik bir sapma olarak değerlendirilmiş ve kurultayda Kemalizm’den ödün verildiği şeklinde yorumlanmıştır. Anahtar Sözcükler: Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Kongre, Kurultay, Çok Partili Siyasal Yaşam, Demokrat Parti (DP), İsmet İnönü, Siyasi Parti. QUEST FOR IDENTITY OF A PARTY IN POWER: THE ORDINARY CONGRESS OF REPUBLICAN PEOPLE’S PARTY OF 1947 Abstract Republican People’s Party organized eight congresses until the year of 1947. Only one of them, the Extraordinary Congress of 1946, was carried out after the Second World War when in Turkey the multi-party system had settled. The Republican People’s Party took notice of all these congresses pretty much. The decisions that were made in these congresses had effects not only on the future of the party, but also on the politics of the country. The Ordinary Congress of Republican People’s Party of 1947, as well, had highly significant results that concerned both the party and the politics of the country. Furthermore, this congress had greater effects on the Republican People’s Party. While the grassroots were tried to have voice * Doç. Dr., Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, (hakanuzun@ankara.edu.tr). 101 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) and potentiate more through the innovations on the statutes of the party, the Six Principles of Kemalism were re-identified in the congress, as well. The revisions that were made on the Principles, were considered as an ideological deviation by some and were perceived as making concessions about Kemalism in the congress. Keywords: Republican People’s Party, Democrat Party, İsmet İnönü, Congress, Convention, Multi-party System, Political Party. Giriş Siyasi partilerin kurultayları, genellikle o siyasi partinin ve ülkenin sorunlarının görüşüldüğü, bunların çözümüne yönelik kararların alındığı, partilerin ülke yönetiminde ya da muhalefette iken izleyeceği yol haritalarının belirlendiği ve partilerin yeniden yapılanmasını da sağlayan geniş kapsamlı toplantılardır. Konu Türkiye açısından ele alındığında ise Cumhuriyet tarihinin ilk siyasal partisi olan ve 27 yıl gibi uzun bir süre iktidarda kalan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) kurultaylarının, ülkedeki siyasi kültür ve düşünce hayatı üzerinde de etkili ve çoğu zaman belirleyici olduğu ileri sürülebilir1. CHP, ülkenin tek parti ile yönetildiği 1923 ile 1946 yılları arasında, Sivas Kongresi (1919) ile birlikte 1927, 1931, 1935, 1938 (Olağanüstü), 1939 ve 1943 yıllarında toplam olarak yedi kurultay düzenlemiştir. Bunların birisi olağanüstü kurultay olup, dördü Atatürk döneminde, üçü ise İsmet İnönü döneminde yapılmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1946’da çok partili siyasal yaşama geçilip, iktidarın Demokrat Parti (DP)’ye devredildiği 1950 yılına kadar ise CHP’de 1946 (İkinci Olağanüstü) ve 1947 yıllarında olmak üzere toplam iki kurultay daha düzenlenmiştir. Parti, yukarıda anılan kurultayların düzenlenmesine oldukça önem vermiştir. Halkın ilgisini çekmek için kurultayların basın yoluyla halka duyurulmasından, parti büroları ile Halkevlerinin süslenmesine, gösteri ve toplantıların nasıl ve nerelerde yapılması gerektiğine kadar her şeyi en ince ayrıntısına kadar düzenlemeye çalışmış, bu kurultaylardan, partiyi halka tanıtmanın ve benimsetmenin bir aracı olarak yararlanmayı düşünmüştür2. Uzun bir süre tek partiyle yönetilen Türkiye’de, 1946 yılında çok partili siyasal yaşama geçilmiştir. CHP’nin, 1950 yılında iktidarı devrettiği DP, 1946 yılından 1950’ye kadar güçlü bir muhalefet örneği sergilemiştir. İşte CHP’nin böylesi bir ortamda gerçekleştirdiği 1947 Olağan Kurultayı’nın araştırılması, Türkiye’de yaşanan çok partili siyasal yaşamın bir başka deyişle muhalefetin, 1 2 Hakan Uzun, “Tek Parti Döneminde Yapılan Cumhuriyet Halk Partisi Kongreleri Temelinde Değişmez Genel Başkanlık, Kemalizm ve Milli Şef Kavramları”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C.IX, S.20-21, ss.233-271, 2010/Bahar-Güz, ss.234, 264. Uzun, a.g.m., ss.236-237. 102 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) iktidar olan bir partinin kurultayları üzerindeki etkisinin tespiti açısından önemli görülmüştür. Ayrıca bu çalışmayla, Türk tarihinin en eski partilerinden birisi olan CHP’nin tarihinin aydınlatılmasına katkı sağlamak; günümüz Türkiye’sindeki iktidar-muhalefet ilişkileri ile siyasi kültürün kökenleri hakkında birtakım ipuçlarına ulaşmak gibi amaçlar da güdülmüş; bu konunun araştırılmasının Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve sosyal değişim ve gelişim tarihinin sergilenmesi açısından önemli olduğu düşünülmüştür. Dolayısıyla araştırma sırasında, DP’nin kurulduğu andan itibaren dile getirdiği isteklerinin, CHP’nin 1947’de düzenlenen kurultayı üzerinde etkisinin olup olmadığı, CHP’nin kurultayda aldığı kararların partinin geleneksel politikasına aykırı olup olmadığı, eğer bir farklılık söz konusuysa bunun geleneksel politikadan bir sapma mı olduğu, yoksa çok partili siyasal yaşamın bir gereği olarak mı yapıldığı gibi birtakım soruların cevapları aranmaya çalışılmıştır. Araştırma sırasında daha sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek ve karşılaştırmalı analizlerde bulunabilmek için, 1945’ten CHP’nin 1947 kurultayına kadar geçen süre içinde ülkede yaşanan siyasi gelişmelere de değinilmiş, kullanılan kaynakların çeşitliliğine önem verilerek hem tarafsız gazeteler hem de zamanın DP ve CHP yanlısı gazeteleri birlikte değerlendirilmiştir. Bunun yanı sıra araştırmada arşiv belgelerine, anılara, günlüklere, kurultay tutanaklarına ve konu ile ilgili olarak yapılmış farklı görüşlerdeki araştırmacıların eserlerine de yer verilmiştir. I. II. Dünya Savaşı Sonrası’nda Çok Partili Siyasal Yaşama Geçiş (1945–1950) Atatürk’ün ölümünden hemen sonra, 11 Kasım 1938’de Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, iktidarı DP’ye devrettiği 14 Mayıs 1950 seçimlerine kadar devletin başında bulunmuştur. İktidarda bulunduğu dönem, II. Dünya Savaşı yıllarını da kapsadığından, ülkede başta eğitim ve kültür olmak üzere birçok alanda gelişim sağlanması için önemli adımlar atılmış olmakla beraber, II. Dünya Savaşı’nın meydana çıkardığı koşullar, iç ve dış siyasette önemli derecede belirleyici olmuş, ülkenin siyaseti buna göre şekillenmiştir. Öyle ki 1939 ve 1945 yılları arasında atılan her adımda, yapılan hemen her faaliyette temel düşünce, devletin savaşa girmesini engellemek ve savaşın halk üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmak olmuş, bu konuda büyük bir çaba harcanmıştır. Gerçekte bu yıllar, iç ve dış politika açısından, Türk halkı ve iktidar için oldukça zor geçmiştir. Yöneticiler, iki cephede birden savaş vermek durumunda kalmış, bir taraftan Türkiye’yi kendi yanında savaşa girmesi için zorlayan Müttefiklere karşı mücadele verirken, diğer yandan özellikle ekonomik alanda yaşanan büyük sıkıntıları aşmaya çalışmışlardır. İzledikleri dış politikayla Türkiye’yi savaşa sokmama konusunda başarılı olmuşlar, ancak aynı başarıyı ekonomik alanda yeterince gösterememişlerdir3. 3 Bu konularda geniş bilgi için bkz.: Cemil Koçak, Türkiye’de Millî Şef Dönemi (1938-1945), C. I, II, İletişim Yay., İstanbul, 1996. 103 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) “Milli Şef” dönemi olarak da adlandırılan İnönü döneminin, iç politika açısından en kayda değer gelişmelerinden birisi çok partili siyasal yaşama geçilmesi olmuş ve DP, 14 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidarı CHP’den devralmıştır. Türkiye’de kimilerinin, “Kansız” ya da “Beyaz İhtilal”4 olarak nitelendirdiği bu iktidar değişiminin ilk somut adımları, 1945’te atılmaya başlanmış ve 1946’da tek parti yönetiminden, çok partili yönetime geçilmiştir. Birtakım iç ve dış dinamiklerin etkisiyle ortaya çıkan bu durum, Türk siyasi tarihinde yeni bir dönüm noktası olmuştur5. 1946’da çok partili siyasal yaşama geçilmesi rejim açısından Türkiye’yi çok fazla zorlamamış, bu durum devletin kuruluş felsefesine uygun bir seyir, koşullar oluştuğunda yapılması zorunlu bir durum olarak algılanmıştır.6 Bu konuda öncelikle İnönü, 19 Mayıs 1945’te yaptığı “Gençliğe Hitap” konuşmasında, demokrasiye geçme konusunda ilk kesin işareti vermiş ve ülkede demokratik uygulamaların artacağını söylemiştir7. İnönü’nün bu demeci ve San Francisco’da imzalanan Birleşmiş Milletler Anayasası8 ülkedeki siyasi havayı etkilemiş, muhaliflere cesaret vermiştir. Böylelikle Türkiye’de hızla çok partili siyasal yaşama doğru giden bir süreç başlamıştır. 23 siyasi partinin kurulduğu ülkede, ilk olarak 18 Temmuz 1945’te Milli Kalkınma Partisi (MKP), 7 Ocak 1946’da da Demokrat Parti kurulmuştur9. CHP’ye en ciddi alternatifi oluşturan DP’nin ortaya çıkışı, 1945 yılı bütçesi ile Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu üzerine yapılan görüşülmeler sırasında gerçekleşmiştir. Ancak DP’nin kurulmasına doğru giden yolda yaşanan en önemli gelişme, Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes tarafından, 7 Haziran 1945’te CHP Meclis Grup Başkanlığına, ülkede ve partide siyasal olarak liberalleşmenin sağlanması gerektiğinin belirtildiği, 4 5 6 7 8 9 Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 2. baskı, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 1998, s.343. Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908–1985, 6. baskı, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1998, s.73; Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, Çev.: Sedat Cem Karadeli, 3. baskı, İstanbul Bilgi Üni. Yay., İstanbul, 2008, s.127. Ergun Özbudun, Çağdaş Türk Politikası, Çev. Ali Resul Usul, 2. baskı, Doğan Kitap, İstanbul, 2007, s.11, 23, 27; Tanör, a.g.e., s.338; Maurice Duverger, Siyasi Partiler, 4. Basım, Çev. Ergün Özbudun, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1993, ss.358-362; Kemal H. Karpat, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi, Çev. Esin Soğancılar, İmge Kitapevi, Ankara, 2007, ss.81-83; Emre Kongar, 21. Yüzyılda Türkiye, 11. basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1998, s.144. Cumhuriyet Ansiklopedisi 1941-1960, C.2, 4.Basım, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2003, s.72; Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 4. Kitap, Birinci Bölüm, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1999, s.209; Cemil Koçak, “Siyasal Tarih (1923-1950)”, Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908-1980, Yayın Yönetmeni: Sina Akşin, 4. baskı, Cem Yay., ss.85-173, İstanbul, 1995, s.135. Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yayıncılık, İstanbul, 1996, s.128; Temuçin Faik Ertan, “İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Dünya ve Türkiye”, 80. Yılında Türkiye Cumhuriyeti Ve Demokrasi 10-11 Kasım 2003, H.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Hacettepe Üni. Yay., ss.73-88, Ankara, 2004, s.83. Hakkı Uyar, Tek Parti Dönemi ve Cumhuriyet Halk Partisi, 2. baskı, Boyut Kitapları, İstanbul, 1999, s.s.195-196; Turan, Türk Devrim..., s.216; Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), Türkçesi: Ahmet Fethi, 2. Baskı, Hil Yayın, İstanbul, 1996, 26. 104 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) “Dörtlü Takrir” olarak anılan bir önergenin verilmiş olmasıdır10. Önergede, savaşın artık bittiği ve milletin demokrasiyi yaşayabilecek bir konuma geldiği, yasamanın yürütmeyi fiilen kontrol etmesi gerektiği, bireylere anayasanın tanıdığı temel hak ve hürriyetlerin tanınması, çok partili siyasal yaşama geçilmesi için izin verilmesi isteği belirtilmiştir11. Ancak önerge, CHP Meclis Grubu’nda reddedilmiş ve bir süre sonra, dörtlü takriri veren milletvekilleri CHP’den tamamen koparak, hep birlikte DP’yi kurmuşlardır12. Bu arada Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda da CHP Genel Başkanı olan İnönü, partisini 10 Mayıs 1946’da olağanüstü bir kurultay yapmak üzere toplantıya çağırmış ve bu kurultayda, tek dereceli seçim, erken seçim, cemiyetler kanunundaki bazı yasaklar ile Müstakil Grubun kaldırılması ve devlet başkanlığıyla parti başkanlığının birbirinden ayrılması gibi ülke siyasetini de yakından ilgilendiren önemli birtakım kararlar alınmıştır.13 Kurultay, çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra, yapılacak bazı değişikliklerle, CHP’nin bu yeni düzene uyum sağlayabilmesi için toplanmıştır. Ülkede çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra, 25 Mayıs 1946’da hükümetin erkene aldığı ve bu nedenle DP’nin katılmadığı, MKP’nin de sonradan çekildiği belediye seçimleri yapılmış, henüz bu seçimin tartışmaları bitmemişken, muhalefetin özellikle de DP’nin ülke genelinde yeterince örgütlenmesine fırsat vermemek için baskın bir seçim yapmak istediği anlaşılan CHP, genel seçimleri de öne almıştır14. Seçimden önce, 5 Haziran 1946’da Seçim Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle, ilk kez tek dereceli ve çok partili seçim sisteminin uygulanmasına karar verilmiş, ancak seçimin açık oy-kapalı sayım ilkesine göre yapılması kabul edilerek, muhalefetin gizli oy-açık sayım ilkesi ile seçimin adli denetim altında yapılması gibi istekleri göz ardı edilmiştir15. Genel seçimler 21 Temmuz 1946’da yapılmış, seçime CHP, DP ve MKP’nin yanı sıra diğer partiler de katılmıştır. Açık oy-gizli tasnif ve çoğunluk sistemi esasına göre yapılan seçimlerde, CHP 403, DP 54 milletvekili çıkarırken 8 kişi 10 11 12 13 14 15 Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 3. baskı, İletişim Yay., İstanbul, 1998, s.306; Turan, Türk Devrim..., s.213; Koçak, a.g.m., ss.136-137; Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Phonenix Yay., Ankara, 2004, s.45. Karpat, Türk Demokrasi..., s.131; Kongar, a.g.e., s.145; Albayrak, a.g.e., s.44. Nükhet Turgut, Siyasal Muhalefet, Birey ve Toplum Yayıncılık, Ankara, 1984, s.267; Cumhuriyet Ansiklopedisi, s.74; Ahmad, Demokrasi Sürecinde..., ss.25-26; Koçak, a.g.m., s.137141; Kongar, a.g.e., ss.145-146; Zürcher, a.g.e., s.307; Yaşar Özüçetin, Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde Kırşehir, Berikan Yay., Ankara, 2009, s.38; Tevfik Çavdar, “Demokrat Parti”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. VIII, İletişim Yay., ss.2060-2075, İstanbul, b.t.y., s.2064; Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2007, s.242. C.H.P. Büyük Kurultayının Olağanüstü Toplantısı, Program-Tüzük Komisyonu Raporu, 10.V.1946. Cem Eroğul, “Çok Partili Düzenin Kuruluşu”, Geçiş Sürecinde Türkiye, 3. baskı, Belge Yay., ss.112-158, İstanbul, 1998, s.116; Kongar, a.g.e., s.146; Zürcher, a.g.e., s.308; Akşin, a.g.e., s.244. Koçak, a.g.m., ss.142-143; Zürcher, a.g.e., s.308. 105 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) de bağımsız milletvekili olmuştur. Bu seçim sonuçları, seçim sistemi yüzünden kuşkuyla karşılanmış ve partiler arasında uzun süren, sert tartışmalara yol açmıştır16. Seçimlerde hile yapıldığına yönelik olarak ortaya atılan iddialar ise DP’ye güç kazandırırken, iktidarda olan CHP’ye güç kaybettirmiştir17. İnönü seçimlerden sonra, hükümeti kurma görevini Recep Peker’e vermiştir. Bu dönem muhalefetle iktidar arasındaki ilişkiler, hakaret, karşılıklı zıtlaşma ve restleşmelerle geçmiş, olaylar DP Meclis Grubunun meclisi terk etmesine, çok kısa bir süre de olsa meclis çalışmalarına katılmamasına kadar varmıştır. Bu arada DP, 7 Ocak 1947’de Ankara’da I. Büyük Kurultayı’nı toplamış ve “Hürriyet Misakı” adı verilen bir bildiriyi kabul etmiştir. Bildiride, Anayasa’ya aykırı olan bütün antidemokratik hüküm ve yasaların kaldırılması, seçim kanununun tam güvence sağlayan bir duruma getirilmesi, cumhurbaşkanlığı ile parti genel başkanlığının bir kişide toplanmaması gibi istekler dile getirilerek bunların yapılmaması halinde DP Meclis Grubunun yasama organından ayrılacağı, bir başka deyişle “Sine-i Millete” dönüleceği söylenmiştir18. Yaşanan bu olayların partiler arasındaki ilişkileri iyice gerginleştirdiği bir anda İnönü aracı olmuş ve “12 Temmuz Beyannamesi”ni yayınlamıştır.19 12 Temmuz Beyannamesi, ülkede çok partili siyasal yaşamın kurulması konusunda önemli bir eşik, bu konudaki kararlılığın bir kez daha, ancak daha somut ve kesin bir şekilde ortaya konulduğunu gösteren bir belge olmuştur. İktidar ile muhalefet arasındaki ilişkilere yeni bir ayar verilen bu belgeyle muhalefet rüştünü ispatlamış20 ve varlığı yasallaşmıştır21. 12 Temmuz Beyannamesi’nin yayınlanmasının ardından, Peker ile İnönü arasında parti içi bir mücadele başlamış ve Peker başbakanlıktan çekilmek durumunda kalmıştır22. DP içinde de görüş ayrılıkları yaşanmış ve bir grup milletvekili partiden ayrılmıştır23. CHP’de Peker’den sonra, Hasan Saka hükümeti kurmakla görevlendirilmiş ve CHP’nin VII. Kurultayı, iktidar ile muhalefet arasındaki ilişkilerin daha sağlıklı bir şekilde sürdürüldüğü bu hükümet zamanında yapılmıştır. 16 17 18 19 20 21 22 23 Koçak, a.g.m., s.144; Çavdar, a.g.m., s.2065; Eroğul, a.g.m., s.116. Sedef Bulut, Muhtıra Sonrası Demokratikleşme Hareketine Örnek Model Olarak 1973 Genel Seçimleri, Berikan Yayınevi, Ankara, 2007, s.25. Ali Gevgilili, Yükseliş Ve Düşüş, 2. basım, Bağlam Yay., İstanbul, 1987, ss.54-55; Eroğul, a.g.m., s.117; Koçak, a.g.m., ss.144-145; Kongar, a.g.e., s.147; Çavdar, a.g.m., s.2066; Akşin, a.g.e., s.245; Tanör, a.g.e., s.341; Albayrak, a.g.e., ss.93-112. Ergun Özbudun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üni. Yay., İstanbul, 2011, s.118; Koçak, a.g.m., ss.146-147; Kongar, a.g.e., s.147. Karpat, Türk Demokrasi..., ss.164-167; Turgut, a.g.e., s.269; Albayrak, a.g.e., ss.118-126. Zürcher, a.g.e., s.311. Kadri Unat, “Cumhuriyet Halk Partisi’nde Nevi Şahsına Münhasır Bir Muhalif Grup: Otuzbeşler”, A.Ü. Türk İnkılâp Tarihi Ens. Atatürk Yolu Dergisi, S.48, ss.839-867, Güz 2011, 853;Gevgilili, a.g.e., ss.61-66; Koçak, a.g.m., ss.148-149; Kongar, a.g.e., s.148. Kongar, a.g.e., s.148; Zürcher, a.g.e., s.312; Çavdar, a.g.m., s.2066; Akşin, a.g.e., s.246; Eroğul, a.g.m., s.118. 106 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) 2. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1947 Olağan Kurultayı (17 Kasım 1947) 2.1. Kurultay Öncesinde Yaşananlar 1927 yılından itibaren düzenli bir şekilde toplanan CHP kurultaylarının, parti tarafından önemsenmiş olduğu ve partinin bu durumdan çeşitli şekillerde yararlanmaya çalıştığı daha önceden belirtilmişti. 1947 Kurultayı’nın düzenlenmesi de yine aynı şekilde parti tarafından tüm ayrıntılar gözetilerek organize edilmiş, delegelerin ihtiyaçlarının karşılanması konusuna her zaman olduğu gibi yine yakın ilgi gösterilmiştir. Partinin İl Başkanlıklarına gönderilen bir yazıda, delegelerin istasyonlarda partililer tarafından karşılanacağı, ihtiyaçlarının yerine getirilmesi için bir partilinin her an görevde olacağı, genel sekreter ve yardımcısını her zaman görebilecekleri ve parti hakkında bilgi alabilecekleri belirtilmiş,24 delegelerin traşları dahi düşünülerek, bunun için 1946 yılının dokuzuncu ayında, parti bütçesinden elli lira ödenek ayrılmıştır25. 20.11.1946 tarihinde, 1947 Kurultayının toplanmasından bir yıl kadar önce, CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran tarafından CHP İl İdare Kurulu Başkanlıklarına gönderilen bir yazıda, partinin nizamnamesinde günün değişen koşullarına uygun olarak değişiklikler yapılabilmesi için önerilerde bulunulması, bu konuda gerekli görüldüğü takdirde teşkilata da müracaat edilmesi ve önerilerin en geç Aralık ayının yirmisine kadar kendilerine bildirilmesi istenmiştir26. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde bulunan, CHP’nin Seyhan, Hatay, Bitlis, Burdur, Van ve Giresun teşkilatlarına ait belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, İl İdare Kurulları bu isteğe en geç Ocak ayı içinde yanıt vermişler ve tüzükte deşiklikler yapılması için bazı önerilerde bulunmuşlardır. Tüzüğün 53. maddesi,27 Bitlis ili hariç, diğer il teşkilatlarının hepsi tarafından değiştirilmesi istenen bir madde olarak dikkat çekerken, anılan il teşkilatlarının genelde değiştirilmesi için üzerinde birleştikleri diğer maddeler ise 8/A, 15, 56 ve 149. maddeler olmuştur. Bu arada, ortak olarak belirtilmemekle birlikte, değiştirilmesi istenen diğer maddeler de 5, 13, 14, 23, 20, 69/G, 71, 77, 65, 68 ve 83. maddelerdir. Partililerin kurultaya yönelik beklentileri olarak da değerlendirilebilecek olan bu istekleri incelendiğinde, partililerin, ocak, bucak ve ilçe kurultaylarıyla il kurultaylarının seçim sürelerinin uzatılması ve ocak, bucak ve ilçe kurultaylarının iki yılda bir, il kurultaylarının ise dört yılda bir yapılması; partiye girme yaşının yirmi ikiden on sekize indirilmesi; aidat paralarının ödenmesi konusunun 24 25 26 27 BCA 490 01 8 40 11. BCA 490 01 219 863 1. BCA 490 01 6 34 3. Tüzüğün 53. maddesi şu şekildedir: “Ocak, nahiye ve kaza kongreleri yılda bir, vilâyet kongreleri iki yılda bir toplanır. Kongreler vilâyet idare heyetlerinin Umumî İdare Heyetince tasvip edilmiş olan teklifi veya doğrudan doğruya Umumi İdare Heyeti kararıyla fevkalâde olarak toplanabilir.” Cümhuriyet Halk Partisi Program ve Nizamname 1943, Zerbamat Basımevi, Ankara, 1943, s.12. 107 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) yeniden düzenlenmesi; üyelere yönelik olarak verilen cezalarda ilçelerin de onayının alınması olabilmesi ve partide milletvekillerinin yerine partililerin daha fazla söz sahibi olmasının sağlanması gibi taleplerde bulunduklarını söylemek mümkündür. Ayrıca tüzüğe yeni maddeler eklenmesi için önerilerde bulunan teşkilatlar da olmuştur. Seyhan İl İdare Kurulu, her partilinin altı oklu parti rozetini takması ve ocak ile bucakların gelirlerinin ilçeler tarafından idare edilmesi gerektiğini önerirken; Hatay bölgesi parti teşkilatı da, CHP’nin ülkedeki tek parti olması nedeniyle toplumun her kesimini bir başka deyişle “her sınıf ve zümre mensuplarını” tek çatı altında barındırmak zorunda olmasından dolayı büyük şehirler dışında kalan yerleşim yerlerinde özellikle de köylerde yaşayanların parti ve particilik gibi konuları hiç anlamadığına dikkat çekerek köylerde siyasi faaliyet yürütülmesinin, köylülerin çoğunun okuma yazma bilmediği için zor olduğunu, bundan dolayı buradaki faaliyetlerin köylerde okutulan çocukların siyasi hayata karışacak çağa gelinceye kadar ertelenmesi gerektiğini belirtmiştir. Van İl İdare Kurulu ise il ve idare kurulu başkanlarının yılda bir kez Genel Sekreterlikte geçirdiği zamana ait yaptığı işin programını anlatmasının ve sekterlikten alacağı direktifler doğrultusunda çalışmasının, parti için yararlı olacağını dile getirmiştir28. Kurultay toplanmadan hemen önce Ankara’ya gelmiş olan ve basının kendileriyle görüştüğü bazı delegeler de, il teşkilatlarının yaptığı gibi birtakım önerilerde bulunmuşlardır. 1947 Kurultayını oldukça önemsedikleri anlaşılan ve bu kurultaydan, partiyi seçimlerde başarılı kılacak kararların alınacağına yönelik büyük bir beklentiye girmiş olan delegelerin bu konudaki görüşleri şöyle özetlenebilir: Seyhan delegelerinden B. Kerim Umusçutürk ile aynı ilin bir başka delegesi B. Emin Kurdoğlu, devletçiliğin yeniden yorumlanması ve sınırlarının daraltılmasını istemişlerdir. Kurdoğlu, ayrıca CHP’nin laiklik anlayışını da yeniden gözden geçirmesi gerektiği üzerinde durarak bu ilkeyi bozmadan ilkokullarda dini tanıtma niteliğinde dersler okutulmasını önermiştir. Bunların dışında delegeler, mahalli memurların halka karşı gösterdikleri gereksiz zorlukların önlenmesi, il kurullarının dokuz ve on bir kişiden oluşması, büyük kurultayın iki yılda bir toplanması, divan üyelerinin halkla daha yakın bir ilişki kurmaları, memurların liyakate göre seçilmesi ve devlet kadrolarında tasarruflu davranılması, partinin hükümet üzerinde etkili olması, köylü ve çiftçiyi kalkındırmak ve ülkenin sanayileşmesi için gereken önlemlerin alınması, partinin gençleştirilmesi gibi konuların da kendileri için öncelikli olduğunu dile getirmişlerdir29. Görüldüğü gibi, kurultay toplanmadan önce delegeler, daha demokratik ve tabanın etkili olduğu bir parti yönetiminin oluşturulmasını ve Devletçilik ile Laiklik ilkelerinin yeniden tanımlanmasını istemişlerdir. Nitekim bu konuların tümü kurultay görüşmelerine de damgasını vuracaktır. 28 29 Hatay bölgesi parti teşkilatı bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getirmişlerdir: “Çünkü ümmi insanlara siyaset işlerini anlatmak imkânsızdır; o halde, yeni bir nesil yetişinceye kadar beklemekten başka çaremiz yoktur.” BCA 490 01 226 892 1. Ulus, 17 Kasım 1947. 108 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Kurultay toplanmadan önce, delegeler ve basın tarafından kurultaya yüklenen misyon da dikkat çekicidir. Ayrıca bu durum sadece CHP’lilerle sınırlı kalmamış, partili olmayanlar da kurultaya yönelik büyük beklentiler içine girmişlerdir. Bu kurultayın tarihsel bir önemi olduğuna inananlardan birisi olan İstanbul delegelerinden B. Fahrettin Kerim, kurultayın bütün milletin ilgisini çektiğini ifade ederek, bunun dünya çapında bir olay olduğunu belirtmiş,30 Sinop delegeleri de bu kurultayı Erzurum ve Sivas kongreleriyle bir tutarak, bu kurultayın onlar kadar önemli olduğu için kendileri tarafından “Ankara Kurultayı” olarak isimlendirildiğini dile getirmişlerdir31. Delegelerinkine benzer bir yaklaşımı basında da görmek mümkündür. Gazetelerde CHP’nin VII. Kurultayı için yazılanlar incelendiğinde, daha toplanması öncesinde bu kurultayın oldukça önemli bir hale getirildiği ve kamuoyunun dikkatinin bu kurultay üzerine çekildiği söylenebilir. Hatta CHP’yi desteklesin ya da desteklemesin, zamanın birçok gazetesinde bu kurultayın tarihi bir toplantı olduğu vurgulanarak Türkiye’nin siyasi yaşamında oldukça önemli bir yeri olduğu ve ülkede demokrasinin gelişimine büyük bir katkı sağlayacağı ifade edilmiş ve bu durum kurultay başladıktan sonra da bir süre devam etmiştir. Basının bu tutumu kurultaya yönelik beklentilerin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Bazı gazetelerde ise yine kurultaya tarihi bir misyon yüklenmekle birlikte, yapılması istenen değişiklikler bir dilek ya da temenni olarak değil, CHP’nin yapması zorunlu işler olarak dile getirilmiştir. Basının bu konudaki tutumu, kurultayın toplantıda olduğu sıralarda da, delegelere yol göstermek ya da delegeleri etkilemek amacıyla olsa gerek, hep devam etmiştir. A. Cemalettin Saraçoğlu, Yeni Sabah’taki yazısında CHP’nin bu kurultayda alacağı kararlarla ülkede demokrasinin yerleşmesinin önündeki tüm engelleri kaldırmasını ve bu konuda samimi olmasını istemiştir32. Aynı gazetede bir başka gün çıkan yazıda da bu kurultay, CHP’nin kendisi için son bir şans olarak görülmüş ve “C.H.P.nin ıslahı için tek ümid: Kurultay” diyen bir başlık atılmıştır33. Gazetenin bir başka yazarı Osman Kemal Görener de, ülkede yaşanan kömür sıkıntısından hareketle ekonomide benimsenen devletçilik anlayışını eleştirmiş ve özel teşebbüse dayalı ekonomik sistemlerin yararlarından söz etmiştir34. Devletçilik üzerine yazdığı başka yazılarında da yine mevcut 30 31 32 33 34 Kerim bu konudaki düşüncesini şöyle dile getirmiştir: “...Yalnız memleketimiz değil, çeşitli ideolojilerin çarpıştığı bütün dünya, kurultayı takip ediyor...” Ulus, 17 Kasım 1947. Sinop delegeleri bu konudaki düşüncelerini şöyle belirtmişlerdir: “...Büyük cihan savaşları beşer ruh ve tefekküründe yeni birtakım çığırlar açar. Memleketimiz bu yeni çığırların tesirinden âzade kalamaz. Biz, demokrasi rejiminin inkişaf devresinde bu Kurultayı “7 inci Kurultay” olarak adlandırmayı kâfi bulmuyoruz. Aziz vatanın ve şerefli milletimizin istikbali bakımından büyük değer taşıyan Sivas ve Erzurum Kongreleri gibi bunu da tarihi bir (Ankara Kurultayı) addediyoruz...” Ulus, 17 Kasım 1947. Yeni Sabah, 18 Kasım 1947. Yeni Sabah, 17 Kasım 1947. Yeni Sabah, 16 Kasım 1947. 109 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) uygulamaları eleştiren yazar, devletin ekonomik ve sosyal hayattan tamamen çekilmesine ise karşı çıkmıştır. Zarar eden işletmelerin özel teşebbüse devrini savunan Görener, özel teşebbüsün yapamayacağı işlerin devlet tarafından yapılmasını istemiş ve bir zorunluluk sonucu kabul edilmiş olan devletçiliğin kalıcı olmaması gerektiğini belirtmiştir35. Bir başka gazeteci Cihad Baban, “Kurultaya muvaffakiyet diliyoruz” başlıklı yazısında, bu kurultayın ülke için öneminden söz ederek, partililerden ülkede demokrasinin kurulmasını sağlayacak kararlar almalarını istemiştir36. Ulus gazetesinde de “Kurultayın Eşiğinde” ya da “Kurultay Arefesinde” başlığı altında çeşitli rejimler, devletçilik ve eğitim üzerine yazılar yazılmıştır37. Gazetenin yazarlarından Atıf Akgüç yazısını, totalitarizm ve demokrasinin incelenmesi ve kıyaslaması üzerine kurmuş ve dünyanın ekonomik ve sosyal bakımdan demokratik ve totaliter rejimler olmak üzere ikiye ayrıldığını ifade ederek iki rejim arasındaki farkları sıralayıp totaliter rejimlerin eksikliklerini vurgulamıştır38. Safaeddin Karanakçı da yazısında, devletin ekonomideki etkinliği ile ilgili olarak dünyadan örnekler vermiş, ancak devletçilik politikası konusunda olumsuz bir düşünce ya da söz kullanmamıştır39. Suut Kemal Yetkin ise eğitimin milli olması ve felsefenin insan gelişimi üzerindeki etkisi üzerine bir yazı yazmıştır40. Bunların dışında Sadi Irmak, Vedat Dicleli, Nihat Erim gibi bazı kişiler de, kurultay öncesinde, aynı gazetede yazdıkları yazılar aracılığıyla kurultayın öneminin yanı sıra, kendilerince neler yapılması gerektiği konusundaki düşüncelerini açıklamışlardır. Bunların içinde en dikkat çekici olanı Sadi Irmak’a aittir. Irmak, kurultayın toplanmasından önce yazdığı yazılarda, kurultayda tartışılacak olan konuların başında devletçilik, demokrasi alanındaki gelişmeler ve parti teşkilatına kazandırılması gereken dinamizm olduğunu belirterek kurultaya bir de öneride bulunmuş ve bir parti gençlik teşkilatının kurularak “halkçı gençlik” kulüplerinin oluşturulması gerektiğini ifade etmiştir41. Akşam gazetesinden Şevket Rado da devletçilikle ilgili bir makale yazmış ve makalesinde CHP kurultayı nedeniyle bu konunun gündemde 35 36 37 38 39 40 41 Yeni Sabah, 18 Kasım 1947; Yeni Sabah, 27 Kasım 1947. Cihad Baban düşüncelerini şu şekilde ifade etmiştir: “C.H.P. kurultayı bugün Genel Başkanı sayın İnönünün nutkile vazifesine başlıyor. Kurultaya memlekete hayırlı hizmetler ifa edecek bir çalışma temenni ediyoruz. C.H.P. nin 7 inci kurultayının hem parti ve hem de daha geniş olarak memleket muhitinde derin ve esaslı tepkiler yaratması lâzımdır. Bu kurultay vazifesini eğer bihakkın yaparsa memleket tarihinde çok iyi bir hatıra bırakacaktır... Büyük dönemeçler daima fırtınalıdır. Biz de bu fırtınadan sonra parlak ve güneşli bir hava bekliyoruz. Sükûn içinde güneşli ve aydın bir demokrasi havasına gerçekten ihtiyacımız var. Kurultaya muvafık ve muhalif bütün milletçe muvaffakıyet diliyelim.” Tasvir, 17 Kasım 1947 Ulus, 16 Kasım 1947. Atıf Akgüç, “Siyasi Sınıf, totalitarizm ve demokrasi”, Ulus, 16 Kasım 1947. Safaeddin Karanakçı, “Devlet ve Devletçilik”, Ulus, 16 Kasım 1947. Suut Kemal Yetkin, “Millî Eğitim Politikamız”, Ulus, 16 Kasım 1947. Sadi Irmak, “Kurultaya Tekliflerim IV: Parti Organları”, Ulus, 17 Kasım 1947. 110 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) olacağını belirterek bu sistemin çok partili rejimlerde yürütülmesinin zor olduğunu, kurultayda da CHP içinde bu konuyla ilgili olarak tartışmaların yaşanabileceğini ve bunun oldukça ilgi çekici olacağını dile getirmiştir42. Yazar bir başka yazısında da, partilerin gençlere değer vermesi, onların düşüncelerini dikkate alması ve gençlere siyaset yapmaları konusunda fırsat tanınması gerektiği üzerinde durmuştur43. Basında yer alan bu türden yazıların, tam kurultay öncesinde ve kurultay toplantıları sırasında yazılmış olmaları gerçekten dikkat çekicidir. Kurultay tutanakları incelendiğinde, kurultayda gündem yaratan konuların basında yer alan bu haberlerle örtüşüyor olması, bu durumu daha da ilgi çekici bir hale getirmektedir. Bu arada bu tür yazıların kurultay delegelerini etkilemek ve yönlendirmek amacıyla yazıldığını söylemek mümkünse de, bunların kurultayın gündemini yaratmak için değil, halkın gündeminde olanı, kurultay gündemine taşımak amacıyla yazıldığını söylemek de mümkündür. 2.2. Kurultayın Toplanması ve Açılışı CHP Kurultayı saat 10.00’da Ankara Halkevi salonunda toplanmış,44 kurultay delegeleri toplantıdan önce hep birlikte Atatürk’ün kabrini ziyaret etmişlerdir45. Basından anlaşıldığına göre, kurultayın açılış gününe İnönü eşi ve kızı ile birlikte katılmıştır. Aynı locada Başbakan Hasan Saka, Başbakan Yardımcısı Faik Ahmet Barutçu, İçişleri Bakanı Münir Hüsrev Göle, Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak ve Genel Sekreter Hilmi Uran da bulunmuştur. Kurultayın açılışına DP de davet edilmiş, DP Genel Sekreteri İçel Milletvekili Dr. Cemal Tunca, DP Ankara Reisi Aziz Avunduk ile İdare Heyetinden Samet Ağaoğlu da kurultaya katılmışlardır. TBMM Başkanı Kâzım Karabekir’in de katıldığı kurultay,46 yurt dışından da izlenmiştir. Kurultaya yerli ve yabancı birçok basın temsilcisinin yanı sıra İngiltere, Amerika, Çin ve Sovyetler Birliği’nden de katılanlar olmuştur47. Eldeki verilerden anlaşıldığı kadarıyla, CHP’nin bu kurultayına öncekilerden farklı olarak asker ya da bürokratların katılmadığı görülmektedir. Bu durum, kurucu parti olarak kendini devletle bütünleştirmiş olan CHP’nin tek parti dönemi alışkanlıklarını devam ettirmediğini bir başka deyişle devletin resmi görevlileriyle arasına bir sınır koyduğunu ve böylelikle ülkede çok partili siyasal yaşamın kurallarının daha sağlıklı bir şekilde işletildiğini göstermesi açısından önemlidir. 42 43 44 45 46 47 Şevket Rado, “Demokratik Rejimlerde Devletçilik”, Akşam, 18 Kasım 1947. Şevket Rado, “Partilerde Gençlik”, Akşam, 21 Kasım 1947. Akşam 18 Kasım 1947; Vatan 19 Kasım 1947; Kurultay için Ankara Halkevi binasının seçilmesi bazı tepkilere de neden olmuş, Yeni sabah gazetesinden A. Cemalettin Saraçoğlu, bir yıl önce aynı yerde böyle bir toplantı yapmak isteyen DP’ye halkevleri siyasete karıştırılmasın diye izin vermeyen CHP’yi bu davranışından dolayı eleştirmiştir. A. Cemalettin Saraçoğlu, “Amma Açık Gözlülük”, Yeni Sabah, 17 Kasım 1947. Akşam, 18 Kasım 1947. Ulus, 18 Kasım 1947; Tasvir, 18 Kasım 1947; Vatan, 19 Kasım 1947; Akşam, 18 Kasım 1947; Son Posta, 18 Kasım 1947; Yeni Sabah, 16 Kasım 1947 Akşam, 18 Kasım 1947. 111 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Kurultay, Genel Başkan Vekili Saraçoğlu’nun başkanlığında açılmıştır. Yoklamadan sonra Saraçoğlu, kurultay başkanlığı için verilen takrirleri okutmuş ve Şemsettin Günaltay ile İzmir delegesi Mehmet Orhun ittifakla kurultay başkanlığına seçilmişlerdir48. Kurultay çalışmaları başladığında, henüz Başkanlık Divanı dahi oluşturulmadan, katılımcılar tarafından gündeme getirilen ilk konu, kurultay sırasındaki seçimlerin gizli olarak yapılması olmuştur. Katılımcılar arasında yoğun ve sert tartışmalara neden olan bu öneriye49 karşı çıkanlar olmasına karşın, öneriyi hararetle destekleyenler de olmuş, yapılan tartışmalar sonucunda, başkanlık divanının açık oyla belirlenmesine karar verilirken, bundan sonraki çalışmalarda tüzüğe aynen uyulması ve üyelerin üçte ikisinin istememesi halinde oylamaların gizli yapılması ve oturumların da açık olması konusunda anlaşma sağlanmıştır50. Bu konu, basına da yansımış, kurultayda alınan karar, basındaki bazı köşe yazarları tarafından olumlu bir şekilde değerlendirilerek parti için demokratik bir gelişme olarak görülmüş ve CHP’deki demokratik düşünce ve tavrın yansıması olarak değerlendirilmiştir51. Kurultay öncesinde, CHP delege ve milletvekilleri tarafından dile getirilen kurultayın tarihsel bir önemi olduğuna yönelik inanışın, kurultay görüşmeleri sırasında da ifade edildiğini görmek mümkündür. Konuşmalardan anlaşıldığı kadarıyla, CHP delege ve milletvekilleri, CHP’nin 1947 kurultayında bir olağanüstülük görüp, kendilerinin de tarihi bir sorumluluk yüklendiklerine inanmışlardır. Ayrıca bu kurultayı, Türk demokrasi tarihinde bir kırılma noktası olarak değerlendirmiş ve demokrasinin önündeki tüm engelleri kaldıracak kararların burada alınacağını ileri sürmüş ya da umut etmişlerdir52. 48 49 50 51 52 Vatan, 19 Kasım 1947. Bu konu hakkındaki ilk öneri Afyonkarahisar delegesi Ali Veziroğlu’dan gelmiş ve kendisi şunları söylemiştir: “…Binaenaleyh şunu arzetmek isterim ki bu Kurultay’da yapılacak bütün seçimlerin gizli oyla yapılması hususunda Kurultay’ca bir prensip kararı alınsın… Yedinci Büyük Kurultay gibi en ağır mesuliyetlerle yüklü olan bir varlığın, en ufak bir kararının bile, teemmül ile, düşüne düşüne, konuşa konuşa, danışa danışa alınmasında Memleket ve Millet hesabına büyük faydalar olacaktır…” CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, b.y.y., Ankara, 1948, s.13. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.13-17, 25. Bu konuyla ilgili olarak Vatan gazetesi yazarı Ahmet Emin Yalman köşesinde, kurultayın ilk günkü havasından oldukça memnun kaldığını belirtmiş ve CHP’li delegelerin tutumundan, ülkede demokrasi yolunda önemli gelişmeler olduğunu, bunun bu kurultayın ilk günkü toplantısında görülebileceğini söylemiştir. Ayrıca kurultaya katılanların taşıdığı sorumluluğun farkında olduğuna da işaret ederek, özellikle oyların gizli ve konuşmaların açık bir şekilde yapılması konusunda delegelerin yaptıkları isteği, bu düşüncesini ispatlar bir örnek olarak vermiştir. Vatan 18 Kasım 1947; Cihad Baban da köşesinde, kurultayda görüşmelerin açık ve seçimlerin gizli oyla yapılmasına yönelik olarak istekte bulunulmasını övmüş ve bu tavırdan çok memnun olduğunu dile getirmiştir. Tasvir 18 Kasım 1947; Aynı konuda Selim Ragıp Emeç de, bu durumu demokrasi için iyi bir başlangıç olarak görmüş ve bu tavırdan dolayı, ülkede demokrasinin geliştirilmesi konusunda CHP’ye yönelik beklentisi artmıştır. Son Posta, 19 Kasım 1947. Bu konuyla ilgili olarak şu konuşmalar örnek olarak verilebilir: Afyonkarahisar Delegesi 112 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Kurultayda başkanlık divanının seçilmesinden sonra, Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı İnönü uzun denilebilecek bir konuşma yapmıştır. Konuşmasının başında, idarenin ülkede yasal olarak kurulmuş olan siyasi partiler karşısında tarafsız olması gerektiğini; particilik yüzünden doğabilecek asayişsizlik ve kargaşa istemediğini; özellikle geçmişte doğu bölgelerinde görülen bu türden olayların artık oralarda görülmemesinin sevinç yarattığını; tüm partilerin inkılâba sahip çıkmak konusunda ortak bir anlayışa sahip olduğunu belirtmiştir. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan birisinin, bir partinin genel başkanı olup olmaması ile Halkevleri konusuna da değinen İnönü, kurultayda alınacak kararlarla ülkede demokratik hayatın güvence altına alınacağını ve daha da geliştirileceğini söyleyerek zaten CHP’nin bu hususta ülkeye çok hizmeti geçtiğini ve CHP’nin bu yolda hizmete devam edeceğini belirterek bu konudaki düşüncelerini şu şekilde açıklamıştır: “…Memleketin hürriyet ve demokrasi yolunda genişlemesinde, Cumhuriyet Halk Partisinin çok hizmeti ve emeği geçmiştir ve geçmektedir… Tarih Türkiye’nin demokratik inkişafında siyasî muhalefetin emniyet içinde çalışma hâdisesini, Cumhuriyet Halk Partisinin iktidar ve mesuliyet zamanına kaydedecektir…”53 Basından anlaşıldığı kadarıyla, İnönü konuşmasını yaptığı sırada, siyah bir elbise giymiş ve yakasına da partinin altı oklu rozetini takmıştır. Konuşması sık sık alkışlanan İnönü’nün, “Cumhurbaşkanı bulunduğum müddetçe kurultayın seçeceği bir zatın bütün yetkileriyle parti genel başkanlığını yapması lüzumlu bir mahiyet almıştır. Bu zatın genel başkan adını taşıması radikaldir. Üzerine aldığı ağır vazifeyi yapması için bütün otoriteyi ona temin eder. Bu şıkkı parti menfaati için daha faydalı görürüm” dediği sözleri ise konuşmasının en çok alkışlanan yeri olmuştur. Halkevleri hakkındaki düşünceleri de ilgiyle dinlenmiş olan İnönü’nün,54 konuşması sırasında bir daha bu kürsüye gelmeyeceğini söylemesi bir anlık durgunluğa neden olurken, CHP’nin bir üyesi olarak kalacağını belirtmesi ise konuşmasının en çok alkışlanan bir başka yeri olmuştur. İnönü’nün, Partinin Genel Başkanlığı’nı bırakacağını söylemesi hem Pekerciler55 hem de 53 54 55 Ali Veziroğlu, “…Memleket ve Milletimizin bütün dertlerini burada dökecek olan ve çok ağır mesuliyetler taşıdığını müdrik bulunan Yedinci Büyük Kurultay, müsaadenizle, mevcut şekilleri ve hazır kalıpları tarihe gömerek, demokratik sisteme tamamen uygun esaslar üzerinde çalışacaktır…” Derken, Tekirdağ Milletvekili Ziya Ersin Cezaroğlu da “…Yedinci Kurultay Memleketin en büyük tarihî mesuliyetini üzerine almış arkadaşlardan mürekkeptir…” CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.14; Manisa Delegesi Faruk Çelebi, “Biz, buraya, eski teamülleri ortadan kaldırmak, demokratik usulleri partimizin içine yerleştirmek için geldik…”; Denizli Delegesi Esat Kaymakçı, “Sayın arkadaşlar; yurdumuzun dört bucağından Partimizin Kurultayı’nda bulunmak üzere geldik ve toplandık. Bugün memleketin bütün vatandaşlarının, hatta dış dünya insanlarının gözleri bizim üzerimize dikilmiştir. Şu anda yapılacak işleri iyi tetkik ederek ve düşünerek yapmamız lâzım ve zaruridir…”; Erzincan Milletvekili Behçet Kemal Çağlar, “...Aziz arkadaşlar; bu Kurultay altıncı, yedinci Kurultay diye öyle rakamla değil, Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi gibi (Ankara Kurultay’ı) diye anılıp şöhret bulacak bir tarihi kongredir...” CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.14, 15, 87. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.21. Son Posta, 18 Kasım 1947. Recep Peker’in CHP içinde kendisi gibi düşünenlerle birlikte hareket ettiği gruba Pekerciler 113 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Otuzbeşler56 olarak isimlendirilen CHP içindeki farklı gruplar tarafından olumlu karşılanmıştır. Pekerciler, hem Recep Peker’i Genel Başkanlığa taşımak hem de iktidara gelme konusundaki şanslarının arttığına inandıkları için, Otuzbeşler de şef sisteminden daha rahat bir şekilde çıkıp, kitle partisi haline gelebileceklerine inandıkları için bu durumu memnuniyetle karşılamışlardır57. Yine basında yer aldığına göre, İnönü konuşmak üzere kürsüye yöneldiğinde DP’liler de ayağa kalkmışlardır. Bu durum dikkat çekicidir. Çünkü DP’liler, Cumhurbaşkanı İnönü için daha önce mecliste ayağa kalkmamışlardı58. İnönü’nün konuşması basın tarafından genellikle iyi bir şekilde karşılanmış ve düşüncelerinde samimi bulunmuştur. Konuşmanın basının tümünün ilgisini çeken kısmı ise İnönü’nün CHP Genel Başkalığından çekilerek partiler üstü bir konumda yer almak istemesi olmuştur. Bu tavır herkes tarafından büyük bir takdirle karşılanmış ve olması gerekenin yapılması şeklinde yorumlanmıştır59. İnönü’den sonra, Kurultay Başkan Vekili Şemsettin Günaltay konuşmuş ve kurultayın ülke için önemini şu sözlerle dile getirmiştir: “…Aziz arkadaşlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin bânisi büyük Atatürk tarafından kurulan partimizin yedinci Büyük Kurultayı, evvelki Kurultaylara nisbetle çok önemli ve o nisbetle mesuliyetli vazifeler karşısında bulunmaktadır…”60 Ayrıca Günaltay, CHP’nin ülkede demokrasiyi yerleştirmek gibi bir hedefe sahip olduğunu ve bunun partinin ilk kuruluşundan itibaren Atatürk tarafından belirlendiğini söyleyerek, bu amaca II. Dünya Savaşı nedeniyle ulaşılamadığını, ancak artık yeterli koşulların 56 57 58 59 60 ismi verilmiştir. Unat, a.g.m., ss.853-854. CHP içinde Otuzbeşler olarak anılan grubun başkanlığını Nihat Erim yapmıştır. Grup, değişimden yana olup, hem partinin hem de ülkenin demokratikleşmesi gerektiğini savunmuştur. Unat, a.g.m., ss.858-859. Akşam, 18 Kasım 1947. DP’lilerin bu davranışlarının nedeni gazetede şöyle izah edilmiştir: “Bu hal bazılarının nazarı dikkatini çekmişse de, esasen Demokrat Parti yalnız Büyük Millet Meclisi çalışmalarında Meclis Türk milletinin iradesini temsil ettiği için Cumhurbaşkanına ayağa kalkmadıklarını müteaddit defalar beyan etmişlerdi.” Yeni Sabah, 18 Kasım 1947. Ahmet Emin Yalman, konuşmasını beğendiği İnönü’nün parti başkanlığından ayrılmak isteğini takdir ederek, bu konudaki son kararı kurultaya bırakmış olmasını da normal karşılamış ve kurultayın en doğru kararı vereceğini söylemiştir. Vatan, 18 Kasım 1947; Yazar bir başka yazısında da aynı konuyla ilgili olarak “Devlet başkanının bu sözlerinde Türk vatandaşlarının siyasî rüştüne ve olgunluğuna itimat ve saygının canlı bir ifadesi vardır” demiştir. Vatan, 19 Kasım 1947; Dr. Cezmi Türk de İnönü’nün genel başkanlıktan ayrılmak istemesini takdirde karşılamış ve onunla ilgili olarak şunları söylemiştir: “...Tam bir Kemalist olarak ve tıpkı Atatürk gibi, o da önce yapılması ve başarılması gereken işleri yaparak muhiti hazırladı. Zemini sağlamladı. Sonra da yeni binanın temellerinin atılmasına sadece nezaret ederek; kendisi; bir yana çekilerek esere nigehban olmak istiyor. Nitekim; işte C.H.P.’nin yedinci kurultayını açış nutku, onun aynı zamanda Cumhurbaşkanı kaldığı müddetçe bilfiil parti başkanlığı ödevine vedaını gösteren bir beyannamedir...” Bugün, 19 Kasım 1947; Cihad Baban da İnönü’nün de konuşmasında belirttiği üzere, CHP Genel Başkanlığı’ndan ayrılıp partiler üstü bir konuma geçmesinin halkın büyük bir kesiminin de isteği olduğunu belirterek aslında bu konumda bir kişiye ülkenin ihtiyacı olduğunu söylemiş ve kurultayın da İnönü’nün bu isteği yönünde karar almasını dilemiştir. Tasvir, 18 Kasım 1947. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.22. 114 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) oluştuğunu ve bu amaca ulaşmak için gerekli adımların bu kurultayda atılacağını belirtmiştir61. Kurultayın açılış günü sırasında yapılan konuşmalardan ve yaşanan olaylardan anlaşıldığı kadarıyla, kurultay çalışmaları oldukça hararetli tartışmalarla ve büyük beklentilerle başlamıştır. Yaşanan bu gelişmeler, CHP’nin daha önce yapılan kurultaylarıyla karşılaştırıldığında, partinin hemen hemen tüm kurultaylarının benzer büyük beklentilerle açıldığını söylemek mümkündür. Buna karşın, görüşmeler sırasında hararetli tartışmaların yaşanmış olması pek alışıldık bir durum değildir. Ayrıca kurultaya yönelik beklentileri CHP’nin kendini yenilemesi ve çok partili siyasal yaşamın ülkede kurumsallaşmasını sağlayacak kararların alınması olarak özetlemek mümkündür. 2.3. Görüşmeler Sırasında Yaşanan Gelişmeler Kurultay çalışmaları başladığı günden sona erdiği güne kadar oldukça gergin geçmiş ve uzun tartışmalara sahne olmuştur. Bu durum, kurultay görüşme tutanaklarından anlaşılabileceği gibi, özellikle basında kurultayla ilgili olarak yer alan haberlerde de açık bir şekilde görülebilmektedir62. Kurultayın oldukça tartışmalı ve gergin bir havada geçmesi, artık iktidarda kalmak için seçim kazanmak zorunda olan ve sert bir DP muhalefetiyle karşılaşan CHP delege ve milletvekillerinin kendilerini baskı altında hissetmeleriyle ilgili olmalıdır. 61 62 CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.22. CHP’nin Yedinci Kurultay’ı boyunca bu konuyla ilgili olarak gazetelerde atılan başlıklar ve haberler şu şekildedir: “Celse çok elektrikli bir hava içerisinde geçiyor”, “Açık oyla yapılan Başkan vekilleri seçimi, delegelerin itirazı üzerine yeniden yapıldı. Neticede yine aynı namzetler kazandı” “Hava elektrikli idi. Toplantıya iştirak eden bütün delegelerde Halk Partisinin çok tarihî bir dönemeç noktasına varmış olduğu kanaati vardı. Bu görünüşlere göre kurultayın uzun süreceği ve çok tartışmalı geçeceği tahmin olunabilir” Son Saat, 17 Kasım 1947; “Bugün kongrede umumi hava elektrikli bir havadır. Büyük fırtınanın arifesindeki durgunluk havası olarak görülmektedir” Yeni Sabah, 18 Kasım 1947; “7 inci kurultay elektrikli bir hava ile işe başladı” Tasvir, 18 Kasım 1947; “Başkanlık divânı seçimi münakaşalı oldu” Bugün, 18 Kasım 1947; “Genel İdare Kurulundan hesab istenmesi meselesi hararetli görüşmelere sebeb oldu”, “Kurultayda Dünkü Fırtına”, “Yeni tüzük tasarısı konuşulurken Parti Divanının seçim tarzı sert tartışmalara sebeb oldu” Cumhuriyet, 19 Kasım 1947; “Kurultayda şiddetli münakaşalar” Vatan, 19 Kasım 1947; “Kurultay delegeleri kendi partilerini şiddetle tenkit ettiler”, “Demokrat Parti ve gazeteler tarafından söylene söylene eskitilen ve Cumhuriyet Halk partisi tarafından külliyen inkâr edilen memleket dertleri ortaya atıldı” Son Posta, 21 Kasım 1947; “Halk Partisi Kurultayında Çetin Mücadeleler”, “Müfritler, dün hücuma geçtiler” Vatan, 21 Kasım 1947; “Komisyon çalışmaları münakaşalı oluyor” Vatan, 22 Kasım 1947; “…kurultay da lodostan, poyrazdan yıldıza kadar kaç çeşit rüzgâr varsa, hepsi esti…” Akşam, 23 Kasım 1947; Dönemin CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran da, anılarında bu durumu şöyle anlatmıştır: “...Tek parti zamanlarında toplanan kurultayların sakin ve durgun havası yerine, yedinci kurultayın havası her gün için pek asabi ve pek elektrikliydi. Her delege, muhalefet çevrelerinin mütemadiyen döküp saçtığı eksikliklerden partinin ve parti hükümetinin biran önce silkinip kurtulmasını istiyor, partiyi tenkit ediyor, hükümeti tenkit ediyor; onları daha hareketli, daha canlı ve daha becerikli görmek için yırtınıyordur...” Hilmi Uran, Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950), Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2007, s.386. 115 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Kurultayda, partinin geçmiş dört yılının bir değerlendirilmesi yapıldıktan sonra, Halkevlerinin durumu ile parti tüzük ve programı üzerine görüşülmüştür. Ayrıca CHP’nin bu kurultayı, ülkede demokratik yaşamın kurumsallaşması için gerekli olan kararları almasının yanı sıra, parti içi bir hesaplaşmaya dönüşmesiyle de dikkat çekmiştir. VII. Kurultay parti içinde ılımlı olarak nitelendirilen Otuzbeşler ile sertlik yanlısı olarak nitelendirilen Peker yanlıları arasındaki bir mücadeleye de sahne olmuştur63. 2.3.1. Geçmişin Değerlendirilmesi Kurultay görüşmelerinin ilk gününde, Erzincan Milletvekili Behçet Kemal Çağlar geçmiş yıllarda yapılan çalışmalarla ilgili olarak kurultaya bir rapor verilmesini istemiştir64. Bu istek, diğer katılımcıların verdikleri başka önergelerle de desteklenmiş65 ve “parti işlerine dair” başlığı altında, kurultayın 20 Kasım 1947’deki üçüncü birleşimiyle, 22 Kasım 1947’deki dördüncü birleşiminde CHP’nin geçmiş faaliyetleri üzerine görüşmeler yapılmıştır66. Görüşmeler ilk olarak CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’ın konuşmasıyla başlamıştır. Uran, partinin geçmiş dönemde yaptığı işlere yönelik açıklamalarda bulunduğu konuşmasında, öncelikle partinin aşağıdan yukarıya doğru, seçimle ve gizli oyla teşkilatlanmasını sağlamaya ve partililerin sevgisini ve güvenini kazanmış kişileri iş başına getirmeye çalıştıklarını belirtmiştir67. Ardından Halkevlerini ve Halk Odalarını yaygınlaştırmaya çalıştıklarını, parti teşkilatının olmadığı illerde teşkilatlanmayı tamamlamak için çaba gösterdiklerini68. böylelikle geçen dönemde partinin daha iyi bir duruma getirilmesi için çok uğraş verdiklerini söylemiştir. Ancak istenilen düzeyde bir başarıyı sağlayamadıklarını da itiraf etmiştir69. Konuşmasının devamında parti olarak, kendileri açısından seçimin emniyetini sağlamanın, seçimi kazanmaktan daha öncelikli olduğunu belirterek CHP için asıl önemli olan düşüncenin, demokrasi rejiminin ülkeye yerleşmesi olduğuna işaret etmiş ve ülkede demokrasinin yerleşmesini, siyasi partilerin 63 64 65 66 67 68 69 Otuzbeşler ile Peker yanlıları arasındaki mücadele için bkz. Nihat Erim, Günlükler 19251979, C.I, Haz.: Ahmet Demirel, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2005, ss.226-230. Çağlar bu konuda şunları söylemiştir: “...Arkadaşlar; Kurultay, Memleketin yüzlerce köşesinden gelerek toplanır da, geçen sene seçtiği adamlardan hesap sormadan dağılırsa bunun neresi Demokrasiye uygun olur?...” CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.23. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.40. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.77-193. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.81. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.82. Hilmi Uran’ın bu konudaki sözleri şöyledir: “…biz Partimiz için geçen çalışmalarımızdan gönlümüzün istediği gibi randıman alabilmiş ve Partimizi de, bulunulmasını candan dilediğimiz yüksek bir duruma getirebilmiş olmak iddiasında değiliz. Birçok başarılamamış taraflarımız vardır; üzerlerinde daha devamlı mesaiyi lüzumlu kılan zayıf işlerimiz çoktur. Bütün bunlar hepimizde giderilecek birer üzüntü kaynaklarıdır. Fakat, temin edeyim ki, hususî maksatlarla daima gösterilmek ve inşa edilmek istenildiğinden de Partimiz çok, hem de çok uzaktır: kuvvetlidir; canlıdır; herhangi bir seçim mücadelesini güvenle göğüsleyecek durumdadır…” CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.82. 116 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) rahat bir şekilde çalışmasını istediklerini, ancak parti olarak partilerinin çıkarlarını koruyacaklarını da belirtmiştir70. Uran konuşmasında, delege ve milletvekillerinden bir istekte de bulunmuş ve bundan sonrası için yapılması gerekenin kurultayda tartışılarak ihtiyaçlara cevap verir yeni bir parti tüzüğü hazırlanması olduğunu söylemiştir71. Birçok kişinin söz aldığı bu görüşmeler sırasında, milletvekili ve delegeler, parti yönetimini ve o zamana kadar görev yapmış olan hükümetleri eleştirmişlerdir. Ayrıca CHP’nin muhalefet karşısındaki başarısızlığının nedenlerini de sorgulayarak halkın desteğinin nasıl sağlanacağı ve seçimlerde başarıyı yakalamak için neler yapılması gerektiği üzerinde de durmuşlardır. Görüşlerini açıklayan milletvekili ve delegelerin büyük bir çoğunluğunun partide başarısızlık nedeni olarak görüp dikkat çektiği en önemli konuların başında CHP’nin propaganda yapma konusundaki eksiklikleri gelmiştir72. Konuşmalar sırasında üzerinde durulan bir diğer başarısızlık nedeni de parti teşkilatıyla ilgili olarak yaşanan sorunlar olmuştur. Özellikle de tabanı temsil eden ocaklarla, parti üst yönetimi arasında iyi bir koordinasyonun kurulamamasının partililerin isteklerinin yerine getirilmesini engellediği ve bu durumun ocaklar ile Genel İdare Kurulu ve Genel Başkan arasında sağlam bir bağ oluşturulmasına engel olduğu söylenmiştir. Ayrıca milletvekili adaylarının belirlenmesinde tabanın dışarıda tutulduğu, hükümet ile parti arasında sağlıklı bir ilişkinin kurulamadığı da belirtilmiştir73. Kurultay sırasında milletvekili ve partililer tarafından dile getirilen, CHP’nin başarısızlığının diğer nedenlerini de, partinin mücadeleci bir ruha sahip olmadığı ve o güne kadar girdiği seçimler sırasında, seçim çalışmalarını iyi yürütemediği; partide bir birlik sağlanamadığı ve hizipleşmelerin ortaya çıktığı; şehir ve kasabalarda okulların parasız olmasına karşın, köylere bu hakkın tanınmaması, parti devlet bütünleşmesinin bir siyasi parti olarak CHP’ye zarar verdiği ve bir parti kimliği oluşturamadığı, rüşvetin, adam kayırmanın, suiistimalin arttığı, vatandaşların devlet dairelerinde işlerini çözememesinden kaynaklanan sorunları olduğu, devlet dairelerinde işlerin ağır yürüdüğü ve memurların halka kötü davrandıkları, hükümetlerin partinin 70 71 72 73 CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.82-83. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.82. Milletvekili ve delegeler, bu konudaki düşüncelerini, CHP Merkez İdare Heyeti başta olmak üzere parti işlerinin yürütülmesinden sorumlu kişilerin sorumluluklarını yeterince yerine getiremeyip, sessiz ve pasif kaldıkları, muhalefetin CHP’ye yönelik olarak yaptığı ithamlara karşı gerekli cevapların verilemediği, CHP’yi desteklemesi gereken gazetelerin bu görevi tam olarak yerine getiremediği bu arada DP’nin ise ülkenin en ücra köşesine kadar gazete gönderip bu yolla propaganda yaptığı, gazetelerde parti aleyhinde yersiz ve haksız olarak yapılan saldırılara cevap verilemediği şeklinde ifade etmişlerdir. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.s.84-193. Milletvekili ve delegeler, bu konudaki düşüncelerini, partinin alt teşkilatlarına kıymet verilmediği ve örgütlenmenin aşağıdan yukarıya doğru olması gerektiğinin unutulduğu, milletvekili adaylarının merkezden belirlenmesinin yanlış olduğu bundan dolayı seçen ile seçilen arasında olması gereken bağın kurulamadığı ve hükümetin parti tarafından kontrol edilemediği şeklinde ifade etmişlerdir. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.84-193. 117 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ilkelerini tam olarak yansıtacak politikaları üretmede ve uygulamada başarısız oldukları, hükümetlerin izlediği politikaların bakanlara göre değişikliklere uğradığı ve bir süreklilik göstermediği şeklinde sıralamak mümkündür74. Kurultay sırasında sadece eksikliklere değinilmemiş, bazı çözümler de üretilmiştir. Bu çözümler, CHP’nin seçimlerde başarılı olabilmesi için, partinin halka gitmesi, halkın ihtiyaçlarını dinleyip isteklerini gerçekleştirmeye çalışması; propagandaya önem verip partiyi halka anlatması; köylüyü kalkındırması; vatandaşların devlet dairelerinde işlerini çözememesinden kaynaklanan sorunlarının düzenli yapılacak denetlemelerle önlenmesi; bayındırlık, imar ve vergi işlerinin yeniden düzenlenmesi şeklinde sıralanabilir75. 2.3.2. Halkevleri Konusu Kurultayda görüşülen konulardan bir diğeri de Halkevleri olmuştur. Daha önce de belirtildiği gibi İnönü de kurultayı açış konuşması sırasında Halkevleri konusuna değinmiş ve bu kurumun yeniden düzenlenmesini isteyerek bu konuda şunları söylemiştir: “…Halkevlerinin siyasi partilerin ortak olarak sevebilecekleri ve ortak olarak istifade edebilecekleri bir müessese halinde çalışmaları çok ehemmiyetli ve lüzumludur… (Halkevleri) 1) Kültür müessesesi olarak çalışmak esastır. Bu çalışmada her partinin mensubu, bütün kabiliyetini emniyetle kullanabilmeli, yani idareye makul surette iştirak imkânı olmalı 2) Siyasî partiler muayyen zamanlarda toplantılar için istifade edebilmeli.”76Kurultayda Halkevlerinin yeniden düzenlenmesiyle ilgili olarak öncelikle CHP İstanbul delegesi Fahrettin Günay’ın bir önergesiyle, birinci birleşimde Halkevleri için 25 üyeli ayrı bir komisyon kurulması kararlaştırılmış,77 bu konudaki görüşmeler ise 27.11.1947’de, kurultayın beşinci birleşiminde yapılmıştır78. Kısa denebilecek ve fazla tartışmanın olmadığı görüşmeler sırasında söz alan delegelerden bazıları Halkevlerini yaptıkları çalışmalardan dolayı başarılı bulurken, bir kısmı ise Halkevlerini halktan kopuk ve kendilerinden beklenileni tam olarak yerine getiremeyen kurumlar olarak değerlendirmiştir. Ancak hemen hepsi Halkevlerinin yeniden düzenlenmesi gerektiği üzerinde neredeyse hemfikir olmuşlardır79. Komisyon raporunda Halkevlerinin yine CHP’nin elinde bulunması, ancak başka partilere üye vatandaşların da bu kültür kurumlarının salonlarından sadece kültürel faaliyetler çerçevesinde faydalanmalarına izin verilmesi ve 74 75 76 77 78 79 Milletvekili ve partililer tarafından dile getirilen CHP’nin başarısızlığının diğer nedenleri ile ilgili olarak bkz.: CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.84-193. Üretilen çözümlerle ilgili olarak bkz.: CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.84-193. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.20-21. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.24-25. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.196-218. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.202-213. 118 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Halkevlerinin “hükmü şahsiyeti haiz” bir kurum haline getirilmesi önerilmiştir80. Görüşmeler sonunda Halkevlerine “hükmî bir şahsiyet verilmesi” ve Halkevleri ile Halkodalarının yeniden düzenlenmesine karar verilmiştir81. Kurultayda Halkevleri konusunda alınan karar, basın tarafından da memnuniyetle karşılanmış ve yeni koşullar gereği, atılması zorunlu bir adım olarak değerlendirilerek Halkevlerinin siyaset dışına çıkarılması takdir edilmiştir82. Ancak burada belirtilmesi gereken önemli noktalardan birisi, CHP’nin Halkevleri ile ilgili olarak yaptığı bu yeni düzenlemenin, Hilmi Uran’ın belirttiğine göre, DP’nin etkisiyle olduğudur. Uran anılarında, muhalefet, Halkevlerinin CHP’nin elinde bulunmasından dolayı sürekli olarak şikâyetçi olmuştur diyerek bunu DP’nin siyasi bir taktiği olarak değerlendirmiştir83. Halkevleri üzerine yapılan görüşmeler sırasında dikkati çeken bir diğer durum ise konuşmacılardan bazılarının hem Halkevlerinin siyaset dışına çıkarılmasını istemesi hem de CHP’den ayrılmasını şüpheyle karşılamalarıdır. Bu durum en açık bir biçimde Balıkesir Delegesi Mustafa Çakıroğlu’nun konuşmasından anlaşılmaktadır. Çakıroğlu, CHP’yi Atatürk ilkeleri ile devletin temel değerlerini koruyan bir parti, Halkevlerini de CHP’yle birlikte bu değerleri savunan ve koruyan bir kurum olarak nitelendirmiş ve Halkevlerinin, CHP’den ayrıldığında artık bu görevi yerine getiremeyeceğini ve bunun da devlete zarar vereceğini iddia etmiştir. Ardından da Halkevlerinin siyaset dışı kalması gerektiğine inandığını söylemiştir84. Bu konuşmada, CHP ile Halkevlerinin ayrılmasının devlete zarar vereceği düşüncesiyle, Halkevlerinin siyaset dışı kalması istenirken, sanki bir siyasi parti değilmiş gibi CHP’den ayrılmasının istenmemesi dikkati çekmektedir. Bu durum, bazı partililerin, CHP’nin bir siyasi parti olduğu gerçeğini göz ardı ettikleri şeklinde yorumlanabilir. Partililerde böylesi bir algının oluşmasında kurucu parti konumunda bulunan CHP’nin 80 81 82 83 84 CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.200. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.221-222. Ulus gazetesinde bu konuda yapılan yorumda, “VII inci Büyük Kurultayın halkevleri hakkındaki güzel kararı, C.H.P.’nin genel memleket meselelerinde inhisarcılık zihniyetinden uzak kalmasını bildiğini gösteren yeni bir delildir. Çok partili hayata girdikten sonra, bu yeni sistemin tekmil icaplarını kendi payına düşen kısmında, yerine getirdikçe partimiz, halkımızın sevgi ve güvenini kuvvetlendirecektir.” denirken, Ulus 28 Kasım 1947 Yeni Sabah gazetesinden A. Cemalettin Saraçoğlu da, halkevlerinin bir kültür kurumu haline getirilmesinden memnun olmuş, siyaset dışı bırakılmasını takdirle karşılamıştır. Yeni Sabah, 29 Kasım 1947. Uran bu konudaki düşüncelerini anılarında şöyle dile getirmiştir: “…muhalefet Halkevlerinin Cumhuriyet Halk Partisi elinde bulunmasından mütemadiyen şikâyet edip duruyordu. Fakat Halkevlerinin nasıl idare edilmesinin doğru olacağı hakkında da bir mütalaa öne sürmekten kaçınıyor, bunun böylece bir şikâyet ve hoşnutsuzluk mevzuu olarak ortada kalmasını galiba muhalefet lehine daha uygun buluyordu.” Uran, a.g.e., s.387. Çakıroğlu’nun bu konudaki düşünceleri şöyledir: “…Halkevleri, C.H.P. nden ayrılmamalıdır ve ayrılamaz. Çünkü, C.H.P. bu emaneti, şerefli ve tarihî bir vesika olarak omuzlarında taşımak fedakârlığına seve seve katlanan insanların Partisidir. Halkevlerine siyasetin girmesi çok zararlı ve belki de korkunç olabilir. Fakat, Halkevlerinin Halk Partisi ile alâkasını azaltmak veya tamamen kesmek, başımıza korktuğumuz akıbeti getirecektir…” CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.204. 119 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) kendini devletle bütünleştirmesinin sonucu olarak, gerçek bir siyasi parti kimliği kazanamamasının etkili olduğu düşünülebilir. 2.3.3. Genel Başkanlık Konusu Genel başkanlık kurumunun nasıl düzenlenmesi gerektiği konusu da kurultayda çok tartışılmıştır. Bu kurum, ilk olarak partinin 1927 Kurultayında, “Değişmez Genel Başkanlık” olarak düzenlenmiş, uzun bir süre devam eden bu durum, partinin 10 Mayıs 1946’da yapılan İkinci Olağanüstü Kurultayında değiştirilerek tüzükteki “Değişmez Genel Başkan” ifadesi, “Genel Başkan” olarak belirlenmiş, genel başkanın dört yıl süre için parti milletvekilleri arasından ve kurultay tarafından seçilmesi ilkesi getirilmiştir85. 1947 Kurultayında bu konuya ilk dikkat çeken isim ise İnönü olmuştur. Kurultayı açış konuşmasında, Cumhurbaşkanlığı ile parti genel başkanlığının birbirinden ayrılması ve kendisi Cumhurbaşkanı kaldığı sürece kurultayın seçeceği birisinin tüm yetkiyle parti genel başkanlığı yapmasını önermiştir86. Dolayısıyla gerek İnönü’nün parti genel başkanlığı işinin yeniden düzenlenmesi için yaptığı bu öneri, gerekse bu konuda partiye karşı yöneltilen eleştirilerin de etkisiyle genel başkanlık kurumu yeniden düzenlenmiştir. Buna göre, genel başkanın cumhurbaşkanı olması halinde, parti yönetiminin kurultayca seçilecek genel başkan vekiline bırakılması uygun görülmüştür87. Böylece CHP, muhalefet partilerinin programlarında bulunan88 ve özellikle de DP’nin sürekli olarak eleştirdiği,89Cumhurbaşkanlığı ile parti başkanlığının aynı kişide birleşmesi uygulamasını yeniden düzenlemek durumunda kalmıştır. 85 86 87 88 89 Bila, a.g.e., ss.114-115; Karpat, Türk Demokrasi…, s.137. İnönü, bu konuda şunları söylemiştir: “…Cumhurbaşkanı bulunduğum müddetçe Kurultayın seçeceği bir zatın, bütün yetkileriyle, Parti Genel Başkanlığını yapması lüzumlu bir mahiyet almıştır. Bu zatın “Genel Başkan” adını taşıması radikaldir. Üzerine aldığı ağır vazifeyi yapması için bütün otoriteyi ona temin eder. Bu şıkkı, parti menfaati için daha faydalı görürüm. Tüzük için teklif olunan şekil, yani Kurultayın Genel Başkan Vekili seçmesi şekli bütün yetkileri elinde bulundurmak şartiyle, hukukça ve hükümce, benim vaziyetimi her türlü tereddütten kurtaracak mahiyettedir. Partinin bütün faaliyetlerine hâkim olacak ve milletvekili seçimini idare edecek Başkan Vekili, hakikatte partinin tam salâhiyetli şahsiyeti olacaktır...” CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.20. Tüzükte madde şöyle düzenlenmiştir: Madde 73: “Parti Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı seçilmiş olduğu takdirde, bu vazife üzerinde bulunduğu müddetçe Genel Başkanlığın bütün yetkileri ve sorumları Genel Başkanvekiline ait olur” C.H.P. Tüzüğü, Partinin VII. Kurultayınca Onanmıştır, BCA 030. 01/ 42.250.5.1947, s.73. Milli Kalkınma Partisi’nin programında ülkenin demokratikleşmesine yönelik olarak dile getirdikleri istekleri şunlardır: “Hükümet Şekli: Vicdan, fikir ve yayın özgürlüklerine dayanan ve halkın kesin biçimde yönetimini sağlayacak anlamına gelen Cumhuriyet, yönetimde yerel kuruluşlara yetki tanıma, bütün seçimlerin tek dereceli olması, seçimlerde orantılı sistemin (nisbi temsil) uygulanması, Cumhurbaşkanı tüm seçmenlerce 5 yıl için seçilecek ve ancak bir dönem işbaşında kalabilecek, ekonomide serbest piyasa ekonomisinin kurallarının geçerli olması...” Turan, Türk Devrim..., ss.217-218. DP kurulduğu günden itibaren, hem dörtlü takrirde, hem kurultaylarında, hem de parti tüzük ve programlarında; 1924 Anayasası’nın ülkede demokratik bir yönetim kurulmasına olanak sağladığını belirterek yasaların Anayasaya uygun bir hale getirilmesi, Cumhurbaşkanının parti başkanlığından ayrılması gerektiğini ısrarla savunmuştur. Turan, Türk Devrim..., ss.213-221 120 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Kurultay sırasında bu konunun görüşülmesine 29 Kasım 1947’de başlanmış ve kurultayda iki farklı görüş ileri sürülmüştür. Bir kesim İnönü’nün genel başkanlık makamını bırakmaması gerektiğini savunurken diğer bir kesim ise bunun aksini savunmuştur. İnönü’nün genel başkanlığı bırakmasına itiraz edenler öncelikle genel başkanlığın düzenlenmesi işinin, partinin kaderini belirleyecek, kurultayın en önemli ve hassas konusu olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca demokratik sistemlerde siyasi partiler kadar liderlerin de önemli olduğunun üzerinde durarak, sözü İnönü’ye getirmiş ve onu partiye tarihin bağışladığı iddiasıyla, İnönü’nün isminin, CHP’yle bütünleştiğini ve birbirlerinden ayrılamayacaklarını, Cumhurbaşkanlığıyla, CHP Genel Başkanlığının aynı kişide olmasının hiçbir sakıncasının olmadığını belirtmişler, aksi yönde yapılacak bir düzenlemenin hata olacağını ve parti için zaaf yaratacağını ileri sürmüşlerdir. Bunlara ek olarak, partinin güçlü bir genel başkana sahip olması gerektiğini, buna karşın genel başkan vekilliğinin ise sevk ve idarede zorluk yaratıp, parti bünyesini zayıflatacağını ve karşı partinin lideri karşısında bir zafiyete neden olacağını da dile getirmişlerdir90. Farklı düşüncede olanlar ise daha çok İnönü’yü referans olarak gösterip, onun da böyle istediğini ve bu talebin yerine getirilmesi gerektiğini savunmuşlardır91. Ayrıca İnönü’nün yükünün zaten çok ağır olduğunu, yetki ve sorumluluklarını kullanabilecek yeterli zamana sahip olmadığını da öne sürmüşlerdir92. Sonuçta İnönü, genel başkan seçimi için kullanılan 645 oyun 595’ini alarak ekseriyetle yeniden CHP Genel Başkanlığına seçilirken, Hilmi Uran da 646 oydan 328’ini alarak genel başkan vekili seçilmiştir93. CHP genel başkanlığı konusu da kurultayda görüşülmeden önce ve görüşüldükten sonra da basın tarafından gündeme taşınmıştır. Kurultay öncesinde bazı gazetelerde, “Ankarada Kurultay Mücadelesi”, “Halk Partisine Kim Başkan Olacak?” şeklinde başlıklar atılarak, müfritlerin Peker’i bu göreve getirmek istedikleri belirtilmiş ve diğer en kuvvetli adayların ise Hamdullah Suphi Tanrıöver, Hüseyin Cahit Yalçın ile Tevfik Fikret Sılay olduğu söylenmiştir94. Bazı gazetelerde de İnönü’nün parti genel başkanlığını tamamen bırakmak eğiliminde olduğu, fakat partililerin büyük çoğunluğunun bu düşünceye pek sıcak bakmadığı ve İnönü’nün de bu isteğe uymak olasılığının yüksek olduğu tahmini yapılmış, ancak olası bu durum hoşnutsuz bir şekilde karşılanmıştır95. Parti başkanlığı için ise Hamdullah Suphi Tanrıöver, Hüseyin Cahit Yalçın ve Hilmi Uran’ın isimleri üzerinde durulmuştur96. 90 91 92 93 94 95 96 CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.310-313, 325-326. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.314-315, 323-324. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.313-314, 323-325, 328-331. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.532-533. Vatan, 13 Kasım 1947. Vatan, 15 Kasım 1947. Vatan, 17 Kasım 1947. 121 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Genel başkanlık konusunun kurultayda görüşülmesinden önce basında yapılan yorumlardaki genel yaklaşım daha çok İnönü’nün genel başkanlıktan ayrılmasının gerekliliği üzerine olmuştur97. Ancak kurultayın ilerleyen günlerinde İnönü’nün yeniden CHP genel başkanlığına seçileceğinin yavaş yavaş belli olmaya başlamasıyla birlikte basının bir kısmı bundan pek memnun olmamıştır. Basından anlaşıldığı kadarıyla böylesi bir gelişmeden delegeler arasında da huzursuzluk duyanlar olmuştur. Buna karşın kurultayda İnönü sonrası ne olacağı sorusunun da bir endişe yarattığı ve belirsizliğin korkuya neden olduğu anlaşılmaktadır. İnönü’nün genel başkanlıktan ayrılması ve yerine yeni birisinin seçilmesi her ne kadar bazılarında bir heyecan yaratıyorsa da beraberinde getirdiği daha sonra ne olacak? sorusu da en az o kadar tedirginlik yaratmış, belirsizlik korkuyu beslemiştir. Çünkü İnönü’nün parti genel başkanlığından ayrılıp partiler üstü bir konumda olmasının istenmesine karşın, onun yerinin doldurulamaması da ayrı bir endişeye neden olmuştur. Hatta otoriter eğilimli Recep Peker’in en kuvvetli genel başkan adayı olması, bu konudaki endişeleri daha da arttırmıştır98. Nitekim bazı gazeteler hissedilen bu endişeyi manşetlerine “Halk Partisinin müfritlerin ağına düşmesi tehlikesi karşısında İnönü’nün başkanlığı zaruri görülüyor”99 şeklinde yansıtırken, Cihad Baban da köşesinde, CHP’de otoriter ve faşist eğilimli Peker’in başkan seçilme ihtimalinin partilileri endişeye düşürdüğü ve bu nedenle İnönü’nün yeniden genel başkan seçileceğini ileri sürerek çok doğru bir öngörüde bulunmuştur100. Selim Ragıp Emeç de yazısında, CHP’nin genel başkanlığı için, İnönü’nün parti genel başkanlığına adaylığını koymadığı takdirde ancak bir başkasının şansının olabileceğini söylemiş, ancak bir endişesini de dile getirerek bu işin “...memleket 97 Aynı zamanda CHP İstanbul Milletvekili de olan Hamdullah Suphi Tanrıöver, liderler devrinin sona erdiğini, dolayısıyla her defasında kendisinden ilham alınan bir “Başbuğ” yerine, sadece bir devlet başkanı seçmek istediklerini belirterek, “Bu defa reis seçmiyeceğiz, halk hâkimiyetine sadık insanlar grubunu iş başına getireceğiz” demiştir. Son Posta, 18 Kasım 1947; Tasvir gazetesinden Cihad Baban da, “İnönü’ne açık mektup” adıyla gazete sütununda İnönü’ye hitaben yazılmış bir mektup yayınlayarak, kendisinin bazı sıkıntıları da göze alıp, radikal bir karar vermesini ve CHP’nin genel başkanlığını kabul etmemesini isteyerek şunları söylemiştir: “Sayın İnönü! Halk Partisi Başkanlığını artık kabul etmeyiniz! Boşalacak yere hürriyet düşmanları gelemez, Gelse de tutunamaz.” Tasvir, 23 Kasım 1947; “Emanet” başlıklı makalesinde Dr. Cezmi Türk de konuyla ilgili olarak şunları yazmıştır: “17 Kasım 1947, millî siyaset hayatımızda unutulmaz bir tarih günü olarak yer alacaktır. Kanaatimizce aziz İnönü’nün evvelki gün kurultayı açan nutukları ile tek parti, tek şef sistemine dayanan bir yarım demokrasi devresi sona ermiş bulunmaktadır...” “...Artık C.H.P. tarihî millî kahramanların idare ettiği şef sistemiyle yürütülmeyecek. Dünyanın her yanında olduğu gibi, idare edilmesi gereken bir halkçı parti kurulup yaşatılacaktır...” “ ...Tam bir Kemalist olarak ve tıpkı Atatürk gibi, o da önce yapılması ve başarılması gereken işleri yaparak muhiti hazırladı. Zemini sağlamladı. Sonra da yeni binanın temellerinin atılmasına sadece nezaret ederek; kendisi; bir yana çekilerek esere nigehban olmak istiyor. Nitekim; işte C.H.P.’nin yedinci kurultayını açış nutku, onun aynı zamanda Cumhurbaşkanı kaldığı müddetçe bilfiil parti başkanlığı ödevine vedaını gösteren bir beyannamedir...” Bugün, 19 Kasım 1947. 98 Son Posta, 28 Kasım 1947. 99 Vatan, 28 Kasım 1947. 100 Tasvir, 20 Kasım 1947. 122 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) için de Parti için de iyi mi olur?” sorusunu sormuş ve “orasını bilemem” diyerek, istememesine karşın İnönü’nün yeniden genel başkan seçilmesinin CHP’yi olası bir çıkmazdan kurtaracağını belirtmiştir101. CHP genel başkanlığı konusunda yapılan yeni düzenlemeden sonra basında yapılan yorumlarda genel olarak kurultay, alınan karardan dolayı eleştirilmiştir.102 Bu konuya olumlu yaklaşan Ulus gazetesinde yapılan yorumda ise bu düzenlemenin partinin demokratik gelişmelere elverişli bir ortam yaratabilmek amacıyla yapıldığı, gerçekte anayasa ve yasalarda CHP’nin böyle bir karar alması konusunda zorlayıcı bir hüküm olmamasına karşın bu değişimin CHP’nin katlandığı bir fedakârlık olduğu belirtilmiştir103. 2.3.4. Partinin Kimlik Arayışı Kurultay’ın en dikkat çeken ve bazı yönlerden günümüze kadar eleştirilmesine neden olan özelliklerinden birisi de, parti tüzüğünde ve programında yapılan değişikliklerdir. Parti tüzüğünde yapılan değişikliklerle, genel başkanlık işinin yeniden düzenlenmesinin yanı sıra, genel başkanlık divanı yerine, kurultay tarafından seçilen 40 üyeli Parti Divanı oluşturulmuştur. TBMM Başkanı ve Başbakan tabii üye olarak Parti Divanında yer almışlardır. Parti Divanının kendi üyeleri arasından gizli oyla birisi genel sekreter olmak üzere on iki kişilik genel idare kurulu seçmesi de tüzüğe eklenmiştir. Yeni tüzükte tüm parti örgütlerinin yıllardır uygulandığı gibi merkezden atanması yerine seçimle iş başına gelmesi ilkesi benimsenmiştir. Milletvekili adaylarını her ilde il yönetim kurulu üyeleri, bütün ilçelerin yönetim kurulu üyeleriyle partili belediye başkanlarını ve genel meclis üyelerince ve gizli oyla seçilmeleri hükmü getirilmiş, ancak, her ilden o il için gösterilecek aday sayısının yüzde 30’unu geçmeyecek miktarının merkezde Parti Divanınca gizli oyla belirlenmesi kararlaştırılmıştır. Bu arada parti kurultaylarında, yerel örgütlerden gelecek delegelerin sayısının, kurultaya katılan milletvekili sayısından çok olması sağlanmıştır. Bu kurultayda ayrıca, 1936’da başlatılan ve valilik ile il başkanlığını birleştiren uygulamalara son verilmiş, il başkanlarının kesin olarak il kurultayınca ve seçimle göreve getirilmeleri esası kabul edilmiştir. 1934 yılında 22’ye yükseltilen partiye üye olma yaşı 18’e indirilmiştir104. 101 Son Posta, 25 Kasım 1947. 102 Bu konuda şöyle örnek verilebilir: Yeni Sabah gazetesinden A. Cemalettin Saraçoğlu, İnönü’nün kurultayı açış konuşması sırasında genel başkanlıktan ayrılmak isteğine karşın, delegelerin bundan vazgeçememelerini ve özellikle de İnönü’ye başkanlıktan ayrılmaması gerektiği konusunda ısrar edenleri çok eleştirmiştir. Yeni Sabah, 2 Aralık 1947; aynı gazetede “Arzusu Hilâfına C.H.P. Genel Başkanlığına Seçilen İnönü İstifa etmelidir” başlığı atılarak, İnönü’ye kurultayın onun istememesine karşın yine de genel başkan seçmesi karşısında istifa etmesi önerilmiştir. Yeni Sabah, 6 Aralık 1947; Cihad Baban da, “Çok şeyler ümit etmiştik. Ne yazık ki bugün hayal kırıklığına uğramış bulunuyoruz.” demiştir. Tasvir, 4 Aralık 1947. 103 Ulus, 1 Aralık 1947. 104 Suna Kili, 1960-1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler (Siyaset Bilimi Açısından Bir İnceleme), Boğaziçi Üni. Yay., İstanbul, 1976, ss.99-100; Süleyman Güngör, Muhalefette Cumhuriyet Halk Partisi, Alternatif Yay., Ankara, 2004, s.s.33-34; Tanör, a.g.e., s.342; Bilâ, 123 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Tüzükte yapılan değişikliklerle CHP’nin çok partili rejime uyumlu olması da hedeflenmiştir. Ayrıca CHP yukarıdan aşağıya idare edilen bir parti olmaktan çıkarılarak aşağı kademelerin parti faaliyetlerindeki etkinliklerinin arttırılması amaçlanmıştır105. Bir başka deyişle partinin merkeziyetçi yapısı yumuşatılmaya ve taban merkez karşısında daha güçlü bir konuma getirilerek partide tabanın daha sözü geçer bir nitelik kazanması düşünülmüştür. Bunlara ek olarak partiye üye olma yaşı da düşürülerek daha geniş bir kitlenin siyasete katılmasının önü açılmıştır. Böylelikle kurultay sırasında program ve tüzükte yapılan değişiklikler, sadece ülkenin genel siyasetinin akışını değil, CHP’de de yapısal değişikliklere yol açabilecek nitelikte olmuştur. Burada dikkati çeken bir başka nokta da gerçekte yapılan bu tüzük değişikliklerinin birçoğunun bazı delege ve milletvekilleri tarafından kurultay öncesinde yapılması gerekli olan değişiklikler olarak önerilmiş olmasıdır. Bu durum kurultayda tabanın istek ve önerilerinin dikkate alındığını göstermesi açısından önemlidir. Kurultayda partideki yapısal dönüşümü sağlayacağına inanılan konuların dışında, üzerinde durulan bir diğer konu da gerek milliyetçilik, gerekse laiklik ilkesi üzerine yapılan görüşmeler sırasında gündeme getirilmiş olan komünizmin devlet ve toplum hayatını tehdit ettiği iddiasıdır. Bununla ilgili olarak yapılan görüşmeler sırasında, komünizmin önlenmesi için din eğitiminin önemli bir araç olarak görülmesi ise tartışmalar sırasında en dikkat çeken önerilerden birisi olmuştur106. Bunların yanı sıra 1947 Kurultayının en göze çarpan özelliği CHP’nin altı ilkesinden bazılarının yeniden yorumlaması ile delege ve milletvekillerinin topluma din eğitimi verilmesi konusundaki istekleri olmuştur. Aslında ilkelerin yeniden yorumlanması işi ilk kez yapılmamaktadır. İlkeler daha önceki CHP kurultaylarında da ihtiyaç ve koşullara göre yeniden tanımlanmıştır. Fakat bu kurultayı öncekilerden farklı kılan delege ve milletvekillerinin dinin toplumsal hayattaki yerini belirlerken ve din öğretimi konusunu gündeme getirirken, o zamana kadar yapılmış olan uygulamaların dışında, hatta bunlara ters gelebilecek bazı isteklerde bulunmuş olmaları ile devletçilik ilkesinin çok daha liberal bir şekilde tanımlanması olmuştur. CHP’nin programlarında altı okla simgeleştirdiği ve Kemalizm adını verdiği ilkeler, toplu olarak ilk kez CHP’nin 10-17 Mayıs 1931’de yapılan kurultayında bir araya getirilerek sistemleştirilmiştir. Bu ilkeler, CHP’nin 1931 tarihli programında, partinin ana vasıfları olarak kabul edilirken, 1935 tarihli programda ise devletin de esasları olarak belirlenmiş, başta Devletçilik ilkesi olmak üzere, ilkelere daha katı ve kapsayıcı bir özellik kazandırılmıştır. 8 Haziran 1943’te toplanan kurultaya kadar, ilkelerle ilgili olarak herhangi a.g.e., ss.126-128; Şerafettin Turan, İsmet İnönü Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, 2. Baskı, Bilgi Yay., Ankara, 2003, s.299; Koçak, a.g.m., s.149-150. 105 Kili, a.g.e., ss.98-100. 106 CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.395-397. 124 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) bir yeni düzenleme yapılmamış, bu kurultayda ise Devletçilik, Milliyetçilik ve Laiklik ilkeleri yeniden yorumlanarak, Devletçilik ilkesinde özel girişim lehine bir yumuşamaya gidilirken, Milliyetçilik ve Laiklik ilkelerine de yeni paragraflar eklenmiştir107. Bu durum partinin 1947 kurultayında da devam etmiş ve ilkelerden bazıları yeniden yorumlanmıştır. 1947 programında, Cumhuriyetçilik ilkesinin tanımına bu ilkenin demokrasi anlayışını yansıtır bir anlamı olduğuna dair eklemeler yapılarak ilkenin demokrasiyi de içerdiği vurgulanmıştır108. Bu arada MKP’nin ve DP’nin de bu konuya aynı şekilde yaklaşmaları ve programlarında benzer ifadelere yer vermiş olmaları kayda değerdir. Kurultayda köylülüğe de özel bir önem verilerek109 bu anlayış programa yansıtılmıştır. 1947 Kurultayında, ilk defa toplumdaki sosyal gruplar arasında bir tercih yapan CHP, 1947 programında Halkçılık ilkesine “…Halkımızı meydana getiren çeşitli sosyal guruplar, millet bütünlüğünü yaratır. Partimiz bunların karşılıklı faydalarını memleket yüksek menfaatleri esasına göre âhenkleştirmeğe çalışır; bununla beraber Partimiz, halk çoğunluğunu teşkil eden köylümüzün ve çiftçimizin yaşama seviyesini yükseltecek tedbirleri almayı zarurî bir şart sayar…”110 sözünü eklemiştir. Ayrıca programda sosyal politikalara da önemli bir yer ayrılmıştır (madde 84-94).111CHP’nin bu kararları iktidar yanlısı basın tarafından olumlu karşılanmış ve Emin Erişirgil yazısında CHP’nin parti programındaki, “sosyal politikamız” adlı bölümden övgüyle söz ederek bunun emekçi kesimin haklarını koruyan bir anlayışa sahip olduğunu ileri sürmüş ve “Yarınki nesiller Yedinci Kurultayın yaptıklarını överken bu kısımda ileri sürülen fikirlere ayrıca değer vereceğine de hiç şüphe etmiyorum” diyerek sosyalizm temeli üzerine kurulu partilerden farklı olarak rejimi değiştirmeden, rejim içinde programında emekten yana bir düzenleme yapmasını övmüştür112. Ancak CHP’nin köylülere yönelik bu tutumunu dönemin basınında eleştirenler de olmuş, CHP köylüleri kandırmakla, samimiyetsizlikle suçlanmıştır113. 107 Uzun, a.g.m., ss.246-255. 108 Ekleme şu şekildedir: “…Millet yalnız kendisinin sahip olduğu egemenliği tam bir serbestlik içinde tek dereceli olarak seçeceği milletvekillerinden terekküp eden Türkiye Büyük Millet Meclisi vasıtasiyle kullanır. Demokrasi esasına dayanan bu rejimi türlü tehlikeye karşı korumak esas vazifemizdir.” C.H.P. Program ve Tüzüğü 1947, ss.5-6; Turan, İsmet İnönü…, s.299. 109 CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.101, 114, 131. 110 C.H.P. Program ve Tüzüğü 1947, s.7; Halkçılık ilkesinin bu kısmını ilgilendiren açıklaması 1943 programında ise şöyledir: “…Türkiye Cümhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil fakat ferdî ve içtimaî hayat için iş bölümü itibariyle muhtelif iş ve hizmet sahiplerinden teşekkül etmiş bir câmia telâkki etmek esas prensiplerimizdendir. Çiftçiler küçük sanayi erbabı, işçi, serbest meslek erbabı, sanayi erbabı, tüccar ve memurlar Türk camiasını teşkil eden başlıca çalışma zümreleridir. Bunların her birinin çalışması, diğerinin ve umumî câmianın hayat ve saadeti için zaruridir…” Cumhuriyet Halk Partisi Program ve Nizamname 1943, s.4. 111 C.H.P. Program ve Tüzüğü 1947, ss.28-31; Cemil Koçak, Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, İletişim Yay., İstanbul, 2009, s.476. 112 Emin Erişirgil, “Kurultay Yeni Ne Fikirler Getirdi”, Ulus, 6 Aralık 1947. 113 Bunlardan birisi olan A. Cemalettin Saraçoğlu, CHP içinde bazılarının dile getirdiği, DP’nin sermayedardan taraf ve köylüden yana olmadığı, bundan dolayı köylü kesime CHP’nin 125 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Ekonomik alanda serbest piyasa ekonomisini savunan muhalif partiler karşısında114 CHP kurultayda devletçilik anlayışını da yeniden gözden geçirirken115 delege ve milletvekilleri, devlete ait işletmelerin iyi işletilemediği,116 devletçiliğin tanımının daha açık yapılarak, sınırlarının tam olarak belirlenmesini ve özel teşebbüsün gelişmesine engel olunmayacağının vurgulanmasını istemişlerdir.117 Kurultayda Devletçilik ilkesi üzerine yapılan bu tartışmalar ilk olmadığı gibi, şaşırtıcı da değildir. Çünkü 1931 yılında CHP’nin programına girdiği andan itibaren, Atatürk dönemi de dâhil olmak üzere, sınırlarının ne olması gerektiği üzerinde en çok tartışılan ilke, Devletçilik olmuştur. Bu ilke içinde bulunulan koşullara göre zaman zaman katı, zaman zaman da daha yumuşak bir şekilde yorumlanmıştır. Kurultay sırasında söz alarak “…C.H.P.’nin ekonomi siyaseti ve CHP Hükümetlerinin ekonomi siyasetleri, beş altı seneden beri, Devletçiliğin gittikçe yumuşatılması mahiyetindedir…”118 Diyen Manisa Milletvekili Yunus Muammer Alakant’ın bu sözleri de, aslında bir gerçeğe işaret etmektedir. Kurultaydaki bu öneriler doğrultusunda, CHP’nin 1947 programında Devletçilik ilkesinde özel sektör yararına, kamu ile özel sektör arasında daha keskin bir ayrıma gidilmiş ve devletin ağır sanayide yine önemli bir role sahip olması, ancak özel teşebbüsün de teşvik edilmesi gerektiği yazılmıştır119. Buna göre, devlet, özel sektörün kârlı bulmadığı alanlarda yatırım yapacak, devlet 114 115 116 117 118 119 sahip çıkması gerektiği yolundaki düşünceleri eleştirmiş ve CHP’yi DP’ye yönelmiş köylüleri kandırmaya çalışmakla suçlamıştır. Saraçoğlu’nun yazısında dikkati çeken bir başka nokta da CHP’ye karşı yaptığı eleştirilerin Atatürk dönemini de içeren bir şekilde olmasıdır. Yazıda şunlar söylenmiştir: “Yirmi beş yıldır bu memleket halkı, iktidar partisinin elinden neler çektiğini bilmeyecek ve unutacak kadar ne cahil, ne de hafızasızdır.” A. Cemalettin Saraçoğlu, “Amma Açık Gözlülük”, Yeni Sabah 17 Kasım 1947; CHP’yi eleştiren diğer bir yazar, Bahadır Dülger de yazısında, CHP’nin hangi sınıfa dayanacağını tartışmış ve CHP içinden yükselen küçük esnaf ve köylülere dayanalım isteğini eleştirerek, bunun öyle kolay olmadığını partinin istemesiyle olamayacağını asıl olarak bu kitlelerin bunu istemelerinin lazım geldiğini belirtmiş ve CHP’nin uyguladığı ekonomi siyasetini de eleştirerek, CHP’nin küçük esnaf ve köylülere refahlarını arttıracak hiçbir şey yapmadığı halde böyle bir role soyunmasını ilginç bulmuştur. Son Saat, 16 Kasım 1947. CHP’nin devletçilik anlayışı, daha denetleyici olup genel çıkarları korumak için özel girişime sınırlamalar getirilebilirken, DP’nin devletçilik anlayışında ise devletin yatırım alanlarının sınırlandırılması ve özel girişimin gelişmesi için devletin onlara yardımcı olması öngörülmüştür. Ülke kalkınmasının tarım kesimine dayandırılacağını belirten ve Devletçiliği, ekonomik yaşamda özel girişimciliğin esas tutulacağı, kesin zorunluluk olmadıkça piyasalara karışılmayacağı, verimlilik gözetilerek devlet kuruluşlarının özel girişime devredilebileceği ve özel teşebbüsün devlet tarafından desteklenmesi gerektiği şeklinde yorumlanmıştır. Albayrak, a.g.e., s.70-71; Turan, Türk Devrim..., ss.220-223; Çavdar, a.g.m., s.2065; Koçak, a.g.m., s.141; DP gibi MKP de devletçiliği benimsememiştir. Uyar, a.g.e., 196. Boratav, a.g.e., ss.73-84. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.406. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.407. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.410. Metin Heper, İsmet İnönü, Çev: Sermet Yalçın, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2008, ss.181-182. 126 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) kâr amacıyla girişimde bulunmayacaktır. Bunların yanı sıra deniz yolu ve eşya taşımacılığı da özel sektöre bırakılacak, devlet özel girişimcilerle eşit koşullar içinde çalışacak ve devlet özel girişim ortaklıklarına olanak sağlanacaktır120. Kurultayda Devletçilik ilkesi ile ilgili olarak yapılan yeni düzenlemeler bununla sınırlı kalmamış, CHP yeni iktisadi anlayışını tarıma da uygulamış ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun 17. maddesini kaldırmaya karar vermiştir. Bu karar, parti programının 43. maddesine şöyle yansımıştır: “Toprak Kanunu’nun ana prensipleri mahfuz kalmak üzere bu kanun mülkiyet güvenliği, toprak sahiplerine bırakılacak azami miktar ve kamulaştırma değeri yönlerinden gözden geçirilmesini faydalı buluruz.”121 Bunlara ek olarak, 1946’da CHP tarafından hazırlanan ve kendi kendine yeterlik ve devlet denetimine ağırlık veren bir özelliğe sahip beş yıllık kalkınma planı da 1947’de terk edilmiş, serbest girişime, tarımın ve tarıma dayalı sanayinin gelişmesine, demiryolları yerine karayollarına ve enerji sektörünün gelişmesine ağırlık veren yeni bir plan kabul edilmiş ve bu yeni plan 1947’deki CHP kurultayında benimsenmiştir. Böylelikle ilerleyen yıllarda ekonomi siyaseti açısından DP’nin devlet kuruluşlarının özel teşebbüse satışını istemesi dışında, CHP ile DP’nin ekonomi anlayışları arasında önemli bir fark kalmamıştır. DP bu konuda hevesli iken CHP ise bu düşünceye karşı çıkmıştır122. Dinin siyaset alanında belirleyici olarak ortaya çıkmasının da etkisiyle olsa gerek kurultayda en sert tartışmalar Laiklik ilkesi konuşulurken yaşanmıştır.123 Konuşmalar sırasında, Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı laikliğe aykırı bulunarak bu kurumun laiklik ilkesiyle bir tezat oluşturduğu ve bu nedenle Diyanet İşleri Teşkilatının bir devlet kurumu olmaktan çıkarılması ve özerk bir statüye kavuşturulması istenmiştir124. Buna ek olarak toplumdaki din eğitimi ve öğretimi alanında yaşanan eksikliğe de dikkatler çekilerek köylerde cenazeleri kaldıracak kimse kalmadığı, din adamı yetiştirmek için imam hatip okullarının ve bir ilahiyat fakültesinin açılması gerektiği üzerinde durulmuştur. Ancak kurultayda imam hatip okullarının açılmasına karşı çıkmamakla birlikte, komünizme karşı dinin bir mücadele aracı olarak gösterilmesine karşı çıkan ve eski Laiklik ilkesi anlayışından vazgeçilmemesini isteyenler de olmuştur125. Laiklik ilkesinin yeniden gözden geçirilmesini isteyenlerden birisi olan Sinop Delegesi Vehbi Dayıbaş, laikliğin iyi bir anlayış olduğunu, bunun 120 Bilâ, a.g.e., ss.126-128; Tanör, a.g.e., s.342; Ahmad, Demokrasi Sürecinde…, ss.39-40. 121 Timur, a.g.e., ss.61-63; C.H.P. Program ve Tüzüğü 1947, ss.18-19. 122 Zürcher, Modernleşen…, ss.313-314; Boratav, a.g.e., ss.77-78. 123 Son Posta 3 Aralık 1947; Vatan 3 Aralık 1947. Basında bu durumu sergileyen, “C.H.P. Kurultayında En Heyecanlı Gün”, “Programın lâiklik maddesi çok sert tartışmalara sebeb oldu, bu maddeyi beğenmiyen bazı hatiplerin sözleri şiddetli bir infial havası yarattı”, “Dünkü Toplantıda Din Hakkında Hararetli Münakaşalar Oldu”, “Parti kurultayı en heyecanlı toplantısını dün yaptı. Sert tartışmalar, tarziye vermeler, kürsüden indirmeler ve bağırmalarla sabahın saat 9 undan akşamın 9 buçuğuna kadar 12 buçuk saat süren bu toplantıda program tasarısının müzakeresi bitmiştir…” gibi başlıklar atılmıştır. Cumhuriyet 3 Aralık 1947; Bugün, 3 Aralık 1947; Akşam, 3 Aralık 1947. 124 CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.454. 125 CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.440-470. 127 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) uygulanmasıyla hurafenin önüne geçildiğini ve artık laikliğin benimsendiğini, ancak çocuklara dinin öğretilmesi konusunda eksik kalındığını belirttikten sonra, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ilkokullara din dersi konulmasını önermiştir126. Çorum delegesi Abdülkadir Güney de, dinin toplumsal yapıyı güçlendirmede ve ilerletmede önemli bir etken olduğunu ve insanlardaki vicdan ve ahlakın olmasının ancak dinin bilinmesiyle mümkün olabileceğini belirttikten sonra, ilkokullarda verilecek dini bilgilerin yanı sıra din bilgisi öğretmeni yetiştirmek için bir ilahiyat fakültesi açılmasının da zorunluluğuna işaret etmiştir127. Diğerleriyle benzer düşünceleri paylaşan Seyhan Milletvekili Sinan Tekelioğlu ülkede Müslüman olmayan vatandaşların dini ihtiyaçlarını kendi kendilerine karşılama konusunda Müslümanlardan daha iyi durumda olduklarını, köylerde cenazeleri defnedecek kimsenin kalmadığını, Diyanet İşleri Başkanlığının devletten ayrılarak Vakıflar idaresinden bu kuruma ödenek ayrılmasını ve çalışmalarını bu şekilde yürütmesini bir başka deyişle Diyanetin kontrollü bir yapıdan, özerk bir yapıya geçirilmesini istemiştir. Ayrıca toplumdaki bazı ahlaka uygun olmayan davranışların ve kötü alışkanlıkların arttığını, bunun nedeninin de inanç eksikliğinden kaynaklandığını iddia ederek128 dini toplum ahlakının düzenlenmesinde önemli, hatta tek belirleyici olarak görmüş ve toplumdaki tüm sorunların inançla çözümleneceğine vurgu yapmıştır129. Kayseri delegesi Şükrü Nayman da, dinin insan yaşamında önemli bir yere sahip olduğunu belirttikten sonra, 3 Mart 1924’te birbirinden ayrılmış olan Şeriye Evkaf Vekâletinin tekrar birleştirilmesi anlamına gelen bir istekte bulunmuş ve Vakıflar İdaresinin dini kurumlara kaynak sağlamasını, Diyanet İşlerinin de ülkedeki din hizmetlerini düzenleyip dini düşünceyi yayıp, din adamları yetiştirmesi gerektiğini söylemiştir. Ayrıca okullara din dersi konulmasını da isteyerek dinden korkulmamasını, asıl komünizmden korkulması gerektiğine işaret etmiştir130. Bunların dışında Milliyetçilik ilkesi üzerinde konuşulurken İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver de Fatih Sultan Mehmet, II. Mahmut gibi Osmanlı padişahlarının Türk tarihindeki önemine işaret ederek “tarihe büyük hizmeti olanların” türbelerinin tamir edilip açılmasını istemiştir131. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.448-449. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.449. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.450-451. Tekelioğlu bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamıştır: “…Arkadaşlar; bugün, memleketimizde, kumar almış yürümüş, ahlâk tamamen tefessüh etmiştir. Dinsiz bir milletin memleketinde hiçbir korku kalmaz, yaşayabilmesi için bir mefhumdan korkusu olmalıdır. Varlığının devamı için bu mefhum lâzımdır. Anaya, babaya, büyüğe itaat kalmadı, kimse kimseyi tanımıyor, Allah nedir? deyince, Allahın ne olduğunu bilmiyor, tanımıyor…Arkadaşlar; açıkça söyliyelim; biz, bu ihtiyacı ancak ve ancak İslâm dininin kabul ettiği ahlâk kanunlarında bulacağız. Bu ahlâk kanunları bu milleti doğru yola götürecektir; bugün, her yerde ve her zaman şikâyet etmiş olduğumuz ahlâksızlıklar önlenmiş olacaktır…” CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.451. 130 CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.451-452. 131 Tanrıöver’in konuşmasına sırasında, mecliste türbelerin kapatılması kararının alındığı gün Atatürk’ün kendisine: “Bekle; on, on beş sene bekle, bütün türbeleri sana vereceğiz…” dediğini iddia etmiştir. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.402-403. 126 127 128 129 128 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Kurultayda Laiklik ilkesinin yeniden tanımlanması üzerine yapılan tartışmalar basına da yansımış ve gazeteler de bu konuda bazı kişilerle yapılan görüşmelere yer verilmiştir. Laiklik ilkesi üzerine hem kurultayda konuşan, hem de basına bir demeç veren Tanrıöver, kendisiyle görüşen VâNû’nun aktardığına göre, laiklik kavramı ve insanların din ihtiyaçlarının karşılanmasının zorunluluğundan söz ederek laikliğin Türk tarihi için yeni ve yabancı bir uygulama olmadığını Osmanlıdaki modernleşme süreci ile başladığını ve köylerin birçoğunda imam ve hatibin kalmadığını, bunun da halkın dini ihtiyaçlarının karşılanması konusunda bir eksiklik ortaya çıkardığını belirterek bu ihtiyacın karşılanması için önlem alınması gerektiğini söylemiştir. Konuşmasında kurultayda ortaya atılan düşüncelerle ilgili olarak da yorumda bulunan Tanrıöver, din işlerinin hiçbir değişikliğe uğratılmaksızın aynı şekilde bırakılmasının kötü sonuçlara yol açacağını, din işlerinin cemaatlere bırakılmasının ise çok zaman alacağını, bu nedenle de din ve evkaf işlerinin devlet teşkilatı içinde bırakılıp bunların kuvvetlendirilmesinin ve ödeneklerinin artırılmasının en uygun düşünce olduğunu belirtmiştir. Tanrıöver konuşmasının devamında, o gün için ilk anda yapılması gerekenleri de şöyle sıralamıştır: Din konularının İstanbul Üniversitesi’nde bilimsel bir şekilde okutulması, din bilginlerinin yetiştirilmesi için bir okul açılmasını, ayrıca ülkenin çeşitli yerlerinde de imam ve hatip yetiştirilecek okulların açılması gerektiğini söylemiştir.132 Aynı konuda düşünceleri sorulan gazeteci Falih Rıfkı Atay da laikliğin ülkeye, din ve dünya işlerini birbirinden ayırmak, Anadolu’da mezhep ayrılıklarından doğan ayrılıkları ortadan kaldırmak ve böylelikle milli birliği sağlamak için getirildiğini söylemiştir. Statükonun devamından yana olduğu anlaşılan Atay, konuşmasının devamında bu tür konuların siyasi yaşamın özgürleştirildiği dönemlerde siyasetçiler tarafından halkın gündemine getirildiğini ve bu konularda atılacak herhangi bir yanlış adımın milli birliğe zarar verilebileceğine yönelik endişelerinden söz etmiştir133. CHP’de Otuzbeşler olarak anılan grubun lideri Nihat Erim ise laikliğin feda edilmesi ya da yıpratılmasına karşı olduğunu belirttikten sonra, ülkede yıllardır ihmal edilmiş olduğunu öne sürdüğü halkın dini ihtiyaçlarının karşılanması gibi bir sorunun bulunduğuna inandığını söyleyerek laikliğe herhangi bir şekilde zarar verilmeksizin din işlerinin devlet tarafından organize edilmesi gerektiğini savunmuş ve devletin din işleriyle uğraşacak din adamlarını üniversitelere bağlı enstitüsü ya da ilahiyat kürsülerinde yetiştirmeleri gerektiğine dikkat çekmiştir134. Bu arada Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer de basına bir açıklama yaparak, dini eğitim ile ilgili olarak birtakım düzenlemeler üzerinde durulduğunu söylemiş135 ve adeta bir süre sonra yapılacak olan yeni düzenlemelerle ilgili olarak basına bilgi vermiştir. Sonuçta 1947 programında, 1943 programının Laiklik ilkesinde yer alan “...Parti millî dilin ve millî kültürün diyanet yollarından yabancı dil ve kültürlerin tesirinden 132 133 134 135 Akşam, 30 Kasım 1947. Akşam, 1 Aralık 1947. Akşam, 2 Aralık 1947. Akşam, 26 Kasım 1947. 129 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) masun kalmasını Türk milletinin hali ve istikbali için lüzumlu sayar.” ibaresi Laiklik ilkesinin tanımından çıkarılmıştır136. Kurultay sırasında partinin laiklik anlayışını ve dolayısıyla din olgusuna yönelik politikalarını gözden geçirerek esneten CHP, daha sonra yaptığı yeni yasal düzenlemelerle laiklik konusunda partinin yıllardır izlediği geleneksel politikasının dışına çıkmış ve kurultayda gündeme getirilen birçok öneri, kurultaydan bir yıl sonra gerçekleştirilmeye başlanmıştır. 1948’de imam hatip kursları açılmış; hacca gitmek isteyenlere ilk kez döviz verilmiş; 1949’da ilkokullara seçmeli din dersi konulmuş; 10 Haziran 1949’da TBMM’de kabul edilen ve 5438 sayılı yasayla da tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasıyla ilgili 677 sayılı yasanın birinci maddesine şöyle bir fıkra eklenmiş: “Şeyhlik, Babalık, Halifelik gibi mensupları arasında baş mevkide bulunanlar para cezasından başka, bir yıldan aşağı olmamak üzere sürgün cezası ile cezalandırılırlar.” ve bunu 4 Mart 1950’de türbelerden Türk büyüklerine ait olanlarla büyük sanat değeri bulunanların Milli Eğitim Bakanlığınca halka açılacağı biçimiyle düzenlenen ve aynı yasaya eklenen yeni bir fıkra izlemiştir137. CHP’nin din işlerinin düzenlenmesi konusunda attığı bu adımların temel nedeninin başta DP olmak üzere muhalefetin sürekli olarak bu konuları siyasetin gündemine taşıması olduğu ileri sürülebilir138. Böylelikle CHP muhalefetin bu konulardaki öncü görünümüne son vermek istemiştir. İnkılâpçılık ilkesinden de yine 1943 programında yer alan “Parti, Devlet ve millet işlerinde tedbir bulmak için tedrici ve tekâmülî prensiple kendini bağlı tutmaz...” ibaresi çıkarılmış ve ilke evrimci bir niteliğe büründürülmüş, böylelikle VII. Kurultay’da “inkılâpçılık” ilkesi yerine “evrimcilik” ilkesi benimsenmiştir139. Milliyetçilik ilkesine de “Partimiz Türk milletini dil, kültür, ülkü ve tarih birliği ile saadet ve felâket ortaklığına inanmak, ortak yurt sevgisi taşımak gibi tabiî ve ruhî bağlarla birbirine bağlı yurttaşların kurduğu sosyal ve siyasal bir bütün olarak kabul eder…”140 paragrafı eklenmiş ve böylelikle dil, kültür ve toprak milliyetçiliğinin temeli atılmıştır141. 136 Cümhuriyet Halk Partisi Program ve Nizamname 1943, ss.5-6; C.H.P. Program ve Tüzüğü 1947, ss.7-11; Kili, a.g.e., ss.100-102; Güngör, a.g.e., ss.35-36. 137 Nurşen Mazıcı, Tek Parti Dönemi Seçilmiş Makaleler, Pozitif Yay., İstanbul, 2001, ss.253-255; Bilâ, a.g.e., ss.126-128. 138 DP’nin, CHP’den farklı olan diğer bir yönü de laikliğin yorumlanmasında ortaya çıkmıştır. Programlarında, laikliğin din düşmanlığı olarak yorumlanamayacağını belirtilerek, din özgürlüğünün kutsal ve diğer özgürlükler kadar önemli olduğu vurgulanmış, laiklik kavramı yalnız din ile devlet işlerinin değil, din ile siyasetin de birbirinden ayrılması olarak tanımlanmıştır. Ayrıca programda, din öğretimine dönülmesi, din adamları yetiştirilmesi için bir ilahiyat fakültesi ile ona benzer kurumların açılması ve bunların özerk olmaları gerektiği savunulmuştur. Albayrak, a.g.e., ss.70-71;Turan, Türk Devrim..., ss.220-223; Çavdar, a.g.m., s.2065; Koçak, a.g.m., s.141. 139 Cümhuriyet Halk Partisi Program ve Nizamname 1943, ss.5-6; C.H.P. Program ve Tüzüğü 1947, ss.7-11; Kili, a.g.e., ss.100-102; Güngör, a.g.e., ss.35-36; Bilâ, a.g.e., s.126–128; Ahmad, Demokrasi Sürecinde…, s.39-40; Tanör, a.g.e., s.342. 140 C.H.P. Program ve Tüzüğü 1947, s.6. 141 Ahmad, Demokrasi Sürecinde…, ss.39-40. 130 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Kurultay sırasında ilkelerde yapılan değişiklikler ve özellikle de din ile ilgili olarak gündeme getirilen istekler, daha sonra Kemalizm’den ödün verildiği, şeklinde yorumlanmıştır142. Öncelikle, kurultaydaki görüşmeler sırasında bazı delege ya da milletvekillerinin, CHP’nin o zamana kadar izlediği geleneksel politikaların dışında bir tavır sergilemelerinin, partinin yapısı gereği normal bir durum olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü ilk kurulduğu günden itibaren homojen bir yapısı olmayan ve toplumdaki her düşünceden kesimi içinde barındıran bir parti olarak, CHP kendi muhalifini kendi içinde barındırmıştır. Anlaşıldığı kadarıyla bu durum, 1946 seçimlerine çok partili düzende giren CHP’de halen değişmemiştir. Bu nedenle görüşmeler sırasında yaşananları partinin bu özelliğinin bir sonucu olarak görmek mümkündür. Nitekim Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile DP’yi kuranlar da, CHP’nin içinden çıkmışlardır. Hatta DP’nin en önemli kurucularından birisi olan Celal Bayar, Atatürk’ün son başbakanıdır. Belki burada asıl söylenmesi gereken, kurultay sırasında geleneksel politikalara aykırı denebilecek olan önerilerin, daha sonradan CHP hükümetlerince gerçekleştirilmiş olmasıdır. Bunun dışında Atatürk ilkeleri olarak isimlendirilen ve Kemalizm’in temelini oluşturan altı ilkenin, 1947 Kurultayı dahil olmak üzere sürekli olarak yeniden yorumlanması, ilkelerin dogmatik bir yapıda görülmemesinden ve pratik değerlerinin, teorik değerlerinden daha önemli olmasından kaynaklanmaktadır. İlkeler ilk belirlediğinde de amaç, ortaya yeni bir ideoloji koymak değildi. İçinde bulunulan zor koşulların üstesinden gelinebilmesi için hazırlanmışlardı ve ihtiyaçlara göre yeniden yorumlanabilmeleri konusunda esnek bırakılmışlardı. Bu durum ilkelerin tümü için geçerli kılınmış ve ihtiyaçlara göre zaman içinde hepsi farklı şekillerde yorumlanabilmişlerdir. Bu nedenle burada asıl tartışılması gereken sorun, ilkelerde yapılan değişikliklerden ziyade, değişiklik ihtiyacında belirleyici olan etkenin ne olduğudur. Etken, CHP’nin birtakım toplumsal ihtiyaçların karşılanmasını sağlamak istemesi mi? yoksa muhalefetin kendisine karşı kullandığı birtakım kozları onların elinden almak ve bu suretle seçimi kazanmak istemesi midir? Eğer CHP, kendisinin tespit ettiği, beliren birtakım toplumsal ihtiyaçlardan hareketle, hem bunları karşılamak hem de bu yolla partiye yeni bir kimlik kazandırmak için hareket ettiyse, bu konuda 142 Çetin Yetkin, Karşı devrim 1945-1950, 8. Basım, Kilit Yay., Ankara, 2001, s.s.389-417; Dönemin tanıklarından gazeteci Nadir Nadi de anılarında, çok partili siyasal yaşama geçildiğinden itibaren CHP’nin tutarsız ve günlük politikalar uyguladığını ve böylelikle DP’ye kötü bir örnek oluşturarak onu yanlış yollara sürüklenmeye ittiğini belirterek, “Çok partili hayatın ilk yıllarındaki karasız ve zikzaklı davranışları ile CHP yönetim kadrosu iktidar savaşında Demokrat Partiye adeta kendi eliyle başarı olanakları sağlamıştır, diyebiliriz. 1950 seçimlerine kadar varan süre içinde bir yandan şiddet ve sindirme yollarına başvururken, öte yandan seçmene şirin görünmek amacıyla taviz politikasına giriştiği için CHP hiçbir sonuç alamadan bildiğimiz yenilgiye uğradı. Bu yenilgi belki de kaçınılmaz bir olaydı. Şiddet yolunu denemese, taviz politikasına sapmasa CHP belki 1950 seçimlerini yine kaybedecekti. Fakat devrim ilkelerinden hiç şaşmamış bir siyasal örgüt olarak hem kaybı daha az olacak, hem de, kimbilir gericiliğin politika hayatımıza geçer akçe haline gelmesini belki de önliyebilecekti.” demiştir. Nadir Nadi, Perde Aralığından, Çağdaş Yay., 4. basım, İstanbul, 1991, s.312. 131 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) kimilerine yanlış gelen tüm uygulamalarına karşın, CHP’nin yanlış bir iş yaptığı söylenemez. Hatta bu düşünceden hareketle partideki değişim, kurucu parti konumundaki CHP’nin, kendini zamana ve koşullara uyduramamış olmasından kaynaklanan sorunlarını aşma çabası, hem gerçek bir siyasi parti kimliğine bürünmek143 hem de partinin kendine yeni bir yol haritası belirlemeye çalışması olarak da değerlendirilebilir. Ayrıca özellikle dine yönelik politikaları açısından CHP’yi eleştiren kişiler için de din konusuna sadece laiklik ve rejimin korunması çerçevesinden baktıkları ve toplumsal ihtiyaçları göz ardı ettikleri söylenebilir. Ancak eldeki verilerden anlaşıldığı kadarıyla, CHP’yi böyle bir değişime iten en temel neden, partinin muhalefet karşısında elini güçlendirme ve 1950 yılındaki seçimleri kazanabilme isteği olmuştur. Bu arada partinin değişimi konusunda temel referans noktasının, muhalefetin taleplerinin olması,144 CHP’yi, DP ile arasındaki farkları azaltmaya itmiştir. Ancak bu düşünce, değiştiğini düşünen 143 Bu konuda Trabzon delegesi Kemal Kefeli, “…Parti teşkilatının Devlet teşkilatı emrine verilmiş olmasıdır, bu oluş Partiyi devlete otoritesinin tesiri altında bırakmış ve netice olarak Partimiz Parti hüviyetini kaybetmek tehlikesini göstermiştir…” derken, CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.123; Kocaeli delegesi Enver Balkan da CHP’nin yavaş yavaş gerçek bir siyasi parti kimliğine kavuşmaya başladığını, çünkü bundan önce ülkedeki tek parti olarak her farklı kesimi içinde barındırdığını ve Atatürk gibi, İnönü gibi şeflerin yönetimde çalıştığını bu nedenle de gerçek bir parti kimliği oluşturamadığını söylemiştir. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.s.97-98; aynı konuyla ilgili olarak Yakup Kadri Karaosmanoğlu da İnönü ile yaptığı bir görüşme sırasında kendisine “…benim bildiğim bir Halk partisi vardı ama, teşkilatı, valilerin, kaymakamların eline teslim edildikten sonra halk ile alakası kesilmiş, tamamiyle bürokratik bir şekil almıştı…” demiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, Yay. Haz.: Atilla Özkırımlı, 2. Baskı, İletişim Yay., İstanbul, 1999, s.164; Son Posta, gazetesinden Selim Ragıp Emeç de “C.H.P. de İdeoloji arayışı”, “Parti, kurultaydan çıkacak programla, memleketin çeşitli sosyal sınıflarını temsil edeyim derken, bunlardan hiçbirinin menfaatini lâyıkiyle temsil edemeyecektir” başlıklarını kullandığı yazısında, bu konudaki düşüncelerini şu şekilde dile getirmiştir: “Halk Partisinin sona ermekte bulunan yedinci kurultayı, maalesef partiyi için için kemiren ideolojik bir buhranın bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmasına sebep oldu. Hele partinin programı görüşülürken delegelerin ileri sürdükleri çeşitli ve çok defa birbirini tutmıyan ve hatta birbirine taban tabana zıt fikirler, Halk partisinin sadece bir fikir buhranı içinde kıvrandığını göstermekle kalmadı, aynı zamanda partini fikren, yamalı bir bohçadan farksız olduğunu da açığa vurdu. Bilhassa partinin ideolojik temelini teşkil eden esaslar görüşülürken bu hal büsbütün kendini ortaya koydu. Kurultay delegelerinin, parti programında yer alması kaydı ile ileri sürdükleri bazı fikirlere şöyle bir göz gezdirilecek olursa, partinin, en aşağı dört, beş ayrı ideolojiyi temsil eden birbirine zıt bir insan grubunu bir program etrafında birleştirmek gibi olmayacak bir işi yapmaya çalıştığı kolayca anlaşılır. Meselâ partinin iktisadi siyaseti bahsinde bir yandan en dar manada bir iktisadi devletçiliğin esasları tavsiye edilirken, öte yandan, en geniş anlamda bir iktisadi liberalizme götürecek öğütler verilmiştir. Cumhuriyet Halk Partisinin sosyal yenilikler bahsinde ise bir yandan totaliter rejimlere kadar yolu olan ve ırkçılık esaslarını belirtecek bazı esasların programda yer alması için takrirler verilirken, öte taraftan sosyalizme kadar gidebilen geniş demokrasi tavsiyelerinde bulunulmuştur… Böyle bir ideoloji anarşisi, dünyanın hiçbir partisinde ne görülmüş, ne de işitilmiştir. ” Son Posta, 3 Aralık 1947. 144 Bu durumu, Erim’in anılarında daha açık bir şekilde görmek mümkündür. Erim’in belirttiğine göre, kendisi, İnönü’nün de bilgisi dahilinde, kurultayda yaşanan bazı gelişmeleri ve alınan kararları değerlendirmek için, zaman zaman DP ileri gelenleriyle görüşmelerde bulunmuştur. Örneğin Erim, 23 Aralık 1947’de DP’den Fuat Köprülü ve Adnan Menderes’le yaptığı bir görüşmede, bu kişilere İnönü’nün genel başkanlık makamında ismen de olsa kalması gerektiğini ve bu durum karşısında “fazla gürültü koparmamalarını” söylemiştir. Erim, a.g.e., s.228. 132 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) CHP’yi, izlenen politikalar açısından DP’ye oldukça yaklaştırmıştır. CHP’nin bu yaklaşımı DP’lilerin de dikkatini çekmiş ve bu konuda eleştirilmişlerdir. DP’li General Sadık Aldoğan CHP’lilerin bu yönelişini alaylı bir şekilde karşılarken,145 Adnan Menderes de 1945 öncesi ve sonrası olmak üzere iki CHP’nin ortaya çıktığını ileri sürmüştür146. Sonuç İkinci Dünya Savaşı sonrası değişen iç ve dış koşullar, ülkenin tek partisi konumunda bulunan CHP’yi değişime zorlamıştır. Dolayısıyla CHP, değişen koşullara uyum sağlayabilmek için 1945’ten sonra parti içinde ve ülkenin iç politikasında birtakım değişikliklere, yeni yasal düzenlemelere gitmek durumunda kalmıştır. Özellikle de 1946’da ülkede çok partili siyasal yaşama geçilmesi ve DP’nin kurulmasından sonra, bu partinin CHP’ye karşı yürüttüğü muhalefet, CHP kadrolarını ülkede ve dünyada yeni oluşan siyasi konjonktür karşısında, o güne kadar uyguladıkları politikaları yeniden gözden geçirmek bir başka deyişle CHP’ye yeni bir parti kimliği kazandırmak zorunda bırakmıştır. Bu nedenle CHP’nin 1947 Kurultayında yaşadığı değişimi, dünyada ve ülkede 1945 sonrası başlayan değişimin bir sonucu olarak görmenin ve 1947 Kurultayını da öncelikle bu çerçeveden değerlendirmenin daha doğru olacağı söylenebilir. Aslında partideki bu tür değişim çabaları daha önceye dayanmakta olup, bunun ilk adımları CHP’nin 1946’da yapılan İkinci Olağanüstü Kurultayı sırasında atılmıştır. CHP’nin 1947 Kurultayı, genelde Türk siyaseti açısından, özelde ise CHP açısından önemli olmuştur. Çünkü devletleşmiş bir parti konumunda bulunan CHP’nin bu zorunlu değişimi, sadece partiyi ilgilendiren bir durum olmayıp, ülkedeki siyasal sistemin de yenilenmesi ya da kimi alanlarda değiştirilmesi anlamına gelmektedir. Ülkede demokrasinin sağlıklı bir şekilde işlemesi ya da kurumsallaşması için CHP’nin kurultayda aldığı kararlar ülke açısından oldukça önemli olmuştur. Yeni siyasal düzende, CHP’ye yeni bir siyasi parti kimliği verilmesi de bu kurultayın diğer önemli bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 145 Sadık Aldoğan CHP’lilere bu konuda şunu sormuştur: “Yirmi beş seneden beri masum halka her türlü fenalığı yapan Halk Partisi ve hükümetleri şimdi onları kırılan kalplerini tamir etmek için mekteplerde din derslerinin okunmasını kabul ettiler… Ulan sen kimi aldatıyorsun? Artık size kim inanır?” Ahmad, Demokrasi Sürecinde…, ss.39-40. 146 Adnan Menderes de bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamıştır: “Denilebilir ki, iki Halk Partisi mevcuttur. Birisi 1945 senesine kadar olanı, diğeri de ondan sonra vücut bulmaya başlayanı. Aynı isim altında akla kara kadar birbirine zıt iki ayrı fikir ve felsefe temeline dayanan bu partinin bu fikir ve prensip partisi olmaktan ziyade tamamen iktidarı muhafaza etmek kaygusuyla her türlü fikir ve prensip tavizlerine peşinen razı olmuş bir teşekkül olduğunu ispat etmez mi? Uzağa gitmeye ne hacet? Demokrat Parti kurulduğu zaman mevcut olan Halk Partisi programı ile bir de fikir ve prensip olarak Demokrat Parti’nin vücut bulmasından sonra tadil edilen Halk Partisi programına bakmak, bu hakikatleri görmek için kâfidir.” Timur, a.g.e., ss.61-63. 133 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Daha açık bir deyişle 1947 Kurultayı’nda hem partiyle, hem de Türkiye’deki demokratik sistemin gelişmesiyle ilgili önemli kararlar alınmakla birlikte 1947 Kurultayı daha çok CHP’nin kendi içinde bir değişimi gerçekleştirmeye çalışmasıyla ön plana çıkmıştır. Uzun yıllar iktidarda kalmış, toplumdaki tüm kesimlerin temsilcisi olma iddiasında bulunan ve kendini devletle bütünleştirmiş, daha açık bir deyişle faşist partilerde olduğu gibi devleti partileştirmemiş, partiyi devletleştirmiş olan CHP, kurucu bir parti olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle de bütünleşmiş ve normal bir siyasi parti kimliğinden uzaklaşmıştır. Bu bağlamda, CHP’nin 1947 Kurultayında, çok partili siyasal sistem içinde, gerçek bir siyasal parti kimliği kazanmak ve iktidarını sürdürebilmek için, kendini yenilemeye çalıştığı görülmektedir. Ancak çok partili düzenin getirdiği iktidara gelme ya da iktidarını sürdürme mücadelesinde, CHP’nin kurultayda aldığı kararlar ve bunlara yönelik yaptığı uygulamalar, bir yönüyle yapılması zorunlu bir gerçekliği ifade ediyorsa da, diğer yandan bunların CHP’nin diğer partilerden farklılıklarını ortadan kaldırmış olması ve CHP’yi diğer siyasi partilere benzetmesi de bir yanlışlığa işaret etmektedir. Bu nedenle 1947 Kurultayında alınan kararlar, aslında yenilenme adına diğerine benzeme çabası olarak göze çarpmaktadır. Dolayısıyla bu şekilde bir yenilenmenin CHP’nin, DP karşısında şansını artırma olasılığı zaten olamazdı. Nitekim öyle de olmuştur. Gerçi burada CHP’nin yenilik çabalarına karşın başarı şansı yakalayamamasında çok uzun yıllar iktidarda olmasından kaynaklanan toplumda yarattığı bıkkınlık ve yenilik ihtiyacının da etkisinin olduğu düşünülebilir. Bir başka deyişle II. Dünya Savaşı’nın ülke içinde yarattığı sıkıntılardan sonra, bu yıllarda iktidarda olan CHP’nin, iktidarda kalma şansının zaten olmadığı da söylenebilir. Ancak yine de bir başka partiye benzemek yerine, özgün bir yenilenme başarabilseydi, partinin sonraki yıllarda da çok uzun süren yenilenme çabaları bundan olumlu etkilenebilirdi. Çünkü CHP’deki ideoloji arayışı uzun yıllar devam etmiş ve CHP bu konudaki esas adımını partiye kazandırdığı “Ortanın Solu” düşüncesi ve Bülent Ecevit ile birlikte atmıştır. Bu defa halkın karşısına özgün bir kimlik ve yeni bir liderle çıkan ve uzun yıllar iktidara gelme konusunda başarı şansı yakalayamayan CHP, 1970’lerde halkın umudu olabilmiş, hatırı sayılır bir halk desteği de kazanabilmiştir. Gerçi bu durumun ortaya çıkmasında o yıllarda solun dünya ve Türkiye genelinde sahip olduğu popülaritesinin de etkisi olduğu söylenebilirse de, partinin bu gelişmeleri doğru okuduğu da ayrı bir gerçektir. Bunlara ek olarak söylenmesi gereken bir başka gerçek de, CHP’nin 1947 Kurultayında esnekleşmek ya da daha doğru bir deyişle farklılaşmak yerine, tutarlı davranmasının, varlığını sürdürebilmesinin tek yolu olduğunun farkına varamamış olmasıdır. Son olarak CHP’nin 1947 Kurultayında aldığı kararlar kimileri tarafından devrime ve Kemalizm’e ihanet olarak algılansa da, bu kararları ve sonrasındaki uygulamaları çok partili siyasal yaşam içinde iktidarda kalmak için yapılması 134 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) gereken sıradan bir gerçeklik olarak da görmek mümkündür. Çünkü CHP’nin gireceği seçimler gerçekti ve kazanmak zorundaydı. Ne var ki CHP’nin değişen koşullara ayak uydurabilmek ya da toplumsal birtakım ihtiyaçları samimiyetle karşılayabilmek için bir değişim sürecine girmesi ayrı bir gerçek, bunun bir çeşit popülizme dönüşmesi ve partinin geleneksel politikasından uzaklaşması ise bambaşka bir gerçektir. Ayrıca bu kurultay, modernleşme sürecinde, devrim sürecinden evrim sürecine bir geçiş olarak da değerlendirilebileceği gibi, II. Dünya Savaşı sonrası oluşan yeni dünya düzenine uyum sağlama çabalarının iç politika üzerindeki sonuçları olarak da düşünülebilir. 135 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) KAYNAKÇA I. Arşiv Kaynakları Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA, Ankara) Cumhuriyet Halk Partisi Fon Kataloğu (Fon. Kod. 490.01) BCA 490 01 8 40 11. BCA 490 01 219 863 1. BCA 490 01 6 34 3. BCA 490 01 226 892 1. II. Gazeteler Akşam Bugün Son Posta Tasvir Ulus Vatan Yeni Sabah III. Anı ve Günlükler ERİM, Nihat, Günlükler 1925-1979, C.I, Haz.: Ahmet Demirel, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2005. KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri, Politikada 45 Yıl, Yay. Haz.: Atilla Özkırımlı, 2. Baskı, İletişim Yay., İstanbul, 1999. NADİR, Nadi, Perde Aralığından, Çağdaş Yay., 4. bası, İstanbul, 1991. URAN, Hilmi, Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950), Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2007. 136 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) IV. Kitaplar ve Makaleler AHMAD, Feroz, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, Çev.: Sedat Cem Karadeli, 3. baskı, İstanbul Bilgi Üni. Yay., İstanbul, 2008. AHMAD, Feroz, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), Türkçesi: Ahmet Fethi, 2. baskı, Hil Yayın, İstanbul, 1996. AKŞİN, Sina, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2007. ALBAYRAK, Mustafa, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Phonenix Yay., Ankara, 2004. BORATAV, Korkut, Türkiye İktisat Tarihi 1908–1985, 6. Baskı, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1998. BULUT, Sedef, Muhtıra Sonrası Demokratikleşme Hareketine Örnek Model Olarak 1973 Genel Seçimleri, Berikan Yayınevi, Ankara, 2007. C.H.P. Büyük Kurultayının Olağanüstü Toplantısı, Program-Tüzük Komisyonu Raporu, 10.V.1946. C.H.P. Tüzüğü, Partinin VII. Kurultayınca Onanmıştır, BCA 030. 01/ 42.250.5.1947. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, b.y.y., Ankara, 1948. Cumhuriyet Halk Partisi Program ve Nizamname 1943, Zerbamat Basımevi, Ankara, 1943. ÇAVDAR, Tevfik, “Demokrat Parti”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. VIII, İletişim Yay., İstanbul, b.t.y. DUVERGER, Maurice, Siyasi Partiler, 4. Basım, Çev. Ergün Özbudun, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1993. EROĞUL, Cem, Demokrat Parti, Tarihi ve İdeolojisi, 3. baskı, İmge Kitabevi, Ankara, 1998. EROĞUL, Cem, “Çok Partili Düzenin Kuruluşu”, Geçiş Sürecinde Türkiye, 3. baskı, Belge Yay., s.s.112-158, İstanbul, 1998. ERTAN, Temuçin Faik, “İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Dünya Ve Türkiye”, 80. Yılında Türkiye Cumhuriyeti ve Demokrasi 10–11 Kasım 2003, H.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Hacettepe Üni. Yay., s.s.73-88, Ankara, 2004. GEVGİLİLİ, Ali, Yükseliş ve Düşüş, 2. basım, Bağlam Yay., İstabul, 1987. GÜNGÖR, Süleyman, Muhalefette Cumhuriyet Halk Partisi, Alternatif Yay., Ankara, 2004. HEPER, Metin, İsmet İnönü, Çev: Sermet Yalçın, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2008. 137 Hakan UZUN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) KARPAT, Kemal H, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi, Çev.. Esin Soğancılar, İmge Kitapevi, Ankara, 2007. KARPAT, Kemal H., Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yayıncılık, İstanbul, 1996. KİLİ, Suna, 1960–1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler (Siyaset Bilimi Açısından Bir İnceleme), Boğaziçi Üni. Yay., İstanbul, 1976. KOÇAK, Cemil, “Siyasal Tarih (1923-1950)”, Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908-1980, Yayın Yönetmeni: Sina Akşin, 4. baskı, Cem Yay., s.s.85-173, İstanbul, 1995. KOÇAK, Cemil, Türkiye’de Millî Şef Dönemi (1938-1945), C. I, II, İletişim Yay., İstanbul, 1996. KOÇAK, Cemil, Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, İletişim Yay., İstanbul, 2009. KONGAR, Emre, 21. Yüzyılda Türkiye, 11. basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1998. LEWİS, Bernard, Demokrasinin Türkiye Serüveni, Çev.: Hamdi Aydoğan-Esra Ermet, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2003. ÖZBUDUN, Ergun, Çağdaş Türk Politikası, Çev. Ali Resul Usul, 2. baskı, Doğan Kitap, İstanbul, 2007. ÖZBUDUN, Ergun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üni. Yay., İstanbul, 2011. ÖZÜÇETİN, Yaşar, Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde Kırşehir, Berikan Yay., Ankara, 2009. TANÖR, Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 2. baskı, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 1998. TURAN, Şerafettin, İsmet İnönü Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, 2. Baskı, Baskı, Bilgi Yay., Ankara, 2003. TURAN, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi, 4. Kitap, Birinci Bölüm, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1999. TURGUT, Nükhet, Siyasal Muhalefet, Birey ve Toplum Yayıncılık, Ankara, 1984. UNAT, Kadri, “Cumhuriyet Halk Partisi’nde Nevi Şahsına Münhasır Bir Muhalif Grup: Otuzbeşler”, A.Ü. Türk İnkılâp Tarihi Ens. Atatürk Yolu Dergisi, S.48, Güz 2011, s.s.839-867. UYAR, Hakkı, Tek Parti Dönemi ve Cumhuriyet Halk Partisi, 2. baskı, Boyut Kitapları, İstanbul, 1999. 138 İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) UZUN, Hakan, “Tek Parti Döneminde Yapılan Cumhuriyet Halk Partisi Kongreleri Temelinde Değişmez Genel Başkanlık, Kemalizm ve Milli Şef Kavramları”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C.IX, S.2021, 2010/Bahar-Güz, s.s.233-271. ZÜRCHER, Eric Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 3. baskı, İletişim Yay., İstanbul, 1998. V. Ansiklopedi ve Sözlükler Cumhuriyet Ansiklopedisi 1941-1960, C.2, 4. basım, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2003. 139 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal Of Modern Turkish History Studies XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 141-155. ADNAN MENDERES VE HALKEVLERİ Müslime GÜNEŞ* Öz 19 Şubat 1932’de açılan halkevleri, Genç Cumhuriyet’in kültür atılımları, laikleşme ve çağdaşlaşma politikaları içinde özgün yapılarıyla önemli bir yer tutar.1930’larda siyasal, hukuki, toplumsal alanlarda birçok devrim gerçekleşmişti. Halkevleri, Cumhuriyet ‘in ideolojisini aydınlar ve yerel önderler aracılığıyla halka götürme, yaygınlaştırma, tanıtma ve toplumun kültür yapısını canlandırma denemesidir. Bu amaçla kurulan, yeni çağdaş yurttaşı yetiştirmeye yardımcı, yurt yüzeyine yayılmış Kültür Merkezleriydi. Toplum yaşamına kazandırılmak istenen yeniliklerin, yeni değerlerin, toplum katmanlarına yayılması ve yaşanılır kılınması gerekirdi. Bunun için de, her kesim ve yaştan kimsenin yararlanabileceği, herkese ulaşabilecek yapıda okul dışı, “resmi” kokusu olmayan sivil kuruluşlara gereksinim vardı. Bu kuruluşlar 1951 yılında, CHP’nin propaganda araçları oldukları gerekçesiyle Demokrat Parti iktidarı tarafından kapatıldı. DP’nin on yıllık iktidarı sürecinde en çok tartışılan, tepki çeken, eleştirilen uygulamalardan birisi halkevlerinin kapatılması olmuştur. Bu olayın oldukça dikkat çekici bir şekilde araştırmacıların gündemine yerleşmesinin çarpıcı nedenlerinden birisi Adnan Menderes’in halkevleriyle teması olmalıdır. Bu makalede Menderes’in Halkevleriyle olan ilişkisi ve Halkevlerini kapatılmaya götüren süreçte kendisinin etkisinin olup olmadığı üzerinde durulacaktır. Adnan Menderes’in biyografisinde oluşan eksikliklerin tamamlanması adına Halkevleriyle olan bağını görmek gerekmektedir. Anahtar Sözcükler; Halkevleri, Adnan Menderes, Demokrat Parti, Halkevlerinin Kapatılması. ADNAN MENDERES AND COMMUNITY CENTERS Abstract Started on February 19, 1932, Community Centers have an important place in the cultural leap, secularisation and modernization policies of the early Turkish Republic. There were many revolutions in politic, judicial and social areas in 1930s.Basic aim of community centers was to convey the ideology of republic to society with the help of highbrows and local leaders as well as reviving the cultural structure of the society. They are Cultural Centers, established for that aim, were helpful for bringing up new modern citizens among the country. The reforms and new values that wanted to be gained to the society life were necessary to * Yrd. Doç. Dr., Adnan Menderes Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Ġlköğretim - Sosyal Bilgiler Anabilim Dalı, (mgunes68@gmail.com). 141 Müslime GÜNEŞ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) be separated among the social layers and to be made applicable to daily life. Hence, civil organizations that would be helpful for the people from all layers and ages, reach everybody and in a structure that is not appear as ‘official’ were necessary. Grounded on the reasons for being a tool for propaganda of the CHP (Republican Socialist Party) Community Centers were abolished by the Democrat Party in 1951. The abolition of Community Centers was one of the most controversial, reaction drawing and criticized implementation of the Democrat Party during its 10 years rulership. One of the reasons that this issue’s gain currency among the researchers conspicuously must be the relationship of Adnan Menderes with Community Houses. In this study, the relationship of Menderes with Community Centers and whether there was his impact on the abolition process of the Community Center sor not will be emphasized. It is necessary to see his relation with the Community Houses on behalf of the elimination of the deficiences in the biography of Adnan Menderes. Keywords; Community Centers, Adnan Menderes, Democrat Party, Community Centers. Abolition of Giriş 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde halkın eğitilmesine ve yetiştirilmesine yönelik olan örgütlenmeler her ülkede kendi gereksinimlerine göre oluşturulmaya başladı. Yeni kurulan Türkiye devleti de halkın eğitilmesine ve yetiştirilmesine yönelik örgütlenme çalışmalarına başladı. Yeni Türk Devleti, ulusal bilinç oluşturma sürecine geniş halk kitlelerini dâhil ederek kendi devletini çağdaş bir yapıda kurdu. Yeni devlet düzeninin ilkelerini halka anlatmak ve bilinç düzeyini yükseltmek gerekiyordu. Eğitim bilimlerine göre ülkenin kalkınma dereceleri ile eğitim-kültür seviyeleri arasında doğru bir bağlantı bulunuyordu.1 Halk eğitiminin ülkemizde yetersiz olması ve tam bir eğitim sisteminin kurulamamasından dolayı Kemalist Devrimler halka zamanında yansıtılamıyordu. Bu doğrultuda yoğun bir halk eğitiminin ve buna bağlı olarak yeni bir örgütlenmenin zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Halkevleri, Atatürk Devrimlerinin benimsetilmesi2, Cumhuriyetin kültür etkinlilerini, Milli Eğitimin yanında yürütmek için, 1931’de kapatılan Türk Ocaklarının3 yerine kuruldu.4 19 Şubat 1932’de açılan Halkevleri. Genç 1 2 3 4 Anıl Çeçen, Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri, Gün Doğan Yay, Ankara,1990 s.79–81. Halkevleri ve Halk Odaları, CHP, 1944 Ankara. Kenan Akyüz, “Türk Ocakları”, Belleten, Sayı 196, Ankara, 1986, ss.201–228; Zeki Arıkan, “ Halkevlerinin Kuruluşu ve Tarihsel İşlevi ”, Atatürk Yolu Dergisi, Yıl 12, C.6, sayı 23, Mayıs 1999, s.265. Necdet Sakaoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,1. Baskı, İstanbul 2003, 195. 142 Adnan Menderes ve Halkevleri ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Cumhuriyet’in kültür atılımları, laikleşme ve çağdaşlaşma politikaları içinde özgün yapılarıyla önemli bir yer tutmaktadır.5 Birinci aşamada Halkevleri 14 il merkezinde; ikinci aşamada (Haziran 1932) 20 il merkezinde faaliyet göstermeye başladı. 1950’ye gelindiğinde 478 halkevi ve 4332 halkodası bulunuyordu.6 1930’larda siyasal, hukuki, toplumsal alanlarda birçok devrim gerçekleşmişti. Halkevleri, Cumhuriyetin, Cumhuriyet ideolojisinin ve özellikle 1930’lu yıllardaki ekonomik ve toplumsal koşulların bir ürünüdür.7Halkevleri, Cumhuriyet yönetiminin dünya görüşünü aydınlar ve yerel önderler aracılığıyla halka götürme, yaygınlaştırma, tanıtma ve toplumun kültür yapısını canlandırma denemesidir. Bu amaçla kurulan Halkevleri, yeni, çağdaş yurttaşı yetiştirmeye yardımcı, yurt yüzeyine yayılmış Kültür Merkezleriydi. Ancak toplum yaşamına kazandırılmak istenen yeniliklerin, yeni değerlerin, toplum katmanlarına yayılması ve yaşanılır kılınması gerekirdi. Bunun için de, her cins ve yaştan kimsenin yararlanabileceği, herkese ulaşabilecek yapıda okul dışı, “resmi” kokusu olmayan sivil kuruluşlara gereksinim vardı. Halkevleri, halkla sıcak iletişim kuracak, halk değerlerinden de kaynaklanacak kültür merkezleri olarak düşünülmüştü. Her yurttaşın ilgi alanına göre katılımını sağlamak, başlıca hedefti. Kuruluş gereği 9 alanda çalışma yapmaktaydı: Dil-EdebiyatTarih, Güzel Sanatlar, Temsil, Spor, Toplumsal Yardım, Halk Dershaneleri ve Kurslar, Kütüphane ve Yayın, Köycülük, Müzecilik ve Sergi şubeleri. İsmet İnönü’nün de belirttiği gibi Halkevleri, “Yeni Türkiye hayatının başlı başına bir unsuru, başlı başına bir remzidir… Halkevleri, kurulan bütün medeniyetlerin üstüne geçmek iddiasında bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin hayatı için aziz bir toplanma yeri, bütün kabiliyetlerin inkişaf ettiren bir mihrak sayılmalıdır. Halkevleri bizim kendi anlayışımıza göre Türk vatanında, Türk Cumhuriyeti’nde, ahlak, ilim ve anlayış mefhumlarının tatbik edildiği, izah olunduğu, genişletildiği ve kökleştirilip yerleştirildiği yerlerdir”.8 Halkevleri her türlü kültürel ve sanat etkinlikleri ile sosyal dayanışmayı da içeren gerçek anlamda birer kitle eğitim kurumları olarak düşünülmüştür.9 “Halkevlerinin en mühim ve esaslı amaçlarından biri halk terbiyesiydi.”101930’lu yıllarda Türkiye’deki okuryazar sayısının bütün çabalara rağmen %20’yi geçmediği düşünülürse bu konunun önemi daha iyi anlaşılacaktır. “Halkevleri, yetişkin eğitiminin gelişmiş bir uygulaması olarak ortaya çıkmıştır.”11 Bu kuruluşların 5 6 7 8 9 10 11 Özdemir İnce, Halkevleri, Hürriyet, 19 Şubat 2006, Tarhan Erdem, “ Kuruluşunun 25inci Yılı Halk Evleri, Dünyaya Örnek Bir Kültür Kurtuluşunun Hayatı”, Vazife, Yıl 2, Sayı 15, Mart 1957, s.242. Orhan Özacun,”Halkevlerini Dramı”, Kebikeç, II/3(1996),S.91. Çeçen, a.g.e., s.106. Ülkü, C.III, Sayı 13, Mart 1934, s.1-4. Şerafettin Turan, “Etkin Bir Eğitim, Kültür ve Sosyal Dayanışma Kurumu Olarak Halkevleri”, Bilanço 1923-1998, Cilt 1, TÜBA, s.205. Ülkü, C.III, S. 13, Mart 1934, s.5–15. Özacun, a.g.m, s.89. Cevat Celep, Halk Eğitimi, Genişletilmiş 3. Baskı, Ankara 2003, ss.93-94. 143 Müslime GÜNEŞ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) amacı “ulusu, aynı ülküye bağlı bir kitle yapmak, kır, kent, köylü, aydın ayrımlarını azaltmaktı. Ulusal ve toplumsal hayatın temelleri, eğitim ve öğretim teknikleri uygulanarak bu evlerde atılmak istenmişti. İlk on yıl boyuca da halkı aydınlatmaya ve yaşamı çağdaşlaştırmaya dönük çalışmalar halkevlerinde odaklandı. “Belki en değerli hizmeti de yurdun her köşesinde, ileri geri farklılıkları yenilerek eş düzeyde faaliyetlere yer verilmesi olmuştur.12 “Halkevinin kapıları partiye yazılı olan veya olmayan bütün yurttaşlara açıktır.”13 Halk evleri sadece yönetim olarak partiye bağlı kalmış, çalışmalarını ise ulusalcılığın ruhu içinde CHP ‘nin ilkelerine uygun birer “halk eğitim merkezi” olarak yapmıştır. Bundan dolayı Halkevlerine her kesimden vatandaş görev almış ve etkinlikleri izleyebilmiştir.14 Netice itibariyle halkevleri; milleti bilinçli, birbirini anlayan, birbirini seven, aynı ideale bağlı halk kütlesi halinde örgütlemek; kültür, ülkü, amaç ve düşünce birliğini güçlendirecek bir toplum olmayı sağlamak; ulusal birliği oluşturan, milli ruhu biçimlendiren kültür öğelerini bulup ortaya çıkarmak, geliştirmek; halkın terbiyesi; yetişkinlerin eğitimi; inkılâbın kökleştirilmesi; müspet ilimleri öğrenme ve öğretme; köylü ile kentli, köylü ile aydın zümreler arasındaki ilişkileri düzenleyip arttıracak köycülük çalışmalarının yapılması gibi amaçlarla kurulmuştur. Halkevlerinin CHP’nin ilke ve ideolojisini yayma, benimseme ve hatta geliştirme çabası öncelikli bir hedeftir.15 Halkevlerinde yapılan icraatlarla birlikte halk kitleleri uyanmış, bilinçlenmiş, insanlık ve vatandaşlık hak ve ödevlerini kavramıştı16. 1. Adnan Menderes ve Halkevleri Bu alana ilişkin araştırmalar incelendiğinde halkevlerinin kapatılması sürecinde Adnan Menderes’in adından daha çok söz edildiği dikkat çekicidir. Oysaki Adnan Menderes’in Halkevlerinin kuruluş aşamasında da etkin bir rol oynadığı bilinen bir gerçektir. Nitekim Halkevleri etkinliklerini imkânsızlaştıran yasanın çıkmasına önayak olan Adnan Menderes, 19 Şubat 1932’de Aydın Halkevinin açılışında bizzat bulunmuştur. 12 13 14 15 16 Sakaoğlu, a.g.e., s.195. Halkevleri İdare ve Teşkilat Talimatnamesi, Ankara, 1940, s.3. Şerafettin Turan, a.g.m., ss.206-207. Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1839–1950, Ankara, 2004, s.352. “Halkevlerinin ve Halkodalarının 18. Yıl Dönümünde”, Ülkü, 1950, III/39, s.16 . 144 Adnan Menderes ve Halkevleri ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Aydın Halkevi Binası 1930’lu yılların sonları. Halkevinin açılış merasimi nedeniyle Aydın mebusu Adnan Bey bir konuşma yapmıştır. Adnan (Menderes) Bey’in Halkevi açılış konuşması şöyleydi. “Malumunuzdur ki, Halkevlerinden Gazi Hazretleri geçen seneki seyahatleri esnasında ilk defa bahse başlıyorlardı. O zaman büyük liderin dimağında doğan bu fikir, işte bugün doğan ve yaşamağa başlayan bir varlık oluyor. Milletimizin yükselmesi yolunda her ihtiyacı gören Büyük Gazi içtimai hayatımızda, kültür hayatımızda çok derin bir boşluğu ve çok şedit bir ihtiyacı görmüş, bu boşluğu dolduracak ve bu ihtiyaca cevap verecek bir tesis ve teşekkülün esasını ve temellerini kurmak şerefini de kazanmıştır. Milli mefkûreyi kökleştirecek, içtimai ve milli tesanütü tarsin edecek olan bu teşekkül çok samimi ve esaslı alakanıza layık ve muhtaçtır. İnsanları, millet zümrelerine ayıran, milletleri yapan, kültür ve mefkûre ve vahdettir. Devletlerin siyasi varlıkları milli mefkûre ve milli kültür temelleri üzerine bina edilmiş olmazsa bir mana ifade etmez olduğunu tarih bize çok misallerle gösteriyor... Bugün Halkevlerini açmakla atılan bu adım, içtimai ve milli bünyemizi kuracak ve kuvvetlendirecek bir teşkilatlanma ve uzuvlanma hareketinin başlangıcıdır. Ve hars hareketinin teşkilâtlanmasıdır. Bir millet ve cemiyetin kuvvetlenmesi, fert olarak değil, cemiyet halinde çalışmasına mütevakkıftır… Cemiyet hayatımızda Halkevlerinin açılması bir merhaledir. Bir tarih başlangıcıdır. Bu teşekküle çok büyük ihtiyaç vardır… 145 Müslime GÜNEŞ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) İnkılâbımız, Halkevleriyle medeniyet ve yükselme yolundaki zaferlerini tamamlayacaktır. Bu bizce yepyeni bir mevzu ve harekettir. Ve lâyıkıyla herkes tarafından anlaşılması belki güçtür. Münevverlerimizin ve arkadaşlarımızın vazifesi bu hareketin ehemmiyetini alakalı vatandaşlara anlatmaktır. Milletin maddi ve manevi yükselmesine yardım etmek emel ve arzusunu taşıyan her Türk Halkevlerini, bu emelinin tahakkukuna müsait bir zemin ve vasıta olarak bulacaktır. Milli ve içtimai bünyenin inşasında memlekette mevcut dağınık ve istifade olunamayan anasır kuvvetleri teşkilât kudreti sayesinde mesai cephesine sevk edecek varlık halkevleridir. Memleketin en uzak köşesindeki bu istidadı merkeze tanıtmak, ilerleme imkânı ve fırsatlarını onun ayağına götürmek vazifemizdir. Ve bunu Halkevleri yapacaktır. Aydınımızda Halkevlerinin açılma merasimini yüksek huzurunuzla yapmaktan derin bir zevk ve bahtiyarlık duymaktayım. Şahidi olduğum şu yüksek alakanızın daima devam edeceğine iman etmiş olmaklığım bu bahtiyarlığımı çoğaltıyor. Açılma merasimini tes’it etmekte olduğumuz Halkevlerinin millet ve memlekete yükseltici ve faideli hizmetler ifa edebilmesini temenni ederek sözlerime nihayet veriyorum”17diyerek halkevlerini övüyordu. 19 Şubat 1932’de Aydın Halkevinin açılışı sırasında;“Halkevleri, cemiyeti ve milleti yükseltmek için cem’i mesainin toplandığı çatı olacaktır. Arkadaşlar, fırkanın siyasi bünye ve mevcudiyeti, kanuni icaplar ve sair sebeplerle de memleketteki bütün faydalı unsurları, varlığı içinde toplamağa müsait değildir. Onun için fırkanın siyasi mevcudiyetine bitişik olarak ve ana siyasi program ve kanaatlerine muhalif olmamak üzere halkevleri, içtimai sahalarda bütün faydalı unsurları birleştirici bir yuva olacaktır.” diyerek halkevlerinin taşıdığı önemi vurguluyordu18. 1.1 Aydın Halkevinde ilk Faaliyetler Aydın Halkevinin açılışından sonra 4 Mart’a kadar Halkevi işlerini, Partinin İdare Heyeti Başkanı Adnan (Menderes) Bey yürütmüştür. Bu anlamda Aydın Halkevinin kuruluşunda Adnan Menderes’in önemli katkıları 17 18 Adnan Menderesin Konuşma metni için bkz. Aydın Halkevi Broşürü, Nefaset Matbaası İzmir 1933, ss.7-9. Halkevleri, (Haz. Tahran Erdem - I. Selçuk (Erez), İstanbul 1963, ss.24-26.Ayrıca bkz, Özacun, a.g.e, s.89. Bkz. Özacun, Halkevleri Dramı, s.89. 146 Adnan Menderes ve Halkevleri ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) olmuştur.19 Soyadı kanunundan sonra bir ara Ertekin soyadını alan Adnan Bey daha sonra soyadını Menderes olarak değiştirmiştir. 1935 yılında Ertekin soyadını kullanırken, milletvekili olarak Ankara’da bulunmasına rağmen ailesiyle birlikte Aydın Halkevine kitap bağışında bulunmuştur. Aydın Halkevi’ndeki etkinlikler için maddi destek sağlamıştır. Aydın, 19 Şubat 1935 Menderes ailesinin Aydın Halkevine olan katkıları bunlarla sınırlı kalmamış, Adnan Bey’in eşi Berrin Hanım’da Şubat 1935 tarihinde İzmir’den getirmiş olduğu piyanosunu Aydın Halkevine armağan etmiştir. CHP Aydın Vilayet İdare Heyeti Başkanlığı tarafından halka duyurulan bu desteğin ardından Parti İl Başkanlığından yapılan açıklamada; “Sayın Berrin Ertekin’in kültür yuvası ve sosyal yükselme ocağı olan Halkevimize karşı gösterdikleri bu alakaya karşı teşekkürlerimizi bildiririz” denilmiştir20 . Adnan Menderes’in Halkevlerine yönelik temasları bunlarla sınırlı kalmamıştır. CHP milletvekili iken, partinin taşradaki mensuplarının çalışmalarını denetlemek amacıyla teftişle görevlendirilmiş ve gözlemlerini partiye rapor ederken Halkevlerine özel ilgi göstermiş, olumlu ya da olumsuz değerlendirmeleri parti için yol gösterici olmuştur. Bu teftiş raporlarından birisi Antalya’ya ilişkindir. Bu raporlar, Menderes’in Cumhuriyet Halk Partisi örgütlerinin faaliyetlerine ilişkin kayda değer bilgilere yer verirken, onun halkevlerine yönelik görüşlerini yansıtması açısından da önemlidir. Menderes’in 1935 yılına ait teftiş raporundan Antalya Halkevi’nin çalışmaları hakkında edindiğimiz bilgilere göre; “halkevi binasının bitirilmesi için çok emek ve çaba harcandığından, Halkevi için önemli parasal gelirler elde edilmiş 19 20 Aydın, 19 Şubat 1935 4 Mart’ta yapılan seçimde parti idare heyetinden Dr. Mukadder Bey Aydın Halkevi Başkanlığına getirilmiştir. Aydın Halkevi Broşürü, s.13. Dr Mukadder Bey işlerinin yoğunluğunu belirterek birkaç kez görevinden istifa etmiş, istifası Ekim ayı başlarında kabul edilmiştir. 12 Ekim tarihinden itibaren Aydın Halkevi Reisliğini vekâleten Avukat Neşet Nazım (Akkor) Bey yürütmeye başlamıştır. Anadolu 13 Teşrin-i Evvel 1932. Aydın 19 Şubat 1935. 147 Müslime GÜNEŞ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) olmasına karşın yöneticilerin bunu binaya harcamadıkları” belirtilmektedir. Aydın Halkevinin kurucu başkanı olan Adnan Menderes, Antalya Halkevi yönetimine çalışmalarıyla ilgili yol gösterici bir rol takınarak, “şehirde Türkçe konuşmayan ve ulusal kültürle henüz yoğrulmamış zümreler üzerine halkevinin etkili çalışmalar yapması gereğinden” bahsetmiştir. “Antalya köylüsü o yıllarda yarı göçebe olduğundan halkevinin onları ekonomik ve sosyal konularda aydınlatması gerektiğini” önemle vurgulamıştır.21 Alanya Halkevi çalışmaları konusunda Menderes; “ Alanya Halkevi, kısıtlı bütçesine karşılık çok az elemanla pek çok işler başarmıştır. Başladıkları halkevi binasını yılsonuna kadar bitirme çabasındadırlar. Ancak Alanya’daki öğretmenler halkevi çalışmalarına hiçbir ilgi göstermemişlerdir. Ayrıca parti, halkevi ve memleket işlerinden de uzak durmaktadırlar. Halkevinin faaliyetlerinin zenginleştirilmesi ve eğitimli kişilerin halkevine rehber olmaları gerektiğine işaret ettiği raporunda Adnan Menderes, halkevi çalışmalarına en fazla ihtiyaç duyulan yerlerden birisinin Alanya olduğunu” belirtmiştir.22 Halkevleri konusunda övgü dolu ifadeler kullanan Adnan Menderes, Aydın Halkevi’nin açılışında halkevlerinin önemine ilişkin yukarıda belirtmiş olduğumuz etkileyici açış konuşmasının ardından parti müfettişi olarak rapor yazdığı Antalya, Konya il ve ilçelerinde Halkevinin durumu, yönetim kadrosu, faaliyetleri hakkında özenle araştırmalarda bulunmuş izlenimlerini parti merkezine yönlendirmiştir. Buradan hareket ederek CHP milletvekili olarak görev yaptığı 1946 yılına kadar Menderes’in Halkevlerinin varlığı, çalışma sistemi konusunda bir çekincesi bulunmadığı sonucuna ulaşabiliriz. Peki, Menderes’i halkevlerini kapatmaya götüren süreç nasıl gelişmiştir. Dönemin siyasal gelişmelerini takip ederek bu soruya da cevap aramak gerekir. 1.2 Halkevlerinin Kapatılmasına Giden Süreç II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru bütün dünyada demokrasi rüzgârı esmeye başlamış ve doğal olarak Türkiye’de bu gelişmelerden etkilenmişti. Demokrasiye geçiş aşamalarıyla beraber ülkede Atatürk’e ve İnkılâplarına karşı olumsuz sesler de yükselmeye başlamıştı. Bunun yanında çok partili hayata geçişle beraber, değişik düşüncedeki kimseler ve kesimler parti veya dernek kurarak örgütlenmişlerdi. Artık birçok şey açık açık söylenmeye ve yazılmaya da başlanmıştı. İktidara bir başka siyasal partinin gelebileceği düşüncesi halkın önemli bir kesiminin halkevlerinden uzaklaşmasına da yol açmıştı.23 21 22 23 Faysal Mayak, “Adnan Menderes’in Teftiş Raporuna Göre Cumhuriyet Halk Partisi Antalya Örgütünün Çalışmaları (1935)”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, VI/15, (2007/Güz), ss.191-219. Mayak , a.g m., ss.204-206 . Nurcan Toksoy, Halkevleri / Bir Kültürel Kalkınma Modeli Olarak, Orion Yayınevi, s.108 148 Adnan Menderes ve Halkevleri ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Halkevlerinin işleyişine ilişkin olarak yapılan eleştirilerin en başında bu kuruluşların Cumhuriyet Halk Partisi’ ne bağlı kuruluşlar olarak varlıklarını sürdürdükleri halde devlet bütçesinden desteklenmeleri geliyordu.24Yapılan eleştiriler karşısında CHP, halkevlerinin yapısında ve işleyişinde değişiklikler yapma yoluna gitti. Bu amaçla CHP Genel Sekreterliğinin 21 Şubat 1942 tarihinde valiliklere gönderdiği talimatında, halkevleri ve halkodalarının yerine getirdikleri önemli görev ve hizmetleri tam anlamıyla yapabilmeleri için, özel idare ve belediye bütçelerinden gerekli miktarda yardım tahsisatı ayrılması istenmiştir.25 Böylelikle Halkevleri maddi açısından kendi kendine yeterli olan kurumlar haline getirilmeye çalışılmıştır. Bu amaçla, 27 Kasım 1946 gün ve 2896 sayılı genelge ile halkevleri salonlarının halkevleri çalışmalarına engel olmaması şartıyla, belirli süreler içinde kiraya verilebileceği de belirtilmiştir.26 Çok partili hayata geçişle birlikte, iktidara bir başka partinin gelebileceği düşüncesi halkevlerinden uzaklaşmalara neden olmaya başlamıştı. Diğer partilere üye olan vatandaşlar halkevlerine gitmekten çekinir bir duruma gelmişlerdi. Halkevlerinin çalışmaları bu durumdan fazlasıyla etkilenerek gerilemişti. Bazı illerde ve ilçelerde Belediye yönetiminin başka partilerin eline geçmesiyle birlikte halkevlerine yapılan yardımlar kesilmişti. Maddi kaynağın kesilmesiyle birlikte dergiler çıkamamış, köy gezileri yapılamamış, diğer sosyal yardım ve kültür çalışmaları yürütülememiştir.27 Halkevi şubelerinin düzenleyeceği müsamereler, balolar, geziler, konserler, temsiller, film gösterileri, spor gösterileri v.b etkinliklerin gelir kaynakları arasına alınmasıyla28 birlikte halkevi etkinliklerine katılımlarda azalma süreci hızlanmıştır. Halkevlerine yeni bir statü kazandırma çabaları sonraki süreçte devam etmiş; 17 Kasım 1947 tarihinde toplanan Cumhuriyet Halk Partisi 7. Büyük Kurultayı’nda konu masaya yatırılmıştır.29 “Yapılan tartışmalara konu olan bütçeden Halkevlerine para yardımı suçlamalarına cevap veren İsmet İnönü, çok partili hayata geçtikten sonra Halkevlerinin bütün siyasi partileri memnun edecek şekilde kullanılması çarelerini aradıklarını, muhalefet partisinin taleplerini ve düşüncelerini bildirmeye gayret ettiklerini fakat karşı taraftan böyle bir talep gelmeyince olayı tek başına yürütmek zorunda kaldıklarını ve 1947 Kurultayında halkevlerinin bir tesis yapılarak idaresini prensip olarak ilan ettiklerini fakat muhalefet partisiyle anlaşmaya varamadığından dolayı kararın uygulanmadığını söylemiştir”.30Kurultayda halkevlerinin ne şekilde yönetileceğiyle ilgili olarak Halkevleri Komisyonunca hazırlanmış olan rapor aynen kabul edilmiştir.17 Kasım 1948 yılında çalışmalarını tamamlayan 24 25 26 27 28 29 30 Feroz Ahmet, Bir Kimlik Peşine Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, I. Baskı, İstanbul, 2006. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliğinin Parti Teşkilatına Umumi Tebligatı, C.XX, s.541. A.g.e., s.541. A.Çeçen, Halkevleri, ss.233–235. Nurhan Karadağ, Halkevleri Tiyatro Çalışmaları (1932–1951), s.63. CHP Yedinci Büyük Kurultayı Tutanağı 1947, Ankara 1949, ss.199–202 . Toksoy, a.g.e., s.119. 149 Müslime GÜNEŞ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) komisyonun hazırlamış olduğu raporda; Halkevlerine kurum statüsü kazandırılması31 ve bağımsız kurumlar haline getirilmesi önerilmiş, ancak bu öneriler hayata geçirilememiştir. Bu çabalardan bir sonuç çıkmaması kurumların geleceği açısından bir talihsizlik olmuştur.32 CHP tarafında ise kültürel ve sosyal inkılâpları ülkeye yaymakla görevlendirilmiş bulunan halkevlerinin, çok partili rejim kurulduktan sonra da kültürel faaliyetlerde bulunmaları uygun görülüyordu.33”Böylece 1949 yılına gelindiğinde artık yavaş yavaş halkevleri ile ilgili olumsuz değerlendirmeler, taraflı bakış açıları ortaya çıkmaya başlamıştır. Esasen on yedi yıllık bir kültür kuruluşu olan halkevlerinin, kuruluşundan itibaren üzerinde fikir yürütülmüş ve zaman zaman tartışmalar da yaşanmıştı. Halkevleriyle ilgili herhangi bir ilişkisi olmayanlar bu kuruluşlara sarf edilen paraya acımış, halkevi çalışmalarına hiçbir şekilde iştirak etmeyenler ise çalışmaları az bularak şikâyetlerde bulunmuşlardı. Halkevinde çalışan elemanların göz önünde bulundurdukları şey, yurda ve millete bağlılığın emrettiği ciddi ve yerinde fedakârlık duyguları olmuştur.”34 Mesele daha sonra 1950 kurultayında da tartışılmış ve CHP tarafından kabul edilen tesis haline getirme olayı hükümet ile CHP arasındaki görüş ayrılığı yüzünden gerçekleşememiştir.35 Halkevlerinin parti genel yönetim kurulunca hazırlanan ve genel başkanlıkça onaylanan bir talimatname ile kurulmuş olmasından dolayı hukuki bir dayanağı bulunmuyordu. Bundan dolayı da taşınmaz gayr-i menkul edinememişlerdir. Halkevlerinin giderleri, bulundukları yörenin parti örgütü tarafından karşılanırdı. Halkevleri hiçbir zaman kendilerine gelir bulmak için çalışmazlardı.36 1950 yılında seçimle beraber iktidarın değişmesi üzerine halkevleri bir muhalefet partisinin yan kuruluşları konumuna düşmüştür. Böyle bir durum Halkevlerinin konumunun yeniden sorgulanmasına neden olduğu gibi, muhalefet partisinin yan kuruluşu oldukları yönündeki tartışmalar, kurumların çalışmalarını aksatmıştır.37Demokrat Parti ödenek yokluğu gerekçesiyle halkevlerini kapatmak istemiştir.38 “Mazinin molozlarıyla yeni bina yapılamaz,yeni devir için yeni malzeme kullanmak lazımdır…,(halkevleri) bir devrin bekasıdır,bunu temizlemek lazımdır”39 diyen Adnan Menderes, başbakanlığı döneminde yapmış olduğu bu konuşmasında, artık amaçlarının halkevlerinin varlığını devam ettirmek olmadığını açıkça belirtmiştir.Menderes’in bu konuşmasını yaptığı görüşmeler esnasında, bazı milletvekilleri tarafından halkevlerinin CHP ile ilişkisinin kesilmesini ve halk eğitimine hizmet edecek kurumlar haline getirilmesi kendisine teklif edilmiş; ancak bu teklifler de kabul edilmemiştir. 31 32 33 34 35 36 37 38 39 Cumhuriyet Arşivi, 490. 01/825. 263,1 . Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 4. Kitap, I. Bölüm, Bilgi Yayınevi, Ankara 1999, s.91. Toksoy; a.g.e., s.111. A.g.e., ss.120–121. A. Çeçen, Halkevleri, s.220 . Toksoy, a.g.e., s.109. Çeçen, a.g.e., s.230. Orhan Özacun, (1996) “Halkevlerinin Dramı”, Kebikeç, Sayı: 3, Ankara. ss.94–95. Demokrat Parti Meclis Grubu Müzakere Zabıtları,12 Aralık 1950, C.X, ss.43-60. 150 Adnan Menderes ve Halkevleri ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Adnan Menderes, 12 Aralık 1950 günü DP Meclis Grubu’nda yaptığı konuşmasının devamında şunları söylüyordu: “Halkevleri denilen müessese bugün toplumsal yapımızda bir diken gibi, bir yabancı cisim gibi önemsiz bir şeydir. Toplumsal, siyasal bir işlevi kalmamış, kapılarına zincir vurulmuştur. Buyurdular ki halkı demokrasi terbiyesi ile yoğuracak kurumlar haline getirmek lazımdır. Kendilerini ikaz ederim, hiç farkında olmadan totaliter bir zihniyetin ifadesinde bulunuyorlar.”40 Halkevleri, halkodaları kurmak, gençlik teşkilatını ele almak, faşistvari telakki ve düşüncelerin mahsulü olsa gerektir. Bu münasebetle bilmiyorlarsa şurasını da haber vereyim ki, halkevleri çoktan beri mesdut bulunmaktadır. Bunlar içtimai ve siyasi bünyemiz içinde tamamıyla abes, beyhude, geri ve yabancı bir uzuv halindedir. Bunları demokratik fikirlerin neşir ve tamimi için bir mektep haline getirmek hayali yine dar bir telakkinin mahsulü olmaktan başka bir mana ifade etmez,”41 diyerek kapatılma hususundaki kesin tavrını ortaya koymuştur. Bu eleştiriyi yapan insan, çok değil, 5 yıl önce CHP Milletvekili ve Parti Müfettişi idi. Gittiği her kentte halkevini ziyaret ve teftiş ediyordu.1932’de Aydın Halkevi’ni açış konuşmasında halkevlerinin önemini vurgulamış ve bu kuruluşların yaşamındaki yerinden övgüyle söz etmişti. Oysa iktidarının daha ilk anlarında Menderes artık Halkevlerini acımasızca eleştiriyordu. Yeni dönemde ise Adnan Menderes Halkevlerinin önemini yadsımış, kurumların halka hizmet etmediğini belirterek CHP döneminde halkevlerine bakışını da inkâr etmiştir. Bu cümleleriyle Adnan Menderes, yapılan kültür faaliyetlerinin anlamını ve gereğini anlamadığını itiraf etmekten başka, yapılan çalışmaları gereksiz ve hayali bir tutumun ürünleri olarak algılamış olması da büyük bir tarihi hatadır. Yapılanları siyasi amaçlı faaliyet olarak algılayan Menderes, konuşmasının devamında, “limonluklarda buğday yetiştirmenin gereksizliğini vurgulayarak bunun demokrasi mekteplerini açmak hayalinden başka bir şey olmadığını” da söylemiştir. Böylece halkevlerini kapatma kararını almış olan Menderes, olayı yumuşatmak ve orta yolu bulmak amacından çok uzak olarak hareket etmiş, bu konuda hiçbir esnekliğe meydan vermemiştir. İnönü’ye göre, Halkevlerinin kapatılması yerine, CHP’nin önerdiği gibi, bağımsız bir tesis kurulması, aklın gereğiydi. DP iktidarı bunu reddetmişti. Ayrıca atılan adım “anayasaya aykırıydı”.Haksız ve hukuksuz bir “müsadere” hareketiydi. Bununla ülkenin muhalefet partisine hukuk dışı bir darbe vuruluyordu. İnönü bu konuda, “bu muameleler, Anayasa’nın ihlali mahiyetindedir. İktidar partisinin rakip siyasi partiyi, Anayasa teminatından mahrum etme teşebbüsüdür.”diyordu.42 Adnan Menderes bu konuya ilişkin olarak yaptığı açıklamada; “….Ne hakiki ne de hükmi şahıs olarak hiçbir mevcudiyeti olmayan halkevlerine devlet bütçesinden para ayrılması ve hususiyle bu paranın siyasi teşekkül olan iktidar 40 41 42 Demokrat Parti Meclis Grubu Müzakere Zabıtları,12 Aralık 1950, C.X, ss.122-123; Ayrıca bkz.,Şemsettin.Çizmeli, Menderes, Demokrasi Yıldızı, Arkadaş yayınları, 2. Baskı, 2007, s.484. TBMM Tutanak Dergisi, IX. Dönem, C.9,1951, ss.662–663. Ayrıca bkz. Özacun, a.g.e., s.94. Altan Öymen, Öfkeli Yıllar, Doğan Kitap, 8. Baskı, İstanbul 2009, s.209. 151 Müslime GÜNEŞ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) partisine ödenmesi demokratik ve hukuki havsalaya asla, sığmayacak derecede fahiş olan bir yolda yürümek muhalefetin tenkitleri müessir olmaya başlayınca, artık devam olunamaz hale gelmiştir. İşte o zaman “tesis yapacağız” teraneleri başladı”,dedikten sonra böyle bir tesisi neden oluşturamadıklarını da söyleyerek, bu amaçlarında da ciddi olmadıklarını ifade etmeye çalışmış ve her zaman tartışılan para konusuna gelerek halkevlerine verilmiş olan paralarla, edinilmiş malların, mülklerin Cumhuriyet Halk Partisi’nin malları olarak tescil edilmelerini kabul edemeyeceklerini”43 söylemiştir. Çok partili sistemin iki büyük siyasi partisi olan CHP ve DP arasında görülen Halkevleri ile ilgili sürtüşmeler 1951 yılında bu kuruluşların resmen kapatılmasına dek sürüp gitti.44 Halkevleri ve CHP mallarının hazineye devri hakkındaki yasa tasarısı, 6 Ağustos 1951’de TBMM’de görüşülmeye başlanmıştır. Görüşmeler sırasında CHP Genel Başkanı İnönü, Halkevlerinin kültür yaşamındaki önemini vurgulamış ve kaldırılmasını yersiz ve haksız bir yıkım olarak yorumlamış; tasarıyı “müsadere kanunu” olarak adlandırmış ve eleştirmiştir. Yasa tasarısı, 8 Ağustos 1951’de TBMM’de oylandığı gün CHP bu tasarıyı protesto ederek oylamaya katılmamıştır. Buna rağmen tasarı DP milletvekillerinin oylarıyla kabul edilmiş ve yasalaştırılmıştır. 45 Böylece halkevlerinin kapatılmasına ilişkin yasa teklifi Anayasa Komisyonunda DP iktidarın etkisinde onaylayarak kabul edilmiştir. CHP sözcüsü Faik Ahmet Barutçu halkevlerinin kapatılmasına giden süreçte Başbakan Adnan Menderes’in ikili davranışından yakınarak; “14 Aralık ve 15 Aralık 1951 tarihlerinde Sayın Menderes ile temas ettim. Vardığımız karar şu oldu. Halkevleri Atatürk’ün bir yadigârı olarak muhafaza edilecek ve bir tesis haline getirilerek gayeleri ve mesaileri yeni devrin gereklerine uygun bir şekilde tespit edilecekti. Halkevi ve halkodası olarak inşa edilmiş bütün gayrimenkuller bu tesise dâhil olacak böyle bir prensip mutabakatına vardıktan sonra, bunun tatbik şeklini gösteren bir tasarı bizim tarafımızdan hazırlanarak kendilerine verilecek ve onların da tesisin tatbik şeklindeki nokta-i nazarları alınarak karşılıklı bir anlaşma şekli bulunacaktı. Birkaç kez bir araya gelip memnuniyetle ayrılmıştık. Bundan sonra 19 Temmuz’da Anayasa Komisyonu’nun mutat toplantısına gittiğimde işlerin başka istikamet aldığını gördüm. İki tarafın murahhaslarından mürekkep olan komisyon bir daha davet edilmeden, haber verilmeden, şahsen olsun bu işte çalışan adam olarak ben de haberdar edilmeden Anayasa Komisyonunda bir hava, adeta bu işin bitirilmek istendiğini gösteren bir haleti ruhiye var…” Diyerek yapılan görüşme ve toplantılarda gerçekte samimi olmadıklarını” ifade etmiştir.46 Halkevleri, 8 Ağustos 1951 tarihinde yürürlüğe giren 5830 Sayılı Yasa ile 43 44 45 46 TBMM Tutanak Dergisi, IX. Dönem, C.9,1951, ss.662–663. Sefa Şimşek,Bir İdeolojik Seferberlik Deneyimi, Halkevleri 1932-1951,Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi,İstanbul 2002, s.93. Esma Torun, II. Dünya Savaşı Sonrası Türkiye’de Kültürel Değişimler, İç ve Dış Etkenler, (1945–1960),Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, Antalya 2006, s.380. Toksoy, a.g.e.; Ayrıca bkz. Öymen, a.g.e., s.205. 152 Adnan Menderes ve Halkevleri ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) kapatılıp bütün taşınır taşınmaz varlıkları hazineye devredilmiştir. DP Hükümeti, yasanın kabulünden sonra hemen harekete geçmiş ve ülkedeki bütün Halkevi ve Halkodalarına el koymuştur.47 Yasanın uygulanması süresince, halkevlerinin malları yağma edilmiş ve kütüphanelerindeki kitapların çoğunluğu atılmıştır.48 Nihat Sami Özerdim, halkevi kütüphanesindeki kitapların sırf üzerinde altı ok bulunduğu için SEKA’ya gönderildiğini ve büyük birçoğunun da kese kâğıdı yapıldığını ifade etmiştir.49Böylece Halkevleri örgütünün kültürlendirme işlevi yok edildi. Dolayısıyla halkın aydınlanma sürecine büyük bir darbe indirildi.50 Halkevleri 1951 yılındaki yasayla kapatılacak yerde, gerçekten bağımsız bir kuruluş haline getirilseydi, dağınık deneyimlerle harcanan zaman harcanmamış olacaktı. Ülkemizin kültürü bugünkünden çok daha gelişmiş olacaktı. Halkevlerinin kapanmasıyla oluşan boşluk, 1960’taki 27 Mayıs İhtilali’nden sonra doldurulmak istendi. DP döneminde çıkarılan bazı kanunların anayasaya aykırılığının saptanması sonucunda yapılan yeni düzenlemeler, Halkevlerinin yeniden kurulmasına imkân verdi. O yıllarda da çok çaba gösterildi. Fakat o çabalar Halkevlerinin en etkin örgütlenmesinin bağımsız bir yapı içinde canlandırılıp gelişmesine yetmedi. Halkevleri ve halkodalarının son durumundaki gibi Türkiye’nin her yerinde, deneyimli kadrolarıyla var olan bir “ kültür merkezleri zinciri” oluşamadı.51 Sonuç Çok partili hayatın başlangıcından itibaren DP’liler ile CHP’liler arasında en çok tartışılan konulardan biri Halkevlerinin kapatılması konusudur. Halkevlerinin kuruluş aşamasında Menderes’in Halkevlerine bakış açısıyla, kapatılışları sürecindeki konuya yaklaşımı arasında derin farklılıklar vardır. Bunun nedenleri; dönemin koşullarında, her iki partinin dayandığı oy tabanında ve çok partili hayata geçtikten sonra “oy kazanma kaygılarında” aranmalıdır. Ancak Halkevlerinin kapatılma işiyle yetinilmeyip, tüm kitaplarının ve kültürel etkinliklere imkân sağlayan araç ve gereçlerinin tahrip edilmesi, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınlanma sürecine vurulmuş büyük bir darbe olmuştur. Halkevleri siyasi hesaplaşmaların acımasızca kurbanı olarak Adnan Menderes tarafından bedel ödetilmiş bir kültür kurumu kimliğiyle tarihte aranan ve sorgulanan yerini almıştır. 47 48 49 50 51 Şimşek, a.g.e., ss.204-215. Torun, a.g.e., s.380. Nihat Sami Özerdim, Siyasi Anıların (1939–1954), İstanbul 1977, s.447. Ergün Ataoğlu, Adnan Menderes, Bir Başkanın Trajik Sonu, İstanbul 2008, I.Baskı, s.114. Öymen, a.g. e., s. 213. 153 Müslime GÜNEŞ ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) KAYNAKÇA I. Gazeteler Anadolu Aydın Hürriyet II. Kitaplar ve Makaleler AHMET, Feroz, Bir Kimlik Peşine Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, I. Baskı, İstanbul. AKYÜZ Kenan, “Türk Ocakları”, Belleten, Sayı 196, Ankara, 1986. ARIKAN Zeki, “ Halkevlerinin Kuruluşu ve Tarihsel İşlevi ”, Atatürk Yolu Dergisi, Yıl 12, C.6, sayı 23, Mayıs 1999. ATAOĞLU Ergün, Adnan Menderes, Bir Başkanın Trajik Sonu, İstanbul 2008, I.Baskı. Aydın Halkevi Broşürü, Nefaset Matbaası İzmir 1933, Halkevleri, (Haz. Tahran Erdem - I. Selçuk (Erez), İstanbul, 1963. CHP Yedinci Büyük Kurultayı Tutanağı 1947, Ankara, 1949. Cumhuriyet Arşivi, 490. 01/825. 263. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliğinin Parti Teşkilatına Umumi Tebligatı, C.XX. ÇAVDAR Tevfik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1839 – 1950, Ankara 2004. ÇEÇEN Anıl, Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri, Gün Doğan Yay, Ankara, 1990. ÇİZMELİ Şemsettin, Menderes, Demokrasi Yıldızı, Arkadaş yayınları, 2. Baskı, 2007. Demokrat Parti Meclis Grubu Müzakere Zabıtları,12 Aralık 1950, C.X. ERDEM Tarhan, “Kuruluşunun 25inci Yılı Halk Evleri, Dünyaya Örnek Bir Kültür Kuruluşunun Hayatı”, Vazife, Yıl 2, Sayı 15, Mart 1957. Halkevleri İdare ve Teşkilat Talimatnamesi, Ankara, 1940. 154 Adnan Menderes ve Halkevleri ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Halkevleri ve Halk Odaları, CHP, 1944 Ankara. “Halkevlerinin ve Halkodalarının 18. Yıl Dönümünde”, Ülkü, 1950, III /39. İNCE Özdemir, Halkevleri, Hürriyet, 19 Şubat 2006. KARADAĞ Nurhan, Halkevleri Tiyatro Çalışmaları (1932–1951). MAYAK Faysal, Adnan Menderes’in Teftiş Raporuna Göre Cumhuriyet Halk Partisi Antalya Örgütünün Çalışmaları (1935), Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, VI/15, (2007/Güz). ÖYMEN Altan, Öfkeli Yıllar, Doğan Kitap, 8. Baskı, İstanbul 2009. ÖZACUN Orhan,”Halkevlerini Dramı”, Kebikeç, II/3 (1996). ÖZERDİM Nihat Sami, Siyasi Anıların (1939–1954), İstanbul 1977. SAKAOĞLU Necdet, Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,1. Baskı, İstanbul 2003. ŞİMŞEK Sefa, Bir İdeolojik Seferberlik Deneyimi, Halkevleri 1932-1951, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2002. TBMM Tutanak Dergisi, IX. Dönem, C.9,1951. TOKSOY Nurcan, Halkevleri / Bir Kültürel Kalkınma Modeli Olarak, Orion Yayınevi. TORUN Esma, II. Dünya Savaşı Sonrası Türkiye’de Kültürel Değişimler, İç ve Dış Etkenler, (1945–1960),Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, Antalya 2006. TURAN Şerafettin, “Etkin Bir Eğitim, Kültür ve Sosyal Dayanışma Kurumu Olarak Halkevleri”, Bilanço 1923-1998, Cilt 1, TÜBA. TURAN Şerafettin, Türk Devrim Tarihi, 4. Kitap, I. Bölüm, Bilgi Yayınevi, Ankara 1999. Ülkü, C.III, Sayı 13, Mart 1934. 155 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal Of Modern Turkish History Studies XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 157-180. ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ SÜRECİ VE NECMETTİN SADAK Ayşegül ŞENTÜRK* Öz Bugün uygulana gelmiş sistemler içinde kötünün en iyisi olarak kabul edilen demokrasi, en kolay sistem değildir. Hukuk üstünlüğünün olduğu, eğitim düzeyi yüksek, ekonomik refah içinde yaşayan, milli kültürü sağlam toplumlara korkmadan, mutlu ve huzurlu bir idare sağlayan demokrasi, sayılan özelliklerin tam olmadığı ülkelerde bazı sıkıntılara yol açabilmektedir. 20. yüzyılın başlarında demokrasi konusunda fazla deneyimi olmayan Türkiye, cumhuriyet rejimini kabul ettikten sonra çok partili hayatın denemelerini yapmış ancak başarılı olamamıştır. 1945 yılına gelindiğinde Türkiye’de siyasi ortam iç ve dış koşullarla demokratik hayat için olumlu hatta zorunlu hale gelmiş ve çok partili hayata geçilmiştir. Ancak pek çok genç demokraside olduğu gibi Türkiye’de de “daha iyi bir demokrasi”nin nasıl olacağı konusunda farklı görüşler, uygulamalar ortaya konmakta ve bazı sorunlar yaşanabilmektedir. Demokratik sisteme geçişte oldukça önemli bir zaman dilimini oluşturan 1945-50’li yıllara siyasetçi ve gazeteci kimliği ile bizzat şahitlik etmiş olan Necmettin Sadak, dönemin olaylarını gazetesi Akşam’da kaleme almıştır. Bir başyazarın bakış açısına yönelmek, o yılları daha iyi anlamamıza ve yorumlamamıza katkıda bulunacağı gibi, günümüzdeki bazı sorunların geçmişle olan bağlantısını kurmamıza da yardımcı olacaktır. Anahtar Kelimeler: Türkiye, Demokrasi, Çok Partili Hayat, Necmettin Sadak, Akşam. TRANSİTİON PROCESS INTO MULTI-PARTY SYSTEM AND NECMETTİN SADAK Abstract Democracy which is regarded as the best of the worst system to be appied is not the easiest one. Democracy has the rule of law and it provides the society with a high education level, and they thus live in economic prosperity without fear, yet with happily and in peace. However, it can lead to some problems in the countires in which all these prospects are not seen. Turkey, which has not got much experience concerning democracy in the beginning of the 20. Century, tried to venture into multiparty regime upon accepting republic system, yet it was not successful. By 1945, political environmet in Turkey was suitable or even necessary for * Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi, (aysegulsenturk@sdu.edu.tr). 157 Ayşegül ŞENTÜRK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) democratic life concerning internal and external conditions and multiparty regime therofore was realized. However, as in many young democracies, Turkey has also some problems regarding how a “better democracy” will be achieved and which applications might be encountered. Necmettin Sadak who lived personally with his politician and journalist identity during 1945-50s which are very important time period in transition to democracy, wrote about the events of the perod in a newspaper called Akşam. To turn a lead into an author perspective will both provide us with a better understanding and interpetation, and it would also help us draw a link between today’s some problems and past ones. Keywords: Turkey, Democracy, Multi-party Life, Necmettin Sadak, Akşam. Giriş Kemalizm’in ideolojileştirilmesi çabalarına resmi sosyolojinin yazıcısı ve öğreticisi olarak katkıda bulunan bir bilim insanı ve düşünür; DurkheimGökalp çizgisinde bir pozitivist; solculuğu milli kabul eden ancak sosyalizmi ekonomik bir model olarak mahiyeti gereği beynelmilel kabul eden bir sosyalist; içinde bulunulan şartlar gereği ekonomik liberalizmin Türkiye’de uygun bir sistem olmadığını savunan ancak tek parti rejimini demokrasiye geçişte bir ara rejim olarak görerek siyasi liberalizm, çok partili hayat ve sosyal demokrasiye özlemini dile getirecek kadar demokrat; ulus ve ulusçuluğun dil ve kültür üzerine oturması gerektiğini savunan bir milliyetçi; gazeteci, sosyolog, bilim insanı, siyasetçi, devlet adamı özellikleriyle çok yönlü bir kişilik… Kendisinde bu kadar çok meziyeti barındıran ve çoğu kimsenin pekte aşina olmadığı, tarihin derinliklerinde kalmış bu isim Necmettin Sadık Sadak’tır. Avrupa’da hukuk eğitimi almış olan hâkim Şehabettin Bey’in oğlu olarak 1890’da Isparta’da dünyaya gelen Sadak, Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra Fransa’da Lyon Üniversitesinde Eğitim Bilimleri diploması alarak yüksek öğrenimini tamamlamış ve Fransa’da yayımlanan Progress gazetesinde yayın hayatına ilk adımı atmıştır. 1914 yılında Türkiye’ye döndükten sonra İkdam ve Vakit gazetelerinde yazılar yazan Sadak, 1918’de birkaç arkadaşı ile birlikte Akşam Gazetesini kurmuş ve 1953 yılındaki ölümüne kadar aynı gazetede başyazarlık yapmıştır. Bu dönemde; Milli Mücadeleden Modern Türkiye’nin doğuşuna, gündelik hayattan siyasete, iç politikadan dış politikaya, sistem ve ideolojilerle, tek partili hayattan demokrasiye kadar pek çok yazı yazarak aktif ve verimli bir yazın hayatının içinde olmuştur. Tek partili hayattan çok partili hayata geçişin sadece tanıklığını yapan bir gazeteci olarak değil, o dönemin siyasi aktörlerinden biri olarak da yaşananları gazetesinde kaleme almıştır. Çalışmamızın konusunu da, resmi olduğu kadar gayri resmi kanallardan bilgi sağlaması ile kamuoyu oluşturmada ve kamuoyunu etkilemede önem taşıyan ve dönemin olaylarına kayıt sağlayan gazetesindeki yazılarıyla Necmettin Sadık Sadak’ın demokrasi hakkındaki görüşleri oluşturmaktadır. 158 Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) 1923-1945 Yılları Arası Görüşleri Sadak’ın demokrasi anlayışını yaptığı cumhuriyet tanımından açıkça anlamak mümkündür. Sadak, en iyi hükümet şekillerini sosyolojik sebepler dolayısıyla otorite kuvveti olan ulusal hareketlerden doğan hükümetlerde görmektedir. Ona göre böyle hükümetler ulusal vicdanın ve ulusal iradenin deyimidir. Ulusal vicdanın doğurduğu kuvvet ve halk devrimlerinden çıkan demokrat hükümet şekli ise cumhuriyettir1. Cumhuriyetçi bir bireyin, hürriyet ve muhalefetten korkmaması gerektiğini belirtir. Çünkü cumhuriyete olan inanç ancak onu uygulamakla gösterilebilir. Partiler olmadan demokrasinin olamayacağını belirten Sadak, Cumhuriyet Halk Partisinin kuruluş zamanındaki gayenin, vatanı düşman istilasından kurtarmak olduğunu, bu sebeple de bu cemiyete fikir ve kanaat farkı gözetilmeden her çeşit vatanseverlerin -padişahçılar, halifeciler, şeriatçılar, komünistler, halkçılar, derebeyleri, cumhuriyetçiler, laikler, idealistler- katılıp birlikte çalıştıklarını belirtir2. Lozan antlaşmasından sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından Halk Partisi Tüzüğü ilan edildiğinde de inançları, düşünceleri, kanaatleri bu prensiplere uymayan mebuslar –sırf vatanseverlikleri ve Mustafa Kemal’e bağlılıkları yüzünden- partide kalmışlardı. Çünkü o zamanki şartlarda partiden ve Mustafa Kemal’den ayrılmak milli birliği bozmak sayılıyordu. Ancak sonradan değişen şartlarla, siyasi particiliğin Türkiye’de de bir kanaat ve inan meselesi şeklini aldığını belirten Sadak, buna rağmen CHP teşkilatının başlangıçtaki homojen olmayan durumunu devam ettirdiğini belirtir. Siyasi bir partinin kuvvetlenmesinin ilk şartı, onu teşkil eden insanlar arasında siyasi, sosyal ekonomik prensiplerde sıkı kanaat birliği olmasıdır. Sonraları Halk Partisinden ayrılarak kurulan partilerin, belli başlı meslek ve kanaat farkından doğmadığını belirten Sadak, mebusların muhtelif fikir ve kanaat merkezleri etrafında toplanmamasını gayri tabii3 kabul eder. Sadak’a göre Demokrat Parti de dâhil CHP’ne karşı kurulan muhalif partilerin bir şahsiyeti olmadığı gibi, özellikle de DP, açık ve belli fikir ve kanaatler etrafında toplanmaktan ziyade karışık bir hoşnutsuzluklar kitlesini temsil etmekteydi4. Cumhuriyetin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Şeyh Sait isyanıyla bağlantılı olduğu iddiasıyla kapatılmasının ardından5, 1930 da çok partili hayata geçmek için ikinci deneme yapıldı. 1930 1 2 3 4 5 Necmettin Sadık Sadak, Toplumbilim Sosyoloji, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1948, s.84. Sadak, “Mecliste Tenkit Nasıl Meşru Olur”, Akşam, 4 Kasım 1923.. Sadak, “Halk Hükümetinde Fırkalar Zaruridir”, Akşam, 31 Ekim 1924. Sadak, “CHP’ni ve Hükümetlerini Bekleyen Ağır Vazifeler”, Akşam, 20 Ağustos 1947. Yıllar sonra Sadak tek partili otoriter sistemle ilgili görüşlerini şu satırlarla açıklayacaktı: “Kemalist rejim, Türkiye’yi kurtuluşa ulaştırmak için, dışarıda olduğu kadar, içeride de düşmanlarla uğraşmak zorunda kaldı; saltanatı ve hilafeti devirdi, cumhuriyeti ve halkçılığı benimsedi, medreseleri kapattı, laik devlet kurdu. Fakat cumhuriyetçi, demokratik, halkçı, laik Türkiye otoriter bir devlet oldu diyenler var. Doğrudur ve buna iki sebep vardır. Biri, yeni kurulan devletin içeriye ve dışarıya 159 Ayşegül ŞENTÜRK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Türkiye’sinin dışarıdan bakılınca bir diktatörlük manzarası çizmesi, ekonomik uygulamalardan memnuniyetsiz olan halkın hedef tahtasında iktidar partisinin olması bir muhalefet partisinin varlığını gerekli kılınca, Atatürk’ün isteği ile yakın arkadaşı Fethi Bey tarafından 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Sadak’a göre bu parti aslında cumhuriyetçi olmayan ve CHP’ne karşı olanlar ile CHP’ne kırgın olanlar ve cumhuriyetçi olup da CHP’nin politikalarını beğenmeyen gayrimemnunlardan oluşuyordu6.Yeni fırkanın kurulması hayli iyimser bir hava içinde olmuşsa da partinin kendisini feshetmesi uzun sürmedi. İnkılâplara karşı olan güçlerin partiye sızması ve rejimin tehlikeye girmemesi için partinin kendini feshettiği şeklindeki yaygın kanının aksine, Fethi Bey (Okyar) ve Ahmet (Ağaoğlu) Bey’in görüşüne göre SCF’nın halk tarafından gördüğü rağbete CHP katlanamamış ve iktidarı yitirmesi olasılığı belirince de partinin kapatılması için baskı yoluna sapmış, olaylar çıkarmış, çıkaramadığında ise husumeti körüklemişti7. Serbest Fırka deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından Türkiye’de köklü değişimler oldu. 1929 dünya ekonomik krizinden Sovyet Rusya ve İtalya gibi totaliter ülkelerin fazla etkilenmemesi, bu rejimlerin demokratik sistemlere göre daha başarılı, etkili ve verimli olarak görülmesine neden oldu ve totaliter rejimler dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hayran kitlesi kazanmaya başladı. Menemen olayından sonra tek parti otoritesi iyice pekişti, 1935 kurultayı ile de devlet ve parti adeta bütünleşti. Bu durum az gelişmiş ülkelerde iktidarı oluşturan grubun siyasi örgütü ile devlet kurumu arasındaki ilişkilerin iç içe olması şeklinde yorumlandı8. Türkiye’de bu dönem CHP’nin kendisine model olarak İtalya’da Faşist Parti, Rusya’da Komünist Parti ve Almanya’da Nazi Partisini örnek aldığı görüşünde olanlar da vardı9. Ancak bu durum gayri tabii 6 7 8 9 karşı müdafaa kaygısıdır. İkincisi, devlet başkanının Atatürk gibi, vatanı kurtaran ve yeni Türkiye’yi kuran bir insan olmasıdır. Onun devlet rejimine geçen otoritesi, onun deha sahibi idealist bir insan olmasından değil, bütün bir milletin iradesini şahsında temsil edecek kudreti bizzat hadiselerden almasından ileri gelir. Millet onu sadece bir cumhurbaşkanı diye tanımadı, kendisine önder bildi. Buradan da şu sonuca varabiliriz ki, bu devlet otoriter denilen bazı ülkelerde olduğu gibi şahsi nüfuza dayanan bir devlet değil, fakat otoritesini iki müstesna şahsiyetten alan bir devlettir. Atatürk bir vatan kurtardı, dünyayı hayrette bırakan inkılâplar yaptı, İsmet İnönü medeni bir devlet kurdu, vatanı görülmemiş bir dünya kasırgası ortasında, ikinci defa kurtardı. Türk milleti bu otoritelerden şikâyetçi değildir. Eğer bizdeki otoriteli idare ise, otoriter rejim denilen idareler her memlekette böyle otorite sahipleri bulup bu neticelere varsalar dünyanın model rejimi hiç şüphesiz bu olurdu. Fakat her yerde, her zaman otoriter rejim bu sonuca varmıyor. Türkiye de tarihinin her devresinde bunu görmeyecektir. Çünkü Türkiye’de her zaman cumhurbaşkanları olacak, fakat –büyük tarihi hadiselerin nadir yarattığı- Milli Şefler bulmak çok güç, belki de imkânsız olacaktır. İleride demokrasi nizamı iyi kurulmuş, sağlam partilere dayanacaktır. Halk partisi şimdiye kadar tek olarak iş başındadır. Ciddi ve gerçek partiler uzun zaman olamazsa memleket ve meclis, Halk Partisinde tam birlik idealist ruhun gelişmesinden, büsbütün kuvvet alır. Ciddi muhalefet partileri bir gün türerse Halk Partisi ancak bu suretle, politika mücadelesinden, memleketin hayrına olarak, daima üstün çıkar”. “Cumhuriyette Otoritenin Kaynağı ve Halk Partisi”, Akşam, 28 Ağustos 1945. Sadak, “Hakikat”, Akşam, 14 Eylül 1930. Celal Bozkurt, Siyaset Tarihimizde CHP, Y.Y.,1968, s.43. M. Naci Bostancı, Cumhuriyetin Başlangıç Yıllarında Ekonomi ve Siyaset, Ötüken Yay., İst. 1996, s.51. Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, Hil Yay., İst. 1996, s.20. 160 Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) değildi. Çünkü demokrasi rejiminin, memleketlere ve partilere göre değişen birçok şekilleri vardı. Örneğin Britanya Krallığı bir demokrasiydi, Amerika cumhuriyeti bir demokrasiydi, İsviçre de bir demokrasiydi. Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Birliği de demokrasiydi. Eski Fransa Cumhuriyeti demokratik bir idareydi, Türkiye Cumhuriyeti de demokrattı. Sadece bu kadar da değil; Komünist Rusya ne kadar demokratsa, Nasyonal-Sosyalist Almanya’da dünyanın en demokrat memleketi olduğu iddiasındaydı. Faşist Mussolini de ben demokrat değilim demiyordu. İşte bu sebeple Sadak’a göre, demokrasi bir idare şekli değil, bir idarenin vasıflarından yalnızca biriydi. Bundan başka bütün hükümet şekilleri gibi, demokrasi de milletlerin hayatında bir gelişimin neticesiydi. Bu sebeple de birbirlerine benzemiyorlardı10. Türkiye’de devlet başkanının bir parti şefi olup olmaması da bunlardan biriydi. Tek meclis veya iki meclis, liberal sistem yahut devletçi ekonomi, devlet başkanının icra kuvveti başkanı olması veya olmaması gibi türlü şekiller bütün demokrasilerde nasıl varsa ve partiler arasında nasıl mücadele konusu ise Türkiye’de de cumhurbaşkanının parti şefi sıfatını –seçimlerde- muhafaza etmesi, bir parti programı olarak pek ala mümkündü11. Türkiye’de Şef Dönemi” olarak geçen dönemi, Maurice Duverger CHP’nin “Hâkim Parti” olduğu dönem olarak tanımlamaktadır. Duverger’e göre hâkim parti rejimleri, tek parti ile çok parti rejimleri arasındadır. CHP’nin tek parti yönetiminin kalıcı olup olmadığı, 27 yıl süren iktidarı boyunca demokrasiyi hedefleyip hedeflemediği konusu uzun yıllar tartışma konusu olmuştur12ve olacaktır da. Ancak 1945’lere gelindiğinde CHP’nin demokrasiyi hedeflemediği iddia edilse bile şartlar Türkiye’yi çok partili hayata geçmeye zorlayacaktı. 1945-1953 Yılları Arası Görüşleri Necmettin Sadak’ın demokrasi hakkındaki görüşlerinin çoğu Türkiye’nin çok partili hayata geçtiği 1945 yılı ile DP’nin kuruluşu ve sonrasında toplanmaktadır. Demokrasiye duyduğu özlemi yazılarında sık sık dile getiren Sadak, cumhuriyeti koruyarak demokrasinin nasıl gerçekleştirileceği konusunda bir takım endişelere sahipti. Türkiye Cumhuriyeti’nin hürriyet ve demokrasinin nimetlerini, parlamento ve fırkacılık usulleriyle tehlikeli politika oyunlarına alet etmekten çekindiğini belirten Sadak, Milli Kurtuluş savaşından doğan cumhuriyet rejiminin, demokrasi alanında geniş adımlar atarken iki düşmandan kendini koruması gerektiği üzerinde duruyordu: İrtica ve emperyalizm. Bunun içindir ki kurulacak partiler arasında, saltanat ve şeraiti geri getirmeyi yahut 10 11 12 Sadak, “Milletlerin Kendi İdare Şekillerini Seçmek Hakkı ve İtalya’da ‘Demokratik Rejim’”, Akşam, 5 Kasım 1943. Sadak,“Değişmez Hakikatler ve Partilerin Hususi Görüşleri”, Akşam, 15 Ocak 1945. Hakkı Uyar, Tek Parti Dönemi Cumhuriyet Halk Partisi, Boyut Yay., İstanbul, 1998, s.88. 161 Ayşegül ŞENTÜRK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) cumhuriyet anayasasını yırtarak memleketin hürriyet ve istiklalini yabancı direktiflere terk etmeyi gizli veya açık amaç edinmiş partilere yer olmamalıydı13. Demokrasi için halkçı idarenin en iyi hükümet şekli olduğu konusunda hemen herkesin hem fikir olduğunu ifade eden Sadak, anlamında galiba hemfikir olunmadığını ancak demokrasinin herkesçe kabul gören tanımını yapmak güç olsa ve uzun sürse de, demokrasinin ne olmadığı konusunda birleşmenin herhalde daha kolay olduğunu belirtiyordu. Ona göre demokrasi anarşi demek değildi. Anarşi herkesin aklına geleni yapmasıdır, bu da demokrasi olamaz. Demokraside halk kendi yöneticilerini bizzat seçer. Demokrasinin curcuna olmaması için adaylar ilan edilir, günü gelince millet serbestçe oyunu verir. Demokrasinin anarşi olmadığı muhakkak ise, her vatandaşın aklına esince hükümete “sen çekil” demesi ve bunun gazetelerde yer alması da demokratik değildi. Demokrasi otoriteli rejim ve vesayet idaresi de değildi. Demokrasi, milletin yalnız bir tarafı dinlemesi, yalnız bir tarafa inanmak zorunda kalması demek de değildi14. Sadak’ın demokrasi hakkındaki endişeleri devam ederken, CHP’ye duyulan muhalefet yaygın ve köklü bir hal almaya başladı. 1945 yılına gelindiğinde iç ve dış koşullar Türkiye’yi çok partili hayata geçmeye zorluyordu. İç koşulların en önemlisi tek parti yönetiminin yol açtığı hoşnutsuzluktu. Bu hoşnutsuzluk Ocak 1945’te Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tasarısının Meclis’e gönderilmesiyle açığa çıktı. Sadak başlangıçta Cumhuriyet hükümeti ve onun dayandığı partiyi devletçi ve halkçı, Türkiye halkının yüzde seksenden fazlasının ise köylü ve çiftçi olduğunu belirterek çiftçiye toprak verilmesinin alkışlanacak bir hadise olduğunu vurguladı15. Ancak tasarıda getirilmek istenen ve “öteden beri tarım işçiliği ile geçinen çiftçilerin toprak sahibi olmaları için, o toprağın üzerinde yerleşmiş bulunmaları şarttır” hükmünü içeren 17. Maddeyi doğru bulmadı. Çünkü bu madde ile toprak sahibi kılınacak işçilerin sayısı hemen hemen hiç olacaktı16. Sadak’ın aksine, büyük toprak sahibi mebuslar ve yandaşları ise tasarıya olan tepkilerini, topraklarının kamulaştırılacağı kaygısıyla gösterdiler. Böylelikle parti içi muhalefetin ilk tohumları atılmış oldu. Dış koşulların en önemlisi ise, II. Dünya Savaşı’nı “Batı Demokrasileri”nin kazanmış olmasıydı. Bu zafer tek partili diktatörlük yönetimlerinin ve siyasal sistemlerin gözden düşmesine neden oldu. Nitekim Müttefikler savaşın sorumlusu olarak totaliter rejimleri görmekteydiler ve dünya barışının sağlanması açısından totaliter rejimlere karşı bir mücadele başlattılar. Yeni dünya düzeni içinde var olmanın ön şartı çok partili demokratik sistemi benimsemekti ve Türkiye’nin de bu değişimi görmezden gelmesi mümkün değildi. Sonuçta Türkiye’nin Birleşmiş Milletlere girişi ve Batı’ya yaklaşması, 13 14 15 16 Sadak, “ Ne Kara İrtica, Ne Kızıl İhtilal”, Akşam, 25 Haziran 1945. Sadak, “Demokrasiyi, Demokrasi Olmayanla Tarif Denemesi”, Akşam, 15 Temmuz 1945. Sadak, “Toprak Kanunu Anayasaya Aykırı mıdır?”, Akşam, 2 Şubat 1945. Sadak, “On Yedinci Madde”, Akşam, 27 Mayıs 1945. 162 Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ülkedeki tek parti rejiminin temellerini sarstı17. Uluslararası ortamda iktidarı siyasi olarak liberalleşmeye zorluyor, muhalefete ise destek oluyordu18. “Başta CHP organı Ulus gazetesi olmak üzere birçok gazetede ‘demokrasilerin zaferi’nden söz edilir olmuştu19. Ancak yönetime bakıldığında çokta değişen bir şey görünmüyordu. Savaş boyunca İstanbul’da uygulanan sıkıyönetim hali altı ay daha uzatıldı. Sıkıyönetim hükümete memleket emniyetini sağlama bakımından her türlü yetkiyi veriyordu. Bu yıllarda çoğu İstanbul’da bulunan basın, siyasi açıdan önemli bir güç olarak kullanılıyordu. Diğer yandan Meclis’teki muhalefet 7 Haziran 1945’te “Dörtlü Takrir”in verilmesiyle daha da belirginleşti. Halk Partisi Meclis Grubu, eski Başbakan Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın imzasının bulunduğu önergeyi reddetti. Böylece önerge sahiplerine partiden ayrılmak için ortam hazır hale geldi. Tüm bu gelişmeler yaşanırken İsmet İnönü 1 Kasım 1945’te TBMM’nin açılış konuşmasında ülkenin demokrasiye doğru ilerlemekte olduğu, tek eksiğinin bir muhalefet partisi olduğu yönündeki konuşmasıyla muhalifleri cesaretlendirdi. Siyasi havanın yumuşaması karşısında kurulan ilk muhalefet partisi Milli Kalkınma Partisi oldu. Liberal görüşlü muhaliflerin Vatan Gazetesi ve sosyalist görüşlü muhaliflerin Tan Gazetesi etrafında birleşmesi ve Görüşler Dergisi vasıtasıyla Halk Partisi ve Cumhurbaşkanı aleyhinde yazılara ek olarak, Sovyetler yanlısı bir tutum sergilenmesi tedirginliğe yol açtı20. Komünizm ve muhalefet aleyhtarı dövizler taşıyan büyük bir kalabalık Tan Matbaası önüne gelerek kısa bir zamanda Tan’ın makinelerini parçaladı ve solcu yayınlar yapan birkaç kitapevi tahrip edildi. Gösterinin yıkıcı tarafını eleştiren gazetesinde, göstericilerin zoruyla eleştirel kısımları yazılarından çıkarmaya mecbur edilmesi üzerine Sadak, muhalefet partisi kurulmasının sakıncalarından bahsederken, cumhuriyet rejiminin mevcut tehlikelerin dışında tutulması gerektiğini şu sözleriyle ifade ediyordu: “Demokrasinin vazgeçilmez unsuru muhalefettir. Muhalefet azınlıktır. Gayesi çoğalıp iktidara gelmektir. Çok partili ve serbest seçimli bir meclis hayatı bir kere kabul edildikten sonra karşı partilerin yalnız doğmasına değil, yaşayıp gelişmesine imkân tanıyacak bütün şartlara engel olabilecek bir iktidar partisine demokraside yer yoktur. Demokrasi diye her memleket ve her zaman için biçilmiş bir hazır elbise yoktur. Her millet kendi ihtiyaçlarına göre bu kalıbı bizzat yapar. Onun için demokrasi, tam gerçekleşmesi güç ve uzun süren bir nizamdır. Bir demokraside her türlü fikir ve kanaatlere yer vardır. 17 18 19 20 Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yay., İstanbul, 2012, s.230. Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi 2, İletişim Yay., İstanbul, 1996, s.560. Alpay Kabacalı, Türk Basınında Demokrasi, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1994, s.170, Sadak da değişen koşullar karşısında artık tek parti rejiminin ihtiyaçları karşılamadığını yazısında şu satırlarla belirtmiştir: “Kemalist rejim tam manasıyla otoriter bir devlet idaresi kurmuştu, demokrasi ve hürriyet dar sahalı idi. Bunun içindir ki rejimi, biraz daha geniş demokrasiye doğru götürmek için geçmişte yapılan parti tecrübeleri, her defasında “otorite”yi azaltıyor kaygısı yüzünden suya düşmüştür...Görünüş şekli ne olursa olsun tek parti rejimi yetmez olmuştur”. “Toprak bayramını kutlarken: Hürriyet, Demokrasi ve Parti Düşünceleri”, Akşam, 18 Haziran 1945. Karpat, a.g.e., ss.233-238. 163 Ayşegül ŞENTÜRK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Gerçek demokrasilerde ilk şart nizam ve meşruiyete hürmet, fikirlere karşı toleranstır. Gerçek ve sürekli demokrasinin ikinci şartı, insanların değil müesseselerin hâkim olmasıdır. İnsanlar fanidir, hâlbuki cumhuriyetin ebediyen yaşaması lazımdır”21. CHP bir taraftan ülkede bir rejim buhranının olmadığını açıklarken22 diğer taraftan da dörtlü takrir sahipleri bir muhalefet partisi kurmanın hazırlıklarını yapıyorlardı. Ve nihayet o parti 7 Ocak 1946 günü Demokrat Parti adıyla kuruldu. Celal Bayar, Amerikalı bir gazetecinin yeni partinin CHP’den farkı nedir sorusuna partilerinin CHP’den önemli farkları olduğunu “...Adli, mali ve iktisadi prensiplerimizde umumiyetle tatbikat şekillerinde ayrılıklar vardır” cevabıyla verdi. Sadak ise Celal Bayar’ın aksine, DP’nin CHP’den farklı bir parti olmadığını açıklıyordu. Programına bakıldığında Halk Partisinin altı oku gibi, DP’nin de cumhuriyetçi, laik, inkılâpçı, halkçı, devletçi ve milliyetçi olduğu olduğunu belirten Sadak’a göre aslında DP’nin hedefi ülkede yeni bir devlet sistemi, yeni bir sosyal meslek, bir devrim programı getirmek değil, aynı ana prensipler çerçevesi içinde hükümet ve idare mekanizmasında yenilik ve denetim getirmek istemesiydi23. İlk mesajlarını; basın hürriyeti ile ilgili kanunların değişmesi, Cemiyetler ile Ceza Kanunu’nun değiştirilmesi, üniversite özerkliği, tek dereceli seçim, cumhurbaşkanının parti başkanlığından ayrılması24 gibi konularda veren DP’nin kısa sürede teşkilatını tamamlamasından sonra Türkiye’de 21 Temmuz 1946’da ilk çok partili genel seçimler yapıldı. Seçimlere yolsuzluk iddiaları damgasını vurdu. Seçimin özellikle illerde CHP’li devlet görevlilerinin baskısı altında yapıldığı söylentisi çıktı. Sonuçta CHP 395 mebusluk alırken, DP 64 mebusluk kazandı. Aslında DP’nin başarısı CHP’ye olan tepkinin sonucuydu. CHP iktidarını korumuştu ama halk tarafından pek tutulmadığını da anlamıştı. Tek parti döneminin birikimi olan memnuniyetsizlikler, savaş yıllarının sonucu olan ağır ekonomik sorunlar CHP’nin o zamana kadar desteğini aldığı geniş toplumsal tabanın ondan uzaklaşmasına neden olmuştu. Sadak bu mağlubiyetin CHP’ye olan teveccüh ve inanç kaybıyla ilgili olduğunu şöyle açıklıyordu: “Parti işlerini ‘olsa da olur, olmasa da’, türünden bir vazife saymayarak ‘farz’ kabul etmek kolay değildir, çünkü böyle bir değişiklik söz ve karardan ziyade derin bir psikolojiye bağlıdır. Bir işin iyi görülmesi, canla başla yapılması için o işin insanda alaka uyandırması, gayret, heyecan ve şevk vermesi gerekir. Bir siyasi partiye bağlılık maddi menfaatlerle ilgili olamaz ve olmamalıdır. Siyasi partinin doğuracağı alaka 21 22 23 24 Sadak, “Dış Tehlike Karşısında Memleketin Manzarası”, Akşam, 6 Ağustos 1945. Sadak, “Türkiye’de Bir Rejim Buhranı Yoktur, Bir İlerleyiş Hareketi Vardır”, Akşam, 27 Ağustos 1945. Sadak, “Demokrat Partiye Hoş Geldin Deriz”, Akşam, 9 Ocak 1946. Ensar Yılmaz, Türkiye’nin Demokrasiye Geçiş Yılları (1946-1950), Birey Yay., İstanbul, 2008, s.179, Eleanor Bisbee ise DP’nin iktidardan şu konular hakkında acilen reform yapmasını istediğini belirtiyor: Oy vermede serbestlik ve adaletli oy sayımı, basın kanununda değişim, yerel yönetimlere daha çok özerklik, özel teşebbüse serbestlik ve bütçenin kısıtlanması. The New Turks Pioneers of the Republic 1920-1950, Universty of Pensylvania Press, Pensylvania, 1951, s.230. 164 Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) maddi olmayınca ancak manevi olabilir. İnsanlar bir partiye duygu ve düşünceleriyle bağlıdırlar. İnan ve ideal bir partinin temel kuvvetidir25. Nihayetinde çok partili demokratik hayat, Demokrat Parti kurulduktan sonra başlamamış, CHP buna karar verdikten sonra hayata geçmiştir. Yani CHP, sebep değil bir neticedir. Tek parti, tek şef sistemine nihayet verilmesi karar altına alındıktan sonra Demokrat Partisi kurulmuş ve birkaç kişi tarafından alelacele bir program yazılmıştır”26. Seçimlerin yapıldığı 21 Temmuz 1946 tarihi ile İnönü’nün 12 Temmuz Beyannamesi adı altında 11 Temmuz 1947 tarihinde verdiği demece kadar geçen süre Türkiye’de çok partili sistemin yerleştiği en önemli dönemdir. Muhalif partilerin kurulmasının önünü açan bazı antidemokratik kanunların 1946’da değiştirilmesinden sonra 12 Temmuz Beyannamesi’nin yayınlanmasıyla muhalefet partileri, hem hareket serbestliği hem de CHP ile eşitlik kazanmış oldular. Aslında 12 Temmuz Beyannamesi’nin nedeni olan süreç Recep Peker’in hükümetinin kurulmasıyla başlıyordu. Tek partili sistem ve şef idaresi taraftarı olan, sert karakterli bir şahıs olarak bilinen Peker, çok partili sisteme yavaş yavaş geçilmesi gerektiğini savunuyordu. 12 Temmuz’a kadar geçen sürede iki parti ve liderleri birbirleriyle sürekli güç mücadelesi yaptılar. Bütçe görüşmelerinde Recep Peker’in Menderes’in eleştirine ağır bir dille cevap vermesi siyasi bunalımı tırmandırdı. Ocak 1947’de ilk büyük kongresini toplayan DP artık gücünün farkındaydı. Menderes halk mitinglerinde Peker’i muhalefete gizli niyetler beslemekle suçluyordu. Peker’e göre, DP’nin halkı CHP’ye karşı kışkırtma şeklindeki taktikleri siyasi istikrarın kurulmasını geciktiriyordu. Siyasi partilerin görevi seçimlere katılmak, yurttaşların görevi de oy vermekti. İstiklal mahkemelerinin kanunen hala açık olduğu vurgusunun yapılması da DP’yi etkilemedi ve DP, Nisan 1947’de İstanbul’da yapılacak olan ara seçime katılmama kararı aldı. 3 Nisanda yayımladığı bildirisinde “Seçim emniyeti kanunla sağlanmadıkça ve idare mekanizmasının tarafsızlığına imkân bırakmayan zihniyet değişmedikçe seçime girmeyi Türk demokrasisine karşı ağır bir suç sayıyoruz” açıklaması yapıldı. Hükümetin seçimlerin serbest yapılmasında kararlı olduğu apaçık ortada olmasına rağmen, DP’nin bu tavrı tamamen taktikti. Çünkü DP kazandığı takdirde hükümetin iyi niyeti ortaya çıkacak bu durumda DP en önemli silahını yani hükümetin kötü niyetle hareket ettiği ve baskı yaptığı iddiasını kaybedecekti27. Recep Peker gibi otorite yanlısı ve hükümete karşı eleştiriyi rejime karşı gerici bir tepki olarak gören mebusların aksine, çok partili sistem ve siyasi hürriyetler taraftarı olan Sadak, DP’nin bu politikaları karşısında şaşırmaktan kendini alamıyordu. Bu şaşkınlığını ve tepkisini dile getiren yazısını 12 Nisan 1947 tarihinde şu cümlelerle kaleme alıyordu: 25 26 27 Sadak, “Particilikte Nafile Namazı”, Akşam, 19 Ekim 1946. Sadak, “Tek Parti, Tek Şef Sistemini Deviren Demokrat Partisi,” Akşam, 11 Mart 1947. Karpat, a.g.e., ss.257-273. 165 Ayşegül ŞENTÜRK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) “Tarihin hiçbir devrinde, hiçbir memleket görülmemiştir ki orada hürriyet olmadığı halde “Hürriyet” diye bağırılmasına izi verilmiş olsun. Bize öyle gelir ki “Hürriyet İsteriz!” diye mitingler yapılıp ateşli nutuklar söylenmesi ve hükümet aleyhinde yazılar yazılması için o memlekette hürriyetin azamisi olmak gerektir. Hiç şüphe yok ki, demokrasinin türlü şekilleri ve dereceleri olduğu gibi hürriyetin de azı çoğu, hatta anarşiye kadar giden çeşitleri vardır. Biz bir muhalefet partisinin her meseleyi bir tarafa bırakarak yalnız hürriyet davasını ele almasını da mümkün ve tabii buluruz. Fakat ne o memleket bu memlekettir, ne de o muhalefet bizdeki muhaliflerdir. Her memlekette daha aşırı hürriyeti kendine bayrak yapmış partiler olabilir. Fakat bizde Demokrat Partiyi kuranlar, milletin türlü dertlerini, hükümetin birçok işlerini bir tarafa bırakarak, aylardır yalnızca “Hürriyet” diye bağırırlarsa onların samimiyetinden haklı olarak şüphe ederiz. Çünkü hürriyet aşkı insanlarda bir yaştan –hem de hayli olgun bir yaştan- sonra gelişen bir sevda değildir. Politikada ilk şart samimiyettir. Hürriyeti hiç sevmemiş, hürriyet adına ömürlerinde hiçbir söz söylememiş, en küçük bir hareket yapmamış insanların “Hürriyet” partisi kurmalarını biz anlayamıyoruz. Bir partinin başarısı için ilk şart politikada samimilik, meslek ve kanaatlerde ciddiliktir. Ötesi saman alevi gibidir. Milletin birçok derdi arasında bu gidişle muhalefetten bıkmasından da korkarız”28. Gerçektende CHP’nin kendi hazırladığı anayasa, muhalefetin CHP’nin uygulamalarına meydan okumasına ve demokratik politik düzene geçilmesine yasal bir platform oluşturuyordu29. Amerika Birleşik Devletleri’nde, demokrasi ve hürriyeti korumak amacıyla Truman Doktrini adı altında Türkiye ve Yunanistan’a yardım etmenin tartışıldığı ortamda, Amerikan kamuoyunda Türkiye’deki politik sistemle ilgili olarak askeri diktatörlük olduğu ve basın hürriyeti olmadığı eleştirileriyle, demokrasinin olmadığı belirtiliyordu. Sonuçta Amerikan Kongresi yardımı kabul etti. Siyasi gelişmeleri etkileyen ve çok partili siyasal bir rejimin bulunmadığı bir ülkenin Batılı devletlerin yanında yer alabilmesinin kolay kolay mümkün olamayacağını bu süreçte anlayan Türk hükümeti, Türkiye ile ABD arasında gelişecek sıkı ilişkilerle sağlam bir demokrasinin yerleşeceğini açıklıyordu30. Tüm bu gelişmeler yaşanırken Celal Bayar’ın hükümetin muhalefet üzerindeki baskısından -sıkıyönetimin kaldırılması, Halkevleri ve radyonun tarafsız olması gerektiği ve bunun için bir bildiri yayımlanması konusundaşikâyet eden ifadeleri ve buna karşın Recep Peker’in olumsuz cevap vermesi üzerine iki isim arasında bir mücadele başladı. Bu mücadele, İnönü’nün 12 Temmuz Beyannamesi ile sonuçlandı. Yıllar önce Atatürk’ün Serbest Fırka’nın kurulması sonrası İsmet İnönü ve Fethi Okyar’ı iki yanına alarak iki partiye karşı tarafsız ve eşit muamelede bulunacağına dair sözlerini hatırlatan beyannamesinde İnönü “…İhtilalcı bir teşekkül değil, bir kanuni siyasi partinin 28 29 30 Sadak, “Politikada Samimilik Kanaatlerde Ciddilik”, Akşam, 12 Nisan 1947. Kemal Karpat, Türk Siyasi Tarihi, Timaş Yay., İstanbul, 2011, s.71. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 276, Türkiye Tarihi 4, Kolektif Eser, Cem Yayınevi, İstanbul, 2000, s.179 . 166 Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) metotları ile çalışan muhalif partinin iktidar partisi şartları içinde çalışmasını temin etmek lazımdır. Bu zeminde ben, Devlet Reisi olarak, kendimi her iki partiye karşı müsavi derecede vazifeli görüyorum…” sözleriyle iktidar partisi ve muhalefet partileri arasındaki ilişkilerin yeni esaslara dayandırılması gereğini belirtiyordu. Sonuçta bu beyanname partiler arası ilişkileri normalleştirerek sükûna kavuşturdu31. Sadak’ın “Demokrasi rejimlerinde hiçbir hükümet –partisinin itimadına dayandıkça- muhaliflerin hücum ve tenkidi neticesinde istifa etmez”32 yorumunu içeren yazısından daha birkaç gün geçmişti ki gerek Demokratların gerek Ilımlıların baskısına dayanamayan Recep Peker 9 Eylül 1947’de Başbakanlıktan istifa etti33. Necmettin Sadak’ın Hasan Saka ve Şemsettin Günaltay Hükümetleri döneminde Dış İşleri Bakanlığı yaptığı yıllar dolayısıyla gazeteciliğe ara verdiği 1947-1950 yılları arası, CHP ve DP’nin kendi içinde birtakım anlaşmazlıklar yaşadığı dönem oldu34. CHP’nin demokrasi savunucusu tavrını Kasım 1947 Kurultayında açıkça göstermesinden sonra, hükümetin gerçekte muhalefeti istemediği iddiaları ortadan kalktı. 1948 yılı ortalarında antidemokratik kanunlar ya kaldırıldı ya da değiştirildi. Ekonomik zorluklar neticesi istifa eden Saka Hükümetinden sonra Ocak 1949’da Şemsettin Günaltay Kabinesi kuruldu. Yeni kabinede Dış İşleri Bakanlığı görevine devam eden Necmettin Sadak, Avrupa Kalkınması İcra Konseyi ve Atlantik Paktı gibi önemli konularda temaslarda bulunmak üzere zamanının çoğunu yurt dışında geçirmekteydi. 1950 yılına kadar geçen sürede DP, hükümete karşı zaman zaman sert, zaman zaman da ılımlı bir politika ile muhalefet etti. Genellikle özgür bir atmosferde ve düzenli geçen bir seçim kampanyasının ardından 14 Mayıs 1950 yılında huzurlu bir şekilde yapılan seçimlerden sonra35 DP 396 milletvekilliği alarak iktidar oldu. CHP 31 32 33 34 35 Feroz Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi, İstanbul , 1976, s.34, Karpat, a.g.e., ss.282-283, Hilmi Uran yayımlanmış anılarında İnönü’nün kendi ağzından demokrasiyi kendisinin tesis etmiş olduğuna dair bir söz işitmediğini fakat gerçekte Türkiye’de demokrasinin O’nun sayesine kurulduğunu yazar. “İnönü ve partisi istemese muhalefet diye bir şey olmazdı” diyen Uran, demokrasi rejimini Türkiye’de tesis etmiş olmanın günahını da sevabını da İnönü’de görmektedir. Hilmi Uran, Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950), Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul, 2008, s.410. Sadak, “Demokrat Partisi’nin Beyannamesi Münasebetiyle”, Akşam, 5 Eylül 1947. Ahmad, a.g.e., s.35. Nitekim CHP, Recep Peker’in önderlik ettiği ve demokrasi iddialarının arkasında cumhuriyetin ana ilkelerinden (özellikle de laiklik ve devletçilik) fedakârlığa neden olduğu düşüncesiyle muhalefete sıcak bakmayan ‘Müfritler’ ile Nihat Erim’in önderlik ettiği ve siyasi ilişkilere daha liberal bir açıdan bakan ‘Otuzbeşler (Ilımlılar)’ olarak gruplaşmıştı. İnönü’yü her halükarda partinin başkanı olarak tutmak konusunda fikir birliği olan bu iki grubun mücadelesi sonunda Peker istifa etti ve 10 Eylül 1947’de Hasan Saka Başbakan oldu. DP’sine gelince; bu parti 12 Temmuz Beyannamesini olumlu karşılayanlar ve bu beyannameye güvenmeyenler şeklinde gruplaştı. Grupların mücadelesi sonucu Celal Bayar Meclis Grubu Başkanlığından istifa etti. İstifa sonrası parti disiplininden ayrıldıkları gerekçesiyle partiden çıkarılanlar oldu. Bu da DP içindeki bölünmenin başlangıcı oldu. Sonuçta 11 Mart 1948’de “Millet Partisi” adıyla yeni bir parti kuruldu. Karpat, a.g.e., s.285. O kadarki, 1946 seçimlerinde Anadolu vilayetlerinde türlü sıkıntıların yaşandığını kaydeden bazı Amerikalılar 1950 seçimlerinin sükûnet içinde geçmesine şaşırmışlardı. Gazeteler bile 167 Ayşegül ŞENTÜRK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) 68, Millet Partisi ise 1 milletvekilliği ile muhalefeti oluşturdular. Hükümetin Demokratlara devrinden sonra Celal Bayar Cumhurbaşkanı seçildi, Adnan Menderes ise Başbakan oldu. Malatya’dan milletvekili seçilen İsmet İnönü de muhalefet liderliğine oturdu36. Yeni hükümetle birlikte bakanlık görevi sona eren Sadak gazetecilik görevine geri döndü. İktidar değişikliğini olumlu karşılayan Sadak, partisini samimiyetle eleştirdiği anlaşılan yazısında bu değişimi şöyle ifade ediyordu: “1947 Eylül’ünde gazetecilik vazifemden ayrılmıştım, üç yıl devlet hizmetinde bulundum, birçok dostlarım bilirler ki bu seçimlerde CHP iktidarda kaldığı ve ben tekrar vazifeye çağrıldığım takdirde özür dileyecektim. Yoruldum, dinlenmeye ihtiyacım var diyecektim. Fakat gazeteme dönüşüm dilediğim şekilde olmadı. Seçimleri kaybetmemiz bile düşündüğümüz bütün ihtimalleri aştı. CHP’nin seçimleri kaybetmesine sebep, galipleri bile hayrette bırakan yenilme şekli gösteriyor ki, CHP’nin iktidarda uzun kalması, her çeşit vatandaşın sıkıntısı, şikâyetleri, acısı, yani istemediği ne bulmuşsa ve ne oluyorsa yirmi beş yıldır bunları onun günahına yüklemesi, bu kabahatin birikip artması, buna rağmen CHP’nin halk karşısında iktidarda kalmasıdır. Buna tahammül kalmamıştı ve ne pahasına olursa olsun iktidarın değişimi özleniyordu. Bu bakımdan, şahsi kanaatimce, değişiklik hayırlı olmuştur. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi: Millet çokluğu öyle bir ruh haline gelmişti ki, CHP ağzıyla kuş tutsa halka yaranamayacak, bilakis hiddet artacaktı. Şimdi bu durum ortadan kalkmıştır. İkinci ve daha mühim nokta: Demokrasi rejiminin yerleşmesi, yerleştiğine herkesin inanması için iktidarda bir nöbet devrinin ilk şart olmasıdır”37. Sadak, genel seçim ve sonrasıyla ilgili değerlendirmelerini ise şu cümlelerle yazısına yansıtıyordu: “Muhalefet –yani eskisi- dört yıldır her gün: “Hürriyet İsteriz” çığlıklarıyla ortaya atılmıştı. Hürriyet yoktu. Dört yıl, bu hürriyetsizlik içinde hürriyet istendi, dört yıl bu hürriyetsizlik içinde iktidara küfür edildi ve nihayet bu hürriyetsizlik içinde bir seçim yapıldı ve hürriyetsizlikten şikâyet edenler hürriyet isteyerek iş başına geçebildiler. Biz, bugünkü muhalefet, hürriyet istemiyoruz. Bugüne kadar bilfiil mevcut, iktidarın devir ve teslimini mümkün kılmış olan hürriyet bize kâfidir. Hürriyeti artırmak için dahi, bugünkü hürriyete dokunulmamasını dileriz. Bugünkü hürriyetin, muhalefet vazifesini görmeye, sözle ve yazı ile hükümeti eleştirmeye yettiğine inanıyoruz. Hatta bu hürriyetin bir kısmının, hakaret ve küfür hürriyetinin kalkmasını özlüyoruz”38. Ancak kaygılanmıyor değildi de. En iyi demokrasinin, demokrasi kurulduğunun her gün vatandaşlara hatırlatılması lüzumunu duymayan bir 36 37 38 propaganda olur düşüncesiyle şehir dışına çıkarılmamıştı. Herkes yeni kanunları o kadar ciddiye almıştı ki ülkede hemen hemen oy vermeyen kimse kalmadı. Bisbee, a.g.e., s.234 . Karpat, a.g.e., s.328, Geoffrey Lewis’in eserinde yazdığına göre, DP’liler İnönü’ye seçimlerden önce partisinden istifa etmesi şartıyla cumhurbaşkanlığında kalabileceği önerisinde bulunmuşlar, ancak İnönü bu teklifi reddetmiştir. Modern Turkey, Praeger Publishers, Newyork Washington, 1974, s.142. Sadak, “Eski İşime Başlarken”, Akşam, 22 Mayıs 1950. Sadak, “Dilemediğimiz İki Şey”, Akşam, 23 Mayıs 1950. 168 Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) demokrasi olduğunu belirten Sadak, Türkiye’nin demokrasiyi yalnız dava olarak değil, tek konu halinde ele aldığı ve düşünce kabiliyetini buna hasrettiği için, demokrasinin icabı olan karşılıklı partilerin hayatının hep bu sahada bir çalışma sayıldığını ifade ediyordu. Partiler meselelerle değil, birbirleriyle uğraşıyor, bir partinin falan yerde ne dediğini gün gün, ne ettiğini konuşup düşünmeye sonra da karşılığını bulmaya uzun zamanlar ve kıymetli enerjiler harcıyorlardı. Bunun neticesi olarak seçimler ön safa geçiyordu. Ama sürekli demokrasiden bahsedilmeyen demokrat memleketlerde, fikir ve kanaatlerine bağlı olan partiler seçimlere bu bakımdan hazırlanıyor, doktrin sahasında fedakârlığı düşünmüyordu. Demokrasinin fikir mücadelesinden ziyade, seçimi mutlaka kazanmak usulü sanılarak, halkı memnun edecek fikri fedakârlıklara girişiliyordu. B u yüzden: “Yalnız Cumhuriyet Halk Partisinden başlayarak diyebiliriz ki, son yılda sırf seçim düşüncesiyle kim bilir ne kadar fuzuli işler yapılmış, tavizlere başvurulmuş ve yine yaklaşan seçim endişesiyle, memleket hesabına ve fakat halkı hoşnut etmeyecek kim bilir hangi zaruri işlerin gerçekleşmesinden vazgeçilmiştir. Neticelerini gördük, bunlar boşunadır. Bunları kimseye sitem için hatırlatmıyoruz. Maksadımız kendi kendimizi tenkit, acı zevkini tatmak da değildir. Başarının şartı herhangi bir sebeple tavizlere girişmemektir. Tarih göstermiştir ki, her küçük taviz devlet prensiplerinden daha ağır fedakârlıklara sürükler. Laiklik prensipleri hakkında kendi kendimizi aldatmak tehlikeli olur. Bunlara sımsıkı sarılmak, bu memlekette terakki denilen anlamın en hayati temelini korumaktır”39 diyordu Sadak. Türkiye’de artık DP dönemi başlıyordu. Seçim öncesi özellikle taşrada sıkı çalışan DP’ye seçim zaferini köyler sağlamıştı. Seçim kampanyalarında söylenen köylünün ürettiğine daha fazla fiyat verileceği, antiislam kuralların değiştirileceği, işçilere grev hakkı tanınacağı yönündeki sözler etkisini göstermişti40. DP tüm gücünü iktisadi kalkınmaya verdi. Traktör ve tarım aletleri sayısı hızla arttı. DP iktidarı için işler iyi gidiyordu. Ancak başta Celal Bayar ve Adnan Menderes olmak üzere DP’lilerin psikolojisi ile ilgili genel bir kanı vardı. O da iktidarın iktidarda olduğu halde bir gün iktidardan düşebileceği huzursuzluğu idi. Bu huzursuzluğun kaynağı İsmet İnönü’ydü. Pek çok DP’lide İnönü aktif politikada olduğu sürece DP’lilerin altını oyacağı şeklinde bir fobi vardı ki, DP’nin elindeki ezici çoğunluğa bakınca bu korkuyu anlamak hayli zor oluyordu41. 1950 Genel Meclis Seçimlerini de 55 vilayette DP’liler kazandı. Demokrasi ve cumhuriyetin tam ifadesinin ahlak ve fazilet idaresi olduğunu belirten Sadak42, demokrasinin çok eski bir idare şekli olmadığını, bugünkü demokrasinin 39 40 41 42 Sadak, “Tavizle İşe Başlamamak”, Akşam, 8 Haziran 1950. Geoffrey Lewis, a.g.e., s.142. Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, s.49, Türkiye Tarihi 4, s.215. Sadak, “Demokrasinin Manevi Kısmı”, Akşam, 23 Eylül 1952. 169 Ayşegül ŞENTÜRK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) temelinin meşruiyetten ziyade laik idareden kaynaklandığını43 ifadeyle, gerçek demokraside seçimler kadar halkın yapacağı tercih için de eğitimli olmasının önemine dikkat çekiyor ve bu sonucu şöyle değerlendiriyordu: “Demokrasilerde başlıca tehlike, bazen milli menfaatleri, genelliklede hakikatleri dahi feda ederek partilerin oy toplamak maksadıyla demagoji yarışına girmeleri, hatta yalnız halkın hoşuna gidecek kararlara gitmeleridir. Fakat demokrasi hastalıklarının ilacı da yine demokrasidedir. Milli menfaatlere uygun, fakat halkı ilk anda hoşnut etmeyen kararlar zamanla değerlerini kanıtladıkları gibi, sadece kısa bir süre için halkı memnun eden söz ve tedbirlerin mahiyeti de nihayet ortaya çıkar. Bu bir zaman meselesidir. Halk nasıl olsa sonun da hükmünü verir. Bütün mesele, demokrasi hürriyetlerinin ve seçimlerinin devamında halkın tercih eğitimini almasıdır”44. İşte bu konuda yani tercih konusunda Sadak, henüz Türk halkının yeterince eğitimli olmadığını düşünüyordu. Partili olmayı demokrasinin önemli hususlardan biri olarak gören Sadak, Batılı politikacıların partici değil, partili olduğunu, bizim memleketimizde, herhangi önemli bir vazifenin başında muhalif partiden – bilhassa devlet başkanlığı adayı- bir şahsiyetin bulunmasına tahammül edilemediğini belirtiyordu. Türk toplumunun, politika hayatında partili değil partici olduğunu ifade eden Sadak, partiliyi sadece siyasi inanı bakımından bir partiye bağlı insan olarak tanımlıyordu. Bu bağlılık ona siyasi hayatta bir ideal peşinde yürümeyi pekiştirip, seçimlerde sıkı görevler yüklerdi. Fakat partili sıfatı hiçbir zaman her sahadaki kanaatlerine, bütün hadiseler karşısındaki düşüncelerine sevgilerine, nefretlerine topyekûn hâkim olamazdı. Bu noktada Sadak partili ile partici arasındaki farkı şöyle izah etmekteydi: “Bir partili için parti, bütün bir dünya değildir, dünyanın bir parçasıdır. Bundan dolayı partili, başka partiden olanlara da hayat hakkı tanır. Partili bakımından partisi ve programı ne bir din, ne bir ahlaktır. Partici için böyle değildir. Partici için parti, her şeydir. Particinin şahsi görüşleri, ferdi iradesi yoktur. Parti onun için bir dünya görüşü, bir dindir. Kendi partisi cennet, onun dışı cehennemdir. Kendi partisinden olamayanlar kâfirdir. Parti onun bütün düşüncelerine, duygularına hâkimdir. Başkalarının dostluğu, düşmanlığı onların o partiden olup olmadığına bağlıdır. Parti denildi mi particinin gözü kararır, kendini unutur. Particilik fedai bile yetiştirir. Partici zihniyeti, iptidai kavimler zihniyetiyle aynıdır. Hükümetler partili olur, fakat asla partici olamazlar. Partici hükümet örneği İtalya’da faşist, Almanya’da Nazi, Rusya’da komünist idareleri doğurmuştur. Bu derece ifrata gitmeyen, yarı partici zihniyette hükümetler de görülür. Bunlar da demokrasi için zararlıdırlar. Çünkü demokratik rejimi, hak ve hürriyet nizamını, devlet teşkilatını, kendi partileri lehine, kendi partileri gözü ile görürler. ‘Her 43 44 Sadak, “Demokrasinin Müdafaası”, Akşam, 8 Ekim 1950, Eski Atina ve Roma ketlerindeki demokrasinin son asır demokrasilerinden oldukça farklı olduğunu belirten Sadak, eski zaman demokrasilerinde esirlik, kölelik gibi kurumların kanunlara bile geçtiğini ve halkın derece derece sınıflara ayrıldığını belirtir. Hâlbuki son asır demokrat rejimlerinde egemenlik halkın elindedir ve bu egemenlik halkın seçtiği kurullar tarafından idare edilir. Sadak, a.g.e., s.61. Sadak,“Milli Menfaatlere Uygun Tedbirler, Halkın Hoşuna Giden Kararlar”, Akşam, 22 Kasım 1950. 170 Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) şey halk için..’ derler. Gerçekte her şey parti ve particiler içindir. Batılı demokrasilerde partili vardır, doğuda partici… Partili olmak iyidir. Demokrasilerin zaruretidir. Partici olmak kötüdür. Dolayısıyla Türk toplumu particilikten kurtulmalıdır”45. DP’nin kimilerine göre demokrasi karşıtı kabul edilen politikaları bu makalenin hem konusunu hem sınırını aşar. Ancak belirtmek gerekir ki, 1946’da başlayan siyasi mücadelenin asıl hedefi çok partili demokratik hayatı kurmak ve kökleştirmekti. Sonuçta çok partili mücadele, tek parti hâkimiyetine son verdi ancak asıl hedefini gerçekleştiremedi. Çok partili sistemin varlığını ve kalıcılığını güvence altına alacak anayasa değişiklikleri yapılmadığı gibi gerekli kurumlar da kurulmadı. 1952’den itibaren DP’liler, çoğunluk partisinin hizmet ettiği halktan yetki aldığı görüşüyle, tek partili rejimin zihniyeti olan bütün kurumların iktidar partisinin emrinde olacağı şeklinde bir düşünceye kapıldılar. DP, bu zihniyetini parti içi otoriteyi sağlama aracı haline de getirecekti. Muhalefeti sırasında sürekli antidemokratik kanunlardan dert yanan DP, bu kanunlara el sürmediği gibi, yeni baskı kanunları hazırlamaya çalıştı. Genel idare kurulu İstanbul örgütünün sekiz yöneticisine birden işten el çektirerek otoritesini sağladı. Bunu diğer il kongrelerindeki karışıklıklar izledi ve yöneticilere karşı olanlar partiden ayrılmak zorunda kaldılar. Sonuçta DP, çoğu aydın kabul edilen sınıfın güven ve desteğini yavaş yavaş yitirmeye başladı46. 25 yıl tek partinin hürriyetleri dilediği gibi kısarak memleketi idare ettiği47 noktasında partisini eleştiren Sadak, DP’nin de aynı zihniyette olduğunu vurgulayarak demokrasinin hukuki anlamda hala tam manasıyla kurulmadığını satırlarında şöyle izah ediyordu: “DP’nin bu uygulamaları ve ortaya çıkan olaylar, hükümetlerin her istedikleri kararı verememeleri, meclislerin dilediği her kanunu çıkaramamaları demokrasinin bir tanımıdır ve demokrasi hiçbir kanun ve hiçbir kararla değişemez. Türkiye’de ise ‘anayasaya aykırı kanun çıkmaz’ gibi bir nazariyeye sığınarak demokrasi idaresi kurulmaya çalışılmaktadır. Hâlbuki bizzat anayasa demokratik olmaktan uzak, tek parti ve şef sistemine göre yapılmıştır ve hala tek meclise ve tek partiye dayanmaktadır”48. Antidemokratik yasaları kaldıracağı vaadiyle iktidara gelen DP, 30 Mart 1951 tarihli programında basın hürriyetinin sağlanacağını belirtmiş ise de öyle olmadı49. DP’nin izlediği baskıcı politikalar arttıkça İnönü ve partisi 45 46 47 48 49 Sadak, “Partili ve Partici”, Akşam, 12 Ocak 1952. Çok partili sistem için yapılan mücadele büyük şehirlerde başlamakla birlikte, asıl gücünü köylerden alıyordu. Toprak sahipleri, serbest meslek sahipleri, iş adamları gibi küçük şehirlerde ve kasabalarda oturan orta sınıf mensupları da bu mücadelede başrolü oynadılar. Siyasi meselelerde geçmişte olduğu gibi tek söz sahibi aydınlar değildi artık. Ancak iktidara geldiğinde savunduğu hedefi gerçekleştirmeyen DP’ye ilk memnuniyetsizlikte aydınlardan geldi. Amaçları politika alanında eleştirel düşünceyi hâkim kılmak ve akılcılığı duygusal davranışlar yerine koymak olan aydınlar ancak bu şekilde modern cumhuriyetin kuvvet bulacağına inanıyorlardı. Karpat, a.g.e., s.526. Sadak, “Demokrasinin Dayancı Yalnız Kanunlar Olabilir mi?”, Akşam, 4 Temmuz 1952. Sadak,“Rahatsızlığın Asıl Sebebi”, Akşam, 14 Haziran 1952. 1954-55’te Viyana’daki Milletlerarası Basın Enstitüsü Türkiye’yi basın hürriyetlerini kısıtlayan ülkeler arasında göstermiştir. Karpat, a.g.e., s.501. 171 Ayşegül ŞENTÜRK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) destek kazanmaya başladı. Muhalefetteki İnönü imajından rahatsız olan DP, bu imajı yıkmak için elinden geleni yaptı50. DP’li Mükerrem Sarol, CHP ile bir alıp veremedikleri olmadığını, meselenin İnönü olduğunu şu cümleleriyle ifade ediyordu: “Dava İnönü davasıdır. İnönü olmazsa aramızda halledemeyeceğimiz hiçbir şey yoktur”51. 1952’nin sonlarına gelindiğinde, iki parti arasındaki gerginlik daha da arttı. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, iktidarı erken bir seçime zorlamak için Eylül 1952’de, yurt çapında tepkilerle karşılaştığı bir kampanya turuna çıktı. 8 Ekim 1952’de İnönü’nün Balıkesir’de yapacağı konuşmanın Demokratlar tarafından sabote edilmesine Balıkesir valisi de katıldı ve vali, bu şehre gelen CHP lideri İnönü’yü şehrin girişinde karşılayarak şehre girdiği takdirde olaylar çıkabileceğini ve kendisinin sorumluluk almayacağını belirtti. Bu gelişme nedeniyle Bursa’ya gelen İsmet İnönü’nün: “Birkaç günden beri uğradığımız tecavüzler Balıkesir’de azami haddini buldu. Toplanma ve konuşma fiilen imkânsız bir hale geldi. Hükümetten hakkımız olan kanuni himayeyi görmedik. Büyük bir tertibe maruz kaldığımız anlaşılıyor” demecinden birkaç gün sonra Sadak, bir rejimin kanunlar kadar siyasi ahlaka da dayandığını ifade ederek, bu ahlakın iktidardan bir derece tolerans, muhalefetten de bir derece insaf beklediğini yazdı: “ Çünkü bu siyasi ahlak hiç mevcut olmazsa demokrasi esasen yürümez. Partiler arası münasebetlerin, kanunların hükmü dışında kalan bu ahlak kısmında millet hakemdir. Kimleri beğenip beğenmediğini seçimde belli eder. Muhalefetin halk nazarında değeri, gerçeklere bağlı kalmasıyla ölçülebileceği gibi, iktidarın millet gözünde kudret ve itibarı da muhalefete –kanun dâhilinde- istediği gibi konuşmak hakkını sağlamakla artar52. Medeni ve ileri anlamda demokrasiyi yerleştirmek için partiler arasında işbirliği olması gerekir. Çünkü demokrasinin sağlam bünyeli olması, iktidarla muhalefet arasında iyi münasebetler geleneği kurulmasına bağlıdır”53. Demokrasinin ilk şartını iktidarda tahammül olarak gören Sadak, tek parti iktidarından gelen en bariz seciyenin tahammülsüzlük olduğunu ifade ederek sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Biz demokraside adet olduğu üzere, fikirleri çürütmeyiz, tek parti gibi şahsiyetlere yüklenir kanaate yüklenmez, şahsa saldırırız. Demokrasi bilgileri bir ayda edinilir, otuz yıllık siyasi terbiye üç yılda silinmez. Tek parti içinde yetiştik, demokrat olduk. Onun için muhalif isteriz, amma bizim gibi düşünen güdümlü muhalifler… Hürriyeti severiz ancak bizi rahatsız etmeyecek, biçilmiş bir hürriyet… Bütün demokrasilerde bir çeşit muhalefet, bir tür hürriyet vardır. Buna bizde erişeceğiz. Biz demokratız amma, demokrasi arazımızdır(hastalık belirtisi”)54. 50 51 52 53 54 Yaşayanların heykellerinin dikilmesi ve meydan ve okullara adlarının verilmesini yasaklayan yasanın çıkarılmasından hemen sonra İnönü’lü banknotlarda tedavülden kaldırıldı. Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, s.57. Cumhuriyet, 16 Eylül 1952. Sadak, “Bu Kin ve Düşmanlık Havası Böylece Sürüp Gidecek mi?”, Akşam, 11 Ekim 1952. Sadak, “Düşman Partiler Arasında Demokrasi Yaşayamaz”, Akşam, 25 Eylül 1952. Sadak,“Yüreğimizde Yatan Aslan”, Akşam, 26 Ekim 1952. 172 Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) 22 Kasım 1952’de Vatan Gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman’a Malatya’da bir suikast teşebbüsünün yapılması üzerine hükümet gerici eylemlere karşı sert tedbirler alınca iki parti birbirine karşı daha ılımlı davranmaya başladı. Menderes 20 Aralık 1952’de içlerinde Necmettin Sadak’ında bulunduğu bir grup gazeteci ile basın toplantısı yaptı. Başbakanın sadece bu daveti bile kimilerinde milli birlik belirtisi olarak bir ferahlık ve ümit atmosferi oluşturmaya yetti55. Ancak hükümetin Millet Partisi’ni kapatma kararı alması bu atmosferin ömrünü kısalttı. Kararın nedeni Millet Partisi’nin Dördüncü Kongresinde yaptığı açıklamaların Atatürk devrimlerine bir tehdit gibi algılanmasıydı. CHP, Hükümeti desteklemek yerine bu hareketi iç özgürlüğün ihlali olarak nitelendirdi56. Partisinin bu tavrına karşılık Sadak, inkılâpta demokrasinin olabileceğini ancak demokraside inkılâbın tehlikeli olacağını dolayısıyla inkılâpların demokrasinin koruyucusu olduğu yönündeki yorumuyla gazetesinde şu satırlara yer veriyordu: “Yerleşmemiş, iyice benimsenmemiş inkılâplar için demokrasi bir tehlikedir. İnkılâpların demokrasi zaruretiyle zayıflaması, yok olması demokrasiyi de kökünden kemirir. Çünkü inkılâp dediğimiz sosyal düzene düşman olan zihniyet, mahiyeti itibariyle demokrasinin de aleyhindedir. Bizde rejim ve onun dayandığı inkılâplar henüz körpe olduğu içindir ki hiçbir hakiki demokraside görülmemiş şekilde yasaklar vardır. Bunlar tamamen antidemokratik olmakla beraber rejimin korunması için zaruridir diye teselli oluyoruz. Şu bir gerçektir ki, inkılâp düşmanları demokrasi dostu olamaz. Çünkü inkılâpları kaldırınız demokrasi kendiliğinden yok olur. Dini demokrasi diye bir idare şekli yoktur. Bunun içindir ki demokrasi ile inkılâpları sağlam tutmak, daha doğrusu demokrasi prensiplerinden ayrılmadan inkılâpları korumak gibi birbirinin zıddı olan iki vazifeyi başarmak zorundayız. Tek meclis ve tek partiden Atatürk, inkılâpları başarmak için faydalandı. Fakat tek meclis ve tek parti hürriyeti günün birinde demokrasi ve inkılâplar için tehlikeli olabilir. Bunu değiştirmek şarttır”57. 10 Kasım 1952’de yani Atatürk’ün ölümünün 14. Yıl dönümünde Adnan Menderes, Atatürkçülüğün gerçek yorumcularının sadece Halk Partililer olduğu yönündeki algıyı yıkarcasına Atatürk inkılâpları hakkındaki görüşlerini açıklayarak, Atatürk’ün başarılarını kendi orijinal karakter ve biçimlerinde korumak değil, bu başarıları, onların ortaya çıkışına egemen kılan amaç ve nedenlerine uygun bir şekilde geliştirmek gerektiğini açıkladı58. Ancak uygulamada yapılanlar söylenenlerle pek uyuşmuyordu. DP’nin özellikle de laiklik hususunda ilk andan itibaren yürüttüğü yumuşak politika kendi bünyesinde de birtakım teokratik eğilimlerin belirmesine yol açtı. İhtiyacı olanlar dışında kadın memurların çalıştırılmaması, köy okullarına din derslerinin 55 56 57 58 Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim 2, Yayına Haz: Erol Şadi Erdinç, Pera Turizm ve Ticaret Yay., İstanbul, 1997, s.1619. Yaklaşan seçimler nedeniyle Millet Partisi’nin oyları sempatik bir CHP’ne gidebilirdi. Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, s.60. Sadak,“Demokraside İnkılâp Olur mu?”, Akşam, 4 Kasım 1952. Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi, s.103. 173 Ayşegül ŞENTÜRK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) konması, Ayasofya’nın cami haline getirilmesi, bazı parti delegelerinin Atatürk inkılâplarına zıt olarak fes ve çarşaf giyme, Arap harflerini kullanma hakkının geri getirilmesini istemek gibi davranışları partinin Eylül 1952’deki Ankara il kongresinde ileri sürülen istekler arasındaydı59. DP bu eğilimlerinde muhalefete karşı da sert bir tutum izledi ve halkla olan köprülerini sağlam tutma amacıyla din konusunu kullandı60. Sadak, DP’nin bu tutumunu eleştiren yazısını şu satırlarla ortaya koyuyordu: “Demokrat Parti eski iktidarı din düşmanı özellikle de İslamiyet düşmanı ilan ediyor. Eski iktidar bu konuda hangi kanunu çıkarmış, hangi icraatı tatbik etmiştir? Din düşmanı eski devir ile din dostu bugünkü iktidar arasında müessese, mevzuat, icraat bakımından –Arapça ezan müstesna- ne fark vardır? Hakikat, feci hakikat şudur ki yeni iktidar, cahil kitleyi kazanmak için eski iktidara en kaba iftiralarda bulunuyor. Demokrat Parti iktidarı, laiklik prensipleri ve vicdan hürriyeti bakımından memlekette, iftihar edeceği havayı yaratmaya, elhak, muvaffak olmuştur61. Bir kere eski iktidar kimdir ve ne zamandır? İsmet İnönü’nün devlet başkanı olduğu II. Dünya Harbi devri mi? Memleket yalnız bu altı yıl içinde mi bozuldu, din ve İslamiyet düşmanı kesildi? Ahmet Emin’e Malatya’da kurşun sıkanları tahrik eden mürteci gazetelerin yazılarıyla, Demokrat Partinin beyaz kitabında CHP’ni İslamiyet düşmanı ilan eden satırların hiç farkı yoktur. Bu, ağır bir suçtur. Buna tenezzül etmek iki yıllık başarılarını 330 sayfada anlatmakla bitiremeyen bir iktidara yakışmaz. Başbakanın, bu suçun mesulü üzerinde durmasını rica ederiz. Bir memlekette yaşıyoruz ki, iktidarın en büyük silahı muhaliflerini din düşmanlığı ile suçlamaktadır. Buna da demokrasi diyoruz, Avrupa camiasına girmiş devlet adı veriyoruz”62. Ali Fuat Başgil’e göre, hürriyet ve demokrasi rejimi her ne kadar aynı gibi gözükse de aslında bunlar birbirlerine sıkıca bağlı olan farklı şeylerdir. Hürriyet rejiminin devamı demokratik bir toplum ile mümkündür. Demokrasi, halkın hükümet ve idareyi bizzat ve doğrudan ele alması usulüne değil, millet meclisi vasıtasıyla temsili esasına, bu esas ise çoğunluk prensibine dayanır. Demokrasi halkın çoğunlukla, çoğunluğunda millet meclisi ile temsil edildiği bir sistemdir. Ancak bütün kuvvet ve iktidarın çoğunluğa geçmesinden sonra tüm söz hakkı, çoğunluk içinde sürü başlarının elinde toplanırsa tehlike ortaya çıkar. Böyle bir demokraside “Halkın sesi Hakk’ın sesidir” geleneğinin yerine “çoğunluk kodamanlarının sesi Hakk’ın sesidir” e dönüşür, sonuçta hak ve vazife sırf sayı kuvvetinden başka bir şey olmayan mesuliyetsiz bir kitlenin iradesi haline gelir. Böylelikle iktidar çoğunluk adı taşıyan taçsız bir hükümdarın elinde toplanır ki bu, demokrasi için son derece tehlikelidir63. 59 60 61 62 63 Cem Eroğul, Demokrat Parti, İmge Kitapevi, Ankara, 1998, s.130. Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, İmge Kitapevi, Ankara, 2000, s.30. Sadak,“Demokrat Parti Hesap Veriyor”, Akşam, 29 Kasım 1952. Sadak, “Medeni İnsanlar Gibi Düşünüp Konuşmayı Biraz Öğrensek”, Akşam, 1 Aralık 1952. A.F., Başgil, Demokrasi Yolunda, Yağmur Yay., İstanbul, 2006, ss.139-141. 174 Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Zamanla Başgil’in yaptığı benzetmeye uygun bir uygulamaya dönüştüğü görülen DP politikaları CHP tarafından dikkatle izlendi. Sadak, politika mücadelesinin Türkiye’de aldığı çirkin şeklin başlıca sebebini ana davanın, yani rejim meselesinin henüz halledilmemiş olmasında görüyor, dünkü tek partili hürriyetsiz otoriter rejime destek olmuş hukuki müessese ve kanunlarla demokrasinin yaşatılıp yürütülmek istendiğini, tezadın bundan ve bütün huzursuzluğun da bu tezattan ileri geldiğini iddia ediyordu. Demokrasi, haklar ve hürriyetler hepsi var olsa bile yarın hükümet istemediği takdirde, bunların hiçbirisinin olmayacağı fikrindeydi. Bu hak ve hürriyetlerin bazı ahvalde var olması ve bazı şartlar içinde –hiçbir kanun değişmeden dahi- yok olabilmesi bundan ileri gelmekteydi. Sadak’a göre, CHP iktidarının en büyük günahı, bir seçim kanunu ile demokrasiyi yerleştirip iktidarı devrettiğini sanması yahut iktidarı devretmeyeceğini yüzde yüz umarak asıl rejim davasını sonraya bırakmasıydı. Muhalefet olarak gafletinin acısını çeken CHP’nin hatası, Demokrat Parti iktidarının aynı hatada bocalaması için sebep teşkil etmiyordu. “Hürriyet, demokrasi” söylemleriyle iş başına gelmiş bir partinin, bir kere iktidara yerleştikten sonra tek parti rejimi içinde demokrasiyi devam ettirmek gibi bir keramet göstermekte ısrar etmesi mümkün değildi. Gün gelecek, o da düşecekti64. Öyle de oldu. Fakat bu düşüş gerçek bir demokraside olduğu gibi seçim usulüyle olmadı. Türkiye’de 1950’li yılların genç demokrasi uygulaması müdahale ile sonuçlanıyordu. Demokrat Parti, 1957 seçimlerini -muhalefetin güç birliği yapmasından çekinerek seçim kanununu değiştirmesine rağmenazalan oylarıyla kazandı. 1958 yılında artan ekonomik bunalıma, başarısız ve uyducu dış politika eleştirileri ile birlikte, DP’nin muhalefeti sindirmeye yönelik politikaları yolundaki yorumlarda eklenince, ortaya çıkan karışıklıklar sonucu 27 Mayıs 1960 yılında Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu ve DP dönemi sona erdi. Sadak’ın siyasi hayatı boyunca uygulanmasını arzu ettiği çok partili hayatın ilk kesintisi, göremediği bu müdahale ile oldu. Birçok eksiklerine rağmen insanlığın bugün için bulduğu en iyi idare şeklinin demokrasi olduğunu vurgulayan ve bunun sebebini şimdiye kadar denenmiş olanlara kıyasla milletlerin menfaatlerine en uygun görülen sistem olarak gören Sadak, 21 Eylül 1953’te yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak hayata gözlerini yumdu. Onun da dediği gibi, demokrasi milletlerin refahına, zenginleşmesine, iktisadi kalkınmasına çalışan ve bu işlerde muvaffak olan bir ahlak ve fazilet idaresiydi65. 64 65 Sadak,“Dünya Ne İle Meşgul, Biz Hala Nelerle Uğraşıyoruz!”, Akşam, 12 Kasım 1952. Sadak,“Demokrasinin Manevi Kısmı”, Akşam, 23 Eylül 1952. 175 Ayşegül ŞENTÜRK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Sonuç Türk Tarihinde çok partili hayat ilk olarak II. Meşrutiyet döneminde kurulmuştur. 1923-1945 yılları arası devam eden tek partili dönem ise çok partili hayata bir geçiş dönemi olup, demokrasinin toplumsal ve ekonomik temelleri bu devirde atılmıştır. Demokrasi hakkındaki görüşlerini 1923’ten itibaren yazılarında kaleme alan Sadak’ın bu konudaki asıl görüşleri 1945 yılından itibaren yoğunlaşmaktadır. Türkiye’de ilk muhalefet partilerinin belli bir fikir ve inanç birliğinden değil, CHP’ne karşı hoşnut olmayanlar tarafından kurulduğunu belirten Sadak, partilere gücünü veren unsuru, üyeleri arasında siyasi, sosyal ve ekonomik konularda sıkı bir fikir birliğinin olmasında görmüştür. Demokrasinin en iyi hükümet şeklinin cumhuriyet olduğu fikrinde olan Sadak, tek partili dönemi emperyalizm ve irtica tehlikesi dolayısıyla otoriter uygulamaların olduğu bir dönem olarak kabul etmekle birlikte, aynı zamanda bu dönemin Atatürk’ün ve İnönü’nün şahsiyetinde inkılâplarla modern Türkiye’nin oluşturulmak istendiği dönem olarak da kabul eder. Ancak tarihler 1945’i gösterdiğinde tek partili rejimin artık toplumun çeşitli sosyal ve siyasi ihtiyaçlarını karşılayamadığını açıklayacak kadar samimi bir demokrasi savunucusu olmuştur. Bu nedenle de 1946’da çok partili hayat ve demokrasi için başlayan mücadele ve sonrasında DP’yi oldukça olumlu karşılamıştır. Fakat Sadak’ın da belirttiği gibi demokrasi olarak tanımlanan değişiklik arzusunun hürriyetten başka hangi anlamı taşıdığı konusunda bir fikir birliği kurulamamasına, demokratik hayat için gerekli anayasal kurallar ve kurumların oluşturulmaması da eklenince demokrasi ile bağdaşmayan politikalar uygulandığı yorumları yapılmıştır. Sadak’ta DP’yi zaman zaman eleştirdiği yazılarını, çok partili sistemi ve demokrasiyi güçlendirme noktasında, toplumu bilgilendirme ve demokrasinin yerleşmesi hususunda kamuoyu oluşturma adına mümkün olabildiğince gazetesinde yazmaktan çekinmemiştir. Demokrasinin her toplumun milli ihtiyaçlarına göre uzun bir süreçte şekillenen bir nizam olduğunu belirten Sadak, demokrasilerde özellikle oy kaygısıyla partilerin milli menfaatleri feda edebilecekleri kaygısından hareketle, seçimlerde halkın eğitimli olmasının önemine vurgu yapmış ve eğitim düzeyi yüksek toplumlarda partili olma anlayışının daha fazla olduğunu belirtmiştir. Çok partili gerçek bir demokrasinin kurulması, halkın liderleri bilinçli olarak seçmesine bağlıdır. Toplumun milli menfaatlerinin farkında olması, kültürel, ekonomik, sosyal seviyesinin yüksek olması şüphesiz demokrasinin daha iyi işlemesinin ön koşullarıdır. Geri kalmış ve henüz pek çok konuda kendini ispatlayamamış toplumlarda demokrasi bir tehlike olabilmektedir. Türkiye’deki inkılâpları en başta da laikliği, rejimin koruyucusu olarak gören Sadak, inkılâpla demokrasinin getirilebileceğini, ancak demokraside inkılâp yapmanın tehlikeli olacağı düşüncesindedir. 176 Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Demokrasi geçmişi çok fazla olmayan her ülke gibi Türkiye’de de demokratik haklar ve daha ileri bir demokrasinin nasıl olacağı konusunda sıkıntılar yaşanabilmektedir ve bunlar milli menfaatlere uygun sivil bir anayasa ile aşılabilecek sıkıntılardır. Hoşgörü ve uzlaşmaya dayalı demokratik kültürün bir yaşam biçimi olarak kabul edilmesiyledir ki demokrasi Sadak’ında ümit ettiği gibi bir ahlak ve fazilet idaresi olabilecektir. Unutulmamalıdır ki demokrasi, vazgeçilmeyecek kadar denemeye ve beklemeye değer bir sistemdir. 177 Ayşegül ŞENTÜRK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) KAYNAKÇA AHMAD, F., Demokrasi Sürecinde Türkiye, Hil Yay., İstanbul, 1996. ___________, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi, İstanbul, 1976. BAŞGİL, A.F., Demokrasi Yolunda, Yağmur Yay., İstanbul, 2006. BİSBEE, E., The New Turks Pioneers of the Republic 1920-1950, University of Pensylvania Press, Pensylvania, 1951. BOSTANCI, M.N., Cumhuriyetin Başlangıç Yıllarında Ekonomi ve Siyaset, Ötüken Yay., İstanbul, 1996. BOZKURT, C., Siyaset Tarihimizde CHP, Y.Y., 1968. ÇAVDAR, T., Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, İmge Kitapevi, Ankara, 2000. EROĞUL, C., Demokrat Parti, İmge Kitapevi, Ankara, 1998. Cumhuriyet, 16 Eylül 1952. KARPAT, K., Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yay., İstanbul, 2012. ___________, Türk Siyasi Tarihi, Timaş Yay., İstanbul, 2011. KOÇAK, C., Türkiye’de Milli Şef Dönemi 2, İletişim Yay., İstanbul, 1996. LEWIS, G.,Modern Turkey, Praeger Publishers, Newyork Washington, 1974. SADAK, N.S., Toplumbilim Sosyoloji, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1948. ___________, “Mecliste Tenkit Nasıl Meşru Olur”, Akşam,4 Kasım 1923. ___________, “Halk Hükümetinde Fırkalar Zaruridir”, Akşam, 31 teş ev 1924. ___________, “Hakikat”, Akşam, 14 Eylül 1930. ___________, “Milletlerin Kendi İdare Şekillerini Seçmek Hakkı ve İtalya’da ‘Demokratik Rejim’”, Akşam, 5 Kasım 1943. ___________, “Değişmez Hakikatler ve Partilerin Hususi Görüşleri”, Akşam, 15 Ocak 1945. ___________, “ Ne Kara İrtica, Ne Kızıl İhtilal”, Akşam, 25 Haziran 1945. ___________, “Demokrasiyi, Demokrasi Olmayanla Tarif Denemesi”, Akşam, 15 Temmuz 1945. ___________, “Toprak Kanunu Anayasaya Aykırı mıdır?”, Akşam, 2 Şubat 1945. 178 Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ___________, “On Yedinci Madde”, Akşam, 27 Mayıs 1945. ___________, “Toprak bayramını kutlarken: Hürriyet, Demokrasi ve Parti Düşünceleri”, Akşam, 18 Haziran 1945. ___________,“Dış Tehlike Karşısında Memleketin Manzarası”, Akşam, 6 Ağustos 1945. ___________, “Türkiye’de Bir Rejim Buhranı Yoktur, Bir İlerleyiş Hareketi Vardır”, Akşam, 27 Ağustos 1945. ___________, “Cumhuriyette Otoritenin Kaynağı ve Halk Partisi”, Akşam, 28 Ağustos 1945. ___________, “Demokrat Partiye Hoş Geldin Deriz”, Akşam, 9 Ocak 1946. ___________, “Particilikte Nafile Namazı”, Akşam, 19 Ekim 1946. ___________, “Tek Parti, Tek Şef Sistemini Deviren Demokrat Partisi,” Akşam, 11 Mart 1947. ___________, “Politikada Samimilik Kanaatlerde Ciddilik”, Akşam, 12 Nisan 1947. ___________, “Demokrat Partisi’nin Beyannamesi Münasebetiyle”, Akşam, 5 Eylül 1947. ___________, “Eski İşime Başlarken”, Akşam, 22 Mayıs 1950. ___________, “Dilemediğimiz İki Şey”, Akşam, 23 Mayıs 1950. ___________, “Tavizle İşe Başlamamak”, Akşam, 8 Haziran 1950. ___________, “Demokrasinin Müdafaası”, Akşam, 8 Ekim 1950. ___________, “Demokrasinin Manevi Kısmı”, Akşam, 23 Eylül 1952. ___________, “Milli Menfaatlere Uygun Tedbirler, Halkın Hoşuna Giden Kararlar”, Akşam, 22 Kasım 1950. ___________, “Partili ve Partici”, Akşam, 12 Ocak 1952. ___________, “Rahatsızlığın Asıl Sebebi”, Akşam, 14 Haziran 1952. ___________, “Demokrasinin Dayancı Yalnız Kanunlar Olabilir mi?”, Akşam, 4 Temmuz 1952. ___________, “Düşman Partiler Arasında Demokrasi Yaşayamaz”, Akşam, 25 Eylül 1952. ___________, “Bu Kin ve Düşmanlık Havası Böylece Sürüp Gidecek mi?”, Akşam, 11 Ekim 1952. ___________, “Yüreğimizde Yatan Aslan”, Akşam, 26 Ekim 1952. 179 Ayşegül ŞENTÜRK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ___________, “Demokraside İnkılâp Olur mu?”, Akşam, 4 Kasım 1952. ___________, “Dünya Ne İle Meşgul, Biz Hala Nelerle Uğraşıyoruz!”, Akşam, 12 Kasım 1952. ___________, “Demokrat Parti Hesap Veriyor”, Akşam, 29 Kasım 1952. ___________, “Medeni İnsanlar Gibi Düşünüp Konuşmayı Biraz Öğrensek”, Akşam, 1 Aralık 1952. Türkiye Tarihi 4, Kolektif Eser, Cem Yayınevi, İstanbul, 2000. URAN, H., Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950), Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul, 2008. UYAR, H., Tek Parti Dönemi Cumhuriyet Halk Partisi, Boyut Yay., İstanbul, 1998. YALMAN, A.E., Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim 2, Yayına Haz: Erol Şadi Erdinç, Pera Turizm ve Ticaret Yay., İstanbul, 1997. YILMAZ, E.,Türkiye’nin Demokrasiye Geçiş Yılları (1946-1950), Birey Yay., İstanbul, 2008. 180 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal Of Modern Turkish History Studies XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 181-226. KIBRIS SORUNU BAĞLAMINDA TÜRKİYE’DE 6/7 EYLÜL 1955 OLAYLARINA KESİTSEL BİR BAKIŞ Ulvi KESER* Öz 1 Nisan 1955 tarihinden itibaren EOKA terör örgütünün Kıbrıs adasında terör olaylarına başlaması, önce İngilizlere, ardından kendilerine yardım etmeyen Rumlara ve son olarak da Kıbrıs Türklerine saldırmaya başlaması Kıbrıs’ı önce sorun, ardından da uluslararası sorun hale getirir. Bu dönemde İngiltere’nin adada hükümranlığa devam etme ve adadan ayrılmama üzerine oturan ve Kıbrıs Türkleriyle Rumları “böl ve yönet” çerçevesinde idare eden ince siyaseti ise doğrudan Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak üzerinedir. Bu şartlarda Ağustos 1955 Londra toplantısının ardından iyice gerginleşen ilişkiler yıllar sonra ortaya çıkacağı gibi İngiltere’nin kışkırtmalarıyla Selanik’te Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu eve atılan ses bombasıyla yeni bir boyut kazanır ve Kıbrıs’la bağlantılı olarak Türk dış politikasında daha sonraki süreçte sıkıntılara neden olacak 6/7 Eylül olayları başlar. Anahtar Sözcükler: Kıbrıs, Türkiye, Yunanistan, EOKA, 6/7 Eylül Olayları. A PROFILE GLANCE AT 6/7 EVENT IN TURKEY IN THE LIGHT OF CYPRUS ISSUE Abstract Cyprus happens to be firstly an issue, and then an international issue especially after EOKA terrorist organization starts attacking, ambushing and killing the British subjects, then the Greek Cypriots who are supposed not to help EOKA, and finally Turkish Cypriots in 1st April 1955. The British subtle policy shaped around “divide and rule” principle aiming not to leave the island, and to continue the sovereignty on Turkish and Greek Cypriots in 1950s is, on the other hand, planned so as to drive Turkey into the corner. The explosive thrown on the house where Mustafa Kemal Atatürk was born in Salonika subsequent to the conference about Cyprus issue held in London in August 1955 makes the atmosphere tenser and tenser, in particular, with British clandestine provocations, and 6/7 September Events in 1955, that will cause a good many problems for Turkish foreign policy in the following years break out. Keywords: Cyprus, Turkey, Greece, EOKA, 6/7 September Events. * Doç.Dr., Atılım Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, Atılım Kıbrıs Araştırmaları ve Uygulama Merkezi (AKAUM) Müdürü, (ulvi.keser@atilim.edu.tr). 181 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Giriş İkinci Dünya Savaşı’nda önce İtalyanların, ardından Almanların işgaline uğrayan Yunanistan yaşadığı iç savaşın da ardından neredeyse bir lokma ekmeğe muhtaç durumdadır1; ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen özellikle İngiltere’nin kışkırtmalarıyla Birleşmiş Milletlere müracaat edip Kıbrıs adasını Yunanlaştırma talebinde bulunmaktan çekinmez. Birleşmiş Milletlere yaptığı müracaatların reddedilmesi, ardından Kıbrıs’ta ortaya konulacak halkoylamasının sonucunda da adayı ele geçiremeyen Yunanistan bütün ümidini İngiltere’ye bağlamış durumdadır ve İngiltere ince siyasetinin bir sonucu olarak bir araya getirmeyi planladığı Türkiye ile Yunanistan’ın anlaşamaması için elinden geleni yapar ve Kıbrıs önce sorun, ardından uluslararası sorun haline gelir. Bu dönemle ilgili en önemli olaylardan bir tanesi bütün bu yaşananlardan yaklaşık 5 yıl sonra ortaya çıkar ve İngiltere’nin 29 Ağustos 1955 tarihinde2 Londra’da düzenlediği Lancaster House Doğu Akdeniz ve Kıbrıs Hakkında Üçlü Konferansı’na Türkiye’yi de taraf olarak davet etmesi3 ve Türkiye’nin de fiilen 1 2 3 Özellikle 1930’lu yıllardan itibaren başlayan Türk-Yunan dostluğu Yunanistan’da Elefterios Venizelos’un klasik Yunan ütopyası Megali İdea, yani Büyük Yunanistan fikrinden vaz geçildiğini açıklamasının ardından Mustafa Kemal Atatürk’ün de sınırdaş ve komşu Yunanistan’a zeytin dalı uzatmasıyla başlar. Bu süreçte Yunanistan’la yapılan çok geniş kapsamlı işbirliği antlaşmasıyla Türkiye’de yaşayan Yunan vatandaşlarına Türk vatandaşlarının sahip olduğu bütün haklar verilirken bu Yunan vatandaşları 21 Aralık 1963 günü Kıbrıs’ta başlayan Rum saldırılarının ardından Türk hükümeti tarafından sınır dışı edileceklerdir. Öte yandan 1934 yılında Venizelos tarafından Atatürk ayrıca Nobel Barış Ödülü için aday da gösterilmiştir. Bu süreç 1939 sonrasında önce İtalyanların, hemen ardından da Almanların işgaline uğrayan ve işgalci Alman güçlerinin planlı açlık stratejisi sonrasında Yunan tarihine Büyük Açlık Dönemi olarak geçen bir dönemi yaşayan günde ortalama 3.000 kişinin açlıktan hayatını kaybettiği, 1941-1942 döneminde açlıktan 1.5 milyon kişinin öldüğü Yunanistan’da bütün dünya sırt çevirmiş ve görmezden gelirken sadece yardım elini uzattığı bir dönem olacaktır. Ayrı bir çalışma konusu olmakla birlikte İkinci Dünya Savaşı sırasında İtalyanların, ardından Almanların, kendileri pek farkında olmasa da savaş sonrasında bir süre koruyucuları İngiltere’nin işgaline uğrayan ve kanlı bir iç savaş yaşayan Yunanistan’ın yiyecek ekmek bulamazken savaşın hemen ardından 1950 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne başvurarak Kıbrıs adasını talep etmesinin altında İngiltere faktörünü aramak gerekmektedir. Yunanistan’nın bu açlık dönemiyle ilgili olarak bakınız Ulvi Keser, Yardım Et Komşu; İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Yunanistan’a Yardım Faaliyetleri, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Yay., Ankara, Kasım 2005; Ulvi Keser, Yunanistan’ın Büyük Açlık Dönemi (μεγάλος λιμός) ve Türkiye, IQ Yay., İstanbul, 2008; Ulvi Keser, Kızılay Belgeleri Işığında Yunanistan’da Ölüm, Açlık, İşgal, 1939–1949, Türk Kızılay’ı Tarih Serisi, Kızılay Genel Müdürlüğü, Ankara, 2010. BYGM, Olayların Takvimi, ”Kıbrıs Meselesi”, Ankara, Ağustos 1955, No. 261, s.181 Vanezis’in ileri sürdüğü gibi esasında İngiltere’nin bu toplantıyı düzenlemesi ve ilk defa olarak Yunanistan ile Türkiye’yi de bu toplantıya davet etmesindeki gaye geleneksel “Böl ve Yönet” politikaları çerçevesinde Kıbrıs meselesini bir Türk-Yunan meselesi haline getirmek, daha sonra Aralık 1956 tarihinde Avam Kamarası’nda açıklanacağı üzere her iki topluma da self-determinasyon hakkı verilmesini talep etmek ve iki toplum arasına güvensizlik ve nefret duygularını yerleştirerek dünya kamuoyuna iki toplumun artık bir arada yaşayamayacaklarını ilan etmektir. PN Vanezis, Cyprus Crime Without Punishment, Regal Printing Ltd., Hong Kong, 2000, s.73. 182 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Kıbrıs sorununun içine dâhil olmasıdır4. İngiltere’yi Dışişleri Bakanı Harold Mac Millan başkanlığında Parlamento Sekreteri Carrington, İngiltere’nin Ankara ve Atina Büyükelçileri, Kıbrıs Valisi ve Genelkurmay Başkanlığı yetkililerinden oluşan bir heyetin temsil ettiği5 toplantıda Türkiye’yi Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Yunanistan’ı da Dışişleri Bakanı Stefanopulos temsil ederler6. 1. Eylül 1955’e Kadar Kıbrıs İlk defa 21 Kasım 1949 tarihinde Birleşmiş Milletlere müracaat eden Yunanlar “Anavatan Yunanistan’la birleşmek için self-determinasyon hakkının halkımıza tanınmasını istiyoruz” diyerek adanın Yunanistan’a ilhakını talep eder ve 15 Ocak 1950 Pazar günü7 Kıbrıs adasında Makarios’a göre “Neticesi önceden belli olan” bir plebisit yaptırırlar. Seçime katılan toplam 224.700 seçmenden 215.108’inin (%96’sı)8 lehte kullandığı oylarla Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı sonucu çıkar; ancak Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını sağlamak amacıyla Rumların başlattığı taşkın hareketlere karşı sert tedbirlerin alınacağının duyulması üzerine Rumlar ada sathında 12 Ağustos tarihinden itibaren protesto ve grevlere başlarlar9. Neticede 17 Aralık 1954’te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 8 çekimser oya karşılık 50 oyla Kıbrıs meselesinin şimdilik görüşülmemesi kararına varır10. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Yunanistan’ın ve Kıbrıslı Rumların isteklerinin aksine olumsuz bir sonucun çıkması Yunanistan’da ve Kıbrıs’ta olayların çıkmasına neden olur. Özellikle Kıbrıs’ta bütün ada sathına yayılan gösteriler zaman zaman ayaklanma şekline dönüşür. Adada Rum tedhiş faaliyetlerinin artış göstermesiyle birlikte 19 Aralık 1954 tarihinden itibaren polis tarafından bazı ilave emniyet tedbirleri alınır. Umumi yerlerde beşten fazla insanın bir araya gelmesi yasaklanır. Bu şekilde toplananların polis gücüyle dağıtılacağı, her türlü silah, taş, sopa gibi maddelerin taşınmasının, bulundurulmasının yasaklandığı, aksine davrananların en az üç yıl hapis cezasına çarptırılacakları duyurulur11. Ancak bütün bunlar bir sonuç vermez ve adada EOKA terör örgütünün kuruluş süreci hızlandırılır. Kıbrıs Rum lideri Başpiskopos Makarios ve George Grivas Kıbrıs milliyetçisi değil Yunan milliyetçisi olduklarından, gayeleri iki toplumlu bağımsız bir devlet kurmak değil, Kıbrıs Türklerine hiç yer vermeyen Enosis ve adanın Yunanlaştırılmasıdır. Yunanistan’ın büyük desteğiyle 1955 yılı ortalarında kuruluşunu tamamlayan 4 5 6 7 8 9 10 11 Special Committee On Cyprus Affairs, Cyprus; Past - Present- Future, Ankara, 1964, s.20. BYGM., Olayların Takvimi, ”Kıbrıs Meselesi”, Ankara, Ağustos 1955, No. 261, s.166. BCA. Atina Büyükelçiliği’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 27 Ağustos 1955 tarihli, 760/443-II. Q Sayılı yazının 2 numaralı eki. Suat Bilge, Le Conflit De Chypre Et Les Cypriotes Turcs, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay., Ankara, 1961, s.31. Achille Emilianýdes, Histoire De Chypre, Paris, 1963, s.109. BYGM, Olayların Takvimi, ”Kıbrıs Meselesi”, Ankara, Ağustos 1954, No. 249, s.181. Government of Cyprus, Review of Events In Cyprus 1955-1957, Lefkoşa, 1958. BYGM., ”Kıbrıs Meselesi”, Ankara, Aralık 1954, No. 253, s.105. 183 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) EOKA (Ethniki Organosis Kibriyon Agoniston)12 tedhiş örgütünün siyasi lideri Makarios, askeri lideri ise Yunanistan iç savaşı sırasında “X” kod adıyla bir yeraltı örgütü kuran ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra örgütü aşırı uçta partileştiren George Grivas’tır. İkinci Dünya Savaşı sürecinde ve özellikle 19411942 döneminde Yunanistan açlıktan ve Alman işgalinden inim inim inlerken, özellikle Büyük Açlık Dönemi olarak bilinen yıllarda günde ortalama 3.000 Yunan açlıktan sokaklarda ölür ve cesetleri kamyonlarla toplanıp çukurlara atılırken kurulan silahlı yer altı örgütleri ise Alman işgal güçlerine karşı direnişe geçerler. ELAS, EDES gibi komünist örgütler bu mücadeleye girmişken Grivas’ın faşist X örgütü ise Almanlara işbirliği teklif eder. Bütün dünyayı işgal ve ele geçirme düşüncesindeki Almanlar bu teklifi fazla ciddiye almayınca işbirliği teklifi fiiliyata dökülmez fakat kendi ülkesine ihanet eden bir asker kişiliğin bu davranışı “vatan hainliği” yaftasından kurtulamaz. Bu ihanette bulunan Grivas ise 1950’de Yunan hükümeti tarafından savaş döneminde kurulan bütün yer altı örgütlerinin üyelerine devlet onur madalyası verilirken aynı madalyayı alanlar arasındadır. Bir vatan hainine neden onur madalyası verildiği sorusunun cevabı ise birkaç yıl sonra Yunanistan’ın kurdurduğu EOKA terör ve tedhiş örgütüyle ortaya çıkacaktır. Grivas’ın deyimiyle adayı yönetenlerin yıllar boyunca “sessiz bir kadın köle” olarak gördükleri adayı kurtarma zamanı gelmiştir13. “Kıbrıs Mücadelesi Ulusal Örgütü” olarak adlandırılan bu örgütün ulusal kavramıyla kastettiği Elen düşüncesi ve Enosis fikrinden başka bir şey değildir. Enosis ittifakının yapılmasından sonra, Grivas ve Makarios, Yunanistan iç savaşında komünistlere karşı mücadelesinde ve İtalya’ya karşı Arnavutluk savaşında milli kahraman olan General Papagos’la da görüşürler. Amerika tarafından politik ve ekonomik istikrarın sağlanması için güçlü bir hükümet iddiasıyla desteklenen Yunan Partisi Başkanı olan Papagos da Grivas ve Makarios’u sonuna kadar destekler. Grivas anılarında 27 Ocak 1951 tarihinde, Papagos yanlısı Yunanistan Genelkurmay Başkanı General Kosmas tarafından kendisine tam destek sözü verildiğini yazar. Bu görüşmeden hemen sonra Grivas son 20 yılda ilk defa doğduğu yer olan Kıbrıs’a kendi ismi, kendi pasaportu ve karısıyla beraber 5 Temmuz 1951’de gider ve Lefkoşa’da doktor olan kardeşinin evinde kalır. Her zaman Yunanistan’ın bir parçası olarak görülen ve EOKA bildirilerinde hep “Yunanistan’ı hatırlatan bir ada olarak isimlendirilen”14 Kıbrıs’ta arazi yapısını inceleyen ve kendisi için son derece önemli olan özellikle dağlık bölgelerde keşif çalışmaları yapan Grivas kanlı EOKA tedhişinin başlangıcını da böylece yapar. Adaya gelir gelmez Makarios’la görüşen Grivas, Makarios’a adada gerilla savaşını başlatma zamanının geldiğini belirterek mücadelelerinin dar kapsamlı 12 13 14 Bir yeraltı örgütünün hangi şartlarda ve ne şekilde kurulabileceği, hangi faaliyetlerde bulunacağı ve nasıl başarılı olacağı konusunda bilgi veren ve bu bağlamda EOKA’nın içyüzünü anlatan bu kitap bizzat Grivas’ın sözlerinden hareketle ve birinci ağızdan Charles Foley’in editörlüğünde kaleme alınmıştır. Charles Foley, Guerrilla Warfare and EOKA Struggle; General Grivas , Longman Yay., Londra, 1964, s.109 KTMA, EOKA Bildirileri Dosyası No.1318 ve 1319. KTMA, EOKA Bildirileri Dosyası No.1318 ve 1319. 184 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) olarak küçük gruplarla dağlarda, geniş kapsamlı olarak da sabotörler vasıtasıyla pek çok askeri hedefin olduğu şehirlerde başlatılacağını belirtir. Silahlı grupların silahsız sempatizanlarca desteklenmesi halinde faaliyetlerini çok daha başarılı bir şekilde ve rahatça yapacağına inanan Grivas şehir ve kasabalarda da öğrencilerden istifade etme yoluna gider. “Ya özgürlük, ya ölüm”15 parolasıyla hareket eden EOKA’nın lideri Grivas’ın ‘Agoratos Anthropos/Görünmeyen Adam’ olarak nitelendiği Atina’da, X kod adıyla kurulan ve kral yanlısı bir askeri güç olan teşkilat adına yayımladığı gazeteye politik yazılar gönderen Makarios’la ilk tanışması da 1946 yılında Atina’da olmuştur. EOKA lideri Grivas, St. George isimli tekneyle16 10 Kasım 1954 tarihinde gizlice adaya gelir ve ‘Dighenis Burada/Akritas Burada’ parola ve işaretiyle adaya çıktıktan sonra Digenis kod adıyla yayımladığı bildirilerde amaçlarının Enosis fikrini gerçekleştirmek olduğunu, bu doğrultuda İngilizlerle Türkleri düşman kabul ettiklerini ve düşmanlarının her ne pahasına olursa olsun bertaraf edileceğini açıklar. “Deniz ve havadan kolayca ablukaya alınabilecek ve böylece dış yardım ve destekten mahrum kalabilecek bir yapıya sahip” dediği Kıbrıs adasının Khlorakas köyü yakınlarında adaya çıkan Grivas’dan hemen önce adaya çıkartılan silahlar ise 656 mermisiyle 34 tabanca, 4000 mermisiyle 4 Steiger otomatik silah, 4000 adet 9 milimetre mermi, 350 kilo dinamit, 300 libre Nobel 808 cinsi patlayıcı, 100 mayın, 300 el bombası, 700 ateşleyici, 100 sis bombası, 1100 metre saniyeli fitil, kameralar ve dürbünlerden oluşmaktadır. Bu arada Grivas’ın derhal temin edilmesini istediği silahlarla ilgili olarak Andreas Azinas girişimlerde bulunmak üzere Kasım 1954 tarihinde Atina’ya gider ve Makarios’tan aldığı parayla “bir kayık dolusu silah” satın alır. Grivas’ın Yunanistan’da yaşadıklarının aksine EOKA’cıların görevi suikastler düzenlemek, bomba atmak ve pusu kurmakla sınırlı olacaktır. Grivas’a göre ön cephenin çökmesi arka cephelerde meydana gelen çözülme neticesinde meydana geleceğinden vurucu güçlerden yardımcı ve destek birliklerine, asıl kadroların oluşturulmasından saklanılacak yerlere, malzemelerin ve personelin gizlenmesine, gıda ikmali, casus ve ajanlarla irtibat görevlilerine, ayrıca propaganda ve istihbarat faaliyetlerine kadar pek çok alanda Kıbrıslı Rumların yardım ve desteğine ihtiyacı olacaktır. Bu bağlamda harekete geçen Grivas’ın ilk örgütlenme çalışmasına girdiği grup ise Kıbrıslı Rum gençleri olacaktır. El ilanları ve bildirilerin basılıp dağıtılması, adanın dört bir tarafında başlatılan gösteriler, bilgi toplama faaliyetleri ve olaylara karışan şüphelilerin saklanması görevlerinde bulunan Rum gençlerinin İngiliz idaresinin dikkatini başka kanallara çekmeye başlaması ve Kıbrıslı Rumlarda da İngilizlere karşı bir başkaldırı ve huzursuzluk havası yaratılması üzerine Grivas tarafından Rum gençlerine sabotaj, patlayıcı yapımı, verilen görevlerin icrası ve takibi, pasif direniş gibi görevler de verilmeye başlanır. Bu arada önce Ayios Georghios gemisinin Baf yakınlarında adaya EOKA adına silah boşaltırken yakalanması ve ardından İngiliz istihbaratının EMAK ile ilgili bilgilere ulaşması ve ardından 15 16 KTMA, EOKA Bildirileri Dosyası No.1318 ve 1319. Derviş Manizade, Kıbrıs Dün Bugün Yarın, İstanbul, 1975, s.174. 185 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) adada bir şeyler olacağı yönünde hareketlenmesinin ardından 1 Nisan 1955 günü EOKA giriştiği eylemlerle varlığını ilk defa deşifre eder. Makarios’la 25 Mart akşamı mı yoksa 1 Nisan akşamı mı olsun tartışmalarından sonra o gece Kıbrıs’ta yer yerinden oynar, Gece 03.00’de elektrikler kesilir, daha sonra da bombalar patlar, makineli tüfekler rasgele ölüm saçar, çeşitli işyerleri, İngiliz bankaları havaya uçurulur. Genel Valilik, Müsteşarlık Dairesi, Wolseley Kışlası’nda bulunan Ortadoğu İngiliz Kara Kuvvetleri Genel Karargâhı ve radyo istasyonu da patlamalardan nasibini alır. İngilizlerin o gün içindeki zararları yaklaşık olarak 60.000 Sterlin civarındadır17. Markos Dragos ve dört adamı radyo istasyonunu basıp içeride bulunanları etkisiz hale getirirler ve binayı havaya uçururlar. Larnaka’da Mahkeme, Valilik ve polis karargâhı da bombalanır. Limasol’da ve Mağusa’da da aynı şekilde patlamalar olur. Grivas ise bütün bu olup biteni Lefkoşa’da gizlendiği evde koruması Gregoris Louka ile zevkle takip eder. Aynı gün adanın pek çok bölgesinde Digenis imzasıyla ilk EOKA bildirileri dağıtılır ve tedhiş hareketinin nedenleri ve EOKA’nın amaçları ilk defa açıklanır18. Böylece merkezini EOKA’nın oluşturduğu “su üzerinde küçük bir buz parçası olarak görünen ancak suyun altında kalan kısmında bütün Yunan nüfusunun direnişinin şekillendirdiği bir aysberg” ortaya çıkar. Artık “sadık vatandaşlara tehditlere ilaveten ilham kaynağı olan EOKA tarafından organize edilen kanunsuzluklar ve zorbalıklar” dönemi başlayacaktır. Bu kanunsuzluk ve zorbalıklar öncelikle cinayetler, sabotajlar, kundaklama faaliyetleri, duvarlara EOKA ve Enosis yanlısı sloganlar yazılması ve bildiriler dağıtılmasıyla gerçekleşir. Zaman içinde Kıbrıs Rum toplumunun ileri gelenleri de bu olup bitenleri eleştirmek yerine susmayı ve daha sonra da desteklemeyi tercih ederler. Atina Radyosu ise “Özgürlük ancak kan ile alınır” çığırtkanlığıyla olanları körüklemeye devam eder ve Kıbrıs Radyosu adını kullanır. Atina Radyosu’nda görevli hemen bütün spikerler ellerinden gelen tüm çabayı göstererek gün boyu EOKA’ya bağlı direniş gruplarını kışkırtmaya yönelik konuşmalar yaparlar. Böylece Kıbrıs’ta yeni bir dönem de başlayacaktır19. 1 Nisan 1955 günü başlayan EOKA tedhiş ve terör hareketleri özellikle 1963’e kadar geçen dönemde yüzlerce masum ve silahsız Kıbrıslı Türk insanının da hayatını kaybetmesine, binlerce Kıbrıslı Türk’ün de evlerini terk etmesine neden olacaktır. 2. Lancaster House Toplantısı Sürecinde Kıbrıs Esasında bu toplantı öncesinde Türkiye’de tartışılan bir konu ise Kıbrıs’ın bir sorun olup olmadığı ve Türkiye’yi ilgilendirip ilgilendirmediğidir. Örneğin S.R. Emeç Son Posta gazetesindeki köşesinde “…Ortada Kıbrıs diye hiçbir mesele yokken bazı gayrı mesul Yunan simaların ön ayak olmaları ile bir hayli zamandan beri 17 18 19 Government of Cyprus, Review of Events in Cyprus 1955-1957, Lefkoşa, 1958. Halkın Sesi, 2 Nisan 1955. Aydın Samioğlu ile 29 Kasım 2004 tarihinde Lefkoşa’da yapılan görüşme. 186 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) böyle bir meselenin ihdasına hararetli çalışılmaktadır”20 der21. Böylece 1954 yılı Kıbrıs konusunun artık hükümet kanadında olmasa bile Türk kamuoyu ve özellikle Türk basınında Kıbrıs sorununa daha yakından bakıldığı ve ulusal bir sorun olarak algılanan konuya sahip çıkıldığı bir yıl olmuştur. Öte yandan 5 Haziran 1954 tarihinde ABD ziyareti sonrasında dönüş yolunda Atina’ya da uğrayan Adnan Menderes’in Yunan gazetecilerle yaptığı toplantıda Yunanistan’ın Kıbrıs konusunu BM’e götürmesi durumunda bu duruma Türkiye’nin muhalefet etmeyeceğini belirttiği de ileri sürülür. Yunan gazeteleri tarafından ortaya atılan bu iddia karşısında ilginçtir ki Adnan Menderes kanadından herhangi bir yalanlama veya tekzip gelmemiştir. Şüphesiz her ne kadar Türk kamuoyu Yunan gazeteleri tarafından ortaya atılan bu iddiayı inandırıcı bulmamakla birlikte Türk hükümeti kanadından konuyla ilgili bir yalanlama gelmemesi de kamuoyunu şaşırtmıştır. Konuyla ilgili olarak tepki gösteren ise Türk gazeteleri olmuştur22: “…Kıbrıs davasının Birleşmiş Milletlere getirilmesine Türkiye’nin muhalefet etmeyeceği hakkındaki haberler burada herhangi bir akis yaratmamış, tefsire değer bir hadise olarak karşılanmamıştır. Ankara siyasi çevrelerinin bu husustaki izahlarını şöyle 20 21 22 Son Posta, 11 Temmuz 1954. 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması sonrasında Rusların ilerlemesini önlemek maksadıyla İngiltere, Osmanlı Devleti’ne yardım talebinde bulunur. Ayastefanos Antlaşması’nın Türklerin lehine ve çıkarlarına uygun hale getirilmesine çalışacağını belirterek Kıbrıs’ın yönetiminin geçici olarak kendisine devredilmesini ister. 4 Haziran 1878’de Hariciye Nazırı Safvet Paşa ve İngiliz Elçisi Ostan Henry Layard arasında Yıldız Sarayı’nda iki maddelik nihai antlaşma imzalanır ve yıllık 92.986 Sterlin icar karşılığında Kıbrıs adası İngiltere’ye verilir. Ancak İngilizler bu parayı da Kıbrıs’tan toplayıp öderler. 1878 yılına kadar Kıbrıs’ta söz sahibi olan ve idarede görev alan Türk nüfusun bir anda idare edilen durumuna düşmesi, Türklerin memuriyetten uzaklaştırılarak yerlerine Rumların göreve getirilmesi, bunun sonucunda Türklerin ekonomik kayba uğramaları, ellerindeki arazi ve gayrı menkulleri satmak zorunda kalmaları Rumların bu işten kârlı çıkmasına sebep olur. Türk İstiklal Savaşı’nın kazanılması sonrası 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşmasıyla Türk Devleti İtilaf Devletleri’nce resmen tanınmasına rağmen Antlaşmanın 16, 20 ve 21. maddeleri ile Kıbrıs’ın İngiliz toprağı olduğu kabul edilir. Lozan Antlaşması’nın hemen sonrasında antlaşma hükümleri İngiltere tarafından 6 Ağustos 1924 tarihinde tasdik edilir. O güne kadar Türk tabası olarak görülen Kıbrıs Türklerinden İngiliz uyruğuna geçmek ve adada kalmak veya Türk tâbiiyetine sahip olarak adayı terk etmek ve Türkiye’ye göç etmek isteyenlere tanınan bu haklarla yaklaşık 7-8.000 civarında Kıbrıslı Türk de kayıklar, tekneler veya vapurla Türkiye’ye göç eder. 10 Mart 1925 tarihinde İngiliz Kralı V. George’un emriyle Kıbrıs bir Taç Koloni (Crown Colony) haline gelir. Sir Malcolm Stevenson’un 1 Mayıs 1925’te Kıbrıs’ın ilk İngiliz Valisi olmasının ardından Türk toplumuna da verilmesi gereken elektrik, su, yol, posta, belediye hizmetleri gibi hizmetler, eğitimle ilgili devlet hizmetleri Rumlara ağırlıklı olarak verilmeye ve Türkler üzerindeki baskı ağırlaştırılmaya başlanır. Bu dönemde Türkiye’de Kıbrıs konusunda herhangi bir çaba ve gayret söz konusu değildir Colin Thubron, Journey Into Cyprus, Middlesex, 1986, s.217; Achille Emilianides, Histoire De Cyprus, Paris, 1963, s.90; Salahi R. Sonyel, ”İngiltere Dışişleri Bakanlığı Belgelerine Göre: Osmanlı Padişahı Abdülhamit 48 Saat İçinde Kıbrıs’ı İngilizlere Nasıl Kiraladı?” , Belleten, C.XLII, S.165-168, Ankara, 1978, s.741; Nihat Erim, Bildiğim ve Gördüğüm Ölçüler İçinde Kıbrıs, Ankara, 1975, s.3; Murat Sarıca, Erdoğan Teziç, Özer Eskiyurt, Kıbrıs Sorunu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yay., İstanbul, 1975, s.7; Haşmet Muzaffer Gürkan, Bir Zamanlar Kıbrıs’ta, Lefkoşa, 1996, s.91. Hürriyet, 13 Haziran 1954. 187 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ifade etmek mümkündür; Türk hükümeti alel umum dış politika meselelerine karşı büyük bir dikkat ve ihtimam göstermektedir. Hükümetin Kıbrıs meselesi karşısındaki durumunu da aynı şekilde mütalaa etmek lazımdır. Yunanların bu münasebetle başvurduğu ilk tertipler sırasında Türk hükümeti İngiltere nezdinde lüzumlu teşebbüsü yapmış, bu hususta herhangi bir karara varmadan evvel Türk görüşünün de mutlaka öğrenilmesi lazım geldiğini bildirmiştir. İngiltere hükümeti Kıbrıs’ta mevcut statükoyu muhafazaya taraftar olduğunu sarahaten bildirmiş ve müteaddit vesilelerle bu görüşünü tekrarlamıştır. Bu vaziyet karşısında Türkiye bugün için Kıbrıs diye bir meselenin mevcudiyetini kabul etmemektedir. Şimdi Yunanların meseleyi Birleşmiş Milletlere getireceklerinden bahis olunmaktadır. Bu hal Kıbrıs adasının Yunanlara terk edileceği manasına gelmez. İngiltere hükümetinin bu hadise dolayısıyla durumu meydandadır ve bu durumda herhangi bir değişikliği icap ettirecek siyasi bir inkişaf da yoktur. Diğer taraftan Türkiye; Yunanistan ve Yugoslavya ile önümüzdeki günlerde üçlü bir askeri ittifak yapmak kararındadır. Çok daha mühim ve hayati ehemmiyeti haiz olan bu gibi meselelerin icra safhası sırasında bir takım dedikodular yapmak ciddiyet ve ağırbaşlılıkla telif kabul etmez bir hareket olur”. Daha sonraki süreçte de gerek DP ve gerekse 14 Mayıs 1950 sonrasında Adnan Menderes hükümetinin Kıbrıs konusuna uzun bir süre ihtiyatlı, soğuk ve mesafeli yaklaşmasının sebebi şüphesiz özellikle Adnan Menderes’in Yunanistan hükümetiyle kurulan sıcak ilişkilerin bozulmamasına gösterdiği özendir; ancak bu yaklaşım bir müddet sonra tamamen değişecek ve Kıbrıs konusunda cumhuriyet tarihinde alınan en radikal kararların altına Adnan Menderes imza atacaktır. 1955 yılında Kıbrıs konusunda önemli bir faaliyet ise İngiltere ev sahipliğinde düzenlenecek olan bir toplantıdır. Bu toplantının en önemli özelliği ise Türkiye’nin Kıbrıs konusunda taraf olarak katıldığı ilk Kıbrıs toplantısı olmasıdır23. Esasında Lancaster House’de yapılacak bu toplantıyla İngiltere’nin yapmaya çalıştığı Yunanistan’la Türkiye arasında bir arabuluculuk değil, tam tersine Yunanistan tarafından Birleşmiş Milletlere götürülen Kıbrıs konusunu uluslararası camiadan uzaklaştırmak, sorunun eğer varsa İngiltere ile Yunanistan arasında bir sorundan ziyade Türkiye ile Yunanistan arasında bir sorun olduğunu ortaya koymaktır. Böylece 1950’li yılların başında bir Kıbrıs sorunu olmadığı iddiasındaki Türkiye bir anda muazzam bir değişime uğrayacak ve kendisini bir anda Kıbrıs konusunda taraf olarak bulacaktır. Toplantının başlamasıyla beraber 1 Eylül 1955 günü Türkiye adına Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu söz alarak Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili düşüncelerini açıklar24: “...Türkiye, Kıbrıs için kendisinden ayrılan arazinin mukadderatını katî bir şekilde tayin etmekle kalmamış, muahedenin imzası sırasında akıbeti henüz belli olmayan arazi üzerinde de istikbale matuf bir taahhüt altına girmeyi reddetmiştir. Görülüyor ki Lozan Muahedenamesi gayet sarihtir. Bu sarahate rağmen Kıbrıs’ın Lozan Muahedenamesinin revizyonuna girilmiş olur… Bu adanın mukadderatı ancak Türkiye 23 24 Special Committee On Cyprus Affairs, a.g.e., ss.166-169. Mehmet Gönlübol, Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara, 1977, s.343. 188 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ile İngiltere arasında tayin edilebilir… Fakat Kıbrıs adası statüsünün şu veya bu şekilde değiştirilmesi mevzubahis olursa Türkiye kendisini bu meselede birinci derecede alakalı sayacaktır. Çünkü Türkiye’nin Kıbrıs hakkındaki feragati ve fedakârlığı yalnız İngiltere lehine ve muayyen şerait altında olduğuna göre bu durum değiştirilmek istenirse Türkiye Hükümeti o feragatten önceki durumuna avdet etmeyi talep edecektir… Kıbrıs adası askerî bakımdan bin nefis Türkiye’nin ve Türkiye’ye hem civar şark memleketlerinin akıbetleriyle Türkiye kadar yakından ilgili bir devletin elinde bulunmak zorundadır. Yani Türkiye’nin veya Türkiye’ye askerî anlaşmalarla bağlı Ortadoğu memleketlerinin bir harbe girmeleri halinde Kıbrıs da onlarla beraber harp halinde olmalıdır… Türkiye’nin Batı limanları maalesef muhtemel düşmanın kuvvetli tesir sahasına dâhil bulunmaktadır ve Türkiye bir harp halinde ancak Güney limanları vasıtasıyla beslenebilir. Bu hakikat göz önünde tutularak Türkiye’nin beslenmesine yarayan bütün infrastructure şebekesi Antalya, Mersin, Yumurtalık ve İskenderun gibi Türk limanlarından başlayan pipeline vasıtasıyla yapılmaktadır. Bu adanın hâkimi Türkiye’nin bu limanlarını da himaye edecek bir durum muhafaza eder…” İngiltere’nin talebi doğrultusunda Türk heyetinin son derece set ve uzlaşmaz bir tavır içine girerek görüşmelere başladığı toplantılar süresince herhangi bir uzlaşmaya veya asgari müşterek noktasına ulaşılması söz konusu olmaz. Yunanistan’ın açık açık Enosis’i25 istediği, dünya kamuoyunu yanıltmak için self-determinasyon talebinde bulunduğu, Türkiye’nin ise “Eğer Kıbrıs’ta İngiltere egemenliğine son verilecekse, bu adanın 1878’e kadar hem yönetimini hem egemenliğini elinde tutan, 1923’e kadar da yalnız egemenliğini elinde tutan Türkiye’ye verilmesi gerektiğini” talep ettiği konferans İngiltere’nin arzu ettiği şekilde arabulucu rolüne soyunmasıyla sona erer26. Kıbrıs konusunda Yunan taleplerinin aynı çizgide devam etmesi durumunda Türkiye’nin de Lozan şartlarını gözden geçirmeyi düşünebileceğini belirten Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun açıklaması Yunan heyetinde hayal kırıklığı yaratırken İngiltere’nin istediği olur ve İngiltere uzun süre koruyacağı Türk-Yunan ilişkilerinin uzlaşmaz noktada olduğu, Kıbrıs konusunda İngiltere gibi büyük bir devletin hamiliğine ihtiyaç duyulacağı tezini iyiden iyiye pekiştirir. Görüşmelerin devam ettiği dönem içerisinde son konuşmayı 1 Eylül 1955 günü Dışişleri Bakanı Zorlu yapar ve Kıbrıs adasının Türkiye’nin savunması ve güvenliği açısından son derece önemli olduğunu, İngiltere’nin adadan ayrılması durumunda bu durumun çok daha önem arz edeceğini ve askerî, siyasi, coğrafî, kültürel pek çok bakımdan Kıbrıs’ın Türkiye’nin bir parçası olduğunu belirtir. Bunun hemen akabinde 3 Eylül 1955 tarihinde gazetecilere bir demeç veren Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, toplantının başarısızlıkla sonuçlanmadığını belirtir27: 25 26 27 Alexis Heraclides, Yunanistan ve Doğu’dan Gelen Tehlike: Türkiye, İletişim Yay., İstanbul, 2003, s.72. Rifat Uçarol, Siyasi Tarih (1789–1994), İstanbul, 1995, s.744. Gönlübol, a.g.e., s.344. 189 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) “...Konferans muvaffak olmuştur. Çünkü burada her üç taraf da fikirlerini açıklamak imkânını bulmuştur. Türkiye kendisine has samimiyetle bu mesele hakkındaki görüşünü en ufak teferruata kadar büyük bir vuzuhla açıklamış ve bundan sonra muhalif hareketler karşısında aksülamellerini büyük bir samimiyet ve açık kalplilikle ortaya koymuştur... Bir konferansın muvaffak olabilmesi için onun bir uzlaşmaya gitmiş olması şart değildir. Çünkü bu konferansta İngiltere ve Türkiye gibi iki hak sahibiyle Yunanistan gibi haksız taleple ortaya çıkan bir memleket vardır. Kıbrıs meselesinde Yunanistan’a taviz vermek hiçbir vakit nazarı itibara alınamaz. Kıbrıs davasını dünya efkârına bir self-determinasyon meselesi gibi göstermeye çalışmak yersizdir. Kıbrıs davası her şeyden evvel beynelmilel akitlere sadakat veya âdemi sadakat, hür dünyanın emniyet ve muvazene davasıdır”. Türkiye’de durumla ilgili bir değerlendirme yapan hükümet de bu yönde görüş bildirir ve Kıbrıs konusunda Türklere yönelik katliam yapılacağı şeklinde endişeleri olduğunu belirterek bir çözüme ulaşılamaması halinde adanın tekrar Türkiye’ye iade edilmesini ister. Bu arada Makarios yaptığı bir açıklamayla Kıbrıs konusunda yeni bir plan üzerinde çalıştığını ve bundan sonra pasif bir siyaset takip edileceğini belirtir28: “...Bundan böyle şiddet politikasına son vereceğim ve bunun yerine pasif bir politika takip edeceğim. İlk olarak vergi vermeyeceğiz, mallarımız satışa çıkarılacak, kimse hükümet tarafından satışa çıkarılan mallarımızı satın almaya cesaret edemeyecek. Bir müddet sonra da öğretmenler okullara devam etmeyecekler, talebeler özel surette yetiştirilecek. Daha sonra da yüksek kademedeki memurlar istifa edecek, küçük memurlar umumi greve gidecekler ve polisler de vazifelerinden istifa edecekler... EOKA halk tarafından tutulmaktadır. Halkın arzuları hilafına benim EOKA’yı takbih etmem hiç de doğru değildir.” 2.1. Rum Tedhişine Karşı Türkiye’de Oluşan Tepkiler Adanın dört bir yanında terör estirmeye başlayan EOKA ayrıca Temmuz 1955 tarihinden itibaren ilk defa olarak özellikle Türklerin yaşadığı bölgelerde Türkçe bildiriler dağıtmak suretiyle beyin yıkama ve propaganda faaliyetlerine girişir29. Bu dönemde meydana gelen en ilgi çekici gelişmelerden birisi de EOKA tedhişine tepki göstermek üzere Türkiye’de Türk Kıbrıs Müdafaai Hukuk Cephesi isimli bir organizasyon yapıldığı iddialarıdır. Dönemin Başbakanına 25 Ağustos 1955 tarihinde gönderilen Celalettin Sorgunç imzalı bir mektupta böyle bir oluşuma gidildiği ileri sürülür30: 28 29 30 Ajans Türk aracılığıyla ve Necdet Evliyagil imzasıyla 22 Eylül 1955 tarihinde Başbakan Adnan Menderes’e sunulan Kıbrıs olaylarıyla ilgili rapor. BCA.030.01.129.839.1. Christos P. Ioannides, In Turkey’s Image-The Transformation of Occupied Cyprus into a Turkish Province, New Rochelle Publications, Londra, s.55. BCA.030.01.36.218.2. 190 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) “Türk Kıbrıs Müdafaai Hukuk Beyannamesi No.1 Bugüne kadar bizim de soğukkanlılıkla takip ettiğimiz Kıbrıs olayları gösteriyor ki gerek dâhilden ve gerek hariçten bir yabancı devlet olan Yunanlılar tarafından desteklenen istilacı bir teşkilat kurulmuş olup bu teşkilatın İngilizlerin gözü önünde bugün adada mevcut olduğu da bir hakikattir. İngiliz idaresi meşhur soğukkanlılığıyla durumun inkişafına intizar vaziyetinde dura dursun günün birinde belki öyle bir hal olur ki canı, namusu ve malı ile ada içindeki Türk halkı kendilerine emanet edilen bu İngiliz idaresi artık vaziyete müdahale edemez duruma düşebilir ve belki adadaki üslerinin, silah ve mühimmatının da bu teşkilat tarafından ele geçirilmesine seyirci olmak vaziyetinde kalabilir. Hükümetimizin bigâne kalamayacağı böyle feci bir duruma müdahalesi de belki gecikebilir. Onun için milletçe özel tedbirler almaya ve meşru müdafaa için mukabil bir teşkilat kurmaya lüzum hâsıl olmuştur. Bu teşkilatımız ne EOKA, ne de benzerleri gibi bir teşkilat değildir. Sırf adadaki masum halk tecavüze maruz kaldığı takdirde müdafaa-i nefis ve müdafaa-i hukuk için kurulmuştur. Bir intikam ve kin hissi gütmeyen ve bilakis bu caniyane hareketlere katılmayan adalı diğer hemşerilerini de bütün hürriyetleriyle korumayı hedef tutan bir teşkilattır… Bu vesile ile Kıbrıslı Türk kardeşlerime büyük atamızın millete ve gençliğe hitabelerini bir kere de burada hatırlatırım. Kıbrıs Türk halkının katliam korkusuyla köylere akın ettiklerini gazetelerde okuyoruz. Bunlara tavsiyelerimiz, mecbur olmadıkça kıllarını bile kıpırdatmadan yerlerinde topluluklar halinde kalmalarını ve fakat müdafaa i nefis için de hazırlıklı bulunmaları ve ada İngiliz idaresi izharı aczettiği anda yine büyük atamızın bir Türkün on düşmana bedel olduğunu ispat etmeleri ve tarihimizin şeamet dolu örneklerine birçoklarını daha katmalarıdır. Aynı zamanda adadaki Türk dostu halka da bu olaylara katılmayarak ve karışmayarak yerli yerlerinde oturmalarını ve iş güçleriyle meşgul olmalarını tavsiye ederiz. İstiklal Harbi’nde de kendilerini yakinen tanıdıklarımıza bu defa sıkı durmalarını arzuladığımızı bildiririz. Türk Kıbrıs Müdafaa-i Hukuk Cephesi” Şüphesiz daha sonraki süreçte Türk Kıbrıs Müdafaai Hukuk Cephesi imzasıyla başka bildiriler veya mektupların olmaması, ayrıca dönemin siyasi erki tarafından konuyla ilgili olarak olumlu veya olumsuz bir tepkinin gösterilmemesi bu yazılanların tamamen kişisel anlamda ortaya çıkan bir Türk vatandaşının tamamen kendi inisiyatifi ve dönemin heyecanlı ortamından kaynaklanan yapısına bağlı olarak cereyan eden bir durum olarak değerlendirilmelidir. Kaldı ki 1957 yılı itibarıyla Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu tarafından Kıbrıs Türklerine yönelik Türk Mukavemet Teşkilatı organizasyonunun faaliyete başlaması sürecinde talep edilen bazı hususlar Başbakan Adnan Menderes tarafından kabul görmemiş, Türk-Yunan ilişkilerinin Kıbrıs sorunu nedeniyle bozulmasını istemeyen ve sorunları müzakere yoluyla çözmeyi hedefleyen Menderes bu noktada istenilen müsaadeyi de yaklaşık 7 aylık bir beklemenin sonrasında vermiştir31. Bu da yukarıda aktarılan beyannameyle ilgili olarak devletin üst kademelerinde herhangi bir faaliyet başlatılmadığının işaretidir. 31 KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf R. Denktaş ile 8 Temmuz 2003 tarihinde Lefkoşa’da yapılan görüşme. 191 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) 3. Türkiye’de Havanın Gerginleşmeye Başlaması İngiltere’de 29 Ağustos-7 Eylül 1955 tarihleri arasında İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasında yapılması planlanan görüşmeler öncesinde Türkiye de gerekli hazırlıklarını Dışişleri Bakanlığı vasıtasıyla yapmaktadır. Ancak 24 Ağustos 1955 günü Başbakan Adnan Menderes, Kıbrıs konusuyla ilgili çok sert bir açıklamada bulunur. Bu sert açıklamanın temelinde Yunanistan’ın mütemadiyen ilhak peşinde koşması, ayrıca 28 Ağustos 1955 tarihinde ada Türklerine karşı Rumlar tarafından katliama girişileceği yönündeki haberler bulunmaktadır32. Bu konuyla ilgili olarak aynı gün CHP lideri İsmet İnönü de bir açıklama yapar ve “Kıbrıs davası beyanatı bize ciddi bir vaziyet göstermektedir. Kıbrıs’taki kardeşlerimizin yakın günlerde umumi bir tecavüz tehlikesi karşısında bulunduğundan resmen bahsedilmiştir. Bütün vatandaşların alakası bu vahim haber üzerinde toplanmalıdır. Dış meseleler ve tehlikeler üzerinde iktidarın muhalefetle işbirliği yapması usulü bizde henüz teessüs etmemiştir. Onun için tehlike zamanında yapabileceklerimizi acilen bildirmek isteriz. Kıbrıs’taki kardeşlerimizin can ve mallarını tehlikeden kurtarmak için hükümeti gayretlerinde destekleyeceğiz. Dış politikamızın Kıbrıs’la meşgul olacağı bugünlerde iç politikamızın havasının da Kıbrıs ile dolu olduğunu dünyaya göstermek vazifemizdir”33 der. Başbakan Menderes’in bu açıklaması Türk kamuoyunda geniş yankı bulur ve aynı dönem içinde Türkiye’de de vatandaşlar yetkili makamlara çektikleri telgraflar ve gönderdikleri mektuplarla Kıbrıs’ta olup bitenler konusunda tepkilerini dile getirirler34: “Sayın Başvekilimizin Yüksek Huzurlarına, İstanbul Kıbrıs Hakkındaki Maruzat; 78 senesindeki muahedemizde Kıbrıs yalnız Rusya’ya karşı bize muavenet için ve tehdiden Kars ve Ardahan tarafımızdan istirdat edilinceye kadar işgal edilmek üzere İngilizlere bırakılmıştı. Lozan Muahedesi’nde Kıbrıs hakkında ne sarih, ne işaşi hiçbir ifade yoktur. Binaenaleyh 1878 Muahedesi bugün tamamen merisi olmak gerektir. Bu malumatı Lozan Muahedesi’nde vazifeli, salahiyetli bir zattan öğrendim Müstaceliyete mebni maruzatın mazur görülmesi musterhamşir tazimat hakikat zati devletlerince anlaşılır. Kemal Ohri, 30.08.1955 Beyoğlu” “Başvekilimiz Sayın Adnan Menderes, Ankara Kıbrıs hakkındaki mert ve tok sesiniz milli gururumuzun cihanı şuuruna nüfuz eden tarihi bir abidesidir. 30 Ağustos zaferinin 30. yıldönümünde aynı zaferin bahtiyarlığı ve hazzı içerisindeyiz. Milletin duyuş, görüş, seziş ve heyecanını bu kadar vakar ve bu kadar veciz bir surette dile getirmek tarihte pek az devlet adamına nasip 32 33 34 Hüseyin Agun, Demokrat Parti İktidarının Kıbrıs Politikası 1950-1960, Ankara, 1997, ss.23-24. Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam 1950-1964, Cilt III, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999, s.208. BCA.30.01.36.220.2 192 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) olmuştur. Kıbrıslı kardeşlerimizin hürriyetlerini teminata bağlaması demokratik hamlemizin en büyük zaferidir. 30 Ağustos 1955, Ordu” “Sayın Başvekilimiz Adnan Menderes Kıbrıs anavatanımızın bir parçası olan Kıbrıs’a gitmeyi bir vatan borcu telakki etmekte emirlerinizi intizar etmekteyiz. Ben Umum Birinci Dünya Harbi’nde Basra’da Küt muhasarasında Bağdat cephesinde son mütareke esir düşüp iki sene esirde kalıp tekrar İnönü Harbi’nde Yunanlılarla orda harp ettiğimizde Polatlı’ya kadar Yunanlılar inip güzelim dağlarına Yunanlılar cephe tuttuğunda 30 Ağustos’ta “Allah Allah” sesleriyle cepheyi bozup Uşak’ta, Gediz’de, palamut içinde Yunanlılar kaçtıklarını unutmuşlar mı? Bütün bu harplerde bulundum. Tevellüdüm 319. 58 yaşında olduğum bugün için Kıbrıs’a gitmeği kendim Şaban Bakır başta olmak üzere Konya Cezaevi’nde bulunan 500 mahkûm vatanımız için hazırız. Adres; Konya, Bozkır, Sarıoğlan bucağının Agras köyünden Mustafa oğlu Şaban Bakır, Konya Cezaevi’nde. 31 Ağustos 1955, Konya” “Sevgili Başbakanımız Adnan Menderes, Ankara35 Büyük Atatürk’ümüzün ‘Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir.’ kumandasının devamını teşkil eden Kıbrıs hakkındaki beyanatınız kalplerimizi fethetmiştir. Minnet ve şükranlarımızı saygıyla arz ederken afiyetlerinizi tanrıdan dileriz. Mustafa Özcan Baba Kıvrak, 31 Ağustos 1955, Fethiye” “Eşsiz reisimiz Bendeniz 7 senedir öğretmendim. Çocuklara ders verirken eşsiz vatanımızın devamı olan adalarımızın yabancı ellerde tutulması bendenizi mecnun edecek kadar üzmekte ve heyecanımdan endişe etmekteyken, limanlarımızda bir avuç betonun ve bir tane buğday tanesinin düşmesine dayanamıyorken Yunanlıların şu son hareketi beni derime sığmaz etti. Kıymetli beyanatınız yüksek Türk milletinin şan ve şerefini yükseltmiştir. Ve zatıâlinizi Türk milleti derin duyguları ile takdir ettiğini bendeniz ifade eder… Tokat, Erbaa, Mürüs köyü ilkokulu başöğretmeni Ahmet Demirezen, 30 Ağustos 1955” “Sayın Adnan Menderes, Başvekil, Ankara36 Türk Kıbrıs için bu akşam tertiplediğimiz toplantıya katılan yüzlerce Mesudiyelinin duyuşlarına tercüman olarak alınan kararı aynen arz ediyorum. Biz yüzlerce yıl evvel Kıbrıs’ı binlerce Türk şehidinin kanı pahasına kurtararak Orta Şark’ın emniyetini sağlamıştık. Padişahlık devrinin idari aczi bize bu kutsal vatan parçasını İngiltere’ye emanet ettirmiştir. Dünyanın siyasi buhran geçirdiği ve İngiltere ile NATO cephesinde Orta Şark ittifakında el ele verdiğimiz şu anda bu emaneti geri istemek için hükümetimizden dilekte bulunmak emelinde değiliz. Ancak tarihin hiçbir devrinde Kıbrıs’a sahip ve hâkim olamamış bulunan Yunanlılar lehinde bir netice ile karşılaşmak 35 36 BCA.30.01.36.220.2 BCA.30.01.36.220.2 193 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) bedbahtlığına da tahammül edemeyiz. Hükümetimizin bu husustaki isabetli siyasetini ve azimli hareketini takdir ve şükranla anar, bütün Mesudiyelilerin şükranlarını sunarım. Hülagu Baykal, Mesudiye/Sivas, 30 Ağustos 1955” “Sayın Adnan Menderes, Başvekil, Ankara37 Muazzam Türk tarihinin en muhallide eseri olan 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı tesit etmek üzere Cumhuriyet Alanı’nı parti farkı olmaksızın mahşeri bir topluluk halinde dolduran Ayvalıklılar bu mukaddes günün huşu ve vecdi içinde Türk hamaset ve cengâverliğinin yadigârı güzel Anadolu’nun tabii ve bölünmez bir parçası olan ve her karış toprağı mübarek şehitlerimizin temiz kanlarıyla yoğrulmuş bulunan yeşil adamız Kıbrıs hakkında haykırmaları Türk vakar ve asaletinin olgunluğu içinde telin etmişler ve Türkün hakkını azim ve irade ile en beliğ ve kati surette aksettiren ihtarınızdan dolayı minnet ve şükranlarının arzına ve gaye uğrundaki emir ve işaretlerine bütün can ve mallarıyla amade bulunduklarının da yüksek huzurunuzda iblağına karar vermişlerdir. En derin bağlılık ve saygılarımızla arz eyleriz. Tertip heyeti namına Faruk Saylan, Ayvalık, 30 Ağustos 1955” “Sayın Adnan Menderes, Başvekil, Ankara/Türkiye Sizi temin etmek isterim ki İngiltere’de birçok kimse Kıbrıs meselesindeki azimli hattı hareketinizden dolayı minnettardır. Kıbrıs’ın yüz kızartıcı bir şekilde Yunanistan’a teslim edilmesine mani olmanıza teşekkür ederiz. Yunanistan ne tarihi, ne siyasi ve ne de manevi bakımdan Kıbrıs üzerinde hiçbir hak iddia edemez. Kıbrıs’a muhtar idare bahşetmek büyük bir hatadır. Çünkü Kıbrıs Rumları adayı Yunanistan’a teslim edeceklerdir ki bu takdirde de Kıbrıs’taki Türk ekalliyeti ıstırap içinde kalmış olacaktır. İngiliz hükümetinin bu ve buna mümasil meselelerdeki zaafından dolayı utanç duyuyorum. Herkesi memnun etmeye çalışıyorlar fakat netice de hiç kimse memnun edilmiş olmuyor. Artık bundan böyle Kıbrıs’taki tedhişçilere karşı daha azimli bir hareket tarzı ihdas edeceklerini ümit ederim. Hattı hareketinizi asla gevşetmeyiniz. Azimle karşı durun ve Kıbrıs’ın Yunan idaresine geçmesini daima reddediniz. Derin saygılarımla. A. Smith. 111Mayow Road, Sydenham, London 26” “Sayın Adnan Menderes’e saygılarla Şu anda mustarip bulunduğumuz hastalıktan mütevellit tedavimiz cihetiyle Bursa Memleket Hastanesi, Ahmet Vefik Paşa pavyonunda Kıbrıs’ımızı her an hatırlayarak heyecanlar içinde yatmaktayız. Kıbrıs’ımız hakkındaki konferansın seyrinden memnunuz. Bu bakımdan Sayın Fatin Rüştü Zorlu’ya teşekkürü bir borç biliriz. Yunan tezine hiçbir surette kıymet vermiyoruz. Yeşil ada hakkındaki Yunan iddialarını çürük olarak görüyoruz. Kıbrıs’ta statükonun aynen muhafazası sulhçuluk hususiyetlerimizdendir. ‘Kıbrıs Türk’tür.’ hissiyatımızın ifadesidir. Milli şiarımızı baltalayanlar bilsinler ki yeşil ada için ölmeye azimliyiz. Kıbrıs Rum cemaati başpiskoposu Makarios’un karşısına bu hal devam ettikçe büyüklerimizin müsaadeleriyle bedenen çıkmak önüne geçilmez arzumuzdur. Arzumuz “Kıbrıs Türk’tür, Türk Kalacaktır.” 37 BCA.30.01.36.220.2. 194 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Sayın büyüğümüz; salah bulduğumuz takdirde ‘Kıbrıs Türk’tür.’ demeyenlerin karşısına icabı halde ilk defa gönderilmemizi yüksek, asil ve necip vicdanınızdan şiddetli, önüne geçilmez arzumuz olarak nezih hislerimizle rica ederiz. Hürmetler. Bursa, Trabzonlu Faikoğlu Sabahattin Yurdakul, 4 Eylül 1955” “Pek Sayın Başvekilimiz Adnan Menderes Yüksek şahsınıza sunduğum ‘Kıbrıs Destanı’ İstanbul’da rağbet görmektedir. Yalnız büyük boy, daha fazla sahifeli ve dört renkli çekici bir resimle yayımlansa Türkiye’mizin dört bir köşesinde ümitlerim fevkinde satış rekoru kırabilir. Sayın Başvekil; Yeni yazmış olduğum destanı basabilmem için yüksek şahsınızdan bir sene vade ile İzmit kâğıt fabrikasından lütuf ettiğiniz kâğıtları alabilmem için emirlerinizi esirgememenizi bilhassa arz ederim. Not: Sayın Başvekilim teminatım şu; “Ne malım, ne mülküm sadece ülküm. Daim hür yaşarım, Türkoğlu Türküm.” Halk şairi Halil Alınmaz, Necatibey Caddesi, No.302, Tophane-İstanbul, 5 Eylül 1955” 1 Nisan 1955 tarihinden itibaren adada Georges Grivas yönetimindeki EOKA örgütünün başlattığı terör eylemleri Kıbrıs Türklerini olduğu kadar Türkiye’deki Türk vatandaşlarını da etkilemeye başlamıştır. Toplumsal tepki kendisini göstermekte gecikmemiş ve bunun sonunda önce Başbakan Adnan Menderes’in açıklaması, ardından çeşitli sivil toplum örgütleri ve başta Hürriyet gazetesi ve Sedat Simavi olmak üzere bazı gazete ve gazetecilerin Kıbrıs eksenli haber ve yorumları ülkede insanların Kıbrıs davasını daha yakından ve kaygıyla izlemesine neden olmuştur. Şüphesiz bu durum Anadolu insanının verilecek olası bir mücadeleye hangi aşamada ve nasıl katkıda bulunabileceği sorusunu da gündeme getirmiş ve insanlar genellikle gönüllü olarak Kıbrıs’a gitmek istediklerini belirtirken devletin de Kıbrıs Türklerine acilen yardım etmesini ve Yunanistan’a tepki göstermesini de talep etmişlerdir. Türkiye’de oluşan bu kamuoyu baskısı 1950-1955 sonrasında ve Adnan Menderes hükümetlerinin 27 Mayıs 1960’a kadar devam edecek iktidarının ikinci yarısında daha sert, tepkili ve Kıbrıs’ta Rauf R. Denktaş, Dr. Burhan Nalbantoğlu ve Kemal Tanrısevdi tarafından kurulan Türk Mukavemet Teşkilatı’nı lojistik destek sağlamak suretiyle daha radikal tedbirler almaya da sevk edecektir. 3.1. Yunan Gazetelerinin Tepkileri Başbakan Adnan Menderes’in 25 Ağustos 1955 tarihli Kıbrıs konulu beyanatından sonra Türk kamuoyunda olduğu kadar, Yunanistan kamuoyunda da farklı şekillerde tepkiler oluşur. Özellikle Yunan gazeteleri bu beyanata manşetlerinde geniş yer verirler. 26 Ağustos 1955 tarihli Vradyni gazetesi söz konusu açıklamanın diplomatik çevreler arasında derin bir etki ve şaşkınlık yarattığını belirtir38: 38 BCA. Atina Büyükelçiliği’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 27 Ağustos 1955 tarihli, 760/443-II.Q Sayılı yazının 2 numaralı eki. 195 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) “...Türk Başbakanının açıklamaları dün Bakanlar Kurulu’nda tartışıldı. Yalnızca samimi duygularına değil, Türk-Yunan dostluğunu muhafaza etme ihtiyacına her zaman bağlı kaldığını kanıtlayan Yunan sağduyusunu sağlamaya bir kez daha imkân tanındı. Bununla beraber son Türk gösterileri her iki tarafa da kuşku tohumları ekiyor, gerilim yaratıyor ve birleşme işine olduğu kadar her iki halka hizmetlerin en kötüsünü yapıyor. Yunanistan her fırsatta pozisyonunun dostları yanında ortak düşmanlarının karşısında olduğunu ilan etti. Doğaldır ki nereden gelirse gelsin her iki ülkenin ilişkilerinin zehirlenmesi ittifaklara ani bir karşı darbe indirecek ve ortak düşmana hizmet edecek. Aynı çevreler İngiliz hükümetinin bu konudaki sorumluluklarının ağır olduğunun altını çiziyorlar, çünkü o ve Birleşik Devletler şiddetin saldırgan güçlerine karşı özgür ülkeleri koruyucu çember temeli oluşturuyorlar. Büyük Britanya hükümeti yalnızca müttefik ve komşu iki ülke arasında uyumsuzluk ve kargaşa fikrini ekmemeliydi, ayrıca dostluk bağlarının birliğini sağlama ve muhafaza etmek için her türlü gayreti göstermeliydi. Özellikle tehdit ve Kıbrıs Türklerinin korkusu üzerine formüle edilen Menderes açıklamasında göreceli olarak hiçbir somut durumun bildirilmediğinin altı çiziliyor. Türkler polemiklerini yanlış ve kötü niyetli söylentilere temellendirdiler, çünkü Kıbrıslı Türk ve Rumların hayatının her zaman dostane ve durağan olduğu kanıtlandı ve söz konusu suçlamalar yapılsın diye şu ana kadar adadaki Yunanlılara karşı Türklerin yaptığı hiçbir somut şikâyet olmaması görünen bir olgudur. Son olarak uzman çevreler tarafından barış düşmanlarına rağmen bu uyumlu ve dostane hayatın gelecekte de devam edeceği ve hiçbir şartta, en küçük dahi olsa, Kıbrıslı Türk azınlığa birinin dokunmasının mümkün olmayacağını altı çizilmektedir.” Aynı şekilde 26 Ağustos 1955 tarihli Ethnos gazetesi de manşetlerinde bu konuşmaya yer verir ve “Türk Başbakanının açıklamalarının içerik ve tonunun Atina’daki diplomatik çevrelerde şaşkınlık yarattığını, Adnan Menderes’in açıklamalarının Türk resmi makamlarını tuzağa düşürdüğünü ve İngiliz diplomasisi tarafından soğukkanlılığının kaybettirildiğini, Türklerin dostları, müttefikleri ve komşularının İngilizler değil Yunanlılar olduğunu unuttuklarını” belirtir39. Ethnos gazetesi ayrıca Türkiye Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın açıklamalarının da dikkate değer olduğunu belirterek Celal Bayar’ın “Türkiye, Kıbrıs konusunda çok önemli ve sevinç uyandıracak kararların arifesindedir.” sözüne atıfta bulunarak “Bayar bunu nereden öğrendi? Öyle görünüyor ki Londra Konferansı toplanmadan önce İngiltere’den kendi ülkelerinin hükümetine güvenceler verildi. Bununla beraber, asla gerçekleşmeyecek olan kararların değeri nedir?” diye sorar. 27 Ağustos 1955 tarihli Acropolis gazetesi ise manşetine, “Bu konuşma Başbakanın değil, İngiliz ajanının konuşmasıdır” şeklinde ağır bir başlık koyar40. Aynı konuyla ilgili bir başka yazı ise Kathimerini gazetesinin 27 Ağustos 1955 tarihli sayısında yayımlanır: Kathimerini gazetesi de Adnan Menderesin konuşmasını sert bulur ve tenkit eder. 39 40 BCA. Atina Büyükelçiliği’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 27 Ağustos 1955 tarihli, 760/443-II.Q Sayılı yazının 2 numaralı eki. BCA. Atina Büyükelçiliği’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 27 Ağustos 1955 tarihli, 760/443-II.Q Sayılı yazının 2 numaralı eki. 196 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Kıbrıs konusunda göreceli olarak Yunanistan’a karşı İngilizlerin yaptığı Türk muhalefet değişikliği resmi olarak kınandı. Türkler kendileri için demokrasi, özgürlük ve insan haklarının boş sözler olduğunu kanıtladılar. Yunan halkı, bu Türk hareketini, ne halk olarak, ne de yabancı propagandalarla ve Hitler’in hayati yerleştirme (emplacement vital) komutu gibi eğitilmemiş olan politik olarak olgun bir ulusun soğukkanlılığı ile karşıladı. Türkiye’de İngiliz propagandasından çıkan tüm sözleri kabul eden ve hayati yerleştirmeye ilerleyen Menderes’in sözlerini referans veriyoruz. Yunan halkı, unuttuğu görülen geçmişten söz eden Menderes’in kızgınlığı hakkında yorum yapmak istemiyor. Ama söz konusu beyanatla iki ülke arasındaki ittifakın temellerine dinamit koyduğunu Türk Başbakanına nasıl tutmalı ve anlatmalı? Yine de geri çekileceğini ve zamanla İngiltere için bile yanlış düşünülen menfaatlere gönüllü hizmetlerinin ülkesine hiçbir şey sağlamayacağını hatırlamasını ümit edelim. İngiliz dostluğu dünyadaki en kurnaz şeydir. 27 Ağustos 1955 tarihli L’Eleftheria gazetesinin konuyla ilgili yorumu da en az diğer Yunan gazetelerininki kadar sert olur41: “Ekonomik ve politik ciddi zorluklarla karşılaşan ve Türk halkının memnuniyetsizliğini diğer sektörlere yöneltmenin yollarını arayan Türk hükümeti Kıbrıs konusunda İngiliz oyunu bataklığına saplanıyor. Türk Başbakanının önceki günkü provakatif açıklamaları bu üzücü karmaşanın ifadesini oluşturuyor. Ama ne Yunan halkı, ne hükümet soğukkanlılığını kaybetti...” Türkiye Başbakanı Adnan Menderes’in 25 Ağustos 1955 tarihli açıklamasıyla ilgili olarak L’Ethnikos kiryx gazetesi de 27 Ağustos 1955 tarihli sayısında sert tenkitlere yer verir42: “Yunanistan’a karşı saldırgan ve provakatif olan Türk Başbakanı Menderes’in açıklaması Türk argümanlarını bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Kıbrıs meselesinde Menderes’in emirle konuştuğu sanılıyor. Başbakanın tüm söyledikleri Türkiye’nin üzerine aldığı politikaya hizmet etmek olan Dışişleri Bakanlığı emridir...” 26 Ağustos 1955 tarihli Atina çıkışlı To Vima gazetesi de aynı konuya değinerek sert ve hayli uzun bir yazı yayımlar. L’Acropolis gazetesinin 26 Ağustos 1955 tarihli sayısında da Menderes’in konuşmasıyla ilgili Yunan tepkisi ön plana çıkar. Kathimerini gazetesinin 26 Ağustos 1955 tarihli manşetinde de Türkiye Başbakanı Adnan Menderes’in söz konusu konuşmasıyla ilgili Yunan tepkileri yer alır. Atina Basın dergisi de Kıbrıs Sevenler Derneği başlığıyla 27 Ağustos 1955 günü bir makale kaleme alır43: 41 42 43 BCA. Atina Büyükelçiliği’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 27 Ağustos 1955 tarihli, 760/443-II.Q Sayılı yazının 2 numaralı eki. BCA. Atina Büyükelçiliği’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 27 Ağustos 1955 tarihli, 760/443-II.Q Sayılı yazının 2 numaralı eki. BCA. Atina Büyükelçiliği’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 27 Ağustos 1955 tarihli, 760/443-II. Q Sayılı yazının 2 numaralı eki. 197 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) “Akropolis son yorumunda şöyle diyor: Bugünlerde Kıbrıs bir kere daha sesini yükseltecek ve bağımsızlığını kazanma uğruna savaşmaya devam edecek. Kıbrıs’ı Sevenler Derneği, Kıbrıs halkının hislerine tercüman olmakla birlikte kendi geleceğini belirleme hakkının tanınmasına kadar savaşma kararını açıklamaktadır. İngiliz yönetiminin askeri güçlerini bölgede yoğunlaştırmasının ve bu Yunan adasının yollarını dikenli tellerle çevirmesinin pek önemi yoktur. Bu Kıbrıs’ın haklarına kavuşamadan akla hayale gelmeyecek korkunç olayların ilki değildir. Bundan sonra da buna benzer nice uygulamaya göğüs gerecektir. Şüphesiz çok acı çekecektir ancak sonunda kesinlikle galip gelecektir çünkü bağımsızlığın güç üzerindeki hâkimiyeti tarihsel bir kuraldır. Bugün bu Kıbrıs belki de tüm halk için bazı ‘büyüklerin’ bastırmaya çalıştıkları bir devrime yol açacak önemli bir etaptır. İnsanların özgürlükleri hiçbir zaman bitmeyecektir. İçlerinde yüzlerce yıldır sönmeyen bu ateşi taşımaktadırlar. Büyük devletlerin bu kutsal ateşi söndürme gayretleri boşa çıkacaktır. Kıbrıs, İngilizlere Londra Konferansı öncesinde bunu hatırlatmıştır. Londra Konferansı’ndan üç gün önce Ethnos ilk yorumunda şöyle yazıyor; ‘Yunan Kıbrıs’ı bir kere daha bir araya gelerek İngiltere’nin kendi imparatorluğu dâhilindeki farklı ırklardan çeşitli halklara vermekte zorlandığı özgürlük ve self-determinasyon hakkını açıkça haykırmıştır. Şu kesindir ki Kıbrıs halkının isteği, İngilizlerden gelen reaksiyonlara ve Türklerin ağlamalarına rağmen gerçekleşecektir çünkü bu dünyada özgürlüğü yok etmeye muktedir bir güç yoktur...” Dönemin Yunan gazeteleri tarafından çok sert eleştirilen Başbakan Adnan Menderes’in bu açıklamasıyla ilgili olarak Türkiye’de Demokrat Parti iktidarında yaşanmakta olan ekonomik sıkıntılar, bunun doğurduğu yüksek enflasyon, halkın alım gücünün azalması ve başta üniversiteler, gazeteler ve meclisteki muhalefet partileri vasıtasıyla ortaya konulan tepkiler yanında içte ve dışta ciddi siyasi sıkıntılar yaşayan ve ülkede ortaya çıkan bütün bu memnuniyetsizlikleri gündem değiştirerek ve saptırarak başka alanlara yöneltmeye çabalayan bir siyasetçi portresi çizdiği, ayrıca İngilizlerin ince taktiklerine kurban olarak bir bataklığa saplandığı da belirtilir. Gazetelerin bir diğer suçlaması ise bu açıklamanın Türkiye Başbakanı tarafından değil de sanki bir İngiliz casusu tarafından yapıldığı şeklindedir. 3.2. 6/7 Eylül Olayları Bu dönem esasında ülke içinde ekonomik ve siyasi çalkantıların yoğun olarak yaşandığı bir süreçtir ve Adnan Menderes hükümeti yaklaşan trajik olaylara kadar geçen süreçte nasıl bir dış politika izleneceği ve Kıbrıs konusunda nasıl bir yol haritası hazırlanacağı konusunda çok da hazırlıklı değildir. 14 Mayıs 1950 tarihinde ilk defa iktidara gelen ve ülkede çok partili siyasi sisteme geçilmesinin ardından kendisini bir anda ezici bir meclis üstünlüğüyle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulan Demokrat Parti’nin ekonomik ve siyasi taleplere yeterli ve tatmin edici cevaplar verememesi, 1950’de NATO üyesi olmamasına rağmen Kore’de ABD’nin en büyük müttefiki olarak savaşa katılması ve ilk etapta 198 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) 14 bin kişilik Birleşmiş Milletler askeri gücünde 5 bin askerle neredeyse bu gücün 1/3’ünü oluşturmasının ardından ABD’yle ilişkilerin daha da yakınlaşması, buna mukabil Amerikan taleplerine daha edilgen ve tavizkar tepkiler verilmesi DP hükümetini zor duruma sokan faktörler arasındadır. TBMM çatısı altında özellikle Cumhuriyet Halk Partisi ve Millet Partisi tarafından yürütülen sert muhalefet de DP’nin daha hırçın bir politika izlemesine neden olmuş durumdadır. Amerikan desteğinin de etkisiyle başlangıçta son derece liberal bir çizgide siyaset yapmaya çalışan Adnan Menderes ve partisinin seçim süreçlerinde azınlıklara yönelik yaklaşımları da sağduyulu ve aklıselim içerisinde olmakla birlikte bu strateji iktidar partisinin yolunda gitmeyen icraatları, ekonomik hayatın sıkıntılı ve zor bir sürece girmesinin ardından kötüleşmeye ve gerginleşmeye başlar. Ekonomik tedbirlerde uygulama hataları ve buna bağlı olarak ortaya çıkan kaçınılmaz yüksek enflasyon oranları hayatın çekilmez hale getirirken toplumsal tepkiler de yükselmeye başlamış durumdadır. Muhalefeti ve söz konusu bu toplumsal tepkiyi bastırmanın yollarını arayan DP hükümeti ise çareyi basın organlarını, aydınları, öğrencileri susturmak için tedbirler almaya başlar ve 6/7 Eylül olaylarından daha 15 gün öncesinde sıkıyönetim uygulaması için harekete geçer44. Özellikle 1953 yılından itibaren Rumlara ve Patrikhaneye yönelik olarak dönemin gazetelerinde başlatılan çeşitli linç kampanyaları 1955 Nisan aynından itibaren Kıbrıs olaylarıyla da birleşince durum çok daha ciddi bir boyut kazanır ve görüntüde Rumlara yönelikmiş gibi görünen saldırılar Ermeniler, Yahudiler ve hatta Beyaz Ruslara kadar uzanır45. Lancaster House toplantısı ve hemen ardından gelen trajedi ise DP ve Adnan Menderes’in Kıbrıs siyasetinde radikal değişiklikler yapmasına ve bu konuya ayrı bir duyarlılıkla yaklaşmasına neden olacaktır. Kıbrıs konusunun İngiltere yüzünden önce uluslararası bir hal alması ve hemen ardından bir sorun olarak duyurulmasıyla birlikte DP de bu konuda daha cesur ve daha atak bir yaklaşım sergilemeye başlar. TBMM’de muhalefetin de soruna aynı duyarlılığı göstermesiyle birlikte konu ulusal hüviyetini iyice pekiştirir ve partiler üstü bir hal almaya başlar. Bu durum ülkede iktidar ve muhalefetin en azından asgari müştereklerde buluşması anlamında son derece önemli bir gelişmedir. Bu paralelde CHP Genel Başkanı İsmet İnönü de “…Kıbrıs davası üzerinde hükümetin beyanatı, bize ciddi bir vaziyet göstermektedir. Kıbrıs’taki kardeşlerimizin yakın günlerde umumi bir tecavüz tehlikesi karşısında bulunduğundan resmen bahsedilmiştir... Kıbrıs’taki kardeşlerimizin can ve mallarını tehlikeden korumak için hükümetin alacağı bütün tedbirlerde beraberiz. Dış politikamızın Kıbrıs ile meşgul olacağı bu günlerde iç politikamızın havasının da Kıbrıs ile dolu olduğunu dünyaya göstermemiz vazifemizdir”46 açıklamasında bulunur. Lancaster House Üçlü Konferansı’ndan olumsuz bir sonucun çıkması, Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı takındıkları olumsuz tavır, özellikle 44 45 46 Güven, a.g.e., s.40. İstanbul’da tahrip edilen işyerlerinin %59’u Rumlara, %17’si Ermenilere, %12’si Yahudilere aittir. Güven, a.g.e., s.39. Fahir Armaoğlu, “1955 yılında Kıbrıs Meselesinde Türk Hükümeti ve Türk Kamuoyu,” A.Ü. SBF Dergisi, C.14, No. 2/3, Temmuz 1959, ss.57-85. 199 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Kıbrıs’ta soruna siyasi bir çözüm bulunamayacağı iddiasındaki Rumların ve Yunanistan’ın Kıbrıs sorununu silahla ve tedhişle çözmeye yönelik olarak emekli Yunan subayı Grivas’ın komutasında EOKA tedhiş örgütünü kurmaları ve 1 Nisan 1955 tarihinden itibaren adayı kan gölüne çeviren EOKA saldırılarının adada Türkleri topyekûn imhaya yönelik faaliyetlere girişilmesi bardağı taşıran son damla olur ve fitili ateşler. Öte yandan bir yandan ülke içinde sıkıntılı günler geçiren ve CHP’nin etkili muhalefeti karşısında bocalayan, öte yandan uluslararası alanda Kıbrıs konusunda Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan’la gergin anlar yaşayan hükümet içinde Londra’da toplanan üçlü zirveden herhangi bir sonucun çıkmaması ve İngiliz heyetinin de Yunanistan heyetiyle aynı tarafta olması sonrasında ne yapılacağı konusunda fikir yürütülmeye başlanır. Öte yandan bu dönemde Menderes Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a ‘bütün Avrupa devletlerini karşısına almak pahasına taviz verilmeyeceğini’ belirterek “Taksim” konusunda tavır koyar47. Bir başka iddiaya göre ise ülke içinde Demokrat Parti tarafından siyasi ve ekonomik problemleri unutturarak gündemden düşürmek ve özellikle Türk kamuoyunun dikkatini Kıbrıs olaylarına çevirmek maksadıyla böyle bir faaliyete geçilmiştir. Bu noktada tartışılan bir başka husus ise genç Türkiye Cumhuriyeti devletinin sistemli bir homojenleştirme seferberliği içine girdiği tartışmalarıdır. Yunanistan’la anlaşmalarla da olsa yapılan Büyük Mübadele sürecinin ardından 1934 yılında Trakya bölgesinde Yahudilere yönelik başlatılan kampanya, ardından İkinci Dünya Savaşı döneminde uygulamaya geçirilen Varlık Vergisi dayatması, bu döneme kadar Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yaşayan Ermenilerin İstanbul’da toplanmaya başlanmalarının ardından ortaya çıkan 6/7 Eylül olayları da farklı etnik kökenlerin yaşadığı bu coğrafyanın ulus-devlet çizgisinde Türk unsurunu ana ve dominant unsur olarak ön plana çıkartma ve “milli ekonomi yaratma”48 girişimi olarak da algılanır. 6/7 Eylül olayları nedeniyle zamanın Başbakanı Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da Yassıada’da sorumlu bulunarak cezalandırılırlar. 6/7 olaylarının ilk patlak vermesiyle ilgili fitili ateşleyen Selanik’teki bombalama olayının ilk olarak DP yanlısı İstanbul Ekspres gazetesi tarafından büyük puntolarla ve halkı kışkırtıcı bir şekilde verilmesi de olaylarla ilgili olarak hükümetin daha önceden bilgisi olduğu yönündeki iddiaları güçlendirir. Olayın İstanbul’daki tanıklarına göre ise “…sonradan çok iyi anlaşıldığına göre bu işi bizim iktidardaki siyasiler düzenlemiş bulunmaktadır”49. Olayların arkasında DP hükümetinin bulunduğu iddiasındakilerden birisi de o dönem tutuklanarak hapse gönderilenler arasında bulunan Aziz Nesin’dir. Aziz Nesin’e göre DP iktidarının uyguladığı yanlış tarım politikaları sonrasında 47 48 49 Süleyman Yeşilyurt, Bayar Gerçeği, 1956, Ankara, s. 207. Dilek Güven, “6-7 Eylül Olayları ve Failleri”, Toplumsal Tarih, Sayı 141, İstanbul, Eylül 2005, s. 38 Aydın Boysan’dan aktaran Rıfat N. Bali, 6-7 Eylül 1955 Olayları; Tanıklar-Hatıralar, Libra Yay., İstanbul, Kasım 2010, s. 17 200 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) kırsaldan şehirlere yapılan göçlerle nüfus kabarmış ve bunun sonucunda da bilinçsiz ve cahil insanlar iktidar partisine de güvenerek bu olaylara sebep olmuşlardır50. “...6/7 Eylül olayının tek sorumlusu DP iktidarıydı. Rum azınlığa karşı bir gövde gösterisi yaparak gerekirse savaşı bile göze alabileceklerini dünyaya kanıtlamak istemişti. Ama elbette bu yağmayı, çapulculuğu, kıyımı ve talanı istememiştir. Olaylarda yönetimi kaybedince bu olaylar gerçekleşti...” 6 Eylül günü İstanbul’da bulunan Başbakan Adnan Menderes ile Celal Bayar saat 20.00 treni ile İstanbul’dan ayrılırlar ve DP hükümeti de olayların faillerinin bulunması konusunda fazla çaba harcama taraftarı olmadığını belli eder. Olayların patlak verdiği 6 Eylül 1955 günü İstanbul’da ellerinde bayraklar ve Atatürk resimleri bulunan insan kalabalıkları bir yandan “Kıbrıs Türk’tür, Türk Kalacaktır.” şeklinde sloganlar atarken bir yandan da meydanları doldurmaya başlar. İstanbul’da İstiklal Caddesi boyunca yürüyerek Taksim Meydanı’na kadar gelen kalabalık daha sonra Aya Triada Kilisesi önünde toplanmaya başlar51. Toplanan kalabalık daha sonra Cumhuriyet Anıtı önünde İstiklâl Marşı’nı okuyarak göndere Türk bayrağı çeker. Yapılan bu tören sonrasında halkı galeyana getiren bir konuşma yapılır ve tekrar hep beraber yürünmeye başlanır. Saat 18.00 civarında İstiklâl Caddesi üzerinde bir Rum vatandaşa ait dükkânın yağmalanmasıyla başlayan olaylar daha sonra Taksim-Tünel hattındaki hemen bütün dükkânlara ve iş yerlerine yayılır. Esasında özellikle İstanbul o süreçte tam anlamıyla fırtınadan öncesi sessizliği yaşamaktadır. Başta Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti olmak üzere bazı sivil toplum örgütleri ve bazı gazetelerin yangına körükle gitmeleri ve 1 Nisan 1955 tarihinden itibaren Kıbrıs’ta Georges Grivas liderliğinde terör faaliyetlerine girişen EOKA terör örgütünün yarattığı kaos ortamını bahane ederek İstanbul’da yaşayan azınlıklara yönelik taciz girişimlerine başlamaları Eylül 1955 itibarıyla yerini fiili saldırılara bırakmış durumdadır. Özellikle Rumların yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde tam bir sinir harbi yaşanmaktadır ve duvarlara yazılan çeşitli sloganlar yanında dağıtılan bildiriler ortamı iyiden iyiye germiş durumdadır. Dedikodu çarklarının da hızla devreye girmesinin ardından insanlar neye inanacaklarını bilemeden tahrik ve bilgi kirliliği içerisinde kanlı 6 Eylül günü gelir çatar. İzmir’de aynı günlerde Rumlara yönelik girişimde bulunacak bir vatandaşın “…Yunanistan’da, Atina’da şu anda 100 bombardıman uçağı hazır edilmiş. İzmir üzerine gelmek için emir bekliyormuş”52 şeklindeki tepkisi dönemin havasını yansıtması bağlamında son derece önemlidir. Böylece “…6-7 Eylül Türk tarihine siyasilerin cinayet işleri içinde müstesna bir yere sahip olacak gibi geçmiş bulunuyor. Ülkemiz insanlarının bu işleri kendi kendilerine yapamayacaklarını kimse düşünemediği halde her kişiyi suçlu 50 51 52 Aziz Nesin, Salkım Salkım Asılacak İnsanlar, İstanbul, 1994, ss.31-32. Akşam, 7 Eylül 1955. Bilge Umar’dan akt.: Rıfat N. Bali, a.g.e., s.39. 201 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) düşüren aşağılık bir hareket oldu bu 6-7 Eylül ne yazık ki”53. Bu olaylarla ilgili Yunan derin devletinin parmağının olduğu yönünde bir iddia54 yanında son derece önemli ölçüde İngiliz faktörünün de bulunduğunun ileri sürülmesidir. Buna göre Atina’daki İngiliz Büyükelçisi 1954 Eylül ayında Türk-Yunan dostluğunun son derece yüzeysel bir seviyede olduğunu belirterek bu dostluğu ortadan kaldıracak basit bir girişimin, örneğin Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve yönelik küçük bir saldırının bu dostluğu ortadan kaldıracağından bahseder55. Bu arada meydana gelen olayları Ankara’da haber alan DP milletvekili Mükerrem Sarol derhal İstanbul Valiliğini arar ve telefonda Vali Fahrettin Kerim Gökay ile bir görüşme yapar56: “Vali beyefendi’ dedim, ciddiyetini anlasın diye, ‘İstanbul yakılıp yıkılırken nasıl gönlünüz razı oluyor da orada polislerin size sağladığı emniyet içinde oturuyorsunuz? Ayıp değil mi? Bu büyük bir felâket, milli bir felâket.’ ‘Yanımda Dâhiliye Vekili var, onu veriyorum.’ dedi. Telefonu Namık’a verdi. Namık dedi ki ‘Öyle milli felâket filan değil. Bu milli bir isyan, gençliğin milli kıyamı.’ ‘Namık, bunu senden duyduğuma çok üzüldüm. Bu gerçekten milli bir felâket. İstanbul’da devlet yok, emniyet yok, can güvenliği yok. Beyoğlu’nda mağazaları yağma ediyorlar ve sen buna millî gençlik kıyamı diyorsun”. Aynı saatlerde Ankara’ya gelmek üzere tren garında bulunan Başbakan Adnan Menderes’e Londra’dan bir telefon gelir. Arayan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’dur57: “...Çıktık trenden. Garda bir yer gösterdiler. Umumi müdür muavinlerinden birisinin odası. Evvela ben konuştum Fatin Bey’le. Diyor ki, ‘ Bu yürümüyor, Yunanlar mukavemet ediyorlar. Hiç değilse moratoryum yapalım.’ Ne biz, ne Yunanistan bunu milletlerarası foruma getirsin. Beş sene uyutalım. Teklif bu. Moratoryum teklifi.’ Menderes aldı telefonu. Ona tekrarladı Zorlu. Birdenbire kızdı. Çok kızdı. ‘Fatin Bey, Ne söylüyorsunuz? Bu artık milletin sorunu olmuştur. İstanbul yanıyor, ben ne moratoryum kabul ederim, ne başka bir şey kabul ederim. Terk edin gelin konferansı.’ dedi...” 53 54 55 56 57 Aydın Boysan’dan akt.: Rıfat N. Bali, a.g.e., s.19 Mehmet Arif Demirer, “6/7 Eylül Olaylarını Yunan Derin Devleti Planladı”, Derin Tarih, S.6, Eylül 2012, ss.64-70. Aynı paralelde olmak üzere İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nda görevli bir diplomat ise Ankara’da meydana gelecek birkaç eylemin işlerine çok yarayacağından dem vurmaktadır. İngiliz parlamenter John Strachy ise Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesinden Türkiye’nin çekinmesini gerektirecek bir durum olmadığını, çünkü garanti olarak İstanbul’da hatırı sayılır oranda Rum azınlığın yaşamakta olduğunu belirtir. PRO FO 371/117642.RG 1081. İngiltere’nin Atina Büyükelçiliğinin 19 Ağustos 1954 tarihli raporu, Robert Holland, “GreekTurkish Relations, İstanbul and British Rule in Cyprus, 1954-1959; Some excerpts from the British Public Archive”, Bulletin of the Centre for Asia Minos Studies, 10 (1993/94), 327365’den akt.: Güven, a.g.e., s.48. Mehmet Ali Birant, Demirkırat-Bir Demokrasinin Doğuşu, İstanbul, Şubat 1999, s.109. Dönemin Dışişleri Genel Sekreteri Yardımcısı Melih Esenbel’den akt.: Birant, a.g.e., s.110. 202 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Bazı gazetelerde “Yağmalamaya tenezzül edilmedi”58 gibi haberler çıkmakla beraber yağmalama olayları devam eder59: “…Duvarlara Rumlar aleyhinde yazılar yazılmıştı. Fakat onların yanında zenginlere, servete çatan cümleler eksik değildi. Menderes’in iftiharla ilan ettiği her mahalledeki on beş milyonerin halk vicdanında ne derin yaralar açtığı o sabaha karşı gün ağarırken ve biz Taşlık’a dönerken kendisini bütün çıplaklığıyla hissettiriyordu. Varoşlar şehre inmişti…” Konuyla ilgili olarak İzmir Valisi Kemal Hadımlı da Başbakanlık, Dışişleri ve İçişleri Bakanlığına 12 Eylül 1955 tarihinde bir rapor göndererek olup bitenler konusunda bilgi verir;60 1- 6/7 Eylül gecesi şehrimizde vukua getirilen müessif hadiseler münasebetiyle bazı Yunan gazeteleri başkonsolos ile alakadar olunmadığı, ziyarette bulunulmadığı, yardıma koşulmadığı yolunda asılsız neşriyat yapmaktadır. Maksadı mahsusla yapılan bu neşriyat külliyen hilafı hakikattir. Konsolosa gösterilen alaka ve yapılan yardım aşağıda arz edilmiştir. 2- 6/7 Eylül gecesi Yunan Konsoloshanesi 50 polisle muhafaza edilmiş ve taarruz esnasında zabıtaca silah ve göz yaşartıcı bomba kullanılmıştır. Mütecavizlerin 10.000’i bulmasından ve ordu birliklerinin süratle yetişememesinden ikametgâh kısmı kurtarılamamıştır. 3- Aynı gece konsolosun NATO’daki Yunan generalinin evine gitmesi üzerine generalin evine 30 süngülü er gönderilerek muhafaza tedbiri aldırılmıştır. 4- 7 Eylül günü konsolosun Amerikan Konsoloshanesine gitmesi sırasında kendisi zabıta kuvvetleriyle himaye edilmiş, refakatine ayrıca 2 sivil polis memuru verildiği gibi Amerikan Konsoloshanesi de devamlı surette zabıtaca muhafaza altına alınmıştı. 5- 7 Eylül günü Yunan generalinin arzusu ve NATO Kurmay Başkanı Amerikalı General Mac Dangel’in vilayete vaki ricası üzerine Yunanistan’dan gelecek 5 askeri uçağın Cumaovası’na inmesine müsaade ve muvafakat edilmiş ve NATO Yunan subayları ailelerinin zabıtamızın muhafazası altında hareketleri sağlanmıştır. 6- Yine bizzat tarafımdan Gümrük Başmüdürüne verilen emir üzerine Yunanlı ailelerin gümrük muameleleri tesri ve süratle ikmal edilmiştir. 7- Vakadan 1 gün sonra randevu alan NATO merkezine gidip kumandan General Rit’i bizzat ziyaret ettim. Ayrıca Yunan generali Pipiliyangopulos’un dairesine geçerek kendisini bulamadığımdan kartımı bıraktım. Refakatimde emir subayı Yüzbaşı Oğuz Bey vardı. 58 59 60 Cumhuriyet, 7 Eylül 1955. Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları DP Yokuş Aşağı 1954-1957, Bilgi Yay., Mart 1991, İstanbul, s. 13-145. BCA. İzmir Valiliğinin 12 Eylül 1955 tarihli ve 9 sayılı yazısı. 203 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) 8- Aynı gün randevu alarak Amerikan Konsoloshanesine gidip Yunan Başkonsolosu Mösyö Zafiru’yu ziyaretle teessürlerine iştirak ettiğimi, zararlarının ödeneceğini, binalarının onarılacağını ve İzmir’de 9 Eylül Kurtuluş Bayramı yapılmayacağını müsaade ve temin ettim. Fevkalade memnun kalan konsolos keyfiyeti hükümetine bildirdi ve kurtuluş gününden sonra iade-i ziyarette bulunacağını söyledi. 9- 10 Eylül Cumartesi günü vilayete gelen konsolosa İzmir Palas’ta bir daire kiralayacağımı, bir odaya da 2 refakat polisi yerleştireceğimi, müsait bulunan konsolosluk dairesinde hemen işe başlanması mümkün olduğundan elektrik ve telefonlarını bağlatacağımı, ikametgâh kısmını da tamir ettireceğimi ve bunların bedellerinin tarafımızdan ödeneceğini ifade ettim. Bundan da ziyadesiyle memnun kalan konsolos keyfiyeti hükümetine bildirdi ve o gün İzmir Palas’ta kiraladığım daireye nakletti. Bir konsolosluk dairesinin ufak tamirlerini yaptırdım. Telefon ve elektriğini bağlattım. Konsolos bugün konsoloshanede başlamış olacaktır. 10- Şehirdeki büyük arbedeye rağmen elde ve emirde bulunan bütün imkânlar kullanılarak Yunan Başkonsolosunun yardımına koşulmuş ve yeniden konsolosluk işlerine başlaması temin edilmiştir. Saygı ile arz ederim.” 4. Türkiye’de Gelişen Kıbrıs Olayları ve Tepkiler Öte yandan Lancaster House’da devam etmekte olan üçlü görüşmelerin herhangi bir sonuç vermemesinin ardından Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’nin61 Londra şubesi tarafından 4 Eylül 1955 tarihinde bir gösteri düzenlenir. Gerek İngiltere, gerekse Türkiye’de kamuoyundan çok büyük olumlu tepkiler alan bu gösteri sonrasında cemiyetin 45 yeni şubesi daha açılarak bir hafta içerisinde şube sayısı Türkiye çapında 135’e ulaşır62. Başbakan Adnan Menderes ise 5 Eylül 195563 günü İstanbul’da Adliye Sarayı ile ilgili yaptığı gezi programı çerçevesinde Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti başkanı Hikmet Bil’i de yanına alarak onunla bir süre görüşür. Aynı gün içerisinde İstanbul’da Rum ve Türk gençleri arasında ufak çaplı olaylar ve tartışmalar çıkar. Rumca olarak dağıtılan bazı bildiriler sonrasında Patrikhanenin duvarlarına “Kıbrıs Türk’tür” şeklinde sloganlar yazılır. Bu arada gerek hükümet, gerekse Türk kamuoyu olayların şokunu atlatmaya çalışırken Başbakan Menderes’e destek mesajları da gelmeye devam etmektedir64: “Adnancığım; Büyük geçmiş olsun. Büyük Ata’nın evine bomba atıldı haberi üzerine çıkan çirkin hadise elem vericidir. Memleketin yüksek menfaatleri icabı müsamaha gösterildiğini zan ve tahmin ederek nümayiş mahiyetinde seyrini takip etmekte olan hengâmenin bir 61 62 63 64 Hikmet Bil, Kıbrıs Olayı ve İçyüzü, İstanbul, 1976, s. 90. Hürriyet, 6 Eylül 1955. Bil, a.g.e., s.110. BCA.030.01.36.218.2 204 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) anarşi kasırgası halinde şuursuz bir tahribata yol açtığını gördüğüm zaman yanıldığımı anladım. Tahribata başlanıldığı zaman hasta yatağımdan fırlayarak evimin karşısında bulunan Samatya Emniyet Başkomiserliğine gittim. Fatih kaymakamı Latif Bey’i telefon başında buldum. O sırada Samatya civarında 4 kilisenin aynı zamanda ateşe verildiğini ve itfaiyeden yardım istemekte olduğunu duydum. İstanbul’un 50 yerinde birden yangın çıktığı için yardımın kifayetsiz olacağı cevabı verildi. İşin çağrından çıktığını müşahede eden bu cesur kaymakam hiçbir taraftan emir almadığı halde benim ve bazı arkadaşların ricası üzerine İstanbul Merkez Kumandanlığına telefon ederek Samatya nahiyesine askerî yardım istedi. Kiliseler yanmakta devam ederken Samatya ve civarındaki evler ve dükkânlar tahrip edilmeye başlandı. Orduya resmen müdahale emri verilmediği için vaka mahallindeki birlikler pasif kaldılar. Şuursuzca akan insan selini hiçbir kuvvetin durduramayacağı anlaşılıyordu. Dört kilise yandıktan sonra da evimin arkasında bulunan iki küçük kiliseye o kadar mümanaatımıza rağmen tekrar taarruz edildiğini, kapılarının ve haçlarının kırıldığını ve kiliseyi ateşe vermek üzere hazırlandıklarını oğlumun karakola gelerek bildirmesi üzerine hemen aklıma büyük şair Namık Kemal geldi… Ethem Menderes kardeşimizin sana canı yürekten bağlı olan o muhterem simanın Londra’da bulunması keyfiyeti bu hadisenin bir facia haline gelmesine sebep olduğu kanaatindeyim. Maksat ve gayelerinin ne olduğu belli olmayan nizamname ve programı bulunmayan Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’ne nümayiş yapma müsaadesi verilmesi acı akıbetlerin husulüne sebep oldu. Nerede Dâhiliye Vekiliniz, nerede güvendiğiniz devlet bakanları? Bütün devlet umurunu üzerine almış bulunan sen kardeşini yalnız bırakmalarını esefle karşılıyorum… Kıbrıs meselesine gelince: Ben size akıl verecek bir insan değilim. Heyetimiz Londra’ya gitmezden evvelki Kıbrıs ve Trakya hakkındaki beyanatınız Türk milletini cidden sevindirmişti. Londra Konferansı’nda Fatin Zorlu Bey’in müdafaa ve tezleri efkârı umumiyede çok iyi karşılandı. Gasıp İngiltere’nin devletlerin hak ve hukukunu hiçe sayarak kendi bildiği gibi hareket etmek ve kararlar almak suretiyle milli bir davamızı çürütmeğe kalkışması Türk milletini şahlandıracak mahiyet arz etmektedir. Böyle mühim memleket davalarını sokak propagandalarıyla halletmeğe imkân yoktur. Büyük Millet Meclisi’nin fevkalade toplantısında hayırlı kararlar almanızı, memleket hayrına yapılacak her şeyde Türk milletinin bir bütün halinde emir ve hizmetinizde olduğuna inanıyorum. Takdir ve karar siz büyüklerimizindir. Sustuğumuzu zaaf telakki eden sömürgecilere hitap ederken asil milletimize güvenmenizi ve inanmanızı halisane tavsiye eder, saygı ve sevgi ile gözlerinden öperim. Ali Kemal Şahin, Samatya-İstanbul. 9 Eylül 1955” Konuyla ilgili olarak TBMM ve parti grupları da ayrı ayrı toplanır ve Başbakan Adnan Menderes 12 Eylül 1955 günü Meclis’te bir konuşma yapar65: “6/7 Eylül hadiselerinin bir milli felâket olduğunu ifade ederek, hepimize ve Türk milletine geçmiş olsun demekle söze başlıyorum. Şurasını katiyetle ve sarahatle arz edeyim ki karşısında bulunduğumuz hadise, Kıbrıs meselesinden doğan bir milli 65 Hüseyin Agun, a.g.e., s.29. 205 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) gayenin ortaya koyduğu birtakım tahrikâttan ibaret değildir. Katiyetle ifade ediyorum ki şekilleriyle hazırlanmış olan büyük bir komünist darbesinin karşısında bulunuyoruz. Şunu da tasrih edeyim ki şayet Kıbrıs meselesi gibi, senelerden beri milli hisleri harekete getirmek yolunda kullanılmış olmasıyla yardım görmüş olsa idi, sadece bir komünist faaliyeti bu derecede kendileri bakımından muvafık neticeler elde edemezdi. Olsa olsa, hareket nezahet hudutları içinde bir nümayiş vaziyetini geçemezdi. Müsait olan zemini fevkalade üstadane istismar eden komünistler, birer milli felâket diyebileceğimiz ağır bir vaziyet meydana getirmişlerdir. Bir an dahi gaflete düşmeden memleketin karşısında bulunduğu büyük bir tehlikeyi önlemek, maddi manevi bütün zararları telafi etmek için bütün gayretimizi sarf edeceğiz. Bu karışık vaziyette dünya komünistleri faaliyetlerini Türkiye üzerinde temerküz ettirmişlerdir. Türkiye’yi en cazip bir hedef olarak ele almışlardır. Zemini müsait görmektedirler...” 6/7 Eylül günleri meydana gelen olaylarla ilgili olarak başta Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti genel başkanı Hikmet Bil olmak üzere bazı dernek yöneticileri tutuklanarak Harbiye cezaevine gönderilirler ve burada yaklaşık olarak 5 ay geçirmek zorunda kalırlar. Açılan dava daha sonra beraatla sonuçlanır ve daha sonra Hikmet Bil hükümet tarafından Basın Ataşesi olarak Beyrut’a gönderilir66. Derneğin 2. başkanı gazeteci Ahmet Emin Yalman ise hapse girmekten Başbakan Adnan Menderes’le beraber yurtdışında olduğundan son anda kurtulur67. Bu arada hapse atılan Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti yöneticilerinin serbest bırakılması yönündeki girişimler de devam etmektedir68: “Sayın Adnan Menderes, Başvekil, Ankara 6 Eylül’de vukua gelen müessif hadiselerle hiçbir gençlik teşekkülünün ve bütün Türk yüksek tahsil gençliğinin kuruluşundan beri desteklediği Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’nin katîyen ilgisi yoktur. Hal böyle iken eski ve yeni başkanlarımızın da aralarında bulunduğu Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti İdare Heyeti üyeleri müsait olmayan şartlar altında nezaret altında tutulmaktadır. Yakın alakanızı bekler, derin hürmetlerimi sunarız. Türkiye Milli Talebe Federasyonu İkinci Başkanı Gültekin Özdener, İstanbul. 9 Eylül 1955” “Adnan Menderes, Başvekil, Vilayet-İstanbul Bütün gençlik teşekkülleri için üzüntü verici olan müessif tahrip hadisesi ile hiçbir ilgisi olmayan Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti idare üyelerinin nezaret altında bulundurulmasından dolayı müteessiriz. Durumun aydınlanabilmesi için lüzum görüldüğü takdirde bizzat görüşmek üzere emirlerinizi bekliyoruz. Derin saygılarımızla. 66 67 68 Ancak Hikmet Bil bu göreve gönderilişinin Adnan Menderes Hükûmetinin zorlamasıyla olduğunu belirtir. Menderes tarafından kendisine ‘Hem hakkında iyi olur bu. Zaten bak başın birçok dava ile belada. Yazık değil mi annen var, kardeşin var.’ Denilerek kendisine aba altından sopa gösterildiğini ifade eden Hikmet Bil bu görevi istemeyerek de olsa kabul ettiğini açıklar. Hikmet Bil, a.g.e., s.124. Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, 1945-1971, C.4, İstanbul, 1971, s.326. BCA.030.01.36.218.2 206 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Başkanı Tonguç Görker, İstanbul. 9 Eylül 1955” “Çok Sayın Adnan Menderes, Başvekil, İstanbul Bugün İstanbul’da toplantısını yapan Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği İdare Heyeti’nin 6 Eylül gecesi İstanbul’da cereyan eden müessif hadiseler karşısında duyduğunuz derin teessürü paylaşmakta olduğunu, hükümetimizin ve zatı devletlerinin ittihaz etmekte bulunduğunuz yerinde tedbirlerle İstanbul ve memleket... (Bu telgrafın ikinci kısmı arşivde bulunamamıştır.) “Sayın Adnan Menderes, Başvekil, İstanbul İstanbul’umuzun uğradığı felâketi teessürle öğrendik. Kıbrıs davamıza giden yolun anarşi yolu olmadığına inanıyoruz. Milli servetin ziyanı buna sebep olanları telin ederek bağlılıklarımızı arz ederiz. Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti Başkanı İhsan Ataöv, Antalya. 9 Eylül 1955” “Sayın Adnan Menderes, Başvekil, İstanbul İstanbul ve İzmir’de vukua gelen müessif hadiseler karşısında duyduğunuz derin teessüre Gazeteciler Cemiyeti kalpten iştirak eder. Hükümet olarak aldığınız isabetli tedbirleri ve gösterilen hassasiyeti takdirle karşılarız. Bu mevzuda husule gelen maddi ve manevi zararların telafisinde bütün basın mensupları hükümetin yanı başında kendisini vazifeli telakki etmektedir. Bu hususta verilecek emir ve vazifelere intizar halinde bulunduğumuzu derin saygılarımızla arz ederiz. Gazeteciler Cemiyeti İdare Heyeti, İstanbul. 9 Eylül 1955” “Sayın Bay Adnan Menderes, İstanbul’un uğradığı büyük felâketten duyduğunuz acılara bütün kalbimle iştirak ettiğimi ve bu felâketin doğurduğu yaraların süratle tamiri hususunda şahsım için tensip buyuracağınız her vazifeyi ifaya amade bulunduğumu derin hürmetlerimle arz ederim. Kazım Taşkent, Beyoğlu-İstanbul. 8 Eylül 1955” “Sayın Adnan Menderes, Başvekil, Ankara69 Kırk beş talebe cemiyetinden müteşekkil ve kırk bin yüksek tahsil talebesini temsil eden Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nun faaliyetine başlamış bulunması Türk yüksek tahsil gençliği tarafından derin bir memnuniyetle karşılanmıştır. Faaliyetlerimizin normal seyrini takip edebilmesi için son büyük kongremizde Türk yüksek tahsil temsilcileri tarafından seçilen genel başkanımız Hüsamettin Canöztürk’ün vazifesi arasında bulunmasının faydaları ihmal edilemeyecek kadar kıymet taşımaktadır. Beynelmilel talebe teşekkülleri nezdinde Türk yüksek tahsil gençliğini halen temsil etmekte olan federasyonumuz genel başkanının mevkuf bulunmasından dolayı hakkımızda istihfamlar belirmemesi için durumu nazarı itibara alarak yardımlarınızı esirgememenizi istirham ve en derin saygılarımızın kabulünü rica ederiz. İdare heyeti azaları adına Genel Sekreter Kayhan Aydoğmuş. 23 Aralık 1955” 69 BCA.30.01.37.226.2 207 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) “Sayın Adnan Menderes, Başvekil, Ankara Talebe teşekküllerinin faaliyete başlamalarına müsaade edilmesi talebe camiasında meydana gelen boşluğu daha fazla uzamasını önleyerek doldurmuş ve bütün talebe arkadaşlarımız arasında derin bir memnuniyet yaratmıştır. Fakat Türkiye çapında bir teşekkül olan ve milletlerarası camiada Türk talebe topluluğunu temsil eden Türkiye Milli Talebe Federasyonu genel Başkanı Hüsamettin Canöztürk’ün beraber tevkif edildikleri seksen yedi kişiden seksen iki kişinin serbest bırakılmasına rağmen mevkuf bulunması talebe teşekkülleri mekânizmasının normal ve aksaksız bir şekilde işlemesine mani olmakta, keza Türkiye haricindeki beynelmilel talebe teşekkülleri nezdinde zan ve istihfamlar yaratmakta ve biz idarecileri üzüntü içinde bırakmaktadır. Durumu arz ile talebe camiasının menfaatleri bakımından alaka ve yardımlarınızı rica ederim. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanı Ünal Komman.” 4.1. Hükümetin Olaylar Karşısındaki Tutumu ve Kıbrıs 6/7 Eylül olaylarının patlak vermesiyle beraber Türkiye’de iktidardaki Demokrat Parti hükümeti hızlı bir şekilde kan kaybetmeye, dönemin Başbakanı Adnan Menderes de kamuoyundaki popülaritesini yitirmeye başlar. Kamuoyunda ve özellikle sıradan halk, aydınlar ve askerler arasında da hükümete karşı bir güvensizlik ve negatif durum ortaya çıkmaya başlar. Kamuoyunun büyük bir kısmında yaygın kanı ise meydana gelen olayların DP iktidarı tarafından organize edildiği şeklindedir. Bu düşüncenin ana kaynağı ise Londra’da Lancaster House’da yapılan görüşmelere katılan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun Kıbrıs konusunda zorlandıklarını ve ellerini güçlendirmeleri için hükümet tarafından bir şeyler yapılması gerektiğini belirten şifre telgraftır. Yassıada’da konuyla ilgili duruşmalarda tanıklık yapan o dönemin NATO Büyükelçiliği İkinci Kâtibi diplomat ve büyükelçi Coşkun Kırca ise söz konusu bu telgrafta “...İngilizlerin Yunanların self-determinasyon vaatlerine meyledecekleri sezilmekte olup bu hususta çalışılması gerekmektedir. Biz ve gazeteciler elimizden geleni yapıyoruz. Ayrıca Başbakanın ilgililere gereken emirleri vermesinde büyük fayda olacaktır.” dendiğini belirtir. Burada 6/7 Eylül olaylarının kastedildiği belirtilerek Fatin Rüştü Zorlu suçlanırken, Zorlu ise daha sonra yaptığı açıklamalarda kastedilenin “diplomatik tedbirler” olduğunu ifade eder. Olayların ortaya çıkması sonrasında çok üzgün olduğunu belirten Zorlu, Londra dönüşünde uçakta da “Bütün çalışmalarımız, Londra’da elde ettiğimiz başarı bir gecede heba olup gitti” der70. Konuyla ilgili 292 sayılı, 28 Ağustos 1955 tarihli ve saat 16.00’da alındığı bildirilen Berkol imzalı o malum telgraf ise aşağıdaki gibidir71: “Bugün Milli Müdafaa Vekili ve M. Nuri Birgi ile birlikte İngiltere Hariciye Nazırı Mac Millan’ı ziyaret ettik. Toplantıda kabine katib-i umumisinin askeri muavini 70 71 Mahmut Dikerdem, Ortadoğu’da Devrim Yılları, İstanbul, 1997, s.137. Orhan Cemal Fersoy, Bir Devre Adını Veren Başbakan; Adnan Menderes, İstanbul, 1971, s.344. 208 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ve Hariciye Nazırı Muavini Ward ile Ankara’daki İngiltere Sefiri de hazır bulunuyordu. Nazıra derhal Ankara’dan ayrılmazdan evvel İngiltere maslahatgüzarına tebliğ ettiğimiz muhtıra ile başvekilimizin nutkunu tetkik edip etmediklerini sorarak bu husustaki görüşümüzün faideli olacağını bildirdim. Nazır evvela prosedür hakkında söyleyecekleri olduğunu bildirerek şu ifadatta bulundu: 1- Matbuata meselesi: Konferansta yapılan müzakereler müşterek tebliğ halinde matbuata akis olunmalıdır. Bu kaideye adem-i riayet halinde herkes kendi görüşünü açıklamakta serbest olur. 2- Toplantılarda, eğer mahzurlu görmüyorsak, riyaset İngiltere’de kalmalıdır. Çünkü davet eden memleket İngiltere’dir. 3- Heyet reisleri tarafından irat olunacak nutuklar kendi hükümetlerinin noktai nazarlarını açıkça ifadeye matuf olup münakaşalar nutuklar bittikten sonra açılmalıdır. 4- Celseler 11’den öğleye kadar, öğleden sonra akşamlar hususi müzakerelere zemin hazırlayacak şekilde olmalıdır. Evvelki maruzatımızda da belirttiğimiz veçhile bu şekilde taayyün eden prosedür konferansı hiç olmazsa dört gün kadar uzatmak gayesine matuf bulunmakta ve bu arada bazı hal çare ve şekilleri üzerinde çalışma imkanını hazırlamak gayesi gütmekte olduğundan bu hususlar tebarrüz ettirilerek tarafımızdan da kabul olunmuş ve derhal esas meseleye geçilmiştir. Yüksek malumları olduğu veçhile Kıbrıs meselesi Yunanlar bakımından self-determinasyon ve Yunanistan’a ilhak esasına isnat etmekte, İngiltere ise bu esasları reddederek meseleyi self-government’a doğru giden bir yol içinde halletmek istemektedir… İngiltere statükonun muhafazası ve Lozan Ahitnamesi mucibince kendine bahşedilmiş olan hukukun muhafazası hususunda ısrar ettiği müddetçe Türkiye’yi daima yanında bulacaktır. Fakat bu yoldan inhiraf edip Kıbrıs’ın istikbalini Yunanistan’a ilhak istikametine kaydırabilecek ufak bir tavize gittiği takdirde Türkiye bu yolda İngiltere’yi takip edemeyecek, bilakis aksi istikamette yol almak mecburiyetinde kalacaktır… Türkiye Lozan Ahitnamesi’nden itibaren bugüne kadar Kıbrıs meselesinde sırf Türk-İngiliz dostluğunu, vikaye için her türlü tahrikat ve irredentismeden tevakki etmekle kalmamış, Türkiye’de yaşayan Türklerin milli arzularına da adem-i tabaiyette bulunarak Kıbrıs Türklerinin Türkiye’ye ilhak arzularını da daima önlemek politikasını takip etmiş ve orada yaşayan Türklere harslarını muhafaza etmek hususunda yardım etmekle beraber onlara daima sadık birer İngiliz tebaası olmaları hususunda öğüt vermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün tarihi boyunca Türkiye hiçbir vakit beynelmilel hayatta süriş çıkaracak bir rol oynamamış, bilakis cihan sulhunün tarsini hususunda azami gayret sarf etmiştir. Kendi efkarı umumiyesinin ve Kıbrıs Türklerinin arzuları hilafına Kıbrıs’ın Türkiye’ye ilhakı lüzumunu bir defa bile ağzına almamıştır. Her şeyin bir hududu vardır. İngiltere kendi hukukunu olduğu gibi muhafaza ettiği müddetçe cidden biz bu nazik rolde devam edeceğiz. Fakat İngiltere’nin bu hususta yapacağı herhangi bir inhiraf halinde Türkiye’nin politikasını tadil etmesi ve kendi milli arzusuna uyarak coğrafi, tarihi ve stratejik bakımdan Anadolu’nun bir parçası olan Kıbrıs’ı talep etmesi pek tabii olacaktır dedim. Türkiye için Kıbrıs meselesi Türk209 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Yunan münasebeti bakımından bir mihenk taşıdır. Biz Yunanlarla olan dostluğumuzu onların Megali İdealarını bırakmaları esasına istinad ettirmiş bulunuyoruz. Kıbrıs’ın talep edilmesi Megali İdea’nın yeniden canlanması demektir. Türk efkârı umumiyesi bunu böyle anlamakta ve böyle hissetmektedir. Hükümet olarak bunu biz de başka türlü göremiyoruz. Türkiye’nin bir zamanlar Ankara yakınlarına kadar gelmiş olan Yunanların adaları tarafından muhasara edilmesine katiyen rızamız yoktur. Yunanlar bu davada ısrar ederse Türk-Yunan dostluğunun aynı şekilde devam etmesi imkânsız bir hale gelecektir. Bunu bütün dostlarımız bilmelidir. Kıbrıs davasının vüs’ati adayı çoktan aşmakta. Balkanlarda bu işin hafife alınması ve Yunanistan’a tavizat verilerek halledileceğinin sanılması, Balkanlarda ve yakın-orta şarkta bin bir emekle kurulan müdafaa cephesinin büyük sarsıntılara sahne olmasını ve zayıflamasını göze alma demektir. Binaenaleyh bir kolonializm veya anti-kolonializm meselesi değildir…” Öte yandan olayların hemen bir gün öncesinde Başbakan ile makam arabasında bir görüşme yapan ve onunla Florya Köşkü’ne kadar gidip tekrar evine dönen Hikmet Bil ise olayların o gece Florya Köşkü’nde planlandığını belirtir72. 12 Eylül 1955 tarihinde bu olaylarla ilgili olarak TBMM’de görüşmeler yapılır ve hükümet adına Fuat Köprülü burada yaptığı açıklamada “İşin olacağını biliyorduk ama ne yapacağımızı bilmiyorduk...” der73. Öte yandan hükümet olayları baştan sona kadar bir komünist kışkırtması olarak gördüğünü ifade eder74. Ancak hükümetin bu konudaki tutum ve davranışları kabine ve parti içinde de çatlaklara ve bölünmelere neden olur. Hükümetin bir bildiri yayınlayarak olayların sorumluluğunu “kızıl ve kara kuvvetlere” yüklemesini doğru bulmadığını açıklayan Dışişleri Bakanı Zorlu’ya karşılık Başbakan Yardımcısı Fuat Köprülü ve TBMM Başkanı Refik Koraltan ise bir komünist komplosuyla karşı karşıya olduklarını belirtirler75. Menderes ise yaptığı bir başka konuşmada da olayların komünistlerin marifeti olduğunu, kiliselerin yağmalanması ve ölülerin mezarlardan çıkartılmasının Türk usulüne uygun olmadığını belirtir. Bu arada DP iktidarı olayların perde arkasındaki komünist planını ortaya çıkartmak üzere yurtdışından da destek arayışlarına girer ve Amerika Birleşik Devletleri’nden konuyla ilgili bir uzman getirir; ancak söz konusu kişinin “... Komünistler eğer bu kadar kuvvetli olsalardı dükkân tahrip edeceklerine ihtilal yaparlardı...” açıklaması da iktidar partisinin istediği sonucu vermez76. İktidar 72 73 74 75 76 Bil, a.g.e., ss.110-111. Daha sonra Demokrat Parti ile bağlarını koparan Fuat Köprülü yıllar sonra yaptığı bir açıklamada ise hadiselerin Fatin Rüştü Zorlu’nun ilhamı ve Menderes ve Gedik tarafından tertiplendiğini belirtir. Yeni Sabah, 5 Haziran 1960. 12 Eylül 1955 tarihli Meclis oturumunda bir konuşma yapan CHP Genel Başkanı İsmet İnönü ise ‘Hadiselerin her tarafı karanlıktır.’ dedikten sonra ‘ Hakikatlerin ne kadar acı, hatta ne kadar utandırıcı olsa bile olduğu gibi gösterilmesi büyük milletimize karşı temize çıkmanın tek çaresidir.’ açıklamasını yapar. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre X, C.7, İçtima 1 (12 Eylül 1955), s.669’dan akt.: Uygur Kocabaşoğlu,” 6/7 Eylül Olaylarından Sonra Hasar Tespit Çalışmaları Üzerine Birkaç Ayrıntı”, Tarih ve Toplum, S.81, İstanbul, Mayıs 2000, s.45. Ahmet Hamdi Başar, Yaşadığımız Devrin İçyüzü, Ankara, 1960, s.93. Cem Eroğul, DP Tarihi ve İdeolojisi, Ankara, 1990, s.10. 210 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) yanlısı Zafer gazetesi de konuyla ilgili olarak verdiği baş makalede olayların perde arkasında komünist parmağı olduğunu iddia eder77: “...Hesaplı ve planlı bir komünist aksiyonu masum bir protestoyu bambaşka istikametlere sevk etti. Hepimiz temkinli ve serinkanlı olmalıyız. Komünist fesat ve tahrik kollarının yuvalarının ve merkezlerinin çıkarılmasında hükümetimize yardımcı olmalıyız”… Milliyet gazetesi de 6/7 Eylül olaylarıyla birlikte Selanik’teki bombalama olayını, Kıbrıs’ta meydana gelen olayları ve Türk-Yunan ilişkilerinin gerginleşmeye başlamasını hep komünist bir planın parçası olduğunu yazar78. Hürriyet gazetesi ise olaylara sebep olanların “kızıl komünistler” olduklarını belirtir79. Aynı şekilde Cumhuriyet gazetesinde de Ömer Sami Coşar imzasıyla çıkan yazılarda olayların arkasında komünist varlığının bulunduğu belirtilir ve komünistlerin ortalığı karıştırmasıyla beraber Lancaster House’da devam etmekte olan görüşmelerde ortaya atılan Türk isteklerinin geri tepeceği de iddia edilmektedir80. Tan gazetesi ise olaya farklı bir açıdan bakarak olayların Yunanistan ve Türkiye’de yeraltına saklanmış kanun dışı teşkilatlardan da bahseder81: “...Nümayişlerin aynı anda ve İstanbul’un her yerinde olması, aynı gün İstanbul’a birçok yabancının gelmesi, olayların geceye bırakılması öyle ki bu solcuların bir taktiğidir. Mağazalar tahrip edildikten sonra ağır kasaların parçalanmış ve açılmış olması. Türkler şimdiye kadar hiç din hürriyetine müdahale etmemişlerdir. Öyleyse bu din düşmanı Moskof işidir. Aynı anda 52 yangın çıkması İstanbul’un tamamen yakılmak istenmesi amacını güder. Meçhul insanlar nümayişçileri evlere davet ederek buraların da tahrip edilmelerini istemişlerdir ki bu da olayların bir ihtilal provası olduğunu göstermektedir”… 4.2. Olayların Önlenememesi ve Tepkiler Olayların patlak verdiği 6 Eylül 1955 günü saat 20.00 treniyle Ankara’ya dönen Başbakan Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan yardımcısı Fuat Köprülü’nün olaylardan haberi ancak Sapanca yakınlarında olur. İstanbul’da olayların iyice çığırından çıkması üzerine Ankara’dan Mükerrem Sarol acele bir telgraf göndermek suretiyle durumu bildirir ve İstanbul’a dönmelerini ister82: “...Menderes bana telefon etti. Bütün olanları anlattım. Bana dedi ki, ‘ Biz örfi idare ilan edeceğiz. Çağır vekil arkadaşlarını. Başbakanlıkta toplanın. Ve yarın sabah 77 78 79 80 81 82 Zafer, 8 Eylül 1955. Milliyet, 11 Eylül 1955. Hürriyet, 11 Eylül 1955. Cumhuriyet, 8 Eylül 1955. Tan, 9 Eylül 1955. Birant, a.g.e., s.111. 211 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ilk uçakla İstanbul’a gelin.’ Sabah ilk uçakla gittik. Daha Yeşilköy’e ayak basar basmaz 6/7 Eylül olaylarının tesirleri oraya kadar gelmişti. Vilayet merkezinde Adnan Bey’i çok perişan, çok üzgün, çok meyus, çok sıkıntılı gördüm. O güne kadar onu hiç böyle perişan, ümitleri kaybolmuş görmemiştim”… Bu arada hükümetçe Sapanca yakınlarında İçişleri Bakanlığı ile temasa geçilerek bir sıkıyönetim bildirisi yayınlaması talimatı verilir83. Önce katarla İzmit’e ve daha sonra da arabayla İstanbul’a hareket edilir. Saat 23.30 civarında Başbakan ve heyet Kadıköy’e gelirler. Ardından Menderes ve beraberindeki heyet İstiklâl Caddesi’ne geldiklerinde artık her şey için çok geç kalınmıştır. Ortalık harp yeri gibidir ve İstanbul tanınmayacak haldedir. İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay o gün başbakana istifasını verir. İstifası önce kabul edilmeyen Fahrettin Kerim Gökay daha sonra Başbakan tarafından İsviçre Büyükelçiliğine gönderilecektir. Hemen bunun ardından da olayları hemen ilk anda ‘millî gençliğin ayaklanması’ olarak ifade eden İçişleri Bakanı Namık Gedik görevinden istifa ettiğini açıklar84. Başbakanın da katılmasıyla beraber İstanbul’da görev yapan yetkililer başta İçişleri Bakanı, İstanbul Valisi ve Birinci Ordu Müfettişi Korgeneral Vedat Garan ve emniyet yetkilileri alınacak tedbirler üzerine çalışmaya başlarlar. Saat 21.00 civarında İstanbul Valisi yaptığı açıklamayla İller Kanunu’nun kendisine verdiği yetkiye dayanarak şehrin askerî birliklerce kuşatılması talimatını verir. Bu arada İçişleri Bakanı da Ordu Komutanına ‘emre itaat etmeyenlere ve taşkınlıklara devam edenlere ateş edilmesi’ yönündeki hükümet kararını bildirir. Ancak yazılı bir emir olmadan bunları yapamayacağını bildiren 1. Ordu Komutanı, devreye Başbakan Adnan Menderes’in girmesiyle sorunu çözeceği yönünde bilgi verir. 7 Eylül 1955 gecesi saat 02.30 itibarıyla şehirde sıkıyönetim uygulamaları başladığından şehir tamamen kontrol altındadır. Ertesi gün baskıya giren gazetelerde sıkıyönetim uygulamalarının başladığı bildirilirken akşam baskısına giren veya ikinci baskı yapan gazeteler ise devletin olaylara tamamen hâkim olması sebebiyle sıkıyönetimin kaldırıldığını duyururlar. Oysa sabahleyin vazgeçilen sıkıyönetim uygulaması aynı gün öğleden sonra İstanbul, Ankara ve İzmir’de tekrar uygulamaya konmuştur85. Sıkıyönetim ilanı sonrasında İstanbul, Ankara ve İzmir sıkıyönetim komutanlığına 3. Ordu Müfettişi Korgeneral Nurettin Aknoz getirilir. Tuğgeneral İhsan Bingöl, Ankara bölgesinden sorumlu olurken, İzmir bölgesinin sorumluluğu ise Korgeneral Cemal Gürsel’e verilir. Sıkıyönetim uygulamasının hemen ardından hükümet 7 Eylül günü bir açıklama yapar86: “...Kıbrıs meselesi etrafında cereyan eden hadiselerden dolayı aylardan beri umumi efkârda hâsıl olan şiddetli heyecanı inzimamken Selanik’te Aziz Atatürk’ün evine ve konsolosluğumuza karşı tertiplenen suikast kısmen maksatlı ve hainane, kısmen de 83 84 85 86 Ayın Tarihi, Eylül 1955, S.262, s.11. Birant, a.g.e., s.111. Bil, a.g.e., ss.114-115. Ayın Tarihi, Eylül 1955, S.262, s.68. 212 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) idrak ve şuurdan mahrum tahrikçilerin de tesiri ile büyük kitlelerin vücuda getirdikleri nümayiş hareketlerine sebep olmuş. Bu hal bilhassa İstanbul’da geç saatlere kadar devam etmiştir. Denilebilir ki dün gece İstanbul ve memleket esas itibarıyla bir komünist tertip ve tahrikle ağır bir darbeye maruz kalmıştır”… 8 Eylül 1955 günü yapılan açıklamada ise daha önce yayımlanan sıkıyönetim ilanıyla ilgili duyuruya atfen ‘bu beyannamenin neşrinden sonraki hadiselerin amme huzur ve asayişini yeniden ihlal edecek bir istidat göstermesi muvacehesinde” daha önce kaldırıldığı ilanen duyurulan sıkıyönetim uygulamasının İstanbul, Ankara ve İzmir’de tekrar başlatıldığı duyurulur. Hükümet tarafından alınan sıkıyönetim kararı TBMM tarafından da kabul edilir ve uygulamanın 6 ay boyunca devam edeceği bildirilir. Öte yandan fabrika, okul ve ibadethane gibi yerler dışında yapılması istenilen her türlü toplantılara da yasak ve kısıtlamalar getirir. Okul, ibadethane ve fabrika gibi yerlerde yapılacak toplantılar ise halkı tahrik ve kışkırtmaya yönelik faaliyetler içinde bulunamayacaklardır. Bunların dışında 10 Eylül tarihinden itibaren İstanbul’da güvenlik güçlerine daha önceden haber vermek koşuluyla açık ve kapalı alanlarda saat 23.00 itibarıyla düğün, nişan, sünnet gibi sosyal faaliyetlerin yapılmasına müsaade edilir. Söz konusu bu müsaade Ankara için 9 Eylül tarihinden itibaren geçerli olur. İzmir’de ise geleneksel olarak kutlanmakta olan 9 Eylül İzmir’in kurtuluşu törenleri ise sıkıyönetim komutanlığının aldığı bir kararla yasaklanır ve yapılamaz. Bu arada halkı infiale sürükleyecek ve taşkınlığa neden olacak her türlü afiş, flama, bayrak ve dövizler de kaldırtılarak sosyal hayatın normalleşmesi yönünde çaba harcanır. Ayrıca İstanbul’daki sıkıyönetim komutanlığı güvenlik güçlerinin vaktinde ve emniyet içerisinde görev yerlerine gidebilmelerinin sağlanması maksadıyla yayaların kesinlikle kaldırımları kullanmaları ve yollardan yürüyerek araç trafiğini engellememelerini de ister. 14 Eylül 1955 tarihi itibarıyla İstanbul halkının da sıkıyönetim kurallarına uygun hareket etmesi sonrasında sokağa çıkma yasağı 24.00–04.00 olarak yeniden düzenlenir. Öte yandan yağmalanan malların pazarlarda halka satılmaya çalışıldığı konusunda alınan duyumlar üzerine vatandaşlar uyarılarak bu mallara rağbet göstermemeleri ve derhal en yakın emniyet kuvvetine haber vermeleri istenir87. 4.3- Sıkıyönetim Uygulamaları ve Yanlışlar-Yanlışlıklar Sosyal hayata yönelik alınan tedbirlerin yanında 10 Eylül 1955 günü bizzat sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz tarafından yapılan ve tüm gazetelerin yazı işleri müdürlerinin katıldığı Harbiye’deki Sıkıyönetim Komutanlığı’nda yapılan ve “Toplantıya gelmeyenler olursa gazetelerini kapatabilirim. Haberim oldu olmadı anlamam. Kapatırım.” ifadesiyle başlayan toplantıda basına da bazı kısıtlamalar getirilir88: 87 88 Akşam, 22 Eylül 1955. Alpay Kabacalı, Türk Basınında Demokrasi, Ankara, 1994, s. 246. Ayrıca Bkz.: Hıfzı Topuz, “6/7 Eylül Olayları ve Aknoz Paşa’nın Yasakları”, Tarih ve Toplum, S.81, İstanbul, Eylül 213 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) “Büyük Millet Meclisi’ndeki müzakereler halkı heyecanlandıracak nitelikte ise yazmayacaksınız. Hükümeti tenkit etmek yasaktır. Böyle bir şey yaparsanız gazetenizi kapatırım. Hükümetin çalışmalarını etkileyecek biçimde yazılar yayınlamak yasaktır. Sıkıyönetim çalışmalarıyla ilgili haberler yasaktır. NATO devletleriyle ilgili haberler vermek yasaktır. NATO devletlerinin kendi aralarındaki ilişkilerle ilgili haber yayınlanması da yasaktır. Yazan olursa kapatırım. Darlık, kıtlık ve yokluk haberleri yayınlanmayacaktır. Örneğin ekmek almak için fırınların önünde bekleyenlerin fotoğrafları konulmayacaktır. Bu tür haberler ülkede panik yaratır. Türklüğe hakaret, bayrak yırtma gibi haberler gazetelere giremez. Kapatırım. 6/7 Eylül olaylarını komünistlerden başkasının yaptığı yolunda yazı ve yorum yasaktır. 6/7 Eylül olaylarıyla ilgili resim ve haberler yasaktır. Magazin sayfalarında da halkı heyecanlandıracak resim ve yazılar yasaktır. Buna çıplak kadın resmi de dâhildir. Bundan maksat genel ahlakı bozmak ve ülkeyi çökertmektir. Kapatırım. İkinci, üçüncü baskı yapmak yasaktır. Kapatırım. Hükümetin alacağı kararlarla ilgili, hayal ürünü yazı yazmak yasaktır. Mesela falanca vali değişecekmiş gibi haberler yazamazsınız. Kapatırım. Basına sansür koymayacağım. Yayıncılığı sizin inisiyatifinize bırakıyorum. Doğru kullanamazsanız bana verilen yetkileri kullanırım. Sizin kötü bir alışkanlığınız var. Aklınıza geleni yazıyorsunuz. Yazamazsınız. Anadolu Ajansı’nın ve radyonun yayınladığı her şeyi alabilirsiniz. Ona izin veriyorum. Bu başımıza gelenler doğrudan doğruya komünistlerin hazırladığı bir hadisedir. Yazılarınızda bunu gözden uzak tutmayın. Ona göre aklınızı başınıza toplayın. İşimizi güçleştirmeyin”. Öte yandan sıkıyönetim komutanlığının bizzat basın-yayın kuruluşlarını telefonla araması sonrasında da yeni kısıtlamalara gidilecektir89. İstanbul sıkıyönetim komutanlığının basın-yayın kuruluşlarıyla ilgili emirleri “Kapattım. Men ettim.” gibi bir hayli sert mesajlar da içermektedir90. Buna göre 12 Eylül 1955 günü Kıbrıs’taki olaylarla ilgili haberler vermek, resim basmak, öğrenci birlikleri ve başka derneklerle ilgili kovuşturma haberleri vermek yasaklanır. 17 Eylül 1955 günü heyecan uyandırıcı cemiyet haberlerinin geniş biçimde yazılması, sıkıyönetim mahkemeleriyle ilgili haberler verilmesi, tahrip edilen dükkânlarla ilgili haber yapılması yasaklanır. Ayrıca 29 Eylül günü Beşiktaş semtinde bulunan yanık bir cesetle ilgili olarak haber verilmesi de yasaklanır. Bu arada sıkıyönetim komutanlığınca gazete ve radyolar kanalıyla duyurulan bazı bildirilerde ise bazı kimselerin halkın huzur ve güvenini bozucu şekilde asılsız haberler yaydıkları, Yunanistan’da yaşayan Türklere Yunanların kötü muamelede bulundukları şeklinde dedikodularla halkı huzursuz ettikleri de bildirilir. 10 Eylül 1955 günü İstanbul’dan Ankara’ya hareket eden İsmet İnönü de Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın olaylarla ilgili olarak TBMM’ni olağanüstü toplantıya çağırması üzerine burada yapacağı konuşmanın metnini hazırlamaya başlar. Sıkıyönetim komutanlığın bütün toplantıları yasaklaması üzerine İsmet İnönü’nün Ankara’ya gelişi sırasında herhangi bir olay çıkmaması ve 89 90 2000, s.40. M. Nuri İnuğur, Türk Basın Tarihi 1919-1989, İstanbul 1992, s.325. Toker, a.g.e., s.152. 214 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) nahoş olaylara meydan verilmemesi için azamî dikkat gösterilir ve İnönü’yü havaalanında birkaç kişi karşılar. İsmet İnönü, TBMM’nin olağanüstü toplantısında yaptığı konuşmada sıkıyönetimin Ankara’da kaldırılmasını, ayrıca TBMM’nin toplu halde kalmasını ister ancak her iki teklif de reddedilir. Ancak bu oturum sırasında Başbakan Yardımcısı Prof. Fuat Köprülü’nün yaptığı açıklama ve hükümetin olaylardan haberinin olduğunu belirtmesi tansiyonu bir anda arttırır ve bunun üzerine İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik de sert bir hareketle elini sıraların üstüne vurarak söz ister ancak bu talebi reddedilir91. Mecliste konuşma yapanlar bununla sınırlı değildir. Demokrat Parti İstanbul milletvekili ve Zapyon Rum Kız Lisesi’nin eski müdürü Aleksandros Hacopulos da 12 Eylül 1955 günü Meclis’te olaylarla ilgili bir konuşma yapar92: “Herkes iyi bilmelidir ki; bu ülkenin hiçbir vatandaşı burada esir ya da rehine değildir. Olayların gelişme şekline bakılınca, bu işin organize bir hareket olduğu kanısına varılmaktadır. Emniyet güçleri olaylara karşı tepki göstermemiştir. Rum mezarlıkları bile tahrip edilmiş, yeni gömülmüş ölüler mezarlarından çıkarılmış, babalarımızın, din adamlarımızın kemikleri sağa sola fırlatılmıştır. Türkiye tarihinde buna benzer bir olay yaşanmamıştır. Türkler hiçbir dönemde başka dinlere mensup masum insanların evlerini ateşe vermemişlerdir.” Bu arada 19 Eylül 1955 günü CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün “Çetin bir imtihan” başlıklı bir makalesini yayımlayan Ulus gazetesinin basılıp dağıtılması süresiz olarak yasaklanırken93 aynı gazeteden alıntı yapan Hürriyet ve Tercüman gazetelerinin basılıp dağıtılması da 15 gün süre ile yasaklanır94. Ulus gazetesi 31 gün süreyle kapalı kalırken, bunun hemen ardından gazetenin yayımladığı “Türk ordusu ancak vatanın hizmetindedir.” başlıklı haber nedeniyle gazete bir kere daha kapatılır95. Daha sonraki günlerde Ankara’da Medeniyet gazetesi süresiz olarak, İzmir’de ise Sabah Postası gazetesi üç gün, Dünya ve Vatan gazeteleri de on beşer gün müddetle kapatılırlar96. Sıkıyönetim uygulamasının başlamasıyla beraber yağmalamaya katıldığı iddiasıyla 2600 kişi tutuklanarak Selimiye Kışlası’na götürülürler. Ayrıca güvenlik kuvvetlerinin ‘Dur’ uyarılarına dikkat etmeyen 3 kişi de vurularak öldürülür. Sıkıyönetim komutanlığı daha sonra hükümet üyelerinin açıklamalarına paralel olarak “komünist oldukları için fişlenen” 45 kişiyi tutuklar. Tutuklananlar arasında Aziz Nesin, Hasan İzzettin 91 92 93 94 95 96 A.g.e., s.147. Orhan Türker, “6/7 Eylül Olaylarının İstanbul Rum Basınındaki Yansımaları”, Tarih ve Toplum, C.30, S.177, Eylül 1998, s.4. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü bu makalenin hazırlanması sırasında son derece itinalı davranır ve bu arada damadı Metin Toker’den de yazım aşamasında yardım talep eder. Cumartesi günü hazırlanan yazı bir gün sonra CHP yetkilileri tarafından görüşülerek üzerinde mutabakata varılır ve Pazartesi günkü Ulus gazetesinde birinci sayfanın sol tarafında büyük bir başlıkla çıkar ancak hemen akabinde gazete sıkıyönetim gereği süresiz olarak kapatılır. Metin Toker, a.g.e., s.153. Toker, a.g.e., s.149. Akşam, 20 Eylül 1955. Toker, a.g.e., s.152. 215 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Dinamo, Asım Bezirci de bulunmaktadır. Söz konusu bu 45 kişiden 17 tanesi daha sonra “yabancı bir devlet aleyhine ilişkileri bozacak şekilde düşmanca hareketlerde bulunmak, cürüm işlemiyle tahrik ve teşvik suçlarından” dolayı yargılanmalarına karar verilir. Ancak bu kişilerin hemen hepsi daha sonraki duruşmalarda serbest kalırken 27 Mayıs 1960 sonrasında Yassıada’da yapılan duruşmalara bu kişilerden hiçbirisi sanık olarak çağrılmazlar. 4.4. Zarar Tazmin Komisyonu Çalışmalarının Başlatılması 6/7 Eylül günü meydana gelen olaylarla ilgili olarak oluşturulan bir komisyon zarar tespit çalışmalarına derhal başlar. Ancak zarar konusunda çok farklı görüşler ve tespitler söz konusudur. İzmir’de de yağmalamadan zarar görenlerle ilgili olarak yardım komisyonu oluşturulur ve bu komisyonda Afyon milletvekili ve Kızılay Genel Müdür Yardımcısı Rıza Çerçel, Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği Başkanı ve Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Üzeyir Avunduk, Yapı Kredi Bankası İdare Meclisi Başkanı Kazım Taşkent, İstanbul Ticaret Odası Başkanı Sait İbrahim Esi de görev alır. Bu komitede ayrıca 24 memur görev yapmaktadır. 8 Eylül 1955 günü yağmalama ve talandan zarar gören esnaf ve tüccarlarla ilgili olarak hükümet, işyerleri hasara uğramış olanların vadesi gelmiş senetlerinin “tecil ve tecdidi”, mevduat hesapları ve borçlu hesaplarla ilgili olarak kolaylık sağlanmasını ve eğer gerekirse Merkez Bankası ile Amortisman Sandığı’nın yardımda bulunacağını banka şubelerine telefon emri olarak duyurur97. Bu arada Dışişleri Bakanlığı da 14 Eylül 1955 tarihinde yayınladığı bir bildiriyle zarar görenlerin ne tür zarara uğradıkları ve ne kadar zararlarının olduğu konusunda konsolosluklar aracılığıyla hükümeti bilgilendirmelerini talep eder. Yardım kampanyası sırasında zararın tespiti, yardım toplanması ve dar ve küçük sermayeli esnaflardan başlanarak yardım yapılması şeklinde bir program çerçevesinde çalışmalara başlanır. 26 Eylül 1955 tarihinden itibaren yardım toplanması kampanyası başlatılırken zararların tespitiyle ilgili olarak mağdurların mesai saatleri içerisinde defterdarlıklar kanalıyla dolduracakları beyannameleri en geç 15 Ekim 1955 tarihine kadar teslim etmeleri istenir. Bu arada Milli Eğitim Bakanlığı yağmalanan ve zarar gören okullarla ilgili olarak derhal 150.000 liralık para naklini gerçekleştirirken İstanbul’da baş gösteren ekmek sıkıntısını ortadan kaldırmak üzere askerî fırınlar da devreye girer98. Bu dönem içerisinde, Yunan kaynaklarına göre 6/7 Eylül olayları çerçevesinde İstanbul’da zarar gören Rum ve Yunan mallarının dökümü ise şu şekildedir99: “Kaynak I: 4340 atölye ve mağaza, 2000 konut, 110 lokanta, 83 kilise, 27 97 98 99 Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 46. Hürriyet, 9 Eylül 1955. 10 Eylül 1995 tarihli Atina çıkışlı İ Kathimerini Epta Meres gazetesinden akt.: Orhan Türker, “6/7 Eylül Olaylarının İstanbul Rum Basınındaki Yansımaları”, Tarih ve Toplum, C.30, S.177, Eylül 1998, ss.13-16. 216 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) eczahane, 21 fabrika, 12 otel, 11 klinik ve dispanser, 5 dernek binası, 3 gazete matbaası, 2 mezarlık. Kaynak II: 4340 mağaza, 260 konut, 110 otel ve lokanta, 38 ateşe verilen kilise, 35 tahrip ve yağma edilen kilise, 27 eczahane, 21 fabrika, 8 ayazma, 5 spor kulübü, 3 gazete matbaası”. Oluşturulan komiteler aracılığıyla zarar gördüğünü ileri sürenlerle ilgili yapılan çalışmalarda zarar görenlerin sayısı 4433’e, talep ettikleri tazminat miktarı ise 69.578.744 liraya ulaşır. Yardımla ilgili olarak sadece İstanbul’da 1957 yılı içerisinde 3247 kişiye toplam 6.533.856 lira yardımda bulunulur100. Beyan edilen zarar miktarı ve zarar gördüğünü ileri sürenlerin oranı ise 1–5000 lira arasında zarar beyan eden 2301 kişiye toplam 7.798.198 lira, 5000–10.000 lira arasında zarar beyan eden 730 kişiye 4.966.500 lira, 10.000–20.000 lira zarar beyan eden 599 kişiye8.193.574 lira, 20.000–30.000 lira zarar beyan eden 313 kişiye 7.654.382 lira, 30.000–50.000 lira arasında zarar beyan eden 247 kişiye 9.451.715 lira ve 50.000 liradan fazla zarar beyan eden 283 kişiye 31.514.875 liradır101. Öte yandan yağmalamadan zarar görenler de hükümetten bazı isteklerde bulunurlar102: 1- “Gelir vergisi ikinci taksidinin tecili 2- Vadesi gelen borçların protesto edilmemesi 3- Zarar görenlere fevkalade kredi sağlanması 4- Zarar ziyanın bir an önce tespit edilmesi 5- İnşaat malzemelerinin kâr hadlerine tabii tutulmaması 6- Cam ithalinin sağlanması 7- Zarar ve ziyanın tazmini” Maliye Bakanlığı da bu konuyla ilgili olarak bankalara yeni bir tebligat göndererek kredi kolaylıkları sağlanması, banka borçlarının tecil edilmesi, kredi verilmesi ve uğranılan zarar ziyanın tespit edilmesi ve bir yardım komisyonunun oluşturulmasına karar verir103. Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin gerginleşmesi üzerine Başbakan Adnan Menderes tarafından özel olarak görevlendirilen Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur, 15 Eylül 1955 tarihinde Rum Ortodoks Patriği Athenagoras’ı ziyaret etmek suretiyle devlet adına özür diler. 4.5 6/7 Eylül Olayları ve Yassıada Yargılamaları Olaylarla ilgili olarak Yassıada duruşmalarında yargılananlar Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Başbakan yardımcısı ve Devlet Bakanı Fuat Köprülü, İstanbul 100 101 102 103 Kocabaşoğlu, a.g.e., s.47. A.g.e., s. 47. Akşam, 10 Eylül 1955. Akşam, 9 Eylül 1955. 217 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Valisi Fahrettin Kerim Gökay, İstanbul Emniyet Müdürü Alaaddin Eriş, İzmir Valisi Kemal Hadımlı, Selanik Başkonsolosu M. Ali Balin, Selanik Başkonsolosu Yardımcısı Tekinalp, Konsolosluk Kavası Hasan Uçar, Selanik Hukuk Fakültesi öğrencisi Selanikli Oktay Engin’dir. 6/7 Eylül olaylarıyla ilgili duruşmalar Yassıada duruşmaları kapsamında ele alınır ve 14 Ekim 1960 tarihinde başlayan ve 15 Eylül 1961 tarihine kadar devam eden yargılamalarda Yüksek Adalet Divanı’nda konuyla ilgili olarak toplam 19 davada hâkim karşısına çıkan 529 sanık, 203 celse boyunca 1063 tanıkla beraber dinlenir. Söz konusu duruşmalar sonrasında Yüksek Adalet Divanı, 15 Demokrat parti yöneticisini idama mahkûm eder. Milli Birlik Komitesi ise bu idam cezalarından dört tanesini onaylar. İleri yaşından dolayı eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a verilen ceza hapis şeklini alırken Başbakan Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın ise idamlarına karar verilir. Yüksek Adalet Divanı’nda 19 Ekim 1960–5 Ocak 1961 tarihleri arasında devam eden ve 20 oturumda toplam 11 sanığın yargılandığı 6/7 Eylül olaylarıyla ilgili duruşmalarda okunan raporda ise genel olarak Kıbrıs tarihi ile ilgili bilgi verildikten sonra Yunanistan tarafından Kıbrıs meselesinin 21 Ağustos 1954 tarihinde Birleşmiş Milletlere müracaat edildiği, 30 Haziran 1955 tarihinde İngiltere’nin Türk ve Yunan Hükümetlerine bir davetiye göndererek üçlü toplantı istediği, Atina Radyosu ile Yunan basınının tahrik dolu beyanları ile ortamın gerginleştiği belirtilmektedir. İlâveten, Kıbrıs Türk’tür Komitesi’nin kuruluşu, 22 Ağustos 1955 günü Kıbrıs’ta Türklere karşı genel bir katliama girişileceği duyumları üzerine İstanbul’da emniyet tedbirlerinin arttırıldığı belirtilmekte, 4 Eylül 1955 günü Yunan gazetelerinin aleyhte yayınları üzerine Taksim Meydanı’nda Yunan gazeteleri aleyhine gösteri yapıldığı ve Yunan gazetelerinin yakıldığı belirtilmektedir. Söz konusu duruşmalar 14 Ekim 1960 tarihinde başlar ve 20 oturum boyunca devam eder104. “...İstanbul’u tarihte misli görülmemiş bir perişanlığa düşüren ve milyonlarca lira değerinde milli servetin sokaklara saçılması, binlerce dükkânın yağma edilmesi, 73 kilise, havra ve ayazmanın yıkılması ile neticelenen 6/7 Eylül olayları, 1865 gün sonra nihayet adalet huzuruna getirildi. Yassıada muhakemelerinin en ilgi çekici davalarından olan 6/7 Eylül duruşmalarının ilk gününde, Yüksek Adalet Divanı kararnameyi 11 sanığa okudu. 4.000 kelimelik kararnamenin esası, adı geçen olayların bir tertip eseri olduğu noktasında toplanıyordu. Ama sanıklardan hiçbiri bunu kabul etmedi ve bir kısmı bunun, gizli bir kuvvet veya komünist tertibi olabileceği fikrini savundu. Başkan ise, o zaman kurulan muhakemenin komünistlerin ve olayla ilgili gösterilen Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti üyelerinin beraatına karar vermiş olması gerçeğini ileri sürerek, bu durum karşısında faillerin kim olabileceğini sormuş, ama 11 sanıktan her biri de hiçbir şeyden haberdar bulunmadıklarını iddia etmişlerdir”. Duruşmalar sırasında Dışişleri Bakanı Fatin Zorlu, olayların olduğu dönemde Londra’da olduğu için 6/7 Eylül sanığı haline getirilmesindeki sebebi anlayamadığını ve “…Yunan hükümeti bana umumiyetle başvekillere verilen 104 Hayat Dergisi, S.44, İstanbul, 28 Ekim 1960. 218 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) nişanlarını verdiler ve geri de almadılar. Tamamıyla suçsuzum. Bu benim hakkımdaki iddia, bu gazeteden başka bir şey değildir. Ben Kıbrıs davasını halletmek için İstanbul’daki Rum vatandaşların evlerini yakın veya tahrip edin diyecek, böyle tavsiyede bulunacak adam değilim. Ve evvelce de arz ettiğim gibi konferans bizim için muvaffakiyetle bitmek üzereydi ve netice belli olmuştu. Herhalde benim Yunan hükümeti üzerinde tesir etmek için kendi vatandaşlarımızın ve kendi milli servetimizin heba edilmesini tavsiye etmememe imkân yoktur ve ben Londra’dan böyle bir harekâtı da idare edemem”105… derken, Başbakan Yardımcısı Fuat Köprülü ise “Bendeniz esasen alakadar olmadığım, tesadüfen karıştığım bir meseleyi cevaplandırmağa çalışacağım.” cevabını verir106. Sanıklardan İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay ise “Hadisenin içine kimler karışmıştır, muharrikleri kimler olabilir bilmiyorum.” diye savunma yaparken İstanbul Emniyet Müdürü Alaattin Eriş ise o gece olanlarla ilgili bir panorama çizmeye gayret eder. İzmir Valisi Kemal Hadımlı kendisini İller Kanunu ve “kanunlar ve maddeler arasında” savunmaya çalışırken Selanik’teki konsolosluk görevlileri Başkonsolos M. Ali Balin, Selanik Başkonsolosu Yardımcısı Tekinalp, Konsolosluk Kavası Hasan Uçar, Selanik Hukuk Fakültesi öğrencisi Selanikli Oktay Engiise Türkiye’den bomba taşındığı ve Selanik’te patlatıldığı yönündeki iddiaları reddederler. Bu arada duruşmaları izlemeye gelenler arasında Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy, İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın kardeşi Sadettin Kerim Gökay, Oktay Engin’in kız kardeşi Dilek Engin ve gençlik temsilcileri de bulunmaktadır. 6 ve 7 Eylül 1955 tarihlerinde özellikle İstanbul’da meydana gelen olaylarla ilgili olarak görülen davalarda yargılananlardan birisi de Cumhurbaşkanı Celal Bayar’dır.19 Ekim 1960 Çarşamba günkü oturumda saat 11.00’den itibaren sırasıyla Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Fuad Köprülü ve Fahrettin Kerim Gökay da Yüksek Adalet Divanı karşısına çıkarlar107: “...Sonra, Selanik’teki bombanın sorumluluğunu, Yassıada duruşmalarında, dönemin Demokrat Parti iktidarına yüklediler. Oysa Demokrat Parti’nin suçu da, tecrübesizliğiydi. Bir dış politika krizinde ağırlık kazanmak için, bir provokasyonla kitleleri sokağa dökmek için, bir provokasyonla kitleleri sokağa dökmenin yağma ve vahşetle biteceğini düşünmemişlerdi. İç politikadaki popülizmin, dış politikaya şovenizmle yansıtılmasının, öncelikle bunu yapan ülkeleri vurduğunu bilememişlerdi...” “Büyük bir taktik ve ustaca bir zamanlaması” olan bu olayla ilgili olarak duruşmalara daha sonraki dönemlerde de devam edilir ve patrik Spiro Athenogoras, Vali Refik Tulga, Maliye Bakanı Ekrem Alican, CHP milletvekili Turan Güneş (1974 Kıbrıs Barış Harekâtı döneminde Bülent Ecevit hükümetinde Dışişleri Bakanı), eski Emniyet Müdürü Kemal Aygün ve polis müdürü Orhan Eyüboğlu da tanık olarak dinlenirler. Duruşmalarda tanık olarak dinlenen 105 Hulusi Turgut, Yassıada’da Yaptırılmayan Savunmalar, Doğan Kitap, İstanbul, Mayıs 2007, s.149. 106 Hayat Dergisi, S.44, İstanbul, 28 Ekim 1960. 107 Mehmet Barlas, “Rüzgâr Gibi Geçti”, Sabah, 22 Şubat 2000. 219 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Rum Ortodoks Patriği Spiro Athenogoras’ın dinlenmesi ise hayli ilginç olaylara sahne olur. Duruşma salonuna giren parlak güneş ışığı yüzünden salondakileri tanımakta ve görmekte zorluk çeken Patrik daha sonra ifadesini verir108. Mahkemede söz alan Bayar’ın avukatı Gültekin Başak savunmakla görevlendirildiği müvekkilinin Cumhurbaşkanı olması nedeniyle 1924 anayasası bağlamında TBMM’ne karşı ancak hıyanet-i vataniye durumunda sorumlu tutulabileceğini, bu nedenle Yüksek Adalet Divanı mahkemesinin böyle bir davaya bakamayacağını iddia eder. Ancak Mahkeme Başkanı Salim Başol ise Bayar’ı yargılamak konusunda kendilerinin vazifelendirildiğini ifade eder. Mahkeme Başkanı Salim Başol’un “Kararname okunacaktır” emri üzerine kararname yüksek sesle okunur ve Celal Bayar’ın duruşması başlar. Ancak intihara teşebbüs ettiği zaman kulağından pıhtı şeklinde kan geldiğinden duruşma anında Celal Bayar’ın kulakları az işitmektedir. Celal Bayar duruşmada olan bitenleri kendisi açıklamayı tercih eder109: “...Ortada bir Kıbrıs davası var. Türk milletinin her ferdi bu dava ile alakadar olmuştur. Yunanlar da Kıbrıs’ın ilhakı için azamî gayret sarf etmişlerdir. Tezimizi meşru bazlar içinde dünya umumi efkârına kabul ettirmek vazifemizdi. Bunun için gayret sarf ediyorduk...” Celal Bayar’ın bu açıklaması üzerine araya giren mahkeme başkanı Salim Başol da Bayar’a yeni sorular yöneltir110: “Ama bu hareket meşru değil, gayri meşrudur. Bütün deliller bu merkezdedir. Bu müdahale bir ihsası reydi. Devletin istihbarat makamlarında bu nümayişin tarafınızdan tertip edildiğine dair raporlar var. Tahkikat yapılmadan o gün ‘Bu hadiseleri müseccel komünistler yaptı.’ demişsiniz. Hiç tahkikat yapılmadan bu nasıl oluyor? Hadiseleri masum insanların üzerine nasıl yüklersiniz”? Mahkeme başkanının bu sorusuna karşılık Celal Bayar ise “Yani bir beyanat mı yapmışım, bir vesika mı imzalamışım? Örfi İdare Kumandanı’na o gün vilayette hadisenin faillerini bulmaları gerektiği doğrultusunda emirler verdim.” karşılığını verir111. Bu açıklamaya karşılık olarak Mahkeme Başkanı Salim Başol ise “Faillerin bulunması ve takibi kanun emridir. Haklarında hiçbir delil bulunmayan insanlar hakkında tahkikat yapılmış ve sonra beraat etmişlerdir.” cevabını verir. Aynı duruşmalarda Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da yargılanırlar ve 6/7 Eylül olaylarıyla ilgili olarak altışar yıl hapse mahkûm olurlar. Bütün bu olaylardan tam 57 yıl sonra Demokrat Parti Eski Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Arif Demirer ise yaptığı bir açıklamayla konuya çok farklı bir boyut getirir ve olayların sadece 6 Eylül günü yaşandığını, dolayısıyla 6/7 Eylül ifadesinin yanlış olduğunu belirterek bütün bu yaşananlarda bir İngiliz parmağı olabileceği yönündeki yaklaşımlara 108 109 110 111 Hayat Dergisi, S.45, 4 Kasım 1960. Süleyman Yeşilyurt, Bayar Gerçeği, 1956, Ankara, s. 334. A.g.e., s. 334. A.g.e., s. 335. 220 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) bir de Yunanistan unsurunu ekleyerek olup bitenlerin sorumlusunun Yunanistan derin devleti olduğunu ileri sürer112. “…1955’te İstanbul’da Rumca/Helence konuşan 90 bin kişi var. Bunların 17 bini Yunan pasaportu taşıyan ve 1930’da imzalanmış bir antlaşma ile İstanbul’da gayrimenkul edinme, işyeri açma hakkı bulunan İstanbullu Yunanlar. 1955 yılında Yunanistan’da küçümsenmeyecek ölçüde komünist var. Yunan derin devleti için Yunanistan uyruklu 17 bin İstanbullu içinden olayları başlatmak için birkaç yüz kişiyi bulup görevlendirmek ve Gökşin Sipahioğlu’nu hediyelerle 2. baskı için teşvik etmek çok kolaydı. Fuat Köprülü’nün 27 Mayıs darbesinden hemen sonra yaptığı iğrenç ihbar nedeniyle Yassıada’da alelacele hazırlanan davada Yüksek Adalet Divanı 5 Ocak 1961 günü karar veriyor; Olayları tertipleyen Zorlu ve Menderes’e 6’şar yıl. 1 gün sonra 1961 Anayasası’nı yazacak olan Kurucu Meclis açılıyor. Darbecilerin başı (aynı zamanda Devlet Başkanı) Gürsel’in 10 kişilik Kurucu Meclis kontenjan üyeliği var. 10 kişiden 1’i, olaylarda DP İstanbul İl Başkanı olan, muhbirin oğlu Orhan Köprülü. Çelişkiye bakın ki DP Genel Başkanı’na 6 yıl, DP İstanbul İl Başkanı’na ise kontenjandan Kurucu Meclis üyeliği verilmişti. Yunanistan’a da gümüş bir tepsi içinde sonsuza dek Türkiye aleyhine kullanacağı bir koz sunulmuştu; ‘Barbar Türkler 6 Eylül 1955 tarihinde İstanbul’da Rumlara pogrom uygulamışlardır…” Sonuç Yıllar sonra 6/7 Eylül olayları konusunda yapılan çalışmalar özellikle İngiltere’nin Atina Büyükelçiliği ve Selanik Konsolosluğunun bu olaydaki dahlini ortaya koymaktadır. 1930’lu yıllarda Mustafa Kemal Atatürk ve Elefterios Venizelos arasında başlayan dostluk bağlarının Türk-Yunan dostluğuna dönüşmesi, iki ülke arasında ekonomik, siyasi, askeri bağların güçlendirilmeye başlanması bu coğrafyada farklı menfaat hesapları yapan güçlerin pek de hoşlandıkları bir durum olmayacaktır. İkinci Dünya Savaşı sürecinde İtalyanların ve hemen ardından Almanların işgaline uğrayan ve kanlı bir iç savaş yaşayan Yunanistan’a “Megali Limos/Büyük Açlık Dönemi” sırasında yardım elini uzatan tek ülkenin Türkiye olmasının ardından kaşınmaya başlanan Kıbrıs sorunu iki ülke ilişkilerini iyiden iyiye gerginleştirir. Şartların olgunlaşmaya ve istenilen kıvama gelmesiyle başlatılan olaylar ise hem Kıbrıs’ı içinden çıkılamaz bir sorun haline getirir, hem de uluslararası camiada Türkiye’nin siciline kara bir leke sürülmesine neden olur. Yıllar sonra ortaya çıkan yeni bilgiler ise bu olayların arkasında İngiltere’nin Atina Büyükelçiliği ve Atina Konsolosluğu’nun da bulunduğu yönündedir. Olaylarla ilgili yapılan en son açıklama ise DP kanadından gelmiştir ve bu olayların planlayıcısı ve uygulayıcısı olarak Yunanistan derin devletini ve o dönemde İstanbul’da yaşamakta olan ciddi sayıdaki Yunan vatandaşını göstermektedir. Şüphesiz 6/7 Eylül 1955 tarihinde başlayan ve özellikle İstanbul’da yaşayan azınlıklara yönelik 112 Mehmet Arif Demirer, a.g.e., ss.64-70. 221 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) olarak gerçekleştirilen bu tahrip, yağma ve yıkım hareketi daha sonraki süreçte de Türkiye’nin başını çok ağrıtacak bir sorun olarak da tarihe geçer. Mal ve cana verilen zarar ve tahribat yanında pek çok inanç merkezinin de yağmalanması ve tahrip edilmesi bir Batı ülkesi olarak Türkiye’yi modern Avrupa ve dünya kamuoyu karşısında zor duruma düşürür. Bütün bu faaliyetlerin arkasında doğrudan DP iktidarı ve Adnan Menderes hükümetinin bulunduğu iddiaları yanında civar kentlerden İstanbul’a taşındığı belirtilen bazı bindirilmiş kıtalar da hükümet kanadı açısından tereddütler oluşturacak bir durum olarak ortaya çıkar. 6/7 Eylül 1955’in hemen ardından Kıbrıs’ta yaşanan süreç ise tamamen silahlı bir mücadele olarak ortaya çıkar. Yunanistan destekli EOKA karşısında Kıbrıs Türklerinin kurdukları Volkan, 9 Eylül gibi mahalli, etkisiz yeraltı örgütlerinin ardından 15 Kasım 1957 tarihinde kurulan ve 1 Ağustos 1958’den itibaren Türkiye’nin fiili desteğiyle faaliyete geçen Türk Mukavemet Teşkilatı Kıbrıs Türklerinin can, mal ve namus güvenliklerini sağlamaya çalışır. Öte yandan Kıbrıs’ta Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın garantörlüğünde 16 Ağustos 1960 günü kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de uzun ömürlü olmaması ve olayların devam etmesinin ardından 21 Aralık 1963 tarihinde Akritas Planı çerçevesinde bütün Kıbrıs Türklerini ortadan kaldırmaya yönelik Rum saldırılarının başlaması karşısında Türkiye de kayıtsız kalmaz ve “1964 yılı başından itibaren Türkiye’de yaşayan bütün Yunan vatandaşlarını sınır dışı etmeye başlar. Böylece iki ülke arasındaki ilişkiler iyiden iyiye gerginleşirken Türkiye’de yaşamaya devam eden tek bir Yunan vatandaşı kalmaz, azınlıkların büyük bir kısmı da ülkeyi terk ederler. 222 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) KAYNAKÇA I. Arşiv Kaynakları Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), Ankara/Türkiye Kıbrıs Türk Milli Arşivi (KTMA) EOKA Ar II. Süreli Yayınlar Akşam BYGM Ayın Takvimi Cumhuriyet Derin Tarih Halkın Sesi Hayat Dergisi Hürriyet Milliyet Sabah Son Posta Tan Toplumsal Tarih Yeni Sabah Zafer III. Kitaplar AGUN, Hüseyin, Demokrat Parti İktidarının Kıbrıs Politikası 1950-1960, Ankara, 1997. AYDEMİR, Şevket Süreyya, İkinci Adam 1950-1964, Cilt III, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999. BAĞCI, Hüseyin, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, İmge Yay., Kasım 1990. BALİ, Rıfat N., 6-7 Eylül 1955 Olayları; Tanıklar-Hatıralar, Libra Yay., İstanbul, Kasım 2010. 223 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) BAŞAR, Ahmet Hamdi, Yaşadığımız Devrin İçyüzü, Ankara, 1960. BİL, Hikmet, Kıbrıs Olayı ve İçyüzü, İstanbul, 1976. BİLGE, Suat, Le Conflit De Chypre Et Les Cypriotes Turcs, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay., Ankara, 1961. BİRANT, Mehmet Ali, Demirkırat-Bir Demokrasinin Doğuşu, İstanbul, Şubat 1999. DEMİRER, Mehmet Arif, Nihat Erim’in Gözlüğü ve Kalemi ile Demokrat Parti ve Bir Soru; Johnson Mektubu Sipariş miydi, Ankara, Şubat 2006. DİKERDEM, Mahmut, Ortadoğu’da Devrim Yılları, İstanbul, 1997. EMILIANIDES, Achille, Histoire De Cyprus, Paris, 1963. ERİM, Nihat, Bildiğim ve Gördüğüm Ölçüler İçinde Kıbrıs, Ankara, 1975. FERSOY, Orhan Cemal, Bir Devre Adını Veren Başbakan; Adnan Menderes, İstanbul, 1971. FOLEY, Charles, Guerrilla Warfare and EOKA Struggle; General Grivas , Longman Yay., Londra, 1964. GOVERNMENT OF CYPRUS, Review of Events In Cyprus 1955–1957, Lefkoşa, 1958. GÖNLÜBOL, Mehmet, SAR, Cem, Olaylarla Türk Dış Politikası C. I, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay., Ankara, 1977. GÜRKAN, Haşmet Muzaffer, Bir Zamanlar Kıbrıs’ta, Lefkoşa, 1996. IOANNIDES, Christos P., In Turkey’s Image-The Transformation of Occupied Cyprus into a Turkish Province, New Rochelle Publications. İNUĞUR, M. Nuri, Türk Basın Tarihi 1919-1989, İstanbul 1992. KABACALI, Alpay, Türk Basınında Demokrasi, Ankara, 1994. KESER, Ulvi, Yardım Et Komşu; İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Yunanistan’a Yardım Faaliyetleri, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Yayınları, Ankara, Kasım 2005 KESER, Ulvi, Yunanistan’ın Büyük Açlık Dönemi (μεγάλος λιμός) ve Türkiye, IQ Yay., İstanbul, 2008. KESER, Ulvi, Kızılay Belgeleri Işığında Yunanistan’da Ölüm, Açlık, İşgal, 1939–1949, Türk Kızılay’ı Tarih Serisi, Kızılay Genel Müdürlüğü, Ankara, 2010. MANİZADE, Derviş, Kıbrıs Dün Bugün Yarın, KTKD İstanbul Bölgesi Yay., İstanbul, 1975, NESİN, Aziz, Salkım Salkım Asılacak İnsanlar, İstanbul, 1994. ÖZAD, Murad Hüsnü, Baf ve Mücadele Yıllarım, Aha Yay., İstanbul, Temmuz 2002. JONES, Byford, Grivas and the Story Of EOKA, Robert Hale Limited Yay., Londra, 1959. 224 Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) JUNOD, Marcel, Warriors Without Weapons, New York Macmillan Co., 1951. SARICA, Murat, TEZİÇ, Erdoğan, ESKİYURT, Özer, Kıbrıs Sorunu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yay., İstanbul, 1975. SPECIAL COMMITTEE On Cyprus Affairs, Cyprus; Past - Present- Future, Ankara, 1964. THUBRON, Colin, Journey Into Cyprus, Middlesex, 1986. TOKER, Metin, Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları; DP Yokuş Aşağı 1954-1957, Bilgi Yay., Mart 1991, İstanbul. TURGUT, Hulusi, Yassıada’da Yaptırılmayan Savunmalar, Doğan Kitap, İstanbul, Mayıs 2007. UÇAROL, Rifat, Siyasi Tarih (1789-1994), İstanbul, 1995. VANEZIS, PN, Cyprus Crime Without Punishment, Regal Printing Ltd., Hong Kong, 2000. YALMAN, Ahmet Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, 1945-1971, Cilt 4, İstanbul, 1971. IV. Makaleler ARMAOĞLU, Fahir, “1955 yılında Kıbrıs Meselesinde Türk Hükümeti ve Türk Kamuoyu,” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt. 14, No. 2/3, Temmuz 1959, ss.57-85. DEMİRER, Mehmet Arif, “6/7 Eylül Olaylarını Yunan Derin Devleti Planladı”, Derin Tarih, Sayı 6, Eylül 2012, ss.64-69. GÜVEN, Dilek, “6-7 Eylül Olayları ve Failleri”, Toplumsal Tarih, Sayı 141, İstanbul, Eylül 2005, ss.38-49. KOCABAŞOĞLU, Uygur, 6/7 Eylül Olaylarından Sonra Hasar tespit Çalışmaları Üzerine Birkaç Ayrıntı”, Tarih ve Toplum, Sayı 81, İstanbul, Mayıs 2000. SONYEL, Salahi R., ”İngiltere Dışişleri Bakanlığı Belgelerine Göre: Osmanlı Padişahı Abdülhamit 48 Saat İçinde Kıbrıs’ı İngilizlere Nasıl Kiraladı?” ,Belleten, Cilt XLII, Sayı 165-168, Ankara, 1978. TOPUZ, Hıfzı, “6/7 Eylül Olayları ve Aknoz Paşa’nın Yasakları”, Tarih ve Toplum, Sayı 81, İstanbul, Eylül 2000. TÜRKER, Orhan, “6/7 Eylül Olaylarının İstanbul Rum Basınındaki Yansımaları”, Tarih ve Toplum, Cilt 30, Sayı 177, Eylül 1998, ss.13-16. YEŞİLYURT, Süleyman, “Bayar Gerçeği”, Milliyet, Ankara, 2005. 225 Ulvi KESER ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) V. Sözlü Tarih Çalışması KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf R. Denktaş ile 8 Temmuz 2003 tarihinde Lefkoşa’da yapılan görüşme. Aydın Samioğlu ile 29 Kasım 2004 tarihinde Lefkoşa’da yapılan görüşme. 226 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal Of Modern Turkish History Studies XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 227-244. İZMİR SUİKASTI MAHKÛMLARI İÇİN 1956 YILINDA YAPILAN BİR İADE-İ İTİBAR GİRİŞİMİ Ahmet MEHMETEFENDİOĞLU* Cemal Necip GÜREL** Öz Yakın dönem siyasal tarihimizin en önemli davalarından olan İzmir Suikastı Davası’nın bilinmeyen boyutlarından biri de, idam edilen mahkûmların yakınları ve ailelerinin durumu idi. Dava dosyası, kararların verilmesi ve infazların yapılmasının ardından kapanmış olmasına karşın; yaşananlar ve sonuçları, aileler için hiçbir zaman unutulmayacak bir sürecinde başlangıcını oluşturmuştu. Bu makalede, 1956 yılında gazetelerde yayınlanan bir mevlit ilanının ardından gündeme getirilen İzmir Suikastı Mahkûmlarına İade-i İtibar girişiminin arka planı ve bu doğrultuda yaşanan tartışmaların kamuoyuna yansımaları konu edilmektedir. Anahtar Sözcükler: İstiklal Mahkemeleri, İzmir Suikastı Davası, Yeni Bahçeli Nail, Fahri Can, İade-i İtibar. A REFUNDABLE CREDIT ATTEMPT FOR CONVICTS OF IZMIR IN 1956 Abstract A Refundable Credit Attempt for Convicts of Izmir in 1956 one of the unknown issues of Izmir assassination which is the most important political trials in the near past is the condition of families of the convicts sentenced to death. Although the trial finished after the verdict and execution, experiences and its results were the beginning of a process which have never been forgetten by the families. In this article, it is examined that the background of a refundable credit attempt for the convicts of Izmir after a mevlit (Islamic memorial service) announcement published in the newspapers in 1956 and the discussions in the public opinion. Keywords: Revolution Court, The Trial of Izmir Assassination, Yeni Bahçeli Nail, Fahri Can, Refundable Credit. * ** Yrd. Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, (a.mehmetefendioglu@deu.edu.tr). Tarih Uzmanı, (cemalgurel@hotmail.com). 227 Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Giriş 1956 yılının Ağustos ayında gazetelerde yer alan bir mevlit ilanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve devrimlere uzanan yıllara ait bazı tartışmaların yeniden açılmasına neden oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e 1926 yılında İzmir’de yapılması planlanan suikast girişiminin ele alındığı İzmir suikastı davasının 30. yıldönümüne denk gelen bir tarihte gazetelere verilen ilanda, eski İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Yenibahçeli Nail, maliye eski nazırı Cavit, Ardahan Mebusu Hilmi ve Dr Nazım Bey’lerin ruhlarına ithaf edilmek üzere, 25 Ağustos 1956 cumartesi günü, ikindi namazını müteakip İstanbul Şişli Camii’nde mevlit okutulacağı duyuruluyordu. Mevlit organizasyonunu düzenleyen ise, ünlü İttihatçılardan Yenibahçeli Nail’in oğlu Nadir Nail Keçili’ydi1. Mevlit için Şişli Camii avlusunda toplanan kalabalık içerisinde eski İttihatçılar önemli bir yer tutuyorlardı. Saat 16 dolaylarında başlayan mevlide mahkûmların aileleri ve yakınlarının yanı sıra hatırı sayılır bir meraklı izleyici grubu da eşlik ediyordu. Hafız Esad Gerede, Hafız Mecid Sesigür, Hafız Cevdet Soydanses gibi dönemin saygın hocaları tarafından okunan mevlit, duaların ardından sona ermişti2. Ankara İstiklal Mahkemesi Üyeleri 1 Zafer, 24 Ağustos 1956. 2 Tercüman, 26 Ağustos 1956. 228 İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Mevlidin son bulmasıyla birlikte dağılan kalabalığın ardından Şişli Camii avlusunun bir köşesinde toparlanmaya başlayan topluluk dikkatleri çekiyordu. Mevlide katılanlar arasında bulunan eski ittihatçılardan Hüseyin Cahit Yalçın, Dr. Fahri Can, Hüseyin Ulvi, Hâmit Ortaç, Emin Vefa Gerçek, Arif Hortaç, Hüseyin Derer, Raif Alpın gibi, kamuoyunun yakından tanıdığı isimler bu grup içerisinde yer almaktaydı3. O günün bir diğer tanığı da henüz dokuz yaşında olan, Yenibahçeli Nail Bey’in aynı adı taşıyan torunu Nail Keçili’ydi4. Mevlitten sonra meraklı gazetecilerin görüşlerine başvurduğu eski ittihatçılardan Fahri Can’ın dillendirdiği, yargılamaların yenilenmesi ve idam edilenlerin itibarlarının iade edilmesi isteği, İstiklal Mahkemelerine ilişkin yeni bir tartışmayı da başlattı. Dr. Fahri Can 1. Fahri Can Ne Diyordu? Bilindiği gibi 1926 yılı Haziran ayında bir ihbar üzerine başlayan ve Cumhuriyet dönemi siyasal hayatının en önemli davalarından birini oluşturan “İzmir Suikastı Davası”; İzmir ve Ankara yargılamalarını takiben aynı yıl içinde sona ermiş ve olaya karışan sanıklar, başta idam olmak üzere çeşitli cezalara çarptırıldıktan sonra dosya kapanmıştı.5 Fahri Can ve arkadaşlarının iade-i itibar isteğinden çok önce de, İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanan ve çoğu idama mahkûm edilen sanıkların aileleri 3 4 5 Dünya, 27 Ağustos 1956. Bugün bu kampanyanın hayattaki tek tanığı olan ve bilgisine başvurduğumuz Sayın Nail Keçili bu girişim hakkında çok fazla şey hatırlamadığını söyledi. Makalemize görsel malzeme ve dedesini anlatan bir yazıyla destek veren Sayın Keçili’ye teşekkür ederiz. İstiklal mahkemeleri için bkz.: Ergun Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Cilt:1-2, İzmir, 1995. 229 Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) bazı taleplerde bulunmuşlardı. Bu taleplerin en başında mahkûmların dava süresince tutmuş oldukları günlükler, yazmış oldukları mektuplar gibi özel eşyalarının iade edilmesi ve mahkûmların naaşlarının ya da cenazelerinin gömüldüğü yerlerin ailelere bildirilmesi geliyordu. Bu yöndeki en dikkat çekici çabayı, Ankara yargılamaları sonucunda idama mahkûm edilen Cavit Bey’in yakınları ve arkadaşları göstermişti. Bu süreçte İttihatçıların ünlü maliye nazırı Cavit Bey’in yakın dostlarından olan Hüseyin Cahit Yalçın, olayın ardından Cavit Bey’in kabrinin yerini öğrenmek için İstiklal Mahkemesi üyelerinden Kılıç Ali’nin yardımını istemiş ve onun aracılığıyla İstiklal Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya’yı ziyarete gitmiş ancak bu girişimi sonuçsuz kalmıştı6. Cavit Bey’in eşi Aliye Hanım’da, çeşitli dönemlerde arayışlarını sürdürmesine rağmen sonuç alamamıştı. Aliye Cavit Hanım’ın 1947 yılında, olayın 21. yıl dönümünde gazetelere vermiş olduğu bir ilan, ailelerin bu isteklerinin kamuoyuna yansıyan ve bilinen ilk girişimiydi7. Şişli Camii avlusunda kendisiyle görüşen gazetecilere, aileler adına da görüş bildiren eski İttihatçılardan Fahri Can, sözlerine İstiklal Mahkemesi kararlarını ele alırken, mahkemenin adaletsizliği, kararların hatalı olduğu bahsinde, bir iddialarının olmadığının altını çizerek başlamıştır. Fahri Can’ın bu üslubu ile İstiklal Mahkemelerini doğrudan hedef almaktan kaçındığı dikkat çekmekteydi. 1939 yılında CHP ve Hükümet yetkililerinin yayınlamış oldukları bir tebliğ ile Ankara İstiklal Mahkemesi’nin, İzmir Suikastı girişimi davasında gıyabında hapis cezası alan Rauf Orbay hakkındaki hükmünün, adli bir hata olarak nitelenmiş ve yok hükmünde (keemlen yekün) 8 sayılmış olmasına atıf yapan Fahri Can; 1926 yılındaki yargılamalarda, başka adli hataların da yapılmış olması ihtimaline dikkat çekmiştir9. Şişli Camiinde Düzenlenen Mevlit ve Nadir Nail Bey ile oğlu M. Nail Keçili 6 7 8 9 Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, İş Bankası yay., İstanbul, 2001, s.382. Tanin, 18 Temmuz 1947. Kararın siyasi, hukuki anlamda yok hükmünde sayılması. Akşam, 26 Ağustos 1956. 230 İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) İnsaniyet Namına! Sevgili ve kıymetli zevcim esbak Maliye Nazırı Cavit Bey’in haksız olarak uğradığı felaketi müteakip cesedini ailesine teslim etmemişlerdi. Ben de o felaketten sonra uzun müddet kendime malik olamadığımdan nerede olduğunu akrabalar vasıtasıyla anlamak mümkün olamamıştır, öğrenemedim. Bundan bir kaç sene evvel bizzat Ankara’ya giderek o zamanki İstiklal mahkemesi reisi bulunan Ali Çetinkaya’dan sordurmuştum. Ve zevcimin hapishanede iken ailesine yazmış olduğu hatıra defterini de bilmediği cevabını verdi. Hâlbuki felaketten sonra hapishane müdürünün kendilerine teslim etmiş olduğunu da haber almıştım. O zaman Ankara’da bulunup bigünah zevcimin kabrini bilen varsa bana insaniyet namına haber vermesini, bir gadre uğramış vatandaşa manevi bir yardım edilmesini pek çok yalvarırım. Aliye Cavit Rauf Orbay’ın bu hükümet tebliğiyle yetinmeyip iade-i muhakeme talebiyle askeri temyiz mahkemesine başvurarak, İstiklal Mahkemesi’nin 1926 yılında hakkında vermiş olduğu kararı kaldırttığına değinen Fahri Can, bu kararın bir hukuki sonuç doğurduğunu belirterek, bu sonucun aynı durumda olan diğer mahkûmlar için de örnek teşkil edeceğine işaret etmiştir. Fahri Can’a göre; “İdam edilenlerin çocukları ve diğer akrabaları, toplum içerisinde “alnı lekeli” olarak gezmektedir ve söz konusu yargılamalarda bir adli hata yapılma olasılığı mevcutsa aradan geçen uzun zamana rağmen bu hatayı düzelterek bu insanların hak arayışlarına destek olmak her şeyden önce vicdani bir görev olmalıydı”. Ailelerin bu mücadele de kararlı olduklarını dile getiren Can; yeniden muhakeme talebinde bulunmak üzere hükümete başvuracaklarını ifade ederek yetkili mercilerin gerekeni yaptıktan sonra mahkûmların naaşlarının da “hakiki yerlerine yani Hürriyeti Ebediye tepesine getirilmesini” dilediklerini beyan etmiştir10. 10 Tercüman, 26 Ağustos 1956. 231 Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Peki, bu tartışmalarda hukuki bir dayanak olarak gösterilen Rauf Orbay kararı neydi ve neyi ifade etmekteydi. Bilindiği gibi İzmir Suikastı girişiminde rolü olduğu iddiası ile Terakkiperver Fırka’nın pek çok yöneticisiyle birlikte İstiklal Mahkemesinde yargılanan Rauf Bey, dava süresinde yurt dışında bulunduğu için gıyabında yargılanmış ve nihayetinde İstiklal Mahkemesinin 26 Ağustos 1926 tarih ve 111/69 sayılı kararıyla on yıl hapis cezasına mahkûm edilmişti11. Rauf Bey, gıyabında yargılandığı ve hüküm giydiği İzmir Suikastı davası sonucunda kendisine isnat edilen suçları ve kararı hiçbir zaman kabul etmemiş, ancak kararı temyiz edemeyeceği için de Yeni Bahçeli Nail Bey yurda dönmemiş ve yurt dışında kalarak İngiltere, Hindistan, Çin ve Mısır gibi ülkelerde yaşamına devam etmişti12. Cumhuriyetin ilanının 10. yıldönümü nedeniyle çıkartılan genel af kapsamında, 26 Ekim 1933 tarihli, 2330 sayılı kanunun 8. maddesinde yer alan; “İzmir suikastı mahkûmları affolunmuştur” hükmü gereğince diğer mahkûmlar gibi Rauf Orbay’da affa uğramıştı. 5 Temmuz 1935’te Türkiye’ye dönen Rauf Bey, 22 Ekim 1939 tarihli bir beyanname ile milletvekilliğine aday gösterilmiş ve Kastamonu Mebusu seçilmişti.13. Fahri Can’ın ses getiren açıklamalarını yayınlanan gazeteler haberi “İzmir suikastı yeniden ele alınıyor” başlığıyla kamuoyuna duyurdular. Kamuoyu, 11 12 13 Yaşar Şahin Anıl, İzmir Suikastı Davası, İstanbul, 2005, ss.196-197. Mustafa Alkan, “Hüseyin Rauf Orbay’ın Hayatı (1880- 1964)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.XX, Sayı: 59, Ankara, Temmuz 2004, s.614. Cemil Koçak’a göre bu beyanname, tamamen siyasi içeriğe sahip ve hukuki herhangi bir geçerliği sahip olmayan bir metindi ve CHP yönetimi yayınladıkları bu beyanname ile İstiklal Mahkemeleri’nin kararlarının siyasi mahiyetini açıkça itiraf etmişti. Bkz; Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi C.II, İletişim Yay. İstanbul, 2007. ss. 106-109. Rauf Orbay’da CHP yönetiminin siyasal bir metin üzerinden oldu bitti yöntemi ile meseleyi çözme yolunu seçtiğini ifade ederek kendisinin buna rağmen mücadelesine devam ettiğini ve 1941 yılında emeklilik aylığı işini bahane ederek Askeri Temyiz Mahkemesine yapmış olduğu bir müracaat ile İzmir suikastı davasını yeniden açtığını ve beraat kararı aldığını belirtmekte ise de temyiz mahkemesinden almış olduğunu iddia ettiği karara ilişkin bir belge, görebildiğimiz kadarıyla anıları da dâhil olmak üzere herhangi bir kaynakta yayınlanmamıştır. Bkz.: Rauf Orbay’ın Hatıraları, Haz.: Osman Selim Kocahanoğlu, Temel yay., İstanbul, 2005, s.424. 232 İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) davaların yeniden görülüp görülmeyeceğini merak ediyordu. Tanınmış hukukçuların demeçleri, gazetelerin ilk sayfalarında yer buluyordu. Konuyla ilgili görüşlerine başvurulan Adliye Eski Vekili Fuat Sirmen, yürürlükteki mevzuat dâhilinde hükümete müracaat ederek bir sonuç alınmasının mümkün olmadığını beyan etmekteydi. Dönemin tanınmış Ceza Hukukçularından olan Nail Tamer ise, mevcut hukuk sistemi içerisindeki kanuni yolların belli olduğunu, eğer bir adli hata iddiası ileri sürülüyorsa bunun için, “tashih-i karar” ve “iade-i muhakeme” yollarından yürünebileceğini ancak, bu yollardan gitmek için de hükümete veya Meclise başvurmakla sonuç alınamayacağını belirtmiştir. “Tashih-i karar” isteği için Adliye Vekâleti Cumhuriyet Baş Müddeiumumiliğine, “iade-i muhakeme” talebi için ise kararı vermiş olan mahkemeye müracaat yapılabileceğine ve bunun için de yeni delillerin elde edilip adli makamlara beyan edilmesi gerektiğine değinen Tamer; bütün bu kanuni yolları izlerken en çok dikkat edilmesi gereken hususun mürur-ı zaman14 olduğunun da altını çizmiştir15. Böylelikle, daha gündeme geldiği ilk günden hukuki olarak sonucu belli olan bu tartışma siyasi bir boyuta dönüşerek, hukuktan çok tarafların kamuoyu desteğini arkalarına alma kampanyasına dönüşmüştür. Bu sürecin ön plana çıkan isimlerinden ve kendisi de istiklal mahkemelerinde yargılanmış olan Hüseyin Cahit Yalçın bu kampanyaya destek verenlerin arasındaydı. Kendisine bu doğrultuda yöneltilen sorulara; “İzmir suikastı dâvasında adli hataya kurban gidenler varsa, ailelerinin bu davanın yeniden görülmesi için müracaat etmeleri onların haklarıdır. Dâva yeniden görüldüğü takdirde adaletin yerini bulacağından eminim” cevabını veren Yalçın, yargı sürecinde adli hata olup olmadığı yönündeki soruya ise manidar bir şekilde cevap vermiş ve sorunun İstiklal Mahkemesinin eski üyelerinden Kılıç Ali’ye sorulmasını gerektiğini ifade etmiştir16. 2. Kılıç Ali: Bu İşten Çekinmem İzmir suikastı davasına bakan Ankara İstiklal Mahkemesi heyetinin üyelerinden biri olan ve 1956 yılında mahkeme heyetinin hayatta kalan tek üyesi olan Kılıç Ali ise basın mensuplarına yapmış olduğu açıklamada; “Ben bu davaya bakan hâkimim. Görüşümü verdiğim kararla belirtmiştim. Bugün o kararların müdafaası yalnız benim şahsıma kalmıştır. Bu işten çekinmem. Adli hata olup olmadığının araştırılması için hukuki bir yol varsa, elbette bu yola başvurulabilir” ifadesini kullanarak, kendini ve mahkeme heyetinin vermiş olduğu kararı savunmuştur17. 14 Zaman aşımı. 15 Akşam, 26 Ağustos 1956. 16 Akşam, 27 Ağustos 1956. 17 Akşam, 27 Ağustos 1956. 233 Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Kamuoyunun konuya gösterdiği yoğun ilgi üzerine ertesi gün gazetelere yeni bir açıklama daha gönderen Kılıç Ali; “ Mevzuat müsaitse böyle bir temenniye ben de iştirak ediyorum. Bu takdirde İstiklâl, mahkemesi kararlarının ne kadar âdilâne, ne kadar vatanperverane olduğu bir kere daha tezahür etmiş olur. Bilindiği gibi, İstiklâl Mahkemelerinin bütün davaları aleni cereyan etmiştir. Bu alenî muhakemelerin zabıtları, evrak-ı tahkikiyesi Büyük Millet Meclisi arşivlerinde mahfuzdur zannediyorum” ifadesi ile savunmasını sürdürmüştür18. Davanın yargılayan ve yargılanan tarafların görüşlerinin basına yansımasının ardından sıra idam edilen mahkûmların yakınlarına ve aile fertlerine gelmişti. Akşam Gazetesi’nden Remzi Tozanoğlu’nun idam edilen Maliye eski Nazırı Cavit Bey’in eşi Aliye Cavit Hanım’la yapmış olduğu röportaj ailelerin görüşlerini yansıtması açısından oldukça önem taşımaktaydı. Otuz yılı aşan uzun bir suskunluk döneminin ardından ilk kez basına konuşan Aliye Hanım, eşi Cavit Bey’in haksız yere idam edildiğini ve suçsuz olduğunu belirterek, eşinin şahsi bir kinin kurbanı olduğunun altını çizmiştir. İzmir Suikastı olayı ortaya çıktığında Cavit Bey’in istese kolaylıkla yurtdışına kaçabilme imkânına sahip olduğunu ifade eden Aliye Hanım, eşinin masum olması nedeniyle kaçmaya gerek duymadığını ve teslim olduğunu ancak yapılan yargılamalar sonucunda adaletin de tecelli etmediğine değinmiştir. Aliye Hanım’ın röportajında dikkati çeken unsur; kendisinin yeniden yargılanma ve iade-i itibar talebinde bulunmaktan çok eşinin na’şını bulma arzusu olmuştur. Aliye Hanım’ın röportaj sırasında vermiş olduğu şu demeç ailelerin isteğini daha açık bir şekilde ifade etmekteydi. “Bütün ısrarlarıma rağmen Cavid’in değil cenazesini vermek, mezarının nerede olduğunu dahi söylemediler. Ve bugün ben bir mezar ziyareti bile yapamıyorum. Sonradan sızan haberlere göre, idama mahkûm edilenlerden Nail Bey, Hilmi Bey, Doktor Nazım ve Cavid’i bir arada bir yere gömmüşler. Fakat orayı dahi söylemediler” 19 Aile olarak yaşadıkları sürecin kendilerini derinden etkilediğini belirten Aliye Hanım, o yıllarda otuz iki yaşında olan oğlu Şiar’ın resmini göstererek; “Yavrum büyüyüp de her şeyi öğrendiği zaman: “Ben hâkim olacağım ve hakiki adalet uğrunda çalışacağım diyerek hukuk tahsili yaptı. Şimdi Paris’te doktorasını vermek üzeredir. O bundan sonra kendini adalete vakfedecektir” ifadesi ile sözlerine son vermiştir20. Tercüman Gazetesi muhabiri Salim Bayar’ın idam mahkûmlarından Yenibahçeli Nail’in21 oğlu Nadir Nail Keçili ile yapmış olduğu röportaj da 18 Akşam, 27 Ağustos 1956. 19 Akşam, 30 Ağustos 1956. 20 Akşam, 30 Ağustos 1956. 21 İzmir Suikastı girişimi davasının önemli isimlerinden biri olan Yenibahçeli Nail Bey’in hayatı ve suikast girişimindeki rolü, dava sürecinde kendisine yöneltilen suçlamalar ve 234 İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ailelerin görüşlerini yansıtması açısından büyük öneme sahiptir. 25 Ağustos 1956 tarihinde Şişli Camiinde okutulan mevlidi organize eden isim olan Nadir Nail Bey vermiş olduğu demeçte babasının idam kararını öğrendiğinde 16 yaşında olduğunu ve babasının masumiyetine inandığını belirterek infazlar sonrasında yaşadıkları olaylara değinmiştir22. İnfaz olayının ardından 1929 yılında Ankara’ya giderek babasının mezarını aradığını ve bazı aile dostlarının yardımı ile mezarları bulduğunu belirten Nadir Nail Bey; Ankara’da idam edilen Yenibahçeli Nail, maliye eski nazırı Cavit, Ardahan Mebusu Hilmi ve Dr. Nazım Bey’lerin aynı mezara gömüldükleri bilgisine ulaştığını, mezar yerini tespit ederek etrafını taşlarla düzelttiğini ve üzerlerine çiçekler koyarak mezarın kaybolmasını önlemeye çalıştığını ifade etmiştir. Mezarlara gösterdiği bu ilginin kısa süre içinde dikkat çektiğine değinen Nadir Nail Bey, İstiklal Mahkemesi üyelerinden birisinin kendisine; “Bunların üzerlerine çiçek filân koyma sonra, tamamıyla kaybedersin” diyerek engel olduğunu, ilerleyen yıllarda eski İttihat ve Terakkicilerden Memduh Şevket Esendal’ın yardımı ile mezarları bir yere nakletmeyi düşündüklerini ancak başarılı olamadıklarını ve nihayetinde 1953 yılında mezara ulaşarak içinde bulunan kemiklerini toplatarak aynı tabut içinde Ankara Asri Mezarlığında yaptırdığı bir kabre gömdürdüğü bilgisini vermiştir23. Tartışmanın giderek büyümesiyle birlikte basının da olaylar karşısında aldığı tutum netleşmeye başlamıştı. Cumhuriyet Gazetesi’nde imzasız olarak yayınlanan “Kendi Kendimizi Tenkit” başlıklı bir yazıda 30 Ağustos Zafer Haftası sırasında konunun gündeme getirilmesine dikkat çekilerek, böylesine önemli bir tarihte yeni kavgalar ve yeni küslükler yaratabilecek bir tartışmanın başlatılması eleştirilmekteydi.24. Tercüman Gazetesi yazarı Kadircan Kaflı ise, kaleme aldığı “Acaba Hata Var mı” başlıklı makalesinde; İstiklal Mahkemeleri’nin geçmişte bazı hatalı kararlara imza attığını ve bu açıdan kararın yeniden muhakeme edilmesinin faydalı olacağına değinmekle birlikte zamanın bunun için elverişli olmadığına dikkati çekmekteydi25. savunması üzerinde çalışmaya devam ettiğimiz başka bir araştırmaya konu olacağı için Yenibahçeli Nail Bey’in öyküsüne bu yazıda yer vermedik. Nail Bey ve Keçili Ailesinin üç kuşağının hayat hikâyesini yetkin bir dil ile anlatan ayrıntılı bir çalışma için bkz.: İrem Barutçu, Nail, İstanbul, 2012. 22 Tercüman, 26 Ağustos 1956. 23 A.g.g., 26 Ağustos 1956. Mezarların yeri ile ilgili olarak elde edilen bilgilerde çelişkiler vardır. Aliye Hanım kendisi ile yapılan röportajlarda bir bilgiye sahip olmadığını belirtirken, Nadir Nail Bey naaşları Cebeci’de bir mezara taşıttığı bilgisini vermektedir. Cavit Bey’in oğlu Şiar Yalçın ise, 2004 yılında verdiği bir röportajda; yılını belirtmemekle birlikte babasının mezarının Aliye Hanımın talebi ve Celal Bayar’ın yardımı ile Cebeci’ye taşındığı bilgisini vermektedir. Bkz. Aksiyon, 1 Mart 2004. 24 Cumhuriyet, 28 Ağustos 1956. 25 Tercüman, 29 Ağustos 1956. 235 Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Milliyet Gazetesi köşe yazarı Refii Cevat Ulunay ise, ailelerin söz konusu taleplerini doğal karşılamakla birlikte, yeniden yapılacak yargılamaların bir kapı aralayacağını ve İstiklal Mahkemelerinin aldığı tüm kararların gözden geçirilmesi gerekeceğine dikkat çekmekteydi. Ulunay, açılan bu kapıdan hareketle İttihat ve Terakki döneminde yapılan haksızlıklar, suiistimaller ve idamlar içinde aynı yolun izlenip izlenmeyeceği sorusunu yönelterek, küflenen maziyi tekrar eşelemenin ne derece doğru olduğu sorusunu sormaktaydı26. Yürütülen kampanyaya karşı en ağır eleştiri Akis Dergisi’nden gelmişti, Dergi’nin, Yurtta Olup Bitenler başlıklı köşesinde yayınlanan bir yazıda, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e suikast düzenlemek suçu ile yargılanarak idama mahkûm edilenler hakkında yürütülen kampanyanın hukuki açıdan hiç bir sonuç doğurmayacağının herkes tarafından bilindiği, buna karşın ısrarlı bir şekilde konunun gündeme getirilmesinin nedeninin İsmet İnönü’yü hedef almak olduğuna dikkat çekiliyordu. Dergi, Milli Mücadeleye isyan eden Çerkez Ethem başta olmak üzere, Kubilay’ı şehit edenlerin aileleri, Şey Sait’in torunları, Şark isyanında cezalandırılan isyancıların aileleri ve dahası Milli Mücadele döneminde esir edilen Yunan Kumandanı Trikopis’in karısının da adalet arayışı için sırada bekliyor olması ihtimalini ironik bir şekilde dillendirmişti27. 3. Faik Günday: Gayem Tarihe Hizmettir İzmir Suikastı girişiminin ve yargılamaların büyük bir hızla kamuoyunun gündemine gelmesinin ve basında yaşanan tartışmaların alevlenmesinin hemen ardından 1 Eylül 1956 tarihli Dünya Gazetesi’nin baş sayfasında çıkan tanıtım spotunda İzmir suikastının asli faillerinden olan ve idama mahkûm edilen Ziya Hurşit’in ağabeyi Faik Günday’ın hatıralarının bir tefrika halinde yayınlanmaya başlanacağının duyurulması olayın seyrinin başka bir boyuta taşıyacaktı28. Mevlit olayı ve ardından yürütülen İade-i İtibar kampanyasına da değinilen tefrikanın tanıtım yazısına göre, hasta döşeğinde yatan, üstelik kardeş acısı da çekmesine rağmen otuz yıllık suskunluğunu bozarak konuşmaya karar veren ve kendi ifadesiyle Faik Günday’ı memleket tarihine son bir hizmette bulunmağa sevk eden neden; olayın bir suikast girişimi olmasının ötesinde esas amacının muhalefeti tasfiye etmek olduğuna ilişkin kamuoyunda yaratılan yanlış düşüncelerdi29: 26 Milliyet, 28 Ağustos 1956. 27 Akis, 1 Eylül 1956. 28 Dünya, 1 Eylül 1956. Faik Günday’ın tüm hatıraları tek bir kitap altında toplanmıştır ayrıntılı için bkz., İki Devir Bir İnsan Ahmet Faik Günday ve Hatıraları, Haz.: Süleyman Beyoğlu, Bengi Kitap, İstanbul, 2011, ss.458-475. 29 Dünya, 3 Eylül 1956. 236 İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Günday: “Bugün, ilk defa konuşmak lüzumunu hissediyorum. Çünkü geçenlerde bir doktorun, suikasttan dolayı idam edilenlerden bazılarının çocuklarının ve akrabalarının iade muhakeme talebinde bulunacaklarına dair sözlerini gazetelerde okudum. Buna imkân olmadığını tahmin ediyorum. İzmir suikastı etrafında hâlâ bazı tereddüt ve dedikodular olmaktadır. Bu suikast bir tasavvur mudur, teşebbüs müdür, tam veya nakıs teşebbüs müdür? Buraları tamimiyle vuzuh bulmamış gibi görünmektedir. Hâdisenin bu tarafı hukukçuların halledeceği bir mesele. İsteyen tarafsız hukukçular, mevcut mahkeme dosyalarını tetkik eder ve bir kanaate varırlar. Ama benim gibi bu vakıanın cereyan ettiği tarihte, tertiptiler arasında yaşayanlar, hakikati olduğu gibi açıklamak mecburiyetindedirler. Tarihe mal olmuş bir vakıayı naklederken asla şahsi ilişkilerin tesiri altında kalmamalıdırlar. Hatta şahsen mutazarrır dahi olsalar, tarihî hakikatleri tahrif etmemelidirler. Dün ve Bugün Dergisinin 21 Eylül 1956 tarihli 44. sayısının kapağı Çeşitli iddiaların ortaya atıldığı şu günlerde ben gördüğüm ve bildiğim hakikatleri tarihe tevdi etmek için, aradan otuz yıl geçtikten ve uzun zaman köşemde yaşadıktan sonra ilk defa konuşuyorum. Sözlerimle kimseyi suçlama maksadım yoktur. Gayem, sırf tarihe hizmettir. Bu itibarla, kimsenin üzülmemesini ve kuşkulanmamasını bilhassa isterim. 30” sözleri ile anılarını yazma gerekçesini kamuoyu ile paylaşıyordu. Dünya Gazetesi’nde yayınlanan tefrikaya cevap çok geçmeden, Dün ve Bugün Dergisi’nden geldi. 4 Kasım 1955 tarihinde yayın hayatına başlayan ve kırk sekiz sayı yayınlanan dergi Eşref Ekicigil ve Feridun Kandemir yönetiminde çıkmaktaydı. Dün ve Bugün dergisi ilk sayısından itibaren takip ettiği yayın politikası ve özellikle İstiklal Mahkemeleri hakkındaki yayınları ile dikkat çekmişti. Feridun Kandemir, derginin ilk sayılarında Kılıç Ali’nin yayınlanan İstiklal Mahkemesi Hatıralarına atıfla “Kılıç Ali Hakikatleri Tahrif Ediyor” başlığı altında bir dizi cevap vererek bir polemik başlatmıştı. 1955 yılında Kandemir 30 Dünya, 3 Eylül 1956. 237 Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) imzası ile Ekicigil Yayınları’ndan çıkan iki ciltlik İzmir Suikastının İç Yüzü31 başlıklı yayının ardından yine aynı yıl okurlarla buluşan ve Sel Yayınları’ndan çıkan Kılıç Ali’nin İstiklal Mahkemesi Hatıraları32 başlıklı kitabı ikilinin arasındaki tartışmayı başlatan temel neden olmuştu. Dün ve Bugün Dergisi’nde yayınlanan “Kılıç Ali Hakikatleri Tahrif Ediyor” başlıklı ilk yazısını, İstiklal Mahkemesi üyelerinden Kılıç Ali’ye hitapla “... Sizi susturuncaya veya hatanızı itiraf ettirinceye kadar yakanızı bırakmayacağız!” sözleri ile bitiren Kandemir gerçekten de sözünü tutmuş ve derginin çeşitli sayılarında İstiklal Mahkemeleri’ni konu ederek polemiği sürdürmüştü33. 21 Eylül 1956 tarihli 44. sayısını tamamıyla İzmir suikastı Nadir Nail Keçeli’nin davasına ayıran dergi, “İstiklal Ulus Gazetesine verdiği Mahkemeleri Adil Değil miydi?” 24 Agustos 1956 tarihli mevlit ilanı. manşeti ile okuyucuyla buluşacaktı. Derginin orta sayfalarında yer alan ve “Hadiseyi Tazeleyen Dr. Fahri Can Ne Diyor?” başlığını taşıyan röportaj ise, Fahri Can’ın yaşanan tüm sürece verdiği yanıtlar itibari ile oldukça önemli bir yer tutmaktaydı. Sözlerine İstiklal Mahkemesinin adaletsizliğinden bir an bile şüphe etmediği vurgusuyla başlayan Can; en adil mahkemeler ve en dürüst hâkimlerin bile adli hataya düşebileceklerini belirterek bu olasılığın dünya hukuk sistemi içerisinde dahi yer edindiğini bundan dolayı istinaf ve temyiz mahkemelerinin teşkil edildiğine değinmiştir34. İzmir Suikastı davasının temel dayanağı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e suikast teşebbüsünün tüm millet nezdinde olduğu gibi mahkeme heyeti üzerinde de heyecan ve infial yarattığına dikkat çeken Can, bu koşullar altında bir adli hatanın vücut bulması olasılığının yüksek olduğunu, nitekim mahkeme sonucunda gıyabında 10 yıl hapis cezasına çarptırılan Rauf Orbay 31 Feridun Kandemir, İzmir Suikastının İçyüzü, Cilt:1-2, İstanbul ,1955. 32 Kılıç Ali, İstiklal Mahkemesi Hatıraları, İstanbul, 1955. 33 Kandemir, “Kılıç Ali Hakikatleri Tahrif Ediyor”, Dün ve Bugün, C.I, S.1, İstanbul, Kasım 1955, s.34. 34 A.g.d., s.18. 238 İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) hakkındaki kararın ilerleyen yıllarda adli hata olarak kabul edildiğine işaret ederek diğer mahkûmlar hakkında da adli hata olasılığının söz konusu olabileceği şüphesini yinelemiştir35. Kendisine yöneltilen, Atatürk’ün ismini bu işe karıştırdığı ithamlarından çok rahatsız olduğunu belirten Can, Cumhuriyetin kurucusu olan Büyük Atatürk’ün adının böylesine küçük işlerin içerisine karıştırılmasını saygısızlık olarak gördüğünü belirterek; “Ne Atatürk, herhangi bir mahkemeye emir verecek, hattâ böyle bir cürette bulunacağa müsamaha edecek adamdır, ne de Türkiye’de emirle, hem de böylesine en ağır hüküm ve karar verecek bir mahkeme tasavvur edilebilir” ifadesi ile Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü bu tartışmaların dışında tutmak istediğinin altını çizmiştir36. Mahkemelerde görev yapan hâkimlerin de insan olduğunu belirten Fahri Can, tüm insanlar gibi İstiklal Mahkemesi hâkimlerinin de hata yapabileceğine değinerek. İade-i muhakeme ve İade-i İtibar tartışmalarının yersiz ve zamansız olduğu yönünde eleştirilerde bulunanlara; “Böyle diyenlerin insaflarına müracaat ederim. Bu çocuklar tam otuz yıl beklemişlerdir” sözleri ile cevap vermiştir37. Basında yer alan ve kimi hukukçuların, ailelerin iade-i muhakeme taleplerinin hukuki olarak karşılanamayacağına yönelik görüşleri üzerine yöneltilen soruya da cevap veren Can; konu üzerinde adli ve hukuki münakaşaların yapılmasına hiç gerek olmadığını belirterek, İstiklal Mahkemelerinin doğası gereği olağanüstü durumlar ve şartlara göre kurulmuş olduğunu ve ona yönelik mevzularında olağanüstü durum ve şartlara tabi olması gerektiğine değinmiştir. Bu bağlamda konunun, mevcut hukuk sisteminin olağan şartları içerisinde değil daha geniş bir bakış açısıyla olağan üstü bir değerlendirme ile ele alınması halinde bir çözüm yolu bulunabileceğini ifade etmiştir38. Yapılacak düzenleme ile yeniden yapılacak bir değerlendirme de adli hatanın tespit edilmesi halinde, idam mahkûmları ve onların ailelerinin 30 yıldır, alınlarında taşıdıkları kara lekenin silinebileceğini değinen Fahri Can, “Demirse demir, kömürse kömür, meydana çıksın” ifadesi ile sözlerine son vermiştir39. 35 A.g.d., s.18. 36 A.g.d., s.19. 37 A.g.d., s.19. 38 A.g.d., s.20. 39 A.g.d., s.20. 239 Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Sonuç İzmir Suikastı girişimi davasının otuzuncu yılında bir mevlit organizasyonu ile başlatılan ve kamuoyu tarafından büyük bir ilgi ile takip edilen bu girişim, ilk başlatıldığı günkü ilgi ile devam ettirilememiş ve zaman içerisinde sonuçsuz kalmıştır. Ailelerin hangi mercilere başvurdukları ve ne netice aldıkları net olarak bilinmemekle birlikte, ilk günden beri hukuktan çok siyasal desteğe ihtiyaç duyduğu belli olan bu girişimin, dönemin iktidarı olan DP yönetimi tarafından desteklenmediği sonucuna varılabilir. Süreç içerisinde talep edilen, yeniden yargılama, iade-i itibar ve cenazelerin Abide-i Hürriyet Anıtına nakledilmesi talepleri noktasında bir sonuç alınamamasına karşın, ailelerin temel taleplerinden biri olan mahkûmların mezar yerlerinin tespit edilmesi talebinin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın yardımı ile karşılandığı sonucuna varılmaktadır. 240 İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) EK: İZMİR SUİKASTİNDE DEDEM NAİL BEY’İN ROLÜ M. Nail KEÇİLİ Bu yazıyı keyif alarak, mutlu olarak yazmadığımı ifade etmek isterim. Benim anlatımlarım ve yapılan çok ciddi araştırmalar neticesi, İrem Barutçu tarafından kaleme alınan “Nail40” kitabında dedem Yenibahçeli Nail Bey’den bir miktar bahsedilmektedir. Öncelikle belirtmekte yarar görmekteyim ki doktorzade Yenibahçeli Nail Bey ve doktorzade Yenibahçeli Şükrü Bey iki kardeş olarak özellikle İstiklal Savaşı’mız döneminde ülkeye çok büyük hizmetler vermiş, itibarlı, önemli şahsiyetlerdir. Ne yazık ki bu ülkenin en başarılı kişileri her dönemde olduğu gibi zavallıların zarar vermeleri ile karşılaşmışlardır. “Senden daha başarılı her kişinin vur beline kazmayı” eğer bu kişiler de siyasi ve devlet yetkisi olduğu takdirde Nail Bey’in başına geldiği gibi adamı astırırlar da. Nail ve Şükrü kardeşler İttihat Terakki’nin ünlü mensuplarındandı. Atatürk Anadolu’ya giderken, Nail Bey’e şimdiki adıyla Milli İstihbarat Teşkilatı’nın kurulmasını emreder. Ünlü silahşor Şükrü Bey ise Türk askeri için, İstanbul’dan Anadolu’ya gizli olarak silah gönderme de görevliydi. Şükrü Bey, Anadolu’ya hareket eden silah yüklü bir geminin İngilizler tarafından durdurulmasına karşın İngiliz cephaneliği olarak kullanılan Ayasofya’yı 20 adamı ile basarak işgal etmiş, silah dolu geminin bırakılmaması halinde Ayasofya’yı patlatacağı tehdidini İngilizlere ifade etmişti. Gemi bırakılır. Yenibahçeli Şükrü ve adamlarını yakalamak üzere harekete geçirir. Ancak İngilizler Ayasofya’ya girdiklerinde kimse yoktur. Şükrü Bey ve arkadaşları bildikleri dehlizlerden gitmişlerdir. Daha sonradan ismi İnönü Muharebesi olarak anılan savaşa İsmet İnönü gitmek istemez. Çoluk çocuğunu ve ailesini bahane eder. Yenibahçeli Şükrü’ye görev verilir ve pelerininin altına sakladığı silahının tehdidi ile İsmet Paşa savaşa gönderilir. Bu sıralarda Yenibahçeli Nail Bey, teşkilat-ı mahsusa yani Milli İstihbarat Teşkilatı’nın kuruluşunu yapmıştır ve teşkilatın komutanı olarak Batum’da dır . 40 İrem Barutçu, Nail, İstanbul 2012 241 Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Yenibahçeli kardeşlere düşmanlığı ile bilinen İsmet Paşa, “İzmir Suikastı” denen ve aslı hala tartışılan bir suikast katıldığı iddiasıyla önce Yenibahçeli Şükrü Bey’in idam edilmesinin uğraşını vermiş, beceremeyince sebebi hali bilinmez bir şekilde Yenibahçeli Nail Bey’i suikast suçlusu olarak astırmıştır. “Kararın tasdiki Atatürk’e şatafatlı bir yemekte zorla imzalattırılmıştır.” sözleri babam tarafından bana anlatılmıştı. Hani, zaman zaman bizlere de karambol de imzalattırılan evraklar gibi. Seneler geçer, babam ünlü bir müteahhittir. Ankara’nın sayılı zenginlerinden biridir. Bir gece Ankara Palas’da o zaman ki arkadaşları ile yemek yemekteydiler. Yanında kız arkadaşı vardır. Atatürk içeri girer. Bütün salon ayağa kalkmıştır. Babamın yanındaki hanımefendi de ayağa kalkmak ister. Yenibahçeli Nail Bey’in oğlu Nadir Nail Keçili kadını tutarak oturtturur. Mustafa Kemal bunu görmüştür. Sorar “Kimdir bu zat?” diye. Yanında Yenibahçeli Şükrü Bey vardır. “Şükrü Bey’in yeğeni” derler. Atatürk; “Nail’in oğlu demek” der ve korumaları tarafından dışarı çağrılır. Atatürk’ün odasına götürülür. Gazi gelir, “Bana neden bu hareketi yaptığını biliyorum oğlum” der. Üstüne basa basa “Baban benim hakiki silah arkadaşımdı. Onu ben astırmadım. Astıran İsmet’tir” dediğini babam bana defalarca anlatmıştı. O senelerde suikast suçlusu olarak asılan Nail Bey’in kardeşi Şükrü Bey, Atatürk’ün yanındaydı ve Ata ona büyük hizmetlerinin karşılığında şimdi Florya’da bulunan Deniz Köşkü’nün arkasındaki Highlife Plajı’nı hediye etmişti. Köşk daha sonra inşaa edildi. Köşk’ün inşaası sırasında İsmet Paşa, Atatürk’e “Şükrü’nün elinden bu araziyi alalım” der. “Neden?” diye sorar Ata. “Çünkü” der İsmet İnönü; “Şükrü, dünya çapında bir silahşör. Ağabeyini astık. İçinde mutlaka kin vardır. Sizi de, bizi de vurur, öldürür” der. Atatürk, “Dokunma. Şükrü beni vurmaya kalkanları vurur. Doğru yerdedir” der. Annem ile babamın flört ettikleri ve evlenme kararı verdikleri dönemde annemin babası Nasuhi Baydar Ulus Gazetesi Yazı İşleri Müdürü, Fenerbahçe’nin kurucusu ve CHP mebusudur. İsmet Paşa, büyükbabama tazyik ederek evliliğe mani olmak ister. Daha sonra batırılması için büyük gayret sarf eder. İktidara Demokrat Parti gelmiştir. Babam sıkı bir Demokrat Partili ve Celal Bayar ile Adnan Menderes’in çok yakınıdır. İstanbul’da büyük ve çağdaş mimari değişiklikler yapılırken, babam İmar Komisyonu Başkanı’dır. Bir sabah saat 05.00 gibi hava ağarırken, Adnan Bey ile birlikte Taşlık’taki İsmet Paşa’nın evinin karşısında ayakta konuşmaktadırlar. Pencereden ikisini gören Ömer İnönü, annemin çocukluk arkadaşıdır. Telefon eder. “Semra, seninki bizim evin karşısında. Burayı da yıkacaklar” der. Annem, “Benim tanıdığım Nadir, İsmet Paşa dahi olsa kimsenin evini paldır küldür yıktırmaz” der. Nitekim İsmet Paşa’nın evi sayesinde Taşlık’ta bulunan evlerin hiçbirine el sürülmez. İzmir suikastına dokunalım dedik. Bakın neler çıktı. 242 İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) KAYNAKÇA I. Gazeteler ve Dergiler Akis Dergisi. Aksiyon Dergisi. Akşam Gazetesi. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi. Cumhuriyet Gazetesi. Dün ve Bugün Dergisi. Dünya Gazetesi. Milliyet Gazetesi. Tanin Gazetesi. Tercüman Gazetesi. Zafer Gazetesi. II. Kitaplar ve Makaleler ALKAN, Mustafa, “Hüseyin Rauf Orbay’ın Hayatı”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, c. XX, Sayı: 59, Ankara Temmuz 2004. ANIL, Yaşar Şahin, İzmir Suikastı Davası, Kastaş Yay., İstanbul, 2005. AYBARS, Ergun, İstiklal Mahkemeleri, Cilt:1-2, İleri Yay., İzmir, 1995. BARUTÇU, İrem, Nail, Destek Yay., İstanbul, 2012. İki Devir Bir İnsan Ahmet Faik Günday ve Hatıraları, Yay. Haz. Süleyman Beyoğlu, Bengi Kitap, İstanbul, 2011. KANDEMİR, İzmir Suikastının İçyüzü, Cilt:1-2, Ekicigil Yay., İstanbul 1955. KANDEMİR, “Kılıç Ali Hakikatleri Tahrif Ediyor”, Dün ve Bugün, C.I, S:1, İstanbul, Kasım 1955. KILIÇ, Ali, İstiklal Mahkemesi Hatıraları, Sel Yay., İstanbul 1955. KOCAHANOĞLU, Osman Selim, Atatürk-Rauf Orbay Kavgası Milli Mücadele ve Sonrası, Temel Yay., İstanbul, 2012. 243 Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) KOÇAK, Cemil, Türkiye’de Milli Şef Dönemi C.II, İletişim Yay. İstanbul, 2007. Rauf Orbay’ın Hatıraları, Yay. Haz. Osman Selim Kocahanoğlu Temel Yay. İstanbul, 2005. YALÇIN, Hüseyin Cahit, Siyasal Anılar, İş Bankası Yay., İstanbul, 2001. 244 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal Of Modern Turkish History Studies XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 245-255. Çeviri Translation BÜYÜK BRİTANYA VE DOĞU SORUNU* Çeviren: Taner BULUT** Öz Eski ifadesiyle “ Şark Meselesi” olarak adlandırılan Doğu Sorunu, 19. yüzyılın tamamı ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nin hâkim olduğu topraklarla, Güney Asya, Uzakdoğu ve Afrika’nın paylaşılması ve sonradan Ortadoğu’daki enerji kaynaklarının sömürgeleştirilmesi yani kısaca sömürgecilik yarışı olarak tanımlanmaktadır. Prof. Dr. J. Holland Rose, bu makalesinde Doğu Sorunu kavramını, kavramın ortaya çıkmasını ve tarihsel gelişimini tarif ettikten sonra I. Dünya Savaşı’nda Almanya ve İngiltere arasındaki çekişmeye bağlı olarak Doğu Sorunu’nun savaş sürecinde ve savaştan sonra nasıl bir gelişme gösterdiğini ele almaktadır. Prof. Rose, savaş sonrası problemlerin Doğu Sorunu’nun geleceğini nasıl belirleyeceğini öngören bazı değerlendirmeler ile yazısını tamamlamıştır. Bu makale, Doğu Sorunu projesini temel alarak dış politikasına yön veren İngiltere’nin kavrama bakışını -neredeyse bir asır önce içerden bir gözle- ele alması bakımından çok önemlidir. Anahtar Sözcükler: Doğu Sorunu, Büyük Britanya (İngiltere), Almanya, I. Dünya Savaşı, İtilaf Devletleri, İttifak Devletleri. GREAT BRITAIN AND EASTERN QUESTION Abstract As being “Şark Meselesi” in old expression, the Eastern Question is identified as sharing the lands dominated by Ottoman Empire in the whole 19th century and at the beginnings of 20th century, South Asia, Far East, Middle East and then colonizing the energy resources, in short, the competence of colonialism. In this article Prof. Dr. Holland Rose, after describing the concept of Eastern Question, origination of concept and its historical development, handles how the Eastern Question made a progress in wartime and after the war depending on the rivalry between Germany and England at World War I. Prof. Rose * ** J. Holland Rose, “Great Britain and The Eastern Question”, The Journal Of International Relations, Vol. 12, No. 3, January/1922, pp. 307-319. Prof. Dr. J. Holland Rose, bu makaleyi kaleme aldığında Cambridge Üniversitesi’nde (University of Cambridge) deniz savaş (donanma) tarihi profesörüdür. Ayrıca, Nebraska Devlet Üniversitesi (State University of Nebraska) ve Amherst Koleji’nden (Amherst College) hukuk doktoru ünvanını da almıştır. Araş. Gör., Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, (taner. bulut@deu.edu.tr, bulutane@hotmail.com). 245 Taner BULUT ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) completed his article with some assessments that foresees how the post-war problems determine the future of Eastern Question. This article has a great importance in terms of handling the perspective of Great Britain (almost a century before and with an interior sight) to this concept and to the East, that uses the Eastern Question as a base to shape its foreign policy. Keywords: The Eastern Question, Great Britain (England), Germany, I. World War, Entente Powers, Central Empires. BÜYÜK BRİTANYA (İNGİLTERE) VE DOĞU SORUNU I. Coğrafi ve Etnik Arkaplan Doğu sorunu üzerine yapılacak hangi inceleme olursa olsun, mutlaka Balkan Yarımadası’ndaki sorunları daha karmaşık hale getiren coğrafik ve etnik faktörlerle başlamalıdır. En azından erken yerleşimcilerden ikisi olan Arnavutlar ve Yunanlılar, denizden karaya doğru bu toprakların içlerine kadar nüfuz etmişlerdir. Sonra, Karpatlar ile Karadeniz arasındaki geçit boyunca akın akın gelen Slavlar, yani Hırvatlar, Sırplar ve Bulgarlar (son Slavlaşmış Tatarlar) ve Romenler, Romalı yerleşimcilerle karışmış ve onların dili ve uygarlıklarını benimsemişlerdir. Bütün bu yerler Türkler tarafından fethedildi, ancak kendi dinlerini ve geleneklerini kabul ettirmede çoğunlukla başarısız olmuşlardır. Doğu sorunu bu şekilde yaratılmış olan dini sosyal ve politik çatışmaların merkezinde yer alır. Ancak, Hıristiyan güçler, kendi aralarında savaşırken Türkleri oyunun güçlü bir parçası olarak kullanmakta tereddüt etmediler. II. Doğu Sorunu’nun Kökeni Büyük Britanya ile doğu sorunu arasındaki ilk önemli bağlantı, Rusya’nın çariçesi II. Katerina’nın Türkleri Dinyester Nehri’nin ötesine sürmek için ortaya çıktığı 1791’deydi. Genç Pitt*, İngiliz Parlamentosu’nu kendi lehlerine müdahaleye ikna etmeğe çalıştı ve onun hedefi, Hindistan’a gidiş yollarını tehdit etmeğe başlayan Rusların emellerine karşı sınır koymaktı. O, bu konuda başarısız oldu; Parlamento, Türk otoritesinin veya Doğu’daki güç dengesinin korunmasına ilgi duymadı. İkinci ihtimal daha endişe vericiydi. Bonapart 1798’de, İyonya adaları (Ege adaları) ve Malta’yı güvence altına * William Pitt (The Younger, 1759-1806), Büyük Britanya ve Birleşik Krallık tarihinin en genç Başbakanı’dır. 24 yaşında (1783) göreve başlayan Pitt, yaklaşık 20 yıllık görevi süresince İngiltere yardımıyla Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını engellemeye çalışmasıyla ve Rusya, Fransa ve Napolyon karşıtı bir dış politika yürütmesiyle bilinmektedir. (Ç.N.) 246 Büyük Britanya ve Doğu Sorunu ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) aldıktan sonra Hindistan’dan İngilizleri zorla çıkarma hedefi için açıkça belli etmeden Süveyş’te donanma üssü kurmak üzere Mısır’ı ele geçirdi. Britanya’nın deniz üstünlüğünü göz önüne alarak sağlam olmaktan daha ziyade çok daha melodramatik (duygusal) olan bu plan, Nelson tarafından Nil Savaşı’nda parça parça yok edildi ve hemen sonra İngilizler Malta’yı aldılar ve Amiens Antlaşmasıyla (Mart, 1802) Akdeniz’de “status qou”yu yeniden sağlamayı amaçladılar. Bonapart’ın Doğu’yla ilgili planlarına kaldığı yerden devam etmesi barışı imkânsız kılarken; ardından 1803 Mayısı’nda büyük oranda Doğu Sorunu’yla ilgili bir savaşın doğmasına da yol açtı. Güç dengesini sürdürmeğe yönelik İngiliz politikası, 1815 Avrupa Uyumu* ile tasvir edilmekteydi. Fakat Yunanistan’daki Türk-Mısır mezalimleri, Yunan halkına neredeyse serbestlik sağlayan İngiliz, Fransız ve Rus filolarının Navarin’de (Ekim, 1827) ortak müdahalesine yol açtı. Diğer yandan, İngiliz halkını bugüne kadar hala tedirgin eden Kırım Savaşı, Türkiye’nin tekrar ayağa kalkması için iyi niyetli bir çaba oldu; ancak Türk devlet yönetiminde yaşanan ve bir türlü düzeltilemeyen bağnazlık ve yozlaşma nedeniyle bu çaba başarısız oldu. Bu olumsuzluklar, Beaconsfield Kabinesi’nin** diğer büyük güçlerin baskısına dayanacak ve çok ihtiyaç duyulan reformların güvenliğini sağlamak için Bâb-ı Âli’yi mantıksızca teşvik ettiği dönemde Türkiye’nin Avrupa coğrafyasındaki Hıristiyanlarının 1875-76 yıllarında ayaklanmalarına neden oldu. Rus-Türk Savaşı’nda*** Osmanlı gücünün çöküşünden sonra Avusturya tarafından da desteklenen Beaconsfield Hükümeti, Bâb-ı Âli üzerindeki Rusya’nın dayattığı koşulları hafifletmekte başarılı oldu ve diğer güçlerle ortaklaşa biçimde Türkiye’nin serbest bir tavır takınması için sorumluluk almış oldu. Fakat Bâb-ı Âli, bu konudaki resmi yükümlülüklerini göz ardı etmiş ve büyük güçlerin protestolarına da pek aldırmamıştı. Hıristiyan katliamlarının çoğu Sultan II. Abdülhamid’in gizli emirleriyle yürütülmüş ve Avrupalı güçler bu büyük yanlışı düzeltememişlerdi. III. Almanya ve Doğu Sorunu 1898 yılı ve sonrasında yeni bir etki, Yakın Doğu’daki ilişkileri şekillendirmeye başladı. O yılın sonbaharında Kayser II. Wilhelm İstanbul’a gitti, Sultan II. Abdülhamit’le dostluk kurarak Kudüs ve Şam’a geçti ve her zaman Müslüman halkların çıkarlarını savunan bir kişi olacağını ilan etti. Bâb-ı Âli ile yaptığı görüşmeler, Bağdat Demiryolu’nun 1903 yılında başlaması ve demiryolu rotasının Anadolu’nun merkezi ve Kilikya’ya kadar olmasıyla sonuçlandı. * 1815 Viyana Kongresi sonrasında Avusturya, İngiltere, Rusya ve Prusya arasında oluşturulan politik ittifak anlaşması. (Ç.N.) ** 1868-74 ve 1874-80’ de iki kez Birleşik Krallığın başbakanlığını yapmış olan Benjamin Disraeli’nin Kraliçe Victoria döneminde (1876) Beaconsfield Kontu olarak yönettiği kabinesi. (Ç.N.) *** 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi, diğer adıyla 93 Harbi. (Ç.N.) 247 Taner BULUT ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Açıkçası, demiryolunun “varoluş nedeni” (raison d’être) ticari ve kültüreldi; hâlbuki 1911’de Almanya’nın en önemli edebiyatçısı olan Paul Rohrbach*, demiryolu rotasının Filistin’in bir uzantısı olduğunu ve Britanya’nın adeta omuriliği sayılan Süveyş Kanalı’na bir darbe indireceğini kabul etmekteydi. Bu girişimin ağırlıkla Alman karakterli olması ve hattın her iki tarafında Almanya tarafından elde edilen geniş imtiyazlar Fransa ve Rusya’yı telaşlandırdı. Her iki ülke Doğu Akdeniz ülkelerindeki önemli çıkarlarının yeni ve güçlü rakipler tarafından ciddi boyutta tehdit altında olduğunu gördüler. Zira şurası açık ki Bükreş ve Sofya’da Alman egemenliğinin varlığı ile kazanılan etkinin eklenmesiyle birlikte Balkan Yarımadası, Anadolu, Suriye ve Mezopotamya’yı kontrol altında tutmak için İttifak Devletleri son derece elverişli bir durumdaydılar. Siyasi bağlantıları, en az demiryolları ile oluşacak iletişim kadar önemli olacak Eski Dünya’nın en merkezi ve stratejik açıdan en önemli topraklarını onların ayakları altına sermeği taahhüt etmekteydi. Bu hususlar, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Büyük Britanya, Fransa ve Rusya arasındaki eski çekişmeleri azaltmış ve bu üç güçlü ülke ortak çıkarları için bir araya gelme eğilimi göstermişlerdir. 1904 yılı Nisan ayında Büyük Britanya ve Fransa, Newfoundland’daki** balıkçılık sahası, Tayland v.b. sorunlara ilişkin aralarında oluşturdukları göze çarpan anlaşmazlıkları “Entente Cordiale”*** denilen bir anlaşmalar grubuyla hallettiler. Ağustos, 1907’de de Anglo-Rus İtilafı (İngilizRus Anlaşması-ç.n.) ortaya çıktı. Yakın Doğu’daki Avusturya-Alman üstünlüğü korkusunun bu üç büyük gücün (İngiltere-Fransa-Rusya) kendi aralarında böyle önemli anlaşmalar yapmasına vesile olan gerekçelerden biri olduğu konusunda bazı ufak kuşkular olabilirdi. İngiltere, kendi çıkarları için Süveyş Kanalı ve Basra Körfezi’nin tehlikede olduğunu farkındaydı; Fransa, Suriye limanlarına yaptığı ticaret konusunda bir endişe duymaktaydı ve Rusya ise, ister Çanakkale Boğazı’yla veya isterse İskenderun Limanı yoluyla olsun çok değer verdiği Batı Avrupa’ya yönelik engin güney ticareti geçiş yollarının kontrol edilmesi umutlarının yıkılabileceğini öngörüyordu. 1907 yılına gelindiğinde Rus-Japon Savaşı’nın (1904-1905), Pasifik’te Sibirya kıyısındaki yalnızca limanların güvenliğini sağlama konusunda Rusya’nın umutlarını kırması, Rusya’nın buzsuz limanlara güvenli erişime ihtiyaç duyması çok daha acil hale getirdi. Bunun sonucunda * Alman yazar ve gezgin Paul Rohrbach (1869-1956), 20. Yüzyıl başlarında Almanya’nın sömürge yarışında yerini tartışan yazılar ve kitaplar yayınlamış bir edebiyatçıdır. Asya ve Afrika’ya yaptığı seyahatler ve dış politikayla ilgili kitaplarıyla tanınmıştır. İngilizce çevirileri de yayınlanmış Almanya’nın Dünya Politikası, Almanya ve I. Dünya Savaşı v.b. başlıklı kitapları Almanya’nın doğu politikası ve I. Dünya Savaşı’nın sebepleri hakkında çok önemli ipuçları içermektedir. (Ç.N.) ** Kuzey Atlantik Okyanusu’nda yer alan bir ada olup günümüzde Kanada’ya bağlı bir eyalettir. (Ç.N.) *** “Dostluk anlaşması” olarak kullanılan bu kavram, 8 Nisan 1904 tarihinde İngiltere ile Fransa arasında yaşanan çeşitli anlaşmazlıkların çözümü için yapılan bir dizi antlaşmaya verilen genel adı ifade etmektedir. (Ç.N.) 248 Büyük Britanya ve Doğu Sorunu ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) İngiltere, 1914 yılında Avusturya-Alman saldırıları baskısı altında ittifaklar içinde olmaya mahkûm edilmiş Doğu’daki eski düşmanlarını dostane anlaşmalarla netice almaya hazır buldu. Almanya’nın hızla genişleyen donanmasının yarattığı korku gibi diğer nedenler ittifakların biçimlerinin oluşmasında rol oynamışlardır; fakat Balkan Yarımadası ve Yakın Doğu’yu kontrol altında tutmaya yönelik Avusturya ve Alman politikaları, devletlerin yeni ittifaklar içinde bulunmalarına katkıda bulundu. Yeni gruplaşma, 1908-1911 yıllarındaki iki önemli olaydan dolayı daha belirgin hale geldi; Avusturya’nın Bosna’yı ilhakı ve Almanya’nın İskenderun Limanı üzerinde belirgin haklar edinmesi. Alman subayları aynı zamanda Türk ordusunun yeniden yapılanmasında da başrolü oynadılar ve İngilizlerin -1908 Türk Devrimi sonrasında kısa bir süreliğine de çok desteklediği- Bâb-ı Âli üzerindeki etkisi çoktan yerini Almanya’nın etkisine terk etmişti. 1912 Balkan Savaşı sırasında Berlin’in Türkler’in Balkan Müttefikleri’ni (Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan) yenmesini beklediği ve Hıristiyan devletlerin zaferiyle derin bir hayal kırıklığına uğramış olduğu açık bir sır gibiydi. Fakat 1913 yılında ortaya çıkan, muhtemelen de Viyana’nın körüklediği, adeta kardeşin kardeşi öldüreceği Balkanlar’daki anlaşmazlık, Bâb-ı Âli’nin kaybettiği zemini yeniden kazanmasına olanak sağladı ve İtilaf güçleri Balkan siyasetinde tekrar geri bir konumda kaldılar. Morgenthau’nun “Boğaziçi’nin Sırları” isimli kitabı, Almanya ve Avusturya’nın İstanbul’da üstünlük kazanmasıyla ilgili bazı yöntemleri ortaya koymaktadır. Morgenthau, diğer şeylerin yanı sıra Türk Ordusu’nu yeniden yapılandırmak amacıyla Berlin tarafında gönderilmiş Alman General Liman von Sanders’in kendini üstün gören hareket tarzını da açıklamaktadır. Kitabın en çarpıcı bölümü, büyükelçiyken George Washington’un doğum günü anısına Amerika Birleşik Devletleri elçiliğinde verilen resmi bir akşam yemeğinde General’in davranışlarıyla ilgilidir. Morgenthau, General Liman von Sanders’i davet etmeğe karar vermiş ve masasında oturacağı yerin tahsisi konusunda nitelikli tavsiyeler almıştı. Uygun görülen sandalyenin numarasının 13* olduğu ortaya çıkmıştı. Ancak konuk general bu tavırla ortaya konan ilişkiyi çok rahatsız edici bulmuş ve sonrasında Morgenthau’ya bir generalin büyükelçiler ve Türk bakanlardan daha üstte bir önceliğe (kıdeme) sahip olduğu gerekçesiyle resmi bir şikâyette bulunulmuştu. Aslında olay, Türk çevrelerinde Almanya’nın ortaya attığı abartılı birçok iddiadan biriydi. IV. Doğu Sorunu ve Dünya Savaşı (I. DÜNYA SAVAŞI) Kuşkusuz ki, Türkiye’nin diğer İttifak Devletleri’ne artan bağımlılığı Dünya Savaşı’nın patlak vermesine katkıda bulundu. Savaşın patlak vermesinin asıl nedeni, 1914 yılının Haziran ayında, Almanya’nın savaş hazırlıklarının * Bilindiği üzere 13 sayısı uğursuz rakamı temsil etmektedir. (Ç.N.) 249 Taner BULUT ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) eksiksiz bir şekilde tamamlamış olduğu bir zamanda, Avusturya Arşidükü Francis Ferdinand’ın Saraybosna’da iki Sırp yanlısı fanatik tarafından öldürülmesiydi. Dışardan bakıldığında, bu cinayet yalnız Avusturya ve Sırbistan’la ilgili gibi görünmekteydi. Gerçekte ise, Doğu Sorunu’nun yeniden tartışmaya açtı ve bir bakıma İttifak Devletleri’nin son derece lehine oldu. Sadece askeri değil bunun yanında diplomatik durum çabalarının başarıya ulaşacağını vadetmekteydi. Sırbistan yalnızlaştırılmış ve gözden düşmüştü; diğer Balkan devletleri ise ya İttifak Devletleri’ne katılmış ve ya nazik bir tarafsız ve gözlemci gibi görünmekteydiler. 2 Ağustos 1914’te Türkiye’nin Almanya ile uygun bir fırsatta askeri yardım yapılmasıyla alakalı bağlayıcı gizli bir ittifak antlaşması imzaladığı genellikle bilinmemekteydi. Türkler, bu ittifakı başarıyla gizli tuttular, bu arada İngiltere ve Fransa’ya da onların gerçek dostları oldukları güvencesini verdiler. Bu ifade, kuşkusuz Türk bakanların bazıları için geçerliydi; fakat buna karşın Bâb-ı Âli el altından İtilaf Devletleri’yle bağını koparacağını taahhüt etmişti. Bu nedenle İtilaf Devletleri, (özellikle İngiltere) Goeben ve Breslau meselesinde dezavantajlı bir konuma düştüler. İstanbul’daki gerçek durumdan haberdar olmamaları nedeniyle doğrudan doğruya İttifak Devletleri’nin hedeflerini arttıracak bir nevi bekleme oyunu oynadılar. Ancak hepsi bu değildi. Kautsky’nin belgelerinde bizzat kendisinin tanıklığıyla ortaya çıkan kanıtlar, 28 Haziran’dan neredeyse Temmuz sonuna kadar Kayser Wilhelm’in Avusturya hükümetine Balkanlarla ilişkiler konusunda aşırı baskı yaptığını göstermektedir.1 Wilhelm, ayrıca İstanbul’daki Avusturya Büyükelçisi’nin bir Balkan Birliği oluşumuyla ilgili itirazlarını bir kenara itmiş ve şimdi Balkanlar’daki mevcut olan her silahın desteğini kazanma zamanının geldiğini ilan etmişti. Bundan da öte Kayser, Yunanistan’ın İttifak Devletleri’nin yanında yer alması için Kral Konstantin’i uyarmıştı. İngiliz ve Fransızların Temmuz-Ağustos 1914 krizinde, Boğaz’ın durumunu muhafaza etmek üzerine olan diplomasi politikası başarısız oldu. Türkler, Boğaz’a sığınan Alman savaş gemileri Goeben ve Breslau’yu memnuniyetle karşıladılar; Bâb-ı Âli’nin tarafsızlığı varsayımına istinaden ne İngiliz, ne de Fransız savaş gemileri gönderildi. 1914 Ekim’inin sonuna doğru Bâb-ı Âli Hükümeti, Rus limanlarına ve Mısır sınır bölgelerine ani saldırılar yaparak maskesini yüzünden atmış oldu. İtilaf Devletleri, savaş ilanlarıyla karşılık verdiler. Bu kırılma, özellikle Enver Paşa gibi öncü kanattaki Türk bakanların önceden Rusya’ya kaybedilen toprakları geri almak ve Kıbrıs ve Mısır’ın kontrolünü İngiltere’ye kaptırmak gibi görüşlerinden dolayı oluştu. 1 Kasım, 1918 Alman Devrimi’nden sonra Dışişleri Bakanı olan Kautsky, savaşan patlak vermesiyle ilgili yayınlanacak olan Alman Dış İşleri Bakanlığı’nın emirlerini veren (raporların hazırlanmasını) kişiydi. Raporlar, Herren Montgelas ve Schücking tarafından düzenlendi (kaleme alındı). Kayser’in rapordaki (emir) yorumları (değerlendirmeleri) tamamen yeniden türetilmişti. Kayser’in Türkiye, Romanya, Bulgaristan’dan ve mümkünse Yunanistan’dan, Balkanlar’ın sonsuza kadar Rus etkisinden kurtarılması amacıyla Rusya ve Sırbistan’la savaşmasını beklediğini ispat etmeğe (göstermeğe) çalıştılar. Kautsky, Dokumente des Weltkrieges (I. Dünya Savaşı Belgeleri), Cilt: IV, s.s. 121, 133, 136, 162, 164. 250 Büyük Britanya ve Doğu Sorunu ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Temmuz-Ağustos 1914 tarihli kriz süresince Yakın Doğu’daki İngiliz politikasının, zayıf ve pasif olduğu telaffuz edilmeli. Bu durum, İttifak Devletleri’nin başarısıyla ilgili her şeyde beklenenden fazla cesaret göstermesi ve riske girmesinin aksine Bâb-ı Âli hükümetince pek de farkında olmadan anlaşıldı. Rusya’ya bir Türk saldırısı tümüyle olmuştu ama onu Batılı müttefiklerinden de ayırmıştı, Rusya’ya yardım etmek adeta müttefiklerinin görevi oldu ve en uygun plan Çanakkale Boğazı’nı zorlamak ve İstanbul’un bombalanması tehdidiyle Bâb-ı Âli’yi bir barış yapmaya zorlamak gibi görünüyordu. Eğer başarılı olursa bu saldırı, hem Türkiye’yi felce uğratacak ve hem de İttifak Devletleri tarafından ustalıkla hazırlanmış çevreleme politikasından Rusya’yı kurtaracaktı. Ancak saldırı hedefini ıskaladı ve bu talihsiz ama görkemli girişim 117.000 İngiliz kuvvetinin zayiatına mal oldu. Bunun yanında bu saldırı, Türkler için de en iyi askeri birliklerinin çoğuna ve Rusya’nın Kafkasya sınırları üzerinde oluşturduğu büyük baskının hafifletilmesine mal oldu. Gelibolu teşebbüsünden sonra Müttefikler askeri birliklerini Selanik önlerinde mevzilendirdiler. Bu askeri harekâtın ayrıntısına girmek niyetinde değiliz. Müttefikler sonunda uzun bir cephe oluşturdular ve sonradan bu çabalarında haklı çıktılar, zira korkunç bir can kaybı olmasına rağmen müttefik kuvvetleri Yunanistan’ın istila edilmesini engellediler ve Alman denizaltılar için üsler haline gelen Yunan limanlarını ve adalarını koruma altına aldılar. Böylece, Selanik harekâtı Doğu Akdeniz’deki donanmalarla ilgili durumun muhafaza edilmesine yardımcı oldu. Nihayetinde Selanik politikası, 1918 Ağustosu’nda Müttefiklerin başarılı ve parlak ilerleyişiyle haklı çıkmıştı. 20. yüzyılın bu çeyreğinde İngilizlerin Basra Körfezi’nin ucuna kadar ticari olanaklarını korumak için ve aynı zamanda da başlıca amacı Doğu Hindistan’daki İngiliz Donanması’na itici güç sağlamak üzere döşenmiş petrol kuyularını korumak için bir askeri keşif seferi gönderildi. Ve burada şunu da dikkate almalıyız ki, Avustralya ve Hint birlikleri Avrupa’daki savaşın içinde yer almak üzere İngiliz askeri harekâtıyla birlikte Petrol’ün de Türlerden kurtarılmasıyla ancak getirilebilmişlerdi. Dicle nehrine kadarki ilk ilerleme başarısız oldu ve İngiliz ve Hintli askerlerin yaklaşık 8.000 tanesinin teslimiyetiyle -Yorktown’dakinden* beri İngiliz askeri tarihindeki en büyük teslimiyetsonuçlandı. Bununla birlikte, İngiltere uzun vadede doğru olanı yapmıştı, zira 1917 yılı Mart ayı başlarında General Maude, Bağdat’a muzafferane bir giriş yapmış ve dünyanın bu bölümünü Türk etkisinden kurtarmıştı. Aynı zamanda Türkler’e de Filistin önlerinde saldırmıştık. Muhtemelen İskenderun’a çıkarma yaparak Türkler’in haberleşme araçlarına saldırılar düzenlemiş olmalıydık; ancak belirsiz nedenlerden dolayı bu adım tam atılamamıştı. Filistin’e doğru ilerleyişte Gazze’de ise garip bir başarısızlık * Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda İngiliz ordusunun 1781 yılında Virgina’da gerçekleştirdiği Yorktown Kuşatması adlı baskın kastedilmektedir (Ç.N.) 251 Taner BULUT ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) oldu; ama sonunda General Allenby’nin atanmasıyla Türk hattını kırarak, Kudüs’ü ele geçirdik. Sonrasında Allenby, Türk savunma hattına bir final darbesi indirmeğe hazırlanırken uzun bir bekleyiş süreci hâsıl oldu. Türkler, Nablus’un kuzeyinin 50 mil önünde azimli bir direniş ortaya koydular; fakat Allanby ustaca bir yanıltma hareketinden sonra Ürdün tarafına saldıracakmış gibi yaparak en sonunda kıyıya yakın esas saldırısını gerçekleştirdi. İngiliz ve Fransız hücumbotları ve destroyerlerce desteklenen bu saldırı, tam bir başarıydı. Türkler gafil avlanmıştı. Allanby, Avustralyalı ve Hintli süvarileri sayesinde ani bir akın gerçekleştirebildi ki, havacılarla birlikte de hemen hemen Türk kuvvetlerini imha etti. Şam’da veyahut da Halep’te bir direniş olmadı. Bu nedenle, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, 1918 yılı Eylül ayında Allanby’nin neredeyse Armagedon’a* yakın bir zafer elde etmesi, Suriye ve Küçük Asya’daki (Anadolu-ç.n.) Türk gücünü sonsuza kadar kırdığı için dünyanın en belirleyici mücadelelerinden biri oldu. V. Savaş Sonrası Problemleri ve Doğu Sorunu Türk tarafındaki çöküşle meydana gelen muazzam değişimin neticesi neydi? Kısaca, şudur: Balkanlar’ın Hıristiyan ulusları genellikle haklı taleplerinin karşılığı olan ülke sınırlarını artık kabul ettirmişlerdi. Elbette ki, yeni sınırlar onları memnun etmedi. Hiçbir Balkan Tarihi araştırmacısı herhangi bir çözümün Balkan halklarını memnun edeceğini asla beklemez. Bu ırklar da, ortaya çıkan haklı taleplerden memnun olmamalarına rağmen, sakinliğe gerek duyulması ve iyi komşular olmaya çalışma gibi bu dünyada istenen her şeyin elde edilemeyeceğini öğrenmek zorundadırlar. Aslında, etnik ve coğrafi olarak karışık olan bu halklar, gönüllü veya zorunlu bir dizi büyük göçün dışında kapsamlı bir çözümü kabul etmemektedirler. Yine, öyle sanıyorum ki, İstanbul’un Türkler’e bırakılması bir hataydı; fakat görünen o ki, Fransızlar biraz Türk görüşüne yakın olmaya başladığı için Türkler İstanbul’da kalabildiler. Ayrıca, bazı İngiliz bakanların Türkler’in İstanbul’da kalmalarındansa Anadolu’nun içlerine doğru sürülmelerinin uygar güçlerin argümanlarından daha makul olacağını düşündükleri söylenebilir. Bu argümanı kullanan devletler, eğer güç kullanma zorunluluğu olursa, bu gücü kullanmaya tereddüt etmemelidirler. Ne Londra’da, ne de Paris’te böyle bir argümanın sonucu olabilecek herhangi bir eylem belirtisi görmüyorum. Türkler, ateşkesten beri Rumlar ve Ermenilere menfur davranışlarından dolayı suçluydular. Henüz bir ceza da almamışlardı ve şu ana kadar bildiğimiz kadarıyla hiçbir baskı yapılmadı. İtibarsızlık, yönetimde olup bu görüşü tasarlamış fakat ona göre davranamamış kişilerden kaynaklanmaktaydı. * Dünya’nın sonu geldiğinde yaşanacağı kabul edilen büyük kıyamet savaşına verilen ad. (Ç.N.) 252 Büyük Britanya ve Doğu Sorunu ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Bulgaristan, Sırbistan ve Romanya’ya gelince; onlar da çeşitli sınır anlaşmazlıklarına girmişlerdir. Yunanlıların Arnavutluk ile ilişkileri kötü durumdadır; orada halen devam eden tartışmalar vardır ve bu durum Türkiye tarafından Yunanistan’a bırakılan bazı Trakya bölgeleri için de aynıdır. Bu tartışmalar birbirinden ayrı tutulmalıdır ve belki de zamanla yatışacaklardır. Balkan halkları arasında daha iyi unsurların liderliği üstleneceği ve bunu belli bir dereceye kadar düzelteceği görüşü konusunda belli nedenler vardır. Duyduğumuz zekice bir Sırp sözü şöyledir: “biz Sırplar Bulgarlardan nefret ederiz çünkü onlar Sırp adını ve ırkını kütüphane vb. yerlerimizi yıkarak yok etmeye çalıştılar ama yine de bizler halen onlarla birlikte yaşamak zorundayız”. Mantıklı tutum budur ve keşke Sırplar bunu benimsese ve Bulgarlar da buna göre hareket etse; böylece daha samimi ilişkiler kurulabilir. Ancak bu tutum, 1913 ve 191518 yıllarındaki savaşlarda yükselen nefretten çok önce bitmiştir. Yine de, eğer daha iyi danışmanlar etkili olur ve daha basiretli devlet adamları öne çıkarsa, M. de Laveleye’nin idealinin gerçekleşmemesi için bir sebep görünmemektedir. Bu Belçikalı siyaset yazarı 1885’te Balkanlar’ı ziyaret etmiş ve Doğu Sorunu’nun çözümünün tüm bu halkları bağımsızlığına kavuşturması ile adil ve dostça temellerle bir Hıristiyan federasyonu kurmasıyla olacağını önceden söylemiştir. İngiliz politikası bu arzu edilen sonun başarısıyla yönetilmelidir ve muhtemelen de öyle olacaktır. Ve yine Ermeni sorunu. Ermeniler kabiliyetli bir ırktır; ticaret ve finans konusunda uzmanlardır, onlar açıkça bu konularda Türkler’den üstünlerdir ki bu da Türkler’in onlardan nefret etmesinin en temel nedenidir. Onlar Kilikya’dan Ağrı Dağı’na kadar olan dağınık alanlarda yaşarlar. En son savaşta, yaklaşık 1.3 milyon Ermeni, Türkler tarafından öldürüldü ve bu süreç devam etmektedir. Büyük güçler, kısmen Türkler’in yarı bağımsız bir hükumet kurması sebebiyle bu noktada etkisiz kaldılar. Türk Milliyetçileri’nin merkezi Ankara’da olan hükümeti, Anadolu politikasında güçlü bir faktördü, büyük güçlerin padişah hükümetinde nüfuzlarını kullanmayı denemelerine rağmen bu milliyetçiler üzerinde hiçbir güç kullanamamışlardır. Ancak daha sonra Yunanlılar milliyetçi Türklerle bir süre başarıyla savaştılar. Büyük güçlerin araya girmesiyle bir fırsat doğdu ve bu milliyetçi zümrenin bastırılacağı umulmaktadır. Ayrıca uygar ulusların şu anda Ermenistan’da devam eden korkunçluğun farkına varması ve bu ırkın kalan kısımlarının kurtarılması da umut edilmektedir. Filistin ve Suriye’de görünüm genel olarak ümit vericidir. Suriye’de yaşayan insanların çoğu Fransız yönetimine meyilli görünmektedirler. Fransa, güneyde Ürdün’ün başlangıcından kuzeye Kilikya’nın sınırlarına kadar uzanan büyük bir toprak bölümünde bir mandater rolündedir ve bir Arap şehri olan Şam’ı işgal etmiştir. İngiltere’nin, Filistin için neticesiz bir manda tasarısı vardır. Nüfusun beşte dördü Yahudi değildir ve yine de bazı aşırı Siyonistler üstünlük iddiaları öne sürmüşlerdir. Balfour’un Filistin’in geleceğine dair sözleri bazen doğru, bazen de yanlış alıntılanmıştır. O, müttefiklerin Filistin’in 253 Taner BULUT ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Yahudilerin vatanı olması gerektiği konusunda kararlı olduklarını söylemiş, fakat Arapları ve Hıristiyan toplulukları da kast ederek burada yaşayan diğer ırklarında haklarının korunması gerektiğini söylediği belirleyici cümlesini de eklemiştir. Diğer yandan da Araplar Yahudi iddialarını çok kötü algılamış ve iki halk arasındaki gerginlik daha da artmıştır. Sonunda İngiliz hükümeti iki halk arasında ateşkes türü bir durum gündeme getirmeyi başarmıştır ve bu iki halkın dostça yaşayacağı konusunda umutlar artmıştır. Ancak Araplar, Fransa’nın Şam’ı almasından son derece rahatsız olmuşlardır. Araplar, Türkler’i Şam’dan kendileri uzaklaştıramamışlardır fakat Allenby harekâtında gerilla türevi iyi bir iş çıkarmışlardır ve Şam’ı kesin bir ödül olarak görmüşlerdir. O zamanlar onlara bazı sözlerin verilmiş olması muhtemeldir. Bunun olabileceği ve olayın da halen belirsiz olması gibi, Araplar Fransızlar’ın Şam işgaline oldukça öfkeliydi ve bu nefreti Fransızlar İngilizler’le eşit derecede paylaşıyordu. Bu anlaşmazlık barışçıl biçimde çözülebilse, elbette ki şüpheli de olsa Filistin ve Suriye’deki olayların yatışması için bir şans vardır. Bu durumda Yakın Doğu’da uygar zamanlarda görülmemiş bir barış ve refah ihtimali olacaktır. Bundan böyle, resmi şekilde Irak olarak bilinecek olan Mezopotamya’daki görünüm de eğer eskiden Hicaz’ın Emir Faysal’ı olarak bilinen yeni kral, İngiltere hükümdarlığında Bağdat’ta saltanatını kurmayı başarabilirse aynı derecede parlaktır. Onun asi bedevileri yönetim altına alma ve Türkler’in, İranlılar’ın ve Bolşevikler’in entrikalarını engelleme planı zor olacak; fakat tüm ilerleme dostları bunun halifelik makamı üzerine kurulmuş Arap krallığı için ilginç bir deneyim olmasının ödüllendirileceğine güvenecekler. Siyasi istikrarın kazanılması ile Türkler’in harap etmesine izin verilen Fırat ve Dicle üzerindeki sulama çalışmalarının geliştirmesi fırsatı gelecektir. Sulama, ülkeye yüzyıllardır görülmemiş bir refah getirecektir. Yalnızca Mezopotamya’da değil, aynı zamanda Filistin, Suriye, Anadolu ve Balkan ülkelerinde sağlıklı ilerlemenin gerekli koşulu çağımızın felaketi olan dar görüşlü ve hoşgörüsüz milliyetçiliğin tamamen bitirilmesidir. Tüm milletleri engellediği ve öfkelendirdiği gibi Dünya Savaşı’nın da temel sebebi olmuştur. Ve etkileri, hiçbir yerde Yakın Doğu’da olduğu kadar zararlı olmamıştır. Orada sürekli dini bağnazlıkla şiddetlendirilerek ırkları karşı karşıya getirmiş ve çatışma ile katliamın kaynağı olmuştur. Milliyetçilik ve bağnazlık yok edilene kadar kesinlikle barış olmayacaktır ve bu sebeple endüstri ve uygarlaşmada da ilerleme kaydedilemeyecektir; fakat bu ülkeler entrikacı siyasetçiler ve silah satıcıları için birer av alanı olarak kalmaya devam edecektir. Uygar güçlerin Yakın Doğu konusunda sicilleri pek üzücüdür. İngiltere’ninki ise, bazı kısımlarda övgüden son derece uzaktır. 1876-78 Beaconsfield Hükümeti (İngiliz Hükümeti) Türkleri destekleyerek ahlaka, sağduyuya ve devlet iradesine karşı günah işlemiştir ve başbakanın Kıbrıs üzerinde yönetimi ele geçirdiği yöntemler aslında tiksindiricidir. Fakat milletin bilinci onun Türk yanlısı politikasına karşı başkaldırmış ve Abdülhamid’in suçları 254 Büyük Britanya ve Doğu Sorunu ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) dönüşümü tamamlamıştır. Yukarıda gösterildiği gibi, imparator Wilhelm’in Türkiye’yi önce koruma, sonra yok etme kararı büyük güçler arasındaki ilişkilerin tamamen değişimini gündeme getirmiştir. Alman politikasındaki diğer gelişmeler beraberinde, İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki uzun süren rekabetlerin sona ermesine ve onların 1904 ve 1907 anlaşmaları ile grup olmalarına hizmet etmiştir. İki imparatorun şark politikalarının gelişimi bu anlaşmaları sağlamlaştırmış ve Doğu Sorunu’nun yeni aşamasında beklenen son çare olan Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, onları zamanın en büyük ve sağlam müttefikleri olarak perçinlemiştir. 1914 Ekim’inde gerçekleşen Bâb-ı Âli saldırısı, Westminister’de, İngiltere’nin Pitt, Wellington, Palmerston ve Beaconsfield’deki politikasını etkileyen Türk yanlılığı eğilimini nihayet sona erdirmiştir. İngiltere sonunda, Türkler sayesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Hindistan’daki İngiliz hükmünün devamı için gerekli bir duvar olmadığını, gerçek korumanın Hindistan’ın sadakatinde ve uzun süre Türklerin kötü yönetimi altında acı çeken Yakın Doğu halklarının dostluğunda olacağı sonucuna varmıştır. Paris ve Roma’da aynı görüşler hüküm sürerse, dünyanın uzun süre etkilenmiş çeyreğinin refahını korumak için yeni ve daha geniş bir anlaşma olabilir ve olacaktır. 255 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal Of Modern Turkish History Studies XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 257-265. Kitap Tanıtımı Book Review Bülent Durgun, Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi 1923-1938, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı, İzmir, 2012, 360 sayfa. Öz İzmir’in kurtuluş tarihi olan 9 Eylül 1922, aynı zamanda yeni bir Türk devletinin temellerinin atıldığı tarihti. Fakat kurtuluştan kısa bir süre sonra 13 Eylül’de çıkan Büyük İzmir yangını ile şehrin üçte ikisi yanmış ve şehir yıkıntılar arasında kalmıştı. Artık İzmir’in yeniden ayağa kalkması, eski parlak günlerine dönmesi, Cumhuriyet idaresinin en önemli hedefi haline gelmiş; Cumhuriyet’in iktisadi yükselişi İzmir’in yükselişi ile bir tutulur olmuştu. Burada tanıtımını yapacağımız çalışma, Atatürk dönemi olarak nitelendirilen 19231938 yılları arasında İzmir’deki iktisadi gelişmesini dönemin arşiv kayıtlarına dayanarak ortaya koymaktadır. Anahtar Kelimeler: İzmir, Ekonomi, Ticaret. Bülent Durgun, İzmir Economy in the Early Republican Epoch 1923-1938, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı, Izmir, 2012, 360 pages. Abstract The date of liberation of Izmir, September 9th 1922 at the same time is the date that foundations of the new Turkish state were laid. However, shortly after the liberation of the city, two-thirds of the city burned and was in ruins by the Great Fire of Izmir broke out on September 13th. Re-awakening of Izmir, returning to its bright days became the most important aim of Republican administration; the economic rise of the Republic had been kept together the rise of Izmir. In here the work that we will introduce, displays the economic development in Izmir between years of 1923-1938 which is characterized as the period of Ataturk, depending on archive records of the period. Keywords: Smyrna, Economy, Trade. 257 Fevzi ÇAKMAK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) İzmir, 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı Devleti’nin Batı’ya açılan kapısı olarak önem kazanacak ve giderek artan oranda ticari faaliyetler hız kazanacaktı. Doğu Akdeniz havzasında önemli liman kentlerinden biri haline gelen İzmir, 19. yüzyılda Batı’da yaşanan Sanayi Devrimi Sonrası, yabancı sermayenin ulaşım ve haberleşme yatırımlarıyla ticari önemini arttıracaktı. İngiltere ile imzalanan 1838 tarihli Balta Limanı Antlaşması sonrası İzmir, emperyalizm’in Osmanlı topraklarına yoğun olarak girdiği bir kapı haline gelirken; İzmir’in iktisadi hayatında yabancıların rolü giderek artacak, nüfusun Ermeni, Rum ve Yahudilerden oluşan gayrimüslim sınıfı bu süreçte ön plana çıkacaktı. Müslüman Türklerin bu ticari paylaşımdan en az oranda pay aldıkları inkâr edilemez bir gerçek olarak karşımıza çıkıyordu. İttihat ve Terakki’nin iktidar yıllarında ülke içinde “Milli Burjuvazi” yaratma çabaları sonrası ticari hayatta Müslüman tüccarların etkileri görünmeye başlanırken; Birinci Dünya Savaşı sonrası İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali ile birlikte ticari hayatta azınlıklar ve yabancı unsurlar tekrar hâkim olacaktı. 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’in işgali, Türk Kurtuluş Savaşı boyunca Türklerin gönüllerinde tarif edilmez acılara neden olurken; İzmir’i kurtarmak Türk bağımsızlığı ile eş tutulmuştu1. İzmir’in Kurtuluş tarihi olan 9 Eylül 1922 günü Türkiye’nin kendi gücüyle bağımsızlık hedefine ulaştığının göstergesi oluyordu. Türk Devleti’nin kuruluş çabaları, artık siyasi yönü öne çıkan yeni bir evreye girmişti. O yıllara dek, kentin ticari yaşamında son derece etkili olan azınlıklar, Türk Ordusu’nun İzmir’e yürüdüğü haberleri üzerine büyük bir panik içinde kenti terk etmeye başladılar. Kurtuluştan kısa bir süre sonra 13 Eylül tarihinde başlayan ve bir kaç gün süren Büyük İzmir Yangını şehrin üçte ikisini yok etmişti2. İşte bu ortamda İzmir’i her yönüyle yeniden ayağa kaldırmak, kurulan Yeni Türk Devleti için bir güç ve onur göstergesi olacaktı. 1 2 İzmir’in Türk Kurtuluş Savaşı içindeki yeri ve kurtuluş süreci yönelik ayrıntılı bir çalışma için bkz: Kemal Arı, Üçüncü Kılıç: İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin, 6. bs., Zeus Kitabevi, İzmir, 2011. Kurtuluş Savaşı sonrası İzmir’in genel ekonomik durumu ilişkin ayrıntılı bir çalışma için bkz: Kemal Arı, “Türk Kurtuluş Savaşı’nın Bitiminde İzmir’in Genel Ekonomik Durumu”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, I/3 (1993), ss.29-46. 258 DURGUN, Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi 1923-1938 ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Yanıp yıkılan İzmir’de büyük bir nüfus eksilmesi ve ekonomik boşluk ortaya çıkmıştı. Gerçekte İzmir özelindeki bu durum, bütün Türkiye için geçerli bir görüntü gösteriyordu. Bu heyecanı hem ulusa yansıtmak; hem de Türklerin ekonomik alanda başarılı olamayacağı inancında olan batılılara bu kararlılığı göstermek amacıyla İzmir’de bir iktisat kongresi toplanması öngörülüyordu. Üstelik batılıların kafasında, Türkiye’nin gelecekte izleyeceği ekonomik politikanın ne tür bir sisteme dayanacağı kuşkuları vardı. Lozan görüşmelerinde en tartışılan konular, ekonomik içerikteki konular olduğu için; Türkiye bu konuda kararlılığını da güçlü bir mesaj biçiminde batı dünyasına göstermeye çalışıyordu. 1923 yılında, Lozan Görüşmelerine ara verilen dönemde, Türkiye’nin iktisadi geleceğine yön verecek olan kongrenin İzmir’de toplanması, yeni idarenin İzmir’e ve ekonomiye verdiği önemi göstermesi açısından dikkat çekicidir. Devletin kurucusu Gazi Mustafa Kemal,İktisat Kongresi’nin açılışında yaptığı konuşmada yeni Türk Devletinin ekonomiye verdiği önemi şu sözlerle ifade ediyordu: “Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa husule gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner”3. İktisadi gelişimi hedefleyen devrimci kadronun, hedeflenen gelişim sürecinde İzmir’i ön plana çıkarmasını dönemin Ticaret Bakanlarından biri olan Ali Cenani Bey kaleme aldığı bir raporunda şöyle ifade etmektedir: “Türkiye’de özellikle bir yer, ulusal ekonominin zayıf ve güçlü bütün noktalarını, bütün mücadelelerini vuzuhla göstermektedir. Çiftçi alnının teriyle, tüccar malıyla sermayenin önünde, aynı zamanda bu kentte görülmektedir. Milli ticaretin vaziyeti noktasından, Türkiye’nin tamamını hülasa eden bu yer, İzmir’dir. Bundan dolayıdır ki, İzmir’in manzarası, muvaffak olmaya azmetmiş bir halkın manzarasıdır”4. 3 4 Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, (Haz: Utkan Kocatürk), 3. bs., Turhan Kitabevi, 1984, s.247. Ali Cenani, “Sahil Anadolu’nun İktisadi Vaziyetine Dair Notlar”, Ayın Tarihi, VII/21 (Kanunievvel 1341), s. 819’den aktaran Kemal Arı, “Türk Kurtuluş Savaşı’nın Bitiminde İzmir’in Genel Ekonomik Durumu”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, I/3 (1993), s.30. 259 Fevzi ÇAKMAK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Bülent Durgun tarafından kaleme alınan ve burada tanıtımını yaptığımız eser, İzmir’in iktisadi açıdan yeniden yapılanma sürecini, dönemin iktisadi kaynakları temel alınarak ve sayısal verilere ağırlık verilerek incelenmesini içermektedir. Çalışma, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü bünyesinde, Prof. Dr. Kemal Arı’nın danışmanlığında doktora tezi olarak hazırlanmıştır. Tezin kabulünün ardından tez çalışması İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı çalışmaları kapsamında 2012 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi (APİKAM) tarafından yayına hazırlanarak, kitap olarak basılmıştır. İktisadi hayatın tüm faktörlerinin ayrıntılarıyla ortaya konulmaya çalışıldığı çalışma, zamansal açıdan Cumhuriyet’in ilk yıllarını, daha da özelde Atatürk dönemi olarak nitelendirebileceğimiz 1923-1938 yılları arasını kapsamaktadır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında “İzmir Ekonomisi”ni konu alan çalışmada temel kaynaklar olarak İzmir Vilayet İstatistikleri, Devlet Salnameleri, Ticaret Salnameleri, Vilayet Salnameleri gibi kamuya ait arşiv kayıtları kullanılmış ve böylece çalışmanın bilimsel niteliği kuvvetlendirilmiştir. Ayrıca o dönem çıkmakta olan Türkiye İktisat Mecmuası ve İzmir Ticaret ve Sanayi Odası Mecmuası gibi süreli yayınlar yanında, döneme yönelik yapılan araştırma ve inceleme eserlerden geniş oranda yararlanılmıştır. Resmi ve özel kaynakların verilerinin kullanılmasının yanında çalışma içinde iktisadi alanda pek çok kaynaktan atıflara yer verilmektedir. Böylece okuyucu İzmir’in iktisadi gelişimine yönelik ayrıntılı bilgilere ulaşabilmektedir. Çalışma altı bölümden oluşmakta, her bir bölümde iktisadi faaliyet alanlarının İzmir’deki gelişim süreçlerine yer verilmektedir. Son yıllarda İzmir’e yönelik yapılan çalışmaları yayınlayarak, okuyuculara ulaşmasını sağlayan Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi tarafından basımı gerçekleştirilen ve 360 sayfadan oluşan çalışmanın, “İzmir Ekonomisine Etki Eden Faktörler” başlığı altında yer alan birinci bölümünde, İzmir hakkında genel bilgilerin yanında, İzmir’de faaliyet halinde olan Ticaret Odası, Sanayi Birliği, Ticaret Borsası, Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti gibi iktisadi kurumlara ayrıntılarıyla yer verilmektedir. Ayrıca bölümün son ara başlığında Atatürk dönemi ekonomi politikaları üzerinde özetle durulmaktadır. Çalışmanın ikinci bölümü “Tarım, Orman ve Hayvancılık” başlığı altında isimlendirilmiştir. Tarım alt başlığı altında gerek İzmir gerekse Batı Anadolu bölgesinin ekonomisini oluşturan tarım ürünlerine değinilmektedir. Bölgede yetiştirilen incir, üzüm, zeytin, tütün, pamuk gibi tarımsal ürünlere yönelik hem iç hem de dış piyasalarda oluşan talep, genel olarak bölge ekonomisi özelde İzmir’in için hayli önem arz etmektedir.Çalışma içinde adı geçen tarım ürünleri hakkında yıllar içinde ortaya çıkan üretim ve satış miktarlarına tablolar halinde ayrıntılarıyla yer verilmektedir. İzmir ekonomik hayatında yarattığı olumsuz etkiler nedeniyle önemli köşe başları olarak nitelendirilebilecek olan İzmir Yangını, Nüfus Mübadelesi ve 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı gibi 260 DURGUN, Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi 1923-1938 ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) süreçlerin öncesi ve sonrası ortaya çıkan tarımsal ekonomik verilerde eser içinde dikkat çekmekte ve okuyucuya yıllar arasında karşılaştırma yapma imkânı sağlamaktadır.Ayrıntılı olarak verilen tarımsal veriler yanında, tarımsal üretim araçları, tarımı geliştirmeye yönelik alınan önlemlerden elde edilen sonuçlarda okuyucuya sunulmaktadır. İkinci bölümde yer alan orman alt başlığı altında İzmir’in incelenen dönem içindeki orman varlığına, mevcut ağaç cinslerine, ormanlardan elde edilen ekonomik ürünlere; hayvancılık alt başlığı altında il içindeki hayvan miktarları, cinsleri sayısal verilerin yer aldığı tablolar halinde araştırmacılarla paylaşılmaktadır. Enerji, ekonomik kalkınmanın gerçekleşmesi sürecindeen temel etkenlerin başında gelmektedir. Sanayi Devriminin ardından ortaya çıkan makineleşme üretim ilişkilerini değiştirmiş; ekonomik kalkınma için daha fazla üretim daha fazla enerji ihtiyacına neden olmuştur. Çalışmanın üçüncü bölümünde, İzmir’in enerji kaynakları, sanayisi ve madenleri hakkında ayrıntılı bilgi ve verilereyer verilmektedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında hedeflenen ekonomik büyüme, enerjiye olan ihtiyacı da beraberinde getirirken; bu süreçte İzmir’de havagazı ön plana çıkmakta ama bunun yanında elektrik kullanımı da her geçen yıl giderek artmaktadır5. Çalışma içinde İzmir içinde 1925 yılı içinde faaliyet gösteren fabrikaların faaliyet alanları, işletmecisinin tabiiyeti, kullandığı enerji cinsi ve kuvveti hakkında bilgilere tablo halinde yer verilmektedir. Bu tablo incelendiğinde, fabrika işletmecilerinin ağırlığının Türk olduğunu dikkati çekerken, öte yandan aralarında İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikalı, Portekiz, Yugoslav’ında bulunduğu çeşitli milletlere ait işletmelerde faaliyet halinde bulunmaktadır. Ayrıca işletmeler ağırlıklı olarak tarıma dayalı sanayi kolları alanında faaliyet göstermektedirler6. Cumhuriyet öncesi olduğu gibi Cumhuriyet’in ilk yıllarında İzmir ve çevresinde çıkartılan madenlerin büyük bölümü ihraç edilirken; yabancı sermayenin en fazla yer aldığı sektörde madencilik olarak ön plana çıkmaktadır. Çalışmada 1923, 1925, 1928, 1932, 1934 yıllarına ait ayrıntılı tablolar içinde, İzmir’de çıkarılmakta olan madenlerin, cinsi, çıkarılmakta oldukları yer ve işletmecileri okuyucuyla paylaşılmaktadır7. Ekonominin önemli bir parçasını oluşturan ulaşım sektörü, toplumların ekonomik yapıları içinde ağırlıklı bir yere sahip bulunmaktadır. Ulaşım, sistem ve olanakları bir bütün olarak, bir şehrin veya ülkenin ekonomik, sosyal ve kültürel dinamiklerini etkilemektedir. İncelediğimiz çalışmanın dördüncü bölümünde, İzmir şehrinin “Ulaşım ve Haberleşme” olanaklarını ortaya konulmaktadır. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde İzmir’de ulaşımda dikkat çeken unsur, demiryolu ulaşımının ön planda olmasıdır. 19. yüzyılda Batı’da ortaya çıkan sanayileşme, emperyalizmin İzmir ve Batı Anadolu bölgesinde 5 6 7 Bülent Durgun, Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi 1923-1938, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı, İzmir, 2012, ss.124-131. A.g.e., ss.144-148. A.g.e., ss.160-169. 261 Fevzi ÇAKMAK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) etkisini yoğun olarak hissettirmeye başlamasıyla sonuçlanmıştır. Emperyalist sömürünün hammadde kaynaklarına ulaşmak ve yeni pazarlar yaratmak maksatlarını gerçekleştirmedeki en önemli aracı demiryolları olurken; bu süreçte Batı Anadolu toprakları Anadolu’nun diğer bölgelerine göre çok daha erken tarihlerde demiryolu ile tanışmış ve kısa sürede gelişme göstermiş; bölgenin demiryolu ağı, Anadolu’nun neredeyse yarısına yakın bir kısmını oluşturmuştu8. Demiryolu, yolcu taşımada da kullanılırken; temel işlevi, Batı Anadolu’nun tarımsal zenginliğinin Batı’ya aktarmaktı. İncelediğimiz çalışmada, Batı Anadolu bölgesinde mevcut bulunan demiryolları üzerinden,1923 yılından 1930’lu yılların ortalarına kadar gerçekleştirilen yük ve yolcu taşımacılığına ilişkin ayrıntılı veriler yer almaktadır. İzmir-Aydın ve Kasaba demiryolu hatlarına ilişkin veriler incelendiğinde, bölgenin en önemli ihraç ürününün sırasıyla meyan kökü, palamut, buğday, taze meyve ve sebze olduğu; buna karşın ithalatta kahvenin ön planda geldiği dikkat çekmektedir. Ayrıca yolcu taşımacılığı alanında yıllar içinde yaşanan değişim, yolcu miktarı ve taşıma ücretleri de üzerinde durulan bir diğer konu olmuştur9. Örneğin, İzmir şehir içi ulaşımında önemli bir yeri olan Kordon Tramvay şirketinin 1923-1935 yılları arasındaki iş hacmi bir tablo halinde verilirken, yıllar içinde taşınan yolcu sayısı, günlük bilet gelirleri okuyucuyla paylaşılmaktadır. Çalışmada, demiryolu ulaşımının yanında, bir körfez şehri olarak, sahip olduğu limanı ile bölgenin önemli ticari faaliyet alanı olan İzmir’in deniz ulaşımına da ayrıntılı olarak yer verilmektedir. Burada altının çizilmesi gereken konu demiryolu ulaşımında olduğu gibi denizyolu ulaşımında da, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yabancıların hakim olduğu üstünlüktür. Cumhuriyet idaresi yabancıların ulaşımdaki bu üstünlüklerini zamanla azaltırken, deniz ulaşımında dönüm noktası 1 Temmuz 1926 yılında yürürlüğe giren Kabotaj yasası olacaktır10. Çalışma içinde İzmir’in deniz ulaşımına yönelik ayrıntılı veriler okuyucuya sunulurken, bölüm içinde yer alan tabloların başlıklarından bazıları özetle şöyledir: 1926 yılında faaliyet gösteren körfez vapurları, 1923 yılında faaliyet gösteren denizcilik şirketleri, 1930 yılında İzmir’deki deniz taşıtı durumu, 1929-1937 yılları arasında İzmir limanı faaliyetleri ve limana girençıkan gemilerin ait oldukları ülkelere göre tasnifi ve taşıdıkları yük miktarları11. Örneğin, İzmir limanına giren gemi sayısı 1924 yılında 10.781 iken, sonraki üç yıl boyunca rakamlar değişkenlik seyrederek, 1925 yılında 12.801, 1926 yılında 11.082, 1927 yılında 10.947 olmuştur. Çalışma içinde karayolu ve havayolu ulaşımına değinilirken; İzmir’in içinde ve çevresinde mevcut karayolu hatlarına ilişkin veriler yanında, şehir içi ulaşımda önemli bir yeri olan atlı ve elektrikli 8 9 10 11 A.g.e., s.188. A.g.e., ss.196-203. Cumhuriyet idaresinin denizcilik politikası ve Kabotaj uygulamasına ilişkin ayrıntılı bilgi için bakınız: Kemal Arı, İzmir’den Bakışla Türkiye’de Kabotaj: “Haklar, Kazanımlar ve Bayramlar”, Deniz Ticaret Odası İzmir Şubesi Yayınları No:2, İzmir, 2009. A.g.e., ss.204-221. 262 DURGUN, Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi 1923-1938 ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) tramvaylara ayrıntılarıyla değinilmektedir. Ayrıca dördüncü bölüm içinde yer alan “Haberleşme” ana başlığı altında, İzmir içinde faaliyet gösteren basınyayın organları, posta-telgraf-telefon hizmetleri, zengin verileri okuyucuya sunulmaktadır. Çalışmanın beşinci bölümü, “Mali Durum ve Bankacılık” ana başlığı altında, dört alt başlıktan oluşmaktadır: Para ve Kambiyo, Bankacılık, Kredi Kuruluşları-Kooperatifler ve Yabancı Yatırımlar. Ulaşım sektöründe olduğu gibi bankacılık sektöründe de yabancıların hakimiyeti kendini göstermektedir. 1924 yılında yabancı bankaların toplam mevduattaki payı % 74’ü; toplam kredilerdeki payı % 53’ü bulmaktadır. Sonraki yıllar içinde bu oranlar yabancı bankalar aleyhine değişim gösterecek; Türk özel ve devlet bankaları, sektördeki ağırlıklarını artıracaklardır12. 1924 yılında kurulan İş Bankası, Ankara’nın hemen ardından İzmir’de bir şube açarak çalışmalarına başlarken, bankacılık sektöründeki millileştirme çabaları hız kazanacaktı.Çalışma içinde 1923 yılından başlayarak, çeşitli aralıklarla 1937 yılına kadarki dönem içinde faaliyet gösteren bankalar hakkında ayrıntılı malumatlar yanında; sigortacılık faaliyetleri alanında faaliyet gösteren şirketlere yönelik ayrıntılı verilere de çalışma içinde yer verilmektedir13. 1929 yılı Dünya ekonomik bunalımı Türk ekonomisine olumsuz etkiler yaşatırken; aynı dönem içinde Türkiye’de yaşanan şiddetli kuraklık tarım ürünlerinin üretimini de olumsuz etkilemiş; 1929 ve 1930 yıllarındaİzmir’de yaşanan şiddetli yağışlarda, ekonomik felaketin boyutlarını artırmıştı. Şehirde ticarethaneler ve ticari emtiaya büyük zarar görürken;tarımsal ürünler arasında başlıca ihraç ürünleri olan; üzüm, incir, tütün, pamuk, palamut, vb. ürünler bulunuyordu. Bu durum ise tüccarın ve üretici kesimin üzerinde dünya ekonomik bunalımın olumsuz etkisinin daha fazla görülmesine neden oldu14. Bu zor şartlar içinde çoğunluğunu düşük gelir düzeyindeki insanların oluşturduğu geniş köylü üretici kitlesi arasında dayanışma ve işbirliği ilişkileri zayıf; üretim ve verimlilik ilişkileri düşüktü. Üreticinin, bin bir güçlükle yetiştirdiği ürün, yabancı şirketler ve bunlara hizmet eden tüccar-tefeci ağı tarafından sömürülmekte ve buna karşı üretici kendisini koruyacak kredi ve pazarlama örgütlerinden yoksun kalmıştı. Bu durum karşısında Kemalist Kadro, kaynak israfını önleyerek, sınırlı kaynakları daha verimli hale getirmek ve çiftçilerin piyasadaki olumsuzluklara karşı direnme gücünü arttırmaya yönelik olarak “Kooperatifçilik” düşüncesini geliştirmeye yönelmişti15. Tanıtımını yaptığımız çalışmanın beşinci bölümünün yer alan “Kredi Kuruluşları-Kooperatifler” alt başlığı altında, İzmir ilinde 12 13 14 15 A.g.e., s.244. A.g.e., ss.248-256. Alev Gözcü, “Bir İntiharın Sosyo-Ekonomik Arkaplanı: Dünya Ekonomik Bunalımının İzmir Örneğinde Gündelik Yaşama Yansımaları”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, VI/14 (2007/Bahar), s.89. Özlem Yıldırır, “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Aydın İncir Müstahsilleri Kooperatifinin Durumu”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, II/4-5 (1995), ss.104-105. 263 Fevzi ÇAKMAK ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) faaliyet göstermeye başlayan zirai kredi kooperatiflerinden bahsedilmektedir. İzmir’de 1929 yılında faaliyete başlayan zirai kredi kooperatif hareketi, kısa sürede gelişim göstererek, üreticiyi zor koşullarda korumaya ve nakit sıkışıklığı dönemlerinde rahatlatmaya başlamış; piyasayı sadece ihracatçı tüccarların belirlemesi karşısında ise satış kooperatifleri oluşturma yoluna gidilmişti. 1937 yılına gelindiğinde satış kooperatiflerinin sayısı 20’yi bulurken; bunlar içinde yer alan Aydın İncir Müstahsilleri Kooperatifi, Manisa Bağcıları Satış Kooperatifi; İzmir ili içinde 1928 yılında kurulan Bağcılar ve Tütüncüler Kooperatifi, Ziraat Bankası’nın teşviki ile kurulan İzmir Meyve ve Sebze Satış Kooperatifi ve 1935 yılında faaliyete başlayan TARİŞ ön plana çıkanlar arasındaydı. Ege bölgesi ve İzmir il-ilçe ve köylerindeki kooperatiflerinin yıllar içindeki faaliyetlerine çalışma içinde ayrıntılı olarak yer verilmektedir16. Çalışmanın altıncı ve son bölümü “Ticaret ve Sosyo-Ekonomik Durum” başlığını taşımaktadır. Osmanlı devletinin son dönemlerinde limanı ile son derece canlı bir ticari hayata sahip olan İzmir’de, ticaretin temelini oluşturan temel sektör tarımdı. Kurtuluş Savaşı süreci ticari hayatta derin etkiler yaratırken, savaş sonrası ülkeyi terk eden azınlıkların yerini ticari hayatta Türk tüccarlar almaya başlayacaktı.İzmir limanından ihraç edilen ürünler arasında üzüm, incir, pamuk, afyon, palamut en başta geliyordu. Çalışma içinde ihraç edilen tarım ürünlerinin, 20. yüzyılın başından 1930’lı yılların ortalarına kadarki üretim ve ihraç miktarları ve ticaretle birlikte ortaya çıkan fiyat hareketlerine tablolar halinde yer verilmektedir17. Bu ürünlerin ihraç edildiği ülkeler arasında Amerika, İngiltere, Fransa, Felemenk, Belçika, Almanya en başta gelirken, diğer ülkelere yönelik ihraç rakamları, ayrı ayrı seneler halinde okuyucuya sunulmaktadır. Bu rakamlara dikkate alarak dönemin ticari hayatı hakkında çeşitli çıkarımlarda bulunulabilmektedir. Örneğin, 1923 yılı itibariyle en fazla ithalat yapılan ülkenin İtalya olduğu dikkat çekerken; en fazla ihracat yapılan ülkenin kısa süre öncesine kadar savaş içinde olduğumuz İngiltere olması ilgi çekicidir. Ayrıca seneler içinde değişen ithalat ve ihracat rakamları incelendiğinde, 1929 Dünya ekonomik bunalımının Türk ekonomisine yarattığı etkileri öncesi ve sonrası ile karşılaştırabilme olanağı bulunabilmektedir18. Kurtuluşundan kısa bir süre sonra büyük bir yangın geçiren İzmir’in yeniden imarı önem kazanmıştır. Çalışma içinde İzmir’in yeniden imarına yönelik yapılan çalışmalar, dönem içinde yayınlanan vilayet istatistiklerinden derlenerek okuyucuya sunulmuştur. Bu bilgiler arasında sular ve bataklıklar, içmeler, belediye işleri, sivil ve resmi inşaat faaliyetleri, fuar ve parklar gibi bayındırlık faaliyetleri yer almaktadır. Bunların dışında dönem içinde tüketilen temel tüketim maddelerinin fiyatlarının yer aldığı tablolar, aydınlatma işleri, çalışma koşulları son bölümde yer verilen diğer başlıkları oluşturmaktadır. 16 17 18 A.g.e., ss.256-281. A.g.e., ss.293-303. A.g.e., ss.306-310. 264 DURGUN, Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi 1923-1938 ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Sonuç olarak, tanıtımını yaptığımız çalışma hakkında genel olarak şu yargıda rahatlıklarla bulunabiliriz: Osmanlı devrinde önemli bir ticaret şehri olan İzmir’in, büyük yangından sonra Cumhuriyet idaresi altında küllerinden yeniden inşa ediliş sürecini ortaya koymaktadır. Çalışma, İzmir’in iktisadi gelişimini ayrıntılarıyla araştırmacıya sunarken; öte yandan İzmir örneğinden hareketle, incelenen dönem içindeki Türkiye’nin iktisadi dönüşüm ve gelişimi hakkında fikir sahibi olunabilmektedir. İktisadi gelişimin incelenmesinde önemli olan sayısal verilere çalışmada geniş ölçüde yer verilmiş olması ve bu verilerin ağırlıklı olarak dönemim resmi kaynaklarından alınıyor olması, çalışmanın değerini artıran unsurların başında gelmektedir. Ayrıca iktisadi gelişimin her yönüyle inceleniyor olması da çalışmayı ayrıca değerli kılmaktadır. İzmir’in, geçmişteki ekonomik yapısını ortaya koyan bu çalışma, yazımızın başlangıcında da ifade ettiğimiz gibi Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü bünyesinde hazırlanmış olan bir doktora tezidir. Enstitü bünyesinde, İzmir şehrinin siyasi, toplumsal, ekonomik özelliklerini derinlemesine inceleyerek ortaya koyan ve toplum ve şehir hayatının keşfedilmemiş yönlerine ışık tutan yüksek lisans ve doktora çalışmaları yapılmıştır. Sonrasında çeşitli kurum ve yayınevleri tarafından yayınlanan bu çalışmalara Sadık Kurt tarafından hazırlanan “İzmir’de Kamusal Hizmetler (1850-1950)”; Hülya Gölgesiz Gedikler tarafından hazırlanan “19501960 Yılları Arasında İzmir’de Gündelik Yaşam” örnek olarak gösterilebilir. Enstitü bünyesinde yapılan bu tür çalışmalar, üniversite-kent işbirliği ve bütünleşmesini ortaya koyması açısından da dikkate değerdir. Fevzi ÇAKMAK* * Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü (fevzi.cakmak@deu.edu.tr). 265 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal Of Modern Turkish History Studies XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 267-274. Kitap Tanıtımı Book Review Jack Goody, Tarih Hırsızlığı, Çev: Gül Çağalı Güven, 1. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, 420 sayfa. Öz Tarih, çok farklı tanımlarla açıklanabilecek bir kavram olmakla birlikte zihnimizdeki tarih kavramı ve anlayışı da çok farklı tanımlarla açıklanabilir. Jack Goody’nin “Tarih Hırsızlığı” adlı eseri, uzun yıllardır Avrupa merkezli (euro-centric) tarih anlayışının tersten okunması ve yeni bir duruma konumlandırılması açısından önem taşımaktadır. Bu tarih anlayışının söylem olarak irdelenmesi, algımıza yerleşen ve onu biçimlendiren bir tarihi yeniden kurgulamayı ifade etmektedir. Goody’ye göre, tarihin Batı tarafından ele geçirilişi 19. yüzyıl sonrasında gerçekleşmeye başlamıştır. “Avrupa merkezli tarih anlayışının iddia ettiği gibi, Avrupa ile Asya arasında keskin bir ayrım yoktur, bir süreklilik söz konusudur. Avrupa merkezli tarih yazıcılığı Asya’yı veya Avrupa dışındaki bir coğrafyayı dünya tarihinin dışarısında tutmuştur. Bu nedenle, dünyanın diğer kıtaları ve bölgeleri de dünya tarihinin içerisine dâhil edilmelidir. Batı; zaman, mekân, uygarlık ve aşk hırsızlığı yapmaktadır.” İşte tanıtımını yapmaya çalıştığımız “Tarih Hırsızlığı” adlı eserinde Jack Goody, tarihin Batı tarafından nasıl tekelleştirildiğini titizlikle ve dikkatle açıklamaya çabalamaktadır. Anahtar Kelimeler: Tarih, Tarih hırsızlığı, Batı Avrupa, Tekelleşme, Asya. Jack Goody, History Theft, Trans: Gül Çağali Güven, 1st Edition, Iş Bankasi Kultur Yayinlari, 420 pages. Abstract Both history notion and the history understanding and notion in our minds are terms which can be explained with various definitions. “The Theft of History” by Jack Goody is important for reading the euro-centric history conception backwards and locating it in a new position. Investigation of this concept of history in its expression means to rebuild the history which is located in our perception and shapes our perception. According to Goody, the conquest of history by West started in 19th century. “There is no such a separation between Asia and Europe as the euro-centric history conception claims, there is continuity. The eurocentric historiography excludes Asia or any other place but Europe from the world history. So, other continents and regions of the world should be included in the world history. The West steals time, space, civilization and love.” Here in his work “The Theft of History”, Jack Goody tries to explain how the West monopolizes history carefully and meticulously. Key Words: History, the Theft of History, Western Europe, Monopolization, Asia. 267 Hasan GÜRKAN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Jack Goody (1919), dünyanın tanınmış ve önde gelen antropologlarından biridir. Cambridge St John’s College’i bitirdikten sonra İngiliz ordusunda II. Dünya Savaşına katılmış, Kuzey Afrika’da savaşırken Almanlara esir düşmüş ve üç yıl boyunca esir kampında kalmıştır. 1976’da British Academy’ye seçilmiş ve ayrıca St John’s College’de de akademi üyesidir. Goody’nin “Tarih Hırsızlığı” dışında da birçok eseri bulunmaktadır. Bazıları şunlardır: Death Property and the Ancestors: A Study of the Mortuary Customs of the LoDagaa of West Africa (1962); The Myth of the Bagre (1972); The Domestication of the Savage Mind (1977); Food and Love; A Cultural History of East and West (1998); Capitalism and the Modernity: the Great Debate (2004)1. Yazar “Tarih Hırsızlığı” adlı eserini 3 bölüme ayırmıştır. Birinci bölüm, “Sosyo-Kültürel Bir Soyağacı”, ikinci bölüm “Üç Akademik Bakış Açısı” ve üçüncü bölüm “Üç Kurum ve Değerler” adını taşımaktadır. I. Sosyo-Kültürel Bir Soyağacı Birinci bölüm dikkat çekici şu iki soru ile başlıyor: “Kim çaldı, Ne çaldı? Zaman ve Mekân”. Birinci bölümün birinci kısmında zaman ve mekân hırsızlığı ile ilgili düşüncelere değiniliyor. Bu doğrultuda zaman hırsızlığı şu şekilde açıklanıyor: “Geçmişte, zamanın hesaplanışını batı kendine mal etmiştir. Bugün de öyledir. Tarihin dayandığı yıllar İsa’nın doğumundan önce ve sonraya göre ölçülür. Hicretle İbrani veya Çin Yeni Yılıyla ilişkili diğer takvimlerin kabulü tarihsel araştırmaların ve uluslar arası kullanımın marjinal alanına itilmiştir. Bu zaman hırsızlığının bir yönü kuşkusuz yine yazılı kültürlerin kavramları olan yüzyıl ve binyıl adlandırmalarının ta kendisidir.”2 Goody, Avrupa’nın zamanı tekelleştirmesini sadece bu ifadelerle açıklamamaktadır. Şunları da ekliyor: 1 2 Jack Goody, Tarih Hırsızlığı, Çev: Gül Çağalı Güven, 1. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012. (arka kapaktan) A.g.e., s.17. 268 GOODY, Tarih Hırsızlığı ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) “Zamanın tekelleşmesi, yalnız İsa’nın doğumunun tanımlandığı her şeyi kapsayan çağla değil, aynı zamanda yılların, ayların ve haftaların günlük hesaplanışında da kendini gösterir. Yılın kendisi kısmen keyfi bir bölünmedir… Aslına bakılırsa, Avrupalıların kullandığı güneş yılının, İslami ve Budist ülkelerin aya dayalı hesaplamasından daha “mantıklı” hiçbir yönü yoktur.”3 Goody’nin ikinci önem verdiği olgu, mekân hırsızlığıdır. Yazar burada yine Avrupa merkezli tarih yazımının dışına çıkmıştır. Goody’ye göre, “Mekân kavramı da Avrupa’da yapılan tanımlardan yola çıkmıştır… Avrupa’yla Asya arasındaki keyfi bölümleme dışında, sezgisel olarak ayrı bütünler halinde analiz edilmeleri bakımından, kıtaların sadece Batılı kavramlar olduğunu söylemek güçtür. Coğrafî olarak Avrupa ve Asya bir devamlılık oluşturur.”4 Yazar sömürgecilik konusunda da fikirlerini söylemekten geri kalmıyor. Batının sömürgecilik faaliyetlerinin etkilerini bazı örneklerle açıklıyor. Bu etkilerden bir tanesi uzamın koordinatları olarak görüyor: “Batı’nın sömürgeleştirme faaliyetlerinin etkileri aşikârdır. İngiltere uluslararası alanda egemen konuma geldiğinde, uzamın koordinatları Londra’daki Greenwich boylamı çevresinde dönmeye başladı; Batı ve büyük ölçüde Doğu Hint Adaları, Avrupa’nın yönelimleri, sömürgeciliği ve denizaşırı genişlemesiyle yaratıldı.”5 Yazarın bir başka iddiası, tarih hırsızlığının sadece zaman ve mekân ile sınırlı kalmadığıdır. “Tarih hırsızlığı, tarihsel dönemlerin de tekelleştirilmesi anlamına gelir.” Yazar “dönemselleştirme” isimli başlığının sonlarında şu yargılara varıyor: “Ben özellikle insan tarihindeki gelişime ilişkin geniş tarihsel kavramlarla, Batı’nın küresel olaylara kendi rotasını kabul ettirmeye çalışma yöntemiyle ve bunun yol açtığı yanlış anlamalarla ilgileniyorum. Dünya tarihinin bütünü, sözüm ona sadece Batı Avrupa’da gerçekleşen olaylarla doğrulanan bir aşamalar silsilesi olarak anlaşılmaktadır.”6 3 4 5 6 A.g.e., s.17. A.g.e., s.22. A.g.e., s.23. A.g.e., s.29. 269 Hasan GÜRKAN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Birinci bölümün ikinci kısmı Antikçağın icadından başlayarak, ekonomi, siyaset (vs) ve çarpıcı bir biçimde Antikçağ ile Avrupa-Asya ikiliğine ayrılmış. “Doğu’da olan bitenin “Asya istisnacılığını” temsil ettiği ve Batılı olaylar silsilesinin “normal” olduğu kavramının bizzat kendisi, “kapitalizm”e çıkan tek yolu işaret ettiğini ileri süren 19. yüzyıl bakış açısına dayanan haksız bir Avrupalı varsayımını ifade eder. Ve bu fikir, tarihçi Braudel’in sıklıkla kullandığı geniş anlamıyla kapitalizmin, çok daha özgül bir ekonomik olay olan, çoğu zaman “üretken bir yatırım”la ilgili görülen sanayi üretimiyle birleştirilmesinden doğar… Matbaanın gelişimi, bilginin daha hızlı dolaşımına (ve birikmesine) olanak verdi; bu, Çin ve Arap uygarlıklarının kâğıt ve ilkinin matbaa kullanımı nedeniyle daha önceden sahip olduğu bir üstünlüktü.”7 Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere Goody, yaşanan Batılı gelişmelerin ve olayların “normal”, Doğudakilerin ise “Asya istisnacılığı” olduğu konusundaki Batılı yerleşik bu yargıya karşı çıkıyor. I. bölümün üçüncü kısmında Goody, feodalizmi irdeliyor. “Feodalizm; kapitalizme geçiş mi yoksa Avrupa’nın çöküşü ve Asya’nın egemenliği mi?” diye soruyor. Bu bölümün sonunda Asya despotizmini ve Asya toplumunu Avrupa ile karşılaştırmalı bir biçimde ele alıyor. Yazar, eserinde Osmanlı İmparatorluğu’na da (Türkiye’ye) önemli derecede yer vermektedir. Buna I. Bölümün son kısmında rastlıyoruz. “Asyalı despotlar ve toplumlar, Türkiye’de mi başka yerde mi?” sorusundan hareketle Türkiye üzerinden Avrupa ve Asya’yı değerlendirmektedir. “Ortaçağ sonlarında, Avrupalı olmayan ama Avrupa’ya en yakın, en büyük Asyalı devlet Türkiye’ydi. 14. yüzyıldan beri orduları, Bizans ve Balkanlar dâhil mevcut Avrupalı ve Hıristiyan coğrafyaya saldırıyorlardı. Avrupa çok daha önceleri, Kuzey Afrika’dan İspanya’ya gelip Sicilya’ya ve genel olarak Akdeniz’e ilerleyen İslam istilasına uğramıştı (“Mağribiler”). Mağribiler ve Türkler kıtaya karşı saf tutmuş Avrupalı olmayan güçlerin birer simgesi haline gelmişlerdi ve tipik algılanma biçimleri, despotik karakterleri ve Hıristiyan erdemlerinden yoksunluklarıydı. Gaddarlık ve barbarlığın damgasını taşıyorlardı: Onlar Müslüman’dı. Avrupa’nın gözünde Türkiye, genel olarak, özellikle de 17. yüzyıldan sonra entelektüeller tarafından bile despotik olarak görüldü…”8 Goody, Türkiye’nin Batı karşısında şark despotizmini temsil edişinin tarihsel nedenlerini de şöyle açıklamaktadır: “…Antikçağ’da Persler Yunanların gözünde Doğu despotizmini temsil ediyorduysa, Türkiye de yeniçağ başlarında Şark despotizminin örneği haline geldi… Grek etnik-merkezci tutumlar Batılı akademik tarih yazımı ve kültürel analizi içine dâhil edildi. Yunanların kendi demokratik sistemleriyle “öteki” olarak algıladıkları despotik Pers İmparatorluğu arasına koydukları ikilik, Avrupa’nın Türklere ilişkin daha 7 8 A.g.e., s.78. A.g.e., s.117. 270 GOODY, Tarih Hırsızlığı ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) sonraki görüşleriyle kaynaşarak, Marx’ın “Asya istisnacılığı” terimiyle ifade ettiği ve Avrupa düşüncesinde ayırt edici özelliğini oluşturduğu bir paradigma üretti. Oysa bu coğrafyadaki kültürlerin tümü, Yakındoğu’nun Bereketli Hilal’inden Çin’e kadar uzanan ve antikçağdan itibaren Avrupa’daki gelişmelerin temelini oluşturan bronz çağı uygarlıklarının varisleriydi. Dolayısıyla, Avrupa ve Asya toplumları arasında işaret edilen karşıtlık, erken dönem tarih söz konusu olduğu sürece pek az analitik değer taşır.”9 Goody, Türklerin üretim ve ticaret etkinlikleri incelendiğinde, Türkiye’nin despotik devletleri nitelediği varsayılan “durağan bir ekonomi” olarak kabul edilemeyeceğini ileri sürüyor. Aynı şeyin bir bütün olarak toplum için de geçerli olduğunu ve esneklikten uzaklık iddiasının yalnız varsayılan despotik karaktere değil aynı zamanda İslam’a da atfedildiği görüşünü savunuyor. Örnek olarak da meşhur tartışmayı gündeme getiriyor: Türklerde matbaanın kullanımı meselesi! “… Sıkça verilen örnek, Çin’de yüzyıllar önce kullanılmış olan matbaanın reddedilmesidir. Ben tam tersine, toplumun birçok etkiye ve birçok değişime açık olduğunu ileri sürüyorum. Matbaayla (belki de saat gibi başka yeniliklerle de) ilgili kısıtlamanın değişmeye isteksizlikle hiçbir ilgisi yoktur. Daha çok, dini inançlarla ilgilidir ve böyle olması nedeniyle de son derece özgüldür.”10 Goody, burada İslam ve ilerleme ilişkisini sorgulamasa ve derinlemesine incelemese de sorunun özgüllüğünü vurgulaması kayda değer olarak görülebilir. II. Üç Akademik Bakış Açısı Goody kitabının II. bölümünde, tarih hakkında yazan üç önemli yazarı ve batıya ilişkin düşüncelerini ele alıyor. Bu üç yazar; Joseph Needham, Norbert Elias ve Fernand Braudel’dir. Goody, bu üç yazarın, Batı’nın üstünlüğünü uzak bir geçmişe dayandırmaları, Avrupa’ya kuşku götürür bir yöntemle ayrıcalık tanımaları, dolayısıyla da dünya tarihine ışık tutmaktan çok onu çarpıtmaları nedeniyle açıklamalarının kusurlu olduklarını ileri sürmektedir11. Bu bölümde Goody; birçok Avrupalı yazarın Rönesans olmaksızın modern dünyaya doğru ilerleme gerçekleşemezdi düşüncesinden12; modern bilimin kendiliğinden geliştiği tek bölge olarak batının seçilmesi, bu nedenle de Avrupa merkezci bakış açısına sürüklenilmesine; hatta uygarlık ve kapitalizm hırsızlığına (özellikle Braudel’in düşünceleri üzerinden) bir dizi eleştiri sunmaktadır13. 9 10 11 12 13 A.g.e., ss.118-119. A.g.e., s.138. A.g.e., s.148. A.g.e., s.151. A.g.e., s.182, 215, 234. 271 Hasan GÜRKAN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Yazar bu bölümde modernite/modernlik tartışmalarına da giriyor. Goody, batıda yaşanan gelişmelerin modernliğe ve modern bilime yol açtığı yargısını kabul ediyor. Ancak sorunun, bunların Avrupa’nın arka planının genel özelliklerinin benzerliğine atfedilmesinde görüyor. Buradan hareketle “modernite”nin tamamen Batılı bir evre olarak kavrandığını, ancak kategorik terimlerle ifade edilmesine rağmen, doğuşunun ölçütlerinin bile muğlâk bir durumda olduğu yargısını getiriyor14. Yazar bu tartışmayı ikinci bölümün yedinci kısmında sürdürüyor. Antikçağ’ın, feodalizmin, hatta uygarlığın Avrupa’ya özgü olduğu ileri sürüldüğünden ve tüm bu evrelerin mantıksal olarak art arda gelen aşamalarda birbirine yol açtığı düşünüldüğünden, dünyanın geri kalanının modernite ve bizzat kapitalizm yolundan dışlandığını söylüyor15. Burada bazı yazarlara, özellikle Braudel ve Max Weber’e eleştiriler sıralıyor. Bunun gibi birçok yazarı, Batı’ya ezici bir derece imtiyaz tanıyarak, Doğu’yu dünya tarihindeki yerinden yoksun bırakmakla itham ediyor16. III. Üç Kurum ve Değerler Kitabın III. bölümü, “Kurum Hırsızlıkları: Kentler ve Üniversiteler” ile başlıyor: Avrupa kentlerinin Doğu kentlerinden, özellikle de kapitalizmi yaratan etkenler bakımından çok büyük farklılık gösterdiği ve bir başka yaygın kabul gören yüksek eğitimin ilkinin 11. yüzyılda Bologna’da olmak üzere Batı Avrupa üniversitelerinin kuruluşuyla başladığı düşüncesinin (varsayımının) son derece kuşku götürür nitelikte olduğunu ileri sürüyor. Ardından da Avrupalı araştırmacıların farklı bir yorum için adeta yalvaran güçlü kanıtlar karşısında bile Avrupa merkezci konumu sürdürmeye yönelik toplu çabalar olduğunu ekliyor17. Goody, III. bölümün üçüncü kısmında, Avrupa’nın sadece kendine özgü olduğunu söyleyerek, çok değer verilen belirli kurum ve değerler üzerinde hak iddia etmekle kalmadığını, aynı zamanda bazı duyguları ve özellikle de aşk’ı kendisine mal ettiğini düşünmektedir18. Yazar bu noktada şunları söylemektedir: “Bir duygunun ifadesiyle varlığı arasında önemli bir fark vardır. Bu (daha önce de sürdüğüm gibi), yazıya geçmiş sözde, belirgin olarak da okuryazar kültürlerde yaygın bir biçimde görülen aşk mektuplarında işlenir. Fakat biçimleri farklı olsa bile, duygunun kendisi çok daha yaygın bir şekilde mevcuttur. Yalnız Avrupa’da da değil, gerçek anlamda bütün dünyada hüküm sürer.”19 14 15 16 17 18 19 A.g.e., s.152. A.g.e., s.213. A.g.e., ss.213-214. A.g.e., ss.253-254. A.g.e., s.315. A.g.e., s.337. 272 GOODY, Tarih Hırsızlığı ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) “Aşk hırsızlığı” ile ilgili son olarak şöyle bir yargı ortaya çıkıyor: “… Aşkın emsalsiz bir şekilde Avrupalı olduğu iddiası, yalnız kapitalizmin gelişimiyle bağlantılandırılamaz, aynı zamanda emperyalizmin hizmetinde kullanılmakta olduğuna inanılan bir dizi siyasal sonucu da beraberinde getirir. Yucatan’daki Mérida’da bulunan bir sarayın, boyun eğmiş vahşilerin tepesinde dikilen miğferi ve zırhlı conquistador’ları betimleyen süslemelerinde, aşkın fethedici gücünü ilan eden bir ibare kazılıdır. Avrupa’nın emperyalist fatihleri, cinsel bir nitelik taşımaktan çok, kardeşçe olan bu duyguda hak iddia etmişlerdi. Aşk, sözcüğün gerçek anlamıyla, işgalci bir ordunun elindeyken, herkesi fetheder.”20 Yazar, eserinin “son sözler”inde, ‘Avrupa’nın (büyük ölçüde Hıristiyan) kendi zaman ve uzamları hakkındaki tarihselleştirmelerini Avrasya dünyasının geri kalanına dayatarak Doğu’nun tarihini nasıl çaldığını’ ifade etmektedir. Eserinin sonlarında da, pek fazla değinmediği, sömürgecilik/emperyalizm meselesi ile ilgili bir açıklama yapar. Goody, sömürgeci hâkimiyet ve dünya hâkimiyetinin tüm biçimlerinin, entelektüel eserler açısından yararları kadar hatırı sayılır tehlikeleri de içinde barındırdığını ifade ederek, mevcut durumda Batı’nın bir üstünlük benimseyip, teleolojik bir tarih yaratarak bu üstünlüğü geçmişe yansıttığını ifade eder. Hatta Goody, daha da ileri giderek dünyanın geri kalanı açısından sorunun, ötekilerin hep durağan, dışarıdan yardım almaksızın kendilerini değiştirmeyi kesinlikle beceremez olarak görülmesi olduğunu iddia eder21. Yazar “son sözler”inde, Avrupa’nın tarihselleştirmeleri içerisinde yer alan Rönesans’ı ve dönemin Avrupa gerçekliğini kabul etmektedir. Dahası “yeniden doğuş”un o dönem için zorunlu olduğunu kabul eder22. Bunun yanında Avrupa’nın birçok açıdan Müslüman Doğu ve Güney’e çok borçlu olduğunu dile getirir. Goody, bu durumu şöyle açıklar: “Ticaret kadar entelektüel yaşam da, 14. yüzyıl öncesinde Müslüman Doğu ve Güney’e çok şey borçlandı. Bunda sadece Yunancadan yaptıkları çeviriler değil, tıp, astronomi, matematik ve diğer alanlardaki kendi katkıları da (tıpkı Yahudilerinki gibi) rol oynadı. Bu canlanmada, Hindistan ve Çin de paylarını düşeni yaptılar, zira İslam toplumları Güney İspanya’dan Çin sınırına dek Asya’nın tamamına yayılmıştı. Daha net bir ifadeyle birçok bitki, ağaç ve çiçeğin (portakal, çay ve kasımpatı) yanı sıra, Francios Bacon’ın modern toplum açısından merkezi gördüğü, pusula, kâğıt ve barut gibi yeniliklerin kökeni de doğuydu. Matbaanın, porselen, ipekli ve pamuklu tekstil imalatının, aslında sanayinin Doğulu kökenlerinden söz etmeye gerek bile yoktur.”23 Goody, “son sözler”ini ve kitabını şu soru ve açıklamayla tamamlıyor: “Aslına bakılırsa, durum ‘kapitalizm’ teriminin büsbütün terk edilmesiyle de açıklığa kavuşabilirdi, çünkü bu terimin kullanımı, Batı’ya bir çeşit uzun vadeli, imtiyazlı, 20 21 22 23 A.g.e., s.337. A.g.e., ss.339-340. A.g.e., s.347. A.g.e., s.347. 273 Hasan GÜRKAN ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) konum tanıma eğiliminde olacaktır. Öyleyse modern dönemde Batı’nın üstünlüğü hakkındaki tartışmayı, neden kentsel ve merkantilist gelişmelerin uzun vadeli çerçevesi içinde, az çok yoğun etkinlik dönemlerine olanak veren ve ‘uygarlaşma süreci’nin olumlu yönlerini olduğu kadar olumsuz yönlerinin tamamını da hesaba katan bir çerçeve içinde, ekonomik faaliyetlerin ve diğer faaliyetlerin yoğunlaşması şeklinde dile getirmeyelim? Kuşkusuz, bu silsilenin parçalara ayrılması, çağdan çağa dönemselleştirilmesi gerekir; ama sanayileşmenin genişleyen kapsamından, hatta bir Sanayi Devrimi’nden, bu sürecin Asya ve diğer toplumlardaki başlangıçlarını yadsımaksızın, bunu tümüyle Avrupa’ya ait bir gelişme olarak görmeksizin de bahsetmek mümkündür.”24 Eseri genel olarak değerlendirdiğimizde, Goody’nin genel düzlemde iki farklı düşünceyi işlediğini görebiliriz. Birincisi, zihinlerimizdeki tarih anlayışını yeniden yorumlamakla birlikte onu daha tarihsel ve bütüncül bir konuma oturtmaya çalışmaktır. İkincisi ise yeni bir dünya tarihi okuması gerçekleştirmektir. Yazar bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için hem Batılı birçok yazarı hem eserlerini eleştiri süzgecinden geçirmektedir. Tüm bunları yaparken de birçok farklı bilimsel disiplinin sunduğu geniş bir akademik sahada seyretmektedir. Hasan GÜRKAN* 24 * A.g.e., s.363. Doktora Öğrencisi, Mersin Üniversitesi Tarih Ana Bilim Dalı, (hasangurkan74@hotmail.com). 274 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Journal Of Modern Turkish History Studies XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 275-300. Dizin İndex ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TARİHİ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ 25 SAYILIK DİZİNİ Mehmet Emin ELMACI* Çağdaş Türkiye Araştırmaları Tarihi Dergisi, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nce 1991’den beri belirli aralıklarla çıkmaktaydı. Ancak maddi bazı sıkıntılar nedeniyle bazı dönemlerinde ara verilmek zorunda kalındı. 2006’dan itibaren dergimizi TÜBİTAK ve ULAKBİM’de taralı yapma gayretlerimiz sonucunda dergimiz şu an düzenli bir şekilde yılda iki kez yayınlanmak suretiyle başarıya ulaşmıştır. Dergimizi dünyanın tüm bölgelerine ulaştırabilmek adına e-dergi olarak yayınladığımız gibi, bilim insanlarının içinde olan basılı somut bir dergi görme duygusu adına da e-derginin yayınlanmasından hemen sonra basılı dergi halinde yayınlamaktayız. Kısaca belirttiğimiz süreçten geçerek günümüze ulasan Çağdaş Türkiye Araştırmaları Tarihi Dergisinin 2005 yılında ilk on sayısının dizinini yapmıştık. (Elmacı, Mehmet Emin “Çağdaş Türkiye Araştırmaları Tarihi Dergisi İlk On Sayı Dizini” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 271-280.) Şimdi 25. sayıya geldiğimiz şu günlerde yeni bir dizin yapma gereğini hissettik. Türkiye’de çağdaşlaşmanın başlangıcı olarak görülen Tanzimat döneminden günümüze kadar olan süreçteki yakın Türkiye Tarihi konularını kapsayan özgün çalışmalardan oluşan dergimizde, makaleler yanında, önemli belgelerin yayınları, yabancı dildeki yayınların çevirileri ve gerek Türkçe gerekse yabancı kaynak ve araştırma eserlerinin tanıtıldığı kitabiyat ve hem ulusal hem de uluslararası sempozyum tanıtımları da yer almaktadır. * Yrd.Doç.Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri İnkılâp Tarihi Enstitüsü, (emin.elmaci@deu.edu.tr). 275 Mehmet Emin ELMACI ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) Dizinde yazarların, çevirenlerin ve tanıtım yapan yazarların tanıtanların adları soyadlarına göre alfabetik sırayla hazırlanmıştır. Kitap tanıtımları (Kitabiyat) şeklinde belirtildiği gibi, sempozyum ve konferans tanıtımları da (Tanıtım) adıyla verilmiştir. Yabancı yayınlardan çeviriler ise (Çeviri) şeklinde verilmiştir. Makaleleri cilt adı, sayı, yıl ve sayfa numaraları düzeninde verdiğimiz dizinde, iki isimli makalelerde iki yazarı da ayrı ayrı ilk sırada kullandık. Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: Yıl: 1991 1992 1993 1995 1996-1997 1998 2000 2005 2006/Bahar 2006/Güz 2007/Bahar 2007/Güz 2008/Bahar-Güz 2009/Bahar-Güz 2010/Bahar-Güz 2011/Bahar 2011/Güz 2012/Bahar 2012/Güz Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: Sayı: 276 1 2 3 4-5 6-7 8 9-10 11 12 13 14 15 16-17 18-19 20-21 22 23 24 25 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) A ACAR, Bahriye, “İzmir Basınında Menemen Olayı” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı, ss: 137-146. ADIYEKE, Nuri, “Mübadele Öncesi Yunanistan’daki Müslüman-Türk Azınlığa İlişkin Çok Önemli Bir Kaynak: Mecmû’a-Yi Kavânîn-i Yunâniye” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 227-236. ADIYEKE, Nükhet, “Osmanlı Kaynaklarına Göre Türk-Yunan ilişkilerinde Girit Sorunu (1896), Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 335-346. ADIYEKE, Nükhet, “ Türk Basınında Girit’in Yunanistan’a Katılması”, Cilt: l Sayı: 1, Yıl: 199l, ss: 47-70. ADIYEKE, Nükhet,” Yunanistan Sınırları İçinde Bir Azınlık Örgütlenmesi: Cemaaat-i İslamiyeler”, Cilt: 1,. Sayı: 2 ,Yıl: 1992, ss: 265-288. AKBAŞ, İsmail, “Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 311-333. AKGÜN, Seçil, “Yunanistan’da Kurtuluş Savaşı’nı İzleyen Gelişmeler” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 9-20. AKKUŞ, Turgay, “Bir İktisadi Siyasa Projesi: Milli İktisat Ve Bursa” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 119-141. AKSOY, Yaşar, “İzmir’de İlk Ulusal Tüccarlar ve Ticaret Odasının Öyküsü” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 47-66. AKŞİN, Sina, “ Bozkurt ve Peker’in Devrim Tarihi Ders Kitapları “ Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 233-244. AKTER, Ahmet, “Anılar Bibliyografyası” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 19992000, ss: 229-265. AKYOL, Yaşar, “Türkiye’de Halkevlerine İlişkin Çalışmalar Değerlendirmeler Üzerine” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 131-146. ve ANZERLİOĞLU, Yonca, “İngiliz Büyükelçilik Yıllık Raporlarında Türkiye (1939-1941)” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 177-189. ARI, Kemal, “Atatürk’ün Yazarlığı ve Gazeteciliği” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 3-23. ARI, Kemal, “ İzmir’deki Suikast Girişimi Sırasında Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa’nın İzmir Gezisi ve Onun Suikastı Nasıl Karşıladığına İlişkin Bir Anı “ Cilt: l, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 247-260. 277 Mehmet Emin ELMACI ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ARI, Kemal, “Mahmut Esat Bozkurt: Yaşamı ve Kişiliği” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 189-200. ARI, Kemal, “ Mübadele Göçmenlerini Türkiye’ye Taşıma Sorunu ve İzmir Göçmenleri (1923-1924) “ Cilt: l, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 13-46. ARI, Kemal, “Türk Kurtuluş Savaşı’nın Bitiminde İzmir’in Genel Ekonomik Durumu” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 29-46. ARI, Kemal, “Umit Sang Into to Crete Water; Crete to The Heart of Cretans” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 185-192. ARI, Kemal, “Ümit Girit Sularına Gömüldü; Girit, Giritlilerin Yüreğine” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 193-200. ARI, Kemal, (Tanıtım) SEMPOZYUM “Mudanya Mütarekesi’nin 85. Yıldönümü Sempozyumu (Mudanya, 11 Ekim 2008)” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/ Bahar, ss: 205-214. ARI, Kemal, (Tanıtım)“80. Yılında Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi Sempozyumu (İstanbul, 7–8 Kasım 2003)” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 145-152. ARI, Kemal, (Kitabiyat) “Salih Özbaran, Osmanlı’yı Özlemek ya da Tarih Tasarlamak” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 156-164. ARI, Kemal, (Tanıtım) SEMPOZYUM “Mudanya Mütarekesi’nin 85. Yıldönümü Sempozyumu (Mudanya, 5–6 Ekim 2007)” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/ Güz, ss: 227-234. ARI, Kemal, (Kitabiyat) “Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, C:l, Atatürk’ün Nutuk’u” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 377-388. ARIKAN, Zeki, “Atatürk ve Tarih” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 19-32. ARIKAN, Zeki, “Atatürk’ten Telgraflar” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 289-341. ARIKAN, Zeki, “Bir ‘İzmir Tarihçisi: Ziya Somar” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 241-260. ARIKAN, Zeki, “ Mahmut Esat Bozkurt” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 215-224. ARIKAN, Zeki, ”Milli İktisat’a İlişkin Bir Belge” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 165-170. ARIKAN, Zeki, “ Milli Mücadele’nin Bir Öncüsü: Mustafa Necati “ Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 51-86. ARIKAN, Zeki, “Mahmut Esat Bozkurt ve Kapitülasyonlar” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 217-232. 278 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ARIKAN, Zeki, “Mütareke Döneminde İzmir” Cilt: l, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 261-281. ARIKAN, Zeki, (Kitabiyat), “Hüseyin Kazım Kadri, Meşrutiyetten Cumhuriyete Hatıralarım” Cilt: I, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 373-376. ARIKAN, Zeki, (Kitabiyat) ”Doğumunun Yüzüncü Yıldönümünde Hasan Ali Yücel Sempozyumu (16-17 Aralık 1997, İzmir) “ Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl: Özel Sayısı, ss: 419-422. ARIKAN, Zeki, (Kitabiyat) “Hasan Ali Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet’’ Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 271-277. ARIKAN, Zeki, (Tanıtım) “Lozan Barış Anlaşması 70. Yıldönümü Uluslararası Semineri (25-26 Ekim 1993, İstanbul)”, Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 157-164. ARIKAN, Zeki, (Kitabiyat) “Mustafa Eski, Cumhuriyet Döneminde Bir Devlet Adamı: Mustafa Necati” Cilt:3, Sayı: 9-10, Yıl: l999-2000, ss: 267-270. ARIKAN, Zeki, (Kitabiyat) “Mustafa Eski, İsmail Habib Sevük’ün Açıksöz’deki Yazıları” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 279-282. ARIKAN. Zeki, (Kitabiyat) “Yakup Kadri’den Hasan Âli Yücel’e Mektuplar” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı, ss: 407- 412. ARIKAN, Zeki, (Tanıtım), “VII. Uluslararası Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi Kongresi (18-21 Haziran 1998, Bursa)” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl: Özel Sayısı, ss: 413-418. ARIKAN, Zeki, (Kitabiyat) “Albert Gabriel (1883-1972), Mimar, Arkeolog, Ressam, Gezgin” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 347-352. ARIKAN, Zeki, (Kitabiyat) “Mehmet Emin Elmacı, İttihat-Terakki ve Kapitülasyonlar” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 217-220. ARIKAN, Zeki, (Tanıtım)“1908 – 2008: Jön Türk Devriminin 100. Yılı, Uluslararası Kongre (Ankara, 28 – 30 Mayıs 2008)” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/ Bahar, ss: 153-155. ARSLAN, Ahmet, “Aydınlanma” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 23-32. ARSLAN, Esat, “Amerikan İstihbarat Belgelerinde Mustafa Kemal: Kişisel Özellikleri ve Bir Görüşme” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 49-72. ASKER, Ahmet, “Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 79-99. ASLAN, Taner, “Arşiv Vesikalarına Göre Batı Anadolu’da Yunanlılara Karşı Kazanılan Askeri Başarılar Karşısında Duyulan Memnuniyete Dair Yazışmalar” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 35-50. 279 Mehmet Emin ELMACI ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ATASEVEN, Süleyman, “Başvekil Rauf Orbay” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı, ss: 225-242. AYBARS, Ergün, ”Atatürk ve İnkılapçılık” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 1-22. AYBARS, Ergün, “Atatürk ve Türk Devrimi” Cilt: l, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 1-12. AYBARS, Ergün, “Laiklik” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 1-10. AYBARS, Ergün, ”Mahmut Esat Bozkurt ve Masonlar” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 245-262. AYBARS, Ergün, “Türkiye’de Siyasal Yapılanmadan Arayışlarına” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı, ss: 1-4. Yeni Model AYBARS, Ergün, “Türk- Yunan İlişkileri” Cilt: 1, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 3-8. AYBARS, Ergün, (Kitabiyat), “Sol Kemalizm’e Bakıyor, ( Röportaj: Levent Cinemre. Ruşen Çakır )” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 365-372. AYOĞUZ, Şengül, “XIX. Yüzyılın Sonlarına Doğru Doğu Ege Adalarının Sosyal ve Ekonomik Durumu” Cilt: 1, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 221-246. AYSAL, Necdet, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Giyim ve Kuşamda Çağdaşlaşma Hareketleri” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 3-32. AYSAL, Necdet, (DİNÇER, Hasan) “Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın Örgütlenme Aşamasında Melek Reşit Hanım ve Faaliyetleri” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 149-169. AYSEVER, Kubilay, “Antikçağ’dan Günümüze Tarih Tasarımları” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 3-18. B BARAN, Alim, Tülay, “Balkan Savaşı’ndan Sonra İzmir’de Rumların Göç Hazırlığı” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 169-182. BARAN, Tülay, ”1923-1938 Yılları Arasında İzmir’in İmarı” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 283-294. BARAN, Tülay, “Balkan Harbinden sonra İzmir’e Yönelik Göçler” Cilt: l, Sayı: l, Yıl: 1991, ss: 201-220. BAŞARAN, Mehmet, “Tire’de Bulunan Camiler, Temettuat Defterlerine Göre Görevliler ve Mal Varlıkları” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 359-384. 280 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) BAYRAKTAR, Bayram, “Günümüzde Yeniden Değerlendirilmesi Gereken Bir Düşünür: Prens Sabahattin Bey” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 117-130. BAYRAKTAR, Bayram, “Mütareke İzmir’inde Türk Devriminin Eğitimci İki Öncüsü” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 261- 266. BAYRAKTAR, Bayram, ”Mütareke’de Yunanistan’ın Ayvalık Politikası” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 87-104. BAŞARAN, Mehmet, “Aydın’ın İşgalinde Heyet-i Milliyelerin Sağlık Sorunlarına Bakışı” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 67-80. BAŞARAN, Mehmet, “Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’in İlk Yıllarına Yerli Malı Kullanımı Teşviki” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 45-62. BAŞYİĞİT, Türkan, “Türk Mizah Dergiciliğinde Bir Örnek: Bizim Köylü” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 189-203. BAŞYİĞİT, Türkan, “Anılarda Mudanya Ateşkes Antlaşması” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 177-184. BORA, Siren, ”II. Meşrutiyet’in İlanı ve İzmir Rumları (24 Temmuz 190831 Mart 1909)” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 289-306. BORA, Siren, “Alliance Israelite Universelle’in Osmanlı Yahudi Cemaatini Tarım Sektöründe Kalkındırma Çalışmaları ve İzmir Yakınlarında Kurulan Bir Çiftlik Okul: Or Yehuda Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 387-398. BORA, Siren, “Birinci Dünya Savası ve İzmir Yahudileri (1914-1918)” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 19-28. BOYKOY, Seher, “I. Dünya Savaşı’ndan Milli Mücadele’ye Vatan Savunmasında Yenişehirliler” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 31-54. BOZKIR, Gürcan, “Cumhuriyet Halk Partisi’nde Bülent Ecevit ve Ortanın Solu Düşüncesi” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 231-248. BOZKIR, Gürcan, “ İzmir Basınında Mustafa Kemal Atatürk’ün Kastamonu Gezisi” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 109-126. BOZKIR, Gürcan, “Şapka Devriminin İzmir Basınındaki Yankıları” Cilt: l, Sayı: I, Yıl: 1991, ss: 109-154. BOZKIR, Gürcan, “Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu’nun Siyasi Kişiliği” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 227-262. BOZKIR, Gürcan, “Türk Kadın Birliği” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 99-115. BOZKIR, Gürcan, “Türk Siyasal Hayatında Cumhuriyetçi Güven Partisi” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 275-308. 281 Mehmet Emin ELMACI ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) BOZKURT, Birgül, “Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte CHP ve Eğitim Sistemindeki Gelişmeler (1946-1950)” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 213-231. BOZKURT, Birgül, (BOZKURT, İbrahim) “Yeni Alfabenin Kabulü Sonrası Mersin’de Açılan Millet Mektepleri ve Çalışmaları” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 117-135. BOZKURT, Gülnihal, “Mahmut Esat Bozkurt’un Laik Hukuka Geçişe Katkıları” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 201-210. BOZKURT, İbrahim, “II. Dünya Savaşı Sonrası Amerikan Missouri Zırhlısı’nın İstanbul Limanı’nı Ziyareti Üzerine Değerlendirmeler” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 251-274. BOZKURT, İbrahim, (BOZKURT, Birgül) “Yeni Alfabenin Kabulü Sonrası Mersin’de Açılan Millet Mektepleri ve Çalışmaları” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 117-135. BOZKURT, İbrahim, (Kitabiyat) “Ferdan Ergut, II. Meşrutiyet’i Yeniden Düşünmek” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 291-296. BÖKE, Pelin, “İzmir Karantina Teşkilatının Kuruluşu ve Faaliyetleri (18401900)” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 137-159. BÖKE, Pelin, “Son Osmanlı Meclisi’nde Yunan İşgali ’ne Dair Tartışmalar” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 309-323. BULUT, Feryat, “68 Kuşağı Gençlik Olaylarının Uluslararası Boyutu ve Türkiye’de 68 Kuşağına Göre Atatürk ve Atatürkçülük Anlayışı” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 123-149. BULUT, Mesut, (Çeviri), “Bayan Ferid Bey’in (Müfide Ferid Tek) Paris’te Vermiş Olduğu Konferans” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 249-269. BULUT, Taner, (Çeviri), “Büyük Britanya ve Doğu” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 245-255. BULUT, Taner, (Kitabiyat), “(Çev.: Engin Berber), İzmir 1876 ve 1908 (Yunanca Rehberlere Göre Meşrutiyette İzmir” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/ Bahar-Güz, ss: 441-449. BULUT, Taner, “Cumhuriyet’in Bir Gençlik Projesi Olarak Kızılay Kampları (1936- 1950)” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 103-135. BULUT, Taner, (Tanıtım)“Kuva-yi Milliye’nin 90. Yılında İzmir ve Batı Anadolu (6-8 Eylül 2009, İzmir)” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 331-344. 282 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) C CANLI, Mehmet,(TÜRKEŞ, Ünal) “Datça (Reşadiye)Kuvay-i Milliyesi’nin Mali Kaynaklan” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı ss: 193- 214. Ç ÇADIRCI, Musa, “Tanzimat Döneminde İzmir” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 73-88. ÇAKMAK, Fevzi, “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Nüfusu Kayıt Altına Almaya Yönelik Girişimler” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 89-115. ÇAKMAK, Fevzi, “Kuruluşundan Kapatılışına Kadar Türkiye Büyük Millet Meclisi İçerisinde Köy Enstitülerine Yönelik Muhalefet” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/ Güz, ss: 221-250. ÇAKMAK, Fevzi, (Kitabiyat) “Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi 1923-1938” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 257-265. ÇAKMAK, Fevzi, (Kitabiyat) “Mustafa Kemal Ulusu, Atatürk’ün Yanı Başında, Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri Ulusu’nun Hatıraları” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz ss: 379-382. ÇAKMAK, Fevzi, (Kitabiyat) “Orhan Karaveli, Ali Kemal: Belki Bir Günah Keçisi”, Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 435-439. ÇELEBİ, Ercan, “Mübadillerin Yunanistan’daki Mal Kayıtları ve Muhtelit Mübadele Komisyonu Tasfiye Talepnameleri” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 35-46. ÇELİK, Bilgin, “Cumhuriyet Döneminde Aydın Basım”, Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı ss: 147-164. ÇELİK, Birten, “Çanakkale Savaşı’nın İlk Evresinde İzmir Basını (2 Ağustos 1914-18 Mart 1915” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 1-18. ÇELİK, Hacer, “Ermeni Tehciri Ve Tehcirden Dönen Ermenilerin İskân Sorunu” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 143-163. ÇETİN, Necat, “Tiryanda Nahiyesi Çengele Karyesinde (TorbalıOrmanköy)1321(Miladi 1905)Yılı Osmanlı Nüfus Sayımı” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 47-85. 283 Mehmet Emin ELMACI ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ÇETİN, Türkan, “1929 Dünya Ekonomik Bunalımı Sonrası Türkiye’nin Tarım Politikasında Yeni Arayışlar: Birinci Türkiye Ziraat Kongresi” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 213-226. ÇETİN, Türkan, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Köy Sorununa Bakış: Köy Kanunu’nun Çıkarılması” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 29-44. ÇETİN, Türkan, “İzmir’de Cumhuriyet Bayramı’nın 15. Yıldönümü Kutlama Törenleri” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı, ss: 61-66. ÇETİN, Türkan, “Kurtuluş Savaşı Yıllarında İşgal Bölgesi Köy ve Köylüsü” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 175-190. D DAĞISTAN, H. Mehmet, (ÖZÜÇETİN, Yaşar) “Meclis Celse Zabıtlarında Kuva-yı Milliye” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 3-30. DANACIOĞLU, Esra, “İzmir’de İlk İngilizce Gazete: The Star in the East and Friend of Youth “ Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 121-128. DANACIOĞLU, Esra, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Amerikan Board Okulları Ve Ermeniler”, Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 131-144. DANACIOĞLU, TAMUR Esra, “Karşılaştırmalı Bir Perspektiften 19.Yüzyılda Çin ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Protestan Misyoner Faaliyetleri” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 3-20. DEMİR, Fevzi, “İzmir Sancağı’nda 1908 Meclis-i Mebusan Seçimleri” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 137-156. DEMİR, Fevzi, “İzmir Sancağı’nda 1912 Meclis-i Mebusan Seçimleri” Cilt: 1, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 155-182. DEMİR, Tanju, “Kurtuluş Savaşımızın Mektup Zarflarındaki Sesi: Anadolu (Ankara Hükümeti) Posta Pullan” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı, ss: 165-174. DEMİR, Tanju, “Söylev- Demeç ve Çalışmalarıyla Başarılı Bir PTT Nazırı: Oskan Efendi” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 63-75. DEMİR, Yeşim, “Albay Talat Aydemir’in Darbe Girişimleri” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 155-171. DEMİR, Yeşim, “1960-1980 Dönemi Türk-Arap Ekonomik İlişkileri” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 209-227. 284 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) DEMİRBİLEK, Sinan, “Tek Parti Döneminde İnhisarlar (1923-1946)” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 203-232. DEMİRYÜREK, Mehmet, “Vahdet-i Milliye Heyeti(Cemiyeti)”Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 73-116. DENİZ, Önder, “Cumhuriyet Döneminde Tatil Kavramı ve 1935 Tarihli Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Kanunu” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 57-72. DENİZ, Önder, “Cumhuriyet Döneminde Çalışma Hayatı” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 131-150. DİNÇER, Hasan, (AYSAL, Necdet) “Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın Örgütlenme Aşamasında Melek Reşit Hanım ve Faaliyetleri” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 149-169. DOĞDU, Mustafa- Duman, Doğan, “1930-1950 Dönemi Çocuk Dergilerinde Yurttaşlık Bilinci Gelişimi Kapsamında Ulus – Devlet Algısının Sağlanması: Türk Çocuğu - Cumhuriyet Çocuğu” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/ Bahar-Güz, ss: 157-170. DUMAN, Duman (Doğdu, Mustafa) “1930-1950 Dönemi Çocuk Dergilerinde Yurttaşlık Bilinci Gelişimi Kapsamında Ulus–Devlet Algısının Sağlanması: Türk Çocuğu - Cumhuriyet Çocuğu” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/ Bahar-Güz, ss: 157-170. DUMAN, Doğan, ”Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 127-142. DUMAN, Doğan, ”Türkiye’de İslamcı Yayıncılık” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 77-94. DUMAN, Ruşen, (ŞAHİN, Mustafa) “Cumhuriyetin Yapılanma Sürecinde Müzik Eğitimi” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 259-272. DURGUN, Bülent, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Türkiye’de Karayolu Ulaşımı ve İzmir Uygulamaları” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 25-49. DURGUN, Bülent, “İşgal Yıllarında İzmir’in Ekonomik Durumu” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 1-40. DURGUN, Bülent, “Kurtuluşundan Sonraki İlk Günlerde İzmir’de SosyoEkonomik Durum” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 3-33 DURSUN, Soner, “Türkiye’nin Güvenlik Algılamasındaki Değişim: 12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi Sonrası Dönem” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/BaharGüz, ss: 421-433. DÜZGÜN, Mücahit, “Cumhuriyetin İlanından İsrail’in Kuruluşuna Kadar Türkiye’deki Yahudiler”, Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 65-83. 285 Mehmet Emin ELMACI ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) E EDİS, Seyfullah, “Mahmut Esat Bozkurt ve Hukuk Reformuna Katkıları” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 263-266. ELMACI, Mehmet Emin, “Cumhuriyet’in İlanının İlk Yıldönümü Kutlamaları” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 49-60. ELMACI, Mehmet Emin “Çağdaş Türkiye Araştırmaları Tarihi Dergisi İlk On Sayı Dizini” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 271-280. ELMACI, Mehmet Emin “Çağdaş Türkiye Araştırmaları Tarihi Dergisi 25 Yıllık Sayı Dizini” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 275-300. ERCAN, Sibel, “Yerel Basına Göre İzmir’de 1930’lu Yıllarda Laiklik Uygulamaları” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 35-56. ERDOĞAN, Dilşen İnce, “Merzifon’da Amerikalı Misyonerler ve Ermeniler” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 17-43. ERTÜRK, Bayram Eyüp, “Ali Reşat Bibliyografyası Denemesi” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 205-227. ERTÜRK, Bayram Eyüp, “Mustafa Çağatay Uluçay Bibliyografyası Denemesi” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 385-406. ESKİ, Mustafa, “Yakın Tarihte Kastamonu’da Kurulan Şirketler ve Kastamonu Bankası T.A.Ş” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 191-203. G GÖKÇEN, Gökser, (Kitabiyat) “Zafer Toprak, Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 361-365. GÖKDEMİR, Oktay, “XIX. Yüzyıl Sonunda İzmir ve Çevresinde Tütün Kaçakçılığı” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 323-334. GÖKDEMİR, Oktay, “Belediye Meclisi Kararlarına Göre İşgal Yıllarında Akhisar’da Fiyatlar (1920-1922)” Cilt: l, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 183-200. GÖKDEMİR, Oktay, “Fransız Kaynaklarının Işığında 1922 İzmir Yangını” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 19-38. 286 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) GÖKGÖZ, Gurbet, “Belleklerden Silinmeye Yüz Tutan Bir Gün: Lozan Sulh Bayramı” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 95-114. GÖKTÜRK, Turgay Bülent, “Rumların Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin Şiddete Dönüşmesi:1931 İsyanı; Öncesi Ve Sonrası” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/ Bahar-Güz, ss: 335-363. GÖKTÜRK, Turgay Bülent, “Amerikan Basınında İzmir Yangını ve Yangın Sonrası Durum (Eylül-Aralık 1922)” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 123-147. GÖKTÜRK, Turgay Bülent, (Tanıtım) “Politik, Ekonomik ve Stratejik Konular Perspektifinde Merkezi Asya ve Kuzey Kıbrıs Uluslararası Konferansı” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 391-400. GÖKTÜRK, Turgay Bülent, (Kitabiyat) “Kemal Arı, Atatürk ve Aydınlanma-Düşünsel Temelleri ve Gelişimi” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/ Bahar-Güz, ss: 305-315. GÖZCÜ, Alev, “1929 Ekonomik Bunalımı Sonrasında Dünyada “Yeni Türkiye” Algısı Ve Türkiye’nin Ekonomik Arayışlarına İlişkin Saptamalar” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 273-289. GÖZCÜ, Alev, “Bir İntiharın Sosyo-Ekonomik Arka planı: Dünya Ekonomik Bunalımının İzmir Örneğinde Gündelik Yaşama Yansımaları” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 85-101. GÖZCÜ, Alev, (Kitabiyat) “Kemal Arı, 3. Kılıç: İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 221-226. GÖZCÜ, Alev, (Kitabiyat) “Türkkaya Ataöv, 2. Dünya Savaşı” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 369-378. GÖZCÜ, Alev, (Kitabiyat) “Leyla Kırkpınar, Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Kadın” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 277-283. GÖZCÜ, Alev,( Tanıtım) “Aramızdan Ayrılışının 50. Yılında Hasan Ali Yücel’den Günümüze Eğitim, Bilim, Kültür Politikaları”(25-26 Şubat 2011) Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 163-168. GÜÇLÜ, Muhammet, “İzmir’in İşgaline Tanık Bir Zatın Kaleminden: “İzmir’de Neler Oldu? 1336/1920” Kitapçığı Üzerine” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/ Bahar, ss: 65-75. GÜÇLÜ, Muhammet, “Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu Gazetesi (19 Aralık 1920-12 Eylül 1922)” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 33-54. GÜLMEZ, Nurettin, “Falkenhayn’ın Anılarında Türkiye Notları” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 137-153. GÜLMEZ, Nurettin, “Yenigün’de İtalya-Yunanistan Gerginliği” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 109-122. 287 Mehmet Emin ELMACI ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) GÜNEŞ, Günver, “Cumhuriyet Öğretmeni Eyüp Hamdi Akman” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 111-125. GÜNEŞ, Günver, (GÜNEŞ, Müslime), “Cumhuriyet Döneminde Manisa’nın Sosyo-Kültürel Yaşamında Halkevi’nin Yeri ve Önemi” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 55-72. GÜNEŞ, Günver, “Mütareke Döneminde İzmir Türk Ocağı Ve Faaliyetleri” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 41-64. GÜNEŞ, Günver, “Türk Devrimi ve İzmir Türk Ocağı” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 115-136. GÜNEŞ, Günver, “Türk Kadınının Muhtarlık Ve Köy İhtiyar Heyetlerine Seçme Seçilme Hakkını Kazanması ve Türkiye’nin İlk Kadın Muhtarı Gül Esin (Hanım)” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 171-190. GÜNEŞ, Günver (Kitabiyat) “ Melih Tınal, İzmir Atatürk Lisesi Tarihçesi” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 285-287. GÜNEŞ, Günver, (Kitabiyat) “Engin Berber (Der.), Türk Dış Politikası Çalışmaları: Cumhuriyet Dönemi İçin Ulusal Rehber” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/ Güz, ss: 157-162. GÜNEŞ, Müslime, “Adnan Menderes ve Halkevleri” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 141-155. GÜNEŞ, Müslime, (GÜNEŞ, Günver) “Cumhuriyet Döneminde Manisa’nın Sosyo-Kültürel Yaşamında Halkevi’nin Yeri ve Önemi” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 55-72. GÜRBOĞ, Nurşen, “Osmanlı Taşrasında Belediye İdaresi: Alanya Belediyesi (1914-1915)” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 165-185. GÜRKAN, Hasan, (Kitabiyat) “Tarih Hırsızlığı” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 267-274. H HALICI, Şaduman, “İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde Siyasal Bölünme: Hizb-i Cedid” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 73-110. HAYTOĞLU, Ercan, “Denizli-Honaz’a Yapılan Mübadele Göçü” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 47-66. 288 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) HAYTOĞLU, Ercan, “ Milli Kalkınma Partisi Kurucusu Nuri Demirağ’ın Hayatı Ve Projeleri” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 257-264. HAYTOĞLU, Ercan, “Varlık Vergisi Denizli Uygulaması” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 159-185. İ İNAN, Süleyman, “1949’da İnönü ve Bayar’a Suikast İddiası: Reşat Aydınlı Olayı” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 201-230. İNCE, Erdal, “1929 Dünya Ekonomik Buhranının Almanya’daki Etkisi Ve Bu Etkinin İzmir Finans Piyasasına Yansıması ‘Deutsche Orient Bank’” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 291-309. İNCE, Erdal, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Türkiye’de Karayolu Ulaşımına Genel Bir Bakış ve Köyde Ulaşım” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 171-188. İNCE, Erdal, “Köylüyü Topraklandırma Kanununun Türk Siyasal Yapısının Oluşumu Üzerindeki Etkileri” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 59-78. İPEK, Erkal, Çiğdem, (Çeviri), “Roderic H. DAVISON, On dokuzuncu Yüzyıl Osmanlı Reformlarına Araç Olarak Fransız Dili” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 171-188. İPEK, Çiğdem, (Çeviri), “Reinhold Schiffer, Avrupalılar’ın XIX. Yüzvıl Başlarındaki İzmir ile İlgili Görüşleri” Cilt: I, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 339-364. İPEK, Erkal, Çiğdem, “Tarih İçinde İzmir Milli Kütüphanesi “ Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 225-240. K KABAPINAR, Yücel, “Başlangıcından Günümüze Türk Tarih Tezi ve Lise Kitaplarına Etkisi” Cilt: I, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 143-178. KABAPINAR, Yücel, ((Kitabiyat)) “Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 389-410. KARABULUT, Sezen Çoğun “Türk Basınında Kadın Gazetesi’nin Yeri (1947-1962)” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 187-200. 289 Mehmet Emin ELMACI ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) KARABULUT, Umut, “Anavatan Partisi İktidarının İlk Yıllarında TürkiyeAvrupa Ekonomik Topluluğu (AET) İlişkileri ve Türkiye’nin AET’ye Tam Üyelik Başvurusu” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 137-159. KARABULUT, Umut, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında İzmir Limanı ve Limanın Bölge Üzerindeki Etkileri” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 127-144. KARABULUT, Umut, “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Sağlık Hizmetlerine Toplu Bir Bakış, Dr. Refik Saydam’ın Sağlık Bakanlığı ve Hizmetleri (1925-1937)” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 151-160. KARABULUT, Umut, (Kitabiyat) “Vamık D. Volkan - Norman Itzkowitz, Atatürk / Anatürk”, Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 211-215. KARABULUT, Umut, (Kitabiyat) “Kazım Doğan Dirik, Atatürk’ün İzinde Vali Paşa Kazım Dirik Bandırma Vapuru’ndan Halkın Kalbine” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 201-204. KARACAER, Gül, (Kitabiyat) “Bruce Clark, İki Kere Yabancı -Kitlesel İnsan İhracı Modern Türkiye ve Yunanistan’ı Nasıl Biçimlendirdi?” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 383-389. KARAYAMAN, Mehmet, “İzmir Valisi İzzet Bey’in Kaleminden İzmir’in İşgali” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 3-18. KAYIŞ, Yasin, “1946 Belediye Seçimleri Ve Basın” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 397-419. KAYIŞ, Yasin, “1950’li Yılların Karikatürlerinde Politikacı İmgesi” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 161-175. KERİMOĞLU, Caner, “Hüseyin Cahit Yalçın (1875-1957)’ın Dil İle İlgili Görüşleri” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 103-117. KERİMOĞLU, Hasan Taner, “1913–1914 Rumlara Karşı Boykot ve Hüseyin Kazım Beyin Bir Risalesi” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 91-107. KERİMOĞLU, Hasan Taner, “II. Meşrutiyet Döneminde Genel Haklar Savunusu Yapan Bir Gazete: Hukuk-ı Umumiye” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/ Bahar-Güz, ss: 21-38. KERİMOĞLU, Hasan Taner, “Kilise ve Mektepler Kanunu Örneğinde II. Meşrutiyet Döneminde İttihatçı - Rum İlişkileri” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 3-25. KERİMOĞLU, Hasan Taner, (Tanıtım) “Türk Deniz Ticareti Tarihi Sempozyumu 2010 (9 Nisan 2010)” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 323-329. KESER, Ulvi, “1958–1963 Mücadele Sürecinde Kıbrıs’ta Basın ve Nacak Gazetesi” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 305-348. 290 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) KESER, Ulvi, “21 Aralık 1963 Kanlı Noel, Kumsal Faciası ve Bugüne Yansımaları” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 93-121. KESER, Ulvi, “2004 Referandum Döneminde Kıbrıs ve Yaşanan Gelişmeler” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 173-188. KESER, Ulvi ,“Arşiv Belgeleri Işığında İkinci Dünya Savaşı Sürecinde Türkiye’de Mülteciler ve Esirler Sorunu” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/BaharGüz, ss: 185-208. KESER, Ulvi, “Genç Türkiye Devleti’nin Cumhuriyet Kazanımları ve Bunların Kıbrıs Türk Toplumuna Yansımaları” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 41-84. KESER, Ulvi, “Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olaylarına Kesitsel Bir Bakış” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 181-226. KESER, Ulvi, “Kıbrıs’ta 21 Aralık 1963 kanlı Noel’i ve Kızılay” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 255-304. KESER, Ulvi, “Kıbrıs’ta Göç Hareketleri ve 1974 Sonrasında Yaşananlar” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 103-127. KESER, Ulvi, “Kıbrıs’ta ‘Hasıraltı Belgeler’ Üzerine Eleştirel Bir Bakış” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 365-379. KILIÇ, Murat, “Tek Parti Döneminde Milliyetçilik ve CHP’nin Yedinci Büyük Kurultayı” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 189-202. KIRIŞMAN, Mustafa, “Fransız Basınında İzmir Yangını Üzerine Bazı Değerlendirmeler” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 77-93. KIRIŞMAN, Mustafa, (Çeviri) “Kolera ve Çanakkale Boğazı” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 151-155. KIRIŞMAN, Mustafa, (Kitabiyat) “ Sarah D. Shields, Fezzes in the River”,Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 277-287. KIRKPINAR, Kenan, “Aşar Vergi Sisteminin Kaldırılışı” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 105-126. KIRKPINAR, Kenan, “Milli Mücadele Döneminde İngiliz Basını ve Kamuoyunda Türk İmajı” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 159-174. KIRKPINAR, Leyla, “Cumhuriyet ve Kadın” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 93-114. KIRKPINAR, Leyla, “Demokrat Parti Ve Muhalefet Stratejisi” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 85-98. KIRKPINAR, Leyla, “Türk Devrimi’nin Kültür Kuramı Açısından Bir Değerlendirmesi” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 51-58. 291 Mehmet Emin ELMACI ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) KIRKPINAR, Leyla, (Kitabiyat) “Kemal Arı, Türk Devrim Tarihi: I (Temelleri, Oluşumu ve Gelişimi)”,Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 317- 321. KIRKPINAR, Leyla, (Tanıtım) “İzmir 1.Kadın Kurultayı (5-7 Mart 1998, İzmir) Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 423-428. KİLİ, Suna, “Mahmut Esat Bozkurt, Hukuk Devrimi ve Çağdaşlaşma.” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 275-284. KOÇMAN, Asaf “İzmir’in Kentsel Gelişimi ve Bunu Etkileyen Faktörler” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 267-272. KOLOĞLU, Orhan, “Medeni Kanunun Yurtdışında Yankıları” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 211-216. KORALTÜRK, Murat, (VARLI, Arzu) “ II. Meşrutiyet’ten Erken Cumhuriyet’e Milli İktisadın Sürekliliği ve İzmir İktisat Kongresi” Cilt: IX, Sayı: 2021, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 127-142. KORALTÜRK, Murat, “Mübadelenin İktisadi Sonuçları Üzerine Bir Rapor” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 183-198. KURT, Sadık, “İzmir Hamidiye Vapur Şirketi” Cilt: l, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 71-108. KURU, Hanife, “27 Mayıs 1960 İhtilal Dönemi; İktidar -Muhalefet İlişkileri” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 243- 260. KURU, Hanife, “1946 Yılı İzmir Belediye Seçimleri” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 235-256. KURU, Hanife, ”İkinci Dünya Savaşı Yıllarında İzmir’in Sosyo-Ekonomik Durumu” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 295-308. KÜÇÜKVATAN, Mahir, “Soğuk Savaşın Türk Dış Politikasına Etkileri ve 1957 Türkiye-Suriye Bunalımı” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 73-91. KÜÇÜKVATAN, Mahir, “Tehcir Kararı Üzerine Amerika Kamuoyunda Ermeni Propagandası” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 87-107. M MAKAL, Oğuz, “Tarih İçinde İzmir’de Sinema Yaşantısı” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 201-208. MARTAL, Abdullah, “ XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında İzmir’in SosyoEkonomik Durumunda Gerçekleşen Değişimler” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 117-132. 292 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) MARTAL, Abdullah, “Batı Anadolu’da Pamuk Tarımında Kooperatifleşme Süreci” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 95-102. MAYAK, Faysal, “Adnan Menderes’in Teftiş Raporuna Göre Cumhuriyet Halk Partisi Antalya Örgütünün Çalışmaları (1935)” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/ Güz, ss: 191-219. MEHMETEFENDİOĞLU, Ahmet, (GÜREL, Cemal Necip) “1956 Yılında Yapılan Bir İade-i İtibar Girişimi” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 227-244. MEHMETEFENDİOĞLU, Ahmet, “Bir Kutup Yıldızının Hikâyesi Savaşta Asker, Barışta Elçi” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 189-209. MEHMETEFENDİOĞLU, Ahmet, “Fevziye Mektebi’nin 25.Yıl Kutlamalarında Okunan Bir Şiir Üzerine” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/BaharGüz, ss: 143-156. MEHMETEFENDİOĞLU, Ahmet, “Rahmi Bey’in İzmir Valiliği” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 347-370. METE, Şengül, “Trablusgarp Savaşı ve İtalya’nın Akdeniz’deki Faaliyetleri” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 261-292. MUMYAKMAZ, Hatice, “Hâkimiyet-i Milliye Gazetesine Göre Milli Mücadele’de Milliyet: Türkler, Kürtler, Çerkezler, Hıristiyan Türkler, Ermeniler ve Rumlar (1920-1922)” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 111-129. O OCAK, Başak, “Ahmet Refik Altınay’ın Büyük Tarih-i Umumi’sinin Yayın öyküsü ve İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın Tarih Anlayışı” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 19992000, ss: 187-189. OCAK, Başak Gez, “İbadet Dilinin Türkçeleştirilmesi Aşamalarından Biri: Türkçe Ezan ve Uygulamaları” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 157-168. OCAK, Başak, “Türkçenin Sadeleştirilmesi Tartışmaları Etrafında İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın Görüşleri Ve ‘Tasfiye-İ Lisana Muhtaç Mıyız?’ Adlı Eserinin Çeviri yazısı” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 89-101. ODABAŞI, Arda, “Selanik İttihat ve Terakki Üçüncü Kulübü’nün Köylü / Köycü Gazetesi: Vatandaş” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 47-63. OKUR, Mehmet, “Türkiye’de Milli ve Modern Bir Eğitim Sistemi Oluşturma Çabaları(1920-1928)” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 93-109. 293 Mehmet Emin ELMACI ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ORAL, Mustafa, “Çağdaşları Tarafından Ziya Gökalp’in Eleştirisi” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 21-34. ORAL, Mustafa, “Sultan II. Abdülhamit Döneminde bir “Çerkes Tarihi” Yazılması Girişimi” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 71-88. Ö ÖKLEM, Necdet, “Mahmur Esat Bozkurt” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 285-288. ÖZBARAN, Salih, “Cumhuriyet’in Turgutlu (Kasaba) Coşkusu” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 3-12. ÖZBARAN, Salih, “Güncelden Geçmişe: Tarih, Toplum ve Atatürk” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 11-18. ÖZBARAN, Salih, “Türkiye’de Tarihçiliğin Görünüşü “ Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 33-50. ÖZCAN, Eda, “Ahali Mübadelesi ve Yardımların İstanbul Örneği” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 55-75. ÖZCAN, Eda, (Kitabiyat) “Fahriye Emgili, Yunanistan’dan Mersin’e: Köklerinden Koparılmış Hayatlar” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 273-276. ÖZDEMİR, Mustafa, “I. Dünya Savaşı Sırasında Osmanlı Devleti Tarafından Gerçekleştirilen Rum Tehciri” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 27-40. ÖZDEMİR, Mustafa, “Mütareke Dönemindeki Siyasi Akımların Türk Basınına Yansımaları” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 203-226. ÖZDEMİR, Mustafa, (Kitabiyat) “Nilüfer Erdem, Yunan Tarihçiliğinin Gözüyle Anadolu Harekâtı”, Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 289-294. ÖZDEMİR, Mustafa, (Kitabiyat) “Alain Dıeckhoff–Christophe Jaffrelot, Milliyetçiliği Yeniden Düşünmek Kuramlar ve Uygulamalar” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 297-300. ÖZEÇOĞLU, Halil, “Modernleşme Sürecinde İzmir’de İtalyanların Eğitimi” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 3-18. ÖZEÇOĞLU, Halil, (Kitabiyat) “Hasan Taner Kerimoğlu, İttihat-Terakki ve Rumlar 1908-1914”Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 285-289. ÖZGİRAY, Ahmet, “P. Hadkinson’ un Yunan İşgali Altında Bulunan Yerler Hakkındaki Gözlemleri” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 149-158. 294 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ÖZKES, Sevilay, (TEKİN, Saadet) “Cumhuriyet Öncesi Türkiye’de Hapishane Sorunu” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 187-201. ÖZLÜ, Hüsnü, “Afetinan’in Cenevre Günleri ve Tarih Çalışmaları” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 165-187. ÖZLÜ, Hüsnü, Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın İşgali Süreci” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 9-32. ÖZLÜ, Hüsnü, “Arşiv Belgelerine Göre, İkinci Dünya Savaşı’nda İzmir ve Trakya’nın Savunmasına Yönelik Türk- İngiliz Heyetlerinin Görüşmeleri ve Alınan Önlemler” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 233-253. ÖZLÜ, Hüsnü, “Millî Mücadele Yıllarında Kastamonu’da Müdafaa-i Hukuk Hareketinin Doğuşu ve Bölgenin Kuvayi Milliye’ye Katılışı” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 69-87. ÖZTÜRK, Adil Adnan, “Rumeli’den Aydın Vilayetine Yapılan Göçler Ve Aydın Vilayetine Gelen Rumeli Muhacirinin İskân Ve İdareleri Hakkında Talimat-ı Mahsusa” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 123-130. ÖZTÜRK, Erdoğan, “İkinci Dünya Savaşı Yıllarında İzmir’de Beslenme Sorunu” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 145-158. ÖZÜÇETİN, Yaşar, (DAĞISTAN, H. Mehmet) “Meclis Celse Zabıtlarında Kuva-yı Milliye” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 3-30. P PANCAR, Emine, “Yunan İşgalleri Karşısında Göç Hareketi” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 55-72. PARLAK, Türkmen, ”Bir Gözlem: Şeref Köşeleri” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 67-72. PEKER, Mümtaz, ”İzmir’in Nüfusunun Gelişimi” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 273-283. POLAT, Sema, ”1927 Nüfus Sayımı ve İzmir” Cilt:2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 63-76. S SEPETÇİOĞLU, Tuncay Ercan, “Türkiye’de Ana Dili Türkçe Olmayan Göçmen Topluluklara Yaklaşımlara Dair Bir Örnek: Girit Göçmenleri” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 77-108. 295 Mehmet Emin ELMACI ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) SERÇE, Erkan, “Aydın Vilayeti Matbaası” Cilt: I, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 307-328. SERÇE, Erkan, “Başlangıcından Harf Devrimine İzmir’de Türk Yayıncılığı” Cilt: 1, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 309-322. SOYLUER, Serdal, “XX. Yüzyılın Başlarında Menteşe Sancağı’nın İdari ve Nüfus Yapısı” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 109-135. SÜRGEVİL, Sabri, “İttihat ve Terakki’den Milli Mücadele’ye” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 329-338. SÜRGEVİL, Sabri, “İmparatorluktan Cumhuriyete Geçiş” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl:, 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 5-24. SÜRGEVİL, Sabri, “İtilaf Devletlerinin 1.Dünya Savaşı Başlarında Osmanlı Devletine Bakış Açılarına İlişkin Belgeler” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 293-328. SÜRGEVİL, Sabri, “Türk-Yunan İlişkileri İçinde İzmir’in İşgali Sorunu” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 21-28. Ş ŞAHİN, Cemile, (ŞAHİN, Mustafa) “Osmanlı’nın Son Döneminde Partizanlık ve İç Çekişmeler Sebebiyle Azledilen Tahsin (Uzer) Bey’in–İşgal Öncesi- 20 Günlük İzmir Valiliği” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: ss: 33-46. ŞAHİN, Mustafa, “Bir Halk Eğitim Çalışması örneği Olarak Millet Mektepleri” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 213-234. ŞAHİN, Mustafa, (ŞAHİN, Cemile) “Osmanlı’nın Son Döneminde Partizanlık ve İç Çekişmeler Sebebiyle Azledilen Tahsin (Uzer) Bey’in–İşgal Öncesi- 20 Günlük İzmir Valiliği” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: ss: 33-45. ŞAHİN, Mustafa, (DUMAN, Ruşen) “Cumhuriyetin Yapılanma Sürecinde Müzik Eğitimi” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 259-272. ŞAHİN, Mustafa, “Türkiye’de Köye Öğretmen Yetiştirme Model Önerileri: Uygulamalar ve Değerlendirmeler” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 45-62. ŞAHİN, Mustafa, (Kitabiyat) “Andreas M. Kazamıas, The Turkish Sisyphus. Atatürk, Islam And The Quest For European Modernity”Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 301-304. ŞEN, Müslüme, “Manisa Halkevi Yayınları ve Yerel Tarih Çalışmaları Örneği” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 147-156. 296 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) ŞEN, Serdar, “Laik ve Anti-Laik Söylemlerde Beden İmgesi: Söylemin ‘Beden’selleşmesi” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 81-102. ŞEN, Serdar, “Post Modernizmden -Modernizme Tarihsel Bilginin Epistemolojisi (Dilthey, Heidegger, Gademer, Derrida)” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 51-69. ŞEN, Serdar, (Kitabiyat) “Alev Gözcü, Ergün AYBARS ile Tarih ve Türkiye” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 353-359. ŞEN, Serdar, (Çeviri) “Calvin O. Schrag, Heidegger Felsefesinde Fenomenoloji, Varlıkbilim ve Tarih” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 205-215. ŞEN, Serdar, (Çeviri) “William S. Haas, Tarih Felsefesinin Gelişimi ve Günümüzdeki Önemli Sorunu” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 257-276. ŞENTÜRK, Ayşegül, “Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 157-180. T TAYHANİ, İhsan, “İçeride – Dışarıda Kemalizm Tartışmaları ve Dış Dünyanın Kemalizm Çözümlemesi” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 325-346. TANTAY, Ayfer, “Milli Mücadele Yıllarında İzmir’de Etkili Olan Başlıca Bulaşıcı Hastalıklar (Emraz-ı Sâriye)” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 39-54. TEKANT, Gün Bozkurt, ”Babam Mahmut Esat Bozkurt” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: I994, ss: 289-293. TEKİN, Saadet, (ÖZKES, Sevilay) “Cumhuriyet Öncesi Türkiye’de Hapishane Sorunu” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 187-201. TEKİN, Saadet, ”Dr. Reşit Galip ve Üniversite Reformu “ Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 178-212. TEMEL, Mehmet, “Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke Yıllarında Türkiye’deki Bulaşıcı ve Zührevi Hastalıklara Karşı Alınan Önlemler” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 329-348. TEMEL, Mehmet, “Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Balkan Savaşı’nda Yunanistan’ın El Koyduğu Osmanlı Gemileri ve Alınan Karşı Önlemler” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 7-16. 297 Mehmet Emin ELMACI ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) TEZCAN, Durmuş, “Bozkurt-Lotus Davasının Uluslararası Hukuktaki Önemi ve Yeri” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 267-274. TINAL, Melih, “Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri ve Vefatının İzmir’deki Yankıları” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 19-33. TINAL, Melih, “İzmir Mekteb-i İdadisi” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı, ss: 349-358. TINAL, Melih, “Türkiye’de Bir Sivil Toplum Örgütü: İnsan Hakları Derneği” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 117-121. TUĞLUOĞLU, Fatih, “Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 55-78. TURAL, Erkan, “II. Meşrutiyet Dönemi’nde Danıştay(Şura-yı Devlet” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 79-89. TÜRKER, Hasan, “1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Tasarısı İle Cumhurbaşkanına Verilmek İstenen ‘Tecdid-i İntihabat Hakkı’ Üzerinde Yapılan Tartışmalar Ve Sonuçları” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 169- 185. TÜRKER, Hasan, “Basında ‘Hanedan-ı Hilafet’ Tartışmaları” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı, ss: 67-92. TÜRKER, Hasan, “İzmir’in İşgali ve Salihli Cephesinin Kurulması” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 191-200. TÜRKEŞ, Ünal, (CANLI, Mehmet) “Datça (Reşadiye) Kuvay-i Milliyesi’nin Mali Kaynakları” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 193-214. U ULUSAN, Şayan, “Şark Meselesi’nden Sevr’e Türkiye” Cilt: VIII, Sayı: 1819, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 229-256. ULUSAN, Şayan, “ Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne (Cemiyet-i Akvam) Girişi -Öncesi Ve Sonrası” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 237-258. UMAR, Bilge, ”Kordelio (Karşıyaka) Adının Kökeni ve Anlamı Üzerine” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 209-224. URAL, Selçuk, “Bir İngiliz Müdahalesi: General Allenby Notası” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 77-92. UYAR, Hakkı, “Tariş Üzüm Kurumu: Tarihsel Bir Değerlendirme” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 199-212. 298 Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) UZUN, Hakan, “İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1947 Olağan Kurultayı” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/ Güz, ss: 101-139. UZUN, Hakan, “Türk Hava Kurumu Gelir Kaynakları: ‘‘Fitre, Zekât ve Kurban Derileri’’ Üzerine” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 161-176. UZUN, Hakan, “Tek Parti Döneminde Yapılan Cumhuriyet Halk Partisi Kongreleri Temelinde Değişmez Genel Başkanlık, Kemalizm ve Milli Şef Kavramları” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 233-271. V VARLI, Arzu, (KORALTÜRK, Murat) “II. Meşrutiyet’ten Erken Cumhuriyet’e Milli İktisadın Sürekliliği ve İzmir İktisat Kongresi” Cilt: IX, Sayı: 2021, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 127-142. VURAL, Mithat Kadri, “II. Dünya Savaşı Türkiyesi’nde Bir Muhalefet Örneği Olarak ’Tan’ Gazetesi” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 381395. VURAL, Mithat Kadri, “ ’En Büyük Tehlike’ Broşürü ve Buna Bağlı Olarak Turancı Akımların Kamuoyunda Tartışılması” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/ Bahar-Güz, ss: 39-53. VURAL, Mithat Kadri, (Kitabiyat) “Sedat Laçiner, Ermeni Sorunu, Diaspora ve Türk Dış Politikası” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 361-368. Y YALANSIZ, Nedim, “1930’lar Türkiye’sinde Demokrasi ve Kemalizm Tartışmaları” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 25-48. YALÇIN, Ercan, “Kurtuluş Savaşı Komutanları Ekseninde Cumhuriyet Rejimi Tartışmaları” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 115-139. YALÇIN, Ercan, (Kitabiyat) “Ali Çetinkaya, 1922”Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 349-359. Askerlik Hayatım 1914- YAYIN KURULU, “Kurtuluş Savaşı Kartpostalları: “Mehmed’in Hikayesi” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 169-214. 299 Mehmet Emin ELMACI ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz) YELLİCE, Gürhan, “1878’den 1931’e Kıbrıs’ta Enosis Talepleri ve İngiltere’nin Yaklaşımı” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 13-26. YENEROĞLU, Elif Kutbay, “Sisam Bey’i Kopas Efendi’nin Memuriyeti ve Katledilmesi” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 1-6. YETKİN, Sabri, ”Ege Bölgesi’nde İlk İncirciler (Ziraat) Kongresi ve Türkiye’de Tarım Satış Kooperatiflerinin Doğuşu” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 111-121. YETKİN, Sabri, “İzmir’de Veba Salgını (Mayıs-Ağustos 1900)” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 371-386. YILDIRIM, Recep, “Atatürk’ten Günümüze Eskiçağ Tarihi ve Arkeoloji Çalışmaları” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 33-48. YILDIRIR, Özlem, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Aydın İncir Müstahsilleri Kooperatifi’nin Durumu” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 103-110. YILDIZ, Özlem, “20. Yüzyıl Başlarında Selanik Limanında Deniz Ticareti” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 27-46. YILMAZ, Ahmet, “1930-Belediye Seçimleri Sürecinde Kamuoyunda Kadın’a Yönelik Söylemler” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 141-164. YILMAZ, Ahmet, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kadın Kimliğinin Biçimlendirilmesi” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 191-212. YILMAZ, İlhan, “Geçmişten Günümüze Irak’ta Türkmen Politikası” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 127-142. YILMAZ, Serap, “XVII-XIX. Yüzyıllarda İzmir’de Fransızlar” Cilt: 1, Sayı: 3, Yıl, 1993, ss: 89-116. YOLYAPAN, Aydogan, “Osmanlı Devletinde Askeri Yargının Gelişimi” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 145-168. YORULMAZ, Şerife, “XIX. Yüzyılda Kozmopolit Bir Ticaret Kenti: İzmir” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 133-148. YORULMAZ, Şerife, “Atatürk’ün ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’ Düşüncesi ve ‘Nutuk’ta Çukurova” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 175-192. YORULMAZ, Şerife, “Tarih Sürecinde Bir Zümre: Levantenler” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 129-136. YÜKSEL, Dilek Yiğit, “Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi (1914-1958)” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 161-184. 300