eksen kayması - Cemal Külünkoğlu

advertisement
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
MÜSLÜMANLARDA
EKSEN KAYMASI
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
1
Müslümanlarda
Eksen Kayması
Cemal Külünkoğlu
ISBN
978-605-84127-7-1
Baskı
Lord Matbaacılık
İstanbul, Ocak, 2017
Yayın & İletişim
Kıraat Yayınları
Başakşehir Mh. Ergenekon Cd. Arterium
Residances 4 K: 12 Başakşehir-İSTANBUL
Tel&Faks: 0212 508 24 21 Gsm: 0532 503 36 61
kiraatyayinlari@gmail.com
www.kiraatyayinlari.com
Tüm hakları saklıdır.
Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
2
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
MÜSLÜMANLARDA
EKSEN KAYMASI
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
3
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
4
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
İçindekiler
Giriş .......................................................................... 9
Dünyanın Bozuk Atmosferinde Nefes
Alamayan İslam Dünyası ............................................ 21
Kur’an’ın Önündeki Engeller ...................................... 39
Kur’an’ı Tanıyamamak ve
Gönderilme Amacını Kavrayamamak .................................. 40
Lafız Tekrarını İbadet Olarak Görmek.................................. 45
Kur’an’ı Ölülere Okumak .................................................... 51
Kur’an’a Bütüncül Değil Parçacı Anlayışla Yaklaşmak ......... 54
Gelenekçi Anlayışa Bağlı Kalarak, Eski Kitapların ve
Âlimlerin Görüş ve Düşüncelerinin Dışına Çıkamamak ........ 57
Kur’an’ı Anlayamayız Düşüncesi ......................................... 61
Abdestsiz Kur’an’a (Mushaf’a) Dokunmamak ...................... 68
İslam Dünyası ve Müslümanlar ............................................ 72
Hayatı Kur’an’la İnşa Ederken
Hurafelerden Arınmak................................................ 81
Kur’an’ın Şefaat etmesi.............................................. 91
Ölülere Kur’an’ın şefaati ...................................................... 99
“Bir Lokma Bir Hırka” İle
Sefalet Müslümanı Olmak .......................................... 109
Şirkle Beslenen Müslümanlık, Uydurulan Evliyalık,
Kabir Ehlinden Yardım Dilenmek ............................... 123
Allah’a Aracı İle Ulaşmak .................................................... 128
Aracısız Allah’a Ulaşmanın İmkânsızlığını Savunanlar ......... 129
5
İÇİNDEKİLER
Uydurulan Evliyalık ve Evliyadan Medet Ummak .................131
Allah’ın İnsana Yakın Olması ...............................................135
Evliya Diye Bilinen Zatların Türbelerini Ziyaret ....................141
Hz. Peygamber Üzerinden Şirke Bulaşmak .................. 151
Sünnet ve Hadis ......................................................... 167
Sünnet.................................................................................167
Hadis...................................................................................170
Sünnet ve Hadis’in Kur’an’la Yüzleştirilmesi.........................183
Hz. Peygamber’in Sünnetini Yaşamak
Onun Hayatını Model Olarak Almak Demektir .....................186
Peygamber’e İtaatten Neyi Anlamalıyız? ..................... 189
Hz. Peygamber’e Salavat Okumak .......................................203
Hz. Peygamber’e İsnat Edilen Bazı Mucizeler .............. 207
Hz. Peygamber’in Asıl Mucizesi Kur’an’dır ...........................209
Hz. Peygamber’e Nispet Edilen Mucizelerden Bazıları ..........214
Sünnetli Doğması .............................................................214
Göğsünün Açılması (Kalbinin Yarılarak Temizlenmesi) ......215
Ağaçları Yanına Çağırması ................................................217
Ay’ın Yarılması (İnşikâk-ı Kamer) ......................................218
Miraç Hadisesi ..................................................................219
Namazın Miraç’la Bağlantısı ..............................................222
Sevr Mağarası’nda Örümceğin Ağ Örmesi.........................224
Hurma Kütüğünün Ağlaması.............................................226
Hz. Peygamber’i Anlamak ve Yaşamak ....................... 231
O Bir Rahmet Peygamberiydi ..............................................232
Müjdeleyici ve Uyarıcı Bir Peygamberdi ...............................234
Öğüt Verendi .......................................................................240
6
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
En Güzel Ahlâka Sahipti...................................................... 242
Güvenilir Bir İnsandı ........................................................... 246
Çok Şefkatliydi .................................................................... 247
Namazın Dili, Kazâsı, Farzı-Sünneti, İskatı ................ 251
Namaz Vaktinde Rahmet Kapısı Özel Olarak Açılır .............. 258
Namazdan Ne Anlıyoruz
ve Duada Hangi Dili Kullanıyoruz? ...................................... 260
Namazın Kazâsı ................................................................... 270
Namazların İskat-ı Salâtı/Devri
(Namaz Borcunu Düşürmek) ............................................... 277
Farz, Vâcip, Sünnet ve Nâfile Namazlar ............................... 279
Örnek Namaz ...................................................................... 283
Zinânın Cezası Nedir? İslam’da Recm Var mıdır? ....... 293
Ölenleri Hatimle Cennete Göndermek, Kadınlara Cenaze
Namazı Kıldırmamak, Ölmekten Korkmak ................. 309
Kadınların Cenaze Namazı Kılması ...................................... 315
Ölmekten Korkmak ............................................................. 317
Kabir Âlemi, Sual Melekleri (Münker ve Nekir),
Ölüye Telkin Vermek ................................................. 323
Kabir Âlemi ......................................................................... 327
Ölen İnsanın Mezarda Dirilmesi
ve Sual Meleklerinin (Münker ve Nekir) Gelmesi.................. 329
Ölen İnsanın Ruhu Dirileceği Güne Kadar
Dondurulur İddiası .............................................................. 333
Ölen İnsanın Ruhunun Dirileceği Güne Kadar
ya Cennet Bahçesinde ya da Cehennem Çukurunda
Hayatına Devam Etmesi ..................................................... 335
İyilik Yaparak Ölen İnsanlar ................................................ 337
7
İÇİNDEKİLER
Kötülük Yaparak Ölen İnsanlar ............................................338
Ölüye Telkin Vermek ...........................................................340
Sırat Köprüsü ............................................................. 343
Müslüman Olarak Doğmak, Müslüman Olmayanları
Cehenneme Göndermek ............................................. 353
Müslüman Olmayanlar Cennete Gidecek Mi? ......................359
Mezheplerin Dinleştirilmesi ve Değiştirilmesi ............. 365
Emeviler Dönemi .................................................................370
İmam-ı Azam (Nûman bin Sâbit) .........................................372
İmam-ı Mâlik (Mâlik bin Enes) .............................................372
İmam-ı Şâfiî (Muhammed bin İdris Şâfiî) ..............................373
İmam-ı Hanbel (Ahmed bin Hanbel) ....................................373
Dini Konuların Temek Kaynağı ............................................374
Mezhep Değiştirmek ve Mezheplerden İstifade Etmek...........379
Kur’an’daki Mü’minle Sokaktaki Müslüman ............... 385
Mü’min, Allah’a Karşı Sorumluluk Bilinciyle Yaşar ...............390
Mü’min Büyük Günahlardan ve Hayâsızlıktan Sakınır .........393
Mü’min Onuruyla Yaşar Ama Mütevazı Olur ........................398
Mü’min Sabretmeyi Mücadele Olarak Görür ........................405
Mü’min Hoşgörülü Olur ve Radikalizme Karşı Durur ............412
Sonsöz ....................................................................... 425
8
Giriş
Müslümanlardaki eksen kaymasını konu alan elinizdeki
kitabın inandıklarınızı ve yaşadıklarınızı sorgularken, kafanızdaki pek çok soruyu yanıtlamaya yardımcı olacağını umarım.
Elbette bu sorgulama işini yaparken İslam dünyasına ve Müslümanlara karşı özeleştiri sınırlarını zorlayan sert, acı ve iğneleyici ifadelerle karşılaşacaksınız. Karşılaşacağınız gerçeklerin
bazen sizi rahatsız edeceğinin de farkındayım. Ben bu eserle
Kur’an’ı referans alan gerçeklerin ortaya çıkması için size
doğru bir adım attığıma ve sizin maslahata uygun, hoş ama
bir o kadar da içi boş sözler yerine hakikatle yüz yüze gelmek
adına biraz olsun gayret sarf etmeniz gerektiğine inanıyorum.
Konuları işlerken genelde “siz” hitabını kullandım. Bu
vurguyu, kendimi sizden biri sayarak yaptım. Ben de sizim ve
sizden birisiyim. Aynı zamanda yazdıklarımın birinci derecede
muhatabıyım. Yani ben de suçluyum, günahkârım, kabahatliyim. Ve yazılarımı da bu sorumlulukla kaleme alıyorum.
Yazarken acı içinde kıvranıyorum. Çünkü Ortadoğu
kan gölüne dönmüş. Müslümanlar arasında birlik ve güven
yok. Birilerinin güdümünde onlarca devlet, kendi başına buyruk yüzlerce mezhep, kimin oyununa geldiği belirsiz binlerce
tarikat ve cemaat… İşgallerden ekonomik sıkıntılara, bozuk
eğitimden kimlik bunalımlarına kadar pek çok alanda büyük
sorunlarla boğuşan İslam dünyası, başkalarının uydusu ve
oyuncağı olmaktan bir türlü kurtulamıyor.
9
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Hz. Peygamber’in vefatından sonra tedrici bir şekilde
Müslümanlar büyüklü küçüklü farklı fırkalara ve gruplara ayrıldı. Farklı kimliklerle her biri kendi kurallarına sarılarak bağnaz bir şekilde İslam’ın özünden, yani Kur’an’dan uzaklaştı.
Öyle ki, Dinin temel kaynağı olan Kur’an’ın ölçüleriyle inşa
edilmesi gereken hayat, hurafelerle beslenmeye başladı. Böylece Hz. Peygamber’in içinde olmadığı -adı İslam olsa da gerçekte İslam’la bağlantısı kalmayan- bir “dinî hayat” ortaya
çıktı. İnsanlar için “Hayat Kitabı” olarak gönderilen Kur’an,
yaşamdan koparılarak ölülerin kurtarıcısı durumuna getirildi.
Zaman içerisinde Kur’an’ın hayata müdahalesine de karşı çıktılar. Bu şekilde dinin temel kaynağından mahrum kalan Müslümanlarda ciddi bir eksen kayması meydana geldi.
Evet, her evde ve her kütüphanede, hatta arabalarda,
ofislerde, işyerlerinde onlarca Kur’an bulunuyor; ama bu
Kur’an’lar, sadece özel zamanlarda tilavet edilerek sevap kazanmak ya da korunmak için kullanılıyor. Oysaki Kur’an,
okunduğu zaman sevap kazandırsın diye değil, hayata hükmetsin de günahları sevaba dönüştürsün diye gelmiştir. Ölülerin değil, bizzat yaşayanların hayatını güzelleştirmek için gelmiştir.
Eksen kaymasının temelini oluşturan Kur’an’dan kopuş, Müslümanların uhuvvet duygularını köreltip onları birbirlerinden de kopardı. Maddi, manevi, kültürel, iktisadi anlamda bütün meşru ve sağlıklı ilişkileri yok etti. Bu da yetmedi, küresel kapitalist sistemin etkisiyle onları Batı’ya entegre olmaya zorladı ve böylece İslâm’ın din ve medeniyet
olarak kazandırdığı manevi ve ahlaki değerlerden birer birer
uzaklaştırdı.
Eksen kaymasıyla birlikte toplumda, yapay sloganlarla
beslenen, sahte kahramanlıklarla ayakta durmaya çalışan, sanal kabadayılıklarla dünyaya meydan okuyan ve hayatı ‘bir
10
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
lokma, bir hırka’ dan ibaret sanan bir zihniyet hâkim oldu.
Ardından sefaleti, zulme uğramayı, dışlanmayı, aşağılanmayı,
horlanmayı, itilip kakılmayı ve hapse girmeyi kulluk/ibadet telakki eden ve bunu dinî yaşamın bir gereği olarak gören yaklaşımlar peyda oldu.
Eksen kaymasının yol açtığı bu sorunlar, dinin asıl kaynağı durumunda bulunan Kur’an’dan uzaklaşmaya yol açtı.
Hâlbuki Müslümanlar; çıkmaza giren dünyaya Kur’an’la istikamet verecek, eksen kayması yaşayan toplumu Kur’an’ın
yörüngesine taşıyacaktı. Karanlıkta kalan insanlığı, Kur’an’ın
mesajlarıyla aydınlatacak, paslanan gönülleri Kur’an’la temizleyip sağlıklı nesiller meydana gelmesine vesile olacaktı.
Ekseni kaymış ve Kur’an’dan uzaklaşmış bir İslam toplumunun; vahyi çağın vitrinine taşıması, insanlığı doğru bir
açıyla Hz. Muhammed ile tanıştırması, Allah’ın mesajlarını asrın idrakine sunup dünyaya şekil vermesi nasıl mümkün olabilir? Karanlıkta bulunan bir toplumun, başkalarını aydınlatması düşünülemez. Müslümanlar, karanlıkları aydınlığa dönüştürecek olan İlahi bir Kitaba sahip olmalarına rağmen, zifiri karanlıkta hayatlarına devam etmiyorlar mı? “Allah, rı-
z as ı peş inde k oş anları, bu k itap s ayes inde (k endilerini k urtul uş a götüren) s elamet yollarına erdirir, onları, k endi iz ni ile k aranlık lardan aydınlığa çık arır ve
doğru yola iletir.” (Maide, 5/16)
Kendilerini bu durumdan kurtaracak Kitabın ışığından
faydalanmak yerine, o ışığı bütünüyle boğmaya çalışan hurafeler, anlamsız fikirler, sapık menkıbeler ve uydurma dini
prensiplerle aydınlanmaya çalışmak da neyin nesi?
Toplumu uyandırmak için önce Müslümanların uyanması lazım. Uyuyan bir toplumun başkalarını uyandırması dü-
11
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
şünülemez. İslam dünyası derin bir uykuya dalmış ve bu halinden de memnun gözükürken, dünyanın İslam’la uyanmasını beklemek hayal olacaktır.
İslam dünyası, önce uykudan uyanmalı, kendine gelmeli ve üzerindeki ölü toprağını atmalıdır. Kur’an’ı iyi kavrayıp İslam’ı doğru anlatacak bilgiye, birikime ve vizyona sahip
olmalıdır. Örnek yaşantısıyla insanlığın İslam’a ve Kur’an’a ilgisini artıracak bir gayret içinde bulunmalı, insanları kavga ve
kargaşaya sürükleyecek yaklaşımlardan da uzak durmalıdır.
“Ve böylec e s iz i dengeli ve öl çülü bir toplum k ıldık k i
(hayatınız l a) ins anlar nez dinde Hak k ’ın ş ahitleri (örnek leri) olas ınız ve Res ul de s iz in hak k ınız da ş ahit/örnek ols un…” (Bakara, 2/14 3)
İslam dünyasını hurafe ve İsrailiyat virüsü etkisi altına
almış, Müslümanların ilmi ve akli düşüncelerini felce uğratacak kadar tehlikeli noktaya gelmiştir. Bilindiği gibi kanser virüsü; kana, beyne ve kalp hücrelerine kadar sirayet etti mi
önüne geçmek imkânsız hâle gelir. Elimizi çabuk tutmaz ve
biran önce Kur’an’a dönmezsek, bu tehlike kartopu gibi daha
da büyüyerek Müslümanları üstesinden gelemeyecekleri derin bir çıkmaza sevk edecektir. Onun için herkes bütün gayretiyle dini aslına ve özüne döndürecek çalışmalar yapmalıdır.
İşte bütün bu olumsuzluklara vâkıf bir kardeşiniz olarak,
hurafelerin her geçen gün Müslümanları Kur’an’dan nasıl kopardığını size göstermek amacıyla bir çalışma yaptım. Ortaya
koyduğum bu çaba, akademik ya da bilimsel bir çalışma değildir. Ben de zaten bilimsel bir araştırmacı değilim. Ancak
meseleleri iyi takip eden, inatla sorgulayan, düşünmeyi kendisine ilke edinen, aklını kullanmaktan asla vaz geçmeyen ve
sorumluluklarının farkında olan biriyim. Elbette kusurlarım
var. Ancak yeterince ikna edici deliller gördüğümde hatala-
12
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
rımdan dönecek kadar cesaretim ve azmim de bulunmaktadır. Onun için kitabı okurken maksadı aşan ifadelerle karşılaşırsanız bunların kötü niyetle yapıldığını düşünmeyin ve hakikat arayışının bazı sancılı sonuçları olabileceğini kabul eden
herkes gibi benim iyi niyetimden şüphe etmeyin!
Mesela:
“Allahu Teâlâ” veya “Celle Celâluhu” yerine sadece
“Allah” ifadesini kullandım. Bunlar Allah’ın kutsiyeti ve büyüklüğü için hürmeten kullanılır. Ancak yürekten gelen ve içi
samimi duygularla dolu olan bir “Allah” ifadesi bütün bu sıfatları daha geniş manasıyla içermektedir. Yani “Teâlâ” ve
“Celle Celâluhu” gibi kelimeler, Allah’ın azametinin yanında
ek sıfatlar olarak kalmaktadır. Kur’an’da “Allah” lafzı yüzlerce
yerde geçmesine rağmen bunların çoğunda herhangi bir sıfat
kullanılmaz. “Allah” lafzı, diğer bütün sıfatları ihtiva ettiği için
Kur’an’da geçtiği gibi onu bu yalın hâliyle kullanmanın daha
etkili olacağını düşündüm.
Peygamber (sav) yerine Hz. Peygamber dedim. “(sav)”
yerine, genelde hürmet maksadıyla, önde giden önemli zatlar
için kullanılan “Hazret” teriminin kısaltılmış hâlini (Hz.), bazen de “İzzetli” anlamındaki “Aziz” kelimesini kullandım. Sallallahu Aleyhi ve Sellem (sav), “Allah, ona salat ve selam etsin. Yani onun getirdiği ‘Hak Dava’nın yürümesi için “Allah’ın
desteği ve selamı onun üzerine olsun.” demektir. Bilindiği gibi
bu duanın açılımı Ahzab suresindeki açılımından hareketle
onun davasına gönül veren Müslümanları da içine alır. “Mu-
hak k ak k i, Allah ve melek leri, Peygambere des tek verirler. Ey inananlar! Siz de ona çok ça s alât edin (onun
davas ına des tek verin) ve tam bir tes limiyetle onun
rehberliğine tes lim ol un!” (Ahzab, 33/56) Bu kitabın ha-
zırlanmasındaki maksat da zaten budur. Onun için bu ifadeyi
sık sık kullanmayı gerekli görmedim.
13
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Kur’an-ı Kerim” yerine sadece “Kur’an” yazdım.
“Kur’an” terimi Kur’an’da 65 yerde geçer. Bunların 5’i hariç
diğer örneklerin tamamında yalın hâlde kullanılır. “Kur’an-i
Azîm” -Yüce Kur’an- (Hicr, 15/87), “Kur’an-i Hakîm” -Hikmetlerle Dolu Kur’an- (Yâsin, 36/2. ayet), “Kur’an-i Mecîd” Şerefli Kur’an- (Kaf, 50/1; Buruc, 85/21. ayet), “Kur’an-i
Kerîm” -Değerli ve Bereketli Kur’an- (Vâkıa,56/77)... Nitekim
“Kur’an”, “Kerim” sıfatı ile beraber yalnız bir yerde kullanılmıştır. Sadece “Kerim” terimini kullansaydım, diğer sıfatları
göz ardı edecektim. Bu nedenle “Kur’an” tabirini seçerek
hepsini ihtiva eden bir yaklaşım sergiledim.
Yaptığım bu çalışmada her seviyedeki okuyucunun çok
rahat anlayabileceği yalın bir dil kullandım ve kendime has
özel bir üslup seçtim. Konuların daha iyi kavranması için sorularla konuları zenginleştirdim. Zaman zaman soruyu kendim sordum, cevabı da kendim verdim. Bazen de konunun
daha iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla sorular yönelttim.
Getirdiğim yorumların, yaptığım açıklamaların, verdiğim örneklerin mutlak anlamda doğru olduğunu iddia etmiyorum. Ancak beş yüzden fazla ayetle konuları sağlam temele
dayandırdığımı ve bu şekilde vahyin getirdikleriyle aklın çıkarımları arasında tutarlı bir ilişki ortaya koyduğumu düşünüyorum.
Dünyanın bugün yaşayan iki önemli medeniyeti olan
İslam ve Batı medeniyetlerini tanıma imkânım oldu. Uzun
süre Amerika’da yaşadım. Orada yüksek lisans yaptım. İnsan
Kaynakları Yönetimi ve Toplumsal Kalkınma konularında uzmanlık gerektiren çalışmalarım oldu. Bunun yanı sıra ticaretle
uğraştım. Böylece farklı dinlerden ve kültürlerden insanları tanıma imkânı buldum.
14
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
İslam ülkelerini yakından gördüm, Mısır’da okudum.
Hac ve Umre ziyaretlerim vesilesiyle İslam Dünyası’nın merkezi durumunda olan Mekke ve Medine’de kaldım. Böylece
farklı ülkelerden gelen Müslümanlarla tanıştım. Azerbaycan’da yaşadım. Orta Asya ülkelerini gezdim.
Yıllardır aralıksız televizyon programları yapıyor ve
konferanslar veriyorum. Farklı sitelerde yazılar yazıyorum.
Gelen tepkileri ve bana ulaşan soruları incelediğim zaman, İslami meselelerin yorumlanması, Kur’an’ın yeniden anlaşılır
hâle gelmesi, hayata geçirilmesi ve bu çağın ihtiyaçlarına cevaplar üretmesi hususunda emek harcamak ve bu çalışmaların namaz, oruç ve zekât gibi önemli bir sorumluluk doğurduğu kanaatine vardım. Nihayet ben de Hz. İbrahim için yakılan ateşe su taşıyan karınca misali, üstüme düşen sorumluluğu yerine getirmek istiyorum.
Hatalarımdan dolayı Yüce Rabbimden mağfiret diliyorum, yanlışlarım için bağışlanmamı niyaz ediyorum. Yapılan
çalışmaların, önce kendi nefsim olmak üzere, bütün okuyucular üzerinde tesirini yaratmasını temenni ediyorum.
İslam dünyasını, düştüğü bataklıktan kurtarmak, Kur’an
mesajının aslına uygun şekilde yeniden kavranmasını ve yorumlanmasını sağlamak gerekir. Bu arada din adına uydurulan hurafelerin, İsrailiyatın, uydurma hadislerin önüne geçmek için, cesurca çıkışlarıyla fedakârlık eden İslam âlimlerini
de kutluyorum. Ancak üzülerek ifade etmek istiyorum ki; böylesine önemli bir sahada ortaya konan her çabaya saygı göstermek ve bu çalışmaların inanan her kesim tarafından desteklenmesi ve takdir edilmesi gerekirken, maalesef birileri tarafından engellenmek isteniyor. “Dini değiştirmeye kalkmayın, insanların kafasını karıştırmayın!” diyenler oluyor. Oysa
kimsenin değiştirdiği bir şey yok, sadece değiştirilerek uydurulmuş bir din aslına döndürülmeye çalışılıyor. Dinleştirilen
15
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
adetler gün yüzüne çıkarılıyor. Zira kaynağı Kur’an olan gerçek dinin daha anlaşılır ve kabul edilir şekilde insanlara yeniden ve halis/katkısız bir şekilde anlatılması ve tanıtılması çok
ama çok önem arz ediyor. Ki böylece Hz. Muhammed’in vahiyle oluşturduğu iklimin yeniden canlandırılması gerekiyor.
“İyi bil k i, halis (ş irk s iz ) din ancak Allah’ındır.
O’ndan baş k a birtak ım dos tlar t utanlar da ş öyle demek tedirler: “Biz onlara s adece biz i Allah’a daha çok
yak laş tırs ınlar diye ibadet ediyoruz .” Şüphe yok k i Al lah, onların aralarında ihtilaf edip durduk l arı ş eyde
hük münü verecek tir. Al lah yalancılığı, nank örlüğü ve
ink ârcılığı huy edinenleri doğru yola k avuş turmaz .”
(Zümer, 39/3)
“Kime inanacağımızı, ne yapacağımızı, nasıl ve neye
göre yaşayacağımızı şaşırdık, herkes dini farklı anlatıyor.”
diye serzenişte bulunanlar var. Kimsenin kara kara düşünmesine gerek yok. Zira din adına anlatılan her konuyu Kur’an’la
yüzleştirdiğiniz zaman gerçek olup olmadığı ortaya çıkıyor.
Sünnet diye dayatılanları, Kur’an ölçüsüne vurduğumuz zaman gerçek kendini belli ediyor. Hadis diye önünüze konan
sözleri, Kur’an süzgecinden geçirdiğiniz zaman Hz. Peygamber’in gerçek sözlerine ulaşılabiliyor. Özetle söylemek gerekirse; dini mevzulardaki araştırmalarınızda Hz. Peygamber’in
yaptığı gibi Kur’an’ı ölçü ve referans almak gerekiyor.
Birileri çıkıp, “Ehli Sünnet karşıtı” diyerek insanları dinsiz ya da Peygamber düşmanı ilan edebiliyor. İnanın bu konuda gelenekçi anlayışla ters düşen âlimleri itham edenlerin
yüzde doksanı Ehli Sünnetin ne olduğunu bilmez. “Bu Ehli
Sünnet nasıl bir şeydir ki Kur’an’ı referans gösterenler bunun
karşısındadır?” diye sorsam ne cevap verirdiniz? Yaşadığı top-
16
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
lumda Kur’an ile çelişen her türlü âdete karşı çıkan Hz. Peygamber, tarif edilen Ehli Sünnetin karşıtı, yani kendi yaşadıklarının muhalifi miydi? Nitekim onun kaynağı da Kur’an’dı.
Ve referans olarak vahyi ölçü edinmişti. Herkesin bildiği gibi
onun Kur’an’ı anlamaktan ve anlatmaktan ve hayata intibakını sağlamaktan başka bir derdi yoktu.
Kur’an üzerinde çalışan ve onu alama çabası içinde bulunan insanlar, nasıl olur da din düşmanı ilan edilebilirler?
Kur’an’a hizmet edenler, aynı zamanda sünneti yaşatmaya
çalışan Müslümanlar değil midir? Bu insanları, “mürted” ilan
etmek, “Ehli Sünnet düşmanı” diye yaftalamak nasıl normal
karşılanabilir?
On dört asırdır yaşananlar ortadadır. İnsan geçmişine
dönüp bir bakmaz mı? Müslümanların yaşadığı bunca acının,
ıstırabın, sefaletin sebebi nedir, diye düşünmez mi? Bu anlamda inandıklarını, öğrendiklerini, yaşadıklarını sorgulamaz
mı? İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an’la hiç yüzleşme ihtiyacı duymaz mı?
Endişem odur ki; bu kitabı okuyanların bir kısmı beni
de “Ehli Sünnet dışı” ilan edebilir. Özellikle Hz. Peygamber’e
isnat edilen mucizeler, onun adına uydurulan pek çok hadis,
sakalı ve gömleği gibi mevzularda belki de bugüne kadar hiç
karşılaşmadıkları yorumlar yaptım. Üstelik Hz. Peygamber
üzerinden şirke bulaşmanın dehşetini anlatırken, “Putları yıkmak için görevlendirilen bir peygamberi nasıl putlaştırırsınız?”
gibi dokunaklı sorular sordum, ifadeler kullandım. Bu yaklaşım, Kur’an’ın tarif ettiği gibi tefekkür etmeyip aklını kullanmayanlara ağır gelebilir.
Hz. Peygamber’in derdi, şirki bütünüyle sinelerden söküp atmak iken, sorumlu bir mümin olarak, onun üzerinden
17
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Müslümanların şirke bulaşmasına seyirci kalamazdım. Ben,
Hz. Peygamber’in bize ulaştırdığı vahye ve onu yaşarken gösterdiği örnekliğe inanan biriyim. Onun yolunun yolcusu, davasının neferi, derdinin dertlisi, emirlerinin uygulayıcısı, ordusunun askeri, ilkelerinin takipçisi; kısacası, ümmetinden biriyim; ama kulu değilim.
Hz. Nebi’in davası benim canımdan da önemlidir. Fakat canım ona değil, onun gösterdiği yola ve o yolun sahibine
kurbandır. Saygım onun sakalının kılına değil, o kılları ağarttığı mücadele-sinedir. Muhabbetim onun kanına değil, kanını
akıttığı davasınadır. Hayranlığım onun hırkasına değil, o hırkayı eskittiği yoladır. Merakım onun bedenine değil, o bedenin taşıdığı ruhadır. Hasretim bastığı kumlara, gezdiği yollara,
baktığı ufka değil, onun estirdiği rüzgâradır. İlgim onun gizlendiği mağaraya değil, o mağaradaki duruşuna ve birlikte yol
aldığı arkadaşınadır. İnancım bulutların üzerindeki Muhammed’e değil, yeryüzündeki Hz. Peygamber’edir. İmanım
onun adına uydurulanlara değil, ona indirilen mesajlaradır.
“Allah’a ve Res ul’üne itaat edin, (yani) birbiriniz le çek iş meyin, (Zira böyl e yapars anız ) içiniz e
k ork u düş er ve k uvvetiniz elden gider. (O hâlde birbiriniz e k arş ı) s abırlı olun. Çünk ü Allah, (ancak k ardeş lerine k arş ı) s abır gös terenlerle beraberdir.” (Enfal,
8/46)
Sorarım size: Bu ayetin muhatapları nerededir? Hani
Allah’a inanan ve bu imanın gereklerini yerine getirenler?
Hani Hz. Peygamber’in yolunda olduğunu iddia eden ve
onun sünnetini yaşayanlar? Hani Kur’an’a gönülden bağlı
olan ve onu “Hayat Kitabı” kabul edenler? Ayette geçen “Birbirinizle çekişmeyin.” emri kimedir? Hani “İslam Kardeşliği”?
18
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Bu yaşadığınız nasıl bir kardeşliktir ki bünyesinde sürekli kin,
nefret, kavga ve kan besler? Bu nasıl bir beraberliktir ki uhuvvet duyguları yerine düşmanlık hisleri semirtir?
İşte ayetin ikinci cümlesi: “(Zira böyle yaparsanız) içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider.” Bu cümledeki
yüksek frekanslı hitabı gördükten sonra, Müslümanların neden yılgınlığa düştüğü, niçin gücünü kaybettiği, hangi sebepten dolayı sırtının yerden kalkmadığı, İslam ülkelerinin niye
birlik olamadığı, Müslümanların ağızlarından düşürmediği İslam Kardeşliğinin neden hayata geçirilemediği daha iyi anlaşılır.
Ayetin üçüncü cümlesinde, “(O hâlde birbirinize karşı)
sabırlı olun.” buyruluyor. Dürüst ve erdemli olmak, haramlara
direnmek, yalan söylememek, çalmamak çırpmamak, çok çalışmak, baskıya boyun eğmemek, despotizme karşı hakkı ve
haklıyı savunmak, her durumda adaletten yana olmak ve
özellikle kardeşlerine karşı sabırlı olmak, Müslümanların misyonu olmalıdır. İslam dünyasında kuvvetimiz gitmesin diye
kardeşlerine merhamet edip sabretmeyi ilke edinen, yani bu
misyona sahip yüzde ya da binde kaç insan bulabilirsiniz?
İşte bu kitapta bunun gibi onlarca soru ve bu sorulara
verilmiş tatmin edici cevaplar bulacaksınız. Zaman zaman
bana sitem edeceksiniz, öfkeleneceksiniz, belki de hakkınız olmadığı halde beni itham edeceksiniz. Ama inanıyorum ki aynı
konuları tekrar tekrar okuma ihtiyacı duyacak ve sonunda hakikati göreceksiniz.
Ne olursa olsun Müslümanları hor ve hakir görüp aşağılamayı hiç düşünmediğimi bilmelisiniz. Böyle bir hadsizliğim zaten olamaz. Bütün sözlerimin tek amacı, Müslümanla-
19
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
rın Kur’an ve Sünneti yaşamlarının merkezine almalarını sağlamaktır. Zira inandığını söyleyenler ancak bu şekilde hayata
bakışlarını Kur’anî akidenin egemen olduğu bir ruhla inşa
edebileceklerdir.
Cemal Külünkoğlu
2015
20
Dünyanın Bozuk Atmosferinde Nefes
Alamayan İslam Dünyası
Unutmayın ki, etrafınızda aç ve sefil insanlar bulundukça servetiniz, geçici zenginliğiniz size huzur getirmeyecektir.
Allah’ın rahmeti, merhameti, affı, inayeti, in’amı, ihsanı, bereketi çalışanlar içindir...
Dünya ciddi bir çıkmazda. Özellikle İslam dünyası. Neden? Dünyanın neresine giderseniz gidin kavganın-kargaşanın, çalmanın-çırpmanın, riyanın-hasedin, aldatmanın-kayırmanın, yolsuzluğun-dolandırıcılığın, zulmün-haksızlığın, anarşinin-terörün, açlığın-sefilliğin, yalanın-talanın, acımasızlığın
ve vurdumduymazlığın bulunmadığı bir yer bulamayacaksınız. Para kazanma hırsının, daha rahat yaşama arzusunun,
sömürü ve çıkar ilişkisinin, caka ve çalım tutkusunun, fiyaka
ve gösteriş merakının, benlik ve kibir duygusunun, makam ve
mansıp ihtirasının insanları nasıl zıvanadan çıkardığını ve
dünyayı nasıl yaşanmaz hale getirdiğini göreceksiniz.
21
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Öyle ki; insanlar süfli menfaatleri ve dünyalık çıkarları
için çok rahat birbirlerini öldürebiliyor. Daha hayatın baharındaki toy çocuklar, basit bir aşk uğruna annelerini, babalarını ve kardeşlerini katledebiliyor. Kontrolden çıkmış ve sosyal
sorumluluk almamış başıboş sokak gençleri gasp uğruna
önüne gelenin elini, kolunu kesebiliyor. Gözü dönmüş mahalle kabadayıları çok basit meseleler için cinayetler işleyebiliyor. Üstelik yapılan fiilin açığa çıkması kaygısıyla kendi eylemlerine tanık olabilecek en yakın arkadaşlarını, komşularını,
hatta ailelerinden herhangi birilerini vicdan muhasebesi yapmadan ve gözlerini kırpmadan çok rahat bir şekilde ortadan
kaldırabiliyor.
Yıllardır Kabil-Habil hikâyeleri ile fıtratı bozulan insanın
acımasızlığını dinledik durduk ve Kabil’in yaptığına bir anlam
veremedik. Ama bugün sokaklar Kabillerle dolu. Öyle dolu ki
her an bir yerlerden Kabillerin çıkabileceği kaygısıyla Habiller
sokağa çıkmaya endişe ediyor. Azrail unutulur oldu ve her yer
Azraillerle, acımasız ve gözü dönmüş canilerle, katillerle
doldu.
Her gün gazetelerde, televizyonlarda, sosyal medyada
kan görmekten, cinayet haberleri izlemekten tiksinir olduk.
Kayıp insanların kesilerek parçalara ayrılmış, boğularak benzinle yakılmış, bağlanarak işkence ile öldürülmüş bulunan cesetlerine tanık olmaktan insanlığımızdan utanır olduk. Mezardakilere; “kalkın biraz da biz yatalım” diyecek hale geldik.
Özgür ve itibarlı olmamız gereken bu dünyada daha
hayatın güzelliklerine merhaba demeden acılara, ıstıraplara
mahkûm olduk ve kendimizi hapishanede hissetmeye başladık. Oysa güzel eylemlerle, faydalı işlerle dünyanın halifesi ve
cennetin efendisi olacaktık.
22
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Geldiğimiz noktada yaşadıklarımızın birinci derecede
sorumlusu kendimiz olduğumuz için olup biteni kabullenmek
zorunda kaldık. Çünkü Allah’tan uzaklaşmayı bir meziyet haline getirdik. İnandıklarımızı yaşamadık, yaşadıklarımıza inanmaya başladık. Çocuklarımızı sadece madde planında düşündük. Onların yalnızca dünyalık gelecekleri ile ilgilendik. Terbiyelerine önem vermedik. Makam ve itibar sevdasıyla manevi
dünyalarını da hesaba katmadık.
Sokaklarda olup bitenlere seyirci kaldık ve vurdumduymaz bir eda ile “bunlar da geçer” dedik. Ama maalesef geçmedi. Geçmediği gibi hadiseler her geçen gün kartopu gibi
büyüdü. Ve insanlar çıkmaza girerek dünya yaşanmaz hale
geldi.
Bütün bu olup biten olumsuzlukları görmek ve dünya
sahnesinde meydana gelen hadiseleri teşhis ve tahlil etmek
için beş tane kalbimizin, on tane beynimizin, yüz tane gözümüzün olması gerekmiyordu. Şuurlu olmak, bakmasını bilmek, rasyonel düşünce ile melekeleri daha işlevsel olarak kullanmak yetiyordu. Ama kullanmadık ve kullanmak istemedik.
Evet, cidden çok kötü durumdayız. Bu durumdan kurtulmanın bir yolu yok mu? Allah kulunu bu kadar sorumsuz
ve bu kadar sahipsiz bırakmayacağına göre bu gidişata birilerinin dur demesi gerekmiyor mu?
Biraz kafa yorduğumuz zaman o birilerinin kim olduğunu Kur’an’da bulabiliriz. Hep beraber görelim:
“Siz , ins anların iyiliği için ortaya çık arılmış en
hayırlı ümmets iniz . Doğru olanı emreder, eğri olandan alık oyars ınız ve Allah’a inanırs ınız ...” (A. İmran,
3/110)
23
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Yine aynı surenin 104. ayetinde: “İçiniz den (her-
k es i) iyi ve yararlı olana davet eden, eğri ve yanlış tan
alık oyan bir toplul uk buluns un. Nihai k urtuluş a eriş ecek k ims eler, iş te bunlardır.” buyrulmaktadır.
Demek, Allah bu yükümlülüğü Müslümanlara vermiştir.
Müslümanların bu vazifeyi icra etmesi için önce Kur’an’ın
Mushaf’ıyla değil mesajıyla mü’min olmaları icabediyor. İnsanların iyiliği için hayırlı bir ümmet olarak ortaya çıkacak kişinin her şeyden önce bu misyonun hakkını verebilecek vizyona, ruhi ve fikri olgunluğa, bilgi donanımına sahip olması
gerekiyor.
Hayırlı ümmet olmanın aynı zamanda birtakım ödevleri
ve ciddi sorumlulukları vardır. İyiliğin yayılması ve egemen
olması için çalışmak, kötülükleri bertaraf etmek ve onlardan
sakındırmak için mücadele vermek sadece lakırdı ile olabilecek iş değildir. Hayırlı ümmet, iyiliğin egemen olması ve kötülüğün bertaraf edilmesi için hayatını ortaya koyar, iyi ve faydalı faaliyetlerin destekçisi olur. Bunun için İslam’ın sağlam
inanç ve düşünce sistemi, ahlâk, marifet ve ilim gibi değerlerinden istifade eder.
Bilinmelidir ki; dünyanın girdiği çıkmazı aşması ve bu
fırtınalı günleri geride bırakması insanın bozulan fıtratının dinin desteğiyle düzelmesine bağlıdır. İnsan dünyaya dini yaşamak için gelmemiştir ama fıtratına üflenen ruhla yani Allah’ın,
insan bünyesinde nakşettiği akıl, irfan, idrak, hikmet, karakter, istidat gibi hasletlerle yaşarken dinin desteğini alarak hem
dünyasını hem de ahiretini kazanacak konumda olmalıdır. Bu
konuda hiçbir şey insana Kur’an kadar destek veremez ve
onu koruyamaz. Çünkü onun geliş amacı insanı korumaktır.
Soy-sop, ırk ya da kültürel çevre gözetmeksizin bütün insanlığa hitap eden Kur’an, dün olduğu gibi bugün de toplumu
24
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
sapma, buhran ve çöküntülerden kurtaracak olan tek aktif
kuvvettir.
Dünyayı yaşanmaz hale getiren eylemlere bir bakın,
hepsi de Kur’an’ın şiddetle yasakladığı haramlardır. Örneğin:
“K im bir c anı, baş k a bir cana ya da yeryüz ünde
fes at çık armas ına k arş ılık olmak s ız ın öldürürs e, bütün ins anları öldürmüş gibi olur. K im de bir ins anın
hayatını k urtarırs a s ank i bütün ins anların hayatını
k urtarmış olur.” (Maide, 5/32)
Ayette görüldüğü gibi Kur’an, insan hayatını bu kadar
önemserken; materyalist düşünceye mahkûm olmuş, paraya
ve çıkara kilitlenmiş insanlar sadece kendi gelecekleri için kan
akıtmayı, cana kıymayı, savaşlar çıkartmayı bir cinayet olarak
görmüyor.
Kendiişleri yürüsün, kendi çocukları refah içinde büyüsün, kendi menfaatlerine halel gelmesin, kendi gemileri yüzsün, villalarda, yalılarda, saraylarda hayatları devam etsin
ama gerisi batsın, bitsin, yerle yeksan olsun mantalitesiyle yaşayan insanlarla maalesef aynı dünyada yaşıyoruz.
Elbette ki çok büyük görevler düşüyor bize. Dünyanın
kurtuluşu bozulan fıtratın düzelmesine ve onun düzelmesi de
Kur’an’ın desteğine bağlı ise -ki öyledir- o halde Kur’an
mü’mini olarak sorumluluğumuzu bileceğiz, misyonumuza
sahip çıkacağız. Ama dediğim gibi önce Kur’an’la kendimize
çekidüzen vereceğiz, inanacağız, inandıklarımızı yaşayacağız
ve yaşadıklarımızla dünyaya örnek olacağız. Parmakla değil
ekranla gösterileceğiz, gıpta edilecek, hayran kalınacak bir
toplum olarak, bizim dışımızdaki insanlar için rol model olacağız.
25
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Ortadoğu’da Müslüman olmalarına rağmen birbirlerinin kanını akıtan onlarca mezhepten bahsediliyor. Bunlar hep
Müslüman ama inandıkları, bu insanları bir araya getiremiyor, getiremediği gibi birbirine kırdırıyor. Neden? Çünkü din
adına inandıkları ve yaşadıkları Kur’an’ın getirdikleriyle aynı
değil. Kur’an’ın hayatlarına sokmak istediği değerlerle yaşadıkları örtüşmüyor. Birkaç vecibeyi ifa etmekle Müslüman
olabileceklerini sanıyorlar. En kötüsü savaşmayı, kan akıtmayı, adam öldürmeyi en büyük cihad olarak görüyorlar. Anlayacağınız yanlış dini telkinlerle hayatlarını yaşanmaz hale
getiriyorlar.
Oysa Kur’an, insanı irşad etmeye “Oku” emriyle başlamış, temel evrensel ahlâki değerlerle insanın ıslahına devam
etmiştir. Müslümanların, İslam’ın şartları olarak gördüğü vecibeler peygamberliğin yarısından sonraki zamanlarda hayatlarına girmiştir. On üç yıllık Mekke döneminde nazil olan ayetlerin insanları nasıl tekâmül ettirdiğini, bütün dünyalıklarla beraber anavatanlarını bırakıp gidebilecek fedakârlığa yani hicrete nasıl hazırladığını, onların ruh dünyalarını nasıl etkilediğini düşünmeliyiz!
Dinleri ve görüşleri farklı olan dünya ülkeleri arasında
Kur’an’daki ahlâki değerlerin yaşanması konusunda bir kıyaslama yapıldığı zaman İslam ülkelerinin, Müslüman olmayan
ülkelerin çok gerisinde kaldığına üzülerek tanık oluyoruz.
Evet, Müslüman olmamalarına rağmen onlarca gayriMüslim ülkenin hayata koydukları ahlâki değerler Kur’an’la
örtüşüyor. Çünkü Kur’an fıtrata uygun davranışlar öneriyor.
O insanların çoğu Kur’an’ı bilmediği ve Ona inanmadığı
halde fıtratları gereği Kur’an’a uygun davranışlar sergiliyor.
Ama Müslüman kimlikli toplumlardan oluşan İslam ülkelerine
baktığımız zaman aynı tabloyu göremiyoruz. Yanlış dini tel-
26
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
kinler yüzünden insanlar fıtratlarıyla örtüşen bir hayat yaşayamıyor. Onun içindir ki Müslümanların dertleri dinmiyor,
yüzleri gülmüyor, sıkıntıları çözülmüyor, sırtları yerden kalkmıyor.
Rahman ve Askari isimli iki araştırmacı, birincil kaynaklardan yola çıkarak temel İslâmî prensipleri belirlemişler. Eldeki veriler çerçevesinde 208 ülke için belirlenmiş ve daha
sonra bunlar kullanılarak her ülke için temel “İslâmîlik” sıralaması yapmışlar.
Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Afganistan gibi ülkeler
sıralamada ilk yüze bile girememiş. İslâmîlik endeksinde ilk
sıraları, bir kısmı inançsız olmasına rağmen Yeni Zelanda,
Lüksemburg, İrlanda, Danimarka, İngiltere ve Norveç gibi ülkeler almıştır.
Türkiye ise 208 ülke arasında en İslâmî 103. Ülke olarak değerlendirilmiş. Suudi Arabistan 131, İran 163. ve Afganistan 169. Sırada yer almıştır. Oysa İslam ülkeleri perspektifinden İslâmîlik anlamında düşündüğünüz zaman bu ülkeler
İslam’ı en iyi yaşayan ülkeler olarak bilinir. Demek, rivayetlerle ve hurafelerle sunulan İslam’la vahyin getirdiği İslam
aynı değil.
İslam ülkelerinde akan kardeşkanından bahsettik. Akan
kanı durdurmak, kavgalara savaşlara son vermek, haksızlıkları önlemek, zulmü ortadan kaldırmak, adaletsizlikleri gidermek ve insanların kardeşçe yaşamasını sağlamak için gelen
bir dinin müntesiplerinin bugün yaşadıkları bize bir mesaj vermiyor mu? Bu noktaya geliş sebeplerini bilmek ve bulmak konusunda bir araştırmaya girmemiz gerekmez mi?
Bu kadar dualar ediliyor, niyazlarda bulunuluyor, yalvarışlar yakarışlar Allah’a arz ediliyor, tesbihatlar yapılıyor,
27
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
hatimler indiriliyor, camilerde mescitlerde programlar düzenleniyor ama Müslümanların durumunda en küçük bir değişiklik olmuyor. Kavgalar dinmiyor, akan kanlar durmuyor, savaşlar, tehcirler bitmiyor, kardeşlik, komşuluk, akrabalık, dindaşlık bir işe yaramıyor. Neden? Müslümanlar istemesini mi
bilmiyor? Ya da yaşadıklarıyla istedikleri örtüşmediği için mi
netice alınamıyor?
İnsan düşünmeden edemiyor: Bu din, inananları birbirine düşürmek için mi geldi? Bu kitap, kardeşkanının akması
için mi indi? Müslümanlar kavga etmek, sürmek, sürülmek,
kovmak, kovulmak, boğazlamak, boğazlanmak, ölmek ve öldürmek için mi İslam’ı seçti? Elbette ki hayır, hem de binlerce
defa hayır. Ya o zaman yaşananlar neyin nesi?
Evet, bu duruma nasıl gelindi? Bu keyfiyetin sebebi nedir? Bu gidişat neden değişmiyor? Müslümanlar düştükleri çukurdan niçin çıkamıyor? Dünyanın bozulan atmosferinde en
çok neden Müslümanlar etkileniyor? Bu durumu sorgulamak
gerekmez mi?
Önünüze konan yemeğin kimyasını değiştirir ve ona tabiatıyla örtüşmeyen maddeler katarsanız, protein/gıda olması
gereken yemek sizin için zehire dönüşür. İslam’la oynarsanız,
onun genetiği olan Kur’an’ın mesajını tahrif eder ya da dikkate almazsanız, Müslümanlar için rol model olan İslam Peygamberinin hayatını aslı olmayan rivayetlerle yaşanmaz hale
getirirseniz, Allah’ın Dinini yaşamak yerine yaşadıklarınızı din
edinirseniz işte o zaman barış için gelen dini bugün olduğu
gibi savaş dinine dönüştürerek hayatınızı mahvedersiniz.
Şu âyetteki rahmet içerikli ama nesnel sunumlu ifadeye
bakar mısınız?
28
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“Baş ınız a gelen herhangi bir mus ibet k endi elleriniz in yaptığı iş ler yüz ündendir; (O,) yine de çoğunu
affeder.” (Şûrâ, 42/30)
Ayetin birinci cümlesi Necm suresi 53/39. ayetiyle yaklaşık aynı muhtevaya sahiptir. Yani “İnsan yaptığının karşılığını bulacaktır. Sizler de musibeti çağrıştıran işler yaptığınız
için felaketi yaşamaktasınız” denmektedir.
Âyette geçen “O, yine de çoğunu affeder.” İfadesi ise,
“Aslında çok daha büyük felaketleri hak ediyorsunuz ama Allah ‘affetmeyi ilke edindiği’(En’am, 6/12) için sizleri bağışlayarak daha büyük felaketleri yaşamanıza gönlü razı olmuyor”
anlamına gelmektedir.
İçine düştüğümüz bu keşmekeşlik girdabından, karışıklık anaforundan, sevgisizlik saygısızlık tufanından, dışlanmışlık
horlanmışlık pozisyonundan, bitmişlik kokuşmuşluk keyfiyetinden sadece dua ile temenni ile çıkamayız. Yola girmeden
yolun biteceğini, işe başlamadan işin kotarılacağını, adım atmadan rahmetin tecelli edeceğini düşünemeyiz. Yan gelip
yattığımız yerden sadece Allah’ın Rahmân ve Rahîm sıfatlarına sığınarak yüzümüzün güleceğini bekleyemeyiz.
Çalışmadan, çabalamadan hiçbir yere varamayız. Allah’ın rahmeti, merhameti, affı, inayeti, in’amı, ihsanı, bereketi çalışanlar içindir... Kur’an’da çalışmak tesbih ifadesiyle
anlatılmaktadır. Nitekim “Evrendek i her varlık , O'nu öve-
rek tes bih eder/çalış arak aldığı vaz ifeyi yürütür, fak at
s iz bu varlık ların tes bihlerini/çalış malarını anlayamaz s ınız .” (İsra, 17/44) buyrulmaktadır.
Varlık âlemindeki dengeye bir bakın, çalışmadan hayatına devam eden bir canlı görebilecek misiniz? Allah her canlının hayatını teminat altına almıştır ama çalışmayı da şart
koşmuştur.
29
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
İnsanların inançları, düşünceleri, yaşantıları nasıl olursa
olsun Allah’ın rahmeti ayırım gözetmeksizin tecelli eder. Yağmurun sadece Müslümanlar üzerine yağdığını, diğer inanışlara mensup insanlardan kendini sakındığını gördünüz mü?
Ya da Müslümanların meyve ağaçlarının daha çok,
Müslüman olmayanların ağaçlarının daha az verdiğini duydunuz mu? Hayır, duyamazsınız çünkü Allah’ın yasalarında
dünya nimetlerinin taksiminde ayırım yoktur. Herkes çalıştığının karşılığını alır. Onun için Allah “İns an için ancak çalış tığının k arş ılığı vardır.” (Necm, 53/39) buyurmaktadır.
Yani insan ne kadar çalışırsa o kadar alacak ve ne için çalışırsa ona kavuşacaktır.
Aslında ayırım âhirette de yoktur. Oradaki hayat buradaki hayatın devamıdır. Öldüğümüz zaman nerede kalmışsak
âhiret hayatı oradan devam edecek. Ne ile gitmiş ve ne götürmüş isek onunla yaşayacağız. Allah, sadece götürdüklerimizi eksiltmeden verecek bize.
Yani hayatın davulu da tokmağı da insanoğlunun kendi
elindedir. O ebedi hayatı için buradan ne götürdüyse onu bulacak, hangi sarayı inşa ettiyse onda yaşayacaktır.
Dua ile temenni ile saray inşa edemeyiz. Sarayı inşa
ederken dua ile sadece gücümüzü artırırız. Yani dua bir takviyedir, çalışmadan kazanma aracı değildir. “İns an için ancak çalış tığının k arş ılığı vardır.” (Necm, 53/39)
Çalışmadan ve irademizi ortaya koymadan sadece dua
ile işleri kotaramayacağımızı bilmeliyiz. 14 asırdır dua ediyoruz, geldiğimiz nokta ortada…
Hidrojenle oksijenin bir araya gelerek suyu oluşturması
gibi, çalışmalarımızı dua ile harmanlayarak başarıyı elde et-
30
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
meye çalışacağız. Yani işlerimizi Allah’a yaptırmaya kalkmayacağız, Allah’ın verdiği irade ve kabiliyetle çalışmalarımızı
yürütürken dua ile Allah’tan destek isteyeceğiz.
“...Ben, erk ek ols un, k adın ols un, içiniz den çalış an hiçbir k ims enin yaptığını boş a çık armayacağım.” (Âl-i İmrân, 3/195) buyrulmaktadır.
Hz. Peygamber, nasıl olsa Allah beni korur diye devesine binip Medine yoluna koyulmamış, ters yöne gidip
Sevr’de üç gün gizlenerek müşrikleri yanıltmıştır. Allah’ın vaadi vardır, nasıl olsa yardım edecek deyip hazırlıksız cepheye
gitmemiş, var gücüyle bütün imkânları seferber etmiştir. Tedbir almadan tevekkül etmek nasıl doğru değilse, sebeplere
başvurmadan Allah’ın yardımını beklemek de doğru değildir.
“Allah’ım bize kardeş olmayı öğret, uhuvvet duygularını geliştir, kardeşçe yaşamamızı sağla!” diye dua ediyoruz.
Hangi hakla? Allah, Kur’an’da kardeş olmanın yollarını göstermiyor mu? Kardeşçe yaşamanın koşullarını anlatmıyor
mu? Mekke ve Medine toplumunun kardeşliğinden örnekler
sunmuyor mu? Asr-ı Saadet Müslümanlarının kardeşliğine
vurgu yapmıyor mu?
Ne bekliyoruz? Allah’ın arabuluculuk edip dargınları
barıştırmasını, aramıza girip musafaha yaptırmasını, omuzlarımızı birbirine çatmasını, kardeşlik bağlarını düğümlemesini,
zenginlerin elindeki malı alıp fakirlere dağıtmasını mı bekliyoruz?
“Allah’ım, İslam’ı ve Müslümanları aziz et, zalimlere fırsat verme, Müslümanlara merhamet et!” diye dua ediyoruz.
Müslümanlar olarak kendimizi aziz edecek bir çalışmaya girmiyorsak, aziz olan dinimizi yaşayarak onun izzetinden faydalanmıyorsak, zalimin zulmüne karşılık veremiyor ve vere-
31
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
cek güce de ulaşmak için çalışmıyorsak -ki zulme isyanı olmayanın Kur’an’a imanı yoktur-, merhameti hak edecek davranışlar sergilemiyorsak yapılan bu duanın karşılık bulmasını
nasıl bekleriz?
“Bu (K ur’an) biz im indirdiğimiz berek et li bir k itaptır. Merhamet edil meniz , ona uymanız a ve k ötülük lerden s ak ınmanız a bağlıdır.” (En’âm, 6/155) Gördü-
nüz mü Allah’ın rahmetini kazanmanın nereden geçtiğini? İnsana merhamet edilmesi, Kur’an’la olan münasebetine ve Allah’a karşı sorumluluk bilincinin oluşmasına bağlanıyor.
Enbiyâ, 21/10’da: “Yemin ols un, s iz e öyle bir K i-
tap gönderdik k i, ş erefiniz , itibarınız (hak ik i manada
ins an olarak yaş amanız ı s ağlayan öğretiler) yalnız ondadır.”
Enfâl, 8/29’da: “Eğer Al lah’a k arş ı gelmek ten s ak ınırs anız ; O, s iz e iyiyi k ötüden ayırt edecek bir anlayış verir ve s iz in k ötül ük leriniz i örter, s iz i bağış lar.”
buyruluyor.
Şimdi niye süründüğümüzü anladınız mı? Ne için sırtımızın yerden kalkmadığının farkında oldunuz mu? Dualarımızın hangi sebepten karşılık bulmadığının şuuruna erdiniz mi?
Aziz olmamız gereken yerde neden zelil olduğumuzu idrak ettiniz mi?
İnsan dünyaya sefil ve esir bir varlık olarak gelmedi. Özgür, şerefli ve onurlu bir varlık olarak geldi. Özgürlük, izzet,
şeref, terakki, refah, saadet gibi özellikler inkârcıların da; sefillik, fakirlik, esaret, yoksulluk, geri kalmışlık gibi özellikler neden Müslümanların? Kur’an, “şerefin, onurun, itibarın” kaynağı iken, Müslümanlar neden bu hasletleri başka yerlerde
arar?
32
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“…Şeref ve iz z et bütünüyle All ah’ın yanında-
dır.” (Nisa, 4/139)
Kur’an; “bir toplumun değişmesi için; düşünce yapısının, duygularının, sosyal dokusunun ve ruh dünyasının değişmesi lazım” diyor: “Herhangi bir toplum, tut umunu de-
ğiş tirmedik çe Al lah o toplumun k onumunu değiş tirmez .” (Ra’d, 13/11) Bu ayetle, insanların sosyal yazgılarının,
yaşam biçimlerinin ve kendilerini denetleyen mekanizmaların
oluşmasında sorumlu olduklarını ifade ediyor.
Biz bu sorumluluğu ne zaman yerine getireceğiz?
Kur’an’dan ilham alarak, kendimizi değiştirmemiz gerekirken,
değişmeyi hangi yüzle ve cüretle Allah’tan bekliyoruz?
Hz. Peygamber’in “Rahmet Peygamberi” olduğunu
söyleyip duruyoruz. Ya biz, neden kardeşlerimize merhamet
etmiyoruz? Elimizin altındaki geçici dünyalıkları niçin onlarla
paylaşmıyoruz?
Allah’ın mülkünde, O’na ait olan ama bize emanet edilen nimetleri hakkı olanlara neden dağıtmıyoruz? Hangi cesaretle kardeşlerimizin hakkına ipotek koyuyoruz? Bir Müslüman olarak egomuzu nasıl tanrılaştırırız? Oysa Allah’ın verdiklerini ne kadar başkalarıyla paylaşırsak o kadar çoğalacaktır, çünkü bu durumda başkalarının rızkını da dairemize almış
oluyoruz. Halkalar çoğalınca haliyle daire de büyüyecektir.
Unutmayalım ki, etrafımızda aç ve yoksul insanlar bulundukça servetimiz, geçici zenginliğimiz bize huzur getirmeye-
33
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
cektir. Hz. Peygamber onun için “Veren el alan elden üstündür” buyuruyor. Malımızı paylaştıkça huzur bulacağız, bölüştükçe bereketini göreceğiz.
Bu arada paylaşmaktan bahsetmişken işi sadece
madde boyutuyla düşünmemek gerekir. İnsanlar sahip oldukları maddi ve manevi nimetleri paylaşmalı. Bilgilerini,
Kur’an’dan aldıkları hayat tarzlarını, manevi ve ahlaki değerlerini, kültürel birikimlerini, mutluluklarını, heyecanlarını da
paylaşmalılar. Nitekim bu fakirin yazdıkları da bu anlamda bir
paylaşmadır.
Sakın sosyal medyada paylaştığınız; “doğum tarihinizi,
doğum yerinizi, annenizin babanızın ve arkadaşlarınızın fotoğraflarını, beğendiğiniz yemekleri, yemek masalarınızı,
oyun eğlence ortamlarınızı, sevdiğinizle diyaloglarınızı, gereksiz ve anlamsız yazışmalarınızı” paylaşmak olarak düşünmeyin.
Sadece zenginliğe odaklanan insanlar hayatlarını korku
içerisinde geçirirler. Zenginlik artıkça -nasıl korunacağı endişesiyle- korku da artar. Zenginlik azaldıkça -aç kalınacağı kaygısıyla- korku daha da artar. Yani her iki durumda da korku
ziyadeleşir... Ama Kur’an’dan beslenerek hakka yönelenler
hayatlarını huzur içerisinde geçirirler. İmanları arttıkça huzur
da artar, imanları azaldıkça huzur da azalır, huzur azaldıkça
Kur’an’a yönelme artar ve böylece her iki durumda da huzur
ziyadeleşir. İşte bunun Kur’an’daki karşılığı:
34
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“Mü’minler, ancak o k ims elerdir k i Allah anıldığı z aman k alpleri ürperir, Allah’ın âyetleri k endilerine ok unduğu z aman imanları artar/k uvvetlenir ve
(her iş lerinde) Rablerine güvenip dayanırlar.” (Enfâl,
8/2)
Bir de bunun tersini düşünelim:
“Arz u ve heves ini tanrı edinen, bilgis i ol duğu
halde (yapt ık ları yüz ünden) Allah’ın ş aş ırtt ığı, k ulağını ve k albini mühürlediği, göz ünü perdel ediği k ims eyi gördün mü? Onu Allah’tan baş k a k im doğru yol a
eriş tirebilir? O halde, hala düş ünmeyecek mis iniz ?”
(Câsiye, 45/23) Bu ayetle, egonun tanrılaştırılmasının ne kadar tehlikeli olduğunu anlamış bulunuyoruz.
Evet, arzusunu, egosunu tanrılaştıranlar gerçeği duyamazlar, hakikati hissedemezler, doğruyu göremezler, sevgiyi
sezemezler; sezemedikleri için egonun karanlık labirentlerinden kurtulamazlar, saygıyı hazmedemezler, güveni kazanamazlar. Onların doğru yola gelmesi ve güzel hasletlere sahip
olması ancak Allah’ın hidâyet kaynağı olan Kur’an’la mümkün olur.
Nefsin istek ve arzularını karşılamaya çalışmak, Güneş’in altında emekleyen küçük bir çocuğun kendi gölgesini
yakalamaya çalışması gibidir. Çocuk hareket ettikçe gölge de
hareket eder ve çocuk pes edinceye kadar gölgenin peşinden
gitmeye devam eder. İşte nefis de böyledir. İstekleri karşılandıkça istemeyi sürdürür ve hayat bu istekleri karşılamakla devam eder gider. Onun için nefislerimizi doyurmaya çalışırken
onurumuzdan, şerefimizden olmayalım, inandığınız değerlerden kopmayalım!
35
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
İlmihal kitaplarındaki İslam’ın Beş Şartı’yla ortaya konan bir Müslümanlık, Kur’ânî bir Müslümanlık olamaz. Allah’a karşı sorumluluk bilincinin egemen olmadığı bir hayat
İslâmî bir hayat değildir. Nitekim “Ey İnananlar! Allah’a
k arş ı s orumluluğunuz un bilincinde olun. O’na (rız as ını k az andıracak faaliyetlerle) daha yak ın olmaya çalış ın ve O’nun yolunda (İs lâmî hayatın egemen olmas ı
için) gayret gös t erin k i k urtuluş a eres iniz .” (Mâide,
5/35) buyrulmaktadır. Bu manada Allah’a yakın olduğumuzu
söyleyebilir miyiz?
El-Bakara Sûresi’nin 2/186. ayetinde: “K ullarım beni
s enden s orarlars a, (bil s inler k i) gerçek ten ben (onlara
çok ) yak ınım. Bana dua edince, dua edenin duas ına
cevap veririm. O halde onlar da benim çağrıma
olumlu k arş ılık vererek bana inans ınlar k i, doğru yolu
bul s unlar.” buyrulmaktadır.
Allah bize yakın olduğunu söylüyor, biz de O’na yakın
mıyız? Bu yakınlığı, davetine olan ilgimize bağlıyor. Ne dersiniz, davetine olumlu karşılık verebiliyor muyuz? En önemlisi,
Allah’a inanıyor muyuz? Ya da ne kadar inanıyoruz? Durun,
hemen celallenmeyin! Bir kısım Müslüman’ın inandığı Allah’la Kur’an’ın tarif ettiği Allah aynı değil de onun için soruyorum. Allah’a inanan ve fakat bu inancın pratik hayata müdahalesine izin vermeyen insanlar ne diye Allah’a inanırlar ve
inandıklarını nasıl söylerler anlamış değilim.
Dikiz aynaları, yola çıkarken geri gitmek için kullanılır.
Kocaman ön cam dururken dikiz aynasıyla yolculuk yapmaya
kalkarsanız kaza yaparsınız. Kur’an, insanın önünü açmak ve
ona yol göstermek için vardır. Onun yerine hurafelerle oluşturduğumuz dikiz aynasıyla yolculuk yapmaya kalkarsak bugün olduğu gibi felaketleri yaşamaya mahkûm olursunuz.
36
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Şimdi başımızı iki elinizin arasına alarak düşünmeliyiz.
Yaşadığımız acıları, ıstırapları, felaketleri, önümüze çıkan engelleri, korkuları, kaygıları kendi yaptıklarımızın yüzünden yaşadığımızı bilmeli ve bunlardan ciddi dersler çıkarmalıyız.
Bundan sonraki hayatımız için bütün bu olumsuzlukları
büyümenin ve tekâmül etmenin bir vesilesi görerek, sözle
Müslümanlığın olamayacağına, bu dinin mutlaka Hz. Peygamberin yaşadığı gibi yaşanması gerektiğine ve buna da
Kur’an’daki temel evrensel ahlâki değerleri hayata koymakla
başlanacağına inanarak geleceğimizle ilgili kararı vermeliyiz.
Kararsızlık ve amaçsızlık en büyük çıkmazdır, başarmanın ve başarılı olmanın önünde aşılmaz çetin bir duvardır. Hayatımızı anlamlı hale getirmek istiyorsak “Ne yapsam, ne yapmasam?” Ya da “nasıl olsa böyle gidiyor” diyerek kararsız kalamayız ve amaçsız olamayız. Hele hele kararsızlığımızı karamsarlığa, amaçsızlığımızı zühde asla dönüştüremeyiz. Dönüştürdüğümüz an hayattan tamamen koparız. Oysa hayat
için varız. Madem hayat bizim için bir şey ifade etmeyecekti
neden hayattayız? Bunu düşünerek hayatı Kur’an’a göre keşfetmeliyiz.
Bu âlemde hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Hiçbir yaratılan da başıboş bırakılmamıştır. Her şey ve herkes bir
amaca hizmet etmektedir. “Siz i boş una yarattığımız ı mı
s anıyors unuz ?” (Muminun, 23/115)
Allah her şeyi bir ölçüye göre ve bir düzen içinde yaratmıştır. Konu ile ilgili olarak Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır:
37
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Biz göğü, yeri ve ik is i aras ında bulunanları boş una yarat madık ...” (Sâd, 38/27); “...Her ş eyi yaratan
ve bir ölçüye göre düz enleyen Allah’tır.” (Furkân, 25/2);
“...Onun k atında her ş ey bir öl çü (mik tar) iledir.”
(Ra’d, 13/8); “Gerçek ten her ş eyi bir ölçüye göre yarat tık .” (Kamer, 54/49)
Boşuna yaratılan hiçbir şey olmadığına ve hiçbir yaratılan da başıboş bırakılmadığına göre, biz de boşuna yaratıldığımızı iddia edemeyiz ve boşuna yaşayamayız. Hele Allah’ın halifesi, Cennetin efendisi olmaya namzet bir varlık olduğumuzu iddia ediyorsak boşlukta asla kalamayız. Arzu ve
heveslerimize, çıkar duygularımıza, menfaat ilişkilerimize, alışageldiğimiz düşünce ve yaşam tarzlarımıza Kur’an’ın dünya
görüşü uymuyor diye onu asla görmezlikten gelemeyiz. Sosyal sorunlarımızın, psikolojik sıkıntılarımızın, ahlâki erozyonlarımızın cevabını ancak Kur’an’da bulabiliriz. Kırılan şevkimizi, kontrol edemediğimiz eğilimlerimizi, tükenmeye yüz tutmuş umutlarımızı ancak vahiyle düzeltebiliriz.
Özetle söylemek gerekirse; girdiğimiz çıkmazdan bizi
kurtaracak olan en aktif kuvvet Kur’an’dır. Kur’an’a ne kadar
değer verirsek o da bize o kadar paye verecektir. Ondaki mesaja değer vermediğimiz müddetçe onun değerli olması bizim
için bir şey ifade etmeyecektir. Onu ne kadar anlar ve yaşarsak o da bizi o kadar anlayacak ve onunla yaşamamızın
önünü o kadar açacaktır. Onu anlamadığımız takdirde onun
anlaşılır olması bizim hayatımıza bir şey katmayacaktır.
38
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Kur’an’ın Önündeki Engeller
Tanımadığınız insanla ortaklık kuramıyorsunuz da, tanışmadığınız ve sadece fotoğrafından gördüğünüz Kur’an’la nasıl hayat
bulacaksınız?
Dünyada en çok değer verildiği ve en çok reklam edildiği
halde hayatlarda en az değer bulan kitap Kur’an’dır...
Kur’an yaşanmak ve hayatı yeniden inşa etmek için
gönderilmiş ilahi bir rehberdir, mesajdır, hidâyet kaynağıdır,
ab-ı hayattır, şifasız dertlerin devasıdır, doktorudur. (İsrâ,
17/82) Genç nesli olgunlaştıran, olgun nesli genç tutan, kadına iffet, erkeğe vakar kazandıran, kalpleri aydınlatan, insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkaran (İbrâhîm, 14/1); dengesini kaybedenleri ayakta tutan (Hadîd, 57/25); potansiyel insanı, hakiki insan olmakla şereflendiren (Enbiyâ, 21/10) ilahi
bir kitaptır.
Kur’an’ın tek iniş sebebi ve muhatabı vardır, o da insandır. İnsan Kur’an için yaşamaz, Kur’an insanın yaşamına
ışık tutar, onun önünü açar ve ona yol gösterir. O, yaratılış
amacına uygun bir hayatı gerçekleştirecek olan insanın tasavvurunu ve şahsiyetini inşa eder, ona bir kimlik kazandırır,
onun insanca yaşamasını sağlar.
Bu yönüyle denebilir ki Kur’an, insan için en az yemek
içmek kadar önemlidir. Yemeden içmeden yaşam nasıl olmuyorsa Allah’ın Kelâmı olmadan da hayat anlamlı olamaz.
Hayatı anlamlı kılmak, huzurlu ve güvenli bir dünyada
yaşamak istiyorsak Kur’an’la tanışmalıyız, kaynaşmalıyız,
dertleşmeliyiz, bir araya gelerek hasbıhal etmeliyiz. Bu bir
39
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
araya geliş onun sayfasıyla, kapağıyla, lafzıyla yani Mushaf’ıyla değil, anlamıyla, öğretileriyle olmalıdır.
Kur’an’ı anlamanın önündeki engelleri tespit etmek ve
bu engellerin ortadan kaldırılması için gayret içerisinde olmak
öncelikle Müslümanların vazifesidir. “K ur'an'ı (ok uyup
onunla yaş amayı) s ana farz k ılan Allah, ş üphes iz s eni
dönülecek bir yere döndürecek tir.” (Kasas, 28/85).
Kur’an her ne kadar bütün insanlara hitap ediyor olsa da,
onun insanların hayatına girmesinden birinci derecede sorumlu, ona inanan ve onu yaşamakla yükümlü olan Müslümanlardır.
Kur’an’ı anlamanın ve öğretilerinin pratik hayatta karşılık bulmasının önünde onlarca engel var. Ben burada sadece birkaç tanesini işlemeye çalışacağım.
Kur’an’ı Tanıyamamak
Ve Gönderilme Amacını Kavrayamamak
Dünyada en çok basılan, en çok okunan ve fakat en az anlaşılan kitap Kur’an’dır...
Kur’an, Âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından (Hâkka,
69/43), vahiy yoluyla (Yûnus, 10/2), Arapça olarak (Yûsuf,
12/2), peyderpey, ağır ağır (Furkân, 25/32), Hazreti Peygamber’e indirilen (Şuarâ, 26/194), Allah sözü olduğunda şüphe
olmayan (el-Bakara, 2/2), kendisinde hiçbir eğrilik, tutarsızlık
ve tezat bulunmayan (Kehf, 18/1), nesilden nesile bugüne kadar tevâtür yoluyla gelen, 6.236 âyet ve 114 sûreden oluşan
mucize bir kelâmdır.
40
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Bu tanımlama doğru ama Kur’an’ı tanımak için yeterli
değildir.
Kur’an’ın ana konusu Allah’tır ve insandır. Kur’an, Allah’ı tanıtır ve insanın insanca yaşaması için onu eğitir, terbiye
eder. Bunun için temel evrensel ahlâki değerleri ve hakları
içerir. İnsanın, Yaratıcısına, kendisine, çevresine ve diğer varlıklara karşı sorumluluklarını bildirir. Toplu olarak yaşamak
zorunda olan insanın sosyal, ekonomik, ahlâki, idari ve hukuki ilişkileriyle ilgili temel kurallar koyar.
Bütün bu değerlerin hayat bulması için Kur’an, olması
gerektiği gibi okunmalı, anlaşılmalı, tanınmalı, kavranmalı ve
onunla kapsamlı ve dakik bir yakınlık kurulmalıdır.
Üzülerek itiraf edeyim ki; dünyada en çok basılan, en
çok okunan ve fakat en az anlaşılan kitap Kur’an’dır. Yine
dünyada en çok değer verildiği ve en çok reklam edildiği
halde hayatlarda en az değer bulan kitap Kur’an’dır...
Müslümanlar asırlarca Kur’an’ın Mushaf’ıyla yaşıyor,
ona saygı duyuyor, onun için canını veriyor, onu lafzından
okumayı bir ibadet olarak düşünüyor ama onunla tanışmayı,
dertleşmeyi, kucaklaşmayı, anlaşmayı, istikamet bulmayı bir
türlü düşünmüyor. Yani ortaklık kuracağı kişinin kendisiyle
değil de sadece fotoğrafıyla iş kurmaya çalışıyor.
Oysa mimarın fotoğrafına proje çizdiremezsiniz, aşçının
fotoğrafına yemek yaptıramazsınız, öğretmenin fotoğrafına
ders okutturamazsınız, öğrencinin fotoğrafına ders anlatamazsınız... Bu insanlardan istifade edecekseniz bizzat kendileriyle
muhatap olacaksınız.
Filmini izlediğiniz ya da resmini gördüğünüz yere gitmeden orada yaşayamazsınız. Arabanın maketiyle yolculuk
41
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
yapamazsınız. Evin maketinde hayat sürdüremezsiniz. Bunların gerçekleriyle yüzleşmelisiniz.
Kur’an’a gösterilecek en büyük saygı, onu iyi tanımak,
doğru anlamak ve daha fazla insanın tanımasına ve anlamasına yardımcı olmak, onu hayatta etkin kılmak ve bu yolları
kolaylaştırmak için gayret içinde olmaktır.
“Bu (K ur’an), bütün ins anlara (yönelik ) bir açık lamadır ve Allah’a k arş ı s oruml uluk bilinc iyle yaş amak is teyenler için bir rehberdir ve bir öğüttür.” (A.
İmran, 3/138)
Ayetten anlaşılıyor ki; Kur’an, muhatabının doğru yoldan gitmesi ve Yaratıcısına karşı sorumluluk bilinciyle yaşaması için ona kılavuzluk etmek istiyor. Ama bunun gerçekleşmesi için her iki tarafın birbirini tanıması, anlaması ve kabul
etmesi gerekiyor.
Öyle ya, muhatabının hayatına müdahale etmek için
gönderilen bir kitap, anlaşılmadan nasıl etkileyici olacak?
Kavranmadan davranışlara nasıl sirayet edecek? Kalplere yerleşmeden, eylemlere hangi yolla çekidüzen verecek?
“İş te s iz e Allah’tan (dünyanız ı aydınlatacak ) bir
nur ve (çık maz dan k urtaracak ) apaçık bir k itap
(K ur’an) gelmiş tir. All ah, onunla rız as ı peş inde olanları s elâmet yollarına götürür ve onları iz niyle, k aranlık lardan aydınlığa çık arıp k endilerini dos doğru bir
yola iletir.” (Mâide, 5/15-16)
Birinci ayetteki “Kur’an sayesinde Allah’ın rızasını gözetenlerin kurtuluşa ermesi” tanımlaması, insanın hem maddi
hem de manevi her türlü kötülükten emin olması ve iç huzuru
yakalaması demektir. Yunus Suresi’nin 57. ayetinde de ifade
42
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
edildiği gibi Kur’an, insan için genel anlamıyla bir “şifa” kaynağıdır yani insanın selamet ve saadeti için etkin bir hazinedir.
Ayette geçen “Selam” terimi “Kurtuluş” olarak Türkçeye çevrilse de aslında “Kurtuluş” kelimesi “Selam” kelimesinin tam anlamını yeterli biçimde yansıtmaz. Selam; güven,
huzur, selamet, sağlık, barış, rahatlık, iyi netice, kurtuluş gibi
manaları ihtiva eden zengin bir kelimedir.
Kur’an sayesinde selamet yollarına insanın iletilmesi,
kalbinde ve zihninde Kur’an’ı barındıran insanın, nesneleri,
hadiseleri ve kişileri doğru yorumlaması ve kâinat kitabını
doğru okuması demektir. Kâinat kitabını doğru okuyan ve hayatını Kur’an’a göre programlayan insanın önünün açık olması demektir.
İnsanı selamet ve esenlik yollarına ulaştıran yegâne kitap Kur’an’dır. Hz. Peygamber onunla insanları irşat ve ıslah
etmiştir. Kur’an’ın zifiri karanlık olarak nitelediği Bedevi Arap
zihniyetini bütünüyle ortadan Onunla kaldırmıştır. Onun yerine binlerce eser okusanız, on binlerce söz dinleseniz aynı
faydayı temin edemezsiniz. Kur’an’da vâzedilen manevi,
ahlâkî ve toplumsal vecibelerin insana kazandıracağı değerleri
başka hiçbir kaynaktan sağlayamazsınız.
Güneş yerine mum ışığıyla aydınlanmaya kalkarsak küçük bir yel ışığımızı götürür ve bugün olduğu gibi karanlıkta
kalırız. Mum ışığını kullanacağınız yerler de mutlaka olacaktır
ama Güneş ışığı olmadan karanlıklar aydınlığa dönüşemez.
Saadet Asrını “Saadet Asrı” yapan ve insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran Kur’an olmuştur. Bunu unutmamalıyız!
Yarattığı ve yönettiği büyük kozmik düzen içinde her
şeye belli bir mahiyet, belli bir fonksiyon veren Allah, insanın
işlevinin ne olduğunu, hayat tarzının nasıl olması gerektiğini,
ne ile mutlu, ne ile bedbaht olacağını, önünü nasıl göreceğini,
43
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
ne ile aydınlanacağını hiç şüphesiz insandan daha iyi bilmektedir. Onun için Kitabını da o derinlikte göndermiştir.
Kur’an, bir edebiyat kitabı olarak gelmedi, “Hayat Kitabı” olarak geldi. O, bir düşünce olarak değil, hayat tarzı olarak hayatımızın için girdi. Tanımadığımız ve kavrayamadığımız bir kitapla hayat tarzımızı değiştiremeyiz. Gönül vermediğimiz, teslim olmadığımız, benimsemediğimiz, içselleştirmediğimiz bir mesajla mutlu olamayız.
Kur’an bir hidâyet rehberidir. Hiçbir şey bize Kur’an kadar rehberlik edemez ve yol gösteremez. Bunu bir slogan olarak söylemiyorum. Kur’an’la tanıştıktan sonra bunun bir realite olduğunu anlayacaksınız. Ama bu tanışma gerçek bir tanışma olmalı, geçici bir gönül ilişkisi olmamalı.
İşleriniz ters gidiyor, danışmanınız size kurs veriyor ve
kurstan öğrendiklerinizi not defterine kaydediyorsunuz. Sorarım size: Öğrendiklerinizi not defterine kaydetmeniz işlerinizin
düzelmesi için yeterli olur mu?
İşlerinizin yola girmesi, aldığınız notların hayata geçirilmesine bağlıdır. Eğer notlar gerçekçi ise, siz de bunları uyguluyorsanız sıkıntı yok ama nasıl olsa defterde yazılıdır diyerek
yaşamınıza kaldığınız yerden devam ediyorsanız işleriniz her
geçen gün daha da kötüye gidecektir.
İnsanın bir çıkmazda olduğu, inançlarındaki ve ahlâki
gelişmelerindeki mükemmellik unsurunun tarihi süreç içinde
giderek azaldığı ve böylece hiçbir şeyle mutlu olamadığı ve
huzursuzluğunu giderecek bir kaynak bulamadığı acı bir gerçek. İşte bu acı gerçeğin ortadan kalkması ve insanın karanlıktan aydınlığa çıkması Kur’an’ın anlaşılması sayesinde olacaktır. Ancak Kur’an’da yazılanların doğru olması, huzur ve
mutluluğu getirecek nitelikte olması, eğer onun prensiplerini
hayatımıza taşımıyorsak bir anlam ifade etmeyecektir.
44
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Dolayısıyla, toplumsal hayatımızda, düşünce dünyamızda, dini ve manevi yaşamımızda meydana gelen tehlikeleri, hataları, depresyonları, sapmışlığı, tahammül edilemez
çöküşü, mutsuzluğu ve uyumsuzluğu gidermek ve onların yerine bütün güzellikleri ihtiva eden selameti getirmek istiyorsak
Kur’an’ı tanımalıyız; tanıdığımızı iddia ediyorsak onunla yaşamalıyız ve onun gönderilme amacını kavrayarak onu “Hayat Kitabı” yapmalıyız.
Lafız Tekrarını İbadet Olarak Görmek
Müslümanlar, lafzından okuyarak Kur’an’ı sevap kaynağı
olarak kullanmak istiyor. Oysaki onun geliş amacı, anlaşılarak ve
yaşanarak hayatı sevaba dönüştürmektir.
Bugün insanın Kur’an’la olan münasebetine baktığımız
zaman, Kur’an’ın esbab-ı nüzulündeki hikmeti anlamakta zorlanıyoruz. Çünkü Kur’an, kendisiyle amel edilsin diye indirilmişken insanlar onu okumak, anlamak ve onunla yaşamak
yerine onun sadece lafzını tilavet etmekle sevap kazanmaya
ya da ölenlere arkalarından okuyarak onları kurtarmaya çalışıyor.
Anlamını bilmeden Kur’an okumak sadece lafız tekrarıdır. Buna telaffuz denir. Oysaki Kur’an; kendisini okumanın
tedebbür olmasını yani iyice düşünülerek anlaşılmasını öneriyor. “Onlar K ur’an’ı hâlâ gereği gibi düş ünerek ok umayacak lar mı?” (Nisa, 4/82) ayeti bu isteği dile getirmektedir.
45
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Müslümanlar, lafzından okuyarak Kur’an’ı sevap kaynağı olarak kullanmak istiyor. Oysaki onun geliş amacı, anlaşılarak ve yaşanarak hayatın tamamını sevaba dönüştürmektir. O, yaşanmak için okunmalıdır. Kur’an’la yaşadığımız takdirde hayatımız zaten sevaba dönüşecektir.
Kur’an’ı lafzından tilavet etmek elbette ki güzeldir. Ama
bu alışkanlık, Kur’an’ın anlamından insanları koparıyor. İslam
ülkeleri arasında Arapça konuşanların sayısı oldukça azdır.
Bu ülkelerde Kur’an genelde sadece lafzından okunuyor ve
bu da en faziletli ibadet olarak değerlendiriliyor.
Bir de Kur’an’ı lafzından okumak için onlarca kural konuyor ve insanlar bu kuralları kavramak için aylarca hatta yıllarca çalışıyor. Tecvid kaideleri diye adlandırılan kurallar kavrandıktan sonra tashihi hurufa (harfleri doğru okuma/çıkarma) ve talime geçiliyor. Daha sonra kıraat ilmi başlıyor.
Kur’an kelimelerinin râvilerine nispet edilmek suretiyle nasıl
okunacağı öğreniliyor. Ayrıca kıraat imamlarından her birinin
tercih ettiği okuyuşlar için de kıraat çalışmaları yapılıyor.
Oysa Kur’an’ın geliş amacı; insanların lafzını tilavet etmesi değil, onların hayatına istikamet vermesidir. Zira Kur’an,
kendini bir öğüt ve nasihat kitabı olarak tanıtır ve insanların
kendisinden öğüt almasını ve alınan öğütlere göre hayatlarını
düzene koymasını ister.
38/1)
“Sâd. O öğüt dolu Kur'an'a Andolsun.” (Sâd,
“Sen Kur’an’la öğüt ver!” (Kaf, 50/45)
“Muhakkak ki bu (Kur'an) senin ve halkın için
bir öğüttür. Zamanı gelince hepiniz (ondan) hesaba
çekileceksiniz.” (Zuhruf, 43/44)
46
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Düşünün; Allah Kur’an’ı Türk bir peygambere ve
onunla beraber yaşayan Türk bir topluma Türkçe olarak göndermiş olsaydı ki bu mümkündü. Çünkü bilinen diğer ilahi
kitapların hiçbiri Arapça değildi, hangi topluma gelmişlerse o
toplumun dili ile gelmişlerdi. Bu durumda biz yine ayetlerin
talimi, tecvidi, tashihi hurufu ve kıraati üzerinde duracak mıydık?
Mesela: “Ey inananlar! Allah'a kendinizi tam
olarak teslim edin ve şeytanın ardından gitmeyin, zira
o sizin apaçık düşmanınızdır.” (A.İmran, 3/208) ayetini
okurken; “Ya” harfının yerine gelen “Ey” deki “e”yi dört elif
miktarı çekeceksiniz, “inananlar”ın sonundaki “r”yı kalın okuyacaksınız, “kendinizi” deki “n” ile “d”yi ihfa yaparak genizden bir ses getireceksiniz vs… Yoksa bu ayetin mesajını alarak
hayatımıza çeki düzen mi verecektik?
Yine başka dilde konuşan insanlar, Kur’an’ın Türkçe
metinlerini; bu metinlerin tilavetini, tecvidini, talimini ve makamını mı öğrenecekti? Onlar da şu anda bizim yaptığımız
gibi Kur’an’ın Türkçe metinleriyle sevap kazanmaya mı çalışacaktı? Yoksa kendi dillerine çevirerek Allah’ın kendilerinden
ne istediğini ve nasıl yaşamayı önerdiğini mi düşünecekti?
Ya da Allah tarafından gönderilen Türkçe metni mesela; “Ey inananlar! Derin bir duyarlılıkla Allah'a karşı
sorumluluk bilinciyle yaşayın ve O'na kendinizi yürekten teslim etmeden (hakiki Müslüman olmadan)
ölümün sizi alt etmesine izin vermeyin!” (A.İmran,
3/102) şeklinde mezarlıkta okuyarak orada cesetleri bulunan
insanların rahat yaşamalarına yardımcı mı olacaktı?
47
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Biz onu (K ur’an’ı) s enin dilinle k olaylaş t ırdık
k i düş ünüp öğüt als ınl ar.” (Duhân, 44/58)
Anlaşılmayan bir şey nasıl öğüt olur? Allah, Tevrat’taki
hükümleri Kur’an’da tekrar inzal buyururken ve Hz. Musa’nın
hadislerini aktarırken onların dilini Arapçaya çevirerek aktarıyor. İncil’deki direktiflerini ve Hz. İsa’nın hadislerini naklederken yine Arapçayı kullanıyor. Çünkü vahyin birinci muhataplarının dili Arapçadır. Arapça konuşan bir topluma Türkçe ya
da başka bir dille kitap gönderemezsiniz.
Bu durumda biz Kur’an’ı neden kendi dilimizle okuyup
anlamaya çalışmıyoruz? Kur’an’ı okumaktan maksat, onu anlamaktır, yaşamaktır. Kur’an’da okumak anlamında geçen
kelimelerin tamamı Arapça konuşan toplum için kullanılmıştır. Biz Arapça konuşmadığımıza göre onu Türkçeye ya da konuştuğumuz dile çevirerek okumalıyız. Böyle olursa bu kelimelere ve bu kelimelerin oluşturduğu cümlelere muhatap olmuş oluruz.
İslam Dininin temel kaynağı olan Kur’an’ın gelişindeki
asıl amacı gözardı eden ya da gölgede bırakmak isteyen bazı
kendini bilmezler, dil taassubuna dayalı yaklaşımlar ortaya
koyarak bu değerler üzerinden etkili olmaya çalışıyorlar. Oysa
bütün diller değerlidir. Hiçbir dilin bir başka dile üstünlüğü söz
konusu olamaz. Hele “Allah’ın Dili”, “Cennetin Dili” gibi ifadeler son derece yanlıştır ve tehlikelidir.
“Allah, Âdem’e (ins anoğluna) bütün is iml eri
(dilleri) öğretti.” (el-Bakara, 2/31), “Gök lerin ve yerin
yaratılış ı ile dilleriniz in ve renk leriniz in fark lılığı da
O’nun (k udretinin) del illerindendir. Bilgi s ahibi olanlar için bunda da ibretl er vardır.” (Rûm, 30/22)
48
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Ayetlerde görüldüğü gibi, dillerin farklı olması tamamen Allah’ın takdirinde olan bir şeydir. Bunların birini bir diğerinden üstün görmek Allah’a saygısızlık olur.
“Biz , her peygamberi k endi milletinin diliyle
gönderdik k i onlara (Allah’ın buyruk larını) iyice anlats ın.” (İbrâhîm, 14/4)
“Biz , Al lah’a k arş ı gelmek ten s ak ınanları
K ur’an ile müjdeleyes in, inat eden bir topl uluğu da
uyaras ın diye, onu s enin dilinle (indirip) k olaylaş tırdık .” (Meryem, 19/97)
Bu ayetlerden de anlaşılıyor ki, Kur’an mutlaka konuştuğumuz dille okunmalıdır. Onun bize v ermek istediklerini
başka türlü anlama imkânımız olmadığına göre, onu kendi dilimize çevirmek ya da çevrilmiş mealinden okumak zorundayız.
Küreselleşmenin dünyayı nasıl bir köye dönüştürdüğünü, gündelik yaşamımızı nasıl etkilediğini, insanların hayatlarına nasıl nüfuz ettiğini çok iyi gözlemleyebiliyoruz. Hayat
standartları ve tüketim alışkanlıkları farklı olsa da insanlar bu
köyün şartlarına göre hayatlarını düzene sokarak birbirleri ile
kültürel, iktisadi, ticari ve daha birçok farklı alanlarda irtibat
kurmak zorundalar. Bu bağlantının sağlanması için dil en
önemli unsurdur. Dil olmadan ne ticaret yapabilirsiniz, ne de
insanlarla sosyal ve kültürel anlamda anlaşmalar gerçekleştirebilirsiniz. Ticari anlaşmalarda bilmediğiniz bir dil kullanılıyorsa ya o dili öğreneceksiniz ya da tercüman çalıştıracaksınız.
Sorarım size: Allah’ın Kitabı’nın dilini öğrenmek için bir
uğraşımız var mı? Yok... Peki, meali hazırlanmış bir
Kur’an’dan ilahi mesajları anlamak gibi bir gayretimiz var mı?
49
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
O da yok... Anlamadığımız ticari evrakların fotokopisine bakarak, onlara çokça göz gezdirerek onlarla bir iş yapabiliyor
muyuz? Hayır... O halde anlamadığımız Kur’an’ın kâğıda dökülmüş kopyalarına bakarak ya da orada yazılanların lafız tekrarını yaparak hayatımıza nasıl çekidüzen vereceğiz? Bozulan
fıtratımızı nasıl düzelteceğiz?
“Bunlar K ur’an’ın anlamını inceden inceye düş ünmüyorl ar mı? Yok s a onların k alpleri üz erinde k ilitler mi var?” (Muhammed, 47/24)
Anlamadığımız Kur’an’ın öğütleri üzerinde inceden inceye nasıl tefekkür edeceğiz? Bu ayetin bize geldiğini ve buna
mutlaka cevap vermemiz gerektiğini biliyor muyuz? Cevap
vermek istersek -ki vermek zorundayız- nasıl cevap vereceğiz?
“Kalplerimizin üzerinde kilitler var!” mı diyeceğiz?
“Andol s un k i biz , K ur’an’ı düş ünüp öğüt almak
için k olayl aş tırdık . Var mı düş ünüp öğüt alan?” (Ka-
mer, 54/17, 22, 32, 40) Aynı surede bu ayet, ehemmiyetine
binaen dört defa kayıt altına alınmıştır. Burada kolaylaştırılan
Kur’an’ın evrensel mesajıdır. Esas olan bu mesajın anlaşılarak
hayata geçirilmesidir... Sadece lafzını okumak gerekseydi
Kur’an bir anda tamamlanmış olarak inerdi. Ama o, hayatın
bütün safhalarında etkisini göstererek tutarlı ve uyumlu bir şekilde sorunlara çözüm getire getire, imanı kalplere yerleştire
yerleştire tedrici bir metotla inmiştir.
“İş te bugün s iz in dininiz i k emâle erdirdim ve
üz eriniz dek i nimetimi tamamladım. Siz in için din
olarak İs lâm’ı beğendim/s eçtim.” (Mâide, 5/3) Burada
tamamlanan Dindir ve o, Kur’an’la tamamlanmıştır. Anlaşılmayan bir kitabın tamamladığı din de anlaşılamaz. Dinin anlaşılması, kitabının anlaşılmasına bağlıdır. Dinimizi neden yaşayamadığımızı şimdi daha iyi anlıyoruz değil mi? Kur’an’ı ne
50
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
zaman anlarsak, işte o zaman dinimizi de anlamış olacağız.
Ve görün o zaman mütedeyyin (dindar) insan nasıl oluyor?
Görün o zaman İslam dünyasının yüzü nasıl gülüyor? Görün
o zaman İslam’a önyargı ile yaklaşanlar nasıl saygı duyuyor?
“Biz , O Peygambere ş iir öğretmedik . Bu, ona yaraş maz da. O, ancak bir öğüt ve apaçık bir
K ur’an’dır.” (Yâsîn, 36/69) Burada, anlamını bilmeden
Kur’an’ı şiir gibi okumanın doğru olmayacağına ve tekrar tekrar zikredilen “öğüt almanın” ehemmiyetine vurgu yapılıyor.
Kur’an’ı Ölülere Okumak
Doktorun verdiği ilacın ölen hastaya bir faydası olmuyor da,
dirilere gönderilen bir kitabın ölülere nasıl bir faydası olabilir?
Madem “Yâsîn” Kur’an’ın kalbidir neden hayatta olanlar için
değil de ölenler için kullanılıyor? Ölen bir insana nakledilen kalbin
onu canlandırdığını gördünüz mü?
Hayatında Kur’an olmayanı, öldükten sonra Kur’an’la kurtaramazsınız!
Kur’an’ı ölülere okunan bir kitap haline getirmek de
Kur’an’ın önünde ciddi bir engeldir. Ölülere Kur’an okumanın bir zararı elbette ki yok, ama bu alışkanlık Kur’an’ı asıl
hüviyetinden kopararak, ölülere okunan bir kitap haline getiriyor. Oysa onun amacı dirilere okunarak onların hayatını düzene sokmaktır. Nitekim “Hayatta ol anları uyarmak için
biz o K ur’an’ı indirdik .” (Yâsîn, 36/70) buyrulmaktadır.
Kabir Âlemi ve Cenaze bahsinde de bu konuyu geniş
şekilde işledim ama burada Kur’an’ı anlamanın önündeki engeller arasında yer aldığı için kısa da olsa bir durum değerlendirmesi yapmak istiyorum.
51
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Dikkat ettiyseniz, ölülere en çok okunan Yâsîn Sûresi
“bu Kitap, hayatta olanları uyarmak için gelmiştir” ayetinin
bulunduğu suredir. Üstelik bu surenin Kur’an’ın Kalbi olduğu
iddia ediliyor. Madem “Yâsîn” Kur’an’ın Kalbidir neden hayat bulmak için kullanılmıyor? Hayatta olanlar için kullanılması gereken kalp, neden ölenler için kullanılıyor? Ölen bir
insana nakledilen kalbin onu canlandırdığını gördünüz mü?
Aşağıda sıralamaya çalışacağım ayetlere bir bakalım;
bu ayetlerle ölen ve geri gelme imkânı da olmayan bir insanın
nasıl ilişkisi kurulabilir? Hayatta olan insanlara okunması gereken bu ayetlerin ölen insana okunmasının ayetlere bir saygısızlık olabileceğini hiç düşündük mü?
“Hak k ında bilgin olmayan ş eyin ardına düş me.”
(İsrâ, 17/36) Hayatta olmayan insan neyin ardına düşebilir
ki? Bu ayeti hayatta iken ona okusaydık da gereksiz şeylerin
arkasına takılarak hayatını mahvedeceğine, Kur’an’ın arkasına takılsaydı da hayatını kurtarsaydı ya!
“Yeryüz ünde böbürlenerek yürüme; ç ünk ü s en
ne yeri yarabilirs in, ne dağlara boyca ulaş abilirs in.”
(İsrâ, 17/37) Ölmüş bir insanın böbürlenerek yürümesi düşünülebilir mi? Ömrünü böbürlenerek geçiren, ona buna caka
satan, fiyaka atan bir insana öldükten sonra böyle bir nasihatte bulunmanın nasıl bir faydası olabilir?
“Eğer s iz , yas ak landığınız büyük günahlardan
s ak ınırs anız , diğer k us urlarınız ı örter, s iz i güz el bir
mak ama k oyarız .” (Nisâ 4/31) Ölen insan, hayatta iken sa-
kınması gereken büyük günahlardan sakınmamış ise arkasından bunu okumakla kusurlarının örtünmesini nasıl sağlarız?
Onu büyük günahlara karşı nasıl koruma altına alabiliriz? Günah işleyerek süfli bir makamda ise onun makamını bu ayetle
nasıl yükseltebiliriz?
52
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“K ötü ş eyl erin birç oğu hoş una gits e bile k öt ü ve
çirk in olan ş eyler ile iyi ve güz el olan ş eyler bir olmaz .
O halde, ey derin k avrayış s ahipl eri! Allah’a k arş ı s orumluluk bilinciyle yaş ayın k i mutluluğa eres iniz .”
(Mâide, 5/100) Cesedini mezara koyduğunuz kişi kötü şeylerden nasıl hoşlanabilir? İyiyi ve güzeli birbirinden nasıl ayırabilir? Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşamamış bir insan
bundan sonra nasıl Allah’a yaklaşabilir? Arkasından okuyacağımız bu ayetlerle ölen kişiyi Allah’a nasıl yaklaştırabiliriz?
“Zinâya yak laş mayın! (Ona z emin oluş t uracak
davranış lardan uz ak durun!) Çünk ü o, s on derece çirk in bir iş tir ve çok k öt ü bir yol dur.” (İsrâ, 17/32) Ölünün
zinaya yaklaşması zaten düşünülemez. Hayatta olan insanlara
vermemiz gereken bu öğüdü ölüye vermenin nasıl bir karşılığı
olabilir?
“Ölülere Kur’an okumayacağız da ne yapacağız?” diye
soruyorlar: Peki; “Ölülere neden yemek vermiyorsunuz?”
diye soruyorum. “Çünkü onlar ölmüştür” diyorlar. O halde
Kur’an’daki emirleri nasıl yerine getirecekler? Getiremezler…
Öyle ise ölenlere neden emir veriyoruz? Dünyadan gitmiş insanlara Kur’an’dan emir vermemiz Allah’ın mesajına saygısızlık olmaz mı?
Mezarlıklarda yemek servisi yapan birileri gördünüz
mü? Göremezsiniz. Çünkü ölen insanlara yemek servisi yapılmaz. Böyle bir şey yapmaya kalksanız, deli diye tımarhaneye
tıkarlar sizi. Durum böyle iken, yaşayan insanlara doğru yaşamaları için gelen Kur’an’ı ölülere hangi maksatla servis yapıyoruz?
Hz. Peygamberin zamanı da dâhil, tarihin hiçbir döneminde İlahi kitaplar ölülere okunmamıştır. Sadece günümüz
Müslümanının adet haline getirdiği Allah’ın kitabını ölülere
53
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
okumak geleneği, “Hayat Kitabı” olarak gönderilen Kur’an’ı
geliş amacının dışına taşıyarak ölü kitabına dönüştürmüştür.
Doktorun verdiği ilacın ölen hastaya bir faydası olmuyor da,
dirilere gönderilen bir kitabın ölülere nasıl bir faydası olabilir?
Ölen kardeşine herhangi bir kitaptan hikâye okumuyorsun da Allah’ın kitabından neden okuyorsun? Allah’ın kitabındaki hikâyeler insanın yazdığı hikâyelerden daha mı değersizdir?
Peki; cenazelerde Kur’an okumayalım mı? Elbette ki
okuyalım ama ölenlere değil, cenazeye gelenlere okuyalım.
Hem de anlayacağımız dilden okuyalım ki ölmeden önce
Kur’an’la hayat bulalım. Çünkü Kur’an bize hitap ediyor, ölen
kardeşlerimize değil. Onlar zaten istese de okunanları anlayamaz ve yaşayamazlar.
Diyeceksiniz ki: Biz okunan ayetlerin sevabını gönderiyoruz. Tamam da, yukarıda da ifade ettiğim gibi, Kur’an ölülere okunarak sevap kazandırsın diye gönderilmedi ki. O dirilerin hayatını inşa etmek ve onları doğru yolda tutmak için
gönderildi. Kur’an’ın anlattığına göre; ölüler için yapabileceğimiz tek şey onların bağışlanması için Allah’tan af dilemektir.
Kur’an’a Bütüncül Değil
Parçacı Anlayışla Yaklaşmak
Kur’an bir bütün olarak Dinin kaynağıdır. Bu bütünü parçalara ayırarak Dini öğrenmeye kalkarsak bir sürü dinle karşılaşırız!
54
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Kur’an, her ne kadar ayetlerden, surelerden oluşsa da
anlam bakımından birbirini tamamlar niteliktedir. Onun için
Kur’an’dan parçacı bir yaklaşımla değil bütüncül bir anlayışla,
kendi sistematiği içinde istifade etmek gerekir. Çünkü Kur’an,
bir bütün olarak kendine özgü bir anlama sahiptir.
Bir, iki ya da birkaç kelimeden oluşan ayetleri diğer
ayetlerle bağlantı kurmadan, siyak-sibakına (öncesine-sonrasına) bakmadan ve Kur’an’ın genel anlam örgüsü içinde değerlendirme yapmadan sadece kendi konumlarıyla anlayamayız. Bu bakımdan okuduklarımızı anlamaya çalışırken öncelikle ayetleri metin bütünlüğü içinde tevhidî bir yaklaşımla,
Kur’an’ın bizde oluşturduğu bütüncül anlayışın süzgecinden
geçirirsek sağlıklı bir sonuç elde ederiz.
Kur’an’ın; temel evrensel ahlâki değerleri, davranış kurallarını, insanın önünü açacak ilahi öğretileri ihtiva eden bir
mesaj olduğu konusunda kimsenin şüphesi yoktur. Bu değerler, mesajın bütününe dağılmıştır. Kur’an’dan hakkıyla istifade etmek, muhtelif surelere dağılmış olan ayetleri birlikte
okumakla gerçekleşir.
Sadece bir ayeti ele alarak ilgili konu hakkında yorum
getirmek Kur’an’ın onayladığı bir durum değildir. Ayetlerin
anlam bütünlüğünü Kur’an’ın değişik pasajlarında aramak ve
birlikte okumak, varlıkları ve hadiseleri anlatan ayetleri birbiriyle girift bir mana örgüsü içinde değerlendirmek bir zorunluluktur. Nitekim tefsir çalışmaları da bu zorunluluğun bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır.
“Biz s ana da bu uyarıcı k itabı indirdik k i, ins anlara baş ından beri indirilen mes ajın as lını olanca
açık lığıyla ulaş tıras ın. Olur k i iyice düş ünürler!”
(Nahl, 16/44)
55
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Ayette geçen “Başından beri indirilen mesajın” ifadesi,
Kur’an’ın bütünüyle bir anda inmediği ve olayları hedef alarak, hayatı kuşatarak, parça parça tedrici bir keyfiyete dayalı
olarak indiği anlamına gelmektedir. Ve bu kitap yine kendi
içindeki ayetlerle anlaşılır hale gelmektedir. “Uyarıcı kitabı indirdik” ifadesi ise, ahlâki değer ve ilkelerin zamana ve şartlara
bağlı tüm değişmelerden bağımsız ve dolayısıyla mutlak ve
sürekli olduklarını anlatmaktadır.
Her ne kadar Kur’an kendi kendini tefsir ediyor ve anlaşılır kılıyorsa da, ayetlerin bağlantılarını kurmak, bir ayette
açıklanmayan bir kelimenin, başka bir ayette ya da surede
açıklandığını görmek ya da bir ayetle anlaşılmayan bir meselenin başka bir ayetle veya ayetlerle anlaşılmasını sağlamak
ciddi bir çalışma gerektirir. Mesela insanları uyarmaya matuf
azap tasvirlerinin amacına ve mecâzi niteliğine bakmadan, diğer azap ayetleriyle ilişkilendirmeden bir değerlendirme yapacak olursak, sanki insan azap görmek için yaratılmış gibi yanlış bir kanıya varabiliriz.
Saatin sadece yelkovanına bakarsanız ondan bir şey
anlayamazsınız, ama akreple beraber rakamların üzerinde
durduğunu görürseniz ne demek istediğini anlarsınız.
Önyargılı yaklaşımlardan kurtularak, geleneksel anlayışı dışlayarak, mezhepsel taassupları bir kenara iterek Kur’an
üzerinde ciddi bir araştırma yapıldığında görülecektir ki onun
en küçük parçası olan kelimeler, muayyen hedefler gözeten
cümleler, belli konulardaki ayet grupları ve kıssalar gibi daha
büyük Kur’an pasajlarının hepsi tamamen birbirine bağlı ve
hepsi birbiriyle uyum içerisindedir.
Kur’an’da anlaşılmayan ya da tutarsız olan hiçbir şey
yoktur. Onda kusur aramak, uyumsuzluk tespit etmek, hayatla çelişen öğretiler bulmaya çalışmak beyhudedir. Kur’an,
56
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
en küçük parçasından en büyük pasajına kadar tamamen fikrî
bir uyumluluğa ve bütünlüğe sahiptir.
Kur’an’da 6.236 ayet bulunsa da ve bu ayetler farklı
sebeplere bağlı olarak gelmiş olsa da sanki bir tek sebep için
gelmiş gibi bütün ayetleri tek bir bütün olarak düşüneceğiz.
Sorulara cevap vermek için gelen ayetleri sanki bir sorunun
cevabını veriyormuş gibi ele alacağız. Farklı hâdiselere ışık
tutmak için gelen pasajları sanki sadece bir hâdiseyi aydınlatmak için gelmiş gibi değerlendireceğiz.
Gelenekçi Anlayışa Bağlı Kalarak,
Eski Kitapların ve Âlimlerin Görüş ve
Düşüncelerinin Dışına Çıkamamak
“Dünya yaşlandıkça Kur’an gençleşiyor.” diyoruz. Daha kaliteli kâğıtlara basılarak ve daha küçük elektronik aygıtlara taşınarak
mı gençleşiyor? Yoksa daha iyi anlaşılarak mı? Bunu düşünmeliyiz!
Kur’an’ın getirdikleriyle geleneksel bilginin ortaya koydukları çoğu zaman örtüşmediği halde, önyargılı yaklaşımlar,
mezhebi taassuplar, cemaat ve tarikat menşeli çıkışlar ve gelenekçi düşünceler yapılan Kur’an yörüngeli çalışmaları sürekli engellemektedir.
Din adına ortaya konanlar, Kur’an’ın süzgecinden geçirilmesi gerekirken, Hz. Peygamber üzerinden uydurma hadislerle, zayıf ve sakat rivayetlerle, tarihte geçmiş İslam âlimlerine isnat edilen asılsız menkıbelerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Hz. Peygamber’in dokunulmazlığı olunca ve âlimlere
57
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
de özel statü verilince onların üzerinden dini bozmak ve yozlaştırmak daha kolay oluyor.
Geçmişte İslam adına yapılan çalışmalar elbette ki değerlidir. Kur’an’ın mesajının öğrettiği üzere hayat, birbiriyle
bağlantısız sıçramalar zinciri değil, tersine devamlı ve organik
bir süreçtir. Bu süreçte elbette ki dünden bugüne, bugünden
yarına geçişler olacak ama bu geçişler dini yaşamı kavramak,
kolaylaştırmak ve daha sağlıklı hale getirmek için gerçekleşecek.
Ecdadın yaptığı çalışmaların aynısı bugün yapılmaya
kalkıldığında neden kıyametler koparılıyor? Hani ictihad kapısı açıktı. Bu kapıyı kullanmak için illa da asırlar öncesinde
mi yaşamak gerekiyor? Madem bu kapı kullanılmayacak, ne
diye açık duruyor? Madem açık duruyor, insanların kullanmasına hangi akılla engel olmaya çalışıyoruz?
İctihad makamına layık olabilmek için “Müctehid Olabilmenin Kayıt ve Şartları” başlığı altında sıralanan aşağıdaki
şartlar kim ya da kimler tarafından, neye ve hangi ölçütlere
göre hazırlanmıştır? Bu şartlar belirlenirken aynı zamanda dini
anlamanın önünde barikatlar konmuştur, farkında mıyız?
“Dünya yaşlanırken Kur’an gençleşiyor” diyoruz.
Kur’an’ın gençleşmesi nasıl olacak? Daha kaliteli kâğıtlara basılarak ve daha küçük elektronik aygıtlara taşınarak mı gençleşecek? Çağın vitrinine taşımak için günümüz insanının anlayacağı şekilde yorumlayamadığınız ve anlaşılır hale getiremediğiniz bir kitabı ne ile ve nasıl gençleştireceksiniz?
Kur’an’a estetik yaptırarak onu asrın idrakine sunamazsınız.
Kur’an’ı gençleştirmek için mücadele veren kahramanların, bir kısım (sözde) Müslüman tarafından ajan, piyon, satılmış, kâfir, münafık ilan edildiğini biliyor muydunuz?
58
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Şimdi yazmaya çalışacağım Müctehid olmanın yani
Kur’an’ı anlamanın ve İslam’ı yorumlamanın şartlarına bir bakar mısınız? Bu şartları yerine getirerek insanlar Kur’an’a nasıl
hizmet verecekler? Onu insanlığın algısına nasıl sunacaklar?
İşte Müçtehit olmanın şartları (!):
Arabî yüksek ilimlerin tamamını bilecek!
Kur’an’ın hafızı olacak!
Ayetlerin manalarını bütün detaylarıyla bilecek!
Ayetlerin indiği zamanları ve hangi sebebe istinaden
geldiklerini bilecek!
Kütüb-i Sitte’deki bütün hadisleri (tekrarları çıktıktan
sonra 23.346 yani Kur’an’ın dört katı) ezberlemiş olacak! Bu
hadislerin ne zaman ve ne için söylendiğini, hangi hadisin diğerinden önce ya da sonra olduğunu, rumuz ve işaretlerini,
manevi tefsirlerini ve hadislerin tamamının kimler tarafından
rivayet edildiğini bilecek!
Fıkıh ilminin usul ve kaidelerine vâkıf olacak!
On iki ilmi bilecek yani Sarf, Nahiv, Mantık, Belâgat,
Usûl-i Akâid, Usûl-i Fıkıh, Usûl-i Tefsir, Usûl-i Hadis, Akâid,
Fıkıh, Tefsir ve Hadis!
İslâmî ilimlerin bütününün ahkâmında uzman olacak!
Aklî ve naklî ilimlerin derinliklerini keşfetmiş olacak!
Bir taneyi atlamışlar, o da; “Kur’an’ın anlaşılması ve İslam’ın yorumlanması konusunda kesinlikle çalışma yapılmayacak…”
Bulunduğumuz çağda iletişim teknolojisi öyle bir noktaya gelmiş ki, istediğiniz bilgiyi anında elektronik aygıtınıza
indirebiliyorsunuz. İstediğiniz kelimeden Kur’an’da kaç adet
59
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
bulunduğunu ve bunların hangi anlamları ihtiva ettiğini çabucak görebiliyorsunuz. Hadisleri râvileriyle beraber kıyaslama
yoluyla tarayabiliyor ve Kur’an’a giderek doğru olup olamayacaklarını test edebiliyorsunuz. Ayetlerin anlamlarını ve diğer ayetlerle irtibatlarını çok rahat ortaya koyabiliyorsunuz.
Böyle bir ortamda içtihadın şartlarını tartışmak ne kadar
doğru olur?
Ayrıca, Kütüb-i Sitte’de Kur’an’ın dört katından fazla
bulunan ve ezberlenmeleri imkânsız ve anlamsız denecek kadar zor olan, (Hz. Peygamber’in söylediği söylenen sözlerin)
üstelik râvileriyle beraber ezbere bilinmesinin mantığı nedir?
Sünnet ve Hadis başlığıyla işlediğim bölümde hadislerle
ilgili geniş malumat verilmiştir. Bu konuda oraya bakabilirsiniz.
Ayetlerin tamamının esbab-ı nüzulünü Müctehid diye
tanıdığımız İslam âlimlerinden kaçı biliyordu? Her türlü fırsatın ve geniş imkânların bulunduğu günümüzde bile yapılan
araştırmalarla ayetlerin çoğunun iniş sebeplerine henüz ulaşılamamıştır.
Daha önceki İslam âlimlerinin çalışmalarının bütününe
vâkıf olması ne demektir? Geçmişteki çalışmalar önünüzü açmak bakımından mutlaka faydalıdır ama onları bilmeye insanları zorlamak doğru olur mu? Kur’an’ın hafızlığını yapar
gibi geçmiş kitaplardaki bilgileri ezberlemek –ki bu bilgilerin
sağlıklı olup olmadıkları belli değil- Kur’an’ı anlamak ve yorumlamak bakımından kime ne kazandırır?
İslam’da peygamberliğin sona erdiğinin ilan edilmesi
yani Hz. Peygamberden sonra peygamberin gelmeyecek olması, insanda aklın, özgür düşünmenin ve eleştirel melekenin
tekâmül etmiş olduğunu göstermektedir. Akıl kullanılmadan
sadece nakille yetinmek, özgür düşünmeden yalnız sığ ve düz
60
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
düşünce ile hayata devam etmek, eleştirel bakış ortaya koymadan bulduklarımızla idare etmeye çalışmak Kur’an’ın ruhuna terstir. Çünkü Kur’an, özellikle insanın akıl ve sağduyusuna hitap eder. Bu yönüyle vahiyle aklın uzlaşmasını, özgür
düşünmenin ve eleştirel melekenin gelişmesini ister.
Bugün Müslümanlar, Kur’an hakkında doğru bilgiye ve
düşünceye sahip değillerdir. Hayata dair görüş ve beyanları
Kur’an’a göre değil, sahip oldukları teamül ve gelenekçi düşünceye göre şekillenmiştir. Evet, itiraf etmek gerekir ki, geleneksel din, Kur’an’a gidilerek sorgulanmadığı için, bugün ‘İslam’ diye anlatılan Din, insanlığı ve Müslümanlığı barışa ve
huzura götürememiştir. Götüremediği gibi yapılan yanlış dini
telkinler bozulan fıtratı daha da tahrip etmiştir. Aklımızı başımıza devşirip gelenekçi anlayıştan koparak Kur’an’a dönmezsek ve bugüne kadar bildiklerimizi, inandıklarımızı ve yaşadıklarımızı Kur’an’la yüzleştirmezsek bu huzursuzluğumuz
daha da artarak devam edecektir.
Kur’an’ı Anlayamayız Düşüncesi
Kur’an, Allah’ın insana gönderdiği bir “mektup” tur. Hayatınızda anlamayacağınız bir mektup hiç aldınız mı? Sizin için gönderilmiş olan “Kur’an Mektubu” nun anlaşılmaz olduğunu nasıl iddia
edersiniz?
Bütün ilahi metinler -buna ister sahife deyin, isterse kitap- insanlar tarafından anlaşılacak şekilde vahyedilmiştir. Sadece peygamberlerin anlayabileceği kapalı ve rumuzlu metinlerin geldiği görülmemiştir. Dolayısıyla mesaj ulaştırmakla görevli peygamberler hangi kavimdense, ilk muhataplar onlar
61
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
olacağı için ilahi metinler o kavmin diliyle indirilmiştir. Kur’an
da Hz. Peygamber’in ve onun kavminin dili olan Arapça gelmiştir ki o toplum Allah’ın mesajını anlasın, onu hayata geçirsin, emirlerini uygulasın, yasaklarından sakınsın, verilen örneklerden ibretler alsın.
Hal böyleyken, Kur’an’ı anlamak konusunda neden çekimser kalıyoruz? Hz. Peygamber’in yeniden dünyaya gelmesi mümkün olmadığına göre neyi bekliyoruz? Peygamberler ilahi metinlerin ulaştırılmasıyla yükümlüdür. Anlaşılmayan
bir metin söz konusu olduğu zaman yeni ve daha anlaşılır ilahi
bir metinle açıklanır ama gelinen en son noktada anlaşılmayan bir metin kalmaz. Kur’an da böyledir. Hz. Peygamber zamanında toplumun anlayabileceği bir dille ve açıklıkla tamamlanmıştır.
“Biz s ana, hak ik ati ortaya k oyan bu ilahi k el amı
indirdik k i ins anlar aras ında Allah’ın s ana öğrettiğine
göre hük üm verebiles in.” (Nisâ, 4/105) Ayette Hz. Pey-
gamber’in, Allah’ın vahyettiği şekilde öğretebileceği anlatılıyor. Eğer öğretmede zorluk çıkarsa yeni bir vahiyle destekleniyor ve bu şekilde hayatın bütün alanlarında vahiy kendini
gösteriyor. Yani mikro planda Kur’an yörüngeli hayat bütün
detayları ile tanzim ediliyor ve böylece Kıyâmete kadar olacak
hemen her şey Hz. Peygamber zamanında tablolaştırılıyor.
Kur’an’ın farklı yerlerinde bazı metinler anlaşılmaz gibi
görülebilir. Fakat genel anlam örgüsü içinde değerlendirme
yapılığında görülecektir ki, eğitim düzeyi, entelektüel seviyesi,
bilgisi, kültürü, bakış açısı ne olursa olsun herkes aradığını
Kur’an’da bulacaktır.
62
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Kur’an’a gösterilmesi gereken saygı, “Onu anlayamayız!” diyerek salt kelimeleri ya da harfleri telaffuz etmek yoluyla sağlanamaz. Yaldızlı ve süslü sayfalara basarak, bu sayfaları deri kapaklara monte ederek ve nakışlı kutularda muhafaza altına alarak, dikiz aynasına takarak, torpidoda tutarak, duvara asarak, cenaze ve kandil geceleri gibi özel zamanlarda anlamı bilinmeden lafzından okuyarak Kur’an’dan faydalanılamaz.
Kur’an’ın bu şekilde geliş amacının dışında kullanılması, insanlara çok kısa zamana tekabül eden geçici ve suni
bir huzur verebilir ancak asıl huzur Kur’an’ı yaşamakla gerçekleşir.
“Kur’an’ı anlayamayız!” demek Kur’an’a gösterilebilecek en büyük saygısızlıktır. Çünkü onu gönderen Allah: “Biz ,
anlayas ınız diye onu Arapça bir K ur’an yaptık .” (Zuhruf, 43/3) buyurarak onun anlaşılabilir bir kitap olduğunu vurgulamaktadır. Onun anlaşılması için illa da Hz. Peygamber’in
tefsir etmesi gerekseydi, o zaman “anlayasınız diye” değil
“anlasın diye” ifadesini kullanırdı.
Yine çoğul zamiriyle: “Ak l ınız ı k ullanarak (manas ının derinliğini iyice) anlayas ınız diye biz onu Arapça
bir K ur’an olarak indirdik .” (Yûsuf, 12/2) buyuruyor.
Arapça konuşan ilk muhataplarına “Kur’an’ı sizin dilinizle
gönderdim ki aklınızı kullanarak onu iyi anlayın.” diyor.
Deniyor ki: Kur’an’ı tam olarak yalnız Hz. Peygamber
anlamıştır; çünkü muhatabı odur ve Kur’an ona gelmiştir, ondan başkası Kur’an’ı tam olarak anlayamaz. Bu tezi savunanlar Nahl suresi 16/44 ayetini ileri sürmektedir: “(O peygam-
berleri) apaçık muciz elerle ve k itaplarla (gönderdik ).
Ve biz s ana da bu uyarıcı k itabı indirdik k i ins anlara,
baş ından beri indirilen mes ajın as lını olanca açık lığıyla ulaş tıras ın. Olur k i iyice düş ünürler!”
63
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
İyi dikkat edilirse bu ayetten anlaşılıyor ki: Hz. Peygamber’in vazifesi, kendisine gelen mesajları, daha açık bir şekilde
insanlara aktarmak için yeni vahiylerle destek görüyor. Yani
ayetlerin anlaşılması yine ayetlerle oluyor.
“Andol s un k i, biz bu K ur’an’da ins anlar için her
türlü mis ali değiş ik ş ek illerde açık ladık .” (Kehf,
18/54); “Bunlar (ok unanlar) K ur’an’ın ve (hak ik atleri)
apaçık (bil diren) K itab’ın âyetleridir.” (Neml, 27/1);
“Bunlar (ok unanlar) K itab’ın ve (her ş eyi) açık layan
ve apaçık olan K ur’an’ın âyetleridir.” (Hicr, 15/1) buyrulmaktadır. Gördüğünüz gibi “açıkladık”, “açıklayan” ve
“apaçık” ifadeleri bu ayetlerde de sıkça kullanılmaktadır. Bu
da gösteriyor ki, Kur’an’da anlaşılmayacak bir şey yoktur.
Sıralamaya çalıştığım bu örneklerde Allah, indirilen
vahye “apaçık/açıklayan” derken, insanlar neden Kur’an’ı
“anlaşılmaz” göstermeye çalışıyor? Başka kaynakları
Kur’an’ın önüne neden getiriyor? Allah, insanların önünü açmak için gönderdiği Kitabı anlaşılmaz kılar mı? Anlaşılmayan
bir kitabı “Hayat Kitabı” yapar mı? Bu kitabın anlaşılmasını
Hz. Peygamber’in sözlerine bırakır mı? Elbette ki Hz. Peygamber birbirini açıklayan âyetleri daha anlaşılır kılmak için
Kur’an’ın desteğiyle kendi yorumunu da katarak o günün
şartlarında açıklamalar getirmiştir ama vahyin çizdiği sınırları
aşarak Allah adına hüküm koymamıştır. Aynı şey bugünkü
tefsir otoriteleri için de geçerlidir. Onlar da Kur’an’ın daha rahat anlaşılması için Kur’an destekli çalışmalar yapmaktadır ki
bu da bir nevi sünnettir.
Kamer Sûresi’nde dört ayrı yerde “Andols un biz ,
K ur’an’ı düş ünüp öğüt almak için k olaylaş tırdık . Var
mı düş ünüp öğüt alan?” (Kamer, 54/17, 22, 32, 40)
buyrulurken, Kur’an’ı anlamanın zorluğunu konuşmak niye?
64
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“...(Bu,) öyl e bir k itapt ır k i, Allah’tan baş k as ına
k ulluk etmeyes iniz diye (ak lını iş leterek anlamaya çalış anlar için) ayetleri her iş i hik metle yapan, her ş eyden haberdar olan (All ah) tarafından açık ve anlaş ılır
k ılınmış tır.” (Hûd, 11/1)
Ayette geçen “açıklanmış” ifadesi Kur’an’ı anlatmıyor
mu? Kur’an’ın “apaçık” bir kitap olduğunu vurgulamak için
Allah’tan daha ne buyurmasını bekliyorduk?
“Kur’an’ı anlayamayız!” fikrini doğrulatmak için uygulanan taktiklerden bir tanesi de kutsallaştırılan isimlerin ağzıyla Kur’an’ın anlaşılmaz olduğuyla ilgili uydurulan sözlerdir.
Nasıl oluyor da bir insan onlarca dünya dilini öğrenmekte ve
anlamakta zorlanmıyor da Kur’an’ı öğrenmekte ve anlamakta
zorlanıyor? Aksine diğer dillerle kıyasladığımız zaman Kur’an’ı
öğrenmenin ve anlamanın çok daha kolay olduğunu da görüyoruz.
Allah: “(Hük ümleri, mes ajları) apaçık olan K i-
tab’a yemin ols un k i, biz onu (K ur’an’ı) mübarek bir
gecede indirdik . Çünk ü biz , (ins anları onunl a) uyarıyoruz .” (Duhân, 44/2-3) buyurarak Kur’an’ın apaçıklığını ve
insanların ancak onunla uyarılabileceğini söylerken, biz uydurma sözlerle onun önünü kesmeye çalışıyoruz. Bunlardan
sadece bir örnek:
Sözde Hz. Ali buyurmuş ki: “İsteseydim size Besmele’den 70 deve yükü tefsir yazardım.” Yani bu sizin öyle
kolayca anlayabileceğiniz bir kitap değil! Sadece Besmele’den
70 deve yükü kitap çıkabileceğine göre demek Kur’an’ı anlamak sizin işiniz değil! Sorarım size: Hz. Ali’ye atfedilen bu sözden başka ne anlaşılabilir? Hz. Ali’nin böyle bir şey söyleyebileceğini düşünebiliyor musunuz?
65
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Birisi, Kur’an’dan iki âyet ya da iki satır okuyor, “Bir
şey anlamadım!” diyor. Okullarda okutulan basit kitapların
anlaşılması bile bir hayli kafa yormayı gerektiriyor. Elbette ki
Kur’an’ı anlamak ve kavramak ciddi bir çalışma gerekir. Bu
konuda derin çalışmaları bulunan Kur’an âlimlerinden de
destek almak güzel olur. Bu, Kur’an’ın anlaşılmaz olduğunu
göstermez. Aksine daha iyi anlaşılmasını sağlar.
Kur’an, insan sağlığı için uğraşan, hastalıklara tanı koyan, tedavi eden bilimsel disiplinlerden oluşan tıp bilimini;
aritmetik, cebir, geometri gibi müspet ilimleri içeren matematiği; maddeyi, maddenin hareketini enerji ve kuvveti inceleyen fiziği; kökenleri, evrimleri, fiziksel ve kimyasal özellikleri
ile gök cisimlerini açıklayan astronomiyi; tarihi, coğrafyayı anlatan bilimsel bir kitap değil. Bu alanlardaki bilgilere ulaşmak
sistematik bir çalışmayı gerektirir ama Kur’an öyle değil.
Çünkü o herkese ve her kesime hitap eden apaçık bir “Hayat
Kitabı” dır.
“Andol s un, öğüt als ınlar diye biz bu K ur’an’da
ins anlar için her türlü mis ali verdik .” (Zümer, 39/27);
“Onların s ana getirdik leri hiçbir örnek yok tur k i biz
(ona k arş ı) s ana hak k ı ve en güzel açık lama tarz ını
getirmiş ol mayalım.” (Furkân, 25/33)
Bakar mısınız bu ayetlere? Mesajın muhatabına ulaşması ve öğüdün karşılık bulması için sadece metinlerin kolaylığı düşünülmemiş, aynı zamanda farklı ve etkili örneklerle
güçlendirilmişler. İnkârcıların Kur’an’ı aciz bırakmak ya da
Hz. Peygamber’i zor duruma sokmak için getirdikleri örneklerin, yönelttikleri soruların cevapları kendilerine beklediklerinden çok daha güzel olarak verilmiştir.
66
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“Sana bu k itabı, her ş ey için bir açık lama, doğru
yolu gös t eren bir rehber, bir rahmet ve Müs lümanlar
için bir müjde olarak indirdik .” (Nahl, 16/89)
Ayette, “her şey için bir açıklama” ifadesini karmaşık,
anlaşılmaz, içinden çıkılmaz olarak mı yorumlayacağız?
Kur’an’ın bir rehber olması, bir rahmet kaynağı olması, onun
çok rahat anlaşılabileceği anlamına gelmez mi?
Tabii ki bazı ayetlerin anlaşılmasında zorluklar çekilecek. Çünkü bazı konular, hikmetine binaen ve vereceği mesajla alakalı olarak doğrudan anlatılmak yerine, söz sanatları
yoluyla dolaylı olarak anlatılmıştır. Mecaz, teşbih, teşhis, istiare, kinaye, intak gibi söz sanatları Arap dilinde yoğun olarak
kullanıldığı için Kur’an’da bu sanatların kullanıldığı görülmektedir. Zira Kur’an’ın muhatabını hidayete erdirmek için onun
dilini kullanarak mesajını zaman zaman sanat yoluyla vermesinden tabii ne olabilir? Bu anlamda Kur’an’ın dili, Arapçanın
dil kurallarını yok sayıp söz sanatlarının Kur’an’da olamayacağını iddia etmek ideolojik bir yaklaşım olur.
Durum ne olursa olsun, bütün insanları kötülükten koruyan ve onlara iyiliği öneren bir kitaptan daha büyük rahmet
olamaz. Bu rahmetten istifade etmek her insanın vazifesidir.
Hiçbir şey durup dururken kavranamaz ve hiçbir şey zorlanmadan öğrenilemez.
Kur’an’ın lafzına gösterdiğimiz ilgiyi manasına gösterseydi; tâlimine, tecvidine, tashihine kafa yorduğunuz kadar
anlaşılmasına da orsaydık Kur’an’la ilgili düşüncelerimiz çok
daha farklı olurdu. En azından okumayarak gösterdiğimiz
hürmetsizliğe, “Kur’an anlaşılmaz!” diyerek ikinci bir saygısızlık eklemezdik.
Evet, yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım “Kur’an’ı anlayamayız!” gibi yaklaşımlarla ondan uzak duran, bir kısım
67
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
vefasız müntesipleri yüzünden Kur’an kendini tam ifade edememiştir. Şimdi sorarım size: Dünya sırtını Kur’an’a dönmüşken kendi müntesipleri de “Nasıl olsa anlaşılmaz bir kitaptır!”
diyerek ondan ilgiyi keserse O nasıl rahmet kaynağı olacak?
Dünyaya yüzünü hangi yolla gösterecek? İnsanların evlerine,
ofislerine, işyerlerine nasıl ve kimin aracılığıyla girecek?
Kur’an bir akü değil ki kablolar aracılığıyla irtibata geçesiniz. O bir su kuyusu değil ki kova indirerek su çekesiniz.
O bir araba değil ki binerek bir yerlere gidesiniz. O bir saray
değil ki içinde yaşayasınız. Kur’an bir “Hayat Kitabı”dır,
onunla yaşayacağız. Bunun için de onu anlayacağız. Şunu
bilmeliyiz ki; Üreteceğimiz hiçbir mazeret Kur’an’ı anlamak
konusunda bizi haklı çıkarmayacak ve bize masumiyet kazandırmayacaktır...
Abdestsiz Kur’an’a (Mushaf’a) Dokunmamak
Kur’an’a gösterilecek en büyük saygı, ona dokunmak için abdest uzuvlarını yıkamak değil, onun mesajıyla kötülüklerden yıkanmaktır.
Okumadığınız ve anlamadığınız Kur’an’ın Mushaf’ına dokunmak için boy abdesti de alsanız o size bir şey veremeyecektir...
“Abdestsiz Kur’an’a (Mushaf’a) dokunulmaz!” gibi ek
yasaklarla karşılaştığınız zaman, gizli bir elin Kur’an’ın anlaşılmaması ve tanınmaması konusunda devreye girdiğini ve
farklı birtakım oyunlarla insanların Kur’an’dan uzaklaştırılmak
istendiğini seziyorsunuz.
68
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Hâlbuki Kur’an’a (Kur’an metinlerinin yazılı olduğu
Mushaf’a) tutmak için abdestli olmanın zorunluluğu konusunda ne Kur’an, ne de güvenilir hadis kaynakları herhangi
bir açıklama getirmemiştir. Böyle bir tutum içerisinde olmak,
vahyin hedeflediği amaca hizmet etmediği gibi insanları
Kur’an’dan uzaklaştırmaktadır.
“Abdestsiz Kur’an’a (Mushaf’a) dokunulmaz!” gibi birtakım ısrarlı yasakları görünce, bireyin Kur’an ile ilişkisi kesilmeye mi çalışılıyor diye düşünmeden edemiyor insan. Çünkü
Kur’an’ın geliş amacıyla bu tip çıkışlar örtüşmüyor. Kur’an abdestli-abdestsiz bütün insanlara hitap ediyorsa Kur’an’dan
faydalanmak için böyle bir şartı öne sürmek akıl işi değildir.
Evet, Kur’an çalışması yaparken abdestli olmak güzeldir ama Kur’an’ı (Mushaf’ı) tutmayı abdestli olmaya bağlamak, insanları Kur’an mesajından mahrum etmekten başka
bir şey değildir. Kur’an’da abdesti anlatan tek bir ayet vardır,
o da Namaz içindir.
“Ey İnananlar! Namaz a k alk acağınız z aman yüz leriniz i, dirs ek lere k adar el leriniz i ve baş larınız ı mes h
edip, her ik i topuğa k adar da ayak larınız ı yık ayın.”
(Mâide, 5/6)
Kur’an’da namazın dışında abdestin zorunlu olduğunu
gösteren başka bir ayet bulunmamaktadır. Ayrıca bilmeliyiz
ki: Kur’an, namaza durmak için nasıl abdest şartı koyuyorsa,
Kur’an okumak için de şeytandan Allah’a sığınma koşulu getiriyor (Nahl, 16/98). Kur’an’a tutmak için de abdest şart olsaydı, “Kur’an ayetlerini okuyacağınız zaman, namazda olduğu gibi abdest alınız!” denirdi.
“Kur’an’a (Mushaf’a) abdestsiz dokunulmaz!” iddiasında bulunanlar bunu Vâkıa Sûresi’nin 56/79. âyetine da-
69
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
yandırmaktadır. “Ona (K ur’an’a) ancak arınıp temiz lenmiş olanlar dok unabilir.” Bu pasajla ilgili farklı yorumlar
yapılmıştır. Tefsir otoritelerinin çoğu, bu ifadenin, şirkten ve
inkârdan arınmış olanlar için kullanıldığını söylemektedir.
Ama bazı yorumcular bunun cünüplükten ve abdestsizlikten
temizlenmiş olanlar için kullanıldığını iddia etmektedir.
“Kur’an’a (Mushaf’a) abdestsiz tutulmaz!” iddiasında bulunanlar bu ikinci görüşü esas almaktadır.
Namaza durmak için abdesti önkoşul olarak gören
Mâide Sûresi’nin 6. âyeti, Hicret’ten sonra Medine Dönemi’nde nâzil olmuştur. Oysa bu (56/79.) âyet, Hicret’ten
çok önce Mekke Dönemi’nde inmiştir. Ayrıca, Tevbe
Sûresi’nin 9/108. ayetinde “Kuba Mescidi”nde ibadetle meşgul olan ve manevi kirlerden -şirkten ve inkârdan- arınmayı
arzulayan adamlar için de aynı ifade kullanılmıştır. Dolayısıyla
bu ayetteki “temiz olanlar” ifadesinin “şirkten ve inkârdan
arınmış olanlar” için kullanıldığını düşünmek daha doğru
olur.
Abdest ayeti, peygamberliğin on beşinci yılında gelmiştir. O güne kadar Kur’an ayetlerine nasıl dokunuluyordu? Ayrıca evrensel bir kitap olan Kur’an’da insanların tümüne, müşriklere, Ehl-i Kitab’a, her kültürden insana hitap vardır. O insanlar Kur’an okumak için abdest mi alacaklar?
Bir Amerikalı’ya, bir İngiliz’e, bir Rus’a, bir Çinli’ye, bir
Fransız’a okuyup araştırması için Kur’an vereceksiniz. Bu insanlara abdestli olmayı şart mı koşacaksınız? Eğer abdest almazlarsa “Kur’an’ı tutmayın!” diyerek hidâyet kaynağı olan
Kur’an’dan bu insanları mahrum mu edeceksiniz? Yani bu insanlar bir abdest yüzünden hidayete ermesin mi? Kur’an sadece abdestli Müslümanların kitabı mıdır? Mallarıyla, canla-
70
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
rıyla Allah yolunda cihat etme cömertliğini insanlara öğütlerken, insanların Kur’an’dan faydalanması için neden sıkıca ve
cimrice çıkışlar yapıyoruz?
Böyle ek yasaklarla yapay duvarlar örerek insanları
Kur’an’dan uzaklaştırmak Kur’an’a ve onun mesajına haksızlıktır. Kâğıt ve kapaktan oluşan Mushaf beşerîdir, ilâhî olan
Kur’an’ın mesajıdır. Bu yönüyle, Mushaf’ı kutsayarak abdestsiz dokunulmaz hale getirmek Kur’an’a yapılabilecek en büyük saygısızlıktır. Çünkü insanlar, dinin temel kaynağı olan
Kur’an’dan uzaklaşınca hurafe ve bâtıla ilgi gösterecek. Bu da
onların “Gönderilen Dinden” uydurulan dine kaymasına sebep olacaktır.
Teknolojinin nimetlerinden olan bilgisayar, tablet, telefon, CD ve DVD gibi bir sürü elektronik aygıta yüklenmiş onlarca tefsir bulunmaktadır. Hatta cebinizde, çantanızda sürekli
yanınızda taşıdığınız kalem kafası büyüklüğünde flash (USB)
belleklere bile Kur’an yüklenmiştir. Bunları taşımanız için sürekli abdest mi alacaksınız?
İlahi metinlerin kayıt altına alındığı, kapağı karton ve
sayfaları kâğıt olan Mushaf’a abdestsiz tutulmuyorsa bunlara
da tutulmaması gerekir! Öyle ya, ayetlerin basılı, yazılı olduğu
nesne kâğıt karton olunca abdest gerekiyorsa farklı bir maddeden yapılınca neden gerekmesin?
Görüldüğü gibi, bu uygulamanın ne mantıki bir temeli
ne de akılla izah edilebilecek bir tarafı bulunmaktadır.
Kur’an’a saygı diye ortaya atılan bu görüşleri bir kenara
iterek, hürmetin gerçeğini göstermek istiyorsak, önce Kur’an’ı
okumak ve anlamak için kütüphanelerden çalışma masalarına, çeyiz sandıklarından komidinlere, çekmecelerden mutfak setlerine, asıldığı yerden yastığın yanına, araba torpidolarından ofis sehpalarına indirmeliyiz. Bakmak ve öpmek için
71
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
değil, okumak ve anlamak için indirmeliyiz. Okuduklarımızı
sevaba dönüştürmek için değil, vahyin mesajıyla eğitilmek
için indirmeliyiz. Gelen geçen görsün, saygı duysun, değer
versin, itimat etsin diye değil, onun kılavuzluk etmesiyle doğru
yaşamak ve saygın insan olmak için indirmeliyiz.
Hulasa; Kur’an’a gösterilecek en büyük saygı, Onun
Mushaf’ına dokunmak için abdest uzuvlarını yıkamak değil,
Onun mesajıyla kötülüklerden arınmaktır. Okumadığımız ve
anlamadığımız Kur’an’a dokunmak için boy abdesti de alsak
O bize bir şey veremeyecektir. Çünkü O, insanlar abdest alarak ona dokunsun ve Ondan elektrik alsın diye değil; içerdiği
ilahi öğretilerle muhatabını manevi kirlerden temizlesin, onu
beşeriyetin en saygın, en vefakâr kişisi yapsın ve böylece dünyanın da âhiretin de efendisi durumuna getirsin diye gelmiştir.
İslam Dünyası ve Müslümanlar
Dünyanın (özellikle İslam dünyasının) kurtuluşu, Müslümanların elinde esir tutulan Kur’an’ın kurtuluşuna bağlıdır.
Şu işe bakar mısınız, insanları kurtarmak için gelen Kur’an,
kendi vefasız müntesiplerinin elinden kurtulmayı bekliyor.
“Dünyanın kurtuluşu Kur’an’dadır.” demekle dünya kurtulmaz, “İslam barış dinidir.” demekle barış gelmez, “Kur’an evrenseldir.” demekle evrene taşınmaz.
Kitaplar hayata yön vermedikten sonra, ha sırtta taşınmıştır,
ha hafızada fark etmez.
Hemen ifade edelim ki, Kur’an’ın anlaşılmasının önündeki engellerin en büyüğü ve en etkilisi, Müslüman kimliğiyle
yaşayan (sözde) Müslümanlardır ve Müslüman kimliğiyle ta-
72
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
nınan ve İslam ülkesi diye anılan devletlerin genel durumudur. Bu yönüyle itiraf etmek gerekir ki, dünyada kitaplarıyla
çelişen ve kendi içinde en tutarsız olan toplum İslam toplumudur.
Dünyayı sapma, buhran ve çöküntülerden koruyacak,
insanlığı düştüğü bataklıktan kurtaracak olan Kur’an maalesef
Müslümanların elinde adeta esir durumundadır. Dünyanın
kurtuluşu Kur’an’ın kavranmasını ve anlaşılmasını beklerken
Müslümanlar onun önüne çıkıyor ve bir eşkıya edasıyla “Sen
anlaşılmaz bir kitapsın!” diyor. Şu işe bakar mısınız, insanları
kurtarmak için gelen Kur’an, kendi vefasız müntesiplerinin
elinden kurtulmayı bekliyor.
Hürriyeti elinden alınmış, özgürlüğü bütünüyle kısıtlanmış, sadece bedeninden istifade edilen bir esir gibi, Kur’an’ın
da insanları kucaklama hürriyeti, hayatlara müdahale özgürlüğü bütünüyle elinden alınmış, sadece lafzından, yaprağından, kapağından istifade edilen bir esir durumuna sokulmuştur.
Sorarım Size:
Yaşadıklarımıza bakarak ve Kur’an’ın durumunu, işlevsel pozisyonunu, etki alanını, hayata müdahalesini gözden
geçirerek, onun hür ve özgür olduğunu söyleyebilir miyiz?
Onun geliş amacına uygun olarak öğretilerinden istifade edilen İlahi bir kitap olduğunu kanıtlayabilir miyiz?
Sadece ticari bir meta olarak Mushaf’ından yararlanmak için alınıp satılmadığını iddia edebilir misiniz? İnsanların
akıl hocası ve rehberi olması gerekirken, insanlar ona akıl hocalığı yapmıyor mu? Onun hangi dediğini anlayarak ve içselleştirerek ciddiye alıyoruz? Hangi konuda ona danışıyoruz?
Çıkmaza girdiğimiz ve üstesinden gelemediğimiz konularda
73
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
aramızda hakemlik yaptığı oluyor mu? Zora düştüğümüz zaman onu bir stres topu olarak mı kullanıyoruz yoksa ondaki
öğütlerle hayat bulmaya mı çalışıyoruz? Soruyorum size:
Kur’an için bundan daha büyük esaret olabilir mi?
Sadece bugün değil, geçmişle ilgili olup bitenlere bir
göz attığımız zaman göreceğiz ki: Kur’an en büyük darbeyi
(sözde) Müslümanlardan yemiştir ve yemeye de devam etmektedir.
Üzülerek ve içlenerek ifade etmek gerekir ki:
Halife Hz. Ali ile İslam Devleti’nin Suriye Valisi Muâviye
bin Ebû Süfyân arasında Sıffin’da yapılan savaşta (657) ayetlerin yazılı olduğu Kur’an sayfalarını mızrak uçlarına takmak
suretiyle Kur’an’ı menfur emellerine alet ederek kardeşkanı
akıtanlar, Lat ve Uzza uğruna Hz. Peygamber’e karşı savaşan
Kureyşlilerden Kur’an’a daha büyük darbe vurmuşlardır.
Dini hâkim kılmak için mücadele veren Hz. Peygamber
başarılı oldu da aynı gayeye hizmet eden Hz. Ali binlerce
Müslüman’ın katledildiği bu savaşı neden kaybetti hiç düşündünüz mü? Ucu bize kadar büyüyerek ulaşan şirk dininin temelleri atılmıştı da ondan. Üstelik bu temelleri atan Kâbe’nin
(sözde) savunucusu Amr bin el-As’tı. Hz. Ali putların savunucusu olan Kureyşlilere karşı değil, maske giymiş (sözde) Müslümanlara karşı savaşmıştı. Yani Müslümanları Müslümanlardan (!) korumak için kılıç kuşanmıştı. Onun için bu savaş savaşların en zoru olmuştu.
Bu örneği vermemdeki sebep, bugün Müslümanların
geldiği noktada bu savaşların ve altında yatan gizli çalışmaların çok büyük payının olmasıdır. Nitekim Cemel’le (656) başlayan, Sıffin’le (657) devam eden ve Kerbela (680) ile felakete
dönüşen Müslüman’ın Müslüman’ı katletme geleneği büyü-
74
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
yerek günümüze kadar intikal etmiştir. Hangi adla olursa olsun “kan akıtmayı, öldürmeyi, savaşı” bütünüyle yasaklayan
Kur’an’ın (sözde) müntesipleri hayatlarını âdeta vahyin şiddetle reddettiği bu işlere tahsis eder olmuştur.
Hz. Peygamber’in ve onun gönül dostlarının tarihteki
bütün çabalarını, mücadelelerini, insani normları aşan gayretlerini görmezden gelen bu zihniyet, zulmü ve sefahati, sömürüyü ve zilleti, ayrımcılığı ve kayırmayı aynı anda beslemiştir.
Akan kanı durdurmak için gelen bir dinin (sözde) mensupları olmalarına karşın, savaşı ve kan akıtmayı cihad adlı
bir ibadet olarak telakki etmişlerdir. Sözde Kur’an’ı rehber
edinmiş bu insanlar, yaptıklarını ve yaşadıklarını hiçbir zaman
Kur’an’ın ve Sahih Sünnet’in süzgecinden geçirmemişlerdir.
Yaşadıklarını sorgulamak yerine, hurafelerle beslenen uydurma dinin ayakta kalması için mücahit kesilmişlerdir.
Kur’an’ın tüm insanlığın hidayet rehberi olması için
tıpkı Hz. Peygamber zamanında olduğu gibi, önce onun müntesipleri tarafından hayata geçirilmesi lazım. “Dünyanın kurtuluşu Kur’an’dadır.” demekle dünya kurtulmaz, “İslam barış
dinidir.” demekle barış gelmez, “Kur’an evrenseldir.” demekle evrene taşınmaz. Öncelikle Kur’an’ın kendi inananları
tarafından yaşanması gerekir. İnandığınız bir şeyi yaşamıyorsanız, ona kimseyi inandıramazsınız. İnandıklarınızın karşı tarafta makes bulması onları ne kadar yaşadığınıza bağlıdır.
“Ey İnananlar! Yapmayacağınız ş eyleri niçin
s öylüyors unuz ?” (Saff, 61/2) Bu uyarı, daha önce Allah ve
Resûlü yolunda canlarını vermeye ve her türlü fedakârlığa hazır olduklarını söyleyen ve Uhud Savaşı’nda bozguna uğrayınca mevzilerinden geri çekilen Müslümanlara yapılmıştır.
Ancak, Kur’an’daki tarihsel referansların tümünde sıkça
görüldüğü gibi, bu ayet de genel bir muhteva taşımaktadır ve
75
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
bu hüküm tüm zamanlar ve şartlar için geçerlidir. İnsanın söyledikleri ile yaşadıkları örtüşmeli. Ne söylüyorsa onu yapmalı,
ne yapıyorsa onu söylemeli yani bir türlü söyleyip başka türlü
yapmamalı. Bir sonraki ayette:
“Yapmayac ağınız ş eyleri s öylemeniz Allah naz arında en tik s inti verici ş eydir!” (Saff, 61/3) buyrulmaktadır.
İnsanın yaşamadıklarını başkalarına önermesi yani
kendi yaşamadığını başkasından beklemesi, Allah’ın tiksinti
verici olarak tarif ettiği şeylerdendir. Tebliğin etkili olması,
temsilin gücüne bağlıdır. Temsil ettiklerinizle ortaya koyduklarınız çelişiyorsa, faydalı olmayı bırakın gülünç duruma düşersiniz ve bugün olduğu gibi temsil ettiğiniz davaya zarar verirsiniz.
İslam dünyası önce kendi kurtuluşunu Kur’an’a dönerek sağlamalıdır. Bu dönüş Kur’an’ın sayfasına, kapağına değil özüne, ruhuna, mesajına olmalıdır. Çünkü İslam dünyasında Kur’an’dan uzak, şeklî ve görsel bir dindarlık türedi ve
her geçen gün bu şekilcilik rüzgârı daha kapsayıcı bir kuvvetle
etkisini artırmaya devam ediyor. Ve İslam dünyası Kur’an’la
eğitilmek yerine maalesef Batı’nın yaşadıklarıyla ve önerdikleriyle hayatını dolduruyor. Batı’nın ahlâkıyla ahlâklanarak
sözde modern bir Müslümanlık ortaya koymaya çalışıyor.
Ama bağlı bulundukları Din’in Kitabı, onlardan dinlerini yaşayarak dünyanın gıpta ile göstereceği rol model bir toplum
olmalarını ve böylece Allah’tan aldıklarını evrene taşımalarını
emrediyor.
Batı’dan alınması gereken elbette ki güzel şeyler vardır
ama Batı teknikte, sanayide, teknolojide ve daha birçok konuda ilerlemiş diye her gördüğümüzü oradan almak zorunda
76
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
değiliz. Eti lezzetlidir diye hayvanın derisini, kemiklerini ve bağırsaklarını da yiyeceğiz diye bir zorunluluk yok.
Dünya ciddi bir çıkmazdadır. İnsanların bu çıkmazı aşması için ya yeni bir din ve peygamber gelecek ya da
Kur’an’ın Dini İslâmiyet geldiği gibi yaşanacak. Yeni bir kitap
ve peygamber gelmeyeceğine göre, o halde Hz. Peygamber’in getirdiği dini olduğu gibi yaşamak mecburiyetindeyiz.
Müslümanca yaşamak istiyorsak Kur’an’ın öğrettiklerini
hayata geçirmek durumundayız. Ham bilgileri olduğu gibi kafamıza yerleştirmenin ne bize, ne de başkalarına faydası olamaz. Ha kütüphanemizi bilgisayarımızın hafızasına yerleştirmişiz, ha kendi kafamıza. Öğrendiklerimizi zihnimize yerleştirdikten sonra, içselleştirip kalbin süzgecinden geçirerek, sevgiyle bağrımıza basabiliyor ve bunları eylemlerimize taşıyabiliyorsak Kur’an’ın öğretileriyle yol alıyoruz demektir.
Yoksa Yahudilerin bir kısmına hitaben: “K endilerine
Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların
durumu, s ırtında k itap yük lü eş eğin durumu gibidir.
Allah’ın âyetlerini anlamak tan geri duranl arın durumu ne k ötüdür!” (Cuma, 62/5) Yüce Yaratıcı’nın buyurduğu gibi, eşeğin yaptığından farkı kalmaz Müslümanın yaptığının. Kitaplar hayata yön vermedikten sonra ha sırtta taşınmıştır, ha hafızada fark etmez.
Ayette “Tevrat’ın gereğini yapmayanlar, sırtına kitap
yüklü eşeğe” benzetiliyor. O gün Tevrat’a bakarak Hz. Peygamber’e inanması gereken insanlar, inandıkları kitabın hükümlerine göre bir tavır sergilemediği için bu şekilde bir benzetmeyle -hatta aşağılanmayla- karşı karşıya kalıyor. Bugün
aynı durumda olan yani Kur’an’ın Allah’ın gönderdiği ilahi bir
kitap olduğuna inandığı halde, onun buyruklarını, öğretilerini
77
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
ciddiye almayan ve ona göre bir hayat tarzı oluşturmayan
Müslümanlara ne demeli?
Hiçbir kitap tevekkeli (gereksiz) yazılmaz. Hiçbir eser
boşuna yapılmaz. Allah, hiçbir kitabı insanlar öpsün başına
koysun, hastalandığında birbirine okusun, evleri cinlerden
perilerden korusun, yanlarında bulundurarak kazalardan belalardan korunsun, işlerine geldiği zaman yemin malzemesi
olarak kullansın, ölenleri onunla Cennete göndersin diye göndermemiştir.
20. yüzyılın son döneminde Osmanlı’nın yıkılışını ve
Avrupa’dan çıkarılmasını İngiltere’nin ana politikası haline
getiren eski İngiliz Başbakan William Gladstone:
“Bu Kur’an, Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp edip, bu Kur’an’ı
ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız.” demişti.
Aslında bunu söylediği tarihte Kur’an’dan Müslümanların elinde sadece metinler bulunuyordu. Onun manasıyla,
ruhuyla ilgileri, ilişkileri pek kalmamıştı. Ama bu bile onları
rahatsız etmeye yetiyordu. Çünkü Kur’an’ın bir geçmişi vardı.
Müslümanlar uyanır da geçmişte olduğu gibi Kur’an’ın ruhuna dönerse, ahlâksızlığı din edinmiş, sömürüyü ve zulmü
mezhebe dönüştürmüş Batı odaklı çalışmaların son bulabileceği endişesi taşıyorlardı.
İşte yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım, Kur’an’ın
önündeki engeller yüzünden Kur’an’ın mesajını ortadan kaldırdık ve sadece sayfalara yazılı metinlerini bıraktık. Onun anlaşılmayan yönünü elektronik aygıtlara kaydedilen sesli ve görüntülü ortamlara taşıdık.
Aslında Kur’an’ın taşınması gereken yer bütün derinliğiyle insanın kalbiydi. Diller ve eller ona açılırken kalpler hep
78
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
ona kapalı durdu. Oysa o, önce kalplere hitap edecekti. Gönülleri aydınlattıktan sonra davranışları sıraya koyarak eylemlere yansıyacaktı...
Ama kalplere hitap etmek için ona fırsat verilmedi. Gönülleri aydınlatması için ışığının önü açılmadı. Davranışları
kontrol altına almak için meydan ona bırakılmadı. Öyle ki,
basit gündelik kitaplara gösterilen ilgi ona gösterilmedi...
“Sen kutsalsın, öyle her istendiği zaman okunacak kadar sıradan değilsin, seni Ahmet, Mehmet yazmadı, Allah’ın
gönderdiği bir kitapsın, seni herkes anlayamaz!” denilerek
esas mecrasından uzak tutuldu.
Okumak eylemi Kur’an’da daha çok “tilâvet” kelimesiyle anlatılır. Kur’an’da “telâ” fiili 61 yerde geçer ve takip etmek (Şems, 91/2), okumak (Enfâl, 8/2), ilim ve amel ile tâbi
olmak (el-Bakara, 2/121) gibi anlamlarda kullanılır. Şems
Sûresi’nin 2. âyetinde kullanılışı çok manidardır. “Onun
(Güneş ’in) ış ığını yans ıtan Ay’a Andol s un.” Burada geçen “telâ” kelimesi “Güneş’i okuyarak yansıtan Ay’a yemin
olsun” demek anlamında kullanılmıştır. Yani Ay, Güneş’i
okursa (onu takip ederse) ışık alıp size verebilir. Yoksa o da
karanlıkta kalır.
Buradan anlaşılıyor ki; Kur’an’ı anlayarak okursak ve
okuduklarımızı da takip edersek, yani onlara uyarsak onun
ışığından faydalanırız. Yoksa bugün olduğu gibi karanlıkta kalırız.
Bütün bunlara bakarak diyebiliriz ki; Kur’an Güneştir,
Müslüman Ay. Güneşle aranıza perde koyarsanız Güneş tutulması yaşarsınız.
Başından beri Kur’an’ın önündeki engellerle ilgili verdiğim örneklerden başka onlarca daha mâni bulunmaktadır ki
79
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
bunlardan bir tanesi de bizim Kur’an’ı okuma isteksizliğimizdir. Bunu gideremedikten sonra diğer engellerle vereceğimiz
mücadele bir şey ifade etmeyecektir. Onun için mutlaka bir
Kur’an’ı anlama programı yapmalıyız. Bu kendi başımıza olabileceği gibi, eşimiz, çocuklarımız ve dostlarımızla da olur, Yeter ki okumaya ve anlamaya karar verelim.
80
Hayatı Kur’an’la İnşa Ederken
Hurafelerden Arınmak
Kur’an, Allah’ın bize gönderdiği bir “Hatıra Kitabı” değil, O
bir “Hayat Kitabı”dır ve yaşam mutlaka onunla hayata dönüştürülmelidir.
İnsan marka bir varlıktır. Onun hayatı, ancak Yaratıcısının
rehberliğiyle inşa edilebilir.
Eğer dini değerleriniz, yine din diye size dayatılmaya çalışılan
hurafelerle örtülüyorsa bu küfürdür. Onun için hurafeleri masum
birtakım zararlı fazlalıklar olarak görüp küfre düşmeyin!
İslam Dininde, kısaca Kur’an’da bulunmayan ancak
sonradan Hz. Peygamber ve Ashabı üzerinden meşrulaştırılmak yoluyla, Müslümanların bilgisizliğinden de yararlanılarak
hayatlarına sokulan söz, düşünce ve davranışlar vardır. Din’in
özünde olmadığı halde, aslında varmış gibi kabul edilen bu
söz, düşünce ve davranışların tümüne “Hurafe (Bâtıl İnanç)”
denmektedir.
Kitaplarda İslam Dinine mâl edilen hurafeler sıralanırken bazen çok ciddi, bazen de çok alelade şeylerle karşılaşıyoruz. Bunların birçoğu kültürün yozlaşmasından kaynaklanan bayağı şeyler olsa da, imanı ve İslâmî yaşamı tehlikeye
atmak bakımından fevkalade tahripkâr unsurlardır.
81
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Benim maksadım, en bayağısından en büyüğüne kadar
bunları burada sıralayarak zamanınızı almak değil. Benim
amacım Kur’an’ı kısmen ya da tamamen devre dışı bırakan,
Kur’an’daki Hz. Peygamber modeli yerine bir başkasını veya
kendi modelini Peygamber mantalitesi olarak getiren anlayışı
ve bu zihniyetin sapkınlıklarını deşifre etmektir.
Hurafelerin neden dine sokulduğu konusuna girmeyeceğim. Çünkü hurafelerin bir kısmı kültürün yozlaşmasından
kaynaklanan bayağı şeyler olsa da, birçoğunun altında İslam’a zarar veren ve Kur’an’ı gölgeleyen ya da devre dışı bırakan bir maksadın yattığını biliyorum. Bütün bunların irdelenmesi başlı başına en az bir kitap olacak kadar geniş bir çalışma gerektirir.
Ben “Hayat Kitabı” olarak Allah tarafından bize sunulan Kur’an mesajına rağmen, hiçbir dini dayanağı olmayan,
akılla çelişen, insanın mesaja olan temel inancını ahlâki değerinden ve anlamından yoksun bırakan hurafelerle İslâmi hayatı devam ettirmenin mümkün olmayacağını düşündüğüm
için bu konuyu farklı örneklerle ele alacağım.
Her şeyden önce bilmeliyiz ki Kur’an, Allah’ın gönderdiği bir “Hatıra Kitabı” değil, O bir “Hayat Kitabı”dır. Yaşam,
mutlaka onunla hayata dönüştürülmelidir. Yaşamı Kur’an’la
hayata dönüştürmek, hayatı Kur’an’daki mesajlarla inşa etmek demektir. Bu da özü itibariyle, temel evrensel ahlâki değerleri içeren Kur’an’ın hakkı olan hayata müdahalesine
imkân vermektir. Haddizatında Kur’an, Allah tarafından hayata nizam vermek için gönderilmiştir. Hal böyleyken, kendi
bağlıları tarafından uydurulan hurafelerle, âdeta hayata müdahale hakkından yoksun bırakılmıştır. Yapılması gereken, bu
hakkın tekrar kendisine iade edilmesi ve meydanın ona bırakılmasıdır.
82
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Bildiğiniz gibi, Hz. Peygamber’in ve ona inananların
hayatları da Kur’an’la inşa edilmiştir. Nitekim bu inşa işi; “Yaratan Rabbinin adıyla ok u (hayat a çağır).” (Alâk, 96/1)
âyetiyle başlamış, “Rabbinden s ana vahyolunana uy.”
(Ahzâb, 33/2) direktifiyle devam etmiş, “İş te bugün s iz in
dininiz i k emale erdirdim ve üz eriniz dek i nimetimi tamamladım. Siz in için din olarak İs lâm’ı s eçtim.”
(Mâide, 5/3) mesajıyla da son nokta konulmuştur. Onun için
Hz. Peygamber, Allah’ın emriyle: “Ben, ancak bana vahyolunana uyarım.” (Yûnus, 10/15) buyurarak, vahiyden
başka beslenecek bir kaynağın olmadığını Kur’an diliyle ifade
etmiştir.
Aynı şey bizim için de zorunludur. “Zorunludur” diyorum çünkü Kur’an bizim de dinimizin temel kaynağıdır. Eğer
bu dini yaşayacaksak, Hz. Peygamber’in açtığı ve öncülük ettiği yoldan yürüyeceksek Kur’an’dan başka bir alternatifimiz
yoktur.
Sünnet ve Hadis bahsinde göreceğiniz gibi, Hz. Peygamber’e ümmet olmak istiyorsak Kur’an’la sünnetlenmeliyiz.
Öyle Hz. Peygamber’in büyük mücadelesiyle iftihar etmekle,
onu göklere çıkararak yaratılışın vesilesi yapmakla bir yere varamayız.
Hristiyanlıkta Hz. İsa konusunda olduğu gibi, ona birtakım tanrısal özellikler yüklemekle, onun için yüzlerce, binlerce mucize uydurmakla, sakalına, yeleğine, gömleğine tâzim
göstermekle, her yıl kabrini ve yaşadığı yerleri ziyaret etmekle
Müslümanlık olmaz.
Bir bina inşa edecekseniz, mimarın çizdiği planın, projenin dışına çıkamaz, inşaat standartlarına uymayan ilaveler
ya da eksiltmeler yapamazsınız. Projeyi nasıl onaylatmış iseniz ona göre binayı inşa etmek zorundasınız.
83
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Biz Müslümanız!” demek yetmiyor. Allah’tan onaylanan hayat projesini uygulamaya koyacağız. İşimize geldiği
gibi Allah’ın tasdik ettiği projeyle oynayamayız, kafamıza göre
değişiklik yapamayız. Kur’an bir hayat projesidir. Ondan hiçbir şey eksiltemeyeceğimiz gibi, onun sunduğu mesajla örtüşmeyen ilaveler de yapamayız. O ne derse onu yapmak zorundayız. Aksi takdirde yaşam çarkının dişleri arasında ezilir, sadece dolgu malzemesi olan enkaza dönüşürüz.
Yeni aldığınız cihazınızın kullanım kılavuzu bütün detayıyla elinizde dururken, sahte bir cihazın kullanım kılavuzuyla
marka cihazınızı kullanmaya kalkar mısınız?
İnsan sahte bir varlık mıdır ki onu hurafelerden ibaret
sahte kılavuzlarla yönetmeye kalkıyorsunuz? İnsan marka bir
varlıktır. Ona hayat verecek olan yegâne kitap, iniş sebebi insan olan ve hayatın merkezine insanı koyan Kur’an’dır. Onun
hayatı, ancak Yaratıcısının rehberliğiyle inşa edilir. Hurafelerle ona hayat vermeye kalkarsanız, Kur’an’ın getirdiği
hidâyet yolundan onu uzaklaştırırsınız.
İnternetimizi bağlatmak için bile rehberlik hizmeti alıyoruz da, Yaratıcının rehberliği olmadan hayatımızı nasıl inşa
ederiz? “Bu K itap, Allah’a k arş ı gelmek ten s ak ınan ve
O’na k arş ı s orumluluk bilinciyle yaş ayanlar için bir
rehberdir/yol gös tericidir.” (el-Bakara, 2/2)
“Ey Peygamber! Rabbinden s ana indirileni (olduğu gibi) tebliğ et. Eğer bunu yapmaz s an, O’nun elçiliğini yapmamış olurs un.” (Mâide, 5/67) buyruluyor.
Ayetin ikinci cümlesi, Hz. Peygamber’e vahyin dışına
çıkmaması konusunda ihtar niteliğindedir.
84
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“(De k i:) ‘O, s iz e K it ab’ı açık lanmış olarak indirmiş ik en Allah’tan baş k a bir hak em mi arayayım?’”
(En’âm, 6/114)
Görüldüğü gibi, Kur’an’ın dışına taşmamak ve Allah’ın
koyduğu sınırları aşmamak konusunda Allah, Hz. Peygamber’e ve onun öncülüğünde bütün mü’minlere uyarıda bulunuyor. Allah’ın hükmü, hikmeti gereği gecikse bile Hz. Peygamber vahiy gelmeden dini hiçbir meselede karar vermemiştir. Çünkü:
“(Ey Peygamber!) Sana ne vahyol unduys a ona uy
ve Allah hük münü verinceye k adar da s abret ! Çünk ü
hük medenl erin en iyis i O’dur.” (Yûnus, 10/109) âyetiyle
vahiy gelmeden hareket etmemesi konusunda uyarılmıştır.
Kur’an’la hayatı inşa etmek için önce hurafelerden,
sonra da yanlış ve gereksiz bilgilerden âdeta bilgi çöplüğüne
dönüşmüş olan kafamızı temizlemeliyiz. Bu anlamda,
Kur’an’la hayatımıza format atarak işletim sistemini sıfırdan
kurmalıyız. Bu format işini yaptıktan sonra, anti virüs programına gerek kalmayacak, çünkü Kur’an anti virüs programıyla
gelmiştir.
Hurafelerle mücadele etmek ve bu konuda gelenekçi
anlayışın türbülansından kurtulmak elbette kolay değildir. Yıllarca din adına bilinçaltımıza yerleştirilen yapay inanışlar hayatın bütün alanlarında etkisini gösterecek şekilde din olarak
hayatımıza girmiştir. Öyle ki Kur’an Dini gitmiş, yerine hurafe
dini gelmiştir. İnandıklarımızı yaşamak yerine, yaşadıklarımıza inanmaya başlamışız.
Eğer Müslüman olarak kalmak ve Kur’an’a göre yaşamak istiyorsak –ki Müslüman olduğumuza göre buna mecburuz- o takdirde eski alışkanlıkların ve gelenekçi anlayışın cezbedici gücüne direnmek zorundayız.
85
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Uzay araçlarının fırlatıldıktan sonraki ilk üç dakika
içinde tükettikleri yakıt, dünya çevresinde yaptıkları yolculuk
için harcadıkları yakıttan çok daha fazladır. İlk hamle zordur
ama gereklidir. Bu manada, zor olsa da, Kur’an’a uymayan
gelenekçi anlayışın etkisinden kurtularak Allah’ın gönderdiği
Kur’an dinini tanımak ve yaşamak için hurafelerden bütünüyle temizlenmek durumundayız.
Embriyo oluştuğunda küçüktür fakat kısa sürede büyür
ve kontrolü eline geçirir. Hurafe de böyledir; yavaş yavaş büyüyerek Kur’an’ın önüne geçer. Nitekim din adına yaşadıklarımızı Kur’an süzgecinden geçirdiğimiz zaman bu acı gerçeğe
şahit oluyoruz. Ama buna rağmen hurafelerden kopamıyoruz. Çünkü hurafeler aynı zamanda deniz suyuna benzer;
tuzlu olduğu için, içtikçe içesi gelir insanın. Onun için manevi
ve ahlaki anlamdaki ihtiyacımızı hurafelerin tuzlu suyuyla değil, Kur’an’ın pak ve berrak nuruyla gidermeliyiz.
İslam’ın genetiği Kur’an’dır. Hurafelerle onun genetiğiyle oynarsanız, ilahi olmaktan çıkar, bugün olduğu gibi beşeri bir kutsala dönüşür. İşte o zaman da mensuplarını doğru
yola sevk etmek yerine uçuruma götürür. İslam dünyasına ve
Müslümanlara baktığımız zaman bunun elem verici örneklerini çok rahat görebiliyoruz.
Genetiğiyle oynadıkları dini oyuncağa dönüştüren bir
kısım Müslümanlar, Kur’an’ın mesajını, dünyevi istek ve tutkularına aykırı buldukları ya da zamanın değişen şartları karşısında geçerliliğini yitirmiş bir öğreti olarak gördükleri için hurafeleri Kur’an’a tercih etmişlerdir.
Hz. Peygamber’i örnek alırken, Kur’an’ı gölgede bırakacak söylemlerden ve davranışlardan uzak durmalıyız; önümüze konan mesnetsiz rivayetleri ve uydurulan hadisleri,
“Dokunulmazlığı var!” diye Hz. Peygamber üzerinden meşrulaştırmaya çalışmamalıyız.
86
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
İnananlar Kur’an’a kayıtsız kalamazlar. “Onlar (İna-
nanlar), k endilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığı
z aman, onlara s ağır ve k ör k es ilmez l er.” (Furkan,
25/73) buyurulmaktadır. Bu ayetteki hitap bütün inananlaradır, yani mü’min olduğumuzu iddia ediyorsak bizedir. Eğer
bu mesajın muhatabı olarak kendimize çekidüzen vermiyorsak, imanımızı tekrar gözden geçirmeliyiz. Çünkü ayette geçen mü’min tarifine uymayan bir keyfiyetteyiz.
Sütten kesilmemiş çocuğun anneye olan bağımlılığından çok daha fazla Kur’an bağımlısı olmalıyız. Çünkü çocuk
belli bir olgunluktan sonra sütten kesilir ama biz yaşadığımız
müddetçe Kur’an’a muhtacız. Onsuz beslenemeyiz, düştüğünüz yerden kalkamayız, bulunduğumuz çukurdan çıkamayız,
tutulduğumuz yerden daha ileriye gidemeyiz. Hatta o olmadan hayatımıza sağlıklı bir şekilde devam edemeyiz.
Hangi yaşta olursak olalım Kur’an’ı anlamak, onunla
daha yakından ve yeniden tanışmak, hayata birlikte devam
etmek, için bir program yapmalıyız. Binlerce kilometrelik bir
yolculuk, tek bir adımla başlar. Yaşımız ne olursa olsun
Kur’an’ı anlamamışsak hayatın başındayız demektir. Anlamak için ilk adımı atmalı ve maratonu Kur’an’la tamamlamalıyız.
Kendimizle, eşimizle, çocuklarımızla, dostlarımızla, yakınlarımızla, ticaretimizle, bağımızla, bahçemizle ilgilendiğimiz
gibi Kur’an’la da ilgilenmeliyiz. Durup dururken o bize bir şey
vermez. İstemesini ve almasını bileceğiz. Sık sık açıp okumazsak ve okuduklarımızı anlayarak yaşamazsak O bize gönül koyar.
Odamızdaki çiçeklerle bile ilgilenmediğimiz zaman bize
küsüyorlar. Ya Kur’an’a ilgi göstermezsek, öğretileriyle haya-
87
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
tımıza anlam kazandırmazsak onun bize gönül koymasını nasıl engelleriz? Bu durumda ondan nasıl faydalanırız? Eğer
uzak durarak ya da mesajına ters düşerek onu küstürmüşsek,
ondan yararlanmak için tekrar iletişim yollarını aktif hale getirerek aramızı düzeltmeliyiz. Zira Kur’an’la iletişimi bozuk ya
da kavgalı olan bir kişinin Müslüman olması düşünülemez.
Kur’an’la iftihar eden, onu öpüp alnına koyan, hatta
onun için canını vermeyi göze alan ama onunla sürekli kavgalı olan Müslümanların sırtının neden yerden kalkmadığını,
yüzlerinin niye gülmediğini, gözyaşlarının niçin dinmediğini,
iki yakalarının hangi sebepten bir araya gelmediğini şimdi
daha iyi anlayabiliyor muyuz?
“Sak ın All ah’ın ayetlerine ilgi duymayan ve onları yaş amak tan geri duranlardan olma! Yok s a z arara
uğrayanlardan olurs un.” (Yunus, 10/95) Ayette Allah,
Kur’an’ın öngördüğü direktiflerle hayatını inşa etmeyerek,
ona haksızlık edenlerin zarara uğrayacağını söylüyor. Ve üzerine basa basa, “Sakın ilgisiz kalarak yalancılardan olma!”
diye uyarıyor. Ayette geçen “kezzebe” fiili sadece yalanlamak
anlamına gelmez, aynı zamanda ilgi göstermemek, yaşamaktan geri durmak anlamlarına da gelir ki, burada doğru olan
bu anlamları kullanmaktır. Çünkü ayetin ilk muhatabı Hz.
Peygamber’dir. Aziz Peygamberimizin, ayetleri (hâşâ) yalanlaması düşünülemeyeceğine göre, ilgi duymamak ve yaşamaktan geri durmak anlamı verilirse maksat daha iyi anlaşılmış olur.
İnsan düşünmeden ve sormadan edemiyor: Toplumu
korumak ve hayatlarını düzene koymak için vâzolunan bir dinin mensupları, nasıl olur da bu kadar düzensiz ve disiplinsiz
bir hayat yaşar?
88
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
İnsanların hayatlarına ayar çekmek ve onlara istikamet
vermek için gönderilmiş bir Kitab’ın bağlıları nasıl olur da bu
kadar ayarsız ve istikametsiz yaşar?
Ahlâkıyla, maneviyatıyla, vizyonuyla, misyonuyla, duruşuyla, çalışkanlığıyla, vakarıyla, doğruluğuyla örnek olan
bir Peygamber’in ümmeti nasıl olur da bu kadar sorumsuz ve
kişiliksiz bir hayat yaşar?
Hararetten yanıyor ama çeşmeye gidip boş dönüyorsanız; ya kovanız deliktir, ya da kırık. Eğer kovanızda bir problem yoksa o zaman kovanızı suyun altına tutmadan geri getiriyorsunuz demektir. Ayette: “Sana vahiy olunana s ıms ık ı
s arıl. Çünk ü s en doğru bir yol üz erindes in!” (Zuhruf,
43/43) buyruluyor. Yani “doğru yolda kalman, mesaja sımsıkı
sarılmana bağlıdır. Koptuğun an doğru yoldan çıkmış olursun” deniyor.
Kur’an’la yaşamak, bisiklete binmek gibidir. Pedalı çevirdiğiniz müddetçe düşmeden yolunuza devam edersiniz.
Hele pedalı tamamen bırakarak yokuşu çıkmaya çalışırsanız
gerisin geri gider ve tepetaklak olursunuz. Kur’an’la irtibatlı
olduğumuz müddetçe yolumuza düşmeden devam ederiz.
Ondan tamamen koparak engelleri aşmaya kalkarsak hüsrana uğrarız.
Binaenaleyh, hurafelere karşı ciddi bir savaş başlatarak
Kur’an’a acilen dönmeliyiz. Aksi takdirde Kur’an’la dargın olduğumuz için yüzlerimiz gülemez, gözyaşlarımız dinemez,
dertlerimiz derman bulamaz, hayatımız rahata ve huzura kavuşamaz.
Hangi adla olursa olsun, din adına söylenmiş ve fakat
Kur’an’ın önüne geçen ve onunla örtüşmeyen her şey küfür-
89
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
dür. Bu küfrü masumiyet karinesine sığınarak ortadan kaldıramayız. Zira suçluluğumuzu, din adına yaşadığımız hurafeler
açıkça ortaya koymaktadır.
“Örtmek” anlamına gelen “küfür”, insanın içindeki hakikati cehaletle kaplar ve bâtılla örter. Eğer dini değerlerimiz,
yine din diye bize dayatılmaya çalışılan hurafelerle örtülüyorsa bu da küfürdür. Buna rıza göstermemeli ve bu konuda
olup bitenlere seyirci kalmamalıyız. Çünkü küfre rıza da küfürdür.
İslam dünyası bugün, ahlâkiliği ve muhtevayı iyice yitirmiş, kendi içinde binlerce parçaya bölünmüştür. Müslümanlar, Kur’an dışı birtakım sahte ve yapay unsurlara teslim
olup, kendilerini çarpık yaşama tarzlarına tutsak etmişlerdir.
Farklı mezheplere, tarikatlara, cemaatlere, gruplara, fırkalara
ayrılan Müslümanlar, kardeşlik duygularını büsbütün yitirmişler ve kendi aralarında birbirleriyle uğraşan, savaşan, rekabet
eden düşmanlar hâline gelmişlerdir. Bu çıkmazı aşmak ve bu
hengâmeden kurtulmak ancak hurafelerden bütünüyle temizlenerek İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an’a dönmekle olur.
90
Kur’an’ın Şefaat Etmesi
Kur’an, yaşayanlara hayat vermek için gelmiştir, ama biz
onunla ölenlere hayat vermeye çalışıyoruz.
Kur’an, muhatabının hayatını aydınlatmak için inmiştir, fakat
biz onunla kabirleri aydınlatmaya çalışıyoruz..
Şeref, plaka değil ki takasınız da şerefli olasınız. Mü’minin şerefi Kur’an’dadır.
Birinden, başkası adına bir ricada bulunmak, kusurlarının bağışlanmasını dilemek, bir suçlunun affedilmesi ya da ihtiyaç sahibinin iyiliğe kavuşması için aracılık etmek, kayırmak,
arka çıkmak gibi anlamlara gelen “şefaat”i burada sadece
destek ve yardım anlamında işlemek istiyorum. Çünkü geniş
anlamda sayılan özelliklerin Kur’an tarafından tasvip edilmesi
ve gerçekleştirilmesi düşünülemez. Zira sayılan özelliklerin birçoğu Kur’an’ın temel düşüncesine aykırıdır.
Ayrıca Kur’an canlı bir varlık değil ki istediğine arka çıksın, araya girsin, iltimas etsin, affedilmeyi sağlasın, ihtiyaçları
gidersin, kayırsın veya korusun. Canlı bile olsa, Allah’ın sisteminde kayırıcılık, iltimas, torpil, arka çıkmak yoktur.
Kur’an, insanca yaşamanın kurallarını koyması ve iki
cihan saadetinin yollarını göstermesi hasebiyle insanın en büyük şefaatçisidir.
Yine Kur’an’ın insanoğluna destek anlamındaki en büyük şefaati, onun için temel davranış kuralları koymasıdır,
91
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
ona ahlâki meziyetler kazandırmasıdır, hayırlı ufuklar açmasıdır, onun manevi doğasının motiflerini işlemesidir, hayal gücünü etkilemesidir, onuruyla bağdaşmayan sahte tanrıları kaldırmasıdır, yapay ve düzmece korkuları gidermesidir, iradeyi
ve imanı kuvvetlendirmesidir.
“Gerçek ten bu K ur’an, (ins anları) en doğru yola
götürür. Dürüs t ve erdemli davranış lar ort aya k oyan
mü’minler için büyük mük âfat ol duğunu müjdeler ve
âhirete inanmayanlara da k endil eri için can yak ıcı bir
az ap haz ırl adığımız ı bildirir.” (İsra, 17/9-10)
Ayette ifade buyrulduğu gibi, Kur’an doğru yolu amaçlayan ve hedefini belirleyen insanları hidâyete götürür. Hedef
belirlememiş olanları önce hedefe odaklar, ondan sonra onlara istikamet verir. Dolayısıyla Kur’an’dan faydalanmak isteyen, önce kendine hedef koymalı, gideceği yeri bilmeli ve belirlemeli ki Kur’an onun için kılavuz olsun.
Kapalı ve karanlık bir yerde tohumun filizlenmesi
imkânsızdır. Ruh dünyamızı aydınlatmak ve düşünce dünyamızı zenginleştirmek istiyorsak Kur’an’ın nuruyla aydınlanmalıyız. Aksi takdirde filizlenmeyen bir tohum gibi karanlığa hapsolarak manevi anlamda çürümeye mahkûm oluruz.
Oysa Müslüman üretken olmalı, ayakta kalmasını sağlayacak enerjiyi, çevresini aydınlatacak ışığı Kur’an’dan almalıdır. İnanmış ve inandıklarıyla hizmete adanmış insan hayatını karanlıkta geçiremez. Mantar değiliz ki karanlıkta tekâmül
edelim.
Kur’an’dan şefaat beklemek mevzusunda konunun
daha iyi anlaşılması için Mushafların en arka kısmında “Hatim
Duası” başlığıyla yazılanları ve hatimlerden sonra dua olarak
okunanları bir tahlil edin ve bu duaları okurken kendi kendinizi sorgulayın:
92
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“Yâ Rabbî! Kur’an’ı bizlere lütfun ve kereminle
dünyada arkadaş, kabirde yoldaş, Kıyâmet Günü’nde
şefaatçi, Sırat üzerinde nur, Cennete götüren arkadaş
ve bütün iyiliklere ulaştıran bir delil ve rehber kıl!..”
Allah’tan Kur’an’la arkadaşlık isterken, Kur’an’la
yaşamak ve onunla arkadaş olmak konusunda bir gayret ortaya koyuyor muyuz? Kur’an’la nasıl arkadaşlık kuracağımızı
ve bu arkadaşlığı nasıl devam ettireceğimizi biliyor muyuz?
Beraber yola çıktık da yarı yolda bizi bırakarak yolunu
mu değiştirdi, yoksa biz başka bir yola mı saptık? Yolculuğumuz devam ederken hep bizim dediğimiz oldu da, ona hiç mi
danışmadık? Oysa O, bize hem arkadaş olmak ve hem de yol
göstermek için kılavuz olmuştu.
Ya da kendisini atlatarak sadece fotoğrafıyla mı yola
devam etmeye kalktık da bize gönül koydu? Hani Kur’an’ı
anlamak yerine sürekli lafzından okuyoruz ya. Ha Kur’an’ın
fotoğrafıyla arkadaş olmuşuz, ha lafzıyla yetinmişiz. İkisi de
aynı şey.
Aramızdaki problem nedir? Niçin bir araya gelemiyoruz
da kaynaşmamız için Allah’tan yardım bekliyoruz? Oysa Allah, insana yolunu göstersin diye Kur’an’ı indirerek rahmetini
tecelli ettirmiştir. Şimdi birliktelik konusunda vazife sırası bizdedir. Kur’an’la arkadaşlık, onun rehberliğini kabul ederek
gösterdiği yoldan gitmekle olur.
“K endis ine Rabbinin mes ajları ak tarıldığında
onlara s ırtını dönenden daha z alim k im olabilir? (Bu
ş ek ilde) günaha batmış olanlardan mutlak a intik am
alacağız (onlara hak ettik leri cez ayı vereceğiz )!”
(Secde, 32/22)
93
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Zulmetmeyi, sadece inkâr etmek ya da Allah’a şirk koşmak olarak değerlendirmemeliyiz! Ayetteki ifadeye bakıldığında anlaşılıyor ki, Allah’ın mesajlarına sırt çevirmek yanı
ilahi direktifleri dikkate almayan bir hayat tarzı oluşturmak ve
Kur’an’ın öngördüğü kurallara uymayan bir yaşam biçimi ortaya koymak da aynı zamanda bir zulümdür.
Nitekim Kur’an’daki ayetler, insanın yaşam biçimini
oluşturmak için gönderilmiştir. Eğer Müslümanın yaşantısı
Kur’an’dan ilham alınarak şekillenmiyorsa o hayatın tekrar
gözden geçirilmesi lazım.
Kur’an kabirde nasıl yoldaşımız olacak? O bizim
gibi âhiret yolcusu değil ki. Dünyayı ve âhireti kazandırmak
için bize arkadaş olmuştur. Ölünce arkadaşlığımız bitecek.
Çünkü o, bizimle beraber ölmeyecek ve yaşayanlara hayat
vermeye devam edecek. Ama isterseniz dünyada iken öğretilerine bakmadığımız ve fakat yanımızdan ayırmadığımız Mushaf’ınızı arkadaş olarak yanımıza alabiliriz. Lâkin o, gideceğimiz yerde işimize yarar mı bilemiyorum!
Kıyâmette Kur’an’dan şefaat etmesini bekleyecek kadar dostluğumuz var mı? Varsa zaten problem yok.
Çünkü dostumuzun isteklerini yerine getirmişsek, gösterdiği
yoldan gitmişsek, verdiği talimatlara uymuşsak, yasaklarından uzak durmuşsak biz zaten Kıyâmette müjdeyi hak etmişiz.
Onun için ondan tekrar bize şefaat etmesini beklememize gerek yok.
Merak etmeyin, Sırat üzerinde nur olmasına gerek yok. Çünkü Sırat diye bir yerden geçmeyeceğiz. Ama
Cennete gitmek için yoldaş arıyorsak, dünyadaki arkadaşımız
Kur’an’sa Allah’ın bize tahsis edeceği çok güzel arkadaşlar
olacak. Onlar bize: “K ork mayın, k aygılanmayın, Allah’ın s elamı üz eriniz e ol s un!” (Ra’d, 13/24, Hicr, 15/46)
diyerek bizi Cennete götürecektir.
94
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Kur’an, zaten rehber olarak gönderilmiştir. Bize
düşen bu rehberin arkasından gitmek, tavsiye ve talimatlarına
uymaktır. Biz başkalarının rehberliğinde hayatımıza devam
eder de Allah’tan böyle bir niyazda bulunursak sadece rehberimize değil, aynı zamanda o rehberi gönderen Rabbimize de
saygısızlık etmiş oluruz.
“Bizlere Kur’an’ın hidâyetiyle hidâyet eyle. Bizleri Kur’an’ın kerametiyle ateşten koru. Kur’an’ın lütfuyla derecelerimizi yükselt. Kur’an’ın tilavetiyle günahlarımızı affet. Okurken yaptığımız hataları bağışla
Yâ Rab!..”
Kur’an zaten hidâyet kaynağıdır. Biz onun gösterdiği yolda kalmaya devam edelim. Devam edelim ki günah
işlemeyi âdet haline getirmeyelim, devam edelim ki ateşten
korunmak için onun kerametine ihtiyaç duymayalım, devam
edelim ki derecelerimizin yükselmesi için onu basamak olarak
kullanmayalım,
İnsanın Allah katındaki derecesinin yükselmesi
tamamen eylemlerine bağlıdır. Dünyada nasıl ki insanların itibarını, güvenilirliğini, saygınlığını gösteren kredi skorları
varsa, Allah katında da insanların kredi skorları vardır. Bu
skorlar, insanların amellerine göre oluşur. İtibar tablosundaki
başarı çizgisi eyleme ve eylemin meşruiyetine göre hareket
eder. Faydalı bir faaliyette bulunulduğu zaman yukarı doğru
çıkar, zararlı bir fiil gerçekleştiği zaman aşağı doğru iner. Dolayısıyla, insan ne kadar faydalı üretim yaparsa çizgi o kadar
yücelmeye doğru yol alır, ne kadar da kötülük işlerse o derece
aşağı doğru yani itibarını kaybetmeye doğru inişe geçer. Kötülükler arttıkça bu iniş devam eder ve insan küfür çizgisine
yaklaşır.
95
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Mesela, salih amel, infak, namaz, oruç gibi güzellikler
çizgiyi yukarı taşırken, işlenen herhangi bir günâh, söylenen
bir yalan, atılan bir iftira, uydurulan bir dedikodu, yapılan bir
hırsızlık, gasp hızlı bir şekilde çizgiyi aşağı doğru çeker ve
anında salih amele, infaka, namaza, oruca rağmen tehlike çizgisine yaklaşılır.
Dolayısıyla hayatta iken bunları dikkate alarak
Kur’an’la Allah katındaki itibarımızı yükseltmeliyiz. Allah’ın istediği ve Kur’an’ın öngördüğü iyi bir skora sahip olmalıyız. Bu
skoru bir taraftan çizgiyi aşağı çeken eylemleri yaparken diğer
taraftan Mushaf’ın sonundaki duayı okuyarak yakalayamayız.
Kur’an mesajıyla Allah’ın istediği şekilde yaşayarak ancak yakalayabiliriz.
Günahlar Kur’an tilavetiyle değil, Kur’an’ın tarif
ettiği iyiliklerle affedilir. İnsan günah işlemekten uzak
durmalı ama işlediği günahı da affettirecek eylemler ortaya
koymalıdır. Önce yaptıklarımız için tevbe edeceğiz, hemen arkasından da faydalı eylemlerle günâhlarımızı ortadan kaldıracağız.
Kirleri deterjanın kutusuyla değil de içindeki tozuyla temizlediğimiz gibi (la teşbih vela temsil), günahlarımızı da Mushaf’ın içindeki ayetlere bakarak değil, o ayetleri hayata geçirerek temizleyeceğiz.
Unutmayalım ki; yağmur sürekli yağdıkça selleri oluşturur. Günahlar da süreklilik arz ettikçe büyük felaketler meydana getirir. Meydana gelen bu felaketler insanın imanında
ciddi tahribatların oluşmasına sebep olur. Onun için günahları sürekli hale getirerek imanımızdan olmayalım!
96
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Kur’an’ın lafzını okurken hata etmekten korkmak yerine, söylediklerini yerine getirememekten
korkalım! Çünkü Allah tilavetimize değil, okuduklarınızı anlayıp anlamadığımıza ve anladıklarımızı yaşayıp yaşamadığımıza bakacak. Hükmüne itibar etmedikten sonra lafzını ne kadar doğru okursak okuyalım Kur’an’ı yaşamış olamayız...
“Bizi Kur’an’ın süsüyle süsle. Kur’an’ın şerefiyle
şereflendir. Kur’an’ı bize dünyada yakın kıl. Bize
Kur’an’ın elbisesini giydir. Kur’an’ın hürmetine bizi
bütün dünya belalarından ve âhiretin azabından koru.
Ey Rahmân ve Rahîm, bütün Ümmet-i Muhammed’e
merhamet eyle!”
Kur’an süsüyle süslenmek, Kur’an ahlâkıyla
ahlâklanmaktır. Allah, temel evrensel ahlâki değerleri
Kur’an’a koymuşsa -ki koymuştur- biz de bu değerlerle
ahlâklanacağız. Kur’an’ın ahlâki değerlerinin yerine başkalarının değerleriyle donanırsak, Allah’tan böyle bir talepte bulunmamız saygısızlık olur. Zira dualar bile zaman zaman saygısızlığa delâlet eder. Mesela, arı kovanına çomak sokan bir
insanın arılardan korunması için Allah’tan yardım istemesi bir
saygısızlıktır. Çünkü kovana çomağı kendi iradesiyle sokmuştur. Böyle bir durumda kişi arıların saldırısına hazır olmalıdır.
Eğer ahlâki anlamda bir problem yaşıyorsak zaman geçirmeden derhal Kur’an Ahlâkına yani Allah’ın övgüyle söz
ettiği Hz. Peygamber’in güzel ahlâkına dönmeliyiz.
Kur’an zaten şereflidir. “Doğrus u o çok ş erefli
bir K ur’an’dır.” (Bürûc, 85/21) Bu demektir ki Kur’an’la şe-
reflenen de şereflidir. Onun için esas şeref, onu anlayanın ve
yaşayanındır. Kur’an’la şereflenmek onu yaşamakla olur.
Kur’an’ı yaşamadıktan sonra Allah’tan şeref istememizin bir
anlamı yoktur. Çünkü şeref, plaka değil ki takasınız da şerefli
olasınız.
97
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Biz Kur’an’a yakın mıyız ki, Kur’an’ın bize yakın
olmasını istiyoruz? Yakınlık onu öpmekle, baş tacı yapmakla olmuyor; anlamakla, onunla beraber olmakla, onu yaşamakla oluyor. Tren, istasyona yanaşırken kaçıyoruz, “Allah’ım bizi bu trene bindir!” diye yalvarıyoruz. Olacak şey midir? Hayat treni raylarda iken Kur’an’a yakın olalım ki o da
bize yakın olsun. Ve bu yakınlık, bizi aynı raylardan ebedi saadete taşısın.
Şehirde yaşamak istiyorsanız şehre taşınacaksınız. Kırsalda yaşayıp da şehri ayağınıza getiremezsiniz. Kur’an’a yakın olmak istiyorsak, O’nun etki alanına gireceğiz. Nefsimize
göre yaşayıp da Kur’an’ı kendimize uyduramayız.
Kur’an’ın elbisesi ayetleridir. Ayetleri ne kadar
kavrar ve onlarla ne kadar yaşarsak Kur’an elbisesini o kadar
giymiş oluruz. Vitrindeki elbiselere bakarak çıplaklığımızı gideremeyiz. Kur’an’ı sadece tilavet ederek cehaletimizi yok
edemeyiz. Ondaki deruni mesajları kalbimize indirecek ve
ayetlerindeki ahlâki değerleri davranışlarımıza taşıyacağız ki
Kur’an elbisesini giymiş olalım.
Dünya belasından ve âhiret azabından bizi kurtaracak olan Kur’an’ın hürmeti değil, mesajıdır. Eğer
zamanında mesajına hürmet etmişsek -ki hürmet yaşamakla
olur- azaptan zaten kurtulmuşuz demektir... Ama hürmeti mesajına değil de Mushaf’ına yapmışsak o Mushaf bizi kurtaramaz.
Kur’an’ın geliş gayesi, dünyada yaşayan insanları kötülüklerden korumak ve iyilikleri yaşamalarına yardımcı olmaktır. Öldükten sonra da onlarla beraber âhirete giderek onları
azaptan kurtarmak gibi bir vazifesi yoktur.
98
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Allah’ın merhameti, insanın Kur’an’la münasebetine bağlıdır. Nitekim “Bu (K ur’an) biz im indirdiği-
miz berek etli bir k itaptır. Merhamet edilmeniz , ona
uymanız a ve k ötülük lerden s ak ınmanız a bağlıdır.”
(En’âm, 6/155) buyrulmuştur.
Kur’an’la münasebetimiz varsa endişe etmemize gerek
yok, ama münasebetimizi şeytani güçlerle kurmuş ve dostluğumuzu da tağutla oluşturmuşsak, o zaman dostlarımızla kalacağımız yere hazır olmalıyız.
Mağarada yaşamaya ısrar eden bir insanın güneş ışığından istifade etmesi için Allah’a dua etmesi nasıl doğru değilse,
nefsin iğreti istekleri ve şeytanın mülevves (döküntü) arzularıyla hayata devam etmeye ısrar eden bir insanın, Kur’an’ın
şefaati için Allah’tan dilekte bulunması da o şekilde doğru değildir.
Önce irademizi ortaya koyarak ıslah olmaya karar vereceğiz, ondan sonra başarmak için Allah’tan yardım dileyeceğiz.
“Bin kere tevbeni bozsan da yine gel!” Evet, gelmesine
gelelim de hangi yüzle!..
Ölülere Kur’an’ın şefaat etmesi
Dünya hayatını sürdürmek için yaptırdığımız evde öldükten
sonra yaşayamıyoruz da, dünyaya ait bir kitapla mezarda ve âhirette nasıl hayat bulacağız?
Kur’an’a yapılacak en büyük saygısızlık, onu geliş amacının
dışında kullanmaya kalkmaktır.
99
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Hayatta olan insanları kurtarmak için gelen Kur’an’la
ölenleri kurtarmaya çalışmak ve onları bulundukları âlemde
rahatlatmayı hedeflemek beyhude bir gayrettir. Üstelik ölenleri kurtarmak için en çok okuduğumuz Yâsîn Suresi’nde Allah aynen şöyle buyuruyor:
“...Ona vahyedilen anc ak bir öğüt ve apaçık bir
K ur’an’dır. (Bu K ur’an,) yaş ayan k ims eler uyarıls ın
diye gönderilmiş tir.” (Yâsîn, 36/69-70)
Yaşayan insan için bir öğüt olarak gelmiş olan mesajı
ölmüş olan ve öğüt alma ve alınan öğütleri hayata geçirme
imkânı bulunmayan bir insana okumayı nasıl doğru buluruz?
Okuduğumuz ayetlerle, surelerle ölen kardeşlerimizi azaptan
kurtarabileceğimize nasıl inanırız?
Tohumu toprağa ekerseniz biter, taşa ekerseniz bitmez.
Kur’an’ı yaşayan insana anlatırsanız anlam ifade eder, mesajları karşılık bulur. Ölüye okursanız netice alamazsınız çünkü
muhatap ölmüştür. Verilen mesajı alan, algılayan, idrak edip
hayata geçirecek olan bir muhatap yoktur. Onun nurundan
faydalanacak olan ruh çoktan göçmüştür.
Babanızdan gelen mektubu hiç açmamışsınız, sadece
hatıra olarak sarıp saklamışsınız... Öldükten sonra dostlarınız
açtıkları mektupta büyük bir hazinenin olduğunu ve bu hazinenin yerini gösteren bir haritanın bulunduğunu görüyorlar.
Bu mektubun ve haritanın öldükten sonra size bir faydası olur
mu?
İki cihan saadeti için gönderilen ilahi mektubu okumadan, anlamadan, doğru yola götüren öğretilerine bakmadan
sadece Allah’ın hatırasıdır diye sarıp saklasanız ya da geliş
amacına uygun olmayan şekilde, siz öldükten sonra dostlarınız tarafından sizin adınıza okunsa, onun içindeki ilahi mesaj-
100
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
ların size bir faydası olur mu? Elbette ki olmaz. Çünkü o mektup muhatabının kabrini değil, hayatını aydınlatmak için gelmiştir.
Allah, Kur’an’da “Öğüt/uyarı dolu olan K ur’an’a
yemin ols un!” (Sâd, 38/1) buyuruyor. Uyarılarla dolu olan
bir kitabı ölülere okumakla nasıl bir amaç güdebiliriz? Bu kadar gezip tozuyoruz, ölümü hatırlamak adına kabristanlıkları
ziyaret ediyoruz, ölülere hitap eden, “Herkes mezarını temiz
tutsun, kimse kimsenin kabrine tecavüz etmesin!” gibi bir tabela gördük mü? Görsek hayretlere düşmez miyiz? O halde
yaşayanlara okunması gereken Kur’an’daki uyarıların, ölenler
için tilavet edildiğini görünce neden hayretlere düşmüyoruz?
Üstelik bu konuyu gündeme getirenleri “Kur’an Düşmanı”
ilan ediyoruz. Oysa Kur’an’a yapılacak en büyük düşmanlık,
onu geliş amacının dışında kullanmaktır.
Diyeceksiniz ki: “Peki ölen kardeşimiz için ne yapalım,
neyi okuyalım?” Mezar başında ölen kardeşimiz için bir şey
okumanıza gerek yok. Allah’a dua edeceğiz, istiğfar getireceğiz, rahmet dileyeceğiz. Ölünün kendisi “Siz de er geç buraya
geleceksiniz!” gibi gerekli mesajları bize zaten veriyor. Ve diyor ki: “Bana okumaya çalıştığınız Kur’an’ı buraya gelmeden
kendinize okuyun, okuduklarınızı anlayın ve yaşayın. Bana
okumanızın bir faydası yok. Zira okunanları hayata geçirmek
istesem de yapamam, çünkü ben iradesi elinden alınmış bir
ölüyüm.”
Haşr Sûresi 59/10. âyeti: “Ey Rabbimiz ! Biz i ve biz den önce iman(la göç ) etmiş olan k ardeş lerimiz i bağış la!” şeklinde ölen kardeşlerimiz için ne yapmamız gerektiği konusunda bizi bilgilendiriyor.
101
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Nitekim eda ettiğimiz cenaze namazları da –ki bunlara
dua demek daha doğru olur- Allah için ölüye yapılan istiğfardan, duadan ibarettir. Bakmayın siz, hocalarımızın cenazelerde bizi klasik dualara zorlamasına. Ölen kardeşimiz için faydalı olmak istiyorsak cenaze namazında kendi dilimizle istediğimiz duayı yapmalıyız. Bilmediğimiz ve anlamadığımız bir
şeyi kimseye hediye olarak veremiyoruz da ölen kardeşimize
nniçin veriyoruz?
Cenaze evlerinde yapılacak toplantılarda Kur’an’dan
okunacak birkaç âyet ya da sûrenin manası verilerek insanlara Kur’an mesajı sunulmalı, Hz. Peygamber’in hayatından
Kur’an’da karşılığı olan pasajlar anlatılmalı ve örnekler verilmelidir. İnsanın yaratılış gayesi, hayatın manası ve ehemmiyeti, dünya ve âhiret bütünlüğü, ölüm ve ölümden sonraki
hayat, farklı misaller ortaya konarak insanlara anlatılmalıdır.
Yumuşayan ve ölen kardeşlerinin hüznüyle alıma açık olan
kalplere Allah’ın direktifleri en müessir şekilde aktarılmalıdır.
Hayatında Kur’an olmayanın mematında da (ölümünde de) Kur’an olmaz. Ali Şeriati: “Eğer din ölümden önce
bir işe yaramazsa, ölümden sonra da hiçbir işe yaramayacaktır.” diyor. Ne kadar doğru söylemiş.
Hiç, aldığı arabayı kullanmayan, öldükten sonra kullanırım diye garajında bekleten birileri gördünüz ya da duydunuz mu? Duysanız zaten sağlık kontrolünden geçirmek üzere
hastaneye götürürsünüz. Hayatımızda kullanmamız gereken
dinin kitabını öldükten sonraya nasıl bırakırız ve ölenler için
nasıl kullanırız?
Kur’an’a abdestsiz dokunulması yasak olan kutsal bir
metin olarak bakamayacağımız gibi, onu ölmüşlerin ruhuna
hediye edilmek üzere tilavet edilen bir sevap kitabı olarak da
göremeyiz.
102
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Kur’an, insana hareket kabiliyeti getiren, hayır adına
yeni ufuklar açan, dinamizm kazandıran, onu aksiyon adamı
yapan, onun bakış açısını değiştiren, geleceğe ümitle bakmasını sağlayan bir “Hayat Kitabı” dır. Böyle olmasına rağmen
ne acıdır ki “Hayat Kitabı” olan Kur’an’ın hayat hakkı elinden
alınarak mezarlara hapsedilmek isteniyor. Yaşayan insanların
imdadına yetişmesi gerekirken makberdeki ölüler için ambulans olarak kullanılmaya çalışılıyor.
Kur’an’dan bu kadar bahsetmişken, gelin Kur’an’la
beslenmesi gereken mü’minin Kur’an’daki tarifine bir bakalım
ve bu tarifi elimize alarak kendimizi bir sorgulayalım:
“(O İnananlar,) büyük günahlardan ve çirk in iş lerden k açınırlar. K ız dık ları z aman da affederler. Onlar Rablerinin çağrıs ına k ulak verirler ve namaz ı dos doğru ik ame ederler. İş lerini is tiş are ile yürütürler.
K endilerine rız ık olarak verdiğimiz ş eylerden (Allah
rız as ı için) hayırlı iş lerde harcarlar. Onlar, bir hak s ız lığa, z orbal ığa uğradık ları z aman, birlik olup k arş ı k oyarlar. (Zul me boyun eğmez ler.)” (Şûrâ, 42/37-41)
Burada Müslüman’a ciddi sorumluluklar yükleyen uzun
bir tarif vardır. Şimdi cümle cümle bu vasıfları ele alarak kendimizi bir gözden geçirelim:
Mü’minler büyük günahlardan ve çirkin işlerden
kaçınırlar. Büyük günahlar öyle ilmihal kitaplarında yazıldığı gibi sadece içkiden, zinâdan, kumardan ibaret üç-beş haram değildir. Kur’an üzerinden büyük günahlar konusunda
bir çalışma yaptığınız zaman göreceksiniz ki, makro anlamda
günahların en büyükleri insan hakkını hiçe sayan çirkinliklerdir. Bunları hırsızlık, haksızlık, gasp, yalan, iftira, dedikodu,
gıybet, laf taşıma ve koğuculuk gibi sıralayabilirsiniz. İşte
ayette bahsedilen büyük günahlar bunlarla başlıyor. Bütün
103
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
şer dürtülere rağmen hassasiyetimizi ortaya koyarak bu fiillere
karşı duyarlı olmalıyız. Eğer gerekli duyarlılığı gösteremiyor
da bu fiilleri işlemekten geri kalamıyorsak imanımızı gözden
geçirmeliyiz. Zira Kur’an’ın tarif ettiği mü’min, büyük günahlara karşı direnen ve onlardan kaçınan kişidir.
Mü’minler kızmalarını gerektirecek bir şeyle
karşılaştıkları zaman affedici olurlar. Kızdığımız zaman
affedici oluyor muyuz, yoksa karşı tarafı pasifize ederek daha
çok menfaat elde etmek ve daha fazla taviz koparmak için
kızmaya devam mı ediyoruz? Affetmeyi, “Ben de affetmeliyim
ki Allah da beni bağışlasın.” diye mi düşünüyoruz, yoksa affetmek işini sadece Allah’ın bir sıfatı olarak mı görüyoruz?..
Mü’minler Kur’an’daki ilahi çağrılara kulak verirler, yani onlara karşı kendilerini sorumlu hissederler. Çağrıya kulak vermeyi, sadece Müslümanlığı kabul etmek -ki bu da dededen babadan zaten geliyor-, ezan okunduğu zaman camiye koşmak ya da evde, ofiste namaza durmak, senede bir ay oruç tutmak olarak mı düşünüyoruz,
yoksa Kur’an mesajının bütününe ilgi duymak ve onun direktiflerine karşı sorumluluk almak olarak mı görüyoruz?
Eğer Kur’an’ın tamamına duyarlı, Rahmanî bir hayatımız yoksa ve yaşadıklarımızı Allah için hayata geçirmiyorsak
da sadece Kur’an’da karşılığı olan birkaç geleneği ifa ederek
Müslümanlığın olacağını düşünüyorsak yanılıyoruz. Nitekim
“De k i: ‘Benim s alâtım (namaz ım, yöneliş im, Hak ’dan
yana duruş um) ibadet lerim (faydalı eylemlerim), hayatım ve öl ümüm (yal nız ca) âlemlerin Rabbi olan Al lah içindir’” (En’am, 6/162) buyrulmaktadır.
Mü’minler namazlarını Allah’ın istediği şekilde
ikâme ederler. Bu konuda Namaz bahsinde geniş açıklamalarda bulundum. Ama yeri gelmişken bir ilave daha yapmak
104
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
istiyorum. Davetlerin en ehemmiyetlisi ve en stratejik olanı
namazdır. Öyle ki daveti veren, hiçbir karşılık beklemeden sadece konuğunun menfaatini düşünerek, tıpkı dünyalık nimetlerde olduğu gibi ona inayet ediyor ve bu inayetin gerçekleşmesi için günde beş defa çağrıda bulunuyor. Buna rağmen
konuğun davete kayıtsız kalması, daveti yapanın şanına saygısızlık olur. Onun için inanan herkes Namaza çok duyarlı olmalı ve Allah’ın davetine icabet etmek için namazı mutlaka
ikame etmelidir.
Yeri gelmişken hatırlatmak istiyorum; her namaz kendi
başına değerlidir ve kendi vaktinde eda edilmelidir. Beş vakit
namazı ikame edemiyorsunuz diye namazların bereketinden
kendinizi mahrum etmeyin. Bir vakit de olsa fırsat buldukça
ikame etmeye çalışın ve bu güzel ibadetten yararlanmak için
kendinizi zorlayın.
Mü’minler kendilerine verilen rızıktan hayırlı işlerde harcarlar. Bu konuda Kur’an’ın istediği cömertliği
maalesef gösteremiyoruz. Hemen cebimizdeki akrepler takımlar halinde devreye giriyor, açlık ve sefalet korkusu baş gösteriyor, kıtlık ve yokluk endişesi kapıyı çalıyor. Ne zaman hayır
yapmaya kalksak hemen şeytan devreye girerek fakirlikle korkutuyor. “Şeytan s iz i fak irlik le k ork utur ve s iz e cimriliği ve hayâs ız lığı önerir.” (el-Bakara, 2/268) Şeytan bizi
korkutarak vazifesini yapıyor ama biz gerekli cömertliği göstererek vazifemizi yapamıyoruz, şeytanı alt edemiyoruz. Oysa
Hicr suresinin 15/42 ayetinde “Az gınlardan s ana uyanlar
dış ında, (s adık ) k ullarım üz erinde s enin hiçbir hâk imiyetin yok tur” buyrularak gerçek mü’minler şeytanın etkisinde kalmayanlar olarak tanımlanmaktadır.
Mü’minler zulme karşı birlik olurlar ve savunmaya geçerler. Zulme karşı çıkmak ve yapılan zulmü bertaraf etmek için birlik olmak gerekirken maalesef zulmedecek,
105
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
hakkını yiyecek, sırtından köşeyi dönecek, sefil bırakacak
adam arıyor bir kısım (sözde) Müslümanlar.
Şimdi Kur’an’daki mü’min tanımlamasına bakarak bir
değerlendirme yaparsak; hayatında Kur’an mesajıyla tanışmamış, Allah’ın kendisinden ne istediğini merak etmemiş, Hz.
Peygamberin örnekliğini sormamış, araştırmamış ve fakat
Müslümanlığı sadece bir kimlik olarak kullanmış insanları öldükten sonra Kur’an’la kurtarmanın mümkün olabileceğini
söyleyebilir miyiz?
Hayatında Kur’an’a yer vermemiş bir kimsenin, ölüsüne Kur’an’ı hediye etmemiz mesaja saygısızlıktır. Tekrar
tekrar söylüyorum; Kur’an’ın Allah rızası için ölülere okunmasının elbette ki bir sakıncası yoktur ama bu tarz alışkanlıklar
Kur’an mesajına verilmesi gereken dikkati, başka mecralara
kaydırmaktadır. Bu konuda yapılanların ne Hz. Peygamber’in
hayatında karşılığı var, ne de İslam’da örneği.
Yaşamak için yaptırdığınız evde öldükten sonra yaşayamazsınız çünkü o dünyaya aittir. Kur’an da dünyaya ait bir
“Hayat Kitabı” dır, onunla ne mezarda, ne de âhirette hayat
bulabiliriz!
Nasıl yaşarsak öyle ölürüz, nasıl ölürsek öyle diriliriz,
nasıl dirilirsek hayatımıza öyle devam ederiz. Tarlamıza ektiğimiz dikenler depomuzda nasıl buğdaya dönüşmüyorsa, öldükten sonra arkamızdan okunacak Kur’an ayetleri de yaşadıklarımızı değiştirmeyecektir.
Toprağa hangi tohumu atarsanız oradan ona bağlı ürün
alırsınız. Attığınız keneotu tohumunu besleyerek mısıra dönüştüremezsiniz. Hayatını zulümle, isyanla, inkârla, küfürle
geçirmiş bir insanı, öldükten sonra arkasından okuyacağımız
Kur’an’la salih bir kişiye dönüştüremeyiz.
106
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Geçen geçmiştir, zamanlar geçmeden değerlendirilmelidir. Hele öldükten sonra değerlendirme imkânı asla olmayacaktır.
“Sonunda onlardan biri ölümün eş iğine geldiğinde der k i: ‘Ya Rabbi, beni geri gönderin! (Gönderin
k i,) ark ada bırak tığım yerde iyi bir iş yapayım.’ Hayır,
hayır! Bu onun s öyl ediği anlams ız bir s öz dür. Çünk ü
dünyadan ayrılanların önünde, (k ıyamette) tek rar diriltilecek leri güne k adar (geri gelmelerine mani olacak ) bir engel vardır.” (Mü’minun, 23/99-100)
Kur’an hayatta olanları müjdeleyen, uyaran, onlara yol
gösteren bir “Hayat Kitabı”dır. Öldükten sonra arkamızdan
okunacak Kur’an’ın bizi kurtaracağına inanmamız ve bu hayalle günah işlememiz, maya çaldığımız okyanusun yoğurda
dönüşmesini beklemektir.
Bana inanmıyorsanız Kur’an’a sorun! Eğer o size derse
ki: “Rahatınızdan olmayın, bu adamın ve bunun gibilerin söylediklerine de kulak asmayın, beni her ne kadar Cebrâil getirdiyse de ben Azrâil’in gelmesini bekliyorum, benim işim öldükten sonra sizi kolunuzdan tutarak Cennete götürmektir!”
O zaman hayatınıza kaldığınız yerden devam edebilirsiniz!
Ama yok, “Kalkın ve uyanın, bu yaptığınız düpedüz
mesaja ve onu gönderene saygısızlıktır.” diyorsa -ki bunu diyecektir- o zaman kalkalım, uyanalım, kendimize gelelim,
Kur’an’ı sahiplenelim ve onu mezara girmeye zorlamayalım!
“Ey İnananlar! Rük û edin, s ecde edin ve Rabbiniz e k ulluk edin! Faydalı ve erdeml i iş ler yapın k i k urtuluş a eres iniz .” (Hac, 22/77)
İşte ayet. Namaz ikame edilmeden, kulluk olmadan,
faydalı ve erdemli bir hayat ortaya konmadan kurtuluş yoktur. Bütün bunlar yaşayan insanın yapabileceği şeylerdir. Bu
107
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
ayeti ölen insana milyonlarca kez okusak, namaz kılmış sayılmaz, kulluk etmiş olmaz, faydalı ve erdemli işler yapmış kabul
edilmez.
108
“Bir Lokma Bir Hırka” İle
Sefalet Müslümanı Olmak
Sefaleti, zulme baş eğmeyi, dışlanmayı, aşağılanmayı, horlanmayı, dövülmeyi, kovulmayı, itilip kakılmayı, hapse girmeyi dini
yaşamın gereği olarak gören dünyada bizden başka bir toplum var
mı?
“Biz Müslüman’ız!” demekle bir yere varamayız, kuru ve
ucuz kahramanlıklarla Allah’ın Dinini yaşamış olamayız. Hele yan
gelip yatmayı Müslümanlık olarak asla göremeyiz.
“Bir Lokma Bir Hırka” Felsefesi, fiziki ihtiyaçları asgari
oranda karşıladıktan sonra hırslardan arınarak, dünya cazibesine kapılmadan, sadece maneviyata yönelmek isteyen insanların hayat görüşüdür. Tasavvufi hayatta ve mistik düşüncede
bu görüş, dünyaya karşı tavır koymanın bir ifadesidir.
Zühdün ve uzletin farklı bir ifadesi de olan bu anlayış,
kanaat ve rızanın tasavvufi ölçüsüdür. Bu ölçü, ifrat ve tefritten uzak kalınabildiği takdirde, belli kıymetler ve insani duygu
ve değerlerin muhafazasına yardım edebilir. Aksi takdirde bugün olduğu gibi insanları tedrici bir şekilde sosyal bir varlık
olmaktan uzaklaştırır, aidiyet duygusunu yok eder; geri kalmaya, sefalete ve yoksulluğa sevk eder ki bu da Kur’an mesajıyla çelişen bir hayatın önünü açar.
Benim buradaki amacım, hangi adla olursa olsun, dünyadan kopmayı, itilip kakılmayı dinin gereği gibi gösterme düşüncesini yıkmak ve “Bir Lokma Bir Hırka” anlayışının bugün
için ne ifade ettiğini anlatmaya çalışmaktır.
109
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Bugün birçok Müslüman bu anlayışın etkisinde kalarak
fakirliği, zilleti ve geriliği bir marifet olarak görüyorsa, biz bu
anlayışa savaş açmak durumundayız. Çünkü İslam bir lokma
bir hırka değil, onlarca lokma ve onlarca hırka ile yaşarken
israf etmemeyi, azmamayı, şımarmamayı, yoldan çıkmamayı
marifet sayar ve ölçüyü kaçırmadan dünyanın şartlarına göre
çalışmayı emreder.
Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun;
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun.
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya.
M. Akif
Kur’an çalışmayı emrederken, onun (sözde) bağlıları
“züht ve uzlet” gibi birtakım kavramlara sığınarak yatmayı
ibadet olarak görüyor. Ve bu zihniyete sahip olanlar, Hz. Peygamber’in açlıktan karnına taş bağladığını ve “bir lokma bir
hırka” anlayışıyla yaşadığını, “gariplere müjdeler olsun” söylemiyle yoksulluğu önerdiğini iddia ederek Müslümanların
dünyadan soyutlanıp zavallı bir duruma düşmesini istiyor.
Yine bu insanlar, Hz. Peygamber için “günlerce katığı
olmazdı; üç gün boyunca bir hurma ile yetinirdi, ekmeği bandıracak sirke bile bulamazdı” gibi menkıbelerle Hz. Peygamber üzerinden fakirliği özendirmeye çalışıyor.
Hâlbuki bu anlatılanların gerçekle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Zira Hz. Peygamber’in durumunun iyi olduğu
“Seni ihtiyaç içinde bulup da refah s eviyeni yük s elt medi mi?” (Duhâ, 93/8) âyetiyle anlatılmıştır. Hz. Peygam-
ber üç gün boyunca bir hurma ile yetinirken diğer sahabeler
ne yapmışlardır acaba? Hurmalıklarla dolu bir şehirde yaşayan bir peygamberin, üç gün bir hurma ile idare edecek kadar
yoksul ve çaresiz kalması düşünülebilir mi?
110
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Müslüman, dünya ve âhiret için çalışan, didinen, koşuşturan, fevkalade himmeti ve gayreti olan, Kur’an’la düşünen,
Kur’an’la yaşayan, sosyal sorumlulukları olan; dayanışmayı,
paylaşmayı, yardımlaşmayı, infak etmeyi prensip edinen ve
bu uğurda mücadeleyi ibadet olarak gören; yüksek idealleri
olan, ufka ait düşünceleri bulunan, başkaları uğruna şahsi
zevklerinden fedakârlık eden kişidir.
“Öyleys e (s ık ıntıdan) k urtul duğun z aman yeni
bir çalış maya k oyul! Ve (her iş inde) yalnız Rabbine
yönel!” (İnşirah, 94/7-8)
Allah bu iki ayetle, nasıl çalışılması gerektiğini açık bir
şekilde özetliyor: “Sıkıntıdan kurtulunca (ara vermeden) yeni
bir işe koyul ve bu çalışmaları Allah’ın istediği şekilde yürüt!”
buyuruyor. Yani: “Haksızlık etme, çalışanın hakkını yeme, çalışansan işini tam yap, çalıp çırpma, yalan söyleme, bozuk ve
çürük mal satma, aldatma, aldanma, kayırma, kırıcı ve kaba
olma, rekabet ederken haksızlık etme, kimsenin malına ve parasına göz dikme!”
“Bil s in k i ins an için k endi çalış mas ından baş k a
bir ş ey yok tur. Ve çalış mas ı da il eride görül ecek tir.”
(Necm, 53/39-40)
Nedir bu çalışma? Sadece Cehennem korkusuyla kılınan namaz mı? Azap kaygısıyla tutulan oruç mu? Ya da hayatı asgari şartlarda yürütecek kadar ortaya konan gayret mi?
Veya sadece dua ederek işi Allah’a bırakmak mıdır?
Biz yokken Allah zaten vardı, bizim işimizi mademki Allah yapacaktı bizi ne diye yarattı?
“İnsan için çalıştığından başkası yoktur” demek; “ne
yaparsa, dünyada da ahirette de ona göre yaşayacaktır” de-
111
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
mektir. Kötülük yaparsa kötüye, iyilik yaparsa iyiye kavuşacaktır. Yapılan kötülüğü sadece dua ile iyiye dönüştüremeyiz.
Güzel yaşamamız iyi olmamıza ve iyilik etmemize bağlıdır.
Eğer kötü isek ve kötülük yapıyorsak felaketi bekleyeceğiz.
Evimizi mezbelelikte yapmışsak çöplükte yaşamaya razı olacağız, eğer denizin ya da boğazın kenarında inşa etmişsek o
zaman da yalıda hayatımıza devam edeceğiz.
“Dünya çalışmaya, koşmaya, yorulmaya değmez!” diyemeyiz. Dünyada yaşıyorsak -ki yaşıyoruz- o halde dünyanın şartlarına ayak uydurmalıyız.
“Eğer (gerç ek ten) inanıyors anız , mutlak a (ins anların) en üs tünüs ünüz (ve inandığınız s ürec e de üs tün
k almaya devam edecek s iniz ).” (Âl-i İmrân, 3/139)
Çalışmadan nasıl en üstün olacağız? Bizi en üstün konuma taşıyacak çalışmalarımız olmazsa, bu ayetin hükmü nasıl tecelli edecek? Böyle bir ayet vardır ve muhatapları da biziz
diye kimse çıkıp bize üstünlük payesi vermez. Veya vird niyetiyle belli sayıda bu ayeti tilavet ederek, tesbih çekerek ya da
yattığımız yerden dua ederek de bir yere varamayız.
“Duanız ol mas a, Rabbim s iz e ne diye değer vers in k i!” (Furkân, 25/77) âyetini hep yanlış yorumluyoruz.
Ben de meal çalışması yaparken ilk zamanlarda aynı hataya
düşmüştüm. Ancak âyeti iyice tahlil ettiğim zaman gördüm ki
oradaki hitap inananlara değil, inkârcılaradır ve ayetin doğru
anlamı da şöyledir: “(De k i: “(Allah’tan baş k as ına) k ul-
luk etmez s eniz , Rabbim s iz e ne diye (az ap) ets in k i!
Ama s iz ler (Allah’ın ayetlerini ve elçilerini) yalanladınız , ink âr ettiniz . Bunun için az ap hiçbir z aman yak anız ı bırak mayacak tır.” (Furkan, 25/77)
112
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Bu, dua etmeyeceğiz demek değildir. Elbette ki dua
edeceğiz ama çalıştıktan ve işimizi yaptıktan sonra Allah’tan
yardım isteyeceğiz. Üstünlük dua ile değil, çalışmakla olur.
Başarı yalvarmakla değil, mücadele ile gelir.
Necm Suresi’nin 40. ayetinde verdiğim örnekte; “Çalış mas ı da ileride görülecek tir.” buyruluyor. Yani dün-
yada yaptıklarının hem dünyada hem de âhirette karşılığını
bulacaktır.
Şimdi soruyorum size: “Ne yaptık ki neyi göstereceğiz?
Emekli olduktan sonra rahat yaşamak için yaptığımız evi ya
da satın aldığımız daireyi mi göstereceğiz? Dünyada bu kadar
aç, sefil ve işsiz insan varken, milyonlarca evsiz ve yurtsuz insan bulunurken, okuyacak parası olmayan yüz binlerce öğrenci mevcutken, sadece kendimiz ve birinci derecede yakınlarımız için yaptıklarımızı çalışmak mı zannediyoruz?”
İnsan sosyal bir varlık değil mi? Hz. Peygamber’in
“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” mesajı dillerimize pelesenk olmuş. Kaç tane aç insanı doyurduk ya da kaç
işsize iş verdik veya iş verecek imkân oluşturduk da yatmayı
hak ettiniz? Yan gelip yatarak ve sadece dua ederek bu işlerin
yürüyebileceğini mi sanıyoruz?
Hayatımızı yalanla dolanla geçirerek, hakkı hukuku
ayaklar altına alarak, olup bitenlere seyirci kalarak sadece rutine dönüştürdüğümüz ama ne anlama geldiğini ve ne için
icra edildiğini bilmediğimiz namaz ve oruçla paçayı kurtarabileceğimizi mi zannediyoruz?
Hani biz Allah’ı seviyorduk! Bu nasıl bir sevgidir ki bizi
yerimizden oynatmıyor, yattığımız yerden kaldırmıyor? Hani
biz Kur’an’a saygı duyuyorduk? Bu nasıl bir saygıdır ki Kur’an
bizim hayatımıza hiçbir şey katmıyor, değişiklik yapmıyor?
Hani biz Hz. Peygamber’i model olarak görüyorduk? Bu nasıl
113
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
bir modeldir ki davranışlarımızda ondan eser görülmüyor, kesitler bulunmuyor? Hani biz dâvamıza aşıktık? Bu nasıl bir
dâvadır ki bizden bir bedel, bir karşılık istemiyor.
Duaya sığınarak ve inzivaya çekilerek bir yere varamayız. Dua bir takviyedir; biz önden gideceğiz, o bizi arkadan
destekleyecek, takip edecek. Onu öne atıp da arkasına sığınarak, yan gelip yatamayınız. Yatarsak, bugün olduğu gibi dünyanın gerisinde kalırız. Ezilen, horlanan ve aşağılanan tüketim
toplumu olmaktan kurtulamayız. Oysa Kur’an, hayatı dışlayan çileciliğin, dünyayı terk etmeyi telkin eden eziyetçi eğilimlerin her çeşidini yasaklar.
İki asker cephede düşmana karşı savaşırken, biri parmağı tetikte sürekli “Allah, Allah” diyerek bekliyormuş. Gelen
kurşunların tehlikesi altında bu durumu gören arkadaşı; “hep
Allah Allah derken biraz da tetiği salla” diyor. Bu kıssadan
hisse alarak diyebiliriz ki; Allah her zaman ve her yerde bütün
kullarıyla beraberdir. Bu birlikteliğin şuuruyla Allah’ın desteğini daha fazla almak istiyorsak herkesten daha çok çalışmak
durumundayız.
“Allah’ın s ana verdik l erinden yararlanarak âhiret yurdunda (iyi bir yer tutmanın) yolunu ara! Dünyadan da nas ibini unutma! Allah’ın s ana iyilik yaptığı
gibi s en de iyilik yap!..” (Kasas, 28/77)
Ayetteki derinliğe bakar mısınız? Allah’ın sunduklarından yararlanmak için ne yapacağız? Ayağa kalkmadan, çalışıp çabalamadan, koşup koşuşturmadan Allah’ın nimetlerinden yararlanmak mümkün müdür?
“Dünyadan nas ibini unutma!” uyarısının kime yapıldığını düşünüyoruz? Bu ikaz, ister inansın ister inanmasın
dünyada yaşayan bütün insanlaradır. Yaşadığımız yer dünya
olduğuna göre, burada kaldığımız sürece çalışmak zorundayız!
114
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Dünyadan nasiplenmek ne ile ve nasıl olur? El etek çekmekle mi? Yan gelip yatmakla mı? Yoksa “Emekli olsam da
şöyle bir hayatımı yaşasam!” diyerek bütün bir ömrü emekliliğe endekslemekle mi?
Allah’ın bize iyilik yaptığı gibi, bizim de iyilik yapmamız
gerekiyor, bunu nasıl başaracağız? Katma değer üretmeden,
meslek edinmeden insanlar için nasıl faydalı olacağız? İş kurmadan, işveren olmadan istihdama nasıl katkı sağlayacağız?
Kazanmadan neyi ve nasıl paylaşacağız? “Veren el alan elden
üstündür.” düsturuna nasıl tepki vereceğiz? Hani biz inanmakla en üstün olacaktık! Ne oldu? Hep alan el olmayı tercih
ediyoruz. Sürekli alan el nasıl üstün olur? Ne zaman veren el
olacağız ve bunun için ayağa kalkacağız?
Cuma günü, Müslümanların tatili olmasına karşın,
“Namaz bittik ten s onra yeryüz üne s erbes t çe dağılın
ve Allah’ın lütfundan (rız k ınız ı) aramaya devam
edin...” (Cuma, 62/10) buyurularak çalışmanın önü açılıyor
ve serbest ticaret teşvik ediliyor.
Allah’ın lütfettiklerinden istifade etmek için yeryüzüne
dağılmak/açılmak gerekiyor. Bu dağılma sıradan bir dağılma
değildir. Dil öğreneceksiniz, yol yordam bileceksiniz, ülkeleri
tanıyacaksınız, insanları ve kültürlerini araştıracaksınız, ticaretin kurallarını kavrayacaksınız. Bütün bunlar “züht ve uzlet”
adını verdiğimiz yan gelip yatmakla olmaz.
Tesbih çekmekten daha kolay bir şey var mı? Allah’ı
tesbih eden sayısız melek var ve onlar sadece bu iş için yaratılmıştır. Madem biz de sadece aynı işi görecektik, ne diye iradeli varlık olarak yaratıldık? Yaratılışımızın bir gayesi olmalı
değil mi? İşimiz tesbih çekerek meleklerin görevlerine talip ol-
115
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
mak değil, çalışmayı ve mücadeleyi Allah’ın istediği istikamette yürütürken meleklerin gıpta edeceği bir tablo ortaya
koymaktır. Yani hayatı tesbihe dönüştürmektir.
Allah, Kur’an’da Hz. Süleyman ve Hz. Davud Peygamberlerden söz ederken, “Onlar (Sül eyman’a) dilediği ş e-
k ilde k alel er, heyk ell er, havuz büyük lüğünde çanak lar ve yerinden s ök ül meyen k az anlar yaparlardı. ‘Ey
Davud Ailes i, (Allah’a) ş ük rederek çalış ın!” (Sebe,
34/13) buyuruyor.
Bu ayette tanımlanan eşyalar ne için yapılmıştı? Çalışmadan bunlar olur muydu? Asırlar önce yapılan bu çalışmaları nasıl yorumlamalıyız? Bu arada Kur’an mesajının bize geldiğini de unutmayalım ki bu konulara kafa yoralım!
Son cümledeki “Şükrederek çalışın!” emri sadece Hz.
Davud’un ailesi için değil, aynı zamanda bizim içindir. Hangi
tarihi isimlendirme altında olursa olsun, Allah’a inanan herkes
bu mesajın muhatabıdır.
Yukarıda verdiğim “Eğer (gerçekten) inanıyorsanız
mutlaka (insanların) en üstünüsünüz (ve inandığınız sürece de
üstün olmaya devam edeceksiniz).” ayetindeki çağrı, çalışmak konusundaki Kur’ânî ilkeyle muazzam bir uyum içerisindedir. Çünkü iman çalışmayı gerektirir. İnanmadan çalışamayız, çalışsak da netice alamayız. İnandıktan sonra da imanımızın gereklerini yerine getirmek için olanca gücümüzle çalışmaya koyulacağız. Peki, buradaki hitap bize ise -ki öyledir- bu
mesajın muhatapları olarak nerede olduğumuza bir bakalım.
Eğer bulunduğumuz yeri beğenmiyorsak, neden orada bulunduğumuzu bir sorgulayalım!
Madem mü’miniz, o halde neden en üstün değiliz? Madem inanıyoruz, neden inandıklarımız bizi yüceltmiyor? Oysa
biz, inandıklarımızı yaşayarak dünyaya öncülük etmek için
116
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
görevlendirildiğimizi biliyorduk. Yoksa Hz. Peygamber’in mücadelesiyle iftihar ederek, “en kutsal kitabın muhataplarıyız”
diyerek, ecdadımızın yaptıklarıyla böbürlenerek bu vazifeyi
yapmış olacağımızı mı düşünüyoruz?
Bu dünyada sefaleti, zulme baş eğmeyi, dışlanmayı,
aşağılanmayı, horlanmayı, dövülmeyi, kovulmayı, itilip kakılmayı, hapse girmeyi ibadet olarak telakki eden ve bunları dini
yaşamın gereği olarak gören bizden başka bir toplum var mıdır?
Hani biz “iyiliği önermek ve kötülüğü defetmek için çıkarılmış bir toplum” duk! Bu şartlarda bizim gibi kendini yönetemeyen, diktatörlerin ve elitlerin kontrol mekanizmaları altında sürünen bir toplumun dünyaya öncülük etmesi düşünülebilir mi? Bu sayılan vasıfların Kur’an’da mü’minleri tarif
eden bir karşılığı var mı? Evet, İslam’ın ilk yıllarında bunlara
maruz kalınmıştır; ancak hiç kimse bunlara maruz kalmak için
Müslüman olmamış, Müslüman oldukları için bunlara maruz
kalmışlardır.
Konuyu daha iyi kavramak bakımından bir hatıramı sizlerle paylaşmak istiyorum: Konferans için Sivas’a gitmiştim.
Programın sonunda, soru faslında, ilahiyatçı olduğunu ifade
eden bir kardeşimiz yanıma geldi ve şöyle dedi:
“Abdülkâdir-i Geylânî ‘Zindan hayatı olmadan hakiki
mü’min olunmaz!’ diyor, siz ise farklı şeyler söylüyorsunuz.
Hanginizin dediğine inanacağız?”
Ben de dedim ki: “Ne yapalım yani; mü’min olmak için
zindana mı girelim?”
İnanışa bakar mısınız? Ecdadımızın çabalarını ve Hak
için zindana atıldıklarını elbette inkâr edemeyiz. Kendilerini
rahmetle, minnetle, şükranla anarız; anlattıklarını ve yaşadıklarını çok değerli buluruz, çalışmalarından istifade ederiz.
117
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Ama amaç bir olsa da bu, aynı metodu kullanarak, aynı yollardan geçerek hizmet edebileceğimiz anlamına gelmez. Onların her söylediğini mutlak kabul etmek ve her yaşadığını aynen yapmak zorunda değiliz. Çünkü o günün koşullarıyla bugünün şartları aynı değildir.
“De k i: ‘Allah’ın k ulları için yarattığı güz elliği,
rız k ın iyis ini, temiz ini yas ak layan k imdir!” De k i:
‘Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir.
K ıyâmet Günü’nde is e yalnız onlara tahs is edilmiş tir.’
Biz , âyetlerimiz i bilen bir toplum için böylec e açık larız .” (A’râf, 7/32)
Nimetlerden el etek çekmek konusunda Allah’ın tehdidini görüyor musunuz? Biz hangi hakla Allah’ın lütfettiği nimetleri kendimize haram ederek nefsimize zulmediyoruz?
Dünyada var olan her şey, insan için yaratılmışken, biz hangi
cüretle Allah’ın yarattığı bu sisteme ayak diremekteyiz? Ve
bunu da (sözde) Allah için yapıyoruz?
Allah, rahmetinin bir tecellisi olarak verdiği rızkı kullarının üzerinde görmek ister, güzelliklerin ve zenginliklerin paylaşılmasını arzular, kardeşlik duygularının gelişmesi ve yayılması için yardımlaşmayı emreder. Bütün bunlar ancak çalışma ile olabilecek şeylerdir.
Sorarım size: İslam’ın aşama ve hamle gücünü, düşüncesini, ruhunu, toplumu uyandırıcı, harekete geçirici ve sorumluluk kazandıran boyutunu, taşıdığı misyonu ve daha nice
değerli bütün bu mefhumları asılsız ve uydurma hurafelerle
nasıl felç ederiz?
Geri kalmayı, itilmeyi kakılmayı öneren, anti sosyal bir
yapının oluşması için insanları pasifize eden, Müslümanları
dünyanın önünde küçük düşüren bütün bu davranış şekillerini nasıl hoş görürüz?
118
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Saygın ve itibarlı bir toplumun yetişmesine öncülük etmemiz gerekirken, yaşadığınız toplumun itibarsızlaştırılmasına
nasıl katkıda bulunuruz?..
Kardeşlerinizin kanından, canından, iffetinden, namusundan birilerinin beslenmesine nasıl müsaade ederiz? Bütün
bu olup bitenlere hangi imanla ve hangi vicdanla seyirci kalırız?
Kur’an iyi ve güzel nimetlerin dünya hayatında hem
inananlara, hem de inanmayanlara eşit şekilde sunulduğunu
ifade ederken, biz hangi yetkiyle Allah’ın nimetlerini inanmayanlara bırakarak fakirliği, zilleti, sefaleti, geri kalmışlığı Müslümanlara reva görürsünüz? Kur’an’ın neresinde böyle bir düşünceye yer vardır?
Zekât vermek ve infak etmek için çalışmamız gerekmiyor mu? Zekâtın ve infakın Kur’an’da kaç yerde geçtiğini biliyor muyuz? Bu ayetlerin muhatabı kimdir? Yan gelip yatan
bir Müslüman nasıl ve ne ile zekât verebilir, “İnfak Edenler”
grubuna hangi yolla dâhil olabilir?
Son zamanlarda ekranlarda ve sosyal medyada hurafeciliği ve uydurukçuluğu besleyen o kadar çok program yapılıyor ve o kadar fazla yazılar yazılıyor ki, ne yapacağınıza ve
nasıl tepki vereceğinize hayret ediyorsunuz. Bütün bunlar maalesef din adına gerçekleştiriliyor. Ama kimse sesini çıkaramıyor. Çünkü hurafeleri ve hurafeciliği destekleyen bu zihniyet,
“Kur’an, Kur’an, illa da Kur’an!” diye feryat edenleri küfürle,
ajanlıkla, nifakla, şirkle itham ediyor. Bu kesimin emri altında
çalışan, her köşeye yerleştirilmiş, her sitenin başına oturtulmuş milyonlarca taşeron var. Bunlar durmadan, “Sünnet
Düşmanı, Hadis Karşıtı, Sapık Fikirli vb.” gibi yakıştırmalarla
Kur’an çalışması yapan gayretli insanları karalıyor ve onların
119
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
emeklerinin ziyan olması için mücadele veriyor. Ne yazık ki
verdikleri bu mücadeleyi de cihad olarak görüyor.
Yeri gelmişken, slogancılara değinmeden de geçemeyeceğim. Bir kesim hurafelerle beslenirken, bir başka kesim
de sloganlarla ayakta durmaya çalışıyor. Bunlar her şeyi bırakmış sadece slogan üretiyor. Tüm dünya çalışırken, onlar
sloganla yarışıyor; dünya koşarken onlar sloganla coşuyor;
dünya katma değer üretirken onlar slogan türetiyor; dünya
füze fırlatırken onlar slogan atıyor. Bu slogan atanlara bir bakın. Aralarında bir tane sanayici, üretici, istihdam sağlayıcı,
işadamı, meslek erbabı var mı?
Hepsi konuşuyor ve gelirlerini de konuşmaktan sağlıyor. Oysa bilmiyorlar ki konuşmakla bir yerlere varılsaydı
Zebra İspinozu (Hint Bülbülü) denen geveze kuşlar dünyayı
fethederdi.
Başta da söylediğim gibi, üzerinde durmak istediğim,
hangi mülahaza ile olursa olsun, Müslümanları Kur’an’dan
uzaklaştıracak ve Hz. Peygamber’in sünnetinden yani Kur’ânî
yaşamdan koparacak söylemlerin, eylemlerin ve bütün bu
gayretlerin karşısında olmaktır.
Müslümanlar, Kur’an’a uymayan davranışlarıyla, dünyanın İslam’a bakışını ve anlayışını negatif bir şekilde etkiliyor.
Buna kimsenin hakkı yoktur ve bunun tam tersi olmalıdır.
Yani Kur’an’a ilgiyi artıracak davranışlar sergilenmelidir. Kaynağı merak uyandıracak faaliyetler ortaya konmalıdır.
Bu anlamda, konuştuklarımızın ve yaşadıklarımızın
dine zarar verebileceğini düşünerek daha dikkatli olmalıyız.
Yaşamak istemesek de kimliğimiz ve bulunduğumuz çevre
bunu zorunlu kılıyor.
120
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Tarih boyunca Kur’an, Müslümanlardan çektiği kadar
hiçbir toplumdan çekmemiştir. Bizden de çekmesini istemiyorsak, Kur’an’a ters düşen davranışlar sergilemeyelim, çıkışlar yapmayalım, hurafeleri Kur’an’ın önüne geçirmeyelim! En
önemlisi de tembelliği, sünepeliği İslam’a mâl ederek hayat
tarzına dönüştürmeyelim! Aşağılanmayı, dışlanmayı, horlanmayı ilke edinmeyin!
İslam toplumunun, Kur’an’dan uzaklaşmak yoluyla
ahlâki değerlerinin tedrici olarak çürüdüğü, sosyal parçalanmanın ve toplumu yok olmaya götüren çatışmaların Müslümanlar arasında arttığı görülmektedir. Bunun neticesi olarak
da Müslümanlar arasında bulunması gereken kardeşlik duyguları neredeyse bütünüyle körelmiş, yardımlaşma ve dayanışma genelde ortadan kalkmıştır.
Hal böyleyken, Kur’an’a inanan fakat bu inancın pratik
hayata müdahalesine izin vermeyen Müslümanlar ne diye
Kur’an için savaşacak kadar cesur olduklarını söylerler? Bu
olup biten olumsuzluklar karşısında niçin inandıkları Kur’an’a
dönmezler? Kur’an’la hayatlarını inşa etmek için neden akıllarını kullanmazlar?
Aklı kullanmak konusunda Kur’an’da onlarca uyarı görürüz ama akletmeyi hiç düşünmeyiz. Akıllı olduğumuzu zannederiz ama yaptıklarımızda ve yaşadıklarımızda aklın eserini
göremeyiz. Anlamayan, ölçüp tartmayan, mukayese ve muhakeme etmeyen, inandıklarını, yaşadıklarını, düştüğü durumu sorgulamayan bir toplumun aklını kullandığını söyleyebilir misiniz?
“Sadece aklımızı kullanmamız yeterlidir!” demiyorum.
Elbette ki yalnızca akıl tek başına yeterli değildir. Öyle olsaydı
Allah, Kitap ve Peygamber göndermezdi. Ama peygamberle-
121
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
rin getirdiği kitapları anlamak için de aklı mutlak surette kullanmak gerekiyor. Esas olan, vahyin alanına girmeden, akılla
vahyin uzlaşmasını sağlamaktır.
Bıçağı yanlış kullanarak elinizi bir defa keserseniz,
kesme sebebini öğrendikten sonra ikinci seferde aynı hataya
düşmezsiniz. Ne diyorsunuz, İslam dünyasının bugün yaşadığı
acılar, ıstıraplar bıçak yarasından daha mı küçüktür? Neden
özeleştiride bulunmuyoruz? Neden ve niçin inandıklarımızı,
yaşadıklarımızı masaya yatırmıyoruz? Hangi hakla sefil bir hayatı önce kendimize, sonra da bütün inananlara reva görüyoruz?
Bu nasıl bir aymazlıktır ki altından kalkamıyoruz? Bu ne
ağır bir gaflettir ki kurtuluşa eremiyoruz? Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır ki aklımızı başımıza devşiremiyoruz? Bu nasıl bir
basiret bağlanmasıdır ki kendimize gelemiyoruz?
“Biz Müslümanız!” demekle bir yere varamayız; kuru ve
ucuz kahramanlıklarla, yapay sloganlarla Allah’ın Dinini yaşamış olamayız. Hele yan gelip yatmayı, Müslümanlık olarak
asla göremeyiz.
122
Şirkle Beslenen Müslümanlık,
Uydurulan Evliyalık,
Kabir Ehlinden Yardım Dilenmek
Kendimizi büyütecek işler yapmamız gerekirken, neden keramet yükleyerek başkalarını büyütmeye çalışırız?
Allah’ın birliğini binlerce defa tekrar eden insanın, birliği bozacak yaklaşımlarda bulunması ne yaman çelişkidir.
Bazı tarikatlar Allah’a giden yolda barikata dönüşmüş, haberimiz yok...
Başlığa baktığınız zaman, bir anda şok oluyorsunuz. Ne
demek “Şirkle Beslenen Müslümanlık” diye. Müslüman olmanın birinci şartı, varlık âleminin tek sahibi ve hâkimi olan Yaratıcıya katıksız ve şartsız iman etmek ve O’nun dışındaki bütün tapınma objelerini reddetmek iken, nasıl oluyor da bu
inancı taşıması gereken kişi şirkle besleniyor? Evet, böyle düşündüğünüz zaman haklısınız ama bugün Müslümanların geldiği nokta ile Kur’an Müslümanının olması gereken nokta
farklıdır. Şirke karşı direnmesi gereken Müslümanların bir
kısmı maalesef boğazlarına kadar şirk batağına gömülmüştür.
Biraz ağır olacak ama açıkça söylemek gerekirse:
“Kur’an’ın tarif ettiği Allah’la Müslümanların bir kısmının
inandığı Allah aynı değildir.”
123
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Kur’an’daki Allah’a inanmazsanız, hangi adla yaşarsanız yaşayın iman etmiş olamazsınız. Aşağıda vermeye çalışacağım örneklerde de göreceksiniz ki, birçok Müslüman sadece
Allah’a gösterilmesi gereken saygıyı, ilgiyi, güveni, tevekkülü
başkalarıyla paylaşmaktadır. Yine sadece Allah’a yapılması
gereken kulluğuna, ibadetlerine, dualarına, dileklerine, yakarışlarına değişik adlarla başkalarını da ortak etmektedir.
Şirk koşmak için Allah’ın birden fazla olduğunu iddia
etmek ya da işinde ortaklarının bulunduğunu söylemek gerekmiyor. Allah’ın vasıflarını O’nunla beraber başka varlıklara
isnat ediyorsanız, Allah’ın tasarruf yetkisini başkalarıyla paylaşıyorsanız ya da Allah’la aranıza hangi maksatla olursa olsun birilerini ya da bir şeyleri koyuyorsanız şirk eyleminde bulunuyorsunuz yani müşrik oluyorsunuz demektir.
Nisa suresi 4/136. ayetinde “Ey mü'minler! All ah'a
inanın” buyrulmaktadır. Demek Allah’a inanmak, sadece
“inandım” demekle olmuyor. Bu imanda samimi ve içten olmak, sebat etmek, güvenmek, teslim olmak ve varlık âlemindeki tasarruf yetkisini bütünüyle Allah’a has kılmak gerekiyor.
Kur’an; imanı katıksız, tertemiz, arı, duru anlamındaki
“hanif” kelimesiyle tanımlar. Hanif, varlık âleminin tek sahibi
ve hâkimi olan Yaratıcıya katıksız ve lekesiz iman etmek, güvenmek ve O’nun dışındaki bütün tapınma objelerini reddetmek demektir. Allah’ın yanı sıra başka hiçbir güç ve hakikat
kaynağı tanımadan, sadece bir olan Allah’a inanan, O’na kulluk eden, sadece O’ndan yardım dileyen ve O’nun otoritesini
hiçbir şekil ve surette başka varlıklarla paylaşmayan kişi de
Hanif’tir.
Kur’an’da “hanif” kelimesi 10 yerde, çoğulu olan “hunefâ” ise iki yerde geçmektedir. Geçtiği yerlerin dokuzunda
hanifliğin müşriklikten farklı ve onun karşıtı olduğu belirtilir.
124
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Kur’an’ın nüzulünden önce tek Tanrı inancını taşıyan
kişilere Arapçada “Hanif” adı verilirdi ve bu kişilerin İbrahim
Peygamber’in yolunda olduklarına inanılırdı. Bu kelime,
Kur’an’da Allah’ın peygamberleri arasında ilk olarak ve geçtiği yerlerin sekizinde Hz. İbrahim’in imanını ifade etmek için
kullanılmış ve her şeyi yaratan bir yaratıcı inancının nasıl gerçekleştiği onun şahsında net olarak özetlenmiştir.
“De k i: ‘Al lah doğru s öyler. Hepiniz İbrahim’in
Yolu’na tertemiz olarak uyun. O müş rik l erden değildi.’” (A. İmran, 3/95) ve yine: “Bütün benliğini Allah’a
tes lim eden, iyiliği ilk e edinen ve İbrahim’in Allah’ı
birleyen dinine uyan k ims eden din bak ımından daha
güz el k im olabilir? Al lah, İbrahim’i dos t edinmiş tir.”
(Nisâ, 4/125)
Kur’an’da, Allah’ın gösterdiği yoldan giden ve o yola
saf ve duru olarak kendini adayan kişilere “Hanif” denmişken, aynı manada Allah yolunda teslimiyet gösteren kişiye de
“Müslüman” adı verilmiştir. İşte ayet:
“Sen, batıl olan her ş eyden uz ak l aş arak yönünü,
is tik ametini tevhid dinine çevir. Allah’ın ins an bünyes inde nak ş ettiği fıtrata uygun davran k i All ah’ın yarattığında bir boz ulma meydana gelmes in. İş te doğru
din budur. Fak at ins anların çoğu bilmez l er.” (Rûm,
30/30)
Hz. Muhammed’in elçiliğinden önce şirk konusunda
Yahudilerin ve Hıristiyanların düştüğü duruma maalesef bugün Müslümanlar düşmüşlerdir.
“(Yahudiler) Al lah’la beraber hahamlarını, (Hıris tiyanlar is e) rahiplerini ve Meryem Oğl u Mes ih’i
rabler edindiler. Hâlbuk i onlara yalnız bir tek
ilah(olan Allah’)a ibadet etmeleri emredilmiş tir.
125
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
O’ndan baş k a hiçbir il ah yok tur. O, onların ortak k oş tuk ları ş eylerden uz ak tır/yücedir.” (Tevbe, 9/31) Bu
ayette Müslümanlar yok ama bugün bazı Müslümanların yaşadıklarıyla, o günün Yahudi ve Hıristiyanlarının yaşadığı aynıdır.
Ayette geçen “Ahbar” terimi, “Hebr” sözcüğünün çoğuludur. Bu terim “Kitap Ehlinin Bilginleri” -daha çok Yahudi
Bilginleri- anlamına gelir. “Ruhban” terimi ise “Râhib” sözcüğünün çoğuludur. Bu terim de, insanlardan uzaklaşıp riyazete
çekilerek dünya zevklerini terk eden ve kendini aşırı bir şekilde ibadete veren kişiler için kullanılır.
Yahudilerin hahamlarını, Hıristiyanların rahiplerini ilah
edinmelerinden maksat, Allah’ın mesajlarını bırakarak onların söylemlerine itibar etmeleri ve onların kişisel emir ve yasaklarına uymaları demektir ki bu da onların din adamlarına
kulluk etmesi anlamına gelmektedir. Yani Allah’ın helal dediğine haram, haram dediğine helal demeleridir. Bu ayetin devamında: “Hâlbuki onlara yalnız bir tek ilah (olan Allah’)a
kulluk etmeleri emredilmişti.” buyruluyor.
Aynı tehlike bugün Müslümanlar için de geçerlidir. Allah adına birçok hurafe farklı adlar altında Müslümanlara
inandırılmaya ve yaşattırılmaya çalışılıyor.
Onun için dinlediklerimizi, okuduklarımızı, inandıklarımızı, konuştuklarımızı ve yaşadıklarımızı Kur’an’ın ve Sünnetin altın mikyaslarıyla test etmeliyiz. Aksi takdirde bizim de yukarıda belirtilen sınıflardan bir farkımız kalmaz.
Kur’an’da yüzlerce yerde Allah’ın rahmetinin sınırsızlığını anlatan vurgular görürsünüz. Nerde bir azap ifadesiyle
karşılaşsanız hemen arkasında “Allah’ın merhametini ve ba-
126
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
ğışlamasını” müjdeleyen anlatıma tanık olursunuz. Bu da Allah’ın merhametinin enginliğini ortaya koyar. Ama şirke sıra
gelince iş değişir.
“Doğrus u Allah, k endis ine ortak k oş ul mas ını
(s ıfatlarının ve tas arruf yetk is inin paylaş ılmas ını) as la
affetmez . Ondan baş k as ını is e, dilediği k ims eler için
bağış lar ve mağfiret buyurur. Her k im Allah’a ş irk k oş ars a gerçek ten pek büyük bir günah il e iftira etmiş
olur.” (Nisâ, 4/48)
İşte Allah’a ihanetin bedeli budur. Bütün günahlar affedilir ama şirk asla! Çünkü şirk koşmakla Allah’ın rahmet tasarrufunu elinden almaya kalkıyorsunuz. O’nun bağışlayıcılığına başkalarını ortak ediyorsunuz.
“Onların ç oğu, baş k a varlık lara da tanrıs al nitelik ler yük l eyerek All ah’a inanırlar. (İmanl arına ş irk
k arış tırırlar.)” (Yûsuf, 12/106)
Allah’a katıksız iman, Tevhid inancının temelini oluşturur. Allah’ın bir ve her şeye egemen olduğuna inanmak yetmiyor. O’nun birliğine ve hâkimiyetine gölge düşürecek başka
varlıklara tanrısal nitelikler yüklememek gerekir.
Mekkeli Müşrikler de Allah’ın birliğine ve otoritesine
inanıyorlardı ama Allah’a ulaşmak için putları aracı kılarak
Tevhid inancıyla çelişen tavırlar sergiliyorlardı. Bir insan Allah’la kendi arasına birisini ya da herhangi bir şeyi koyuyorsa
imanına şirk bulaştırıyor demektir.
Şimdi olması gereken bu katıksız imana birçok Müslümanın neler kattığını ve katılanların imanı nasıl ekşittiğini anlatmaya çalışacağım:
127
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Allah’a Aracı İle Ulaşmak
Bazı insanlar dualarının daha kolay kabul görmesi ve
ihtiyaçlarının daha rahat giderilmesi için Allah’la aralarında
aracı kullanırlar. Hâlbuki Allah’ın insanlara rahmet etmesi ve
onlarla irtibata geçmesi, insanların da Allah’a ulaşması için
aracıya ihtiyaç yoktur. Olmadığı gibi, kişinin Allah’la arasına
vasıta koyması da düpedüz şirktir.
“İyi biliniz k i, her türl ü ş irk ve dünyevi mak s attan uz ak iman ve itaat yalnız Allah’a mahs us t ur.
O’ndan baş k a birtak ım dos tlar t utanlar da ş öyle demek tedirler: “Biz onlara s adece biz i Allah’a daha çok
yak laş tırs ınlar diye ibadet ediyoruz .” Şüphe yok k i Al lah, onların aralarında ihtilaf edip durduk l arı ş eyde
hük münü verecek tir. Allah yalancılığı, nank örlüğü ve
ink ârcılığı tabiat haline getirenleri as la doğru yola yöneltmez . (Zümer, 39/3)
Ayette geçen “zülfa” kelimesi Kur’an’da dört yerde geçmektedir. Bunlardan biri bu âyette, bir diğeri Sebe Sûresi
34/37. ayetinde: “(Ey İns anlar!) S iz i biz e yak laş tıracak
olan, ne z enginliğiniz , ne de ç ocuk larınız dır. Yalnız ca
iman edip doğru ve yararlı iş ler yapanlar (biz e yak ın
olabilirler).” olduğu gibi “yaklaştırmak” anlamında kullanıl-
mıştır.
Diğer iki örnekte ise, biri Hz. Davud için, diğeri Hz. Süleyman için “itibar” anlamında kullanılmıştır. Her ikisi için de:
“Onun yanımız da yük s ek bir değeri (k redis i) ve dönüp
geleceği güz el bir mak amı vardır.” (Sâd, 38/25, 40) buyrulmuştur.
128
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Bunlardan da anlıyoruz ki, hiçbir şey ve hiçbir varlık kişiyi Allah’a yaklaştıramaz. Kişiyi Rabbine yaklaştıracak olan
amelleridir, eylemleridir. Çalışmalarıyla iyi bir itibar oluşturduktan sonra, Hz. Davud ve Hz. Süleyman örneklerinde olduğu gibi, Allah katında iyi bir makama sahip olur.
Yoksa iyi olan ya da iyi zannedilen ve insanlar tarafından uçurulan kişilerin araya sokularak Allah katında iyi bir
krediye sahip olmak ya da onların baskısıyla (hâşâ) dilekleri
kabul ettirmek, affolunmayı sağlamak imkânsızdır ve düpedüz
küfürdür, şirktir
Aracısız Allah’a Ulaşmanın
İmkânsızlığını Savunanlar
“Allah’a ulaşmak için mutlaka aracı olmalı ve aracısı olmayanın aracısı şeytandır!” diyenlerin, Kur’an’da dayandıkları Mâide Suresinin 5/35. ayetidir. Bu ayette -sözde- Allah’a
ulaşmak için mutlaka bir şeyin vesile kılınması gerektiği vurgulanıyormuş gibi insanlar tesir altına alınarak şirke zorlanmaktadır.
Kur’an’da “vesile” kavramı iki yerde geçer. Bu ayetlerden birincisi konumuzla doğrudan ilgilidir. Ancak buradaki
vesile kavramının ne anlama geldiğini ikinci ayetle daha iyi
anlamış olacağız.
“Ey İnananlar! Allah’a k arş ı s orumluluğunuz un
bilincinde ol un. O’na (rız as ını k az andıracak faaliyetler gös tererek ) daha yak ın olmaya çalış ın ve O’nun
yolunda (İs lam’ın hayatınız a hâk imiyeti için) gayret
gös terin k i k urtuluş a eres iniz .” (Mâide, 5/35)
129
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Ayette anlatılmak istenen şey, Allah’a ulaşmak için
aracı bulmak değil, O’nun rızasını kazandıracak ve O’na yakınlığı sağlayacak eylemlerde bulunmaktır. Ayetin son cümlesindeki “Allah yolunda gayret gösterin ki kurtuluşa eresiniz.”
ifadesi de, bu anlamda meramın anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır.
“Vesile” kelimesinin daha iyi kavranarak kafalardaki
soruların giderilmesi için İsra Suresi 17/57. ayetinin mutlaka
irdelenmesi lazım:
“Onların yalvardık ları (Mes ih ve Üz eyir gibi az iz leş tirilmiş ) ne vars a heps i, ‘Hangimiz daha yak ın olacağız ?’ diye Rablerine ves ile ararl ar, O’nun rahmetini
umarlar, az abından k ork arlar...”
Hz. İsa ve Üzeyir Peygamberleri aracı yapmak isteyenlere ayette Allah uyarıda bulunarak: “Onlar, Rablerine yakın
olmanın yollarını ararken biz ne diye onları araya sokmaya
kalkıyoruz?” diyor. Yani: Onlar da bizim gibi muhtaç varlıklardır. Onların bu anlamda bize ne gibi bir yardımı olabilir ki?
Onlar da Allah’a yakın olmak için gayret gösteriyordu. Ve onlar sadece geldikleri toplumlara Allah’ın Dinini anlatarak vazifelerini yapmış ve dünyadan gitmişlerdir.
Ve İsra Suresi’nin 17/56. ayetinde Allah: “De k i:
‘O’ndan baş k a ilah s andığınız (ve Allah yerine k endilerine s adak at gös terdiğiniz ) varlık ları çağırın. Onlar
baş ınız dak i s ık ıntıyı ne k aldırabilirler ne de değiş tirebilirler.’” buyurarak aracı işini kökten halletmiştir.
Artık bu ayetleri gördükten sonra hâlâ aracı diye tutturanlara basiret yoksunu, akıl fakiri, düşünme özürlü demekten
başka çaremiz olamaz.
130
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Deniyor ki: “Madem aracı olmayacaklardı, peygamberlere ne gerek vardı?” Peygamberler insanlarla Allah arasına
girmek için gelmedi, Allah’la insanların arasına giren canlı
cansız tüm objeleri ortadan kaldırmak için geldi. Ayrıca onlar
aracı değil, elçidir.
Allah’la kul arasındaki irtibatın daha katıksız ve daha
lekesiz bir şekilde sağlanması için görevlendirilen peygamberlere aracılık gibi bir paye vermek ve Allah’ın hoşuna gitmeyecek bir kulp takmak, hem Allah’a hem de peygamberlere saygısızlıktır.
Mü’min olmanın birinci şartı, Allah’a katıksız iman etmek değil mi? Adam göçük altında kalmış, kurtarıcı bekliyor,
gelen kurtarıcı adamı düştüğü yerden çıkarıyor ama çıkarılması mümkün olmayan daha derin bir kuyuya atıyor. Bizim
peygamberleri koyduğumuz yer buna benziyor. Peygamberler insanları şirke bulaşmaktan korumak ve bulaşanları kurtarmak için vazifelendirilmiş, ama biz onları kurtardıkları insanlarla Allah’ın arasına sokarak daha büyük bir felaketin aracıları yapıyoruz.
Uydurulan Evliyalık
Ve Evliyadan Medet Ummak
Kendimizi büyütecek işler yapmamız gerekirken, neden
keramet yükleyerek başkalarını büyütmeye çalışıyoruz bilinmez?
Halk dilinde, gizli bilgiler ile donanmış, zaman ve
mekân bağlarının dışında kalan, Allah tarafından özel himaye
gören kimselere evliyâ denir.
131
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Sözde iki türlü evliyâ vardır; biri gizlidir, Allah sırlarına
erdiği için (hâşâ) kendini saklar ve kim olduğunu bildirmez;
diğeri ise herkes tarafından bilinen, tanınan ve sayılan velilerdir ki bunlar kerametleriyle tanınırlar.
“Evliyâ”, “velî” kelimesinin çoğuludur. Yani veliler demektir. Ama zaman içinde bu kelime çoğul anlamını yitirip
“ermiş” manasında tekil anlam kazanmıştır. Dolayısıyla veliler
için kullanılan “evliyâ” kelimesi aynı zamanda bir kişi için de
“evliyâ” olarak kullanılmaktadır.
İslam’da ermişlik ve ermişlerin suda yürümesi, ateşte
yanmaması, havada uçması gibi keramete dayalı olağanüstülükler diye bir şey yoktur. Bu tip söylemlerin ne Kur’an’da, ne
de sahih hadis kaynaklarında hiçbir karşılığı bulunmamaktadır. Allah dostları vardır, bu dostların Allah katında değerleri,
itibarları vardır, onlar da hakiki mü’minlerdir. Bu konuda bizi
aydınlatacak olan tek kaynak Kur’an’dır. Şimdi Kur’an’a giderek “evliyalık” konusunda düşündüklerimizi, inandıklarımızı bir gözden geçirelim:
Kur’an’da “velî” kelimesi 23 yerde, “velî”nin çoğulu
olarak “evliyâ” terimi 35 yerde geçer ve bunların tamamında
“koruyucu/dost” anlamında kullanılır. Bunlardan bazıları,
aşağıdaki örneklerde olduğu gibi, inananlar için Allah’la birlikte, Allah’ın dostları/velileri olarak kullanılmıştır.
“Allah, inananların dos tudur/velis idir/k oruyucus udur. Onl arı k aranlık lardan aydınlığa çık arır.” (el-Bakara, 2/257)
İşte Allah’a dost olmanın adı veliliktir, veli olmanın şartı
da inanmaktır, güvenmektir. Ve inandıktan sonra ilahi öğretilerle karanlıktan aydınlığa çıkmaktır. Yani imanın gereklerini
yerine getirerek Allah’ın güvenini kazanmaktır. Bu demektir
132
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
ki iman eden ve imanın gereklerini yerine getiren herkes evliyadır. Bu tarifi biz yapmıyoruz, Allah yapıyor. Bu makamı biz
vermiyoruz, Allah veriyor.
“Allah inananların velis idir, dos tudur, k oruyucus udur.” (Âl-i İmrân, 3/68)
İşte ikinci bir ayet. İnanıyorsak -ki inandığımızı söylüyoruz- o halde evliya aramanıza gerek yok, biz zaten evliyayız.
Üstelik bu dostluğu/veliliği Allah başlatıyor. İnanmakla bizi
dostluğuna kabul ederek diğer insanlardan ayırıyor ama
ayırdı diye uydurulan kerametleri bize yüklemiyor. Bize sadece mü’min olarak değer veriyor.
İnsana olağanüstü yetenekler verilerek suda yürümek,
ateşte yanmamak, havada uçmak gibi kerametler yüklenseydi
Hz. Peygamber Mekke’den Medine’ye uçarak giderdi. Neden
o kadar kaygı ve zahmet yaşanmıştır. Yoksa bizim uydurduğumuz evliyalar (!) Hz. Peygamber’den daha mı evliyadır?
“Doğrus u benim k oruyucum, velim bu K itab’ı
(K ur’an’ı) indiren Al lah’tır. Ve O, bütün iyi ins anlarl a
dos tluk k urar.” (A’râf, 7/196)
Hz. Peygamber’e Allah tarafından söyletilen bu ifadeye
bakar mısınız? “Benim velim, dostum Allah’tır.” dedikten
sonra, “Allah’ın, iyi insanlarla, sâlih kullarla dostluk/velâyet
kuracağını” anlatıyor.
Dediğim gibi, ilk adımı Allah atıyor, kulunun yaklaşmasını bekliyor ve teslim olduğu an onu velâyete/dostluğa kabul
ediyor.
“Haberiniz ols un k i, Allah dos t l arına, evliyaya
k ork u yok t ur ve onlar üz ülecek de değillerdir.” (Yûnus,
10/62)
133
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Bu ayette bizzat çoğul olarak “evliyâ” kelimesi kullanılmış ve mü’minlerin korkmayacağı müjdesi verilmiştir. Buradaki “korkmayacağı” ifadesi dünyadaki engelleri aşarken keramet göstererek uçup gideceği anlamına gelmez. Kur’an’da
çok sık karşılaşılan dünya ve âhiret azabından kurtulacağı anlamına gelir.
Yusuf Peygamber, “Ey Gök leri ve Yeri Yaratan!
Dünyada ve âhirette benim yegâne dos tum s ens in.”
(Yûsuf, 12/101) diyor. Hz. Yusuf, peygamber olduğu halde
Allah’la olan dostluğuna dikkat çekiyor. Demek peygamber
de olsa inanan herkes Allah’ın dostudur. Hz. Yusuf’un Allah’la dostluğu ile gerçek manada inanan bir mü’minin dostluğu arasında bir fark yoktur. Yani peygamberler veli ise, onlara inanan ümmetleri de velidir. Ama bu imanın gerçek ve
sağlam olması gerekir.
Nedir bu gerçek iman? Allah’a inanıp tam güvendikten
sonra, O’nun elçileri aracılığıyla gönderdiği öğretilerle hayatı
yaşanılır hale getirmektir. Bugün için gerçek mü’min,
Kur’an’la terbiye olan kişidir.
“Allah, k endis ine k arş ı s orumluluk bilinciyle yaş ayanların dos tudur.” (Câsiye, 45/19)
Allah’ın emirleriyle hayatını düzenleyen, O’na karşı sorumluluk bilinciyle yaşayan, O’ndan sakınan her mü’min velidir, evliyadır. Bu tanımlamaya uyuyorsanız siz de evliyasınız.
Ancak evliyalığınızı test etmek isterseniz sakın apartmanların balkonlarından ya da yüksek kayalıklardan atlayarak uçmayı denemeyin, zinhar ateşe ya da kaynar suya girerek yanmayı test etmeyin, yüzmek bilmiyorsanız asla Boğaz’a
dalarak karşıya geçmeye ya da gemiden atlayarak yürümeye
kalkmayın! Çünkü evliyalık bu saçmalıkları yapma yeteneği
değil, Allah’a dost olma hususiyetidir.
134
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Anlayacağınız, Kur’an’a göre inanan ve yaşayan herkes
evliyadır. Ayrıca evliyalık makamı diye bir makam da yoktur.
Öyle gereksiz yere insanlara, peygamberliğe benze bir evliyalık payesi isnat ederek Allah’ın mü’min kullarına lütfettiği
dostluğu “evliyalık” adıyla kimsenin süfli emellerine alet etmeyelim!
Evet, “Evliyalık, Allah’a imanı ve bu imanın arkasından
gelen yakınlığı, dostluğu, itibarı ifade eder” dedik. Şimdi de
Allah’ın insanlara yakınlığını Kur’an perspektifinden ortaya
koyarak, birilerinin tavassutuna, yardımına, araya girmesine,
arabuluculuk etmesine gerek var mı buna bakalım:
Allah’ın İnsana Yakın Olması
Allah’ın insana yakınlığını anlamak için, Kur’an’daki
“Allah” tanımına, “Rab” kavramının kullanıldığı cümlelere,
Allah’ın sıfatlarına vâkıf olmak gerekir. Allah’ı tanıyamamak
ve anlayamamak insanı şirke götüren en büyük nedendir.
Onun için bu konuda en büyük desteği Kur’an’dan almalıyız.
Kâinat kitabıyla Allah’ın büyüklüğünü, varlık âlemindeki
ahenkle Allah’ın kudretini idrâk edebiliriz ama O’nun bize
olan yakınlığını ve bizimle münasebetini ancak Kur’an sayesinde anlarız.
“Andol s un ins anı biz yarat tık ve nefs inin (iç
benliğinin) ona ne fısıldadığını biz biliriz , çünk ü biz
ona ş ah damarından daha yak ınız .” (Kâf, 50/16)
Ayette geçen “şahdamarından daha yakın olma” ifadesi, Yaratıcının insana yakınlığı anlatan en etkili sözdür ve
bunu Allah söylüyor.
135
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Şimdi sorarım size: “Can damarımızdan bize daha yakın olan Yaratıcımıza ulaşmak için başkalarını nasıl ve hangi
akılla devreye sokarız? Ve bunu da olması gereken doğru bir
yaklaşım olarak nasıl görürüz?”
“K ullarım, beni s enden s orarlars a, (bils inler k i)
gerçek ten ben (onlara çok ) yak ınım. Bana dua edince,
dua edenin duas ına cevap veririm. O halde onlar da
benim çağrıma olumlu k arş ılık vererek bana inans ınlar k i, doğru yolu buls unlar.” (el-Bakara, 2/186)
Dedik ya, Allah’ı tanımak için en büyük destekçimiz
Kur’an olmalıdır diye. Allah kuluna yakınlığını ortaya koyarken “Sizin duanıza, çağrınıza cevap verecek olan benim.” diyor. O halde duamıza cevap verecek olana yalvarıp yakarmamız, dileklerimizi karşılayacak olana dertlerimizi arz etmemiz,
sorunlarımızı çözecek olana problemlerimizi sunmamız gerekiyor.
“Gök lerin ve yerin mülk ünün Al lah’a ait ol duğunu bilmez mis in? Al lah’tan baş k a s iz i k oruyacak ve
s iz e yardım edecek hiç k ims e yok tur.” (el-Bakara,
2/107)
Ayette, “Allah’tan başka bizi koruyacak ve bize yardım
edecek hiç kimsenin olmadığı” bildiriliyor. Allah böyle söylerken sanal âlemdeki kurtarıcılarımıza koruyuculuk gücünü nerden bulup veriyoruz? Kaldı ki bulduğumuz kimseler kendilerine yardım etmekten bile acizken, bize nasıl yardım edecekler? Yardım etmeye ve araya girmeye kalkışsalar, Allah onlara
sormaz mı: “Siz de kim oluyorsunuz ki kulumla arama giriyorsunuz?”
“Nerede ol urs anız ol un O s iz inle beraberdir ve
Allah bütün yaptık larınız ı görmek tedir.” (Hadîd, 57/4)
136
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Allah’ın, kuluyla birlikteliğini anlatan bundan daha etkili bir mesaj olabilir mi? “Nerede olursanız olun, hangi işin
başında bulunursanız bulunun… İster araba sürün, ister yatakta uyumaya çalışın, ister sofrada yemek yiyin, ister halı sahada top koşturun, ister namazda olun, ister bağda bahçede
çalışın, ister uçakla uçun, ister yolda yürüyün Allah sizinle beraberdir.” diyor.
Hal böyleyken, bu beraberliği tehlikeye sokacak ve bizi
yalnızlığa itecek üçüncü bir kişiyi ne diye Allah’la aramıza sokmaya kalkıyoruz?
“Allah, ins ana k arş ı en ş efk atli olandır, rahmet
k aynağıdır.” (el-Bakara, 2/143)
İşte rahmetin kaynağı, işte merhametin merkezi, işte
şefkatin hazinesi! Niçin kendileri de merhamete muhtaç olan
kişileri devreye sokup Allah’ın bize göstermek istediği rahmeti
engellemeye kalkıyoruz? Ya da neden Allah’ın şefkatini başkaları üzerinden devşirmeye çalışıyoruz?
Merhametin kaynağından alabildiğince istifade etme
imkânımız varken, kendisi de kaynak arayan bizim gibi rahmete muhtaç birilerini ne diye kaynağın yetkili bayisi durumuna getiriyoruz? Böyle yapmakla, rahmet hazinesini bize
açan Allah’a karşı saygısızlık etmiş olmuyor muyuz?
Biz Allah’ın üvey kulları değiliz (hâşâ). O’nun yarattığı
varlıklar arasında kendine en yakın olan kullarıyız. Öyle ki bu
yakınlık annemizle, eşimizle, çocuklarımızla, dostlarımızla, arkadaşlarımızla aramızdaki yakınlığın milyonlarca katıdır. Ne
diye hâlâ Allah’a yakın durmaya çekiniyor ve bizi O’na yaklaştıracak zavallı birilerini arıyoruz? Unutmayalım ki, Allah’la
aramıza sokacağımız ne varsa hepsi de yarın Rûz-i Mahşer’de
karşımıza bir felaket olarak çıkacaktır!
137
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Allah biz e yeter. O ne güz el vek il dir.” (A. İmran,
3/173); “All ah, k uluna yetmez mi?..” (Zümer, 39/36);
“...K im All ah’a dayanıp güvenirs e O, ona yeter...”
(Talâk, 65/3)
Allah’ın, en küçük bir şirke bulaşmak konusunda bile
kendimize gelmemizi sağlayacak hayat dolu ayetlerine bakar
mısınız? Daha ne bekliyoruz? Allah bize canımızdan daha yakın, dualarımıza icabet etmeye ve bizi korumaya hazır, beraberliğe razı, şefkati ve merhameti esirgemiyor ve bu ayetlerde
görüldüğü gibi de her konuda bizim için yeterli...
Bize ne oluyor da bize herkesten ve her şeyden çok yakın olan ve bu yakınlığı can damarıyla ifade eden Allah’a uzak
durmaya çalışıyoruz? Hangi akılla Allah’ın rahmet kapısı bizim için sonuna kadar açılmışken başkalarından yardım dileniyoruz? Hangi hakla Allah’ın kendisi vekilken başkalarına
vekâlet vermeye kalkıyoruz? Bu yaptıklarımızın Allah’a çok
büyük bir saygısızlık olduğunu ve bu saygısızlığın bizi şirke dolaysıyla cehenneme götürdüğünü biliyor muyuz?
İnsanın bir şeyden istifade edebilmesi için onu iyi tanıması ve anlaması gerekir. Sağlıklı beslenmemiz için bile diyet
uzmanlarından destek alıyoruz, yiyeceklerimizi özenle seçmeye ve daha iyi tanımaya çalışıyoruz. Allah’ı bir insan gibi
düşünürsek, O’nun bilmesini, duymasını, görmesini, yardımını, yakınlığını, birlikteliğini, dostluğunu anlayamayız. O’nu
eşi benzeri olmayan, yer göğe sığmayan, zamandan
mekândan münezzeh, insanın kavrayış alanının ötesinde bulunan, gözle görülemeyen, duyularla algılanamayan, beşeri
algı ile tarif edilemeyen bir Allah olarak düşüneceğiz ve O’nu
asla yaratılan hiçbir varlığa benzetmeyeceğiz.
138
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Allah’ı anlamanın yolu Kur’an’ın bütününü anlamaktan geçer. Mesajın tamamını kavradıktan sonra Allah’ın yakınlığı konusundaki derinliği daha iyi idrâk edeceğiz ve o zaman aracılarla hem kendimize yaptığımız zulmü hem de Allah’a gösterdiğimiz saygısızlığı daha iyi anlamış olacağız.
Önemli bir sorununuz var ve sorunun çözülmesi için
ciddi bir gayret içindesiniz. Kime derdinizi anlatsanız çare bulamıyorsunuz. Ama dertlerinize derman olacak zat da yanınızda ve bütün sorunlarınızı sadece kendisinin çözebileceğini
ve kendisi dışında bir alternatifinizin olmadığını söylüyor. Siz
hâlâ derdinize derman bulacak makamlar, aracılar aramaya
devam ediyorsunuz. Böyle bir saçmalığın doğru olabileceğini
düşünebiliyor musunuz? İşte bizim yaptığımız da böyle bir
saçmalıktır.
“Onlar All ah’ın gücünü gereği gibi k avrayıp değerlendiremediler.” (Hac, 22/74) ayeti bizim için ne ifade
ediyor, hiç düşündük mü?
Bazıları, Allah’la doğrudan irtibata geçmeyi, O’ndan
aracısız talepte bulunmayı trafosuz enerjiye bağlanmaya benzetmektedir. Bu teşbihin akılla mantıkla izahı mümkün değil.
Yok efendim “adamın kalbi yanarmış”; Allah’tan Kâbe’ye,
oradan Hz. Peygamber’e, oradan da tâlî aracılara ve en son
size ulaşırmış Allah’ın yardımı/nuru; siz de dileklerinizi aynı
yolla, tersinden Allah’a arz edebilirmişsiniz!
Allah’ın nurunun insan kalbini yakabileceğini düşünmek ne azim bir cehalettir. Nur mânevîdir, kalp de mânevîdir.
Mânevî bir şeyin yanması asla düşünülemez. Ayrıca kalpler
ancak Allah’ın nuruyla aydınlanır ve kirlerden arınır. “Biliniz
k i, k alpler ancak Allah’ı anmak la huz ur bul ur.” (Ra’d,
13/28) Allah’ın nurunun insan kalbine gelmesi için arıtılması
ya da kalbe filtre takılması mı gerekecek?
139
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Varlık âlemini yaratan ve Arş üzerine egemenlik kuran
Allah, topraktan yarattığı insan bedenine kendi ruhundan üfledikten sonra, halife sıfatıyla onu dünyaya göndermiş, sonra
da Arş’ının birer izdüşümü misali, yeryüzünde kendine özel
iki manevi alan oluşturmuştur. Bunlardan biri, Mekke’de sembolik olarak, bütün insan eylemlerinin Allah’ın birliği fikrini
merkez alması anlamına gelen Kâbe’nin olduğu yerdir, diğeri
ise insanın merkezi olan kalbidir. Ancak bu kalp kanı vücuda
pompalayan biyolojik kalp değil, manevi kalptir yani ruhtur.
Şimdi siz, Allah’ın irtibat merkezi olan insan kalbini,
yine Allah’ın nuruyla yakacaksınız? Allah’ın kendi irtibat merkezini ateşe vermesi düşünülebilir mi? O merkez O’na göre
yaratılmış ve Ona göre tasarlanmıştır. Ve orası O’ndan başkasına konaklık edemez, etmemelidir.
Allah’la irtibata geçmek, O’nun yardımını almak, rahmetine kavuşmak, O’nun nuruyla kalpleri temizlemek ve aydınlatmak için distribütörlere, bayilere, aracılara, taşeron firmalara, komisyonculara gerek yoktur.
Bu iş öyle santrallere, trafolara, barajlara benzetmekle
olmaz. Allah, kuluyla doğrudan çalışır ve herhangi bir varlığın
araya girmesine de tahammül etmez.
Rahmetin toptancısı olmaz. Allah’ın nurunun komisyoncusu olmaz. Peygamberler distribütör değil, Allah’ın mesajının tebliğcileridir. İslam âlimleri Hz. Peygamber’in getirdiği
dinin bayileri değil, misyonunun mümessilleridir, davasının
hadimleridir, yolunun yolcularıdır.
Farkında olmadığımız bir şey var. Allah’a yaklaşmak
için beraber olmaya çalıştığımız ve sohbetlerine katılmaktan
büyük keyif aldığımız ve Allah dostu diye tanıdığımız kişilerin
birçoğu tarafından her geçen gün Allah’tan uzaklaştırılıyoruz.
140
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Bazı tarikatlar Allah’a giden yolda barikata dönüşmüş haberimiz yok. Bazıları Sırat-ı Müstakimi Tariki Musannime (putçuluğa) dönüştürmüş ama bilgimiz yok. Farkında olmadan
Allah adamı zannettiğimiz insanlara gösterdiğimiz sevgiyi maalesef Allah’a göstermiyoruz. Bu öyle “Biz, Allah’ın kuluyuz
ve O’nu çok seviyoruz!” demekle olmuyor.
Allah sevgisinin davranışlara yansıması gerekir. “İns anlar aras ında, Allah’tan baş k al arını O’na ortak k oş anlar vardır. Onları, (yalnız ca) Allah’a öz gü (olmas ı
gerek en) bir s evgi ile severler. İnananların Allah s evgis i is e, daha faz ladır. (Allah’a ortak k oş arak ) nefis lerine z ulmedenler, az abı gördük leri z aman bütün k uvvetin Allah’ta bulunduğunu ve Allah’ın az abının pek
ş iddetli ol duğunu (anlayacak lar ama) k eş k e (önceden) bils el erdi.” (el-Bakara, 2/165) Bu ayetin yorumunu
size bırakıyorum. Umarım bize fayda sağlayacak ve uyanmamıza vesile olacak bir eşleştirme yaparız.
Evliya Diye Bilinen Zatların
Türbelerini Ziyaret
Kabir ziyaretinin doğru olup olmadığını anlamak için,
hangi amaçla kabirlere gidildiğine bakmak lazım. Eğer genelde olduğu gibi türbeden yardım almaya ya da orada medfun bulunan kişiyi aracı tutmaya gidiyorsak şirke bulaşıyoruz
demektir. Ama ölümü hatırlamak, kabir ehlinin faydalı çalışmalarını yâd etmek ve örnek hayatını anımsamak için gidiyorsak elbette ki bir sakınca olmaz. Ancak ziyaretlerde çoğunlukla yardım dilenmek ve aracı kılmak ana düşüncedir. İşte
tehlikeli olan da budur.
141
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Biz ondan yardım dilemiyoruz, onun hürmetine Allah’tan yardım diliyoruz!” diyerek birtakım manevralarla sapkınlıklarımızı kamufle etmeye çalışsak da hissiyatımızı Allah
biliyor. Allah birisine hürmet ederek iş yapsaydı Hz. İbrahim’in babasına, Hz. Peygamber’in amcasına hidâyet lütfederdi. Hz. Nuh’un oğlunu kurtarır, Hz. Lut’un eşini doğru yola
getirirdi. Bizim hürmetine dediğiniz zatlar bu saydığım isimlerden daha mı değerlidir?
Madem ölümü hatırlamak ve hatıraları yâd etmek maksadıyla türbe ziyaretine gidiyoruz, o halde neden hep sınavlardan önce, seçimlerin arifesinde, ev araba aldıktan sonra,
işe girerken, makama yerleşirken, bir yere göç ederken bu ziyaretlerimizi sıklaştırıyoruz?
Neden dünya işlerinde başarılı olmak için hayattaki başarılı insanları ziyaret etmek yerine dünyadan göçmüş insanları ziyaret ediyoruz? Maksadımız belli, yalandan kendimizi
avutmayalım! Kendimizi aldatsak da Allah’ı aldatamayız. “Allah kulunun taleplerini başkasıyla paylaşmak istemez.”
(Buhârî, Nikâh 107; Müslim, Tevbe 36; Tirmizî, Radâ 14)
Yaptığınız iş tartışmasız şirkin kapsamına girmektedir.
“Halis inancın yalnız Allah’a yönelmes i gerek mez mi? O’ndan baş k as ını dos t ve k oruyuc u edinenler, ‘Biz bunlara s ırf biz i Allah’a daha çok yak laş tırs ınlar diye k ulluk ediyoruz !’ derler.” (Zümer, 39/3);
“Ancak Rabbine yönel ve yalvar.” (İnşirâh, 94/8)
Bu âyetlerden de anlaşılıyor ki Allah, kulunun mutlaka
doğrudan kendisiyle irtibata geçmesini istiyor, çünkü yaratılışı
ve yapısı onu gerektiriyor.
Allah, “Sadece Rabbinize yalvarın.” diyor, biz ise “Rabbimize yalvarıyoruz ama ne olur ne olmaz filan zatı da araya
142
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
sokarak işi sağlama alıyoruz!” diyoruz. Sağlama aldığımız bir
şey yok, sadece imanımızı ve yaptıklarımızı sakata getiriyoruz.
Allah aşkına, bu kadar ayeti gördükten sonra yapılanların şirk
olduğunu anlamamız için gökten başımıza taş mı yağması lazım?
Çıkıyor birileri, yaşadıklarıyla çelişen herhangi bir ayet
için: “Madem bu ayetin hükmü geçerliydi, Hz. Peygamber bu
ayet geldikten sonra neden farklı uygulamalar yaptı?” diye soruyor?
Allah aşkına, Hz. Peygamber hurafeci midir ki ayete uymayan iş yapsın? Aziz Peygamber’in vahyin dışına çıkması,
Allah’ın koyduğu çizgiyi aşması düşünülebilir mi? İşte size
kapı gibi belge:
“Eğer o, biz e k arş ı baz ı s öz leri uydurup s öylemiş
ols aydı. El bette biz onu k uvvetl e yak alardık (onu cez alandırırdık ). Sonra onun can damarını k es erdik
(onu yaş at maz dık ).” (Hâkka, 69/44-46)
Bu ayetlerin muhatabı olan bir peygamber, ne dersiniz
kafasına göre iş yapar mıydı? “Yapardı!” diyorsanız şu ayetlere bir bakın:
“Sen s adec e Rabbinden s ana vahyolunana uy.”
(Ahzâb, 33/2)”;
“(De k i.) Ben ancak bana vahyolunana uyarım.”
(Yûnus, 10/15);
“Eğer bunu yapmaz s an O’nun el çiliğini yapmamış olurs un.” (Mâide, 5/67);
“(De k i:) O, s iz e K itab’ı açık lanmış olarak indirmiş ik en Allah’tan baş k a bir hak em mi arayayım?”
(En’âm, 6/114)
143
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Belli ki Hz. Peygamber üzerinden bazı yanlışlara ruhsat
kazandırmak için kimsenin bilmediği ve tanımadığı râviler
aracılığıyla uydurulmuş hadisler ortaya atılıyor. Böylece
Kur’an’la çelişen başka meselelere meşruluk kazandırabilmek
için Hz. Peygamberin ismi kullanılıyor.
Ayrıca türbelerden yardım isterken, bilmeliyiz ki; aracı
tutmak istediğimiz insanlar hayatta değillerdir. Onların türbelerde sadece cesetleri gömülüdür, ruhlarıyla türbelerin bir alakası yoktur. Bize yardım etmeye kalksalar da zaten edemezler.
Çünkü onlar bu âlemden ahiret âlemine göçmüştür.
Diyeceksiniz ki: “Şehitler de mi yaşamıyor?” Şehitler,
bizim zannettiğimiz gibi mezarlıklarda, türbelerde yaşamıyor.
Şehitlere yapılan özel kabirlerin dinde hiçbir karşılığı yoktur.
Öyle olsaydı Hz. Peygamber Uhud şehitlerine ve diğer savaşlarda kanını canına şahit tutanlara özel mezar yaptırırdı.
“Sak ın, Allah yolunda öldürülenleri öl üler
s anma! Bil ak is onlar diridirler. (Hem de) Rablerinin
k atında rız ık landırılıyorlar.” (A. İmrân, 3/169)
Ayetten de anlaşıldığı üzere onlar, Allah’ın takdir ettiği
bir âlemde hayatlarına devam ediyorlar. Bu âlemle ilgili herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Biz o âleme gitmedik. Bizim
gittiğimiz yer o insanların cesetlerinin toprağa verildiği yerlerdir. Velev ki o âleme gitmiş ve o insanlarla buluşmuş olsak,
yine de onların bize bir faydası olamayacaktır. Çünkü onlar
da -makamları farklı olsa da- bizim gibi Allah’ın merhametine
muhtaç varlıklardır.
“Ey İns anl ar! Siz e bir örnek verildi. Şimdi onu
iyi dinleyin: Siz in Allah’tan baş k a yalvardık larınız ,
güç birliği yaps alar bir s inek dahi yaratamaz lar. Eğer
s inek onlardan bir ş ey k aps a, bunu ondan geri alamaz lar. (Çünk ü) is teyen de âciz , (k endis inden) is tenen de.” (Hac, 22/73) Ayetin ikinci cümlesi “sinek onlardan
144
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
bir şey kapsa” ifadesiyle Allah’tan başka yalvarılan varlıkların
canlı olduğuna delalet ediyor.
Gördünüz mü benzetmeyi? Durum değerlendirmesini
gelin siz yapın! Bu ayeti anlamak için sinek olmamak yetmiyor, aklı kullanmak ve kafayı çalıştırmak gerekiyor.
Ya türbelere ne diyeceksiniz? Rûz-i Mahşer’de Allah
türbelerin hangi maksatla ve kimler için yapıldığını ve onlara
dünyanın emeğinin ve parasının ne için harcandığını sorarsa
-ki soracaktır- nasıl cevap vereceğiz? Oralarda cesetleri gömülü olan insanların amel defterlerini biz mi tuttuk? Nereden
biliyor ve uyduruyoruz o insanların büyük zatlar olduğunu?
Ayrıca büyük zat nedir? Var mıdır Allah’tan başka büyük zat?
“…De k i: Ben, bana ve s iz e ne olacağını bilemem, s adece bana vahyolunana uyarım...” (Ahkaf,
46/9)
Bizim adlandırdığımız gibi büyük zat olsalar da o insanların cesetlerinin diğer insanlarınkinden ne farkı var ki onları
özel mezarlarda tutuyoruz? Firavunların piramitlerini unuttuk
mu? Nasıl olur da firavunların yapıtlarını canlandıran türbeler
yaparız? Üstelik “büyük zat” diye tanıttığımız insanlara.
Yağmurdan ıslanmasınlar, güneşten rahatsız olmasınlar, kimseler tarafından huzursuz edilmesinler diye mi üzerlerini ve etraflarını kapatıyoruz? Yoksa biz ölen insanların mezarını ofis gibi mi düşünüyoruz? Peki ya özel kalemlerini, sekreterlerini yanlarına niye gömmüyoruz? Tek başına mı çalışacak o büyük zatlar (!)?
“Allah’tan baş k a, K ıyâmet Gününe k adar k endis ine cevap veremeyec ek ş eylere yalvarandan daha s apık k im olabilir? Oys a onlar, bunların yalvardık larından habers iz dirler.” (Ahkâf, 46/5)
145
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Buraya kadar anlattıklarımı bu ayet çok açık olarak
özetlemiyor mu? Hâlâ farklı mı düşünüyorsunuz? Ya da “Siz
böyle anlatıyorsunuz ama filan kitapta böyle yazıyor!” mu diyorsunuz? Benim bir şey dediğim yok, diyemem de. Allah buyuruyor, hem de üstüne basa basa, tekrar ede ede. Bu konuda insanların rahat anlamasını sağlamak için âhiretteki
manzarayı bugünden tasvir ediyor ve buyuruyor ki:
“Allah’la beraber, O’na yak ınlık s ağlamaları
için edindik leri il ahlar onlara yardım et s eydi ya! Onlar uz ak laş ıp k ayboldular. Bu, (s ahte ilahlık ) onların
k endi yalanlarından, uydurup durduk larından baş k a
bir ş ey değildir.” (Ahkâf, 46/28)
Yani: “O yalvarıp yakardıklarınızı bulun getirin ve size
yardım etsinler!” denecek. Bulup getirebilecek misiyiz o büyük zatları (!)? Getirsek de bize bir faydalarının olacağını zannediyor muyuz?
“Allah’tan baş k a yalvarıp durduk larınız s iz ler
gibi (yalvaran) k ullardır. Eğer doğru is eniz , hemen onları çağırın da s iz e icabet et s inler.” (A’râf, 7/194)
Ayetler arası tutarlılığa ve bu ayetteki derinliğe bakar
mısınız? Madem yaptığınızın doğru olduğuna inanıyorsunuz,
“o halde çağrınıza karşılık versinler” diyor Allah.
Türbelerde cesetleri bulunan insanlarla kaç defa konuştuk ya da kaç kişinin konuştuğunu gördük? Hep uydurulanları
duyuyoruz, yalanları yutuyoruz. Gerçekleri görmenin ve yaşamanın zamanı gelmeyecek mi? Neden aynı olağanüstülüklere biz şahit olamıyoruz da hep başkalarından öğreniyoruz?
Bunu düşünmemiz gerekmez mi? Asla çağrımıza karşılık verileceğini beklemeyelim! Çünkü türbelerde bize cevap verebilecek kimseler yok. Onlar öldüğü zaman gidecekleri yere daha
146
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
cesetleri toprağa verilmeden gitmiştir. Nitekim “Sen, k a-
birde bul unanlara iş it tiremez s in (çünk ü onl ar ölmüş tür).” (Fâtır, 35/22) buyrulmaktadır.
Güneş panelleri ne kadar farklı olsa da enerjilerini Güneş’ten alırlar. Panel, panele enerji veremez. Panellerimiz
enerjilerini almak için sadece Güneş’e duyarlı olmalı. Başkalarının panelleriyle beslenmeyi, onlardan enerji almayı bırakalım! Üstelik enerji almaya kalktığımız paneller çoktan tedavülden kalkmıştır.
Birisi, “Felaketle karşılaştığım zaman ‘Kurtar Allah’ım’
dedim fakat netice alamadım ama ne zaman ki ‘Medet Yâ
Gavs’ dedim bir anda rahata kavuştum!” diyor. İşte bu büyük
bir hezeyandır, Allah’a atılabilecek olan en büyük iftiradır,
Kur’an mesajını ayaklar altına almanın en acımasız çıkışıdır.
Namazlarda Fâtiha Sûresini okumuyor muyuz?
“(Ey Rabbimiz !) Yalnız s ana ibadet/k ull uk eder
ve yalnız s enden yardım dileriz .” (Fâtiha, 1/5)
Ne oldu, bir anda çark ettik? Üstelik bu ayeti günde en
az 20 defa sadece namazlarda tekrar ediyoruz. Hiç mi sorumluluk yüklemiyor bize bu ayet? Allah’ın huzurunda ona verdiğimiz bu söze karşı sadakatsizliğimiz hiç mi utandırmıyor bizi?
Utandırmaz tabii. Çünkü namazda ne okuduğumuzu ve okuduklarımızın ne anlama geldiğini bilmiyoruz ki!
Hani, Yâsîn Sûresi’ni ağzımızdan düşürmüyorduk? Bu
sûrede: “Yardım görürl er umuduyl a, Allah’la beraber
baş k a ilahl ar edindiler. Onların (o ilahların) k endilerine yardım etmeye güçleri yetmez ; oys a k endileri onlar için haz ır bul undurul muş as k erlerdir.” (Yâsîn,
36/74) buyrulmaktadır.
147
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Türbelerde sadece askerlik yapıyoruz. Gerçi süresi biraz
kısa oluyor ama sık sık olunca aynı yere geliyor.
Bu inandıklarımızın ve yaşadıklarımızın Câhiliye Araplarının yaptıklarından hiçbir farkı yok.
Onların putları kullanarak Allah’a yakın olmaya çalışması ne kadar yanlışsa, bizim türbeleri, yatırları ve birtakım
kimseleri kullanarak Allah’a yaklaşmaya çalışmamız da o kadar yanlıştır.
Değil Abdülkadir-i Geylani gibi isimleri, Hz. Peygamberi bile Allah’la aramıza sokamayız. Çünkü o, aracı tutmamamız için Allah’ın vazifelendirdiği bir elçidir. Nitekim Hz.
Muhammed’in amcası Ebû Tâlib, son saatlerini yaşıyordu.
Peygamberimiz onu ziyaret ederek Tevhid inancı üzere ölmesini sağlamak için onu İslam’a davet etti ama olmadı. Bunun
üzerine şu ayet nâzil oldu:
“Şüphes iz s en s evdiğin k ims eyi doğru yola iletemez s in. Fak at Allah, dileyeni doğru yola eriş tirir. O,
doğru yola ulaş acak ları daha iyi bilir.” (Kasas, 28/56)
İşte gördünüz, insanın kendisi dileyecek ve Allah da lütfedecek.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da şirkin dehşetini
anlatan birkaç ayetle mevzuyu kapatmak istiyorum:
“...K im Allah’tan baş k a bir varlığa ilahlık yak ış tırırs a, Allah onu Cennet’ten mahrum edec ek ve böylelerinin varış yeri Cehennem olac ak tır.” (Mâide, 5/72)
Aynı anlama gelen Nisâ Sûresi 4/116 âyetini de yukarıda görmüştük. Bütün günahları bağışlayan Allah, şirke karşı
çok acımasız davranıyor.
148
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“Hiç bir ş eyi O’na ortak k oş madan Allah’a yönelen k ims el er olun. K im Allah’a ortak k oş ars a s ank i
gök ten yere düş müş de k uş lara yem olmuş ya da
rüz gâr tarafından s ürük lenerek ıs s ız bir k öş eye atılmış gibi ol ur.” (Hac, 22/31)
Ayetteki ortaklık; Allah’ın rahmetine talip olmak isterken doğrudan Allah’tan değil de distribütörden ya da bayiden
rahmeti talep etmektir. Bu durumda Allah’a bayi aracılığıyla
ulaşanın durumunu Allah, kuşların yiyebileceği parçalanmış
ruhsuz et parçasına, rüzgârın sürükleyebileceği şuursuz iskelete benzetiyor. Maazallah!
“De k i: ‘Al lah’la beraber biz e fayda veya z arar
veremeyec ek olan ş eylere de mi k ulluk edel im? Allah
biz i doğru yola ilettik t en s onra tek rar geriye mi dönelim? Tıpk ı ark adaş ları tarafından ‘Biz e gel ’ diye doğru
yola çağrıl dığı halde, ş eytanlar tarafından ayartılıp
çöl ortas ında ş aş k ın bırak ılan k ims e gibi mi olalım?’
Yine de k i: ‘Allah’ın gös terdiği yol (İs lam), yegâne
doğru yol dur. Biz , Âlemlerin Rabbine tes lim olmak la
emrolunduk .’” (En’âm, 6/71)
İşte bu ayet genel bir tablo koyuyor ortaya. Allah bize
sahip çıkmışken ve bizi aydınlık saraya yerleştirmişken, zifiri
karanlıkta ıssız çölde ne işimiz var? Allah’ın koyduğu ve gösterdiği doğru yol varken, şer güçlerin açtığı dikenli, kaygan,
patika, taşlık yoldan niye gideriz?
Anlattığım gibi, kendilerine bile faydası olmayan insanların bize nasıl bir faydası olabilir? Doğru yola erdikten sonra
geri dönmemek ya da başka yollara sapmamak için katıksız
imanımızı koruyacağız ve Yaratıcımızla aramıza yaratılanı
sokmayacağız.
149
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Muhak k ak k i s ana da, s enden öncek ilere de
vahyolundu k i: ‘Eğer Allah’a eş k oş acak olurs an, ş üphes iz amell erin boş a ç ık acak ve elbet te s en, hüs rana
uğrayanlardan olacak s ın.’” (Zümer, 39/65)
İşte tehlikenin boyutunu ortaya koyan ayet. Şirke bulaştığımız an, geçmişteki bütün güzel ve faydalı eylemlerimiz
anlamsız hale gelecek ve karşılıksız kalacaktır. Çünkü faaliyetlerimizin karşılığını verecek olan Allah’ın verme yetkisine,
hakkımız olmadığı halde cüret göstererek birilerini ortak kıldık. Ve böylece, Kur’an’da onlarca kez şirkten sakınmak konusunda uyarılmamıza rağmen gerekli hassasiyeti göstermeyerek hüsrana uğrayanlardan olduk.
“Onlar, Al lah’tan baş k a k endil erine z ararı ve
faydas ı ol mayan varlık lardan yardım diliyorlar ve:
‘Bunlar biz im Allah k atındak i k ayırıcılarımız dır’ diyorlar. De k i: ‘Siz Allah’a, gök lerde ve yerde bilmediği
bir ş eyi mi haber veriyors unuz ? (Hayır,) k udret ve egemenliğinde s ınırs ız ol an O'dur ve ins anların O'na, ortak k oş tuk l arı her ş eyden yücedir.” (Yusuf, 10/18)
150
Hz. Peygamber Üzerinden
Şirke Bulaşmak
Hıristiyanlar “Medet Yâ İsa!” dediği zaman müşrik oluyor da,
Müslümanlar “Medet Yâ Resûlullah!” dediği zaman neden müşrik
olmuyor?
Putları yıkmak için görevlendirilen bir peygamberi putlaştırmak ona yapılabilecek en büyük saygısızlıktır...
Ne hikmettir bilinmez, birçok Müslüman, Hz. Peygamber’in yaşadıklarına bakarak hayatına çekidüzen vermesi gerekirken, hiçbir hakları ve yetkileri olmadığı halde peygambere sürekli makam ve mevki isnad ederler. Onu, birtakım
tanrısal nitelikler atfederek insanüstü bir varlık olarak görürler.
O, yeryüzündeki âlemlere peygamber olarak gelmişken onu
göklere çıkararak, meleklere, cinlere, gezegenlere, yıldızlara
peygamber yaparlar.
Sormak lazım onlara: Hz. Peygamber’in makamıyla neden bu kadar ilgileniyorsunuz? Günahlarınızı onun şefaat gemisine (!) yüklemek için mi bu gayreti gösteriyorsunuz? Öyle
ya, makamı ne kadar büyük olursa, gemisi (!) de o kadar büyük olur, gemisi ne kadar büyük olursa siz de o kadar rahat
günah işlersiniz, böylece Hz. Peygamber üzerinden cenneti
hak etmiş olursunuz, öyle mi?
151
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Sizin vazifeniz Abdullah’ın oğlu Muhammed’i ihya etmek, Ona olur olmaz makamlar izafe etmek değil, Allah’ın Elçisi Hz. Peygamber’in sünnetini ihya ederek onun ümmeti olmaktır. Ona ümmet olmak, ondan sonra bir İslam ülkesinde
dünyaya gelerek şehadet getirmekle olmuyor. Âlemlerin onun
için yaratıldığını iddia etseniz de, bütün peygamberlerin ona
ümmet olmak için sırada beklediğini söyleseniz de, onu cinlerin, kuşların, Ay’ın, Güneş’in, yıldızların peygamberi yapsanız
da bunun ona da, size de bir faydası olmayacaktır.
Bu konuda kötü niyetli olduğunuzu, bu gereksiz yüceltmeleri maksatlı yaptığınızı söyleyemem. Yani Hz. Peygamber
hakkında ileri sürdüğünüz vasıflar Kur’an’ın öğretilerine ters
düşse de sizin şirkiniz bilinçli bir niyete dayanmaz. Ancak sizin
bu şekilde inanmanız ve Hz. Peygamber hakkında söyledikleriniz müşrik olacağınız tehlikesini ortadan kaldırmaz.
Nitekim Hıristiyan doktrinindeki Teslis akidesi yani
Tanrı’nın Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan üçlü inancı da
kötü bir niyete dayanmaz. Ama onların Hz. İsa’yı kutsamaları,
onu Allah’ın insan şeklindeki bir tezahürü olarak görmeleri,
Hakk’ın koyduğu sınırları ihlal ettiği için şirk olur. Aynı şey
sizin için de geçerlidir. Sadece, sizi şirke götüren gerekçeleriniz
farklıdır. Hıristiyanlığı ikonlarından dolayı kınarken, aşağıdaki
göreceğiniz örneklerde, Hz. Peygamber’e isnat ettiğiniz tanrısal nitelikler, Hıristiyanların Hz. İsa’ya atfettikleri niteliklerden
çok farklı değildir:
“Allah’ın k endis ine k itap, hik met ve nebilik verdiği hiçbir k iş inin k alk ıp da ins anlara: ‘Allah’ın yanı
s ıra bana da k ul olun!’ demes i düş ünülemez . Ak s ine,
(onlara ş öyle öğüt verir): “Öğret mek te olduğunuz ve
bilgis ini yaydığınız K itab’ın gerek tirdiği gibi Rabbe
bağlı k ullar olun!” (A. İmrân, 3/79)
152
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Bu ayette, Hz. İsa’nın sözde Allah’ın Oğlu olması hasebiyle Tanrı olduğunu iddia eden Hıristiyanlara bir cevap vardır. Hz. İsa’nın diğer peygamberler gibi Allah’ın Kulu ve
Resûlü olduğu, gerek İncil’in aslında ve gerekse Kur’an’ın
muhtelif yerlerinde anlatılmaktadır. Meryem Sûresi’nin 30.
âyetinde Hz. İsa’nın Allah’ın Kulu ve Elçisi olduğu ve aynı
sûrenin 35. âyetinde Allah’ın çocuk edinmesinin düşünülemeyeceği anlatılmaktadır.
Hz. İsa’nın Allah’ın Oğlu olduğunu iddia eden Hıristiyanları eleştirip bunu bir sapıklık olarak gören zihniyet, Hz.
Muhammed’i “Allah’ın Yarattığı İlk Nur” ve “Allah’ın Sevgilisi” olarak nitelemekte sakınca görmüyor!
Hâlbuki Hıristiyanlar da kendilerine göre oğul tabirini
farklı yorumluyor; biyolojik anlamda oğulluktan söz etmiyorlar. Şimdi Hıristiyanların bu yaptığı şirk oluyor da bazı Müslümanların yaptığı neden şirk olmuyor?
Hıristiyanların Hz. İsa’ya yalvarıp günahlarını affetmesini istemeleri ile bazı Müslümanların “Medet ya Resûlullah!”,
“Şefaat ya Resûlullah!” şeklinde Hz. Peygamber’den yardım
dilemeleri aynı şey değil mi? Zümer Sûresi’nin 39/44. âyetinde: “Şefaat yalnız Allah’a aittir. Gök ler ve yer üz erindek i ot orite (yalnız ) O’nundur...” buyrulmasına rağmen, bazı Müslümanların Hz. Peygamber’den sürekli şefaat
dilenmesi doğru mudur? Allah’ın otoritesine Hz. Peygamber’i
ve daha nicelerini ortak etmeleri anlaşılır bir şey midir?
Affetmek, bağışlamak, yardım etmek Allah’ın yetkisinde iken, siz hangi cüretle bunları Hz. Peygamber’e devredebiliyorsunuz?
“Yaratmasaydım seni yaratmazdım âlemi!” ve “Hz.
Muhammed, Allah’ın yarattığı ilk nurdur! Onun nurundan
kâinat yaratılmıştır!” gibi iddia ve inançlar da düpedüz şirktir.
153
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Fussilet suresi 41/6. ayetinde “Ben ancak , s iz in gibi bir
ins anım” ve Duhâ Sûresi, 93/7. âyetinde “Seni yol bil mez
ik en, doğru yola yöneltip iletmedi mi?” buyrulurken,
Hz. Peygamber’i varlığın sebebi olarak nasıl görürsünüz?
Onun nurundan kâinatın yaratıldığını nasıl iddia edersiniz?
Kâinat, Hz. Peygamber’in nurundan yaratıldı ise Hz.
Âdem’den beri gelip geçen müşrikler nasıl nurdan çoğaldı?
“Âdem su ile çamur arasında iken ben peygamberdim.” hadisini uydururken, “Hz. Muhammed’in nuru,
Âdem’in iki kaşı arasına kondu! Âdem, kendisine ruh verilince, alnında Zühre Yıldızı gibi parlayan bir nurun olduğunu
fark etti!” gibi söylemlerle şirke bulaşırken şu ayetleri görmediniz mi?:
“Muhammed, s adece bir Peygamber’dir. Ondan
önce de peygamberler gelip geçmiş tir.” (Âl-i İmrân,
3/144);
“Muhammed, Al lah’ın Res ûlü ve Peygamberlerin Sonunc us udur. All ah, her ş eyi hak k ıyla bilendir.”
(Ahzâb, 33/40)
Bu ayetleri görmezsiniz, çünkü Kur’an’ı okumak ve anlamak gibi bir derdiniz yok. Onu anlamak yerine onu lafzından okuyarak zaten gerekli sevabı kazanıyorsunuz (!). Üretilen hurafelerden, uydurulan hadislerden, aslı alakası olmayan
menkıbelerden dini zaten tanıyorsunuz (!). Tanıdığınız dini
yeniden anlamak için ikinci bir zahmete niye giresiniz ki?
Cenaze ve Cuma salalarında: “Salat ve selam senin
üzerine olsun, ey evvelkilerin ve sonrakilerin efendisi!” ifadesini kullanırken, Ahkâf Sûresi’nin “De k i: ‘Ben (Allah’ın)
elçilerinin ilk i değilim.’” (46/9.) ayetini görmediniz mi?
“Anam babam sana feda olsun ya Resûlellah!” gibi sözlerin
ne anlama geldiğini biliyor musunuz? Hiçbir varlık Allah’tan
154
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
başka hiç kimseye feda edilemez. Aşırı sevginin bir göstergesi
olarak kullanılan “Kurban olayım sana!”, “Canım sana kurban!”, “Kurbanın olayım!” gibi ifadeler şirk içermektedir.
El-Bakara Sûresi 2/285. ayetinde: “Peygamber,
Rabbi tarafından k endis ine ne indirildi is e ona iman
etti. Mü’minler de (iman ettiler). Onların her biri, Allah’a, melek lerine, k itaplarına ve res ûll erine iman
etti. ‘O’nun res ûllerinden hiçbirini diğerinden ayırt
etmeyiz . İş ittik ve itaat ettik . Ey Rabbimiz , günahlarımız ı bağış lamanı dil eriz , dönüş s anadır.’ dediler.”
Yine: “De k i: ‘Biz , Allah’a iman ettik . Biz e indi-
rilene (K ur’an’a), İbrahim’e, İs mail’e, İs hak ’a, Yak up’a ve torunlarına indirilene, Rableri tarafından
Mus a’ya, İs a’ya ve peygamberlere gönderil ene inandık . Peygamberler aras ında hiçbir ayırım yapmayız .
Biz yalnız Allah’a tes l im oluruz .’” (A. İmrân, 3/84) buyrulmuşken, Hz. Peygamber’i diğer peygamberlerin en üstünü
olarak görmek, Müslümanları, Musevilerin ve Hıristiyanların
düştüğü duruma düşürmez mi?
Şimdi işin içinden çıkmak için el-Bakara, 2/253. ayetini
ileri süreceksiniz. “İş te peygamberl er! Biz , onların bir
k ıs mını (verdiğimiz öz ellik lerl e) diğerlerinden üs tün
(fark lı) k ıldık . İçlerinden, Al lah’ın k onuş tuk ları vardır. Bir k ıs mının da derecelerini yük s elt miş t ir. Meryem Oğlu İs a’ya açık belgeler verdik ve onu Rûh-ulK udüs (k ut s al ilham / Cebrâil) ile des tek ledik .”
Ayette geçen, Allah’ın bazı peygamberleri diğer bazı
peygamberlere üstün kıldığını ifade eden “üstün kılma / farklı
kılma” olgusu, peygamberlik misyonunun niteliği, peygambere takdir edilen tebliğle ve bu tebliğe alan oluşturan çevrenin genişliği ile alakalıdır.
155
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Mesela bazı peygamberler küçük bir kabileye ya da bölgeye gönderilmişken, diğer bazıları da birçok kabileye, büyük
bir memlekete ya da millete peygamber olarak gönderilmiştir.
Hz. Muhammed’in bütün âlemlere peygamber olarak gelmesi
ve Kıyâmete kadar bir başka peygamberin gelmeyecek olması
da bu anlamda bir farklılıktır. Bunun yanı sıra bu “üstün
kılma” olgusu, İsrailoğulları örneğinde görüldüğü gibi, davasına hizmet için gösterdiği üstün performanstan dolayı peygamberin şahsına bağışlanan imtiyazlarla alakalı da olabilir.
Bize düşen, Kur’an’da ismi geçen peygamberlere inanmak, onların dışında da peygamberlerin olduğunu kabul etmek ve Allah’ın gönderdiği Kur’an’la Hz. Muhammed’in gösterdiği yoldan gitmektir.
Hz. Peygamber’in geliş amacını iyi kavramak ve Allah’ın gönderdiği diğer elçiler gibi onun da sadece bir elçi olduğunu bilerek, ilgiyi onun şahsına değil mesajına vermek gerekir.
Kur’an’da Hz. Peygamber’in ismi olan “Muhammed”in
geçtiği 4 âyetten 3’ünde de Hz. Muhammed’in elçi olduğu
vurgulanmaktadır.
“Muhammed yalnız c a bir el çidir.” (A. İmrân,
3/144); “Muhammed, Allah’ın El çis i ve Peygamberlerin Sonunc us udur.” (Ahzâb, 33/40); “Muhammed, Allah’ın Elçis i’dir.” (Feth Sûresi, 48/29) Muhammed isminin
geçip de elçiliğin vurgulanmadığı tek ayet ise Muhammed
Sûresi’nin 47/2. âyetidir: “İnandık tan s onra doğru ve ya-
rarlı iş ler yapan ve Rableri tarafından Muhammed’e
indirilen hak ik ate inanmış olanların (Allah) k ötü davranış larını örtmüş ve hallerini düz eltmiş tir.” Burada da
elçiliğin alanıyla ilgili Hz. Peygamber’e indirilen hakikatten
bahsediliyor.
156
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Hal böyle iken ve Hz. Muhammed sadece dünyaya
peygamber olarak gelmişken onu evrenin yaratılış vesilesi
yapmk, ismini Cennetin kapısına yazmak, peygamberleri ona
ümmet olmak için sıraya dizmek Kur’an mesajına ve diğer
peygamberlere bir saygısızlık olmaz mı? Bu manada Hz. Peygamber hakkındaki yakıştırmalar şirke götürmez mi?
Şimdi yazacaklarımı okurken sakın beni Hz. Peygamber düşmanı ilan etmeyin! Ben Hz. Peygamber’in kendisinin
de karşı olduğu yakıştırmalara, söylemlere ve eylemlere karşıyım. Onun birinci işi putları ortadan kaldırmak olmuş iken,
kendisinin putlaştırılmasına gönlüm razı olmaz ve imanım
müsaade etmez. İnanıyorum ki bu yazılanları okuduktan
sonra Hz. Peygamber’e atfedilen tanrısal niteliklere sizin de
gönlünüz razı olmayacak ve imanınız bu gibi çıkışlara izin vermeyecektir.
Hz. Peygamber’in derdi, şirki bütünüyle sinelerden söküp atmak iken, sorumlu bir mümin olarak, onun üzerinden
Müslümanların şirke bulaşmasına seyirci kalamazdım. Ben,
Hz. Peygamber’in bize ulaştırdığı vahye ve onu yaşarken
gösterdiği örnekliğe inanan biriyim. Onun yolunun yolcusu,
davasının neferi, derdinin dertlisi, emirlerinin uygulayıcısı,
ordusunun askeri, ilkelerinin takipçisi; kısacası, ümmetinden
biriyim; ama kulu değilim.
Hz. Nebi’in davası benim canımdan da önemlidir. Fakat canım ona değil, onun gösterdiği yola ve o yolun sahibine
kurbandır. Saygım onun sakalının kılına değil, o kılları ağarttığı mücadele-sinedir. Muhabbetim onun kanına değil, kanını
akıttığı davasınadır. Hayranlığım onun hırkasına değil, o hırkayı eskittiği yoladır. Merakım onun bedenine değil, o bedenin taşıdığı ruhadır. Hasretim bastığı kumlara, gezdiği yollara,
baktığı ufka değil, onun estirdiği rüzgâradır. İlgim onun gizlendiği mağaraya değil, o mağaradaki duruşuna ve birlikte yol
157
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
aldığı arkadaşınadır. İnancım bulutların üzerindeki Muhammed’e değil, yeryüzündeki Hz. Peygamber’edir. İmanım
onun adına uydurulanlara değil, ona indirilen mesajlaradır.
Kur’an’da Hz. Peygamber’i öven ifadeler sadece aşağıdaki ayetlerde olduğu gibidir ki onlar da doğrudan onun mesajıyla alakalıdır.
“Allah s ana bu ilahi k elamı (K ur’an’ı) indirmiş ,
hik meti (vermiş ) ve s ana bilmedik lerini öğretmiş tir.
Allah’ın s ana olan l üt fu gerçek t en büyük tür.” (Nisâ,
4/113)
“Biz s eni, âlemlere merhamet ettiğimiz için
gönderdik .” (Enbiyâ, 21/107)
“Andolsun ki, sizden Allah’ın rızasını ve ahiretin saadetini arzu eden ve Allah’ı sürekli hatırda tutan (her an
O’nunla beraber olduğu bilinciyle yaşayan) kimseler için Allah’ın Resulü pek güzel bir örnektir.” (Ahzab, 33/21)
“Bu, s enin geçmiş ve gelecek büt ün günahlarını
Allah’ın bağış lamas ı, üz erindek i nimetini tamamlamas ı, s eni (böylece) dos doğru bir yola iletmes i ve yine
Allah’ın s ana onur ve z afer dolu bir yardımla des tek
vermes i içindir.” (Feth, 48/2-2)
“Şüphes iz k i s en, (ins anlığa örnek olacak ) pek
büyük bir ahlâk üz erindes in.” (Kalem, 68/4)
“Muhak k ak k i (bundan s onrak i hayat), s enin
için, evvelk inden (hayatının ilk bölümünden / peygamberliğin ilk yıllarından) daha hayırlı(olacak )tır.”
“Ve yak ında Rabbin s ana (is tedik lerini) verecek ve
s en de hoş nut olacak s ın.” (Duhâ, 93/4-5)
158
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Allah, Hz. Peygamber’i en güzel şekilde anlatmışken,
Kur’an’ın hiçbir şekilde onay vermediği ve tasvip etmediği kıl
kutsama örneğinde olduğu gibi, Hz. Muhammed’e olan sevgiyi, saygıyı başka mecralara kaydırmak düpedüz şirk içeren
hurafelerdir. Hz. Peygamber’e ait olduğu sanılan kılları ibadet
havasında, tekbir ve salavat eşliğinde öpmek, Hz. Peygamber’e saygısızlıktır. Çünkü Müslümanlara emanet edilen, Hz.
Peygamber’in bedeni ve o beden üzerindeki kıllar ve o kılları
örten giysiler değil, Allah’tan aldığı mesajdır. Müslümanlar
dikkati bedene değil, mesaja vermelidir; saygıyı, sevgiyi kıla
değil, Hz. Nebi’nin hayatına göstermelidir; tâzimi Hz. Peygamber’e değil, Allah’a yapmalıdır.
Ayrıca belirtmek isterim ki; o kıllar Hz. Peygamber’e ait
de değildir. Dördünü, beşini bir araya getirip DNA testi yaptırsanız, o kılların farklı insanlara ait olduğunu da göreceksiniz.
Şimdi diyeceksiniz ki: “İnsanların kafalarını neden karıştırıyorsun? Ne güzel işte, insanlar hiç olmazsa peygamberlerinin sakalını ziyaret ederek duygulanıyorlar!”
Keşke kafaları karıştırsak da, insanları bir arayış içine
iterek şirk çamurundan kurtarabilsek ama ne mümkün! Bazı
Müslümanlar, namaza göstermedikleri hassasiyeti sakal-ı şerif
diye adlandırdıkları kıllara gösteriyorlar. Bunu da Hz. Peygamber’e olan sevgilerinin bir göstergesi olarak yapıyorlar.
Peygamber sevgisi kılı öpmekle, saçı yıkayıp suyunu içmekle, hırkaya bakmakla, nâli şerif (mübarek takunya) giymekle olmaz. Hz. Peygamber’i anlamakla ve getirdiği ilkeleri
yaşamakla olur.
Hz. Peygamber zamanında insanlar doğrudan vahiyle
beslendiği için Müslümanların Hz. Peygamber’in saçını, sakalını, terini, hırkasını saklaması gibi bir şey düşünülemezdi...
159
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Bakmayın siz Hz. Peygamber’in saçının, sakalının, terinin, kanının, idrarının sahabeler tarafından değerlendirildiğini
söyleyen din bezirgânlarına! Bugün Hz. Peygamber hayatta
olsa bu adamları önce imana davet eder, söylediklerinden
vazgeçmedikleri takdirde onları müşrik ilan ederdi.
Şimdi “Sakal-ı Şerif” adıyla anılan kıllarla ilgili söylenenlere bir bakalım:
İslam ordularına yıllarca kumandanlık yapmış ve her
defasında ordusu galip gelmiş olan Halid bin Velid’e başarının sırrını sormuşlar, o da sarığının içindeki Hz. Peygamber’in
sakalının kılını göstermiş ve “Bütün başarıların kerameti bundadır” demişmiş.
Şimdi sorarım size: Madem Hz. Peygamber’in sakalı o
kadar güçlüydü ve onda böylesine muazzam bir keramet
vardı, o halde Hendek Savaşı’nda neden bir türlü netice alınamadı?
El-Bakara Suresi’nin 2/214. ayetinde de buyrulduğu
gibi: “Onların baş ına öyle ez ici s ık ıntılar ve k atlanıl-
maz darlık l ar geldi k i ve öyles ine s ars ıldılar k i, inananlarla birlik te Peygamber de: ‘Allah’ın yardımı ne
z aman (gel ecek )?’ diye yak arıyorlardı. İyi bilin k i, Allah’ın yardımı çok yak ındır!”
Bu ayetten anlaşılıyor ki Hendek Savaşı’nda mü’minler, imanları sarsılacak şekilde ağır bir imtihandan geçtiler. Sakalının bir kılıyla Halid bin Velid bu kadar başarı elde etti de,
Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin katıldığı bir savunma neden bu kadar çetin geçti?
160
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Hz. Peygamber’in bizzat komutanlık yaptığı Uhud Savaşı’nda onlarca şehit verildiği zaman Hz. Peygamber’in sakalında kıl yok muydu? Ve Halid bin Velid’in taşıdığı kıl, Hz.
Peygamber’den daha mı değerliydi?
Suriye’de camilerde “sakal-ı şerifler (!)” bulunmasına
rağmen Müslümanlar neden birbirlerini öldürüyorlar? Yoksa
zaman aşımına uğradılar da kerametleri mi gitti? Ah, Hz. Peygamber bu duruma bir tanık olsaydı ne kadar üzülürdü. Getirdiği dinin tahrifatına, mensuplarının yoldan çıkmışlığına ve
Kur’an’dan kopmuşluğuna ne kadar vahlanırdı.
Bedir’de Hz. Peygamber sakalsız mıydı? Müslümanlar
neden şehit verdiler? Peygamber sakalları neden akan kanı
durdurmadı? İşte ayet: “(Bedir’de) onları s iz (k endi gü-
cünüz le) öl dürmediniz , fak at onları (Hak k ’a direndik leri için) Allah öl dürdü. (Avucundak i k umu) attığın
z aman da s en atmadın, fak at Allah attı(rıp onları yenilgiye uğrattı). Allah bunu inananları güz el bir imtihana tâbi t utmak için yapmış tır. Muhak k ak k i Allah
(her ş eyi) hak k ıyla iş iten, (her ş eyi) hak k ıyla bilendir.” (Enfâl, 8/17)
Bu ayeti gördükten sonra hâlâ iddianızda ısrarcı olacak
mısınız? Her şeyi Allah yaparken, bütün başarılar Allah’ın desteğiyle alınırken siz sakalda direnecek misiniz? “Taannüde devam edeceğiz!” diyorsanız, ben de sizi uyarmaya devam edeceğim. Ve diyeceğim ki: “Bu yaptığınız Hz. Peygamber’e
saygı göstermek değil, düpedüz şirktir.”
Caiz olmamasına rağmen sakal ziyaretlerinde ortaya
koyduğunuz duruşu, Kur’an’ın öğretilerine karşı neden göstermiyorsunuz? Bu nasıl bir inanmaktır, ne feci bir basiretsizliktir, ne felaket bir körlüktür, ne azim bir tutarsızlıktır, ne kötü
bir aymazlıktır, ne şekil bir Müslümanlıktır?
161
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“(K ur’an’ı bırak ıp da) nereye gidiyors unuz ?”
(Tekvîr, 81/26)
Bu ayet sizi Kur’an’a döndüremiyorsa imanınızı ve
Kur’an’a olan sadakatinizi bir kez daha gözden geçirmelisiniz!
Bakın tekrar söylüyorum. Bu alışkanlıklarınızdan vazgeçtiniz diye Hz. Peygamber gönül koymaz size, aksine memnun olur ve olması gerekeni yaptınız diye sizin affedilmeniz
için dua eder. Nitekim Hz. Peygamber kendi gibi inananların
bağışlanması için de Kur’an’da istiğfara davet edilmiştir.
“Hem k endinin, hem de inanmış erk ek ve k adınların
günahlarının bağış lanmas ını dile.” (Muhammed, 47/19)
Eğer Hz. Peygamber’in âciz bir ümmeti olarak ben de
sizin değişmenize zerre kadar katkı sağladıysam ve şirk çamurundan birkaç santim de olsa kurtulmanıza vesile olduysam
bana da istediğinizi deyin. Hakkım binlerce defa helal olsun
size, ama ne yapın edin Hz. Peygamber üzerinden müşrik olmayın!
Ya peygamber kanının içilmesine ne diyeceksiniz?
İslam tarihi klasik kaynaklarında anlatıldığına göre
Uhud Savaşı’nda Hz. Peygamber şakağından yaralanınca,
zırhının halkasını çıkarmak için, sahabeler dişleriyle kemiğe
giren halkayı çekmek için uğraşmışlar ve sahabelerden Mâlik
bin Sinan bu sırada Hz. Peygamber’in kanını yutmuştur. Bunun üzerine Hz. Peygamber kanını yutan Mâlik bin Sinan’a
“Cehennem ateşinin isabet etmeyeceğini” bildirmiştir.
Yine rivayete göre Ashab-ı Kiram’dan Abdullah bin Zübeyir, Resûlullah’ın hacamat yaptırırken (kan aldırırken) çıkan
kanını içmiştir! Resûlullah gülümseyerek ona; “Artık Cehennem ateşi seni yakmaz” buyurmuştur!
162
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Şu gelinen noktaya bakar mısınız? İşte Kur’an’dan uzak
kalan bir toplumun geleceği yer burasıdır. Tüm Kur’ânî atıflarda kan pis olarak geçer. Kimden ve hangi şartlarda çıkarsa
çıksın vücuttan çıkan kan pistir. (el-Bakara, 2/173; Mâide,
5/3; En’âm, 6/145; Nahl, 16/115)
Hz. Peygamber’in söylediği iddia edilen “Artık Cehennem ateşi seni yakmaz” ifadesi doğru olsaydı, herkes Peygamber kanından birer damla içerek Cehennemden kurtulurdu. Öyle ya nasıl olsa Peygamber kanı içmişlerdi ve Cehennem onları yakamayacaktı!
Bazıları, Hz. Peygamber’in kanının içilmesiyle ilgili olarak, “Yok efendim, Hz. Peygamber’in kanı diğer insanların
kanı gibi değilmiş, Hz. Peygamber aslında öyle demek istememiş...” gibi yorumlar yaparak tamirat yoluna gidiyor. Olmayan bir şeyi tamir edemezsiniz. Bunları savunmaya kalkarsanız iyice bulaştırırsınız ve şirk patinajına devam edersiniz.
En iyisi kararınızı verin ve Kur’an’a dönün. Döndüğünüz yerde göreceksiniz ki bu sapkınlıklardan hiçbirisi orada
yok. İşte o zaman savunma gibi bir zahmete de katlanmayacaksınız. Yıkıp dağıttığınız, yerle yeksan ettiğiniz dinin tamiri
ve bakımı için uğraşmayacaksınız. Çünkü dağılmamış, kırılmamış, yıkılmamış ve geldiği gibi sapasağlam ayakta duran
bir dinle buluşacaksınız.
Gelelim Hz. Peygamber’in idrarının içilmesine:
Ümeyme binti Rukayka’dan rivayete göre, Hz. Peygamber’in hurmadan yapılmış bir kabı vardı ve geceleyin ihtiyaç duyarsa, divanının altına koyduğu bu kaba bevleder (idrarını yapar) ve onu tekrar aynı yere koyardı. Bir gece yine
aynı şekilde ona ihtiyacını giderdi ve kabı yerine koydu. Daha
sonra baktığında kapta idrar olmadığını gördü. Kaptaki idra-
163
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
rın ne olduğunu sorunca, onu hanımı Ümmü Habibe’nin Habeşistan’dan getirdiği hizmetçisi -ki Peygamber hanımlarının
hizmetçisi falan yoktu- Bereke’nin içtiğini söylediler. Bunun
üzerine Hz. Peygamber; “Büyük ölçüde kendisini ateşten korudu” buyurdu!
Allah’ınızı severseniz, Hz. Peygamber’in idrarını anlatıldığı gibi bir kapta biriktirmesi düşünülebilir mi? Biriktirse bile
gecenin o saatinde Bereke’nin Hz. Peygamber’in odasında ve
divanının altında ne işi vardı? Hadi diyelim çoraplarını kaybetmişti de onları arıyordu (!). Peki, kaptaki idrarı içerken su
olmadığını anlamadı mı? Anlamadı diyelim, sözde onun için
“Kendini ateşten korudu” ifadesi neyin nesidir? Yani Peygamber idrarı içen ateşten mi korunur? Bu konuyu işleyen
kaynaklara baktığınız zaman, olayı tahlil eden bir sürü yorum
görürsünüz. Hiçbir tanesi çıkıp demiyor ki: “Böyle bir tutarsızlık, bu denli bir kepazelik ve böylesine sınır tanımayan bir sapkınlık asla düşünülemez.”
Bu tip söylemler, dini başka bir mecraya çekme, inançları yaralama ve inananların kafasını karıştırma mülahazasıyla
ortaya atılmış olabilir. Ancak bu söylenenleri ciddiye alan ve
bunlarda hikmet arayan insanlara ne diyeceksiniz? Bilgisizliğin de bir haysiyeti vardır, körkütük cahil olmanın anlamı yok.
Hz. Peygamber adına duyduğunuz her şeyi almak ve uydurulan her şeye inanmak zorunda değilsiniz. Duyduklarınızı,
gördüklerinizi Kur’an’a giderek test etmelisiniz.
Şirk, sadece yontularak yapılan taşlara, heykellere tapmak değildir. Allah’a inanmakla beraber, Allah’tan başka varlıklara -ki bu Hz. Peygamber de olsa- tanrısal nitelikler yüklemek de şirktir. İnsanın yöneldiği, abarttığı, Hakk’ın sınırlarını
ihlal eden, Allah’ın ilgi alanına giren bütün tapınma objeleri
şirk aracıdır.
164
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Bunlardan uzak durmak zorundayız. Hz. Peygamber
üzerinden bize dayatılan ama Hz. Peygamber’in yaşadıklarıyla çelişen ne varsa hepsini gözden geçirmeliyiz. Bu konuda
aklımızı kullanmaya korkmayalım.
Kur’an, aklı kullanmayı farz kılmıştır. Bu farzı ihmal
edersek refahı yakalayamayız ve huzursuzluktan kurtulamayız. İşte bu görüşü kanıtlayan âyet: “(Allah) pis liği (huz ur-
s uz luğu, cehaleti, yobaz lığı, az abı) ak ıllarını k ullanmayanların üz erine mus allat eder.” (Yûnus, 10/100)
“Ey İnananlar! (Peygamber’e) “Râinâ” (Biz i güt)
demeyin! Onun yerine: “Unz urnâ” (Biz e k arş ı tahammüllü ol, biz i göz et) deyin ve ona k ulak verin.” (el-Bakara, 2/104)
Bu ayette Hz. Peygamber’e bile “Râinâ/Güt” denmesi
yasaklanmaktadır. Allah, toplumun sürü psikolojisiyle yaşamasını, birilerinin onları güder gibi yönetmesini men ediyor.
Kur’an, Müslüman’ı düşünen, aklını kullanan, Allah’ın
mesajını anlayan ve yaşayan, Hz. Peygamber’i canından çok
seven ve fakat hiçbir şekil ve surette şirke bulaştırmayan, Allah’ın gücünü, tasarruf yetkisini herhangi bir varlığa paylaştırmayan kişi olarak tanıtır.
Biz de bu tanıma uymalıyız!..
165
166
Sünnet ve Hadis
Davranışlarını Kur’an’la sünnetlemeyenlerin uydurulan sünnetle insanları tekfir etmesi İslâmî bir yaklaşım olamaz.
Sünnet, Kur’an’ın Hz. Peygamber tarafından pratiğe dökülmüş hâlidir.
Sünnet ve Hadis adına ne varsa hepsi Kur’an’a gidilerek sorgulanmalıdır...
Sünnet ve Hadis üzerinden insanların Kur’an’dan nasıl
uzaklaştırıldığını anlamak için Sünnet’in ve Hadis’in ne olduğunu iyi kavramak gerekir.
Sünnet
Lügatte âdet ve yol anlamlarına gelen sünnet, Fıkıh ıstılahında Hz. Peygamber tarafından farz ve vaciplerin dışında
yapılan fiil ve hareketlere denir.
Bunlar, ibadet kabilinden ise “Sünnet-i Hüdâ”; Ezan,
kamet ve farz namazlardan önce veya sonra ikâme edilen nafile namazlar gibi.
Âdet kabilinden ise “Sünnet-i Zevâid”; deve ile seyahat
etmesi, kıyafeti, yemesi içmesi gibi.
Usûl Istılahında Sünnet: Hz. Peygamberin sözleri, fiilleri
ve takrirleridir yani hayatıdır.
167
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Lügatteki anlamını, Fıkıh ve Usûl ıstılahlarındaki tanımını bir kenara bırakarak, şimdi de Sünnet’ten insanların ne
anlaması gerektiğine bakalım:
Sünnet: Kur’an’ın Hz. Muhammed tarafından somutlaştırılarak pratik hayata taşınmış hâlidir. Yani vahiy ile başlayan ve vahiy ile son bulan 23 yıllık peygamberlik hayatının
tamamında yaşananlardır sünnet.
Müslümanlar arasında Sünnet denildiğinde genel olarak Hz. Peygamber’in farzlar dışında yaptığı ibadetler akla gelir. Ve bunlar da nafile kategorisinde değerlendirilir...
Oysa Sünnet, Hz. Peygamber’in Kur’an’daki ilahi direktiflerin tamamını hayata geçirmesidir. Nitekim aşağıdaki
ayetlerden anlaşıldığına göre, Sünnetin mutlaka yaşanması
gerekir.
“De k i: ‘All ah'a ve peygambere it aat edin.’ Eğer
yüz çevirirl ers e muhak k ak k i Allah k âfirleri s evmez .”
(Ali İmrân, 3/32)
Ayetin ikinci cümlesindeki ifade manidardır. Eğer itaatten vaz geçer ve mesaja sırtlarını dönerlerse inkâr etmiş kabul
edilirler ki bu durumda Allah’ın sevgisinden, rahmetinden
mahrum olurlar.
“Ey iman edenler! All ah'a ve peygamberine itaat
edin ve duyduğunuz halde ondan yüz çevirmeyin.”
(Enfal, 8/20)
Ayetteki; “yüz çevirmek” ifadesi, yaşamamak anlamında kullanılmıştır. Yani mesaj size ulaştığı ve siz de ulaşan
mesajı duyduğunuz halde onu hayata geçirmekten geri kalmayın! Hangi adla olursa olsun Allah’ın ve Peygamberinin
size ulaştırdığı mesajı mutlaka yaşayın!
168
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“K im Res ula itaat eders e gerçek t e Allah’a itaat
etmiş olur.” (Nisâ, 4/80)
Resule itaat etmek, onun söylediklerini ve yaşadıklarını
yaşamakla olur. Sadece tebliğ ettiklerini kabul ederek itaatin
gerçekleştiğini sanmak yanlış olur. Zira bütün ilahi mesajlar
hayatları anlamlandırmak ve insanlara istikamet vermek için
gelmiştir. Hiçbir ilahi metin insanlar sadece okusun diye gönderilmemiştir.
“Allah'a itaat edin, Res ule itaat edin. Eğer yüz
çevirirs eniz Res ulümüz ün üz erine düş en s adece apaçık bir tebl iğdir.” (Tegabun, 64/12)
“O (el çi) k eyfine göre k onuş maz . O ancak k endis ine vahyolunanı s öyler. (din adına s öylediği her ş ey
vahye dayanır).” (Necm, 53/3-4)
Vahiysiz bir hayat düşünülseydi peygamberliğin başladığı günden ölümüne kadar vahiy devam etmezdi. Yani
Kur’an diğer kitaplarda olduğu gibi bir bütün olarak gelirdi.
Dolayısıyla, “Sünneti yaşadığın zaman sevap alırsın,
yaşamadığın zaman da o sevaptan mahrum olursun” görüşü
doğru değildir. Çünkü Sünnet, Kur’an’ı yaşamaktır. Ve
Kur’an yaşanmak için gelmiştir. Müslüman, Sünnet’i yani
Kur’an’ı yaşamak zorundadır. Tekrar hatırlatmak istiyorum;
buradaki sünnetten kasıt, namazlardan önce ve sonra sünnet
niyetiyle ikame edilen namazlar değil. Onlar Kur’an’ın emrettiği vecibeler değil, Hz. Nebinin kendi iradesiyle ihya ettiği nafile hükmünde ibadetlerdir. Ve bunların ihyası için Hz. Peygamberin herhangi bir emri de bulunmamaktadır. İkame ettiğimiz takdirde Allah’ın rahmetinden, bereketinden, inayetinden istifade ederiz, daha fazla Yüze Yaratıcımızla hemhal etmiş oluruz ama etmediğimiz takdirde de saygısızlık yapmış olmayız.
169
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Hadis
Söz, haber, sonradan vücuda gelen şey anlamına gelen
Hadis, dini ıstılahta bir rivayet zinciri ile Hz. Peygamber’e isnat edilen ve kendisinin değişik olaylar ve meseleler karşısında insanları aydınlatmak ve Kur’an’ın ayetlerini daha açık
bir dille izah etmek için söylediğine inanılan söz ve onaylamaları ifade eder.
Dört Halife Dönemi de dâhil, Hz. Muhammed’in vefatından yaklaşık seksen sene sonrasına kadar hadis konusunda
ciddi bir çalışma olmamıştır. Çünkü Hz. Peygamber’in hadislerinin yazılmasını yasakladığı inancı ve bu inanca olan saygı
etkisini devam ettirmiştir.
İlk hadis kitabı İmam Zühri tarafından oluşturulmuştur.
Zühri, iki bin hadis rivayet etmiştir. Bunlar daha sonra “Kütüb-i Sitte” denilen meşhur Altı Hadis Kitabı’nda ve Muvattâ’da yer almıştır. İmam Zühri, Hicri 52 (m. 672) tarihinde
doğup, Hicri 124 (m. 742) senesinde Şam’da vefat etmiştir.
Günümüze kadar intikal eden, malum ve muteber hadis çalışmaları Hz. Peygamber’in irtihalinden yaklaşık iki yüz
sene sonra başlamıştır.
En Meşhur Dokuz Hadis Kitabının Derleyicileri:
Mâlik (Hicri 179/ Miladi 795), Ahmed (241/855),
Dârimî (255/869), Buhârî (256/870), Müslim (261/875), İbni Mâce (273/886), Ebû Dâvûd (275/888), Tirmizî (279/892),
Nesâî (303/915).
Bugün en çok itibar edilen ve Kütüb-i Sitte diye anılan
meşhur hadis çalışması, toplamda 2.300.000 yani Kur’an’ın
365 katı hadis arasından 23.346 hadis seçilerek yapılmıştır.
170
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Tekrarlı Derlenen
Buhârî
Müslim
Tirmizî
Ebû Dâvûd
İbn-i Mâce
Nesâî
600.000
300.000
300.000
500.000
400.000
200.000
Seçilen
2.762
4.348
3.115
4.800
4.000
4.321
Kütüb-i Sitte Toplamı
23.346
Hadis konusunda yapılan çalışmaların çok sağlıklı olmadığı rivayet edilen hadisler arasındaki çelişkiden anlaşılmaktadır. Ancak çalışmalar samimi niyetle yapılmasına rağmen rivayetlerde problem olsa da hadisi bütünüyle inkâr etmek yanlış olur. Çünkü hadisi reddetmek için Hz. Muhammed’in dilsiz olduğunu kanıtlamak lazımdır. Zira 23 yılda yaklaşık 8.400 gün elçilik görevi yapmış bir peygamberin ortalama 2 günde bir vahiy aldığını ve geri kalan zamanlarda sustuğunu söylemek düşüncesizlik olur.
23 yıllık peygamberliği süresince Hz. Peygamber başta
Kur’an ayetlerinin daha anlaşılır bir dille ifade edilmesi gibi,
birçok dini meselede insanların önünü açacak konuşmalar
yapmıştır. Farklı konularda tavsiyelerde bulunarak ashabının
irşadına ve toplumun ıslahına vesile olacak mesajlar sunmuştur. Bu anlamda, bilinen en mütevâtir hadis Vedâ Hutbesi’dir.
Ama her şeye rağmen yukarıda sayılarını verdiğim hadis derlemelerine baktığınız zaman maalesef kendi aralarında
bile ciddi tutarsızlıklar göreceksiniz. Öyle ki, otoritelerin kayıt
altına aldığı hadisler arasında birbirini reddeden yüzlerce hadis olmakla beraber, aynı otoritenin yaptığı kendi çalışmasında bile birbiriyle çelişen onlarca hadis bulunmaktadır.
171
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Bu da gösteriyor ki, hadis diye bize aktarılan bütün çalışmaların Kur’an süzgecinden geçirilmesi lazım. Kur’an’la örtüşmeyen bir durum söz konusu değilse mesele yok, ama
Kur’an’ın hükmüyle mütenakız bir keyfiyet mevzubahisse
vahye itibar etmek şarttır. Böyle bir durumda hadis diye ortaya konan sözün ya da sözlerin kaynağını, râvilerini, senetlerini araştırmaya, tartışmaya ve bunun üzerinde kafa yormaya
da gerek yoktur. Çünkü Hz. Resul’ün Kur’an’la örtüşmeyen
bir şey söylemesi düşünülemez.
Sahih olduğu iddia edilen ve muteber hadis kitaplarında yer alan birbiriyle çelişkili rivayetlerden bazılarını kafanızdaki karışıklıkları gidermek adına örnek olarak vermek istiyorum:
“Her kim kertenkeleyi ilk vuruşta öldürürse ona yüz sevap vardır! Kim de onu ikinci vuruşta öldürürse ona birinciden aşağı olmak üzere sevap vardır! Kim üçüncü vuruşta öldürürse ona da ikinciden aşağı olmak üzere sevap vardır!”(Müslim, 2240/147; Tirmizî, 1511; Ebû Dâvûd, 5263;
İbn-i Mâce, 3229; Ahmed bin Hanbel, 1/420)
Şimdi hadis olduğu iddia edilen bu sözle çelişen rivayetlere bakalım:
“Nebi (a.s.) hayvanlara işkence yapanlara lânet etti.”
(Buhârî, Zebâih 25; Ahmed, 4/31-33); “Haksız yere bir serçeyi öldürenden Allah, Kıyâmet Günü’nde hesap soracaktır.”
(Dârimî, 2/11); Enes naklediyor: “Bir yerde mola verince,
hayvanlarımızın istirahatini sağlayıncaya kadar ibadet etmezdik.” (Ebû Dâvûd, Cihâd 48);
“Fâhişe bir kadın, sıcak bir günde, bir kuyunun etrafında dönen bir köpek gördü, susuzluktan dilini çıkarmış soluyordu. Kadıncağız mestini çıkararak (onunla su çekip köpeği suladı), bu sebeple kadın mağfiret olundu.” (Müslim,
Tevbe 155 -2245-)
172
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Rivayetler arasındaki yaman çelişkiye bakar mısınız?
Hz. Peygamber -sözde- bir taraftan kertenkele katlini teşvik
ederken, diğer taraftan hayvanlara işkence yapanlara lânet
okuyor! Haksız yere bir serçeyi öldürmenin hesabının âhirette
sorulacağına dikkat çekerken, sevap kazanmayı kertenkele öldürmeye bağlıyor! Hayvanların istirahatini sağlamadan namaza durmuyor ama kertenkelenin hayatına kastediyor!
Böyle bir şey olabilir mi? Kaldı ki bütün canlılar bir gaye için
yaratılmıştır. Siz sevmiyorsunuz ya da tiksiniyor, ürküyorsunuz diye Allah’ın yarattığı bir hayvanı öldüremezsiniz.
Hz. Peygamber, bir taraftan köpeği sulayan fâhişe kadını Cennete koyuyor, diğer taraftan Cennete gitmek için insanlara kertenkele avcılığını öneriyor. Kur’an’da onlarca
yerde “Ak lınız ı k ullanmayacak mıs ınız ? Düş ünmeyecek mis iniz ?” gibi soruların neden geçtiğini yine aklımızı işleterek düşünmemiz lazım.
Allah, kertenkeleyi insanlar öldürsün de sevap kazansın
diye mi yarattı? Yani yaratılış gayesi insanların hayvan katili
olması mıdır?
Gerek insanların ve gerekse diğer canlıların doğada ne
varsa hepsinin hayatlarını sürdürürken ve birlikte yaşarken
birbirlerini tamamlamaları için Allah tarafından konmuş tabii
bir denge vardır. Biz buna Ekolojik Denge diyoruz. Tabiatta
insanın olduğu gibi, hangi türden olursa olsun, her canlının
kendine has özel bir vazifesi vardır. İnsan öyle her önüne gelen canlıyı canı istedi diye öldüremez. Üstelik bunu Hz. Peygamber’in söylediğini iddia ettiği uydurma bir hadise dayandıramaz.
173
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Yerde harek et eden hiçbir hayvan ve k anatları
ile (havada) uçan hiçbir k uş yok tur k i (yaratılış ve yaş ayış itibariyle) s iz in gibi bir toplum teş k il etmes inler.” (En’âm, 6/38)
Hayvanların da insanlar gibi bir toplum olduğunu ve
onların da kendilerine göre bir dünyalarının bulunduğunu
vurgulayan bu ayeti gördükten sonra kertenkele öldürmekle
Cennete gidilemeyeceğini, tam aksine gereksiz yere hayvanları öldürmenin cennete gidişi zorlaştıracağını anlamamız lazım.
***
“Cehennemde azabın en şiddetlisi ressamlaradır!”
(Buhârî, Tesâvîr 89)
Yaşadığımız dünyada fotoğrafa ne kadar ihtiyaç olduğunu yazmaya gerek yok.
Geçmişte, bugün olduğu gibi mekanik ya da dijital fotoğraf makineleri yoktu. Ressamlar olmasaydı fotoğraflar nasıl
olacaktı? Fotoğraf olmayınca kimlikler nasıl yapılacaktı? Kimlikler olmadan başta güvenlik olmak üzere işler ne ile yürüyecekti? Fotoğrafla putperestlerin taptığı heykelleri birbirine nasıl karıştırırsınız? Ressamların çizdiği resimler insanlar onlara
tapsın diye yapılmıyor ki. Resim yapmak ciddi bir sanattır. Hz.
Peygamber’in ressamlarla ilgili böyle bir şey söyleyebileceğini
düşünebiliyor musunuz?
***
“Mûsâ, Ölüm Meleğinden (Azrail’den) çok korkuyordu!
Bir gün Ölüm Meleği canını almaya gelince meleğin yüzüne
tokat atıp bir gözünü çıkardı!” (Buhârî, 65/4, 5; Hanbel,
1/205, 242, 440, 2/405, 468)
174
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Buna yorum yapmaya gerek var mı? Bir peygamberin
ölümden korktuğu için Allah’ın görevli bir meleğine tokat atması düşünülebilir mi?
“Ecelleri geldiği z aman ne bir an geri k alabilirler, ne de öne geçebilirler.” (Nahl, 16/61)
Bu ayet kendisine vahyedilen bir peygamberin, Hz.
Mûsâ ile ilgili böyle bir şey söylemesi kabul edilebilir mi? Ayrıca meleklerin, peygamberin tokat atmasıyla çıkacak gözleri
de yoktur. Çünkü onlar nurdan yaratılmış manevi varlıklardır...
***
“Keçi recm ayetini yedi!” (İbn-i Mâce, 36/194; Hanbel,
3/61, 5/131)
Bu mevzuda “recm” bölümünde oldukça doyurucu
açıklama bulacaksınız. Keçinin recm ayetini yemesi ve arkasından bir daha aynı ayetin kayıt altına alınamaması nasıl
söylenebilir? Bu, Kur’an’ın şanına yakışmayan bir çıkıştır.
Eğer bu tez doğruysa o zaman; “Kim bilir kaç tane daha ayeti
keçiler yemiştir!” diye sormazlar mı?
Her konuda titiz ve hassas olan bir Peygamber’in ve
onun dikkatli olan dava arkadaşlarının hâşâ bu kadar aciz olması düşünülebilir mi? Eğer iddianızda ısrarcı iseniz, o halde
bir keçiden Kur’an ayetini koruyamayan bir peygamberi bulutların üzerine nasıl taşırsınız? O peygamberin ashabını yıldızlara nasıl benzetirsiniz?
***
“Hesap Günü tüm peygamberler korku içinde canlarının derdinde iken, sadece ben ümmetimi düşüneceğim!”
(Buhârî, 97/36)
175
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Hâşâ Hz. Peygamber bu kadar bencil midir? Diğer peygamberler ve ümmetleri için onun böyle bir şey söyleyebileceğine ihtimal verebiliyor musunuz? Hani diyorsunuz ya:
“Nefsî, nefsî... Ümmetî, ümmetî...” Bu deyiş, Kur’an mesajıyla çelişen bir ifadedir. Vahiyle örtüşmeyen böyle bir sözü
Hz. Peygamber kullanmış olamaz. Ayrıca Hz. Peygamberin
vazifesi; dünyada Allah’ın dinini insanlara tebliğ etmektir. İnsanların ahiretteki hayatlarından o sorumlu değildir. Böyle bir
vazifesi de yoktur.
Hz. Peygamber ümmetinin derdine düşmüşken diğer
peygamberler nefislerinin derdine niye düşecek? Kur’an’da
diğer peygamberleri öven onlarca örnek bulunuyor. Bunlardan sadece Hz. İbrahim ile ilgili gelen ayetleri düşünün:
“Büt ün benliğini Allah’a tes lim eden, iyiliği ilk e
edinen ve İbrahim’in Allah’ı birl eyen dinine uyan k ims eden din bak ımından daha güz el k im olabilir? Al lah,
İbrahim’i dos t edinmiş tir.” (Nisâ, 4/125);
“Gerçek ten İbrahim’de ve ona uyanlarda s iz in
için güz el bir örnek vardır.” (Mümtehine, 60/4)
Bu ayetlere muhatap olan bir Peygamber’in, diğer peygamberler için yukarıdaki ifadeyi kullanması düşünülebilir
mi?..
***
“Hz. Peygamber öldüğünde, zırhı birkaç kilo arpa karşılığında bir Yahudi’nin yanında rehin duruyordu!” (Buhârî,
34/14, 33, 88; Hanbel, 1/300, 6/42, 160, 230)
Bir taraftan Beyt’ül-Mâl’e (Devlet Hazinesi’ne) binlerce
altının, bağın bahçenin hibe edildiğini, on binlerce hayvanın
176
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
bağışlandığını söyleyeceksiniz, diğer taraftan da İslam Peygamberinin zırhını birkaç kilo arpa karşılığında Yahudi’ye rehin bırakacaksınız...
Olacak iş midir bu?
Hz. Peygamber’in hayatında böyle bir tutarsızlığı nasıl
kabul edersiniz? Üstelik bunu Hz. Peygamber adına iftihar vesilesi nasıl yaparsınız?
Başınız ağrıdığı zaman bile alacağınız ilacın kalitesine,
prospektüsüne bakıyorsunuz da hadis diye yutturulan bu kadar çelişkiyi gönül rahatlığıyla nasıl yüreğinize sindiriyorsunuz? Tenakuz dolu bu kadar sözü Hz. Muhammed’in sözü
diye nasıl hazmediyorsunuz?
***
“Peygamber, Medine’de bir Yahudi tarafından büyülendi! Günlerce ne yaptığını bilmez durumda ortalıkta dolaştı!” (Buhârî, 59/11, 76/47; Hanbel, 6/57, 4/367)
Eski toplumlar kabul etmedikleri peygamberlere deli,
yalancı, büyülenmiş gibi suçlamalarda bulundukları gibi,
müşrikler de Hz. Peygamber için benzer ithamlarda bulunarak onun büyülenmiş olduğunu iddia etmişlerdi. Bu konuda
müşriklerin söylediklerini Kur’an aynen şu şekilde dile getiriyor:
“Onlar s eni dinlerlerk en hangi mak s atla dinledik lerini, k endi aralarında k onuş urlark en de o z alimlerin: ‘Siz ancak büyül enmiş bir adama uyuyors unuz !’
dedik lerini çok iyi biliyoruz .” (İsrâ, 17/47);
“(Ayrıca) bu z alimler (mü’minlere): ‘Siz ler, büyülenmiş , ak li denges i boz uk bir adamın peş inden gidiyors unuz !’ dediler.” (Furkân, 25/8)
177
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Şimdi size soruyorum: Müşriklerin, Hz. Peygamber
hakkında söyledikleriyle Ashab’ın söyledikleri aynı olabilir
mi? Bu nasıl bir basiretsizliktir? Ne menem bir akıl tutulmasıdır? Hiç mi Kur’an okumuyorsunuz?
Hz. Peygamber’in büyülenmesini kabul etmek hem
vahye gölge düşürür, hem de Hz. Peygamber’in mesajlarına
olan güveni sarsar. Bir taraftan: “Sen olmasaydın evreni yaratmazdım!” hadisini uydurarak Hz. Peygamber’i kâinatın
varlık sebebi olarak göreceksiniz, diğer taraftan da ne yaptığını bilemeyen, büyülenmiş, kendinden haberi olmayan biri
olarak düşüneceksiniz. Allah aşkına, Kur’an’da onlarca yerde
geçen; “Hâl â düş ünmeyecek mis iniz ?” uyarısını ne zaman dikkate alacaksınız?
***
“Faiz yetmiş üç kısımdır. Onların günah bakımından en
hafifi, kişinin annesi ile zinâ etmesi gibidir!” (Hâkim, 2259;
İbn-i Mâce, 2274; İbnü’l-Cârûd, 647; Albânî, Sahîhu’l-Câmî,
3539)
Faizin ne kadar kötü bir şey olduğu Kur’an’da açıkça
ifade edilmiştir. “Ey İnananlar! Gerçek ten inanıyors a-
nız , Allah’a k arş ı gelmek ten s ak ının ve faiz den doğan
k az ançların tümünden vaz geçin. Yok , eğer faiz i terk
etmez s eniz , bilin k i Allah’a ve Res ûlü’ne k arş ı s avaş
açmış s ınız ...” (el-Bakara, 2/278-279)
Kur’an, en sarsıcı şekilde faizin ne kadar kötü bir şey
olduğunu ortaya koymuşken, Hz. Peygamber işin vahametini
ifade etmek için kişinin annesiyle zina etmesi gibi bir benzetme yapar mı? Bir taraftan Cenneti annenin ayaklarının altına taşırken, diğer taraftan faize bulaşan evladıyla onu zina
eder gibi göstermek ve böyle bir tasvir ortaya koymak Hz.
178
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Peygamber’in şanına yakışır mı? Bunları mideniz nasıl kaldırır? Bu tip uydurmasyonlara imanınız nasıl müsaade eder?
Hz. Peygamber’i bu kadar çirkin benzetmelerin arkasına nasıl
yerleştirirsiniz?
***
“Namaz kılan bir adamın önünden eşek, kara köpek ve
kadın geçerse namazı bozulur!” (Buhârî, 8/102; Hanbel,
4/86)
Namaz bahsinde, namazın nasıl bir ibadet olduğunu
detaylıca anlatmaya çalıştım. Böyle uydurukça gerekçelerle
namazın bozulması diye bir şey söz konusu olamaz.
Ayrıca eşeği suçlu gibi görmek, köpeğin karasını beyazından ayırmak, kadını bu hayvanlarla aynı fotoğrafa yerleştirmek Hz. Peygamber’in düşüncesi olabilir mi? Ayrıca Namazın bozulması için bunlarla nasıl bir alaka kurulabilir?
Allah’ın huzurundan abdestsizlik dışında kendi isteğinizle çıkmadıktan sonra namazın bozulması diye bir şey düşünülemez.
***
“Peygamber namaz kılarken bir çocuk önünden geçince “Allah’ım onun ayaklarını kopar” diye beddua etti! O
da bir daha asla yürüyemedi!” (Ebû Dâvûd, 3/706; Beyhakî,
Sünen’ül-Kübrâ, 2/275; Ahmed bin Hanbel, 4/64)
Hani Namazda Kur’an’dan başka bir şey okunmuyordu?
Hz. Peygamber’i beddua ettirecek duruma nasıl getirdiniz? Üstelik beddua ettiği kişinin bir çocuk olduğunu söylüyorsunuz. Çocuklar masum değil mi?
179
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Andol s un k i, s iz e k endi içiniz den gayet iz z etli
bir Peygamber gel di. Zorlanmanız ve s ık ıntıya düş meniz ona ağır gelir. O siz e s on derece düş k ündür, inananlara k arş ı ş efk atli ve merhametlidir.” (Tevbe,
9/128)
Ayette anlatılan Hz. Peygamber’in, böyle bir şey yapabileceğini düşünebiliyor musunuz?
Namazın önemini anlatmak için böyle Hz. Peygamber’in izzetiyle mütenakız (çelişkili) ve onun mesajlarına güveni sarsacak isnatlarla nereye varılmak isteniyor?
Bu söylemlerle Namazı sevdiremeyeceğimiz gibi insanları Hz. Peygamber’den ve onun şahsında İslam’dan soğutmuş oluyoruz.
***
“Kocasının vücudu irin ile kaplı olsa ve karısı onu yalayarak temizlese yine o kocasının hakkını ödeyemez!” (Ahmed
bin Hanbel, 5/239; İbn-i Hacer El-Heytemî, 2/121)
Hiç yorum yapmadan, Hz. Peygamber’i kafanızda bir
canlandırın. Konuştuğu her kelimenin nereye varabileceğinin
hesabını yapan bir Peygamber, kocanın verdiği hizmetin önemini ortaya koymak için kadını aşağılayarak böyle tiksinti verici bir benzetmede bulunur mu? Buna inanan ve bu benzetmeyi Hz. Peygamber’e yakıştıran bir Müslüman’ın aklı gitmiş
ve kalbi kilitlenmiş olmalıdır. Nitekim böyle insanlar için
Kur’an’da: “Yok s a birt ak ım k alpler üz erine k ilitler mi
vurulmuş ?” (Muhammed, 47/24) buyrulmaktadır.
Hadis diye size aktarılan ve muteber hadis kitaplarında
da yer alan yukarıdaki sözlere baktığınız zaman durumun ne
kadar vahim olduğunu sanırım bir kez daha anlıyorsunuz. An-
180
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
lamıyorsanız kendinizi anlamaya zorlayınız. Yine de başaramıyorsanız derhal Kur’an’dan destek isteyiniz. Aksi takdirde
Hz. Peygamber’e isnat edilen sözlerle dininizi yaşanmaz hale
getirerek mutsuz ve huzursuz bir hayata mahkûm olacaksınız.
Bir taraftan hidâyet kaynağı olarak sağlam diye size dayatılan hadislerle hayatınıza şekil verilmeye çalışılırken, diğer
taraftan aynı hadis kitaplarında hidâyet kaynağı olarak
Kur’an’ın yeterli olacağına vurgu yapılıyor.
Eğer siz de önünüze konan bu muğlak durumdan etkilenerek Kur’an’ın yetersizliği ön yargısıyla ona yanaşırsanız
onunla hayatınızı inşa edemezsiniz. Ya ona bugün olduğu gibi
başka ortaklar arar ya da onu tamamen devre dışı bırakarak
onun yerine başkalarını rehber edinirsiniz.
“Kur’an’dan başka hidâyet kaynağı arayan sapmıştır.”
(Tirmizî, 2906) Madem Kur’an’ın dışında hidâyet kaynağı olmadığına bu hadisle inanıyorsunuz, ne diye yüzlerce hidâyet
kaynağı uyduruyorsunuz?
“Peygamber, ‘Benden Kur’an haricinde hiçbir şey yazmayınız. Kim benden bir şey yazdıysa onu imha etsin.” (Müslim, Zühd 72; Hanbel, 3/12, 21, 39)
Bu hadisin doğruluğunu kabul ediyorsanız, elinizde bir
belge olmamasına rağmen niçin binlerce hadis yazdırıyorsunuz ve bunları da dinin kaynağı olarak gösteriyorsunuz?
“Peygamber’in vefatı yaklaştığında odada içlerinde
Ömer’in de bulunduğu birkaç kişi vardı. Bir ara Peygamber:
‘Geliniz, sizin için bir daha asla sapmayacağınız bir yazı yazayım.’ dedi! Bunun üzerine Ömer: ‘Peygamber hastalığın etkisiyle ne dediğini bilmiyor, Kur’an yanınızda, Allah’ın Kitabı
bize yeter.’ şeklinde konuştu!” (Buhârî, Cihâd 176, Cizye 6,
İlim 49, Merzâ 17, Meğâzî 83, İ’tisâm 26; Müslim, Vasiyye 20,
21, 22; Hanbel, 1/222, 324, 336, 355)
181
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Sizce anlatılan bu menkıbe kafanızdaki Hz. Muhammed
profiliyle uyuşuyor mu? Onun böyle bir duruma düşeceğine
ve böyle gereksiz konuşmalar yapacağına ihtimal verebiliyor
musunuz?
Demem odur ki: Hz. Peygamber’in söylediği iddia edilen sözlerin çok iyi analiz edilmesi lazım. Kütüb-i Sitte’de olması yetmiyor. Gördünüz, sadece farklı hadis kitaplarında değil, aynı otoritenin kitabında bile çok ciddi çelişkiler bulunmaktadır. Din adına hüküm koyan sadece Allah’tır. “O, hük müne hiç k ims eyi ortak etmez .” (Kehf, 18/26)
“Allah’ın k endis ine K itap, Hik met ve Peygamberlik verdiği hiçbir k iş inin k alk ıp da ins anl ara: ‘Allah’ı bırak ıp bana k ul olun!’ demes i düş ünülemez .
Ak s ine (onl ara ş öyle öğüt verir): ‘Öğretmek t e olduğunuz ve bilgis ini yaydığınız K itap’ın gerek tirdiği gibi
Rabb’e bağlı k ullar ol un!’” (Âl-i İmrân, 3/79)
“İş te bunlar, Allah’ın âyetleridir k i, onları sana
hak olarak ok uyoruz . Hâl böyle ik en Allah’tan ve
onun âyetl erinden s onra hangi hadis e/s öz e inanıyorlar?” (Câsiye, 45/6)
Bu âyetlerden de anlıyoruz ki, Allah’ın dışında hiç
kimse din adına hüküm koyamaz. Peygamber de olsa insanların kişisel görüşleri dinî hüküm olarak kabul edilemez.
182
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Sünnet ve Hadis’in Kur’an’la
Yüzleştirilmesi
Yukarıda verdiğim örnekleri gördükten sonra, çok rahat
bir şekilde diyebilirim ki; “Hangi şartlarda bize intikal ederse
etsin, Sünnet ve Hadis adına ne varsa mutlaka Kur’an’la yüzleştirilmelidir. Çünkü Hz. Peygamber’in Sünneti ve Hadisleri
konusunda söylenenler arasında ciddi tutarsızlıklar görülmektedir.
Hz. Peygamber’in Sünneti, Din’in yani Kur’an’ın pratiğidir. Eğer bir şey Kur’an’ın pratiği ise onun Kur’an’la çelişmesi düşünülemez.
Hadisler de böyledir. Vahiyden ilham alınarak söylenen Peygamber sözlerinin vahiyle tenakuz içerisinde olması
hayal bile edilemez. Bu manada varsa bir yerde bir uyumsuzluk, bir çelişki derhal Kur’an’ın hakemliğine başvurulmalıdır.
Öyle ya, madem hadislerin kaynağı da Kur’an’dır, o halde
Kur’an’la yüzleştirilmeleri gerekir. Zira Hz. Peygamber’in
Kur’an’a uymayan bir davranış sergilemesi, vahiyle çelişen bir
açıklamada bulunması düşünülemez.
Dolayısıyla, Kur’ânî mesajlarla çakışan ve fakat hadis
diye itibar edilen uydurma sözlerin durumunu gözden geçirmek gerekir. Çünkü gerçek hadisler Hz. Peygamber’in sözleridir ama bugün hadis diye itibar edilen birçok söz Hz. Peygamber’in “söylediği söylenen” sözlerdir.
Kur’an’dan uzaklaşan insanlar hadis uydurarak ya da
uydurma hadislerle beslenerek yeni bir din oluşturdular. Zorlama deliller tedarik ederek ayetlerle uyumsuzluk olmasın
diye uydurma yorumlar ortaya koydular. Ortaya koydukları
183
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
çelişkilerle dolu bu saçmalıklarını da Hz. Peygamber üzerinden meşrulaştırdılar...
Nebiye atf ile binlerce herze (Hadis) uydurdun.
Yıktın da dini Mübin’i yeni bir din kurdun.
Doğrudan doğruya Kuran'dan alarak ilhamı.
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı.
M. Akif
Şunu tekrar ifade etme gereği duyuyorum ki: Uydurma
hadisler var diye hadislerin bütününü atamazsınız. Allah
Resûlü ebkem ya da sükûti değildi. Elbette ki yüzlerce konuşması, binlerce sözü bulunmaktadır. Ama bu sözlerin onun ağzından çıktığını birinci elden doğrulamak istiyorsanız, o hadisi
Kur’an’a arz etmek zorundasınız. Eğer Kur’an onay veriyorsa
râvilerin kıstaslarına, güvenilirliğine, şeceresine dahi bakmadan alabilirsiniz.
Hadislerin tamamını görmezden gelen, onların yalandan arındırılmasına gerek bile duymayan bazıları, 23 yıllık
peygamberlik hayatını ve ondan sonraki halifeler dönemini
işlerken sanki özel kaynakları varmış gibi kafalarına göre tarih
yapıyorlar. Bunlara sormak lazım: “Kaynak probleminden
dolayı hadislerin tamamını yok sayarken, Hz. Muhammed’le
aynı zamanda yaşamış insanların hayatlarını işinize geldiği
gibi çok ince detaylarına kadar anlatan kaynakları nereden
buluyorsunuz?”
Bakıyorsunuz adam, hadisler konusunda atıyor kesiyor. Hiçbir şekilde sağlıklı bir kaynağın olamayacağından
dem vuruyor. Ama kendi anlattıklarını inandırıcı kılmak için
Hz. Peygamber’in hayatından örnekler veriyor, sahabeden
alıntılar yapıyor. Sormazlar mı insana; “Kardeşim senin özel
bir kuryen mi vardı, senin için hususi yazıcılar mı mevcuttu?
Başkalarının kaynakları sakat da seninki nasıl sağlam oluyor?”
184
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“Sünnet, Kur’an’ın Hz. Peygamber tarafından pratiğe
dökülmüş hâlidir.” demiştik. Bu da gösteriyor ki, Sünnet’i
Kur’an’dan ayrı olarak düşünemezsiniz. Düşündüğünüz zaman iki tip Müslümanlık ortaya çıkar. Birisi Kur’an Müslümanlığı, diğeri ise Sünnet Müslümanlığı.
Oysa Kur’an’dan Sünnet’i kopardığınız zaman, Sünnet’in bir anlamı kalmaz. Çünkü Kur’an’ın ahlâkı, mesajları,
detayları Hz. Peygamber’in hayatında somutlaştırılmıştır.
“K im Peygamber’e itaat eders e, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 4/80) ayeti bunu anlatmaktadır. Yani Hz.
Peygamber’e itaat etmiş olmakla Allah’a itaat etmiş olursunuz, çünkü Hz. Peygamber’in yaşadıkları Allah’ın emrettikleridir. Onun anlattıkları ve yaşadıkları Allah’tan aldıklarıdır. O,
Allah adına hüküm koymamıştır. Hükümlerin icrası konusunda sadece rehberlik etmiştir, rol model olmuştur. Çünkü
Allah’tan başka din adına hiç kimse hüküm koyamaz.
Temel sakatsa yapılacak olan bina ne kadar sağlam yapılmak istenirse istensin muhkem olamaz. Hayatın inşası ve
dinin ihyası konusunda Kur’an temel alınmadıkça hangi kaynaktan beslenirseniz beslenin İslâmî bir hayat ortaya koymuş
olamazsınız. Çünkü akide düzgün olmadığı için eylemler yamuk olacaktır.
Hz. Peygamber’in Sünnetini Yaşamak
Onun Hayatını Model Olarak Almak Demektir
“Üsve/Model” kelimesi Kur’an’da 3 yerde geçer. Biri
Hz. Peygamber’i anlatır, diğer ikisi Hz. İbrahim’i ve beraberindekileri.
185
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Hz. Peygamber Örneği:
“Andol s un k i, s iz den Allah’ın rız as ını ve âhiretin
s aadetini arz u eden ve Allah’ı s ürek li hatırda tutan
(her an O’nunla beraber olduğu bilinciyle yaş ayan)
k ims eler iç in Allah’ın Res ûlü pek güz el bir örnek tir.”
(Ahzâb, 33/21)
Bu ayet, Hz. Peygamber’in inananlar için güzel bir rol
model olduğunu ortaya koymaktadır. Müslümanlar, Hz. Peygamber’i model olarak alacaksa ki almak zorundadır, o takdirde Hz. Peygamber gibi yaşamak durumundadır. Onun gibi
yaşamak da onun sünnetini icra etmek demektir.
Sünnet, bir hayat tarzını veya davranış biçimini ifade
eder. İslam terminolojisinde, kendisine tâbi olanlara bir örnek, bir model (prototip) olan Hz. Peygamber’in hayat tarzı
için kullanılmaktadır.
Ayette, Allah’ın rızasını kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenlere, ömrünün hemen her karesini çile ve ıstıraplarla geçiren Hz. Muhammed’in hayat serencamını gözden
geçirerek, onun imanını, sabrını ve kararlılığını örnek almaları
tavsiye ediliyor.
Bu tavsiye, kendine özgü koşullarda o günün inananlarına seslendiği halde, aslında bütün durumlar ve şartlar için
geçerli olan zaman üstü bir muhtevaya sahiptir. Çünkü
Kur’an, 23 yıllık peygamberlik süresi içinde farklı zamanlarda,
farklı şartlara ve sebeplere bağlı olarak inmiş olup, Kıyâmete
kadar yaşanacak olan hadiselere cevap verecek bir özelliktedir.
İşte bu hadiseler bu özelliğin bir parçasıdır. Ayette geçen “güzel bir örnektir” ifadesi, onun hayatının tümünü kap-
186
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
samaktadır. Yani: Onun hayatı sizin için güzel bir rol modeldir, prototiptir; onun gibi yaşarsanız iyi bir mü’min olursunuz
demektir. Bu ayet, aynı zamanda Hz. Nebi’in Allah’tan aldığı
vahiy ile Kur’an mesajını yaşanılır kılmak ve inananların onu
pratik hayatta uygulayabilmelerini sağlamak amacıyla verdiği
emirleri her Müslüman’ın yerine getirme yükümlülüğünü ortaya koymaktadır.
Hz. İbrahim ve Beraberindekiler Örneği:
“Gerçek ten İbrahim ve ona uyanlar, s iz in için
pek güz el bir örnek tir.” (Mümtehine, 60/4)
“Andol s un k i, s iz den Allah’ın rız as ını ve âhiretin
s aadetini arz u eden k ims eler iç in, onlar (İbrahim ve
beraberindek iler) pek güz el bir örnek tir.” (Mümtehine,
60/6)
Hz. İbrahim ve onunla birlikte inananlar da Mekke’den
hicret eden Müslümanların karşılaştıkları sıkıntıların aynısıyla
karşılaşmışlardı. Onlar bu anlamda özellikle anavatanları
Mekke’den göç etmek zorunda kalan Müslümanlar için güzel
bir örnekti.
“Büt ün benliğini Allah’a tes lim eden, iyiliği ilk e
edinen ve İbrahim’in Allah’ı birl eyen dinine uyan k ims eden din bak ımından daha güz el k im olabilir? Al lah,
İbrahim’i dos t edinmiş tir.” (Nisâ, 4/125)
Hz. İbrahim tam bir Tevhid insanıydı ve teslimiyet,
onda bütünüyle zirveleşmişti. Allah’ın emirlerini uygulama
konusunda en ufak bir tereddüt yaşamamıştı. Şefkatli bir elçi
ve merhametli bir baba olan İbrâhim Peygamber’e: “Biricik
yavrunu Allah’a ada!” (Sâffât 37/102) emri gelince zerre
kadar tereddüt geçirmemişti. “K arını ve çocuğunu ıs s ız
bir vadiye yerleş tir.” (İbrâhîm, 14/37) emriyle muhatap
187
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
olunca, hemen gereğini yapmış, arkasına bile bakmadan geçip gitmişti. Onun için Kur’an’da Hz. İbrahim’den bahseden
ve onun imanını anlatan ayetlere çok sık rastlanılmaktadır.
Hz. Peygamber’in sünnetini yaşamak Kur’an’ı yaşamak
demektir. Çünkü Hz. Peygamber’in hayatına baktığımız zaman görüyoruz ki onun hayatının her karesinde vahiy vardır.
O, Kur’an’ın soyut ve hayali olmadığını akıl ve vahiy ekseninde yaşayarak bütün insanlığa göstermiştir. Bizim de hayatımızın her karesinde vahyin olması için peygamber olmamız
gerekmiyor, davranışlarımızı Kur’an’la sünnetlememiz yetiyor.
Hz. Peygamber’in misyonu, aldığı vahyi yaşayarak insanlara tebliğ etmek ve ilahi mesajları onlara açıklamaktı. Vizyonu ise, Tevhid inancı çerçevesinde hayata istikamet vermek, cemiyete emniyet getirmek, beşeriyete barışı ve huzuru
öngören bir hayat tarzı önermekti. Bu anlamda onun yaşadıklarına sünnet, anlattıklarına hadis diyoruz.
Binaenaleyh, Hz. Peygamber’e ümmet olan her Müslüman’ın misyonu, öncelikle kendisi için Kur’an ve sünnet çerçevesinde bir hayat tanzim etmek, arkasından diğer insanlara
da aynı istikameti işaret etmek olmalıdır. Vizyonu ise, Kur’an
ve sünnet etrafında oluşan ortak şuurla hareket ederek, bütün
zamanları kapsayan bakış açısıyla asrın idrakine sunulacak ve
çağın vitrinine taşınacak bir tablo oluşturmak olmalıdır.
188
Peygamber’e İtaatten Neyi
Anlamalıyız?
Peygamber’e itaat etmek demek, davranışların Kur’an eksenli ve sünnet yörüngeli olması demektir.
Hayatı vahiy ile inşa etmek için peygamber olmamız gerekmiyor. Hz. Peygamber’e vahyedilenleri yaşamakla yani Sünnet’i
hayata geçirmekle hayatımızı vahiyle inşa etmiş oluruz.
Din, mal-mülk değil ki miras yoluyla bize intikal etsin. Veraset
yoluyla bize intikal eden bir dinle hayatımızı sürdüremeyiz.
Mesajın anlamıyla buluşmak yerine, onun lafızlarının yazılı
bulunduğu Mushaf’ıyla kucaklaşmak bize bir şey kazandırmaz.
“İtaat” emri, “Etîû / İtaat edin” emr-i hazırıyla
Kur’an’da 14 yerde geçer. Bunların 11’inde “Allah” ve
“Resûl” kelimeleri birlikte kullanılır. Yani “Allah’a ve
Resûlüne itaat edin” şeklinde aynı karede yer alır. Diğer 3’ü
tek başına “İtaat edin” şeklinde geçer. Bunlardan biri Allah’a,
diğeri Hz. Peygamber’e, bir diğeri de Hz. Mûsâ’ya itaati anlatır.
Allah ve Resûlü için birlikte kullanıldığı “Allah’a ve
Resûlü’ne itaat edin” emrini bazıları iki ayrı din varmış gibi
anlıyor; yani “Allah’ın emirlerine ya da Peygamberin sünnetine uyun” gibi algılıyor. Oysa Hz. Peygamber’in verdiği hü-
189
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
kümler Allah’tan aldığı hükümlerdir. Bu hükümleri ayrı görmek ve farklı değerlendirmek küfürdür. Çünkü: “K im Pey-
gamber’e itaat eders e, gerçek te Allah’a itaat etmiş
olur.” (Nisâ, 4/80) buyrularak Hz. Peygamber’e itaatin Al-
lah’a itaat olacağı vurgulanıyor. Yani, Allah’a göstereceğiniz
itaat, Hz. Peygamber’e inkıyattan geçer. Ona uymazsanız Allah’a da itaat etmiş olmazsınız. Yoksa “Hz. Peygamber’e itaat
edin, ayrıca Allah’a da itaat edin!” demek değildir.
“Ey İnananlar! Allah’a ve O’nun Elçis i’ne k arş ı
bağlılık gös terin ve artık (O’nun mes ajını) iş itmiş bulunduğunuz halde ondan yüz çevirmeyin...” (Enfâl,
8/20)
Burada çoğul zamiri olan “onlardan” değil de, tekil olan
“ondan” zamirinin kullanılması, Allah’ın ve Elçisi’nin kaynağının tek olduğunu gösterir ki o da Kur’an’dır. Mesajı gönderen ve talimatı veren Allah’tır, alan ve uygulayan Elçisi’dir ve
ona inananlardır.
Hz. Peygamber’in Kur’an’dan ayrı bir mesajı yoktur.
Sadece vahyin daha iyi anlaşılması konusunda diğer ayetlerle
açıklamaları vardır ki bunu Kur’an da açık şekilde ifade ediyor:
“Biz s ana da bu uyarıcı k itabı indirdik k i ins anlara baş ından beri indirilen mes ajın as lını olanca
açık lığıyla ulaş tıras ın.” (Nahl, 16/44) Yani, gelen ayetlerle daha önce gelmiş bulunan ayetlere açıklık getiresin.
Yukarıda Enfâl Sûresi’nden örnek olarak verdiğim
ayetteki bağlılık, Hz. Peygamber’in şahsında onun getirdiği
mesajadır. İşitmekten kasıt, mesajın ulaştığı insanlar tarafından dinlenmesi, kabul edilmesi ve hayata geçirilmesidir.
190
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Nitekim şimdi vereceğim ayetlerden de anlaşılacağı
üzere, Hz. Peygamber vahyin dışında, kendi kafasından hiçbir hüküm koymamış ve din adına inisiyatif kullanmamıştır:
“Allah’ın s ana gös terdiği ş ek ilde ins anlar aras ında hük medes in diye, s ana k itabı bir amaç için indirdik ...” (Nisâ, 4/105)
Ayette geçen “Allah’ın gösterdiği şekilde” ifadesi aslında kafalardaki soruları gidermek bakımından her şeyi anlatıyor. Yani insanlar kabul etse de etmese de, hoşlansa da hoşlanmasa da Allah nasıl göstermiş ve nasıl talimat vermişse o
şekilde hüküm vereceksin ve verilen ilahi talimatın dışına asla
çıkmayacaksın!
“(Ey Muhammed!) Sana ne vahyolunduys a ona
uy!” (Yunus, 10/109); “De k i: ‘Ben s adece Rabbim tarafından bana vahyol unan her neys e ona uyarım.’”
(A’râf, 7/203)
Bu ayetler de yukarıdaki ayeti teyit ederek Hz. Peygamber’in vahyin dışında herhangi bir şeye uyamayacağını ve
herhangi bir hüküm koyamayacağını anlatıyor. Ayrıca bu konuda insanların herhangi bir beklentiye kapılmamaları için tasarruf yetkisinin olmadığını da deklare etmesi emrediliyor.
Kur’an ayetlerini Kur’an’ın genel anlam örgüsü içinde
yorumlamak gerekirken; hurafeleri meşrulaştırmak, öğretilenlere delil aramak, kelimelerin anlamları ile oynayıp kavram
kargaşasına sebep olmak ve Kur’an’ın mesajını farklı mecralara çekmek küfür olur maazallah. Nitekim Allah’ın verdiği
hükümlerle, Elçisi’nin verdiği hükümleri farklı yani biri
Kur’an, diğeri sünnet olmak üzere iki ayrı din varmış gibi görmek ve bu yolla İslam’ın özünde olmayan şeyleri Hz. Peygamber üzerinden sünnet adıyla meşrulaştırmaya çalışmak
küfürdür.
191
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Hz. Peygamber’e itaat etmek demek, davranışların sünnete uygun olması demektir. Bu da hayatı Kur’an’ın emrine
vermekle olur. “Öğretmek te olduğunuz ve bilgis ini yay-
dığınız K itab’ın gerek tirdiği gibi Rabbe bağlı k ullar
olun!” (A. İmrân, 3/79) Bu ayetten anlaşılıyor ki, kulluk ko-
nusunda Kur’an hangi yolu gösteriyorsa o yoldan gitmek gerekiyor. Elbette ki bu yolun önderi Hz. Peygamber’dir. Ama
o da Allah’ın gönderdiği kaynakla önderliğini yapmış, sünnetini Kur’an’ın gösterdiği şekilde oluşturmuştur. Kur’an’ı devre
dışı bırakarak kafasına göre iş yapmamıştır.
Hayatı vahiy ile inşa etmek için peygamber olmamız
gerekmiyor. Hz. Peygamber’e vahyedilenleri yaşamakla yani
Sünnet-i Resülullah’ı ihya etmekle hayatımızı vahiyle inşa etmiş oluruz. Onun için Kur’an’ı dışlayarak başka kaynaklarla
yeni ve Kur’an’a uymayan bir Peygamber çıkarmamıza gerek
yok. Kur’an’ı gereği gibi okur ve anlarsak orada Hz. Peygamber’i ve onun yaşadıklarını küçük ayrıntıların dışında çok rahat bulacağız. Ve Kur’an’a uymayan bir sünnetle asla karşılaşmayacağız, Kur’an’la örtüşmeyen bir söze (hadise) asla
denk gelmeyeceğiz.
Şimdi gelelim itaatten ve inkıyattan ne anladığımıza ve
itaat etme ve uyma konusunda ne yaptığımıza:
Hemen şunu ifade etmem gerekir ki, Müslümanlık öyle
sadece Allah’a itaati dille söylemekle, Kur’an ayetlerinin lafız
tekrarını yapmakla ya da tamamını hatmetmekle ve Hz. Peygambere mucizeler isnat etmekle onun adına uydurulan hadisleri şaha kaldırmakla olmuyor. İtaat ancak, Allah’ın
Kur’an’daki emirlerini yaşamakla ve bu emirlerin yaşanmış
hali olan Hz. Peygamber’in sünnetini canlı tutmakla gerçekleşmiş olur.
192
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“O hal de eliniz den geldiği k adar Allah’a k arş ı
s orumluluğunuz un bilincinde ol un! Dinleyin ve itaat
edin!” (Teğâbun, 64/16)
Hemen soralım kendimize: Takatimizin yettiği ve
imkânlarımızın elverdiği ölçüde Allah’a kulluk ediyor muyuz?
Ayetin emrettiği şekilde Kur’an mesajını dinliyor muyuz?
“Dinliyoruz” diyorsak, dinlediklerimizden bir şey anlıyor muyuz? Anlamıyorsak anlamaya çalışıyor muyuz? Anlıyorsak anladıklarımızı yaşıyor muyuz?..
Bunları ayetin söylediğiyle bizim yaşadıklarımızın örtüşüp örtüşmediğini öğrenmemiz için soruyorum. Çünkü ayet
diyor ki: “Dinleyin ve itaat edin.” Anlamadığımız bir şeye
uymamız düşünülemez. Zira anlamadığımız ve uymadığımız
bir şeyle hayatımıza çekidüzen veremeyiz.
“Rabbinin yoluna, hik metle, güz el öğüt le ç ağır
ve onlarla en güz el yöntemlerle tartış ! Şüphes iz s enin
Rabbin, k endi yolundan s apanları en iyi bilendir. O,
doğru yol da olanları da en iyi bilendir.” (Nahl, 16/125)
Ayetteki çağrıya ne kadar icabet edebiliyoruz? Allah, bizim her birimize tek tek emir veriyor, “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel sözle çağır.” diyor.
Bu çağrı işi için ne düşünüyoruz? Kaç kişiye Allah’ın Dinini anlattık? Anlatmak için dinimizi ana ilkeleriyle, esaslarıyla
Kur’an’ın gösterdiği ve Hz. Muhammed’in yaşadığı şekilde
kavradık mı? Kavradıysak dinimizin etki alanına girdik mi, sarayına yerleştik mi? Allah’ın Dinini anlatacak bilgiye, birikime,
olgunluğa, vizyona sahip miyiz? Sahip değilsek neyi bekliyoruz?
193
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Para kazanmanın, lüks yaşamanın, dünyayı omuzlamanın, hükmetmenin, gösterişin yollarını öğrendiğimiz kadar Allah’a giden yolu da öğreniyor muyuz? Yoksa rotasını kaybetmiş gemi gibi rüzgârın estirdiği tarafa mı gidiyoruz?
“Hayır, hayır; Rabbine Andols un k i onlar, aralarında anlaş maz lığa düş tük leri her k onuda s eni hak em
yapmadık ç a ve s onra da s enin k ararına k alplerinde
hiçbir buruk luk duymak s ız ın tam bir tes limiyetle tâbi
olmadık ça, gerçek t en iman etmiş olmaz lar.” (Nisâ,
4/65)
Bugüne kadar Allah’ın Peygamberi’ne danıştığımız kaç
konu oldu? Yani çıkmaza girdiğimizde “Hz. Peygamber bu
konuda nasıl bir tavır koymuştu ve ne şekil bir davranış sergilemişti?” diye merak ettiğimiz oldu mu? Hz. Peygamber’in hayatında olduğu halde, hayatımızdan çıkardığımız bazı şeyler
var mı? Ya da hayatımıza, Hz. Peygamber’in yaşadıklarından
ilaveler yaptık mı? Yok diyorsak, bu ayet kime hitap ediyor?
Ayete tekrar tekrar bakınız ve ikinci cümlesine iyice dikkat ediniz: “Hz. Peygamber hakem yapılmadıkça gerçekten
iman etmiş olunmuyor.” Diyeceksiniz ki: “Hz. Peygamber’i
hakem yapmak için onu mezarından mı çıkaralım?” Hayır. O
Kur’an’ın mesajıyla, bıraktığı mücadele örnekleriyle, ortaya
koyduğu performansıyla, sünnetiyle aramızda yaşıyor. Aradan on beş asra yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen
Allah’tan alıp bize devrettiği Kur’an her geçen gün gençleşerek hayatına devam ediyor. Kur’an’a başvurmamız ona danışmamızdır. Kur’an’ı hakem yapmamız Allah’ı ve Elçisi’ni
hakem yapmamızdır.
“Ey İnananlar! Allah ve Peygamberi, hayat veren
ş eye s iz i çağırdığında icâbet edin...” (Enfâl, 8/24)
194
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Hayat veren şey nedir biliyor musunuz? Şifa bulması
için hastalara okunan, bereket getirsin diye işe başlarken tilavet edilen, mahsulü bol olsun diye okunup tarlaya üflenen
Kur’an ayetleri değil. Hayatı anlamak ve anlamlandırmak için
okunan, anlaşıldıkça gönüllere şifa olan, kavrandıkça kalpleri
rahatlatan ve topluma huzur getiren, yaşamı disipline ettiği
için işleri bereketli kılan Kur’an mesajıdır.
O halde Kur’an’ı anlamak ve yaşamak konusunda yapılan çağrıya icabet etmek zorundayız. Bu bir emirdir ve emrin arkasında Allah vardır. Bu konuda önceliği başka şeylere
veremeyiz. Bu iş öyle camilerde sadece lafzından Kur’an’ı tilavet etmekle, tilavet edilenleri dinlemekle, onlarca hatim indirmekle olmuyor. Onun mesajına kulak vermekle, ondaki
derinliği kalplerimize yerleştirmekle, onun ruhunu kavramakla ve bütün ihtişamıyla ondaki deruni sırları içselleştirmekle oluyor. Böyle yaparsak işte o zaman her ayetin manasının davranışlarımıza yansıdığını, iki günümüzün bir olmadığını, Kur’an’la yaşadığımız zamanların diğerlerinden daha verimli ve daha bereketli geçtiğini göreceğiz.
“De k i: ‘Eğer Allah’ı s eviyors anız hemen bana
uyun k i All ah da s iz leri s evs in ve günahlarınız ı bağış las ın. Çünk ü Allah çok bağış layandır, çok merhamet
edendir.’ Yine de k i: ‘Allah’a ve Peygamber’e itaat
edin!’ Eğer yüz çevirirlers e (ink âr etmiş olurlar), bils inler k i Allah hak ik ati ink âr edenleri s evmez .” (A.
İmrân, 3/31-32)
Allah’ı sevmek, Hz. Peygamber’in getirdiği mesajı sevmekle alakalıdır. Öyle “Allah’ım seni çok seviyorum!” demekle olmuyor. Bu sevginin gerçek mi sahte mi olduğu, gönderdiği mesajla olan münasebetimize bağlıdır.
195
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Kur’an’ı anlamayı ve anladıklarımızı hayata geçirmeyi
seviyorsak Allah’ı seviyoruz demektir. Allah’ı seviyorsak, o
takdirde Allah aşkına Hz. Peygamber’e de itaat edelim, itaat
edelim ki Allah da bizi sevsin.
Allah’ın bizi sevmesi, Hz. Peygamber’in getirdiği Kur’an
mesajının ilkelerinin davranışlarımıza müdahalesine bağlıdır.
Davranışlarımız ne kadar Kur’ânî olursa Allah da bizi o kadar
sever, Allah bizi ne kadar severse o kadar yardım eder ve irademizi güçlendirerek çalışmalarımızı bereketli kılar.
Üstelik mesaja uymakla yani tevbe edip yeni bir sayfa
açmakla geçmişteki günahlarımızın bağışlanacağı müjdesi veriliyor. Çünkü Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Ancak ikinci ayette itaatten yüz çevirme söz konusu olursa
inkâr edilmiş olunacağı ve Allah’ın da inkâr edenleri sevmeyeceği bildiriliyor.
Gördüğünüz gibi: Öyle istersek itaat ederiz, istersek sorumsuz bir hayat yaşayarak “Şehadet Müslümanlığına devam
ederiz diye bir şey yok. Eğer inanıyorsak itaat etmek zorundayız. Nitekim aşağıdaki ayette:
“De k i: ‘Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat
edin!’ Eğer yüz çevirirs eniz bilin k i ona yük l enen s orumluluk yalnız ona aittir; s iz e yük lenen s orumluluk
da yalnız ca s iz e aittir. Eğer ona it aat eders eniz doğru
yola erers iniz . Peygamber’e düş en ancak apaçık bir
tebliğdir.” (Nur, 24/54) buyrulmaktadır.
“Peygamber’in (s iz i) ç ağırmas ını aranız da birbiriniz i çağırmanız gibi tutmayın. (Saygıyla davetine k oş un ve s iz e iz in verinceye k adar yanından ayrılmayın.)
Allah, ark adaş larını s iper ederek giz lice Peygamber’in yanından s ıvış anları iyi bil ir. Onun emrini çiğneyenler, ya baş larına bir bela gelmes inden ya da
196
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
acık lı bir az aba uğramas ından k ork malıdırlar.” (Nûr,
24/63)
İşte size uyarı dolu yüksek frekanslı bir ayet daha. Bu
ayetin muhatabı olmak için on dört asır öncesine gitmemize
gerek yok. Hz. Peygamber’in daveti, Kur’an’ı anlamayadır,
yaşamayadır, yaşatmayadır. Bu çağrıyı sıradan bir davet gibi
göremeyiz, Ahmed’in Mehmed’in davetine benzetemeyiz. Bu
çağrı Allah’ın Hz. Peygamber aracılığıyla bize yapmış olduğu
özel bir çağrıdır. Hakka, adalete, barışa, sevgiye, kardeşliğe,
doğruluğa, insanlığa yapılan bir çağrıdır. Bu çağrıya uymama
gibi bir lüksümüz olamaz.
Ayetin ikinci cümlesi çağrıya uymayanların uğrayacağı
akıbeti özetliyor: “Emre duyarsız kalanlar, sorumsuzca davrananlar, itaati göz ardı edenler, ciddiye almayanlar felaketin
gelmesini beklemeliler.” diyor.
23 yılda hayatın her noktasını bağrına basa basa inen
ayetler gereksiz yere gelmediler. Bizim bu âleme gelmemiz ve
bu âlemdeki onca varlığın bize hizmet etmesi beyhude değildir. İnandıklarımız tevekkeli olamaz. Onları hayata geçirmekle
yükümlüyüz. Yoksa bugün olduğu gibi felaket yakamızı bırakmaz, musibet kapımızdan hiç kalkmaz.
“K endis ine hidâyet bahş edil dik t en s onra Peygamber’e muhalefet edip mü’minlerin yolundan
baş k a bir yola s apana gelince, onu k endi tercih ettiği
(o s apık ) yolda bırak ırız . Sonra (âhirette) k endis ini
Cehenneme atarız . O ne k ötü bir gidiş yeridir!” (Nisâ,
4/115)
Çevremizde Müslüman olmadığını söyleyen var mıdır?
Kime sorsanız “Elhamdülillah Müslüman’ım!” diyor. Çünkü
inanıyorlar ki herkes Müslüman olarak doğar, dinden çıkmadığı müddetçe de Müslümanlığı devam eder ve böylece
197
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
ölümü de Müslüman olarak olur. Hâlbuki insanlar hidâyete
elverişli varlıklar olarak İslam fıtratıyla doğar. Daha sonra
Müslümanlığı kabul eder ve İslam’ın şartlarına uygun bir hayat yaşadığı müddetçe Müslümanlığı devam eder.
A. İmrân Sûresi 3/102. ayetinde: “Ey İnananlar! Derin bir duyarlılık la Allah’a k arş ı s orumluluk bilinciyle
yaş ayın ve O’na k endiniz i yürek ten tes lim etmeden
(hak ik i Müs lüman ol madan) önce ölümün s iz i alt etmes ine iz in vermeyin!” buyrulmaktadır. Bu ayetten de an-
lıyoruz ki, Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamak Müslümanlığın esasıdır.
Kimse “İslam’ın yani Müslümanlığın şartı beştir!” diyerek Müslümanca yaşamanın koşullarını beşe indirgeyemez.
Müslümanlığın şartı Kur’an mesajıyla terbiye olmaktır, ilahi
öğretilerle hayatın bütününe şekil vermektir, sosyal hayatı
tanzim etmektir.
Ayette de ifade buyrulduğu gibi, İslam’ı yaşarken yürekten teslimiyet işin esasıdır. Rastgele ve gelişigüzel Müslümanlık olmaz. Kur’an bir “Hayat kitabı” ise –ki öyledir-, o
halde onun dini de yaşanmayı gerekli kılar.
“Siz e az ap gelip çatmadan önc e Rabbiniz e yöneliniz , O’na tes lim olunuz , s onra s iz e yardım edilmez .” (Zümer, 39/54) ayeti de bu düşünceyi destekler niteliktedir.
Allah’a yönelmek, O’nun direktifleriyle yaşamakla olur.
Ona teslim olmak, O’nun gönderdiği mesajla hayatı disipline
etmekle olur. Şimdi bir düşünelim: Allah’ın mesajıyla davranışlarımızı disipline eden bir gayretimiz var mı? Yaşadıklarımız
Kur’an’la örtüşüyor mu? Hz. Peygamber’e itaati dilimizden
düşürmezken Muhammedî bir hayat sergileyebiliyor muyuz?
198
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Müslümanlık dükkân, tarla, ev, araba değil ki babamızdan veraset yoluyla intikal etsin bize. Aile büyüklerimizden
gördüğümüz ama tanımadığımız bir dinle hayatımızı nasıl sürdürürüz? Hiç mi merak etmeyiz bu dinin esaslarını? Hiç mi
düşünmeyiz gelen ilahi mektubun içeriğini?
Ömrümüz boyunca bize gönderilen mektuba sadece
baktık durduk. Bir defa olsun gönderenin bize ne yazdığını ve
bizden ne istediğini merak etmedik. Sadece Allah’tan geldi
diye gelen metinleri ve yazılı oldukları kâğıtları kutsayarak baş
tacı yaptık. Oysa baş tacı yapılması gereken ayetlerin lafızları
değil hükümleriydi. Ahirette huzuruna çıktığımız zaman “Ondan s orguya çek ilecek s iniz !” (Zuhruf, 43/44) ayetinin
muhatabı olarak Rabbimize ne diyeceğiz?
Cumalarda dinlediğimiz beş dakikalık bir hutbe ile dini
öğrenebileceğimizi nasıl düşünürüz? Para kazanmak için ticaretin bütün kurallarını en ince detayına kadar öğreniyoruz da,
bizi iki cihan mutluluğuna taşıyacak olan bir dinin kitabını nasıl bilmeyiz? Bilmediğimiz bir dini nasıl yaşarız ve yaşadığımızı
hangi hakla iddia ederiz? Anlamadığımız ve hayatımızda yer
vermediğimiz bir Kitap’la nasıl iftihar ederiz?
Kur’an’ın olmadığı ve anlaşılmadığı yerde İslâmiyet olmaz. İslam’ın olmadığı yerde Müslümanlık sadece kimlikte kalır. Cennetin efendisi olmak için Müslüman kimliğine ihtiyaç
yok, Müslümanca yaşamaya ihtiyaç vardır.
Napolyon bir savaşı kaybettikten sonra, komutanına;
“Neden yenildik?” diye sorar.
Komutan: “Efendim onlarca sebep var!..” der ve saymaya başlar:
“Bir, barut bitti; iki...”
Napolyon: “Dur... Daha saymana gerek yok!” der.
Çünkü barutun bittiği yerde savaş bitmiştir...
199
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
İşte bunun gibi, Kur’an’ın olmadığı yerde Müslümanlık
olmaz.
Din adına, manevi ve ruhi öğelerden yoksun, sığ, yalın
ve şekilci eylemlerle hayatımızı ne kadar süslersek süsleyelim,
İslam diye gelenekçi anlayışın bize dayattığı dogmalara ne kadar bağlı kalırsak kalalım, mesajın anlamıyla buluşmak yerine
onun Mushaf’ıyla ne kadar kucaklaşırsak kucaklaşalım, eğer
hayatımızda Kur’an yoksa İslâmî bir hayat yaşamıyoruz demektir.
“Peygamber, mü’minlere k endi canlarından
daha önce gelir. Onun eş leri de mü’minlerin analarıdır. Ak raba olanlar miras hus us unda All ah’ın K itabı’na göre birbirlerine Muhâcirlerden ve Ens âr’dan
daha yak ındır...” (Ahzâb, 33/6)
Bırakın canımızı vermeyi, elimizi vicdanımıza koyarak
doğru söyleyelim: Allah için hayır yapmak adına kapımız çalındığında ceplerimiz, kasalarımız akrep dolmuyor mu? Onlarca bahane ileri sürerek ve bir sürü sebep uydurarak hayra
ortak olmamak için kırk manevra yapmıyor muyuz? Aslı alakası olmayan gereksiz sebeplerle insanları atlatmaya çalışmıyor muyuz? Kur’an’daki onlarca infak ayetini gözardı ederek
yardımı sadece zekâtla sınırlamaya, zekâtı da türlü bahanelerle kaldırmaya uğraşmıyor muyuz?
Ama lüks arabaya binmek, modern villalarda malikânelerde yaşamak, yalılarda hayat sürdürmek, yazlıklar kışlıklar
almak için para bulmakta zorlanmıyoruz.
Ne oldu? Hani Hz. Peygamber ve onun davası bizim
için çok önemliydi? Hani Kur’an başımızın tacı, gönlümüzün
ilacıydı? Paraya sıra gelince nasıl saf değiştiriyoruz?
200
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Ayette, Muhâcir ve Ensâr’dan bahsediliyor. O kahramanların fedakârlıklarını yâd ederken gözlerimizden yaş akıtmasını biliyoruz. O gönül erleri bizler ağlayalım diye kahramanlık yapmadılar, ağlanacak halimizin yaşanmaması için
gayret gösterdiler. Akıttığımız gözyaşlarıyla sorumluluğu üzerimizden atamayız, iftihar ettiğimiz hayatlarıyla imanımıza ve
yaşadıklarımıza bir şey katamayız. Aynı gayreti, aynı fedakârlığı ve aynı civanmertliği bizler hem kendimiz ve hem de bizden sonrakiler için göstermezsek onlar gibi yani gerçek manada Müslüman olamayız.
O insanlar, aynı davaya inandıkları ve hizmet ettikleri
için aralarında hiçbir kan bağı yokken Medine’nin ilk yıllarında birbirlerine vâris oluyorlardı. Biz ise sadece kendi çocuklarımıza bırakacağımız servetin hesabını yapıyoruz. Paylaşmayı, dayanışmayı, yardımlaşmayı hayatımızdan silmiş,
yerine rekabeti, bitirmeyi, silmeyi, ortadan kaldırmayı, iflas ettirmeyi getirmişiz.
Hani Müslümanlar kardeşti? Nasıl bu hale geldik? Sadece düğünlerde ve cenazelerde mi kardeşliğimizi göstereceğiz?
Hayatta yüzüne bakmadığımız, selam vermediğimiz,
ilgi göstermediğimiz kardeşimizin cenazesine katılmakla mı
vazifemizi yapmış olacağız?.. Ashab’ın fedakârlığından, cömertliğinden, kardeşliğinden, Hz. Peygamber’e olan sadakatinden bahsederken: “Bizler de bu güzel insanlar gibi Müslümanız!” diyebiliyor muyuz?
“K im Allah’a ve Peygamber’e itaat eders e iş te
onlar, Allah’ın k endilerine nimet verdiği peygamberler, (hak ik atten hiç s apmamış ) s ıddık lar, (Allah yolunda hayatını vak feden ve canını imanına ş ahit k ılan) ş ehitler ve (İs lam’ın emir ve yas ak larına uyan)
201
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
s âlihlerl e beraber olac ak lardır. İş te onlar ne güz el ark adaş tır! Bu, ihs an ve ik ram Allah’ın lütfudur. (Bu ihs an ve ik rama maz har olanların k adrini) Allah’ın biliyor ol mas ı yeter.” (Nisâ, 4/69-70)
Ayetlerde bahsedilen bu kahramanlarla arkadaş olmayı
düşünüyor muyuz? Allah’a ve Peygamber’e itaat ettiğimiz
takdirde arkadaşlık konusunda bir kaygımız olmasın. “Hz.
Peygamber’i nasıl hakem yapacağız?” diye soruyordunuz.
İşte size Hz. Peygamber’le yaşama imkânı. İşte size Hz. Peygamber’in arkadaşlarıyla, Uhud şehitleriyle, Muhâcirlerle,
Ensâr’la ve daha nice güzel insanla beraber olma fırsatı. Ne
bekliyoruz, kuralım ya arkadaşlığımızı, oluşturalım ya dostluğumuzu!
Ama hayır, bu iş öyle kanepede yatmakla, yazlığın bahçesindeki hamakla, torun torba sevmekle, “Ben Müslümanım!” demekle olmuyor. İtaatin gereklerini yerine getireceğiz,
arkadaş olmak istediğimiz gönül kahramanlarının yaşadıklarını yaşayacağız, onlarla aynı safı paylaşacağız, onların
hikâyelerine değil davalarına sahip çıkacağız, mallarına değil
yaşadıklarına vâris olacağız. Emanete ihanet edersek, arkadaşlıklarını unutalım, dostluklarını kafamızdan çıkaralım ve
felaketi bekleyelim! Bu felaket onlarla arkadaş olamadığımız
için değil, onların davasına sahip çıkamadığımız içindir.
“Gerçek ş u k i, Allah k atında yaratık ların en k ötüs ü (tehlik elis i) ak lını k ullanmayan s ağırlar ve dils iz lerdir.” (Enfâl, 8/22) Bu ayet aklımızı başımıza devşirmeyi
emrediyor.
Herkes akıllıyım diye geçinir. Akılsız olduğunu söyleyene rastlayamazsınız ama insanların yaşadıklarına, aktivitelerindeki manaya ve ruha baktığınız zaman akıldan eser göremezsiniz.
202
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Ayette geçen “aklını kullanmayan sağırlar ve dilsizler”
ifadesi, Kur’an mesajını anlamak için aklını kullanarak gerçekleri duymayan ve hakkı konuşmayan kişileri anlatmaktadır.
Eğer mesajın muhatabı olarak aklımızla, okuduklarımızı ve
duyduklarımızı muhakeme etmiyorsak, inandıklarımızı ve yaşadıklarımızı çevremizle paylaşmıyorsak yani aklını işleten bir
Kur’an Müslümanı değilsek Allah katında yaratılanların en kötüsü olabiliriz. Bu kötülüğü öyle “Ben iyiyim, biz iyiyiz!” demekle savamayız.
Hz. Peygamber’e Salavat Okumak
Hz. Peygamber, biz ona salavat getirerek Cennete gidelim
diye peygamber olmadı. Getirdiği mesajla hayatı cennete dönüştürelim diye peygamber oldu.
Getirdiğimiz salâtla gittiğimiz sırat aynı değilse, salavatla bir
yere varamayız.
Hz. Peygamber’e itaati işlerken salavata değinmeden
geçmek olmaz. Çünkü “Salavat Müslümanlığı” diye yeni bir
Müslümanlık türedi. Bunlar salavat çekerek ve salavat hatimleri yaparak Müslümanlığına olacağını zannediyorlar. Ama
salavatın ne anlama geldiğini, Allah’ın Kur’an’da “Peygamber’e s alat edin.” (Ahzab, 33/56) emrinin neyi ifade ettiğini
bilmiyorlar.
Hz. Muhammed’e sadece salavat okumakla ona inkıyat
ettiğinizi (uyduğunuzu) ve bu yolla İslam’ı yaşadığınızı zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Hz. Peygamber gibi yaşamıyor da,
onunla sadece övünerek ve onun adı her anıldığında salavat
getirerek Cennete gideceğinizi düşünüyorsanız kendinizi kandırıyorsunuz. Allah, “peygambere salat edin” derken, “onu
203
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
övün, tesbih çekerek şanını yüceltin” demiyor. “Allah ve meleklerinin desteklediği gibi siz de onu destekleyin yani onun
öncülük ettiği davaya omuz verin, destek çıkın, hizmet edin”
diyor.
Bir taraftan çalmaya çırpmaya, insanları aldatmaya, yalan söylemeye, haksızlığa, yalan yere yemin etmeye, akan
Müslüman kanını seyretmeye devam edeceksiniz, diğer taraftan da “Salavat Müslümanlığı” nı sürdüreceksiniz. Yani işlediğiniz kötülüklerin günahını salavata temizleteceksiniz. Salavat mı irtikâp etti sizin günahlarınızı? Allah aşkına bu nasıl bir
Müslümanlıktır?
Hûd Sûresi 11/114. Ayetinde; “K öt ülük leri ancak
iyilik lerle t emiz lers iniz .” buyrulurken, siz hangi hakla kötülüklerinizi salavatla temizlemeye kalkıyorsunuz?
Salavat okumakla insan nasıl Cennete gider? Cennet,
ilahi mesajlarla olgunlaşan, tekâmül eden, hayatını anlamlı kılan insanların yeridir. Biz, Hz. Peygamber için yaşamayacağız; öyle olursa zaten müşrik oluruz. Biz, Allah için Hz. Peygamber gibi yaşayacağız. Yaşadıklarını yaşamadığımız, model bir Peygamber’i andık ve ona salavat getirdik diye Cennetle nasıl ödüllendiriliriz? Hz. Peygamber, Biz ona salavat
getirerek Cennete gidelim diye peygamber olmadı. Getirdiği
mesajla hayatı cennete dönüştürelim diye peygamber oldu.
Hz. Peygamber’e salavat niye getirilir ve getirilen salavat ne anlama gelir hiç merak ettiniz mi? Adam, “Günde yetmiş salavat getiren hesapsız Cennete gider!” diyor. Böyle bir
kolaycılık varsa ben yedi bine razıyım! Binersiniz arabanıza,
Anadolu Yakası’ndan Avrupa’ya geçene kadar 3-4 bin salavat getirirsiniz, bir 3-4 bin de dönerken getirdiniz mi Cenneti
garantilersiniz!
204
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“Müslüman Olmak ve Müslümanca Yaşamak” bu kadar kolay mıdır dersiniz?
Madem salavat getirmekle Müslümanlık oluyordu
Kur’an neden geldi? Hayır, bu iş salavat getirmekle, salavat
sayısını yetmişe, yüze, bine çıkararak salavat hatimleri indirmekle olmaz.
Siz hiç çalışmadan sadece zenginlerin hayatını okuyarak, onların hayatlarından örnekler vererek ve onları överek
köşeyi döneni gördünüz mü? Göremezsiniz çünkü zengin olmanın birinci şartı çalışmaktır. Çalışmadan zenginlik olmuyor
da yaşamadan Müslümanlık nasıl oluyor?
Hz. Peygamber’in hayatını bilmekle, ona salavat getirmekle Müslüman olunmaz, Allah’ın rızası kazanılmaz, Hz.
Peygamber’in sünneti yaşanmış olmaz, Cennete gidilmez.
“Şu bir gerçek k i, Allah ve melek l eri, O Peygamber’e s alat ederl er (des tek verirler). Ey İnananlar! Siz
de ona des tek olun ve ona içtenlik le s elam verin!”
(Ahzâb, 33/56)
Buradaki “salât” terimi “destek” anlamındadır. Yoksa
“Onu kutsayın, yüceltin, bulutların üzerine çıkarın; onun için
ağlayın, saçına sakalına yapışın, yeleğini gömleğini öpün!”
anlamında değildir.
“Hz. Peygamber’e destek verin yani onun getirdiği Din
için gayret gösterin, aldığı ve size bıraktığı mesajı daha geniş
kitlelere ulaştırın, asrın idrakine sunun, çağın vitrinine taşıyın,
insanlığın saadeti için çalışın çabalayın demektir.
Şimdi soracaksınız: “Salavat okumayalım mı?” diye.
Elbette ki Hz. Peygamber’e salât getireceğiz. Yani onun
davasına destek vereceğiz. Hürmetimizi, duamızı, katkımızı
205
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
esirgemeyeceğiz. Bu, Allah’ın bizlere bir emridir. Ama yaptığımız işler getirdiğimiz salavata uyacak...
Getirdiğimiz salâtla gittiğimiz sırat aynı değilse, salavatla bir yere varamayız...
Eğer yaptığımız işlerde Kur’an’ın onayı bulunuyorsa,
ortaya koyduğumuz çalışmalarda Hz. Peygamber’in tasvibi
varsa, Allah’a ve Hz. Peygamber’e itaat konusunda cehdimiz
söz konusu ise sürekli salavat getiriyoruz demektir.
Zamanlarını günahla, isyanla, haramla geçiren bir insanın getireceği salavatlarla yanlışlarının telafi edileceğini düşünmesi hüsrandır. Önemli olan doğru yaşamaktır ve doğruları yaşarken Hz. Peygamberin öncülük ettiği dine hizmet etmektir. Eğer dine hizmet edersek peygambere salat etmiş oluruz. Yaşamadığımız dinin peygamberinin adını anmak, onu
övmek, onun şanını yüceltmeye çalışmak salat değildir.
206
Hz. Peygamber’e İsnat Edilen
Bazı Mucizeler
Peygamberler gücünü mucizeden değil, Allah’tan ve Allah’ın
gönderdiği mesajdan alırlar.
Peygamberler inanmayanlara mucize gösterir. Biz Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmıyor muyuz ki sürekli ona mucize göstertiyoruz? Hz. Muhammed’in mucizesi Kur’an’dır.
Önce, mucize ile ilgili yanlış algının giderilmesi için peygamber mucizelerinin hakikatini ortaya koymak lazım.
İslâmî literatürde, sadece peygamberlere atfedilen; Allah’ın, peygamberlik verdiği elçilerini doğrulamak ve desteklemek için yarattığı; insanların aynısını göstermekten âciz kaldığı olağanüstü olaylara mucize denmektedir.
Peygamberler, mucizelerin çapına göre değerlendirmeye alınmazlar. Yani bir peygambere büyük mucize verildiyse büyüktür, küçük mucize verildiyse küçüktür, ya da hiç
mucize verilmediyse (hâşâ) zavallı bir peygamberdir diye düşünülmez. Çünkü mucizelerin gerçekleşmesinde aracı olmanın ötesinde peygamberlerin hiçbir rolü yoktur.
Mucizelere peygamber mucizesi denilmesi tamamen
mecâzidir. Bu bakımdan mucize, şahsında gerçekleşen peygambere bir üstünlük vermez. Zira onlar, doğrudan Allah’ın
207
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
fiilidir. Allah’ın iradesi ve dilemesiyle insanın, eşyanın ve doğanın yapısında olağanüstü bir şekilde meydana gelirler. Nitekim Kur’an’da: “Hiç bir peygamber, Allah’ın iz ni olmadan bir muciz e getiremez .” (Mü’min, 40/78) buyrulmaktadır.
Peygamberler için takdir edilen mucizeler, bir yönüyle
imanın temel esaslarından olan nübüvvetle, diğer yönüyle de
vahiy ile alakalıdır. Gösterilen mucizeler, peygamberlerin ve
kavimlerinin yaşadıkları zamana ve koşullara göre değişmektedir. Hz. Mûsâ’ya verilen mucizeler bunun en belirgin örneğidir.
“Andol s un, biz Mûs â’ya apaçık dok uz muc iz e
verdik . İs railoğullarına s or (s ana anlats ınl ar): Hani,
Mûs â onlara gelmiş ve Firavun da ona: ‘Ben s enin k es inlik le büyülendiğini z annediyorum ey Mûs â!’ demiş ti.” (İsrâ, 17/101); “Şimdi elini k oynuna s ok ; her
türlü lek eden arınmış olarak bembeyaz , ış ıl ış ıl çık acak tır! (Ve ş imdi de) dok uz muciz e ile Firavun ve
onun toplumuna git. Çünk ü onlar gerçek ten yoldan
çık mış bir t oplumdur!” (Neml, 27/12)
İkinci ayetteki emir, tebliğin genelini yani peygamberlik
süresi boyunca Firavun ve kavmine karşı ortaya konacak mucizeleri kapsamaktadır. Yani dokuz mucize bir anda gerçekleşmemiştir.
Hz. Mûsâ zamanında büyücülük revaçta idi. O topluma
gösterilebilecek en etkili mucize de bu dilden olmalıydı. Nitekim öyle de oldu:
“Biz de Mûs â’ya: ‘As anı bırak (yere at)!’ diye
vahyettik . Bir de bak t ılar k i (Mûs â’nın as as ı) onların
uydurduk larını yutuyor. Böylece gerçek k endini gös terdi ve onların yaptık ları boş a çık tı.” (A’râf, 7/117-
118)
208
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Hz. Peygamber’in
Gerçek Mucizesi Kur’an’dır
Hz. Peygamber’e isnat edilen yüzlerce mucize bulunmaktadır ve bunların hiçbirinin Kur’ânî bir dayanağı yoktur.
Dayanakları olmadığı halde Müslümanların uydurulan mucizelerde ısrar etmesi Hz. Peygamber’i insanlara daha güçlü ve
daha büyük gösterme gayretine matuf olabilir. Ancak, Hz.
Peygamber’e olmayan mucizeleri isnat etmek ve bu mucizelere her geçen gün yenilerini ilave ederek Hz. Muhammed’i
mucize peygamberi yapmak, Onun asıl mucizesi olan
Kur’an’a ilgiyi azaltmaktadır. Bu da Allah’ın mesajını gölgede
bırakarak Müslümanları hurafelerle yaşamaya mahkûm etmektedir.
Oysa mucize sayısı ne kadar çoğaltılırsa çoğaltılsın Hz.
Peygamber’le ilgili hiçbir şey değişmeyecek ve mü’minlerin
imanlarında bir artma ya da eksilme olmayacaktır. Çünkü
peygamberler gücünü mucizeden değil Allah’tan ve Allah’ın
gönderdiği mesajdan alırlar. Peygamberlerin ümmeti de
imanlarını peygamberin getirdiği mesajla artırırlar. Eğer peygamberden yana bir güvensizlik varsa, o zaman mucize devreye girer. Hz. Muhammed için böyle bir durum söz konusu
olmadığına göre, uydurma mucizelerle Kur’an Mucizesinin
önünü kapatmanın bir anlamı yoktur. Zira uydurulan mucizelerle gönderilen mucizenin insanlara ulaşmasına mani olmak
küfürdür.
Peygamberlerin şahsında gerçekleşen mucizeler, onların üstünlüklerini belirtmek için değil, Yaratıcı’nın gücünü insanın idrakine sunmak ve peygamberin O’nun Elçisi oldu-
209
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
ğunu kanıtlamak içindir. Hz. Peygamber’in gerçek mucizesinin Kur’an olduğunu aşağıdaki iki ayet çok açık şekilde ortaya
koymaktadır:
“(İnk ârcılar) dediler k i: ‘Ona Rabbinden muciz eler indirils eydi ya!’ De k i: ‘Muciz eler anc ak Allah
k atındadır ve ben anc ak apaçık bir uyarıcıyım!’ K endilerine ok unan (bu) K itap’ı s ana indirmiş olmamız
onlara yet miyor mu? Şüphes iz bunda iman edecek bir
toplum için rahmet ve ibret vardır.’” (Ankebût, 29/5051)
Birinci ayetten anlaşıldığına göre inkârcılar, önceki peygamberlere verilen cinsten mucizeler bekliyorlar. Mucizenin
Allah’ın takdirinde olduğu cevabı verilerek, bir sonraki ayette
Kur’an’ın, vahiy yoluyla peyderpey Hz. Peygamber’e indirilmesinin başlı başına bir mucize olduğu vurgulanıyor. Yani:
“Kur’an’dan daha büyük mucize mi olur? Eğer gerçekten
inanmayı düşünüyorlarsa Kur’an Mucizesi onları inandırmaya yeter.” deniyor. Ayetin son cümlesi, “iman edecek bir
toplum için rahmet olacağı” mesajını veriyor. Yani inananlar,
Kur’an’ı Allah’ın bir rahmet kaynağı olarak görür ve Allah’a
karşı minnet duygularıyla yaşarlar. Kur’an’ın hakikatine inanmayanlar ise Tevhid gerçeğine de iman etmemiş sayılacakları
için Kur’an rahmetinden yararlanamazlar.
“Andol s un k i, (biz ) s enden önce birç ok peygamber göndermiş , onlara da (peygamberliğe mani olmayan) eş ler ve evlatlar vermiş tik . Allah’ın iz ni olmadık ça hiç bir peygamberin bir muciz e gös termes i
mümk ün değildir.” (Ra’d, 13/38) Bu ayetten de anlıyoruz
ki, mucize ancak Allah’ın takdiriyle gerçekleşebilir.
Demek ki Hz. Peygamber’e Kur’an’dan daha büyük bir
mucize verilmemiştir ve buna gerek de kalmamıştır. Çünkü 23
210
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
yıla yayılarak gelen Kur’an’ın, şartlara, zamana ve sebeplere
bağlı olarak inen ayetlerinin her biri bir mucize olarak gelmiştir. Yoksa Kur’an’da ismi ve kıssaları geçen peygamberlerin
zamanlarındaki mucizeler anlatılırken, Hz. Peygamber’e isnat
edilen büyük mucizeler anlatılmaz mıydı?
Ayrıca Peygamberimize peygamberliğin verildiği tarihten 14 asır geçtikten sonra dünya insanlığına Hz. Muhammed’in peygamberliğini mucizeleriyle anlatmaya kalkmak,
izahı mümkün olmayan bir ayrıntıdır. Anlatılan mucizeler yaşanmış olsa bile siz onları bugünün insanına gösteremedikten
sonra inanmalarını nasıl ve ne ile sağlayacaksınız? Hz. Muhammed’den sonra peygamber gelmeyecekse –ki gelmeyecek- o halde onun öyle bir mucizesi olmalı ki hiçbir zaman
gücünü kaybetmemeli ve aktüalitesine gölge düşmemeli. İşte
o da Kur’an mucizesidir.
Hz. Peygamberin hayatında, Bedir Savaşında olduğu
gibi bazı olağanüstü hadiseler yaşanmıştır ama bunların Hz.
Muhammed’in Peygamberliğini kanıtlamakla alakası yoktur.
Hak davanın egemen olması için gayret gösteren başta Allah’ın elçisi olmak üzere inananlara Allah’ın özel desteği vardır. Nitekim aşağıdaki ayette Allah’ın verdiği destek çok açık
bir dille ifade edilmektedir:
“(Bedir’de) onları s iz (k endi gücünüz le) öl dürmediniz , fak at onları (Hak k a direndik leri ve z ulmet tik leri için) Allah öl dürdü. (Ey Res ul! Avucundak i
k umu) attığın z aman da s en at madın, fak at Allah
attı(rıp onl arı yenilgiye uğrattı). Allah bunu, inananları güz el bir imtihana tabi tutmak için yaptı. Muhak k ak k i Allah (her ş eyi) hak k ıyla iş iten, (her ş eyi) hak k ıyla bilendir.” (Enfal, 8/17)
211
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Bu hadise ile aynı zamanda varlık âleminde meydana
gelen her olayın sebeplere bağlanması vazıh bir şekilde kendini gösteriyor. Bilim dilinde “kozalite/nedensellik” dediğimiz
bu olaya Kur’an “Sünnetüllah” demektedir.
Kur’an’ın mucizeliği ilmiyatta, akliyatta ve manadadır.
İddia edildiği gibi asıl mucizelik lafzında, belagatinde, nazmında olsaydı Arap olmayan toplumlar üzerinde Kur’an’ın etkisi görünmezdi. Türkçeye ya da bir başka dile çevrildiği zaman ayetlerdeki derinlik ve mesajdaki anlam kavranamazdı.
Ve bu durumda Kur’an’ı anlamak isteyen bütün toplumların
Arap olması ya da Arapça öğrenmesi gerekirdi. Eğer bugün
dünyada yedi milyar insan yaşıyor ve bunların dilleri de farklıysa, Kur’an mesajı bunları da ihtiva eden bir derinlikte gelmişse -ki öyledir- onun asıl mucizeliğini lafzında, nazmında ve
belagatinde aramak doğru olmaz.
Kur’an’ın Allah’ın Sözü olduğunu ispatlayan pek çok
mucizevi özelliği vardır. Bu özellikleri ancak 20. ve 21. yüzyıl
buluşlarıyla eriştiğimiz bazı bilimsel gerçekleri gördükten
sonra daha iyi anlıyoruz.
Mesela: Kur’an, evrenin nasıl meydana geldiğini, dünyanın biyolojik ve embriyolojik yaratılışını, insanın anne rahminde oluşma süreçlerini, rüzgârın bitkiler ve bulutlar üzerindeki aşılayıcı etkisini, dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşünü, yeryüzünün elips şeklinde yuvarlak oluşunu, gökyüzünün ses ve görüntü dalgalarını muhafaza edişini, denizlerin
birbirine karışmamasını 1400 sene önce anlatmıştır.
Elbette ki Kur’an bir bilim kitabı değildir. Öyle olsaydı,
Hz. Peygamber: “İlim, Çin’de de olsa alınız!” buyurmazdı. Fakat hikmetini ve derinliğini henüz tam manasıyla kavrayamadığımız bazı ayetlerde, son derece veciz bir anlatımla aktarılan
yukarıda verdiğim örneklerde de görüldüğü gibi bazı bilimsel
212
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
gerçekler, ancak 20. yüzyıl teknolojisi ile keşfedilmiştir.
Kur’an’ın indirildiği dönemde anlaşılması ve hatta tahmin
edilmesi bile mümkün olmayan bu bilgiler, insanlara
Kur’an’ın Allah’ın Kitabı olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.
Ayrıca ortaya çıkan bu gerçeklerden anlıyoruz ki;
Kur’an ne kadar açık seçik gönderilmiş bir kitap olsa da 20.
Yüzyılın bilimsel çalışmalarıyla bazı bölümleri geçmişe nazaran nasıl daha anlaşılır hale gelmişse, geleceğin bilimsel çalışmalarıyla da birçok ayetin manası bugünkünden çok daha
farklı olarak anlaşılacaktır. Mesela: Kur’an’da 114 surenin
29’unun başında bulunan “Huruf-i mukattaa (kesik harfler)”
veya “Heca Harfleri” diye adlandırılan “Elif Lâm Mîm, Yâ
Sîn, Hâ Mîm” gibi harflerin muhtemel anlamları ile ilgili çeşitli
yorumlar yapılmış olsa da bu harflerle ilgili kesin ve anlaşılır
bir şey söylenememiştir. Ama bizim henüz gerçek fehvalarını
kavrayamadığımız bu harflerin anlamları belki çok yakın bir
gelecekte bilimsel çalışmalar neticesinde daha farklı ve anlaşılır şekilde ortaya çıkacaktır.
Yani yaşlanan dünya ile Kur’an gençleşecektir. Bu da
Kur’an’ın ayrı bir mucizesidir ve Allah’ın kitabı olduğunun
farklı bir kanıtıdır. Şimdi diyeceksiniz ki; “bu harflerin muhtemel anlamlarıyla ilgili bir detay yoksa bu, Kur’an’ın henüz anlaşılmadığı anlamına gelmez mi?” Hayır. Çünkü bugün için
insanlığa dünya ve ahiret saadetini kazandıracak, bozulan fıtratı düzeltecek, dünyayı yaşanılır kılacak, evrensel ahlaki değerlerle insanca yaşamayı öğretecek her şey Kur’an’da vardır.
Ama belki yarın daha farklı şeyler ortaya çıkacak ve Kur’an
onların bu arayışlarına ya da beklentilerine bu harflerle cevap
verecek, bilemeyiz.
213
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Hz. Peygamber’e Nispet Edilen
Mucizelerden Bazıları
Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra öylesine
mucizeler üretilmeye başlandı ve bu mucizelerle Hz. Muhammed öyle bir noktaya taşındı ki, sanki Hz. Peygamber Allah’ın
Elçisi olarak değil de Hıristiyanlık inancında olduğu gibi
(hâşâ) Allah’ın yardımcısı olarak görevlendirildi. Ve Kur’an’la
örtüşüp örtüşmediğine, Hz. Peygamber’e uyup uymadığına,
akılla uzlaşıp uzlaşmadığına, mantıki bir temeli olup olmadığına bakılmaksızın Hristiyanlarla girilen rekabette üretilen bu
mucizelere her geçen gün onlarca, yüzlerce yeni ilaveler yapıldı. İşte bunlardan bazıları:
Sünnetli Doğması
Rivayet edildiğine göre, Hz. Muhammed sünnetli olarak doğmuştur; Abdullah bin Abbas’ın, babasından rivayet ettiği hadis şöyledir: “Peygamber, sünnetli ve göbeği kesilmiş
bir halde doğunca, dedesi Abdul-Muttalib’in hoşuna gitti ve
‘Bu oğlumun şanı yüce olacak.’ dedi.”
Affınıza sığınarak söylüyorum: Sizden başka peygamberinin cinsel organıyla iftihar eden bir millet duydunuz mu?
Hz. Peygamber’in tenasül uzvunu hangi hakla tartışma konusu yaparsınız? Daha peygamber olmamış bir insana cinsel
organıyla nasıl olağanüstülükler yüklersiniz? Hele “Babasından Annesine intikal ettiği gece” diye bir kandil (Regaip Gecesi) hangi yetkiyle üretirsiniz? Ve bu gecede yapılan ibadetin
diğer gecelerden çok daha bereketli geçeceğini nasıl iddia
edersiniz?
214
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Nerden bulur ve nasıl uydurursunuz bu kadar ayıp şeyleri? Bu din Hz. Peygamber’in bedenini kutsamanın ve onun
şahsını putlaştırmanın dini midir? Allah, Abdullah’ın Oğlu
Muhammed’in bedenini değil, Hz. Muhammed’i peygamber
seçmiştir. Siz bedene değil Hz. Peygamber’e gelen mesaja bakacaksınız.
Göğsünün Açılması
(Kalbinin Yarılarak Temizlenmesi)
Bir taraftan nurundan âlemin yaratıldığını iddia edeceksiniz,
diğer taraftan kirlenen peygamber kalbinin ameliyatla temizlendiğini söyleyeceksiniz. Bu ne yaman bir çelişkidir.
Hz. Muhammed’in Göğsünün açılması ile ilgili iddialar
aynen şöyledir: “Peygamberimizin dört kez göğsü açılarak
kalbi temizlenmiştir. Bunlardan birincisi, henüz çocukken Sütannesi Halime’nin yanında, ikincisi on yaşlarında çölde,
üçüncüsü Hira Mağarası’nda ilk vahiy geldiğinde, dördüncüsü de Miraç esnasında meydana gelmiştir.” Ortak olan anlatıma göre: “Beyaz elbiseli görevli melekler Hz. Peygamber’i
yere yatırıyor, göğsünü açıyor, kalbini dışarı çıkarıp altın kaptaki Zemzem suyu ile yıkıyor ve kalbinin üzerinde bulunan
kan pıhtısını da attıktan sonra işlemi tamamlıyorlar.”
Bir kere şunu bilmek lazım ki: Allah’la insan arasındaki
irtibatı sağlayan kalp, biyolojik değil, manevidir. Dolaysıyla
manevi olan bir şeyin maddi olan zemzem suyuyla yıkanması
imkânsızdır.
215
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Allah k imi doğru yola iletmek is t ers e onun göğs ünü İs lam’a açar...” (En’âm, 6/125) ayetinde ifade edil-
diği gibi İslam’a açılan, vücuda kanı pompalayan kalp değil,
manevi kalptir. Aksi olsaydı kalp spazmı geçirenler, kalp kapakları tıkananlar manevi tehlike yaşar, kalbi değişenler de
dinlerinden olurdu. Ayette geçen “göğsün İslam’a açılması”
deyimine “ameliyat edilmesi” diyebilir misiniz?
“(İnk ârcılar, K ur’an’ı anlamak hus us unda)
‘K alplerimiz örtülüdür!’ dediler.” (el-Bakara, 2/88) ve
bunun gibi kalbi tekil ve çoğul olarak anlatan onlarca ayet
bulunmaktadır. Bu örneklerdeki kalbin biyolojik kalp olduğunu söyleyebilir misiniz? Kalplerimiz zaten elbise ile örtülüdür. Hele kışın çok daha fazla örtülüdür. O zaman ayetleri
yazın daha kolay, kışın daha zor mu anlayacağız? Kalplerin
mühürlenmesi anlamındaki mecâzi ifade ile hangi kalbi düşüneceğiz? Hz. Peygamber’in biyolojik kalbinin, söylendiği gibi
temizlendiğini iddia etmek, Kur’an’da sıkça atıfta bulunulan
kalp anlatımlarına uymayan bir yaklaşım ortaya koymaktır.
Ayrıca, Allah’ın kâinatı Hz. Peygamber’in nurundan
yarattığını iddia eden zihniyette aynıdır. Kâinat nurundan yaratılan bir peygamberin kalbi neden yıkanır? Nur kirlenmez ki
temizlensin.
Ağaçları Yanına Çağırması
Sözde ağaçlar Hz. Peygamber’in emriyle yerlerinden çıkıp yanına gelirlermiş. Üstelik bu iddialar da mütevâtir hükmündeymiş...
216
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Hz. Peygamber’in hayatına baktığımızda beşer olması
hasebiyle bizden farklı bir durumun olmadığını göreceğiz.
Kur’an okumadığımız için göremiyoruz. Kur’an’ı tanıdıkça
Hz. Peygamber’i ve onun sünnetini daha iyi tanıyacağız. Allah emretse ağaçlar Hz. Peygamber’in çağrısına elbette ki karşılık verir ama emretmemiş çünkü buna gerek duyulmamış.
Müşrikler “Ağaçları yürütürsen ya da yanına çağırırsan sana
inanırız!” dememiş. Dese de hiçbir mucize Kur’an’ın önüne
geçemez. Müslümanlar, ağaçların yürütülmesine gerek kalmadan zaten iman etmiş. Ayrıca başta da söylediğim gibi,
ağaçların yürümesi, yatması kalkması Hz. Peygamber’in makamını değiştirmez. Hal böyleyken neden ümmetlik egomuzu
tatmin etmek için olur olmaz mucizelerle Hz. Peygamberi zor
durumda bırakıyoruz?
Peygamberimizi yücelten eylemleridir, mücadelesidir,
gayretidir. Siz ağaçları değil dağları da yürütseniz, okyanusları
da birbirine katsanız, hatta Ay’la Güneş’i bir araya getirseniz
yine de Hz. Muhammed’in Allah katındaki yerini değiştiremezsiniz, insanları ona ümmet yapamazsınız, ümmeti de
daha verimli hale getiremezsiniz.
Şimdi soruyorum size: Hz. Peygamber’e inandığımızı
söylediğiniz halde Hz. Peygamber’in emriyle ağaçları neden
yürütüyoruz? Ağaçları yürütmek gibi zor bir işe girişeceğimize,
Kur’an’ı anlamak gibi kolay bir işe kalkışsak da Hz. Peygamber’e ağaçları söktürmesek (!) daha iyi olmaz mı?
217
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Ay’ın Yarılması (İnşikâk-ı Kamer)
Ümmet olmak, mucize uydurmakla olmuyor, Hz. Peygamber’in arkasında durmakla oluyor.
Söylendiğine göre, Peygamberliğin 8. senesinde, Hz.
Muhammed Mina’da iken, müşriklerin mucize isteği üzerine,
bir işaretle Ay’ı ikiye ayırmış, bir parçası bir dağın üzerinde,
diğer bir parçası başka bir dağın üzerinde durmuş, sonra ikisi
tekrar bir araya gelmiş ve Ay eski halini almış. (Buhârî, Tefsîr,
290; Müslim, Sıfâtü’l-Münâfikîn, 45)
Sorarım size: Bu inanılan ve anlatılan İnşikâk-ı Kamer
hadisesi Hz. Sâlih’in devesinden daha mı küçüktür? Hiçbir
peygamber için gösterilmeyen böylesine büyük ve olağanüstü
bir mucize Kur’an’da kayıt altına alınmaz mı? Mesajı herkesin
rahatça anlaması için çok küçük meseleleri de konu edinen
Kur’an’da buna işaret eden küçük bir iz bulunmaz mı?
Bazıları Kamer suresini delil olarak gösterip “İnşikak-i
Kamer/ayın ikiye yarılması” nin mucize olduğunu iddia etmektedir. Oysa Kamer suresinde anlatılanlar tamamen kıyametle alakalıdır.
Müşrikler ne zaman mucize istemişse, Hz. Peygamber’in asıl mucizesi olan Kur’an’dan ayetler gelmiştir. Yukarıda örnek olarak verdiğimiz Ankebût 29/50-51. ayetler de
bunu açıkça ortaya koymuştur. Bu ayetlere rağmen hâlâ
Ay’ın Yarılması mucizesinde ısrar etmek manasızdır. Allah istese yaramaz mı? Elbette ki yarar ama yarmamıştır. Olmayan
bir şeyi Hz. Peygamber’e mucize diye isnat etmek Allah’a saygısızlık olur. Çünkü “Mucizeler, Allah’ın fiilidir.” dedik. Allah’a
yapmadığı bir şeyi yaptırmak küfür olur (maazallah).
218
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Hz. Peygamber’in yarılmış Ay’a değil, adanmış ruha ihtiyacı vardır. Biz ne kadar Ay’ı ikiye bölsek de ruhumuzu
Kur’an’ın hizmetine vermediğimiz müddetçe Hz. Peygamber’e ümmet olamayacağız. Çünkü ümmet olmak, mucize uydurmakla olmuyor, Hz. Peygamber’in arkasında durmakla
oluyor...
Miraç Hadisesi
Allah, mekândan münezzehtir diyoruz da Hz. Peygamberi
Miraçta gönderdiğimiz sarayı nereden uyduruyoruz?
İslâmî kaynaklara göre, Hz. Peygamber’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya geceleyin yürütülmesine “İsrâ”,
oradan da semâya yükseltilmesine “Miraç” denir.
“Yüceliğinde s ınır ol mayan O (Allah) k i k ulunu
bir gece, k endis ine baz ı delilleri gös termek için Mes cid-i Haram’dan, çevres ini mübarek k ıldığımız Mes cid-i Ak s â’ya götürdü. Muhak k ak k i O, (evet) O, (her
ş eyi) hak k ıyla iş iten, (her ş eyi) hak k ıyla görendir.”
(İsrâ, 17/1)
Miraç Hadisesi, pek çoğu Kur’an’a ve tarihi hadiselere
aykırı, zayıf ve uydurma söylemlere dayanır. Anlatıldığı gibi
Necm Sûresi’ndeki “Sidre-i Müntehâ, Kab-ı Kavseyn” gibi
kavramların Miraç’la hiçbir alakası yoktur. Çünkü Necm
Sûresi, İsrâ (ve iddia edilen Miraç) Olayı’ndan sekiz yıl önce,
Peygamberliğin 3. senesinde inmiştir. Necm Sûresi’nde anlatılan, Hz. Peygamber’in Cebrâil’i görmesidir.
219
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Kur’an’ın hiçbir yerinde Hz. Peygamber’in Allah’ı gördüğüne, göğe çıkarak O’nunla konuştuğuna dair tek bir işaret
bulunmamaktadır.
Ayrıca, Hz. Mûsâ hadisesinde olduğu gibi, Hz. Peygamber’in Allah’la konuşması için göğe çıkması gerekmiyor. Allah, her yerdedir, istediğiyle istediği yerde konuşur. Allah’a
yer, mekân tahsis etmek küfürdür. Onun için Hz. Peygamber’i
Allah’a makam ve mekân isnat ederek O’nun tahtına göndermek de küfürdür.
Elbette ki, “Senin ş anını yüceltmedik mi?” (İnşirâh, 94/4) ayetine göre şanı yüceltilmiş bir peygambere Allah istese Arş’ın büyüklüğünü, varlık âleminin ihtişamını, azametini bütün zenginliğiyle müşahede ettirir ki bu da mümkündür. Belki de bunu onlarca, yüzlerce defa da yaptırmıştır.
Ama bunun için Hz. Peygamber’in bedeniyle seyahat etmesine gerek yoktur. Hele Allah’a makam ve mekân tahsis etmek gibi bir hadsizliği ortaya koymak asla doğru değildir.
Aynı işi, Hz. İbrahim’in rüyasında kurban hadisesini temaşa etmesi gibi rüyada da yaptırabilir. Allah, Feth
Sûresi’nde Hz. Peygamber’e rüyalar aracılığı ile bilgi verdiğini
haber vermiştir:
“Andol s un k i Allah, Res ûlü’nün gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı.” (Feth, 48/27) Nitekim Kevser Sûresi’nde olduğu gibi bazı âyetlerin Hz. Peygamber’e rüyada vahyedildiği rivayet edilmektedir. Rüyada vahiy alan bir
peygamberin yine rüyada yani ruhuyla âlemleri temaşa etmesi pekâlâ mümkündür.
Ayrıca, maddenin yani Hz. Muhammed’in cesedinin
maneviyat âleminde ne işi var? Bu, eşyanın tabiatına da aykırıdır. Eşyayı yaratan ve tabiat kanunlarını koyan Allah, ne
diye Hz. Peygamber’in cesedini göklere taşısın ki?
220
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Bedenler madde âlemi için vardır. Biz dünyaya gelmeden önce de maneviyat âleminde vardık, öldükten sonra da
var olmaya devam edeceğiz. Giydiğimiz bedenler sadece
dünyada bulunduğumuz sürece bizim işimize yarayacaktır.
Aynı şeyi Hz. İsa ve Hz. İdris için de uydurmuşlar. Ne
imiş, bedenleriyle göğe kaldırılmışlar. Allah aşkına, bedenlerin
gökte ne işi var? İnsan nerede yaşayacaksa ve hayatı nerede
devam edecekse oranın şartlarına göre donanımlı yaratılır.
Âhirette giyeceğimiz bedenler de oranın şartlarına göre yaratılacaktır.
Kur’an’da, Allah’ın sınırsız egemenliğini, tasarruf alanının büyüklüğünü anlatan ifadeler, bazı meallerde Allah’ın
tahtı olarak anlatılmıştır.
“Gök lerde olanın, (yaptık larınız yüz ünden) s iz i
yerin dibine batırmayacağından emin mis iniz ? O vak it bir de bak ars ınız , yer çalk al anıp duruyor.” (Mülk,
67/16)
Ayette geçen “göklerde olanın” ifadesi mecâzi olup,
Arş’ın her tarafını kapsayan Allah’ın sınırsız egemenliğini anlatmaktadır. Allah, zatında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde
ve mülkünde ortağı olmadığı gibi, cisim ve cevher değildir.
Hem zamandan, hem de mekândan münezzehtir. Ölçüye sığmaz, yer gök O’nu içine alamaz. Onun için ayette geçen “göklerde olanın” ifadesi tamamen mecâzidir.
Hâkka Sûresi’nin 69/17. “O gün Rabbinin arş ını
(k udret ve egemenlik al anını), bunl arın da üs t ünde s ek iz (melek ) taş ır.” şeklindeki ayeti de bu tezi doğrular nite-
liktedir. Bu ayet, Allah’ın kozmik yaratıcılığının her noktasında kendi varlığını ve mutlak ve erişilmez derinlikteki otoritesini göstermektedir. Ayrıca ayette geçen 8 sayısının neyi
221
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
ifade ettiği de kesin olarak bilinmemektedir. Allah, hem zaman, hem de mekândan münezzeh olduğu için, O’nun
“tahtı/arşı” ifadesi tamamen mecâzidir. Yani Allah’ın kudretinin âhiretteki tezahürünün bir işaretidir.
Tefsir otoriteleri, “taht/arş” teriminin Kur’an’da geçen
bu mecâzi kullanımının, Allah’ın bütün yaratıkları üzerindeki
mutlak hüküm ve iktidarını ifade ettiği görüşündedir. Çünkü
“taht/arş”tan söz eden ayetlerin hepsinde bu ifade Allah’ın
âlemleri yaratmasına ilişkin bir açıklamayla bağlantılı olarak
geçmektedir. Aksi takdirde Allah’a mekân isnat etmek olur ki
bu İslâmî inanışa göre küfürdür.
Namazın Miraç’la Bağlantısı
Namazı Miraç’a bağlamak doğru değildir. Hele 50 vakti
5’e indirmek için Hz. Peygamber’in çaba gösterdiğini iddia
etmek Allah’a yapılabilecek en büyük saygısızlıktır.
Allah bir şeye karar verdiyse, o en doğru karardır. 50
vakitse ellidir, bunu beşe indiremezsiniz. Ama bunları uydururken biraz daha akıllı olmak ve zekâyı kullanmak gerekiyor.
Çünkü matematik denen bir şey var. Günü (uyku hariç) 16
saat olarak düşünün; her saat abdest alınarak 3 vakit namaz
eda edilecek, her namaz en az 10 dakika sürecek; bir de bu
namazların cemaatle eda edildiğini düşünün, insanlar zamanı
nasıl yetirecekler? İnsanların başka işleri olmayacak mı? Yiyip
içmeyecekler mi? Okuyup araştırmayacaklar mı? Bağda bahçede çalışmayacaklar mı? Allah (hâşâ) bunların hesabını yapamadı da Hz. Peygamber’e akıl veren Hz. Mûsâ mı yaptı?!
“Allah mekândan münezzehtir” diyorsunuz da, Hz.
Peygamber’i gönderdiğiniz tahtı nereden uyduruyorsunuz?
222
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Ayrıca buna neden gerek duyuyorsunuz? Böyle bir şey varsa
ve buna da mucize diyorsanız Hz. Peygamber, Arş’a çıktığı
zaman bu mucizeyi kime gösterdi? Tek başına mucize gösteren bir peygamber duydunuz mu?
“Yok efendim, tek başına yaşandı ama Hz. Peygamber
yaşadığını anlattı!” deniyor. Gizli yerde mucize gösterip de
bunu meydanda açıklamak nerede görülmüştür? Üstelik iddia
edilen Miraç hadisesi haberi ahadla (tek kişini rivayetiyle) sabittir. Mucizeyi mucize yapan herkese açık olması değil midir?
Namazın ilk kez Hz. Muhammed ve ümmetine değil,
daha önceki ümmetlere de farz kılınan bir ibadet olduğu
Kur’an’da açıkça belirtilmektedir.
“K itap’ta (K ur’an’da) İs mâil’i de (hak k ında anlattık larımız ı da) hatırla! Şüphes iz o, s öz ünde duran
bir k ims e idi. Bir res ûl ve bir nebi idi. Ailes ine ve yak ınlarına namaz ı ve z ek âtı emrederdi...” (Meryem,
19/54-55)
Lokman Peygamber’in oğluna namazı önermesi de
farklı bir örnektir. “Ey Yavrucuğum! Namaz ında k ararlı-
lık gös ter, doğru ve yararlı olanı hayata geçirmeye çalış , k ötü ve eğriden vaz geçir, baş ına gelebil ecek her
belaya s abırla k atlan. Doğrus u bunlar, az im ve k ararlılık la yapılmas ı gerek en ş eylerdir.’” (Lokmân, 31/17)
Kur’an’da namazla ilgili birçok ayet bulunmaktadır. Bu
ayetlerde namazın vakitleri, şartları ve ehemmiyeti farklı şekillerde anlatılmıştır. Ve söz konusu ayetler değişik zamanlarda
vahyedilmiştir. Şayet namaz iddia edildiği gibi Miraç’la belirlenmiş olsaydı namazı anlatan ayetlerin tamamı da Miraç’ta
gelmiş olacaktı. Oysa namazı bütün ayrıntılarıyla anlatan tek
başına bir ayet bulunmamaktadır. Özellikle vakitleri bildiren
223
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
ayetlere bakıldığında, her bir vaktin değişik bir ayetle belirlendiği görülmektedir. Ayrıca, Miraç’ta indirildiği iddia edilen elBakara Sûresi’nin son iki ayetinin de namazla ilgisi yoktur.
Peki, soruyorum size: Miraç’ta gelen ve namazı anlatan
ayetler hangileridir? Hz. Mûsâ’nın her defasında sayıları kısaltmak için Hz. Peygamber’i geri gönderdiğinden önceki elli
vakti anlatan ayetler ne oldu? Bunları düşünmek ve sorgulamak gerekmez mi?
Sevr Mağarası’nda Örümceğin Ağ Örmesi
Allah’ın görünmeyen ordularını görünen örümceğe çevirmek
saygısızlık değil mi?
Hz. Peygamber’in Hicret hadisesinin pek çok mucizeler
eşliğinde gerçekleştiği iddia edilir. Bunlardan bir tanesi ve en
önemlisi, Hicret sırasında Sevr Dağı’ndaki mağaraya sığındıkları zaman mağaranın önüne örümcek ağının örülmesi ve güvercinin yumurta yapmasıdır. Bu hadise şöyle anlatılır:
“Yanında Hz. Ebû Bekir de bulunduğu halde Sevr
Dağı’ndaki mağaraya girdiler. Onlar içeri girdikten sonra hemen bir örümcek, ağını üst üste örüp mağaranın ağzını kapattı. Mağaranın önüne gelen Kureyşlilerden bazıları: ‘Vallahi
mağaranın kapısına örümcek ağını öyle bir örmüş ki; bu
örümcek, Muhammed doğmadan burada imiş!’ dediler. Onların bu sözleri üzerine dağılıp gittiler.”
Bu hadiseye güvercinin yuva yapmasını ve yumurtlamasını ekleyenler de var. Oysa bu olaydan yaklaşık dokuz
224
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
sene sonra, Tebük Seferi’nden önce, örnek olması bakımından Sevr Dağı’ndaki saklanma hadisesini Allah detayıyla
Kur’an’da kayıt altına almıştır.
Hicret’in dokuzuncu yılında 40.000 kişilik ordusuyla
Müslümanların üzerine gelen Bizans ordusuna karşı Hz. Muhammed seferberlik ilan etmişti. Fakat münâfıklar, Romalılara
karşı savaşmanın bir intihar olacağını ortaya atarak hem kendileri bu savaşa katılmamış hem de yeni Müslüman olmuş kişilerin bu sefere katılmasını engellemişti. Bunun üzerine Allah,
birçok ayetle beraber aşağıdaki ayeti göndererek, Hicret esnasına Sevr Dağı’nda Kulu Muhammed’i nasıl desteklemişse
aynı şekilde destekleyeceğini müjdeliyor. Ve bu ayette verilen
desteğin mahiyetinden bahsederken örümceği değil de görünmeyen orduları anlatıyor:
“Eğer s iz (ilâ-yı k elimetullah için) ona (Peygamber’e) yardım etmez s eniz (mühim değil, Allah ona yardım edecek tir). Hani vak tiyle ink ârcılar, onu ik i k iş iden biri ol arak (Ebû Bek ir’le birlik te Mek k e’den) çık ardık ları z aman, ona Allah yardım etmiş ti. Onlar
(Sevr Dağı’nda) mağarada bulunurk en, o ark adaş ına:
“Tas alanma, çünk ü Allah biz imle beraberdir.” demiş ti. Bunun üz erine Allah da ona (yardım etmiş ve
ark adaş ının k albine) huz ur ve güven indirmiş ti. Ve
onu görmediğiniz ordularla des t ek lemiş ti. Böylec e
ink âr edenl erin s öz ünü (davas ını) alçalt mış tı. Allah’ın
s öz ü en yücedir. Çünk ü Allah üs tündür, hük üm ve
hik met s ahibidir.” (Tevbe, 9/40)
Şimdi, Sevr Dağı’ndaki mağarada Hz. Ebû Bekir’in telaşına kadar olup bitenleri Allah bütün detayıyla anlatmışken
ve görünmez ordularla Hz. Peygamber’i desteklediğini söyle-
225
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
mişken, siz görünen örümceği nerden bulup oraya yerleştirdiniz? Ne zaman ona ağ ördürdünüz? Bu yaptığınız, Allah’ın
görünmez ordularına ve gönderdiği ayete saygısızlık değil midir?
Hurma Kütüğünün Ağlaması
Rivayete göre, Medine’de, Mescid-i Nebevi’de dikili bir
hurma kütüğü vardı. Resûlullah hutbe okurken bu kütüğe dayanırdı. Minber yapılınca, kütüğün yanına gitmedi. O da Hz.
Peygamber yanına gelmedi diye ağlamaya başladı. Ondan
ağlama seslerini Hz. Peygamber’le beraber bütün cemaat
işitti. Bunun üzerine Hz. Peygamber minberden inip, kütüğün
yanına gitti, ona sarıldı ve ağlama sesi kesildi. “Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan Kıyâmete kadar ağlayacaktı” buyurdu.
Bu anlatılanın doğruluğunu onaylıyor ve buna mucize
diyorsanız, inkârcıları da mescide çekmek zorundasınız.
Çünkü daha önce de ifade ettiğim gibi mucizeler inkârcıların
imana gelmesi için gösterilir. Mescitte bulunanların tamamı
zaten mü’min. Hz. Peygamber’in onlara mucize göstermesinin nasıl bir maksadı olabilir?
Peygamberler inanmayanlara mucize gösterir. Siz Hz.
Muhammed’in peygamberliğine inanmıyor musunuz ki sürekli mucize göstermesini bekliyorsunuz? Uydurulan bu hadise ile ilgili “Hz. Peygamber’e inananların imanlarının artmasına matuf bir mucize olduğu” söylense de bunun Kur’an mesajıyla örtüşen hiçbir tarafı yoktur. Çünkü Kur’an imanın artması için yapılacak tek şeyin Kur’an okumak olduğunu şu
ayetle bilfirmiştir:
226
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“Mü’minler, ancak o k ims elerdir k i, Allah anıldığı z aman k alpleri ürperir, Allah’ın âyetleri k endilerine ok unduğu z aman imanları artar/k uvvetlenir ve
onlar (her iş lerinde) Rablerine güvenip dayanırlar.”
(Enfâl, 8/2)
Benim burada yazdıklarımı birileri okurken şunu diyecektir: “Bak, Hz. Peygamber’in mucizelerini inkâr ediyorlar,
Peygamberimizi küçük düşürüyorlar, ona saygısızlık yapıyorlar, onun sünnetine, hadisine karşı çıkıyorlar vb.!”
Ben ve benim gibi düşünenler, Hz. Peygamber’e değil,
onun karşı çıktıklarına karşı çıkıyoruz...
Evet, biz Hz. Peygamber’e nispet edilen uydurulmuş
mucizeleri reddediyoruz. Reddetmekle de kalmıyoruz; kafalardan, sinelerden silinmesi için mücadele veriyoruz. Uydurulan mucizelerle Hz. Peygamber’i zor duruma düşürenleri küçük düşürüyoruz. Onun adına uydurulan hadislere ve bu hadislere dayandırılarak oluşturulan sünnete karşı çıkıyoruz. Ve
diyoruz ki:
Gelin, Kur’an’ın önüne geçmeyin! Uydurulan hadislerle
önünüze konan din adlı sofraya oturmayın! Hz. Peygamber
üzerinden sizlere dayatılmaya çalışılan uyduruk dinin mensubu olmayın! Uydurulan hadislerle uyutulmayın! Her verilen
sarı lirayı altın diye cebinize atmadan, gerçek olup olmadığını
mihenk taşıyla test edin! Din diye yaşadıklarınızın test edileceği mihenk taşı Kur’an’dır, unutmayın!
Bırakın mucize uydurmayı ve uydurulan mucizelere
inanmayı! Müslüman olmanın yollarını araştırın, ümmet olmaya gayret gösterin, Kur’an Mucizesiyle hayatınızı inşa edin.
Hz. Peygamber’e ve onun şahsında bütün insanlığa lütfedilen Kur’an Mucizesi, Kıyâmete kadar devam edecektir.
227
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Ben, Muhammed’in Allah’ın Kulu ve Resûlü olduğuna
şehâdet ederim.” demekle olmuyor. Görmediğiniz, tanımadığınız bir insanın peygamberliğini onaylamanız için onun mucizesini tanımanız gerekir.
Eğer dünya Hz. Peygamber’i tanıyacaksa, onu mucizesiyle tanıyacak. O da Kur’an’dır. Onun için iman eden herkes
Kur’an’ı okumalı, tanımalı, anlamalı, yaşamalı ve anlatmalı ki
Hz. Muhammed’in peygamberliğine şehadet etmiş olsun.
Aksi takdirde şehadet edemez, çünkü sadece duyulanla şahit
olunmaz.
Asırlardır Hz. Peygamber’in hayatıyla iftihar ediyorsunuz. Bu da yetmiyormuş gibi, Allah onun sizin gibi bir beşer
olduğunu söylemesine rağmen, bir sürü tanrısal nitelikler yükleyerek onu göklere taşıyorsunuz, hesapsız kitapsız mucizeler
uydurarak insanüstü bir varlık olarak göstermeye çalışıyorsunuz. O halde neden hayatlarınızı bir türlü Muhammedîleştiremiyorsunuz?
Uydurduğunuz mucizeler ümmet olma yolunda niçin
uyanmanıza vesile olmuyor? Atmosferin dışına taşıdığınız Hz.
Peygamber neden rahmet olarak size dönmüyor? Şefaat dilenciliği yaptığınız Hz. Muhammed ne diye yüzünüze bakmıyor? Miraç’ta göklere kaldırdığınız Hz. Peygamber niçin sırtınızı yerden kaldırmıyor? Hacamat yaptırdıktan sonra kanını
içmeyi meşru gördüğünüz Hz. Peygamber neden akan kanınızı durdurmuyor? Bu soruların cevabını merak ediyor musunuz? Ediyorsanız işte cevabı:
Kur’an, Hz. Peygamber’in sizin için bir rol model olduğunu söylediği halde, siz onu örnek almak yerine, onun düşmanlarını örnek aldınız. Kur’an’la büyümeniz gerekirken Hz.
Peygamber’i uydurma mucizelerle büyüttünüz. O, Allah’tan
gelen ayetleri ashabıyla beraber hemen hayata geçirirken, siz
228
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
o ayetlerin sadece lafzını okumakla yetindiniz. O, vahiyle aklı
uzlaştırmışken siz vahiyden bîhaber, başkalarının aklıyla yaşamayı yeğlediniz. Onun kahramanlıklarını, sıkıntılarını, mücadelelerini anlatırken gözlerinizden yaşlar akıttınız ama onun
davasına hizmet edecek başlar ve uğraşlar ortaya koymadınız.
Sünnet deyip durdunuz ama Sünnet’in kaynağının
Kur’an olduğunu bilemeden hurafeleri sünnet diye yuttunuz.
En önemlisi, Hz. Peygamberle iftihar ettiniz ama onun yolundan gitmediniz.
Hz. Peygamber ve Ashabı, Bedir’de hiçbir tecrübeleri
olmadığı halde az askerle, kıt imkânlarla, Allah’ın desteğinden
ümidi kesmeden savaştılar ve başardılar...
Hendek’te kırk gün destek beklediler ama bir an olsun
cepheden kopmadılar... Uhud’da 70 kadar arkadaşlarını şehit
verdiler ama yine de bıkmadan, yılmadan, yorulmadan, geri
adım atmadan, cepheden kopmadan düşmanı kovaladılar ve
galip geldiler.
Şimdi soruyorum size: Hz. Peygamber’in ve gönül dostlarının hayatlarındaki üstünlükleri anlatırken, aynı fedakârlığı
göstererek üstün olmayı düşünüyor musunuz? Onlar, her gelen vahiyle bayram havası yaşarken, vahiylerin bir arada olduğu Kur’an’la bayramlaşıyor musunuz? Sınırsız nimetlerle
sizi donatan Allah’ın dini için bir şeyler yapıyor musunuz?
Kendinize ve ailenize zaman ayırdığınız gibi Kur’an’a da zaman ayırıyor musunuz? Lüks ve rahat yaşamak için yaptıklarınızı Kur’an’ı hayata geçirmek için de yapıyor musunuz?
“Hz. Peygamber karnına taş bağlardı!” deyip duruyorsunuz. Evet, o açlığını bastırmak ve ayakta kalmak için karnına taş bağlıyordu, ama siz çok yemekle obezite olmamak
için göbeğinize makine takıyorsunuz. Yoksul yemek bulmak
229
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
için, siz ise yediğiniz yemeği eritmek için koşuyorsunuz. Onlarca çeşit yemekle karnınızı doldurduktan sonra hurma yemenin sünnet olduğunu söylüyorsunuz. Sünnet olan hurma
yemek değil, hurma ile yetinmektir, yani az yemektir. Hasır
izlerinin yüzüne geçtiğini söylerken, atlas yataklarda renkli rüyalar görmeye çalışıyorsunuz. Bütün bu yaşadıklarınızın hesabını vereceğinizi düşünüyor musunuz?
“Sonra o gün, s iz e verilmiş olan her nimetten
s orguya çek ilecek s iniz !” (Tekasür, 102/8)
Hz. Peygamber, vahiy ile konuşurdu, konuştuklarını
yaşardı, yaşamadıklarını konuşmazdı. Siz ise ağzınıza geleni
konuşuyorsunuz. Üstelik konuştuklarınızı da yaşamıyorsunuz.
Ama Hz. Peygamber’le iftihar ederek Müslüman olmaya çalışıyorsunuz.
Hz. Peygamber’i seviyorsanız onun safında yer alacaksınız. Sevgi Peygamber’e; ilgi Ebu Leheb’e olmaz. Karpuzu
çok seviyorsunuz ama sürekli zakkum yiyorsunuz. Sizin Peygamber sevginiz karpuz sevgisine benziyor.
Hz. Peygamber’i çok seviyor ve Siyer-i Nebi’yi çok iyi
biliyorsunuz ama sevginin gereğini yapmıyor ve bildiklerinizi
de yaşamıyorsunuz. Yani sadece bilmekle ve sevmekle yetiniyorsunuz. Öyle olsaydı parayı seven zengin, tarihi bilen kahraman olurdu!
Mucize uydurarak ya da uydurulan mucizelere inanarak bir yere varamazsınız. Uydurulan mucizeler Hz. Peygamber için de sizin için de bir şey ifade etmez. Sizin için asıl olan
Kur’an mucizesini anlamak ve yaşamaktır...
230
Hz. Peygamber’i Anlamak ve
Yaşamak
Hz. Peygamber öğütle anlatırdı, biz dayatmayla, baskıyla,
zorlamayla yaşatmaya çalışıyoruz.
O, Kur’an’ı ahlâk edinmişti, biz ise gördüklerimizi ahlak ediniyorsunuz.
Hz. Muhammed bizim için rol modelken, onun gibi yaşamak
yerine onun markasıyla fason mal üretiyoruz.
Babamızın kimliğiyle otobüse bile binemezken, Hz. Peygamberin kimliğiyle cennete nasıl gideceğiz?
Hz. Peygamber’i anlamak ve yaşamak için önce onu
tanımak gerekir. Ben bu tanıtma işini yaparken Allah’ın Elçisi
olan ama aynı zamanda bir insan (beşer) olan Hz. Muhammed’i anlatmaya çalışacağım. Birilerinin yaptığı gibi boyunun
ölçüsünü, omuzlarının genişliğini, kollarının uzunluğunu, gözlerinin rengini, kaşlarının kalınlığını, saçlarının sıklığını, sakalının aklığını anlatmayacağım. Çünkü yaratılıştaki tasarruf yetkisi bütünüyle Allah’ın takdirinde olan bir beden üzerinde keramet aramaya, yorum getirmeye gerek yoktur. Ayrıca herkes
bilsin ki, kutsanmak istenen Hz. Peygamber’in bedeninin diğer bedenlerden bir farkı da yoktur. Zira o da bizim gibi yiyen
içen, yatan kalkan, tuvalete giden, duş alan, evlenen, çoluk
çocuk sahibi olan, cinsel arzuları bulunan, sevinen üzülen,
231
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
gülen ağlayan, konuşan susan, sabreden kızan bir insandı. Nitekim: “De k i: ‘Ben de ancak s iz in gibi bir ins anım/beş erim.’” (Fussilet, 41/6) ayetiyle onun da bizim gibi bir insan
olduğu bizzat Allah tarafından kendisine söyletilmiştir.
Biz, Kur’an’ın tarifiyle bizim için rol model olan Hz.
Peygamber’i Kur’an’da Allah’ın tanıttığı gibi anlamaya ve yaşamaya çalışacağız. Ve bu özellikleriyle onu anlamaya çalışırken bu tanımlamalara uyan bir tarafımızın olup olmadığına
bakacağız. Bizim için model olduğuna göre, bizim bu modele
uyup uymadığımızı test edeceğiz.
O Bir Rahmet Peygamberiydi
“(Ey Res ul!) Biz s eni, yalnız ca âl emlere (ins anlara) rahmetimiz in bir ves iles i olarak gönderdik .” (En-
biyâ, 21/107) Bu ayeti yanlış anlamamak gerekir. Hz. Peygamber’in kendisi mücessem bir varlık olarak rahmet değil,
ona verilen mesajın kendisi rahmettir.
Allah, mesajını insanlara tebliğ edip açıklayacak ve insanları Hak Yol’a çağıracak peygamberler göndermiştir. Bunlardan bir tanesi ve en sonuncusu da Hz. Muhammed’dir.
Onun vazifesi, aldığı rahmet kaynağını yani Kur’an’ı insanlara
tebliğ etmektir.
Allah’ın öğretileriyle kıyâmete kadar cereyan edecek
hadiselere ışık tutacak olan Kur’an mesajının bütün insanlığa
ulaştırılmasından daha büyük bir rahmet düşünülemez. Hz.
Peygamber bu rahmetin bütün insanları kucaklaması için vazifelendirildi. Bu vazife ile yükümlü olduğu için Rahmet Peygamberi olarak tanıtıldı ve bu yükümlülüğünü yerine getirirken insanlığa sunduğu mesaj âlemlere rahmet oldu.
232
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Evet, Hz. Peygamber bir Rahmet Peygamberiydi. Ama
bu rahmet durup dururken insanlar için kurtuluş kaynağı olmadı. Zahmet görmeden, sıkıntılara katlanmadan, zorluklara
göğüs germeden merhamete dönüşmedi. Hz. Peygamber bu
iş için hayatını ortaya koydu. Allah’tan aldıklarını, insani
normları aşan bir gayretle bütün âleme ulaştırmaya çalıştı. Aldığı mesajlarla kendi ahlâk bütünlüğünü sağlarken aynı zamanda toplumun ahlâkını da oluşturdu. Miladi 7. asrın ilk yarısında Mekke’den Medine’ye göç ederek ilk hicreti başlattı.
Öyle ki, kıt imkânlarla, zor şartlarda, az insanla rahmetin sınırları Batıda Trablusgarp (Kuzey Afrika Libya Bölgesi),
Doğuda Horasan ve Kuzeyde Kafkasya’ya kadar ulaştı. Arap
Yarımadası dışına taşan İslâmiyet, Asya ve Afrika'daki çeşitli
milletlerce benimsenecek hale geldi.
Aradan on dört asır geçmesine rağmen hâlâ o günün
gayretinin meyveleriyle İslam Dünyası ayakta duruyor.
Bugün de hicret devam ediyor ama bu hicretin amacı
farklı. Ya karın doyurmak ya da rahat yaşamak için insanlar
memleketlerini değişiyor. Allah’ın Rahmet Dini olan İslam’dan dünya yararlansın ve bu rahmetin kaynağı olan
Kur’an’la insanlar tanışsın diye kaç kişinin hicret ettiğini gösterebiliriz?
“Hz. Peygamber nasıl olsa Rahmet Peygamberidir, biz
de onun ümmetiyiz!” diyerek sorumluluğu üzerimizden atamayız. İkame ettiğimiz namazlar, tuttuğumuz oruçlar nasıl
farzsa, Kur’an’ı anlamak ve onu insanlara anlatmak da öylece
farzdır. Hz. Peygamber nasıl Rahmet Peygamberi idi ise, biz
de Rahmet Peygamberinin ümmeti olarak rahmetin insanlara
ulaşması için çalışmak yani rahmet Müslümanı olmak zorundasınız!
233
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Bugün yeryüzü akan Müslüman kanlarına şahitlik ederken, zulüm ve haksızlık ayyuka çıkmışken, hayâsızlık ve ahlaksızlık bütün topluma musallat olmuşken, yobazlık ve vurdumduymazlık almış başını giderken bizim sadece slogan atmamız, dua ile yetinmemiz, işi manevi güçlere yıkmamız, her
zaman olduğu gibi kendi halletmemiz gerekenleri Allah’a bırakmamız sorumluluğu üzerimizden atmayacaktır.
Artık “Yeter bu kadar uyku, ben Müslüman’ım, dünyada olup bitenlere seyirci kalamam, uyanmalıyım ve insanları uyarmalıyım!” deyip “Bismillah” ile işe başlamalıyız. Her
zaman olduğu gibi Müslüman kimliğimizle yattığımız yerden
işleri kotarmaya devam etmemiz, İslam’la şereflenme payesiyle tatmin olmaya çalışmamız yani Müslüman olarak doğduğumuzu ve bunun avantajlı bir ayrıcalık olduğunu düşünerek cenneti garantiye almış olmamız kendimizi avutmaktan
başka bir işe yaramayacaktır.
Merhametin kaynağı rahmettir, rahmetin kaynağı da
Kur’an’dır. Âleme ve kendimize merhametimiz varsa kaynağa
saygı duymalıyız. Yukarıdan beri söylüyorum, bu saygı Mushaf’ı öpmekle, Hz. Peygamber’i yüceltmekle olmaz. Onları
anlamakla, yaşamakla ve yaşatmakla olur.
Müjdeleyici ve Uyarıcı Bir Peygamberdi
Kur’an’da birçok ayette Hz. Muhammed’in müjdeleyici
(beşir ve mübeşşir) ve uyarıcı (nezir ve münzir) olarak gönderildiği bildirilmektedir: “Ş üphes iz biz , s eni müjdeleyici ve
uyarıcı olarak hak ile gönderdik .” (Fâtır, 35/24)
“Beşir ve Nezir”, “Mübeşşir ve Münzir” sıfatlarının
Kur’an’da birlikte geçtiği yerlerin tamamında müjdeleyici
234
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
önce, uyarıcı sonra kullanılmıştır. Bu da gösteriyor ki, Hz.
Peygamber’in öncelikli vazifesi, insanları ilahi vahiyle eğittikten sonra onlara iki cihan saadetini müjdelemektir. İkinci vazifesi ise, vahye rağmen çizilen ilahi sınırların dışına taşıldığı
durumlarda huzursuzluğun ve felaketin geleceği konusunda
insanları uyarmaktır. Zira insan yaratılırken ona göre programlanmıştır. Gönderilen vahiy de bu kodlamayla uyum içerisinde gönderilmiştir. Yani vahiyle insan fıtratı arasında ciddi
bir bağlantı, muazzam bir ahenk ve hassas bir ilişki vardır.
Onun için insanla vahyin uzlaşamaması düşünülemez.
Aksine, vahiyle anlaşmayan yani ilahi kodlamalara uygun
davranmayan insan mutsuzdur, huzursuzdur, çelişkidedir. Nitekim “Allah’ın ins an bünyes inde nak ş ettiği fıtrata /
ilahi k odlamaya uygun davran k i Allah’ın yarattığında
bir boz ulma meydana gelmes in. İş te doğru din budur.
Fak at ins anların çoğu bilmez ler.” (Rûm, 30/30) buyrulmaktadır.
Bilgisayarınıza hangi program yüklüyse onu kullanırsınız ve ona göre çalışmalar yaparsınız. Programların içeriğiyle
örtüşmeyen farklı sitelere girerseniz virüs bulaştırırsınız ve bilgisayarınız kullanılamaz hale gelir.
İnsan, dünya ve âhiret mutluluğu yolunda engelleri aşacak ve iyilikleri başaracak şekilde programlanmış olarak dünyaya gönderilmiştir. İnsan bu programa uyarsa, yani Allah’ın
gönderdikleriyle insanın yaşadıkları örtüşürse ve böylece fıtratın kendisine mutabık faktörlerle buluşması sağlanırsa mutlu
olur.
Ancak içteki cevherin şekvâya (şikâyete, isyana) izin
vermesiyle insan ilahi kodlamalarla çatışırsa yani fıtrat bozulması yaşarsa ve böylece Allah’ın hayata müdahalesine karşı
çıkarsa asla mutlu olamaz.
235
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Nitekim Dünya Sağlık Örgütü’nce ülkelere göre tespit
edilen intihar oranlarına baktığımız zaman, gelir düzeyleri her
türlü dünyalık nimeti elde edecek derecede yüksek olan, deist
(ilahi dinleri reddeden) ve ateist (Allah’ı ve metafizik varlıkları
tanımayan) kültürün gölgesinde yaşayan insanların bulunduğu ülkelerin ilk sıralarda olduğunu görüyoruz. Ve bu insanlar mutluluğu maddede, parada, lüks yaşamda bulamayınca
çareyi intihar etmekte arayarak hayatlarına son vermektedir.
Evet, Hz. Peygamber’in öncelikli vazifesinin müjdeleyici olduğunu gördük. Müjde nedir, kime ya da kimlere verilir? İnsan müjdeyi nasıl hak eder? Kazanılan müjde nasıl elde
edilir? Müjde verilenler nasıl yaşar ve Cennete nasıl ulaşır?
Bütün bunların üzerinde düşünmek gerekirken biz sadece Cehennemi anlatıyoruz. Bizim dünyamız sadece korku
ile ayakta duruyor. Ürkek ve korkak bir hayat yaşadığımız için
de sevgiyi sezemiyoruz, sezemediğimiz için Allah’a gönül veremiyoruz, gönül veremediğimiz için içimizi O’na açamıyoruz,
dertlerinizi O’na arzedemiyoruz ve O’nunla gerekli iletişimi
sağlayamıyoruz. Çünkü Allah’tan ürkütücü bir mahlûktan
korkar gibi korkuyoruz.
Oysa “Allah Korkusu” denilen şey, Allah’tan sakınmaktır, O’na saygı duymaktır, O’nun emirlerine uymaktır, O’nun
rahmet kolları arasında yaşamaktır, O’ndan dilemektir, dilenmektir, O’nu herkesten ve her şeyden çok daha fazla sevmektir, çok sevdiğini kırmaktan korkmaktır.
Hz. Peygamber’in vazifesi uyarmak değil de korkutmakmış gibi biz de onun ümmeti olarak her gün birbirinden
farklı yapay korkularla insanların karşısına çıkıyoruz. Yaşadıklarımızın çoğunu korkudan yapıyoruz. Namazı Cehennemden korktuğumuz için kılıyoruz, Orucu ateşe dayanamayız
236
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
kaygısıyla tutuyoruz, Zekâtı Allah yakmasın endişesiyle veriyoruz, duayı, istiğfarı azaptan kurtulmak için yapıyoruz. Yalandan, iftiradan, gıybetten, dedikodudan sosyal bir sorumluluk olarak değil de azap görmemek için çekiniyoruz. Allah aşkına, biz korkmak ve korkuyla yaşamak için mi yaratıldık? Bu
kadar korkan bir toplumun başarılı olması düşünülebilir mi?
Zaman zaman ben de uyarmak konusunda haddi aşan
ifadeler kullanıyor ve yorumlar getiriyorum ama ben işin hakikatini ve gelinen durumun vehametini ortaya koymaya çalışıyorum. Rahmete götüren yolların tıkanma aşamasına geldiğini, böyle gidilirse rahmetin felakete dönüşeceğini anlatmaya gayret gösteriyorum.
Korku ile bir yere varamayız ve korkarak başarılı da olamayız. Hastalandığınız zaman bile hastalığınızdan ne kadar
korkar ve ne kadar ye’se kapılırsanız o kadar geç iyileşir ya da
hastalığınıza yenik düşersiniz. Ama sağlığınıza kavuşmak konusunda ümitli ve kararlı olursanız ve hastalığınıza mukavemet gösterirseniz o kadar erken iyileşirsiniz. Onun için korkarak yaşamak yerine çalışarak ve başarıya odaklanarak ümitle,
heyecanla yaşamalıyız. Sürekli müjdelendiğimiz hedeflere yönelmeli, korkuyu cesaretle yenmeli, cesareti de imanla takviye
etmeliyiz.
Bu anlamda korku ile ümit arasındaki dengeyi çok iyi
sağlamak için şu ayetlerden ilham almak gerekir:
“Yok s a onl ar Allah’ın az abından emin mi ol dular? Hüs rana uğrayanlar topluluğundan baş k as ı Allah’ın az abından emin olmaz .” (A’râf, 7/99);
“Acaba onl ar, heps ini birlik te çarpacak , yaygın
bir ilahi az aba uğramayacak larından ya da hiç fark ında olmadık ları bir s ırada ans ız ın K ıyâmetin baş larına k opmayacağından emin midirler?” (Yûsuf, 12/107)
237
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Bu ayetlerde, Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamayan ve fakat Allah’ın rahmetine güvenerek rahatça günah işleyenlere bir uyarı bulunmaktadır. Yani “Allah kuluna azap
etmez!” diyerek Allah’ın azabından emin olanların hüsrana
uğrayacakları konusunda bir ikaz vardır.
“Ey k endi aleyhlerinde olmak üz ere (günah iş leyerek ) aş ırı giden k ullarım! Allah’ın rahmetinden ümidiniz i k es meyin! Şüphes iz Allah, bütün günahları affeder. Çünk ü O, ç ok bağış layandır, çok merhamet
edendir.” (Zümer, 39/53);
“Bilin k i, hak k ı ink âr edenlerden baş k as ı Allah’ın rahmetinden ümidini k es mez .” (Yûsuf, 12/87)
İnsan, günaha meyyal olarak yaratılmış zayıf iradeli bir
varlıktır. Öyle ki, küçücük bir meyveyi ebedi Cennet nimetlerine tercih edebilen, günah işlemekten, oyundan eğlenceden
ve dünyalıklarla oyalanmaktan zevk alan bir karaktere sahiptir. Bunun yanında, ona bu hayatı bahşeden Allah da merhameti ve affetmeyi ilke edinmiştir.
Yukarıdaki âyetlerde, vahiy ile çizilmiş kulluk çemberinin dışına taşarak kendi nefsine zulmedenlere, Allah’ın rahmetinden ümitlerini kesmemeleri konusunda uyarı vardır ve
hemen devamında Allah’ın bağışlayıcılığı ve merhameti müjdelenmektedir. Tabii ki insan, “Nasıl olsa Allah affedicidir!”
diyerek günah işlememeli ama işlenen günahın kirini güzel ve
faydalı eylemlerle ve Allah’ın rahmetiyle temizlemelidir.
“Sak ın çok aldatıcı (ş eytan), All ah’ın bağış layıcılığını ve merhametini ileri s ürerek de s iz i aldatmas ın!” (Fatır, 35/5)
Bu nedenle, Müslüman günah işlediği zaman Allah’ın
azabından korkmalı ve işlediği günahlardan pişmanlık duyup
tevbeye karar verdiği zaman da Allah’ın affına güvenmeli.
238
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Özet olarak söylemek gerekirse; ne tamamen azaptan emin
olmalı, ne de rahmetten ümidini kesmelidir. Ama rahmet yörüngeli bir hayat ortaya koymalıdır.
Şimdi, Allah’ın Dinini korku ile (sözde) anlatanlara bir
iki sözüm olacak: Sizin vazifeniz insanları sadece korkutmak
mıdır? Hani siz Müjdeleyici olan Hz. Peygamber’in vekilleriydiniz? Vekâleti alırken müjdelemek ve uyarmak yerine sadece
korkutmanın vekâletini mi aldınız? Hani Allah, merhamet
edenlerin en merhamet edeniydi -ki öyledir-? Hani varlık âlemindeki merhametler bir araya gelse Allah’ın rahmetinin yanında bir zerre dahi olamazdı -ki olamaz-? O halde öncelikli
olarak Allah’ın rahmetini ve bu rahmetin birinci tecelli merkezi olan varlık âlemindeki zenginliği ve ahengi göstererek insanların kalplerindeki Allah sevgisini harekete neden geçirmiyorsunuz?
Bu kadar yapay korkularla ayakta tutulmaya çalışılan
bir toplumun Allah’a yakın olması düşünülebilir mi? Allah’a
yakın olmayan bir toplumun dünyaya istikamet vermesi tasavvur edilebilir mi?
Kurulan korku imparatorluğunun fertleri çevresine gülücükler saçabilir mi? Sosyal bir varlık olarak sevgiyi sezebilir
ve saygıyı hak edebilir mi? Sağlıklı düşünülebilir, pozitif olabilir mi? Korktuğu dinle topluma istikamet verebilir mi?
Kur’an’ın ilk ayetinin “Besmele” olması, besmeledeki
dört kelimeden ikisinin Allah’ın sınırsız rahmetini anlatan
“Rahman” ve “Rahim” kelimelerinden oluşması ve sadece bir
tanesi hariç 113 surenin tamamının besmele ile başlaması size
bir mesaj vermiyor mu? Bütün bu örnekler dururken sadece
azap ayetlerini bulup çıkarmanız ve onlarla insanlığı âdeta
tehdit etmeniz doğru olur mu? Üstelik her azap ayetinin ya
239
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
sonunda ya da bir sonraki ayette Allah rahmet ediciliğini ve
bağışlayıcılığını haber veriyor.
Evet, Hz. Muhammed aynı zamanda uyarıcı bir peygamberdi. İnsanları münasip bir dille kırmadan dökmeden
uyarırdı. Uyarırken bile nezaketi, nezaheti elden bırakmazdı.
Uyarılanlar onun bu güzel tavrına hayran kalırdı. Söyleme tarzının ve kararlılığının etkisinde kalarak uyarıları dikkate
alırdı...
Peki, ya siz ne yapıyorsunuz? Lügatlerden silinmiş olan
nezaket ve nezaheti tekrar canlandırmayı düşünüyor musunuz? Allah’ın Kur’an’daki uyarılarının öncelikli muhataplarının kendiniz olduğunu biliyor musunuz? Yani uyarı ayetlerini
kendinize okuyor musunuz? Yoksa Allah’ın dini dururken uydurulan dinle kendinizle beraber insanların oluk oluk felakete
sürüklenmesine seyirci mi kalıyorsunuz?
Öğüt Verendi
Kur’an’da, mesajın birinci muhatabı ve sorumlusu olarak Hz. Peygamber’in vazifesinin, Allah’tan aldıklarını yaşamak ve onlarla öğüt vermek olduğu anlatılıyor. “(Ey Pey-
gamber!) S en (Allah’ın nimetlerini) hatırlat ve öğüt
ver. Sen, onlar üz erinde bir z orba değils in.” (Ğâşiye,
88/21-22)
Burada öğüt vermekten bahsediliyor ve hiçbir şekilde
dayatmanın, zorlamanın ve baskının doğru olmayacağı 22.
ayette “Sen, onlar üz erinde bir z orba değils in.” ifadesiyle vurgulanıyor. Bu ayetlerden anlamak gerekir ki: Allah’ın
Dini’ni insanlara baskı ile anlatamazsınız. Kur’an’ın emirlerini
240
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
nefret dilini kullanarak topluma dayatamazsınız. Din’in esaslarını hayata geçirmek için insanları zorlayamazsınız.
Zâriyât 51/55. âyetinde: “Sen yine de (k ulak veren
herk es e) öğüt vermeye devam et ! Çünk ü bu hatırlatmalar inananlara fayda s ağlar!” ve A’lâ 87/9-10. âyetlerinde ise: “Baş arıya giden yolu s ana k olaylaş t ıracağız .
O halde öğüt ver, çünk ü öğüdün mutlak a faydas ı olacak tır! Allah’a k arş ı derin s aygı duyarak O’ndan s ak ınan öğüt alacak tır.” buyrularak, öğüde devam etmenin,
nasihati sürdürmenin faydalı olacağı ve devam edildiği takdirde yolun kolaylaştırılacağı müjdesi veriliyor ve Allah’a karşı
sorumluluk bilinciyle yaşamak isteyenlerin öğüt alacağı ifade
ediliyor.
Yani, sizin vazifeniz, mesajı ulaştırmaktır, Hakkı anlatmaktır, doğruyu tanıtmaktır, güzellikleri sunmaktır, örnek olmaktır, bıkmadan, usanmadan, yorulmadan yola devam etmektir. İnsanlar öğüde sıcak bakmıyor, kulak asmıyor, ciddiye
almıyor, alsa da yaşamıyor diye kahrolmak, ye’se kapılmak,
ümidi kesmek değildir sizin vazifeniz.
Namaz kılmayanı aşağılamak, oruç tutmayanı dışlamak, camiye gitmeyeni dövmek, Kur’an’a ilgi duymayana
sövmek değildir sizin göreviniz. Sizin vazifeniz; Allah’ı sevmektir, sevdirmektir; Kur’an’la ilgilenmektir, ilgiyi çekmektir;
İslam’ı tanımaktır, tanıtmaktır; mesajla kalpleri aydınlatmaktır, yürekleri harekete geçirmektir; gafletten uyanmaktır,
uyandırmaktır; iyiliği hayata geçirmektir, önermektir; kötülükten sakınmaktır, sakındırmaktır.
241
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
En Güzel Ahlâka Sahipti
“(Ey Peygamber!) Şüphes iz k i s en, (ins anlığa örnek olacak ) pek güz el bir ahlâk üz erindes in. (Üs tün
bir hayat tarz ına s ahips in.)” (Kalem, 68/4)
Ayetten anlaşılıyor ki: Hz. Peygamber’in güzel ahlâkının, hayat tarzının kaynağını vahiy oluşturmaktadır. Onun hayat tarzı ve ahlâki meziyetleri tümüyle vahye dayanmaktadır.
O halde Hz. Peygamber’e tâbi olan Müslümanların ahlâkını
da Kur’an’da öngörülen ilkeler oluşturmalıdır. Hz. Peygamber’in ahlâkını öven ayetin bulunduğu Kalem suresi 8-14’e
kadarki 7 ayet temel evrensel ahlâki değerleri ortaya koyuyor.
Hz. Peygamber’in şahsında bütün inananlara hitaben yapılan
uyarı anlamındaki ayetler şöyledir:
“(Seni ve K ur’an’ı) yalanlayanlara boyun eğme,
itaat etme!” (Kalem, 68/8)
Ayette geçen “itaat” kelimesini, sadece boyun eğmek
olarak değerlendirip geçiştiremeyiz. Tıpkı Hz. Peygamber’e
itaatte olduğu gibi burada da çok geniş anlamda kullanılmıştır. Hz. Peygamber’e itaatten nasıl ki onun getirdiği bütün mesajlara uymayı anlıyorsak, yalancılara itaati sa, onlara uymak
ve boyun eğmek olarak alacağız. Yani yalancılara uymamak,
güvenmemek, onlarla iş yapmamak, onların arkasından gitmemek, aynı karede yer almamak, zorda kalmadıkça hısım
akraba olmamak Kur’an’ın Müslüman’a emridir. Bu, onlardan tamamen kopmak anlamına gelmez. İrşat ve ıslah çalışmaları elbette ki devam edecek ama seviye korunarak devam
edecek.
“Onlar s enin (k endilerine) yumuş ak davranmanı
(taviz vermeni) is terler k i k endileri de (s ana) yumuş ak
davrans ınlar.” (Kalem, 68/9)
242
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Ayette geçen “yumuşak davranmak” ifadesi “taviz vermek” anlamında kullanılmıştır. Sen taviz ver ki kendileri de
taviz veriyormuş gibi göstererek ilahi hakikatleri sulandırmaya
çalışsınlar. Taviz tavizi doğurur. İmanla taviz bir arada bulunamaz. Çünkü iman demek taviz vermeden yaşamak demektir. Onun için şartlar ne olursa olsun Müslüman, inandıklarını
yaşama konusunda taviz vermemeli, Kur’an’ın istediklerinin
hayata geçirilmesi konusunda imanının gereklerini yerine getirmelidir.
“Şunların hiçbirine boyun eğip yak ınlık gös terme: (Olur olmaz ) yemin edip duran aş ağıl ık lara...”
(Kalem, 68/10)
Bu ayetle uyarılar başlıklar halinde sıralanıyor. Bu sıralama, “iki kelimesinden biri yemin olan kimselerden uzak
dur” uyarısıyla başlıyor. Adam yemin ediyor, “Beşe aldım,
dörde satıyorum!” diye. Daha çok kazanmak, daha lüks yaşamak, hava atmak, fiyaka satmak, daha çok gösteriş yapmak
için Allah’ı (hâşâ) kirli emellerine alet ediyor. İnanan insan,
Allah’a yemin etmeyi konuşma rutinine dönüştürmemeli. Bu
tip insanlardan da uzak durmalıdır.
Soruyorum size: Hz. Peygamber’in arka safında dururken kendinizi yemin konusunda nasıl görüyorsunuz? Yeminle
ve yemin edenlerle aranız nasıl? İş olsun, insanlar gülsün, işler
yürüsün diye sık sık yemin eder misiniz? Aslı astarı olmayan
palavralarınızı yeminle takviye ederek etrafınızdakileri aldatır
mısınız? İnsanları kandırmak, kalitesiz malı pahalıya satmak,
beşe alıp ona vermek için Allah’ın ismini kullanarak “sekize
aldım ona satıyorum” der misiniz? Yemincilerle beraber olduktan ve yemine doyduktan sonra camiye de gider misiniz?
243
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Ayıp arayıp k ınayanlara, s öz ve haber nak l iyeciliği yapanlara (uyma/yak ınlık gös terme)...” (Kalem,
68/11)
Bu konuda Müslümanların büyük bir kısmının sınıfta
kalabileceğini söylemek mümkündür. Bugün toplum maalesef ayıp aramak, kusurları bulup çıkarmak ve söz taşımak konusunda Kur’an’a âdeta meydan okumaktadır. Oysa bu konuda Müslüman’ın nasıl bir yaklaşım içinde olması gerektiğini
Hz. Peygamber şu hadisle özetlemiştir: “Her k im bir Müs -
lüman k ardeş inin ayıp ve k us url arını, k imsenin görmediği ve görmes ini is temediği ş eylerini ört ers e, Allah da K ıyâmet Günü’nde onun ayıplarını örter. Her
k im Müs lüman k ardeş inin meydana çık mas ını is temediği bir ş eyini ortaya çık arır ve dile verirs e, Allah
da onun ayıplarını, k ims enin bilmes ini is t emediği
hallerini meydana çık arır.” (Buhârî, Mezâlim 3; Müslim,
Birr 58; Tirmizî, Birr ve Sıla 85)
Tekrar sorarım size: Ey Hz. Peygamber’in mücadeleleriyle iftihar eden Müslümanlar! Kendi ayıbınızı düşünmeniz
gerekirken başkalarının ayıplarını hangi hakla ortaya çıkarmaya çalışıyorsunuz? Siz ayıp definecisi misiniz? Başkasından
aldığınız sırları bir başkasına nasıl nakledersiniz? Sizin haber
ve dedikodu nakliye şirketiniz mi var? Arkasından gittiğinizi
iddia ettiğiniz Hz. Peygamber bu nasihati size yapmıyor mu?
Eğer “yapıyor” diyorsanız, kendinizi düzeltmek için ne bekliyorsunuz? Yoksa bütün bu kötü fiilleri işledikten sonra, “Şefaat Yâ Resûlellah!” diyerek kurtulacağınızı mı zannediyorsunuz?
“Hayrı engelleyenlere, s aldırganl ara, olabil diğince günah iş leyenlere (uyma/yak ınlık gös terme )...”
(Kalem, 68/12)
244
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Hayrı engellemek, saldırgan olmak, günah işlemeyi
âdet haline getirmek vahyin karşısına dikilmek demektir. Bütün bunlar Cahiliye Araplarının işiydi. Aynı fiilleri gönül rahatlığıyla yapan kişinin mü’min olduğunu nasıl izah edebiliriz?
Günah işlerken sıkılmayan, işlediği günahtan utanmayan, günah irtikâp etmeyi âdet haline getiren bir insan hangi
yüzle Müslüman olduğunu söyleyebilir?
“K aba, z orba, s onra da s oys uz , ahlak s ız ve alçak lara (uyma/yak ınlık gös terme)...” (Kalem, 68/13)
Müslüman kaba ve saygısız olamaz. İslam, despotizmin,
zorbalığın ve diktatörlüğün karşısına dikilir, zulmü ve haksızlığı besleyen bu yapılara karşı direnmeyi emreder. Soyun ve
neslin korunması, zürriyetin dejenere olmaması ve ahlâksızlığın sosyal yapıyı bozmaması konusunda da insanları hassas
olmaya çağırır. Kur’an toplumunun alçakça işlere bulaşamayacağı ve alçaklarla iş yapamayacağı konusunda onları uyarır.
“Mal ve oğullarla ş ımaranlara (s ak ın yak ınlık
gös terme)!” (Kalem, 68/14)
Mal ve oğullarıyla şımaran kişilerle yakınlığa tahammül
bile edemeyen Kur’an, inanan bir insanın malla mülkle azmasına, çocuklarla ve onların kariyerleriyle böbürlenmesine sıcak bakar mı?
Bir Müslüman, Allah’ın verdiği malla hangi hakla şımarabilir? Tamamen Yaratıcının takdiriyle meydana gelen çocuklarıyla nasıl böbürlenebilir? Hani birimiz hepimiz, hepimiz
birimizdik! Ne oldu, mala mülke sıra gelince teke mi düştük?
“Rabbena, hep bana” mı oldu? Hani bizim için ortak şuurdu
esas olan, ne oldu oğlumuz-kızımız iyi bir yer kazandı ya da
iyi bir makama mevkie geldi diye bireysel takılmaya mı başladık?
245
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Güvenilir Bir İnsandı
Hz. Peygamber’in en çok konuşulan özelliği “güvenilir
ve emin” olmasıydı. Güvenilir olmak insanın olması gereken
en temel özelliğidir. Nitekim ehemmiyetine binaen hem Hz.
Peygamber’in güvenilirliğini, hem de diğer peygamberlerin
bu özelliğini Allah, Kur’an’a taşımıştır.
“...Ben s iz in için güvenilir bir peygamberim.”
(A’râf, 7/68) Aynı ifade, Şuarâ, 26/107’de Hz. Nuh, 143’te
Hz. Sâlih, 162’de Hz. Lût ve 178’de Hz. Şuayb için de kullanmıştır.
Hz. Peygamber’in çocukluğundan beri güvenilir olması, hem peygamberliğini kabul ettirmesine, hem de İslam’ın kısa zamanda yayılmasına çok büyük katkı sağlamıştır.
İnandıklarınızı ne derece yaşarsanız, karşı tarafta kabul görmesi o derece kolay olur. Asr-ı Saadet’te her gelen âyet
anında hayata geçirildiği için İslam’ın tebliği kolay olmuş ve
kısa sürede insanlar gruplar halinde hidâyete ermiştir.
Eğer Peygamberlerinin emin ve güvenilir kişiliğiyle iftihar eden İslam dünyası, Hz. Muhammed gibi yaşasaydı, yaşadıklarının kaynağı merak edilecek ve Kur’an’a ilgi artacaktı.
Ama genel olarak Müslümanlar maalesef güvenilir olamadılar, çünkü Hz. Peygamber’i anlayamadılar, Kur’an’ı kavrayamadılar ve yaşayamadılar.
Hayatınıza bakarak bir düşünün; geçici dünyalık menfaatler için sözünüzü yutarak vaadinizi unutuyorsanız, onlarca
yalanla işin içinden çıkmaya çalışıyorsanız, Allah’ı, Kur’an’ı,
çocukları alet ederek yeminli manevralar yapıyorsanız, yalanı
mubah, aldatmayı meşru görüyorsanız Hz. Peygamber’in yaşadığı ama sizin yaşamadığınız bir şeyin sizin için bir anlamı
olur mu?
246
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Sakın şefaate sığınarak yanlış yapmaya kalkmayın,
hem günahkâr hem de müşrik olursunuz ve hem de yarı yolda
kalırsınız.
“Emrolunduğun gibi dos doğru ol. Beraberindek i
tevbe edenl er de dos doğru ols unl ar. Hak ve adalet öl çülerini aş mayın / aş ırı gitmeyin. Şüphes iz O, yaptık larınız ı hak k ıyla görendir.” (Hûd, 11/112) Allah’ın bu
emri, ne zaman bize vahyedilecek? Bu vahyi almamız için
peygamber olmamızı ya da yeni bir peygamberin gelmesini
mi bekleyeceği?
Çok Şefkatliydi
Allah, merhamet ve şefkat duygusunu insanın fıtratına
yerleştirmiştir. Allah’ın yarattıklarına acımak, onların her zaman iyiliğini düşünmek, mutlu olmalarını arzulamak ve onlara sürekli yardım etmeyi istemek her insanın tabii vazifesidir.
Ancak bu duygular zamanla körelince bunların tekrar canlandırılması gerekir. İşte Hz. Peygamber bu duyguları harekete
geçirmek için vazifelendirilmiştir. Onun şefkatli olması ve insanların genel durumundan sosyal sorumluluk alması peygamber olmasıyla alakalı değildir. Daha peygamber olmadan
da Hz. Muhammed’de canlı duran bu duygular, vahiyle daha
da güçlenerek, onu şefkatin ve merhametin zirvesine taşımıştır.
Nitekim “Andol s un k i, s iz e k endi içiniz den gayet
iz z etli bir Peygamber geldi. Zorl anmanız ve s ık ıntıya
düş meniz ona ağır gelir. O s iz e s on derece düş k ündür,
inananlara k arş ı ş efk atli ve merhametl idir.” (Tevbe,
9/128) buyrulmuştur.
Âyette geçen “harîs” kelimesi koruyucu, gözcü, bekçi,
düşkün anlamlarına gelmekle beraber aynı zamanda “bir şeyi
247
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
çok arzu eden” demektir. Hz. Peygamber, çevresindeki insanların iman etmelerini, imanın gereği vahyin istekleri doğrultusunda yaşamalarını ve böylece Allah’ın rızasını kazanmalarını
çok istemiştir ve bunun için olması gerekeni de yapmıştır.
Ayrıca toplumunun iman etmeyenlerinin durumuna da
çok üzülmüştür. Hz. Allah, Peygamberinin bu üzüntüsünü:
“Onlar inanmıyorlar diye (üz üntüden) neredeys e k endini tük etecek s in!” (Şuarâ, 26/3); “Şimdi onl ar bu s öz e
(K ur’an’a) inanmayacak olurlars a ark alarından üz ülerek âdeta k endini tük etecek s in (öyle mi)?” (Kehf, 18/6)
şeklindeki ayetlerle Kur’an’da dile getirmiştir.
Çünkü onun vazifesi, sadece inananları görüp gözetmek değil, aynı zamanda Allah’ın izni ve yardımıyla bütün
toplumun iman etmesini sağlayacak çalışmalar yapmaktı.
Kur’an, Hz. Peygamber’in bu özelliklerini anlatırken
inananları da içine alan bir fotoğraf sunuyor. Şimdi biz bu fotoğrafa bakarak nerede olduğumuzu çok rahat görebiliriz:
“Muhammed, Allah’ın Res ulüdür. Onunla beraber olanlar, düş manca davranan ink ârcılara k arş ı çetin/ş iddet li, birbirlerine k arş ı is e çok ş efk atl idir. Onların, (Namaz da) rük û ve s ecde hâlinde, All ah’tan lütuf ve hoş nutluk is tedik lerini görürs ün. Onların s ec de
es eri olan al âmetleri yüz lerindedir.” (Feth, 48/29)
Evet, Hz. Muhammed Allah’ın Resulüdür. Buna itirazı
olan yok. Onunla beraber olanlar, arkasından gelenler, getirdiklerine inananlar, sünnetini yaşatmak isteyenler, “Ümmet-i
Muhammed’im” diyenler, husumet sahibi inkârcılara karşı dik
duruşlu, birbirlerine karşı çok şefkatli ve merhametlidir.
Şimdi soralım kendimize: Allah’ın Kur’an’da verdiği bu
tarif bize uyuyor mu? Bu fotoğrafta var mıyız? Uymuyor diyor
ve bu fotoğrafta olmadığımızı söylüyor isek imanımızı gözden
248
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
geçirmeliyiz. Düşmanca tavırlarıyla Mü’minlere sürekli kumpas kuran İnkârcılara karşı dik duruşumuzun olmadığını
dünya âlem biliyor ve görüyor. Ama bir mü’min olarak bizim
gibi inanan, bizim gibi düşünen, bizimle aynı safı paylaşan
Müslüman kardeşimize neden merhametimiz yok? Rükûdan
ve secdeden haberimiz var mı? Bunların ne anlama geldiğini
biliyor muyuz? Bizim için rükû sadece boyun eğmek, secde
yalnız yere varmak ve alnı toprağa değmek midir?
“Onların s ecde es eri ol an alâmetl eri yüz lerinde-
dir.” derken, inananlar Allah’ın rızasına muvafık (uygun) ça-
lıştığı için, yüzlerindeki hoşnutluğun yansımasını, ilahi rızanın
tecellisini anlatıyor...
Bu tarife göre aynaya baktığımız zaman Kur’an’daki
resmimizi görebiliyor muyuz? Bunlar olmadan mü’min olunamayacağını biliyoruz değil mi? Bilmiyorsak şu ayetlere bir bakalım:
“Yok s a All ah içiniz den üs tün çaba gös terenleri
ve z orluk lara k arş ı s abırlı olanları görmedik çe Cennete gireceğiniz i mi s andınız ?” (Âl-i İmrân, 3/142); “(Ey
İnananlar!) Yok s a s iz , içiniz den c ihad edip Allah’tan,
Res ûlü’nden ve mü’minlerden baş k as ını dos t edinmeyenleri ortaya çık armadan (k endi haliniz e) bırak ılacağınız ı mı s andınız ? Al lah, yaptık larınız dan haberdardır.” (Tevbe, 9/16)
“Ben mühendis oldum!” demekle mühendis olan bir kişiye rastladınız mı? Ya da “Ben öğretmen oldum!” diyerek
ders okutmaya başlayan birisini gördünüz mü? Göremezsiniz
çünkü “olmanın” bir bedeli vardır. Hiçbir şey çalışmadan,
çaba göstermeden olmuyor. Zira biz (hâşâ) Allah değiliz ki olmasını istediğimiz bir şeye “ol” diyelim de oluversin.
249
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Ben mü’minim!” demekle kişi nasıl mü’min olur?
İnandıklarımızı yaşamadıktan sonra iman etmemizin ne anlamı vardır?
İnsan mutlu olmak için inanmaz, inandığı için mutlu
olur. Biz de mutlu olmak istiyorsak inandıklarımızı yaşamalıyız! Kur’an’daki Hz. Peygamber’i doğru anlar ve onun arka
safında yer alırsak merak etmeyelim hem mutlu olacağız, hem
de hedeflediğimiz yere gideceğiz. Yalnız, onun arka safında
yer alanların bir kısmının münafık olduğunu da unutmayalım!
Çünkü onlar da bizim gibi “Mü’miniz, Müslümanız!” diyorlardı...
250
Namazın Dili, Kazâsı, Farzı-Sünneti,
İskatı
Namaz, Allah’ın kullarına bir lütfudur. Ne Cennete gitmek
için, ne de Cehennemden kurtulmak için kılınır. Hayatı anlamlı hale
getirmek ve Cennete ehil olmak için ikame edilir.
Namazın dilini, kazasını, farzını, vacibini, sünnetini, nafilesini, iskatını düşünmeden önce Namazın nasıl bir ibadet
olduğunu ve insanların ne için namazı ikame etmesi gerektiğini iyi anlamak gerekir.
Biz namazı ikame etmeyi sadece bir zorunluluk, bir imtihan vesilesi olarak görüyoruz. Cennete gitmek ya da Cehennemden kurtulmak için namaz kılıyoruz. Oysa Namaz, insanlar imtihan edilsin, Cennete gitsin ya da Cehennemden kurtulsun diye farz kılınmadı (insanlara lütfedilmedi).
Namaz, insanlar Allah’tan bağımsız yaşamasın, böylece
sefil olmasın, buhrana bühtana düşmesin, günaha batmasın,
kavga etmesin, savaşmasın, kan akıtmasın, vefasızlık göstermesin, çalmasın çırpmasın, zulme ve haksızlığa meyletmesin
diye Allah’ın bir ikramı ve ihsanı olarak insana lütfedilmiştir.
251
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak, İslam Dinini
benimsemek, Hz. Muhammed’in peygamberliğine şehadet
etmek, Kur’an mesajını kabullenmek mü’min olmak için yetmez” demiştik. İman ettikten ve mü’min olmanın gereklerini
yerine getirmeye karar verdikten sonra, Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşamayı, O’nun mesajına uyarak mağfiretinden faydalanmayı, davetine icabet ederek rahmetinden yararlanmayı hayatın gerçeği haline getirmek gerekir. İşte böyle
bir hayatın ortaya konmasıyla kontrol altına alınan ve
tekâmül eden duygular ancak Namazla muhafaza edilir ve insanı Allah’a doğru zirveye taşır.
Hz. Peygamber’in “Namaz dinin direğidir.” (Tirmizî,
İmân 8; Keşfü’l-Hafâ 2/32) sözü, Kur’ânî atıfların dışında Namaz için söylenmiş en yüksek frekanslı mesajlardan biridir. Bu
ifadeyle Hz. Peygamber, dini ayakta tutan ana sütunlardan
birinin Namaz olduğuna ve bu sütunun mutlaka faal durumda olması gerektiğine dikkat çekmiştir.
Dünyanın tartışmasız en itibarlı konuğu olan insanı, iki
cihan saadetine taşıyacak olan iman gemisinin ana motorlarından biridir Namaz. Geminin yol alması Namaz motorunun
aktif olmasına bağlıdır. Siz bu motoru pasif duruma getirir de
diğer motorların desteklediği küreklerle yol almaya kalkarsanız o gemi sizi iki cihan saadetine taşıyamaz.
Namaz, imanla olgunlaşan insana ve İslâmî hayatı
özümseyen mü’mine Allah’ın bir hediyesidir, ikramıdır.
Mü’min bu hediyeye ilgisiz, bu ikrama kayıtsız kalamaz. Ancak imanda ve ahlakta olgunlaşma sağlanmadan Namazla
tekâmül basamaklarından çıkamayız. Zira Namaz, peygamberliğin 12. yılında Kur’an’da kayıt altına alınmış ve inananlar
için zorunlu hale getirilerek ihsana dönüştürülmüştür. Çünkü
namazın ikame edilmesi belli bir olgunluğa ulaşmayı gerekli
252
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
kılıyor. Onun için o olgunluğu mutlaka başka güzelliklerle kazanmalıyız ki namazlarımızdan alınması gereken feyzi alalım.
Özel gündemle Allah’ın huzuruna çıkacağız, O’nun rahmet deryasından limitsiz istifade fırsatı bulacağız, günümüzü
beşe bölerek her bölümünde deşarj olma imkânını yakalayacağız, yükümüzü atarak ve günahlarımızdan kısmen arınarak
hayata yeniden döneceğiz. Bütün bu fırsatlardan yararlanabilmek için elbette ki belli bir olgunluğa ulaşmış olmamız gerekir.
Namaz, karşılıksız kredidir, inâyettir, bağışlamadır,
bağra basmaktır; elemlerin giderilmesi, emellerin hayata geçirilmesidir; nefsin kötülüklerden arınması, şeytanın yüreklerden kovulmasıdır; piramitleşen günahların eritilmesi, iyiliklerin hayata geçirilmesidir; iradenin güçlendirilmesi, gönüllerin
birleştirilmesidir; körelen duyguların canlandırılması, kararmaya yüz tutan kalplerin aydınlanmasıdır.
Onun için kötülükten iyiliğe, karanlıktan aydınlığa, günahtan sevaba, nefsin çirkinliğinden ilahi hoşnutluğa ancak
Namazla hicret edilir ve Allah’ın huzurunda ancak namazla
ikamet gerçekleşir.
Kur’an’da mü’minin tarifi verilirken: “Rablerinin davetine icabet ederler, namaz ı dos doğru ik âme ederler.” (Şûrâ, 42/38) buyuruluyor. Bu ayetteki “davete icabet
ve namazı ikâme” gibi Kur’an’daki Namazla ilgili muhtelif atıflar bizi sarsmalı, yüreklerimizi hoplatmalı, kendimize getirmeli, aklımızı başımıza devşirmelidir.
Bu davetin kimden geldiğine ve kimin huzurunda ne
için ikamet edeceğimize dikkat kesilmeliyiz, iliklerimize kadar
silkinmeliyiz.
İnsan hangi cü’etle Rabbinden gelen davete ilgisiz kalır?
Hangi akılla bu fırsatı teper? Evet, hangi cesaretle dünyayı ve
253
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
dünyalıkları Rabbinin rahmet sarayında ikamet etmeye tercih
eder? İtibarlı kişilerin davetine icabet etmek için gösterdiğimiz
hassasiyeti, Allah’ın davetine karşı neden gösteremiyoruz?
Aynı titizliği ve sabırsızlığı, namazı ikame etmek için neden
ortaya koyamıyoruz?
Rabbimizle aramızdaki münasebetin hangi noktada olduğunu merak ediyorsak Namaza olan muhabbetimize bakabiliriz. Ve bu münasebetin hangi seviyede olduğunu namazlarımızdaki heyecanımızla ölçebiliriz.
Yalnız benim burada bahsettiğim namaz, yukarıda da
anlatmaya çalıştığım gibi sadece günlük ibadet rutinine dönüştürülmüş ve adet haline getirilmiş klasik namaz değil; insanı Allah’ın huzuruna taşıyan, Yaratanla yaratılanı kaynaştıran, insan hayatına mana ve anlam kazandıran namazdır.
Namaz, kulun Rabbine karşı iman, güven ve tevhid telakkisinin bir gereğidir, bir sığınmadır. Asla bir pazarlık değildir. Allah, namazı ikame eden kulundan “kendisine kulluk”
sözünden başka bir şey almaz, ona sadece rahmet kapılarını
aralar ve layık olduğunu verir; yani namaz, Allah’a vermek
için değil, Allah’tan almak içindir.
Namazda insan Allah’a güvenini ortaya koyar. O’na
dua eder ve beklemeye koyulur. Hakkında verilecek en sağlıklı kararın Allah tarafından takdir edileceğini düşünür.
Bir yönüyle kötülüklerden arınmanın, günahlardan
arındırılmanın, ruhları aydınlatmanın, kalpleri temizlemenin,
tekâmül etmenin, yükselmenin, yücelmenin, dünyevi hırs ve
doymazlıklardan kurtulmanın, hayâsızlıktan, bağnazlıktan,
vefasızlıktan uzaklaşmanın adıdır Namaz.
“Şüphes iz k i Namaz , hayâs ız lık t an ve k ötülük ten /vefas ız lık tan alık oyar.” (Ankebût, 29/45)
254
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Namazlarımız ayette ifade buyurulduğu gibi kötülüklerden, çirkinliklerden bizi alıkoymalı. Alıkoymuyorsa bir yerde
bir arıza var demektir. Yediğimiz yemekten alınması gereken
vitamini alamıyorsak, ya midemizde ya da yemekte bir problem vardır. Bu problemin sebebini ve kaynağını bulmalıyız.
Namaz, Allah’ın huzuruna girme, O’nunla özel ve müstesna bir gündemle birlikte olma ve konuşma sanatıdır. Onun
için Namaza duran kişi “Allah’la görüşmem var” dese yalan
söylemiş olmaz.
Namaz, yaratılışı itibarıyla sınırlı, sonlu, sorumlu ve sorunlu bir varlık olan ama Allah’a en yakın olarak yaratılan insanın, evrenin tasarruf yetkisini kudretinde bulunduran Allah’a iltica etmesidir, O’nunla transa geçerek gündemi belirlemesidir.
Yaratan’ın, yarattığını bağrına basmasıdır; Istıraptan sıkışan, dünyadan sıkılan, problemlerle boğuşan, her türlü şer
dürtülerle savaşan kulunun rahata ermesidir, düzlüğe çıkmasıdır, gönül dünyasını aydınlatmasıdır Namaz.
Namazla gün beş parçaya bölünmüştür. Bu parçalar
Namazla denetim altına alınmalı, biriken kirler Namazla temizlenmeli, Allah’la bir araya gelinerek zamanların muhasebesi yapılmalı, bitmekte olan enerji depolanmalı; kalplerde
meydana gelen çatlaklar tamir edilmeli, tâğûta (saptırıcılara)
açılan delikler kapanmalı, kapatılmalı, şer dürtülerin oluşturduğu oyuklar onarılmalıdır. Çünkü “Al lah hiç k ims eye tek
bedende ik i k alp vermemiş tir.” (Ahzâb, 33/4) ayetinin
fehvasınca kalpler, bütünüyle Allah’a teslim edilmelidir.
Namazda Allah ile kul arasında ne bir vasıta, ne de bir
engel vardır. Sadece kul ile Rabbi bir aradadır. Bu birliktelik
mutlaka kuldan yana hayra dönüştürülmelidir. Çünkü Allah’ın kulunu bağışlaması, ona ikramda bulunması, herhangi
255
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
bir konseyin onayından geçmeyecektir. Bu konuda yetkili tektir ve O da Allah’tır. Bu bilinçle ve heyecanla daha dikkatli ve
daha duyarlı olunmalıdır.
Hz. Allah, Mûsâ Peygamber’e hitaben: “Şüphe yok k i
ben Al lah’ım. Benden baş k a hiç bir ilâh yok tur. O
hâlde bana ibadet et ve benimle görüş mek için namaz a dur.” (Tâhâ, 20/14) buyurmaktadır.
Demek ki Namaz bir görüşmedir, insanı cismaniyetten
maneviyata yükselten, orada da Rabbiyle buluşturan bir ibadettir. Onun için namaz kılmak yerine, namazı ikame ederek
Rabbimizin huzurunda kalmalıyız.
Namazı ikame etmeyen insan, değerlendiremediği fırsata üzülmeli, elde edemediği berekete vahlanmalı, uzanan
rahmet eline sarılamadığına kahrolmalı ve en önemlisi Rabbinin görüşme lütfuna kayıtsız kaldığına pişman olmalıdır.
Allah’ın lütfunu ciddiye almayan, davetine gerekli hassasiyeti göstermeyen bir insan, manevi anlamda zirveleşmesini sağlayan tekâmül safhalarını geçemez, hayatı yaşanmaz
hale getiren engelleri aşamaz, önündeki hendekleri kapatamaz, Hak yolda yürümesine mani olan molozları ortadan kaldıramaz.
Namaz mutlaka ikame edilmeli ve namaza her şeyden
çok daha fazla hassasiyet gösterilmelidir. Çünkü namaz, bir
trans halidir, âdeta bir meditasyondur, bir duruştur, bir kurtuluştur.
Şekilci ve gelenekçi bir anlayışla, sığ bir Cehennem korkusuyla, bencil bir Cennet talebiyle namaz kılınmaz. Zira insan açlıktan ölmemek için değil, yaşamak için yemek yer. Namaz da böyledir. İnsan farzı icra etmek için değil, hayatı anlamlandırmak için namazı ikame eder.
Gönülden iman etmiş bir kul, Rabbinin kendisini en iyi
bilen olduğunu, yakarışlarına en güzel karşılığı vereceğini,
256
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
O’na dayanıp güvendiği takdirde yalnız bırakılmayacağını ve
nimetlerinin ondan esirgenmeyeceğini bilir.
“Ey İns anlar! Siz , Allah’a muhtaçs ınız . Allah is e
her bak ımdan s ınırs ız z engindir (hiçbir ş eye ve hiçbir
ş eyiniz e muhtaç değil dir) ve övül meye hak k ıyla lâyık
olandır.” (Fâtır, 35/15)
“Hiç bir ş eye ihtiyacı olmayan All ah’tır. Muhtaç
olan s iz lers iniz .” (Muhammed, 47/38)
Her bakımdan sınırsız zengin olan ve hiçbir şeye ihtiyacı
olmayan Allah’ın nimetlerinden istifade etmek için namaz bir
fırsattır. Bu fırsatı değerlendirerek dualarımızın daha rahat
mukabele görmesini, dileklerimizin daha bereketli karşılık bulmasını sağlayabiliriz.
Namazla kulluk bilincine varan insan, çevresi için hiç
şüphesiz daha faydalı olacaktır. Çünkü Kur’an’ın tanımladığı
Namaz, kişinin uyumlu ve sağlam karakterli olmasına yardımcı olacaktır. Ama namazdan mahrum olan insanların, manevi huzura eremedikleri için yaşadıkları sıkıntılarla psikolojileri bozulacak, ruhsal açıdan sorunları artacaktır.
Rahmet mülahazasıyla eda edilen namaz, ye’se (ümitsizliğe) düşen insan için bir ışıktır, bir umuttur, bir inşirahtır
(genişliktir, ferahlıktır). Celâlinden gelen cefâ ile cemâlinden
gelen vefânın safâya dönüşmesidir. Kırgın, kızgın, dargın, yorgun, ezik, acılı olan insan için hayattır, kurtuluştur, saadettir.
Ruhlardaki yorgunluk, kafalardaki dağınıklık, rüyalardaki karışıklık Namazla giderilir ancak.
257
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Namaz Vaktinde Rahmet Kapısı
Özel Olarak Açılır
Rahmet kapısının açıldığı Ezanla ilan edilir. İlahi davete
icabetin gerekliliği, Allah’la transa geçişin mutluluğu “Hayye
ales-salâh. (Haydi, namaza)” çağrısıyla duyurulur. Kurtuluşun
ilanı olan “Hayye alel-felâh. (Haydi, kurtuluşa)” davetiyle insanlar esenliğe, huzura, güvene, bahtiyarlığa çağrılır.
Namaza durmak için “İftitah Tekbiri” diye adlandırdığımız, Allah’ı yüceltmenin en belirgin ifadesi olan Tekbir ile
Rabbimizin büyüklüğünü, yüceliğini dile getiririz. Dünyayı ve
dünyalıkları arkaya bırakarak Yaratanımızın lütfuna koşarız.
(Müddessir, 74/3)
Namazda: “Ancak s ana k ulluk eder ve ancak s enden yardım dileriz .” (Fâtiha, 1/5) diyerek hem Allah’tan
başka varlıklara itibar etmeyeceğimize ve hem de kibre ve
enâniyete (bencilliğe) bulaşmadan, birlik içinde tek bir ümmet
halinde, yürekten Allah’a bağlı kalacağımıza söz veririz.
Fâtiha Sûresindeki bu pasaja bakıldığında anlaşılıyor
ki: Allah, kulundan yalnız kişisel vicdanı ile değil aynı zamanda sosyal vicdanı ile de bir antlaşma yapmak istiyor.
Onun için namazların genelde cemaatle ikame edilmesine
özen gösterilir.
Cemaatle Namaz, Sünnet-i Hüdâ’dır. Yani İslam’ın
şiârı olan mühim bir sünnettir. Hz. Peygamber’in ve ashabının hayatında nafile namazların dışında münferit namaz yok
denecek kadar azdır.
Namazda Kur’an’dan bir pasaj olarak Fâtiha suresini
okuyan kimse çoğul yerine tekil zamiri kullanarak: “Yalnız
258
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
sana ibadet ediyorum ve yalnız senden yardım diliyorum!”
dese Kur’an mesajıyla çelişen bir ifade kullandığı için namazı
makbul olmaz.
“Biz” demekle yürekleri aynı hedefe kilitleyerek sorumluluğu omuzlarız, yükümüzü hafifletiriz ve sevabı paylaşırız.
En önemlisi Rabbimizin desteğine, rahmetine, inâyetine birlikte talip olduğumuzu haykırırız. Kunut Dualarında da aynı
birlikteliği ortaya koyarak bencilliği bütünüyle ayaklar altına
almış oluruz. Yağmur dualarına da hep birlikte çıkılır, çünkü
toplu halde yapılan dualar karşılık bulmada daha etkili olur.
Hz. Muhammed’in hayatında, “Rabbimin vahyettik lerini s iz e t ebliğ ediyorum. Ben s iz in için güvenilir bir
nas ihatçiyim.” (A’râf, 7/68) ayetinde olduğu gibi şahsi so-
rumluluğunu ifade etmenin dışında, “ben” ifadesini göremeyiz.
İslam’da “Ben” yoktur, “Biz” vardır. Bunun her platformda ortaya konması gerekir. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz” gibi. Ancak bu inancın pratik hayatta karşılık bulması
gerekir. Kuru bir slogandan ibaret olması bir işe yaramaz.
Bencilliği önlemek ve bireyselliğin önüne geçmek ancak cemaat olmakla mümkündür. Bencilliğe en büyük darbe
cemaatle vurulur. Onun için toplu halde namazlarını ikame
edenler, egolarını daha kolay yenerler ve enâniyetlerini daha
rahat ayaklar altına alırlar. Trip atmayı, bozmayı, bozulmayı,
küsmeyi, küstürmeyi bırakırlar.
Ancak, namazlarını kılmak yerine Kur’an’ın tanımladığı
gibi ikame ederlerse bu gerçekleşir. Yani safta omuzlarını birleştirdikleri gibi kalplerini ve dileklerini de kaynaştırırlarsa, bedenlerini camide/mescitte topladıkları gibi dikkatlerini de Allah’ın rızasına devşirirlerse, kalıplarını düzene soktukları gibi
kalplerini de akort ederlerse namaz gerçeğini yaşamış olurlar.
259
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Namazdan Ne Anlıyoruz
Ve Duada Hangi Dili Kullanıyoruz?
Namazda okuduğumuz duaların önce kendi yüreğimizde mâkes (yankı) bulması, onların ne anlama geldiğini bilmemize bağlıdır. Rahmet kapısını bize aralayan Yüce Rabbimizden ne istediğimizi bilmezsek ve O’nun huzurunda neleri
deklare ettiğimizin farkında olmazsak, o namaz bizi olgunlaştıramaz ve Kur’an’ın tanımladığı gibi bizi hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyamaz.
“Namaz (doğru ve ş uurlu ik ame edildiği tak dirde), ins anı hayâs ız l ık tan ve k ötülük t en alık oyar.”
(Ankebut, 29/45)
Allah, hilâf-ı vâki (gerçekdışı) beyanda bulunmayacağına göre, kılınan namazlar Müslümanları neden haramdan,
mekruhattan, kötülükten alıkoymuyor? Bunu düşünmeliyiz
ve bunun illetini bulmalıyız!
Demek namazlar ikame edilmiyor, sadece göstermelik
ve zorunluluk olarak kılınıyor. Günlük ibadet rutini olarak sadece âdet yerine getiriliyor. Oysa namaz, kılınmaz; ikame edilir. “Onlar k i, gayba (ins an idrak ini aş an olguların varlığına) inanırlar ve namaz larını ik ame ederl er”. (el-Bakara, 2/3) İkamet bir yerde kalmak, geçici süre ile de olsa
orada yaşamak demektir.
Namazda kişi, Allah’la buluşun O’nun huzurunda ikamet etmiyorsa, O’nunla akit yapmıyorsa, dünyasını, duygularını, düşüncelerini paylaşmıyorsa Namazın hakkını vermiyor
demektir.
260
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Namaz bir akittir. Kul, Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğine ve sadece O’ndan yardım dileyeceğine söz verir.
(Fâtiha, 1/5) Allah da verdiği söze sâdık kalan ve O’na karşı
sorumluluk bilinciyle yaşayan, O’nun direktiflerine göre hayatını tanzim eden kuluna ebedi nimetleri vaat eder. (Nahl,
16/30; Zümer, 39/74-75; Zuhruf, 43/71; Hadîd, 57/21 ve
daha birçok ayet.) Olur da kul tökezler ve sözünden cayarsa,
faydalı eylemleriyle ve diğer namazlarla hatalarının telafisine
gider.
El-Bakara, 2/238 ayetindeki vurguya bakar mısınız:
“Allah’a gönülden boyun eğerek , fark ında olarak , derin duygular bes leyerek tüm namaz larınız la ve öz ellik le Orta Namaz la il gili s oruml uluk larınız ı k oruyun,
o da s iz i k orus un.”
İnsanın namazı koruması ve namazla korunması ne anlama geliyor, hiç düşündünüz mü?
Namaz nasıl korunur, hangi yolla muhafaza edilir? O
bir bebek midir, çocuk mudur ki onu koruyacağız? O bir mal
mıdır, ev midir ki onu muhafaza altına alacağız? O bir araba
mıdır ki garajımıza koyup saklayacağız? O para mıdır, ziynet
eşyası mıdır ki şifreli kasalarla ona sahip çıkacağız?
Namusumuzu, iffetimizi, ailemizi, evimizi, işyerimizi,
paramızı, bağımızı, bahçemizi, değerlerimizi, değerli eşyalarımızı koruduğumuz gibi namazlarımızı, namazlardaki duruşumuzu, samimiyetimizi, ihlasımızı ve vaat ettiklerimizi koruyacağız. Yani okuduklarımızın/söylediklerimizin anlamını bilerek
tatbik edilmesi ve verdiğimiz sözlerin hayata geçirilmesi konusunda kararlılığımızı ortaya koyacağız. Kendimizi her türlü kötülükten, çirkinlikten, haramdan, insana yakışmayan bütün
mekruhattan uzak tutacağız.
Peki, Namaz bizi nasıl koruyacak?
261
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Günde beş defa özel davetle Allah’ın huzuruna çıkan,
önünün açılması ve kötülüğün her çeşidinden korunması için
Allah’a söz veren ve O’ndan yardım talebinde bulunan; bu
yolla hayatını disipline eden, sorumluluk alan, program yapan ve sistemli çalışan bir insandan daha korunaklı kim olabilir?
El-Bakara, 2/153. âyetinde: “Ey İnananlar! Sars ıl-
maz bir s abır ve namaz la/dua il e (Allah’tan) yardım
dileyin/des t ek alın!” buyruluyor.
Bu ayetten anlaşılıyor ki: Allah’tan yardım almanın en
kestirme yolu sabırla Namazı niyaza dönüştürmektir. Ancak
tekrar ifade etmekte yarar var; Allah’tan yardım dileyen, ne
dilediğini ve neyi dilendiğini önce kendisi bilmelidir.
Allah, Namazı lütfediyor, kulundan “niyaza durmasını”
bekliyor. Onun için Namazı, Müslüman’ın günlük rutini olmaktan çıkarmalı; duaların, dileklerin, temennilerin, yakarışların doruğa ulaştığı bir buluşma anına yani niyaza dönüştürmelidir.
Namazı tanımlayan ve Kur’an’da sıkça tekrarlanan
“Salât” kelimesi dua, ibadet, istiğfar, destek, davet, kulluk gibi
farklı anlamlarda da kullanılmıştır.
Namaz bir davettir, ibadettir, niyazdır, duadır. Ama
günlük hayatımızdaki diğer dualardan farklı olarak tevhidi, tazimi, tahmidi, tesbihi bazı duruşlarla sembolize eden; saygıyı,
samimiyeti zirveleştiren farklı bir özelliğe sahiptir.
İman ağacının ayakta durmasını istiyor ve ondan
meyve almayı umuyorsak beslenmesine dikkat etmeliyiz.
Kendi haline terkedilen meyve ağaçları nasıl ki cılız kaldıktan
sonra yok oluyorsa iman ağacı da ibadetlerle ve özellikle namazla beslenmezse zayıf düşer ve yok olur gider.
262
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Namazda saygıyı sembolize eden “Kıyam”, aynı zamanda tevhîdî duruşun ortaya konmasıdır; Allah’tan başka
hiçbir varlığa tanrısal nitelikler yüklenemeyeceğinin, zulmün
ve haksızlığın karşısında her zaman dik durulacağının bir göstergesidir. (Furkân, 25/64; Şuarâ, 26/218)
“Kıraat”, Kur’an’daki vahyin bütün anlamıyla Namaza
taşınmasıdır. 23 yılda inzal buyrulan bütün ayetlerin kabulüdür. Vahiyle hayatın inşa edileceğinin bir akdidir. (Müzzemmil, 73/20)
Boyun eğerek tazimi sembolize eden “Rükû”, aynı zamanda Allah’tan başka hiçbir varlığın karşısında eğilmemenin, dayatmaya ve baskıya rıza göstermemenin bir işaretidir.
Ve bu işaret kavme ile yani rükûdan dönerek dik durma ile
desteklenir. (Hâkka, 69/52)
Saygının nihai noktasını oluşturan “Secde”, teslimiyetin sembolik bir ifadesidir. Allah’ın yüceliği karşısında yakınlığın, yakarışın ve çaresizliğin ortaya konmasıdır. (Alâk, 96/19)
Böyle küçük bir izahtan sonra görülüyor ki, ikâme edemediğimiz ama kıldığımız namazlarımızda -ne anlama geldiğini bilmemekle beraber- duanın yapıldığı tek yer “Tahiyyat”
tır (oturuştur).
Fâtiha bir duadır ama biz bunu Besmele çekerek
Kur’an’dan bir pasaj olarak Kıraat diye okuyoruz. Ayrıca ne
anlama geldiğini de bilmiyoruz. Oysa yukarıda kısa yorumlarla anlatmaya çalıştığım rükünlerde Namazın feyizli olması,
rahmete, berekete dönüşmesi dileklerimize, yalvarışlarımıza,
dualarımıza bağlıdır. Taleplerimiz, temennilerimiz, yakarışlarımız ne kadar çok ve içten olursa, isteklerimiz ve istiğfarlarımız ne kadar yürekten gelirse, o kadar bereketli ve feyizli olur
namazlarımız.
263
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Bir yalvarış, yakarış, dua ve dilek anı olan Namazda
dua etmemiz gerekirken, biz bu duayı Namazdan sonraya bırakıyor ve buna da “Sünnet” diyoruz.
Oysa Hz. Peygamber namaza durduğu zaman farklı dualarla namazın bereketini ve rahmetin tecellisini sağlamaya
çalışırdı. Selam verdikten sonra, cemaate onların hal ve hatırını sormak için dönerdi. Böylece bizim tesbihat ve dua için
ayırdığımız zamanda O, cemaatiyle hasbıhal eder, onların
problemlerini çözmeye çalışır, dertlerine derman arardı.
Elbette ki duanın hususi bir zamanı olmaz. İnsan istediği yerde, istediği zamanda arzu edeceği şekilde duayı yapar
ama özel olarak açılmış olan rahmet kapısından içeri girmişken ve dileklerin kabulü için özel bir fırsat yakalamışken isteklerimizi neden namazdan sonraya bırakıyoruz?
Namaz Duaları diye adlandırdığımız ve namazlarımızda
sürekli okuduğumuz on sûreden sadece “Felak ve Nas” Sûreleri dua içeriklidir. Bu da namazlarımızı duadan ne kadar soyutladığımız anlamına gelir. Oysa Allah, Kur’an’ın muhtelif
yerlerinde dua içerikli onlarca ayet sunmuştur. Farklı peygamberlerin dileklerini, dualarını Kur’an’a taşıyarak örnek olması ve ilham alınması bakımından bizlerin önüne koymuştur.
Dua etmeden ve edilen duayı anlamadan, yalvarmadan ve ne için yalvardığımızın farkında olmadan, istemeden
ve ne istediğimizi bilmeden, tevazu göstermeden ve tevazuun
şuuruna varmadan, dilemeden ve dilediklerimizin aritmetiğini
yapmadan, ahlâkımızı ve ahvâlimizi bildirmeden namazlarımızı ikame etmiş olamayız.
Allah’ın huzuruna çıkmışken ve O’na en yakın olma fırsatını yakalamışken ne istediğimizi bilmeden ya da istediklerimizi anlamadan O’ndan nasıl yardım alacağız?
264
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Arapça, Allah’ın dili değildir. Allah bütün dilleri yaratan
ve bilendir. Arapçanın Allah’ın dili olduğunu iddia etmek
O’na yapılan en büyük iftiradır.
“… Dilleriniz in ve renk leriniz in fark lılığı da
O’nun (k udretinin) del illerindendir. Bilgi s ahibi olanlar için bunda da ibretl er vardır.” (Rum, 30/22)
İbadetin kendine has özel bir dili olamaz. Kaldı ki Namazın hiç olamaz, çünkü o bir niyazdır, insan neyi niyaz ettiğini bilmelidir. Hz. Peygamber, Namazı kendi diliyle ikame
etmişse -ki öyle olmuştur- o halde her Müslüman’ın namazını
kendi diliyle ikame etmesi de aynı zamanda bir peygamber
sünnetidir.
Antropolojik araştırmalar gösteriyor ki tarih boyunca
küçük büyük her toplumun çeşitli ibadet şekilleri vardı. Bunlardan bir tanesi de namazdı. Kur’an’da da pek çok örneğine
rastladığımız namaz ibadeti Hz. Âdem’den beri her toplumun
en önemli ibadeti olmuştur.
Kur’an, Hz. İbrahim ve Hz. Lut gibi peygamberlerden
bahsederken onlara emredilen namazı anlatıyor:
“Onları biz im emrimiz le doğru yol u gös teren önderler yaptık ve k endilerine hayırlar iş lemeyi, namaz ı
ik ame etmeyi, z ek âtı vermeyi (varlık ları paylaş mayı)
vahyettik . Onlar s adece biz e ibadet eden k ullardı (Allah’tan baş k a hiçbir varlığa tanrıs al nitelik l er yak ış tırmaz lardı).” (Enbiya, 21/73)
İşte Hz. İbrahim’in Kur’an’daki namaz muhtevalı duası:
“Ey Rabbim! Beni ve s oyumdan (gelenl eri) de
namaz ı ik ame edenlerden eyle! Ey Rabbimiz ! Duamı
k abul eyl e!” (İbrahim, 14/40)
265
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Hz. Musa’ya Allah’ın hitabı:
“Şüphes iz k i ben Al lah'ım. Ben'den baş k a il ah
yok tur. O halde bana k ulluk et ve beni anmak için
dos doğru namaz k ıl!” (Ta-ha, 20/14)
Hz. Musa ve Hz. Harun’a namazı ikame etmek konusunda Allah’ın emri:
“Biz de Mus a ile k ardeş ine vahyettik : “Mıs ır’da
k avminiz için evler haz ırlayın, evleriniz i ibadet yerine
dönüş türün ve namaz ı ik ame edin. (Ey Mus a!) İnananları (Allah’ın yardımıyl a) müjdele!” (Yunus, 10/87)
Yine Bakara suresinin 2/83. ayetinde Allah’ın İsrailoğullarına: “Bir vak it İs railoğullarından ş öyle s öz almış -
tık : “Allah’tan baş k as ına k ulluk etmeyecek s iniz , anababaya, yak ınlara, ök s üz lere ve biçarelere de iyilik
edecek s iniz . İns anlarla güz ellik le k onuş acak s ınız ,
namaz larınız ı ik ame edecek s iniz ve z ek âtı verecek s iniz ...” hitabı da eski toplumlarda namazın olduğunu göster-
mektedir.
Kur’an’ın nüzulünden önce yaşayan bu peygamberler
ve bunların ümmetleri Arapça bilmiyor ve konuşmuyordu. Kitaplarının dili de Arapça değildi. Sorarım size: “Bu insanlar
namazlarını ne ile ve hangi dille eda ediyordu? Ve namazlarında neleri okuyordu? Hangi duaları, ne şekilde dile getiriyordu?”
Hz. Peygamber başka bir dili konuşsaydı ve Kur’an da
o dilde gelseydi –Türkçe ya da Farsça- yine Peygamberimiz
namazlarını Arapça mı ikame edecekti?
Sünnet olan, namazların Arapça kılınması değil, Hz.
Peygamber’in kendi diliyle namazları ikame etmesidir. Yani
herkesin kendi konuştuğu ve anladığı dille namazlarını ikame
266
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
etmesi sünnetidir. Biz bu konuda iddialı olanları yani sünnet
vurgusu yapanları “olur mu öyle şey, bu da nereden çıktı”
diyerek sapıklıkla itham ediyoruz.
Namazda ruh, kalp ve akıl aynı gaye için birleşmeli, güzelliklere kapı açmalı ve kötülüklere meydan okumalı. Bu
meydan okuyuş yürekten gelmeli ve anlaşılan bir dille yapılmalı. Yapılmalı ki namazı ikame edenin namazdan sonraki
hayatını etkilesin.
Yukarıda da anlatmaya çalıştığım, el-Bakara 2/238.
ayetindeki “Namaz ları k oruyun.” veciz üslubu içinde zımnen bir sadakat vardır. Yani, “namazlarda verdiğiniz sözlere
sâdık kalın, günlük hayatınızdaki söylemleriniz, eylemleriniz
namazlarınızla örtüşsün” denmek istenmiştir.
Bu sadakat, bu itimat ancak namazda okuduklarımızı/söylediklerimizi anlamayla ve yaptıklarımızı bilmeyle gerçekleşebilir.
Kur’an’dan kopmamak şartıyla, dil taassubundan kurtularak namazlarımızda Allah’tan ne istediğimizi bilecek hale
gelmeliyiz. Ya okuduklarımızı anlamalı, ya da anladıklarımızı
okumalıyız. Ya dualarımızda ne istediğimizi bilmeli, ya da bildiklerimizi istemeliyiz. Aksi takdirde namazlarımızı bereketli
hale getiremeyiz.
Şu inanışa bakar mısınız: “Namazda Arapçanın dışında
bir dil kullanırsanız yani Arapçanın dışında kendi dilinizle dua
ederseniz namazınız bozulur!” Allah aşkına, kendisi bir dua
olan namazda dua ettiniz diye namazınız nasıl bozulur? Ev mi
yapıyorsunuz da kırık ve çürük malzeme kullandığınız için
çöksün, bozulsun? İnsan kendi çapına, vizyonuna ve dünyasına göre istediği şekilde ve düzeyde dua edebilir ve etmelidir
de.
267
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Mescid-i Haram’da İmam vitir namazında ellerini kaldırarak kafasına göre kendi diliyle istediği gibi dua edebiliyor;
secdede, rükûda, tahiyyatta alışıla gelmişin dışında nasıl isterse o şekilde dilekte bulunabiliyor da Arapça konuşmayan
bir Müslüman niye kendi diliyle istediği gibi dua edemiyor?
Farklı dilleri konuşanların Allah’a en yakın oldukları namazlarında kendi lisanlarıyla dua edemeyeceklerine dair insanları
bağlayan en küçük bir kanıt ortaya koyabilir misiniz?
İhtiyaç duyduğunuz makama sık sık giriyorsunuz ama
ne derdinizi anlatabiliyorsunuz, ne de anlattıklarınızı biliyorsunuz. Sadece sizden öncekilerin okuduklarını tekrar edip çıkıyorsunuz. Bu, girdiğiniz makama saygısızlık olmaz mı?
Oysa namaz adlı rahmet kapısı, size dertlerinizi arz etmeniz ve sıkıntılarınızı çözmeniz için açılmıştır. Bu şekilde eda
edilen bir namaz lütuf olmaktan çıkar, külfete döner.
Bir kimsenin günde beş defa kapınıza geldiğini, her defasında aynı şeyleri tekrarlayıp durduğunu, tekrarladıklarının
ne anlama geldiğini de kendisinin bilmediğini ve sizden ne
istediğinin de farkında olmadığını görseniz ne yaparsınız? Üstelik âdet haline getirdiği bu durumu sizden korktuğu için yapıyor. Soruyorum size: “Böyle bir durumda nasıl tepki verirsiniz? Kapınıza şuursuzca gelen bu kişiyi konuk olarak kabul
eder misiniz? İsteklerine cevap verir misiniz? Onu memnun
etmek için bir gayret ortaya koyar mısınız?”
Diyeceksiniz ki; “biz ne okuduğumuzu ve ne istediğimizi
bilmesek de Allah biliyor ya!” Allah’ın bilmediği bir şey yok,
ama senin bilmediğini Allah’ın bilmesi sana bir yarar sağlamaz. Evet, Allah her şeyi biliyor lâkin biz ne istediğimizi bilmek zorundasınız. Çünkü almaya gelen tarafız. Almaya gelen
ne istediğini bilmezse verecek olan ne vereceğini takdir etmez,
cömertçe davranmaz.
268
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Bir milyardan fazla Müslüman namaz kılıyor ve her namazdan sonra “Allah’ım, İslam’ı ve Müslümanları aziz eyle!”
diye dua ediyor. Soruyorum size: “Müslümanların hayatında
bu duaların karşılık bulduğuna dair bir ipucu görebiliyor musunuz?”
“Bana dua edin (benden is teyin, ben de) duanız a
(is teğiniz e) cevap/k arş ılık vereyim.” (Mü’min, 40/60)
buyuran Allah, dualara neden karşılık vermiyor? Allah’ın verdiği söze vefasızlık etmesi düşünülebilir mi? Şaka yapması ya
da aldatması (hâşâ) söz konusu olabilir mi? O halde neden
dualar havada kalıyor ya da gittiği yerden karşılıksız geri geliyor. Üstelik Arapça yapılmalarına rağmen (!)? Bu durumun
sorgulanması gerekmez mi?
“Ey İman Edenler! Siz s arhoş ik en ne s öyl ediğiniz i bilinceye k adar namaz a yak laş mayın.” (Nisâ, 4/43)
İşte dil konusunda kafalarınızdaki soruları yanıtlayacak ve dil
taassubundan sizi kurtaracak mesaj.
Sarhoş ne dediğini bilmediği ve nefsine hâkim olamadığı
için namazdan men edilmiştir. “Ne söylediğinizi bilinceye kadar” ifadesi, sarhoş için söylenmiş olsa da ne dediğini bilmeden
namaza duranın keyfiyeti de aynıdır.
Teşbihte hata yok, ha sarhoşken ne söylediğinizi, neleri
okuduğunuzu bilmeden namaza durmuşsunuz, ha ayıkken ne istediğinizi bilmeden namazınızı kılmışsınız. Her iki durumda da
Allah’ın beklediği tablo ortaya konamamıştır.
Allah’ın huzurunda aklımız yerinde olmalı, ne söylediğimizi, ne istediğimizi, ne okuduğumuzu ve hangi konularda
söz verdiğimizi bilmeliyiz... Bilmeliyiz ki namaz bizi istediğimiz
yere taşısın. Öyle beden seccadede, ruh alış-verişte; kalp gaflette, kalıp mescitte olmaz. Bedenle ruh, kalple kalıp birleşerek
vecd içinde namaz eda edilmelidir.
269
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Verdiğimiz sözü unutursak ya da neyin sözünü verdiğimizi bilmezsek muhatabımız bizi ciddiye alır mı? İstediğimize
değer verir mi? Her namazda Hak’tan yana olduğumuzu söylediğimiz halde Hakk’ın ne olduğunu bilmezsek ve batıldan
yana yaşarsak nasıl Hak insanı oluruz?
Geçici bir süre ile dünyalıklardan kopup varlığın tasarruf yetkisini elinde bulunduran Yüce Yaratıcı ile namazda buluşuyoruz. Biz bu buluşmayı iş olsun diye değil, sıkıntıları çözmek, huzura kavuşmak, iyiyi ve güzeli bulmak, kötüyü ve kötülüğü yenmek, geleceğe güvenle bakmak, aydınlık ufuklara
kavuşmak için gerçekleştiriyoruz.
Namazın Kazası
Namaz, mutlaka vaktinde icra edilmelidir. Dün yemediğiniz yemeği bugün yediğiniz zaman dünkü açlığınızı gideremiyorsunuz da bugün eda ettiğiniz namazla dünkü manevi
açlığınızı nasıl gidereceksiniz?
Kazâ, yapmak, ifa etmek, icra etmek, eda etmek, bir
şeyi vaktinde yapmak demektir. Namazı daha sonraki zamanlarda eda etmek ya da geçmişte ikame edilemeyen namazları
icra etmek değildir.
Kazâ etmenin Kur’an’daki tanımını görmek için el-Bakara 2/117, 200 ve Nisâ 4/103 ayetlerine bakabilirsiniz.
Ayrıca, A. İmrân 3/47, En’âm 6/2, Meryem 19/35, Tâhâ
20/114, Kasas 28/29, Ahzâb 33/36, Mü’min 40/68 örneklerinde görüldüğü gibi, Kur’an’ın birçok yerinde “Kazâ” kelimesinin vaktinde yapmak anlamında kullanıldığını göreceksiniz.
270
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Namaz geri verilmek üzere alınan para, mal ya da benzeri herhangi bir şey gibi bir borç değil ki sonradan ödensin.
Borç olsaydı sarhoşken de ödenebilirdi.
Namazın vakti, Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in hayatında bellidir. Kalitesi de Allah’ın huzurunda, ayrılan zamanın
tamamının kula yakışan edeple O’nunla geçirilmesidir.
Namaz, Allah’la kul arasında ikili bir görüşmedir. Ne
kadar randevuya katılmazsak o kadar prestij kaybeder, saygınlığımızı yitiririz, itibarımızdan oluruz ve o kadar rahmetten
mahrum kalırız.
Dünyalık işlerde bile zamana ve süreye bağlı olarak bazı
fırsatlar sunulur bize. Verilen son başvuru tarihinden önce
müracaatımızı yapmazsak o fırsatı kaçırırız. Yok, “uçağım rötar yaptı, arabamın lastiği patladı, yolda kaza oldu, yakıt bitti,
otobüs gitti...” gibi mazeretlerle fırsatı devşiremeyiz!
Allah’ın rahmet kapısının açıldığı çağrısını alır almaz hemen koşmalıyız. Sonra, “yok gençtim gafletteydim, aklım başımda değildi, gözlerim dünyalıklarla kör olmuştu, para kazanmaktan, zevk safa sürmekten zaman bulamadım!” gibi asparagas bahanelerle vaktinde ikâme edemediğimiz namazı
daha sonra eda edemeyiz.
Ruhun gıdası ve kalbin ışığı olan namazı vaktinde eda
etmediğimiz takdirde o anlık karanlıktayız. Başka bir zamanda
arka arkaya eda edeceğimiz namazlarla Allah’ın feyzinden
fazlasıyla istifade etme imkânımız olsa da dün yaşadığımız karanlığı bugün aydınlatamayız. Geçen geçmiştir, bir daha aynı
hataya düşmemek üzere geleceğe bakmalıyız ve namazlarımızı asla ihmal etmemeliyiz.
271
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Namaz, günlerimizin Allah’la beraber geçmesini sağlamak için Yüce Rabbimizin bize bir inâyetidir. Geçen günlerimiz Rabbanî bir havada geçmemiş ise bugün onları telafi edemeyiz. Bugün yapmamız gereken, Allah’a daha yakın olmamızı sağlayacak faydalı amellerde bulunarak namazlarımıza
azami derecede duyarlı olmaktır.
“Namaz mü’minler üz erine vak itleri belli (z amanında eda edilmes i gerek en) bir farz dır.” (Nisâ, 4/103)
ayetinin anlamını iyi kavradıktan sonra Hz. Peygamber’den
nakledilen şu hadise kulak vermek lazım:
Hz. Peygamber bir gün: “Birinin evi önünde nehir olsa
ve her gün beş kere bu nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır
mı?” diye sordu ashabına.
Onlar da: “Hayır ya Resûlellah, hiç kir kalmaz.” dediler.
Bunun üzerine, Hz. Peygamber: “İşte, Beş Vakitte Namaz kılanların da, böyle küçük günahları affolunur.” buyurdu.
(Buhârî, Mevâkît 6; Müslim, Mesâcid 283. Ayrıca bk. Tirmizî,
Emsâl 5; Nesâî, Salât 7; İbni Mâce, İkâmet 193)
Demek insan günde en az beş defa Allah’la buluşarak
manevi kirliliğini temizlemeli, kendini düzeltme yolunda kararlılığını Rabbine arz etmeli, bütün benliğiyle O’na teslim olduğunu ve O’nun himayesinde bulunduğunu ortaya koymalıdır. Bu duruş, bu tavır mutlaka zamanında gösterilmeli. Bunun sonraya bırakılması, ileriki zamanlarda toptan gerçekleştirilmesi söz konusu olamaz.
Sık sık duş alır, banyo yaparsınız. Bunları zamanında
değil de yaşlandıktan sonraya bırakırsanız günlük kirinizi ne
ile atacaksınız? Senenin belli günlerinde aynı anda arka arkaya onlarca defa yıkansanız kirli geçen günlerinizdeki kirliliği
giderebilir misiniz?
272
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Namazla manevi kirlerden temizlendiğimizi, yukarıdaki
örnekte olduğu gibi Hz. Peygamber muhteşem bir misalle ortaya koyuyor. Vaktinde ikâme edilmeyen namazlarla bu kirliliği daha sonradan kazâ ya da bir başka adla icra edeceğimiz
namazlarla nasıl gidereceğiz?
Arabanızın, yapılması gereken “rot-balans” ayarını zamanında yaptırmazsanız düz yolda bile tökezlersiniz, özellikle
virajlarda savrulursunuz. Namaz hayatın balansıdır. Mutlaka
vaktinde eda edilmelidir. Aksi takdirde Sırat-ı Müstakim’den
kaymalar olacak, hayatın zorluklarına karşı savrulmalar görülecektir.
Ruhumuzdaki meleklik istidadının geliştirilmesi ve nefsani arzuların kontrol altına alınması için Rabbimizin bize lütfettiği namazları vaktinde ikâme etmezsek, daha sonra eda
edeceğimiz -ki bu konuda garantimiz de yok- namazlar bugünün açığını nasıl kapatacak, karanlıkta geçirdiğimiz günleri
geçmişe dönerek nasıl aydınlatacak?
Edison ampulü bulmadan önce kısmen karanlıkta yaşıyorduk. Ampul bulundu ve karanlık aydınlığa dönüştürüldü.
Şimdi siz bulunan bu ampulle geçmişte yaşadığınız karanlık
günleri aydınlığa dönüştürebilir misiniz?
Bir sarayda bulunuyorsunuz. O sarayın sultanıyla
günde beş defa bir araya gelmeniz gerekiyor. Çünkü saraydaki hadiseler sizin sultanla sık sık bir araya gelmenizi gerekli
kılıyor. Böyle bir durumda sultanın size verdiği randevuya zamanında icabet etmez de daha sonraki zamanlarda bu randevulara toptan icabet etmek isterseniz doğru olur mu?
Depremde “Kimse yok mu?” diye seslenenlere enkazın
altından takatimiz yettiği kadar bağırmaz ve avazımız çıktığı
kadar anında karşılık vermez miyiz? O halde kurtuluşumuza
273
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
vesile olacak ve bizi Rabbimizle buluşturacak olan namaza
neden zamanında icabet etmiyoruz?
Fakirlikle, yoksullukla boğuşurken, ihtiyaçlarımızı giderecek bir kahraman ararken, “Her gelene bir kese altın!” diye
bir çağrı duysak, hemen koşup gitmez miyiz? Namazın bir kurtuluş vesilesi olduğuna inanıyorsak, dünyalıklara gösterdiğimiz ilgiyi namaza neden göstermiyoruz?
Evet, namaz diğer ibadetler gibi değildir. O mutlaka
vaktinde icra edilmelidir. Hasta, belli oranda ve belli aralıklarla ilaç alması gerekiyorsa bunu alacak. Daha sonraki zamanlarda toptan alacağı ilaçlar onun geçmişteki hastalığını gidermez. Bu konuda ihmal edilen günlerin telafisi olmaz.
Dün yemediğiniz yemeği bugün yerseniz dünkü açlığınızı gideremezsiniz.
Oruç, Zekât, Hac gibi ibadetler mazeretlere bağlı olarak
sonra da yapılabilir ama namaz asla sonraya bırakılamaz. Çünkü
o, yukarıda verdiğim ayette görüldüğü gibi vakitlere bağlı bir
ibadettir. Ve vaktinde icra edilirse anlamlı olur. Yani belli aralıklarla alınan ilaç gibidir, vakitlerde yenen yemek gibidir namaz.
Orucun mazeretine binaen sonraya bırakılması ya da
yeniden tutulması vahiy ile bildiriliyor ama namazla ilgili
böyle bir bildiri yok. “Ancak s iz den k im, has ta veya s e-
yahatte olurs a diğer z amanlarda aynı gün s ayıs ı k adar
oruç tutmalıdır.” (el-Bakara, 2/184)
Olağanüstü durumlarda randevuyu kısa tutmak gibi namazı kısaltmak mümkün ama sonraya bırakmak asla mümkün değil.
274
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“Yeryüz ünde yol culuğa çık tığınız z aman ink ârcıların s iz e k ötülük etmelerinden endiş e eders eniz
namaz ı k ıs altmanız da s iz e bir günah yok tur. Şüphes iz
ink ârcılar, s iz in apaçık düş manınız dır.” (Nisâ, 4/101)
Dikkat ettiyseniz, “Seferde namazı kısaltabilirsiniz” diyor ve bunu düşmanların kötülük etme kaygısına bırakıyor.
Ama “Düşman endişesinden korkarsanız namazı sonraya bırakın!” demiyor.
Bırakın normal zamanda namazı sonraya (halk dilinde
kazaya) bırakmayı, savaşta bile namazı vaktinde ikame etmek
zorundayız. Üstelik cemaatle.
“Cephede (s avaş ta) s en de inananların aras ında
bulunup da onlara namaz k ıldıracağın z aman, içlerinden bir k ıs mı s ilahlarını yanlarına alarak s eninle beraber namaz a durs un. (Diğer grup düş mana k arş ı bek les in.) Seninle beraber (namaz da olanlar) s ecde edip
bir rek ât k ılınca ark anız da yer als ınlar. (Düş man k arş ıs ına gits inler.) Düş man k arş ıs ında olup namaz k ılmamış olanlar gels in, (ik inci rek âtı) s eninle k ıls ınlar
ve onlar da tedbirli bul unarak s ilahlarını yanlarına als ınlar. (Sonra s ıra ile k ılmadık ları bir rek âtı tamamlas ınlar.)” (Nisâ, 4/102)
Bu ayetten anlaşılıyor ki, namaz en büyük sığınma
ameliyesidir, en güvenilir ortamda bulunmaktır. Çünkü insan,
Kadir-i Mutlak olan Allah’ın himayesindedir, yani en emin
olan Allah’ın emanetindedir. Gerçi hayatımızın tamamında
Allah’ın himayesindeyiz ama namazdaki himaye daha özel ve
daha farklıdır.
Bir sonraki ayette:
275
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Namaz ı bitirince ayak ta, otururk en ve yanınız
üz erinde yatark en, All ah’ı anmaya devam edin. Emniyete k avuş t uğunuz da da namaz ı (tam) ik ame edin k ılın.” (Nisâ, 4/103) buyurularak, namazdan sonraki zaman-
larda da kulun Allah’tan irtibatını koparmamasına, bağımsız
yaşamaya kalkmamasına dikkat çekiliyor.
“Namazı bitirince Allah’ı anmaya devam edin!” cümlesinden ayrıca anlıyoruz ki; namazda Allah’ı anmakla namazdan sonra anmaya devam etmek, namazda Allah’la beraber
olmakla namazdan sonra bu birlikteliği sürdürmek aynı şey
değildir. Namazda Allah’ın kuluna aktardığı ruh ve gösterdiği
teveccüh bizim algı ve tasavvur gücümüzü aşan ve hazzını kısmen yaşadığımız farklı bir mahiyet arz eder.
Peki, vaktinde eda edemediğimiz namazlarımızla ilgili
ne yapacağız? Bu eksikliği ne ile gidereceğiz? Geçen zamanların mahrumiyetini nasıl telafi edeceğiz?
Geçmişte ikame edemediğimiz namazlardan doğan
açığı kapatmak için Rabbimizden bağışlanma dileyeceğiz,
O’nun rahmetinden fazlasıyla yararlanmanın yollarına başvuracağız; faydalı eylemlerde bulunarak, kötülüklere karşı mücadele vererek, farz namazların dışında çokça namaz ikame
ederek bundan sonraki hayatımızın daha faydalı ve bereketli
geçmesi için irademizi ortaya koyacağız ve dua edeceğiz.
Daha disiplinli ve daha dolu bir hayat için Namaz sevgisi ve bu sevgiyi niyaza dönüştürecek güçlü irade isteyeceğiz.
Namazlarımızı manevi bir disiplin içinde, ihlasla ve şuurla eda
etmeye çalışacağız. Geçmişteki açıklarımızı kapatmak için
daha duyarlı ve kararlı olacağız. Tevbe ve istiğfarla bu kararlılığımızı, duruşumuzu bütün söylemlerimizde, eylemlerimizde göstereceğiz. Ve böylece her şeyimizden haberdar olan
276
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Allah, rahmetini bizden esirgemeyecek ve geçmişteki kusurlarımızı bağışlayarak inşallah bugünümüzü de yarınımızı da aydınlatacaktır.
Nitekim müjde içerikli aşağıdaki ayetler bu konuda
önümüzü açmaktadır:
“K im bir k ötülük yapar yahut (günah iş leyerek )
nefs ine hainlik eder, s onra da Allah’tan mağfiret dilers e, Al lah’ı çok affedici ve çok bağış layıcı olarak
bulacak tır.” (Nisâ, 4/110)
“Ey İnananlar! Allah’ın emirlerine uygun yaş ayın
ve (her z aman) doğruyu k onuş un, doğru s öz s öyleyin
k i Allah iş l eriniz i düz elts in (değerli k ıls ın) ve günahlarınız ı affets in.” (Ahzâb, 33/70-71)
Namazı vaktinde ikame etmemek de bir kötülüktür. Allah’ın davetine icabet etmemek, onu ciddiye almamaktır.
O’nun namaz lütfundan yararlanmamak nefse zulümdür. Dolaysıyla her iki durumda da kişi günah işlemiş sayılır. Ama bu
günah kişinin mağfiret dilemesiyle yani bundan sonraki hayatını Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle devam ettireceğine,
O’nun emir ve direktiflerine duyarlı olacağına dair karar vermesiyle ve bu kararını Allah’a arz etmesiyle bağışlanacaktır.
Namazların İskat-ı Salâtı/Devri
(Namaz Borcunu Düşürmek)
Vaktinde eda edilmemiş beş vakit farz namazlar ile Vitir
namazlarının bağışlanması umudu ile ölen kişinin arkasından
yapılan fidye/sadaka verme işlemine “İskat-ı Salât” denilmektedir. Bu uygulama zaman zaman namazını kılanlar için de
277
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Ne olur, ne olmaz; belki namazları kabul olmamıştır!” kaygısıyla gerçekleştirilir.
Bütün bir ömür dikkate alınarak hesaplanan bu bedeller genellikle ödenmesi zor meblağlar olduğu için, bir fakire
belli miktarda iskat-ı salât niyetiyle para verilir, sonra fakir
bunu hibe eder; tekrar verilir, tekrar hibe eder. Böylece “Kabultü, vehebtü. (Aldım, hibe ettim.)” yoluyla devir işlemi tamamlanmış olur.
Anlayacağınız, başından beri anlatmaya çalıştığım Namazın ruhuyla, farzıyetiyle, derinliğiyle örtüşmeyen ve dinde
hiçbir karşılığı olmayan bu uygulama son derece yanlıştır.
Orucun, yeminin kefâreti vardır ama namazın kefâreti
yoktur. Bu uygulama (iskat/devir), ayetle sabit olan oruç fidyesine kıyas yapılarak başlatılmıştır. Bu komik ve komik olduğu kadar da aptalca olan uygulamanın hiçbir şekilde tasvip
edilmesi düşünülemez.
Deniyor ki: “İskat-ı Salât’ın kılınmamış namazlar yerine
geçeceği iddia edilemez. Ancak, böyle bir uygulama bir pişmanlık eseridir, bir tevbe nişanesidir. Bunun varis ya da varisler tarafından bağışlanarak yapılması da bir hayırseverlik
alametidir. Ölen kişinin namazlarını eda etme imkânı kalmamıştır. Bu sebeple bunun kabul edilmesi Allah’ın rahmetinden
umulmaktadır!”
Öncelikle bilmek gerekir ki; tevbe, hayatta olan kişiler
tarafından yapılır. Ölenlerin arkada bıraktığı varisleri, yakınları, dostları fidye vererek onlar adına tevbe etmiş olamaz. Bu
kimseler, mü’min olarak ölen kardeşlerinin bağışlanması için
ancak;“(Ey Rabbimiz !) Biz i ve biz den önce iman etmiş
olan k ardeş lerimiz i bağış la!” (Haşr, 59/10) ayetinde olduğu gibi dua ederler, bağışlanma dilerler.
278
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Ayrıca başından beri anlatmaya çalıştığım, eda edilmeyen namazların böyle uydurukça yollarla telafisi hiçbir şekilde
mümkün olamaz. Çünkü namaz manevi anlamda adeta bir
besin kaynağıdır. Eğer bu kaynakla sağlığınızda beslenememiş de cılız ve bitmiş olarak Allah’ın huzuruna çıkmışsanız,
arkadan birilerinin sizi besleyerek sağlıklı hale getirmesi ve
Yüce Yaratana takdim etmesi mümkün değildir.
İki tane Müslüman geçiyor karşı karşıya. Veriyorlar ölen
adamın ismini, başlıyorlar “Kabultü vehebtü, Kabultü vehebtü... (Aldım, hibe ettim; aldım, hibe ettim...)” demeye.
Böylece beş yüz defa, bin defa ellerindeki paketi devrediyorlar. Ve bunu da İslam adına yapıyorlar.
Allah’ın rahmetine kimse ipotek koyamadığı gibi ondan
yararlanmayı da böyle uydurukça şeylerle gülünç hale getiremez. Allah affedecekse zaten affedecektir. Sizin elinizdeki
para paketinin devrine bakarak değil; ölen kardeşinizin genel
durumunu dikkate alarak ve sizin yürekten samimi niyetle yapacağınız duaları da hesaba katarak bir değerlendirme yapacaktır.
Böyle bir uygulama, İslam’a ve İslâmî hayata gösterilebilecek en büyük saygısızlıktır. Yapılan bu uygulama namazı
bilmemektir, Namazın ruhunu kavrayamamaktır, Allah’ın
rahmetine saygısızlıktır. Sadece bidat değil aynı zamanda dini
ve dinî hayatı ciddiye almamaktır.
Farz, Vacip, Sünnet ve Nafile Namazlar
Bütün namazlar Allah’ın lütfu olarak eda edilir. Hangi
adla olursa olsun namazı kul kendisi için ikame eder. Allah’ın
ihtiyacı var ya da Hz. Peygamber’in sünnetidir diye namaz
kılınmaz.
279
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Hele “Namazların sünnetlerini kılmazsam Hz. Peygamber bana şefaat etmez!” mülahazasıyla eda edilmeye çalışılan
namazlar insanı şirke götürür. Çünkü namaz, peygamberden
şefaat dilenmek için değil, Allah rızası için, O’nun rahmetinden faydalanmak için ikame edilir. Ayrıca şefaat sadece Allah’tan dilenir. “Şefaat, tümden ve s adece Al lah'ındır.”
(Zümer, 39/44)
Namazlar, Hz. Peygamber eda etti diye değil, Allah lütfetti diye ikame edilir. Namazların ne zaman, nasıl ve niye
ikame edileceği konusunda Hz. Peygamber sadece örnek alınır. Onun için namazları farz, vacip, sünnet ve nafile gibi
gruplara ayırmak doğru olmaz.
Allah, kötülüklerden korunmamız ve ruh dünyamızı aydınlatmamız için günde en az beş defa namaza durmamızı istiyor. İhtiyaç duydukça ve zaman buldukça biz bunu artırarak
Allah’ın rahmetinden daha fazla istifade etme yoluna gidebiliriz.
Bütün bu namazlarda niyetimiz Allah rızası olmalı.
“Farz kılıyorsak daha dikkatli, nafile kılıyorsak daha rahat olabiliriz!” düşüncesi yanlıştır. Biz bu yanlışı Ramazan aylarında
yatsı namazıyla terâvih diye adlandırdığımız namazlarda
daha sık yapıyoruz.
Yatsı vaktinde eda ettiğimiz namazı farz edasıyla Allah
için, Allah’ın huzurunda yavaş, ihlaslı ve edepli bir şekilde
ikame ederken, Sünnet diye adlandırdığımız Terâvih namazını sanki birileri için, başkasının huzurunda bulunuyormuş
gibi gelişigüzel eda ediyoruz.
Allah’ın huzuruna girip çıktığını sanmak başka şeydir,
O’nun rahmetinden faydalanacak duruşu ortaya koymak
başka şeydir.
280
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Zaman problemi yaşıyorsak ya da herhangi bir sebeple
bir an önce namazımızı tamamlamamız gerekiyorsa, Terâvih
namazlarında rekât sayısını kısaltarak 20 yerine 12, 10 ya da
8 hatta 2 rekât olarak ikame ederiz ama ikame ettiğimiz namazın hakkını veririz. Çünkü Allah rekât sayısına değil namazlardaki duruşumuza bakar. Gerekirse teravihe hiç durmayız
ama Allah’ın farz kıldığı yatsı namazını olması gerektiği gibi
eda ederiz.
Namazda rekât sayılarını çok tutmak yerine rükünlerindeki duruşları uzun tutmak ve Allah’ın istediği vakarı sergilemek daha önemlidir. Yani Allah kemiyete (çokluğa) değil keyfiyete (niteliğe) bakar.
Elinizdeki uçan balonların sayısı ne kadar çok olursa olsun, esas olan o balonların gaz ile doldurularak uçacak duruma getirilmesidir. Rekât sayılarını çoğaltarak kıldığımız namazlarla almamız gereken iç huzuru alamayız, manevi bereketi elde edemeyiz, Allah katında istediğimiz makama yükselemeyiz, yücelemeyiz. Zira namazlarımızda bizi yüceltecek
olan rükünlerdeki duruşumuzdur, vakarımızdır, samimiyetimizdir, vecdimizdir.
Secdede “Sübhâne Rabbiyel-A’lâ. (Ey Yüce Rabbim,
Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim, Sen yücelerin
yücesisin)” dediğimiz zaman, bunu öyle yürekten söylemeli,
o anda öyle bir vecd ortaya koymalı ve öyle bir duruş sergilemeliyiz ki Rabbimizin de bize: “Sen de yücesin” şeklinde karşılık verdiğini iliklerimize kadar hissetmeliyiz.
Bütün namazlarda huzuruna durulan varlık Allah’tır.
Tekrar söylüyorum, bu duruşun farzı, vacibi, sünneti, nafilesi
olamaz. Onun için klasik namaz anlayışından vazgeçmeliyiz.
281
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Namazlarımızı resmiyetten uzak, huşu ve edep içerisinde, samimi bir eda ile ikame etmeliyiz. Ve namazlarımızla manevi
huzuru yakalayacak ciddi motivasyon sağlamalıyız.
Annemize-babamıza, eşimize-çocuklarımıza açamadığımız dertlerimizi bize her şeyden ve herkesten çok daha yakın olan Rabbimize gönül rahatlığıyla açmalıyız. Çünkü bu
imkânı bize lütfeden Yüce Rabbimizden başka kimse bizim
dertlerimize derman bulamaz, sıkıntılarımıza çare olamaz.
“Andol s un ins anı biz yarattık ve nefs inin (iç
benliğinin) ona ne fısıldadığını biz biliriz , çünk ü biz
ona can damarından daha yak ınız .” (Kâf, 50/16)
“Biz ona (ins ana) s iz den daha yak ınız . Fak at s iz
(biz i) göremez s iniz .” (Vâkıa, 56/85)
Bize, bizden de daha yakın olan Rabbimize ne kadar
iltica eder ve güven duyarsak, O da bize o kadar yakın olur
ve ilgi duyar.
Rabbimizin “Rahmân” ve “Rahîm” isimleri/sıfatları
Kur’an’da onlarca yerde geçmekle beraber her namazda okuduğumuz Fatiha suresinin ilk ayeti Allah’ın “Rahman” ve
“Rahim” isimleriyle başlamaktadır. Besmele ayeti geçtikten
sonraki ikinci ayet sadece bu iki isimden oluşmaktadır. Bu
bile, Allah’a yakın durmak ve bu yakınlığı artıracak eylemlerde bulunmak, namaz gibi ibadetlerle mukareneti güçlendirecek için yeterli mesajı vermektedir.
“K ullarım, beni s enden s orarlars a, (bils inler k i,)
gerçek ten ben (onlara çok ) yak ınım. Bana dua edince,
dua edenin duas ına cevap veririm. O halde onlar da
benim çağrıma olumlu k arş ılık vererek bana inans ınlar k i doğru yolu buls unlar.” (el-Bakara, 2/186)
282
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Allah’a olan yakınlığımızı ortaya koyan ve bu yakınlığı
rahmete, berekete dönüştüren namaz için –sanki bir hediye
takdim ediyormuşuz gibi- “Namazım kabul oldu mu?” gibi
ifadeler kullanmak da yanlıştır.
Namaz bir hediye değil ki Allah tarafından kabul edilsin. Namaz bir alıp-verme ameliyesidir. Allah’a, O’ndan
başka varlıklara kulluk etmeyeceğimize dair söz veriyoruz ve
O’nun rahmetinden limitsizce alıyoruz. Bizim için esas olan
bereketli geçip geçmemesidir, faydalı olup olmamasıdır.
Namazın bereketli geçmesi, faydalı olması onu nasıl
ikame ettiğimize bağlıdır. Eğer namazı ikame etmeyi bir sobeleme (saklambaç) oyunu gibi düşünürsek bereketli geçmesini
ummamız beyhudedir.
Önemli olan suya gitmek değil, su kabını doldurmaktır.
Farz yerine gelsin diye namaz kılınmaz. Kul muradına ersin ve
Allah kuluna istediğini versin diye namaz ikame edilir.
Yukarıdan beri anlatmaya çalıştığım namazı bir
de aşağıda vereceğim tarife göre anlaşılır bir şekilde
iki rekâtlı olarak ikame etmeye çalışalım:
Örnek Namaz
1. Rekât:
Allâhü ekber. (En büyük Allah’tır.)
Allah’ım, lütfuna ve davetine icabet ederek huzuruna geldim, dualarımı kabul et, niyazımı bereketli
kıl!
283
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
(Sübhâneke duası:) Allah’ım! Sen noksan sıfatlardan
pak ve uzaksın. Seni daima böyle tenzih eder ve överim. Senin adın mübarektir. Varlığın her şeyden üstündür. Senden
başka ilah yoktur.
(Namazımı ikâme etmeye) Rahmân ve Rahîm
olan Allah’ın adıyla başlıyorum.
(Fâtiha Duası:) Övme ve övülmenin her türlüsü,
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
O, Rahman’dır, ezelde bütün yaratılmışlar hakkında
hayır ve rahmet irade buyuran; sevdiğini, sevmediğini ayırt
etmeksizin bütün varlıklara sınırsız nimetler ihsan buyurandır.
Rahîmdir, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve
ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırandır.
O, Ceza ve Mükâfat Günü’nün Sâhibidir.
Ey Rabbimiz! Yalnız sana kulluk eder ve yalnız Senden
yardım dileriz.
Bizi doğru yola, kendilerine lütuf ve ikramda bulunarak
nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet; gazaba uğramışların ve
sapmışların yoluna değil!
Kabul buyur Yâ Rab!
(el-Bakara Sûresi, Son Âyeti, 2/286:)
Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden daha fazlasını
yüklemez. Herkesin kazandığı (iyilik ve güzellik) kendi yararınadır; yüklendiği (kötülük ve vebal) kendi zararınadır. “Ey
Rabbimiz! Unutarak ya da yanılarak hata edersek bizi (ondan) sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere
yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz! Gücümüzün
284
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
yetmediği şeyleri bize taşıtma! Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet buyur! Sen bizim dostumuz ve yardımcımızsın; inkârcı
topluluğuna karşı bize yardım et!”
Allâhü ekber. (En büyük Allah’tır.)
(Rükû:)
Ey büyük olan Rabbim! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Büyüklük sana mahsustur, zerresinden küresine her şey senin tasarrufundadır. Makro âlemden mikro
âleme her şey senin denetimindedir. Sana dilenen ve senin
rahmetine muhtaç olan şu kulun boynunu bükmüş, yüreğini
sana açmıştır. Hakkımda neyin hayırlı, neyin hayırsız olacağını ancak sen bilirsin, lütfunla muamele eyle Allah’ım!
Allah’ım, sen sana övgüyle yaklaşanların övgüsünü işitirsin, yüreklerin derinliklerinden gelen sesi
duyarsın, çağrıma kulak ver!
Ey Rabbimiz, sana sonsuz hamd ve senâ olsun.
Allâhü ekber. (En büyük Allah’tır.)
(Birinci Secde:)
Ey Yüce Rabbim! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih
ederim. Sen yücesin, ben ise âciz ve zelil. Sen bağışlayansın,
ben ise bağışlanmayı bekleyen bir günahkâr. Sen zenginsin,
verensin; ben ise almak için sırasını bekleyen bir fakir. Dualarımı kabul et ve dileklerime cevap ver Yâ Rab! Mülkün sahibi
sensin, dilediğine verir, dilediğinden alırsın. Niyet ve eylemlerinden dolayı dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin. Bütün hayırlar senin kudretindedir. Bize dünyada da, âhirette de iyilik
ver!
Allâhü ekber. (En büyük Allah’tır.)
Evet, en büyük Allah’tır.
285
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
(İkinci Secde:)
Ey Yüce Olan Allah’ım! Aynı dileklerle tekrar senin için
secdeye varıyorum. Sana kulluk yolunda önümü aç. Taleplerime karşılık ver. Günahlarımı bağışla. Vefasızlıktan ve
hayâsızlıktan koru. Beni yüceltecek eylemleri hayata geçirmek için irademi güçlendir. Güç sende, kudret sende, varlık
senin elinde. Kereminle muamele et Yâ Rab!
Allâhü ekber. (En büyük Allah’tır.)
2. Rekât:
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlıyorum.
(Fâtiha Duası:)
Övme ve övülmenin her türlüsü, Âlemlerin Rabbi olan
Allah’a mahsustur.
O, Rahmân’dır, ezelde bütün yaratılmışlar hakkında
hayır ve rahmet irade buyuran; sevdiğini, sevmediğini ayırt
etmeksizin bütün varlıklara sınırsız nimetler ihsan buyurandır.
Rahîmdir, verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve
ebedi nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırandır.
O, Cezâ ve Mükâfat Günü’nün Sâhibidir.
Ey Rabbimiz! Yalnız sana ibadet/kulluk eder ve yalnız
senden yardım dileriz.
Bizi doğru yola, kendilerine lütuf ve ikramda bulunarak
nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet; gazaba uğramışların ve
sapmışların yoluna değil!
Kabul buyur Yâ Rab!
286
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
(Âl-i İmrân Sûresi, 3/8. Âyet:) “Ey Rabbimiz, bizi
doğru yola ilettikten sonra kötü işlerimizden dolayı kalplerimizi saptırma! Yüce katından bir rahmet ver! Kuşkusuz sen
çok bağışlayansın.”
Allâhü ekber. (En büyük Allah’tır.)
(Rükû:)
Ey büyük olan Rabbim! Seni bütün noksan sıfatlardan
tenzih ediyorum. Güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, zayıflığımı,
önemsenmeyişimi sana arz ediyorum. Beni kendi gözümde
mütevâzı fakat senin dinini temsilde insanların gözünde aziz
eyle! Bana sarsılmaz bir iman, güzel bir ahlâk, zikreden ve
şükreden bir kalp, dünyada ve âhirette güzellikler ihsan eyle!
Allah’ım, sen sana övgüyle yaklaşanların övgüsünü işitirsin, kalplerinden geçeni bilirsin.
Ey Rabbimiz, sana sonsuz hamd ve senâ olsun.
Allâhü ekber. (En büyük Allah’tır.)
(Birinci Secde:)
Ey Yüce Rabbim! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih
ederim. Nimetlerinden faydalanırken Kur’an’la yaşamayı, rızanı kazanarak yaratılışın sırrına ermeyi ve şükreden kullarından olmayı nasip eyle. Dünyada nimetlendirdiğin gibi âhirette de Cennet nimetleriyle nimetlendir!
Allâhü ekber. (En büyük Allah’tır.)
Evet, en büyük Allah’tır.
(İkinci Secde:)
Ey Yüce olan Allah’ım! Aynı dileklerle tekrar senin için
secdeye varıyorum. Ey Merhametlilerin En Merhametlisi!
287
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Ey Tevbeleri Kabul Eden ve Dualara İcabet Eden Rabbim! Tevbelerimi kabul et, dualarıma icabet et, bana merhametinle muamele et!
Allâhü ekber. (En büyük Allah’tır.)
(Tahiyyat Duası:)
Her türlü hürmet, saygı ve dilekler, bütün iyilikler Allah’a mahsustur. Allah’ın selamı Peygamberimizin ve bütün
peygamberlerin üzerine olsun. Yine Allah’ın selamı bizim ve
Allah’ın inanan kullarının üzerine olsun. Şehadet ederim ki
Allah birdir ve yine şehadet ederim ki Muhammed, O’nun
Kulu ve Elçisi’dir.
(Salli-Bârik Duası:) Allah’ım! Hz. İbrahim’e ve Hz.
İbrahim’in ümmetine rahmet ettiğin gibi Hz. Muhammed’e ve
Hz. Muhammed’in ümmetine de rahmet et ve Hz. Muhammed’in davasını yücelt! Şüphesiz övülmeye layık olan yalnız
sensin. Şan ve şeref sahibi de yalnız sensin.
Allah’ım! Hz. İbrahim’e ve Hz. İbrahim’in ümmetine
verdiğin gibi Hz. Muhammed’e ve Hz. Muhammed’in ümmetine hayır ve bereket ver! Şüphesiz övülmeye layık olan yalnız
sensin. Şan ve şeref sahibi de yalnız sensin.
Ey Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ve güzellik, âhirette
de iyilik ve güzellik ver. Bizi ateş (Cehennem) azabından koru.
Ey Merhamet Edenlerin Merhamet Edicisi, bize rahmetinle
muamele eyle!
Ey Rabbimiz! Beni, anamı, babamı ve bütün mü’minleri Hesap Günü’nde bağışla! Ey Merhamet Edenlerin Merhamet Edicisi, bana ve bütün inananlara rahmetinle muamele
eyle!
288
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Ey Rabbimiz! Bize hile yapanları ve yapmayı düşünenleri, komplo kuranları ve kuracak olanları, düşmanlık yapanları ve yapacak olanları, aldatanları ve aldatacak olanları sana
havale ediyoruz. Şerlerinden bizleri koru ve onları da ıslah
eyle! Bütün kullarına hidâyet lütfeyle!
Ey Rabbimiz! Kusurlarımızı affeyle, bize sana karşı sorumluluk bilinciyle yaşayacak irade lütfeyle! Emanetini kabzedeceğin zamana kadar bizi emanetinde emin kıl!
(Selam:) Allah’ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun ey görünen ve görünmeyen varlıklar!
***
Şimdi soruyorum size: Bu dileklerle ve bu şuurla ikame
ettiğimiz namazlarla, âdet hâline getirdiğimiz, günlük rutine
dönüştürdüğümüz, ne anlama geldiğini bilmediğimiz, ruhunu
kavrayamadığımız namazlar aynı olur mu?..
Bütün namazlarınızı bu şekilde ikâme edemeyebilirsiniz. Bu havayı, bu duruşu, bu içtenliği, bu samimiyeti ve bu
trans hâlini her zaman yakalayamayabilirsiniz.
Eğer arzu edilen havaya girememişseniz ve hedeflediğiniz transa geçememişseniz Allah’ın rahmetini umarak sadece farz diye adlandırdığınız kısmını ikame etmeye çalışın ve
Allah’ın rahmetinden istifade edebilmek için kendinizi zorlayın. Çünkü Allah, eda edeceğiniz rekât sayılarına değil, Kıyam’daki, Rükûdaki, Secdedeki, Tahiyyattaki duruşunuza
bakacak, kalplerinizi okuyacak, niyetlerinizi filtre edecek ve
ona göre cömertliğini gösterecektir.
Namaz için verdiğim örnekte Rükû, Secde ve Tahiyyatta kendi âcizane hissiyatıma göre, içimden geldiği gibi dua
289
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
anlamında bazı örnekler sundum. Bunlar aynen tekrar edilecek diye bir şey yok. Herkes kendi dünyasına, kendi düşüncesine, kendi vizyonuna, kendi kapasitesine, kendi ihtiyacına
göre anlayacağı şekilde dua eder.
Şimdi birileri kalkıp diyecek ki: “Olur mu öyle şey, herkes kafasına göre mi namaz kılacak?” Elbette ki değil. Hz.
Peygamber nasıl göstermiş ise o şekilde namazlarımızı ikame
edeceğiz ama herkes namazın rükünlerinin dışına çıkmamak
kaydıyla kendi hissiyatına göre namazını niyaza dönüştürecektir.
Düşünün, Hz. Peygamber, Uhud Savaşı öncesi, “Allah’ım, inananlara bu savaşta muzafferiyetler nasip eyle, Medine’ye galibiyetle dönmemizi lütfeyle!” şeklinde dua etmişse,
biz de bugün aynı duayı mı yapacağız?
Ya da savaştan sonra şehit düşen sahabeler için “Allah’ım, şehitlerimize merhamet et ve onları Cennetinde yaşat!” diye dilekte bulunmuşsa, biz de aynı dilekte mi bulunacağız? Burada sünnet olan, Namazda dua etmektir, Hz. Peygamber’in yaptığı duanın aynısını yapmak değil.
Ayrıca, Hz. Peygamber dualarını kendi diliyle yapmışken, biz neden dualarımızı kendi dilimizle yapmıyoruz? İnsanın kendi diliyle dua etmesi bir sünnetken, neden biz bu sünneti ihmal ediyoruz? Dedelerimizden babalarımızdan öyle
gördük diye aynısını yapmak zorunda mıyız?
Şimdi soruyorum size: “Dualarımızda bile ne istediğimizi bilemiyorsak insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet nasıl olacağız?
290
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“Siz , ins anların iyiliği için ortaya çık arılmış en
hayırlı ümmets iniz . Doğru olanı emreder, eğri olandan alık oyars ınız ve Allah’a inanırs ınız .” (A. İmrân,
3/110) Bu ayet kime gelmiştir ve muhatapları nerededir?
Namazın dili olmaz; derinliği olur, ruhu olur, şuuru olur.
Namaz ibadetini belli bir dile hapsetmek ve bu yolla onu anlaşılmaz hale getirmek doğru olmaz.
Allah’a yapılan ibadetin mutlaka Arapça olması gerektiğini iddia etmek, Allah’ın diğer dilleri bilmediği ya da anlamadığı anlamına gelir. Öyle ya, madem diğer dilleri de biliyor,
o halde namazların içinde okunanların, söylenenlerin Arapça
olması konusunda bu ısrar niyedir?
Diyeceksiniz ki: Yeterli bilgisi, birikimi olmayan bir Müslüman, Kur’an’ı ve diğer klasik duaları nasıl Arapçadan Türkçeye çevirecek? El-cevap: Buna gerek yok, çünkü namazda
Kur’an’dan üç kelimelik dua içerikli bir pasaj okuduktan sonra
diğer duaları herkes kendine göre yapacak.
Kur’an’da verilen dua örnekleri Allah’tan ne istememiz
gerektiği konusunda referans alınması ve örnek olması bakımından ehemmiyetlidir. Bunlar ezberlenerek ne anlama geldiği bilinmeden tekrar tekrar okunacak demek değildir.
Yaşadığımız koşullar farklı ise, dertlerimiz, kederlerimiz,
genel durumumuz şartlara göre değişiklik arz ediyorsa, namazlarımızın vakitleri, rükünleri aynı ama içerikleri farklı olmalıdır.
Yapacağımız duaların mahiyeti için asırlar öncesine taşınmaya gerek yok. Bugünü yaşıyor ve bugünün dertleriyle
boğuşuyorsak, bugünün ıstıraplarıyla kederleniyorsak, bugünün problemleriyle yoruluyorsak bugünkü durumumuza göre
dua edeceğiz.
291
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Binaenaleyh, namazın dili ikame edenin dilidir. Namaz
için Arapçada ısrar etmek Allah’a dil isnat etmektir ki bu da
küfürdür. Namazın farzı, vacibi, sünneti, nafilesi hepsi tek bir
namazdır aralarında herhangi bir ayırım yoktur. Namazın kazası vaktinde eda edilmesidir. Namazın iskatı imanın sakata
getirilmesidir.
292
Zinanın Cezası Nedir?
İslam’da Recm var mıdır?
İdamı anlarız da işkence ile insan öldürmeyi Kur’an’a rağmen
İslam’ın neresine sığdırıyorsunuz?
Recm ayetini keçinin yediğini iddia etmek, Kur’an’a yapılabilecek en büyük saygısızlıktır ve Hz. Peygambere gösterilebilecek
en büyük güvensizliktir.
Başta Araplar olmak üzere farklı Müslüman toplumların
kültüründen İslam’a sıçramalar olmuş ve bu sıçramalar zamanla dinin yerini alarak esasını devre dışı bırakmıştır. Böylece pek çok Müslüman dinin temel kaynağı olan Kur’an’dan
ve onun Hz. Peygamber üzerinde yaşanmış hali olan Sünnet’ten uzaklaşmış, tamamen asılsız menkıbelere ve hurafelere dayanan uydurma bir dini yaşamaya başlamıştır.
Bu vahametli durum, her geçen gün daha da büyüyerek Müslümanları adı İslam olup da İslam’la bağlantısı kalmayan başka bir alanlara çekmiştir. Öyle ki, sulhun ve huzurun
kaynağı olması gereken din, kendi müntesiplerine dirlik ve
barış getiremeyecek duruma düşürülmüştür.
İşte bu bahsettiğim yanlış inanışlardan bir tanesi de,
pratik hayatta karşılığı olup da dini bir temeli olmayan,
Kur’an’da zımnen de olsa en küçük bir izine rastlanmayan
“recm” dir.
293
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Recm” terimi Fıkıh ıstılahında -mezhepler ve tarikatlar
arasında ayrılık olsa da- genel olarak evli olan erkek veya kadının, zinâ etmesi hâlinde, İslam Mahkemesi kararı ile taşlanarak öldürülmesi anlamında kullanılır.
“Recm” kelimesi, “raceme” kökünden mastardır. Aynı
kökten gelen “racîm” ise, dışlanan, kovulan ve lânetlenen anlamındadır.
“Racîm” terimi Kur’an’da altı yerde geçer ve geçtiği yerlerin tamamında dışlanan, kovulan, lânetlenen anlamında
Şeytan/İblis için kullanılmıştır.
“Recm” terimi ise, Kur’an’da biri tekil “recm” (Kehf
18/22), diğeri çoğul olarak “rücûm” şeklinde (Mülk 67/5) geçer. Gerek “racîm” gerekse “recm” kelimeleri Kur’an’ın hiçbir
yerinde zannedildiği gibi taşlanarak öldürme anlamında kullanılmamıştır.
İslam’da Nikâh olmaksızın yapılan cinsel birliktelikler
zinâ ve fuhuş olarak değerlendirilir. Bu durumda her iki cinsin
de cezalandırılması istenir.
“Zina eden k adın ve z ina eden erk ek ten her birine yüz er değnek /k ırbaç vurun. Allah’a ve Âhiret
Günü’ne inanıyors anız , Allah’ın Dininin k oymuş ol duğu hük mü uygulama k onus unda, onlara acıyacağınız tutmas ın. Mü’minlerden bir t opluluk da onların
cez alandırılmas ına ş ahit ols un.” (Nûr, 24/2) âyetiyle bu
cezanın şekli belirlenir.
Kur’an, çok açık ve anlaşılır bir dille cezayı belirlemişken ve aşağıda göreceğiniz şekilde bütün şartlarını ortaya koymuşken hâlâ recm (taşlayarak öldürme) yoluyla insanları cezalandırmaya devam etmek Allah’ın hükmüne ciddi bir say-
294
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
gısızlıktır. Ve çağın vitrinine taşınması gereken İslam’a bir silinmesi zor bir lekedir, asrın idrakine sunulan Kur’an’a da ağır
bir kederdir.
Hangi saikle olursa olsun ve nereye dayandırılırsa dayandırılsın, Kur’an’ın hükmünü yok sayarak verilecek olan
bütün fetvalar geçersizdir. Bu hükümleri Hz. Peygamber’e dayandırmaya kalksanız da geçersizdir, ashabına mâl etseniz de
geçersizdir. Çünkü Allah’ın hükmünü yok sayarak kimsenin
hüküm vermeye hakkı ve yetkisi yoktur.
“Ey Peygamber! Rabbinden s ana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmaz s an, O’nun peygamberliğini
yapmamış olurs un.” (Mâide, 5/67)
Hz. Peygamber’e hitaben gelen bu ayet her şeyi anlatıyor. “Senin vazifen, Rabbinden sana geleni tebliğ etmektir.”
deniyor ve hemen arkasındaki cümlede: “Bunu yapmazsan,
peygamberliğini yapmamış olursun.” deniyor.
Yani Hz. Peygamber aldığı mesajları tebliğ etmekle ve
uygulamakla yükümlüdür. Bunun dışına taştığı an peygamberlik vazifesinin dışına taşmış olur. Zira Hz. Peygamber hüküm vermek konusunda kendisine yöneltilen sorulara karşı
uyarılıyor:
“De k i: ‘Ben s adece Rabbim tarafından bana
vahyolunan her neys e ona uyarım.’” (A’râf, 7/203) Ayrıca: “Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Ben, Rabbime k arş ı gelirs em büyük bir günün az abından k ork arım.” (Yûnus, 10/15)
Bu ayetlerle Hz. Peygamber’in kafasından hüküm vermesinin mümkün olamayacağı ve hele Kur’an’ın hükmüne
muhalif bir yorum, bir ekleme ya da farklı bir yargı asla getiremeyeceği anlaşılmaktadır.
295
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Böyle bir girişten sonra şimdi “recm”le ilgili rivayetlere
bir göz atalım:
“Zina yapan evlilerin taşlanarak öldürülmesini emreden ayet, Ayşe’nin döşeğinin altındaki sahifede yazılı bulunuyordu! Hz. Nebi ölünce Ayşe onun defin işlemleriyle meşgul
iken, evin açık kapısından içeri giren bir keçi o sahifeyi yedi
ve böylece taşlama cezası Kur’an’dan çıktı; ama hükmü devam ediyor!” (İbn-i Mâce, 36/1944; Hanbel, 3/61; 5/131,
132, 183; 6/269)
“Keçinin yemesi sonucu Kur’an’dan çıkan taşlama ayetini Ömer, Kur’an’a tekrar sokmak istedi; ancak halkın dedikodusundan korktuğu için cesaret edemedi!” (Buhârî, 53/5;
54/9; 83/3; 93/21; Müslim, Hudûd 8/1431; Ebû Dâvûd 41/1;
Itkan 2/34)
Kur’an’da recm’i anlatan hiçbir hüküm bulunmamakla
beraber Hz. Ömer tarafından recm ile ilgili bir ayetin okunduğu ve bu ayetin lafzının mensuh, hükmünün bâki (geçerli)
olduğu söylenir. Hz. Ömer’den rivayet edilen sözde ayet şudur: “İhtiyar (evli) erkekle ihtiyar (evli) kadın zina ederlerse,
onları recmedin (taşlayarak öldürün).” (Mâlik, Muvattâ,
Hudûd 10; İbn-i Mâce, Hudûd, 9; Ahmed bin Hanbel, V,
132, 183)
Bu sözde ayetin varlığını iddia edenler şöyle derler:
“Hz. Ömer, Medine minberinden bu ayeti okuduğu zaman,
içlerinde birçok sahabe bulunan cemaatten hiçbiri buna itiraz
etmemiştir. Doğru olmasaydı sahabeler buna itiraz ederdi.”
(Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1978, VIII, 350)
Hz. Ömer’in minberden şöyle konuştuğu iddia edilir:
“Allah Teâlâ, Muhammed’i Hak Din ile göndermiş ve kendisine Kitap indirmiştir. O’na gönderdiği ayetler içinde “recm”
296
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
de vardı. Onu okudum, üzerinde düşündüm ve ezberledim.
Bizzat Resûlullah recm cezasını uyguladığı gibi kendisinden
sonra biz de bu cezayı uyguladık. Korkarım zaman geçtikçe
‘Recm cezasını Allah’ın Kitabı’nda görmüyoruz.’ diyerek Allah’ın gönderdiği bu cezayı terk etmek suretiyle dalâlete düşecek kimseler bulunacaktır. Kadın ve erkek evlenip birleştikten sonra zinâ ederler ve bu da şahitler yahut itiraf yahut da
hamilelik ile sabit olursa recm uygulanır (her iki taraf taşlanarak öldürülür). Bu gerçek bir dinî hükümdür.”
Bazı hadis âlimleri, bu konu ile ilgili rivayetlerin tevâtür
derecesinde sağlam ve açık olduğunu, tevil edilmesinin de
mümkün olmadığını söylemişlerdir. Bu konuda Hz. Muhammed’in peygamberlik süresince, kendi itirafıyla üç vakıanın
gerçekleştiği söylenir: Maîz adında bir erkek, Cüheyneli bir kadın, Büreyde adında başka bir kadın.
“Recm”le ilgili ortaya atılan uydurma hadislerin ve
menkıbelerin doğru olamayacağı, bu hadislerin ve menkıbelerin kendi içindeki tutarsızlıklardan da anlaşılmaktadır.
İşte tutarsızlıklar:
“Bir Müslüman’ın kanı ancak şu üç sebepten biri ile
helâl olur: Evli olduğu halde zinâ eden, haksız yere birini öldüren ve İslam Dinini terk eden kimse öldürülür.” (Müslim,
Hudûd 12-14) Son cümleye bakar mısınız?
İslam’dan çıkanı yani mürtet olanı nasıl öldürürsünüz?
el-Bakara Sûresi’nin 2/256. ayetiyle çelişen bu durumu nasıl
izah edeceksiniz? Din ve Vicdan Hürriyeti hiçbir gerekçe ile
tehdit edilemez. Kimse baskıyla, tehditle İslam Dinine girmeye
zorlanamaz. Bir kimse dinden çıktı diye de öldürülemez. Bu
cümleden de anlıyoruz ki bu hadis uydurmadır.
“Maiz adlı şahıs, Hz. Peygamber’e gelerek zina ettiğini
söyleyip suçunu dört defa ikrar etmiş ve Allah’ın hükmünün
297
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
kendisine uygulanmasını istemişti. Daha sonra recme başlandığında kaçmaya çalışırken birisi tarafından öldürülmüş,
bunu öğrenen Hz. Peygamber ise: “Keşke onu öldürmeyip
bana getirseydiniz.” demişti.” (Buhârî, Hudûd 21, 22, 25, 28,
29)
Çelişkiye bakar mısınız? Öldürüleceğini bildiği halde
adam önce itiraf ediyor, sonra kaçmaya başlıyor. Daha sonra
birisi yakalayıp öldürüyor. Mendil kapmaca mı oynuyorlardı
da biri mendili alıp kaçtı ve daha sonra birisi onu yakalayıp
mendili geri aldı? İnsan hayatı bu kadar ucuz mudur? İnsanı
öldürmek bu denli bayağı mıdır?
Ayrıca bu hadisler nerede ve hangi ortamda gerçekleşti
ki ünlü isimlerden bunlara tanıklık eden hiç kimse yok? Ne
hikmetse böylesine ciddi konuların râvileri pek bilinmeyen
isimler oluyor. Bunu da mı merak etmiyorsunuz?
“Hz. Peygamber’e gelen bir kadın, zinâ ettiğini itiraf
edip cezalandırılarak temizlenmesini isteyince, Hz. Peygamber önce onu tevbe etmesi için, sonra çocuğunu doğurması
için, daha sonra da çocuğunu bir müddet emzirmesi için göndermiş; ancak kadının yine ısrar etmesi üzerine recm edilmiştir.” (Müslim, Hudûd, 22)
Tevbe kapısı açıkken, Hz. Peygamber’in onca uyarısına
rağmen bir kadının bu kadar zaman geçtikten sonra kendini
hala taşlatarak öldürtmek konusunda ısrar edebileceğini düşünebiliyor musunuz?
Şimdi başından beri recmle ilgili anlatılanları Kur’an’a
giderek test edelim ve bunların doğru olup olmadığını vahyin
süzgecinden geçirelim:
Öncelikle belirtmek isterim ki; Kur’an’a eksiklik izafe etmek küfürdür.
298
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“K ims enin k uş k us u olmas ın k i, bu uyarıc ı k itabı, (âyet âyet) biz indirdik ve yine k ims enin k uş k us u
olmas ın k i, onu yine biz k oruyacağız .” (Hicr, 15/9)
Bu ayet eksiklik anlamında Kur’an’a isnat edilen bütün
iftiraları kökten reddetmiştir. Kur’an’ın reddettiği bir şeyi ona
isnat etmek küfürdür. Eğer Hz. Ömer’in anlattığı iddia edilen
menkıbe doğruysa yani ayetin lafzı kaybolmuş ise yukarıdaki
ayeti nasıl değerlendireceğiz? Allah’ın vaat ettiği halde koruyamadığı bir ayet, bir kitap düşünülebilir mi?
“Allah, bir s ivris ineği, ondan daha da k üç ük bir
varlığı örnek olarak vermek ten çek inmez .” (el-Bakara,
2/26)
Bir sivrisinekten ya da ondan daha küçük bir varlıktan
daha mı önemsizdir insan hayatı? İnsanın taşlanarak öldürülmesini konu alan bir ayetin kaybolduğu düşünmek akıl işi midir?
Allah’ın desteğiyle sivrisinekle ilgili ayeti koruyabilenler,
insanın taşlanarak öldürülmesi ayetini nasıl koruyamazlar?
Hz. Muhammed’in ve onun cefâkâr sahabelerinin bu kadar
sorumsuz ve disiplinsiz olması düşünülebilir mi?
“Sana K ur’an’ı ok utac ağız ve s en onu unut mayacak s ın.” (A’lâ, 87/6) Ya bu ayete ne diyeceksiniz? Bahset-
tiğiniz gibi ayetin lafzını keçi yedi diyelim, Hz. Peygamber’in
bu ayeti unuttuğunu kim iddia edebilir?
Hani ayetler Hz. Peygamber tarafından numaralandırılmış ve surelere yerleştirilmişti? Keçinin yediği ayetin numarası kaçtı ve hangi suredeydi (!) Gördüğünüz gibi, ortaya konulan argümanlar kendi içinde çelişiyor. Çelişiyor çünkü
Kur’an’a uymayan, temeli olmayan, akılla bağdaşmayan, İslam’la örtüşmeyen tutarsız çıkışlar yapılıyor.
299
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Madem Hz. Ömer ayetin metnini hatırladı ve ezberinde
olduğunu da söyledi o halde ne diye Kur’an’a konmadı. Zira
Peygamberimiz irtihal ettiği zaman ayetler henüz Mushaf’ olmamıştı. Ayetlerin bir kitapta toplanması Hz. Ömer’in ısrarıyla
Hz. Ebu Bekir zamanında gerçekleşmiş ve Hz. Osman zamanında da çoğaltılmıştır.
“Ey İman Edenler! K endi evleriniz dış ındak i evlere, s ahipl erine haber verip iz in almadan, bir de ev
s ak inlerine s elam vermeden girmeyin!” (Nûr, 24/27)
Bakar mısınız bu ayete? Allah en ince ayrıntısına kadar davranış kurallarını bile vahiyle belirliyor.
Tekrar soruyorum: “Davranışlarımızı bile en ince detayına kadar bize öğreten Kur’an’a, -insanın taşlanarak öldürülmesi gibi- hayati bir meselede eksiklik izafe etmek doğru olur
mu? Böylesine ehemmiyetli bir ayetin kaybolması düşünülebilir mi?
İslam’da ceza konusu, hassasiyetine binaen, çok ağır
şartlara ve sorumluluklara bağlanmıştır. Öyle ki, cezanın verilmesi için şartların oluşması neredeyse imkânsız hale getirilmiştir.
İslam’a göre uygulanacak olan 100 sopa cezası ancak
dört kişi (Nûr 24/4), bir kimseyi kendisiyle evli olmadığı bir
başka kişi ile ilişkiye girerken yani erkeğin penisinin kadının
vajinasına girdiğini kesin görür de, bunu mahkemede hâkime
ittifakla anlatırlarsa uygulanır. Hatta aynı yatakta yattıkları
gözle görülürse bile birleşmeleri alenen görülmedikçe zina cezası uygulanamaz.
300
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Kur’an’ın, diğer bütün hukuki olaylarda istenen iki şahit
yerine bu olayda dört şahidi zorunlu kılması, mesnetsiz varsayımın kabul edilemez olduğunu göstermek içindir.
İnsan onurlu ve saygın bir varlıktır. Onun itibarı ve kredisi söz konusu oldu mu kılı kırk yarmak gerekir. Bu iş öyle
“Bele kadar ya da göğüslere kadar gömün ve taşlayarak öldürün!” demekle olmaz.
“K adınlarınız dan fuhuş yapanlara k arş ı aranız dan dört tanık getirin. Şahitler onların s uç iş lediğinden yana ş ahitlik yaparlars a, s uçlu k adınları ölüm
alıp götürünceye yahut Allah onl ara (tevbe etmeleri
s uretiyle) bir k apı açıncaya k adar evlerinde alık oyun.” (Nisâ, 4/15)
Tefsir otoriteleri, ayette geçen “fuhuş yapanlar” ifadesini “gayrimeşru ilişki -zinâ-” olarak yorumlamışlardır. İslam’ın başlangıç döneminde, zinâ yaptığı âdil bir delil ile ortaya çıkarılan kadın, evde hapsedilirdi. Ayetin ikinci cümlesinde geçen “Allah, onlara bir kapı açıncaya kadar evlerinde
alıkoyun.” ifadesi, bu durumla ilgili daha sonraki zamanlarda
gidişata göre yeni bir hükmün geleceği anlamını taşır. Nitekim
öyle de oldu ve aşağıdaki ayetler geldi:
“Suçl uların her ik is ini de (böyle) cez alandırın;
ama eğer ik is i de tevbe eder ve gidiş atlarını düz el tirlers e, onları k endi hal lerine bırak ın. Çünk ü Allah tevbeleri k abul edendir, rahmet k aynağıdır.” (Nisâ, 4/16)
Demek belli bir zaman geçtikten sonra kişilerin iyi hallerine
bakılarak yeni bir değerlendirme yapılabiliyor.
“Doğrus u, Allah’ın tevbeleri k abul etmes i, ancak bilmeyerek k ötülük iş leyen ve s onra z aman geçir-
301
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
meden tevbe edenlere mahs us t ur. Allah onlara rahmetiyle tek rar yönelec ek tir. Çünk ü Allah her ş eyi bilendir, hik met s ahibidir.” (Nisâ, 4/17)
Nûr Sûresi’nin 2. ayeti nâzil oluncaya kadar fuhuş yapan kadınlar konusunda Nisâ Sûresi’nin 15. ayeti esas alınmıştır. Ancak Nûr Sûresi’nin 2. ayeti nâzil olduktan sonra erkek olsun, kadın olsun, bekâr olsun, evli ya da dul olsun zinâ
eden herkese yüz sopa vurulması hükmü getirilmiştir.
Görüldüğü gibi Kur’an’da konuyla ilgili tek bir ayet vardır ve orada da taşlayarak öldürmekten değil, döverek cezalandırmaktan bahsedilir.
Eğer zinâ eden kadın ya da erkek recmedilseydi, Peygamber eşlerine hitap eden şu ayetin uygulaması nasıl yapılacaktı:
“Ey Peygamber Hanımları! Siz den k im açık (k anıtlanmış ) bir edeps iz lik (fuhuş ) yapars a, onun cez as ı
ik i k atına çık arılır...” (Ahzâb, 33/30)
Ayette cezanın iki katından bahsediliyor. İki katlı ölüm
olamayacağına yani bir insan iki defa öldürülemeyeceğine
göre bu ceza nasıl uygulanacaktı?
Ya aşağıdaki ayeti nasıl yorumlayacaksınız:
“Ancak tevbe edip k endini düz eltenler müs tes na. Çünk ü Allah, çok bağış layandır, çok merhamet
edendir.” (Nûr, 24/5)
Bu ayetle tevbeye bir kapı aralanıyor. Taşlayarak öldüreceğiniz insanın tevbe etmesini nasıl sağlayacaksınız? Ya da
bu ayetteki tevbe ifadesini kime göndereceksiniz, taş atanlara
mı (!)?
302
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Ayrıca namuslu kadınlara zinâ isnat edip de dört şahit
getiremeyenlere, yüzde yirmi hafifletilerek aynı cinsten cezanın verilmesi de manidardır.
“Namus lu k adınlara z inâ is nat edip s onra da
dört ş ahit getiremeyenlere s ek s en s opa vurun. Artık
onların (bundan s onrak i) ş ahitliğini as la k abul etmeyin. İş te bunlar, fâs ık (s apk ın) k ims elerdir.” (Nûr, 24/4)
Eğer zinâ fiilini işleyenlerin recmedilmesi gerekseydi iftira atanların da yüzde seksen oranında recmedilmesi gerekirdi. Böyle bir şey olamayacağına göre demek ki İslam’da
“recm” yoktur.
Bu ayetler gelmeden önce recm olayının doğruluğu iddia edilse de biz Kur’an’a göre hüküm vermek ve hareket etmek durumundayız. Kur’an’dan önceki kitaplara ya da geleneklere göre yaşamamız gerekseydi Kur’an gelmezdi.
Her konuda olduğu gibi, bu konuda da bizi bağlayan
tek kaynak Kur’an’dır.
“Biz yürürl ük ten k aldırdığımız veya unutturduğumuz herhangi bir mes ajı mut lak a daha iyis i veya
benz eri ile değiş tiririz . Allah’ın her ş eye k âdir ol duğunu bilmez mis in?” (el-Bakara, 2/106)
Bu ayette ortaya konulan gerçek, Tevrat ve İncil gibi
eski kitapların yerini Kur’an mesajının almasıdır.
Kur’an gelmekle diğer ilahi kitapların hükmü yürürlükten kaldırıldıysa da o kitaplardaki öğretinin bir kısmı, “(Al-
lah) K endis inden öncek i k itapları(n as ıllarını) tas dik
eden Hak K itap’ı s ana indirdi. Bundan önce de ins anlara doğru yolu gös termek için Tevrat’ı ve İncil’i de
indirmiş ti.” (A. İmrân, 3/3) ve “(Ey Muhammed!) K itap-
303
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
lar içinde o s ana vahyettiğimiz K itap (K ur’an), önündek ileri (k endis inden öncek i ilahi k itapları) doğrulayıcı olmak üz ere gerçeğin ta k endis idir. Muhak k ak k i,
Allah k ul larından haberdardır, her ş eyi görüp göz etendir.” (Fâtır, 35/31) ayetlerinde ifade buyrulduğu gibi
Kur’an’da yerini almış ama bir kısmı ise yeni hükümlerle ortadan kaldırılmıştır.
Vahyin iniş süreci boyunca, şartların ve sosyal hayatın
gelişiminin gereği olarak, zinâ edenlere verilecek olan cezanın
mahiyeti gibi yapılan kısmi değiştirmeler yararlı olduğu için
Hz. Allah, pedagojik bir eğitim metodu kullanarak insanlığın
maddi ve manevi gelişmesine göre yeni peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Bu ayette ve A. İmrân, 3/50’de görüldüğü
gibi öncekilere ait bazı hükümleri yürürlükten kaldırmıştır.
“Allah (önc ek i mes ajlarından) dil ediğini (toplumun durumuna göre) yürürl ük ten k aldırır, dilediğini
(ehemmiyetine binaen) bırak ır. Çünk ü vahyin k aynağı
O’nun k atındadır.” (Ra’d, 13/39)
Yukarıdaki örnek ayetlerden ilham alarak, sözde recm
ayetinin kaybolduğu iddiasında bulunanlara şunu sorabiliriz:
“Kur’an’dan sonra başka ilahi bir kitap gelmeyeceğine göre
kaybolduğu iddia edilen ayetler nereden bulunacak ve nasıl
hayata geçirilecek?”
“Zinâ ile ilgili ayetlerin gelişinden önce Hz. Peygamber’in recm konusunda uygulaması olduğu varsayılsa bile, gelen bu ayetler geçmişi bütünüyle kapatarak yeni bir sayfa açmamış mıdır? Madem aynı sistem devam edecekti daha sonra
gelen ayetler kimler ve hangi zaman için nâzil olmuştur?”
Gördüğünüz gibi recm iddiasını destekleyen ne bir ayet
ne de en küçük bir işaret Kur’an’da bulunmamaktadır. Öyle
ise zayıf rivayetlere ve uydurma hikâyelere dayanarak dünya
304
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
önünde İslam’ı zorba bir dinmiş gibi (haşa) göstermeye kalkmayın ve İslam dışı düzmece adetleri İslam adına insanlara
dayatmayın!
Yanlış anlaşılmaktan Allah’a sığınırım. Recmle ilgili
yaptığım bu çalışma, (maazallah) zinânın önünü açacak ya da
verilen cezayı hafifletecek bir yaklaşım içerisinde olduğum
şeklinde anlaşılmasın.
Tam tersi, bugün dünyanın başına gelen felaketlerin
ana sebeplerinden birinin zinâ olduğunu, neslin korunması ve
toplumun selameti için zinâya giden bütün yolların kapanması gerektiğini haykıranlardan biriyim.
Ama ben bir hakikati savunuyorum. İslam’ın hiç de hak
etmediği çirkin yorumların ve hurafelerin ortadan kaldırılması
ve ilim adamlarımızın kötü duruma düşürülen imajının düzeltilmesi için çalışıyorum. Bu konuda Kur’an çizgisinin dışına
çıkılmaması gerektiğine, Hz. Peygamber’e yakıştırılan hikâyelerle ve onun üzerinden uydurulan hadislerle İslam’ın karalanmaması gerektiğine vurgu yapıyorum.
Büyük haram diye tabir ettiğimiz yasakların en çirkini
ve en kabası hiç şüphesiz zinâdır. Bu konuda Nûr Sûresi’nin
3. ayeti sanırım en etkili mesajı vermektedir. Ayetin sonunda
zinâkâr insanların evlilikleriyle ilgili: “Bu tür evlilik ler
mü’minlere yas ak lanmış tır.” buyrularak, inanmış bir insan için zinânın asla düşünülemeyeceğine dikkat çekilmiştir.
Yani zinâkâr bir toplumla mü’min bir toplumun asla
aynı hayatı paylaşamayacağına vurgu yapılmıştır. Nitekim
zinâkâr bir toplumun soysuzlaşacağı ve soysuz bir toplumla
inananların bir arada olamayacağı Kalem Sûresi’nin 68/13.
ayetinde ayrıca işlenmiştir.
305
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Allah, insan hayatını olumsuz yönde etkileyen ve aile
düzenini sarsan bir eylem olması hasebiyle, zinâya götüren
bütün kapıların kapanmasını emretmiştir.
“Zinâya yak laş mayın! Çünk ü o, s on derece çirk in bir iş tir ve çok k öt ü bir yol dur.” buyrulmak tadır.
(İsrâ, 17/32)
Ayette geçen “Zinâya yaklaşmayın” ifadesiyle Allah,
yalnız zinâyı değil, aynı zamanda zinâya götüren ve cinsel arzuları körükleyen bütün eylemleri, cinsel iştahı kabartacak ve
edepsizliğe yol açacak bütün davranışları yasaklamıştır.
İslam, insanların fıtri isteklerine savaş açmaz ama onların edepsizlik ve fuhuş gibi çirkin davranışlara sürüklenmesine
müsaade etmez. Onların kişisel ve toplumsal davranışlarını bir
sisteme bağlayarak kontrol altına alır. Cinsel yozlaşmaları yok
edecek evlilik müessesesini daha güçlü hale getirir. Neslin bozulmaması, sağlıklı ve güvenli bir toplumun oluşması için kurallar koyar.
İslam herhangi bir konuda yükümlülük getiriyorsa ve
cezai müeyyide koyuyorsa onun mutlaka toplumu pozitif manada ilgilendiren bir karşılığı vardır.
Kur’an, temel evrensel ahlâki değerleri tehdit eden bütün edepsizlikleri ortadan kaldıracak koruyucu önlemler alır.
İnsanları suça iten nedenlerden toplumu arındırır. Ondan
sonra tertemiz bir hayat meydana getirmek için cezai yaptırımlar uygular. Bu yaptırımlarda caydırıcılık ve utandırmak temel maksat olarak düşünülür.
Dolayısıyla, Kur’an, zinâ suçuyla ilgili oldukça katı ve
spesifik düzenlemeler getirmiş ve ceza konusunda hükmünü
açıkça belirtmişken, “recm” İslam’ın ceza şekli olarak lanse
306
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
edilemez ve hiçbir şekilde de uygulanamaz. Bu konuda tarihin hangi döneminde olursa olsun örnek verilerek bir kıyaslama yapılamaz ve bir yargıya varılamaz.
Bu öyle füruattan (ikincil) bir mesele değildir. Burada
insanın hayatı söz konusudur. Ve bu konuda Kur’an son noktayı koyarak mevzuyu tartışmaya kapatmıştır. Kur’an’a rağmen bu konuyu hâlâ gündemde tutmak ve tartışma konusu
yapmak Kur’an mesajına gösterilebilecek en büyük saygısızlıktır.
307
308
Öleni Hatimle Cennete Göndermek,
Kadınlara Cenaze Namazı
Kıldırmamak,
Ölmekten Korkmak
İndirilen hatim, indiği yerden ölüyü çıkaramaz, herhangi bir
makama taşıyamaz. Öleni Allah’ın takdir ettiği makama çıkaracak
olan, hatmini yaptığınız Kur’an’ın mesajıdır ve bu mesaja olan sadakattir. Ölen kişi için bu fırsat kaçmıştır.
Ölünün yanında cenazeye gelenlere Kur’an okumak elbette
ki güzeldir ama olması gereken, ölenin, ölmeden önce Kur’an’ı okuması, anlaması ve yaşamasıdır.
Akıllı insanların, makul bir sonuç çıkaramadıkları tartışmalar için kullanılan güzel bir söz vardır: “Bir deli kuyuya bir
taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış.” Şimdi birisi kuyuya bir taş
atmış fakat diğerleri bunu çıkarmak yerine aynı kuyuya taş
atmaya devam etmiş. Öyle ki kuyu dolmuş, etrafa taşmış ama
insanlar ne yaptığını bilmeden taş atmaya devam etmiş. Bugün gelinen nokta da budur.
İslam adına birileri bir şeyler yapmış ama kimse çıkıp
bu yapılanların doğru olup olmadığını sorgulamamış ve o işi
yapmaya devam etmişler. İş öyle bir noktaya gelmiş ki din
adına yapılanlar ve yaşananlar gerçek dinin üzerini örtmüş.
309
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Hayatlarında Kur’an olmayan insanları öldükten sonra arkalarından okunan Kur’an metinleriyle kurtarmaya çalışmak da
böyle bir kuruntudur.
Hayatı inşa etmek için gönderilen Kur’an ile hayatında
hiç tanışmamış, bir araya gelmemiş, irtibata geçmemiş, dostluk kurmamış; ne olduğunu, nereden ve ne için geldiğini sormamış, sadece fotoğrafına bakarak tatmin olmaya çalışmış,
onu âdeta kendini rahatlatma aracı olarak kullanmış bir insanı, okuyacağınız birkaç sûreyle veya indireceğiniz hatimle
kurtaramazsınız. Zira indirilen hatim, indiği yerden ölüyü çıkaramaz, herhangi bir makama taşıyamaz. Öleni Allah’ın takdir ettiği makama çıkaracak olan, hatmini yaptığınız Kur’an’ın
mesajıdır ve bu mesaja olan sadakattir. Ölen kişi için bu fırsat
kaçmıştır.
Ayrıca ölümü beklenen kişiye, kolay ölsün ve öldükten
sonra kısa yoldan Cennete gitsin diye, yanında okuyacağınız
ayetlerle herhangi bir yardımda bulunamazsınız. Şu ayete dikkatle bakın:
“Bunlar, melek lerin iyi ins anlar olarak canlarını
aldık ları k ims elerdir. (Melek ler onlara:) ‘Sel am üz eriniz e ols un, yapmış olduğunuz iyilik lerin k arş ılığı olarak Cennet e giriniz !’ derler.” (Nahl, 16/32)
Bu ayette Allah, meleklerin, kimleri selamla karşılayacağını ve Cennetle müjdeleyeceğini bildiriyor. “Ölürken yanında Kur’an okunan kişinin canı selamla alınır” demiyor.
Hayatını iyiliklerle geçirmiş ve sâlih bir insan olarak yaşamış
kişinin canı selamla alınır ve Cennetle müjdelenir diyor.
Yanlış anlamayın, benim üzerinde durmak istediğim
ölüm döşeğinde olan kişiye Kur’an’ın okunması ya da okunmaması değil, Kur’an’ın yaşayanlar tarafından hayata geçirilmesinin sağlanmasıdır.
310
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Ölünün yanında cenazeye gelenlere Kur’an okumak elbette ki güzeldir ama olması gereken, ölenin, ölmeden önce
Kur’an’ı okuması, anlaması ve yaşamasıdır. Ölmek üzere olan
kişi için yükselttiğimiz feryadı, yaşayan insanın Kur’an’la olan
münasebeti için de yükseltirsek işte o zaman doğru olanı yapmış oluruz.
“Şüphes iz , ‘Rabbimiz Allah’tır.’ deyip de, s onra
dos doğru yolda yürüyenlerin üz erine melek l er iner ve
derler k i: ‘K ork mayın, üz ülmeyin, s iz e vaat edilmiş
olan Cennet’le s evinin. Biz dünya hayatında da, âhirette de s iz in dos tlarınız ız . Cennet’te s iz in için canınız ın çek tiği ve is tediğiniz her ş ey vardır. Çok bağış layan ve çok merhametli olan All ah’ın bir ik ramı olarak , orada s iz in canınız ın çek tiği ve is tediğiniz her ş ey
vardır.’” (Fussilet, 41/30-32)
İşte bu ayetler, insanın ölümünün ve ölümünden sonraki hayatının nasıl gerçekleşeceği keyfiyetini, dünyadaki yaşadıklarına bağlıyor.
“Rabbim Allah’tır!” diyen kişi, Allah’ın çizdiği yoldan
gitmek ve O’nun gösterdiği şekilde yaşamak durumundadır.
Yol bittikten ve yanlış yere geldikten sonra navigasyon kullanmanın bir anlamı olmaz.
“Biz böyle gördük, böyle biliyoruz ve bu düzenin de
böyle gitmesini istiyoruz! Yani babalarımızı bu kuyuya taş
atarken bulduk, biz de atmaya devam edeceğiz!” diyorsanız
Kur’an’la örtüşmeyen bir hayat yaşıyorsunuz ki; bu hayat sizi
iki cihan saadetine taşıyamaz.
Daha varlıklı olmak, daha lüks yaşamak, daha modern
ve konforlu bir hayata sahip olmak için günde kırk defa değişmeye çalışıyoruz da, hurafelerden ve zararlı inanışlardan
311
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
kopmak için neden bir gayret içerisine girmiyoruz? Dünyada
kullanmak için verilen aklımızı ne diye âhirete saklıyoruz?
Dünyalıklar konusunda, geçmişe bağlı kalmakla yetinmeyip her sahada ilerleme çabası içerisine giriyoruz da, dini
meselelerde gelenekçi anlayıştan neden bir türlü kurtulamıyoruz? Tatmin olmadığımız ve huzur bulmadığımız halde din
adına bize dayatılanları neden sorgulamıyoruz?
Kur’an’ın bir ismi de “Ruh”tur. “İş te s ana da böyle
emrimiz den bir ruh vahyettik .” (Şûrâ, 42/52) Onun ruh
oluşu, insanı muhatap aldığını ve onu değiştirerek hayatını
yeniden inşa etmeyi, yani onun için can olmayı amaçladığını
gösterir.
Kur’an’ı tanıtan ayetlere bir bakın; arkasından lafız tekrarı yapıldığı takdirde ölüye faydası olacak tek bir ayet ya da
küçük bir işaret görebilecek misiniz? İşte size Kur’an’ı tanıtan
ayetlerden bazı örnekler ve kıyaslamalar:
“Siz e apaç ık bir nur (olan K ur’an’ı) indirdik .”
(Nisâ, 4/174)
Bu nur, kabirlerimizi aydınlatmak için değil, hayatta
iken gönüllerimizi aydınlatmak ve aydınlanan gönüllerimizle
hayatımızı ve çevremizi aydınlatmamız içindir.
“Ey İns anlar! Muhak k ak k i s iz e Rabbiniz den bir
nas ihat, gönüllerde ol ana bir ş ifâ ve mü’minler için
bir hidâyet ve bir rahmet (olan K ur’an) gel miş tir.”
(Yûnus, 10/57)
Cesedimiz kabre konduktan sonra -depodaki insanın
Güneş’le olan münasebeti gibi- dışardan okunan Kur’an’la bir
yere varamayız. Hayatımızı Kur’an’la rahmete dönüştürmemişsek ve hidâyet üzere yaşamamışsak öldükten sonra doğru
yolu bulamayız.
312
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Gündüzün aydınlığında bulamadığınız bir şeyi gecenin
karanlığında hiç bulabilir misiniz? Hayatta iken bulmadığımız
ve bulmaya da çalışmadığımız Kur’an’ın mesajını öldükten
sonra nasıl bulacağız? Bulsak da nasıl yaşayacağız? Verilecek
mi bize yaşama imkânı?
“Furk ân’ı (hak ile bâtılı ayıran K ur’an’ı) k uluna
indiren (All ah) ne yücedir!” (Furkân, 25/1)
Öldükten sonra hak ve bâtıl arasında tercih yapma şansımız yok. O tercihi hayattayken yapacağız. Dünyadayken
hangisiyle yaşadıysak öldükten sonra da onunla yolumuza
devam edeceğiz. Dere geçerken at bile değiştirilmiyor da öldükten sonra batılı hakla nasıl değişttireceğiz?
“O gün, z alim k ims e parmak larını ıs ırarak : ‘Ne
olurdu ben de Peygamberle beraber bir yol tuts aydım
da k eş k e falanı dos t edinmes eydim! Yaz ık lar ol s un
bana! Andols un k i K ur’an bana geldik ten s onra beni
ondan o s aptırdı. Zaten ş eytan, ins anı (ayarttık tan
s onra) yal nız ve yardımcıs ız bırak ır.’ diyecek .”
(Furkân, 25/27-29)
Peygamberin öncülük ettiği doğru yoldan gitmek yerine, şeytanın kılavuzluk yaptığı ve şeytanlaşmış insanların rol
model olduğu batıl yoldan giderek ömrümüzü tamamladıysak
gideceğimiz yer bataklıktır, karanlıktır. Arkamızdan okunacak
bu ayetler yolumuzu değiştirmez, bataklığı bahçeye, karanlığı
aydınlığa dönüştürmez.
“Topluca Allah’ın ipine (K ur’an’a) s arılın!” (Âl-i
İmrân, 3/103)
Öldükten sonra Allah’ın ipine yani Kur’an’a sarılmak istesek de sarılamayız. Çünkü ipin ucu kaçmıştır. Zamanında
ipe sarılmışsak, düşmekten korkmayalım. Zira gittiğimiz yerde
313
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
düşme tehlikesi olmayacaktır. Ama Allah’ın ipi yerine şeytanın yularına sarılmışsak, o yuların bizi nereye savuracağı bellidir.
“İş te benim doğru yolum budur (K ur’an’dır)...”
(En’âm, 6/153)
Artık iş işten geçmiştir. Yol doğru olsa ne olur, eğri olsa
ne olur? Hayatta iken yaşadığımız yol doğru ise, doğru Cennete... Ama eğri ise, gideceğimiz yer de eğridir. “Allah rahmet
sahibidir!” diyerek kendimizi avutmayalım! Zira Allah bize
Kur’an’ı göndererek rahmetini tecelli ettirmiş ve yollarını da
göstermiştir. Ondan sonraki rahmet bize aittir. Biz kendimize
acımıyorsak yani kendi nefsimize zulmediyorsak Allah ne
yapsın bize? Zorla cennete mi koysun?
“...(K ur’an) yol gös terici ve müjdeleyici ol arak
inmiş tir.” (el-Bakara, 2/97)
Müjde zamanı geçti. Eğer gösterdiği yoldan gitmişsek,
yukarıda Nahl Sûresi’nden verdiğim örnek âyette buyrulduğu
gibi, zaten ölürken Cennet müjdesini alacağız. Böyle bir
müjde ile karşılanmayacaksak, beklememiz beyhude olacak;
çünkü ikinci bir sürpriz olmayacak.
“Ayet leri açık lanmış , Arapça olarak ok unan bir
k itaptır (K ur’an)...” (Fussilet, 41/3-4)
Ayetlerin açıklanmış olması ya da olmaması artık bizi
ilgilendirmeyecek, çünkü okuma imkânı olmayacak. Sadece
geride bıraktığımız insanlar Kur’an’dan Arapça metinler okuyarak bizleri kurtarmaya çalışacak. Cankurtaranlar, canlı insanları kurtarır. Ölenlerin cesedini bulmak dalgıçların işidir.
Bizim Kur’an’la kurtuluşumuzun zamanı geçmiş olacak. Artık
ondan sonra kıyâmet meleklerinin elinde olacağız. Ne yapa-
314
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
cağımız ve öldükten sonraki hayatımıza nasıl devam edeceğimiz, onlara teslim edeceğimiz amel defterlerimize (hard disklerimize) bağlı olacak.
Kadınların Cenaze Namazı Kılması
Sadece duadan ibaret olan Cenaze Namazı, kadın olsun, erkek olsun, her Müslüman için zorunlu bir ibadettir. Bunun zorunluluğu, Allah’ın sınırsız rahmetinin tecellisinin bir
sonucudur. Kulunun bağışlanmasını isteyen Allah, bir sorumluluk projesi olarak, inananların birbirlerinin bağışlanması için
yükümlülük almalarını, dünyadaki yardımlaşmalarının son
örneğini Cenaze Namazı (duası) ile göstermelerini istiyor.
Cenaze Namazını neden sadece erkekler kılar, bunu
anlamak mümkün değil! Oysa namazdan önce, ölen kişinin
durumu hakkında cemaatten şahitlik istenir ve helallik alınır.
Soruyorum size: Ölen kişi kadınsa, erkeklerin kadın hakkındaki şahitliği doğru mudur? Nereden bilebilirsiniz iyi ya da
kötü bir insan olduğunu?
Kadınların vermesi gereken kararı ne diye siz veriyorsunuz? Eşinizin (karınızın) şahit olduğu bir olay için, mahkemede kocası olarak şahitlik edebilir misiniz? O halde hangi
hakla karınızın şahitlik etmesi gerekirken, tanımadığınız bir
kadın için şahitlik ediyorsunuz?
Ya helalleşmeye ne diyeceksiniz? Kadınların daha çok
birbirleri üzerinde hakları vardır. Dolayısıyla, ölen kadına haklarını helal edecek olan, öncelikle hemcinsleridir...
Peki, siz hiç görmediğiniz, hiç tanımadığınız bir kadınla
ilgili olarak hak beyanında nasıl bulunuyorsunuz? Size ait ol-
315
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
mayan bir hakkı helal etmekle, kadınların hakkı da helal edilmiş oluyor mu? Diyeceksiniz ki: Bu iş cenaze evden çıkmadan
yapılıyor! Peki, namaz da evde eda ediliyor mu? Çünkü esas
olan namaza (toplu duaya) katılmaktır.
“Cenaze Namazı bir duadır.” dedik. Ölen bir kadına,
hemcinsinin dua etmesiyle erkeğin dua etmesi aynı olamaz.
Çünkü birbirlerinin yakını, dostu, arkadaşı olan kadınlar, aralarından ayrılan kardeşleri için daha içten dua ederler, daha
samimi yakarışta bulunurlar, namazı daha yürekten eda ederler. Kadınların ölen kadın kardeşlerinin cenaze duasına katılamaması kadar büyük bir haksızlık olabilir mi?
Yeri gelmişken bir hususa değinmeden de geçemeyeceğim: Cenaze namazlarında yapılan duanın mutlaka anlaşılır
olması gerekir. Aksi halde ölen kardeşiniz için görevinizi yapmış olamazsınız. Bakmayın, Cenaze Duası diye, Arapça klasik
duaları size dayatmalarına! “Standart Cenaze Duası” diye bir
şey olmaz. Herkes, ölen kardeşine nasıl isterse, o şekilde
kendi diliyle dua eder.
“Yok efendim, Cenaze Duasını bilenler duayı, bilmeyenler dua niyetine Fâtihayı okusun!” deniyor. Böyle bir akıl
tutulması olabilir mi? Dua niyetine Fâtiha nasıl okunur?
Fâtiha zaten duadır fakat hayatta olan insanların, doğru yaşamaları adına kendileri için yapmaları gereken bir duadır.
Ölen insana bunun nasıl bir faydası olabilir? Ayrıca yemek
niyetine su içmek, su niyetine yemek yemek olabilir mi? Ankara niyetine Samsun’a gidebilir misiniz? Dua duadır. Dua etmek isteyen insanları illa da Arapça olacak diye neden Fâtihayı okumaya zorluyorsunuz?
Arapçanın sizden çektiği nedir? Kur’an Arapçadır diye
her şeyi Arapça mı yapacaksınız? Bilmediğiniz bir dille nasıl
dua edersiniz? Hz. Peygamber, dualarını Arapça kutsal bir dil
316
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
olduğu için değil, o dili konuştuğu için Arapça yapıyordu.
Yani sünnet olan, duanın Arapça olması değil, dua edenin,
duasını kendi diliyle yapmasıdır.
Bırakın insanları, kadın erkek ayrı saflarda namazlarını
eda etsinler; ölen kardeşleri için, içlerinden geldiği gibi niyazda bulunsunlar. Olması gereken de budur. Bu şekilde
olursa, cenaze namazları daha feyizli ve daha anlamlı olur.
Ölmekten Korkmak
Madem dünya sıkıntıların, ahiret ebedi istirahatin yeridir o
halde ölmekten ne diye korkuyoruz? Ölen kardeşlerimiz için “ebedi
istirahatgâhına uğurlandı” demiyor muyuz? Madem istirahat etmeye gideceğiz ölümden bu kaçış neyin nesidir? Yoksa yalanla kendimizi mi aldatıyoruz?
“İnsan uykudadır, öldüğü zaman uyanacaktır.” Hz. Ali
Ölümü öyle korkunç bir hâle getirmişler ki, sanırsınız
ölen insanı mezara canlı olarak gömüyorlar ve Kıyâmete kadar da o daracık ve karanlık yerde canlı olarak hayatına devam edecek.
“Kabir Âlemi” bölümünde anlattığım gibi, ölen insanın,
gömüldüğü yerle hiçbir bağlantısı yoktur. Sadece aslı toprak
olan insanın, bedeninin aslına yani toprağa dönmesi vardır.
İnsanın özü ruhtur. Ruh, Allah’tan gelmiş ve Allah’a dönecek.
Ve insan, ruhuyla Allah’ın belirlediği bir âlemde hayatına devam edecektir. “Biz anc ak Allah iç in varız ve biz s onunda O’na dönec eğiz .” (Bakara, 2/156)
317
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Onun için ölümden asla korkmamalıyız. Hatta iyi ve
faydalı bir insan olarak yaşamışsak, Emr-i Hakk’ın vaki olacağı günü heyecanla beklemeli, “göçebe hayatı bitiyor ve gerçek hayat başlıyor” diye de sevinmeliyiz.
Madem dünya sıkıntıların, ahiret ebedi istirahatin yeridir o halde ölmekten ne diye korkuyoruz? Ölen kardeşlerimiz
için “ebedi istirahatgâhına uğurlandı” demiyor muyuz? Madem istirahat etmeye gideceğiz ölümden bu kaçış neyin nesidir?
Şöyle bir düşünün: En çok korktuğunuz ölüm hâlini sürekli bir şekilde yaşamaktasınız. Uyuyan insan her gün 7-8
saat küçük ölümü yaşamaktadır. Ölüm, uykunun farklı bir
versiyonu ve biraz daha derinidir. Ancak ölümle final yaparak
göç ettiğiniz hayat, yaşadığınızdan daha gerçek ve daha cazip
olacaktır.
Hz. Ali’nin dediği gibi: “İnsan uykudadır, öldüğü zaman
uyanacaktır.” Onun için kısa ve geçici olan dünya hayatını
efsaneleştirmeyelim ve bütün bir hayatı, o seksen yıla hapsederek heba etmeyelim! Nerede ne kadar kalacaksak orası için
o kadar çalışalım.
Yaşam güzeldir ama ölüm yaşamdan daha güzeldir.
Çünkü öldükten sonraki hayat -eğer elde edebilirsek- hem
daha güzeldir, hem de süreklidir. Ölümle hayatın çok az bir
bölümü sona erer. Bu bölüm sorunlu ve zordur. Bu zorunlu
bölümden sonra yeni hayatın kapısı açılır. Esas mesele,
ölümle başlayacak olan yeni ve ebedi hayatın hazırlıklarının
tamamlanmış olmasıdır.
Her yıl daha da büyük bir heyecanla hayata bağlanmak
adına, doğduğumuz günleri “doğum günü” adıyla kutlamaya
çalışırız; hayata yeni ve farklı bir yüzle devam etmek isteriz;
318
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
değişik hedefler koyarak ve farklı hayaller kurarak, yeni bir
sayfa açmaya gayret gösteririz...
Oysa kutladığımız her doğum günü bizi ölüme bir yıl
daha yaklaştırmaktadır. Çünkü doğduğumuz günden ne kadar uzaklaşırsak öleceğimiz güne o kadar yaklaşırız. Onun için
bu günlere “ölüme yaklaşma günleri” desek daha doğru olur.
Aslında olaya biraz daha nesnel bir yaklaşımla bakarsak, doğum günü diye bir şeyin olmadığını göreceğiz. Çünkü
insan doğmaz ve ölmez. Doğan da, ölen de bedendir.
İnsan, tıpkı Güneş gibidir. Doğduğunu ve battığını sandığımız Güneş, sadece bulunduğu yerde döner. Dünyanın
dönüşüne bağlı olarak Güneş’in doğduğunu ve battığını sanırız. Oysa doğan da, batan da yoktur. Görünen ve görünmeyen vardır. Doğum ve ölüm dediğimiz şey bir bedeni giymemiz ve o bedeni çıkarmamızdır. Bu gezegende yaşamak için
bu bedene giyeriz, ayrılmak için de bu bedeni çıkarırız. Oysa
hayat devam ediyor. Doğan da, ölen de yoktur; gelen ve giden vardır.
Tekrar konumuza dönelim:
Gelenekçi anlayıştan kopmadan, cenaze kültürünüzün
İslamileşmesi, kadınların Cenaze Namazına başlaması ve
ölümle ilgili kanaatlerinizin değişmesi mümkün olmayacaktır.
Yapacağınız değişiklikler dinde değil, dinleştirilen âdetlerde
olacaktır. Bu konuda korkmayın, cesur olun ve yılmayın. Üzerinizdeki ölü toprağını atarak, Allah’ın rahmetine sarılın. İnşallah önünüz açılacaktır.
Özellikle ülkemizin Güneydoğu Anadolu bölgesinde,
her yıl onlarca insan töre ve gelenekler yüzünden ölüyor, öldürülüyor. Şimdi töre yanlışsa, siz bu yanlışta ısrar edip insanları öldürmeye devam mı edeceksiniz?
319
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Hep geçmişe bağlı kalırsak, gelecekle ilgili güzel şeyler
ortaya koyamayız. Geçmişle geleceği birleştiren bir konsept
ortaya koymalı ve geçmişe bakarak gelecekle ilgili planlar
yapmalıyız.
Geçmişe giderek bağ-bahçe alıp ekemezsiniz ama ekim
konusunda geçmişin deneyiminden istifade edebilirsiniz;
dükkân açıp para kazanamazsınız ama para kazanmak konusunda tecrübenizi genişletebilirsiniz; okula gidip meslek sahibi
olamazsınız ama meslek sahibi olmak için okumanın gerekliliğine inanırsınız; tatile gidip dinlenemezsiniz ama dinlenmek
için tatilin lüzumlu olduğunu anlarsınız.
Ayrıca, madem aklımızı kullanmayacak ve ecdadımızın
aklıyla yaşayacaktık, o halde Allah neden bize de aynı akıldan
verdi? Eğer aklımızın kendiliğinden işlediğini düşünüyorsak,
Allah ne diye aklın kullanılması konusunda sık sık uyarıda bulunuyor? Demek ki akıl sahibi olmakla aklı kullanmak aynı şey
değildir. Paranız olur ama kullanmasını bilmediğiniz için çok
yoksul ve sefil bir hayat yaşayabilirsiniz. Onun için yukarıdan
beri anlatmaya çalıştığım konularda aklımızı kullanmalıyız;
duyduklarımızı, inandıklarımızı, yaşadıklarımızı sorgulamalıyız.
Ölüm, dünya ile âhiret arasında çok hassas bir çizgidir.
Allah, Kur’an’da üç ayrı yerde de ölümden bahsederken
“Her canlı ölümü tadacak tır.” (A. İmrân, 3/185; Enbiyâ,
21/35; Ankebût, 29/57) şeklinde bu hassas çizginin, tadımlık
bir an olacağına vurgu yapıyor.
Anestezi alanlar verilen ilacın tesiriyle kısa zamanda tatlı
bir uykuya geçerler. Aynen bunun gibidir ölüm. Ölen insan
da geçici bir sarhoşlukla hayat değiştirir. Dünyalık cesedini bırakarak, gerçek hayata doğru yola girer.
320
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Anestezi alanla ölen arasındaki tek fark, anestezi alan
uyandığı zaman hayatını kaldığı yerden sürdürür ama ölümle
uyanan, hayata başka âlemde devam eder.
Dünya ve âhiret bir bütündür. Biri doğu, diğeri batı gibidir. Bu bütünün efendisi olarak her ikisinin de hakkını vermemiz gerekir. Birine yaklaşınca, diğerinden uzaklaşırız. Ama
devamlı Güneş’e doğru yönelirsek, hem dünyayı turlamış
hem de karanlıkta kalmamış oluruz. Onun için bizi karanlıktan
kurtaracak, dünya ve âhiret dengesini sağlayacak şekilde istikametimizi belirleyecek olan Kur’an Güneşini iyi takip etmeliyiz! “O, s iz i melek leri eş liğinde üz eriniz e indirdiği
(vahiyle) des tek leyip dimdik ayak ta tutar k i, bu s ayede s iz i k aranlık lardan aydınlığa çık ars ın. O,
mü’minler için s ınırs ız bir rahmet k aynağıdır.” (Ahzab,
33/43)
Ölümün acı olmasını istemiyorsak boğazı, denizi, ormanı, gölü değil; Cenneti gören bir evimiz olsun. Evimiz geniş
olsun, güzel olsun ama Cennetten daha çekici olmasın. Dolu
ve doğru bir hayatımız olsun ama günahlarla değil.
321
322
Kabir Âlemi,
Sual Melekleri (Münker ve Nekir),
Ölüye Telkin Vermek
Kabre girenlerin âlemi kabirse, kabre girmeyenlerin âlemi nerededir?
Ölüye telkin vererek, ölen bir insanın bilmediği bir dille Allah’a karşı kopya çekmesini nasıl hazmedersiniz?
Kabir âlemi konusunda sağlıklı bir sonuca varabilmek
için ruhu, ölümü ve ölümden sonrasını diğer mevzularda olduğu gibi ayetler ışığında ele almak gerekiyor.
Kıyâmet kopmadan, diriliş gerçekleşmeden, Hesap
Günü gelip çatmadan ölen insanın, bedeni kabre konur konmaz Rabbi, dini ve peygamberi hakkında sorular sorularak
ifadesinin alınacağını ve arkasından vereceği cevaba göre
Cennete ya da Cehenneme gönderileceğine iddia etmek
doğru olmaz.
Ölenlerin sadece Kıyâmetten sonra dirileceği Kur’an’da
açık seçik ifade edilmişken, mezarda ruhla bedeni tekrar birleştirerek Sual Melekleri’nin karşısına dikmek ve bunu da bir
iman mevzusu yapmak dine saygısızlık olur.
323
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Kabir Azabı ve Sual Melekleri’yle ilgili son derece çeşitlilik gösteren görüşler bulunmaktadır. Özellikle ruhun bedeni
terkinden sonra ne olup bittiği konusunda değişik yorumlar
yapılmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:
1. “Ölen insan, ruh ve bedenin tekrar birleşmesiyle
mezarda dirilir. Münker ve Nekir meleklerinin sorularına muhatap olduktan sonra tekrar ölür ve vereceği cevaba göre ruh Cennete ya da Cehenneme
gönderilir...”
2. “Ölen insanın ruhu, öldüğü andan itibaren dirileceği güne kadar dondurulur. Olup bitenden, yakınlarından, mezarından haberi olmaz...”
3. “Ölen insanın ruhu bedenden ayrıldıktan sonra dirileceği güne kadar dünyada yaşadıklarına bakılarak ya cennet bahçesinde ya da cehennem çukurunda hayatına devam eder...”
Yapılan bu yorumları değerlendirebilmek için ruhla ilgili düşündüklerimizi ya da bilebildiklerimizi, ruh-beden ilişkisini -kısa da olsa- gözden geçirmek gerekir diye düşünüyorum.
İnsana hayat veren, onunla yaşayan, düşünen, anlayan, idrak eden, akıl yürüten ve onu bir kişi/şahıs haline getiren manevi varlığa ruh diyoruz. Ruh, bu manada aklın erdiği
bilgileri anlayan, duyu organlarından beyne gelen hisleri alan
ve kavrayan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idare
eden, kullanan bir güçtür.
Basiret, zarafet, nezaket, nezahet, vakar, tevazu, onur,
şeref, ar, namus, edep, hayâ, haysiyet, iffet, fazilet, doğruluk,
sevgi, saygı gibi hasletleri bünyesinde barındıran ruhtur.
Bu anlamıyla ruh, insanı diğer canlılardan ayıran, ona
bilincini kazandıran ve insan olma özelliklerini bünyesinde
324
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
barındıran, ölüm hadisesinden sonra da varlığını devam ettirecek olan metafizik bir enerji formudur.
Kur’an, ruhun mahiyeti hakkında detaya girmemiş ve
açıklayıcı herhangi bir bilgi de vermemiştir.
“Sana ruh hak k ında s oru s oruyorlar. De k i: Ruh,
Rabbimin bileceği bir ş eydir. Onun hak k ında s iz e çok
az bilgi verilmiş tir.” (İsrâ, 17/85)
Ayette sözü edilen “çok az bir bilgi” ruh kavramıyla ilgili
yukarıda da anlatmaya çalıştığım yoruma açık ufak tefek bilgilerdir. Bu konuda Hz. Peygamber de hikmetine binaen detaya girmemiştir.
Dinde insanın maddi olmayan tarafı ya da özü olarak
tanımlanan ruh, genel anlamda bireysellikle eşanlamlı olarak
değerlendirilir ve kişinin ilahiliğe iştirak eden kısmı olarak tarif
edilir. “Ona ş ek il verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim
z aman...” (Hicr, 15/29) ayetinde ifade edildiği gibi, ruhun
insanın hayat bulması için Allah tarafından ona üflenen bir
enerji olduğu anlatılır.
Ruh kavramının dinden dine, felsefeden felsefeye, kültürden kültüre geniş ölçüde çeşitlilik gösterdiği görülmektedir.
Fakat birçok dini ve felsefi gelenekte ruhun her canlı oluşumun özünü içeren, kendine has bir varlık olduğu ve insanın
temel unsurunun ruh olduğu kabul edilir. Böyle olunca da bedenden çok ruha ağırlık verilir.
Yeri gelmişken ruh ve beden ilişkisine değinmeden geçmek istemiyorum. Çünkü her ikisi de insan için olmazsa olmazdır ve ruh asıl olmakla beraber beden de bu aslı taşıyan
unsurdur.
325
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Bu itibarla, insanın bedeniyle ve ruhuyla bir bütün olduğu bilinmelidir. Dolayısıyla bu bütünün parçalarına, durumlarına göre değer vermeli, hizmet etmeli, onları beslemeli
ve canlı tutmalı.
Bazı insanlar uydurma dini gerekçelerle çilecilik adına
bedenlerini aşağılarlar ve bedene eziyeti dindarlık olarak telakki ederler. Oysa bu son derece yanlıştır ve ahmakça bir uygulamadır. Bedene eziyet ederek Allah’ı memnun etmek olacak iş midir?
Evet, insan sadece bedenden ibaret değildir ama bedensiz de değildir. Beden sayesinde dünyadaki hayatını
idame ettirir.
Beden tıpkı araba gibidir. Arabanıza gösterdiğiniz özenin onlarca katını bedeninize göstermelisiniz. Çünkü o sizi sadece taşımakla kalmaz, aynı zamanda yaşamanızı sağlar ve
geleceğe hazırlanmanız için sorumluluk alır.
Ruhu ihmal edip de sadece bedene hizmet eden kişi de
sefaletten kurtulamaz. Çünkü bedenin aslı topraktır, toprak
süfliliğe hazımlıdır ama ruhun kaynağında sefalete yer yoktur.
Hayatı maddeden ibaret görenler ruhun varlığına inansalar da kendilerini sadece bedenden ibaret sanırlar ve bu insanlar farkında olmadan materyalist düşüncenin etkisinde hayatlarını mezarda geçirirler. Mezardan kurtulmak, ruhun varlığına ve onun bedenden çok daha üstün bir varlık olduğuna
inanmaya bağlıdır.
Ayna sadece bedeninizin dış yüzeyini gösterir, gerçek
yüzünüzü gösteremez. Ultrason insan vücudunun içinde olup
bitenleri gösterir ama gerçek kimliği konusunda bilgi veremez.
326
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
MR vücudunuzun herhangi bir bölgesine ait kesitin görünümünü ortaya koyar ama kafadan geçen ve geçirilenleri bilemez...
Ekokardiyografi yoluyla biyolojik kalbin içyapısını ve işlevini incelersiniz ama gerçek kalpten nelerin geçtiğini bilemezsiniz. Yani göremediğiniz, bilemediğiniz, fark edemediğiniz bu duyguları yaşayan birisi vardır ve o da ruhtur. Onu anlamak ve ona hizmet etmek önemlidir...
Kabir Âlemi
Genel itibariyle insan hayatında iki âlem vardır. Bunlardan biri dünya, diğeri âhirettir. Kabir Âlemi dedikleri, aslında ruhlar âlemidir. Bedenler çürüyüp toprak olduğu ve ruhlar baki kaldığı için insanın dirileceği güne kadar ruhların bulunduğu yere “Ruhlar Âlemi” denmektedir.
İnsanlar, daha çok bedenleriyle haşir neşir oldukları
için, öldükten sonra cesetlerinin defnedildiği zamandan bir
daha dirilecekleri güne kadar olan zamana “Kabir Âlemi” diyorlar.
“Kabir Âlemi” diye anlatmaya çalıştığınız zamana,
dünya ve âhiret hayatı dediğiniz gibi, “Kabir Hayatı” diyemezsiniz. Çünkü kabir hayatı diye bir hayat yoktur. Sadece
ölen insanın cansız bedeninin konulduğu bir yer vardır.
Kur’an’da kabirden bahseden örneklerin hiçbirinde kabir hayatından söz edilmez. Bilakis kabirde hayatın olmadığından söz edilir. Nitekim “Sen k abirdek ilere iş ittiremez s in.” (Fâtır, 35/22); “K âfirlerin mez ardak ilerden ümit-
lerini k es tik leri gibi âhiretten ümitl erini k es miş lerdir.” (Mümtehine, 60/13) ayetleri de bu gerçeği doğrulamak-
tadır.
327
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Aşağıda vereceğim örneklerin bir kısmında ölen insanların cesetlerinin gömülü olduğu yerden bahsedilirken, diğer
bazı örneklerde yeniden diriliş için insanların cesetlerinin bulunduğu yerden dirilerek çıkışları anlatılır.
Bu diriliş mezarda bulunan ruhun kaldığı yerden hayata devam etmesi değil, çürüyen cesetten geri kalan ve insan
bedeninin özünü oluşturan “kuyruk sokumu” anlamındaki
“acbü’z-zeneb” denen maddeden/atomdan bedenin oluşarak
tekrar ruhla buluşmasıdır.
Beden, bütünüyle çürüyüp toprağa karışsa da bedenin
özü durumunda olan acbü’z-zeneb, ilk zamanki gibi tazeliğini
korur. İlk yaratılışta olduğu gibi ikinci yaratılışta da beden bu
özden meydana gelir.
Hz. Peygamber’in hardal tanesine benzettiği acbü’z-zeneb, hadisçiler tarafından insan bedeninin bütün özelliklerini
ihtiva eden kuyruk sokumu olarak açıklanmıştır. Bu konuda
rivayet edilen en muteber iki hadis şöyledir:
“Sonra Allah gökten bir (hayat) suyu indirir ve bu sayede ölüler, bitkinin yerden bitişi gibi (kabirlerinden) çıkarlar.
İnsan cesedi bütünüyle çürüyüp yok olur, ancak acbü’z-zeneb
müstesna, insanlar bundan yaratılır.” (Buhârî, Tefsîr 39/3,
78/1; Müslim, Fiten 141; İbn Mâce, Zühd 32)
“Toprak insanoğlunun acb dışındaki bütün cesedini yiyip tüketir. İnsan acb’den yaratılmıştır; tekrar ondan meydana
getirilecektir.” (Müsned, II, 322, 428; Müslim, Fiten 142; Ebû
Dâvûd, Sünnet 24)
Hadis’te geçen “acb” kelimesi “her şeyin son kısmı” anlamına gelmektedir. “Kuyruk” anlamına gelen, aynı zamanda
“bir şeyin sonu ve ucu” demek olan “zeneb” kelimesiyle birleştiğinde “acbü’z-zeneb” olur ve “kuyruk sokumu” anlamına
gelir.
328
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Kur’an’da kabir/mezar anlamında tekil ve çoğul olarak
geçen kelimelerin bulunduğu ayet sayısı on birdir. “Kubûr”
beş, “ecdâs (kabirler)” üç, “kabr” iki, “mekâbir” bir yerde geçer.
Kubûr: Hac, 22/7; Fâtır, 35/22; Mümtehine, 60/13; İnfitâr, 82/4; Âdiyât, 100/9
Ecdâs: Yâsîn, 36/51; Kamer, 54/7; Meâric, 70/43
Kabr: Tevbe, 9/84; Abese, 80/21
Mekâbir: Tekâsür, 102/2
Kabri anlatan bu ayetlerin hiçbirinde kabir hayatından bahsedilmez.
Ölen İnsanın Mezarda Dirilmesi ve
Sual Meleklerinin (Münker ve Nekir) Gelmesi
“Ölen insan ruh ve bedenin tekrar birleşmesiyle mezarda dirilir!” tezini savunanlar: “(Onl ar da) ş öyl e derler:
‘Ey Rabbimiz ! Biz i ik i defa öldürdün, ik i defa da dirilttin. Günahlarımız ı k abulleniyoruz . Şimdi (bu at eş ten) bir çık ış yolu var mı?’” (Mü’min, 40/11) ayetini esas
alırlar ve ayette geçen “iki defa öldürdün, iki defa dirilttin”
ifadesinin, kabirdeki dirilmeyi ve arkasından ikinci kez ölmeyi
anlattığını iddia ederler.
Oysa bu tez, el-Bakara Sûresi’nin 2/28. ayetiyle tamamen çürütülmektedir: “Allah’ı nas ıl ink âr edebilirs iniz
k i? Siz ler ölü (yok ) halde idiniz , diriltti (yok tan var
etti) s iz i. Sonra öldürecek , yine diriltecek (s iz i), s onra
da O’nun huz uruna götürülecek s iniz .”
329
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Bu ayette geçen birinci ölümün, insanın dünyaya gelmeden önceki durumu; birinci dirilişin, dünyaya gelişi; ikinci
ölümün dünyadan gidişi ve ikinci dirilişin ise âhiretteki dirilişi
anlattığı açıkça anlaşılmaktadır.
“Allah, onu hangi ş eyden yarattı (hiç düş ünmez
mi)? Bir nutfeden (s permadan) yarattı da ona (en güz el s urett e) ş ek il verdi. Sonra da ona (yaş ayıp geçinme, anlayıp inanma) yolunu k olaylaş tırdı. Sonra
onu öl dürdü ve (ces edini) k abre gömdürdü. Sonra, dilediği z aman onu tek rar diriltecek .” (Abese, 80/18-22)
Bu ayetlere baktığınız zaman da, insanın dünyaya gelişinden itibaren dirileceği güne kadar anlatılan safhalarda, kabirde dirilişin olmadığını göreceksiniz:
Âhirette, Cennet ehli birbirlerine şöyle söylerler: “Pek i,
biz artık ölmeyecek miyiz ? İlk ölümden baş k a ölmeyeceğiz ve az aba da uğratılmayacağız , değil mi?”
(Sâffât, 37/58-59)
“Siz i yaratan, s onra öldüren ve s onra tek rar diriltecek olan O’dur. Hiç k uş k us uz ins an pek nank ördür.” (Hac, 22/66)
Bu ayetlerden de anlaşılıyor ki dünyaya geldikten sonra
insan sadece bir defa ölecek ve arkasından da sadece âhirette
dirilecektir.
Eğer sanıldığı ya da iddia edildiği gibi ölen insan gömüldüğü yerde azap görseydi, o zaman denizde kaybolanlar
ve cesetleri ateşle yakılanlar bu azaptan kurtulmuş olacaklardı.
Ayrıca, sorulara cevap verildikten sonra tekrar ölümün
gerçekleşeceğini iddia edenler, diğer taraftan kabir azabının
cesetle birlikte yaşanacağını söylüyorlar.
330
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Hatta bu konuda Hz. Peygamber’in bir kabristanlıktan
geçerken, oradaki kabir ehlinin azap seslerini duyduğunu savunuyorlar. Aslında bu savın doğru olup olmadığını tespit etmek çok kolaydır. Mezara ışıklı kamera yerleştirirsiniz ve
içerde olup bitenleri pek ala takip edebilirsiniz.
Organ naklinin hızla geliştiği ve kabul gördüğü çağımızda kalp, karaciğer, böbrek, kornea ve pankreas nakilleri
yapılıyor. Kabirde ruhla cesedin tekrar bir araya geldiği tezine
inananlara sorarım: “Ölen insanın cesedi mezara girdikten
sonra ruhla birleşince nakledilen uzuvlar hangi ruhun kontrolüne veriliyor?”
Eğer mezarda ölen insanın cesedi ruhuyla birleşerek kabir hayatı denen bir hayat başlıyorsa, nakledilen kalp başkasında yaşarken onun yerine kimin kalbi azap görüyor? Vücudun diğer uzuvları azap görürken nakledilen uzuvlar bir başka
bedende azap görmeden hayatlarına devam ediyor... Böyle
bir şey olabilir mi?
Aslında mezar hayatına inanan insanların inancı, bundan yaklaşık beş bin sene önce yaşayan Mısır firavunlarının
inancıyla örtüşüyor. Onlar da insan hayatının öldükten sonra
kabirde/mezarda devam ettiğine inanıyorlardı. Bunun için
dünyanın en güvenli yapıtları olan piramitleri inşa etmişlerdi.
Bundan beş bin yıl önce firavun ve kraliçeleri defnetmek için her biri iki ton ağırlığında, bin kilometrelik mesafeden taşınan ve sekiz yüz milyon kaya parçasından oluşan, altısı küçük, üçü büyük toplam dokuz piramit inşa ettiler. Ortalama yüz otuz yıl devam eden çalışmada yüz binlerce köle çalıştırıldı ve her gün yüzlerce köle bu ağır yükün altında can
verdi. Ölümden sonra hayatın devam ettiğine inanan firavun,
kölelerin kendi kabrinin yanına defnedilmesini emretti. Piramitlerde çalışan köleler için de hemen yakında özel piramitler
331
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
yaptırdı ki öldükten sonra da orada medfun bulunan köleler
hizmetlerine devam etsinler!
İnsanların yüreklerine mezar korkusu salan kesim: “Mezardan korkan insanları neden rahatlatıyorsunuz? Bırakın
korksunlar da günah işlemesinler!” şeklinde hezeyanlarda bulunarak huzur, güven ve barış dini olan İslam’ı korku dinine
dönüştürmeye ve böylece onu bir tehdit unsuru olarak kullanmaya çalışıyorlar.
Allah kimin neden sakınacağını ve ne için korkacağını
Kur’an’da anlatıyor:
“Öyle bir günden k ork un k i, o gün hiç k ims e bir
baş k as ı adına bir ş ey ödeyemez . Hiç k ims eden herhangi bir ş efaat k abul olunmaz , fidye alınmaz . Onlara
yardım da edilmez .” (el-Bakara, 2/48)
“Allah’a döneceğiniz ve s onra hiç k ims eye hak s ız lık edil mek s iz in herk es e k az ancının ek s ik s iz olarak verilec eği günden s ak ının!” (el-Bakara, 2/281)
“Ey İns anl ar! Rabbiniz e k arş ı gelmek ten s ak ının! Hiçbir babanın çocuğuna yarar s ağlayamayacağı,
hiçbir çocuğun da babas ına fayda veremeyec eği günden s ak ının! (Ona göre haz ırlık yapın.) Şüphes iz Allah’ın vaadi gerçek tir. Sak ın dünya hayatı siz i aldatmas ın! O aldatıcı (ş eytan) da All ah’ın affına güvendirerek s iz i aldatmas ın. (Nas ıl ol s a Allah affedicidir diyerek s iz i günah iş lemeye s evk etmes in)!” (Lokmân,
31/33)
Bunlar gibi daha birçok ayette sakınmanın Allah’a karşı
gelmekle, korkmanın cehennem azabına uğramakla alakalı
olduğu görülmektedir. Kur’an’ın hiçbir yerinde mezar korkusu
yoktur.
332
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Bu arada gömüldükten hemen sonra sual meleklerini
mevtanın başına dikerek onu imtihana çekmek de ayrı bir tartışma konusudur. Sınav dünyadadır, sonuçlar âhirette açıklanacak ve dünya sınavındaki başarısızlığın nedeni de orada sorulacaktır.
“O, amel (davranış ve eylem) bak ımından hanginiz in daha iyi (ve güz el) olac ağını denemek için
ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk, 67/2) ayetinde sınavın
yeri veriliyor.
Mezar bir geçiş turnikesi, bir güvenlik noktası, bir gümrük kapısı değildir. Hele üç soruya verilecek birkaç kelimelik
cevapla geçiştirilecek ve ebedi saadeti ya da nihayetsiz felaketi kazandıracak bir yer hiç değildir.
Ölüm, ahiret kapısının açılması ve ebedi yolculuğun
başlamasıdır. Bu yolculuk ve nihayetinde konaklayacağımız
yer, tamamen dünyadaki eylemlerimize bağlıdır. Zaten dünyaya geliş amacımız da budur.
Ölen İnsanın Ruhu
Dirileceği Güne Kadar Dondurulur
İddiası
Bu tezi savunanların hiçbir Kur’ânî dayanakları yoktur.
Bu savın, hiçbir mantıkî temeli de bulunmamaktadır. Sadece
zanna dayalı ve yoruma açık bir konsepttir.
Ruhun derin dondurucu gibi özel bir yerde dondurularak bekletilmesine gerek yoktur. Çünkü o zaten mânevîdir ve
geldiği kaynak da bellidir. Nasıl ki vücut geldiği toprağa geri
333
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
dönüyorsa, ruh da geldiği yere yani Allah’a döner. Bu dönüş
nasıl olur, ruh nerede bekletilir ve hayatına hangi şartlarda
nasıl devam eder bunu sadece Allah bilir. Bu konuda bilinen
ve Kur’an’dan anlaşılan tek şey, ruhun Allah’a döndürüleceği
hususudur.
“Hayır; can, k öprücük k emiğine gelip dayandığı
z aman: “S on müdahaleyi yapacak k im? (Ömrü uz atacak biri var mı?)” denir. Artık (ölüm s ıras ı gelen) ayrılma vak tinin geldiğini anlar. Ve (ölüm heyecanıyla)
bacak lar(ı) birbirine dolaş ır. O gün yalnız Rabbine
doğru s evk iyat vardır.” (Kıyâmet, 75/26-30)
En son ayette sevkiyatın Rabbe doğru yapılacağı vurgulanıyor. Bu gidiş bedensiz bir gidiştir. Çünkü beden zaten
herkesin huzurunda toprağa veriliyor. Rabbe sevk edilen ruh
neden dondurularak gönderilsin ki? Allah bir şeyi huzuruna
alıyorsa bunun bir hikmeti vardır. Dondurulmuş bir şeyin depolamasını yapmak Allah’ın şanına yakışmaz.
“De k i: ‘Siz in için görevlendirilen ölüm mel eği,
canınız ı alacak ve s onra Rabbiniz e döndürülecek s iniz !’” (Secde, 32/11)
Bu ayette de Rabbe dönüşten söz ediliyor. Neden ruh
kaynağına dönüyor ve ne zamana kadar onun yanında kalacak? Bu zaman zarfında ruh ne yapacak, hayatına nasıl devam edecek? Bütün bunlar Allah’ın bilgisi dâhilindedir.
“Nihayet s iz den biriniz e ölüm vak ti geldiğinde,
elçilerimiz onun canını alır ve onlar vaz ifelerinde as la
k us ur etmez ler.” (En’âm, 6/61) ayetinde ifade edildiği gibi,
Allah tarafından gönderilen elçiler ölenin ruhunu niçin alır?
Aldıkları ruhu ne yaparlar? Madem ruh çürüyen bedenle beraber donduruluyor o halde gelen elçiler neyi alıp Allah’a götürüyor?
334
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“Can boğaz a gelip dayandığı z aman, o vak it s iz
s adece bak ıp dururs unuz . (O anda) biz (el çilerimiz )
ona s iz den daha yak ınız . Fak at s iz (biz i/elç ilerimiz i)
göremez s iniz . Eğer yeniden dirilt ilip hes aba çek ilmeyecek s eniz ve (bu iddianız da da) doğru k ims eler is eniz , o gırtlağa gelen canı geri çevirin bak alım!” (Vâkıa,
56/83-87)
Bu ayetlerdeki derinliğe bakar mısınız? Allah’ın elçileri
(melekleri) dünyadan ayrılma zamanı gelmiş olan kişinin canını almak için organize oluyor ve bu elçiler verilen vazifeyi
titiz bir şekilde icra ediyor. Madem ruh dondurulacaktı böyle
bir merasime ne gerek vardı?
Binaenaleyh, ruhun dondurulması konusunda ortaya
atılan iddiaların hiçbir dînî dayanağı olmadığı gibi mantıki bir
temeli de bulunmamaktadır...
Ölen İnsanın Ruhunun Dirileceği Güne Kadar ya Cennet Bahçesinde ya da Cehennem
Çukurunda Hayatına Devam Etmesi
Bu konuda sağlıklı bir neticeye varmak için, ölen insanın ruhunun bulunduğu ortamı, uykudaki insanın ruhunun
bulunduğu ortama benzeterek yola çıkmak daha doğru olur.
Çünkü diğer birçok konuda olduğu gibi Kur’an bu konuda da
çok tatminkâr bir benzetme ortaya koymuştur.
“Allah, (ölecek ) ins anl arın ruhlarını ölümü s ıras ında, öl(üm vak ti gel)meyenlerink ini de uyk ularında
alır. Sonra ölümüne hük mettik lerinin ruhlarını tutar,
diğerlerini belli bir s üreye (ömürl erinin s onuna) k adar
335
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
bırak ır. Şüphes iz bunda düş ünen bir toplum için elbette ibretl er vardır.” (Zümer, 39/42)
Ayetten anlaşıldığı üzere, sadece ölüm zamanında değil
uykudayken de Allah ruhları geçici bir süre ile alıyor, uyanma
zamanı geldiğinde tekrar iade ediyor. Ama ömrü bitenlerinkini iade etmeyip yanında tutuyor. Demek ölüm de bir nevi
uykudur. Eğer uykunuzda rüya görüyorsanız, öldükten sonra
da bu rüya devam ediyor demektir. Çünkü rüyayı gören beden değil, hayatına devam eden ruhtur.
“Geceleyin (uyutarak ) s iz i ölü (gibi) yapan,
s onra (k endis i tarafından) tes pit edilen ömrü tamamlamak üz ere s iz i (uyandırarak ) her gün hayata geri
döndüren ve gündüz ün ne yaptığınız ı bilen O’dur. En
s onunda O’na döndürülecek s iniz . Ve o z aman (dünyada) yaptığınız bütün her ş eyi s iz e gös terecek tir.”
(En’âm 6/60)
Bu ayet de bir önceki ayeti teyit eder nitelikte uykunun
bir nevi ölüm olduğunu ve ölümün de uykunun farklı bir versiyonu olduğunu göstermektedir.
Öyle ise çok rahat diyebiliriz ki; insanların, uyku anında
rüyalarında olduğu gibi, ölümden sonraki durumlarında da
ruhî hayatları devam eder. Devam eden bu hayat, insanın
dünyadaki eylemlerine göre şekillenir. Güzel ya da kâbus
dolu rüya gibi, insan iyiyse iyi bir âlemde, kötü ise kötü bir
ortamda hayatı kâbus şeklinde sürer.
Şimdi bu konudaki düşüncelerimizi doğrulayan ayetlere bir bakalım ve işe iyilik yaparak ölen insanlarla başlayalım:
336
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
İyilik Yaparak Ölen İnsanlar
“Bunlar melek lerin iyi ins anlar olarak canlarını/ruhlarını (tes lim) aldık ları k ims elerdir. (Melek ler
onlara:) ‘S elam üz eriniz e ols un, yapmış ol duğunuz
iyilik lerin k arş ılığı ol arak Cennete giriniz .’ derler.”
(Nahl, 16/32)
Ayette iyi insanların gerek canları çıkarken, ruhları teslim alınırken gerekse teslim alındıktan sonraki durumu ortaya
konuyor. Gelen elçiler önce Allah’ın selamıyla işe başlıyor ve
devamında “Haydi Cennete!” diyerek ruhu güzel ve hoş bir
âleme götürmek üzere teslim alıyorlar.
Bu ayetten anlıyoruz ki: Rüyasında, yaşadığı ortamdan
çok daha güzel yerlerde yaşadığını gören insan gibi, iyi eylemli sâlih insanlar Kıyâmete kadar güzel yerlerde hayatlarına
devam edeceklerdir.
“Ona: ‘Cennete gir.’ denildi. O da: ‘K eş k e benim k avmim de bir bils eydi.’ dedi.” (Yâsîn, 36/26)
Yâsîn Sûresi’nde geçen bu ayet, ölen kişinin ruhunun
Cennete doğru yola girdiğini ve bir Cennet ortamında hayatına devam edeceğini göstermektedir. Hem “Cennete gir.”
ifadesinden Cennet hayatının başladığını, hem de “Keşke benim kavmim de bilseydi.” ifadesinden henüz âhiret âleminin
başlamadığını anlıyoruz. Kıyâmetten sonraki hayattan bahsetseydi, “keşke” ifadesine gerek kalmadan zaten onlar onun
durumunu görecekti.
“Allah yolunda öldürül en(ş ehit)lere “ölüler” demeyiniz . Bilak is , onlar yaş ıyor, ama s iz fark ında değils iniz .” (el-Bakara, 2/154); “Sak ın Allah yolunda öl dürülenleri ölüler s anma! Bilak is onlar diridirler.
(Hem de) Rablerinin k atında rız ık landırılıyorlar.” (A.
İmrân, 3/169)
337
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Bu ayetler açıkça ölen insanların ruhlarının hayatlarına
devam ettiğini ortaya koymaktadır. İkinci ayette onların rızıklandırıldığından bahsediliyor. Yani onlar Cennet nimetlerinden istifade ederek hayatlarına devam ediyorlar.
Kötülük Yaparak Ölen İnsanlar
“O, öyle bir ateş tir k i; onlar s abah ak ş am onun
k arş ıs ına getirilir ve ona maruz bırak ılırlar. K ıyamet
çattığı ve hes apların görül düğü gün is e: ‘Firavun oligarş is ini adamlarını az abın en ş iddetlis ine atın!’ denir.” (Mü’min, 40/46)
“Onlar sabah akşam ateşin karşısına getirilir” ifadesi
Kıyâmetten önceki bir zamana işaret etmektedir. Çünkü ayetin devamında, Kıyâmetten sonraki zamandan ayrıca bahsediliyor. Buradan da anlaşılıyor ki, ölen insanın ruhunun Allah’ın belirlediği bir âlemde, yine O’nun takdir edeceği bir zamana kadar cezalandırılması söz konusudur.
Rüyasında kâbus gören bir insan gibi, kötü eylemli insanlar dirilecekleri güne kadar azap göreceklerdir. Bu azabın
mahiyeti konusunda -bu kâbus şeklinde bir azap mıdır yoksa
bizim hayal edemediğimiz başka bir şey midir?- kesin bir şey
söyleyemeyiz...
Kur’an’ın genel anlam örgüsü içinde bir değerlendirme
yapıldığı zaman anlaşılıyor ki, gerçek azap, Kıyâmetten sonra
Âhiret Hayatı başladıktan ve insanın dünyada yaşadıklarıyla
yüzleşmesi gerçekleştikten sonra başlayacaktır.
“Melek lerin, ink ârcıların canlarını alırk en, yüz lerine ve s ırtlarına vurarak (onlara): ‘Yak ıp k avuran
az abı tadın bak alım! (dediğini) bir görs eydin!’” (Enfâl,
8/50)
338
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“K endilerini ölüm s ancıları içinde bul duk larında ve melek ler el lerini uz atarak : ‘Ruhlarınız ı tes lim edin! Allah’a gerç ek olmayan ş eyleri iz afe ettiğiniz ve k ibre k apılarak O’nun ayetlerine k arş ı büyük lük tas ladığınız için bugün aş ağıl anma cez as ı ile cez alandırılacak s ınız !’ diye o z alimlere s es lendik lerini
bir görs en!” (En’am, 6/93)
“(Al lah’a k arş ı gelerek ) k endilerine z ulmederk en melek l erin canlarını aldık ları ink ârcılar: “Biz hiçbir k ötülük yapmamış t ık ” diyerek (ölüm melek lerine)
k olayca tes lim olurlar. Hayır, öyle değil. All ah s iz in
neler yaptık larınız ı çok iyi bilmek tedir.” (Nahl, 16/28)
Bu ayetler de gösteriyor ki kötü insanların azabı daha
canlarını teslim ederken başlıyor ve arkasından içeriğini bilemediğimiz şekilde dirileceği güne kadar devam ediyor. Ama
bu azap, Kur’an’ın anlattığı Cehennem azabı değildir. Sadece
ruhun bulunduğu âlemdeki eziyetidir. Bu nasıl tahakkuk ediyor, ne kadar sıklıkla cereyan ediyor ve ne kadar bir zaman
devam ediyor, bunu ancak Allah bilir.
“Gerek çevreniz dek i Bedeviler içinde ve gerek s e
Medine halk ı aras ında ik iyüz lül ük te uz manlaş mış
münafık lar vardır. Sen onları bilmez s in, ancak biz biliriz . Onları ik i k ez az aba çarptıracağız , s onra da (âhirette) büyük az aba uğratılacak lardır.” (Tevbe, 9/101)
Bu ayet de bir önceki gibi yukarıdan beri azap konusunda yapılan açıklamaları doğrular niteliktedir. Ayette âhiretteki büyük azaptan önce iki kez azaba uğratılmaktan bahsediliyor. Bunların biri dünyada yaşanacak sıkıntılardır, felaketlerdir. Bir diğeri de öldükten sonra diriliş gününe kadar
ruhların eziyet görmesidir.
339
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Ölüye Telkin Vermek
Ölüye definden hemen sonra telkin vermenin sünnet
olduğu söylenir ve bu da sağlıklı olmayan bazı hadis kaynaklarına dayandırılır.
Kabirdeki diriliş ve ruhun dondurulması konusunda olduğu gibi, ölüye verilen telkinin de hiçbir Kur’ânî dayanağı
yoktur. Tersine: “Sen, k abirlerde olanlara iş ittiremez s in.” (Fâtır, 35/22); “Şüphes iz , s en ölülere iş ittiremez s in.” (Rûm, 30/52) buyrulmaktadır. Bu ayetlere rağmen,
ölen insanlara kabirleri başında telkin vermeye devam edilmektedir.
Ruhu Allah’a gitmiş olan insan cesedinin bulunduğu
kabrin başında -insan mezarda yaşıyor ve dışardan gelen seslere kulak veriyormuş gibi- yapılan telkinin, verilen kopyanın
mevtaya nasıl bir faydası olabilir?
Hayatında ilgi alanına girmemiş; Allah, Din ve Peygamber ile ilgili sorulara sadece imamın telkiniyle ölmüş bir insanın cevap vermesi nasıl düşünülebilir?
Rabbinin direktiflerine göre hayatını tanzim etmemiş,
yaratılış gayesine uygun bir hayat yaşamamış bir insan, bilmediği bir dille nasıl “Rabbim Allah’tır.” diyebilir? Dese bile
bu iki kelime ile geleceğini nasıl garantiye alabilir?
Dininden bîhaber olan ve yaşamında dinden eser bulunmayan, din fakiri bir insan, imamdan kapacağı Arapça iki
kelime ile dininin İslam olduğunu söyleyerek mütedeyyin bir
insan olduğunu nasıl gösterebilir?
340
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Hz. Peygamber’le yollarının hiçbir zaman kesişmediği,
hayat tarzında onun hayatından izlerin bulunmadığı bir kişi,
sadece kopya ile “Peygamberim Muhammed’dir.” diyerek
Ümmet-i Muhammed’in safında nasıl yer alabilir?
Bütün bu soruları imamın vereceği Arapça bir kopya ile
-ki ölünün bilmediği bir dildir- ölen kişi nasıl yanıtlayabilir?
Faraza yanıtlamış olsa da Cennet bu kadar ucuz mudur?
Ayrıca Kur’an’da ve Hadis’te karşılığı olmayan bu soruların ölüye sorulmasının nasıl bir hikmeti olabilir? Âhiret hayatı, Mahkeme-i Kübrâ’dan sonra başlayacağına göre bu soruları ölüye neden sorarsınız?
Eğer bunu kabir azabını başlatmak ya da öleni Cennete
yerleştirmek için yapıyorsanız -ki sizin böyle bir gücünüz yoktur- bu sorulara gerek duymadan yukarıda ayetlerle açıklamaya çalıştığım gibi insanların yaşadıkları ortada. Allah insanların durumlarını zaten biliyor ve ona göre muamele yapacaktır.
Sizin vereceğiniz 3 kelimelik Arapça bir kopya ile ölen
kişi işin içinden çıkamaz. Boşuna kendinizi avutmayın, dini
yaşamı komik duruma düşürmeyin, Kur’an’ın karşısına geçip
uydurduğunuz bu saçmalığı Hz. Peygamber’in üzerinden
meşrulaştırmaya çalışmayın!
341
342
Sırat Köprüsü
Allah, Cenneti insanların ayağına getiriyor, siz ise üç bin yıllık
mesafeye götürerek Mahşerle arasına köprü kuruyorsunuz. Üstelik
bu köprünün mimarlığını da Hz. Peygamber’e yaptırıyorsunuz. Bu
saygısızlıkların hesabını nasıl vereceksiniz?
Allah’ın selamıyla Cennete gidiyorsan Sıratı niye düşünüyorsun? Yaşadıklarınla Cehennemi hak etmişsen, Sırattan geçsen ne
olur, geçmesen ne olur? Zaten gideceğin yer bellidir!
Hemen ifade edeyim ki: Kur’an’da ve sahih hadis kaynaklarında, anlatıldığı ve inanıldığı gibi “Sırat Köprüsü” diye
bir şey yoktur. Diğer temeli olmayan birçok sanal inanışlar
gibi Sırat Köprüsü de, insanların yüreklerine korku salan zihniyetin bir dayatmasından başka bir şey değildir.
Bu konuda ısrarcı davrananlar konuyla hiç alakası olmayan bir ayete ve sağlam kaynağı bulunmayan uydurma
birkaç hadise dayanarak insanların önüne köprü koymak istiyorlar.
Maksatları bilinmeyen ve niyetleri anlaşılmayan bir kesim, insanların Cennete girmesini zorlaştıracak argümanlar
üreterek âdeta Cehennem nakliyeciliği yapıyorlar. Kafalarına
göre bir köprü icat ediyorlar ve bu uydurma köprülerini de
hadis örtüsüyle Hz. Peygamber’in üzerinden kabul ettirmeye
çalışıyorlar...
343
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Kabirde mevtayı sorgu melekleriyle iyi bir terlettikten
sonra bir de falakaya yatırıyorlar. Bu da yetmiyormuş gibi,
âhirette hesap işi görüldükten sonra, Allah’ın “Götürün, Cennete koyun” ya da “atın Cehenneme” dediği kişiyi, bu zihniyet uydurdukları “Kıldan ince ve kılıçtan keskin bir köprü”
den geçirmeye zorluyorlar.
Kur’an’da onlarca yerde geçen “Sırat” kelimesi, geçtiği
yerlerin çoğunda “Müstakim” sıfatı ile birlikte “Sırat-ı Müstakim (Doğru Yol)” anlamında kullanılır. Daha özet bir ifade ile
Kur’an’da “Sırat-ı Müstakim”, “K im, Allah’a güvenip da-
yanırs a muhak k ak Doğru Yola (Sırat-ı Müs tak ime)
iletilmiş tir.” (A. İmrân, 3/101) örneğinde olduğu gibi Tevhid Dinini yani İslâmiyet’i anlatır.
Fakat ıstılahta “sırat” denilince âhiretteki “Sırat” akla
gelir. Buna göre, Mahşer yerinden itibaren Cehennemin üzerinden geçerek Cennete kadar uzanan, kıldan ince ve kılıçtan
keskin bir köprü çıkar karşınıza.
Genel inanışa göre; peygamberler dâhil mü’min olsun
kâfir olsun, sâlih olsun fasık olsun tüm insanlar Sırat Köprüsü’nden geçecek... Mü’minler, dünyadaki eylemlerinin mahiyetine ve kredi skorlarına göre hızlı veya yavaş, rahat veya
zor bu köprüden başarıyla geçecekler. Kâfirler ise ayakları sürterek ve kayarak Cehenneme düşeceklerdir.
Sırat Köprüsü’nün varlığı uydurulan bazı hadislerle birlikte Meryem Sûresi’nin 19/71. âyetine dayandırılarak ispat
edilmeye çalışılmaktadır. Bu ayet aynen şöyledir: “Aranız da
Cehenneme uğramayacak hiç k ims e yok tur. Bu, Rabbinin k es inleş miş bir hük müdür.”
Tefsircilerin bazıları: “İçinizden oraya uğramayacak hiç
kimse yoktur.” anlamındaki hitabın, bütün insanları kapsadığını söylese de bu hitap inkârcılaradır.
344
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Çünkü bundan önce geçen 68, 69 ve 70 numaralı ayetlerle siyak ve sibak ilişkisi kurulduğunda, buradaki “siz” zamirinin önceki ayetlerde sözü edilen inanmayanlara ilişkin olduğu görülür. Yani “İçinizden Cehenneme uğramayacak hiç
kimse yoktur.” ifadesi inanmayanları muhatap alan bir uyarıdır.
Zira Enbiyâ Sûresi’nin 21/102. ayetinde mü’minler için:
“Onlar, Cehennemin hış ıltıs ını bile duymaz l ar.” hitabı
da bu tezi doğrulamaktadır. Bu ayette; mü’minler için “Onlar,
Cehennemin hışıltısını dahi duymazlar.” buyrulurken, inanan
ve Cenneti hak eden kişiyi cehennemim üzerinden geçirmeye
kalkmak ve önüne köprü çıkarmak Kur’an’a büyük bir saygısızlık olur.
Şimdi, Sırat Köprüsü’nün varlığı ve mahiyetiyle ilgili uydurulan hadisleri ve getirilen yorumları sırasıyla Kur’an’ın süzgecinden geçirerek hep beraber bir yorumlayalım:
Ebû Hüreyre yoluyla Peygamberimiz’den şöyle rivayet
edildiği söyleniyor: “Cehennemin ortasına Sırat (Köprüsü)
kurulur. Oradan peygamberlerden ümmetleri ile beraber geçenlerin ilki ben olacağım. Peygamberlerden başka o gün
kimse konuşamaz, peygamberlerin sözleri de: ‘Ey Allah’ım,
kurtar, kurtar.’ olur.” (Buhârî ve Müslim’den Naklen, Tâc, V,
377-378) Yoruma geçmeden, Hz. Peygamber’in böyle bir şey
söyleyip söylemeyeceğini Kur’an’a giderek değerlendirelim:
“(Öldük ten s onra tek rar diriliş için) Sur’a (ik inci
k ez ) üfürül ür. İş te bu, tehdidin gerçek l eş eceği gündür! (O gün) herk es beraberinde bir s ürücü (muhafız )
ve bir de tanık (melek ) ile gelir. (Ona) “Andol s un k i
s en bu Hes ap Günü’nü umurs amıyordun. Şimdi gaflet
perdeni açt ık ; artık bugün göz ün pek k es k indir.” (de-
345
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
nir.) Beraberindek i (melek ) ş öyle der: “İş t e, yanımdak i haz ırdır!” (Allah:) “Atın Cehenneme büt ün inatçı
hak ik at düş manlarını! Hayra engel olanları, günahk âr
s aldırganları (ve ins anlar aras ında) güvens iz lik ve
ş üphe yayanları atın Cehenneme!” (Kâf, 50/20-25)
Konunun daha net anlaşılması için, arka arkaya aynı
sûrede sıralanan ayetler Kıyâmetin kopmasından Cehenneme varıncaya kadar olan süreci anlatıyor. Bu anlatılanlar
arasında ne Sırat Köprüsü var, ne de onu ima eden en küçük
bir işaret. Ayrıca, Hz. Peygamber’in “Oradan peygamberlerden ümmetleri ile beraber geçenlerin ilki ben olacağım.” diyecek kadar haşa egoist bir yaklaşım sergileyebileceğine inanıyor musunuz? Hâşâ, sümme hâşâ! Böyle bir söylem, diğer
peygamberlere ve ümmetlerine karşı bir saygısızlık olmaz mı?
Uydurulan hadisin doğru olduğunu varsayın, diğer
peygamberler ve ümmetleri bu durumdan rahatsızlık duymaz
mı? Bakmayın siz öyle Hz. Peygamber’in ismiyle Cenneti garantilemeye çalışanların; “Bütün peygamberler Peygamberimize ümmet olmak için Allah’a yalvarıyor!” dediğine. İnsan
dünyaya o peygambere, bu peygambere ümmet olmak için
gelmemiş, tekâmül safhalarından geçerek Allah’a kul olmak
için gelmiştir. Peygamberler sadece Allah’tan aldıklarıyla kulluk yolunda insanlara öncülük ederler.
Hz. Peygamber’e ümmet olmanın herhangi bir ayrıcalığı yoktur. Sakın böyle bir inanışa kapılarak kendimizi Ehl-i
Cennet zannetmeyelim. Kimin ümmeti olup olmadığımızla
değil, ne yapıp yapmadığımızla değerlendirileceğiz.
İnkârcıların gruplar halinde Cehenneme sevk edileceğinden bahseden aşağıdaki ayette Sırat Köprüsü’ne en küçük
bir işaret yapılmamaktadır:
346
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“İnk ârcılar gruplar halinde Cehenneme s evk
edilir. Cehenneme vardık larında oranın k apıları açılır
ve Cehennem bek çileri onlara ş öyle der: ‘Siz e içiniz den, Rabbiniz in ayetlerini ok uyan ve bu gününüz e k avuş acağınız a dair s iz i uyaran k ims eler gel medi mi?’
Onlar da: ‘Evet geldi.’ derler. (Artık iş iş ten geçmiş )
ink ârcılar hak k ında az ap s öz ü gerçek leş miş tir.” (Zümer, 39/71)
Yine aşağıdaki ayette Cennet ehlinin Cennete ulaşmak
için geçmek zorunda olduğu herhangi bir köprüden bahsedilmemektedir:
“Rablerine k arş ı s orumluluk bilinciyle yaş ayanlar da gruplar halinde Cennete s evk edilirler. Cennet e
vardık larında oranın k apıları açılır ve (Cennet) bek çileri onlara ş öyle der: ‘Siz e s elâm ols un, hoş geldiniz !
Haydi, ebedî k almak üz ere girin buraya!’” (Zümer,
39/73)
Burada söz edilen Cennete sevk edilenler, ilk insandan
Kıyâmetin kopacağı güne kadar bütün inananlardır. Ayette
“Bütün ümmetler peygamberleriyle geçer” demiyor. Sadece
sevkiyatın gruplar halinde yapılacağından söz ediliyor. Ayrıca, dünyanın en sonunda yaşamış bir peygamberin ve ümmetinin Cennete ilk girecek olması önceki peygamberlere ve
ümmetlere bir haksızlık olmaz mı?
Ayrıca bu Cennet dediğimiz yer üç-beş kapılı küçük bir
han mıdır ki insanların oraya gitmesi, girmesi, yerleşmesi zaman alacaktır. Tamamen bizim algımız dikkate alınarak gönderilen tasvir ayetlerinin çoğu mecazidir.
347
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Bu tür hadisleri yorumlarken ne getirip ne götüreceğini
de hesaba katmak lazım.
Ebû Said el-Hudri’den (sözde) rivayet edildiğine göre:
“Sırat Köprüsü, kıldan ince, kılıçtan keskindir. Sıratın uzunluğu bin senelik yokuş, bin senelik iniş ve bin senelik de düzlüktür. Her bir kimsenin bu mesafeyi geçmesi, amelleri ile
orantılı bir zamanda olacaktır.” (Mansûr Ali Nâsıf, Tâc, V.
394; Aclunî, Keşfül-Hafâ, II, 31)
Ortalama seksen yıl yaşamış bir insanı, uzunluğu inişli
çıkışlı toplamda üç bin yıllık bir köprüden geçirmeye zorlamak
Kur’an’da tarif edilen Allah’ın rahmetiyle örtüşür mü? Üstelik
bu köprü kıldan ince, kılıçtan da keskin olacak. Hz. Peygamber’in böyle bir izahta bulunması mümkün müdür? Kabul
edelim ki Hz. Peygamber böyle bir tarif yapmış, Ashap sormamış mı: “Yâ Resûlullah! Gelen vahiyler Kıyâmetten sonraki
merhaleleri sıralarken böylesine önemli bir köprüden neden
bahsetmez?” diye…
Öyle ya, en küçük bir meselede vahiy alıp almadığı sorusuna muhatap olan Hz. Peygamber böyle bir soruyla neden
karşılaşmamıştır?
“O gün onl arı bir araya topladık t an s onra, ş irk
k oş anlara, ‘Haydi s iz ve ortak k oş tuk larınız , yerleriniz e!’ deriz ..” (Yûnus, 10/28) Hani Sırat Köprüsü? Anlatılanlara bakılırsa Sırat Köprüsü sıradan geçiştirilecek bir şey
değil. Boyuyla, yüksekliğiyle, kalınlığıyla ve ihtişamıyla kendinden söz ettirmesi gereken bir şeydir. Müşrikleri yerlerine
gönderirken “Alın bunları Sırattan götürün” demiyor, doğrudan gidecekleri yere gönderiyor.
348
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“Onlar, (rüz gârın) dağıtıp s avurduğu çek irgeler
gibi ürk ek bak ış larla mez arlarından çık arlar.” (Kamer, 54/7); “Sur’a üflendiği gün, o gün günahk ârları
k ork udan ağarmış göz lerle bir araya topl ayacağız .”
(Tâhâ, 20/102); “(Ve o gün ona ş öyle diyeceğiz :)
‘(Şimdi) ok u s icilini. (Seyret yaş adık larını.) (Çünk ü)
bugün k endi hes abını k endin ç ık aracak durumdas ın!’” (İsrâ, 17/13-14)
Görüldüğü gibi, bu ayetlerle Mahşerin başlangıcı ve insanların dünyada yaşadıklarının kaydedildiği hard disklerinin
ellerine verilişi kısa detaylarla anlatılıyor ve süreç işliyor. Ama
yine Sırattan bahseden bir ayet ve Sıratı ima eden en küçük
bir işaret yok.
Yıllarca insanların korkutulduğu ve neredeyse cehenneme denk gösterilen bu kadar önemli bir şeyin Kur’an’da olmaması düşünülebilir mi?
“Yeryüz ünde yürüyen hayvanlar ve (gök yüz ünde)
ik i k anadıyla uçan k uş lardan (ne vars a) heps i ancak
s iz in gibi ümmetlerdendir. (Onların da durumları, rız ık ları, ecelleri tak dir edilmiş ve yaz ılmış tır.) Biz o k itapta hiçbir ş eyi ek s ik bırak madık . Nihayet (onların
heps i) topl anıp Rablerinin huz uruna getirilecek lerdir.” (En’âm, 6/38)
Bütün canlıların insanlar gibi ümmet olduğu ifade edilen bu ayette, Rablerinin huzuruna çıkışları anlatılırken yine
Sırat hiçbir yerde geçmiyor. Bu önemli detay nasıl atlanır? Allah’ın böyle bir detayı geçiştireceğini düşünebiliyor musunuz?
Üstelik “Biz bu K itap'ta, herhangi bir ş eyi ne ek s ik bı-
rak tık ne faz la yaptık . Hiçbir ş eyi o k itabın dış ına bırak madık ” (En’am, 6/38) buyurarak...
349
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Firavun, K ıyâmet Gününde k avminin önüne geçecek ve onları ateş e götürecek tir.” (Hûd, 11/98) Bu
ayet ne kadar açık değil mi? Eğer Sırat Köprüsü olsaydı “Kavminin önüne geçecek ve onları Sırattan Cehenneme götürecek” gibi bir ekleme olmaz mıydı? Çünkü anlatıldığına göre
Sırat, öyle zımnen geçiştirilecek kadar ufak bir şey değildir.
“O gün k öt ülük ten s ak ınanları s eçk in k onuk lara
yaraş ır bir s aygınlık la, Rahmân’ın huz urunda bir
araya getireceğiz . Suçluları da s us uz olarak Cehenneme s üreceğiz .” (Meryem, 19/85-86) Suçlular susuz ola-
rak Cehenneme sürülürken “Sırattan geçireceğiz” ifadesi yine
yok. Bu Sırat nasıl bir şeydir ki, dirilişle başlayan, Cennet ve
Cehennemle son bulan süreçte bu kadar ayet arasında hiçbir
yerde izine rastlanmamakta ve esâmesi okunmamaktadır?
“O z aman k imin k itabı (amel deft eri / hard dis k i)
s ağından verilirs e, o k olay bir hes aba çek ilecek ve
(Cennet’tek i) yak ınlarına s evinç içinde dönecek tir.
Fak at k ime k itabı ark as ından verilirs e, (o da) derhal
yok olmayı is teyecek ve çılgın alevli Cehenneme atılacak tır.” (İnşikâk, 84/7-12)
Bu ayetler bütün açıklığıyla Mahşerdeki manzarayı tasvir etmektedir. İster Cennet ehli olsun, isterse Cehennem, hesaptan sonra herkes hiçbir yere uğramadan ve uydurulan Sırat Köprüsü’nden geçmeye zorlanmadan hak ettiği yere ulaşacaktır.
“O gün Cehennem getirilip ortaya k onur (k urulur). İş te o gün düş ünüp anlar ins an. Ama düş ünüp
hatırlamanın ona ne yararı var! (Artık iş iş ten geçmiş tir.)” (Fecr, 89/23)
350
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
İşte Cehennem, Allah’ın takdir ettiği yerde kuruluyor.
Hani insanların oraya gitmesi için Sırat Köprüsü’nden geçmesi gerekiyordu ama ayette böyle bir şeyden bahsedilmiyor.
“O gün cennet de, All ah'ın emir ve direk tiflerine
göre hayat larını tanz im edenlere yak laş tırılacak ve
z aten (onlara) uz ak da değildir.” (Kâf, 50/31), “(O gün)
Cennet, All ah'a k arş ı gelmek ten s ak ınanlara yak laş tırılacak .” (Şuara, 26/90)
Allah, Cenneti insanların ayağına getiriyor, siz ise üç bin
yıllık mesafeye götürerek Mahşerle arasına köprü kuruyorsunuz. Üstelik bu köprünün mimarlığını da Hz. Peygamber’e
yaptırıyorsunuz. Bu saygısızlıkların hesabını nasıl vereceksiniz?
Sorarım size: Hesabı görülen ve nereye gideceğine karar verilen insan ikinci bir engelle ne diye karşılaşsın? Ayrıca
varsayalım ki Sırat Köprüsü var ve herkes ondan geçmek zorunda. Kişi Cenneti hak etmiş ve Allah’ın elçileri onu selamla
karşılayarak “Sana Cennet vacip oldu, haydi Cennete” demiş, müjdeyi almış bu insan için Sıratın olması ya da olmaması bir şey ifade eder mi?
“Siz e s elâm ols un, hoş geldiniz ! Haydi, ebedi
k almak üz ere girin buraya (Cennete)!” (Zümer, 39/73);
“‘Girin Cennete, artık s iz e ne k ork u vardır, ne
de s iz üz ül ecek s iniz !’ (derler.)” (A’râf, 7/49);
“Bunlar, melek lerin iyi ins anlar olarak canlarını
aldık ları k ims elerdir. (Melek ler onlara:) ‘Sel am üz eriniz e ols un, yapmış olduğunuz iyil ik lerin k arş ılığı olarak Cennet e giriniz .’ derler.” (Nahl, 16/32)
351
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Şimdi, böyle bir toplum için Sırat köprüsü olsa ne olur,
olmasa ne olur? İnsanların karşısına, onları Allah’tan soğutacak böyle gereksiz ve yapay korkularla ne diye çıkıyorsunuz?
Allah sevgisini işlemek yerine ne diye korku tüccarlığı yapıyorsunuz?
Aynı şey Cehennem ehli için de geçerli. Çünkü onların
da azabına karar verildikten sonra Sırat köprüsü olsa da olmasa da gidecekleri yer belli. O halde uydurulan köprünün
bir işlevi kalmıyor, sadece insanları korkutmak için bir araç
olarak kullanılıyor. Oysa Kur’an’da insanların ne ile uyarılacağı çok açık olarak kayıt altına alınmıştır:
“Ey İnananlar! K endiniz i ve aileniz i yak ıtı ins anlar ve (yanıcı) taş lar ol an ateş ten (Cehennemden) k oruyun!” (Tahrîm, 66/6)
Sıratla ilgili söylenenler, İsrailiyyattan ve İslam öncesi
inançlardan esinlenerek insanları korkutmaya matuf sözlerdir.
Kur’an’da âhireti tasvir eden onlarca ayeti buraya taşıdık.
Bunların dışında onlarca daha ayete baktığınızda Sırat köprüsü mevzusunun ne kadar uydurma, yapay ve tutarsız bir
hurafe olduğunu göreceksiniz.
Mahşeri bütün detaylarıyla tasvir eden bunca ayet arasında neden Sırat Köprüsü’nü anlatan tek bir metin yoktur?
Kur’an’da insanların daha iyi anlamasını sağlamak için çiçekten, sinekten, inekten, böcekten, örümcekten bahseden birçok ayet bulunmasına rağmen, Sırat Köprüsü’nden, kabirde
dirilmekten ve kabirde sorguya çekilmekten, taşlayarak insan
öldürmekten bahseden tek bir ayet neden yoktur?
Bütün bunları aklımızı kullanarak ve başımızı iki elimizin arasına alarak düşünmek durumundayız.
352
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Müslüman Olarak Doğmak,
Müslüman Olmayanları
Cehenneme Göndermek
Müslümanlığı bir kimlik olarak kullanamayız, kullansak da bu
kimlikle mü’min olamayız. Cennete uydurulan kimlikle değil, yaşanan hayatla gidilir.
Hiçbir şey lafla olmuyor da dini yaşam nasıl lafla olabiliyor?
Müslümanlık konuşma dini değil, düşünce ve icraat dinidir.
İslam topraklarında doğan Cennete gidecek, küfür diyarında
doğan Cehenneme; gönlünüz buna razı oluyor mu?
Hayatın davulu da tokmağı da insanoğlunun kendi elindedir.
O ebedi hayatı için buradan ne götürdüyse onu bulacak, hangi sarayı inşa ettiyse onda yaşayacaktır.
Yeryüzünde 7 milyardan fazla insan bulunmaktadır.
Bunların 1,5 milyarı Müslüman kimliğiyle hayatlarına devam
ederken diğerlerinin tamamı Müslümanlara göre küfür hüviyetiyle yaşıyor. Müslüman kimliğiyle yaşayanlar İslam topraklarında doğduğu için yani doğuştan Müslüman olduğu için ki bu onların elinde değil, tamamen Allah’ın takdirindedirCennete gidecek ama diğerlerinin tamamı yani dünya nüfusunun yüzde sekseni (5,5 milyarı) küfür diyarında dünyaya
geldiği için Cehenneme gidecek! Böyle bir inanışın doğru ve
adil olabileceğini düşünebiliyor musunuz?
353
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Şimdi hemen küplere binerek, “Bu adam ne diyor,
kâfirler de Cennete mi gidecek?” diye kestirip atmayın. Ben
ne kâfirlerin azap görmesine, ne de Müslümanların Cennete
gitmesine karışabilirim. Ben sadece Kur’an’a göre bir tespit
yaparak Müslümanların doğup büyüdükleri bölgelere bağlı
olarak Cennet hayaliyle yan gelip yatmamaları konusunda önce kendimden başlayarak- onları uyarırım.
İnsanlar Müslüman olarak değil, Müslümanlığa meyilli
olarak yaratılırlar. Yani insan bünyesinde nakşedilen kodlamalar, fıtratı gereği Allah’ın Dinine uygun olarak takdir edilir.
“Sen, batıl olan her ş eyden uz ak l aş arak yönünü,
is tik ametini tevhid dinine çevir. Allah’ın ins an bünyes inde nak ş ettiği fıtrata uygun davran k i All ah’ın yarattığında bir boz ulma meydana gelmes in. İş te doğru
din budur. Fak at ins anların çoğu bilmez l er.” (Rûm,
30/30)
Ayette geçen “Hanif” terimi, “doğru hedefe yöneldi”
anlamındaki “hanefe” fiilinden türetilmiş olup, İslam öncesinde tevhidî bir muhtevaya sahipti ve günahtan, dünyevi
zevklerden ve bütün şüpheli inançlardan, özellikle de puta tapıcılıktan uzak duran insanı tanımlamak için kullanılırdı. “İnsanın fıtratına uygun davranması” ise Tevhide yönelmesi demektir.
“İstikametin tevhid dinine çevrilmesi” ; fıtrata uygun yasalar doğrultusunda hayatın tanzim edilmesi demektir. Çünkü
İslâm, insan fıtratındaki değerleri korur, onların canlı kalmasını sağlar. Bozulmaya ve yozlaşmaya yüz tutan değerleri
açığa çıkartarak yeniden üretilmesine ve hayatla bütünleştirilmesine katkıda bulunur.
“Fıtrata uygun davranılması” ; insanın yaratılıştaki safiyetini koruması ve onun şer etkenler tarafından bozulmasına
354
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
izin vermemesi ve doğuştan edindiği sezgisel yeteneği kullanarak özünde sahip olduğu değerler doğrultusunda ömrünü
sürdürmesi demektir.
İnsan yaratılışı gereği bu yeteneklerini kullanarak inanmaya ve inandıklarına göre hayatını düzene koymaya hem
muhtaç hem de muktedir bir varlıktır. Aksi takdirde huzuru
yakalaması imkânsızdır.
Bu ayet, Hz. Peygamber'in, “Her doğan, İslâm fıtratı
üzerine doğar” hadisiyle birlikte düşünüldüğünde anlaşılıyor
ki, insanın fıtratına uygun çalışmalar yapılırsa, güzel ahlâkın
temeline inilerek, sorunlar çözülecek, huzur ve mutluluk gelecektir. Hz. Peygamber’in “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed b.
Hanbel, 2/381) hadisi de bu amaca hizmet için söylenmiştir.
Fıtratın dini İslam’dır. Fıtrat sürekli dini yaşamak ister
ve yaşayamadıkça da huzursuz olur. Onun için insanlar ne
zaman fıtrat bozulması yaşamışlarsa Allah hemen peygamber
ve kitap göndererek mesajla onları tekrar kontrol altına almıştır.
Ateist, deist ya da bâtıl din mensuplarının varlıklı olmaları, huzurlu oldukları anlamına gelmez. Aslında onlar bolca
dünyalık nimetlere sahip olmalarına rağmen, insan fıtratına
uymayan bir hayat yaşadıkları için huzursuzdurlar. Çünkü insanın doğasında inançlı olmak vardır.
Bristol Üniversitesi’nde Gelişim Psikolojisi Profesörü
Bruce Hood’un yaptığı araştırmalar sonucu elde ettiği bilgilere göre, insan beyni doğuştan doğaüstü inançlara fiziksel
olarak kodlanmıştır. Bu fiziksel bağ da insan gelişiminin sonunda dini inancın gelişmesinde gerekli psikolojik tabanın
oluşmasında önemli bir rol oynamaktadır.
355
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Her doğan, İslam fıtratı üzerine doğar. Sonra anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî,
Cenâiz 92; Ebû Dâvûd, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5) hadisini
yanlış anlamamak lazım.
Her insan yaratılış itibarıyla günahsızdır, temizdir, şirke
bulaşmamıştır, ümmîdir, iman etmeye ve İslam’ı yaşamaya
müsait bir varlıktır. Bu, dünyanın neresinde olursa olsun ve
hangi kültürün etkisinde dünyaya gelirse gelsin böyledir.
Bâtıl inançlara bulaşmadan, hurafelerin, sapık ve negatif ideolojik kodlamaların tesir alanına girmeden, zevk ve şehvet odaklarının eline düşmeden Allah’ın Hak Dini ergenlik çağına gelmeden herkese anlatılmalıdır.
Sorumluluk çağına gelen insan da kendisine anlatılanları kavrayıp içselleştirerek hayat tarzı haline getirmelidir.
Bunlar olmadan ve ne anlama geldiği bilinmeyen Arapça bir
şehadet cümlesiyle kişinin Müslüman olamayacağı bilinmelidir.
Hadiste geçen “Sonra anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” cümlesi, Müslüman olarak doğmuştur şeklinde yorumlanmamalıdır. Burada vurgulanmak istenen şey, eğer üzerine durulmaz ve ona fıtratına uygun temel
evrensel ahlâki değerler gösterilmezse, Hak Din’in ilkelerinin
mahiyeti anlatılmazsa ailesi, arkadaşları, içinde yaşadığı toplum, muhit ve okul gibi etkenler onu doğru olmayan yollara
sevk ederek Müslüman olmasına engel olur.
Buradan anlıyoruz ki; İslam fıtratı ile yaratılan herkes
olgunluk çağına geldiği zaman İslam Dinini kabul etmek durumundadır. Nasıl ki farklı dinlere mensup insanlar, çocuklarına dini telkinler yoluyla mensup oldukları dinin esaslarını
anlatıyor ve o istikamete yönlendiriyorsa, Müslümanlar da
356
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
İnandıkları dinlerini çocuklarına anlatarak onların da Müslüman olmalarına öncülük etmelidir. Ya da çocukları kendi
irade ve arzularıyla dini temel kaynağından öğrenerek Müslüman olmalıdır. Yani yürüyen merdivene binerek kimse Müslüman olamaz.
Sarayda yaşamakla, sarayın resmine bakarak orada yaşadığını hayal etmek aynı şey değildir. Eğer fotoğrafından tanıdığınız sarayda yaşamayı düşünüyorsanız oraya taşınmak
zorundasınız. Müslümanlık da böyledir. Müslüman olmak ve
Müslümanca yaşamak istiyorsak, İslam Sarayı’na taşınacağız,
onun etki alanına gireceğiz, Kur’an’ın öğretilerini özümseyecek, benimseyecek ve hayatımızı ona göre tanzim edeceğiz
Allah’ın emir ve direktiflerini kayıtsız şartsız yerine getirmeye
çalışacağız.
Slogan atarak, kuru kahramanlıklar göstererek; Müslümanlara dua, kâfirlere beddua ederek, yapmamız gerekenleri
Allah’tan yapmasını isteyerek; Hz. İsa’nın ve –sözdeMehdi’nin gelmesini bekleyerek, Kur’an’dan ve Peygamber’den şefaat umarak Müslümanlık olmaz. Müslümanlığı bir
kimlik olarak kullanamayız, kullansak da bu kimlikle mü’min
olamayız. Cennete uydurulan kimlikle değil, yaşanan hayatla
gidilir.
“Lafla peynir gemisi yürümez.” boşuna dememişler.
Lafla gemiyi yürütemiyoruz da Müslümanlığı nasıl yürüteceğiz?
“Göçebe Araplar: ‘İman ettik !’ dediler. De k i:
‘İman etmediniz . (Öyle is e: ‘İman ettik !’ demeyin.)
Fak at ‘Boyun eğdik (t es lim ol duk / Müs lüman olduk ).’
deyin. Çünk ü iman, henüz k alpl eriniz e girmemiş tir.
Eğer Allah’a ve Peygamberine (t am) itaat eders eniz ,
(O da) yaptık larınız dan hiçbir ş eyi ek s iltmez . Allah,
357
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
çok bağış l ayandır, ç ok merhamet edendir.” (Hucurât,
49/14)
Ayetteki inceliğe bakar mısınız? Göçebe Araplar (günümüz Müslümanlarının birçoğu gibi) “Biz de iman ettik, Müslüman olduk” diyerek mü’min olduklarını zannetmişlerdi.
Ama hiç de öyle olmamıştı. Allah buyurdu ki: “Hayır, ‘İman
ettik’ demeyin, çünkü henüz inandığınız bir şey yok, sadece
Müslüman kimliğiyle inananların safında yer alıyorsunuz.”
Yani mü’min olmanız için bugüne kadar inen ayetleri ve bu
ayetlerin yüklediği sorumlulukları bilmeli ve kabul etmelisiniz.
Müslümanlarla beraber olmak, İslam diyarında Müslüman
hüviyetiyle yaşamak yetmiyor. Bu ayet bugünün Müslümanını ne kadar güzel tarif ediyor.
Kur’an’da anlatılan imanın en büyük göstergesi, Allah’a
ve Peygamber’e itaattir. Bu itaatin nasıl gerçekleşeceği şu
ayette anlatılmaktadır: “(Gerçek ) Mü’minler ancak Al-
lah’a ve Peygamberine inanan, s onra (inandık larında
z erre k adar) ş üpheye düş meyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İş te onlar doğru
k ims elerin ta k endileridir.” (Hucurât, 49/15)
İşte gerçek mü’minin Kur’an’daki tarifi. Şimdi bu tarifin
bize ne kadar uyduğunu ya da bizim bu tanımlamaya ne kadar uyum sağladığımızı düşünelim! O günün göçebe Araplarından bir farkımızın olup olmadığına bakalım!
358
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Müslüman Olmayanlar Cennete
Gidecek Mi?
“Biz , el çi göndermedik çe hiç k ims eye az ap etmeyiz .” (İsrâ, 17/15) Bu ayette, peygamber gönderilmeyen
toplumların sorumlu olmayacağı vurgulanıyor.
Şimdi biz bu pasajdan şunu mu anlayacağız: “Hz. Peygamber’den sonra peygamber gelmeyeceğine ve dolayısıyla
bugün Müslüman olmayan toplumları İslam’a davet eden bir
elçi olmadığına göre demek bu insanlar Müslüman olmak zorunda değillerdir!” Elbette ki hayır...
Bu mesajdan şunu anlamalıyız: Hz. Peygamber’den
sonra elçi gelmeyeceğine göre Allah, bu elçilik yükümlülüğünü Müslümanların sorumluluğuna bırakmıştır. Onun için
Hz. Peygamber’in, “Ümmetimin âlimleri, İsrail Oğullarının
peygamberleri gibidir” buyurmuştur. Bu hadis, kaynaklarda
haber-i meşhur olarak geçmektedir. (Razi, Tefsir, VIII/302;
Neysaburi, Tefsir: I/264; Keşfu’l-Hafa: II/64) Hz. Peygamberin
bu söyleminden anlaşılıyor ki; nasıl geçmiş peygamberler insanları hakka davet ediyordu ise, benden sonra gelecek İslam
âlimleri de aynı işi yaparak peygamberlerin vazifesini icra
edeceklerdir. Böylece hem sorumluluklarının gereğini yerine
getirmiş olacaklar, hem de yeryüzünde elçi gelmeyen kimse
kalmamış olacak.
Bu tabloya baktığımız zaman, başlıktaki sorunun birinci
muhatabının Müslümanlar olduğunu göreceğiz. Eğer bugün
yeryüzünde İslam’dan haberi olmayan birileri varsa bunun
sorumlusu Müslümanlardır. Bu sorumluluğu, “İslam’dan,
Kur’an’dan, Hz. Muhammed’den haberi olmayan mı var ki
359
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
davete gerek duyulsun? Herkes zaten her şeyden haberdardır!” diyerek üzerimizden atamayız. Kimse kendi dininin bâtıl
olduğunu, kendisinin yanlış yolda bulunduğunu söylemez;
herkes kendince haklıdır ve hak yoldadır.
Dolaysıyla “İslam Hak Dindir” demekle kimse Müslüman olmaz ve hakikati yaşamış sayılmaz. Paraya bakarak ve
bakılan paranın gerçek olduğuna inanarak kimsenin zengin
olduğunu gördünüz mü? O Paranın çalışarak ve emek sarfederek sizin tarafınıza geçmesini sağlamanız lazım ki ona sahip
olasınız. Din de böyledir. Hak olduğuna inanmakla kimse mütedeyyin insan olamaz. Hak olan dinin hakikatlerinin hayata
geçirilmesi gerekir.
Evet, yeryüzünde İslam’dan haberi olmayan hemen hiç
kimse yoktur. Ama haberdar olmak yetmiyor. Esas olan Allah’ın Dini’nin Hak olduğunun bu insanlara yüz yüze anlatılmasıdır, yaşanarak gösterilmesidir. Onun için diyorum ya:
Müslüman, İslam’ı anlatacak bilgiye, birikime, vizyona, fikri
ve ruhi olgunluğa sahip olmalıdır, temsille İslam’ın güzelliklerini teslim edebilmelidir.
Nitekim Kur’an’ın nüzulü döneminde Yahudilere hitaben gönderilen şu ayet aynı zamanda Müslümanlara da ciddi
sorumluluklar yüklemektedir:
“Siz , ins anlara iyiliği emrederk en, k endiniz i
unutuyor mus unuz ? Oys a s iz k itabı ok uyors unuz .
Yine de ak ıllanmayacak mıs ınız ?” (el-Bakara, 2/44)
Kur’an’ı bilmeyen ve yaşamayan, Hz. Peygamber’i tanımayan ve yolunda bulunmayan, dininin esaslarından haberdar olmayan ve onlara alaka duymayan bir Müslüman’ın
din adına insanlara bir şey vermesi düşünülemez...
360
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Bu nedenle, Müslüman olmayan insanların küfürde
kalmalarının ve imandan mahrum yaşamalarının birinci sorumlusu Müslümanlardır. Bu sorumluluğu, İslam âlimleri veya
sıradan Müslümanlar ya da havas veya avam gibi farklı kategorilerde ele alamayız.
Bu mevzuda herkes sorumludur. Çünkü Kur’an bu yükümlülüğü inanan herkese vermiştir. Ama çıkar bir grup bu
tebliğ işini üstlenirse diğer Müslümanların bu anlamdaki sorumluluğu başka mecralara kaymış olur.
“İçiniz den (herk es i) iyi ve yararlı olana davet
eden, eğri ve yanlış tan alık oyan bir toplul uk buluns un. Nihai k urtuluş a eriş ecek k ims eler, iş t e bunlardır.” (Âl-i İmrân, 3/104) Bu ayetten de anlıyoruz ki, inançlı
kesimden bir topluluğun kıyâmete kadar insanları uyarmak
konusunda görev başında olması zorunludur.
İnsanların İslam’dan haberdar olduğundan söz ettik.
Eğer haberdar olunan bir şeye inanmak gerekseydi o zaman
Müslümanlarda duydukları dinlere inanmak zorunda kalacaktı. “Ama bizim dinimiz haktır” diyerek buna karşı çıkamazsınız. Dininizin Hak olduğunu nereden biliyorsunuz? Bir araştırmanız, bir çalışmanız oldu mu? İnandıklarınızın, yaşadıklarınızın doğru olup olmadığını sorguladınız mı? Hiçbir dinin
mensubu inandığı dinin Batıl olduğunu söylemez. Herkes
kendine göre Hakka inanmıştır. Onun için diyorum ya; “Nasıl
olsa İslam trenine bindim ve bu tren de cennete gidecek, doğuştan şanslıymışım” diyerek kendimizi aldatmayalım. Dinimizi doğru tanıyalım, doğru yaşayalım ve doğru tanıdığımız
ve doğru yaşamaya çalıştığımız dinimizi dünyaya doğru anlatalım.
361
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
İslam dünyasından Batı’ya yapılan göçlerin yüzde biri
İslam’ı anlatmak için olsaydı ve bu göçü gerçekleştirenler temsilde yeterli bulunsaydı bugün dünya İslam’ı tanımak konusunda çok daha farklı yerde olurdu. Ama ne hazindir ki farklı
amaçlarla dünyaya dağılan Müslümanlar gittikleri yere
Kur’an’ın ahlâk değerlerini taşımak yerine Kur’an’la bağdaşmayan kendi kültür değerlerini transfer ettiler ve bunu da İslam diye tanıttılar.
Güveni, güvenilirliği, sevgiyi ve saygıyı ilke edinen bir
İslam toplumu yerine nefreti ve sevimsizliği prensip edinen bir
kesim oluştu. Ve böylece yanlış bir İslam ve Müslüman imajı
ortaya çıktı. Oysa Allah, Meryem Sûresi’nin 19/96. ayetinde:
“İnanıp faydalı iş ler yapanlar için Rahmân (olan Allah, k alplerde) bir s evgi yaratarak (onları herk es e)
s evdirecek t ir.” buyurarak, İslâmî anlatımların daha rahat
karşılık bulması için inananlara karşı kalplerde sevgi oluşturacağını müjdelemiştir.
Müslümanların genel durumuna baktığımız zaman bu
sevgiyi maalesef göremiyoruz. İslam’ın güzel yüzünü,
Kur’an’daki ilahi hakikatlerin özünü ve ondaki temel evrensel
ahlâki değerleri dünyaya göstermeleri gerekirken, insanları İslam’dan uzak tutacak, provoke edecek, düşmanca yaklaşımlara yardımcı olacak davranışlar görüyoruz.
Böyle olunca da İslam’ın tebliğinde sorumluluk alan
bazı Müslümanlar dünya kamuoyu önünde sürekli defansta
kalmak zorunda kalıyor. Yaşananlar yüzünden dine ve dindarlara yapılan saldırılara karşı savunma mekanizmaları geliştiriyor. Çeşitli argümanlarla haklı olduklarını ama yanlış anlaşıldıklarını anlatmaya mecbur kalıyor. Oysa Müslüman hücumda olmalı ve her fırsatta dininin değerlerini insanlarla
paylaşacak fırsatları değerlendirmelidir.
362
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Temsilde yeterli olamayan Müslümanlar, üstüne üstlük
bir de kendilerinden olmayanlara karşı sürekli düşmanca tavır
içinde oluyor...
Hiçbir şart ve koşulda başkalarını sevmeye zorlanamayız. Ama durup dururken de başkalarına düşmanlık edemeyiz. Ayrıca, sürekli düşmanca yaklaşımlarla aynı mıntıkada
bulunup aynı sosyolojik yapıya sahip olan insanlara derdimizi
de dinimizi de anlatamayız.
Kur’an’ın tanımına göre gayrimüslimler iki kategoride
değerlendiriliyor. Bunlardan biri; Suya sabuna dokunmadan
kendi dinlerini yaşayarak hayatlarına devam edenler; diğeri
ise Müslümanlara karşı sürekli düşmanca tavır içinde olanlar.
Bu ikisinin birbirinden ayrı tutulması gerekir.
“Allah, s iz i, din k onus unda s iz inl e s avaş mamış ,
s iz i yurtlarınız dan da çık armamış k ims elere iyilik etmek ten, onlara âdil davranmak t an men et mez . Şüphes iz Allah, âdil davrananları s ever.” (Mümtehine,
60/8);
“Allah, yal nız s iz inle din uğrunda s avaş anları,
s iz i yurtlarından çık aranları ve çık arılmanız için yardım edenl eri dos t edinmeniz i yas ak lar. K im onları
dos t edinirs e, iş te onlar z alimlerin ta k endileridir.”
(Mümtehine, 60/9)
İşte çok açık şekilde Allah hükmünü ortaya koymuştur.
Kimse birilerini Cehenneme göndererek kendi Cennetini oluşturamaz. Cennetin yolu cemiyeti kazanmaktan geçer.
Ayrıca, Cennete uydurulan kimlikle değil, yaşanan hayatla gidilir.
Kendimizi Müslüman kimliğiyle kandırmayalım, Allah’ın Dinini yaşamaya bakın!
363
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
364
Mezheplerin Dinleştirilmesi
Ve Değiştirilmesi
Bugün yaşanan mezhep savaşlarıyla geçmişteki mezheplerin
ne itikatta, ne de amelde hiçbir bağlantısı yoktur.
Geçmişten tamamen koparak bugüne yoğunlaşmak nasıl
yanlışsa, bugünü dikkate almadan geçmişe büsbütün bağlı kalmak
da öylece yanlıştır...
Televizyon programlarında en çok mezhepler konusunda soru alıyorum. Bunlardan bazıları: “Mezhepler
Kur’an’da neden yok? Mezhep değiştirmek caiz midir? Başka
mezhepten olan bir imamın arkasında namaz olur mu? Mezhep olmadan İslam yaşanmaz mı? Hz. Peygamber zamanında
mezhep var mıydı? Kaç tane hak mezhep var? Aynı anda birkaç mezhepten yararlanmak mümkün müdür?” şeklinde oluyor.
Bu sorulara baktığımız zaman insanların mezhepler konusunda ne kadar bilgisiz olduğunu ve bu konuda ne kadar
gereksiz bilgilerle doldurulduğunu üzülerek görüyoruz.
Mezhepler mevzusu, geldiği nokta itibariyle çok hassas
bir tartışmaya dönüşmüştür. Ben mezheplerin çıkış süreçlerine ve şartlarına kısaca değindikten sonra mezheplere ihtiyacın olup olmadığını ve mezheplerin dinleştirilmesi tehlikesini
örneklerle ve yorumlarla işlemeye çalışacağım.
365
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Bazıları, mezheplerin siyasi partiler gibi kurulduğunu ve
mezhep imamlarının da bu partilerin genel başkanları gibi
imamlık makamına oturduğunu düşünüyor ve böyle olunca
da haklı olarak reaksiyon gösteriyor.
Bilmiyorlar ki kurulan ve daha sonra dine dönüştürülen
mezheplerden imamların hiçbirinin haberi yoktur. Onlar sadece kendi zamanlarının koşullarında bilgisiz kalan insanları
bilgilendirmek, tıkanmaya yüz tutmuş İslâmî yaşamın önünü
açmak, dini daha kolay yaşanır hale getirmek için gecelerini
gündüzlerine katarak çalışmışlardır.
Mezheplerin ortaya çıkışı, Hz. Ali ile Muâviye arasında
gerçekleşen savaşlardan hemen sonra Hicrî birinci yüzyılın ortalarına doğru başlamış; Sünnilik, Şiilik ve Hâricilik adlı üç
büyük mezhep ortaya çıkmıştır.
Daha sonraki zamanlarda bu mezhepler kendi içinde
bölgesel etkenlerin de başı çektiği bazı nedenlerden dolayı
farklı dallara ayrılarak onlarca mezhep meydana gelmiştir.
Meydana gelen bu mezheplerin tamamına yakını yukarıda
belirttiğim gibi İslam’ın önünü açmaya matuf gayretlerden
doğmuştur.
Daha sonraki zamanlarda yani Hicrî birinci asrın sonlarına doğru değişik İslam şehirlerinde, bu şehirlerin adıyla anılan fıkıh okulları kurulmuştur. Şam, Kûfe, Basra, Medine
Okulları bunlardan bazılarıdır. Irak’taki fıkıh okulu Hanefî,
Medine’deki fıkıh okulu ise Mâlikî mezhepleri olarak anılmıştır. Şâfiî, Hanbelî, Zâhirî ve Cerirî mezhepleri ise bunlardan
sonra zuhur etmiştir.
Müslümanlığın geldiği noktada iki ana mezhep bulunmaktadır. Bunlar: Ehlisünnet (Sünniler) ve Şia’dır (Şiiler’dir).
366
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Sünniler günümüzde inanç açısından Mâturidîlik ve
Eş’arîlik, fıkhi açıdan ise Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine müntesiptirler. Bu dört mezhepten ilki olan Hanefî
Mezhebi itikat olarak Mâturidîliğe, diğer üç mezhep ise
Eş’arîliğe bağlıdır.
Bu mezhepler dışında, Sünnilik’te olan icmâ, kıyas ve
rey’e başvurulmasını kabul etmeyen, her sorunun çözümünü
yalnızca Kur’an’da, Sünnet’te, sahabe ve sahabeye tâbi olan
Tebe-i Tâbiîn’in görüş ve uygulamalarında arayan bir grup
daha vardır ki bunlar da Selefiyye ya da Selefiyyûn (geçmişe
bağlı olanlar) olarak anılırlar.
Şiîlerin günümüzde bağlı olduğu en büyük mezhepler
ise İmamiye (Caferiye), Zeydiye ve İsmâiliye’dir.
Dini terimlerde doktrin olarak da adlandırılan “Mezheb” in tarifi, bir dinin çeşitli görüş ayrılıkları ve ihtilaflar nedeniyle ortaya çıkan kollarından her birine verilen isim olarak
yapılır.
Tarihte mezhepler arasında ufak tefek görüş ayrılıkları
olsa da, bu ayrılıklar bugün olduğu gibi insanları kan akıtmaya götürecek kadar ihtilaflara asla sebebiyet vermemiştir.
Aksine, ayrılıkların temelinde İslam’ın daha kolay anlaşılması
ve daha rahat yaşanma mülahazası vardır. Zaten ayrılıklar
esasta değil teferruattadır.
Bugün yaşanan mezhep savaşlarıyla geçmişteki mezheplerin ne itikatta, ne de amelde hiçbir bağlantısı yoktur.
Geçmişte, genelde iyi niyete dayalı olarak yapılan çalışmalar,
Müslümanların dini bozulmadan yaşamasını ve hayatlarına
kardeşçe devam etmesini hedeflemekteydi.
367
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Hiçbir içtihadın arkasında kan akıtmak, bölmek, parçalamak yoktur ve olamaz da. Ama bugün gelinen noktada İslam dünyası, geçmişteki içtihadî çalışmaların tam tersine mezhepsel ayrılıkları mezhepçilik adı altında savaşa dönüştürerek
İslâm’ın hoş görmediği çamura saplanmışlardır. Bu manada
diyebiliriz ki hem İslam Dini kendi mensuplarından ve hem
de Müslümanlar kendi dindaşlarından yediği darbeyi hiçbir
toplumdan yememişlerdir.
Konu çok hassas olduğu için kelimeleri cımbızla seçerek
cümleleri kurmaya çalışacağım. Umarım sizler de cımbızla çekerek durum değerlendirmesi yapmazsınız. Çünkü yukarıda
da ifade ettim, mezhepler din gibi algılandığı ve mezhep otoriteleri sorgulanamaz görüldüğü için maazallah küfürle itham
edilebilirim.
Mezheplerin doğuşundaki gayeleri ve sebepleri anlamak için kısa da olsa mezheplerden önceki İslam tarihine ve
bazı mezhep imamlarının biyografisine göz atmak gerekir diye
düşünüyorum:
“Hulefâ-i Râşidîn” Dönemi diye anılan Dört İslam Halifesinin toplam hilâfet süreleri yaklaşık otuz senedir. Bu dönem, Hz. Peygamberin vefat yılı olan 632’de başlamış,
661’de Hz. Ali’nin öldürülmesiyle son bulmuştur.
Hz. Ebû Bekir hariç, halifelerin tamamı katledilerek hayatlarına son verilmiştir. Üstelik öldürenler ya da öldürtenler
hep kendi içlerinden yani Müslümanlardan olmuştur.
Bunu yazmamdaki sebep, İslam’ın Hz. Peygamberden
sonra her geçen gün nasıl kan kaybettiğini, Ensar ve Muhacir
kardeşliğinin kökünün nasıl kurutulduğunu, Müslümanlar
arasındaki dayanışmanın nasıl yok edildiğini göstermek ve
akan kanın durdurulması konusunda bazı âlimlerin nasıl gay-
368
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
ret gösterdiğini ortaya koymaktır. Yani farkında olmadan, bilgisizce İslam âlimlerini ve onların çalışmalarını küçük düşürerek söylemlerde bulunarak saygısızlık yapmamak mevzusunda sizleri uyarmaktır.
Hz. Ebu Bekir iki sene halifelik yapmış (632-634). Öldükten sonra yerine Hz. Ömer geçmiş. O da on sene halifelik
yaptıktan sonra (634-644) öldürülmüştür. Öldürülen Hz.
Ömer’in yerine Hz. Osman getirilmiş. O da on iki sene sonra
(644-656) katledilmiştir.
Daha sonra halifelik makamına Hz. Ali getirilmiştir. Hz.
Ali dönemi binlerce Müslüman’ın ölümüne sebep olan savaşlarla geçmiştir. Çünkü Hz. Peygamberi mağlup edemeyen
zihniyet, Müslüman kılığında intikamını Hz. Peygamberin
hem damadı, hem amcasının oğlu ve hem de en yakın dava
arkadaşı olan Hz. Ali’den almak istemiştir. Hz. Ali de selefi
olan diğer iki halife gibi beş sene sonra maalesef (656-661)
öldürülmüştür.
Burada halifelerin hangi kriterlere göre ve hangi şartlarda halifelik makamına getirildiğini yazmıyorum ama sizlerin bu konuda mutlaka sağlıklı bir araştırma yapacağınıza inanıyorum. Çünkü Hz. Ali dönemi ve ondan sonraki zamanda
gelişen olaylara baktığımız zaman, daha Hz. Peygamber vefat
etmeden derin bir yapının iktidarı ele geçirmek için el altından
faaliyete başladığını ve bu çalışmalarını aralıksız olarak derin
bir sinsilikle sürdürdüğünü görüyoruz. Üstelik bu çalışmalar
İslam çatısı altında, Müslüman kılığında yapılmıştır. Bugün bir
kısım basiret yoksunu Müslüman, on binlerce Müslüman’ın
kanının akmasına öncülük eden bu insanları “hazret” olarak
anmakta ve hazret ifadesini kullanmayanları da küfürle itham
etmektedir. Yazıklar olsun bu zihniyete! Veyl olsun bu zihniyete hizmet eden basiretsizlere!
369
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Emeviler Dönemi:
Hz. Ömer döneminde 641’de Şam Valisi olan Muâviye,
Suriye’yi denetimi altına almış ve Hz. Osman’ın ölümünden
Hz. Ali’yi sorumlu tutarak onun halifeliğini tanımamıştır. Sıffin
Savaşı’nda (657) yenilmek üzere olan askerlerinin mızraklarına Kur’an yapraklarını taktırarak Hz. Ali’nin ordusunu durdurmuş ve bu savaşta binlerce Müslüman’ın ölümüne sebep
olmuştur.
Hz. Ali’nin 661’de öldürülmesinden sonra Muaviye, İslam Devleti’nin başına halife olarak geçmiştir. Muaviye,
Emevi Kabilesinden olduğu için daha sonra kendi soyundan
gelen halifeler dönemine Emeviler Dönemi denmiştir.
Yaklaşık 90 yıl süren Emevi Hanedanı, Horasanlı Ebu
Müslim’in başlattığı bir ayaklanma sonucunda 750’de Abbasilerin önderi Ebu’l-Abbas Seffah, Emevi egemenliğine son
vermiş ve Emevi Hanedanı’nın bütün üyelerini öldürtmüştür.
Emeviler Dönemi’nde İslam çok ciddi şekilde zarar görmüş ve Emevi hükümdarları başta Ehl-i Beyt olmak üzere
Müslümanlara çok büyük zulümler yapmış, on binlerce Müslüman’ın kanını akıtarak İslam’da önü alınamayan ve sonu
gelmeyen kardeş savaşlarını başlatmıştır.
Gördüğünüz gibi Hz. Peygamberin irtihalinden kısa zaman sonra Müslümanlar arasında ihtilaflar başlamış; ortaya
çıkan ihtilaflar kavgaya, kavgalar düşmanlıklara, düşmanlıklar
da savaşa dönüşmüştür. Bunun sonucunda Müslümanlar
ciddi bir çıkmazın içine girmiştir. Öyle ki, Mekkeli Müşriklerin
yirmi üç yılda İslam’a vuramadıkları darbenin onlarca katını
(sözde) Müslümanlar kendi dinlerine vurmuştur.
370
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Bu gidişe birilerinin dur demesi gerekirdi. Çünkü bu gidiş Hz. Peygamberin dininin bağlılarına yakışmıyordu ve barış için gelmiş olan bir dinin mensuplarının kendi aralarında
kavga etmeleri, birbirleriyle savaşmaları büyük bir felaketti.
Bu felaketin önüne geçmek ve Hz. Peygamberin vefatından sonra kaybolmaya yüz tutan İslâmî değerleri yeniden
ihya etmek için Tâbiîn’in ve Tebe-i Tâbiîn’in arasında müçtehitler çıkarak çok büyük fedakârlıklar göstermişlerdir.
Bunlardan bir tanesi de İmam-ı Azam Ebû Hanife’dir.
İmam-ı Azam’ın yaşadığı çağda bir taraftan kan akarken diğer
taraftan itikadi anlamda bir sürü sapık fırkalar ortaya çıkmıştır.
Bunların önüne geçecek ve bunlara dur diyecek bir çalışma
yapılmalıydı. Ebû Hanife de bu düşünce doğrultusunda sorumluluk üstlenerek içtihatlarına başlamıştır. Ebû Hanife yaptığı çalışmaları değerlendirirken şöyle demiştir: “Bu bizim reyimizle vardığımız bir sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz,
kimseye ‘Bunu kabul etmeniz gerekir!’ demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin, onu kabul ederiz.”
Görüldüğü gibi, Müslümanların dertlerine, acılarına,
feryatlarına tanık olan, İslam toplumunun maruz kaldığı çelişkileri, haksızlıkları, adaletsizlikleri, perişanlıkları, insanlık dışı
şartları, tuzakları, entrikaları gören bazı sorumlu kahramanlar
ortaya çıkmıştır. Bu kahramanlardan sadece en meşhurlarından bilinen Dört Sünni Mezhep İmamının biyografisini vererek konuyu işlemeye çalışacağım.
Çünkü gelen sorulara baktığınız zaman anlıyorsunuz ki,
insanımız mezhepler ve mezhep imamları konusunda çok bilgisiz. “Kur’an’da neden mezhep yok?”, “Hz. Peygamber zamanında mezhepler niçin kurulmamıştı?” gibi sorular, İslam
371
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
toplumu adına gerçekten garipsenecek sorulardır. Belli ki insanların mezhepler hakkındaki bilgileri ve kanaatleri gerçeklerden çok uzak, sadece yapay ve duyma bilgilerden ibarettir.
İmam-ı Azam (Nûman bin Sâbit)
Hz. Peygamberin ölümünden yaklaşık yetmiş sene
sonra İmam-ı Azam (80-699) Irak’ta Kûfe’ de doğdu, Bağdat’ta 68 (150-767) yaşında öldü.
On sekiz yıl tedrisat gördükten sonra otuz yıl ders
okuttu. Talebe sayısının dört bini aştığı ve bunlardan en az
kırk kadarının İmam-ı Yûsuf ve İmam-ı Muhammed gibi müctehid derecesine ulaştığı kabul edilmektedir.
Ebû Hanife’nin çalışmalarındaki en büyük özelliği, ayet
ve ayete uyan hadislerin hükmü ile aklın yorumu arasında
makul bir denge kurmasıdır. Böylece daima insanların ihtiyaçlarını, dinin inanç ve ameldeki maksadını, temel kriterleri
dikkate alarak hareket etmiş olmasıdır.
Ebû Hanife, Halife Ebû Câfer el-Mansûr tarafından aralarındaki anlaşmazlık sebebiyle hapse atılmış ve hapis hayatı
devam ederken Rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştur.
İmam-ı Mâlik (Mâlik bin Enes)
Hz. Peygamberin ölümünden yaklaşık seksen sene
sonra İmam-ı Mâlik (90-709) Medine’de doğdu. Yine Medine’de seksen altı yaşında (179-795) vefat etti.
372
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Medine’de döneminin seçkin âlimlerinden ders alan
İmam Mâlik, belli bir süre sonra Peygamber Mescidinde dersler okutmaya başlamıştır.
İmam Mâlik, o günün ilim merkezi durumunda olan
Medine halkının uygulamasına büyük önem vermiştir. Ona
göre, Medinelilerin ameli, mütevâtir (kesin aktarımlı) sünnet
hükmündedir.
İmam-ı Şâfiî (Muhammed bin İdris Şâfiî)
İmam-ı Şâfiî, Hz. Peygamberin ölümünden yüz kırk
sene (İmam-ı Azam’ın ölümünden bir yıl) sonra (150-767) Filistin’in Gazze şehrinde doğdu. Elli dört yaşında Mısır’da
(204-820) vefat etti.
İmam Mâlik’ten Hicaz Fıkhını, Ebû Hanife’nin talebesi
olan İmam Muhammed’den de Irak Fıkhını öğrendi. Mezhebinin en önemli özelliği, âdeta Hanefî ile Mâlikî Fıkhının terkibi niteliğinde olmasıdır. İmam Şâfiî ilk önce Bağdat’ta fıkhi
görüşlerini ortaya koymuş ve bu görüşler Şafiî Mezhebinde
imamın eski görüşlerini ifade etmek için “Eski Mezhep” diye
anılır. Hicri 200 yılında Mısır’a göç ettikten sonra ortaya koyduğu görüşler de “Yeni Mezhep” diye anılmaktadır.
İmam-ı Hanbel (Ahmed bin Hanbel)
Hz. Peygamberin ölümünden yüz elli dört sene sonra
İmam-ı Hanbel (164-780) Bağdat’ta doğdu. Yine Bağdat’ta
yetmiş beş yaşında (241-855) vefat etti.
373
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Devrinin önemli âlimlerinden ilim tahsil eden Ahmed
bin Hanbel, İmam-ı Şâfiî’nin öğrencisi olmakla beraber aynı
zamanda Hanefî Mezhebinin önemli müçtehitlerinden Ebû
Yûsuf’tan da istifade etme imkânı bulmuştur. İslam Devleti’nin sınırlarının genişlemesi, fıkhi konularda çoğalan sorular ve fikir ayrılıklarının artması üzerine, Kur’an’da doğrudan
açıklanmayan bazı konularda aklın da kullanımını savunan
Mutezilîlere karşı çıkmıştır. Vahhabîlik ve Selefiye gibi akımlar, çıkış noktalarını daha çok Hanbelî Mezhebine dayandırmaktadırlar.
Dini Konuların Temek Kaynağı
İslâm’da dinî hükümlerin temel kaynağı Kur’an’dır ve
ona bağlı olarak da sünnettir. Kur’an’da İslam itikadının inanç
esasları çok açık ve net olarak belirtilmiştir. Bu konuda şüpheye ve yoruma gerek yoktur. Bütün ilahi dinlerde olduğu
gibi İslam’da da inanç esasları vahye bağlı olarak belirlenmiştir. Sünnet, bu esasların Hz. Peygamber tarafından hayata geçirilmiş hâlidir. Yani, Sünnet’in kaynağı da Kur’an’dır.
Mezhepleri iyi anlamak için, bunların siyasi partiler gibi
kurulduğu önyargısından uzaklaşmak lazım. Mezhepler parti
gibi kurulmamış, kendiliğinden oluşmuştur. Mezhep imamlarının münferit çalışmaları zamanla kabul görerek mezhep haline gelmiştir. Yukarıda biyografilerini vermeye çalıştığım İslam âlimlerinin içtihat ederek ortaya koydukları çalışmaların,
bilgilerin hepsine o müçtehitlerin mezhebi denmiştir.
Örneğin: Hanefî Mezhebi diye adlandırdığımız ekol,
İmam-ı Azam’ın içtihadından ibarettir. İmam-ı Azam bu içtihadını yaparken bir mezhep olsun diye yapmamış, o günün
insanının dini yaşamını kolaylaştırmak, sapkınlıkları önlemek
ve yeni bidatlerin (uydurmaların) önünü kesmek için yapmıştır.
374
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Bu anlamda, Kur’an’da “Fırk alara ayrılmayın” (Ali
İmran, 103, Şura, 42/13) gibi ayetleri mezhepler üzerinde değerlendirmek doğru olmaz. Zira dinin daha iyi kavranması,
Kur’an’ın daha doğru anlaşılması konusunda geçmişte olduğu gibi bugün de birtakım içtihatlar gerçekleştirilmektedir.
Bunlar da geçmişteki gibi iyi niyete dayalı samimi çalışmalardır. Ayrıca, dini daha iyi anlamak ve yaşamak konusunda içtihat farklılıklarında rahmet olacağı da bilinmelidir.
“Ben, Kur’an’a göre yaşayacağım.” demek, Hz. Muhammed ve zamanındaki sahabeleri gibi yaşayacağım demektir. Elbette ki her Müslüman, Kur’an’a göre yaşayacaktır.
Buna karşı çıkmak Kur’an’a karşı çıkmak olur. Ama bunun
için başta Kur’an’ın çok iyi kavranması ve Peygamberin Sünnetinin çok iyi bilinmesi lazım. Hiçbir Müslüman’ı şu ya da bu
mezhebe bağlanmaya zorlayamayız ama Kur’an’a vukufiyetini ve Sünnete aşinalığını sorgularız.
İslam’ın esaslarını doğru dürüst bilmeyen, namazı
ikame edemeyen, namazda okuduklarının anlamına vakıf olmayan, Kur’an’dan bihaber bir insanın “Benim mezheplere
ihtiyacım yok!” demesi de doğru olmaz.
“Paraya ihtiyacım yok” demeniz için paranızın olması
lazım. Paranız olmadığı halde “paraya ihtiyacım yok” diyorsanız hadsizlik yapıyorsunuz demektir. Dini mevzularda sıkıntınız yoksa, ihtiyaçlarınızı görebilecek durumda iseniz elbette
ki mezheplere tabi olmak gibi bir zorunluluğunuz yoktur.
Hangi zamanda ve koşullarda olursa olsun İslam âlimlerinin iyi niyetle ve samimi gayretle yaptığı çalışmalar her zaman değerlidir.
Nitekim sosyal medyadan gördüğüm kadarıyla bugünkü İslam âlimlerinin çalışmalarına da kayıtsız kalmıyoruz.
Bu da gösteriyor ki bir arayış içindeyiz, birilerinin yardımına
ve desteğine ihtiyacımız var.
375
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
İşte geçmişteki çalışmalar da aynen bugün olduğu gibi
bu arayışın ve ihtiyacın sonucu olarak doğmuştur. Bu arayışımızı sürdürürken geçmişten kopmak zorunda değiliz. Mâziden de istifade ederek gelecekle ilgili güzel çalışmalar yapabiliriz. Onun için mezhep taassubundan kurtulayım derken maazallah ifrata ve tefrite düşerek bilgisizliğimizin kurbanı olmayalım. Ve Allah’ın şu ayetini de kafamızdan çıkarmayın: “Her
ilim s ahibinin üs tünde daha iyi bir bilen vardır.”
(Yûsuf, 12/76)
İslam’ın şiddetle yasakladığı “ifrat ve tefrit” konusunda
temkinli olmak gerekir. Aşırılıktan kaçarken orta yolu yakalayabilmek önemlidir.
“İş te böylece s iz i dengeli ve ölçülü bir toplum
k ıldık k i ins anlar nez dinde Hak k ’ın ş ahitleri (örnek leri) olas ınız ve Peygamber de s iz in hak k ınız da ş ahit
(örnek ) ol s un.” (el-Bakara, 2/143) buyrulmaktadır. Mesela
cimrilik tefrittir, israf ifrattır; cömertlik ise orta yoldur. Bu üçü
arasında orta yolu bulmak yani cömert olmak esas olandır.
İnanan insanı örnek veren bir ayette aynen şöyle buyruluyor: “Onlar, harcadık ları z aman, s açıp s avurma-
dık ları gibi, cimrilik de etmez ler. İk is i aras ında doğru
olanı yaparlar.” (Furkân, 25/67)
Bu ayeti destekleyen başka bir ayette:
“Elini boynuna bağlayıp as ma (cimri olma), büs bütün eli açık da olma (is raf etme)! Sonra k ınanır ve
çares iz k al ırs ın.” (İsrâ, 17/29) buyrulmaktadır. İşte ifratın
ve tefritin Kur’an’daki örnekleri...
Şimdi mezhepler konusunda da aynı hataya düşmemeliyiz. Kestirip atmak doğru olmadığı gibi, mezhepçilik yapmak
ve mezhepleri dine dönüştürmek de doğru değildir. “İlla da
376
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
bu mezhep!” yaklaşımı asla ve asla doğru olamaz. Hele mezhepleri hiçbir bilgiye ve sağlam kaynağa dayanmadan,
Kur’an’ın ve Sünnetin altın mikyaslarıyla test etmeden “hak”
ve “bâtıl” diye sınıflandırmak ve Sünnilerde olduğu gibi hak
mezhep sayısını dörtle sınırlamak hiçbir şekilde kabul edilemez.
Bir kere mezhep sayısı diye bir şey olmaz. Mezhep sayısı demek içtihat/müçtehit sayısı demektir. Geçmişte olduğu
gibi bugün de onlarca İslam âlimi çalışma yapmaktadır. Yapılan bu çalışmaların kaydını tutan herhangi bir kurum yoktur.
Siz hem geçmişteki içtihatları, hem de bugünün İslam âlimlerinin çalışmalarını yok sayamazsınız. Sayamadığınız gibi bâtıl
olarak kesinlikle göremezsiniz. Bu tavrınız İslam’ı anlamanın
ve yeniden yorumlamanın önünü keser.
Yukarıda, bilinen dört mezhep imamının biyografisini
vermeye çalıştım ve yaşadıkları yerlerden de örnekler sundum. Sizler de biliyorsunuz ki aynı tarihlerde o insanların yaşadığı bölgelerin dışında da milyonlarca Müslüman yaşıyordu
ve onlara da rehberlik eden yüzlerce İslam âlimi bulunuyordu.
Bu insanların, Dört Mezhep İmamının çalışmalarından
haberdar olması mümkün bile değildi. Şimdi siz hak mezhep
sayısını dörtle sınırlarsanız ve bunların dışındakileri bâtıl olarak görürseniz -ki bu konuda hiçbir bilginiz bulunmamaktadıro insanların çalışmalarına, içtihatlarına saygısızlık etmiş olmaz
mısınız? Hatta onların hak adına yaptığı hayırlı çalışmaları
bâtıl olarak gördüğünüz için sorumlu duruma düşmez misiniz?
Ortada bir yol var ve bu yolu Allah’ın talimatıyla,
Kur’an’ın rehberliğinde Hz. Peygamber açmıştır. Bu yolda
377
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
geçmiş peygamberler zamanında olduğu gibi kopmalar, yaralanmalar, çukurlar, deformasyonlar meydana gelmiş olabilir.
Bu, yeni bir yolun açılmasını gerekli kılmaz. Çünkü o yolun
yapılmasında rehberlik eden kitap elimizde. Bize düşen; yolda
oluşan çukurları doldurmak, engelleri kaldırmak ve yaraları
onarmaktır; deformasyona uğrayan yerleri tamir etmek ve
yolu işler hale getirmektir. Yeni yol yapmak gibi bir vazifemiz
yoktur. Mezhep imamları da bunu yapmışlar. Açılan yoldaki
arızaları gidermişler, yozlaşmaları ortadan kaldırmışlar, bozulmaların önüne geçmeye çalışmışlardır.
Tarihi şahsiyetleri azizleştirmeden, onlara kerametler
yüklemeden, onları kutsal varlıklar olarak görmeden, sorgulanamaz, yargılanamaz kabul etmeden onların faydalı çalışmalarından istifade etmeliyiz.
Bugün bütün Kur’an meallerinin ilham kaynağı olan Elmalılı Tefsiri bunun en bariz örneğidir. Şimdi siz Elmalılı’nın
yaptığı değerli çalışmaları görmezden gelebilir misiniz?
“Eğer bil miyors anız ilim s ahiplerine s orun.”
(Nahl, 16/43) ayetinin muhatabı olduğumuzu unutmayalım!
“Bana yönelenlerin yoluna uy.” (Lokmân, 31/15)
şeklindeki Kur’an fermanını da aklımızdan çıkarmayalım!
Bizim vazifemiz gereksiz yere mezhepleri eleştirmek değil, inanmış bir mü’min olarak sırat-ı müstakimde (doğru
yolda) yaşamaktır; bizim için faydalı olan bütün çalışmalara
değer vermektir ve o çalışmaları yapanların emeğine saygı
duymaktır. Gerekirse içtihadî anlamda yeni ve faydalı çalışmaların içine girmek, ortağı olmak ya da desteklemektir.
378
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Allah mü’mini tarif ederken şöyle buyuruyor: “S öz leri
dinleyip en güz eline uyanları müjdele. İş te Allah’ın
doğru yola ulaş tırdığı bunlardır. Gerçek ak ıl s ahipleri
de bunlardır.” (Zümer, 39/18) Yani mü’min olan kişi, anlatılanları dinler ama doğru olana uyar, yazılanları okur fakat
gerçek olana değer verir.
Ayrıca irşad konusunda faydalı çalışmalarıyla önümüzü
açan, şuurlanmamıza vesile olan, uyanmamıza ve kendimize
gelmemize yardımcı olan, İslâmî yaşam konusunda bizlere
öncülük eden insanlara da hürmet etmeliyiz. “Bütün ins an-
ları k endi öncüleriyle (rehberleriyl e) birlik te ç ağıracağımız günü hatırla!” (İsrâ, 17/71) Bu anlamda rehberlik
hizmeti aldığımız güzel insanlara vefasızlık etmemeliyiz...
Mezhep Değiştirmek
Ve Mezheplerden İstifade Etmek
Mezhepler din değil ki değiştirmek caiz olmasın. Mesela
Hanefiler İmam-ı A’zam’dan intikal eden bilgilerle amel ettiler
ama bir araştırma yaparak bu yolu tercih etmediler, sadece
kurulan sofraya oturdular; eğer aynı yemekler başka bir sofrada farklı şekillerde servis ediliyorsa pekâlâ o sofraya da oturulabilir. Kimse size “Önce o sofraya oturmuştunuz, ölünceye
kadar orada oturmak zorundasınız!” diyemez. Bu diğer sofraların meşruiyetine gölge düşürür. Hatta başka sofralardaki nimetlerin hazırlanma şeklini daha cazip görerek onlardan da
istifade edebilirsiniz. Yine kimse size “Oturduğunuz sofranın
dışına çıkamazsınız!” diyemez. Size sunulan yemekler helal
ise ve yeme imkânı da varsa neden sadece birinden yemeye
mecbur bırakılacaksınız ki!
379
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Mezhep yorumları içinden herkes istediğini seçebilmelidir. Bunu yapmak için zorunlu şartlar ya da mücbir sebepler
öne sürülmemelidir. Sadece bir kişinin yorumunu esas alma
şartı, mezhebi dinleştirir ve mezhep imamını yanılmaz ve dokunulmaz hâle getirir. Böylece ikinci bir din ve yeni bir peygamber ortaya çıkarılmış olur.
Madem mezheplerin hepsinin hak olduğunu kabul ediyorsunuz; o hâlde isteyen istediği kişiden hakikati öğrenebilir.
Onlarca kapısı olan bir saray düşünün. Saraya açılan
onlarca kapı bulunmasına rağmen hep aynı kapıyı kullanmaya zorlanıyorsunuz. Böyle bir şey düşünülebilir mi?
Önemli olan saraya ulaşmak değil mi? Yolun şeridinin farklı
olması, kapının değişik yerden açılması niye problem olsun
ki!
Yukarıda da söylediğim gibi, mezhep bir yorum ekolüdür. Dini bilgisi olan ve o sahada çalışmaları bulunan her
Müslüman yorum yapabilir. Esas olan Allah’ın Kitabı’nın anlaşılmasıdır, Hz. Peygamberin Sünnetinin bilinmesidir ve
onun getirdiği dinin ilkelerinin korunmasıdır. Teferruatın işlenmesinde farklı değerlendirmeler yapılabilir.
Mezhepleri dokunulmaz (mutlak) olarak görmek ve
mezhep imamlarını yanılmaz kabul etmek son derece yanlıştır. Çünkü mezhep din değildir, din bilimleriyle uğraşan ilim
adamlarının kişisel yorumlarından oluşan bir ekoldür.
Bu yorumlar, zamana ve şartlara göre değişebilmektedir. Nitekim İmam-ı Şâfiî, Bağdat’ta yaptığı çalışmaları Mısır’a
göç ettikten sonra kısmen değiştirmiştir. Zira yaşadıkları koşulları bilmediğiniz insanların o koşullar altında verdiği kararları da yadırgayamazsınız.
380
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Yine İmam-i Şafii, İmam-i Azam için: “İnsanlar fıkıhta
Ebu Hanife’nin çocuklarıdır” demesine rağmen bir taraftan
da kendi görüşlerini ortaya koymaktan geri kalmamıştır. Üstelik Şafii fıkhı İmam-i Azam’ın talebesi olan Muhammed b.
Hasan’dan alınmıştır.
Tartışmaya kapalı olan Kur’an’dır ve dokunulmazlığı
bulunan Hz. Muhammed’in elçiliğidir. Kur’an’ın tartışılmazlık
niteliğini mezhepsel çalışmalara da vermek ve Hz. Peygamberin risâletindeki dokunulmazlık özelliğini mezhep önderleriyle paylaşmak doğru değildir.
Birisi, “Kur’an’da neden mezhep yok?” diye soruyor.
İslam’ın kendisi zaten mezheptir. Bu mezhebin kitabı
Kur’an’dır, imamı ise Hz. Muhammed’dir.
Size mezhep diye tanıtılan yollar, sırat-ı müstakime
(doğru yola) götüren İslam otobanındaki farklı şeritlerden ibarettir. Yoksa kendi başlarına farklı yerlere çıkan ayrı yollar değillerdir.
“İş te bu, benim dos doğru yolum. Artık ona
uyun. Baş k a yollara uymayın; yok s a o yollar s iz i parça
parça edip O’nun yolundan ayırır.” (En’âm, 6/153)
Bu ayet, Kur’an marifetinin, Kur’an ruhunun ve Kur’an
kültürünün bir hülasası olan mezhepsel çalışmaların bütününün ulaştığı doğru yolu anlatmaktadır. Buradaki “başka yollar” ifadesi, Kur’an’ın gösterdiği Hak Yolun dışındakilerdir.
Yoksa dinin daha iyi anlaşılması ve yaşanması konusunda ortaya konan Kur’ânî çalışmalar değildir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de İslam adına yürüttükleri
çalışmalarını Kur’an’a ve Sünnet’e dayandıran bilgili ve aydın
kişilerin, insanları aydınlatmak maksadıyla toplumda üstlen-
381
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
dikleri rol devam ettiği müddetçe, cahil ve bilgisiz insanlar hurafelerden kurtulup dinin hakikatlerine ve İslam’ın gerçek, ilerici, uyandırıcı ve inşa edici yüzüne dönecektir. Yeter ki dönmek konusunda kararlı olsunlar. Yeter ki bulundukları karanlıkta bir ışık arayışına girsinler. Yeter ki düştükleri çukurda feryadı basarak uzanacak bir yardım eli beklesinler.
Bugün olduğu gibi tarihteki mezhep savaşlarının hepsinin temelinde Kur’an’dan uzaklaşmak ve Hz. Peygamberin
gösterdiği yoldan ayrılmak vardır...
Kur’an’ın olduğu yerde kavga olmaz, kan akmaz, kalpler kırılmaz, kadınlar dul, çocuklar yetim bırakılmaz, evler yıkılmaz, arabalar yakılmaz, sokaklar tarumar edilmez...
“K im, k endis ine doğru yol bel li olduk tan s onra
Peygambere k arş ı çık ar, mü’minlerin yolundan baş k as ına uyars a, onu yöneldiği yol da bırak ırız ve Cehenneme s ok arız .” (Nisâ, 4/115)
Bu ayetten de anlaşılıyor ki: Doğru yol Kur’an’la belirlenmiştir ve o yolun önderi olarak da Hz. Peygamber, Allah
tarafından seçilmiştir. İnananlar bu yolun yolcularıdır.
Eğer birileri din adına Kur’an’la çelişen çalışmalarını
bize dayatmaya kalkarsa, biz de Kur’an’a rağmen onlara ilgi
gösterirsek, işte o zaman hep beraber ayetin tehdit ettiği gruba
dâhil olmuş oluruz. Yoksa Kur’an yolunda kimle beraber olursak olalım gideceğimiz yer iki cihan saadetidir.
Dolayısıyla, toplumun itikadi, geleneksel ve dini meselelerini, kendi tarih ve kültürlerini dikkate alarak, Kur’an’a dayandırılan eğitsel ve tebliği faaliyetlerin ve ıslah çalışmalarının
devam etmesi için geçmişle günümüz arasındaki içtihat kapı-
382
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
larının açık bulundurulması şarttır. Geçmişten tamamen koparak bugüne yoğunlaşmak nasıl yanlışsa, bugünü dikkate almadan geçmişe büsbütün bağlı kalmak da öylece yanlıştır...
Hz. Peygamberden sonra onun mirasına sahip çıkmak
yoluyla sorumluluk alan binlerce İslam âlimi, yaşayan birer
realite olarak tarihin önünde aksiyonlarını nasıl sürdürmüş
ise, bugün de yarın da Allah’ın lütfu, keremi ve inâyeti kesilmediği müddetçe bu çalışmalar devam edecek, böylece insanlığın makûs talihi mutlaka değişecektir...
383
384
Kur’an’daki Mü’minle
Sokaktaki Müslüman
Şimdi, başlığa bakarak merak edip soracaksınız:
“Kur’an’ın anlattığı Mü’minle sokaktaki Müslüman arasında
nasıl bir fark olabilir?”
Korkusuz olmak, inanmak, güvenmek ve güvenilir olmak anlamındaki “Emn” kökünden ism-i fail olarak türetilen
“Mü’min” kelimesi tasdik eden, itimat eden, inanan, boyun
eğen, itaat eden; güvenen, güven veren, emin kılan demektir.
“Mü’min” Kur’an’da hem Allah’ın, hem de insanların
sıfatı olarak kullanılmıştır. Allah’a izafe edildiğinde anlam değişikliği yapılarak (ism-i meful) emniyet veren, güvenilen şeklinde anlamlandırılmıştır. Allah’ın sıfatı olarak Kur’an’da sadece bir ayette geçmektedir: “O, Mü’min’dir (emniyet verendir).” (Haşr, 59/23) Bir ayette de fiil şekli kullanılmıştır:
“O Rab k i, onları aç lık tan doyurdu ve k endil erini k ork udan güvenliğe k avuş turdu.” (Kureyş, 106/4)
İnsanlar için kullanıldığında, Allah’a güvenerek inanan
ve kendisi de güvenilen anlamına gelmektedir. Daha geniş
manasıyla; Allah’a, Âhiret Günü’ne, kitaplarına, meleklerine
ve peygamberlerine iman eden; Allah için, yarattıklarına güven ve emniyet veren, onları zulümden beri kılan, şüpheleri
gideren demektir.
385
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Özetle söylemek gerekirse: “Mü’min” hem imanının gereklerini yerine getirerek güvende olan, hem de başkalarına
güven veren kişidir.
“Allah, iman edip dürüs t ve erdemli davranış larda bulunanlara, tıpk ı k endilerinden önce gelip geçen (baz ı t oplumları) egemen k ıl dığı gibi, onları da
yeryüz ünde mutlak a egemen k ılacağına; onl arın üz erinde görmek ten hoş nut ol duğu dini onlar için k uvvetle k ök leş tireceğine ve çek tik leri k ork ulardan s onra
onları mutl ak a güvenli bir duruma k avuş turacağına
dair s öz vermiş tir. Onlar, yalnız c a bana k ul luk eder
ve bana hiçbir ş eyi ort ak k oş maz l ar...” (Nûr, 24/55)
İşte bu ayet genel hatlarıyla mü’min için mükemmel bir
tarif ortaya koymuştur.
“K endilerine verdiğimiz K itab’ı k avrayarak , ona
uyarak , onun ardından giderek ok uyanlar, iş te ona
iman edenl er bunlardır.” (el-Bakara, 2/121)
Bu ayetten de anlaşıldığı üzere, “Ben mü’minim!” demek yetmiyor. Kur’an’ı anlayarak okumak, ondan ders almak, alınan dersleri kavramak ve kavranan dersleri hayata
geçirmek gerekiyor.
“Onlar, K it ap’a s ıms ık ı s arılırlar.” (A’râf, 7/170)
Bu ayetteki “onlar” zamirini kimlere göndereceğiz? Biz de
“onların” arasında mıyız? Arasında isek, Kur’an’a sımsıkı sarılıyor muyuz? Sarılmıyorsak nasıl “onların” arasında oluyoruz? Yoksa Mushaf’ına sarılmakla onlardan olabiliyor muyuz?
Denize düştüğümüz zaman yüzme bilmediğimiz için yılana
bile sarılabiliyoruz da, bizi tehlikelerden koruyacak ve hayatta
kalmamızı sağlayacak olan Kur’an’a neden sarılamıyoruz?
386
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Kur’an’da Müslüman:
“Allah'ın davas ı için, O'nun yol unda gös terilmes i gerek en en z orlu, en üs tün çabalara giriş in. O,
(bu iş için) s iz i s eçti ve din k onus unda da üz eriniz e
hiçbir güçl ük yük lemedi. Babanız İbrahim’in dinine
uyun. Allah s iz i hem daha önce(k i k itaplarda) hem de
bu (K ur’an’)da Müs lüman diye is imlendirdi. (Bunu)
peygamber s iz e ş ahit/örnek ols un, s iz de diğer ins anlara ş ahit/örnek olas ınız diye (yaptı)…” (Hac, 22/78)
Kur’an’da Müslüman, genelde Allah’ın emirleri karşısında mutlak bir teslimiyet içinde olan ve Allah için zorlu ve
üstün çabaları bulunan örnek kişi olarak anlatılır. Yani
mü’minle eşanlamlı olarak İbrahim Peygamberin tevhit dinine uyan, Allah’ın emirlerini icra eden, pratik hayatta karşılık
bulmalarını sağlayan kişidir Müslüman.
Müslüman olmak katıksız bir Tevhid inancına sahip olmayı ve her türlü şirkten ve Allah’tan başkasına tanrısal nitelikler yakıştırmaktan uzak durmayı gerektirir. İşte bu yüzden
Kur’an, mü’min bir peygamber olan Hz. İbrâhim’i aynı zamanda Müslüman olarak tanıtmaktadır.
Ancak bugünün dünyasında “Müslümanlık” bir kimlik
olarak görülüyor. İslam’ı yaşasın yaşamasın, Müslüman ailede doğan, büyüyen ve hayata devam eden bütün kişilere
“Müslüman” olarak bakılıyor. Oysa Kur’an’ın bahsettiği Müslümanlık bu değildir. Zira Kur’an’da yer alan Hz. İbrâhim ve
Hz. İsmâil Peygamberlerin duası bu manada bize ışık tutacak
niteliktedir:
“Rabbimiz ! İk imiz i s ana tes lim olanlardan k ıl,
s oyumuz dan da s ana t es lim olanl ardan bir ümmet yetiş tir. Biz e k ulluk /ibadet yollarımız ı gös ter, t evbemiz i
387
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
k abul buyur. Şüphes iz tevbeleri en güz el ş ek ilde k abul eden ve çok merhametli olan ancak s ens in!” (elBakara, 2/128)
Ayette geçen teslimiyet Müslümanlığı ifade etmektedir.
Yani Müslüman olmak için teslimiyet gerekiyor.
Nitekim İslam dünyasında mü’min olmadığı halde Müslüman kimliğiyle yaşayan milyonlarca insan vardır. Daha
önce de verdiğim aşağıdaki ayet bunu çok iyi özetlemektedir.
“Göçebe Araplar: ‘İman ettik , mü’min ol duk !’
dediler. De k i: ‘İman etmediniz . (Öyl e is e: ‘İman et tik !’ demeyin.) Fak at ‘Boyun eğdik (tes lim olduk /
Müs lüman olduk )’ deyin...” (Hucurât, 49/14)
Demek mü’min olmakla Müslüman görünmek yani
Müslüman hüviyetiyle yaşamak aynı şey değildir...
Adam, “Müslüman” olduğunu söylüyor ama Hz. Peygambere inandığı halde onu öncü, rol model, lider, rehber
olarak görmüyor. Kur’an’ı İslam’ın Kitabı olarak kabul ediyor
ama onu hiçbir konuda ölçüt ve referans olarak almıyor. İslam’ı din olarak seçiyor ama insanların bu dine bağlanarak
irade ve sorumluluk sahibi olmalarına, düşünce tarzlarının ve
ahlâki anlayışlarının değişmelerine sıcak bakmıyor.
Yukarıdaki tarife ve yoruma baktığımız zaman diyebiliriz ki: “Her mü’min Müslüman’dır ama her Müslüman
mü’min değildir.” Evet, doğrudur ama olması gereken bu değil. Her mü’min nasıl Müslümansa, her Müslüman da öylece
mü’min olmalıdır. Yani inanan insan inandıklarını yaşamalıdır. İnandıklarına teslimiyet göstermelidir. Nitekim doktorun
yazdığı reçeteye ve reçetedeki ilaçların faydasına inanmak
yetmiyor, o reçetedeki ilaçları alıp kullanmak gerekiyor.
388
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
İşte Kur’an bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için mü’minin özelliklerini veriyor. Ve genel anlam örgüsü içinde Müslüman’ı tarif ederken de artık kimlik olmaktan çıkarılması ve teslimiyetin icaplarının yerine getirilmesi gerektiğine vurgu yapıyor.
Nitekim bizler de Müslüman’ı mü’minden, mü’mini
Müslüman’dan ayırmıyoruz. İster imanın icaplarını yerine getirsin isterse getirmesin, Allah’a ve Hz. Peygambere inanan ve
Kur’an mesajının hakikatini kabul eden herkesi Müslüman
olarak görüyoruz. Onun için günlük hayatımızda mü’minden
çok Müslüman ifadesini kullanıyoruz. Bu gerçekten hareket
edilerek burada verilecek olan tanımlamalarda her iki kimlik
aynı anda kullanılacaktır. Müslüman’dan mü’mini, mü’minden Müslüman’ı anlayacağız.
“(O gün Al lah ş öyle buyurur:) ‘Ey ayetlerimiz e
iman eden ve Müs lüman olan k ullarım! Bugün s iz in
için k ork u yok tur ve s iz üz ülmeyecek s iniz de.’” (Zuh-
ruf, 43/68-69) İşte bu ayette mü’min ve Müslüman birlikte zikrediliyor. Çünkü iman etmeden Müslüman olunmuyor.
Kur’an’daki Mü’min ile Sokaktaki Müslüman kıyaslamasında, Müslüman’ın Kur’an’da tanımı yapılan mü’minle
uyumlu bir İslâmî hayatının olup olmadığına bakılacak. Yani
ben burada Kur’an’daki mü’min ile sokaktaki Müslüman’ı kıyaslamaya ve Allah’ın tarif ettiği mü’min ile insanların tanıdığı
Müslüman’ı birbirinden ayırmaya çalışacağım.
Ancak verdiğim bu örneklerde “Sokak Müslümanı”
derken, Kur’an’ın sadece Mushaf’ına değer verip te hükmüyle
bağlantısını koparan, dini yaşamını hurafelere ve gelenekçi
anlayışa göre devam ettiren sözde Müslümanları kastediyorum. Yoksa genelleme yaparak bütün Müslümanlar böyledir
demek istemiyorum.
389
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Yeri gelmişken kitabın başından sonuna kadar getirdiğim bütün eleştirilerde şuurlu ve samimi Müslümanları tenzih
ederim.
Mü’min, Allah’a Karşı Sorumluluk
Bilinciyle Yaşar
Cennete varmak ve sınırsız ebedi nimetlerden yararlanmak
bizim hakkımızdır. Hak’tan koparak, kötü yola saparak ve yanlış işler yaparak bu nimetleri elimizden alırsak kendi kendimize zulmetmiş oluruz.
“Ey İnananlar! Derin bir duyarlıl ık la ve Allah’a
k arş ı s orumluluk bilinciyle yaş ayın! O’na k endiniz i
yürek ten t es lim etmeden (hak ik i Müs lüman olmadan)
ölümün s iz i alt etmes ine iz in vermeyin!” (A. İmrân,
3/102)
Kur’an mesajının özüne ilişkin bu temel ilke, inananların Allah’a karşı göstermeleri gereken sorumluluk bilincini ortaya koyuyor. Ayetin ikinci cümlesindeki “hakiki Müslüman
olmadan yani bütünüyle Allah’a teslimiyeti gerçekleştirmeden
âhirete gelmeyin” uyarısı, Müslüman’ın gerçek kimliğiyle yaşaması gerektiğine vurgu yapıyor.
Nedir Allah’a karşı sorumluluk bilinci? Sorumlu bir varlık olan insanın sorumlu yaşaması nasıl bir şeydir? Dünyalık
işlerde yüzlerce defa sorumluluk aldık ve hemen hepsini de
titizlikle yerine getirdik ya da getirmeye çalıştık. Getirmediğimiz zaman da kaybettik. Ya Yaratıcımıza karşı da sorumluluk-
390
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
larımızın olduğunu biliyor muyuz? Biliyorsak ne kadarını yerine getiriyoruz? Âhiretteki keyfiyetimizin bu sorumlulukları
yerine getirmemize bağlı olduğunun şuurunda mıyız?
Düşünün, bir ev satın alacaksınız... Evin sahibi parayı
nereye yatıracağınıza dair size bilgi veriyor ve “gidin, şu hesaba yatırın.” diyor. Siz de gidiyorsunuz ama parayı yatırmadan geri dönüyorsunuz. Bu durumda eve sahip olabilir misiniz? Allah bizi bu dünyaya âhiretteki sarayımızı inşa etmek ve
o sarayda yaşama olgunluğunu kazanmak için göndermiş. Biz
bu manada bir gayret ortaya koymazsak ve o olgunluğu elde
edecek tekâmül safhalarını geçemezsek âhiretteki Cennet sarayına kavuşabilir miyiz?
“Gücünüz ün yettiği k adar Allah’ın emirlerine
s adık k alın! Dinleyin ve itaat edin!” (Teğâbun, 64/16)
Bunun bariz anlamı şudur: Ne yapın edin, Allah’ın direktifleriyle hayatınızı inşa edin, O’nun emirleriyle örtüşen davranışlar sergileyin, mesajına uygun işler yapın! Burada “gücünüzün yettiği kadar” ifadesi, “İnsani normları aşan bir külfetle
gayret gösterin” demek değil; “İnsan olarak yapılması gerekeni yapın çünkü Allah’ın emirleri sizin rahatlığınız, güvenliğiniz, huzurunuz, sağlığınız, mutluluğunuz içindir” demektir. Nitekim aşağıdaki ayetlerde de insana kapasitesine göre sorumluluk yüklendiği ifade edilmiştir.
“Allah, hiç k ims eye güç yetireceğinden daha faz las ını yük lemez .” (Bakara, 2/286)
“Allah s iz in yük ünüz ü hafifletmek is ter, ç ünk ü
ins an (s abır ve metanet bak ımından) z ayıf yaratılmış tır.” (Nisa, 4/28)
Çocukken annenize-babanıza karşı geldiğinizi, öğrenci
iken öğretmeninize diklendiğinizi, mahalledeki büyüklerinizi
uğraştırdığınızı hatırlıyor musunuz? Hatırlıyorsanız nasıl tepki
391
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
verdiklerini ve sizin ne duruma düştüğünüzü de anımsıyor
musunuz? Ya Allah’a karşı gösterilen münasebetsizlikler ne
olacak ve nasıl karşılık bulacak? Merak ediyor muyuz? Buna
göre bir hazırlığımız var mı?
“Ey İnananlar! Eğer Allah’a k arş ı s orumluluk bilinciyle yaş ars anız ; O, s iz e iyiyi k ötüden ayırt edecek
bir anlayış verir. K ötül ük leriniz i örter ve s iz i bağış lar.
Çünk ü Allah, büyük lütuf s ahibidir.” (Enfâl, 8/29)
Yukarıdaki anlam akışı içinde bu ayette de Allah’la irtibatlı yaşamanın önemine vurgu yapılıyor ve bu irtibatın kişiye
farklı bir algı zenginliği, kavrayış feraseti kazandıracağı anlatılıyor. Ayrıca kötülüklerinin örtüleceği ve günahlarının da bağışlanacağı müjdeleniyor.
“Onlar çirk in bir ş ey yaptık larında veya (günah
iş leyerek ) k endilerine z ulmettik l erinde Allah’ı hatırlayarak günahlarının bağış lanmas ını dilerler. Günahları Allah’t an baş k a k im bağış layabilir? Onlar, iş ledik leri günahlarda bile bile ıs rar etmez l er.” (Âl-i
İmrân, 3/135); “Âyet l erimiz e gerek li ilgiyi gös termeyenlerin ve yaratılış gayes ine ayk ırı harek et edenlerin
durumu ne k ötüdür.” (A’râf, 7/1771)
İnsanın kendi nefsine zulmetmesi, kendine ihanet etmesi demektir. Mutlu olması ve huzurlu yaşaması için önüne
konulan fırsatları kaçıran ya da değerlendirmeyen insan,
kendi hayatına ihanet ediyor demektir. Cenneti kazanmak ve
sınırsız ebedi nimetlerden yararlanmak insanın hakkıdır.
Hak’tan koparak, kötü yola saparak ve yanlış işler yaparak bu
nimetlerden mahrum olan insan kendine zulmetmiş demektir.
392
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
“Şüphes iz k i Allah ins anlara (üs tes inden gelemeyeceği bir s orumlul uk yük leyerek ) hiçbir ş eyle z ul metmez . Fak at ins anlar (hak tan uz ak laş arak k endi)
k endilerine z ulmederl er.” (Yûnus, 10/44)
Mü’min Büyük Günahlardan ve
Hayâsızlıktan Sakınır
Eğer mü’min olarak yaşamak istiyorsak, Hz. Peygamber gibi
yaşamalıyız. Hazreti İnsan olmak istiyorsak Kur’an’ın dediğini yapmalıyız...
Şeytanla irtibatlı olursak davranışlarımız şeytânî olur. Şeytanla münasebetimizin olup olmadığını görmek istiyorsak davranışlarımıza bakacağız.
Allah’ın hoş görmediği ve yapılmasını istemediği,
kâinatta Allah’ın koyduğu standartların ve kuralların hayat
bulmasına engel olan, insanlara ve diğer canlılara zarar veren,
toplumun düzeninin bozulmasına yol açan, çevrenin kirlenmesine sebep olan bütün eylemler “günah” kategorisinde değerlendirilir.
İslam’da günahlar nitelik açısından “büyük günahlar”
ve “küçük günahlar” diye ikiye ayrılır. Allah’ın yapılmasını kesin olarak emrettiği farzların icra edilmemesi; zinâ, içki ve kumar gibi yasakların işlenmesi; gıybet, iftira, dedikodu, yalan,
talan, hırsızlık, nifak, şikak (düşmanlık), insanlarla alay etmek
vs büyük günahtır. Büyük günahların dışında mekruh düzeyinde yapılanlar ise küçük günah kategorisine girer. Aslında
393
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
hangi kategoride olursa olsun, bilerek işlenen her günahta Allah’a karşı bir saygısızlık vardır. Zira küçük günahlarda ısrarla
devam etmek, büyük günah olarak kabul edilmektedir. Onun
için küçük günahlar büyümeden tevbe ile temizlenmeli, iyilikle örtülmeli ve büyük günahlara giden yol bu şekilde kapatılmalıdır.
“Onlar, bas it hatalar hariç büyük günahlardan
ve yüz k ız artıcı davranış lardan k açınanlardır.” (Necm,
53/32); “(O İnananlar,) büyük günahlardan ve çirk in
iş lerden k açınırlar; k ız dık ları z aman da affederler.”
(Şûrâ, 42/37) İçerik bakımından iki ayrı sûrede farklı vurgularla geçen “büyük günahlardan uzak durmak” anlatımı
mü’minin en temel özelliğini gösteriyor.
Peygamberliğin ilk yıllarında, hatta 13 yıllık Mekke Dönemi’nin tamamında inananlar önce temel evrensel ahlâki
değerler konusunda gelen ayetlerle eğitime alınmış, terbiye
edilmiş ve görgüleri artırılmıştır. Sosyal anlamda kansere dönüşmüş olan kardeşlik, arkadaşlık, komşuluk, akrabalık ilişkilerinin tedavi yollarına gidilmiş ve toplumun kaynaşmasını
sağlayacak bütün unsurlar devreye sokulmuştur.
Bu anlamda, adam öldürmek, kan akıtmak, gıybet etmek, iftira atmak, dedikodu yapmak, yalan söylemek, hırsızlık, nifak ve şikak gibi bütün kötü fiiller tedrici bir metotla yasaklanmıştır. Bütün bu yasaklardan çok daha sonra bizim içki,
kumar ve zinâ gibi sadece birkaça indirgediğimiz haramlar
gündeme gelmiştir. Bu anlamda hayatımıza bir baktığımız zaman Mekke Dönemi’nden pek bir şey göremeyiz. Oysa
Mekke Dönemi inananlar için eğitim ve öğretim dönemi ol-
394
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
muştur. Vahiyle olgunlaşan ve vahyi hayatlarında somutlaştırarak tekâmül eden İlk Dönem Müslümanları bu ruhla hicret
etmiş ve bu heyecanla İslam’ın tebliğine öncülük etmişlerdir.
İsimlerinin başına “Hazret” koyduğumuz o metânet
kahramanları daha namaza başlamadan, oruç tutmadan hazret olmuşlardı. Onlar analarının karnından hazret olarak doğmamışlardı. Onları hazret yapan neydi? Bakmayın size: “Hz.
Peygamber’i görenler bir anda nefsin olgunluk mertebesine
ulaşır!” diyenlere. İnsanları Allah’a yaklaştıracak ve hazret yapacak tek kaynak vardır, o da Kur’an’dır.
O insanlar vahiy ile beslenerek tekâmül etti ve hazret
oldu. Biz yıllardır namaz kılıyor ve oruç tutuyoruz. Ne zaman
hazret olmayı düşünüyoruz? Hazret olmamız için Hz. Muhammed’in yeniden dünyaya gelmesi mi gerekiyor? İşte onun mirası Kur’an ve Sünnet. “Biz onun gibi olamayız!” diyemeyiz,
çünkü imanımız buna izin vermez. Evet, Onun gibi peygamber olamayız ama Onun gibi mü’min oluruz ve olmalıyız. Eğer
Hazreti İnsan olmak istiyorsak Kur’an’ın dediğini yapmalı ve
Hz. Muhammed’in yaşadığını yaşamalıyız.
Her yıl ‘Kadir Gecesi’nin gelmesini heyecanla bekleriz.
Neden? Çünkü birikmiş günahlarımız var, onları temizleyeceğiz. Oysa günahlarımızın temizlenmesi için Kadir Gecesi’ni
beklemeye gerek yok. Tevbe ederek ve güzel işler yaparak
günahlarımızın bağışlanmasını sağlayabiliriz. Kadir Gecesi bir
günah temizleme gecesi değildir. Kadir Gecesi boğazlarına kadar günaha batan dünyayı kurtarmak için Allah’ın Kitabı’nı
göndermeye başladığı gecedir. Eğer bu gece ile inmeye başlayan Kur’an hayatımızı değiştirdiyse ve değiştirmeye de devam ediyorsa bu gece bizim için değerlidir. Yoksa 1400 sene
395
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
önce Hz. Peygamber’e gelen Kur’an’ın indiği geceden bize
ne!
“K endis ine hidâyet bahş edil dik t en s onra Peygamber’e muhalefet edip mü’minlerin yolundan
baş k a bir yola s apana gelince, onu k endi tercih ettiği
(o s apık ) yolda bırak ırız . Sonra (âhirette) k endis ini
Cehenneme atarız . O ne k ötü bir gidiş yeridir!” (Nisâ,
4/115) Ayetin başındaki cümleyi görüyor musunuz? Hz. Peygamber’e muhalefet etmek için onunla aynı zamanda yaşamak gerekmiyor. Eğer yaşadıklarımızla Hz. Peygamber’in yaşadıkları çelişiyorsa ve bu manada yollarımız farklılık arz ediyorsa, bu muhalefeti gerçekleştiriyoruz demektir.
Kur’an, “Rabbiniz e yönelin ve O’na tes lim olun!”
(Zümer, 39/54) mesajıyla insanı Allah’a teslim olmaya çağırdığı gibi, aynı zamanda “Şeytânî güçlere k ull uk etmek ten k açının.” (Zümer, 39/17) ayetiyle de Allah’ın yolundan
uzaklaştıracak ne kadar etken varsa hepsine karşı direnmeye
davet ediyor.
“Eğer uz ak durmanız emredilen büyük günahlardan k açınırs anız , s iz in (diğer k üçük ) k us urlarınız ı
örter ve s iz i hoş ve ş erefli bir yere yerleş tiririz .” (Nisâ,
4/31)
İnsan günah işlemeye müsait bir varlık olarak yaratılmıştır. Elbette ki zaman zaman ufak tefek hataları olacak. Ancak bu hatalar çoğalmadan, bir felakete dönüşmeden tevbe
ile ve güzel eylemlerle temizlenecek. Yukarıda örnek olarak
verdiğimiz günahları işlemek için insanın özel program yapması gerekir. Yapılmasını Allah’ın istemediği haramlara tek
tek bir bakın, o günahların hayata geçirilmesinin hiçte kolay
olmadığını göreceksiniz.
396
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Adam öldürmeyi, hırsızlığı, zinayı, dedikoduyu, iftirayı
bir düşünün; hepsi çok zor şeyler. Bu çirkinliklerden uzak durduğumuz takdirde, küçük günahlarımızın bağışlanacağı müjdeleniyor. Yani, Allah, kulunun duyarlı ve sorumlu davrandığı takdirde hatalarını tolere edebileceğini, hata eden fakat
hatasından ders alan ve aynı hatayı tekrarlamayan, günah işleyen ama işlediği günahın pişmanlığıyla aynı günaha bir
daha azmetmeyen kişiyi bağışlayacağını söylüyor.
Kişinin işlediği günahlar aynı zamanda onun için bir basiret bağlanmasına sebep oluyor. Bugün olduğu gibi gerçeği
göremiyor, hakikati duyamıyor, doğruyu konuşamıyor. Düştüğü çukuru bahçe, battığı çamuru havuz, yuvarlandığı uçurumu meydan, yaşadığı savaşı cihad, girdiği çıkmazı tünel,
bulaştığı kavgayı muhabbet, çaldığı parayı mubah, işlediği
haramı helal olarak görüyor. İşte ayet: “Hayır! Bilak is on-
ların iş ledik leri günahlar (k ötül ük ler) k alplerini k irletti (pas lat tı).” (Mutaffifîn, 83/14)
Basiret bağlanması ve akıl tutulması yaşayan Müslümanlar, kendi irade ve arzularıyla işledikleri günahları şeytanın bir dayatması olarak düşünüyor ve suçlu olarak da şeytanı
görüyor. Oysa şeytanın gerçek manada inananlar üzerinde
bir etkisi yoktur.
“(Şeytanın) inanan ve yalnız Rabl erine güvenen
k ims eler üz erinde hiçbir etk is i/hâk imiyeti yok tur.
Onun z orlayıcı gücü, k endis ini dos t edinenl ere ve onu
Allah’a ort ak k oş anlaradır.” (Nahl, 16/99-10)
Şeytanın bir adamın kolundan tutup da onu hırsızlığa,
zinâya, adam öldürmeye zorladığını gördünüz mü? “Yok
efendim, şeytan görünmez ki görelim!” Şeytan bizim içimizdedir. Onu oradan çıkarıp atacağız ve asıl sahibini oraya yerleştireceğiz. Oranın tek sahibi vardır, o da Allah’tır. Şeytanla
397
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
irtibatlı olursak davranışlarımız şeytânî olur. Şeytanla münasebetimizin olup olmadığını görmek istiyorsak davranışlarımıza bakacağız.
Nötr bir hayat yoktur. Ya Allah’ın yanında yer alacağız,
ya da şeytanın mezbeleliğinde yaşamımızı sürdüreceğiz. Allah’ın yanında yer alanlar hayatlarına cennette, şeytanın çöplüğünde yaşayanlar hayatlarına cehennemde devam edecekler.
Mü’min Onuruyla Yaşar Ama
Mütevâzı Olur
Kula kulluk köleliktir ama Yaratıcıya kulluk efendiliktir. İnsana kulluk esaretinden kurtulursak Allah’a kulluk özgürlüğüne kavuşuruz.
Arzularına tutsak olan insanlar, 80 yıllık hayatlarını isteklerine
kurban ederler. Oysa onlar bu gezegene kurban olmaya değil halife
olmaya gelmişlerdir.
İlk bakışta bu başlığı hafif gibi görebilirsiniz. Onurun ve
tevâzuun (alçakgönüllülüğün) yerine daha ehemmiyetli başka
bir konunun işlenebileceğini de düşünebilirsiniz. Aşağıda da
göreceğiniz gibi onur da, tevâzu da mü’minin hayatı için çok
önemlidir. Her ikisine tersten baktığınız zaman, onursuzluğun
ne kadar büyük bir yıkım, kibrin ve kontrolsüz gururun ne kadar azim bir felaket olduğunu, imanla kibrin, onursuzlukla şerefin asla bir arada olamayacağını göreceksiniz.
İnsanın kendine karşı duyduğu saygı, özgüven, haysiyet onun onurudur. Başkalarının gösterdiği saygının dayandığı kişisel değer, şeref, itibar ve erdemlik ise onun gururudur.
398
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Pozitif anlamda gurur duygusu, belirli bir düzeyde mevcut olduğu müddetçe kişinin veya toplumun gelişmesinde önemli
rol alabilir ve kendini gerçekleştirmeye katkıda bulunabilir.
Ama negatif anlamda düşünürseniz -ki halk dilinde genelde
negatif anlamda düşünülür-, kişinin kendini sürekli başkalarıyla kıyaslama psikolojisiyle ahmakça ve aptalca kabul edilebilecek davranışlar sergilemesidir. Bu davranışlar sahibini
başta Yaratıcısından, sonra çevresinden, arkadaşlarından,
dostlarından ve en sonunda da toplumun bütün katmanlarından uzaklaştırabilir. Böylece sosyal bir varlık olarak yaratılan
insanı yalnızlığa mahkûm ederek yaratılış amacının dışına taşıyabilir.
Onurlu bir insan, Allah’tan başka hiç kimseye kulluk etmez. Saygıyı, itibarı, şerefi, haysiyeti, özgüveni, özgürlüğü
O’na kullukta arar. Çünkü bilir ki: Kula kulluk köleliktir ama
Yaratıcıya kulluk efendiliktir. İnsana kulluk esarettir ama Allah’a kulluk özgürlüktür. İnsana kulluk esaretinden kurtulursak eğer, Allah’a kulluk özgürlüğüne kavuşuruz.
İnsan, onuruyla saygınlık kazanır, itibar sahibi olur ama
bu kazandıklarını kontrol altına alamadığı, zapturapt edemediği gururuyla kaybeder. Onun için bize saygınlık kazandıran,
itibarımızı yükselten, özgüvenimizi artıran, onurumuzu yüceltelim ama bizi yerle yeksan edecek gururumuzu şımartmayalım. Gururun orta yolu mütevâzı olmaktır. Mütevâzı olmak
Kur’an’ın önerdiği orta yolu seçmektir. “Rahmân’ın k ul-
ları, yeryüz ünde vak ar ve tevâz u ile yürüyen k ims elerdir.” (Furkân, 25/63)
Allah, örnek olması bakımından Hz. Lokman’ın oğluna
nasihatini Kur’an’a taşıyarak bize bir mesaj veriyor: “K ibir-
lenerek ins anlardan yüz ünü çevirme, yeryüz ünde k as ılarak yürüme! Çünk ü Allah, büyük lük tas l ayıp böbürleneni s evmez .” (Lokmân, 31/18) İnsanlardan yüzünü
399
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
çevirmek, kasılarak yürümek asla bir mü’minin tarzı olamaz.
Zira ayetin ikinci cümlesindeki “Allah büyüklük taslayanı sevmez.” ibaresi insan için ciddi tehdit içermektedir. Allah’ın sevmediği bir davranış, Müslüman’ın hayatında olamaz. Ve bu
davranışla Müslüman, Allah’ın razı olacağı bir makama gelemez. İnananlardan bahseden şu ayet: “Allah onlardan raz ıdır. Onlar da Allah’t an memnundur.” (Beyyine, 98/8)
bunu çok güzel ifade etmiştir.
Mütevazı yaşamak sadece alçakgönüllü olmak değildir.
Allah’ın verdiği nimetleri de O’nun istediği şekilde ve istikamette harcamak gerekir. Yani harcarken de mütevazı olmak
icabeder.
“Onlar, harcadık larında ne is raf ederler, ne de
cimri k es il irler. Onların harcamaları, bu ik is i aras ında dengelidir.” (Furkân, 25/67)
Mü’minin buradaki tarifi, bize bir mesaj veriyor mu?
Harcarken sınır tanımaz bir savurganlıkla, kesemizi sonuna kadar açıyoruz hatta kredi kartlarımızın limitini bile aşıyoruz da, Allah için vermeye, tasadduk etmeye, paylaşmaya,
yardımlaşmaya gelince neden buz kesiliyoruz? Allah’ın israf
edenleri sevmediğini (A’râf, 7/31) ve saçıp savuranların şeytanlarla kardeşlik kurduğunu, şeytanın ise Rabbine karşı nankörlük ettiğini (İsrâ, 17/27) bilmiyor muyuz? Allah’a karşı gelen bir varlıkla nasıl arkadaşlık kurarız? Dünyalık işlerde arkadaş seçimine gösterdiğimiz hassasiyeti, şeytana sıra gelince
neden göstermeyiz?
“K endi iyiliğiniz için (Allah yolunda) k arş ılık s ız
harcamada bulunun. K im nefs inin hırs ından ve cimriliğinden k endini k urtarabilirs e, as ıl k urtuluş a ve s aa-
400
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
dete erenler iş te onlardır.” (Teğâbun, 64/16) Ayette geçen “kendi iyiliğiniz için” ifadesi, infakın ne kadar önemli olduğunu anlatmaya yeter. İnsanın kazandıklarını paylaşması
kendi geleceği, güvenliği, sağlığı açısından çok önemlidir.
“Biri yer biri bakar, kıyâmet ondan kopar!” boşuna dememişler. Biz yerken komşularımız bakıyorsa, biz binerken arkadaşlarımız seyrediyorsa, biz giyerken çevremiz gıpta ediyorsa, biz
caka satarken etrafımızda dikkatler üzerimize çevriliyorsa
kıyâmete hazır olmalıyız!
Hz. Peygamber’in “Komşusu açken tok yatan kimse
bizden değildir.” (Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167) Yine
başka bir hadisinde: “Cebrâil bana, daima komşu hakkını tavsiye ederdi. Öyle ki ben, komşuları birbirine mirasçı kılacak
zannettim!” buyurmuştu. (Buhârî, Edeb, 28) Bu mesajlar kimedir? Biz açları doyurmaktan çok sayılarının artmasından
mutlu oluyoruz. Çünkü ne kadar insan bizim zenginliğimizi
konuşursa o kadar keyifleniyoruz. Varlığımız ne kadar insanın
dikkatini çekerse o kadar zevk alıyoruz. Çevremizde ne kadar
aç ve yoksul insan olursa o kadar egomuzu tatmin ediyoruz.
İnsan sosyal bir varlıktır. Bu özelliği ile insan sosyal hayatın gereklerine uygun olarak günlük hadiselere duyarsız,
çevresine sorumsuz, gelişmelere kapalı, toplumun problemlerine kayıtsız ve ilgisiz kalamaz.
Egolar doğuştan insanla beraber gelmez, sonradan kazanılırlar. Egoların oluşmasında çevre faktörü tartışmasız etkendir. Etrafımızdaki insanların düşünceleri, bakışları, tavırları, kanaatleri egolarımızın oluşmasını sağlar...
Örneğin, bir dostumuz bize: “Çok güzel giyiniyorsunuz,
arabanız ne kadar güzel, muhteşem bir evde oturuyorsunuz”
dediği andan itibaren egomuz işlemeye başlar. İşleyen bu ego
401
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
durmadan bizi kamçılar ve daha cazibine, daha gösterişlisine,
daha çalımlısına zorlar. Zorlandıkça altından kalkamayacağımız işlere gireriz, çevremizi ve çevremizdekileri unuturuz...
Nefsin istekleri, şeytanın arzuları bitmek tükenmek bilmez. Biz onlara direnemeyiz onlar bizi alt eder. Arzuların yolu
dairesel olduğu için hiçbir zaman doyuma ulaşmazlar. Takip
edildikçe daire etrafında dönülüp durulur. Böyle olunca da
arzuların ardı arkası kesilmez. Bu manada arzularına tutsak
olan insanlar, 80 yıllık hayatlarını isteklerine kurban ederler.
Oysa onlar bu gezegene kurban olmaya değil halife olmaya
gelmişlerdir.
“Elini boynuna bağlayıp as ma (cimri olma), büs bütün eli açık da olma (is raf etme)! Sonra k ınanır ve
çares iz k al ırs ın.” (İsrâ, 17/29) Allah, israfı ve cimriliği yasaklarken, infakta sınırsızlığı ve eldekilerin tamamını vererek
sefil olmayı da hoş karşılamaz.
“Müslümanın en iyiye binmek, en sağlıklıda yaşamak,
en güzeli giymek ve en faydalıyı yemek hakkı yok mu?” diyorlar. Müslüman’ın hakkı, bütün bunları çevresiyle paylaşarak yaşamaktır. Müslüman, yarışını parayla, lüks arabayla,
modern evle, marka giysi ile değil, Allah için vererek ve iyilik
ederek ortaya koymalıdır. Nitekim “Rablerine dönecek le-
rini bildik l eri için, verdik lerini k alpleri ürpererek verenler, iş te onlardır iyilik te yarış anlar ve bu yarış ı
önde götürenler.” (Mü’minûn, 23/60-61) ayetleri de bu konuda duyarlı olunması gerektiğine vurgu yapmaktadır.
“Biz im mes ajlarımız a ancak , k endilerine t ebliğ
edildiği z aman önünde derin bir hayranlık ve s aygıyla
402
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
eğilenler, Rablerinin s ınırs ız ihtiş amını hamd ile yüceltenler ve as la büyük lük tas lamayanlar inanırlar.”
(Secde, 32/15)
Bu ayetle Allah, gönderdiği mesaja inanmanın tevâzu
ile bağlantısını ortaya koyuyor. Böbürlenerek Allah’ın sevgisinden mahrum olan mağrur insanların büyüklenerek Allah’la
irtibatlarını koparacakları gibi, mesajıyla da ilişkilerini keseceklerini söylüyor. Bu mesaja kulak vermeliyiz, hemen ayağa
kalkarak bir kez daha düşünmeli ve şımarıklıklarımızı masaya
yatırmalıyız. Hırsımızı kontrol altına alacak mekanizmaları
devreye sokmalıyız, kibrimizi eritecek unsurlara başvurmalıyız
ve böylece Allah’a ve onun mesajına olan ihtiyacımızı muhakeme ederek, dönüşü sağlayacak performansı göstermeliyiz.
Hangi sahada olursa olsun, dünyalık nimetlerin birer
ihtiyaç olduğuna inanmakla beraber, hepsinin geçici olduğunu bilmeliyiz. Kalıcı ve sürekli olan hayatın âhiret hayatı olduğuna inanmalı ve “Dünya” ve “Âhiret” kelimelerinin
Kur’an’da neden genelde hep birlikte ve aynı karede zikredildiğini düşünmeliyiz.
Dünya ve Âhiret tek bir vücut gibidir. Neresinde küçük
bir arıza olsa bütün vücut ondan etkilenir.
Vücutta bulunan her uzvun kendine göre bir fonksiyonu vardır. Bu fonksiyonlar aktif olduğu müddetçe vücut
sağlıklı olur. Aksi takdirde küçük bir tırnak yarılması, bir sivrisineğin herhangi bir bölgeyi sokması bile bütün bir vücudu
huzursuz eder. Dünya ve Âhiret ikilisi de böyledir.
Dünya bu genel hayatın çok küçük bir parçasını oluştursa da onun fonksiyonu çok büyüktür. Çünkü vücudun büyük kısmı onun sağlığına göre hayatına devam edecektir.
403
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Kalp küçüktür ama fonksiyonu büyüktür. Ahiret için dünya
kalp gibidir. Eğer sağlıksız bir dünyamız olursa âhiretimiz de
sağlıksız olacaktır. Onun için her iki âleme de durumlarına
göre değer vermeliyiz!
Nitekim aşağıdaki ayetler de bu konuda nasıl hareket
edileceğini açıkça göstermektedir:
“K adınlar, oğullar, altın ve gümüş (cins in)den birik miş haz ineler, s oyl u atlar, s ığırlar, araz ilere yönelik tutk u ve dünyevi z evk ler, ins anoğlu için çek ici k ılınmış tır. Bütün bunlar dünya hayatının geçimliğidir.
Oys a as ıl varılacak güz el yer anc ak Allah’ın k atındadır. “De k i: ‘Siz e ondan (dünyevi z evk lerden) daha hayırlı olan ş eyleri haber vereyim mi? Allah’a k arş ı s orumluluk bilinciyl e yaş ayanlar iç in, Rableri k atında
mes k en olarak altından ırmak lar ak an Cennetler, temiz eş ler ve Allah’ın güz el k abulü/rız as ı vardır.’ Allah,
k ullarını hak k ıyla görendir.” (A. İmrân, 3/14-15)
Ayetlerde sıralanan dünyalıkların, ilah (tanrı, rab) edinilmemesine dikkat çekiliyor. Yani bütün bunları kazanmak
insanın amacı olmamalı, dünyalıklar yaşamak için sadece
araç olmalıdır. Eğer amaç olurlarsa o takdirde onlar da ilahlaştırılmış olurlar.
“Mallar ve evlatlar, dünya hayatının s üs üdür.
Bâk i k alac ak olan dürüs t ve erdemli davranış lar is e,
k arş ılığı bak ımından, Rabbinin k atında daha değerli
ve bir ümit k aynağı olarak daha verimlidir.” (Kehf,
18/46)
Ayette dürüst ve erdemli davranışların kalıcılığından
bahsediliyor ki günlük hayatımız bunun somut örnekleriyle
404
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
doludur. Tarihteki kahramanlara bir bakın, hep dürüst ve erdemli insanlar iyi olarak yâd ediliyor ve rahmetle anılıyor ama
dünyalık mala ve evlada tapınanların ve Allah’ın verdiklerine
ipotek koyanların ne isimlerinden bahsediliyor, ne de rahmetle anılıyorlar.
“Mallarınız ve çocuk larınız ancak birer imtihandır. Allah k atında is e büyük bir mük âfat vardır.”
(Teğâbun, 64/15) Hem de ne imtihan... Bunların acı örneklerini gerek kendi nefsimiz üzerinde, gerekse etrafımızda çokça
görüyoruz. Onun için bu konuda misal vermeden sadece tefekküre davet ediyorum sizleri...
Mü’min Sabretmeyi Mücadele
Olarak Görür
Sabır hayatın kendisidir, çünkü sabır mücadeledir. Sabır olmadan yaşam hayata dönüştürülemez ve hayat da anlamlı hale getirilemez. Dolayısıyla sabır olmadan insan yaşadığını anlayamaz...
Sabır, Kur’an’da yaklaşık 80 yerde geçen önemli kavramlardan biridir. Kur’an’ın “sabır” tanımından anladığımız,
doğrunun ve adaletin egemen olması için cihad etmek ve
hakkın bâtıldan ayrılması için de mücadele vermektir. Ama o
da diğer bazı temel kavramlar gibi zamanla içi boşaltılarak
uyuşukluğun, pineklemenin, tembelliğin, rahat olmanın, asalakça yaşamanın, yan gelip yatmanın adı olmuştur. Ve bu tanımı ile de İslam’ın bir vecibesiymiş gibi Müslümanların dinamizmini yok etmiş, onları aksiyon insanı olmaktan uzaklaştırmış, sefalete, atalete, bedbahtlığa itmiştir.
405
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Kur’an’da sabırda kararlılık gösterebilen kimselerin
ahlâkı övülürken, aynı zamanda sabrın tanımını özetleyen güzel bir tablo konmuştur ortaya:
“Nice peygamberl er vardır k i, çok s ayıda taraftarı k endis i ile birlik te (k endilerine s avaş açanlara
k arş ı) s avaş tı da Allah yolunda baş larına gelenlerden
dolayı gevş emedil er, yılmadılar ve z ayıflık gös terip
boyun eğmediler. Al lah s ık ıntılara göğüs gerenleri s ever.” (A. İmrân, 3/146) İşte size “sabır” kavramının içini dol-
duran ayet.
Sabretmek; boyun eğmek, teslim olmak değildir. Sabırda gevşemek, yılmak, yorulmak, kopmak, vazgeçmek, geri
çekilmek yoktur...
Sabır bir kararlılıktır, çalışkanlıktır, mücadeledir, mukavemettir, metânettir, umuttur, istikrardır, dirençtir, tevekküldür, azimdir, sebattır, çabadır, itaattir, ayakta kalmaktır, cinayete ve ihanete direnmektir, cephede kalmaktır, aklı sonuna
kadar kullanmaktır, hayırlı ve faydalı bütün yollara başvurmaktır, netice almaktır. Bu anlamda sabır hayatın kendisidir.
Sabır olmadan yaşamı hayata dönüştüremez ve hayatı da anlamlı hale getiremeyiz. Dolayısıyla sabretmezsek yaşadığımızı
anlayamayız.
“Ey iman edenler, s abırla ve namaz la/dua ile
yardım dileyin. Gerçek ten Allah s abredenl erl e beraberdir.” (el-Bakara, 2/153) Sabırla namazın/duanın aynı ka-
rede kullanılmış olması da anlam boyutunu yakalamak bakımından önemlidir. Çünkü Namaz Allah’ın desteğini almak
bakımından en etkili ve en tutarlı eylemdir. Yalvarışların, yakarışların, isteklerin, taleplerin karşılıksız kalmayacağı bir andır namaz.
406
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Evet, namaz Allah’ın kula yakınlığı konusunda ne kadar
önemli ise, sabır da aynı yakınlığın oluşması için o kadar
önemlidir. Namazda talep edilen yardımlar nasıl karşılıksız
kalmazsa, sabırla talep edilen yardımlar da öylece karşılıksız
kalmaz.
Bakmayın namazlarımızın bizi kötülüklerden alıkoyamadığına, davranışlarımızı etkileyemediğine, hayatlarımızı disipline edemediğine. Biz namaz kılarak bir geleneği devam
ettiriyoruz, bir âdeti yerine getiriyoruz, Müslümanlığımızı kanıtlamaya çalışıyoruz, camiye giderek stres atmaya ve psikolojik tatmine uğraşıyoruz, Müslüman toplumdan dışlanmamaya gayret gösteriyoruz. Kendimizi zorluyoruz ve zorlanıyoruz namaz kılmak için. Benim bahsettiğim Namaz bu değil.
Namaz bahsinde de gördüğünüz gibi, Allah’ın kuluna lütfettiği
bir dertleşmedir, bir trans durumudur, bir meditasyondur, bir
depolamadır, bir rahmettir, bir payandadır.
Yalnız, ayette bahsedilen sabır, yan gelip yatmak olan,
hayatı yoksulluğa mahkûm eden, insanı kimliğinden koparan,
kişiliksizliğe iten, sefalete zorlayan bir tutum değildir.
Sabır mücadele ortamında gösterilen istikrardır, şer
güçlere ve yapılanmalara direnmektir, zulme ve haksızlığa
diklenmektir, adaletsizliğin ve statükonun karşısında ayaklanmaktır, doğruları savunmaktır, Hak Yolun Peygamberinin
başlattığı hareketi devam ettirmektir, onu şaha kaldıracak eylemlerde bulunmaktır, haktan ve haklıdan yana olmaktır; bütün bunları hayata geçirirken Kur’an’la nefes almaktır.
“Bir de s abırla, namaz la yardım is teyin. Şüphes iz bu, (All ah’a) s aygılı olanlardan baş k as ına ağır gelir.” (el-Bakara, 2/45) Ayetteki ikinci cümle, sabır ile namazın
ne kadar önemli ve bir anlamda ne kadar stratejik olduğunu
407
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
göstermektedir. Namaz bir lütuftur ama Allah’a imanı ve hürmeti olana. Sabır bir fazilettir, derinliktir, erdemdir, yiğitliktir
ama Allah’a saygısı olana. Yoksa her ikisi de külfettir, mihnettir, çekilmesi güçtür, problemdir saygısı olmayana...
Bakara suresi, 2/153’te; Allah sabır ve namaz konusunda hassas davranan kullarıyla birlikteliğini müjdeliyor.
Yani namazı ikame eden ve zorluklara karşı direnen kullarının
sürekli rahmetinin gölgesinde olacağını müjdeliyor.
Hz. Peygamber ve dava arkadaşlarının hayatları bunun
somut örnekleriyle doludur. Biz bir şey göremiyoruz çünkü
yukarıda da ifade ettiğim gibi namaz ile günü sadece beşe
bölmüşüz, sabırla da üstesinden gelemediğimiz ve gelmek için
kendimizi zorlamadığımız işleri yarıda bırakarak ibadete dönüştürmüşüz.
“(O mü’minler) s abredenlerdir, öz ü-s öz ü doğru
olanlardır, Rablerine yürek ten bağlı olanlardır, nimet
ve imk ânlardan baş k alarını yararlandıranl ardır, s eherlerde bağış lanmak için yak aranlardır.” (A. İmrân,
3/17)
Sabrı mü’minlerin olmazsa olmaz bir özelliği olarak veren bu ayet, sabredenlerin sıradan kişiler olmadığını vurgularken, aynı zamanda doğru ve Rablerine yürekten bağlı kişiler
olduklarını, Allah’ın lütfettiği imkânlardan başkalarını yararlandırdıklarını ve bağışlanmaları için bütün gayretlerini ortaya
koyduklarını ifade eder.
“Ey İnananlar! Zorluk l ara direnin ve direnmede
birbiriniz l e yarış ın. Cihad için haz ırlık lı bulunun ve
(her z aman) birbiriniz le irtibatl ı olun. Ve Allah’ın
emirlerine uygun yaş ayın k i mutl uluğa eres iniz .” (A.
İmrân, 3/200)
408
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Gördüğünüz gibi, sabır içerikli ayetler hep cihada dayandırılıyor. Yani bizim anladığımız sabrın tam tersi bir durum
ortaya çıkıyor. Bildiğiniz gibi Müslüman’ın hayatında en zor
şey cihattır, direniştir. Zor olan bu vecibenin yan gelip yatarak
ifa edilmesi mümkün değildir.
İslam’a göre cihad; şeytanla ve nefisle mücadele ederek
şer dürtülere karşı direnmek, Hak Din’in yayılması ve insanların bu dinden istifade etmesi için çalışmak, kötülüklerin karşısına dikilip iyiliklerin hükümran olması için gayret göstermek
yani “emr-i bil-ma’rûf” yapmak, saldırı durumunda düşmana
karşı birleşerek karşı saldırıya geçmek yani savaşmaktır.
Biz bunlardan sadece birincisini alıyoruz ve onu da şeytana karşı “Eûzü” çekerek hallediyoruz. Yani şeytanın bütün
isteklerini tereddütsüz yerine getiriyoruz ama işinize gelmeyen
bir konu ile karşı karşıya kaldığımız zaman sadece “Eûzü” çekerek sözde şeytanı def etmiş oluyoruz. Oysa şeytan zaten
işini bitirmiş, yola çıkmıştır. Bizim çektiğimiz “Eûzü” sadece
psikolojik bir rahatlamadır. Kur’an, “O k ovulmuş /is tenmeyen ş eytandan Allah’a s ığın!” (Nahl, 16/98) derken, “Bütün şeytânî eğilimlerden ve eylemlerden uzak durun ve Allah’a teslim olun.” diyor. Yoksa “Sadece ‘Eûzü’ kelimesini dillendirerek, yan gelip bekleyin, Allah sizi korusun!” demiyor.
Nefsi Emmare ile mücadeleyi, nefsin isteklerini yerine
getirerek susturmakta buluyoruz. Hayatımızı nefsin istek ve
arzularına tutsak ediyoruz ama dünyalık basit bir konuda arzu
ettiğimiz neticeyi alamayınca “Sabretmek lazım!” diyerek
beklemeye çekiliyoruz ve buna da sabır diyoruz. Bu yaptığımıza istediğimiz adı verebiliriz yalnız Kur’an’ın tarif ettiği sabrın bu olmadığını bilmeliyiz!
Hak Din’in yayılması diye bir derdimiz yok. Olsa da
doğru olmaz çünkü bizim yaşadığımız dini zaten kimse kabul
409
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
etmez. Gölge etmeyelim başka ihsan istemez. Kötülüklere direnmek için onların karşısında olmak lazım. Biz ise boğazımıza kadar kötülük çamuruna batmışız. Önce bu çamurdan
kendimizi kurtarmalıyız ki etrafımızla ilgilenelim.
İyilikleri hâkim kılamayız çünkü iyilikten yana bir çabamız yok. İyiliğin ne olduğunu ve nasıl hayat bulması gerektiğini bilmiyoruz. Kendi aile efradımız için düşündüğümüz rahat ve konforlu yaşam planlarını hayata geçirmeyi yani egoizme hizmeti iyilik olarak görüyoruz. Oysa Allah’ın rızasını kazanma sürecinde herkesi kapsayan bir hidâyet çalışmasına
girmeliyiz. Tek bir vücut gibi kolektif şuurla iyilikleri egemen
kılacak bir gayret ortaya koymalıyız.
“Düşmanlara karşı birleşmek” mi dediniz? Günümüzde
Müslümanlara karşı düşmanla birleşmek olsa anlarım, ama
Müslümanların birlik olmasını asla anlamam! Çünkü Müslümanları birleştirecek bağlar hurafelerle beraber yok olup gitmiştir. İslam adına ortaya çıkan mezheplerin, tarikatların, cemaatlerin birçoğu gerekli bilgi birikimine, fikri ve ruhi olgunluğa ulaşamamış, Kur’an’la irtibatını sağlayamamış, Din’in temeline inememiştir. Sünnet’in özünü, ruhunu kavrayamamış,
indirilen dini devreden çıkarmış, kendi inandıklarını ve yaşadıklarını dine dönüştürmüştür.
Kur’an’da Allah; “Hep birlik te Allah’ın ipine sarılın (İs lam’a/K ur’an’a) s ıms ık ı tutunun (hayatınız ı ona
göre düz enl eyin) ve (İs l am’la çeliş en davranış larınız la
gruplara ayrılarak ) birbiriniz den k opmayın...” (A.
İmrân, 3/103) buyururken Müslümanların birçoğu, Allah’ın
ipi yerine düşmanın yularına sarılmayı yeğlemiştir.
“(Ey Muhammed!) Sana ne vahyolunduys a ona
uy ve Allah hük münü verinceye k adar s abret ! Çünk ü
hük medenl erin en iyis i O’dur.” (Yûnus, 10/108-109) Bu
410
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
ayet, ilk ağızda Hz. Peygamber’e hitap ediyor olsa da, “sen”
hitabı Kur’an’a bağlılık gösteren herkese, dolayısıyla her çağdaki bütün Müslümanlara yöneliktir.
Kur’an, şu anda bize vahyolunuyormuş gibi kendimizi
muhatap durumunda görmeliyiz. Bunun için Hz. Cebrâil’in
gelip bizi uyandırması ve yeni bir elçi ile tanıştırması gerekmiyor.
Ayetler bütün derinliğiyle ilk geldiği günden daha anlaşılır bir mahiyette ortada. Yeter ki onlara ehil olalım, Görün o
zaman o ayetler bize nasıl sahip çıkacak. Bakın bir türlü yerden kalkmak bilmeyen sırtımız nasıl yerden kalkacak. Bakın
sahte gülücüklerimiz nasıl gerçeğe dönüşecek!
“Ve s abret. Allah iyilik yapanların hak ettiği k arş ılığı hiçbir ş ek ilde z âyi etmez !” (Hûd, 11/115); “Rabbinin rız as ını k az anmak için s abret (her ş eye k atlan)!” (Müddessir, 74/7) İşte sabır ve işte yapılması gereken-
ler. Kur’an’ın tanımladığı şekilde sabredersek karşılığını Allah’tan alacağız. “Nedir bunun karşılığı?” diye soracak olursanız, el-Bakara 2/153’te ifade buyrulduğu gibi, Allah’ın dünyada da âhirette de bizimle beraber olmasıdır. Bundan daha
büyük bir mükâfat düşünülebilir mi?
Bir ağustos böceği doğmadan önce toprağın altındaki
bir larvada ortalama olarak 12 yıl bekler. Evet, ortalama insan
ömrünün beşte biri kadar tam 12 yıl. 12 yıllık hapis hayatından sonra dünyaya gelen garibanın ömrü adında yazılıdır:
Ağustos. Yani topu topu bir ay… Düşünsenize, 12 yıl toprağın
altında bekleyeceksin, sonra dışarı çıkacaksın ve bir ay yaşayacaksın…
Bundan da anlıyoruz ki; az çalışarak çok kazanmayı
beklemek, anlamını bilmediğimiz iki dua ile netice almaya
kalkmak, ebedi nimetleri sadece namazla oruçla elde etmeyi
411
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
ummak, esbaba tevessül etmeden işlerin kotarılmasını Allah’ın takdirine bırakmak Allah’ın kanunlarını idraksizliktir ve
Allah’a saygısızlıktır.
Mü’min Hoşgörülü Olur
Ve Radikalizme Karşı Durur
Provoke edici sözler, tahrik edici hareketler, öfkeli sloganlar,
garaza dönüştürecek eğilimler, kışkırtıcı protestolar, tahripkâr eylemler Kur’an Ahlâkı ile uyuşmaz.
Hoşgörü; müsamaha gösterme, tahammül etme, bağışlama, erdemli olma, katlanma, kolaylaştırma, görmezden
gelme, başkalarını topluma zararı olmayan eylem ve yargılarında serbest bırakma, ayıp ve kusurları örtme, farklı görüş ve
düşüncelere empati ile yaklaşma demektir.
Kur’an’ın nüzul kronolojisi itibariyle ikinci olarak nâzil
olan Kalem Suresiyle başlayan ve hoşgörüyü de içine alan temel evrensel ahlâki ilkeler, diğer yüzlerce ayetle Kur’an’da
önemli bir yer tutmaktadır. Bu temel ahlâki değerler arasında
hoşgörünün/müsamahanın ayrı bir yeri vardır. Nitekim Hak
dinin adının “İslam” olması da bu dinin hoşgörü dini olduğunu göstermektedir.
Hoşgörü konusunda yukarıdaki tanımlamaları da dikkate alarak Kur’an perspektifinden baktığımız zaman birçok
Müslümanın sınıfta kaldığını çok rahat görebiliriz. Oysa
Kur’an, hoşgörüyü ve bağışlamayı, sakin olmayı ve sevecen
üslup kullanmayı öncelikle inananlar için zorunlu kılmıştır.
412
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
İslam’da radikalizm yani köktencilik yoktur. Radikalizm
hiddettir, şiddettir, öfkeli üsluptur, katı ve tavizsiz bir politikanın savunuculuğudur. Radikalizm, kimi zaman yazıyla, kimi
zaman sözle, kimi zaman saldırganlıkla ve kimi zaman da şiddetle kendini göstermektedir. Kur’an’ın çizdiği mü’min profili,
radikalizme götüren bu karakterlerden çok uzaktır.
İslam Dininin temel kaynağı olan Kur’an’da hoşgörülü
olmayı teşvik eden hatta zorunlu kılan onlarca ayet bulunmaktadır. Bunlardan birkaç tanesini ele alarak konuyu işlemeye çalışalım:
“Onlara (inananlara), s abredip k ötülüğü iyil ik le
s avmaları ve k endilerine rız ık olarak verdik l erimiz den
Allah yolunda harcamaları k arş ılığında, mük âfatları
ik i k ez verilecek tir.” (Kasas, 28/54);
“Onlar k i, Rablerinin rız as ını k az anmak için
s abrederler, namaz ı gereği üz ere k ılarlar, k endilerine
verdiğimiz rız ık tan giz li ve aş ik âr (Allah yolunda) harcarlar, k öt ülüğü de iyilik le s avarlar. İş te (geçici dünyanın ardından) gelec ek olan âhiret yurdu bunlarındır.” (Ra’d, 13/22)
Gördüğünüz gibi, her iki ayette de kötülüğün iyilikle savılması öneriliyor ki bu da hoşgörü açısından önemli bir prensibi ortaya koyuyor. “İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârı” atasözü de bu ayetleri özetler niteliktedir.
Bugün, bırakın kötülüğü iyilikle savmayı, iyiliğe iyilik bile görülmez hale gelmiştir.
“Sen affetmeyi ve müs amahayı es as al. İyiyi ve
güz eli emret, cahillerden yüz çevir!” (A’râf, 7/199)
Bu ayette, İslam’ın tebliği ve toplumun irşadı için yola
çıkanlara izleyecekleri metotla ilgili yol gösteriliyor. Öncelikle
irşad vazifesini üstlenen Müslümanın her türlü tepkiye karşı
413
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
affedici ve müsamahakâr olması gerektiği anlatılıyor. Şartlar
ne olursa olsun, her zaman vakarlı bir üslubun kullanılması
öneriliyor. Ayrıca vahyin ve peygamberliğin anlamını bilmeyen cahil ve bilgisiz insanların münasebetsizliklerine karşı da
vakarlarını korumaları tavsiye ediliyor.
İşte birkaç örnek:
Uhud Savaşında (625) Müslümanların etkili taarruzlarıyla Mekke Ordusu’nun geri çekilmeye başladığını gören okçular, muharebenin kazanıldığını sanarak yerlerini terk etti ve
Mekkelilerin bıraktıkları ganimetleri yağmalamaya başladı.
Bundan yararlanan Mekkeliler okçuların terk ettiği geçitten
Müslümanlara saldırdı. Bu saldırı sonucu Hz. Peygamber’in
ordusu 70 şehit vererek güç kaybetti ve geri çekildi. Bunun
üzerine şu ayet nâzil oldu:
“(Ey Res ul! Uhud gaz ves inde ol duğu gibi her z aman) Allah’tan gelen merhamet s ayes inde onlara yumuş ak davrandın. Eğer s ert, k atı k alpli biri ols aydın,
k uş k us uz ç evrenden uz ak laş ırlardı. O halde onları bağış la, k endileri için Allah’tan af dile ve toplumu ilgilendiren her k onuda onlarla müş avere et ama k arar
verince artık Allah’a güven (ve o iş i yap). Zira Allah,
k endis ine güven duyanları s ever.” (A. İmrân, 3/159)
Gördüğünüz gibi, Hz. Peygamber’in en zor zamanlarından birinde bile müsamahayı elden bırakmaması emrediliyor.
Okçuların hatası yüzünden mağlubiyet yaşanmasına rağmen
Hz. Peygamber onlara yumuşak davranıyor ve Allah, “okçulara gösterilen bu davranışın doğru olduğunu, aksi takdirde
onların tamamen kaybedileceklerini” dile getiriyor. Ayrıca onları bağışlamasını ve onlar için af dilemesini emrediyor. Yaptıkları yanlıştan dolayı bundan sonraki yaşamlarında hatalarını yüzlerine vurmamak, onları dışlamamak, onlardan uzak
durmamak, onlara katı davranmamak ve toplumu ilgilendiren
414
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
konularda diğer inananlarla olduğu gibi onlarla da müşâvere
etmek konusunda peygamberini uyarıyor.
Kur’an ayetleri incelendiğinde ılımlı, müsamahalı ve
hoşgörülü bir üslubun tüm peygamberlerin ortak özelliği olduğu görülecektir.
“Şüphes iz k i İbrâhîm, çok yumuş ak huylu ve
pek s abırlı bir k iş iydi.” (Tevbe, 9/114) Bu ayetle Hz.
İbrâhim’in yumuşak huyluluğu ve sabrediciliği örnek olarak
verilirken, bir başka ayette İbrâhim Peygamber’in bu gibi konularda örnek alınması gerektiği vurgulanıyor: “Gerçek ten
İbrâhîm ve ona uyanlar s iz in için pek güz el bir örnek tir.” (Mümtehine, 60/4)
Bu konuda bize yol gösteren örneklerden bir diğeri de,
Allah’ın Hz. Mûsâ’yı ve Hz. Hârûn’u tebliğ için Firavuna gönderirken kullanacakları üslup konusundaki uyarısıdır. Ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:
“Firavuna gidin. Çünk ü o az mış tır. Onunla yumuş ak bir dille k onuş un k i o z aman belk i öğüt alır
yahut ürperir.” (Tâhâ, 20/43-44) Firavunun ne kadar despot bir zalim olduğunu bilmeyenimiz yoktur. “Ben, s iz in en
yüce Rabbiniz im!” (Nâziât, 79/24) diyen Firavun, Allah’a
meydan okuyacak kadar (hâşâ) kontrolden çıkmış bir karakterdir. Ama buna rağmen, Allah, peygamberlerini kapısına
gönderiyor ve ılımlı bir üslup kullanarak onunla diyaloğa geçmelerini emrediyor.
Provoke edici sözler, tahrik edici hareketler, öfkeli sloganlar, garaza dönüştürecek eğilimler, kışkırtıcı protestolar,
tahripkâr eylemler Kur’an Ahlâkı ile uyuşmaz.
Kur’an mesajı radikalizm konusunda sadece Müslümanları uyarmıyor, aynı zamanda Ehl-i Kitab’a da gönderme
415
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
yapıyor. “De k i: ‘Ey K itap Ehli! Dininiz de hak s ız yere
taş k ınlık yapıp s ınırı aş mayın! Daha önce hem k endileri s apmış , hem birç oğunu s apt ırmış ve (halen de)
dos doğru yoldan s apmak ta olan bir topluluğun heves lerine uymayın!’” (Mâide, 5/77)
Müslümanın birinci vazifesi Kur’an’daki İlahi hakikatlere inandıktan sonra onları önce kendi nefsinde yaşamak,
daha sonra da diğer insanlara aktarmaktır...
İnsanların anlatılanları kabul edip etmemeleri, tamamen onların vicdanlarına kalmış bir meseledir. “Dinde
(iman etmede / İs lam’a girmede) z orlama yok tur.” (elBakara, 2/256)
İslam Dini, iman edip etmemeyi herkesin hür iradesine
ve özgür vicdanına bırakmış, bu konuda kimsenin baskı altına
alınmaması gerektiğini öngörmüştür. Ve Hz. Peygamber’e ve
onun şahsında bütün tebliğcilere hitaben: “Sen onları hiçbir ş ek ilde (inanmaya) z orlayamaz s ın.” (Kâf, 50/45)
Bundan dolayı, İslam’da inanmayanları iman etmeye zorlamak olmadığı gibi, inananları da ibadete mecbur etmek yoktur. Herkes kendi hayatından sorumludur, kendi yaşadıklarının hesabını verecektir ve hayatına da yaşadıklarıyla devam
edecektir.
Ama üzülerek ifade edeyim ki, bütün bu mesajların birinci muhatabı Müslümanlar olmasına rağmen, sözde İslam’a
hizmet gayesiyle birçok Müslüman, Kur’an’ın özüyle ve ruhuyla çelişen davranışlar sergileyerek çok büyük günahlar işlemektedir. Kur’an’ın titizlikle üzerinde durduğu hoşgörüde,
anlayışta, incelikte, olgunlukta, ılımlılıkta, tevâzuda, sükûnette
örnek olmaları gerekirken, bırakın Müslüman olmayanlara örnek olmalarını, kendilerine bile gerekli hassasiyeti gösteremiyorlar. Oysa Kur’an’ın onlara emri, örnek olacak orta ümmet
416
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
olmalarıdır. “(Ey İnananlar!) Siz i dengeli ve ölçülü bir
toplum k ıl dık k i ins anlar nez dinde Hak k ’ın ş ahitleri
(örnek leri) olas ınız .” (el-Bakara, 2/143)
Sosyal medyada bazı Müslümanların birbirlerine yaptığı hakaretin, küfrün bininin bir para olduğunu görüyorsunuz. Birbirlerini sapıklıkla, ajanlıkla, satılmışlıkla itham etmeleri, Cennetten alıp Cehenneme koymaları, Allah’tan koparıp
şeytanla yürütmeleri, Asrın Deccalı, Firavunu, Karun’u, Haman’ı, Bel’am’ı ilan etmeleri almış başını gidiyor...
Bu konuda yapılan ithamlara ve yaşanan saygısızlıklara
şeytanlar bile kahkaha atıyor. Bu yazılanların, konuşulanların,
yaşananların Kur’an’da şiddetle yasaklandığını biliyor muyuz?
“Siz e s elam verene: ‘Sen mü'min değils in’ demeyin!” (Nisa, 4/94) Bu uyarıya rağmen hangi cesaretle önü-
müze geleni tekfir ediyoruz? Neye dayanarak ithamda bulunuyoruz? Üstelik saygısızlık yaptığımız insanlar Kur’an’a hizmet için fedakârlık eden kahramanlardır.
Yukarıda Kur’an’dan vermeye çalıştığım örneklerle örtüşen bir hatıramız var mı? Bilmeden, araştırmadan ve araştırmaya gerek dahi duymadan atıp tutuyoruz. Bunların hesabının verileceğine inanıyorsak daha dikkatli olmamız gerekmez mi?
Hani hoşgörü dinine mensuptuk, hani hoşgörülü bir
Peygamber’in ümmetiydik, hani hoşgörüyü en önemli mesajları arasına alan bir kitabın müntesipleriydik? Bizim vazifemiz
dedikodu yapmak mıdır? Bizim görevimiz insanları Cehenneme taşımak mıdır? Bizim yükümlülüğümüz insanların amel
defterlerini tutmak mıdır? Bizim sorumluluğumuz ajanların,
kâfirlerin, satılmışların kim olduğunu tespit etmek midir?
417
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
“Önce iğneyi kendimize batıralım, sonra çuvaldızı başkalarına.” Önce incitici ve aşağılayıcı bu yaklaşımların kendi
üzerimizde yapacağı tahribatı düşünmeliyiz, ondan sonra
daha ağırını başkalarına uygulamanın doğru olup olmadığına
karar vermeliyiz.
Hani bizim işimiz ayıpları ve kusurları örtmekti; biz ise
feneri elimize almış insanların ayıp ve kusurlarını araştırıyoruz. Hani farklı düşünce ve görüşlere saygılı olacaktık, aynı
çevrede yaşayıp aynı sosyolojik yapıya sahip insanların fikirlerine, inançlarına, yaşantılarına karışmayacaktık.
Hiçbir görüş ve düşüncemiz olmadan, sağlıklı ve güvenilir bir araştırmamız bulunmadan kafamıza uymayan düşüncedeki insanları mürted ilan ediyoruz. Hani katlanacaktık ve
kolaylaştıracaktık; katlanmayı bırakın insanları katlamaya çalışıyoruz, kolaylaştırmayı değil zorlaştırmayı yeğliyoruz.
Hani inanç ve ahlak temelli bir dinin müntesibiydik;
ahlâkımızın kaynağında Kur’an’ın kapağı bile yok. Hani dünyaya örnek olacak orta bir ümmettik; örnek olabilecek bir tarafımız, orta diyebilecek bir davranışımız var mı? Radikalizmin
batağında boğulmamıza rağmen hâlâ şiddetle, sloganla, tehditle, korkutmayla, ürkütmeyle bir yere varacağımızı zannediyoruz. En komiği ne biliyor musunuz? Cenneti sahiplenmişiz
ve bizim dışımızdakileri Cehenneme doldurmuşuz! İyi ki Cennetin yetkilisi biz değiliz yoksa âlem yanmıştı.
Kur’an’da mü’mini tanıtan onlarca daha özellik
bulunmaktadır. Silkinmemize vesile olur mülahazasıyla bunlardan bir kaçını daha vermek istiyorum:
Kur’an Mü’mini sadece Allah’a kulluk eder.
(Fâtiha, 1/5) Sokaktaki Müslüman bütün menfaatlere kul köle
olduktan sonra sıkıntıya düştüğü zaman Allah’a kulluğunu
418
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
dua ile halletmeye çalışır. “İns ana nimet verdiğimiz z a-
man (Biz den) uz ak laş ır; ama ne z aman baş ına bir mus ibet gels e, hemen duaya s arılır.” (Fussılet, 41/51)
Çünkü orada da çıkar vardır. Ama duası karşılık görmeyince
Allah’ı sorumlu tutar (hâşâ). Oysa böyle bir durumda Sokak
Müslümanı duasını Allah’a değil kulluk ettiği güçlere yapmalıdır! Çünkü kulun duası efendisine yapılır.
Kur’an Mü’mini, Kur’an’la kurtuluşa ereceğine
inanır. (Mâide, 5/16) Sokaktaki Müslüman kurtuluşu
Kur’an’dan kaçmada ve hurafelere sığınmada arar. Sıkıldığı
zaman da Kur’an’ı kapaklarından öperek ya da lafzından bir
iki sayfa okuyarak kurtulmaya çalışır. Kurtulamayınca da
Kur’an’ı suçlar. Kur’an ne yapsın sana! Kimyasal ilaç değil ki
damarından girsin, kalbine yerleşsin ve seni mutlu etsin; para
değil ki hesapsızca girdiğin işlerde ödemelerini yapsın; finans
kuruluşu değil ki karşılıksız kredi versin. O bir “Hayat Kitabı”dır. Onu mesajıyla tanıyacaksın, Mushaf’ıyla değil. Onun
direktiflerini baş tacı yapacaksın, kapağını kutusunu değil.
Çünkü sen Kur’an için yaratılmadın, Kur’an senin için gönderildi. Binaenaleyh o seni kurtarmak ve sana hizmet etmek için
gelmiştir. Kurtulman onun uzattığı yardım elini kavramana
bağlıdır.
Kur’an Mü’mini, Kur’an’ı hayat tarzı edinir. (elBakara, 2/121; Mâide, 5/49; A’râf, 7/170) Sokak Müslümanı
onu abdestsiz tutmamayı farz edinir. Oysa Kur’an’ın tutmakla,
bakmakla bir işi yok; anlaşılmakla, davranışlara sirayet etmekle ve kişinin yaşam tarzını değiştirmekle işi var. Eğer onu
hayat tarzı edinmek gibi bir derdiniz varsa derhal onunla irtibata geçin, ona içinizi açın, derdinizi dökün, bulmak ve almak
istediğinizi onda arayın, aradığınızı mutlaka bulacaksınız.
419
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Kur’an Mü’mini dünyada yaşasa da gerçek hayatın âhiret olduğunu bildiği için uzun soluklu çalışmalar yapar. (Sâd, 38/45-47) Sokaktaki Müslüman sadece
dünya için yaşar ama onu da beceremez çünkü çalışmaları
günlüktür, anlıktır ve benliktir. Üstelik Hz. Peygamber’in “Hiç
ölmeyecekmiş gibi dünya için, hemen ölecekmiş gibi âhiret
için çalışın.” sözünü dilinden de düşürmez. Bu sözün sadece
birinci cümlesini alır ve ölümsüz bir varlık gibi sürekli dünya
için çalışır. Ama başaramadığı zaman hemen ikinci cümlesini
devreye sokarak; “Üç günlük dünya, çalışmaya değmez!” der
ve asalakça yaşayarak iki tarafı da berbat eder.
Kur’an Mü’mini yalnızca Allah’ı, Hz. Peygamber’i ve iman edenleri dost edinir. (Mâide, 5/55) Sokak
Müslümanının birinci ve en büyük dostu çıkardır. Menfaatinin
işlediği her kapı onun için dost kapısıdır ve mubahtır! “Ben
parayı bilirim!” der ve kestirip atar. Ama başı dara düştüğü
zaman da “Allah böyle takdir etmiş, elden ne gelir!” diyerek
rahatlamaya çalışır. Oysa Allah’ın takdir ettiği onun kendi iradesiyle yaptığıdır.
Kur’an Mü’mini herkesi dinler ama en güzelini
kabul eder. (Zümer, 39/18) Sokak Müslümanı sadece menfaatine uyanı dinler ve güzel olanı değil çirkin de olsa işine
geleni kabul eder. Güzel ve doğru olan Allah’ın ayetleri yerine, batıl olan hurafeleri benimser ve onlara göre bir dini hayat oluşturur.
Kur’an Mü’mini verdiği sözü tutar ve emanete riayet eder. (Mü’minûn, 23/8) Sokak Müslümanı söz vermez,
verse de tutmaz. Senet verir, çek verir ama günü gelince de
bin takla ile atlatmaya çalışır. Kendi güvenilir olmadığı için
kimseye güvenmez çünkü herkesi kendi gibi sanır.
420
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Kur’an Mü’mini öfkesini yenen ve bağışlayandır.
(A. İmrân, 3/134) Sokak Müslümanı öfkesine yenilir ve bağışlanmak için bekler. Hataları tolere etmek yerine onları
abartarak istismar eder. Başkalarının kusurunu çıkara dönüştürür ve hatalarından faydalanır. Bağışlamayı enayilik sanır
ve bağışlayanlara avanak gözüyle bakar.
Kur’an Mü’mini inkârcıların gösterişli yaşantısına özenmez. (Tevbe, 9/55; Tâhâ, 20/131) Sokak Müslümanı parası olmadığı zaman ahiret Müslümanı kesilir ancak
parayı bulunca da inkârcıların gösterişli tarzına ayak uydurmak için gerekirse dininden taviz verir ama gösterişten asla
ödün vermez. Gösterişte, fiyakada inkârcıları bile geride bırakacak kadar arsız ve ölçüsüz davranır.
Kur’an Mü’mini çoğunluğa değil, Allah’ın verdiği kıstaslara uyar. (En’âm, 6/116) Sokak Müslümanı, Allah’ın verdiği kıstasları bilmez ki onlara uysun. Onun önüne
namaz ve oruç gibi birkaç vecibe konmuş ve Cennet vâdedilerek serbest bırakılmıştır. O her zaman çoğunluğa uyar ve çoğunluğun beklentisine göre hareket eder, hatta kendisi için
değil, desinler diye hep birileri için yaşar. Oysa insan, bir şeyin
doğruluğuna inanıyorsa onu yaşamak zorundadır. Bir şeyin
doğru olduğuna inanıyor da aksini yaşıyorsa başkalarını yaşıyor demektir.
Kur’an Mü’mini atalarının dinine göre değil,
Kur’an’a göre hareket eder. (İbrâhîm, 14/10; Hûd, 11/62,
109) Sokak Müslümanı atalarının yaptıklarını ve yaşadıklarını
Kur’an süzgecinden geçirmeden kabul eder ve onlara sığınarak kolay yoldan Cennete gitmeyi planlar. Kur’an’a göre hareket etmek isteyenleri “Kur’an’dan ne anlarsınız, çarpılacaksınız!” diyerek uyarır. Oysa Kur’an çarpılmaları önlemek ve
çarpılanları iyileştirmek için gelmiştir.
421
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Kur’an Mü’mini israftan kaçınır. (En’âm, 6/141;
Furkân, 25/67) Sokak Müslümanı israftan kaçınmayı gericilik
addeder; israf etmeyi, saçıp savurmayı zenginlik olarak görür;
israf etmeyene cimri, savurganca davranmayana pinti gözüyle bakar. Ona göre savurganca yaşamak zenginliktir, israf
etmeden hayat sürdürmek ise gericiliktir.
Kur’an Mü’mini iffetli ve namuslu davranır.
(Mü’minûn, 23/5; Nûr, 24/30; Mümtehine, 60/10; Ahzâb,
33/35) Sokak Müslümanı iffetli ve namuslu olmayı giyim-kuşamda sanır. Kadın saçını örterek, erkek de pantolon giyerek
iffetli ve namuslu olur! Oysa başörtüsü cinselliği örtmez, örtünenin vakarını ortaya koyar ama örtünmeyenlerin vakarsız olduğunu da ima etmez. Kadın başını örttü mü, haç takarak
makbul olan Hıristiyanlar gibi, en itibarlı Müslüman kadın
olur (!); çıplak bacaklar, split pantolon üzerinden sırıtan kalçalar, daracık gömlekle ortaya çıkan göğüsler, lensli gözler,
takma kirpikler, sınırsız dekolte, ağır parfüm, aşırı makyaj
önemli değil (!), başını örttü ya mesele yok. Kur’an’ın başörtüsü emrini farz olmaktan çıkarıp tarza dönüştüren bugünün
bazı başörtülüleri, başlarını değil de yüzlerini örtseler daha iyi
yapacaklar! Çünkü yüzlerini öyle bir hale getiriyorlar ki onlarca başı açık kadını bir araya getirseniz, örnek vermeye çalıştığım kadının yüzünün çektiği dikkati çekmez. Hâlbuki örtünme emri dikkati ortadan kaldırmak içindir ama bugünün
bazı başörtülüleri dikkat çekmek için örtünüyor.
Erkekler pantolon giyerek ve yolda yürüyerek iffetli olmaz. Dürüst, erdemli ve ahlâklı olmak, manevi değerlere sahip çıkmak, edep ve hayâ dairesinde hareket etmek, çirkin
yaklaşımlardan uzak durmak, şehevi hislerin tutsağı olmamak, başkasının namusuna saygılı olmak erkeğin iffetidir, namusudur.
422
MÜSLÜMANLARDA EKSEN KAYMASI
Kur’an Mü’mini mü’minlerin arkasından konuşmaz, kusurlarını araştırmaz. (Hucurât, 49/12) Sokak
Müslümanı, mü’minlerin yüzüne olması gerektiği gibi konuşmaz, sürekli arkalarından dedikodu üreterek söz nakliyeciliği
yapar; kusurlarını araştırıp çıkarmaya çalışır, çıkaramadığı zaman da kendi üretim tesislerini devreye sokar.
İşte Kur’an Mü’mini ile Sokak Müslümanı... Gördüğünüz gibi Kur’an’daki Mü’min ile Sokaktaki Müslüman sanki
aynı dinin mensubu değilmiş gibi epey farklı duruyor. Oysa
Kur’an, mü’mini tanımlarken sokaktaki Müslüman’ın da aynı
çizgide olması gerektiğini anlatıyor.
Şimdi bize düşen, Kur’an Mü’mini olmak konusunda
geçmişe bir tevbe süngeri çekip, Kur’an’la yüzleşerek yeni bir
sayfa açmaktır. Yüzleşecek yüzümüz olmasa da, Kur’an bütün
yüzlere açıktır. Çünkü onun geliş amacı kalpleri aydınlatmaktır, hayatı disipline etmektir, davranışları kontrol altına almaktır, yüzleri güldürmektir, yüzsüzlükleri ortadan kaldırmaktır.
Özetle söylemek gerekirse insanca yaşamanın önünü açmaktır.
423
424
Sonsöz
Huzurun kaynağı Kur’an’dır. İnsan ancak Kur’an’la yaşarsa huzur bulur. Zira insanın ne ile huzur bulacağını Allah’tan daha iyi bilen olamaz. Çünkü insanı yaratan O’dur.
“O (Allah'a yönele)nler, inanan ve gönül leri Allah'ın z ik riyle/K ur'an'ıyla huz ur bulan k iş ilerdir. Göz ünüz ü açın! Gönüller yalnız Allah'ın z ik riyle/K ur'an'la
huz ur bulur.” (Ra’d, 13/28)
Okuyucularım bunca soruya muhatap olduktan sonra
kitabın içinde onlarca defa dile getirilmiş olan cevabı anlayamadan şu soruyu tekrar sorabilir: “Tamam da ne yapmalıyız?
Çıkış yolu nedir?”
El cevap:
Şöhreti ve parayı değil Allah’ı düşünürsek,
Rivayetleri ve hurafeleri değil ayetleri alırsak,
Yobazlığı ve bağnazlığı değil bilimi tercih edersek,
Şeyhleri ve gavsları değil Hz. Muhammed’i dinlersek,
Nakle ve taklide değil akla itibar edersek,
Tefrikayı ve kavgayı değil birliği getirirsek,
Şiddeti ve nefreti değil sevgiyi yaşarsak,
Riyayı ve çıkarı değil rızayı gözetirsek,
Kabalığı ve zorbalığı değil, saygıyı ölçü alırsak
Oligarşiyi ve anarşiyi değil, demokrasiyi yaşarsak
425
CEMAL KÜLÜNKOĞLU
Bencilliği ve gururu değil, kolektif şuuru esas alırsak
Dünya yörüngeli değil Kur’an eksenli yaşarsak kurtuluşa ereriz. Çünkü Kur’an tüm insanların kurtuluş Kitabıdır ve
hidayet kaynağıdır.
İnandıklarımızı Kur’an’ın süzgecinden geçirelim, yaşadıklarımızı Kur’an’la yüzleştirelim, din adına anlatılanları
Kur’an’a giderek sorgulayalım, konuşmalarımızı Kur’an’ın
gösterdiği şekilde yapalım, hayata Kur’an’la bakalım, hadiseleri Kur’an’la tartalım, düşüncelerimizi Kur’an’la gerçekleştirelim, hayat tarzımızı Kur’an’la oluşturalım.
“Andol s un k i, biz , s iz e içinde ş eref ve itibarınız
bulunan bir k itap indirdik . Hâlâ ak lınız ı k ullan(arak
ondan yararlan)mayac ak mıs ınız ?” (Enbiya, 21/10)
“(Al lah) pis liği (huz urs uz luğu, az abı), ak ıllarını
k ullanmayanların üz erine yağdırır.” (Yunus, 10/100)
426
Download