çağdaş türkiye tarihi araştırmaları dergisi

advertisement
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ ENSTİTÜSÜ
ÇAĞDAŞ
TÜRKİYE TARİHİ
ARAŞTIRMALARI
DERGİSİ
Cilt: XII
Sayı: 25
İZMİR, 2013
Yıl: 2012/Güz
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ ENSTİTÜSÜ
ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TARİHİ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Cilt:
Sayı:
Yıl: 2012/Güz
XII
25
Yayın No:
ISSN NO:
1. Baskı
Derginin Sahibi:
Sorumlu Müdür: Yönetim Yeri: Yayının Türü:
D.E.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Adına
Prof. Dr. Kemal ARI
Prof. Dr. Kemal ARI
Dokuz Eylül Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Buca - İZMİR
Akademik Hakemli - Altı Ayda Bir Yayınlanır.
Yönetim ve Yazışma Adresi:
Dokuz Eylül Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Tınaztepe Yerleşkesi, Buca - İzmir
Telefon: (0 232) 301 79 28 - 301 79 37
Faks: (0 232) 463 83 70
E-mail: cttad.deu@gmail.com
http://web.deu.edu.tr/ataturkilkeleri/tr/index.htm
Kapak Tasarımı:
Sayfa Tasarımı:
Tarık Taşçı (tariktasci@gmail.com)
Ahmet Yılmaz (ahmet.deu@hotmail.com)
Basım Yeri ve Tarih: Dokuz Eylül Üniversitesi Matbaası
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, ASOS (Akademia Sosyal Bilimler
İndeksi) tarafından taranmaktadır.
Yayınlanan yazılarda ileri sürülen görüşlerin sorumluluğu, yazarlarına aittir.
Tüm Hakları Saklıdır.
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILÂP TARİHİ ENSTİTÜSÜ
ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TARİHİ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
DOKUZ EYLUL UNIVERSITY
INSTITUTE OF ATATURK’S PRINCIPLES AND TURKISH REVOLUTION HISTORY
JOURNAL OF MODERN TURKISH HISTORY STUDIES
Sahibi / Owner
Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Prof. Dr. Kemal ARI
Yayın Kurulu / Editorial Board
Prof. Dr. Kemal ARI
Yrd. Doç. Dr. Kenan KIRKPINAR
Yrd. Doç. Dr. Ahmet MEHMETEFENDİOĞLU
Yrd. Doç. Dr. Türkan BAŞYİĞİT
Sayı Editörü / Issue Editor
Yrd. Doç. Dr. Alev GÖZCÜ
Dr. Fevzi ÇAKMAK
Hakem Kurulu / Referees Board
Prof. Dr. Fatma ACUNHacettepe Üniversitesi
Prof. Dr. Seçil AKGÜNOrtadoğu Teknik Üniversitesi
Prof. Dr. Kemal ARIDokuz Eylül Üniversitesi
Prof. Dr. Zeki ARIKANEge Üniversitesi
Prof. Dr. Ahmet ARSLANEge Üniversitesi
Prof. Dr. Ergün AYBARSDokuz Eylül Üniversitesi
Prof. Dr. Tülay Alim BARAN Yeditepe Üniversitesi
Prof. Dr. Bayram BAYRAKTAR
Dokuz Eylül Üniversitesi
Prof. Dr. Engin BERBEREge Üniversitesi
Prof. Dr. Esin DAYIAtatürk Üniversitesi
Prof. Dr. Fevzi DEMİRMersin Üniversitesi
Prof. Dr. Yavuz ERCANAnkara Üniversitesi
Prof. Dr. İhsan GÜNEŞAnadolu Üniversitesi
Prof. Dr. Raoul MOTIKAHamburg University
Prof. Dr. Mustafa ÖZATEŞLER
Dokuz Eylül Üniversitesi
Prof. Dr. Neşe ÖZDENAnkara Üniversitesi
Prof. Dr. Ali SARIKOYUNLUOsmangazi Üniversitesi
Prof. Dr. Sabri SÜRGEVİLEge Üniversitesi
Prof. Dr. Mete TUNÇOKU
Onsekiz Mart Üniversitesi
Prof. Dr. Ünsal YAVUZBaşkent Üniversitesi
Prof. Dr. Mustafa YILMAZHacettepe Üniversitesi
Prof. Dr. Şerife YORULMAZMersin Üniversitesi
Prof. Dr. Saime YÜCEERUludağ Üniversitesi
Doç. Dr. Yonca ANZERLİOĞLUHacettepe Üniversitesi
Doç. Dr. Mustafa DAŞDokuz Eylül Üniversitesi
Doç. Dr. Yasemin DOĞANERHacettepe Üniversitesi
Doç. Dr. Kutan KAHRAMANTÜRK Dokuz Eylül Üniversitesi
Doç. Dr. Ulvi KESERAtılım Üniversitesi
Doç. Dr. Osman KÖSEOndokuz Mayıs Üniversitesi
Doç. Dr. Hasan MERTEge Üniversitesi
Doç. Dr. Ayten SEZER ARIĞHacettepe Üniversitesi
Doç. Dr. Mustafa ŞAHİNDokuz Eylül Üniversitesi
Doç. Dr. Muzaffer TEPEKAYA Celal Bayar Üniversitesi
Doç. Dr. Sadiye TUTSAKUşak Üniversitesi
Doç. Dr. Hakan UZUNAnkara Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Mehmet BAŞARAN
Adnan Menderes Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Türkan BAŞYİĞİT
Dokuz Eylül Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Nejdet BİLGİ Celal Bayar Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Bülent ÇELİK Adnan Menderes Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Esra ÇOKER Dokuz Eylül Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Tanju DEMİR Adnan Menderes Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Emin ELMACI
Dokuz Eylül Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Salhadin GÖK Adıyaman Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Alev GÖZCÜ
Dokuz Eylül Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Günver GÜNEŞ Adnan Menderes Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Fabio L. GRASSI
Yıldız Teknik Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Umut KARABULUT
Pamukkale Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Murat KORALTÜRK
Marmara Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Kenan KIRKPINAR
Dokuz Eylül Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Leyla KIRKPINAR
Dokuz Eylül Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Ahmet MEHMETEFENDİOĞLU
Dokuz Eylül Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Nuray ÖNDER Dokuz Eylül Üniversitesi
Yrd. Dr. Tuncay Ercan SEPETÇİOĞLU Adnan Menderes Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr.. Melih TINAL Dokuz Eylül Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Türkmen TÖRELİ
Dokuz Eylül Üniversitesi
Dr. Necdet AYSALAnkara Üniversitesi
Dr. Fevzi ÇAKMAKDokuz Eylül Üniversitesi
Dr. Bülent DURGUN
Dr. Sadık ERDAŞHacettepe Üniversitesi
Dr. Hasan Taner KERİMOĞLU
Dokuz Eylül Üniversitesi
Dr. Mustafa ÖZDEMİRDokuz Eylül Üniversitesi
Dr. Cihan ÖZGÜNEge Üniversitesi
Dr. Süleyman TÜZÜNHacettepe Üniversitesi
Dr. Mithat Kadri VURALDokuz Eylül Üniversitesi
Dr. Gürhan YELLİCEDokuz Eylül Üniversitesi
Sekretarya / Secretary
Okt. Ahmet YILMAZ Gurbet GÖKGÖZ Araş. Gör. Mustafa KIRIŞMAN
Araş. Gör. Ferah AYYILMAZ
Cilt / Volume:
XII Sayı / Issue:
25 Yıl / Year: 2012/Güz
İÇİNDEKİLER / CONTENTS
Sayfa / Page
Editörden
Editor’s Note 1
MAKALELER / ARTICLES:
Hüsnü ÖZLÜ
Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın
İşgali Süreci
Invasion Process Of The Aegean Islands During Balkan Wars In The Light Of
Archival Documents
9
Muhammet GÜÇLÜ
Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu
Gazetesi (19 Aralık 1920-12 Eylül 1922)
First Representative Of The Local Media In Antalya: Anatolian Newspaper In
Antalya (19 December 1920-12 September 1922)
33
Fatih TUĞLUOĞLU
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935
Second Population Census Of the Republic Of Turkey: 20 İlkteşrin 1935
Ahmet ASKER
Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları
Turks And People Of Middle East In Nazis’ Racial Classification
55
79
Hakan UZUN
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı:
Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1947 Olağan Kurultayı
Quest For Identity Of A Party In Power: The Ordinary Congress Of
Republican People’s Party Of 1947
Müslime GÜNEŞ
Adnan Menderes ve Halkevleri
Adnan Menderes And Community Centers
101
141
Ayşegül ŞENTÜRK
Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak
Transition Process Into Multi-Party System And Necmettin Sadak
Ulvi KESER
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olaylarına
Kesitsel Bir Bakış
A Profile Glance At 6/7 Event In Turkey In The Light Of Cyprus Issue
Ahmet MEHMETEFENDİOĞLU / Cemal Necip GÜREL
1956 Yılında Yapılan Bir İade-i İtibar Girişimi
A Refundable Credit Attempt for Convicts of Izmir in 1956
157
181
227
ÇEVİRİ / TRANSLATION:
Taner BULUT
Büyük Britanya ve Doğu
Great Britain And Easternquestion
245
KİTAP TANITIMI / BOOK REVIEW:
Fevzi ÇAKMAK
Bülent Durgun, Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi
1923-1938, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı, İzmir,
2012, 360 sayfa.
Bülent Durgun, İzmir Economy in the Early Republican Epoch 19231938, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı, Izmir, 2012, 360 pages.
257
Hasan GÜRKAN
Jack Goody, Tarih Hırsızlığı, Çev: Gül Çağalı Güven, 1. Baskı,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, 420 sayfa.
Jack Goody, History Theft, Trans: Gül Çağali Güven, 1st Edition, Iş Bankasi
Kultur Yayinlari, 420 pages.
267
DİZİN / INDEX:
Mehmet Emin ELMACI
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Yıllık Sayı Dizini
25 Years Of Number Index Of Journal Of Researchs In Modern Turkey
275
ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TARİHİ
ARAŞTIRMALARI
DERGİSİ
CİLT:SAYI:YIL:
XII
25
2012/Güz
EDİTÖRDEN
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi’nin, tarihe ilişkin değişik
konuları ele alan 12 ayrı makalesinin yer aldığı 25. sayısını araştırmacıların, bilim
dünyasının ilgi ve beğenisine sunuyoruz. Uzun bir sürenin ardından, geçen sayı
ile birlikte normal periyodunu yakalayan dergimiz, bundan sonraki süreçte,
Bahar ve Güz olmak üzere yılda iki defa yayınlanmaya devam edecektir.
Bu yıl Balkan Savaşları’nın 100. Yıl dönümüne yönelik ülke genelinde
pek çok etkinlik gerçekleştirildi. Bu sayımızda; Dr. Hüsnü Özlü tarafından
kaleme alınan ve Balkan Savaşlarının tarihimize bıraktığı en acı kesitlerden
biri olan Ege Adalarının kaybediliş sürecine değinen bir yazıya yer veriyoruz.
Yeni bilgi ve belgelerle, bu büyük olayın boyutlarını daha net görmemizi
sağlayacakolan araştırmanın, Balkan Savaşları nedeniyle yapılan çalışmalara bir
katkı olacağını düşünüyoruz. Dergimizde yer alan bir başka yazı ise; Antalya
ilinde çıkan “Anadolu Gazetesi”dir. Bilindiği gibi, Milli Mücadele’de kamuoyu
oluşturmanın en önemli araçlarından biri basındı. Ülkenin pek çok yerinde yerel
ölçekli gazeteler yayımlanıyordu. Halkın, Milli Mücadele’nin amacını anlaması
için büyük rol oynayan Anadolu basını arasında, Anadolu Gazetesinin Antalya
örneğinde yerine getirdiği görev, Yrd. Doç. Dr. Muhammet Güçlü tarafından
kaleme alındı.
Osmanlı Devleti tarih sahnesinden çekilirken ve ondan kalan son
topraklarda yeni bir Türk Devleti inşa edilirken, nüfus da büyük değişimlere
uğramıştı. Yeni devlet, bir yandan nüfusu artırmaya dönük önlemler alırken,
öte yandan nüfus sayısını ve özelliklerini belirlemek yönünde de çalışmalar
yapmaktaydı. Yrd. Doç. Dr. Fatih Tuğluoğlu’nun yazısı, Cumhuriyet’in ilk
yıllarında yapılan ve devletin üzerinde titizlikle eğildiği nüfus sayımlarını ele
alarak; 1935 Nüfus sayımı örneğinden hareketle, çeşitli tespitlere yer veriyor.
Dergimizin bu sayıdaki dikkat çekici makalelerinden bir diğeri de Dr. Ahmet
Asker tarafından kaleme alınan “Nazi Irk Tasnifinde Türkler Ve Ortadoğu Halkları”
1
başlığını taşımaktadır. Bu çalışmada Nazi Almanya’sında yürürlüğe giren
yasalar çerçevesinde Türkiye ve Türkler üzerine dönemin ırkçı atmosferi içinde
yapılan karşılıklı değerlendirilmelere yer verilmiştir.
II. Dünya Savaşı sonrasında müttefiklerin galip gelmesiyle birlikte
Türkiye’de de bu hava etkili olmuş ve iç siyasette önemli değişimler meydana
gelmiştir. Bu sürecin şüphesiz en önemli sonucu Türkiye’nin yeniden çok partili
siyasal yaşama dönmesidir. İşte bu süreçte 1946 yılı ile birlikte yaşanan değişim
ve bu duruma ayak uydurmaya çalışan Cumhuriyet Halk Partisi içindeki
gelişmeler, “İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: Cumhuriyet
Halk Partisi’nin 1947 Olağan Kurultayı” başlıklı makalede ele alınmıştır.
Makalenin yazarı; artık dergimizin sürekli yazarlarından biri diyebileceğimiz,
Doç. Dr. Hakan Uzun. Dergimizde çok partili hayata geçiş sürecine ilişkin başka
bir yazıda, gazeteci ve siyasi kimliği ile sürecin bizzat içinde yer alan Necmettin
Sadak’ın, bu geçiş dönemine ve Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarına ilişkin
görüşlerine yer veriyoruz. Bu makalenin yazarı Dr. Ayşegül Şentürk.
25. sayımızda Demokrat Parti döneminde meydana gelmiş olan kimi
olaylar ve siyasi gelişmeleri değerlendiren yazılar da yer almaktadır. Bu
atmosferin etkisi ve onu izleyen süreçte önemli dönemeçler biçiminde ortaya
çıkan iki yazıdan birisi Yrd. Doç. Dr. Müslime Güneş tarafından kaleme alınmış
olan “Adnan Menderes ve Halkevleri”dir. Demokrat Parti döneminin dış politikada
en önemli sorunu haline gelen Kıbrıs ve bu süreci değerlendiren “Kıbrıs Sorunu
Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olaylarına Kesitsel Bir Bakış” adlı yazı ise
sürekli yazarlarımızdan Doç. Dr. Ulvi Keser tarafından kaleme alındı. Demokrat
Parti dönemindeki bir olayı değerlendiren son makalemiz ise Yrd. Doç. Dr.
Ahmet Mehmet Efendioğlu ve Necip Gürel tarafından kaleme alınan; “İzmir
Suikastı Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan Bir İade-i İtibar Girişimi” adını
taşıyor. Böylece, birbirini izleyen dört ayrı yazıda; sadece bir siyasal dönemin
kendine özgü kesitleri öne çıkmıyor; aynı zamanda bu sürecin perde arkasında
kalmış olayları da aralanıyor.
Bu sayımızda Taner Bulut tarafından hazırlanan ve İngiltere’nin Doğu
siyasetini irdeleyen J. Holland Rose’un“Great Britain and The Eastern Question”
adlı yazısının çevirisine de yer verdik.
İki de tanıtım yazımız var: Bunlardan ilki Dr. Bülent Durgun tarafından
kaleme alınan “Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi (1923-1938)”; bir diğeri
ise Jack Goody’in“Tarih Hırsızlığı” isimli kitapları üzerine yapılmış. İlk kitabın
bir özelliği var ki oda, Enstitümüzde yapılan bir doktora tezinin kitap olarak
yayınlanmış halidir. Söz konusu kitap aynı zamanda İzmir’in, Cumhuriyet’in
ilk yıllarına ilişkin pek çok verisini de ortaya koymaktadır. Bu önemli çalışma
Dr. Fevzi Çakmak tarafından tanıtıldı. İkinci çeviri kitabın tanıtımını ise Hasan
Gürkan yaptı.
2
Dergimizin ilk 10 sayısının indeksi; Yrd. Doç. Dr. Mehmet Emin Elmacı
tarafından yapılmış ve dergimizin 11. sayısında yayınlanmıştı. Dergimizin
elinizde bulunan bu 25. sayısını, onun sonraki yıllarda sürecek yaşamı içinde
önemli bir dönemeç sayıyoruz. Bu sebeple tekrar Yrd. Doç. Dr. Mehmet
Emin Elmacı, 25 sayının toplu indeksini oluşturarak dergimizin geçmişten bu
güne uzanan birikimini bu çalışmasında ortaya koydu. Böylece dergimizden
yararlanmak isteyecek okuyucu ve araştırıcıların önüne önemli bir başvuru
kaynağı koymuş bulunuyoruz.
Derginin yayınlanmasında çok kişinin emeği var: Yazarlarından,
hakemlerine; düzeltme çalışmalarını yapanlardan basımına dek; pek çok kişinin
emeğinin harmanıyla dergimiz yayımlanabiliyor. Emek sahiplerinin hepsine
şükranlarımızı sunuyoruz.
Bu nedenle derginin editörleri olarak; enstitümüz adına bütün emeği
geçenlere teşekkürü bir borç biliyoruz.
Yeni sayımızda görüşmek üzere…
Yrd. Doç. Dr. Alev GÖZCÜ
3
Dr. Fevzi ÇAKMAK
4
JOURNAL OF MODERN
TURKISH HISTORY
STUDIES
VOLUME:ISSUE:YEAR:
XII
25
2012/Güz
EDITOR’S NOTE
We offer Journal of Modern Turkish History Studies’ 25th Volume, which
includes 12 separate articles dealing with various themes relating to history, to
the interest and appreciation of the world of science and researchers. After a
long period, the Journal has captured its normal period with the last volume; the
next period, twice a year, in Spring and Fall it will continue to run.
This year, many activities were carried out for the 100th Anniversary
of the Balkan Wars throughout the country. In this volume, we give a place
to an article penned by Dr. Hüsnü Özlü which refers to the process the lost of
the Aegean Islands one of the most painful section of the Balkan Wars. With
new information and documents we think that the research providing a clearer
insight to see the size of this big event will be a contribution to the studies of the
Balkan Wars. In another article in our journal is “Anadolu Gazetesi” published in
Antalya. As you know, one of the most important instruments of creating public
opinion in the National Struggle was the press. The local scale newspapers were
published in many parts of the country. Among the Anatolian Press playing a
major role in order to understand the purpose of the National Struggle by the
public, Anatolian Newspaper’s duty fulfilled in the case of Antalya was written
by Asst. Prof. Dr. Muhammet Güçlü.
While the Ottoman State was withdrawing from the stage of history
and in its last remaining territories a new Turkish State was being established,
the population had been undergone many changes. The new state was taking
measures to increase the population; on the other hand, it was making studies
to determine the characteristics and the count of the population. Through the
example of the Census 1935, Asst. Prof. Dr. Fatih Tuğluoğlu’s script is located in
the various determinations by taking on the carefully tilted censuses realized in
the early years of the Republic. In this volume of our journal, one of the remarkable
articles is the “Turks and people of middle East in Nazis’racial Classification” written
5
by Dr. Ahmet Asker. Within the framework of the laws which came into force in
Nazi Germany, the reciprocal determinations made in the racial atmosphere of
this period against Turkey and the Turks are given place in this study.
After Second World War, the victorious of Allies Powers affected Turkey
and many changes in its domestic policies have occurred. The most important
result of this process is undoubtedly the re-turning of Turkey to the multi-party
political life. In this process by the year 1946, changes and progresses in the
Republican People’s Party trying to keep up with this situation is under the
debate in the article of “Quest For Identity Of A Party In Power: The Ordinary
Congress Of Republican People’s Party Of 1947”. Author of the article, we can
call him as one of the regular contributors of our journal, is Assoc. Prof. Dr.
Hakan Uzun. In another article concerning transition to multi-party system in
our journal, we give a place to opinions of Necmettin Sadak about first years
of Democrat Party and this transition period who took place in this process
personally with his journalist and political identity. The author of this article is
Dr. Ayşegül Şentürk.
Some events that occurred in the period of the Democratic Party and
the writings evaluating the political developments take place in 25th volume.
By this atmosphere’s effect, one of the two articles emerging as the form of
important turning points in the next process is “Adnan Menderes And Community
Centers” written by Asst. Prof. Dr. Müslime Güneş. Cyprus the most important
issue in foreign policy of Democratic Party period and “A Profile Glance At 6/7
Event In Turkey In The Light Of Cyprus Issue” evaluating the process is written by
Assoc. Prof. Dr. Ulvi Keser who is the one of our continuous authors. Our last
article, “A Refundable Credit Attempt for Convicts of Izmir in 1956”, evaluating an
incident at the period of Democratic Party is written by Asst. Prof. Dr. Ahmet
Mehmetefendioğlu and Necip Gürel. Thus, in four successive articles, not only
the specific sections of a political era come forward, but at the same time the
events behind the scenes of this process are revealed.
In this volume we give place to the translation of J. Holland Rose’s paper
which is “Great Britain and the Eastern Question” translated by Res. Asst. Taner
Bulut.
There are also two introduction papers. First of all is about “İzmir
Economy in the Early Republican Epoch (1923-1938)” written by Dr. Bülent Durgun;
the other one is about “History Theft” by Jack Goody. The first book has a special
feature that this doctoral dissertation written in our institute was published as
a book. The book also exhibits many data about the early years of the Republic
in İzmir. This important study is introduced by Dr. Fevzi Çakmak. Promotion
letter of the second translation of the book is written by Hasan Gürkan.
6
Index parts of our journal’s first 10 volumes were prepared by Asst.
Prof. Dr. Mehmet Emin Elmacı and published in the journal’s 11th volume. We
consider the 25th volume of our journal in your hands as an important turning
point in its life in the next few years. For this reason, again, by creating mass
index of 25 volumes Asst. Prof. Dr. Mehmet Emin Elmacı in his study showed
the journal’s all accumulations lying from the past to today. So we have put an
important reference source in front of readers and researchers who want to take
advantages from our journal.
Many people have contributed to the publication of the journal: the
authors, referees, workers who made the work of correction until the publication
of the journal; by many people’s contributions our journal can be published. We
are grateful to all the contribution owners.
For this reason, as the editors of the journal, we feel indebted on behalf
of our institute to thanks those who have contributed.
See you on the next volume… Asst. Prof. Dr. Alev GÖZCÜ
7
Dr. Fevzi ÇAKMAK
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi
Journal Of Modern Turkish History Studies
XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 9-32.
ARŞİV BELGELERİ IŞIĞINDA BALKAN SAVAŞLARI’NDA
EGE ADALARI’NIN İŞGALİ SÜRECİ
Hüsnü ÖZLÜ*
Öz
Balkan Savaşı’nda Yunanistan’ın denizlerdeki temel politikası, Ege Denizi’ni
hâkimiyeti altına almak, Osmanlı Devleti’nin ikmal yollarını kapatmak ve dolayısı ile Ege
adalarını işgal etmektir. Yunan donanmasının boğaz üzerinde egemenlik kurma çabası
özellikle adalarda üstünlük kurma ve adaları ele geçirme stratejisine dayanmaktadır. Bu
kapsamda, Balkan Savaşı’nda Yunanistan öncelikle boğaza yakın adalardan başlamak üzere
Ege Denizi’ndeki adaları işgal etmiştir. Bu dönemde Osmanlı donanması Ege Denizi’nde
kesin sonuçlu bir muharebe yapma gücünden yoksundur. Donanma Komutan Vekili Albay
Ramiz eldeki mevcut imkânlar ölçüsünde bölgeyi kontrol altına almak ve Yunan donanmasına
yönelik faaliyetlerde bulunmak maksadıyla donanmanın toplu olarak denize çıkmasını
ve taarruz hareketini planlamış, ancak yapılan muharebelerde başarı sağlanamamıştır.
Balkan Savaşları neticesinde Osmanlı Devleti tarihinin en ağır yenilgisine uğramış ve
sadece Balkanların dışına çekilmek durumunda kalmamış aynı zamanda Ege Denizi’ndeki
üstünlüğünü de kaybederek Ege Adaları üzerindeki tasarrufunu da kaybetmiştir.
Anahtar Sözcükler: Ada, İşgal, Donanma, Savaş, Deniz.
INVASION PROCESS OF THE AEGEAN ISLANDS DURING BALKAN WARS
IN THE LIGHT OF ARCHIVAL DOCUMENTS
Abstract
The basic policy of Greece on seas during Balkan Wars was to take the control of the
Aegean Sea, to block the supply line of the Ottoman Empire, and consequently to invade the
Aegean Islands. Greek Navy’s effort to maintain sovereignty over the strait based especially
on her strategy for establishing superiority on Aegean Islands and capturing them. Within
this scope, Greece, primarily, invaded the Aegean Islands during the Balkan Wars, starting
with islands closer to the strait. In this period, the Ottoman Navy was incapable of fighting for
a decisive battle on Aegean Sea. Colonel Ramiz, Deputy Commander of the Navy, planned
the collective launching of the navy with the intention of engaging in an activity against Greek
*
Dr., (husnuozlu@hotmail.com).
9
Hüsnü ÖZLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Navy and taking the control of the region to the extent of currant opportunities and prepared
an action plan, however no success was achieved in the battles. As a result of Balkan Wars,
the Ottoman Empire suffered the heaviest defeat of her history and lost her possessions on
Aegean Islands, by not only withdrawing from the Balkans but also losing her superiority on
the Aegean Sea.
Keywords: Island, Invasion, Navy, Battle, Sea.
Giriş
Osmanlı Devleti 19’uncu yüzyılın başında, gerek askerî ve gerekse
ekonomik olarak eski gücünü kaybetmiş, topraklarını dahi korumakta zorlanan
bir duruma gelmiştir. Bu süreçte Sultan Abdülaziz döneminde denizlerde
üstünlük kurma adına, 15 zırhlı, 11 kruvazör, 40 torpidobot, 7 gambot ve 57
yardımcı gemiden oluşan 130 parçalık bir donanma teşkil edilmiştir. Ancak bu
donanma plansız, programsız ve amaçsız kurulmuş, gerekli teknik kadrolar
oluşturulmadan ve ön hazırlık yapılmadan bol miktarda gemi satın alınarak
etkinlikten uzak bir yapı oluşturulmuştur1. Bunun yanında donanmanın uzun
süre Haliçte atıl bekletilmesi ve muharebe gücünden uzak tutulması yaşanan bir
başka olumsuzluktur2. Bu süreçte özellikle İngiltere’den birçok gemi satın alınmış,
fakat İngiltere Osmanlı’nın Akdeniz’de üstünlük sağlayacak bir donanmaya
sahip olmasını engelleyecek politikalarla Osmanlı Bahriye Nezareti’ni yanlış
yönlendirmiştir. 1910 yılında İngiltere’ye staj için gönderilen Osmanlı subayları
Trablusgarp Savaşı başlayınca geri dönmüş ancak İngiltere tarafsızlığını bahane
ederek bu subayların savaşa katılmasını engellemiştir. Bu arada Yunanistan,
donanma konusunda sürekli olarak İngiltere ile işbirliğine gitmiş ve Balkan
Savaşı öncesi Yunan donanması İngilizlerin desteği ile güçlendirilmiştir. Savaşın
hemen öncesinde Yunanistan, İngiltere’den 4, Almanya’dan da 2 muhrip satın
alarak muhrip sayısını 14’e çıkarmış ve Osmanlı donanmasının 8 muhribine karşı
üstün duruma gelmiştir. Bu konudaki en büyük sıkıntı ise Osmanlı gemilerinin
bakımsız ve onarıma ihtiyaç duyar nitelikte olmasıdır3.
Türk tarihinin en acılı dönemlerinden biri olan Balkan Şavaşları’nda
yaşanan olaylardan gerek askerî ve gerekse siyasi olarak dersler çıkarılması
ve bu sürecin sebep sonuç ilişkisi içerisinde analiz edilmesi gerekmektedir. Bu
makalede Balkan Savaşları’nda yaşanan ve sonuçları günümüze kadar uzanan,
siyasi sorunlara sebebiyet veren Ege Adaları’nın elden çıkışına ait gelişmeler,
belgeler ışığında ele alınmıştır. Makale yoğun olarak, Genelkurmay Askerî Tarih
ve Stratejik Etüt Dairesi Arşivi Balkan Harbi Katalogunda bulunan belgelerden
1
2
3
Bilal Şimşir, Ege Sorunu Belgeler, 1912-1913, C.I, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1976, s.XVL.
Afif Büyüktuğrul, Osmanlı Deniz Harp Tarihi ve Cumhuriyet Donanması, C:III, Deniz Basımevi,
İstanbul, 1983, s.166.
Şimşir, a.g.e., s. LIII.
10
Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
yararlanılarak kaleme alınmıştır. Özellikle adaların işgali sırasında bölgedeki
askerî birlikler tarafından çekilen telgraflar ve mesajlar konu hakkında birinci
elden ve detaylı bilgiler vermektedir. Çalışmada Ege Adaları içerisinde stratejik
özelliklere sahip Limni, Sakız, Midilli Adaları’nın işgaline öncelik verilmiş
ve bu süreçte Osmanlı donanmasının Ege Denizi’ndeki harekâtı üzerinde
durulmuştur.
Balkan Savaşları, Osmanlı ordusunun son yüzyılda yaşadığı büyük
sıkıntıların sonuçlarının telafi edilemez boyutlara ulaştığı savaşlardır. Bu
savaşlar, yüzyıllar boyu askerî güç olarak dünyanın en önemli ordusu
konumunda olan Osmanlı ordusunun gerek kara orduları ve gerekse deniz
gücü bakımından geldiği noktayı göstermesi açısından önemlidir. Balkan
Savaşları’nda Osmanlı donanması görev ve harp, sevk ve idaresi açısından deniz
harekât alanı olarak; Karadeniz, Marmara, Ege Denizi, Doğu Akdeniz, Yunan
ve Adriyatik Deniz’leri, Kızıldeniz’de mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu
mücadeleler içerisinde Varna Limanı’nı üs olarak kullanan Bulgaristan’a karşı
Karadeniz’de askerî nakliyatı koruma maksatlı donanma gücü oluşturulmuş ve
Osmanlı kara ordusu bu şekilde denizden desteklenmiştir4. Ayrıca İtalyanların
muhtemel taarruzlarına karşı donanmanın bir kısmı Çanakkale önlerinde
bekletilirken, diğer taraftan Karadeniz ve Marmara deniz nakliyatı da kontrol
altına alınmaya çalışılmıştır5. Marmara Denizi özellikle kara ordularının
başarısızlığı ve Balkan ordularının Çatalca önlerine kadar gelmeleri ile önem
kazanmış, başlangıçta kapalı bir deniz olarak görülen Marmara Denizi donanma
açısından sıkıntılı bir saha haline gelmiştir. Adriyatik Denizi, Doğu Akdeniz
ve Kızıldeniz’de Osmanlı donanmasının etkinliği kalmamış, Ege Denizi’nde
ise üstünlük Yunan donanmasına geçmiştir. Bu üstünlük Yunan donanmasına
avantaj sağlamış ve Osmanlı ordusunun Balkanlara birlik kaydırma ve lojistik
destek sağlama hedefini olumsuz etkilemiştir6. Balkan Savaşları’nda ilk büyük
deniz çatışması 16 Aralık 1912 tarihinde Çanakkale Boğazı önünde meydana
gelmiştir. Bu muharebede Osmanlı donanması Çanakkale Boğazı önlerinde
Yunan donanması ile bir buçuk saat mücadele etmiş ve Averof Zırhlısı’na top
atışının isabet etmesi üzerine Yunan donanması geri çekilmiştir7.
Ege Denizi, Anadolu toprakları ile Balkanlar’ın stratejik olarak kesiştiği
ana noktadır. Bu denizin kuzey ve doğusunda Osmanlı hâkimiyeti güçlü
iken, batı ve güneyinde Yunan hâkimiyetinin gücü daha fazladır. Ayrıca Ege
Denizi’nde bulunan adalar da stratejik öneme sahiptir. Özellikle Çanakkale
4
5
6
7
Afif Büyüktuğrul, “Balkan Savaşı Deniz Harekâtı Üzerine Gerçekler”, Belleten, C.XLIV,
S.176, s.744.
Bülent Durgun, “Ülke Savunmasında Deniz Yolu Ulaşımının Önemine Bir Örnek: Balkan
Harbi’nde Osmanlı İmparatorluğu’nun Deniz Yolu Ulaştırması”, Güvenlik Stratejileri
Dergisi, Aralık 2011, Yıl 7, Sayı 14, Harp Akademileri Basımevi, s.149.
A.g.m., s.151.
Rıchard C. Hall, Balkan Savaşları, 1912-1913, I. Dünya Savaşı’nın Provası, Çeviren: Tanju
Akad, İstanbul, 2003, s.86.
11
Hüsnü ÖZLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Boğazının etrafındaki adalardan Bozcaada, İmroz, Semadirek ve Limni Adaları
stratejik noktalar olup, Limni Adası daha sonra Yunanlıların en önemli üssü
konumuna gelecektir8. Boğazlar sisteminin bir parçası olan bu adalar daha sonra
Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale Cephesi’ne karşı yapılan taarruzlarda da
üs olarak kullanılmış ve bu üs’ler potansiyel tehdit olduğunu kanıtlamıştır9.
Balkan Savaşı öncesinde Osmanlı donanmasının bir harekât planı
yoktur. Donanma savunma amaçlı harekâtlarda, Çanakkale Müstahkem
Mevki Komutanlığı’nın emrine, taarruz harekâtında ise serbest bırakılmıştır.
Özellikle Bahriye Nezareti, dönemin zor mali şartları altında gerekli yatırımları
yapamamış, donanma geniş bir deniz harekâtından ziyade savunma
tedbirlerine yönelmiştir10. 7 Ekim 1912 tarihinde donanma padişah iradesi ile
Başkomutanlık Vekâleti’ne bağlanmış ve genel emir komuta işleyişinde de
zafiyet ortaya çıkmıştır11. Padişah iradesiyle teşkil edilen “Şuray-ı Bahriye”,
daire başkanlarından kurulu “Deniz Encümeni”, bu dönemde yeni oluşturulan
kurullardır. Savaşın genel gidişatıyla ilgili olarak encümen tarafından yapılan
incelemeler Şuray-ı Bahriye’ye arz edildikten sonra sırasıyla Bahriye Nezareti
ve oradan da Başkomutanlığa iletilmektedir. Bu işleyiş donanmada sevk ve
idarede büyük sorunlara sebebiyet vermiş ve hızlı karar almayı engellemiştir.
Dolayısıyla Balkan Savaşları’nda denizlerde sevk ve idare de büyük sıkıntılar
yaşanmış, verilen günlük emirlerle mücadele edilmiştir12. Balkan Savaşları’nda
Bahriye Nezareti’nin genel harp planı; Ege Denizi ve Çanakkale Boğazı’nda olası
bir Yunan taarruzuna karşı donanmayı hazır bekletmek, oluşturulacak bir filo ile
de Bulgarlara karşı taarruz harekâtına girişmektir. Ayrıca Karadeniz üzerinden
yapılan deniz nakliyatını koruma ve kıyı gözetleme görevleri de donanmanın
bir başka görevidir. Balkan Savaşı başlarken Osmanlı donanmasında yer alan
gemiler tablodaki gibidir 13:
Zırhlılar
Zırhlı Korvetler
Kruvazörler
Muhripler
Torpidobotlar
8
9
10
11
12
13
Barbaros, Turgut reis, Mesudiye, Asar-ı Tevfik
Feth-i Bülend, Muin’i Zafer, Avnillah
Mecidiye, Hamidiye
Taşoz, Yarhisar, Yadigar-ı Millet, Numune-i Hamiyet, Muavenet-i
Milliye, Gayret-i Vataniye, Samsun, Basra
Demirhisar, Sivrihisar, Sultanhisar,Tokat, Hamitabat, Kütahya,
Ankara, Draç, Antalya, Akhisar, Yunus, Musul
Balkan Harbi Kronolojisi, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları,
Ankara, 1999, s.86.
Ali Kurumahmut, Ege’de Temel Sorun: Egemenliği Tartışmalı Adalar, Ankara, 1998,s.5.
Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Balkan Harbi, Osmanlı Deniz Harekâtı 1912-1913, C.7,
Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1993, s.44.
Balkan Harbi Kronolojisi, s.13.
BHK, K:142, D:90, F:003-04.
BHK, K:142, D:90, F:003-21.
12
Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ...
Gambotlar
Torpido
Kruvazörler
Yardımcı Gemiler
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
İclaliye, Zühaf, Necm_i Şevket, Trabzon, Nur’ül Bahir, Marmaris,
Malatya, Nevşehir, Taşköprü, Haliç, Refahiye, Antep, Seddülbahir,
Bafra, Ordu, Gökçedağ, Kastamonu, Yozgat, İşkodra
Peyk-i Şevket, Berk-i Satvet, Peleng-i Derya
Tir-i Müjgan, Derne, Reşit Paşa, Giresun, Şam, Halep, Nusret,
İntibah
Balkan Savaşı’nda Osmanlı Donaması
Balkan Savaşı öncesinde Navstathmos’ta toplanan Yunan donanması,
İonya Denizi donanması ve Ege Denizi donanması olarak ikiye ayrılmıştır.
Bunlar içerisinde Ege donanması en güçlüsü olup 5 Ekim 1912 muharebesi
öncesinde Faliron’da toplanmıştır. Yunan donanmasının hedefi Ege Denizi’nde
hâkimiyeti ele geçirmek, Anadolu ile Balkanlar arasındaki irtibatı kesmektir.
Bunun için, Çanakkale Boğazı’nın güneyinde bir deniz üssü kurarak Osmanlı
donanmasının boğazdan çıkışını engellemek ve takip etmek, ayrıca Anadolu
sahillerinden Trakya ve Makedonya’ya giden ticaret gemilerinin önünü kesmek
amacıyla bölgeye yığınak yapmak başlangıçtaki temel stratejidir.
Yunan donanmasının boğaz üzerinde egemenlik kurma çabası özellikle
adalarda üstünlük kurma ve adaları ele geçirme stratejisine dayanmaktadır. Bu
kapsamda öncelikle boğaza yakın adalardan Bozcaada’yı bir muhrip üssü haline
getirerek buradan ikmal yapma yoluna gitmiş, Albay Bratsanos komutasında
boğazı gözetleme ve takip görevi alan Yunan filosu 4 muhrip, 2 torpidobot ve
1 denizaltı gemisiyle Bozcaada’ya gelmiştir. Ancak bölgenin kontrolünü tam
olarak ele geçirme hedefinde olan Yunan donanması sırası ile Limni, İmroz,
Semadirek, Midilli, Sakız Adaları’nın işgali için kara ordusu ile işbirliğine
başlamıştır. Bu işgaller sırasında Yunan donanması Midilli ve Sakız Adaları
hariç ciddi bir mukavemetle karşılaşmamıştır14.
1. Limni Adası’nın İşgali
Balkan Savaşı’nın hemen başında Yunan Deniz Kuvvetleri, Yunan
donanmasını iki ayrı filoya ayırmış ve Osmanlı donanmasını boğaz önünde
tıkama ve deniz egemenliğini kurma görevini vermiştir. Bu çerçevede Averof
Zırhlısı’nın liderliğinde 6 muhrip 1 denizaltıdan oluşan birinci filo ile 3 zırhlı, 8
muhrip ve 2 torpidobottan oluşan ikinci filo Ege Denizi’nde ve adalarda Osmanlı
donanmasına karşı harekât hazırlıklarına başlamışlardır15.
14
15
Sertaç Hami Başeren, Ali Kurumahmut, Ege’de Egemenliği Devredilmiş Adalar, Staratejik
Araştırma ve Etütler Millî Komitesi Yayını, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2003, s.23.
Celaleddin Yavuz, “Balkan Harbi’nde Osmanlı Donanması Neden Kullanılmadı”,
Dokuzuncu Askerî Tarih Semineri Bildirileri,C.II, Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı
Yayını, Ankara, 2006, s.381.
13
Hüsnü ÖZLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Yunan donanmasının Boğaz ve Ege Denizi harekâtının ana planı;
Osmanlı donanmasını yakından izlemek amacıyla boğaz üzerinde daimi bir
karakol hattı oluşturmak, Limni Adası’nın derhal işgal ederek burada bir ileri
üs kurarak Mondros Limanı’nı savunma ve taarruz harekâtları için hazırlamak,
Osmanlı donanması ile Ege Denizi’nde kesin sonuçlu muhabere yapmak ve Ege
Deniz yoluna hakim olmak, Osmanlı kıyılarını taciz ederek bölgede üstünlük
kurmak ve her şeyden önemlisi Balkan cephesi kara harekâtına tam destek
sağlamak ve Makedonya ve Epir’deki Yunan kuvvetlerine destek vermektir16.
Limni Adası’nın işgali için Pinios gemisini görevlendiren Yunan
donanması ada önlerine gelmiş ve öncelikle adanın teslim olması için ada
mutasarrıfı ile müzakerelere başlamış ancak sonuç alamamış, 8 Ekim 1912’de
20’nci Piyade Alayının iki taburunu adaya çıkarmıştır. Keşif çıkarması
niteliğinde olan bu ilk çıkarmayı Çimandra Köyü’ne yapan Yunan donanması
buradan Nera Köyü’ne ilerleyerek burada Türk askerlerinden 3 jandarma
subayı ve 41 Jandarma erini ve bazı köylüleri esir almıştır. Yunan donanmasının
adaya girişinden sonra, Yunan askerleri Kastro’ya girerek buradaki Türk
mahallesini kuşatmış ve halkı esir almıştır. Yunan ordusunun adaya girişi adada
yaşayan Yunanlıları sevindirmiş ve Türk halkına büyük eziyetler yapılmaya
başlanmıştır17. Cezayir Bahr-i Sefid Valisi Ekrem’in Dahiliye Nezareti’ne 3
Kasım 1912 tarihinde çektiği telgrafta, Limni Adası’nın Yunanlılar tarafından
işgal olunmasının ardından adadaki memur ve polislerin gözaltına alınarak
nakliye gemileri ile Pire’ye götürüldükleri bilgi verilmiştir18.
Cezayir Bahr-i Sefid Vilayeti’nin 16 Ekim 1912 tarihli telgrafında yedi
adet büyük harp gemisinin Karaburun taraflarında Pilimara istikametine doğru
yaklaştıkları gemilerin hangi donanmaya ait olduğunun Midilli Liman Reisi
tarafından incelendiği bildirilmiştir19.
Cezayir Bahr-i Sefid Vilayeti’nin 19 Ekim 1912 tarihli telgrafında ise;
altı kıt’adan oluşan Yunan düşman filosunun Limni Limanı’na gelerek ablukayı
genişlettiği, Avarof Zırhlısı’ndan sahile çıkarılan subay ile ada mutasarrıfının
görüştüğü ve bu görüşmede mutasarrıfın, Padişahın iradesine bağlı olduğunu
ve adayı teslim etmeyeceğini ve zorla işgal edilirse bunu protesto edeceği
bildirmiştir. Ancak Yunan Amirali Kumparis başkanlığında Averof Zırhlısı’na
davet edilen ada yetkilileri ile yapılan görüşmede adanın bir kez daha teslimi
istenmiş ve daha önce tanınan 24 saatlik süre 1 saate indirilmiştir. Bunun
üzerine adanın merkezinde bulunan jandarma ve bir miktar redif askeri adanın
16
17
18
19
Ali Haydar Emir, Balkan Harbi’nde Türk Filosu, Deniz Basımevi, İstanbul, 1932, s.13.
1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, C.1, Kısım 2, Yunan Ordular Vekâleti Yayını,
Atina, 1939, s.344.
İdris Bostan, Ali Kurumahmut, Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında İşgal Edilen Ege Adaları ve
İşgal Telgrafları, Staratejik Araştırma ve Etütler Millî Komitesi Yayını, Ankara, 2003, s.378.
Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı Arşivi, Balkan Harbi Kataloğu, BHK, Klasör:124,
Dosya:12, Fihrist:002-02.
14
Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
iç kısımlarına çekilerek tertibat almıştır20. Ada mutasarrıfına verilen talimatta
memleketin selameti ve hamiyet-i vataniye neyi icap ediyorsa ona göre hareket
etmeleri yönündedir. Bu arada Bozcaada Kaymakamlığı’ndan alınan habere
göre bölgede 8 parça Yunan donanmasının hareket halinde olduğu ve boğaz
girişinde dolaştıkları öğrenilmiştir21. (EK-1)
Cezayir Bahr-i Sefid Valisi Ekrem 19 Ekim 1912 tarihinde Harbiye
Nezareti Celilesi’ne gönderdiği telgrafta; “Yunan donanması Limni Ceziresi’ne
geldi ve adanın teslimini mutasarrıflığa teklif etti. Bu cür’et Limni’nin askersiz
bulunmasından ileri geliyor. Midilli’de ve Sakız’da bulunan nizamiye efradının İzmir
Fırkası’nca celbine teşebbüs olunması üzerine efrad-ı mezkurenin behemahal burada
bırakılması dünkü gün Dahiliye Nezareti’ne yazılmış idi. Bunların öldürülmemesi ve
kumandanlarının dahi yanlarında bırakılması için hemen emir verilmesi gerekmektedir.
Midilli’deki kumandan Erkân-ı Harp Binbaşısı Vasıf Bey bir iki saat sonra gelecek olan
vapurla hareket ediyor.”22 mesajı ile adanın işgalinin her an başlayacağını ifade
etmektedir.
Limni Mutasarrıflığı’ndan
Ordu-yu Hümayûn Başkumandanlığı
Vekâleti’ne yollanan bir başka telgrafta adanın işgalinin başladığı şu şekilde
anlatılmaktadır; “Yunan karaya asker ihraç etti. Kasabadan iki saat mesafede ve
askerimizin karargâh ittihaz ettiği karayı istila ederek merkeze doğru ilerlemekte
olduğu şu dakikada tahakkuk etti. Artık kuvvetimizle irtibatımız kesildi. Kasaba üzerine
inmektedir. Çare-i selamet ve hayatımız donanmamızdır. Son sözümüz imdat, imdat,
imdat. Ne olursa olsun ihtiyar-ı fedakiriden şan-u haysiyeti Osmaniyenin ve vatanımın
kıymetdar parçasını bu kadar adi bir düşman elinden hemen istirdadı.”23 (EK-2)
Rodos Valisi Ekrem’in, Harbiye Nezaret-i Celilesi’ne 21 Ekim 1912
tarihinde çektiği şu telgraf ile adaların korunması için mutlaka takviye güçlerin
gönderilmesi gerektiği, eldeki mevcut güçlerle adaların savunmasının mümkün
olmadığı belirtilmiştir: “Düşmanın Mondros körfezi dahilinde Breldiye mevkiine
500 kadar asker çıkardığı ve kasabadan iki saat mesafede askerin karargâh kurduğu,
mevkii istila ederek merkeze doğru ilerlemekte olduğu ve merkezle irtibatları kesildiği
ve yegane çare-i selamet ve hayatın Osmanlı donanmasının desteğine kaldığı Limni
Mutasarrıflığı’ndan şimdi alınan telgrafnamelerde iş’ar olunmuştur. Adanın kuvve-i
cüz’iyyesi hiçbir düşmana karşı mukavemette bulunamaz. İmroz Kaymakamlığı’ndan
alınan telgrafnamede dahi adanın bugün yarın Yunan filosu tarafından işgali muhakkak
ve kuvve-i mahalliyenin on üç jandarmadan ibaret olduğu bildirilmiştir.”24 Ayrıca
Rodos Valisi Ekrem’in çektiği bir başka telgrafta Limni’nin dışında Midilli ve
Sakız’a Yunan askerinin çıkma ihtimaline karşı Osmanlı donanmasının acil
olarak Cezayir Bahr-i Sefid Vilayeti’ne gönderilmesini istemektedir25.
20
21
22
23
24
25
BHK, K:124, D:12, F:002-05.
BHK, K:124, D:12, F:002-07.
BHK, K:135, D:59, F:001-003.
BHK, K:124, D:12, F:002-22.
BHK, K:124, D:12, F:002-24.
BHK, K:124, D:12, F:002-29.
15
Hüsnü ÖZLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
İmroz Kaymakamı Lütfü’nün 21 Ekim 1912 tarihinde Dahiliye
Nezareti’ne acele yazdığı telgrafta; Yunan donanmasının Mondros Limanı’na
asker çıkardığı, 40 kadar askerle savunma yapıldığını, Pire Karyesini ele
geçirdiklerini, 4 jandarma askerini esir aldıklarını, şehri de ortadan çevirmeye
başlayarak işgal ettiklerini belirtmektedir. Ayrıca İmroz’un da işgalinin pek
yakında gerçekleşeceğini, bunun için Osmanlı donanmasının hızla yardıma
gelmesini istemektedir26.
Mondros Müdürünün Dahiliye Nezareti’ne gönderdiği 21 Ekim 1912
tarihili şu telgraf yaşananları açıkça ortaya koymaktadır. “Üç saat Limni’den cevap
yok. Askerlerimiz düşman askerleri ile çarpışıyorlar. Şimdi düşman kumandanlığından
bir kağıt aldım. Teslim teklif ediyor. Telgraf memuru ile yalnızım. Şan-ı celil-i hükûmeti
muhafaza için kaçmıyoruz. Allah’ın elyevm himmetine iltica ettik. Limni sükût etmiş
nazarıyla bakılabilir. Düşman iki bin asker çıkardı. Sekiz on parçadan mürekkeb filo ile
muhasara eyledi. Şanı Osmani diye ölüme intizar ettik.”27
İşgalin başlamasından sonra, çok az bir kuvvetle adayı savunmaya çalışan
Jandarma kuvvetleri bunda başarılı olamayacaklarını bilerek ve ölümü göze
alarak adanın iç kesimlerine doğru çekilmişler ve Osmanlı Harbiye Nezareti’ne
yazdıkları telgrafla acil yardım talep etmişlerdir. Ancak bu taleplerine karşılık
bulamamışlar ve adanın işgaline engel olmamışlardır. Liman Reis Vekili Salih,
Redif Yüzbaşısı İbrahim, Jandarma Yüzbaşısı Nazif bu konuda en fazla direnen
askerler olmuşlardır28. Adanın işgali öncesi adada çaresiz kalan jandarma
birlikleri ve halk ne yapacağını bilemez haldedir. Ada halkı bu durum karşısında
tepki gösterememekte ve adanın işgali karşısında nasıl hareket edecekleri
hususunda Limni Mutasarrıflığı’ndan talimat beklemektedirler29. Sonuç olarak,
ada 22 Ekim tarihinde tamamen Yunan donanmasının eline geçmiş ve 23 Ekim
1912 tarihinde Yunan donanması Mondros Limanı’nı bir üs haline getirmiştir30.
2. Sakız Adası’nın İşgali
Yunan ordusu kumandanı Selanik’te ki 2’nci Tümen emrinde bulunan
birliklerini hazırlayarak, 21 Kasım 1912 tarihinde Selanik Limanı’nda toplamış
ve 23 Kasım günü Sakız Adası önüne gelerek Kondari mevkiinde çıkarma
harekâtına başlamıştır31. Bu arada Yunan ordusunun işgal ettiği adalardan
Kolimnoz’da kiliselerde Yunan Kralı adına dini ayinler yapıldığı ada halkının
bir kısmının sadık davranmadığı bilgisi Sakız Mutasarrıfı Fevzi tarafından
Dahiliye Nezaretine bildirilmiştir32.
26
27
28
29
30
31
32
BHK, K:124, D:12, F:002-35.
BHK, K:124, D:12, F:002-47.
BHK, K:124, D:12, F:002-52.
BHK, K:135, D:59, F:001.
Balkan Harbi Kronolojisi, s.33.
1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, s.353.
Bostan, Kurumahmut, a.g.e., 342.
16
Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
İzmir Kuvve-i Mürettebe Kumandanı Miralay Mahmut Bey, 24 Kasım
1912 tarihinde çektiği telgrafta; Sakız Adası’nın teslimini isteyen Yunan
donanmasının, bir Bahriye Yüzbaşısını adaya çıkararak Yunan Donanma
Kumandanı’ndan talimat almak üzere bir heyetinin gemiye gelmesini bildirdiği,
bunun üzerine Tahrirat Müdürü, müftü ve metropolit ve bir tercümandan
oluşan heyetin gemiye gönderildiği fakat bir sonuç alınamadığı bildirilmiştir33.
Yunan donanmasının bu ilk çıkarmasının ardından Yunan birlikleri
Sakız içerisinde ilerlemeye başlamış ve ilk çatışmalarda 6 askerimiz şehit, 16
yaralı verilmiştir. Ayrıca 22 askerimizde esir olmuştur. Adayı savunan askerlerin
dağlık bölgelere çekilerek mücadele etmesi Yunan askerlerinin işini zorlaştırmış
ve işgali geciktirmiştir34.
Sakız Mutasarrıfı Nazım, 26 Kasım 1912 tarihinde Dahiliye Nezareti’ne
çektiği telgraf ile Sakız Adası’nın durumunu şu şekilde açıklamaktadır 35; “Bir
gün muharebeden sonra kasabanın tahliyesi ciheti askerice daha münasip görülmesi
üzerine acizleri kuvve-i askeriyye ile ada dahiline çekildim. Bilumum jandarma
zabit ve efradı ile polis komiser efradı beraberimdedir. Düşman kuvvetinin bir kısmı
Karies Kariyesi’ni işgal etmiş ise de nukaf-ı hâkimi tutmuş olan kuvve-i askeriyemiz
ileri bırakmamıştırDüşmanın kuvve-i hazırası iki torpidosunun himayesinde biraz
iş görebildiğinden Donanma-yı Osmaniye’nin bir hareketi düşmanın mahu-ü
perişaniyetini intaç eyleyeceği vaziyet-i hazıranın şimdilik müsait bulunduğu ve bir
emri irade-i seniyye var ise Çeşme müsteşarı vasıtasıyla emir ve tebliği maruzdur.”
Çeşme Liman Reisi Osman, 25 Kasım 1912 tarihinde Başkumandanlık
Vekâleti’ne çektiği telgrafta Sakız Adası’nın bombalanmaya başlandığını şu
şekilde bildirmektedir36. “Beş posta iki torpido ile ve topların sadasından anlaşıldığına
nazaran on iki santimetrelik te çapı fazla olmayan ve sabahleyin gemilerle Sakız’ı
bombardıman ve ahali ayaklar altında bulunduğu maruzdur.” Bu telgrafın hemen
ardından aynı gün çekilen bir başka telgrafta Sakız Adası’nın işgal edildiği ilan
edilmiştir. (EK-3)
Sakız Adası’nın işgali ile birlikte bölgede başlayan mücadele sırasında
İzmir Kuvve-i Mürettebe Kumandanlığı’na yollanan bir emirle, Yunanlıların
Sakız’dan sonra Çeşme, Urla ve Sığacık’a asker çıkarabilecekleri, bu bölgenin
süratle takviye edilmesi ve korunması yönünde tedbir alınması bildirilmiştir37.
Bu emirin hemen sonrasında gerekli önlemler alınmış ve bölgeye takviye
birlikler yollanmıştır. Bu birliklerden; Ödemiş Taburu sahilin muhafazası için
görevlendirilmiş, Kasaba, Nazilli, Denizli, Çivril Taburları’na sahilin güvenliği
için Soma Alayı’ndan 600, İzmir Alayı’ndan 800, Muğla Alayı’ndan 1000 mevcutlu
3 mustahfaz taburu ve mekkâri taburundan 250 mevcutlu bir müstahfaz bölüğü
33
34
35
36
37
BHK, K:239, D:198, F:011.
1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, s.355.
BHK, K:296 D:3, F:008-001.
BHK, K:135, D:59, F:003.
BHK, K:135, D:59, F:003-002.
17
Hüsnü ÖZLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ile takviye edilmiştir. Ancak bu taburların silah ve malzemelerinin bir kısmı
yeni kurulan taburlara gönderildiği için, elbise ve silah ihtiyacı bildirilmiştir38.
Çeşme Liman Reisi Osman, Harbiye Nezareti’ne 29 Kasım 1912 tarihli
telgrafında Sakız’ın 6 gündür mahsur olduğunu ve muharebenin bütün şiddeti
ile devam ettiğini bildirmektedir39. Yine aynı makamdan 3 gün sonra çekilen bir
başka telgrafta ise alay bandırası ile donanmış ve içerisi asker yüklü bir nakliye
gemisinin Sakız önlerine geldiği ve muharebenin devam ettiği bildirilmektedir40.
Ertesi gün güneşin doğması ile birlikte Sakız’da şiddetli bir muharebenin
başladığı rapor edilmiş ve top atışlarının adayı zor durumda bıraktığı bilgisi
iletilmiştir41.
Kal’a-i Sultaniyye Donanma Kumandan Vekâleti’ne yollanan 3 Aralık
1912 tarihli telgrafta; Sakız Adası’nın üstünde top dumanlarını görüldüğü
Ilıca Körfezi, Karaburun ve Çeşme istikametinde dolaşan bir Yunan nakliye
vapurunun Sakız bölgesine doğru ilerlemekte olduğu ve Yunan torpidolarının
bölgede gözetleme faaliyetleri yaptığı, sık sık Çeşme ve civarını projektörlerle
inceledikleri bildirilmiştir42.
13 Aralık 1912 tarihinde Sakız Limanı’na iki Yunan nakliye gemisi
daha geldiğinden, adanın batısı ve Limni Körfezi istikametinden iki torpido ve
kruvazörle çift yönden taarruz hareketine geçecekleri anlaşılmış ve bu yönde
tedbir alınmaya çalışılmıştır. Burada yapılan muharebede az miktarda şehit ve
yaralı verilmiş, topçularımız tarafından yapılan taarruz atışlarında düşmana
zayiat verdirilmiştir. Limni istikametinde ise düşmanın zayiatı çok daha fazla
olmuştur43.
20 Aralık 1912 tarihinde Yunan ordusu adada ilerlemiş ve Türk
kuvvetlerinin bir kısmını teslim almıştır. 1800 er ve 37 subaydan oluşan
birliklerimiz derhal toplanmış ve gemilere bindirilerek önce Epir’e, oradan da
Selanik’e nakledilmişlerdir. Bu işgal sırasında Yunan ordusunda 2 subay ölü, 6
subay yaralı, 37 er ölü, 160 er yaralı olmak üzere zaiyat tespit edilmiştir44.
İzmir Kuvve-i Mürettebe Kumandanı Mirliva Cemil’in Başkumandanlık
Vekâleti’ne çektiği 22 Aralık 1912 tarihli telgrafta; düşman gemilerinin çocuk ve
kadınların yoğun olarak bulunduğu Profitis Kariyesi’ni bombardıman ettiği ve
birçok kişinin öldüğü bilgisi verilmiş, ayrıca bölgede yaşayan halkı toplayarak
Makedonya Vapuru’na doldurduğu bilgisi verilmiştir45.
38
39
40
41
42
43
44
45
BHK, K:239, D:198, F:011-07.
BHK, K:239, D:198, F:011-10.
BHK, K:239, D:198, F:011-12.
BHK, K:239, D:198, F:011-15.
BHK, K:135, D:59, F:003-006.
BHK, K:135, D:59, F:006-001.
1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, s.359.
BHK, K:297, D:7, F:002-02-13.
18
Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
İzmir Kuvve-i Mürettebe Kumandanlığı’na çekilen 1 Ocak 1913 tarihli
telgrafta ise Sakız’ın teslim olmaması şu şekilde emredilmiştir46. “1 Ocak 1913
Sakız Kumandanlığı’na ita edilen emir ve talimat münasibdir. Donanma-yı Hümayun
adalar denizine çıkmak üzere bulunduğundan Sakız’daki müfrezenin bir müddet daha
sebat ederek vakit kazanması muktezidir. Teslim katiyyen caiz değildir. Kumandanlığa
tebliği tavsiye olunur.” Ancak bu emire rağmen Sakız Adası savunulamamış ve 3
Ocak 1913 tarihinde ada tamamen teslim olmuştur.
Bahr-i Sefid Boğazı Kuvve-i Mürettebe Kumandanı Fahri Paşa’dan 29
Eylül 1912 tarihinde alınan habere göre Merkep Adasıda işgal edilmiş ve adanın
en yüksek noktasına Yunan bayrağı çekilmiştir47.
3. Midilli Adası’nın İşgali
İzmir Vilayet’i Kuvve-i Mürettebe Kumandan sabıkı Mirliva Ahmet
Hulusi Paşa’nın çektiği 22 Kasım 1912 tarihli telgrafta, 21 Kasım 1912 günü
Yunan donanması Midilli’ye asker çıkararak pasaportu işgal etmiş ve adadaki
mevcut askerlerin dağlara çekildiği bilgisi verilmiştir48. Çıkarma yapan 1600
kişilik Yunan birliği şehrin içinde bulunan belirli noktaları ele geçirmiş ve ileri
karakollar oluşturarak gözetleme faaliyetine başlamıştır. Bu ilk çıkarmanın
ardından adaya, 210 kişilik Midilli Bölüğü, 165 kişilik piyade bölüğü, altı adet
dağ topu bulunan batarya adaya gönderilmiş ve ilk etapta Yunan birliklerinin
toplam sayısı 3175’e çıkmıştır49.
Bahr-i Sefid Boğazı Kuvve-i Mürettebe Kumandanı Şevket Turgut
Paşa’dan alınan 25 Kasım 1912 tarihli şifreli telgrafta ise; Midilli Adası’nın
işgalinin başladığı şu şekilde bildirilmektedir. “24 Kasım 1912 gurubdan bir saat
evvel Ayvalık Limanı’na gelen İngiliz bandıralı bir motordan alınan malumatta Yunan
donanmasının Midilli Adası’na 3400 nefer asker çıkardıktan sonra kâmilen avdet
eylediği anlaşılmış olduğunu Ayvalık Liman Reisi bildirmektedir.”50
Karasi Mutasarrıfı Cevdet, 1 Aralık 1912 tarihinde Dahiliye Nezareti’ne
yolladığı telgrafta Midilli civarında Yunan donanmasının faaliyetleri hakkında
şu bilgileri vermektedir. “30 Kasım 1912 akşamı saat 3’de Midilli’de bulunan
Yunan donanmasından küçük büyük 5 geminin arkalarına bağladıkları
mavnalarla birlikte Bababurun istikametine gittikleri, mavnaların Midilli’deki
tüccar mavnaları olup onlardan iskele yapmak maksadıyla yüzen bir köprü
oluşturdukları bilgisi verilmiştir51. 8 Aralık günü Türk birlikleri teslim kararı
almış ve 10 Aralık günü de merkezde toplanan esirler Molivan’a nakledilmiştir.
46
47
48
49
50
51
BHK, K:135, D:59, F:006-002.
BHK, K:135, D:59, F:008.
BHK, K:239, D:198, F:008.
1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, s.348.
BHK, K:135, D:59, F:002-005.
BHK, K:239, D:198, F:008-01.
19
Hüsnü ÖZLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Yapılan muharebelerde Yunanlılara az da olsa kayıp verdirilmiş, 1 subay, 8 er
ölü, 1 subay, 80 er yaralı olarak muharebe sona ermiştir52.
Midilli Mevki Kumandanı Binbaşı Abdülgazi Bey ve Kal’a-i Sultaniyye
Mutasarrıflığı’ndan, Harbiye Nezareti’ne çekilen 16 Aralık 1912 tarihli
telgraftan anlaşıldığı üzere, Osmanlı donanması bu bölgeye henüz ulaşmamış
muharebeye başlamamıştır53. Ayrıca Ayvacık Kazası’nın Behram İskelesi’nde
bulunan top, cephane ve mühimmatın güvenli vasıtalarla Midilli’deki müfrezeye
nakli istenmiş, düşmanın müfrezeyi sardığı ve adanın işgalinin başladığı,
donanmamızın acil olarak yardıma gelmesi gerektiği bildirilmiştir54. Sonuçta,
Midilli Adası’ndaki Osmanlı kuvvetleri 20 Aralık 1912 tarihinde teslim olmuş ve
ada tamamen işgal edilmiştir55. 21 Aralık 1912 tarihinde Midilli Adası’nın Yunan
askerî birliğinin kumandanı Kosti Mela Efendi ile Jandarma Mülazımı Kemal
Bey ve Kolağası Ahmet İhsan arasında protokol imzalanmış ve bu protokole
göre, Osmanlı subaylarının barış sağlanıncaya kadar adada kalmalarına ve kılıç
taşımalarına müsaade edilmiş, Osmanlı esirlerinin silahları ile birlikte teslim
olmaları ve iaşelerinin Yunan Hükümetince karşılanmasına karar verilmiştir56.
Midilli’de bulunan Osmanlı askerleri ile Yunan askerleri arasında 19
Aralık 1912 tarihinde yaşanan şiddetli çarpışmalar neticesinde, Osmanlı askerleri
teslim olmak zorunda kalmış ve adanın işgali hızla devam etmiştir. Bu arada
Osmanlı donanması tüm yardım çağrılarına rağmen bölgeye ulaşmamıştır.
Ayrıca, Midilli’de bulunan 15 Yunan sefinesinin Sakız’a geçtikleri ve Sakız’da
bulunan Makedonya Vapuru ile Çeşme’ye gelerek buradaki kayıkları zapt
ettikleri ve Sığacağa birkaç asker çıkararak oradaki kayıklarında Sakız’a
getirmelerini tebliğ ettiği bildirilmiştir. 24 Aralık 1912 tarihinde Donanma-yı
Hümayun Kumandanlığı Vekâlet-i Celile’sine çekilen telgrafta; Midilli’ye çıkan
800 Yunan askerinin köylerde bulunan Müslüman halkın can, mal ve ırzına
geçtikleri, eşyalarını yağma ettikleri bilgisi verilmiş ve bu tehlikenin başka
bölgelere de yayılabileceği ve acilen yardıma gelinmesi talep edilmektedir57.
26 Aralık 1912 tarihinde Çeşme’den Celal İbrahim adı ile çekilen telgrafta
işgal karşısında Osmanlı donanmasının gelmeyişi şu şekilde anlatılmaktadır58;
“Rumeli’nin muazzez toprakları islam kardeşlerimizin çoluk çocukları zalim düşmanların
ayakları altında çiğnendi. Evlad-ı vatanın korku masumu ve birçoğu şehadet oldu.
Yunan gibi bir devlet posta vapurlarını kruvazör, istimbotlarını torpido yaparak
adalarımızı işgal, askerlerimizi dağların tepesinde avlıyor. Buna da kani olmayarak
Anadolu’da bulunan her memleketimizin limanlarında filikalara varıncaya kadar deniz
vasıtalarımızı topluyor. Boğazda Yunan donanmasını perişan eden donanmamız aradan
52
53
54
55
56
57
58
1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, s.351.
BHK, K:297, D:7, F:002-02-05.
BHK, K:297, D:7, F:002-02-08.
Balkan Harbi Kronolojisi, s.92.
Bostan, Kurumahmut, a.g.e., 402.
BHK, K:297, D:7, F:002-02-23.
BHK, K:297, D:7, F:002-02-38.
20
Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
günler geçti gözlerimiz gece gündüz afak-ı bahirde maatteessüf Yunan gemilerinden
başka bir şey görmüyor. Millet donanmayı bugün için beslemiyor mu? Yoksa bunlar
Bizans surları önünde geçit merasimi için mi saklayacağız. İşte biz Çeşmeliler eğer
donanmamız gelmezse düşmanın pay-ı şenaati altında çiğnenmeden hicrete mecbur
olacağımızı arz ve hükûmet vasıtasıyla tebşir-i cevabına intizar ediyoruz.” (EK-4)
Aydın Vilayeti’nden Harbiye Nazırı namına Müsteşar Selahaddin Bey’e
gönderilen 17 Mart 1913 tarihli telgrafa göre; 15 Mart 1913 tarihinde Yunan
donanmasının Sisam Adasına 400 asker çıkardığı ve adayı işgal ettiği bilgisine
ulaşılmıştır59.
İzmir Kuvve-i Mürettebe Kumandanlığı’ndan çekilen 18 Mart 1913 tarihli
telgrafta ise; 4 Mart akşamı itibarı ile iki Yunan torpidosunun Meis Adası’na
gelerek adayı işgal ettiği, adada sadece bir bölük muhafızın olduğu ve bunun
adanın işgalini engelleyemeyeceği ve yardım edilmesi gerektiği bildirilmiştir.
31 Ekim 1912 tarihinde Yunan donanması İmroz, Taşoz, Bozbaba (Strati)
Adası’nı işgal etmiş60, 1 Kasım 1912 tarihinde Selanik Limanı önündeki engelleri
aşan Yunan torbidobotu gizlice limana girerek Fethibülent gemimizi batırmış,
aynı gün Semadirek Adası’nı işgal etmiştir61. Yunan donanması daha sonraki
günlerde, 6 Kasım 1912 tarihinde Averof Zırhlısı ile Karaburunu bombalamış62,
7 Kasım 1912 tarihinde Bozcada’yı63, 17 Kasım 1912 tarihinde Nikarya
Adası’nı64, Son olarak, 15 Mart 1913 tarihinde Sisam Adası’na giren Yunan
güçleri, ada halkının coşkun tezahüratları eşliğinde karaya çıkarak herhangi bir
mukavemetle karşılaşmadan adayı zapt etmiş, böylece Ege Denizi’nin bütün
adaları Yunanistan tarafından işgal edilmiştir65. İşgal edilen adaların bazılarında
haberleşme ağı olmadığı için işgalden geç haber alınmış ve bu adalar kaderlerine
terk edilmiştir66.
4. Osmanlı Donanmasının Adalar Harekâtı
Donanma Komutan Vekili Albay Ramiz komutasında 14 Aralık 1912
tarihinde toplanan harp meclisi, Ege Denizi’nde yapılacak olan muharebe ile
ilgili durumu gözden geçirerek muharebenin esaslarını tespit etmiştir. Yapılan
görüşmede Osmanlı ve Yunan donanmalarının kuvvet mukayeseleri ele
alınmış ve Yunan donanmasının sürat ve teçhizat açısından üstünlüğü ortaya
çıkmıştır. Bu üstünlüğü ortaya koyan belirleyici faktör ise Averof zırhlısının
hız ve atış kabiliyeti bakımından Barbaros zırhlısından daha kapasiteli olması
59
60
61
62
63
64
65
66
BHK, K:135, D:59, F:009.
Balkan Harbi Kronolojisi, s.43.
A.g.e., s.44.
A.g.e., s.53
A.g.e., s.55.
A.g.e., s.68.
1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, s.359.
Bostan, Kurumahmut, a.g.e., 342.
21
Hüsnü ÖZLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
olarak değerlendirilmiştir. Ancak Osmanlı donanması da bölge olarak kendi
müstahkem mevkiisinde bulunması açısından durum üstünlüğüne sahiptir.
Neticede harp meclisi her türlü sıkıntıya rağmen muharebe yapma kararı almış,
bu kararı almalarında Bahriye Nazırı’nın emir ve telkinleri etkili olmuştur.67
Osmanlı harp meclisi, Ege Denizi’nde muharebeye karar verdikten
sonra elindeki gemilerin durumunu tekrar incelemiş ve Mesudiye ve Asar-ı
Tevfik gemilerinin bakımsız ve az sürat yapmalarından dolayı savaş dışı
bırakılmalarına, bunun yanında Karadeniz filosunda bulunan Berkisatvet
Torpidokruvazörü’nün muharebeye dahil edilmesine karar vermiştir. Ancak
zor durumda olan Osmanlı donanmasının takviyesi için Mesudiye ve Asar-ı
Tevfik gemileri de bu muharebeye katılmıştır68. İmroz Muharebesi olarak tarihe
geçen bu muharebede, Yunan donanması 4 zırhlı (Averoff, Spetsai, Hydra, ve
Psara), 4 muhrip (Leon, Panthir, Jerat ve Aetos) den oluşmakta olup, İmroz
ve Bozcaada bölgesinde konuşlanmıştır. Ayrıca boğaz önünde ve Bozcaada
civarında küçük çaplı 9 muhrip ve 1 denizaltı görev yapmaktadır69.
Osmanlı donanması muharebe kararının ardından 16 Aralık 1912
tarihi sabahından itibaren Yunan donanması ile karşılıklı top atışları yaparak
muharebeyi başlatmış ve Barbaros ve Turgut Reis zırhlılarının Averof Zırhlısı’na
yönelik taarruzu başlangıçta önemli bir başarı olarak görülmüştür. Ancak
bu devam ettirilememiş donanmanın geri çekilme ve hemen ardından tekrar
taarruz kararı bu üstünlüğün kaybedilmesine neden olmuştur. Muharebenin
sonucunda Barbaros Zırhlısı’nda meydana gelen küçük çaplı hasarın dışında
önemli bir hasarın olmaması ve muharebede her iki tarafında ağır kayba
uğramaması muharebenin her iki taraf açısından da galibiyetle sonuçlandığı
havasını uyandırmıştır70.
Balkan Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Osmanlı Donanma Komutan
Vekili Albay Ramiz 24 Aralık 1912 tarihinde Çanakkale’den İstanbul’a gelerek
Başkomutanlık Vekâleti, Bahriye Nezareti ve hükûmetin ileri gelenleri ile
görüşmeler yapmış ve donanmanın boğaz ve Ege Denizi’ndeki harekâtı ile ilgili
bir program hazırlamıştır. Bu programa göre71;
Deniz egemenliği sağlanmadan adalara sevkiyat yapılmayacaktır.
Çanakkale’deki gemilerin tamirleri bittikten ve tersanedeki gemiler
donanmaya katıldıktan sonra hareket edilecektir.
Adalara sevk olunmak üzere, Akdeniz Boğazı Kuvvei Mürettebe
Komutanlığı, İzmir Mürettebe Komutanlığı ve Ezine bölgesinde görevli Tevfik
Paşa koordinesinde uygun iskelelerde yeterli miktarda kuvvet toplanacaktır.
67
68
69
70
71
Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Balkan Harbi, Osmanlı Deniz Harekâtı 1912-1913, C.7, s.138.
BHK, K:32, D:2, F: 003.
Emir, a.g.e., s.231.
BHK, K:142, D:90, F:003-36.
Mithat Işın, Balkan Harbi Deniz Cephesi, İstanbul, 1946, s.224.
22
Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Donanma öncelikle Bozcaada’yı geri alacak ve sonra Limni Adası’nın
Mondros Limanı’na taarruz ederek buradan Midilli ve Sakız Adaları’na
yönelecektir.
Osmanlı Orduyu Hümayun Başkumandanlığı, Bahr-i Sefid Kuvve-i
Mürettebesi Kumandanlığı’na, Donanmayı Hümayunun Akdeniz’e çıkarak
Yunan donanmasını arama ve vurma emrini vermişti72. Donanma-yı Hümayun
Kumandan Vekili tarafından, Donanma-yı Hümayun Umum Sefine-i Harbiyesi
Süvarileri’ne yollanan 10 Ocak 1913 tarihli muhtıraya göre Osmanlı donanmasının
boğaz dışındaki harekâtı planlanmış ve uygulamaya koyulmuştur.
Başkomutanlık Vekâleti, Ege Denizi’nde meydana gelen gelişmeler
üzerine Donanma Komutan Vekili Albay Ramiz’e çektiği mesajla Yunan
donanması ile muharebeye girilmesi ve adaların geri alınmasını emretmiştir.
Hazırlanan plana göre Hamidiye Kruvazörü Yunan donanmasını kendi
bölgesine çekerek adalar önünü boşaltacak, Osmanlı donanması bu boşluktan
yararlanarak Mondros Limanı’nı ve daha sonra diğer adaları alacaktır.
Hamidiye Kruvazörü’nün ön keşif harekâtı ve verdiği raporlar doğrultusunda
Osmanlı donanması Barbaros, Turgutreis, Mesudiye, Mecidiye ve Berkisatvet
gemilerinden oluşan filo ile Mondros Limanı’na baskın harekâtı için 18 Ocak 1913
tarihinde Çanakkale Boğazı’ndan çıkarak muharebe düzeni almıştır73. Yunan
donanması ise Spetzai, Hydra, Psara Zırhlı gemileri, Averof Zırhlı Kruvazörü
ve 7 muhrip ile muharebeye hazırlık yapmaktadır. Bu arada Hamidiye
Kruvazörü’nün Komutanı Önyüzbaşı Hüseyin Rauf, Bahriye Nezareti’nden
Yunanistan üs ve denizyolları üzerinde harekât yaparak Yunan donanmasının
en güçlü gemisi olan Averof Zırhlısını engelleme ve durdurma görevini almış,
bu görev içerisinde Ege Denizi’ni güneyden Akdeniz’e kapayan Şira Adası’nı
bombalama ve adadaki askerî tesisleri ortadan kaldırma görevini üstlenmiştir.
Ayrıca Kızıldeniz ve Arnavutluk kıyılarında da görev yapan Hamidiye
Kruvazörü Balkan Şavaşı’nda Osmanlı donanmasının yüz akı olmuştur74.
Hazırlanan harekât planına göre; muharebenin ana kuvveti Barbaros,
Turgutreis ve Mesudiye Zırhlıları’ndan oluşacak, Mecidiye Kruvazörü muharebe
hattında topçu atışları ile destek verecek, Berkisatvet Torpidokruvazörü
ve muhripler muharebe hattının ateş altı mevkiinde konuşlanacaklardır.
Muharebe hattında bulunan gemiler Averof Zırhlısı’nı hedef alarak toplu
taarruz hareketinde bulunacak ve muharebe toplu ve ortak seyir hareketi ile
gerçekleşecektir75.
Osmanlı donanması 18 Ocak 1913 tarihinde Limni Adası Mondros Limanı
açıklarına kadar yanaşmış ve muharebe düzeni almıştır. Mondros Muharebesi
72
73
74
75
BHK, K:128, D:28, F:014.
BHK, K:298, D:011, F:002.
Tevfik İnci, “Balkan Savaşı’nda Hamidiye Kruvazörünün Akın Harekâtı”, Donanma Dergisi
Eki, Deniz Basımevi, S.399, 1952, İstanbul, s.27.
Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Balkan Harbi, Osmanlı Deniz Harekâtı 1912-1913, C.7, s.174.
23
Hüsnü ÖZLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
olarak tarihe geçen ve karşılıklı top atışları ile başlayan muharebe Yunan
donanmasının atış üstünlüğü ile sürmüş ve Barbaros gemisinin aldığı hasar
neticesinde geri çekilme başlamıştır. Muharebede Osmanlı donanmasından
önemli hasarı Barbaros ve Turgutreis gemileri almıştır. Her iki gemide toplam
37 er şehit, 97 er yaralı, 4 subay şehit, 7 subay yaralı bulunmaktadır.76.
Bu muharebede Osmanlı donanması planladığı stratejik hedeflere
ulaşamamıştır. Osmanlı donanmasında danışmalık yapan İngiliz deniz
askerlerinin karşısında aynı zamanda Yunan donanmasında da görevli İngiliz
askerleri mevcuttur. Özellikle bu muharebede ve Ege Denizi’ndeki Yunan
harekât planlarında İngiliz amirali Makker’in büyük katkıları olmuş ve Amiral
bu muharebede Yunan donanmasını bizzat sevk ve idare etmiştir.
Sonuç
Arşiv belgelerinde yer alan harp raporlarının analizine göre, Osmanlı
donanması Balkan Savaşı’na hazırlıksız yakalanmış ve büyük eksiklikler ile
savaşa girilmiştir. Bu dönemde kara cephelerinde yaşanan olumsuzluk ve
aksaklıklar deniz cephelerimizde de yaşanmış ve Ege Denizi’ndeki üstünlük
tamamen elimizden çıkmıştır. Oysa Balkan Savaşı’nda, Balkanlarda ve
özellikle Makedonya bölgesine yapılacak en önemli lojistik destek deniz yolu
ile gerçekleşecekti. Ancak Osmanlı donanmasının Çanakkale Boğazı dışına
etkili bir şekilde çıkamaması ve Yunan donamasına üstünlük sağlayamaması
bu desteği engellemiştir. Ayrıca Çanakkale Müstahkem Mevki Kumandanlığı,
Donanma Kumandanlığı ve Bahriye Nezareti arasında yaşanan çekişme ve
kopukluk, emir komuta bağlantısını da bozmuş ve bu durum donanmamız
açısından olumsuz gelişmelere neden olmuştur.
Osmanlı donanmasının uzun yıllar bakıma alınmaması, lojistik imkan
ve kabiliyetlerinin yükseltilmemesi Balkan Savaşı öncesinde büyük sıkıntılara
neden olmuştur. Oysa Yunan donanması bu süreçte özellikle İngiltere’den
aldığı destekle yenilenmiş ve en az Osmanlı donanmasının gücüne ulaşmıştır.
Ayrıca Yunan gemilerinin hız ve kapasiteleri artırılmış manevra kabiliyetleri
yükseltilmiştir. İşte tüm bu gelişmeler üzerine Balkan Savaşı’nda Ege Denizi’nde
yapılan muharebeler kaybedilmiş ve adalar birer birer elden çıkmıştır.
Trablusgarp Savaşı ve Balkan Savaşları’nda Ege Denizi ve Ege Adaları’nda
ciddi bir direnişle karşılaşmayan İtalyan ve Yunan donanması Ege Denizi’ni
kendi iç denizi gibi kullanmaya başlamıştır77.
Osmanlı donanması Ege’de yer alan adalara gerekli askerî müdahaleyi
ve takviyeyi yapmış olsaydı Yunan donanmasının bu denizdeki üstünlüğünün
önüne geçilmiş olurdu. Ancak Bahriye Nezareti bu stratejik planlamayı
gerçekleştirememiş ve adalarda üstünlük Yunan deniz gücüne geçmiştir.
76
77
BHK, K:124, D:12, F:002-11.
Bostan, Kurumahmut, a.g.e., giriş Xİ.
24
Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
18 Aralık 1912 tarihinde toplanan Büyük Elçiler Konferansı’nın ikinci
toplantısında Ruslar, Limni, İmroz ve Semadirek Adaları’nın Osmanlı Devleti’ne
bırakılmasını, İngilizler ise Yunanistan’a verilmesi tezini savunmuşlardır.
Tartışmalar neticesinde bu adaların ileride alacakları durum ne olursa olsun
büyük devletlerin nezaret ve kontrolleri altında tarafsızlaştırılmaları kararı
kabul edilmiştir78. Bu arada Osmanlı Devleti Yunanistan’ın adaları işgalini
hiçbir zaman kabul etmemiş ve tanımamış, adalar üzerindeki egemenlik
haklarının devam ettiğini uluslararası alanda beyan etmiştir. 30 Mayıs 1913
tarihinde imzalanan Londra Anlaşması ile Girit dışındaki adaların geleceği
konusunda karar verme yetkisi, İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Almanya, ve
Avusturya-Macaristan devletlerine verilmiştir. Bu çerçevede altı devletin aldığı
karar gereği Bozcaada, Gökçeada ve Tavşan Adası dışında kalan adaların
silahsızlandırma şartı ile Yunanistan’a bırakılması 14 Şubat 1914 tarihinde karara
bağlanmış, ancak Osmanlı Devleti bu kararı tanımamıştır79. Bu konu Lozan
Barış Antlaşmasına kadar açıkta kalmış, Lozan’ın 15’inci maddesi gereği 13 ada
İtalya’ya devredilmiş, ancak daha sonra 1947 yılında Paris Barış Konferansında
adalar silahsızlandırma şartı ile tekrar Yunanistan’a devredilmiştir.
78
79
Balkan Harbi Kronolojisi, s.90.
Necdet Hayta, “Ege Adaları Meselesinin Tarihçesi Hakkında 3 Şubat 1922 Tarihli Bir
Rapor”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.46, C.XVI, Ankara, Mart 2000, s.226.
25
Hüsnü ÖZLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
EK-1
Cezayir Bahr-i Sefid Valisi Ekrem’in, 6 Teşrin-i evvel 1328 (19 Ekim 1912) tarihinde Limni
Adası’nın ablukaya alındığını ve acil yardıma gelinmesi gerektiğini bildiren telgrafı
26
Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
EK-2
Bahriye Müsteşarı Namına Muhaberat-ı Umum Müdürü Hüseyin Cemal tarafından Orduyu Hümayûn Başkumandanlığı Vekâletine yazılan ve Yunan askerlerinin Limni Adası’na
çıktığını bildiren 8 Teşrin-i evvel 1328 (21 Ekim 1912) tarihli telgrafı.
27
Hüsnü ÖZLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
EK-3
Çeşme Liman Reisi Osman’ın 12 Teşrin-i sani 1328 (25 Kasım 1912) tarihinde
Başkumandanlık Vekâletine çektiği ve Sakız Adası’nın işgal olduğunu bildiren telgrafı.
28
Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
EK-4
13 Kanun-ı evvel 1328 (26 Aralık 1912) tarihinde Çeşme’den Celal İbrahim adı ile çekilen
ve Osmanlı Donanması hakkındaki düşüncelerini anlatan telgraf.
29
Hüsnü ÖZLÜ
Arşiv Belgeleri:
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
KAYNAKÇA
Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Daire Başkanlığı (ATASE) Arşivi,
Balkan Harbi Kataloğu.
BHK, Klasör:124, Dosya:12, Fihrist:002-02.
BHK, K:142,D:90,F:003-04.
BHK, K:142,D:90,F:003-21.
BHK, K:124, D:12, F:002-05.
BHK, K:124, D:12, F:002-07.
BHK, K:135, D:59, F:001-003.
BHK, K:124, D:12, F:002-22.
BHK, K:124, D:12, F:002-24.
BHK, K:124, D:12, F:002-29.
BHK, K:124, D:12, F:002-35.
BHK, K:124, D:12, F:002-47.
BHK, K:124, D:12, F:002-52.
BHK, K:135, D:59, F:001.
BHK, K:239, D:198, F:011.
BHK, K:135, D:59, F:003.
BHK, K:135, D:59, F:003-002.
BHK, K:239, D:198, F:011-07.
BHK, K:239, D:198, F:011-10.
BHK, K:239, D:198, F:011-12.
BHK, K:239, D:198, F:011-15.
BHK, K:135, D:59, F:003-006.
BHK, K:135, D:59, F:006-002.
BHK, K:135, D:59, F:006-001.
BHK, K:135, D:59, F:008.
30
Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
BHK, K:297, D:7, F:002-02-13.
BHK, K:296, D:3, F:008-001.
BHK, K:239, D:198, F:008.
BHK, K:135, D:59, F:002-005.
BHK, K:239, D:198, F:008-01.
BHK, K:297, D:7, F:002-02-05.
BHK, K:297, D:7, F:002-02-08.
BHK, K:297, D:7, F:002-02-23.
BHK, K:297, D:7, F:002-02-38.
BHK, K:135, D:59, F:009.
Kitap ve Makale:
Balkan Harbi Kronolojisi, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı
Yayınları, Ankara, 1999.
1912-1913 Balkan Harplerinde Yunan Ordusu, C.I, Kısım 2, Yunan Ordular Vekâleti
Yayını, Atina, 1939.
BAŞEREN, Sertaç Hami, KURUMAHMUT, Ali, Ege’de Egemenliği Devredilmiş
Adalar, Staratejik Araştırma ve Etütler Millî Komitesi Yayını, Türk Deniz
Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2003.
BOSTAN, İdris, KURUMAHMUT, Ali, Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nda İşgal
Edilen Ege Adaları ve İşgal Telgrafları, Staratejik Araştırma ve Etütler Millî
Komitesi Yayını, Ankara, 2003.
BÜYÜKTUĞRUL, Afif, “Balkan Savaşı Deniz Harekâtı Üzerine Gerçekler”,
Belleten, C.XLIV, S.176.
-------------------------------, Osmanlı Deniz Harp Tarihi ve Cumhuriyet Donanması,
C.III, Deniz Basımevi, İstanbul, 1983.
DURGUN, Bülent, “Ülke Savunmasında Deniz Yolu Ulaşımının Önemine
Bir Örnek: Balkan Harbi’nde Osmanlı İmparatorluğu’nun Deniz Yolu
Ulaştırması”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Harp Akademileri Basımevi,
Aralık 2011, Yıl 7, Sayı 14.
HALL, Rıchard C., Balkan Savaşları, 1912-1913, I. Dünya Savaşı’nın Provası,
Çeviren: Tanju Akad, İstanbul, 2003.
HAYTA, Necdet, “Ege Adaları Meselesinin Tarihçesi Hakkında 3 Şubat 1922
Tarihli Bir Rapor”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S:46, C.XVI, Ankara,
Mart 2000.
31
Hüsnü ÖZLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
IŞIN, Mithat, Balkan Harbi Deniz Cephesi, Deniz Basımevi, Ankara, 1946.
İNCİ, Tevfik, “Balkan Savaşı’nda Hamidiye Kruvazörünün Akın Harekâtı”,
Donanma Dergisi Eki, Deniz Basımevi, S.399, İstanbul, 1952.
KURUMAHMUT, Ali, Ege’de Temel Sorun: Egemenliği Tartışmalı Adalar, Ankara,
1998.
ŞİMŞİR, Bilal, Ege Sorunu Belgeler, 1912-1913, C.I, Türk Tarih Kurumu, Ankara,
1976.
Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Balkan Harbi, Osmanlı Deniz Harekâtı 1912-1913,
C.VII, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1993.
YAVUZ, Celaleddin,“Balkan Harbi’nde Osmanlı Donanması Neden
Kullanılmadı”, Dokuzuncu Askerî Tarih Semineri Bildirileri, C.II,
Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı Yayını, Ankara, 2006.
32
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi
Journal Of Modern Turkish History Studies
XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 33-54.
ANTALYA’DA YEREL BASININ İLK TEMSİLCİSİ:
ANTALYA’DA ANADOLU GAZETESİ
(19 Aralık 1920-12 Eylül 1922)
Muhammet GÜÇLÜ*
Öz
Bu çalışmanın amacı Haydar Rüştü Bey tarafından Antalya’da yayınlanan ilk
yerel gazete olan Antalya’da Anadolu gazetesi hakkında müstakil bir çalışma yapmaktır.
Çalışmanın önemi ise söz konusu gazetenin nüshaları kullanılarak bu araştırmanın yapılmış
olmasıdır. Araştırmada Antalya’da Anadolu gazetesinin birçok sayısı kullanılmıştır. Ama
Haydar Rüştü Bey’in Antalya’da Anadolu gazetesinin birinci sayısı, birinci yıldönümü
nüshası ve son sayısında bulunan baş makaleleri üzerinde özellikle durulmuştur.
Anahtar Sözcükler: Haydar Rüştü Bey, İzmir, Anadolu, Antalya, Antalya’da Anadolu.
FIRST REPRESENTATIVE OF THE LOCAL MEDIA IN ANTALYA:
ANATOLIAN NEWSPAPER IN ANTALYA
(19 December 1920-12 September 1922)
Abstract
The purpose of this work is to do an independent study about Anatolian in Antalya
which is the first local newspaper published by Haydar Rüştü Bey in Antalya. The importance
of this study is that the study is made through using the copies of the newspaper mentioned
above. A great many copies of the newspaper are used; yet the first issue number of the
newspaper by Haydar Rüştü Bey, the copy which was issued on the first anniversary day and
the main articles in the last issue number are especially focused.
Keywords: Haydar Rüştü Bey, Izmir, Anatolia, Antalya, Anatolia in Antalya.
*
Yrd. Doç. Dr., Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü,
(mguclu@akdeniz.edu.tr).
33
Muhammed GÜÇLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Giriş
Haydar Rüştü (Öktem) Bey ve Basın Çalışmaları
Müstantik (Sorgu yargıcı) Rüştü Bey’in oğlu olan Haydar Rüştü (Öktem)
Bey, 1890 yılında Gümüşhane’de doğdu. Babasının mesleğinden dolayı ilkokulu
Gümüşhane, orta ve lise eğitimini Bitlis Askeri Rüştiyesi ile Trabzon’da yaptı.
Tıbbiye birinci sınıfta iken (1909) Trabzon’da on beş günde bir yayınlanan
Envar-ı Vicdan mecmuasına Dedebeyoğlu Ali Haydar adıyla ilk yazılarını
gönderdi. Daha sonra Haydar Rüştü Geveze adlı bir mizah gazetesine yazılar
yazarken, Konyalı Nurettin Rüştü ile birlikte Cadaloz gazetesini, ardından yine
Nurettin Rüştü, Hakkı Tarık ve Ethem Hidayet ile beraber siyasal içerikli Cihat
gazetesini çıkarmaya başladı. Cihat gazetesinden dolayı birkaç kez sıkıyönetim
mahkemesinde yargılandıktan sonra sağlık sebebiyle Tıbbiye üçüncü sınıftan
ayrılarak Hukuk Mektebine kayıt oldu. İstanbul’da ülke sorunlarının tartışıldığı
ortamlarda kendini gösteren Haydar Rüştü, bir süre sonra İtalyan harbi
sırasında kaydını Selanik Hukuk Mektebine nakletti. Burada Kemal İrem ile
beraber Yıldırım gazetesini çıkarmaya başladı. Bu gazetede çıkan çok ateşin
yazılarıyla kendini Makedonya, Adalar, Epir, Trakya ve İstanbul’a kadar
tanıttı. Bu dönemde “İstanbul’a İstanbul’a” başlıklı yazısından dolayı hükümet
gazetesini kapattı1 ve divan-ı harp kararıyla bir yıl hapse mahkûm edip, Yedikule
hapishanesine attı. Mahkûmiyetinin dördüncü ayını yatarken 8 Kasım 1912
tarihinde Selanik Yunanlıların eline geçince siyasi mahkûmlar serbest bırakıldı.2
Devamlı yağmurun yağdığı kötü bir havada kendini Yedikule hapishanesinin
dışında bulan Haydar Rüştü, böyle bir özgürlüğe kavuşmaktansa ölünceye
kadar mahbeste kalmayı yeğleyeceğini söylüyor ve ağlıyordu. Her ihtimale
karşı Haydar Rüştü’yü evinden dışarı çıkarmayan arkadaşı Yunanlıların onu
yanlışlıkla saldığını, yeniden tutuklanmasına karar verdiklerini öğrenince onu
İzmir’e hareket edecek Rus vapuruna bindirmeyi başardı.
İzmir’de edebiyat öğretmenliği, meclis-i umumi üyeliği ve tramvay
direktörlüğü gibi görevler yapacak olan Haydar Rüştü Bey, İttihat ve Terakki’nin
yayın organı İttihat gazetesinin yerine 6 Kasım 1911 tarihinde yayına başlayan
Anadolu gazetesinde Bahir Ulvi, Kayıhanoğlu ve Dedebeyoğlu takma adıyla
yazılar yazmaya başladı. Anadolu’ya gelişinin sekizinci ayında başyazar Akil
Koyuncu Lise Edebiyat öğretmenliğine tayin edilince Anadolu gazetesinin
başyazarı oldu.3 İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Katib-i Mesulü olan Mahmut
Celal (Bayar) Bey, Anadolu gazetesi ve matbaası karı ve zararı kendine ait olmak
1
2
3
Haydar Rüştü Öktem, Mütareke ve İşgal Anıları, Haz. Zeki Arıkan, Ankara, 1991, ss.1-4;
Haydar Rüştü Bey’in hayatının aşamalarını kaleme alırken bu çalışma esas alınmıştır.
İsmet Kültür, “Bir Baş Muharrirle Konuşma”, İzmir Kültür, No: 12, 1943, Aktaran: Öktem,
a.g.e., ss.132-135.
Öktem, a.g.e. , ss.4-9.
34
Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
üzere Haydar Rüştü Bey’e geçti demektedir.4 Bu arada Haydar Rüştü Bey,
savaş sonrasında Rumlar tarafından yayılan iddiaları çürütmek için akşamları
Duygu adlı bir gazete daha yayınlamaya başladı. İzmir’de bulunan Rumlar
İngiliz Monitor komutanı Dixon’un İzmir limanına ayak bastığı 6 Kasım 1918
tarihinde büyük gösteriler yaptı. Bu durumu Haydar Rüştü Bey gazetelerinin
başlıklarına taşıyınca Rumların boy hedefi oldu. Hatta 24 Kasım 1918 tarihinde
Leon torpidosu İzmir körfezine geldiği zaman, Rumlar matbaasının bulunduğu
Frenk mahallesindeki İsponti ferhanesi basmışlar, bu sırada matbaaya da zarar
vermişlerdi. Haydar Rüştü Bey, olaylar yüzünden matbaasını daha güvenli olan
Türk mahallesindeki Beyler sokağına taşımıştı. Bu dönemde bir yandan Rumca
gazetelerin saldırına uğrayan Haydar Rüştü Bey öbür yandan ise yerel basın
tarafından ittihatçı olmakla suçlanmaktaydı. Nurettin Paşa’nın 22 Mart 1919
tarihinde görevden alınmasından sonra yerine İzmir Valiliği görevine atanan
Kambur İzzet Paşa, bütün yurtseverlerin amansız bir takipçisi olduğu için
Haydar Rüştü Bey’e büyük bir kin besliyordu. Kambur İzzet Paşa’nın bu derece
kinli olmasının altında Haydar Rüştü Bey’in Türk Ocağı’nın heyet-i idaresinde
olması ve ocağın halkın çeşitli kesimlerini işgale karşı birleştirmek için faaliyet
yapmasıydı. Vali bu düşmanlığını Anadolu ve Duygu gazetelerini İzmir’in
işgalinden dört gün önce son kez kapayarak gösterdi. Bu haberi 15 Mayıs 1919
tarihli nüshasında veren Alemdar gazetesi, bu iki gazetenin kapanmasından
duyduğu sevinci dile getiriyordu.5
Albay Kazım (Özalp) Bey hatıralarında İzmir’in işgalinden bir gün
önce (14 Mayıs) Park Kıraathanesi’nde İzmir’in aydınlarından Mustafa Necati
Bey, Haydar Rüştü Bey, Anadolu gazetesi muharriri Reşat Bey, Ragıp Nurettin
Bey, Tüccar Moralızade Halit Bey ve daha bazı kimselerin toplandığını,
bunların sonra Hükümet Meydanı ile Lise binasında daha geniş katılımlı
toplantı yaptığını belirtmektedir. Bu toplantılarda etkili konuşmalar yapan
Haydar Rüştü Bey, Reddi İlhak Heyeti’nin teşekkülünde ve adı geçen heyet
imzalı beyannamenin yazılmasında hazır bulundu. Bu beyanname Haydar
Rüştü Bey’in Anadolu matbaasında basılarak İzmir’de dağıtıldı ve telgrafla
bütün Anadolu’ya duyuruldu.6 Yunanlılar İzmir’i işgal ederken yerli Rumlar
Anadolu matbaasını basıp tahrip etmişlerdi. İşgal komutanlığı da o gece
Haydar Rüştü’yü evinde boşuna aramışlardı. Yunan gazeteleri onu Ödemiş’te
öldürdükleri yönünde asılsız haberleri yazarken Yunan hükümeti de başına
yüz bin drahmi ödül koyuyordu. İşgal sonrası Haydar Rüştü Bey, üç ay kadar
Mustafa Necati Bey’in Asansör’de bulunan baba evinde, Göztepe’de kendi
hanesinde, Değirmendağı’nda (Yukarı Mahallat) emekli Binbaşı İbrahim Bey’in
evinde, bacanağı Dr. Hasan Sukuti Bey’in Köprü semtinde bulunan hanesinde
4
5
6
Celal Bayar, Ben de Yazdım, C. V, İstanbul, 1967, ss.1609-1610.
Öktem, a.g.e., ss.8-15, 59; Ulvi Keser, “Milli Mücadele Döneminde Ayrılıkçı Faaliyetlerde
Kilisenin Rolü ve Hrisostomos-Hrisantos Girişimlerine Kesitsel Bir Bakış”, Turkish Studies,
Volume 5/3, Summer 2010, ss.1649-1650.
Kazım Özalp, Milli Mücadele 1919-1922, C.I, Ankara, 1988, 3.bs. , ss.4-6.
35
Muhammed GÜÇLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ve Basmane’de Karabiber Mehmet Bey’in evinde tebdili kıyafet saklandıktan
sonra Ulucaklı Salih ile Karabiber Mehmet Bey’in yardımıyla Fransızların
kontrolünde olan Basmane garından Bandırma ekspresiyle bir akşam üzeri
Akhisar’a gitti.7 Daha sonra bir görev ile İstanbul’a giden Haydar Rüştü Bey,
hanımı ve çocukları ile bir araya geldi ve bu dönemde Vakit gazetesinde yazı
yazmaya başladı. Bir süre sonra Bursa’da kurulacak olan Mücadele-i Milliye
istihbarat bürosu şefliğine atandığı için Bursa’ya gitti. 8 Temmuz 1920 tarihinde
Bursa Yunanlıların eline geçince Ankara’ya Mustafa Kemal Paşa’nın karargâhına
gitti.8
1. Haydar Rüştü Bey’in Antalya’ya Gelmesi
Haydar Rüştü Bey, Antalya’da Anadolu’nun ilk sayısında yayınladığı
başmakalesinde kendisi ve gazetesi hakkında uzunca bilgi vermiştir. Söz
konusu makalesinde gazetesini İstanbul ve Balıkesir’de yayınlamaya çalıştığını,
ama İngiliz hizmetkârı ve vatan tüccarı olan İstanbul hükümeti yüzünden
bunu başaramadığını, gazetesini yayınlamak için bir yer aradığını, bunun
da Antalya olduğunu belirtmektedir.9 1943 yılında İsmet Kültür’e verdiği
mülakatta yirmi gün kadar Ankara’da kaldıktan sonra yarı işgal altında bulunan
Antalya’ya giderek İzmir’in kurtuluşuna kadar orada Anadolu’yu çıkardığını
belirtmektedir.10 Haydar Rüştü Bey, Antalya’ya Mustafa Kemal Paşa’nın direktifi
ile mi gitti, yoksa birçok İzmirli vatandaşın şehirde bulunması mı etkili oldu onu
tespit edemedik.11 Çünkü milli mücadeleyi gerçekleştirenler, bu şehirde bulunan
İtalyan Ajansı aracılığıyla Dünya ile bağlantı sağlamaktaydılar. Mustafa Kemal
Paşa, XX. Fırka Komutanlığına 16/17 Mart 1920 tarihli telinde “telgrafların bu
7
8
9
10
11
Öktem, a.g.e. , ss.43-125; Ergün Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, İzmir, 2000, s.121.
Kültür, a.g.m. , Aktaran: Öktem, a.g.e. , s.134.
Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1336.
Kültür, a.g.m., Aktaran: Öktem, a.g.e., s.134.
Milli Mücadele döneminde Antalya’ya Batı Anadolu’dan gelen göçler ve şehrin önemi
hakkında bakınız: Muhammet Güçlü, XX. Yüzyılın İlk Yarısında Antalya, Antalya, 1997,
Antalya Ticaret ve Sanayi Odası Kültür Yayınları; Madam Berthe G. Gaulis, “milliyetçi
Türkiye’nin giriş kapısı” olarak tanımladığı Antalya’ya 20 Mart 1921 tarihinde geldi
ve gördüğü manzarayı şöyle anlatmaktaydı: “Limandaki rıhtımlar ticaret eşyası ile dolu,
Anadolu’nun her tarafında rastladığım deve kervanları yüklerini gelip buradan almaktalar. Gümrük
deposu her çeşit silah ve cephane ile tıklım tıklım dolu......Vilayet konağı çok hareketli bir arı kovanını
andırıyor......Pazarı dolaştım, burada her şey bulunuyor...Rodos ile Antalya arasında vapur seferleri
aralıksız olarak devam etmekte...” Madam Berthe G. Gaulis, Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk
Milliyetçiliği, Çev. Cenap Yazansoy, İstanbul, 1981, s. 123-126; Kadriye Hüseyin “meyve
bahçeleri şehri” olarak nitelediği Antalya’ya 19 Mayıs 1921 tarihinde geldi ve izlenimleri
şöyleydi: “Kurun-i vüstai (Ortaçağ) bir görünüşü olan asıl şehir, eski şehirden bir cadde ile
ayrılmış, Anadolu’da bulunan her cins malın satıldığı pazar da burada.........Sahil boyunca süslü
küçük köşkler, zarif bir zevkle dizilmiş sıralar var. Yine deniz kenarında herkesin buluşma yeri
olan çok güzel bir kahve-gazino bulunuyor.......Bu akşam iftardan sonra sahile indik.Kahve, gazino
bir bir ziya içinde parıldıyordu. İçinde alaka-bahş şahsiyetlerin de bulunduğu topluluklar dahil,
meydandaki masaların etrafında çok kalabalık vardı....” Kadriye Hüseyin, Mukaddes Ankara’dan
Mektuplar, Çev. Cemile Necmeddin Sahir Sılan, Ankara, 1987, ss.106-115.
36
Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
yolla dış ülkelere yollanmasının, birer suretlerinin de Ankara’ya gönderilmesinin
iyi olacağını” bildirmekte, Miralay Refet Bey’e çektiği 31 Mart 1920 tarihli
telgrafında ise “Ermenilerin Adana ve civarında yaptıkları zulümlerin uygar
dünyaya duyurulması için tebliğlerin İtalyan Ajansı aracılığıyla yayınlamasını”
istemekteydi. Yine Nazilli’de bulunan Miralay Refet Bey’e 16 Nisan 1920
tarihinde çektiği telgrafta İzmir’in tanınmış tüccarlarından olup AntalyaRodos vapurları ile eskiden beri ilişkisi olan Moralızade Halit Bey’in vatani
görevi bundan sonra Antalya’da sürdürmek istediğini belirtmekte ve ayrıca
burada Antalya, Rodos ve Avrupa’daki dostlarından haber alabileceği sürekli
ve düzenli bir istihbarat şebekesinin kurulmasını istemesi Antalya’nın önemini
yeterince göstermektedir.12 Moralızade Nail Bey 1973 yılında “Mütarekede İzmir
Olayları” adıyla yayınladığı hatıralarında İzmir’in işgali üzerine önce İstanbul’a
sonra Rodos-Antalya üzerinden Ankara’ya gittiğini, Londra Konferansı’na
giden Bekir Sami Bey heyeti ile Antalya’ya döndüğünü belirtmekte ve ağabeyi
Halit Bey ile Rodos’a yerleştiklerini kaydetmektedir. Ayrıca kendisi, ağabeyi,
daha sonra ticari işlerini takip etmek için İzmir’e dönen küçük kardeşi Rıfat
Bey’in istihbarat çalışmalarını sürdürdüğünü belirtmektedir.13
Bu dönemde Haydar Rüştü Bey bir yandan gazetesini çıkarmak
için çaba harcarken öbür yandan Hakimiyet-i Milliye gazetesi ile Anadolu
Ajansına haber aktarıyordu. Çünkü daha sonra Hakimiyet-i Milliye gazetesini
incelediğimiz zaman Antalya’da Anadolu gazetesinin bir çok haberde kaynak
gösterildiğini görüyoruz. Bu bilgilere dayanarak Haydar Rüştü Bey’in Ağustos
ayı (1920) içinde Antalya’ya gelmiş olduğu söylenebilir. Kendisinin 12 Eylül
1922 tarihinde Antalya’da Anadolu gazetesinin son sayına yazdığı “Elveda”
başlıklı makalesinde Antalyalılara hitaben “İki seneyi mütecaviz bir zaman
zarfında şahsi ve bir buçuk senelik gazetecilik hayatın(m)da” demesi bu düşünceyi
destekler niteliktedir. Ayrıca Alaşehir Kaymakamı iken Yunan ilerleyişi
yüzünden önce Afyon’a, sonra Halide Edip (Adıvar) Hanım’ın babası Edip
Bey’in de içinde bulunduğu bir kafile ile Temmuz ayı ortasında Antalya’ya
hareket eden Bezmi Nusret (Kaygusuz) Bey’in, beş gün süren bir yolculuktan
sonra ulaştığı Antalya’da eski arkadaşı Anadolu gazetesi sahibi Haydar Rüştü
ile Rodos otelinde (1 Ağustos 1920 tarihinde) aynı odada kaldıklarını anlatması
önemli bir kayıttır.14 Kırkağaç ilçesi Gelembe bucağı Müdafaa-i Hukuk Katibi
Usulizade Hilmi Efendi, hatıralarında 5 Eylül 1920’de Burdur’a geldiklerini, 6
Eylül akşamı Anadolu gazetesi muhabiri Zinnur Efendi’nin işlettiği meyhanede
12
13
14
Yücel Özkaya, Milli Mücadele’de Atatürk ve Basın (1919-1921), Ankara, 1989, ss.44, 46.
Nail Moralı, Mütarekede İzmir, Önceleri ve Sonraları, Yay. Haz. Erkan Serçe, İzmir, 2002,
ss. 173-175. Nail Moralı, 1976 yılında yayınladığı “Mütarekede İzmir, Önceleri ve Sonraları”
adlı hatıratında İzmir’in işgalini müteakip İstanbul ve Ankara’da bulunmasını, Bekir Sami
Bey heyeti ile Antalya’ya gelmesini, Antalya’da İstiklal Mahkemesi tarafından bilgisine
başvurulmasını ve Rodos’a yerleşmesini anlatmaktadır. Ancak İzmir’den tanıdığı ve aynı
dönemde Antalya’da bulunan Haydar Rüştü Bey’den ve Antalya’da Anadolu gazetesinden
söz etmemesi dikkat çekicidir. Moralı, a.g.e. , ss.108-114.
Bezmi Nusret Kaygusuz, Bir Roman Gibi, İzmir, 2002, ss.201-203.
37
Muhammed GÜÇLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
yediklerini ve içtiklerini söylemesi, Haydar Rüştü Bey’in Antalya’da Anadolu
adlı gazetesini çıkarmadan önce teşkilatlanmaya başladığını düşündürüyor. Bir
süre sonra yoluna devam eden Hilmi Efendi, 22 Eylül 1920 tarihinde Antalya’ya
vardıklarını, aynı gün akşam daha önce Antalya’ya gelen dayısı Hasan Efendi
ile deniz kenarında bir meyhanede oturduklarını, onun deyimi ile meclislerinde
Anadolu Gazetesi Başmuhabiri Haydar Şadi (Rüşdü) Bey ile Dr. Abdi Bey’in
de bulunduğunu belirtmektedir. Aynı meyhanede Antalya-Muğla Havalisi
komutanı Bekir Sami (Günsav) Bey’de bulunmaktadır.15 Bu bilgilerden de
anlaşılacağı gibi Haydar Rüştü Bey, Anadolu gazetesini Antalya’da çıkarmak
için dört ay kadar çabalamıştır.
2. Antalya’nın İlk Yerel Gazetesi: Antalya’da Anadolu16
2.1. Antalya’da Anadolu: 19 Aralık 1920
1920 yılının son aylarında İstanbul’dan bir İtalyan şilebi ile İzmir’e gelen
Eşi Eribe hanımın Anadolu’nun İzmir’deki birkaç kasa hurufatı, bir iki pedal
makinesiyle bazı matbaa parçalarını Antalya’ya götürmek için yaptığı çaba
gümrükte el konulması ile sonuçsuz kaldı. Ama eşi Eribe Hanım, Makinist
Kapaklılı Mustafa Efendi ile matbaanın bir iki mürettibi (birisi İmam olarak
anılır) Antalya’ya ulaşabilecekti.17 Ömer Sami Çoşar, “Antalya’da Anadolu’nun
ilk nüshasının uzun ömrü boyunca tek gazete basmamış, küçük bir el makinesinde..”
19 Aralık 1920 tarihinde basıldığını belirtiyordu.18 Nuri Dağtekin ise Antalya’da
Anadolu’nun Ankara’dan sağlanan ömrü boyunca hiç gazete basmamış
eski bir pedal makinesi ve bir kasa hurufat ile Murat Paşa Mahallesi matbaa
sokakta bulunan ahşap bir evin altında 19 Aralık 1920 tarihinde yayınlandığını
yazıyordu.19
Anadolu Gazetesi Müdüriyeti, Antalya’da Anadolu adlı gazetesinin
ilk sayısında yayınladığı “Arz-ı Şükran” adlı yazıda “Antalya’da ilk defa olarak
yevmi bir gazete çıkıyor. Bu gazetenin tarafımdan çıkarılması benim içün büyük
bir bahtiyarlıktır. Bu bahtiyarlığa nailiyetimden dolayı evvela Cenab- Hakka
hamd ve şükür iderim. Birçok muhterem zatlar bu gazetenin çıkarılması içün
bize muavenette bulundular. Bilhassa sabık Mutasarrıfımız Kemal Beyefendi’nin
yardım ve teşvikleri daima hatıramızı minnet ve teşekkür hisleriyle tezyin
idecekdir. Muhterem Mutasarrıf ve Kumandanımız Aşir Beyefendi ile
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin de gazetemiz hakkında büyük lütuf ve
15
16
17
18
19
Ahmet Kasapoğlu (Derleyen), Milli Mücadele Anıları (13 Nisan 1920-31 Ekim 1920), Ankara,
1998, ss.74-76.
1864 yılında çıkarılan Vilayet Nizamnamesi’ne göre Teke Sancağı’nın da bağlı olduğu Konya
Vilayeti’nde 1869 yılında Konya adıyla Türkçe ve Rumça çıkan gazete bu değerlendirmenin
dışında tutulmuştur. Orhan Koloğlu, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Basın, İstanbul,
1992, ss.20-21.
Ömer Sami Coşar, Milli Mücadele Basını, Gazeteciler Cemiyeti Yayınları No: 5, s. 256..
Coşar, a.g.e. , s.257.
Nuri Dağtekin, “Antalya’nın İlk Gazetesi” , Antalya’da Bayram Gazetesi, 27-29 Ağustos 1985.
38
Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
himmetlerinin medyun-u şükranıyız. Pek ağır olan makinelerimizin otomobil
ile gümrükten matbaamıza naklini temin iden İtalya Kumandanı cenablarına
da arz-ı teşekkürat ederiz. İntişarımızı sabırsızlıkla bekleyen pek çok lütufkar
arkadaşlarımız, aziz karilerimiz vardır. Onlardan her gün ve her saat teşvikler
görüyor ve muvaffakiyet temennileri işidiyorduk. Cümlesine teşekkür ederiz.
Bilhassa kendi dertlerini her gün yazub söyleyeceğimiz ve her zaman en ziyade
kendilerinin iyiliklerine hidmet ideceğimiz sevgili Antalya’nın aziz ahalisine
gazetemize gösterecekleri alaka ve rağbetden dolayı şimdiden teşekküratımızı
takdim ideriz” demekteydi.20 Anadolu gazetesi müdüriyetinin bu yazısından
anladığımıza göre Antalya’da Anadolu gazetesini basan matbaa yukarda
araştırmacıların belirttiği gibi küçük bir el makinesi olmayıp pek ağır bir makine
olduğunu, deniz yolu ile Antalya’ya geldiğini, hatta bu makinenin İtalyan
kumandanının sağladığı otomobil ile naklinin yapıldığını anlıyoruz. Ayrıca
Anadolu gazetesi müdüriyeti, Antalya’da Anadolu gazetesinin ilk sayısında
“Muhterem Mutasarrıf ve Kumandanımız Aşir Beyefendi ile (Antalya) Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti’nin de gazetemiz hakkında büyük lütuf ve himmetlerinin medyun-u
şükranıyız” derken, Haydar Rüştü Bey Antalya’da Anadolu gazetesinin birinci
yıl dönümünde yazdığı “Sene-i devriyemiz” adlı yazısında “Gazetemizin burada
tesisine büyük yardımı sebk eden (Antalya) Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti muhteremesine
de en har ve samimi teşekkürlerimizi takdim eder(iz)” demekteydi21. Bu iki yazıdan
da rahatlıkla anlaşılacağı gibi Antalya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Haydar
Rüştü Bey’e gazetesini Antalya’da çıkarması için nakdi yardımda bulunmuştur.
Süleyman Fikri Bey, dönemi anlatan eserinde Antalya Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti, 21 Kasım 1920 tarihinde İzmir’deki matbaasını getirmesi için Haydar
Rüştü Bey’e 1000 lira vermiştir diyerek bu yardımı somutlaştırmıştır22.
İhtiyat Mülazım-ı Sani İbrahim Ethem (Sorguç) Efendi’nin “Harp
Sandığında” günümüze kadar ulaşan Antalya’da Anadolu gazetesinin ilk
sayısında23 Haydar Rüştü Bey, “Hayat ve Mesleğimiz” adlı baş makalesinde
20
21
22
23
Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1336; Haydar Rüştü Bey tarafından Antalya’da
Anadolu gazetesi yayınlanana kadar, Antalya’da 1889 yılında İsa Kerim’in Teke gazetesini,
1913 yılında Antalyalı Avukat Philip Efendi’nin Antalya gazetesini, I. Dünya savaşının
başlarında Macit Bey’in (Selekler) Belkıs gazetesini çıkarma teşebbüsleri çeşitli sebeplerle
başarısız olmuştur. Evren Dayar, Gazetelerde Yazılı Tarih-Antalya’da Gündelik Hayat ve Basın
(1920-1928), Antalya, 2011, ss.12-13.
Haydar Rüştü, “Sene-i Devriyemiz”, Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1337;
Muhammet Güçlü, “Antalya’da Mahalli Basının İlk Yirmi Yılı (1920-1940)”, Düşünceler
Dergisi, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayını, Yıl: 10, S: 9, Şubat 1996, ss.177-180.
Süleyman Fikri Erten, Milli Mücadele’de Antalya, Antalya, 1996, s.32.
Tarihi belgelere gösterdiği duyarlılıktan dolayı İhtiyat Mülazım-ı Sani İbrahim Ethem
Efendi ile aile bireylerine ve özellikle de Erdoğan Sorguç Beyefendi’ye teşekkür etmeyi bir
borç bilirim. Teğmen İbrahim Edhem Efendi’nin kısa hayat hikâyesi şöyledir: 1897 yılında
Antalya’nın Kızılsaray Mahallesi Şarampol mevkiinde doğan İbrahim Ethem (Sorguç)
Efendi, 1913 yılında beş yıllık Antalya İdadisi’ni bitirdi. Daha sonra abisi Muharrem Akif’e
öykünüp İstanbul Kuleli Askeri Lisesi’ne gitmek istediyse de yaşının büyük olmasından
dolayı girememişti. Ama 1915 yılında Kadıköy’de Saint Joseph Okulu’nun binasında
bulunan Darülmuallimin okulunun üçüncü sınıfına parasız yatılı olarak kaydoldu. Bir
39
Muhammed GÜÇLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Anadolu gazetesi, hayatı, mesleği ve Antalya hakkında şunları belirtmektedir:
“Neşrine başladığımız gazetenin hayatı ve meslek ve maksadı hakkında şu ilk
nüshada baz’ı izahat virmeği lüzumsuz ad etmiyoruz.
Gerçi (Anadolu) Antalya ve havalisi ahali-i muhteremesine yabancı bir
gazete değildir. Çünkü (Anadolu) İzmir’de neşr olunurken burada birçok karileri
vardı. Bu itibar ile meslek ve müşaveremiz bir dereceye kadar muhitimizce
malum ise de aradan pek çok vukuat ve hadisat ile dolu yorucu ve unutdurucu
bir zaman geçdiği içün mazi-i neşriyatımıza seri’ bir göz gezdirmeği faidesiz
bulmadık.
(Anadolu) (İzmir)de ta üçyüz yirmiyedi senesinden (1911) beri her gün
neşr idilmekteydi ve bu neşriyatı Yunanın İzmir’e ayak basdığı günden bir
hafta evveline kadar devam eyledi. Bu yedi senelik hayat-ı neşriyesi (Anadolu)
yu günden güne iyileşdirmiş ve seneler geçdikce gazetede tekmil ve terakki
yollarında ilerleyerek İzmir’in çok kari bulunan bir gazetesi olmuşdu. (Anadolu)
kendini milletin en yorulmaz, hizmetkarı ad eylediği içün onun mes’ud ve şen
dakikalarında o da sa’det ve neşeler saçmış, kara ve felaketli zamanlarında o
da mahzun ve müteellim derd-i milletle sızlayub durmuşdur. Gerek sulh gerek
harb senelerinde herkes, her iş kalıbdan kalıba ve renkden renge girmiş olduğu
halde (Anadolu) yolunu değişdirmemiş, makdad ve gayesini unutmamış, ciddi
ve yılmaz bir vakar ile ta mütareke devresine kadar vazifesini ifaya çalışmışdır.
Mütareke (İzmir’i) bir cidal sahnesi yapmışdı. Düşmanlar mütareke
dolayısıyla elimizden silahımızı alub da sürü sürü donanmalarını Çanakkale’den
İstanbul’a ve Yenikal’a’dan İzmir’e sokdukdan sonra tarihde bir misline
yıl sonra mezuniyet imtihanlarına girecekleri sırada Harb-i Umumi yüzünden Kadıköy
Askerlik Şubesi tarafından 30 Ekim 1916 tarihinde Erenköy İhtiyat Zabit Namzetleri
Talimgâhı’na sevk edildi. Bir yıl kadar eğitim gördükten sonra 3 Eylül 1917 tarihinde
İhtiyat Zabit namzedi olarak mezun oldu ve Filistin cephesinde Cevat Paşa (Çobanlı)
komutasındaki 8. Ordu emrine verildi. İbrahim Ethem Efendi, 16. Tümen 48. Alay, 2. Tabur
6. Bölükte 8. Takım Komutanı olarak savaşırken 20/21 Eylül 1918 tarihinde Nablus civarında
Zülkarneyn tepelerinde İngilizlere esir düştü. Mısır’ın İskenderi’ye şehrinde bulunan
Seydibeşir Kuveysna Dört Numaralı Osmanlı Üsera-yı Harbiye Kampı’nda yaklaşık iki
sene kaldıktan sonra Haziran 1920’de serbest bırakıldı. Panama vapuru ile İskenderiye’den
İstanbul’a geldikten üç gün sonra 15 Haziran 1920 tarihinde terhis edildi. Memleketi
Antalya’ya geldi ve Vakıflar Müdüriyeti’nde kâtip olarak çalışmaya başladı. Bu sefer de
Sakarya zaferi sırasında Antalya Askerlik Şubesi (26 Ağustos 1921) tarafından cepheye sevk
edildi. Garp cephesinde Birinci Ordu (Kom. Nurettin Paşa) bünyesinde 4. Kolorduya (Kom.
Kemalettin Sami Paşa) bağlı 5. Kafkas Fırkası 9. Alay, 1. Tabur, 3. Bölük 3. Takım Komutanı
olarak Büyük Taarruz’a katıldı. Ama 30 Ağustos 1922 tarihinde aynı taburun birinci
bölüğüne geçti. Zaferden sonra 5 Ağustos 1923 tarihinde Adapazarı’nda İhtiyat Mülazım-ı
Sani (Teğmen) olarak ikinci kez terhis edilerek İstanbul üzerinden memleketi Antalya’ya
geldi. Bundan sonra önce Vakıflar idaresinde kısa bir dönem katip olarak çalıştıktan sonra
1930 yılına kadar serbest ticaret yaptı. Daha sonra Ziraat Bankası’nın çeşitli kademelerinde
görev yaptı ve 1974 yılında vefat etti. İbrahim Sorguç, İstiklal Harbi Hatıratı-Kaybolan Filistin,
Yay. Haz. Erdoğan Sorguç, İzmir, 1996, 2. Bs. ,s. 15-18; İbrahim Sorguç, Bu Defa Niçin Harp
Edeceğimi Biliyorum-Filistin Cephesi ve İstiklal Savaşı Anıları, Ed. Emre Yalçın, İstanbul, 2010,
ss.3-29, 235, 251-256.
40
Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
daha tesadüf idilemeyen büyük bir namerdlik ve nekabetden haya itmediler.
Tutdular, merdce kendilerine teslim eylediğimiz silahımızı koynumuzda
beslediğimiz dahili düşmanlarımıza virdiler ve bundan dolayı Türkiye’de
bilhassa Türkiye’nin şah damarı olan İzmir’de kıyametler kopmağa başladı. Her
tarafdan Türkleri tahkir avazeleri (yü)kseldi. Her ağızdan Türk ve Müslüman’a
iftiralar yağmağa başladı, işte o zaman Yunan gazetelerinin kopardıkları bu
iftira dalgalarına karşı (Anadolu) bütün mevcudiyetiyle bir müdafaa kayası
kesildi. Müslümanın hakkını, isnad edilen iftiraları birer birer red ve cürh iderek
müdafaa etdi.
(Anadolu)nun bu müdafaası o kadar şiddetli ve azimkarane idi ki
düşmanlar (İzmir)in hükm-ü idamını icradan evvel (Anadolu)nun vücudunu
ortadan kaldırmağa lüzum gördüler ve bu lüzum üzerine gazeteyi işgalden on
gün evvel Fransız ve İngiliz sansürleri vasıtasıyla tatil etdirdiler. İşte o günden
bu güne kadar bu sukunet devam eyledi.
İzmir’in işgalinden sonra değil gazetenin orada neşri kendimizin bile
bir dakika meydanda görünmemiz mehal idi. Çünkü Yunanlılar (Anadolu)yu
ve onun muharrirlerini bir dakika bile yaşayor görmek istemiyorlardı. Bunun
içün epeyce müddetler meydandan çekildik ve nihayet İstanbul’da ve bilahare
Balıkesir’de gazeteyi tekrar neşre teşebbüs eyledik. Fakat bu da mümkün
olamadı. Çünkü İstanbul’da İngiliz hizmetkarı ve vatan tüccarı bir hükümet
vardı. Bu hükümet nerede milli bir varlık sezer ise orayı söndürüyor ve
memleketin selametini düşünen her uzvu mutlaka imhaya çalışıyordu. Tabiidir
ki bu şerait altında (Anadolu) çıkamazdı. O hal bu güne kadar devam eyledi
ve nihayet gazetemizde kendisine çalışacak, hizmet idecek bir muhit aradı ve
buldu. O bulduğu yerde sevgili ve mübarek vatanın feyizli ve pek aziz bir kısmı
olan (Antalya) oldu.
İşte Antalya’da çıkmağa başlayan (Anadolu)nun mesleği: Hakka ve
halka hizmet, gayesi: milletin birleşüb yükseldiğini görmekdir. Bunun içün
haksızlığın, keyf ve istibdadın aman-ı düşmanı ve halkın yorulmaz ve yılmaz
bir hadimiyiz. (Hak) ve hakikatın pişini takib ideceğiz. Hak bize yol gösterecek
çünkü rehberimiz odur. (Halk)ında daima beraberinde yürüyen bir arkadaşı
olacağız, zira o rehbere muhtacdır. Hakka isyan dimek olan ahlaki fenalıkları
kimden sadır olursa olsun şiddetle tenkid ideceğiz. Halk içün bir zulm ve
cinayet teşkil iden siyasi, iktisadi her su-i isti’malatı kim yaparsa yapsın
tefsih ideceğiz. Soygunculuğun, inhisarın ve milleti kasub kavuran ihtikarın
diyebiliriz ki bizden büyük düşmanı olmayacakdır. Fakir, esnaf, amele gibi
milletin en mühim, en çok, en öz evladını boğazı tokluğuna ve bin dürlü
sefaletler içinde yaşadan avamil ile mücadele gazetemizin en birinci vazifesi
olacakdır. Sütunlarımız köylünün, fukara-yı emten müdafaaları ve temin-i
ihtiyaçları içün vukubulacak neşriyata daima açık bulunacakdır. Şunu da
bervech-i peşin söyleyelim ki biz şu saydığımız vazifeleri ifa ederken Allah’dan
ve vicdanımızdan başka hiçbir kuvvetin taht-ı te’sirinde kalacak değiliz. Bunun
41
Muhammed GÜÇLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
içün tenkitlerimizde, takdirlerimizde şahsi menfeatlerin ve şahsi hislerin çok
fevkinde bulunacakdır. Şimdiye kadar biz bu yolda çalışdık. Bundan böylede
yine aynı yolda yürüyeceğiz. Tevfik Allah’dandır.”24
Haydar Rüştü Bey, Orhan Rahmi Gökçe’nin kendisiyle yapmış olduğu
“Otuz beş Yıl Sonra Anadolu” başlıklı röportajında Anadolu’nun Antalya’ya
naklini anlatırken “.....onu buradan Antalya’ya götürdüğüm zaman yavrusunu
yangından kaçıran bir ana yüreği taşıyordum sanki........” demekteydi.25
Haydar Rüştü Bey Antalya’da Anadolu adlı gazetesini bir yandan İtalyanların
İzmir’deki postanesi öbür yandan yelkenli ve şileplerle İzmir’e sokuyordu.
İzmir’in Türk olduğunu haykıran Antalya’da Anadolu gazetesini gören Yunan
İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’nın Matbuat Müdürü Vafiyadis, gazetenin sahibi
ve mesul müdürünün Haydar Rüştü Bey olduğunu görünce “Demek ki gene o”
demekten kendini alamadı.26 Ayrıca Antalya İstihbarat merkezinden Moralızade
Rıfat Bey’in İzmir İtalyan postanesindeki hususi kutusuna gelen Ankara ve
Antalya gazeteleri arasında bulanan Haydar Rüştü Bey’in Antalya’da yayınladığı
(Antalya’da) Anadolu gazetesinde çıkan şu şiiri kurtuluşu bekleyenler arasında
büyük bir ilgi toplamıştı.
“İstemem mavi göklü gündüzü ben,
Ya kararsın sema, ya al olsun
Mütemadi leyale razıyım,
Ufku safında tek hilal olsun.”27
2.2. Antalya’da Anadolu Gazetesi Bir Yaşında
Antalya’da Anadolu gazetesinin ilk sayısının alt başlığında “Cumartesi
maada her gün çıkar Türk gazetesidir” yazmaktadır. Gazetenin sahibi ve sermuharriri
Haydar Rüştü, matbaası ve idarehanesi Antalya’da Belediye meydanında daire-i
mahsusa, ücretinin 100 para olduğu belirtilmektedir. İki sayfa olarak çıkan
gazetenin ön yüzü dört, arka yüzü üç sütun olarak düzenlenmiştir. Genel olarak
gazetede bir baş makale, dahili haberler, Anadolu Ajansı tebligatı, Avrupa
postası, hususi müstahberatmız, Antalya, İzmir ve Konya ticaret piyasası ve
çeşitli reklam yazıları bulunmaktadır.28 Haydar Rüştü Bey “Ajans Haberleri”
başlıklı yazısında, gazetenin haber kaynakları içinde ajans haberlerinin
önemli olduğunu vurgulamakta ve Anadolu’nun Antalya’da yayınlanması
üzerine Posta ve Telgraf Umum Müdürlüğü’nün Ajans suretlerinden birisinin
Antalya’da Anadolu gazetesine verilmesi konusunda Antalya Posta ve Telgraf
24
25
26
27
28
Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1336.
Öktem, a.g.e., s.15.
Coşar, a.g.e., s.257.
Moralı, a.g.e., s.178; Haydar Rüştü Bey’in dörtlüğünün birinci mısrasında geçen “mavi
göklü” tabirinden kastettiği Yunan bayrağının rengidir.
Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1336.
42
Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Müdürü Zülfikar Bey’e emir verdiğini belirtmektedir.29 Gazetenin İzmir’den
gelmesi ve bu dönemde Antalya’da bir çok İzmirlinin yaşamasından olsa
gerek Antalya’da Anadolu’da İzmir haberlerinin yoğun olduğunu görüyoruz.
Mesela M.Z.D’nin 1920 yılında İzmir’de İzmir üzerine yazdığı bir şiiri “Anadolu
diyor ki” başlığı altında yayınlanmıştır.30 Antalya’da Anadolu gazetesi büyük
makinenin arızalanmasından dolayı neşrinin üçüncü ayında üç gün süreyle
(2-4 Şubat 921) Anadolu Ajansı tebligatının verildiği bir sayfa olarak çıkmıştır.31
Gazete 6 Şubat Pazar gününden itibaren ise eski düzeninde çıkmaya devam
etmiştir.
II. İnönü savaşı sırasında Bilecik ve Pazarcık yöresini işgal eden Yunanlılar,
İnönü mevzilerini sıkıştırmaya başladı. Bu dönemde oluşan karamsar havayı
dağıtmak isteyen Haydar Rüştü Bey, Antalyalıları daha kötü günlere alıştırmak
için 27 Mart tarihli nüshada “Millet metin ol !” adlı bir baş makale yayınladı.
Haydar Rüştü Bey, makalesinde “Madem ki ölmemeye azmettik ve mademki
esir yaşamak istemiyoruz o halde cidalimiz, hakkımız teslim edilinceye kadar
berdevam olacaktır. Amma bu hal olmayacakmış, varsın olmasın. Bu günün
yarını da var, öbür günü de var” diyordu.32 Bu arada gazete çalışanlarının
hayatlarında güzel olayların meydana geldiği okuyoruz. Çünkü gazetenin
makinisti Mustafa Efendi’nin Rumeli ve Aydın muhacirlerinden Hasan Ağa’nın
kızı ile nikah kıydığını görüyoruz.33 Ama aynı zamanda gazetenin mesul müdürü
hakkında kamu yararına dava açıldığını da okuyoruz. 24 Nisan’da Haydar
Rüştü Bey’in “La havle vela...”34 adlı baş makalesinden dolayı Mutasarrıflık
makamı tarafından “hukuk-u umumiye namına tahrik-i dava suretiyle müdür-ü
mes’ulümüz hakkında ikame-i dava edildiği haber alınmışdır” demekteydi.35 Bir
gün sonra Haydar Rüştü Bey “Matbuat” adlı baş makalesinde basının Kanun-u
Esasi’nin himayesi altında olduğunu vurgulamıştır.36 Gazete 29 Nisan tarihli
nüshasında davanın sonucunu “Beraet Kararı” başlığıyla duyurmakta ve şöyle
demektedir. “Gazetemiz aleyhine hukuk-u umumiye namına ikame edilen dava
dün Bidayet Mahkemesi’nde gıyaben reviyyet edilmiş ve bi’l-netice müdür-ü
mes’ulümüz Haydar Rüştü Bey’in beraetine karar verilmişdir.”37 Gazete
Antalya’da neşrinin altıncı ayına girerken hacminin yeniden düzenlendiğini,
içeriğinin çeşitlendirildiğini ve fiyatının yüz paradan beş kuruşa çıkarıldığını
29
30
31
32
33
34
35
36
37
Antalya’da Anadolu, 15 Eylül 1337. “...Gazetenin burada (Antalya) intişarı üzerine Posta
ve Telgraf Müdüriyet-i Umumiyesi Ajans suretlerinden birisinin Anadolu gazetesine
verilmesini Zülfi Bey’e (Ali Zülfikar, Antalya Posta ve Telgraf Müdürü) resen emir vermiş
ve Matbuat Müdüriyet-i Umumiyesi de keyfiyeti ayrıca bura istihbarat Müdürlüğü’ne
bildirerek bu surette idarehanemiz mezkur emirden haberdar edilmiştir.”
Antalya’da Anadolu, 28 Şubat 1337.
Antalya’da Anadolu, 2-4 Şubat 1337.
Antalya’da Anadolu, 27 Mart 1337; Çoşar, a.g.e., ss.259-260; Aybars, a.g.e., ss.267-268.
Antalya’da Anadolu, 20 Nisan 1337.
Antalya’da Anadolu, 24 Nisan 1337.
Antalya’da Anadolu, 26 Nisan 1337.
Antalya’da Anadolu, 27 Nisan 1337.
Antalya’da Anadolu, 29 Nisan 1337.
43
Muhammed GÜÇLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
okuyucuya duyurmaktaydı. Sahibinde, yerinde ve mesul müdüründe bir
değişiklik olmadığını görüyoruz.38 Temmuz ayının ortalarında ise gazete
yerini değiştirmiş ve kendi ifadesi ile “Antalya’da Debboy karşısında daire-i
mahsusada” yayınına devam etmiştir.39 Haydar Rüştü Bey, 14 Eylül 1921
tarihli yazışmalardan anlaşıldığına göre Antalya Posta ve Telgraf Müdürü
Ali Zülfikar Bey ile Ajans haberlerinin alınması konusunda tartışma yaşadığı
için kısa bir süre gazetesinin yayınına ara vermek zorunda kalmıştır.40 Ama
bu durumun fazla sürmediğini anlıyoruz. Çünkü gazetenin 18 Eylül tarihini
taşıyan nüshasında “Telgrafhane ile gazetemiz arasındaki ihtilaf? (?) tefhimen
zail olmuş ve idarehanemize telgafhanece ajanslar gönderilmeğe başlanmış
olduğundan (Anadolu) vazife-i neşriyesini ifaya başlamışdır” denilmektedir.41
Gazete bir yılını doldurduğunu ilan ettiği sayısında ise gazetenin
sahip ve sermuharriri yine Haydar Rüştü, matbaa ve idarehanesi Antalya’da
debboy karşısında özel daire olarak gösterilmekte ve nüshası beş kuruştan
satılmaya devam edilmiştir.42 Bu bilgilerden matbaanın yerinin değiştirildiğini
ve gazetenin bu gün ordu evi olarak kullanılan o dönemde Debboy denilen
yerin karşısında bulunan bir binaya taşındığını anlıyoruz. Burası aynı zamanda
Haydar Rüştü Bey’in evidir. Mürettiplerden biri de artık matbaada yatmaktadır.
Ömer Sami Coşar eserinde 6 Mart 1922 tarihinden itibaren gazetenin
mesul müdürlüğünü Hafız Zühtü üzerine aldı ve aynı yılın Haziran ayında
gazetenin dört sayfa olduğunu yazıyorsa da mevcut nüshalar bu bilgileri
doğrulamamaktadır. Antalya’da Anadolu gazetesinin son sayısı olan 12 Eylül
1922 tarihli nüshasında alt başlık olarak yine “Cumartesinden maada her gün
çıkar Türk gazetesidir” denildikten sonra sahip ve sermuharriri Haydar Rüştü,
Antalya’da debboy karşısında özel dairede bulunduğu ve nüshasının beş
kuruşa satıldığı yazmaktadır. Antalya’da Anadolu gazetesi yine iki sayfa ve
dört sütun üzerine çıkmaya devam etmektedir.43 Bu bilgilerden de anlaşılıyor ki
Antalya’da Anadolu gazetesi 1921 yılının ilk yarısında yaptığı mekan ve içerik
değişikliğinden başka bir değişim içinde olmamış gibidir.
Anadolu’da yaşanan işgaller yüzünden Antalya’ya göçler de artmaktadır.
Çünkü Demokrat parti döneminde Balıkesir Milletvekilli olan İbrahim Sıtkı
Yırcalı (1908-1988) hatıralarında Soma cephesinin düşmesi üzerine (Haziran
1920) ailesiyle beraber iki yaylı araba ile Bursa, Bilecik, Eskişehir üzerinden
Konya’ya gittiklerini, Delibaş isyanından sonra (Ekim-Kasım 1920) ise Burdur’a
geçtiklerini anlatır. İtalyanlar Antalya’yı boşalttıktan sonra (5 Temmuz 1921)
oraya göç ettiklerini ve Konya’da Babalık gazetesinde olduğu gibi Antalya’da
Anadolu gazetesinde çalıştığını belirtir. Bu dönemde çocukluğunu yaşayan
38
39
40
41
42
43
Antalya’da Anadolu, 24 Mayıs 1337.
Antalya’da Anadolu, 19 Temmuz 1337.
Antalya’da Anadolu, 15 Eylül 1337.
Antalya’da Anadolu, 18 Eylül 1337.
Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1337.
Antalyada Anadolu, 12 Eylül 1338.
44
Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
İbrahim Sıtkı Bey, Anadolu Ajansı’nın verdiği haberleri yayınlayan gazetelerde
(Babalık ve Antalya’da Anadolu) dizgiye yardım ettiğini ve akşama doğru da
çarşı-pazar dolaşıp dağıttığını vurgulamaktadır.44
Antalya’da Anadolu gazetesinin bir yılını doldurduğu gösteren 19
Aralık 1921 tarihli nüshası Ahmet Sönmez’in korumasında günümüze kadar
ulaşmıştır. Bu sayıda Haydar Rüştü Bey’in “Sene-i Devriyemiz” başlığını taşıyan
baş makalesi yer almaktadır. Bu makalede yazar Antalya’da Anadolu gazetesi
ile Antalya’da basının durumunu gözler önüne sermesi bakımından önemli
olduğundan burada vermeyi uygun görüyoruz.
“Cenab-ı hakka büyük hamd-ü sena Anadolu Antalya’da intişarının (yayınının)
birinci senesini doldurarak ikinci senesine girdi.
Geçen seneye kadar hatta haftalık bir risaleye dahi malik bulunamayan
muhitimiz, görülüyor ki işte senesini idrak eden –hem de yevmi- bir gazeteyi yaşatmağa
muvaffak olmuştur. Bu muvaffakiyetten dolayı hem heyet-i tahririye ve tertibiyemiz
(yazı ve dizgi heyeti) ve hem de muhterem halkımız iftihar edebilirler.
Gazetemiz, mensubiyetini iftihar ve hamd ederler. Zira bütün müşkülata ve
mevania (engeller) göğüs germişler vazifelerinin kudsiyet ve ulviyetini göz önüne
alarak her dürlü mahrumiyetlere rağmen çalışmışlar ve kanaatkar bir hayatla millete
ve memlekete hizmet edebilmek ümidiyle kendilerini alıştırmışlardır. İşte bu imanın, bu
kanatın neticesi olarak da bu günü idrak eylemişlerdir.
Halkımız iftihar edebilir, çünkü onların bu gazeteyi kendilerine mal etmeleri,
kendi ruh ve arzularının ma’kesi (akis yeri) ad eylemeleri ve bil-netice gazetenin
hayat-ı maddiye ve maneviyesini temin için rağbetlerini, teşviklerini ibzal etmeleri
(esirgememeleri) sayesindedir ki Anadolu bu sene-i devriyesini görmeğe muvaffak
olmuştur. Hasılı bizim mahaldane? teşebbüsatımıza tereffuk eden (yardım eden)
müsta’mer (bayındır hale getirme) gayretimiz muhterem halkımızın irfanperver
müzahiratına (yardım, koruma) nail olduğu içindir ki bu gün, yani yevmi bir gazetenin
sene-i devriyesini idrak eylemesi hadisesi meydana geldi.
Acaba Anadolu memlekete, millete faide-i bahş bir uzuv oldu mu ?
Bu suale cevap vermek bize düşmez. Her hangi münsaf ? bir kari’ (okuyucu)
bir senelik neşriyatımıza icra-ı nazar ederse bu hususta bir hüküm verebilir. Biz ise bu
hükmün aleyhimize olarak tecelli etmeyeceğine emin olduğumuzu söyleyebiliriz.
Anadolu’nun Antalya’da intişara başladığı gün yazdığımız bir bendde
vazifelerimizi ne suretle ifa edeceğimizi uzun uzadıya sayıp dökmüş idik. Öyle zan
ediyoruz ki bir sene içinde üçyüz (?) programdan inhiraf (dönme, sapma) eylemedik.
Haklıyı takdir, haksızı tenkil ettik ve bunları yaparken haktan ve vicdandan gayrı
bir rehber tanımadık. Fenalıkları, memleketin kangrenleşmiş mesaili vardı. Bunları
44
Nazlı Ilıcak, 15 Yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, C. 1, İstanbul, 1975, s.215; Hasan Üstün,
“Dokuma Kentsel Sit Olsun” , Antalya Ekspres, 23 Ağustos 2005.
45
Muhammed GÜÇLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
kalemimizin ucuyla hırpaladık. Mauna dertlerini, gümrük işlerini, hayvan mesailini,
beledi vazifeleri gücümüzün yettiği kadar teşrih (genişçe açıklama) ederek bunların
mazarratlarını hiç olmazsa tahdide muvaffak olduk.
Geçirdiğimiz üç büyük harbin en buhranlı zamanlarında milletimizin, sevgili
ordumuzun muhakkak zaferlerinden halkı ümitvar ederek bu suretle milletin sarsılmayan
iman ve azmine timsal olduk.
Cümlesine ayrı ayrı teşekküre borçlu olduğumuz kıymetdar arkadaşların
muavenet-i tahririyelerini elde etmeğe muvaffak olarak muhitimizi bu rüfekanın ilmi,
fenni asarıyla müstefit etmeğe çalıştık.
Gazeteyi –tekzipten korkmayarak diyebiliriz ki- Anadolu’da çıkan diğer
rüfekamızdan mütenevvia daha müteferrik, daha (?) (?) (?) ile neşr etmeğe çalıştık. Ve
cürmümüzün müsaadesi nisbetinde buna da az çok muvaffak olduk.
Muhitin darlığı her türlü levazımın madumiyeti ve hiçbir taraftan maddi bir
muavenet görülememesi gibi ahval ve şerait içinde daha vasi’ daha mükemmel bir gazete
neşrine imkan olamayacağını da kar’ilerimizin nazar-ı dikkate alacaklarını da ümit
ediyoruz.
Hülasa biz vasimiz, iktidarımız derecesinde muhitimize nafi’ olmağa çalıştık.
Birçok mahrumiyetler, müşküller iktiham ederek gayret eyledik. Bu suretle vuku bulan
belki bilmeyerek yapılan bazı hataiyat ile de alevde olmuştur. Bu noksanların hüsn-ü
niyetimize bağışlanmasını da ayrıca temenni ederiz.
Gelecek sene bu günü mülk ve milletin sulh ve saadeti içinde idrak eylememizi
eltaf hüdadan temenni eder ve kıymetdar yardımlarıyla bizi minnettar eden rüfekaya
arz-ı teşekkür eyleriz. Gazetemizin burada tesisine büyük yardımı sebk eden Müdafaa-ı
Hukuk Cemiyet-i Muhteremesine de en har ve samimi teşekkürlerimizi takdim eder ve
ikinci senenin de bize tahmil eylediği vezaifin ifasına daha büyük bir azim ve iman ile
besmelekeş oluruz.”45
3. Antalya’da Anadolu Gazetesinin Son Günleri
Antalya’da Anadolu Matbaasında Basılan Mecmua ve Kitapçıklar
Antalya’da Anadolu gazetesi Antalya’da yayınlanmasından sonra
çeşitli adlar altında mecmua yayınlayacağını okuyucularına zaman zaman
duyuruyordu. Sonunda Haydar Rüştü Bey “Hayat ve Fikirler” adlı bir edebiyat
mecmuasını çıkaramaya karar verdi. Ancak bu düşünce önce matbaanın taşınması
sonra da derginin sorumlu müdürünün silah altına davet edilmesiyle bir türlü
gerçekleşemedi. Gazetenin sütunlarında “Hayat ve Fikirler” başlığı altında
yayınlanan haberde bu konu hakkında Temuz ayının sonunda “Matbaanın
45
Haydar Rüştü, “Sene-i Devriyemiz” , Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1337; Güçlü,
Antalya’da Mahalli Basının .., ss.177-180. Antalya’nın tarihine ve kültürüne önem verdiği
için adına bir kütüphane açan Sayın Ahmet Sönmez’in (Berber Ahmet) bu nüshayı bu güne
kadar koruması takdire şayandır.
46
Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
nakli sebebiyle bu güne kadar intişar edemeyen Hayat ve Fikirler mecmua-i
edebiyesi önümüzdeki Cumartesi günü intişar edecektir”46 denilirken, Mayıs
ayının başlarında “Müdir-i mes’ulünün silah altına daveti hasebiyle bu hafta
Hayat ve Fikirler intişar edemeyecektir. Gelecek hafta yeni müdirin nezareti
altında iki nüsha birden intişar edecekdir” denilmekteydi.47 Ancak mevcut
gazete nüshalarından ve basın konusundaki kataloglardan Hayat ve Fikirler
mecmuasının yayınlandığı tespit edilememiştir.48
Haydar Rüştü Bey basın konusunda açtığı yayın çığırını, kendi
matbaası olan Anadolu matbaasında 1922 yılının Mart ayında Niyazi Recep’in
(Aksu)49 sahipliği ve sorumluluğunda yayınlanmaya başlanan “yarım aylık,
edebi, terbiyevi mektepçiler mecmuası” alt başlığı altında Doğu Mecmuası
ile sürdürdü.50 Bu arada 1920 yılından beri –her halde Anadolu matbaası
ile beraber olmalıdır- Muallimler Cemiyeti tarafından Hakkı Nezihi’nin
sorumluluğu, Vamık Kemal’in başyazarı olduğu on beş günlük Yeni Hayat
mecmuası Antalya’da yayınını sürdürüyordu. 1922 yılına gelindiğinde Yeni
Hayat Mecmuası 39. sayıya ulaşmıştı.51 Ayrıca Büyük Taarruz öncesi Antalya’ya
gelen Arif Oruç, Haydar Rüştü Bey’den Afyon’da gazete çıkarmak amacıyla
pedal makinesini satın almıştı. Ancak Arif Oruç Bey, Belediye yanında bulunan
Kabadayı Hüseyin Bey’in mağazasını kiralayıp,52 henüz hiçbir yerde nüshasına
rastlayamadığımız “Yeni İzmir” adıyla bir gazete çıkarmaya başlayınca, Haydar
Rüştü Bey ile aralarında bir tartışma çıktı. Bunun üzerine Arif Oruç Bey
Antalya’dan ayrılmak zorunda kaldı.53 Arif Oruç Bey, Milli Mücadele sonrası
İzmir’de Kasım ? 1922 tarihinde “Yeni Turan” adıyla bir gazete çıkarmaya
başladı.54
Haydar Rüştü Bey’in Antalya’da Anadolu matbaasını tesisiyle şehir
gazete ve mecmua dışındaki yayınlarla da tanışmıştır. Bunlardan birisi
Antalya’da Anadolu gazetesinin yayına başlamasından birkaç gün sonra basılan,
geldiği şehirdeki Yunan işgalini ve zulmünü anlatan “İzmir’de Neler Oldu?” adlı
46
47
48
49
50
51
52
53
54
Antalya’da Anadolu, 28 Temmuz 1337.
Antalya’da Anadolu, 7 Ağustos 1337.
Hasan Duman, Osmanlı-Türk Süreli Yayınları ve Gazeteleri (1828-1928), C. I, Ankara, 2000,
ss.368-370.
Niyazi Recep, 1893 yılında Elmalı’da doğdu. Yüksek Öğretmen Okulu’nda mezun olduktan
sonra eğitimini Almanya’nın Freiburg Üniversitesi’nde sürdürdü. Antalya’da Maarif
müfettişliği yaptığı sırada mesleki içerikli Doğu Mecmuasını çıkardı. Gotthard Jaeschke’nin
iki ciltlik Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi adlı eseri Türkçe’ye çevirdi. Sekizinci dönemde
Antalya Milletvekilliği yaptı. 13 Eylül 1965 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Mustafa Üstün,
“Antalya Tarihinden İzler”, Vizyon, S: 200, Eylül 2004, ss.36-39.
Doğu Mecmuası, Sene: I, S. 9, Antalya, 31 Temmuz 1338.
Hasan Duman, Osmanlı-Türk Süreli Yayınları ve Gazeteleri (1828-1928), C. II, Ankara, 2000,
s. 937; Hüseyin Çimrin, Yakın Geçmişe Yolculuk-Bir Zamanlar Antalya Tarih, Gözlem ve Anılar,
Antalya, 2002, ss.449-450.
Hüseyin Çimrin, Antalya Kent Kronolojisi İ.Ö 158-2005, Antalya, 2005, ATSO yayını, s.89.
Arif Oruç’un Yarın’ı (1933), Haz. Mete Tuncay, İstanbul, 1991, s.8.
Ö. Faruk Huyugüzel, 1928’e Kadar İzmir’de Çıkmış Türkçe Kitap ve Süreli Yayınlar Kataloğu,
İzmir, 1996, ss.60-61.
47
Muhammed GÜÇLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
on sayfalık kitapçık idi. Yazarı belli olmayan bu kitapçık 1920 yılında Antalya’da
Anadolu matbaasında basılmıştı.55 Bir başka yayın ise Antalya’nın ticari
durumunu ve tüccarlarının isimlerini içeren eser “Antalya-Ahval-i Ticariyesini ve
Tüccaranının Esamisini Havi Risaledir” adıyla 22 sayfa olarak 1 Ağustos 1338/1922
tarihinde Anadolu matbaasında basılmıştır. Antalya Ticaret ve Sanayi Odası
Başkatibi M. Odabaşıoğlu’nun (Selek, Selekler) 25 Şubat 1934 tarihli notuna
göre bu eser odanın ilk matbu eseri özeliğini taşımaktadır. Antalya’da faaliyet
gösteren yüz tüccarın adının kayıtlı olduğu bu esere göre, eşya-ı mütenevvia
ticaretiyle meşgul olan Haydar Rüştü Bey, “Anadolu Ticarethanesi” unvanıyla
birinci sınıf tüccarlar arasında yer almaktadır.56
3.2. Antalya’da Anadolu Gazetesi Yuvasına Dönüyor
Haydar Rüştü Bey kentte bulunduğu dönemde İstanbul ve Anadolu
kentlerinden Antalya’ya gelip güvenli bir şekilde Ankara’ya gitmek isteyen
Milli mücadele taraftarları ile ilgilendi.57 Bu dönemde kendisinin de İzmir’den
gelmesinden dolayı oradan gelen insanlarla daha bir başka ilgilendiğini
bilmekteyiz.58 Ayrıca kentte birçok konuda etkin olduğunu da görmekteyiz. Bu
arada 3 Nisan 1922 tarihinde Belediye binasında yapılan Hilal-i Ahmer (Kızılay)
Cemiyeti’nin birinci kongresinde Heyet-i Merkeziye üyesi seçilmiş,59 daha sonra
yapılan görev dağılımında katiplik görevini üslenmiştir.60 Yine Haydar (R)üştü
Bey, 1922 yılının Nisan ayı başında yapılan Antalya Belediye başkanlığına aday
olmuş ve 363 oy almıştır.61
İşgal öncesi İzmir’de Haydar Rüştü’yü tanıyan Nurettin Paşa, Birinci
Ordu Komutanlığına atandıktan sonra onun Antalya olduğunu öğrenmiş ve ona
Antalya İstihbarat Zabitliği aracılığıyla 22 Temmuz 1922 tarihinde gönderdiği
telgrafta, İzmir’de ve İzmir’deki merkez tarafından idare edilmek üzere Manisa,
Alaşehir, Uşak’ta birer istihbarat merkezi kurmayı düşündüğünü ve bu konu ile
ilgili düşüncelerini soruyordu.62 Bu arada Haydar Rüştü Bey, İzmir’e gitmeye
hazırlandığı sırada 9 Eylül 1922 tarihinde Antalya gazetesi yayınlanmaya
55
56
57
58
59
60
61
62
İzmir’de Neler Oldu? , Antalya, 1336, Anadolu Matbaası; Muhammet Güçlü, “İzmir’in
İşgaline Tanık Bir Zatın Kaleminden: “İzmir’de Neler Oldu? 1336/1920” Kitapçığı Üzerine”,
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C. X, S. 22, Bahar 2011, ss.65-75.
Muhammet Güçlü, “Antalya’nın Ticari Durumuna İlişkin Bir Belge”, Toplumsal Tarih Dergisi,
C:4, S:19, Temmuz 1995, s. 33-38; Antalya-Ahval-i Ticariyesini ve Tüccaranının Esamisini Havi
Risaledir, Haz. Muhammet Güçlü, Antalya, 1997, s.1-20, Atso’nun 111. Kuruluş Yıldönümü
Onuruna Yayınlanmıştır.
Burhanettin Onat, Bir Zamanlar Antalya-Bir Antalya Sevdalısının Kaleminden, İstanbul, 2000,
ss.88-89.
Bunlardan Mahmut Hıfzı Bey, Antalya’ya 28 Kanun-u Evvel 1336/1920 tarihinde gelmiş,
14 Haziran 1923 şehirden ayrılmıştır. Bu tarihte Haydar Rüştü Bey şehire geleli bir hayli
zaman olmuş ve Antalya’da Anadolu adlı gazetesini de yeni çıkarmaya başlamıştı.
Antalya’da Anadolu, 5 Nisan 1338.
Erten, a.g.e., ss.44, 48.
Antalya’da Anadolu, 6 Nisan 1338.
Öktem, a.g.e., ss.16-17.
48
Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
başladı.63 Çünkü kendisi gazetesinin son nüshasında “Elveda” başlıklı yazısında
“Antalya’da birkaç günden beri intişara başlayan Antalya refikimize (arkadaş)
bizim yerimizi tutması ve neşriyat-ı vatanperveranesiyle (vatanperver yayınıyla)
memlekete daha nafi’ (faydalı) olmasını temenni ederim” demekteydi.64
Antalya’da 19 Aralık 1920-12 Eylül 1922 tarihleri arasında Haydar
Rüştü Bey tarafından 533 sayı çıkarılan Antalya’da Anadolu gazetesi, 7 Eylül
1922 tarihli nüshasında “İzmir’e Doğru” diye başlık attı. İzmir’in kurtuluşundan
sonra Antalya’daki son sayısının kağıt stoklarının tükenmesinden dolayı
ambalaj kağıdına basmak zorunda kalan Antalya’da Anadolu gazetenin son
sayısının baskısı biterken gazetenin başyazarı, makinisti ve dizgicileri iskelede
hazırlıklarını bitiren ve İzmir’e gidecek olan İtalyan şilebine varmışlardı.
Antalya’da Anadolu gazetesinin sahibi ve başyazarı olan Haydar Rüştü Bey,
gazetenin Antalya’daki 12 Eylül 1922 tarihli son sayısına yazdığı “ElvedaMuhterem Antalyalılara” adlı baş makalesinde Antalya’da geçen hayatının
özetini verdikten sonra şehirdeki basının durumuna da açıklık getirmekte,
ayrıca Antalya’ya ve Antalyalılara olan duygularını açıklamaktadır. Ömer Sami
Çoşar bu makalenin yayın tarihini, Haydar Rüştü Bey’in 7 Eylül 1922 tarihinde
yayınlanan “İzmir’e Doğru” adlı başmakalesinden üç gün sonraydı diyerek 10
Eylül 1922 olarak vermekte ve bir kısmını yayınlanmaktaydı.65 Oysa söz konusu
makale Antalya’da Anadolu gazetesinde 12 Eylül 1922 tarihinde yayınlanmıştı.
Bu makalenin tam metnini Antalya tarihine ilgi duyanlara ve özellikle de
yerel basın konusunda çalışma yapanlara faydalı olacağı düşüncesi ile burada
verilmiştir.
“Elveda-Muhterem Antalyalılara,
336 (1920) senesinin Kanun-u Evvelinin (Aralık) 19. Pazar günü Antalya’da
intişara (yayına) başlayan Anadolu bu gün buradaki hidematına (hizmetine), neşriyatına
nihayet veriyor. Sevgili İzmir’imizin mübarek ordumuz tarafından istirdadı (kurtuluşu)
üzerine Anadolu orada işe başlamak mecburiyetinde kaldı. Antalya’da birkaç günden
beri intişara başlayan Antalya refikimize (arkadaş) bizim yerimizi tutması ve neşriyat-ı
vatanperveranesiyle (Vatanperver yayınıyla) memlekete daha nafi’ (faydalı) olmasını
temenni ederim. Burada geçirdiğimiz gazetecilik hayatın(m)ın tarihçesinden uzun
uzadıya bahs etmeyi zaid (gereksiz) görüyorum. Bu hayat eğer bu güzel diyara (ve bir)
(?) olsun bir faide temin edebilmişsem bundan dolayı iftihar ederim.
Aziz Antalyalılar,
Şu satırları yazarken göz yaşlarımı zapt edemiyorum. Büyük küçük hepinizden
çok değerli hüs-ü kabuller, iltifatlar gördüm. Gazetemi kendi efkar ve vicdanınızın ma’kesi
(akis yeri) olarak telakki eylediniz. Hele aciz şahsım ve şahsiyetim hakkında cümlenizden
gördüğüm biraderane samimiyetlere, teveccühlere nasıl mukabele edeceğimden acizim.
63
64
65
Güçlü, Antalya’da Mahalli Basının .., ss.180-183.
Haydar Rüştü, “Elveda-Muhterem Antalyalılara”, Antalya’da Anadolu, 12 Eylül 1338.
Coşar, a.g.e., ss.260-261.
49
Muhammed GÜÇLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Sevgili Antalyalılar,
Vatan uğrunda diyarlarını terk ile perişan bir halde ağuşunuza (kucağınıza)
atılan biz kardeşleriniz, emin olunuz ki sizlerin ibraz ettiğiniz mihman-nüvazlığın
(konukseverlik) hatırasını ebediyyen kalplerinde muhafaza edeceklerdir. Burada
beraberce yaşadığımız zamanlar içinde hep beraber güldük beraber ağladık, beraber
çalıştık. İşte bu gayretlerin semeresidir ki mes’ud günleri idrake muvaffak olduk. Nasıl
olur da bu hatıraları unutabiliriz.
Hamiyetkar Antalyalılar,
İki seneyi mütecaviz (geçen) bir zaman zarfında şahsi ve bir buçuk senelik
gazetecilik hayatın(m)da da mesleki olarak benden ve gazetemden hasb-el-beşeriyye
(insanlık icabı olarak) sadır (çıkan) olan hataya (hata) ve taksirat (kusurlar) varsa
sizlerden ayrılacağım bu günde bu kusurlardan dolayı affınızı talep ederim. Eğer
şahsım itibariyle beraber çalıştığım yurtlarda, ? cemiyetlerde ve gazetecilikte sizlere
ve memlekete karşı ifa-ı hüsn-ü hizmet edebilmişsem bunun mükafatını da sizlerden
isterim. Bu mükafatta şudur: Anadolu’yu Unutmamanız! Bana bütün hayatımda en
büyük mükafat sizlerin bu acizi hatırınızdan çıkarmamanızdır.
Muazzez Antalyalılar,
Bütün heyet-i tahririye ve tertibiyemiz (yazı ve dizgi heyeti) sizden müteşekkiren
ve memnunen ayrılıyor. Müsaade ederseniz zulm altında senelerce inleyen diyarımıza
ve bilhassa birkaç gün sonra yüzlerimizi topraklarına süreceğimiz güzel İzmir’e
selamlarınızı götürelim.
Elveda Ey Gardaşlar, Haydar Rüştü”66
İzmir’in kurtuluşundan sonra Anadolu adlı gazetesini İzmir’de
yayınlamaya devam eden Haydar Rüştü Bey, 21 Kasım 1922 tarihinde İzmir
Belediye Meclisi’ne üye seçildi. Mustafa Kemal Paşa’nın tasvibiyle 1923 yılında
Denizli Mebusu olarak Meclise giren Haydar Rüştü Bey, yeni görevini yedi
dönem boyunca sürdürmüştür. Haydar Rüştü Bey’in Antalya’ya hizmetlerini
unutmayan Antalya Belediyesi, 7 Kasım 1925 tarihli kararı ile Denizli Mebusu
Haydar Rüştü Bey ile İzmir Mebusu Mustafa Necati Bey’e Antalya fahri
hemşehrilik beratı verdi. Aynı yıl Cumhuriyet Halk Fırkası Antalya Heyet-i
Merkeziyesi’nin beş aza ve başkan Sermetzade Osman Efendi’nin 25 Aralık
1925 tarihli kararı ile her ikisini fahri hemşehriliğe kaydedip, mazbatayı Denizli
Mebusu Haydar Rüştü Bey’e ulaştırmıştır. Anadolu gazetesinin başyazarlığını
bir ömür boyu sürdüren Haydar Rüştü Bey, tedavi için gittiği İstanbul Teşvikiye
Sıhhat Yurdunda 11 Ağustos 1951 tarihinde vefat etmiştir. Cenazesi 16 Ağustos
1951 tarihinde Giresun vapuru ile İzmir’e getirilip Kokluca’da toprağa verildi.
Haydar Rüştü Bey’in yerine oğlu Aydın Öktem yönetimi üzerine aldı. Anadolu
gazetesi Haydar Rüştü Bey’in eşi Eribe hanımın özverili çalışması ile 1954
66
Haydar Rüştü, “Elveda-Muhterem Antalyalılara” , Antalya’da Anadolu, 12 Eylül 1338.
50
Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
yılına kadar varlığını sürdürdü.67 Ancak burada şunu da vurgulamadan
geçemeyeceğim. Cumhuriyet’in ilk yıllarında aynı zamanda Denizli Mebusu
olarak TBMM’de bulunan Haydar Rüştü Bey’in İzmir’de Anadolu gazetesinin
yayın politikasını belirlerken Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi Rudolf Nadolny
ile yardım pazarlığı yapması her halde hayatındaki olumsuz sayfalardan birisi
olsa gerek diye düşünüyoruz.68
Sonuç
Haydar Rüştü Bey, maceralı bir yaşamdan sonra 1912 yılında İzmir’e
yerleşmiş, Anadolu gazetesini üzerine almış ve çıkarmaya devam etmiştir.
İzmir’in işgali üzerine Anadolu’ya geçmiş, gazetesini İstanbul ve Balıkesir’de
çıkarmak istemiştir. Bursa’nın işgali üzerine Ankara’ya gitmiştir.
Haydar Rüştü Bey, yirmi gün Ankara’da kaldıktan sonra Antalya’ya
gelmiş ve uzun bir uğraştan sonra gazetesini Antalya’da Anadolu adı ile
19 Aralık 1920 tarihinde yeniden çıkarmıştır. Bu gazete Antalya’nın ilk yerel
gazetesi olma özelliği ile dikkat çekmektedir. Böylece Antalya’da Anadolu
gazetesi ile Antalya ve çevresi günlük bir gazeteye kavuşmuş oldu. Antalya halkı
daha önce İstanbul, Konya, İzmir ve Ankara gazetelerini okuyarak ülke konuları
hakkında bilgi sahibi oluyordu. Antalya’da Anadolu gazetesi aracılığıyla şehir
ve bölge haberlerini, Anadolu Ajansı bültenini, Batı Cephesi haberlerini, Avrupa
haberlerini, çokça İzmir ve Yunan mezalimine ilişkin haberleri okuma şansı
yakaladı. Ayrıca gazetenin yanında Anadolu matbaasında basılan mecmua ve
kitapçıklar ile tanıştı. Milli Mücadele dönemi çalışmaları açısından Antalya’da
Anadolu gazetesi önemli bir kaynaktır.
67
68
Öktem, a.g.e., ss.17-24.
Nevzat Gözaydın, “Türk Basınında Germanofiller” , Tarih ve Düşünce Dergisi, S. 27, Nisan
2002, s.23.
51
Muhammed GÜÇLÜ
A- Süreli Yayınlar
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
KAYNAKÇA
Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1336.
Antalya’da Anadolu, 2 Şubat 1337.
Antalya’da Anadolu, 3 Şubat 1337.
Antalya’da Anadolu, 4 Şubat 1337.
Antalya’da Anadolu, 28 Şubat 1337.
Antalya’da Anadolu, 27 Mart 1337.
Antalya’da Anadolu, 20 Nisan 1337.
Antalya’da Anadolu, 24 Nisan 1337.
Antalya’da Anadolu, 26 Nisan 1337.
Antalya’da Anadolu, 27 Nisan 1337.
Antalya’da Anadolu, 29 Nisan 1337.
Antalya’da Anadolu, 24 Mayıs 1337.
Antalya’da Anadolu, 19 Temmuz 1337.
Antalya’da Anadolu, 28 Temmuz 1337.
Antalya’da Anadolu, 7 Ağustos 1337.
Antalya’da Anadolu, 15 Eylül 1337.
Antalya’da Anadolu, 18 Eylül 1337.
Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1337.
Antalya’da Anadolu, 5 Nisan 1338.
Antalya’da Anadolu, 6 Nisan 1338.
Antalya’da Anadolu, 12 Eylül 1338.
Doğu Mecmuası, Sene: I, S. 9, Antalya, 31 Temmuz 1338.
B- Basılı Eserler
Antalya-Ahval-i Ticariyesini ve Tüccaranının Esamisini Havi Risaledir, Haz.
Muhammet Güçlü, Antalya, 1997.
52
Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Arif Oruç’un Yarın’ı (1933), Haz. Mete Tuncay, İstanbul, 1991.
AYBARS, Ergün, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, İzmir, 2000.
BAYAR, Celal, Ben de Yazdım, C. V, İstanbul, 1967.
COŞAR, Ömer Sami, Milli Mücadele Basını, Gazeteciler Cemiyeti Yayınları No: 5.
ÇİMRİN, Hüseyin, Antalya Kent Kronolojisi İ.Ö 158-2005, Antalya, 2005, ATSO
yayını.
ÇİMRİN, Hüseyin, Yakın Geçmişe Yolculuk-Bir Zamanlar Antalya Tarih, Gözlem ve
Anılar, Antalya, 2002.
DAĞTEKİN, Nuri, “Antalya’nın İlk Gazetesi” , Antalya’da Bayram Gazetesi, 27-29
Ağustos 1985.
DAYAR, Evren, Gazetelerde Yazılı Tarih-Antalya’da Gündelik Hayat ve Basın
(1920-1928), Antalya, 2011.
DUMAN, Hasan, Osmanlı-Türk Süreli Yayınları ve Gazeteleri (1828-1928), C. I-II,
Ankara, 2000.
ERTEN, Süleyman Fikri, Milli Mücadele’de Antalya, Antalya, 1996, Antalya
Müzesi Yayını.
GAULİS, Berthe Georg , Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği, Çev. Cenap
Yazansoy, İstanbul, 1981.
GÖZAYDIN, Nevzat, “Türk Basınında Germanofiller” , Tarih ve Düşünce Dergisi,
S. 27, Nisan 2002.
GÜÇLÜ, Muhammet, “Antalya’da Mahalli Basının İlk Yirmi Yılı (1920-1940)” ,
Düşünceler Dergisi, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayını, Yıl: 10, S:
9, Şubat 1996.
GÜÇLÜ, Muhammet, “Antalya’nın Ticari Durumuna İlişkin Bir Belge”,
Toplumsal Tarih Dergisi, C:4, S:19, Temmuz 1995.
GÜÇLÜ, Muhammet, “İzmir’in İşgaline Tanık Bir Zatın Kaleminden: “İzmir’de
Neler Oldu? 1336/1920” Kitapçığı Üzerine”, Çağdaş Türkiye Tarihi
Araştırmaları Dergisi, C. X, S. 22, Bahar 2011.
GÜÇLÜ, Muhammet, XX. Yüzyılın İlk Yarısında Antalya, Antalya, 1997, Antalya
Ticaret ve Sanayi Odası Kültür Yayınları.
Haydar Rüştü, “Hayat ve Mesleğimiz”, Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1336.
Haydar Rüştü, “Sene-i Devriyemiz”, Antalya’da Anadolu, 19 Kanun-u Evvel 1337.
Haydar Rüştü, “Elveda-Muhterem Antalyalılara” , Antalya’da Anadolu, 12 Eylül 1338.
HUYUGÜZEL, Ö. Faruk, 1928’e Kadar İzmir’de Çıkmış Türkçe Kitap ve Süreli
Yayınlar Kataloğu, İzmir, 1996.
53
Muhammed GÜÇLÜ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ILICAK, Nazlı, 15 Yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, C.1, İstanbul, 1975.
İzmir’de Neler Oldu?, Antalya, 1336, Anadolu Matbaası.
Kadriye Hüseyin, Mukaddes Ankara’dan Mektuplar, Çev. Cemile Necmeddin
Sahir Sılan, Ankara, 1987.
KASAPOĞLU, Ahmet (Derleyen), Milli Mücadele Anıları (13 Nisan 1920-31 Ekim
1920), Ankara, 1998.
KAYGUSUZ, Bezmi Nusret, Bir Roman Gibi, İzmir, 2002.
KESER, Ulvi, “Milli Mücadele Döneminde Ayrılıkçı Faaliyetlerde Kilisenin Rolü
ve Hrisostomos-Hrisantos Girişimlerine Kesitsel Bir Bakış”, Turkish
Studies, Volume 5/3, Summer 2010.
KOLOĞLU, Orhan, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Basın, İstanbul, 1992.
KÜLTÜR, İsmet, “Bir Baş Muharrirle Konuşma” , İzmir Kültür, No: 12, 1943.
MORALI, Nail, Mütarekede İzmir, Önceleri ve Sonraları, Yay. Haz. Erkan Serçe,
İzmir, 2002.
ONAT, Burhanettin, Bir Zamanlar Antalya-Bir Antalya Sevdalısının Kaleminden,
İstanbul, 2000.
ÖKTEM, Haydar Rüştü, Mütareke ve İşgal Anıları, Haz. Zeki Arıkan, Ankara, 1991.
ÖZALP, Kazım, Milli Mücadele 1919-1922, C. I, Ankara, 1988, 3. bs.
ÖZKAYA, Yücel, Milli Mücadele’de Atatürk ve Basın (1919-1921), Ankara, 1989.
SORGUÇ, İbrahim, Bu Defa Niçin Harp Edeceğimi Biliyorum-Filistin Cephesi ve
İstiklal Savaşı Anıları, Ed. Emre Yalçın, İstanbul, 2010.
SORGUÇ, İbrahim, İstiklal Harbi Hatıratı-Kaybolan Filistin, Yay. Haz. Erdoğan
Sorguç, İzmir, 1996, 2. bs.
ÜSTÜN, Hasan, “Dokuma Kentsel Sit Olsun” , Antalya Ekspres, 23 Ağustos 2005.
ÜSTÜN, Mustafa, “Antalya Tarihinden İzler”, Vizyon, S: 200, Eylül 2004.
54
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi
Journal Of Modern Turkish History Studies
XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 55-78.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN İKİNCİ NÜFUS SAYIMI:
20 İLKTEŞRİN 1935
“NE BİR EKSİK NE BİR FAZLA”
Fatih TUĞLUOĞLU*
Öz
Nüfus sayımları, insanlık tarihi kadar eski bir uygulamadır. Bir coğrafyada yaşayan
insanların sayısını tespit etmek her zaman idareciler için faydalı bilgiler vermiştir. Modern
devlet kavramının ortaya çıkması ile nüfus sayımlarına yüklenen misyon farklılaşmaya
başlamış, elde edilen bilgilerden hareketle devletler siyasi ve ekonomik politikalar
geliştirmişlerdir. Türkiye’de de benzer amaçlarla uygulanmaya başlanan nüfus sayımları,
cumhuriyet döneminde muhtevası farklılaşmış ve düzenli yapılmıştır. 20 Teşrinievvel
1935’de yapılan sayım Türkiye Cumhuriyetinin ikinci nüfus sayımıdır. Bu sayım dış dünyaya
Türkiye’nin genç ve bol bir nüfusunun olduğu izlenimi vermenin yanı sıra elde edilecek
bilgiler ile ekonomik kalkınmaya destek olacak insan potansiyeli belirlenmek istenmişti.
Anahtar Sözcükler: Nüfus Sayımı, Celal Aybar, 20 Teşrinievvel, Sayım Memuru, Kalkınma.
SECONDPOPULATION CENSUS OFTHE REPUBLIC OF TURKEY:
20 İLKTEŞRİN 1935
Abstract
Population counts, a practice that is as old as human history. To determine the
number of people living in a region always has useful information for managers. With the
emergence of the modern state, the concept of the mission undertaken censuses become
different motion states that the information obtained from the developed political and
economic policies. Turkey introduced a similar census purposes, the content of the republican
period were differentiated and organized. 20 Teşrinievvel 1935 censusthepopulation of the
Republic of Turkey the second count. This is a census of the population outside world the
impression that the young and give plenty of information to be obtained, as well as to support
economic development andhumanpotentialwasaskedtodetermine.
Keywords: Census, Celal Aybar, 20 Teşrinievvel, Enumerator, Development.
*
Yrd. Doç. Dr., Aksaray Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, (f.tugluoglu@gmail.com).
55
Fatih TUĞLUOĞLU
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
1. Nüfus nedir?
Sınırları belirlenmiş bir coğrafyada yaşayan insanların sayısal toplamı
nüfus olarak adlandırılmaktadır. İnsan sayısının artması, insana özgü biyolojik
aşamalarla mümkün olmakta ve bu aşamalar nedeniyle artış sınırlı olmaktadır.
Nüfusun artması ve azalması sadece biyolojik bir konu olmayıp toplumsal ve
ekonomik yapıyı da ilgilendirmektedir. Bu nedenle belli dönemlerde yaşanan
doğum ve ölümler, ülkenin ekonomik vaziyetine ve gelecek planlarına göre
değerlendirilmekte ve yorumlanmaktadır.
Bu çalışma; kapitalist düşüncenin Avrupa ekonomilerine hâkim
olmasıyla ortaya çıkan nitelikli ve yetişmiş insan gücünün elde edilmesi için önce
Avrupa’da, cumhuriyetin ilk yıllarında da Türkiye’de uygulanan pronatalist
nüfus politikalarının ideolojik arka planını ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Türkiye Cumhuriyetinin miras aldığı insan sermayesinin ülkenin ekonomik
altyapısını tamamlamak ve kalkınmayı sağlamak amacıyla dönüştürerek
düzenlenmesini açıklamaya ve bu amaçla uygulanan politikaların sonucunun
merakla beklendiği 1930’lı yılların ortasında yapılan nüfus sayımından
bahsetmeye çalışacağız.
2. Nüfus Olgusunun Ortaya Çıkışı
Kapitalist ekonomik formasyonun hakim olduğu dönemden önce
Avrupa’ya hakim olan feodal toplumda siyasi iktidarlar gevşek bağlarla
yönettiği uyruklarıyla senyörler vasıtasıyla ilişki kurmaktaydı. Hükümdar
için vatandaşların senyörlere veya bağlı bulundukları insanlara vergi ödemesi,
zamanı gelince askerlik yapması yeterli idi. Hükümdar vatandaşların ne yaptığı
ile ilgilenmemekte ve bireyler somut olarak iktidarın gözüne gözükmemekteydi1.
Avrupa’da feodalizmin çökmeye başlaması ile büyük ve merkezi devletlerin
ortaya çıkmaya başlamıştı. Üretim miktarlarında görülen büyük artışlar,
ulaşım imkânlarının artması, ülke ekonomilerinin çapını genişletmiş ve
yüksek mevcutlu ordulara duyulan ihtiyaçlar devletleri nüfusun miktarını ve
hareketlerini takip etmeye sevk etmişti. Bu amaçla nüfus hakkında sağlam ve
doğru bilgilere dayanan bir sistemin varlığına ihtiyaç duyulmuştur2.
18. yüzyılda iktidarın bireye bakışı değişmeye başlamış, iktidarların daha
önce olduğundan farklı bir biçimde sadece coğrafyayı değil, toprak üzerindeki
insanların kıymetini ve potansiyelini fark etmişlerdi. İnsanın biyolojik varlığının
ekonomik ve politik varlığından ayrılamayacağının anlaşılmasıyla toplum
üzerinde uygulanmaya başlanacak yeni iktidar teknikleri ortaya çıkmıştı.
İktidarlar uyruklarına tam olarak hâkim olmak ve onları yönlendirmek için
1
2
MichelFoucault, İktidarın Gözü, (Çev.: Işık Ergüden), İstanbul Ayrıntı Yayınları 2007, 2.
Baskı, s.156.
RatipYüceuluğ, Demografi, Ankara DİE Yayınları 1966, s.s.8-9.
56
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
doğum, ölüm, göç, yaşam süresi, doğurganlık, salgın hastalıklar, sağlık durumu
ve beslenme kavramlarıyla ilgilenmek durumunda kalmışlar3 ve daha önce
hükümetlerin ilgilenmediği nüfus istatistikleri, yaşam süresi, sağlık sorunları
gibi yeni kavramlar topluma hakim olmanın ve ekonomiyi yönlendirmenin
en önemli anahtarı olmuştu. Artık iktidar, gözetlemenin, kontrol etme ve
cezalandırmadan daha etkili olduğunu düşünmekte ve bireylerin alışkanları,
tavır ve günlük yaşamları üzerinde yönlendirici olmak istemekteydi4.
Michel Foucault’a göre iktidar, insanın günlük yaşamına girmek ve
onu yönlendirmeye çalışmak istemektedir. Hayat üzerinde etkili olmak isteyen
iktidar, bedenin terbiye edilmesi, yeteneklerinin artırılması, kaba kuvvetinin
ıslah edilmesi yararlı olma ve itaatkâr olma fikrinin yerleştirilmesi için bilgiye
ihtiyaç duymaktadır. Bu bilgi ise tüm vatandaşların günlük yaşamlarından
elde edilmektedir. Bireylerin itaatkârlığının, verimliliğini ve sağlığını olumsuz
yönde etkileyebilecek her duruma bir dizi müdahale ile son verilecektir. Eski
dönemlerde iktidarların ellerinde bulunan öldürme hakkı yeni dönemde
yaşatma hakkına dönüşerek, artık iktidarlar bireylerin uyruklaştırılmasını ve
nüfuslarının denetimini sağlamak üzere pek çok teknik geliştirmişlerdir. 18.yy’ın
ikinci yarısında biyoloji ile ittifak kuran iktidar kurumu çeşitli politikalarla
doğumları teşvik etmek ve ölümleri azaltmak istemişlerdi. Nüfus politikası
olarak adlandırılan bu uygulamalar kapsamında bedenin terbiye edilerek,
yeteneklerinin artırılması ve saklı güçlerinin ortaya çıkarılması bulunmakta ve
bu şekilde bedenlerin denetimli biçimde üretim aygıtına sokulmasısağlanmış
olacaktı5. Bu durum kapitalist üretim biçimi gereği bedenin sahip olduğu yetenek
ve güçlerin emek gücüne dönüştürülmesi ve üretim gücü olarak kullanılması
anlamına gelmekteydi6.
İnsan bedeninin ekonomik potansiyelinin ortaya çıkmasıyla nüfus ile
ilgili bilgilerin nereden ve nasıl toplanacağı sorusu gündeme gelmiştir. Michel
Foucault “Yönetişimsellik” başlıklı makalesinde kapitalist gelişme için nüfus
bilgisinin hayati önem taşıdığını iddia etmektedir. Foucault’a göre devletin
modernleşmesi, uyrukları hakkında daha fazla bilgiye sahip olmasını zorunlu
kılmıştı. Nüfusa ait bilgilerin ailelerden nüfus sayımları ile toplanarak ve
bireyleri tek tek gözetim altında tutulacak bir kayıt sistemi oluşturulmalıydı7. Bu
kayıt sistemi bir ülkede belli bir anda bütün bireylerin nüfus ile ilgili bilgilerin
toplanması ile tamamlanmaktadır.
İktidar, modernleşme ile toplumsal hayatın her noktasına
hükmetmek,mevcut üretim biçimini desteklemek ve sistemin devamını
sağlamak için bireyi kontrol etmek istemektedir. Bu tür iktidarın işleyişi
3
4
5
6
7
Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi,I, İstanbul Afa Yayınları, 1993, s.31.
Foucault, İktidarın Gözü…, s.23.
Michel Foucault, Toplumu Savunmak Gerek, İstanbul Yapı Kredi Yayınları, 2011, s.249.
Nihan Bozok, “Biyoiktidara Özgü Bir Öznelleşme Pratiği Olarak Sağlıklı Yaşam Söylemi,
Toplum ve Bilim, S.122, 2011, s.49.
Michel Foucault, İktidarın Gözü…, ss.140-145.
57
Fatih TUĞLUOĞLU
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
yukarıdan aşağıya doğru olmanın ötesinde değerlendirilmekte, iktidar birey
ile bilgi üzerinden ilişki kurmaktadır. Foucault’a göre özne ile iktidar arasında
üretim ve tüketim eylemleri, sağlık uygulamaları, gündelik hayata ilişkin
uygulamalar ve tüketim kalıpları bulunmakta ve hakim üretim biçimi kendi
gereksinimlerine göre işgücünü yeniden üretmek ve ideolojik araçlar ile bir
işgücü kitlesini ortaya çıkarmayı amaçlamakla kalmayıp egemen üretim tarzını
sürdürecek temel sınıfların devamını da sağlamak istemektedir8.
Avrupa’da giderek yaygınlaşan,kaynakları daha verimli kullanmak için
nüfusu artırma ve mevcut nüfusu daha etkin kullanabilme politikası gereğince
sağlığa özel önem verme uygulamaları Türkiye Cumhuriyetinin öncelikleri
arasında yer almıştır. Osmanlı döneminde nüfus sayımı öncelikle asker ve vergi
mükelleflerini belirlemek için yapılmışken cumhuriyet döneminde ekonomik
kalkınma için kaynakların etkin kullanımına yardım edecek nüfus potansiyelini
belirlemek amacıyla kullanılacaktı9.
Nüfus ile iktisadi hayat arasında yakın ve çok yönlü bir ilişki bulunması
nedeniyle hükümetler takip ettikleri ekonomi politikalarına uygun olarak nüfus
politikası belirlemekte ve her ülke kendine göre belirlediği nüfus siyasetinde bir
takım tedbirler alarak nüfusun artış hızını değiştirebilmekteydi. Nüfus politikası
olarak adlandırılan uygulamalar ekonomik devletin çeşitli aygıtları vasıtasıyla
uygulanmakta, siyasi ve hukuki uygulamalar işgücünün yeniden üretimi
aşamasında kullanılmaktaydı. Modern toplumlarda görülen sanayileşme, göç
ve iskan politikaları, istihdam ve ücret politikası, evlenme, boşanma hukuku,
eğitim, kentleşme, konut sorunu gibi konular bu tür uygulamalardandı10.
Nüfus artışının iktisadi gelişme bakımından önemi ise Orhan Türkay’a göre; bir
ülkede nüfus artış hızının yüksek olması nüfusa katılanların sayısının yüksek
olması anlamına gelmekte,yüksek yeni katılım, ihtiyaçların karşılanmasını
gerektirmekte, bu ise yeni toprakların ekime açılmasını, yeni üretim tesislerinin,
okul ve hastane gibi sosyal tesislerin kurulmasını zorunlu hale getirmekteydi.
Bu konuda yeterli gelişmenin olmaması mevcut nüfusun hayat seviyesinin
düşmesi anlamına gelmekteydi11. Nüfus miktarının üretimi artıran yönü de
bilinmekte ve artan nüfus daha büyük işgücü,ise daha fazla üretim demekti.
Talebin artışı pazarı büyütmekte, pazarın büyümesi ile işbölümü artmakta ve
böylece verimlilik gelişmekteydi. Nüfus miktarının üretimi azaltıcı yönü azalan
verim kanununa dayanmakta veüretim teknikleri sabit olduğuna göre daha
büyük bir nüfus kitlesinin ihtiyaçlarını karşılamak için daha fazla kaynağa
8
9
10
11
Cem Behar, “Marx ve Nüfusbilim (Demografi), Nüfus Bilimine Başka Bir Bakış I”, Toplum
ve Bilim, S.15-16, Güz 81-Kış 82, ss.27-31.
Alanur Çavlin Bozbeyoğlu, “Yeni Nüfusun Biyopolitikasına Açılım: Türkiye’nin Biyometrik
Elektronij Kimlik Kartı Sistemi”, Toplum ve Bilim, S.122, 2012, ss.55-56.
Cem Behar, “Nüfusbilimin Nesnesi, Nüfusbilime Başka Bir Bakış II, Toplum ve Bilim, S.17,
Bahar 1982, ss.137-138.
Orhan Türkay, “Türkiye’de Nüfus Artışı ve İktisadi Gelişme”,Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi Yayınlanmamış Doktora Tezi,Ankara 1962, ss.97-98.
58
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ihtiyaç duyulacak, daha fazla nüfus mevcut üretim tekniklerini geliştirip daha
verimli kullanamaz ise kaynaklar tükenecekti. Üretim kaynaklarına yönelik
talep ile doğru orantılı olarak yoğun üretim yapılamaz ise verim düşecek ve
gizli işsizlik başlayacak,ayrıca yüksek doğum olan nedeniyle nüfusun büyük
bir kısmını 15 yaşın altındaki çocuklar oluşturacaktı. Henüz çalışma yaşında
olmayan bu kitlenin bakımı ve yetiştirilme yükü çalışanların üzerinde olacak, bu
çalışanların ücretlerinde yapılacak bir kesinti ise yaşam kalitesinin düşmesine
neden olacaktı12.
3. Nüfus Sayımı Kavramı ve Osmanlı İmparatorluğu Döneminde
Yapılan Nüfus Sayımları
Nüfusbilim sözlüğüne göre; nüfus sayımları bütün bireylerin nüfus ile
ilgili bilgilerinin toplanması, işlenmesi ve yayınlanması olarak tanımlanmıştır13.
Nüfusbiliminin ortaya çıkması Avrupa’da modern devletlerin kurulması ile aynı
dönemde gerçekleşmiştir. Nüfus sayımları günümüzde devlet mekanizmasının
en iyi bir şekilde düzenlenmesi için gerekli bilgileri düzenli aralıklarla halktan
öğrenmek için yapılmaktadır. Bu amaçla nüfusun bir gündeki miktarı, cinsiyeti,
medeni hali, din, yaş ve meslek vs. gibi özellikleri itibariyle toplamı kayıt altına
alınmaya çalışılmaktadır. Bu bilgiler bir nüfus kitlesinin iyi idare edilmesinin
için gerekli bilgilerdir. Devlet mekanizmasının en uygun biçimi alması,
belediye işlerinin düzenlenmesi, nakliyat ve ulaşım gibi işlerin ihtiyaçlara
göre ayarlanması sayımda elde edilen rakamlarla mümkün olmaktadır. Ratip
Yüceuluğ’a göre savaş ve iktisadi buhran zamanlarında iaşe teşkilatı, sayımdan
elde edilen bilgilerle organize edilmektedir. Ayrıca milli savunma bakımından
askeri gücün hesaplanmasında sayımlar önemli görülmektedir14. Doğum,
ölüm, göç gibi rakamlarla anlam kazanan bilgiler demografik bilgi olarak
adlandırılmaktadır. Avrupa’da John Graunt 1662 yılında nüfus ile ilgili bir kitap
yayınlayarak demografinin modern bir bilimdalı olmasının yolunu açmıştır.
Günümüz nüfus sayımlarına benzeyen ilk nüfus sayımı 1840 yılında İngiltere’de
Census kanunu ile aile listelerinin kullanılması ile yapılmıştır. Her aile reisi
bu listeyi sayım için seçilen günde mevcut aile üyeleri adına doldurmakla
yükümlü kılınmıştır. 1846 yılında Belçika’da yapılan sayım ise tüm aile bireyleri
isimleri ile kayıt edilmiştir15.Nüfusa ilişkin bilgileri toplamak amacıyla nüfus
sayımları yapılmakta, elde edilen bilgiler nüfus kitlesinin yönetilebilmesi için
kullanılmakta, ayrıca nüfusun sayı ve nitelik bakımından gelişmesi de takip
edilebilmektedir16.
12
13
14
15
16
Haydar Kazgan, “Nüfus Artışı ve Amme Hizmetlerinde Fakirleşme”, Yeni Ufuklar, S.107108, 1961, ss.18-19 ; Türkay, a.g.e, s.99.
Sunday Üner, Nüfusbilim Sözlüğü, Ankara Hacettepe Üniversitesi 1972, s.11 ve 21.
Yüceuluğ, a.g.e, s.11.
Yüceuluğ, a.g.e, s.13.
Baran Tuncer, Ekonomik Gelişme ve Nüfus, Ankara Hacettepe Üniversitesi Yayınları 1976, s.9;
Özer Serper, Türkiye Demografisi, İstanbul Filiz Kitabevi 1978, ss.17-18.
59
Fatih TUĞLUOĞLU
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Osmanlı İmparatorluğu 19. yy’a kadar memleket sınırları içinde ne
kadar insan yaşadığını nüfus ve arazi tahrirleri ile öğrenmeye çalışmıştı. Modern
anlamda nüfus sayımının taşıdığı anlam ve amaçlardan farklı bir niteliğe sahip
olan arazi tahrirleri, vergi mükelleflerini ve askerlik çağında olan adayları tespit
etmekte kullanılmaktaydı. 19. yy’a kadar bu şekilde yapılan sayım çalışmaları
bu yüzyılda farklı bir nitelik kazanmış, merkezileşme, hükümete yeni durumlar
karşısında hazırlıklı olmasını zorunlu kılmış, yönetilenler üzerinde etkin
bir yönetim oluşturabilmek için imparatorluğun insan sermayesi ve maddi
kaynaklarına ilişkin bilgilerin tazelenmesi ihtiyacını beraberinde getirmişti.
Göçmenlerin nerede iskân edileceği, askerlik mükellefiyetine girecek Müslüman
erkeklerin sayısının öğrenilmesi ve diğer ekonomik toplumsal ihtiyaçlar için
gerekli bilgilerin toplanması amacıyla nüfus sayımları gündeme gelmişti.
İmparatorluğun tamamında uygulanmamış olmakla birlikte ilk modern sayım
1831’de yapılmıştı. Sayım yalnızca erkekleri sayacak şekilde planlanmış,
Müslüman halkın sayım konusundaki endişelerini gidermek amacıyla din
adamları sayımda görevlendirilmiştir. Anadolu ve Rumeli’de toprak yazımı
amacı dışında yapılan 1831 sayımında, kurulacak yeni orduya ilişkin vergi
kaynaklarının ve askerlik yapacak halkı belirlemek asıl amaçtı17.
Kemal Karpat’a göre Osmanlı ülkesinde vatandaşların huzurunu ve
maddi refahını sağlama çalışmalarının başarılı olması için insan ve maddi
kaynaklarla ilgili daha kapsamlı bilgi edinilmesi gerekmekteydi. Bu amaçla nüfus
kayıtlarının yeniden düzenlenmesi kararlaştırılmıştı. Tanzimat Döneminde
nüfus memurları ve mukayyitler eyaletlere ve diğer idari bölgelere gönderilerek
doğum, ölüm gibi nüfus hadiseleri kayıt altına alınmaya çalışılmış ve belli
aralıklarla toplam nüfusu gösteren listelerin hazırlanması istenmişti. Ayrıca
nüfus kayıtları mülkiyetin korunması, mahalli idareler ile ilgili düzenlemelerin
yapılması, bazı yabancı devletlerin ülkeye yönelik iddialarını geçersiz kılınması
için de önem taşımaktaydı18.
Nüfus sorunu, 19 yy’da Osmanlı aydınlarının da gündemindeydi.
Namık Kemal çeşitli makalelerinde konuya temas etmiş ve aynı yüzyıl içinde
yayınlanan coğrafya kitaplarında Anadolu’nun yetersiz nüfusunun yarattığı
sorunlar ele alınmıştı19. 1891 yılında Babıâli İstatistik Dairesi kurularak başta
sayım işleri ve nüfus kaydı olmak üzere nüfus idaresini ilgilendiren konuları
bünyesinde toplamıştı. Bu konulara ilişkin esaslar Nüfus Defterleri Yönetmeliği
halinde hazırlanmış ve bu defterlere kaydedilen her kişiye tüm nüfus bilgilerini
toplayan bir nüfus tezkeresi verilmiştir20.
17
18
19
20
Enver Ziya Karal, Osmanlı İmparatorluğu’nda İlk Nüfus Sayımı 1831, Ankara Başbakanlık
DİE Yayınları 1997, s.10; Kemal Karpat, Osmanlı Nüfusu 1830-1914, Çeviren: Bahar Tırnakçı
İstanbul Timaş Yayınları 2010, s.67.
Karpat, a.g.e, ss.92-99.
Tevfik Çavdar, “Türkiye’de Nüfus ve Nüfus Sorunu”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, VI, İstanbul İletişim Yayınları, s.1552.
Karpat, a.g.e, ss.102-103.
60
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Tanzimat ile başlayan modernleşme çalışmalarının arasında nüfus
işlerini düzenlemekle görevli teşkilatın oluşturulmaya başladığı görülmektedir.
1914 tarihinde Sicil-i Nüfus Kanunu ile nüfusu kayıt altına almak ve genel nüfus
yazımı yapma doğrultusunda bir adım atılmıştır. Fakat birinci dünya savaşı
nedeniyle çalışmalar yarıda kalmıştı21. TBMM’nin açılmasının ardından mevcut
nüfusu tespit etme ve kayıt altına alma konusunda bir takım düzenlemeler
yapılmış, evlenme, doğum ve ölüm gibi hadiselerin nüfus kütüklerine
işlenmesini kolaylaştıran ve bu tür işlemlerden vergi alınmamasını içeren
uygulamalar yapılmıştı. Köy Kanunu ve Medeni Kanun ile bu tür çalışmalar
yasal çerçeveye alınmıştı22. Yeni Türk devletinin nüfusunun miktarını öğrenmek
için hayata geçirdiği bazı düzenlemeler Mustafa Kemal Atatürk tarafından “…
nüfus meselesi bir memleketin en önemli ve hayati işlerindendir. İdari, askeri, mali ve
iktisadi işlerde memleket nüfusunun gerçek sayısını bilmek ne kadar zorunlu ise her yıl
yapılacak araştırma ve istatistiklerle nüfusun artma ve azalma nedenlerinin ortadan
kaldırılması için gereken önlemlerin alınamayacağı da açıktır…” şeklinde ifade
edilmekteydi23.
Ülkede yaşayan nüfusun miktarını öğrenmek için yapılan
düzenlemelerin yanı sıra mevcut nüfus kayıtlarını nitelik ve nicelik olarak
incelemek için kurumsal yenilikler de yapılmıştı. Bunlardan biri 1926’da
kurulan Devlet İstatistik Enstitüsü(DİE)’idi. DİE, nüfus sayımlarını hazırlamak,
nüfus artış oranlarını tespit gibi görevlerle donatılarak, toplumsal ve ekonomik
kalkınma planları öncesinde Türkiye’nin kısa ve uzun vadelerin programlarının
hazırlanmasında vazgeçilmez bir önem kazanmıştı. DİE 1926’da faaliyetlerine
başladıktan sonra Belçikalı bilim adamı Camillie Jaquart başkanlığa getirilmişti24.
İstatistik Umum Müdürlüğü kuruluşunun ardından 1927’de nüfus
sayımı ile görevlendirildi. Bu sayımda enstitünün kullandığı soru evrakları
uluslar arası kriterlere göre belirlenmiş olsa da geçmişin izlerini taşımaya devam
etmekteydi. Justin McCarthy kadınların ve küçük çocukların yazılmadığı veya
aile erkeğinin ifadesine göre aile fertlerinin tamamının görülmeden yazıldığı
ve doğu illerinde yapılan sayımlarda eksikliklerin bulunduğunu iddia etmişti.
Fakat daha eski sayımlarda bulunmayan sorularda eklenerek her bir vilayet ve
kaza ölçeğinde erkek, kadın nüfusu belirlenmeye çalışılmıştı25. Her ne kadar
uluslararası kriterlere göre soru kâğıtları düzenlenerek güncellenmişse de asıl
sorun halk arasında sayım konusundaki endişeleri ortadan kaldırmaktı. Bu
amaçla okuryazar, münevver ve muteber kimselerin okuma yazma bilmeyen
geniş halk kitlelerini bilgilendirmesi ve aydınlatması istenmişti. Ayrıca köylerde
21
22
23
24
25
Fevzi Çakmak, “ Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Nüfusu Kayıt Altına Almaya Yönelik
Girişimler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, VIII/18-19, Bahar-Güz 2009, s.90.
Çakmak, a.g.m, s.93.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s.305’den aktaran Çakmak, a.g.m, s.98.
Çakmak, a.g.m, s.97-98; Nüfus Umum Müdürlüğü, Ankara Dahiliye Vekaleti 1935, s.5.
Justin McCarthy, Müslümanlar ve Azınlıklar, (Çev.: Bilge Umar), İstanbul İnkılâp Kitabevi,
1998, s.151.
61
Fatih TUĞLUOĞLU
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
dağıtılmak amacıyla basit bir dille yazılan başbakan imzalı beyannameler
hazırlanmış, nüfus sayımından önceki cuma günü, camilerde nüfus sayımının
önemi konusunda vaaz hazırlanmış, din görevlilerinin nüfus sayımı ve
hazırlıklarına yardımcı olmaları istenmişti26.
Fevzi Çakmak’a göre 1927 nüfus sayımında, nüfusun ne kadar
bir kısmının kayıtlı olduğunu öğrenmek amacıyla hazırlanan sorular da
vatandaşlara sorulmuştu. Cetvelin on dördüncü maddesinde yer alan “evvelce
nüfusa kayıt edilmiş miydi? Edilmişse nerede kayıt edilmiştir?» Sorusu ile on
beşinci maddede yer alan “yanında nüfus tezkeresi veya hüviyet cüzdanı var
mıydı?” soruları vatandaşların nüfus kayıtlarına yönelikti27.
1927 nüfus sayımında yazılmamış nüfus nedeniyle ülke nüfusunun
olması gereken sayıdan yüzde 7 oranında az çıktığını iddia eden Justin McCarthy,
Anadolu’da şartların tam oturmadığı, iletişim ve ulaşım sıkıntılarının belirgin
olduğu bu dönemde nüfusun 14.589.149 kişi olduğunu açıklamıştı28.
1930’lı yıllara girerken Avrupa’da yaşanan siyasi gelişmeler
Türkiye’nin kendini savunma kabiliyetini ve kendine yeterli bir ekonomiye
sahip olması gerektiğini bir kez daha gözler önüne koymuştu. Bu beklentilerin
gerçekleşebilmesinin önündeki en büyük engelin yeterli nüfusa sahip
olunamaması görülmekteydi. Kemal Arı’ya göre toplum artık coğrafi büyüklükle
değil kalabalık bir ve milli sınırlar içerisinde gerçekleşecek ekonomik kalkınma
ile övünmeliydi29. Bu amaçla yeterli nüfus miktarına ulaşılabilirse, doğal
kaynaklarını işletebileceği ve Türkiye’nin dünyada askeri ve siyasi alanda hatırı
sayılır bir ülke olabileceği düşünülmekteydi30.
Nüfusu artırma siyaseti 9–16 Mayıs 1935 tarihleri arasında yapılan CHP
Dördüncü Büyük Kurultayında dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından
şu şekilde anlatılmıştı: “…en büyük felaket de nüfus kıtlığına uğramaktır. Bizim
memlekette nüfus durumu bugün muhalif sebepler dolayısıyla layık olduğu ve lazım
geldiği derecede değildir. Orta Anadolu’nun nüfusu bu memleketin şark ve garp
hudutlarının bekçisidir. Her şeyden evvel nüfusumuzun artması lazımdır…”31.
1927’den itibaren artan oranda nüfus artışı sağlamak için yasal
düzenlemeler yapılarak mevcut nüfus eksiksiz olarak kayıt altına alınmaya
26
27
28
29
30
31
Çakmak, a.g.m, s.104-105. Köylüler için yayınlanan Köy Gazetesi sayım faydalarını anlatmış
ve sayımdan sonra yeni bir vergi konulmayacağını ısrarla anlatmak istemişti. Ertan Ünal,
“Cumhuriyet’in İlk Nüfus Sayımı” Tarih ve Toplum, S.214, Ekim 2001, s.27.
Çakmak, a.g.m, s.94.
McCarthy, a.g.e, s.163.
Kemal Arı, “Cumhuriyet’in Nüfus Politikası” Toplumsal Tarih, Kasım 2003, S.119, s.29.
İbrahim Fazıl Pelin, “Nüfus Siyasası ve Nüfus Sayımı”, Belediyeler Dergisi, Eylül-İlkteşrin
1935, S.4-5, s.3’den aktaran Yaşar Semiz, 1923-1950 döneminde Türkiye’de Nüfusu Artırma
Gayretleri ve Mecburi Evlendirme Kanunu(Bekarlık Vergisi)” Türkiyat Araştırmaları Dergisi
S.27, Bahar 2010, s.431.
CHP Dördüncü Büyük Kurultayı Görüşmeleri Tutulgası9-16 Mayıs 1935, Ankara 1935, ss.143144’den aktaran Semiz, a.g.e, ss.430-431.
62
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
çalışılmış, ayrıca en büyük nüfus kaybına neden olan salgın hastalıklarla mücadele
etmek için planlamalar yapılmıştı. Çocuk ve yetişkin ölümlerini azaltmak
amacıyla sağlık faaliyetlerini ülke geneline yaygınlaştırmaya çalışılmıştır. Sağlık
konusunda bilgilendirici çalışma ve faaliyetler aralıksız yürütülmüş ayrıca çok
nüfusa neden ihtiyaç duyulduğu meselesi etrafında hem resmi ağızlardan hem
de dönemin entelektüelleri vasıtasıyla propagandalar yapılmıştı32.
4. Sayıma Doğru Türkiye: 1923–1935
30 Mayıs 1934 tarihinde 2465 sayılı kanun ile 1935 yılında ülke genelinde
nüfus sayımı yapılması kararlaştırılmışt33. Bu sayım çalışmasının sağlıklı bir
şekilde gerçekleşebilmesi için binalara numara ve sokaklara isim verilmesi
hakkında 1927’de çıkarılan 1003 numaralı Numarataj Kanunun, Umumi Nüfus
Sayımı konusunda da kullanılacağı belirtilmişti. Ülke sınırları içinde bulunan
tüm nüfusun eksiksiz yazılması için tüm binaların ve ikamet edilen her mekânın
tespit edilmesinin önemli olduğunu düşünen Başvekâlet İstatistik Umum
Müdürlüğü, sayım öncesinde bir talimatname yayınlayarak belediye teşkilatı
olan yerlerde şehir sınırları dâhilindeki sokaklara isim veya numara verilmesi
ve insanların ikamet ettiği mekanlara numara konulması istenmişti34. Belediye
teşkilatı olmayan yerleşim merkezlerinde şehir sınırları dâhilindeki binalara
numara konulması istenmişti, fakat sokaklara isim verilmesi konusunda
serbest bırakılmıştı. İlgili talimatnamede bina tabirinden maksadın sadece
ev ve apartman veya resmi binalar olmayıp ikamet için tahsis edilmiş veya
edilmemiş, içinde insan bulunabilecek ev, apartman, han, resmi daire, dükkan,
mağaza, gazino, hamam, camii, mescit, mektep, hastane, baraka, kulübe, ambar,
mesken haline getirilmiş vagonlar, istasyon binaları, garaj, ağıl, kom, oba, huğ,
ahır, samanlık, arabalık, dispanser, sanatoryum, dam, çiftlik, yazıhane, fabrika,
imalathane, köy odası, mağara, kovuk) gibi tüm yapılar olduğu kastedilmektey35.
Ayrıca belediye teşkilatı olan merkezlerde sokaklara isim verilmesi, isim mevcut
ise diğer sokaklara aynı isimden verilmemesi, Türkçe isim kullanılması ve başka
dillerden isim alınmaması ve ilgili talimatnameye göre numaralama işlerinin en
geç Şubat 1935 tarihine kadar tamamlanması istenmekteydi36.
Modern dünyada nüfus sayımları, iki şekilde yapılmaktaydı.Bunlar; De
facto Sayım(Hazır nüfus) ve De jure Sayım(oturan nüfus). Hazır nüfusa yönelik
32
33
34
35
36
Propaganda mahiyetinde kullanılan yazılar ve konuşmalar daha sonra bir kitap haline
getirilmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz.: Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü, Nüfus Meselesi
ve Nüfus Sayımı Hakkında Fikirler, Ankara Köyhocası Basımevi 1936.
Sayım günü olarak 18 Birinciteşrin 1935 Cuma günü belirlenmişken, daha sonra 20
Birinciteşrin 1935 Pazara alınmıştır. 1 Haziran 1935 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı
(030.18.01.02.55.45.3) ve Cumhuriyet, 07 Haziran 1935.
Serper, a.g.e, s.21.
Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü, 1935 Umumi Nüfus Sayımı, Sokaklara İsim veya
Numara Konulması Hakkında Talimatname, İstanbul Devlet Matbaası 1934, s.1; Cumhuriyet, 17
Mayıs 1934.
1935 Umumi Nüfus Sayımı…,a.g.e, s.5-11.
63
Fatih TUĞLUOĞLU
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
sayımda; sayım bölgesinde ya da ülkesinde fiilen hazır bulunan her bireyin
sayılması amaçlanmaktaydı. Oturan nüfusun esas alındığı sayımda ise sürekli
yerleşme olarak sayım bölgesinde oturanlar, sayım anında nerede bulunurlarsa
bulunsunlar sürekli yerleşme yerindeymişler gibi sayılmaktaydı37.
Türkiye’de 1927 yılından itibaren yapılan sayımlarda de facto sayım
sistemi uygulanmıştı. Türkiye’de de facto nüfus sayımının benimsenmesinde
sayım işinin basit olması, kimlerin sayıma kabul edileceğinin daha kolay
belirlenebilmesi, memleket dışındaki vatandaşların izlenmesi ve sayıma dâhil
edilmesi güçlüğünün bulunmaması, mali bakımdan daha az güçlük getirmesi,
milli bir vazife olarak halkın katılımının istenmesi ve bir günde uygulanabilmesi
nedeniyle tercih edilmiştir38.
Celal Aybar, Türkiye’nin İkinci Genel Nüfus Sayımı isimli kitabından
1935 yılında yapılan sayım çalışmaları hakkında bilgi vermektedir. Celal Aybar
Türkiye’nin bir diğerinden farklı iklimlere sahip olması nedeniyle sayım günü
konusunda bazı sıkıntılar yaşandığını açıklamakta, ülkenin bazı bölgelerinde
bulunan kasaba köylerin kış aylarında şehirler ile bağlantılarının kesildiği
bilindiğinden sayım tarihinin memleketin tüm yörelerinde ulaşım imkânına
sahip olan aynı zamanda yarı göçebelerin devamlı ikametgâhlarına döndükleri
tarihe göre 20 Birinciteşrin Pazar gününün tercih edildiğini açıklamaktaydı39.
İstatistik Umum Müdürlüğü sayımın hangi esaslar çerçevesinde yapılması
gerektiği konusunda Başvekâlete başvurarak; kimlerin sayılması gerektiği,
sokağa çıkma yasağı ve bir günde tamamlanması, sayım memurluğu vazifesini
herkesin kabul etmesi hakkında bilgi vermiştir40. Hazırlıklar başlarken ilk
aşamada yeni yazı bilen sayım memur gerekli olduğu fark edilmiş ve yeni yazıyı
bilenlerin sayısının az olacağı tahmin edildiğinden bu vazifeyi yapmak için tüm
memurların zorunlu olarak görevlendirilmesi kararlaştırılmıştır41. Bu zorunlu
görevlendirmeyi kabul etmeyenlerin cezalandırılması yoluna gidileceği ifade
edilmiş42 ve sayım memurlarının mümkün olduğu kadar oturdukları yörede
37
38
39
40
41
42
Üner, a.g.e, s.21-22.
Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı,
Ankara Başbakanlık DİE Matbaası 1973, ss.49-50.
Celal Aybar, Türkiye İkinci Genel Nüfus Sayımı(1935) Beynelmilel İstatistik Enstitüsünün 1936
Atina İçtimaına Arz Edilen Fransızca Tebliğin Tercümesidir. Ankara Başvekâlet Matbaası 1937, s.4.
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi(BCA)030.10.26.148.3, 17 Nisan 1935.
Nüfus sayımlarında görevli memurlardan sadece uzak köy ve muhitlerde vazifelendirilenlerin
yol giderleri karşılanmaya çalışılmış, ancak bu amaçla ayrılan paraların yeterli olmaması
nedeniyle birçok yerlerde sayım ve kontrol memurlarının mahallinden temini zorunlu hale
gelmiştir. RatipYüceuluğ’a göre; okuma-yazma bilenlerin az olduğu yerlerde birçok kalitesi düşük
kimseler sayım memuru olarak kullanılmıştır. Bunların bazılarının sayımın nasıl yapılacağı, sayımda
sorulan soruların nasıl cevaplandırılacağı hakkında kendilerine gönderilen yönetmelikleri okuyup
anlayabilecek durumda olmadıkları için sayımda önemli hataların yapıldığı ifade edilmektedir.
Yüceuluğ, a.g.e, s.20.
28 Mayıs 1935 Cumhuriyet. Bazı illerde sayım günü kendilerine verilen vazifeyi kabul etmek
istemeyen memurların izin almaya çalışması üzerine, başbakanlıktan bütün resmi dairelere
bir yazı gönderilerek bu tür durumlara fırsat verilmemesi konusunda uyarılmıştır. Ulus, 5
İlkteşrin 1935.
64
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
görevlendirilmesi istenmiştir. 1 Eylül 1935 tarihinden önce Vali, Kaymakam
ve Nahiye Müdürleri’nin içinde en fazla 200 nüfus bulunan binalardan oluşan
sayım mıntıkaları belirlemeleri ve her mıntıkaya bir sayım memuru, her dört
mıntıkaya da bir kontrol memuru tayin etmesi kararlaştırılmış, Ankara, İstanbul
ve İzmir gibi nüfusu kalabalık olan yerlerde (75) nüfusun bir mıntıka olarak
kabul edilmesi tavsiye edilmişti.
1927 sayımında memleketin şartları hakkında yeterli derecede bilgi
toplanmış olmakla beraber geçen süre içinde yaşanan gelişmeler dikkate alarak
12 kazada 300 bin nüfus üzerinde tecrübe sayım yapılması her mıntıkanın
tedarik edebileceği sayım memuru adedi, bir sayım memurunun bir günde
yazabileceği nüfus miktarının tespit edilmesi ve memurlara yönelik hazırlanan
talimatnameler ile sual varakalarının ne kadar iyi anlaşıldığı öğrenilmeye
çalışılmıştı43.
Sayım hazırlıkları sürerken devamlı bir ikametgâhı olmayan göçebelerin
sayımının nasıl yapılacağı sorunu gündeme gelmiş ve 1927 sayımında olduğu
gibi göçebelerin sayım gününde nerede bulundukları valilikler tarafından takip
edilerek tahmin suretiyle belirlenmesi kararlaştırılmıştı44.
Sayım öncesinde hükümet sayım ve kontrol memurlarına çalışmaları
hakkında bir talimatname yayınlayarak dikkat edilmesi gereken bazı
durumlar belirlenmişti. Yeni yazı ile okuma yazma bilen sayım memurlarının
sayısının yeterli olmaması durumunda öğretmen ve öğrencilerin sayımda
kullanılabilmesi amacıyla okulların tatil edilebileceği belirtilmişti45. Sayım
Memurları Talimatnamesinde nüfus sayımının amacının memleket sınırları
içinde bulunan nüfusu bir gün içinde eksiksiz saymak olduğu için bir insanın
oturabileceği her yerde bulunulması ve mevcut nüfusun sayım defterlerine
eksiksiz bir şekilde yazılması istenmekteydi46. Her mevkide sayım gününden
bir hafta veya en az üç gün önce vali, kaymakam ve nahiye müdürleri sayım
memurlarına “Nüfus Sayım Defteri, Sayım Mıntıkası Binalar Cetveli ve Sayım ve
Kontrol Memurlarına Mahsus Talimatname” teslim edilerek kendi mıntıkalarını
kontrol etmeleri ve bu esnada numaralanmamış ve içinde insan bulunan
mekânlara tesadüf olunduğunda hemen numara verilmesi ve binalar cetveline
eklenmesi tavsiye edilmişti. 20 Teşrinievvel 1935 Pazar günü yapılacak olan
sayımlarda memurların saat sekizde çalışmaya başlaması ve en kısa zamanda
43
44
45
46
Aybar, a.g.e, s.4; 26 Temmuz 1935 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde İstatistik Umum Müdürü
Celal Aybar’ın tecrübe sayımları için doğu vilayetlerine gideceğini yazmaktadır.
Yüceuluğ, a.g.e, s.19
Çakmak, a.g.m, s.109; 1927 sayımında da lise öğrencilerinden yararlanılmıştı. Kendisi de
1927 sayımında öğrenci olarak görevli olan yazar Nadir Nadi, halkın sayım konusunda
endişeli olduğunu anlatmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz.: Ünal, a.g.m, s.27.
1927 sayımında ülke nüfusunun 13.660.275 olduğu ortaya çıkmasına karşın nüfus
kütüklerinde 14.154.751 kişinin kayıtlı olduğu fark edilmişti. Sayım çalışmaları sonucunda
daha az nüfusun sayılmasının sebebi olarak göçebelerin takip edilememesi ve dağınık ve
uzak yerleşimlere ulaşılamaması İstatistik Umum Müdürlüğü tarafından açıklanmaktaydı.
BCA:030.10.124.885.14, 12 Ağustos 1933.
65
Fatih TUĞLUOĞLU
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
kendi mıntıkasının sayım işlemini tamamlaması istenmekteydi. Bir sayım
memuru yeterli miktarda mürekkepli ve renkli kurşun kalemi ile çalışmaya
başlamalı ve yazım işlemi sırasında her şahsı bizzat görerek soru sormalı,
cevapları kaydetmeli ancak küçük çocuklar, hastalar gibi sayım memurunun
yanına çıkamayacak diğer kimseler hakkında aile reisinden veya diğer aile
mensuplarından bilgi alınmalıydı47.
Sayımda en çok kafa karışıklığına neden olan ve bu nedenle sık sık
açıklama yapılan konu mevcut nüfusun yanı sıra gayri mevcut nüfusun da
kaydedilip edilmeyeceği konusuydu. Sayım memurları, sadece bulundukları
mekânda hazır bulunan kişileri yazmaları konusunda uyarılmışlardı. Bu
nedenle otellere, hanlara ve evlere bir gün için olsa da misafir olarak gelmiş olan
yolcular ve yabancıların da sayım defterlerine yazılmaları bildirilmişti48.
5. 20 İlkteşrin 1935 Sayımı, “Ne bir Eksik Ne bir Fazla”
Nüfus sayımının sonuçlarından memleketin iktisadi ve sosyal kalkınması
için gerekli malumatın elde edilmesi beklendiğinden nüfus sayımının hatasız
ve problemsiz yapılmasına büyük önem verilmekteydi. Özellikle sayım
memurlarının amiri konumunda bulunan vali, kaymakam ve nahiye müdürlerine
sayım faaliyeti sırasında takip etmeleri gereken bir takım vazifeler verilmişti.
Bu amaçla hazırlanan talimatnamede amirlerin, nüfus sayımı konusunda halkın
zihninde oluşan yanlış düşüncelerin ortadan kaldırılması için çeşitli mekân ve
suretlerde propaganda yapması istenirken, sayımda görevli memurların da
vazifeleri konusunda eğitilmeleri ve yaptıkları işin önemini kavramış olmaları
beklenmekteydi. Nüfus sayımının yeni vergiler ve bazı mükellefiyetler için
yapıldığına dair halk arasında rivayetlerin olduğu düşünülerek bu olumsuz
havanın dağıtılması ve sayım işlerinin sadece nüfus miktarını öğrenmek için
yapılan faaliyetten ibaret olduğunun belirtilmesi idarecilerden istenmekteydi49.
Yanlış anlamaları ortadan kaldırmak ve sayım konusunda halkı bilgilendirmek
için memleket genelinde sistemli bir propaganda faaliyetine girişilmişti. Birçok
şehirde konferanslar düzenlenmiş, Ankara ve İstanbul radyolarında konuşmalar
yapılmış, sinema reklamları hazırlanmış ve öğrenciler için sohbetli toplantılar
tertip edilmişti. Ayrıca tüm nakil vasıtalarına konulan ve memleketin en ücra
köşelerine kadar ulaştırılan el, duvar ve salon afişleri ile halka sayımın faydaları
47
48
49
Sayım Memurlarına Mahsus Talimatname, ss.5-7.
Sayım Memurlarına Mahsus Talimatname, s.8.
Halkın nüfus sayımı ve nüfus kütüklerinden kaynaklanan endişeleri bir çok şehirde saklı
nüfusların çoğalmasına neden olmaktaydı. Örneğin Antep’te vatandaşların 34.728 ölümü
gizledikleri ve 19.164 saklı evlenme tespit edilmişti. Cumhuriyet, 1 Aralık 1934. Aynı yıl
içinde saklı ve gizli nüfusları belirlemek için 2576 sayılı ve 5 Temmuz 1934 tarihli “Gizli
Nüfusların Yazımı Hakkında Kanun” çıkarılarak belediye ve muhtarlıklar üzerinden
vatandaşlara duyuru yapılmış ve doğum, ölüm ve boşanma gibi nüfus olaylarının kayıt
altına alınması amaçlanmıştır. Adnan Güriz, Türkiye’de Nüfus Politikası ve Hukuk Düzeni,
Ankara Türkiye Kalkınma Vakfı Yayınları 1975, s.165.
66
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
anlatılmak istenmişti. Ayrıca istatistik umum müdürlüğünün numarataj ve
sayım hazırlıklarının kontrolü için görevlendirdiği memurlar memleketin çeşitli
yerlerinde sayım ve sayım memurlarının vazifeleri hakkında konferanslar
vermişlerdir50. Bu kapsamda İstatistik Umum Müdürü Celal Aybar, danışman
olarak İsviçre’den davet edilen Carl Bruschweiler ile çeşitli şehirlerde
konferanslar vermişler ve sayım hazırlıklarını denetlemişlerdi51.
Ülke içinde herhangi bir lisan ile yayın yapan tüm gazete ve dergilerin,
İstatistik Umum Müdürlüğü tarafından kendilerine verilecek sayım konusunda
halkı bilgilendirmeyi amaçlayan her türlü yazıları günü gününe yayınlaması
istenmişti. Vali, kaymakam ve nahiye müdürlerinin de İstatistik Umum
Müdürlüğü tarafından hazırlanan ve vilayet, kazalara gönderilen her türlü
afiş veya ilanları resmi daireler, tramvay, vapur ve şimendifer idareleri, otobüs
servisleri, okullar, bankalar, sinema ve tiyatrolar, eczane, gazino, pastane,
lokanta ve buna benzer mekânlar, ticarethaneler ve halkın en çok gözüne
çarpacak bir yere asmakla ve sayım gününe kadar muhafaza etmekle yükümlü
kılınmışlardı52. Ayrıca CHP il teşkilatları da nüfus sayımı öncesinde çalışmalara
ve propaganda faaliyetlerine destek olmaları konusunda bilgilendirilmiştir53.
Nüfus sayımı konusunda öğrencilerin dikkatini çekmek amacıyla
Kültür Bakanlığı sayım gününden önce okullarda konferanslar verilmesini
kararlaştırmış, ayrıca 20 İlkteşrin 1935 Pazar gününden önce ilköğretim, orta
ve liselerde nüfusun ve nüfus sayımının önemi hakkında yurt bilgisi, sosyoloji
ve coğrafya öğretmenlerinin derslerde bu mesele çerçevesinde öğrencilere bilgi
vermeleri istenmiş ayrıca bir memleketin ekonomi, iç güvenlik ve savunma
işlerinde nüfusun ne kadar önemli olduğuna ve “bir ulusun amaçlarına ve
ülkülerine doğru ilerlerken adam unsurundan nasıl faydalanacağına dair”
konuşmalar yapılması kararlaştırılmıştı54.
Nüfus sayımının yegâne amacının Türkiye’de yaşayan vatandaşların
sayısı ve özellikleri konusunda bilgi toplamak olduğu hükümet yetkilileri
tarafından sık sık açıklanmakta ve bu amaca ulaşılması ve beklentilerin
eksiksiz olarak karşılanması için halkın sayım çalışmalarına destek vermesi
50
51
52
53
54
Aybar, a.g.e, s.7.
İstatistik Umum Müdürlüğü şeflerinden Faik Sinop’a, Şevket Erzurum’a, Mehmet Ali
Erzincan, Gümüşhane ve Trabzon’a, Nefi Maraş, Urfa ve Antep’e, Nuri Turgut Bursa ve
Menemen’e giderek sayım hazırlıklarını denetlemekle görevlendirilmişlerdir. Ulus, 4
İlkteşrin 1935.
Çakmak, a.g.m, s.110
Bu konuda bazı vilayetlerde yapılan çalışmalara örnek olarak Trabzon CHP İl Başkanlığının
gönderdiği yazıda yerel gazetelere verilen sayım için yapılan propaganda faaliyetleri
anlatılmaktadır. BCA490.01.17.88.5, 4 Teşrinievvel 1935.
Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı, Nüfus Sayımı Konusu Çerçevesinde Okullarda Verilecek
Konferanslar ve Dersler, İstanbul 1935, s.1-2. Sayımdan iki yıl önce ilk ve orta dereceli
okullarda Kıraat derslerinde vergi vermenin ve nüfusa kaydolmanın içtimai ve ahlaki bir
vazife olduğuna dair manzum ve mensur okuma parçaları okutulması için Maarif Vekaleti
tarafından Başvekalete teklifte bulunulmuştur. BCA:030.10.142.17.4, 4 Mart 1933.
67
Fatih TUĞLUOĞLU
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
istenmekteydi. Sayım faaliyetlerinin bir günde ve belli bir disiplin altında
yapılması yeni Türk devletinin özgüvenini artıracak ve topluma nüfuz ettiğini
gösterecekti. İstatistik Umum Müdürlüğünün hazırladığı Umumi Nüfus Sayımı
Talimatnamesinde de belirtilen bu uyarılar, sayım tarihine kadar günlük
gazetelerde yayınlanmıştı. Daha kolay anlaşılması için kısaltılan ve basit
cümleler halinde anlatılmaya çalışılan uyarılar sayım sırasında vatandaşlardan
beklenen vazifeleri göstermekteydi. Bu uyarılardan bazıları şunlardır; “Ne bir
eksik ne bir fazla, devlet yurttaşlarının sayısını bilmek istiyor”55, “Geçmişte ve
gelecekte bütün ulusal ve sosyal işlerin temeli nüfustur. Nüfus siyasası da ancak
nüfusu tanımakla kurulabilir, 20 İlkteşrin Pazar sayımı bize bu siyasanın yolunu
gösterecektir”56, “Türk ulusunun dirim hareketlerini hiç su götürmez sayılarla
gösterecek bir belge olan nüfus sayımına her Türk’ün canla başla tam bir
doğrulukla yardım etmesi, kendi sağlığının izlerini görüp anlaması demektir.”57,
“Aded kuvvet demektir. 20 ilkteşrin Pazar günü yapılacak olan genel nüfus
sayımı Türk ulusunun kuvvetini gösterecektir”58, “Yerli yabancı herkes o gün
bulunduğu yerde kendisini yazdıracaktır”59, “Her Türk bu sene içinde yapılacak
sayımdan kaçmak değil ona elinden geldiği kadar yardım etmeyi kendine
büyük bir vatan borcu bilmeli, hükümet köylere varıncaya kadar her türlü
vasıta ile propaganda yapmalıdır”60, “Bugünün küçükleri yarının büyükleridir.
Sayımda en küçük çocukları bile yazdırmayı unutmayınız”61, “Doktora, ebeye,
ilaca ihtiyacınız olursa hemen zabıta memurlarına ve bekçilere haber veriniz.
İhtiyacınız derhal temin edilecektir. Hükümet tertibat almıştır”62, “Sayımın
bittiği haber verilinceye kadar evden çıkmak yasaktır. Çıkanlar için hapis ve
para cezası vardır”63, “Doğru cevap verelim, sayımın ne süel ne finansal ne de
özel bir noktası vardır. Doğru söyleyenler bu yüzden zarara uğramayacaklardır.
Doğru söylemeyenler ancak devlete çok büyük kötülük etmiş olurlar”64, “Sayım
günü bulunduğunuz yere sayım memuru gelmeyecek olursa veya sehven
yazılmayacak olursanız hemen hükümete haber yollayınız”65. “Sayımın bütün
yurda bir günde başarılması sosyal birlik ve çalışmanın en güzel belgesi
olacaktır. Bu büyük günde devletin buyruklarına hepimiz uymalıyız”66. En
yalın ifadelerini bu şekilde bulan ve sayım gününe kadar gazetelerde yer
bulan uyarıcı ilanlar ile sayımın önemi konusunda vatandaşların dikkatini
çekmek amaçlanmaktaydı. Eski zamanlarda yapılan sayımların mükellefiyetler
55
56
57
58
59
60
61
62
63
64
65
66
Ulus, 8 İlkteşrin 1935.
Ulus, 10 İlkteşrin 1935.
Ulus, 9 İlkteşrin 1935.
Cumhuriyet, 6 Eylül 1935.
Ulus, 1 İlkteşrin 1935.
Zaman, 11 Haziran 1935.
Ulus, 4 İlkteşrin 1935.
Ulus, 14 İlkteşrin 1935.
Ulus, 15 İlkteşrin 1935.
Ulus, 17 İlkteşrin 1935.
Ulus, 18 İlkteşrin 1935.
Cumhuriyet, 27 Eylül 1935.
68
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
getirmesine karşın cumhuriyet hükümetlerinin böyle bir amacı olmadığı
vurgulanarak ve elde edilen bilgilerin sadece memleket savunmasında ve
kalkınmasında kullanılacağı hatırlatılmıştı.
Sayım günü, sayım ve kontrol memurları ile özel izin belgesine sahip
olarak sokağa çıkmasına izin verilenler dışında hiçbir kimsenin sayımın
sonuna kadar şehir, kasaba ve köylerde evlerinden dışarıya adım atmalarına
izin verilmeyeceği talimatname ile açıklanmıştı. Sayımın sona erdiğini halka
bildirmek için her şehirde top atılması kararlaştırılmış, ancak büyük şehirlerde
bir semtin veya birkaç mıntıkanın sayımı herhangi bir sebeple diğerlerine göre
çok gecikmesi halinde o semtin diğer mıntıkalarla irtibatının sayım çalışmaları
tamamlanana kadar güvenlik güçleri tarafından kesilmesi diğer mahallelerin
serbest bırakılabileceği ifade edilmiştir67.
Sayım memurlarının tayin edildiği mıntıkanın binalar cetveline dâhil
olduğu halde nüfusunu kaydetmeyecekleri bina ve ikametgâhlar şu şekilde
belirlenmiştir: Asker ve jandarma kışlaları ve karakolları, askeri mülki ve hususi
hastaneler, askeri, mülki, hususi yatı mektepleri, askeri, mülki hapishaneler
ve tevkifhaneler, yabancı devletlerin sefarethaneleri ve maslahatgüzarlıkları.
Konsoloshaneler bu kapsama alınmamış ve sayım memurlarının tarafından
ziyaret edilmeleri ve sayım işlemine tabi oldukları açıklanmıştır68.
Sayım sırasında memurların kullanacakları soru kağıtları Beynelmilel
İstatistik Enstitüsünün belirlediği asgari sorulardan ve 1927 sayımında kullanılan
sorulardan çok farklı olarak hazırlanmamış sadece Türkiye’nin özel durumuna
ilişkin bazı eklemeler yapılmıştı. 1927 sayımında kullanılan sorular daha çok
sosyal niteliklere ilişkin sorulardı. Savaştan yeni çıkıldığı, geniş topraklar
kaybedildiği ve zor mücadeleler sonucunda cumhuriyet kurulduğu için daha
çok halkın sosyo-politik özellikleri öğrenilmeye gayret edilmişti. Meslek
farklılığı çok genel çerçeveden öğrenilmek istenmiş, 1927 sayımında bulunan
“daimi ikametgah” sorusu çıkarılarak “ikinci bir dil ve yeni harflerle yazmak
bilir mi” soruları eklenmiş ve “okuma bilir mi” sorusu “yeni harflerle okuma
bilir mi”şekline dönüştürülmüştü69. Hazırlanan soru kâğıtlarının halk tarafından
değil de memurlar tarafından doldurulması istenmiş ve böylece cevaplarda
yeknesaklık hedeflenmişti70. İstatistik Umum Müdürü Celal Aybar, 1935 nüfus
sayımının önceki sayımlardan farkını ve getireceği yenilikleri gazetelere şu
şekilde açıklamıştır; “…geçen nüfus sayımında her mevkide mevcut olan
nüfusla birlikte o mevkiin halkında olup da muvakkaten bulunmayanlar da
kaydedilmiş…” olmasına karşın bu sayımda farklı bir yöntem izlendiği belirtilmiş
ve “…daha basit bir esas kabul edilmiş yani bulunmayan nüfus kaydedilmemiş
ve münhasıran her mevkide o gün şahsan hazır bulunanların kaydedilmeler
67
68
69
70
Zaman, 11 Nisan 1935.
Sayım Memurlarına Mahsus Talimatname, s.13.
Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50.Yılı, s.51.
Aybar, a.g.e, s.s.8-9.
69
Fatih TUĞLUOĞLU
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
esası konulmuştur.” Bir önceki sayımda uygulanan ve her kazanın köylerinin
nüfuslarının ayrıca belirtilmemesinin bazı sıkıntılara neden olduğunu ifade eden
Celal Aybar, “…her köyün nüfusu teker teker neşredilecektir. Bu malumatın
iskan, idari teşkilat, kültür, sıhhat ve emniyet işleri için çok faydalı olacağı…”
beklemektedir. Celal Aybar’a göre “..sayımlarda en mühim malumat adetten
sonra yaş inkısamıdır. Geçen sayımın neticeleri mahdud yaş gruplarına göre
ayrılmıştı. Bu gruplar bize okuma çağında olup da okuma bilmeyenlerin adedini
göstermiyordu. Bu defa yaş inkısamı hem tek yaş üzerine hem de grup üzerine
yapılacak ve bu malumat tahsil derecesiyle karşılıklı olarak tespit edilecektir71.
Bu suretle her yaşta kaç kişinin okuma yazma bildiği, kaç kişinin bilmediğini
sarahatle tespit…” edilebileceğini açıklayan Celal Aybar, 1927 sayımında yaş
sınıflanmasının medeni duruma göre tasnif edilmediğini bu nedenle 1927’den
itibaren her yaştaki insanların ne kadar evli olduğunun bilinmediğini ancak
yeni sayımda yaşlar ile medeni halin birlikte tasnif edileceği için her yaştaki kaç
kişinin bekâr evli veya dul olduğunun ortaya çıkacağını açıklamıştı. Bir yaşından
küçük çocukların yaşını ay olarak tasnif ederek Türk halkının doğurganlığı
hakkında bir görüş elde edileceği ayrıca 1927 sayımında vatandaşlardan
görünür sakatlığı olanlar açık olarak yazılmadığı ancak 1935 sayımında iki uzuv
da bulunan körlük, topallık, çolaklık gibi sakatlıkların ve bu bilgilerin yaşları
üzerine mukayesesinin yapılabileceği düşünen Aybar’a göre sayımda nüfusun
mesleği sadece ticari, zirai olmak üzere çok sınırlı olarak tasnif edilmesinden
vazgeçilerek ülkenin gelişen ekonomik yapısına da paralel olarak Türkiye’nin
iktisadi bünyesini daha iyi yorumlayacak şekilde bir meslek tasnifi yapılmak
istenmişti72. İlk sayımda bulunmayan sanayi ve küçük sanatlar, ulaştırma, genel
ve idare hizmetleri, ev ekonomisi vs. 1935 sayımının sonucunda tablolar halinde
düzenlenmişti. Ülkede başlayan sanayi faaliyetleri de nüfus sayımı tablolarına
yansımış, küçük sanatlar kategorisinde çeşitli alt kategoriler(maden ocakları,
taş, toprak, inşaat, bina, mobilya, ağaç işleri, demir, makine, kimya, dokuma,
kâğıt vs.) kategori belirtilerek nüfusun ekonomik karakterini ortaya çıkarmak
amaçlanmış ve esas meslek, son haftada tutulan meslek gibi sorular ile nüfusun
iktisadi faaliyet kollarına dağılış, çalışma şekli ve işsizlik gibi konularda bilgi
alınmak istenmişti73.
Nüfus sayımı memleketin her yerinde 20 Teşrinievvel 1935 Pazar günü
sabah saat sekizde başlamıştır. Sayım memurlarının çalışmalarını kontrol
ve denetleme vazifesine sahip olan vali, kaymakam ve nahiye müdürleri de
sayım işinin ne vaziyette olduğunu kontrol etmeleri için memurlarla çalışmaya
başlamışlardı. Sayım memurlarının mıntıkalarındaki evlerde hazır bulunan
vatandaşlara bizzat sorarak sayım defterine yazacakları bilgiler şunlardır;
71
72
73
1935 nüfus sayımında sadece yeni harflerle okuma-yazma bilenler okur- yazar sayılmış,
eski harflerle okuyup yazanlar ise okur-yazar sayılmamıştır.Yüceuluğ, a.g.e, s.58.
“Bu Nüfus Sayımının Bize Öğreteceği Yenilikler Nelerdir?”, Ulus, 12 İlkteşrin 1935.
Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50.Yılı, s.56.
70
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Coğrafi Sorular:
Sayım günü bulunduğu vilayetin ismi,
Sayım günü bulunduğu kazanın ismi,
Sayım günü bulunduğu nahiyenin ismi,
Sayım günü bulunduğu köyün ismi,
Sayım günü bulunduğu binanın numarası,
Demografik Sorular:
Oturduğu binanın cinsi,
Hangi devletin tebaası,
Hangi dinde bulunduğu,
Ana lisanı(yani aile içinde konuştuğu lisan),
Ana lisanından başka konuşabildiği lisan ,
Nerede oturduğu,
Görünür vücut sakatlığı varsa ne olduğu,
Kadın veya erkek olduğu,
Kaç yaşında bulunduğu,
Bekâr mı evli mi, dul mu veya boşanmış mı olduğu,
Yeni harflerle okumak bilip bilmediği,
Yeni harflerle yazmak bilip bilmediği,
Ekonomik Sorular:
Muayyen bir meslek veya vazife veya sanatı varsa ne olduğu.
Muayyen bir meslek veya sanatı yoksa ne ile geçindiği,
soruları sorulmuştu74.
Sayım memurlarının ziyaret edecekleri binalarda sakin olmayıp da
hayatını köprüaltı, ağaç kovuğu, camii avlusu gibi açık yerlerde veya nakil
araçlarında veya yollar üzerinde geçiren kimseler varsa bunların da sayıma dâhil
edilmeleri gerekli görülmüştü. Sayım memurlarının talimatname hükümleri
74
1935 Genel Nüfus Sayımı Talimatnamesi, s.29.
71
Fatih TUĞLUOĞLU
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
çerçevesinde soracakları sorulara hiç cevap vermeyen, kasten yanlış veya eksik
cevap verenlere bu hareketlerinin kanunen 5-25 TL para cezasını gerektirdiği
ayrıca bu gibi şahısların isimlerimin ve adreslerinin vali, kaymakam veya nahiye
müdürlerine bildirmeleri istenmişti75.
Sayım günü öncesinde yola çıkmış olan ve sayım gününü nakil
vasıtalarında geçirecek olan vatandaşların sayılmaları konusunda ortaya çıkan
tereddütleri gidermek amacıyla Nüfus Sayımı Talimatnamesinde açıklama
yapılmıştı. Sayım günü tren, vapur gemi gibi vasıtalarda bulunacak vatandaşların
sayılmaları için bir düzenleme hazırlanmıştı. İlgili talimatname devlet
demiryolları bünyesinde işletilen saha ve hatlardan geçen trenlerdeki yolcular
konusunda şu şekilde hareket edilmesi tavsiye edilmekteydi. Sayım işi devam
ettiği sürece sayım konusunda vazifeli olanlardan başka hiçbir kimsenin sokağa
çıkmaması, sayım saatinden önce sefere konmuş olan katarlar hariç olmak üzere
bütün nakil vasıtalarının sayım bitene kadar işlememesi kararlaştırılmıştı. Sayım
saati başlamadan evvel sefere konmuş olan ekspres, yolcu ve çeşitli katarlarla
yolcu katarı mahiyetinde olan otoray servislerinin son varış istasyonuna
gelinceye kadar yollarına devam etmeleri, son istasyona ulaştıklarında ise
o mevkideki sayım işi bitmemişse tren yolcularının sayımı tamamlanıncaya
kadar istasyonun sınırları içinde beklemeleri gerekli görülmüştü. Sayım saati
başlamadan evvel hareket eden katarlarda bulunan yolcu ve personelin sayımı
saat 8 den sonraki ilk varış istasyonunda trene binecek olan sayım memurları
tarafından yapılacaktı. Katar hareket halinde iken sayım yapılacak ve sonra
bunların sayıldığına dair sayım memurlar tarafından birer sayım vesikası
verilecekti76.
İstanbul Deniz Ticaret Müdürlüğü sayım günü limanda bulunan
gemilerin personelinin nasıl sayılacağı konusunda bir 25 Eylül 1935 tarihinde
bir açıklama yapmıştı. Sayım günü limanlara uğrayan ve o limanda en az
iki saat bekleyecek olan düzenli yolcu ve yük gemilerindeki nüfusun gemi
personeli tarafından yazılması ve yazım defterinin ilk limanda liman reislerine
teslim edilmesi istenmişti. Sayım günü sabah sekizde limanda bulunacak ve iki
saatten fazla limanda bekleyecek olan her çeşit yelkenli ve motorlu tüm yabancı
gemilerin de bulundukları ve geldikleri yerlerde sayılmaları istenmekte, ayrıca
sayım günü denizde veya ecnebi bir limanda bulunup da saat 10’a kadar o
limandan kalkmaya mecbur oldukları takdirde sabahın tam sekizinde mevcut
bütün gemi adamları ile yolcuları ellerindeki sayım defterlerine yazmağa
başlamaları kararlaştırılmıştır77.
Nüfus sayımı faaliyetinin başarılı olabilmesi, eksiksiz olarak
tamamlanması istenen ve doğru nüfus rakamları için hayati kıymete sahip
olan insanların ikamet ettikleri mekanların numaralanması uygulamasıydı.
75
76
77
Sayım Memurlarına Mahsus Talimatname, s.14.
1935 Genel Nüfus Sayımı Talimatnamesi, ss.58-59.
1935 Genel Nüfus Sayımı Talimatnamesi, ss.63-64.
72
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Fakat bunu daimi göçebelere uygulamanın imkanı bulunmamaktaydı. Doğu
ve güneydoğu vilayetlerinde bulunan göçebelerin nasıl sayılması konusunda
Nüfus Sayımı Talimatnamesinde açıklama bulunmaktaydı. Bu açıklamaya göre;
daimi göçebe hayatı yaşayanların vasıfları ve özellikleri kaydedilmek suretiyle
yazılmaması sadece kadın ve erkek olmak üzere sayılarının tespit olunması
yeterli görülmüştü78.
1935 Genel Nüfus Sayımı Talimatnamesinde İstanbul’da valilik
tarafından alınacak tedbirler de bulunmaktaydı. Vali Muhittin Üstündağ
tarafından İstanbul’un kaymakamlarına gönderilen yazıda sayım günü her
yer kapalı olacağından halkın yiyecek-içecek vs. ihtiyaçlarının bir önceden
tedarik edilmesi için 19 Teşrinievvel 1935 cumartesi günü akşamı tüm mağaza
ve dükkânların gece 23’e kadar açık kalmaları ve ekmek fırınlarının cumartesi
günü fazla ekmek çıkarmaları için bilgilendirilmeleri istenmişti. Ülke genelinde
sayım günü her kazada hükümet ve belediye doktorları, ebe ve küçük sıhhat
memurlarının vazifeleri başında bulunacakları ve herhangi bir ihtiyaç halinde
dışarıya çıkarken kollarında Kızılay bandı ile göreve gidebileceklerdi. Her ilçede
sayım günü öncesinde nöbetçi bulunan eczanenin sayım günü de nöbetçi olması
kararlaştırılmış ve sayım günü cenaze kaldırılmaması istenmişti79.
Sayım günü herhangi bir sebeple defterlere ismi girmeyen bir şahsın
hükümete müracaat etmesinin gerekli olduğu halka ilan edilmiş ve sayımdan
hariç kalmaması için mutlaka nüfus defterlerine kayıt olması istenmişti. Sayım
düzeninden sorumlu olan vali, kaymakam ve nahiye müdürlerinin defterlerin
toplanmasını temin etmesi, köylerdeki defterlerin toplanması ve merkeze
ulaştırılmasından muhtarların sorumlu olması kararlaştırılmıştı. Sayım
defterlerinin toplanmasının ardından vali ve kaymakamların bu defterleri
süratle gözden geçirmeleri kaza ve vilayet merkezlerine ait nüfusun toplamını
bir başlık altında, nahiye ve köyleri ilişkin nüfusun toplamını da ayrı bir başlık
altında toplayarak telgraf ile Ankara Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğüne
bildirmeleri istenmişti. Ayrıca telgrafların bir sureti posta ile gönderilmeliydi.
Ankara’ya ulaşan sayım defterleri powers makineleri ile çalışan 175 memur
tarafından değerlendirilmişti. Sayıma katılan memur ve kontrol memurlarının
sayısı 123.045 kişi idi. 1927 sayımda yararlanılan memurların sayısı ise 52.276
idi. Ayrıntılı ve kesin sonuçların bir buçuk yıl içinde alınması beklenmekteydi80.
6. 1935 Sayımının Sonuçları
İstatistik Genel Direktörlüğüne gelen haberlere göre sayım faaliyetlerini
ülke genelinde ilk bitiren şehir Balıkesir’in Balya ilçesi olmuştu. İkinci
Ankara’nın Ayaş ilçesi, üçüncü ise Diyarbakır’ın Kulp ilçesi olarak açıklanmıştı.
78
79
80
1935 Genel Nüfus Sayımı Talimatnamesi, s.33.
1935 Genel Nüfus Sayımı Talimatnamesi, ss.69-70.
1935 Genel Nüfus Sayımı Talimatnamesi, ss.31-32; Aybar, a.g.e, s.9.
73
Fatih TUĞLUOĞLU
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Bu haberlerden sora kısa aralıklarla diğer ilçe ve illerden sayımın sonuçlandığına
dair haberler gelmiş, İzmir’deki sayımın saat 14.30’da tamamlandığına dair
telefon ile bilgi alınmıştı. Göçebelerin sayımı konusunda alınan tedbirlere göre
vilayetler kendi sınırları içindeki göçebe nüfusun hareketini adım adım takip
ederek sayım günü nerede bulunacaklarını belirlemişler, kendi sınırında çıkmış
ise komşu ilçeye haber vermişlerdi. Ankara merkez ilçesinin nüfusu geçici
rakamlara göre 123 bine ulaşmıştı. Ulus Gazetesi bu sonucu “…bol nüfuslu şen,
kalabalık bir Anadolu yaratmak savaşının ilk zaferi…” olarak değerlendirmişti.
Nüfus sayımı İstanbul’da da tam bir düzen içinde tamamlanmıştı. İstanbul
sayımında yedekleri ile beraber 15 bin memur görevlendirilmişti. Şehir
nüfusunun çokluğu düşünülerek her birinde 20–25 ev olmak üzere 9500
mıntıkaya ayrılmıştı. Sayım sonucunda İstanbul’un nüfusu kesin olmayan
rakamlara göre 630 bin olarak belirlenmişti.81
1927 nüfus sayımında Türkiye’nin nüfusu 13.648.270 kişi olarak tespit
edilmişti. Geçen süre içinde ülke nüfusu 2.540.497 kişi yani yıllık yüzde 23
oranında artarak 16.188.767 kişi olmuştu. Bir kilometreye düşen insan sayısı
21.2 kişiye çıkmıştı. Sayımdan beş gün sonra bir açıklama yayınlayan İstatistik
Umum Müdürlüğü nüfus sayımına “…eşsiz ilgi gösteren Türk ulusuna minnet
ve teşekkürlerimi bildirir. Sayım ümidin çok üstünde bir düzen içinde geçmiş ve
ulus devlete karşı olan bu ödevini tam bir uygarlık içinde yerine…” getirdiğini
açıklamakta ve bu başarıda payı olan “…ilbay, ilçebay, kamunbay ve bütün
devlet işyarlarıyla memleketin aydın çocuklarına…” teşekkür etmekteydi82.
Falih Rıfkı Atay, nüfus sayımının geçici sonuçlarının açıklanmasından
sonra yazdığı yazı ile “…doğanların büyümesine, büyümüş olanların yaşamasına
imkân verecek şartlar ancak cumhuriyet idaresi ile varlaşabilmiştir… Güzel
ülkemizi bayındıracak ve müdafaa edecek olan bu sayıda ve bu artışta bir millet,
insanlığın istinat edeceği başlıca temellerden biri…” olacağını ifade etmişti83.
1935 nüfus sayımının ardından ortaya çıkan genel sonuç şu şekilde
belirlenmiştir;
Kadın
Erkek
TOPLAM
1927
1935
Yüzde
7.084.391
6.563.879
13.648.270
8.221.248
7.936.770
16.158.018
50.88
49.12
100
1935 yılında ülke genelinde Türkçenin en çok konuşulan dil olduğu
ortaya çıkmıştı.(Yüzde 86.02) ikinci en çok konuşulan dil Kürtçe, diğer diller
81
82
83
Ulus, 18 İlkteşrin 1935; 21 İlkteşrin 1935.
25 Ekim 1935 Ulus; Nüfus sayımının bir düzen içinde yapılması için uygulanan sokağa
çıkma yasağına yurt genelinde uyulmuştur. Ancak bazı olumsuz örnekler de yaşanmıştır.
Cumhuriyet, 22 Ekim 1935.
Ulus, “Nüfusumuz”, 25 İlkteşrin 1935.
74
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ise sırasıyla Arapça, Ermenice, Rumca ve İbranice olarak anlaşılmıştı84. Dinlerin
halk arasındaki dağılımından İslam dinine mensup olanların çoğunluğu
oluşturduğu ortaya çıkmaktaydı(Yüzde 98.3). Nüfus sayımının yapıldığı yıl 6
yaş ve üstündeki toplam nüfusun yüzde 80.75’i okuma-yazma bilmemekteydi.
Bu oran içinde kadınların payı yüzde 90.19, erkeklerin payı ise 70.65’di. Buna
göre erkeklerin yüzde 29.35’i, kadınların ise sadece yüzde 9.81’i okuma yazma
bilmekteydi85.
1935 nüfus sayımı soru kâğıtlarında yer alan ve vatandaşların sakatlık
seviyelerini öğrenmeyi amaçlayan kısmında şu sakatlık türleri yer almaktadır:
Topal, çolak, kör, sağır, dilsiz, zihinsel ve ruhsal kötürüm ve kambur. Sayım
sonucuna göre ülke genelinde 315.677 sakat nüfusun bulunduğu tespit edilmişti.
Tüm sakatlar içinde en büyük payı yüzde 39.87 ile topallar oluşturmaktaaynı
yıl tüm sakatların yüzde 59.18’ni erkekler oluştururken körlük, kamburluk ve
kötürüm gibi rahatsızlıkların en çok kadınlarda görüldüğü anlaşılmıştı86.
Sonuç
Nüfus konusu en eski tarihlerden günümüze kadar insan topluluklarını
ve devletleri meşgul etmiştir. Fazlalığı ile kimi zaman iftihar edilen ve kalabalık
ordular için elzem görülen, kimi zaman ise gıda üretimindeki muhtemel
yetersizlikler nedeniyle azaltılmaya çalışılan nüfus, hep tartışmaların merkezinde
bulunmuştur. Modern devlet anlayışı ile birlikte nüfusa bir insan kalabalığı veya
tüketici yığını olarak bakılmaktan vazgeçilmiş,nüfusun ekonomiye katkıları
ve sahip olduğu yetenekler fark edilmiş ve bu yeteneklerden yararlanmak
istenmiştir. Özellikle Michel Foucault’un formüle ettiği, “yönetmek için bilgi
sahibi olmak” gibi iktidar için insan kaynaklarına ait bilgileri kayıt altına alma
düşüncesi 19 yy’dan itibaren modern devletlerde uygulanmaya başlanmıştır.
Vatandaşlara ait bilgiler nüfus sayımları ile toplanmış, elde edilen bilgiler
üretim biçimini sürdürecek ve sistemin devamını sağlamak için kullanılmıştır.
Milli mücadelenin başarıyla sonuçlandırılmasının ardından ekonomik olarak
kalkınmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti sahip olduğu insan potansiyelinin
sayısını, özelliklerini ve yeteneklerini öğrenmek için 1927’den itibaren düzenli
aralıklarla nüfus sayımı yapmaya başlamıştır. 1935 yılında yapılan sayım
öncesinde yapılan propagandalar ve özellikle yetkililerin konuşmaları sayımın
amacını ortaya koyarken sayımda vatandaşlara sorulan sorular da nüfusun
ekonomik potansiyelini belirme amacı taşımaktadır.
84
85
86
Cumhuriyet Dönemi İstanbul İstatistikleri, Nüfus ve Demografi 1927–1990 I, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi İstanbul Araştırmaları Merkezi 1997, s.135.
Nüfus ve Demografi, s.28-29.
Nüfus ve Demografi, s.18-19, 139; Sayımın neticesinde körlerin en önemli miktarının trahom
hastalığının yaygın doğu ve güneydoğu Anadolu illerinde bulunduğu tespit edilmiştir.
Yüceuluğ, a.g.e, s.49.
75
Fatih TUĞLUOĞLU
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Sayım öncesinde yapılan propaganda çalışmalarının temeli ve sayım
sırasında dikkat edilen hususların ağırlık noktası nüfusu eksiksiz olarak kayıt
altına almaktı. Ülkede yaşayanların sayısının yüksek çıkması için her türlü
tedbir alınmaya çalışılmıştı. Kalabalık bir nüfusun dosta ve düşmana karşı bir
iftihar vesilesi olacağı ve ekonomik gelişmenin nüfus artışı ile başlayacağına
inanılmaktaydı. Devletçi ekonomi politikalarının uygulandığı 1930’lı yılların
ortasında yapılan 1935 sayımında sorulan sorularla vatandaşların sakatlık
durumlarını öğrenmeyi amaçlayan soruların sayım kâğıtlarında bulunması
bilinçli bir uygulama idi. Ancak nüfus artışı desteklenirken sağlık, eğitim, sosyal
güvenlik ve konut ihtiyacı gibi önemli sosyal gereksinimlerin de tamamlanması
ülkenin geleceği için yaşamsal öneme sahipti. Ekonomik gelişmenin en önemli
göstergelerinden biri olan kişi başına üretilen mal ve hizmet miktarındaki
artışınnüfus artışı ile aynı oranda gelişememesi halinde ülkede vatandaşların
yaşam seviyelerinde gerileme ve fakirleşme görülebilirdi. Türkiye nüfusu
1935’den sonra da ikinci dünya savaşı yılları dışında istikrarlı bir artış göstermişti.
Bu artışa paralel olarak tamamlanamayan sosyal ve ekonomik ihtiyaçların
eksikliği nedeniyle ilerleyen yıllarda Türk halkının yaşam seviyesinin istenen
seviyede olmadığı bir gerçektir.
76
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20 İlkteşrin 1935 ... ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
I. Gazete
KAYNAKÇA
Cumhuriyet
Ulus
Zaman
II. Kitap ve Makaleler
ARI, Kemal, “Cumhuriyet’in Nüfus Politikası”, Toplumsal Tarih, Kasım 2003, S.119.
AYBAR, Celal, Türkiye İkinci Genel Nüfus Sayımı(1935) Beynelmilel İstatistik
Enstitüsünün 1936 Atina İçtimaına Arz Edilen Fransızca Tebliğin
Tercümesidir, Ankara Başvekâlet Matbaası, 1937.
Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik
Gelişmenin 50 Yılı, Ankara, Başbakanlık DİE Matbaası, 1973.
Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü, Nüfus Meselesi ve Nüfus Sayımı Hakkında
Fikirler, Ankara Köyhocası Basımevi, 1936.
Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü, 1935 Umumi Nüfus Sayımı, Sokaklara
İsim veya Numara Konulması Hakkında Talimatname, İstanbul Devlet
Matbaası, 1934.
BEHAR, Cem, “Nüfusbilimin Nesnesi, Nüfusbilime Başka Bir Bakış II”, Toplum
ve Bilim, S.17, Bahar 1982.
_________, “Marx ve Nüfusbilim (Demografi), Nüfus Bilimine Başka Bir Bakış
I”, Toplum ve Bilim, S.15-16, Güz 81-Kış 82.
BOZBEYOĞLU, Alanur Çavlin, “Yeni Nüfusun Biyopolitikasına Açılım:
Türkiye’nin Biyometrik Elektronik Kimlik Kartı Sistemi”, Toplum ve
Bilim, S.122, 2012.
BOZOK, Nihan, “Biyoiktidara Özgü Bir Öznelleşme Pratiği Olarak Sağlıklı
Yaşam Söylemi”, Toplum ve Bilim, S.122, 2011.
Cumhuriyet Dönemi İstanbul İstatistikleri, Nüfus ve Demografi 1927–1990 I,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi İstanbul Araştırmaları Merkezi, 1997.
ÇAKMAK, Fevzi, “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Nüfusu Kayıt Altına Almaya
Yönelik Girişimler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi,
VIII/18-19, Bahar-Güz, 2009.
77
Fatih TUĞLUOĞLU
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ÇAVDAR,Tevfik, “Türkiye’de Nüfus ve Nüfus Sorunu” Cumhuriyet Dönemi
Türkiye Ansiklopedisi, VI, İstanbul İletişim Yayınları.
FOUCAULT,Michel, İktidarın Gözü, Çev: Işık Ergüden, İstanbul Ayrıntı
Yayınları, 2007, 2. Baskı.
____________, Cinselliğin Tarihi, I, İstanbul Afa Yayınları, 1993.
____________, Toplumu Savunmak Gerek, İstanbul Yapı Kredi Yayınları, 2011.
GÜRİZ, Adnan, Türkiye’de Nüfus Politikası ve Hukuk Düzeni, Ankara Türkiye
Kalkınma Vakfı Yayınları 1975.
KARAL,Enver Ziya, Osmanlı İmparatorluğu’nda İlk Nüfus Sayımı 1831, Ankara,
Başbakanlık DİE Yayınları, 1997.
KARPAT, Kemal, Osmanlı Nüfusu 1830–1914, Çeviren: Bahar Tırnakçı İstanbul
Timaş Yayınları 2010.
KAZGAN, Haydar, “Nüfus Artışı ve Amme Hizmetlerinde Fakirleşme”, Yeni
Ufuklar, S.107-108, 1961.
MCCARTHY, Justin, Müslümanlar ve Azınlıklar, Çeviren: Bilge Umar, İstanbul
İnkılâp Kitabevi, 1998.
Nüfus Umum Müdürlüğü, Ankara Dâhiliye Vekâleti 1935.
SEMİZ, Yaşar, 1923–1950 Döneminde Türkiye’de Nüfusu Artırma Gayretleri ve
Mecburi Evlendirme Kanunu(Bekârlık Vergisi)” Türkiyat Araştırmaları
Dergisi S.27, Bahar 2010.
SERPER, Özer, Türkiye Demografisi, İstanbul Filiz Kitabevi 1978.
TUNCER, Baran, Ekonomik Gelişme ve Nüfus, Ankara Hacettepe Üniversitesi
Yayınları 1976.
TÜRKAY, Orhan, “Türkiye’de Nüfus Artışı ve İktisadi Gelişme”, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara,
1962.
Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı, Nüfus Sayımı Konusu Çerçevesinde
Okullarda Verilecek Konferanslar ve Dersler, İstanbul, 1935.
ÜNAL, Ertan, “Cumhuriyet’in İlk Nüfus Sayımı”, Tarih ve Toplum, S.214, Ekim
2001, s.27.
ÜNER, Sunday, Nüfusbilim Sözlüğü, Ankara Hacettepe Üniversitesi, 1972.
YÜCEULUĞ, Ratip, Demografi, Ankara DİE Yayınları, 1966.
78
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi
Journal Of Modern Turkish History Studies
XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 79-99.
NAZİ IRK TASNİFİNDE
TÜRKLER VE ORTADOĞU HALKLARI
Ahmet ASKER*
Öz
Biyoloji alanında 19. yüzyılda kaydedilen çarpıcı gelişmeleri milliyetçi rekabet
dünyası penceresinden izleyen 20. yüzyılın Nasyonal Sosyalistleri, 1935 tarihli Nürnberg Irk
Yasası’nın uygulanması sürecinde, tarihsel ve güncel yakınlıkları gözeterek Türkleri de bu
tasnif içinde yeniden değerlendirmek zorunluluğuyla yüzleşmişlerdi. Yaklaşık yüz yılı aşkın
süredir “asrî ve binaenaleyh garbî” dünyaya yaklaşma ve kendini bu dünya içinde tanımlama
çabasının ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetici elitleri ırkçı Nazi yasalarını
dikkatle izlemişler ve söz konusu yasalar içinde kendi konumlarını soruşturmuşlardı. Nazi
Almanyası’nda yürürlüğe giren yasalar çerçevesinde Türkiye ve Türkler üzerine dönemin
ırkçı atmosferi içinde yapılan karşılıklı değerlendirilmeler günümüz için de öğretici ve
uyarıcıdır.
Anahtar Sözcükler: Nasyonal Sosyalizm, Irkçılık, Türk Tarih Tezi, Milliyetçilik, Kemalizm.
TURKS AND PEOPLE OF MIDDLE EAST IN NAZIS’ RACIAL
CLASSIFICATION
Abstract
The 20th century nationalist socialist who observe remarkable progress that saved
the 19th century in the field of biology from world of nationalistic rivalry also confronted with
obligation of revaluate the Turks in this classification that supervised intimacies of historical
and actual in this process of application the Nürnberg law of race of 1935. Administrative
elites of the Republic of Turkey who product of attempting to define itself in this world and
approaching to world ‘asri ve binaenaleyh garbi’ fornearly a hundred years in a century
carefully observed laws of Nazi and investigated their own position in the law in question.
The mutual evaluations within the law came into effect in Nazi Germany on Turkey and the
Turks to be held in a period of the atmosphere of racial also is tutorial and stimulant for today.
Keywords: National Socialism, Racism, Kemalism, the Turkish History Thesis, Nationalism.
*
Dr., Mersin Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü,
(ahmet_asker@mersin.edu.tr).
79
Ahmet ASKER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Giriş
Kökleri 19. yüzyıla uzanan anti-semitik ve anti –modern Völkisch
hareket, savaş sonrasında Almanya’da yoğunluklu olarak, Hitler’in de içinde
yer aldığı sağ siyasette kendini göstermişti. Henüz savaş öncesinden başlayarak
Almanya’da gelişen ırkçı örgütlenmelerin ortak noktası, üyelerinde “Cermen
soyundan gelme” (germanischer Abstammung) özelliği aramaları idi. Örneğin
1912’de gizli bir örgüt olarak kurulan Germanenorden (Cermen tarikatı), Cermen
soyundan gelmeyi üyeliğin ön koşulu olarak sayıyordu. Tarikata gireceklerde
ayrıca sarışın, mavi gözlü ve açık tenli olmak, sakat olmamak gibi fiziksel
koşullar aranıyor, başvuru sahibinin ve hatta eşinin soy ağacı araştırılıyordu1.
Bu ırk hassasiyeti, Thule Gesellschaft (Thule Topluluğu) veya 5 Ocak
1919’da kurulan DAP (Alman İşçi Partisi) gibi NSDAP’nin (Nasyonal Sosyalist
Alman İşçi Partisi) çekirdeğini oluşturan siyasi oluşumlarda da vardı. Anton
Drexler, Judenrein (Yahudilerden ari) bir parti düşüncesini paylaştığında, bu fikir
çevresi tarafından olumlu karşılanmış ve kısa süre sonra liderliğini üstleneceği
DAP’ı kurmuştu2. 24 Şubat 1920’de düzenlenen bir toplantıda DAP’ın adı
NSDAP olarak değiştirilmiş ve Nazi ideolojisine temel olan 25 maddelik bir
program kabul edilmişti. Programın birçok maddesi, ilerideki Nazi devletinde
hukuki statü kazanacak olan ırkçı politikaların çerçevesini çiziyordu. Programın
4. maddesi Alman vatandaşlığına sahip olmanın şartlarını belirliyordu: “Sadece
Yurttaş Vatandaş olabilir. Herhangi bir mezhebe bağlı olmamak koşuluyla sadece
Alman kanından olanlar Yurttaş olabilir. Bu nedenle Yahudiler Yurttaş olamazlar”.
Programın 5. maddesi ise vatandaş olmayanların statüsünü belirliyordu:
“Vatandaş olmayanlar Almanya’da sadece misafir olarak yaşayabilmelidir ve Yabancılar
yasasına tabi olmalıdır3
Irkçılığın siyasi hareketler içinde boy göstermesi Almanya’da elbette
ilk olarak Nasyonal Sosyalizm ile başlamıyordu. 19. yüzyılın ikinci yarısında,
ırkçı ideolojileri besleyen bilimsel çalışmalar çoğalıyor, Avrupalı beyaz adamı ırk
hiyerarşisinde üstte gösteren etnik haritalar yayımlanıyordu.
1
2
3
Nicholas Goodrick-Clarke, Die okkulten Wurzeln des Nationalsozialismus, Stocker, Graz, 1997, s.116.
Ian Kershaw, Hitler, 1889-1936: Hubris, (Çev.: Zarife Biliz), İthaki Yay., İstanbul, 2007, s.155.
Programm der Nationalsozialistischen Deutschen Arbeiterpartei, (1920, Februar 24). Erişim
tarihi: 15 Nisan 2011, http://www.documentarchiv.de/wr/1920/nsdap-programm.
html“Staatsbürger kann nur sein, wer Volksgenosse ist.” Stassrsbürger, daha çok yasal bir
Vatandaşlığa karşılık gelirken, Volksgenosse , aynı toprak parçasında yaşayan Yurttaşlara
karşılık geliyordu ve duygusal ağırlığı vardı.
80
Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Harita: Irkların coğrafi dağılımını gösteren 19. yüzyıla ait etnografik bir harita4
Dolayısıyla 19. yüzyılın ırkçı atmosferinde gelişen völkisch-antisemitik
hareket ile Nasyonal Sosyalizm arasında belirgin bir devamlılık söz konusuydu.
Fakat Nasyonal Sosyalizm’in iktidarında ırkçılık yeni bir boyut kazanmış,
insanları ırklarına göre sınıflandırmanın ve yok etmenin “devlet politikası” halinde
“planlı, programlı ve düzenli” bir şekilde modern yöntemlerle yürütüldüğü bir
dönem başlamıştı. 20 yüzyılın başlarında sanayileşmiş devletlerin sahip olduğu
modern bürokrasi ağı ve yakılan insanların saç tellerinden bile faydalanmaya
yetecek kadar ileri teknolojik donanım bu politikanın uygulanmasını mümkün
kılıyordu. Fakat çoğu zaman gözden kaçan veya bilinmeyen bir gerçek,
birçok insanın haksızlığa uğramasına ve hatta yaşamına mal olan ırkçı devlet
politikaların genellikle hukuka uygun olduğuydu5.
Nazi Irk Yasaları
Hitler’in 1933’te başbakanlığa atanması, Almanya için basit bir iktidar
değişikliğinden çok daha büyük bir anlam taşıyordu. Bu iktidar değişikliği aynı
zamanda toplumsal yaşamın her alanına nüfuz eden ve her türlü muhalefetin
tasfiyesiyle sonuçlanan, “Almanya’nın nazileştirilmesi süreci”ni başlatmıştı.
Böylece Nasyonal Sosyalizm temel ilkelerinden olan ırkçılık; sağlık, evlilik ve
nüfus planlaması gibi daha birçok alanı kapsayan sosyal politikaların belirleyicisi
haline gelmişti.
4
5
Bu haritaya göre Anadolu’da yoğun bir mongol popülasyonu vardı. “Ethnographische
Karte. Verbreitung der Menschenrassen”, Meyers Konversations-Lexikon, 11. Band: Luzula –
Nathanael,Verlag des Bibliographischen Instituts, Leipzig und Wien, 1888, s.476a.
Ilse Staff, Justiz im Dritten Reich : Eine Dokumentation, Fischer Bücherei, Frankfurt am Main,
1964, s.9.
81
Ahmet ASKER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Hitler hükümeti, elindeki yetki yasasına dayanarak bu alanda
gerekli gördüğü hukuksal düzenlemeleri ardı ardına hayata geçirmişti. Irkçı
yasalardan ilki, 7 Nisan 1933’te kabul edilen Gesetz zur Wiederherstellung des
Berufsbeamtentums’un (devlet memurluğu mesleğinin ihyasına dair yasa) 3.
maddesi, ari kökenli olmayan devlet memurlarının derhal emekli edilmelerini
öngörüyordu: “Aryan olmayan memurlar emekliye sevk edilir”6. Bundan dört gün
sonra, 11 Nisan’da hayata geçirilen bir başka düzenlemede “Aryan” kavramına
daha net açıklamalar getiriliyor, ailede birkaç kuşak öncesinde dahi bir
Yahudi’nin varlığı, saf Aryan olma durumunu bozan bir etken olarak tespit
ediliyordu: (1) Aryan olmayan, -bilhassa Yahudi anne babadan veya büyük annebabadan- bir soydan geleler Aryan olarak sayılmaz. Bunun için anne-babanın veya
büyük anne-babanın bir kısmının Aryan olmaması yeterlidir. Bu, özellikle anne-babanın
veya büyük anne-babanın bir kısmının Yahudi dinine mensup olması durumunda
geçerlidir. (2) Eğer bir devlet memuru 1 Ağustos 1914 evvelinde memur olmamış ise,
aryan kökenli veya dünya savaşında gazi, oğul veya babadan birinin şehit olduğunu
ispatlamak zorundadır. İspat, belgenin (ailenin evlilik-doğum veya askerlik belgeleri)
ibrazı ile yapılır. Kişinin Aryanlığının kuşkulu olduğu durumlarda ise İçişleri
Bakanlığı’nın Irkçılık masasından bilirkişi raporunun alınması zorunluluk
haline getiriliyordu7. Yasa maddelerindeki vurgulu ifadelerden, ırkçı yasaların
öncelikli kaygısının Yahudiler olduğunu anlaşılmaktadır. Nazi rejimi süresince
ihtiyaca göre ırkçı yasalarla ilgili daha birçok düzenleme yapılacaktı. Bunların
arasında en ünlüsü, 15 Eylül 1935 tarihli Nürnberg Yasaları (1935) kapsamında
kabul edilen. “das Gesetz zum Schutz des deutschen Blutes und der deutschen Ehre”
(Alman kanını ve şerefini koruma kanunu) idi. Yasa, Alman kanını temiz
tutmak amacıyla Yahudilerin, Alman kanından gelenler ve Alman kanına
akraba olanlarla (artverwandten Blutes) evlenmesini veya evlilik dışı ilişki
kurmasını yasaklıyordu: “1. Yahudiler ile Alman kanından veya akraba kandan gelen
vatandaşlar arasındaki evlilikler yasaktır. 2. Yahudiler ile Alman kanından veya akraba
kandan gelen vatandaşlar arasında evlilik dışı ilişkiler yasaktır”8. 14 Kasım’daki ilave
bir düzenleme ile vatandaşların Yahudilik ve Almanlık oranları ayrıntısıyla
açıklanıyordu9.
6
7
8
9
Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums. (1933, April 7). Erişim tarihi: 8 Mayıs
2011, http://www.verfassungen.de/de/de33-45/beamte33.htm
Erste Verordnung zur Durchführung des Gesetzes zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums.
(1933, April 11). Erişim tarihi: 8 Mayıs 2011. http://www.verfassungen.de/de/de33-45/
beamte33-v1.htm
Gesetz zum Schutze des deutschen Blutes und der deutschen Ehre. (1935, September 15). Erişim
tarihi: 8 Mayıs 2011. http://www.verfassungen.de/de/de33-45/blutschutz35.htm
Erste Verordnung zum Reichsbürgergesetz. (1935, November 14). Erişim tarihi: 9 Mayıs 2011.
http://www.verfassungen.de/de/de33-45/reichsbuerger35-v1.htm
82
Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Tablo: 1935 Alman kanının saflığını grafiklerle gösteren bir tablo10
Kamu görevlilerinin durumunu düzenleyen 1933 tarihli yasada
kullanılan ölçütler, insanları arischer Abstammung (Aryan soyundan olanlar)
ve nicht arischer Abstammung (Aryan soyundan olmayanlar) olmak üzere iki
sınıfa ayırmaktaydı. “nicht arischer Abstammung” (Aryan soyundan olmayanlar)
ifadesiyle Yahudilerin kastedildiği belliydi. Zira Nasyonal Sosyalist
terminolojide Arier (aryan veya indo-cermen) sözcüğü, deutschblütig (Alman
kanından olan) ve nichtjüdisch (yahudi olmayan) ile aynı anlama gelecek şekilde
kullanılmaktaydı. Yahudiler dışında çingeneler ve Avrupa dışında kalan ırklar
ise yabancı (artfremd) sayılmaktaydı11.
Nürnberg ırk yasasında, Arier ölçütünden farklı olarak akraba kan
(artverwandten Blutes) ölçütü kullanılmış, fakat yasada kimlerin neye göre
akraba kandan sayılacağı ile ilgili bir açıklamaya yer verilmemişti. Ancak 19.
yüzyıldan beri yayınlanan birçok bilimsel çalışma ve haritalarda akraba ırkların
kimler olduğu ortaya konulmuştu (bkz. Resim 1). İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar
gibi Avrupa’nın karışmadan saflığını korumuş yerleşik halkları (geschlossen
in Europa siedelndes Volk) ve Avrupa dışında, örneğin Kuzey Amerika’da
yerleşik olmalarına rağmen kanlarının saflığını koruyabilmiş Avrupa’dan göç
eden insanlar Artverwand sınıfına dâhildi. Nazi rejiminde bir kişinin Artverwand
(akraba) veya Artfremd (yabancı) olduğuna ise vatandaşı olduğu ülke
önemsenmeksizin, biyolojik olarak hangi ırktan geldiğine (rassenbiologische
Merkmalen) bakılarak karar veriliyordu12.
Nazi rejimi kısa vadede ırkçı yasalardan büyük maddi kazançlar
sağlamıştı. Saf Alman kanını kirlettiği varsayılan unsurların toplumdan
10
11
12
Erişim tarihi: 8 Mayıs 2011. http://de.wikipedia.org/w/index.php?title=Datei:Nuremberg_
laws.jpg&filetimestamp=20090507035657
Cornelia Schmitz-Berning, Vokabular des Nationalsozialismus, de Gruyter, Berlin, 2000, s.57.
Schmitz-Berning, a.g.e., ss.70-71.
83
Ahmet ASKER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ayıklanması, onlardan boşalan yerlere ise Alman kanından olanların
yerleştirilmesi her şeyden önce masrafsız bir kazanç kapısıydı. Nasyonal
Sosyalistler açısından buraya kadar bir sorun yoktu. Fakat ırkçı yasalarda
kullanılan ölçütler, beraberinde diplomatik krizlere dönüşme ihtimali yüksek
bir takım sorunları doğuracaktı. Zira Yahudiler dışında kalan diğer uluslar,
yasanın duyulmasından kısa süre sonra yasal tasniflerdeki yerlerini sorgulamaya
başlayacaklardı.
Dünyanın diğer uluslarının bu yasalara göre nasıl konumlandırıldığı
sorusu gündeme geldiğinde, yasada geçen kavramlara netlik kazandırma
ihtiyacı aciliyet kazanacaktı. Bu durum ise Nasyonal Sosyalistleri, ilkeleri ile
politik çıkarları arasında bir tercih yapmak durumuyla karşı karşıya getirecekti.
Özellikle çağdaşlaşma yolunda önemli adımlar atan Türkiye gibi stratejik öneme
sahip bir ülke söz konusu olduğunda, ırkçılık konusunda ilkesel davranmak ile
politik çıkarlar arasında yaşanan çelişki doruk noktasına varacaktı.
Muasır Medeniyet ve Yeni Türkiye
Dünyada belki de hiçbir ülke, Avrupalı olduğunu kabul ettirmek
konusunda kemalist Türkiye kadar istekli ve ısrarcı değildi. Batılı ülkelerin
Osmanlı’ya yönelik silah tehdidinin Lausanne Antlaşması’yla sonlanmasından
sonra pozitivist Türk milliyetçileri kurdukları yeni Türkiye’de, özellikle Arapİslami unsurlardan dolayı geri kaldığını düşündükleri geleneksel topluma
semboller yardımıyla Avrupalı bir elbise giydirme çabasına girmişlerdi. Zira bir
kısım pozitivist-batılılaşmacı elitte İslamın ilerlemeye engel olduğu düşüncesi
hâkimdi. Bu süreçte, devletin resmi dininin Hristiyanlık olması gerektiği13
veya domuz eti yemenin İslam’a aykırı olmadığı14 gibi düşünceler dahi ileri
sürülmüştü. Bu ve benzeri uç örneklerin yanı sıra, örneğin klasik müzik ve
opera dinleyen, vals ve tango yapan, Osmanlı geçmişini çağrıştıran başörtüsü
ve fes yerine fötr şapka giyen medeni vatandaş profili yaratmak istemenin
arka planında yüzyıllardır Avrupa’da kalıcı hale gelen barbar Türk imgesini
yıkmak; bunun yerine “medeni Türk” imgesi yaratmak arzusu bulunuyordu.
Bütün bunlar, çağdaş bir ulus devlet olmanın gerekleri arasında görülüyordu
Böylece Avrupa’nın da Türkiye’yi saygın bir batılı bir devlet olarak kabul etmesi
bekleniyordu.
Dış görünüşte kalan değişimler Türkiye’de iktidar eliti tarafından
tek başına yeterli görülmüyordu15. Yeni Türkiye imajını kalıcı hale getirmek
amacıyla kapsamlı bir basın-yayın faaliyeti de yürütülüyordu. Örneğin İçişleri
13
14
15
Ahmet Faruk Kılıç, “Psiko-Sosyal Faktörler Açısından Atatürk ve Din”, Erişim tarihi:
20.09.2011.http://www.if.sakarya.edu.tr/dergi/dergi_2/fkilic.pdf
“Domuz eti haram mı?”, Vakit, 23 Aralık 1932.
Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Nadolny raporlarında, Türk devriminin özellikle dış
görünüşe verdiği önemin altını çizmektedir. Cemil Koçak, Türk-Alman İlişkileri (1923-1939),
TTK Basımevi, Ankara, 1991, ss.16-17.
84
Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Bakanlığı’nın desteğiyle batılı ülkelere servis edilmek üzere Fransızca, İngilizce
ve Almanca dillerinde yayınlanan La Turquie Kemaliste dergisi; mimari, spor,
gençlik, ziraat gibi birçok alanda modern Türkiye imajının yaratılmasına hizmet
ediyordu.
Türklerin Avrupalılığı meselesi erken cumhuriyet döneminde akademik
çalışmaların da araştırma konusu haline gelecekti. Afetinan anılarında,
antropoloji ve tarih alanındaki çalışmaların artmasının sebeplerine dair ipucu
vermektedir: Bütün derslerden çok fayda sağlıyordum. Fakat bazı ders kitaplarında
milli hislerimi kırıcı cümleler vardı ve bunları öğrenmek istemiyordum. … Bir kitapta
Türklerin sarı ırkdan ikinci derecede (secondaire) ve barbar bir kavim olduğu yazılı idi.
Aynı zamanda resimler de vermiş ve bizlerin tipine hiç benzemeyen kişiler Türk olarak
tanıtılmak istenmişti16.
Türkiye’ye dönüşünde (1927) devam ettiği İstanbul’daki Notre Dame
de Sion Fransız kız lisesinde bazı derslerde okutulan kitaplarda “milli hislerini
kırıcı cümleler”den Atatürk’e bahsettiğinde ondan aldığı cevap “geniş bir tarih
araştırmaları devri” nin başlayacağına işaret etmekteydi: “Hayır böyle olamaz.
Bunların üzerinde meşgul olalım.”17 Afetinan’ın bahsettiği kitaplarda geçen
sözcükler ve Türkleri batılı ırk hiyerarşinde aşağılarda bir yerde, “sarı ırk” olarak
gösterilmesi, kemalistlerin asla kabul edemeyeceği bir tezdi. Avrupalı bilim
çevrelerinde kendine yer bulan ırk teorilerini ciddiye alanlar arasında Atatürk
de vardı. Gobineau’nun “İnsan ırklarının eşitsizliği üzerine denemeler” adlı kitabını
birçok cümlenin altını çizerek dikkatle okumuş, Avrupa merkezli-ırkçı dünya
tarihi Atatürk’ün tarih tasavvurunu derinden etkilemişti18.
Batı dillerinde yayınlanan ve Türkleri Mongol sınıfında değerlendiren
çalışmalara karşı Türkiye’de özellikle antropoloji, tarih ve filoloji disiplininden
bilim insanları, dünya bilim çevrelerini ve kamuoyunu Türklerin Anadolu’nun
en eski yerleşik halkı ve kafatası ölçülerine varıncaya kadar Avrupalı halklardan
olduğuna ikna etmeye çalışacaklardı. Bu çalışmaların temel amacı Türkleri
aşağı gören Avrupa merkezli ırkçı tarih görüşünü çürütmekti. Dolayısıyla bu
tür çalışmalar içe değil, dışa dönük bir savunma ihtiyacından kaynaklanıyordu.
Diğer bir değişle erken Cumhuriyet’in ıkr sorunu defansif idi19.
Bu amaçla başlatılan çalışmalarda batılı kaynaklarda yer alan Darwinistırkçı tez reddedilmiyor, söz konusu tezlerdeki hatalar düzeltilmeye ve Türklerin
de ırk hiyerarşisinde üst düzeylerde bir yerde olduğu ispatlanmaya çalışılıyordu.
Buna göre Türkler; Yunan, Roma ve Bizans etkileriyle yozlaşmış Avrupa
halklarına, medeniyeti kan yoluyla taşımışlardı. İlk defa 1925’te yayınlanan
16
17
18
19
A. Afetinan, Atatürk’ten Mektuplar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1981, s.9.
Afetinan, a.g.e., 10.
Klaus Kreiser, Atatürk. Eine Biographie, Beck, München, 2008, s.278.
Zafer Toprak, Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji, Doğan Kitap, İstanbul, 2012,
ss.340-341.
85
Ahmet ASKER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Türk Antropoloji Mecmuası’nın, 1930’ların başında İstanbul Üniversitesi Tıp
Fakültesi’nde verilen antropoloji konferanslarının, Türk dil ve tarih tezlerinin,
basında konuyla ilgili yer alan makalelerin ve daha bir yığın çabanın arka
planında, Türklerin Avrupa medeniyetinin ve ırkının asli unsuru olduklarını
ispatlamak arzusu yatıyordu: Homo Alpinus (Alp insanı) olan Türkler, sanıldığının
aksine, dolikosefal değil brakisefal kafatasına sahipti20. Yaygın kanının aksine,
Türklerin Mongollar ile hiçbir ilişkisi yoktu: Bazılarının iddia ettiği gibi mongurlarla
kat’iyen hiç bir alâkamız yoktur. Orta Anadoluda bugün yaşıyan türk kavmi tamamile
beyaz ırk karakterini göstermektedir21.
Türk basınından antropolojik çalışmalarla ilgili bazı kesitler
Bu tezlerin uluslararası ortamlarda kabul görmesi, Avrupalı olduklarını
kabul eden ve ettirmek isteyen iktidar eliti için büyük bir moral-destekti. Bu
sebeple, bu tezleri destekleyen özellikle yabancı bilim insanları Türkiye’de el
üstünde tutuluyordu. Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan’ın 64.000 insanın vücut
ve kafatası ölçümlerine dayandırdığı ve Türklerin, Homo Alpinus adı verilen
Avrupa’nın beyaz ırkından geldiklerini savunduğu doktora tezinin danışmanının
bir Avrupalı olması (İsviçreli antropolog Eugéne Pittard) elbette tesadüf değildi.
Dolayısıyla bunca çabadan sonra hiç kimse; Avrupa coğrafyasının önemli bir
kısmını yüzyıllardır yönetmiş ve hatta medeniyeti dünyaya yaymış bir ırkın
torunlarından, Avrupa’ya ait olmadıklarını kabul etmelerini bekleyemezdi.
20
21
“Türkler alp adamı denilen insanlardandır”, Vakit, 12 Ekim 1932.
Şevket Aziz (Kansu), “Beşeri kudretimizin zenginliği”, Vakit, 24 Haziran 1931.
86
Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Irkçı Yasalarda Türkler
Almanya’nın 19. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı Devleti’ne
giderek artan ekonomik, askeri ve siyasi ilgisinin etkisiyle, Türklerin olumsuz
imajı -en azından resmi söylemde- değişmeye başlamıştı. Bu imaj değişimi
birçok Alman resmi ve sivil kuruluşlar tarafından da destekleniyordu22. I. Dünya
Savaşı sırasındaki Türk-Alman kader birliği ve silah kardeşliği Alman resmi
makamlarında barbar Türk algısının dönüşümünde önemli bir rol oynamıştı.
Sèvres’in ön gördüğü düzene ve işgale karşı yürütülen silahlı mücadelenin başarılı
sonucunun Versailles düzenine karşı mücadele eden Almanlara cesaret veren
bir Vorbild (model) olduğu değişik ortamlarda dile getirilmişti23. Bizzat Hitler,
Mustafa Kemal’in ve onun önderliğinde yürütülen bağımsızlık mücadelesinin
kendisine umut aşıladığını, ona parıldayan bir yıldız gibi yol gösterdiğini ifade
etmişti24. Milli mücadeleyi takip eden yıllarda radikal modernleşme hamlelerine
sahne olan Yeni Türkiye, artık birçok Almanca kitabın da konusuydu. Alman
Dışişleri Bakanlığı’nın o döneme ait raporlarında Türkiye’de yaşanan reform
süreci için sıklıkla “Europäisierung der Türkei” (Türkiye’nin Avrupalılaşması)
ifadesi kullanılıyordu.25 Nasyonal sosyalistler de, Türkiye’nin Avrupalılık
hassasiyetinin farkındaydılar. Nazi Almanyası’nda özellikle Dışişleri Bakanlığı
yetkilileri, ırkçı yasalara temel oluşturan ırk kategorilerinde Türklerin nasıl
tasnif edileceği sorusuna bu farkındalık ışığında ve politik çıkarlarını gözeterek
cevap arayacaklardı.
Örnek Vaka
Nazi ırk yasalarında geçen Aryan olan-olmayan veya akraba kandan olanolmayan şeklindeki tasniflerde Türklerin neye göre-nasıl konumlandırılacağı ile
ilgili tartışma, 1933-1935 yılları arasında Hitler gençlik teşkilatı (Hitler-Jugend)
üyeliğinde bulunmuş Johannes Ruppert’in saf aryan olmadığının anlaşılmasıyla
başlamıştı.
Johannes Ruppert, I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da bulunan
Ali Rıza adındaki bir Osmanlı subayı ile Pauline Mann adındaki Alman
bir bayanın evlilik dışı çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Mesleği duvarcılık
olan Ruppert (daha önceki adıyla Helmi Mann), üyesi olduğu teşkilata spor
22
23
24
25
Kürşat Elçin Ahlers, “19. ve 20. Yüzyıllarda Almanya’da Türk ve Türkiye İmajı’nın Değişim
Süreci”, Tarih ve Milliyetçilik I. Ulusal Tarih Kongresi Bildiriler, Fen-Edebiyat Fakültesi, Mersin,
1999, ss.115-116.
Gotthard Jäschke, Die Türkei in den Jahren 1935-1941. Geschichstkalender mit Personen und
Sachregister, Sammlung Orientalischer Arbeiten, Otto Harrossowitz, Leipzig, 1943, s.73.
“M. Hitler’in Milliyet’e beyanatı”, Milliyet, 16.07.1933; “Der Führer zum Tod Atatürks.
Adolf Hitler über die Türkei”, Berliner Lokal-Anzeiger, Jg. 56, Nr.271, 11.11.1938.
AAPA, “Reformen für die Europäisierung der Türkei”, in: Konstantinopel-Ankara, nr: 536,
Berlin.
87
Ahmet ASKER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
öğretmenliği diploması almak için başvurmuştu. Fakat Ruppert, babasının
Türk olmasından dolayı Vollarier (saf Aryan) sayılamayacağı gerekçesiyle, “III
O” adındaki birlik tarafından, Hitler gençlik teşkilatından ayrılması tavsiyesi
almıştı. Ruppert bunun üzerine bir umut, babasının Aryan durumunun açıklığa
kavuşturulması talebiyle Türk konsolosluğuna başvurmaya niyetlenmişti. Türk
konsolosluğundan, Türklerin ve buna bağlı olarak (kendisini o güne kadar
sahipsiz bırakmış) babasının Aryan olduğunu onaylayan, resmi makamlara
verebileceği bir belge edinebilirse, en azından teşkilattan atılmasının önüne
geçebilir ve bir Alman firmasında iş bulmayı ümit edebilirdi. Fakat Ruppert’in
sorunu Türk konsolosluğuna taşıma girişimi, Alman istihbaratınca fark edilmiş ve
henüz başlamadan engellenmişti. Çünkü Türklerin yasalardaki konumu henüz
netliğe kavuşmamışken, yüksek ihtimalle olumsuz bir cevapla karşılanacak olan
bu sorunun etrafa yayılması, ırk hiyerarşisi konusundaki hassasiyeti bilinen
Türkiye ile Almanya arasında diplomatik bir krize sebebiyet verebilirdi. Bu da
Türkiye ile Nazi Almanyası arasındaki çok yönlü, sıkı ilişkileri ön planda tutan
Alman dışişleri yetkililerinin asla arzu etmeyeceği bir durumdu26.
Alman Makamlarının Girişimleri
Alman kurumları arasında aylarca resmi yazışmalara sebep olacak
bu konu Alman Irk Dairesi’ni, Türklerin Aryan olup olmadığı sorusuyla baş
başa bırakmıştı. Zira Türk konsolosluğu yetkilileri bir süre sonra, Türklerin
ırk yasasında hangi kategoride değerlendirileceği ile yakından ilgilenmeye
başlamışlardı. Nürnberg Yasaları kapsamındaki “Alman kanını ve şerefini koruma
kanunu”nun yürürlüğe girmesiyle beraber ortaya çıkan yeni durum karşısında
Türk vatandaşlarının hangi statüde değerlendirileceği Berlin’deki Türk
çevrelerinin de merak konusu haline gelmişti.
Alman Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin konu hakkında kaleme aldıkları
raporlarda devamlı Türkiye ile Almanya arasındaki sıkı askeri, ekonomik ve
politik ilişler hatırlatılıyor, Türklerin kendilerini Aryan olarak kabul ettirmek
için her türlü çabayı gösterdikleri bir dönemde Türklere Aryan olmadıklarının
söylenmesinin doğuracağı olumsuz sonuçların altı çiziliyordu. Ayrıca
Alman bilim çevrelerinde, Türklerin Asyalı değil de Balkanlı bir halk olarak,
Macar ve Finler ile akraba olduğunu savunanların da var olduğu belirtiliyor,
Alman subaylarının I. Dünya Savaşı’nda silah kardeşliği27 yaptıkları Türklerin
26
27
“Notiz” AAPA, R 99173, nr. 3-5, 21.12.1935, Berlin.
Nazi iktidarı süresince, I. Dünya Savaşı’ndaki “Silah Kardeşliği”ne Almanya’nın en
yetkili ağızlarından sıkça atıfta bulunulmuştur. Hindenburg cumhuriyetin ilanının 10.
yılını kutlarken, “Sadık silâh arkadaşlığını Almanyanın aslâ unutmayacağı yiğit millete…”
ifadesini kullanmıştı. “Almanyanın büyük bayramımıza iştiraki”, Vakit, 24.10.1933.
Hitler de, Berlin Büyükelçisi Kemalettin Sami Paşa’ya Türkiye hakkındaki düşüncelerini
açıklarken, silah kardeşliğine vurgu yapmıştı: “Türkiye ile olan münasebatımız, eski silah
arkadaşlığının ve yeni türk inkılâbının verdiği kuvvetle gayet iyidir”, BCA, 030-0-010-000000-231-556-2, 08.07.1933. Savaş öncesinin kritik günlerinde Ankara’ya büyükelçi atanan
88
Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
üniformasını giydikleri ve Türklerle omuz omuza savaştıkları hatırlatılıyordu.
Rapora göre şimdi bu ırk hadisesi yüzünden, zaten en güçlü komşusu Sovyet
Rusya’nın Marksist-Komünist tehdidi altında bulunan Türkiye’yi gücendirmek
hiç de akıl kârı bir iş değildi.
Şayet Türklerin Aryan olduğu bir an önce ilan edilirse, henüz resmi
bir girişimde bulunmamış Johannes Ruppert’in Hitler gençlik teşkilatından
atılmasının önüne geçilebilir, bir Alman firmasında iş bulmasının önündeki
engel kalkmış olur ve böylece sorunun etrafa fazla yayılmadan çözülmesi
sağlanmış olurdu. Dışişlerinden ilgili yerlere gönderilen yazıda, Türklerin
Alman yasalarında hangi kategoriye göre değerlendirileceğinin açıklığa
kavuşturulması isteniyor, mümkün olan en kısa zamanda olumlu bir kararın
çıkması tavsiye ediliyordu28.
Alman İçişleri Bakanlığı, Propaganda Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı
ve Irk Politikaları Dairesi arasındaki tartışmalar, Nürnberg yasasının ilgili
maddelerine göre Türklerin, Artverwand (akraba-hemcins) ve ein geschlossen
in Europa siedelndes Volk (Avrupa’nın karışmamış yerleşik halkı) olarak
görülmesinin doğru olup olmayacağı sorusu etrafında dönüyordu:
Yeni Irk yasası mevzuatında –bilhassa 15 Eylül 1935 tarihli Nürnberg
yasalarında- artık Aryan olan – Aryan olmayanlar arasında değil, bilakis Alman
ve akraba kandan gelen kişiler ile Yahudiler gibi yabancı ırktan gelen diğer
kişiler arasında bir ayrıma gidilmektedir. Alman kanına akraba olmak demek,
Almanlarla ırksal bileşim yoluyla akraba olan halkların kanı demektir. Hâkim
düşünceye göre (Stuckart-Globke, Alman ırk yasaları mevzuatının açıklaması,
1. Cilt, 55. sayfa ile karşılaştırın29*) Avrupa’nın karışmamış yerleşik halkları
ile onların Avrupa dışındaki bölgelerde kalan saflıklarını korumuş torunları
böyledir. Hakkında karara varılması istenen soru; acaba Türk halkı akraba ırk
gibi mi görülsün ve bununla ilişkili olarak acaba Türkler Avrupanın karışmadan
saf kalmış yerleşik halkları gibi mi görülsün.
Söz konusu raporun devamında daha önceki yasalarda geçen, “Ariernicht Arier” (aryan olan-olmayan) ayrımı yerine, 1935 Nürnberg Yasaları
kapsamındaki “Alman kanını ve şerefini koruma kanunu” ile “deutschblutig/
artverwand-artfremd (Alman kanından / akraba ve yabancı kandan gelenler)
arasında bir ayrıma gidildiği hatırlatılıyordu. Bu çerçevede Artverwandt
kavramının; “Alman ırkına akraba olanlar”, “Avrupanın karışmamış yerleşik halkları”
ve Avrupa kıtasının dışında yaşıyor olsalar dahi kanlarının saflığını korumuş
insanlar anlamına geldiği belirtiliyordu.
28
29
von Papen de bu ifadeyi her fırsatta kullanmıştır. “Papen an seine Waffenbrüder”, Kölnische
Zeitung, 1 November 1933; Jäschke, ss.129–130.
“Notiz”, AAPA, R 99173, nr.3-5, 21.12.1935, Berlin.
Burada Wilhelm Stuckart und Hans Globke’nin eserine atıfta bulunulmaktadır (ç.n.):
Stuckart-Globke: Kommentare zur deutschen Rassengesetzgebung. Band 1, Beck, München und
Berlin, 1936.
89
Ahmet ASKER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Aslında Türklerin Orta Asya’dan batıya doğru göç ettikleri, akraba
kandan veya Avrupa’nın karışmamış yerleşik halklarından olmadıkları,
dolayısıyla Almanlara akraba olmayan, yabancı bir ırkın mensubu oldukları
nasyonal sosyalistlere sır değildi. Ancak 30 Nisan 1936 tarihli nihai karar
metninde, modern Türkiye’nin kendini Avrupalı bir halk olarak tanıttığı,
Avrupalı bir ulus olarak kabul edilmek için her fırsatı değerlendirdiği ve bu
uğurda büyük çabalar sarf ettiği vurgulanıyordu: “Modern Türkiye kendini
Avrupalı halklar ailesi içinde görmekte ve Avrupalı ulus olarak tanınmak yönündeki
iddiasını kabul ettirmek için her fırsatta adımlar atmaktadır.” Yazının devamında, I.
Dünya Savaşı’ndaki dayanışmanın göz önünde tutularak Türklerin Avrupalılık
iddiasının Almanlar açısından desteklenmeğe değer görüldüğü belirtiliyor,
nihayette Türklerin Avrupa’nın karışmamış yerleşik halklarından olduğu
onaylanıyordu:
Türk konsolosluğunun veya iştirakçi Türk çevrelerinin Alman ırk yasası
mevzuatının Türk vatandaşlarına nasıl uygulanacağı sorusunun şu şekilde
cevaplanması uygundur: Türk halkı Almanya’da Avrupalı bir halk olarak
görülür ve bu yüzden her bir Türk Vatandaşı Alman ırk yasası mevzuatının
uygulanması sırasında diğer Avrupalı devlet vatandaşlarıyla aynı muameleye
tabi tutulur.
Walter Hinrichs’in imzasını taşıyan karar yazısı, Türklere yukarıdaki
açıklamalar ışığında işlem yapılması talebiyle Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık,
Reich ve Prusya İçişleri bakanlıkları başta olmak üzere ilgili tüm kurumlara
gönderilmişti. Fakat yazının sonuna, yasa uygulayıcıların duruma göre karar
vermelerini sağlayacak esnek ifadeler de eklenmişti. Buna göre zenci veya
Yahudi kökenli (jüdischer oder farbiger Abstammung) Türkiye vatandaşlarının
Avrupalı halkların tabi olduğu yasal mevzuatın dışında tutulacağı belirtiliyordu.
Bu uygulama Avrupalı diğer ülkelerin Yahudi kökenli vatandaşları için de
geçerliydi. Bu durumda Türkiye vatandaşlığı bulunan Yahudilere, aşağı ırktan
gelenlerin tabi olduğu yasalara göre işlem yapılacaktı.
Raporun sonunda Avrupalı halklar arasında sayılan Türklerin,
Mısır ve İran gibi Ortadoğu’daki diğer ülkelere neden emsal olamayacağı
ile ilgili bir açıklamaya da yer veriliyordu: “Çünkü bu ülkeler şimdiye kadar
Avrupa’ya ait oldukları iddiasını dile getirmediler”30. Bu ifade, raporu kaleme
alanların, Türkiye’ye komşu Ortadoğulu ülkelerin karara duyacakları tepkiyi
hesapladıklarını göstermektedir. Nitekim Ortadoğulu diğer ülkelerin bu karara
tepkisi gecikmeyecekti. Fakat altı çizilmesi gereken diğer bir husus Türklerin
Aryan sınıfında değil, akraba halklar sınıfında değerlendirildiğiydi. Zira haberin
doğuracağı tepkide ve verilecek cevaplarda bu ayrıntı önemli bir boyut
kazanacaktı.
30
“Im Anschluß an das Schreiben vom 17.Januar d,j-82-35 B 20/12.35- ” in: AAPA, R 78488,
nr, 429-430, R 99173 nr.32-34, 30.03.1936,Berlin; “Nr. 82-35.B.8/4”, in: BArch, R 43 II/1498b,
AAPA, R 99173, nr. 42-43, 30.04.1936, Berlin.
90
Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Karara Tepkiler
Haber 1936’nın Haziran ortalarında
Türkiye ve Dünya basınına; Irak, İran
ve Mısır gibi Ortadoğulu ülkelerin
vatandaşlarından farklı olarak Türkiye
vatandaşlarının Aryan sayılacağı şeklinde
yansımıştı. Haber, ilk olarak Temps ve
İstanbul’da çıkan République gazetelerinde
yayınlanmış, birkaç gün sonra da Türk
basınında yer almıştı. Cumhuriyet’te yer
alan haberde Nürnberg kanunlarının
içeriği ve kapsamı hakkında bilgilere yer
veriliyordu: ...Alman Dahiliye Nezaretinin,
Almanyada valilere gönderdiği bir tamimden
şehrimizdeki Alman sefareti de haberdar
edilmiştir. Bu tamimle Almanların yabancı
kandan olanlarla evlenmeleri memnuniyetine
dair olan Nörenberg kanunu ahkâmının, hangi
milletler hakkında tatbik edilip edilemeyeceği
izah edilmektedir. Almanlar, şimdiye kadar Avrupada teesssüs etmemiş olmalarını da
gözönünde bulundurarak İranlılarla, Iraklıları ve Mısırlıları ariyen addetmemektedirler.
Kanun hükümleri bu milletler hakkında tatbik edilecektir. Haberde ayrıca Nürnberg
yasasının ilgili hükümlerinin Aryan olan
Türkleri
kapsamayacağı
belirtiliyordu:
Tamim, ariyen olan Türkler hakkında Nörenberg
kanunu ahkâmının tatbik edilmemesi lâzım
geldiğini bildirmekte, bu vesile ile Türklerin
bilhhassa Büyük Harb sırasında Almanyaya
yaptığı değerli yardımları da kaydetmektedir31.
Aynı haber Akşam gazetesinde,
“Türkler Aryen” başlığıyla duyurulmuştu:
Almanyada Türkler Aryen olarak telâkki
edilecek ve onlara karşı Nuremberg kanunu
tatbik edilmeyecektir. Almanya dahiliye nazırı
tarafından alâkadar dairelere gönderilen bir
tamimde, “uzun zamandan beri Avrupada
yerleşmiş olan bütün milletler Aryen olarak
telâkki edilmek icab eder” denilmektedir.
Haberin devamında ise, İranlılar, Iraklılar
ve Mısırlıların bu güne kadar Avrupa’da
yerleşik olmamalarından dolayı Aryan
31
“Alman Sefaretine Gelen Bir Tamim”, Cumhuriyet, 15 Haziran 1936.
91
Ahmet ASKER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
sayılmadıkları belirtiliyordu: “Taminde Türkiyenin büyük harpte Almanyanın
müttefiki sıfatile oynadıkları rol kayıd ve tezkâr edildikten sonra Irak, İran ve Mısırlıların
‘şimdiye kadar Avrupada yerleşmemiş olmalarından dolayı’ Ariyen olmadıkları ilâve
edilmektedir” 32.
Haber, Türkiye ile aynı anda Mısır, Irak ve İran’da da duyulmuş, söz
konusu ülkeler karara duydukları tepkileri Alman Dışişleri’ne iletmişlerdi. Zorda
kalan Alman Dışişleri yetkilileri ise Aryan sınıfında değerlendirilmedikleri için
kendilerini küçümsenmiş hisseden ülkeler nezdinde bu yanlış anlamayı giderecek
girişimlerde bulunacaklardı. Bu çerçevede Nürnberg yasasında bahsedilen
ölçütlerin, Aryan olan ve olmayan arasında değil, Avrupa’nın yerleşik olan ve olmayan
halkları ile Alman kanına akraba olanlar ve olmayanlar arasında bir sınıflandırmayı
esas aldığı, kanun maddelerindeki ırk tasnifinin Yahudiler dışında hiçbir ulusu
hedef almadığı açıklamalarında bulunarak durumu kurtarmaya çalışacaklardı.
Tepkilerin artması üzerine Almanya’da konunun alevlenerek gündeme
gelmesiyle beraber ilgili kurumlardan yeniden görüş istenmiş, kurumlar arası
aylar süren uzun yazışmalar yapılmıştı. Genellikle Walter Hinrichs imzasıyla
Dışişleri Bakanlığı’nda kaleme alınan raporlarda Alman devletinin dış politik
çıkarlarının zarar görmemesi için Türkiye’nin gücendirilmemesi ve Türklerin
Avrupalı halklar ailesinden sayılması gerekliliği üzerinde duruluyordu. Özellikle
Alman Dışişleri’nde Türkiye’yi memnun etmeye yönelik tez ağırlığını korumaya
devam ediyordu. Fakat bu tez Almanya’da reel politikanın zorlamasıyla
destek bulmuştu. Almanya’da kimi çevreler, politik zorunluluk bahanesiyle
Türklerin Artverwandt veya Aryan kabul edilmesine oldukça tepkiliydiler ve
bu tezi çürütmek amacıyla uzun raporlar kaleme alıyorlardı. Türkler hakkında
olumlu bir karar çıkmasına gösterilen tepkilerden biri Reich ve Prusya Ekonomi
Bakanlığı’ndan (Der Reichs– und Preussische Wirtschaftsminister) geliyordu.
Dışişleri Bakanlığı’nın 9 Nisan 1936 tarihli yazısına cevaben Dr. Pohl imzasıyla
kaleme alınan raporda, Türklerin durumuyla ilgili açıklamalarda aceleci
davranılmaması tavsiye ediliyordu. Zira bakanlık yetkililerine göre ne bilimsel
açıdan ne de politik gereklilikler açısından Türklerin Avrupalı halklar sınıfında
sayılmasını gerektirecek hiçbir durum bulunmamaktaydı:
Tarafınızdan 31 Ocak 1936 tarihinde henüz bilimsel olarak netleşmemiş
olan Türklerin diğer halklar içindeki ırksal sınıflamasına ilişkin soruyla ilgili
yapılan açıklamalar, ilk olarak istatistiksel açıdan pratik bir anlam taşımamaktadır.
Çünkü halkların ırksal aidiyetlerinin bulunduğu resmi Alman sonuçları,
muhtemelen öngörülebilir bir zamanda yayınlanmayacak. Buradan hareketle,
Türkiye’nin ırksal istatistiği sorusuna şimdilik hiçbir şekilde dokunulmaması
ve tarafınızdan bana gönderilen 9 Nisan 1936 tarihli karar dosyasındaki
açıklamaların da bir yana bırakılması gereğini vurgulamama müsaade ediniz.
Zira –aşağı yukarı yeni ırk yasası mevzuatından kaynaklanan– halkların ırk
32
“Türkler Aryen”, Akşam, 17 Haziran 1936.
92
Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
aidiyetleri veya Alman kanıyla olan akrabalıkları hakkındaki araştırmalar veya
kararlarlar benim ilgi alanım dışındadır. Buna rağmen aşağıda devlet istatistik
dairesi başkanlığının raporlarından özetle Türklerin ırksal pozisyonuyla ilgili
soruyu ayrıntılandırmak istiyorum:
Esasen, örneğin başka halkların hızla çoğalması tehdidi karşısında
beyaz ırkı konu edinen çalışmalarda, Türk halkının katiyen beyaz halklardan
sayılamadığına dikkat çekmek istiyorum. Her ne kadar Türkiye ekonomik alanda
ve uygarlaşmak yolunda Avrupalı halklara yakınlaşmış da olsa, herhalde bu,
böylesi bir analize temel teşkil edemez. Çünkü o zaman aynı sebeplerle örneğin
Mısır ve Japon halkları da beyaz halklardan sayılmalıdır.
Karar dosyasında diğerlerinin yanı sıra, Türk halkının Almanlara akraba
mı olduğu, buna bana bağlı olarak Türklerin Avrupa’nın yerleşik halklarından
mı sayılacağı soruları hakkında beyanda bulunuluyor. Bu durum böyle değil.
1935’teki güncel nüfus sayımının sonuçlarına göre Türkiye’nin nüfusu aşağı
yukarı 16,2 milyonu buluyor, bunlardan sadece küçük bir bölümü (1,3 milyon)
Avrupa kıtasında, geri kalanı Türkiye’nin ön Asya bölgelerindendir.
Yazının devamında, ön Asya halklarının ağırlıklı olarak şarkî ve
mongol ırklarla karışmış olduğu, Avrupalı halklarının o bölgelerde geçmişten
kalmış kırıntıları olsa dahi, asla Artrein (saf) bir karaktere sahip olamayacağı
belirtiliyor, dolayısıyla Türklerin ırksal olarak hiçbir şekilde Avrupalı halklardan
sayılamayacağı vurgulanıyordu. Bundan başka, 1933’teki nüfus sayımına göre,
Almanya’da -Saarland hariç- en az 753’ü Yahudi kökenli olan (%45 oranında)
1673 Türk vatandaşı yaşıyordu33.
Ekonomi bakanlığı yetkilisi Dr. Phol’un da raporunda dikkat çektiği
üzere Türklere uygulanan ayrıcalık, dışlanan ülkelerde ciddi bir tepkiyle
karşılanmış, şaşkınlıkla karışık bir öfke uyandırmıştı. Kahire’de yayınlanan
La Bourse Egyptienne adlı Yahudi gazetesinde, İran, Irak ve Mısırlıların aryan
olmadıkları gerekçesiyle Nürnberg yasalarından etkilenecekleri haberine yer
veriliyordu. Söz konusu haber aynı gün, Irak’ın ünlü gazetelerinden El istiqlal’de
de “Türkler Aryan, fakat Iraklılar ve Mısırlılar değil” başlığıyla yer almıştı34.
Stohrer imzasıyla Kahire’den Berlin’e gönderilen telgrafta, bu haberin
Mısır’da büyük bir telaşla karşılandığı yazılıyor ve acil olarak D.N.B. (Deutsche
Nachrichten Büro) tarafından bir açıklama yapılması talep ediliyordu35. Buna
cevaben ertesi gün Berlin’den Kahire’ye gönderilen telgrafta, Nürnberg
yasalarında öngörülen sınıflamanın “Aryan olanlar ve olmayanlar” şeklinde değil,
“Alman kanından veya akraba kandan olanlar ile özellikle Yahudiler gibi bu kandan
33
34
35
“Abschrift Pol. VII 381. Der Reichs-und Preussische Wirtschaftsminister IV 154o3/36”,
AAPA, R 99173 nr.50-52, 08.06.1936, Berlin.
“Die Türken sind Arier, aber die Iraker und die Ägypter sind es nicht”, El istiqlal, 17.06.1936,
in: AAPA, R 99173, nr.191, Berlin.
“Telegramm ” AAPA, R 99173, nr. 54, 15.06.1936, Berlin.
93
Ahmet ASKER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
olmayanlar” şeklinde olduğuna vurgu yapılması isteniyordu. Ayrıca Türkler
hakkında varılan kararın Türkiye’nin bütün vatandaşlarını kapsamadığı,
örneğin Türk vatandaşı olsalar dahi Yahudiler veya zencilerin dışarda bırakıldığı
hatırlatılıyordu36.
Fakat bu açıklamalar da ortalığı yatıştırmaya, tepkileri azaltmaya
yetmeyince Nürnberg yasalarıyla ilgili daha ayrıntılı ve net bilgilerin paylaşılması
ihtiyacı doğmuştu. Zira Mısır hükümeti de (Türkiye’nin Türkler için iddia ettiği
gibi) Mısırlıların Alman kanına akraba bir soydan geldiklerini iddia etmeye
başlamıştı. Mısır’daki yanlış anlamanın giderilmesi için Berlin’den Kahire’deki
Alman elçiliğine gönderilen yazıda bu sefer; Nürnberg yasasının herhangi bir
ülkenin vatandaşlarını hedef almadığı ve sadece Yahudilere yönelik olduğu
vurgulanıyordu. Yazıda Alman kanından gelme bir kadınla evlenen Mısırlıların
çocuklarına, bir Almana verilen bütün hakların verileceği, Mısırlı bir babaya
sahip olmanın onlara bir zarar getirmeyeceği ve her türlü vatandaşlık haklarının
devlet güvencesinde olacağı belirtiliyordu. Aynı durum, Alman kanı taşıyan bir
erkekle evlenen Mısırlı kadınların çocukları için de geçerli olacaktı37. Benzer
açıklamalar Bağdat’a da gönderilmiş ve Irak’ta oluşması muhtemel tepkilerin
önüne geçilmeye çalışılmıştı38.
Buna rağmen Mısır’ın ikinci sınıf bir ülke olarak algılanmasına yol
açan haberler üzerine spekülasyonlar uzun süre devam etmiş, Mısır’ın önemli
gazetelerinden Ahram’da ve özellikle Yahudilerin etkin olduğu diğer basın
organlarında konu gündemde tutulmaya çalışılmıştı39. Hatta bu sebeple Mısır
hükümetinin 1936 Berlin olimpiyatlarından çekilmesi bile söz konusu edilmişti40.
Haberin İran’da da duyulmasından sonra, Berlin’den Tahran’a
yasanın içeriği ve temel aldığı ölçütler hakkında açıklayıcı telgraflar
gönderilmişti41. İran’ın Ankara Büyükelçiliği müşaviri Noury Esfandiary,
İranlıların dışlamasından dolayı duyduğu rahatsızlığı Alman diplomat Keller’e
bildirmiş ve İran hükümetinin konu hakkında gerekirse Berlin’de diplomatik
girişimlere başlayabileceğini eklemişti. Keller ise haberin ilk olarak Fransız
haber kaynaklarından duyurulduğunu, henüz Alman konsolosluğu ve Ankara
hükümeti tarafında onaylanmadığını, dolayısıyla gerçeği tümüyle yansıtmaktan
uzak olduğunu söyleyerek anı kurtarmaya çalışmıştı42. Bu sırada Alman Dışişleri
yetkilileri, Tahran’a çektikleri acil telgraflarla olası sert tepkilerin önüne geçmeye
36
37
38
39
40
41
42
“Telegramm in Ziffern”, AAPA, R 99173, nr. 59-61, 16.06.1936, Berlin.
“An die Deutsche Gesandschaft auf sicherem Wege! in Kairo”AAPA, R 99173, nr. 63-64,
18.06.1936, nr. 65-66, 18.06.1936, “An die Königlich Ägyptische Gesandschaft. Verbalnote”,
nr. 150, 04.07.1936, Berlin.
“Diplogerma. Bagdad”, AAPA, R 99173, nr.68, 18.06.1936, Berlin.
“Angebliche Anwendung der Nürnberger Gesetze auf ägyptische Staatsangehörige”,
24.06.1936, AAPA, R99173, nr. 157-165, Berlin.
Telegramm aus Kairo, 17.06.1936, AAPA, R 99173, nr. 69, Berlin; Organisations-Komitee für
die XI. Olypmiade Berlin 1936 E.V., 23.06.1936; AAPA, R 99173, nr. 153, Berlin.
“Diplogerma. Teheran”, AAPA, R 99173, nr. 67, Berlin.
“Anerkennung der Türken als Arier ”AAPA, R 99173, nr.47-48, 19.06.1936, Berlin.
94
Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
çalışmışlardı. Açıklamalarda; Alman kanını korumaya yönelik çıkarılan yasanın
ne İran’ı, ne de -Avrupalı olsun olmasın- başka ülkelerin vatandaşlarını hedef
aldığı güçlü bir şekilde vurgulanmıştı: “Bilindiği üzere Nürnberg yasaları sadece
Yahudileri hedef almaktadır”43.
Ayrıca Alman Dışişleri yetkilileri Türkiye’de de girişimlerde bulunmuş
Ankara’daki Alman Büyükelçiliği kanalıyla Nürnberg yasasıyla ilgili Türk
basınında yer alan Aryan olan-olmayan sınıflandırmasının gerçeği yansıtmadığına
ilişkin bir tekzip yazısının yayınlanmasını sağlamıştı:
İranlı, Iraklı ve Mısırlıların arî ırktan telâkki edilmeyeceklerine dair
Almanya İç İşleri Bakanlığının bir tamimi hakkında bazı İstanbul gazetelerinde
çıkan havadis hakikate uymamaktadır. Bu haberin tamamen yanlış olduğu
şuradan da tebarüz eder ki haberin istinad ettiği Nüremberg kanunlarının hiçbir
yerinde arî ırk kelimeleri mevcud değildir44.
Alman resmi makamlarınca Alman kanını ve şerefini koruma kanunu
çerçevesinde yürütülen tartışmalar sonucunda Türkler, Avrupa coğrafyasında
bulundukları uzun süre de göz önünde tutularak Artverwand sınıfında
değerlendirmişti. Aslında bu değerlendirmede, Türklerin Aryan olduğuna
yönelik net bir ifade yer almamıştı. Haberin bölge kamuoyunda ve Türkiye’de,
Türklerin Aryan, diğer Ortadoğulu ülke halklarının ise Aryan olmadığı şeklinde
biraz da provokatif bir içerikle yer alması, konu üzerine ayrıntılı bilgi edinmeden
ve haberin yayınlanmasında doğacak tepki dikkate alınmadan biraz aceleci
davranıldığı izlenimi uyandırmaktadır. Ancak konsolosluk çalışanlarının konu
hakkında Berlin’e gönderdikleri raporlarda yer alan Aryan sınıflandırmasına
karşı doğacak olumsuz tepkiden sonuna kadar faydalanmak isteyen Yahudi
lobisinin haberi bu şekliyle basına sızdırdığı ve gündemde tutmaya çalıştığı
iddiası dikkat çeken diğer bir husustur.
Türkiyeli Yahudiler
Almanya’daki yabancı uyruklu Yahudiler içinde Türkiye vatandaşlığına
sahip Yahudilerin oranı çok düşüktü ve büyük bir kısmı Berlin’de yaşıyorlardı.
1933 yılındaki nüfus sayımına göre Almanya’da yaşayan 1673 Türkiye
vatandaşından 753’ü (%45 oranında) Yahudi kökenliydi45. Nazi Almanyası’nda
bulunan Türkiyeli Yahudiler de Almanya’daki ırkçı yasalardan ve antisemitist atmosferden olumsuz etkilenmişlerdi. Fakat yine de onlar, Almanya
Yahudilerine kıyasla Türk vatandaşlığı şemsiyesi altında -geçici bir süre için
de olsa- daha korunaklı pozisyondaydılar. Zira Almanya ile ilgili devletler
arasındaki anlaşmalar ve ilişkiler, mevcut ırkçı yasaların yabancı uyruklu
Yahudilere dokumasını zorlaştırır nitelikteydi. Kimi ülkeler Yahudi kökenli
43
44
45
“Diplogerma Therapia”, AAPA, R 99173, nr.138-139, 22.06.1936, Berlin.
“Almanyanın Bir Tekzibi”, Cumhuriyet, 24 Haziran 1936.
Corry Guttstadt, Türkiye, Yahudiler ve holokost, (Çev. Atilla Dirim), İletişim, 2012, s.233.
95
Ahmet ASKER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
vatandaşlarına yönelik şiddeti kabul etmeyerek Nazi rejimine diplomatik baskı
yapıyorlardı. Ancak nasyonal sosyalistler için bu sınırlayıcı hukukî çerçeveyi
aşmak zor bir iş değildi. Nitekim Hermann Göring yabancı uyruklu Yahudilerle
ilgili bir açıklamasında yasal çerçevenin nasıl aşılacağına yönelik ipuçları
vermişti: Gerçekten de yabancı devletlerin vatandaşı olan ve bu durumlarını sürdüren
Yahudiler, elbette söz konusu ülkeyle aramızda bulunan kanunlara göre muamele
gereceklerdir. Ancak bu durumda olan Yahudilerin yumuşak veya daha sert baskılarla,
usturuplu manevralarla bertaraf edilmeleri için gereken yapılmalıdır46.
Dışişleri ve İçişleri bakanlıkları ile Irk Siyaseti Dairesi gibi ilgili
kurumların katılımıyla ırk siyasetinin çevre ülkelerdeki olumsuz etkilerinin nasıl
giderilebileceğine dair 1934’te yapılan toplantıda yabancı uyruklu Yahudiler ile
ilgili olumlu bir karar çıkmamıştı. Toplantıdan çıkan sonuç, ancak dış siyasette
meydana gelebilecek zararların iç siyasetteki başarılardan hatırı sayılır şekilde
fazla olması halinde Aryan yasalarından geri adım atılabileceği, ancak her şeye
rağmen yabancı uyruklu Yahudilerin bundan faydalanamayacağı yönündeydi47.
Türkiye uyruklu Yahudiler de bu durumun bir istisnası olmayacaklardı.
1939 nüfus sayım sonuçlarına göre Almanya’daki Türkiyeli Yahudilerin
nüfusunda ciddi bir gerileme yaşandığı görülmektedir. İlhak edilen Avusturya
dâhil, bütün Almanya’da Türkiye vatandaşlığına sahip Yahudilerin sayısı 263’e
düşmüştü ve bunların 101’i Berlin’de yaşıyordu. Rakamlardaki bu gerileme,
fırsatını bulan az sayıdaki Türkiyeli Yahudilerin Nazilerin baskı ve şiddetine
dayanamayıp Almanya’yı terk ettiğini düşündürmektedir. Fakat azalmanın
asıl önemli sebebi Türkiyeli Yahudilerin Türkiye tarafından vatandaşlıktan
çıkarılmaları olmuştur48. Sonuçta Nazi rejiminin Türkiyeli Yahudilere gösterdiği
zorunlu müsamaha geçici olmuş ve Göring’in belirttiği üzere diğerleri gibi onlar
da ilk fırsatta bertaraf edilmişlerdi49.
46
47
48
49
Aktaran: Guttstadt, a.g.e., s.230.
Guttstadt, a.g.e., s.228.
Guttstadt, a.g.e., s.238.
Türkiyeli Yahudilerin Nazi Almanyası’ndaki durumuyla ilgili daha ayrıntılı bilgilere
Guttstadt’ın kitabından ulaşmak mümkündür. Özellikle 3. ve 4. bölümler.
96
Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Sonuç
Türkiye uyruklu Yahudileri kapsamasa da Nazi rejiminin Türklere
Avrupalı halk kapsamında bir hukukî statü tanımış olması Türkiye’de
memnuniyetle karşılanmıştı. Burada dikkat çeken bir konu, Türkiye’nin Nazilerin
Irk hiyerarşisini ciddiye aldığı kadar, Nazilerin de Türkiye’nin bu uğurda
gösterdiği çabaları ciddiye almasıdır. En azından Türkiye’nin Avrupalılık ısrarı
ve bu uğurda üretilen çalışmalar Nazi Almanyası’nda meyvesini vermişti.
Fakat Alman Dışişlerinin ısrarı ile alına bu karar, Almanya’yı Türkiye’nin
Ortadoğulu komşularıyla karşı karşıya getirmişti. Bunun üzerine Almanya ile
karara tepki gösteren ülkeler arasında sıkı bir diplomatik trafik yaşanmış; Alman
Dışişleri yetkilileri defalarca, sınırlayıcı hükümler içeren Nürnberg yasasındaki
ırk tasnifleri ile hiçbir ülkenin veya ulusun hedef alınmadığının, hedefin sadece
Yahudiler olduğunun altını çizmek zorunda kalmışlardı. Dolayısıyla söz konusu
ülkelerin vatandaşları, evlilik, oturum, dolaşım, çalışma konularında hukuksal
açıdan ülkeler arası ikili anlaşmalara göre muamele göreceklerdi.
Naziler, büyük bir ihracat ülkesi olması dolayısıyla dünya ile etkileşim
içinde olan Almanya’nın rekabet gücünü zayıflatacak girişimlerden uzak
durmaya özen göstermişlerdi. Sonuçta güncel siyasetin ve pratik hayatın
gereklilikleri, 19. Yüzyıl boyunca Avrupalı beyaz adamın lehine kurgulanan
ırk hiyerarşisini ideolojilerine temel edinen nasyonal sosyalistleri ilkesel
davranmaktan alıkoymuş, Avrupa’nın yerleşik halklarından veya Alman
kanına akraba kandan olmadıkları halde Türkleri Artverwandt sınıfında
değerlendirmek durumunda kalmışlardı. Fakat karara tepki gösteren söz konusu
diğer ülke vatandaşları da kanlarının saflığına veya Aryan olup olmadıklarına
bakılmaksızın yasanın kapsamı dışında tutulmuşlardı. Bu uygulamalar ise
Nazilerin ırk teorisindeki hiyerarşiyi pratikte büyük ölçüde geçersiz kılmıştı.
Ancak son kertede ırkçı yasalar, Türkiye vatandaşı olsun olmasın Almanya’da
bulunan bütün Yahudilere acımasızca uygulanmıştı.
97
Ahmet ASKER
I. Arşiv Belgeleri
R99173
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
KAYNAKÇA
Auswärtiges Amt-Politisches Archiv, R78488, Konstantinopel-Ankara,
Bundesarchiv, R 43 II/1498b.
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 030-0-010-000-000-231-556-2, 08.07.1933
II. Gazeteler
Akşam
Berliner Lokal-Anzeiger
Cumhuriyet
Milliyet
Kölnische Zeitung
Vakit
III. Kitap ve Makaleler
AFETİNAN, A., Atatürk’ten mektuplar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,
1981.
AHLERS, Kürşat Elçin, “19. ve 20. yüzyıllarda Almanya’da Türk ve Türkiye
imajı’nın değişim süreci”, Tarih ve Milliyetçilik I. Ulusal Tarih Kongresi
Bildiriler, Fen-Edebiyat Fakültesi, Mersin, 1999.
ARNDT, Ernst Moritz, Über Volkshaß und über den Gebrauch einer fremden Sprache,
Feischer, Leipzig,1813.
GOODRICK-CLARKE, Nicholas, Die okkulten Wurzeln des Nationalsozialismus,
Stocker, Graz, 1997.
GUTTSTADT, Corry, Türkiye, Yahudiler ve holokost, (Çev.: Atilla Dirim), İletişim
Yay., 2012.
JÄSCHKE, Gotthard, Die Türkei in den Jahren 1935-1941. Geschichstkalender mit
Personen und Sachregister, Sammlung Orientalischer Arbeiten, Otto
Harrossowitz, Leipzig, 1943.
98
Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
KERSHAW, Ian, Hitler, 1889-1936: Hubris, (Çev.: Zarife Biliz), İthaki Yay.,
İstanbul, 2007.
KOÇAK, Cemil, Türk-Alman İlişkileri (1923-1939), TTK Basımevi, Ankara, 1991.
KREISER, Klaus, Atatürk. Eine Biographie, Beck, München, 2008.
SCHMİTZ-BERNİNG, Cornelia, Vokabular des Nationalsozialismus, de Gruyter,
Berlin, 2000.
STAFF, Ilse, Justiz im Dritten Reich : Eine Dokumentation, Fischer Bücherei,
Frankfurt am Main, 1964.
TOPRAK, Zafer, Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji, Doğan Kitap,
İstanbul, 2012.
IV. İnternet
KILIÇ, Ahmet Faruk “Psiko-sosyal faktörler açısından Atatürk ve din”, Erişim
tarihi: 20.09.2011.http://www.if.sakarya.edu.tr/dergi/dergi_2/fkilic.
pdf
“Ethnographische Karte. Verbreitung der Menschenrassen”, Meyers KonversationsLexikon, 11. Band: Luzula – Nathanael,Verlag des Bibliographischen
Instituts, Leipzig und Wien. (1888). Erişim tarihi: 20.09.2011. https://
peter-hug.ch/lexikon/1888_bild/11_0476a#Bild_1888
Gesetz zur Wiederherstellung des Berufsbeamtentums. (1933, April 7). Erişim tarihi: 8
Mayıs 2011. http://www.verfassungen.de/de/de33-45/beamte33.htm
Erste Verordnung zur Durchführung des Gesetzes zur Wiederherstellung des
Berufsbeamtentums. (1933, April 11). Erişim tarihi: 8 Mayıs 2011. http://
www.verfassungen.de/de/de33-45/beamte33-v1.htm
Gesetz zum Schutze des deutschen Blutes und der deutschen Ehre. (1935, September
15). Erişim tarihi: 8 Mayıs 2011. http://www.verfassungen.de/de/
de33-45/blutschutz35.htm
Erste Verordnung zum Reichsbürgergesetz. (1935, November 14). Erişim
tarihi: 9 Mayıs 2011. http://www.verfassungen.de/de/de33-45/
reichsbuerger35-v1.htm
99
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi
Journal Of Modern Turkish History Studies
XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 101-139.
İKTİDARINI SÜRDÜRMEK İSTEYEN BİR PARTİNİN
KİMLİK ARAYIŞI:
CUMHURİYET HALK PARTİSİ’NİN
1947 OLAĞAN KURULTAYI
Hakan UZUN*
Öz
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 1947 yılına kadar sekiz kurultay düzenlemiştir.
Bunlardan sadece birisi, 1946 Olağanüstü Kurultay’ı, II. Dünya Savaşı sonrasında çok partili
döneme geçildikten sonra yapılmıştır. CHP düzenlediği tüm kurultaylara oldukça önem
vermiştir. Buralarda alınan kararlar sadece partinin geleceğini etkilemekle kalmamış, ülke
siyaseti üzerinde de etkili olmuştur. CHP’nin 1947’de düzenlediği kurultay da hem ülke
siyaseti hem de parti açısından son derece önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte
bu kurultayın bir siyasi parti olarak CHP üzerindeki etkisi daha fazla olmuştur. Tüzükte
yapılan değişikliklerle partinin tabanı, partide daha etkili kılınmaya çalışılırken, Kemalizm’in
temel prensiplerini belirleyen altı ilke de yeniden tanımlanmıştır. Ancak ilkelere yönelik
olarak yapılan yeni düzenlemeler, kimilerince ideolojik bir sapma olarak değerlendirilmiş ve
kurultayda Kemalizm’den ödün verildiği şeklinde yorumlanmıştır.
Anahtar Sözcükler: Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Kongre, Kurultay, Çok Partili Siyasal
Yaşam, Demokrat Parti (DP), İsmet İnönü, Siyasi Parti.
QUEST FOR IDENTITY OF A PARTY IN POWER:
THE ORDINARY CONGRESS OF REPUBLICAN PEOPLE’S PARTY OF 1947
Abstract
Republican People’s Party organized eight congresses until the year of 1947. Only
one of them, the Extraordinary Congress of 1946, was carried out after the Second World
War when in Turkey the multi-party system had settled. The Republican People’s Party took
notice of all these congresses pretty much. The decisions that were made in these congresses
had effects not only on the future of the party, but also on the politics of the country. The
Ordinary Congress of Republican People’s Party of 1947, as well, had highly significant results
that concerned both the party and the politics of the country. Furthermore, this congress had
greater effects on the Republican People’s Party. While the grassroots were tried to have voice
*
Doç. Dr., Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü,
(hakanuzun@ankara.edu.tr).
101
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
and potentiate more through the innovations on the statutes of the party, the Six Principles
of Kemalism were re-identified in the congress, as well. The revisions that were made on
the Principles, were considered as an ideological deviation by some and were perceived as
making concessions about Kemalism in the congress.
Keywords: Republican People’s Party, Democrat Party, İsmet İnönü, Congress, Convention,
Multi-party System, Political Party.
Giriş
Siyasi partilerin kurultayları, genellikle o siyasi partinin ve ülkenin
sorunlarının görüşüldüğü, bunların çözümüne yönelik kararların alındığı,
partilerin ülke yönetiminde ya da muhalefette iken izleyeceği yol haritalarının
belirlendiği ve partilerin yeniden yapılanmasını da sağlayan geniş kapsamlı
toplantılardır. Konu Türkiye açısından ele alındığında ise Cumhuriyet tarihinin
ilk siyasal partisi olan ve 27 yıl gibi uzun bir süre iktidarda kalan Cumhuriyet
Halk Partisi (CHP) kurultaylarının, ülkedeki siyasi kültür ve düşünce hayatı
üzerinde de etkili ve çoğu zaman belirleyici olduğu ileri sürülebilir1.
CHP, ülkenin tek parti ile yönetildiği 1923 ile 1946 yılları arasında, Sivas
Kongresi (1919) ile birlikte 1927, 1931, 1935, 1938 (Olağanüstü), 1939 ve 1943
yıllarında toplam olarak yedi kurultay düzenlemiştir. Bunların birisi olağanüstü
kurultay olup, dördü Atatürk döneminde, üçü ise İsmet İnönü döneminde
yapılmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1946’da çok partili siyasal yaşama geçilip,
iktidarın Demokrat Parti (DP)’ye devredildiği 1950 yılına kadar ise CHP’de 1946
(İkinci Olağanüstü) ve 1947 yıllarında olmak üzere toplam iki kurultay daha
düzenlenmiştir. Parti, yukarıda anılan kurultayların düzenlenmesine oldukça
önem vermiştir. Halkın ilgisini çekmek için kurultayların basın yoluyla halka
duyurulmasından, parti büroları ile Halkevlerinin süslenmesine, gösteri ve
toplantıların nasıl ve nerelerde yapılması gerektiğine kadar her şeyi en ince
ayrıntısına kadar düzenlemeye çalışmış, bu kurultaylardan, partiyi halka
tanıtmanın ve benimsetmenin bir aracı olarak yararlanmayı düşünmüştür2.
Uzun bir süre tek partiyle yönetilen Türkiye’de, 1946 yılında çok partili
siyasal yaşama geçilmiştir. CHP’nin, 1950 yılında iktidarı devrettiği DP, 1946
yılından 1950’ye kadar güçlü bir muhalefet örneği sergilemiştir. İşte CHP’nin
böylesi bir ortamda gerçekleştirdiği 1947 Olağan Kurultayı’nın araştırılması,
Türkiye’de yaşanan çok partili siyasal yaşamın bir başka deyişle muhalefetin,
1
2
Hakan Uzun, “Tek Parti Döneminde Yapılan Cumhuriyet Halk Partisi Kongreleri
Temelinde Değişmez Genel Başkanlık, Kemalizm ve Milli Şef Kavramları”, Çağdaş Türkiye
Tarihi Araştırmaları Dergisi, C.IX, S.20-21, ss.233-271, 2010/Bahar-Güz, ss.234, 264.
Uzun, a.g.m., ss.236-237.
102
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
iktidar olan bir partinin kurultayları üzerindeki etkisinin tespiti açısından
önemli görülmüştür. Ayrıca bu çalışmayla, Türk tarihinin en eski partilerinden
birisi olan CHP’nin tarihinin aydınlatılmasına katkı sağlamak; günümüz
Türkiye’sindeki iktidar-muhalefet ilişkileri ile siyasi kültürün kökenleri
hakkında birtakım ipuçlarına ulaşmak gibi amaçlar da güdülmüş; bu konunun
araştırılmasının Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve sosyal değişim ve gelişim
tarihinin sergilenmesi açısından önemli olduğu düşünülmüştür. Dolayısıyla
araştırma sırasında, DP’nin kurulduğu andan itibaren dile getirdiği isteklerinin,
CHP’nin 1947’de düzenlenen kurultayı üzerinde etkisinin olup olmadığı,
CHP’nin kurultayda aldığı kararların partinin geleneksel politikasına aykırı
olup olmadığı, eğer bir farklılık söz konusuysa bunun geleneksel politikadan
bir sapma mı olduğu, yoksa çok partili siyasal yaşamın bir gereği olarak mı
yapıldığı gibi birtakım soruların cevapları aranmaya çalışılmıştır. Araştırma
sırasında daha sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek ve karşılaştırmalı analizlerde
bulunabilmek için, 1945’ten CHP’nin 1947 kurultayına kadar geçen süre
içinde ülkede yaşanan siyasi gelişmelere de değinilmiş, kullanılan kaynakların
çeşitliliğine önem verilerek hem tarafsız gazeteler hem de zamanın DP ve CHP
yanlısı gazeteleri birlikte değerlendirilmiştir. Bunun yanı sıra araştırmada arşiv
belgelerine, anılara, günlüklere, kurultay tutanaklarına ve konu ile ilgili olarak
yapılmış farklı görüşlerdeki araştırmacıların eserlerine de yer verilmiştir.
I. II. Dünya Savaşı Sonrası’nda Çok Partili Siyasal Yaşama Geçiş (1945–1950)
Atatürk’ün ölümünden hemen sonra, 11 Kasım 1938’de Cumhurbaşkanı
seçilen İsmet İnönü, iktidarı DP’ye devrettiği 14 Mayıs 1950 seçimlerine kadar
devletin başında bulunmuştur. İktidarda bulunduğu dönem, II. Dünya Savaşı
yıllarını da kapsadığından, ülkede başta eğitim ve kültür olmak üzere birçok
alanda gelişim sağlanması için önemli adımlar atılmış olmakla beraber, II.
Dünya Savaşı’nın meydana çıkardığı koşullar, iç ve dış siyasette önemli
derecede belirleyici olmuş, ülkenin siyaseti buna göre şekillenmiştir. Öyle ki
1939 ve 1945 yılları arasında atılan her adımda, yapılan hemen her faaliyette
temel düşünce, devletin savaşa girmesini engellemek ve savaşın halk üzerindeki
olumsuz etkilerini azaltmak olmuş, bu konuda büyük bir çaba harcanmıştır.
Gerçekte bu yıllar, iç ve dış politika açısından, Türk halkı ve iktidar için oldukça
zor geçmiştir. Yöneticiler, iki cephede birden savaş vermek durumunda kalmış,
bir taraftan Türkiye’yi kendi yanında savaşa girmesi için zorlayan Müttefiklere
karşı mücadele verirken, diğer yandan özellikle ekonomik alanda yaşanan
büyük sıkıntıları aşmaya çalışmışlardır. İzledikleri dış politikayla Türkiye’yi
savaşa sokmama konusunda başarılı olmuşlar, ancak aynı başarıyı ekonomik
alanda yeterince gösterememişlerdir3.
3
Bu konularda geniş bilgi için bkz.: Cemil Koçak, Türkiye’de Millî Şef Dönemi (1938-1945), C.
I, II, İletişim Yay., İstanbul, 1996.
103
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
“Milli Şef” dönemi olarak da adlandırılan İnönü döneminin, iç politika
açısından en kayda değer gelişmelerinden birisi çok partili siyasal yaşama
geçilmesi olmuş ve DP, 14 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidarı CHP’den devralmıştır.
Türkiye’de kimilerinin, “Kansız” ya da “Beyaz İhtilal”4 olarak nitelendirdiği bu
iktidar değişiminin ilk somut adımları, 1945’te atılmaya başlanmış ve 1946’da
tek parti yönetiminden, çok partili yönetime geçilmiştir. Birtakım iç ve dış
dinamiklerin etkisiyle ortaya çıkan bu durum, Türk siyasi tarihinde yeni bir
dönüm noktası olmuştur5.
1946’da çok partili siyasal yaşama geçilmesi rejim açısından Türkiye’yi
çok fazla zorlamamış, bu durum devletin kuruluş felsefesine uygun bir seyir,
koşullar oluştuğunda yapılması zorunlu bir durum olarak algılanmıştır.6 Bu
konuda öncelikle İnönü, 19 Mayıs 1945’te yaptığı “Gençliğe Hitap” konuşmasında,
demokrasiye geçme konusunda ilk kesin işareti vermiş ve ülkede demokratik
uygulamaların artacağını söylemiştir7. İnönü’nün bu demeci ve San Francisco’da
imzalanan Birleşmiş Milletler Anayasası8 ülkedeki siyasi havayı etkilemiş,
muhaliflere cesaret vermiştir. Böylelikle Türkiye’de hızla çok partili siyasal
yaşama doğru giden bir süreç başlamıştır. 23 siyasi partinin kurulduğu ülkede,
ilk olarak 18 Temmuz 1945’te Milli Kalkınma Partisi (MKP), 7 Ocak 1946’da da
Demokrat Parti kurulmuştur9.
CHP’ye en ciddi alternatifi oluşturan DP’nin ortaya çıkışı, 1945 yılı
bütçesi ile Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu üzerine yapılan görüşülmeler
sırasında gerçekleşmiştir. Ancak DP’nin kurulmasına doğru giden yolda
yaşanan en önemli gelişme, Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan
Menderes tarafından, 7 Haziran 1945’te CHP Meclis Grup Başkanlığına, ülkede
ve partide siyasal olarak liberalleşmenin sağlanması gerektiğinin belirtildiği,
4
5
6
7
8
9
Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 2. baskı, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 1998,
s.343.
Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908–1985, 6. baskı, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1998,
s.73; Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, Çev.: Sedat Cem Karadeli, 3. baskı, İstanbul
Bilgi Üni. Yay., İstanbul, 2008, s.127.
Ergun Özbudun, Çağdaş Türk Politikası, Çev. Ali Resul Usul, 2. baskı, Doğan Kitap, İstanbul,
2007, s.11, 23, 27; Tanör, a.g.e., s.338; Maurice Duverger, Siyasi Partiler, 4. Basım, Çev. Ergün
Özbudun, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1993, ss.358-362; Kemal H. Karpat, Türkiye’de Siyasal
Sistemin Evrimi, Çev. Esin Soğancılar, İmge Kitapevi, Ankara, 2007, ss.81-83; Emre Kongar,
21. Yüzyılda Türkiye, 11. basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1998, s.144.
Cumhuriyet Ansiklopedisi 1941-1960, C.2, 4.Basım, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2003, s.72;
Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 4. Kitap, Birinci Bölüm, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1999,
s.209; Cemil Koçak, “Siyasal Tarih (1923-1950)”, Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908-1980,
Yayın Yönetmeni: Sina Akşin, 4. baskı, Cem Yay., ss.85-173, İstanbul, 1995, s.135.
Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yayıncılık, İstanbul, 1996, s.128; Temuçin Faik
Ertan, “İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Dünya ve Türkiye”, 80. Yılında Türkiye Cumhuriyeti
Ve Demokrasi 10-11 Kasım 2003, H.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Hacettepe Üni.
Yay., ss.73-88, Ankara, 2004, s.83.
Hakkı Uyar, Tek Parti Dönemi ve Cumhuriyet Halk Partisi, 2. baskı, Boyut Kitapları, İstanbul,
1999, s.s.195-196; Turan, Türk Devrim..., s.216; Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye
(1945-1980), Türkçesi: Ahmet Fethi, 2. Baskı, Hil Yayın, İstanbul, 1996, 26.
104
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
“Dörtlü Takrir” olarak anılan bir önergenin verilmiş olmasıdır10. Önergede,
savaşın artık bittiği ve milletin demokrasiyi yaşayabilecek bir konuma geldiği,
yasamanın yürütmeyi fiilen kontrol etmesi gerektiği, bireylere anayasanın
tanıdığı temel hak ve hürriyetlerin tanınması, çok partili siyasal yaşama
geçilmesi için izin verilmesi isteği belirtilmiştir11. Ancak önerge, CHP Meclis
Grubu’nda reddedilmiş ve bir süre sonra, dörtlü takriri veren milletvekilleri
CHP’den tamamen koparak, hep birlikte DP’yi kurmuşlardır12.
Bu arada Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda da CHP Genel Başkanı
olan İnönü, partisini 10 Mayıs 1946’da olağanüstü bir kurultay yapmak üzere
toplantıya çağırmış ve bu kurultayda, tek dereceli seçim, erken seçim, cemiyetler
kanunundaki bazı yasaklar ile Müstakil Grubun kaldırılması ve devlet
başkanlığıyla parti başkanlığının birbirinden ayrılması gibi ülke siyasetini de
yakından ilgilendiren önemli birtakım kararlar alınmıştır.13 Kurultay, çok partili
siyasal yaşama geçildikten sonra, yapılacak bazı değişikliklerle, CHP’nin bu
yeni düzene uyum sağlayabilmesi için toplanmıştır.
Ülkede çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra, 25 Mayıs 1946’da
hükümetin erkene aldığı ve bu nedenle DP’nin katılmadığı, MKP’nin de
sonradan çekildiği belediye seçimleri yapılmış, henüz bu seçimin tartışmaları
bitmemişken, muhalefetin özellikle de DP’nin ülke genelinde yeterince
örgütlenmesine fırsat vermemek için baskın bir seçim yapmak istediği anlaşılan
CHP, genel seçimleri de öne almıştır14.
Seçimden önce, 5 Haziran 1946’da Seçim Kanunu’nda yapılan bir
değişiklikle, ilk kez tek dereceli ve çok partili seçim sisteminin uygulanmasına
karar verilmiş, ancak seçimin açık oy-kapalı sayım ilkesine göre yapılması kabul
edilerek, muhalefetin gizli oy-açık sayım ilkesi ile seçimin adli denetim altında
yapılması gibi istekleri göz ardı edilmiştir15.
Genel seçimler 21 Temmuz 1946’da yapılmış, seçime CHP, DP ve MKP’nin
yanı sıra diğer partiler de katılmıştır. Açık oy-gizli tasnif ve çoğunluk sistemi
esasına göre yapılan seçimlerde, CHP 403, DP 54 milletvekili çıkarırken 8 kişi
10
11
12
13
14
15
Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 3. baskı, İletişim Yay., İstanbul, 1998,
s.306; Turan, Türk Devrim..., s.213; Koçak, a.g.m., ss.136-137; Mustafa Albayrak, Türk Siyasi
Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Phonenix Yay., Ankara, 2004, s.45.
Karpat, Türk Demokrasi..., s.131; Kongar, a.g.e., s.145; Albayrak, a.g.e., s.44.
Nükhet Turgut, Siyasal Muhalefet, Birey ve Toplum Yayıncılık, Ankara, 1984, s.267;
Cumhuriyet Ansiklopedisi, s.74; Ahmad, Demokrasi Sürecinde..., ss.25-26; Koçak, a.g.m., s.137141; Kongar, a.g.e., ss.145-146; Zürcher, a.g.e., s.307; Yaşar Özüçetin, Çok Partili Hayata Geçiş
Sürecinde Kırşehir, Berikan Yay., Ankara, 2009, s.38; Tevfik Çavdar, “Demokrat Parti”,
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. VIII, İletişim Yay., ss.2060-2075, İstanbul, b.t.y.,
s.2064; Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2007, s.242.
C.H.P. Büyük Kurultayının Olağanüstü Toplantısı, Program-Tüzük Komisyonu Raporu,
10.V.1946.
Cem Eroğul, “Çok Partili Düzenin Kuruluşu”, Geçiş Sürecinde Türkiye, 3. baskı, Belge Yay.,
ss.112-158, İstanbul, 1998, s.116; Kongar, a.g.e., s.146; Zürcher, a.g.e., s.308; Akşin, a.g.e., s.244.
Koçak, a.g.m., ss.142-143; Zürcher, a.g.e., s.308.
105
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
de bağımsız milletvekili olmuştur. Bu seçim sonuçları, seçim sistemi yüzünden
kuşkuyla karşılanmış ve partiler arasında uzun süren, sert tartışmalara yol
açmıştır16. Seçimlerde hile yapıldığına yönelik olarak ortaya atılan iddialar ise
DP’ye güç kazandırırken, iktidarda olan CHP’ye güç kaybettirmiştir17.
İnönü seçimlerden sonra, hükümeti kurma görevini Recep Peker’e
vermiştir. Bu dönem muhalefetle iktidar arasındaki ilişkiler, hakaret, karşılıklı
zıtlaşma ve restleşmelerle geçmiş, olaylar DP Meclis Grubunun meclisi terk
etmesine, çok kısa bir süre de olsa meclis çalışmalarına katılmamasına kadar
varmıştır. Bu arada DP, 7 Ocak 1947’de Ankara’da I. Büyük Kurultayı’nı toplamış
ve “Hürriyet Misakı” adı verilen bir bildiriyi kabul etmiştir. Bildiride, Anayasa’ya
aykırı olan bütün antidemokratik hüküm ve yasaların kaldırılması, seçim
kanununun tam güvence sağlayan bir duruma getirilmesi, cumhurbaşkanlığı
ile parti genel başkanlığının bir kişide toplanmaması gibi istekler dile getirilerek
bunların yapılmaması halinde DP Meclis Grubunun yasama organından
ayrılacağı, bir başka deyişle “Sine-i Millete” dönüleceği söylenmiştir18.
Yaşanan bu olayların partiler arasındaki ilişkileri iyice gerginleştirdiği
bir anda İnönü aracı olmuş ve “12 Temmuz Beyannamesi”ni yayınlamıştır.19 12
Temmuz Beyannamesi, ülkede çok partili siyasal yaşamın kurulması konusunda
önemli bir eşik, bu konudaki kararlılığın bir kez daha, ancak daha somut ve
kesin bir şekilde ortaya konulduğunu gösteren bir belge olmuştur. İktidar ile
muhalefet arasındaki ilişkilere yeni bir ayar verilen bu belgeyle muhalefet
rüştünü ispatlamış20 ve varlığı yasallaşmıştır21. 12 Temmuz Beyannamesi’nin
yayınlanmasının ardından, Peker ile İnönü arasında parti içi bir mücadele
başlamış ve Peker başbakanlıktan çekilmek durumunda kalmıştır22. DP içinde
de görüş ayrılıkları yaşanmış ve bir grup milletvekili partiden ayrılmıştır23.
CHP’de Peker’den sonra, Hasan Saka hükümeti kurmakla
görevlendirilmiş ve CHP’nin VII. Kurultayı, iktidar ile muhalefet arasındaki
ilişkilerin daha sağlıklı bir şekilde sürdürüldüğü bu hükümet zamanında
yapılmıştır.
16
17
18
19
20
21
22
23
Koçak, a.g.m., s.144; Çavdar, a.g.m., s.2065; Eroğul, a.g.m., s.116.
Sedef Bulut, Muhtıra Sonrası Demokratikleşme Hareketine Örnek Model Olarak 1973 Genel
Seçimleri, Berikan Yayınevi, Ankara, 2007, s.25.
Ali Gevgilili, Yükseliş Ve Düşüş, 2. basım, Bağlam Yay., İstanbul, 1987, ss.54-55; Eroğul,
a.g.m., s.117; Koçak, a.g.m., ss.144-145; Kongar, a.g.e., s.147; Çavdar, a.g.m., s.2066; Akşin,
a.g.e., s.245; Tanör, a.g.e., s.341; Albayrak, a.g.e., ss.93-112.
Ergun Özbudun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üni. Yay.,
İstanbul, 2011, s.118; Koçak, a.g.m., ss.146-147; Kongar, a.g.e., s.147.
Karpat, Türk Demokrasi..., ss.164-167; Turgut, a.g.e., s.269; Albayrak, a.g.e., ss.118-126.
Zürcher, a.g.e., s.311.
Kadri Unat, “Cumhuriyet Halk Partisi’nde Nevi Şahsına Münhasır Bir Muhalif Grup:
Otuzbeşler”, A.Ü. Türk İnkılâp Tarihi Ens. Atatürk Yolu Dergisi, S.48, ss.839-867, Güz 2011,
853;Gevgilili, a.g.e., ss.61-66; Koçak, a.g.m., ss.148-149; Kongar, a.g.e., s.148.
Kongar, a.g.e., s.148; Zürcher, a.g.e., s.312; Çavdar, a.g.m., s.2066; Akşin, a.g.e., s.246; Eroğul,
a.g.m., s.118.
106
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
2. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1947 Olağan Kurultayı (17 Kasım 1947)
2.1. Kurultay Öncesinde Yaşananlar
1927 yılından itibaren düzenli bir şekilde toplanan CHP kurultaylarının,
parti tarafından önemsenmiş olduğu ve partinin bu durumdan çeşitli
şekillerde yararlanmaya çalıştığı daha önceden belirtilmişti. 1947 Kurultayı’nın
düzenlenmesi de yine aynı şekilde parti tarafından tüm ayrıntılar gözetilerek
organize edilmiş, delegelerin ihtiyaçlarının karşılanması konusuna her zaman
olduğu gibi yine yakın ilgi gösterilmiştir. Partinin İl Başkanlıklarına gönderilen
bir yazıda, delegelerin istasyonlarda partililer tarafından karşılanacağı,
ihtiyaçlarının yerine getirilmesi için bir partilinin her an görevde olacağı, genel
sekreter ve yardımcısını her zaman görebilecekleri ve parti hakkında bilgi
alabilecekleri belirtilmiş,24 delegelerin traşları dahi düşünülerek, bunun için
1946 yılının dokuzuncu ayında, parti bütçesinden elli lira ödenek ayrılmıştır25.
20.11.1946 tarihinde, 1947 Kurultayının toplanmasından bir yıl kadar
önce, CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran tarafından CHP İl İdare Kurulu
Başkanlıklarına gönderilen bir yazıda, partinin nizamnamesinde günün
değişen koşullarına uygun olarak değişiklikler yapılabilmesi için önerilerde
bulunulması, bu konuda gerekli görüldüğü takdirde teşkilata da müracaat
edilmesi ve önerilerin en geç Aralık ayının yirmisine kadar kendilerine
bildirilmesi istenmiştir26.
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde bulunan, CHP’nin Seyhan, Hatay,
Bitlis, Burdur, Van ve Giresun teşkilatlarına ait belgelerden anlaşıldığı kadarıyla,
İl İdare Kurulları bu isteğe en geç Ocak ayı içinde yanıt vermişler ve tüzükte
deşiklikler yapılması için bazı önerilerde bulunmuşlardır. Tüzüğün 53. maddesi,27
Bitlis ili hariç, diğer il teşkilatlarının hepsi tarafından değiştirilmesi istenen bir
madde olarak dikkat çekerken, anılan il teşkilatlarının genelde değiştirilmesi
için üzerinde birleştikleri diğer maddeler ise 8/A, 15, 56 ve 149. maddeler
olmuştur. Bu arada, ortak olarak belirtilmemekle birlikte, değiştirilmesi istenen
diğer maddeler de 5, 13, 14, 23, 20, 69/G, 71, 77, 65, 68 ve 83. maddelerdir.
Partililerin kurultaya yönelik beklentileri olarak da değerlendirilebilecek
olan bu istekleri incelendiğinde, partililerin, ocak, bucak ve ilçe kurultaylarıyla il
kurultaylarının seçim sürelerinin uzatılması ve ocak, bucak ve ilçe kurultaylarının
iki yılda bir, il kurultaylarının ise dört yılda bir yapılması; partiye girme yaşının
yirmi ikiden on sekize indirilmesi; aidat paralarının ödenmesi konusunun
24
25
26
27
BCA 490 01 8 40 11.
BCA 490 01 219 863 1.
BCA 490 01 6 34 3.
Tüzüğün 53. maddesi şu şekildedir: “Ocak, nahiye ve kaza kongreleri yılda bir, vilâyet kongreleri
iki yılda bir toplanır. Kongreler vilâyet idare heyetlerinin Umumî İdare Heyetince tasvip edilmiş
olan teklifi veya doğrudan doğruya Umumi İdare Heyeti kararıyla fevkalâde olarak toplanabilir.”
Cümhuriyet Halk Partisi Program ve Nizamname 1943, Zerbamat Basımevi, Ankara, 1943, s.12.
107
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
yeniden düzenlenmesi; üyelere yönelik olarak verilen cezalarda ilçelerin de
onayının alınması olabilmesi ve partide milletvekillerinin yerine partililerin
daha fazla söz sahibi olmasının sağlanması gibi taleplerde bulunduklarını
söylemek mümkündür. Ayrıca tüzüğe yeni maddeler eklenmesi için önerilerde
bulunan teşkilatlar da olmuştur. Seyhan İl İdare Kurulu, her partilinin altı
oklu parti rozetini takması ve ocak ile bucakların gelirlerinin ilçeler tarafından
idare edilmesi gerektiğini önerirken; Hatay bölgesi parti teşkilatı da, CHP’nin
ülkedeki tek parti olması nedeniyle toplumun her kesimini bir başka deyişle “her
sınıf ve zümre mensuplarını” tek çatı altında barındırmak zorunda olmasından
dolayı büyük şehirler dışında kalan yerleşim yerlerinde özellikle de köylerde
yaşayanların parti ve particilik gibi konuları hiç anlamadığına dikkat çekerek
köylerde siyasi faaliyet yürütülmesinin, köylülerin çoğunun okuma yazma
bilmediği için zor olduğunu, bundan dolayı buradaki faaliyetlerin köylerde
okutulan çocukların siyasi hayata karışacak çağa gelinceye kadar ertelenmesi
gerektiğini belirtmiştir. Van İl İdare Kurulu ise il ve idare kurulu başkanlarının
yılda bir kez Genel Sekreterlikte geçirdiği zamana ait yaptığı işin programını
anlatmasının ve sekterlikten alacağı direktifler doğrultusunda çalışmasının,
parti için yararlı olacağını dile getirmiştir28.
Kurultay toplanmadan hemen önce Ankara’ya gelmiş olan ve basının
kendileriyle görüştüğü bazı delegeler de, il teşkilatlarının yaptığı gibi birtakım
önerilerde bulunmuşlardır. 1947 Kurultayını oldukça önemsedikleri anlaşılan
ve bu kurultaydan, partiyi seçimlerde başarılı kılacak kararların alınacağına
yönelik büyük bir beklentiye girmiş olan delegelerin bu konudaki görüşleri
şöyle özetlenebilir: Seyhan delegelerinden B. Kerim Umusçutürk ile aynı ilin
bir başka delegesi B. Emin Kurdoğlu, devletçiliğin yeniden yorumlanması
ve sınırlarının daraltılmasını istemişlerdir. Kurdoğlu, ayrıca CHP’nin laiklik
anlayışını da yeniden gözden geçirmesi gerektiği üzerinde durarak bu ilkeyi
bozmadan ilkokullarda dini tanıtma niteliğinde dersler okutulmasını önermiştir.
Bunların dışında delegeler, mahalli memurların halka karşı gösterdikleri
gereksiz zorlukların önlenmesi, il kurullarının dokuz ve on bir kişiden oluşması,
büyük kurultayın iki yılda bir toplanması, divan üyelerinin halkla daha yakın
bir ilişki kurmaları, memurların liyakate göre seçilmesi ve devlet kadrolarında
tasarruflu davranılması, partinin hükümet üzerinde etkili olması, köylü ve
çiftçiyi kalkındırmak ve ülkenin sanayileşmesi için gereken önlemlerin alınması,
partinin gençleştirilmesi gibi konuların da kendileri için öncelikli olduğunu dile
getirmişlerdir29. Görüldüğü gibi, kurultay toplanmadan önce delegeler, daha
demokratik ve tabanın etkili olduğu bir parti yönetiminin oluşturulmasını ve
Devletçilik ile Laiklik ilkelerinin yeniden tanımlanmasını istemişlerdir. Nitekim
bu konuların tümü kurultay görüşmelerine de damgasını vuracaktır.
28
29
Hatay bölgesi parti teşkilatı bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getirmişlerdir: “Çünkü
ümmi insanlara siyaset işlerini anlatmak imkânsızdır; o halde, yeni bir nesil yetişinceye kadar
beklemekten başka çaremiz yoktur.” BCA 490 01 226 892 1.
Ulus, 17 Kasım 1947.
108
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Kurultay toplanmadan önce, delegeler ve basın tarafından kurultaya
yüklenen misyon da dikkat çekicidir. Ayrıca bu durum sadece CHP’lilerle
sınırlı kalmamış, partili olmayanlar da kurultaya yönelik büyük beklentiler içine
girmişlerdir. Bu kurultayın tarihsel bir önemi olduğuna inananlardan birisi olan
İstanbul delegelerinden B. Fahrettin Kerim, kurultayın bütün milletin ilgisini
çektiğini ifade ederek, bunun dünya çapında bir olay olduğunu belirtmiş,30
Sinop delegeleri de bu kurultayı Erzurum ve Sivas kongreleriyle bir tutarak,
bu kurultayın onlar kadar önemli olduğu için kendileri tarafından “Ankara
Kurultayı” olarak isimlendirildiğini dile getirmişlerdir31.
Delegelerinkine benzer bir yaklaşımı basında da görmek mümkündür.
Gazetelerde CHP’nin VII. Kurultayı için yazılanlar incelendiğinde, daha
toplanması öncesinde bu kurultayın oldukça önemli bir hale getirildiği ve
kamuoyunun dikkatinin bu kurultay üzerine çekildiği söylenebilir. Hatta CHP’yi
desteklesin ya da desteklemesin, zamanın birçok gazetesinde bu kurultayın
tarihi bir toplantı olduğu vurgulanarak Türkiye’nin siyasi yaşamında oldukça
önemli bir yeri olduğu ve ülkede demokrasinin gelişimine büyük bir katkı
sağlayacağı ifade edilmiş ve bu durum kurultay başladıktan sonra da bir süre
devam etmiştir. Basının bu tutumu kurultaya yönelik beklentilerin bir yansıması
olarak değerlendirilebilir.
Bazı gazetelerde ise yine kurultaya tarihi bir misyon yüklenmekle
birlikte, yapılması istenen değişiklikler bir dilek ya da temenni olarak değil,
CHP’nin yapması zorunlu işler olarak dile getirilmiştir. Basının bu konudaki
tutumu, kurultayın toplantıda olduğu sıralarda da, delegelere yol göstermek ya
da delegeleri etkilemek amacıyla olsa gerek, hep devam etmiştir.
A. Cemalettin Saraçoğlu, Yeni Sabah’taki yazısında CHP’nin bu
kurultayda alacağı kararlarla ülkede demokrasinin yerleşmesinin önündeki
tüm engelleri kaldırmasını ve bu konuda samimi olmasını istemiştir32. Aynı
gazetede bir başka gün çıkan yazıda da bu kurultay, CHP’nin kendisi için son
bir şans olarak görülmüş ve “C.H.P.nin ıslahı için tek ümid: Kurultay” diyen bir
başlık atılmıştır33. Gazetenin bir başka yazarı Osman Kemal Görener de, ülkede
yaşanan kömür sıkıntısından hareketle ekonomide benimsenen devletçilik
anlayışını eleştirmiş ve özel teşebbüse dayalı ekonomik sistemlerin yararlarından
söz etmiştir34. Devletçilik üzerine yazdığı başka yazılarında da yine mevcut
30
31
32
33
34
Kerim bu konudaki düşüncesini şöyle dile getirmiştir: “...Yalnız memleketimiz değil, çeşitli
ideolojilerin çarpıştığı bütün dünya, kurultayı takip ediyor...” Ulus, 17 Kasım 1947.
Sinop delegeleri bu konudaki düşüncelerini şöyle belirtmişlerdir: “...Büyük cihan savaşları
beşer ruh ve tefekküründe yeni birtakım çığırlar açar. Memleketimiz bu yeni çığırların tesirinden
âzade kalamaz. Biz, demokrasi rejiminin inkişaf devresinde bu Kurultayı “7 inci Kurultay” olarak
adlandırmayı kâfi bulmuyoruz. Aziz vatanın ve şerefli milletimizin istikbali bakımından büyük değer
taşıyan Sivas ve Erzurum Kongreleri gibi bunu da tarihi bir (Ankara Kurultayı) addediyoruz...”
Ulus, 17 Kasım 1947.
Yeni Sabah, 18 Kasım 1947.
Yeni Sabah, 17 Kasım 1947.
Yeni Sabah, 16 Kasım 1947.
109
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
uygulamaları eleştiren yazar, devletin ekonomik ve sosyal hayattan tamamen
çekilmesine ise karşı çıkmıştır. Zarar eden işletmelerin özel teşebbüse devrini
savunan Görener, özel teşebbüsün yapamayacağı işlerin devlet tarafından
yapılmasını istemiş ve bir zorunluluk sonucu kabul edilmiş olan devletçiliğin
kalıcı olmaması gerektiğini belirtmiştir35.
Bir başka gazeteci Cihad Baban, “Kurultaya muvaffakiyet diliyoruz” başlıklı
yazısında, bu kurultayın ülke için öneminden söz ederek, partililerden ülkede
demokrasinin kurulmasını sağlayacak kararlar almalarını istemiştir36.
Ulus gazetesinde de “Kurultayın Eşiğinde” ya da “Kurultay Arefesinde”
başlığı altında çeşitli rejimler, devletçilik ve eğitim üzerine yazılar yazılmıştır37.
Gazetenin yazarlarından Atıf Akgüç yazısını, totalitarizm ve demokrasinin
incelenmesi ve kıyaslaması üzerine kurmuş ve dünyanın ekonomik ve sosyal
bakımdan demokratik ve totaliter rejimler olmak üzere ikiye ayrıldığını ifade
ederek iki rejim arasındaki farkları sıralayıp totaliter rejimlerin eksikliklerini
vurgulamıştır38. Safaeddin Karanakçı da yazısında, devletin ekonomideki
etkinliği ile ilgili olarak dünyadan örnekler vermiş, ancak devletçilik politikası
konusunda olumsuz bir düşünce ya da söz kullanmamıştır39. Suut Kemal
Yetkin ise eğitimin milli olması ve felsefenin insan gelişimi üzerindeki etkisi
üzerine bir yazı yazmıştır40. Bunların dışında Sadi Irmak, Vedat Dicleli, Nihat
Erim gibi bazı kişiler de, kurultay öncesinde, aynı gazetede yazdıkları yazılar
aracılığıyla kurultayın öneminin yanı sıra, kendilerince neler yapılması
gerektiği konusundaki düşüncelerini açıklamışlardır. Bunların içinde en dikkat
çekici olanı Sadi Irmak’a aittir. Irmak, kurultayın toplanmasından önce yazdığı
yazılarda, kurultayda tartışılacak olan konuların başında devletçilik, demokrasi
alanındaki gelişmeler ve parti teşkilatına kazandırılması gereken dinamizm
olduğunu belirterek kurultaya bir de öneride bulunmuş ve bir parti gençlik
teşkilatının kurularak “halkçı gençlik” kulüplerinin oluşturulması gerektiğini
ifade etmiştir41.
Akşam gazetesinden Şevket Rado da devletçilikle ilgili bir makale
yazmış ve makalesinde CHP kurultayı nedeniyle bu konunun gündemde
35
36
37
38
39
40
41
Yeni Sabah, 18 Kasım 1947; Yeni Sabah, 27 Kasım 1947.
Cihad Baban düşüncelerini şu şekilde ifade etmiştir: “C.H.P. kurultayı bugün Genel Başkanı
sayın İnönünün nutkile vazifesine başlıyor. Kurultaya memlekete hayırlı hizmetler ifa edecek bir
çalışma temenni ediyoruz. C.H.P. nin 7 inci kurultayının hem parti ve hem de daha geniş olarak
memleket muhitinde derin ve esaslı tepkiler yaratması lâzımdır. Bu kurultay vazifesini eğer bihakkın
yaparsa memleket tarihinde çok iyi bir hatıra bırakacaktır... Büyük dönemeçler daima fırtınalıdır.
Biz de bu fırtınadan sonra parlak ve güneşli bir hava bekliyoruz. Sükûn içinde güneşli ve aydın
bir demokrasi havasına gerçekten ihtiyacımız var. Kurultaya muvafık ve muhalif bütün milletçe
muvaffakıyet diliyelim.” Tasvir, 17 Kasım 1947
Ulus, 16 Kasım 1947.
Atıf Akgüç, “Siyasi Sınıf, totalitarizm ve demokrasi”, Ulus, 16 Kasım 1947.
Safaeddin Karanakçı, “Devlet ve Devletçilik”, Ulus, 16 Kasım 1947.
Suut Kemal Yetkin, “Millî Eğitim Politikamız”, Ulus, 16 Kasım 1947.
Sadi Irmak, “Kurultaya Tekliflerim IV: Parti Organları”, Ulus, 17 Kasım 1947.
110
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
olacağını belirterek bu sistemin çok partili rejimlerde yürütülmesinin zor
olduğunu, kurultayda da CHP içinde bu konuyla ilgili olarak tartışmaların
yaşanabileceğini ve bunun oldukça ilgi çekici olacağını dile getirmiştir42. Yazar
bir başka yazısında da, partilerin gençlere değer vermesi, onların düşüncelerini
dikkate alması ve gençlere siyaset yapmaları konusunda fırsat tanınması
gerektiği üzerinde durmuştur43.
Basında yer alan bu türden yazıların, tam kurultay öncesinde ve
kurultay toplantıları sırasında yazılmış olmaları gerçekten dikkat çekicidir.
Kurultay tutanakları incelendiğinde, kurultayda gündem yaratan konuların
basında yer alan bu haberlerle örtüşüyor olması, bu durumu daha da ilgi çekici
bir hale getirmektedir. Bu arada bu tür yazıların kurultay delegelerini etkilemek
ve yönlendirmek amacıyla yazıldığını söylemek mümkünse de, bunların
kurultayın gündemini yaratmak için değil, halkın gündeminde olanı, kurultay
gündemine taşımak amacıyla yazıldığını söylemek de mümkündür.
2.2. Kurultayın Toplanması ve Açılışı
CHP Kurultayı saat 10.00’da Ankara Halkevi salonunda toplanmış,44
kurultay delegeleri toplantıdan önce hep birlikte Atatürk’ün kabrini ziyaret
etmişlerdir45. Basından anlaşıldığına göre, kurultayın açılış gününe İnönü eşi
ve kızı ile birlikte katılmıştır. Aynı locada Başbakan Hasan Saka, Başbakan
Yardımcısı Faik Ahmet Barutçu, İçişleri Bakanı Münir Hüsrev Göle, Dışişleri
Bakanı Necmettin Sadak ve Genel Sekreter Hilmi Uran da bulunmuştur.
Kurultayın açılışına DP de davet edilmiş, DP Genel Sekreteri İçel Milletvekili
Dr. Cemal Tunca, DP Ankara Reisi Aziz Avunduk ile İdare Heyetinden Samet
Ağaoğlu da kurultaya katılmışlardır. TBMM Başkanı Kâzım Karabekir’in de
katıldığı kurultay,46 yurt dışından da izlenmiştir. Kurultaya yerli ve yabancı
birçok basın temsilcisinin yanı sıra İngiltere, Amerika, Çin ve Sovyetler
Birliği’nden de katılanlar olmuştur47. Eldeki verilerden anlaşıldığı kadarıyla,
CHP’nin bu kurultayına öncekilerden farklı olarak asker ya da bürokratların
katılmadığı görülmektedir. Bu durum, kurucu parti olarak kendini devletle
bütünleştirmiş olan CHP’nin tek parti dönemi alışkanlıklarını devam
ettirmediğini bir başka deyişle devletin resmi görevlileriyle arasına bir sınır
koyduğunu ve böylelikle ülkede çok partili siyasal yaşamın kurallarının daha
sağlıklı bir şekilde işletildiğini göstermesi açısından önemlidir.
42
43
44
45
46
47
Şevket Rado, “Demokratik Rejimlerde Devletçilik”, Akşam, 18 Kasım 1947.
Şevket Rado, “Partilerde Gençlik”, Akşam, 21 Kasım 1947.
Akşam 18 Kasım 1947; Vatan 19 Kasım 1947; Kurultay için Ankara Halkevi binasının seçilmesi
bazı tepkilere de neden olmuş, Yeni sabah gazetesinden A. Cemalettin Saraçoğlu, bir yıl
önce aynı yerde böyle bir toplantı yapmak isteyen DP’ye halkevleri siyasete karıştırılmasın
diye izin vermeyen CHP’yi bu davranışından dolayı eleştirmiştir. A. Cemalettin Saraçoğlu,
“Amma Açık Gözlülük”, Yeni Sabah, 17 Kasım 1947.
Akşam, 18 Kasım 1947.
Ulus, 18 Kasım 1947; Tasvir, 18 Kasım 1947; Vatan, 19 Kasım 1947; Akşam, 18 Kasım 1947; Son
Posta, 18 Kasım 1947; Yeni Sabah, 16 Kasım 1947
Akşam, 18 Kasım 1947.
111
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Kurultay, Genel Başkan Vekili Saraçoğlu’nun başkanlığında açılmıştır.
Yoklamadan sonra Saraçoğlu, kurultay başkanlığı için verilen takrirleri okutmuş
ve Şemsettin Günaltay ile İzmir delegesi Mehmet Orhun ittifakla kurultay
başkanlığına seçilmişlerdir48.
Kurultay çalışmaları başladığında, henüz Başkanlık Divanı dahi
oluşturulmadan, katılımcılar tarafından gündeme getirilen ilk konu, kurultay
sırasındaki seçimlerin gizli olarak yapılması olmuştur. Katılımcılar arasında
yoğun ve sert tartışmalara neden olan bu öneriye49 karşı çıkanlar olmasına karşın,
öneriyi hararetle destekleyenler de olmuş, yapılan tartışmalar sonucunda,
başkanlık divanının açık oyla belirlenmesine karar verilirken, bundan sonraki
çalışmalarda tüzüğe aynen uyulması ve üyelerin üçte ikisinin istememesi
halinde oylamaların gizli yapılması ve oturumların da açık olması konusunda
anlaşma sağlanmıştır50.
Bu konu, basına da yansımış, kurultayda alınan karar, basındaki
bazı köşe yazarları tarafından olumlu bir şekilde değerlendirilerek parti için
demokratik bir gelişme olarak görülmüş ve CHP’deki demokratik düşünce ve
tavrın yansıması olarak değerlendirilmiştir51.
Kurultay öncesinde, CHP delege ve milletvekilleri tarafından dile
getirilen kurultayın tarihsel bir önemi olduğuna yönelik inanışın, kurultay
görüşmeleri sırasında da ifade edildiğini görmek mümkündür. Konuşmalardan
anlaşıldığı kadarıyla, CHP delege ve milletvekilleri, CHP’nin 1947 kurultayında
bir olağanüstülük görüp, kendilerinin de tarihi bir sorumluluk yüklendiklerine
inanmışlardır. Ayrıca bu kurultayı, Türk demokrasi tarihinde bir kırılma noktası
olarak değerlendirmiş ve demokrasinin önündeki tüm engelleri kaldıracak
kararların burada alınacağını ileri sürmüş ya da umut etmişlerdir52.
48
49
50
51
52
Vatan, 19 Kasım 1947.
Bu konu hakkındaki ilk öneri Afyonkarahisar delegesi Ali Veziroğlu’dan gelmiş ve kendisi
şunları söylemiştir: “…Binaenaleyh şunu arzetmek isterim ki bu Kurultay’da yapılacak bütün
seçimlerin gizli oyla yapılması hususunda Kurultay’ca bir prensip kararı alınsın… Yedinci Büyük
Kurultay gibi en ağır mesuliyetlerle yüklü olan bir varlığın, en ufak bir kararının bile, teemmül
ile, düşüne düşüne, konuşa konuşa, danışa danışa alınmasında Memleket ve Millet hesabına büyük
faydalar olacaktır…” CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, b.y.y., Ankara, 1948, s.13.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.13-17, 25.
Bu konuyla ilgili olarak Vatan gazetesi yazarı Ahmet Emin Yalman köşesinde, kurultayın
ilk günkü havasından oldukça memnun kaldığını belirtmiş ve CHP’li delegelerin
tutumundan, ülkede demokrasi yolunda önemli gelişmeler olduğunu, bunun bu kurultayın
ilk günkü toplantısında görülebileceğini söylemiştir. Ayrıca kurultaya katılanların taşıdığı
sorumluluğun farkında olduğuna da işaret ederek, özellikle oyların gizli ve konuşmaların
açık bir şekilde yapılması konusunda delegelerin yaptıkları isteği, bu düşüncesini ispatlar
bir örnek olarak vermiştir. Vatan 18 Kasım 1947; Cihad Baban da köşesinde, kurultayda
görüşmelerin açık ve seçimlerin gizli oyla yapılmasına yönelik olarak istekte bulunulmasını
övmüş ve bu tavırdan çok memnun olduğunu dile getirmiştir. Tasvir 18 Kasım 1947; Aynı
konuda Selim Ragıp Emeç de, bu durumu demokrasi için iyi bir başlangıç olarak görmüş
ve bu tavırdan dolayı, ülkede demokrasinin geliştirilmesi konusunda CHP’ye yönelik
beklentisi artmıştır. Son Posta, 19 Kasım 1947.
Bu konuyla ilgili olarak şu konuşmalar örnek olarak verilebilir: Afyonkarahisar Delegesi
112
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Kurultayda başkanlık divanının seçilmesinden sonra, Cumhurbaşkanı
ve CHP Genel Başkanı İnönü uzun denilebilecek bir konuşma yapmıştır.
Konuşmasının başında, idarenin ülkede yasal olarak kurulmuş olan siyasi
partiler karşısında tarafsız olması gerektiğini; particilik yüzünden doğabilecek
asayişsizlik ve kargaşa istemediğini; özellikle geçmişte doğu bölgelerinde görülen
bu türden olayların artık oralarda görülmemesinin sevinç yarattığını; tüm
partilerin inkılâba sahip çıkmak konusunda ortak bir anlayışa sahip olduğunu
belirtmiştir. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan birisinin,
bir partinin genel başkanı olup olmaması ile Halkevleri konusuna da değinen
İnönü, kurultayda alınacak kararlarla ülkede demokratik hayatın güvence altına
alınacağını ve daha da geliştirileceğini söyleyerek zaten CHP’nin bu hususta
ülkeye çok hizmeti geçtiğini ve CHP’nin bu yolda hizmete devam edeceğini
belirterek bu konudaki düşüncelerini şu şekilde açıklamıştır: “…Memleketin
hürriyet ve demokrasi yolunda genişlemesinde, Cumhuriyet Halk Partisinin çok hizmeti
ve emeği geçmiştir ve geçmektedir… Tarih Türkiye’nin demokratik inkişafında siyasî
muhalefetin emniyet içinde çalışma hâdisesini, Cumhuriyet Halk Partisinin iktidar ve
mesuliyet zamanına kaydedecektir…”53
Basından anlaşıldığı kadarıyla, İnönü konuşmasını yaptığı sırada, siyah
bir elbise giymiş ve yakasına da partinin altı oklu rozetini takmıştır. Konuşması
sık sık alkışlanan İnönü’nün, “Cumhurbaşkanı bulunduğum müddetçe kurultayın
seçeceği bir zatın bütün yetkileriyle parti genel başkanlığını yapması lüzumlu bir
mahiyet almıştır. Bu zatın genel başkan adını taşıması radikaldir. Üzerine aldığı ağır
vazifeyi yapması için bütün otoriteyi ona temin eder. Bu şıkkı parti menfaati için daha
faydalı görürüm” dediği sözleri ise konuşmasının en çok alkışlanan yeri olmuştur.
Halkevleri hakkındaki düşünceleri de ilgiyle dinlenmiş olan İnönü’nün,54
konuşması sırasında bir daha bu kürsüye gelmeyeceğini söylemesi bir anlık
durgunluğa neden olurken, CHP’nin bir üyesi olarak kalacağını belirtmesi
ise konuşmasının en çok alkışlanan bir başka yeri olmuştur. İnönü’nün,
Partinin Genel Başkanlığı’nı bırakacağını söylemesi hem Pekerciler55 hem de
53
54
55
Ali Veziroğlu, “…Memleket ve Milletimizin bütün dertlerini burada dökecek olan ve çok ağır
mesuliyetler taşıdığını müdrik bulunan Yedinci Büyük Kurultay, müsaadenizle, mevcut şekilleri ve
hazır kalıpları tarihe gömerek, demokratik sisteme tamamen uygun esaslar üzerinde çalışacaktır…”
Derken, Tekirdağ Milletvekili Ziya Ersin Cezaroğlu da “…Yedinci Kurultay Memleketin
en büyük tarihî mesuliyetini üzerine almış arkadaşlardan mürekkeptir…” CHP Yedinci Büyük
Kurultay Tutanağı, s.14; Manisa Delegesi Faruk Çelebi, “Biz, buraya, eski teamülleri ortadan
kaldırmak, demokratik usulleri partimizin içine yerleştirmek için geldik…”; Denizli Delegesi Esat
Kaymakçı, “Sayın arkadaşlar; yurdumuzun dört bucağından Partimizin Kurultayı’nda bulunmak
üzere geldik ve toplandık. Bugün memleketin bütün vatandaşlarının, hatta dış dünya insanlarının
gözleri bizim üzerimize dikilmiştir. Şu anda yapılacak işleri iyi tetkik ederek ve düşünerek yapmamız
lâzım ve zaruridir…”; Erzincan Milletvekili Behçet Kemal Çağlar, “...Aziz arkadaşlar; bu
Kurultay altıncı, yedinci Kurultay diye öyle rakamla değil, Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi gibi
(Ankara Kurultay’ı) diye anılıp şöhret bulacak bir tarihi kongredir...” CHP Yedinci Büyük Kurultay
Tutanağı, s.14, 15, 87.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.21.
Son Posta, 18 Kasım 1947.
Recep Peker’in CHP içinde kendisi gibi düşünenlerle birlikte hareket ettiği gruba Pekerciler
113
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Otuzbeşler56 olarak isimlendirilen CHP içindeki farklı gruplar tarafından olumlu
karşılanmıştır. Pekerciler, hem Recep Peker’i Genel Başkanlığa taşımak hem de
iktidara gelme konusundaki şanslarının arttığına inandıkları için, Otuzbeşler de
şef sisteminden daha rahat bir şekilde çıkıp, kitle partisi haline gelebileceklerine
inandıkları için bu durumu memnuniyetle karşılamışlardır57. Yine basında yer
aldığına göre, İnönü konuşmak üzere kürsüye yöneldiğinde DP’liler de ayağa
kalkmışlardır. Bu durum dikkat çekicidir. Çünkü DP’liler, Cumhurbaşkanı
İnönü için daha önce mecliste ayağa kalkmamışlardı58.
İnönü’nün konuşması basın tarafından genellikle iyi bir şekilde
karşılanmış ve düşüncelerinde samimi bulunmuştur. Konuşmanın basının
tümünün ilgisini çeken kısmı ise İnönü’nün CHP Genel Başkalığından
çekilerek partiler üstü bir konumda yer almak istemesi olmuştur. Bu tavır
herkes tarafından büyük bir takdirle karşılanmış ve olması gerekenin yapılması
şeklinde yorumlanmıştır59.
İnönü’den sonra, Kurultay Başkan Vekili Şemsettin Günaltay konuşmuş
ve kurultayın ülke için önemini şu sözlerle dile getirmiştir: “…Aziz arkadaşlar,
Türkiye Cumhuriyeti’nin bânisi büyük Atatürk tarafından kurulan partimizin yedinci
Büyük Kurultayı, evvelki Kurultaylara nisbetle çok önemli ve o nisbetle mesuliyetli
vazifeler karşısında bulunmaktadır…”60 Ayrıca Günaltay, CHP’nin ülkede
demokrasiyi yerleştirmek gibi bir hedefe sahip olduğunu ve bunun partinin
ilk kuruluşundan itibaren Atatürk tarafından belirlendiğini söyleyerek, bu
amaca II. Dünya Savaşı nedeniyle ulaşılamadığını, ancak artık yeterli koşulların
56
57
58
59
60
ismi verilmiştir. Unat, a.g.m., ss.853-854.
CHP içinde Otuzbeşler olarak anılan grubun başkanlığını Nihat Erim yapmıştır. Grup,
değişimden yana olup, hem partinin hem de ülkenin demokratikleşmesi gerektiğini
savunmuştur. Unat, a.g.m., ss.858-859.
Akşam, 18 Kasım 1947.
DP’lilerin bu davranışlarının nedeni gazetede şöyle izah edilmiştir: “Bu hal bazılarının nazarı
dikkatini çekmişse de, esasen Demokrat Parti yalnız Büyük Millet Meclisi çalışmalarında Meclis
Türk milletinin iradesini temsil ettiği için Cumhurbaşkanına ayağa kalkmadıklarını müteaddit
defalar beyan etmişlerdi.” Yeni Sabah, 18 Kasım 1947.
Ahmet Emin Yalman, konuşmasını beğendiği İnönü’nün parti başkanlığından ayrılmak
isteğini takdir ederek, bu konudaki son kararı kurultaya bırakmış olmasını da normal
karşılamış ve kurultayın en doğru kararı vereceğini söylemiştir. Vatan, 18 Kasım 1947;
Yazar bir başka yazısında da aynı konuyla ilgili olarak “Devlet başkanının bu sözlerinde Türk
vatandaşlarının siyasî rüştüne ve olgunluğuna itimat ve saygının canlı bir ifadesi vardır” demiştir.
Vatan, 19 Kasım 1947; Dr. Cezmi Türk de İnönü’nün genel başkanlıktan ayrılmak istemesini
takdirde karşılamış ve onunla ilgili olarak şunları söylemiştir: “...Tam bir Kemalist olarak ve
tıpkı Atatürk gibi, o da önce yapılması ve başarılması gereken işleri yaparak muhiti hazırladı. Zemini
sağlamladı. Sonra da yeni binanın temellerinin atılmasına sadece nezaret ederek; kendisi; bir yana
çekilerek esere nigehban olmak istiyor. Nitekim; işte C.H.P.’nin yedinci kurultayını açış nutku, onun
aynı zamanda Cumhurbaşkanı kaldığı müddetçe bilfiil parti başkanlığı ödevine vedaını gösteren
bir beyannamedir...” Bugün, 19 Kasım 1947; Cihad Baban da İnönü’nün de konuşmasında
belirttiği üzere, CHP Genel Başkanlığı’ndan ayrılıp partiler üstü bir konuma geçmesinin
halkın büyük bir kesiminin de isteği olduğunu belirterek aslında bu konumda bir kişiye
ülkenin ihtiyacı olduğunu söylemiş ve kurultayın da İnönü’nün bu isteği yönünde karar
almasını dilemiştir. Tasvir, 18 Kasım 1947.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.22.
114
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
oluştuğunu ve bu amaca ulaşmak için gerekli adımların bu kurultayda atılacağını
belirtmiştir61.
Kurultayın açılış günü sırasında yapılan konuşmalardan ve yaşanan
olaylardan anlaşıldığı kadarıyla, kurultay çalışmaları oldukça hararetli
tartışmalarla ve büyük beklentilerle başlamıştır. Yaşanan bu gelişmeler, CHP’nin
daha önce yapılan kurultaylarıyla karşılaştırıldığında, partinin hemen hemen
tüm kurultaylarının benzer büyük beklentilerle açıldığını söylemek mümkündür.
Buna karşın, görüşmeler sırasında hararetli tartışmaların yaşanmış olması pek
alışıldık bir durum değildir. Ayrıca kurultaya yönelik beklentileri CHP’nin
kendini yenilemesi ve çok partili siyasal yaşamın ülkede kurumsallaşmasını
sağlayacak kararların alınması olarak özetlemek mümkündür.
2.3. Görüşmeler Sırasında Yaşanan Gelişmeler
Kurultay çalışmaları başladığı günden sona erdiği güne kadar oldukça
gergin geçmiş ve uzun tartışmalara sahne olmuştur. Bu durum, kurultay
görüşme tutanaklarından anlaşılabileceği gibi, özellikle basında kurultayla ilgili
olarak yer alan haberlerde de açık bir şekilde görülebilmektedir62. Kurultayın
oldukça tartışmalı ve gergin bir havada geçmesi, artık iktidarda kalmak için
seçim kazanmak zorunda olan ve sert bir DP muhalefetiyle karşılaşan CHP
delege ve milletvekillerinin kendilerini baskı altında hissetmeleriyle ilgili
olmalıdır.
61
62
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.22.
CHP’nin Yedinci Kurultay’ı boyunca bu konuyla ilgili olarak gazetelerde atılan başlıklar
ve haberler şu şekildedir: “Celse çok elektrikli bir hava içerisinde geçiyor”, “Açık oyla yapılan
Başkan vekilleri seçimi, delegelerin itirazı üzerine yeniden yapıldı. Neticede yine aynı namzetler
kazandı” “Hava elektrikli idi. Toplantıya iştirak eden bütün delegelerde Halk Partisinin çok tarihî
bir dönemeç noktasına varmış olduğu kanaati vardı. Bu görünüşlere göre kurultayın uzun süreceği
ve çok tartışmalı geçeceği tahmin olunabilir” Son Saat, 17 Kasım 1947; “Bugün kongrede umumi
hava elektrikli bir havadır. Büyük fırtınanın arifesindeki durgunluk havası olarak görülmektedir”
Yeni Sabah, 18 Kasım 1947; “7 inci kurultay elektrikli bir hava ile işe başladı” Tasvir, 18 Kasım
1947; “Başkanlık divânı seçimi münakaşalı oldu” Bugün, 18 Kasım 1947; “Genel İdare Kurulundan
hesab istenmesi meselesi hararetli görüşmelere sebeb oldu”, “Kurultayda Dünkü Fırtına”, “Yeni
tüzük tasarısı konuşulurken Parti Divanının seçim tarzı sert tartışmalara sebeb oldu” Cumhuriyet,
19 Kasım 1947; “Kurultayda şiddetli münakaşalar” Vatan, 19 Kasım 1947; “Kurultay delegeleri
kendi partilerini şiddetle tenkit ettiler”, “Demokrat Parti ve gazeteler tarafından söylene söylene
eskitilen ve Cumhuriyet Halk partisi tarafından külliyen inkâr edilen memleket dertleri ortaya
atıldı” Son Posta, 21 Kasım 1947; “Halk Partisi Kurultayında Çetin Mücadeleler”, “Müfritler,
dün hücuma geçtiler” Vatan, 21 Kasım 1947; “Komisyon çalışmaları münakaşalı oluyor” Vatan,
22 Kasım 1947; “…kurultay da lodostan, poyrazdan yıldıza kadar kaç çeşit rüzgâr varsa, hepsi
esti…” Akşam, 23 Kasım 1947; Dönemin CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran da, anılarında bu
durumu şöyle anlatmıştır: “...Tek parti zamanlarında toplanan kurultayların sakin ve durgun
havası yerine, yedinci kurultayın havası her gün için pek asabi ve pek elektrikliydi. Her delege,
muhalefet çevrelerinin mütemadiyen döküp saçtığı eksikliklerden partinin ve parti hükümetinin
biran önce silkinip kurtulmasını istiyor, partiyi tenkit ediyor, hükümeti tenkit ediyor; onları daha
hareketli, daha canlı ve daha becerikli görmek için yırtınıyordur...” Hilmi Uran, Meşrutiyet, Tek
Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950), Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2007, s.386.
115
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Kurultayda, partinin geçmiş dört yılının bir değerlendirilmesi
yapıldıktan sonra, Halkevlerinin durumu ile parti tüzük ve programı üzerine
görüşülmüştür. Ayrıca CHP’nin bu kurultayı, ülkede demokratik yaşamın
kurumsallaşması için gerekli olan kararları almasının yanı sıra, parti içi bir
hesaplaşmaya dönüşmesiyle de dikkat çekmiştir. VII. Kurultay parti içinde
ılımlı olarak nitelendirilen Otuzbeşler ile sertlik yanlısı olarak nitelendirilen
Peker yanlıları arasındaki bir mücadeleye de sahne olmuştur63.
2.3.1. Geçmişin Değerlendirilmesi
Kurultay görüşmelerinin ilk gününde, Erzincan Milletvekili Behçet
Kemal Çağlar geçmiş yıllarda yapılan çalışmalarla ilgili olarak kurultaya bir
rapor verilmesini istemiştir64. Bu istek, diğer katılımcıların verdikleri başka
önergelerle de desteklenmiş65 ve “parti işlerine dair” başlığı altında, kurultayın 20
Kasım 1947’deki üçüncü birleşimiyle, 22 Kasım 1947’deki dördüncü birleşiminde
CHP’nin geçmiş faaliyetleri üzerine görüşmeler yapılmıştır66. Görüşmeler ilk
olarak CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran’ın konuşmasıyla başlamıştır. Uran,
partinin geçmiş dönemde yaptığı işlere yönelik açıklamalarda bulunduğu
konuşmasında, öncelikle partinin aşağıdan yukarıya doğru, seçimle ve gizli
oyla teşkilatlanmasını sağlamaya ve partililerin sevgisini ve güvenini kazanmış
kişileri iş başına getirmeye çalıştıklarını belirtmiştir67. Ardından Halkevlerini
ve Halk Odalarını yaygınlaştırmaya çalıştıklarını, parti teşkilatının olmadığı
illerde teşkilatlanmayı tamamlamak için çaba gösterdiklerini68. böylelikle geçen
dönemde partinin daha iyi bir duruma getirilmesi için çok uğraş verdiklerini
söylemiştir. Ancak istenilen düzeyde bir başarıyı sağlayamadıklarını da itiraf
etmiştir69. Konuşmasının devamında parti olarak, kendileri açısından seçimin
emniyetini sağlamanın, seçimi kazanmaktan daha öncelikli olduğunu belirterek
CHP için asıl önemli olan düşüncenin, demokrasi rejiminin ülkeye yerleşmesi
olduğuna işaret etmiş ve ülkede demokrasinin yerleşmesini, siyasi partilerin
63
64
65
66
67
68
69
Otuzbeşler ile Peker yanlıları arasındaki mücadele için bkz. Nihat Erim, Günlükler 19251979, C.I, Haz.: Ahmet Demirel, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2005, ss.226-230.
Çağlar bu konuda şunları söylemiştir: “...Arkadaşlar; Kurultay, Memleketin yüzlerce
köşesinden gelerek toplanır da, geçen sene seçtiği adamlardan hesap sormadan dağılırsa bunun neresi
Demokrasiye uygun olur?...” CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.23.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.40.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.77-193.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.81.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.82.
Hilmi Uran’ın bu konudaki sözleri şöyledir: “…biz Partimiz için geçen çalışmalarımızdan
gönlümüzün istediği gibi randıman alabilmiş ve Partimizi de, bulunulmasını candan dilediğimiz
yüksek bir duruma getirebilmiş olmak iddiasında değiliz. Birçok başarılamamış taraflarımız vardır;
üzerlerinde daha devamlı mesaiyi lüzumlu kılan zayıf işlerimiz çoktur. Bütün bunlar hepimizde
giderilecek birer üzüntü kaynaklarıdır. Fakat, temin edeyim ki, hususî maksatlarla daima gösterilmek
ve inşa edilmek istenildiğinden de Partimiz çok, hem de çok uzaktır: kuvvetlidir; canlıdır; herhangi bir
seçim mücadelesini güvenle göğüsleyecek durumdadır…” CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı,
s.82.
116
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
rahat bir şekilde çalışmasını istediklerini, ancak parti olarak partilerinin
çıkarlarını koruyacaklarını da belirtmiştir70. Uran konuşmasında, delege ve
milletvekillerinden bir istekte de bulunmuş ve bundan sonrası için yapılması
gerekenin kurultayda tartışılarak ihtiyaçlara cevap verir yeni bir parti tüzüğü
hazırlanması olduğunu söylemiştir71.
Birçok kişinin söz aldığı bu görüşmeler sırasında, milletvekili ve
delegeler, parti yönetimini ve o zamana kadar görev yapmış olan hükümetleri
eleştirmişlerdir. Ayrıca CHP’nin muhalefet karşısındaki başarısızlığının
nedenlerini de sorgulayarak halkın desteğinin nasıl sağlanacağı ve seçimlerde
başarıyı yakalamak için neler yapılması gerektiği üzerinde de durmuşlardır.
Görüşlerini açıklayan milletvekili ve delegelerin büyük bir çoğunluğunun
partide başarısızlık nedeni olarak görüp dikkat çektiği en önemli konuların
başında CHP’nin propaganda yapma konusundaki eksiklikleri gelmiştir72.
Konuşmalar sırasında üzerinde durulan bir diğer başarısızlık nedeni
de parti teşkilatıyla ilgili olarak yaşanan sorunlar olmuştur. Özellikle de tabanı
temsil eden ocaklarla, parti üst yönetimi arasında iyi bir koordinasyonun
kurulamamasının partililerin isteklerinin yerine getirilmesini engellediği ve bu
durumun ocaklar ile Genel İdare Kurulu ve Genel Başkan arasında sağlam bir
bağ oluşturulmasına engel olduğu söylenmiştir. Ayrıca milletvekili adaylarının
belirlenmesinde tabanın dışarıda tutulduğu, hükümet ile parti arasında sağlıklı
bir ilişkinin kurulamadığı da belirtilmiştir73. Kurultay sırasında milletvekili ve
partililer tarafından dile getirilen, CHP’nin başarısızlığının diğer nedenlerini de,
partinin mücadeleci bir ruha sahip olmadığı ve o güne kadar girdiği seçimler
sırasında, seçim çalışmalarını iyi yürütemediği; partide bir birlik sağlanamadığı
ve hizipleşmelerin ortaya çıktığı; şehir ve kasabalarda okulların parasız olmasına
karşın, köylere bu hakkın tanınmaması, parti devlet bütünleşmesinin bir siyasi
parti olarak CHP’ye zarar verdiği ve bir parti kimliği oluşturamadığı, rüşvetin,
adam kayırmanın, suiistimalin arttığı, vatandaşların devlet dairelerinde işlerini
çözememesinden kaynaklanan sorunları olduğu, devlet dairelerinde işlerin
ağır yürüdüğü ve memurların halka kötü davrandıkları, hükümetlerin partinin
70
71
72
73
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.82-83.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.82.
Milletvekili ve delegeler, bu konudaki düşüncelerini, CHP Merkez İdare Heyeti başta
olmak üzere parti işlerinin yürütülmesinden sorumlu kişilerin sorumluluklarını yeterince
yerine getiremeyip, sessiz ve pasif kaldıkları, muhalefetin CHP’ye yönelik olarak yaptığı
ithamlara karşı gerekli cevapların verilemediği, CHP’yi desteklemesi gereken gazetelerin
bu görevi tam olarak yerine getiremediği bu arada DP’nin ise ülkenin en ücra köşesine
kadar gazete gönderip bu yolla propaganda yaptığı, gazetelerde parti aleyhinde yersiz ve
haksız olarak yapılan saldırılara cevap verilemediği şeklinde ifade etmişlerdir. CHP Yedinci
Büyük Kurultay Tutanağı, s.s.84-193.
Milletvekili ve delegeler, bu konudaki düşüncelerini, partinin alt teşkilatlarına kıymet
verilmediği ve örgütlenmenin aşağıdan yukarıya doğru olması gerektiğinin unutulduğu,
milletvekili adaylarının merkezden belirlenmesinin yanlış olduğu bundan dolayı seçen ile
seçilen arasında olması gereken bağın kurulamadığı ve hükümetin parti tarafından kontrol
edilemediği şeklinde ifade etmişlerdir. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.84-193.
117
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ilkelerini tam olarak yansıtacak politikaları üretmede ve uygulamada başarısız
oldukları, hükümetlerin izlediği politikaların bakanlara göre değişikliklere
uğradığı ve bir süreklilik göstermediği şeklinde sıralamak mümkündür74.
Kurultay sırasında sadece eksikliklere değinilmemiş, bazı çözümler de
üretilmiştir. Bu çözümler, CHP’nin seçimlerde başarılı olabilmesi için, partinin
halka gitmesi, halkın ihtiyaçlarını dinleyip isteklerini gerçekleştirmeye çalışması;
propagandaya önem verip partiyi halka anlatması; köylüyü kalkındırması;
vatandaşların devlet dairelerinde işlerini çözememesinden kaynaklanan
sorunlarının düzenli yapılacak denetlemelerle önlenmesi; bayındırlık, imar ve
vergi işlerinin yeniden düzenlenmesi şeklinde sıralanabilir75.
2.3.2. Halkevleri Konusu
Kurultayda görüşülen konulardan bir diğeri de Halkevleri olmuştur.
Daha önce de belirtildiği gibi İnönü de kurultayı açış konuşması sırasında
Halkevleri konusuna değinmiş ve bu kurumun yeniden düzenlenmesini
isteyerek bu konuda şunları söylemiştir: “…Halkevlerinin siyasi partilerin
ortak olarak sevebilecekleri ve ortak olarak istifade edebilecekleri bir müessese halinde
çalışmaları çok ehemmiyetli ve lüzumludur… (Halkevleri) 1) Kültür müessesesi olarak
çalışmak esastır. Bu çalışmada her partinin mensubu, bütün kabiliyetini emniyetle
kullanabilmeli, yani idareye makul surette iştirak imkânı olmalı 2) Siyasî partiler
muayyen zamanlarda toplantılar için istifade edebilmeli.”76Kurultayda Halkevlerinin
yeniden düzenlenmesiyle ilgili olarak öncelikle CHP İstanbul delegesi
Fahrettin Günay’ın bir önergesiyle, birinci birleşimde Halkevleri için 25 üyeli
ayrı bir komisyon kurulması kararlaştırılmış,77 bu konudaki görüşmeler ise
27.11.1947’de, kurultayın beşinci birleşiminde yapılmıştır78. Kısa denebilecek
ve fazla tartışmanın olmadığı görüşmeler sırasında söz alan delegelerden
bazıları Halkevlerini yaptıkları çalışmalardan dolayı başarılı bulurken, bir
kısmı ise Halkevlerini halktan kopuk ve kendilerinden beklenileni tam olarak
yerine getiremeyen kurumlar olarak değerlendirmiştir. Ancak hemen hepsi
Halkevlerinin yeniden düzenlenmesi gerektiği üzerinde neredeyse hemfikir
olmuşlardır79.
Komisyon raporunda Halkevlerinin yine CHP’nin elinde bulunması,
ancak başka partilere üye vatandaşların da bu kültür kurumlarının salonlarından
sadece kültürel faaliyetler çerçevesinde faydalanmalarına izin verilmesi ve
74
75
76
77
78
79
Milletvekili ve partililer tarafından dile getirilen CHP’nin başarısızlığının diğer nedenleri
ile ilgili olarak bkz.: CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.84-193.
Üretilen çözümlerle ilgili olarak bkz.: CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.84-193.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.20-21.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.24-25.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.196-218.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.202-213.
118
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Halkevlerinin “hükmü şahsiyeti haiz” bir kurum haline getirilmesi önerilmiştir80.
Görüşmeler sonunda Halkevlerine “hükmî bir şahsiyet verilmesi” ve Halkevleri ile
Halkodalarının yeniden düzenlenmesine karar verilmiştir81.
Kurultayda Halkevleri konusunda alınan karar, basın tarafından
da memnuniyetle karşılanmış ve yeni koşullar gereği, atılması zorunlu bir
adım olarak değerlendirilerek Halkevlerinin siyaset dışına çıkarılması takdir
edilmiştir82. Ancak burada belirtilmesi gereken önemli noktalardan birisi,
CHP’nin Halkevleri ile ilgili olarak yaptığı bu yeni düzenlemenin, Hilmi Uran’ın
belirttiğine göre, DP’nin etkisiyle olduğudur. Uran anılarında, muhalefet,
Halkevlerinin CHP’nin elinde bulunmasından dolayı sürekli olarak şikâyetçi
olmuştur diyerek bunu DP’nin siyasi bir taktiği olarak değerlendirmiştir83.
Halkevleri üzerine yapılan görüşmeler sırasında dikkati çeken bir
diğer durum ise konuşmacılardan bazılarının hem Halkevlerinin siyaset dışına
çıkarılmasını istemesi hem de CHP’den ayrılmasını şüpheyle karşılamalarıdır.
Bu durum en açık bir biçimde Balıkesir Delegesi Mustafa Çakıroğlu’nun
konuşmasından anlaşılmaktadır. Çakıroğlu, CHP’yi Atatürk ilkeleri ile devletin
temel değerlerini koruyan bir parti, Halkevlerini de CHP’yle birlikte bu değerleri
savunan ve koruyan bir kurum olarak nitelendirmiş ve Halkevlerinin, CHP’den
ayrıldığında artık bu görevi yerine getiremeyeceğini ve bunun da devlete
zarar vereceğini iddia etmiştir. Ardından da Halkevlerinin siyaset dışı kalması
gerektiğine inandığını söylemiştir84. Bu konuşmada, CHP ile Halkevlerinin
ayrılmasının devlete zarar vereceği düşüncesiyle, Halkevlerinin siyaset dışı
kalması istenirken, sanki bir siyasi parti değilmiş gibi CHP’den ayrılmasının
istenmemesi dikkati çekmektedir. Bu durum, bazı partililerin, CHP’nin bir siyasi
parti olduğu gerçeğini göz ardı ettikleri şeklinde yorumlanabilir. Partililerde
böylesi bir algının oluşmasında kurucu parti konumunda bulunan CHP’nin
80
81
82
83
84
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.200.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.221-222.
Ulus gazetesinde bu konuda yapılan yorumda, “VII inci Büyük Kurultayın halkevleri
hakkındaki güzel kararı, C.H.P.’nin genel memleket meselelerinde inhisarcılık zihniyetinden uzak
kalmasını bildiğini gösteren yeni bir delildir. Çok partili hayata girdikten sonra, bu yeni sistemin
tekmil icaplarını kendi payına düşen kısmında, yerine getirdikçe partimiz, halkımızın sevgi ve
güvenini kuvvetlendirecektir.” denirken, Ulus 28 Kasım 1947 Yeni Sabah gazetesinden A.
Cemalettin Saraçoğlu da, halkevlerinin bir kültür kurumu haline getirilmesinden memnun
olmuş, siyaset dışı bırakılmasını takdirle karşılamıştır. Yeni Sabah, 29 Kasım 1947.
Uran bu konudaki düşüncelerini anılarında şöyle dile getirmiştir: “…muhalefet Halkevlerinin
Cumhuriyet Halk Partisi elinde bulunmasından mütemadiyen şikâyet edip duruyordu. Fakat
Halkevlerinin nasıl idare edilmesinin doğru olacağı hakkında da bir mütalaa öne sürmekten kaçınıyor,
bunun böylece bir şikâyet ve hoşnutsuzluk mevzuu olarak ortada kalmasını galiba muhalefet lehine
daha uygun buluyordu.” Uran, a.g.e., s.387.
Çakıroğlu’nun bu konudaki düşünceleri şöyledir: “…Halkevleri, C.H.P. nden ayrılmamalıdır
ve ayrılamaz. Çünkü, C.H.P. bu emaneti, şerefli ve tarihî bir vesika olarak omuzlarında taşımak
fedakârlığına seve seve katlanan insanların Partisidir. Halkevlerine siyasetin girmesi çok zararlı ve
belki de korkunç olabilir. Fakat, Halkevlerinin Halk Partisi ile alâkasını azaltmak veya tamamen
kesmek, başımıza korktuğumuz akıbeti getirecektir…” CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı,
s.204.
119
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
kendini devletle bütünleştirmesinin sonucu olarak, gerçek bir siyasi parti kimliği
kazanamamasının etkili olduğu düşünülebilir.
2.3.3. Genel Başkanlık Konusu
Genel başkanlık kurumunun nasıl düzenlenmesi gerektiği konusu da
kurultayda çok tartışılmıştır. Bu kurum, ilk olarak partinin 1927 Kurultayında,
“Değişmez Genel Başkanlık” olarak düzenlenmiş, uzun bir süre devam eden bu
durum, partinin 10 Mayıs 1946’da yapılan İkinci Olağanüstü Kurultayında
değiştirilerek tüzükteki “Değişmez Genel Başkan” ifadesi, “Genel Başkan” olarak
belirlenmiş, genel başkanın dört yıl süre için parti milletvekilleri arasından
ve kurultay tarafından seçilmesi ilkesi getirilmiştir85. 1947 Kurultayında bu
konuya ilk dikkat çeken isim ise İnönü olmuştur. Kurultayı açış konuşmasında,
Cumhurbaşkanlığı ile parti genel başkanlığının birbirinden ayrılması ve kendisi
Cumhurbaşkanı kaldığı sürece kurultayın seçeceği birisinin tüm yetkiyle parti
genel başkanlığı yapmasını önermiştir86. Dolayısıyla gerek İnönü’nün parti
genel başkanlığı işinin yeniden düzenlenmesi için yaptığı bu öneri, gerekse bu
konuda partiye karşı yöneltilen eleştirilerin de etkisiyle genel başkanlık kurumu
yeniden düzenlenmiştir. Buna göre, genel başkanın cumhurbaşkanı olması
halinde, parti yönetiminin kurultayca seçilecek genel başkan vekiline bırakılması
uygun görülmüştür87. Böylece CHP, muhalefet partilerinin programlarında
bulunan88 ve özellikle de DP’nin sürekli olarak eleştirdiği,89Cumhurbaşkanlığı
ile parti başkanlığının aynı kişide birleşmesi uygulamasını yeniden düzenlemek
durumunda kalmıştır.
85
86
87
88
89
Bila, a.g.e., ss.114-115; Karpat, Türk Demokrasi…, s.137.
İnönü, bu konuda şunları söylemiştir: “…Cumhurbaşkanı bulunduğum müddetçe Kurultayın
seçeceği bir zatın, bütün yetkileriyle, Parti Genel Başkanlığını yapması lüzumlu bir mahiyet almıştır.
Bu zatın “Genel Başkan” adını taşıması radikaldir. Üzerine aldığı ağır vazifeyi yapması için bütün
otoriteyi ona temin eder. Bu şıkkı, parti menfaati için daha faydalı görürüm. Tüzük için teklif olunan
şekil, yani Kurultayın Genel Başkan Vekili seçmesi şekli bütün yetkileri elinde bulundurmak şartiyle,
hukukça ve hükümce, benim vaziyetimi her türlü tereddütten kurtaracak mahiyettedir. Partinin
bütün faaliyetlerine hâkim olacak ve milletvekili seçimini idare edecek Başkan Vekili, hakikatte
partinin tam salâhiyetli şahsiyeti olacaktır...” CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.20.
Tüzükte madde şöyle düzenlenmiştir: Madde 73: “Parti Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı
seçilmiş olduğu takdirde, bu vazife üzerinde bulunduğu müddetçe Genel Başkanlığın bütün yetkileri
ve sorumları Genel Başkanvekiline ait olur” C.H.P. Tüzüğü, Partinin VII. Kurultayınca Onanmıştır,
BCA 030. 01/ 42.250.5.1947, s.73.
Milli Kalkınma Partisi’nin programında ülkenin demokratikleşmesine yönelik olarak
dile getirdikleri istekleri şunlardır: “Hükümet Şekli: Vicdan, fikir ve yayın özgürlüklerine
dayanan ve halkın kesin biçimde yönetimini sağlayacak anlamına gelen Cumhuriyet,
yönetimde yerel kuruluşlara yetki tanıma, bütün seçimlerin tek dereceli olması, seçimlerde
orantılı sistemin (nisbi temsil) uygulanması, Cumhurbaşkanı tüm seçmenlerce 5 yıl için
seçilecek ve ancak bir dönem işbaşında kalabilecek, ekonomide serbest piyasa ekonomisinin
kurallarının geçerli olması...” Turan, Türk Devrim..., ss.217-218.
DP kurulduğu günden itibaren, hem dörtlü takrirde, hem kurultaylarında, hem de
parti tüzük ve programlarında; 1924 Anayasası’nın ülkede demokratik bir yönetim
kurulmasına olanak sağladığını belirterek yasaların Anayasaya uygun bir hale getirilmesi,
Cumhurbaşkanının parti başkanlığından ayrılması gerektiğini ısrarla savunmuştur. Turan,
Türk Devrim..., ss.213-221
120
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Kurultay sırasında bu konunun görüşülmesine 29 Kasım 1947’de
başlanmış ve kurultayda iki farklı görüş ileri sürülmüştür. Bir kesim
İnönü’nün genel başkanlık makamını bırakmaması gerektiğini savunurken
diğer bir kesim ise bunun aksini savunmuştur. İnönü’nün genel başkanlığı
bırakmasına itiraz edenler öncelikle genel başkanlığın düzenlenmesi işinin,
partinin kaderini belirleyecek, kurultayın en önemli ve hassas konusu
olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca demokratik sistemlerde siyasi partiler kadar
liderlerin de önemli olduğunun üzerinde durarak, sözü İnönü’ye getirmiş
ve onu partiye tarihin bağışladığı iddiasıyla, İnönü’nün isminin, CHP’yle
bütünleştiğini ve birbirlerinden ayrılamayacaklarını, Cumhurbaşkanlığıyla,
CHP Genel Başkanlığının aynı kişide olmasının hiçbir sakıncasının olmadığını
belirtmişler, aksi yönde yapılacak bir düzenlemenin hata olacağını ve parti için
zaaf yaratacağını ileri sürmüşlerdir. Bunlara ek olarak, partinin güçlü bir genel
başkana sahip olması gerektiğini, buna karşın genel başkan vekilliğinin ise sevk
ve idarede zorluk yaratıp, parti bünyesini zayıflatacağını ve karşı partinin lideri
karşısında bir zafiyete neden olacağını da dile getirmişlerdir90. Farklı düşüncede
olanlar ise daha çok İnönü’yü referans olarak gösterip, onun da böyle istediğini
ve bu talebin yerine getirilmesi gerektiğini savunmuşlardır91. Ayrıca İnönü’nün
yükünün zaten çok ağır olduğunu, yetki ve sorumluluklarını kullanabilecek
yeterli zamana sahip olmadığını da öne sürmüşlerdir92. Sonuçta İnönü, genel
başkan seçimi için kullanılan 645 oyun 595’ini alarak ekseriyetle yeniden CHP
Genel Başkanlığına seçilirken, Hilmi Uran da 646 oydan 328’ini alarak genel
başkan vekili seçilmiştir93.
CHP genel başkanlığı konusu da kurultayda görüşülmeden önce
ve görüşüldükten sonra da basın tarafından gündeme taşınmıştır. Kurultay
öncesinde bazı gazetelerde, “Ankarada Kurultay Mücadelesi”, “Halk Partisine Kim
Başkan Olacak?” şeklinde başlıklar atılarak, müfritlerin Peker’i bu göreve getirmek
istedikleri belirtilmiş ve diğer en kuvvetli adayların ise Hamdullah Suphi
Tanrıöver, Hüseyin Cahit Yalçın ile Tevfik Fikret Sılay olduğu söylenmiştir94.
Bazı gazetelerde de İnönü’nün parti genel başkanlığını tamamen bırakmak
eğiliminde olduğu, fakat partililerin büyük çoğunluğunun bu düşünceye pek
sıcak bakmadığı ve İnönü’nün de bu isteğe uymak olasılığının yüksek olduğu
tahmini yapılmış, ancak olası bu durum hoşnutsuz bir şekilde karşılanmıştır95.
Parti başkanlığı için ise Hamdullah Suphi Tanrıöver, Hüseyin Cahit Yalçın ve
Hilmi Uran’ın isimleri üzerinde durulmuştur96.
90
91
92
93
94
95
96
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.310-313, 325-326.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.314-315, 323-324.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.313-314, 323-325, 328-331.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.532-533.
Vatan, 13 Kasım 1947.
Vatan, 15 Kasım 1947.
Vatan, 17 Kasım 1947.
121
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Genel başkanlık konusunun kurultayda görüşülmesinden önce basında
yapılan yorumlardaki genel yaklaşım daha çok İnönü’nün genel başkanlıktan
ayrılmasının gerekliliği üzerine olmuştur97. Ancak kurultayın ilerleyen
günlerinde İnönü’nün yeniden CHP genel başkanlığına seçileceğinin yavaş
yavaş belli olmaya başlamasıyla birlikte basının bir kısmı bundan pek memnun
olmamıştır. Basından anlaşıldığı kadarıyla böylesi bir gelişmeden delegeler
arasında da huzursuzluk duyanlar olmuştur. Buna karşın kurultayda İnönü
sonrası ne olacağı sorusunun da bir endişe yarattığı ve belirsizliğin korkuya
neden olduğu anlaşılmaktadır. İnönü’nün genel başkanlıktan ayrılması ve
yerine yeni birisinin seçilmesi her ne kadar bazılarında bir heyecan yaratıyorsa
da beraberinde getirdiği daha sonra ne olacak? sorusu da en az o kadar
tedirginlik yaratmış, belirsizlik korkuyu beslemiştir. Çünkü İnönü’nün parti
genel başkanlığından ayrılıp partiler üstü bir konumda olmasının istenmesine
karşın, onun yerinin doldurulamaması da ayrı bir endişeye neden olmuştur.
Hatta otoriter eğilimli Recep Peker’in en kuvvetli genel başkan adayı olması,
bu konudaki endişeleri daha da arttırmıştır98. Nitekim bazı gazeteler hissedilen
bu endişeyi manşetlerine “Halk Partisinin müfritlerin ağına düşmesi tehlikesi
karşısında İnönü’nün başkanlığı zaruri görülüyor”99 şeklinde yansıtırken, Cihad
Baban da köşesinde, CHP’de otoriter ve faşist eğilimli Peker’in başkan seçilme
ihtimalinin partilileri endişeye düşürdüğü ve bu nedenle İnönü’nün yeniden
genel başkan seçileceğini ileri sürerek çok doğru bir öngörüde bulunmuştur100.
Selim Ragıp Emeç de yazısında, CHP’nin genel başkanlığı için, İnönü’nün parti
genel başkanlığına adaylığını koymadığı takdirde ancak bir başkasının şansının
olabileceğini söylemiş, ancak bir endişesini de dile getirerek bu işin “...memleket
97
Aynı zamanda CHP İstanbul Milletvekili de olan Hamdullah Suphi Tanrıöver, liderler
devrinin sona erdiğini, dolayısıyla her defasında kendisinden ilham alınan bir “Başbuğ”
yerine, sadece bir devlet başkanı seçmek istediklerini belirterek, “Bu defa reis seçmiyeceğiz,
halk hâkimiyetine sadık insanlar grubunu iş başına getireceğiz” demiştir. Son Posta, 18 Kasım
1947; Tasvir gazetesinden Cihad Baban da, “İnönü’ne açık mektup” adıyla gazete sütununda
İnönü’ye hitaben yazılmış bir mektup yayınlayarak, kendisinin bazı sıkıntıları da göze
alıp, radikal bir karar vermesini ve CHP’nin genel başkanlığını kabul etmemesini isteyerek
şunları söylemiştir: “Sayın İnönü! Halk Partisi Başkanlığını artık kabul etmeyiniz! Boşalacak yere
hürriyet düşmanları gelemez, Gelse de tutunamaz.” Tasvir, 23 Kasım 1947;
“Emanet” başlıklı makalesinde Dr. Cezmi Türk de konuyla ilgili olarak şunları yazmıştır: “17
Kasım 1947, millî siyaset hayatımızda unutulmaz bir tarih günü olarak yer alacaktır.
Kanaatimizce aziz İnönü’nün evvelki gün kurultayı açan nutukları ile tek parti, tek şef
sistemine dayanan bir yarım demokrasi devresi sona ermiş bulunmaktadır...” “...Artık
C.H.P. tarihî millî kahramanların idare ettiği şef sistemiyle yürütülmeyecek. Dünyanın her
yanında olduğu gibi, idare edilmesi gereken bir halkçı parti kurulup yaşatılacaktır...” “ ...Tam
bir Kemalist olarak ve tıpkı Atatürk gibi, o da önce yapılması ve başarılması gereken işleri
yaparak muhiti hazırladı. Zemini sağlamladı. Sonra da yeni binanın temellerinin atılmasına
sadece nezaret ederek; kendisi; bir yana çekilerek esere nigehban olmak istiyor. Nitekim;
işte C.H.P.’nin yedinci kurultayını açış nutku, onun aynı zamanda Cumhurbaşkanı kaldığı
müddetçe bilfiil parti başkanlığı ödevine vedaını gösteren bir beyannamedir...” Bugün, 19
Kasım 1947.
98 Son Posta, 28 Kasım 1947.
99 Vatan, 28 Kasım 1947.
100 Tasvir, 20 Kasım 1947.
122
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
için de Parti için de iyi mi olur?” sorusunu sormuş ve “orasını bilemem” diyerek,
istememesine karşın İnönü’nün yeniden genel başkan seçilmesinin CHP’yi olası
bir çıkmazdan kurtaracağını belirtmiştir101.
CHP genel başkanlığı konusunda yapılan yeni düzenlemeden sonra
basında yapılan yorumlarda genel olarak kurultay, alınan karardan dolayı
eleştirilmiştir.102 Bu konuya olumlu yaklaşan Ulus gazetesinde yapılan
yorumda ise bu düzenlemenin partinin demokratik gelişmelere elverişli bir
ortam yaratabilmek amacıyla yapıldığı, gerçekte anayasa ve yasalarda CHP’nin
böyle bir karar alması konusunda zorlayıcı bir hüküm olmamasına karşın bu
değişimin CHP’nin katlandığı bir fedakârlık olduğu belirtilmiştir103.
2.3.4. Partinin Kimlik Arayışı
Kurultay’ın en dikkat çeken ve bazı yönlerden günümüze kadar
eleştirilmesine neden olan özelliklerinden birisi de, parti tüzüğünde ve
programında yapılan değişikliklerdir. Parti tüzüğünde yapılan değişikliklerle,
genel başkanlık işinin yeniden düzenlenmesinin yanı sıra, genel başkanlık
divanı yerine, kurultay tarafından seçilen 40 üyeli Parti Divanı oluşturulmuştur.
TBMM Başkanı ve Başbakan tabii üye olarak Parti Divanında yer almışlardır.
Parti Divanının kendi üyeleri arasından gizli oyla birisi genel sekreter olmak
üzere on iki kişilik genel idare kurulu seçmesi de tüzüğe eklenmiştir. Yeni
tüzükte tüm parti örgütlerinin yıllardır uygulandığı gibi merkezden atanması
yerine seçimle iş başına gelmesi ilkesi benimsenmiştir. Milletvekili adaylarını
her ilde il yönetim kurulu üyeleri, bütün ilçelerin yönetim kurulu üyeleriyle
partili belediye başkanlarını ve genel meclis üyelerince ve gizli oyla seçilmeleri
hükmü getirilmiş, ancak, her ilden o il için gösterilecek aday sayısının yüzde
30’unu geçmeyecek miktarının merkezde Parti Divanınca gizli oyla belirlenmesi
kararlaştırılmıştır. Bu arada parti kurultaylarında, yerel örgütlerden gelecek
delegelerin sayısının, kurultaya katılan milletvekili sayısından çok olması
sağlanmıştır. Bu kurultayda ayrıca, 1936’da başlatılan ve valilik ile il başkanlığını
birleştiren uygulamalara son verilmiş, il başkanlarının kesin olarak il
kurultayınca ve seçimle göreve getirilmeleri esası kabul edilmiştir. 1934 yılında
22’ye yükseltilen partiye üye olma yaşı 18’e indirilmiştir104.
101 Son Posta, 25 Kasım 1947.
102 Bu konuda şöyle örnek verilebilir: Yeni Sabah gazetesinden A. Cemalettin Saraçoğlu,
İnönü’nün kurultayı açış konuşması sırasında genel başkanlıktan ayrılmak isteğine karşın,
delegelerin bundan vazgeçememelerini ve özellikle de İnönü’ye başkanlıktan ayrılmaması
gerektiği konusunda ısrar edenleri çok eleştirmiştir. Yeni Sabah, 2 Aralık 1947; aynı gazetede
“Arzusu Hilâfına C.H.P. Genel Başkanlığına Seçilen İnönü İstifa etmelidir” başlığı atılarak,
İnönü’ye kurultayın onun istememesine karşın yine de genel başkan seçmesi karşısında
istifa etmesi önerilmiştir. Yeni Sabah, 6 Aralık 1947; Cihad Baban da, “Çok şeyler ümit etmiştik.
Ne yazık ki bugün hayal kırıklığına uğramış bulunuyoruz.” demiştir. Tasvir, 4 Aralık 1947.
103 Ulus, 1 Aralık 1947.
104 Suna Kili, 1960-1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler (Siyaset Bilimi Açısından
Bir İnceleme), Boğaziçi Üni. Yay., İstanbul, 1976, ss.99-100; Süleyman Güngör, Muhalefette
Cumhuriyet Halk Partisi, Alternatif Yay., Ankara, 2004, s.s.33-34; Tanör, a.g.e., s.342; Bilâ,
123
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Tüzükte yapılan değişikliklerle CHP’nin çok partili rejime uyumlu
olması da hedeflenmiştir. Ayrıca CHP yukarıdan aşağıya idare edilen bir parti
olmaktan çıkarılarak aşağı kademelerin parti faaliyetlerindeki etkinliklerinin
arttırılması amaçlanmıştır105. Bir başka deyişle partinin merkeziyetçi yapısı
yumuşatılmaya ve taban merkez karşısında daha güçlü bir konuma getirilerek
partide tabanın daha sözü geçer bir nitelik kazanması düşünülmüştür. Bunlara
ek olarak partiye üye olma yaşı da düşürülerek daha geniş bir kitlenin siyasete
katılmasının önü açılmıştır. Böylelikle kurultay sırasında program ve tüzükte
yapılan değişiklikler, sadece ülkenin genel siyasetinin akışını değil, CHP’de de
yapısal değişikliklere yol açabilecek nitelikte olmuştur. Burada dikkati çeken
bir başka nokta da gerçekte yapılan bu tüzük değişikliklerinin birçoğunun bazı
delege ve milletvekilleri tarafından kurultay öncesinde yapılması gerekli olan
değişiklikler olarak önerilmiş olmasıdır. Bu durum kurultayda tabanın istek ve
önerilerinin dikkate alındığını göstermesi açısından önemlidir.
Kurultayda partideki yapısal dönüşümü sağlayacağına inanılan
konuların dışında, üzerinde durulan bir diğer konu da gerek milliyetçilik,
gerekse laiklik ilkesi üzerine yapılan görüşmeler sırasında gündeme getirilmiş
olan komünizmin devlet ve toplum hayatını tehdit ettiği iddiasıdır. Bununla
ilgili olarak yapılan görüşmeler sırasında, komünizmin önlenmesi için din
eğitiminin önemli bir araç olarak görülmesi ise tartışmalar sırasında en dikkat
çeken önerilerden birisi olmuştur106.
Bunların yanı sıra 1947 Kurultayının en göze çarpan özelliği CHP’nin
altı ilkesinden bazılarının yeniden yorumlaması ile delege ve milletvekillerinin
topluma din eğitimi verilmesi konusundaki istekleri olmuştur. Aslında ilkelerin
yeniden yorumlanması işi ilk kez yapılmamaktadır. İlkeler daha önceki CHP
kurultaylarında da ihtiyaç ve koşullara göre yeniden tanımlanmıştır. Fakat bu
kurultayı öncekilerden farklı kılan delege ve milletvekillerinin dinin toplumsal
hayattaki yerini belirlerken ve din öğretimi konusunu gündeme getirirken,
o zamana kadar yapılmış olan uygulamaların dışında, hatta bunlara ters
gelebilecek bazı isteklerde bulunmuş olmaları ile devletçilik ilkesinin çok daha
liberal bir şekilde tanımlanması olmuştur.
CHP’nin programlarında altı okla simgeleştirdiği ve Kemalizm adını
verdiği ilkeler, toplu olarak ilk kez CHP’nin 10-17 Mayıs 1931’de yapılan
kurultayında bir araya getirilerek sistemleştirilmiştir. Bu ilkeler, CHP’nin
1931 tarihli programında, partinin ana vasıfları olarak kabul edilirken, 1935
tarihli programda ise devletin de esasları olarak belirlenmiş, başta Devletçilik
ilkesi olmak üzere, ilkelere daha katı ve kapsayıcı bir özellik kazandırılmıştır.
8 Haziran 1943’te toplanan kurultaya kadar, ilkelerle ilgili olarak herhangi
a.g.e., ss.126-128; Şerafettin Turan, İsmet İnönü Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, 2. Baskı, Bilgi Yay.,
Ankara, 2003, s.299; Koçak, a.g.m., s.149-150.
105 Kili, a.g.e., ss.98-100.
106 CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.395-397.
124
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
bir yeni düzenleme yapılmamış, bu kurultayda ise Devletçilik, Milliyetçilik
ve Laiklik ilkeleri yeniden yorumlanarak, Devletçilik ilkesinde özel girişim
lehine bir yumuşamaya gidilirken, Milliyetçilik ve Laiklik ilkelerine de yeni
paragraflar eklenmiştir107. Bu durum partinin 1947 kurultayında da devam etmiş
ve ilkelerden bazıları yeniden yorumlanmıştır.
1947 programında, Cumhuriyetçilik ilkesinin tanımına bu ilkenin
demokrasi anlayışını yansıtır bir anlamı olduğuna dair eklemeler yapılarak
ilkenin demokrasiyi de içerdiği vurgulanmıştır108. Bu arada MKP’nin ve DP’nin
de bu konuya aynı şekilde yaklaşmaları ve programlarında benzer ifadelere yer
vermiş olmaları kayda değerdir.
Kurultayda köylülüğe de özel bir önem verilerek109 bu anlayış programa
yansıtılmıştır. 1947 Kurultayında, ilk defa toplumdaki sosyal gruplar arasında
bir tercih yapan CHP, 1947 programında Halkçılık ilkesine “…Halkımızı
meydana getiren çeşitli sosyal guruplar, millet bütünlüğünü yaratır. Partimiz bunların
karşılıklı faydalarını memleket yüksek menfaatleri esasına göre âhenkleştirmeğe çalışır;
bununla beraber Partimiz, halk çoğunluğunu teşkil eden köylümüzün ve çiftçimizin
yaşama seviyesini yükseltecek tedbirleri almayı zarurî bir şart sayar…”110 sözünü
eklemiştir. Ayrıca programda sosyal politikalara da önemli bir yer ayrılmıştır
(madde 84-94).111CHP’nin bu kararları iktidar yanlısı basın tarafından olumlu
karşılanmış ve Emin Erişirgil yazısında CHP’nin parti programındaki, “sosyal
politikamız” adlı bölümden övgüyle söz ederek bunun emekçi kesimin haklarını
koruyan bir anlayışa sahip olduğunu ileri sürmüş ve “Yarınki nesiller Yedinci
Kurultayın yaptıklarını överken bu kısımda ileri sürülen fikirlere ayrıca değer vereceğine
de hiç şüphe etmiyorum” diyerek sosyalizm temeli üzerine kurulu partilerden
farklı olarak rejimi değiştirmeden, rejim içinde programında emekten yana
bir düzenleme yapmasını övmüştür112. Ancak CHP’nin köylülere yönelik bu
tutumunu dönemin basınında eleştirenler de olmuş, CHP köylüleri kandırmakla,
samimiyetsizlikle suçlanmıştır113.
107 Uzun, a.g.m., ss.246-255.
108 Ekleme şu şekildedir: “…Millet yalnız kendisinin sahip olduğu egemenliği tam bir serbestlik
içinde tek dereceli olarak seçeceği milletvekillerinden terekküp eden Türkiye Büyük Millet Meclisi
vasıtasiyle kullanır. Demokrasi esasına dayanan bu rejimi türlü tehlikeye karşı korumak esas
vazifemizdir.” C.H.P. Program ve Tüzüğü 1947, ss.5-6; Turan, İsmet İnönü…, s.299.
109 CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.101, 114, 131.
110 C.H.P. Program ve Tüzüğü 1947, s.7; Halkçılık ilkesinin bu kısmını ilgilendiren açıklaması
1943 programında ise şöyledir: “…Türkiye Cümhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep
değil fakat ferdî ve içtimaî hayat için iş bölümü itibariyle muhtelif iş ve hizmet sahiplerinden
teşekkül etmiş bir câmia telâkki etmek esas prensiplerimizdendir. Çiftçiler küçük sanayi erbabı, işçi,
serbest meslek erbabı, sanayi erbabı, tüccar ve memurlar Türk camiasını teşkil eden başlıca çalışma
zümreleridir. Bunların her birinin çalışması, diğerinin ve umumî câmianın hayat ve saadeti için
zaruridir…” Cumhuriyet Halk Partisi Program ve Nizamname 1943, s.4.
111 C.H.P. Program ve Tüzüğü 1947, ss.28-31; Cemil Koçak, Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, İletişim
Yay., İstanbul, 2009, s.476.
112 Emin Erişirgil, “Kurultay Yeni Ne Fikirler Getirdi”, Ulus, 6 Aralık 1947.
113 Bunlardan birisi olan A. Cemalettin Saraçoğlu, CHP içinde bazılarının dile getirdiği, DP’nin
sermayedardan taraf ve köylüden yana olmadığı, bundan dolayı köylü kesime CHP’nin
125
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Ekonomik alanda serbest piyasa ekonomisini savunan muhalif
partiler karşısında114 CHP kurultayda devletçilik anlayışını da yeniden
gözden geçirirken115 delege ve milletvekilleri, devlete ait işletmelerin iyi
işletilemediği,116 devletçiliğin tanımının daha açık yapılarak, sınırlarının tam
olarak belirlenmesini ve özel teşebbüsün gelişmesine engel olunmayacağının
vurgulanmasını istemişlerdir.117 Kurultayda Devletçilik ilkesi üzerine yapılan
bu tartışmalar ilk olmadığı gibi, şaşırtıcı da değildir. Çünkü 1931 yılında
CHP’nin programına girdiği andan itibaren, Atatürk dönemi de dâhil olmak
üzere, sınırlarının ne olması gerektiği üzerinde en çok tartışılan ilke, Devletçilik
olmuştur. Bu ilke içinde bulunulan koşullara göre zaman zaman katı, zaman
zaman da daha yumuşak bir şekilde yorumlanmıştır. Kurultay sırasında söz
alarak “…C.H.P.’nin ekonomi siyaseti ve CHP Hükümetlerinin ekonomi siyasetleri,
beş altı seneden beri, Devletçiliğin gittikçe yumuşatılması mahiyetindedir…”118 Diyen
Manisa Milletvekili Yunus Muammer Alakant’ın bu sözleri de, aslında bir
gerçeğe işaret etmektedir.
Kurultaydaki bu öneriler doğrultusunda, CHP’nin 1947 programında
Devletçilik ilkesinde özel sektör yararına, kamu ile özel sektör arasında daha
keskin bir ayrıma gidilmiş ve devletin ağır sanayide yine önemli bir role sahip
olması, ancak özel teşebbüsün de teşvik edilmesi gerektiği yazılmıştır119. Buna
göre, devlet, özel sektörün kârlı bulmadığı alanlarda yatırım yapacak, devlet
114
115
116
117
118
119
sahip çıkması gerektiği yolundaki düşünceleri eleştirmiş ve CHP’yi DP’ye yönelmiş
köylüleri kandırmaya çalışmakla suçlamıştır. Saraçoğlu’nun yazısında dikkati çeken bir
başka nokta da CHP’ye karşı yaptığı eleştirilerin Atatürk dönemini de içeren bir şekilde
olmasıdır. Yazıda şunlar söylenmiştir: “Yirmi beş yıldır bu memleket halkı, iktidar partisinin
elinden neler çektiğini bilmeyecek ve unutacak kadar ne cahil, ne de hafızasızdır.” A. Cemalettin
Saraçoğlu, “Amma Açık Gözlülük”, Yeni Sabah 17 Kasım 1947; CHP’yi eleştiren diğer bir
yazar, Bahadır Dülger de yazısında, CHP’nin hangi sınıfa dayanacağını tartışmış ve CHP
içinden yükselen küçük esnaf ve köylülere dayanalım isteğini eleştirerek, bunun öyle kolay
olmadığını partinin istemesiyle olamayacağını asıl olarak bu kitlelerin bunu istemelerinin
lazım geldiğini belirtmiş ve CHP’nin uyguladığı ekonomi siyasetini de eleştirerek, CHP’nin
küçük esnaf ve köylülere refahlarını arttıracak hiçbir şey yapmadığı halde böyle bir role
soyunmasını ilginç bulmuştur. Son Saat, 16 Kasım 1947.
CHP’nin devletçilik anlayışı, daha denetleyici olup genel çıkarları korumak için özel
girişime sınırlamalar getirilebilirken, DP’nin devletçilik anlayışında ise devletin yatırım
alanlarının sınırlandırılması ve özel girişimin gelişmesi için devletin onlara yardımcı
olması öngörülmüştür. Ülke kalkınmasının tarım kesimine dayandırılacağını belirten
ve Devletçiliği, ekonomik yaşamda özel girişimciliğin esas tutulacağı, kesin zorunluluk
olmadıkça piyasalara karışılmayacağı, verimlilik gözetilerek devlet kuruluşlarının özel
girişime devredilebileceği ve özel teşebbüsün devlet tarafından desteklenmesi gerektiği
şeklinde yorumlanmıştır. Albayrak, a.g.e., s.70-71; Turan, Türk Devrim..., ss.220-223; Çavdar,
a.g.m., s.2065; Koçak, a.g.m., s.141; DP gibi MKP de devletçiliği benimsememiştir. Uyar,
a.g.e., 196.
Boratav, a.g.e., ss.73-84.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.406.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.407.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.410.
Metin Heper, İsmet İnönü, Çev: Sermet Yalçın, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul,
2008, ss.181-182.
126
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
kâr amacıyla girişimde bulunmayacaktır. Bunların yanı sıra deniz yolu ve eşya
taşımacılığı da özel sektöre bırakılacak, devlet özel girişimcilerle eşit koşullar
içinde çalışacak ve devlet özel girişim ortaklıklarına olanak sağlanacaktır120.
Kurultayda Devletçilik ilkesi ile ilgili olarak yapılan yeni düzenlemeler
bununla sınırlı kalmamış, CHP yeni iktisadi anlayışını tarıma da uygulamış ve
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun 17. maddesini kaldırmaya karar vermiştir.
Bu karar, parti programının 43. maddesine şöyle yansımıştır: “Toprak Kanunu’nun
ana prensipleri mahfuz kalmak üzere bu kanun mülkiyet güvenliği, toprak sahiplerine
bırakılacak azami miktar ve kamulaştırma değeri yönlerinden gözden geçirilmesini
faydalı buluruz.”121 Bunlara ek olarak, 1946’da CHP tarafından hazırlanan ve
kendi kendine yeterlik ve devlet denetimine ağırlık veren bir özelliğe sahip
beş yıllık kalkınma planı da 1947’de terk edilmiş, serbest girişime, tarımın ve
tarıma dayalı sanayinin gelişmesine, demiryolları yerine karayollarına ve enerji
sektörünün gelişmesine ağırlık veren yeni bir plan kabul edilmiş ve bu yeni
plan 1947’deki CHP kurultayında benimsenmiştir. Böylelikle ilerleyen yıllarda
ekonomi siyaseti açısından DP’nin devlet kuruluşlarının özel teşebbüse satışını
istemesi dışında, CHP ile DP’nin ekonomi anlayışları arasında önemli bir fark
kalmamıştır. DP bu konuda hevesli iken CHP ise bu düşünceye karşı çıkmıştır122.
Dinin siyaset alanında belirleyici olarak ortaya çıkmasının da
etkisiyle olsa gerek kurultayda en sert tartışmalar Laiklik ilkesi konuşulurken
yaşanmıştır.123 Konuşmalar sırasında, Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı
laikliğe aykırı bulunarak bu kurumun laiklik ilkesiyle bir tezat oluşturduğu ve
bu nedenle Diyanet İşleri Teşkilatının bir devlet kurumu olmaktan çıkarılması ve
özerk bir statüye kavuşturulması istenmiştir124. Buna ek olarak toplumdaki din
eğitimi ve öğretimi alanında yaşanan eksikliğe de dikkatler çekilerek köylerde
cenazeleri kaldıracak kimse kalmadığı, din adamı yetiştirmek için imam hatip
okullarının ve bir ilahiyat fakültesinin açılması gerektiği üzerinde durulmuştur.
Ancak kurultayda imam hatip okullarının açılmasına karşı çıkmamakla birlikte,
komünizme karşı dinin bir mücadele aracı olarak gösterilmesine karşı çıkan ve
eski Laiklik ilkesi anlayışından vazgeçilmemesini isteyenler de olmuştur125.
Laiklik ilkesinin yeniden gözden geçirilmesini isteyenlerden birisi
olan Sinop Delegesi Vehbi Dayıbaş, laikliğin iyi bir anlayış olduğunu, bunun
120 Bilâ, a.g.e., ss.126-128; Tanör, a.g.e., s.342; Ahmad, Demokrasi Sürecinde…, ss.39-40.
121 Timur, a.g.e., ss.61-63; C.H.P. Program ve Tüzüğü 1947, ss.18-19.
122 Zürcher, Modernleşen…, ss.313-314; Boratav, a.g.e., ss.77-78.
123 Son Posta 3 Aralık 1947; Vatan 3 Aralık 1947. Basında bu durumu sergileyen, “C.H.P.
Kurultayında En Heyecanlı Gün”, “Programın lâiklik maddesi çok sert tartışmalara sebeb oldu, bu
maddeyi beğenmiyen bazı hatiplerin sözleri şiddetli bir infial havası yarattı”, “Dünkü Toplantıda Din
Hakkında Hararetli Münakaşalar Oldu”, “Parti kurultayı en heyecanlı toplantısını dün yaptı. Sert
tartışmalar, tarziye vermeler, kürsüden indirmeler ve bağırmalarla sabahın saat 9 undan akşamın 9
buçuğuna kadar 12 buçuk saat süren bu toplantıda program tasarısının müzakeresi bitmiştir…” gibi
başlıklar atılmıştır. Cumhuriyet 3 Aralık 1947; Bugün, 3 Aralık 1947; Akşam, 3 Aralık 1947.
124 CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.454.
125 CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.440-470.
127
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
uygulanmasıyla hurafenin önüne geçildiğini ve artık laikliğin benimsendiğini,
ancak çocuklara dinin öğretilmesi konusunda eksik kalındığını belirttikten
sonra, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ilkokullara din dersi konulmasını
önermiştir126. Çorum delegesi Abdülkadir Güney de, dinin toplumsal yapıyı
güçlendirmede ve ilerletmede önemli bir etken olduğunu ve insanlardaki
vicdan ve ahlakın olmasının ancak dinin bilinmesiyle mümkün olabileceğini
belirttikten sonra, ilkokullarda verilecek dini bilgilerin yanı sıra din bilgisi
öğretmeni yetiştirmek için bir ilahiyat fakültesi açılmasının da zorunluluğuna
işaret etmiştir127. Diğerleriyle benzer düşünceleri paylaşan Seyhan Milletvekili
Sinan Tekelioğlu ülkede Müslüman olmayan vatandaşların dini ihtiyaçlarını
kendi kendilerine karşılama konusunda Müslümanlardan daha iyi durumda
olduklarını, köylerde cenazeleri defnedecek kimsenin kalmadığını, Diyanet
İşleri Başkanlığının devletten ayrılarak Vakıflar idaresinden bu kuruma ödenek
ayrılmasını ve çalışmalarını bu şekilde yürütmesini bir başka deyişle Diyanetin
kontrollü bir yapıdan, özerk bir yapıya geçirilmesini istemiştir. Ayrıca
toplumdaki bazı ahlaka uygun olmayan davranışların ve kötü alışkanlıkların
arttığını, bunun nedeninin de inanç eksikliğinden kaynaklandığını iddia
ederek128 dini toplum ahlakının düzenlenmesinde önemli, hatta tek belirleyici
olarak görmüş ve toplumdaki tüm sorunların inançla çözümleneceğine vurgu
yapmıştır129. Kayseri delegesi Şükrü Nayman da, dinin insan yaşamında
önemli bir yere sahip olduğunu belirttikten sonra, 3 Mart 1924’te birbirinden
ayrılmış olan Şeriye Evkaf Vekâletinin tekrar birleştirilmesi anlamına gelen bir
istekte bulunmuş ve Vakıflar İdaresinin dini kurumlara kaynak sağlamasını,
Diyanet İşlerinin de ülkedeki din hizmetlerini düzenleyip dini düşünceyi
yayıp, din adamları yetiştirmesi gerektiğini söylemiştir. Ayrıca okullara din
dersi konulmasını da isteyerek dinden korkulmamasını, asıl komünizmden
korkulması gerektiğine işaret etmiştir130. Bunların dışında Milliyetçilik ilkesi
üzerinde konuşulurken İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver de
Fatih Sultan Mehmet, II. Mahmut gibi Osmanlı padişahlarının Türk tarihindeki
önemine işaret ederek “tarihe büyük hizmeti olanların” türbelerinin tamir edilip
açılmasını istemiştir131.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.448-449.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.449.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.450-451.
Tekelioğlu bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamıştır: “…Arkadaşlar; bugün, memleketimizde,
kumar almış yürümüş, ahlâk tamamen tefessüh etmiştir. Dinsiz bir milletin memleketinde hiçbir korku
kalmaz, yaşayabilmesi için bir mefhumdan korkusu olmalıdır. Varlığının devamı için bu mefhum
lâzımdır. Anaya, babaya, büyüğe itaat kalmadı, kimse kimseyi tanımıyor, Allah nedir? deyince,
Allahın ne olduğunu bilmiyor, tanımıyor…Arkadaşlar; açıkça söyliyelim; biz, bu ihtiyacı ancak ve
ancak İslâm dininin kabul ettiği ahlâk kanunlarında bulacağız. Bu ahlâk kanunları bu milleti doğru
yola götürecektir; bugün, her yerde ve her zaman şikâyet etmiş olduğumuz ahlâksızlıklar önlenmiş
olacaktır…” CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, s.451.
130 CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.451-452.
131 Tanrıöver’in konuşmasına sırasında, mecliste türbelerin kapatılması kararının alındığı gün
Atatürk’ün kendisine: “Bekle; on, on beş sene bekle, bütün türbeleri sana vereceğiz…” dediğini
iddia etmiştir. CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, ss.402-403.
126
127
128
129
128
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Kurultayda Laiklik ilkesinin yeniden tanımlanması üzerine yapılan
tartışmalar basına da yansımış ve gazeteler de bu konuda bazı kişilerle
yapılan görüşmelere yer verilmiştir. Laiklik ilkesi üzerine hem kurultayda
konuşan, hem de basına bir demeç veren Tanrıöver, kendisiyle görüşen VâNû’nun aktardığına göre, laiklik kavramı ve insanların din ihtiyaçlarının
karşılanmasının zorunluluğundan söz ederek laikliğin Türk tarihi için yeni
ve yabancı bir uygulama olmadığını Osmanlıdaki modernleşme süreci ile
başladığını ve köylerin birçoğunda imam ve hatibin kalmadığını, bunun da
halkın dini ihtiyaçlarının karşılanması konusunda bir eksiklik ortaya çıkardığını
belirterek bu ihtiyacın karşılanması için önlem alınması gerektiğini söylemiştir.
Konuşmasında kurultayda ortaya atılan düşüncelerle ilgili olarak da yorumda
bulunan Tanrıöver, din işlerinin hiçbir değişikliğe uğratılmaksızın aynı
şekilde bırakılmasının kötü sonuçlara yol açacağını, din işlerinin cemaatlere
bırakılmasının ise çok zaman alacağını, bu nedenle de din ve evkaf işlerinin
devlet teşkilatı içinde bırakılıp bunların kuvvetlendirilmesinin ve ödeneklerinin
artırılmasının en uygun düşünce olduğunu belirtmiştir. Tanrıöver konuşmasının
devamında, o gün için ilk anda yapılması gerekenleri de şöyle sıralamıştır:
Din konularının İstanbul Üniversitesi’nde bilimsel bir şekilde okutulması, din
bilginlerinin yetiştirilmesi için bir okul açılmasını, ayrıca ülkenin çeşitli yerlerinde
de imam ve hatip yetiştirilecek okulların açılması gerektiğini söylemiştir.132
Aynı konuda düşünceleri sorulan gazeteci Falih Rıfkı Atay da laikliğin ülkeye,
din ve dünya işlerini birbirinden ayırmak, Anadolu’da mezhep ayrılıklarından
doğan ayrılıkları ortadan kaldırmak ve böylelikle milli birliği sağlamak için
getirildiğini söylemiştir. Statükonun devamından yana olduğu anlaşılan Atay,
konuşmasının devamında bu tür konuların siyasi yaşamın özgürleştirildiği
dönemlerde siyasetçiler tarafından halkın gündemine getirildiğini ve bu
konularda atılacak herhangi bir yanlış adımın milli birliğe zarar verilebileceğine
yönelik endişelerinden söz etmiştir133. CHP’de Otuzbeşler olarak anılan grubun
lideri Nihat Erim ise laikliğin feda edilmesi ya da yıpratılmasına karşı olduğunu
belirttikten sonra, ülkede yıllardır ihmal edilmiş olduğunu öne sürdüğü halkın
dini ihtiyaçlarının karşılanması gibi bir sorunun bulunduğuna inandığını
söyleyerek laikliğe herhangi bir şekilde zarar verilmeksizin din işlerinin
devlet tarafından organize edilmesi gerektiğini savunmuş ve devletin din
işleriyle uğraşacak din adamlarını üniversitelere bağlı enstitüsü ya da ilahiyat
kürsülerinde yetiştirmeleri gerektiğine dikkat çekmiştir134. Bu arada Milli Eğitim
Bakanı Reşat Şemsettin Sirer de basına bir açıklama yaparak, dini eğitim ile ilgili
olarak birtakım düzenlemeler üzerinde durulduğunu söylemiş135 ve adeta bir
süre sonra yapılacak olan yeni düzenlemelerle ilgili olarak basına bilgi vermiştir.
Sonuçta 1947 programında, 1943 programının Laiklik ilkesinde yer alan “...Parti
millî dilin ve millî kültürün diyanet yollarından yabancı dil ve kültürlerin tesirinden
132
133
134
135
Akşam, 30 Kasım 1947.
Akşam, 1 Aralık 1947.
Akşam, 2 Aralık 1947.
Akşam, 26 Kasım 1947.
129
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
masun kalmasını Türk milletinin hali ve istikbali için lüzumlu sayar.” ibaresi Laiklik
ilkesinin tanımından çıkarılmıştır136.
Kurultay sırasında partinin laiklik anlayışını ve dolayısıyla din
olgusuna yönelik politikalarını gözden geçirerek esneten CHP, daha sonra
yaptığı yeni yasal düzenlemelerle laiklik konusunda partinin yıllardır izlediği
geleneksel politikasının dışına çıkmış ve kurultayda gündeme getirilen birçok
öneri, kurultaydan bir yıl sonra gerçekleştirilmeye başlanmıştır. 1948’de imam
hatip kursları açılmış; hacca gitmek isteyenlere ilk kez döviz verilmiş; 1949’da
ilkokullara seçmeli din dersi konulmuş; 10 Haziran 1949’da TBMM’de kabul
edilen ve 5438 sayılı yasayla da tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasıyla ilgili
677 sayılı yasanın birinci maddesine şöyle bir fıkra eklenmiş: “Şeyhlik, Babalık,
Halifelik gibi mensupları arasında baş mevkide bulunanlar para cezasından başka, bir
yıldan aşağı olmamak üzere sürgün cezası ile cezalandırılırlar.” ve bunu 4 Mart 1950’de
türbelerden Türk büyüklerine ait olanlarla büyük sanat değeri bulunanların Milli
Eğitim Bakanlığınca halka açılacağı biçimiyle düzenlenen ve aynı yasaya eklenen
yeni bir fıkra izlemiştir137. CHP’nin din işlerinin düzenlenmesi konusunda attığı
bu adımların temel nedeninin başta DP olmak üzere muhalefetin sürekli olarak
bu konuları siyasetin gündemine taşıması olduğu ileri sürülebilir138. Böylelikle
CHP muhalefetin bu konulardaki öncü görünümüne son vermek istemiştir.
İnkılâpçılık ilkesinden de yine 1943 programında yer alan “Parti, Devlet ve
millet işlerinde tedbir bulmak için tedrici ve tekâmülî prensiple kendini bağlı tutmaz...”
ibaresi çıkarılmış ve ilke evrimci bir niteliğe büründürülmüş, böylelikle VII.
Kurultay’da “inkılâpçılık” ilkesi yerine “evrimcilik” ilkesi benimsenmiştir139.
Milliyetçilik ilkesine de “Partimiz Türk milletini dil, kültür, ülkü ve tarih
birliği ile saadet ve felâket ortaklığına inanmak, ortak yurt sevgisi taşımak gibi tabiî ve
ruhî bağlarla birbirine bağlı yurttaşların kurduğu sosyal ve siyasal bir bütün olarak kabul
eder…”140 paragrafı eklenmiş ve böylelikle dil, kültür ve toprak milliyetçiliğinin
temeli atılmıştır141.
136 Cümhuriyet Halk Partisi Program ve Nizamname 1943, ss.5-6; C.H.P. Program ve Tüzüğü 1947,
ss.7-11; Kili, a.g.e., ss.100-102; Güngör, a.g.e., ss.35-36.
137 Nurşen Mazıcı, Tek Parti Dönemi Seçilmiş Makaleler, Pozitif Yay., İstanbul, 2001, ss.253-255;
Bilâ, a.g.e., ss.126-128.
138 DP’nin, CHP’den farklı olan diğer bir yönü de laikliğin yorumlanmasında ortaya çıkmıştır.
Programlarında, laikliğin din düşmanlığı olarak yorumlanamayacağını belirtilerek, din
özgürlüğünün kutsal ve diğer özgürlükler kadar önemli olduğu vurgulanmış, laiklik
kavramı yalnız din ile devlet işlerinin değil, din ile siyasetin de birbirinden ayrılması olarak
tanımlanmıştır. Ayrıca programda, din öğretimine dönülmesi, din adamları yetiştirilmesi
için bir ilahiyat fakültesi ile ona benzer kurumların açılması ve bunların özerk olmaları
gerektiği savunulmuştur. Albayrak, a.g.e., ss.70-71;Turan, Türk Devrim..., ss.220-223; Çavdar,
a.g.m., s.2065; Koçak, a.g.m., s.141.
139 Cümhuriyet Halk Partisi Program ve Nizamname 1943, ss.5-6; C.H.P. Program ve Tüzüğü
1947, ss.7-11; Kili, a.g.e., ss.100-102; Güngör, a.g.e., ss.35-36; Bilâ, a.g.e., s.126–128; Ahmad,
Demokrasi Sürecinde…, s.39-40; Tanör, a.g.e., s.342.
140 C.H.P. Program ve Tüzüğü 1947, s.6.
141 Ahmad, Demokrasi Sürecinde…, ss.39-40.
130
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Kurultay sırasında ilkelerde yapılan değişiklikler ve özellikle de din
ile ilgili olarak gündeme getirilen istekler, daha sonra Kemalizm’den ödün
verildiği, şeklinde yorumlanmıştır142. Öncelikle, kurultaydaki görüşmeler
sırasında bazı delege ya da milletvekillerinin, CHP’nin o zamana kadar izlediği
geleneksel politikaların dışında bir tavır sergilemelerinin, partinin yapısı
gereği normal bir durum olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü ilk kurulduğu
günden itibaren homojen bir yapısı olmayan ve toplumdaki her düşünceden
kesimi içinde barındıran bir parti olarak, CHP kendi muhalifini kendi içinde
barındırmıştır. Anlaşıldığı kadarıyla bu durum, 1946 seçimlerine çok partili
düzende giren CHP’de halen değişmemiştir. Bu nedenle görüşmeler sırasında
yaşananları partinin bu özelliğinin bir sonucu olarak görmek mümkündür.
Nitekim Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile DP’yi kuranlar da, CHP’nin
içinden çıkmışlardır. Hatta DP’nin en önemli kurucularından birisi olan Celal
Bayar, Atatürk’ün son başbakanıdır. Belki burada asıl söylenmesi gereken,
kurultay sırasında geleneksel politikalara aykırı denebilecek olan önerilerin,
daha sonradan CHP hükümetlerince gerçekleştirilmiş olmasıdır. Bunun dışında
Atatürk ilkeleri olarak isimlendirilen ve Kemalizm’in temelini oluşturan altı
ilkenin, 1947 Kurultayı dahil olmak üzere sürekli olarak yeniden yorumlanması,
ilkelerin dogmatik bir yapıda görülmemesinden ve pratik değerlerinin,
teorik değerlerinden daha önemli olmasından kaynaklanmaktadır. İlkeler
ilk belirlediğinde de amaç, ortaya yeni bir ideoloji koymak değildi. İçinde
bulunulan zor koşulların üstesinden gelinebilmesi için hazırlanmışlardı ve
ihtiyaçlara göre yeniden yorumlanabilmeleri konusunda esnek bırakılmışlardı.
Bu durum ilkelerin tümü için geçerli kılınmış ve ihtiyaçlara göre zaman
içinde hepsi farklı şekillerde yorumlanabilmişlerdir. Bu nedenle burada asıl
tartışılması gereken sorun, ilkelerde yapılan değişikliklerden ziyade, değişiklik
ihtiyacında belirleyici olan etkenin ne olduğudur. Etken, CHP’nin birtakım
toplumsal ihtiyaçların karşılanmasını sağlamak istemesi mi? yoksa muhalefetin
kendisine karşı kullandığı birtakım kozları onların elinden almak ve bu suretle
seçimi kazanmak istemesi midir? Eğer CHP, kendisinin tespit ettiği, beliren
birtakım toplumsal ihtiyaçlardan hareketle, hem bunları karşılamak hem de
bu yolla partiye yeni bir kimlik kazandırmak için hareket ettiyse, bu konuda
142 Çetin Yetkin, Karşı devrim 1945-1950, 8. Basım, Kilit Yay., Ankara, 2001, s.s.389-417; Dönemin
tanıklarından gazeteci Nadir Nadi de anılarında, çok partili siyasal yaşama geçildiğinden
itibaren CHP’nin tutarsız ve günlük politikalar uyguladığını ve böylelikle DP’ye kötü bir
örnek oluşturarak onu yanlış yollara sürüklenmeye ittiğini belirterek, “Çok partili hayatın ilk
yıllarındaki karasız ve zikzaklı davranışları ile CHP yönetim kadrosu iktidar savaşında Demokrat
Partiye adeta kendi eliyle başarı olanakları sağlamıştır, diyebiliriz. 1950 seçimlerine kadar varan süre
içinde bir yandan şiddet ve sindirme yollarına başvururken, öte yandan seçmene şirin görünmek
amacıyla taviz politikasına giriştiği için CHP hiçbir sonuç alamadan bildiğimiz yenilgiye uğradı.
Bu yenilgi belki de kaçınılmaz bir olaydı. Şiddet yolunu denemese, taviz politikasına sapmasa CHP
belki 1950 seçimlerini yine kaybedecekti. Fakat devrim ilkelerinden hiç şaşmamış bir siyasal örgüt
olarak hem kaybı daha az olacak, hem de, kimbilir gericiliğin politika hayatımıza geçer akçe haline
gelmesini belki de önliyebilecekti.” demiştir. Nadir Nadi, Perde Aralığından, Çağdaş Yay., 4.
basım, İstanbul, 1991, s.312.
131
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
kimilerine yanlış gelen tüm uygulamalarına karşın, CHP’nin yanlış bir iş yaptığı
söylenemez. Hatta bu düşünceden hareketle partideki değişim, kurucu parti
konumundaki CHP’nin, kendini zamana ve koşullara uyduramamış olmasından
kaynaklanan sorunlarını aşma çabası, hem gerçek bir siyasi parti kimliğine
bürünmek143 hem de partinin kendine yeni bir yol haritası belirlemeye çalışması
olarak da değerlendirilebilir. Ayrıca özellikle dine yönelik politikaları açısından
CHP’yi eleştiren kişiler için de din konusuna sadece laiklik ve rejimin korunması
çerçevesinden baktıkları ve toplumsal ihtiyaçları göz ardı ettikleri söylenebilir.
Ancak eldeki verilerden anlaşıldığı kadarıyla, CHP’yi böyle bir değişime iten en
temel neden, partinin muhalefet karşısında elini güçlendirme ve 1950 yılındaki
seçimleri kazanabilme isteği olmuştur. Bu arada partinin değişimi konusunda
temel referans noktasının, muhalefetin taleplerinin olması,144 CHP’yi, DP ile
arasındaki farkları azaltmaya itmiştir. Ancak bu düşünce, değiştiğini düşünen
143 Bu konuda Trabzon delegesi Kemal Kefeli, “…Parti teşkilatının Devlet teşkilatı emrine verilmiş
olmasıdır, bu oluş Partiyi devlete otoritesinin tesiri altında bırakmış ve netice olarak Partimiz
Parti hüviyetini kaybetmek tehlikesini göstermiştir…” derken, CHP Yedinci Büyük Kurultay
Tutanağı, s.123; Kocaeli delegesi Enver Balkan da CHP’nin yavaş yavaş gerçek bir siyasi
parti kimliğine kavuşmaya başladığını, çünkü bundan önce ülkedeki tek parti olarak her
farklı kesimi içinde barındırdığını ve Atatürk gibi, İnönü gibi şeflerin yönetimde çalıştığını
bu nedenle de gerçek bir parti kimliği oluşturamadığını söylemiştir. CHP Yedinci Büyük
Kurultay Tutanağı, s.s.97-98; aynı konuyla ilgili olarak Yakup Kadri Karaosmanoğlu da
İnönü ile yaptığı bir görüşme sırasında kendisine “…benim bildiğim bir Halk partisi vardı ama,
teşkilatı, valilerin, kaymakamların eline teslim edildikten sonra halk ile alakası kesilmiş, tamamiyle
bürokratik bir şekil almıştı…” demiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, Yay.
Haz.: Atilla Özkırımlı, 2. Baskı, İletişim Yay., İstanbul, 1999, s.164; Son Posta, gazetesinden
Selim Ragıp Emeç de “C.H.P. de İdeoloji arayışı”, “Parti, kurultaydan çıkacak programla,
memleketin çeşitli sosyal sınıflarını temsil edeyim derken, bunlardan hiçbirinin menfaatini lâyıkiyle
temsil edemeyecektir” başlıklarını kullandığı yazısında, bu konudaki düşüncelerini şu şekilde
dile getirmiştir: “Halk Partisinin sona ermekte bulunan yedinci kurultayı, maalesef partiyi için için
kemiren ideolojik bir buhranın bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmasına sebep oldu. Hele partinin programı
görüşülürken delegelerin ileri sürdükleri çeşitli ve çok defa birbirini tutmıyan ve hatta birbirine
taban tabana zıt fikirler, Halk partisinin sadece bir fikir buhranı içinde kıvrandığını göstermekle
kalmadı, aynı zamanda partini fikren, yamalı bir bohçadan farksız olduğunu da açığa vurdu. Bilhassa
partinin ideolojik temelini teşkil eden esaslar görüşülürken bu hal büsbütün kendini ortaya koydu.
Kurultay delegelerinin, parti programında yer alması kaydı ile ileri sürdükleri bazı fikirlere şöyle bir
göz gezdirilecek olursa, partinin, en aşağı dört, beş ayrı ideolojiyi temsil eden birbirine zıt bir insan
grubunu bir program etrafında birleştirmek gibi olmayacak bir işi yapmaya çalıştığı kolayca anlaşılır.
Meselâ partinin iktisadi siyaseti bahsinde bir yandan en dar manada bir iktisadi devletçiliğin esasları
tavsiye edilirken, öte yandan, en geniş anlamda bir iktisadi liberalizme götürecek öğütler verilmiştir.
Cumhuriyet Halk Partisinin sosyal yenilikler bahsinde ise bir yandan totaliter rejimlere kadar yolu
olan ve ırkçılık esaslarını belirtecek bazı esasların programda yer alması için takrirler verilirken,
öte taraftan sosyalizme kadar gidebilen geniş demokrasi tavsiyelerinde bulunulmuştur… Böyle bir
ideoloji anarşisi, dünyanın hiçbir partisinde ne görülmüş, ne de işitilmiştir. ” Son Posta, 3 Aralık
1947.
144 Bu durumu, Erim’in anılarında daha açık bir şekilde görmek mümkündür. Erim’in
belirttiğine göre, kendisi, İnönü’nün de bilgisi dahilinde, kurultayda yaşanan bazı gelişmeleri
ve alınan kararları değerlendirmek için, zaman zaman DP ileri gelenleriyle görüşmelerde
bulunmuştur. Örneğin Erim, 23 Aralık 1947’de DP’den Fuat Köprülü ve Adnan Menderes’le
yaptığı bir görüşmede, bu kişilere İnönü’nün genel başkanlık makamında ismen de olsa
kalması gerektiğini ve bu durum karşısında “fazla gürültü koparmamalarını” söylemiştir.
Erim, a.g.e., s.228.
132
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
CHP’yi, izlenen politikalar açısından DP’ye oldukça yaklaştırmıştır. CHP’nin bu
yaklaşımı DP’lilerin de dikkatini çekmiş ve bu konuda eleştirilmişlerdir. DP’li
General Sadık Aldoğan CHP’lilerin bu yönelişini alaylı bir şekilde karşılarken,145
Adnan Menderes de 1945 öncesi ve sonrası olmak üzere iki CHP’nin ortaya
çıktığını ileri sürmüştür146.
Sonuç
İkinci Dünya Savaşı sonrası değişen iç ve dış koşullar, ülkenin tek
partisi konumunda bulunan CHP’yi değişime zorlamıştır. Dolayısıyla CHP,
değişen koşullara uyum sağlayabilmek için 1945’ten sonra parti içinde ve
ülkenin iç politikasında birtakım değişikliklere, yeni yasal düzenlemelere
gitmek durumunda kalmıştır. Özellikle de 1946’da ülkede çok partili siyasal
yaşama geçilmesi ve DP’nin kurulmasından sonra, bu partinin CHP’ye karşı
yürüttüğü muhalefet, CHP kadrolarını ülkede ve dünyada yeni oluşan siyasi
konjonktür karşısında, o güne kadar uyguladıkları politikaları yeniden gözden
geçirmek bir başka deyişle CHP’ye yeni bir parti kimliği kazandırmak zorunda
bırakmıştır. Bu nedenle CHP’nin 1947 Kurultayında yaşadığı değişimi, dünyada
ve ülkede 1945 sonrası başlayan değişimin bir sonucu olarak görmenin ve 1947
Kurultayını da öncelikle bu çerçeveden değerlendirmenin daha doğru olacağı
söylenebilir. Aslında partideki bu tür değişim çabaları daha önceye dayanmakta
olup, bunun ilk adımları CHP’nin 1946’da yapılan İkinci Olağanüstü Kurultayı
sırasında atılmıştır.
CHP’nin 1947 Kurultayı, genelde Türk siyaseti açısından, özelde ise CHP
açısından önemli olmuştur. Çünkü devletleşmiş bir parti konumunda bulunan
CHP’nin bu zorunlu değişimi, sadece partiyi ilgilendiren bir durum olmayıp,
ülkedeki siyasal sistemin de yenilenmesi ya da kimi alanlarda değiştirilmesi
anlamına gelmektedir. Ülkede demokrasinin sağlıklı bir şekilde işlemesi ya da
kurumsallaşması için CHP’nin kurultayda aldığı kararlar ülke açısından oldukça
önemli olmuştur. Yeni siyasal düzende, CHP’ye yeni bir siyasi parti kimliği
verilmesi de bu kurultayın diğer önemli bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
145 Sadık Aldoğan CHP’lilere bu konuda şunu sormuştur: “Yirmi beş seneden beri masum halka
her türlü fenalığı yapan Halk Partisi ve hükümetleri şimdi onları kırılan kalplerini tamir etmek için
mekteplerde din derslerinin okunmasını kabul ettiler… Ulan sen kimi aldatıyorsun? Artık size kim
inanır?” Ahmad, Demokrasi Sürecinde…, ss.39-40.
146 Adnan Menderes de bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamıştır: “Denilebilir ki, iki Halk
Partisi mevcuttur. Birisi 1945 senesine kadar olanı, diğeri de ondan sonra vücut bulmaya başlayanı.
Aynı isim altında akla kara kadar birbirine zıt iki ayrı fikir ve felsefe temeline dayanan bu partinin
bu fikir ve prensip partisi olmaktan ziyade tamamen iktidarı muhafaza etmek kaygusuyla her türlü
fikir ve prensip tavizlerine peşinen razı olmuş bir teşekkül olduğunu ispat etmez mi? Uzağa gitmeye
ne hacet? Demokrat Parti kurulduğu zaman mevcut olan Halk Partisi programı ile bir de fikir ve
prensip olarak Demokrat Parti’nin vücut bulmasından sonra tadil edilen Halk Partisi programına
bakmak, bu hakikatleri görmek için kâfidir.” Timur, a.g.e., ss.61-63.
133
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Daha açık bir deyişle 1947 Kurultayı’nda hem partiyle, hem de Türkiye’deki
demokratik sistemin gelişmesiyle ilgili önemli kararlar alınmakla birlikte
1947 Kurultayı daha çok CHP’nin kendi içinde bir değişimi gerçekleştirmeye
çalışmasıyla ön plana çıkmıştır.
Uzun yıllar iktidarda kalmış, toplumdaki tüm kesimlerin temsilcisi olma
iddiasında bulunan ve kendini devletle bütünleştirmiş, daha açık bir deyişle
faşist partilerde olduğu gibi devleti partileştirmemiş, partiyi devletleştirmiş
olan CHP, kurucu bir parti olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle de
bütünleşmiş ve normal bir siyasi parti kimliğinden uzaklaşmıştır. Bu bağlamda,
CHP’nin 1947 Kurultayında, çok partili siyasal sistem içinde, gerçek bir siyasal
parti kimliği kazanmak ve iktidarını sürdürebilmek için, kendini yenilemeye
çalıştığı görülmektedir. Ancak çok partili düzenin getirdiği iktidara gelme ya
da iktidarını sürdürme mücadelesinde, CHP’nin kurultayda aldığı kararlar
ve bunlara yönelik yaptığı uygulamalar, bir yönüyle yapılması zorunlu bir
gerçekliği ifade ediyorsa da, diğer yandan bunların CHP’nin diğer partilerden
farklılıklarını ortadan kaldırmış olması ve CHP’yi diğer siyasi partilere
benzetmesi de bir yanlışlığa işaret etmektedir. Bu nedenle 1947 Kurultayında
alınan kararlar, aslında yenilenme adına diğerine benzeme çabası olarak göze
çarpmaktadır. Dolayısıyla bu şekilde bir yenilenmenin CHP’nin, DP karşısında
şansını artırma olasılığı zaten olamazdı. Nitekim öyle de olmuştur. Gerçi
burada CHP’nin yenilik çabalarına karşın başarı şansı yakalayamamasında çok
uzun yıllar iktidarda olmasından kaynaklanan toplumda yarattığı bıkkınlık
ve yenilik ihtiyacının da etkisinin olduğu düşünülebilir. Bir başka deyişle II.
Dünya Savaşı’nın ülke içinde yarattığı sıkıntılardan sonra, bu yıllarda iktidarda
olan CHP’nin, iktidarda kalma şansının zaten olmadığı da söylenebilir. Ancak
yine de bir başka partiye benzemek yerine, özgün bir yenilenme başarabilseydi,
partinin sonraki yıllarda da çok uzun süren yenilenme çabaları bundan olumlu
etkilenebilirdi. Çünkü CHP’deki ideoloji arayışı uzun yıllar devam etmiş ve
CHP bu konudaki esas adımını partiye kazandırdığı “Ortanın Solu” düşüncesi
ve Bülent Ecevit ile birlikte atmıştır. Bu defa halkın karşısına özgün bir kimlik
ve yeni bir liderle çıkan ve uzun yıllar iktidara gelme konusunda başarı şansı
yakalayamayan CHP, 1970’lerde halkın umudu olabilmiş, hatırı sayılır bir halk
desteği de kazanabilmiştir. Gerçi bu durumun ortaya çıkmasında o yıllarda
solun dünya ve Türkiye genelinde sahip olduğu popülaritesinin de etkisi
olduğu söylenebilirse de, partinin bu gelişmeleri doğru okuduğu da ayrı bir
gerçektir. Bunlara ek olarak söylenmesi gereken bir başka gerçek de, CHP’nin
1947 Kurultayında esnekleşmek ya da daha doğru bir deyişle farklılaşmak
yerine, tutarlı davranmasının, varlığını sürdürebilmesinin tek yolu olduğunun
farkına varamamış olmasıdır.
Son olarak CHP’nin 1947 Kurultayında aldığı kararlar kimileri tarafından
devrime ve Kemalizm’e ihanet olarak algılansa da, bu kararları ve sonrasındaki
uygulamaları çok partili siyasal yaşam içinde iktidarda kalmak için yapılması
134
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
gereken sıradan bir gerçeklik olarak da görmek mümkündür. Çünkü CHP’nin
gireceği seçimler gerçekti ve kazanmak zorundaydı. Ne var ki CHP’nin değişen
koşullara ayak uydurabilmek ya da toplumsal birtakım ihtiyaçları samimiyetle
karşılayabilmek için bir değişim sürecine girmesi ayrı bir gerçek, bunun bir çeşit
popülizme dönüşmesi ve partinin geleneksel politikasından uzaklaşması ise
bambaşka bir gerçektir. Ayrıca bu kurultay, modernleşme sürecinde, devrim
sürecinden evrim sürecine bir geçiş olarak da değerlendirilebileceği gibi, II.
Dünya Savaşı sonrası oluşan yeni dünya düzenine uyum sağlama çabalarının iç
politika üzerindeki sonuçları olarak da düşünülebilir.
135
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
KAYNAKÇA
I. Arşiv Kaynakları
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA, Ankara)
Cumhuriyet Halk Partisi Fon Kataloğu (Fon. Kod. 490.01)
BCA 490 01 8 40 11.
BCA 490 01 219 863 1.
BCA 490 01 6 34 3.
BCA 490 01 226 892 1.
II. Gazeteler
Akşam
Bugün
Son Posta
Tasvir
Ulus
Vatan
Yeni Sabah
III. Anı ve Günlükler
ERİM, Nihat, Günlükler 1925-1979, C.I, Haz.: Ahmet Demirel, Yapı Kredi Yay.,
İstanbul, 2005.
KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri, Politikada 45 Yıl, Yay. Haz.: Atilla Özkırımlı,
2. Baskı, İletişim Yay., İstanbul, 1999.
NADİR, Nadi, Perde Aralığından, Çağdaş Yay., 4. bası, İstanbul, 1991.
URAN, Hilmi, Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950), Türkiye İş
Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2007.
136
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
IV. Kitaplar ve Makaleler
AHMAD, Feroz, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, Çev.: Sedat Cem Karadeli, 3. baskı,
İstanbul Bilgi Üni. Yay., İstanbul, 2008.
AHMAD, Feroz, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), Türkçesi: Ahmet Fethi,
2. baskı, Hil Yayın, İstanbul, 1996.
AKŞİN, Sina, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2007.
ALBAYRAK, Mustafa, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Phonenix
Yay., Ankara, 2004.
BORATAV, Korkut, Türkiye İktisat Tarihi 1908–1985, 6. Baskı, Gerçek Yayınevi,
İstanbul, 1998.
BULUT, Sedef, Muhtıra Sonrası Demokratikleşme Hareketine Örnek Model Olarak
1973 Genel Seçimleri, Berikan Yayınevi, Ankara, 2007.
C.H.P. Büyük Kurultayının Olağanüstü Toplantısı, Program-Tüzük Komisyonu
Raporu, 10.V.1946.
C.H.P. Tüzüğü, Partinin VII. Kurultayınca Onanmıştır, BCA 030. 01/ 42.250.5.1947.
CHP Yedinci Büyük Kurultay Tutanağı, b.y.y., Ankara, 1948.
Cumhuriyet Halk Partisi Program ve Nizamname 1943, Zerbamat Basımevi, Ankara,
1943.
ÇAVDAR, Tevfik, “Demokrat Parti”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi,
C. VIII, İletişim Yay., İstanbul, b.t.y.
DUVERGER, Maurice, Siyasi Partiler, 4. Basım, Çev. Ergün Özbudun, Bilgi
Yayınevi, Ankara, 1993.
EROĞUL, Cem, Demokrat Parti, Tarihi ve İdeolojisi, 3. baskı, İmge Kitabevi,
Ankara, 1998.
EROĞUL, Cem, “Çok Partili Düzenin Kuruluşu”, Geçiş Sürecinde Türkiye, 3.
baskı, Belge Yay., s.s.112-158, İstanbul, 1998.
ERTAN, Temuçin Faik, “İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Dünya Ve Türkiye”,
80. Yılında Türkiye Cumhuriyeti ve Demokrasi 10–11 Kasım 2003, H.Ü.
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Hacettepe Üni. Yay., s.s.73-88,
Ankara, 2004.
GEVGİLİLİ, Ali, Yükseliş ve Düşüş, 2. basım, Bağlam Yay., İstabul, 1987.
GÜNGÖR, Süleyman, Muhalefette Cumhuriyet Halk Partisi, Alternatif Yay.,
Ankara, 2004.
HEPER, Metin, İsmet İnönü, Çev: Sermet Yalçın, Türkiye İş Bankası Kültür Yay.,
İstanbul, 2008.
137
Hakan UZUN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
KARPAT, Kemal H, Türkiye’de Siyasal Sistemin Evrimi, Çev.. Esin Soğancılar,
İmge Kitapevi, Ankara, 2007.
KARPAT, Kemal H., Türk Demokrasi Tarihi, Afa Yayıncılık, İstanbul, 1996.
KİLİ, Suna, 1960–1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler (Siyaset
Bilimi Açısından Bir İnceleme), Boğaziçi Üni. Yay., İstanbul, 1976.
KOÇAK, Cemil, “Siyasal Tarih (1923-1950)”, Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye
1908-1980, Yayın Yönetmeni: Sina Akşin, 4. baskı, Cem Yay., s.s.85-173,
İstanbul, 1995.
KOÇAK, Cemil, Türkiye’de Millî Şef Dönemi (1938-1945), C. I, II, İletişim Yay.,
İstanbul, 1996.
KOÇAK, Cemil, Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, İletişim Yay., İstanbul, 2009.
KONGAR, Emre, 21. Yüzyılda Türkiye, 11. basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1998.
LEWİS, Bernard, Demokrasinin Türkiye Serüveni, Çev.: Hamdi Aydoğan-Esra
Ermet, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2003.
ÖZBUDUN, Ergun, Çağdaş Türk Politikası, Çev. Ali Resul Usul, 2. baskı, Doğan
Kitap, İstanbul, 2007.
ÖZBUDUN, Ergun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, İstanbul
Bilgi Üni. Yay., İstanbul, 2011.
ÖZÜÇETİN, Yaşar, Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde Kırşehir, Berikan Yay.,
Ankara, 2009.
TANÖR, Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 2. baskı, Yapı Kredi Yay.,
İstanbul, 1998.
TURAN, Şerafettin, İsmet İnönü Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, 2. Baskı, Baskı,
Bilgi Yay., Ankara, 2003.
TURAN, Şerafettin, Türk Devrim Tarihi, 4. Kitap, Birinci Bölüm, Bilgi Yayınevi,
Ankara, 1999.
TURGUT, Nükhet, Siyasal Muhalefet, Birey ve Toplum Yayıncılık, Ankara, 1984.
UNAT, Kadri, “Cumhuriyet Halk Partisi’nde Nevi Şahsına Münhasır Bir
Muhalif Grup: Otuzbeşler”, A.Ü. Türk İnkılâp Tarihi Ens. Atatürk Yolu
Dergisi, S.48, Güz 2011, s.s.839-867.
UYAR, Hakkı, Tek Parti Dönemi ve Cumhuriyet Halk Partisi, 2. baskı, Boyut
Kitapları, İstanbul, 1999.
138
İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı: CHP ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
UZUN, Hakan, “Tek Parti Döneminde Yapılan Cumhuriyet Halk Partisi
Kongreleri Temelinde Değişmez Genel Başkanlık, Kemalizm ve Milli
Şef Kavramları”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C.IX, S.2021, 2010/Bahar-Güz, s.s.233-271.
ZÜRCHER, Eric Jan, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 3. baskı, İletişim Yay.,
İstanbul, 1998.
V. Ansiklopedi ve Sözlükler
Cumhuriyet Ansiklopedisi 1941-1960, C.2, 4. basım, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2003.
139
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi
Journal Of Modern Turkish History Studies
XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 141-155.
ADNAN MENDERES VE HALKEVLERİ
Müslime GÜNEŞ*
Öz
19 Şubat 1932’de açılan halkevleri, Genç Cumhuriyet’in kültür atılımları, laikleşme
ve çağdaşlaşma politikaları içinde özgün yapılarıyla önemli bir yer tutar.1930’larda siyasal,
hukuki, toplumsal alanlarda birçok devrim gerçekleşmişti. Halkevleri, Cumhuriyet ‘in
ideolojisini aydınlar ve yerel önderler aracılığıyla halka götürme, yaygınlaştırma, tanıtma ve
toplumun kültür yapısını canlandırma denemesidir. Bu amaçla kurulan, yeni çağdaş yurttaşı
yetiştirmeye yardımcı, yurt yüzeyine yayılmış Kültür Merkezleriydi. Toplum yaşamına
kazandırılmak istenen yeniliklerin, yeni değerlerin, toplum katmanlarına yayılması ve
yaşanılır kılınması gerekirdi. Bunun için de, her kesim ve yaştan kimsenin yararlanabileceği,
herkese ulaşabilecek yapıda okul dışı, “resmi” kokusu olmayan sivil kuruluşlara gereksinim
vardı.
Bu kuruluşlar 1951 yılında, CHP’nin propaganda araçları oldukları gerekçesiyle
Demokrat Parti iktidarı tarafından kapatıldı. DP’nin on yıllık iktidarı sürecinde en çok
tartışılan, tepki çeken, eleştirilen uygulamalardan birisi halkevlerinin kapatılması olmuştur.
Bu olayın oldukça dikkat çekici bir şekilde araştırmacıların gündemine yerleşmesinin çarpıcı
nedenlerinden birisi Adnan Menderes’in halkevleriyle teması olmalıdır. Bu makalede
Menderes’in Halkevleriyle olan ilişkisi ve Halkevlerini kapatılmaya götüren süreçte
kendisinin etkisinin olup olmadığı üzerinde durulacaktır. Adnan Menderes’in biyografisinde
oluşan eksikliklerin tamamlanması adına Halkevleriyle olan bağını görmek gerekmektedir.
Anahtar Sözcükler; Halkevleri, Adnan Menderes, Demokrat Parti, Halkevlerinin
Kapatılması.
ADNAN MENDERES AND COMMUNITY CENTERS
Abstract
Started on February 19, 1932, Community Centers have an important place in the
cultural leap, secularisation and modernization policies of the early Turkish Republic. There
were many revolutions in politic, judicial and social areas in 1930s.Basic aim of community
centers was to convey the ideology of republic to society with the help of highbrows and local
leaders as well as reviving the cultural structure of the society. They are Cultural Centers,
established for that aim, were helpful for bringing up new modern citizens among the country.
The reforms and new values that wanted to be gained to the society life were necessary to
*
Yrd. Doç. Dr., Adnan Menderes Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Ġlköğretim - Sosyal Bilgiler
Anabilim Dalı, (mgunes68@gmail.com).
141
Müslime GÜNEŞ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
be separated among the social layers and to be made applicable to daily life. Hence, civil
organizations that would be helpful for the people from all layers and ages, reach everybody
and in a structure that is not appear as ‘official’ were necessary.
Grounded on the reasons for being a tool for propaganda of the CHP (Republican
Socialist Party) Community Centers were abolished by the Democrat Party in 1951. The
abolition of Community Centers was one of the most controversial, reaction drawing and
criticized implementation of the Democrat Party during its 10 years rulership. One of the
reasons that this issue’s gain currency among the researchers conspicuously must be the
relationship of Adnan Menderes with Community Houses. In this study, the relationship
of Menderes with Community Centers and whether there was his impact on the abolition
process of the Community Center sor not will be emphasized. It is necessary to see his relation
with the Community Houses on behalf of the elimination of the deficiences in the biography
of Adnan Menderes.
Keywords; Community Centers, Adnan Menderes, Democrat Party,
Community Centers.
Abolition of
Giriş
20. yüzyılın başlarına gelindiğinde halkın eğitilmesine ve yetiştirilmesine
yönelik olan örgütlenmeler her ülkede kendi gereksinimlerine göre
oluşturulmaya başladı. Yeni kurulan Türkiye devleti de halkın eğitilmesine ve
yetiştirilmesine yönelik örgütlenme çalışmalarına başladı. Yeni Türk Devleti,
ulusal bilinç oluşturma sürecine geniş halk kitlelerini dâhil ederek kendi
devletini çağdaş bir yapıda kurdu. Yeni devlet düzeninin ilkelerini halka
anlatmak ve bilinç düzeyini yükseltmek gerekiyordu. Eğitim bilimlerine göre
ülkenin kalkınma dereceleri ile eğitim-kültür seviyeleri arasında doğru bir
bağlantı bulunuyordu.1 Halk eğitiminin ülkemizde yetersiz olması ve tam
bir eğitim sisteminin kurulamamasından dolayı Kemalist Devrimler halka
zamanında yansıtılamıyordu. Bu doğrultuda yoğun bir halk eğitiminin ve buna
bağlı olarak yeni bir örgütlenmenin zorunluluğu ortaya çıkmıştır.
Halkevleri, Atatürk Devrimlerinin benimsetilmesi2, Cumhuriyetin
kültür etkinlilerini, Milli Eğitimin yanında yürütmek için, 1931’de kapatılan
Türk Ocaklarının3 yerine kuruldu.4 19 Şubat 1932’de açılan Halkevleri. Genç
1
2
3
4
Anıl Çeçen, Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri, Gün Doğan Yay, Ankara,1990 s.79–81.
Halkevleri ve Halk Odaları, CHP, 1944 Ankara.
Kenan Akyüz, “Türk Ocakları”, Belleten, Sayı 196, Ankara, 1986, ss.201–228; Zeki Arıkan, “
Halkevlerinin Kuruluşu ve Tarihsel İşlevi ”, Atatürk Yolu Dergisi, Yıl 12, C.6, sayı 23, Mayıs
1999, s.265.
Necdet Sakaoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları,1. Baskı, İstanbul 2003, 195.
142
Adnan Menderes ve Halkevleri
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Cumhuriyet’in kültür atılımları, laikleşme ve çağdaşlaşma politikaları içinde
özgün yapılarıyla önemli bir yer tutmaktadır.5 Birinci aşamada Halkevleri 14 il
merkezinde; ikinci aşamada (Haziran 1932) 20 il merkezinde faaliyet göstermeye
başladı. 1950’ye gelindiğinde 478 halkevi ve 4332 halkodası bulunuyordu.6
1930’larda siyasal, hukuki, toplumsal alanlarda birçok devrim
gerçekleşmişti. Halkevleri, Cumhuriyetin, Cumhuriyet ideolojisinin ve özellikle
1930’lu yıllardaki ekonomik ve toplumsal koşulların bir ürünüdür.7Halkevleri,
Cumhuriyet yönetiminin dünya görüşünü aydınlar ve yerel önderler
aracılığıyla halka götürme, yaygınlaştırma, tanıtma ve toplumun kültür yapısını
canlandırma denemesidir. Bu amaçla kurulan Halkevleri, yeni, çağdaş yurttaşı
yetiştirmeye yardımcı, yurt yüzeyine yayılmış Kültür Merkezleriydi. Ancak
toplum yaşamına kazandırılmak istenen yeniliklerin, yeni değerlerin, toplum
katmanlarına yayılması ve yaşanılır kılınması gerekirdi. Bunun için de, her cins
ve yaştan kimsenin yararlanabileceği, herkese ulaşabilecek yapıda okul dışı,
“resmi” kokusu olmayan sivil kuruluşlara gereksinim vardı. Halkevleri, halkla
sıcak iletişim kuracak, halk değerlerinden de kaynaklanacak kültür merkezleri
olarak düşünülmüştü. Her yurttaşın ilgi alanına göre katılımını sağlamak,
başlıca hedefti. Kuruluş gereği 9 alanda çalışma yapmaktaydı: Dil-EdebiyatTarih, Güzel Sanatlar, Temsil, Spor, Toplumsal Yardım, Halk Dershaneleri ve
Kurslar, Kütüphane ve Yayın, Köycülük, Müzecilik ve Sergi şubeleri.
İsmet İnönü’nün de belirttiği gibi Halkevleri, “Yeni Türkiye hayatının başlı
başına bir unsuru, başlı başına bir remzidir… Halkevleri, kurulan bütün medeniyetlerin
üstüne geçmek iddiasında bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin hayatı için aziz bir
toplanma yeri, bütün kabiliyetlerin inkişaf ettiren bir mihrak sayılmalıdır. Halkevleri
bizim kendi anlayışımıza göre Türk vatanında, Türk Cumhuriyeti’nde, ahlak, ilim ve
anlayış mefhumlarının tatbik edildiği, izah olunduğu, genişletildiği ve kökleştirilip
yerleştirildiği yerlerdir”.8 Halkevleri her türlü kültürel ve sanat etkinlikleri ile
sosyal dayanışmayı da içeren gerçek anlamda birer kitle eğitim kurumları olarak
düşünülmüştür.9
“Halkevlerinin en mühim ve esaslı amaçlarından biri halk terbiyesiydi.”101930’lu
yıllarda Türkiye’deki okuryazar sayısının bütün çabalara rağmen %20’yi
geçmediği düşünülürse bu konunun önemi daha iyi anlaşılacaktır. “Halkevleri,
yetişkin eğitiminin gelişmiş bir uygulaması olarak ortaya çıkmıştır.”11 Bu kuruluşların
5
6
7
8
9
10
11
Özdemir İnce, Halkevleri, Hürriyet, 19 Şubat 2006, Tarhan Erdem, “ Kuruluşunun 25inci
Yılı Halk Evleri, Dünyaya Örnek Bir Kültür Kurtuluşunun Hayatı”, Vazife, Yıl 2, Sayı 15,
Mart 1957, s.242.
Orhan Özacun,”Halkevlerini Dramı”, Kebikeç, II/3(1996),S.91.
Çeçen, a.g.e., s.106.
Ülkü, C.III, Sayı 13, Mart 1934, s.1-4.
Şerafettin Turan, “Etkin Bir Eğitim, Kültür ve Sosyal Dayanışma Kurumu Olarak
Halkevleri”, Bilanço 1923-1998, Cilt 1, TÜBA, s.205.
Ülkü, C.III, S. 13, Mart 1934, s.5–15.
Özacun, a.g.m, s.89. Cevat Celep, Halk Eğitimi, Genişletilmiş 3. Baskı, Ankara 2003, ss.93-94.
143
Müslime GÜNEŞ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
amacı “ulusu, aynı ülküye bağlı bir kitle yapmak, kır, kent, köylü, aydın
ayrımlarını azaltmaktı. Ulusal ve toplumsal hayatın temelleri, eğitim ve öğretim
teknikleri uygulanarak bu evlerde atılmak istenmişti. İlk on yıl boyuca da halkı
aydınlatmaya ve yaşamı çağdaşlaştırmaya dönük çalışmalar halkevlerinde
odaklandı. “Belki en değerli hizmeti de yurdun her köşesinde, ileri geri farklılıkları
yenilerek eş düzeyde faaliyetlere yer verilmesi olmuştur.12 “Halkevinin kapıları partiye
yazılı olan veya olmayan bütün yurttaşlara açıktır.”13 Halk evleri sadece yönetim
olarak partiye bağlı kalmış, çalışmalarını ise ulusalcılığın ruhu içinde CHP ‘nin
ilkelerine uygun birer “halk eğitim merkezi” olarak yapmıştır. Bundan dolayı
Halkevlerine her kesimden vatandaş görev almış ve etkinlikleri izleyebilmiştir.14
Netice itibariyle halkevleri; milleti bilinçli, birbirini anlayan, birbirini
seven, aynı ideale bağlı halk kütlesi halinde örgütlemek; kültür, ülkü, amaç
ve düşünce birliğini güçlendirecek bir toplum olmayı sağlamak; ulusal birliği
oluşturan, milli ruhu biçimlendiren kültür öğelerini bulup ortaya çıkarmak,
geliştirmek; halkın terbiyesi; yetişkinlerin eğitimi; inkılâbın kökleştirilmesi;
müspet ilimleri öğrenme ve öğretme; köylü ile kentli, köylü ile aydın zümreler
arasındaki ilişkileri düzenleyip arttıracak köycülük çalışmalarının yapılması
gibi amaçlarla kurulmuştur. Halkevlerinin CHP’nin ilke ve ideolojisini yayma,
benimseme ve hatta geliştirme çabası öncelikli bir hedeftir.15 Halkevlerinde
yapılan icraatlarla birlikte halk kitleleri uyanmış, bilinçlenmiş, insanlık ve
vatandaşlık hak ve ödevlerini kavramıştı16.
1. Adnan Menderes ve Halkevleri
Bu alana ilişkin araştırmalar incelendiğinde halkevlerinin kapatılması
sürecinde Adnan Menderes’in adından daha çok söz edildiği dikkat çekicidir.
Oysaki Adnan Menderes’in Halkevlerinin kuruluş aşamasında da etkin bir rol
oynadığı bilinen bir gerçektir. Nitekim Halkevleri etkinliklerini imkânsızlaştıran
yasanın çıkmasına önayak olan Adnan Menderes, 19 Şubat 1932’de Aydın
Halkevinin açılışında bizzat bulunmuştur.
12
13
14
15
16
Sakaoğlu, a.g.e., s.195.
Halkevleri İdare ve Teşkilat Talimatnamesi, Ankara, 1940, s.3.
Şerafettin Turan, a.g.m., ss.206-207.
Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1839–1950, Ankara, 2004, s.352.
“Halkevlerinin ve Halkodalarının 18. Yıl Dönümünde”, Ülkü, 1950, III/39, s.16 .
144
Adnan Menderes ve Halkevleri
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Aydın Halkevi Binası 1930’lu yılların sonları.
Halkevinin açılış merasimi nedeniyle Aydın mebusu Adnan Bey
bir konuşma yapmıştır. Adnan (Menderes) Bey’in Halkevi açılış konuşması
şöyleydi.
“Malumunuzdur ki, Halkevlerinden Gazi Hazretleri geçen seneki seyahatleri
esnasında ilk defa bahse başlıyorlardı. O zaman büyük liderin dimağında doğan bu fikir,
işte bugün doğan ve yaşamağa başlayan bir varlık oluyor. Milletimizin yükselmesi
yolunda her ihtiyacı gören Büyük Gazi içtimai hayatımızda, kültür hayatımızda çok
derin bir boşluğu ve çok şedit bir ihtiyacı görmüş, bu boşluğu dolduracak ve bu ihtiyaca
cevap verecek bir tesis ve teşekkülün esasını ve temellerini kurmak şerefini de kazanmıştır.
Milli mefkûreyi kökleştirecek, içtimai ve milli tesanütü tarsin edecek olan bu
teşekkül çok samimi ve esaslı alakanıza layık ve muhtaçtır. İnsanları, millet zümrelerine
ayıran, milletleri yapan, kültür ve mefkûre ve vahdettir.
Devletlerin siyasi varlıkları milli mefkûre ve milli kültür temelleri üzerine bina
edilmiş olmazsa bir mana ifade etmez olduğunu tarih bize çok misallerle gösteriyor...
Bugün Halkevlerini açmakla atılan bu adım, içtimai ve milli bünyemizi kuracak ve
kuvvetlendirecek bir teşkilatlanma ve uzuvlanma hareketinin başlangıcıdır. Ve hars
hareketinin teşkilâtlanmasıdır. Bir millet ve cemiyetin kuvvetlenmesi, fert olarak değil,
cemiyet halinde çalışmasına mütevakkıftır… Cemiyet hayatımızda Halkevlerinin
açılması bir merhaledir. Bir tarih başlangıcıdır. Bu teşekküle çok büyük ihtiyaç vardır…
145
Müslime GÜNEŞ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
İnkılâbımız,
Halkevleriyle
medeniyet ve yükselme yolundaki
zaferlerini tamamlayacaktır. Bu bizce
yepyeni bir mevzu ve harekettir. Ve
lâyıkıyla herkes tarafından anlaşılması
belki güçtür. Münevverlerimizin ve
arkadaşlarımızın vazifesi bu hareketin
ehemmiyetini
alakalı
vatandaşlara
anlatmaktır.
Milletin maddi ve manevi
yükselmesine yardım etmek emel ve
arzusunu taşıyan her Türk Halkevlerini,
bu emelinin tahakkukuna müsait bir
zemin ve vasıta olarak bulacaktır. Milli ve
içtimai bünyenin inşasında memlekette mevcut dağınık ve istifade olunamayan anasır
kuvvetleri teşkilât kudreti sayesinde mesai cephesine sevk edecek varlık halkevleridir.
Memleketin en uzak köşesindeki bu istidadı merkeze tanıtmak, ilerleme imkânı ve
fırsatlarını onun ayağına götürmek vazifemizdir. Ve bunu Halkevleri yapacaktır.
Aydınımızda Halkevlerinin açılma merasimini yüksek huzurunuzla yapmaktan
derin bir zevk ve bahtiyarlık duymaktayım. Şahidi olduğum şu yüksek alakanızın daima
devam edeceğine iman etmiş olmaklığım bu bahtiyarlığımı çoğaltıyor.
Açılma merasimini tes’it etmekte olduğumuz Halkevlerinin millet ve memlekete
yükseltici ve faideli hizmetler ifa edebilmesini temenni ederek sözlerime nihayet
veriyorum”17diyerek halkevlerini övüyordu.
19 Şubat 1932’de Aydın Halkevinin açılışı sırasında;“Halkevleri, cemiyeti
ve milleti yükseltmek için cem’i mesainin toplandığı çatı olacaktır. Arkadaşlar,
fırkanın siyasi bünye ve mevcudiyeti, kanuni icaplar ve sair sebeplerle de
memleketteki bütün faydalı unsurları, varlığı içinde toplamağa müsait değildir.
Onun için fırkanın siyasi mevcudiyetine bitişik olarak ve ana siyasi program ve
kanaatlerine muhalif olmamak üzere halkevleri, içtimai sahalarda bütün faydalı
unsurları birleştirici bir yuva olacaktır.” diyerek halkevlerinin taşıdığı önemi
vurguluyordu18.
1.1 Aydın Halkevinde ilk Faaliyetler
Aydın Halkevinin açılışından sonra 4 Mart’a kadar Halkevi işlerini,
Partinin İdare Heyeti Başkanı Adnan (Menderes) Bey yürütmüştür. Bu
anlamda Aydın Halkevinin kuruluşunda Adnan Menderes’in önemli katkıları
17
18
Adnan Menderesin Konuşma metni için bkz. Aydın Halkevi Broşürü, Nefaset Matbaası İzmir
1933, ss.7-9. Halkevleri, (Haz. Tahran Erdem - I. Selçuk (Erez), İstanbul 1963, ss.24-26.Ayrıca
bkz, Özacun, a.g.e, s.89.
Bkz. Özacun, Halkevleri Dramı, s.89.
146
Adnan Menderes ve Halkevleri
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
olmuştur.19 Soyadı kanunundan
sonra bir ara Ertekin soyadını alan
Adnan Bey daha sonra soyadını
Menderes olarak değiştirmiştir.
1935 yılında Ertekin soyadını
kullanırken, milletvekili olarak
Ankara’da bulunmasına rağmen
ailesiyle birlikte Aydın Halkevine
kitap bağışında bulunmuştur.
Aydın Halkevi’ndeki etkinlikler
için maddi destek sağlamıştır.
Aydın, 19 Şubat 1935
Menderes
ailesinin
Aydın
Halkevine olan katkıları bunlarla sınırlı kalmamış, Adnan Bey’in eşi Berrin
Hanım’da Şubat 1935 tarihinde İzmir’den getirmiş olduğu piyanosunu Aydın
Halkevine armağan etmiştir. CHP Aydın Vilayet İdare Heyeti Başkanlığı
tarafından halka duyurulan bu desteğin ardından Parti İl Başkanlığından
yapılan açıklamada; “Sayın Berrin Ertekin’in kültür yuvası ve sosyal yükselme
ocağı olan Halkevimize karşı gösterdikleri bu alakaya karşı teşekkürlerimizi bildiririz”
denilmiştir20 .
Adnan Menderes’in Halkevlerine yönelik temasları bunlarla sınırlı
kalmamıştır. CHP milletvekili iken, partinin taşradaki mensuplarının
çalışmalarını denetlemek amacıyla teftişle görevlendirilmiş ve gözlemlerini
partiye rapor ederken Halkevlerine özel ilgi göstermiş, olumlu ya da olumsuz
değerlendirmeleri parti için yol gösterici olmuştur. Bu teftiş raporlarından birisi
Antalya’ya ilişkindir. Bu raporlar,
Menderes’in Cumhuriyet Halk Partisi
örgütlerinin
faaliyetlerine
ilişkin
kayda değer bilgilere yer verirken,
onun halkevlerine yönelik görüşlerini
yansıtması açısından da önemlidir.
Menderes’in
1935
yılına
ait
teftiş
raporundan
Antalya
Halkevi’nin çalışmaları hakkında
edindiğimiz bilgilere göre; “halkevi
binasının bitirilmesi için çok emek
ve çaba harcandığından, Halkevi için
önemli parasal gelirler elde edilmiş
19
20
Aydın, 19 Şubat 1935
4 Mart’ta yapılan seçimde parti idare heyetinden Dr. Mukadder Bey Aydın Halkevi
Başkanlığına getirilmiştir. Aydın Halkevi Broşürü, s.13. Dr Mukadder Bey işlerinin
yoğunluğunu belirterek birkaç kez görevinden istifa etmiş, istifası Ekim ayı başlarında
kabul edilmiştir. 12 Ekim tarihinden itibaren Aydın Halkevi Reisliğini vekâleten Avukat
Neşet Nazım (Akkor) Bey yürütmeye başlamıştır. Anadolu 13 Teşrin-i Evvel 1932.
Aydın 19 Şubat 1935.
147
Müslime GÜNEŞ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
olmasına karşın yöneticilerin bunu binaya harcamadıkları” belirtilmektedir. Aydın
Halkevinin kurucu başkanı olan Adnan Menderes, Antalya Halkevi yönetimine
çalışmalarıyla ilgili yol gösterici bir rol takınarak, “şehirde Türkçe konuşmayan
ve ulusal kültürle henüz yoğrulmamış zümreler üzerine halkevinin etkili
çalışmalar yapması gereğinden” bahsetmiştir. “Antalya köylüsü o yıllarda
yarı göçebe olduğundan halkevinin onları ekonomik ve sosyal konularda
aydınlatması gerektiğini” önemle vurgulamıştır.21
Alanya Halkevi çalışmaları konusunda Menderes; “ Alanya Halkevi,
kısıtlı bütçesine karşılık çok az elemanla pek çok işler başarmıştır. Başladıkları
halkevi binasını yılsonuna kadar bitirme çabasındadırlar. Ancak Alanya’daki
öğretmenler halkevi çalışmalarına hiçbir ilgi göstermemişlerdir. Ayrıca
parti, halkevi ve memleket işlerinden de uzak durmaktadırlar. Halkevinin
faaliyetlerinin zenginleştirilmesi ve eğitimli kişilerin halkevine rehber olmaları
gerektiğine işaret ettiği raporunda Adnan Menderes, halkevi çalışmalarına en
fazla ihtiyaç duyulan yerlerden birisinin Alanya olduğunu” belirtmiştir.22
Halkevleri konusunda övgü dolu ifadeler kullanan Adnan Menderes,
Aydın Halkevi’nin açılışında halkevlerinin önemine ilişkin yukarıda belirtmiş
olduğumuz etkileyici açış konuşmasının ardından parti müfettişi olarak rapor
yazdığı Antalya, Konya il ve ilçelerinde Halkevinin durumu, yönetim kadrosu,
faaliyetleri hakkında özenle araştırmalarda bulunmuş izlenimlerini parti
merkezine yönlendirmiştir. Buradan hareket ederek CHP milletvekili olarak
görev yaptığı 1946 yılına kadar Menderes’in Halkevlerinin varlığı, çalışma
sistemi konusunda bir çekincesi bulunmadığı sonucuna ulaşabiliriz. Peki,
Menderes’i halkevlerini kapatmaya götüren süreç nasıl gelişmiştir. Dönemin
siyasal gelişmelerini takip ederek bu soruya da cevap aramak gerekir.
1.2 Halkevlerinin Kapatılmasına Giden Süreç
II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru bütün dünyada demokrasi rüzgârı
esmeye başlamış ve doğal olarak Türkiye’de bu gelişmelerden etkilenmişti.
Demokrasiye geçiş aşamalarıyla beraber ülkede Atatürk’e ve İnkılâplarına karşı
olumsuz sesler de yükselmeye başlamıştı. Bunun yanında çok partili hayata
geçişle beraber, değişik düşüncedeki kimseler ve kesimler parti veya dernek
kurarak örgütlenmişlerdi. Artık birçok şey açık açık söylenmeye ve yazılmaya
da başlanmıştı. İktidara bir başka siyasal partinin gelebileceği düşüncesi halkın
önemli bir kesiminin halkevlerinden uzaklaşmasına da yol açmıştı.23
21
22
23
Faysal Mayak, “Adnan Menderes’in Teftiş Raporuna Göre Cumhuriyet Halk Partisi
Antalya Örgütünün Çalışmaları (1935)”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, VI/15,
(2007/Güz), ss.191-219.
Mayak , a.g m., ss.204-206 .
Nurcan Toksoy, Halkevleri / Bir Kültürel Kalkınma Modeli Olarak, Orion Yayınevi, s.108
148
Adnan Menderes ve Halkevleri
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Halkevlerinin işleyişine ilişkin olarak yapılan eleştirilerin en başında bu
kuruluşların Cumhuriyet Halk Partisi’ ne bağlı kuruluşlar olarak varlıklarını
sürdürdükleri halde devlet bütçesinden desteklenmeleri geliyordu.24Yapılan
eleştiriler karşısında CHP, halkevlerinin yapısında ve işleyişinde değişiklikler
yapma yoluna gitti. Bu amaçla CHP Genel Sekreterliğinin 21 Şubat 1942
tarihinde valiliklere gönderdiği talimatında, halkevleri ve halkodalarının yerine
getirdikleri önemli görev ve hizmetleri tam anlamıyla yapabilmeleri için, özel
idare ve belediye bütçelerinden gerekli miktarda yardım tahsisatı ayrılması
istenmiştir.25 Böylelikle Halkevleri maddi açısından kendi kendine yeterli olan
kurumlar haline getirilmeye çalışılmıştır. Bu amaçla, 27 Kasım 1946 gün ve 2896
sayılı genelge ile halkevleri salonlarının halkevleri çalışmalarına engel olmaması
şartıyla, belirli süreler içinde kiraya verilebileceği de belirtilmiştir.26
Çok partili hayata geçişle birlikte, iktidara bir başka partinin gelebileceği
düşüncesi halkevlerinden uzaklaşmalara neden olmaya başlamıştı. Diğer
partilere üye olan vatandaşlar halkevlerine gitmekten çekinir bir duruma
gelmişlerdi. Halkevlerinin çalışmaları bu durumdan fazlasıyla etkilenerek
gerilemişti. Bazı illerde ve ilçelerde Belediye yönetiminin başka partilerin eline
geçmesiyle birlikte halkevlerine yapılan yardımlar kesilmişti. Maddi kaynağın
kesilmesiyle birlikte dergiler çıkamamış, köy gezileri yapılamamış, diğer
sosyal yardım ve kültür çalışmaları yürütülememiştir.27 Halkevi şubelerinin
düzenleyeceği müsamereler, balolar, geziler, konserler, temsiller, film gösterileri,
spor gösterileri v.b etkinliklerin gelir kaynakları arasına alınmasıyla28 birlikte
halkevi etkinliklerine katılımlarda azalma süreci hızlanmıştır.
Halkevlerine yeni bir statü kazandırma çabaları sonraki süreçte devam
etmiş; 17 Kasım 1947 tarihinde toplanan Cumhuriyet Halk Partisi 7. Büyük
Kurultayı’nda konu masaya yatırılmıştır.29 “Yapılan tartışmalara konu olan bütçeden
Halkevlerine para yardımı suçlamalarına cevap veren İsmet İnönü, çok partili hayata
geçtikten sonra Halkevlerinin bütün siyasi partileri memnun edecek şekilde kullanılması
çarelerini aradıklarını, muhalefet partisinin taleplerini ve düşüncelerini bildirmeye
gayret ettiklerini fakat karşı taraftan böyle bir talep gelmeyince olayı tek başına yürütmek
zorunda kaldıklarını ve 1947 Kurultayında halkevlerinin bir tesis yapılarak idaresini
prensip olarak ilan ettiklerini fakat muhalefet partisiyle anlaşmaya varamadığından
dolayı kararın uygulanmadığını söylemiştir”.30Kurultayda halkevlerinin ne şekilde
yönetileceğiyle ilgili olarak Halkevleri Komisyonunca hazırlanmış olan rapor
aynen kabul edilmiştir.17 Kasım 1948 yılında çalışmalarını tamamlayan
24
25
26
27
28
29
30
Feroz Ahmet, Bir Kimlik Peşine Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, I. Baskı,
İstanbul, 2006.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliğinin Parti Teşkilatına Umumi Tebligatı, C.XX, s.541.
A.g.e., s.541.
A.Çeçen, Halkevleri, ss.233–235.
Nurhan Karadağ, Halkevleri Tiyatro Çalışmaları (1932–1951), s.63.
CHP Yedinci Büyük Kurultayı Tutanağı 1947, Ankara 1949, ss.199–202 .
Toksoy, a.g.e., s.119.
149
Müslime GÜNEŞ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
komisyonun hazırlamış olduğu raporda; Halkevlerine kurum statüsü
kazandırılması31 ve bağımsız kurumlar haline getirilmesi önerilmiş, ancak bu
öneriler hayata geçirilememiştir. Bu çabalardan bir sonuç çıkmaması kurumların
geleceği açısından bir talihsizlik olmuştur.32 CHP tarafında ise kültürel ve
sosyal inkılâpları ülkeye yaymakla görevlendirilmiş bulunan halkevlerinin, çok
partili rejim kurulduktan sonra da kültürel faaliyetlerde bulunmaları uygun
görülüyordu.33”Böylece 1949 yılına gelindiğinde artık yavaş yavaş halkevleri ile ilgili
olumsuz değerlendirmeler, taraflı bakış açıları ortaya çıkmaya başlamıştır. Esasen on
yedi yıllık bir kültür kuruluşu olan halkevlerinin, kuruluşundan itibaren üzerinde fikir
yürütülmüş ve zaman zaman tartışmalar da yaşanmıştı. Halkevleriyle ilgili herhangi
bir ilişkisi olmayanlar bu kuruluşlara sarf edilen paraya acımış, halkevi çalışmalarına
hiçbir şekilde iştirak etmeyenler ise çalışmaları az bularak şikâyetlerde bulunmuşlardı.
Halkevinde çalışan elemanların göz önünde bulundurdukları şey, yurda ve millete
bağlılığın emrettiği ciddi ve yerinde fedakârlık duyguları olmuştur.”34
Mesele daha sonra 1950 kurultayında da tartışılmış ve CHP tarafından
kabul edilen tesis haline getirme olayı hükümet ile CHP arasındaki görüş
ayrılığı yüzünden gerçekleşememiştir.35 Halkevlerinin parti genel yönetim
kurulunca hazırlanan ve genel başkanlıkça onaylanan bir talimatname ile
kurulmuş olmasından dolayı hukuki bir dayanağı bulunmuyordu. Bundan
dolayı da taşınmaz gayr-i menkul edinememişlerdir. Halkevlerinin giderleri,
bulundukları yörenin parti örgütü tarafından karşılanırdı. Halkevleri hiçbir
zaman kendilerine gelir bulmak için çalışmazlardı.36
1950 yılında seçimle beraber iktidarın değişmesi üzerine halkevleri bir
muhalefet partisinin yan kuruluşları konumuna düşmüştür. Böyle bir durum
Halkevlerinin konumunun yeniden sorgulanmasına neden olduğu gibi,
muhalefet partisinin yan kuruluşu oldukları yönündeki tartışmalar, kurumların
çalışmalarını aksatmıştır.37Demokrat Parti ödenek yokluğu gerekçesiyle
halkevlerini kapatmak istemiştir.38 “Mazinin molozlarıyla yeni bina yapılamaz,yeni
devir için yeni malzeme kullanmak lazımdır…,(halkevleri) bir devrin bekasıdır,bunu
temizlemek lazımdır”39 diyen Adnan Menderes, başbakanlığı döneminde yapmış
olduğu bu konuşmasında, artık amaçlarının halkevlerinin varlığını devam
ettirmek olmadığını açıkça belirtmiştir.Menderes’in bu konuşmasını yaptığı
görüşmeler esnasında, bazı milletvekilleri tarafından halkevlerinin CHP
ile ilişkisinin kesilmesini ve halk eğitimine hizmet edecek kurumlar haline
getirilmesi kendisine teklif edilmiş; ancak bu teklifler de kabul edilmemiştir.
31
32
33
34
35
36
37
38
39
Cumhuriyet Arşivi, 490. 01/825. 263,1 .
Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi, 4. Kitap, I. Bölüm, Bilgi Yayınevi, Ankara 1999, s.91.
Toksoy; a.g.e., s.111.
A.g.e., ss.120–121.
A. Çeçen, Halkevleri, s.220 .
Toksoy, a.g.e., s.109.
Çeçen, a.g.e., s.230.
Orhan Özacun, (1996) “Halkevlerinin Dramı”, Kebikeç, Sayı: 3, Ankara. ss.94–95.
Demokrat Parti Meclis Grubu Müzakere Zabıtları,12 Aralık 1950, C.X, ss.43-60.
150
Adnan Menderes ve Halkevleri
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Adnan Menderes, 12 Aralık 1950 günü DP Meclis Grubu’nda yaptığı
konuşmasının devamında şunları söylüyordu: “Halkevleri denilen müessese
bugün toplumsal yapımızda bir diken gibi, bir yabancı cisim gibi önemsiz bir şeydir.
Toplumsal, siyasal bir işlevi kalmamış, kapılarına zincir vurulmuştur. Buyurdular ki
halkı demokrasi terbiyesi ile yoğuracak kurumlar haline getirmek lazımdır. Kendilerini
ikaz ederim, hiç farkında olmadan totaliter bir zihniyetin ifadesinde bulunuyorlar.”40
Halkevleri, halkodaları kurmak, gençlik teşkilatını ele almak, faşistvari telakki ve
düşüncelerin mahsulü olsa gerektir. Bu münasebetle bilmiyorlarsa şurasını da haber
vereyim ki, halkevleri çoktan beri mesdut bulunmaktadır. Bunlar içtimai ve siyasi
bünyemiz içinde tamamıyla abes, beyhude, geri ve yabancı bir uzuv halindedir. Bunları
demokratik fikirlerin neşir ve tamimi için bir mektep haline getirmek hayali yine dar
bir telakkinin mahsulü olmaktan başka bir mana ifade etmez,”41 diyerek kapatılma
hususundaki kesin tavrını ortaya koymuştur. Bu eleştiriyi yapan insan, çok
değil, 5 yıl önce CHP Milletvekili ve Parti Müfettişi idi. Gittiği her kentte
halkevini ziyaret ve teftiş ediyordu.1932’de Aydın Halkevi’ni açış konuşmasında
halkevlerinin önemini vurgulamış ve bu kuruluşların yaşamındaki yerinden
övgüyle söz etmişti. Oysa iktidarının daha ilk anlarında Menderes artık
Halkevlerini acımasızca eleştiriyordu. Yeni dönemde ise Adnan Menderes
Halkevlerinin önemini yadsımış, kurumların halka hizmet etmediğini belirterek
CHP döneminde halkevlerine bakışını da inkâr etmiştir. Bu cümleleriyle Adnan
Menderes, yapılan kültür faaliyetlerinin anlamını ve gereğini anlamadığını itiraf
etmekten başka, yapılan çalışmaları gereksiz ve hayali bir tutumun ürünleri
olarak algılamış olması da büyük bir tarihi hatadır. Yapılanları siyasi amaçlı
faaliyet olarak algılayan Menderes, konuşmasının devamında, “limonluklarda
buğday yetiştirmenin gereksizliğini vurgulayarak bunun demokrasi mekteplerini
açmak hayalinden başka bir şey olmadığını” da söylemiştir. Böylece halkevlerini
kapatma kararını almış olan Menderes, olayı yumuşatmak ve orta yolu bulmak
amacından çok uzak olarak hareket etmiş, bu konuda hiçbir esnekliğe meydan
vermemiştir.
İnönü’ye göre, Halkevlerinin kapatılması yerine, CHP’nin önerdiği
gibi, bağımsız bir tesis kurulması, aklın gereğiydi. DP iktidarı bunu
reddetmişti. Ayrıca atılan adım “anayasaya aykırıydı”.Haksız ve hukuksuz
bir “müsadere” hareketiydi. Bununla ülkenin muhalefet partisine hukuk dışı
bir darbe vuruluyordu. İnönü bu konuda, “bu muameleler, Anayasa’nın ihlali
mahiyetindedir. İktidar partisinin rakip siyasi partiyi, Anayasa teminatından
mahrum etme teşebbüsüdür.”diyordu.42
Adnan Menderes bu konuya ilişkin olarak yaptığı açıklamada;
“….Ne hakiki ne de hükmi şahıs olarak hiçbir mevcudiyeti olmayan halkevlerine
devlet bütçesinden para ayrılması ve hususiyle bu paranın siyasi teşekkül olan iktidar
40
41
42
Demokrat Parti Meclis Grubu Müzakere Zabıtları,12 Aralık 1950, C.X, ss.122-123; Ayrıca
bkz.,Şemsettin.Çizmeli, Menderes, Demokrasi Yıldızı, Arkadaş yayınları, 2. Baskı, 2007, s.484.
TBMM Tutanak Dergisi, IX. Dönem, C.9,1951, ss.662–663. Ayrıca bkz. Özacun, a.g.e., s.94.
Altan Öymen, Öfkeli Yıllar, Doğan Kitap, 8. Baskı, İstanbul 2009, s.209.
151
Müslime GÜNEŞ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
partisine ödenmesi demokratik ve hukuki havsalaya asla, sığmayacak derecede fahiş
olan bir yolda yürümek muhalefetin tenkitleri müessir olmaya başlayınca, artık devam
olunamaz hale gelmiştir. İşte o zaman “tesis yapacağız” teraneleri başladı”,dedikten
sonra böyle bir tesisi neden oluşturamadıklarını da söyleyerek, bu amaçlarında
da ciddi olmadıklarını ifade etmeye çalışmış ve her zaman tartışılan para
konusuna gelerek halkevlerine verilmiş olan paralarla, edinilmiş malların,
mülklerin Cumhuriyet Halk Partisi’nin malları olarak tescil edilmelerini kabul
edemeyeceklerini”43 söylemiştir. Çok partili sistemin iki büyük siyasi partisi
olan CHP ve DP arasında görülen Halkevleri ile ilgili sürtüşmeler 1951 yılında
bu kuruluşların resmen kapatılmasına dek sürüp gitti.44
Halkevleri ve CHP mallarının hazineye devri hakkındaki yasa tasarısı,
6 Ağustos 1951’de TBMM’de görüşülmeye başlanmıştır. Görüşmeler sırasında
CHP Genel Başkanı İnönü, Halkevlerinin kültür yaşamındaki önemini
vurgulamış ve kaldırılmasını yersiz ve haksız bir yıkım olarak yorumlamış;
tasarıyı “müsadere kanunu” olarak adlandırmış ve eleştirmiştir. Yasa tasarısı,
8 Ağustos 1951’de TBMM’de oylandığı gün CHP bu tasarıyı protesto ederek
oylamaya katılmamıştır. Buna rağmen tasarı DP milletvekillerinin oylarıyla
kabul edilmiş ve yasalaştırılmıştır. 45
Böylece halkevlerinin kapatılmasına ilişkin yasa teklifi Anayasa
Komisyonunda DP iktidarın etkisinde onaylayarak kabul edilmiştir. CHP
sözcüsü Faik Ahmet Barutçu halkevlerinin kapatılmasına giden süreçte
Başbakan Adnan Menderes’in ikili davranışından yakınarak; “14 Aralık ve 15
Aralık 1951 tarihlerinde Sayın Menderes ile temas ettim. Vardığımız karar şu oldu.
Halkevleri Atatürk’ün bir yadigârı olarak muhafaza edilecek ve bir tesis haline getirilerek
gayeleri ve mesaileri yeni devrin gereklerine uygun bir şekilde tespit edilecekti. Halkevi
ve halkodası olarak inşa edilmiş bütün gayrimenkuller bu tesise dâhil olacak böyle
bir prensip mutabakatına vardıktan sonra, bunun tatbik şeklini gösteren bir tasarı
bizim tarafımızdan hazırlanarak kendilerine verilecek ve onların da tesisin tatbik
şeklindeki nokta-i nazarları alınarak karşılıklı bir anlaşma şekli bulunacaktı. Birkaç
kez bir araya gelip memnuniyetle ayrılmıştık. Bundan sonra 19 Temmuz’da Anayasa
Komisyonu’nun mutat toplantısına gittiğimde işlerin başka istikamet aldığını gördüm.
İki tarafın murahhaslarından mürekkep olan komisyon bir daha davet edilmeden, haber
verilmeden, şahsen olsun bu işte çalışan adam olarak ben de haberdar edilmeden Anayasa
Komisyonunda bir hava, adeta bu işin bitirilmek istendiğini gösteren bir haleti ruhiye
var…” Diyerek yapılan görüşme ve toplantılarda gerçekte samimi olmadıklarını” ifade
etmiştir.46
Halkevleri, 8 Ağustos 1951 tarihinde yürürlüğe giren 5830 Sayılı Yasa ile
43
44
45
46
TBMM Tutanak Dergisi, IX. Dönem, C.9,1951, ss.662–663.
Sefa Şimşek,Bir İdeolojik Seferberlik Deneyimi, Halkevleri 1932-1951,Boğaziçi Üniversitesi
Yayınevi,İstanbul 2002, s.93.
Esma Torun, II. Dünya Savaşı Sonrası Türkiye’de Kültürel Değişimler, İç ve Dış Etkenler,
(1945–1960),Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, Antalya 2006, s.380.
Toksoy, a.g.e.; Ayrıca bkz. Öymen, a.g.e., s.205.
152
Adnan Menderes ve Halkevleri
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
kapatılıp bütün taşınır taşınmaz varlıkları hazineye devredilmiştir. DP Hükümeti,
yasanın kabulünden sonra hemen harekete geçmiş ve ülkedeki bütün Halkevi
ve Halkodalarına el koymuştur.47 Yasanın uygulanması süresince, halkevlerinin
malları yağma edilmiş ve kütüphanelerindeki kitapların çoğunluğu atılmıştır.48
Nihat Sami Özerdim, halkevi kütüphanesindeki kitapların sırf üzerinde altı ok
bulunduğu için SEKA’ya gönderildiğini ve büyük birçoğunun da kese kâğıdı
yapıldığını ifade etmiştir.49Böylece Halkevleri örgütünün kültürlendirme işlevi
yok edildi. Dolayısıyla halkın aydınlanma sürecine büyük bir darbe indirildi.50
Halkevleri 1951 yılındaki yasayla kapatılacak yerde, gerçekten
bağımsız bir kuruluş haline getirilseydi, dağınık deneyimlerle harcanan zaman
harcanmamış olacaktı. Ülkemizin kültürü bugünkünden çok daha gelişmiş
olacaktı. Halkevlerinin kapanmasıyla oluşan boşluk, 1960’taki 27 Mayıs
İhtilali’nden sonra doldurulmak istendi. DP döneminde çıkarılan bazı kanunların
anayasaya aykırılığının saptanması sonucunda yapılan yeni düzenlemeler,
Halkevlerinin yeniden kurulmasına imkân verdi. O yıllarda da çok çaba
gösterildi. Fakat o çabalar Halkevlerinin en etkin örgütlenmesinin bağımsız bir
yapı içinde canlandırılıp gelişmesine yetmedi. Halkevleri ve halkodalarının son
durumundaki gibi Türkiye’nin her yerinde, deneyimli kadrolarıyla var olan bir
“ kültür merkezleri zinciri” oluşamadı.51
Sonuç
Çok partili hayatın başlangıcından itibaren DP’liler ile CHP’liler
arasında en çok tartışılan konulardan biri Halkevlerinin kapatılması konusudur.
Halkevlerinin kuruluş aşamasında Menderes’in Halkevlerine bakış açısıyla,
kapatılışları sürecindeki konuya yaklaşımı arasında derin farklılıklar vardır.
Bunun nedenleri; dönemin koşullarında, her iki partinin dayandığı oy tabanında
ve çok partili hayata geçtikten sonra “oy kazanma kaygılarında” aranmalıdır.
Ancak Halkevlerinin kapatılma işiyle yetinilmeyip, tüm kitaplarının ve kültürel
etkinliklere imkân sağlayan araç ve gereçlerinin tahrip edilmesi, genç Türkiye
Cumhuriyeti’nin aydınlanma sürecine vurulmuş büyük bir darbe olmuştur.
Halkevleri siyasi hesaplaşmaların acımasızca kurbanı olarak Adnan Menderes
tarafından bedel ödetilmiş bir kültür kurumu kimliğiyle tarihte aranan ve
sorgulanan yerini almıştır.
47
48
49
50
51
Şimşek, a.g.e., ss.204-215.
Torun, a.g.e., s.380.
Nihat Sami Özerdim, Siyasi Anıların (1939–1954), İstanbul 1977, s.447.
Ergün Ataoğlu, Adnan Menderes, Bir Başkanın Trajik Sonu, İstanbul 2008, I.Baskı, s.114.
Öymen, a.g. e., s. 213.
153
Müslime GÜNEŞ
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
KAYNAKÇA
I. Gazeteler
Anadolu
Aydın
Hürriyet
II. Kitaplar ve Makaleler
AHMET, Feroz, Bir Kimlik Peşine Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, I.
Baskı, İstanbul.
AKYÜZ Kenan, “Türk Ocakları”, Belleten, Sayı 196, Ankara, 1986.
ARIKAN Zeki, “ Halkevlerinin Kuruluşu ve Tarihsel İşlevi ”, Atatürk Yolu
Dergisi, Yıl 12, C.6, sayı 23, Mayıs 1999.
ATAOĞLU Ergün, Adnan Menderes, Bir Başkanın Trajik Sonu, İstanbul 2008,
I.Baskı.
Aydın Halkevi Broşürü, Nefaset Matbaası İzmir 1933, Halkevleri, (Haz. Tahran
Erdem - I. Selçuk (Erez), İstanbul, 1963.
CHP Yedinci Büyük Kurultayı Tutanağı 1947, Ankara, 1949.
Cumhuriyet Arşivi, 490. 01/825. 263.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliğinin Parti Teşkilatına Umumi Tebligatı,
C.XX.
ÇAVDAR Tevfik, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, 1839 – 1950, Ankara 2004.
ÇEÇEN Anıl, Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri, Gün Doğan Yay, Ankara,
1990.
ÇİZMELİ Şemsettin, Menderes, Demokrasi Yıldızı, Arkadaş yayınları, 2. Baskı,
2007.
Demokrat Parti Meclis Grubu Müzakere Zabıtları,12 Aralık 1950, C.X.
ERDEM Tarhan, “Kuruluşunun 25inci Yılı Halk Evleri, Dünyaya Örnek Bir
Kültür Kuruluşunun Hayatı”, Vazife, Yıl 2, Sayı 15, Mart 1957.
Halkevleri İdare ve Teşkilat Talimatnamesi, Ankara, 1940.
154
Adnan Menderes ve Halkevleri
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Halkevleri ve Halk Odaları, CHP, 1944 Ankara.
“Halkevlerinin ve Halkodalarının 18. Yıl Dönümünde”, Ülkü, 1950, III /39.
İNCE Özdemir, Halkevleri, Hürriyet, 19 Şubat 2006.
KARADAĞ Nurhan, Halkevleri Tiyatro Çalışmaları (1932–1951).
MAYAK Faysal, Adnan Menderes’in Teftiş Raporuna Göre Cumhuriyet Halk
Partisi Antalya Örgütünün Çalışmaları (1935), Çağdaş Türkiye Tarihi
Araştırmaları Dergisi, VI/15, (2007/Güz).
ÖYMEN Altan, Öfkeli Yıllar, Doğan Kitap, 8. Baskı, İstanbul 2009.
ÖZACUN Orhan,”Halkevlerini Dramı”, Kebikeç, II/3 (1996).
ÖZERDİM Nihat Sami, Siyasi Anıların (1939–1954), İstanbul 1977.
SAKAOĞLU Necdet, Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları,1. Baskı, İstanbul 2003.
ŞİMŞEK Sefa, Bir İdeolojik Seferberlik Deneyimi, Halkevleri 1932-1951, Boğaziçi
Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2002.
TBMM Tutanak Dergisi, IX. Dönem, C.9,1951.
TOKSOY Nurcan, Halkevleri / Bir Kültürel Kalkınma Modeli Olarak, Orion Yayınevi.
TORUN Esma, II. Dünya Savaşı Sonrası Türkiye’de Kültürel Değişimler, İç ve Dış
Etkenler, (1945–1960),Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Yayınları, Antalya 2006.
TURAN Şerafettin, “Etkin Bir Eğitim, Kültür ve Sosyal Dayanışma Kurumu
Olarak Halkevleri”, Bilanço 1923-1998, Cilt 1, TÜBA.
TURAN Şerafettin, Türk Devrim Tarihi, 4. Kitap, I. Bölüm, Bilgi Yayınevi, Ankara
1999.
Ülkü, C.III, Sayı 13, Mart 1934.
155
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi
Journal Of Modern Turkish History Studies
XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 157-180.
ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ SÜRECİ
VE NECMETTİN SADAK
Ayşegül ŞENTÜRK*
Öz
Bugün uygulana gelmiş sistemler içinde kötünün en iyisi olarak kabul edilen
demokrasi, en kolay sistem değildir. Hukuk üstünlüğünün olduğu, eğitim düzeyi yüksek,
ekonomik refah içinde yaşayan, milli kültürü sağlam toplumlara korkmadan, mutlu ve
huzurlu bir idare sağlayan demokrasi, sayılan özelliklerin tam olmadığı ülkelerde bazı
sıkıntılara yol açabilmektedir. 20. yüzyılın başlarında demokrasi konusunda fazla deneyimi
olmayan Türkiye, cumhuriyet rejimini kabul ettikten sonra çok partili hayatın denemelerini
yapmış ancak başarılı olamamıştır. 1945 yılına gelindiğinde Türkiye’de siyasi ortam iç
ve dış koşullarla demokratik hayat için olumlu hatta zorunlu hale gelmiş ve çok partili
hayata geçilmiştir. Ancak pek çok genç demokraside olduğu gibi Türkiye’de de “daha iyi
bir demokrasi”nin nasıl olacağı konusunda farklı görüşler, uygulamalar ortaya konmakta
ve bazı sorunlar yaşanabilmektedir. Demokratik sisteme geçişte oldukça önemli bir zaman
dilimini oluşturan 1945-50’li yıllara siyasetçi ve gazeteci kimliği ile bizzat şahitlik etmiş olan
Necmettin Sadak, dönemin olaylarını gazetesi Akşam’da kaleme almıştır. Bir başyazarın bakış
açısına yönelmek, o yılları daha iyi anlamamıza ve yorumlamamıza katkıda bulunacağı gibi,
günümüzdeki bazı sorunların geçmişle olan bağlantısını kurmamıza da yardımcı olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Türkiye, Demokrasi, Çok Partili Hayat, Necmettin Sadak, Akşam.
TRANSİTİON PROCESS INTO MULTI-PARTY SYSTEM
AND NECMETTİN SADAK
Abstract
Democracy which is regarded as the best of the worst system to be appied is not the
easiest one. Democracy has the rule of law and it provides the society with a high education
level, and they thus live in economic prosperity without fear, yet with happily and in peace.
However, it can lead to some problems in the countires in which all these prospects are not
seen. Turkey, which has not got much experience concerning democracy in the beginning of
the 20. Century, tried to venture into multiparty regime upon accepting republic system, yet it
was not successful. By 1945, political environmet in Turkey was suitable or even necessary for
*
Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi, (aysegulsenturk@sdu.edu.tr).
157
Ayşegül ŞENTÜRK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
democratic life concerning internal and external conditions and multiparty regime therofore
was realized. However, as in many young democracies, Turkey has also some problems
regarding how a “better democracy” will be achieved and which applications might be
encountered. Necmettin Sadak who lived personally with his politician and journalist
identity during 1945-50s which are very important time period in transition to democracy,
wrote about the events of the perod in a newspaper called Akşam. To turn a lead into an
author perspective will both provide us with a better understanding and interpetation, and it
would also help us draw a link between today’s some problems and past ones.
Keywords: Turkey, Democracy, Multi-party Life, Necmettin Sadak, Akşam.
Giriş
Kemalizm’in ideolojileştirilmesi çabalarına resmi sosyolojinin yazıcısı
ve öğreticisi olarak katkıda bulunan bir bilim insanı ve düşünür; DurkheimGökalp çizgisinde bir pozitivist; solculuğu milli kabul eden ancak sosyalizmi
ekonomik bir model olarak mahiyeti gereği beynelmilel kabul eden bir sosyalist;
içinde bulunulan şartlar gereği ekonomik liberalizmin Türkiye’de uygun bir
sistem olmadığını savunan ancak tek parti rejimini demokrasiye geçişte bir ara
rejim olarak görerek siyasi liberalizm, çok partili hayat ve sosyal demokrasiye
özlemini dile getirecek kadar demokrat; ulus ve ulusçuluğun dil ve kültür
üzerine oturması gerektiğini savunan bir milliyetçi; gazeteci, sosyolog, bilim
insanı, siyasetçi, devlet adamı özellikleriyle çok yönlü bir kişilik…
Kendisinde bu kadar çok meziyeti barındıran ve çoğu kimsenin pekte
aşina olmadığı, tarihin derinliklerinde kalmış bu isim Necmettin Sadık Sadak’tır.
Avrupa’da hukuk eğitimi almış olan hâkim Şehabettin Bey’in oğlu olarak 1890’da
Isparta’da dünyaya gelen Sadak, Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan
sonra Fransa’da Lyon Üniversitesinde Eğitim Bilimleri diploması alarak yüksek
öğrenimini tamamlamış ve Fransa’da yayımlanan Progress gazetesinde yayın
hayatına ilk adımı atmıştır. 1914 yılında Türkiye’ye döndükten sonra İkdam
ve Vakit gazetelerinde yazılar yazan Sadak, 1918’de birkaç arkadaşı ile birlikte
Akşam Gazetesini kurmuş ve 1953 yılındaki ölümüne kadar aynı gazetede
başyazarlık yapmıştır. Bu dönemde; Milli Mücadeleden Modern Türkiye’nin
doğuşuna, gündelik hayattan siyasete, iç politikadan dış politikaya, sistem ve
ideolojilerle, tek partili hayattan demokrasiye kadar pek çok yazı yazarak aktif
ve verimli bir yazın hayatının içinde olmuştur. Tek partili hayattan çok partili
hayata geçişin sadece tanıklığını yapan bir gazeteci olarak değil, o dönemin
siyasi aktörlerinden biri olarak da yaşananları gazetesinde kaleme almıştır.
Çalışmamızın konusunu da, resmi olduğu kadar gayri resmi kanallardan bilgi
sağlaması ile kamuoyu oluşturmada ve kamuoyunu etkilemede önem taşıyan
ve dönemin olaylarına kayıt sağlayan gazetesindeki yazılarıyla Necmettin Sadık
Sadak’ın demokrasi hakkındaki görüşleri oluşturmaktadır.
158
Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
1923-1945 Yılları Arası Görüşleri
Sadak’ın demokrasi anlayışını yaptığı cumhuriyet tanımından açıkça
anlamak mümkündür. Sadak, en iyi hükümet şekillerini sosyolojik sebepler
dolayısıyla otorite kuvveti olan ulusal hareketlerden doğan hükümetlerde
görmektedir. Ona göre böyle hükümetler ulusal vicdanın ve ulusal iradenin
deyimidir. Ulusal vicdanın doğurduğu kuvvet ve halk devrimlerinden çıkan
demokrat hükümet şekli ise cumhuriyettir1. Cumhuriyetçi bir bireyin, hürriyet
ve muhalefetten korkmaması gerektiğini belirtir. Çünkü cumhuriyete olan inanç
ancak onu uygulamakla gösterilebilir.
Partiler olmadan demokrasinin olamayacağını belirten Sadak,
Cumhuriyet Halk Partisinin kuruluş zamanındaki gayenin, vatanı düşman
istilasından kurtarmak olduğunu, bu sebeple de bu cemiyete fikir ve kanaat
farkı gözetilmeden her çeşit vatanseverlerin -padişahçılar, halifeciler, şeriatçılar,
komünistler, halkçılar, derebeyleri, cumhuriyetçiler, laikler, idealistler- katılıp
birlikte çalıştıklarını belirtir2. Lozan antlaşmasından sonra Mustafa Kemal
Paşa tarafından Halk Partisi Tüzüğü ilan edildiğinde de inançları, düşünceleri,
kanaatleri bu prensiplere uymayan mebuslar –sırf vatanseverlikleri ve Mustafa
Kemal’e bağlılıkları yüzünden- partide kalmışlardı. Çünkü o zamanki şartlarda
partiden ve Mustafa Kemal’den ayrılmak milli birliği bozmak sayılıyordu.
Ancak sonradan değişen şartlarla, siyasi particiliğin Türkiye’de de bir kanaat
ve inan meselesi şeklini aldığını belirten Sadak, buna rağmen CHP teşkilatının
başlangıçtaki homojen olmayan durumunu devam ettirdiğini belirtir. Siyasi bir
partinin kuvvetlenmesinin ilk şartı, onu teşkil eden insanlar arasında siyasi,
sosyal ekonomik prensiplerde sıkı kanaat birliği olmasıdır. Sonraları Halk
Partisinden ayrılarak kurulan partilerin, belli başlı meslek ve kanaat farkından
doğmadığını belirten Sadak, mebusların muhtelif fikir ve kanaat merkezleri
etrafında toplanmamasını gayri tabii3 kabul eder. Sadak’a göre Demokrat Parti
de dâhil CHP’ne karşı kurulan muhalif partilerin bir şahsiyeti olmadığı gibi,
özellikle de DP, açık ve belli fikir ve kanaatler etrafında toplanmaktan ziyade
karışık bir hoşnutsuzluklar kitlesini temsil etmekteydi4.
Cumhuriyetin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası’nın Şeyh Sait isyanıyla bağlantılı olduğu iddiasıyla kapatılmasının
ardından5, 1930 da çok partili hayata geçmek için ikinci deneme yapıldı. 1930
1
2
3
4
5
Necmettin Sadık Sadak, Toplumbilim Sosyoloji, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1948, s.84.
Sadak, “Mecliste Tenkit Nasıl Meşru Olur”, Akşam, 4 Kasım 1923..
Sadak, “Halk Hükümetinde Fırkalar Zaruridir”, Akşam, 31 Ekim 1924.
Sadak, “CHP’ni ve Hükümetlerini Bekleyen Ağır Vazifeler”, Akşam, 20 Ağustos 1947.
Yıllar sonra Sadak tek partili otoriter sistemle ilgili görüşlerini şu satırlarla açıklayacaktı:
“Kemalist rejim, Türkiye’yi kurtuluşa ulaştırmak için, dışarıda olduğu kadar, içeride de düşmanlarla
uğraşmak zorunda kaldı; saltanatı ve hilafeti devirdi, cumhuriyeti ve halkçılığı benimsedi, medreseleri
kapattı, laik devlet kurdu. Fakat cumhuriyetçi, demokratik, halkçı, laik Türkiye otoriter bir devlet
oldu diyenler var. Doğrudur ve buna iki sebep vardır. Biri, yeni kurulan devletin içeriye ve dışarıya
159
Ayşegül ŞENTÜRK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Türkiye’sinin dışarıdan bakılınca bir diktatörlük manzarası çizmesi, ekonomik
uygulamalardan memnuniyetsiz olan halkın hedef tahtasında iktidar partisinin
olması bir muhalefet partisinin varlığını gerekli kılınca, Atatürk’ün isteği ile yakın
arkadaşı Fethi Bey tarafından 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası
kuruldu. Sadak’a göre bu parti aslında cumhuriyetçi olmayan ve CHP’ne karşı
olanlar ile CHP’ne kırgın olanlar ve cumhuriyetçi olup da CHP’nin politikalarını
beğenmeyen gayrimemnunlardan oluşuyordu6.Yeni fırkanın kurulması hayli
iyimser bir hava içinde olmuşsa da partinin kendisini feshetmesi uzun sürmedi.
İnkılâplara karşı olan güçlerin partiye sızması ve rejimin tehlikeye girmemesi
için partinin kendini feshettiği şeklindeki yaygın kanının aksine, Fethi Bey
(Okyar) ve Ahmet (Ağaoğlu) Bey’in görüşüne göre SCF’nın halk tarafından
gördüğü rağbete CHP katlanamamış ve iktidarı yitirmesi olasılığı belirince de
partinin kapatılması için baskı yoluna sapmış, olaylar çıkarmış, çıkaramadığında
ise husumeti körüklemişti7.
Serbest Fırka deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından
Türkiye’de köklü değişimler oldu. 1929 dünya ekonomik krizinden Sovyet Rusya
ve İtalya gibi totaliter ülkelerin fazla etkilenmemesi, bu rejimlerin demokratik
sistemlere göre daha başarılı, etkili ve verimli olarak görülmesine neden oldu ve
totaliter rejimler dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hayran kitlesi kazanmaya
başladı. Menemen olayından sonra tek parti otoritesi iyice pekişti, 1935 kurultayı
ile de devlet ve parti adeta bütünleşti. Bu durum az gelişmiş ülkelerde iktidarı
oluşturan grubun siyasi örgütü ile devlet kurumu arasındaki ilişkilerin iç içe
olması şeklinde yorumlandı8. Türkiye’de bu dönem CHP’nin kendisine model
olarak İtalya’da Faşist Parti, Rusya’da Komünist Parti ve Almanya’da Nazi
Partisini örnek aldığı görüşünde olanlar da vardı9. Ancak bu durum gayri tabii
6
7
8
9
karşı müdafaa kaygısıdır. İkincisi, devlet başkanının Atatürk gibi, vatanı kurtaran ve yeni Türkiye’yi
kuran bir insan olmasıdır. Onun devlet rejimine geçen otoritesi, onun deha sahibi idealist bir insan
olmasından değil, bütün bir milletin iradesini şahsında temsil edecek kudreti bizzat hadiselerden
almasından ileri gelir. Millet onu sadece bir cumhurbaşkanı diye tanımadı, kendisine önder bildi.
Buradan da şu sonuca varabiliriz ki, bu devlet otoriter denilen bazı ülkelerde olduğu gibi şahsi nüfuza
dayanan bir devlet değil, fakat otoritesini iki müstesna şahsiyetten alan bir devlettir. Atatürk bir
vatan kurtardı, dünyayı hayrette bırakan inkılâplar yaptı, İsmet İnönü medeni bir devlet kurdu,
vatanı görülmemiş bir dünya kasırgası ortasında, ikinci defa kurtardı. Türk milleti bu otoritelerden
şikâyetçi değildir. Eğer bizdeki otoriteli idare ise, otoriter rejim denilen idareler her memlekette böyle
otorite sahipleri bulup bu neticelere varsalar dünyanın model rejimi hiç şüphesiz bu olurdu. Fakat
her yerde, her zaman otoriter rejim bu sonuca varmıyor. Türkiye de tarihinin her devresinde bunu
görmeyecektir. Çünkü Türkiye’de her zaman cumhurbaşkanları olacak, fakat –büyük tarihi hadiselerin
nadir yarattığı- Milli Şefler bulmak çok güç, belki de imkânsız olacaktır. İleride demokrasi nizamı iyi
kurulmuş, sağlam partilere dayanacaktır. Halk partisi şimdiye kadar tek olarak iş başındadır. Ciddi ve
gerçek partiler uzun zaman olamazsa memleket ve meclis, Halk Partisinde tam birlik idealist ruhun
gelişmesinden, büsbütün kuvvet alır. Ciddi muhalefet partileri bir gün türerse Halk Partisi ancak bu
suretle, politika mücadelesinden, memleketin hayrına olarak, daima üstün çıkar”. “Cumhuriyette
Otoritenin Kaynağı ve Halk Partisi”, Akşam, 28 Ağustos 1945.
Sadak, “Hakikat”, Akşam, 14 Eylül 1930.
Celal Bozkurt, Siyaset Tarihimizde CHP, Y.Y.,1968, s.43.
M. Naci Bostancı, Cumhuriyetin Başlangıç Yıllarında Ekonomi ve Siyaset, Ötüken Yay., İst. 1996, s.51.
Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, Hil Yay., İst. 1996, s.20.
160
Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
değildi. Çünkü demokrasi rejiminin, memleketlere ve partilere göre değişen
birçok şekilleri vardı. Örneğin Britanya Krallığı bir demokrasiydi, Amerika
cumhuriyeti bir demokrasiydi, İsviçre de bir demokrasiydi. Sosyalist Sovyet
Cumhuriyetleri Birliği de demokrasiydi. Eski Fransa Cumhuriyeti demokratik
bir idareydi, Türkiye Cumhuriyeti de demokrattı. Sadece bu kadar da değil;
Komünist Rusya ne kadar demokratsa, Nasyonal-Sosyalist Almanya’da
dünyanın en demokrat memleketi olduğu iddiasındaydı. Faşist Mussolini de
ben demokrat değilim demiyordu. İşte bu sebeple Sadak’a göre, demokrasi
bir idare şekli değil, bir idarenin vasıflarından yalnızca biriydi. Bundan başka
bütün hükümet şekilleri gibi, demokrasi de milletlerin hayatında bir gelişimin
neticesiydi. Bu sebeple de birbirlerine benzemiyorlardı10.
Türkiye’de devlet başkanının bir parti şefi olup olmaması da bunlardan
biriydi. Tek meclis veya iki meclis, liberal sistem yahut devletçi ekonomi,
devlet başkanının icra kuvveti başkanı olması veya olmaması gibi türlü şekiller
bütün demokrasilerde nasıl varsa ve partiler arasında nasıl mücadele konusu
ise Türkiye’de de cumhurbaşkanının parti şefi sıfatını –seçimlerde- muhafaza
etmesi, bir parti programı olarak pek ala mümkündü11.
Türkiye’de Şef Dönemi” olarak geçen dönemi, Maurice Duverger
CHP’nin “Hâkim Parti” olduğu dönem olarak tanımlamaktadır. Duverger’e
göre hâkim parti rejimleri, tek parti ile çok parti rejimleri arasındadır. CHP’nin
tek parti yönetiminin kalıcı olup olmadığı, 27 yıl süren iktidarı boyunca
demokrasiyi hedefleyip hedeflemediği konusu uzun yıllar tartışma konusu
olmuştur12ve olacaktır da. Ancak 1945’lere gelindiğinde CHP’nin demokrasiyi
hedeflemediği iddia edilse bile şartlar Türkiye’yi çok partili hayata geçmeye
zorlayacaktı.
1945-1953 Yılları Arası Görüşleri
Necmettin Sadak’ın demokrasi hakkındaki görüşlerinin çoğu
Türkiye’nin çok partili hayata geçtiği 1945 yılı ile DP’nin kuruluşu ve sonrasında
toplanmaktadır. Demokrasiye duyduğu özlemi yazılarında sık sık dile getiren
Sadak, cumhuriyeti koruyarak demokrasinin nasıl gerçekleştirileceği konusunda
bir takım endişelere sahipti. Türkiye Cumhuriyeti’nin hürriyet ve demokrasinin
nimetlerini, parlamento ve fırkacılık usulleriyle tehlikeli politika oyunlarına
alet etmekten çekindiğini belirten Sadak, Milli Kurtuluş savaşından doğan
cumhuriyet rejiminin, demokrasi alanında geniş adımlar atarken iki düşmandan
kendini koruması gerektiği üzerinde duruyordu: İrtica ve emperyalizm. Bunun
içindir ki kurulacak partiler arasında, saltanat ve şeraiti geri getirmeyi yahut
10
11
12
Sadak, “Milletlerin Kendi İdare Şekillerini Seçmek Hakkı ve İtalya’da ‘Demokratik Rejim’”,
Akşam, 5 Kasım 1943.
Sadak,“Değişmez Hakikatler ve Partilerin Hususi Görüşleri”, Akşam, 15 Ocak 1945.
Hakkı Uyar, Tek Parti Dönemi Cumhuriyet Halk Partisi, Boyut Yay., İstanbul, 1998, s.88.
161
Ayşegül ŞENTÜRK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
cumhuriyet anayasasını yırtarak memleketin hürriyet ve istiklalini yabancı
direktiflere terk etmeyi gizli veya açık amaç edinmiş partilere yer olmamalıydı13.
Demokrasi için halkçı idarenin en iyi hükümet şekli olduğu konusunda
hemen herkesin hem fikir olduğunu ifade eden Sadak, anlamında galiba hemfikir
olunmadığını ancak demokrasinin herkesçe kabul gören tanımını yapmak
güç olsa ve uzun sürse de, demokrasinin ne olmadığı konusunda birleşmenin
herhalde daha kolay olduğunu belirtiyordu. Ona göre demokrasi anarşi demek
değildi. Anarşi herkesin aklına geleni yapmasıdır, bu da demokrasi olamaz.
Demokraside halk kendi yöneticilerini bizzat seçer. Demokrasinin curcuna
olmaması için adaylar ilan edilir, günü gelince millet serbestçe oyunu verir.
Demokrasinin anarşi olmadığı muhakkak ise, her vatandaşın aklına esince
hükümete “sen çekil” demesi ve bunun gazetelerde yer alması da demokratik
değildi. Demokrasi otoriteli rejim ve vesayet idaresi de değildi. Demokrasi,
milletin yalnız bir tarafı dinlemesi, yalnız bir tarafa inanmak zorunda kalması
demek de değildi14.
Sadak’ın demokrasi hakkındaki endişeleri devam ederken, CHP’ye
duyulan muhalefet yaygın ve köklü bir hal almaya başladı. 1945 yılına
gelindiğinde iç ve dış koşullar Türkiye’yi çok partili hayata geçmeye zorluyordu.
İç koşulların en önemlisi tek parti yönetiminin yol açtığı hoşnutsuzluktu.
Bu hoşnutsuzluk Ocak 1945’te Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tasarısının
Meclis’e gönderilmesiyle açığa çıktı. Sadak başlangıçta Cumhuriyet hükümeti
ve onun dayandığı partiyi devletçi ve halkçı, Türkiye halkının yüzde seksenden
fazlasının ise köylü ve çiftçi olduğunu belirterek çiftçiye toprak verilmesinin
alkışlanacak bir hadise olduğunu vurguladı15. Ancak tasarıda getirilmek istenen
ve “öteden beri tarım işçiliği ile geçinen çiftçilerin toprak sahibi olmaları için, o
toprağın üzerinde yerleşmiş bulunmaları şarttır” hükmünü içeren 17. Maddeyi
doğru bulmadı. Çünkü bu madde ile toprak sahibi kılınacak işçilerin sayısı
hemen hemen hiç olacaktı16. Sadak’ın aksine, büyük toprak sahibi mebuslar
ve yandaşları ise tasarıya olan tepkilerini, topraklarının kamulaştırılacağı
kaygısıyla gösterdiler. Böylelikle parti içi muhalefetin ilk tohumları atılmış oldu.
Dış koşulların en önemlisi ise, II. Dünya Savaşı’nı “Batı Demokrasileri”nin
kazanmış olmasıydı. Bu zafer tek partili diktatörlük yönetimlerinin ve siyasal
sistemlerin gözden düşmesine neden oldu. Nitekim Müttefikler savaşın
sorumlusu olarak totaliter rejimleri görmekteydiler ve dünya barışının
sağlanması açısından totaliter rejimlere karşı bir mücadele başlattılar. Yeni
dünya düzeni içinde var olmanın ön şartı çok partili demokratik sistemi
benimsemekti ve Türkiye’nin de bu değişimi görmezden gelmesi mümkün
değildi. Sonuçta Türkiye’nin Birleşmiş Milletlere girişi ve Batı’ya yaklaşması,
13
14
15
16
Sadak, “ Ne Kara İrtica, Ne Kızıl İhtilal”, Akşam, 25 Haziran 1945.
Sadak, “Demokrasiyi, Demokrasi Olmayanla Tarif Denemesi”, Akşam, 15 Temmuz 1945.
Sadak, “Toprak Kanunu Anayasaya Aykırı mıdır?”, Akşam, 2 Şubat 1945.
Sadak, “On Yedinci Madde”, Akşam, 27 Mayıs 1945.
162
Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ülkedeki tek parti rejiminin temellerini sarstı17. Uluslararası ortamda iktidarı
siyasi olarak liberalleşmeye zorluyor, muhalefete ise destek oluyordu18. “Başta
CHP organı Ulus gazetesi olmak üzere birçok gazetede ‘demokrasilerin
zaferi’nden söz edilir olmuştu19. Ancak yönetime bakıldığında çokta değişen
bir şey görünmüyordu. Savaş boyunca İstanbul’da uygulanan sıkıyönetim
hali altı ay daha uzatıldı. Sıkıyönetim hükümete memleket emniyetini sağlama
bakımından her türlü yetkiyi veriyordu. Bu yıllarda çoğu İstanbul’da bulunan
basın, siyasi açıdan önemli bir güç olarak kullanılıyordu. Diğer yandan
Meclis’teki muhalefet 7 Haziran 1945’te “Dörtlü Takrir”in verilmesiyle daha
da belirginleşti. Halk Partisi Meclis Grubu, eski Başbakan Celal Bayar, Adnan
Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın imzasının bulunduğu önergeyi
reddetti. Böylece önerge sahiplerine partiden ayrılmak için ortam hazır hale
geldi. Tüm bu gelişmeler yaşanırken İsmet İnönü 1 Kasım 1945’te TBMM’nin
açılış konuşmasında ülkenin demokrasiye doğru ilerlemekte olduğu, tek
eksiğinin bir muhalefet partisi olduğu yönündeki konuşmasıyla muhalifleri
cesaretlendirdi. Siyasi havanın yumuşaması karşısında kurulan ilk muhalefet
partisi Milli Kalkınma Partisi oldu. Liberal görüşlü muhaliflerin Vatan Gazetesi
ve sosyalist görüşlü muhaliflerin Tan Gazetesi etrafında birleşmesi ve Görüşler
Dergisi vasıtasıyla Halk Partisi ve Cumhurbaşkanı aleyhinde yazılara ek olarak,
Sovyetler yanlısı bir tutum sergilenmesi tedirginliğe yol açtı20. Komünizm ve
muhalefet aleyhtarı dövizler taşıyan büyük bir kalabalık Tan Matbaası önüne
gelerek kısa bir zamanda Tan’ın makinelerini parçaladı ve solcu yayınlar yapan
birkaç kitapevi tahrip edildi. Gösterinin yıkıcı tarafını eleştiren gazetesinde,
göstericilerin zoruyla eleştirel kısımları yazılarından çıkarmaya mecbur edilmesi
üzerine Sadak, muhalefet partisi kurulmasının sakıncalarından bahsederken,
cumhuriyet rejiminin mevcut tehlikelerin dışında tutulması gerektiğini şu
sözleriyle ifade ediyordu:
“Demokrasinin vazgeçilmez unsuru muhalefettir. Muhalefet azınlıktır. Gayesi
çoğalıp iktidara gelmektir. Çok partili ve serbest seçimli bir meclis hayatı bir kere kabul
edildikten sonra karşı partilerin yalnız doğmasına değil, yaşayıp gelişmesine imkân
tanıyacak bütün şartlara engel olabilecek bir iktidar partisine demokraside yer yoktur.
Demokrasi diye her memleket ve her zaman için biçilmiş bir hazır elbise yoktur. Her millet
kendi ihtiyaçlarına göre bu kalıbı bizzat yapar. Onun için demokrasi, tam gerçekleşmesi
güç ve uzun süren bir nizamdır. Bir demokraside her türlü fikir ve kanaatlere yer vardır.
17
18
19
20
Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yay., İstanbul, 2012, s.230.
Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi 2, İletişim Yay., İstanbul, 1996, s.560.
Alpay Kabacalı, Türk Basınında Demokrasi, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1994, s.170, Sadak
da değişen koşullar karşısında artık tek parti rejiminin ihtiyaçları karşılamadığını yazısında
şu satırlarla belirtmiştir: “Kemalist rejim tam manasıyla otoriter bir devlet idaresi kurmuştu,
demokrasi ve hürriyet dar sahalı idi. Bunun içindir ki rejimi, biraz daha geniş demokrasiye doğru
götürmek için geçmişte yapılan parti tecrübeleri, her defasında “otorite”yi azaltıyor kaygısı yüzünden
suya düşmüştür...Görünüş şekli ne olursa olsun tek parti rejimi yetmez olmuştur”. “Toprak
bayramını kutlarken: Hürriyet, Demokrasi ve Parti Düşünceleri”, Akşam, 18 Haziran 1945.
Karpat, a.g.e., ss.233-238.
163
Ayşegül ŞENTÜRK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Gerçek demokrasilerde ilk şart nizam ve meşruiyete hürmet, fikirlere karşı toleranstır.
Gerçek ve sürekli demokrasinin ikinci şartı, insanların değil müesseselerin hâkim
olmasıdır. İnsanlar fanidir, hâlbuki cumhuriyetin ebediyen yaşaması lazımdır”21.
CHP bir taraftan ülkede bir rejim buhranının olmadığını açıklarken22
diğer taraftan da dörtlü takrir sahipleri bir muhalefet partisi kurmanın
hazırlıklarını yapıyorlardı. Ve nihayet o parti 7 Ocak 1946 günü Demokrat
Parti adıyla kuruldu. Celal Bayar, Amerikalı bir gazetecinin yeni partinin
CHP’den farkı nedir sorusuna partilerinin CHP’den önemli farkları olduğunu
“...Adli, mali ve iktisadi prensiplerimizde umumiyetle tatbikat şekillerinde ayrılıklar
vardır” cevabıyla verdi. Sadak ise Celal Bayar’ın aksine, DP’nin CHP’den farklı
bir parti olmadığını açıklıyordu. Programına bakıldığında Halk Partisinin altı
oku gibi, DP’nin de cumhuriyetçi, laik, inkılâpçı, halkçı, devletçi ve milliyetçi
olduğu olduğunu belirten Sadak’a göre aslında DP’nin hedefi ülkede yeni bir
devlet sistemi, yeni bir sosyal meslek, bir devrim programı getirmek değil, aynı
ana prensipler çerçevesi içinde hükümet ve idare mekanizmasında yenilik ve
denetim getirmek istemesiydi23.
İlk mesajlarını; basın hürriyeti ile ilgili kanunların değişmesi, Cemiyetler
ile Ceza Kanunu’nun değiştirilmesi, üniversite özerkliği, tek dereceli seçim,
cumhurbaşkanının parti başkanlığından ayrılması24 gibi konularda veren
DP’nin kısa sürede teşkilatını tamamlamasından sonra Türkiye’de 21 Temmuz
1946’da ilk çok partili genel seçimler yapıldı. Seçimlere yolsuzluk iddiaları
damgasını vurdu. Seçimin özellikle illerde CHP’li devlet görevlilerinin baskısı
altında yapıldığı söylentisi çıktı. Sonuçta CHP 395 mebusluk alırken, DP 64
mebusluk kazandı. Aslında DP’nin başarısı CHP’ye olan tepkinin sonucuydu.
CHP iktidarını korumuştu ama halk tarafından pek tutulmadığını da anlamıştı.
Tek parti döneminin birikimi olan memnuniyetsizlikler, savaş yıllarının sonucu
olan ağır ekonomik sorunlar CHP’nin o zamana kadar desteğini aldığı geniş
toplumsal tabanın ondan uzaklaşmasına neden olmuştu. Sadak bu mağlubiyetin
CHP’ye olan teveccüh ve inanç kaybıyla ilgili olduğunu şöyle açıklıyordu:
“Parti işlerini ‘olsa da olur, olmasa da’, türünden bir vazife saymayarak ‘farz’
kabul etmek kolay değildir, çünkü böyle bir değişiklik söz ve karardan ziyade derin bir
psikolojiye bağlıdır. Bir işin iyi görülmesi, canla başla yapılması için o işin insanda
alaka uyandırması, gayret, heyecan ve şevk vermesi gerekir. Bir siyasi partiye bağlılık
maddi menfaatlerle ilgili olamaz ve olmamalıdır. Siyasi partinin doğuracağı alaka
21
22
23
24
Sadak, “Dış Tehlike Karşısında Memleketin Manzarası”, Akşam, 6 Ağustos 1945.
Sadak, “Türkiye’de Bir Rejim Buhranı Yoktur, Bir İlerleyiş Hareketi Vardır”, Akşam, 27
Ağustos 1945.
Sadak, “Demokrat Partiye Hoş Geldin Deriz”, Akşam, 9 Ocak 1946.
Ensar Yılmaz, Türkiye’nin Demokrasiye Geçiş Yılları (1946-1950), Birey Yay., İstanbul, 2008, s.179,
Eleanor Bisbee ise DP’nin iktidardan şu konular hakkında acilen reform yapmasını istediğini
belirtiyor: Oy vermede serbestlik ve adaletli oy sayımı, basın kanununda değişim, yerel
yönetimlere daha çok özerklik, özel teşebbüse serbestlik ve bütçenin kısıtlanması. The New Turks
Pioneers of the Republic 1920-1950, Universty of Pensylvania Press, Pensylvania, 1951, s.230.
164
Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
maddi olmayınca ancak manevi olabilir. İnsanlar bir partiye duygu ve düşünceleriyle
bağlıdırlar. İnan ve ideal bir partinin temel kuvvetidir25. Nihayetinde çok partili
demokratik hayat, Demokrat Parti kurulduktan sonra başlamamış, CHP buna karar
verdikten sonra hayata geçmiştir. Yani CHP, sebep değil bir neticedir. Tek parti, tek şef
sistemine nihayet verilmesi karar altına alındıktan sonra Demokrat Partisi kurulmuş ve
birkaç kişi tarafından alelacele bir program yazılmıştır”26.
Seçimlerin yapıldığı 21 Temmuz 1946 tarihi ile İnönü’nün 12 Temmuz
Beyannamesi adı altında 11 Temmuz 1947 tarihinde verdiği demece kadar geçen
süre Türkiye’de çok partili sistemin yerleştiği en önemli dönemdir. Muhalif
partilerin kurulmasının önünü açan bazı antidemokratik kanunların 1946’da
değiştirilmesinden sonra 12 Temmuz Beyannamesi’nin yayınlanmasıyla
muhalefet partileri, hem hareket serbestliği hem de CHP ile eşitlik kazanmış
oldular. Aslında 12 Temmuz Beyannamesi’nin nedeni olan süreç Recep
Peker’in hükümetinin kurulmasıyla başlıyordu. Tek partili sistem ve şef
idaresi taraftarı olan, sert karakterli bir şahıs olarak bilinen Peker, çok partili
sisteme yavaş yavaş geçilmesi gerektiğini savunuyordu. 12 Temmuz’a kadar
geçen sürede iki parti ve liderleri birbirleriyle sürekli güç mücadelesi yaptılar.
Bütçe görüşmelerinde Recep Peker’in Menderes’in eleştirine ağır bir dille
cevap vermesi siyasi bunalımı tırmandırdı. Ocak 1947’de ilk büyük kongresini
toplayan DP artık gücünün farkındaydı. Menderes halk mitinglerinde Peker’i
muhalefete gizli niyetler beslemekle suçluyordu. Peker’e göre, DP’nin halkı
CHP’ye karşı kışkırtma şeklindeki taktikleri siyasi istikrarın kurulmasını
geciktiriyordu. Siyasi partilerin görevi seçimlere katılmak, yurttaşların görevi
de oy vermekti. İstiklal mahkemelerinin kanunen hala açık olduğu vurgusunun
yapılması da DP’yi etkilemedi ve DP, Nisan 1947’de İstanbul’da yapılacak olan
ara seçime katılmama kararı aldı. 3 Nisanda yayımladığı bildirisinde “Seçim
emniyeti kanunla sağlanmadıkça ve idare mekanizmasının tarafsızlığına
imkân bırakmayan zihniyet değişmedikçe seçime girmeyi Türk demokrasisine
karşı ağır bir suç sayıyoruz” açıklaması yapıldı. Hükümetin seçimlerin serbest
yapılmasında kararlı olduğu apaçık ortada olmasına rağmen, DP’nin bu tavrı
tamamen taktikti. Çünkü DP kazandığı takdirde hükümetin iyi niyeti ortaya
çıkacak bu durumda DP en önemli silahını yani hükümetin kötü niyetle hareket
ettiği ve baskı yaptığı iddiasını kaybedecekti27.
Recep Peker gibi otorite yanlısı ve hükümete karşı eleştiriyi rejime karşı
gerici bir tepki olarak gören mebusların aksine, çok partili sistem ve siyasi
hürriyetler taraftarı olan Sadak, DP’nin bu politikaları karşısında şaşırmaktan
kendini alamıyordu. Bu şaşkınlığını ve tepkisini dile getiren yazısını 12 Nisan
1947 tarihinde şu cümlelerle kaleme alıyordu:
25
26
27
Sadak, “Particilikte Nafile Namazı”, Akşam, 19 Ekim 1946.
Sadak, “Tek Parti, Tek Şef Sistemini Deviren Demokrat Partisi,” Akşam, 11 Mart 1947.
Karpat, a.g.e., ss.257-273.
165
Ayşegül ŞENTÜRK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
“Tarihin hiçbir devrinde, hiçbir memleket görülmemiştir ki orada hürriyet
olmadığı halde “Hürriyet” diye bağırılmasına izi verilmiş olsun. Bize öyle gelir ki
“Hürriyet İsteriz!” diye mitingler yapılıp ateşli nutuklar söylenmesi ve hükümet
aleyhinde yazılar yazılması için o memlekette hürriyetin azamisi olmak gerektir. Hiç
şüphe yok ki, demokrasinin türlü şekilleri ve dereceleri olduğu gibi hürriyetin de azı
çoğu, hatta anarşiye kadar giden çeşitleri vardır. Biz bir muhalefet partisinin her
meseleyi bir tarafa bırakarak yalnız hürriyet davasını ele almasını da mümkün ve tabii
buluruz. Fakat ne o memleket bu memlekettir, ne de o muhalefet bizdeki muhaliflerdir.
Her memlekette daha aşırı hürriyeti kendine bayrak yapmış partiler olabilir. Fakat bizde
Demokrat Partiyi kuranlar, milletin türlü dertlerini, hükümetin birçok işlerini bir tarafa
bırakarak, aylardır yalnızca “Hürriyet” diye bağırırlarsa onların samimiyetinden haklı
olarak şüphe ederiz. Çünkü hürriyet aşkı insanlarda bir yaştan –hem de hayli olgun
bir yaştan- sonra gelişen bir sevda değildir. Politikada ilk şart samimiyettir. Hürriyeti
hiç sevmemiş, hürriyet adına ömürlerinde hiçbir söz söylememiş, en küçük bir hareket
yapmamış insanların “Hürriyet” partisi kurmalarını biz anlayamıyoruz. Bir partinin
başarısı için ilk şart politikada samimilik, meslek ve kanaatlerde ciddiliktir. Ötesi
saman alevi gibidir. Milletin birçok derdi arasında bu gidişle muhalefetten bıkmasından
da korkarız”28. Gerçektende CHP’nin kendi hazırladığı anayasa, muhalefetin
CHP’nin uygulamalarına meydan okumasına ve demokratik politik düzene
geçilmesine yasal bir platform oluşturuyordu29.
Amerika Birleşik Devletleri’nde, demokrasi ve hürriyeti korumak
amacıyla Truman Doktrini adı altında Türkiye ve Yunanistan’a yardım etmenin
tartışıldığı ortamda, Amerikan kamuoyunda Türkiye’deki politik sistemle ilgili
olarak askeri diktatörlük olduğu ve basın hürriyeti olmadığı eleştirileriyle,
demokrasinin olmadığı belirtiliyordu. Sonuçta Amerikan Kongresi yardımı kabul
etti. Siyasi gelişmeleri etkileyen ve çok partili siyasal bir rejimin bulunmadığı
bir ülkenin Batılı devletlerin yanında yer alabilmesinin kolay kolay mümkün
olamayacağını bu süreçte anlayan Türk hükümeti, Türkiye ile ABD arasında
gelişecek sıkı ilişkilerle sağlam bir demokrasinin yerleşeceğini açıklıyordu30.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken Celal Bayar’ın hükümetin muhalefet
üzerindeki baskısından -sıkıyönetimin kaldırılması, Halkevleri ve radyonun
tarafsız olması gerektiği ve bunun için bir bildiri yayımlanması konusundaşikâyet eden ifadeleri ve buna karşın Recep Peker’in olumsuz cevap vermesi
üzerine iki isim arasında bir mücadele başladı. Bu mücadele, İnönü’nün
12 Temmuz Beyannamesi ile sonuçlandı. Yıllar önce Atatürk’ün Serbest
Fırka’nın kurulması sonrası İsmet İnönü ve Fethi Okyar’ı iki yanına alarak iki
partiye karşı tarafsız ve eşit muamelede bulunacağına dair sözlerini hatırlatan
beyannamesinde İnönü “…İhtilalcı bir teşekkül değil, bir kanuni siyasi partinin
28
29
30
Sadak, “Politikada Samimilik Kanaatlerde Ciddilik”, Akşam, 12 Nisan 1947.
Kemal Karpat, Türk Siyasi Tarihi, Timaş Yay., İstanbul, 2011, s.71.
Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, s. 276, Türkiye Tarihi 4, Kolektif Eser, Cem Yayınevi, İstanbul,
2000, s.179 .
166
Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
metotları ile çalışan muhalif partinin iktidar partisi şartları içinde çalışmasını temin
etmek lazımdır. Bu zeminde ben, Devlet Reisi olarak, kendimi her iki partiye karşı müsavi
derecede vazifeli görüyorum…” sözleriyle iktidar partisi ve muhalefet partileri
arasındaki ilişkilerin yeni esaslara dayandırılması gereğini belirtiyordu. Sonuçta
bu beyanname partiler arası ilişkileri normalleştirerek sükûna kavuşturdu31.
Sadak’ın “Demokrasi rejimlerinde hiçbir hükümet –partisinin itimadına
dayandıkça- muhaliflerin hücum ve tenkidi neticesinde istifa etmez”32 yorumunu
içeren yazısından daha birkaç gün geçmişti ki gerek Demokratların gerek
Ilımlıların baskısına dayanamayan Recep Peker 9 Eylül 1947’de Başbakanlıktan
istifa etti33. Necmettin Sadak’ın Hasan Saka ve Şemsettin Günaltay Hükümetleri
döneminde Dış İşleri Bakanlığı yaptığı yıllar dolayısıyla gazeteciliğe ara verdiği
1947-1950 yılları arası, CHP ve DP’nin kendi içinde birtakım anlaşmazlıklar
yaşadığı dönem oldu34.
CHP’nin demokrasi savunucusu tavrını Kasım 1947 Kurultayında açıkça
göstermesinden sonra, hükümetin gerçekte muhalefeti istemediği iddiaları
ortadan kalktı. 1948 yılı ortalarında antidemokratik kanunlar ya kaldırıldı ya
da değiştirildi. Ekonomik zorluklar neticesi istifa eden Saka Hükümetinden
sonra Ocak 1949’da Şemsettin Günaltay Kabinesi kuruldu. Yeni kabinede Dış
İşleri Bakanlığı görevine devam eden Necmettin Sadak, Avrupa Kalkınması
İcra Konseyi ve Atlantik Paktı gibi önemli konularda temaslarda bulunmak
üzere zamanının çoğunu yurt dışında geçirmekteydi. 1950 yılına kadar geçen
sürede DP, hükümete karşı zaman zaman sert, zaman zaman da ılımlı bir
politika ile muhalefet etti. Genellikle özgür bir atmosferde ve düzenli geçen
bir seçim kampanyasının ardından 14 Mayıs 1950 yılında huzurlu bir şekilde
yapılan seçimlerden sonra35 DP 396 milletvekilliği alarak iktidar oldu. CHP
31
32
33
34
35
Feroz Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi, İstanbul , 1976, s.34,
Karpat, a.g.e., ss.282-283, Hilmi Uran yayımlanmış anılarında İnönü’nün kendi ağzından
demokrasiyi kendisinin tesis etmiş olduğuna dair bir söz işitmediğini fakat gerçekte
Türkiye’de demokrasinin O’nun sayesine kurulduğunu yazar. “İnönü ve partisi istemese
muhalefet diye bir şey olmazdı” diyen Uran, demokrasi rejimini Türkiye’de tesis etmiş olmanın
günahını da sevabını da İnönü’de görmektedir. Hilmi Uran, Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti
Hatıralarım (1908-1950), Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul, 2008, s.410.
Sadak, “Demokrat Partisi’nin Beyannamesi Münasebetiyle”, Akşam, 5 Eylül 1947.
Ahmad, a.g.e., s.35.
Nitekim CHP, Recep Peker’in önderlik ettiği ve demokrasi iddialarının arkasında
cumhuriyetin ana ilkelerinden (özellikle de laiklik ve devletçilik) fedakârlığa neden olduğu
düşüncesiyle muhalefete sıcak bakmayan ‘Müfritler’ ile Nihat Erim’in önderlik ettiği ve
siyasi ilişkilere daha liberal bir açıdan bakan ‘Otuzbeşler (Ilımlılar)’ olarak gruplaşmıştı.
İnönü’yü her halükarda partinin başkanı olarak tutmak konusunda fikir birliği olan bu
iki grubun mücadelesi sonunda Peker istifa etti ve 10 Eylül 1947’de Hasan Saka Başbakan
oldu. DP’sine gelince; bu parti 12 Temmuz Beyannamesini olumlu karşılayanlar ve bu
beyannameye güvenmeyenler şeklinde gruplaştı. Grupların mücadelesi sonucu Celal
Bayar Meclis Grubu Başkanlığından istifa etti. İstifa sonrası parti disiplininden ayrıldıkları
gerekçesiyle partiden çıkarılanlar oldu. Bu da DP içindeki bölünmenin başlangıcı oldu.
Sonuçta 11 Mart 1948’de “Millet Partisi” adıyla yeni bir parti kuruldu. Karpat, a.g.e., s.285.
O kadarki, 1946 seçimlerinde Anadolu vilayetlerinde türlü sıkıntıların yaşandığını kaydeden
bazı Amerikalılar 1950 seçimlerinin sükûnet içinde geçmesine şaşırmışlardı. Gazeteler bile
167
Ayşegül ŞENTÜRK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
68, Millet Partisi ise 1 milletvekilliği ile muhalefeti oluşturdular. Hükümetin
Demokratlara devrinden sonra Celal Bayar Cumhurbaşkanı seçildi, Adnan
Menderes ise Başbakan oldu. Malatya’dan milletvekili seçilen İsmet İnönü de
muhalefet liderliğine oturdu36.
Yeni hükümetle birlikte bakanlık görevi sona eren Sadak gazetecilik
görevine geri döndü. İktidar değişikliğini olumlu karşılayan Sadak, partisini
samimiyetle eleştirdiği anlaşılan yazısında bu değişimi şöyle ifade ediyordu:
“1947 Eylül’ünde gazetecilik vazifemden ayrılmıştım, üç yıl devlet hizmetinde
bulundum, birçok dostlarım bilirler ki bu seçimlerde CHP iktidarda kaldığı ve ben tekrar
vazifeye çağrıldığım takdirde özür dileyecektim. Yoruldum, dinlenmeye ihtiyacım var
diyecektim. Fakat gazeteme dönüşüm dilediğim şekilde olmadı. Seçimleri kaybetmemiz
bile düşündüğümüz bütün ihtimalleri aştı. CHP’nin seçimleri kaybetmesine sebep,
galipleri bile hayrette bırakan yenilme şekli gösteriyor ki, CHP’nin iktidarda uzun
kalması, her çeşit vatandaşın sıkıntısı, şikâyetleri, acısı, yani istemediği ne bulmuşsa
ve ne oluyorsa yirmi beş yıldır bunları onun günahına yüklemesi, bu kabahatin birikip
artması, buna rağmen CHP’nin halk karşısında iktidarda kalmasıdır. Buna tahammül
kalmamıştı ve ne pahasına olursa olsun iktidarın değişimi özleniyordu. Bu bakımdan,
şahsi kanaatimce, değişiklik hayırlı olmuştur. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi: Millet
çokluğu öyle bir ruh haline gelmişti ki, CHP ağzıyla kuş tutsa halka yaranamayacak,
bilakis hiddet artacaktı. Şimdi bu durum ortadan kalkmıştır. İkinci ve daha mühim
nokta: Demokrasi rejiminin yerleşmesi, yerleştiğine herkesin inanması için iktidarda bir
nöbet devrinin ilk şart olmasıdır”37.
Sadak, genel seçim ve sonrasıyla ilgili değerlendirmelerini ise şu
cümlelerle yazısına yansıtıyordu:
“Muhalefet –yani eskisi- dört yıldır her gün: “Hürriyet İsteriz” çığlıklarıyla
ortaya atılmıştı. Hürriyet yoktu. Dört yıl, bu hürriyetsizlik içinde hürriyet istendi, dört
yıl bu hürriyetsizlik içinde iktidara küfür edildi ve nihayet bu hürriyetsizlik içinde bir
seçim yapıldı ve hürriyetsizlikten şikâyet edenler hürriyet isteyerek iş başına geçebildiler.
Biz, bugünkü muhalefet, hürriyet istemiyoruz. Bugüne kadar bilfiil mevcut, iktidarın
devir ve teslimini mümkün kılmış olan hürriyet bize kâfidir. Hürriyeti artırmak için
dahi, bugünkü hürriyete dokunulmamasını dileriz. Bugünkü hürriyetin, muhalefet
vazifesini görmeye, sözle ve yazı ile hükümeti eleştirmeye yettiğine inanıyoruz. Hatta
bu hürriyetin bir kısmının, hakaret ve küfür hürriyetinin kalkmasını özlüyoruz”38.
Ancak kaygılanmıyor değildi de. En iyi demokrasinin, demokrasi
kurulduğunun her gün vatandaşlara hatırlatılması lüzumunu duymayan bir
36
37
38
propaganda olur düşüncesiyle şehir dışına çıkarılmamıştı. Herkes yeni kanunları o kadar
ciddiye almıştı ki ülkede hemen hemen oy vermeyen kimse kalmadı. Bisbee, a.g.e., s.234 .
Karpat, a.g.e., s.328, Geoffrey Lewis’in eserinde yazdığına göre, DP’liler İnönü’ye
seçimlerden önce partisinden istifa etmesi şartıyla cumhurbaşkanlığında kalabileceği
önerisinde bulunmuşlar, ancak İnönü bu teklifi reddetmiştir. Modern Turkey, Praeger
Publishers, Newyork Washington, 1974, s.142.
Sadak, “Eski İşime Başlarken”, Akşam, 22 Mayıs 1950.
Sadak, “Dilemediğimiz İki Şey”, Akşam, 23 Mayıs 1950.
168
Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
demokrasi olduğunu belirten Sadak, Türkiye’nin demokrasiyi yalnız dava
olarak değil, tek konu halinde ele aldığı ve düşünce kabiliyetini buna hasrettiği
için, demokrasinin icabı olan karşılıklı partilerin hayatının hep bu sahada bir
çalışma sayıldığını ifade ediyordu. Partiler meselelerle değil, birbirleriyle
uğraşıyor, bir partinin falan yerde ne dediğini gün gün, ne ettiğini konuşup
düşünmeye sonra da karşılığını bulmaya uzun zamanlar ve kıymetli enerjiler
harcıyorlardı. Bunun neticesi olarak seçimler ön safa geçiyordu. Ama sürekli
demokrasiden bahsedilmeyen demokrat memleketlerde, fikir ve kanaatlerine
bağlı olan partiler seçimlere bu bakımdan hazırlanıyor, doktrin sahasında
fedakârlığı düşünmüyordu. Demokrasinin fikir mücadelesinden ziyade, seçimi
mutlaka kazanmak usulü sanılarak, halkı memnun edecek fikri fedakârlıklara
girişiliyordu. B u yüzden:
“Yalnız Cumhuriyet Halk Partisinden başlayarak diyebiliriz ki, son yılda sırf
seçim düşüncesiyle kim bilir ne kadar fuzuli işler yapılmış, tavizlere başvurulmuş ve
yine yaklaşan seçim endişesiyle, memleket hesabına ve fakat halkı hoşnut etmeyecek kim
bilir hangi zaruri işlerin gerçekleşmesinden vazgeçilmiştir. Neticelerini gördük, bunlar
boşunadır. Bunları kimseye sitem için hatırlatmıyoruz. Maksadımız kendi kendimizi
tenkit, acı zevkini tatmak da değildir. Başarının şartı herhangi bir sebeple tavizlere
girişmemektir. Tarih göstermiştir ki, her küçük taviz devlet prensiplerinden daha ağır
fedakârlıklara sürükler. Laiklik prensipleri hakkında kendi kendimizi aldatmak tehlikeli
olur. Bunlara sımsıkı sarılmak, bu memlekette terakki denilen anlamın en hayati temelini
korumaktır”39 diyordu Sadak.
Türkiye’de artık DP dönemi başlıyordu. Seçim öncesi özellikle taşrada
sıkı çalışan DP’ye seçim zaferini köyler sağlamıştı. Seçim kampanyalarında
söylenen köylünün ürettiğine daha fazla fiyat verileceği, antiislam kuralların
değiştirileceği, işçilere grev hakkı tanınacağı yönündeki sözler etkisini
göstermişti40. DP tüm gücünü iktisadi kalkınmaya verdi. Traktör ve tarım aletleri
sayısı hızla arttı. DP iktidarı için işler iyi gidiyordu. Ancak başta Celal Bayar
ve Adnan Menderes olmak üzere DP’lilerin psikolojisi ile ilgili genel bir kanı
vardı. O da iktidarın iktidarda olduğu halde bir gün iktidardan düşebileceği
huzursuzluğu idi. Bu huzursuzluğun kaynağı İsmet İnönü’ydü. Pek çok DP’lide
İnönü aktif politikada olduğu sürece DP’lilerin altını oyacağı şeklinde bir fobi
vardı ki, DP’nin elindeki ezici çoğunluğa bakınca bu korkuyu anlamak hayli zor
oluyordu41.
1950 Genel Meclis Seçimlerini de 55 vilayette DP’liler kazandı. Demokrasi
ve cumhuriyetin tam ifadesinin ahlak ve fazilet idaresi olduğunu belirten
Sadak42, demokrasinin çok eski bir idare şekli olmadığını, bugünkü demokrasinin
39
40
41
42
Sadak, “Tavizle İşe Başlamamak”, Akşam, 8 Haziran 1950.
Geoffrey Lewis, a.g.e., s.142.
Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, s.49, Türkiye Tarihi 4, s.215.
Sadak, “Demokrasinin Manevi Kısmı”, Akşam, 23 Eylül 1952.
169
Ayşegül ŞENTÜRK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
temelinin meşruiyetten ziyade laik idareden kaynaklandığını43 ifadeyle, gerçek
demokraside seçimler kadar halkın yapacağı tercih için de eğitimli olmasının
önemine dikkat çekiyor ve bu sonucu şöyle değerlendiriyordu:
“Demokrasilerde başlıca tehlike, bazen milli menfaatleri, genelliklede hakikatleri
dahi feda ederek partilerin oy toplamak maksadıyla demagoji yarışına girmeleri, hatta
yalnız halkın hoşuna gidecek kararlara gitmeleridir. Fakat demokrasi hastalıklarının ilacı
da yine demokrasidedir. Milli menfaatlere uygun, fakat halkı ilk anda hoşnut etmeyen
kararlar zamanla değerlerini kanıtladıkları gibi, sadece kısa bir süre için halkı memnun
eden söz ve tedbirlerin mahiyeti de nihayet ortaya çıkar. Bu bir zaman meselesidir.
Halk nasıl olsa sonun da hükmünü verir. Bütün mesele, demokrasi hürriyetlerinin ve
seçimlerinin devamında halkın tercih eğitimini almasıdır”44.
İşte bu konuda yani tercih konusunda Sadak, henüz Türk halkının
yeterince eğitimli olmadığını düşünüyordu. Partili olmayı demokrasinin önemli
hususlardan biri olarak gören Sadak, Batılı politikacıların partici değil, partili
olduğunu, bizim memleketimizde, herhangi önemli bir vazifenin başında
muhalif partiden – bilhassa devlet başkanlığı adayı- bir şahsiyetin bulunmasına
tahammül edilemediğini belirtiyordu. Türk toplumunun, politika hayatında
partili değil partici olduğunu ifade eden Sadak, partiliyi sadece siyasi inanı
bakımından bir partiye bağlı insan olarak tanımlıyordu. Bu bağlılık ona siyasi
hayatta bir ideal peşinde yürümeyi pekiştirip, seçimlerde sıkı görevler yüklerdi.
Fakat partili sıfatı hiçbir zaman her sahadaki kanaatlerine, bütün hadiseler
karşısındaki düşüncelerine sevgilerine, nefretlerine topyekûn hâkim olamazdı.
Bu noktada Sadak partili ile partici arasındaki farkı şöyle izah etmekteydi:
“Bir partili için parti, bütün bir dünya değildir, dünyanın bir parçasıdır. Bundan
dolayı partili, başka partiden olanlara da hayat hakkı tanır. Partili bakımından partisi
ve programı ne bir din, ne bir ahlaktır. Partici için böyle değildir. Partici için parti, her
şeydir. Particinin şahsi görüşleri, ferdi iradesi yoktur. Parti onun için bir dünya görüşü,
bir dindir. Kendi partisi cennet, onun dışı cehennemdir. Kendi partisinden olamayanlar
kâfirdir. Parti onun bütün düşüncelerine, duygularına hâkimdir. Başkalarının dostluğu,
düşmanlığı onların o partiden olup olmadığına bağlıdır. Parti denildi mi particinin
gözü kararır, kendini unutur. Particilik fedai bile yetiştirir. Partici zihniyeti, iptidai
kavimler zihniyetiyle aynıdır. Hükümetler partili olur, fakat asla partici olamazlar.
Partici hükümet örneği İtalya’da faşist, Almanya’da Nazi, Rusya’da komünist idareleri
doğurmuştur. Bu derece ifrata gitmeyen, yarı partici zihniyette hükümetler de görülür.
Bunlar da demokrasi için zararlıdırlar. Çünkü demokratik rejimi, hak ve hürriyet
nizamını, devlet teşkilatını, kendi partileri lehine, kendi partileri gözü ile görürler. ‘Her
43
44
Sadak, “Demokrasinin Müdafaası”, Akşam, 8 Ekim 1950, Eski Atina ve Roma ketlerindeki
demokrasinin son asır demokrasilerinden oldukça farklı olduğunu belirten Sadak, eski zaman
demokrasilerinde esirlik, kölelik gibi kurumların kanunlara bile geçtiğini ve halkın derece
derece sınıflara ayrıldığını belirtir. Hâlbuki son asır demokrat rejimlerinde egemenlik halkın
elindedir ve bu egemenlik halkın seçtiği kurullar tarafından idare edilir. Sadak, a.g.e., s.61.
Sadak,“Milli Menfaatlere Uygun Tedbirler, Halkın Hoşuna Giden Kararlar”, Akşam, 22
Kasım 1950.
170
Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
şey halk için..’ derler. Gerçekte her şey parti ve particiler içindir. Batılı demokrasilerde
partili vardır, doğuda partici… Partili olmak iyidir. Demokrasilerin zaruretidir. Partici
olmak kötüdür. Dolayısıyla Türk toplumu particilikten kurtulmalıdır”45.
DP’nin kimilerine göre demokrasi karşıtı kabul edilen politikaları bu
makalenin hem konusunu hem sınırını aşar. Ancak belirtmek gerekir ki, 1946’da
başlayan siyasi mücadelenin asıl hedefi çok partili demokratik hayatı kurmak ve
kökleştirmekti. Sonuçta çok partili mücadele, tek parti hâkimiyetine son verdi
ancak asıl hedefini gerçekleştiremedi. Çok partili sistemin varlığını ve kalıcılığını
güvence altına alacak anayasa değişiklikleri yapılmadığı gibi gerekli kurumlar da
kurulmadı. 1952’den itibaren DP’liler, çoğunluk partisinin hizmet ettiği halktan
yetki aldığı görüşüyle, tek partili rejimin zihniyeti olan bütün kurumların iktidar
partisinin emrinde olacağı şeklinde bir düşünceye kapıldılar. DP, bu zihniyetini
parti içi otoriteyi sağlama aracı haline de getirecekti. Muhalefeti sırasında
sürekli antidemokratik kanunlardan dert yanan DP, bu kanunlara el sürmediği
gibi, yeni baskı kanunları hazırlamaya çalıştı. Genel idare kurulu İstanbul
örgütünün sekiz yöneticisine birden işten el çektirerek otoritesini sağladı. Bunu
diğer il kongrelerindeki karışıklıklar izledi ve yöneticilere karşı olanlar partiden
ayrılmak zorunda kaldılar. Sonuçta DP, çoğu aydın kabul edilen sınıfın güven ve
desteğini yavaş yavaş yitirmeye başladı46. 25 yıl tek partinin hürriyetleri dilediği
gibi kısarak memleketi idare ettiği47 noktasında partisini eleştiren Sadak, DP’nin
de aynı zihniyette olduğunu vurgulayarak demokrasinin hukuki anlamda hala
tam manasıyla kurulmadığını satırlarında şöyle izah ediyordu:
“DP’nin bu uygulamaları ve ortaya çıkan olaylar, hükümetlerin her istedikleri
kararı verememeleri, meclislerin dilediği her kanunu çıkaramamaları demokrasinin
bir tanımıdır ve demokrasi hiçbir kanun ve hiçbir kararla değişemez. Türkiye’de ise
‘anayasaya aykırı kanun çıkmaz’ gibi bir nazariyeye sığınarak demokrasi idaresi
kurulmaya çalışılmaktadır. Hâlbuki bizzat anayasa demokratik olmaktan uzak, tek parti
ve şef sistemine göre yapılmıştır ve hala tek meclise ve tek partiye dayanmaktadır”48.
Antidemokratik yasaları kaldıracağı vaadiyle iktidara gelen DP, 30
Mart 1951 tarihli programında basın hürriyetinin sağlanacağını belirtmiş ise
de öyle olmadı49. DP’nin izlediği baskıcı politikalar arttıkça İnönü ve partisi
45
46
47
48
49
Sadak, “Partili ve Partici”, Akşam, 12 Ocak 1952.
Çok partili sistem için yapılan mücadele büyük şehirlerde başlamakla birlikte, asıl gücünü
köylerden alıyordu. Toprak sahipleri, serbest meslek sahipleri, iş adamları gibi küçük
şehirlerde ve kasabalarda oturan orta sınıf mensupları da bu mücadelede başrolü oynadılar.
Siyasi meselelerde geçmişte olduğu gibi tek söz sahibi aydınlar değildi artık. Ancak iktidara
geldiğinde savunduğu hedefi gerçekleştirmeyen DP’ye ilk memnuniyetsizlikte aydınlardan
geldi. Amaçları politika alanında eleştirel düşünceyi hâkim kılmak ve akılcılığı duygusal
davranışlar yerine koymak olan aydınlar ancak bu şekilde modern cumhuriyetin kuvvet
bulacağına inanıyorlardı. Karpat, a.g.e., s.526.
Sadak, “Demokrasinin Dayancı Yalnız Kanunlar Olabilir mi?”, Akşam, 4 Temmuz 1952.
Sadak,“Rahatsızlığın Asıl Sebebi”, Akşam, 14 Haziran 1952.
1954-55’te Viyana’daki Milletlerarası Basın Enstitüsü Türkiye’yi basın hürriyetlerini
kısıtlayan ülkeler arasında göstermiştir. Karpat, a.g.e., s.501.
171
Ayşegül ŞENTÜRK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
destek kazanmaya başladı. Muhalefetteki İnönü imajından rahatsız olan DP,
bu imajı yıkmak için elinden geleni yaptı50. DP’li Mükerrem Sarol, CHP ile bir
alıp veremedikleri olmadığını, meselenin İnönü olduğunu şu cümleleriyle ifade
ediyordu: “Dava İnönü davasıdır. İnönü olmazsa aramızda halledemeyeceğimiz
hiçbir şey yoktur”51.
1952’nin sonlarına gelindiğinde, iki parti arasındaki gerginlik daha da
arttı. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, iktidarı erken bir seçime zorlamak için
Eylül 1952’de, yurt çapında tepkilerle karşılaştığı bir kampanya turuna çıktı.
8 Ekim 1952’de İnönü’nün Balıkesir’de yapacağı konuşmanın Demokratlar
tarafından sabote edilmesine Balıkesir valisi de katıldı ve vali, bu şehre gelen
CHP lideri İnönü’yü şehrin girişinde karşılayarak şehre girdiği takdirde olaylar
çıkabileceğini ve kendisinin sorumluluk almayacağını belirtti. Bu gelişme
nedeniyle Bursa’ya gelen İsmet İnönü’nün: “Birkaç günden beri uğradığımız
tecavüzler Balıkesir’de azami haddini buldu. Toplanma ve konuşma fiilen imkânsız bir
hale geldi. Hükümetten hakkımız olan kanuni himayeyi görmedik. Büyük bir tertibe
maruz kaldığımız anlaşılıyor” demecinden birkaç gün sonra Sadak, bir rejimin
kanunlar kadar siyasi ahlaka da dayandığını ifade ederek, bu ahlakın iktidardan
bir derece tolerans, muhalefetten de bir derece insaf beklediğini yazdı: “
Çünkü bu siyasi ahlak hiç mevcut olmazsa demokrasi esasen yürümez. Partiler arası
münasebetlerin, kanunların hükmü dışında kalan bu ahlak kısmında millet hakemdir.
Kimleri beğenip beğenmediğini seçimde belli eder. Muhalefetin halk nazarında değeri,
gerçeklere bağlı kalmasıyla ölçülebileceği gibi, iktidarın millet gözünde kudret ve itibarı
da muhalefete –kanun dâhilinde- istediği gibi konuşmak hakkını sağlamakla artar52.
Medeni ve ileri anlamda demokrasiyi yerleştirmek için partiler arasında işbirliği olması
gerekir. Çünkü demokrasinin sağlam bünyeli olması, iktidarla muhalefet arasında iyi
münasebetler geleneği kurulmasına bağlıdır”53. Demokrasinin ilk şartını iktidarda
tahammül olarak gören Sadak, tek parti iktidarından gelen en bariz seciyenin
tahammülsüzlük olduğunu ifade ederek sözlerini şöyle sürdürüyordu:
“Biz demokraside adet olduğu üzere, fikirleri çürütmeyiz, tek parti gibi
şahsiyetlere yüklenir kanaate yüklenmez, şahsa saldırırız. Demokrasi bilgileri bir ayda
edinilir, otuz yıllık siyasi terbiye üç yılda silinmez. Tek parti içinde yetiştik, demokrat
olduk. Onun için muhalif isteriz, amma bizim gibi düşünen güdümlü muhalifler…
Hürriyeti severiz ancak bizi rahatsız etmeyecek, biçilmiş bir hürriyet… Bütün
demokrasilerde bir çeşit muhalefet, bir tür hürriyet vardır. Buna bizde erişeceğiz. Biz
demokratız amma, demokrasi arazımızdır(hastalık belirtisi”)54.
50
51
52
53
54
Yaşayanların heykellerinin dikilmesi ve meydan ve okullara adlarının verilmesini
yasaklayan yasanın çıkarılmasından hemen sonra İnönü’lü banknotlarda tedavülden
kaldırıldı. Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, s.57.
Cumhuriyet, 16 Eylül 1952.
Sadak, “Bu Kin ve Düşmanlık Havası Böylece Sürüp Gidecek mi?”, Akşam, 11 Ekim 1952.
Sadak, “Düşman Partiler Arasında Demokrasi Yaşayamaz”, Akşam, 25 Eylül 1952.
Sadak,“Yüreğimizde Yatan Aslan”, Akşam, 26 Ekim 1952.
172
Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
22 Kasım 1952’de Vatan Gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman’a
Malatya’da bir suikast teşebbüsünün yapılması üzerine hükümet gerici
eylemlere karşı sert tedbirler alınca iki parti birbirine karşı daha ılımlı
davranmaya başladı. Menderes 20 Aralık 1952’de içlerinde Necmettin
Sadak’ında bulunduğu bir grup gazeteci ile basın toplantısı yaptı. Başbakanın
sadece bu daveti bile kimilerinde milli birlik belirtisi olarak bir ferahlık ve ümit
atmosferi oluşturmaya yetti55. Ancak hükümetin Millet Partisi’ni kapatma
kararı alması bu atmosferin ömrünü kısalttı. Kararın nedeni Millet Partisi’nin
Dördüncü Kongresinde yaptığı açıklamaların Atatürk devrimlerine bir
tehdit gibi algılanmasıydı. CHP, Hükümeti desteklemek yerine bu hareketi
iç özgürlüğün ihlali olarak nitelendirdi56. Partisinin bu tavrına karşılık Sadak,
inkılâpta demokrasinin olabileceğini ancak demokraside inkılâbın tehlikeli
olacağını dolayısıyla inkılâpların demokrasinin koruyucusu olduğu yönündeki
yorumuyla gazetesinde şu satırlara yer veriyordu:
“Yerleşmemiş, iyice benimsenmemiş inkılâplar için demokrasi bir tehlikedir.
İnkılâpların demokrasi zaruretiyle zayıflaması, yok olması demokrasiyi de kökünden
kemirir. Çünkü inkılâp dediğimiz sosyal düzene düşman olan zihniyet, mahiyeti
itibariyle demokrasinin de aleyhindedir. Bizde rejim ve onun dayandığı inkılâplar henüz
körpe olduğu içindir ki hiçbir hakiki demokraside görülmemiş şekilde yasaklar vardır.
Bunlar tamamen antidemokratik olmakla beraber rejimin korunması için zaruridir diye
teselli oluyoruz. Şu bir gerçektir ki, inkılâp düşmanları demokrasi dostu olamaz. Çünkü
inkılâpları kaldırınız demokrasi kendiliğinden yok olur. Dini demokrasi diye bir idare
şekli yoktur. Bunun içindir ki demokrasi ile inkılâpları sağlam tutmak, daha doğrusu
demokrasi prensiplerinden ayrılmadan inkılâpları korumak gibi birbirinin zıddı olan iki
vazifeyi başarmak zorundayız. Tek meclis ve tek partiden Atatürk, inkılâpları başarmak
için faydalandı. Fakat tek meclis ve tek parti hürriyeti günün birinde demokrasi ve
inkılâplar için tehlikeli olabilir. Bunu değiştirmek şarttır”57.
10 Kasım 1952’de yani Atatürk’ün ölümünün 14. Yıl dönümünde
Adnan Menderes, Atatürkçülüğün gerçek yorumcularının sadece Halk
Partililer olduğu yönündeki algıyı yıkarcasına Atatürk inkılâpları hakkındaki
görüşlerini açıklayarak, Atatürk’ün başarılarını kendi orijinal karakter ve
biçimlerinde korumak değil, bu başarıları, onların ortaya çıkışına egemen kılan
amaç ve nedenlerine uygun bir şekilde geliştirmek gerektiğini açıkladı58. Ancak
uygulamada yapılanlar söylenenlerle pek uyuşmuyordu. DP’nin özellikle
de laiklik hususunda ilk andan itibaren yürüttüğü yumuşak politika kendi
bünyesinde de birtakım teokratik eğilimlerin belirmesine yol açtı. İhtiyacı olanlar
dışında kadın memurların çalıştırılmaması, köy okullarına din derslerinin
55
56
57
58
Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim 2, Yayına Haz: Erol Şadi
Erdinç, Pera Turizm ve Ticaret Yay., İstanbul, 1997, s.1619.
Yaklaşan seçimler nedeniyle Millet Partisi’nin oyları sempatik bir CHP’ne gidebilirdi.
Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, s.60.
Sadak,“Demokraside İnkılâp Olur mu?”, Akşam, 4 Kasım 1952.
Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi, s.103.
173
Ayşegül ŞENTÜRK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
konması, Ayasofya’nın cami haline getirilmesi, bazı parti delegelerinin Atatürk
inkılâplarına zıt olarak fes ve çarşaf giyme, Arap harflerini kullanma hakkının
geri getirilmesini istemek gibi davranışları partinin Eylül 1952’deki Ankara il
kongresinde ileri sürülen istekler arasındaydı59. DP bu eğilimlerinde muhalefete
karşı da sert bir tutum izledi ve halkla olan köprülerini sağlam tutma amacıyla
din konusunu kullandı60. Sadak, DP’nin bu tutumunu eleştiren yazısını şu
satırlarla ortaya koyuyordu:
“Demokrat Parti eski iktidarı din düşmanı özellikle de İslamiyet düşmanı ilan
ediyor. Eski iktidar bu konuda hangi kanunu çıkarmış, hangi icraatı tatbik etmiştir?
Din düşmanı eski devir ile din dostu bugünkü iktidar arasında müessese, mevzuat,
icraat bakımından –Arapça ezan müstesna- ne fark vardır? Hakikat, feci hakikat şudur
ki yeni iktidar, cahil kitleyi kazanmak için eski iktidara en kaba iftiralarda bulunuyor.
Demokrat Parti iktidarı, laiklik prensipleri ve vicdan hürriyeti bakımından memlekette,
iftihar edeceği havayı yaratmaya, elhak, muvaffak olmuştur61. Bir kere eski iktidar
kimdir ve ne zamandır? İsmet İnönü’nün devlet başkanı olduğu II. Dünya Harbi devri
mi? Memleket yalnız bu altı yıl içinde mi bozuldu, din ve İslamiyet düşmanı kesildi?
Ahmet Emin’e Malatya’da kurşun sıkanları tahrik eden mürteci gazetelerin yazılarıyla,
Demokrat Partinin beyaz kitabında CHP’ni İslamiyet düşmanı ilan eden satırların
hiç farkı yoktur. Bu, ağır bir suçtur. Buna tenezzül etmek iki yıllık başarılarını 330
sayfada anlatmakla bitiremeyen bir iktidara yakışmaz. Başbakanın, bu suçun mesulü
üzerinde durmasını rica ederiz. Bir memlekette yaşıyoruz ki, iktidarın en büyük silahı
muhaliflerini din düşmanlığı ile suçlamaktadır. Buna da demokrasi diyoruz, Avrupa
camiasına girmiş devlet adı veriyoruz”62.
Ali Fuat Başgil’e göre, hürriyet ve demokrasi rejimi her ne kadar aynı gibi
gözükse de aslında bunlar birbirlerine sıkıca bağlı olan farklı şeylerdir. Hürriyet
rejiminin devamı demokratik bir toplum ile mümkündür. Demokrasi, halkın
hükümet ve idareyi bizzat ve doğrudan ele alması usulüne değil, millet meclisi
vasıtasıyla temsili esasına, bu esas ise çoğunluk prensibine dayanır. Demokrasi
halkın çoğunlukla, çoğunluğunda millet meclisi ile temsil edildiği bir sistemdir.
Ancak bütün kuvvet ve iktidarın çoğunluğa geçmesinden sonra tüm söz hakkı,
çoğunluk içinde sürü başlarının elinde toplanırsa tehlike ortaya çıkar. Böyle
bir demokraside “Halkın sesi Hakk’ın sesidir” geleneğinin yerine “çoğunluk
kodamanlarının sesi Hakk’ın sesidir” e dönüşür, sonuçta hak ve vazife sırf sayı
kuvvetinden başka bir şey olmayan mesuliyetsiz bir kitlenin iradesi haline gelir.
Böylelikle iktidar çoğunluk adı taşıyan taçsız bir hükümdarın elinde toplanır ki
bu, demokrasi için son derece tehlikelidir63.
59
60
61
62
63
Cem Eroğul, Demokrat Parti, İmge Kitapevi, Ankara, 1998, s.130.
Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, İmge Kitapevi, Ankara, 2000, s.30.
Sadak,“Demokrat Parti Hesap Veriyor”, Akşam, 29 Kasım 1952.
Sadak, “Medeni İnsanlar Gibi Düşünüp Konuşmayı Biraz Öğrensek”, Akşam, 1 Aralık 1952.
A.F., Başgil, Demokrasi Yolunda, Yağmur Yay., İstanbul, 2006, ss.139-141.
174
Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Zamanla Başgil’in yaptığı benzetmeye uygun bir uygulamaya
dönüştüğü görülen DP politikaları CHP tarafından dikkatle izlendi. Sadak,
politika mücadelesinin Türkiye’de aldığı çirkin şeklin başlıca sebebini ana
davanın, yani rejim meselesinin henüz halledilmemiş olmasında görüyor,
dünkü tek partili hürriyetsiz otoriter rejime destek olmuş hukuki müessese ve
kanunlarla demokrasinin yaşatılıp yürütülmek istendiğini, tezadın bundan ve
bütün huzursuzluğun da bu tezattan ileri geldiğini iddia ediyordu. Demokrasi,
haklar ve hürriyetler hepsi var olsa bile yarın hükümet istemediği takdirde,
bunların hiçbirisinin olmayacağı fikrindeydi. Bu hak ve hürriyetlerin bazı
ahvalde var olması ve bazı şartlar içinde –hiçbir kanun değişmeden dahi- yok
olabilmesi bundan ileri gelmekteydi. Sadak’a göre, CHP iktidarının en büyük
günahı, bir seçim kanunu ile demokrasiyi yerleştirip iktidarı devrettiğini
sanması yahut iktidarı devretmeyeceğini yüzde yüz umarak asıl rejim davasını
sonraya bırakmasıydı. Muhalefet olarak gafletinin acısını çeken CHP’nin hatası,
Demokrat Parti iktidarının aynı hatada bocalaması için sebep teşkil etmiyordu.
“Hürriyet, demokrasi” söylemleriyle iş başına gelmiş bir partinin, bir kere
iktidara yerleştikten sonra tek parti rejimi içinde demokrasiyi devam ettirmek
gibi bir keramet göstermekte ısrar etmesi mümkün değildi. Gün gelecek, o da
düşecekti64.
Öyle de oldu. Fakat bu düşüş gerçek bir demokraside olduğu gibi
seçim usulüyle olmadı. Türkiye’de 1950’li yılların genç demokrasi uygulaması
müdahale ile sonuçlanıyordu. Demokrat Parti, 1957 seçimlerini -muhalefetin
güç birliği yapmasından çekinerek seçim kanununu değiştirmesine rağmenazalan oylarıyla kazandı. 1958 yılında artan ekonomik bunalıma, başarısız ve
uyducu dış politika eleştirileri ile birlikte, DP’nin muhalefeti sindirmeye yönelik
politikaları yolundaki yorumlarda eklenince, ortaya çıkan karışıklıklar sonucu
27 Mayıs 1960 yılında Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu ve DP dönemi
sona erdi.
Sadak’ın siyasi hayatı boyunca uygulanmasını arzu ettiği çok partili
hayatın ilk kesintisi, göremediği bu müdahale ile oldu. Birçok eksiklerine
rağmen insanlığın bugün için bulduğu en iyi idare şeklinin demokrasi olduğunu
vurgulayan ve bunun sebebini şimdiye kadar denenmiş olanlara kıyasla
milletlerin menfaatlerine en uygun görülen sistem olarak gören Sadak, 21
Eylül 1953’te yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak hayata gözlerini yumdu.
Onun da dediği gibi, demokrasi milletlerin refahına, zenginleşmesine, iktisadi
kalkınmasına çalışan ve bu işlerde muvaffak olan bir ahlak ve fazilet idaresiydi65.
64
65
Sadak,“Dünya Ne İle Meşgul, Biz Hala Nelerle Uğraşıyoruz!”, Akşam, 12 Kasım 1952.
Sadak,“Demokrasinin Manevi Kısmı”, Akşam, 23 Eylül 1952.
175
Ayşegül ŞENTÜRK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Sonuç
Türk Tarihinde çok partili hayat ilk olarak II. Meşrutiyet döneminde
kurulmuştur. 1923-1945 yılları arası devam eden tek partili dönem ise çok partili
hayata bir geçiş dönemi olup, demokrasinin toplumsal ve ekonomik temelleri
bu devirde atılmıştır. Demokrasi hakkındaki görüşlerini 1923’ten itibaren
yazılarında kaleme alan Sadak’ın bu konudaki asıl görüşleri 1945 yılından itibaren
yoğunlaşmaktadır. Türkiye’de ilk muhalefet partilerinin belli bir fikir ve inanç
birliğinden değil, CHP’ne karşı hoşnut olmayanlar tarafından kurulduğunu
belirten Sadak, partilere gücünü veren unsuru, üyeleri arasında siyasi, sosyal ve
ekonomik konularda sıkı bir fikir birliğinin olmasında görmüştür.
Demokrasinin en iyi hükümet şeklinin cumhuriyet olduğu fikrinde
olan Sadak, tek partili dönemi emperyalizm ve irtica tehlikesi dolayısıyla
otoriter uygulamaların olduğu bir dönem olarak kabul etmekle birlikte, aynı
zamanda bu dönemin Atatürk’ün ve İnönü’nün şahsiyetinde inkılâplarla
modern Türkiye’nin oluşturulmak istendiği dönem olarak da kabul eder. Ancak
tarihler 1945’i gösterdiğinde tek partili rejimin artık toplumun çeşitli sosyal ve
siyasi ihtiyaçlarını karşılayamadığını açıklayacak kadar samimi bir demokrasi
savunucusu olmuştur. Bu nedenle de 1946’da çok partili hayat ve demokrasi
için başlayan mücadele ve sonrasında DP’yi oldukça olumlu karşılamıştır.
Fakat Sadak’ın da belirttiği gibi demokrasi olarak tanımlanan değişiklik
arzusunun hürriyetten başka hangi anlamı taşıdığı konusunda bir fikir birliği
kurulamamasına, demokratik hayat için gerekli anayasal kurallar ve kurumların
oluşturulmaması da eklenince demokrasi ile bağdaşmayan politikalar
uygulandığı yorumları yapılmıştır. Sadak’ta DP’yi zaman zaman eleştirdiği
yazılarını, çok partili sistemi ve demokrasiyi güçlendirme noktasında, toplumu
bilgilendirme ve demokrasinin yerleşmesi hususunda kamuoyu oluşturma
adına mümkün olabildiğince gazetesinde yazmaktan çekinmemiştir.
Demokrasinin her toplumun milli ihtiyaçlarına göre uzun bir süreçte
şekillenen bir nizam olduğunu belirten Sadak, demokrasilerde özellikle oy
kaygısıyla partilerin milli menfaatleri feda edebilecekleri kaygısından hareketle,
seçimlerde halkın eğitimli olmasının önemine vurgu yapmış ve eğitim düzeyi
yüksek toplumlarda partili olma anlayışının daha fazla olduğunu belirtmiştir.
Çok partili gerçek bir demokrasinin kurulması, halkın liderleri bilinçli olarak
seçmesine bağlıdır. Toplumun milli menfaatlerinin farkında olması, kültürel,
ekonomik, sosyal seviyesinin yüksek olması şüphesiz demokrasinin daha iyi
işlemesinin ön koşullarıdır. Geri kalmış ve henüz pek çok konuda kendini
ispatlayamamış toplumlarda demokrasi bir tehlike olabilmektedir. Türkiye’deki
inkılâpları en başta da laikliği, rejimin koruyucusu olarak gören Sadak, inkılâpla
demokrasinin getirilebileceğini, ancak demokraside inkılâp yapmanın tehlikeli
olacağı düşüncesindedir.
176
Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Demokrasi geçmişi çok fazla olmayan her ülke gibi Türkiye’de de
demokratik haklar ve daha ileri bir demokrasinin nasıl olacağı konusunda
sıkıntılar yaşanabilmektedir ve bunlar milli menfaatlere uygun sivil bir anayasa
ile aşılabilecek sıkıntılardır. Hoşgörü ve uzlaşmaya dayalı demokratik kültürün
bir yaşam biçimi olarak kabul edilmesiyledir ki demokrasi Sadak’ında ümit ettiği
gibi bir ahlak ve fazilet idaresi olabilecektir. Unutulmamalıdır ki demokrasi,
vazgeçilmeyecek kadar denemeye ve beklemeye değer bir sistemdir.
177
Ayşegül ŞENTÜRK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
KAYNAKÇA
AHMAD, F., Demokrasi Sürecinde Türkiye, Hil Yay., İstanbul, 1996.
___________, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi, İstanbul,
1976.
BAŞGİL, A.F., Demokrasi Yolunda, Yağmur Yay., İstanbul, 2006.
BİSBEE, E., The New Turks Pioneers of the Republic 1920-1950, University of
Pensylvania Press, Pensylvania, 1951.
BOSTANCI, M.N., Cumhuriyetin Başlangıç Yıllarında Ekonomi ve Siyaset, Ötüken
Yay., İstanbul, 1996.
BOZKURT, C., Siyaset Tarihimizde CHP, Y.Y., 1968.
ÇAVDAR, T., Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, İmge Kitapevi, Ankara, 2000.
EROĞUL, C., Demokrat Parti, İmge Kitapevi, Ankara, 1998.
Cumhuriyet, 16 Eylül 1952.
KARPAT, K., Türk Demokrasi Tarihi, Timaş Yay., İstanbul, 2012.
___________, Türk Siyasi Tarihi, Timaş Yay., İstanbul, 2011.
KOÇAK, C., Türkiye’de Milli Şef Dönemi 2, İletişim Yay., İstanbul, 1996.
LEWIS, G.,Modern Turkey, Praeger Publishers, Newyork Washington, 1974.
SADAK, N.S., Toplumbilim Sosyoloji, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1948.
___________, “Mecliste Tenkit Nasıl Meşru Olur”, Akşam,4 Kasım 1923.
___________, “Halk Hükümetinde Fırkalar Zaruridir”, Akşam, 31 teş ev 1924.
___________, “Hakikat”, Akşam, 14 Eylül 1930.
___________, “Milletlerin Kendi İdare Şekillerini Seçmek Hakkı ve İtalya’da
‘Demokratik Rejim’”, Akşam, 5 Kasım 1943.
___________, “Değişmez Hakikatler ve Partilerin Hususi Görüşleri”, Akşam, 15
Ocak 1945.
___________, “ Ne Kara İrtica, Ne Kızıl İhtilal”, Akşam, 25 Haziran 1945.
___________, “Demokrasiyi, Demokrasi Olmayanla Tarif Denemesi”, Akşam, 15
Temmuz 1945.
___________, “Toprak Kanunu Anayasaya Aykırı mıdır?”, Akşam, 2 Şubat 1945.
178
Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
___________, “On Yedinci Madde”, Akşam, 27 Mayıs 1945.
___________, “Toprak bayramını kutlarken: Hürriyet, Demokrasi ve Parti
Düşünceleri”, Akşam, 18 Haziran 1945.
___________,“Dış Tehlike Karşısında Memleketin Manzarası”, Akşam, 6 Ağustos
1945.
___________, “Türkiye’de Bir Rejim Buhranı Yoktur, Bir İlerleyiş Hareketi
Vardır”, Akşam, 27 Ağustos 1945.
___________, “Cumhuriyette Otoritenin Kaynağı ve Halk Partisi”, Akşam, 28
Ağustos 1945.
___________, “Demokrat Partiye Hoş Geldin Deriz”, Akşam, 9 Ocak 1946.
___________, “Particilikte Nafile Namazı”, Akşam, 19 Ekim 1946.
___________, “Tek Parti, Tek Şef Sistemini Deviren Demokrat Partisi,” Akşam,
11 Mart 1947.
___________, “Politikada Samimilik Kanaatlerde Ciddilik”, Akşam, 12 Nisan
1947.
___________, “Demokrat Partisi’nin Beyannamesi Münasebetiyle”, Akşam, 5
Eylül 1947.
___________, “Eski İşime Başlarken”, Akşam, 22 Mayıs 1950.
___________, “Dilemediğimiz İki Şey”, Akşam, 23 Mayıs 1950.
___________, “Tavizle İşe Başlamamak”, Akşam, 8 Haziran 1950.
___________, “Demokrasinin Müdafaası”, Akşam, 8 Ekim 1950.
___________, “Demokrasinin Manevi Kısmı”, Akşam, 23 Eylül 1952.
___________, “Milli Menfaatlere Uygun Tedbirler, Halkın Hoşuna Giden
Kararlar”, Akşam, 22 Kasım 1950.
___________, “Partili ve Partici”, Akşam, 12 Ocak 1952.
___________, “Rahatsızlığın Asıl Sebebi”, Akşam, 14 Haziran 1952.
___________, “Demokrasinin Dayancı Yalnız Kanunlar Olabilir mi?”, Akşam, 4
Temmuz 1952.
___________, “Düşman Partiler Arasında Demokrasi Yaşayamaz”, Akşam, 25
Eylül 1952.
___________, “Bu Kin ve Düşmanlık Havası Böylece Sürüp Gidecek mi?”,
Akşam, 11 Ekim 1952.
___________, “Yüreğimizde Yatan Aslan”, Akşam, 26 Ekim 1952.
179
Ayşegül ŞENTÜRK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
___________, “Demokraside İnkılâp Olur mu?”, Akşam, 4 Kasım 1952.
___________, “Dünya Ne İle Meşgul, Biz Hala Nelerle Uğraşıyoruz!”, Akşam, 12
Kasım 1952.
___________, “Demokrat Parti Hesap Veriyor”, Akşam, 29 Kasım 1952.
___________, “Medeni İnsanlar Gibi Düşünüp Konuşmayı Biraz Öğrensek”,
Akşam, 1 Aralık 1952.
Türkiye Tarihi 4, Kolektif Eser, Cem Yayınevi, İstanbul, 2000.
URAN, H., Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950), Türkiye İş
Bankası Yay., İstanbul, 2008.
UYAR, H., Tek Parti Dönemi Cumhuriyet Halk Partisi, Boyut Yay., İstanbul, 1998.
YALMAN, A.E., Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim 2, Yayına Haz: Erol
Şadi Erdinç, Pera Turizm ve Ticaret Yay., İstanbul, 1997.
YILMAZ, E.,Türkiye’nin Demokrasiye Geçiş Yılları (1946-1950), Birey Yay.,
İstanbul, 2008.
180
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi
Journal Of Modern Turkish History Studies
XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 181-226.
KIBRIS SORUNU BAĞLAMINDA
TÜRKİYE’DE 6/7 EYLÜL 1955 OLAYLARINA
KESİTSEL BİR BAKIŞ
Ulvi KESER*
Öz
1 Nisan 1955 tarihinden itibaren EOKA terör örgütünün Kıbrıs adasında terör
olaylarına başlaması, önce İngilizlere, ardından kendilerine yardım etmeyen Rumlara ve son
olarak da Kıbrıs Türklerine saldırmaya başlaması Kıbrıs’ı önce sorun, ardından da uluslararası
sorun hale getirir. Bu dönemde İngiltere’nin adada hükümranlığa devam etme ve adadan
ayrılmama üzerine oturan ve Kıbrıs Türkleriyle Rumları “böl ve yönet” çerçevesinde idare
eden ince siyaseti ise doğrudan Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak üzerinedir. Bu şartlarda Ağustos
1955 Londra toplantısının ardından iyice gerginleşen ilişkiler yıllar sonra ortaya çıkacağı gibi
İngiltere’nin kışkırtmalarıyla Selanik’te Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu eve atılan ses
bombasıyla yeni bir boyut kazanır ve Kıbrıs’la bağlantılı olarak Türk dış politikasında daha
sonraki süreçte sıkıntılara neden olacak 6/7 Eylül olayları başlar.
Anahtar Sözcükler: Kıbrıs, Türkiye, Yunanistan, EOKA, 6/7 Eylül Olayları.
A PROFILE GLANCE AT 6/7 EVENT IN
TURKEY IN THE LIGHT OF CYPRUS ISSUE
Abstract
Cyprus happens to be firstly an issue, and then an international issue especially after
EOKA terrorist organization starts attacking, ambushing and killing the British subjects, then
the Greek Cypriots who are supposed not to help EOKA, and finally Turkish Cypriots in 1st
April 1955. The British subtle policy shaped around “divide and rule” principle aiming not
to leave the island, and to continue the sovereignty on Turkish and Greek Cypriots in 1950s
is, on the other hand, planned so as to drive Turkey into the corner. The explosive thrown on
the house where Mustafa Kemal Atatürk was born in Salonika subsequent to the conference
about Cyprus issue held in London in August 1955 makes the atmosphere tenser and tenser,
in particular, with British clandestine provocations, and 6/7 September Events in 1955, that
will cause a good many problems for Turkish foreign policy in the following years break out.
Keywords: Cyprus, Turkey, Greece, EOKA, 6/7 September Events.
*
Doç.Dr., Atılım Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, Atılım Kıbrıs Araştırmaları
ve Uygulama Merkezi (AKAUM) Müdürü, (ulvi.keser@atilim.edu.tr).
181
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Giriş
İkinci Dünya Savaşı’nda önce İtalyanların, ardından Almanların
işgaline uğrayan Yunanistan yaşadığı iç savaşın da ardından neredeyse bir
lokma ekmeğe muhtaç durumdadır1; ancak bütün bu olumsuzluklara rağmen
özellikle İngiltere’nin kışkırtmalarıyla Birleşmiş Milletlere müracaat edip Kıbrıs
adasını Yunanlaştırma talebinde bulunmaktan çekinmez. Birleşmiş Milletlere
yaptığı müracaatların reddedilmesi, ardından Kıbrıs’ta ortaya konulacak
halkoylamasının sonucunda da adayı ele geçiremeyen Yunanistan bütün ümidini
İngiltere’ye bağlamış durumdadır ve İngiltere ince siyasetinin bir sonucu olarak
bir araya getirmeyi planladığı Türkiye ile Yunanistan’ın anlaşamaması için
elinden geleni yapar ve Kıbrıs önce sorun, ardından uluslararası sorun haline
gelir. Bu dönemle ilgili en önemli olaylardan bir tanesi bütün bu yaşananlardan
yaklaşık 5 yıl sonra ortaya çıkar ve İngiltere’nin 29 Ağustos 1955 tarihinde2
Londra’da düzenlediği Lancaster House Doğu Akdeniz ve Kıbrıs Hakkında Üçlü
Konferansı’na Türkiye’yi de taraf olarak davet etmesi3 ve Türkiye’nin de fiilen
1
2
3
Özellikle 1930’lu yıllardan itibaren başlayan Türk-Yunan dostluğu Yunanistan’da
Elefterios Venizelos’un klasik Yunan ütopyası Megali İdea, yani Büyük Yunanistan
fikrinden vaz geçildiğini açıklamasının ardından Mustafa Kemal Atatürk’ün de sınırdaş
ve komşu Yunanistan’a zeytin dalı uzatmasıyla başlar. Bu süreçte Yunanistan’la yapılan
çok geniş kapsamlı işbirliği antlaşmasıyla Türkiye’de yaşayan Yunan vatandaşlarına Türk
vatandaşlarının sahip olduğu bütün haklar verilirken bu Yunan vatandaşları 21 Aralık 1963
günü Kıbrıs’ta başlayan Rum saldırılarının ardından Türk hükümeti tarafından sınır dışı
edileceklerdir. Öte yandan 1934 yılında Venizelos tarafından Atatürk ayrıca Nobel Barış
Ödülü için aday da gösterilmiştir. Bu süreç 1939 sonrasında önce İtalyanların, hemen
ardından da Almanların işgaline uğrayan ve işgalci Alman güçlerinin planlı açlık stratejisi
sonrasında Yunan tarihine Büyük Açlık Dönemi olarak geçen bir dönemi yaşayan günde
ortalama 3.000 kişinin açlıktan hayatını kaybettiği, 1941-1942 döneminde açlıktan 1.5 milyon
kişinin öldüğü Yunanistan’da bütün dünya sırt çevirmiş ve görmezden gelirken sadece
yardım elini uzattığı bir dönem olacaktır. Ayrı bir çalışma konusu olmakla birlikte İkinci
Dünya Savaşı sırasında İtalyanların, ardından Almanların, kendileri pek farkında olmasa
da savaş sonrasında bir süre koruyucuları İngiltere’nin işgaline uğrayan ve kanlı bir iç savaş
yaşayan Yunanistan’ın yiyecek ekmek bulamazken savaşın hemen ardından 1950 yılında
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne başvurarak Kıbrıs adasını talep etmesinin altında
İngiltere faktörünü aramak gerekmektedir. Yunanistan’nın bu açlık dönemiyle ilgili olarak
bakınız Ulvi Keser, Yardım Et Komşu; İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Yunanistan’a Yardım
Faaliyetleri, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Yay., Ankara, Kasım 2005; Ulvi Keser, Yunanistan’ın
Büyük Açlık Dönemi (μεγάλος λιμός) ve Türkiye, IQ Yay., İstanbul, 2008; Ulvi Keser, Kızılay
Belgeleri Işığında Yunanistan’da Ölüm, Açlık, İşgal, 1939–1949, Türk Kızılay’ı Tarih Serisi,
Kızılay Genel Müdürlüğü, Ankara, 2010.
BYGM, Olayların Takvimi, ”Kıbrıs Meselesi”, Ankara, Ağustos 1955, No. 261, s.181
Vanezis’in ileri sürdüğü gibi esasında İngiltere’nin bu toplantıyı düzenlemesi ve ilk defa
olarak Yunanistan ile Türkiye’yi de bu toplantıya davet etmesindeki gaye geleneksel “Böl
ve Yönet” politikaları çerçevesinde Kıbrıs meselesini bir Türk-Yunan meselesi haline
getirmek, daha sonra Aralık 1956 tarihinde Avam Kamarası’nda açıklanacağı üzere her
iki topluma da self-determinasyon hakkı verilmesini talep etmek ve iki toplum arasına
güvensizlik ve nefret duygularını yerleştirerek dünya kamuoyuna iki toplumun artık bir
arada yaşayamayacaklarını ilan etmektir. PN Vanezis, Cyprus Crime Without Punishment,
Regal Printing Ltd., Hong Kong, 2000, s.73.
182
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Kıbrıs sorununun içine dâhil olmasıdır4. İngiltere’yi Dışişleri Bakanı Harold Mac
Millan başkanlığında Parlamento Sekreteri Carrington, İngiltere’nin Ankara ve
Atina Büyükelçileri, Kıbrıs Valisi ve Genelkurmay Başkanlığı yetkililerinden
oluşan bir heyetin temsil ettiği5 toplantıda Türkiye’yi Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu ve Yunanistan’ı da Dışişleri Bakanı Stefanopulos temsil ederler6.
1. Eylül 1955’e Kadar Kıbrıs
İlk defa 21 Kasım 1949 tarihinde Birleşmiş Milletlere müracaat eden
Yunanlar “Anavatan Yunanistan’la birleşmek için self-determinasyon hakkının
halkımıza tanınmasını istiyoruz” diyerek adanın Yunanistan’a ilhakını talep eder
ve 15 Ocak 1950 Pazar günü7 Kıbrıs adasında Makarios’a göre “Neticesi önceden
belli olan” bir plebisit yaptırırlar. Seçime katılan toplam 224.700 seçmenden
215.108’inin (%96’sı)8 lehte kullandığı oylarla Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı
sonucu çıkar; ancak Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını sağlamak amacıyla Rumların
başlattığı taşkın hareketlere karşı sert tedbirlerin alınacağının duyulması üzerine
Rumlar ada sathında 12 Ağustos tarihinden itibaren protesto ve grevlere
başlarlar9. Neticede 17 Aralık 1954’te Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 8 çekimser
oya karşılık 50 oyla Kıbrıs meselesinin şimdilik görüşülmemesi kararına varır10.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Yunanistan’ın ve Kıbrıslı Rumların
isteklerinin aksine olumsuz bir sonucun çıkması Yunanistan’da ve Kıbrıs’ta
olayların çıkmasına neden olur. Özellikle Kıbrıs’ta bütün ada sathına yayılan
gösteriler zaman zaman ayaklanma şekline dönüşür. Adada Rum tedhiş
faaliyetlerinin artış göstermesiyle birlikte 19 Aralık 1954 tarihinden itibaren
polis tarafından bazı ilave emniyet tedbirleri alınır. Umumi yerlerde beşten fazla
insanın bir araya gelmesi yasaklanır. Bu şekilde toplananların polis gücüyle
dağıtılacağı, her türlü silah, taş, sopa gibi maddelerin taşınmasının,
bulundurulmasının yasaklandığı, aksine davrananların en az üç yıl hapis
cezasına çarptırılacakları duyurulur11. Ancak bütün bunlar bir sonuç vermez ve
adada EOKA terör örgütünün kuruluş süreci hızlandırılır. Kıbrıs Rum lideri
Başpiskopos Makarios ve George Grivas Kıbrıs milliyetçisi değil Yunan
milliyetçisi olduklarından, gayeleri iki toplumlu bağımsız bir devlet kurmak
değil, Kıbrıs Türklerine hiç yer vermeyen Enosis ve adanın Yunanlaştırılmasıdır.
Yunanistan’ın büyük desteğiyle 1955 yılı ortalarında kuruluşunu tamamlayan
4
5
6
7
8
9
10
11
Special Committee On Cyprus Affairs, Cyprus; Past - Present- Future, Ankara, 1964, s.20.
BYGM., Olayların Takvimi, ”Kıbrıs Meselesi”, Ankara, Ağustos 1955, No. 261, s.166.
BCA. Atina Büyükelçiliği’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 27 Ağustos 1955 tarihli,
760/443-II. Q Sayılı yazının 2 numaralı eki.
Suat Bilge, Le Conflit De Chypre Et Les Cypriotes Turcs, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler
Fakültesi Yay., Ankara, 1961, s.31.
Achille Emilianýdes, Histoire De Chypre, Paris, 1963, s.109.
BYGM, Olayların Takvimi, ”Kıbrıs Meselesi”, Ankara, Ağustos 1954, No. 249, s.181.
Government of Cyprus, Review of Events In Cyprus 1955-1957, Lefkoşa, 1958.
BYGM., ”Kıbrıs Meselesi”, Ankara, Aralık 1954, No. 253, s.105.
183
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
EOKA (Ethniki Organosis Kibriyon Agoniston)12 tedhiş örgütünün siyasi lideri
Makarios, askeri lideri ise Yunanistan iç savaşı sırasında “X” kod adıyla bir
yeraltı örgütü kuran ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra örgütü aşırı uçta
partileştiren George Grivas’tır. İkinci Dünya Savaşı sürecinde ve özellikle 19411942 döneminde Yunanistan açlıktan ve Alman işgalinden inim inim inlerken,
özellikle Büyük Açlık Dönemi olarak bilinen yıllarda günde ortalama 3.000
Yunan açlıktan sokaklarda ölür ve cesetleri kamyonlarla toplanıp çukurlara
atılırken kurulan silahlı yer altı örgütleri ise Alman işgal güçlerine karşı direnişe
geçerler. ELAS, EDES gibi komünist örgütler bu mücadeleye girmişken Grivas’ın
faşist X örgütü ise Almanlara işbirliği teklif eder. Bütün dünyayı işgal ve ele
geçirme düşüncesindeki Almanlar bu teklifi fazla ciddiye almayınca işbirliği
teklifi fiiliyata dökülmez fakat kendi ülkesine ihanet eden bir asker kişiliğin bu
davranışı “vatan hainliği” yaftasından kurtulamaz. Bu ihanette bulunan Grivas
ise 1950’de Yunan hükümeti tarafından savaş döneminde kurulan bütün yer altı
örgütlerinin üyelerine devlet onur madalyası verilirken aynı madalyayı alanlar
arasındadır. Bir vatan hainine neden onur madalyası verildiği sorusunun cevabı
ise birkaç yıl sonra Yunanistan’ın kurdurduğu EOKA terör ve tedhiş örgütüyle
ortaya çıkacaktır. Grivas’ın deyimiyle adayı yönetenlerin yıllar boyunca “sessiz
bir kadın köle” olarak gördükleri adayı kurtarma zamanı gelmiştir13. “Kıbrıs
Mücadelesi Ulusal Örgütü” olarak adlandırılan bu örgütün ulusal kavramıyla
kastettiği Elen düşüncesi ve Enosis fikrinden başka bir şey değildir. Enosis
ittifakının yapılmasından sonra, Grivas ve Makarios, Yunanistan iç savaşında
komünistlere karşı mücadelesinde ve İtalya’ya karşı Arnavutluk savaşında milli
kahraman olan General Papagos’la da görüşürler. Amerika tarafından politik ve
ekonomik istikrarın sağlanması için güçlü bir hükümet iddiasıyla desteklenen
Yunan Partisi Başkanı olan Papagos da Grivas ve Makarios’u sonuna kadar
destekler. Grivas anılarında 27 Ocak 1951 tarihinde, Papagos yanlısı Yunanistan
Genelkurmay Başkanı General Kosmas tarafından kendisine tam destek sözü
verildiğini yazar. Bu görüşmeden hemen sonra Grivas son 20 yılda ilk defa
doğduğu yer olan Kıbrıs’a kendi ismi, kendi pasaportu ve karısıyla beraber 5
Temmuz 1951’de gider ve Lefkoşa’da doktor olan kardeşinin evinde kalır. Her
zaman Yunanistan’ın bir parçası olarak görülen ve EOKA bildirilerinde hep
“Yunanistan’ı hatırlatan bir ada olarak isimlendirilen”14 Kıbrıs’ta arazi yapısını
inceleyen ve kendisi için son derece önemli olan özellikle dağlık bölgelerde keşif
çalışmaları yapan Grivas kanlı EOKA tedhişinin başlangıcını da böylece yapar.
Adaya gelir gelmez Makarios’la görüşen Grivas, Makarios’a adada gerilla
savaşını başlatma zamanının geldiğini belirterek mücadelelerinin dar kapsamlı
12
13
14
Bir yeraltı örgütünün hangi şartlarda ve ne şekilde kurulabileceği, hangi faaliyetlerde
bulunacağı ve nasıl başarılı olacağı konusunda bilgi veren ve bu bağlamda EOKA’nın
içyüzünü anlatan bu kitap bizzat Grivas’ın sözlerinden hareketle ve birinci ağızdan Charles
Foley’in editörlüğünde kaleme alınmıştır. Charles Foley, Guerrilla Warfare and EOKA
Struggle; General Grivas , Longman Yay., Londra, 1964, s.109
KTMA, EOKA Bildirileri Dosyası No.1318 ve 1319.
KTMA, EOKA Bildirileri Dosyası No.1318 ve 1319.
184
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
olarak küçük gruplarla dağlarda, geniş kapsamlı olarak da sabotörler vasıtasıyla
pek çok askeri hedefin olduğu şehirlerde başlatılacağını belirtir. Silahlı grupların
silahsız sempatizanlarca desteklenmesi halinde faaliyetlerini çok daha başarılı
bir şekilde ve rahatça yapacağına inanan Grivas şehir ve kasabalarda da
öğrencilerden istifade etme yoluna gider. “Ya özgürlük, ya ölüm”15 parolasıyla
hareket eden EOKA’nın lideri Grivas’ın ‘Agoratos Anthropos/Görünmeyen
Adam’ olarak nitelendiği Atina’da, X kod adıyla kurulan ve kral yanlısı bir
askeri güç olan teşkilat adına yayımladığı gazeteye politik yazılar gönderen
Makarios’la ilk tanışması da 1946 yılında Atina’da olmuştur. EOKA lideri
Grivas, St. George isimli tekneyle16 10 Kasım 1954 tarihinde gizlice adaya gelir
ve ‘Dighenis Burada/Akritas Burada’ parola ve işaretiyle adaya çıktıktan sonra
Digenis kod adıyla yayımladığı bildirilerde amaçlarının Enosis fikrini
gerçekleştirmek olduğunu, bu doğrultuda İngilizlerle Türkleri düşman kabul
ettiklerini ve düşmanlarının her ne pahasına olursa olsun bertaraf edileceğini
açıklar. “Deniz ve havadan kolayca ablukaya alınabilecek ve böylece dış yardım ve
destekten mahrum kalabilecek bir yapıya sahip” dediği Kıbrıs adasının Khlorakas
köyü yakınlarında adaya çıkan Grivas’dan hemen önce adaya çıkartılan silahlar
ise 656 mermisiyle 34 tabanca, 4000 mermisiyle 4 Steiger otomatik silah, 4000
adet 9 milimetre mermi, 350 kilo dinamit, 300 libre Nobel 808 cinsi patlayıcı, 100
mayın, 300 el bombası, 700 ateşleyici, 100 sis bombası, 1100 metre saniyeli fitil,
kameralar ve dürbünlerden oluşmaktadır. Bu arada Grivas’ın derhal temin
edilmesini istediği silahlarla ilgili olarak Andreas Azinas girişimlerde bulunmak
üzere Kasım 1954 tarihinde Atina’ya gider ve Makarios’tan aldığı parayla “bir
kayık dolusu silah” satın alır. Grivas’ın Yunanistan’da yaşadıklarının aksine
EOKA’cıların görevi suikastler düzenlemek, bomba atmak ve pusu kurmakla
sınırlı olacaktır. Grivas’a göre ön cephenin çökmesi arka cephelerde meydana
gelen çözülme neticesinde meydana geleceğinden vurucu güçlerden yardımcı
ve destek birliklerine, asıl kadroların oluşturulmasından saklanılacak yerlere,
malzemelerin ve personelin gizlenmesine, gıda ikmali, casus ve ajanlarla irtibat
görevlilerine, ayrıca propaganda ve istihbarat faaliyetlerine kadar pek çok
alanda Kıbrıslı Rumların yardım ve desteğine ihtiyacı olacaktır. Bu bağlamda
harekete geçen Grivas’ın ilk örgütlenme çalışmasına girdiği grup ise Kıbrıslı
Rum gençleri olacaktır. El ilanları ve bildirilerin basılıp dağıtılması, adanın dört
bir tarafında başlatılan gösteriler, bilgi toplama faaliyetleri ve olaylara karışan
şüphelilerin saklanması görevlerinde bulunan Rum gençlerinin İngiliz idaresinin
dikkatini başka kanallara çekmeye başlaması ve Kıbrıslı Rumlarda da İngilizlere
karşı bir başkaldırı ve huzursuzluk havası yaratılması üzerine Grivas tarafından
Rum gençlerine sabotaj, patlayıcı yapımı, verilen görevlerin icrası ve takibi,
pasif direniş gibi görevler de verilmeye başlanır. Bu arada önce Ayios Georghios
gemisinin Baf yakınlarında adaya EOKA adına silah boşaltırken yakalanması ve
ardından İngiliz istihbaratının EMAK ile ilgili bilgilere ulaşması ve ardından
15
16
KTMA, EOKA Bildirileri Dosyası No.1318 ve 1319.
Derviş Manizade, Kıbrıs Dün Bugün Yarın, İstanbul, 1975, s.174.
185
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
adada bir şeyler olacağı yönünde hareketlenmesinin ardından 1 Nisan 1955
günü EOKA giriştiği eylemlerle varlığını ilk defa deşifre eder. Makarios’la 25
Mart akşamı mı yoksa 1 Nisan akşamı mı olsun tartışmalarından sonra o gece
Kıbrıs’ta yer yerinden oynar, Gece 03.00’de elektrikler kesilir, daha sonra da
bombalar patlar, makineli tüfekler rasgele ölüm saçar, çeşitli işyerleri, İngiliz
bankaları havaya uçurulur. Genel Valilik, Müsteşarlık Dairesi, Wolseley
Kışlası’nda bulunan Ortadoğu İngiliz Kara Kuvvetleri Genel Karargâhı ve radyo
istasyonu da patlamalardan nasibini alır. İngilizlerin o gün içindeki zararları
yaklaşık olarak 60.000 Sterlin civarındadır17. Markos Dragos ve dört adamı
radyo istasyonunu basıp içeride bulunanları etkisiz hale getirirler ve binayı
havaya uçururlar. Larnaka’da Mahkeme, Valilik ve polis karargâhı da
bombalanır. Limasol’da ve Mağusa’da da aynı şekilde patlamalar olur. Grivas
ise bütün bu olup biteni Lefkoşa’da gizlendiği evde koruması Gregoris Louka
ile zevkle takip eder. Aynı gün adanın pek çok bölgesinde Digenis imzasıyla ilk
EOKA bildirileri dağıtılır ve tedhiş hareketinin nedenleri ve EOKA’nın amaçları
ilk defa açıklanır18. Böylece merkezini EOKA’nın oluşturduğu “su üzerinde küçük
bir buz parçası olarak görünen ancak suyun altında kalan kısmında bütün Yunan
nüfusunun direnişinin şekillendirdiği bir aysberg” ortaya çıkar. Artık “sadık
vatandaşlara tehditlere ilaveten ilham kaynağı olan EOKA tarafından organize
edilen kanunsuzluklar ve zorbalıklar” dönemi başlayacaktır. Bu kanunsuzluk
ve zorbalıklar öncelikle cinayetler, sabotajlar, kundaklama faaliyetleri, duvarlara
EOKA ve Enosis yanlısı sloganlar yazılması ve bildiriler dağıtılmasıyla
gerçekleşir. Zaman içinde Kıbrıs Rum toplumunun ileri gelenleri de bu olup
bitenleri eleştirmek yerine susmayı ve daha sonra da desteklemeyi tercih ederler.
Atina Radyosu ise “Özgürlük ancak kan ile alınır” çığırtkanlığıyla olanları
körüklemeye devam eder ve Kıbrıs Radyosu adını kullanır. Atina Radyosu’nda
görevli hemen bütün spikerler ellerinden gelen tüm çabayı göstererek gün boyu
EOKA’ya bağlı direniş gruplarını kışkırtmaya yönelik konuşmalar yaparlar.
Böylece Kıbrıs’ta yeni bir dönem de başlayacaktır19. 1 Nisan 1955 günü başlayan
EOKA tedhiş ve terör hareketleri özellikle 1963’e kadar geçen dönemde yüzlerce
masum ve silahsız Kıbrıslı Türk insanının da hayatını kaybetmesine, binlerce
Kıbrıslı Türk’ün de evlerini terk etmesine neden olacaktır.
2. Lancaster House Toplantısı Sürecinde Kıbrıs
Esasında bu toplantı öncesinde Türkiye’de tartışılan bir konu ise Kıbrıs’ın
bir sorun olup olmadığı ve Türkiye’yi ilgilendirip ilgilendirmediğidir. Örneğin
S.R. Emeç Son Posta gazetesindeki köşesinde “…Ortada Kıbrıs diye hiçbir mesele
yokken bazı gayrı mesul Yunan simaların ön ayak olmaları ile bir hayli zamandan beri
17
18
19
Government of Cyprus, Review of Events in Cyprus 1955-1957, Lefkoşa, 1958.
Halkın Sesi, 2 Nisan 1955.
Aydın Samioğlu ile 29 Kasım 2004 tarihinde Lefkoşa’da yapılan görüşme.
186
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
böyle bir meselenin ihdasına hararetli çalışılmaktadır”20 der21. Böylece 1954 yılı Kıbrıs
konusunun artık hükümet kanadında olmasa bile Türk kamuoyu ve özellikle
Türk basınında Kıbrıs sorununa daha yakından bakıldığı ve ulusal bir sorun
olarak algılanan konuya sahip çıkıldığı bir yıl olmuştur. Öte yandan 5 Haziran
1954 tarihinde ABD ziyareti sonrasında dönüş yolunda Atina’ya da uğrayan
Adnan Menderes’in Yunan gazetecilerle yaptığı toplantıda Yunanistan’ın Kıbrıs
konusunu BM’e götürmesi durumunda bu duruma Türkiye’nin muhalefet
etmeyeceğini belirttiği de ileri sürülür. Yunan gazeteleri tarafından ortaya
atılan bu iddia karşısında ilginçtir ki Adnan Menderes kanadından herhangi
bir yalanlama veya tekzip gelmemiştir. Şüphesiz her ne kadar Türk kamuoyu
Yunan gazeteleri tarafından ortaya atılan bu iddiayı inandırıcı bulmamakla
birlikte Türk hükümeti kanadından konuyla ilgili bir yalanlama gelmemesi de
kamuoyunu şaşırtmıştır. Konuyla ilgili olarak tepki gösteren ise Türk gazeteleri
olmuştur22:
“…Kıbrıs davasının Birleşmiş Milletlere getirilmesine Türkiye’nin muhalefet
etmeyeceği hakkındaki haberler burada herhangi bir akis yaratmamış, tefsire değer bir
hadise olarak karşılanmamıştır. Ankara siyasi çevrelerinin bu husustaki izahlarını şöyle
20
21
22
Son Posta, 11 Temmuz 1954.
3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması sonrasında Rusların
ilerlemesini önlemek maksadıyla İngiltere, Osmanlı Devleti’ne yardım talebinde bulunur.
Ayastefanos Antlaşması’nın Türklerin lehine ve çıkarlarına uygun hale getirilmesine
çalışacağını belirterek Kıbrıs’ın yönetiminin geçici olarak kendisine devredilmesini ister.
4 Haziran 1878’de Hariciye Nazırı Safvet Paşa ve İngiliz Elçisi Ostan Henry Layard
arasında Yıldız Sarayı’nda iki maddelik nihai antlaşma imzalanır ve yıllık 92.986 Sterlin icar
karşılığında Kıbrıs adası İngiltere’ye verilir. Ancak İngilizler bu parayı da Kıbrıs’tan toplayıp
öderler. 1878 yılına kadar Kıbrıs’ta söz sahibi olan ve idarede görev alan Türk nüfusun bir
anda idare edilen durumuna düşmesi, Türklerin memuriyetten uzaklaştırılarak yerlerine
Rumların göreve getirilmesi, bunun sonucunda Türklerin ekonomik kayba uğramaları,
ellerindeki arazi ve gayrı menkulleri satmak zorunda kalmaları Rumların bu işten kârlı
çıkmasına sebep olur. Türk İstiklal Savaşı’nın kazanılması sonrası 24 Temmuz 1923’te
imzalanan Lozan Antlaşmasıyla Türk Devleti İtilaf Devletleri’nce resmen tanınmasına
rağmen Antlaşmanın 16, 20 ve 21. maddeleri ile Kıbrıs’ın İngiliz toprağı olduğu kabul edilir.
Lozan Antlaşması’nın hemen sonrasında antlaşma hükümleri İngiltere tarafından 6 Ağustos
1924 tarihinde tasdik edilir. O güne kadar Türk tabası olarak görülen Kıbrıs Türklerinden
İngiliz uyruğuna geçmek ve adada kalmak veya Türk tâbiiyetine sahip olarak adayı terk
etmek ve Türkiye’ye göç etmek isteyenlere tanınan bu haklarla yaklaşık 7-8.000 civarında
Kıbrıslı Türk de kayıklar, tekneler veya vapurla Türkiye’ye göç eder. 10 Mart 1925 tarihinde
İngiliz Kralı V. George’un emriyle Kıbrıs bir Taç Koloni (Crown Colony) haline gelir. Sir
Malcolm Stevenson’un 1 Mayıs 1925’te Kıbrıs’ın ilk İngiliz Valisi olmasının ardından Türk
toplumuna da verilmesi gereken elektrik, su, yol, posta, belediye hizmetleri gibi hizmetler,
eğitimle ilgili devlet hizmetleri Rumlara ağırlıklı olarak verilmeye ve Türkler üzerindeki
baskı ağırlaştırılmaya başlanır. Bu dönemde Türkiye’de Kıbrıs konusunda herhangi bir
çaba ve gayret söz konusu değildir Colin Thubron, Journey Into Cyprus, Middlesex, 1986,
s.217; Achille Emilianides, Histoire De Cyprus, Paris, 1963, s.90; Salahi R. Sonyel, ”İngiltere
Dışişleri Bakanlığı Belgelerine Göre: Osmanlı Padişahı Abdülhamit 48 Saat İçinde Kıbrıs’ı
İngilizlere Nasıl Kiraladı?” , Belleten, C.XLII, S.165-168, Ankara, 1978, s.741; Nihat Erim,
Bildiğim ve Gördüğüm Ölçüler İçinde Kıbrıs, Ankara, 1975, s.3; Murat Sarıca, Erdoğan Teziç,
Özer Eskiyurt, Kıbrıs Sorunu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yay., İstanbul, 1975, s.7;
Haşmet Muzaffer Gürkan, Bir Zamanlar Kıbrıs’ta, Lefkoşa, 1996, s.91.
Hürriyet, 13 Haziran 1954.
187
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ifade etmek mümkündür; Türk hükümeti alel umum dış politika meselelerine karşı
büyük bir dikkat ve ihtimam göstermektedir. Hükümetin Kıbrıs meselesi karşısındaki
durumunu da aynı şekilde mütalaa etmek lazımdır. Yunanların bu münasebetle
başvurduğu ilk tertipler sırasında Türk hükümeti İngiltere nezdinde lüzumlu teşebbüsü
yapmış, bu hususta herhangi bir karara varmadan evvel Türk görüşünün de mutlaka
öğrenilmesi lazım geldiğini bildirmiştir. İngiltere hükümeti Kıbrıs’ta mevcut statükoyu
muhafazaya taraftar olduğunu sarahaten bildirmiş ve müteaddit vesilelerle bu görüşünü
tekrarlamıştır. Bu vaziyet karşısında Türkiye bugün için Kıbrıs diye bir meselenin
mevcudiyetini kabul etmemektedir. Şimdi Yunanların meseleyi Birleşmiş Milletlere
getireceklerinden bahis olunmaktadır. Bu hal Kıbrıs adasının Yunanlara terk edileceği
manasına gelmez. İngiltere hükümetinin bu hadise dolayısıyla durumu meydandadır
ve bu durumda herhangi bir değişikliği icap ettirecek siyasi bir inkişaf da yoktur. Diğer
taraftan Türkiye; Yunanistan ve Yugoslavya ile önümüzdeki günlerde üçlü bir askeri
ittifak yapmak kararındadır. Çok daha mühim ve hayati ehemmiyeti haiz olan bu gibi
meselelerin icra safhası sırasında bir takım dedikodular yapmak ciddiyet ve ağırbaşlılıkla
telif kabul etmez bir hareket olur”.
Daha sonraki süreçte de gerek DP ve gerekse 14 Mayıs 1950 sonrasında
Adnan Menderes hükümetinin Kıbrıs konusuna uzun bir süre ihtiyatlı, soğuk
ve mesafeli yaklaşmasının sebebi şüphesiz özellikle Adnan Menderes’in
Yunanistan hükümetiyle kurulan sıcak ilişkilerin bozulmamasına gösterdiği
özendir; ancak bu yaklaşım bir müddet sonra tamamen değişecek ve Kıbrıs
konusunda cumhuriyet tarihinde alınan en radikal kararların altına Adnan
Menderes imza atacaktır. 1955 yılında Kıbrıs konusunda önemli bir faaliyet ise
İngiltere ev sahipliğinde düzenlenecek olan bir toplantıdır. Bu toplantının en
önemli özelliği ise Türkiye’nin Kıbrıs konusunda taraf olarak katıldığı ilk Kıbrıs
toplantısı olmasıdır23. Esasında Lancaster House’de yapılacak bu toplantıyla
İngiltere’nin yapmaya çalıştığı Yunanistan’la Türkiye arasında bir arabuluculuk
değil, tam tersine Yunanistan tarafından Birleşmiş Milletlere götürülen Kıbrıs
konusunu uluslararası camiadan uzaklaştırmak, sorunun eğer varsa İngiltere
ile Yunanistan arasında bir sorundan ziyade Türkiye ile Yunanistan arasında
bir sorun olduğunu ortaya koymaktır. Böylece 1950’li yılların başında bir Kıbrıs
sorunu olmadığı iddiasındaki Türkiye bir anda muazzam bir değişime uğrayacak
ve kendisini bir anda Kıbrıs konusunda taraf olarak bulacaktır. Toplantının
başlamasıyla beraber 1 Eylül 1955 günü Türkiye adına Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu söz alarak Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili düşüncelerini açıklar24:
“...Türkiye, Kıbrıs için kendisinden ayrılan arazinin mukadderatını katî
bir şekilde tayin etmekle kalmamış, muahedenin imzası sırasında akıbeti henüz belli
olmayan arazi üzerinde de istikbale matuf bir taahhüt altına girmeyi reddetmiştir.
Görülüyor ki Lozan Muahedenamesi gayet sarihtir. Bu sarahate rağmen Kıbrıs’ın Lozan
Muahedenamesinin revizyonuna girilmiş olur… Bu adanın mukadderatı ancak Türkiye
23
24
Special Committee On Cyprus Affairs, a.g.e., ss.166-169.
Mehmet Gönlübol, Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara, 1977, s.343.
188
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ile İngiltere arasında tayin edilebilir… Fakat Kıbrıs adası statüsünün şu veya bu şekilde
değiştirilmesi mevzubahis olursa Türkiye kendisini bu meselede birinci derecede alakalı
sayacaktır. Çünkü Türkiye’nin Kıbrıs hakkındaki feragati ve fedakârlığı yalnız İngiltere
lehine ve muayyen şerait altında olduğuna göre bu durum değiştirilmek istenirse Türkiye
Hükümeti o feragatten önceki durumuna avdet etmeyi talep edecektir… Kıbrıs adası
askerî bakımdan bin nefis Türkiye’nin ve Türkiye’ye hem civar şark memleketlerinin
akıbetleriyle Türkiye kadar yakından ilgili bir devletin elinde bulunmak zorundadır. Yani
Türkiye’nin veya Türkiye’ye askerî anlaşmalarla bağlı Ortadoğu memleketlerinin bir
harbe girmeleri halinde Kıbrıs da onlarla beraber harp halinde olmalıdır… Türkiye’nin
Batı limanları maalesef muhtemel düşmanın kuvvetli tesir sahasına dâhil bulunmaktadır
ve Türkiye bir harp halinde ancak Güney limanları vasıtasıyla beslenebilir. Bu hakikat
göz önünde tutularak Türkiye’nin beslenmesine yarayan bütün infrastructure şebekesi
Antalya, Mersin, Yumurtalık ve İskenderun gibi Türk limanlarından başlayan pipeline
vasıtasıyla yapılmaktadır. Bu adanın hâkimi Türkiye’nin bu limanlarını da himaye
edecek bir durum muhafaza eder…”
İngiltere’nin talebi doğrultusunda Türk heyetinin son derece set ve
uzlaşmaz bir tavır içine girerek görüşmelere başladığı toplantılar süresince
herhangi bir uzlaşmaya veya asgari müşterek noktasına ulaşılması söz konusu
olmaz. Yunanistan’ın açık açık Enosis’i25 istediği, dünya kamuoyunu yanıltmak
için self-determinasyon talebinde bulunduğu, Türkiye’nin ise “Eğer Kıbrıs’ta
İngiltere egemenliğine son verilecekse, bu adanın 1878’e kadar hem yönetimini
hem egemenliğini elinde tutan, 1923’e kadar da yalnız egemenliğini elinde tutan
Türkiye’ye verilmesi gerektiğini” talep ettiği konferans İngiltere’nin arzu ettiği
şekilde arabulucu rolüne soyunmasıyla sona erer26. Kıbrıs konusunda Yunan
taleplerinin aynı çizgide devam etmesi durumunda Türkiye’nin de Lozan
şartlarını gözden geçirmeyi düşünebileceğini belirten Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü
Zorlu’nun açıklaması Yunan heyetinde hayal kırıklığı yaratırken İngiltere’nin
istediği olur ve İngiltere uzun süre koruyacağı Türk-Yunan ilişkilerinin uzlaşmaz
noktada olduğu, Kıbrıs konusunda İngiltere gibi büyük bir devletin hamiliğine
ihtiyaç duyulacağı tezini iyiden iyiye pekiştirir. Görüşmelerin devam ettiği
dönem içerisinde son konuşmayı 1 Eylül 1955 günü Dışişleri Bakanı Zorlu yapar
ve Kıbrıs adasının Türkiye’nin savunması ve güvenliği açısından son derece
önemli olduğunu, İngiltere’nin adadan ayrılması durumunda bu durumun çok
daha önem arz edeceğini ve askerî, siyasi, coğrafî, kültürel pek çok bakımdan
Kıbrıs’ın Türkiye’nin bir parçası olduğunu belirtir. Bunun hemen akabinde 3
Eylül 1955 tarihinde gazetecilere bir demeç veren Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü
Zorlu, toplantının başarısızlıkla sonuçlanmadığını belirtir27:
25
26
27
Alexis Heraclides, Yunanistan ve Doğu’dan Gelen Tehlike: Türkiye, İletişim Yay., İstanbul,
2003, s.72.
Rifat Uçarol, Siyasi Tarih (1789–1994), İstanbul, 1995, s.744.
Gönlübol, a.g.e., s.344.
189
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
“...Konferans muvaffak olmuştur. Çünkü burada her üç taraf da fikirlerini
açıklamak imkânını bulmuştur. Türkiye kendisine has samimiyetle bu mesele hakkındaki
görüşünü en ufak teferruata kadar büyük bir vuzuhla açıklamış ve bundan sonra
muhalif hareketler karşısında aksülamellerini büyük bir samimiyet ve açık kalplilikle
ortaya koymuştur... Bir konferansın muvaffak olabilmesi için onun bir uzlaşmaya gitmiş
olması şart değildir. Çünkü bu konferansta İngiltere ve Türkiye gibi iki hak sahibiyle
Yunanistan gibi haksız taleple ortaya çıkan bir memleket vardır. Kıbrıs meselesinde
Yunanistan’a taviz vermek hiçbir vakit nazarı itibara alınamaz. Kıbrıs davasını dünya
efkârına bir self-determinasyon meselesi gibi göstermeye çalışmak yersizdir. Kıbrıs
davası her şeyden evvel beynelmilel akitlere sadakat veya âdemi sadakat, hür dünyanın
emniyet ve muvazene davasıdır”.
Türkiye’de durumla ilgili bir değerlendirme yapan hükümet de bu yönde
görüş bildirir ve Kıbrıs konusunda Türklere yönelik katliam yapılacağı şeklinde
endişeleri olduğunu belirterek bir çözüme ulaşılamaması halinde adanın tekrar
Türkiye’ye iade edilmesini ister. Bu arada Makarios yaptığı bir açıklamayla
Kıbrıs konusunda yeni bir plan üzerinde çalıştığını ve bundan sonra pasif bir
siyaset takip edileceğini belirtir28:
“...Bundan böyle şiddet politikasına son vereceğim ve bunun yerine pasif bir
politika takip edeceğim. İlk olarak vergi vermeyeceğiz, mallarımız satışa çıkarılacak,
kimse hükümet tarafından satışa çıkarılan mallarımızı satın almaya cesaret edemeyecek.
Bir müddet sonra da öğretmenler okullara devam etmeyecekler, talebeler özel surette
yetiştirilecek. Daha sonra da yüksek kademedeki memurlar istifa edecek, küçük memurlar
umumi greve gidecekler ve polisler de vazifelerinden istifa edecekler... EOKA halk
tarafından tutulmaktadır. Halkın arzuları hilafına benim EOKA’yı takbih etmem hiç de
doğru değildir.”
2.1. Rum Tedhişine Karşı Türkiye’de Oluşan Tepkiler
Adanın dört bir yanında terör estirmeye başlayan EOKA ayrıca Temmuz
1955 tarihinden itibaren ilk defa olarak özellikle Türklerin yaşadığı bölgelerde
Türkçe bildiriler dağıtmak suretiyle beyin yıkama ve propaganda faaliyetlerine
girişir29. Bu dönemde meydana gelen en ilgi çekici gelişmelerden birisi de EOKA
tedhişine tepki göstermek üzere Türkiye’de Türk Kıbrıs Müdafaai Hukuk
Cephesi isimli bir organizasyon yapıldığı iddialarıdır. Dönemin Başbakanına 25
Ağustos 1955 tarihinde gönderilen Celalettin Sorgunç imzalı bir mektupta böyle
bir oluşuma gidildiği ileri sürülür30:
28
29
30
Ajans Türk aracılığıyla ve Necdet Evliyagil imzasıyla 22 Eylül 1955 tarihinde Başbakan
Adnan Menderes’e sunulan Kıbrıs olaylarıyla ilgili rapor. BCA.030.01.129.839.1.
Christos P. Ioannides, In Turkey’s Image-The Transformation of Occupied Cyprus into a Turkish
Province, New Rochelle Publications, Londra, s.55.
BCA.030.01.36.218.2.
190
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
“Türk Kıbrıs Müdafaai Hukuk Beyannamesi No.1
Bugüne kadar bizim de soğukkanlılıkla takip ettiğimiz Kıbrıs olayları gösteriyor
ki gerek dâhilden ve gerek hariçten bir yabancı devlet olan Yunanlılar tarafından
desteklenen istilacı bir teşkilat kurulmuş olup bu teşkilatın İngilizlerin gözü önünde
bugün adada mevcut olduğu da bir hakikattir. İngiliz idaresi meşhur soğukkanlılığıyla
durumun inkişafına intizar vaziyetinde dura dursun günün birinde belki öyle bir hal olur
ki canı, namusu ve malı ile ada içindeki Türk halkı kendilerine emanet edilen bu İngiliz
idaresi artık vaziyete müdahale edemez duruma düşebilir ve belki adadaki üslerinin, silah
ve mühimmatının da bu teşkilat tarafından ele geçirilmesine seyirci olmak vaziyetinde
kalabilir. Hükümetimizin bigâne kalamayacağı böyle feci bir duruma müdahalesi de belki
gecikebilir. Onun için milletçe özel tedbirler almaya ve meşru müdafaa için mukabil bir
teşkilat kurmaya lüzum hâsıl olmuştur. Bu teşkilatımız ne EOKA, ne de benzerleri gibi
bir teşkilat değildir. Sırf adadaki masum halk tecavüze maruz kaldığı takdirde müdafaa-i
nefis ve müdafaa-i hukuk için kurulmuştur. Bir intikam ve kin hissi gütmeyen ve bilakis
bu caniyane hareketlere katılmayan adalı diğer hemşerilerini de bütün hürriyetleriyle
korumayı hedef tutan bir teşkilattır… Bu vesile ile Kıbrıslı Türk kardeşlerime büyük
atamızın millete ve gençliğe hitabelerini bir kere de burada hatırlatırım. Kıbrıs Türk
halkının katliam korkusuyla köylere akın ettiklerini gazetelerde okuyoruz. Bunlara
tavsiyelerimiz, mecbur olmadıkça kıllarını bile kıpırdatmadan yerlerinde topluluklar
halinde kalmalarını ve fakat müdafaa i nefis için de hazırlıklı bulunmaları ve ada
İngiliz idaresi izharı aczettiği anda yine büyük atamızın bir Türkün on düşmana
bedel olduğunu ispat etmeleri ve tarihimizin şeamet dolu örneklerine birçoklarını daha
katmalarıdır. Aynı zamanda adadaki Türk dostu halka da bu olaylara katılmayarak ve
karışmayarak yerli yerlerinde oturmalarını ve iş güçleriyle meşgul olmalarını tavsiye
ederiz. İstiklal Harbi’nde de kendilerini yakinen tanıdıklarımıza bu defa sıkı durmalarını
arzuladığımızı bildiririz. Türk Kıbrıs Müdafaa-i Hukuk Cephesi”
Şüphesiz daha sonraki süreçte Türk Kıbrıs Müdafaai Hukuk Cephesi
imzasıyla başka bildiriler veya mektupların olmaması, ayrıca dönemin siyasi erki
tarafından konuyla ilgili olarak olumlu veya olumsuz bir tepkinin gösterilmemesi
bu yazılanların tamamen kişisel anlamda ortaya çıkan bir Türk vatandaşının
tamamen kendi inisiyatifi ve dönemin heyecanlı ortamından kaynaklanan
yapısına bağlı olarak cereyan eden bir durum olarak değerlendirilmelidir.
Kaldı ki 1957 yılı itibarıyla Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu tarafından Kıbrıs
Türklerine yönelik Türk Mukavemet Teşkilatı organizasyonunun faaliyete
başlaması sürecinde talep edilen bazı hususlar Başbakan Adnan Menderes
tarafından kabul görmemiş, Türk-Yunan ilişkilerinin Kıbrıs sorunu nedeniyle
bozulmasını istemeyen ve sorunları müzakere yoluyla çözmeyi hedefleyen
Menderes bu noktada istenilen müsaadeyi de yaklaşık 7 aylık bir beklemenin
sonrasında vermiştir31. Bu da yukarıda aktarılan beyannameyle ilgili olarak
devletin üst kademelerinde herhangi bir faaliyet başlatılmadığının işaretidir.
31
KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf R. Denktaş ile 8 Temmuz 2003 tarihinde
Lefkoşa’da yapılan görüşme.
191
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
3. Türkiye’de Havanın Gerginleşmeye Başlaması
İngiltere’de 29 Ağustos-7 Eylül 1955 tarihleri arasında İngiltere,
Yunanistan ve Türkiye arasında yapılması planlanan görüşmeler öncesinde
Türkiye de gerekli hazırlıklarını Dışişleri Bakanlığı vasıtasıyla yapmaktadır.
Ancak 24 Ağustos 1955 günü Başbakan Adnan Menderes, Kıbrıs konusuyla ilgili
çok sert bir açıklamada bulunur. Bu sert açıklamanın temelinde Yunanistan’ın
mütemadiyen ilhak peşinde koşması, ayrıca 28 Ağustos 1955 tarihinde ada
Türklerine karşı Rumlar tarafından katliama girişileceği yönündeki haberler
bulunmaktadır32. Bu konuyla ilgili olarak aynı gün CHP lideri İsmet İnönü de bir
açıklama yapar ve “Kıbrıs davası beyanatı bize ciddi bir vaziyet göstermektedir.
Kıbrıs’taki kardeşlerimizin yakın günlerde umumi bir tecavüz tehlikesi
karşısında bulunduğundan resmen bahsedilmiştir. Bütün vatandaşların alakası
bu vahim haber üzerinde toplanmalıdır. Dış meseleler ve tehlikeler üzerinde
iktidarın muhalefetle işbirliği yapması usulü bizde henüz teessüs etmemiştir.
Onun için tehlike zamanında yapabileceklerimizi acilen bildirmek isteriz.
Kıbrıs’taki kardeşlerimizin can ve mallarını tehlikeden kurtarmak için hükümeti
gayretlerinde destekleyeceğiz. Dış politikamızın Kıbrıs’la meşgul olacağı
bugünlerde iç politikamızın havasının da Kıbrıs ile dolu olduğunu dünyaya
göstermek vazifemizdir”33 der. Başbakan Menderes’in bu açıklaması Türk
kamuoyunda geniş yankı bulur ve aynı dönem içinde Türkiye’de de vatandaşlar
yetkili makamlara çektikleri telgraflar ve gönderdikleri mektuplarla Kıbrıs’ta
olup bitenler konusunda tepkilerini dile getirirler34:
“Sayın Başvekilimizin Yüksek Huzurlarına, İstanbul
Kıbrıs Hakkındaki Maruzat; 78 senesindeki muahedemizde Kıbrıs yalnız
Rusya’ya karşı bize muavenet için ve tehdiden Kars ve Ardahan tarafımızdan istirdat
edilinceye kadar işgal edilmek üzere İngilizlere bırakılmıştı. Lozan Muahedesi’nde Kıbrıs
hakkında ne sarih, ne işaşi hiçbir ifade yoktur. Binaenaleyh 1878 Muahedesi bugün
tamamen merisi olmak gerektir. Bu malumatı Lozan Muahedesi’nde vazifeli, salahiyetli
bir zattan öğrendim Müstaceliyete mebni maruzatın mazur görülmesi musterhamşir
tazimat hakikat zati devletlerince anlaşılır. Kemal Ohri, 30.08.1955 Beyoğlu”
“Başvekilimiz Sayın Adnan Menderes, Ankara
Kıbrıs hakkındaki mert ve tok sesiniz milli gururumuzun cihanı şuuruna
nüfuz eden tarihi bir abidesidir. 30 Ağustos zaferinin 30. yıldönümünde aynı zaferin
bahtiyarlığı ve hazzı içerisindeyiz. Milletin duyuş, görüş, seziş ve heyecanını bu kadar
vakar ve bu kadar veciz bir surette dile getirmek tarihte pek az devlet adamına nasip
32
33
34
Hüseyin Agun, Demokrat Parti İktidarının Kıbrıs Politikası 1950-1960, Ankara, 1997, ss.23-24.
Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam 1950-1964, Cilt III, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999,
s.208.
BCA.30.01.36.220.2
192
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
olmuştur. Kıbrıslı kardeşlerimizin hürriyetlerini teminata bağlaması demokratik
hamlemizin en büyük zaferidir. 30 Ağustos 1955, Ordu”
“Sayın Başvekilimiz Adnan Menderes
Kıbrıs anavatanımızın bir parçası olan Kıbrıs’a gitmeyi bir vatan borcu telakki
etmekte emirlerinizi intizar etmekteyiz. Ben Umum Birinci Dünya Harbi’nde Basra’da
Küt muhasarasında Bağdat cephesinde son mütareke esir düşüp iki sene esirde kalıp
tekrar İnönü Harbi’nde Yunanlılarla orda harp ettiğimizde Polatlı’ya kadar Yunanlılar
inip güzelim dağlarına Yunanlılar cephe tuttuğunda 30 Ağustos’ta “Allah Allah”
sesleriyle cepheyi bozup Uşak’ta, Gediz’de, palamut içinde Yunanlılar kaçtıklarını
unutmuşlar mı? Bütün bu harplerde bulundum. Tevellüdüm 319. 58 yaşında olduğum
bugün için Kıbrıs’a gitmeği kendim Şaban Bakır başta olmak üzere Konya Cezaevi’nde
bulunan 500 mahkûm vatanımız için hazırız.
Adres; Konya, Bozkır, Sarıoğlan bucağının Agras köyünden Mustafa oğlu
Şaban Bakır, Konya Cezaevi’nde. 31 Ağustos 1955, Konya”
“Sevgili Başbakanımız Adnan Menderes, Ankara35
Büyük Atatürk’ümüzün ‘Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir.’ kumandasının
devamını teşkil eden Kıbrıs hakkındaki beyanatınız kalplerimizi fethetmiştir. Minnet ve
şükranlarımızı saygıyla arz ederken afiyetlerinizi tanrıdan dileriz. Mustafa Özcan Baba
Kıvrak, 31 Ağustos 1955, Fethiye”
“Eşsiz reisimiz
Bendeniz 7 senedir öğretmendim. Çocuklara ders verirken eşsiz vatanımızın
devamı olan adalarımızın yabancı ellerde tutulması bendenizi mecnun edecek kadar
üzmekte ve heyecanımdan endişe etmekteyken, limanlarımızda bir avuç betonun ve
bir tane buğday tanesinin düşmesine dayanamıyorken Yunanlıların şu son hareketi
beni derime sığmaz etti. Kıymetli beyanatınız yüksek Türk milletinin şan ve şerefini
yükseltmiştir. Ve zatıâlinizi Türk milleti derin duyguları ile takdir ettiğini bendeniz
ifade eder… Tokat, Erbaa, Mürüs köyü ilkokulu başöğretmeni Ahmet Demirezen, 30
Ağustos 1955”
“Sayın Adnan Menderes, Başvekil, Ankara36
Türk Kıbrıs için bu akşam tertiplediğimiz toplantıya katılan yüzlerce
Mesudiyelinin duyuşlarına tercüman olarak alınan kararı aynen arz ediyorum. Biz
yüzlerce yıl evvel Kıbrıs’ı binlerce Türk şehidinin kanı pahasına kurtararak Orta Şark’ın
emniyetini sağlamıştık. Padişahlık devrinin idari aczi bize bu kutsal vatan parçasını
İngiltere’ye emanet ettirmiştir. Dünyanın siyasi buhran geçirdiği ve İngiltere ile NATO
cephesinde Orta Şark ittifakında el ele verdiğimiz şu anda bu emaneti geri istemek için
hükümetimizden dilekte bulunmak emelinde değiliz. Ancak tarihin hiçbir devrinde
Kıbrıs’a sahip ve hâkim olamamış bulunan Yunanlılar lehinde bir netice ile karşılaşmak
35
36
BCA.30.01.36.220.2
BCA.30.01.36.220.2
193
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
bedbahtlığına da tahammül edemeyiz. Hükümetimizin bu husustaki isabetli siyasetini ve
azimli hareketini takdir ve şükranla anar, bütün Mesudiyelilerin şükranlarını sunarım.
Hülagu Baykal, Mesudiye/Sivas, 30 Ağustos 1955”
“Sayın Adnan Menderes, Başvekil, Ankara37
Muazzam Türk tarihinin en muhallide eseri olan 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı
tesit etmek üzere Cumhuriyet Alanı’nı parti farkı olmaksızın mahşeri bir topluluk
halinde dolduran Ayvalıklılar bu mukaddes günün huşu ve vecdi içinde Türk hamaset
ve cengâverliğinin yadigârı güzel Anadolu’nun tabii ve bölünmez bir parçası olan ve her
karış toprağı mübarek şehitlerimizin temiz kanlarıyla yoğrulmuş bulunan yeşil adamız
Kıbrıs hakkında haykırmaları Türk vakar ve asaletinin olgunluğu içinde telin etmişler
ve Türkün hakkını azim ve irade ile en beliğ ve kati surette aksettiren ihtarınızdan dolayı
minnet ve şükranlarının arzına ve gaye uğrundaki emir ve işaretlerine bütün can ve
mallarıyla amade bulunduklarının da yüksek huzurunuzda iblağına karar vermişlerdir.
En derin bağlılık ve saygılarımızla arz eyleriz. Tertip heyeti namına Faruk Saylan,
Ayvalık, 30 Ağustos 1955”
“Sayın Adnan Menderes, Başvekil, Ankara/Türkiye
Sizi temin etmek isterim ki İngiltere’de birçok kimse Kıbrıs meselesindeki
azimli hattı hareketinizden dolayı minnettardır. Kıbrıs’ın yüz kızartıcı bir şekilde
Yunanistan’a teslim edilmesine mani olmanıza teşekkür ederiz. Yunanistan ne tarihi,
ne siyasi ve ne de manevi bakımdan Kıbrıs üzerinde hiçbir hak iddia edemez. Kıbrıs’a
muhtar idare bahşetmek büyük bir hatadır. Çünkü Kıbrıs Rumları adayı Yunanistan’a
teslim edeceklerdir ki bu takdirde de Kıbrıs’taki Türk ekalliyeti ıstırap içinde kalmış
olacaktır. İngiliz hükümetinin bu ve buna mümasil meselelerdeki zaafından dolayı utanç
duyuyorum. Herkesi memnun etmeye çalışıyorlar fakat netice de hiç kimse memnun
edilmiş olmuyor. Artık bundan böyle Kıbrıs’taki tedhişçilere karşı daha azimli bir hareket
tarzı ihdas edeceklerini ümit ederim. Hattı hareketinizi asla gevşetmeyiniz. Azimle karşı
durun ve Kıbrıs’ın Yunan idaresine geçmesini daima reddediniz. Derin saygılarımla. A.
Smith. 111Mayow Road, Sydenham, London 26”
“Sayın Adnan Menderes’e saygılarla
Şu anda mustarip bulunduğumuz hastalıktan mütevellit tedavimiz cihetiyle
Bursa Memleket Hastanesi, Ahmet Vefik Paşa pavyonunda Kıbrıs’ımızı her an
hatırlayarak heyecanlar içinde yatmaktayız. Kıbrıs’ımız hakkındaki konferansın
seyrinden memnunuz. Bu bakımdan Sayın Fatin Rüştü Zorlu’ya teşekkürü bir borç
biliriz. Yunan tezine hiçbir surette kıymet vermiyoruz. Yeşil ada hakkındaki Yunan
iddialarını çürük olarak görüyoruz. Kıbrıs’ta statükonun aynen muhafazası sulhçuluk
hususiyetlerimizdendir. ‘Kıbrıs Türk’tür.’ hissiyatımızın ifadesidir. Milli şiarımızı
baltalayanlar bilsinler ki yeşil ada için ölmeye azimliyiz. Kıbrıs Rum cemaati başpiskoposu
Makarios’un karşısına bu hal devam ettikçe büyüklerimizin müsaadeleriyle bedenen
çıkmak önüne geçilmez arzumuzdur. Arzumuz “Kıbrıs Türk’tür, Türk Kalacaktır.”
37
BCA.30.01.36.220.2.
194
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Sayın büyüğümüz; salah bulduğumuz takdirde ‘Kıbrıs Türk’tür.’ demeyenlerin karşısına
icabı halde ilk defa gönderilmemizi yüksek, asil ve necip vicdanınızdan şiddetli, önüne
geçilmez arzumuz olarak nezih hislerimizle rica ederiz. Hürmetler. Bursa, Trabzonlu
Faikoğlu Sabahattin Yurdakul, 4 Eylül 1955”
“Pek Sayın Başvekilimiz Adnan Menderes
Yüksek şahsınıza sunduğum ‘Kıbrıs Destanı’ İstanbul’da rağbet görmektedir.
Yalnız büyük boy, daha fazla sahifeli ve dört renkli çekici bir resimle yayımlansa
Türkiye’mizin dört bir köşesinde ümitlerim fevkinde satış rekoru kırabilir. Sayın
Başvekil; Yeni yazmış olduğum destanı basabilmem için yüksek şahsınızdan bir sene
vade ile İzmit kâğıt fabrikasından lütuf ettiğiniz kâğıtları alabilmem için emirlerinizi
esirgememenizi bilhassa arz ederim. Not: Sayın Başvekilim teminatım şu; “Ne malım,
ne mülküm sadece ülküm. Daim hür yaşarım, Türkoğlu Türküm.” Halk şairi Halil
Alınmaz, Necatibey Caddesi, No.302, Tophane-İstanbul, 5 Eylül 1955”
1 Nisan 1955 tarihinden itibaren adada Georges Grivas yönetimindeki
EOKA örgütünün başlattığı terör eylemleri Kıbrıs Türklerini olduğu kadar
Türkiye’deki Türk vatandaşlarını da etkilemeye başlamıştır. Toplumsal tepki
kendisini göstermekte gecikmemiş ve bunun sonunda önce Başbakan Adnan
Menderes’in açıklaması, ardından çeşitli sivil toplum örgütleri ve başta Hürriyet
gazetesi ve Sedat Simavi olmak üzere bazı gazete ve gazetecilerin Kıbrıs eksenli
haber ve yorumları ülkede insanların Kıbrıs davasını daha yakından ve kaygıyla
izlemesine neden olmuştur. Şüphesiz bu durum Anadolu insanının verilecek
olası bir mücadeleye hangi aşamada ve nasıl katkıda bulunabileceği sorusunu
da gündeme getirmiş ve insanlar genellikle gönüllü olarak Kıbrıs’a gitmek
istediklerini belirtirken devletin de Kıbrıs Türklerine acilen yardım etmesini
ve Yunanistan’a tepki göstermesini de talep etmişlerdir. Türkiye’de oluşan bu
kamuoyu baskısı 1950-1955 sonrasında ve Adnan Menderes hükümetlerinin 27
Mayıs 1960’a kadar devam edecek iktidarının ikinci yarısında daha sert, tepkili
ve Kıbrıs’ta Rauf R. Denktaş, Dr. Burhan Nalbantoğlu ve Kemal Tanrısevdi
tarafından kurulan Türk Mukavemet Teşkilatı’nı lojistik destek sağlamak
suretiyle daha radikal tedbirler almaya da sevk edecektir.
3.1. Yunan Gazetelerinin Tepkileri
Başbakan Adnan Menderes’in 25 Ağustos 1955 tarihli Kıbrıs konulu
beyanatından sonra Türk kamuoyunda olduğu kadar, Yunanistan kamuoyunda
da farklı şekillerde tepkiler oluşur. Özellikle Yunan gazeteleri bu beyanata
manşetlerinde geniş yer verirler. 26 Ağustos 1955 tarihli Vradyni gazetesi söz
konusu açıklamanın diplomatik çevreler arasında derin bir etki ve şaşkınlık
yarattığını belirtir38:
38
BCA. Atina Büyükelçiliği’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 27 Ağustos 1955 tarihli,
760/443-II.Q Sayılı yazının 2 numaralı eki.
195
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
“...Türk Başbakanının açıklamaları dün Bakanlar Kurulu’nda tartışıldı.
Yalnızca samimi duygularına değil, Türk-Yunan dostluğunu muhafaza etme ihtiyacına
her zaman bağlı kaldığını kanıtlayan Yunan sağduyusunu sağlamaya bir kez daha imkân
tanındı. Bununla beraber son Türk gösterileri her iki tarafa da kuşku tohumları ekiyor,
gerilim yaratıyor ve birleşme işine olduğu kadar her iki halka hizmetlerin en kötüsünü
yapıyor. Yunanistan her fırsatta pozisyonunun dostları yanında ortak düşmanlarının
karşısında olduğunu ilan etti. Doğaldır ki nereden gelirse gelsin her iki ülkenin
ilişkilerinin zehirlenmesi ittifaklara ani bir karşı darbe indirecek ve ortak düşmana
hizmet edecek. Aynı çevreler İngiliz hükümetinin bu konudaki sorumluluklarının ağır
olduğunun altını çiziyorlar, çünkü o ve Birleşik Devletler şiddetin saldırgan güçlerine
karşı özgür ülkeleri koruyucu çember temeli oluşturuyorlar. Büyük Britanya hükümeti
yalnızca müttefik ve komşu iki ülke arasında uyumsuzluk ve kargaşa fikrini ekmemeliydi,
ayrıca dostluk bağlarının birliğini sağlama ve muhafaza etmek için her türlü gayreti
göstermeliydi. Özellikle tehdit ve Kıbrıs Türklerinin korkusu üzerine formüle edilen
Menderes açıklamasında göreceli olarak hiçbir somut durumun bildirilmediğinin altı
çiziliyor. Türkler polemiklerini yanlış ve kötü niyetli söylentilere temellendirdiler,
çünkü Kıbrıslı Türk ve Rumların hayatının her zaman dostane ve durağan olduğu
kanıtlandı ve söz konusu suçlamalar yapılsın diye şu ana kadar adadaki Yunanlılara
karşı Türklerin yaptığı hiçbir somut şikâyet olmaması görünen bir olgudur. Son olarak
uzman çevreler tarafından barış düşmanlarına rağmen bu uyumlu ve dostane hayatın
gelecekte de devam edeceği ve hiçbir şartta, en küçük dahi olsa, Kıbrıslı Türk azınlığa
birinin dokunmasının mümkün olmayacağını altı çizilmektedir.”
Aynı şekilde 26 Ağustos 1955 tarihli Ethnos gazetesi de manşetlerinde
bu konuşmaya yer verir ve “Türk Başbakanının açıklamalarının içerik ve
tonunun Atina’daki diplomatik çevrelerde şaşkınlık yarattığını, Adnan Menderes’in
açıklamalarının Türk resmi makamlarını tuzağa düşürdüğünü ve İngiliz diplomasisi
tarafından soğukkanlılığının kaybettirildiğini, Türklerin dostları, müttefikleri ve
komşularının İngilizler değil Yunanlılar olduğunu unuttuklarını” belirtir39. Ethnos
gazetesi ayrıca Türkiye Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın açıklamalarının da
dikkate değer olduğunu belirterek Celal Bayar’ın “Türkiye, Kıbrıs konusunda
çok önemli ve sevinç uyandıracak kararların arifesindedir.” sözüne atıfta
bulunarak “Bayar bunu nereden öğrendi? Öyle görünüyor ki Londra Konferansı
toplanmadan önce İngiltere’den kendi ülkelerinin hükümetine güvenceler
verildi. Bununla beraber, asla gerçekleşmeyecek olan kararların değeri nedir?”
diye sorar. 27 Ağustos 1955 tarihli Acropolis gazetesi ise manşetine, “Bu
konuşma Başbakanın değil, İngiliz ajanının konuşmasıdır” şeklinde ağır bir
başlık koyar40. Aynı konuyla ilgili bir başka yazı ise Kathimerini gazetesinin
27 Ağustos 1955 tarihli sayısında yayımlanır: Kathimerini gazetesi de Adnan
Menderesin konuşmasını sert bulur ve tenkit eder.
39
40
BCA. Atina Büyükelçiliği’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 27 Ağustos 1955 tarihli,
760/443-II.Q Sayılı yazının 2 numaralı eki.
BCA. Atina Büyükelçiliği’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 27 Ağustos 1955 tarihli,
760/443-II.Q Sayılı yazının 2 numaralı eki.
196
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Kıbrıs konusunda göreceli olarak Yunanistan’a karşı İngilizlerin
yaptığı Türk muhalefet değişikliği resmi olarak kınandı. Türkler kendileri için
demokrasi, özgürlük ve insan haklarının boş sözler olduğunu kanıtladılar.
Yunan halkı, bu Türk hareketini, ne halk olarak, ne de yabancı propagandalarla
ve Hitler’in hayati yerleştirme (emplacement vital) komutu gibi eğitilmemiş
olan politik olarak olgun bir ulusun soğukkanlılığı ile karşıladı. Türkiye’de
İngiliz propagandasından çıkan tüm sözleri kabul eden ve hayati yerleştirmeye
ilerleyen Menderes’in sözlerini referans veriyoruz. Yunan halkı, unuttuğu
görülen geçmişten söz eden Menderes’in kızgınlığı hakkında yorum yapmak
istemiyor. Ama söz konusu beyanatla iki ülke arasındaki ittifakın temellerine
dinamit koyduğunu Türk Başbakanına nasıl tutmalı ve anlatmalı? Yine de geri
çekileceğini ve zamanla İngiltere için bile yanlış düşünülen menfaatlere gönüllü
hizmetlerinin ülkesine hiçbir şey sağlamayacağını hatırlamasını ümit edelim.
İngiliz dostluğu dünyadaki en kurnaz şeydir.
27 Ağustos 1955 tarihli L’Eleftheria gazetesinin konuyla ilgili yorumu da
en az diğer Yunan gazetelerininki kadar sert olur41:
“Ekonomik ve politik ciddi zorluklarla karşılaşan ve Türk halkının
memnuniyetsizliğini diğer sektörlere yöneltmenin yollarını arayan Türk hükümeti
Kıbrıs konusunda İngiliz oyunu bataklığına saplanıyor. Türk Başbakanının önceki
günkü provakatif açıklamaları bu üzücü karmaşanın ifadesini oluşturuyor. Ama ne
Yunan halkı, ne hükümet soğukkanlılığını kaybetti...”
Türkiye Başbakanı Adnan Menderes’in 25 Ağustos 1955 tarihli
açıklamasıyla ilgili olarak L’Ethnikos kiryx gazetesi de 27 Ağustos 1955 tarihli
sayısında sert tenkitlere yer verir42:
“Yunanistan’a karşı saldırgan ve provakatif olan Türk Başbakanı Menderes’in
açıklaması Türk argümanlarını bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Kıbrıs meselesinde
Menderes’in emirle konuştuğu sanılıyor. Başbakanın tüm söyledikleri Türkiye’nin
üzerine aldığı politikaya hizmet etmek olan Dışişleri Bakanlığı emridir...”
26 Ağustos 1955 tarihli Atina çıkışlı To Vima gazetesi de aynı konuya
değinerek sert ve hayli uzun bir yazı yayımlar. L’Acropolis gazetesinin 26
Ağustos 1955 tarihli sayısında da Menderes’in konuşmasıyla ilgili Yunan tepkisi
ön plana çıkar. Kathimerini gazetesinin 26 Ağustos 1955 tarihli manşetinde de
Türkiye Başbakanı Adnan Menderes’in söz konusu konuşmasıyla ilgili Yunan
tepkileri yer alır. Atina Basın dergisi de Kıbrıs Sevenler Derneği başlığıyla 27
Ağustos 1955 günü bir makale kaleme alır43:
41
42
43
BCA. Atina Büyükelçiliği’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 27 Ağustos 1955 tarihli,
760/443-II.Q Sayılı yazının 2 numaralı eki.
BCA. Atina Büyükelçiliği’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 27 Ağustos 1955 tarihli,
760/443-II.Q Sayılı yazının 2 numaralı eki.
BCA. Atina Büyükelçiliği’nin Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 27 Ağustos 1955 tarihli,
760/443-II. Q Sayılı yazının 2 numaralı eki.
197
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
“Akropolis son yorumunda şöyle diyor: Bugünlerde Kıbrıs bir kere daha sesini
yükseltecek ve bağımsızlığını kazanma uğruna savaşmaya devam edecek. Kıbrıs’ı
Sevenler Derneği, Kıbrıs halkının hislerine tercüman olmakla birlikte kendi geleceğini
belirleme hakkının tanınmasına kadar savaşma kararını açıklamaktadır. İngiliz
yönetiminin askeri güçlerini bölgede yoğunlaştırmasının ve bu Yunan adasının yollarını
dikenli tellerle çevirmesinin pek önemi yoktur. Bu Kıbrıs’ın haklarına kavuşamadan akla
hayale gelmeyecek korkunç olayların ilki değildir. Bundan sonra da buna benzer nice
uygulamaya göğüs gerecektir. Şüphesiz çok acı çekecektir ancak sonunda kesinlikle galip
gelecektir çünkü bağımsızlığın güç üzerindeki hâkimiyeti tarihsel bir kuraldır. Bugün
bu Kıbrıs belki de tüm halk için bazı ‘büyüklerin’ bastırmaya çalıştıkları bir devrime yol
açacak önemli bir etaptır. İnsanların özgürlükleri hiçbir zaman bitmeyecektir. İçlerinde
yüzlerce yıldır sönmeyen bu ateşi taşımaktadırlar. Büyük devletlerin bu kutsal ateşi
söndürme gayretleri boşa çıkacaktır. Kıbrıs, İngilizlere Londra Konferansı öncesinde
bunu hatırlatmıştır. Londra Konferansı’ndan üç gün önce Ethnos ilk yorumunda
şöyle yazıyor; ‘Yunan Kıbrıs’ı bir kere daha bir araya gelerek İngiltere’nin kendi
imparatorluğu dâhilindeki farklı ırklardan çeşitli halklara vermekte zorlandığı özgürlük
ve self-determinasyon hakkını açıkça haykırmıştır. Şu kesindir ki Kıbrıs halkının isteği,
İngilizlerden gelen reaksiyonlara ve Türklerin ağlamalarına rağmen gerçekleşecektir
çünkü bu dünyada özgürlüğü yok etmeye muktedir bir güç yoktur...”
Dönemin Yunan gazeteleri tarafından çok sert eleştirilen Başbakan
Adnan Menderes’in bu açıklamasıyla ilgili olarak Türkiye’de Demokrat Parti
iktidarında yaşanmakta olan ekonomik sıkıntılar, bunun doğurduğu yüksek
enflasyon, halkın alım gücünün azalması ve başta üniversiteler, gazeteler ve
meclisteki muhalefet partileri vasıtasıyla ortaya konulan tepkiler yanında
içte ve dışta ciddi siyasi sıkıntılar yaşayan ve ülkede ortaya çıkan bütün
bu memnuniyetsizlikleri gündem değiştirerek ve saptırarak başka alanlara
yöneltmeye çabalayan bir siyasetçi portresi çizdiği, ayrıca İngilizlerin ince
taktiklerine kurban olarak bir bataklığa saplandığı da belirtilir. Gazetelerin bir
diğer suçlaması ise bu açıklamanın Türkiye Başbakanı tarafından değil de sanki
bir İngiliz casusu tarafından yapıldığı şeklindedir.
3.2. 6/7 Eylül Olayları
Bu dönem esasında ülke içinde ekonomik ve siyasi çalkantıların yoğun
olarak yaşandığı bir süreçtir ve Adnan Menderes hükümeti yaklaşan trajik
olaylara kadar geçen süreçte nasıl bir dış politika izleneceği ve Kıbrıs konusunda
nasıl bir yol haritası hazırlanacağı konusunda çok da hazırlıklı değildir. 14
Mayıs 1950 tarihinde ilk defa iktidara gelen ve ülkede çok partili siyasi sisteme
geçilmesinin ardından kendisini bir anda ezici bir meclis üstünlüğüyle Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nde bulan Demokrat Parti’nin ekonomik ve siyasi taleplere
yeterli ve tatmin edici cevaplar verememesi, 1950’de NATO üyesi olmamasına
rağmen Kore’de ABD’nin en büyük müttefiki olarak savaşa katılması ve ilk etapta
198
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
14 bin kişilik Birleşmiş Milletler askeri gücünde 5 bin askerle neredeyse bu gücün
1/3’ünü oluşturmasının ardından ABD’yle ilişkilerin daha da yakınlaşması,
buna mukabil Amerikan taleplerine daha edilgen ve tavizkar tepkiler verilmesi
DP hükümetini zor duruma sokan faktörler arasındadır. TBMM çatısı altında
özellikle Cumhuriyet Halk Partisi ve Millet Partisi tarafından yürütülen sert
muhalefet de DP’nin daha hırçın bir politika izlemesine neden olmuş durumdadır.
Amerikan desteğinin de etkisiyle başlangıçta son derece liberal bir çizgide siyaset
yapmaya çalışan Adnan Menderes ve partisinin seçim süreçlerinde azınlıklara
yönelik yaklaşımları da sağduyulu ve aklıselim içerisinde olmakla birlikte
bu strateji iktidar partisinin yolunda gitmeyen icraatları, ekonomik hayatın
sıkıntılı ve zor bir sürece girmesinin ardından kötüleşmeye ve gerginleşmeye
başlar. Ekonomik tedbirlerde uygulama hataları ve buna bağlı olarak ortaya
çıkan kaçınılmaz yüksek enflasyon oranları hayatın çekilmez hale getirirken
toplumsal tepkiler de yükselmeye başlamış durumdadır. Muhalefeti ve söz
konusu bu toplumsal tepkiyi bastırmanın yollarını arayan DP hükümeti ise
çareyi basın organlarını, aydınları, öğrencileri susturmak için tedbirler almaya
başlar ve 6/7 Eylül olaylarından daha 15 gün öncesinde sıkıyönetim uygulaması
için harekete geçer44. Özellikle 1953 yılından itibaren Rumlara ve Patrikhaneye
yönelik olarak dönemin gazetelerinde başlatılan çeşitli linç kampanyaları 1955
Nisan aynından itibaren Kıbrıs olaylarıyla da birleşince durum çok daha ciddi
bir boyut kazanır ve görüntüde Rumlara yönelikmiş gibi görünen saldırılar
Ermeniler, Yahudiler ve hatta Beyaz Ruslara kadar uzanır45. Lancaster House
toplantısı ve hemen ardından gelen trajedi ise DP ve Adnan Menderes’in Kıbrıs
siyasetinde radikal değişiklikler yapmasına ve bu konuya ayrı bir duyarlılıkla
yaklaşmasına neden olacaktır. Kıbrıs konusunun İngiltere yüzünden önce
uluslararası bir hal alması ve hemen ardından bir sorun olarak duyurulmasıyla
birlikte DP de bu konuda daha cesur ve daha atak bir yaklaşım sergilemeye
başlar. TBMM’de muhalefetin de soruna aynı duyarlılığı göstermesiyle birlikte
konu ulusal hüviyetini iyice pekiştirir ve partiler üstü bir hal almaya başlar. Bu
durum ülkede iktidar ve muhalefetin en azından asgari müştereklerde buluşması
anlamında son derece önemli bir gelişmedir. Bu paralelde CHP Genel Başkanı
İsmet İnönü de “…Kıbrıs davası üzerinde hükümetin beyanatı, bize ciddi bir vaziyet
göstermektedir. Kıbrıs’taki kardeşlerimizin yakın günlerde umumi bir tecavüz tehlikesi
karşısında bulunduğundan resmen bahsedilmiştir... Kıbrıs’taki kardeşlerimizin can ve
mallarını tehlikeden korumak için hükümetin alacağı bütün tedbirlerde beraberiz. Dış
politikamızın Kıbrıs ile meşgul olacağı bu günlerde iç politikamızın havasının da Kıbrıs
ile dolu olduğunu dünyaya göstermemiz vazifemizdir”46 açıklamasında bulunur.
Lancaster House Üçlü Konferansı’ndan olumsuz bir sonucun çıkması, Kıbrıslı
Rumların ve Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı takındıkları olumsuz tavır, özellikle
44
45
46
Güven, a.g.e., s.40.
İstanbul’da tahrip edilen işyerlerinin %59’u Rumlara, %17’si Ermenilere, %12’si Yahudilere
aittir. Güven, a.g.e., s.39.
Fahir Armaoğlu, “1955 yılında Kıbrıs Meselesinde Türk Hükümeti ve Türk Kamuoyu,”
A.Ü. SBF Dergisi, C.14, No. 2/3, Temmuz 1959, ss.57-85.
199
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Kıbrıs’ta soruna siyasi bir çözüm bulunamayacağı iddiasındaki Rumların ve
Yunanistan’ın Kıbrıs sorununu silahla ve tedhişle çözmeye yönelik olarak emekli
Yunan subayı Grivas’ın komutasında EOKA tedhiş örgütünü kurmaları ve 1
Nisan 1955 tarihinden itibaren adayı kan gölüne çeviren EOKA saldırılarının
adada Türkleri topyekûn imhaya yönelik faaliyetlere girişilmesi bardağı taşıran
son damla olur ve fitili ateşler. Öte yandan bir yandan ülke içinde sıkıntılı
günler geçiren ve CHP’nin etkili muhalefeti karşısında bocalayan, öte yandan
uluslararası alanda Kıbrıs konusunda Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan’la gergin
anlar yaşayan hükümet içinde Londra’da toplanan üçlü zirveden herhangi bir
sonucun çıkmaması ve İngiliz heyetinin de Yunanistan heyetiyle aynı tarafta
olması sonrasında ne yapılacağı konusunda fikir yürütülmeye başlanır.
Öte yandan bu dönemde Menderes Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a
‘bütün Avrupa devletlerini karşısına almak pahasına taviz verilmeyeceğini’
belirterek “Taksim” konusunda tavır koyar47. Bir başka iddiaya göre ise ülke
içinde Demokrat Parti tarafından siyasi ve ekonomik problemleri unutturarak
gündemden düşürmek ve özellikle Türk kamuoyunun dikkatini Kıbrıs
olaylarına çevirmek maksadıyla böyle bir faaliyete geçilmiştir. Bu noktada
tartışılan bir başka husus ise genç Türkiye Cumhuriyeti devletinin sistemli
bir homojenleştirme seferberliği içine girdiği tartışmalarıdır. Yunanistan’la
anlaşmalarla da olsa yapılan Büyük Mübadele sürecinin ardından 1934 yılında
Trakya bölgesinde Yahudilere yönelik başlatılan kampanya, ardından İkinci
Dünya Savaşı döneminde uygulamaya geçirilen Varlık Vergisi dayatması, bu
döneme kadar Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yaşayan Ermenilerin İstanbul’da
toplanmaya başlanmalarının ardından ortaya çıkan 6/7 Eylül olayları da farklı
etnik kökenlerin yaşadığı bu coğrafyanın ulus-devlet çizgisinde Türk unsurunu
ana ve dominant unsur olarak ön plana çıkartma ve “milli ekonomi yaratma”48
girişimi olarak da algılanır.
6/7 Eylül olayları nedeniyle zamanın Başbakanı Adnan Menderes
ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da Yassıada’da sorumlu bulunarak
cezalandırılırlar. 6/7 olaylarının ilk patlak vermesiyle ilgili fitili ateşleyen
Selanik’teki bombalama olayının ilk olarak DP yanlısı İstanbul Ekspres
gazetesi tarafından büyük puntolarla ve halkı kışkırtıcı bir şekilde verilmesi
de olaylarla ilgili olarak hükümetin daha önceden bilgisi olduğu yönündeki
iddiaları güçlendirir. Olayın İstanbul’daki tanıklarına göre ise “…sonradan çok
iyi anlaşıldığına göre bu işi bizim iktidardaki siyasiler düzenlemiş bulunmaktadır”49.
Olayların arkasında DP hükümetinin bulunduğu iddiasındakilerden birisi de
o dönem tutuklanarak hapse gönderilenler arasında bulunan Aziz Nesin’dir.
Aziz Nesin’e göre DP iktidarının uyguladığı yanlış tarım politikaları sonrasında
47
48
49
Süleyman Yeşilyurt, Bayar Gerçeği, 1956, Ankara, s. 207.
Dilek Güven, “6-7 Eylül Olayları ve Failleri”, Toplumsal Tarih, Sayı 141, İstanbul, Eylül 2005,
s. 38
Aydın Boysan’dan aktaran Rıfat N. Bali, 6-7 Eylül 1955 Olayları; Tanıklar-Hatıralar, Libra
Yay., İstanbul, Kasım 2010, s. 17
200
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
kırsaldan şehirlere yapılan göçlerle nüfus kabarmış ve bunun sonucunda da
bilinçsiz ve cahil insanlar iktidar partisine de güvenerek bu olaylara sebep
olmuşlardır50.
“...6/7 Eylül olayının tek sorumlusu DP iktidarıydı. Rum azınlığa karşı bir
gövde gösterisi yaparak gerekirse savaşı bile göze alabileceklerini dünyaya kanıtlamak
istemişti. Ama elbette bu yağmayı, çapulculuğu, kıyımı ve talanı istememiştir. Olaylarda
yönetimi kaybedince bu olaylar gerçekleşti...”
6 Eylül günü İstanbul’da bulunan Başbakan Adnan Menderes ile Celal
Bayar saat 20.00 treni ile İstanbul’dan ayrılırlar ve DP hükümeti de olayların
faillerinin bulunması konusunda fazla çaba harcama taraftarı olmadığını belli
eder. Olayların patlak verdiği 6 Eylül 1955 günü İstanbul’da ellerinde bayraklar ve
Atatürk resimleri bulunan insan kalabalıkları bir yandan “Kıbrıs Türk’tür, Türk
Kalacaktır.” şeklinde sloganlar atarken bir yandan da meydanları doldurmaya
başlar. İstanbul’da İstiklal Caddesi boyunca yürüyerek Taksim Meydanı’na
kadar gelen kalabalık daha sonra Aya Triada Kilisesi önünde toplanmaya
başlar51. Toplanan kalabalık daha sonra Cumhuriyet Anıtı önünde İstiklâl
Marşı’nı okuyarak göndere Türk bayrağı çeker. Yapılan bu tören sonrasında
halkı galeyana getiren bir konuşma yapılır ve tekrar hep beraber yürünmeye
başlanır. Saat 18.00 civarında İstiklâl Caddesi üzerinde bir Rum vatandaşa
ait dükkânın yağmalanmasıyla başlayan olaylar daha sonra Taksim-Tünel
hattındaki hemen bütün dükkânlara ve iş yerlerine yayılır. Esasında özellikle
İstanbul o süreçte tam anlamıyla fırtınadan öncesi sessizliği yaşamaktadır.
Başta Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti olmak üzere bazı sivil toplum örgütleri ve
bazı gazetelerin yangına körükle gitmeleri ve 1 Nisan 1955 tarihinden itibaren
Kıbrıs’ta Georges Grivas liderliğinde terör faaliyetlerine girişen EOKA terör
örgütünün yarattığı kaos ortamını bahane ederek İstanbul’da yaşayan azınlıklara
yönelik taciz girişimlerine başlamaları Eylül 1955 itibarıyla yerini fiili saldırılara
bırakmış durumdadır. Özellikle Rumların yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde
tam bir sinir harbi yaşanmaktadır ve duvarlara yazılan çeşitli sloganlar yanında
dağıtılan bildiriler ortamı iyiden iyiye germiş durumdadır. Dedikodu çarklarının
da hızla devreye girmesinin ardından insanlar neye inanacaklarını bilemeden
tahrik ve bilgi kirliliği içerisinde kanlı 6 Eylül günü gelir çatar. İzmir’de aynı
günlerde Rumlara yönelik girişimde bulunacak bir vatandaşın “…Yunanistan’da,
Atina’da şu anda 100 bombardıman uçağı hazır edilmiş. İzmir üzerine gelmek için
emir bekliyormuş”52 şeklindeki tepkisi dönemin havasını yansıtması bağlamında
son derece önemlidir. Böylece “…6-7 Eylül Türk tarihine siyasilerin cinayet işleri
içinde müstesna bir yere sahip olacak gibi geçmiş bulunuyor. Ülkemiz insanlarının bu
işleri kendi kendilerine yapamayacaklarını kimse düşünemediği halde her kişiyi suçlu
50
51
52
Aziz Nesin, Salkım Salkım Asılacak İnsanlar, İstanbul, 1994, ss.31-32.
Akşam, 7 Eylül 1955.
Bilge Umar’dan akt.: Rıfat N. Bali, a.g.e., s.39.
201
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
düşüren aşağılık bir hareket oldu bu 6-7 Eylül ne yazık ki”53. Bu olaylarla ilgili Yunan
derin devletinin parmağının olduğu yönünde bir iddia54 yanında son derece
önemli ölçüde İngiliz faktörünün de bulunduğunun ileri sürülmesidir. Buna
göre Atina’daki İngiliz Büyükelçisi 1954 Eylül ayında Türk-Yunan dostluğunun
son derece yüzeysel bir seviyede olduğunu belirterek bu dostluğu ortadan
kaldıracak basit bir girişimin, örneğin Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve
yönelik küçük bir saldırının bu dostluğu ortadan kaldıracağından bahseder55. Bu
arada meydana gelen olayları Ankara’da haber alan DP milletvekili Mükerrem
Sarol derhal İstanbul Valiliğini arar ve telefonda Vali Fahrettin Kerim Gökay ile
bir görüşme yapar56:
“Vali beyefendi’ dedim, ciddiyetini anlasın diye, ‘İstanbul yakılıp yıkılırken nasıl
gönlünüz razı oluyor da orada polislerin size sağladığı emniyet içinde oturuyorsunuz?
Ayıp değil mi? Bu büyük bir felâket, milli bir felâket.’ ‘Yanımda Dâhiliye Vekili var, onu
veriyorum.’ dedi. Telefonu Namık’a verdi. Namık dedi ki ‘Öyle milli felâket filan değil. Bu
milli bir isyan, gençliğin milli kıyamı.’ ‘Namık, bunu senden duyduğuma çok üzüldüm.
Bu gerçekten milli bir felâket. İstanbul’da devlet yok, emniyet yok, can güvenliği yok.
Beyoğlu’nda mağazaları yağma ediyorlar ve sen buna millî gençlik kıyamı diyorsun”.
Aynı saatlerde Ankara’ya gelmek üzere tren garında bulunan Başbakan
Adnan Menderes’e Londra’dan bir telefon gelir. Arayan Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu’dur57:
“...Çıktık trenden. Garda bir yer gösterdiler. Umumi müdür muavinlerinden
birisinin odası. Evvela ben konuştum Fatin Bey’le. Diyor ki, ‘ Bu yürümüyor, Yunanlar
mukavemet ediyorlar. Hiç değilse moratoryum yapalım.’ Ne biz, ne Yunanistan bunu
milletlerarası foruma getirsin. Beş sene uyutalım. Teklif bu. Moratoryum teklifi.’
Menderes aldı telefonu. Ona tekrarladı Zorlu. Birdenbire kızdı. Çok kızdı. ‘Fatin
Bey, Ne söylüyorsunuz? Bu artık milletin sorunu olmuştur. İstanbul yanıyor, ben ne
moratoryum kabul ederim, ne başka bir şey kabul ederim. Terk edin gelin konferansı.’
dedi...”
53
54
55
56
57
Aydın Boysan’dan akt.: Rıfat N. Bali, a.g.e., s.19
Mehmet Arif Demirer, “6/7 Eylül Olaylarını Yunan Derin Devleti Planladı”, Derin Tarih,
S.6, Eylül 2012, ss.64-70.
Aynı paralelde olmak üzere İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nda görevli bir diplomat ise
Ankara’da meydana gelecek birkaç eylemin işlerine çok yarayacağından dem vurmaktadır.
İngiliz parlamenter John Strachy ise Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesinden Türkiye’nin
çekinmesini gerektirecek bir durum olmadığını, çünkü garanti olarak İstanbul’da hatırı
sayılır oranda Rum azınlığın yaşamakta olduğunu belirtir. PRO FO 371/117642.RG 1081.
İngiltere’nin Atina Büyükelçiliğinin 19 Ağustos 1954 tarihli raporu, Robert Holland, “GreekTurkish Relations, İstanbul and British Rule in Cyprus, 1954-1959; Some excerpts from the
British Public Archive”, Bulletin of the Centre for Asia Minos Studies, 10 (1993/94), 327365’den akt.: Güven, a.g.e., s.48.
Mehmet Ali Birant, Demirkırat-Bir Demokrasinin Doğuşu, İstanbul, Şubat 1999, s.109.
Dönemin Dışişleri Genel Sekreteri Yardımcısı Melih Esenbel’den akt.: Birant, a.g.e., s.110.
202
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Bazı gazetelerde “Yağmalamaya tenezzül edilmedi”58 gibi haberler çıkmakla
beraber yağmalama olayları devam eder59:
“…Duvarlara Rumlar aleyhinde yazılar yazılmıştı. Fakat onların yanında
zenginlere, servete çatan cümleler eksik değildi. Menderes’in iftiharla ilan ettiği her
mahalledeki on beş milyonerin halk vicdanında ne derin yaralar açtığı o sabaha karşı
gün ağarırken ve biz Taşlık’a dönerken kendisini bütün çıplaklığıyla hissettiriyordu.
Varoşlar şehre inmişti…”
Konuyla ilgili olarak İzmir Valisi Kemal Hadımlı da Başbakanlık, Dışişleri
ve İçişleri Bakanlığına 12 Eylül 1955 tarihinde bir rapor göndererek olup bitenler
konusunda bilgi verir;60
1- 6/7 Eylül gecesi şehrimizde vukua getirilen müessif hadiseler münasebetiyle
bazı Yunan gazeteleri başkonsolos ile alakadar olunmadığı, ziyarette bulunulmadığı,
yardıma koşulmadığı yolunda asılsız neşriyat yapmaktadır. Maksadı mahsusla yapılan
bu neşriyat külliyen hilafı hakikattir. Konsolosa gösterilen alaka ve yapılan yardım
aşağıda arz edilmiştir.
2- 6/7 Eylül gecesi Yunan Konsoloshanesi 50 polisle muhafaza edilmiş ve
taarruz esnasında zabıtaca silah ve göz yaşartıcı bomba kullanılmıştır. Mütecavizlerin
10.000’i bulmasından ve ordu birliklerinin süratle yetişememesinden ikametgâh kısmı
kurtarılamamıştır.
3- Aynı gece konsolosun NATO’daki Yunan generalinin evine gitmesi üzerine
generalin evine 30 süngülü er gönderilerek muhafaza tedbiri aldırılmıştır.
4- 7 Eylül günü konsolosun Amerikan Konsoloshanesine gitmesi sırasında
kendisi zabıta kuvvetleriyle himaye edilmiş, refakatine ayrıca 2 sivil polis memuru
verildiği gibi Amerikan Konsoloshanesi de devamlı surette zabıtaca muhafaza altına
alınmıştı.
5- 7 Eylül günü Yunan generalinin arzusu ve NATO Kurmay Başkanı
Amerikalı General Mac Dangel’in vilayete vaki ricası üzerine Yunanistan’dan gelecek 5
askeri uçağın Cumaovası’na inmesine müsaade ve muvafakat edilmiş ve NATO Yunan
subayları ailelerinin zabıtamızın muhafazası altında hareketleri sağlanmıştır.
6- Yine bizzat tarafımdan Gümrük Başmüdürüne verilen emir üzerine Yunanlı
ailelerin gümrük muameleleri tesri ve süratle ikmal edilmiştir.
7- Vakadan 1 gün sonra randevu alan NATO merkezine gidip kumandan
General Rit’i bizzat ziyaret ettim. Ayrıca Yunan generali Pipiliyangopulos’un dairesine
geçerek kendisini bulamadığımdan kartımı bıraktım. Refakatimde emir subayı Yüzbaşı
Oğuz Bey vardı.
58
59
60
Cumhuriyet, 7 Eylül 1955.
Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları DP Yokuş Aşağı 1954-1957, Bilgi Yay., Mart
1991, İstanbul, s. 13-145.
BCA. İzmir Valiliğinin 12 Eylül 1955 tarihli ve 9 sayılı yazısı.
203
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
8- Aynı gün randevu alarak Amerikan Konsoloshanesine gidip Yunan
Başkonsolosu Mösyö Zafiru’yu ziyaretle teessürlerine iştirak ettiğimi, zararlarının
ödeneceğini, binalarının onarılacağını ve İzmir’de 9 Eylül Kurtuluş Bayramı
yapılmayacağını müsaade ve temin ettim. Fevkalade memnun kalan konsolos keyfiyeti
hükümetine bildirdi ve kurtuluş gününden sonra iade-i ziyarette bulunacağını söyledi.
9- 10 Eylül Cumartesi günü vilayete gelen konsolosa İzmir Palas’ta bir daire
kiralayacağımı, bir odaya da 2 refakat polisi yerleştireceğimi, müsait bulunan konsolosluk
dairesinde hemen işe başlanması mümkün olduğundan elektrik ve telefonlarını
bağlatacağımı, ikametgâh kısmını da tamir ettireceğimi ve bunların bedellerinin
tarafımızdan ödeneceğini ifade ettim. Bundan da ziyadesiyle memnun kalan konsolos
keyfiyeti hükümetine bildirdi ve o gün İzmir Palas’ta kiraladığım daireye nakletti. Bir
konsolosluk dairesinin ufak tamirlerini yaptırdım. Telefon ve elektriğini bağlattım.
Konsolos bugün konsoloshanede başlamış olacaktır.
10- Şehirdeki büyük arbedeye rağmen elde ve emirde bulunan bütün imkânlar
kullanılarak Yunan Başkonsolosunun yardımına koşulmuş ve yeniden konsolosluk
işlerine başlaması temin edilmiştir. Saygı ile arz ederim.”
4. Türkiye’de Gelişen Kıbrıs Olayları ve Tepkiler
Öte yandan Lancaster House’da devam etmekte olan üçlü görüşmelerin
herhangi bir sonuç vermemesinin ardından Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’nin61
Londra şubesi tarafından 4 Eylül 1955 tarihinde bir gösteri düzenlenir. Gerek
İngiltere, gerekse Türkiye’de kamuoyundan çok büyük olumlu tepkiler alan bu
gösteri sonrasında cemiyetin 45 yeni şubesi daha açılarak bir hafta içerisinde
şube sayısı Türkiye çapında 135’e ulaşır62. Başbakan Adnan Menderes ise
5 Eylül 195563 günü İstanbul’da Adliye Sarayı ile ilgili yaptığı gezi programı
çerçevesinde Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti başkanı Hikmet Bil’i de yanına alarak
onunla bir süre görüşür. Aynı gün içerisinde İstanbul’da Rum ve Türk gençleri
arasında ufak çaplı olaylar ve tartışmalar çıkar. Rumca olarak dağıtılan bazı
bildiriler sonrasında Patrikhanenin duvarlarına “Kıbrıs Türk’tür” şeklinde
sloganlar yazılır. Bu arada gerek hükümet, gerekse Türk kamuoyu olayların
şokunu atlatmaya çalışırken Başbakan Menderes’e destek mesajları da gelmeye
devam etmektedir64:
“Adnancığım;
Büyük geçmiş olsun. Büyük Ata’nın evine bomba atıldı haberi üzerine çıkan
çirkin hadise elem vericidir. Memleketin yüksek menfaatleri icabı müsamaha gösterildiğini
zan ve tahmin ederek nümayiş mahiyetinde seyrini takip etmekte olan hengâmenin bir
61
62
63
64
Hikmet Bil, Kıbrıs Olayı ve İçyüzü, İstanbul, 1976, s. 90.
Hürriyet, 6 Eylül 1955.
Bil, a.g.e., s.110.
BCA.030.01.36.218.2
204
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
anarşi kasırgası halinde şuursuz bir tahribata yol açtığını gördüğüm zaman yanıldığımı
anladım. Tahribata başlanıldığı zaman hasta yatağımdan fırlayarak evimin karşısında
bulunan Samatya Emniyet Başkomiserliğine gittim. Fatih kaymakamı Latif Bey’i
telefon başında buldum. O sırada Samatya civarında 4 kilisenin aynı zamanda ateşe
verildiğini ve itfaiyeden yardım istemekte olduğunu duydum. İstanbul’un 50 yerinde
birden yangın çıktığı için yardımın kifayetsiz olacağı cevabı verildi. İşin çağrından
çıktığını müşahede eden bu cesur kaymakam hiçbir taraftan emir almadığı halde benim
ve bazı arkadaşların ricası üzerine İstanbul Merkez Kumandanlığına telefon ederek
Samatya nahiyesine askerî yardım istedi. Kiliseler yanmakta devam ederken Samatya
ve civarındaki evler ve dükkânlar tahrip edilmeye başlandı. Orduya resmen müdahale
emri verilmediği için vaka mahallindeki birlikler pasif kaldılar. Şuursuzca akan insan
selini hiçbir kuvvetin durduramayacağı anlaşılıyordu. Dört kilise yandıktan sonra da
evimin arkasında bulunan iki küçük kiliseye o kadar mümanaatımıza rağmen tekrar
taarruz edildiğini, kapılarının ve haçlarının kırıldığını ve kiliseyi ateşe vermek üzere
hazırlandıklarını oğlumun karakola gelerek bildirmesi üzerine hemen aklıma büyük
şair Namık Kemal geldi… Ethem Menderes kardeşimizin sana canı yürekten bağlı
olan o muhterem simanın Londra’da bulunması keyfiyeti bu hadisenin bir facia haline
gelmesine sebep olduğu kanaatindeyim. Maksat ve gayelerinin ne olduğu belli olmayan
nizamname ve programı bulunmayan Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’ne nümayiş yapma
müsaadesi verilmesi acı akıbetlerin husulüne sebep oldu. Nerede Dâhiliye Vekiliniz,
nerede güvendiğiniz devlet bakanları? Bütün devlet umurunu üzerine almış bulunan
sen kardeşini yalnız bırakmalarını esefle karşılıyorum…
Kıbrıs meselesine gelince: Ben size akıl verecek bir insan değilim. Heyetimiz
Londra’ya gitmezden evvelki Kıbrıs ve Trakya hakkındaki beyanatınız Türk milletini
cidden sevindirmişti. Londra Konferansı’nda Fatin Zorlu Bey’in müdafaa ve tezleri
efkârı umumiyede çok iyi karşılandı. Gasıp İngiltere’nin devletlerin hak ve hukukunu
hiçe sayarak kendi bildiği gibi hareket etmek ve kararlar almak suretiyle milli bir
davamızı çürütmeğe kalkışması Türk milletini şahlandıracak mahiyet arz etmektedir.
Böyle mühim memleket davalarını sokak propagandalarıyla halletmeğe imkân yoktur.
Büyük Millet Meclisi’nin fevkalade toplantısında hayırlı kararlar almanızı, memleket
hayrına yapılacak her şeyde Türk milletinin bir bütün halinde emir ve hizmetinizde
olduğuna inanıyorum. Takdir ve karar siz büyüklerimizindir. Sustuğumuzu zaaf telakki
eden sömürgecilere hitap ederken asil milletimize güvenmenizi ve inanmanızı halisane
tavsiye eder, saygı ve sevgi ile gözlerinden öperim. Ali Kemal Şahin, Samatya-İstanbul.
9 Eylül 1955”
Konuyla ilgili olarak TBMM ve parti grupları da ayrı ayrı toplanır ve
Başbakan Adnan Menderes 12 Eylül 1955 günü Meclis’te bir konuşma yapar65:
“6/7 Eylül hadiselerinin bir milli felâket olduğunu ifade ederek, hepimize ve
Türk milletine geçmiş olsun demekle söze başlıyorum. Şurasını katiyetle ve sarahatle
arz edeyim ki karşısında bulunduğumuz hadise, Kıbrıs meselesinden doğan bir milli
65
Hüseyin Agun, a.g.e., s.29.
205
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
gayenin ortaya koyduğu birtakım tahrikâttan ibaret değildir. Katiyetle ifade ediyorum
ki şekilleriyle hazırlanmış olan büyük bir komünist darbesinin karşısında bulunuyoruz.
Şunu da tasrih edeyim ki şayet Kıbrıs meselesi gibi, senelerden beri milli hisleri harekete
getirmek yolunda kullanılmış olmasıyla yardım görmüş olsa idi, sadece bir komünist
faaliyeti bu derecede kendileri bakımından muvafık neticeler elde edemezdi. Olsa olsa,
hareket nezahet hudutları içinde bir nümayiş vaziyetini geçemezdi. Müsait olan zemini
fevkalade üstadane istismar eden komünistler, birer milli felâket diyebileceğimiz ağır bir
vaziyet meydana getirmişlerdir. Bir an dahi gaflete düşmeden memleketin karşısında
bulunduğu büyük bir tehlikeyi önlemek, maddi manevi bütün zararları telafi etmek için
bütün gayretimizi sarf edeceğiz. Bu karışık vaziyette dünya komünistleri faaliyetlerini
Türkiye üzerinde temerküz ettirmişlerdir. Türkiye’yi en cazip bir hedef olarak ele
almışlardır. Zemini müsait görmektedirler...”
6/7 Eylül günleri meydana gelen olaylarla ilgili olarak başta Kıbrıs
Türk’tür Cemiyeti genel başkanı Hikmet Bil olmak üzere bazı dernek yöneticileri
tutuklanarak Harbiye cezaevine gönderilirler ve burada yaklaşık olarak 5 ay
geçirmek zorunda kalırlar. Açılan dava daha sonra beraatla sonuçlanır ve daha
sonra Hikmet Bil hükümet tarafından Basın Ataşesi olarak Beyrut’a gönderilir66.
Derneğin 2. başkanı gazeteci Ahmet Emin Yalman ise hapse girmekten Başbakan
Adnan Menderes’le beraber yurtdışında olduğundan son anda kurtulur67. Bu
arada hapse atılan Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti yöneticilerinin serbest bırakılması
yönündeki girişimler de devam etmektedir68:
“Sayın Adnan Menderes, Başvekil, Ankara
6 Eylül’de vukua gelen müessif hadiselerle hiçbir gençlik teşekkülünün ve
bütün Türk yüksek tahsil gençliğinin kuruluşundan beri desteklediği Kıbrıs Türk’tür
Cemiyeti’nin katîyen ilgisi yoktur. Hal böyle iken eski ve yeni başkanlarımızın da
aralarında bulunduğu Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti İdare Heyeti üyeleri müsait olmayan
şartlar altında nezaret altında tutulmaktadır. Yakın alakanızı bekler, derin hürmetlerimi
sunarız. Türkiye Milli Talebe Federasyonu İkinci Başkanı Gültekin Özdener, İstanbul.
9 Eylül 1955”
“Adnan Menderes, Başvekil, Vilayet-İstanbul
Bütün gençlik teşekkülleri için üzüntü verici olan müessif tahrip hadisesi
ile hiçbir ilgisi olmayan Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti idare üyelerinin nezaret altında
bulundurulmasından dolayı müteessiriz. Durumun aydınlanabilmesi için lüzum
görüldüğü takdirde bizzat görüşmek üzere emirlerinizi bekliyoruz. Derin saygılarımızla.
66
67
68
Ancak Hikmet Bil bu göreve gönderilişinin Adnan Menderes Hükûmetinin zorlamasıyla
olduğunu belirtir. Menderes tarafından kendisine ‘Hem hakkında iyi olur bu. Zaten bak
başın birçok dava ile belada. Yazık değil mi annen var, kardeşin var.’ Denilerek kendisine
aba altından sopa gösterildiğini ifade eden Hikmet Bil bu görevi istemeyerek de olsa kabul
ettiğini açıklar. Hikmet Bil, a.g.e., s.124.
Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, 1945-1971, C.4, İstanbul,
1971, s.326.
BCA.030.01.36.218.2
206
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Başkanı Tonguç Görker, İstanbul. 9 Eylül 1955”
“Çok Sayın Adnan Menderes, Başvekil, İstanbul
Bugün İstanbul’da toplantısını yapan Türkiye Ticaret Odaları, Sanayi Odaları
ve Ticaret Borsaları Birliği İdare Heyeti’nin 6 Eylül gecesi İstanbul’da cereyan eden
müessif hadiseler karşısında duyduğunuz derin teessürü paylaşmakta olduğunu,
hükümetimizin ve zatı devletlerinin ittihaz etmekte bulunduğunuz yerinde tedbirlerle
İstanbul ve memleket... (Bu telgrafın ikinci kısmı arşivde bulunamamıştır.)
“Sayın Adnan Menderes, Başvekil, İstanbul
İstanbul’umuzun uğradığı felâketi teessürle öğrendik. Kıbrıs davamıza giden
yolun anarşi yolu olmadığına inanıyoruz. Milli servetin ziyanı buna sebep olanları
telin ederek bağlılıklarımızı arz ederiz. Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti Başkanı İhsan Ataöv,
Antalya. 9 Eylül 1955”
“Sayın Adnan Menderes, Başvekil, İstanbul
İstanbul ve İzmir’de vukua gelen müessif hadiseler karşısında duyduğunuz
derin teessüre Gazeteciler Cemiyeti kalpten iştirak eder. Hükümet olarak aldığınız
isabetli tedbirleri ve gösterilen hassasiyeti takdirle karşılarız. Bu mevzuda husule gelen
maddi ve manevi zararların telafisinde bütün basın mensupları hükümetin yanı başında
kendisini vazifeli telakki etmektedir. Bu hususta verilecek emir ve vazifelere intizar
halinde bulunduğumuzu derin saygılarımızla arz ederiz. Gazeteciler Cemiyeti İdare
Heyeti, İstanbul. 9 Eylül 1955”
“Sayın Bay Adnan Menderes, İstanbul’un uğradığı büyük felâketten
duyduğunuz acılara bütün kalbimle iştirak ettiğimi ve bu felâketin doğurduğu yaraların
süratle tamiri hususunda şahsım için tensip buyuracağınız her vazifeyi ifaya amade
bulunduğumu derin hürmetlerimle arz ederim. Kazım Taşkent, Beyoğlu-İstanbul. 8
Eylül 1955”
“Sayın Adnan Menderes, Başvekil, Ankara69
Kırk beş talebe cemiyetinden müteşekkil ve kırk bin yüksek tahsil talebesini
temsil eden Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nun faaliyetine başlamış bulunması
Türk yüksek tahsil gençliği tarafından derin bir memnuniyetle karşılanmıştır.
Faaliyetlerimizin normal seyrini takip edebilmesi için son büyük kongremizde Türk
yüksek tahsil temsilcileri tarafından seçilen genel başkanımız Hüsamettin Canöztürk’ün
vazifesi arasında bulunmasının faydaları ihmal edilemeyecek kadar kıymet taşımaktadır.
Beynelmilel talebe teşekkülleri nezdinde Türk yüksek tahsil gençliğini halen temsil
etmekte olan federasyonumuz genel başkanının mevkuf bulunmasından dolayı
hakkımızda istihfamlar belirmemesi için durumu nazarı itibara alarak yardımlarınızı
esirgememenizi istirham ve en derin saygılarımızın kabulünü rica ederiz. İdare heyeti
azaları adına Genel Sekreter Kayhan Aydoğmuş. 23 Aralık 1955”
69
BCA.30.01.37.226.2
207
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
“Sayın Adnan Menderes, Başvekil, Ankara
Talebe teşekküllerinin faaliyete başlamalarına müsaade edilmesi talebe
camiasında meydana gelen boşluğu daha fazla uzamasını önleyerek doldurmuş ve bütün
talebe arkadaşlarımız arasında derin bir memnuniyet yaratmıştır. Fakat Türkiye çapında
bir teşekkül olan ve milletlerarası camiada Türk talebe topluluğunu temsil eden Türkiye
Milli Talebe Federasyonu genel Başkanı Hüsamettin Canöztürk’ün beraber tevkif
edildikleri seksen yedi kişiden seksen iki kişinin serbest bırakılmasına rağmen mevkuf
bulunması talebe teşekkülleri mekânizmasının normal ve aksaksız bir şekilde işlemesine
mani olmakta, keza Türkiye haricindeki beynelmilel talebe teşekkülleri nezdinde zan ve
istihfamlar yaratmakta ve biz idarecileri üzüntü içinde bırakmaktadır. Durumu arz ile
talebe camiasının menfaatleri bakımından alaka ve yardımlarınızı rica ederim.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanı Ünal Komman.”
4.1. Hükümetin Olaylar Karşısındaki Tutumu ve Kıbrıs
6/7 Eylül olaylarının patlak vermesiyle beraber Türkiye’de iktidardaki
Demokrat Parti hükümeti hızlı bir şekilde kan kaybetmeye, dönemin
Başbakanı Adnan Menderes de kamuoyundaki popülaritesini yitirmeye
başlar. Kamuoyunda ve özellikle sıradan halk, aydınlar ve askerler arasında
da hükümete karşı bir güvensizlik ve negatif durum ortaya çıkmaya başlar.
Kamuoyunun büyük bir kısmında yaygın kanı ise meydana gelen olayların DP
iktidarı tarafından organize edildiği şeklindedir. Bu düşüncenin ana kaynağı
ise Londra’da Lancaster House’da yapılan görüşmelere katılan Dışişleri
Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun Kıbrıs konusunda zorlandıklarını ve ellerini
güçlendirmeleri için hükümet tarafından bir şeyler yapılması gerektiğini
belirten şifre telgraftır. Yassıada’da konuyla ilgili duruşmalarda tanıklık yapan
o dönemin NATO Büyükelçiliği İkinci Kâtibi diplomat ve büyükelçi Coşkun
Kırca ise söz konusu bu telgrafta “...İngilizlerin Yunanların self-determinasyon
vaatlerine meyledecekleri sezilmekte olup bu hususta çalışılması gerekmektedir.
Biz ve gazeteciler elimizden geleni yapıyoruz. Ayrıca Başbakanın ilgililere
gereken emirleri vermesinde büyük fayda olacaktır.” dendiğini belirtir. Burada
6/7 Eylül olaylarının kastedildiği belirtilerek Fatin Rüştü Zorlu suçlanırken,
Zorlu ise daha sonra yaptığı açıklamalarda kastedilenin “diplomatik tedbirler”
olduğunu ifade eder. Olayların ortaya çıkması sonrasında çok üzgün olduğunu
belirten Zorlu, Londra dönüşünde uçakta da “Bütün çalışmalarımız, Londra’da
elde ettiğimiz başarı bir gecede heba olup gitti” der70. Konuyla ilgili 292 sayılı,
28 Ağustos 1955 tarihli ve saat 16.00’da alındığı bildirilen Berkol imzalı o malum
telgraf ise aşağıdaki gibidir71:
“Bugün Milli Müdafaa Vekili ve M. Nuri Birgi ile birlikte İngiltere Hariciye
Nazırı Mac Millan’ı ziyaret ettik. Toplantıda kabine katib-i umumisinin askeri muavini
70
71
Mahmut Dikerdem, Ortadoğu’da Devrim Yılları, İstanbul, 1997, s.137.
Orhan Cemal Fersoy, Bir Devre Adını Veren Başbakan; Adnan Menderes, İstanbul, 1971, s.344.
208
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ve Hariciye Nazırı Muavini Ward ile Ankara’daki İngiltere Sefiri de hazır bulunuyordu.
Nazıra derhal Ankara’dan ayrılmazdan evvel İngiltere maslahatgüzarına tebliğ ettiğimiz
muhtıra ile başvekilimizin nutkunu tetkik edip etmediklerini sorarak bu husustaki
görüşümüzün faideli olacağını bildirdim. Nazır evvela prosedür hakkında söyleyecekleri
olduğunu bildirerek şu ifadatta bulundu:
1- Matbuata meselesi: Konferansta yapılan müzakereler müşterek tebliğ halinde
matbuata akis olunmalıdır. Bu kaideye adem-i riayet halinde herkes kendi görüşünü
açıklamakta serbest olur.
2- Toplantılarda, eğer mahzurlu görmüyorsak, riyaset İngiltere’de kalmalıdır.
Çünkü davet eden memleket İngiltere’dir.
3- Heyet reisleri tarafından irat olunacak nutuklar kendi hükümetlerinin noktai
nazarlarını açıkça ifadeye matuf olup münakaşalar nutuklar bittikten sonra açılmalıdır.
4- Celseler 11’den öğleye kadar, öğleden sonra akşamlar hususi müzakerelere
zemin hazırlayacak şekilde olmalıdır.
Evvelki maruzatımızda da belirttiğimiz veçhile bu şekilde taayyün eden
prosedür konferansı hiç olmazsa dört gün kadar uzatmak gayesine matuf bulunmakta ve
bu arada bazı hal çare ve şekilleri üzerinde çalışma imkanını hazırlamak gayesi gütmekte
olduğundan bu hususlar tebarrüz ettirilerek tarafımızdan da kabul olunmuş ve derhal
esas meseleye geçilmiştir. Yüksek malumları olduğu veçhile Kıbrıs meselesi Yunanlar
bakımından self-determinasyon ve Yunanistan’a ilhak esasına isnat etmekte, İngiltere ise
bu esasları reddederek meseleyi self-government’a doğru giden bir yol içinde halletmek
istemektedir… İngiltere statükonun muhafazası ve Lozan Ahitnamesi mucibince
kendine bahşedilmiş olan hukukun muhafazası hususunda ısrar ettiği müddetçe
Türkiye’yi daima yanında bulacaktır. Fakat bu yoldan inhiraf edip Kıbrıs’ın istikbalini
Yunanistan’a ilhak istikametine kaydırabilecek ufak bir tavize gittiği takdirde Türkiye
bu yolda İngiltere’yi takip edemeyecek, bilakis aksi istikamette yol almak mecburiyetinde
kalacaktır… Türkiye Lozan Ahitnamesi’nden itibaren bugüne kadar Kıbrıs meselesinde
sırf Türk-İngiliz dostluğunu, vikaye için her türlü tahrikat ve irredentismeden tevakki
etmekle kalmamış, Türkiye’de yaşayan Türklerin milli arzularına da adem-i tabaiyette
bulunarak Kıbrıs Türklerinin Türkiye’ye ilhak arzularını da daima önlemek politikasını
takip etmiş ve orada yaşayan Türklere harslarını muhafaza etmek hususunda yardım
etmekle beraber onlara daima sadık birer İngiliz tebaası olmaları hususunda öğüt
vermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün tarihi boyunca Türkiye hiçbir vakit
beynelmilel hayatta süriş çıkaracak bir rol oynamamış, bilakis cihan sulhunün tarsini
hususunda azami gayret sarf etmiştir. Kendi efkarı umumiyesinin ve Kıbrıs Türklerinin
arzuları hilafına Kıbrıs’ın Türkiye’ye ilhakı lüzumunu bir defa bile ağzına almamıştır.
Her şeyin bir hududu vardır. İngiltere kendi hukukunu olduğu gibi muhafaza ettiği
müddetçe cidden biz bu nazik rolde devam edeceğiz. Fakat İngiltere’nin bu hususta
yapacağı herhangi bir inhiraf halinde Türkiye’nin politikasını tadil etmesi ve kendi
milli arzusuna uyarak coğrafi, tarihi ve stratejik bakımdan Anadolu’nun bir parçası
olan Kıbrıs’ı talep etmesi pek tabii olacaktır dedim. Türkiye için Kıbrıs meselesi Türk209
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Yunan münasebeti bakımından bir mihenk taşıdır. Biz Yunanlarla olan dostluğumuzu
onların Megali İdealarını bırakmaları esasına istinad ettirmiş bulunuyoruz. Kıbrıs’ın
talep edilmesi Megali İdea’nın yeniden canlanması demektir. Türk efkârı umumiyesi
bunu böyle anlamakta ve böyle hissetmektedir. Hükümet olarak bunu biz de başka
türlü göremiyoruz. Türkiye’nin bir zamanlar Ankara yakınlarına kadar gelmiş olan
Yunanların adaları tarafından muhasara edilmesine katiyen rızamız yoktur.
Yunanlar bu davada ısrar ederse Türk-Yunan dostluğunun aynı şekilde devam
etmesi imkânsız bir hale gelecektir. Bunu bütün dostlarımız bilmelidir. Kıbrıs davasının
vüs’ati adayı çoktan aşmakta. Balkanlarda bu işin hafife alınması ve Yunanistan’a tavizat
verilerek halledileceğinin sanılması, Balkanlarda ve yakın-orta şarkta bin bir emekle
kurulan müdafaa cephesinin büyük sarsıntılara sahne olmasını ve zayıflamasını göze
alma demektir. Binaenaleyh bir kolonializm veya anti-kolonializm meselesi değildir…”
Öte yandan olayların hemen bir gün öncesinde Başbakan ile makam
arabasında bir görüşme yapan ve onunla Florya Köşkü’ne kadar gidip tekrar
evine dönen Hikmet Bil ise olayların o gece Florya Köşkü’nde planlandığını
belirtir72. 12 Eylül 1955 tarihinde bu olaylarla ilgili olarak TBMM’de görüşmeler
yapılır ve hükümet adına Fuat Köprülü burada yaptığı açıklamada “İşin olacağını
biliyorduk ama ne yapacağımızı bilmiyorduk...” der73. Öte yandan hükümet olayları
baştan sona kadar bir komünist kışkırtması olarak gördüğünü ifade eder74.
Ancak hükümetin bu konudaki tutum ve davranışları kabine ve parti içinde
de çatlaklara ve bölünmelere neden olur. Hükümetin bir bildiri yayınlayarak
olayların sorumluluğunu “kızıl ve kara kuvvetlere” yüklemesini doğru
bulmadığını açıklayan Dışişleri Bakanı Zorlu’ya karşılık Başbakan Yardımcısı
Fuat Köprülü ve TBMM Başkanı Refik Koraltan ise bir komünist komplosuyla
karşı karşıya olduklarını belirtirler75. Menderes ise yaptığı bir başka konuşmada
da olayların komünistlerin marifeti olduğunu, kiliselerin yağmalanması ve
ölülerin mezarlardan çıkartılmasının Türk usulüne uygun olmadığını belirtir.
Bu arada DP iktidarı olayların perde arkasındaki komünist planını ortaya
çıkartmak üzere yurtdışından da destek arayışlarına girer ve Amerika Birleşik
Devletleri’nden konuyla ilgili bir uzman getirir; ancak söz konusu kişinin “...
Komünistler eğer bu kadar kuvvetli olsalardı dükkân tahrip edeceklerine ihtilal
yaparlardı...” açıklaması da iktidar partisinin istediği sonucu vermez76. İktidar
72
73
74
75
76
Bil, a.g.e., ss.110-111.
Daha sonra Demokrat Parti ile bağlarını koparan Fuat Köprülü yıllar sonra yaptığı bir
açıklamada ise hadiselerin Fatin Rüştü Zorlu’nun ilhamı ve Menderes ve Gedik tarafından
tertiplendiğini belirtir. Yeni Sabah, 5 Haziran 1960.
12 Eylül 1955 tarihli Meclis oturumunda bir konuşma yapan CHP Genel Başkanı İsmet
İnönü ise ‘Hadiselerin her tarafı karanlıktır.’ dedikten sonra ‘ Hakikatlerin ne kadar acı,
hatta ne kadar utandırıcı olsa bile olduğu gibi gösterilmesi büyük milletimize karşı temize
çıkmanın tek çaresidir.’ açıklamasını yapar. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre X, C.7, İçtima 1
(12 Eylül 1955), s.669’dan akt.: Uygur Kocabaşoğlu,” 6/7 Eylül Olaylarından Sonra Hasar
Tespit Çalışmaları Üzerine Birkaç Ayrıntı”, Tarih ve Toplum, S.81, İstanbul, Mayıs 2000, s.45.
Ahmet Hamdi Başar, Yaşadığımız Devrin İçyüzü, Ankara, 1960, s.93.
Cem Eroğul, DP Tarihi ve İdeolojisi, Ankara, 1990, s.10.
210
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
yanlısı Zafer gazetesi de konuyla ilgili olarak verdiği baş makalede olayların
perde arkasında komünist parmağı olduğunu iddia eder77:
“...Hesaplı ve planlı bir komünist aksiyonu masum bir protestoyu bambaşka
istikametlere sevk etti. Hepimiz temkinli ve serinkanlı olmalıyız. Komünist fesat ve
tahrik kollarının yuvalarının ve merkezlerinin çıkarılmasında hükümetimize yardımcı
olmalıyız”…
Milliyet gazetesi de 6/7 Eylül olaylarıyla birlikte Selanik’teki
bombalama olayını, Kıbrıs’ta meydana gelen olayları ve Türk-Yunan ilişkilerinin
gerginleşmeye başlamasını hep komünist bir planın parçası olduğunu yazar78.
Hürriyet gazetesi ise olaylara sebep olanların “kızıl komünistler” olduklarını
belirtir79. Aynı şekilde Cumhuriyet gazetesinde de Ömer Sami Coşar imzasıyla
çıkan yazılarda olayların arkasında komünist varlığının bulunduğu belirtilir
ve komünistlerin ortalığı karıştırmasıyla beraber Lancaster House’da devam
etmekte olan görüşmelerde ortaya atılan Türk isteklerinin geri tepeceği de
iddia edilmektedir80. Tan gazetesi ise olaya farklı bir açıdan bakarak olayların
Yunanistan ve Türkiye’de yeraltına saklanmış kanun dışı teşkilatlardan da
bahseder81:
“...Nümayişlerin aynı anda ve İstanbul’un her yerinde olması, aynı gün
İstanbul’a birçok yabancının gelmesi, olayların geceye bırakılması öyle ki bu solcuların
bir taktiğidir. Mağazalar tahrip edildikten sonra ağır kasaların parçalanmış ve açılmış
olması. Türkler şimdiye kadar hiç din hürriyetine müdahale etmemişlerdir. Öyleyse bu
din düşmanı Moskof işidir. Aynı anda 52 yangın çıkması İstanbul’un tamamen yakılmak
istenmesi amacını güder. Meçhul insanlar nümayişçileri evlere davet ederek buraların
da tahrip edilmelerini istemişlerdir ki bu da olayların bir ihtilal provası olduğunu
göstermektedir”…
4.2. Olayların Önlenememesi ve Tepkiler
Olayların patlak verdiği 6 Eylül 1955 günü saat 20.00 treniyle Ankara’ya
dönen Başbakan Adnan Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan
yardımcısı Fuat Köprülü’nün olaylardan haberi ancak Sapanca yakınlarında
olur. İstanbul’da olayların iyice çığırından çıkması üzerine Ankara’dan
Mükerrem Sarol acele bir telgraf göndermek suretiyle durumu bildirir ve
İstanbul’a dönmelerini ister82:
“...Menderes bana telefon etti. Bütün olanları anlattım. Bana dedi ki, ‘ Biz örfi
idare ilan edeceğiz. Çağır vekil arkadaşlarını. Başbakanlıkta toplanın. Ve yarın sabah
77
78
79
80
81
82
Zafer, 8 Eylül 1955.
Milliyet, 11 Eylül 1955.
Hürriyet, 11 Eylül 1955.
Cumhuriyet, 8 Eylül 1955.
Tan, 9 Eylül 1955.
Birant, a.g.e., s.111.
211
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ilk uçakla İstanbul’a gelin.’ Sabah ilk uçakla gittik. Daha Yeşilköy’e ayak basar basmaz
6/7 Eylül olaylarının tesirleri oraya kadar gelmişti. Vilayet merkezinde Adnan Bey’i
çok perişan, çok üzgün, çok meyus, çok sıkıntılı gördüm. O güne kadar onu hiç böyle
perişan, ümitleri kaybolmuş görmemiştim”…
Bu arada hükümetçe Sapanca yakınlarında İçişleri Bakanlığı ile temasa
geçilerek bir sıkıyönetim bildirisi yayınlaması talimatı verilir83. Önce katarla
İzmit’e ve daha sonra da arabayla İstanbul’a hareket edilir. Saat 23.30 civarında
Başbakan ve heyet Kadıköy’e gelirler. Ardından Menderes ve beraberindeki
heyet İstiklâl Caddesi’ne geldiklerinde artık her şey için çok geç kalınmıştır.
Ortalık harp yeri gibidir ve İstanbul tanınmayacak haldedir. İstanbul Valisi
Fahrettin Kerim Gökay o gün başbakana istifasını verir. İstifası önce kabul
edilmeyen Fahrettin Kerim Gökay daha sonra Başbakan tarafından İsviçre
Büyükelçiliğine gönderilecektir. Hemen bunun ardından da olayları hemen
ilk anda ‘millî gençliğin ayaklanması’ olarak ifade eden İçişleri Bakanı Namık
Gedik görevinden istifa ettiğini açıklar84. Başbakanın da katılmasıyla beraber
İstanbul’da görev yapan yetkililer başta İçişleri Bakanı, İstanbul Valisi ve
Birinci Ordu Müfettişi Korgeneral Vedat Garan ve emniyet yetkilileri alınacak
tedbirler üzerine çalışmaya başlarlar. Saat 21.00 civarında İstanbul Valisi yaptığı
açıklamayla İller Kanunu’nun kendisine verdiği yetkiye dayanarak şehrin
askerî birliklerce kuşatılması talimatını verir. Bu arada İçişleri Bakanı da Ordu
Komutanına ‘emre itaat etmeyenlere ve taşkınlıklara devam edenlere ateş
edilmesi’ yönündeki hükümet kararını bildirir. Ancak yazılı bir emir olmadan
bunları yapamayacağını bildiren 1. Ordu Komutanı, devreye Başbakan Adnan
Menderes’in girmesiyle sorunu çözeceği yönünde bilgi verir. 7 Eylül 1955 gecesi
saat 02.30 itibarıyla şehirde sıkıyönetim uygulamaları başladığından şehir
tamamen kontrol altındadır. Ertesi gün baskıya giren gazetelerde sıkıyönetim
uygulamalarının başladığı bildirilirken akşam baskısına giren veya ikinci
baskı yapan gazeteler ise devletin olaylara tamamen hâkim olması sebebiyle
sıkıyönetimin kaldırıldığını duyururlar. Oysa sabahleyin vazgeçilen sıkıyönetim
uygulaması aynı gün öğleden sonra İstanbul, Ankara ve İzmir’de tekrar
uygulamaya konmuştur85. Sıkıyönetim ilanı sonrasında İstanbul, Ankara ve
İzmir sıkıyönetim komutanlığına 3. Ordu Müfettişi Korgeneral Nurettin Aknoz
getirilir. Tuğgeneral İhsan Bingöl, Ankara bölgesinden sorumlu olurken, İzmir
bölgesinin sorumluluğu ise Korgeneral Cemal Gürsel’e verilir. Sıkıyönetim
uygulamasının hemen ardından hükümet 7 Eylül günü bir açıklama yapar86:
“...Kıbrıs meselesi etrafında cereyan eden hadiselerden dolayı aylardan beri
umumi efkârda hâsıl olan şiddetli heyecanı inzimamken Selanik’te Aziz Atatürk’ün evine
ve konsolosluğumuza karşı tertiplenen suikast kısmen maksatlı ve hainane, kısmen de
83
84
85
86
Ayın Tarihi, Eylül 1955, S.262, s.11.
Birant, a.g.e., s.111.
Bil, a.g.e., ss.114-115.
Ayın Tarihi, Eylül 1955, S.262, s.68.
212
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
idrak ve şuurdan mahrum tahrikçilerin de tesiri ile büyük kitlelerin vücuda getirdikleri
nümayiş hareketlerine sebep olmuş. Bu hal bilhassa İstanbul’da geç saatlere kadar devam
etmiştir. Denilebilir ki dün gece İstanbul ve memleket esas itibarıyla bir komünist tertip
ve tahrikle ağır bir darbeye maruz kalmıştır”…
8 Eylül 1955 günü yapılan açıklamada ise daha önce yayımlanan
sıkıyönetim ilanıyla ilgili duyuruya atfen ‘bu beyannamenin neşrinden sonraki
hadiselerin amme huzur ve asayişini yeniden ihlal edecek bir istidat göstermesi
muvacehesinde” daha önce kaldırıldığı ilanen duyurulan sıkıyönetim
uygulamasının İstanbul, Ankara ve İzmir’de tekrar başlatıldığı duyurulur.
Hükümet tarafından alınan sıkıyönetim kararı TBMM tarafından da kabul edilir
ve uygulamanın 6 ay boyunca devam edeceği bildirilir. Öte yandan fabrika,
okul ve ibadethane gibi yerler dışında yapılması istenilen her türlü toplantılara
da yasak ve kısıtlamalar getirir. Okul, ibadethane ve fabrika gibi yerlerde
yapılacak toplantılar ise halkı tahrik ve kışkırtmaya yönelik faaliyetler içinde
bulunamayacaklardır. Bunların dışında 10 Eylül tarihinden itibaren İstanbul’da
güvenlik güçlerine daha önceden haber vermek koşuluyla açık ve kapalı alanlarda
saat 23.00 itibarıyla düğün, nişan, sünnet gibi sosyal faaliyetlerin yapılmasına
müsaade edilir. Söz konusu bu müsaade Ankara için 9 Eylül tarihinden itibaren
geçerli olur. İzmir’de ise geleneksel olarak kutlanmakta olan 9 Eylül İzmir’in
kurtuluşu törenleri ise sıkıyönetim komutanlığının aldığı bir kararla yasaklanır
ve yapılamaz. Bu arada halkı infiale sürükleyecek ve taşkınlığa neden olacak her
türlü afiş, flama, bayrak ve dövizler de kaldırtılarak sosyal hayatın normalleşmesi
yönünde çaba harcanır. Ayrıca İstanbul’daki sıkıyönetim komutanlığı güvenlik
güçlerinin vaktinde ve emniyet içerisinde görev yerlerine gidebilmelerinin
sağlanması maksadıyla yayaların kesinlikle kaldırımları kullanmaları ve
yollardan yürüyerek araç trafiğini engellememelerini de ister. 14 Eylül 1955
tarihi itibarıyla İstanbul halkının da sıkıyönetim kurallarına uygun hareket
etmesi sonrasında sokağa çıkma yasağı 24.00–04.00 olarak yeniden düzenlenir.
Öte yandan yağmalanan malların pazarlarda halka satılmaya çalışıldığı
konusunda alınan duyumlar üzerine vatandaşlar uyarılarak bu mallara rağbet
göstermemeleri ve derhal en yakın emniyet kuvvetine haber vermeleri istenir87.
4.3- Sıkıyönetim Uygulamaları ve Yanlışlar-Yanlışlıklar
Sosyal hayata yönelik alınan tedbirlerin yanında 10 Eylül 1955 günü bizzat
sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz tarafından yapılan ve tüm gazetelerin
yazı işleri müdürlerinin katıldığı Harbiye’deki Sıkıyönetim Komutanlığı’nda
yapılan ve “Toplantıya gelmeyenler olursa gazetelerini kapatabilirim. Haberim
oldu olmadı anlamam. Kapatırım.” ifadesiyle başlayan toplantıda basına da
bazı kısıtlamalar getirilir88:
87
88
Akşam, 22 Eylül 1955.
Alpay Kabacalı, Türk Basınında Demokrasi, Ankara, 1994, s. 246. Ayrıca Bkz.: Hıfzı Topuz,
“6/7 Eylül Olayları ve Aknoz Paşa’nın Yasakları”, Tarih ve Toplum, S.81, İstanbul, Eylül
213
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
“Büyük Millet Meclisi’ndeki müzakereler halkı heyecanlandıracak nitelikte
ise yazmayacaksınız. Hükümeti tenkit etmek yasaktır. Böyle bir şey yaparsanız
gazetenizi kapatırım. Hükümetin çalışmalarını etkileyecek biçimde yazılar yayınlamak
yasaktır. Sıkıyönetim çalışmalarıyla ilgili haberler yasaktır. NATO devletleriyle ilgili
haberler vermek yasaktır. NATO devletlerinin kendi aralarındaki ilişkilerle ilgili haber
yayınlanması da yasaktır. Yazan olursa kapatırım. Darlık, kıtlık ve yokluk haberleri
yayınlanmayacaktır. Örneğin ekmek almak için fırınların önünde bekleyenlerin
fotoğrafları konulmayacaktır. Bu tür haberler ülkede panik yaratır. Türklüğe hakaret,
bayrak yırtma gibi haberler gazetelere giremez. Kapatırım. 6/7 Eylül olaylarını
komünistlerden başkasının yaptığı yolunda yazı ve yorum yasaktır. 6/7 Eylül olaylarıyla
ilgili resim ve haberler yasaktır. Magazin sayfalarında da halkı heyecanlandıracak
resim ve yazılar yasaktır. Buna çıplak kadın resmi de dâhildir. Bundan maksat genel
ahlakı bozmak ve ülkeyi çökertmektir. Kapatırım. İkinci, üçüncü baskı yapmak yasaktır.
Kapatırım. Hükümetin alacağı kararlarla ilgili, hayal ürünü yazı yazmak yasaktır.
Mesela falanca vali değişecekmiş gibi haberler yazamazsınız. Kapatırım. Basına sansür
koymayacağım. Yayıncılığı sizin inisiyatifinize bırakıyorum. Doğru kullanamazsanız
bana verilen yetkileri kullanırım. Sizin kötü bir alışkanlığınız var. Aklınıza geleni
yazıyorsunuz. Yazamazsınız. Anadolu Ajansı’nın ve radyonun yayınladığı her şeyi
alabilirsiniz. Ona izin veriyorum. Bu başımıza gelenler doğrudan doğruya komünistlerin
hazırladığı bir hadisedir. Yazılarınızda bunu gözden uzak tutmayın. Ona göre aklınızı
başınıza toplayın. İşimizi güçleştirmeyin”.
Öte yandan sıkıyönetim komutanlığının bizzat basın-yayın kuruluşlarını
telefonla araması sonrasında da yeni kısıtlamalara gidilecektir89. İstanbul
sıkıyönetim komutanlığının basın-yayın kuruluşlarıyla ilgili emirleri “Kapattım.
Men ettim.” gibi bir hayli sert mesajlar da içermektedir90. Buna göre 12 Eylül
1955 günü Kıbrıs’taki olaylarla ilgili haberler vermek, resim basmak, öğrenci
birlikleri ve başka derneklerle ilgili kovuşturma haberleri vermek yasaklanır.
17 Eylül 1955 günü heyecan uyandırıcı cemiyet haberlerinin geniş biçimde
yazılması, sıkıyönetim mahkemeleriyle ilgili haberler verilmesi, tahrip edilen
dükkânlarla ilgili haber yapılması yasaklanır. Ayrıca 29 Eylül günü Beşiktaş
semtinde bulunan yanık bir cesetle ilgili olarak haber verilmesi de yasaklanır.
Bu arada sıkıyönetim komutanlığınca gazete ve radyolar kanalıyla duyurulan
bazı bildirilerde ise bazı kimselerin halkın huzur ve güvenini bozucu şekilde
asılsız haberler yaydıkları, Yunanistan’da yaşayan Türklere Yunanların kötü
muamelede bulundukları şeklinde dedikodularla halkı huzursuz ettikleri de
bildirilir. 10 Eylül 1955 günü İstanbul’dan Ankara’ya hareket eden İsmet İnönü
de Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın olaylarla ilgili olarak TBMM’ni olağanüstü
toplantıya çağırması üzerine burada yapacağı konuşmanın metnini hazırlamaya
başlar. Sıkıyönetim komutanlığın bütün toplantıları yasaklaması üzerine
İsmet İnönü’nün Ankara’ya gelişi sırasında herhangi bir olay çıkmaması ve
89
90
2000, s.40.
M. Nuri İnuğur, Türk Basın Tarihi 1919-1989, İstanbul 1992, s.325.
Toker, a.g.e., s.152.
214
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
nahoş olaylara meydan verilmemesi için azamî dikkat gösterilir ve İnönü’yü
havaalanında birkaç kişi karşılar. İsmet İnönü, TBMM’nin olağanüstü
toplantısında yaptığı konuşmada sıkıyönetimin Ankara’da kaldırılmasını,
ayrıca TBMM’nin toplu halde kalmasını ister ancak her iki teklif de reddedilir.
Ancak bu oturum sırasında Başbakan Yardımcısı Prof. Fuat Köprülü’nün yaptığı
açıklama ve hükümetin olaylardan haberinin olduğunu belirtmesi tansiyonu
bir anda arttırır ve bunun üzerine İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik de sert bir
hareketle elini sıraların üstüne vurarak söz ister ancak bu talebi reddedilir91.
Mecliste konuşma yapanlar bununla sınırlı değildir. Demokrat Parti İstanbul
milletvekili ve Zapyon Rum Kız Lisesi’nin eski müdürü Aleksandros Hacopulos
da 12 Eylül 1955 günü Meclis’te olaylarla ilgili bir konuşma yapar92:
“Herkes iyi bilmelidir ki; bu ülkenin hiçbir vatandaşı burada esir ya da rehine
değildir. Olayların gelişme şekline bakılınca, bu işin organize bir hareket olduğu kanısına
varılmaktadır. Emniyet güçleri olaylara karşı tepki göstermemiştir. Rum mezarlıkları
bile tahrip edilmiş, yeni gömülmüş ölüler mezarlarından çıkarılmış, babalarımızın,
din adamlarımızın kemikleri sağa sola fırlatılmıştır. Türkiye tarihinde buna benzer bir
olay yaşanmamıştır. Türkler hiçbir dönemde başka dinlere mensup masum insanların
evlerini ateşe vermemişlerdir.”
Bu arada 19 Eylül 1955 günü CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün
“Çetin bir imtihan” başlıklı bir makalesini yayımlayan Ulus gazetesinin basılıp
dağıtılması süresiz olarak yasaklanırken93 aynı gazeteden alıntı yapan Hürriyet
ve Tercüman gazetelerinin basılıp dağıtılması da 15 gün süre ile yasaklanır94.
Ulus gazetesi 31 gün süreyle kapalı kalırken, bunun hemen ardından gazetenin
yayımladığı “Türk ordusu ancak vatanın hizmetindedir.” başlıklı haber nedeniyle
gazete bir kere daha kapatılır95. Daha sonraki günlerde Ankara’da Medeniyet
gazetesi süresiz olarak, İzmir’de ise Sabah Postası gazetesi üç gün, Dünya ve Vatan
gazeteleri de on beşer gün müddetle kapatılırlar96. Sıkıyönetim uygulamasının
başlamasıyla beraber yağmalamaya katıldığı iddiasıyla 2600 kişi tutuklanarak
Selimiye Kışlası’na götürülürler. Ayrıca güvenlik kuvvetlerinin ‘Dur’ uyarılarına
dikkat etmeyen 3 kişi de vurularak öldürülür. Sıkıyönetim komutanlığı daha
sonra hükümet üyelerinin açıklamalarına paralel olarak “komünist oldukları için
fişlenen” 45 kişiyi tutuklar. Tutuklananlar arasında Aziz Nesin, Hasan İzzettin
91
92
93
94
95
96
A.g.e., s.147.
Orhan Türker, “6/7 Eylül Olaylarının İstanbul Rum Basınındaki Yansımaları”, Tarih ve
Toplum, C.30, S.177, Eylül 1998, s.4.
CHP Genel Başkanı İsmet İnönü bu makalenin hazırlanması sırasında son derece itinalı
davranır ve bu arada damadı Metin Toker’den de yazım aşamasında yardım talep eder.
Cumartesi günü hazırlanan yazı bir gün sonra CHP yetkilileri tarafından görüşülerek
üzerinde mutabakata varılır ve Pazartesi günkü Ulus gazetesinde birinci sayfanın sol
tarafında büyük bir başlıkla çıkar ancak hemen akabinde gazete sıkıyönetim gereği süresiz
olarak kapatılır. Metin Toker, a.g.e., s.153.
Toker, a.g.e., s.149.
Akşam, 20 Eylül 1955.
Toker, a.g.e., s.152.
215
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Dinamo, Asım Bezirci de bulunmaktadır. Söz konusu bu 45 kişiden 17 tanesi
daha sonra “yabancı bir devlet aleyhine ilişkileri bozacak şekilde düşmanca
hareketlerde bulunmak, cürüm işlemiyle tahrik ve teşvik suçlarından” dolayı
yargılanmalarına karar verilir. Ancak bu kişilerin hemen hepsi daha sonraki
duruşmalarda serbest kalırken 27 Mayıs 1960 sonrasında Yassıada’da yapılan
duruşmalara bu kişilerden hiçbirisi sanık olarak çağrılmazlar.
4.4. Zarar Tazmin Komisyonu Çalışmalarının Başlatılması
6/7 Eylül günü meydana gelen olaylarla ilgili olarak oluşturulan bir
komisyon zarar tespit çalışmalarına derhal başlar. Ancak zarar konusunda çok
farklı görüşler ve tespitler söz konusudur. İzmir’de de yağmalamadan zarar
görenlerle ilgili olarak yardım komisyonu oluşturulur ve bu komisyonda Afyon
milletvekili ve Kızılay Genel Müdür Yardımcısı Rıza Çerçel, Türkiye Ticaret
Odaları, Sanayi Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği Başkanı ve Türkiye İş Bankası
Genel Müdürü Üzeyir Avunduk, Yapı Kredi Bankası İdare Meclisi Başkanı
Kazım Taşkent, İstanbul Ticaret Odası Başkanı Sait İbrahim Esi de görev alır. Bu
komitede ayrıca 24 memur görev yapmaktadır. 8 Eylül 1955 günü yağmalama ve
talandan zarar gören esnaf ve tüccarlarla ilgili olarak hükümet, işyerleri hasara
uğramış olanların vadesi gelmiş senetlerinin “tecil ve tecdidi”, mevduat hesapları
ve borçlu hesaplarla ilgili olarak kolaylık sağlanmasını ve eğer gerekirse Merkez
Bankası ile Amortisman Sandığı’nın yardımda bulunacağını banka şubelerine
telefon emri olarak duyurur97. Bu arada Dışişleri Bakanlığı da 14 Eylül 1955
tarihinde yayınladığı bir bildiriyle zarar görenlerin ne tür zarara uğradıkları ve
ne kadar zararlarının olduğu konusunda konsolosluklar aracılığıyla hükümeti
bilgilendirmelerini talep eder. Yardım kampanyası sırasında zararın tespiti,
yardım toplanması ve dar ve küçük sermayeli esnaflardan başlanarak yardım
yapılması şeklinde bir program çerçevesinde çalışmalara başlanır. 26 Eylül
1955 tarihinden itibaren yardım toplanması kampanyası başlatılırken zararların
tespitiyle ilgili olarak mağdurların mesai saatleri içerisinde defterdarlıklar
kanalıyla dolduracakları beyannameleri en geç 15 Ekim 1955 tarihine kadar
teslim etmeleri istenir. Bu arada Milli Eğitim Bakanlığı yağmalanan ve zarar
gören okullarla ilgili olarak derhal 150.000 liralık para naklini gerçekleştirirken
İstanbul’da baş gösteren ekmek sıkıntısını ortadan kaldırmak üzere askerî
fırınlar da devreye girer98. Bu dönem içerisinde, Yunan kaynaklarına göre 6/7
Eylül olayları çerçevesinde İstanbul’da zarar gören Rum ve Yunan mallarının
dökümü ise şu şekildedir99:
“Kaynak I: 4340 atölye ve mağaza, 2000 konut, 110 lokanta, 83 kilise, 27
97
98
99
Kocabaşoğlu, a.g.e., s. 46.
Hürriyet, 9 Eylül 1955.
10 Eylül 1995 tarihli Atina çıkışlı İ Kathimerini Epta Meres gazetesinden akt.: Orhan Türker,
“6/7 Eylül Olaylarının İstanbul Rum Basınındaki Yansımaları”, Tarih ve Toplum, C.30, S.177,
Eylül 1998, ss.13-16.
216
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
eczahane, 21 fabrika, 12 otel, 11 klinik ve dispanser, 5 dernek binası, 3 gazete matbaası, 2
mezarlık. Kaynak II: 4340 mağaza, 260 konut, 110 otel ve lokanta, 38 ateşe verilen kilise,
35 tahrip ve yağma edilen kilise, 27 eczahane, 21 fabrika, 8 ayazma, 5 spor kulübü, 3
gazete matbaası”.
Oluşturulan komiteler aracılığıyla zarar gördüğünü ileri sürenlerle ilgili
yapılan çalışmalarda zarar görenlerin sayısı 4433’e, talep ettikleri tazminat miktarı
ise 69.578.744 liraya ulaşır. Yardımla ilgili olarak sadece İstanbul’da 1957 yılı
içerisinde 3247 kişiye toplam 6.533.856 lira yardımda bulunulur100. Beyan edilen
zarar miktarı ve zarar gördüğünü ileri sürenlerin oranı ise 1–5000 lira arasında
zarar beyan eden 2301 kişiye toplam 7.798.198 lira, 5000–10.000 lira arasında
zarar beyan eden 730 kişiye 4.966.500 lira, 10.000–20.000 lira zarar beyan eden
599 kişiye8.193.574 lira, 20.000–30.000 lira zarar beyan eden 313 kişiye 7.654.382
lira, 30.000–50.000 lira arasında zarar beyan eden 247 kişiye 9.451.715 lira ve
50.000 liradan fazla zarar beyan eden 283 kişiye 31.514.875 liradır101. Öte yandan
yağmalamadan zarar görenler de hükümetten bazı isteklerde bulunurlar102:
1- “Gelir vergisi ikinci taksidinin tecili
2- Vadesi gelen borçların protesto edilmemesi
3- Zarar görenlere fevkalade kredi sağlanması
4- Zarar ziyanın bir an önce tespit edilmesi
5- İnşaat malzemelerinin kâr hadlerine tabii tutulmaması
6- Cam ithalinin sağlanması
7- Zarar ve ziyanın tazmini”
Maliye Bakanlığı da bu konuyla ilgili olarak bankalara yeni bir tebligat
göndererek kredi kolaylıkları sağlanması, banka borçlarının tecil edilmesi, kredi
verilmesi ve uğranılan zarar ziyanın tespit edilmesi ve bir yardım komisyonunun
oluşturulmasına karar verir103. Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin gerginleşmesi
üzerine Başbakan Adnan Menderes tarafından özel olarak görevlendirilen
Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur, 15 Eylül 1955 tarihinde Rum
Ortodoks Patriği Athenagoras’ı ziyaret etmek suretiyle devlet adına özür diler.
4.5 6/7 Eylül Olayları ve Yassıada Yargılamaları
Olaylarla ilgili olarak Yassıada duruşmalarında yargılananlar
Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin
Rüştü Zorlu, Başbakan yardımcısı ve Devlet Bakanı Fuat Köprülü, İstanbul
100
101
102
103
Kocabaşoğlu, a.g.e., s.47.
A.g.e., s. 47.
Akşam, 10 Eylül 1955.
Akşam, 9 Eylül 1955.
217
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Valisi Fahrettin Kerim Gökay, İstanbul Emniyet Müdürü Alaaddin Eriş, İzmir
Valisi Kemal Hadımlı, Selanik Başkonsolosu M. Ali Balin, Selanik Başkonsolosu
Yardımcısı Tekinalp, Konsolosluk Kavası Hasan Uçar, Selanik Hukuk Fakültesi
öğrencisi Selanikli Oktay Engin’dir. 6/7 Eylül olaylarıyla ilgili duruşmalar
Yassıada duruşmaları kapsamında ele alınır ve 14 Ekim 1960 tarihinde başlayan
ve 15 Eylül 1961 tarihine kadar devam eden yargılamalarda Yüksek Adalet
Divanı’nda konuyla ilgili olarak toplam 19 davada hâkim karşısına çıkan 529
sanık, 203 celse boyunca 1063 tanıkla beraber dinlenir. Söz konusu duruşmalar
sonrasında Yüksek Adalet Divanı, 15 Demokrat parti yöneticisini idama mahkûm
eder. Milli Birlik Komitesi ise bu idam cezalarından dört tanesini onaylar. İleri
yaşından dolayı eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a verilen ceza hapis şeklini
alırken Başbakan Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın
ise idamlarına karar verilir. Yüksek Adalet Divanı’nda 19 Ekim 1960–5 Ocak 1961
tarihleri arasında devam eden ve 20 oturumda toplam 11 sanığın yargılandığı
6/7 Eylül olaylarıyla ilgili duruşmalarda okunan raporda ise genel olarak Kıbrıs
tarihi ile ilgili bilgi verildikten sonra Yunanistan tarafından Kıbrıs meselesinin 21
Ağustos 1954 tarihinde Birleşmiş Milletlere müracaat edildiği, 30 Haziran 1955
tarihinde İngiltere’nin Türk ve Yunan Hükümetlerine bir davetiye göndererek
üçlü toplantı istediği, Atina Radyosu ile Yunan basınının tahrik dolu beyanları
ile ortamın gerginleştiği belirtilmektedir. İlâveten, Kıbrıs Türk’tür Komitesi’nin
kuruluşu, 22 Ağustos 1955 günü Kıbrıs’ta Türklere karşı genel bir katliama
girişileceği duyumları üzerine İstanbul’da emniyet tedbirlerinin arttırıldığı
belirtilmekte, 4 Eylül 1955 günü Yunan gazetelerinin aleyhte yayınları üzerine
Taksim Meydanı’nda Yunan gazeteleri aleyhine gösteri yapıldığı ve Yunan
gazetelerinin yakıldığı belirtilmektedir. Söz konusu duruşmalar 14 Ekim 1960
tarihinde başlar ve 20 oturum boyunca devam eder104.
“...İstanbul’u tarihte misli görülmemiş bir perişanlığa düşüren ve milyonlarca
lira değerinde milli servetin sokaklara saçılması, binlerce dükkânın yağma edilmesi, 73
kilise, havra ve ayazmanın yıkılması ile neticelenen 6/7 Eylül olayları, 1865 gün sonra
nihayet adalet huzuruna getirildi. Yassıada muhakemelerinin en ilgi çekici davalarından
olan 6/7 Eylül duruşmalarının ilk gününde, Yüksek Adalet Divanı kararnameyi 11
sanığa okudu. 4.000 kelimelik kararnamenin esası, adı geçen olayların bir tertip eseri
olduğu noktasında toplanıyordu. Ama sanıklardan hiçbiri bunu kabul etmedi ve bir
kısmı bunun, gizli bir kuvvet veya komünist tertibi olabileceği fikrini savundu. Başkan
ise, o zaman kurulan muhakemenin komünistlerin ve olayla ilgili gösterilen Kıbrıs
Türk’tür Cemiyeti üyelerinin beraatına karar vermiş olması gerçeğini ileri sürerek, bu
durum karşısında faillerin kim olabileceğini sormuş, ama 11 sanıktan her biri de hiçbir
şeyden haberdar bulunmadıklarını iddia etmişlerdir”.
Duruşmalar sırasında Dışişleri Bakanı Fatin Zorlu, olayların olduğu
dönemde Londra’da olduğu için 6/7 Eylül sanığı haline getirilmesindeki
sebebi anlayamadığını ve “…Yunan hükümeti bana umumiyetle başvekillere verilen
104 Hayat Dergisi, S.44, İstanbul, 28 Ekim 1960.
218
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
nişanlarını verdiler ve geri de almadılar. Tamamıyla suçsuzum. Bu benim hakkımdaki
iddia, bu gazeteden başka bir şey değildir. Ben Kıbrıs davasını halletmek için İstanbul’daki
Rum vatandaşların evlerini yakın veya tahrip edin diyecek, böyle tavsiyede bulunacak
adam değilim. Ve evvelce de arz ettiğim gibi konferans bizim için muvaffakiyetle bitmek
üzereydi ve netice belli olmuştu. Herhalde benim Yunan hükümeti üzerinde tesir
etmek için kendi vatandaşlarımızın ve kendi milli servetimizin heba edilmesini tavsiye
etmememe imkân yoktur ve ben Londra’dan böyle bir harekâtı da idare edemem”105…
derken, Başbakan Yardımcısı Fuat Köprülü ise “Bendeniz esasen alakadar
olmadığım, tesadüfen karıştığım bir meseleyi cevaplandırmağa çalışacağım.” cevabını
verir106. Sanıklardan İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay ise “Hadisenin içine
kimler karışmıştır, muharrikleri kimler olabilir bilmiyorum.” diye savunma yaparken
İstanbul Emniyet Müdürü Alaattin Eriş ise o gece olanlarla ilgili bir panorama
çizmeye gayret eder. İzmir Valisi Kemal Hadımlı kendisini İller Kanunu ve
“kanunlar ve maddeler arasında” savunmaya çalışırken Selanik’teki konsolosluk
görevlileri Başkonsolos M. Ali Balin, Selanik Başkonsolosu Yardımcısı Tekinalp,
Konsolosluk Kavası Hasan Uçar, Selanik Hukuk Fakültesi öğrencisi Selanikli
Oktay Engiise Türkiye’den bomba taşındığı ve Selanik’te patlatıldığı yönündeki
iddiaları reddederler. Bu arada duruşmaları izlemeye gelenler arasında Celal
Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy, İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın kardeşi
Sadettin Kerim Gökay, Oktay Engin’in kız kardeşi Dilek Engin ve gençlik
temsilcileri de bulunmaktadır. 6 ve 7 Eylül 1955 tarihlerinde özellikle İstanbul’da
meydana gelen olaylarla ilgili olarak görülen davalarda yargılananlardan birisi
de Cumhurbaşkanı Celal Bayar’dır.19 Ekim 1960 Çarşamba günkü oturumda
saat 11.00’den itibaren sırasıyla Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü
Zorlu, Fuad Köprülü ve Fahrettin Kerim Gökay da Yüksek Adalet Divanı
karşısına çıkarlar107:
“...Sonra, Selanik’teki bombanın sorumluluğunu, Yassıada duruşmalarında,
dönemin Demokrat Parti iktidarına yüklediler. Oysa Demokrat Parti’nin suçu da,
tecrübesizliğiydi. Bir dış politika krizinde ağırlık kazanmak için, bir provokasyonla
kitleleri sokağa dökmek için, bir provokasyonla kitleleri sokağa dökmenin yağma
ve vahşetle biteceğini düşünmemişlerdi. İç politikadaki popülizmin, dış politikaya
şovenizmle yansıtılmasının, öncelikle bunu yapan ülkeleri vurduğunu bilememişlerdi...”
“Büyük bir taktik ve ustaca bir zamanlaması” olan bu olayla ilgili olarak
duruşmalara daha sonraki dönemlerde de devam edilir ve patrik Spiro
Athenogoras, Vali Refik Tulga, Maliye Bakanı Ekrem Alican, CHP milletvekili
Turan Güneş (1974 Kıbrıs Barış Harekâtı döneminde Bülent Ecevit hükümetinde
Dışişleri Bakanı), eski Emniyet Müdürü Kemal Aygün ve polis müdürü Orhan
Eyüboğlu da tanık olarak dinlenirler. Duruşmalarda tanık olarak dinlenen
105 Hulusi Turgut, Yassıada’da Yaptırılmayan Savunmalar, Doğan Kitap, İstanbul, Mayıs 2007,
s.149.
106 Hayat Dergisi, S.44, İstanbul, 28 Ekim 1960.
107 Mehmet Barlas, “Rüzgâr Gibi Geçti”, Sabah, 22 Şubat 2000.
219
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Rum Ortodoks Patriği Spiro Athenogoras’ın dinlenmesi ise hayli ilginç
olaylara sahne olur. Duruşma salonuna giren parlak güneş ışığı yüzünden
salondakileri tanımakta ve görmekte zorluk çeken Patrik daha sonra ifadesini
verir108. Mahkemede söz alan Bayar’ın avukatı Gültekin Başak savunmakla
görevlendirildiği müvekkilinin Cumhurbaşkanı olması nedeniyle 1924
anayasası bağlamında TBMM’ne karşı ancak hıyanet-i vataniye durumunda
sorumlu tutulabileceğini, bu nedenle Yüksek Adalet Divanı mahkemesinin
böyle bir davaya bakamayacağını iddia eder. Ancak Mahkeme Başkanı Salim
Başol ise Bayar’ı yargılamak konusunda kendilerinin vazifelendirildiğini ifade
eder. Mahkeme Başkanı Salim Başol’un “Kararname okunacaktır” emri üzerine
kararname yüksek sesle okunur ve Celal Bayar’ın duruşması başlar. Ancak
intihara teşebbüs ettiği zaman kulağından pıhtı şeklinde kan geldiğinden
duruşma anında Celal Bayar’ın kulakları az işitmektedir. Celal Bayar duruşmada
olan bitenleri kendisi açıklamayı tercih eder109:
“...Ortada bir Kıbrıs davası var. Türk milletinin her ferdi bu dava ile alakadar
olmuştur. Yunanlar da Kıbrıs’ın ilhakı için azamî gayret sarf etmişlerdir. Tezimizi
meşru bazlar içinde dünya umumi efkârına kabul ettirmek vazifemizdi. Bunun için
gayret sarf ediyorduk...”
Celal Bayar’ın bu açıklaması üzerine araya giren mahkeme başkanı
Salim Başol da Bayar’a yeni sorular yöneltir110:
“Ama bu hareket meşru değil, gayri meşrudur. Bütün deliller bu merkezdedir. Bu
müdahale bir ihsası reydi. Devletin istihbarat makamlarında bu nümayişin tarafınızdan
tertip edildiğine dair raporlar var. Tahkikat yapılmadan o gün ‘Bu hadiseleri müseccel
komünistler yaptı.’ demişsiniz. Hiç tahkikat yapılmadan bu nasıl oluyor? Hadiseleri
masum insanların üzerine nasıl yüklersiniz”?
Mahkeme başkanının bu sorusuna karşılık Celal Bayar ise “Yani bir
beyanat mı yapmışım, bir vesika mı imzalamışım? Örfi İdare Kumandanı’na
o gün vilayette hadisenin faillerini bulmaları gerektiği doğrultusunda emirler
verdim.” karşılığını verir111. Bu açıklamaya karşılık olarak Mahkeme Başkanı
Salim Başol ise “Faillerin bulunması ve takibi kanun emridir. Haklarında
hiçbir delil bulunmayan insanlar hakkında tahkikat yapılmış ve sonra beraat
etmişlerdir.” cevabını verir. Aynı duruşmalarda Başbakan Adnan Menderes ve
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da yargılanırlar ve 6/7 Eylül olaylarıyla ilgili
olarak altışar yıl hapse mahkûm olurlar. Bütün bu olaylardan tam 57 yıl sonra
Demokrat Parti Eski Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Arif Demirer ise yaptığı
bir açıklamayla konuya çok farklı bir boyut getirir ve olayların sadece 6 Eylül
günü yaşandığını, dolayısıyla 6/7 Eylül ifadesinin yanlış olduğunu belirterek
bütün bu yaşananlarda bir İngiliz parmağı olabileceği yönündeki yaklaşımlara
108
109
110
111
Hayat Dergisi, S.45, 4 Kasım 1960.
Süleyman Yeşilyurt, Bayar Gerçeği, 1956, Ankara, s. 334.
A.g.e., s. 334.
A.g.e., s. 335.
220
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
bir de Yunanistan unsurunu ekleyerek olup bitenlerin sorumlusunun Yunanistan
derin devleti olduğunu ileri sürer112.
“…1955’te İstanbul’da Rumca/Helence konuşan 90 bin kişi var. Bunların
17 bini Yunan pasaportu taşıyan ve 1930’da imzalanmış bir antlaşma ile İstanbul’da
gayrimenkul edinme, işyeri açma hakkı bulunan İstanbullu Yunanlar. 1955 yılında
Yunanistan’da küçümsenmeyecek ölçüde komünist var. Yunan derin devleti için
Yunanistan uyruklu 17 bin İstanbullu içinden olayları başlatmak için birkaç yüz kişiyi
bulup görevlendirmek ve Gökşin Sipahioğlu’nu hediyelerle 2. baskı için teşvik etmek
çok kolaydı. Fuat Köprülü’nün 27 Mayıs darbesinden hemen sonra yaptığı iğrenç ihbar
nedeniyle Yassıada’da alelacele hazırlanan davada Yüksek Adalet Divanı 5 Ocak 1961
günü karar veriyor; Olayları tertipleyen Zorlu ve Menderes’e 6’şar yıl. 1 gün sonra 1961
Anayasası’nı yazacak olan Kurucu Meclis açılıyor. Darbecilerin başı (aynı zamanda
Devlet Başkanı) Gürsel’in 10 kişilik Kurucu Meclis kontenjan üyeliği var. 10 kişiden 1’i,
olaylarda DP İstanbul İl Başkanı olan, muhbirin oğlu Orhan Köprülü. Çelişkiye bakın ki
DP Genel Başkanı’na 6 yıl, DP İstanbul İl Başkanı’na ise kontenjandan Kurucu Meclis
üyeliği verilmişti. Yunanistan’a da gümüş bir tepsi içinde sonsuza dek Türkiye aleyhine
kullanacağı bir koz sunulmuştu; ‘Barbar Türkler 6 Eylül 1955 tarihinde İstanbul’da
Rumlara pogrom uygulamışlardır…”
Sonuç
Yıllar sonra 6/7 Eylül olayları konusunda yapılan çalışmalar özellikle
İngiltere’nin Atina Büyükelçiliği ve Selanik Konsolosluğunun bu olaydaki
dahlini ortaya koymaktadır. 1930’lu yıllarda Mustafa Kemal Atatürk ve
Elefterios Venizelos arasında başlayan dostluk bağlarının Türk-Yunan
dostluğuna dönüşmesi, iki ülke arasında ekonomik, siyasi, askeri bağların
güçlendirilmeye başlanması bu coğrafyada farklı menfaat hesapları yapan
güçlerin pek de hoşlandıkları bir durum olmayacaktır. İkinci Dünya Savaşı
sürecinde İtalyanların ve hemen ardından Almanların işgaline uğrayan ve
kanlı bir iç savaş yaşayan Yunanistan’a “Megali Limos/Büyük Açlık Dönemi”
sırasında yardım elini uzatan tek ülkenin Türkiye olmasının ardından
kaşınmaya başlanan Kıbrıs sorunu iki ülke ilişkilerini iyiden iyiye gerginleştirir.
Şartların olgunlaşmaya ve istenilen kıvama gelmesiyle başlatılan olaylar ise hem
Kıbrıs’ı içinden çıkılamaz bir sorun haline getirir, hem de uluslararası camiada
Türkiye’nin siciline kara bir leke sürülmesine neden olur. Yıllar sonra ortaya
çıkan yeni bilgiler ise bu olayların arkasında İngiltere’nin Atina Büyükelçiliği
ve Atina Konsolosluğu’nun da bulunduğu yönündedir. Olaylarla ilgili yapılan
en son açıklama ise DP kanadından gelmiştir ve bu olayların planlayıcısı ve
uygulayıcısı olarak Yunanistan derin devletini ve o dönemde İstanbul’da
yaşamakta olan ciddi sayıdaki Yunan vatandaşını göstermektedir. Şüphesiz 6/7
Eylül 1955 tarihinde başlayan ve özellikle İstanbul’da yaşayan azınlıklara yönelik
112
Mehmet Arif Demirer, a.g.e., ss.64-70.
221
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
olarak gerçekleştirilen bu tahrip, yağma ve yıkım hareketi daha sonraki süreçte
de Türkiye’nin başını çok ağrıtacak bir sorun olarak da tarihe geçer. Mal ve cana
verilen zarar ve tahribat yanında pek çok inanç merkezinin de yağmalanması
ve tahrip edilmesi bir Batı ülkesi olarak Türkiye’yi modern Avrupa ve dünya
kamuoyu karşısında zor duruma düşürür. Bütün bu faaliyetlerin arkasında
doğrudan DP iktidarı ve Adnan Menderes hükümetinin bulunduğu iddiaları
yanında civar kentlerden İstanbul’a taşındığı belirtilen bazı bindirilmiş kıtalar
da hükümet kanadı açısından tereddütler oluşturacak bir durum olarak
ortaya çıkar. 6/7 Eylül 1955’in hemen ardından Kıbrıs’ta yaşanan süreç ise
tamamen silahlı bir mücadele olarak ortaya çıkar. Yunanistan destekli EOKA
karşısında Kıbrıs Türklerinin kurdukları Volkan, 9 Eylül gibi mahalli, etkisiz
yeraltı örgütlerinin ardından 15 Kasım 1957 tarihinde kurulan ve 1 Ağustos
1958’den itibaren Türkiye’nin fiili desteğiyle faaliyete geçen Türk Mukavemet
Teşkilatı Kıbrıs Türklerinin can, mal ve namus güvenliklerini sağlamaya çalışır.
Öte yandan Kıbrıs’ta Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın garantörlüğünde 16
Ağustos 1960 günü kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de uzun ömürlü olmaması
ve olayların devam etmesinin ardından 21 Aralık 1963 tarihinde Akritas
Planı çerçevesinde bütün Kıbrıs Türklerini ortadan kaldırmaya yönelik Rum
saldırılarının başlaması karşısında Türkiye de kayıtsız kalmaz ve “1964 yılı
başından itibaren Türkiye’de yaşayan bütün Yunan vatandaşlarını sınır dışı
etmeye başlar. Böylece iki ülke arasındaki ilişkiler iyiden iyiye gerginleşirken
Türkiye’de yaşamaya devam eden tek bir Yunan vatandaşı kalmaz, azınlıkların
büyük bir kısmı da ülkeyi terk ederler.
222
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
KAYNAKÇA
I. Arşiv Kaynakları
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), Ankara/Türkiye
Kıbrıs Türk Milli Arşivi (KTMA) EOKA Ar
II. Süreli Yayınlar
Akşam
BYGM Ayın Takvimi
Cumhuriyet
Derin Tarih
Halkın Sesi
Hayat Dergisi
Hürriyet
Milliyet
Sabah
Son Posta
Tan
Toplumsal Tarih
Yeni Sabah
Zafer
III. Kitaplar
AGUN, Hüseyin, Demokrat Parti İktidarının Kıbrıs Politikası 1950-1960, Ankara, 1997.
AYDEMİR, Şevket Süreyya, İkinci Adam 1950-1964, Cilt III, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 1999.
BAĞCI, Hüseyin, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, İmge Yay., Kasım 1990.
BALİ, Rıfat N., 6-7 Eylül 1955 Olayları; Tanıklar-Hatıralar, Libra Yay., İstanbul,
Kasım 2010.
223
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
BAŞAR, Ahmet Hamdi, Yaşadığımız Devrin İçyüzü, Ankara, 1960.
BİL, Hikmet, Kıbrıs Olayı ve İçyüzü, İstanbul, 1976.
BİLGE, Suat, Le Conflit De Chypre Et Les Cypriotes Turcs, Ankara Üniversitesi,
Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay., Ankara, 1961.
BİRANT, Mehmet Ali, Demirkırat-Bir Demokrasinin Doğuşu, İstanbul, Şubat 1999.
DEMİRER, Mehmet Arif, Nihat Erim’in Gözlüğü ve Kalemi ile Demokrat Parti ve Bir
Soru; Johnson Mektubu Sipariş miydi, Ankara, Şubat 2006.
DİKERDEM, Mahmut, Ortadoğu’da Devrim Yılları, İstanbul, 1997.
EMILIANIDES, Achille, Histoire De Cyprus, Paris, 1963.
ERİM, Nihat, Bildiğim ve Gördüğüm Ölçüler İçinde Kıbrıs, Ankara, 1975.
FERSOY, Orhan Cemal, Bir Devre Adını Veren Başbakan; Adnan Menderes, İstanbul,
1971.
FOLEY, Charles, Guerrilla Warfare and EOKA Struggle; General Grivas , Longman
Yay., Londra, 1964.
GOVERNMENT OF CYPRUS, Review of Events In Cyprus 1955–1957, Lefkoşa, 1958.
GÖNLÜBOL, Mehmet, SAR, Cem, Olaylarla Türk Dış Politikası C. I, Siyasal
Bilgiler Fakültesi Yay., Ankara, 1977.
GÜRKAN, Haşmet Muzaffer, Bir Zamanlar Kıbrıs’ta, Lefkoşa, 1996.
IOANNIDES, Christos P., In Turkey’s Image-The Transformation of Occupied Cyprus
into a Turkish Province, New Rochelle Publications.
İNUĞUR, M. Nuri, Türk Basın Tarihi 1919-1989, İstanbul 1992.
KABACALI, Alpay, Türk Basınında Demokrasi, Ankara, 1994.
KESER, Ulvi, Yardım Et Komşu; İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Yunanistan’a
Yardım Faaliyetleri, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Yayınları, Ankara, Kasım 2005
KESER, Ulvi, Yunanistan’ın Büyük Açlık Dönemi (μεγάλος λιμός) ve Türkiye, IQ
Yay., İstanbul, 2008.
KESER, Ulvi, Kızılay Belgeleri Işığında Yunanistan’da Ölüm, Açlık, İşgal, 1939–1949,
Türk Kızılay’ı Tarih Serisi, Kızılay Genel Müdürlüğü, Ankara, 2010.
MANİZADE, Derviş, Kıbrıs Dün Bugün Yarın, KTKD İstanbul Bölgesi Yay.,
İstanbul, 1975, NESİN, Aziz, Salkım Salkım Asılacak İnsanlar, İstanbul, 1994.
ÖZAD, Murad Hüsnü, Baf ve Mücadele Yıllarım, Aha Yay., İstanbul, Temmuz 2002.
JONES, Byford, Grivas and the Story Of EOKA, Robert Hale Limited Yay., Londra,
1959.
224
Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955 Olayları...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
JUNOD, Marcel, Warriors Without Weapons, New York Macmillan Co., 1951.
SARICA, Murat, TEZİÇ, Erdoğan, ESKİYURT, Özer, Kıbrıs Sorunu, İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yay., İstanbul, 1975.
SPECIAL COMMITTEE On Cyprus Affairs, Cyprus; Past - Present- Future,
Ankara, 1964.
THUBRON, Colin, Journey Into Cyprus, Middlesex, 1986.
TOKER, Metin, Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları; DP Yokuş Aşağı 1954-1957,
Bilgi Yay., Mart 1991, İstanbul.
TURGUT, Hulusi, Yassıada’da Yaptırılmayan Savunmalar, Doğan Kitap, İstanbul,
Mayıs 2007.
UÇAROL, Rifat, Siyasi Tarih (1789-1994), İstanbul, 1995.
VANEZIS, PN, Cyprus Crime Without Punishment, Regal Printing Ltd., Hong
Kong, 2000.
YALMAN, Ahmet Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, 1945-1971,
Cilt 4, İstanbul, 1971.
IV. Makaleler
ARMAOĞLU, Fahir, “1955 yılında Kıbrıs Meselesinde Türk Hükümeti ve Türk
Kamuoyu,” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt. 14, No. 2/3, Temmuz
1959, ss.57-85.
DEMİRER, Mehmet Arif, “6/7 Eylül Olaylarını Yunan Derin Devleti Planladı”,
Derin Tarih, Sayı 6, Eylül 2012, ss.64-69.
GÜVEN, Dilek, “6-7 Eylül Olayları ve Failleri”, Toplumsal Tarih, Sayı 141,
İstanbul, Eylül 2005, ss.38-49.
KOCABAŞOĞLU, Uygur, 6/7 Eylül Olaylarından Sonra Hasar tespit Çalışmaları
Üzerine Birkaç Ayrıntı”, Tarih ve Toplum, Sayı 81, İstanbul, Mayıs 2000.
SONYEL, Salahi R., ”İngiltere Dışişleri Bakanlığı Belgelerine Göre: Osmanlı
Padişahı Abdülhamit 48 Saat İçinde Kıbrıs’ı İngilizlere Nasıl Kiraladı?”
,Belleten, Cilt XLII, Sayı 165-168, Ankara, 1978.
TOPUZ, Hıfzı, “6/7 Eylül Olayları ve Aknoz Paşa’nın Yasakları”, Tarih ve
Toplum, Sayı 81, İstanbul, Eylül 2000.
TÜRKER, Orhan, “6/7 Eylül Olaylarının İstanbul Rum Basınındaki Yansımaları”,
Tarih ve Toplum, Cilt 30, Sayı 177, Eylül 1998, ss.13-16.
YEŞİLYURT, Süleyman, “Bayar Gerçeği”, Milliyet, Ankara, 2005.
225
Ulvi KESER
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
V. Sözlü Tarih Çalışması
KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı merhum Rauf R. Denktaş ile 8 Temmuz 2003
tarihinde Lefkoşa’da yapılan görüşme.
Aydın Samioğlu ile 29 Kasım 2004 tarihinde Lefkoşa’da yapılan görüşme.
226
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi
Journal Of Modern Turkish History Studies
XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 227-244.
İZMİR SUİKASTI MAHKÛMLARI İÇİN
1956 YILINDA YAPILAN BİR İADE-İ İTİBAR GİRİŞİMİ
Ahmet MEHMETEFENDİOĞLU*
Cemal Necip GÜREL**
Öz
Yakın dönem siyasal tarihimizin en önemli davalarından olan İzmir Suikastı
Davası’nın bilinmeyen boyutlarından biri de, idam edilen mahkûmların yakınları ve
ailelerinin durumu idi. Dava dosyası, kararların verilmesi ve infazların yapılmasının ardından
kapanmış olmasına karşın; yaşananlar ve sonuçları, aileler için hiçbir zaman unutulmayacak
bir sürecinde başlangıcını oluşturmuştu.
Bu makalede, 1956 yılında gazetelerde yayınlanan bir mevlit ilanının ardından
gündeme getirilen İzmir Suikastı Mahkûmlarına İade-i İtibar girişiminin arka planı ve bu
doğrultuda yaşanan tartışmaların kamuoyuna yansımaları konu edilmektedir.
Anahtar Sözcükler: İstiklal Mahkemeleri, İzmir Suikastı Davası, Yeni Bahçeli Nail, Fahri
Can, İade-i İtibar.
A REFUNDABLE CREDIT ATTEMPT FOR CONVICTS OF IZMIR IN 1956
Abstract
A Refundable Credit Attempt for Convicts of Izmir in 1956 one of the unknown
issues of Izmir assassination which is the most important political trials in the near past is the
condition of families of the convicts sentenced to death. Although the trial finished after the
verdict and execution, experiences and its results were the beginning of a process which have
never been forgetten by the families. In this article, it is examined that the background of a
refundable credit attempt for the convicts of Izmir after a mevlit (Islamic memorial service)
announcement published in the newspapers in 1956 and the discussions in the public opinion.
Keywords: Revolution Court, The Trial of Izmir Assassination, Yeni Bahçeli Nail, Fahri
Can, Refundable Credit.
*
**
Yrd. Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü,
(a.mehmetefendioglu@deu.edu.tr).
Tarih Uzmanı, (cemalgurel@hotmail.com).
227
Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Giriş
1956 yılının Ağustos ayında gazetelerde yer alan bir mevlit ilanı, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve devrimlere uzanan yıllara ait bazı tartışmaların
yeniden açılmasına neden oldu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olan Gazi Mustafa
Kemal Atatürk’e 1926 yılında İzmir’de yapılması planlanan suikast girişiminin
ele alındığı İzmir suikastı davasının 30. yıldönümüne denk gelen bir tarihte
gazetelere verilen ilanda, eski İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Yenibahçeli
Nail, maliye eski nazırı Cavit, Ardahan Mebusu Hilmi ve Dr Nazım Bey’lerin
ruhlarına ithaf edilmek üzere, 25 Ağustos 1956 cumartesi günü, ikindi namazını
müteakip İstanbul Şişli Camii’nde mevlit okutulacağı duyuruluyordu. Mevlit
organizasyonunu düzenleyen ise, ünlü İttihatçılardan Yenibahçeli Nail’in oğlu
Nadir Nail Keçili’ydi1.
Mevlit için Şişli Camii avlusunda toplanan kalabalık içerisinde eski
İttihatçılar önemli bir yer tutuyorlardı. Saat 16 dolaylarında başlayan mevlide
mahkûmların aileleri ve yakınlarının yanı sıra hatırı sayılır bir meraklı izleyici
grubu da eşlik ediyordu. Hafız Esad Gerede, Hafız Mecid Sesigür, Hafız Cevdet
Soydanses gibi dönemin saygın hocaları tarafından okunan mevlit, duaların
ardından sona ermişti2.
Ankara İstiklal Mahkemesi Üyeleri
1 Zafer, 24 Ağustos 1956.
2 Tercüman, 26 Ağustos 1956.
228
İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Mevlidin son bulmasıyla birlikte dağılan kalabalığın ardından Şişli
Camii avlusunun bir köşesinde toparlanmaya başlayan topluluk dikkatleri
çekiyordu. Mevlide katılanlar arasında bulunan eski ittihatçılardan Hüseyin
Cahit Yalçın, Dr. Fahri Can, Hüseyin Ulvi, Hâmit Ortaç, Emin Vefa Gerçek, Arif
Hortaç, Hüseyin Derer, Raif Alpın gibi, kamuoyunun yakından tanıdığı isimler
bu grup içerisinde yer almaktaydı3. O günün bir diğer tanığı da henüz dokuz
yaşında olan, Yenibahçeli Nail Bey’in aynı adı taşıyan torunu Nail Keçili’ydi4.
Mevlitten sonra meraklı gazetecilerin görüşlerine başvurduğu eski
ittihatçılardan Fahri Can’ın dillendirdiği, yargılamaların yenilenmesi ve idam
edilenlerin itibarlarının iade edilmesi isteği, İstiklal Mahkemelerine ilişkin yeni
bir tartışmayı da başlattı.
Dr. Fahri Can
1. Fahri Can Ne Diyordu?
Bilindiği gibi 1926 yılı Haziran ayında bir ihbar üzerine başlayan ve
Cumhuriyet dönemi siyasal hayatının en önemli davalarından birini oluşturan
“İzmir Suikastı Davası”; İzmir ve Ankara yargılamalarını takiben aynı yıl içinde
sona ermiş ve olaya karışan sanıklar, başta idam olmak üzere çeşitli cezalara
çarptırıldıktan sonra dosya kapanmıştı.5
Fahri Can ve arkadaşlarının iade-i itibar isteğinden çok önce de, İstiklal
Mahkemeleri’nde yargılanan ve çoğu idama mahkûm edilen sanıkların aileleri
3
4
5
Dünya, 27 Ağustos 1956.
Bugün bu kampanyanın hayattaki tek tanığı olan ve bilgisine başvurduğumuz Sayın
Nail Keçili bu girişim hakkında çok fazla şey hatırlamadığını söyledi. Makalemize görsel
malzeme ve dedesini anlatan bir yazıyla destek veren Sayın Keçili’ye teşekkür ederiz.
İstiklal mahkemeleri için bkz.: Ergun Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Cilt:1-2, İzmir, 1995.
229
Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
bazı taleplerde bulunmuşlardı. Bu taleplerin en başında mahkûmların dava
süresince tutmuş oldukları günlükler, yazmış oldukları mektuplar gibi özel
eşyalarının iade edilmesi ve mahkûmların naaşlarının ya da cenazelerinin
gömüldüğü yerlerin ailelere bildirilmesi geliyordu. Bu yöndeki en dikkat çekici
çabayı, Ankara yargılamaları sonucunda idama mahkûm edilen Cavit Bey’in
yakınları ve arkadaşları göstermişti.
Bu süreçte İttihatçıların ünlü maliye nazırı Cavit Bey’in yakın
dostlarından olan Hüseyin Cahit Yalçın, olayın ardından Cavit Bey’in kabrinin
yerini öğrenmek için İstiklal Mahkemesi üyelerinden Kılıç Ali’nin yardımını
istemiş ve onun aracılığıyla İstiklal Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya’yı ziyarete
gitmiş ancak bu girişimi sonuçsuz kalmıştı6.
Cavit Bey’in eşi Aliye Hanım’da, çeşitli dönemlerde arayışlarını
sürdürmesine rağmen sonuç alamamıştı. Aliye Cavit Hanım’ın 1947 yılında,
olayın 21. yıl dönümünde gazetelere vermiş olduğu bir ilan, ailelerin bu
isteklerinin kamuoyuna yansıyan ve bilinen ilk girişimiydi7.
Şişli Camii avlusunda kendisiyle görüşen gazetecilere, aileler adına
da görüş bildiren eski İttihatçılardan Fahri Can, sözlerine İstiklal Mahkemesi
kararlarını ele alırken, mahkemenin adaletsizliği, kararların hatalı olduğu
bahsinde, bir iddialarının olmadığının altını çizerek başlamıştır. Fahri Can’ın
bu üslubu ile İstiklal Mahkemelerini doğrudan hedef almaktan kaçındığı dikkat
çekmekteydi. 1939 yılında CHP ve Hükümet yetkililerinin yayınlamış oldukları
bir tebliğ ile Ankara İstiklal Mahkemesi’nin, İzmir Suikastı girişimi davasında
gıyabında hapis cezası alan Rauf Orbay hakkındaki hükmünün, adli bir hata
olarak nitelenmiş ve yok hükmünde (keemlen yekün) 8 sayılmış olmasına atıf
yapan Fahri Can; 1926 yılındaki yargılamalarda, başka adli hataların da yapılmış
olması ihtimaline dikkat çekmiştir9.
Şişli Camiinde Düzenlenen Mevlit ve Nadir Nail Bey ile oğlu M. Nail Keçili
6
7
8
9
Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, İş Bankası yay., İstanbul, 2001, s.382.
Tanin, 18 Temmuz 1947.
Kararın siyasi, hukuki anlamda yok hükmünde sayılması.
Akşam, 26 Ağustos 1956.
230
İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
İnsaniyet Namına!
Sevgili ve kıymetli zevcim esbak
Maliye Nazırı Cavit Bey’in haksız olarak
uğradığı felaketi müteakip cesedini
ailesine teslim etmemişlerdi. Ben de o
felaketten sonra uzun müddet kendime
malik olamadığımdan nerede olduğunu
akrabalar vasıtasıyla anlamak mümkün
olamamıştır, öğrenemedim. Bundan bir
kaç sene evvel bizzat Ankara’ya giderek o
zamanki İstiklal mahkemesi reisi bulunan
Ali Çetinkaya’dan sordurmuştum. Ve
zevcimin hapishanede iken ailesine
yazmış olduğu hatıra defterini de
bilmediği cevabını verdi. Hâlbuki
felaketten sonra hapishane müdürünün
kendilerine teslim etmiş olduğunu da
haber almıştım. O zaman Ankara’da
bulunup bigünah zevcimin kabrini
bilen varsa bana insaniyet namına haber
vermesini, bir gadre uğramış vatandaşa
manevi bir yardım edilmesini pek çok
yalvarırım.
Aliye Cavit
Rauf Orbay’ın bu hükümet tebliğiyle yetinmeyip iade-i muhakeme
talebiyle askeri temyiz mahkemesine başvurarak, İstiklal Mahkemesi’nin 1926
yılında hakkında vermiş olduğu kararı kaldırttığına değinen Fahri Can, bu
kararın bir hukuki sonuç doğurduğunu belirterek, bu sonucun aynı durumda
olan diğer mahkûmlar için de örnek teşkil edeceğine işaret etmiştir.
Fahri Can’a göre; “İdam edilenlerin çocukları ve diğer akrabaları, toplum
içerisinde “alnı lekeli” olarak gezmektedir ve söz konusu yargılamalarda bir adli hata
yapılma olasılığı mevcutsa aradan geçen uzun zamana rağmen bu hatayı düzelterek bu
insanların hak arayışlarına destek olmak her şeyden önce vicdani bir görev olmalıydı”.
Ailelerin bu mücadele de kararlı olduklarını dile getiren Can; yeniden
muhakeme talebinde bulunmak üzere hükümete başvuracaklarını ifade ederek
yetkili mercilerin gerekeni yaptıktan sonra mahkûmların naaşlarının da “hakiki
yerlerine yani Hürriyeti Ebediye tepesine getirilmesini” dilediklerini beyan etmiştir10.
10 Tercüman, 26 Ağustos 1956.
231
Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Peki, bu tartışmalarda hukuki bir
dayanak olarak gösterilen Rauf Orbay
kararı neydi ve neyi ifade etmekteydi.
Bilindiği gibi İzmir Suikastı
girişiminde
rolü
olduğu
iddiası
ile
Terakkiperver
Fırka’nın
pek
çok
yöneticisiyle
birlikte
İstiklal
Mahkemesinde
yargılanan
Rauf
Bey, dava süresinde yurt dışında
bulunduğu için gıyabında yargılanmış
ve nihayetinde İstiklal Mahkemesinin
26 Ağustos 1926 tarih ve 111/69 sayılı
kararıyla on yıl hapis cezasına mahkûm
edilmişti11.
Rauf Bey, gıyabında yargılandığı
ve hüküm giydiği İzmir Suikastı davası
sonucunda kendisine isnat edilen suçları
ve kararı hiçbir zaman kabul etmemiş,
ancak kararı temyiz edemeyeceği için de
Yeni Bahçeli Nail Bey
yurda dönmemiş ve yurt dışında kalarak
İngiltere, Hindistan, Çin ve Mısır gibi ülkelerde yaşamına devam etmişti12.
Cumhuriyetin ilanının 10. yıldönümü nedeniyle çıkartılan genel af
kapsamında, 26 Ekim 1933 tarihli, 2330 sayılı kanunun 8. maddesinde yer alan;
“İzmir suikastı mahkûmları affolunmuştur” hükmü gereğince diğer mahkûmlar
gibi Rauf Orbay’da affa uğramıştı. 5 Temmuz 1935’te Türkiye’ye dönen Rauf
Bey, 22 Ekim 1939 tarihli bir beyanname ile milletvekilliğine aday gösterilmiş ve
Kastamonu Mebusu seçilmişti.13.
Fahri Can’ın ses getiren açıklamalarını yayınlanan gazeteler haberi
“İzmir suikastı yeniden ele alınıyor” başlığıyla kamuoyuna duyurdular. Kamuoyu,
11
12
13
Yaşar Şahin Anıl, İzmir Suikastı Davası, İstanbul, 2005, ss.196-197.
Mustafa Alkan, “Hüseyin Rauf Orbay’ın Hayatı (1880- 1964)”, Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi, C.XX, Sayı: 59, Ankara, Temmuz 2004, s.614.
Cemil Koçak’a göre bu beyanname, tamamen siyasi içeriğe sahip ve hukuki herhangi bir
geçerliği sahip olmayan bir metindi ve CHP yönetimi yayınladıkları bu beyanname ile
İstiklal Mahkemeleri’nin kararlarının siyasi mahiyetini açıkça itiraf etmişti. Bkz; Cemil
Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi C.II, İletişim Yay. İstanbul, 2007. ss. 106-109. Rauf
Orbay’da CHP yönetiminin siyasal bir metin üzerinden oldu bitti yöntemi ile meseleyi
çözme yolunu seçtiğini ifade ederek kendisinin buna rağmen mücadelesine devam ettiğini
ve 1941 yılında emeklilik aylığı işini bahane ederek Askeri Temyiz Mahkemesine yapmış
olduğu bir müracaat ile İzmir suikastı davasını yeniden açtığını ve beraat kararı aldığını
belirtmekte ise de temyiz mahkemesinden almış olduğunu iddia ettiği karara ilişkin
bir belge, görebildiğimiz kadarıyla anıları da dâhil olmak üzere herhangi bir kaynakta
yayınlanmamıştır. Bkz.: Rauf Orbay’ın Hatıraları, Haz.: Osman Selim Kocahanoğlu, Temel
yay., İstanbul, 2005, s.424.
232
İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
davaların yeniden görülüp görülmeyeceğini merak ediyordu. Tanınmış
hukukçuların demeçleri, gazetelerin ilk sayfalarında yer buluyordu. Konuyla
ilgili görüşlerine başvurulan Adliye Eski Vekili Fuat Sirmen, yürürlükteki
mevzuat dâhilinde hükümete müracaat ederek bir sonuç alınmasının mümkün
olmadığını beyan etmekteydi. Dönemin tanınmış Ceza Hukukçularından
olan Nail Tamer ise, mevcut hukuk sistemi içerisindeki kanuni yolların belli
olduğunu, eğer bir adli hata iddiası ileri sürülüyorsa bunun için, “tashih-i karar”
ve “iade-i muhakeme” yollarından yürünebileceğini ancak, bu yollardan gitmek
için de hükümete veya Meclise başvurmakla sonuç alınamayacağını belirtmiştir.
“Tashih-i karar” isteği için Adliye Vekâleti Cumhuriyet Baş Müddeiumumiliğine,
“iade-i muhakeme” talebi için ise kararı vermiş olan mahkemeye müracaat
yapılabileceğine ve bunun için de yeni delillerin elde edilip adli makamlara
beyan edilmesi gerektiğine değinen Tamer; bütün bu kanuni yolları izlerken
en çok dikkat edilmesi gereken hususun mürur-ı zaman14 olduğunun da altını
çizmiştir15.
Böylelikle, daha gündeme geldiği ilk günden hukuki olarak sonucu belli
olan bu tartışma siyasi bir boyuta dönüşerek, hukuktan çok tarafların kamuoyu
desteğini arkalarına alma kampanyasına dönüşmüştür.
Bu sürecin ön plana çıkan isimlerinden ve kendisi de istiklal
mahkemelerinde yargılanmış olan Hüseyin Cahit Yalçın bu kampanyaya destek
verenlerin arasındaydı. Kendisine bu doğrultuda yöneltilen sorulara; “İzmir
suikastı dâvasında adli hataya kurban gidenler varsa, ailelerinin bu davanın yeniden
görülmesi için müracaat etmeleri onların haklarıdır. Dâva yeniden görüldüğü takdirde
adaletin yerini bulacağından eminim” cevabını veren Yalçın, yargı sürecinde adli
hata olup olmadığı yönündeki soruya ise manidar bir şekilde cevap vermiş
ve sorunun İstiklal Mahkemesinin eski üyelerinden Kılıç Ali’ye sorulmasını
gerektiğini ifade etmiştir16.
2. Kılıç Ali: Bu İşten Çekinmem
İzmir suikastı davasına bakan Ankara İstiklal Mahkemesi heyetinin
üyelerinden biri olan ve 1956 yılında mahkeme heyetinin hayatta kalan tek
üyesi olan Kılıç Ali ise basın mensuplarına yapmış olduğu açıklamada; “Ben
bu davaya bakan hâkimim. Görüşümü verdiğim kararla belirtmiştim. Bugün o
kararların müdafaası yalnız benim şahsıma kalmıştır. Bu işten çekinmem. Adli hata
olup olmadığının araştırılması için hukuki bir yol varsa, elbette bu yola başvurulabilir”
ifadesini kullanarak, kendini ve mahkeme heyetinin vermiş olduğu kararı
savunmuştur17.
14 Zaman aşımı.
15 Akşam, 26 Ağustos 1956.
16 Akşam, 27 Ağustos 1956.
17 Akşam, 27 Ağustos 1956.
233
Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Kamuoyunun konuya gösterdiği yoğun ilgi üzerine ertesi gün gazetelere
yeni bir açıklama daha gönderen Kılıç Ali; “ Mevzuat müsaitse böyle bir temenniye
ben de iştirak ediyorum. Bu takdirde İstiklâl, mahkemesi kararlarının ne kadar âdilâne,
ne kadar vatanperverane olduğu bir kere daha tezahür etmiş olur. Bilindiği gibi, İstiklâl
Mahkemelerinin bütün davaları aleni cereyan etmiştir. Bu alenî muhakemelerin zabıtları,
evrak-ı tahkikiyesi Büyük Millet Meclisi arşivlerinde mahfuzdur zannediyorum” ifadesi
ile savunmasını sürdürmüştür18.
Davanın yargılayan ve yargılanan tarafların görüşlerinin basına
yansımasının ardından sıra idam edilen mahkûmların yakınlarına ve aile
fertlerine gelmişti. Akşam Gazetesi’nden Remzi Tozanoğlu’nun idam edilen
Maliye eski Nazırı Cavit Bey’in eşi Aliye Cavit Hanım’la yapmış olduğu röportaj
ailelerin görüşlerini yansıtması açısından oldukça önem taşımaktaydı.
Otuz yılı aşan uzun bir suskunluk döneminin ardından ilk kez basına
konuşan Aliye Hanım, eşi Cavit Bey’in haksız yere idam edildiğini ve suçsuz
olduğunu belirterek, eşinin şahsi bir kinin kurbanı olduğunun altını çizmiştir.
İzmir Suikastı olayı ortaya çıktığında Cavit Bey’in istese kolaylıkla yurtdışına
kaçabilme imkânına sahip olduğunu ifade eden Aliye Hanım, eşinin masum
olması nedeniyle kaçmaya gerek duymadığını ve teslim olduğunu ancak yapılan
yargılamalar sonucunda adaletin de tecelli etmediğine değinmiştir.
Aliye Hanım’ın röportajında dikkati çeken unsur; kendisinin yeniden
yargılanma ve iade-i itibar talebinde bulunmaktan çok eşinin na’şını bulma
arzusu olmuştur.
Aliye Hanım’ın röportaj sırasında vermiş olduğu şu demeç ailelerin
isteğini daha açık bir şekilde ifade etmekteydi. “Bütün ısrarlarıma rağmen
Cavid’in değil cenazesini vermek, mezarının nerede olduğunu dahi söylemediler. Ve
bugün ben bir mezar ziyareti bile yapamıyorum. Sonradan sızan haberlere göre, idama
mahkûm edilenlerden Nail Bey, Hilmi Bey, Doktor Nazım ve Cavid’i bir arada bir yere
gömmüşler. Fakat orayı dahi söylemediler” 19
Aile olarak yaşadıkları sürecin kendilerini derinden etkilediğini belirten
Aliye Hanım, o yıllarda otuz iki yaşında olan oğlu Şiar’ın resmini göstererek;
“Yavrum büyüyüp de her şeyi öğrendiği zaman: “Ben hâkim olacağım ve hakiki adalet
uğrunda çalışacağım diyerek hukuk tahsili yaptı. Şimdi Paris’te doktorasını vermek
üzeredir. O bundan sonra kendini adalete vakfedecektir” ifadesi ile sözlerine son
vermiştir20.
Tercüman Gazetesi muhabiri Salim Bayar’ın idam mahkûmlarından
Yenibahçeli Nail’in21 oğlu Nadir Nail Keçili ile yapmış olduğu röportaj da
18 Akşam, 27 Ağustos 1956.
19 Akşam, 30 Ağustos 1956.
20 Akşam, 30 Ağustos 1956.
21 İzmir Suikastı girişimi davasının önemli isimlerinden biri olan Yenibahçeli Nail Bey’in
hayatı ve suikast girişimindeki rolü, dava sürecinde kendisine yöneltilen suçlamalar ve
234
İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ailelerin görüşlerini yansıtması açısından büyük öneme sahiptir. 25 Ağustos 1956
tarihinde Şişli Camiinde okutulan mevlidi organize eden isim olan Nadir Nail
Bey vermiş olduğu demeçte babasının idam kararını öğrendiğinde 16 yaşında
olduğunu ve babasının masumiyetine inandığını belirterek infazlar sonrasında
yaşadıkları olaylara değinmiştir22.
İnfaz olayının ardından 1929 yılında Ankara’ya giderek babasının
mezarını aradığını ve bazı aile dostlarının yardımı ile mezarları bulduğunu
belirten Nadir Nail Bey; Ankara’da idam edilen Yenibahçeli Nail, maliye eski
nazırı Cavit, Ardahan Mebusu Hilmi ve Dr. Nazım Bey’lerin aynı mezara
gömüldükleri bilgisine ulaştığını, mezar yerini tespit ederek etrafını taşlarla
düzelttiğini ve üzerlerine çiçekler koyarak mezarın kaybolmasını önlemeye
çalıştığını ifade etmiştir. Mezarlara gösterdiği bu ilginin kısa süre içinde dikkat
çektiğine değinen Nadir Nail Bey, İstiklal Mahkemesi üyelerinden birisinin
kendisine; “Bunların üzerlerine çiçek filân koyma sonra, tamamıyla kaybedersin”
diyerek engel olduğunu, ilerleyen yıllarda eski İttihat ve Terakkicilerden
Memduh Şevket Esendal’ın yardımı ile mezarları bir yere nakletmeyi
düşündüklerini ancak başarılı olamadıklarını ve nihayetinde 1953 yılında
mezara ulaşarak içinde bulunan kemiklerini toplatarak aynı tabut içinde Ankara
Asri Mezarlığında yaptırdığı bir kabre gömdürdüğü bilgisini vermiştir23.
Tartışmanın giderek büyümesiyle birlikte basının da olaylar karşısında
aldığı tutum netleşmeye başlamıştı.
Cumhuriyet Gazetesi’nde imzasız olarak yayınlanan “Kendi Kendimizi
Tenkit” başlıklı bir yazıda 30 Ağustos Zafer Haftası sırasında konunun gündeme
getirilmesine dikkat çekilerek, böylesine önemli bir tarihte yeni kavgalar ve yeni
küslükler yaratabilecek bir tartışmanın başlatılması eleştirilmekteydi.24.
Tercüman Gazetesi yazarı Kadircan Kaflı ise, kaleme aldığı “Acaba Hata
Var mı” başlıklı makalesinde; İstiklal Mahkemeleri’nin geçmişte bazı hatalı
kararlara imza attığını ve bu açıdan kararın yeniden muhakeme edilmesinin
faydalı olacağına değinmekle birlikte zamanın bunun için elverişli olmadığına
dikkati çekmekteydi25.
savunması üzerinde çalışmaya devam ettiğimiz başka bir araştırmaya konu olacağı için
Yenibahçeli Nail Bey’in öyküsüne bu yazıda yer vermedik. Nail Bey ve Keçili Ailesinin
üç kuşağının hayat hikâyesini yetkin bir dil ile anlatan ayrıntılı bir çalışma için bkz.: İrem
Barutçu, Nail, İstanbul, 2012.
22 Tercüman, 26 Ağustos 1956.
23 A.g.g., 26 Ağustos 1956. Mezarların yeri ile ilgili olarak elde edilen bilgilerde çelişkiler vardır.
Aliye Hanım kendisi ile yapılan röportajlarda bir bilgiye sahip olmadığını belirtirken, Nadir
Nail Bey naaşları Cebeci’de bir mezara taşıttığı bilgisini vermektedir. Cavit Bey’in oğlu
Şiar Yalçın ise, 2004 yılında verdiği bir röportajda; yılını belirtmemekle birlikte babasının
mezarının Aliye Hanımın talebi ve Celal Bayar’ın yardımı ile Cebeci’ye taşındığı bilgisini
vermektedir. Bkz. Aksiyon, 1 Mart 2004.
24 Cumhuriyet, 28 Ağustos 1956.
25 Tercüman, 29 Ağustos 1956.
235
Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Milliyet Gazetesi köşe yazarı Refii Cevat Ulunay ise, ailelerin söz konusu
taleplerini doğal karşılamakla birlikte, yeniden yapılacak yargılamaların bir
kapı aralayacağını ve İstiklal Mahkemelerinin aldığı tüm kararların gözden
geçirilmesi gerekeceğine dikkat çekmekteydi. Ulunay, açılan bu kapıdan
hareketle İttihat ve Terakki döneminde yapılan haksızlıklar, suiistimaller ve
idamlar içinde aynı yolun izlenip izlenmeyeceği sorusunu yönelterek, küflenen
maziyi tekrar eşelemenin ne derece doğru olduğu sorusunu sormaktaydı26.
Yürütülen kampanyaya karşı en ağır eleştiri Akis Dergisi’nden gelmişti,
Dergi’nin, Yurtta Olup Bitenler başlıklı köşesinde yayınlanan bir yazıda, Gazi
Mustafa Kemal Atatürk’e suikast düzenlemek suçu ile yargılanarak idama
mahkûm edilenler hakkında yürütülen kampanyanın hukuki açıdan hiç bir
sonuç doğurmayacağının herkes tarafından bilindiği, buna karşın ısrarlı bir
şekilde konunun gündeme getirilmesinin nedeninin İsmet İnönü’yü hedef
almak olduğuna dikkat çekiliyordu.
Dergi, Milli Mücadeleye isyan eden Çerkez Ethem başta olmak
üzere, Kubilay’ı şehit edenlerin aileleri, Şey Sait’in torunları, Şark isyanında
cezalandırılan isyancıların aileleri ve dahası Milli Mücadele döneminde esir
edilen Yunan Kumandanı Trikopis’in karısının da adalet arayışı için sırada
bekliyor olması ihtimalini ironik bir şekilde dillendirmişti27.
3. Faik Günday: Gayem Tarihe Hizmettir
İzmir Suikastı girişiminin ve yargılamaların büyük bir hızla kamuoyunun
gündemine gelmesinin ve basında yaşanan tartışmaların alevlenmesinin hemen
ardından 1 Eylül 1956 tarihli Dünya Gazetesi’nin baş sayfasında çıkan tanıtım
spotunda İzmir suikastının asli faillerinden olan ve idama mahkûm edilen Ziya
Hurşit’in ağabeyi Faik Günday’ın hatıralarının bir tefrika halinde yayınlanmaya
başlanacağının duyurulması olayın seyrinin başka bir boyuta taşıyacaktı28.
Mevlit olayı ve ardından yürütülen İade-i İtibar kampanyasına da
değinilen tefrikanın tanıtım yazısına göre, hasta döşeğinde yatan, üstelik kardeş
acısı da çekmesine rağmen otuz yıllık suskunluğunu bozarak konuşmaya karar
veren ve kendi ifadesiyle Faik Günday’ı memleket tarihine son bir hizmette
bulunmağa sevk eden neden; olayın bir suikast girişimi olmasının ötesinde
esas amacının muhalefeti tasfiye etmek olduğuna ilişkin kamuoyunda yaratılan
yanlış düşüncelerdi29:
26 Milliyet, 28 Ağustos 1956.
27 Akis, 1 Eylül 1956.
28 Dünya, 1 Eylül 1956. Faik Günday’ın tüm hatıraları tek bir kitap altında toplanmıştır ayrıntılı
için bkz., İki Devir Bir İnsan Ahmet Faik Günday ve Hatıraları, Haz.: Süleyman Beyoğlu, Bengi
Kitap, İstanbul, 2011, ss.458-475.
29 Dünya, 3 Eylül 1956.
236
İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Günday: “Bugün, ilk defa
konuşmak lüzumunu hissediyorum. Çünkü
geçenlerde bir doktorun, suikasttan dolayı
idam edilenlerden bazılarının çocuklarının
ve akrabalarının iade muhakeme talebinde
bulunacaklarına dair sözlerini gazetelerde
okudum. Buna imkân olmadığını tahmin
ediyorum.
İzmir suikastı etrafında hâlâ bazı
tereddüt ve dedikodular olmaktadır. Bu
suikast bir tasavvur mudur, teşebbüs
müdür, tam veya nakıs teşebbüs müdür?
Buraları tamimiyle vuzuh bulmamış
gibi görünmektedir. Hâdisenin bu tarafı
hukukçuların halledeceği bir mesele. İsteyen
tarafsız hukukçular, mevcut mahkeme
dosyalarını tetkik eder ve bir kanaate
varırlar. Ama benim gibi bu vakıanın
cereyan ettiği tarihte, tertiptiler arasında
yaşayanlar, hakikati olduğu gibi açıklamak
mecburiyetindedirler. Tarihe mal olmuş bir
vakıayı naklederken asla şahsi ilişkilerin
tesiri altında kalmamalıdırlar. Hatta şahsen
mutazarrır dahi olsalar, tarihî hakikatleri
tahrif etmemelidirler.
Dün ve Bugün Dergisinin 21 Eylül 1956
tarihli 44. sayısının kapağı
Çeşitli iddiaların ortaya atıldığı şu günlerde ben gördüğüm ve bildiğim hakikatleri
tarihe tevdi etmek için, aradan otuz yıl geçtikten ve uzun zaman köşemde yaşadıktan
sonra ilk defa konuşuyorum. Sözlerimle kimseyi suçlama maksadım yoktur. Gayem, sırf
tarihe hizmettir. Bu itibarla, kimsenin üzülmemesini ve kuşkulanmamasını bilhassa
isterim. 30” sözleri ile anılarını yazma gerekçesini kamuoyu ile paylaşıyordu.
Dünya Gazetesi’nde yayınlanan tefrikaya cevap çok geçmeden, Dün ve
Bugün Dergisi’nden geldi. 4 Kasım 1955 tarihinde yayın hayatına başlayan ve
kırk sekiz sayı yayınlanan dergi Eşref Ekicigil ve Feridun Kandemir yönetiminde
çıkmaktaydı. Dün ve Bugün dergisi ilk sayısından itibaren takip ettiği yayın
politikası ve özellikle İstiklal Mahkemeleri hakkındaki yayınları ile dikkat
çekmişti.
Feridun Kandemir, derginin ilk sayılarında Kılıç Ali’nin yayınlanan
İstiklal Mahkemesi Hatıralarına atıfla “Kılıç Ali Hakikatleri Tahrif Ediyor” başlığı
altında bir dizi cevap vererek bir polemik başlatmıştı. 1955 yılında Kandemir
30 Dünya, 3 Eylül 1956.
237
Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
imzası ile Ekicigil Yayınları’ndan
çıkan iki ciltlik İzmir Suikastının İç
Yüzü31 başlıklı yayının ardından
yine aynı yıl okurlarla buluşan ve Sel
Yayınları’ndan çıkan Kılıç Ali’nin
İstiklal
Mahkemesi
Hatıraları32
başlıklı kitabı ikilinin arasındaki
tartışmayı başlatan temel neden
olmuştu.
Dün ve Bugün Dergisi’nde
yayınlanan “Kılıç Ali Hakikatleri Tahrif
Ediyor” başlıklı ilk yazısını, İstiklal
Mahkemesi üyelerinden Kılıç Ali’ye
hitapla “... Sizi susturuncaya veya
hatanızı itiraf ettirinceye kadar yakanızı
bırakmayacağız!” sözleri ile bitiren
Kandemir gerçekten de sözünü
tutmuş ve derginin çeşitli sayılarında
İstiklal Mahkemeleri’ni konu ederek
polemiği sürdürmüştü33.
21 Eylül 1956 tarihli 44.
sayısını tamamıyla İzmir suikastı
Nadir Nail Keçeli’nin
davasına ayıran dergi, “İstiklal
Ulus Gazetesine verdiği
Mahkemeleri Adil Değil miydi?”
24 Agustos 1956 tarihli mevlit ilanı.
manşeti ile okuyucuyla buluşacaktı.
Derginin orta sayfalarında yer alan
ve “Hadiseyi Tazeleyen Dr. Fahri Can Ne Diyor?” başlığını taşıyan röportaj ise,
Fahri Can’ın yaşanan tüm sürece verdiği yanıtlar itibari ile oldukça önemli bir
yer tutmaktaydı. Sözlerine İstiklal Mahkemesinin adaletsizliğinden bir an bile
şüphe etmediği vurgusuyla başlayan Can; en adil mahkemeler ve en dürüst
hâkimlerin bile adli hataya düşebileceklerini belirterek bu olasılığın dünya
hukuk sistemi içerisinde dahi yer edindiğini bundan dolayı istinaf ve temyiz
mahkemelerinin teşkil edildiğine değinmiştir34.
İzmir Suikastı davasının temel dayanağı olan Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’e suikast teşebbüsünün tüm millet nezdinde olduğu gibi mahkeme
heyeti üzerinde de heyecan ve infial yarattığına dikkat çeken Can, bu koşullar
altında bir adli hatanın vücut bulması olasılığının yüksek olduğunu, nitekim
mahkeme sonucunda gıyabında 10 yıl hapis cezasına çarptırılan Rauf Orbay
31 Feridun Kandemir, İzmir Suikastının İçyüzü, Cilt:1-2, İstanbul ,1955.
32 Kılıç Ali, İstiklal Mahkemesi Hatıraları, İstanbul, 1955.
33 Kandemir, “Kılıç Ali Hakikatleri Tahrif Ediyor”, Dün ve Bugün, C.I, S.1, İstanbul, Kasım 1955, s.34.
34 A.g.d., s.18.
238
İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
hakkındaki kararın ilerleyen yıllarda adli hata olarak kabul edildiğine işaret
ederek diğer mahkûmlar hakkında da adli hata olasılığının söz konusu
olabileceği şüphesini yinelemiştir35.
Kendisine yöneltilen, Atatürk’ün ismini bu işe karıştırdığı ithamlarından
çok rahatsız olduğunu belirten Can, Cumhuriyetin kurucusu olan Büyük
Atatürk’ün adının böylesine küçük işlerin içerisine karıştırılmasını saygısızlık
olarak gördüğünü belirterek; “Ne Atatürk, herhangi bir mahkemeye emir verecek,
hattâ böyle bir cürette bulunacağa müsamaha edecek adamdır, ne de Türkiye’de emirle,
hem de böylesine en ağır hüküm ve karar verecek bir mahkeme tasavvur edilebilir” ifadesi
ile Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü bu tartışmaların dışında tutmak istediğinin
altını çizmiştir36.
Mahkemelerde görev yapan hâkimlerin de insan olduğunu belirten Fahri
Can, tüm insanlar gibi İstiklal Mahkemesi hâkimlerinin de hata yapabileceğine
değinerek. İade-i muhakeme ve İade-i İtibar tartışmalarının yersiz ve zamansız
olduğu yönünde eleştirilerde bulunanlara; “Böyle diyenlerin insaflarına müracaat
ederim. Bu çocuklar tam otuz yıl beklemişlerdir” sözleri ile cevap vermiştir37.
Basında yer alan ve kimi hukukçuların, ailelerin iade-i muhakeme
taleplerinin hukuki olarak karşılanamayacağına yönelik görüşleri üzerine
yöneltilen soruya da cevap veren Can; konu üzerinde adli ve hukuki münakaşaların
yapılmasına hiç gerek olmadığını belirterek, İstiklal Mahkemelerinin doğası
gereği olağanüstü durumlar ve şartlara göre kurulmuş olduğunu ve ona yönelik
mevzularında olağanüstü durum ve şartlara tabi olması gerektiğine değinmiştir.
Bu bağlamda konunun, mevcut hukuk sisteminin olağan şartları içerisinde
değil daha geniş bir bakış açısıyla olağan üstü bir değerlendirme ile ele alınması
halinde bir çözüm yolu bulunabileceğini ifade etmiştir38.
Yapılacak düzenleme ile yeniden yapılacak bir değerlendirme de adli
hatanın tespit edilmesi halinde, idam mahkûmları ve onların ailelerinin 30 yıldır,
alınlarında taşıdıkları kara lekenin silinebileceğini değinen Fahri Can, “Demirse
demir, kömürse kömür, meydana çıksın” ifadesi ile sözlerine son vermiştir39.
35 A.g.d., s.18.
36 A.g.d., s.19.
37 A.g.d., s.19.
38 A.g.d., s.20.
39 A.g.d., s.20.
239
Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Sonuç
İzmir Suikastı girişimi davasının otuzuncu yılında bir mevlit
organizasyonu ile başlatılan ve kamuoyu tarafından büyük bir ilgi ile takip
edilen bu girişim, ilk başlatıldığı günkü ilgi ile devam ettirilememiş ve zaman
içerisinde sonuçsuz kalmıştır.
Ailelerin hangi mercilere başvurdukları ve ne netice aldıkları net olarak
bilinmemekle birlikte, ilk günden beri hukuktan çok siyasal desteğe ihtiyaç
duyduğu belli olan bu girişimin, dönemin iktidarı olan DP yönetimi tarafından
desteklenmediği sonucuna varılabilir.
Süreç içerisinde talep edilen, yeniden yargılama, iade-i itibar ve
cenazelerin Abide-i Hürriyet Anıtına nakledilmesi talepleri noktasında bir sonuç
alınamamasına karşın, ailelerin temel taleplerinden biri olan mahkûmların mezar
yerlerinin tespit edilmesi talebinin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın yardımı ile
karşılandığı sonucuna varılmaktadır.
240
İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
EK:
İZMİR SUİKASTİNDE DEDEM NAİL BEY’İN ROLÜ
M. Nail KEÇİLİ
Bu yazıyı keyif alarak, mutlu olarak yazmadığımı ifade etmek isterim.
Benim anlatımlarım ve yapılan çok ciddi araştırmalar neticesi, İrem Barutçu
tarafından kaleme alınan “Nail40” kitabında dedem Yenibahçeli Nail Bey’den
bir miktar bahsedilmektedir.
Öncelikle belirtmekte yarar görmekteyim ki doktorzade Yenibahçeli
Nail Bey ve doktorzade Yenibahçeli Şükrü Bey iki kardeş olarak özellikle İstiklal
Savaşı’mız döneminde ülkeye çok büyük hizmetler vermiş, itibarlı, önemli
şahsiyetlerdir. Ne yazık ki bu ülkenin en başarılı kişileri her dönemde olduğu
gibi zavallıların zarar vermeleri ile karşılaşmışlardır. “Senden daha başarılı her
kişinin vur beline kazmayı” eğer bu kişiler de siyasi ve devlet yetkisi olduğu
takdirde Nail Bey’in başına geldiği gibi adamı astırırlar da.
Nail ve Şükrü kardeşler İttihat Terakki’nin ünlü mensuplarındandı.
Atatürk Anadolu’ya giderken, Nail Bey’e şimdiki adıyla Milli İstihbarat
Teşkilatı’nın kurulmasını emreder. Ünlü silahşor Şükrü Bey ise Türk askeri
için, İstanbul’dan Anadolu’ya gizli olarak silah gönderme de görevliydi. Şükrü
Bey, Anadolu’ya hareket eden silah yüklü bir geminin İngilizler tarafından
durdurulmasına karşın İngiliz cephaneliği olarak kullanılan Ayasofya’yı 20 adamı
ile basarak işgal etmiş, silah dolu geminin
bırakılmaması
halinde
Ayasofya’yı
patlatacağı tehdidini İngilizlere ifade
etmişti. Gemi bırakılır. Yenibahçeli Şükrü
ve adamlarını yakalamak üzere harekete
geçirir. Ancak İngilizler Ayasofya’ya
girdiklerinde kimse yoktur. Şükrü Bey
ve arkadaşları bildikleri dehlizlerden
gitmişlerdir. Daha sonradan ismi İnönü
Muharebesi olarak anılan savaşa İsmet
İnönü gitmek istemez. Çoluk çocuğunu ve
ailesini bahane eder. Yenibahçeli Şükrü’ye
görev verilir ve pelerininin altına sakladığı
silahının tehdidi ile İsmet Paşa savaşa
gönderilir. Bu sıralarda Yenibahçeli Nail
Bey, teşkilat-ı mahsusa yani Milli İstihbarat
Teşkilatı’nın kuruluşunu yapmıştır ve
teşkilatın komutanı olarak Batum’da dır .
40
İrem Barutçu, Nail, İstanbul 2012
241
Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Yenibahçeli kardeşlere düşmanlığı ile bilinen İsmet Paşa, “İzmir Suikastı”
denen ve aslı hala tartışılan bir suikast katıldığı iddiasıyla önce Yenibahçeli
Şükrü Bey’in idam edilmesinin uğraşını vermiş, beceremeyince sebebi hali
bilinmez bir şekilde Yenibahçeli Nail Bey’i suikast suçlusu olarak astırmıştır.
“Kararın tasdiki Atatürk’e şatafatlı bir yemekte zorla imzalattırılmıştır.” sözleri
babam tarafından bana anlatılmıştı. Hani, zaman zaman bizlere de karambol de
imzalattırılan evraklar gibi.
Seneler geçer, babam ünlü bir müteahhittir. Ankara’nın sayılı
zenginlerinden biridir. Bir gece Ankara Palas’da o zaman ki arkadaşları ile
yemek yemekteydiler. Yanında kız arkadaşı vardır. Atatürk içeri girer. Bütün
salon ayağa kalkmıştır. Babamın yanındaki hanımefendi de ayağa kalkmak
ister. Yenibahçeli Nail Bey’in oğlu Nadir Nail Keçili kadını tutarak oturtturur.
Mustafa Kemal bunu görmüştür. Sorar “Kimdir bu zat?” diye. Yanında
Yenibahçeli Şükrü Bey vardır. “Şükrü Bey’in yeğeni” derler. Atatürk; “Nail’in
oğlu demek” der ve korumaları tarafından dışarı çağrılır. Atatürk’ün odasına
götürülür. Gazi gelir, “Bana neden bu hareketi yaptığını biliyorum oğlum” der.
Üstüne basa basa “Baban benim hakiki silah arkadaşımdı. Onu ben astırmadım.
Astıran İsmet’tir” dediğini babam bana defalarca anlatmıştı.
O senelerde suikast suçlusu olarak asılan Nail Bey’in kardeşi Şükrü
Bey, Atatürk’ün yanındaydı ve Ata ona büyük hizmetlerinin karşılığında şimdi
Florya’da bulunan Deniz Köşkü’nün arkasındaki Highlife Plajı’nı hediye etmişti.
Köşk daha sonra inşaa edildi. Köşk’ün inşaası sırasında İsmet Paşa, Atatürk’e
“Şükrü’nün elinden bu araziyi alalım” der. “Neden?” diye sorar Ata. “Çünkü”
der İsmet İnönü; “Şükrü, dünya çapında bir silahşör. Ağabeyini astık. İçinde
mutlaka kin vardır. Sizi de, bizi de vurur, öldürür” der. Atatürk, “Dokunma.
Şükrü beni vurmaya kalkanları vurur. Doğru yerdedir” der.
Annem ile babamın flört ettikleri ve evlenme kararı verdikleri
dönemde annemin babası Nasuhi Baydar Ulus Gazetesi Yazı İşleri Müdürü,
Fenerbahçe’nin kurucusu ve CHP mebusudur. İsmet Paşa, büyükbabama tazyik
ederek evliliğe mani olmak ister. Daha sonra batırılması için büyük gayret sarf
eder. İktidara Demokrat Parti gelmiştir. Babam sıkı bir Demokrat Partili ve
Celal Bayar ile Adnan Menderes’in çok yakınıdır. İstanbul’da büyük ve çağdaş
mimari değişiklikler yapılırken, babam İmar Komisyonu Başkanı’dır. Bir sabah
saat 05.00 gibi hava ağarırken, Adnan Bey ile birlikte Taşlık’taki İsmet Paşa’nın
evinin karşısında ayakta konuşmaktadırlar. Pencereden ikisini gören Ömer
İnönü, annemin çocukluk arkadaşıdır. Telefon eder. “Semra, seninki bizim evin
karşısında. Burayı da yıkacaklar” der. Annem, “Benim tanıdığım Nadir, İsmet
Paşa dahi olsa kimsenin evini paldır küldür yıktırmaz” der. Nitekim İsmet
Paşa’nın evi sayesinde Taşlık’ta bulunan evlerin hiçbirine el sürülmez.
İzmir suikastına dokunalım dedik. Bakın neler çıktı.
242
İzmir Suikasti Mahkûmları İçin 1956 Yılında Yapılan ...
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
KAYNAKÇA
I. Gazeteler ve Dergiler
Akis Dergisi.
Aksiyon Dergisi.
Akşam Gazetesi.
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi.
Cumhuriyet Gazetesi.
Dün ve Bugün Dergisi.
Dünya Gazetesi.
Milliyet Gazetesi.
Tanin Gazetesi.
Tercüman Gazetesi.
Zafer Gazetesi.
II. Kitaplar ve Makaleler
ALKAN, Mustafa, “Hüseyin Rauf Orbay’ın Hayatı”, Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi, c. XX, Sayı: 59, Ankara Temmuz 2004.
ANIL, Yaşar Şahin, İzmir Suikastı Davası, Kastaş Yay., İstanbul, 2005.
AYBARS, Ergun, İstiklal Mahkemeleri, Cilt:1-2, İleri Yay., İzmir, 1995.
BARUTÇU, İrem, Nail, Destek Yay., İstanbul, 2012.
İki Devir Bir İnsan Ahmet Faik Günday ve Hatıraları, Yay. Haz. Süleyman Beyoğlu,
Bengi Kitap, İstanbul, 2011.
KANDEMİR, İzmir Suikastının İçyüzü, Cilt:1-2, Ekicigil Yay., İstanbul 1955.
KANDEMİR, “Kılıç Ali Hakikatleri Tahrif Ediyor”, Dün ve Bugün, C.I, S:1,
İstanbul, Kasım 1955.
KILIÇ, Ali, İstiklal Mahkemesi Hatıraları, Sel Yay., İstanbul 1955.
KOCAHANOĞLU, Osman Selim, Atatürk-Rauf Orbay Kavgası Milli Mücadele ve
Sonrası, Temel Yay., İstanbul, 2012.
243
Ahmet MEHMETEFENDIOĞLU - Cemal Necip GÜREL
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
KOÇAK, Cemil, Türkiye’de Milli Şef Dönemi C.II, İletişim Yay. İstanbul, 2007.
Rauf Orbay’ın Hatıraları, Yay. Haz. Osman Selim Kocahanoğlu Temel Yay.
İstanbul, 2005.
YALÇIN, Hüseyin Cahit, Siyasal Anılar, İş Bankası Yay., İstanbul, 2001.
244
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi
Journal Of Modern Turkish History Studies
XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 245-255.
Çeviri
Translation
BÜYÜK BRİTANYA VE DOĞU SORUNU*
Çeviren: Taner BULUT**
Öz
Eski ifadesiyle “ Şark Meselesi” olarak adlandırılan Doğu Sorunu, 19. yüzyılın
tamamı ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nin hâkim olduğu topraklarla, Güney
Asya, Uzakdoğu ve Afrika’nın paylaşılması ve sonradan Ortadoğu’daki enerji kaynaklarının
sömürgeleştirilmesi yani kısaca sömürgecilik yarışı olarak tanımlanmaktadır. Prof. Dr. J.
Holland Rose, bu makalesinde Doğu Sorunu kavramını, kavramın ortaya çıkmasını ve
tarihsel gelişimini tarif ettikten sonra I. Dünya Savaşı’nda Almanya ve İngiltere arasındaki
çekişmeye bağlı olarak Doğu Sorunu’nun savaş sürecinde ve savaştan sonra nasıl bir gelişme
gösterdiğini ele almaktadır. Prof. Rose, savaş sonrası problemlerin Doğu Sorunu’nun
geleceğini nasıl belirleyeceğini öngören bazı değerlendirmeler ile yazısını tamamlamıştır. Bu
makale, Doğu Sorunu projesini temel alarak dış politikasına yön veren İngiltere’nin kavrama
bakışını -neredeyse bir asır önce içerden bir gözle- ele alması bakımından çok önemlidir.
Anahtar Sözcükler: Doğu Sorunu, Büyük Britanya (İngiltere), Almanya, I. Dünya Savaşı,
İtilaf Devletleri, İttifak Devletleri.
GREAT BRITAIN AND EASTERN QUESTION
Abstract
As being “Şark Meselesi” in old expression, the Eastern Question is identified
as sharing the lands dominated by Ottoman Empire in the whole 19th century and at the
beginnings of 20th century, South Asia, Far East, Middle East and then colonizing the energy
resources, in short, the competence of colonialism. In this article Prof. Dr. Holland Rose,
after describing the concept of Eastern Question, origination of concept and its historical
development, handles how the Eastern Question made a progress in wartime and after the
war depending on the rivalry between Germany and England at World War I. Prof. Rose
*
**
J. Holland Rose, “Great Britain and The Eastern Question”, The Journal Of International
Relations, Vol. 12, No. 3, January/1922, pp. 307-319.
Prof. Dr. J. Holland Rose, bu makaleyi kaleme aldığında Cambridge Üniversitesi’nde
(University of Cambridge) deniz savaş (donanma) tarihi profesörüdür. Ayrıca, Nebraska
Devlet Üniversitesi (State University of Nebraska) ve Amherst Koleji’nden (Amherst
College) hukuk doktoru ünvanını da almıştır.
Araş. Gör., Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, (taner.
bulut@deu.edu.tr, bulutane@hotmail.com).
245
Taner BULUT
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
completed his article with some assessments that foresees how the post-war problems
determine the future of Eastern Question. This article has a great importance in terms of
handling the perspective of Great Britain (almost a century before and with an interior sight)
to this concept and to the East, that uses the Eastern Question as a base to shape its foreign
policy.
Keywords: The Eastern Question, Great Britain (England), Germany, I. World War,
Entente Powers, Central Empires.
BÜYÜK BRİTANYA (İNGİLTERE) VE DOĞU SORUNU
I. Coğrafi ve Etnik Arkaplan
Doğu sorunu üzerine yapılacak hangi inceleme olursa olsun, mutlaka
Balkan Yarımadası’ndaki sorunları daha karmaşık hale getiren coğrafik ve
etnik faktörlerle başlamalıdır. En azından erken yerleşimcilerden ikisi olan
Arnavutlar ve Yunanlılar, denizden karaya doğru bu toprakların içlerine kadar
nüfuz etmişlerdir. Sonra, Karpatlar ile Karadeniz arasındaki geçit boyunca akın
akın gelen Slavlar, yani Hırvatlar, Sırplar ve Bulgarlar (son Slavlaşmış Tatarlar)
ve Romenler, Romalı yerleşimcilerle karışmış ve onların dili ve uygarlıklarını
benimsemişlerdir. Bütün bu yerler Türkler tarafından fethedildi, ancak kendi
dinlerini ve geleneklerini kabul ettirmede çoğunlukla başarısız olmuşlardır.
Doğu sorunu bu şekilde yaratılmış olan dini sosyal ve politik çatışmaların
merkezinde yer alır. Ancak, Hıristiyan güçler, kendi aralarında savaşırken
Türkleri oyunun güçlü bir parçası olarak kullanmakta tereddüt etmediler.
II. Doğu Sorunu’nun Kökeni
Büyük Britanya ile doğu sorunu arasındaki ilk önemli bağlantı,
Rusya’nın çariçesi II. Katerina’nın Türkleri Dinyester Nehri’nin ötesine sürmek
için ortaya çıktığı 1791’deydi. Genç Pitt*, İngiliz Parlamentosu’nu kendi
lehlerine müdahaleye ikna etmeğe çalıştı ve onun hedefi, Hindistan’a gidiş
yollarını tehdit etmeğe başlayan Rusların emellerine karşı sınır koymaktı. O,
bu konuda başarısız oldu; Parlamento, Türk otoritesinin veya Doğu’daki güç
dengesinin korunmasına ilgi duymadı. İkinci ihtimal daha endişe vericiydi.
Bonapart 1798’de, İyonya adaları (Ege adaları) ve Malta’yı güvence altına
*
William Pitt (The Younger, 1759-1806), Büyük Britanya ve Birleşik Krallık tarihinin en genç
Başbakanı’dır. 24 yaşında (1783) göreve başlayan Pitt, yaklaşık 20 yıllık görevi süresince
İngiltere yardımıyla Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını engellemeye çalışmasıyla ve
Rusya, Fransa ve Napolyon karşıtı bir dış politika yürütmesiyle bilinmektedir. (Ç.N.)
246
Büyük Britanya ve Doğu Sorunu
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
aldıktan sonra Hindistan’dan İngilizleri zorla çıkarma hedefi için açıkça belli
etmeden Süveyş’te donanma üssü kurmak üzere Mısır’ı ele geçirdi. Britanya’nın
deniz üstünlüğünü göz önüne alarak sağlam olmaktan daha ziyade çok daha
melodramatik (duygusal) olan bu plan, Nelson tarafından Nil Savaşı’nda
parça parça yok edildi ve hemen sonra İngilizler Malta’yı aldılar ve Amiens
Antlaşmasıyla (Mart, 1802) Akdeniz’de “status qou”yu yeniden sağlamayı
amaçladılar. Bonapart’ın Doğu’yla ilgili planlarına kaldığı yerden devam
etmesi barışı imkânsız kılarken; ardından 1803 Mayısı’nda büyük oranda Doğu
Sorunu’yla ilgili bir savaşın doğmasına da yol açtı.
Güç dengesini sürdürmeğe yönelik İngiliz politikası, 1815 Avrupa
Uyumu* ile tasvir edilmekteydi. Fakat Yunanistan’daki Türk-Mısır mezalimleri,
Yunan halkına neredeyse serbestlik sağlayan İngiliz, Fransız ve Rus filolarının
Navarin’de (Ekim, 1827) ortak müdahalesine yol açtı. Diğer yandan, İngiliz
halkını bugüne kadar hala tedirgin eden Kırım Savaşı, Türkiye’nin tekrar ayağa
kalkması için iyi niyetli bir çaba oldu; ancak Türk devlet yönetiminde yaşanan
ve bir türlü düzeltilemeyen bağnazlık ve yozlaşma nedeniyle bu çaba başarısız
oldu. Bu olumsuzluklar, Beaconsfield Kabinesi’nin** diğer büyük güçlerin
baskısına dayanacak ve çok ihtiyaç duyulan reformların güvenliğini sağlamak
için Bâb-ı Âli’yi mantıksızca teşvik ettiği dönemde Türkiye’nin Avrupa
coğrafyasındaki Hıristiyanlarının 1875-76 yıllarında ayaklanmalarına neden
oldu. Rus-Türk Savaşı’nda*** Osmanlı gücünün çöküşünden sonra Avusturya
tarafından da desteklenen Beaconsfield Hükümeti, Bâb-ı Âli üzerindeki
Rusya’nın dayattığı koşulları hafifletmekte başarılı oldu ve diğer güçlerle
ortaklaşa biçimde Türkiye’nin serbest bir tavır takınması için sorumluluk almış
oldu. Fakat Bâb-ı Âli, bu konudaki resmi yükümlülüklerini göz ardı etmiş ve
büyük güçlerin protestolarına da pek aldırmamıştı. Hıristiyan katliamlarının
çoğu Sultan II. Abdülhamid’in gizli emirleriyle yürütülmüş ve Avrupalı güçler
bu büyük yanlışı düzeltememişlerdi.
III. Almanya ve Doğu Sorunu
1898 yılı ve sonrasında yeni bir etki, Yakın Doğu’daki ilişkileri
şekillendirmeye başladı. O yılın sonbaharında Kayser II. Wilhelm İstanbul’a gitti,
Sultan II. Abdülhamit’le dostluk kurarak Kudüs ve Şam’a geçti ve her zaman
Müslüman halkların çıkarlarını savunan bir kişi olacağını ilan etti. Bâb-ı Âli ile
yaptığı görüşmeler, Bağdat Demiryolu’nun 1903 yılında başlaması ve demiryolu
rotasının Anadolu’nun merkezi ve Kilikya’ya kadar olmasıyla sonuçlandı.
*
1815 Viyana Kongresi sonrasında Avusturya, İngiltere, Rusya ve Prusya arasında
oluşturulan politik ittifak anlaşması. (Ç.N.)
** 1868-74 ve 1874-80’ de iki kez Birleşik Krallığın başbakanlığını yapmış olan Benjamin
Disraeli’nin Kraliçe Victoria döneminde (1876) Beaconsfield Kontu olarak yönettiği
kabinesi. (Ç.N.)
*** 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi, diğer adıyla 93 Harbi. (Ç.N.)
247
Taner BULUT
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Açıkçası, demiryolunun “varoluş nedeni” (raison d’être) ticari ve kültüreldi;
hâlbuki 1911’de Almanya’nın en önemli edebiyatçısı olan Paul Rohrbach*,
demiryolu rotasının Filistin’in bir uzantısı olduğunu ve Britanya’nın adeta
omuriliği sayılan Süveyş Kanalı’na bir darbe indireceğini kabul etmekteydi.
Bu girişimin ağırlıkla Alman karakterli olması ve hattın her iki
tarafında Almanya tarafından elde edilen geniş imtiyazlar Fransa ve Rusya’yı
telaşlandırdı. Her iki ülke Doğu Akdeniz ülkelerindeki önemli çıkarlarının
yeni ve güçlü rakipler tarafından ciddi boyutta tehdit altında olduğunu
gördüler. Zira şurası açık ki Bükreş ve Sofya’da Alman egemenliğinin varlığı ile
kazanılan etkinin eklenmesiyle birlikte Balkan Yarımadası, Anadolu, Suriye ve
Mezopotamya’yı kontrol altında tutmak için İttifak Devletleri son derece elverişli
bir durumdaydılar. Siyasi bağlantıları, en az demiryolları ile oluşacak iletişim
kadar önemli olacak Eski Dünya’nın en merkezi ve stratejik açıdan en önemli
topraklarını onların ayakları altına sermeği taahhüt etmekteydi. Bu hususlar,
20. yüzyılın ilk çeyreğinde Büyük Britanya, Fransa ve Rusya arasındaki eski
çekişmeleri azaltmış ve bu üç güçlü ülke ortak çıkarları için bir araya gelme
eğilimi göstermişlerdir. 1904 yılı Nisan ayında Büyük Britanya ve Fransa,
Newfoundland’daki** balıkçılık sahası, Tayland v.b. sorunlara ilişkin aralarında
oluşturdukları göze çarpan anlaşmazlıkları “Entente Cordiale”*** denilen bir
anlaşmalar grubuyla hallettiler. Ağustos, 1907’de de Anglo-Rus İtilafı (İngilizRus Anlaşması-ç.n.) ortaya çıktı.
Yakın Doğu’daki Avusturya-Alman üstünlüğü korkusunun bu üç
büyük gücün (İngiltere-Fransa-Rusya) kendi aralarında böyle önemli anlaşmalar
yapmasına vesile olan gerekçelerden biri olduğu konusunda bazı ufak kuşkular
olabilirdi. İngiltere, kendi çıkarları için Süveyş Kanalı ve Basra Körfezi’nin
tehlikede olduğunu farkındaydı; Fransa, Suriye limanlarına yaptığı ticaret
konusunda bir endişe duymaktaydı ve Rusya ise, ister Çanakkale Boğazı’yla
veya isterse İskenderun Limanı yoluyla olsun çok değer verdiği Batı Avrupa’ya
yönelik engin güney ticareti geçiş yollarının kontrol edilmesi umutlarının
yıkılabileceğini öngörüyordu. 1907 yılına gelindiğinde Rus-Japon Savaşı’nın
(1904-1905), Pasifik’te Sibirya kıyısındaki yalnızca limanların güvenliğini
sağlama konusunda Rusya’nın umutlarını kırması, Rusya’nın buzsuz limanlara
güvenli erişime ihtiyaç duyması çok daha acil hale getirdi. Bunun sonucunda
*
Alman yazar ve gezgin Paul Rohrbach (1869-1956), 20. Yüzyıl başlarında Almanya’nın
sömürge yarışında yerini tartışan yazılar ve kitaplar yayınlamış bir edebiyatçıdır. Asya
ve Afrika’ya yaptığı seyahatler ve dış politikayla ilgili kitaplarıyla tanınmıştır. İngilizce
çevirileri de yayınlanmış Almanya’nın Dünya Politikası, Almanya ve I. Dünya Savaşı v.b.
başlıklı kitapları Almanya’nın doğu politikası ve I. Dünya Savaşı’nın sebepleri hakkında
çok önemli ipuçları içermektedir. (Ç.N.)
** Kuzey Atlantik Okyanusu’nda yer alan bir ada olup günümüzde Kanada’ya bağlı bir
eyalettir. (Ç.N.)
*** “Dostluk anlaşması” olarak kullanılan bu kavram, 8 Nisan 1904 tarihinde İngiltere ile
Fransa arasında yaşanan çeşitli anlaşmazlıkların çözümü için yapılan bir dizi antlaşmaya
verilen genel adı ifade etmektedir. (Ç.N.)
248
Büyük Britanya ve Doğu Sorunu
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
İngiltere, 1914 yılında Avusturya-Alman saldırıları baskısı altında ittifaklar içinde
olmaya mahkûm edilmiş Doğu’daki eski düşmanlarını dostane anlaşmalarla
netice almaya hazır buldu. Almanya’nın hızla genişleyen donanmasının
yarattığı korku gibi diğer nedenler ittifakların biçimlerinin oluşmasında rol
oynamışlardır; fakat Balkan Yarımadası ve Yakın Doğu’yu kontrol altında
tutmaya yönelik Avusturya ve Alman politikaları, devletlerin yeni ittifaklar
içinde bulunmalarına katkıda bulundu. Yeni gruplaşma, 1908-1911 yıllarındaki
iki önemli olaydan dolayı daha belirgin hale geldi; Avusturya’nın Bosna’yı ilhakı
ve Almanya’nın İskenderun Limanı üzerinde belirgin haklar edinmesi. Alman
subayları aynı zamanda Türk ordusunun yeniden yapılanmasında da başrolü
oynadılar ve İngilizlerin -1908 Türk Devrimi sonrasında kısa bir süreliğine de
çok desteklediği- Bâb-ı Âli üzerindeki etkisi çoktan yerini Almanya’nın etkisine
terk etmişti.
1912 Balkan Savaşı sırasında Berlin’in Türkler’in Balkan Müttefikleri’ni
(Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan) yenmesini beklediği ve Hıristiyan
devletlerin zaferiyle derin bir hayal kırıklığına uğramış olduğu açık bir sır
gibiydi. Fakat 1913 yılında ortaya çıkan, muhtemelen de Viyana’nın körüklediği,
adeta kardeşin kardeşi öldüreceği Balkanlar’daki anlaşmazlık, Bâb-ı Âli’nin
kaybettiği zemini yeniden kazanmasına olanak sağladı ve İtilaf güçleri Balkan
siyasetinde tekrar geri bir konumda kaldılar.
Morgenthau’nun “Boğaziçi’nin Sırları” isimli kitabı, Almanya ve
Avusturya’nın İstanbul’da üstünlük kazanmasıyla ilgili bazı yöntemleri ortaya
koymaktadır. Morgenthau, diğer şeylerin yanı sıra Türk Ordusu’nu yeniden
yapılandırmak amacıyla Berlin tarafında gönderilmiş Alman General Liman
von Sanders’in kendini üstün gören hareket tarzını da açıklamaktadır. Kitabın
en çarpıcı bölümü, büyükelçiyken George Washington’un doğum günü anısına
Amerika Birleşik Devletleri elçiliğinde verilen resmi bir akşam yemeğinde
General’in davranışlarıyla ilgilidir. Morgenthau, General Liman von Sanders’i
davet etmeğe karar vermiş ve masasında oturacağı yerin tahsisi konusunda
nitelikli tavsiyeler almıştı. Uygun görülen sandalyenin numarasının 13* olduğu
ortaya çıkmıştı. Ancak konuk general bu tavırla ortaya konan ilişkiyi çok
rahatsız edici bulmuş ve sonrasında Morgenthau’ya bir generalin büyükelçiler
ve Türk bakanlardan daha üstte bir önceliğe (kıdeme) sahip olduğu gerekçesiyle
resmi bir şikâyette bulunulmuştu. Aslında olay, Türk çevrelerinde Almanya’nın
ortaya attığı abartılı birçok iddiadan biriydi.
IV. Doğu Sorunu ve Dünya Savaşı (I. DÜNYA SAVAŞI)
Kuşkusuz ki, Türkiye’nin diğer İttifak Devletleri’ne artan bağımlılığı
Dünya Savaşı’nın patlak vermesine katkıda bulundu. Savaşın patlak vermesinin
asıl nedeni, 1914 yılının Haziran ayında, Almanya’nın savaş hazırlıklarının
*
Bilindiği üzere 13 sayısı uğursuz rakamı temsil etmektedir. (Ç.N.)
249
Taner BULUT
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
eksiksiz bir şekilde tamamlamış olduğu bir zamanda, Avusturya Arşidükü
Francis Ferdinand’ın Saraybosna’da iki Sırp yanlısı fanatik tarafından
öldürülmesiydi. Dışardan bakıldığında, bu cinayet yalnız Avusturya ve
Sırbistan’la ilgili gibi görünmekteydi. Gerçekte ise, Doğu Sorunu’nun yeniden
tartışmaya açtı ve bir bakıma İttifak Devletleri’nin son derece lehine oldu.
Sadece askeri değil bunun yanında diplomatik durum çabalarının
başarıya ulaşacağını vadetmekteydi. Sırbistan yalnızlaştırılmış ve gözden
düşmüştü; diğer Balkan devletleri ise ya İttifak Devletleri’ne katılmış ve ya nazik
bir tarafsız ve gözlemci gibi görünmekteydiler. 2 Ağustos 1914’te Türkiye’nin
Almanya ile uygun bir fırsatta askeri yardım yapılmasıyla alakalı bağlayıcı gizli
bir ittifak antlaşması imzaladığı genellikle bilinmemekteydi. Türkler, bu ittifakı
başarıyla gizli tuttular, bu arada İngiltere ve Fransa’ya da onların gerçek dostları
oldukları güvencesini verdiler. Bu ifade, kuşkusuz Türk bakanların bazıları için
geçerliydi; fakat buna karşın Bâb-ı Âli el altından İtilaf Devletleri’yle bağını
koparacağını taahhüt etmişti. Bu nedenle İtilaf Devletleri, (özellikle İngiltere)
Goeben ve Breslau meselesinde dezavantajlı bir konuma düştüler. İstanbul’daki
gerçek durumdan haberdar olmamaları nedeniyle doğrudan doğruya İttifak
Devletleri’nin hedeflerini arttıracak bir nevi bekleme oyunu oynadılar. Ancak
hepsi bu değildi. Kautsky’nin belgelerinde bizzat kendisinin tanıklığıyla
ortaya çıkan kanıtlar, 28 Haziran’dan neredeyse Temmuz sonuna kadar
Kayser Wilhelm’in Avusturya hükümetine Balkanlarla ilişkiler konusunda
aşırı baskı yaptığını göstermektedir.1 Wilhelm, ayrıca İstanbul’daki Avusturya
Büyükelçisi’nin bir Balkan Birliği oluşumuyla ilgili itirazlarını bir kenara itmiş
ve şimdi Balkanlar’daki mevcut olan her silahın desteğini kazanma zamanının
geldiğini ilan etmişti. Bundan da öte Kayser, Yunanistan’ın İttifak Devletleri’nin
yanında yer alması için Kral Konstantin’i uyarmıştı.
İngiliz ve Fransızların Temmuz-Ağustos 1914 krizinde, Boğaz’ın
durumunu muhafaza etmek üzerine olan diplomasi politikası başarısız
oldu. Türkler, Boğaz’a sığınan Alman savaş gemileri Goeben ve Breslau’yu
memnuniyetle karşıladılar; Bâb-ı Âli’nin tarafsızlığı varsayımına istinaden ne
İngiliz, ne de Fransız savaş gemileri gönderildi. 1914 Ekim’inin sonuna doğru
Bâb-ı Âli Hükümeti, Rus limanlarına ve Mısır sınır bölgelerine ani saldırılar
yaparak maskesini yüzünden atmış oldu. İtilaf Devletleri, savaş ilanlarıyla
karşılık verdiler. Bu kırılma, özellikle Enver Paşa gibi öncü kanattaki Türk
bakanların önceden Rusya’ya kaybedilen toprakları geri almak ve Kıbrıs ve
Mısır’ın kontrolünü İngiltere’ye kaptırmak gibi görüşlerinden dolayı oluştu.
1
Kasım, 1918 Alman Devrimi’nden sonra Dışişleri Bakanı olan Kautsky, savaşan patlak
vermesiyle ilgili yayınlanacak olan Alman Dış İşleri Bakanlığı’nın emirlerini veren
(raporların hazırlanmasını) kişiydi. Raporlar, Herren Montgelas ve Schücking tarafından
düzenlendi (kaleme alındı). Kayser’in rapordaki (emir) yorumları (değerlendirmeleri)
tamamen yeniden türetilmişti. Kayser’in Türkiye, Romanya, Bulgaristan’dan ve mümkünse
Yunanistan’dan, Balkanlar’ın sonsuza kadar Rus etkisinden kurtarılması amacıyla Rusya
ve Sırbistan’la savaşmasını beklediğini ispat etmeğe (göstermeğe) çalıştılar. Kautsky,
Dokumente des Weltkrieges (I. Dünya Savaşı Belgeleri), Cilt: IV, s.s. 121, 133, 136, 162, 164.
250
Büyük Britanya ve Doğu Sorunu
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Temmuz-Ağustos 1914 tarihli kriz süresince Yakın Doğu’daki İngiliz
politikasının, zayıf ve pasif olduğu telaffuz edilmeli. Bu durum, İttifak
Devletleri’nin başarısıyla ilgili her şeyde beklenenden fazla cesaret göstermesi
ve riske girmesinin aksine Bâb-ı Âli hükümetince pek de farkında olmadan
anlaşıldı.
Rusya’ya bir Türk saldırısı tümüyle olmuştu ama onu Batılı
müttefiklerinden de ayırmıştı, Rusya’ya yardım etmek adeta müttefiklerinin
görevi oldu ve en uygun plan Çanakkale Boğazı’nı zorlamak ve İstanbul’un
bombalanması tehdidiyle Bâb-ı Âli’yi bir barış yapmaya zorlamak gibi
görünüyordu. Eğer başarılı olursa bu saldırı, hem Türkiye’yi felce uğratacak
ve hem de İttifak Devletleri tarafından ustalıkla hazırlanmış çevreleme
politikasından Rusya’yı kurtaracaktı. Ancak saldırı hedefini ıskaladı ve bu talihsiz
ama görkemli girişim 117.000 İngiliz kuvvetinin zayiatına mal oldu. Bunun
yanında bu saldırı, Türkler için de en iyi askeri birliklerinin çoğuna ve Rusya’nın
Kafkasya sınırları üzerinde oluşturduğu büyük baskının hafifletilmesine mal
oldu. Gelibolu teşebbüsünden sonra Müttefikler askeri birliklerini Selanik
önlerinde mevzilendirdiler. Bu askeri harekâtın ayrıntısına girmek niyetinde
değiliz. Müttefikler sonunda uzun bir cephe oluşturdular ve sonradan bu
çabalarında haklı çıktılar, zira korkunç bir can kaybı olmasına rağmen müttefik
kuvvetleri Yunanistan’ın istila edilmesini engellediler ve Alman denizaltılar için
üsler haline gelen Yunan limanlarını ve adalarını koruma altına aldılar. Böylece,
Selanik harekâtı Doğu Akdeniz’deki donanmalarla ilgili durumun muhafaza
edilmesine yardımcı oldu. Nihayetinde Selanik politikası, 1918 Ağustosu’nda
Müttefiklerin başarılı ve parlak ilerleyişiyle haklı çıkmıştı.
20. yüzyılın bu çeyreğinde İngilizlerin Basra Körfezi’nin ucuna kadar
ticari olanaklarını korumak için ve aynı zamanda da başlıca amacı Doğu
Hindistan’daki İngiliz Donanması’na itici güç sağlamak üzere döşenmiş petrol
kuyularını korumak için bir askeri keşif seferi gönderildi. Ve burada şunu da
dikkate almalıyız ki, Avustralya ve Hint birlikleri Avrupa’daki savaşın içinde
yer almak üzere İngiliz askeri harekâtıyla birlikte Petrol’ün de Türlerden
kurtarılmasıyla ancak getirilebilmişlerdi. Dicle nehrine kadarki ilk ilerleme
başarısız oldu ve İngiliz ve Hintli askerlerin yaklaşık 8.000 tanesinin teslimiyetiyle
-Yorktown’dakinden* beri İngiliz askeri tarihindeki en büyük teslimiyetsonuçlandı. Bununla birlikte, İngiltere uzun vadede doğru olanı yapmıştı, zira
1917 yılı Mart ayı başlarında General Maude, Bağdat’a muzafferane bir giriş
yapmış ve dünyanın bu bölümünü Türk etkisinden kurtarmıştı.
Aynı zamanda Türkler’e de Filistin önlerinde saldırmıştık. Muhtemelen
İskenderun’a çıkarma yaparak Türkler’in haberleşme araçlarına saldırılar
düzenlemiş olmalıydık; ancak belirsiz nedenlerden dolayı bu adım tam
atılamamıştı. Filistin’e doğru ilerleyişte Gazze’de ise garip bir başarısızlık
*
Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda İngiliz ordusunun 1781 yılında Virgina’da gerçekleştirdiği
Yorktown Kuşatması adlı baskın kastedilmektedir (Ç.N.)
251
Taner BULUT
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
oldu; ama sonunda General Allenby’nin atanmasıyla Türk hattını kırarak,
Kudüs’ü ele geçirdik. Sonrasında Allenby, Türk savunma hattına bir final
darbesi indirmeğe hazırlanırken uzun bir bekleyiş süreci hâsıl oldu. Türkler,
Nablus’un kuzeyinin 50 mil önünde azimli bir direniş ortaya koydular; fakat
Allanby ustaca bir yanıltma hareketinden sonra Ürdün tarafına saldıracakmış
gibi yaparak en sonunda kıyıya yakın esas saldırısını gerçekleştirdi. İngiliz
ve Fransız hücumbotları ve destroyerlerce desteklenen bu saldırı, tam bir
başarıydı. Türkler gafil avlanmıştı. Allanby, Avustralyalı ve Hintli süvarileri
sayesinde ani bir akın gerçekleştirebildi ki, havacılarla birlikte de hemen hemen
Türk kuvvetlerini imha etti. Şam’da veyahut da Halep’te bir direniş olmadı. Bu
nedenle, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, 1918 yılı Eylül ayında Allanby’nin
neredeyse Armagedon’a* yakın bir zafer elde etmesi, Suriye ve Küçük Asya’daki
(Anadolu-ç.n.) Türk gücünü sonsuza kadar kırdığı için dünyanın en belirleyici
mücadelelerinden biri oldu.
V. Savaş Sonrası Problemleri ve Doğu Sorunu
Türk tarafındaki çöküşle meydana gelen muazzam değişimin
neticesi neydi? Kısaca, şudur: Balkanlar’ın Hıristiyan ulusları genellikle haklı
taleplerinin karşılığı olan ülke sınırlarını artık kabul ettirmişlerdi. Elbette ki,
yeni sınırlar onları memnun etmedi. Hiçbir Balkan Tarihi araştırmacısı herhangi
bir çözümün Balkan halklarını memnun edeceğini asla beklemez. Bu ırklar da,
ortaya çıkan haklı taleplerden memnun olmamalarına rağmen, sakinliğe gerek
duyulması ve iyi komşular olmaya çalışma gibi bu dünyada istenen her şeyin
elde edilemeyeceğini öğrenmek zorundadırlar. Aslında, etnik ve coğrafi olarak
karışık olan bu halklar, gönüllü veya zorunlu bir dizi büyük göçün dışında
kapsamlı bir çözümü kabul etmemektedirler. Yine, öyle sanıyorum ki, İstanbul’un
Türkler’e bırakılması bir hataydı; fakat görünen o ki, Fransızlar biraz Türk
görüşüne yakın olmaya başladığı için Türkler İstanbul’da kalabildiler. Ayrıca,
bazı İngiliz bakanların Türkler’in İstanbul’da kalmalarındansa Anadolu’nun
içlerine doğru sürülmelerinin uygar güçlerin argümanlarından daha makul
olacağını düşündükleri söylenebilir. Bu argümanı kullanan devletler, eğer güç
kullanma zorunluluğu olursa, bu gücü kullanmaya tereddüt etmemelidirler.
Ne Londra’da, ne de Paris’te böyle bir argümanın sonucu olabilecek herhangi
bir eylem belirtisi görmüyorum. Türkler, ateşkesten beri Rumlar ve Ermenilere
menfur davranışlarından dolayı suçluydular. Henüz bir ceza da almamışlardı
ve şu ana kadar bildiğimiz kadarıyla hiçbir baskı yapılmadı. İtibarsızlık,
yönetimde olup bu görüşü tasarlamış fakat ona göre davranamamış kişilerden
kaynaklanmaktaydı.
*
Dünya’nın sonu geldiğinde yaşanacağı kabul edilen büyük kıyamet savaşına verilen ad.
(Ç.N.)
252
Büyük Britanya ve Doğu Sorunu
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Bulgaristan, Sırbistan ve Romanya’ya gelince; onlar da çeşitli sınır
anlaşmazlıklarına girmişlerdir. Yunanlıların Arnavutluk ile ilişkileri kötü
durumdadır; orada halen devam eden tartışmalar vardır ve bu durum Türkiye
tarafından Yunanistan’a bırakılan bazı Trakya bölgeleri için de aynıdır. Bu
tartışmalar birbirinden ayrı tutulmalıdır ve belki de zamanla yatışacaklardır.
Balkan halkları arasında daha iyi unsurların liderliği üstleneceği ve bunu
belli bir dereceye kadar düzelteceği görüşü konusunda belli nedenler vardır.
Duyduğumuz zekice bir Sırp sözü şöyledir: “biz Sırplar Bulgarlardan nefret ederiz
çünkü onlar Sırp adını ve ırkını kütüphane vb. yerlerimizi yıkarak yok etmeye çalıştılar
ama yine de bizler halen onlarla birlikte yaşamak zorundayız”. Mantıklı tutum
budur ve keşke Sırplar bunu benimsese ve Bulgarlar da buna göre hareket
etse; böylece daha samimi ilişkiler kurulabilir. Ancak bu tutum, 1913 ve 191518 yıllarındaki savaşlarda yükselen nefretten çok önce bitmiştir. Yine de, eğer
daha iyi danışmanlar etkili olur ve daha basiretli devlet adamları öne çıkarsa,
M. de Laveleye’nin idealinin gerçekleşmemesi için bir sebep görünmemektedir.
Bu Belçikalı siyaset yazarı 1885’te Balkanlar’ı ziyaret etmiş ve Doğu Sorunu’nun
çözümünün tüm bu halkları bağımsızlığına kavuşturması ile adil ve dostça
temellerle bir Hıristiyan federasyonu kurmasıyla olacağını önceden söylemiştir.
İngiliz politikası bu arzu edilen sonun başarısıyla yönetilmelidir ve muhtemelen
de öyle olacaktır.
Ve yine Ermeni sorunu. Ermeniler kabiliyetli bir ırktır; ticaret ve finans
konusunda uzmanlardır, onlar açıkça bu konularda Türkler’den üstünlerdir ki
bu da Türkler’in onlardan nefret etmesinin en temel nedenidir. Onlar Kilikya’dan
Ağrı Dağı’na kadar olan dağınık alanlarda yaşarlar. En son savaşta, yaklaşık 1.3
milyon Ermeni, Türkler tarafından öldürüldü ve bu süreç devam etmektedir.
Büyük güçler, kısmen Türkler’in yarı bağımsız bir hükumet kurması sebebiyle
bu noktada etkisiz kaldılar. Türk Milliyetçileri’nin merkezi Ankara’da olan
hükümeti, Anadolu politikasında güçlü bir faktördü, büyük güçlerin padişah
hükümetinde nüfuzlarını kullanmayı denemelerine rağmen bu milliyetçiler
üzerinde hiçbir güç kullanamamışlardır. Ancak daha sonra Yunanlılar milliyetçi
Türklerle bir süre başarıyla savaştılar. Büyük güçlerin araya girmesiyle bir fırsat
doğdu ve bu milliyetçi zümrenin bastırılacağı umulmaktadır. Ayrıca uygar
ulusların şu anda Ermenistan’da devam eden korkunçluğun farkına varması ve
bu ırkın kalan kısımlarının kurtarılması da umut edilmektedir.
Filistin ve Suriye’de görünüm genel olarak ümit vericidir. Suriye’de
yaşayan insanların çoğu Fransız yönetimine meyilli görünmektedirler. Fransa,
güneyde Ürdün’ün başlangıcından kuzeye Kilikya’nın sınırlarına kadar uzanan
büyük bir toprak bölümünde bir mandater rolündedir ve bir Arap şehri olan
Şam’ı işgal etmiştir. İngiltere’nin, Filistin için neticesiz bir manda tasarısı
vardır. Nüfusun beşte dördü Yahudi değildir ve yine de bazı aşırı Siyonistler
üstünlük iddiaları öne sürmüşlerdir. Balfour’un Filistin’in geleceğine dair
sözleri bazen doğru, bazen de yanlış alıntılanmıştır. O, müttefiklerin Filistin’in
253
Taner BULUT
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Yahudilerin vatanı olması gerektiği konusunda kararlı olduklarını söylemiş,
fakat Arapları ve Hıristiyan toplulukları da kast ederek burada yaşayan diğer
ırklarında haklarının korunması gerektiğini söylediği belirleyici cümlesini de
eklemiştir. Diğer yandan da Araplar Yahudi iddialarını çok kötü algılamış ve iki
halk arasındaki gerginlik daha da artmıştır. Sonunda İngiliz hükümeti iki halk
arasında ateşkes türü bir durum gündeme getirmeyi başarmıştır ve bu iki halkın
dostça yaşayacağı konusunda umutlar artmıştır. Ancak Araplar, Fransa’nın
Şam’ı almasından son derece rahatsız olmuşlardır. Araplar, Türkler’i Şam’dan
kendileri uzaklaştıramamışlardır fakat Allenby harekâtında gerilla türevi iyi bir
iş çıkarmışlardır ve Şam’ı kesin bir ödül olarak görmüşlerdir. O zamanlar onlara
bazı sözlerin verilmiş olması muhtemeldir. Bunun olabileceği ve olayın da halen
belirsiz olması gibi, Araplar Fransızlar’ın Şam işgaline oldukça öfkeliydi ve bu
nefreti Fransızlar İngilizler’le eşit derecede paylaşıyordu. Bu anlaşmazlık barışçıl
biçimde çözülebilse, elbette ki şüpheli de olsa Filistin ve Suriye’deki olayların
yatışması için bir şans vardır. Bu durumda Yakın Doğu’da uygar zamanlarda
görülmemiş bir barış ve refah ihtimali olacaktır.
Bundan böyle, resmi şekilde Irak olarak bilinecek olan Mezopotamya’daki
görünüm de eğer eskiden Hicaz’ın Emir Faysal’ı olarak bilinen yeni kral,
İngiltere hükümdarlığında Bağdat’ta saltanatını kurmayı başarabilirse aynı
derecede parlaktır. Onun asi bedevileri yönetim altına alma ve Türkler’in,
İranlılar’ın ve Bolşevikler’in entrikalarını engelleme planı zor olacak; fakat tüm
ilerleme dostları bunun halifelik makamı üzerine kurulmuş Arap krallığı için
ilginç bir deneyim olmasının ödüllendirileceğine güvenecekler. Siyasi istikrarın
kazanılması ile Türkler’in harap etmesine izin verilen Fırat ve Dicle üzerindeki
sulama çalışmalarının geliştirmesi fırsatı gelecektir. Sulama, ülkeye yüzyıllardır
görülmemiş bir refah getirecektir.
Yalnızca Mezopotamya’da değil, aynı zamanda Filistin, Suriye, Anadolu
ve Balkan ülkelerinde sağlıklı ilerlemenin gerekli koşulu çağımızın felaketi olan
dar görüşlü ve hoşgörüsüz milliyetçiliğin tamamen bitirilmesidir. Tüm milletleri
engellediği ve öfkelendirdiği gibi Dünya Savaşı’nın da temel sebebi olmuştur.
Ve etkileri, hiçbir yerde Yakın Doğu’da olduğu kadar zararlı olmamıştır. Orada
sürekli dini bağnazlıkla şiddetlendirilerek ırkları karşı karşıya getirmiş ve
çatışma ile katliamın kaynağı olmuştur. Milliyetçilik ve bağnazlık yok edilene
kadar kesinlikle barış olmayacaktır ve bu sebeple endüstri ve uygarlaşmada
da ilerleme kaydedilemeyecektir; fakat bu ülkeler entrikacı siyasetçiler ve silah
satıcıları için birer av alanı olarak kalmaya devam edecektir.
Uygar güçlerin Yakın Doğu konusunda sicilleri pek üzücüdür.
İngiltere’ninki ise, bazı kısımlarda övgüden son derece uzaktır. 1876-78
Beaconsfield Hükümeti (İngiliz Hükümeti) Türkleri destekleyerek ahlaka,
sağduyuya ve devlet iradesine karşı günah işlemiştir ve başbakanın Kıbrıs
üzerinde yönetimi ele geçirdiği yöntemler aslında tiksindiricidir. Fakat milletin
bilinci onun Türk yanlısı politikasına karşı başkaldırmış ve Abdülhamid’in suçları
254
Büyük Britanya ve Doğu Sorunu
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
dönüşümü tamamlamıştır. Yukarıda gösterildiği gibi, imparator Wilhelm’in
Türkiye’yi önce koruma, sonra yok etme kararı büyük güçler arasındaki
ilişkilerin tamamen değişimini gündeme getirmiştir. Alman politikasındaki
diğer gelişmeler beraberinde, İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki uzun
süren rekabetlerin sona ermesine ve onların 1904 ve 1907 anlaşmaları ile grup
olmalarına hizmet etmiştir. İki imparatorun şark politikalarının gelişimi bu
anlaşmaları sağlamlaştırmış ve Doğu Sorunu’nun yeni aşamasında beklenen
son çare olan Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, onları zamanın en büyük ve
sağlam müttefikleri olarak perçinlemiştir. 1914 Ekim’inde gerçekleşen Bâb-ı
Âli saldırısı, Westminister’de, İngiltere’nin Pitt, Wellington, Palmerston ve
Beaconsfield’deki politikasını etkileyen Türk yanlılığı eğilimini nihayet sona
erdirmiştir. İngiltere sonunda, Türkler sayesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun
Hindistan’daki İngiliz hükmünün devamı için gerekli bir duvar olmadığını,
gerçek korumanın Hindistan’ın sadakatinde ve uzun süre Türklerin kötü
yönetimi altında acı çeken Yakın Doğu halklarının dostluğunda olacağı
sonucuna varmıştır. Paris ve Roma’da aynı görüşler hüküm sürerse, dünyanın
uzun süre etkilenmiş çeyreğinin refahını korumak için yeni ve daha geniş bir
anlaşma olabilir ve olacaktır.
255
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi
Journal Of Modern Turkish History Studies
XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 257-265.
Kitap Tanıtımı
Book Review
Bülent Durgun, Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi 1923-1938,
İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı, İzmir, 2012, 360 sayfa.
Öz
İzmir’in kurtuluş tarihi olan 9 Eylül 1922, aynı zamanda yeni bir Türk devletinin
temellerinin atıldığı tarihti. Fakat kurtuluştan kısa bir süre sonra 13 Eylül’de çıkan Büyük
İzmir yangını ile şehrin üçte ikisi yanmış ve şehir yıkıntılar arasında kalmıştı. Artık İzmir’in
yeniden ayağa kalkması, eski parlak günlerine dönmesi, Cumhuriyet idaresinin en önemli
hedefi haline gelmiş; Cumhuriyet’in iktisadi yükselişi İzmir’in yükselişi ile bir tutulur
olmuştu.
Burada tanıtımını yapacağımız çalışma, Atatürk dönemi olarak nitelendirilen 19231938 yılları arasında İzmir’deki iktisadi gelişmesini dönemin arşiv kayıtlarına dayanarak
ortaya koymaktadır.
Anahtar Kelimeler: İzmir, Ekonomi, Ticaret.
Bülent Durgun, İzmir Economy in the Early Republican Epoch 1923-1938,
İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı, Izmir, 2012, 360 pages.
Abstract
The date of liberation of Izmir, September 9th 1922 at the same time is the date
that foundations of the new Turkish state were laid. However, shortly after the liberation of
the city, two-thirds of the city burned and was in ruins by the Great Fire of Izmir broke out
on September 13th. Re-awakening of Izmir, returning to its bright days became the most
important aim of Republican administration; the economic rise of the Republic had been kept
together the rise of Izmir.
In here the work that we will introduce, displays the economic development in Izmir
between years of 1923-1938 which is characterized as the period of Ataturk, depending on
archive records of the period.
Keywords: Smyrna, Economy, Trade.
257
Fevzi ÇAKMAK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
İzmir, 17. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren, Osmanlı Devleti’nin
Batı’ya açılan kapısı olarak önem
kazanacak ve giderek artan oranda
ticari faaliyetler hız kazanacaktı. Doğu
Akdeniz havzasında önemli liman
kentlerinden biri haline gelen İzmir,
19. yüzyılda Batı’da yaşanan Sanayi
Devrimi Sonrası, yabancı sermayenin
ulaşım ve haberleşme yatırımlarıyla
ticari önemini arttıracaktı. İngiltere
ile imzalanan 1838 tarihli Balta
Limanı Antlaşması sonrası İzmir,
emperyalizm’in Osmanlı topraklarına
yoğun olarak girdiği bir kapı haline
gelirken; İzmir’in iktisadi hayatında
yabancıların rolü giderek artacak,
nüfusun Ermeni, Rum ve Yahudilerden
oluşan gayrimüslim sınıfı bu süreçte ön
plana çıkacaktı. Müslüman Türklerin
bu ticari paylaşımdan en az oranda
pay aldıkları inkâr edilemez bir gerçek olarak karşımıza çıkıyordu. İttihat ve
Terakki’nin iktidar yıllarında ülke içinde “Milli Burjuvazi” yaratma çabaları
sonrası ticari hayatta Müslüman tüccarların etkileri görünmeye başlanırken;
Birinci Dünya Savaşı sonrası İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali ile birlikte
ticari hayatta azınlıklar ve yabancı unsurlar tekrar hâkim olacaktı.
15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’in işgali, Türk Kurtuluş Savaşı boyunca
Türklerin gönüllerinde tarif edilmez acılara neden olurken; İzmir’i kurtarmak
Türk bağımsızlığı ile eş tutulmuştu1. İzmir’in Kurtuluş tarihi olan 9 Eylül 1922
günü Türkiye’nin kendi gücüyle bağımsızlık hedefine ulaştığının göstergesi
oluyordu. Türk Devleti’nin kuruluş çabaları, artık siyasi yönü öne çıkan yeni
bir evreye girmişti. O yıllara dek, kentin ticari yaşamında son derece etkili
olan azınlıklar, Türk Ordusu’nun İzmir’e yürüdüğü haberleri üzerine büyük
bir panik içinde kenti terk etmeye başladılar. Kurtuluştan kısa bir süre sonra
13 Eylül tarihinde başlayan ve bir kaç gün süren Büyük İzmir Yangını şehrin
üçte ikisini yok etmişti2. İşte bu ortamda İzmir’i her yönüyle yeniden ayağa
kaldırmak, kurulan Yeni Türk Devleti için bir güç ve onur göstergesi olacaktı.
1
2
İzmir’in Türk Kurtuluş Savaşı içindeki yeri ve kurtuluş süreci yönelik ayrıntılı bir çalışma
için bkz: Kemal Arı, Üçüncü Kılıç: İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin, 6. bs., Zeus
Kitabevi, İzmir, 2011.
Kurtuluş Savaşı sonrası İzmir’in genel ekonomik durumu ilişkin ayrıntılı bir çalışma için
bkz: Kemal Arı, “Türk Kurtuluş Savaşı’nın Bitiminde İzmir’in Genel Ekonomik Durumu”,
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, I/3 (1993), ss.29-46.
258
DURGUN, Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi 1923-1938 ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Yanıp yıkılan İzmir’de büyük
bir nüfus eksilmesi ve ekonomik
boşluk ortaya çıkmıştı. Gerçekte İzmir
özelindeki bu durum, bütün Türkiye
için geçerli bir görüntü gösteriyordu.
Bu heyecanı hem ulusa yansıtmak; hem
de Türklerin ekonomik alanda başarılı
olamayacağı inancında olan batılılara
bu kararlılığı göstermek amacıyla
İzmir’de bir iktisat kongresi toplanması
öngörülüyordu. Üstelik batılıların
kafasında,
Türkiye’nin
gelecekte
izleyeceği ekonomik politikanın ne
tür bir sisteme dayanacağı kuşkuları
vardı. Lozan görüşmelerinde en
tartışılan konular, ekonomik içerikteki
konular olduğu için; Türkiye bu
konuda kararlılığını da güçlü bir mesaj
biçiminde batı dünyasına göstermeye
çalışıyordu.
1923 yılında, Lozan Görüşmelerine ara verilen dönemde, Türkiye’nin
iktisadi geleceğine yön verecek olan kongrenin İzmir’de toplanması, yeni
idarenin İzmir’e ve ekonomiye verdiği önemi göstermesi açısından dikkat
çekicidir. Devletin kurucusu Gazi Mustafa Kemal,İktisat Kongresi’nin açılışında
yaptığı konuşmada yeni Türk Devletinin ekonomiye verdiği önemi şu sözlerle
ifade ediyordu:
“Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle
taçlandırılmazlarsa husule gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner”3.
İktisadi gelişimi hedefleyen devrimci kadronun, hedeflenen gelişim
sürecinde İzmir’i ön plana çıkarmasını dönemin Ticaret Bakanlarından biri olan
Ali Cenani Bey kaleme aldığı bir raporunda şöyle ifade etmektedir:
“Türkiye’de özellikle bir yer, ulusal ekonominin zayıf ve güçlü bütün noktalarını,
bütün mücadelelerini vuzuhla göstermektedir. Çiftçi alnının teriyle, tüccar malıyla
sermayenin önünde, aynı zamanda bu kentte görülmektedir. Milli ticaretin vaziyeti
noktasından, Türkiye’nin tamamını hülasa eden bu yer, İzmir’dir. Bundan dolayıdır ki,
İzmir’in manzarası, muvaffak olmaya azmetmiş bir halkın manzarasıdır”4.
3
4
Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, (Haz: Utkan Kocatürk), 3. bs., Turhan Kitabevi, 1984, s.247.
Ali Cenani, “Sahil Anadolu’nun İktisadi Vaziyetine Dair Notlar”, Ayın Tarihi, VII/21
(Kanunievvel 1341), s. 819’den aktaran Kemal Arı, “Türk Kurtuluş Savaşı’nın Bitiminde
İzmir’in Genel Ekonomik Durumu”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, I/3 (1993), s.30.
259
Fevzi ÇAKMAK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Bülent Durgun tarafından kaleme alınan ve burada tanıtımını yaptığımız
eser, İzmir’in iktisadi açıdan yeniden yapılanma sürecini, dönemin iktisadi
kaynakları temel alınarak ve sayısal verilere ağırlık verilerek incelenmesini
içermektedir. Çalışma, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap
Tarihi Enstitüsü bünyesinde, Prof. Dr. Kemal Arı’nın danışmanlığında doktora
tezi olarak hazırlanmıştır. Tezin kabulünün ardından tez çalışması İzmir
Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı çalışmaları kapsamında 2012 yılında
İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi (APİKAM)
tarafından yayına hazırlanarak, kitap olarak basılmıştır. İktisadi hayatın tüm
faktörlerinin ayrıntılarıyla ortaya konulmaya çalışıldığı çalışma, zamansal
açıdan Cumhuriyet’in ilk yıllarını, daha da özelde Atatürk dönemi olarak
nitelendirebileceğimiz 1923-1938 yılları arasını kapsamaktadır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında “İzmir Ekonomisi”ni konu alan çalışmada
temel kaynaklar olarak İzmir Vilayet İstatistikleri, Devlet Salnameleri, Ticaret
Salnameleri, Vilayet Salnameleri gibi kamuya ait arşiv kayıtları kullanılmış
ve böylece çalışmanın bilimsel niteliği kuvvetlendirilmiştir. Ayrıca o dönem
çıkmakta olan Türkiye İktisat Mecmuası ve İzmir Ticaret ve Sanayi Odası
Mecmuası gibi süreli yayınlar yanında, döneme yönelik yapılan araştırma ve
inceleme eserlerden geniş oranda yararlanılmıştır. Resmi ve özel kaynakların
verilerinin kullanılmasının yanında çalışma içinde iktisadi alanda pek çok
kaynaktan atıflara yer verilmektedir. Böylece okuyucu İzmir’in iktisadi
gelişimine yönelik ayrıntılı bilgilere ulaşabilmektedir.
Çalışma altı bölümden oluşmakta, her bir bölümde iktisadi faaliyet
alanlarının İzmir’deki gelişim süreçlerine yer verilmektedir. Son yıllarda İzmir’e
yönelik yapılan çalışmaları yayınlayarak, okuyuculara ulaşmasını sağlayan
Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi tarafından basımı gerçekleştirilen ve 360
sayfadan oluşan çalışmanın, “İzmir Ekonomisine Etki Eden Faktörler” başlığı
altında yer alan birinci bölümünde, İzmir hakkında genel bilgilerin yanında,
İzmir’de faaliyet halinde olan Ticaret Odası, Sanayi Birliği, Ticaret Borsası,
Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti gibi iktisadi kurumlara ayrıntılarıyla yer
verilmektedir. Ayrıca bölümün son ara başlığında Atatürk dönemi ekonomi
politikaları üzerinde özetle durulmaktadır.
Çalışmanın ikinci bölümü “Tarım, Orman ve Hayvancılık” başlığı
altında isimlendirilmiştir. Tarım alt başlığı altında gerek İzmir gerekse Batı
Anadolu bölgesinin ekonomisini oluşturan tarım ürünlerine değinilmektedir.
Bölgede yetiştirilen incir, üzüm, zeytin, tütün, pamuk gibi tarımsal ürünlere
yönelik hem iç hem de dış piyasalarda oluşan talep, genel olarak bölge ekonomisi
özelde İzmir’in için hayli önem arz etmektedir.Çalışma içinde adı geçen tarım
ürünleri hakkında yıllar içinde ortaya çıkan üretim ve satış miktarlarına tablolar
halinde ayrıntılarıyla yer verilmektedir. İzmir ekonomik hayatında yarattığı
olumsuz etkiler nedeniyle önemli köşe başları olarak nitelendirilebilecek olan
İzmir Yangını, Nüfus Mübadelesi ve 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı gibi
260
DURGUN, Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi 1923-1938 ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
süreçlerin öncesi ve sonrası ortaya çıkan tarımsal ekonomik verilerde eser içinde
dikkat çekmekte ve okuyucuya yıllar arasında karşılaştırma yapma imkânı
sağlamaktadır.Ayrıntılı olarak verilen tarımsal veriler yanında, tarımsal üretim
araçları, tarımı geliştirmeye yönelik alınan önlemlerden elde edilen sonuçlarda
okuyucuya sunulmaktadır. İkinci bölümde yer alan orman alt başlığı altında
İzmir’in incelenen dönem içindeki orman varlığına, mevcut ağaç cinslerine,
ormanlardan elde edilen ekonomik ürünlere; hayvancılık alt başlığı altında il
içindeki hayvan miktarları, cinsleri sayısal verilerin yer aldığı tablolar halinde
araştırmacılarla paylaşılmaktadır.
Enerji, ekonomik kalkınmanın gerçekleşmesi sürecindeen temel
etkenlerin başında gelmektedir. Sanayi Devriminin ardından ortaya çıkan
makineleşme üretim ilişkilerini değiştirmiş; ekonomik kalkınma için daha
fazla üretim daha fazla enerji ihtiyacına neden olmuştur. Çalışmanın üçüncü
bölümünde, İzmir’in enerji kaynakları, sanayisi ve madenleri hakkında ayrıntılı
bilgi ve verilereyer verilmektedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında hedeflenen
ekonomik büyüme, enerjiye olan ihtiyacı da beraberinde getirirken; bu süreçte
İzmir’de havagazı ön plana çıkmakta ama bunun yanında elektrik kullanımı da
her geçen yıl giderek artmaktadır5. Çalışma içinde İzmir içinde 1925 yılı içinde
faaliyet gösteren fabrikaların faaliyet alanları, işletmecisinin tabiiyeti, kullandığı
enerji cinsi ve kuvveti hakkında bilgilere tablo halinde yer verilmektedir. Bu
tablo incelendiğinde, fabrika işletmecilerinin ağırlığının Türk olduğunu
dikkati çekerken, öte yandan aralarında İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikalı,
Portekiz, Yugoslav’ında bulunduğu çeşitli milletlere ait işletmelerde faaliyet
halinde bulunmaktadır. Ayrıca işletmeler ağırlıklı olarak tarıma dayalı sanayi
kolları alanında faaliyet göstermektedirler6. Cumhuriyet öncesi olduğu gibi
Cumhuriyet’in ilk yıllarında İzmir ve çevresinde çıkartılan madenlerin büyük
bölümü ihraç edilirken; yabancı sermayenin en fazla yer aldığı sektörde
madencilik olarak ön plana çıkmaktadır. Çalışmada 1923, 1925, 1928, 1932, 1934
yıllarına ait ayrıntılı tablolar içinde, İzmir’de çıkarılmakta olan madenlerin,
cinsi, çıkarılmakta oldukları yer ve işletmecileri okuyucuyla paylaşılmaktadır7.
Ekonominin önemli bir parçasını oluşturan ulaşım sektörü, toplumların
ekonomik yapıları içinde ağırlıklı bir yere sahip bulunmaktadır. Ulaşım, sistem
ve olanakları bir bütün olarak, bir şehrin veya ülkenin ekonomik, sosyal ve
kültürel dinamiklerini etkilemektedir. İncelediğimiz çalışmanın dördüncü
bölümünde, İzmir şehrinin “Ulaşım ve Haberleşme” olanaklarını ortaya
konulmaktadır. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde İzmir’de ulaşımda dikkat
çeken unsur, demiryolu ulaşımının ön planda olmasıdır. 19. yüzyılda Batı’da
ortaya çıkan sanayileşme, emperyalizmin İzmir ve Batı Anadolu bölgesinde
5
6
7
Bülent Durgun, Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi 1923-1938, İzmir Büyükşehir
Belediyesi Kent Kitaplığı, İzmir, 2012, ss.124-131.
A.g.e., ss.144-148.
A.g.e., ss.160-169.
261
Fevzi ÇAKMAK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
etkisini yoğun olarak hissettirmeye başlamasıyla sonuçlanmıştır. Emperyalist
sömürünün hammadde kaynaklarına ulaşmak ve yeni pazarlar yaratmak
maksatlarını gerçekleştirmedeki en önemli aracı demiryolları olurken; bu
süreçte Batı Anadolu toprakları Anadolu’nun diğer bölgelerine göre çok daha
erken tarihlerde demiryolu ile tanışmış ve kısa sürede gelişme göstermiş;
bölgenin demiryolu ağı, Anadolu’nun neredeyse yarısına yakın bir kısmını
oluşturmuştu8. Demiryolu, yolcu taşımada da kullanılırken; temel işlevi, Batı
Anadolu’nun tarımsal zenginliğinin Batı’ya aktarmaktı. İncelediğimiz çalışmada,
Batı Anadolu bölgesinde mevcut bulunan demiryolları üzerinden,1923 yılından
1930’lu yılların ortalarına kadar gerçekleştirilen yük ve yolcu taşımacılığına
ilişkin ayrıntılı veriler yer almaktadır. İzmir-Aydın ve Kasaba demiryolu
hatlarına ilişkin veriler incelendiğinde, bölgenin en önemli ihraç ürününün
sırasıyla meyan kökü, palamut, buğday, taze meyve ve sebze olduğu; buna
karşın ithalatta kahvenin ön planda geldiği dikkat çekmektedir. Ayrıca yolcu
taşımacılığı alanında yıllar içinde yaşanan değişim, yolcu miktarı ve taşıma
ücretleri de üzerinde durulan bir diğer konu olmuştur9. Örneğin, İzmir şehir
içi ulaşımında önemli bir yeri olan Kordon Tramvay şirketinin 1923-1935 yılları
arasındaki iş hacmi bir tablo halinde verilirken, yıllar içinde taşınan yolcu sayısı,
günlük bilet gelirleri okuyucuyla paylaşılmaktadır.
Çalışmada, demiryolu ulaşımının yanında, bir körfez şehri olarak,
sahip olduğu limanı ile bölgenin önemli ticari faaliyet alanı olan İzmir’in
deniz ulaşımına da ayrıntılı olarak yer verilmektedir. Burada altının çizilmesi
gereken konu demiryolu ulaşımında olduğu gibi denizyolu ulaşımında da,
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yabancıların hakim olduğu üstünlüktür. Cumhuriyet
idaresi yabancıların ulaşımdaki bu üstünlüklerini zamanla azaltırken, deniz
ulaşımında dönüm noktası 1 Temmuz 1926 yılında yürürlüğe giren Kabotaj
yasası olacaktır10. Çalışma içinde İzmir’in deniz ulaşımına yönelik ayrıntılı
veriler okuyucuya sunulurken, bölüm içinde yer alan tabloların başlıklarından
bazıları özetle şöyledir: 1926 yılında faaliyet gösteren körfez vapurları, 1923
yılında faaliyet gösteren denizcilik şirketleri, 1930 yılında İzmir’deki deniz taşıtı
durumu, 1929-1937 yılları arasında İzmir limanı faaliyetleri ve limana girençıkan gemilerin ait oldukları ülkelere göre tasnifi ve taşıdıkları yük miktarları11.
Örneğin, İzmir limanına giren gemi sayısı 1924 yılında 10.781 iken, sonraki üç
yıl boyunca rakamlar değişkenlik seyrederek, 1925 yılında 12.801, 1926 yılında
11.082, 1927 yılında 10.947 olmuştur. Çalışma içinde karayolu ve havayolu
ulaşımına değinilirken; İzmir’in içinde ve çevresinde mevcut karayolu hatlarına
ilişkin veriler yanında, şehir içi ulaşımda önemli bir yeri olan atlı ve elektrikli
8
9
10
11
A.g.e., s.188.
A.g.e., ss.196-203.
Cumhuriyet idaresinin denizcilik politikası ve Kabotaj uygulamasına ilişkin ayrıntılı
bilgi için bakınız: Kemal Arı, İzmir’den Bakışla Türkiye’de Kabotaj: “Haklar, Kazanımlar ve
Bayramlar”, Deniz Ticaret Odası İzmir Şubesi Yayınları No:2, İzmir, 2009.
A.g.e., ss.204-221.
262
DURGUN, Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi 1923-1938 ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
tramvaylara ayrıntılarıyla değinilmektedir. Ayrıca dördüncü bölüm içinde yer
alan “Haberleşme” ana başlığı altında, İzmir içinde faaliyet gösteren basınyayın organları, posta-telgraf-telefon hizmetleri, zengin verileri okuyucuya
sunulmaktadır.
Çalışmanın beşinci bölümü, “Mali Durum ve Bankacılık” ana başlığı
altında, dört alt başlıktan oluşmaktadır: Para ve Kambiyo, Bankacılık, Kredi
Kuruluşları-Kooperatifler ve Yabancı Yatırımlar. Ulaşım sektöründe olduğu
gibi bankacılık sektöründe de yabancıların hakimiyeti kendini göstermektedir.
1924 yılında yabancı bankaların toplam mevduattaki payı % 74’ü; toplam
kredilerdeki payı % 53’ü bulmaktadır. Sonraki yıllar içinde bu oranlar yabancı
bankalar aleyhine değişim gösterecek; Türk özel ve devlet bankaları, sektördeki
ağırlıklarını artıracaklardır12. 1924 yılında kurulan İş Bankası, Ankara’nın
hemen ardından İzmir’de bir şube açarak çalışmalarına başlarken, bankacılık
sektöründeki millileştirme çabaları hız kazanacaktı.Çalışma içinde 1923 yılından
başlayarak, çeşitli aralıklarla 1937 yılına kadarki dönem içinde faaliyet gösteren
bankalar hakkında ayrıntılı malumatlar yanında; sigortacılık faaliyetleri
alanında faaliyet gösteren şirketlere yönelik ayrıntılı verilere de çalışma içinde
yer verilmektedir13.
1929 yılı Dünya ekonomik bunalımı Türk ekonomisine olumsuz etkiler
yaşatırken; aynı dönem içinde Türkiye’de yaşanan şiddetli kuraklık tarım
ürünlerinin üretimini de olumsuz etkilemiş; 1929 ve 1930 yıllarındaİzmir’de
yaşanan şiddetli yağışlarda, ekonomik felaketin boyutlarını artırmıştı. Şehirde
ticarethaneler ve ticari emtiaya büyük zarar görürken;tarımsal ürünler arasında
başlıca ihraç ürünleri olan; üzüm, incir, tütün, pamuk, palamut, vb. ürünler
bulunuyordu. Bu durum ise tüccarın ve üretici kesimin üzerinde dünya ekonomik
bunalımın olumsuz etkisinin daha fazla görülmesine neden oldu14. Bu zor şartlar
içinde çoğunluğunu düşük gelir düzeyindeki insanların oluşturduğu geniş köylü
üretici kitlesi arasında dayanışma ve işbirliği ilişkileri zayıf; üretim ve verimlilik
ilişkileri düşüktü. Üreticinin, bin bir güçlükle yetiştirdiği ürün, yabancı şirketler
ve bunlara hizmet eden tüccar-tefeci ağı tarafından sömürülmekte ve buna
karşı üretici kendisini koruyacak kredi ve pazarlama örgütlerinden yoksun
kalmıştı. Bu durum karşısında Kemalist Kadro, kaynak israfını önleyerek, sınırlı
kaynakları daha verimli hale getirmek ve çiftçilerin piyasadaki olumsuzluklara
karşı direnme gücünü arttırmaya yönelik olarak “Kooperatifçilik” düşüncesini
geliştirmeye yönelmişti15. Tanıtımını yaptığımız çalışmanın beşinci bölümünün
yer alan “Kredi Kuruluşları-Kooperatifler” alt başlığı altında, İzmir ilinde
12
13
14
15
A.g.e., s.244.
A.g.e., ss.248-256.
Alev Gözcü, “Bir İntiharın Sosyo-Ekonomik Arkaplanı: Dünya Ekonomik Bunalımının
İzmir Örneğinde Gündelik Yaşama Yansımaları”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi,
VI/14 (2007/Bahar), s.89.
Özlem Yıldırır, “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Aydın İncir Müstahsilleri Kooperatifinin
Durumu”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, II/4-5 (1995), ss.104-105.
263
Fevzi ÇAKMAK
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
faaliyet göstermeye başlayan zirai kredi kooperatiflerinden bahsedilmektedir.
İzmir’de 1929 yılında faaliyete başlayan zirai kredi kooperatif hareketi, kısa
sürede gelişim göstererek, üreticiyi zor koşullarda korumaya ve nakit sıkışıklığı
dönemlerinde rahatlatmaya başlamış; piyasayı sadece ihracatçı tüccarların
belirlemesi karşısında ise satış kooperatifleri oluşturma yoluna gidilmişti. 1937
yılına gelindiğinde satış kooperatiflerinin sayısı 20’yi bulurken; bunlar içinde yer
alan Aydın İncir Müstahsilleri Kooperatifi, Manisa Bağcıları Satış Kooperatifi;
İzmir ili içinde 1928 yılında kurulan Bağcılar ve Tütüncüler Kooperatifi, Ziraat
Bankası’nın teşviki ile kurulan İzmir Meyve ve Sebze Satış Kooperatifi ve 1935
yılında faaliyete başlayan TARİŞ ön plana çıkanlar arasındaydı. Ege bölgesi
ve İzmir il-ilçe ve köylerindeki kooperatiflerinin yıllar içindeki faaliyetlerine
çalışma içinde ayrıntılı olarak yer verilmektedir16.
Çalışmanın altıncı ve son bölümü “Ticaret ve Sosyo-Ekonomik Durum”
başlığını taşımaktadır. Osmanlı devletinin son dönemlerinde limanı ile son
derece canlı bir ticari hayata sahip olan İzmir’de, ticaretin temelini oluşturan
temel sektör tarımdı. Kurtuluş Savaşı süreci ticari hayatta derin etkiler
yaratırken, savaş sonrası ülkeyi terk eden azınlıkların yerini ticari hayatta Türk
tüccarlar almaya başlayacaktı.İzmir limanından ihraç edilen ürünler arasında
üzüm, incir, pamuk, afyon, palamut en başta geliyordu. Çalışma içinde ihraç
edilen tarım ürünlerinin, 20. yüzyılın başından 1930’lı yılların ortalarına kadarki
üretim ve ihraç miktarları ve ticaretle birlikte ortaya çıkan fiyat hareketlerine
tablolar halinde yer verilmektedir17. Bu ürünlerin ihraç edildiği ülkeler arasında
Amerika, İngiltere, Fransa, Felemenk, Belçika, Almanya en başta gelirken,
diğer ülkelere yönelik ihraç rakamları, ayrı ayrı seneler halinde okuyucuya
sunulmaktadır. Bu rakamlara dikkate alarak dönemin ticari hayatı hakkında
çeşitli çıkarımlarda bulunulabilmektedir. Örneğin, 1923 yılı itibariyle en
fazla ithalat yapılan ülkenin İtalya olduğu dikkat çekerken; en fazla ihracat
yapılan ülkenin kısa süre öncesine kadar savaş içinde olduğumuz İngiltere
olması ilgi çekicidir. Ayrıca seneler içinde değişen ithalat ve ihracat rakamları
incelendiğinde, 1929 Dünya ekonomik bunalımının Türk ekonomisine yarattığı
etkileri öncesi ve sonrası ile karşılaştırabilme olanağı bulunabilmektedir18.
Kurtuluşundan kısa bir süre sonra büyük bir yangın geçiren İzmir’in
yeniden imarı önem kazanmıştır. Çalışma içinde İzmir’in yeniden imarına
yönelik yapılan çalışmalar, dönem içinde yayınlanan vilayet istatistiklerinden
derlenerek okuyucuya sunulmuştur. Bu bilgiler arasında sular ve bataklıklar,
içmeler, belediye işleri, sivil ve resmi inşaat faaliyetleri, fuar ve parklar gibi
bayındırlık faaliyetleri yer almaktadır. Bunların dışında dönem içinde tüketilen
temel tüketim maddelerinin fiyatlarının yer aldığı tablolar, aydınlatma işleri,
çalışma koşulları son bölümde yer verilen diğer başlıkları oluşturmaktadır.
16
17
18
A.g.e., ss.256-281.
A.g.e., ss.293-303.
A.g.e., ss.306-310.
264
DURGUN, Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi 1923-1938 ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Sonuç olarak, tanıtımını yaptığımız çalışma hakkında genel olarak şu
yargıda rahatlıklarla bulunabiliriz: Osmanlı devrinde önemli bir ticaret şehri
olan İzmir’in, büyük yangından sonra Cumhuriyet idaresi altında küllerinden
yeniden inşa ediliş sürecini ortaya koymaktadır. Çalışma, İzmir’in iktisadi
gelişimini ayrıntılarıyla araştırmacıya sunarken; öte yandan İzmir örneğinden
hareketle, incelenen dönem içindeki Türkiye’nin iktisadi dönüşüm ve gelişimi
hakkında fikir sahibi olunabilmektedir. İktisadi gelişimin incelenmesinde önemli
olan sayısal verilere çalışmada geniş ölçüde yer verilmiş olması ve bu verilerin
ağırlıklı olarak dönemim resmi kaynaklarından alınıyor olması, çalışmanın
değerini artıran unsurların başında gelmektedir. Ayrıca iktisadi gelişimin her
yönüyle inceleniyor olması da çalışmayı ayrıca değerli kılmaktadır.
İzmir’in, geçmişteki ekonomik yapısını ortaya koyan bu çalışma,
yazımızın başlangıcında da ifade ettiğimiz gibi Dokuz Eylül Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü bünyesinde hazırlanmış olan
bir doktora tezidir. Enstitü bünyesinde, İzmir şehrinin siyasi, toplumsal,
ekonomik özelliklerini derinlemesine inceleyerek ortaya koyan ve toplum ve
şehir hayatının keşfedilmemiş yönlerine ışık tutan yüksek lisans ve doktora
çalışmaları yapılmıştır. Sonrasında çeşitli kurum ve yayınevleri tarafından
yayınlanan bu çalışmalara Sadık Kurt tarafından hazırlanan “İzmir’de Kamusal
Hizmetler (1850-1950)”; Hülya Gölgesiz Gedikler tarafından hazırlanan “19501960 Yılları Arasında İzmir’de Gündelik Yaşam” örnek olarak gösterilebilir.
Enstitü bünyesinde yapılan bu tür çalışmalar, üniversite-kent işbirliği ve
bütünleşmesini ortaya koyması açısından da dikkate değerdir.
Fevzi ÇAKMAK*
*
Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü
(fevzi.cakmak@deu.edu.tr).
265
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi
Journal Of Modern Turkish History Studies
XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 267-274.
Kitap Tanıtımı
Book Review
Jack Goody, Tarih Hırsızlığı, Çev: Gül Çağalı Güven, 1. Baskı, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, 420 sayfa.
Öz
Tarih, çok farklı tanımlarla açıklanabilecek bir kavram olmakla birlikte zihnimizdeki
tarih kavramı ve anlayışı da çok farklı tanımlarla açıklanabilir. Jack Goody’nin “Tarih
Hırsızlığı” adlı eseri, uzun yıllardır Avrupa merkezli (euro-centric) tarih anlayışının tersten
okunması ve yeni bir duruma konumlandırılması açısından önem taşımaktadır. Bu tarih
anlayışının söylem olarak irdelenmesi, algımıza yerleşen ve onu biçimlendiren bir tarihi
yeniden kurgulamayı ifade etmektedir. Goody’ye göre, tarihin Batı tarafından ele geçirilişi 19.
yüzyıl sonrasında gerçekleşmeye başlamıştır. “Avrupa merkezli tarih anlayışının iddia ettiği
gibi, Avrupa ile Asya arasında keskin bir ayrım yoktur, bir süreklilik söz konusudur. Avrupa
merkezli tarih yazıcılığı Asya’yı veya Avrupa dışındaki bir coğrafyayı dünya tarihinin
dışarısında tutmuştur. Bu nedenle, dünyanın diğer kıtaları ve bölgeleri de dünya tarihinin
içerisine dâhil edilmelidir. Batı; zaman, mekân, uygarlık ve aşk hırsızlığı yapmaktadır.” İşte
tanıtımını yapmaya çalıştığımız “Tarih Hırsızlığı” adlı eserinde Jack Goody, tarihin Batı
tarafından nasıl tekelleştirildiğini titizlikle ve dikkatle açıklamaya çabalamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Tarih, Tarih hırsızlığı, Batı Avrupa, Tekelleşme, Asya.
Jack Goody, History Theft, Trans: Gül Çağali Güven, 1st Edition, Iş
Bankasi Kultur Yayinlari, 420 pages.
Abstract
Both history notion and the history understanding and notion in our minds are
terms which can be explained with various definitions. “The Theft of History” by Jack Goody
is important for reading the euro-centric history conception backwards and locating it in a
new position. Investigation of this concept of history in its expression means to rebuild the
history which is located in our perception and shapes our perception. According to Goody, the
conquest of history by West started in 19th century. “There is no such a separation between
Asia and Europe as the euro-centric history conception claims, there is continuity. The eurocentric historiography excludes Asia or any other place but Europe from the world history.
So, other continents and regions of the world should be included in the world history. The
West steals time, space, civilization and love.” Here in his work “The Theft of History”, Jack
Goody tries to explain how the West monopolizes history carefully and meticulously.
Key Words: History, the Theft of History, Western Europe, Monopolization, Asia.
267
Hasan GÜRKAN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Jack
Goody
(1919),
dünyanın tanınmış ve önde gelen
antropologlarından biridir. Cambridge
St John’s College’i bitirdikten sonra
İngiliz ordusunda II. Dünya Savaşına
katılmış, Kuzey Afrika’da savaşırken
Almanlara esir düşmüş ve üç yıl
boyunca esir kampında kalmıştır.
1976’da British Academy’ye seçilmiş ve
ayrıca St John’s College’de de akademi
üyesidir. Goody’nin “Tarih Hırsızlığı”
dışında da birçok eseri bulunmaktadır.
Bazıları şunlardır: Death Property
and the Ancestors: A Study of the
Mortuary Customs of the LoDagaa of
West Africa (1962); The Myth of the
Bagre (1972); The Domestication of the
Savage Mind (1977); Food and Love;
A Cultural History of East and West
(1998); Capitalism and the Modernity:
the Great Debate (2004)1. Yazar “Tarih Hırsızlığı” adlı eserini 3 bölüme ayırmıştır. Birinci bölüm,
“Sosyo-Kültürel Bir Soyağacı”, ikinci bölüm “Üç Akademik Bakış Açısı” ve
üçüncü bölüm “Üç Kurum ve Değerler” adını taşımaktadır.
I. Sosyo-Kültürel Bir Soyağacı
Birinci bölüm dikkat çekici şu iki soru ile başlıyor: “Kim çaldı, Ne çaldı?
Zaman ve Mekân”. Birinci bölümün birinci kısmında zaman ve mekân hırsızlığı
ile ilgili düşüncelere değiniliyor. Bu doğrultuda zaman hırsızlığı şu şekilde
açıklanıyor:
“Geçmişte, zamanın hesaplanışını batı kendine mal etmiştir. Bugün de öyledir.
Tarihin dayandığı yıllar İsa’nın doğumundan önce ve sonraya göre ölçülür. Hicretle
İbrani veya Çin Yeni Yılıyla ilişkili diğer takvimlerin kabulü tarihsel araştırmaların ve
uluslar arası kullanımın marjinal alanına itilmiştir. Bu zaman hırsızlığının bir yönü
kuşkusuz yine yazılı kültürlerin kavramları olan yüzyıl ve binyıl adlandırmalarının ta
kendisidir.”2
Goody, Avrupa’nın zamanı tekelleştirmesini sadece bu ifadelerle
açıklamamaktadır. Şunları da ekliyor:
1
2
Jack Goody, Tarih Hırsızlığı, Çev: Gül Çağalı Güven, 1. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 2012. (arka kapaktan)
A.g.e., s.17.
268
GOODY, Tarih Hırsızlığı
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
“Zamanın tekelleşmesi, yalnız
İsa’nın doğumunun tanımlandığı her şeyi
kapsayan çağla değil, aynı zamanda yılların,
ayların ve haftaların günlük hesaplanışında da
kendini gösterir. Yılın kendisi kısmen keyfi bir
bölünmedir… Aslına bakılırsa, Avrupalıların
kullandığı güneş yılının, İslami ve Budist
ülkelerin aya dayalı hesaplamasından daha
“mantıklı” hiçbir yönü yoktur.”3
Goody’nin ikinci önem verdiği
olgu, mekân hırsızlığıdır. Yazar burada
yine Avrupa merkezli tarih yazımının
dışına çıkmıştır. Goody’ye göre, “Mekân
kavramı da Avrupa’da yapılan tanımlardan
yola çıkmıştır… Avrupa’yla Asya arasındaki
keyfi bölümleme dışında, sezgisel olarak ayrı
bütünler halinde analiz edilmeleri bakımından,
kıtaların sadece Batılı kavramlar olduğunu
söylemek güçtür. Coğrafî olarak Avrupa ve
Asya bir devamlılık oluşturur.”4
Yazar sömürgecilik konusunda da fikirlerini söylemekten geri kalmıyor.
Batının sömürgecilik faaliyetlerinin etkilerini bazı örneklerle açıklıyor.
Bu etkilerden bir tanesi uzamın koordinatları olarak görüyor: “Batı’nın
sömürgeleştirme faaliyetlerinin etkileri aşikârdır. İngiltere uluslararası alanda egemen
konuma geldiğinde, uzamın koordinatları Londra’daki Greenwich boylamı çevresinde
dönmeye başladı; Batı ve büyük ölçüde Doğu Hint Adaları, Avrupa’nın yönelimleri,
sömürgeciliği ve denizaşırı genişlemesiyle yaratıldı.”5
Yazarın bir başka iddiası, tarih hırsızlığının sadece zaman ve mekân ile
sınırlı kalmadığıdır. “Tarih hırsızlığı, tarihsel dönemlerin de tekelleştirilmesi
anlamına gelir.”
Yazar “dönemselleştirme” isimli başlığının sonlarında şu yargılara varıyor:
“Ben özellikle insan tarihindeki gelişime ilişkin geniş tarihsel kavramlarla,
Batı’nın küresel olaylara kendi rotasını kabul ettirmeye çalışma yöntemiyle ve bunun
yol açtığı yanlış anlamalarla ilgileniyorum. Dünya tarihinin bütünü, sözüm ona
sadece Batı Avrupa’da gerçekleşen olaylarla doğrulanan bir aşamalar silsilesi olarak
anlaşılmaktadır.”6
3
4
5
6
A.g.e., s.17.
A.g.e., s.22.
A.g.e., s.23.
A.g.e., s.29.
269
Hasan GÜRKAN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Birinci bölümün ikinci kısmı Antikçağın icadından başlayarak, ekonomi,
siyaset (vs) ve çarpıcı bir biçimde Antikçağ ile Avrupa-Asya ikiliğine ayrılmış.
“Doğu’da olan bitenin “Asya istisnacılığını” temsil ettiği ve Batılı olaylar
silsilesinin “normal” olduğu kavramının bizzat kendisi, “kapitalizm”e çıkan tek yolu
işaret ettiğini ileri süren 19. yüzyıl bakış açısına dayanan haksız bir Avrupalı varsayımını
ifade eder. Ve bu fikir, tarihçi Braudel’in sıklıkla kullandığı geniş anlamıyla kapitalizmin,
çok daha özgül bir ekonomik olay olan, çoğu zaman “üretken bir yatırım”la ilgili görülen
sanayi üretimiyle birleştirilmesinden doğar… Matbaanın gelişimi, bilginin daha hızlı
dolaşımına (ve birikmesine) olanak verdi; bu, Çin ve Arap uygarlıklarının kâğıt ve
ilkinin matbaa kullanımı nedeniyle daha önceden sahip olduğu bir üstünlüktü.”7
Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere Goody, yaşanan Batılı gelişmelerin ve
olayların “normal”, Doğudakilerin ise “Asya istisnacılığı” olduğu konusundaki
Batılı yerleşik bu yargıya karşı çıkıyor.
I. bölümün üçüncü kısmında Goody, feodalizmi irdeliyor. “Feodalizm;
kapitalizme geçiş mi yoksa Avrupa’nın çöküşü ve Asya’nın egemenliği mi?”
diye soruyor. Bu bölümün sonunda Asya despotizmini ve Asya toplumunu
Avrupa ile karşılaştırmalı bir biçimde ele alıyor.
Yazar, eserinde Osmanlı İmparatorluğu’na da (Türkiye’ye) önemli
derecede yer vermektedir. Buna I. Bölümün son kısmında rastlıyoruz. “Asyalı
despotlar ve toplumlar, Türkiye’de mi başka yerde mi?” sorusundan hareketle
Türkiye üzerinden Avrupa ve Asya’yı değerlendirmektedir.
“Ortaçağ sonlarında, Avrupalı olmayan ama Avrupa’ya en yakın, en büyük
Asyalı devlet Türkiye’ydi. 14. yüzyıldan beri orduları, Bizans ve Balkanlar dâhil
mevcut Avrupalı ve Hıristiyan coğrafyaya saldırıyorlardı. Avrupa çok daha önceleri,
Kuzey Afrika’dan İspanya’ya gelip Sicilya’ya ve genel olarak Akdeniz’e ilerleyen İslam
istilasına uğramıştı (“Mağribiler”). Mağribiler ve Türkler kıtaya karşı saf tutmuş
Avrupalı olmayan güçlerin birer simgesi haline gelmişlerdi ve tipik algılanma biçimleri,
despotik karakterleri ve Hıristiyan erdemlerinden yoksunluklarıydı. Gaddarlık ve
barbarlığın damgasını taşıyorlardı: Onlar Müslüman’dı. Avrupa’nın gözünde Türkiye,
genel olarak, özellikle de 17. yüzyıldan sonra entelektüeller tarafından bile despotik
olarak görüldü…”8
Goody, Türkiye’nin Batı karşısında şark despotizmini temsil edişinin
tarihsel nedenlerini de şöyle açıklamaktadır:
“…Antikçağ’da Persler Yunanların gözünde Doğu despotizmini temsil
ediyorduysa, Türkiye de yeniçağ başlarında Şark despotizminin örneği haline geldi…
Grek etnik-merkezci tutumlar Batılı akademik tarih yazımı ve kültürel analizi içine
dâhil edildi. Yunanların kendi demokratik sistemleriyle “öteki” olarak algıladıkları
despotik Pers İmparatorluğu arasına koydukları ikilik, Avrupa’nın Türklere ilişkin daha
7
8
A.g.e., s.78.
A.g.e., s.117.
270
GOODY, Tarih Hırsızlığı
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
sonraki görüşleriyle kaynaşarak, Marx’ın “Asya istisnacılığı” terimiyle ifade ettiği ve
Avrupa düşüncesinde ayırt edici özelliğini oluşturduğu bir paradigma üretti. Oysa
bu coğrafyadaki kültürlerin tümü, Yakındoğu’nun Bereketli Hilal’inden Çin’e kadar
uzanan ve antikçağdan itibaren Avrupa’daki gelişmelerin temelini oluşturan bronz çağı
uygarlıklarının varisleriydi. Dolayısıyla, Avrupa ve Asya toplumları arasında işaret
edilen karşıtlık, erken dönem tarih söz konusu olduğu sürece pek az analitik değer taşır.”9
Goody, Türklerin üretim ve ticaret etkinlikleri incelendiğinde,
Türkiye’nin despotik devletleri nitelediği varsayılan “durağan bir ekonomi”
olarak kabul edilemeyeceğini ileri sürüyor. Aynı şeyin bir bütün olarak toplum
için de geçerli olduğunu ve esneklikten uzaklık iddiasının yalnız varsayılan
despotik karaktere değil aynı zamanda İslam’a da atfedildiği görüşünü
savunuyor. Örnek olarak da meşhur tartışmayı gündeme getiriyor: Türklerde
matbaanın kullanımı meselesi!
“… Sıkça verilen örnek, Çin’de yüzyıllar önce kullanılmış olan matbaanın
reddedilmesidir. Ben tam tersine, toplumun birçok etkiye ve birçok değişime açık
olduğunu ileri sürüyorum. Matbaayla (belki de saat gibi başka yeniliklerle de) ilgili
kısıtlamanın değişmeye isteksizlikle hiçbir ilgisi yoktur. Daha çok, dini inançlarla
ilgilidir ve böyle olması nedeniyle de son derece özgüldür.”10
Goody, burada İslam ve ilerleme ilişkisini sorgulamasa ve derinlemesine
incelemese de sorunun özgüllüğünü vurgulaması kayda değer olarak görülebilir.
II. Üç Akademik Bakış Açısı
Goody kitabının II. bölümünde, tarih hakkında yazan üç önemli yazarı
ve batıya ilişkin düşüncelerini ele alıyor. Bu üç yazar; Joseph Needham, Norbert
Elias ve Fernand Braudel’dir. Goody, bu üç yazarın, Batı’nın üstünlüğünü uzak
bir geçmişe dayandırmaları, Avrupa’ya kuşku götürür bir yöntemle ayrıcalık
tanımaları, dolayısıyla da dünya tarihine ışık tutmaktan çok onu çarpıtmaları
nedeniyle açıklamalarının kusurlu olduklarını ileri sürmektedir11.
Bu bölümde Goody; birçok Avrupalı yazarın Rönesans olmaksızın
modern dünyaya doğru ilerleme gerçekleşemezdi düşüncesinden12; modern
bilimin kendiliğinden geliştiği tek bölge olarak batının seçilmesi, bu nedenle de
Avrupa merkezci bakış açısına sürüklenilmesine; hatta uygarlık ve kapitalizm
hırsızlığına (özellikle Braudel’in düşünceleri üzerinden) bir dizi eleştiri
sunmaktadır13.
9
10
11
12
13
A.g.e., ss.118-119.
A.g.e., s.138.
A.g.e., s.148.
A.g.e., s.151.
A.g.e., s.182, 215, 234.
271
Hasan GÜRKAN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Yazar bu bölümde modernite/modernlik tartışmalarına da giriyor.
Goody, batıda yaşanan gelişmelerin modernliğe ve modern bilime yol açtığı
yargısını kabul ediyor. Ancak sorunun, bunların Avrupa’nın arka planının
genel özelliklerinin benzerliğine atfedilmesinde görüyor. Buradan hareketle
“modernite”nin tamamen Batılı bir evre olarak kavrandığını, ancak kategorik
terimlerle ifade edilmesine rağmen, doğuşunun ölçütlerinin bile muğlâk bir
durumda olduğu yargısını getiriyor14.
Yazar bu tartışmayı ikinci bölümün yedinci kısmında sürdürüyor.
Antikçağ’ın, feodalizmin, hatta uygarlığın Avrupa’ya özgü olduğu ileri
sürüldüğünden ve tüm bu evrelerin mantıksal olarak art arda gelen aşamalarda
birbirine yol açtığı düşünüldüğünden, dünyanın geri kalanının modernite ve
bizzat kapitalizm yolundan dışlandığını söylüyor15.
Burada bazı yazarlara, özellikle Braudel ve Max Weber’e eleştiriler
sıralıyor. Bunun gibi birçok yazarı, Batı’ya ezici bir derece imtiyaz tanıyarak,
Doğu’yu dünya tarihindeki yerinden yoksun bırakmakla itham ediyor16.
III. Üç Kurum ve Değerler
Kitabın III. bölümü, “Kurum Hırsızlıkları: Kentler ve Üniversiteler”
ile başlıyor: Avrupa kentlerinin Doğu kentlerinden, özellikle de kapitalizmi
yaratan etkenler bakımından çok büyük farklılık gösterdiği ve bir başka yaygın
kabul gören yüksek eğitimin ilkinin 11. yüzyılda Bologna’da olmak üzere Batı
Avrupa üniversitelerinin kuruluşuyla başladığı düşüncesinin (varsayımının) son
derece kuşku götürür nitelikte olduğunu ileri sürüyor. Ardından da Avrupalı
araştırmacıların farklı bir yorum için adeta yalvaran güçlü kanıtlar karşısında bile
Avrupa merkezci konumu sürdürmeye yönelik toplu çabalar olduğunu ekliyor17.
Goody, III. bölümün üçüncü kısmında, Avrupa’nın sadece kendine özgü
olduğunu söyleyerek, çok değer verilen belirli kurum ve değerler üzerinde hak
iddia etmekle kalmadığını, aynı zamanda bazı duyguları ve özellikle de aşk’ı
kendisine mal ettiğini düşünmektedir18. Yazar bu noktada şunları söylemektedir:
“Bir duygunun ifadesiyle varlığı arasında önemli bir fark vardır. Bu (daha
önce de sürdüğüm gibi), yazıya geçmiş sözde, belirgin olarak da okuryazar kültürlerde
yaygın bir biçimde görülen aşk mektuplarında işlenir. Fakat biçimleri farklı olsa bile,
duygunun kendisi çok daha yaygın bir şekilde mevcuttur. Yalnız Avrupa’da da değil,
gerçek anlamda bütün dünyada hüküm sürer.”19
14
15
16
17
18
19
A.g.e., s.152.
A.g.e., s.213.
A.g.e., ss.213-214.
A.g.e., ss.253-254.
A.g.e., s.315.
A.g.e., s.337.
272
GOODY, Tarih Hırsızlığı
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
“Aşk hırsızlığı” ile ilgili son olarak şöyle bir yargı ortaya çıkıyor: “…
Aşkın emsalsiz bir şekilde Avrupalı olduğu iddiası, yalnız kapitalizmin gelişimiyle
bağlantılandırılamaz, aynı zamanda emperyalizmin hizmetinde kullanılmakta olduğuna
inanılan bir dizi siyasal sonucu da beraberinde getirir. Yucatan’daki Mérida’da bulunan
bir sarayın, boyun eğmiş vahşilerin tepesinde dikilen miğferi ve zırhlı conquistador’ları
betimleyen süslemelerinde, aşkın fethedici gücünü ilan eden bir ibare kazılıdır.
Avrupa’nın emperyalist fatihleri, cinsel bir nitelik taşımaktan çok, kardeşçe olan bu
duyguda hak iddia etmişlerdi. Aşk, sözcüğün gerçek anlamıyla, işgalci bir ordunun
elindeyken, herkesi fetheder.”20
Yazar, eserinin “son sözler”inde, ‘Avrupa’nın (büyük ölçüde Hıristiyan)
kendi zaman ve uzamları hakkındaki tarihselleştirmelerini Avrasya dünyasının
geri kalanına dayatarak Doğu’nun tarihini nasıl çaldığını’ ifade etmektedir. Eserinin
sonlarında da, pek fazla değinmediği, sömürgecilik/emperyalizm meselesi ile ilgili
bir açıklama yapar. Goody, sömürgeci hâkimiyet ve dünya hâkimiyetinin tüm
biçimlerinin, entelektüel eserler açısından yararları kadar hatırı sayılır tehlikeleri
de içinde barındırdığını ifade ederek, mevcut durumda Batı’nın bir üstünlük
benimseyip, teleolojik bir tarih yaratarak bu üstünlüğü geçmişe yansıttığını ifade
eder. Hatta Goody, daha da ileri giderek dünyanın geri kalanı açısından sorunun,
ötekilerin hep durağan, dışarıdan yardım almaksızın kendilerini değiştirmeyi
kesinlikle beceremez olarak görülmesi olduğunu iddia eder21.
Yazar “son sözler”inde, Avrupa’nın tarihselleştirmeleri içerisinde yer
alan Rönesans’ı ve dönemin Avrupa gerçekliğini kabul etmektedir. Dahası
“yeniden doğuş”un o dönem için zorunlu olduğunu kabul eder22.
Bunun yanında Avrupa’nın birçok açıdan Müslüman Doğu ve Güney’e
çok borçlu olduğunu dile getirir. Goody, bu durumu şöyle açıklar:
“Ticaret kadar entelektüel yaşam da, 14. yüzyıl öncesinde Müslüman Doğu
ve Güney’e çok şey borçlandı. Bunda sadece Yunancadan yaptıkları çeviriler değil,
tıp, astronomi, matematik ve diğer alanlardaki kendi katkıları da (tıpkı Yahudilerinki
gibi) rol oynadı. Bu canlanmada, Hindistan ve Çin de paylarını düşeni yaptılar, zira
İslam toplumları Güney İspanya’dan Çin sınırına dek Asya’nın tamamına yayılmıştı.
Daha net bir ifadeyle birçok bitki, ağaç ve çiçeğin (portakal, çay ve kasımpatı) yanı sıra,
Francios Bacon’ın modern toplum açısından merkezi gördüğü, pusula, kâğıt ve barut
gibi yeniliklerin kökeni de doğuydu. Matbaanın, porselen, ipekli ve pamuklu tekstil
imalatının, aslında sanayinin Doğulu kökenlerinden söz etmeye gerek bile yoktur.”23
Goody, “son sözler”ini ve kitabını şu soru ve açıklamayla tamamlıyor:
“Aslına bakılırsa, durum ‘kapitalizm’ teriminin büsbütün terk edilmesiyle de
açıklığa kavuşabilirdi, çünkü bu terimin kullanımı, Batı’ya bir çeşit uzun vadeli, imtiyazlı,
20
21
22
23
A.g.e., s.337.
A.g.e., ss.339-340.
A.g.e., s.347.
A.g.e., s.347.
273
Hasan GÜRKAN
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
konum tanıma eğiliminde olacaktır. Öyleyse modern dönemde Batı’nın üstünlüğü
hakkındaki tartışmayı, neden kentsel ve merkantilist gelişmelerin uzun vadeli çerçevesi
içinde, az çok yoğun etkinlik dönemlerine olanak veren ve ‘uygarlaşma süreci’nin olumlu
yönlerini olduğu kadar olumsuz yönlerinin tamamını da hesaba katan bir çerçeve içinde,
ekonomik faaliyetlerin ve diğer faaliyetlerin yoğunlaşması şeklinde dile getirmeyelim?
Kuşkusuz, bu silsilenin parçalara ayrılması, çağdan çağa dönemselleştirilmesi gerekir;
ama sanayileşmenin genişleyen kapsamından, hatta bir Sanayi Devrimi’nden, bu sürecin
Asya ve diğer toplumlardaki başlangıçlarını yadsımaksızın, bunu tümüyle Avrupa’ya
ait bir gelişme olarak görmeksizin de bahsetmek mümkündür.”24
Eseri genel olarak değerlendirdiğimizde, Goody’nin genel düzlemde
iki farklı düşünceyi işlediğini görebiliriz. Birincisi, zihinlerimizdeki tarih
anlayışını yeniden yorumlamakla birlikte onu daha tarihsel ve bütüncül bir
konuma oturtmaya çalışmaktır. İkincisi ise yeni bir dünya tarihi okuması
gerçekleştirmektir. Yazar bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için hem Batılı
birçok yazarı hem eserlerini eleştiri süzgecinden geçirmektedir. Tüm bunları
yaparken de birçok farklı bilimsel disiplinin sunduğu geniş bir akademik sahada
seyretmektedir.
Hasan GÜRKAN*
24
*
A.g.e., s.363.
Doktora Öğrencisi, Mersin Üniversitesi Tarih Ana Bilim Dalı,
(hasangurkan74@hotmail.com).
274
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi
Journal Of Modern Turkish History Studies
XII/25 (2012-Güz/Autumn), ss. 275-300.
Dizin
İndex
ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TARİHİ ARAŞTIRMALARI
DERGİSİ 25 SAYILIK DİZİNİ
Mehmet Emin ELMACI*
Çağdaş Türkiye Araştırmaları Tarihi Dergisi, Dokuz Eylül
Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nce 1991’den beri
belirli aralıklarla çıkmaktaydı. Ancak maddi bazı sıkıntılar nedeniyle bazı
dönemlerinde ara verilmek zorunda kalındı. 2006’dan itibaren dergimizi
TÜBİTAK ve ULAKBİM’de taralı yapma gayretlerimiz sonucunda dergimiz
şu an düzenli bir şekilde yılda iki kez yayınlanmak suretiyle başarıya
ulaşmıştır.
Dergimizi dünyanın tüm bölgelerine ulaştırabilmek adına e-dergi
olarak yayınladığımız gibi, bilim insanlarının içinde olan basılı somut bir
dergi görme duygusu adına da e-derginin yayınlanmasından hemen sonra
basılı dergi halinde yayınlamaktayız.
Kısaca belirttiğimiz süreçten geçerek günümüze ulasan Çağdaş
Türkiye Araştırmaları Tarihi Dergisinin 2005 yılında ilk on sayısının dizinini
yapmıştık. (Elmacı, Mehmet Emin “Çağdaş Türkiye Araştırmaları Tarihi
Dergisi İlk On Sayı Dizini” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 271-280.) Şimdi 25.
sayıya geldiğimiz şu günlerde yeni bir dizin yapma gereğini hissettik.
Türkiye’de çağdaşlaşmanın başlangıcı olarak görülen Tanzimat
döneminden günümüze kadar olan süreçteki yakın Türkiye Tarihi
konularını kapsayan özgün çalışmalardan oluşan dergimizde, makaleler
yanında, önemli belgelerin yayınları, yabancı dildeki yayınların çevirileri
ve gerek Türkçe gerekse yabancı kaynak ve araştırma eserlerinin tanıtıldığı
kitabiyat ve hem ulusal hem de uluslararası sempozyum tanıtımları da yer
almaktadır.
*
Yrd.Doç.Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri İnkılâp Tarihi Enstitüsü,
(emin.elmaci@deu.edu.tr).
275
Mehmet Emin ELMACI
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
Dizinde yazarların, çevirenlerin ve tanıtım yapan yazarların
tanıtanların adları soyadlarına göre alfabetik sırayla hazırlanmıştır. Kitap
tanıtımları (Kitabiyat) şeklinde belirtildiği gibi, sempozyum ve konferans
tanıtımları da (Tanıtım) adıyla verilmiştir. Yabancı yayınlardan çeviriler ise
(Çeviri) şeklinde verilmiştir. Makaleleri cilt adı, sayı, yıl ve sayfa numaraları
düzeninde verdiğimiz dizinde, iki isimli makalelerde iki yazarı da ayrı ayrı
ilk sırada kullandık.
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
Yıl:
1991
1992
1993
1995
1996-1997
1998
2000
2005
2006/Bahar
2006/Güz
2007/Bahar
2007/Güz
2008/Bahar-Güz
2009/Bahar-Güz
2010/Bahar-Güz
2011/Bahar
2011/Güz
2012/Bahar
2012/Güz
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
Sayı:
276
1
2
3
4-5
6-7
8
9-10
11
12
13
14
15
16-17
18-19
20-21
22
23
24
25
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
A
ACAR, Bahriye, “İzmir Basınında Menemen Olayı” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl:
1998, 75. Yıl Özel Sayısı, ss: 137-146.
ADIYEKE, Nuri, “Mübadele Öncesi Yunanistan’daki Müslüman-Türk
Azınlığa İlişkin Çok Önemli Bir Kaynak: Mecmû’a-Yi Kavânîn-i Yunâniye” Cilt: VII,
Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 227-236.
ADIYEKE, Nükhet, “Osmanlı Kaynaklarına Göre Türk-Yunan ilişkilerinde
Girit Sorunu (1896), Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 335-346.
ADIYEKE, Nükhet, “ Türk Basınında Girit’in Yunanistan’a Katılması”,
Cilt: l Sayı: 1, Yıl: 199l, ss: 47-70.
ADIYEKE, Nükhet,” Yunanistan Sınırları İçinde Bir Azınlık Örgütlenmesi:
Cemaaat-i İslamiyeler”, Cilt: 1,. Sayı: 2 ,Yıl: 1992, ss: 265-288.
AKBAŞ, İsmail, “Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye Gezisi” Cilt: VII,
Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 311-333.
AKGÜN, Seçil, “Yunanistan’da Kurtuluş Savaşı’nı İzleyen Gelişmeler” Cilt:
l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 9-20.
AKKUŞ, Turgay, “Bir İktisadi Siyasa Projesi: Milli İktisat Ve Bursa” Cilt:
VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 119-141.
AKSOY, Yaşar, “İzmir’de İlk Ulusal Tüccarlar ve Ticaret Odasının Öyküsü”
Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 47-66.
AKŞİN, Sina, “ Bozkurt ve Peker’in Devrim Tarihi Ders Kitapları “ Cilt: 2,
Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 233-244.
AKTER, Ahmet, “Anılar Bibliyografyası” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 19992000, ss: 229-265.
AKYOL, Yaşar, “Türkiye’de Halkevlerine İlişkin Çalışmalar
Değerlendirmeler Üzerine” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 131-146.
ve
ANZERLİOĞLU, Yonca, “İngiliz Büyükelçilik Yıllık Raporlarında Türkiye
(1939-1941)” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 177-189.
ARI, Kemal, “Atatürk’ün Yazarlığı ve Gazeteciliği” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl:
2006/Güz, ss: 3-23.
ARI, Kemal, “ İzmir’deki Suikast Girişimi Sırasında Reisicumhur Mustafa
Kemal Paşa’nın İzmir Gezisi ve Onun Suikastı Nasıl Karşıladığına İlişkin Bir Anı “
Cilt: l, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 247-260.
277
Mehmet Emin ELMACI
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ARI, Kemal, “Mahmut Esat Bozkurt: Yaşamı ve Kişiliği” Cilt: 2, Sayı: 4-5,
Yıl: 1994, ss: 189-200.
ARI, Kemal, “ Mübadele Göçmenlerini Türkiye’ye Taşıma Sorunu ve İzmir
Göçmenleri (1923-1924) “ Cilt: l, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 13-46.
ARI, Kemal, “Türk Kurtuluş Savaşı’nın Bitiminde İzmir’in Genel Ekonomik
Durumu” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 29-46.
ARI, Kemal, “Umit Sang Into to Crete Water; Crete to The Heart of Cretans”
Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 185-192.
ARI, Kemal, “Ümit Girit Sularına Gömüldü; Girit, Giritlilerin Yüreğine”
Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 193-200.
ARI, Kemal, (Tanıtım) SEMPOZYUM “Mudanya Mütarekesi’nin 85.
Yıldönümü Sempozyumu (Mudanya, 11 Ekim 2008)” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/
Bahar, ss: 205-214.
ARI, Kemal, (Tanıtım)“80. Yılında Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi
Sempozyumu (İstanbul, 7–8 Kasım 2003)” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss:
145-152.
ARI, Kemal, (Kitabiyat) “Salih Özbaran, Osmanlı’yı Özlemek ya da Tarih
Tasarlamak” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 156-164.
ARI, Kemal, (Tanıtım) SEMPOZYUM “Mudanya Mütarekesi’nin 85.
Yıldönümü Sempozyumu (Mudanya, 5–6 Ekim 2007)” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/
Güz, ss: 227-234.
ARI, Kemal, (Kitabiyat) “Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi
Kaynakları, C:l, Atatürk’ün Nutuk’u” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 377-388.
ARIKAN, Zeki, “Atatürk ve Tarih” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 19-32.
ARIKAN, Zeki, “Atatürk’ten Telgraflar” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000,
ss: 289-341.
ARIKAN, Zeki, “Bir ‘İzmir Tarihçisi: Ziya Somar” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl:
1993, ss: 241-260.
ARIKAN, Zeki, “ Mahmut Esat Bozkurt” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl
Özel Sayısı, ss: 215-224.
ARIKAN, Zeki, ”Milli İktisat’a İlişkin Bir Belge” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl:
1994, ss: 165-170.
ARIKAN, Zeki, “ Milli Mücadele’nin Bir Öncüsü: Mustafa Necati “ Cilt: 1,
Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 51-86.
ARIKAN, Zeki, “Mahmut Esat Bozkurt ve Kapitülasyonlar” Cilt: 2, Sayı:
4-5, Yıl: 1994, ss: 217-232.
278
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ARIKAN, Zeki, “Mütareke Döneminde İzmir” Cilt: l, Sayı: 1, Yıl: 1991,
ss: 261-281.
ARIKAN, Zeki, (Kitabiyat), “Hüseyin Kazım Kadri, Meşrutiyetten
Cumhuriyete Hatıralarım” Cilt: I, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 373-376.
ARIKAN, Zeki, (Kitabiyat) ”Doğumunun Yüzüncü Yıldönümünde Hasan
Ali Yücel Sempozyumu (16-17 Aralık 1997, İzmir) “ Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl:
Özel Sayısı, ss: 419-422.
ARIKAN, Zeki, (Kitabiyat) “Hasan Ali Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet’’
Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 271-277.
ARIKAN, Zeki, (Tanıtım) “Lozan Barış Anlaşması 70. Yıldönümü
Uluslararası Semineri (25-26 Ekim 1993, İstanbul)”, Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss:
157-164.
ARIKAN, Zeki, (Kitabiyat) “Mustafa Eski, Cumhuriyet Döneminde Bir
Devlet Adamı: Mustafa Necati” Cilt:3, Sayı: 9-10, Yıl: l999-2000, ss: 267-270.
ARIKAN, Zeki, (Kitabiyat) “Mustafa Eski, İsmail Habib Sevük’ün
Açıksöz’deki Yazıları” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 279-282.
ARIKAN. Zeki, (Kitabiyat) “Yakup Kadri’den Hasan Âli Yücel’e Mektuplar”
Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı, ss: 407- 412.
ARIKAN, Zeki, (Tanıtım), “VII. Uluslararası Türkiye’nin Sosyal ve
Ekonomik Tarihi Kongresi (18-21 Haziran 1998, Bursa)” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998,
75.Yıl: Özel Sayısı, ss: 413-418.
ARIKAN, Zeki, (Kitabiyat) “Albert Gabriel (1883-1972), Mimar, Arkeolog,
Ressam, Gezgin” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 347-352.
ARIKAN, Zeki, (Kitabiyat) “Mehmet Emin Elmacı, İttihat-Terakki ve
Kapitülasyonlar” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 217-220.
ARIKAN, Zeki, (Tanıtım)“1908 – 2008: Jön Türk Devriminin 100. Yılı,
Uluslararası Kongre (Ankara, 28 – 30 Mayıs 2008)” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/
Bahar, ss: 153-155.
ARSLAN, Ahmet, “Aydınlanma” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 23-32.
ARSLAN, Esat, “Amerikan İstihbarat Belgelerinde Mustafa Kemal: Kişisel
Özellikleri ve Bir Görüşme” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 49-72.
ASKER, Ahmet, “Nazi Irk Tasnifinde Türkler ve Ortadoğu Halkları” Cilt:
XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 79-99.
ASLAN, Taner, “Arşiv Vesikalarına Göre Batı Anadolu’da Yunanlılara Karşı
Kazanılan Askeri Başarılar Karşısında Duyulan Memnuniyete Dair Yazışmalar” Cilt:
VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 35-50.
279
Mehmet Emin ELMACI
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ATASEVEN, Süleyman, “Başvekil Rauf Orbay” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998,
75. Yıl Özel Sayısı, ss: 225-242.
AYBARS, Ergün, ”Atatürk ve İnkılapçılık” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 1-22.
AYBARS, Ergün, “Atatürk ve Türk Devrimi” Cilt: l, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 1-12.
AYBARS, Ergün, “Laiklik” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 1-10.
AYBARS, Ergün, ”Mahmut Esat Bozkurt ve Masonlar” Cilt: 2, Sayı: 4-5,
Yıl: 1994, ss: 245-262.
AYBARS, Ergün, “Türkiye’de Siyasal Yapılanmadan
Arayışlarına” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı, ss: 1-4.
Yeni
Model
AYBARS, Ergün, “Türk- Yunan İlişkileri” Cilt: 1, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 3-8.
AYBARS, Ergün, (Kitabiyat), “Sol Kemalizm’e Bakıyor, ( Röportaj: Levent
Cinemre. Ruşen Çakır )” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 365-372.
AYOĞUZ, Şengül, “XIX. Yüzyılın Sonlarına Doğru Doğu Ege Adalarının
Sosyal ve Ekonomik Durumu” Cilt: 1, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 221-246.
AYSAL, Necdet, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Giyim ve Kuşamda
Çağdaşlaşma Hareketleri” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 3-32.
AYSAL, Necdet, (DİNÇER, Hasan) “Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın
Örgütlenme Aşamasında Melek Reşit Hanım ve Faaliyetleri” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl:
2012/Bahar, ss: 149-169.
AYSEVER, Kubilay, “Antikçağ’dan Günümüze Tarih Tasarımları” Cilt:
VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 3-18.
B
BARAN, Alim, Tülay, “Balkan Savaşı’ndan Sonra İzmir’de Rumların Göç
Hazırlığı” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 169-182.
BARAN, Tülay, ”1923-1938 Yılları Arasında İzmir’in İmarı” Cilt: l, Sayı:
3, Yıl: 1993, ss: 283-294.
BARAN, Tülay, “Balkan Harbinden sonra İzmir’e Yönelik Göçler” Cilt: l,
Sayı: l, Yıl: 1991, ss: 201-220.
BAŞARAN, Mehmet, “Tire’de Bulunan Camiler, Temettuat Defterlerine
Göre Görevliler ve Mal Varlıkları” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss:
359-384.
280
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
BAYRAKTAR, Bayram, “Günümüzde Yeniden Değerlendirilmesi Gereken
Bir Düşünür: Prens Sabahattin Bey” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 117-130.
BAYRAKTAR, Bayram, “Mütareke İzmir’inde Türk Devriminin Eğitimci
İki Öncüsü” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 261- 266.
BAYRAKTAR, Bayram, ”Mütareke’de Yunanistan’ın Ayvalık Politikası”
Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 87-104.
BAŞARAN, Mehmet, “Aydın’ın İşgalinde Heyet-i Milliyelerin Sağlık
Sorunlarına Bakışı” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 67-80.
BAŞARAN, Mehmet, “Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’in İlk Yıllarına Yerli
Malı Kullanımı Teşviki” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 45-62.
BAŞYİĞİT, Türkan, “Türk Mizah Dergiciliğinde Bir Örnek: Bizim Köylü”
Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 189-203.
BAŞYİĞİT, Türkan, “Anılarda Mudanya Ateşkes Antlaşması” Cilt: VI,
Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 177-184.
BORA, Siren, ”II. Meşrutiyet’in İlanı ve İzmir Rumları (24 Temmuz 190831 Mart 1909)” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 289-306.
BORA, Siren, “Alliance Israelite Universelle’in Osmanlı Yahudi Cemaatini
Tarım Sektöründe Kalkındırma Çalışmaları ve İzmir Yakınlarında Kurulan Bir Çiftlik
Okul: Or Yehuda Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 387-398.
BORA, Siren, “Birinci Dünya Savası ve İzmir Yahudileri (1914-1918)” Cilt:
2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 19-28.
BOYKOY, Seher, “I. Dünya Savaşı’ndan Milli Mücadele’ye Vatan
Savunmasında Yenişehirliler” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 31-54.
BOZKIR, Gürcan, “Cumhuriyet Halk Partisi’nde Bülent Ecevit ve Ortanın
Solu Düşüncesi” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 231-248.
BOZKIR, Gürcan, “ İzmir Basınında Mustafa Kemal Atatürk’ün Kastamonu
Gezisi” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 109-126.
BOZKIR, Gürcan, “Şapka Devriminin İzmir Basınındaki Yankıları” Cilt: l,
Sayı: I, Yıl: 1991, ss: 109-154.
BOZKIR, Gürcan, “Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu’nun Siyasi Kişiliği” Cilt: 2,
Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 227-262.
BOZKIR, Gürcan, “Türk Kadın Birliği” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000,
ss: 99-115.
BOZKIR, Gürcan, “Türk Siyasal Hayatında Cumhuriyetçi Güven Partisi”
Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 275-308.
281
Mehmet Emin ELMACI
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
BOZKURT, Birgül, “Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte CHP ve Eğitim
Sistemindeki Gelişmeler (1946-1950)” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz,
ss: 213-231.
BOZKURT, Birgül, (BOZKURT, İbrahim) “Yeni Alfabenin Kabulü
Sonrası Mersin’de Açılan Millet Mektepleri ve Çalışmaları” Cilt: VIII, Sayı: 18-19,
Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 117-135.
BOZKURT, Gülnihal, “Mahmut Esat Bozkurt’un Laik Hukuka Geçişe
Katkıları” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 201-210.
BOZKURT, İbrahim, “II. Dünya Savaşı Sonrası Amerikan Missouri
Zırhlısı’nın İstanbul Limanı’nı Ziyareti Üzerine Değerlendirmeler” Cilt: VI, Sayı: 15,
Yıl: 2007/Güz, ss: 251-274.
BOZKURT, İbrahim, (BOZKURT, Birgül) “Yeni Alfabenin Kabulü
Sonrası Mersin’de Açılan Millet Mektepleri ve Çalışmaları” Cilt: VIII, Sayı: 18-19,
Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 117-135.
BOZKURT, İbrahim, (Kitabiyat) “Ferdan Ergut, II. Meşrutiyet’i Yeniden
Düşünmek” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 291-296.
BÖKE, Pelin, “İzmir Karantina Teşkilatının Kuruluşu ve Faaliyetleri (18401900)” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 137-159.
BÖKE, Pelin, “Son Osmanlı Meclisi’nde Yunan İşgali ’ne Dair Tartışmalar”
Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 309-323.
BULUT, Feryat, “68 Kuşağı Gençlik Olaylarının Uluslararası Boyutu ve
Türkiye’de 68 Kuşağına Göre Atatürk ve Atatürkçülük Anlayışı” Cilt: XI, Sayı: 23,
Yıl: 2011/Güz, ss: 123-149.
BULUT, Mesut, (Çeviri), “Bayan Ferid Bey’in (Müfide Ferid Tek) Paris’te
Vermiş Olduğu Konferans” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 249-269.
BULUT, Taner, (Çeviri), “Büyük Britanya ve Doğu” Cilt: XII, Sayı: 25,
Yıl: 2012/Güz, ss: 245-255.
BULUT, Taner, (Kitabiyat), “(Çev.: Engin Berber), İzmir 1876 ve 1908
(Yunanca Rehberlere Göre Meşrutiyette İzmir” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/
Bahar-Güz, ss: 441-449.
BULUT, Taner, “Cumhuriyet’in Bir Gençlik Projesi Olarak Kızılay Kampları
(1936- 1950)” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 103-135.
BULUT, Taner, (Tanıtım)“Kuva-yi Milliye’nin 90. Yılında İzmir ve Batı
Anadolu (6-8 Eylül 2009, İzmir)” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss:
331-344.
282
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
C
CANLI, Mehmet,(TÜRKEŞ, Ünal) “Datça (Reşadiye)Kuvay-i Milliyesi’nin
Mali Kaynaklan” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı ss: 193- 214.
Ç
ÇADIRCI, Musa, “Tanzimat Döneminde İzmir” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993,
ss: 73-88.
ÇAKMAK, Fevzi, “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Nüfusu Kayıt Altına
Almaya Yönelik Girişimler” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 89-115.
ÇAKMAK, Fevzi, “Kuruluşundan Kapatılışına Kadar Türkiye Büyük Millet
Meclisi İçerisinde Köy Enstitülerine Yönelik Muhalefet” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/
Güz, ss: 221-250.
ÇAKMAK, Fevzi, (Kitabiyat) “Erken Cumhuriyet Dönemi İzmir Ekonomisi
1923-1938” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 257-265.
ÇAKMAK, Fevzi, (Kitabiyat) “Mustafa Kemal Ulusu, Atatürk’ün Yanı
Başında, Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri Ulusu’nun Hatıraları” Cilt: VI, Sayı:
15, Yıl: 2007/Güz ss: 379-382.
ÇAKMAK, Fevzi, (Kitabiyat) “Orhan Karaveli, Ali Kemal: Belki Bir Günah
Keçisi”, Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 435-439.
ÇELEBİ, Ercan, “Mübadillerin Yunanistan’daki Mal Kayıtları ve Muhtelit
Mübadele Komisyonu Tasfiye Talepnameleri” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss:
35-46.
ÇELİK, Bilgin, “Cumhuriyet Döneminde Aydın Basım”, Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl:
1998, 75. Yıl Özel Sayısı ss: 147-164.
ÇELİK, Birten, “Çanakkale Savaşı’nın İlk Evresinde İzmir Basını (2 Ağustos
1914-18 Mart 1915” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 1-18.
ÇELİK, Hacer, “Ermeni Tehciri Ve Tehcirden Dönen Ermenilerin İskân
Sorunu” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 143-163.
ÇETİN, Necat, “Tiryanda Nahiyesi Çengele Karyesinde (TorbalıOrmanköy)1321(Miladi 1905)Yılı Osmanlı Nüfus Sayımı” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl:
2012/Bahar, ss: 47-85.
283
Mehmet Emin ELMACI
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ÇETİN, Türkan, “1929 Dünya Ekonomik Bunalımı Sonrası Türkiye’nin
Tarım Politikasında Yeni Arayışlar: Birinci Türkiye Ziraat Kongresi” Cilt: 2, Sayı:
6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 213-226.
ÇETİN, Türkan, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Köy Sorununa Bakış: Köy
Kanunu’nun Çıkarılması” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 29-44.
ÇETİN, Türkan, “İzmir’de Cumhuriyet Bayramı’nın 15. Yıldönümü Kutlama
Törenleri” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı, ss: 61-66.
ÇETİN, Türkan, “Kurtuluş Savaşı Yıllarında İşgal Bölgesi Köy ve Köylüsü”
Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 175-190.
D
DAĞISTAN, H. Mehmet, (ÖZÜÇETİN, Yaşar) “Meclis Celse Zabıtlarında
Kuva-yı Milliye” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 3-30.
DANACIOĞLU, Esra, “İzmir’de İlk İngilizce Gazete: The Star in the East
and Friend of Youth “ Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 121-128.
DANACIOĞLU, Esra, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Amerikan Board
Okulları Ve Ermeniler”, Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 131-144.
DANACIOĞLU, TAMUR Esra, “Karşılaştırmalı Bir Perspektiften
19.Yüzyılda Çin ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Protestan Misyoner Faaliyetleri” Cilt:
V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 3-20.
DEMİR, Fevzi, “İzmir Sancağı’nda 1908 Meclis-i Mebusan Seçimleri” Cilt:
2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 137-156.
DEMİR, Fevzi, “İzmir Sancağı’nda 1912 Meclis-i Mebusan Seçimleri” Cilt:
1, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 155-182.
DEMİR, Tanju, “Kurtuluş Savaşımızın Mektup Zarflarındaki Sesi: Anadolu
(Ankara Hükümeti) Posta Pullan” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı, ss:
165-174.
DEMİR, Tanju, “Söylev- Demeç ve Çalışmalarıyla Başarılı Bir PTT Nazırı:
Oskan Efendi” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 63-75.
DEMİR, Yeşim, “Albay Talat Aydemir’in Darbe Girişimleri” Cilt: V, Sayı:
13, Yıl: 2006/Güz, ss: 155-171.
DEMİR, Yeşim, “1960-1980 Dönemi Türk-Arap Ekonomik İlişkileri” Cilt:
VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 209-227.
284
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
DEMİRBİLEK, Sinan, “Tek Parti Döneminde İnhisarlar (1923-1946)” Cilt:
XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 203-232.
DEMİRYÜREK, Mehmet, “Vahdet-i Milliye Heyeti(Cemiyeti)”Cilt: 2,
Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 73-116.
DENİZ, Önder, “Cumhuriyet Döneminde Tatil Kavramı ve 1935 Tarihli
Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Kanunu” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 57-72.
DENİZ, Önder, “Cumhuriyet Döneminde Çalışma Hayatı” Cilt: VI, Sayı:
15, Yıl: 2007/Güz, ss: 131-150.
DİNÇER, Hasan, (AYSAL, Necdet) “Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın
Örgütlenme Aşamasında Melek Reşit Hanım ve Faaliyetleri” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl:
2012/Bahar, ss: 149-169.
DOĞDU, Mustafa- Duman, Doğan, “1930-1950 Dönemi Çocuk
Dergilerinde Yurttaşlık Bilinci Gelişimi Kapsamında Ulus – Devlet Algısının
Sağlanması: Türk Çocuğu - Cumhuriyet Çocuğu” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/
Bahar-Güz, ss: 157-170.
DUMAN, Duman (Doğdu, Mustafa) “1930-1950 Dönemi Çocuk
Dergilerinde Yurttaşlık Bilinci Gelişimi Kapsamında Ulus–Devlet Algısının
Sağlanması: Türk Çocuğu - Cumhuriyet Çocuğu” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/
Bahar-Güz, ss: 157-170.
DUMAN, Doğan, ”Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl:
1992, ss: 127-142.
DUMAN, Doğan, ”Türkiye’de İslamcı Yayıncılık” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl:
1994, ss: 77-94.
DUMAN, Ruşen, (ŞAHİN, Mustafa) “Cumhuriyetin Yapılanma Sürecinde
Müzik Eğitimi” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 259-272.
DURGUN, Bülent, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Türkiye’de Karayolu
Ulaşımı ve İzmir Uygulamaları” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 25-49.
DURGUN, Bülent, “İşgal Yıllarında İzmir’in Ekonomik Durumu” Cilt: 3,
Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 1-40.
DURGUN, Bülent, “Kurtuluşundan Sonraki İlk Günlerde İzmir’de SosyoEkonomik Durum” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 3-33
DURSUN, Soner, “Türkiye’nin Güvenlik Algılamasındaki Değişim: 12 Eylül
1980 Askeri Müdahalesi Sonrası Dönem” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/BaharGüz, ss: 421-433.
DÜZGÜN, Mücahit, “Cumhuriyetin İlanından İsrail’in Kuruluşuna Kadar
Türkiye’deki Yahudiler”, Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 65-83.
285
Mehmet Emin ELMACI
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
E
EDİS, Seyfullah, “Mahmut Esat Bozkurt ve Hukuk Reformuna Katkıları”
Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 263-266.
ELMACI, Mehmet Emin, “Cumhuriyet’in İlanının İlk Yıldönümü
Kutlamaları” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 49-60.
ELMACI, Mehmet Emin “Çağdaş Türkiye Araştırmaları Tarihi Dergisi İlk
On Sayı Dizini” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 271-280.
ELMACI, Mehmet Emin “Çağdaş Türkiye Araştırmaları Tarihi Dergisi 25
Yıllık Sayı Dizini” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 275-300.
ERCAN, Sibel, “Yerel Basına Göre İzmir’de 1930’lu Yıllarda Laiklik
Uygulamaları” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 35-56.
ERDOĞAN, Dilşen İnce, “Merzifon’da Amerikalı Misyonerler ve Ermeniler”
Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 17-43.
ERTÜRK, Bayram Eyüp, “Ali Reşat Bibliyografyası Denemesi” Cilt: 3,
Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 205-227.
ERTÜRK, Bayram Eyüp, “Mustafa Çağatay Uluçay Bibliyografyası
Denemesi” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 385-406.
ESKİ, Mustafa, “Yakın Tarihte Kastamonu’da Kurulan Şirketler ve
Kastamonu Bankası T.A.Ş” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 191-203.
G
GÖKÇEN, Gökser, (Kitabiyat) “Zafer Toprak, Darwin’den Dersim’e
Cumhuriyet ve Antropoloji” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 361-365.
GÖKDEMİR, Oktay, “XIX. Yüzyıl Sonunda İzmir ve Çevresinde Tütün
Kaçakçılığı” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 323-334.
GÖKDEMİR, Oktay, “Belediye Meclisi Kararlarına Göre İşgal Yıllarında
Akhisar’da Fiyatlar (1920-1922)” Cilt: l, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 183-200.
GÖKDEMİR, Oktay, “Fransız Kaynaklarının Işığında 1922 İzmir Yangını”
Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 19-38.
286
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
GÖKGÖZ, Gurbet, “Belleklerden Silinmeye Yüz Tutan Bir Gün: Lozan Sulh
Bayramı” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 95-114.
GÖKTÜRK, Turgay Bülent, “Rumların Kıbrıs’taki Enosis İsteklerinin
Şiddete Dönüşmesi:1931 İsyanı; Öncesi Ve Sonrası” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/
Bahar-Güz, ss: 335-363.
GÖKTÜRK, Turgay Bülent, “Amerikan Basınında İzmir Yangını ve Yangın
Sonrası Durum (Eylül-Aralık 1922)” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 123-147.
GÖKTÜRK, Turgay Bülent, (Tanıtım) “Politik, Ekonomik ve Stratejik
Konular Perspektifinde Merkezi Asya ve Kuzey Kıbrıs Uluslararası Konferansı” Cilt:
VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 391-400.
GÖKTÜRK, Turgay Bülent, (Kitabiyat) “Kemal Arı, Atatürk ve
Aydınlanma-Düşünsel Temelleri ve Gelişimi” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/
Bahar-Güz, ss: 305-315.
GÖZCÜ, Alev, “1929 Ekonomik Bunalımı Sonrasında Dünyada “Yeni
Türkiye” Algısı Ve Türkiye’nin Ekonomik Arayışlarına İlişkin Saptamalar” Cilt: VII,
Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 273-289.
GÖZCÜ, Alev, “Bir İntiharın Sosyo-Ekonomik Arka planı: Dünya Ekonomik
Bunalımının İzmir Örneğinde Gündelik Yaşama Yansımaları” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl:
2007/Bahar, ss: 85-101.
GÖZCÜ, Alev, (Kitabiyat) “Kemal Arı, 3. Kılıç: İzmir’in Kurtuluşu ve
Yüzbaşı Şerafettin” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 221-226.
GÖZCÜ, Alev, (Kitabiyat) “Türkkaya Ataöv, 2. Dünya Savaşı” Cilt: VI,
Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 369-378.
GÖZCÜ, Alev, (Kitabiyat) “Leyla Kırkpınar, Türkiye’de Toplumsal Değişme
ve Kadın” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 277-283.
GÖZCÜ, Alev,( Tanıtım) “Aramızdan Ayrılışının 50. Yılında Hasan Ali
Yücel’den Günümüze Eğitim, Bilim, Kültür Politikaları”(25-26 Şubat 2011) Cilt: XI,
Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 163-168.
GÜÇLÜ, Muhammet, “İzmir’in İşgaline Tanık Bir Zatın Kaleminden:
“İzmir’de Neler Oldu? 1336/1920” Kitapçığı Üzerine” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/
Bahar, ss: 65-75.
GÜÇLÜ, Muhammet, “Antalya’da Yerel Basının İlk Temsilcisi: Antalya’da Anadolu
Gazetesi (19 Aralık 1920-12 Eylül 1922)” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 33-54.
GÜLMEZ, Nurettin, “Falkenhayn’ın Anılarında Türkiye Notları” Cilt: V,
Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 137-153.
GÜLMEZ, Nurettin, “Yenigün’de İtalya-Yunanistan Gerginliği” Cilt: XII,
Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 109-122.
287
Mehmet Emin ELMACI
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
GÜNEŞ, Günver, “Cumhuriyet Öğretmeni Eyüp Hamdi Akman” Cilt: IV,
Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 111-125.
GÜNEŞ, Günver, (GÜNEŞ, Müslime), “Cumhuriyet Döneminde
Manisa’nın Sosyo-Kültürel Yaşamında Halkevi’nin Yeri ve Önemi” Cilt: VI, Sayı: 15,
Yıl: 2007/Güz, ss: 55-72.
GÜNEŞ, Günver, “Mütareke Döneminde İzmir Türk Ocağı Ve Faaliyetleri”
Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 41-64.
GÜNEŞ, Günver, “Türk Devrimi ve İzmir Türk Ocağı” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl:
1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 115-136.
GÜNEŞ, Günver, “Türk Kadınının Muhtarlık Ve Köy İhtiyar Heyetlerine
Seçme Seçilme Hakkını Kazanması ve Türkiye’nin İlk Kadın Muhtarı Gül Esin (Hanım)”
Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 171-190.
GÜNEŞ, Günver (Kitabiyat) “ Melih Tınal, İzmir Atatürk Lisesi Tarihçesi”
Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 285-287.
GÜNEŞ, Günver, (Kitabiyat) “Engin Berber (Der.), Türk Dış Politikası
Çalışmaları: Cumhuriyet Dönemi İçin Ulusal Rehber” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/
Güz, ss: 157-162.
GÜNEŞ, Müslime, “Adnan Menderes ve Halkevleri” Cilt: XII, Sayı: 25,
Yıl: 2012/Güz, ss: 141-155.
GÜNEŞ, Müslime, (GÜNEŞ, Günver) “Cumhuriyet Döneminde
Manisa’nın Sosyo-Kültürel Yaşamında Halkevi’nin Yeri ve Önemi” Cilt: VI, Sayı: 15,
Yıl: 2007/Güz, ss: 55-72.
GÜRBOĞ, Nurşen, “Osmanlı Taşrasında Belediye İdaresi: Alanya Belediyesi
(1914-1915)” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 165-185.
GÜRKAN, Hasan, (Kitabiyat) “Tarih Hırsızlığı” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl:
2012/Güz, ss: 267-274.
H
HALICI, Şaduman, “İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde Siyasal Bölünme: Hizb-i
Cedid” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 73-110.
HAYTOĞLU, Ercan, “Denizli-Honaz’a Yapılan Mübadele Göçü” Cilt: V,
Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 47-66.
288
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
HAYTOĞLU, Ercan, “ Milli Kalkınma Partisi Kurucusu Nuri Demirağ’ın
Hayatı Ve Projeleri” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 257-264.
HAYTOĞLU, Ercan, “Varlık Vergisi Denizli Uygulaması” Cilt: IV, Sayı:
11, Yıl: 2005, ss: 159-185.
İ
İNAN, Süleyman, “1949’da İnönü ve Bayar’a Suikast İddiası: Reşat Aydınlı
Olayı” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 201-230.
İNCE, Erdal, “1929 Dünya Ekonomik Buhranının Almanya’daki Etkisi Ve Bu
Etkinin İzmir Finans Piyasasına Yansıması ‘Deutsche Orient Bank’” Cilt: VII, Sayı:
16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 291-309.
İNCE, Erdal, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Türkiye’de Karayolu Ulaşımına
Genel Bir Bakış ve Köyde Ulaşım” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 171-188.
İNCE, Erdal, “Köylüyü Topraklandırma Kanununun Türk Siyasal Yapısının
Oluşumu Üzerindeki Etkileri” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 59-78.
İPEK, Erkal, Çiğdem, (Çeviri), “Roderic H. DAVISON, On dokuzuncu
Yüzyıl Osmanlı Reformlarına Araç Olarak Fransız Dili” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994,
ss: 171-188.
İPEK, Çiğdem, (Çeviri), “Reinhold Schiffer, Avrupalılar’ın XIX. Yüzvıl
Başlarındaki İzmir ile İlgili Görüşleri” Cilt: I, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 339-364.
İPEK, Erkal, Çiğdem, “Tarih İçinde İzmir Milli Kütüphanesi “ Cilt: l, Sayı:
3, Yıl: 1993, ss: 225-240.
K
KABAPINAR, Yücel, “Başlangıcından Günümüze Türk Tarih Tezi ve Lise
Kitaplarına Etkisi” Cilt: I, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 143-178.
KABAPINAR, Yücel, ((Kitabiyat)) “Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması”
Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 389-410.
KARABULUT, Sezen Çoğun “Türk Basınında Kadın Gazetesi’nin Yeri
(1947-1962)” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 187-200.
289
Mehmet Emin ELMACI
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
KARABULUT, Umut, “Anavatan Partisi İktidarının İlk Yıllarında TürkiyeAvrupa Ekonomik Topluluğu (AET) İlişkileri ve Türkiye’nin AET’ye Tam Üyelik
Başvurusu” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 137-159.
KARABULUT, Umut, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında İzmir Limanı ve
Limanın Bölge Üzerindeki Etkileri” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 127-144.
KARABULUT, Umut, “Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Sağlık Hizmetlerine
Toplu Bir Bakış, Dr. Refik Saydam’ın Sağlık Bakanlığı ve Hizmetleri (1925-1937)” Cilt:
VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 151-160.
KARABULUT, Umut, (Kitabiyat) “Vamık D. Volkan - Norman Itzkowitz,
Atatürk / Anatürk”, Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 211-215.
KARABULUT, Umut, (Kitabiyat) “Kazım Doğan Dirik, Atatürk’ün İzinde
Vali Paşa Kazım Dirik Bandırma Vapuru’ndan Halkın Kalbine” Cilt: VI, Sayı: 14,
Yıl: 2007/Bahar, ss: 201-204.
KARACAER, Gül, (Kitabiyat) “Bruce Clark, İki Kere Yabancı -Kitlesel
İnsan İhracı Modern Türkiye ve Yunanistan’ı Nasıl Biçimlendirdi?” Cilt: VI, Sayı:
15, Yıl: 2007/Güz, ss: 383-389.
KARAYAMAN, Mehmet, “İzmir Valisi İzzet Bey’in Kaleminden İzmir’in
İşgali” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 3-18.
KAYIŞ, Yasin, “1946 Belediye Seçimleri Ve Basın” Cilt: VII, Sayı: 16-17,
Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 397-419.
KAYIŞ, Yasin, “1950’li Yılların Karikatürlerinde Politikacı İmgesi” Cilt: VI,
Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 161-175.
KERİMOĞLU, Caner, “Hüseyin Cahit Yalçın (1875-1957)’ın Dil İle İlgili
Görüşleri” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 103-117.
KERİMOĞLU, Hasan Taner, “1913–1914 Rumlara Karşı Boykot ve Hüseyin
Kazım Beyin Bir Risalesi” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 91-107.
KERİMOĞLU, Hasan Taner, “II. Meşrutiyet Döneminde Genel Haklar
Savunusu Yapan Bir Gazete: Hukuk-ı Umumiye” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/
Bahar-Güz, ss: 21-38.
KERİMOĞLU, Hasan Taner, “Kilise ve Mektepler Kanunu Örneğinde II.
Meşrutiyet Döneminde İttihatçı - Rum İlişkileri” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 3-25.
KERİMOĞLU, Hasan Taner, (Tanıtım) “Türk Deniz Ticareti Tarihi
Sempozyumu 2010 (9 Nisan 2010)” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz,
ss: 323-329.
KESER, Ulvi, “1958–1963 Mücadele Sürecinde Kıbrıs’ta Basın ve Nacak
Gazetesi” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 305-348.
290
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
KESER, Ulvi, “21 Aralık 1963 Kanlı Noel, Kumsal Faciası ve Bugüne
Yansımaları” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 93-121.
KESER, Ulvi, “2004 Referandum Döneminde Kıbrıs ve Yaşanan Gelişmeler”
Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 173-188.
KESER, Ulvi ,“Arşiv Belgeleri Işığında İkinci Dünya Savaşı Sürecinde
Türkiye’de Mülteciler ve Esirler Sorunu” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/BaharGüz, ss: 185-208.
KESER, Ulvi, “Genç Türkiye Devleti’nin Cumhuriyet Kazanımları ve Bunların
Kıbrıs Türk Toplumuna Yansımaları” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 41-84.
KESER, Ulvi, “Kıbrıs Sorunu Bağlamında Türkiye’de 6/7 Eylül 1955
Olaylarına Kesitsel Bir Bakış” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 181-226.
KESER, Ulvi, “Kıbrıs’ta 21 Aralık 1963 kanlı Noel’i ve Kızılay” Cilt: XII,
Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 255-304.
KESER, Ulvi, “Kıbrıs’ta Göç Hareketleri ve 1974 Sonrasında Yaşananlar”
Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 103-127.
KESER, Ulvi, “Kıbrıs’ta ‘Hasıraltı Belgeler’ Üzerine Eleştirel Bir Bakış” Cilt:
VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 365-379.
KILIÇ, Murat, “Tek Parti Döneminde Milliyetçilik ve CHP’nin Yedinci
Büyük Kurultayı” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 189-202.
KIRIŞMAN, Mustafa, “Fransız Basınında İzmir Yangını Üzerine Bazı
Değerlendirmeler” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 77-93.
KIRIŞMAN, Mustafa, (Çeviri) “Kolera ve Çanakkale Boğazı” Cilt: XI,
Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 151-155.
KIRIŞMAN, Mustafa, (Kitabiyat) “ Sarah D. Shields, Fezzes in the
River”,Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 277-287.
KIRKPINAR, Kenan, “Aşar Vergi Sisteminin Kaldırılışı” Cilt: 1, Sayı: 2,
Yıl: 1992, ss: 105-126.
KIRKPINAR, Kenan, “Milli Mücadele Döneminde İngiliz Basını ve
Kamuoyunda Türk İmajı” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 159-174.
KIRKPINAR, Leyla, “Cumhuriyet ve Kadın” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998,
75.Yıl Özel Sayısı, ss: 93-114.
KIRKPINAR, Leyla, “Demokrat Parti Ve Muhalefet Stratejisi” Cilt: 3, Sayı:
9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 85-98.
KIRKPINAR, Leyla, “Türk Devrimi’nin Kültür Kuramı Açısından Bir
Değerlendirmesi” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 51-58.
291
Mehmet Emin ELMACI
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
KIRKPINAR, Leyla, (Kitabiyat) “Kemal Arı, Türk Devrim Tarihi: I (Temelleri,
Oluşumu ve Gelişimi)”,Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 317- 321.
KIRKPINAR, Leyla, (Tanıtım) “İzmir 1.Kadın Kurultayı (5-7 Mart 1998,
İzmir) Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 423-428.
KİLİ, Suna, “Mahmut Esat Bozkurt, Hukuk Devrimi ve Çağdaşlaşma.” Cilt:
2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 275-284.
KOÇMAN, Asaf “İzmir’in Kentsel Gelişimi ve Bunu Etkileyen Faktörler”
Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 267-272.
KOLOĞLU, Orhan, “Medeni Kanunun Yurtdışında Yankıları” Cilt: 2,
Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 211-216.
KORALTÜRK, Murat, (VARLI, Arzu) “ II. Meşrutiyet’ten Erken
Cumhuriyet’e Milli İktisadın Sürekliliği ve İzmir İktisat Kongresi” Cilt: IX, Sayı: 2021, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 127-142.
KORALTÜRK, Murat, “Mübadelenin İktisadi Sonuçları Üzerine Bir Rapor”
Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 183-198.
KURT, Sadık, “İzmir Hamidiye Vapur Şirketi” Cilt: l, Sayı: 1, Yıl: 1991, ss: 71-108.
KURU, Hanife, “27 Mayıs 1960 İhtilal Dönemi; İktidar -Muhalefet İlişkileri”
Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 243- 260.
KURU, Hanife, “1946 Yılı İzmir Belediye Seçimleri” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl:
1992, ss: 235-256.
KURU, Hanife, ”İkinci Dünya Savaşı Yıllarında İzmir’in Sosyo-Ekonomik
Durumu” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 295-308.
KÜÇÜKVATAN, Mahir, “Soğuk Savaşın Türk Dış Politikasına Etkileri ve
1957 Türkiye-Suriye Bunalımı” Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 73-91.
KÜÇÜKVATAN, Mahir, “Tehcir Kararı Üzerine Amerika Kamuoyunda
Ermeni Propagandası” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 87-107.
M
MAKAL, Oğuz, “Tarih İçinde İzmir’de Sinema Yaşantısı” Cilt: l, Sayı: 3,
Yıl: 1993, ss: 201-208.
MARTAL, Abdullah, “ XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında İzmir’in SosyoEkonomik Durumunda Gerçekleşen Değişimler” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 117-132.
292
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
MARTAL, Abdullah, “Batı Anadolu’da Pamuk Tarımında Kooperatifleşme
Süreci” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 95-102.
MAYAK, Faysal, “Adnan Menderes’in Teftiş Raporuna Göre Cumhuriyet
Halk Partisi Antalya Örgütünün Çalışmaları (1935)” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/
Güz, ss: 191-219.
MEHMETEFENDİOĞLU, Ahmet, (GÜREL, Cemal Necip) “1956 Yılında
Yapılan Bir İade-i İtibar Girişimi” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 227-244.
MEHMETEFENDİOĞLU, Ahmet, “Bir Kutup Yıldızının Hikâyesi Savaşta
Asker, Barışta Elçi” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 189-209.
MEHMETEFENDİOĞLU, Ahmet, “Fevziye Mektebi’nin 25.Yıl
Kutlamalarında Okunan Bir Şiir Üzerine” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/BaharGüz, ss: 143-156.
MEHMETEFENDİOĞLU, Ahmet, “Rahmi Bey’in İzmir Valiliği” Cilt: l,
Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 347-370.
METE, Şengül, “Trablusgarp Savaşı ve İtalya’nın Akdeniz’deki Faaliyetleri”
Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 261-292.
MUMYAKMAZ, Hatice, “Hâkimiyet-i Milliye Gazetesine Göre Milli
Mücadele’de Milliyet: Türkler, Kürtler, Çerkezler, Hıristiyan Türkler, Ermeniler ve
Rumlar (1920-1922)” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 111-129.
O
OCAK, Başak, “Ahmet Refik Altınay’ın Büyük Tarih-i Umumi’sinin Yayın
öyküsü ve İbrahim Hilmi Çığıraçan’ın Tarih Anlayışı” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 19992000, ss: 187-189.
OCAK, Başak Gez, “İbadet Dilinin Türkçeleştirilmesi Aşamalarından Biri:
Türkçe Ezan ve Uygulamaları” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 157-168.
OCAK, Başak, “Türkçenin Sadeleştirilmesi Tartışmaları Etrafında İbrahim
Hilmi Çığıraçan’ın Görüşleri Ve ‘Tasfiye-İ Lisana Muhtaç Mıyız?’ Adlı Eserinin Çeviri
yazısı” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 89-101.
ODABAŞI, Arda, “Selanik İttihat ve Terakki Üçüncü Kulübü’nün Köylü /
Köycü Gazetesi: Vatandaş” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 47-63.
OKUR, Mehmet, “Türkiye’de Milli ve Modern Bir Eğitim Sistemi Oluşturma
Çabaları(1920-1928)” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 93-109.
293
Mehmet Emin ELMACI
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ORAL, Mustafa, “Çağdaşları Tarafından Ziya Gökalp’in Eleştirisi” Cilt: V,
Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 21-34.
ORAL, Mustafa, “Sultan II. Abdülhamit Döneminde bir “Çerkes Tarihi”
Yazılması Girişimi” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 71-88.
Ö
ÖKLEM, Necdet, “Mahmur Esat Bozkurt” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 285-288.
ÖZBARAN, Salih, “Cumhuriyet’in Turgutlu (Kasaba) Coşkusu” Cilt: XII,
Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 3-12.
ÖZBARAN, Salih, “Güncelden Geçmişe: Tarih, Toplum ve Atatürk” Cilt: 2,
Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 11-18.
ÖZBARAN, Salih, “Türkiye’de Tarihçiliğin Görünüşü “ Cilt: 1, Sayı: 2,
Yıl: 1992, ss: 33-50.
ÖZCAN, Eda, “Ahali Mübadelesi ve Yardımların İstanbul Örneği” Cilt: IX,
Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 55-75.
ÖZCAN, Eda, (Kitabiyat) “Fahriye Emgili, Yunanistan’dan Mersin’e: Köklerinden
Koparılmış Hayatlar” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 273-276.
ÖZDEMİR, Mustafa, “I. Dünya Savaşı Sırasında Osmanlı Devleti Tarafından
Gerçekleştirilen Rum Tehciri” Cilt: VI, Sayı: 14, Yıl: 2007/Bahar, ss: 27-40.
ÖZDEMİR, Mustafa, “Mütareke Dönemindeki Siyasi Akımların Türk
Basınına Yansımaları” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 203-226.
ÖZDEMİR, Mustafa, (Kitabiyat) “Nilüfer Erdem, Yunan Tarihçiliğinin
Gözüyle Anadolu Harekâtı”, Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 289-294.
ÖZDEMİR, Mustafa, (Kitabiyat) “Alain Dıeckhoff–Christophe Jaffrelot,
Milliyetçiliği Yeniden Düşünmek Kuramlar ve Uygulamalar” Cilt: VIII, Sayı: 18-19,
Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 297-300.
ÖZEÇOĞLU, Halil, “Modernleşme Sürecinde İzmir’de İtalyanların Eğitimi”
Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 3-18.
ÖZEÇOĞLU, Halil, (Kitabiyat) “Hasan Taner Kerimoğlu, İttihat-Terakki
ve Rumlar 1908-1914”Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 285-289.
ÖZGİRAY, Ahmet, “P. Hadkinson’ un Yunan İşgali Altında Bulunan Yerler
Hakkındaki Gözlemleri” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 149-158.
294
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ÖZKES, Sevilay, (TEKİN, Saadet) “Cumhuriyet Öncesi Türkiye’de
Hapishane Sorunu” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 187-201.
ÖZLÜ, Hüsnü, “Afetinan’in Cenevre Günleri ve Tarih Çalışmaları” Cilt: X,
Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 165-187.
ÖZLÜ, Hüsnü, Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları’nda Ege Adaları’nın
İşgali Süreci” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 9-32.
ÖZLÜ, Hüsnü, “Arşiv Belgelerine Göre, İkinci Dünya Savaşı’nda İzmir ve
Trakya’nın Savunmasına Yönelik Türk- İngiliz Heyetlerinin Görüşmeleri ve Alınan
Önlemler” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 233-253.
ÖZLÜ, Hüsnü, “Millî Mücadele Yıllarında Kastamonu’da Müdafaa-i Hukuk
Hareketinin Doğuşu ve Bölgenin Kuvayi Milliye’ye Katılışı” Cilt: VIII, Sayı: 18-19,
Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 69-87.
ÖZTÜRK, Adil Adnan, “Rumeli’den Aydın Vilayetine Yapılan Göçler Ve
Aydın Vilayetine Gelen Rumeli Muhacirinin İskân Ve İdareleri Hakkında Talimat-ı
Mahsusa” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 123-130.
ÖZTÜRK, Erdoğan, “İkinci Dünya Savaşı Yıllarında İzmir’de Beslenme
Sorunu” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 145-158.
ÖZÜÇETİN, Yaşar, (DAĞISTAN, H. Mehmet) “Meclis Celse Zabıtlarında
Kuva-yı Milliye” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 3-30.
P
PANCAR, Emine, “Yunan İşgalleri Karşısında Göç Hareketi” Cilt: VIII,
Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 55-72.
PARLAK, Türkmen, ”Bir Gözlem: Şeref Köşeleri” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 67-72.
PEKER, Mümtaz, ”İzmir’in Nüfusunun Gelişimi” Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 273-283.
POLAT, Sema, ”1927 Nüfus Sayımı ve İzmir” Cilt:2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 63-76.
S
SEPETÇİOĞLU, Tuncay Ercan, “Türkiye’de Ana Dili Türkçe Olmayan
Göçmen Topluluklara Yaklaşımlara Dair Bir Örnek: Girit Göçmenleri” Cilt: IX, Sayı:
20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 77-108.
295
Mehmet Emin ELMACI
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
SERÇE, Erkan, “Aydın Vilayeti Matbaası” Cilt: I, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 307-328.
SERÇE, Erkan, “Başlangıcından Harf Devrimine İzmir’de Türk Yayıncılığı”
Cilt: 1, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 309-322.
SOYLUER, Serdal, “XX. Yüzyılın Başlarında Menteşe Sancağı’nın İdari ve
Nüfus Yapısı” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 109-135.
SÜRGEVİL, Sabri, “İttihat ve Terakki’den Milli Mücadele’ye” Cilt: 1, Sayı:
2, Yıl: 1992, ss: 329-338.
SÜRGEVİL, Sabri, “İmparatorluktan Cumhuriyete Geçiş” Cilt: 3, Sayı: 8,
Yıl:, 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 5-24.
SÜRGEVİL, Sabri, “İtilaf Devletlerinin 1.Dünya Savaşı Başlarında Osmanlı
Devletine Bakış Açılarına İlişkin Belgeler” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel
Sayısı, ss: 293-328.
SÜRGEVİL, Sabri, “Türk-Yunan İlişkileri İçinde İzmir’in İşgali Sorunu”
Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 21-28.
Ş
ŞAHİN, Cemile, (ŞAHİN, Mustafa) “Osmanlı’nın Son Döneminde
Partizanlık ve İç Çekişmeler Sebebiyle Azledilen Tahsin (Uzer) Bey’in–İşgal Öncesi- 20
Günlük İzmir Valiliği” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: ss: 33-46.
ŞAHİN, Mustafa, “Bir Halk Eğitim Çalışması örneği Olarak Millet
Mektepleri” Cilt: 1, Sayı: 2, Yıl: 1992, ss: 213-234.
ŞAHİN, Mustafa, (ŞAHİN, Cemile) “Osmanlı’nın Son Döneminde
Partizanlık ve İç Çekişmeler Sebebiyle Azledilen Tahsin (Uzer) Bey’in–İşgal Öncesi- 20
Günlük İzmir Valiliği” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: ss: 33-45.
ŞAHİN, Mustafa, (DUMAN, Ruşen) “Cumhuriyetin Yapılanma Sürecinde
Müzik Eğitimi” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 259-272.
ŞAHİN, Mustafa, “Türkiye’de Köye Öğretmen Yetiştirme Model Önerileri:
Uygulamalar ve Değerlendirmeler” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 45-62.
ŞAHİN, Mustafa, (Kitabiyat) “Andreas M. Kazamıas, The Turkish Sisyphus.
Atatürk, Islam And The Quest For European Modernity”Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl:
2009/Bahar-Güz, ss: 301-304.
ŞEN, Müslüme, “Manisa Halkevi Yayınları ve Yerel Tarih Çalışmaları
Örneği” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 147-156.
296
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
ŞEN, Serdar, “Laik ve Anti-Laik Söylemlerde Beden İmgesi: Söylemin
‘Beden’selleşmesi” Cilt: V, Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 81-102.
ŞEN, Serdar, “Post Modernizmden -Modernizme Tarihsel Bilginin
Epistemolojisi (Dilthey, Heidegger, Gademer, Derrida)” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl:
2008/Bahar-Güz, ss: 51-69.
ŞEN, Serdar, (Kitabiyat) “Alev Gözcü, Ergün AYBARS ile Tarih ve Türkiye”
Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 353-359.
ŞEN, Serdar, (Çeviri) “Calvin O. Schrag, Heidegger Felsefesinde
Fenomenoloji, Varlıkbilim ve Tarih” Cilt: V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 205-215.
ŞEN, Serdar, (Çeviri) “William S. Haas, Tarih Felsefesinin Gelişimi ve
Günümüzdeki Önemli Sorunu” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss:
257-276.
ŞENTÜRK, Ayşegül, “Çok Partili Hayata Geçiş Süreci ve Necmettin Sadak”
Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 157-180.
T
TAYHANİ, İhsan, “İçeride – Dışarıda Kemalizm Tartışmaları ve Dış
Dünyanın Kemalizm Çözümlemesi” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 325-346.
TANTAY, Ayfer, “Milli Mücadele Yıllarında İzmir’de Etkili Olan Başlıca
Bulaşıcı Hastalıklar (Emraz-ı Sâriye)” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 39-54.
TEKANT, Gün Bozkurt, ”Babam Mahmut Esat Bozkurt” Cilt: 2, Sayı: 4-5,
Yıl: I994, ss: 289-293.
TEKİN, Saadet, (ÖZKES, Sevilay) “Cumhuriyet Öncesi Türkiye’de
Hapishane Sorunu” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 187-201.
TEKİN, Saadet, ”Dr. Reşit Galip ve Üniversite Reformu “ Cilt: 1, Sayı: 2,
Yıl: 1992, ss: 178-212.
TEMEL, Mehmet, “Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke Yıllarında Türkiye’deki
Bulaşıcı ve Zührevi Hastalıklara Karşı Alınan Önlemler” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998,
75.Yıl Özel Sayısı, ss: 329-348.
TEMEL, Mehmet, “Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Balkan Savaşı’nda
Yunanistan’ın El Koyduğu Osmanlı Gemileri ve Alınan Karşı Önlemler” Cilt: IV,
Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 7-16.
297
Mehmet Emin ELMACI
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
TEZCAN, Durmuş, “Bozkurt-Lotus Davasının Uluslararası Hukuktaki
Önemi ve Yeri” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 267-274.
TINAL, Melih, “Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri ve Vefatının İzmir’deki
Yankıları” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 19-33.
TINAL, Melih, “İzmir Mekteb-i İdadisi” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75. Yıl
Özel Sayısı, ss: 349-358.
TINAL, Melih, “Türkiye’de Bir Sivil Toplum Örgütü: İnsan Hakları Derneği”
Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 117-121.
TUĞLUOĞLU, Fatih, “Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Nüfus Sayımı: 20
İlkteşrin 1935” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/Güz, ss: 55-78.
TURAL, Erkan, “II. Meşrutiyet Dönemi’nde Danıştay(Şura-yı Devlet” Cilt:
V, Sayı: 13, Yıl: 2006/Güz, ss: 79-89.
TÜRKER, Hasan, “1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Tasarısı İle
Cumhurbaşkanına Verilmek İstenen ‘Tecdid-i İntihabat Hakkı’ Üzerinde Yapılan
Tartışmalar Ve Sonuçları” Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 169- 185.
TÜRKER, Hasan, “Basında ‘Hanedan-ı Hilafet’ Tartışmaları” Cilt: 3, Sayı:
8, Yıl: 1998, 75. Yıl Özel Sayısı, ss: 67-92.
TÜRKER, Hasan, “İzmir’in İşgali ve Salihli Cephesinin Kurulması” Cilt: l,
Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 191-200.
TÜRKEŞ, Ünal, (CANLI, Mehmet) “Datça (Reşadiye) Kuvay-i Milliyesi’nin
Mali Kaynakları” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 193-214.
U
ULUSAN, Şayan, “Şark Meselesi’nden Sevr’e Türkiye” Cilt: VIII, Sayı: 1819, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 229-256.
ULUSAN, Şayan, “ Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne (Cemiyet-i Akvam)
Girişi -Öncesi Ve Sonrası” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 237-258.
UMAR, Bilge, ”Kordelio (Karşıyaka) Adının Kökeni ve Anlamı Üzerine”
Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 209-224.
URAL, Selçuk, “Bir İngiliz Müdahalesi: General Allenby Notası” Cilt: IV,
Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 77-92.
UYAR, Hakkı, “Tariş Üzüm Kurumu: Tarihsel Bir Değerlendirme” Cilt: 2,
Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 199-212.
298
Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 25 Sayılık Dizini
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
UZUN, Hakan, “İktidarını Sürdürmek İsteyen Bir Partinin Kimlik Arayışı:
Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1947 Olağan Kurultayı” Cilt: XII, Sayı: 25, Yıl: 2012/
Güz, ss: 101-139.
UZUN, Hakan, “Türk Hava Kurumu Gelir Kaynakları: ‘‘Fitre, Zekât ve
Kurban Derileri’’ Üzerine” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 161-176.
UZUN, Hakan, “Tek Parti Döneminde Yapılan Cumhuriyet Halk Partisi
Kongreleri Temelinde Değişmez Genel Başkanlık, Kemalizm ve Milli Şef Kavramları”
Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 233-271.
V
VARLI, Arzu, (KORALTÜRK, Murat) “II. Meşrutiyet’ten Erken
Cumhuriyet’e Milli İktisadın Sürekliliği ve İzmir İktisat Kongresi” Cilt: IX, Sayı: 2021, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 127-142.
VURAL, Mithat Kadri, “II. Dünya Savaşı Türkiyesi’nde Bir Muhalefet
Örneği Olarak ’Tan’ Gazetesi” Cilt: VII, Sayı: 16-17, Yıl: 2008/Bahar-Güz, ss: 381395.
VURAL, Mithat Kadri, “ ’En Büyük Tehlike’ Broşürü ve Buna Bağlı Olarak
Turancı Akımların Kamuoyunda Tartışılması” Cilt: VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/
Bahar-Güz, ss: 39-53.
VURAL, Mithat Kadri, (Kitabiyat) “Sedat Laçiner, Ermeni Sorunu,
Diaspora ve Türk Dış Politikası” Cilt: VI, Sayı: 15, Yıl: 2007/Güz, ss: 361-368.
Y
YALANSIZ, Nedim, “1930’lar Türkiye’sinde Demokrasi ve Kemalizm
Tartışmaları” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 25-48.
YALÇIN, Ercan, “Kurtuluş Savaşı Komutanları Ekseninde Cumhuriyet
Rejimi Tartışmaları” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 115-139.
YALÇIN, Ercan, (Kitabiyat) “Ali Çetinkaya,
1922”Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 349-359.
Askerlik Hayatım 1914-
YAYIN KURULU, “Kurtuluş Savaşı Kartpostalları: “Mehmed’in Hikayesi”
Cilt: XI, Sayı: 23, Yıl: 2011/Güz, ss: 169-214.
299
Mehmet Emin ELMACI
ÇTTAD, XII/25, (2012/Güz)
YELLİCE, Gürhan, “1878’den 1931’e Kıbrıs’ta Enosis Talepleri ve
İngiltere’nin Yaklaşımı” Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 13-26.
YENEROĞLU, Elif Kutbay, “Sisam Bey’i Kopas Efendi’nin Memuriyeti ve
Katledilmesi” Cilt: IV, Sayı: 11, Yıl: 2005, ss: 1-6.
YETKİN, Sabri, ”Ege Bölgesi’nde İlk İncirciler (Ziraat) Kongresi ve Türkiye’de
Tarım Satış Kooperatiflerinin Doğuşu” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 111-121.
YETKİN, Sabri, “İzmir’de Veba Salgını (Mayıs-Ağustos 1900)” Cilt: l, Sayı:
3, Yıl: 1993, ss: 371-386.
YILDIRIM, Recep, “Atatürk’ten Günümüze Eskiçağ Tarihi ve Arkeoloji
Çalışmaları” Cilt: 2, Sayı: 6-7, Yıl: 1996-1997, ss: 33-48.
YILDIRIR, Özlem, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Aydın İncir Müstahsilleri
Kooperatifi’nin Durumu” Cilt: 2, Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 103-110.
YILDIZ, Özlem, “20. Yüzyıl Başlarında Selanik Limanında Deniz Ticareti”
Cilt: XII, Sayı: 24, Yıl: 2012/Bahar, ss: 27-46.
YILMAZ, Ahmet, “1930-Belediye Seçimleri Sürecinde Kamuoyunda Kadın’a
Yönelik Söylemler” Cilt: X, Sayı: 22, Yıl: 2011/Bahar, ss: 141-164.
YILMAZ, Ahmet, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Kadın Kimliğinin
Biçimlendirilmesi” Cilt: IX, Sayı: 20-21, Yıl: 2010/Bahar-Güz, ss: 191-212.
YILMAZ, İlhan, “Geçmişten Günümüze Irak’ta Türkmen Politikası” Cilt: V,
Sayı: 12, Yıl: 2006/Bahar, ss: 127-142.
YILMAZ, Serap, “XVII-XIX. Yüzyıllarda İzmir’de Fransızlar” Cilt: 1, Sayı:
3, Yıl, 1993, ss: 89-116.
YOLYAPAN, Aydogan, “Osmanlı Devletinde Askeri Yargının Gelişimi”
Cilt: 3, Sayı: 9-10, Yıl: 1999-2000, ss: 145-168.
YORULMAZ, Şerife, “XIX. Yüzyılda Kozmopolit Bir Ticaret Kenti: İzmir”
Cilt: l, Sayı: 3, Yıl: 1993, ss: 133-148.
YORULMAZ, Şerife, “Atatürk’ün ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’ Düşüncesi ve
‘Nutuk’ta Çukurova” Cilt: 3, Sayı: 8, Yıl: 1998, 75.Yıl Özel Sayısı, ss: 175-192.
YORULMAZ, Şerife, “Tarih Sürecinde Bir Zümre: Levantenler” Cilt: 2,
Sayı: 4-5, Yıl: 1994, ss: 129-136.
YÜKSEL, Dilek Yiğit, “Kıbrıs Türk Milli Mücadelesi (1914-1958)” Cilt:
VIII, Sayı: 18-19, Yıl: 2009/Bahar-Güz, ss: 161-184.
300
Download