edebiyat fakültesi dergisi

advertisement
TRAKYA ÜNİVERSİTESİ
EDEBİYAT
FAKÜLTESİ DERGİSİ
Cilt: 2
Sayı: 4
Temmuz 2012
TRAKYA UNIVERSITY
JOURNAL OF THE FACULTY
OF LETTERS
Volume: 2
No: 4
ISSN 1309-7660
Edirne
July 2012
TRAKYA ÜNİVERSİTESİ
TRAKYA UNIVERSITY
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ
JOURNAL OF FACULTY OF LETTERS
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz 2012
Volume: 2, Number: 4, July 2012
Dergi Sahibi / Owner
Trakya Üniversitesi Rektörlüğü
Edebiyat Fakültesi Adına
Prof. Dr. İlker ALP
Editör / Editor
Yrd. Doç. Dr. Hasan DEMİROĞLU
Dergi Yayın Kurulu / Editorial Board
Başkan / Chairman
Prof. Dr. İlker ALP
Üyeler / Members
Prof. Dr. Engin BEKSAÇ ● Prof. Dr. Recep DUYMAZ ● Prof. Dr. Ahmet
GÜNŞEN ● Doç. Dr. İbrahim SEZGİN ●Doç. Dr. Serdar AYBEK ● Yrd. Doç. Dr.
Levent DOĞAN
Kapak Dizayn / Cover Design
Öğr. Gör. Yavuz GÜNER
İletişim Adresi / Address
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Balkan Yerleşkesi – Edirne / TÜRKİYE
Tel.: 0 284 235 95 27 /1309 Faks: 0 284 235 95 22
e-mail: tuefdergi@trakya.edu.tr
Baskı / Publishing
Bizim Büro Basımevi
Yayın Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.
GMK Bulvarı 32/C Demirtepe / ANKARA
Tel: (312) 229 99 29-28 Fax. (312) 229 99 29 Mithatpaşa V. D. 1700224039
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Uluslararası Hakemli bir dergidir.
Bu dergide yayımlanan makaleler Yayın Kurulu’nun izni olmadan aynen veya kısmen
yayınlanamaz ve iktibas edilemez. Yayımlanan yazı ve makalelerin içeriği ile ilgili tüm
sorumluluk yazarlarına aittir.
Kapak Resmi: Türk’ün ve Türkçenin en değerli hazinesi: Divânü Lugâtit-Türk
DANIŞMA KURULU
Prof. Dr. İlker ALP ● Trakya Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet ALPARGU ● Sakarya Üniversitesi
Prof. Dr. Nurettin ARSLAN ● Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Prof. Dr. Evangelia BALTA ● Ulusal Yunan Araştırmaları Vakfı / Yunanistan
Prof. Dr. Alpaslan CEYLAN ● Atatürk Üniversitesi
Prof. Dr. Mesut ÇAPA ● Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Smail ÇEKİÇ ● Sarajevo Üniversitesi / Bosna-Hersek
Prof. Dr. Hayati DEVELİ ● İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Nikolay EGOROV ● Çuvaş Sosyal Bilimler Enstitüsü / Çuvaşistan - Rusya
Prof. Dr. Cezmi ERASLAN ● Atatürk Araştırma Merkezi
Prof. Süleyman Sırrı GÜNER ● Trakya Üniversitesi
Prof. Dr. Derman KÜÇÜKALTAN ● Trakya Üniversitesi
Prof. Dr. Refik MUHAMMETŞİN ● Tatar Devlet İslam Üniversitesi / Tataristan-Rusya
Prof. Dr. Azmi ÖZCAN ● Bilecik Üniversitesi
Prof. Dr. Christine ÖZGAN ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Prof. Dr. Nevzat ÖZKAN ● Erciyes Üniversitesi
Prof. Dr. Vitaliy RODİONOV ● Çuvaş Devlet Üniversitesi / Çuvaşistan -Rusya
Prof. Dr. Miryana TEODİSİYEVİÇ ● Belgrad Üniversitesi / Sırbistan
Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Prof. Dr. Turan YAZGAN ● Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Prof. Dr. İlya V. ZAYTSEV ● Rus Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü / Rusya
4. SAYININ HAKEMLERİ
Prof. Dr. Mahmut AK ● İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. İlker ALP ● Trakya Üniversitesi
Prof. Dr. Ali ARSLAN ● İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Sümer ATASOY ● Karabük Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet BEŞİRLİ ● Çankırı Karatekin Üniversitesi
Prof. Dr. Süleyman BEYOĞLU ● Marmara Üniversitesi
Prof. Dr. Ömür CEYLAN ● İstanbul Kültür Üniversitesi
Prof. Dr. Burçin ERDOĞU ● Trakya Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet ERSAN ● Ege Üniversitesi
Prof. Dr. Binnur GÜRLER ● Dokuz Eylül Üniversitesi
Prof. Dr. Ömer İŞBİLİR ● Mimar Sinan Güzel SanatlarÜniversitesi
Prof. Dr. Türkan OLCAY ● İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Ali İhsan ÖBEK ● Trakya Üniversitesi
Prof. Dr. Mustafa Hamdi SAYAR ● İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Haluk SELVİ ● Sakarya Üniversitesi
Doç. Dr. Yüksel ÇELİK ● MarmaraÜniversitesi
Doç. Dr. Mustafa DAŞ ● Dokuz Eylül Üniversitesi
Doç. Dr. Ayşe Banu KARADAĞ ● Yıldız Teknik Üniversitesi
Doç. Dr. İbrahim SEZGİN ● Trakya Üniversitesi
Doç. Dr. Muzaffer TEPEKAYA ● Celal Bayar Üniversitesi
İÇİNDEKİLER
Burçin ERDOĞU
Uğurlu-Zeytinlik: Gökçeada’da Tarih Öncesi Dönemlere Ait Yeni Bir
Yerleşme / 1-16
Ali Fuat ÖRENÇ
İngiliz Belgeleri’nde Balkan Harbi Edirne Kuşatması 1912-1913 / 17-79
Yüksel TOPALOĞLU
Kendi Kaleminden Şemsettin Sami’nin İlk Tercüme-i Hâli / 81-94
Fuat YILMAZ
Antik Dönem Fresk Yapım Teknikleri / 95-105
Nurten ÇETİN
Londra Konferansı’nda Ahmet Tevfik Paşa / 107-127
Mehmet Kaan ÇALEN
1909 Kanun-i Esasî Tadîlâtı / 129-140
Sevtap GÖLGESİZ KARACA
I.Haçlı Seferi (1096) Öncesinde Bizans İmparatorluğu’nun Siyasi
Durumuna Bakış / 141-153
Lidija BAN-Darko MATOVAC
The Glimpse on Turkish Loan Words in Croatian Language / 155-166
Reyhan ŞAHİN ALLAHVERDİ
XVIII. Yüzyılda Edirne’de Ticaret Yapan Fransız Tüccar ve Hukukî
Statüleri / 167-178
Hüseyin Baha ÖZTUNÇ
Tokat’ta ‘Büyük Sel’ (1908) / 179-203
CONTENTS
Burçin ERDOĞU
Ugurlu-Zeytinlik: A New Prehistoric Settlement
On the Island of Gökceada / 1-16
Ali Fuat ÖRENÇ
According to British Documents, the Siege of Adrianople During the Balkan
War (1912-1913) / 17-79
Yüksel TOPALOĞLU
The First Tercume-i Hali of Semsettin Sami, From His Own Pencil / 81-94
Fuat YILMAZ
Techniques for Making Fresco in Antiquity / 95-105
Nurten ÇETİN
Ahmet Tevfik Pasha, at the London Conference / 107-127
Mehmet Kaan ÇALEN
The Alteration of the Kanun-i Esasi in 1909 / 129-140
Sevtap GÖLGESİZ KARACA
The Overview of the Political Situation of the Byzantine Empire Before the
First Crusade (1096) / 141-153
Lidija BAN-Darko MATOVAC
Hırvat Dilindeki Türkçe Kelimeler Üzerine Kısa Bir Bakış / 155-166
Reyhan ŞAHİN ALLAHVERDİ
French Merchants Operating in the 18 th Century in the Edirne and Their
Legal Status / 167-178
Hüseyin Baha ÖZTUNÇ
The ‘Great Flood’ in Tokat (1908) / 179-203
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ
DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME
Burçin ERDOĞU
ÖZ: Gökçeada Uğurlu-Zeytinlik şimdiye kadar Doğu Ege Adalarında bulunmuş olan en
erken yerleşmedir. Yerleşmede sürdürülen kazı çalışmaları Neolitik öğelerin Avrupa’ya
aktarımı konusunda kuşku götürmez derecede önemli veriler sağlamaktadır. Üç senelik kazı
çalışmalarımız Uğurlu-Zeytinlik’in Ege bölgesindeki en önemli Neolitik Çağ yerleşmelerinden
biri olduğunu göstermiştir. Adaya en erken yerleşenlerin Neolitik Çağ’da, MÖ 6500 yıllarında
Anadolu’dan geldikleri saptanmıştır. MÖ 5000’lere kadar adada ana karadan bağımsız gelişen
yerel bir kültür gözükür. Daha sonra Batı Anadolu Kumtepe IA-Beşik Sivritepe Kültürü Doğu
Ege Adalarının büyük bir bölümüne hâkim olmuştur.
Anahtar kelimeler: Gökçeada, Uğurlu, Neolitik Çağ, Kalkolitik Çağ, Avrupa’nın
Neolitikleşmesi.
UĞURLU-ZEYTINLIK: A NEW PREHISTORIC SETTLEMENT ON THE ISLAND OF GÖKCEADA
ABSTRACT: The settlement of Uğurlu-Zeytinlik on the Island of Gökçeada is the earliset
know settlement in Eastern Aegean Islands so far. Certainly, it cannot be doubted that ongoing
excavations at the site provide new data relating to the Neolithization of Europe. Our three
seasons of excavations at Uğurlu have revealed it to be one of the most significant Neolithic
sites in the Aegean region. The earliest Neolithic settlement of Uğurlu was founded by the
newcomers from Anatolia, around 6500 cal. BC. Until 5000 cal. BC, a local culture indepandant
than the mainland appears in the island. Later, the Western Anatolian Kumtepe IA-Beşik
Sivritepe culture have been found in most all of the Eastern Aegean islands.
Keywords: Gökçeada, Uğurlu, Neolithic Period, Chalcolithic Period, the Neolithization of
Europe.
Giriş: Avrupa’da uygarlık tarihinin en önemli sürecini kapsayan Neolitik
Çağ’ın nasıl başladığı, diğer bir deyişle yerleşik düzen, yeni teknolojik
gelişmeler ile tarım ve hayvancılıktan oluşan beslenme ekonomisinden
oluşan yaşam biçimine nasıl ve ne zaman geçildiği konusu ile ilgili
tartışmalar her geçen gün daha da artmaktadır. Neolitik yaşam biçiminin
Avrupa’ya Yakındoğu’dan gelen çiftçiler tarafından getirildiğini ön gören
“Yayılımcı” görüş ile Avrupa’da Neolitik yaşam biçiminin yerel avcıtoplayıcı topluluklar tarafından geliştirildiğini ön gören “Bağımsız gelişme
modeli” olarak bilinen görüşün yanı sıra, Avrupa Neolitik yaşam biçiminin
Anadolu veya Yakındoğu’dan bilgi ve mal aktarımı ile doğan etkileşim
sonucu geliştiğini ön gören görüşler konu ile ilgili temel görüşlerdir 1. Tüm

1
Prof. Dr. Burçin Erdoğu. Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü,
Edirne.
Bu temel görüşler için bkz. M. Budja, “The Neolitization of Europe, Slovenian Aspect”,
Procilo XXI, 1993, s. 163-193; M. Özdoğan, “The beginning of Neolithic economies in
Southeastern Europe: An Anatolian perspective”, European Journal of Archaeology 5,
BURÇİN ERDOĞU
bu temel görüşler kendi içinde farklı modeller içermektedir ve Avrupa’nın
farklı bölgeleri için farklı modeller ön görülebilmektedir2. Anadolu ve
Güneydoğu Avrupa arasında adeta bir köprü gibi uzanan Ege adaları
Neolitik yaşam biçiminin aktarımı konusundaki görüşlerin odağında kaldığı
halde, özellikle Anadolu kıyılarına yakın Doğu Ege adalarında Neolitik
Çağın erken evrelerine ait yerleşim yeri bulunamamıştı. Gökçeada’da yer
alan Uğurlu-Zeytinlik yerleşmesi Doğu Ege Adaları’nın bilinen en erken
Neolitik Çağ yerleşmesidir ve en erken buluntular MÖ 6500 yıllarına kadar
inmektedir 3. İlk olarak 1998 yılında İstanbul Üniversitesi Prehistorya
Anabilim dalı öğretim üyesi Dr. Savaş Harmankaya tarafından
gerçekleştirilen araştırmalar sırasında saptanan yerleşme, 2009 yılından
itibaren Bakanlar kurulunun kararı ve Kültür ve Turizm Bakanlığının izinleri
ile Trakya Üniversitesi Arkeoloji Bölümü adına Doç. Dr. Burçin Erdoğu
başkanlığında kazılmaktadır4.
Yeri ve Konumu: Uğurlu-Zeytinlik yerleşmesi, Gökçeada’nın
güneybatısında, Uğurlu Köyü’nün 1 km kuzeyinde yer alır. Ülkemizin en
büyük adası olan Gökçeada, Gelibolu Yarımadası’ndan yaklaşık 17
kilometre uzaklıktadır. Adanın doğu batı uzunluğu 29,5 kilometre, kuzeygüney uzunluğu ise 13 kilometredir. Tarih öncesi dönemlerde deniz seviyesi
günümüze göre çok daha alçak olduğundan, ada ana karaya daha yakın bir
konumdaydı5. Adanın %77’si dağlık, %11’i ovalıktır. Uğurlu-Zeytinlik
yerleşmesi adanın Güney batısındaki ovalık alanda, İsa Tepesi’nin (veya
Doğanlı Tepe) eteklerinde yer alır. Bir yamaç yerleşimi görünümündeki
yerleşimin boyutları 250x200 metredir. Yerleşimin batısından Pilon Deresi
akmaktadır. Höyüğün hemen yanında tatlı bir su kaynağı bulunur. Uğurlu
Köyü’nü Gökçeada merkeze bağlayan yol yerleşimi ikiye kesmiştir.
Yerleşim, çeşitli zamanlarda yapılmış olan sulama kanalları tarafından
kısmen tahrip edilmiştir.
2
3
4
5
2
1997, s. 1–33 ; R. Tringham, “Southeastern Europe in the transition to agriculture in
Europe: bridge, buffer or mosaic”, T.D. Price (ed), Europe’s First Farmers, Cambridge
2000, s. 19-56.
Bu modeller için bkz. Zvelebil, M., “The social context of the agricultural tarnsition in
Europe”, C. Renfrew - K. Boyle (eds.), Archaeogenetics: DNA and the population
prehistory of Europe, Cambridge 2000, s. 57-79.
B. Erdoğu, “A Preliminary Report from the 2009 and 2010 Field Seasons at Uğurlu on the
Island of Gökçeada”, Anatolica XXXVII, 2011, s. 45-65.
S. Harmankaya-B. Erdoğu,. “The prehistoric sites of Gökçeada, Turkey”, M. Özdoğan, H.
Hauptmann and N. Başgelen (eds.), From Villages to Towns: Studies presented to Ufuk
Esin, İstanbul 2003, s. 459-479; Erdoğu, a.g.m., s. 45-65.
Bu konu için bkz. K. Lambeck, “Sea-level change and shore-line evaluation in Aegean
Greece since upper Palaeolithic time”, Antiquity 70, 1996, s. 588–611.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME
Tabakalanma ve Mimari: 2009-2012 yılı kazı sonuçları UğurluZeytinlik yerleşmesinde 9 tabaka içeren 5 ana kültür evresinin varlığını
ortaya koymuştur. I. Evre yerleşmenin doğusunda yüzey buluntuları ile
tanımlanan İlk Tunç Çağı ve Orta Çağ malzemesi ile temsil edilir. Henüz
kesin olmamakla birlikte, Uğurlu-Zeytinlik’de İlk Tunç Çağı’nda kısa süreli
küçük bir yerleşimin varlığından söz edebiliriz.
II. Evre Batı Anadolu’da MÖ 5000-4500 yıllarına tarihlendirilen
Kumtepe IA-Beşik Sivritepe Kalkolitik Çağ kültürüne aittir6. Yerleşimin
doğusunda yapılan kazılarda bu evreye ait iki tabaka saptanmıştır. O-P 10 ve
11 plan karelerine denk gelen alanda kuzey-güney istikametinde uzanan
duvarları taştan yapılmış bir yapı bulunmuştur. “Bina 1” olarak
isimlendirilen Kalkolitik Çağ’a tarihlendirilen yapı yaklaşık 5x5 metre
boyutlarındadır. Kuru duvar tekniği ile örülen taş duvarlar 40-30 cm
yüksekliğe kadar korunmuştur. Kuzey duvarı, çift duvar halinde yapılmıştır.
Muhtemelen dış yüzeye yapılan duvar bir nedenden dolayı yıkılmış, daha
sonra iç kısma ekleme duvarlar yapılarak düzgün bir hat oluşturulmuştur.
Binanın kuzeybatı köşesinde 1,50 x 0,87 metre boyutlarında taş bir payanda
yer alır. Hemen yanında yekpare taşa oyulmuş ahşap direk için yapılmış bir
söve taşı vardır. Binanın bu kesiminde muhtemelen bir çekme kat
bulunuyordu. Binanın batı duvarı çok düzgün, yayvan taşlarla yapılmıştır.
Güney duvarı ise diğer duvarların aksine çok büyük kaba taşlarla
oluşturulmuştur. Güney duvarı standart olmayan bir şekilde doğuya doğru
uzanmaktadır. Bu kesimde muhtemelen bir kapı aralığı bulunmaktadır. Batı
duvarı kuzey-güney istikametinde uzanmakta ve bitiş kesiminde yarı dairesel
bir mekânla birleşmektedir. Bu yarı dairesel mekan binanın dış kesimine
bakmaktadır ve muhtemelen depolama ile ilgili bir fonksiyonu olmalıdır.
Binanın batısında büyük taşlarla oluşturulmuş, yay çizerek binayı çevreleyen
bir avlu duvarı da vardır.
Binanın içinde insitu olarak 7 cilalı taş balta ve keski, 4 Spondylus türü
deniz kabuğundan bilezik parçası, 11 kemik alet, 2 taştan yuvarlak ağırşak, 1
kilden sapan tanesi, 2 taş boncuk, 5 Cerastoderma türü deniz kabuğundan
kolye ucu ile 1 kil figürin başı bulunmuştur. Ayrıca toplu olarak 130 kadar
Muricidae türü deniz kabukları ile öğütme taşları ve havanelleri de ele
geçmiştir.
III. Evre’ye ait buluntular yerleşmenin en batı kısmında P5 sondaj
açmasında yapılan kazılarda ortaya çıkartılmıştır. Bu evreye ait sadece 12
adet sıvalı çukur ve işlik yerleri kazılmıştır. Çukurların içleri ve tabanı sarı
6
Bu kültür için bkz. T. Takaoğlu, “The Late Neolithic in Eastern Aegean. Excavations at
Gülpınar in the Troad”. Hesperia 75, 2006, s. 289-315.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
3
BURÇİN ERDOĞU
renkli bir kil ile sıvanmıştır. Sıva kalınlıkları 3 ila 5 cm. arasında
değişmektedir. Çukurlar farklı boyut ve derinliklerdedir. En derini yaklaşık 1
metredir ve en büyükleri yaklaşık 1 metre çapındadır. Bu çukurların
kullanılma amacı kesin olarak bilinmemektedir. Silo olarak kullanılmış olma
olasılıkları vardır. Çukurların içinden alınan toprak numuneleri suda
yüzdürme (flotasyon) işlemine tabi tutulmuş, toplanan karbonlaşmış bitki
kalıntıları tarıma alınmış arpa, buğday ve mercimeğin varlığını işaret
etmiştir. Bu çukurların işlevleri bittikten sonra içlerine çanak çömlek
kırıkları, hayvan kemikleri ve büyük taşlarların atıldığı çöp çukurları olarak
kullanıldıkları görülmüştür. Çukurlardan bir tanesi muhtemelen daha
sonradan mezar olarak kullanılmıştır. Kalıntıları inceleyen Trakya
Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Başak Boz, çukurun içinde bulunan
gömünün yetişkin bir erkeğe ait ikincil gömü olduğunu belirtmiştir.
Gömünün üzerlerine kırmızı aşı boyası dökülmüş ve çukur orta boy taşlarla
kapatılmıştır.
Çukurların kazıldığı düzlemde çok sayıda işlenmiş veya işlenmeye hazır
Spondylus olarak bilinen deniz kabukluları ele geçmiştir. İşlenmiş örneklerin
çoğu bilezik parçalarına aittir7. Bu düzlemde ayrıca çok sayıda kemik ve taş
alete de rastlanmıştır. Spondylus’dan yapılmış eşyalar önemli prestij eşyaları
olarak görüldüğünden, Neolitik ve Kalkolitik Çağlarda Balkanlar’a ve Orta
Avrupa’ya kadar ticareti yapılmıştır. Bu dönemde Kıta Yunanistan’da
Dimini’de ve Mekadonya’da Sitagroi ve Stravroupolis gibi yerleşmelerde
Spondylus atölyeleri bulunmuştur8. Gökçeada’da da bu evrede bir Spondylus
atölyesi olduğu düşünülebilir.
Uğurlu-Zeytinlik yerleşmesinde IV. ve V. Evreler Neolitik Çağ’a
tarihlenmektedir. Yerleşimde bugüne kadar saptanan en kalın dolgu IV.
Evre’ye aittir. Bu evrede yerleşim yaklaşık 6 hektarlık bir alana
yayılmaktadır ve en az 4 tabaka içerir. Bu evreye ait kalıntılar yerleşimin
batı ucundaki P5 sondaj açması ile yerleşimin doğu kısmında BB20-21,
BBCC19 ve V18 açmalarında ele geçmiştir. P5 açmasında bu evreye ait 2
tabaka kazılmıştır. İlk tabakada yukarı evrenin çukurları tarafından oldukça
tahrip edilmiş sarı renkli bir topraktan yapılmış taban ve üzerinde 0.75x0.90
m boyutlarında oval bir ocak bulunmuştur. Ocağın hemen yanında tabana
oyulmuş, içi sıvalı kutu şeklinde bir çukur bulunmuştur. Bu küçük çukurun
içinde toplu halde 14 işlenmiş kemik, 1 kırık cilalı taş keski bulunmuştur. P5
açmasında IV. evreye ait ikinci tabakada kuzey-güney doğrultusunda uzanan
7
İşlenmiş deniz kabukları Gazi Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Burçin Gümüş tarafından
çalışılmaktadır.
8
G. S. Souvatzi, A Social Archaeology of Households in Neolithic Greece, Cambridge 2008,
s. 60.
4
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME
oldukça tahrip olmuş bir yapı bulunmuştur. Yapının yarısı açmanın dışında
kazılmayan alanda kalmıştır. Yapıya ait 60 santim kalınlığında yer yer
korunmuş taş duvarlar, beyaz renkte birkaç kez yenilendiği anlaşılan çok
kalın sert taban parçaları ile yapının kuzey doğu köşesinde çok büyük bir
depolama kabı insitu olarak ele geçmiştir. Taban parçalarının üzerinde çok
sayıda kemik ve taş alet ele geçmiştir. Tabanların üzerinden alınan toprak
numuneleri suda yüzdürme işlemine tabi tutulmuş ve tanımlanmış örnekler
tarıma alınmış, Einkorn Buğdayı (Triticum monococcum) ve Kavuzsuz
Arpa’nın (Hordeum vulgare var nudum) varlığı tespit edilmiştir9.
Yerleşimin doğusunda BB20-21 açmasında, tarımsal faaliyetler ve su
kanalı yapımı sırasında oldukça tahrip edilmiş bir bina kalıntısına
rastlanılmıştır. IV. Evre’nin geç dönemlerine ait binanın içinde kemik
aletlerin yanı sıra mermerden bir topuz başı, deniz kabuğundan boncuklar,
cilalı taş baltalar ile kemikten üst kısmı insan başı şeklinde yapılmış bir
kanca bulunmuştur. IV. Evre’nin geç dönemlerine ait diğer mimari kalıntı
ise 2009 yılında çalışılan V18 test açmasından gelmektedir. Doğu-Batı
istikametinde uzanan iki sıra taştan yapılmış kısmen tahrip olmuş, yaklaşık 8
m uzunluğunda bir duvar ortaya çıkartılmıştır. Binaya ait duvar kuzeye
yönelerek devam etmektedir ve dönüş yaptığı kısımda tavanı taşıması için
taşlardan oluşturulmuş, yaklaşık 80 cm. çapında ahşap direk yeri
bulunmaktadır. Bina dolgusunda biri mermerden olmak üzere iki adet figürin
ele geçmiştir.
IV. Evre’nin erken tabakalarına ait kalıntılar yerleşimin doğu yakasında
BBCC19 sondaj açmasından gelmektedir. 2x3 metrelik sondaj açmasında
yüzeyden yaklaşık 2 metre derinlikte büyük, düzgün taşlarla yapılmış,
yüksekliği yer yer yarım metreden fazla korunmuş, kalın bir duvar ile sarı
renkli taban üzerinde 50x50 cm. boyutlarında yuvarlak bir ocak
bulunmuştur. Tabanların üzerinden alınan toprak numunelerinde tarıma
alınmış arpa ve buğdayın izine rastlanmıştır.
Uğurlu-Zeytinlik yerleşmesinin en erken evresi olan V. Evre’ye ait 2
tabaka saptanmıştır. V. Evre’nin ilk tabakasında yaklaşık 5x5 metre
boyutlarında, duvarları kuru duvar tekniği ile örülmüş bir bina kazılmıştır.
Binanın kuzey ve güney duvar kalınlıkları 60-70 cm, doğu ve batı duvar
kalınlıkları ise 1 metredir. Kuzey duvarı yarım metreye kadar korunmuştur.
Binanın içinde ocak, depolama alanı, platform gibi öğelere rastlanmamıştır.
Ocak binanın dışında avluda yer alır. Binanın içinde çanak çömleklerin yanı
9
Örnekler İstanbul Üniversitesi, Prehistorya Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi Müge Ergün
tarafından incelenmiştir.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
5
BURÇİN ERDOĞU
sıra kemik ve taş aletler bulunmuştur. Binanın hemen dışında iki adet çok
büyük cilalı taş balta ele geçmiştir.
V. Evre’nin ikinci tabakası yerleşimin en erken tabakasıdır. Bu tabakaya
ait kalıntılara yerleşimin tam eteğinde 2x5 metrelik BB22 sondaj açmasında
rastlanmıştır. Herhangi bir mimari bulunmasa da yaklaşık 1,08 metre
derinlikte çok sayıda hayvan kemiği, taş aletler ve kemik aletlerden oluşan
bir düzlem saptanmıştır. Kemik aletlerin büyük çoğunluğunu spatulalar
oluşturmaktadır. Hayvan kemiği ve taş aletlerden oluşan düzlemler 1,57
metreye kadar devam etmiş ve ana toprağa ulaşılmıştır. Hayvan kemikleri
Nevada Üniversitesinden Levent Atıcı tarafından incelenmiş, üzerlerinde
kesim izi bulunan evcilleştirilmiş koyun, keçi, domuz ve sığır kemiklerine
rastlanmıştır.
Çanak Çömlek ve Yontma Taş Endüstrisi: Uğurlu-Zeytinlik’te üretilen
eşyaların büyük kısmını çanak çömlek oluşturmaktadır. Üretilen tüm çanak
çömlekler el yapımıdır. Uğurlu-Zeytinlik yerleşmesinin II. Evresinde
bulunan çanak çömlekler Batı Anadolu Kumtepe IA-Beşik Sivritepe
Kültüründen bilinen, mahmuzlu kulp, açkı bezeme, sığ oluk bezeme, üçayak
gibi öğelerle karakterize edilen çanak çömleklerin benzeridir 10. İnsan yüzlü
kap parçası bu evre için ünik bir buluntudur.
III. Evre çanak çömlek üretiminde belirgin değişiklikler görülür. Kırmızı
alacalı siyah, gri mal ana mal gurubunu oluşturur. Kapak formları ile dört
ayaklı, kulak gibi tutamakları olan kaplar, kutu biçimli kaplar ve düğme
biçimli tutamaklar karakteristiktir. Bezeme yaygındır. Baskı, çizgi ve kazıma
bezemeler daha çok dört ayaklı kulak gibi tutamakları olan kaplar ile kutu
biçimli kapların üzerine uygulanmıştır. Spiral, meander, dama tahtası,
baklava motifi gibi motiflerin yanı sıra haç motifleri de vardır. III. Evre
çanak çömleklerinde yerel özellikler ağır bassa da Balkanlar’ın Erken Vinça
ve Karanovo III11 dönemine ait parçalar da bulunmuştur. Uğurlu-Zeytinlik
III. Evre çanak çömleklerine benzer örnekler Anadolu’da bugüne kadar ele
geçmemiştir.
IV. Evre çanak çömlekleri çok özenle yapılmış, ince kenarlı, parlak açkılı
ve büyük bir çoğunluğu kırmızı astarlıdır. Kırmızı astar siyah zemin üzerine
farklı tonlarda uygulanmıştır. Genellikle ‘S’ profilli, kalın dudaklı kap
formlarının yaygın olduğu buluntu topluluğunda, dikey olarak yerleştirilmiş
10
Bkz. U. Gabriel, Kontinuität und Wandel im spätneolithischen / chalkolithischen
Westanatolien. Die Marmara- und Ägäisregion als Vermittler zwischen Asien und Europa?
Doktor der Philosophie der Fakultat fur Kulturwissenschaften der Eberhard-KarlsUniversitat Tubingen, Tubingen 2010.
11
V. Nikolov, “The Neolithic and Chalcolithic Periods in Northern Thrace”, Tüba-Ar 6, 2003,
Fig.14-15.
6
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME
uzun tüp biçimli delikli tutamaklar görülmektedir. Bu tutamaklar kaplar
içinden kalınlaştırılarak yapılmakta, dış yüzeyde kabartma olarak
işlenmişlerdir. Bezeme yaygın değildir. En karakteristik bezeme
Impresso’dur. Bunun yanında çizgi ve noktalardan oluşan bezemeler de
görülür. Kazılar sırasında sadece üç adet boyalı çanak çömlek parçası ele
geçmiştir. Bunlardan bir tanesi kırmızı üzeri beyaz boyalıdır ve Balkanların
Karanovo I kültüründe görülenlerin aynısıdır12. Diğer ikisi siyah üzeri
kırmızı boyalıdır ve yerel bir çanak çömlek gurubu olduğu izlenimi
vermektedir. IV. Evre çanak çömleği genel özellikleri bakımından Anadolu
buluntularına benzemektedir. Benzerlikler daha çok bezemelerde gözlenir.
Benzer Impresso bezeme İzmir Ulucak’ın IV tabakasında 13 ve Ilıpınar’ın
VIII tabakasında 14 görülür.
V. Evre çanak çömleğin hemen hemen hepsi kırmızı astarlıdır. Koyu
yüzlü mallar azdır. ‘S’ profilli çanaklar ve kaseler, dudakları üsten
düzeltilmiş çömlekler, küçük yuvarlak, tüp biçimli veya ay biçimli
tutamaklar karakteristiktir. V. Evre çanak çömleklerinin tam benzerlerine
özellikle Trakya’da Hoca Çeşme’nin erken tabakalarında 15, Doğu
Marmara’da Aktopraklık16 ve Menteşe17 gibi aynı döneneme tarihlenen
yerleşmelerde rastlanmaktadır.
Yontma Taş endüstrisi Fransa Paris X Üniversitesinden Dr. Denis
Guilbeau tarafından çalışılmaktadır. Uğurlu-Zeytinlik yontma taş alet
endüstrisinin hammaddesi çakmaktaşıdır. Çok küçük bir oranda obsidiyene
de rastlanır. Obsidiyenlerin kimyasal kaynak analizleri Londra
Üniversitesinden Dr. Marina Miliç tarafından yapılmış ve çoğunun Melos
adasından geldiği saptanmıştır. Bunun yanında İç Anadolu Göllü Dağ
12
Bkz. S. Hiller-V. Nikolov, Karanovo. Die Ausgrabungen in Südsektor, 1984-1992 ,
Salzburg–Sofia, 1997; V. S. Hiller-V. Nikolov (eds.). Karanovo III. Beiträge zum
Neolithikum in Südosteuropa Österreichisch-Bulgarische Ausgrabungen und Forschungen
in Karanovo, Band III, Vienna 2000.
13
A. Çilingiroğlu-Ç. Çilingiroğlu. “Ulucak”, M. Özdoğan and N. Başgelen (eds.), Turkiye’de
Neolitik Dönem: Yeni Kazılar, Yeni Bulgular, İstanbul 2007, Fig. 9.
14
L. C. Thissen, “The Pottery of Ilıpınar, Phases X to VA”, in J.J. Roodenberg and L.C.
Thissen (eds.), The Ilıpınar Excavations II, Leiden 2001, Fig. 26-27.
15
Jan Bertram-K. N. Karul, “From Anatolia to Europe: The ceramic sequence of Hoca Çeşme
in Turkish Thrace”, C. Lichter (ed.) Byzas 2 - How Did Farming Reach Europe? AnatolianEuropean Relations from the Second Half of the 7th Through the First Half of the 6th
Millennium Cal BC, İstanbul 2005, Fig.1-3.
16
N. Karul-M. B. Avcı, “Neolithic Communities in The Eastern Marmara Region:
Aktopraklık C”, Anatolica XXXVII, 2011, Fig. 11-12.
17
J. Roodenberg-A. van As, L. Jacobs-M. H. Wijnen, “Early settlement in the plain of
Yenişehir (NW Anatolia). The basal occupation layers at Menteşe”, Anatolica XXIX, 2003,
Fig. 13:1-4; Fig. 16:1-6.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
7
BURÇİN ERDOĞU
obsidiyen kaynağından gelen örnekler de vardır.
Yontma taş alet
endüstrisinde II-V. Evreler arasında çok köklü değişikliklerin olmadığı
gözlemlenmiştir. Alet sayısı azdır. Dilgi üretimine yönelik endüstrinin yanı
sıra yonga ağırlıklı bir teknoloji de gözlemlenmiştir. V. Evre için en belirgin
alet türü baskı tekniği kullanılarak çıkartılmış obsidiyen dilgilerdir. IV. Evre
için en belirgin alet türü ise ”Karanovo dilgisi” olarak bilinen ve Balkanların
erken Neolitik Çağ yerleşmelerinde de görülen büyük ve kalın dilgilerdir 18.
Bu dilgilerin hammaddesi olan çakmaktaşının kaynağı Trakya’da Rodop
Dağlarındadır. Muhtemelen kaynaktan getirilen hammadde yerleşim yerinde
işlenmekteydi. III. Evre için en belirgin alet türü de deliciler ve
kazıyıcılardır.
Diğer Buluntu Topluluğu: Uğurlu-Zeytinlik yerleşmesinde insan
figürinleri, cilalı taş baltalar ve kemik aletler en yaygın buluntu topluluğunu
oluşturmaktadır19. Figürinlerin çoğu pişmiş topraktan yapılmışlardır. IV.
Evreye ait mermerden bir figürin başı üniktir. En fazla figürin örneği III.
Evrede bulunmuştur. Geniş kalçalı kadın figürinleri ile gövdeleri düz olarak
yapılmış “sokma başlı” figürinler en yaygın olanlarıdır. “Sokma başlı”
figürinlerin ele geçen bir örnekten yola çıkarak başlarının deniz kabuğundan
yapılıp gövde içerisine açılmış oyuğa monte edildikleri anlaşılmıştır. Bir kol
omuz üzerinde, diğer kol ise bacak arasında yapılan kadın figürinlerin yanı
sıra daha şematik olarak yapılmış, üzerleri bezemeli figürin örnekleri de
bulunmuştur.
Kemik aletler oldukça yaygındır. Bız ve mablakların yanı sıra spatulalar
da vardır. IV. Evrede üst tarafları insan başı veya hayvan şeklinde işlenmiş
kancalar bulunmuştur. Gene aynı evrede ele geçen geyik boynuzundan çekiç
başı üniktir. Cilalı taş balta ve keskiler de oldukça yaygındır. Buluntuları
inceleyen Çanakkale 18 Mart Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Onur
Özbek, cilalı taş balta ve keski yapımında farklı taşların kullanıldığını, Nefrit
taşından yapılmış örneklerin muhtemelen Gelibolu yarımadasındaki balta
atölyelerinden20 getirtilmiş olduklarını belirtmektedir. IV. Evrede ele geçen
çok büyük cilalı taş baltaların sembolik değerleri olduğu da düşünülebilir.
Aynı evrede mermerden ve dağ kristalinden yapılmış gene sembolik
değerleri olduğu düşünülen ayak şeklinde küçük objeler de bulunmuştur.
Süs eşyaları içinde mermerden ve Spondylus’dan bilezikler, taş ve deniz
kabuklarından boncuk ve kolye uçları vardır. Uğurlu’da kullanılan
18
M. Gurova, “Towards an understanding of Early Neolithic populations: Flint perspective
from Bulgaria”. Documenta Praehistorica XXXV, 2008, s. 111-129.
19
Erdoğu, a.g.m., s. 50.
20
O. Özbek-K. Erol, “Etude petrographique des haches polies du Hamaylıtarla et
Fenerkaradutlar (Turquie)”, Anatolia Antiqua IX, 2001, s. 1-7.
8
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME
hammaddelerin çoğunun kaynağı yereldir. Obsidiyen, bal rengi çakmaktaşı
ve Nefrit’in yanı sıra mermer de adaya ana karadan getirtilmiştir.
Tarihlendirme ve Sonuç: Neolitik Çağ IV. Evreden alınan iki örnek ile
V. Evreden alınan bir örnek üzerinde Waikato Üniversitesi, Yeni Zelanda’da
AMS radyokarbon tarihlendirilmesi yapılmıştır. V. tabakadan gelen tarih
MÖ 6470, IV. tabakadan gelen tarihler ise MÖ 5970-5840 yıllarını vermiştir.
Bu sonuçlara göre Uğurlu-Zeytinlik yerleşimi Doğu Ege adalarında saptanan
en erken yerleşmedir ve V. Evre Batı Anadolu İzmir Ulucak yerleşmesinin
V. tabakası21, Hoca Çeşme’nin IV. tabakası22 ile Kuzey Batı Anadolu
Menteşe ve Barçın höyüklerinin en erken tabakaları23 ile çağdaştır. UğurluZeytinlik yerleşmesinin IV. Evresi ise İzmir Ulucak yerleşmesinin IV.
tabakası ile Batı Anadolu’da Geç Neolitik/Erken Kalkolitik Çağa
tarihlendirilen tüm yerleşmelerle çağdaştır24.
Bugünkü bilgilerimize göre adaya ilk yerleşenler kuzey batı Anadolu’dan
gelen ilk tarımcı topluluklardır. İlk evrenin çanak çömleği Marmara
Bölgesi’ndeki yerleşmelerle oldukça benzerdir. Tarım, hayvancılık ve
muhtemelen balıkçılıkla geçinen topluluk, geniş çaplı bir ticaret ağı
içindeydi. Uğurlu IV. Evrede yerleşimin oldukça büyüdüğü gözlemlenmiştir.
Bu evreden başlayarak ada kendi kimliğini oluşturmaya başlamıştır. Hem
mimaride hem de buluntularda ana kıtadan farklılıklar ortaya çıkmaktadır.
Bu dönemde özellikle Balkanlar’la olan ilişkiler dikkat çekicidir. Uğurlu’da
III. Evre Neolitik ile Kalkolitik Çağ arasındaki geçiş sürecini yansıtmaktadır.
Balkan arkeolojisinde ‘Vinça’ kültürüne ait öğelerin ortaya çıktığı süreç
olarak bilinmektedir ve Batı Anadolu’da kazı çalışması yapılan hiçbir
yerleşmede henüz bu geçiş sürecine ait buluntular ele geçmemiştir.
Buluntular bir üst evreden farklıdır. Bu dönemde Balkan kültürleri ile ilişkili
fakat yerel özellikleri ağır basan adaya özgü yerel bir kültürün varlığından
söz edebiliriz.
II. Evre Kalkolitik Çağ Batı Anadolu Kumtepe IA-Beşik SivritepeGülpınar Kültürü’nün Gökçeada’ya kadar yayıldığını kanıtlar. Bu kültürün
21
C. Çilingiroğlu, Central-West Anatolia at the end of 7th and Beginning of 6th Millennium
BCE in the Light of Pottery from Ulucak (Izmir). Dissertation zur Erlangung des
akademischen Grades Doktor der Philosophie der Fakultat fur Kulturwissenschaften der
Eberhard-Karls-Universitat Tubingen, Tubingen 2009, s. 536-537.
22
Özdoğan, a.g.m., s. 10-33.
23
J. Roodenberg-A. van As -S. Alpaslan Roodenberg, “Barçın Höyük in the Plain of
Yenişehir (2005-2006). A preliminary note on the fieldwork, pottery and human remains of
the prehistoric levels”, Anatolica XXXIV, 2008, s. 53-60; Roodenberg, v.d. a.g.m.
24
Çilingiroğlu, a.g.e., s. 44-47.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
9
BURÇİN ERDOĞU
yayılım alanı tüm Batı Anadolu kıyıları ile Kos adasına kadar uzanan Doğu
Ege adalarıdır25.
Gökçeada Uğurlu-Zeytinlik’te sadece üç senedir kazı çalışmaları
yapıldığı halde özellikle Neolitik Çağa ait önemli bulgular saptanmıştır.
Önümüzdeki yıllarda sürdürülmesi planlanan çalışmalar, Uğurlu-Zeytinlik
yerleşmesinin niteliği, Anadolu, Balkanlar, Ege Adaları ve Kıta
Yunanistan’la olan ilişkisini, bu ilişkiler çerçevesinde Avrupa’da Neolitik
yaşam biçiminin nasıl başladığı sorununu anlamaya katkı sağlamayı
amaçlamaktadır.
KAYNAKÇA
Bertram, Jan-K.-Necmi Karul. “From Anatolia to Europe: The ceramic sequence of
Hoca Çeşme in Turkish Thrace”, C. Lichter (ed.) Byzas 2 - How Did Farming
Reach Europe? Anatolian-European Relations from the Second Half of the 7th
Through the First Half of the 6th Millennium Cal BC, İstanbul 2005, s.117-130.
Budja, Miha,. “The Neolitization of Europe, Slovenian Aspect”, Procilo XXI, 1993,
s.163-193.
Çilingiroğlu, Altan-Çiler Çilingiroğlu. “Ulucak”, M. Özdoğan and N. Başgelen
(eds.), Turkiye’de Neolitik Dönem: Yeni Kazılar, Yeni Bulgular, Arkeoloji ve
Sanat, İstanbul 2007, s.361-372.
Çilingiroğlu, Çiler, Central-West Anatolia at the end of 7th and Beginning of 6th
Millennium BCE in the Light of Pottery from Ulucak (Izmir). Dissertation zur
Erlangung des akademischen Grades Doktor der Philosophie der Fakultat fur
Kulturwissenschaften der Eberhard-Karls-Universitat Tubingen, Tubingen 2009.
Erdoğu, Burçin, “A Preliminary Report from the 2009 and 2010 Field Seasons at
Uğurlu on the Island of Gökçeada”, Anatolica XXXVII, 2011, s. 45-65.
Gabriel, Utta, Kontinuität und Wandel im spätneolithischen / chalkolithischen
Westanatolien. Die Marmara- und Ägäisregion als Vermittler zwischen Asien und
Europa? Doktor der Philosophie der Fakultat fur Kulturwissenschaften der
Eberhard-Karls-Universitat Tubingen, Tubingen 2010.
Gurova, Maria, “Towards an understanding of Early Neolithic populations: Flint
perspective from Bulgaria”. Documenta Praehistorica XXX, 2008, s. 111-129.
Harmankaya, Savaş-Burçin Erdoğu, “The prehistoric sites of Gökçeada, Turkey”,
M. Özdoğan, H. Hauptmann and N. Başgelen (eds.), From Villages to Towns:
Studies presented to Ufuk Esin, İstanbul 2003, s. 459-479.
Hiller, Stefan-Vassil Nikolov, Karanovo. Die Ausgrabungen in Südsektor, 19841992, Salzburg–Sofia 1997.
Hiller, Stefan-Vassil Nikolov, (eds.) Karanovo III. Beiträge zum Neolithikum in
Südosteuropa Österreichisch-Bulgarische Ausgrabungen und Forschungen in
Karanovo, Band III, Vienna 2000.
25
Takaoğlu a.g.m., s. 290-291.
10
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME
Karul, Necmi-Mert B. Avcı. “Neolithic Communities in The Eastern Marmara
Region: Aktopraklık C”, Anatolica XXXVII, 2011, s.1-15.
Lambeck, Kurt, “Sea-level change and shore-line evaluation in Aegean Greece since
upper Palaeolithic time”, Antiquity 70, 1996, s. 588–611.
Nikolov, Vassil, “The Neolithic and Chalcolithic Periods in Northern Thrace”.
Tüba-Ar 6, 2003, s. 21-83.
Özbek, Onur-K. Erol. “Etude petrographique des haches polies du Hamaylıtarla et
Fenerkaradutlar (Turquie)”, Anatolia Antiqua, IX, 2001,s. 1-7.
Özdoğan, Mehmet, “The beginning of Neolithic economies in Southeastern Europe:
An Anatolian perspective”. European Journal of Archaeology 5, 1997, s.1–33.
Roodenberg, Jacob-A. van As-S. Alpaslan Roodenberg, “Barçın Höyük in the Plain
of Yenişehir (2005-2006). A preliminary note on the fieldwork, pottery and human
remains of the prehistoric levels”, Anatolica XXXIV, 2008, s. 53-60.
Roodenberg, Jacob-A. van As, L. Jacobs-M.H. Wijnen, “Early settlement in the
plain of Yenişehir (NW Anatolia). The basal occupation layers at Menteşe”,
Anatolica XXIX, 2003, s. 17-59.
Souvatzi, G. Stella, A Social Archaeology of Households in Neolithic Greece.
Cambridge 2008.
Takaoğlu, Turan, “The Late Neolithic in Eastern Aegean. Excavations at Gülpınar in
the Troad”. Hesperia 75, 2006, s.289-315.
Thissen, Laurens, “The Pottery of Ilıpınar, Phases X to VA”, J.J. Roodenberg and
L.C. Thissen (eds.), The Ilıpınar Excavations II, Leiden 2001, s. 3-154.
Tringham, Ruth, “Southeastern Europe in the transition to agriculture in Europe:
bridge, buffer or mosaic”, T.D. Price (ed), Europe’s First Farmers, Cambridge
2000, s. 19-56.
Zvelebil, Marek, “The social context of the agricultural tarnsition in Europe”, C.
Renfrew ve K. Boyle (eds.), Archaeogenetics: DNA and the population prehistory
of Europe, Cambridge 2000, s. 57-79.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
11
BURÇİN ERDOĞU
Harita-1. Uğurlu-Zeytinlik’in Konumu
12
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME
Resim-1. Uğurlu-Zeytinlik Doğu Açmaları, II. Evre
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
13
BURÇİN ERDOĞU
Resim-2. Uğurlu-Zeytinlik Batı Açmaları, IV ve V. Evreler
14
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME
Resim-3. Uğurlu-Zeytinlik Buluntularından örnekler
Resim-4. Uğurlu-Zeytinlik Buluntularından örnekler
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
15
BURÇİN ERDOĞU
Resim-5. Uğurlu-Zeytinlik Buluntularından örnekler
16
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
İNGİLİZ BELGELERİ’NDE BALKAN HARBİ EDİRNE
KUŞATMASI 1912-1913
Ali Fuat ÖRENÇ
ÖZ: 1912-1913 Balkan Harbi, Türk tarihinin en büyük felaketlerinden biriyle sonuçlandı.
Savaş, sadece Balkan ülkeleriyle Osmanlı’nın son hesaplaşması şeklinde değil, aynı zamanda
İngiltere’nin de dahil bulunduğu Avrupa büyük devletlerinin çekişmelerine sahne olmuştur.
Balkan krizi, çok geçmeden uluslararası rekabetin en önemli sorunu haline gelmiştir. Bölgede
Rusya’yı kontrol altında tutmaya çalışan İngiltere, harbin başında tarafsız kalacağını ilan
etmişti. Bununla birlikte döneme ait İngiliz resmi belgeleri, savaş ihtimalinin belirmesinden
itibaren gelişmelerin çok yakından izlendiğini ve bölgedeki dengelerin muhafazası için
çalışıldığını göstermektedir.
Balkan Savaşı sonunda Osmanlı Devleti Avrupa’daki topraklarının çok büyük kısmını
yitirmiştir. Savaştan en fazla etkilenen vilayetlerden biri Edirne’dir. Birinci Balkan Harbi’nde
alınan mağlubiyetler sonucu bir anda yeniden serhad şehri haline gelen Edirne, yaklaşık beş ay
süreyle şiddetli Bulgar-Sırp müttefik ordularının kuşatması altında kalmıştır. Şehir 26 Mart
1913 tarihinde yıkıcı bir işgale uğramıştır. Osmanlı kamuoyunda Edirne kuşatması günlerine
dair önemli tartışmalardan biri şehirdeki yabancı misyonların, özellikle İngiliz Konsolosu
Binbaşı Samson’un kale komutanı Şükrü Paşa ve diğer mülki zevatla olan yakın ilişkileriydi.
Konsolosun Edirne kuşatması sürecini konu alan Londra’ya gönderdiği çok ayrıntılı raporlarda
bu iddialar ve eleştiriler hakkında bulgulara tesadüf edilmektedir. İngiliz belgelerinin tedkiki
sonucu savaş süresince Bulgar ve Türk ordularının genel durumları, günbegün cephe
çarpışmaları, kuşatma sürecinde Edirne’nin şiddetli bombardımanı, şehirde yaşanan sosyal ve
ekonomik sorunların yanı sıra bölgede Bulgar vahşetine dair İngilizlerin yaklaşım tarzını
gösteren önemli bilgilere ulaşılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Birinci Balkan Savaşı, Edirne Kuşatması, İngiliz belgeleri, Osmanlı,
Bulgaristan.
ACCORDING TO B RITISH DOCUMENTS, THE SIEGE OF ADRIANOPLE DURING THE BALKAN WAR
(1912-1913)
ABSTRACT: The Balkan War of 1912-1913 is the one of the disasters in Turkish history. Not
only this war was fought as the last battle between the Balkan countries and the Ottoman
Empire but also it staged antagonisms amongst the Great Powers including England. The
Balkan crises soon became the most important issue of competition on the international agenda.
Trying to keep Russia under control in the region England had declared neutrality at the
beginning of the war. Nonetheless, on a closer scrutiny over the British official documents
pertaining the event shows the fact that from the moment the signs for an imminent war
appeared the developments were being closely watched in order to establish a policy to
maintain the regional balance.
Ottoman Empire lost almost all its European territory at the end of Balkan War. One of the
provinces that extremely exposed to the warfare was Adrianople (Edirne). Following the
defeats at the first Balkan war Edirne suddenly turned into a frontier city experienced a nearly

Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. ore@istanbul.edu.tr.
ALİ FUAT ÖRENÇ
five month long intensive siege by the allied armies of Bulgaria and Serbia. The city eventually
succumbed to a destructive invasion on 26 March 1913. One of the notable debates in the
Ottoman press about the siege of Edirne was on the intimate relations between foreign
representatives, especially the British consul Major Samson and Şükrü Pasha, the commander in
charge of the fortress, together with other civil servants. In the very detailed reports dispatched
to London by British Consul Samson concerning the siege is seen trails of the allegations and
criticism. Examining the British documents in detail offered valuable information about the
general situation of both Turkish and Bulgarian armies; daily front wars; the heavy
bombardment of Edirne; the socio-economic problems prevailed in the city as well as the British
policy against the atrocities committed by Bulgarians.
Keywords: First Balkan War, Siege of Adrianople, British Documents, Ottoman Empire,
Bulgaria.
Giriş: İngiliz resmi belgelerine dayalı olarak Balkan Harbi’nde Edirne
kuşatması sürecini ele almadan bazı hususların altını çizmekte yarar
görmekteyiz. Şöyle ki, savaş döneminde Balkanlar’daki her türlü gelişmeyi
yakından takip ettiği anlaşılan İngiliz Hükümeti’nin bu hususta politika
oluştururken Osmanlı ve bölge ülkelerindeki konsolos ve askerî ataşelerinin
kapsamlı raporlarından, yani birinci elden istahbarattan yararlandığı
anlaşılmaktadır. Savaşın genelinde olduğu gibi Edirne’deki gelişmeler de
buradaki İngiliz Konsolosu Binbaşı Samson, İstanbul’da Büyükelçisi Gerard
Lowther, İstanbul Askerî Ataşesi Lieut Tyrell, Sofya Sefiri H. Bax-Ironside
ile Sofya Askerî Ataşesi’nin konuya dair yazılarının Londra’ya ulaşmasıyla
değerlendiriliyordu. Önemli kısmı bizzat gözlemlere, şahsî ilişkiler
sayesinde edinilen bilgilere ve biraz da kanaatlere dayalı bu istihbarat
raporlarına muhakkak ki ihtiyatla yaklaşılması zarureti bulunmaktadır.
Ancak bu belgelerin, o dönem dünya dengelerinin en mühim aktörlerinden
olan İngiltere’nin resmî politikalarının oluşumundaki etkisini de gözden
uzak tutmamak gerekir1.
Balkan Harbi’nin çıkış sebebini Osmanlı’nın Avrupa’da kalan
topraklarının paylaşımı veya bölgedeki son hesaplaşma olarak izah etmek
yanlış olmaz. Bilindiği gibi savaş öncesinde Balkanlar’da son statüko 1877-
1
Bahsi geçen raporlara dayalı olarak İngiliz Dişişleri adına hazırlanan dokümanter çalışmalar
için bkz. British Documents on the Origins of the War (1898-1914): The Balkan Wars, The
Prelude; The Tripoli War, (Ed: G.P. Gooch- H. Temperley), London 1933, c. IX/1, s. 351787; British Documents on the Origins of the War (1898-1914): The Balkan Wars, The
League and Turkey, (Ed: G.P. Gooch- H. Temperley- L. Penson), London 1934, c. IX/2, s.
1-475; British Documents on Foreign Affairs: Reports and Papers from the Foreign Office
Confidential Print, The Near and Middle East (1856-1914), The Ottoman Empire Under the
Young Turks (1908-1914), (Ed: David Gillard), University Publications of Amerika, 1983,
c. I/20, s. 332-429.
18
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
78 Osmanlı-Rus Savaşı ardından belirlenmişti2. Rus Ordusu’nun Yeşilköy’e
kadar geldiği bu savaşın sonunda imzalanan Ayastefanos ve Berlin
antlaşmaları, bölgede hassas bir dengeye zemin hazırladı3. Bu yeni
statükonun oluşumunda, artık Osmanlı’ya yönelik geleneksel politikalarını
terk etmeye başlayan İngiltere’nin önemli rolü olmuştur4. Neticede, mümkün
olduğunca Avrupa büyük devletlerini tatmin edecek biçimde ve dengeleri
bozmayacak tarzda bir anlaşma yürürlük kazanmıştır. Kuşkusuz
Balkanlar’da Berlin sonrası ortaya çıkan yeni durumdan en fazla rahatsız
olan devlet Bulgaristan’dı. Ayastefanos ile çok önemli kazanımlar edinen ve
büyük Bulgaristan hayaline yaklaşan Bulgarlar, Berlin’de Makedonya’ya
sahip olmak ve sıcak denizlere yani Ege’ye inmek gibi hayallerinin büyük
kısmına veda etmek zorunda kalmıştır5. Ancak Rusya tarafından desteklenen
Bulgarlar, bu hayallerin peşini bırakmadılar ve uygun bir fırsatı beklediler 6.
Bu fırsat XX. yüzılın ilk çeyreğinde geldi. Zira önce Balkan ülkeleri arasında
önemli bir ihtilaf konusunun çözümünü sağlayan 1910 Kiliseler
Kanunun’nun çıkarılışı7 ve ardından 1911’de İtalya ile başlayan Trablusgarp
Harbi, beklenen imkanı doğurdu. Bu sürpriz gelişme üzerine Bulgaristan,
2
3
4
5
6
7
Kemal Beydilli, “Balkanlarda Dönüm Noktası: 93 Bozgunu ve Sonrası”, Berlin
Antlaşmasından Günümüze Balkanlar, (Haz: M. Bereketli), İstanbul 1999, s. 25-34.
Berlin Kongresi sonrası Sırbistan, Romanya ve Karadağ bağmsızlıklarını kazandı.
Bulgaristan üç ayrı vilayete ayrıldı. Yunanistan için ise Teselya bölgesinde sınır
müzakerelerinin başlaması kararı alındı: W. N. Medlicott, The Congress of Berlin and After,
A Diplomatic History of the Near Eastern Settlement (1878-1880), London 1938, s. 36-426.
İngiltere, Berlin sonrasında Osmanlı’nın bir şekilde ayakta kalması politikaları yerine en
uygun şartlarda paylaşımı prensibini kabul etmişti. Bu hususta bkz. William M. Sloane, The
Balkans A Laboratory of History, New York 1914, s. 241-262; Ali Kemal Meram,
Belegelerle Türk-İngiliz İlişkileri, İstanbul 1969, s. 144-160; Marian Kent, “Great Britain
and the End of the Ottoman Empire 1900-23”, The Great Powers and the end of the
Ottoman Empire, (Ed: M. Kent), London 2005, s. 172-205.
Berlin Kongresi’ne göre Balkanlar’da oluşan yeni statükoya dair İngiliz Dışişleri’nin
kapsamlı değerlendirmeleri: The National Archives (TNA), Rekord of Admiralty, Naval
Forces, Royal Marines, Coastguard (ADM), nr. 116/1197. Berlin’e göre Bulgaristan’ın
durumu için ayrıca bkz. Mahir Aydın, “Prenslikten Krallığa Bulgaristan”, Berlin
Antlaşması’ndan Günümüze Balkanlar, (Haz. M. Bereketli), İstanbul 1999, s. 35-47.
Berlin sonrası Rusya’nın Balkanlar’daki Panslavist politikaları için ayrıca bkz. B. H.
Sumner, Russia and The Balkans (1870-1880), Oxford 1937, s. 155-580, 658-674; Barbara
Jelavich, Russia’s Balkan Entanglements (1806-1914), Cambridge 1991, s. 123-248.
Dönemin İttihat ve Terakki Partisi denetimindeki hükümeti, 3 Temmuz’da çıkardığı bu
kanunla aslında Mekedonya’daki sorunları gidermek istemişti. Fakat kanunun etkisi bütün
Balkan coğrafyasına oldu. Bu coğrafyada Fatih Sultan Mehmet saltanatından itibaren oluşan
denge bozuldu. Kanunda, ihtilaflı kilise, mektep ve mukaddes yerlerde hangi unsurun
nüfusu çok ise ona ait olması benimsenmişti. Böylece Balkan milletleri arasında uzun
yıllardır devam eden ihtilaflar son buldu ve ittifaklara zemin oluştu: Hale Şıvgın, “Kilise ve
Mektepler Kanunu”, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 148, (Şubat 2004), s. 133-146.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
19
ALİ FUAT ÖRENÇ
önceliği Sırplar’a vermek üzere, bütün Balkan ülkeleri ile Osmanlıya karşı
ittifak görüşmelerini hızlandırdı8.
1-Savaşa Girilirken Balkanlar’daki Genel Duruma Dair İngiliz Belgeleri
İngiltere, Balkan Harbi başlamadan önce hem genel siyasî havayı hem de
savaşacak ülkelerin sosyo-ekonomik durumlarını yakından takip etmekteydi.
İngiliz Dışişleri ve Savaş Bakanlıkları’nın gelişmelere göre muhtemel
senaryolar üzerinde değerlendirmeler yaptıkları anlaşılmaktadır9. Nitekim
savaş öncesinde Bulgar Ordusu’nun durumu ve kaynakları hakkında çok
ayrıntılı bir çalışma dikkat çekicidir. “Gizli” ibaresiyle basılarak kitap haline
getirilen bu çalışmada, Bulgar Kralı Ferdinand’ın büyük Bulgaristan hedefi
uğruna tertip ettiği ordunun genel durumu, ülkedeki siyasî vaziyet, meclis ve
partilerin yapısı hakkında ayrıntılı analizlere yer verilmekteydi. Kitapta 1910
yılı itibariyle Bulgar ordusunun mevcudu 286 bin piyade, 6 bin süvari, 30
bin topçu ve 32 bin diğer sınıflar olmak üzere toplam 354 bin olarak
gösteriliyordu. Buna ilave olarak 40 bin milis gücü mevcuttu. Bulgar
Ordusu’ndaki subay sayısı ise 6215 kadardı. Böylece Bulgarların toplam
asker sayısı 400 bini buluyordu. Ordunun elinde çoğunluğu Alman Krupp
menşeli silahlar ile 956 top bataryası vardı10. Söz konusu kitapta Bulgar
Ordusu’nun savaş organizasyonu ve stratejilerine de geniş yer ayrılmıştı.
Buna göre Bulgarlar ordularını 3 ana hat üzerinde teşkilatlandırmıştı.
Orduda, Edirne kuşatması esnasında yararlandıkları, bir de balon sınıfı
faaliyetteydi11. Kitapta ayrıca Bulgarların Rumeli’ye yönelik bir taarruz
gerçekleştirmeleri durumunda karşılarında 60 bini Edirne çevresinde olmak
üzere toplam 230 bin Türk askerîni bulacakları ve buna göre strateji
geliştirdikleri belirtiliyordu. İngilizlere göre böyle bir mücadelede Türkler
Edirne ile İstanbul arasındaki demiryolu hattını açık tutmaya önem
vereceklerdi. Bunun nedeni, tren yolunun kapalı olması durumunda
8
İngiltere’nin Sofya Askerî Ataşesi’nin, Bulgaristan’ın savaştan beklentileri ve hazırlıkları
hakkında tanzim ettiği 6 Ocak 1913 tarihli ayrıntılı rapor: TNA, Foreign Office (FO), nr.
195/2448, s. 2- 31.
9
Bu hususta ayrıca bkz. Önder Kocatürk, Osmanlı-İngiliz İlişkilerinin Dönüm Noktası (19111914): İlişkilerin Bozulması ve İlk Krizler, Birinci Cilt (1911-1912), İstanbul 2011, s. 107145.
10
Bulgar Ordusu’ndaki silahlar için ayrıca bkz. Pierre Dumont Desiere, Edirne Muhasarası
(1912 Teşrin-i Sâni- 1913 Mart), (Trc: Mülazım S. B), İstanbul 1331, s. 256-258.
11
Balkan Savaşları’nda Bulgar hava gücü için ayrıca bkz. Ayşe Zamacı, “Birinci Balkan
Harbi’nde Edirne Semalarında Bulgar Tayyare ve Balonları”, Trakya Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Dergisi, c. 1, sayı 2, (Temmuz 2011), s. 199-225.
20
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
İstanbul’dan Edirne’ye askerîn yürüyerek naklinin ancak 18 günde
tamamlanabiliyor olmasıydı12.
İngilizler, savaş öncesinde Osmanlı Devleti’nin de sosyal ve ekonomik
durumunu ortaya koyan ayrıntılı raporlar tanzim etmişlerdi. Bu raporlarda
özellikle ülkede iç siyasî çekişmenin geldiği ciddi boyuttan bahsediliyordu.
İçteki bu istikrarsızlığın dış politikayı olumsuz etkilediği değerlendirilmişti.
1911’de Trablusgarp Savaşı’nın başlaması ise durumu daha da
kötüleştirmişti. İngiliz yetkililer, Türkiye’nin 1908’de Meşrutiyet ilanıyla
sahip olduğu havayı artık yitirdiğini ve yeni süreçte Avrupa’dan da destekçi
bulmalarının zor olduğunu düşünmekteydi. Bu yalnızlığın gerekçesi olarak
ise İttihat ve Terakki Partisi’nin geleneksel Osmanlı dış ilişkilerindeki denge
politikasını terk etmesi gösterilmekteydi. Dönemin İngiliz belgelerinde
Osmanlı’daki siyasî durum ve uygulanan politikalar değerlendirilirken
sıklıkla gelişmelere “kör olma” veya hadiseleri okuyamama halinden
bahsedilmesi ise dikkat çekicidir 13. Diğer taraftan İngiliz Dışişleri’ne ait bir
değerlendirmede, Balkan Savaşı’na girilirken Türkiye’deki yetkili kimselerin
gelişmeler hakkında dostça uyarıldığı, fakat bu uyarılar dikkate alınmadığı
gibi Türk Hükümeti’nin Hindistan’da Müslümanları organize ederek
kendilerini zor durumda bırakmak için çalıştığı kaydedilmekteydi14.
Osmanlı’ya karşı Balkan ittifakı gayretlerinin öncü devleti Bulgaristan’dı.
Elbette böyle bir birliğin oluşabilmesi için başta Rusya ve Avusturya olmak
üzere Avrupa devletlerinin desteğinin, İngiltere, Fransa ve hatta
Almanya’nın ise mümkün olduğunca tarafsızlıklarının temin edilmesi
12
Savaş öncesi Bulgar Ordusu ile ülkenin sosyo-ekonomik durumunun ayrıntılı tahlil edildiği
söz konusu kitabın nüshaları: TNA, FO, nr. 881/10110X, s. 1-53; TNA, War Office (WO),
nr. 33/603, (1912) s. 1-53.
13
İngiliz yetkililer bu siyasî körlüğe örnek olarak ise savaş kapıya dayanmışken Türkiye’nin
hala Sırplar’ın Avusturya’dan çekineceği bekletisini taşımaları, bir kısım askerîn terhisi ve
Balkan ittifakına Yunanistan’ın katılma hazırlığının farkedilememesini göstermişlerdi ( bkz.
British Documents on Foreign Affairs, 1983, I/20, s. 364-368, 388-389). İngilizler Osmanlı
idarecilerini gelişen hadiselere kör olmakla suçlarken, benzer bir görüş, farklı bir boyuttan
Osmanlı Ordusu’nda görevli bir Alman subayın hatıralarında yer alıyordu. Gustav von
Hochwächter adlı subay, Babıâli’nin Avrupa ülkelerinin savaşta tarafsız kalacakları
sözlerine inanmasını ve durumun ciddiyetini kavrayamamasını önemli bir hata olarak
görmekteydi (Gustav von Hochwächter, Balkan Savaşı Günlüğü, “Türklerle Cephede”,
(Çev: S. Toydemir), İstanbul 2007, s. 3). Yabancılar Osmanlı Hükümeti’ni gelişmeleri
okuyamamakla eleştirirken Osmanlı Hariciye Nazırı Asım Bey, Meclis-i Mebusan’da
yaptığı 15 Temmuz 1912 tarihli bir konuşmasındaki sözleri bu yorumları haklı çıkarıyordu:
Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler, İstanbul 2000, s. 382.
14
British Documents on Foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 370-371. İngiltere, 1911
Trablusgarp Harbi’nden itibaren Hindistan Müslümanları arasında Osmanlı’ya olan ilginin
artmasından ve gelişmelerin “Haç ile Hilal kavgası” olarak değerlendirilmesinden
rahatsızdı: Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Ankara 1991, c. II/1, s. 309-311.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
21
ALİ FUAT ÖRENÇ
önemliydi15. Balkanlar’daki bu ittifak müzakereleri ve tarafların oluşturduğu
askerî potansiyel, İngiltere’nin bu ülkelerdeki misyonları tarafından
günbegün Londra’ya rapor ediliyordu16.
Bulgaristan ittifak görüşmeleri yaparken Osmanlı Hükümeti de Sofya
Askerî Ataşesi’nin uyarıları ve Makedonya’da artan çete faaliyetleri üzerine
Rumeli’de kısmî seferberlik ilan etti (19 Eylül 1912). Bu seferberlik emri
aynı gün Edirne Kalesi’ne ulaştı. Bu karar uyarınca Edirne, Babaeski,
Gümülcine, Kırcaali, Drama, Siroz, İştib, Üsküp, Mitroviçe ve Elbasan Redif
askerlerinin bir buçuk ay müddetle silah altına alınması kararlaştırıldı17.
Balkanlar’da kriz derinleşince İngiliz Hükümeti bilhassa 3 Ekim
1912’den itibaren gelişmeleri daha ciddiyetle ele almaya başladı. Zira bu
tarihte müttefik Balkan ülkeleri Osmanlı’ya bir nota vererek üç gün içinde
Mekedonya, Arnavutluk ve Girit’e muhtariyet verilmesi gibi taleplerde
bulunmuşlardı. Bu gelişme karşısında İngiltere’de yetkililer, Avrupa
kabinelerinin Türkiye’ye karşı bir Balkan ittifakına henüz sıcak
bakmadıkları, fakat bölgedeki tarihî dengeler ve beklentiler dikkate
alındığında eninde sonunda hep birlikte bu işin içine girilmek durumunda
kalınacağı yorumlarını yapmaktaydı. Ayrıca Türkiye’nin, krizin çözümü
adına Berlin Antlaşması’na uygun olarak Balkanlar’da yeni reform adımları
atmayı kabul etmesinin dahi Rusya ve Avusturya’nın büyük beklentileriyle
örtüşmediği, bütün bunlara Almanya’nın bölgedeki aktif politikalarının da
eklenmesiyle konunun içinden çıkılmaz uluslararası bir mahiyet
kazanmasının an meselesi olduğu değerlendiriliyordu18.
İngiltere Dışişleri Bakanı Edward Grey, Balkanlar’da gelinen son durumu
öğrenmek için Sofya konsolosluk görevlilerine emir vererek, Sırp ve
15
W. M. Sloane, a.g.e, s. 184-204; Carnegie Endowment for International Peace, Report of
The International Commission to Inquire into The Causes and Conduct of The Balkan Wars,
(Directör: N. M. Butler), Washington 1914, s. 38-47.
16
Raporlar için bkz. TNA, ADM, nr. 116/1190.
17
Rifat Uçarol, “Balkan Savaşı Öncesinde Terhis Olayları ve Seferberlik İlanı Sorunu”,
Dördüncü Askerî Tarih Semineri, Bildiriler, Ankara 1989, s. 272-276; Sevgi Aşkın, Balkan
Savaşlarında Edirne, (Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi),
Edirne 2007, s. 23-35, 42-43.
18
Savaş öncesi Balkan ittifakları ve Avrupa ülkelerinin politikalarını ele alan İngiliz belgeleri
için bkz. TNA, FO, nr. 244/781, s. 1- 430; FO, nr. 881/10110X, s. 1-53; TNA, WO, nr.
33/603. Balkanlar’da Osmanlı’nın reform yapmasından ne anlaşıldığı, İngiltere’nin Rusya
Büyükelçisi George Buchanon’dan Dışişleri Bakanı E. Grey’e gizli kaydı ile sunulan, 9
Ekim 1912 tarihli bir raporda şu cümlelerle açıklanıyordu: “Eğer Türkler Balkan
reformlarını büyük devletlere devrederlerse savaş açılmasına engel olunabilir. Bu durumda
bütün Avrupa Türkiyesi Hıristiyanlara ait olmalıdır. Müslümanlar da orada kalmak
istiyorlarsa Balkan müttefik kuvvetlerinin onayından geçmelidir”: A. K. Meram, a.g.e, s.
214: E. Ulubelen, a.g.e, s. 118.
22
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
Bulgarlarla temas kurmalarını istedi. Bu talimat üzerine 23 Ekim 1911
tarihinden itibaren iki ülke yetkilileri ile yapılan görüşmeler belgelere
yansımıştır. Sofya Askerî Ataşesi görüşmelere dair raporunda, Bulgar Kralı
Ferdinand’ın ittifakta aceleci davrandığını, radikal partinin iktidarda olduğu
Sırpların ise Bulgarlarla müzakereleri kamuoyundan gizleme eğilimi
gösterdiklerini belirtmişti. Ataşe, Bulgar Kralı’nın talebi üzerine 18 Ocak
1912’de Rusya ve Avusturya ile görüşmelerin başlatıldığını, hem
Bulgarlar’ın ve hem de Sırplar’ın ittifakın mahiyetini anlamak için Rusya’ya
özel temsilciler gönderdiklerini kaydediyordu. Kral Ferdinand, bilhassa
Avusturya ile görüşmelerden olumlu sonuç alınca Sırplarla temaslarını
sıklaştırmıştı. Sofya Ataşesi, Balkan ülkeleri arasında Türkiye’nin Avrupa
topraklarını paylaşmaya yönelik ittifak görüşmelerinin büyük güçler
tarafından ancak 30 Eylül 1912 tarihinden itibaren tam olarak
öğrenilebildiğini ve basında bu yönde haberler yapılmaya başlandığını
belirtmekteydi. Ataşeye göre Bulgarların öncülüğünde yapılan bütün bu
hazırlıklar, bir yıldan az bir zamanda müttefiklerin Türklere saldıracaklarının
açık işaretleriydi19.
Bu arada Balkanlar’daki hadiseleri ele almak üzere Avrupa büyük
devletleri arasında diplomatik temaslar yoğunlaşmaya başladı20. İngiltere,
Fransa, Rusya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Almanya savaş
çıkmadan krizin çözümü adına nihayet ortak bir deklarasyonda anlaştılar.
Buna göre öncelikle Berlin Antlaşması’nın 23. Maddesi’ne göre Osmanlı
Devleti Balkanlar’da reform yapmayı kabul edecekti21. Buna rağmen
Osmanlı ile Balkan ülkeleri arasında bir savaş çıkması durumunda ise
bölgede kesinlikle statükonun değişmesine izin verilmeyecek, eski sınırlar
geçerli olacaktı22. Büyük devletler, statükonun değişmeyeceği yönünde
kendilerini de bağlayıcı bir karara imza atarken, şüphesiz Balkan ülkelerinin
Osmanlı karşısında başarısız olma ihtimalini dikkate almışlardı. En kötü
durumda Berlin Antlaşması sonrası dengelerin muhafazasına çalışılacaktı23.
19
TNA, FO, nr. 195/2448, s. 2- 31.
İngiliz diplomatların Avrupalı meslektaşları ile Balkan krizi ve gelişmeler hakkındaki
temasları için bkz. British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1933, c. IX/1,
s. 513 vd. Ayrıca bkz. Ö. Kocatürk, a.g.e, s. 110-145.
21
Berlin Antlaşması’nın 23. Maddesi uyarınca Osmanlı Devleti Girit, Epir, Tesalya,
Makedonya ve geri kalan bölgelerde ıslahat yapmayı kabul ediyordu. Daha fazla bilgi için
bkz. W. N. Medlicott, a.g.e, s. 413; Y. H. Bayur, a.g.e, s. 402-405.
22
British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1934, c. IX/2, s. 13-14; British
Documents on Foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 369.
23
British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1934, c. IX/2, s. 14 vd; British
Documents on Foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 370-371.
20
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
23
ALİ FUAT ÖRENÇ
Balkanlar’da adım adım harbe yaklaşıldığı günlerde İngiltere Hükümeti
aldığı fiilî tarafsızlık kararına son şeklini verdi (18 Ekim 1912). Bu kararlar
ile uygulama esasları The London Gazette’nin 21 Ekim 1912 tarih 7765
sayılı olağanüstü baskısında Kral I. George ve Dışişleri Bakanı Edward Grey
adına ayrı ayrı ilanlarla kamuoyuna duyuruldu. İlanda ana hatlarıyla;
İngiltere’nin savaşan bütün taraflarla dost olduğu, bu nedenle Birleşik
Krallığa bağlı karasuyu ve limanların savaş maksatlı kullanımına izin
verilmeyeceği, fakat ticarî etkinliklerin süreceği belirtiliyordu. Ayrıca barışın
sağlanması için çalışılacağı, savaş boyunca karşılaşılacak insanî durumlara
kayıtsız kalınmayacağı, savaş bölgesindeki İngiliz vatandaşlarının korunması
hususunda tedbirlerin alınacağı kaydediliyordu 24.
İngiltere tarafsızlık esaslarını belirlerken, aynı tarihte Dışişleri Bakanı
Edward Grey ile Bulgar Başbakanı M. Guechoff (Geşof)’ın temasları
belgelere yansımıştır. Bu görüşmede Bulgarlar, savaşın kaçınılmaz
olduğunu, zira Türkiye’deki aktif güçlerin hadiselerin gelişimi karşısında
dirençli olmadıklarını ifade etmişti. İngiliz Bakan ise muhtemelen Hint
Müslümanları’nın tepkisinden çekinildiği için, savaşta masum insanların
zarar görebileceği endişesini dile getirmişti. Bunun üzerine Bulgar heyeti,
eskiden Türkiye’de olduğunun aksine, bu muharebede katliam ve yağmaların
önlenebileceğini ve masum insanların ölmemesi için tedbir alınabileceğini
söylemişti25.
24
TNA, FO, nr. 141/802. İngiltere Dışişleri’nde savaştaki tarafsızlık kararının uygulanışında
Mısır Hidivliği’nin sorun olup olmayacağını tartışılıyordu. Yapılan değerlendirilmelerde
Türk Hükümeti üzerinde Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın eskisi kadar tesirinin
bulunmadığı, zaten Balkan meselesinde Mısır askerînin yer almadığı, ancak Hidiv’in
Trablusgarp Harbi sonucu İtalya ile barışta etkili olduğu, bu durumda Yunan
Donanması’nın Ege’de baskın duruma geleceği, böyle bir vaziyette ise doğal olarak
İngiltere egemenliğindeki Mısır’ın tarasızlığının gündeme geleceği değerlendirilmişti
(TNA, ADM, nr. 116/1197). Aslında İngilizlerin Mısır Hidivliği hususunda tereddüt
yaşamalarının sebebi 1897 Osmanlı-Yunan Harbi’nde Babıali’nin talebi üzerine Mısır
Hidivi ülkedeki Yunan Konsolosları’nı sınırdışı etmesi ve bu ülke gemilerine el koymasıydı
(Y. H. Bayur, a.g.e, s. 34-36; Yılmaz Öztuna, 93 ve Balkan Savaşları, Avrupa Türkiyesi’ni
Kaybımız, Rumeli’nin Elden Çıkışı, İstanbul 2006, s. 105). Açıklanan tarafsızlığın
uygulanmasında ilk sorun Hamidiye kruvazörünün Kızıldeniz ve Süveş bölgesindeki
faaliyetleri sonucu yaşanmıştı. Aynı şekilde 6 Kasım 1912 tarihli acil bir raporda Marmaris
ganbotunun 28 Kasım’da Bombay ziyareti, oralarda destek arama olarak değerlendirilmiş
ve tahkikat başlatılmıştı. Sonuçta bu geminin Bombay Tersanesi’nde tamir edilmesi, ancak
savaşa katımına izin verilmemesi yönünde karar alınmıştı. Hindistan Hükümeti ile temas
kurularak bu durum iletilmişti: TNA, ADM, nr. 116/1197.
25
TNA, ADM, nr. 116/1197. Aynı tarihlerde Balkan sorununun çözümü için Almanya’nın da
girişimleri ile Viyana’da görüşmeler yapılmıştır. Burada Bulgarlar, Türkler Edirne’yi
boşaltmasalar dahi bir ateşkese razı olduklarını dile getirmişlerdi (19 Ekim 1912): TNA,
FO, nr. 244/781, s. 199.
24
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
Balkanlar’daki gelişmeler üzerine Osmanlı Hükümeti, krizin savaşsız
çözümü için diplomatik girişimlerde bulundu. İngiltere’nin İstanbul Sefiri
Lowther’den Dışişleri Bakanı E. Grey’e gelen 21 Ekim tarihli bir yazıda,
Kamil Paşa Hükümeti’nin Avrupada’ki Osmanlı vilayetlerinin yönetiminde
otonom bir idare tarzının kabul edilebileceği yönündeki teklifi gündeme
getiriliyordu26. Fakat Kamil Paşa ve Babıâli bu gibi teşebbüslerde çok geç
kalmışlardı. Özellikle Trablusgarp Harbi’ndeki başarısız gidişat karşısında
bir Balkan Savaşı’nın çıkışının önlenmesi imkansız hale gelmekteydi.
2-Balkan Savaşı’nın Başlaması ve Trakya’da İlk Muharebeler
İngiltere’nin Sofya Ataşesi, savaşın bir yıl içinde başlayacağına dair
tahmininde haklı çıkmıştır. Nitekim Balkan ülkeleri arasındaki görüşmeler
peşpeşe ittifak antlaşmalarıyla sonuçlanmıştır. İlk olarak 13 Mart 1912’de
Bulgaristan ve Sırbistan, 29 Mayıs’ta Bulgaristan ile Yunanistan, 6 Eylül’de
ise Sırbistan ve Karadağ antlaşma imzaladı. 30 Eylül 1912’de Bulgaristan ve
Sırbistan seferberlik ilan etti. Ertesi gün Yunanistan ve Karadağ bunlara
katıldı. 8 Ekim’de Karadağ Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ederken, bunu 17
Ekim’de Sırbistan ve Bulgaristan, 19 Ekim’de ise Yunanistan izledi27.
[Resim-1:Müttefik Balkan Kralları (sağdan sola):
Yunan Yeoryios, Bulgar Ferdinand, Karadağ Nikola, Sırp Petar (G. Dinç, s. 33)]
26
27
British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1934, c. IX/2, s. 40.
Daha fazla bilgi için bkz. British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1933,
c. IX/1, s. 513-524, 710-747; British Documents on the Origins of the War (1898-1914),
1934, c. IX/2, s. vi-ix, 1-246, 1006-1026; British Documents on foreign Affairs, 1983, c.
I/20, s. 373-389; Reginald Rankin, The Inner History of The Balkan War, London 1914, s.
138-159; C. S. Ford, a.g.e, s. 27 vd; Carnegie Endowment for International Peace, a.g.e, s.
47-49; Y. H. Bayur, a.g.e, s. 197-230; Necdet Hayta-Togay Seçkin Birbudak, Balkan
Savaşları’nda Edirne, Ankara 2010, s. 5-13.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
25
ALİ FUAT ÖRENÇ
Osmanlı Hükümeti, son gelişmeler üzerine 1 Ekim 1912 tarihi itibariyle
genel seferberlik ilan etti. Edirne Kalesi bu seferberlik emrini aynı gün saat
19’da almıştı. Kale Komutanlığı, elde mevcut ve talep edilecek kuvvetlerle
50 gün müddetle şehrin savunmasını öngören bir seferberlik planı
hazırladı28. İngiliz belgelerinde ise Osmanlı seferberlik planlamasına göre
Edirne Kalesi’nde yaklaşık 56 bin askerîn istihdam edileceği belirtiliyordu29.
Edirne, İstanbul’un güvenliği açısından stratejik öneme ve savaşın seyri
bakımından psikolojik etkiye sahip olduğundan30, hem Osmanlı tarafı hem
de Bulgarlar buraya yönelik hazırlıklarına ayrı bir önem vermişlerdi.
Bulgarlar savaş öncesinde Edirne için çok kapsamlı muhasara ve saldırı
planları hazırladılar31.
Herşey bir anda olup biterken İngiliz Dışişleri’ne gelen bilgilerde Türk
Ordusu’nun genel serferberlik ilan ettiği tarihte Avrupa topraklarında 150
bin civarında askerî bulunuyordu. Avrupa’daki Türk Ordusu, sınırlardaki
tehdit durumları dikkate alınarak doğu (Trakya) ve batı (Makedonya ve
Arnavutluk) olmak üzere ikiye ayrılmıştı32. Türk ana karargahının
28
Remzi Yiğitgüden, Balkan Savaşı’nda Edirne Kale Muharebeleri, (Yay. Haz. Z. Türkmen,
B. Turan, A. Kaptan, Ö.Demireğen, T. Kılıç), Genelkurmay ATASE Yay., Ankara 2006, s.
44-45; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 30-31. Bu arada 6 Ekim’de Osmanlı Meclisi’ndeki
müzakerelerde, kuşatmanın en fazla 2 ay sürebileceği dikkate alınarak şehirdeki 40 bin
kişiye 2 aylık erzak bedeli olmak üzere Harbiye Nezâreti bütçesinden 4.900.000 kuruş
tahsis edilmişti. Meclis kararının onaylanmasından sonra Başkomutanlık Vekâleti, Edirne
Komutanlığı’na durumu bildirerek ücreti İstanbul tarafından ödenmek üzere erzak alımını
emretmişti. Erzak tedarikinin başlanmasından bir ay sonra 6 Kasım’da bu sefer Harbiye
Nezareti’nden gönderilen bir emirde, şehire Gümülcine bölgesinden erzak sevkinin
durdurulması istenmiştir. Bölgedeki erzakın Kırcaali müfrezesinin istifadesine sunulması
emrediliyordu. Bu arada 9 Ekim tarihi itibariyle Edirne’de sıkıyönetim ilan edilmişti:
Balkan Harbi (1912-1913), c. I, Genelkurmay Yay., 2. Baskı, Ankara 1993, s. 133-134; N.
Hayta- T. S. Birbudak, a.g.e, s. 31-32.
29
TNA, FO, nr. 195/2437, s. 152; FO, nr. 195/2438; s. 437-441, 445-450.
30
Savaşta Edirne’nin stratejik önemine dair değerlendirme için bkz. Richard C. Hall, The
Balkan Wars 1912-1913, Prelude to the First World War, London 2000, s. 38-39.
31
Philip Gibbs-Bernard Grant, The Balkan War, Adventures of War with Cross & Crescent,
Boston (t.y.), s. 97-102. Bulgar Ordusu’nun Osmanlı’ya karşı harekat planları için ayrıca
bkz. N. İvanov, Balkan Harbi (1912-1913), 2. Ordu Harekatı, Edirne Kalesi’nin
Muhasarası ve Kaleye Hücum, (çev: M. Murat), İstanbul 1937, c. 1, s. 3-14; Valeri Velkov
İvanov, “Bulgar Genelkurmayının XX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Devleti ile Savaş
Durumunda Muharebe Sahasını Değerlendirmesi”, XX. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Bulgar
Askerî-Siyasî İlişkileri, Genelkurmay ATASE Yay., Ankara 2005, s. 9-26.
32
Osmanlı Ordusu Balkan Savaşları’nda Doğu cephesinde Bulgarlarla Batı cephesinde ise
bütün müttefiklerle mücadele etti. Balkan savaşında orduların genel durumu ve cepheler
için bkz: TNA, ADM, nr. 116/1190; ADM, nr. 116/1197; G. v. Hochwächter, a.g.e, s. 5-13;
P. Gibbs-B. Grant, a.g.e, s. 9-241; Mahmud Muhtar, Balkan Harbi, Üçüncü Kolordu’nun ve
İkinci Doğu Ordusu’nun Muharebeleri, (Haz. Z. Engin), İstanbul 1979, s. 12-188; Balkan
Harbi (1912-1913), 1993, s. 1 vd; Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi, Osmanlı Devri, Balkan
26
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
bulunduğu Doğu Ordusu Abdullah Paşa komutansındaydı33. Bu ordu
ağırlıklı olarak Kırkkilise (Kırklareli) ile Babaeski arasında
konuşlandırılmıştı. Aslında savaş için bölgede 200 bin asker bulundurulması
planlanmış fakat çeşitli zorluklar nedeniyle ancak 115 bin kadarı hazır hale
getirilebilmişti. İngilizler, 21 Ekim 1912 tarihine gelindiğinde Türk
komutanların hâlâ asker toplama ve cepheye sevk gibi sorunlarla uğraştıkları
tespitini yapmaktaydı. Ayrıca Balkan ülkeleri genel seferberlik ilan edip
büyük hazırlıklar yürütürken, 1912 Eylülü’nün kritik ilk 3 haftasında
Türkler, Edirne ve çevresinde askerî manevralar yaparak zaman
geçirmişlerdi34.
[Balkan Savaşları ve Sultan Mehmed Reşat (G. Dinç, s. 30)]
Türk Ordusu’ndaki her türlü gelişmeyi yakından izleyen İstanbul’daki
Büyükelçisi Gerard Lowther, 15 Ekim 1912 tarihinde Dışişleri Bakanı
Edward Grey’e Balkan Savaşı hakkındaki mütalaasını sunmuştur. Elçi, savaş
hakkında genel değerlendirmelerde bulunduktan sonra Türkiye ile Balkan
devletleri arasındaki çarpışmanın 93 Harbi’nde olduğu gibi hayatî bir
Harbi, c. II/1-2, 2. Baskı, Ankara 1993, s. 1 vd; Cevdet Küçük, “Balkan Savaşı”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. V., İstanbul 1992, s. 23-25; Ahmet Halaçoğlu;
“Balkan Savaşları (1912 – 1913)”, Türkler, Ankara 2002, c. 13, s. 296-307; R.C. Hall, a.g.e,
s. 15-130; The Balkan Wars, (Ed. V. Kolev –C. Koulouri), Thessaloniki 2009, s. 74 vd; N.
Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 5-139.
33
M. Muhtar, a.g.e, s. 12-15. Kırkkilise ve Lüleburgaz muharebelerinin komutanı olan
Abdullah (Kölemen) Paşa’nın askerî hayatı için bkz. R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 63.
34
British Documents on foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 376-379, 388-389. Osmanlı
Ordusu’nun Trakya’daki bu manevraları Balkan ülkeleri ve Rusya tarafından kendi ve
Avrupa kamuoyuna Türkler aleyhinde propagandalarda kullanılmıştır. Osmanlı saldırgan
emeller taşıyan taraf olarak gösteriliyordu: Y. H. Bayur, a.g.e, s. 379-380.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
27
ALİ FUAT ÖRENÇ
mücadeleye dönüşeceği kanaatini belirtmiştir 35. İstanbul’daki İngiliz Askerî
Ataşesi Lieut Tyrell ise çok daha kapsamlı bilgileri Londra’ya rapor
ediyordu. Nitekim 16 Ekim 1912 tarihli bir yazısında Doğu Orduları
Komutanı Abdullah Paşa’nın Babaeski’den ayrıldığını, Mahmut Muhtar
Paşa’nın ise 3. Ordu’nun başına getirildiğini bildiriyordu. Tyrell, demiryolu
istasyonlarında büyük askerî hareketlilik yaşandığını, Anadolu’dan çok
sayıda deneyimsiz Redif askerînin Rumeli’ye sevkedildiğini aktarırken36,
bizzat görüştüğü Türk Generallerin neşeli ve zaferden emin bir tavır içinde
bulunduklarını yazmaktaydı37. Ataşe, son zamanlarda Türklerin askerî
hazırlıklarının beklenenden hızlı gerçekleşmeye başladığını, zira bu hususta
önce çok karamsar bir hava olduğunu, İstanbul’daki askerî muhitlerde
sınırdaki başarılı operasyonlardan bahsedilerek Bulgarların kötü durumu
hakkında haberlerin yayıldığını aktarmaktaydı. Tyrell, kısa süre önce
Osmanlı’nın Sofya Askerî Ataşesi olan Ali Şükrü Bey ile yaptığı bir mülakat
sayesinde Bulgarlar’ın Tunca Nehri’nin batısında 86 bin, doğusunda 64 bin
askerlerinin olduğu bilgisini öğrendiğini yazmaktaydı. Tyrell, kendi
gözlemlerine dayanarak şu anki durumda Türk Ordusu’nun henüz ciddi bir
saldırıya hazır olmadığını, Bulgar Ordusu hakkında ise muhtemelen yanlış
bilgilendirildiklerini, Bulgarlar’ın savaşa bu kadar hazırlıksız gireceklerine
kesinlikle ihtimal vermediğini, eğer Türk Ordusu’nun savaşa dair ilk
planlarını bu yanlış bilgilere dayanarak sonradan değiştirmesi durumunda
çok büyük bir hata yapılmış olacağını değerlendirmekteydi38. Tyrell, ertesi
günkü yazısında ise İstanbul’dan cepheye sevki yapılan Redif askerleri
hakkında edindiği ayrıntılı bilgileri Londra ile paylaşmaktaydı. Yaşanan
büyük hareketlilik yüzünden tamamen dolu trenlerdeki asker mevcudunu
belirlemenin mümkün olmadığını belirten Ataşe, bazı sevkiyatlarda trenlerde
35
TNA, ADM, nr. 116/1197; FO, nr. 141/802; British Documents on the Origins of the War
(1898-1914), 1934, c. IX/2, s. 24.
36
Balkan ülkeleri arasında ittifak görüşmelerini ciddiye almayan Osmanlı Hükümeti, 29
Temmuz 1912 tarihli bir kararla ordudaki 1908 girişli eğitimli Nizamiye askerlerinin
terhisine, ihtiyat Redif birliklerinden bir kısmının ise iznine karar vermişti. Bu karar
uyarınca ordudan terhis edilen asker sayısı 75 bin kadardı. Bu uygulamadan daha 2 ay
geçmeden seferberlik ilan edilence tekrar asker alımına ve cepheye sevkine başlanmıştı.
Savaş sonrasında, dönemin hükümetinin başı sıfatıyla Gazi Ahmet Muhtar Paşa, askerîn
erken terhisi ve seferberlik ilanında geç kalınması gibi uygulamalar ile Balkan Savaşı’ndaki
mağlubiyetten sorumlu tutulmuş, 21 Temmuz 1914’de Yüce Divan (Divan-ı Âli)’da
yargılanmıştır (bkz. Rifat Uçarol, a.g.m, s. 257-277). Terhisler için ayrıca bkz. R.
Yiğitgüden, a.g.e, s. 22-23.
37
Balkan Savaşında 3. Ordu Komutanı Mahmut Muhtar Paşa’nın emrinde görev yapan
Alman subay Gustav von Hochwächter de Türk subaylarının zaferden emin ve düşmanı
küçümseyen bir tavır içinde oldukların müşahede etmişti: G. v. Hochwächter , a.g.e, s. 2-3.
38
TNA, FO, nr. 195/2437, (16 Ekim 1912 ve 76 nolu rapor), s. 36-37.
28
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
2 bin kadar asker taşındığı bilgisine ulaşmıştı39. Ataşe, bir başka istihbarat
raporunda Türk Ordusu’nun genel durumu ile Anadolu’dan yapılan sevkiyat
ve komutanların stratejileri hakkında çok ayrıntılı değerlendirmelere yer
vermiştir. 23 Ekim 1912 tarihini taşıyan raporunda Edirne ve Kırcaali
merkezli Doğu Ordusu, XV. Ordu Komutanı Mehmet Şükrü Paşa
komutasında olarak 1 Nizamiye ve 3 Redif taburundan oluşuyordu. Ana
orduda ise toplam 11 Nizamiye ile 10 Redif taburu mevcuttu40. Tyrell, 24
Ekim tarihli raporunu Büyükelçi Gerard Lowther’e hitaben hazırlamıştı. Bu
yazısında Edirneye doğru ilerleyen Bulgar askerlerinin İstanbul ile ana
ordugâh arasındaki demiryolu irtibatını tehdit etmeleri durumunu ve buna
karşılık Türklerin muhtemel harekât planlarını yorumlamıştı. Ataşe,
Bulgarların donanmayı devreye sokmaları durumunda avantaj sağlayacakları
tespitini yapmaktaydı41.
[Resim-2: Bulgar askerlerinin sınıra sevki (G. Dinç, s. 49)]
39
Ataşe, 6-14 Ekim 1912 tarihleri arasında İstanbul’dan trenle yapılan sevkiyatın tam listesini
vermiştir. Buna göre 65 seferde 85.100 asker ile 798 at nakledilmişti. Ayrıca her türlü silah
ve benzeri malzemeden ayrı olarak 6 otomobil, 19 sahra fırını, 140 muhtelif kapasitede yük
kamyonlarının ayrıntısını rapor etmişti (bkz. TNA, FO, nr. 195/2437, s. 39). Londra’ya
gönderdiği 18 Ekim 1912 tarihli bir başka yazısında ise Abdullah Paşa ile yaptığı
görüşmede Paşanın kendisine Osmanlı Ordusu’nun genel durumu, Selanik ve diğer savaş
bölgelerinde kazanılan başarılar ve bölgeye yapılan askerî sevkiyat hakkında çok ayrıntılı
bilgi verdiğini, Sırplar’dan elde edilen 44 vagon silahtan bahsettiğini bildirilmekteydi (bkz.
TNA, FO, nr. 195/2437, (78 nolu rapor), s. 42-45). Gustav von Hochwächter hatıratında,
seferberliğin ilanından itibaren İstanbul-Edirne tren hattında günde ortalama 12 bin kişinin
taşındığını kaydetmektedir: a.g.e, s. 6.
40
TNA, FO, nr. 195/2437, (23 Ekim 1912 tarih ve 82 nolu rapor), s. 96-101.
41
TNA, FO, nr. 195/2437, (24 Ekim 1912 tarih ve 83 nolu rapor) s. 105-106.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
29
ALİ FUAT ÖRENÇ
Edirne’ye yönelik büyük Bulgar saldırısından kısa süre önce Osmanlı’nın
Londra Büyükelçisi Tevfik Paşa’nın hükümet nezdindeki temasları dikkati
çekmektedir. Bu konuya dair 21 Ekim 1912 tarihli İngiliz Dışişleri
mütalaasında, Osmanlı’nın büyük devletleri özellikle de İngiltere’yi Balkan
politikalarında şeffaf olmamakla suçladığı belirtiliyordu. Tevfik Paşa’nın
İngiliz Dışişleri Sekreteri Arthur Nikolson ile yaptığı bir görüşmede,
Sadrazam Kamil Paşa’nın daima İngiltere ile ilişkileri geliştirmenin önemini
kendisine fısıldadığını, eğer İngilizler bu kadar pasif kalmayıp Balkan işinde
inisiyatif almış olsalardı, savaşın meydana gelmeyeceğini söylediği
kaydedilmekteydi. Nikolson, bu ifadelere karşılık olarak Tevfik Paşa’ya,
Balkan işinde kendilerinin faal olmaları durumunda muhtemelen bölgeyle
ilgilenen diğer güçlerin de işin içine karışacaklarını, meselenin bir anda
büyük bir Avrupa sorunu haline geleceğini, ülkesinin bahsi geçen tarafsızlık
politikasının Balkan Savaşı’nı büyük bir Avrupa krizi olmaktan kurtardığını
söylemişti. Bu cevap üzerine Tevfik Paşa Nikolson’un yorumunu haklı
bulmakla birlikte, bu işin Kamil Paşa’nın pisliği olduğunu söylediği
kayıtlara geçmiştir 42. Aynı tarihte Dışişleri Bakanı Edward Grey, Büyükelçi
Lowther’a gönderdiği telgrafta savaşın önlenmesi için çaba gösteren ve
İngiltere’nin arabulucuk yapmasını öneren Kamil Paşa ile daha ayrıntılı
görüşme yapmasını istiyordu. Bakan, kendilerinin en fazla yapabilecekleri
şeyin uygun bir fırsat olursa Kamil Paşa’nın dileğini akıllarında tutmak
olabileceğini, yapabileceklerinin bununla sınırlı kalacağını ifade ediyordu 43.
Birinci Balkan Harbi başlayınca Bulgar Ordusu beklenenden hızlı
ilerlemeye başladı. Zaten 18 Ekim tarihine gelindiğinde Bulgarlar’ın bütün
saldırı hazırlıkları tamamdı. Kral Ferdinand genel karargâhını
Starazagora’da kurmuştu. General Kontincev komutasındaki I. Ordu
Kırkkilise-Edirne arasındaki bölgeye yerleşmişti. General Nikola İvanov
idaresindeki II. Ordu ise Edirne’nin doğusunda konuşlanmıştı. Bulgar III.
Ordusu General Dimitriev komutasındaydı. Bu ordu Kırkkilise’nin doğu
42
TNA, FO, nr. 195/2437, (21 Ekim 1912 tarih ve 487 nolu rapor), s. 259-260. İngilizler gibi
Ruslar arasında da Balkan krizinin genel bir Avrupa sorunu haline gelmesinden endişeli
olanlar vardı. Bilhassa Dışişleri Bakanı Sergei Sazonov, savaşın kontrolsüz devam etme
ihtimalini istemiyordu. Bakan, Osmanlı’nın Berlin Kongresi uyarınca taahhüt ettiği
reformları yapmasıyla meselenin savuşturulmasını ümit ediyordu (bkz. Necdet Hayta,
Balkan Savaşları’nın Diplomatik Boyutu ve Londra Büyükelçiler Konferansı (17 Aralık
1912-11 Ağustos 1913), Ankara 2008, s. 4-5). Aynı şekilde bu ülkenin Paris Büyükelçisi
Aleksandr İzvolski, Sazonov’a gönderdiği 23 Ekim 1912 tarihli bir yazısında Balkan
Savaşı’nın muhtemel sonuçlarını değerlendirirken, meselenin Avrupa dengelerine
dokunmasının bir felaket olacağını dile getirmişti. Fakat Rusya siyasetinde son sözü
söylecek olan Çar Nicolas farklı düşünüyordu. Çar, Slav birliği taraftarı olarak savaş
istiyordu: Y. Öztuna, a.g.e, s. 101-102.
43
Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul 1982, s. 117.
30
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
kısmında faaliyet gösteriyordu. Edirne’yi kuşatma görevi verilen II. Orduda
yaklaşık 48 bin asker bulunuyordu. Bu ordunun elinde 120 kadar top
mevcuttu. Hareket emrini alan Bulgar II. Ordusu, 18 Ekim’de Meriç
vadisinde,
Tunca
üzerinden
harekete
geçerek
Mustafapaşa
(Cisrimustafapaşa)’yı işgal etmiş ve Edirne’ye doğru yaklaşmaya
başlamıştı44.
Bulgar askerlerinin harekete geçişinin ardından İngiltere’nin Askerî
Ataşesi Tyrell İngiliz Dışişleri’ne durumu aktaran ayrıntılı bir rapor takdim
etmiştir. Ataşe, 18 Ekim 1912 tarihi itibariyle taarruz başlatan Bulgar, Sırp
ve Yunan ordularının ortak harekâtı ile Karadağ’ın durumu hakkında
edindiği bilgileri ve kendi analizlerini aktarıyordu. Tyrell, Kırcaali’ye doğru
ilerleyen Bulgarlar’ın, İstanbul ile irtibatı sağlayan demiryolu hattını kesme
hedefine ulaşılacakları tahminini yapmıştı. Zira kendisine göre Bulgarların
en önemli beklentisi, Türk ileri birliklerini etkisiz hale getirip bir an önce
Edirne’ye ulaşmaktı. Buna karşılık deniz yolundan yeterince yararlanamayan
Türk Ordusu ise demiryolunu açık tutmak için uğraşacaktı. Tyrell’in bizzat
Abdullah Paşa’dan edindiği bilgilere göre Bulgarlar ya Ortaköy tarafından
Edirne’ye yürüyecekler ve Dedeağaç demiryolunu tehdit edebilecekler veya
kuzeyde kalacaklardı. Ataşe, Abdullah Paşa’nın Bulgar ilerleyişi
karşısındaki ilk hamlesinin 19 Ekim’de Dimetoka’daki 11. Tümeni harekete
geçirmek ve Edirne’deki üç Redif taburunu Ortaköy’e sevk etmek olacağını
öğrenmişti. Tyrell ayrıca, savaş boyunca Türk cephesinin Edirne-Kırkkilise
yolu üzerinde ağırlık kazandığını ve bütün mücadelenin demiryoluna hakim
olmak üzerinde yoğunlaşacağını değerlendirmekteydi. Türk askerî
otoriteleri, Kırkkilise’nin elde tutulması ve kaybına göre ayrı ayrı stratejiler
belirlemişlerdi. Bu kapsamda 11. Tümen, Edirne’nin içinden geçerek 21
Ekim’de Havsa’ya ulaşmıştı. 21 Ekim’de trenle Edirne’ye gelen 5. Tümenin
yanına biraz ek kuvvet verilerek hemen Kırkkilise’ye hareketi sağlanmıştı.
Bu bilgileri Londra’ya aktaran Tyrell, Bulgarların başarıları hakkında abartılı
bilgilerin olduğunu, Türklerin durumunun o kadar kötü görünmediğini,
44
Bulgar Ordusu ve savaştaki harekat planı için ayrıca bkz. R. Rankin, a.g.e, s. 148-152; P.
D. Desiere, a.g.e, s. 63-88; Ivan Lesiçokof, Balkan Muharebatı Hatıratından: Kırkkilisenin
Sükutu, (çev. M. Nuri), Filibe 1913, s. 1-22; R. C. Hall, a.g.e, s. 22-31; Valeri Velkov
İvanov, “Bulgar Genelkurmayının XX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Devleti ile Savaş
Durumunda Muharebe Sahasını Değerlendirmesi”, XX. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Bulgar
Askerî-Siyasî İlişkileri, Ankara 2005, s. 9-26; İgnat Krivorov, “Bulgar Ordu Komutasının
XX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Devleti’ne Karşı Savaşma Anlayışındaki Evrim”, XX.
Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Bulgar Askerî-Siyasî İlişkileri, Ankara 2005, s. 27-36; Mahmud
Beliğ Uzdil, Balkan Savaşı’nda Mürettep 1 inci Kolordunun Harekâtı, (Yay. Haz: A. TetikŞ. Büyükcan), Genelkurmay Yay., Ankara 2006, s. 151-152.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
31
ALİ FUAT ÖRENÇ
kendisinin böyle yanlış haberler hususunda diğer askerî ataşeleri de
uyardığını raporuna eklemişti45.
Tyrell, yaptığı özel temaslardan Türk Ordusu’nun şu anki pozisyonunun
yeniden organize edildiğini tespit etmişti. Türk komutanlar cephede
uğranılan kayıpların İzmit’ten tertip dilen Redif askerlerinin bölgeye
nakliyle telafi edileceğini düşünüyorlardı. Bu yeni birlikler, Kırkkilise’nin
sol tarafında konuşlandırılmış olan 1. ve 3. Ordular ile 2. Tümeni takviye
edeceklerdi. Ataşenin temasta olduğu askerî yetkililer, Bulgarların daha fazla
ilerleyemeyeceği görüşündeydiler. Ataşe son olarak Ferik Hurşit Paşa’nın
yeni bir ordu oluşturduğunu, fakat işlerin iyi gitmediğini, zira Türklerin
mantıklı bir sistematiğe ve plana sahip olmadıklarını, sürekli stratejik hatalar
yaptıklarını, bu hataların yeni hatalarla telafi edilmeye çalışıldığını, daha
ordunun ekmek ihtiyacının bile temin edilemediği bir stratejik planlamadan
ne beklenebileceğini sorarak durumu izah ediyordu. Tyrell, Türk
Ordusu’nun politik yapısının etkinliğini azalttığını, iş başındaki hükümetin
yetersiz kaldığını, bu durumda doğal olarak uluslararası müdahalelerin her
geçen gün arttığını, Alman, Avusturya ve Ruslar’ın meseleye karışmasıyla
sorunun daha karmaşık hale geldiğini değerlendirmekteydi46.
Savaşın hemen başında Bulgarlar Mustafapaşa (Cisrimustafapaşa) ve
Ortaköy’ü ele geçirmişlerdi. Bu durumda Bulgar Ordusu harekât planına
uygun olarak Edirne’ye yönelmiştir. Hedef demiryolunun geçtiği batı ve
güneybatı yönünden Edirne’ye girmekti. Zira şehrin istihkâmları Arda’nın
sol kıyısı ile Meriç arasındaki Papaztepe ve güneybatı yönündeki Kartaltepe
mevkilerinde yoğunlaşmaktaydı. İlerleyen Bulgar Ordusu ilk olarak Edirne
şehrini çevreleyen ve 4-5 kilometre mesafede yer alan tabyalarla karşılaştı.
Bu tabyalar Rus tehdidi nedeniyle belirli dönemlerde tahkimat görmüş, hatta
bu tahkimatta Alman uzmanlar da görev almıştı47.
45
Askerî Ataşe’nin ayrıntılı raporu: TNA, FO, nr. 195/2437, (29 Ekim 1912 tarih ve 85 nolu),
s. 109-112.
46
TNA, FO, nr. 195/2437, (29 Ekim 1912 tarih ve 85 nolu rapor), s. 109-112.
47
Edirne Kalesi’nde bilhassa 1910 yılından itibaren başlatılan modern tabya inşası ve batarya
takviyesi çalışmaları, Nisan 1912’de Alman uzmanların da yardımı ile önemli bir aşamaya
getirilmişti. Kaledeki batarya mevkileri, tel örgüler ile siperlerin savaş esnasındaki durumu
için bkz. Celadet-Kamiran Bedirhan, Edirne’nin Sükûtunun İç Yüzü, İstanbul 1329, s. 9-12;
P. D. Desiere, a.g.e, s. 16-32, 228; I. Lesiçokof, a.g.e, s. 1-22; H. Cemal, Yeni Harb:
Başımıza Tekrar Gelenler: Edirne Harbi Muhasarası, Esaret ve Esbâb-ı Felaket, İstanbul
1332, s. 123-124; Nazmi-Kenan, Edirne’de Altı Ay, Musavver Edirne Tarih-i Mahsuriyeti,
İstanbul 1329, Cüz I-II, s. 26-31; C. S. Ford, a.g.e, s. 36-49; N. İvanov, a.g.e, s. 15-28; R. C.
Hall, a.g.e, s. 39-40; Raif Necdet Kestelli, Osmanlı İmparatorluğunun Batışı (Ufûl), Edirne
Savunması, (Haz: V. Özdemir), İstanbul 2001, s. 12, 21, 23, 25, 26, 28, 31, 33, 35, 57; G. v.
Hochwächter, a.g.e, s. 14-16; R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 9-16, 22-28, 57-61, 183-187; S.
32
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
[Resim-3: Edirne Kalesi tabyaları (R. Kazancıgil, s. 115)].
3-Edine Kuşatması Öncesi Türk ve Bulgar Orduları’nın
Vaziyeti
Bulgar Ordusu Edirne’ye yaklaşırken şehirdeki İngiltere Konsolosu
Binbaşı Samson, 21 Ekim 1912 tarihinde Londra’ya gönderdiği bir
raporunda son gelişmeleri ve Vali Halil Bey’den48 sınırdaki çarpışmalar
hakkında topladığı bilgileri iletmekteydi. Vali, 18 Ekim 1912 sabahı
şafak vakti sınıra yakın bölgelerde küçük birliklerin Selbikim, Lefke,
Luhana ve Paşaköy civarında birçok noktada Bulgarlarla temas
sağladıklarını söylemişti. Bulgar Ordusu, Türk öncü birliklerinin bu son
operasyonları nedeniyle açık bir şekilde saldırı pozisyonu alarak hazırlık
yapmıştı. Fakat Ömer Yaver Paşa komutasındaki Kırcaali kuvvetlerinin
ilerlemesini ve bazı mevkileri ele geçirmesini engelleyememişlerdi.
Konsolos Samson, Mustafapaşa mevkinin 1000 mevcutlu bir piyade
müfrezesi marifetiyle tutulduğunu, son duyumlarına göre bu müfrezenin
18 Ekim’de dışarı çıkarak bölgede stratejik önemi bulunan Mustafapaşa
köprüsünü havaya uçurduğu bilgisini veriyordu49.
Aşkın, a.g.t, s. 9-12, 35-36; Güney Dinç, Mehmed Nail Bey’in Derlediği Kartpostallarla
Balkan Savaşı, İstanbul 2008, s. 173-203; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 30-43.
48
Edirne Valisi Halil Bey 3 Mart 1912’de Hicaz’dan buraya atanmıştı. Kendisinden önce
Celal Bey görev yapıyordu: Nazmi-Kenan, a.g.e, s. 12-13; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e,
s. 27.
49
Mustafapaşa’nın Bulgarların eline geçişi sonrası Arda üzerinde demiryolu geçen köprü
havaya uçurulmuştur. Ayrıca bazı ekmek fırınları da imha edilmiştir. Böylece Bulgar
ilerleyişinin yavaşlatılması amaçlanmıştır. Bu durumda Bulgarlar karşıya geçiş için
dubalardan köprü yaparak sorunu çözmeye çalışmıştır (P. D. Desiere, a.g.e, s. 1; R.Rankin,
a.g.e, s. 61; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları,
(Haz: Ratip Kazancıgil- Nilüfer Gökçe), Edirne 2005, s. 157; G. Dinç a.g.e, s. 78-79).
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
33
ALİ FUAT ÖRENÇ
[Resim-4: Türk askerlerinin tahrip ettiği Arda üzerindeki köprü (G. Dinç, s. 78)].
Kendisi de asker olan Konsolos Samson, Türk Ordusu’nun bu son
başarılarını kısmî görmekteydi. Ona göre Bulgarlar eninde sonunda bu
kayıpları telafi edecekti. Bu görüşünü desteklemek için raporuna
Bulgarlar’ın 19 Ekim’de Lefke’yi geri almaları bilgisini ve aynı gün Bulgar
11. Tümeni’nin Dimetoka’dan Ortaköy, 3. İskeçe (Ksanti) Redif Alayı’na
mensup 3 taburun ise Dimetoka’dan Edirne istikametine hareketini
göstermişti. Konsolosun tahminine göre 19-20 Ekim gece boyunca 2 bin
mevcutlu küçük Bulgar kuvvetleri, Hasköy’de bir Türk ileri karakoluna anî
bir saldırı yapmış ve Karahamza Çiftlik’teki 29. Alayın mevcut taburunu
çekilmeye zorlamıştı. Buradaki Bulgar birliklerinden gelen bilgilere göre
bölge 20 Ekim öğleden sonra ele geçirilmişti50. Bulgar kuvvetleri aynı günün
gecesinde Edirne ile Mustafapaşa mevkinin orta kısmındaki en önemli
istasyon olan Hadımköy’de görülmüşlerdi. Bulgarların ilerleyiş haberleri
alınmaya devam edilmiş ve ertesi sabah erken saatlerde bazı kuvvetlerin
Kurtköy-Çirmen hattındaki kasabalara ulaştıkları ve hatta buralardan gıda
talebinde bulundukları öğrenilmişti.
Binbaşı Samson raporunda, 11. Bulgar Tümeni’nin yürüyüşü hakkında
bilgi verirken, bunların anî bir kararla Havsa’ya yöneldiği bilgisini edinmişti.
Konsolosa göre bu hamlenin sebebi Havsa’nın stratejik önemiydi. Zira
burası Türk 4. Ordu birliklerinin ana karargâhı durumundaydı. Konsolos 20
Ekim tarihi itibariyle Türk ileri birlikleri ile ana karargâhının irtibatının
koptuğu bilgisini Londra’ya duyurmaktaydı51.
Savaş esnasında Edirne Kalesi’nde Kurmay Yüzbaşı olarak görevli Remzi Bey
(Yiğitgüden), köprünün uçurulma emrinin tam uygulanamadığını ve bu kararın da yalnış
olduğunu belirtmektedir: a.g.e, s. 55-56.
50
Daha fazla bilgi için bkz. N. İvanov, a.g.e, s. 66-84.
51
TNA, FO, nr. 195/2437, (21 Ekim 1912 tarih ve 63 Nolu Rapor), s. 28-30.
34
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
Samson, bahsi geçen raporunda kuşatma öncesinde Edirne’deki durum
hakkında da önemli bilgilere yer vermişti. Kaledeki askerî otoritelerin şehrin
kuşatma altında kalacağı dönemler için etkili tedbirler aldıklarını belirten
Konsolos, ancak şehirdeki Türk nüfusun, Bulgar ilerleyişi karşısında çevre
köylerden başlayacak muhtemel bir göçten çok endişeli olduklarını ifade
etmekteydi. Samson, ahalinin böyle bir göç karşısında endişelerinin
giderilmediği gibi ilan edilen askerî bir bildiri ile de 2 ay boyunca kendi
ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olmayan bütün yoksul ve yaşlı insanların
bir an önce Edirne’yi terk etmelerinin emredildiği bilgisini rapor ediyordu 52.
Bu emir üzerine bir çok Edirneli trenle şehirden ayrılmaya gayret etmiş,
fakat demiryollarındaki kapasite sorunları nedeniyle yetkililer seferlere
kısıtlama getirmek zorunda kalmışlardı. Şehirdeki Türk memurlara değinen
Samson, bunlar arasında ciddi bir karamsarlık gözlemlediğini, Türk
Ordusu’nun henüz saldırıya geçememesinden büyük bir hayal kırıklığı
yaşandığını müşahade etmişti. Son olarak 19 Ekim’de şehirde görevli Bulgar
ve Yunan konsoloslarının, işlerini Rus meslektaşlarına havale ederek
ayrıldıkları bilgisini vermekteydi53.
Osmanlı Ordusu, Bulgarlarla 22-23 Ekim 1912 tarihleri arasında yapılan
Kırkkilise muharebelerinde başarısız olmuştu. Bu savaşlar Kırkkilise ile
Edirne arasındaki yaklaşık 65 kilometrelik bir cephe üzerinde cereyan
etmişti. Türk Ordusu sol kanadını Edirne Kalesi’ne yaslayarak savaş düzeni
oluşturdu. Süvari tümenleri Edirne ile IV. Kolordu arasındaki büyük boşluğu
gidermeye çalışmıştı. Osmanlı birlikleri Bulgar I. Ordusu ile
karşılaştıklarında, Bulgar II. Ordusu da Edirne Kalesi’ndeki Türk
askerlerinin savaşa katılımını önlemek için batıdan şehre doğru yaklaşmıştı.
22 Ekim’de Bulgar III. Ordusu Kirkkilise’ye yoğun bir saldırı başlattı.
Bulgar I. Ordusu da Edirne’nin kuzeydoğusundan Kırkkilise’nin
güneybatısına doğru saldırıya geçmişti. Osmanlı Trakya ordusu ile
Edirne’den kuzeye doğru ilerleyen birlikler, Bulgar I. Ordusuyla iki gün çok
şiddetli mücadele etti. Verilen kayıplar üzerine Türk Ordusu Kırkkilise’yi
boşaltıp, Lüleburgaz tarafına çekilme kararı aldı. Bu savaşta Bulgarlar 887
52
Edirne Kale Komutanlığı tarafından seferberlik ilanı çerçevesinde 5 Ekim’de uygulamaya
konulan bu beyanname için bkz. Ratıp Kazancıgil, a.g.e, s. 8, 14-15; R. Yiğitgüden, a.g.e, s.
37-39; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 31-32.
53
TNA, FO, nr. 195/2437, (21 Ekim 1912 tarih ve 63 Nolu Rapor), s. 28-30. Dönemin
kaynaklarında Edirne’nin Bulgar Konsolosu Çaçarov’un şehirden ayrılışının sorunlu olduğu
kaydedilmekteydi. Bunun nedeni ise konsolosun esnafa olan borcuydu. Bu konuda şehirde
dedikodular olmuş, hatta Yeni Edirne Gazetesi’nde haber yayımlanmıştı: Nazmi-Kenan,
a.g.e, s. 19-20, Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları, s.
157.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
35
ALİ FUAT ÖRENÇ
ölü, 4034 yaralı ve 824 kayıp verirken, Osmanlı Ordusunda 1500 ölü ve
yaralılarla birlikte 2-3 bin civarında esir kayıtlara geçmişti54.
Kırkkilise galibiyeti ardından Bulgar askerî Edirne’ye doğru ilerlerken
Binbaşı Samson, sınırdaki çarpışmalar ve şehirdeki durum hakkında İstanbul
Büyükelçisi Gerard A. Lowther’a kapsamlı bir rapor daha göndermiştir.
Konsolos, Bulgarlar’ın Edirne’ye doğru her biri 30 bin askerden oluşan dört
ordu ile operasyon başlattıklarını haber vermekteydi. Bu ordular Tunca,
Filibe, Şumnu ve kesin olmamakla birlikte Jampoli kolordularına aitti.
Bulgar ordularından birinin Edirne yakınındaki Mustafapaşa ve Lefke’den
sınırı geçtiği, diğer üçünün Vaysal Köyü yakınlarında olduğu ve bunların 18
Ekim’de Bulgaristan’dan hareket eden süvarilerin gelişini bekledikleri haber
alınmıştı. Konsolosa göre Edirne civarındaki Bulgar birlikleri süvari ve
topçu sınıfıyla desteklenmiş 14 piyade taburundan oluşuyordu. 20 Ekim’de
Edirne’nin kuzey ve batısında Çirmen ve Kurtköy’deki Türk öncü birlikleri
ile Bulgarlar arasında çatışmalar olmuştu55. Kaledeki komutanlardan
edindiği bilgilere göre Kurtköy’deki öncü Türk birliklerinin amacı Dimetoka
ve demiryolu istikametini açık tutmaktı. Samson, Çirmen’in 20 Ekim’de
Edirne’den gönderilen ve büyük kısmı deneyimsiz Redif askerînden
müteşekkil birliklerce savunulduğunu, bu askerlerin çarpışmalar esnasında
çok zor şartlarla boğuştuklarını rapor etmekteydi. Konsolos Samson, Arda
ile Meriç arasında konuşlu Bulgar birliklerinin karşılaştıkları Türk öncü
birliklerini geri çekilmeye zorlayarak Hadımköy yönünde, tren yolu hattı
boyunca ilerlediklerini ve burayı 21 Ekim gecesi ele geçirdiklerini yazmıştı.
Bu durumda Türklerin Dimetoka’ya yönelik bir ilerleme harekâtı yapmak
zorunda kalacaklarını, hazırlık için Edirne’nin batı ve kuzeybatısındaki
birliklerin geri çekildiğini, merkezi Havsa ve Edirne Kalesi olan 4. Ordu’nun
eksikliklerinin giderilmeye çalışıldığını öğrenmişti.
Samson’un belirttiğine göre çarpışmalar esnasında 21 Ekim sabahı Edirne
garnizonundan 4. Redif taburu ile bir makineli silah bölüğü bizzat Edirne
Kale Komutanı Mehmet Şükrü Paşa56 idaresinde hareket etmişti. Bu tabur
54
Edirne’den Kırkkilise muharebelerine katılan birliklerin durumu ve savaştaki başarısızlığın
nedenleri için bkz. British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1934, c. IX/2,
s. 66-178; R. Rankin, a.g.e, s. 61-89, 148-159, 268-330; C. S. Ford, a.g.e, s. 50-60; M.
Muhtar, a.g.e, s. 31-129; Y. H. Bayur, a.g.e, c. II/2, s. 12-37; R. C. Hall, a.g.e, s. 24-28; R.
Yiğitgüden, a.g.e, s. 61-72;G. v. Hochwächter, a.g.e, s. 21-28, 60-68.
55
Bu saldırılar sonrası kale dışındaki bütün Türk birlikleri kale içine çekilmişti:
Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 157.
56
Oldukça iyi bir askerî eğitim alıp yurtdışı deneyimleri de bulunan Mehmet Şükrü Paşa,
Balkan Savaşı başlayınca görevli olduğu Koçana İdare-i Örfi Mahkemesi Reisliğini
bırakarak Edirne Müstahkem Mevki Kumandanlığı’na getirilmiştir: Hüseyin Yarım, 1912
Edirne Müdafaası ve Komutan Şükrü Paşa, (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakultesi Tarih
36
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
şehrin savunmasında önemli mevkilerden olan Maraş’ta konuşlandırılmıştı.
Maraş, ayrıca 2 topçu bataryası ile takviye edilmişti. Bu bataryalardan biri
10.5 cm ve diğeri 8.5 cm ebatındaydı. 8.5 cm olan batarya daha sonra Maraş
kalesi yakında bulunan 10.5’luk bir diğeri ile değiştirilmişti. Konsolos, Arda
ile Meriç arasındaki Bulgar Ordusu’nun başarılarına karşın, Meriç ile Tunca
bölgesindeki birliklerin Edirne’nin kuzeyindeki Türk askerleri tarafından
püskürtüldüğünü aktarmaktaydı. Bu arada Hasköy’ü elinde tutan 29. Piyade
Alayı’na mensup bir tabura 20 Ekim sabahı âni bir saldırı yapılmıştı. 300
şehit veren Türk taburu önce Karahamza Çiftliği’ne ve sonra Edirne’ye
çekilmişti.
[Resim-5: Edirne Kalesi Komutanı M. Şükrü Paşa (G. Dinç, s. 68)].
Konsolos, 22 Ekim 1912 günü sonunda bölgedeki Bulgar birliklerinin
durumunu şu şekilde rapor ediyordu: Bıldırköy ve Koyunlu arasında 8
Piyade Taburu, 4 Topçu Bataryası, 1 Süvari Alayı ve Vozgach 3 Piyade
taburu. Değirmenköy ve Yeniköy yakınında ise 3 Piyade taburu. Konsolosun
öğrendiğine göre 22 Ekim öğleden sonra Bırdırköy ve Koyunlu mevkindeki
Bulgar askerleri Maraş’taki Türk birliklerinin saldırısına uğramıştı. Bulgarlar
biraz geri çekilmelerine rağmen gece yarısına kadar süren mücadeleler
neticesi, gelen taze birlikler sayesinde durumlarını koruyabilmişlerdi.
Çatışmanın ilerleyen safhalarından Bulgarlar Papaztepe olarak bilinen
bölgede durumlarını sabitleyebilmişti. Binbaşı Samson, bu savaşta Maraş’ın
batı tarafındaki rampalarda bulunan Bulgar topçu ateşinin isabet oranının ve
süvari birliklerinin Epçeli Köyü’ndeki Redif askerîne karşı saldırılarının çok
etkili olduğunu özellikle belirtiyordu.
Konsolosun bildirdiğine göre en son Tuna’yı geçen Bulgar askerlerinden
Demirköy-Vaysal hattındaki bölümü de pozisyonlarını korumaktaydı. Aynı
Bölümü Bitirme Tezi), İstanbul 1976, s. 46-51; Syed Tanvir Wasti, “The 1912-13 Balkan
Wars and the Siege of Edirne”, Middle Eastern Studies, (July 2004), c. 40/4, 61, 72-73.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
37
ALİ FUAT ÖRENÇ
tarihlerde Kale Komutanı Şükrü Paşa’dan Edire’ye gelen haberlerde 21 ve
22 Ekim’de Kara Yusuf ve Geçkinli bölgesinde çarpışmalar sürüyordu.
Ayrıca 23 ve 24 Ekim’de gece boyunca Edirne’nin batı yönündeki savunma
birliklerine yönelik iki saldırı olmuşsa da bunlar püskürtülmüştü57. Bu
saldırılardan ilki saat akşam 8.15’de başlamıştı ve hedef olarak Yassıtepe ve
Yeşiltepe ile Karagöz tabyası seçilmişti. İkincisi Maraş ve Kazantepe’ye
yönelikti. İlk saldırı yanıltma amaçlı ve uzak mesafeden olmuştu. Samson,
ikinci saldırının çok ciddi olduğunu ve muhtemelen Papastepe ve Maraş’ın
ele geçirilmesi için yapıldığını rapor etmekteydi. Bu saldırıda 8 tabur
Papaztepe’ye yönelmiş, 3’ü Kazantepe’ye ve 3’ü Karagöztepeye
sevkedilmişti. Saldırı esnasındaki hava şartları geceleri karanlık ve gece
yarısından sonra ise yağmurluydu58.
[Resim-6: Papaztepe’de Bulgar piyade ve topçusu (G. Dinç, s. 80)].
Samson’un raporunu hazırladığı gün Arda sahil boyunun Türk
askerlerince ele geçirildiği haberi gelmişti. Konsolos, bu son harekâttaki
amacın Bırdırköy ve Koyunlu’daki Bulgarları geri çekilmeye zorlamak
olduğunu düşünüyordu. Bu arada ana garnizon 10 bin askerle
güçlendirilmişti. Bu durumda Edirne garnizonu 32 bin asker mevcuda
ulaşmıştı. Yetkililerden öğrendiğine göre Türk Ordusu’nun sol tarafı
Edirne’nin savunmasında kalacak ve bunlar aynı zamanda Kırkkilise için de
kullanılacaktı. Binbaşı Samson, şehirde Kırkkilise’nin Bulgarlar tarafından
ele geçirildiği söylentisinin yayıldığını, ancak kendisinin bundan pek de
emin olmadığını, zira Kırkkilise’den telgraf gelmediğini, eğer böyle bir şey
olsa Vali Halil Bey’in kesinlikle gerçekleri inkâr etmeyeceğini ifade
etmektiydi. Konsolos, Bulgar askerleriyle yapılan savaşta Türk
57
58
Bu saldırıların şehirdeki etkileri için ayrıca bkz. R. Kazancıgil, a.g.e, s. 25-26.
Bahsi geçen muharebeler ile Türk askerînin durumuna dair bizzat çarpışmalara katılan H.
Cemal’in hatıratında önemli tespitler yapılmaktadır (a.g.e, s. 1-100). Türk askerînin durumu
hakkında ayrıca bkz. P. D. Desiere, a.g.e, s. 51-62.
38
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
Ordusu’ndaki Rediflerin yetersizliğini ve başarısızlığını da dile getirmişti.
Ayrıca komutanların tecrübesizliğine işaret etmekteydi59.
Trakya’da Osmanlı Ordusu Bulgarlar karşısında hiçbir noktada
tutunamıyordu. İstanbul Büyükelçisi G. Lowther imzasıyla hazırlanan 31
Ekim 1912 tarihli bir raporda, Türk Ordusu’nun son durumu
değerlendirilmişti. Buna göre Kırkkilise civarında konuşlu olup demiryolu
ve Vize’nin güvenliği ile vazifeli 1., 2. ve 3. Ordulardan oluşan Batı Ordusu,
salgın hastalıklar nedeniyle çok zor şartlar altındaydı. Bunlar 22-23 Ekim’de
Bulgarlar’ın anî saldırısına uğramışlardı. Bütün bu haberlere rağmen
Kırkkilise’nin Bulgarların eline geçtiği doğrulanamıyordu. Bu durumda
Bulgarlar’ın Babaeski-Vize hattına çekilmeye zorlandığı yorumu yapılmıştı.
Bölgeye Başkomutan ve Harbiye Nazırı Nazım Paşa birlikleri ile Karadeniz
yoluyla nakledilecek Anadolu (Asya) Redif askerlerinin gelişi
bekleniyordu60. Bu arada Askerî Ataşe Tyrell, 15-25 Ekim tarihleri arasında
İstanbul’dan Rumeli’ye yapılan büyük askerî sevkiyatı rapor ederken,
trenlerle Lüleburgaz’a 6 uçak, Edirne’ye 8 projektör (ki bunlar Çanakkale
savunma tertibatı için alınmıştı)61, 12 sahra topu ve 18 de makinalı tüfeğin
gönderildiğini, cepheye Rediflerin yollanmasının ise bütün hızıyla devam
ettiğini belirtiyordu62.
Bulgar askerlerinin Edirne çevresindeki 23 ve 24 Ekim saldırıları haberi
şehir sakinleri üzerinde büyük dehşete neden olmuştu. Samson, özellikle
Müslümanların çoğunun geçen 3 gün içinde tren istasyonlarına akın ettilerini
yazmaktaydı. Konsolos, yine askerî otoritelerden edindiği bilgilere göre
şehirdeki bütün silahların toplanacağını ve Edirne’de yaşayan yabancılarla
konsoloslukların da bu uygulamadan muaf olmayacaklarını ifade
etmekteydi. Bu esnada şehirdeki konsolosların atlarının ihtiyaçlarının
karşılanması sorun haline gelmişti. Edirne’deki İngiliz unsurların hiç birinin
atı olmadığından bu uygulamadan zarar görmemişlerdi. Samson, sivil
otoritelerin sıkıntılarla oldukça ilgili göründüklerini, son zamanlarda
Edirne’deki Bulgar unsurların bir kısmının komitacılık iddiasıyla
tutuklandıklarını63, fakat kısa süre sonra serbest bırakıldıklarını, buna
59
Hafız Rakım Bey, Edirne çevresindeki cephelerden şehre dönen yaralı askerlerle 10
Ekim’de yaptığı bir görüşmede erler kendisine, düşman saldırıları başlayınca kendilerini
komuta eden subayların kaçtıklarını söylediklerini kaydetmiştir: R. Kazancıgil, a.g.e, s. 1718.
60
TNA, FO, nr. 195/2437, (31 Ekim 1912 tarih ve 87 nolu rapor), s. 180-182.
61
Edirne Kale savunmasında bir de ışıldak/projektör müfrezesi bulunuyordu: P. D. Desiere,
a.g.e, s. 61, 122-123; R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 24-25.
62
TNA, FO, nr. 195/2437, (26 Ekim 1912 tarih ve 86 nolu rapor), s. 109-112.
63
Sabah ve İkdam gazeteleri adına Edirne’de muhabir olarak bulunan Kenan ve Nazmi
beyler, tutuklanan Bulgar komitacı sayısını 101 olarak vermektedirler: a.g.e, s. 13.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
39
ALİ FUAT ÖRENÇ
rağmen bir kısım Osmanlı vatandaşı Bulgar’ın güvenlik kaygıları nedeniyle
İstanbul’a yollandığını rapor etmişti64. Samson, şehirde gündelik hayatın
aşırı derecede zorlaştığını, gıda fiyatlarının normal zamanların çok üstünde
olduğunu, odun ve kömür sıkıntısının had safhaya ulaştığını da
belirtmekteydi65.
Türk Ordusu’nun son mağlubiyetleri üzerine ana karargâhın
Lüleburgaz’dan Çorlu’ya taşınma kararı Ataşe Tyrell tarafından, Edirne’nin
bir kuşatma ile karşı karşıya bırakılması olarak değerlendirilmişti66. Tyrell’e
göre Dedeağaç demir yolunun açık kalmasının sağlanamaması, Doğu ile Batı
Orduları arasındaki irtibatın kopuşunu gösteriyordu67. Bu hususta 26 Ekim
1912’de Edward Grey’e Sofya’dan gelen bir istihbaratta ise Mahmut Muhtar
Paşa’nın, emrindeki 2 bin askerle Kırkkilise civarından çıktığı ve Edirne’ye
8 kilometrelik mesafede olduğu bildirilmişti. Bulgarların Edirye’yi almak
için büyük gayret içinde oldukları da öğrenilmişti68.
İngiliz yetkililerin öngörüleri doğruydu. Bulgarlar Kırkkilise’yi alınca,
önce Lüleburgaz’a yöneldiler. Buradaki başarılarıyla eş zamanlı olarak
Edirne’yi de tam bir kuşatma çemberi içine alma imkânı doğmuş oluyordu.
4-Bulgar Ordusu’nun Edirne’yi Kuşatması ve Kale Muharebeleri
Edirne kuşatmasını ve savunmasını başlıca üç safhada ele almak
mümkündür. Bunlardan birincisi şehrin tamamen kuşatıldığı 28 Ekim
1912’den ataşkesin imzalandığı 4 Aralık’a kadarki süreç, ikincisi mütareke
dönemi ve üçüncüsü savaşın yeniden başladığı 3 Şubat 1913’ten şehrin
düştüğü 26 Mart’a kadar geçen dönem.
Bulgar II. Ordusu’nun Edirne şehrini kuşatması Kırkkilise (Kırklareli)
muharebeleri sonrasında gerçekleşebilmiştir. Şehre doğru ilerleyen Bulgar
64
TNA, FO, nr. 195/2437, (25 Ekim 1912 tarih ve 64 nolu rapor), s. 154-159. Edirne’de
benzer bir tutuklama tedbiri uygulaması savaştan kısa süre önce 1910 yılında patlayan
Makedonya meselesi esnasında yaşanmıştı. İngiliz belgelerine yansıdığı üzere Edirne
Kalesi’nde istihdam edilen askerler, Makedonya’daki gelişmeleri yakından izlemekte ve
çok sert tepki göstermekteydiler. Padişahın Edirne ziyareti dahi bu tepkilerin gölgesinde
kalmıştı. Bu esnada şehirdeki bazı Bulgar ve Yunanlılar tutuklanmıştı: British Documents
on Foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 193-196.
65
TNA, FO, nr. 195/2437, (25 Ekim 1912 tarih ve 64 nolu rapor), s. 154-159.
66
Bu karar ile Edirne Kalesi’nin kendi kaderine terk edildiği kanaatini savaşa katılan Kurmay
Albay Mahmud Beliğ (Uzdil) Bey de paylaşmaktadır. Böylece Bulgar Orduları’na Marmara
sahilleri, Meriç Nehri’nin aşağı kısmı ve hatta Çanakkale Boğazı’na kadar geniş bir harekât
sahası bırakıldığı değerlendirilmekteydi: M. Uzdil, a.g.e, s. 7.
67
Tyrell’in oldukça ayrıntılı raporu: TNA, FO, nr. 195/2437, (29 Ekim 1912 tarih ve 85 nolu),
s. 109-112.
68
TNA, FO, nr. 195/2437, (26 Ekim 1912 tarih ve 859 nolu rapor), s. 94. Ayrıca bkz. M.
Muhtar, a.g.e, s. 31-129.
40
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
birlikleri, 28 Ekim 1912 tarihine gelindiğinde Edirne’yi tamamen kuşatmış
durumdaydı69. Bulgar harekât planına göre II. Orduya ait 8 Tümenden 2
Tugayı Arda Nehri güneyine geçecekti. Süvari tugayı ise Arda’nın sağ
kıyısına inerek Dimetoka yönünde ilerleyip demiryolunu tutacaktı. Bu
harekât için Arda üzerinde köprüler kurulmuştu70.
[Resim-7: Bulgarların Arda üzerindeki geçici köprüsü (G. Dinç, s. 80)].
Bulgarlar Edirne’yi kuşatınca, şehirdeki gelişmeleri İngiliz Konsolosu
Binbaşı Samson’un kaleme aldığı ayrıntılı bir istihbarat raporundan
öğrenmek mümkün olmaktadır71. Yaşanan hadiselerin adeta günlük şeklinde
kaydedildiği rapor 31 Aralık 1912 tarihine kadar gelişen askerî, siyasî ve
sosyal hediselere değinmekteydi72. Binbaşı Samson, mufassal raporunun ilk
69
Nazmi-Kenan, a.g.e, s. 30-31; N. İvanov, a.g.e, s. 106-121; Dağdevirenzâde M. Şevket
Bey’in Edirne Tarihi, s. 160; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 45-46.
70
N. İvanov, a.g.e, s. 28-65; R.Yiğitgüden, a.g.e, s. 105-106; S. Aşkın, a.g.t, s. 55-56.
71
Fransız gazeteci P. D. Desiere, Edirne’nin 26 Mart 1913’de Bulgarların eline geçişinden 18
gün sonra yani 13 Nisan’da Edirne’ye gelip 20 gün kalmıştı. Yanındaki askerî uzmanlarla
arazide incelemelerde bulunup, Bulgar ve Sırp askerleriyle muhasaraya dair görüşmeler
yapmıştı. Yazar, bu hususta kaleme aldığı eserinde Binbaşı Samson’dan kuşatmaya dair
edindiği bilgileri şu övücü cümlelerle aktarmaktadır: “Esir edilen Türk zâbitleri
Bulgaristan’a sevk edildiklerinden, ma’at-teessüf bu cihetle istihsâl-i ma’lumât mümkün
olamadı. Bu noksanı İngiliz Konsolosu’nun mu’âvenetiyle bir dereceye kadar tazmîn
edebildim. Bu zât sâir konsoloslarla birlikte muhâsara müddetince şehirde kalmış, fakat
kendisi bir zâbit olmak sıfatıyla müdâfa’anın bütün harekâtını kemâl-i dikkatle ta’kîb etmiş
idi”: P. D. Desiere, a.g.e, s. 3-4, 6.
72
Rapor, Edirne’nin posta ve telgraf ile irtibatı belirli bir tarihten sonra sağlanamadığından,
şehrin işgali sonrasında Londra’ya iletilebilmiştir. Edirne’nin 26 Mart 1913’de Bulgar
işgaline uğrayışı sonrası şehirden ayrılan Samson’un raporu 29 Mart 1913 günü itibariyle
Philippopolis (Filibe) şehrinde Konsolos George H. Barclay’e ulaştırılmıştı. Burada raporun
bir kopyası çıkarılarak İstanbul Büyükelçisi Gerard Lowther’a iletildi. Konsolosun ayrıntılı
raporu İngiliz Dışişlerine ancak 2 Şubat 1913’de ulaşabilmişti. Samson, Edirne kuşatmasına
dair raporunda yer verdiği konuları şu başlıklar altında toplamıştır: - 20 Ekim-25 Ekim
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
41
ALİ FUAT ÖRENÇ
kısmını savaşın genel gidişatına ayırmıştı. Raporunda belirttiğine göre,
çarpışmaların başladığı andan itibaren sınırdaki son askerî operasyonlar ve
sınır istihkâmları hakkında ayrıntılı rapor hazırlama imkânı bulamamıştı.
Bunun nedeni Edirne’deki askerî otoritelerin bu gibi hususlarda kesinlikle
ketum davranmalarıydı. Bu nedenle raporunda konu ettiği bilgiler, şehirdeki
diğer konsolos heyetlerinden, kasaba halkından edindiği bilgilerden ve şahsî
gözlemlerinden oluşmaktaydı. Samson, savaşın gidişatı için önemli olan
sınır istihkâmlarına dair bilgi toplamanın artık zorlaştığını, ancak Kale
Komutanı Şükrü Paşa’nın kendisiyle görüşme hususunda söz verdiğini
belirtmekteydi. Bu görüşme gerçekleştiğinde operasyonların ayrıntısını ve
gelecekteki barış şartları hususunda Paşanın kararlarını öğrenip rapor
edecekti73.
Binbaşı Samson, Şükrü Paşa komutasındaki 10. ve 11. Tümenlerin 21
Ekim 1912’deki genel durumu hakkında elde ettiği bilgileri şu şekilde
aktarıyordu: Edirne’deki 4. Nişancı Alayı, 12. Süvari Alayı’ndan üç süvari
bölüğünü ihtiva etmekteydi. Süvari Alayı 22 Ekim’de yeniden
düzenlenmişti. Buna göre Alay, 10. Bölük Sofular, 11. Bölük Hızırağa, 4.
Nişancı Alayı Demirhanlı, Etapköy ve Çiftlikköy süvarilerinden mürekkepti.
Bu arada 20 Ekim’de Havsa’dan bildirildiğine göre, 4. Ordu tümenleri eş
zamanlı olarak cepheden Bulgarların sağ cenahına saldırmıştı. Edirne’ye
gelen haberlerden orduyu komuta eden Abuk Paşa’nın, sağ ve sol
taraflarından hattı yarma girişimlerinin başarısız olduğu öğrenilmişti. Abuk
Paşa, 22 Ekim’de vaziyette bulunduğu Hasköy’de saldırıya uğramış ve
Lüleburgaz’a çekilmeye zorlanmıştı. Konsolosa göre Şükrü Paşa,
askerlerinin kale dışında katıldıkları çarpışmalardan sonra Edirne’ye dönüş
yollarının kesilmesinden büyük endişe duyuyordu. Sınırdaki çarpışmalarda
Türk askerlerinin 24 Ekim’de başlayan geri çekilmeleri Sofular ve Kara
Yusuf havalisine kadar sürmüştü74.
arasındaki operasyonlar (s. 1-3); - Edirne’deki garnizonun vaziyeti (s. 4); - 25 Ekim-30
Ekim arasındaki operasyonlar (s. 5); - Edirne şehrinin durumu (s. 6-10); - Kuşatma
kuvvetlerinin ayrıntıları (s. 10); - 1 Kasım- 4 Aralık arasındaki operasyonlar (s. 11-18); Ateşkes ilanı (18); - Şehrin bombardımanı (s. 18-22); - 4 Aralık-31 Aralık arasındaki durum
(s. 23-24); - Mahalli Otoriteler (s. 24); - Hastaneler (s. 26); - Genel Mülahazalar (s. 28); İddia edilen Bulgar mezalimi (s. 29); - Siyasî Partiler (s. 30). Raporda ayrıca savaş ve
kuşatma süresince ilan edilen beyannameler ve bazı resmi yazışmaları ihtiva eden 7 adet ek
bulunmaktaydı: TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 433-471.
73
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s.435-439.
74
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s.435-439.
42
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
[Resim-8: Bulgar siperleri (G. Dinç, s. 176)].
Konsolosun bildirdiğine göre Şükrü Paşa huruç harekâtına çıktığında
Edirne’de sadece Redif askerleri kalmıştı. Ancak bu Redif birliklerinin
büyük kısmı talimden yoksundu; hatta namlu doldurmayı ve doğru biçimde
nişan almayı dahi beceremiyorlardı75. Konsolos, Edirne’nin batısındaki
Bulgar güçlerinin bu durumu farkettiğini ve 22 Ekim öğleden sonra şehrin
batısındaki istihkâmlara yönelik saldırısını şiddetlendirerek, 23 Ekim bütün
gece ve 24 Ekim’in ilk saatlerine kadar sürdürdüklerini kaydetmişti. Şükrü
Paşa, yokluğunda yerine komutan olarak İsmail Paşa’yı bırakmıştı. İsmail
Paşa ilk olarak 2200 kale topçusunu doğu savunma hattından geri çekmişti.
Ardından biri Mustafapaşa yolu üzerinde 1700 askerle, diğeri de
Ekmekçiköy Çiftliği’ndeki 500 askerle iki karşı saldırıda bulunmuştu.
Böylece Bulgar güçleri geri püskürtülmüştü. Şehirden ayrılmış bulunan
Şükrü Paşa’nın kuvvetleri, İstanbul ile demiryolu bağlantısının Lüleburgaz
ve Muratlı’da kesildiği 25 Ekim sabahı Edirne’ye geri dönmüşlerdi76.
[Resim-9: Kale Komutanları: ortada Şükrü Paşa ve sağda İsmail Paşa (G. Dinç, s. 221)].
75
Edirne’deki Redif askerlerine tabur kumandanlığı yapan Raif Necdet (Kastelli) Bey
hatıratında, bu askerîn vaziyeti hakkında çok önemli bilgiler vermektedir. Rediflerin silah
altına alınana kadar talim, hatta silah dahi görmediklerini kaydetmektedir (bkz. a.g.e, s. 1819). Redif askerlerinin durumu için ayrıca bkz. M. Muhtar, a.g.e, s. 165-166; Gustav von
Hochwächter, a.g.e, s. 18-19, 21-22.
76
Bahsi geçen muharebelerin tafsilatı için bkz. R.Yiğitgüden, a.g.e, s. 68-102.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
43
ALİ FUAT ÖRENÇ
Samson’un aldığı bilgilere göre demiryolunda meydana gelen bir kaza
Bulgar çiftçilerin iki menfezi yıkmaları neticesinde gerçekleşmişti. Ancak
şehirdeki askerî otoriteler bu olayın bir yük treni ile koyun sürüsünün
çarpışması neticesinde vuku bulduğunu açıklamışlardı77. Bu esnada
demiryolu yetkililerine emir verilerek Edirne’deki bütün lokomotif ve
vagonların Çerkezköy istasyonuna harekete hazır olmaları istenmişti78.
Samson gibi İstanbul Askerî Ataşesi Tyrell de Bulgarlar’ın Edirne
saldırısını değerlendirmişti. Bu husustaki raporunda, şehre yönelik Bulgar
saldırısına 14 bin askerîn katıldığını, fakat bunların püskürtüldüğünü,
Bulgarların kafalarını Edirne Kalesi’ne bu yolla çarpmalarının büyük bir
hata olduğunu, kalenin güçlü bir garnizonla tahkim edildiğini, Bulgarların
yeterince gayret göstermediklerini değerlendiriyordu79.
Balkan ülkelerinin Osmanlı Ordusu karşısındaki beklenmedik başarıları
Avrupa’da diplomatik hareketliliğe neden olmuştur. Özellikle Bulgar
ilerleyişi Alman ile İngiliz yetkililer tarafından ele alınmıştır. İki ülke
diplomatlarının 25 Ekim’deki bir görüşmesinde Balkanlar’daki genel durum
değerlendirilirken, Bulgarların Edirne’yi alarak büyük bir zafer kazanması
durumunda bütün Türk Ordusu’nun çöküş yaşayacağı ve bunun ise çok
beklenmedik sonuçlar doğurabileceği üzerinde durulmuştu. Türk
Hükümeti’nin elini çabuk tutarak büyük güçlerin taleplerini karşılayacak
tedbirler alması gerekliliği vurgulanmıştı. İki ülke de Türk cephesinin
çökmesi durumunda bundan sonraki en önemli sorunun İstanbul’un
geleceğinin ne olacağı hususundaki çekişmeler olacağında hemfikirdiler. Bu
konuda ve Rus tehlikesi karşısında ortak endişe dile getirilmişti. İki ülke
Rusların Bulgarları İstanbul’a kadar destekleyip desteklemeyeceğini merak
etmekteydiler 80.
Binbaşı Samson yukarıda bahsi geçen 31 Aralık 1912 tarihli raporunda
Türk Doğu Ordusu’nun Kırkkilise’den çekildiği haberinin 27 Ekim tarihinde
Edirne’ye geldiğini yazmaktadır. Aynı tarihte Şehidler mevki yakınında
hasar gören demiryolu hattı onarılmış, önce yaralıların olduğu bir tren,
ardından da içinde bütün Edirne demiryolu çalışanlarının da bulunduğu bir
diğer konvoy şehirden ayrılmıştı81.
77
R. N. Kestelli, a.g.e, s. 19.
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 436-437.
79
TNA, FO, nr. 195/2437, (29 Ekim 1912 tarih ve 85 nolu rapor), s. 109-112.
80
İki ülke yetkilileri İstanbul hususunda temaslarda bulunmuşlardı. 4 Kasım 1912’de Ruslar
ve Bulgarlarla yapılan değerlendirmelerde her iki ülke de İstanbul’un geleceğine dair ortak
bir görüş taşıdıklarını inkâr etmişlerdi: TNA, FO, nr. 244/781, s. 209-210, 244.
81
Bu trenden sonra Edirne’den sefer yapılmamıştı. Son kafilede yaralı askerler ile bazı
muhacir gruplar da yer almıştır. Bkz. “Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel
Gueron’un 1912-13 Edirne Bulgar Kuşatması Anıları”, Yöre, yıl 8, sayı 85, (1987), s. 3.
78
44
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
Bulgar II. Ordusu, 28 Ekim’de Lüleburgaz-Pınarhisar muharebesiyle eş
zamanlı olarak Edirne’ye yönelmiş ve 28 Ekim’de tam kuşatma durumuna
gelmişti. 28 Ekim harekâtıyla Edirne Kalesi, kuzey ve batı yönünde Bulgar
askerlerinin saldırısı altındaydı. Bulgarlar aynı zamanda doğu tarafını da
kapatmışlardı. Ancak güneydeki Dedeağaç istikametinde bulunan demiryolu
hattı hala sağlam durumdaydı. Fakat bu kasabadaki yoğunluk, işlerin
aksamasına ve irtibatın sürmesine mani oluyordu. İstanbul ile olan telgraf
bağlantısı Uzunköprü ve Keşan yoluyla sağlanmakta ise de buradaki iletişim
de 31 Ekim’de kesilmişti. Konsolos Samson ise 27 Ekim itibariyle İstanbul
Pera
ile rahatlıkla
telgraf
irtibatı
kurabilmekte,
gelişmeleri
aktarabilmekteydi. Bu arada alınan yeni bir kararla Dedeağaç demiryolu
hattını koruyan birkaç müstahfız birlik dışında Şükrü Paşa komutasındaki
bütün askerler 28 Ekim’de Edirne savunması için kalede toplanmış
vaziyetteydi. Konsolos Samson’un verdiği bilgilere göre bu karar ardından
kaledeki asker mevcudu 58 bine ulaşmıştı. Bunların birliklere göre dağılımı
ise aşağıdaki gibiydi82:
Tablo-I
Şükrü Paşa Komutasındaki Edirne Savunma Birlikleri
(28 Ekim 1912)
Askerî Birlik
Nefer Sayısı
10. Nizamiye Tümeni
12.000
11. Nizamiye Tümeni
7.500
Süvari Sınıfı- 5. Süvari Bölüğü
500
Edirne Redif Kıtası
7.000
Babaeski Redif Kıtası
10.000
Gümülcine Redif Kıtası
8.000
Kale Topçu İstihkam Taburları
11.000
2 Müstahfız Alayı
2.000
Toplam
58.000
Bu birlikler içinde yer alan 4. Nişancı Alayı, 10. Tümene, Bursa Redif
Alayı da Kırcaali’ye sevk edilen 31. Alay ile yer değiştiren 11. Tümene
bağlıydı. Binbaşı Samson, bu asker mevcudundan Şükrü Paşa ve Binbaşı
Fuat Bey komutasındaki son operasyonlarda 1000 kadarının zayiat
verildiğini, bu nedenle Edirne garnizonundaki savunma güçlerinin
mevcudunun 57 bin olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtmekteydi83.
82
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 438-439. Edirne’deki askerî
kıtaların tertibi için ayrıca bkz. R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 28-37; S. Aşkın, a.g.t, s. 33-39.
83
Kuşatma esnasında şehirde bulunanlardan Dağdevirenzâde Mustafa Şevket Bey anılarında
kaledeki asker mevcudunu hemen hemen Binbaşı Samson ile aynı sayıda vermektedir.
Yalnızca süvari sayısı 300 olarak gösterilmekte ve bu durumda genel toplam 57700 olması
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
45
ALİ FUAT ÖRENÇ
İsmail Paşa, Şükrü Paşa garnizona gelene kadar sadece kale birliklerinin
komutasından sorumlu kılınmıştı. 10. Tümen Albay Hüsameddin Bey, 11.
Tümen ise İbrahim Edhem Paşa tarafından komuta ediliyordu. Binbaşı
Samson, bahsi geçen bu tümenleri, gerekli görüldüğünde savunma amaçlı
olmak üzere bir noktadan başka bir noktaya kaydırılan mobilize birlikler
olarak bildiriyordu. Zira şehirdeki iki tümen arasında nadiren eşgüdüm
bulunmaktaydı. Operasyona çıkıldığında biri muhakkak kışlada kalıyordu.
Konsolos, Edirne’deki savunma stratejisini zorunlu olarak üç mıntıkada
gerçekleştiğini gözlemlemişti. Bunlardan doğu ve batı mıntıkaları, kuzeyden
güneye akan Tunca Nehri tarafından ikiye bölünüyordu ve kalenin
merkezinde birleşiyordu. Meriç Nehri ise güney mıntıkasını, diğer iki
bölgeden ayırıyordu. doğu mıntıkasındaki çalışmalar Tunca Nehri’nin sol
cenahında, batı mıntıkasındakiler sağ cenahında ve güney mıntıkasında ise
Meriç’in sağ cenahında yürütülmekteydi. Redif askerleri gerekli
görüldüğünde her bir mıntıkaya dağıtılmaktaydı. Ordunun bütün bu gibi
organizasyonları İsmail Paşa’nın sorumluluğuna verilmişti ve yetki alanları
ayrıntılı belirlenmişti. Son durumda doğu mıntıkası Babaeski tümeninin, batı
mıntıkası Edirne tümeninin ve güney mıntıkası da Gümülcine tümeninin
yetkisindeydi84.
Samson’un raporunda bildirdiğine göre karargâhı Mustafapaşa
mıntıkasında bulunan Bulgar birlikleri, 28 Ekim’de tekrar saldırıya
geçmişlerdi. Bu taarruza Bulgarların 9 bini Koyunlu ve Yürüş arasında, 3
bini Kemal’de ve 3 bini de Akpınar’da olmak üzere toplam 15 bin mevcutlu
birlikleri katılmıştı. Bulgarlar bu saldırının ertesi günü 29 Ekim’de Edirne
yakınlarındaki savunma birliklerine anî saldırılarda bulunmuşlardı. Buradaki
gerekirken 57000 olarak gösterilmektedir (bkz. Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne
Tarihi, s. 158. Aynı rakam için bkz. R. Kazancıgil, a.g.e, s. 10-12). Balkan Savaşları'na
gazeteci olarak şahitlik eden Reginald Rankin, Edirne garnizonundaki asker sayısını
yaklaşık 53 bin olarak kaydetmektedir. Bunların 999’u subaydı. Savunmada 430 top, 77 de
batarya 60 bin asker bilgisini vermektedir (a.g.e, s. 151). Fransız P. D. Desiere, kalede 613
top, 50 de mitralyöz bulunduğunu belirtir. Yazar ayrıca Türk askerînin elindeki silahların
adedini ve türünü ayrıntılı olarak kaydetmiştir. Muhtemelen görüştüğü Binbaşı Samson’dan
edindiği bilgiler sonrası Edirne’deki asker miktarını 58 bin olarak yazmaktadır. Bu
rakamların ayrıntısında ise kaledeki 60 bin mevcudun 2 bininin şehit olduğu bilgisini
kaydetmiştir (bkz. a.g.e, s. 33-41, 48, 52-53). Yine Balkan Savaşları hakkında gözlemlerine
dayalı eser kaleme alan Clyde Sinclair Ford, Edirne garnizonunda normal zamanlarda 25
bin olan asker sayısının kuşatma esnasında 53-55 bin arasında olduğunu belirlemişti. Yazar,
Bulgar raporlarında bu sayının 75 bine kadar çıkarıldığını aktarmaktadır (a.g.e, s. 39).
Londra’ya ulaşan bazı istihbarat raporlarına göre ise Türk ordusu seferberlik ilan ettiğinde
Edirne ve çevresinde 50 bin asker mevcuttu. Bunların 20 bini Kırcaali’deydi ( bkz. British
Documents on Foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 388-389). R. Hall, garnizonda 52.597 asker,
340 da top olduğunu yazmaktadır: a.g.e, s. 39.
84
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 438-439.
46
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
Türk kuvvetleri 500 kayıp vermelerine rağmen saldırıyı püskürtmüşlerdi. Bu
başarısız taarruz neticesinde Bulgarlar şehrin batı tarafındaki pozisyonlarını
kaybederek Kadınköy ve Koyunlu mıntıkasına kadar çekilmek zorunda
kalmışlardı85. Bu günlerde şehirde konuşulan husus Vali Halil Bey’in
Babıâli’den vilayet merkezinin Tekirdağ’a taşınması teklifinin kabul
edilmemesiydi86.
Samson bu çarpışma esnasında Bulgarların tarassut için sabit balon
kullandıkları bilgisini vermektedir 87. Ertesi gün Türk Ordusu’ndan kaçan iki
Bulgar firarî Mustafapaşa yolu üzerinde yakalanmış ve askerî mahkemenin
kararından sonra şehrin merkezinde idam edilmişti88. 31 Ekim’de Bulgar
uçakları, Edirne’nin teslimi aksi durumda şehrin yıkılacağının yazılı olduğu
bildirileri atmışlardı89. Konsolos Samson’un raporunun ekinde tam metnini
verdiği bu bildiride, Bulgarlar’ın Balkan Yarımadası’nın güvenliğine yönelik
talepleri ile bildirinin hazırlanması sırasındaki askerî durumları ifade
edilmekteydi. Ertesi gün Şükrü Paşa mukabil bir bildiri hazırladı. Binbaşı
Samson’un yine raporunun ekinde takdim ettiği bu bildiride ise savaşın
gidişatına dair Türk bakış açısı ile askerîn durumu izah edilmekteydi90.
Konsolos, Türk bildirisinin bir paragrafında Bulgarların, masum kadınlar ile
85
Remzi Bey (Yiğitgüden), Lüleburgaz muharebelerinin başladığı sıralarda gerçekleşen 29
Ekim huruç harekatında Bulgarların 1 subay, 5 erbaş ve 53 er ile 6 subay ölü, 38 erbaş ve
498 er yaralı yanında 7 kaybıyla toplam sayının 608 olduğunu yazar. Edirne Türk birliği ise
2 subay ile 101 er şehit, 10 subay ile 480 er yaralı vermişti (bkz. a.g.e, s. 106-111). Hafız
Rakım Bey hatıratında, Türk askerînin bu başarılı savunmasının İngiliz Konsolosu
tarafından çok beğenildiğini yazmaktadır. Konsolos, ifadelerinde savaşın çete
mücadelesinden çıkıp tam olarak savaşa benzemeye başladığını ifade etmişti: R. Kazancıgil,
a.g.e, s. 32.
86
Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 160.
87
Edirne kuşatması sırasında Bulgarların balon kullanımı ve şehirde mevcut olup
yararlanılamayan Osmanlı balonu için bkz. A. Zamacı, a.g.m, s. 202-213.
88
Edirne Divan-ı Harbi’nde casusluk suçunu itiraf eden Osmanlı Ordusu’nda bulunan
Bulgarlar askerlerden Hristo ile Estoyan kurşuna dizilmişti. Bunların cesetleri Abacılarbaşı
ve Batpazarı caddelerinde teşhir edilmiştir (bkz. Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne
Tarihi, s. 162; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 48-49). İngiliz Konsolosu Samson
raporunda bu infaz tarihini 30 Ekim 1912 olarak vermektedir (TNA, FO, nr. 195/2438, s.
439). Edirne Allience İsrailite Musevi Okulu Müdiresi olan A. Gueron, kuşatma günlerini
konu alan günlüğünde, şehirdeki Bulgarların casusluk yaptıklarını ve gelişmeleri Bulgar
ordusuna haber verdiklerini yazmaktadır (bkz. a.g.m, s. 3-4). Fransız gazeteci P. D. Desiere,
kuşatma öncesinde Bulgarların ajanları vasıtasıyla kale hakkında çok önemli bilgiler
edindiklerini belirtmektedir (bkz. a.g.e, s. 15-16). Edirne kuşatmasına katılan Bulgar
General N. İvanov, bu bilgiyi doğrulamaktadır: N. İvanov, a.g.e, s. 288.
89
R. N. Kestelli, a.g.e, s. 22, 25.
90
Samson’un raporunun ekinde yer verdiği Edirne’ye uçaktan atılan Bulgar bildirisi ile buna
mukabil Şükrü Paşa duyurusunun İngilizce metinleri: TNA, FO, nr. 195/2438, s. 465-466.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
47
ALİ FUAT ÖRENÇ
yaşlıları öldürmek ve köyleri yıkmakla suçlandığını, bu konu hakkında
kanaatini raporunda ayrıca belirttiğini vurgulamıştı.
Ekim ayının sonlarına doğru makineli tüfeklerle donatılmış Bulgar
süvarilerinden küçük bir bölümünün Edirne’nin güneyine sevk edildiği
öğrenilmişti. Samson, bu birliklerin Meriç vadisi ve mücavir alanlarda
yaşayan Bulgar ve Yunan nüfusu tarafından destek gördüğünü belirtiyordu 91.
Bölgedeki bu düzensiz milis kuvvetleri teşkilatlandırılmış ve Dimetoka ele
geçirilmişti. Dimetoka’nın alınması sonucu İstanbul ile telgraf iletişiminin
kesildiği 31 Ekim günü, demiryolu hattı boyunca Edirne’yi kuşatacak olan
Bulgar kuvvetleri kuzeye doğru harekete geçirilmişti92.
Edirne Kalesi etrafında çarpışmalar sürerken Avrupa diplomasisi Balkan
krizinde olumlu bir sonuca yaklaşmıştır. 28 Ekim’de Rusya ile yapılan
görüşmelerde Osmanlı’nın uygulayacağı yeni reform paketinde uzlaşma
sağlandı. Buna göre Edirne, Selanik, Manastır, Kosova ve Yanya özerk yapı
içinde ve Hıristiyan bir vali tarafından yönetilecekti. Ancak İngilizler, bu
yeni durumdan da ümitli değillerdi. Zira Bulgarlar zaferden emin iken bu
türden formüllerin işleyeceğine ihtimal vermiyorlardı93. İngiliz Dışişleri’nin
ön görüsü kısa sürede gerçekleşti. Bulgarlar 28 Ekim- 2 Kasım tarihleri
arasında Pınarhisar-Lüleburgaz muharebelerinde de başarılı olmuşlardı. Bu
gelişmeler üzerine Osmanlı Ordusu Çatalca’ya kadar çekilmek durumunda
kalmıştı94. Bu durumda yeni tartışma konusu reformlar değil İstanbul’un
mukadderatıydı.
Çatalca’ya çekilen Türk Ordusu’nun son durumu hakkında Büyükelçi G.
Lowther 31 Ekim tarihini taşıyan yeni bir rapor tanzim etmiştir. Elçi,
Bulgarların ilk Edirne saldırısının püskürtüldüğünü, ayrıca Bulgar
askerlerinin Meriç vadisine ne kadar sokulduklarının ise kesin olarak
bilinmediğini belirtiyordu. Ancak, Türkler inkâr etse de her durumda
Bulgarlar’ın Lüleburgaz’ı ele geçirdiği, böylece Selanik yolunu kontrol
altına aldıkları öğrenilmişti. Bulgar birlikleri Gümülcine’de de görülmüştü.
Bu durum zaten Bulgarların amacının Selanik yolunu kapatmak olduğunu
gösteriyordu. Lowther, Türk Batı Ordusu’na yapılan deneyimsiz Redif askerî
91
Savaş boyunca bölgedeki Bulgar ve Rum çeteleri Havsa, Tekirdağ, İnöz, Şarköy, Mürefte,
Malkara ve Keşan’da Türklere yönelik saldırılarda bulunmuşlardı. Edirne Bulgarların
işgaline düşünce Rumlar da şehirdeki şiddet ve yağma hareketlerine katıldılar: İlker Alp,
Belge ve Fotoğraflarla Bulgar Mezalimi (1876-1989), Ankara 1990, s. 167-171;
Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 162; M. B. Uzdil, a.g.e, s. 5-6; Ahmet
Efiloğlu, Osmanlı Rumları, Göç ve Tehcir 1912-1918, İstanbul 2011, s. 54-64.
92
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 439-440.
93
TNA, FO, nr. 244/781, s. 200-201.
94
M. Muhtar, a.g.e, s. 129-163; Y. H. Bayur, a.g.e, c. II/2, s. 37-144; R. C. Hall, a.g.e s. 3237.
48
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
takviyesinin başarı getirmeyeceğini ve malzeme sıkıntısı bulunduğunu tespit
etmişti. Büyükelçi, Batı Ordusu’ndaki hatalara karşılık Edirne’de doğru bir
strateji uygulandığını, burada aşırı sağlam bir ordugâhın bulunduğunu, şehir
ile ulaşımın daha rahat sağlanabildiğini, nitekim Bulgarların bütün
engellemelerine rağmen çevredeki birliklerle irtibat imkânının sürdüğünü
ifade etmekteydi. Batı Ordusu’nun başarılı olabilmesi için Nizamiye
birliklerinin iyi yer seçimi ve bunların Rediflerle desteklenmesi suretiyle
savunma pozisyonunda kalınması gerektiğini belirten Lowther, şu anda
uygulanan aceleci stratejilerin bir çare olmayacağını değerlendirmekteydi95.
Başkonsolosun tespitleri büyük oranda doğruydu. Bulgarlar 25-31 Ekim
tarihlerinde yürüttükleri harekât sonucu Edirne ile İstanbul’un lojistik
irtibatını kesmişlerdi96. 31 Ekim 1912 Sofya’dan Londra’ya ulaşan yazılarda
İstanbul’un Selanik ve Edirne ile irtibatının kesilmesi, İmparatorluğun
Avrupa ile bağının tamamen koptuğu şeklinde yorumlanıyordu97. Dışişleri
Bakanı Edward Grey’e Sofya’dan gelen bir istihbaratta, Kırkkilise ile Çorlu,
Saray ve Istranca hattında çok şiddetli çarpışmalardan bahsediliyordu. Bu
arada Bulgarların Edirne kuşatmasını şiddetlendirmek için sabırsızlıkla
takviye 50 bin Sırp askerîni bekledikleri haber alınmıştı (6 Kasım 1912)98.
Bulgar Ordusu 1 Kasım’dan başlayarak ilk ateşkesin gerçekleştiği 4
Aralık tarihine kadar kalenin ana tahkimatını yarma ve savunmadaki Türk
askerîni yorma maksatlı bir dizi saldırılarda bulunmuştu 99. Konsolos
Samson, bu şiddetli saldırılarda Türk birliklerinin ağırlıklı olarak HadımköyEkmekçiköy, Kartaltepe ve Maraştepe mıntıkalarında mevzi aldıklarını rapor
etmekteydi. Bu üç mıntıka kalenin batı ve güneybatısına tekabül eden
noktalarıydı. Maraştepe bu üç mıntıkanın en önemli yerindeydi100. Edirne
halkının Papaztepe olarak bildiği bu mevki aynı zamanda Arda ile Meriç
nehirlerinin kesişim noktasıydı. Ancak bu bölgedeki tahkimat tam olarak
tamamlanamamıştı. Bunun sebebi arazinin yetersizliğiydi. İbrahim Edhem
Paşa komutasındaki bu mevzide Topçu sınıfı için uygun şartlar
oluşturulamıyordu; dolayısıyla tamamen tahkimattan mahrumdu. Samson,
savunmadaki Türk askerlerine karşılık, kuşatma birliklerinin çok daha geniş
bir alanda rahat faaliyet gösterebildiklerini tespit etmişti. Ayrıca
savunmadaki aksaklıklara değinerek, savaş patlak verdiğinde Edirne’nin kale
95
TNA, FO, nr. 195/2437, (31 Ekim 1912 tarih ve 87 nolu Rapor/Pera), s. 180-182.
TNA, FO, nr. 195/2438, s. 437-438.
97
TNA, FO, nr. 195/2437, s. 192.
98
TNA, FO, nr. 195/2437, s. 298
99
Muharebelerin tafsilatı için ayrıca bkz. R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 45-95.
100
Maraştepe’nin savaş esnasındaki durumu için bkz. R.Kazancıgil, a.g.e, s. 27-28.
96
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
49
ALİ FUAT ÖRENÇ
tahkimatının Almanların sorumluluğuna
eleştirildiğini de ifade etmekteydi.
verilmesinin
şehirde
çok
Binbaşı Samson, bu bölgede Bulgarların ilk amacının şehrin batıdaki
tepecikleri aceleyle ele geçirip tahkim etmek olduğunun anlaşıldığını da
tespit etmişti. Bu iş için bir tümen ayrılmıştı. Batarya işçilerinin sayısı
günden güne artırılmış ve silahların pozisyonları mümkün olduğunca
çeşitlendirilmişti. Ayrıca bunların yerleri sürekli olarak değiştiriliyordu.
Türk savunma hatlarından Kartaltepe de çok önemli bir mevkiiydi ve
muhtelif yönlerden saldırıya açık durumdaydı. Ancak burası hiçbir zaman
ciddi bir tahkimat görmemişti. Buna karşılık Hadımköy ve Ekmekçiköy’de
önemli çalışmalar yapılmıştı101.
Samson, Bulgar birliklerinin 1 Kasım’a kadar doğu mıntıkasında
Musabeyli ve İskenderköy’e kadar ulaştıklarını öğrenmişti. Bu harekât
öncesinde düzensiz milis birlikleri güneyde Urlu mevkine gönderilmişti. Bu
birlikler hemen Maraş’a yönelmişler ve Hadımköy-Koyunlu hattını ele
geçirmişlerdi. Aslında buradaki Türk savunma birlikleri 20 Ekim 1912’de
geri çekilmiş durumdaydı. Bu harekât ile Bulgarlar batıda Kemal Köyü
istikametini açmış oluyorlardı. Hemen Arda’yı geçmek için Kumarlı olarak
bilinen mevkiinde bir duba köprü inşa etmişlerdi102. Bu esnada Kasım’ın 2.
ve 5. günlerinde Edirne’nin doğu kesimine iki saldırı olmuştu. Üçüncü
saldırı daha geç tarihte güney cephesine yönelik gerçekleşmişti. İlk iki
saldırıda Bulgarlar kendilerini Musabeyli ve İskenderköy tarafında
konuşlandırmıştı. Üçüncü saldırı ise aniden ve çok şiddetli olarak Kartaltepe
mevkinden gelmişti. Samson bu üç saldırının da başarısız olduğunu
kaydetmekteydi103. Ayın 7. günü Bulgarlar tekrar harekete geçerek batı ve
güneybatı kollarından Ekmekçiköy ve Kartaltepe savunma hattına doğru
genel bir taarruz başlatmışlardı. Konsolos Samson bu harekâtın doğrudan
Maraştepe’yi hedef aldığını ve buranın ele geçirildiğini aktarmaktadır. Ertesi
günlerdeki şiddetli çarpışmalarda Türk birlikleri bazı yerleri geri almayı
başarmıştı. Konsolos’un rapor ettiğine göre bu avantajlı durum kalıcı
olamamış ve Bulgar birlikleri gece saldırılarıyla buraları geri almıştı (9
Kasım). Kasım ayının ikinci haftası boyunca Bulgarların saldırıları tamamen
Edirne’nin güney ve güneybatısında yoğunlaşmıştı. Bu süreçte kuşatma ve
savunma birlikleri karşılıklı taarruzlarda bulunuyordu. 9 Kasım’da 2 Türk
kolu Hadımköy ve Maraş’dan çıkarak Bulgarların üzerine anî bir huruç
harekâtı yapmış, akşamüstü geri çekilmişti. Ayın 10 ve 11’inde başlatılan
101
Ayrıca bkz. R.Yiğitgüden, a.g.e, s. 9-16, 22-28, 183-187.
Bulgarların Arda üzerinde yaptıkları duba köprü için bkz. G. Dinç, a.g.e, s. 80, 139.
103
Bu muharebeler ve şehirdeki etkileri için ayrıca bkz. R. Kazancıgil, a.g.e, s. 33-36; R.
Yiğitgüden, a.g.e, s. 113-122; N. Hayta-S. T. Birbudak, a.g.e, s. 48-49.
102
50
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
Türk saldırıları ise Ekmekciköy’deki Bulgar birlikleri tarafından 1,5 saatlik
şiddetli muharebeler neticesi geri püskürtülmüştü 104. Binbaşı Samson bu son
muharebeleri meslektaşı Fransız Konsolosu ile birlikte Karaağaçta’ki Alman
Okulu’nun üstünden bir heyet dürbünü ile takip etmiş ve Türk askerînin
cesaretinden bahsetmişti105.
Bu kritik günlerde Şükrü Paşa ile görüşme imkânı bulan Samson,
öğrendiğine göre son saldırılarda Bulgarlar bilhassa Maraş yakınlarında çok
kayıp vermişlerdi. Bu esnada iyi bir gelişme yaşanmış ve Edirne ile İstanbul
arasında 5 Kasım’dan itibaren kesik olan telgraf iletişimi, Keşan yoluyla
tamir edilerek kullanıma açılmıştı. Ancak 9 Kasım’da tekrar kesilmiş, 11
Kasım’da 20 saatlik bir iletişim sağlanmasına rağmen irtibat yeniden
kopmuştu. 12 Kasım itibariyle ise İstanbul ile irtibat kesin olarak yitirilmişti.
Samson, kaledeki askerî yetkililerin kuşatma boyunca İstanbul ile olan
iletişimi Avusturyalılara ait olduğu ifade edilen ve kablosuz telgraf aparatı
olan telsiz kullanarak temin ettiklerini kaydetmekteydi106.
[Resim-10: Edirne Kalesi Hıdırlık mevzileri ve orta kısımda bulunan telsiz anteni (G. Dinç, s. 196)].
104
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 447-448. Kale etrafında
gerçekleşen 2-8 Kasım çarpışmaları ile Türk askerînin başarısıyla sonuçlanan 9 Kasım
taarruz harekatının ayrıntısı için bkz: R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 113-133; Dağdevirenzâde M.
Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 165-166.
105
N. Çağan, a.g.m, s. 204.
106
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 447-448. Necdet Raif
(Kestelli) Bey hatıratında, Edirne Kalesi Hıdırlık Tabyası’nda kurulu telsizin kullanımını
Osmanlı kalelerinde bir ilk olarak yazmaktadır (bkz. a.g.e, s. 23). Bu telsiz 150 kilometre
yarıçaplı bir alanda etkiliydi. Ayrıca 225 kilometre mesafe ile de irtibat mümkün olduğu
için cephelerdeki irtibat yanısıra aileler ile görüşme mümkün olduğundan askerîn
maneviyatının yükselmesi sağlanıyordu (R.Yiğitgüden, a.g.e, s. 24, 44). Telsizin motoru
yetersiz kalınca şehirden kuvvetli bir motor tedarik edilerek haberleşme sağlanmıştı (C.-K.
Bedirhan, a.g.e, s. 31). Savaş müddetince Edirne Kalesi’ndeki telsiz, telefon ve telgraf
haberleşmesi sistemi için ayrıca bkz. P. D. Desiere, a.g.e, s. 58-59, 224; N. İvanov, a.g.e, s.
24-25; S. T. Wasti, a.g.m, s. 69; V. İvanov, a.g.m, s. 20-21; S. Aşkın, a.g.t, s. 11, 34.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
51
ALİ FUAT ÖRENÇ
Samson, Arda’nın güneyindeki Bulgar kuvvetlerinin Doğanca Arazi’ye
vardıklarında Şükrü Paşa’nın bir Rum köyü olan Çörekköy’ün tahliyesini
emrettiğini öğrenmişti. Konsolos, Türk askerlerinin köylülere karşı zalimce
davrandıkları yönünde iddialar bulunduğunu, ancak dikkatli bir araştırmadan
sonra bu iddiaları kanıtlayacak hiçbir emare bulunmadığını belirtmekteydi.
Zira Çörekköy halen savunma birliklerinin elindeydi. Samson, 12 Kasım’da
iki Türk birliği, Bulgar askerlerinin tehdidi altında olan Doğanca Arazi ve
Kartaltepe’ye karşı harekete geçtiğini kaydediyordu. Türk birlikleri bu uzun
süreli operasyonda başarılı olmuşlar ve Kartaltepe’yi ele geçirmişlerdi.
Buradaki Bulgar birlikleri ise batı yönüne çekilmişti. Türk birlikleri bu
başarılı harekâtı yaparken Koyunlu yakınlarındaki Bulgar bataryaları
Maraştepe’yi bombalamakla meşguldü107. Bilhassa 13 ve 14 Kasım erken
saatlerden itibaren Ekmekçiköy ve ardından Maraştepe’ye yönelik şiddetli
top atışları olmuştu. Samson, Kasım’ın ikinci haftasının böyle geçtiğini ve iç
kısımdaki Bulgar tahkimatının gözle görülen bir biçimde güneybatı yönünde
ilerlemekte olduklarını rapor etmekteydi. Fakat bu harekât hâlihazırda batı
yönündeki Türk savunma birliklerine etki edecek durumda değildi108.
Binbaşı Samson’un mufassal raporunda da belirtildiği gibi Edirne’ye
yönelik saldırılarında başarı sağlayamayan Bulgarlar, Kasım ayının başından
itibaren kuşatmadaki askerîn sayısını arttırma kararı almışlardı. Buna göre
kuşatma için hazırlanan bir buçuk tümen iki tümene çıkarılacaktı. Samson,
Edirne karargâhında yaptığı temaslarda da Türk komutanların kale
kuşatılmasında yer alan Bulgar askerînin sayısının yetersiz buldukları
kanaatini öğrenmişti. Esas takviye müttefik Sırp askerlerinin gelişiyle oldu.
14 Kasım’da şehre ulaşan Sırp birlikleri kuşatmaya katılmışlardı. Samson,
bu son duruma göre kuşatma birliklerinin yeniden organize edildiği bilgisini
vermekteydi109. Bulgar Başkomutanlığının direktifi ie yapılan düzenlemede
kalenin kuzeybatısı ile batı bölgelerindeki birliklerinin başına sırp General
Stepanovic getirilmişti. Aynı zamanda bu bölgeye Tuna ve Timok tümenleri
yerleştirilmişti. Timok tümeninin Komutanı olan Albay Kondic ile Tuna
Tümeni Komutanı General Pasic, General Stepanovic’in komutasına
verilmiş, böylece Sırp birliklerinin bir arada kalmaları sağlanmıştı. Son
tertibatla Edirne Kalesi’nin batı cephesi ve Maraş bölgesi Sırpların, doğu ve
güney cephesi Bulgarların saldırısı altına girmiş oldu 110.
107
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 447-448. 14 Kasım’a kadar
olan muharebelerin tafsilatı için ayrıca bkz. R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 133-136.
108
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 447-448.
109
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 444-445.
110
R. C. Hall, a.g.e, s. 40-41; N. Hayta-S. T. Birbudak, a.g.e, s. 51-53.
52
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
5- Sırp Ordusu’nun Edirne Kuşatmasına Katılışı Sonrası Şehrin
Bombardımanı
Sırp askerînin Edirne kuşatmasına katılımı ardından müttefikler saldırı
stratejilerini yeniden belirlediler. Binbaşı Samson’un bildirdiğine göre
takviye Sırp tümeni111, Arda istikametine doğru Yürüş ve Koyunlu’da, iki
Bulgar tümeni ise kuşatma hattının geri kalanında konuşlandırılacaktı.
Bulgar Generali İvanof komutasındaki bu birlikler tahminen 60 bin askerden
oluşmaktaydı. Bunların ana karargâhı Mustafapaşa mıntıkasıydı. Kuşatma
birliklerinin elindeki bataryalardan 10 adedi çok güçlüydü. Bu bataryaların 8
adeti 12 cm çapında, kalanı 15 cm çapındaydı. 12 cm çapındaki bataryaların
ikisi Sırplara aitti. Samson, kuşatma birlikleri hakkındaki istihbaratından
emin olmadığını, ancak Şükrü Paşa askerleri hakkında daha doğru tahminler
yapabileceğini rapor etmekteydi112.
[Resim-11: Kuşatmada 12’lik bir top bataryası (G. Dinç, s. 227)].
General Stepan Stepanovic komutasındaki Sırp birlikleri 15 Kasım
1912’den itibaren aktif olarak operasyonlarda yer aldı. Konsolos Samson’un
çarpışmalara şahit olanlardan edindiği bilgilere göre, 14 Kasım’da başlatılan
operasyonlar Sırpların gelişiyle daha da şiddetlenmişti. Arda ve Meriç
vadilerinin sisle kaplı olduğu 15 Kasım’da Kartaltepe’nin batısındaki
sırtlarda konuşlu Bulgar birlikleri, bu tepeyi ele geçirmek için başarısız bir
saldırı gerçekleştirmişti. Bu taarruzun ertesi günü başlayan Kartaltepe’nin
bombardımanı ise gece boyu devam etmişti. 15 Kasım öğle sonrasından
itibaren Türk karşı hamleleri gelmeye başladı. Nitekim 6. Redif Taburu’na
mensup bir birlik ile 3 Sahra Topçu Taburu, İstanbul yolunun kuzey tarafına
doğru hareket ettirilmişti. Hedef, Musabeyli tarafında stratejik mevkide
111
R. Rankin, Edirne’ye gelen Sırp askerînin sayısını 55 bin olarak kaydeder (bkz. a.g.e, s.
446). Fransız gazeteci P. D. Desiere bizzat Sırp komutanlardan edindiği bilgiler göre
muhasarada 46.600 asker ve 738 subay piyade, 40 subay ile 970 erden oluşan topçu
askerinin mevcudunu tespit etmişti (bkz. a.g.e, s. 347-348). R. Hall bu sayıyı 47.275 olarak
verir: a.g.e, s. 41.
112
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 444-445.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
53
ALİ FUAT ÖRENÇ
bulunan ve Maltepe ile Mezartepe’deki Türk birliklerini tehdit eden
Bulgarları durdurmaktı. Bu harekât iki gün boyunca İstanbul yolundaki
daimî bataryalar ile Topyolcu hisarından temin edilen 10.5 cm çapında ağır
sahra bataryaları tarafından desteklenmişti. Türk birlikleri bu harekâtta
başarılı olmuş ve Bulgarlar durdurulmuştu. Binbaşı Samson, 14 Kasım’a
kadar Edirne’nin güneyinde konuşlu Bulgar kuvvetlerinin önemli kısmının
düzensiz birliklerden oluştuğunu öğrenmişti. Bunların çok azı düzenli süvari
birliğiydi. Bu nedenle Türk saldırısına karşı çok az direnç göstermişlerdi.
Ancak tam o günlerde Sırpların gelişiyle durum değişmişti. Sırplar, Arda ile
Meriç arasındaki bütün operasyonlardan sorumlu duruma gelince,
kaybedilen yerlerin geri alınması için güçlü saldırılar başlatılmıştı. Sırplar 16
ve 17 Kasım sabah erken saatlerde doğrudan Maraştepe’ye taarruz
gerçekleştirmişlerdi. Binbaşı Samson, harekâtın ilk üç gününde Sırplar’ın
Kazan, Yeşil ve Yassıtepe yakınlarında bulunan Türk ileri karakollarına
kadar ulaştıklarını öğrenmişti. Böylece Sırpların son saldırılarıyla
Bulgarların kaybettikleri pozisyonlar geri alınmış oluyordu113.
Cephedeki belirsizlik sürerken, 19 Kasım’da Bulgar-Sırp güçleri Koyunlu
yakınındaki 5 büyük batarya ile Maraştepe istikametine ateşi yoğunlaşmıştı.
Bu arada Türk askerînin Kartaltepe harekâtı esnasında Bulgarları
püskürttükleri Doğanca Köyü, öğleden sonra saat 6’da müttefiklerin eline
geçmişti. Bu çarpışma sonucunda Türk askerî Ahırköy’den de çekilmek
zorunda kalmıştı. Güney cephesindeki saldırılar ise 20 ve 21 Kasım’da
Kartaltepe ve Doğanca’ya yönelik devam etmekteydi. Bu saldırılardaki amaç
kaybedilen yerlerin geri alınmasıydı. Ancak Bulgar-Sırp askerleri yine
başarılı olamadı114.
Bulgarlar, 22 Kasım’a gelindiğinde gayretlerini tamamıyla ellerindeki
Kartaltepe’yi muhafazaya yoğunlaştırmıştı. Zira burası Türklerin Arda
(Kakabil) hisarı ve birkaç gün önce bölgeye nakledilen özel 10.5 cm
ebatındaki sahra bataryaları tarafından çok şiddetli ateş altında tutuluyordu.
Ahırköy yakınlarındaki Türk-Bulgar çarpışmaları ise bütün şiddetiyle devam
etmekteydi. 23 Kasım’da gelindiğinde güney cephesine devamlı olarak
piyade saldırıları gerçekleşmişti. Ertesi gün harekât genişletilerek DoğancaÇörekköy ve Pamukköy-Ahırköy arasındaki Türk hatlarına yönelik genel bir
saldırıya dönüştürülmüştü. Bulgarlar bu son taarruzda başarılı oldular ve bu
bölgeleri geri aldılar. Buna rağmen kara harekâtından istedikleri sonucu
alamayan müttefikler, kendilerine avantaj sağlayan şehrin şiddetli
bombardımanı taktiğini uygulamaya koydular. Nitekim Kasım ayının 3
113
15 Kasım’dan itibaren saldırıların şehirdeki korkunç etkisi için ayrıca bkz.
Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 168-170.
114
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 448-451.
54
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
haftası bittiğinde doğu yönündeki Bulgar bataryalarından şehre yönelik
bombardıman şiddetli ve öldürücü bir hal almaya başlamıştı115.
[Resim-12: Seri atışlı bir Bulgar sahra topu (G. Dinç, s. 186)].
Konsolos Samson, 25 ve 26 Kasım’daki askerî harekât hakkında bilgi
edinememişti116. Fakat güneydeki Türk savunma hatlarında güvenliğe dair
bazı olumsuzlukları haber almıştı. Bu nedenle Karaağaç köyündeki
siperlerde inşaata başlanmıştı. 27 Kasım’da Sırplar şehrin güney savunma
bataryalarını hedef alabilmek için Kartaltepe’nin batısında bulunan
Çeşmebayır ve Pamukdere tepelerine 12 cm çapında bataryaları çıkarmayı
başarmışlardı. Ayrıca Kartaltepe’ye bir telefon hattı ile bir de projektör
koyarak ara vermeden gece boyunca ateş etme imkanı sağlamışlardı.
Maraş’taki görgü tanıklarının ifadesine nazaran, üst tarafta ve batı kısmında
mevcut tepe bataryaları geri çekilmiş, bu silahlar aşağıdaki rampalara yani
batıdan Çörekköy’e hâkim kısımlara yerleştirilmişti. Bu arada Bulgarların 28
Kasım gecesi Çörekköy yakınındaki Türk mevzilerine yönelik iki saldırı
düzenledikleri öğrenilmişti. Fakat köye nüfuz edemeden Çeşmebayır
bataryalarıyla Arda (Maraş) hisarına yönelmişlerdi. Her iki yöndeki toplar
güney kısmını saat 6.30’dan öğleden sonra 8.30’a kadar bombardımana
devam etmişti. Bu şiddetli bombardımanlar sonucu Karaağaç’ın düştüğü
haberi alınmıştı.
115
Kuşatma esnasında Edirne’de bulunanların kaleminden bombardıman ve şehirdeki etkileri
için bkz. C.-K. Bedirhan, a.g.e, s. 36-57; P. D. Desiere, a.g.e, s. 88-96; H. Cemal, a.g.e, s.
122-123; R. Kazancıgil, a.g.e, s. 26-59; “Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel
Gueron’un 1912-13 Edirne Bulgar Kuşatması Anıları”, Yöre, s. 3-18; R. N. Kestelli, a.g.e,
s. 61-63; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 169-178; R. Yiğitgüden, a.g.e,
s. 146-158, 174; Ayşe Terzioğlu, “I. Balkan Savaşı ve Edirne’nin Bulgarlar Tarafından
İşgali”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, sayı 157 (Temmuz-Ağustos 2005), s. 161-180.
116
Hafız Rakım Bey, 25 Kasım’da tatil edilen okulların açıldığını yazmaktadır: R. Kazancıgil,
a.g.e, s. 50.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
55
ALİ FUAT ÖRENÇ
Karşılıklı şiddetli top ateşi muharebeleri 29 Kasım öğleden sonra tekrar
başlamıştır. Yoğun Bulgar bombardımanı karşısında zorunlu olarak
Karaağaç tren istasyonunun güneyindeki kışla boşaltılmıştı. Samson, Kasım
ayı sonlarında Türk öncü birliklerinin doğu, batı ve güney cephelerinde
durumlarını koruduklarını kaydetmekteydi. Kasım ayının son günü sabah
erkenden Kartaltepe’nin batısındaki istihkâmlardan güney savunma
tabyalarına yönelik top atışı başlamıştı. Bu saldırı 1 Aralık’a kadar fasılalarla
devam etmişti117.
Kuşatmada Aralık ayına girilirken Edirne’de gündem Balkan ülkeleri ile
yapılan ateşkes görüşmeleriydi. Aslında Osmanlı Hükümeti bu hususta
Kasım ayının ortalarından itibaren çeşitli girişimlerde bulunmuştu. Kamil
Paşa Hükümeti 12 Kasım’da Rusya Büyükelçisi vasıtasıyla Bulgar Çarı
Ferdinand ile temas kurmuş ve ateşkes müzakeresi talebinde bulunmuştu.
Buna göre Türk ve Bulgar Generaller bir araya gelip şartları konuşacaklar ve
önbarış yapacaklardı. Bulgarlar bu talebi reddettikleri gibi Çatalca’ya
yönelik şiddetli bir saldırı başlatmışlardı. Fakat 18-20 Kasım 1912
saldırılarından istedikleri sonucu elde edemediler. Bulgar Ordusu’nda salgın
hastalık da başlayınca bu sefer kendileri ateşkes şartlarını Osmanlı
Hükümeti’ne bildirdiler. Tarafların müzakereleri olumlu sonuçlandı ve 3
Aralık 1912’de genel ateşkes imzalandı. Ateşkes görüşmeleri başladığında
Edirne’ye telgrafla emir gönderilerek durum bildirilmişti118.
[Resim-13: Bulgarlar tarafından vurulan bir Türk topu (G. Dinç, s. 227)].
Konsolos Samson, bu hususta Kale Komutanı Şükrü Paşa’ya 1 Aralık
gecesi ve 2 Aralık’ta İstanbul’dan telgrafla yeni talimatlar verildiğini
kaydetmektedir. Bu telgraflarda müttefik Bulgar-Sırp delegelerinin
Edirne’de kabul edilmesi ve yerel idarecilerle birlikte ateşkese dair müzakere
yapılması isteniyordu. Samson’un bildirdiğine göre 2 Aralık’ta öğleden
117
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 450-451.
TNA, FO, nr. 195/2438, s. 260-433; R. C. Hall, a.g.e, s. 69-70; N. Hayta-T. S. Birbudak,
a.g.e, s. 53, 59-61.
118
56
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
sonra saat 2’de iki Bulgar delege bir albay ve ihtiyaten bir Sırp görevli, Türk
temsilcilerle119 Mustafapaşa köprüsü yolunda, Hadımköy’ün güneyinde bir
araya gelmişlerdi. Bu buluşmada müttefikler Türk delegasyonuna Edirne’nin
teslimini talep eden bir mektup vermişlerdi. Türk delegeleri böyle bir
durumu tartışmaya yetkili olmadıklarını belirterek, ateşkesin detayları ve
mektuba cevabı için 2 gün süre istediler.
Edirne’de görüşmeler yapılırken 3 Aralık sabahı Pamukdere bölgesinde
küçük çaplı çarpışmalar başlamış ise de gece kesilmişti. Ancak saat 8’de
Epçeli, Koyunlu, Yürüş ve Kemal mevkiilerinde bulunan yarım daire
şeklindeki Sırp ve Bulgar bataryalarından Maraş kısmındaki Türk
hedeflerine çok şiddetli top atışı başlatılmıştı. Bu ateş saat gece 9.30’da
kesilmişti. Fakat şehrin doğu kısımları, 2-8 numaralı top bataryalarından saat
11.15’e kadar gelişigüzel olmak üzere yoğun biçimde bombalanmıştı.
Konsolos Samson, müttefiklerin bu son bombardımanlarını hatalı bulmuştur.
Zira Maltepe, Mezartepe ve Pamukdere’deki Türk hedeflerine yönelik bu
yoğun saldırılar, ateşkes görüşmelerinde saldırgan tarafın ortaya çıkmasını
sağlamış ve Türklere üstünlük kazandırmıştı. Konsolos, Edirne ana
karargâhındaki görevlilerden edindiği bilgilere göre Bulgarlar ateşkesin
yapıldığı 4 Aralık’ta bile Hadımköy’e saldırıda bulunmuşlardı120.
Edirne Valisi Halil Bey, 4 Aralık’ta şehirdeki konsolosluk heyetini kabul
ederek Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ ile ateşkesi hazırlayıcı mahiyette
barış müzakerelerine başlanacağını bildirmişti. Ertesi gün Bulgar-Sırp
komisyonu ile Türk yetkililer Mustafapaşa yolundaki Papazçeşme mevkinde
mütareke ve tarafsız bölgenin belirlenmesi maksadıyla tekrar bir araya
gelmişlerdi. Nihayet 5 Aralık itibariyle ateşkes imzalanmıştı.
Konsolos Samson barış görüşmelerinin yapıldığı 4 Aralık tarihi itibariyle
Türk ileri ordugâhının pozisyonunu rapor etmişti. Buna göre Türk bölgesi;
doğu cephesinde Meriç’in sol kıyısındaki Paşaçayırı’ndan Mezartepe,
Maltepe, Hasanağa, Gülbaba’dan Tunca’daki bataklığa; batı cephesinde
Havaraz ile Akpınar arasından Ekmekçiköy ve Kadınköy içinden Meriç’e;
güney cephesinde Maraş’ın 3 kilometre batısından başlamak üzere, Doğanca
ve Çörekköy’den Pamukdere ve Ahırköy ile Boşnakköy arasından Meriç’in
sağ cenah sahil kısmına uzanıyordu. Samson, verdiği bu bilgiler içinde
119
Edirne Müstahkem Mevki Kumandanlığı adına Bulgar heyeti ile ateşkes müzakereleri için
10. Tümen Kurmay Başkanı Binbaşı Kazım (Karabekir) ile karargâhtan Kurmay Yüzbaşı
Remzi (Yiğitgüden) görevlendirilmişti: N. İvanov, a.g.e, s. 167-170; R. Kazancıgil, a.g.e, s.
46-47; R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 158-172.
120
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 451-452.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
57
ALİ FUAT ÖRENÇ
özellikle kale dışındaki gelişmelere dair olanlarının gözlemlere dayandığını
ve bir takım eksikliklerin olabileceğini belirtiyordu 121.
Samson Kasım ve Aralık aylarında şiddetlenen Edirne bombardımanında
şehrin gördüğü zarara ayrıca yer ayırmıştı. 21 Kasım 1912 saat 15.15’te
başlayan bombardıman, 28-29 Kasım’da Karaağaç Mahallesi’ne düşen
mermilerle etkili olmaya başlamış ve 3 Aralık gecesine kadar devam etmişti.
Ataşkes görüşmeleri esnasında dahi fasılalarla saldırı sürmüştü. Bu top
mermileri dört mekanizmalı bir bataryadan atılıyordu. Bu bataryalar 12 ve
15 cm çapındaydı ve Bulgarların Şumnu Kalesi Topçu Alayı’na aitti. Saldırı
esnasında zaman zaman bu bataryaların yerleri değiştirildiğinden
mevkilerinin tespiti mümkün olamıyordu. Samson, bu müstakil konuşlu
bataryalardan 2 adedinin Musabeyli-Köşen Çiftliği hattında 328 metre
mesafede olduğunu, bunlardan daha ileride güneyde İskenderköy yakınında
da 2 adet batarya bulunduğu bilgisini paylaşıyordu. Bulgarların
bombardımanda yaygın olarak kullandıkları top mermileri 7 ile 10 senelikti.
Bu mermiler patlama esnasında etkinin artırılması için kaliteli siyah barutla
imal edilmişti.
Samson’un Türk memurlardan edindiği bilgilere göre Edirne ile Karaağaç
arasındaki bombardımanda atılan 1070 mermiden 133’ü şarapneldi. Ancak
bombardımanda meydana gelen hasar umulandan daha az olmuştu. Şehirdeki
evler o kadar dayanıksız malzemeden yapılmıştı ki, çoğu kere mermiler daha
patlamadan duvarları delip geçiyordu. Türk resmî raporuna göre bu
bombardımanlarda 16 ölü ve 53 yaralı olmuş, 333 bina da yıkılmıştı.
Konsolos bu bilgiden ölü ve yıkılan bina sayısının doğru olduğunu, ancak
yaralı sayısında beklenmedik bir fazlalık görüldüğüne dikkat çekmektedir.
Şehre yönelik ilk bombardımanlar belirli zaman aralıklarında sürmüştü.
Ancak sonraki saldırılarda günde ortalama 10 veya 11 defa taarruzlar
gerçekleşmeye başlamıştı. Özellikle 3 Aralık 1912’deki bombardımanda
50’yi bulan şiddetli ateş devreleri gece boyu devam etmişti. Samson, bu
şiddetli bombardımanların yıkıcı etkisinin az olmasına rağmen, Edirne
halkında umulmadık paniğe sebep olduğunu gözlemlemişti. Şehrin kuzey ve
doğu taraflarındaki halk kuşatma başlar başlamaz zaten yerlerini boşaltmıştı.
Fakat sonradan silah menziline giren bütün Türk mahalleri gelişigüzel
yapılan bombardımanın hedefi haline gelmişti. Panik olan halk aceleyle
evlerini terk etmiş, birçok devlet memuru şehir merkezine gelmişti. Şehir
merkezi de ateş altına düşünce, menzil dışında kalan Tunca’nın sağ
yakasındaki Yıldırım-Kummahalli’ne sığınmışlardı. Saldırılardan korunmak
için Vali Halil Bey ve Kale Komutanı Şükrü Paşa sürekli yer
121
58
TNA, FO, nr. 195/2438, s. 452-453.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
değiştirmekteydiler. Askerî ana karargâh ise geçici olarak şehir
merkezindeki Piyade Kışlası’na taşınmıştı. Bu güvenli bölgeye şehirdeki
Gayrimüslim unsurlarda başlarında dinî liderleri olduğu halde
sığınmışlardı122.
Edirne’deki yabancı uyruklular Avusturya dinî topluluğuna ait olan
Soeurs d’Agram okulunda toplanmıştı. Okulun temeli sağlam olduğu için
top mermilerinden belirli bir koruma sağlıyordu. Bombardıman
münasebetiyle ilk günlerde birçok yangın çıkmıştır. 27-28 Kasım’da
bombardımanın şiddeti artınca Konsolos Samson, Avusturyalı ve Fransız
konsoloslarının maiyetleriyle yerleştiği bu okula, Karaağaç’taki ve şehirdeki
bütün İngiliz uyrukluların taşınması emrini vermişti. 5-6 Aralık’ta evlerine
dönen bu yabancı uyruklular arasında herhangi bir zayiata rastlanmamıştı.
Bu esnada Soeurs d’Agram okuluna isabet eden bir top mermisi üst katlara
zarar vermekle beraber binanın temeline nüfuz edememişti. Türk
mahallesinde bulunan Rus Konsolosluğu bombardımanın merkezinde
bulunmaktaydı. Samson’un bir Rus arkadaşı 29 Kasım’da Yunan
Konsolosluğuna sığınmak zorunda kalmıştı. O günkü saldırıda bir bomba,
boşaltılmış olan Yeniden Diriliş Topluluğu (The Resurrections
Community)’na ait okula isabet etmişti. İngiliz konsolosluğu evrakı yangın
tehlikesine karşı muhafaza için şehirdeki iki jandarmanın temin ettiği
güvenli bir yere nakledilmiş ve yangından son anda kurtarılmıştı.
[Resim-14: Bulgarların eline geçen bir Türk topu (G. Dinç, s. 226)].
Kale Komutanı Şükrü Paşa 22 Kasım’da bombardıman dolayısıyla
galeyana gelen halkı yatıştırmak için bir bildiri daha yayınlamıştı. Samson,
tercümesini raporuna eklediği ve halkı uyarmak için kaleme alınan bu
bildiriyi çok kaderci bulmuştu123. Konsolos, bildirinin yayımlanmasından
başka ne sivil ne de askerî otoriteler tarafından bombardımanın etkisi
122
123
TNA, FO, nr. 195/2438, s. 453-554.
Şükrü Paşa’nın bildirisinin İngilizce metni: TNA, FO, nr. 195/2438, s. 469.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
59
ALİ FUAT ÖRENÇ
azaltmaya yönelik hiçbir adım atılmadığını belirtmekteydi. Bu nedenle
Edirne halkı güvenlik kaygısıyla sığındığı geçici barınaklarda çok kötü
şartlarda yaşamaktaydı124.
Samson raporuna Vali Halil Bey ile Şükrü Paşa’dan aldığı iki telgrafı da
eklemişti. Vali yazısında yabancılara değinmekteydi. Şükrü Paşa’nın
Konsolosluk heyetine gönderdiği sirküler ise savaş teamüllerine aykırı bir
şekilde icra edilen bombardımana yönelikti. Şükrü Paşa, bombardımandaki
esas amacın hastane ve camilerin olduğunu ifade ediyordu125. Samson,
Paşa’nın bu ifadelerinin aksine camilerin çok az zarar gördüğünü rapor
etmekteydi. Konsolosun gözlemlerine göre özellikle Selimiye Camii’ne
yalnızca bir top mermisi isabet etmiş, o da fazla zarar vermemişti126.
Bombardımandan en fazla etkilenen yerler Edirne’deki sağlık
kuruluşlarıydı. Saldırılarda hastahane binaları isabet alıyordu. Bombardıman
şiddetlenince yaralı sayısı artmış ve büyük binaların çoğu geçici hastahane
olarak kullanılmaya başlanmıştı. Ancak bu büyük binalar küçük olanlara
göre daha rahat hedeftiler. Samson, doğrudan bunların hedef alındığına dair
bilgi olmadığını belirtmektedir. Konsolosa göre sağlık kurumların isabetinde
tek istisna Karaağaç mıntıkasındaki Kızılhaç hastanesiydi. Rahipler
Okulu’nun (Non-Commisioned Officer) binası olan bu hastahaneye
Çeşmebayır mevkinden atılan bir top mermisi zarar vermişti.
Bu arada 29 Kasım ve 1 Aralık günlerindeki bombalama olayının
ardından Kızılay hastanesi Baştabibi Doktor Bahaeddin Şakir Bey İngiliz
Konsolosu Samson ile görüşerek, bu bombalama olaylarının kasten
hastaneleri hedef aldığını ifade etmişti. Ancak Konsolos, hastahanelerin
kasten hedef alındığı iddialarını doğrulayacak bilgilerin de mevcut
olmadığını raporuna ilave etmişti. Samson, bu bombalamalarda daha ziyade
hastane yakınındaki yeni piyade kışlası ile un ve bisküvi depolarının hedef
almış olabileceği tahminini yapmaktaydı. Zira 29 Kasım’da hastane yanına
124
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 453-555. Bombardıman
karşısında Edirne’de alınan tedbirler için ayrıca bkz. H. Cemal, a.g.e, s. 114-119, 122-123.
125
TNA, FO, nr. 195/2438, s. 470-471.
126
Şehrin bombalanması esnasında Selimiye Cami’nin isabet alması hususunda bazı
kaynaklarda değişik bilgilere rastlanır. Konsolos Samson gibi Fransız gazeteci P. D. Desiere
de Selimiye’nin hedef alınmadığını, hedef alınsa yerlebir edilebileceğini, camiye isabet
eden mermilerin kasıtlı olmadığını yazıyordu (bkz. a.g.e, s. 91-92). Balkan Savaşları sonrası
hazırlanan ve Justin McCarthy’in ifadesiyle tamamen Bulgar yanlısı tanzim edilen (Ölüm ve
Sürgün, (Çev. B. Umar), İstanbul 1998, s. 153-155), meşhur Carnegie raporunda da cami ve
kütüphünenin iyi durumu gözler önüne serilmeye çalışmıştır (bkz. Endowment for
International Peace, a.g.e, s. 115-116). Şehirdeki Osmanlı gazetecileri ise caminin
saldırılarda tahrip olan kısımlarını gösteren fotoğraflara yer vermişlerdi (bkz. Nazmi-Kenan,
a.g.e, s. 6-7). Bu hususta ayrıca bkz. N. Hayta- T. S. Birbudak, a.g.e, s. 55-65.
60
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
bir piyade taburu kurulmuştu. Konsolos, şehir bombardımanının insanî
ilkelere uygun bir şekilde, sorumlulukla icra edildiği kanaatini Londra’ya
bildirmekteydi. Kendisine göre bütün bu bombalama süresince şehirde tek
bir defa dahi yüksek hasar veren patlama vuku bulmamıştı127.
Kuşatma altındaki şehirde tartışmalardan biri Bulgarların yaralı ve
ölülerle ilgilenen Kızılhaç birliklerine ateş açması iddiasıydı. Samson
raporunda bu hususa da değinmiştir. Maraş yakınlarındaki çarpışmalarda
yaralı Türk askerlerinin taşınması esnasında Kızılhaç görevlilerine ateş
açıldığı iddia ediliyordu128. Bu iddiaya yönelik olarak 17 Kasım’da Şükrü
Paşa’nın isteği üzerine Vali Halil Bey tarafından hazırlanan bir protesto
metni konsolosluk yetkililerine iletilmişti. Kızılhaç görevlilerine saldırılar
kınanmaktaydı. Samson bu protesto metnini raporunun ekine koymuştur.
Konsolos, savaş alanlarında birkaç gün boyunca gömülmeden kalan
cesetlerin miktarını ve yaralılara yaklaşmakta yaşanan zorluk yüzünden
sahipsiz kalan yaralıların durumunu, temelde savaş alanının vaziyetine
bağlanmaktaydı129. Ayrıca bu konuya dair Şükrü Paşa’nın iddialarının
gerçekliğini kişisel gözlemleriyle doğrulayamayacağını, ancak Türklerin 12
Kasım’da Bulgar Kızılhaç’ının herhangi bir müdahale olmadan Maraştepe
batısındaki sırtlara girmelerine izin verdiklerini bizzat müşahade ettiğini
belirtiyordu130.
Edirne garnizonunun bir bölümü 4 Aralık’tan sonra siperlerden
çekilmişti. Bunlar son bir haftadır aynı zamanda ileri karakol görevi de
yapan Piyade Kışlası’nda konuşlandırılmıştı. Samson, kalenin uzun süre
başarılı bir şekilde savunulmasına rağmen kuşatma harekâtının
ağırlaşmasıyla Türk birliklerinin moralinin bozulduğunu tespit etmişti.
Rahatlıkla konuştuğu üst düzey askerî otoritelerden düşmanın üstünlüğünü
kabul eden ve kendi subaylarına karşı güvensizliği belirten intibalar
edinmişti. Komutanlar, kaledeki Redif tümenlerinin yetersizliğini ve düzenli
Bulgar birlikleri karşısında tehlikeye neden olduklarını ifade etmekteydiler.
Bu Redif tümenleri kuşatma süresince belirli düzeyde tecrübe edinmişlerdi.
Ancak bu askerleri sahada kullanmak için henüz güvenli bir durum yoktu.
127
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 452-456.
Beyaz bayrak taşıyan görevlilere ateş edilmesi hakkında bkz. C.-K. Bedirhan, a.g.e, s. 4243.
129
Bulgar Ordusu’nda görevli sağlık personelinin yetersizliği ve bu nedenle savaş alanında
yaşanan sağlık sorunları için bkz. R. Rankin, a.g.e, s. 60-61; C. S. Ford, a.g.e, s. 138-147;
G. Dinç, a.g.e, s. 75-78.
130
TNA, FO, nr. 195/2438, s. 446. Vali Halil Bey’in Kızılhaç yetkililerine saldırıyı kınayan
protesto metninin İngilizce sureti: TNA, FO, nr. 195/2438, s. 468.
128
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
61
ALİ FUAT ÖRENÇ
Edirne savunmasındaki olumsuzlukları da dikkate alan Samson, tarihteki
savaşlarda görülen ve Türk askerîni karakterize eden inatçı savunma
niteliklerinden bahsedebilmek için burada daha fazla kanıta ihtiyaç olduğunu
düşünmekteydi. Türk subayları, Bulgar subaylarının Sırplardan daha üstün
olduklarını ifade etmekteydiler. Fakat aynı kanaat Türk subaylarına yönelik
olarak Bulgar subaylar arasında görülmemekteydi. Samson, savaş hususunda
Şükrü Paşa’ya bazı tekliflerde bulunduğunu, ancak buna itibar edilmediğini
raporuna yazmıştır. Karargâhın bir yabancı ile savaş taktiklerine dair
görüşleri paylaşmayı uygun görmediğini belirtmektedir. Konsolos, savaşta
Türk düzenli birliklerinin başarısız olmasının ordudaki Gayrimüslimlere
fatura edildiğini tespit etmişti. Özellikle bu Gayrimüslim unsurların
Bulgarlara olan yardımları dile getiriliyordu. Samson bu durumun Türklerin
moralini önemli derecede bozduğunu gözlemlemişti131.
Aralık ayında kuşatmada hadiseler artık kronik hale gelmişti. Binbaşı
Samson, her türlü olumsuzluğa rağmen Türk Ordusu’nun yüksek
kademelerinde ve halkın daha düşük sınıflarında askerî bir zafere olan
inancın sürdüğünü müşahade etmişti. Konsolos, Şükrü Paşa tarafından 4
Aralık’ta ilan edilen bildirinin ilk iki paragrafında ve valinin bir beyanatında
Bulgar kayıplarını 100 bin gösteren ifadelerin132 bu inancı gösterdiğini
belirtmektedir.
Şükrü Paşa 6 Aralık’taki bir diğer bildirisinde Edirne ile İstanbul arasında
askerî karargâh dışında hiçbir iletişim olamayacağını, şehirde dolaşan
söylentilere inanılmaması gerektiğini duyurmuştu. 5 Aralık’ta Vali Halil
Bey, Sadrazamdan aldığı telgrafın bir bölümünü Samson dâhil konsoloslara
okumuştu. Vali tarafından okunan telgrafın muhtevası Edirne Kalesi’nin
genel mütarekeden istifade edeceğine dairdi. Zaten şehirde durumun böyle
olacağına ilişkin yaygın bir kanı bulunmaktaydı. Ancak, mütareke şartlarının
Edirne’nin tekrar alınmasına imkân vermemesine ilişkin hükümleri
öğrenildiğinde hem halkta hem de karargâhta hayal kırıklığı yaşanmıştı.
Yapılan ateşkes uyarınca 13 Aralık’ta Bulgar tedarik trenleri şehirden
geçmeye başlamıştı133. Bulgarlar Edirne istasyonundan 13-31 Aralık
arasında 2430 kamyon tedarik malzemesini geçirmişlerdi. Edirne’nin bu
131
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 462-463.
Şükrü Paşa 100 bin Bulgar kaybına dair bilgiyi Babıâli’den almıştı. Sadaretin yazısı için
bkz. H. Cemal, a.g.e, s. 127; R. N. Kestelli, a.g.e, s. 34.
133
Bulgarlarla 3 Aralık 1912’de yapılan Çatalca protokolü gereği Osmanlı Devleti Karadeniz
Limanları’ndaki ablukayı kaldırmayı, Bulgar askerlerine Karadeniz yoluyla erzak naklini ve
doğal olarak askerî trenlerin Edirne’den geçişini kabul etmişti. Bu protokolün onayından
sonra Yunanistan dışındaki ülkeler Osmanlı ile ateşkes imzalamıştır: R. Rankin, a.g.e, s.
438-445; P. D. Desiere, a.g.e, s. 98-103; N. Hayta- T. S. Birbudak, a.g.e, s. 60-74.
132
62
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
tedarikten yararlanması mümkün olmamıştı. Türk tarafından geçilirken
trenlerden Fransızca, Almanca ve Bulgarca gazeteler atılıyordu. Samson,
Bulgarların bunu yaparak Türk Hükümeti’nin askerî durumu gizlemeye
yönelik çabalarını etkisiz hale getirmeyi, Edirnelilere gerçek durumu
sızdırmayı amaç edindikleri görüşünü dile getiriyordu134.
1912 Aralık ayına gelindiğinde Osmanlı Orduları hemen hemen her
cephede yenilgiye uğramış durumdaydı. İki ay gibi kısa sürede Osmanlı’nın
Avrupa topraklarında Edirne’den başka düşman eline geçmeyen ve direnen
sadece Yanya ve İşkodra vilayetleri kalmış durumdaydı. Bunlardan Yanya 5
Mart’ta, Edirne 26 Mart’ta ve İşkodra ise 22 Nisan’da düşecektir.
[Resim-15: Bulgarların öldürerek Arda’ya attığı Türkler (Carnegie, s. 122)].
6- İngiliz Konsolosu Samson’un Kuşatma Esnasında Edirne’nin
Sosyo-Ekonomik Durumuna Dair Gözlemleri
Kuşatma sürecinde Edirne’de birçok sorunla karşılaşılmıştı. Konsolos
Samson yazılarında bilhassa kuşatma öncesi ve sonrası şehirdeki sosyal
durum hakkında önemli bilgilere yer vermiştir. Samson bu dönemde şehrin
en önemli sorununu, erzak tedarikinde yaşanan sıkıntılar olarak
kaydediyordu. Nitekim Kasım ayının ortalarına gelindiğinde erzak kıtlığı
askerî otoriteleri endişelendiren ciddi bir mesele haline gelmişti. Tedbir
olarak 31 Aralık’tan itibaren askerîn ekmeği % 25 oranında azaltıldı. Et de
haftada üç kez verilmeye başlanmıştı. Sivil halk ise Aralık ayının sonlarına
doğru gıda eksikliğinden muzdaripti. Özellikle ekmek için gereken unda
kıtlık yaşanıyordu. Fırıncıların değirmencilerden kısıtlı miktarlarda un
almasına izin verilmekteydi. Bir somun ekmeğin fiyatı olan 1 kuruş
değişmemesine rağmen ekmeğin ağırlığı 1 okkadan 200 dirheme
düşürülmüştü. Bu durum fakir halkı çok sıkıntıya sokuyordu. Ayrıca
ticaretteki durgunluk nedeniyle esnaf işlerini yapmaz hale gelmişti. Savaşın
134
Şehirden Bulgar tren konvoylarının geçişinin Edirne halkı üzerindeki olumsuz tesiri ve
yapılan Bulgar propagandası için ayrıca bkz. R. Kazancıgil, a.g.e, s. 51-53; R. N. Kestelli,
a.g.e, s. 46-53; “Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel Gueron’un 1912-13 Edirne
Bulgar Kuşatması Anıları”, Yöre, s. 8; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s.
178-179; R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 164-167; G. Dinç, a.g.e, s. 189-192.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
63
ALİ FUAT ÖRENÇ
başlamasıyla şehre gelen 25 bin mülteciye hükümet günlük olarak un dağıtsa
da en çok acı çekenler bu kesimdi135.
[Resim-16: Edirne’de bir Türk muhacir kampı (G. Dinç, s. 190)].
Savaş ilanından birkaç gün öncesinde Edirne’deki Gayrimüslimler
düzenli olarak İstanbul’a gitmeye başlamışlardı. Samson 18 Ekim’den
itibaren günlük olarak şehirden çıkışlarda belirgin bir artış gözlemlemişti.
Özellikle şehrin önde gelen şahsiyetleri ve Türk memurları ailelerini
başkente yollamışlardı. Bu gelişme üzerine demiryolu yetkilileri Uzunköprü
ve Babaeski’de toplanan askerlerin lojistik ihtiyaçlarını dikkate alarak, sivil
yolcu ve eşya taşımaya sınırlama getirdiler. Bu arada Edirne’deki
konsoloslar vatandaşlarını şehirde kalmaya devam ettikleri takdirde
karşılaşabilecekleri riskler hususunda uyarmışlardı. Bununla da yetinmeyip
Vali Halil Bey ile görüşerek şehirden acilen ayrılması gereken konsolosluk
çalışanlarına öncelik verilmesi hususunda söz almışlardı.
Samson, 23 Ekim’de başlayan Bulgar saldırısı ve şiddetli bombardımanın
şehir ahalisi üzerine çok etkili olduğunu, ertesi gün halkın çoğunun tren
istasyonuna akın ettiğini belirtmekteydi. Bu ahaliden önemli kısmı, Edirne
ile İstanbul’un irtibatının tamamen kesildiği 28 Ekim’den önce şehirden
çıkabilmeyi başarmıştı. Konsolos, 1-27 Ekim 1912 tarihleri arasında
ayrılanların tahmini rakamının 10 bin olduğunu öğrenmişti. Edirne’den
İstanbul’a hareket eden son trenin yolcuları arasında mevcudiyetleri şehirde
sakıncalı bulunarak tutuklanan, içlerinde Bulgar okulu öğretmenleri dahil
139 Osmanlı vatandaşı Bulgar da bulunuyordu. Bulgarların şehirden
uzaklaştırılmalarının sebebi çete faaliyetleri iddiasıydı. Şehrin en fakir
mahallelerinden biri olan Kummahalle’deki komitacıların faaliyetleri
belirlenmiş, toplantının yapıldığı bir han jandarmalar tarafından kuşatılmıştı.
Bu operasyonda üç komitacı öldürülmüş, kalanları ise tutuklanmıştı.
135
64
TNA, FO, nr. 195/2438, s. 457-459.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
Samson raporunda, Bulgar Ordusu’nun harekâtından kaçarak şehre akın
eden 25 bin Türk mültecinin durumu hakkında önemli bilgiler vermişti.
Evlerinden aceleyle apar topar firar eden bu köylüler, doğal olarak
yanlarında ihtiyaç duyacakları yiyecekleri getirememişlerdi. Yük arabalarına
öncelikli olarak yatak eşyalarıyla kap ve kaçaklarını yüklemişlerdi136.
Samson köylülerin gelişi sonrası ihtiyaçlarının karşılanmasının Edirne’deki
yetkililerin sorunlarını daha da artırdığını kaydetmekteydi. Konsolos,
köylülerin gelişinin ardından Edirne’nin nüfusuna dair rakamlar vermişti.
Normal zamanlarda Edirne şehrinin nüfusu 100 bindi. Bunlardan 10 bini
kuşatma öncesi İstanbul’a gitmişti. Bulgarlar’dan kaçarak şehre sığınan 25
bin köylü137 ile birlikte Edirne’nin sivil nüfusu 115 bin olmuştu138. Buna
garnizondaki 57 bin askerî de ilave edince toplam nüfus 172 bine çıkmıştı.
Bu durumda kuşatma altındaki şehirde gıda temini en önemli sorun haline
gelmişti139.
[Resim-17: Bulgarlardan kaçan Türk köylüleri (G. Dinç, 117)].
136
Hafız Rakım (Ertürk) Bey, Samson’un gözlemlerini doğrulamaktadır. Hatta kendisi göç
eden bu köylülerle görüşmüştü. Perişan haldeki muhacirlerin geri dönme ümidi
taşıdıklarından yanlarına hiçbir şey almadıklarını öğrenmişti: R. Kazancıgil, a.g.e, s. 13-14.
137
Bulgar Ordusu’ndan kaçarak Edirne’ye sığınan bu muhacir köylülerin sayısı bazı
kaynaklarda 20 bin olarak verilir (C. S. Ford, a.g.e, 1915, s. 37; J. McCarthy, a.g.e, s. 157).
Fransız gazeteci P. D. Desiere, Bulgarların kendisine bu sayının 40 bin olduğunu
söylediklerini kaydeder (bkz. a.g.e, s. 48). Carnegie raporunda Samson gibi 25 bin rakamı
zikredilir: a.g.e, s. 335.
138
Balkan Harbi’nden kısa süre önce 1909 yılının başında Edirne’ye Bulgaristan’dan benzer
şekilde göç yaşanmıştı. Şarkî Rumeli Vilayeti’nin ilhakı sürecinde yaşanan bu göçte
bölgeye haftada ortalama 100 aile geliyordu. İngiliz belgelerine yansıdığı kadarıyla
Gümülcine ve Vize çevresine yerleştirilen bu muhacir ailelere çok iyi muamele edilmiş, her
türlü yardım yapılmıştı. Aynı dönemde Edirne’deki Bulgar aileler ise Kırklareli
(Kırkkilise)’ye göçmüştü: British Documents on foreign Affairs: 1983, c. I/20, s. 140-141.
139
TNA, FO, nr. 195/2438, s. 440-441. Kuşatma esnasında şehirde öğretmen olan Hafız
Rakım (Ertürk) Bey anılarında, muhacirler geldikten sonra şehrin nüfusunun 150 bin
olduğunu yazmaktadır (a.g.e, s. 9). Aynı bilgi Mustafa Şevket Bey’in anılarında da yer alır
(bkz. Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 178). Bulgar General N. İvanov da
muhacirlerle birlikte sayıyı 150 bin şeklinde kaydeder (a.g.e, s. 181). Fransız P. D. Desiere,
toplam sayıyı 178 bin olarak tespit etmiştir: a.g.e, s. 48
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
65
ALİ FUAT ÖRENÇ
Samson’un tespitlerine göre Edirne’de 8 Ekim 1912 tarihi itibariyle 7,5
milyon okka (9463 ton) hububat stoku bulunmaktaydı. Bunların bir kısmı
takviye için kamyonlarla getirilmişti. Ancak gelen bu son erzak kontrolsüz
biçimde yönlendirilmişti. Şehirdeki stoğun 4 milyonu değirmencilerin140; 1,5
milyonu devletin ve 2 milyonu da özel şahısların elindeydi. Bunlara ilaveten
8 Ekim’den önce İstanbul’dan trenlerle 6 bin çuval un getirilmişti. Samson,
bu stokların ancak 15 hafta boyunca hem garnizona hem de nüfusa yetecek
miktarda olduğunu belirtiyordu. Bulgar saldırıları sonrası şehre Türk göçü
başladığından141 bu stoklar ancak iki hafta kadar yetebilecekti. Daha savaş
ihtimali belirir belirmez Edirne’deki buharlı un değirmenlerini işleten Ordu
tedarikçi şirketi (Syndicate of Army Contractors) büyük miktarda hububat
ithal etmişti. Değirmencilerin stokları bu ithalin göstergesiydi. Böylesi bir
hububat satın alım işlemi tam anlamıyla spekülatif ve hiçbir şekilde devlet
garantisi altında olmayan bir girişimdi. Eğer askerî otoriterler, şehirde
bulunan kamu ve özel şahıslar elindeki hububat miktarına güvenmiş
olsalardı, bu sadece 7 hafta kadar yeterli olurdu. Nitekim 23 Aralık 1912
tarihine gelindiğinde tüketilmeyen tek stok özel şahısların elindekilerdi. Bu
hububat, nehir kenarlarında veya bankalara ait depolarda saklanmaktaydı.
Bu depoların sahiplerinin çoğu şehirden ayrılmıştı. Samson, stokların
azalması ve artan fiyatlar nedeniyle yetkililerin satın alma ve el koyma
tedbirlerini hızlandırdıklarını yazmaktadır. Hububata el konulması tedbirine
Edirne’deki banka yetkilileri karşı çıkmış iseler de hükümetin ricası
karşısında rıza göstermişlerdi142.
Savaş öncesinde Dâhiliye Nezareti’nden Vali Halil Bey’e gelen bir
emirde şehrin 2 aylık erzak ihtiyacının giderilmesi istenmişti. Bu 2 aylık
takvim, 25 bin kişilik muhacir köylülerin gelişiyle alt üst olmuştu.
Buğdaydan başka kuşatmanın ilk günlerinden itibaren şehirde tuz, şeker,
petrol ve benzin sıkıntısı yaşanmaya başlamıştı. Samson, Edirne’de savaş
boyunca hiçbir zaman et sıkıntısı yaşanmadığını belirtmekteydi. Şehrin
kuşatılması tamamlanmadan önce büyük miktarda büyükbaş hayvan
getirilmişti143. Erzak tedariki hususunda en yetkili kurum Duyun-ı Umumiye
140
Edirne’de en büyük un fabrikası Fındıkliyan Kumpanyası adıyla faaliyet gösteriyordu.
Bunun dışında küçük çaplı olmak üzere Hüseyin ve İbrahim Bey fabrikaları vardı: R.
Kazancıgil, a.g.e, s. 35.
141
Bulgar ilerleyişi karşısında ilk olarak Mustafapaşa, Çöke ve Üsküdar’daki köylerden
kafileler halinde ahali şehre gelmeye başlamıştı: Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne
Tarihi, s. 157.
142
TNA, FO, nr. 195/2438, s. 440-441.
143
Çevre köylerden Edirne’ye gelen muhacirler beraberinde getirdikleri davar ve sürülerini
çok düşük bedelle, hatta bir lokma ekmeğe satmaktaydı. Muhasaranın ilerleyen
dönemlerinde bir çok temel gıda maddesi gibi et sıkıntısı da yaşanmaya başlanmıştır: H.
Cemal, a.g.e, s. 153-154; “Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel Gueron’un 1912-
66
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
görevlileriydi144. Ancak kuşatma altındaki endişeli halkın ancak küçük
ihtiyaçları satın alınabiliyordu.
Fırıncılar ilerleyen zamanlarda ekmek yapımında kullanılmak üzere
gerekli olan tuzu, peynir suyundan sağlamaya başlamışlardı. Fakat 15 Aralık
itibariyle ekmekler tuzsuz çıkıyordu145. Tüccarın karaborsa faaliyetleri ve
aşırı fiyat artışlarının önlenmesi için belediye tarafından bazı gıda
ürünlerinin fiyatlarına tarife konulmuştu. Bu tarife 20 Ekim’de kumandan
tarafından ilan edilmişti. Bu ilanda, tayin edilen fiyattan daha yükseğe mal
satanların askerî mahkemeye sevk edileceği duyurulmuştu. Samson, bu
hususta kurallara uymayan birkaç kişinin cezalandırılmasının yararının
görüldüğünü kaydetmektedir. Edirne’de Kasım ayının sonuna gelindiğinde,
çok az miktarlar dışında, şeker, tuz ve petrolün karaborsa haricinde açıktan
satın alınması mümkün değildi. Müttefiklerle barış görüşmeleri başlayana
kadar yani Ekim, Kasım ve Aralık ayı boyunca Edirne’de gıda maddesi
fiyatları ise üç kat artmıştı.
Savaş ilanından hemen sonra kale komutanlarının emriyle şehirde daha
bolca bulunan benzine el konulmuştu. Gerekçe olarak un değirmenlerinin
çalıştırılması gösterilmişti. Şehirde yakacak odun normal zamanlarda civar
köylerden temin edilmekteydi. Bu imkânın yitirilmesinden sonra Edirne
içinde ve nehir boyunda bulunan ağaçlar kesilmeye başlanmıştı. Bu ağaçlar
yemek pişirmede kullanılıyordu146. Şark Demiryolu Şirketi’nin bahçesinde
bulunan kömüre de el konulmuştu. Şükrü Paşa’nın emri üzerine el konulan
bu kömürden az miktarlarda olmak üzere halkın satın almasına izin
verilmişti.
Kuşatma esnasında Edirne’nin en önemli sorunlarından biri temiz su
teminiydi. Samson raporunda, savaş öncesinde şehrin suyunun Provadi
(Kızılcalı)’den borularla getirildiğini, ancak 21 Ekim’de Bulgarlar tarafından
bu kaynağın kesildiğini aktarmaktadır. Bunun üzerine daha fakir halk içme
13 Edirne Bulgar Kuşatması Anıları”, Yöre, s. 5, 8; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in
Edirne Tarihi, s. 165.
144
Kuşatma süresince Edirne halkından binlercesi tuz alabilmek için Duyun-ı Umumiye
İdaresi önünde toplanmaktaydı: S. Aşkın, a.g.t, s. 78.
145
Şehirde bilhassa tuz yokluğundan kaynaklanan büyük sıkıntılar ve bu sıkıntının
giderilmesi için alınan tedbirler: C.-K. Bedirhan, a.g.e, s. 18-20; Nazmi Çağan, “Balkan
Harbinde Edirne (1912-1913)”, Edirne’nin 600. Fetih Yıldönümü Armağanı, Ankara 1965,
s. 202; R. Kazancıgil, a.g.e, s. 25, 42-43, 53, 56; “Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi
Angel Gueron’un 1912-13 Edirne Bulgar Kuşatması Anıları”, Yöre, s. 17; R. N. Kestelli,
a.g.e, s. 41, 56.
146
Hafız Rakım Bey, yakılan odunlar nedeniyle Edirne’nin civarındaki bağ ve bahçelerin
tamamen harap olduğunu, ağaç namına bir şey kalmadığını yazmaktadır. Kale dışındaki
ağaçları ise Bulgar askerleri kesiyordu: a.g.e, s. 50.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
67
ALİ FUAT ÖRENÇ
suyunu Arda Nehri’nden, diğer ihtiyaçlarını ise şehirdeki kuyulardan
gidermeye çalışmıştı. İçme suyu az miktarlarda da olsa şehrin dışındaki
pınarlardan elde edilerek tahkim hattının iç kısmına getirilmişti. Ancak bu
suyu nakletme sorunları şehir içindeki kullanımı azaltmış ve çok yüksek
maliyetler ortaya çıkmıştı147. Samson, su sıkıntısının ardından, şehirdeki
şartlar dikkate alındığında tuhaf bir biçimde 1912 senesinin son üç ayında
salgın hastalık görülmediğini kaydetmektedir. Sadece 10 Aralık’ta belirtileri
koleraya benzer bir hastalık vuku bulmuştu. Belirlenen hastalar askerî
hastanede karantina altına alınmıştı. Kolera Aralık ayının sonuna doğru
azalma emaresi göstermişti148.
İngiliz Konsolosu’na göre Edirne’de askerî otoritelerin yetkisi altında
olan hastaneler, çarpışmalar boyunca taleplere tam manasıyla cevap verecek
durumda değildi. Askerî hastanelere ek olarak Sultani ile İdadi okulları ve
son olarak Bulgar Okulu devreye sokulmuştu. Bu hastanelerde yaralılar için
belirli bir mekân bulunmakla beraber, sayı arttıkça müdahale hususunda
sorunlar yaşanmaya başlanmıştı. Bu olumsuzluklar neticesi yaralılar
hastanelere varışlarından itibaren bazen zemin üzerinde yatarak bazen de aç
susuz saatlerce beklemek zorunda kalıyordu. Yaralılar için uygun elbiseler
de bulunmamaktaydı. Ayrıca hastane çalışanlarının şartları çok kötüydü.
Türk doktorlar aşırı derecede kötü şartlar altında, büyük bir özveri ile
saatlerce çalışmaktaydılar. Fakat bu özverileri talepleri karşılamakta yeterli
olamamaktaydı. İstanbul’dan tıbbî malzeme desteği alınamamıştı. Bu
şartlarda hastaların acı çekmesini önlemek için şehirdeki İngiliz kolonisi,
konsolosluğun denetimi ve Kızılhaç birliğinin organizasyonuyla Karaağaç’ta
bulunan Rahipler Okulu (Non-Commissonered Officer School) içinde bir
hastane oluşturmuştu. Yeterli olmamakla birlikte İngiliz toplumundan 125
dolar bağış temin edilmişti149. Bu arada hastahane haline getirilen bu okulun
içinde Yahudilere yönelik İncil propagandası yapmak amacıyla bir de
misyoner topluluğu ihdas edilmesi teklif edilmiş ise de bunun hastahanenin
amaçlarıyla uygun olmayacağı kanaatiyle vazgeçilmişti.
Edirne’deki yerel otoriteler, yabancı misyona yakın bir zamanda ilkokul
olarak inşa edilmiş ve 50 yatak kapasiteli bir okulu hastahane yapmalarını
teklif etmişti. Bu okul 19 Aralık’ta açılmıştı. Fakat devam eden
bombardımanda burası hedef haline geldiğinden hastahane Karaağaç’taki
147
Şehirdeki su sıkıntısı ve halkın tedbirleri için ayrıca bkz. C.-K. Bedirhan, a.g.e, s. 62-72; P.
D. Desiere, a.g.e, s. 49; R. Kazancıgil, a.g.e, s. 25; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in
Edirne Tarihi, s. 162; S. T. Wasti, a.g.m, s. 64; S. Aşkın, a.g.t, s. 34-35.
148
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 441-444.
149
Konsolos Samson’un şehir halkı tarafından da takdir gören hastaneler hususundaki
faaliyetleri için bkz. C.-K. Bedirhan, a.g.e, s. 21-23.
68
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
Kızılhaç hastanesine taşınmıştı. İngiliz konsolosluğunun girişimiyle açılan
bu hastahanede Edirne’deki misyoner gruplardan The Sister of
Assumptionist Community dini topluluğuna üye kadınlar gönüllü hemşirelik
hizmeti yapmışlardı. İngilizler hem kendi cemaatinden ve diğer
topluluklardan Osmanlı sahra hastanesinde hemşirelik hizmeti için de
gönüllüler temin etmişlerdi. Bu hastahane Edirne’de İngiliz hastanesi olarak
biliniyordu. Bütün kıyafetler İngilizler tarafından temin edilmişti.
Samson’un belirttiğine göre gönüllü hemşireler bombardıman altında
cesaretle hizmet görmüşlerdi. Konsolos, Edirne’deki hastanelerin
kendilerinin desteği olmadan iş göremez durumda olduklarını
belirtmekteydi. Fransız konsolosu da aynı fikirdeydi ve ülkesine bunu rapor
etmişti. Şehirdeki Türk sivil ve askerî yetkililer İngiliz kolonisinin göstermiş
olduğu çabalardan ve hastanenin kurulmasından dolayı şükranlarını
iletiyorlardı. Vali, Osmanlı Hükümeti’nin şükranlarını ihtiva eden bir
mektubu konsolosluğa göndermişti150.
Binbaşı Samson raporunda Edirne’deki mahallî otoritelere dair şahsî de
gözlemlerini aktarmıştır. Seferberlik ilanından itibaren şehirde merkez
komutanı sıfatıyla Mehmet Şükrü Paşa bütün işlerin eşgüdümünden
sorumluydu. Edirne Polisi, Şükrü Paşa’nın emrindeydi ve olağan
muameleleri, askerî devriyelerin yardımıyla icra etmeye devam ediyordu.
Samson’a göre Vali Halil Bey şehirde gerçek otorite sahibi Şükrü Paşa ile
tam bir uyum içinde çalışmaktaydı151. Fakat vali, kuşatma boyunca bir genel
valide olması gereken nitelikleri ortaya koyamamıştı. Halka güven veren bir
tutum sergileyemeyen Halil Bey, makamından nadiren çıkmaktaydı.
Samson’un görüştüğü Türkler, valinin son üç aydan beri makamına yaraşır
hiçbir şey yapmadığını söylemişlerdi. Konsolosluk heyeti ile mahalli
otoriteler arasındaki ilişkiler oldukça samimi ve sürtüşmeden uzak bir
ortamda gerçekleşiyordu. Samson, bu yakınlığa rağmen savaş alanında icra
150
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 460-461.
Konsolos Samson’un bu gözleminde yanıldığı anlaşılmaktadır. Zira Vali Halil Bey, şehrin
düşüşünden sonra 20 Nisan 1913’te Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’yı ziyaretinde Şükrü
Paşa’nın kaleyi iyi müdafaa edemediğini söylemişti. Sadrazam da Şükrü Paşa’dan memnun
kalmamıştı. Sadrazam, bir suikastla öldürüldüğü ana kadar düzenli görevi boyunca tuttuğu
günlüğünde, Şükrü Paşa’yı Edirne’de bıraktığına pişman olduğunu yazmaktaydı. Sadrazam,
bu ziyaret sonucunda Halil Bey ile Şükrü Paşa’nın hiç iyi geçinemedikleri izlenimini
günlüğüne kaydetmişti (Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’nın Günlüğü,
İstanbul 1988, 102-103). Kuşatma sırasında şehirde öğretmen olan Hafız Rakım Bey ise
Vali Halil Bey’i görevini layıkıyla yapmamakla, hatta bir takım yolsuzluklarla, Kale
Komutanını ise tedbirsizlikle suçlamaktadır (bkz. R. Kazancıgil, a.g.e, s. 14-15, 26-27, 35).
Aynı şekilde Dağdevirenzâde Mustafa Şevket Bey özellikle zahire sıkıntısı husususunda
ihmalleri bulunduğunu düşündüğü Vali ile birlikte İsmail Paşa’yı da eleştirmektedir: bkz. A.
g.e, s. 160.
151
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
69
ALİ FUAT ÖRENÇ
edilecek askerî operasyonların nerede yapılacağının düzenli bir şekilde
kendilerinden gizlendiğini raporunda açıklıkla belirtmekteydi152.
Savaşla birlikte sıkıyönetim kanunları devreye girince153, bu kanunların
yabancılara uygulanması hususu tartışmaya neden olmuştu. Vali, yabancıları
etkileyen hiçbir konuda yetkili olmadığını ve bu gibi hususların Şükrü
Paşa’yla halledilmesini uygun bulmuştu. Samson, bütün meslektaşları adına
Şükrü Paşa ile yaptığı bir görüşmede, kendileri açısından sıkıyönetim
kanunlarının ilanından önceki durumun devamının daha uygun olacağını
bildirmişti. Bu husuta bir sorun 18 Aralık’ta yaşanmıştı. Avusturya uyruklu
bir şahıs tutuklanmış ve konsolosluk temsilcisinin haberi olmadan
yargılanmıştı. Şehirdeki yabancı misyonların ve Avusturya konsolosunun bu
şahsın salıverilmesine yönelik bütün girişimleri sonuçsuz kalmış ve şahıs
dört günlük bir mahkûmiyete çarptırılmıştı. Samson’un dâhil olduğu bir
konsolosluk heyeti hemen valiye çıkarak, harp kanunlarının yabancılara
uygulanmasından duydukları rahatsızlığı iletmişlerdi. Bunun üzerine vali,
olaydan büyük üzüntü duyduğunu ve askerî otoritelerin bu kişiyi Osmanlı
tebaasından zannettiklerini ve bundan sonra benzer bir durumda konsolosluk
heyetinin haberdar edeceleğini bildirmişti154.
Konsolos Samson, mütarekeden önce şehirde siyasî parti faaliyetlerinin
bulunmadığını ifade etmektedir. Ancak İttihat ve Terakki Partisi’nin küçük
çaplı da olsa şehirde faaliyet emarelerini gözlemlemişti155. Parti, Edirne’de
merkez komitesi üyesi sıfatıyla bulunan Akın Bey ve Doktor Bahaeddin
Şakir Bey tarafından temsil edilmekteydi. Samson bu kişilerin Osmanlı
Hükümeti’nin Balkan ülkeleri ile mütareke şartlarını kabul etmesine karşı
ağır eleştiride bulunduklarını belirtmekteydi. Kale Komutanı Şükrü Paşa bu
152
TNA, FO, nr. 195/2438, s. 459.
Edirne’de 9 Ekim 1912’den itibaren sıkıyönetim ilan edilmiştir: R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 40.
154
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 458-460.
155
Edirne’deki parti çekişmeleri 1908’de Meşrutiyetin ilanı sürecinde hız kazanmıştı.
Nitekim, İngiliz Dışişleri için hazırlanıp kitap halinde getirilen dokümanter çalışmada,
Avrupa’daki Türkiye başlığı altında Edirne’nin o dönemdeki durumu yansıtılmaktaydı.
İstihbarat raporlarına göre 1909 yılının ilk üç ayında Edirne tamamen ordunun ve
dolayısıyla İttihat ve Terakki’nin denetimindeydi. Şehirde Sadrazam Kamil Paşa’nın
politikalarını eleştiren mitingler yapılmaktaydı. 31 Mart Vak’ası sırasında Edirne’de rakip
olan İttihatçı ve liberal siyasî gruplar arasında ciddi tartışmalar olmuşsa da nihayet III.
Ordu’nun İstanbul’a yürüyüşü desteklenmişti. Hatta Edirne Valisi silah desteği sağlamıştı.
1911 yılında Makedonya meselesi nedeniyle İttihat ve Terakki güç kaybetmeye başlayınca
Edirne’de de yeni siyasî gelişmelere zemin oluşmuştu. İngilizlere göre liberal görüşlü
Hürriyet ve İtilaf Partisi üyeleri Edirne’yi ziyaret edip burada teşkilat kurmak istemişlerdi.
Fakat şehirde bekledikleri ilgiyi görememişlerdi: British Documents on foreign Affairs,
1983, c. I/20, s. 140-141, 332-335.
153
70
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
partiye karşı duruşuyla biliniyordu156. Binbaşı Samson bütün bu gelişmelere
rağmen genel olarak Edirne’deki subayların iç siyasî meselelere az ilgi
gösterdiklerini müşahede etmişti. İngiliz Konsolosu’nun tespitlerine göre
gelinen son aşamada hem sivil hem de askerî cenahta memleketin onuruna
uygun şartlar olduğu müddetçe genel bir barışın tesisine yönelik büyük bir
arzu bulunmaktaydı157.
Samson raporunun en son kısmını Bulgar mezalimi iddialarına ayırmıştır.
Bu husus Şükrü Paşa tarafından 1 Kasım tarihli yazıda dile getirilmişti.
Burada Türk kadınları ve yaşlıların öldürülmesi, köyler yakılması hususları
ele alınmaktaydı. Konsolos, iddialara yönelik olarak hakikati ortaya koyacak
ve bunları kanıtlayacak güçlü bir delilin bulunmadığını ülkesine rapor
etmiştir. Konsolos, bu gaddarlıkları Bulgarların işlediğine yönelik tespit
yapılamadığından, bu konuya dair raporunda herhangi bir ifadeye yer
vermediğini belirtiyordu. Türklerin mezalim olduğunu ifade ettikleri köyler
Edirne’nin güneyinde Meriç Vadisi içinde yeralıyordu. Dimetoka’ya kadar
olan bölgedeki Müslüman mahallelerinin Bulgarlar tarafından yakıldığı ve
vahşet uygulandığı da belirtilmişti. Konsolos iddia edilen aşırılıkların, bu
bölgede operasyon icra eden düzenli Bulgar birliklerinin arasına
serpiştirilmiş silahlı milis köylüler tarafından işlenebileceğini tahmin
ediyordu158. Samson’a göre, doğal olarak bu düzensiz güçlerin kontrolü zor
olmaktaydı ve bu gibi aşırılıkların yaşanması da muhtemeldi159.
7- Edirne’nin İşgali
Samson’un bu son belirttiklerinden de anlaşılacağı gibi İngiliz
belgelerinde Edirne kuşatması süreci ve şehrin işgaline dair bilgilerde önemli
eksiklikler dikkati çekmektedir. Belgere bakıldığında İngiltere’nin, bilhassa
ateşkesin ilanından sonra tamamen savaşın genel gidişatıyla ilgilenmeye
başladığı anlaşılmaktadır. Arnavutluk krizi, Ege Adaları’nın durumu,
müttefik Balkan ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklar, Rusya’nın izleyeceği
politikalar, İstanbul dahil Bulgar Ordusu’nun hedefleri gibi hususlar
İngiltere’nin gündemini meşgul ediyordu160. Bu süreçte Edirne’deki durumu
aktarabilecek olan Konsolos Samson, şehirdeki duruma dair son bilgiyi 31
156
Şükrü Paşa’nın İttihat ve Terakki hakkındaki görüşleri için bkz. N. Hayta-T. S. Birbudak,
a.g.e, s. 29-30.
157
TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 464.
158
Konsolos, Bulgar milis veya çeteleri hakkındaki tahmininde yanılmıyordu. Bulgarların
Edirne ve çevresinde Müslüman halka saldırıları için bkz. C.-K. Bedirhan, a.g.e, s. 30-31;
Mahmud Beliğ, Bulgar Komitaların Tarihi ve Balkan Harbi’nde Yaptıkları, İstanbul 1936,
s. 1-64; J. McCarthy, a.g.e, s. 148-186; İlker Alp, a.g.e, s. 167-171; Dağdevirenzâde M.
Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 162.
159
TNA, FO, nr. 195/2438, s. 463-464.
160
British Documents on the Origins of the War (1898-1914) 1934, c. IX/2, s. 356 vd.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
71
ALİ FUAT ÖRENÇ
Aralık 1912 olarak tarihlendirdiği raporunda vermişti. Konsolos, şehrin 26
Mart 1913’te Bulgar işgaline düşüşünden bir hayli sonra ülkesine döndüğü
halde, raporunu 31 Aralıkla sınırlı tutmayı tercih etmiştir. Hâlbuki Edirne’de
kuşatmanın ikinci safhasında ve şehrin işgale uğrayışından sonra çok büyük
hak ihlalleri ve dramlar yaşanmıştı.
Bu arada Balkan Savaşı’nın genel gidişatı Osmanlı Devleti’nin aleyhine
gelişmeye devam ediyordu. Ateşkes sonrası Londra’da elçilerin katılımıyla
bir konferans toplanmıştı (17 Aralık 1912). Müttefikler burada Edirne’nin
terkini istediler. Osmanlı delegeleri şehirle tarihî bağları hatırlatarak
kesinlikle buna karşı çıktılar161. Görüşmeler sürerken 1913 yılının ilk ayında
Babıâli Baskını olarak anılan hükümet darbesi gerçekleşti. İttihat ve Terakki
mensupları, savaştaki başarısızlık ve Edirne’nin düşmana terkine rıza
gösterileceği gerekçesiyle Kamil Paşa yerine Mahmut Şevket Paşa
kabinesinin işbaşı yapmasını sağladılar (23 Ocak)162.
Osmanlı’da iç karışıklık yaşanırken Çatalca hattında ilerleme
kaydedemeyen Bulgarlar163 4 Aralık 1912 mütarekesinin ardından 3 Şubat
1913’de Edirne’ye tekrar saldırı başlattılar. Şehre yönelik bombardımanın
şiddeti arttırılmıştı. Mütarakeye rağmen hiçbir yardım alamayan Edirne
halkının durumu günden güne kötüleşmekteydi. Erzak sıkıntısı dayanılmaz
boyutlara ulaştı. Ağır kış şartları savunma direncini kırıyordu 164. Bu durum
Bulgar Ordusu’nu bile etkilemişti. Ağır zemin nedeniyle saldırıya cesaret
edemiyorlardı. Bu nedenle Mart ayından itibaren müttefikler bombardımanın
şiddetini artırarak şehri teslime zorlamak istediler. Bu arada İngilizler dahil
şehirde sayıları 1398 olan yabancılar Şükrü Paşa’ya müracaat ederek
ayrılmak istediklerini bildirmişlerdi165. Konsoloslar daha sonra bu
isteklerinden vaz geçtiler ve kalmaya gönüllü oldular.
Şehirde şartlar iyice zorlaşırken 24 Mart’ta Bulgar ordusu bütün
cephelerden saldırı başlatmıştı. Başarılı geçen bu saldırıların ardından birçok
tabya düştü. Bu gelişmeler üzerine Bulgar yetkililerle ateşkes ve teslim için
görüşmeler başlatılmış ve Edirne 26 Mart’ta Bulgarların eline geçmiştir.
161
Daha gazla bilgi için bkz. N. Hayta, a.g.e, s. 21-63.
British Documents on foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 408-416.
163
Bulgar Ordusu’nun başarısızlık sebepleri hakkında İnglizlerin görüşü için bkz. TNA, FO,
nr. 195/2438, s. 70-75, 220-223, 250-253.
164
Şehirde çekilen büyük sıkıntılar ve yaşanan dramlar için ayrıca bkz. C.-K. Bedirhan, a.g.e,
73-126; R. Kazancıgil, a.g.e, s. 55-102; “Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel
Gueron’un 1912-13 Edirne Bulgar Kuşatması Anıları”, Yöre, s. 8-18; Dağdevirenzâde M.
Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 179-193.
165
Yabancıların 10’u İngiliz, 12’si Rus, 500 Yunanlı, Bulgar ve Sırp, 98 Fransız, 163
İspanyol, 437 Avusturyalı, 42 Alman, 90 İtalyan, 4 İsviçreli ve 10’u Romen’di: N. İvanov,
a.g.e, s. 231.
162
72
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
Şehrin düşmesiyle başta Kale Komutanı Mehmet Şükrü Paşa olmak üzere 50
bin Türk askerî esir edilmiştir166. Dönemin kaynaklarında Bulgar
Ordusu’nun Edirne muhasarasında toplam kaybının 11 bin, Sırpların ise 453
ölü 1917 yaralı kaybının olduğu yazılıdır167.
[Resim-18: Bulgar askerlerinin şehre girişi (G. Dinç, s. 219)].
Şehirde esas sorunlar bu işgalden sonra yaşandı. Türklere karşı şiddet ve
yağma hareketleri görüldü. Esir edilen binlerce Türk askerî Tunca Adası’nda
çok zor şartlarda kötü muameleler gördü168. Ancak, ne Konsolos Samson’un
ne de diğer İngiliz yetkililerin yazılarında Edirne’deki bu tartışmalı döneme
dair bilgiye tesadüf etmek mümkün olamamaktadır.
Edirne düşünce Avrupa’da tartışılan husus Bulgarların İstanbul üzerine
yürüyüp yürümeyeceği, Rusların buna rıza gösterip göstermeyeceği
hususuydu. Hatta diplomatik müzakerelerde Padişahın Bursa’ya
nakledileceği dedikoduları bile gündeme gelmişti169. Görüşmelerde,
Türkiye’nin İstanbul’u elinde tutması gerektiği, Meriç Nehri’nin doğu
tarafındaki bölgenin Edirne’nin kuzeyinden Karadeniz tarafına kadar MidyeEnez çizgisinin oluşturulması kabul görmüştü. Bulgarlar bu karara ikna
edilmişti. İngiliz diplomatlar bu görüşmelerde Rusya’nın Balkanlar’da
166
Edirne’nin düşüşü için bkz. British Documents on foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 408416; C.-K. Bedirhan, a.g.e, 111-126; P. D. Desiere, a.g.e, s. 109-222; R. Rankin, a.g.e, s.
446-455; N. Çağan, a.g.m, s. 207-212; N. İvanov, a.g.e, s. 173-287; R. C. Hall, a.g.e, s. 8690; R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 173-256; A. Terzioğlu, a.g.m., s. s. 170-180.
167
P. D. Desiere, a.g.e, s. 246-247. Dönemin Osmanlı kaynaklarında Sofya’dan edinilen
bilgiler referans gösterilerek Bulgar kayıplarının 19800 kadar olduğu belirtilmekteydi: C.K. Bedirhan a.g.e, s. 120.
168
J. McCarthy, a.g.e, s. 148-186; N. Çağan, a.g.m, s. 207-211; İ. Alp, a.g.e, s. 167-171; A.
Terzioğlu, a.g.m., s. s. 165-180. Şehrin düşüşü sonrası gelişmelere dair verilen bilgilere
ihtiyatla yaklaşılması kaydıyla ayrıca bkz. Carnegie Endowment for International Peace,
a.g.e, s. 109-116, 326-406
169
TNA, FO, nr. 244/781, s. 269; British Documents on the Origins of the War (1898-1914),
1934, c. IX/2, s. 110-111; British Documents on Foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 376-379.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
73
ALİ FUAT ÖRENÇ
reform taleplerinin yanı sıra kaledeki tahkimat yıkılmak şartıyla Edirne’nin
Bulgarlar’da kalmasına rıza göstereceğini de öğrenmişlerdi170.
Birinci Balkan Savaşı, 30 Mayıs 1913’te Osmanlı Devleti ile Yunanistan
hariç Balkan ülkeleri arasında imzalanan barış antlaşması ile son bulmuştur.
Antlaşmaya göre Midye-Enez hattı Osmanlı-Bulgar sınırı olarak kabul
edilmişti. Böylece Edirne ve Dedeağaç Bulgaristan’a bırakılıyordu. Ancak
savaşın sonuçları, müttefik Balkan devletlerini tatmin etmedi. Paylaşımda
çıkan sorunlar nedeniyle savaşın bir sonraki safhası, yani İkinci Balkan
Harbi başladı. Bulgaristan 23 Haziran 1913’te Sırbistan, Karadağ ve
Yunanistan’a, 10 Temmuz’da ise Romanya Bulgaristan’a savaş ilan etti171.
Bulgarlara karşı olan müttefik ülkelerin Sofya’ya doğru ilerledikleri bir
sırada İttihad ve Terakki yönetimi durumdan yararlanarak harekete
geçmiştir. Nihayet Enver Paşa komutasındaki Türk Ordusu 19 Temmuz
1913’te Edirne’ye girerek şehri ele geçirmiştir172. Bu arada İkinci Balkan
Savaşı 10 Ağustos 1913’te Bulgaristanla Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ
arasında imzalanan Bükreş Antlaşması ile son bulmuştur. Osmanlı-Bulgar
antlaşması ise İstanbul’da 29 Eylül 1913 tarihinde imzalanmıştır173.
Sonuç: Balkan Savaşları, yaşanan son derece dramatik hadiseler ve
gelecek nesillere ibret olacak gelişmeler nedeniyle her yönden araştırılması
ve tartışılması gereken önemli bir tarihi süreçtir. Savaş sonucunda
Balkanlar’daki asırlık Türk hâkimiyeti neredeyse tamamen son bulmuştur.
Yüz binlerce Balkan Türkü yaşamını yitirirken, milyonlarcası vatanlarını
terke mecbur edilerek Anadolu’ya göçe zorlanmıştır. Bu göçlerin sosyal ve
ekonomik etkileri yıllarca devam etmiştir.
Balkan Harbi’nden olumsuz etkilenen vilayetler arasında Edirne’yi
muhakkak zikretmek gerekir. Serhat şehri Edirne, savaşın her aşamasını ve
bütün olumsuzluklarını yaşamış; yıkıma, işgale ve katliamlara maruz
kalmıştır. Birinci Balkan Savaşı’nda Bulgar ve Sırp işgaline uğrayan şehir,
İkinci Balkan Harbi’nde kurtarılmış ise de bu yıkım ve işgalin olumsuz tesiri
uzun müddet sürmüştür.
170
TNA, FO, nr. 244/807; British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1934, c.
IX/2, s. 619-629. İngiltere’nin Makedonya ve Arnavutluk sorunlarına bakışı, Balkanlara
dair Avrupa büyük devletlerinin beklentileri hakkında rapor: TNA, FO, nr. 195/2437, s.
275-279.
171
1913 yılından itibaren savaşın gelişimi için bkz. TNA, ADM, nr. 116/1195; FO, nr.
421/296 (1912-1914), s. 1-814; C. S. Ford, a.g.e, s. 65-124.
172
British Documents on foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 428-429; Hüsnü Ersu, 1912-1913
Balkan Savaşı’nda Şarköy Çıkarması ve Bolayır Muharebeleri, (Haz: A. Tetik-Ç. Aksu),
Ankara 2006, s. 28-33.
173
TNA, FO, nr. 881/10566; FO, nr. 195/2448, s. 32 vd.
74
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
Balkan Savaşı son bulup, şehir geri alınınca Edirne’deki yabancı
görevlilerin özellikle İngiliz Konsolosu Samson’un kuşatma esnasındaki
faaliyetleri eleştiri konusu olmuştur. Konsolosun şehirdeki idarecilerle hatta
Kale Komutanı Şükrü Paşa ile yakın ilişkileri, Bulgarlara bilgi sızdırmış
olabilecekleri şüphesini doğurmuştu. Bulgar ve İngiliz konsoloslarının barış
döneminde av partileri bahanesiyle savunma istihkâmları hakkında önemli
bilgiler edindikleri söyleniyordu. Bu nedenle Bulgarların savaşa girilirken
Osmanlı Ordusu hakkındaki ayrıntılı bilgilerinin buradan kaynaklanmış
olabileceği dile getirilmişti174.
Samson’un ülkesi adına hazırladığı raporlarından da anlaşılacağı gibi
bilgi sızdırma hususu çok da doğru bir tespit olarak görülmemektedir. Zira
Konsolos açık bir şekilde askerî yetkililerin kendisine karşı ketum
davrandıklarını belirtmektedir. İngiliz Konsolosu’nun bilgi sızdırma iddiası
kanıtlanmaya muhtaç olmakla birlikte, bu ülkenin İstanbul Askerî Ataşesi
Tyrell’in Balkan Savaşı’nın hemen öncesinde İstanbul’daki Bulgar Ticarî
Ataşesi yetkililerine, Türk Ordusu hakkında İngiliz Savaş Bakanlığı’ndan
edindiği bilgileri sızdırdığı öğrenilmişti175.
Bilgi sızdırma meselesinde Osmanlı Ordusu’nda görevli Alman subaylar
hakkında da ciddi deliller bulunmaktadır. Zira savaş öncesi ve esnasında
hem Osmanlı ve hem de Osmanlı ordularında Alman uzmanlar görev
yapmaktaydı. Bu husustaki en somut bilgi ise 1913 yılında Sofya Askerî
Ataşeliğinde görevli bulunduğu esnada Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından
edinilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Bulgar Genelkurmay Başkanı Fichtev
(Fişev) ile yaptığı bir görüşmede Balkan Harbi’nde Osmanlı Ordusu’nun
harekât planları hakkında Alman subaylardan çok önemli bilgiler aldıklarını
öğrenmiş, bunu hükümete rapor etmişti176.
174
Remzi (Yiğitgüden) Bey, konsolosun bu gibi faaliyetleri hakkında şu ifadeleri
kullanmaktadır: “ Buna karşılık Edirne şehri içindeki Bulgar ve İngiliz konsoloslarının göz
önündeki faaliyeti hiçbir şekilde engellenemiyordu. Bir kere bunlar av bahanesi ile bütün
barış süresince savunma çevresinin gezmedik yerini bırakmamışlardı. Edirne’deki bütün
konsoloslar, mülki ve askeri büyük memurlarımızın bazıları ile dostluk tesisine çok
çalışmışlar ve bu yüzden meydana gelen garip siyasi nezaketten istifade edilerek en gizli
yerlerimize girip çıkmak istemişlerdir. Özelllikle kale subayı ile temaslar aramaya İngiliz
Konsolosu Kurmay Binbaşı Samson’un barıştaki temas ve tedkiklerinde kale hakkında bazı
ipuçları elde edip etmediği ve konsolosluk ortak çalışmasının gerektirdiği karşılıklı
çalışmayla Bulgarları gereken hususlarda aydınlatıp aydınlatmadığı düşünceye değer
meselelerdir” (bkz. a.g.e, s. 21). Bu hususta ayrıca bkz. S. Aşkın, a.g.t, , s. 33; N. Hayta-T. S.
Birbudak, a.g.e, s. 41; G. Dinç, a.g.e, s. 175-176.
175
C. S. Ford, a.g.e, s. 23-24.
176
Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk ve Türk-Bulgar İlişkileri (1913-1938), Başbakanlık
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yay., Ankara 2002, s. 183-185.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
75
ALİ FUAT ÖRENÇ
Savaş sonrasının bir diğer tartışma mevzusu şehrin gıda sıkıntısı ve
açlıktan mı, yoksa askeri gerekliliklerden mi düştüğüydü 177. Bu konuda her
iki görüşü haklı çıkaracak gelişmelerin olduğu söylenebilir. Fakat kuşatma
süresince Edirne’de yaşananları Yahudi Alliance Okulu Müdiresi Angel
Gueron’un günlüğündeki şu ifadeler yoruma gerek bırakmayacak biçimde
ortaya koymaktadır 178:
“Tarih kitaplarının sararmış sahifelerinde muhasara olaylarını
okumak belki de zevklidir. Açlığın, mutsuzluğun hüküm sürdüğü bir
dönemde top mermisi ateşi altında yaşamak korkunç bir şey”.
Edirne, Balkan Harbi’ne gelene kadar iki defa Rus istilasına uğrayarak
hasar görmüştür. Bunlardan ilki 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı’nda, diğeri ise
93 Harbi’nde gerçekleşmişti. Şehir her defasında Türk idaresi ile yeniden
buluşmuştur. Milli Mücadele döneminde Yunan işgaline düşen şehir (1920),
tekrar kurtarılarak Cumhuriyet sınırları içerisindeki yerini almıştır (25 Kasım
1922)179.
KAYNAKÇA
A. Arşiv Belgeleri
The National Archives-London (TNA):
Record of Admiralty, Naval Forces, Royal Marines, Coastguard (ADM),
Nr. 116/1190; nr. 116/1195; nr. 116/1197.
Foreign Office (FO),
nr. 141/802; nr. 195/2437; nr. 195/2438; nr. 195/2448; nr. 244/807; nr. 244/781; nr.
421/296; nr. 881/10110X; nr. 881/10566.
War Office (WO),
nr. 33/603, (1912).
B. Basılı Kaynaklar
Alp, İlker, Belge ve Fotograflarla Bulgar Mezalimi (1876-1989), Ankara 1990.
Aşkın, Sevgi, Balkan Savaşlarında Edirne, (Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi), Edirne 2007.
Aydın, Mahir, “Prenslikten Krallığa Bulgaristan”, Berlin Antlaşması’ndan
Günümüze Balkanlar, (Haz. M. Bereketli) İstanbul 1999, s. 35-47.
Balkan Harbi (1912-1913), c. I, Genelkurmay Yay., Ankara 1993.
177
Alman Subay G. V. Hochwächter, Edirne’nin açlığa mahkûm olmasa teslim olmayacağını
yazmaktadır (bkz. a.g.e, s. 110). Fransız gazeteci P. D. Desiere, şehrin düşmesinde erzak
sıkıntısının etkisi olmadığını, askerî gelişmeler sonucu olduğunu iddia etmektedir: a.g.e, s. 48.
178
“Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel Gueron’un 1912-13 Edirne Bulgar
Kuşatması Anıları”, Yöre, s. 4.
179
Bekir Sıtkı Baykal, “Edirne’nin Uğramış Olduğu İstilalar”, Edirne’nin 600. Fetih
Yıldönümü Armağanı, Ankara 1965, s. 179.195.
76
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
Baykal, Bekir Sıtkı, “Edirne’nin Uğramış Olduğu İstilalar”, Edirne’nin 600. Fetih
Yıldönümü Armağanı, Ankara 1965, s. 179-195.
Bayur, Yusuf Hikmet, Türk İnkılap Tarihi, c. II/1-2, Ankara 1991.
Bedirhan, Celadet-Kamiran, Edirne’nin Sükûtunun İç Yüzü, İstanbul 1329.
Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk ve Türk-Bulgar İlişkileri (1913-1938),
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yay., Ankara 2002.
Beliğ, Mahmud, Bulgar Komitalarının Tarihi ve Balkan Harbi’nde Yaptıkları,
İstanbul 1936.
Beydilli, Kemal, “Balkanlarda Dönüm Noktası: 93 Bozgunu ve Sonrası”, Berlin
Antlaşmasından Günümüze Balkanlar, (Haz: M. Bereketli), İstanbul 1999, s. 2534.
British Documents on Foreign Affairs: Reports and Papers from the Foreign Office
Confidential Print, The Near and Middle East (1856-1914), The Otttoman Empire
Under the Young Turks (1908-1914), (Ed: David Gillard), c. I/20, University
Publications of Amerika 1983.
British Documents on the Origins of the War (1898-1914): The Balkan Wars, The
Prelude; The Tripoli War, (Ed: G.P. Gooch- H. Temperley), c. IX/1, London 1933.
British Documents on the Origins of the War (1898-1914): The Balkan Wars, The
League and Turkey, (Ed: G.P. Gooch- H. Temperley- L. Penson), c. IX/2, London
1934.
Carnegie Endowment for International Peace, Report of The International
Commission to Inquire into The Causes and Conduct of The Balkan Wars,
(Directör: Nicholas Murray Butler), Washington 1914.
Çağan, Nazmi, “Balkan Harbinde Edirne (1912-1913)”, Edirne’nin 600. Fetih
Yıldönümü Armağanı, Ankara 1965, s. 197-213.
Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları, (Haz.
Ratip Kazancıgil- Nilüfer Gökçe), Edirne 2005.
Desiere, Pierre Dumont, Edirne Muhasarası (1912 Teşrin-i sani-1913 Mart), (Trc:
Mülazım S. B), İstanbul 1331.
Dinç, Güney, Mehmed Nail Bey’in Derlediği Kartpostallarla Balkan Savaşı,
İstanbul 2008.
Ersu, Hüsnü, 1912-1913 Balkan Savaşı’nda Şarköy Çıkarması ve Bolayır
Muharebeleri, (Haz: A. Tetik-Ç. Aksu), Ankara 2006.
“Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel Gueron’un 1912-13 Edirne Bulgar
Kuşatması Anıları”, Yöre, yıl 8, sayı 85, (1987), s. 3-18.
Efiloğlu, Ahmet, Osmanlı Rumları, Göç ve Tehcir 1912-1918, İstanbul 2011, s. 5464.
Ford, Clyde Sinclair, The Balkan Wars, Kansas 1915.
Gibbs. Philip–Grant, Bernard, The Balkan War, Adventures of War with Cross &
Crescent, Boston (t.y.).
H. Cemal, Yeni Harb: Başımıza Tekrar Gelenler: Edirne Harbi Muhasarası, Esaret
ve Esbâb-ı Felaket, İstanbul 1332.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
77
ALİ FUAT ÖRENÇ
Halaçoğlu, Ahmet, “Balkan Savaşları (1912 – 1913)”, Türkler, c. 13, Ankara 2002,
s. 296-307.
Hall, Richard C., The Balkan Wars 1912-1913, Prelude to the First World War,
London 2000.
Hayta, Necdet-Togay Seçkin Birbudak, Balkan Savaşları’nda Edirne, Ankara 2010.
Hayta, Necdet, Balkan Savaşları’nın Diplomatik Boyutu ve Londra Büyükelçiler
Konferansı (17 Aralık 1912-11 Ağustos 1913), Ankara 2008.
Hochwächter, Gustav von, Balkan Savaşı Günlüğü, “Türklerle Cephede”, (Çev: S.
Toydemir), İstanbul 2007.
İvanov, N., Balkan Harbi (1912-1913), 2. Ordu Harekatı, Edirne Kalesi’nin
Muhasarası ve Kaleye Hücum, (çev: M. Murat), c. 1, İstanbul 1937.
İvanov, Valeri Velkov, “Bulgar Genelkurmayının XX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı
Devleti ile Savaş Durumunda Muharebe Sahasını Değerlendirmesi”, XX. Yüzyılın
İlk Yarısında Türk-Bulgar Askerî-Siyasî İlişkileri, Genelkurmay ATASE Yay.,
Ankara 2005, s. 9-26.
Jelavich, Barbara, Russia’s Balkan Entanglements (1806-1914), Cambridge 1991.
Kazancıgil, Ratıp, Hafız Rakım Ertür’ün Anılarından Balkan Savaşlarında Edirne
Savunması Günleri, Kırklareli 1986.
Kent, Marian, “Great Britain and the end of the Ottoman Empire 1900-23”, The
Great Powers and the end of the Ottoman Empire, (Ed: M. Kent), London 2005, s.
172-205.
Kestelli, Raif Necdet, Osmanlı İmparatorluğunun Batışı (Ufûl), Edirne Savunması,
(Haz: V. Özdemir), İstanbul 2001.
Krivorov, İgnat, “Bulgar Ordu Komutasının XX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı
Devleti’ne Karşı Savaşma Anlayışındaki Evrim”, XX. Yüzyılın İlk Yarısında TürkBulgar Askerî-Siyasî İlişkileri, Ankara 2005, s. 27-36
Küçük, Cevdet, “Balkan Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. V,
İstanbul 1992, s. 23-25.
Kuran, Ahmet Bedevi, İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler, İstanbul 2000.
Lesiçokof, İvan, Balkan Muharebatı Hatıratından: Kırkkilisenin Sükutu, (çev. M.
Nuri), Filibe 1913.
Mahmud Muhtar, Balkan Harbi, Üçüncü Kolordu’nun ve İkinci Doğu Ordusu’nun
Muharebeleri, (Haz. Z. Engin), İstanbul 1979.
McCarthy, Justin, Ölüm ve Sürgün, (Çev. B. Umar), İstanbul 1998.
Medlicott, W. N., The Congress of Berlin and After, A Diplomatic History of the
Near Eastern Settlement (1878-1880), London 1938.
Meram, Ali Kemal, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkileri, İstanbul 1969.
Nazmi-Kenan, Edirne’de Altı Ay, Musavver Edirne Tarih-i Mahsuriyeti, Cüz I-II,
İstanbul 1329.
Öztuna, Yılmaz, 93 ve Balkan Savaşları, Avrupa Türkiyesi’ni Kaybımız, Rumeli’nin
Elden Çıkışı, İstanbul 2006.
Rankin, Reginald, The Inner History of The Balkan War, London 1914.
78
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913)
Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’nın Günlüğü, İstanbul 1988.
Şıvgın, Hale, “Kilise ve Mektepler Kanunu”, Türk Dünyası Araştırmaları, sa. 148,
(Şubat 2004), s. 133-146.
Sloane, William M., The Balkans a Laboratory of History, New York 1914.
Sumner, B. H., Russia and The Balkans (1870-1880), Oxford 1937.
Terzioğlu, Ayşe, “I. Balkan Savaşı ve Edirne’nin Bulgarlar Tarafından İşgali”, Türk
Dünyası Araştırmaları Dergisi, sa. 157, (Temmuz-Ağustos 2005), s. 161-180.
The Balkan Wars, (Ed. V. Kolev –C. Koulouri), Thessaloniki 2009.
Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi, Osmanlı Devri, Balkan Harbi, c. II/1-2, Ankara 1993.
Uçarol, Rifat, “Balkan Savaşı Öncesinde Terhis Olayları ve Seferberlik İlanı
Sorunu”, Dördüncü Askerî Tarih Semineri, Bildiriler, Ankara 1989, s. 257-277.
Ulubelen, Erol, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul 1982.
Wasti, Syed Tanvir, “The 1912-13 Balkan Wars and the Siege of Edirne”, Middle
Eastern Studies, c. 40/4, (July 2004), s. 59-78.
Yiğitgüden, Remzi, Balkan Savaşı’nda Edirne Kale Muharebeleri, (Yay. Haz. Z.
Türkmen, B. Turan, A. Kaptan, Ö. Demireğen, T. Kılıç), c. I-II, Genelkurmay
ATASE Yay., Ankara 2006.
Uzdil, Mahmud Beliğ, Balkan Savaşı’nda Mürettep 1 inci Kolordunun Harekâtı,
(Yay. Haz: A. Tetik-Ş. Büyükcan), Genelkurmay Yay., Ankara 2006.
Yarım, Hüseyin, 1912 Edirne Müdafaası ve Komutan Şükrü Paşa, (İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakultesi Tarih Bölümü Bitirme Tezi), İstanbul 1976.
Zamacı, Ayşe, “Birinci Balkan Harbi’nde Edirne Semalarında Bulgar Tayyare ve
Balonları”, Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, c. 1, sa. 2, (Temmuz
2011), s. 199-225.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79
79
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94
KENDİ KALEMİNDEN
ŞEMSETTİN SAMİ’NİN İLK TERCÜME-İ HÂLİ
Yüksel TOPALOĞLU
ÖZ: Türk dili ve edebiyatı üzerine önemli eserleri olan Şemsettin Sami’ye ilişkin çalışmalar,
bilindiği gibi daha hayattayken yapılmaya başlar. Bunlar, kimi tiyatroları, kimi diğer eserleri
üzerindedir. Bununla birlikte Ş. Sami, bu sıralarda biyografik yönüyle de merak edilen ve
öğrenilmek istenen bir kişidir. Bundan dolayıdır ki on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru
dönemin etkili dergicilerinden biri olan ve Ş. Sami’ye büyük saygı duyan Ahmet İhsan,
dönemin önemli dil ve edebiyat adamını dergi okurlarına tanıtabilmek maksadıyla Ş. Sami’yle
görüşür ve ondan bizzat kendi kaleminden çıkmış tercüme-i hâlini alır ve bunu dergisinde
yayımlar. Üstelik bu yazının başına Ş. Sami ile nasıl görüştüğünü, görüştüğü sıralarda onda
gözlemlediklerini ve ayrıca derginin muhtelif kısımlarına da bizzat kendi çektiği fotoğrafları
ekler. Bu makalede Ş. Sami ile ilgili biyografik çalışmalara katkı sunacağını düşündüğümüz
Ahmet İhsan’ın “Şemsettin Sami Bey” başlıklı yazısı, küçük bir incelemeyle birlikte yeni yazıya
aktarılarak sunulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Ahmet İhsan, Şemsettin Sami, tercüme-i hâl, yeni yazıya çevirme.
THE FIRST TERCUME- I HALI OF SEMSETTIN SAMI, FROM HIS OWN PENCIL
ABSTRACT: The first studies on Semsettin Sami who has quite prominent works about
Turkish language and literature have been started when he was still alive. These are mostly his
theatre and some other studies. Nonetheless, Semsettin Sami is a person who is wondered and
understood by his biographical aspect nowadays. Hence, towards the end of the nineteenth
century Ahmet Ihsan, who was one of the most effective magazine publishers and respected
Semsettin Sami, consulted with him so as to introduce the important man of language and
literature at that period to his magazine readers. He took the tercume-i hali written by
Semsettin Sami and published in his magazine. Moreover, he adds some such details as how he
negotiated with Semsettin Sami, some observations about him while they were talking and
some photographs to the top of this writing. In this article, Ahmet İhsan’s writing named as
“Mr. Semsettin Sami” which we think that it would contribute to the biographical studies on
Semsettin Sami has been presented by transferring to the new alphabet by means of short
analsis.
Keywords: Ahmet İhsan, Şemsettin Sami, tercüme-i hâl, transfer to the new alphabet.
Giriş
Türk kültürü, sanatı, dili ve edebiyatı alanlarında son derece güçlü ve
etkili bir figür olan Şemsettin Sami, çağdaş müfredata sahip ve donanımlı bir
okul olan Zossimaia Rum Lisesi’nden mezun olduktan kısa bir süre sonra
1870’li yılların başlarında İstanbul’a gelir ve bundan sonra resmi ve gayri
resmi işlerde, bir yanda küçük memuriyetlerde, öte yanda ise özellikle basın
Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Öğretim Üyesi-Edirne. El-mek: ytopaloglu@trakya.edu.tr
YÜKSEL TOPALOĞLU
yayın işlerinde çalışmaya başlar. Ancak onun İstanbul’a geldikten sonra
Şemsettin Sami olarak tanınmaya başlaması, bilindiği gibi ilk telif romanı
kaleme alması ve özellikle bunu müteakip hayatını Türk kültürü, sanatı, dili,
edebiyatı ve sözlükçülüğü gibi bilimsel alanlara hasretmesiyle olur. 1870’li
yılların başlarında ilk telif Türk romanı yazarı ve basın-yayın işleriyle
uğraşan biri olarak beliren Ş. Sami, özellikle 1880’li yıllardan sonra artık
eski-yeni tartışmalarında yeni edebiyat müdafii olarak görüş serdeden,
görüşleri dikkate alınan; şiir ve edebiyat kavramları üzerinde durarak
mahiyetini açıklayan ve bu açıklamalarıyla geleneksel şiir ve edebiyat
anlayışı ve algıları dışına çıkan; dönemin milliyetçilik çağı olduğunu fark
ederek uyur vaziyetteki bilinçleri bu doğrultuda uyaran ve bu çerçevede
neredeyse tüm dikkatini Türk dili ve sözlükçülüğüne odaklayarak kayda
değer çalışmalara imza atan; yanı sıra Batı’yı günü gününe takip ederek
çevirileriyle ait olduğu topluma Batılı değerleri taşıyan ve buna ilave
edilebilecek daha başka yönleri olan son derece önemli bir şahsiyettir.
Eserleri ve faaliyetleriyle kamuoyuna mal olmuş böylesi önemli bir
şahsiyetin biyografik yönüyle merak edilmemesi ve bu yönden onun
tanınmak istenmemesi düşünülemez. Her önemli şahsiyette olduğu gibi Ş.
Sami’de de mutlaka önemli bir kamuoyu ilgisi ve tanıma isteği olmuştur.
Zaten 1890’lı yılların ortalarından itibaren beliren kimi çalışmalar, bu
durumun varlığını açıkça gözler önüne serer. Bu sıralarda Sami, eserleri ile
ilgili olanları bir yana başka yönleriyle de merak edilen ve tanınmak istenen
biridir. Bunun somut örneği, dönemin önemli dergi yayıncılarından Ahmet
İhsan’ın, bizzat istediği ve Servet-i Fünûn dergisinde ölümüne sadece sekiz
yıl kala yayımladığı -ve bugünkü bilgilerimize göre de ilk olan- tercüme-i
hâlidir. Ahmet İhsan, bu tercüme-i hâli ilk kez1 6 Haziran 1312 tarihinde
sahibi olduğu derginin 275. sayısında yayımlamıştır. Üstelik bu yayımda
Ahmet İhsan, sadece tercüme-i hâli vermekle yetinmez. Onunla birlikte söz
konusu biyografik bilgileri yazılı olarak alma düşüncesi ve arzusunun nasıl
ortaya çıktığını, bu çerçevede onunla görüşme isteğini bildiren mektubunu,
Ş. Sami’nin cevabî mektubunu, görüşme anında Ş. Sami ile konuşmaları,
ona ilişkin ilk izlenimleri ve Ş. Sami’nin verdiği ve özellikle bizzat
kendisinin çekmiş olduğu birkaç resmi de sunar. Bu yazımızda, Ş. Sami’nin
düzgün ve bütünlüklü biyografisinin yazılabilmesinde katkı sağlayacağını
düşündüğümüz söz konusu tercüme-i hâli yeni yazıya aktaracağız. Ancak
aktarmaya geçmeden önce metni, yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi bazı
ara başlıklarla ele almak ve değerlendirmek yerinde olur.
1
Aynı yazıyı Ahmet İhsan, daha sonra Ş. Sami’nin ölümü üzerine, duygu ve düşüncelerini
içeren küçük bir takdim ve kapaktaki fotoğrafı hariçle tekrar yayımlamıştır. Bk. Ahmet
İhsan, “Zıya‘-i Elîm – Merhum Şemsettin Sami Bey”, Servet-i Fünûn, Nu: 687, 10 Haziran
1320 Perşembe, s. 162-164.
82
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94
KENDİ KALEMİNDEN ŞEMSETTİN SAMİ’ NİN İ LK TERCÜME-İ HALİ
Şemsettin Sami ile Tanışma Arayışı
Ahmet İhsan, Servet-i Fünûn dergisinde “Şemsettin Sami Bey” başlığıyla
yayımladığı yazısının başında Ş. Sami ile görüşme arzusu ve arayışının ne
zaman ve nasıl belirdiğine ilişkin bilgi verir. Buna göre Ahmet İhsan ve
arkadaşları, Ş. Sami’nin önemli çalışmalarından biri olan Kamûs-ı Arabî’nin
birinci forması yayımlandığı sıralarda bu önemli eserin müellifini Servet-i
Fünûn okuyucularına “daha samimi, daha hususi bir surette tanıtma kararı”nı
alırlar. Ancak bu karar nasıl uygulanacak? Zira aralarında Ş. Sami’yi “sûret-i
husûsî”de2 tanıma şerefine erişen yoktur. Bu yüzden en nihayet onunla
görüşmeyi ayarlayabilmek üzere ona bir tezkere yazmaya ve böylece
“müsaadelerini istirham”a3 karar verirler. Ahmet İhsan, yazdıkları bu
tezkereyi “huzûr-ı üstat”a4 gönderir ve gelecek cevabı beklemeye koyulur.
“Üstat”tan Mektup Var
Ahmet İhsan’ın tezkeresine Ş. Sami, yaklaşık yarım sayfalık bir
mektup/tezkere gönderir. Dikkatle incelendiğinde bu mektubun iki bakımdan
önem arz ettiği söylenebilir. İlki, tahmin edileceği gibi Ahmet İhsan’dan
gelen tezkereye verdiği cevaptır. Ş. Sami, Ahmet İhsan’ın görüşme isteğini
büyük bir memnuniyetle kabul ettiğini; ertesi günü yani “yarın saat üçte veya
her ne saatte arzu buyrulursa teşriflerine muntazır”5 olduğunu bildirir. Bu
tezkerede dikkati çeken ikinci yön ise, Ş. Sami’nin yaklaşık yarım sayfalık
mektubunda kullandığı dil ve üsluptur. Aktarılmış metin okunduğu zaman da
açıkça görülecektir ki, burada Ş. Sami dil ve üslup açısından deyim
yerindeyse adeta ‘lügat paralar.’ Bunun bariz göstergeleri metne egemen
olan ağır, mutantan ve tamlamalı dil, çoğu yedi sekiz satırı bulan son derece
uzun cümleler 6 ve ululama, yüceltme ve iltifat içerikli söyleyişlerdir. Kısaca
tam bir belagat örneğidir gelen tezkere. Kuşkusuz tezkeredeki dilin ağırlığı
ve cümlelerin uzunluğu, yazılanın mektup olmasının, dönemin ve geleneğin
tabii bir sonucudur. Bu açıdan bakınca söz konusu dil hâliyle çok da
yadırganamaz. Mevcut eğilimin sonucudur denilebilir. Ancak öte açıdan
2
Ahmet İhsan, “Şemsettin Sami Bey”, Servet-i Fünûn, Nu: 275, 6 Haziran 1312, s. 226.
Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226.
4
Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226.
5
Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226.
6
Buna iyi bir örnek, söz konusu mektubun ilk cümlesidir: “Zât-ı âlî-i edîb-ânelerinin
edebiyât-ı milliyemizin terakkisine olan hidemat ve ale’l-husûs nefâset-i tab‘ın hattımıza
dahi tatbikiyle zevk-i selîm-ashâbı için lezzet ve arzu ile ele alınıp okunacak ve bi-hakkın
istifade olunacak kütüb ve resail neşrine muvaffakiyet-i hakikiyeleri bendenizi öteden beri
muârefe-i âlîlerine cidden arzu-keş etmiş olduğundan bir vesile ve bahaneye muntazır iken
bu akşam bir ni‘met-i gayr-ı müterakkıbe olarak yed-i iftihârıma vâsıl olan tezkere-i tahrîrâneleri nihayet derecede mahzuziyet ve mesruriyetimi mucip olmuştur.” Bk. Ahmet İhsan,
agm., s. 226.
3
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94
83
YÜKSEL TOPALOĞLU
bakınca yani tezkerenin yazıldığı sıralarda son derece şiddetli bir şekilde
sadeleşme ve Türkçeleşme taraftarı olan ve aynı istikamette yazılar kaleme
alan Ş. Sami ile kıyaslandığı zaman büyük bir çelişkinin varlığı derhal
dikkati çeker.
Mektuptan Sonra ve İlk Karşılaşma
Bu tarz bir dilin, karşı tarafta uyandıracağı duygular bellidir. Ahmet İhsan
olumlu cevabı alınca büyük bir sevinç ve mutluluk duyar; ancak bu sevinç
ve mutluluk, hemen belirtilmelidir ki aşırı mültefit dilin yaratmış olduğu
utangaçlığı veya mahcubiyeti de içeren özelliğe sahiptir. Ahmet İhsan’ın
yazısında “mesrûriyet-i şerm-sâr-âne”7 tabirini kullanması, bunu açıkça
gösterir.
Ahmet İhsan, gelen cevabın ardından hemen hazırlıklara girişir; fotoğraf
makinesini büyük bir özenle hazırlar, camlarını takar ve tezkerede belirtilen
yer ve zamanda olabilmek için büyük bir heyecanla yola koyulur. Birkaç
dakika sonra Ş. Sami’nin evinin kapısının önüne gelir. Karşılamakla görevli
kişi onu içeri alır ve Ahmet İhsan “üstat”ını büyükçe bir odada bekler. Çok
kısa bir süre sonra Ş. Sami, içeri girer. Ahmet İhsan da onu görür görmez
“kemâl-i iştiyâk ve hürmet”8 ile ellerinden öper. Ahmet İhsan, bu ilk
karşılaşmanın sözlerini şöyle kaydeder:
-Ahmet İhsan Bey zât-ı âliniz midir?
-Evet kulunuzum.
-Âlem-i matbûattaki kıdem ve hizmetinize bakarak ben sizi daha müsinn
tasavvur eyliyordum; görüştüğümüze pek memnun oldum.”9
Ahmet İhsan, bu kısa mükâlemeden sonra dikkatini büyük ölçüde ilk kez
karşılaştığı Ş. Sami’ye çevirir ve onda gördüğü kimi hususiyetleri zapt
etmeye başlar. Bugün için son derece önem arz eden bu gözlemler Sami’nin
dış görünüşü, konuşma biçimi ve tarzı, davranış şekli gibi noktalar üzerinde
yoğunlaşır. Bu gözlemlere göre Ahmet İhsan’ın Sami’de dikkati celp olunan
veya gördüğü ilk nokta onun “melâhat-ı veçhiye”si10 yani yüz güzelliğidir. O
kadar ki bu yüz güzelliği “az bulunur”11 cinstendir. İkinci dikkat çekici yön
ise, Sami’nin yaşına göre hayli ihtiyar görünmesidir. Bilindiği gibi Sami bu
sıralarda henüz kırk altı yaşındadır. Ancak Ahmet İhsan’ın gözlemine göre
Sami, yaşına göre son derece ihtiyar görünümlü, saçı ve sakalı bembeyaz
7
Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226.
Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226.
9
Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226.
10
Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226.
11
Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226.
8
84
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94
KENDİ KALEMİNDEN ŞEMSETTİN SAMİ’ NİN İ LK TERCÜME-İ HALİ
kesilmiş biridir. Tüm bu görüntüye rağmen yüzün ve başın her bir uzvu ve
unsuru tam bir tenasüp içindedir. Bundan dolayıdır ki Sami’nin yüzünde
müthiş bir melahat vardır. Ayrıca Sami, sözü oldukça “metanet ve
ciddiyet”le12 sarf eden, son derece nezaketli davranan, vakur ve metanetli
duran, etrafına emniyet duygusu yayan bir görüntüye ve kişiliğe sahiptir.
Bunlarla birlikte Ahmet İhsan, az da olsa Ş. Sami’nin evi, yazıhanesi ve
kütüphanesine ilişkin de bilgiler sunar. Daha da önemlisi söz konusu yerleri
gösteren ve bizzat kendi çekimi olan, yanı sıra Ş. Sami’den aldığı
fotoğrafları da yazısını yayımladığı sayının muhtelif sayfalarında yayımlar.
Ayrılış
Ahmet İhsan, Ş. Sami ile görüştükten sonra “dest-i muhteremi”nden13 bir
kez daha öper ve “arz-ı vedâ”14 eyleyerek evden ayrılır. Yolda Ş. Sami’nin
kıymetli eserlerini tek tek sayarak ve Türk kültürü, edebiyatı ve diline
katkılarını belirterek yola devam ederler.
Ayrılış şeklinde nitelediğimiz kısımdan sonra Ş. Sami’nin kendi
kaleminden çıkmış tercüme-i hâli gelir. Kuşku yok ki bu tercüme-i hâl
birinci ağızdan olması, doğumu, ailesi, okuduğu okullar, çalışma hayatı,
çıkardığı dergi ve gazeteleri, eserleri ve buna benzer daha pek çok hususu
tarihlendirerek anlatması itibariyle son derece önemlidir. Türk kültürü,
sanatı, edebiyatı, dili, sözlükçülüğü… gibi alanlarda son derece büyük ve
önemli emekleri olan bu büyük şahsiyetin biyografisine katkı sunacağı
düşüncesiyle söz konusu metni, yeni yazıya aktarıyoruz:
“Şemsettin Sami Bey
Âsâr-ı cesîme-i ciddiyelerine ilaveten Ş. Sami Beyefendi Hazretleri
Kamûs-ı Arabî’nin birinci formasını neşreyledikleri gün bu fâzıl-ı muhteremi
Servet-i Fünûn karilerine daha samimi, daha hususi bir surette tanıtmak
kararını vermiş idik. İdarehanemizde bir taraftan Kamûs-ı Arabî’nin
mukaddimesini okuyor, diğer taraftan şu arzumuza nasıl muvaffak
olacağımızı düşünüyorduk; zira Sami Bey’i içimizde sûret-i husûsîde
tanımak şerefine mazhar olan yok idi. Nihayet doğrudan doğruya bir tezkere
ile müsaadelerini istirhama karar verdik. Bu yaz intihap ettiğim sayfiye –
kendilerine karşı uzaktan amîk bir hiss-i ihtirâm ve muhabbet beslediğim –
muharrir-i zî-iktidâra beni komşu etmiş olduğu için yazdığım istirhamnâmeyi bir halecân-ı lâtif ile huzûr-ı üstâda gönderdim; ber-vech-i âti ayânen
12
Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226.
Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226.
14
Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226.
13
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94
85
YÜKSEL TOPALOĞLU
derc ettiğim cevâb-ı mültefitâne ile bu nüshamızı cidden tezyin eden
resimler o mürâcaat-ı âciz-ânemin mahsûl-ı kıymet-dârıdır:
“Zât-ı âlî-i edîb-ânelerinin edebiyât-ı milliyemizin terakkisine olan
hidemat ve ale’l-husûs nefâset-i tab‘ın hattımıza dahi tatbikiyle zevk-i selîmashâbı için lezzet ve arzu ile ele alınıp okunacak ve bi-hakkın istifade
olunacak kütüb ve resail neşrine muvaffakiyet-i hakikiyeleri bendenizi
öteden beri muârefe-i âlîlerine cidden arzu-keş etmiş olduğundan bir vesile
ve bahaneye muntazır iken bu akşam bir ni‘met-i gayr-ı müterakkıbe olarak
yed-i iftihârıma vâsıl olan tezkere-i tahrîr-âneleri nihayet derecede
mahzuziyet15 ve mesruriyetimi mucip olmuştur. Bendenizi tenezzülen
muharirîn-i Osmâniye zümresine dâhil edip kendileriyle nam ve eşkâl ü
tasvirlerini ehl-i mütalaanın malı olan üdebâ-yı milliyeden add buyurmak
isteyerek bu bapta rızâ-yı bende-gâneme hâcet bırakmaksızın şahs ü
yazıhâne ve kütüphâne-i âciz-ânemin resmini almak arzu buyurmuş
olduğunuzdan bu teveccüh-ı nekâyis-pûşânelerine karşı aczimi ve böyle bir
lûtfa adem-i istihkakımı müdafaaya cüret edemeyeceğim. Lakin heyhat!
Bende-hânede tersîme şayan bir hâle tesadüf edilmeyecek, pek pejmürde ve
gayr-ı muntazam bir hâl-i perîşânî müşahede buyrulacaktır. Bunu da bir
medâr-ı iftihâr addedecek adamlar bulunabilirse de bendeniz hiçbir vakit
perişanlığı intizam ve mükemmeliyete tercih edemeyeceğimden netîce-i
teseyyüb ve meskenet olan bu hâl ile iftihar edemem. Lakin herhâlde resmin
en mükemmeli mersumu olduğu gibi tasvir edeni olacağında şüphe
olmadığından bu âciz-i kem-bidâanın da tersime şayeste bir hâli var ise o da
teseyyüb ve meskeneti olduğu erbâb-ı mütâlaanın malumu olursa bir hakikat
meydana çıkmış olmaz mı? Bendeniz için asl-ı câlib-i fahr ü teşekkür zât-ı
âlî-i edîb-âneleriyle kesb-i muarefeye nâiliyetim olup emr-i âlîleri üzere
yarın saat üçte veya her ne saatte arzu buyrulursa teşriflerine muntazırım.
Baki teveccühât-ı fuâdiyelerinin bekasıyla hatm-i güftâr eylerim efendim.”
Ş. Sami
Fi 26 Zilkade sene 1313
Temin ederim ki bu tezkereyi dest-i iftihâra aldığım zaman hâsıl ettiğim
mesrûriyet-i şerm-sâr-âneyi hiçbir zaman unutamayacağım. Zira bu
tezkerede hayât-ı tahrîr-âne ve sâî-ânelerini irae edecek resimlerle
gazetemizin tezeyyününe müsaade eylemekle beraber birçok iltifât-ı
üstadâne de sarf etmişlerdi; derece-i iktidâr ve mevkimizi pekâlâ tayin
edenlerden olduğumuz için sırf eser-i teşvîk ve tergîb olarak kalem-i
15
Anlamsal bütünlük gereği mahzuziyet şeklinde düzelterek okuduğumuz kelime özgün
metinde ‫ ﻣﺨﻄﻮﻃﯿﺖ‬biçiminde yazılmıştır (Haz.).
86
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94
KENDİ KALEMİNDEN ŞEMSETTİN SAMİ’ NİN İ LK TERCÜME-İ HALİ
nezaketlerinden çıkan kelimât-ı mültefit-âne –cevâb-nâme-i fâzıl-ânelerine
el sürmek haddimiz olmadığı için– aynen derc-i sütûn-ı mefharet kılınmıştır.
Cevâb-nâmeye dest-res olduğum gün, hayrân-ı âsâr-ı ciddiye-i ilmiyeleri
olduğumuz muharrir-i yegânenin –evet, Sami Beyefendi Hazretleri
muharrirîn-i Osmâniye miyanında ciddiyet ve ehemmiyet-i âsâr ile hakikaten
yegânedir– birkaç saat sonra şeref-i mülâkatına, o âsârın mevki-i husûle
geldiği hücre-i fâzıl-âneyi müşahedeye muvaffak olacağımı düşündükçe son
derecede seviniyordum. Fotoğrafya makinesini büyük bir itina ile
hazırladım, camları taktım, o günü tam saat üç idi ki sokağa çıktım. Birkaç
dakika sonra ikâmetgâh-ı üstâdın önünde bulunuyorduk; mesruriyetten mi
yoksa fart-ı hürmetten mi halecanım ziyade idi.
Beni vâsi‘ bir odaya idhal ettiler. Henüz etrafıma bir göz gezdirmemiş
idim ki Sami Beyefendi Hazretleri bir ciddiyet-i fevkalâde ile mümtezic
tebessüm-i mültefit-âne ile içeri girdiler; ben de kemâl-i iştiyâk ve hürmet ile
ellerinden öptüm. Sordular ki:
-Ahmet İhsan Bey zât-ı âliniz midir?
-Evet kulunuzum.
-Âlem-i matbûattaki kıdem ve hizmetinize bakarak ben sizi daha müsinn
tasavvur eyliyordum; görüştüğümüze pek memnun oldum.
Dâhil olduğumuz hanenin manzara-i dâhiliyesiyle bir aralık meşgul
olmuş olan nazarım şimdi hazret-i üstâdın çehre-i melîhini yakından
müstağrık-âne temaşaya dalmış idi. Hakikat-i hâlde Sami Beyefendi
Hazretleri’nde görülen melâhat-ı vechiye az bulunur. Henüz ihtiyar
denemeyecek bir sinnde bulundukları hâlde mesâî-i dâimelerinin sevkiyle
bembeyaz kesilmiş olan saçların nîm setrettiği başları, nasıl bir dimâğ-ı fa‘âl
ü cesimi ihtiva ettiğini yek-nazarda anlatıyor; kezalik bembeyaz olan lihye-i
lâtife gayet parlak bir çift gözle tezeyyün eden çehrelerine o kadar yakışıyor
ki tarif edilemez. Sözü gayet metanet ve ciddiyet ile sarf ediyorlar idi. Buna
üstâd-ı muhteremin nezâket-i fevkalâdelerini ilave etmek şartıyla
resimlerimize dahi atf-ı nigâh ile ikmâl-i malûmât eylerseniz muharrir-i
âcize nasip olan şeref-i mülâkatı hayal-hânenizde tecessüm ettirebilirsiniz.
Temâşâ-yı müstağrık-âneden kendimi bil-mecburiye ayırıp bunca âsâr-ı
ciddiyelerine tecelli-gâh olan kütüphane ve yazıhanelerine gitmek üzere
odadan çıktık. Kütüphanenin vaziyet ve şekli fotoğraf almaya müsait
olmadığına pek müteessif oldum. Üç büyük camekâna mutena bir perişanlık
ile yerleştirilmiş kitapların şekli beher cildin belki bir kaçar yüz defa dest-i
mütâlaadan geçmiş olduğunu lisân-ı hâl ile anlatıyor idi.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94
87
YÜKSEL TOPALOĞLU
Yazıhaneye girdik; hazret-i üstâdı o sabah yarım bıraktıkları bir
müsveddenin önüne, masanın üstünde açmış oldukları otuzu mütecaviz
kütüb-i tedkik ve tetebbuun arasına oturttum. Çıkan resmi birinci sayfamızda
temaşa eyliyorsunuz16.
Diğer resmimiz müşarünileyhin bir fotoğrafyalarıdır ki sûret-i husûsiyede
tarafımızdan alınmıştır 17.
Üçüncü resim18 muharrir-i fâzılın Erenköy’ünde Caddebostan’ı
istikametine karîb ve Bağdat tarîk-i kadîmi üzerinde kâin ikametgâhlarını arz
eyliyor. Bunun bir ehemmiyeti de hîn-i inşâsında vazîfe-i mi‘mâriyenin
Sami Beyefendi hazretleri tarafından ifâ kılınmış olmasıdır. Filhakika
binanın mimarlığını kâmilen kendileri ifâ etmişler, planlarını resmeylemişler
ve ona göre yaptırmışlardır.
Üstâd-ı fazîletkârın dest-i muhtereminden bir daha öptükten sonra arz-ı
vedâ eyledik, sokağa çıktık, yolda âsâr-ı âliyelerini sayıyorduk. Tabii olarak
evvela Fransızcadan Türkçeye ve Türkçeden Fransızcaya Kamusları
zikreyledik ki on on beş seneyi mütecaviz müddet zarfında mekâtib-i
umûmiyemizin rahle-i tedrîsinde bulunmuş yahut sûret-i husûsiyede arzû-yı
tahsîl hâsıl etmiş olanların kâffesi bu eserden daima istiane edegelmiştir.
Bundan sonra târih-i intişâr sırasıyla ikinci fakat ehemmiyet nokta-i
nazarından birinci derecede olmak üzere Kamûsü’l-a‘lâm’ı yad eyledik ki
hitamı kuvve-i karîbeye gelmiş olan bu eser-i mühim hakikaten bir
kütübhâne-i irfân ve marifettir. Ahîren neşrine himmet buyurdukları Kamûs-ı
Arabî ise kütüb-i kadîme-i lugâtın istimalindeki suûbeti izale ile beraber
kelimatı daha münakkah tarif ve izah ettiğinden bir büyük noksanı ikmâl
eyliyor. Zikr ü tedkiki ayrıca bir makale tahririne lüzum gösteren neşriyât-ı
edîb-âne ve hakîm-ânelerine bir zamîme-i kıymet-dâr olan bu son
eserlerinden dolayı Sami Beyefendi Hazretlerine kemâl-i ihtirâmla takdîm-i
tebrîkât ve hakkımızda lütfen irae buyurdukları iltifat ve teveccühata karşı
minnettarane beyân-ı teşekkürât eyleriz.
Âtideki satırlar müşarünileyhin kendi kalemleriyle yazılmış olan tercümei hâllerinden hülasa edilmiştir:
1266 sene-i hicriyesi Receb’inin yirmi ikinci ve 1850 sene-i milâdiyesi
Haziran’ının birinci günü Arnavutluk’ta Yanya vilayetinin Ergiri sancağına
tâbi‘ Premedi kazasında Dağlı nahiyesinin merkezi olan Fraşer karyesinde
dünyaya geldim. Dokuz yaşımda iken pederim ve iki sene sonra validem
16
Fotoğraf için bk. Ek:1. (Haz.).
Fotoğraf için bk. Ek:2. (Haz.).
18
Fotoğraf için bk: Ek 3. (Haz.).
17
88
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94
KENDİ KALEMİNDEN ŞEMSETTİN SAMİ’ NİN İ LK TERCÜME-İ HALİ
vefat etti. Köyümde Mekteb-i İbtidâî derslerini gördükten sonra peder yerine
geçen büyük biraderimiz tarafından mahzâ tahsilimiz için 1281’de Yanya’ya
nakl-i hâne olunarak orada hususi muallimlerden Arabî ve Farisî dersleri
görmekle beraber el-yevm Maarif Nezâret-i Celîlesi’nde encümen ve teftîş-i
muâyene reisi bulunan büyük biraderim Naim Bey’le beraber şehr-i
mezkûrda Zossimaia ismiyle maruf Rum Mektebi’ne devamla mekteb-i
mezkûrun sekiz seneden ibaret olan müddet-i tahsiliyesini yedi senede bâlâkemâl Rumca ve Yunanî-i Kadîm ve Fransız ve İtalyan lisanlarını ve
coğrafya ve tarih ile ulûm-ı riyâziye ve he’yet ve hikmet ve kimya ve târih-i
tabii ve teşrih gibi mekteb-i mezkûrda sûret-i mükemmelede okutturulan
fünûnu tahsil ve Fransız lisanını ayrıca hususi muallimden dahi taallüm
eyledim. Mekteb-i mezkûrdan bâ-şehâdet-nâme çıktıktan sonra biraz vakit
Vilayet Mektubî Kalemi’ne devam edip 1288 tarihinde Dersaadet’e gelerek
Matbuat Kalemi’ne devam etmeye başladım. Bu aralık badehu neşrini tensib
etmediğim muhtasar bir Târih-i Umumî ile bir cildini neşretmiş olduğum
Fransa’nın mücmel bir tarihini19 Fransızcadan tercüme ettiğim gibi Taaşşuk-ı
Talat ve Fitnat unvanıyla millî bir roman dahi yazdım. O vakit Türkçenin
aile lisanı denilen cihetine henüz vâkıf olmadığım hikâye-i mezkûremin
ibaresinden münfehim olur. Bir aralık Hadîka ismiyle neşrolunan gazetede
bulundum. Bu gazetenin lağvından sonra yine Matbuat Kalemi’ne devamla
beraber 1290’da İhtiyar Onbaşı unvanıyla bir facia ve Galatée20 ismiyle
meşhur bir hikâye kitabı tercüme ve ikisini de neşrettim. Mukaddemce
Sührab unvanıyla Şeh-nâme’den mehuz bir hâile tertip etmiş isem de sûret-i
tertîbi tiyatro usûl-i şerâitine muvafık olmadığından neşr ve icrasından
vazgeçilmiştir. Trablusgarp’tan vilayet gazetesi için bir muharrir talep
olunmakla Matbuat İdaresi’nin tensibi üzerine oraya tayin olundum ve
1291’de Yanya’ya uğrayarak Korfu, Brindisi, Napoli, Mesina ve Malta
tarîkiyle Trablus’a gittim. Bu münasebetle Avrupa’nın bir ucunu olsun
gördüm. Bir sene Trablusgarp’ta ikametten sonra İstanbul’la avdet ettim. Şu
bir iki yıl zarfında dört tiyatro yazmıştım. Bir müddet bazı gazetelere
muharrirlik ettikten sonra kendi başıma Sabah gazetesini [birinci
teessüsünde] iltizam edip hemen birinci olarak memleketimizde on paraya
gazete neşrettim. Bu gazete bir seneye karîb müddet devam etmiştir. 93’te
Cezayir-i Bahr-i Sefîd Valiliği’ne nasb olunan Sava Paşa’nın mühürdarlığı
memuriyetiyle Rodos’a azimet ederek beş ay orada kaldıktan sonra bi’listi‘fâ berây-ı sıla Yanya’ya gidip muharebe zamanında orada Abidin Paşa
Hazretleri’nin taht-ı riyâsetinde teşekkül etmiş olan Sevkıyât-ı Askeriye
Komisyonu’nun birkaç ay başkâtipliğini ifa ettim. 94’te Dersaadet’e avdetle
19
Saint Quen’den tercüme olan bu eser, hicrî 1289 yılında Târih-i Mücmel-i Fransa adıyla
yayımlanmıştır (Haz.).
20
Mitolojiye ait manzum bir eser olan Galatée, Florian’dan çevrilmiştir (Haz.).
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94
89
YÜKSEL TOPALOĞLU
Mihran Efendi’nin çıkardığı Tercümân-ı Şark gazetesinin muharrirliğinde
bulunmakta iken bu gazetenin kapanması üzerine Cep Kütüphanesi
unvanıyla neşrolunan Medeniyet-i İslâmiye, Esâtîr, Kadınlar, Gök, Yer,
İnsan, Yine İnsan, Emsâl, Letâif, Usûl-i Tenkît ve Tertîb, Lisan risalelerini
tahrir ve Fransızcadan iki büyük hikâye tercüme eyledim. O sırada yani 1297
senesi karîha-i ilhâm-ı sabîha-i Hazret-i Padişahî’den Mabeyn-i Hümayûn-ı
cenâb-ı mülük-ânede teşekkül eden Teftîş-i Askerî Komisyon-ı Âlisi’nin iki
kitabetinden birine ve 1309’da komisyon-ı âli-i mezkûr baş kitabetine tayin
olundum. Komisyona müddet-i devamım olan bu on yedi sene zarfında hali
vakitlerimi Kamûs-ı Fransevî unvanıyla biri Fransızcadan Türkçeye ve
diğeri Türkçeden Fransızcaya iki büyük lügat kitabıyla Fransızcadan
Türkçeye bir de Küçük Kamûs-ı Fransevî’nin ve neşri elan devam etmekte
olan Kamûsü’l-a‘lâm’ın tahririne sarf ettim. Mukaddema bir aralık Hafta ve
Aile unvanlarıyla iki risâle-i mevkûte dahi tahrir ettimse de birincisi 20 ve
ikincisi 4 numroya kadar devam etmiştir. Yanya’da bulunduğum birkaç ay
zarfında usûl-i cedîde üzere tertip etmiş olduğum ve neşrine muvaffak
olamadığım Sarf ve Nahv-i Arabî’nin bundan dokuz sene evvel Ta‘rîfât-ı
Arabiye unvanıyla bir muhtasarını neşrettiğim gibi badehu Himmetü’lhümâm fî neşri’l-İslâm unvanıyla Arabiyyü’l-ibâre ve Hurde-çîn unvanıyla
dahi bazı eşâr-ı müntahabe-i Fârisiyeyi câmi Türkçe birer risale ve
muahharen kıraati teshil yolunda bir Elifbâ ile bir Sarf-ı Türkî dahi
neşrettim. Birkaç maraz-ı müzmine birden müptela olup ekser evkatımı âlâm
ve evcâ‘ ile geçirdiğim ve nâ-be-hengâm zaaf-ı pîriye duçar olduğum hâlde
yine tahrir ve telif ülfetinden vazgeçemiyorum; geçen seneden beri Kamûs-ı
Fransevî’nin Fransızcadan Türkçeye olan kısmını yeniden tahrir derecesinde
tashih ve ikmâl etmekteyim. Bir taraftan Kamûsü’l-a‘lâm’a devamla beraber
bu defa Kamûs-ı Arabî unvanıyla büyük bir lügat kitabının tertip ve neşrine
dahi başladım. İkmâllerine muvaffakiyetimi Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.
Avatıf-ı Hazret-i Padişahî’den 1300’de saniye sınıf-ı sânisi rütbesiyle,
302’de üçüncü rütbeden Osmanî nişanıyla, yine o sene ikmâl olunan Kamûsı Fransevî’ye mükâfaten ûlâ sânîsi rütbesi ve iftihar madalyası ile 303’te
üçüncü rütbeden Mecidî nişanıyla ve 311’de ûlâ evvelî rütbesiyle taltif
buyruldum.
1301’de teehhül edip dört evladım dünyaya geldikten sonra 1310’da
refikam vefat etmekle bir sene sonra defa-i sâniye olarak teehhül ettim.”
[Ahmet İhsan, “Şemsettin Sami Bey”, Servet-i Fünûn, Nu: 275, 6
Haziran Perşembe 1312, s. 226-228.]
90
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94
KENDİ KALEMİNDEN ŞEMSETTİN SAMİ’ NİN İ LK TERCÜME-İ HALİ
KAYNAKÇA
Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi
Yayınları, Ankara, 1993.
Ş. Sami, Kâmus-ı Türkî, Alfa Basım Dağıtım, İstanbul, 1998.
[Tokgöz], Ahmet İhsan, “Şemsettin Sami Bey”, Servet-i Fünûn, Nu: 275, 6 Haziran
Perşembe 1312, s. 226-228.
[Tokgöz], Ahmet İhsan, “Zıya‘-i Elîm – Merhum Şemsettin Sami Bey”, Servet-i
Fünûn, Nu: 687, 10 Haziran 1320 Perşembe, s. 162-164.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94
91
YÜKSEL TOPALOĞLU
Resim-1:“Yazıhanelerinde sûret-i mahsûsada alınan fotoğrafımızdan”
“Kamûs-ı Arabî müellifi nihrîr-i şehîr Şemsettin Sami Beyefendi Hazretleri”
92
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94
KENDİ KALEMİNDEN ŞEMSETTİN SAMİ’ NİN İ LK TERCÜME-İ HALİ
Resim-2: “Şemsettin Sami Beyefendi Hazretleri”
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94
93
YÜKSEL TOPALOĞLU
Ek: 3
Özgün Yayımdaki Resim Altı Notu:
“Sami Beyefendi Hazretleri’nin Erenköy Civarındaki Köşkleri”
Resim: 3: “Sami Beyefendi Hazretleri’nin Erenköy’ü Civarındaki Köşkleri”
94
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105
ANTİK DÖNEM FRESK YAPIM TEKNİKLERİ
Fuat YILMAZ
ÖZ: Sıva üzerine çeşitli boyalarla yapılan resimlere genel olarak “Fresk” adı verilir. “Buon
Fresko” ya da “Al Fresko” denilen ıslak sıva üzerine yapılan teknik gerçek fresk tekniğidir.
Yüzey kurudukça kireç, pigmentin sıvaya yapışmasını sağlar. “Fresko Secco” ya da kısaca
“Secco” denilen teknikte ise resim doğrudan kuru sıva üzerine yapılmaktadır. Fresk tekniğinde
resmin uzun süre dayanabilmesi için sıva tabakasının iyi hazırlanması gereklidir. Sıva, mutlaka
iyi yıkanmış dere kumu ve sönmüş kireçten oluşmalıdır. Fresk sıvası üç ana tabakadan
oluşmaktadır. Birinci tabakaya “Trusilar”, ikinci tabakaya “Arricciato”, en üstte yer alan resmin
yapıldığı sonuncu tabakaya ise “İntonaco” adı verilir. Roma duvar resimlerinde intonaco
tabakası, kireç ve mermer tozundan oluşmaktadır.
Antik yazarlardan Plinius ve Vitruvius toprak, mineraller, bitkisel ve hayvansal kaynaklı
boyalar hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Plinius pigmentleri “florid” (parlak) ve “austere”
(koyu) olmak üzere iki ana gruba ayırmaktadır. Florid pigmentleri minium (zincifre), armenium
(vermillion, azurit), chrysocolla (malahit), cinnabaris (muhtemelen bitki reçinesi), indigo (çivit) ve
Tyrian moru olarak saymaktadır. Bu pigmentler sanatçıya işveren tarafından sağlanmaktaydı.
Bizzat sanatçı tarafından temin edilen Austere pigmentler arasında ise aşıboyası, yeşil toprak
renkleri, kireçtaşı ve Mısır Mavisi bulunmaktaydı. Son yıllarda Roma resim sanatında
kullanılan pigmentler üzerine yapılan çalışmalarda Optical polarizing light ve elektron
mikroskobu dahil olmak üzere çeşitli teknikler uygulanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Antik Dönem, Fresk, Renkler, Pigmentler.
TECHNIQUES FOR MAKING FRESCO IN A NTIQUITY
ABSTRACT: Paintings on plaster painted with various colors are in general called fresco. The
technique where wet plaster is painted, which is called “Buon Fresco”or “Al Fresco”, is the real
fresco technique. As the surface dries, lime makes the pigment stick to the plaster. In the
“Fresco Secco” technique, called “Secco” in short, painting is directly made on dried plaster. In
the fresco technique, the plaster surface needs to be prepared very good for the painting to last
long. Plaster needs to be made of well washed river sand and slaked lime. Fresco plaster
consists of three layers. First layer is called “Trusilar”, second layer “Arricciato” and the top
layer where the painting is made “Intonaco”. In the Roman wall paintings, the intonaco layer
consists of lime and marble powder.
Ancient writers Plinius and Vitruvius give extensive information about soils, minerals, and
plant and animal base colors. Plinius classifies pigments into two main groups; “florid” (bright)
and “austere” (sombre). He indicates florid pigments as minium (cinnabar), armenium
(vermillion, azurite), chrysocolla (malachite), cinnabaris (probably plant resin), indigo and Tyrian
purple. These pigments are provided to the artist by the employer. Artist himself obtains the
austere pigments, like ocher, green soil colors, limestone and Nile blue. In the recent years,
pigments used in Roman painting art are investigated through various techniques including
optical polarizing light and electron microscope.
Keywords: Antiquity, Fresco, Colors, Pigments.

Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü, Balkan Yerleşkesi
Edirne, fuatyilmaz35@yahoo.com
FUAT YILMAZ
Giriş: Antik dönemdeki fresk yapım tekniklerine ilişkin yazılı
kaynakların aktardığı en erken bilgiler M.Ö. 4. yüzyıla kadar gitmektedir. En
fazla bilgi Roma dönemi hakkındadır. Antik kaynaklara ve günümüz
araştırmalarına göre sıva üzerine yapılan duvar resimleri genel olarak fresk
adını almaktadır.1 Bu teknikte resimler ıslak veya kuru sıva üzerine
yapılmaktadırlar. Buon Fresko ya da Al Fresko denilen ıslak sıva üzerine
yapılan teknik gerçek fresk tekniğidir. Burada su ya da su ve kireç bileşimi
bir bağlayıcı ile karıştırılan pigmentler ıslak sıva üzerine uygulanmaktadır.
Yüzey kurudukça kireç, pigmentin sıvaya yapışmasını sağlar. Bu teknikte
boyalar sıvanın içine geçerek kalın renkli bir sıva tabakası oluşturduğundan
resim çok dayanıklı olmaktadır.2 Fresko Secco ya da kısaca Secco denilen
teknikte ise resim doğrudan kuru sıva üzerine yapılmaktadır.3 Pigmentlerin
yumurta sarısı ile karıştırılmasından elde edilen sıvının yüzeye direkt
uygulanmasına ise Tempera adı verilir. Tempera duvar haricinde başka
yüzeylere de yapılabilmektedir.
Fresk tekniğinde resmin uzun süre dayanabilmesi için sıva tabakasının iyi
hazırlanması gereklidir. Sıva harcı; bağlayıcı, dolgu maddesi ve katkı
maddesinden oluşur. Tarihi süreç içerisinde en sık karşılaşılan bağlayıcılar
kil, jibs ve kireçtir. Dolgu maddesi olarak da, doğal kum, kırma taş ve tuğla
parçaları kullanılmaktadır. Duvarın harcında ve sıvasında rutubet ve
güherçile (potasyum nitrat) olmamalıdır. Sıva, mutlaka iyi yıkanmış dere
kumu ve sönmüş kireçten oluşmalıdır. 4
Kirecin ham maddesi doğada bulunan kalker taşıdır. Bu taşın ana
maddesi kalsiyum karbonattır. Kullanılmadan önce kirecin yeterli miktarda
su ile çok iyi söndürülmesi gerekmektedir. Duvar resminde kullanılan kireç
kimyasal bir değişime neden olur. Söndürülmüş kireç ile hazırlanan sıvada
karbondioksit, kalsiyum hidroksit ile kimyasal reaksiyona girerek söner ve
taşlaşarak kalsiyum karbonata dönüşür. Bunun sonucunda da renk maddesi
duvarda kristalleşerek sabitlenir. Bu nedenle fresk tekniğinde kirecin çok
önemli bir yeri vardır. Kirecin tamamen saf ve iyi sönmüş, kaliteli ve yağlı
olması gerekir. Yağlı kireç, içinde %5’den fazla yabancı madde bulunmayan
son derece beyaz ve homojendir. Kireç iyi söndürülmemişse içinde kalan
1
İtalyanca’dan dilimize geçmiş olan “Fresk” kelimesi yaş, taze, ıslak anlamlarına
gelmektedir. Antik yazarlarda ise özel bir isim ile yer almaz. Boyama yada sıva üzerine
boyama olarak geçmektedir.
2
John Canaday, Metropolitan Seminars in Art, New York 1958, s. 7.
3
Murat Özdemir, Büyük Boyutlu Duvar Resmi (Fresco-Sıva üstü)Teknikleri ve Çağdaş
Uygulamaları, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1991, (Yayınlanmamış
yüksek lisans tezi), s. 59.
4
N. D. Gysum, “Plaster–Limes and Cement –Stucco –Mortar and Concrete” A History of
Building Material, 1961, s. 82-128.
96
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105
ANTİK DÖNEM FRESK YAPIM TEKNİKLERİ
parçacıklar zamanla patlayarak üst yüzeyi bozar. Bu yüzden fresk harcının
nemli bir mevsimde hazırlanıp uygulanması tercih edilmektedir. Duvar
resminde kullanılan boyaların kireç sütü ya da kireç suyu ile hazırlanması
gereklidir. Kireç sütü kaliteli kirecin ayran kıvamında hazırlanmasından elde
edilmektedir. Kireç suyu ise söndürülen kirecin üzerinde biriken sudur.5
Fresk uygulanacak olan duvarın sıvasında saf dere kumu kullanılması
gerekmektedir. Kumun içinde yer alan tuz freskin çabucak bozulmasına
neden olur. Kum içindeki artıklar ise renk bozulmalarına ve çatlamalara
neden olur. Bu nedenle sıva için kullanılan kumun defalarca yıkanması
gerekir. Günümüzde fresk yapımında üç farklı kalınlıkta kum
kullanılmaktadır. En altta en kalın, en üstte ise en ince kum ile hazırlanmış
sıva uygulanır. Birinci tabakaya Trusilar, ikinci tabakaya Arricciato, en
üstte yer alan resmin yapıldığı sonuncu tabakaya ise İntonaco adı
verilmektedir. Bu sınıflandırma antik çağ freskleri için de aynen
kullanılmaktadır (aynı şekilde karşımıza çıkmaktadır). Birinci tabaka
trusilar, duvar yüzeyindeki çatlakları ve çukurları doldurmak için
yapılmaktadır. Arricciato, yüzeyi tamamen kaplamakta ve son olarak en ince
kumdan yapılmış intonaco ise resim için düzgün bir yüzey oluşturmaktadır.6
Roma duvar resimlerindeki intonaco tabakası, kireç birleştiricisinden ve
marmorino adı verilen mermer tozundan oluşmaktadır.7 Vitruvius, boyaya
başlamadan önce dokuz kata kadar plasterin uygulandığını açıklayarak duvar
resimlerinin yapılması konusunda bazı detaylara inmiştir. İlk atılan kaba
sıvadan sonra en az üç kat kum harcı uygulanmalıdır. Vitruvius’a göre
bunun üzerine üç kat daha mermer tozundan hazırlanmış harç sürülmesi
gerekmektedir.8 Ancak sıvalar Vitruvius’un belirttiğinin dışında da farklı
kalınlıklarda ve sayıda yapılmaktadır. Sıvalar 10 cm. kalınlığından ve yedi
kata kadar oluşanlardan, kaba duvara direkt uygulananlara kadar farklılıklar
göstermektedir. Resimlerin dış ya da iç duvarlara uygulanmış olmaları
sıvanın kalınlığını ve kalitesini etkilemektedir. Örneğin nemli yüzeylere çok
daha özen göstermek gerekmektedir. Buralarda çözülmüş kireç ile
reaksiyona giren su hidrolik betonlar oluşturmaktadır. Ayrıca sıvanın alt
tabakalarında parçalanmış seramik parçaları kullanılarak nem geçirgenliği
önlenmektedir. Kireçtaşı sıva adı verilen özel bir teknik, çoğunlukla
5
Murat Özdemir, a.g.t., s. 61.
Özdemir, Murat, a.g.t., s. 63
7
Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman
Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006, s. 21.
8
De Architectura, VII/III.
6
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105
97
FUAT YILMAZ
kalsiyum karbonat ile kum ve/veya kırılmış seramik parçalarının bir
bütününden oluşmaktadır.9
RENKLER10
Antik kaynaklardan duvar resimleri konusunda edindiğimiz bilgiler
sadece ressam isimleri ve resim üslupları ile sınırlı değildir. Plinius 11 ve
Vitruvius12 toprak, mineraller, bitkisel ve hayvansal kaynaklı boyalar
hakkında da ayrıntılı bilgiler vermektedirler. Plinius Naturalis Historia adlı
eserinde sanatın kaynağı ve tarihçesi hakkında uzun bilgiler vermesinin yanı
sıra renk pigmentlerini ve teknikleri de tartışmaktadır. Bu teknik bilginin
büyük bölümünü Theophrastus’un De Lapidibus’undan (M.Ö. 4. yüzyıl) ve
duvar resimlerinin malzemelerini ve tekniklerini tartışmış olan mimar
Vitruvius’un çalışmalarından edinmiştir.13 Plinius pigmentleri “florid”
(parlak) ve “austere” (koyu) olmak üzere iki ana gruba ayırmaktadır. Florid
pigmentleri minium (zincifre), armenium (vermillion, azurit), chrysocolla
(malahit), cinnabaris (muhtemelen bitki reçinesi), indigo (çivit) ve Tyrian
moru olarak saymaktadır. Bu pigmentler sanatçıya işveren tarafından
sağlanmaktaydı. Austere pigmentler arasında sayılan aşıboyası, yeşil toprak
renkleri, kireçtaşı ve Mısır Mavisi olarak bilinen sentetik bir bileşim
bulunmaktaydı. Bu pigmentler sanatçı tarafından karşılanmaktaydı. Son
yıllarda Roma resim sanatında kullanılan pigmentler üzerine yapılan
çalışmalarda Optical polarizing light ve elektron mikroskop dahil olmak
üzere çeşitli teknikler uygulanmıştır.14
Beyaz: Plinius ve Vitruvius tarafından listelenen oldukça fazla beyaz
çeşidi, bulunup çıkarıldığı yere göre adlandırılmıştır.
Melinum: Melos beyazı dört esas renkten biridir. Plinius, en iyisinin
Melos adasında elde edildiği, Samos adasında çıkanın yağlı olduğu için
ressamlar tarafından kullanılmadığını bildirmektedir.15
9
Ruth Siddall, a.g.m., s. 22.
Pigmentlerin sınıflandırılmasında sayın hocam Somay Onurkan’ın çalışması esas alınmıştır.
Onurkan, Somay, “Antik Çağ Resminde Enkaustik ve Boyalar”, Anadolu Araştırmaları
XIII, 1994, s. 143-151.
11
Naturalis Historia, XXXIII, 22, 27, 40,56; XXXV.
12
De Architectura, VII, VII/XIV.
13
Ruth Siddall, a.g.m., s. 19.
14
Barbet, Alix - Fuchs, Michel - Tuffreau-Libre, Marie, “Diverses utilisations des pigments et
leurs contenants”, Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and
Conservation, Bearat, Hamdallah – Fuchs, Michel – Maggetti, Marino (Eds.), Roman Wall
Painting: Materials, Techniques, Analyses and Conservation, Proceedings of the
International Workshop, Fribourg 7-9 March 1996, Institute of Mineralogy and Petrology,
Fribourg University, s. 35-62.
15
Naturalis Historia, XXXV / 19.
10
98
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105
ANTİK DÖNEM FRESK YAPIM TEKNİKLERİ
Eretria terrae: Euboia adasındaki Eretria’dan elde edilen bu toprak boya
kül renklidir. Plinius bu rengi sanatçı Nicomachus ve Parrhasius’un
kullandığını kaydetmiştir.16
Cerussa (üstübeç) : Kurşun ve sirke ile hazırlandığı anlatılmış, doğal
“cerussa” toprağının Smyrna’da Theodotus’un arazisinden çıkarılmış olduğu
kaydedilmiştir.17 Yanmış cerussa, rastlantı sonucu bulunmuş ve Nikias
tarafından kullanılmıştır. Bu renk gölgelemede uygulanmıştır. 18
Paraetonium: Plinius, Mısır’da bulunan bir yerden adını alan bu rengin
çamurla karışmış denizköpüğünden oluştuğunu ve bu nedenle içinde küçük
kabuklar bulunduğunu anlatmıştır. Beyazların en yağlısı ve sıva için en
uygun olanıdır. Duvarlarda, resim yüzeyinin hazırlanmasında astar boya
olarak kullanılmıştır.19
Creta Selinusia: Dalgalı beyaz renktir. Resimlerde kadın teninin
parlaklığını vermekte kullanılmıştır. Antik yazarlara göre bu beyaz toprağın
Kilikia’dan mı, yoksa Sicilya’daki Selinus’dan mı elde edildiği konusu tam
olarak netlik kazanamamıştır.20
Pigmentlerle ilgili jeolojik tortuları belirlemek zordur, ancak Çin kili
(kaolin), kaolinit ve montmorillonite (doygun toprak) mineralleri içeren
topraklar oldukları düşünülmektedir. “Küpe beyazı” adı verilen bir diğer
beyaz “tebeşir” ve kırılmış cam karışımıdır. Plinius’a göre, bu adın
verilmesinin nedeni, yüksek sınıftaki insanların küpelerindeki taşların bu
camdan yapılmış olmasıdır. Bir diğer beyaz elde etme yöntemi ise kurşunun
sirke içine bırakılması sonucu oluşan kurşun beyazıdır. Beyaz pigmentler
boyamada saf halde kullanılmaktaydı. Bunun yanı sıra diğer pigmentlerin
ömürlerini arttırmak ve parlaklaştırmak için veya organik boyalar için katkı
maddesi olarak kullanılmaktaydılar.21 Son dönemlerde yapılan analizlerde
belirlenen beyaz pigmentler çoğunlukla, parçalanmış lüle taşından, tebeşir ve
mollusk kabuğu ve hatta kuş yumurtalarından elde edilen kalsiyum
karbonatın çeşitli formlarıdır. Ancak, bu analizlerin büyük çoğunluğu optik
yöntemlerden çok kimyasal yöntemlerle yapılmaktadır ve parça morfolojisi
açısından hiç bir bilgi elde edilememektedir. Burada, bu pigmentlerin,
jeolojik veya biyolojik kaynaklarının belirlenmesinde, optik mikroskopinin
16
Naturalis Historia, XXXV / 21.
De Architectura, VII / 12.
18
Naturalis Historia, XXXV / 20.
19
Naturalis Historia, XXXV /17.
20
Onurkan, Somay, “Antik Çağ Resminde Enkaustik ve Boyalar”, Anadolu Araştırmaları
XIII, 1994, s. 147.
21
Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman
Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006, s. 27.
17
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105
99
FUAT YILMAZ
kullanılması önem arz etmektedir. Sıvalardan veya badana ortamlardan gelen
kirlenme kalsiyum karbonat kaynağı olarak ele alınamaz.
Sarı: Plinius ve Vitruvius’a göre, sarı renk ya sarı okradan (demir oksit
hidroksit, mineral goethite) veya mineral orpimentten (sarı zırnık, arsenik
sülfit) elde edilmektedir.
Ochra: parlak sarı, aşı sarısı doğal olarak elde edilen bir boyadır.22 Birçok
yerden çıkartılmış, fakat en iyisi Attika’da bulunmuştur. Attika sarı toprak
boyasını Dört Renk Ustaları23 kullanmışlardır.24 Tüm resimlerin analizinde
sarı okra (aşıboyası) tespit edilmiştir.
Auripigmentum: Zırnık sarısı doğal boyalar arasında sayılmaktadır.25
Viola arida: Sarı menekşeler, Attika’da sarı renginin benzerini elde
etmek için yapay boya olarak hazırlanmıştır.26 Kuruyup sararmış
menekşelerin bir kap suda kaynatılıp, bir bez içinde sıkılıp süzüldükten sonra
çıkan sıvının tebeşirle karıştırılması ile istenen sarı renk elde edilmiştir.
Kırmızı ve Mor: Duvar resimlerinde kullanıldığı bilinen en eski renk
olan kırmızının (rubrica) çok çeşidi vardır, büyük ölçüde demir oksitli
topraklardan elde edilmektedir.
Sinopis: Bu kırmızı toprak boya, ilk defa Pontus bölgesindeki Sinop’da
bulunduğundan ötürü bu adı almıştır. Mısır, Afrika ve Baliaribus (Balear
adaları)’da da elde edilmiş, fakat en iyisi Lemnos ve Kappadokia’da
çıkartılmıştır. Ayrıca Plinius, sinopisin soluk/donuk kırmızı ve kırmızımsı
tonlarında üç çeşidi olduğunu bildirmektedir.27
Cinnebaris (zincifre): Plinius’un Theophrastus’dan yaptığı alıntıya göre
cinnebaris, Kallias adında bir Atinalı tarafından bulunmuştur.28 Kallias
gümüş madenlerindeki kırmızı kumun yakılması ile altın elde edilebileceğini
düşünerek bu boyayı bulmuştur. En iyisinin Ephesos yöresinden çıktığı
kaydedilmiştir. Cinnabar saf olarak sadece birkaç resimde tespit edilmiştir.
Cinnabar hematite ile birlikte bir katkı olarak gözlemlenmiştir, bunun nedeni
22
De Architectura, VII / 7; Naturalis Historia, XXXV / 36.
Pilinius’un bahsetmiş olduğu Meşhur ressamlar Appelles, Aetian, Melanthius ve
Nicomachus’tur. Bu sanatçılar resimlerinde sadece dört renk kullanmıştır ve bu nedenle dört
renk ustası olarak adlandırılmıştır.
24
Naturalis Historia, XXXV / 32.
25
Onurkan, Somay, “Antik Çağ Resminde Enkaustik ve Boyalar”, Anadolu Araştırmaları
XIII, 1994, s. 147.
26
De Architectura, VII / 14.
27
Naturalis Historia, XXXV / 12.
28
Naturalis Historia, XXXIII / 39.
23
100
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105
ANTİK DÖNEM FRESK YAPIM TEKNİKLERİ
bu değerli pigmentin ömrünü uzatmak ve hematite kırmızısının parlaklığını
arttırmak olmalıdır.29
Minium, miltos: Parlak kırmızı, zincifre, Vitruvius’da iki bölüm içinde
anlatılmıştır.30 Ephesos’da Cilbia topraklarında bulunduğu söylentisi
kaydedilmiştir. Demir filizini andıran kırmızı bir madenden cıva ve zincifre
elde edilebilmektedir.
Sandaraca (Kırmızı arsenik): Vitruvius’da kırmızımsı sarı renkteki
sandaraca doğal boyalar arasında sayılmaktadır. En iyisinin Pontus’da
Hypanis nehri yakınlarında çıkarıldığı bildirilmiştir.31 Plinius’da ise
Kızıldeniz yöresinde bulunduğu, fakat oradan getirilemediği için yapay
olarak hazırlandığı kaydedilmiştir.32 Sandaracanın yapay olarak hazırlanması
işleminde cerussa (beyaz kurşun) alev rengini alıncaya kadar ocakta
ısıtılırdı. 33
Purpurissum: En değerli boyalardan biridir.34 Boyanın hazırlanmasında
eflatun renkli deniz kabuklarından yararlanılmıştır. Demir aletler ile
kabukların dövülmesi sonucunda mor renkte bir sıvı çıkmaktadır. Güney
ülkelerdeki kabuklar kırmızı, doğu ve batıdakiler menekşe renginde, Pontus
ve Gallia’dakiler ise siyah renktedir.
Sandyx: Cerussa ile kırmızı ochranın (aşı boyası), eşit miktarda
karıştırılıp yakılmasıyla elde edilmektedir.35
Syricum: Yapay boyalar arasında sayılan syricum, sinopis ve sandyx
karışımından elde edilmiştir.
Romalı yazarlar tarafından bahsedilen mor kabuklu deniz hayvanlarından
elde edilen renk Tyrian Moru’dur. Bu renk, analiz edilen duvar
resimlerinden hiç birisinde kesin olarak tespit edilememiştir. Bu pigmentin
öncelikli olarak kumaş renklendirmek için kullanılıyor olması muhtemeldir.
Kırmızımsı morlar, hematitin ısı işlemine tabii tutulması ile elde
edilmekteydi. 36
29
Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman
Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006, p. 23.
30
De Architectura, VII / 8, 9.
31
De Architectura, VII / 7.
32
Naturalis Historia, XXXV / 39.
33
De Architectura, VII / 12.
34
De Architectura, VII / 13.
35
Naturalis Historia, XXXV / 23.
36
Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman
Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006, s. 25.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105
101
FUAT YILMAZ
Mavi: Bu rengin elde edilmesinde en çok bakır madeninden
yararlanılmıştır, ayrıca bitkilerden de mavi renk çıkarılmıştır.
Indicum (indigo): Hindistan’dan getirildiği için, adını buradan almıştır.
Plinius’un verdiği bilgiye göre kamışların üzerinde biriken yapışkan
maddeden elde ediliyordu. Toplanan madde, kalburdan geçirilerek ayrılırsa
siyah olur, fakat sulandırılırsa erguvan ve mavi renklere dönüşürdü. Plinius
bu maviyi ressamların gölgeyi ışıktan ayıran çizgilerde kullandıklarını da
bildirmektedir.37
Armenium: Armenia’dan geldiği için bu adı almıştır.38 Lapis Lazuli’nin
öğütülmesi ile elde edilir. İlaç olarak saçı ve özellikle kirpikleri beslemekte
kullanılmıştır.39
Caeruleum: Bir çeşit kum olan bu mavi boyayı Plinius kaydetmiş,
eskiden üç çeşidinin bulunduğunu da belirtmiştir. Çeşitler, geldiği yere göre
adlandırılmış olmalıdır. Bunlardan Aegiptium üst derecede mavidir.
Scythium ise, su ile kolayca karışır. Açık ya da koyu, kaba ya da ince dört
tonu vardır. Cyprium ise en beğenilen mavidir.40
Puteolanum: Mısır’ın mavi cam hamuru rengi,41 bakır taşından (malahit)
yapay mavi renktir. Bu mavi Vestorius tarafından taklit edilmek istenmiştir.
Puteoli’de kurduğu imalathanede çeşitli işlemlerden geçirerek bu mavi
boyayı üretmiştir.42 Analiz edilen bütün duvar resimlerinde bu pigment
bulunmuştur. Bir kalsiyum bakır silikat olan bu pigment M.Ö. 3. binyıldan
itibaren Mısır’da üretilmektedir. Pigment, bakır, kalsiyum karbonat (lüle taşı
veya kabuk) ve silikatın (kuartz kumu) kavrulması ile elde edilmektedir.
M.Ö. 1 yüzyıldan itibaren, Roma İmparatorluğu genelinde bu pigmenti
üreten birçok fabrika bulunmaktaydı.43
Yeşil: Plinius, bu rengin mineral malahit (bakırtaşı) ve creta viridis veya
yeşil topraktan elde edildiğini yazmaktadır. Ayrıca, verdigris (bakır pası) ve
asidik bir ortamda bakırın korozyona uğraması ile elde edilen diğer
pigmentlerden de bahsetmektedir.
37
Naturalis Historia, XXXIII / 27.
De Architectura, VII / 9.
39
Naturalis Historia, XXXV / 28.
40
Onurkan, Somay, “Antik Çağ Resminde Enkaustik ve Boyalar”, Anadolu Araştırmaları
XIII, 1994, s. 149.
41
De Architectura, VII / 9.
42
De Architectura, VII / 11.
43
Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman
Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006, s. 25.
38
102
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105
ANTİK DÖNEM FRESK YAPIM TEKNİKLERİ
Chrysocolla: Mavi-yeşil bir renk olup malahit’in ezilmesi sonucunda elde
edilmiş, doğal malahit ya da bakır yeşilinin en iyisi Makedonya’dan
çıkartılmıştır.44
Appianum: Yeşil topraktan çıkarılan bu boya ile chrysocolla (malahit)
benzeri bir renk elde edilmiştir.45
Creta vridis: Vitruvius yeşil kalkerin birçok yerde bulunduğunu, fakat en
iyisinin Smyrna’da çıktığını bildirmiştir.46 Hellenler buna “Theodoteion”
adını vermişlerdi, çünkü ilk olarak Theodotus adlı birinin arazisinde
bulunmuştur. Plinius ise yeni bulunmuş ve ucuz elde edilebilen bir boya
olduğunu yazmaktadır.47
Aerugo, aeruginis (verdigris): Bakır pası rengi olan bu boya çeşitli
yollardan elde edilir. Bakırın eritildiği taştan kazınarak çıkarılır ya da bakır
ve sirke ile hazırlanırdı.48
Analizlerde tespit edilen yeşil boyalar ya yeşil topraklar, ya Mısır Mavisi
ve sarı okranın karışımı ya da yeşil toprağın Mısır Mavisi eklenerek
parlaklaştırılmış halidir. Doğal yeşil toprak en yaygın olarak kullanılmış
olanıdır. Doğal olarak oluşan bu depozit, optik olarak ayırt edilemeyen
glokonit ve celadonite adındaki iki mineralden oluşmaktadır. Jeolojik olarak,
oluşma modlarına göre belirlenmektedirler; glokonit sadece deniz
sedimentlerinde oluşmaktadır ve celadonite sadece yıpranmış volkanik
kayalarda oluşmaktadır. Her iki tür de Romalı pigment üreticileri için aynı
oranda ulaşılabilir düzeydeydi.49
Siyah
Atramentum: Siyahın pek çok çeşidi vardır ve yapay boyalar arasında
zikredilmiştir.50 Bununla beraber doğrudan doğruya, topraktan çıkarıldığı
gibi, odun türlerinin ve benzerlerinin yakılması sonucunda da elde edilmiştir.
Çıra ve sert odunların yakılmasından çıkan kurum, siyah boya yapımında
çoğunlukla tercih edilmiştir.
Siyah renk şarap tortusundan da çıkarılmış, Polygnotos ve Mikon gibi
ünlü ressamlar, siyah boyayı üzüm kabuğundan yapmışlardır. Buna
44
Naturalis Historia, XXXIII / 27.
Naturalis Historia, XXXIII / 27.
46
De Architectura, VII / 7.
47
Onurkan, Somay, “Antik Çağ Resminde Enkaustik ve Boyalar”, Anadolu Araştırmaları
XIII, 1994, s. 150.
48
Naturalis Historia, XXXIV / 2.
49
Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman
Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006, s. 26.
50
Naturalis Historia, XXXV / 25; De Architectura, VII / 10.
45
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105
103
FUAT YILMAZ
“triginon” üzüm tortusu mürekkebi denmiştir. Ayrıca Apelles’in fildişini
yakarak siyah bir renk olan “elephantinum”u bulduğu bildirilir. Yazı
mürekkebi “atramentum librarium” reçine ve çıra kurumundan,
“atramentum sepiae” ise mürekkep balığından elde edilmiştir.51 Karbon
temelli siyahlar gerçekleştirilen bilimsel analizlerin tamamında tespit
edilmiştir. Ancak, karbonun kaynağı çok nadir olarak belirlenebilmiştir.
Vicenza yakınındaki bir villada kömür ve kemik siyahı tespit edilmiştir. 52
Rapor edilen tek mineral siyah mangan oksit pyrolusite’dir ve Kıbrıs’taki
Nea Paphos’ta belirlenmiştir.53
Sonuç: Roma duvar resimlerinin pigment analizleri, antik yazarların
vermiş olduğu bilgiler ile karşılaştırma olanağı sağlamıştır. Bu çalışmalar
sonucunda Pilinius’un bahsettiği “florid” pigmentlerin kullanımı konusunda
sadece birkaç kayıt bulunmaktadır. Buradaki istisna cıva sülfitle minerali
cinnabarın kullanılmasıdır. Pilinius’un da bahsettiği gibi florid pigmentler
sanatçıya işveren tarafından sağlanmaktaydı. Sadece elit tabaka, en pahalı
renklerin bulunduğu duvar resimlerini yaptırabilmekteydi. Genellikle
kullanılan renkler, kırmızı ve sarı aşıboyası, Mısır mavisi, kurum ve karbon
kaynaklı kırmızılar, terres vertes, kireçtaşı kaynaklı beyazlar ve bu renklerin
karışımı başta olmak üzere daha ucuz olan “austere” pigmentlerdir.
Vitruvius ve özellikle Plinius’un detaylı olarak bahsettikleri pigmentler
yoğun olarak kullanıldıkları bilimsel olarak da kanıtlanmıştır. Ancak, azurit,
malahit, orpiment (sarı zırnık) ve realgar (kırmızı zırnık) gibi çok nadir
kullanılan pigmentlerden ise fazla söz edilmemiştir. Anlaşıldığı üzere yeni
renkler yaratmak amacıyla pigmentlerin karıştırılması yaygın olmayan bir
yöntemdir. Ancak morlar, kahverengiler ve yeşiller belirgin bir şekilde
karıştırılarak elde edilmekteydi. Dikkat edilmesi gerek diğer bir husus da
fresk tekniğinde, herhangi bir pigment kireç badanası ile yıkanmakta ve
böylece ona bir kalsiyum karbonat şeklinde kimyasal ayrıcalık
51
Onurkan, Somay, “Antik Çağ Resminde Enkaustik ve Boyalar”, Anadolu Araştırmaları
XIII, 1994, s. 151.
52
Barbet, Alix - Fuchs, Michel - Tuffreau-Libre, Marie, “Diverses utilisations des pigments et
leurs contenants”, Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and
Conservation, Bearat, Hamdallah – Fuchs, Michel – Maggetti, Marino (Eds.), Roman Wall
Painting: Materials, Techniques, Analyses and Conservation, Proceedings of the
International Workshop, Fribourg 7-9 March 1996, Institute of Mineralogy and Petrology,
Fribourg University, s. 35-62.
53
Kakoulli, Ionna, “Roman wall paintings in Cyprus: a scientific investigation of their
technology”, Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and Conservation,
Bearat, Hamdallah – Fuchs, Michel – Maggetti, Marino (Eds.), Roman Wall Painting:
Materials, Techniques, Analyses and Conservation, Proceedings of the International
Workshop, Fribourg 7-9 March 1996, Institute of Mineralogy and Petrology, Fribourg
University, s. 131-142.
104
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105
ANTİK DÖNEM FRESK YAPIM TEKNİKLERİ
katılmaktaydı.54 Bunların yanı sıra pahalı bir pigment olan cinnabarın
(zincifre) ucuz ve hali hazırda bulunabilen kırmızı demir oksit ile
karıştırılarak ömürleri arttırılmıştır.
KAYNAKÇA
Barbet, Alix-Fuchs, Michel-Tuffreau-Libre, Marie, “Diverses utilisations des
pigments et leurs contenants”, Roman Wall Painting: Materials, Techniques,
Analyses and Conservation, Bearat, Hamdallah – Fuchs, Michel – Maggetti,
Marino (Eds.), Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and
Conservation, Proceedings of the International Workshop, Fribourg 7-9 March
1996, Institute of Mineralogy and Petrology, Fribourg University, s. 35-62.
Canaday, John, Metropolitan Seminars in Art, New York, 1958.
Gysum, N. D., “Plaster–Limes and Cement –Stucco –Mortar and Concrete” A
History of Building Material, 1961.
Kakoulli, Ionna, “Roman wall paintings in Cyprus: a scientific investigation of their
technology”, Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and
Conservation, Bearat, Hamdallah – Fuchs, Michel – Maggetti, Marino (Eds.),
Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and Conservation,
Proceedings of the International Workshop, Fribourg 7-9 March 1996, Institute of
Mineralogy and Petrology, Fribourg University, s. 131-142.
Onurkan, Somay, “Antik Çağ Resminde Enkaustik ve Boyalar”, Anadolu
Araştırmaları XIII, 1994, s. 143-151.
Özdemir, Murat, Büyük Boyutlu Duvar Resmi (Fresco-Sıva üstü)Teknikleri ve
Çağdaş Uygulamaları, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1991,
(Yayınlanmamış yüksek lisans tezi).
Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of
Roman Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006.
54
Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman
Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006, s. 28.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105
105
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
LONDRA KONFERANSI’NDA AHMET TEVFİK PAŞA
Nurten ÇETİN
ÖZ: Ahmet Tevfik Paşa (Okday), Osmanlı Devleti’nde sefaret kâtipliği, ortaelçilik,
büyükelçilik, hariciye nazırlığı ve sadrazamlık gibi önemli görevler almış bir devlet adamıdır.
Bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında savaşan devletler arasında barış antlaşmaları
imzalanmıştı. Osmanlı Devleti’de savaştan yenik çıkmış ve İtilâf Devletleri ile Sevr Barış
Antlaşmasını imzalamıştı. Başta İngiltere olmak üzere İtilâf Devletlerinin bundan sonraki
hedefleri bu antlaşmayı uygulamaya geçirmekti. Osmanlı Devleti için oldukça ağır şartlar
taşıyan bu antlaşmaya tepki olarak Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde başlayan Millî
Mücadele hareketi gün geçtikçe kuvvetlendi. Nitekim Türk Ordusu Yunanlılara karşı ilk
zaferini I. İnönü’de (6-11 Ocak 1921) kazandı. Bunun üzerine İtilâf Devletleri İstanbul hükümeti
ve zaferin asıl sahibi olan Ankara hükümetini Londra Konferansı’na (21 Şubat-12 Mart 1921)
davet ettiler. Başta İngiltere olmak üzere bu devletlerin amacı, her iki hükümet arasında var
olan fikir ayrılığından faydalanmak ve Sevr Antlaşması’nda birtakım ufak değişiklikler yaparak
antlaşmayı Türklere kabul ettirmekti. Bu çalışmada, İstanbul hükümeti adına Londra
Konferansı’na başdelege olarak katılan Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’nın konferans
görüşmelerindeki genel tutumu ve sözü Ankara heyetine bırakarak İtilâf Devletlerinin yukarıda
bahsettiğimiz oyununu altüst edişinin basın ve siyasi çevrelerdeki yankıları ele alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Ahmet Tevfik Paşa, Londra Konferansı, İtilâf Devletleri, İstanbul
Hükümeti, Ankara Hükümeti.
AN AHMET T EVFIK PASHA, AT THE LONDON C ONFERENCE
ABSTRACT: Ahmet Tevfik Pasha (Okday) was a statesman who served as secretary of
the embassy, minister, ambassador, minister of foreign affairs and grand vizier in the Ottoman
State. As it is known, peace agreements were signed by the warring states after the First World
War. The Ottoman State also emerged from the war defeated and signed the Treaty of Sevres
with the Allies. The next goal of the Allies, notably England, was to implement this treaty.
Having begun as a reaction to the treaty, which stipulated severe provisions for the Ottoman
State, The National Struggle movement led by Moustapha Kemal Pasha gained strength
gradually. Indeed, The Turkish Army won a victory against the Greeks in the First Inonu War
(6-11 January 1921). Upon this, the Allies invited the Istanbul Government and the Ankara
Government, which was the true winner, to the London Conference (21 February-12 March
1921). The purpose of these states, notably England, was to take advantage of the differences of
opinion between the two governments, make small changes to the Treaty of Sevres and have
the Turks agree to the agreement. The present study discusses the overall attitude that Grand
Vizier Ahment Tevfik Pasha, who attended the London Conference as the chief delegate on
behalf of the Istanbul Government, maintained during the sessions of the Conference and the
reflections in the press and political circles of how he foiled the aforementioned plans of the
Allies by giving the floor to the Ankara Government.
Keywords: Ahmet Tevfik Pasha, the London Conference, the Allies, the Istanbul
Government, the Ankara Government.

Yrd. Doç. Dr. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.
NURTEN ÇETİN
Giriş: Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış ve İtilâf
Devletleri ile 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi’ni imzalamıştı.
İtilâf Devletlerinin bundan sonraki hedefi I. Dünya Savaşı sırasındaki gizli
antlaşmalara paralel olarak Osmanlı Devleti’ne Sevr Antlaşması olarak
bilinen ağır bir barışı imzalatmaktı. Osmanlı Devleti’nin yarı sömürge
konumuna getirilmek istendiği bu antlaşma çerçevesinde, İstanbul
hükümetinin emperyalist güçlere boyun eğme siyaseti Türk halkını kendi
başının çaresine bakmaya yöneltti. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde bir
bağımsızlık mücadelesi başlatıldı. Bu mücadele ilk meyvesini İtilâf
Devletleri tarafından kendi emelleri doğrultusunda Anadolu’ya sürülen
Yunanlılara karşı I. İnönü zaferi ile verdi. Nitekim bu savaşta Türk Ordusu
kısa sürede Yunan ordusuna büyük bir darbe indirdi.
Yunanlıların Türk Ordusu karşısında kısa sürede yenilmeleri ve Anadolu
harekâtının gün geçtikçe kuvvetlenmesi İtilâf Devletlerinde özellikle de
İngiltere’de Sevr Antlaşması ve Anadolu harekâtı ile ilgili stratejilerini
yeniden gözden geçirmeleri gerektiği düşüncesine yol açtı1. Bu amaçla
İngiltere, Fransa ve İtalya devletlerinin temsilcileri 20 Ocak 1921 tarihinde
Paris’te bir araya geldiler. Görüşmelerde Fransa Başbakanı Briand Şark
Meselesini çözmek üzere müttefik devletlerin bir konferans düzenlemesini
ve bu konferansa Ankara hükümetinin de davet edilmesini önerdi. Ona göre
bu davet, Ankara’da kafaları karıştıracak ve Mustafa Kemal Paşa’nın
konferansa katılmayı reddetmesi durumunda, onu destekleyen aşırı ve ılımlı
Kemalistler arasında anlaşmazlıklar çıkaracaktı. Böylece Mustafa Kemal
Paşa ılımlıların desteğini kaybedecekti. Paris Konferansı’nda Briand’ın bu
önerisi, diğer temsilciler tarafından da kabul edildi ve konferansın ikinci
günü Türk ve Yunan hükümetlerinin düzenlenecek olan konferansa
çağırılması kararı alındı2.
Konferans Şark Meselesini çözmek amacıyla Türk ve Yunan delegelerini
dinleyecekti. Paris Konferansı’nda alınan bu karar İstanbul’da bulunan
İngiliz, Fransız ve İtalyan olağanüstü komiserleri tarafından İstanbul
hükümetine bildirildi3. Briand, Paris Konferansı’nın başkanı olarak İstanbul
ve Atina’daki Fransız diplomatik temsilcilerine gönderdiği 25 Ocak 1921
tarihli telgrafta, 21 Şubat’ta Londra’da Sevr Anlaşması’nı görüşmek üzere
bir konferans toplanacağını, Türk Hükümetinin ise Mustafa Kemal Paşa
veya Ankara hükümeti temsilcilerinin Osmanlı heyetinde yer alması
koşuluyla davet edildiğini, ayrıca Yunan Hükümetinin de bu konferansa
1
Salâhi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, 2. Baskı, Ankara 1991, s. 118.
Sonyel, a.g.e., s. 120.
3
Peyam-ı Sabah, 29 Ocak 1921 (29 Ocak 1921), nr 11204, s. 1.
2
108
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA
davetli olduğunu bildirmekteydi4. Böylece bu tarihe kadar millî kuvvetleri,
eşkıya çeteleri ve Mustafa Kemal Paşa’yı da asi general olarak kabul eden
İtilâf Devletleri aldıkları bu kararla Ankara hükümetinin varlığını kabul
etmiş oluyorlardı5
1-Osmanlı Devleti’nin Konferansa Daveti ile Gelişen Olaylar: İtilâf
Devletlerinin Londra Konferansı’na davet mektubu 26 Ocak’ta Sadrazam
Tevfik Paşa’ya verildi6. Osmanlı ve Yunan hükümetleri, Londra Konferansı
için yapılan bu daveti kabul ettiler. İstanbul hükümeti bu konferansta Türk
tarafını temsil edecek delegelerin tayini için Anadolu ile temasa geçti7.
Nitekim Tevfik Paşa, 27 Ocak’ta Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta:
Osmanlı Devleti’nin İtilâf Devletlerinin İstanbul’daki temsilcileri tarafından
Sevr Antlaşması’nda bazı düzenlemeler yapılması amacıyla Londra’da 21
Şubat’ta toplanacak konferansa davet edildiğini bildirmekteydi. Ayrıca bu
davette Mustafa Kemal Paşa veya Ankara hükümeti tarafından tayin edilecek
delegelerin Osmanlı heyeti içerisinde yer alabileceğinin şart koşulduğunu
belirtiyor ve Ankara hükümeti tarafından seçilecek delegelerin İstanbul
hükümeti tarafından seçilecek delegelere katılmaları gerektiğini yazıyordu 8.
Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa’ya verdiği 28 Ocak tarihli
cevapta, İstanbul hükümetini hukuken tanımadığını, millet ve ülke
adına tek meşru kuruluşun BMM olduğunu bildirdi. Müttefik
devletlerin, Londra’da Şark Meselesini halletmek için yapacakları
konferansa BMM’yi doğrudan doğruya davet etmeleri gerektiğini bu
şekilde yapılacak davetin BMM Hükümeti tarafından kabul
edileceğini beyan etti9 Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa’ya çektiği 28
Ocak tarihli telgrafta isteklerini şöyle özetliyordu:
4
Bige Yavuz, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri, Fransız Arşiv Belgeleri
Açısından 1919-1922, Ankara 1994, s. 108; Gotthard Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı
Kronolojisi, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, 2. Baskı, Ankara 1989, s. 137; Peyam-ı
Sabah, 9 Şubat 1337 (9 Şubat 1921), nu. 11215, s. 2.
5
Türk İstiklâl Harbi II nci Cilt Bat Cephesi 3 ncü Kısım, Ankara 1966, s. 256.
6
Jaeschke, a.g.e., s. 137.
7
Peyam-ı Sabah, 30 Kanun-ı Sani 1921 (30 Ocak 1921), nu. 11205, s. 1.
8
ATASE, (İSH 15- B), Kutu 1039,Gömlek 95, Belge 95-1, Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk
(1916-1921), Ankara 2003, s. 169-170; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, 5. Baskı,
Ankara 1997, s. 161; Peyam-ı Sabah, 5 Şubat 1337 (5 Şubat 1921), nu. 11211, s. 1; Peyam-ı
Sabah, 9 Şubat 1337 (9 Şubat 1921), nu.11215, s. 2; Vakit, 4 Şubat 1337 (4 Şubat 1921), nu.
1134, s. 1.
9
ATASE, (İSH 15- B), Kutu 1039,Gömlek 95, Belge 95-1; BOA., BEO., SYS., 34-64/IV-2_9,
Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk (1916-1922), s. 170-171; Atatürk’ün Söylev ve
Demeçleri, s. 162.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
109
NURTEN ÇETİN
1-Padişah BMM’yi tanıdığını kısa bir hattı hümâyun ile ilân etmelidir. Bu
hattı hümâyun hilâfet ve saltanat makamının korunmasını esas olarak kabul
etmiş olan BMM’yi şekil, mahiyet ve şimdiki yetkileri ile kabul ettiklerini
ihtiva edecektir.
2-Birinci madde kabul edildiği takdirde Padişah eskisi gibi İstanbul’da
ikamet eder, BMM ve hükümeti şimdilik Ankara’da bulunur, tabiatıyla artık
kabine adı altında bir heyet kalmaz.
3-İstanbul ve havalisi idaresinin düzenlenmesi daha sonra düşünülecektir.
4-Bütün memurların ve diğer maaşlıların maaşları ile Padişah’ın maaşını
BMM ödeyecektir10.
Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa’ya 30 Ocak’ta gönderdiği telgrafta ise
Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun millî irade ve millî hâkimiyet ile ilgili
maddelerini ve millet idaresinde BMM’yi yetkili kılan maddelerini
bildirmekteydi. Ayrıca daha önce İstanbul hükümetine bildirilen maddelere
kendilerinin uymak zorunda olduklarını belirterek bunlara aykırı
davranamayacaklarını, bu konuda herhangi bir yetkilerinin de bulunmadığını
açıklamaktaydı. Bunun yanısıra Tevfik Paşa’nın bugüne kadar BMM
başkanı olarak kendisiyle yaptığı haberleşmenin bundan böyle BMM
Hükümetiyle yapılacağını dile getirerek BMM’nin bu konuda son derece
kararlı olduğunu da sözlerine ekliyordu11.
Mustafa Kemal Paşa hemen arkasından da 30 Ocakta İcra Vekilleri
Heyeti başkanı Fevzi Paşa imzasıyla, Tevfik Paşa’ya yeni bir telgraf
çektirmiştir. Bu telgrafta: konferansa gönderilecek heyetin Türkiye’nin
çıkarlarını temsil edecek yegâne heyet olduğunun İstanbul hükümeti
tarafından İtilâf Devletlerine bildirileceği ve BMM’ce alınmış olan bu
kararların kabul edilmemesi halinde, memleketin selameti adına doğacak
tarihî sorumluluğun tamamen İstanbul hükümetine ait olacağı gibi hususlara
yer verilmekteydi12.
Tevfik Paşa, 31 Ocak’ta Mustafa Kemal Paşa’ya Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu’nun Kanûn-ı Esasi’ye aykırı olduğunu bildirdi13. 2 Şubat’ta Mustafa
Kemal Paşa’ya gönderdiği diğer bir belgede vatanın menfaati ve milletin
bağımsızlığı söz konusu olduğundan iç meselelerin biran önce bir kenara
bırakılmasını istemekteydi. Ayrıca millî davayı benimsemiş kişilerden
ortaklaşa bir heyet oluşturulması gerektiğini belirtiyordu. Ankara’dan
10
TTK., TP., Kutu 16, Gömlek, 13, Tarih 28.01.1337 (28 Ocak 1921), ATASE, ( İSH 15- B),
Kutu 1039, Gömlek 95, Belge 95-1a; Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927, Ankara
2003, s. 380; Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk (1916-1921), s. 173.
11
TTK., TP., Kutu 17, Gömlek 1, Belge 1,Tarih 30 Ocak 1921.
12
ATASE, Kutu 1034, Gömlek 36, Belge 36-1 a.
13
Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, s. 138.
110
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA
olumlu bir cevap verilmediği takdirde İstanbul hükümeti delegelerinin tek
başına hareket etmek zorunda kalacağını, bunun doğuracağı tarihî
sorumluluk ve vicdanın Ankara hükümetine ait olacağını söylüyordu 14.
Görüldüğü gibi, Tevfik Paşa bu zaferi geçici bir hükümet olarak gördüğü
Ankara hükümetinin İstanbul hükümeti adına kazandığı bir zafer olarak
algılamaktaydı. Paşa, ayrıca zaferin asıl sahibi olan Ankara hükümetinin
konferansa katılmaması durumunda İstanbul hükümetinin başarılı
olamayacağı endişesini taşımakta ve bu nedenle Ankara hükümetinin de
konferansa delege göndermesini istemekteydi.
İcra Vekilleri Heyeti başkanı Fevzi Paşa tarafından İstanbul’a gönderilen
yukarıda bahsettiğimiz telgraf da bir sonuç vermedi15. Buna karşılık İstanbul
hükümetinin Ankara hükümetine yakınlaşmak istediği icraatlarla daha
belirgin hale geldi. Nitekim İstanbul hükümeti Mustafa Kemal Paşa
hakkında verilen ölüm kararını kaldırmış, İstanbul gazetelerinde millî
mücadele taraftarları için kullanılması yasaklanmış olan “paşa” ve “bey” gibi
unvanlar yeniden kullanılmaya başlanmıştır16.
Tevfik Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği 8 Şubat 1921 tarihli
telgrafında konferansa tesir etmek maksadıyla Şubat’ın 21’inde Yunanlıların
70-80 bin bin kişi ile taarruza geçecekleri Hariciye Nezaretinden mevsûkan
istihbâr kılınmıştır. Taarruzun, Karahisar, Eskişehir istikametinde olmasına
ihtimal verilir diyerek konferansa katılmadıkları takdirde yeni ve daha güçlü
bir Yunan saldırısının tehlikesine dikkat çekmekteydi. Ayrıca Londra’da
yapılacak konferansa Ankara heyetinin yalnız gittiği takdirde kabul
edilmeyeceği şeklinde İstanbul’daki İtilâf Devletleri temsilcilerinden
öğrendiği bilgiyi de aktarmaktaydı17.
Tevfik Paşa ile Mustafa Kemal Paşa arasında telgrafla yapılan ve 26
Ocak’tan 8 Şubat’a kadar süren yazışmalardan sonra taraflar arasında bir
antlaşma sağlanamadı ve her iki hükümet de konferansa ayrı ayrı katılma
kararını aldılar. Mustafa Kemal Paşa, Ankara hükümetinin konferansa
doğrudan davet edilmesi halinde gönderilecek olan delegeler kurulunu
oluşturdu. Başdelege olarak Dışişleri Bakanı Bekir Sami (Kunduh) Bey,
Aydın mebusu ve aynı zamanda İtalya temsilcisi olan Cami Bey, Trabzon
mebusu Hüsrev Bey, İzmir mebusu Yunus Nadi Bey, Adana mebusu Zekai
beylerden oluşan bir heyet seçildi. Heyetin refakatine gereği kadar müşavir
14
Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk (1916-1921), s. 181-182; Peyam-ı Sabah, 10 Şubat 1921,
nu. 786, s. 1.
15
Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk (1916-1921), s. 178-179.
16
Selâhattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C. IV, İstanbul 1991, s. 38.
17
ATASE, (İSH 11-B), Kutu 725, Gömlek 58, Belge 58-2.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
111
NURTEN ÇETİN
ve kâtipler verilecekti18. Ankara hükümeti İzmir mebusu Hoca Esad Efendi,
Karesi mebusu Vehbi Efendi, İzmit mebusu Sırrı Bey, Erzurum mebusu
Necati Bey, Celaleddin Arif Bey, Ahmet Muhtar Bey, Yusuf Kemal Bey,
Münir Bey, Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’den oluşan bir heyeti çağrı
olursa gününde Londra’da bulunabilmeleri için 6 Şubat 1921 tarihinde
Eskişehir ve Antalya üzerinden İtalya’ya gitmek üzere yola çıkardı19.
Antalya üzerinden Roma’ya oradan da Londra’ya hareket eden heyet
Anadolu’da Yunanlılığın devamını kendi siyaseti bakımından arzulamayan
İtalya’nın yardımını sağladı ve İtalya Hariciye Nazırı Kont Sforza
müttefikler adına Ankara’yı resmen konferansa davet etti20.
Diğer taraftan Tevfik Paşa 11 Şubat’ta Londra Konferansı’na başdelege
olarak atandı21. Paşa, görüşmelerde bulunacak ve alınan kararları imzalama
yetkisine sahip olacaktı. Osmanlı Devleti’nin İngiltere’deki temsilcisi
Mustafa Reşid Paşa ve İtalya temsilcisi Osman Nizami Paşa da Tevfik
Paşa’ya yardımcı olmak üzere görevlendirildi22.
Osmanlı heyetinin Londra’da takip edeceği siyaset, Tevfik Paşa’nın
konağında yapılan toplantıda tespit edildi Buna göre, heyet millî sınırlar
çerçevesinde Türkiye’nin bağımsızlığı ve iktisadî gelişmesini talep edecekti.
Ayrıca ülkenin imarı ve gelişmesi konusunda dışarıdan malî yardımın kabul
edileceği belirtilecekti. Heyetin esaslı bir işini de Osmanlı sınırları içerisinde
kalan Hristiyan azınlıklara ve haklarına gösterilecek teminat meselesi
oluşturacaktı. Yine heyetin diğer bir önemli görevi de Sevr Antlaşması’nda
mevcut olan iktisadî, malî, bahrî ve askerî hükümlerin hafifletilmesini talep
etmek olacaktı. Heyet bu talepleri konferansa sunarak konferans üyelerinin
dikkatlerini çekmeyi ve ortaya koyacağı deliller ile de bunları kabul
ettirmeyi hedeflemişti. Heyetin amacı, ileri sürülen bu talepler ile ülkenin
gelişmesi ve ilerlemesini korumak ve devam ettirmekti23. Bu esaslar
çerçevesinde, Tevfik Paşa 12 Şubat’ta24 Paris yoluyla Londra’ya gitmek 25
18
BCA., 030.18.01./02.33.14, Tarih 6.2.1921.
Peyam-ı Sabah, 8 Şubat 1921, nu. 11214, s. 1.
20
Mahmud Goloğlu, Cumhuriyet’e Doğru 1921-1922, Ankara 1971, s. 106.
21
BOA., MV., 255/27, 1339 C 2; Takvim-i Vekayi, 13 Nisan 1337 (13 Nisan 1921), nu. 4084,
s. 1, Bir habere göre, Tevfik Paşa sağlık durumu böyle uzun bir seyahate çıkmasına uygun
olmayacağından Londra’ya gitmeye taraftar değil iken arkadaşları tarafından yapılan
ısrarlar sonucu gitmeye karar vermişti. Buna karşılık Hariciye Nazırı Safa Bey İstanbul’da
kalacaktı. Bkz. Peyam-ı Sabah, 10 Şubat 1337 (10 Şubat 1921), nu. 11216, s.1.
22
BOA., DUİT., 37/42 1339 CA 03; BOA., MV., 255/27, 1339 C 2; ATASE, ( İSH 11-B),
Kutu 724, Gömlek 49, Belge 49-2; Hâkimiyet-i Milliye, 16 Şubat 1337 (16 Şubat 1921), nu.
110, s.1.
23
Peyam-ı Sabah, 12 Şubat 1337 (12 Şubat 1921), nu. 11218, s.1.
24
Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, s. 140.
25
İleri, 12 Şubat 1337 (12 Şubat 1921), nu. 1095, s.1
19
112
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA
üzere İstanbul’dan ayrıldı. Sirkeci istasyonundan ayrılırken gazetecilere
yaptığı açıklamada: Londra’ya sonuçtan son derece ümitli olarak gittiğini ve
sevinçli, memnun olarak dönecekleri ümidinde olduğunu söyledi26.
Diğer taraftan Mustafa Kemal Paşa da United Press muhabirine yaptığı
açıklamada Anadolu’nun konferanstan talepleri hakkında bilgi vermiştir.
Buna göre, İzmir her bakımdan Türk ülkesidir. Anadolu’nun bölünmez bir
parçasıdır. Yunanlılar burada hiçbir tarihî ve ırkî hakka sahip değillerdi.
İzmir bin seneden beri Türk yurduydu. Adalardan ticaret amacıyla gelen
Rum nüfus şehirlerde bile azınlıktı. Rumların varlığını bahane ederek
emperyalist emellerini tatmin amacıyla Türk yurdu olan bu topraklar, Yunan
kuvvetleri tarafından istilâ edilmişti. Yunanlılar Mora, Teselya, Girit ve
Makedonya’da yapmış oldukları gibi burada da Türk halkı hakkında çeşitli
zulüm, işkence ve yok etme siyaseti uygulamışlardı. Uluslararası tahkikat
komisyonunun raporu da bunu kanıtlıyordu. Yunanlılar eninde sonunda Türk
topraklarından çıkarılacaktı. Ancak kan dökmek taraftarı olmayan Türk
milleti, hakkı teslim ve vatanı derhal tahliye edildiği takdirde barış
görüşmelerine hazırdı. İzmir ve Trakya’da söz konusu mesele haksız işgal ve
tecavüzün derhal kaldırılmasıydı. Rum azınlıkların hukuku Saint Jarmen
Antlaşması’nda azınlıklar için öngörülen haklar ve hukuk derecesinde saklı
kalacaktı. Türklerin çoğunluğu oluşturduğu Batı Trakya’da halkın geleceğini
belirlemek için halkoyuna başvurulmalıydı27.
Ankara ve İstanbul heyetlerinin Londra’ya ayrı ayrı hareket etmeleri
Londra’da iki heyeti karşı karşıya getirerek Siz daha aranızda itilâf
etmemişsiniz, böyle iki heyetle müzakere olur mu? diye olumsuzluklar
yaratacağını düşünen İngiltere Başbakanı Lloyd George’u çok
sevindirmişti28.
Yunan heyeti de İstanbul heyeti ile aynı zamanda Londra’ya hareket
etmişti. Yunan heyeti başkanı Kaloregopulas, Fransa başbakanı ve hariciye
nezareti kâtibi ile görüşmüş ve daha sonra cumhurbaşkanı Millerand
tarafından kabul edilmiştir. Kaloregopulas Fransa başbakanı ile
görüşmesinde Yunanistan’ın Sevr Antlaşması’nı tamamen tatbik etmek
gücüne sahip olduğunu söylemişti29. Görüldüğü gibi, Yunanistan, Sevr
Antlaşması’nda herhangi bir değişiklik yapılmasına sıcak bakmayacağını
henüz konferans görüşmeleri başlamadan göstermiş, Sevr Antlaşması’nı
26
Peyam-ı Sabah, 13 Şubat 1337 (13 Şubat 19121), nu.11219, s. 1.
Vakit, 16 Şubat 1337 (16 Şubat 1921), nu. 1146, s. 1.
28
Galip Kemali Söylemezoğlu, Başımıza Gelenler, Yakın Bir Mazinin Hatıraları,
Mondros’tan Mudanya’ya, İstanbul 1939, s. 279.
29
İkdam, 19 Şubat 1337 (19 Şubat 1921), nu. 8600, s. 1.
27
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
113
NURTEN ÇETİN
Türklere kabul ettirmek için gerekirse daha güçlü bir askeri teşebbüste
bulunabileceklerinin işaretlerini vermiştir.
Tevfik Paşa’nın başkanlığındaki Osmanlı heyeti, 17 Şubatta Londra’ya
ulaştı30. Heyet, Londra’da Savoy Oteli’nde kendilerine tahsis edilen daireye
yerleşti. Ankara heyeti de aynı otele yerleşecekti. Londra Konferansı’na
davet edilen tüm heyetler gibi, bu heyet de İngiltere’nin misafiri kabul
edilecekti31. Osmanlı heyeti bir yandan konferansta müdafaa edilecek esaslar
üzerinde çalışırken, diğer yandan da heyet başkanı Tevfik Paşa, İngiliz
devlet adamları ile temasa devam etti32.
26 Şubat tarihli Vakit gazetesi Avrupa gazetelerinin Tevfik Paşa’dan
hürmetle bahsettiklerini ve genellikle de övgüler konusunda aynı dili
kullandıklarını yazıyordu. Aynı tarihli gazetede Londra’dan Petit Parisien
gazetesine gönderilen bir telgrafa yer verildi. Telgrafta, Tevfik Paşa’nın 76
yaşında olmasına ve dört günlük bir seyahatin yorgunluğuna maruz
kalmasına rağmen, birkaç dakika da olsa gazetecileri kabul etme nezaketini
gösterdiği belirtildi. Tevfik Paşa bu mülâkatta Türkiye’nin geleceğinin
tehlikede olduğunu ve konferansta ülkemizin yararına olacak şekilde
anlaşmazlıkların sona erdirileceğinden emin olduğunu söyledi. Ayrıca o,
Sevr Antlaşması’nın âdil bir şekilde yeniden düzenlenmesi ile ortaya çıkacak
yararlardan Türk tarafının büyük ölçüde istifade edilebilmesi için Bekir
Sami Bey’in de aynı şekilde hareket etmesi gerektiğini ve bunun da böyle
olacağından emin olduğunu ifade etti.
Daily Telegraph gazetesi ise Tevfik Paşa ile yaptığı bir mülakata yer
verdi. Paşa, bu mülakatında Londra yolculuğundan bahsetti. Londra’da
İngiltere hükümetinin temsilcileri tarafından son derece iyi karşılanmıştı. Bu
karşılamadan büyük bir memnunluk duymuştu. Ben bu tesiri
ihtiramkâraneyi bundan evvel burada sefir sıfatıyla memleketime hidmet
ettiğim zaman takdirine muktedir olduğum hulusun bir delili olarak telakki
ederek fevkalade memnun oldum diyerek bu ilginin Londra büyükelçilik
görevi yıllarına dayandığını ifade etti. Tevfik Paşa’ya göre: birleşmiş bir
Türkiye, dünya nazarında ayrı bir Türkiye’den daha çok şeref, şan, itibar ve
nüfuz kazanacaktı33.
2-Konferans Görüşmeleri ve Tevfik Paşa: Londra Konferansı ilk
toplantısını 21 Şubat pazartesi günü Saint James Sarayı’nda saat onbir
30
Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C. III, I. Baskı, Ankara 1995, s. 411; Jaeschke,
a.g.e., s. 141.
31
Vakit, 20 Şubat 1337 (20 Şubat 1921), nu. 1150, s. 1.
32
Vakit, 22 Şubat 1337 (22 Şubat 1921), nu.1152, s. 1.
33
Vakit, 26 Şubat 1337 (26 Şubat 1921), nu. 1156, s. 1.
114
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA
buçukta yaptı. Bu toplantıya İngiltere adına Lloyd George, Lord Curzon,
Fransa adına Briand, Berthelot, Sentoler, İtalya adına Kont Sforza ile de
Martino ve Japonya adına Baron Hayashi katıldı. Toplantıda, Londra
Konferansı’nda ele alınacak konular hakkında fikir alışverişinde bulunuldu.
Öğleden sonra saat dörtte Anadolu’daki durum hakkında Yunanlıları
dinlemek üzere konferans yeniden toplandı. Türklerin bulunmadığı bu
toplantıda İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya hükümetleri temsilcileri ile
askerî ve siyasî müşavirleri yer aldı34. Bu oturum Yunan ve Türk ordularının
askerî durumlarının incelenmesine ayrıldı35.
Konferans 22 Şubat’ta tekrar toplandı. Türk ve Yunan delegelerinin
bulunmadığı bu toplantıda İngiliz, Fransız, İtalyan ve Japonya hükümetleri
delegeleri hazır bulundular36. İlk olarak Yunan delegeleri ve Türk delegeleri
konusu görüşüldü37. Bir sonraki toplantı 23 Şubat 1921’de Saint James
Sarayı’nda saat onbiri çeyrek geçe yapılacak ve bu toplantıda Türk
delegeleri dinlenecekti38.
Kararlaştırıldığı üzere Britanya, Fransa, Japonya, İtalya delegeleri
Türkiye delegelerini dinlemek üzere 23 Şubatta Saint James Sarayı’nda
toplandılar39. Tevfik Paşa, İstanbul heyetinin, Bekir Sami Bey de Ankara
heyetinin başında bulundu40. Konferansın başlamasından birkaç gün önce
hastalanarak yatağa düşen Tevfik Paşa, bu oturuma kollarından tutularak
yardımla getirildi. Kendisine gösterilen yere oturduktan sonra dizlerini ve
ayaklarını battaniye ile sardılar. O sırada yetmiş altı yaşında olan Tevfik
Paşa’nın hastalığına rağmen, Avrupalı delegeler karşısındaki yerini alması
orada bulunan herkeste derin bir etki yarattı. Anlaşılıyordu ki, Tevfik Paşa
milletinin hak ve hukukunu savunmak için hastalığına rağmen konferansa
katılmış ve kendisine ayrılan yere oturmuştu41. Herkesin dikkatinin Tevfik
Paşa’ya yöneldiği bu sırada o, ayağa kalkmak için dizlerinin üzerindeki
34
İzzet Öztoprak, ‘’Londra Konferansı ve Türkiye Meselesinin Cereyan-ı Müzakeratı’’,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XI, Ankara Kasım 1995, Sayı: 33, s. 584.
35
A.M. Şamsutdinov, Mondros’tan Lozan’a Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi, İstanbul
1999, s. 248.
36
Hâkimiyet-i Milliye, 1 Mart 1921, nu. 121, s. 1; Öztoprak, a.g.m, s. 584.
37
Bilâl N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk (1919-1938), C. III, Ankara 1979, s. LII-LIV.
38
Hâkimiyet-i Milliye, 1 Mart 1921, nu. 121, s. 1; Öztoprak, a.g.m., s. 585.
39
İkdam, 25 Şubat 1337 (25 Şubat 19219), nu. 8606, s. 1.
40
İkdam, 25 Şubat 1337 (25 Şubat 1921), nu. 8606, s. 1; Peyam-ı Sabah, 25 Şubat 1921, nu.
801, s. 1.
41
İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, C. 4, 3. Baskı, İstanbul 1982, s. 17341735; Sabahattin Selek, Milli Mücadelede Ulusal Kurtuluş Savaşı, C. II, 3. Baskı, İstanbul
2002, s. 1040-1041; İbrahim Artuç, Kurtuluş Savaşının Zorlu Yılları, I. Baskı, İstanbul
1988, s. 273-274; Şefik Okday, Büyükbabam Son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa, İstanbul
1986, s. 60-61.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
115
NURTEN ÇETİN
battaniyeyi kaldırmak üzere iken Lloyd George oturduğu yerden
konuşabileceğini söyledi42. Tevfik Paşa devamlı bir barışın kurulması ve
Türklerin yerleşmiş bulunduğu topraklarda bir Türk devletinin varlığını
sağlayacak şartları içeren konuşmasını Fransızca olarak okudu ve bu konuyla
ilgili müdafaasını yaptı43. Ardından İstanbul heyetinin karşısındaki yerini
aldı ve Ankara hükümeti heyeti başkanı Bekir Sami Bey’e dönerek; Söz asıl
milletvekillerine aittir. Binaenaleyh, Anadolu heyetine söz verilmesini teklif
ve rica ederim dedi ve sustu44.
Tevfik Paşa’nın bu hareketinden, İstanbul hükümetini kontrolü altında
bulunduran ve Anadolu’yu İstanbul’un hâkimiyetine sokmak isteyen Lloyd
George memnun olmamıştı. Lloyd George’a göre, aslında bu konferans
doğuda ateşkesi sağlamaktan çok Anadolu’yu İstanbul’un hâkimiyetine
sokmak için toplanmıştı. Onun endişesi Anadolu’nun daha da kuvvetlenerek
Yunanlıları topraklarından atmayı başarması ve bunun sonucunda da
başlamış olan Ankara-İstanbul yakınlaşmasının Ankara’nın egemen olacağı
bir bütünleşmeye dönüşmesiydi. Bu olduğu takdirde artık Osmanlı ülkesi
paylaştırılamazdı45.
Tevfik Paşa’nın bu hareketi kendi ifadesi ile Lloyd George için büyük bir
hayal kırıklığı yaratmış ve onun beklentileri bu şekilde boşa çıkmıştı. O,
Ankara ve İstanbul hükümetlerini konferansa ayrı ayrı davet ederek onları
bütün dünyaya göstermek İşte Türkiye ikiye bölünmüştür demek istemişti.
Tevfik Paşa bu oyunu bozduğu o anın hayatının en mutlu günlerinden biri
42
F. Çilay, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Sadrazamı Tevfik Paşa Bize Hatıralarını
Anlatıyor”, Perşembe, 30 Mayıs 1935, nu. 9, s. verilmemiş.
43
Hâkimiyet-i Milliye, 30 Şubat 1921, s. 1; Âli Türkgeldi, Mondros ve Mudanya
Mütarekelerinin Tarihi, Ankara 1948, s. 137; Türk İstiklal Harbi II nci Cilt Batı Cephesi 3
ncü kısım Birinci, İkinci İnönü, Aslıhanlar ve Dumlupınar Muharebeleri (9 Kasım 19201921)”, Ankara 1966, s. 262.
44
İnal, a.g.e, C. 4, s. 1734-1735; Selek, a.g.e, s. 1040-1041; Artuç, a.g.e, s. 273-274, İstanbul
heyetinde yer alan Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Bey, konferans toplantısından bir gün
önce Bekir Sami Bey’in babasını ziyarete geldiğini ve ertesi gün konferansta nasıl hareket
edecekleri konusunda bazı kararlar aldıklarını söylemektedir. Buna göre: konferans
salonuna yaşına hürmeten önce Tevfik Paşa girecekti. Gerçekten de ertesi gün bu karara
uygun olarak konferans salonuna önce Tevfik Paşa ve arkasından da Bekir Sami Bey
girdiler. Yine alınan karara uygun olarak ilk sözü Tevfik Paşa aldı ve Ankara’dan gelen
heyet ne istiyorsa, biz de aynı şeyi istiyoruz. Biz Türkler birbirleriyle harp etmiyor,
düşmanın memleketten çıkmasını arzu ediyoruz onun için sözü Bekir Sami Bey’e
bırakıyorum. Ankara heyetine dedi. Tevfik Paşa, böylece Lloyd George’un iki heyet
arasında anlaşmazlık yaratarak sonunda Türkler ne istediklerini bilmiyorlar konferansı tehir
ettim şeklindeki planını alt üst etmiş oldu. Bkz. Arı İnan, “Okday’lardan Anılar”, Son
Sadrazam Tevfik Paşa ve Oğulları I, Tarih ve Toplum, İstanbul 5 Mart 1984, s. 58.
45
Türk İstiklal Harbi II nci Cilt Bat Cephesi 3 ncü kısım, s. 262.
116
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA
olduğunu belirtmektedir46. Tevfik Paşa’ya göre, Türkiye mantıklı olmayan
hiçbir şeyi istemiyordu. Her millete bahşedilen şerefli yaşamak hakkını
müdafaa ediyordu. İstanbul ve Ankara kabineleri bütün ülkeler gibi, siyasi
ve iktisadi bağımsızlık talep etmekteydi47.
İtalya Dışişleri Bakanı Kont Sforza da İngiltere’nin Ankara hükümetinin
resmen tanınacağı endişesi ile her iki heyeti konferansa ayrı ayrı almak
istediğini söylemektedir. Ancak konferans günü kendilerinin saygı
duydukları ve kabullendikleri Tevfik Paşa ile Ankara delegesi Bekir Sami
Bey’in yan yana oturmalarının kendilerinde büyük bir şaşkınlık yarattığını
belirtmektedir. Ayrıca o tüm delegelerin başkanı olarak kabul ettikleri
Tevfik Paşa’nın sözü Bekir Sami Bey’e bırakmasıyla ikinci bir şaşkınlığa
uğradıklarını ifade etmektedir48.
Diğer taraftan Tevfik Paşa’nın konferanstaki tavrını onun ihtiyarlığına
veya baskı altında bulunmasına yoranlar da vardır49.
Tevfik Paşa bu celse ile ilgili olarak Osmanlı hükümetine gönderdiği
telgrafta, 23 Şubatta Ankara heyetiyle birlikte konferansa katıldıklarını
belirtmiş, Osmanlı topraklarında Türklerin oturduğu kısımlarda siyasî ve
iktisadî istiklâlin sağlanması, boğazlar meselesinin ilgili devletlerle birlikte
ortaklaşa verilecek bir kararla çözülmesi ve azınlık haklarının görüşülmesi
hakkında tekliflerde bulunduklarını bildirmiştir 50.
24 Şubattaki toplantıya Tevfik Paşa hasta olduğundan katılamamıştır.
Onun yerine İstanbul hükümeti adına Mustafa Reşid Paşa söz almıştır. Paşa,
her iki heyetin uzlaştığını ve Türk davasını yürütme görevini Bekir Sami
46
Tevfik Paşa’ya göre Lloyd George doğru söylemekten hoşlanmayan, ikna gücü olmayan bir
kişiydi. Diplomatlık vasıflarına da sahip değildi. Bkz. F. Çilay, a.g.m., “ s. verilmemiş.
47
Hâkimiyet-i Milliye, 29 Haziran 1337, nu. 222, s. 1.
48
Kont Carlo Sforza/Yayına Hazırlayan: Siyasi Meseleler Araştırma Grubu, “Versay
Antlaşmasından Sonra Avrupa Dış Politikası Müttefik Devletler ve Türkiye”, Belgelerle
Türk Tarihi Dergisi, Dün-Bugün-Yarın, S: 30, Ağustos 1987, s. 45.
49
Oysaki Tevfik Paşa 1936’da bir dergiye verdiği demeçte Osmanlı Devleti’nin yıkılacağını
anladığını ve bunun çoğunluğun gözü önündeki bir gerçek olduğunu söylemektedir.
Osmanlı Devleti yıkılıyordu ve yıllardan beri Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını bekleyen
devletler şimdi paylarını almak istiyorlardı. Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’da bütün ulusu
etrafına toplamıştı. Tevfik Paşa konferansta hiçbir zorlama olmadan kendi iradesi ile
ulusunun varlığına inandığı için böyle hareket etmişti. Ağlayan bir Padişahın gözyaşlarına
bile kanaatimi feda etmedim nasıl olur da Ankara’da doğan milli kuvveti ve onun
başındakini inanmadan kabul edebilirdim diyen Paşa sağlığı yerinde olduğu sürece
çağrıldığı hiç bir görevi kabul etmekten çekinmemişti. Bkz. Çilay, a.g.m., s. 6.
50
Peyam-ı Sabah, 25 Şubat 1921, nu. 801, s. 1; Vakit, 25 Şubat 1337 (25 Şubat 1921), nu.
1155, s. 1; İkdam, 25 Şubat 1337 (25 Şubat 1921), nu. 8606, s.1.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
117
NURTEN ÇETİN
Bey’e bıraktığını söylemiştir51. İstanbul ve Ankara heyetlerinin talepleri
Bekir Sami Bey tarafından okunmuştur52.
Tevfik Paşa, bu oturumla ilgili olarak İstanbul hükümetine gönderdiği
telgrafta ise, sınır meselesinin görüşüldüğünü, görüşmelerin yolunda gittiğini
ve iyi bir sonucun alınacağına dair ümitli olduğunu yazmıştır53.
Konferansın 25 Şubat tarihli oturumunda Ankara ve İstanbul heyeti bir
bildiri yayınlamıştır. Bildiride: Türk devletinin 1913 sınırları içinde yeniden
kurulması, İzmir’in yeniden boşaltılıp Türkiye’ye verilmesi boğazlarda
Türkiye’ye egemenlik garantisi verilmesi, kapitülasyonların bütün
uzantılarıyla birlikte kaldırılması, kıyıları savunabilmek için deniz
kuvvetlerine sahip olma hakkı istenmiştir. Tevfik Paşa konferansta sözü gene
Bekir Sami Bey’e bırakmıştır. Bekir Sami Bey genel olarak Türkiye’nin
bağımsızlığının sağlanması şartıyla bazı fedakârlıklar yapılabileceğini
söylemiştir 54.
Tevfik Paşa, İzmir ve Trakya’nın Türk hâkimiyetinde kalması konusunda
da son derece hassasiyet göstermiştir. Bununla birlikte, onun İstanbul’un
başkent olarak Osmanlı Devleti’nin elinde kalması koşuluyla İzmir ve
Trakya’nın elden çıkmasına izin verdiği ve bunu Lloyd George’un Avam
Kamarası’nda açıkladığı yolunda basında bazı haberler çıkmıştı. Bu konuyla
ilgili olarak Tevfik Paşa, basına bir açıklama yapma gereğini duymuştur.
Mütarekeden beri riyaset eylediğim muhtelif heyetten sulhumuz hakkındaki
nokta-i nazarları konferansa takdim eylediğim malum olan muhtırada
münderictir. Bunun haricinde ne tahriri ve ne şifahi ne bir müracaat ne bir
taahhüd tarafımdan vaki olmuştur. Wilson Prensipleri dairesinde
hukukumuzun ihkâkını ilk günden beri talep ettik. Binaenaleyh İstanbul
hakkında bir pazarlığa girişmek aklımdan bile geçmemiştir” diyerek bu
konudaki haberlerin asılsız olduğunu söylemiştir55.
Daily News gazetesinin muhabirine verdiği bir demeçte Trakya ve
İzmir’in Türkiye’de kalması gerektiği üzerinde durmuştur. Tevfik Paşa,
İzmir ve Trakya’nın Türk hâkimiyetinde kalmasını başlıca üç hususa
dayandırmıştır. Ona göre: öncelikle İzmir Osmanlı İmparatorluğu’nun
teşekkülünden pek çok zaman önce Türk’tü. İkinci olarak İzmir bizim yalnız
en zengin limanımız değil, Anadolu’da Türk hinterlandı için en münasip
mahrecti. Üçüncü olarak da İzmir ve havalisi halkının çoğunluğu Türk’tü.
51
Peyam-ı Sabah, 5 Mart 1921, nu. 809, s. 1.
Peyam-ı Sabah, 26 Şubat 1921, nu. 802, s. 1.
53
Vakit, 27 Şubat 1337 (27 Şubat 1921), nu. 1157, s. 1.
54
Sarıhan, a.g.e, s. 422.
55
ATASE, (İSH 11-B), Kutu 666, Gömlek 99, Belge 99-1; ATASE, (İSH 11-B), Kutu 659,
Gömlek 18, Belge 18-1; ATASE, (İSH-10 B), Kutu 655, Gömlek 109, belge 109-1.
52
118
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA
Tevfik Paşa, demecinin devamında şayet ne biz Yunanlıların ve ne de
Yunanlılar bizim istediklerimizi kabul etmezlerse müttefikler yabancılar
tarafından oluşturulmuş tarafsız müttefik komisyonlarına başvurulabilirlerdi
bu durum lehimize sonuçlanabilirdi”56.
Paşa, 26 Şubatta İstanbul’a gönderdiği telgrafta konferansta İtilâf
Devletleri tarafından İzmir ve Trakya’da yapılması teklif edilen uluslararası
tahkikatın tarafsız bir heyet tarafından yapılması şartıyla kendilerince kabul
edileceğinin açıklandığını, ancak Yunan delegeleri tarafından bu konuda
Atina’dan talimat isteyecekleri şeklinde bir cevap verildiğini yazmıştır.
Ayrıca bu meselenin tekrar müzakeresinin o gün yapılacak toplantıya havale
edildiğini bildirmiştir. Tevfik Paşa’ya göre, konferansın Sevr Antlaşması’nın
arazi meselesinden başka maddeleri de bağımsızlığımızı ihlal ediyordu. Bu
nedenle de bu maddeler kayıtsız şartsız kabul edilemezdi57.
26 Şubatta tekrar toplanan konferansta Ermenistan ve Kürdistan
meseleleri görüşüldü58. Konferansın önemli bir gündem maddesi olan
Ermeni Meselesi hakkında Tevfik Paşa’nın görüşleri şöyleydi: Ermeniler
yedi asırdan beri Türkiye’nin idaresi altında yaşıyorlardı ve bu süre içersinde
hiçbir şikâyetleri ve şikâyet için hiçbir sebepleri olmamıştı. Aksine
Ermeniler dinleri, lisanları ve mektepleri bakımından tam bir serbestlik
içerisindeydiler. Ancak, Ermenilerin kendilerine zulüm ve katliamlar
yapıldığına ilişkin iddiaları son asırda giderek artmıştı. Tevfik Paşa’ya göre,
Ermenilerdeki bu değişim birden bire olmuştu. Tevfik Paşa “Ben harekât-ı
müfriteyi inkâr etmeyeceğim. Ancak bu harekâtın müsebbibi biz değiliz…”
diyerek Ermenilere karşı bazı aşırılıkların yapıldığını kabul etmekle birlikte,
ermeni ihtilalcilerin de yirmi beş yıldan bu yana birçok faciaya ve
cinayetlere sebep olduğunu söylemekten de geri durmamıştır. Böylece
Ermenilerin savaş yıllarında uğradıkları tehcir hadisesini inkâr etmemekle
birlikte, bunda kendilerinin bir rolü olmadığını ve bir anlamda Ermenilerin
de bu olaylara sebep teşkil ettiğini söylemeye çalışmıştır59.
Tevfik Paşa, 28 Şubatta Londra’dan İstanbul’a gönderdiği telgrafta ise,
konferans görüşmeleri ile ilgili olarak İtilâf devletlerine karşı öne sürülen
taleplerde Ankara heyeti ile aralarında tam bir ahenk ve ittifakın olduğunu,
her iki heyetin beraberce çalıştığını bildirmekteydi60.
56
Hâkimiyet-i Milliye, 5 Mart 1921, nr. 126, s. 1., Peyam-ı Sabah, 26 Şubat 1337, nr. 802, s.
2.
57
Vakit, 28 Şubat 1137 (28 Şubat 1921), nu. 1158, s. 1.
58
Peyam-ı Sabah, 1 Mart 1337 (1 Mart 1921), nu. 805, s. 1.
59
Hâkimiyet-i Milliye, 5 Mart 1921, nr. 126, s. 1.
60
TTK, TP, Kutu 17, Gömlek 8, Belge 8.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
119
NURTEN ÇETİN
Londra Konferansı görüşmeleri 12 Marta kadar uzamış ancak hiçbir
olumlu sonuç vermemiştir61. Tevfik Paşa konferans dağıldıktan sonra bir
diplomasi nezaketi olarak konferansa ev sahipliği yaptığını düşündüğü Lloyd
George’a veda ziyaretinde bulunmuştur. Lloyd George Tevfik Paşa’yı ayakta
karşılamıştır. Karşılıklı nezaket sözlerinden sonra Tevfik Paşa’yı Londra
Büyükelçiliği yıllarından tanıyan ve ona The great old man od Turkey diye
hitap eden İngiltere başbakanı “Altes, Ankara’dan bu haydutlar acaba hangi
yoldan inlerine dönecekler?!” demiştir. Tevfik Paşa’nın Londra
Konferansı’ndaki tutumuna rağmen onun Ankara hükümetinden
hoşlanmayacağını düşünerek bu sözü söyleyen Lloyd George, Tevfik Paşa’yı
şaşırttığı gibi, aynı zamanda öfkelendirmiştir. Paşa’nın, Lloyd George’a
verdiği cevap İngiliz başbakanının bu konuda ne kadar yanıldığını ortaya
koyar niteliktedir. Nitekim o, cevaben Efendim, haydut dediğiniz bu kişiler
yurtlarını var güçleriyle müdafaa eden saygıdeğer vatanseverlerdir! diyerek
ayağa kalkmış ve odayı terk etmiştir62. Tevfik Paşa’nın Lloyd George’a
söylediği bu sözler ve sergilediği tutum Anadolu harekâtına bakış açısını
göstermesi açısından son derece önemlidir.
3- Tevfik Paşa’nın Tutumun Basın ve Siyasi Çevrelerdeki Yankıları:
Tevfik Paşa’nın konferansın 23 Şubattaki oturumunda sözü Ankara heyetine
bırakması, Ankara cephesinde büyük bir memnuniyetle karşılandı.
Hâkimiyet-i Milliye gazetesi Tevfik Paşa’nın bu hareketinin Yunanlılar ve
onların koruyucusu olan büyük devletlerde soğuk bir siyaset duşu etkisi
yarattığını yazdı. Ayrıca yazıya göre, Tevfik Paşa’nın müzakerelerde birliği
sağlamasıyla Yunanlılar tarafından söylenilen Türk tarafının iki başlı olduğu
ve aralarında anlaşamadıkları görüntüsü bozulmuştu. Yine konferansta Türk
meselesinin çözümsüzlüğe yöneleceğinden emin olan Yunanlılar, bu
gelişmeden hiç de memnun olmamışlardı. İngiltere başbakanı Lloyd
George’un resmi nutuklarında çapulcu, yağmacı, asi ve başıbozukların
temsilcisi olarak tanımlanan BMM, İtilâf Devletleri tarafından da tanınmış
oluyordu. Tevfik Paşa medenî cesareti ve yurtsever hareketi ile hükümetin
Anadolu’da olduğu gerçeğini ortaya koyuyordu63.
Ankara heyetinde yer alan Sırrı Bey tarafından gönderilen ve BMM’de
iktisat vekili Celal Bey tarafından okunan telgrafta, Tevfik Paşa’nın
konferansta millet adına söz söyleme hakkının BMM delegelerine ait
olduğunu ifade ettiği, Bekir Sami Bey tarafından yapılan açıklamanın da çok
61
Atatürk, Nutuk, s. 392.
İsmail Hakkı Okday, Yanya’dan Ankara’ya, İstanbul 1994, s. 401-402-403.
63
Ruşen Eşref Ünaydın, İstiklal Yolunda, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1960, s. 7273.
62
120
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA
iyi bir etki yarattığı belirtilmiştir 64. Garp cephesi kumandanı İsmet Paşa ise
genelkurmay başkanlığına gönderdiği yazıda: Tevfik Paşa’nın BMM’yi
tanıdığını gösteren beyanâtının fevkalade şayan-ı ehemmiyet olduğunu
yazmıştır 65. Ankara heyetinde yer alan Hüsrev (Gerede) Bey’e göre, Tevfik
Paşa sözü Ankara delegelerine bırakarak siyasal yaşamında yurt ve
ulusseverliğini kanıtladı66.
Lloyd George sonraki toplantıda sözü İstanbul delegeleri ile yapmak
istemişse de Tevfik Paşa konuşma yetkisinin Ankara delegelerine ait olduğu
konusunda direnmiştir. Bundan sonra Türk milleti adına Türk heyetinin
tümünün sözcülüğünü devamlı olarak Ankara heyeti başkanı Bekir Sami Bey
yapmıştır67.
Tevfik Paşa’nın Londra Konferansı’ndaki tutumu ile ilgili olarak yerli ve
yabancı basında birçok haber ve yorum yer almıştır. Nitekim Hâkimiyet-i
Milliye gazetesi Tevfik Paşa’nın konferansta sözü Ankara delegelerine
bırakmasından takdirle bahsetti. Gazete’ye göre, Tevfik Paşa’nın bu hareketi
Türk meselesine iki nokta-i nazardan bakılmasını bertaraf etmişti ve bu
durum teşekküre lâyıktı68. Buna benzer bir başka yorum da 25 Şubat’ta
Murahhaslarımızın Kabulü başlığı ile Vakit gazetesinde yer aldı. Buna göre,
Tevfik Paşa’nın sözü Ankara delegelerine bırakmasıyla İstanbul ve Ankara
delegeleri arasında bir ikilik meselesi kalmamıştı. Tevfik Paşa’nın
konferanstaki
açıklaması
onun
şüphe
edilemeyecek
derecede
vatanperverliğinin bir deliliydi69.
Tevfik Paşa’nın konferanstaki bu tavrı ile İtilâf Devletleri bundan sonra
BMM’yi tanımamak iddiasında bulunamayacaklardı70. Akşam gazetesine
göre, Tevfik Paşa sözü Ankara delegelerine bırakarak vatanperverliğini
göstermiş71, o yaşta seyahat külfetine ve yolda tutulduğu gribe önem
vermeden milletinin hakkını müdafaa etmek için konferans huzuruna
çıkması konferans üyeleri üzerinde derin bir etki yaratmıştı72.
64
ATASE, (İSH 13-B), Kutu 864, Gömlek 201, Belge 201-1.
ATASE, (İSH 11-B), Kutu 724, Gömlek 48, Belge 48-2; ATASE, (İSH 11 B), Kutu 666, Gömlek
143, Belge 143-2.
66
Hüsrev Gerede’nin Anıları, Hazırlayan: Sami Önal, I. Baskı, İstanbul 2002, s. 215.
67
Goloğlu, a.g.e, s. 107.
67
İkdam, 25 Şubat 1921, s. 1.
68
Hâkimiyeti Milliye, 25 Şubat 1337 (25 Şubat 1921), nu. 118, s.1.
69
Vakit, 25 Şubat 1337 (25 Şubat 1921), nu. 1155, s. 1.
70
Hâkimiyet-i Milliye, 27 Şubat 1337 (27 Şubat 1921), nu. 119, s.1.
71
Vakit, 25 Şubat 1337, (27 Şubat 1921), nu. 1155, s. 1.
72
İkdam, 9 Mart 1337 (9 Mart 1921), nu. 8616, s. 1.
65
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
121
NURTEN ÇETİN
Tevfik Paşa’nın konferanstaki tutumu hakkında bazı Fransız
gazetelerinde de görüş beyan edildi. Petit Parisien Journal müttefik
murahhaslarından birinden edindiği bilgilere dayanarak, Tevfik Paşa için
konferanstan olumlu bir sonuç alınmasını sağlamak amacıyla, gösterdiği
çabalarından dolayı tabib-i hususî ifadesini kullandı. Ayrıca, Tevfik Paşa’nın
ilerleyen yaşına rağmen mağlup ülkesini savunmak için bir haftalık yorucu
seyahatten çekinmediği belirtildi.
Matin gazetesi de Tevfik Paşa’nın zayıf vücuduyla ve titreyerek
konferansa girmesinin ve Lloyd George’un karşısında romatizmalı dizlerine
örtü çekerek yer almasının diplomasi edebiyatında İstanbul’u teşhis ettiren
hasta adamın tam bir timsali olduğunu yazdı. Gazete Bekir Sami Bey için
ise herkülvarî tabirini kullandı.
Buna benzer bir benzetmeyi de Le Journal gazetesi yaptı. Gazetede Mazi
ve İstikbal başlığı ile çıkan yazıda Tevfik Paşa’nın beyaz, yorgun, öksürüklü
ve elinde bir örtü bulunan kâtibinin yardımıyla otomobilden indiği belirtildi.
Bu haliyle Tevfik Paşa maziye benzetilirken Ankara’nın temsilcisi olan
Bekir Sami Bey ise, elinde koca bir çanta olduğu halde, güçlü vücuduyla
arabadan atlayan istikbale benzetildi73. Aynı tarzda bir benzetmeyi de Loj
Eretli Journal gazetesinde görmekteyiz74.
Daily Mail gazetesi ise İstanbul ve Ankara heyetlerine başkanlık eden
Tevfik Paşa ile Bekir Sami Bey arasındaki samimi görüşme ve sağlanan
uzlaşmaya bakarak konferansta müttefikler ile Türk heyetleri arasında bir
uzlaşmanın kesin olarak sağlanacağını dile getirdi75.
Hâkimiyet-i Milliye gazetesi Tevfik Paşa’nın sözü Ankara delegelerine
bırakmasından Padişah’ın memnun olmadığını yazdı. Gazeteye göre, Tevfik
Paşa, İstanbul’da iken Padişah bu birlikteliğe engel olmuştu; fakat Londra’ya
gidince, İstanbul’un baskısından kurtulmuştu. Yarım asırlık siyasî hayatını
ülkesine hizmet ederek büyük bir şerefle tamamlamak isteyen Tevfik Paşa,
bu nedenle de söz hakkını Ankara’dan gelenlere vermişti. Gazeteye göre,
Padişah İstanbul’daki tazyik ve etkisini devam ettirdiğini Londra’ya
gönderdiği telgraflarda göstermeye çalışmıştı. Nitekim o bu telgraflarda
Saint James sarayının yabancılarına parmağıyla Bekir Sami Bey’i gösteren
hamiyetli vezirin omzuna dokunarak: Hayır! millet değil, ben anlayışını
ortaya koyacak ifadelere yer vermişti76.
73
Tercüman-ı Hakikat, 2 Mart 1921.
ATASE, (İSH 11-B), Kutu 745, Gömlek 75, Belge 75-1.
75
Vakit, 25 Şubat 1337 (25 Şubat 1921), nu. 1155, s. 1.
76
Hâkimiyet-i Milliye, 15 Mart 1337 (15 Mart 1921), nu. 133, s. 1.
74
122
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA
Aynı gazetede Tevfik Paşa’nın Sadakati başlığı ile çıkan yazıda Tevfik
Paşa’nın Londra’dan İstanbul’a bir telgraf çektiği belirtildi. Bu yazıya göre,
Tevfik Paşa bu telgrafında o güne kadar olduğu gibi, o günden sonra da İtilâf
Devletlerinin her türlü teklifleri karşısında Ankara delegeleri ile tamamen
birlikte hareket edeceğini bildirdi77
Tevfik Paşa’nın konferanstaki tutumunun gazetelerde detaylı şekilde
değerlendirilmesi üzerine hariciye nazırı Safa Bey yapılan yayınlarla ilgili
gazetecilere bir açıklama yapma gereğini duydu. Safa Bey, bazı günlük
gazetelerin Tevfik Paşa’nın konferansta söz hakkını tamamen Anadolu
heyetine vermesi hakkındaki yayınları, Tevfik Paşa’nın gönderdiği telgrafa
nazaran düzeltme gereğini duyduklarını söyledi. Buna göre, Ankara’dan
Londra’ya giden heyetin oraya ulaşmasından sonra konferanstan beklenilen
amacın elde edilmesi için her iki heyet görüşerek taleplerinin esaslarını
kararlaştırmıştı. Birlikte konferans salonuna girilmiş ve konferans
başkanının Osmanlı heyetini dinlemeye hazır olduğunu açıklaması üzerine
Tevfik Paşa bir an önce devamlı bir barış imzalanmasını sağlamak için daha
önce Ankara heyetiyle mutabık kalınan konularda, yani Osmanlı Devleti’nin
Türklerle meskûn arazi dâhilinde tamamiyet-i mülkiyesinin ve istiklâlinin ve
ekalliyetlerin hukukunun muhafazası ve boğazlar meselesinin de beyn-elmilel bir surette tesviyeye rabt-ı lüzumunu öngören konularla ilgili
açıklamalarda bulunduktan sonra sözü Ankara heyetinin başkanı olan Bekir
Sami Bey’e bırakmış, o da diğer hususlarla ilgili görüşlerini açıklamıştı. Her
iki heyetin anlaşmazlığı durumunda bundan faydalanmak isteyenlerin
hedefleri böylece sonuçsuz kalmıştı. Heyetlerin amacı ülkenin kurtuluşu ve
Padişah’ın hukuki haklarının korunmasıydı. Bu amaca ulaşmak için her iki
heyet birlikte hareket etmişti. Bunun için gerçeğe aykırı yanlış anlaşılmalara
sebep olacak olan yayınlara gazetelerde yer verilmemeli ve bu tür
yayınlardan sakınılmalıydı78.
İngiliz istihbarat raporlarına göre, Tevfik Paşa’nın konferanstaki
tutumundan dolayı İstanbul’daki Damat Ferit Paşa taraftarları onun
Londra’dan geri çağrılması ve yerine Damat Ferit Paşa’nın gönderilmesi için
planlar yapmaktaydılar. Padişahın mabeyncilerinden Ömer Yaver Paşa ile
Avni Paşa bu propagandaya yardımcı oluyorlardı. Padişah, Tevfik Paşa’yı
Londra’ya göndermesinden pişmanlık duymaya başlamıştı. Onun Ankara
heyetinin baskılarına yeterince direnemediğine inanmıştı79.
77
Hâkimiyet-i Milliye, 20 Mart 1337, (20 Mart 1921), nu. 137, s. 1.
İkdam, 15 Mart 1337 (15 Mart 1921), nu. 8622, s. 2.
79
Salâhi Sonyel, Mustafa Kemal (Atatürk) ve Kurtuluş Savaşı, C. II, Ankara 2008, s. 1027.
78
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
123
NURTEN ÇETİN
Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yer alan bir haberin de İngiliz istihbarat
raporlarını teyit eder bir nitelikte olduğu görülmektedir. Habere göre, Tevfik
Paşa’nın konferanstaki tutumuna karşılık Padişah, Tevfik Paşa’ya bir telgraf
göndermişti. Bu telgrafında konferans görüşmelerinde İzmir ve Trakya’ya
gönderilmesi kararlaştırılan tahkik heyetleri ile yetinilerek Sevr
Antlaşması’nın diğer hükümlerini kabul etmesini istemişti. Konferans
sırasında Tevfik Paşa’nın söz hakkını Ankara delegelerine vermesi ile
başlayan iki heyet arasındaki yakınlaşma İngilizleri rahatsız etmişti. Nitekim
İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliği Baştercümanı Ryan ile Rahip Fru sık sık
Padişahı ziyaret ediyorlardı. Amaçları Padişahı etkileyerek İngilizlerle her
konuda yeniden itilafı sağlamaktı. İngilizlerin üzerindeki baskısı çok
geçmeden etkili olmuş ve Padişah harekete geçirmişti. Padişahın Tevfik
Paşa’ya çektiği ve Sevr Antlaşması hükümlerini kabul etmesini istediği bu
telgraf milliyetçiler arasında olumsuz tesir oluşturdu. Nitekim Padişahın bu
tutumu ile ilgili olarak Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde “Osmanlı tarihinin
ne garip cilvesidir! Bir taraftan Avrupa matbuatı itilaf ricali devleti Kont
Sforça Mösyö Brian Sevr muahedesinin Türkler için bir hükm-i idam
olduğunu söylüyor diğer taraftan Osmanlı Padişahı Sadrazamına
“Muahedeyi kabul et” diyor. Ve yalnız milletin yüzünü değil, ihtimal ki
milleti hesabına ecnebi ricalinin bile yüzünü kızartıyor!.” denilerek
Padişahın bu politikası şiddetle eleştiriliyordu. Ayrıca Padişahın Damat Ferit
Paşa’yı Avrupa’ya göndermesi Tevfik Paşa’ya güvenmediğini
gösteriyordu80.
14 Nisan’da İstanbul’a dönen Tevfik Paşa, Padişahı ziyaret etmiş ve
Londra Konferansı görüşmeleri hakkında bilgi vermiştir81. 21 Nisan tarihli
İngiliz istihbarat raporlarına göre: Tevfik Paşa, Padişah ile yaptığı bu
görüşmede Londra Konferansı’nın ilk oturumunda hasta olduğu için Türk
çıkarlarının savunulması hususunda sözü Ankara heyetine bırakmıştı.
Padişaha bu davranışını onaylamıyorsa görevinden çekilmeye hazır
olduğunu söylemişti. Padişah ise, Tevfik Paşa’ya güveni olduğunu, ancak
Anadolu’daki düşmanca davranışlardan kaygı duyduğunu dile getirmişti.
Tevfik Paşa ise, Ankara’nın uzlaşmaya karşı bir düşüncesinin olmadığını
aksine konferans görüşmelerinde olduğu gibi, uzlaşmacı bir tutum içerisinde
olmaya devam edeceğini söyleyerek Padişahı yatıştırmaya çalışmıştı82.
İngiliz istihbarat raporlarının verdiği bu bilgilerin yanı sıra, Sultan
Vahdeddin’in Tevfik Paşa’nın Londra Konferansı’ndaki görüşmeleriyle ilgili
düşüncesi şöyleydi: Tevfik Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın temsilcileri ile
80
Hâkimiyet-i Milliye, 15 Mart 1337 (15 Mart 1921), nr. 133, s. 1.
İleri, 15 Nisan 1337 (15 Nisan 1921), nu. 1154, s.1.
82
Salâhi Sonyel, Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, Ankara 1991, s. 1123-1124.
81
124
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA
anlaşmanın imkânsız olduğunu görmüş, bu nedenle sözü Bekir Sami Bey’e
bırakmıştı. Onun bu hareketi İstanbul’daki saray çevrelerinde çok sayıda
tartışma ve polemik yaratmıştı. Padişaha göre, Tevfik Paşa’nın iktidarı halk
tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanmıştı. Dolayısıyla böyle hassas
bir ortamda ona ve hükümetine karşı alacakları olumsuz bir karar siyasi
çevrelerde ve kamuoyunda tepkiyle karşılanabilirdi. Tevfik Paşa’nın
konferanstaki tutumu İstanbul’u devre dışı bıraktığı gibi, Padişahın tahtının
itibarını gittikçe azaltmaktaydı. Sultan Vahdeddin bu konuda “…diğer
taraftan talihin cilvesi beni acımasız bir şekilde yıldızı her geçen gün benim
aleyhime yükselen kişiyi desteklemek gibi ilâhi bir görevle karşı karşıya
bulunmaktaydı…” demektedir83.
Sonuç: İstanbul hükümeti 1921 yılına gelindiğinde Anadolu üzerindeki
etkinliğini önemli ölçüde kaybetmişti. Buna rağmen Ankara hükümetini
İstanbul adına mücadele eden geçici bir hükümet olarak görme ve gösterme
çabalarını sürdürdü. Nitekim Ankara hükümetinin İnönü’de kazandığı zafer
sonrasında da İstanbul hükümetinin bu zafere ortak olmak istediği görüldü.
Tevfik Paşa, İtilâf Devletlerinin Osmanlı Devleti’ni Londra
Konferansı’na daveti ile gelişen süreçte yapılan davet çağrısına da uygun
olarak Ankara hükümeti temsilcilerinin İstanbul hükümeti tarafından
oluşturulacak heyet içinde yer almaları konusunda ısrar etmiştir. Batılı
devletlere karşı tek bir hükümet portresi çizmek istemiş; fakat Mustafa
Kemal Paşa ile yaptığı uzun süren yazışmalar sonrasında bunun mümkün
olmadığını anlamıştır.
Konferans görüşmeleri başladığında, daha önce diplomaside birçok görev
alan ve diplomasinin inceliklerini iyi bilen Tevfik Paşa, sözü zaferin asıl
sahibi olan Ankara heyeti temsilcilerine bırakmak suretiyle konferans
öncesinde iki hükümet arasında gerçekleştirilemeyen uzlaşmayı sağlamıştır.
Böylece İtilâf devletleri varlığını kabul etmek istemedikleri Ankara
hükümetini tanımak zorunda kalmışlardır. Ayrıca Tevfik Paşa, bu hareketi
ile iki hükümet arasındaki görüş ayrılığından istifade ederek Sevr
Antlaşmasını uygulamaya koymak isteyen İtilâf Devletlerinin amaçlarını da
boşa çıkarmış ve gerçek hükümetin Anadolu’da olduğu gerçeğini ortaya
koymuştur.
Tevfik Paşa’nın sözü Ankara heyetine bırakması gerek yerli gazeteler,
gerekse yerli gazetelerden edindiğimiz haberlere göre, bazı yabancı
gazetelerde takdire değer olarak değerlendirilmiş, fakat saray ve çevresinde
olumlu değerlendirilmemiştir.
83
Murat Bardakçı, Şahbaba, İstanbul 1999, s. 439-440.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
125
NURTEN ÇETİN
KAYNAKÇA
Arşivler
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA)
Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi (ATASE)
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA)
Gazeteler
Takvim-i Vekayi
Hâkimiyet-i Milliye
İleri
Vakit
Peyam-ı Sabah
İkdam
Kitaplar
Artuç, İbrahim, Kurtuluş Savaşının Zorlu Yılları, I. Baskı, Kastaş Yayınları, İstanbul
1988.
Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk 1919-1927, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları,
Ankara 2003.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt I, 5. Baskı, Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları, Ankara 1997.
Atatürk’ün Milli Dış Politikası, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1992.
Bardakçı, Murat, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul 1999.
Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk (1916-1921), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayın nu. 62, Ankara 2003.
Goloğlu, Mahmud, Cumhuriyet’e Doğru 1921-1922, Başnur Matbaası Ankara 1971.
Hüsrev Geredenin Anıları, Hazırlayan: Sami Önal, I. Baskı, İstanbul 2002.
Okday, Şefik, Büyükbabam Son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa, Bateş Bayilik
Teşkilatı, İstanbul 1986.
Okday, İsmail Hakkı, Yanya’dan Ankara’ya, Sebil Yayınları, İstanbul 1994.
İnal, İbnülemin Mahmud Kemal, Son Sadrazamlar, C 4, 3. Baskı, Dergâh Yayınları,
İstanbul 1982.
Jaeschke, Gotthard, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, Mondros’tan Mudanya’ya, 2.
Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1989.
Şimşir, N. Bilâl, İngiliz Belgelerinde Atatürk (1919-1938), C. III, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara 1979.
Sarıhan, Zeki, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C. III, I. Baskı, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 1995.
Selek, Sabahattin, Millî Mücadelede Ulusal Kurtuluş Savaşı, C. II, Örgün Yayınevi,
İstanbul 2002.
126
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA
Sonyel, Salâhi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, 2. Baskı, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara 1991.
___________, Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara 1991.
Söylemezoğlu, Galip Kemali, Başımıza Gelenler, Yakın Bir Mazinin Hatıraları,
Mondros’tan Mudanya’ya 1918-1922, Kanaat Kitabevi, İstanbul 1939.
Şamsutdinov, A.M., Mondros’tan Lozan’a Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi, 2.
Baskı, Doğan Yayınları, İstanbul 1999.
Tansel, Selâhattin, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C. IV, Millî Eğitim Basımevi,
İstanbul 1991.
Türkgeldi, Âli, Mondros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi, Güney Matbaacılık,
Ankara 1948.
Türk İstiklal Harbi II nci Cilt Bat Cephesi 3 ncü Kısım, Genelkurmay Basımevi,
Ankara 1966.
Ünaydın, Ruşen Eşref, İstiklal Yolunda, Acıklı Günler, Türk Tarih Kurumu
Basımevi, Ankara 2002.
Yavuz, Bige, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri, Fransız Arşiv
Belgeleri Açısından 1919-1922, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1994.
Makaleler
İnan, Arı, “Okday’lardan Anılar, Son Sadrazam Tevfik Paşa ve Oğulları I”, Tarih ve
Toplum, İletişim Yayınları, İstanbul 5 Mart 1984, s. 55-60.
Çilay, F., “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Sadrazamı Tevfik Paşa Bize Hatıralarını
Anlatıyor”, Perşembe, İstanbul 1935, nu. 9, dergi sayfa numarasız neşredilmiştir.
Kont Sforza, Carlo, Yayına Hazırlayan: Siyasi Meseleler Araştırma Grubu, “Versay
Antlaşmasından Sonra Avrupa Dış Politikası Müttefik Devletler ve Türkiye”,
Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün-Bugün-Yarın, Sayı: 30, İstanbul, Ağustos
1987, s. 40-45.
Öztoprak, İzzet “Londra Konferansı ve Türkiye Meselesinin Cereyan-ı
Müzakeratı’’, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XI, Sayı: 33, Ankara Kasım
1995, s. 565-601.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127
127
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140
1909 KANUN-İ ESASÎ TADÎLÂTI
Mehmet Kaan ÇALEN
ÖZ: Osmanlı Devleti, ilk Meşrutiyet ve anayasa tecrübesini 1876-1878 yılları arasında
yaşamıştır. Fakat Osmanlı Devleti’nde gerçek mânâda meşrutî bir rejimin tesisi 1908 yılında
Meşrutiyet’in ikinci defa ilânından sonra gerçekleşmiştir. Meşrutiyet, ikinci defa ilân
edildiğinde yeni bir anayasa hazırlanmamış doğrudan doğruya 1876 Kanun-i Esasîsi yürürlüğe
konulmuştur. Meşrutiyet’in ilânından hemen sonra basında ve siyasî partilerin programlarında
Kanun-i Esasî’nin hâkimiyet-i milliye açısından taşıdığı eksik ve kusurların gündeme gelmesi
üzerine konu Meclis-i Mebusan’a intikâl etmiş fakat 1908-1912 Meclis-i Mebusanı kendini
kurucu meclis olarak görmediği için 1909 yılında da yeni bir anayasa hazırlama yoluna
gidilmemiş, anayasal sorunlar 1876 Kanun-i Esasîsi üzerinde yapılan tadîlât ile aşılmaya
çalışılmıştır.
Anahtar kelimeler: Meclis-i Mebusan, Meşrutiyet, Kanun-i Esasî.
ALTERASTIONS ON KANUN-I ESASI IN 1909
ABSTRACT: The Ottoman State had it’s first constitutional monarchy and constitution
experience between 1876 and 1878. But in The Ottoman State the establishment of a
constitutional regime in it’s original meaning was realized after the second declaration of the
constitutional monarchy in 1908. When the constitutional monarchy was declared for the
second time, a new constitution hadn’t been prepared and directly, The Kanun-i Esasi of 1876
was imposed. Immediately after the declaration of the constitutional monarchy, the deficiency
and the faults of the Kanun-i Esasi from the point of the domination of the nation were adverted
on the press and in the programs of the political parties and upon this, the issue was reverted to
Meclis-i Mebusan but because The Meclis-i Mebusan of 1908-1912 didn’t regard itself as a
constituent assembly in 1909, a new constitution wasn’t attempted and the constitutional
problems were tried to solve by means of alterations that were made on the Kanun-i Esasi of
1876.
Keywords: Ottoman Parliament, Ottoman Constitutional Monarchy, Ottoman Constitution.
Giriş: Osmanlı Devleti, ilk meşrutiyet ve anayasa tecrübesini 1876-1878
yılları arasında, Türk tarih yazımındaki hususî adıyla “I. Meşrutiyet
Dönemi”nde yaşamıştır. Fakat Osmanlı Devleti’nde gerçek mânâda meşrutî
bir rejimin tesisi, 1908 yılında “II. Meşrutiyet Dönemi”nde gerçekleşmiştir.
Bu yönüyle II. Meşrutiyet, Türk demokrasi tarihinde mühim bir dönüm
noktasını temsil eder.
Hâkimiyet-i milliye fikri, parlâmento, siyasî parti, seçim, sivil toplum,
siyasî ve içtimaî muhalefet, basın, kamuoyu, miting, grev, boykot, kitle gibi
demokrasiye mahsus olgu ve enstrümanlar sebebiyle “II. Meşrutiyet
Dönemi”,
“Cumhuriyet
Dönemi’nin
laboratuarı”
şeklinde

Trakya Üniversitesi, Edebiyat
mkaancalen@trakya.edu.tr.
Fakültesi,
Tarih
Bölümü,
Araştırma
Görevlisi.
MEHMET KAAN ÇALEN
tanımlanmaktadır1. Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın, 1909 Ağustosu’nda
sona eren birinci devresine ait ilk içtimâ’ senesindeki yoğun yasama
faaliyeti2 de göstermektedir ki Meşrutiyet ile birlikte inşa edilmek istenen
yeni düzenin hukukî bir çerçeveye yerleştirilmesi, dönemin en büyük
meselelerinden birisini teşkil etmektedir.
Meşrutiyet, ikinci defa ilân edildikten sonra yeni bir anayasa
hazırlanmamış, meşrutî yönetim açısından sağlıklı bir anayasal yapı vaz’
etmeyen 1876 Kanun-i Esasisi doğrudan yürürlüğe konulmuştur. Bu yönüyle
yeni rejimin sorunları içerisinde son derece hayatî bir yere oturan 1876
Kanun-i Esasisi, basında ve siyasî partilerin programlarında hâkimiyet-i
milliye açısından tenkit edilmeye başlanmış ve nihayet anayasa değişikliği
Meclis-i Mebusan’a intikâl etmiştir. Fakat 1908-1912 Meclis-i Mebusanı
kendini kurucu meclis olarak görmediği için yeni bir anayasa hazırlama
yoluna gidilmemiş, anayasal sorunlar 1876 Kanun-i Esasisi üzerinde 1909
yılında yapılan tadîlât ile aşılmaya çalışılmıştır. Bu çalışmada söz konusu
Kanun-ı Esasî tadîlâtını incelemek suretiyle hem II. Meşrutiyet ile birlikte
oluşan siyasî yapıyı anlamaya hem de kamuoyunda güncelliğinden hiçbir şey
kaybetmeyen anayasa değişiklikleri konusunda nasıl bir tarihî bir arka plânın
mevcut olduğunu görmeye çalışacağız.
1876 Kanun-i Esasisi : 1876 Kanun-i Esasisi, “Cemiyet-i Mahsusa” adı
verilen bir komisyon tarafından 1831 Belçika Anayasası ile ondan
esinlenerek yapılmış 1850 Prusya Anayasası model alınarak hazırlanmıştı3.
Prusya Anayasası’nda olduğu gibi 119 maddeden müteşekkil olup 13 bölüm
halinde tanzim edilmişti. Kanun-i Esasî gerçek anlamda bir meşrutî düzen
vaz’ etmekten uzaktı. Padişaha tanınan yetkiler meşrutiyetin süresiz askıya
alınmasına kadar uzanıyordu4. Milletin temsilcilerinden oluşan Meclis-i
Mebusan’ın, esas vazifesi olan yasama konusunda bile hareket sahası çok
dardı.
1
Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasî Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İstanbul 2004, s.
84.
2
Feroz Ahmad’ın “Meşrutî Islahat Dönemi” şeklinde tanımladığı bu dönemde, Meclis toplam
73 kanun tasarısı müzakere etmiştir. Bakınız: Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki 1908-1914,
Çeviren: Nuran Yavuz, 3. Baskı, İstanbul 1986, s. 107.
3
Coşkun Üçok, Ahmet Mumcu, Türk Hukuk Tarihi, Ankara 1985, s. 318. 1876 Kanun-i
Esasisi’nin kaynakları hususunda bir değerlendirme ve Prusya anayasası ile bir mukayese
için bakınız: Coşkun Üçok, “1876 Anayasasının Kaynakları”, Türk Parlamentoculuğunun
İlk Yüzyılı, Ankara 1976, s. 1-25. Genel olarak meşrutiyet ve parlâmento tarihimiz için
bakınız: Cezmi Eraslan, Kenan Olgun, Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet ve Parlamento,
İstanbul 2006.
4
İlber Ortaylı, “yetkili fakat sorumsuz bir hükümdarlık kurumunu tanıyor olmasını” 1876
Kanun-i Esasisinin en zayıf yönlerinden biri olarak mütalaa etmektedir. Bakınız: İlber
Ortaylı, Osmanlı’da Değişim ve Anayasal Rejim Sorunu, İstanbul 2008, s. 244.
130
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140
1909 KANUN-İ ESASÎ TADÎLÂTI
Kanun-i Esasî’nin beşinci maddesi Osmanlı padişahını mukaddes ve
gayri mesûl kılmaktaydı5. Padişahın yetkilerini düzenleyen yedinci madde
ise vükelânın atanması ve azledilmesi; rütbe ve memuriyet tevcihi; nişan
verilmesi; para bastırılması; hutbelerde adının zikredilmesi; yabancı
devletlerle antlaşma imzalanması; kara ve deniz kuvvetlerinin kumandası;
savaş ve barış ilânı; askerî harekât ile şerrî hüküm ve kanunların icrâsı;
cezaların hafifletilmesi ya da affedilmesi; meclisin tatil ve feshedilmesi gibi
hak ve yetkileri uhdesine vermekteydi. Görüldüğü gibi anayasa bu haliyle
padişahın hak ve yetkilerine bir kısıtlama getirmiyordu. 27. madde
sadrazamı, şeyhülislâmı ve bakanları atama ve azletme yetkisini de padişaha
vererek onu yürütmenin başına getiriyordu. Kabinede görüşülmesi padişahın
iznini gerektiren konulara ait kararlar, irade-i seniyye ile icrâ edilebiliyordu.
(KE Madde 28). Bütün bunlar kabineyi parlâmentoya karşı değil padişaha
karşı sorumlu tutuyordu.
Padişahın, yasama üzerinde de mutlak bir hâkimiyeti vardı. Âyân ve
Mebusan meclisleri padişah iradesiyle açılıp kapanıyordu (KE Madde 43).
Âyân Meclisi’nin üyelerini ve başkanını bizzat seçiyor (KE Madde 60),
Mebusan Meclisi’nin başkan ve iki yardımcısının seçiminde söz sahibi
oluyor (KE Madde 77), Meclis-i Umumî’nin toplantı süresini kısaltıp
uzatabiliyor (KE Madde 44) ve yukarıda da değindiğimiz gibi gerektiğinde
feshedebiliyordu (KE Madde 7). Yeni kanun veya eski kanunlarda değişiklik
önerme yetkisi heyet-i vükelâya ait olmakla birlikte heyet-i mebusan ve
heyet-i âyân da kendi görev alanları ile alâkalı konularda yeni kanun ya da
eski kanunda değişiklik teklifinde bulunabilme salahiyetini haizdiler. Fakat
teklifler önce sadrazamın onayını aldıktan sonra padişaha sunulur ve onun
izni üzerine Şûra-yı Devlet’e gönderilirdi (KE Madde 53). Şûra-yı Devlet
tarafından hazırlanan tasarı, sırası ile heyet-i mebusan ve heyet-i âyân’da
kabul olunduktan sonra nihayet padişahın iradesi ile kanunlaşabilirdi.
Heyetlerin biri tarafından ret olunan tasarı o yıl bir daha müzakere edilmezdi
(KE Madde54). Görüldüğü gibi asıl yasama mercii olması gereken meclisin,
yasama konusunda yetkileri son derece kısıtlıydı. Üyeleri padişah tarafından
atanan ve Kanun-i Esasînin 64. maddesi mucibince, tasarıları padişahın
hakları nokta-i nazarından tetkik etmekle görevli bulunan heyet-i âyân,
meclisin zaten oldukça dar olan çalışma sahasını daha da sınırlandırmıştı. Bir
tasarının kanun haline gelebilmesi için son söz yine irade-i seniyyedeydi.
Nihayet Kanun-i Esasî’nin meşhur 113. maddesi ile gerekli gördüğü
zaman olağanüstü hâl ilân edebilme ve tehlikeli addettiği şahısları sürgüne
gönderebilme yetkisi padişaha veriliyordu. Ziya Paşa 113. madde için “bu
5
Kanun-i Esasî’nin maddeleri için bakınız: Suna Kili, A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa
Metinleri Senedi İttifaktan Günümüze, Ankara 1985, s. 31-44.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140
131
MEHMET KAAN ÇALEN
madde ile Kanun-i Esasî’nin, Kanun-i Esasî denilecek yeri kalmadı”
demiştir6.
Siyasî Aktörler: İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Ahrar Fırkası’nın
Siyasî Programları ve Kanun-i Esasî Tadîlâtı: İttihat ve Terakki Cemiyeti
ve Ahrar Fırkası’nın siyasî programlarından hareketle Kanun-i Esasî
tadîlâtıyla ilgili yaklaşımlarına temas etmek döneme hâkim olan havayı
anlamak açısından öğretici olabilir. İttihat ve Terakki’nin siyasî programını,
cemiyetin basındaki sözcüsü sayılabilecek Hüseyin Cahid Bey’in Tanin
Gazetesi’nde neşrettiği “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Siyasî
Programı” başlıklı yazıyla birlikte ele almak faydalı olacaktır.
Hüseyin Cahit, Cemiyetin 1876 Kanun-i Esasî’nin meşrutiyet açısından
taşıdığı mahzurlara değindiği yazısında “Gelecekte memlekette hak ve
adalete dayalı bir idare kurmak maksadıyla şimdiye kadar istibdadı tahrip ile
uğraşan ve bunda muvaffak olan Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin,
şimdi bu âdil idarenin nasıl hazırlanacağını bir programla açıkladığını”
belirtiyor ve “programın Osmanlı toplumu açısından katî ve açık bir sûrette
meşrutî bir idare yolunda yürüdüğünü” yazıyordu. Hüseyin Cahit’e göre
“1876 Kanun-i Esasisi, Osmanlılara emîn ve muhakkak bir hürriyet
bahşetmeye kâfi değildi.”7
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1908 senesinde kabul edilen siyasî
programının8 1. maddesinde, Kanun-i Esasî’de hâkimiyet-i milliyenin esas
kabul edileceğine, buna bağlı olarak vükelânın, hâkimiyet-i milliyenin tecelli
ettiği merci olan Meclis-i Mebusan’a karşı sorumlu olacağına değinilmekte
ve bu sorumluluk güvenoyu müessesesiyle somutlaştırılmaktadır. Hüseyin
Cahid Bey’in kabinenin meclise karşı sorumluluğu hususunda konumuz
açısından öğretici addettiğimiz görüşleri ise özetle şu meâldedir:
1876 Kanun-i Esasî’nin getirdiği düzen içinde vükelânın kime karşı
mesul olduğu meçhuldü. Hâlbuki meşrutî idarede vükelânın, Meclis-i
Mebusan’a karşı sorumlu olması gerekirdi. Çünkü hükümet millete karşı bir
vazife deruhte etmiştir. Milletin tevhîdi anlamına gelen meşrutî idârede
millet hakem konumunda olduğu için hükümetin millete karşı mesûl
tutulması tabiîdir. Fakat umum efrad-ı millet bu hakkı isti‘mal
edemeyeceklerinden onu vekillerine tevdî etmektedirler. Milletin vekilleri de
mebuslardır. Dolayısıyla meşrutî idarede vükelânın Meclis-i Mebusan’a
6
Gülnihâl Bozkurt, Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, Ankara 1996, s. 71.
Hüseyin Cahid, “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Siyasî Programı”, Tanin, nu: 55,
11 Eylül 1324, s. 1.
8
Söz konusu program için bakınız: Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, C. 1,
İstanbul 1998, s. 98-100.
7
132
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140
1909 KANUN-İ ESASÎ TADÎLÂTI
karşı mesûl olması icab etmektedir. Bu mesûliyetin bir neticesi olarak da
reis-i vükelânın Meclis-i Mebusan’da ekseriyeti haiz fırkaya mensup olması
lâzımdır. Meclis-i Mebusan’da ekseriyeti haiz fırka demek ise milletin
fertleri içinde çoğunluğun efkârına, hissiyâtına tercüman olan vekiller
demektir. O hâlde vekâlet-i idare de milletin çoğunluğunun efkârına ve
hissiyâtına tercüman olan fırkaya verilmelidir. Oysa 1876 Kanun-i
Esasîsi’nde padişahın emniyet buyurarak sadrazam tayin ettiği zatın Meclisi Mebusan’a mensup olması gerektiğine dair bir izahat yoktur. İşte İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin programı millete bu hukuku temin edecektir.
Programın 2. maddesi, Kanun-i Esasî’nin heyet-i âyân için çizdiği
çerçevenin büyük ölçüde dışına çıkmaktadır. Buna göre heyet-i âyân eskiden
olduğu gibi heyet-i mebusan adetinin üçte birini geçmeyecek şekilde teşkil
olunacak, fakat bütün üyeleri bizzat padişah tarafından tayin olunmayacak
ve Kanun-i Esasî’nin kimlerin âyân olabileceğini vaz’ eden 62. maddesi bu
süreçte devre dışı kalacaktır. Âyân üyelerinin yalnızca üçte biri padişah
tarafından seçilecek, geriye kalan üçte ikilik kısmı ise milletin oylarıyla
belirlenecektir. Üyelerin memuriyetleri kayd-ı hayat şartıyla değil müddetli
olacaktır. Kanun-i Esasî’nin heyet-i âyâna dair olan hükümlerini vatanın
hakiki menfaatlerine aykırı bulmayan Hüseyin Cahid, Kanun-i Esasî’nin
inşâ ettiği mevcut hiyerarşi içinde Meclis-i Mebusan’ı denetleme yetkisine
sahip olan heyet-i âyân üzerinde, milletin herhangi bir kontrol mekanizması
olmadığına ve ayrıca Kanun-i Esasî’nin 62. maddesinde sıralanan şartlara
uygun altmış kişiyi bulmanın da zor gözüktüğüne işaret etmektedir.
3. madde, Devlet-i Âliyye’nin 20 yaşını doldurmuş bütün erkek tebaasına
emlâk ve servet sahibi olsun-olmasın birinci dereceden seçmen olma hakkını
tanımaktadır. Memleket işlerine daha çok kimsenin iştirakini sağlayan bu
madde, Cahid’e göre takdire şâyandır.
Mebuslara kanun teklif etme hakkını vermesi hasebiyle 8. madde,
programın en önemli maddesi kabul edilebilir. Buna göre en az 10 mebus
tarafından verilmek suretiyle mebusların kayıtsız şartsız kanun teklif etme
hakkı olacaktır. Hüseyin Cahid, 8. maddeyi meşrutiyetin takviyesi için
atılmış emin bir adım olarak değerlendirmiştir: Meclis-i Mebusan’ın aslî
vazifesinin yasama olmasına rağmen Kanun-i Esasî’de ona tanınan kanun
yapma hakkı gayet müphemdir; hatta yok gibidir. Vatanın ve memleketin
selâmeti için bu garâbeti izale etmek gerekmektedir. Kanun tekliflerinin
müzakereye konulabilmesi Kanun-i Esasî’ye göre ancak irade-i seniyye ile
olabildiği için bu dahi kâfi görülmemeli, İtalya’da olduğu gibi kanun teklif
etme hakkı mümkün olduğu kadar genişletilmeli ve tahkim edilmelidir.
Programın 12. maddesinde Kanun-i Esasî’nin kişi hürriyeti açısından
zararlı görülen 113. maddesinin Cemiyet tarafından ilgasının talep edileceği
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140
133
MEHMET KAAN ÇALEN
ifade edilmektedir. Meclisin kanun teklif etme hakkına ait eksiklerini
tamamlayan Cemiyet, İntihab-ı Mebusan Kanunu da memleketin
ihtiyaçlarına göre düzenlemeyi programına dâhil etmiştir. İntihab-ı Mebusan
Kanunu mucibince herkes bulunduğu vilâyet ahalisinden mebus intihab
etmeye mecburdur. Hüseyin Cahid’e göre böyle bir tahditte hikmet yoktur,
her Osmanlı kendisini Memalik-i Osmaniye’nin her yerinden mebus intihab
ettirebilmelidir ki programın 20. maddesi Osmanlılara bu hakkı vermektedir.
Osmanlı Ahrar Fırkasının Programına 9 gelince; 1. maddede vükelânın
Meclis-i Mebusan’a karşı sorumlu ve parlamentodan güvenoyu alamadığı
takdirde istifaya mecbur olduğu yazılıdır. Ayrıca İttihat ve Terakki’nin
programından farklı olarak reis-i vükelâ parlamento erkânından olmak
kaydıyla padişah tarafından tayin olunacak ve reis-i vükelâ, hükümeti
çoğunluğu parlamento üyelerinden olmak üzere parlamento üyesi olmayan
kişilerden de teşkil edebilecektir. Ancak reis-i vükelâ’nın parlamento
erkânından olması hususu İttihat ve Terakki’nin programında olmamasına
rağmen Cemiyet’in sözcüsü konumundaki Hüseyin Cahid’in yazısında
mevcuttur.
3. Maddeye göre Meclis-i Mebusan’ın toplantı süresi sekiz ay olacaktır.
4. maddede mebusların kanun teklif etme ve koymaya tam yetkili oldukları
yazılıdır. Mebuslar, en az 10 mebus tarafından teklif edilmek ve
parlamentoda müzakere edilerek kabul edilmek şartıyla kanun tertip ve
tanzime yetkili olacaklardır. Mebus olmasında kanunen bir sakınca olmayan
her Osmanlı, ülkenin her yerinden mebus adayı olabilecektir (5. madde).
Mebusların adedi memleketin ihtiyacına cevap veremediği ve mebus
miktarını arttırmak birçok fayda temin edeceği için 25 bin erkek nüfusa bir
mebus seçilmesi teklif edilecektir (6. madde). Kanun-i Esasî’nin 65. maddesi
her 50 bin erkek nüfusa bir mebus seçilmesini öngörmektedir. Osmanlı
Ahrar Fırkası’nın bu rakamı 25 bine çekme teklifi tabiî olarak mebus
sayısının da ikiye katlanması demek olacaktır. Böylelikle hâkimiyet-i
milliyenin daha geniş bir toplumsal tabana yayılacağı iddia edilebilir.
Programın 7. maddesi meclisin feshiyle ilgilidir: hükümet ve parlâmento
arasında ortaya çıkacak bir anlaşmazlık üzerine parlâmentonun dağıtılmasını
tebliğ eden irade-i seniyye, üç ay zarfında yeni seçimlerin yapılıp
parlâmentonun açılacağını beyân etmek zorundadır. Eğer bu hususlar
belirtilmezse irade-i seniyye yok sayılacak, parlâmento görevine devam
edecek ve eski kararında direnmesi durumunda hükümet istifa etmiş
sayılacaktır.
9
Program için bakınız: Tunaya, a.g.e, s. 188-191.
134
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140
1909 KANUN-İ ESASÎ TADÎLÂTI
Osmanlı Ahrar Fırkası, âyân üyelerinin belirlenmesi konusunda İttihat ve
Terakki’den oldukça farklı bir yol takip etmiştir. Programın 8. maddesine
göre Meclis-i Mebusan’ın üye sayısının yarısını geçmemek kaydıyla âyân
üyelerinin üçte ikisi Mecalis-i Umumiye ve belediye âzâları tarafından
seçilecek üçte biri ise hükümet tarafından tayin olunacaktır. Âyânın
memuriyet süresi altı yıl olacak ve gerek meclisler gerekse hükümet
tarafından seçilenlerin üye miktarı iki yılda bir, üçte bir oranında
yenilenecektir. Hükümet tarafından atanan üyeler “Darülfünun
heyetlerinden; vükelâlık, valilik, ordu müşirliği, kadıaskerlik, elçilik,
patriklik ve hahambaşılık gibi memuriyetlerde bulunmuş olan mazulinden,
berrî ve bahrî ferikandan, muteberan-ı tüccardan ve evsâf-ı lâzimeyi haiz
zevat-ı saireden” seçilecektir. Görüldüğü gibi âyân sayısının artırılmasını
talep eden Osmanlı Ahrar Fırkası, âyân üyelerin belirlenmesinde seçim
usûlünü benimsemekle birlikte İttihat ve Terakki gibi genel bir seçimden
yana değildir. İttihat ve Terakki, âyân sayısının Kanun-ı Esasî’de olduğu gibi
Meclis-i Mebusan’ın üye miktarının üçte biri kadar kalmasını, âyân
üyelerinin üçte ikisinin doğrudan millet tarafından seçilmesini ve geriye
kalan üçte birlik kısmın padişahça tayin edilmesini istemektedir. Âyân
sayısını Meclis-i Mebusan’ın üye sayısının yarısına kadar yükseltilmesini
talep eden Osmanlı Ahrar Fırkası, âyân seçiminde padişahı devre dışı
bırakırken programına hâkim olan fikir örgüsü ile çelişircesine milletin
reyine de başvurmamaktadır.
Programın 11. maddesinde, Kanun-i Esasî’nin 113. maddesinin kişi
hürriyeti açısından zararlı bulunan son fırkasının ilgası; 12. maddesinde
Kanun-i Esasî’nin hükümete geçici kanun yapma hakkını veren ilgili
maddesinin ilgâsı ve parlâmento tarafından tasdik edilmeyen hiçbir kanunun
geçerli sayılmaması teklif edilmektedir.
Kanun-i Esasi Tadîlâtının Meclis’te Görüşülmesi: Meclis-i
Mebusan’ın 29.12.1324 (11 Ocak 1909) tarihli dokuzuncu inikadında,
Kanun-i Esasî’nin tadîline dair üç mebus tarafından takrir verildiği reis
tarafından açıklanmış, bunların ruznâmeye derçleri hususu mebuslara
sorulmuş ve neticede 30.12.1324 (12 Ocak 1909) tarihli ruznâmeye derç
olunmalarına karar verilmiştir10. Fakat Meclis-i Mebusan’ın 30.12.1324
tarihli onuncu inikadında sadece İstanbul mebusu Feracî Efendi’nin lâyihası
okunmuştur.
10
Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC), Devre 1, İçtima Senesi 1, C. 1, Ankara 1982, s.
119-120.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140
135
MEHMET KAAN ÇALEN
Feracî Efendi, lâyihasında 32 sene evvel tanzim olunan Kanun-i Esasî’de
hâkimiyeti milliye ve usûl-i meşrutî ile bağdaşmayacak bazı maddelerin ve
hükümlerin olduğunu belirterek yapılacak tadîlâtta:
“1. Heyeti vükelânın Meclis-i Mebusan’a karşı mesul
olmasını
2. Âyânın intihab ve tâyini usûlünün hâkimiyet-i milliyenin
tesirâtı tabîiyesi ile tevhidini,
3. Usûl ve kavanîni mevzua haricinde Osmanlıların hukuk-u
medeniyesinin ve hürriyet-i şahsiyesinin hangi taraftan olursa
olsun taarruzdan masuniyetini”
istemekte ve Kanun-i Esasi'nin 7., 27., 35., 43., 53., 54., 60., 61., 62., 63.,
64., 66., 67., 72., 77., 80. ve 113. maddelerinin değiştirilmesini teklif
etmektedir11.
Teklif okunduktan sonra takip edilecek usûl hususunda mebuslar arasında
ilginç sayılabilecek tartışmalar yaşanmış, biraz da oldubittiye getirilerek
Kanun-i Esasî’nın tadili alkışlarla kabul edilmiştir12. İzmir Mebusu Mazliyah
Efendi’nin teklifiyle diğer iki lâyihanın okunmasına gerek olmadığına karar
verilmiş, daha sonra Kanun-i Esasî’nin tadîliyle ilgilenecek olan encümen
tartışma konusu olmuş ve nihayet 30 kişilik bir encümenin teşkilinde karar
kılınmıştır13.
22 Ocak 1324’te (4 Şubat 1909) teşkil edilen Encümen, 20 Nisan 1325 (3
Mayıs 1909) çalışmasını bitirerek gerekçesiyle birlikte Meclis-i Mebusan’a
sunmuştur14. Encümen mazbatasında, devletlerin ve kanunların
keyfiyetinden, Şeriât-ı İslâmiye’den, meşrutî idarelerde mevcut bulunan
yasama, yürütme, yargı kuvvetlerinden, 1876 Kanun-i Esasisi’nin kurucu bir
meclis tarafından yapılmadığından ve bir padişah ihsanı ve lütfu şeklinde
meydana geldiğinden, mevcut Meclis-i Mebusan’ın da kurucu bir meclis
olmaması dolayısıyla yeni bir anayasa yapılamayacağından, hâkimiyet-i
milliyenin yapılacak tadilâtta esas olduğundan bahsedilmektedir15.
11
Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, s. 136-138
Aynı eser, s. 138-140.
13
Aynı eser, s. 140-141, 144-147.
14
1909 Tadilâtının sebepleri hakkında bir değerlendirme için bakınız: Cezmi Eraslan, “1909
Anayasa Düzenlemelerinin Sebepleri Üzerine”, Eski Çağ’dan Günümüze Yönetim Anlayışı
ve Kurumlar, Editör: Feridun Emecen, İstanbul 2009, s. 237-249.
15
Meclis-i Mebusan’a sunulan mazbata için bakınız: Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre
1, İçtima Senesi 1, C. 3, Ankara 1982, s. 200-201 arasında ek olarak yayımlanmıştır. Ayrıca
bkz. İhsan Güneş, “Kanun-i Esasi Encümeni Mazbatası”, Türk Parlamento Tarihi, C. I,
Eskişehir 1995, s. 413-454.
12
136
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140
1909 KANUN-İ ESASÎ TADÎLÂTI
Meclis-i Mebusan’da Kanun-i Esasî’nin tadîli ile ilgili müzakereler iki
ayakta gerçekleşmiş olup müzakerelerin ilk ayağı 3 Mayıs 1909 tarihli 65.
toplantıyla başlamış ve 12 Mayıs tarihli 70. toplantıyla nihayete ermiştir.
Müzakerelerin ikinci ayağı ise 7-17 Haziran 1909 tarihleri arasında cereyan
etmiştir. Görüşmeler tek tek maddeler üzerinde olmuş, tadîl edilecek
maddenin önce aslı daha sonra encümenin madde üzerindeki tasarısı gereği
ile birlikte okunmuştur. Bazı maddeler tartışmasız, bazıları ise uzun
tartışmalardan sonra kabul edilmiş bir kısmı ise tekrar encümene geri
gönderilmiştir 16. Müzakerelerin 2. ayağında yeniden tanzim edilmek üzere
encümene gönderilen birkaç madde daha sonra Meclis’te tekrar müzakere
edilmiştir.
Meclis-i Mebusan’da Kanun-i Esasî’nin tadîlâtına dair cereyan eden
müzakereler sona erdikten sonra değişiklik teklifi Meclis-i Âyân’a havale
edilmiştir. Meclis-i Âyân, toplantı senesinin sonu olması sebebiyle değişiklik
teklifinde sadece meşrutiyet ve hâkimiyet-i milliye açısından hayatî derecede
önemli olan maddeleri kabul ederek diğer maddelerin görüşülmesini bir
sonraki toplantı yılına bırakmış 17 ve neticede her iki meclis tarafından da
kabul edilen 24 maddelik değişiklik resmiyet kazanmıştır. Kanun-i Esasî’nin
3., 6., 7., 10., 12., 27., 28., 29., 30., 35., 36., 38., 43., 44., 53., 54., 76., 77.,
80., 113. ve 118. maddeleri değiştirilmiş ve 119. maddesi kaldırılarak yerine
üç yeni madde ilâve olunmuştur18.
1909 Kanun-i Esasî Tadîlâtının Değerlendirilmesi: Kanun-i Esasî
Encümeni Mazbatası’nda da ifade edildiği gibi anayasa tadîlâtının altında
yatan ana saik, hâkimiyet-i milliyeyi tesis etmektir. Bu itibarla yapılan
tadîlât ile padişahın yetkilerinin ciddi oranda törpülenmesi oldukça
manidardır. Öncelikle padişaha Meclis-i Umumî önünde Kanun-i Esasî’ye
riayet edeceğine ve vatan ve millete sadık kalacağına dair getirilen yemin
etme zarureti, meclisi ve mecliste tecelli eden hâkimiyet-i milliyeyi teorik
planda padişahın üzerine çıkarmıştır (KE Muaddel 3. Madde). İkinci olarak
Padişahın Heyet-i Vükelâ ve Meclis-i Mebusan üzerindeki nüfuzu büyük
ölçüde kırılmıştır. Bütün kabineyi atama yetkisi elinden alınan padişah,
sadece sadrazamı atayacak ve kabine sadrazam tarafından teşkil olunacaktır.
16
Mecliste cereyân eden müzakereler için bakınız: Ayfer Özçelik, Kimliğini Arayan
Meşrutiyet, 1. Baskı, İstanbul 2006, s. 319-435; Kenan Olgun, 1908-1912 Osmanlı Meclis-i
Mebusanının Faaliyetleri ve Demokrasi Tarihimizdeki Yeri, (İstanbul Üniversitesi
Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2001, s. 173-277.
17
Fakat bu maddeler üzerine daha sonra herhangi bir görüşme yapılmamıştır.
18
Heyet-i Âyân Kararnâmesi ve değişik maddeler için bakınız: “7 Zilhicce 1293 Tarihli
Kanun-i Esasî’nin Bazı Mevad-ı Muaddelesine Dair Kanun” Düstur, Tertib-i Sani, C. 1,
Dersaadet 1329, s. 638-644.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140
137
MEHMET KAAN ÇALEN
Padişah’ın meclisi fesh etmesi zorlaştırılmış ve bilhassa 1878’deki gibi bir
uygulamayla meclisi süresiz tatil etmesinin önüne geçilmiştir (7. Madde).
Vükelânın Meclis-i Mebusan’a karşı mesuliyeti anayasal bir ilke olarak
benimsenmiş ve güvenoyu müessesesi kabul edilmiştir. Buna göre heyet-i
vükelâ hem toplu olarak hükümetin genel siyasetinden hem de tek tek kendi
nezaretleri dairesindeki icraattan Meclis-i Mebusan’a karşı mesûldür (30.
Madde). Meclis-i Mebusan’ın hakkında güvensizlik oyu verdiği bir nazırın
nazırlığı düşmekte; güvensizlik oyunun sadrazam için verilmesi durumunda
ise bütün kabine düşmektedir (38. Madde). Yasama ve yürütme, yani meclis
ve hükümet arasındaki ihtilaflarda meclis kararı nazarî olarak üstün bir hâle
getirilmektedir (35. Madde).
Padişahın daveti ile açılmasına son verilen Meclis-i Umumî’nin çalışma
süresi dört aydan altı aya çıkarılmıştır (43. Madde). Hâkimiyet-i milliyenin
tesisi bağlamında mühim bir yenilik olarak mebuslara kanun teklif etme
hakkı tanınmıştır (53. Madde). Meclis-i Mebusan riyasetinin seçim yoluyla
belirlenmesi usûlü de padişahın meclis üzerindeki nüfuzunu kıran
hususlardan biri olmuştur (77. Madde). Bütçe’nin meclisin denetiminden
geçtikten sonra yine meclis tarafından kabul edilecek olması, hükümetin
meclise karşı sorumluluğu ilkesini pekiştirmiştir (80. Madde).
Kişi hak ve hürriyetleri bağlamında ise 1909 Kanun-i Esasî tadîlâtının en
mühim adımı, 1876 metninin meşhur 113. maddesini kaldırarak istediği
kişiyi sürgüne gönderme yetkisini padişahın elinden almak olmuştur. Şahsî
hürriyet, anayasal haklar içinde tanımlanarak güvence altına alınmış ve
kanun dışı tutuklama ve cezalar men edilmiştir (10. Madde). Postahanedeki
evraklar ve mektuplar mahkeme kararı olmaksızın açılamayacaktır (119.
Madde). Kanun dairesinde serbest bırakılan matbuatın, basımdan önce teftişe
tabi tutulamayacağı hükme bağlanmış ve demokrasilerin vazgeçilmez unsuru
olan düşünce hürriyeti nazarî olarak hayata geçirilmiştir (12. Madde). Yine
demokrasilerin olmazsa olmazlarından olan toplantı hakkı (hakk-ı içtimaa)
ve gizli ve ayrılıkçı olmamak kaydıyla cemiyet teşkil etme hakkı Osmanlı
vatandaşlarına verilmiştir (120. madde).
Sonuç: 1876 Kanun-i Esasisi, bir kurucu meclis tarafından değil, üyeleri
Padişah tarafından atanmış bir komisyon eliyle hazırlanmış, bu yönüyle bir
“Ferman Anayasa” özelliği taşımıştır19. Güçlü bir padişahlık kurumu ortaya
koyması, yürütmeyi ve yasamayı doğrudan padişahın kontrolüne bırakması,
Meclis-i Mebusan’ın yasama yetkilerini ciddi mânâda tahdit etmesi, kişi hak
ve özgürlüklerini boşlukta asılı bırakması gibi noktalar en çok tenkit edilen
özellikleri olmuştur.
19
Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 14. Baskı, İstanbul 2006, s. 133.
138
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140
1909 KANUN-İ ESASÎ TADÎLÂTI
1909 tadîlâtı, 1876 Kanun-i Esasisi’nin meydana getirdiği siyasî yapıyı
büyük ölçüde değiştirmiştir. Meclisin, padişah ve kabine karşısındaki
durumu güçlendirilerek yasama, yürütme ve yargı arasında denge kurulmaya
çalışılmıştır. Padişaha ait yetkilerde kısıtlamaya gidilmesi, meclisin yetki
alanının genişletilmesi, mebuslara kanun teklif etme hakkının tanınması,
ihdas edilen güvenoyu müessesesiyle yürütmenin meclise karşı mesûl
kılınması, kişi hak ve hürriyetlerinin anayasal güvence altına alınması gibi
hususlar 1909 Kanun-i Esasî tadîlâtının ana çatısını oluşturmuştur. Yapılan
değişikliklerle birlikte hâkimiyet-i milliyenin anayasal düzeyde hayata
geçirildiğini ve nazarî olarak demokratik bir sistem inşâ edildiğini rahatlıkla
söyleyebiliriz.
KAYNAKÇA
Ahmad, Feroz, İttihat ve Terakki 1908-1914, Çeviren: Nuran Yavuz, 3. Baskı,
İstanbul 1986.
Bozkurt, Gülnihâl, Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, Ankara 1996.
Düstur, Tertib-i Sani, C. 1, Dersaadet 1329.
Eraslan, Cezmi, Kenan Olgun, Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet ve Parlamento,
İstanbul 2006.
Eraslan, Cezmi, “1909 Anayasa Düzenlemelerinin Sebepleri Üzerine”, Eski
Çağ’dan Günümüze Yönetim Anlayışı ve Kurumlar, Editör: Feridun Emecen,
İstanbul 2009, s. 237-249.
Güneş, İhsan, Türk Parlamento Tarihi, C. I, Eskişehir 1995.
Hüseyin Cahid, “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Siyasî Programı”, Tanin,
nu: 55, 11 Eylül 1324, s. 1.
Kili, Suna, A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri Senedi İttifaktan
Günümüze, Ankara 1985.
Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC), Devre 1, İçtima Senesi 1, C. 1, Ankara
1982.
Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre 1, İçtima Senesi 1, C. 3, Ankara 1982.
Olgun, Kenan, 1908-1912 Osmanlı Meclis-i Mebusanının Faaliyetleri ve Demokrasi
Tarihimizdeki Yeri, (İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış
Doktora Tezi), İstanbul 2001.
Ortaylı, İlber, Osmanlı’da Değişim ve Anayasal Rejim Sorunu, İstanbul 2008.
Özçelik, Ayfer, Kimliğini Arayan Meşrutiyet, 1. Baskı, İstanbul 2006.
Tanör, Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 14. Baskı, İstanbul 2006.
Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasal Partiler, C. 1, İstanbul 1998.
Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye’nin Siyasî Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İstanbul
2004.
Üçok, Coşkun, “1876 Anayasasının Kaynakları”, Türk Parlamentoculuğunun İlk
Yüzyılı, Ankara 1976, s. 1-25.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140
139
MEHMET KAAN ÇALEN
Üçok, Coşkun, Ahmet Mumcu, Türk Hukuk Tarihi, Ankara 1985.
140
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153
I. HAÇLI SEFERİ (1096) ÖNCESİNDE BİZANS
İMPARATORLUĞU’NUN SİYASÎ DURUMUNA BAKIŞ
Sevtap GÖLGESİZ KARACA
ÖZ: XI. Yüzyıl, Bizans İmparatorluğu Tarihi açısından son derece önemli bir yüzyıl oldu.
Bu dönemde Bizans’ın kaderini değiştiren hadise, 1071 Malazgirt savaşı ile başladı. Aslında bu
büyük olay yalnızca Bizans’ın yazgısına etki etmedi. Türkleri Anadolu’nun sahibi yapan bu
savaş, aynı zamanda dünya tarihinin önemli hadiselerinden birini teşkil ederek büyük kitleleri
harekete geçirecek bir sefere, I. Haçlı Seferi’nin çıkmasına ortam hazırladı. Bu makalede, dünya
tarihine damgasını vuran Haçlı Seferleri öncesinde, İmparatorluğun siyasî durumu tespit
edilmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos’un Türklerle
münasebetleri anlatılmış; bununla beraber, Türk tehlikesini önlemek için Güney İtalyalı
Normanların lideri Robert Guiscard ile işbirliği yapma teşebbüslerine değinilmiştir. Ayrıca
Bizans İmparatoru’nun Piacenza ve Clermont Konsili’ne elçi göndermesi çerçevesinde Papalık
ile ilişkileri de vurgulanmıştır.
Anahtar Kelimeler: Selçuklular, Bizans, Normanlar, Haçlı Seferleri, I. Aleksios Komnenos.
OVERVIEW OF THE POLITICAL SITUATION OF THE BYZANTINE EMPIRE BEFORE (1906) THE FIRST
CRUSADE
ABSTRACT: The 11th century was very important for the history of the Byzantine Empire.
The events which changed the fate of the Byzantine Empire started with the war of Manzikert.
Indeed this great event, which made the Turks the owner of Anatolia, influenced not only the
destiny of the Byzantine Empire but also paved the way to the First Crusade which mobilised
great masses. In this article the political situation of the Byzantine Empire before the First
Crusade which had a great impact on world history has been described briefly. Within this
framework the Byzantine Emperor Alexios Kommenos’ relation with the Turks and his
attempts to cooperate with the Southern Italian Norman leader Robert Guiscard in order to
prevent the Turkish threat were described. The Byzantine Emperor’s relations with the Papacy
within the framework of his sending ambassadors to the Councils of Piacenza and Clermont
were also emphasised.
Keywords: Seljukids, Byzantine, Normans, The Crusades, Alexius I Comnenus.
İmparator II. Basileios’un (976-1025) ölümünden, I. Aleksios’un (10811118) tahta çıkışına kadar olan süre (1025-1081), Bizans İmparatorluğu’nun
içte ve dışta siyaset bakımından çöküş dönemi olarak kabul edilmektedir.
Herakleios (610-641) ile başlayan yükseliş, II. Basileios’un ölümüyle sona
erdi. Bundan sonra zayıf İmparatorlar devri II. Basileios’un kardeşi olan
VIII. Konstantinos (1025-1028) ile başladı. Bizans tarihçisi Mikhail Psellos
eserinde bu İmparator döneminde Konstantinos’un halka kötü muamele
ettiğini ve Bizans halkının adeta onun kölesi haline geldiğini zikreder1.

Arş. Gör. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Edirne.
segolgesiz@gmail.com.
1
Mikhail Psellos’un Khronographia’sı, Türkçe terc. Işın Demirkent, Ankara 1992, s. 25.
SEVTAP GÖLGESİZ KARACA
Bununla birlikte O, II. Basileios devrinde dolan devlet hazinesini
düşüncesizce harcadı. Ondan sonra Bizans tahtına geçen İmparatorlar da
Konstantinos’tan geri kalmadılar. Bu çöküş döneminde büyük arazi sahipleri
köylü ve askerin emlâkını yok etti. Bunların eski sahiplerini yarı köle
durumuna getirdi. Bu, ülkenin savunma ve vergi gücünü çöküntüye uğrattı.
Tüm bunlar devletin fakirleşmesine ve askerî gücünün azalmasına sebebiyet
verdi. Tüm bu siyasî ve askerî sıkıntılara iktisadî buhranlar da eklendi.
İçinden çıkılması güç olan bu durum 1071 Malazgirt hezimeti ile Bizans’ı
derinden sarstı. Bu ve bundan sonraki yıllarda ise Anadolu’da Bizans’ın
gücü çöktü, İtalya’daki toprakları elden çıktı ve Balkanlar’daki nüfuzu
azaldı. İçte ise merkezî iktidar tamamen bozuldu, devlet iktisadî açıdan ağır
kayıplar verdi. Bu çöküş devri, I. Aleksios’un Bizans İmparatorluğu’nun
idaresine hâkim oluncaya kadar devam etti. Zira Nikephoros Bryennios
“Aleksios Komnenos’un hükümdarlığından beri işler düzeldi… Tanrı’nın
sayesinde ve onun inayetiyle işler gerek Anadolu’da gerek Batı’da yolunda
gelişti…”2 sözleriyle de bu durumu ifade eder. Böylece onun dönemi bir
anlamda Bizans’ın yeniden canlandığı dönem oldu. Ancak I. Aleksios tahta
çıktığında kendisini zor şartlar bekliyordu; zira temelleri kökünden sarsılmış
bir enkaz devralmıştı. Ayrıca İmparatorluk kendini savunamayacak bir
haldeydi. Selçuklular, Peçenekler, Normanlar, İmparatorluğu dört bir yandan
kuşatmış durumdaydı3. Kısacası yeni İmparator I. Aleksios’un işi oldukça
zordu.
Kısaca değindiğimiz Bizans’ın bu siyasî tablosu içerisinde XI. yüzyılın
en önemli hadisesi, 1071 yılında meydana gelen Malazgirt savaşı oldu.
Anadolu’nun kaderini belirleyen ve Bizans İmparatorluğu’nun tarihini
değiştiren bu savaş, Anadolu’nun sahibini de belirlemiş4 bununla beraber,
2
Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, Türkçe terc. Bilge Umar, İstanbul 2008, s. 28.
Konuyla ilgili geniş bilgi için bkz. Mikhail Psellos, Türkçe terc. Işın Demirkent, s. 25 vd;
Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Türkçe terc. Fikret Işıltan, 5. Baskı, Ankara
1999, s. 296 vd.
4
Ancak bu durum, modern Bizans tarihçileri tarafından açıkça bilinse de, o zamanlar
imparatorluktan sorumlu kişilere göre, 1071’deki yenilgi ve ardından Türklerin Anadolu’yu
ele geçirmeleri kesinlikle birbiriyle alakalı değildi. Bizans orduları daha önce de yenilmişti;
Persler ve Araplar, Ege ve Marmara denizlerine kadar dayanmışlardı. Ama bunlar daha
sonra geri püskürtülmüş ve Bizans Anadolu’daki eski gücüne kavuşmuştu. İki kez yapılan
şey, tekrar yapılabilirdi. Türkler engellenip Anadolu’daki hakimiyet tekrar kazanılabilirdi.
Peter Charanis, “Byzantium, The West and the Origin of the First Crusade”, Byzantion,
(19/1949), s. 17. Ayrıca 1071 yılına kadar ki Bizans’ın durumu için bkz. Işın Demirkent,
“1071 Malazgirt Savaşı’na Kadar Bizans’ın Askerî ve Siyasî Durumu”, Bizans Tarihi
Yazıları Makaleler-Bildiriler-İncelemeler, 2. Baskı, İstanbul 2005, s. 1-15.
3
142
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153
I. HAÇLI SEFERİ (1906) ÖNCESİNDE BİZANS İMPARATORLUĞU’NUN SİYASÎ DURUMUNA BAKIŞ
Türk-Bizans ilişkilerine5 ve Bizans’ın dış politikasına da etki etmiştir.
Türkler adına zaferle sonuçlanan bu savaş, sadece Türk-Bizans ilişkileri
açısından büyük öneme sahip değildi. Bu hadise aynı zamanda sonuçları
açısından dünya tarihine de etki eden, büyük kitleleri harekete geçirecek bir
sefere, yani Haçlı Seferleri’ne sebebiyet vermişti.
Haçlı Seferleri’nin başlamasından ve İmparator I. Aleksios Komnenos
daha tahta çıkmadan evvel, Türklerin akınlarına karşı Bizans
İmparatorlarının, devleti içinde bulunduğu zor durumdan kurtarabilmek
adına bir takım önlemler aldığını görmekteyiz. Bu bahsettiğimiz duruma en
iyi örnek VII. Mikhail (1071-1078) döneminde karşımıza çıkmaktadır. Zira
İmparator ve danışmanları Türkleri Anadolu’dan çıkarıp burada Bizans
hâkimiyetini yeniden kurmayı umut etmekte, fakat bu işin pek de kolay
olmayacağını çok iyi bilmekteydiler. Bununla birlikte Bizans, 1071
Malazgirt hezimetini yaşarken aynı yıl içinde Güney İtalyalı Norman lider
Robert Guiscard, Bari’yi ele geçirmek suretiyle Güney İtalya’daki Bizans
topraklarının tamamını zapt etmişti. Bu hadise Bizans’ı Robert Guiscard ile
evlilik yoluyla ittifak yapmaya sevk etti. İmparator, bir anlamda Guiscard
tehlikesinden devletini korumak için bunu yapmaya mecbur kaldı ve ondan
yardım istemek suretiyle bu tehdidi bertaraf etmeye çalıştı. Bu evlilik
yoluyla müttefik edinme politikası6 IV. Romanos Diogenes (1068-1071)
döneminde de gündeme getirilmişti. Diogenes’in politikası VII. Mikhail
tarafından da devam ettirildi. İmparatorun istediği tek şey, Norman liderinin
dostluğu idi. Bunu yukarıda zikrettiğimiz üzere, İmparatorluğunu hem
Guiscard’dan gelecek başka saldırılara karşı korumak hem de Selçukluları
Anadolu topraklarından uzaklaştırabilmek adına Normanlardan askeri destek
sağlayabilmek için istiyordu7. Gerçekten de Bizans imparatorları bu
durumdan son derece muzdarip idi. Türk akınlarının durdurulamaması ile
ilgili olarak Mikhael Attaleiates “hiç beklenmeyen bir hâl gerçekleşti ve bu
hâl sadece güçlü bir hoşnutsuzluğa yol açmakla kalmadı, ama Bizans
egemenliği sınırlarının daralması ve bu egemenliğin güçsüzleşmesi
sonucunu da doğurdu”8 sözleriyle Türklerin Bizans’a karşı giriştiği
akınlardan dolayı hoşnutsuzluğu dile getirir.
5
Konuyla ilgili olarak bkz. Yusuf Ayönü, Türkiye Selçuklu Bizans Münasebetleri (10751116), Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir 2001 ve aynı yazar, Selçuklu-Bizans
Münasebetleri (1116-1308), Basılmamış Doktora Tezi, İzmir 2007.
6
Diogenes’in oğullarından birini Guiscard’ın kızlarından biriyle evlendirmeyi ilk ne zaman
teklif ettiği tam olarak bilinmemektedir. Ancak böyle bir teklifin yapıldığı bir gerçektir.
Fakat bu evlilik Norman lideri tarafından reddedildi. Charanis, Aynı makale, s. 17-18.
7
Charanis, a.g.m., s. 18.
8
Mikhael Attaleiates, Tarih, Türkçe terc. Bilge Umar, İstanbul 2008, s. 88.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153
143
SEVTAP GÖLGESİZ KARACA
Selefi Diogenes’in politikasını devam ettirmek VII. Mikhail açısından
pek de kolay olmadı. Bizans’ın yaptığı, 1071 yılı sonları yahut 1072 yılı
başlarındaki izdivaç teklifi, Guiscard tarafından reddedildi. Ancak VII.
Mikhail pes etmemekte kararlı olduğundan 1072 sonu veya 1073 yılı başında
bir kez daha teklif götürdü. Bu teklifin de Norman lideri tarafından
reddedilmesinin üzerine Bizans bu kez yönünü Papa’ya çevirdi. VII.
Mikhail, Papa VII. Gregory’den (1073-1085) 1073 yılı başlarında yardım
talep etti. Onun talebi Papa tarafından olumlu karşılandı. Ancak Papa bunu
uygulamaya koyacak durumda değildi9. İmparator bu teşebbüsten de
herhangi bir sonuç alamadı ve böylece 1073 yılında başlayan görüşmeler
başarısızlıkla sonuçlandı. Neticede zor da olsa Guiscard ile İmparator
arasında evlilik yoluyla anlaşma 1074 yılında tesis edildi10. Fakat Guiscard
ile yapılan bu ittifak Bizans’ın hayal ettiği gibi Türkleri durdurmaya
yetmedi, ayrıca Bizans’ın zararına da sebebiyet verdi11. İmparatorluğun bu
yardım arayışları pek bir işe yaramasa da Türkleri Anadolu topraklarından
kovmak amacıyla Papalıktan ve Batı’daki liderlerden yardım isteme üzerine
kurulu Bizans politikasını gözler önüne serdiği için son derece önemlidir 12.
Bu politikanın evrensel bir zihniyet haline gelmesinde etkisi olan zat,
tarih 1081’i gösterdiğinde iktidara geldi. Bizans İmparatoru I. Aleksios
Komnenos, 4 Nisan 1081 tarihinde tahta çıktığında İmparatorluğun dört bir
yanı adeta iç ve dış tehditlerle kuşatılmıştı. Tüm Anadolu, İstanbul’a kadar
Türklerin eline geçmiş, Balkan Yarımadası’nda 13 Peçenekler 14, Tuna
Nehri’nin güneyindeki eyaletlere hâkim olmuştu. Sırbistan ve Dalmaçya
bölgeleri ise Bizans İmparatorluğu’na baş kaldırarak yerel Slav beylerinin
idaresini tercih etmişti. Bunlara ilaveten Bizans’ın baş düşmanı, Güney
İtalya Normanları’nın reisi Robert Guiscard bu kez de İmparatorluğu ele
geçirmek üzere Epiros bölgesine doğru harekete geçmişti15.
9
Papanın Alman Imparatoru IV. Heinrich ile arasının iyi olmamasından dolayı bu teklifi
değerlendiremediği W. B. Mc Queen tarafından öne sürülür. Bkz. “Relations between the
Normans and Byzantium 1071–1111”, Byzantion, (56/1986), s. 432. Karş. Işın Demirkent,
“Haçlı Seferleri Düşüncesinin Doğuşu ve Hedefleri”, Tarih Dergisi, Prof. Dr. Hakkı
Dursun Yıldız Hatıra Sayısı, 35 (1994), s. 68-69.
10
Charanis, a.g.m, s. 18 vd.
11
VII. Mikhail’in tahttan indirilmesinin ardından bu anlaşma Balkanlardaki Bizans
topraklarını işgal edebilmesi için Guiscard’ın eline istediği fırsatı vermiş oldu. Peter
Charanis, a.g.m., s. 23-24.
12
Charanis, a.g.m., s. 24.
13
Bizans’ın Balkanlar’daki durumu için bkz. Işın Demirkent, “14.Yüzyıla Kadar Balkan
Yarımadasında Bizans Hâkimiyeti”, Bizans Tarihi Yazıları Makaleler-Bildirilerİncelemeler, s. 17-30.
14
Peçenekler için bkz. Akdes Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937.
15
Işın Demirkent, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, Ankara 1996, s. 3.
144
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153
I. HAÇLI SEFERİ (1906) ÖNCESİNDE BİZANS İMPARATORLUĞU’NUN SİYASÎ DURUMUNA BAKIŞ
Bütün bu sorunlar içinde Aleksios’un başını ağrıtan en önemli iki tehlike
mevcuttu. Bu tehlike Norman ve Türk tehdidiydi. İmparator öncelikle,
Bizans tahtına gözünü diken Güney İtalya lideri Robert Guiscard ile
mücadeleye karar verdi ve bu amaçla, batı sınırındaki mücadele esnasında
doğu sınırını güvence altına almak için Türkiye Selçuklu Sultanı
Süleymanşah ile 1081 yılının Haziran ayında “Dragos Suyu Antlaşması”
yaptı16. Fakat bu anlaşma öncesinde İstanbul Boğazı’nın Anadolu sahillerine
kadar gelmiş olan Selçukluları buralardan uzaklaştırmak amacıyla harekete
geçti. Türkleri kıyı bölgelerden uzaklaştırarak onların iç bölgelere
çekilmelerini sağladı. Aleksios bu başarısının ardından yukarıda belirttiğimiz
üzere Türklerle barış yapma yoluna gitti. Anna Komnena barış teklifinin
Süleymanşah’tan geldiğini söylese de bu esnada Norman tehlikesi ile karşı
karşıya kalan ve zor durumda olan I. Aleksios idi. Neticede I. Aleksios,
Süleymanşah’a haber gönderdi ve bir miktar para ile vergi karşılığında barış
yapma teklifinde bulundu. Bu teklif Süleymanşah tarafından da kabul
gördü17. Anna Komnena bu anlaşmanın şartlarını ayrıntılı olarak vermez.
Sadece “… Onlara sınır olarak Drakon deresini verdi ve onlara bunu
kesinlikle aşmamayı, ayrıca Bithynia sınırlarından içeriye hiçbir akına
girişmemeyi kabul ettirdi”18 şeklinde ifade eder. Böylece bu anlaşma ile
İmparator I. Aleksios, Türkleri boğaz kıyılarından uzaklaştırmış ve
Süleymanşah’ın İznik Körfezi’ndeki Drakon Çayı’na kadar Anadolu’daki
hâkimiyetini resmen onaylamıştır. Anlaşma her iki taraf için de faydalı bir
barış oldu. Süleymanşah, Anadolu’daki hâkimiyetini I. Aleksios’a kabul
ettirip devletinin güney sınırlarıyla ilgilenirken Aleksios da Normanlarla
olan mücadelesinde Süleymanşah gibi bir müttefik kazandı19. Bununla
beraber I. Aleksios Komnenos sadece Türklerle anlaşma yapmadı, aynı
zamanda deniz gücü desteği sağlayabilmek için Venediklilere de çeşitli
ayrıcalıklar20 bahşetti. Anna Komnena “…Vaatler ve armağanlara
16
Demirkent, Sultan I. Kılıç Arslan, s. 3.
Yusuf Ayönü, Türkiye Selçuklu Bizans Münasebetleri (1075-1116), s. 90-91 ve n. 317.
18
Anna Komnena, The Alexiad, İng. terc. Elizabeth A. S. Dawes, London 2011, s. 65; Türkçe
terc. Bilge Umar, Alexiad Anadolu’da ve Balkan Yarımadası’nda İmparator Alexios
Komnenos Dönemi’nin Tarihi Malazgirt’in Sonrası, İstanbul 1996, s. 126.
19
Ayönü, Türkiye Selçuklu Bizans Münasebetleri (1075-1116), s. 91.
20
Konuyla ilgili olarak bkz. W. Heyd, Yakın-doğu Ticaret Tarihi, Türkçe terc. E. Z. Karal, 2.
Baskı, Ankara 2000, s. 127 vd; Demirkent, Bizans’ın Venediklilere bahşettiği bu ayrıcalık
ile imparatorluğun geleceğini ipotek altına aldırdığını vurgular. Ayrıca bu imtiyazın
Bizans’ın kendi ölüm fermanını imzalamakla eş değer olduğunu da belirtir. Bu anlaşmayla
Venedik, imparatorluğun bütün limanlarında gümrük vergisi ödemeden ticaret yapma
hakkını elde etti. Işın Demirkent, “1082-1302 Yılları Arasında Bizans-Batı İlişkilerine Kısa
Bir Bakış”, Bizans Tarihi Yazıları Makaleler-Bildiriler-İncelemeler, s. 100.
17
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153
145
SEVTAP GÖLGESİZ KARACA
başvurarak Venediklilerden de yardım istedi” sözleriyle İmparatorun bu
yardım isteğini dile getirir21.
İmparator, Venedikliler ve Türklerden aldığı yardımlar ile Arnavutluk,
Makedonya ve Teselya bölgelerini Norman istilasından kurtardı. 1082
yılında ise Adriyatik denizi kıyısında yer alan Draç’ı kuşatan Guiscard’a
karşı mücadele etmek için yine Selçuklulardan yardım aldı. Ertesi yıl yani
1083 yılında Teselya’ya kadar ilerleyip Yenişehir’i kuşatan Guiscard’ın oğlu
Bohemund’a karşı da Süleymanşah’tan destek gördü. İmparatorun yardım
isteği üzerine Süleymanşah, İmparatora 7 bin kişilik bir kuvvet gönderdi. Bu
yardımla Aleksios Normanlara karşı başarılı oldu22.
Aleksios, aldığı bu yardımlar sayesinde, 1085 yılına kadar süren
Normanlarla mücadelesini başarılı bir şekilde sonlandırdı23. Böylece
İmparator, ancak 1085 yılı sonunda İstanbul’a dönebildi. Fakat döndüğünde
hoş bir tablo ile karşılaşmadı. Zira Süleymanşah’ın İznik’i idare etmesi
amacıyla görevlendirdiği Ebu’l-Kasım’ın24 Dragos Suyu anlaşması şartlarını
ihlal ettiğini ve Türklerin Bizans arazisine akınlar düzenleyerek yeniden,
yavaş yavaş İstanbul yakınına doğru harekete geçtiklerini gördü. Bunun
üzerine İmparator derhal harekete geçti. Türk akıncılarını kıyılardan
uzaklaştırdı. Bununla birlikte İznik’e ordu göndererek Ebu’l-Kasım’ı
sıkıştırdıysa da 1086 yılının Haziran ayında Ebu’l-Kasım’ın donanma
hazırlığı ve Çaka Bey ile işbirliği yapma planı Aleksios’u fazlasıyla
endişelendirdi. Ancak Türk tehdidi ile baş etmekte kararlıydı. Bu amaçla
İmparator, denizden ve karadan göndermiş olduğu kuvvetlerle Ebu’lKasım’ın inşa ettirmekte olduğu gemileri yaktırdı ve onu İznik’e geri
çekilmeye zorladı. Ancak Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın (1072-1092)
İznik’i kendi hâkimiyeti altına almak amacıyla kumandanı Porsuk idaresinde
21
Anna Komnena, İng. terc. Elizabeth A. S. Dawes, s. 68; Türkçe terc. Bilge Umar, s. 133.
Ayönü, Türkiye Selçuklu Bizans Münasebetleri (1075-1116), s. 91-92.
23
Ayönü, Türkiye Selçuklu Bizans Münasebetleri (1075-1116), s. 96.
24
Süleymanşah’ın Ebu’l-Kasım’ı İznik’in idaresiyle görevlendirmesinin nedeni, Antakya
seferine çıkmasıyla ilgilidir. Antakya’nın Bizanslı valisi Isaakios Komnenos’tan sonra yerine
Ermeni Vasak tayin edilmişti. Onun öldürülmesiyle şehre, Bizans adına Ermeni Philaretos
hâkim oldu. Fakat onun zalimane idaresi halkı canından bezdirince Antakya Şıhnesi İsmail
tarafından Süleymanşah şehre davet edilmişti. Bunun üzerine Türkiye Selçuklu Sultanı derhal
harekete geçmiş ve yerine başkumandan olarak Ebu’l-Kasım’ı bırakmıştı. Konuyla ilgili
olarak bkz. Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, Türkçe terc. Yıldız
Moran, 3. Baskı, İstanbul 1994, s. 91-92; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 4.
Baskı, İstanbul 1996. s. 70 vd; Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, 2. Baskı,
Ankara 1993, s. 120; aynı yazar, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, Ankara 1990, s.
31; aynı yazar, “Süleymanşah’ın Kuzey Suriye Seferi ve Sonuçları” Türk Kültürü
Araştırmaları, XXVI/1, 1988, s. 71.
22
146
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153
I. HAÇLI SEFERİ (1906) ÖNCESİNDE BİZANS İMPARATORLUĞU’NUN SİYASÎ DURUMUNA BAKIŞ
büyük bir orduyu Anadolu’ya gönderdiğini öğrenince Melikşah’a engel
olmak için bu kez Ebu’l-Kasım ile işbirliği yoluna gitti25.
İmparatorun Türklerle mücadelesi sadece Selçuklularla sınırlı değildi. I.
Aleksios, Balkanlar’da Trakya’ya kadar ilerlemiş bulunan Peçeneklere karşı
da 1087 yılında mücadeleye girişti. İlk Peçenek saldırısı Bizans tarafından
geri püskürtüldü. Ancak Siliste yakınında yapılan savaşı Peçenekler kazandı.
Buna rağmen savaşın sonucundan yeteri kadar yararlanamadılar. Çünkü bu
sırada İdil bölgesinden Tuna yöresine inen bir diğer Türk kavmi olan
Kumanların saldırısına uğrayarak yenildiler. Bu durum Bizans’a bir
süreliğine nefes alabilme imkânı verdi. Ayrıca Peçenekler 3 yıl boyunca
Trakya bölgesine saldırılarını devam ettirdiler26.
Aleksios, bu süre zarfında önce Peçeneklere (1091) ve ardından
Edirne’ye kadar ilerleyen Kumanlara (1094) ağır darbeler indirdi. Bu suretle,
Balkanları hâkimiyeti altına alabilmişti27.
İmparator bu olaylarla uğraşırken aynı zamanda bir büyük tehlike daha
kendisini beklemekteydi. 1081 yılında İzmir’i ele geçirip burada bir Türk
Beyliği kuran Çaka Bey28, Bizans aleyhine Ege Adaları’na doğru harekete
geçmişti29. Ayrıca babasının ölümünün ardından Türkiye Selçuklu
Devleti’nde I. Kılıç Arslan’ın (1093–1107) tahta çıkmasıyla Bizans’ın
içinden çıkılması güç sorunlarına bir yenisi daha eklendi. Kılıç Arslan,
Türklerin Bizans’a karşı sürdürmüş oldukları politikayı devam ettirmek
amacıyla İzmir Bey’i Çaka ile onun kızıyla evlenmek suretiyle, ittifak kurdu.
Fakat bu birbirinden güçlü iki Türk Bey’i Bizans’ın entrikalarına alet olarak
birbirlerine düştüler 30. Çaka Bey’in öldürülmesiyle Bizans, bu büyük
tehlikeden de kurtulmuş oldu.
25
Demirkent, Sultan I. Kılıç Arslan, s. 4.
Demirkent, Sultan I. Kılıç Arslan, s. 4-5.
27
Demirkent, Sultan I. Kılıç Arslan, s. 5.
28
Çaka Bey ile ilgili bkz. Akdes Nimet Kurat, Çaka Bey İzmir ve Civarındaki Adaların İlk
Türk Beyi M.S. 1081-1096, 3. Baskı, Ankara 1966.
29
Demirkent, Sultan I. Kılıç Arslan, s. 5.
30
Sultan Kılıç Arslan, Türkiye Selçuklu devletinin idaresini eline aldıktan sonra, Bizans’a
karşı girişilen mücadeleyi sürdürmek amacıyla başarılı girişimlerde bulunmuş olan İzmir
Bey’i Çaka’nın kızıyla evlenmek suretiyle onunla dostluk kurdu. Fakat bu dostluk Bizans’ın
aleyhineydi ve ikili ne pahasına olursa olsun Bizans’a ağır bir darbe indirmek amacıyla
faaliyetlerde bulunmaktaydılar. İmparator ise, onların hedefinin İstanbul olduğunu
bildiğinden Çaka’yı durdurmak istiyordu. Bu amaçla, I. Kılıç Arslan’ı kendi tarafına
çekmeye çalıştı. Kılıç Arslan’a bir mektup yazarak; Çaka’nın Kılıç Arslan’ın devletinde
gözü olduğunu ima etmiş ve Selçuklu Sultanını İzmir Beyi’ne karşı kışkırtmıştır. Bunun
sonucunda Kılıç Arslan, Çaka’nın gücünün bir gün kendisi için sorun olacağını düşünüp
onu öldürtmüştür. Bu aslında Bizans’ın denge siyaseti taktiğidir. Bkz. Demirkent, Sultan I.
Kılıç Arslan, s. 15 vd.
26
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153
147
SEVTAP GÖLGESİZ KARACA
Yukarıda ifade edildiği üzere Bizans dört taraftan köşeye sıkıştırılmış bir
haldeydi. Yeterince ordusu ve Türklere karşı mücadele edecek gücü yoktu.
İmparator, tüm bunları göz önünde bulundurarak, geleneksel Bizans
politikası olan ücretli asker yardımı alma yoluna başvuracaktı. Türk
tehdidiyle baş edebilmek amacıyla, 1089 yılında Papa II. Urbanus (1088–
1099)31 liderliğinde toplanan Melfi Konsili’ne elçilerini göndermek suretiyle
önce Batı ile arasını düzeltmeye çabalamıştı. 1089 Eylülü’nde toplanan bu
konsilde İmparator Aleksios’un aforoz kararı kaldırıldı32. 1095 yılındaki
Piacenza Konsili’ne katılan Bizanslı elçiler 33 bu kez niyetlerini ortaya
koyarak Türklere karşı harekete geçebilmek amacıyla yardım talebinde
bulundular34. Mart 1095 tarihinde Papa II. Urbanus tarafından yapılan bu
toplantıda Bizans İmparatoru, açıkça Batı Kilisesi’nden Selçuklu Türklerinin
şiddetli akınlarına karşı askerî yardım talebinde bulundu. Bu konsil sırasında
Aleksios’un elçileri Papa’ya, Türklere karşı zor durumda bulunan
İmparatorluğa yardım etmesi hususunu dile getirdi. Elçiler, Türklerin
İstanbul’u tehdit ettiklerini ve Doğu’daki Hıristiyan kiliselerini yakıp
yıktıklarını iddia ediyorlardı. Bizans tek başına Türkleri durduramıyordu.
İşte bundan dolayı Batı’nın yardımına ihtiyacı vardı35.
I. Aleksios, Türklerden kurtulmak için bulduğu bütün fırsatları
değerlendirmiş, 1086’da önce Süleymanşah’ın ardından 1092’de
Melikşah’ın ölümü ve Büyük Selçuklu ile Türkiye Selçuklu Devleti’nde
yaşanan boşluğu ve karmaşayı fırsat bilerek Hıristiyan Batı’dan yardım
istemiş; Papalık ise, bu yardımı kendi içinde, çıkarları doğrultusunda
değerlendirmek amacıyla memnuniyetle kabul etmiştir. Böylelikle XI.
yüzyılın başlarından itibaren Anadolu’da fetihlerde bulunan Türkler, 1071
yılında Bizans İmparatorluğu’na ağır darbe indirmiş, ardından giriştikleri
fetihlerle Bizans’ı sınırlarını koruyamayacak bir hale getirmişlerdi. Bunun
sonucunda Bizans’ın Batı’dan istemiş olduğu ücretli asker talebi,
31
Runciman’ın belirttiği üzere tarihe II. Urbanus olarak geçen bu zatın esas ismi Odo de
Lagery’dir. Yine Runciman’a göre 1042 yılı civarında doğmuştur. Bkz. Steven Runciman,
Haçlı Seferleri Tarihi, C. I, terc. Fikret Işıltan, 3. Baskı, Ankara 1998, s. 78. Bir diğer
görüşe göre de adı Odo de Châtillon’dur. Soissons Piskoposluk bölgesinde, yaklaşık olarak
1035 yılı civarında doğmuştur. Bkz. -Uta-Renate Blumenthal, “Urban II (d.1099)”, The
Crusades An Encyclopedia, C. IV, Oxford 2006, s. 1214.
32
Runciman, I, terc. Işıltan, s. 80.
33
Konuyla ilgili Bkz. D. C. Munro, “Did the Emperor Alexius I. Ask for Aid to the Council
of Piacenza, 1095?” The American Historical Review, (27/1922), s. 731-733.
34
Konuyla ilgili Türkçe çalışma için bkz. Demirkent, “Haçlı Seferleri Düşüncesinin Doğuşu
ve Hedefleri”, Tarih Dergisi. 65-78; Aynı yazar, “Haçlı Seferleri’nin Mahiyeti ve
Başlaması”, Haçlı Seferleri ve XI. Asırdan Günümüze Haçlı Ruhu Semineri, 26- 27 Mayıs,
1997, İstanbul 1998, s. 1-14.
35
Uta-Renate Blumenthal, “Piacenza, Council of (1095)”, The Crusades An Encyclopedia, C.
IV, s. 956-957.
148
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153
I. HAÇLI SEFERİ (1906) ÖNCESİNDE BİZANS İMPARATORLUĞU’NUN SİYASÎ DURUMUNA BAKIŞ
Urbanus’un Hıristiyanlığın yegâne hâkimi olması hevesiyle dinî propaganda
vasıtasıyla, sosyal-ekonomik ve siyasî açıdan son derece kötü durumda
bulunan Avrupa’yı Doğu’ya doğru akın akın harekete geçirecek ve tarihe
Haçlı Seferleri olarak damgasını vuracak olan bu seferi başlatmış oldu 36.
I. Aleksios’un beklediği yardım çağrısı, 1095 Kasımı’ndaki Clermont
Konsili37 ile geldi. Clermont Konsili’nde, Piacenza’da istenilen yardım
büyük kitleleri harekete geçirecek bir sefer çağrısı olarak kendini gösterdi.
Tarih, 1095 sonbaharını gösterdiğinde Papa II. Urbanus, o meşhur tarihi
vaazını yaparak büyük kitleleri harekete geçirmiş ve İmparator Aleksios
Komnenos’un istemiş olduğu askeri yardım büyük kalabalıkları Doğu’ya
sevk edecek bir sefer haline dönüşmüştü. 27 Kasım 1095 yılında Clermont
Konsili’nde yapılan bu çağrı, Doğu’daki Hıristiyanları Türk-Müslüman
baskı ve zulmünden kurtarmak motifiyle süslendiğinden38 büyük yankılar
uyandırmıştı39. Kitleleri harekete geçiren bu tarihi çağrı II. Urbanus
tarafından yapılmıştır. Hıristiyanlığın lideri Urbanus, Clermont’ta üç
konuşma yapmıştır40. İlk konuşmasında Türklerin fetihlerinden ve
Hıristiyanlık dininin aşağılandığından bahsetmiştir. Fulcherius konuyla ilgili
olarak “…Papa Urbanus, Roma topraklarının iç kısımlarının Türkler
tarafından fethedildiğini ve bu hareketle Hıristiyanlara zalimce boyun
eğdirildiğini duyduğunda, Tanrı aşkı ve dindarlığın (verdiği) merhametle
yola koyulup dağları aşarak (Galya) Fransa’ya vardı. Clermont Auvergne
şeklinde adlandırılan şehirde bir meclis toplanmasına karar verdi…”41
İfadelerini kullanır. Urbanus’un ikinci konuşması, Kilise’nin korunması ve
36
Demirkent, “Haçlı Seferleri Düşüncesinin Doğuşu ve Hedefleri”, Tarih Dergisi, s. 65 vd.
Haçlı Seferleri fikri ve doğuşu hususunda ayrıca bkz., Jonathan Riley-Smith, The First
Crusade and the Idea of Crusading, London 1993; Carl Erdmann , The Origin of the Idea of
the Crusade, Almancadan terc. Marshall W. Baldwin - Walter Goffart, Princeton 1977;
Norman Daniel, “Crusade Propaganda”, A History of the Crusades, C. VI, Gen. Ed. K. M.
Setton, Wisconsin 1989, s. 39-97.
37
Clermont Konsili ile ilgili bkz. Frederic Duncalf, “The Councils of Piacenza and
Clermont”, A History of the Crusades, C. I, Gen. Ed. K. M. Setton, 2. Baskı, Wisconsin
1969, s. 220-252; Uta-Renate Blumenthal, “Clermont, Council of (1095)”, The Crusades An
Encyclopedia, C. I, s. 263-265.
38
Demirkent, “Haçlı Seferleri Düşüncesinin Doğuşu ve Hedefleri”, s. 65 vd.
39
Urbanus’un çağrısı ile ilgili bilgi için bkz. A. C. Krey, “Urban’s Crusade Success or
Failure”, The American Historical Review, (53 /1948), s. 235-250.
40
Bkz. Dana Carleton Munro, “The Speech of Pope Urban II. at Clermont, 1095”, The
American Historical Review, (11/1906) s. 232.
41
Fulcherius Carnotensis, RHC occ, III, s. 321; İng. terc. R. Ryan, s. 62; Türkçe terc. İlcan
Bihter Barlas, s. 46.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153
149
SEVTAP GÖLGESİZ KARACA
Tanrı barışı42 ile ilgili olup tamamen İncil’den alıntılarla süslenmiştir 43.
Üçüncü konuşmasında ise Doğu’daki din kardeşlerinin yardıma ihtiyacı
olduğu vurgulanmıştır. Fulcherius bu hususu şu sözlerle dile getirir: “…Sizin
yardımınıza ihtiyacı olan ve bunun için yalvaran doğudaki kardeşlerinize
hemen yardım götürmeniz gerekmektedir… Türkler onlara saldırıp St.
George Kolu44 olarak adlandırılan Roma topraklarına kadar ilerlediler.
Gittikçe daha fazla Hıristiyan toprağını ele geçirip savaşlarda onları yedi
defa yendiler. Birçok insanı öldürüp esir aldılar, kiliseleri yıktılar. Tanrı’nın
krallığını harap ettiler. Eğer onlara müsaade ederseniz Tanrı’ya inananları
yenip topraklarını fethetmeye devam edecekler… Burada bulunanlara
sesleniyorum; aramızda bulunmayanlara ve ayrıca Hıristiyan askerlerine
de. Oraya gidecek herkes için söylüyorum. İster ovada yürüyün ister denizi
geçin ister kâfirle dövüşün. Zincirlenmiş hayatınız sona erdiğinde
günahlarınız af olacak! Tanrı’nın bana verdiği yetkiyle bunu herkese
bahşediyorum…”45
Böylece, Clermont Konsili’nde yapılan bu tarihî çağrı ile Haçlı Seferleri 46
resmen başlamış oldu. İmparator Aleksios, tam rahat bir nefes almayı
planlarken olaylar beklenenin aksine gerçekleşti; 1096 yılı önemli olayların
başlangıcı oldu. Ioannes Zonaras’ın ifade ettiği üzere; “…Franklar,
42
Tanrı barışı yahut Pax Dei, kilise tarafından meydana getirilen bir kurum idi ve toplumdaki
çatışmayı önlemek çabasındaydı. XI. yüzyılda ise Batı Avrupa’nın tamamına yayıldı. Bkz.
Thomas Gergen, “The Peace of God and its legal practice in the Eleventh Century”,
Cuadernos de Historia del Derecho, (9 /2002), s. 11-27.
43
Fulcherius Carnotensis, RHC occ. III, s. 322 vd; İng. Terc. F. R. Ryan, s. 62-65; Türkçe
terc. İ. B. Barlas, s. 47-49.
44
İstanbul Boğazı ve Marmara denizi kastedilmektedir. Haçlı kaynaklarında hep bu şekilde
ifade edilmektedir.
45
Fulcherius Carnotensis, RHC occ. III, s. 323 vd; İng. Terc. F. R. Ryan, s. 65-66; Türkçe
terc. İ. B. Barlas, s. 50-51. Papa’nın vaazına genel olarak bakıldığında ise Frankların
kahramanlıklarına övgü, Doğu’daki din kardeşlerine yardım, Türklerin zaferleri, Doğu’daki
Hıristiyanların ızdırabı, kutsal mekânlara ve kiliselere yapılan saygısızlık, Kudüs’ün
kutsiyeti gibi hususlara vurgu yapıldığı görülmektedir. Bkz. Dana Carleton Munro, The
Speech of Pope Urban II. at Clermont, 1095, The American Historical Review, s. 232.
Konsildeki konuşma için en güvenilir kaynak D. C. Munro’ya göre Fulcherius’tur. Bkz.
Dana Carleton Munro, aynı yer. Karş. Runciman, I, terc. Işıltan, s. 84 ve n. 3.
46
Haçlılar ve Haçlı Seferleri konusunda bkz. Hans Eberhard Mayer, The Crusades, İngilizce
terc. John Gillingham, Oxford 1977; Jean Richard, The Crusades c. 1071- c. 1291, İngilizce
terc., Jean Birrell, Cambridge 1999; Zoé Oldenburg, The Crusades, İngilizce terc., Anne
Carter, New York 1966; Jonathan Riley-Smith, The Crusades A Short History, London
1987 ; aynı yazar, The First Crusaders 1095–1131, Cambridge 1997; W. B. Stevenson, The
Crusaders in the East , Cambridge 1968 ; Robert Payne, The Crusades A History, London
1994; Jonathan Riley-Smith, Haçlılar Kimlerdi?, Türkçe terc., Berna Kılınçer, İstanbul
2005; Işın Demirkent, Haçlı Seferleri, İstanbul 1997; aynı yazar, “Haçlılar”, DİA, C. 4,
İstanbul 1996, s. 525-546.
150
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153
I. HAÇLI SEFERİ (1906) ÖNCESİNDE BİZANS İMPARATORLUĞU’NUN SİYASÎ DURUMUNA BAKIŞ
Kentler’in Sultanı’na yönelerek ve Anadolu’yu bir uçtan ötekine geçmek
amacıyla Batı’dan hareket ettiler. Hatta bu kitlesel hareketi, Tanrısal
alâmetin biri önceden açıkladı: ‘Batı’dan hareket eden ve güneşi karartan
buluta benzeyen bir çekirge sürüsü, Kentler’in Sultanı’nın üzerine düştü ve
onu geride bırakarak Anadolu’ya indi…”47
Sonuç olarak genel itibariyle bakıldığında, Bizans İmparatorluğu’nun XI.
yüzyılı bir yandan topraklarına göz diken Norman saldırıları, bir yandan da
dur durak bilmeyen Türk akınlarıyla mücadele etmekle geçti. 10251081yılları arası dönemde başa geçen İmparatorların, İmparatorluğu idare
etmekte başarısız oluşu devleti çöküntüye sürükledi. I. Aleksios’un 1081’de
tahta çıkışıyla bu çöküş biraz olsun telâfi edilebildi ve İmparatorluk
canlanma sürecine girdi. I. Aleksios, hâkimiyeti süresince Güney İtalyalı
Normanlardan İmparatorluğunu korumak ve zayıflamış ordusuyla Türk
akınlarını durdurabilmek için uğraştı durdu. Bunun için de kimi zaman
Türklere karşı Normanlardan; Normanlara karşı Türklerden ve yine Türklere
karşı Papalıktan yardım talebinde bulundu. Bu cümleden hareketle Bizans’ın
Haçlı seferleri öncesindeki siyasî durumuna bakıldığında Papalık, ağırlıklı
olarak Güney İtalyalı Normanlar ve Türkler ile yoğun bir şekilde
münasebette bulunduğu görülmektedir.
KAYNAKÇA
Kaynaklar
Anna Komnena, The Alexiad, İng. terc. Elizabeth A. S. Dawes, London 2011;
Türkçe terc. Bilge Umar, Alexiad Anadolu’da ve Balkan Yarımadası’nda
İmparator Alexios Komnenos Dönemi’nin Tarihi Malazgirt’in Sonrası, İstanbul
1996.
Fulcherius Carnotensis, Gesta Francorum Iherusalem peregrinantıum, RHC occ, III,
s. 311-485; İng. terc. R. Ryan, Fulcher of Chartres. A History of the Expedition to
Jerusalem 1095–1127, Knoxville 1969; Türkçe terc. İlcan Bihter Barlas, Kudüs
Seferi Kutsal Toprakları Kurtarmak İstanbul 2009.
Ioannes Zonaras, Tarihlerin Özeti, Türkçe terc. Bilge Umar, İstanbul 2008.
Mikhael Attaleiates, Tarih, Türkçe terc. Bilge Umar, İstanbul 2008.
Mikhail Psellos’un Khronographia’sı, Türkçe terc. Işın Demirkent, Ankara 1992.
Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, Türkçe terc. Bilge Umar, İstanbul 2008.
Araştırma Eserleri
Ayönü, Yusuf, Türkiye Selçuklu Bizans Münasebetleri (1075-1116), Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, İzmir 2001.
47
Ioannes Zonaras, Tarihlerin Özeti, Türkçe terc. Bilge Umar, İstanbul 2008, s. 169.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153
151
SEVTAP GÖLGESİZ KARACA
_____________, Selçuklu-Bizans Münasebetleri (1116-1308), Basılmamış Doktora
Tezi, İzmir 2007.
Blumenthal, Uta-Renate “Piacenza, Council of (1095)”, The Crusades An
Encyclopedia, C. IV, Oxford 2006, s. 956-957.
_____________________, “Urban II (d.1099)”, The Crusades An Encyclopedia, C.
IV, Oxford 2006, s. 1214-1217.
_____________________, “Clermont, Council of (1095)”, The Crusades An
Encyclopedia, C. I, Oxford 2006, s. 263-265.
Cahen, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, Türkçe terc. Yıldız Moran,
3. Baskı, İstanbul 1994.
Charanis, Peter “Byzantium, The West and the Origin of the First Crusade”,
Byzantion, (19/1949), s. 17-36.
Daniel, Norman, “Crusade Propaganda”, A History of the Crusades, C. VI, Gen. Ed.
K. M. Setton, Wisconsin 1989, s. 39-97.
Demirkent, Işın, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, Ankara 1996.
_____________,Haçlı Seferleri, İstanbul 1997.
_____________, “Haçlı Seferleri Düşüncesinin Doğuşu ve Hedefleri”, Tarih
Dergisi, Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız Hatıra Sayısı, 35 (1994), s. 65-78.
_____________, “Haçlılar”, DİA, C. 4, İstanbul 1996, s. 525-546.
_____________, “Haçlı Seferleri’nin Mahiyeti ve Başlaması”, Haçlı Seferleri ve XI.
Asırdan Günümüze Haçlı Ruhu Semineri, 26-27 Mayıs, 1997, İstanbul 1998, s. 114.
_____________, “1071 Malazgirt Savaşı’na Kadar Bizans’ın Askerî ve Siyasî
Durumu”, Bizans Tarihi Yazıları Makaleler-Bildiriler-İncelemeler, 2. Baskı,
İstanbul 2005, s. 1-15.
_____________, “1082-1302 Yılları Arasında Bizans-Batı İlişkilerine Kısa Bir
Bakış”, Bizans Tarihi Yazıları Makaleler-Bildiriler-İncelemeler, İstanbul 2005, s.
97-119.
_____________, “14.Yüzyıla Kadar Balkan Yarımadasında Bizans Hâkimiyeti”,
Bizans Tarihi Yazıları Makaleler-Bildiriler-İncelemeler, İstanbul 2005, s. 17-30.
Duncalf, Frederic, “The Councils of Piacenza and Clermont”, A History of the
Crusades, C. I, Gen. Ed. K. M. Setton, 2. Baskı, Wisconsin 1969, s. 220-252.
Erdmann Carl, The Origin of the Idea of the Crusade, Almancadan terc. Marshall
W. Baldwin - Walter Goffart, Princeton 1977.
Gergen, Thomas, “The Peace of God and its legal practice in the Eleventh Century”,
Cuadernos de Historia del Derecho, (9 /2002), s. 11-27.
Heyd, W., Yakın-doğu Ticaret Tarihi, Türkçe terc. E. Z. Karal, 2. Baskı, Ankara
2000.
Krey, A. C., “Urban’s Crusade Success or Failure”, The American Historical
Review, (53 /1948), s. 235-250.
Kurat, Akdes Nimet, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937.
152
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153
I. HAÇLI SEFERİ (1906) ÖNCESİNDE BİZANS İMPARATORLUĞU’NUN SİYASÎ DURUMUNA BAKIŞ
_________________, Çaka Bey İzmir ve Civarındaki Adaların İlk Türk Beyi M. S.
1081-1096, 3. Baskı, Ankara 1966.
Mayer Hans Eberhard, The Crusades, İng. terc. John Gillingham, Oxford 1977.
Mc Queen, W. B., “Relations between the Normans and Byzantium 1071-1111”,
Byzantion, (56 /1986), s. 427-476.
Munro, D. C., “The Speech of Pope Urban II. at Clermont, 1095”, The American
Historical Review, (11/1906), s. 231-242.
____________, “Did the Emperor Alexius I. Ask for Aid to the Council of Piacenza,
1095?” The American Historical Review, (27/1922), s. 731-733.
Oldenburg, Zoé, The Crusades, İngilizce terc. Anne Carter, New York 1966.
Ostrogorsky, Georg, Bizans Devleti Tarihi, Türkçe terc. Fikret Işıltan, 5. Baskı
Ankara 1999.
Payne, Robert, The Crusades A History, London 1994.
Richard, Jean, The Crusades c.1071-c.1291, İng. terc. Jean Birrell, Cambridge 1999.
Riley-Smith, Jonathan, The Crusades A Short History, London 1987.
__________________, The First Crusade and the Idea of Crusading, London 1993.
________________, The First Crusaders 1095–1131, Cambridge 1997.
________________, Haçlılar Kimlerdi? Türkçe terc. Berna Kılınçer, İstanbul
2005.
Runciman, Steven, Haçlı Seferleri Tarihi, C. I, terc. Fikret Işıltan, 3. Baskı, Ankara
1998.
Sevim, Ali, “Süleymanşah’ın Kuzey Suriye Seferi ve Sonuçları” Türk Kültürü
Araştırmaları, XXVI/1, Ankara 1988, s. 71-76.
________, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, Ankara 1990.
________, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, 2. Baskı, Ankara 1993.
Stevenson, W. B., The Crusaders in the East, Cambridge 1968.
Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, 4. Baskı, İstanbul 1996.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153
153
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166
ON TURKISH LOANWORDS IN CROATIAN LANGUAGE
Lidija BAN, Darko MATOVAC
ABSTRACT: This paper deals with one of the most numerous groups of loanwords in
Croatian language–the ones that are coming from or through Turkish language. Basic
information on Croatian language that is given in the introductory part of the paper is followed
by some historical facts and explanations of the somewhat problematic label turcizmi.
Furthermore, three types of Turkish loanwords in Croatian language are discussed and
exemplified. The first group consists of words that are part of standard language and that have
no (valid) Croatian replacement. The second group consists of words that have to do with some
aspect of Turkish and oriental reality. The third group consists of words that are not part of
standard language but are actively used in regional idioms. The paper also deals with attitudes
towards Turkish loanwords.
Keywords: Croatian language, Turkish language, loanwords.
HIRVAT DİLİNDEKİ BAZI TÜRKÇE KELİMELER ÜZERİNE KISA BİR BAKIŞ
ÖZ: Bu makale Hırvat dilinde bulunan ödünçleme kelimeler gruplarından birini, içeriği
oldukça geniş olan Türk dilinden ya da Türk dili aracılığıyla gelmekte olan ödünçleme
kelimeler grubunu ele almaktadır. Makalenin giriş kısmında verilen Hırvat diliyle ilgili temel
bilgileri, bir miktar sorunlu olan “Turcizmi” (Türkçeden ödünçlenen sözcükler anlamına
gelmektedir). deyiminin açıklanması ve hakkında bazı tarihsel gerçeklerin verilmesi
izlemektedir. İlave olarak Hırvat dilindeki Türkçe ödünçlenen kelimelerin üç tipi tartışılmakta
ve örneklendirilmektedir. İlk grubu, standart dilin parçaları olan ve Hırvatçada geçerli bir
muadili bulunmayan kelimeler oluşturmaktadır. İkinci grup, Türk ve doğu realitesinin bir
yönünü yansıtan kelimelerden meydana gelmektedir. Üçüncü grup ise standart dilin parçası
olmayan, ancak yöresel deyimlerde aktif bir şekilde kullanılan kelimelerden müteşekkildir.
Makalede ayrıca Türkçe ödünçleme kelimelere karşı olan tutum ele alınmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Hırvat dili, Türk dili, ödünç kelimeler.
On Croatian language: Croatian language (Turkish: Hırvatça; Croatian:
hrvatski [xř̩ʋa:ski:] ISO 639-1: hr; ISO 639-2/3: hrv) belongs to the western
branch of South Slavic languages (together with Slovenian, Serbian,
Bosnian, Montenegrin, Macedonian and Bulgarian) and is spoken by
approximately 5.55 million people living mostly in Croatia (3.98 million,
2001 census) and Bosnia and Herzegovina (0.469 million, 2004 census), but
also in Australia, Austria, Canada, Chile, Czech Republic, Germany,
Hungary, Italy, Montenegro, Serbia, Slovakia, Slovenia, United States and
elsewhere. 1 Except in Croatia, it is one of three official languages in Bosnia

Öğr. Gör., Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fukültesi, Balkan Dilleri Bölümü, lban@ffos.hr
Öğr. Gör., Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fukültesi, Balkan Dilleri Bölümü,
darko.matovac@gmail.com
1
Paul M. Lewis (ed.), Ethnologue: Languages of the World, 16th Edition, SIL International,
Dallas 2009, online version: http://www.ethnologue.com/ (14/3/2012).

LİDİYA BAN-DARKO MATOVAC
and Herzegovina, one of the recognised minority languages (i.e. equal in use
to official language) in Vojvodina (autonomous province of Serbia),
Montenegro, part of Austria (Burgenland), part of Italy (Molise), and in
several Romanian communes (Carajova, Lupac). In addition, it is going to be
one of the official languages of the European Union after Croatia receives
full membership on 1st July 2013. Croatian language is written in Latin
script.2
The standard form of Croatian language is based on dialect called
Shtokavian (spoken throughout most of Croatian territory), other dialects of
Croatian language being Kaykavian (central and northern parts of Croatia
including capital city Zagreb) and Chakavian (northwestern Croatia,
Dalmatian coast, and Adriatic Islands). Shtokavian dialect is also the basis of
standard Serbian, Bosnian, and Montenegrin. During most of the 20th century
all these languages were mostly referred to by its common name SerboCroatian, i.e. they were considered to be one language that has two equal
variants (western variant, or Croatian, and eastern variant, or Serbian). In
reality, diversities between the two variants were often suppressed on
account of Croatian as the Serbian variant of Serbo-Croatian was favoured
by political centres of power in Yugoslavia.3 After the fall of Yugoslavia
during the last decade of last century all languages continued to develop
separately and freely. The processes of differentiation and standardisation
are still active (e.g., normative literature of Montenegrin language was
2
Croatian alphabet is called gajica since it was devised by Croatian linguist Ljudevit Gaj in
1835, based on Jan Hus's Czech alphabet. The alphabet consists of thirty letters: A a, B b, C
c, Č č, Ć ć, D d, Dž dž, Đ đ, E e, F f, G g, H h, I i, J j, K k, L l, Lj lj, M m, N n, Nj nj, O o, P
p, R r, S s, Š š, T t, U u, V v, Z z, Ž ž.
3
Eugenija Barić, Mijo Lončarić, Dragica Malić, Slavko Pavešić, Mirko Peti, Vesna Zečević
and Marija Znika, Hrvatska gramatika, 4th Edition, Školska knjiga, Zagreb 2005, p. 35.
156
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166
ON TURKİSH LOANWORDS İN CROATİAN LANGUAGE
written during the past several years)4 but Croatian language is now
considered worldwide to be a language in its own right.5
On Turkish loanwords in Croatian language: “All Croatian cultural
and scientific tradition has been steeped in, and enriched by, several hundred
years of linguistic contact with other cultural and civilisational spheres.”6
One of the languages that influenced Croatian is Turkish.
Occasional contacts between Turks and Croatians began during the 15th
century,7 but it is generally known that the Turkish conquest of Hungary and
some parts of today’s Croatia (Slavonia, Lika, Dalmatia) began in 1514 and
lasted until 1552. These parts were ruled by Ottoman Turks for more than
150 years. Their rule came to an end and they were forced to leave these
territories after they suffered defeats near Vienna in 1683 and on the
battlefield near Mohács in 1687. Peace treaties between Ottomans and
Habsburgs (under whose rule in that time were Croatia and Hungary) were
signed in Srijemski Karlovci (1699), Požarevac (1718), and Belgrade (1739).
The River Sava was proclaimed to be the border between the two empires.8
4
Grammar of Montenegrin language was written in 2010 (Adnan Čigrić, Ivo Pranjković and
Josip Silić, Gramatika crnogorskoga jezika, Ministarstvo prosvjete i nauke Crne Gore,
Podgorica 2010) and orthography in 2009 (Milenko A. Perović, Josip Silić and Ljudmila
Vasiljeva, Pravopis crnogorskoga jezika i rječnik crnogorskoga jezika (pravopisni rječnik),
Ministarstvo prosvjete i nauke Crne Gore, Podgorica 2009). On the other hand, processes of
standardisation in Croatian language started very early and until the end of the 19th century
(when the era of Serbo-Croatian began) these processes were separated from the
standardisation processes in other Shtokavian based standards. Institutiones linguae
lllyricae libri duo written by Bartol Kašić in 1604 is considered to be the first grammar of
Croatian language, and Dictionarium quinque nobilissimarum Europae linguarum, Latinae,
Italicae, Germenicae, Dalmaticae et Ungaricae Institutiones written by Faust Vrančić in
1595 is considered to be the first dictionary of Croatian language (cf. Eugenija Barić et al,
ibid or Milan Moguš, Povijest hrvatskoga književnog jezika, Globus, Zagreb 1993).
5
Croatian language is one of the languages that can be studied at the Department of Balkan
languages, Faculty of Letters, Trakya University.
6
Marija Turk and Maja Opašić, “Linguistic Borrowing and Purism in the Croatian Language”
Suvremena lingvistika, Issue 65, Zagreb 2008, p. 73.
7
One of the first texts in Croatian literature that is addressing the so-called ‘Turkish topic’ is
Zapis popa Martinca (handwritten in Glagolitic script). This text was written after the Battle
of Krbava field in 1493. In this battle the Turks strongly defeated the Croatian army and it
took a very long time for Croatians to recover from that. Texts summarise this event in the
expression turci nalegoše na ezikь hrvatski ’Turks stepped on Croatian language’ where
Croatian language is equated with the Croatian nation (Davor Dukić, “Osmanizam u
hrvatskoj književnosti od 15. do sredine 19. Stoljeća” in Krešimir Bagić, Zbornik radova
Zagrebačke slavističke škole, Filozofski fakultet u Zagrebu and Zagrebačka slavistička
škola, Zagreb, 2007, p. 87).
8
Ekrem Čaušević, „‘Turci’ u Satiru Antuna Matije Relkovića (1732. – 1798.)“, Prilozi za
orijentalnu filologiju, Issue 47-48, Sarajevo 1999, p. 67.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166
157
LİDİYA BAN-DARKO MATOVAC
During their almost two-century-long rule in parts of Croatia, the Turks
influenced local population strongly, and these influences were, and still are,
reflected in Croatian language. Turkish influences in Croatian language were
mostly spread by: (i) the Turkish army; (ii) Turkish administration; but also
by (iii) Islamised Slavs (mostly from Bosnia) that were forced to relocate to
parts of Croatia during Ottoman rule. 9 Those Islamised Slavs10 spoke mostly
Shtokavian dialect that was already strongly influenced by Turkish (at that
time Bosnia was already for a longer period under Ottoman rule), especially
through so-called ‘Bosnian Turkish’.11 Bosnian Turkish is a special idiom
that belongs to Balkan dialects of Turkish language and was used in Bosnia
exclusively as a form of oral communication between non-Turkish subjects
to Ottoman authorities. This idiom was used as some kind of filter for
phonological adaptation of Turkish words before they entered Shtokavian
dialect.
Words that Croatian language acquired from or through Turkish are in
most of the Croatian literature referred to as turcizmi. In the dictionary
Hrvatski enciklopedijski rječnik12 the word turcizam is explained as
polysemous. The first meaning comes from linguistic domain and is
paraphrased as a ‘recognisable unit acquired to some language from
Ottoman Turkish’. The second meaning is from colloquial language and is
paraphrased as a ‘unit from Arabian, Persian or other language acquired
through Ottoman Turkish during the time of stratification of Turkish, Slavic
and other cultures and civilisation’. Since the term turcizmi is polysemous,
this means that its usage (even in linguistics) is not always without problems.
According to Babić,13 one of the problems is that not all words that Croatian
language acquired through Turkish are actually of Turkish origin. Lots of
them, if not most, come from Arabian and Persian language, and since
Croatian literature calls those languages oriental, sometimes words coming
from Turkish, Arabian and Persian language are called by the common name
orijentalizmi. Advocators of the label turcizmi stress that Croatian language
9
Abdulah Škaljić, Turcizmi u srpskohrvatskom jeziku, “Svjetlost” izdavačko preduzeće,
Sarajevo 1966, p. 12.
10
Those Islamised Slavs were often referred to by the name Turčin ‘Turk’, and that was
common practice throughout Balkan (Marta Andrić, “Turcizmi u seoskom govoru
Slavonije”, Migracijske i etničke teme, Volume 19, Issue 1, Zagreb 2008, p. 17).
11
Ekrem Čaušević, ibid, p. 75.
12
Vladimir Anić, Dunja Brozović Rončević, Ivo Goldstein, Slavko Goldstein, Ljiljana Jojić,
Ranko Matasović and Ivo Pranjković, Hrvatski enciklopedijski rječnik, EPH and Novi
Liber, Zagreb 2004, online version: http://hjp.srce.hr (14/3/2012).
13
Dalibor Brozović, „Odoše Turci, ostaše turcizmi“, Vijenac, Issue 173, Zagreb 2000, online
version:
http:/www.matica.hr/Vijenac/Vij173.nsf/AllWebDocs/Dalibor
BrozovicPRVOLICEJEDNINE (14/3/2012).
158
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166
ON TURKİSH LOANWORDS İN CROATİAN LANGUAGE
acquired Arabian and Persian words through Turkish as an intermediate
language and therefore it is justified to refer to all these words as turcizmi.
Nevertheless, not all words Croatian language acquired through Turkish are
of oriental origin. For example the word kesten ‘chestnut’ or kutija ‘box’
entered Croatian through Turkish from Greek, and similarly with the word
kamara ‘pile; room’ that comes from Italian camera. In addition, not all
words that originate from Arabian or Persian came into Croatian through
Turkish. For example, alkohol ‘alcohol’ is of Arabic origin, but Croatian
acquired it from European resources. Furthermore, there are words in
Croatian that originate from Turkic languages other than Turkish like klobuk
‘hat’ that is probably of Avarian origin. In this paper, the term turcizmi will
be used as a label for words that originate from Turkish language and for
words that entered Croatian through Turkish.
The number of words that one language ‘loans’ or ‘borrows’ from
another (this should be understood in a metaphorical way since there is no
actual intention of giving back anything) is conditioned by several factors
such as intensity and duration of contacts between languages, nature of
contact (direct or indirect), social and political factors, cultural and historical
factors, etc. Language that is borrowing or loaning words is termed as
recipient language, and language that is supplying them is termed as donor
language. Among South Slavic languages, Turkish influenced the most on
Bosnian and Macedonian. In addition, Turkish influences are evident in
Bulgarian, Montenegrin, and Serbian, and in East Slavic languages on the
coast of the Black Sea. In Slovenian and in Western Slavic languages,
Turkish influences are minimal (since Western Slavs have never had direct
contact with Turks). Croatian language is a little bit more specific. As
indicated, Turkish words entered Croatian most intensively during Ottoman
rule, but for a long time afterwards they were mostly part of oral
communication (mostly in Shtokavian dialect) and were rather rarely used in
written (literary) language. During the time between the 16th and the end of
the 19th century Croatian grammarians and lexicographers considered most
of Turkish loanwords to be foreign words that are not to be considered as
part of Croatian language and that need to be avoided in literary use. 14
Lexicographers’ and grammarians’ attitudes changed and a number of
Turkish loanwords increased in written production during the time of SerboCroatian since the Serbian variant had much more influence. The reason why
Serbian was much more influenced by Turkish lies in the fact that the Serbs
came under Ottoman Turkish rule from the 14th through the 19th century,
14
Tomislav Talanga, “Pučka etimologija među nekim njemačkim posuđenicama”,
Jezikslovlje, Volume 3, Issue 1-2, Osijek 2002, p. 197.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166
159
LİDİYA BAN-DARKO MATOVAC
while parts of Croatia were under Ottoman rule for a much shorter time (this
is the reason why, on the other hand, Croatian was much more influenced by
German, Hungarian and Italian). Another reason why there are more Turkish
loanwords in Serbian than in Croatian is connected with different approaches
to the processes of standardisation. Serbs rely strongly on folk literature and
spoken language as the ideal norm, while Croats are always taking into
account literary sources (and as already noted, Turkish loanwords were
avoided in written language). In addition, linguistic purism or linguistic
protectionism is characteristic for Croatian (as is for some other Slavic
languages such as Slovenian and Czech). This can be seen as a reaction to
the fact that “for most of its history, the Croatian language was, to a great
extent, in an unfavourable sociolinguistic situation in relation to other
languages–Turkish, Italian, German, Hungarian, then Serbian for the best
part of the 20th century, and finally English from the middle of the 20th
century.”15 This negative attitude towards influences of other languages is
probably itself influence of German language in which language purity is a
matter of interest ever since the 17th century. 16 In the first place, purism is
usually directed against borrowed words. It can be said that “Croatian purists
have offered the longest and the most tenacious resistance to the excessive
use of loanwords. A critical attitude towards loanwords has been a feature of
Croatian since the dawn of its literacy and has marked its whole history.
Most philologists and writers have tended to moderation. Adherents of
strictness and advocates of moderate approaches all agree that, if there is a
choice between a foreign word and its native synonym, the native word
should be preferred. Loanwords can be tolerated when they have a role to
play in a standard language style.”17
In addition, it is important to recognise that of three different dialects of
Croatian language – Shtokavian, Kaykavian, and Chakavian – only
Shtokavian was more directly influenced by Turkish. Through Shtokavian
dialect, Turkish loanwords entered Croatian standard language.
Nevertheless, it is interesting to note that, although Turkish loanwords
spread through the prestige of Shtokavian dialect as a basis of standard
language, they could not squeeze out native words in Kaykavian or
Chakavian dialect (at least not always). For example, in Chakavian
vernacular of the island Murter18 Turkish loanwords that became part of
standard language did not succeed in replacing local words (that, to be
15
Turk and Opašić, ibid, p. 82.
Tomislav Talanga, ibid, p. 197.
17
Turk and Opašić, ibid, p. 83.
18
Edo Juraga, “Turcizmi u murterskom govoru”, Čakavska rič, Volume 38, Issue 1-2, Split
2010, p. 333-342.
16
160
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166
ON TURKİSH LOANWORDS İN CROATİAN LANGUAGE
honest, come mostly from Venetian). So words like pitura, bičva, kušin, and
bumbak are favoured instead of standard words like boja ‘colour’, čarapa
‘sock’, jastuk ‘pillow’ and pamuk ‘cotton’. Although there are some
exceptions, e.g. Turkish loanword dućan ‘shop’ completely squeezed out
local word butiga.
Turkish loanwords in Croatian can be separated into three separate
groups, according to Brozović.19 The first group consists of words that are
fully accepted in Croatian language and are part of standard language. It can
be said that they have ‘all civil rights’. 20 Some examples that can be found in
the dictionary Rječnik hrvatskog jezika21 are: hajde 'let's go, come on’,
hajduk ‘bandit’, ajvar ‘aivar’, alat ‘tool’, avet (avetinja) ‘phantasm’, alka
‘ring’, badem ‘almond’, bakar ‘copper’, bar ‘at least’, barut ‘gunpowder’,
barutana ‘powder-magazine’, bećar ‘bachelor, rake, roué; fast liver; big
spender; man about town; playboy’, bedem ‘defensive wall’, bena ‘fool’,
berićet ‘abundance’, 22 boja ‘colour’, bubreg ‘kidney’, budala ‘fool’, bunar
‘well, water-well, draw-well’, čak ‘even’, čamac ‘small boat’, čarapa ‘sock’,
čekić ‘hammer’, čizma ‘boot’, ćela ‘bald head’, ćevabdžija ‘person who
makes grilled minced-meat fingers; person who owns or operates restaurant
where grilled minced-meat fingers are grilled’, ćavap (ćevapčić) ‘grilled
minced-meat fingers’, ćup ‘pot’, dadilja ‘nanny’, dućan ‘shop’, dugme
‘button’, duhan ‘tobacco’, dušmanin ‘enemy’, džep ‘pocket’, džumbus
‘mess’, džezva ‘Turkish coffee-pot, fitilj ‘blasting fuse’, gajde ‘bagpipe’,
galama ‘noise, racket, din’, harač ‘tax’,23 hambar ‘corn house, repository’,
hašiš ‘hashish’, hir ‘caprice’, horda ‘crowd’, jasmin ‘jasmine’, jastuk
‘pillow’, jogurt ‘yogurt’, jorgovan ‘lilac’, kava ‘coffee’, kavana ‘coffee
shop’, kalup ‘model, mould’, karanfil ‘carnation’, kat ‘floor’, kavez ‘cage’,
kavijar ‘caviar’, kopča ‘buckle’, kula ‘tower’, kutija ‘box’, lakrdija
‘burlesque, farce’, lepeza ‘fan brush’, lula ‘pipe’, marama ‘scarf’, mangup
‘mischief’, miraz ‘endowment’, naranča ‘orange’, nar ‘pomegranate’, nišan
19
Dalibor Brozović, ibid.
Abdulah Škaljić, ibid, p. 15.
21
Jure Šonje (ed.), Rječnik hrvatskoga jezika, Leksikografski zavod Miroslav Krleža, Školska
knjiga, Zagreb 2000.
22
Word berićet was not used for a long period of time and was (almost) forgotten, but it was
made very popular several years ago when it was used in translation of a famous quote from
Star Trek in the last movie from this franchise. Instead živi dugo i uspješno ‘live long and
prosperous’ Spock, one of the major characters in the movie, was now saying živi dugo i
berićetno. This translation made a lot of fuss in Croatian media and internet forums and
started discussions on attitudes towards purism or linguistic protectionism.
23
For a long period of time this word was not part of everyday communication until it was
brought back to life in 2009 when it was first used in media as a vivid and picturesque way
of describing new taxes.
20
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166
161
LİDİYA BAN-DARKO MATOVAC
‘sight (rifle)’, odaja ‘chamber’, oluk ‘drain’, papuča ‘slipper’, rakija
‘brandy’, sat ‘clock, watch, hour’, sanduk ‘case’, zumbul ‘hyacinth’,
tamburica ‘tamburitza’, tava ‘pan’, tavan ‘attic’, zanat ‘trade, craft,
handicraft’, and šećer ‘sugar’. For those words there is no Croatian
supplement and if there is one, then the Croatian word is usually polysemous
and its use can lead to misunderstanding. Brozović has an example of the
word dućan ‘shop’ instead of which Croatian word trgovina can be used.
Nevertheless, the word trgovina is polysemous and can mean ‘shop’ but also
‘commerce; trade’. In addition, some of the Turkish loanwords that belong to
this group do have Croatian supplements, but these supplements are
stylistically marked as opposed to the Turkish loanword of which use is
neutral. Brozović has an example of the word sat ‘cloak; watch; hour’ and
Croatian supplements ura and dobnjak. These supplements have several
problems - the word ura is polysemous style, and the word dobnjak is
regional and obsolete.
The second group of Turkish loanwords in Croatian consists of words
that are connected to some aspect of Turkish and oriental reality e.g. Islam or
food. Some examples from Rječnik hrvatskog jezika24 are: abdest ‘ablutions,
ritual washing’, aga ‘aga, agha; member of Turkish lower landed gentry,
minor Turkish feudal lord’, alajbeg ‘hist. Turkish provincial military head’,
halva ‘halvah’, Bajram ‘Bairam’, baklava ‘baklava’, burek ‘borek, stuffed
puff pastry’, derviš ‘dervish’, džamija ‘mosque’, fes ‘fez, tarbush’, hamam
‘hammam, Turkish bath’, harem ‘harem’, hodža ‘Moslem priest’, imam
‘imam’, janjičar ‘janissary’, rahatlokum ‘Turkish delight’, otoman
‘ottoman’, paša ‘pasha’, ramazan ‘Ramadan’, and sarma ‘stuffed cabbage
rolls’.
The third group of Turkish loanwords is the largest. This group consists
of words that are not part of standard language but belong to regional
idioms. These words are not used on a regular basis and instead of them,
Croatian words are used in neutral communication. These Turkish loanwords
can be used as a means of stylistic expression, as is often the case with
Croatian writers, not only from Bosnia and Herzegovinia but also from
Slavonia or Lika. As Škaljić25 would say, these words are used in standard
language only when something needs to be purposefully highlighted, when
historical events are to be described and evoked, when something needs to
be ironised, when the meaning of the word needs to be emphasised, or in
similar situations. According to Brozović, some examples of these words are
barjak or sevdah. In Croatian standard language, words zastava ‘flag’ and
24
25
Jure Šonje, ibid.
Abdulah Škaljić, ibid, p. 16.
162
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166
ON TURKİSH LOANWORDS İN CROATİAN LANGUAGE
ljubav ‘love’ are used instead. Some examples from Rječnik hrvatskog
jezika26 are: ada ‘small river island’, adet ‘custom’, hajvan ‘animal, cattle’,
akrap ‘scorpion’, aman! ‘grace! mercy!’, amanet ‘wow’, amidža ‘uncle’,
ašikovati ‘to flirt’, at ‘horse’, avlija ‘courtyard’, babo ‘father’, barjaktar
‘flag-bearer; leader’, baksuz ‘misfortune; man without luck’, balvan ‘beam,
balk; goof, idiot’, bašča ‘garden’, behar ‘blossom’, bekrija ‘hard-drinking
rake, debauchee’, burma ‘wedding ring’, džigerica ‘liver’, đubar (đubre)
‘litter, manure, rubbish, trash’, fildžan ‘Turkish coffee-cup’, kaiš ‘strap’,
lampa ‘lamp’, mamurluk ‘hangover’, and muštuluk 'good news'.27
The first two groups of Turkish loanwords present no problems in
Croatian language, but the third group is often (usually wrongfully)
considered as characteristic of Serbian language and therefore avoided.
According to Greenberg, 28 after the disambiguation of Serbo-Croatian
prescriptivist linguists in Croatia have tended to view Turkish borrowings
negatively while the Serbian linguists have made known their bias against
German loanwords. However, as Brozović concluded, the words that
comprise the third group of Turkish loanwords in Croatian are an integral
part of Croatian linguistic heritage and therefore those words need to have
their place in Croatian dictionaries, together with all other stylistically
marked words.
Speaking of Turkish loanwords in Serbo-Croatian, Škaljić29 presents a
different approach to their classification. According to him, Turkish
loanwords can be grouped in the following way: (i) words that are fully
accepted and that don’t have a supplement, or a supplement is not fully
accepted; (ii) words that are fully accepted in local idioms and can be freely
used in standard language, although supplements exist; (iii) words that are
fully accepted in local idioms but when used in standard language they bring
stylistic value; (iv) words that are characteristic for different regions; (v)
words that are used in folk songs but have disappeared from everyday usage;
(vi) words that are connected to religious life, religious customs and
greetings of Muslims.
Turkish influences on Croatian are oriented at lexical level.
Persuasiveness of lexical borrowing as opposed to grammatical borrowing is
26
Jure Šonje, ibid.
Although the third group of Turkish loanwords consists of the largest amount of words,
these words, since they are part of regional idioms, are usually not recorded in dictionaries
of Croatian standard language.
28
Robert D. Greenberg, Language and Identity in the Balkans, Oxford University Press, New
York 2004.
29
Abdulah Škaljić, ibid., p. 15-17.
27
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166
163
LİDİYA BAN-DARKO MATOVAC
usual, even between languages that are not that much structurally different as
Croatian and Turkish are. This means that most of the Turkish loanwords in
Croatian can be found among content words–nouns, verbs, adjectives, and
adverbs. Among these, nouns are most common (e.g., concrete nouns like
barut ‘gunpowder’ or rakija ‘brandy’ and abstract nouns like berićet
‘abundance’). Also, several exclamations (e.g. hajde ‘let’s go, come on’),
participles (e.g. čak ‘even’) and even conjunctions (e.g. ama ‘but’) can be
found among Turkish loanwords in Croatian language. In addition, several
derivational suffixes in Croatian language are of Turkish origin (e.g. -ana in
barutana ‘powder-magazine‘, -džija in ćevapdžija ‘person who makes
grilled minced-meat fingers; person who owns or operates restaurant where
grilled minced-meat fingers are grilled’ and -luk in mamurluk ‘hangover’).
During the process of their assimilation, Turkish words usually needed to
adapt too so that they can fit neatly into the system of Croatian language, i.e.
they often needed to change phonologically or morphologically. The list of
changes that happened to Turkish words during the process of adaptation to
Croatian language is rather long (c.f. Škaljić)30 and for that reason it will not
be discussed in more detail here. The process of phonological adaptation is
concerned with the substitution of phonemes from Turkish language with the
phonemes from Croatian language31 and with further adaptation to the
phonological system of Croatian language (e.g. processes of dissimilation,
assimilation, metathesis etc.). Morphological adaptation is concerned with
inclusion of borrowed words to Croatian paradigms (e.g. declination,
conjugation). These two levels of adaptation can be described as
mechanical.32 The third level of adaptation is concerned with semantics. A
borrowed word can have the same meaning in recipient language as in donor
language, the scope of meaning of a borrowed word in recipient language
can be changed compared to donor language, or a borrowed word can have a
completely different meaning than in donor language. In addition, a
borrowed word can cause changes in relationships between existing words
that are part of the semantic field into which the word is borrowed. In that
way, a borrowed word can change the usage pattern of some words in the
30
Abdulah Škaljić, ibid, p. 27-45.
For phonemes that are common to both languages phonological adaptation presents no
problems (e.g. tur. boya > hrv. boja ‘colour’, tur. ada > hrv. ada ‘river island’, tur. yorgan >
hrv. jorgan ‘duvet’ tur. barut > hrv. barut ‘gunpowder’, etc.), but Turkish has several
phonemes that Croatian does not (ı, ö, ü, ğ) . In situations that involve these phonemes
adaptation is not always systematic (e.g. in Croatian word jastuk ‘pillow’ Turkish vowel ı
from word yastık is substituted by vowel u, but in Croatian word bakar ‘copper’ the same
Turkish vowel from word bakır is substituted by vowel a).
32
Tomislav Talanga, ibid, p. 193.
31
164
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166
ON TURKİSH LOANWORDS İN CROATİAN LANGUAGE
language recipient, and ultimately a borrowed word can squeeze out some
words from use in recipient language.
Conclusion: A high number of Turkish loanwords in Croatian language
is a direct reflection of a long period of cultural contacts and social
interactions between speakers of those two languages. The process of lexical
borrowing from Turkish language is not active now for an already longer
period, but many words that entered Croatian language by this process are
now a standard part of its vocabulary. In addition, there is a rather long list
of Turkish loanwords that are not part of standard language but are vividly
used in regional idioms. A high number of Turkish loanwords in Croatian
language combined with their high frequency presents persuasive motivation
for this paper. Although this paper presents only a short overview of all the
issues that are concerned with Turkish loanwords in Croatian language, it is
reasonable to believe that it can be described as informative and that it will
be of interest to all interested in topics such as lexical borrowing, languages
in contact or linguistic purism.
REFERENCES
Andrić, Marta, “Turcizmi u seoskom govoru Slavonije”, Migracijske i etničke teme,
Volume 19, Issue 1, Zagreb 2008, p. 15-25.
Anić, Vladimir, Dunja Brozović Rončević, Ivo Goldstein, Slavko Goldstein, Ljiljana
Jojić, Ranko Matasović and Ivo Pranjković, Hrvatski enciklopedijski rječnik, EPH
and Novi Liber, Zagreb 2004, online version: http://hjp.srce.hr (14/3/2012).
Barić, Eugenija, Mijo Lončarić, Dragica Malić, Slavko Pavešić, Mirko Peti, Vesna
Zečević and Marija Znika, Hrvatska gramatika, 4th Edition, Školska knjiga,
Zagreb 2005.
Brozović, Dalibor, „Odoše Turci, ostaše turcizmi“, Vijenac, Issue 173, Zagreb 2000,
online
version:
http:/www.matica.hr/Vijenac/Vij173.nsf/AllWebDocs/DaliborBrozovicPRVOLIC
EJEDNINE, (14/3/2012).
Čaušević, Ekrem, „‘Turci’ u Satiru Antuna Matije Relkovića (1732.-1798.)“, Prilozi
za orijentalnu filologiju, Issue 47-48, Sarajevo 1999, p. 67-84.
Čigrić, Adnan, Ivo Pranjković and Josip Silić, Gramatika crnogorskoga jezika,
Ministarstvo prosvjete i nauke Crne Gore, Podgorica 2010.
Dukić, Davor, “Osmanizam u hrvatskoj književnosti od 15. do sredine 19. stoljeća”
in Krešimir Bagić, Zbornik radova Zagrebačke slavističke škole, Filozofski
fakultet u Zagrebu and Zagrebačka slavistička škola, Zagreb, 2007, p. 87-103.
Greenberg, Robert D., Language and Identity in the Balkans, Oxford University
Press, New York 2004.
Juraga, Edo, “Turcizmi u murterskom govoru”, Čakavska rič, Volume 38, Issue 1-2,
Split 2010, p. 333-342.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166
165
LİDİYA BAN-DARKO MATOVAC
Lewis, Paul M. (ed.), Ethnologue: Languages of the World, 16th Edition, SIL
International, Dallas 2009, online version: http://www.ethnologue.com/
(14/3/2012).
Moguš, Milan, Povijest hrvatskoga književnog jezika, Globus, Zagreb 1993.
Perović, Milenko A., Josip Silić and Ljudmila Vasiljeva, Pravopis crnogorskoga
jezika i rječnik crnogorskoga jezika (pravopisni rječnik), Ministarstvo prosvjete i
nauke Crne Gore, Podgorica 2009.
Škaljić, Abdulah, Turcizmi u srpskohrvatskom jeziku, “Svjetlost” izdavačko
preduzeće, Sarajevo 1966.
Šonje, Jure (ed.), Rječnik hrvatskoga jezika, Leksikografski zavod Miroslav Krleža,
Školska knjiga, Zagreb 2000.
Talanga, Tomislav, “Pučka etimologija među nekim njemačkim posuđenicama”,
Jezikoslovlje, Volume 3, Issue 1-2, Osijek 2002, p. 193-216.
Turk, Marija and Maja Opašić, “Linguistic Borrowing and Purism in the Croatian
Language”, Suvremena lingvistika, Issue 65, Zagreb 2008, p. 73-88.
166
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178
XVIII. YÜZYILDA EDİRNE’DE TİCARET YAPAN
FRANSIZ TÜCCAR VE HUKUKÎ STATÜLERİ
Reyhan ŞAHİN ALLAHVERDİ
ÖZ: Osmanlı Devleti'nin fetihten (1561) sonra başkent olarak yerleştiği Edirne zamanla
gerek siyasî gerekse sosyal ve ekonomik hayatın en canlı olduğu şehirlerden biri haline
gelmiştir. Başkent İstanbul'a taşındıktan sonra dahi coğrafi konumu nedeniyle bu cazibesini
koruyabilmiştir. Bu konumu yabancı tüccarı da buraya yöneltmiş; yerli ve yabancı tüccar bir
arada bulunmasından dolayı sosyo-kültürel ve ekonomik açıdan kozmopolit bir yapıya sahip
olmuştur. Osmanlı tebeası tüccarın yanı sıra kapitülasyonlar çerçevesinde Osmanlı
topraklarında imtiyazlı bir şekilde ticaret yapabilen yabancı bilhassa Fransız tüccar Edirne'nin
ticarî hayatında önemli bir yere sahip olmuştur.
Anahtar Kelimeler: Edirne, Fransız, ticaret, gümrük, kapitülasyon.
FRENCH M ERCHANTS OPERATING IN THE 18TH CENTURY IN THE EDIRNE AND T HEIR L EGAL
STATUS
ABSTRACT: Edirne had became a most active economic cities for politically, socially and
economically after the conquest (1561) and settled as a capital by Ottoman Empire. The
attractiveness of this city maintained even after the moving of capital to İstanbul. The position
of Edirne directed foreign mercant and the city became cosmopolitan in the perspective of
sosio-cultural and economic structere because the coexistence of local and foreign traders.
Foreign traders, expecially French, have some privileged trade because of the capitulations in
the Ottoman territory and Ottoman citizen merchant had an important place in Edirne's
commercial life.
Keywords: Edirne, French, commerce, custum, capitulasion.
Edirne Anadolu-Rumeli transit ticaret yollarının en önemli noktalarından
birisidir. Edirne ile bağlantılı ticaret yapan tüccar, hem İzmir vasıtasıyla
Akdeniz ticaretine dahil olup Avrupa, hem de Tekfurdağı-İstanbul kara ve
deniz yoluyla Anadolu ve Ortadoğu ticaretine ulaşabilmekteydi. Edirneİzmir arasındaki bağlantı, Tekirdağ veya İnöz üzerinden gerçekleşmekte1 ve
bu sayede Edirne’den Gelibolu’ya kadar ticaret yapılabilmekteydi2.
Dolayısıyla Edirne şehri, İstanbul, Rodoscuk, Gelibolu, İzmir arasında köprü
vazifesi görüyordu. Yine aynı güzergâh kullanılarak Rumeli ve Avrupa
ürünleri Edirne’ye ve dolayısıyla Osmanlı’nın diğer bölgelerine yayılırdı3.

Okutman, Balıkesir Üniversitesi, reyhansahin@balikesir.edu.tr
Halil Sahillioğlu, “XVIII. Yüzyılda Edirne’nin Ticarî İmkânları”, Belgelerle Türk Tarihi
Dergisi, sayı 13, Ankara 1968, s. 62.
2
Suraia Faroqhi, “İstanbul’un İaşesi ve Tekirdağ-Rodoscuk Limanı”, ODTÜ Gelişme
Dergisi, Özel sayı, 1979–1980, s. 141, 145.
3
Tafsilat için bkz., A. Mesud Küçükkalay-Numan Elibol, “Osmanlı İmparatorluğu'na
Avrupa'dan Kara Yolu ile Yapılan İhracatın Değerlendirilmesi (1795-1804)”, Anadolu
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt IV, sayı 1, Eskişehir 2004, s. 151-176.
1
REYHAN ŞAHİN ALLAHVERDİ
Osmanlı’da ticaret yapan tüccar, “Müslüman”, “zimmî”, “müstemen” ve
daha sonraki dönemlerde “beratlı tüccar” ve “Avrupa tüccarı” olmak üzere
başlıca beş gruptan oluşmaktaydı4. Buradan hareketle Osmanlı vatandaşı
olan ilk iki grup; Müslüman ve zimmîler yerli tüccar olarak
değerlendirilmektedir. Arşiv kayıtlarından anlaşıldığı üzere ticaretin büyük
bir kısmı bu iki zümrenin elinde bulunuyordu.
Yerli tüccar taifesinin Edirne’deki en zengin sınıfını Yahudiler
oluşturuyordu. Başlangıçta Edirne'de küçük bir Yahudi zümresi
bulunuyorken zamanla Bursa’dan gelenler ile Fransa'dan ve ayrıca 1492
yılında İspanya'dan çıkarılan Yahudilerin bir kısmının da Edirne'ye
yerleşmesiyle kalabalık bir Yahudi cemaati oluştu. Böylece bunlar Edirne
ticaretinde sözü geçen bir zümre haline geldiler. Yerli tüccarın diğer sınıfı
olan Müslümanlar ve zimmîler sayı itibariyle kalabalık olmalarına rağmen
ticaretini yaptıkları emtianın değerinin düşük olması nedeniyle Yahudilerin
gerisinde kalmışlardı5.
Osmanlı Devleti’ndeki yabancı tüccar, daha çok “millet” ya da “taife”
yani belirli bir temsilci veya konsolosa 6 bağlı olarak örgütlenmiş özerk birer
grup veya topluluk durumundaydı. Konsolosların sultandan aldıkları
beratlarda, söz konusu grupların ayrıcalıkları onaylanır, konsolosun
4
5
6
İslam devletinin himayesine girerek orada sürekli oturma hakkını kazanan reayaya zimmî
denilmekte idi. Müstemenler ise ticaret yapmak ya da başka bir amaç için İslam ülkesine
gelen ve kendilerine bir yıldan az olmak üzere oturma izni verilen yabancılardır (Bilal
Eryılmaz, Osmanlı Devleti’nde Gayri Müslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul 1990, s.18).
1716–1717 yıllarında Edirne’yi ziyaret eden Lady Montagu, burada bulunduğu sırada
yazmış olduğu mektuplarında, Edirne’nin ticarî hayatından bahsederken Yahudilere de
değinmiştir. Montagu’ye göre Edirne ticareti Müslümanların ihmalleri yüzünden tamamen
Yahudilerin eline geçmiş durumdadır. Her konuda pek çok imtiyaz elde eden Yahudiler
şehirdeki önemli paşaların hizmetine girerek onların her türlü ticarî işlerini hallediyorlardı.
Hatta önemli mevkilerdeki kişilerin tercümanlığını, hekimliğini ve acenteliğini yapıyorlardı
(Reyhan Şahin, Edirne Gümrüklerine Göre XVIII. Yüzyılın İkinci Yarısında Edirne’de
İktisadî Hayat, Trakya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstirüsü, Basılmamış Yüksek Lisans
Tezi, Edirne 2006, s. 33).
Konsolos yabancı bir ticaret şehri veya iskelesinde devletinin ticarî menfaatlerini,
vatandaşların ve tacirlerin haklarını koruyan, ticaret gemilerine nezaret eden ve
bulunduğu memleket makamlarınca da tanınmış, idarî ve ticarî vazifeleri bulunan
memura verilen isim olmakla beraber Latince “consul” kelimesinden dilimize geçmiştir.
Osmanlı Devleti konsoloslarına “Şehbender” denilmekteydi. 18. asır sonlarına kadar
böyle bir müessese kurulmamış fakat III. Selim zamanında Avrupalı devletler ile ticarî
münasebetler artınca bu kurumun kurulması icap etmişti. 1802’den itibaren Osmanlı
devleti icap eden yerlere şehbender tayinine başlamıştı. Çoğunluğu Rum tebeadan olan ve
muhtelif yerlere gönderilen şehbenderlerden başka Osmanlı tebeasından olmayan bazı
yerliler de “baş-şehbender, şehbender, şehbender vekili” olarak tayin olunmaktaydı (M.
T. Gökbilgin, “Konsolos”, İA, VI, 837–838).
168
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178
XVIII. YÜZYILDA EDİRNE’DE TİCARET YAPAN FRANSIZ TÜCCAR VE HUKUKÎ STATÜLERİ
kararlarının Osmanlı makamlarının işbirliğiyle yürütülmesi taahhüt edilirdi7.
Yabancı veya ecnebi tabir olunan Osmanlı tüccarına “müstemin” veya
“müstemen” denilmekteydi. Müstemin denilen bu Avrupalı tüccar, yabancı
devletlere ticarî imtiyazlar8 verilmeye başlandığı andan itibaren Osmanlı
Devleti’nde ticaretle uğraşmaya başlamışlar ve bunların statüleri
muahedelerle tespit edilmiştir 9.
Türkiye’ye yerleşen yabancı tacirler ithalatçı ve ihracatçı sıfatıyla, toptan
ticaretle uğraşmaktaydı. Perakendecilik ise yerli tüccarın yani esnafın
hakkıydı. Edirne ticaretinde bu iki zümrenin rekabeti söz konusuydu. Bu
rekabet nedeniyle yabancı tüccar devletle daima çıkar antlaşmaları yapmak
zorunda kalıyordu10.
XVIII. asırda batı ülkelerinin Türkiye’deki elçilik ve konsoloslukları,
kendi ülkelerinin sanayi mallarını pazarlama faaliyetlerine giriştiler. Bu
yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Avrupa devletleriyle ticarî münasebetlerinin
artmasıyla, buna bağlı olarak konsoloslukların sayısı da arttı. Mahalli
idareciler ve yerli tüccar ile münasebetlerin yürütülmesini kolaylaştırmak
isteyen Avrupalılar, yanlarında gayri Müslim Osmanlı tebaasından bazı
kimseleri “tercüman” olarak konsolosluklarda istihdam etmeye başladılar.
Konsolosluklarda tercüman olmak isteyenler devletten berat almak
mecburiyetindeydi. Böylece “beratlı tüccar” denilen yeni bir sınıf ortaya
çıkmış oldu. Zira yabancı tüccarın elde ettiği ve kapitülasyonların sağladığı
ayrıcalıklardan faydalanabileceklerdi. Bu da tercümanlığı çekici bir hale
getiriyordu. Bununla birlikte yabancı imtiyazlı (müstemin) tüccarın
faydalandığı gümrük indiriminden de yararlanabileceklerdi. Zira müstemin
tüccar ithalat ve ihracatta %3 gümrük öderken zimmî tüccar %5 gümrük
ödemekteydi. Böylece berat alan yerli zimmî tüccar tekâliften muaf
oluyordu11. Bu nedenle devlet yabancı tüccara tanıdığı hakları 1802 yılında
kendi tebaasından olan azınlıklara da tanımak zorunda kaldı12.
7
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi (1300–1600), I,
İstanbul 2000, s. 239.
8
Kapitülasyonlar yabancı devlet tebeasının “müstemen” statüsü altında Osmanlı
topraklarında ve limanlarında hangi şartlar altında ticaret yapabileceklerini belirten ve
padişahın bizzat yemini ile emniyetlerini garanti eden vesikalardır (Bülent Arı, “Osmanlı
Kapitülasyonlarının Mahiyeti ve Tarihçesi”, Yeni Türkiye Dergisi, 32/2000, s. 242). Bkz.,
Aybars Pamir, "Kapitülasyon Kavramı ve Osmanlı Devletine Etkileri", Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, cilt LI, sayı 2, Ankara 2002, s. 79-119.
9
Mübahat Kütükoğlu, Türk İngiliz İktisadi Münasebetleri (1580–1838), Ankara 1974, s.
72.
10
Sahillioğlu, a.g.m., s. 61.
11
Bağış, a.g.e., s. 28.
12
Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, İstanbul 2000, s. 254-255. Aynı tarihi Mübahat
Kütükoğlu 1806 olarak tespit etmiştir. Bu tarihe kadar dış ticaret ecnebilerin elindeydi ve
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178
169
REYHAN ŞAHİN ALLAHVERDİ
Bu haklardan yaralanmak maksadıyla kanun dışı yollara başvuranların
sayısı devamlı olarak arttı. Edirne kadısı Abdurrahimzâde Ali Rıza Efendi
aynı suiistimalin Edirne’de de görüldüğüne işaret ederek, 13 Rebiyülâhır
1217 (Ağustos 1802) tarihli ilamda bu yola başvuran Rum, Ermeni ve
Yahudi reayanın isimlerinin bulunduğu listeyi ve şikâyetini merkeze
bildirmişti. Edirne tüccarından olan bu kişiler aldıkları beratlarla hatta
bazıları berat sahibi olmadıkları halde çeşitli devletlerin konsolosluklarında
tercümanlık hizmetine girmişlerdi. Aynı belgede adı geçen ve müstemin
tüccara tanınan haklardan faydalanmak üzere ticaret beratı elde eden Rum,
Ermeni ve Yahudilerin sayısı 170 kadardır ve çoğunun tercümanlık beratı
dahi bulunmamaktadır13. Tüccarın bu şekilde berat dahi almadan kanun dışı
olarak konsolosluk hizmetlerine girmesi ve tebea değiştirmesi, devletin bu
konuda tedbir almasına neden oldu. III. Ahmed ve III. Selim bu müessesenin
ıslahı için, bazı tedbirler almışlar ve çeşitli vilayetlerin yetkililerine
hükümler göndermişlerdi. Ancak yapılan bütün teşebbüslere rağmen bu
meseleye kalıcı bir çözüm bulunamamıştı14.
Arşiv kayıtlarından anlaşıldığı üzere Edirne’de ticaretle uğraşan az sayıda
yabancı tüccar bulunmakla beraber, bunların büyük bir kısmını Fransızlar
oluşturmaktadır. Kanunî ve Fransa Kralı I. François devrinde başlayan
Osmanlı-Fransız siyasî ilişkilerinin gelişmesine bağlı olarak imzalanan 1536
muahedesi ile iki devletin ticaret hacmi artırılmaya çalışılmıştır. Osmanlı
tebeası Fransa'ya açılmadığından bu muahede daha çok Fransa'nın lehine
gelişmiştir15. Bu muahede 1581, 1604, 1673, 1679 yıllarında ve 1683 Viyana
bozgunundan sonra yenilenmiştir. 1739 Osmanlı-Avusturya savaşı sonunda
oldukça kârlı idi. Bu durumdan yararlanmak ve Avrupa ile ticaret yapmak isteyen reaya,
aynı haklardan yararlanmak için konsolosluk ve tercümanlığına başladılar. Bu durum
karşısında devlet kendilerine ticaret beratı vermek zorunda kaldı. Böylece “Avrupa
tüccarı” denilen bir sınıf ortaya çıkmış oldu. Ancak bu haklar sadece gayri Müslim
reayaya
tanındığından
Müslümanlar,
ancak
bunların
aracılığıyla
ticaret
yapabilmekteydiler. Nihayet Müslüman tüccarın Bab-ı Âli’ye başvuruları sonuç verdi ve
padişah kendilerine reaya tüccarına tanınan hakları tanıdı. Böylece “Hayriye tüccarı”
denilen bir sınıf ortaya çıkmış oldu (Kütükoğlu, a.g.e., s. 71).
13
R. Şahin, a.g.t., s. 35.
14
Bağış, a.g.e., s. 33, 48.
15
Kapitülasyonlar Osmanlılar tarafından ilk defa 1352 yılında Cenevizlilere, 1384 ve 1387
yıllarında Venediklilere verilmiştir. 1517 yılında Mısır’ın fethiyle beraber ilk Fransız
kapitülasyonları da Memluklular vasıtasıyla verilmiş oluyordu. Ancak asıl OsmanlıFransız kapitülasyonları Kanuni döneminde Avrupa’da müttefik elde etmek ve Akdeniz
ticaretini canlandırmak maksadıyla gerçekleştirilmiştir (1535). Daha sonra aynı
kapitülasyonlar 1580 yılında İngiltere’ye, 1612 yılında Hollandalılara da tanınmıştı
(İnalcık, a.g.e., s. 243). Keza Zeki Arıkan “1536 Kapitülasyonları ve Cumhuriyet
İdeolojisi”, Ankara Üniversitesi DTCF Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi¸ cilt
XXIV, sayı 37, Ankara 2005, s.11-28.
170
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178
XVIII. YÜZYILDA EDİRNE’DE TİCARET YAPAN FRANSIZ TÜCCAR VE HUKUKÎ STATÜLERİ
imzalanan Belgrad Antlaşması'na aracılık eden Fransa bunu da kapitülasyon
antlaşmasına çevirmeyi başardı. 1740 yılında verilen ve 85 maddeden oluşan
anlaşmayla kapitülasyonlar artık sürekli hale geldi16.
Fransızlar 1789 İhtilâli’ne kadar Türk dış ticaretinde genellikle hep ilk
sırada yer almışlardı. Bu dönemde Türkiye ile yaptıkları ithalat dört kat
artmıştır. Yine bu dönemde Marsilya ticaret odası Osmanlı topraklarına
işinin ehli konsolosları göndermiştir. 1718 yılında Edirne’de bulunan bir
tüccar, Fransız ticaret firmasının temsilcisi olarak tayin edilmiştir. Böylece
Fransız ticareti yavaş yavaş Balkan eyaletlerinin iç kısımlarına doğru
yayılmaya başladı. Edirne’ye yerleşen bu Fransız tacirler ve İstanbul
ticaretinin temsilcileri, özellikle Uzuncaova ve İslimye panayırlarına (fuar)
katılmakta ve orada önemli ticarî temaslarda bulunmaktaydılar17. 1761–1767
yıllarında Edirne’yi ziyaret eden Alman Carsten Neibuhr’a göre Edirne’de 4
Fransız tüccarı sürekli olarak kalmaktaydı18. Bu dönemde Edirne’de üç
Fransız ticaret evi bulunmaktaydı. Bir taraftan birbirleriyle de rekabet eden
bu zümre özellikle kumaş ticareti sebebiyle ortak hareket ederek ayakta
kalmışlardır. Bu kumaş ticareti konusunda birbirleriyle ve bağlı bulundukları
Fransız konsolosu ile anlaşmalar yapmaktaydılar19.
Edirne ticaretinde yer alan yabancı tüccarın gerek kendi ülkeleriyle
gerekse Osmanlı şehirleriyle yaptıkları ticareti, Edirne gümrük kayıtlarından
takip etmek mümkündür. Zira bu kayıtlarda, tüccarın hangi milletten olduğu,
gümrükten geçirdiği ticarî eşyanın cinsi ve ne kadar vergi ödediği muntazam
16
Zekeriya Türkmen, “Osmanlı'da Kapitülasyonların Uygulanışına Toplu Bir Bakış”, OTAM,
cilt 60, Ankara 1995, s. 333-334. 1679 Kapitülasyon Antlaşması'yla Fransızların ödediği
gümrük resmi %5’ten %3’e indirilmiş, Fransa’nın bütün Doğu Hıristiyanlarının hamisi
olduğu Osmanlı tarafından tanınmıştır. 1669 yılında Osmanlı-Venedik savaşında Fransa
Girit’e destek verince siyasî ilişkiler bozulmuş, daha sonra 1673 yılında yapılan yeni
antlaşmayla gümrük resmi %5’ten %4’e indirilmiştir (Hasan Şahin, “Doğu Sorunu
Çerçevesinde Osmanlı Fransız İlişkileri [Başlangıcından Paris Barışı’na (1856)]”, A.Ü.
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sayı 40, Erzurum 2009, s. 280 vd). Siyasi ilişkiler
bozulmuş olmasına rağmen Fransa nakliye gemileriyle Girit’e asker sevkiyatı yapılmıştı.
Kara Mustafa Paşa Tırhala’da Fransız elçisi Denis de La Haye’le görüşme sırasında
“Kandiye yalnız Fransızların yardımıyla ayakta duruyor, orada bulunan gemiler, para
Fransız kaynaklıdır. İyi niyetle dostluğa güvenerek bol para vererek askerlerimizi taşımak
üzere kullandığımız Fransız nakliyat gemileri gidip yolda Venedik ve Maltalılara teslim
oluyorlar” (Ayşe Pul, “Osmanlı-Fransız Diplomasisinin İki Mühim Evresi, Girit ve Mısır
Seferleri”, OTAM¸ cilt 22, Ankara 2007, s. 163).
17
Virginia Paskaleva, “Osmanlı Balkan Eyaletlerinin Avrupalı Devletlerle Ticaretleri
Tarihine Katkı (1700–1850)”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, cilt
XVII, İstanbul 1967–1968, s. 60.
18
Turgut Akpınar, “Alman Seyahatnamelerinde Edirne”, Edirne Serhattaki Payitaht, İstanbul
1998, s. 274.
19
Sahillioğlu, a.g.m., s. 65.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178
171
REYHAN ŞAHİN ALLAHVERDİ
bir şekilde kaydedilmiştir. Bu tüccarın sayısı az olmakla birlikte ihraç
ettikleri ürünler daha ziyade lüks dokumalar, deri ve kürkler olduğundan
ödedikleri vergi miktarı oldukça yüksekti. Genel olarak Edirne ihracatının
önemli bir kısmının İnöz ve Rodoscuk üzerinden gerçekleştirildiğini,
buradan gerek imparatorluk içindeki merkezlere gerekse Fransa ve Venedik
Cumhuriyeti’ne ihracat yapıldığını görmekteyiz. Bu durum Edirne’nin
imparatorluk ticaretindeki yerini göstermesi bakımından oldukça dikkat
çekicidir. İhracat malı daha çok sanayi hammaddesi olarak kullanılan
ürünlerden oluşuyordu. Yerli ve yabancı tüccar Edirne’den satın aldığı, deri,
pamuk ipliği ve demir gibi ürünleri kendi bölgelerindeki sanayide
kullanıyordu. Dolayısıyla Edirne tüccarı sadece ürettiği eşyadan değil,
sanayi hammaddelerinden de büyük bir gelir elde ediyordu20.
Bu dönemde özellikle İzmir ve İstanbul’dan Edirne’ye ithalat yapılırken,
Edirneli
tüccar
İzmir’den
yaptıkları
ticareti
kendi
adlarına
gerçekleştiriyorlardı. Bununla birlikte İstanbul’dan Edirne’ye her gün iki
kervan hareket etmekte ve bu kervanlar muhtemelen yüklü bir şekilde
Edirne’ye gelmekteydiler. İstanbul Edirne arasında ticaret yapan yabancı
tüccar bilhassa Rum, Ermeni ve Yahudi tüccar ile muhatap olmak
durumunda kalıyordu. Başka bir ifadeyle İstanbul Edirne arasında ticaret
yapan yabancılar Edirne’deki gayri Müslimlerle çalışıyordu. Bunlar bilhassa
Fransız tüccardan “Londrin” veya “Londra” adı verilen kumaşlar satın
almaktaydı21.
Fransızlar daha çok dokuma sanayinin en önemli hammaddelerinden
birisi olan yapağıya rağbet gösterirlerdi. Rumeli ve civar kazalar ile
kasabalarda yetiştirilen yapağılık koyunlardan elde edilen yapağı, koyunların
derilerinin kireçlenerek yolunması veya yünlerin kırkılmasıyla iki şekilde
elde edilmekteydi. Yolma yöntemi ile elde edilen yapağı Edirne, Vize ve
Çorlu’dan sağlanırdı. Vize yünleri siyahtı ve 100.000 balya kadar İnöz
limanından ihraç edilmekteydi. Kırkım yünleri ise İpsala’dan sağlanmakla
birlikte daha çok Fransızlar ve Venedikliler tarafından tercih edilirdi. Bu
tacirler İpsala’dan aldıkları yünü İnöz limanından İzmir’e veya Ereğli
limanından İstanbul’a naklederlerdi22. Örneğin, 1785 Mayıs, Haziran,
Temmuz ve Ağustos aylarında toplam 309 çuval yapağı Fransız tüccar
tarafından İnöz’e götürülmüştür. Fransızlar, İnöz-İzmir güzergâhını
20
Bkz. R. Şahin, a.g.t., Edirne 2006.
Sahillioğlu, a.g.m., s. 62. XVI. yüzyıldan itibaren Avrupa menşeli kumaşlar, özellikle
İngilizlerin Londra adı verilen çuhalarının türlü renk ve cinsleri ülkenin İstanbul, Edirne,
Bursa pazarlarında bol bol satılmaktaydı (Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai
Tarihi, cilt II, İstanbul, 1974, s. 436).
22
Sahillioğlu, a.g.m., s. 66.
21
172
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178
XVIII. YÜZYILDA EDİRNE’DE TİCARET YAPAN FRANSIZ TÜCCAR VE HUKUKÎ STATÜLERİ
kullanarak Edirne'den topladıkları yapağıları ülkelerine nakletmekteydiler 23.
Edirne civarında yetiştirilen pamuk da 1790’lı yıllarda, Fransızların yoğun
olarak rağbet ettikleri bir üründü. Bu senelerde Fransızlar İnöz iskelesinden
ve Gelibolu’dan 125.000 frank değerindeki, 650 balya pamuğu Marsilya’ya
nakletmişlerdi24. İzmir vasıtasıyla yapılan ticarete konu olan eşyadan biri de
tavşan derileridir. Edirne civarından toplanan tavşan derileri İzmir limanında
bekleyen gemilerle Fransa’ya gönderilirdi. Bir seferde 12.000 adet tavşan
derisinin İzmir’e nakledildiği dahi olurdu25. Edirne'de Fransız tüccar adına
tavşan postu alıp ülkelerine götüren 15 simsar bulunuyordu 26. OsmanlıFransız ticaretinde sıkça rastlanılan “kahve-i efrenç” de külliyetli miktarda
imparatorluğa dolayısıyla Edirne pazarına girmiştir.27.
Edirne'deki Fransız tüccar Fransa'dan getirdiği emtiayı önce
Tekfurdağı'na götürür, oradan dağıtımını gerçekleştirirdi. Fransa'ya
gönderecekleri eşyayı da yine aynı şekilde oradan sevk etmekteydiler. Bu
maksatla Tekfurdağı'ndaki ticari muamelelerini yürütmesi için kendilerine
simsar/vekiller tayin ederlerdi. Bunlar geliş, gidişlerinde ve ikametlerinde
herhangi bir sorunla karşılaşmamak; kendilerinden “ber-mûceb-i ahidnâme-i
hümayun” cizye talep edilmemesi için ellerine devlet tarafından bizzat
Fransız sefirinin talebi uygun görüldüğü takdirde “yol emri” verilirdi28.
Edirne ve civarında ticaret yapabilmeleri maksadıyla verilen yol emirlerinde
Fransız tüccarı için bazen “kaide-i memleket üzere kisve ile” seyahat
edebilir29, tüccardan yahut onların istihdam ettiği hizmetkârlardan “%3
23
R. Şahin, a.g.t., s. 42.
Türkiye Seyahatnamesi (1790 Yıllarında Türkiye ve İstanbul), hzr. Oğuz Gökmen,
İstanbul 1974, s. 165.
25
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BAO), Cevdet Hariciye Tasnifi (C.HR.), 34/1691, 18 Safer
1210/3 Eylül 1795.
26
"Ahidnâme-i hümâyûn mûcebince icab iden resm-i gümrükleri iktiza itmez iken dört-beş
seneden berü hâdis olunan cild-i erneb mukataası mültezimi beher adedinden bir pare resm-i
mîrî mütalaasıyla hilâf-ı ahidnâme-i hümâyûn teaddi ve rencideden halî olmadıklarına
binaen" bu hususun ortadan kaldırılması; ahidnâmeye aykırı gümrük alıp, simsarın
mahzenlerinde bulunan postlara el koyan ve simsarları ölümle tehdit eden Yahudi Menahim
ve Konorto ile Edirne Bostancı-başı Tahir Bey'in tedip edilmesi için emir çıkarılmıştı
(Cevdet Maliye (C.ML.), 344/14173, 19 Safer 1189/21 Nisan 1775).
27
C.HR., 34/1691, 18 Safer 1210/3 Eylül 1795.
28
C.HR, nr. 32/1597, 10 Zilkade 1212/26 Nisan 1798; Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BAO.),
Hatt-ı Hümâyûn (HAT.), 1435/58975, 24 Ramazan 1212/12 Mart 1798; C.HR., 158/7882,
19 Rebiyülâhir 1217/19 Ağustos 1802. Bu konuda bkz., Hamiyet Sezer, "Osmanlı
İmparatorluğu'nda Seyahat İzinleri (18.-19. Yüzyıl)", DTCF Tarih Bölümü Tarih
Araştırmaları Dergisi, cilt XXI, sayı 33, Ankara 2003, s. 105-124.
29
1207 Cemaziyelâhir ayında (Ocak-Şubat 1793) Edirne ve civarı kadıları ile askeri
rûasaya yazılan hükümde, Fransız tüccarlarından Bonin adlı şahsın Fransa elçisisi
Kanton'un ricası üzerine, devletten mûrur-nâme aldığı ve bu belge ile Rumeli’de
serbestçe seyahat edebileceği, ticaret yapabileceği belirtilmişti. Ayrıca yine bu mûrur24
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178
173
REYHAN ŞAHİN ALLAHVERDİ
tekâlif dışında herhangi bir vergi talep edilemez” ibaresi yer almakta ve
daima yürürlükte olan ahidnâmelere atıfta bulunulmaktadır 30. Padişah
değişikliğinde konsoloslar başvurarak eski beratların yenilenmesini talep
edebilirlerdi31. Müstemen yahut beratlı tüccarın bu şekilde bir muamele
görmesi, zaman zaman Osmanlı vatandaşı zimmî tüccarın bu ayrıcalıklara
sahip olmak ve daha az gümrük ödemek için Fransız tabiyetine geçmelerine
sebep olmuştur32.
Bu tüccar geniş serbestîleri olmakla birlikte bazı kısıtlamalara maruz
kalırdı. Bazılarının Türk kisvesiyle dolaşmasına izin verilirken bazıları için
yasak konulmuştur. Edirne’de ticaret yapan yabancı tüccar sarı mest, pabuç,
sincabî kürk ve bol biniş giymemeleri, “ehl-i zimmet” kıyafetiyle
dolaşmaları konusunda uyarılmışlar ve bu şekilde hareket etmeye devam
ettikleri takdirde cezalandırılmaları gündeme gelmiştir33.
1789 Fransız İhtilâli’nden sonra Fransa’daki gelişmeleri yakından takip
edebilmek maksadıyla III. Selim başlangıçta Fransa’da bir elçilik açmayı
düşünmüş ise de ihtilâl sebebiyle bu gerçekleşmeyince ilk elçilik İngiltere’de
açılmıştır. Fransa’nın yaydığı milliyetçilik akımlarına karşı Avrupa
devletleri ittifak içine girdiğinden Osmanlı bu sayede Rusya tehlikesini
nâme gereğince Türk kıyafetleri ile serbestçe dolaşabilecek, kendisinden cizye
alınmayacak ve sadece ahidnâmede belirtilen gümrüğe tabi eşyalar için gümrük vergisi
ödeyecekti (R. Şahin, a.g.t., s. 37).
30
“Galata’da ticaretle ikamet iden Françe tüccarından Dujan [?] nam müstemen tacir ticarete
müteallik hususiçün der-aliyyeden Edirne ve Selanik ve ol havalide azimet murad idüb
tâcir-i müstemen-i mersûm iki nefer müstemen hizmetkarlarıyla asitane-i saadetden mahalli mezbureye varub gelince geşt ü güzarında ve esna-yı rahda emînen ve sâlimen mürûr u
uburuna ve hasbeü’l-iktiza hîn-i meks ü ikametinde hilaf-ı şer’-i şerif ve mugāyir-i
ahidnâme-i hümâyûn cizyedarlar tarafından cizye talebi ve sâir taraflarından dahi tekalif
mütalebesi ve âhar bahane ile teaddi ve müdahale olunmayub ber-mûceb-i ahidnâme-i
hümâyûn ve ber muktezâ-yı şer’-i şerîf himâyet ü siyânet olunmak babında Edirne ve
Selanik kadılarına ve sâir iktiza idenlere hitaben mutad üzere bir kıt‘a yol hükm-i şerîfi rica
ve niyaz olunur” (C.HR., 165/8219, 19 Safer 1208/26 Eylül 1793).
31
C.HR., 146/7279, 19 Rebiyülâhır 1204/6 Ocak 1790.
32
Hileye başvurup müstemen tüccar tabiiyetinde hizmetkâr yahut tercümanlık hizmetine
girenler cezalandırıldığı gibi ticaretini yaptıkları mallarına el konulmuştur. 1798 OsmanlıFransa savaşı sırasında aslen Osmanlı tebeasından oldukları halde tekâliften kurtulmak için
Fransa tabiiyetine girmiş olanların da aslen Fransız olanlar gibi emval ve eşyalarının miri
için zaptı emredilmiştir. Bu emir gereğince zapt olunan mal ve kimlerden zapt olunduğuna
dair Edirne kadısından ve bostancıbaşından gelen evrak (C.HR., 29/1403, 17 Receb 1213/25
Aralık 1798).
33
C.HR., 185/9222, 3 Zilkade 1189/26 Aralık 1775. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz.,
Yavuz Ercan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimlerin Giyim, Mesken ve Davranış
Hukuku”, OTAM, cilt I, Ankara 1990, s. 117-125; Ercan, Osmanlı Yönetiminde
Gayrimüslimlerin Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik ve Hukukî Durumları,
Ankara 2001.
174
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178
XVIII. YÜZYILDA EDİRNE’DE TİCARET YAPAN FRANSIZ TÜCCAR VE HUKUKÎ STATÜLERİ
bertaraf edebilmiştir. Avrupa devletlerinin baskısı yüzünden Fransa’daki
yeni rejimi ancak Şubat 1795 yılında tanımıştır. Napolyon Avrupalı
rakiplerini yenip barış yaptıktan sonra gözünü Osmanlı’nın Akdeniz’deki
topraklarına çevirmişti. Özellikle Mora’daki Rumlar arasında milliyetçilik
fikirlerini yayma gayreti ilişkileri gerginleştirmişti34. Fransa Rumeli’de olup
bitenleri Edirne ve havalisinde ticaret yapan tüccarları vasıtasıyla takip
ediyordu. Tüccar topladığı bilgileri kendi elçiliklerine bildiriyor, elçilik de
hazırlanan raporu (tahkikatnâme) ülkesine gönderiyordu35.
Osmanlı-Fransız siyasi ilişkilerinin bozulduğu dönemlerde, bu iki devlet
arasındaki ticarî ilişkiler de etkilenmekte ve zaman zaman Fransız tüccarının
mallarına bu nedenle el konulmaktaydı. 1798 yılında Bonapart’ın Mısır’ı
işgal etmesiyle birlikte iki devlet arasındaki ticaret sekteye uğramıştır.
Fransızlar Mısır limanlarına geldiklerinde buradaki Müslüman tüccarın
mallarını zapt etmişlerdi. Bunun bir yansıması olarak “Mısır canibinde olan
ehl-i İslam tüccarının emvaline bedel olarak” Fransız tüccarın mallarına el
konulmuştur36. Bu sırada Osmanlı dâhilinde ticaret yapan Fransız tüccarının
da can ve mal güvenliğinin sağlanması maksadıyla “müsafereten” tevkif ve
muhafaza edilmeleri için Edirne, Ilgın ve Lefke kadılıklarına emir
verilmiştir37. Bu olay sırasında Osmanlı tebeası iken Fransa konsolos
hizmetine geçenler de hapsedilmiş, mallarına el konulmuş ve dükkânları
mühürlenmiştir. Bu gibi durumlarda devlet kendi vatandaşının zor durumda
kalmasına göz yummaz, sadece ellerindeki beratlar alınarak, el konulan
malların ve paralarının iade edilmesi sağlanırdı38. Bazen istisnaî durumlar da
ortaya çıkmakta ve devlet zor durumda kalmaktaydı. Hapsedilen tüccarın
Fransız vatandaşı olması gerekmiyordu. Eğer bir başka devlet vatandaşı ise
ve Fransa himayesinde ticaret yapıyorsa ya da Fransız vatandaşı olup başka
bir devlet adına ticaret yapıyorsa hapsedildiği zaman ancak ilgili devletin
elçiliği ya da konsolosluklarının girişimleriyle serbest bırakılıyorlardı.
Mesela Mısır meselesi nedeniyle Edirneli bir Fransız tercümanın evi
hükümet tarafından müsadere edilmiş, fakat bu şahıs Prusya himayesinde
ticaret yaptığından evi iade edilmiştir39. Buna benzer bir olay da Fransa
himayesinde ve onlarla ortak ticaret yapan Yani adlı tüccarın başına
gelmiştir. Mora'dayken yanında bulunan malları hükümetçe zapt olunmuş,
ancak bu şahıs yalnız ticarette ortak ve sermayenin tamamıyla kendisine ait
34
Pul, a.g.m., s. 169-170.
HAT., 1434/58925; HAT., 1434/58933, 11 Şevval 1211/11 Nisan 1797.
36
C.HR., 144/7158, 6 Receb 1213/14 Aralık 1798.
37
C.HR., 153/7611, 29 Zilhicce 1213/3 Haziran 1799.
38
C.HR., 49/2443, 29 Cemaziyelâhir 1213/8 Aralık 1798.
39
C.HR., 112/5568, 3 Receb 1213/11 Aralık 1798.
35
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178
175
REYHAN ŞAHİN ALLAHVERDİ
olduğunu beyan ederek mallarının teslimini istemiştir40. Fransa himayesinde
Rusya ile ticaret yapan Palet[?] isimli bir tüccar için Rusya elçisi girişimde
bulunup, daha önce İngiliz elçisinin başvurusuyla serbest bırakılan iki
Fransız tüccarın durumu örnek gösterilerek hapisten çıkarılması rica
edildiğinden, malları alınıp serbest bırakılmasına izin verilmiştir 41.
Hapsedilen kişi Fransız bile olsa tüccar Osmanlı topraklarında doğmuş ise
yine aynı kural devreye giriyor ve serbest bırakılıyordu 42.
Osmanlı topraklarında yabancıların dolayısıyla yabancı tüccarın da mülk
edinmeleri yasaktı. Muhtemelen daha önce Edirne’de bu konuda çok sıkı bir
takip uygulanmazken, 1798 Osmanlı-Fransız savaşı sırasında sıkı bir takibe
tabi tutulmuşlardır. Fransız tüccarın kimler olduğu ve sahip oldukları emval
ve eşyanın kaydedilmesi maksadıyla Ekim 1798’de sabık tevkî‘î Osman
Efendi görevlendirilmiş, Edirne’de yaptığı araştırma sonucunda yedi
maddelik bir rapor hazırlamıştır. Hazırlanan takrir Mehmed Nuri Ağa
vasıtasıyla İstanbul’a getirilmişti. Buna göre Edirne’de ticaret yapan Fransız
Mösyö […]’in ahidnâmeye aykırı olarak Edirne Selimiye Camii yakınında
bir yalısı ve Karaağaç köyünde bir evinin mevcut olduğu anlaşılmıştı. Bunun
üzerine ilgili yasak devreye girmiş, Mösyö […]’e ait evlerin satılarak
parasının İstanbul’a gönderilmesine dair Edirne Bostancı-başına emir
verilmiştir43.
Devletin el koyduğu mal, nakit, ev ve dükkânlar nedeniyle Osmanlı
dâhilinde dolayısıyla Edirne’deki Fransız tüccar mağdur olmuş ve
konsolosluklar vasıtasıyla mağduriyetlerinin giderilmesi talep edilmiştir.
Uzun süre ticaret yapamadıkları için sarraflara borçlanmışlar, aralarındaki
anlaşmazlıklar mahkemelere taşınmıştır44. Savaş sırasında Edirne’de
tutuklanan 23 tüccar, sulh hâsıl oluncaya değin Saray hapishanesinde
alıkonulmuştur. Ancak bunlardan biri hapis bulunduğu sırada vefat etmiştir.
İlgili kayda göre bu 23 kişi 1213 yılı Receb ayından (Aralık 1798) itibaren
tutuklanmaya başlanmışlar ve 29 Cemaziyelevvel 1214 (29 Ekim 1799)’te
hâlihazırda hapis bulunmamaktadırlar45. Fakat daha sonraki akıbetleri
hakkında bir kayda rastlanmamıştır. Osmanlı, İngiltere ve Rusya’nın
desteğiyle Fransızları Mısır’dan çıkarmakla birlikte bu defa da söz konusu
iki devlet Osmanlı için bir tehdit haline gelmişti. Babıâli kendi çıkarlarına
daha uygun gördüğü Fransa ile 25 Haziran 1802 tarihinde bir antlaşma
40
Cevdet İktisat (C. İKT.), 28/1361.
HAT., 247/13965, 1217/1802-1803.
42
HAT., 237/13141, 1214/1799-1800.
43
HAT., 1470/66, 21 Cemaziyelevvel 1213/31 Ekim 1798.
44
C.HR., 118/5881, 17 Şaban 1217/13 Aralık 1802.
45
C.HR., 23/1143, 29 Rebiyülâhır 1214/30 Eylül 1799.
41
176
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178
XVIII. YÜZYILDA EDİRNE’DE TİCARET YAPAN FRANSIZ TÜCCAR VE HUKUKÎ STATÜLERİ
yaparak daha önce Fransa’ya tanıdığı bütün ayrıcalıkları iade etti46. Bu
antlaşma gereğince muhtemelen sözü geçen mahkûmlar serbest bırakılmışlar
ve malları iade edilmiştir.
Fransız tüccarın ülke dâhilinde ve Edirne’de en sık karşılaştığı problem,
mahalli idarecilerin kendileri için ihdas ettikleri vergilerdir. Devlet
tarafından kadı ve bostancı-başılar sık sık uyarılarak ahidnâme-i hümayunda
belirtilen gümrük resmi dışında “resm-i bid‘at” ve cizye almaları
yasaklanmıştır. Bazıları bu vergiyi ödeyip ticaretini devam ettirirken bazı
Fransız tüccar, elçileri aracılığıyla bu kişilerden şikâyetçi olmuşlardır47.
Resmi olarak 1536 yılında başlayan Osmanlı-Fransız ticarî ilişkileri savaş
zamanları hariç devam etmiştir. Kapitülasyonların etkisiyle düşük gümrük
ödeyen Fransız tüccar Edirne civarından aldığı yapağı ve tavşan postlarını
İnöz ve Gelibolu vasıtasıyla Avrupa'ya; ülkelerinden getirdikleri kahve
(kahve-i Efrenç) ve kumaşları imparatorluk dâhilinde Edirne, İstanbul ve sâir
yerlerde pazarlayabiliyorlardı. Bu iş için tayin edilen vekil/simsarlar Edirne
ve İstanbul'da yerleşik olarak ticaret yapıyorlardı. Zaman zaman yanlarına
aldıkları beratlı tüccar ve yerli idarecilerin kendilerinden muahede dışı vergi
almaları nedeniyle yaşadıkları problemler konsolosları vasıtasıyla
çözülüyordu.
KAYNAKÇA
A. Arşiv Kaynakları
C.HR., nr.32/1597, 158/7882, 146/7279, 29/1403, 34/1691, 144/7158, 153/7611,
49/2443, 112/5568, 118/5881, 23/1143, 34/1691, 165/8219, 185/9222
C.İKT.,nr.28/1361
C.ML., nr. 344/14173
HAT., nr.1435/58975, 1434/58925, 1434/58933, 247/13965 , 237/13141, 1470/66
B. Araştırma ve İncelemeler
Akdağ, Mustafa, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, II, İstanbul 1974.
Akpınar, Turgut, “Alman Seyahatnamelerinde Edirne”, Edirne Serhattaki Payitaht,
İstanbul 1998, s. 255-278.
Arı, Bülent, “Osmanlı Kapitülasyonlarının Mahiyeti ve Tarihçesi”, Yeni Türkiye
Dergisi, sayı 32, Ankara 2000, s. 242-251.
Arıkan, Zeki “1536 Kapitülasyonları ve Cumhuriyet İdeolojisi”, Ankara
Üniversitesi DTCF Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi¸ cilt XXIV, sayı
37, Ankara 2005, s. 11-28.
46
47
H. Şahin, a.g.m., s. 293.
C.HR., 34/1691.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178
177
REYHAN ŞAHİN ALLAHVERDİ
Bağış, A. İhsan, Osmanlı Ticaretinde Gayri Müslimler: Kapitülasyonlar-Beratlı
Tüccarlar Avrupa ve Hayriye Tüccarları (1750-1839), Ankara 1983.
Ercan, Yavuz, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimlerin Giyim, Mesken ve
Davranış Hukuku”, OTAM, cilt 1, Ankara 1990, s. 117-125.
____________, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimlerin Kuruluştan Tanzimat’a
Kadar Sosyal, Ekonomik ve Hukukî Durumları, Ankara 2001.
Eryılmaz, Bilal, Osmanlı Devleti’nde Gayri Müslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul
1990.
Faroqhi, Suraia, “İstanbul’un İaşesi ve Tekirdağ-Rodoscuk Limanı”, ODTÜ
Gelişme Dergisi, Özel sayı, 1979–1980, s. 139-151.
Gökbilgin, M. Tayyib, “Konsolos”, İA, VI, s. 837–838.
İnalcık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), çev. Ruşen Sezer,
İstanbul 2004.
Küçükkalay, A. Mesud -Numan Elibol, “Osmanlı İmparatorluğu’na Avrupa’dan
Kara Yolu ile Yapılan İhracatın Değerlendirilmesi (1795-1804)”, Anadolu
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt IV, sayı 1, Eskişehir 2004, s. 151-176.
Kütükoğlu, Mübahat, Türk İngiliz İktisadi Münasebetleri (1580-1838), Ankara 1974.
Pamir, Aybars, “Kapitülasyon Kavramı ve Osmanlı Devletine Etkileri”, Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, cilt LI, sayı 2, Ankara 2002, s. 79-119.
Paskaleva, Virginia, “Osmanlı Balkan Eyaletlerinin Avrupalı Devletlerle Ticaretleri
Tarihine Katkı (1700–1850)”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası,
XVII, 1967–1968, s. 37-74.
Pul, Ayşe, “Osmanlı-Fransız Diplomasisinin İki Mühim Evresi: Girit ve Mısır
Seferleri”, OTAM¸ cilt 22, Ankara 2007, s.159-176.
Sahillioğlu, Halil, “XVIII. Yüzyılda Edirne’nin Ticarî İmkânları”, Belgelerle Türk
Tarihi Dergisi, sayı 13, Ankara 1968, s. 60-68.
Şahin, Hasan, “Doğu Sorunu Çerçevesinde Osmanlı Fransız İlişkileri
[Başlangıcından Paris Barışı’na (1856)]”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sayı 40, Erzurum 2009, ss. 277-315.
Şahin, Reyhan, Edirne Gümrüklerine Göre XVIII. Yüzyılın İkinci Yarısında
Edirne’de İktisadî Hayat, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Edirne 2006.
Tabakoğlu, Ahmet, Türk İktisat Tarihi, İstanbul 2000.
Türkiye Seyahatnamesi (1790 Yıllarında Türkiye ve İstanbul), hzr. Oğuz Gökmen,
İstanbul 1974.
Türkmen, Zekeriya, “Osmanlı'da Kapitülasyonların Uygulanışına Toplu Bir Bakış”,
OTAM, cilt 6, Ankara 1995, s. 325-341.
178
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908)
Hüseyin Baha ÖZTUNÇ
ÖZ: Şehirlerin tarihlerinde karşı karşıya kaldıkları büyük felaketler vardır. Bunlardan birisi
de sellerdir. Makalemizin konusu, 1908 yılında Tokat Sancağı merkezinde meydana gelen ve
şehrin tarihinde “Büyük Sel” olarak adlandırılan felakettir. Makalemizde konumu itibarı ile sel
baskınlarına açık bir durumda olan şehrin daha önceden geçirdiği bir sel baskınını, hemen
akabinde 1908 yılında meydana gelen seli ve ortaya çıkardığı hasarı görgü tanıklarının
anlatımlarına göre ortaya koymaya çalıştık. Ayrıca sel neticesinde meydana gelen hasarları
gidermek için yapılan faaliyetleri inceledik. Bunun yanı sıra selden zarar gören halktan
bazılarının yetkili kurumlara verdikleri dilekçelere ve hükümetin bu kişilere yaptığı yardımlara
da yer verdik.
Anahtar Kelimeler: Tokat, Sel, Hasar, Yardım, 1908.
THE ‘GREAT FLOOD’ IN TOKAT (1908)
ABSTRACT: There are big catastrophes in the histories of the cities. One of these disasters is
the flood. The flood which occured in 1908 in the center of the Tokat Sanjak is the subject of this
article. The article will try to discuss this flood called “Great Flood” in the history of the city.
Tokat has a position which is undefended against the floods. There was another flood soon
before the “Great Flood”. After mentioning this flood, the Great Flood and its damages will be
revealed according to the expressions of the eyewitnesses. The activities to compensate the
damage of the flood, the petitions given to the authorized bodies by the sufferers of flood and
the aid given to these people by the government also will be discussed in the article.
Keywords: Tokat, Flood, Demage, Aid, 1908.
Giriş: Deprem, yangın, sel, kasırga, yanardağ patlaması vb. doğal afetler
tüm dünyada zaman zaman büyük yıkımlara neden olmaktadır. Bu
oluşumlardan birisi olan sel; eğimli yamaçların, özellikle bitki örtüsünden
yoksun olanlarda görülen, boyları kısa, ancak aşırı eğimleri nedeniyle fazla
yağan yağmurlardan sonra bol su taşıyan hızlı akışlı ve düzensiz akarsular
olarak tanımlanmaktadır1.
Osmanlı Devleti zamanında çeşitli tarihlerde devletin farklı
coğrafyalarında seller meydana gelmiştir. Yaşanan bu olaylardan birisi de
1908 yılında Tokat’ta meydana gelen “büyük sel”dir.
Osmanlı Devleti zamanında Sivas Vilayeti’nin merkez sancağına bağlı
olan Tokat Kazası, 12 Ocak 1880 tarihinde kaza statüsünden sancak
statüsüne çıkarılmış olup sel afetinin yaşandığı 1908 yılında Sivas

Arş. Gör., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
1
Sami Öngör, Coğrafya Terimler Sözlüğü, Ankara 1980, s. 88.
HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ
Vilayeti’ne bağlı sancak durumundaydı2. Tokat Merkez Kazâsı’nın nüfusu
1325 Sivas Vilâyeti Salnâmesi’nde 106.8933, Şehrin 1906/1907 sayımına
göre kazalarıyla beraber toplam nüfusu ise: 278.555’tir4.
Şehir kurulmuş olduğu yer itibariyle sel ve taşkın gibi doğal afetlere açık
bir pozisyondadır. Bu nedenle tarih boyunca Tokat’ta çeşitli sel ve taşkın
olayları kaydedilmiştir5. Bu sellerden birisi de 1862 (H. 1279) tarihlidir.
1862 tarihindeki bu selin bizim için önemi ise 1908’deki sel ile aynı yerde
meydana gelmesidir. Selin meydana gelişi kaynaklara şu şekilde yansımıştır;
“sâl-i hâl-i rebiü’l-evvelin on dokuzuncu günü Tokad kasabasında nüzûl
eden bârân ile doludan hâsıl olan sel derelerde sığışmayarak olcivârda
bulunan su yollarıyla bağları ve Şeyh-i Şirvânî hazretlerinin türbesiyle
büyük kabristanın sedlerini bozduktan sonra aşağı doğru yürüyerek cevâmî
ve mesâcid-i şerîfe ile çeşme ve hâneleri dahi külliyen harâb etmesiyle
beraber...6”. Anlaşıldığı üzere şiddetli yağmur ve dolu neticesinde mevcut
suyolları ve dereler yetersiz kalmış ve sel meydana gelmiştir
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Evkaf Defterleri Tasnifi’nde bulunan bir
defter bize selin meydana getirdiği hasarın derecesi ve etkilediği alan
açısından önemli bilgiler vermektedir: 14 Eylül 1862 (19 Rebiülevvel 1279)
tarihinde saat sekiz sıralarında meydana geldiği bildirilen sel, Tokat’ın
kuzeyindeki Çay Boğazı derelerinin taşması ile ortaya çıkmıştır. Zarar gören
yerler bahsedilen defterde şu şekilde yer almaktadır:
Çay mezarlığı aşağısındaki Güdük Minare Camisi ve şehrin ortasından
geçen küçük nehir üzerindeki tahta köprüye kadar giden Çay nâm türbenin
iki tarafındaki duvarlar; Şeyh-i Şirvani mezarlığı ve karşısında bulunan çay
kabristanının etrafındaki setlerin büyük çoğunluğu, Çay-ı Müslim
Mahallesi’nde Şeker Sokağı ve Deve Görmez Sokağı, Soğukpınar-ı Müslim
ve Zımmi Mahallesi’nde Delik Sokak, Soğukpınar-ı Zımmi Mahallesi’nde
Gavur Sokak, Çay-ı Müslim ve Zımmi Mahalleleri, Sel nedeniyle Attar Suyu
denilen Mahmut Paşa ve Muslıhiddin Mahalleleri’ndeki zarar. Çay-ı Müslim
adlı mahallenin ortasından geçen küçük çayın caddeye doldurduğu kum ve
taşın oluşturduğu hasar, Şehrin büyük caddesinin iki tarafındaki mahallelerin
2
Sivas Vilayet Salnamesi, Sivas 1325, s. 142; Esat AKTAŞ, “XIX. Yüzyılın Son Çeyreğinde
Tokat Sancağı”, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tokat 2009, s. 27,
(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi).
3
Sivas Vilayet Salnamesi, s. 254-255.
4
Kemal H. KARPAT, Osmanlı Nüfusu 1830-1914, İstanbul 2010, s. 340-341.
5
Halis Turgut Cinlioğlu Tokat’ta, Rumi 1255, 1277, 1304, 1318 yıllarında meydana gelen
sellerden bahsetmektedir. Halis Turgut CİNLİOĞLU, Osmanlılar Zamanında Tokat, Tokat
1973, s. 7-47.
6
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İrâde Meclis-i Vâlâ (İ.MVL), 479/21696, lef 3, 25
Cemaziyülahir 1279.
180
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908)
arasındaki sokakların gördüğü zarar, Mahmut Paşa Mahallesi’ndeki selin
oluşturduğu hasar.
Selde zarar gören cami, mescit ve okulları da görebilmekteyiz. Bunlar;
Çay Camisi, Çay Hamamı civarında Sa‘dat Ağa Camisi, Güdük Minare
Camisi, Kovalı Camisi, Toprakçı Camisi, Mektebi ve Çeşmesi, Çalkan
Mescidi, Kökenoğlu Mescidi, Topçubağı Mescidi Soğukpınar Mektebi.
Bunların yanı sıra defterde hangi mahallede kaç hanenin hasara uğradığı
bildirilmiştir.
Mahalle Adı
Çay-ı Müslim Mahallesi
Çay-ı Zımmi Mahallesi
Soğukpınar-ı Müslim Mahallesi
Soğukpınar’ı Zımmi Mahallesi
Mahmut Paşa Mahallesi
Hane
Sayısı
202
95
133
58
86
Zarara Uğrayan
Hane Sayısı
171
46
34
31
40
Bu selde Çay-ı Müslim Mahallesi sakinlerinden Keçeci İbrahim ölmüş
ayrıca sele kapılan birkaç kara sığır ineği de telef olmuştur7.
Yukarıdaki bilgilerden görüleceği üzere sel toplamda 574 haneden oluşan
beş mahallenin 322’sinde hasar meydana getirmiş, yine su yolu, cami,
mescit, okul, set gibi yapılarda da hasarlar oluşturmuştur. Makalemizin
konusu olan selden 46 sene evvel meydana gelen bu felaket, Tokat özelinde
şehircilik anlayışında seli önleyici herhangi bir çalışma olmadığının veya
yapılan çalışmaların yetersiz kaldığının göstergesidir.
1908 Tokat Seli ve Hasar Tespit Çalışmaları: Konumuzu teşkil eden
selin tam tarih ve saatinin 25 Haziran 1908 (12 Haziran 1324) Perşembe
günü saat 8.30 olduğunu Tokat telgraf baş memuru Şevket Efendi tarafından
Sivas’a, oradan da Sadarete çekilen bir telgraftan öğrenmekteyiz. Telgrafta
sel; “Şehr-i hâlin on ikinci pençsenbih günü sa‘at sekiz buçukda birdenbire
ve emsâli nâ-mesbûk bir sûretde zuhûra gelen şiddetli sulusepken yağmur ve
doludan mütehassıl seylâbın Tokad kasabasına açtığı rahne-i ‘azîme ve
müessifeye…”8 ifadeleriyle haber verilmektedir. Selden son anda kurtulan
telgraf memuru Şevket Efendi’nin telgrafın devamındaki ifadeleri olayın
vahametini ortaya koymaktadır. Şevket Efendi, fırtına başlamasından on
dakika sonra şiddetli selin ortaya çıktığını ve telgrafhane binasının
arkasındaki köprü aralığına gelince suların mecra değiştirerek telgrafhanenin
7
8
BOA, Evkaf Defterleri, No, 17971, Varak 1-2.
BOA, Dâhiliye Nezâreti Mektûbî Kalemi (DH.MKT), 1266/15, lef 2.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
181
HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ
dört bir tarafını sardığını ve etrafının adeta bir deniz haline geldiğini
bildirmektedir.
Telgrafhane iyice sallanmaya başladığında kaçmaktan başka çare
olmadığını anlayarak kendisini sel sularına bırakan Şevket Efendi güçlükle
kıyıya çıkabilmiştir. Kendisi gibi dışarı çıkmaya muvaffak olamayan Müdür
İbrahim Edhem Bey9 ile Yüzbaşı İsmet Bey içerdeyken telgrafhane sele
kapılmıştır. Bunun yanında dere boyunda bulunan 100 kadar ev de sele
kapılarak yıkılmıştır, çarşı ve pazarda suyun yüksekliği 2m’yi bulmuştur.
Şevket Efendi nüfus kaybının 500’den fazla olduğu tahmin etmekte ise de
tam sayının belli olmadığını ifade etmektedir 10. O esnada Tokat Mutasarrıfı
olan Celal Bey de olayın görgü tanığı olarak Sivas Vilâyeti’ne gönderdiği
telgrafta; o gün saat dokuza doğru dolu ile karışık ve çok şiddetli bir şekilde
yağan yağmur neticesinde o güne kadar değil orada, belki de başka hiçbir
yerde şahit olunmamış derecede büyük bir sel meydana gelmiştir. Sel,
dereboyunu istila ederek hükümet binasını, daire-yi askeriyeyi, hükümet
binasının arka kısmındaki evleri ve hapishaneyi tamamen istila etmiştir.
Kendisi ile birlikte hükümet memurları, askerler ve halk canlarını sular
içerisinde yüzerek güçlükle kurtarabilmişlerdir. Aldığı haberlere göre
hapishanede bazı can kayıpları olmakla birlikte kurtulabilenlerden bir haylisi
de kaçmıştır. Hükümet binasının, adliye binasının ve daire-yi askeriyenin
bazı kısımları yıkılmıştır. Ayrıca dere üzerindeki köprüler de yıkılmıştır,
yine dere boyunda bulunan evlerden birçoğu sel sularıyla yerlerinden
sökülerek götürülmüş, birçoğu da hasara uğramıştır. Telgrafhane ve
sırasındaki evlerin tamamı yıkılmıştır. Meydanda ve kışla önündeki
namazgâhta çadıra çıkmış olan redif askerleri de sel içinde kalmıştır. Orada
bulunan belediye memurları, polisler ve halk nizamiye askerlerini tahliye
ederek kurtarmışlar, ancak kayıpların miktarı da o an için belirlenememiştir.
Özetle hasar ve can kaybının çok fazla olduğunu ifade eden Celal Bey
meydana gelen dehşeti tasvir etmenin mümkün olmadığını belirtmiştir11.
Polis jurnalinde ise; ölü sayısı yüz elli iki, tamamen harap olan hane yüz
elli dört, kısmen harap olan hane elli beş, tamamen yıkılan dükkan doksan
beş, kısmen harap olan han ve otel altı, tamamen yıkılan hamam iki, kısmen
yıkılan cami iki, kısmen yıkılan mektep üç, tamamen harap olan medrese bir,
tamamen harap olan cami bir olarak gösterilmiştir. Ayrıca tahkikatın
9
Telgraf müdürü İbrahim Edhem Bey’in bu selden yaralı olarak kurtulmuş olduğunu 24
Teşrinisani 1324 tarihinde sadarete yazılan yazıdan öğrenmekteyiz. BOA, DH. MKT,
2681/151.
10
BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 2.
11
BOA, İrâde Husûsî (İ.HUS), 167/1326.Ca/103, lef 2, 26 Cemaziyülahir 1326 (26 Haziran
1908).
182
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908)
sürdüğü ifade edilmiş ancak selin tahribatı sekiz-dokuz mahalleye ve bazı
bağlara yayılmış ve oldukça geniş bir alanı içine almış olduğundan
tahkikatın sonuçlandırılması ve hasarın tamamen anlaşılabilmesi için daha
dört beş gün kadar bir zamana ihtiyaç olduğu belirtilmiştir12.
28 Haziran 1908 tarihinde Sivas Valisi Reşid Akif tarafından Sadarete
gönderilen telgrafta ise henüz araştırmanın tamamlanmadığı, o ana kadar iki
yüze yakın kişinin öldüğü, ev, dükkân ve diğer binalardan üç yüz kırk kadar
zayiat olduğu, redif askerlerinden ise tam zayiat anlaşılmamakla beraber liva
kumandanlığından gelen bilgiye göre 15 nefer can kaybı olduğu
bildirilmiştir 13. 29 Haziran 1908 tarihinde, Sivas Vilayeti’nden sadarete
yazılan bir diğer telgrafta, 28 Haziran 1908 tarihli yazıda sel dolayısıyla bir
komisyon kurulduğu, konu ile ilgili tafsilatlı bilginin bir sonraki gün
bildirileceği belirtilip, beyan edilecek hasara göre o an için 50.000 kuruş
istenmiştir14. 29 Haziran 1908 tarihinde Sivas Valisi Reşid Akif’in sadarete
yolladığı başka bir telgrafta da önceki bilgilere ek olarak 26 kişinin daha
vefat ettiğinin öğrenildiği ve yine iki cami ve bir değirmenin tamamen harap
olduğu, bir değirmenin de kısmen yıkıldığını bildirmiştir15.
Yukarıda gönderileceği belirtilen tezkirede de henüz tam hasarın belli
olmadığı ancak o ana kadar gelen bilgiler ışığında; sivil ve asker toplam iki
yüz yirmi iki kişinin hayatını kaybettiği, altısı cami, dördü mektep, ikisi
medrese, ikisi hamam olmak üzere toplamda dört yüz elli dokuz bina hasara
uğramıştır. Görüldüğü gibi selin yol açtığı hasar hakkında burada da tam bir
bilgiye ulaşamamaktayız. Bunun yanında şehirdeki redif taburunun görev
yapamayacak durumda bulunduğu için yerine başka bir vilâyetten tabur
getirilmesinin uygun olacağı belirtilmiştir16.
Selden sivil vatandaşlar yanında askerler de zarar görmüştür. Askerlerin
kaybı ile ilgili telgrafta hayatını kaybedeb redif askerinin sayısının on yediye
çıktığı, selden kurtulanların bir kısmı köylerine döndüğü için kayıp
miktarının henüz netleşmediği belirtilmiştir. Aynı telgrafta Tokat redif
taburunun miktarının iki yüz altmış kişiden oluştuğu ve hem bu askerlerin
tekrar toplanmasının imkansızlığı hem de taburun malzemelerinin
tedarikinin çok uzun zaman alacağı ifade edilmiştir17. Bu tezkireye cevaben
Umûr-ı Erkân-ı Harbiye Dairesi’nden Serasker Rıza imzasıyla verilen
12
BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 5, 29 Cemaziyelevvel 1326 (28 Haziran 1908).
BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 7.
14
BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 8.
15
BOA, Bâb-ı Âlî Evrak Odası, (BEO), 3344/250769, lef 2, 27 Cemaziyelevvel 1326 (26
Haziran 1908).
16
BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 9.
17
BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 6.
13
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
183
HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ
cevapta Tokat Redif Taburu’nun yerine başka bir taburun gönderilmesi
hususunda “müşiriyet-i müşârü’n-ileyhânın mütâla‘ası istifsâr edilmesi ve
alınacak cevâba göre icrâ-yı icâbına müsâra‘at kılınacağı derkâr
buyurulmuş olmağla” ifadeleriyle yetkili mercilerden görüş istenmiştir18. Bu
telgraftan bir gün sonra seraskerliğe gönderilen yazıda; Meclis-i Mahsus-ı
Vükelâ’nın verdiği karar neticesinde, Tokat Redif Taburu’nun bahsedilen
görevden muaf tutulması ve yerine başka bir taburun gönderilmesine karar
verilmiştir19. Bu karardan yedi gün sonra, yani 9 Temmuz 1908 tarihinde
Seraskerlik tarafından bildirildiğine göre; Dördüncü Ordu ile yapılan
muhabereler neticesinde Dersim’e Tokat Redif Taburu’nun yerine Harput
Taburu’nun gönderilmesine karar verilmiş ve gereğinin yapılması hususunda
Mamuretü’l-aziz Vilayeti bilgilendirilmiştir 20.
Görüleceği üzere sel dolayısıyla Tokat Redif Taburu’ndan 17 asker
hayatını kaybetmiştir. Dersim’e gitmek için hazırlık yapan taburun silah ve
diğer malzemelerinin hasara uğraması, selden kurtulan askerlerden köylerine
dönenlerin bulunması gibi nedenlerle de Tokat Redif Taburu, Dersim’e
gitme görevinden muaf tutulmuştur. Yerlerine ise Elazığ Vilâyeti’ne bağlı
bulunan Harput Redif Taburu’nun gönderilmesine karar verilerek, Elazığ
Vilâyeti ile taburun bir an evvel hazırlanarak görev yerine yollanması
hakkında muhaberatta bulunulmuştur.
1908 Tokat Seli ve onun meydana getirdiği hasarlar hakkında bazı eserler
de bilgiler vermektedir. Bu eserlerin bir tanesinde olay hakkında şu bilgiler
verilmektedir:
“Perşembe günü saat 16-30’da yağan şiddetli yağmur ve
doludan sonra mühim bir sel gelmiş, ırmak boyundaki
mahallelerde sular yer yer 2-3-3.5 metreye yükselmiştir. Yan
derelerden gelen ve yan sokakları birer harabeye çeviren seller
tehlikeyi ve felaketi bir kat daha arttırmıştır. Irmak üzerindeki ağaç
köprülerin önünde sürüklediği enkazı yığarak setler vücuda getiren
sel, köprülerin yıkılmasıyla tahribini genişletmiş. Behzat camisi
kuzeyinde ırmak üzerinde bulunan postane binasını bir süre olduğu
18
BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 2, 2 Cemaziyülâhir 1326 (1 Temmuz 1908).
BOA, BEO, 3350/251183, 3 Cemaziyülâhir 1326 (2 Temmuz 1908).
20
BOA, BEO, 3354/251545, 10 Cemaziyülâhir 1326 (9 Temmuz 1908). Tüm bu
yazışmalardan anlaşılacağı üzere sel dolayısıyla Tokat Redif Taburu’ndan on yedi asker
hayatını kaybetmiştir. Dersim’e gitmek için hazırlık yapan taburun silah ve diğer
malzemelerinin hasara uğraması, selden kurtulan askerlerden köylerine dönenlerin
bulunması gibi nedenlerle de Tokat Redif Taburu, Dersim’e gitme görevinden muaf
tutulmuştur. Yerlerine ise Elazığ Vilâyeti’ne bağlı bulunan Harput Redif Taburu’nun
gönderilmesine karar verilerek, taburun bir an evvel hazırlanarak görev yerine yollanması
hakkında muhaberatta bulunulmuştur.
19
184
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908)
gibi sürüklemiş, sonra darmadağın etmiştir. Uzun zamandır sel
görmedikleri için çarşıda, sokakta, hapishanede evlerde ne kadar
adam bulduysa almış götürmüştür. Şimdi lise yapının21 bulunduğu
yerde çadıra çıkmış askerlerin de zayiatı çok olmuştur. 1000’e
yakın dükkân yıkılmış 500’den fazla kişi ölmüştür. Bazı yerlerde
ölüm 1000 hatta 2000 gösterildiyse de doğru değildir. Sel hakkında
bir Ermeni vatandaş tarafından yazılmış destan da vardır22”.
Sel hakkında bilgi veren bir başka eserde ise yazar, selde 520 kişinin
öldüğünü ayrıca altı yüz kırk ev ve dükkânın da oturulamayacak hale
geldiğini yazmaktadır. Bunun yanı sıra eserde sel olayını anlatan dörder
mısra ve kırk sekiz kıtadan oluşan “Seylâb-ı Tokat” adında anonim bir
destandan bazı kıtalara yer verilmiştir23.
Her ne kadar Cinlioğlu ve Acunsal’ın verdikleri ölü sayısı arşiv
belgelerinden ulaştığımız rakamlara ile tutmasa da can kayıplarıyla ilgili
mübalağalı haberler yapan gazetelere oranla daha gerçekçidir. 19 Temmuz
1908 tarihli New York Times gazetesi haberinde; Samsun’dan aldığı
mektuba göre toplamda 2.000 kişinin hayatını kaybettiğini bildirmektedir.
Gazeteye göre hayatını kaybedenlerden üç yüzü Tokat hapishanesindeki
mahkûmlar olup koğuşlarında yakalandıkları selde boğularak ölmüşlerdir.
Bu haberde ayrıca altı yüz acemi askerin bu sele kapıldıkları ve sadece yüz
askerin kurtulup geri kalan beş yüz askerin öldüğü bildirilmektedir24.
Hâlbuki Tokat Redif Taburu’ndaki askerlerin toplamının 240 kadar
olduğunu
belgelerden
görebilmekteyiz25.
Yine
haberde Tokat
Hapishanesinde sel nedeniyle ölenlerin sayısı 300 olarak verilmiştir. Ancak
Tokat Hapishânesi’nin mahkûm kapasitesinin 260 kişi ile sınırlı olduğunu
bilmekteyiz26. New York Times’ın haberi; West Coast Times’ın 21
Temmuz27 ve South Jersey Republican gazetesinin 15 Ağustos 1908 tarihli 28
nüshalarında aynen yer almıştır. Bu gazetelerin yanı sıra “Osmanlı
Devleti’nin Son Döneminde Meydana Gelen Sel Baskınları (1857-1913)”
adlı makalesinde Ali Rıza Gönüllü de Tokat’ta meydana gelen sel felaketi
hakkında hatalı bilgiler vermektedir. Yazar başka bir eserden aldığı bilgileri
doğru olarak kabul etmiş ve şu ifadeleri kullanmıştır; “1910 senesinde
21
22
23
Tokat Gaziosmanpaşa Lisesi
Halis Turgut CİNLİOĞLU, a.g.e, s. 52-53.
Ferit ACUNSAL, Gerçeklerin Diliyle Tokat, İstanbul 1947, s. 127-129. Kitapta
yer alan destan kıtaları için Bkz. EK-3.
24
The New York Times, 19 Temmuz 1908.
BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 6.
26
BOA, DH. MKT, 2901/59, lef 1, 20 Temmuz 1325 (2 Ağustos 1909).
27
West Coast Times, 21 Temmuz 1908, s.2.
28
South Jersey Rebublican, 15 Ağustos 1908, s.2.
25
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
185
HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ
Tokat’ta bulunan Behzat deresi sağanak bir yağıştan sonra taşmış ve sel
suları bir kışlayı basarak bir gecede iki bine yakın kişinin ölümüne sebep
olmuştur. Taşkının gece olması ve kışlayı ansızın basması ise, can kaybının
yüksek olmasına yol açmıştır29”. Sel ile ilgili Osmanlı basınında ise çok
ayrıntılı haberler görememekteyiz. İlgili tarihlerde Osmanlı gazetelerinde
yaptığımız araştırmada, Sabah gazetesinin selin olduğu tarihten itibaren iki
aylık bir sürede çıkan nüshalarını incelediğimizde konu ile ilgili iki habere
rastlamaktayız. Bunlardan ilki 2 Temmuz 1908 tarihlidir. Bu haberde;
Tokat’tan aldıkları telgrafa göre geçen Perşembe günü saat dokuz sularında
yağan şiddetli yağmur nedeniyle seller meydana geldiği ve bazı hasarlar
oluşturduğu ifade edilmiştir30. Gazetenin 20 Temmuz 1908 tarihli
sayısındaki haber ise; Tokat’ta selden hasar gören su yollarının tamiri için
gerekli görülen paranın bir an önce gönderilmesi konusundadır 31. İkdam,
Tanin gibi diğer gazetelerde ise selle ilgili bir habere rastlanamamıştır.
Belgelerden elde ettiğimiz tüm bu verilere dayanarak selin Tokat’a
verdiği hasar tablosu şu şekilde karşımıza çıkmaktadır:
Hasar Gören Yapılar
Cami
Su Yolları
Mektep
Medrese
Hamam
Han ve Otel
Değirmen
Mevlevî Dergâhı ve bağlı birimleri
Telgrafhane Binası
Hükümet Konağı
Kadın ve Erkek Hapishanesi32
Hastahane
Hane
Köprü
YEKÜN
Adet
6
4
4
2
2
6
2
4
1
1
1
1
433
2
469
29
Ali Rıza Gönüllü, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Meydana Gelen Sel Baskınları
(1857-1913)”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları
Dergisi, S. 28, Konya 2010, s. 361. Bu ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, yazar selin tarihini
muhtemelen 1326 Hicri tarihi Rumi tarih olarak çevirmiş ve iki senelik bir fark ile yanlış
ifade etmiş, yine ölü sayısında da belgelere başvurmamıştır.
30
Sabah, nr. 6741, 3 Cemaziyülahir 1326, s.2.
31
Sabah, nr. 6759, 21 Cemaziyülahir 1326, s.2.
32
Bu hapishane: Hükümet konağına bitişik emniyet dairesinin alt ve arka kısmında bulunan
yedi koğuşla civarında gardiyan ve jandarma dairelerini içermektedir, (Şükrü MERAL,
Tokat Vilâyeti Sıhhî ve İçtimaî Coğrafyası, Ankara 1938, s. 87).
186
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908)
Hayatını Kaybedenler
Sivil Vatandaşlar
Redif Askerleri
YEKÜN
Adet
208
17
225
Selin Meydana Getirdiği Hasarı Giderme Çalışmaları: 25 Haziran
1908 Perşembe günü meydana gelen bu felaketin meydana getirdiği hasarları
onarmak için hemen ilk andan itibaren çalışmalara başlanmıştır. Tokat
Mutasarrıfı Celal Bey, sel neticesinde zarar görenlere yardım için öncelikli
olarak neler yapıldığı hakkında vilayete bilgi vermiştir. Bu bilgilere göre;
halkın açıkta kalmaması için hamamlar derhal açtırılmış ve halk buralara
yerleştirilmiştir. Şehrin yukarı tarafındaki çarşılar selden etkilenmediği için
oradaki fırınlar gece saat altıya kadar açık tutulmuştur. Bu fırınlarda ekmek
pişirtilmiş ve ihtiyaç sahiplerine dağıtılmıştır. Öte yandan yiyecek ve un
ihtiyacının Amasya ve diğer yerlerden temin edilmesine çalışılmıştır33. Sivas
Valisi Reşid Akif Bey, Tokat’tan olaydan haberdar olur olmaz gönderdiği
telgrafta olay hakkında bilgi verdikten sonra, gerekli yardımın yapılması için
Amasya Mutasarrıflığı’na, Tokat telgrafhane binasının yıkılmasından dolayı
telgrafhanenin içerisindeki aletlerin de kullanılamaz hale gelmesinden ötürü
gerekli iletişimin sağlanması34 için telgraf başmüdüriyetine ve askerler ile
selden zarar gören sivil halkın rahatlarının sağlanması için de Tokat
Mutasarrıflığı ile Liva Kumandanlığı’na telgraflar çekildiğini bildirmiştir.
Reşid Akif Bey ayrıca Sivas Vilâyeti’nin içerisinde bulunduğu mali
yetersizliklerden dolayı Tokat’ta meydana gelen felakete vilayetçe hiçbir
surette yardım edilemeyeceği, dolayısıyla da gerekli yardımların merkezden
yapılması gerektiğini de belirtmiştir35.
Kamu Binalarındaki Hasarların Giderilmesi: Tokat’ta meydana gelen
bu felaket neticesinde bazı kamu binaları hasara uğramıştır. Bu binalar
arasında Tokat hükümet konağı, kadın ve erkek hapishanesi ve hastahane
bulunmaktadır. Dâhiliye Nezâreti’nden Mâliye Nezâretine 16 Mart 1909
tarihinde gönderilen yazıda zarar gören bu yapıların tamiri için gereken para
7.686 kuruş 30 para olarak hesaplanmıştır. Bu paranın gönderilmesi
hakkında Sivas Vilâyeti’nden 24 Ocak 1909 tarihinde gönderilen yazı
gereğince taşra ebniye-i emiriyesi inşaat ve tamiratına ait muamelat hazine
tarafından yapılmakta olduğundan gereken paranın verilmesi istenmiştir36.
33
BOA, İ.HUS, 167/1326.Ca/103 lef 2, 26 Cemaziyülahir 1326 (26 Haziran 1908).
Tokat’ta posta ve telgraf muamelatının tekrar başlaması 14 Temmuz 1908 tarihindedir,
(BOA, T.d, No 521, s. 112. 1 Temmuz 1324).
35
BOA, İ.HUS, 167/1326.Ca/103 lef 2, 26 Cemaziyülahir 1326 (26 Haziran 1908).
36
BOA, DH.MKT, 2769/1, 23 Safer 1327.
34
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
187
HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ
Sel esnasında zarar gören bir diğer kamu binası Tokat Sancağı nüfus
idaresi mahzenidir. 11 Ekim 1908 tarihinde Dâhiliye Nezâreti’nden sadarete
gönderilen bir yazıda; Tokat Nüfus İdaresi mahzeninde iken meydana gelen
selde kullanılamaz hale geldikleri Tokat Livası İdare Meclisi’nin
mazbatasında bildirilen evrâk-ı nakdiyye37 ve defterlerin zimmet-i
mukayyededen düşürülmesinin talep edildiği ifade edilmektedir38. Bu yazıya
Şûrâ-yı Devlet reisi Tevfik mühürüyle gelen 14 Kasım 1908 tarihli cevapta
Tokat Nüfus İdaresi mahzeninde zarar gördüğü belirtilen mevcûdun
hesaplanarak ortaya çıkarılmasının gerekliliği belirtilerek kendilerine
gönderilen tezkirede buna dair bir ifadeye rastlamadıklarına, ayrıca telef olan
malzemenin kimler huzurunda kontrolünün yapıldığı konusunda da açıklık
olmadığına ve tüm bunların dâhiliye muhasebesi tarafından araştırılıp bu
araştırmanın sonucuna göre bir cevap verilmesi istenmiştir39. Bu yazı üzerine
Dâhiliye Nezâreti’nden Şûrâ-yı Devlet’e yazılan 10 Aralık 1908 tarihli
yazıda; nüfus idaresindeki evrakın ortak bir senet ile vali, defterdar, nüfus
nazırı ve sandık eminlerine zimmet edildiği belirtilip Tokat’ta selden zâyî
olan evrâkın durumunun Tokat Meclis İdâresi’nin mazbatasından öğrenildiği
ifade edilmiştir 40. Söz konusu evrakların kayıttan düşülmesi hakkındaki 20
Ocak 1909 tarihinde karar çıkmıştır 41.
Vakıf Eserleri ve Okulların Tamiri: Sel esnasında zarar gören camiler,
okullar ve diğer hayrât yapılarının tamirleri ve yenilenmeleri için Meclis-i
Mahsûs’un gerekli tedbir ve teşebbüsün gösterilmesi için Evkâf-ı Hümâyûn
Nezâreti’ni görevlendirdiğini görmekteyiz42.
Selde Zarar gören vakıf kurumlarından bir tanesi Tokat Mevlevihânesi 43
olup üç adet gayr-i menkulü de selden zarar görmüştür. Bunların onarım
37
Evrâk-ı Nakdiyye: belgelerde esham kavaimi, kavaim-i nakdiyye-i mu’tebere, kavaim-i
nakdiyye, varaka-i nakdiyye, nakid kağıdı, kavaim-i mu’tebere, kaime-i nakdiye gibi çeşitli
isimlerle geçen ve bir çeşit kağıt para gibi alışverişlerde tedavül eden kıymetli kağıt. Bkz.
Ali AKYILDIZ, Para Pul Oldu Osmanlı’da Kağıt Para, Maliye ve Toplum, İstanbul 2003,
s. 34-35.
38
BOA, Şûra-yı Devlet Mâliye (ŞD. ML), 2775/21, lef 3, 15 Ramazan 1326.
39
BOA, DH. MKT, 2679/4, 17 Şevval 1326.
40
BOA, ŞD. ML, 2775/21, lef 2, 16 Zilkade 1326.
41
BOA, DH.MKT, 2713/28, 27 Zilhicce 1326. Söz konusu belgelerde Tokat nüfus idaresi
mahzenindeki mahvolan evrakların miktarı hakkında herhangi bir bilgiye rastlayamadık.
42
BOA, BEO, 3350/251189, 3 Cemaziyülâhir 1326 (2 Temmuz 1908).
43
Tokat Mevlevihanesi hakkında ayrıntılı bilgi için Bkz; Hasan YÜKSEL, “Tokat
Mevlevihanesi”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat
Araştırmaları Dergisi, S. 2, Konya 1996, s. 61-68. ; Mehmet BEŞİRLİ, “XIX. Yüzyılın İlk
Yarısında Tokat Mevlevîhânesi ve Gelirleri İle İlgili Sorunlar”, Fırat Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, C. 13, S. 2, Elazığ 2003, s. 337-373.
188
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908)
masrafının 400 lira olduğu belirtilmiş ve Mevlevi şeyhinin44 de afet sebebi
ile çok müteessir bir halde bulunduğu bildirilmiştir. Dâhiliye Nezâreti de
konuyu Evkaf-ı Hümâyûn Nezâreti’ne bildirerek gerekenin yapılmasını talep
etmiştir45. Ancak Evkâf-ı Hümâyûn Nezâreti’nden Dâhiliye Nezâreti’ne
cevaben gönderilen 24 Eylül 1908 tarihli yazıda; Tokat Mevlevîhânesi’nin
Evkâf-ı Celâliye46’den olduğu ve Hazîne-i Evkâfca herhangi bir varidatı
olmadığı ifade edilmiştir. Ayrıca bir vakıf varidatının diğer bir vakıfa para
sarfı da şer‘an caiz olmadığından Tokat Mevlevîhâne Dergâhı’nın
tamiratının hazîne-i evkâfca yapılmasının mümkün olamayacağı
bildirilmiştir 47. Alınan bu karar da Sivas Vilâyeti’ne 21 Ekim 1908 tarihinde
Dâhiliye Nezâreti’nden gönderilen bir yazı ile tebliğ edilmiştir48.
Sel esnasında zarar gören okulları teftiş için görevlendirilen Sivas Maarif
Müdürü Esseyid Ahmed Muhtar bin Halit’in yazdığı yazıda; meydana gelen
felaket nedeniyle Tokat’taki ibtidâiye mekteplerinin ihtiyaçlarının
karşılanması için tedârik edilmiş akarâtın büyük bir kısmının yıkıldığı
belirtilmiştir. Bu nedenle öğretmen maaşı için para kalmaması neticesinde
birkaç ibtidâiyenin kapatılmasının gerekebileceği ve evlâd-ı memleketin
eğitimden uzak kalacağı ifade edilmiştir. Aynı yazının devamında maarif
dairelerinin yetkileri Maarif Nezâreti tarafından kısıtlı bir bütçe ile
sınırlandırıldığından buraların düzgün bir eğitime kavuşması için halkın
yaptığı yardımların masrafların yarısını bile karşılayamadığı belirtilmiştir.
Ayrıca 100 kuruş maaş ile çalışan öğretmenlerden öğrencilerin hakkıyla
faydalanamadığının tecrübeyle sabit olduğu ve bundan sonra da 100-200
kuruş maaşla bir öğretmen istihdamından fayda sağlanamayacağı ifade
edilmiştir. Yazının son bölümünde çözüm önerisi getiren müfettiş bazı
vilâyetlerde olduğu gibi Sivas Vilâyeti’nde de Zebhiye Vâridâtı’nın 49
%20’sinin bu işler için sarf edilmesiyle şimdiye kadar nazar-ı dikkatten uzak
tutulan ibtidâi mekteplerin yavaş yavaş düzene girebileceğini söylemiştir50.
Tokat’ta sel nedeniyle yıkılmış olan ilkokullar için yeniden tedarik edilecek
44
Burada bahsi geçen Mevlevi Şeyhi, Şeyh Mehmed Hadi Efendi olmalıdır; Hasan YÜKSEL,
a.g.e, s.65.
45
BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 12-13.
46
Evkâf-ı Celâliye: Gelirleri Konya’da medfûn Celâleddin Rumî’ye nispet edilen Mevlevî
tarikati uğrunda sarf olunmak üzere vakfolunan yerler hakkında kullanılır bir tabirdir. Bkz.
Mehmet Zeki PAKALIN, Osmanlı Tarihi ve Deyimleri Sözlüğü, C.I, Milli Eğitim Bakanlığı
Yayını, İstanbul 1993, s. 570.
47
BOA, DH.MKT, 2635/89, 27 Şaban 1326.
48
BOA, DH.MKT, 2635/89, lef 2, 25 Ramazan 1326.
49
İstanbul ve Rumeli’de Serçin-Derçin Resmi de denilen bu vergi, kesilen hayvanlardan
alınan vergidir. Bkz. Mehmet Zeki PAKALIN, (a.g.e.), C.III, s. 178.
50
BOA,Maârif Nezâreti Mektûbî kalemi (MF.MKT), 1081/24, lef 2, 15 Receb 1326 (12
Ağustos 1908).
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
189
HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ
arsalar üzerinde keşif yapılarak düzenlenecek resimlere göre yapılmasının
istendiği ancak bu ilkokullar için para ayrılması mümkün olmadığından
devletçe yeni bir karar alınana kadar eskiden olduğu gibi mahallerince
çaresine bakılmasının gerektiği bildirilmiştir51.
Görüldüğü gibi zarar gören okulların tamiri için ne Evkaf Nezâreti’nden
ne de devletin diğer kurumlarından yardım yapılamamıştır. Halkın kendi
başının çaresine bakması ve ilköğretim eğitiminin kendi çabaları ile
yürütülmesi istenmiştir.
Sel esnasında taşan Behzat Deresi’nin hemen kenarında bulunan Behzat
Camisi de zarara uğramıştı. Caminin tamir masraflarının bir hayırsever
tarafından karşılandığını gösterir bir kitabe halen caminin batı duvarında yer
almaktadır52. Kitabede: “1324 senesi haziranının on ikinci günü zemînden üç
buçuk arşun irtifâ‘ında zuhûra gelen seylâb işbu câmi‘-i şerîfi kısmen tahrîb
etmesiyle Tokâdî Ahmed Lütfi Paşa hazretleri ta‘mîr ettirmiştir” ifadeleri
yer almaktadır.
Su Yolları ve Köprü Tamiri: Selin Tokat’ın su yollarını kullanılamaz
hale getirmesi Tokat Mutasarrıflığı’ndan Sivas Vilayeti’ne 30 Haziran 1908
tarihinde yazılan bir telgrafta ifadesini bulmuştur. Bu telgrafa göre; kasabaya
su taşıyan Aksu, Hacı Ahmed, Marul ve Buzluk Çakan gibi şehir için hayati
önem taşıyan su yolları selden dolayı bozulmuştur. Bazı lağımlar ile
kasabanın ortasından geçen ve sel mecrası olan çayın setlerinin bozulan
yerlerinin de tamiri gerekmektedir. Bunun yanı sıra suların mecrasına dolan
yığınların temizlenmesinin çok önemli olduğuna, bu işlerin ise on beş bin
amele ve yirmi beş bin kuruş masrafla yapılabileceğine ancak buna karşılık
gelecek bir kuruşun bile olmadığına, ahalinin de hemen tamamı denecek
derecede afetten müteessir ve mutazarrır olduğuna dikkat çekilmiştir. Ayrıca
bu telgrafta, bahsedilen sebeplerden ötürü toplanacak ianeden bu işler için
herhangi bir para ayrılamayacağından Tokat’ın 5.000 dolaylarında olan
amele-i mükellefesinin53 3-4 sene bu iş için ayrılması talep edilmektedir 54.
Sivas Valisi Reşid Akif 4 Temmuz 1908’de Dâhiliye Nezâreti’ne yolladığı
telgrafta su yollarının hasarı ile ilgili daha teferruatlı bilgiler vermektedir;
Tokat Kasabası su yollarının tamiri kolay olanları ile çeşme yollarının
mümkün ölçüde tamir edildiği, ancak Tokat’a iki buçuk saat mesafede iki
51
52
BOA, MF.MKT, 1081/24 lef 1, 2 Teşrîn-i Evvel 1324 (15 Ekim 1908).
Bkz. Ek.2.
53
Amele-i Mükellefe: Büyük ve küçük yollarda belirli günlerde çalışmakla yükümlü
kimselerdir. Bu çalışma bedenen olabileceği gibi, para ödeyerek, kendisine ait
hayvanları çalıştırarak yahut yol ile ilgili önceden kararlaştırılmış bir hizmette
çalışarak yerine getirilebilmekteydi, (Düstur, I. Tertip, C. II, İstanbul 1289, s. 303).
54
BOA, İrâde Dâhiliye (İ.DH), 1467/1326.c-29, lef 1, 1 Cemaziyülahir 1326.
190
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908)
büyük su kanalı ve kasabanın iki tarafına su getiren altmış su kanalı ve
kasaba içerisindeki su kanalları ile taksim edilmiş olan Aksuyun, kasabanın
ortasından geçen çayın setlerinin tamamen harap olduğu haber verilmiştir.
Vali yazının devamında kasabanın 4.000-5.000 dolaylarında olan amele-i
mükellefesinin 3-4 sene bu kanalların, yıkılan çayın setlerinin ve lağımların
temizlenmesi işlerine tahsis edilmesi gerektiğini ifade etmiştir55. Meclis-i
Mahsus-ı Vükelâ’da görüşülen bu istekler; Tokat Kasabası amele-i
mükellefesinden on beş bin mükellefin üç sene zarfında mükellefiyetlerini
yerine getirmek üzere bu su yollarının tamiratına tahsis edilmesi ve gereken
yirmi beş bin kuruşun da amele-i mükellefe bedelât-ı nakdiyesinden
ödenmesi şeklinde bir karar almıştır 56. Hemen bir gün sonra ilgili irade de
çıkarak alınan kararlar onaylanmıştır 57. Alınan bu karara istinaden de ilk
sene için 5.000 işçi istihdam edilmiş ve 8.300 kuruş bu iş için ayrılmıştır 58.
Tokat’ın su yollarının durumu ile ilgili Sadaretten, Ticaret ve Nafia
Nezareti’ne yazılan bir diğer belgede de halkın sıkıntı çekmemesi için
gerekenlerin bir an evvel yapılması hususu belirtilirken Tokat
Mutasarrıflığı’ndan da tamir işlerinin ne şekilde yapılması gerektiğinin
bildirilmesi istenmektedir 59. Alınan bu kararlar da Sivas Vilâyeti’ne, dâhiliye
mektubi kalemi telgraf kısmından yollanan bir telgrafta tebliğ edilmiştir60.
Ayrıca Ticaret ve Nafia Nezareti’nden Sivas Vilayetine 1 Ağustos 1908
tarihince çekilen bir telgrafta da Tokat ahalisinin suya olan ihtiyacının
giderilmesinin gerekliliği yanı sıra su mecrasının hali hazırdaki bozuk
şekliyle kalmasının tehlikeli olduğu ve bir an evvel tamir edilmesi gerektiği
belirtilmiştir61. Tokat su yolları ile ilgili alınan bu kararlara rağmen 20
Temmuz 1910 tarihli bir belge bize tamir işlerinin çok hızlı yapılamadığını
göstermektedir. Belgede geçen “Seylâbdan bi’l-külliye dolmuş olan Tokad
Kasabası mecrâsıyla su yollarının tathîri ve harâb sedlerin ta‘mîri için
sarfını muktezî yüz dört bin küsûr kuruşun mevsim-i inşa‘at mürûr etmeden
lüzûm-ı tesviyesi hakkında Sivas Vilâyeti’nden alınan tahrîrât melfûfuyla
berâber savb-ı ‘âlîlerine gönderilmekle mündericâtına ve müsta‘celiyet-i
maslahata nazaran iktizâsında sür‘at-i ‘îfâ ve inbâsı…62” ifadelerinden
55
BOA, İ.DH, 1467/1326.c-29, lef 3-4, 5 Cemaziyülahir 1326.
BOA, I.DH, 1467/1326.c-29, lef 5, 14 Cemaziyülahir 1326 (Kararın tarihi 13 Temmuz
1908).
57
BOA, İ.DH, 1467/1326.c-29, lef 7, 15 Cemaziyülâhir 1326.
58
BOA, Ticâret ve Nâfia Nezâreti Muhâsebe (T.TNF.MH), 369/49, 9 Ramazan 1326.
59
BOA, BEO, 3348/251100, 12 Cemaziyülâhir 1326 (11 Temmuz 1908).
60
BOA, Dâhiliye Mektûbî Perâkende (DH.MKT.PRK), 2278/59, 21 Cemaziyülâhir 1326 (20
Temmuz 1908).
61
BOA, T.TRM, 2269/34, 3 Receb 1326.
62
BOA, Dâhiliye Muhaberât-ı Umûmiye İdâresi (DH.MUİ), 115/17, 7 Temmuz 1326 (20
Temmuz 1910).
56
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
191
HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ
anlaşıldığı gibi selin meydana geldiği 25 Haziran 1908 tarihinden iki sene
sonra bile hasarların tam anlamıyla giderilemediği ve bu konuda kararlar
alınmaya devam ettiği görülmektedir.
Selin meydana getirdiği hasarlardan biri de Behzat Deresi’nin üzerinde
bulunan köprülerin yıkılmasıdır. 19 Temmuz 1908 tarihinde Sivas
Vilayeti’nden Nafia Nezâreti’ne gönderilen bir telgrafta Bağdat Caddesi’nin
Tokat Kasabası içindeki 51. kilometresinde 685. ve 730. metrelerinde
bulunan iki köprünün yıkılmış olduğu belirtilmektedir. Bu köprüler hükümet
konağı ile daire-i askeriyenin de güzergâhında bulunmaktadır63. Bu tarihten
yaklaşık bir ay sonra, Ticaret Nezâreti’nden Sivas Vilâyeti’ne gönderilen
yazıda ise sel dolayısıyla yıkılmış olan ve Sivas Vilâyeti’nce inşaatına
başlanılan iki köprünün Meclis-i Dâire-i Belediyesi’nce inşa ettirilmesi ve
masrafının da yine aynı daire tarafından karşılanması gerektiği Turuk ve
Me‘âbir İdâresi’nden ifâde edilmiştir 64. Bağdat Caddesi üzerindeki bu köprü
tamir çalışmaları yanı sıra aynı caddeye selin taşımış olduğu yığınların da
temizlenmesi gerekmekteydi. Bu yığınların kaldırılmasının masrafını her ne
kadar belediyenin karşılaması gerekse de belediyenin diğer harcamaları
nedeniyle bu defaya mahsus olmak üzere 1.900 kuruş masrafın Ticaret ve
Nafia Nezareti tarafından karşılanmasının uygun olacağı bildirilmiştir65.
Yapılacak olan bu çalışmaların hızlı bir şekilde sürdürülebilmesi için
vekâletle yürütülen Tokat Sancağı’nın mühendisliğine yeni bir atama
gerekmekteydi. Tokat Sancağı’nın mühendisi olan Bekir Sıdkı Efendi’nin
Sivas Vilâyeti başmühendisliğine atanmasından sonra bu mühendislik
kondüktör Faik Efendi tarafından vekâleten yürütülmekteydi. Tokat
Mutasarrıflığı, meydana gelen sel dolayısıyla yıkılmış olan köprülerin,
bozulan yolların tamiri için bir mühendis tayin edilmesini, eğer bu mümkün
olmaz ise Faik Efendi’nin maaşına 150 kuruş zam ile 2. Sınıf kondüktörlüğe
terfi ettirilerek geçici olarak Tokat mühendisliğine atanmasını talep
etmekteydi66. Bu talep kabul edilerek Faik Efendi’nin maaşına (1 Ağustos
1324) 14 Ağustos 1908 tarihinden itibaren 150 kuruş zam yapılmış ve Faik
Efendi 2. Sınıf kondüktörlüğe terfi ettirilerek geçici olarak Tokat
mühendisliğine atanmıştır 67. Böylece Fâik Efendi’ye 300 kuruş da harcırah
verilmiş ve 1.650 kuruş olan maaşı da 1.800 kuruşa çıkartılmıştır 68. Ancak
bu atamanın çok uzun soluklu olmamıştır. Nitekim Sivas Vilâyeti
başmühendisi Bekir Sıdkı Efendi 15 Aralık 1908 tarihinde Turuk ve Me‘abir
63
BOA, T.TRM, 2270/72, lef 2, 19 Cemaziyülâhir 1326.
BOA, T.TRM, 2270/72, lef 1, 19 Receb 1326.
65
BOA, T.TRM, 2268/21, 20 Cemaziyülâhir 1326 (20 Temmuz 1908).
66
BOA, T.TNF.MH, 364/88, 15 Receb 1326.
67
BOA, T.TNF.MH, 364/108, lef 2, 16 Receb 1326.
68
BOA, T.TNF.MH, 364/99, 15 Receb 1326.
64
192
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908)
İdâresi’ne yazdığı telgrafta; Sivas Vilâyeti’nde kendisinden ve Amasya’da
tecrübesiz bir muavininden başka mühendis bulunmadığını belirtir. Sıdkı
Efendi, Tokat’ta meydana gelen sel nedeniyle yedi aydan bu yana sürekli
Tokat Sancağı’na gidip geldiğini ve bu nedenle de adeta seyyar mühendis
olduğunu bildirmektedir 69.
Selin Hasarlarını Gidermek İçin Yapılan Mali Çalışmalar: 27
Temmuz 1908 tarihindeki telgrafta ise Sel nedeni ile İstanbul Şehreminisi70
başkanlığında ilgili kişilerden bir komisyon kurulduğu bildirilmiştir. Bu
telgrafta; Dersaadetçe de yardım toplanmasının bu komisyonda
kararlaştırıldığı ve hasar hakkında bütün bilgiler alındıktan sonra mevcut
duruma göre mali tedbirler alınmasının ve zarar görenlerin daha sonra
belirlenmesinin uygun olduğu belirtilmiştir. Sivas Vilayeti cevabi telgrafında
hasarın toplamının tahminen 110.000 lira olduğunu bildirmiştir71.
Tokat Mutasarrıflığından alınan bir telgrafta, her şeyin paraya dayandığı
ve bu yüzden ve ilk etapta 50.000 kuruş gönderilmesi gerektiği ifade
edilmekteydi72. Meclis-i Vükelâ’nın 2 Temmuz 1908 tarihindeki yazısında,
verilecek bu miktardan başka 100.000 kuruşu hazineden, 50.000 kuruşu da
Ziraat Bankası’ndan olmak üzere 150.000 kuruş daha verilmesinin
gerekliliği bildirilerek bölgedeki memurların ihtiyaçlarının giderilmesi için
geçen sene ve bu seneki biriken maaşlarından üçer aylığının da ödenmesi
karara bağlanmıştır73. Alınan bu karar bir gün sonra, yani 3 Temmuz 1908
tarihinde Padişah tarafından da onaylanmıştır. Bu kararlarla ilgili Sivas
Vâlisi Reşid Akif 7 Temmuz 1908 tarihinde sadarete yolladığı bir telgrafta
selzedeler için mal sandığı ve Ziraat Bankası’ndan sarfına karar verilen
200.000 kuruşun bir an evvel gönderilmesi gerektiğini belirtmektedir74.
Sadaretten konu ile ilgili bir gün sonra Maliye ve Ticaret nezaretlerine
yollanan telgrafta Sivas Vilâyeti’nden gelen telgrafta henüz kararlaştırılan
ödemelerin yapılmadığının bildirildiği ve konunun aciliyetine binaen
gerekenin derhal yapılması istenmiştir75. Ticaret ve nafia nâzırı 12 Temmuz
1908 tarihindeki telgrafında; Tokat selzedeleri için ödenmesi kararlaştırılan
200.000 kuruştan 50.000 kuruşun mal sandığına veya bu iş için kurulacak
komisyona verilmesi için Tokat Ziraat Bankası memuriyetine telgraf
çekildiği ayrıca durumdan Sivas Vilâyeti’nin de haberdar edildiği
69
BOA, T.TRM, 2275/57, 2 Kanun-ı Evvel 1324.
70
Bu tarihte İstanbul Şehreminisi, Reşid Mümtaz Paşa’dır. Bkz: Osman Nuri Ergin,
İstanbul Şehreminleri, (Haz. Ahmed Nezih Galitekin), İstanbul 1996, s. 182.
71
BOA, T.TRM, 2275/57, lef 11. 28 Cemaziyülahir 1326 (27 Temmuz 1908).
BOA, T.TRM, 2275/57, lef 6.
73
BOA, İ.DH, 1467/1326.c-29, lef.6.
74
BOA, BEO, 3352/251357, lef 2, 8 Cemaziyülâhir 1326 (7 Temmuz 1908).
75
BOA, BEO, 3352/251357, lef 1, 9 Cemaziyülâhir 1326 (8 Temmuz 1908).
72
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
193
HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ
bildirmiştir76. Selin zararlarının ne kadar masrafla karşılanacağı hususunda
Tokat Mutasarrıflığı, 8 Temmuz 1908 tarihinde Şehremaneti’ne yazdığı
yazıda; “Tokat Kasabası’nda vukû‘bulan selden mahv ve harâb olan hâne ve
ma‘âbid-i İslamiye ile mebâni-i sâ’ire ve hayvanât ve eşyâ ve emti‘â-i
ticâriyenin mecmû’ kıymeti 110.000 lira raddesindedir” ifadeleriyle selin
yol açtığı hasarın maliyetini ifade etmiştir77. 15 Temmuz 1908 tarihinde sel
için kurulan komisyonun başkanı durumunda bulunan Şehremini’den
Dâhiliye Nezâreti’ne yazılan yazıda; felaketin yaralarının sarılması için
gereken miktarın 110.000 lira kadar olduğunun belirtilmiştir. Şehremini
ayrıca Dersaadet’de kendisi başkanlığında bir yardım komisyonu teşkil
edildiği, ancak bu tür yardım işlerinin sayısının çok olması ve yardım
miktarının bağışçıların arzusuna bağlı olması nedeniyle neticesinin birçok
benzeri kampanyadan tecrübe edildiği üzere umulmadık sonuçlar
verebileceğine dair uyarılar yapmıştır 78. Dâhiliye Nezâreti aldığı bu telgrafa
binaen 27 Temmuz 1908 tarihinde sadarete gönderdiği telgrafta selzedeler
için şehremini riyasetinde bir komisyonun teşkiliyle Dersaadetçe de yardım
toplanılmasının kararlaştırıldığı ve hasar hakkında bütün bilgiler elde
edildikten sonra mali tedbirlere karar verilmesinin daha uygun olacağını
belirtmiştir 79.
Yapılan bu yazışmalar neticesinde gerek İstanbul’dan gerekse diğer
yerlerden yardımlar toplanarak selden zarar görenler için kullanılmaya
başlanmıştır. Toplanan bu yardımların Tokat’a taksitler halinde
ulaştırıldığını anlamaktayız. 24 Ocak 1909 tarihinde Dâhiliye Mektûbî
Kalemi’nden Sivas Vilâyeti’ne gönderilen bir yazıda; Tokat selinde yıkılan
hanelerin yeniden inşasına güçleri olmayanlar için birer mesken tedarik
olunmak üzere toplanılan yardımlardan inşaat masraflarının iki taksitinin
gönderilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Üçüncü taksitin yollanmadığı bunun
için de yapımlarına başlanan evlerin tamamlanamadığı ayrıca yağmurlar
sebebiyle harap olmak üzere oldukları ve ailelerin de kış mevsiminde sefalet
içinde olduklarından bahis ile verilmeyen üçüncü taksitin bir an evvel
gönderilmesi isteklerini içeren dilekçelerin sadarete yollandığı
belirtilmiştir80. Konu ile ilgili Sivas Vilâyeti’nden Dâhiliye Nezâreti’ne
gönderilen 21 Haziran 1909 tarihli yazıda 24 Ocak 1909 tarihli emirname
üzerine Tokat Sancağı Mutasarrıflığı’ndan alınan cevapnamelerde belirtilen
bazı hususlar sıralanmıştır. Bunlar arasında; hasara uğrayan kamu binaları
camiler, bağ ve bahçeler, haneler ve dükkânların içerisinde bulunup zarar
76
BOA, BEO, 3354/251543, lef 2, 13 Cemaziyülâhir 1326 (12 Temmuz 1908).
BOA, DH.MKT, 1266/18, lef 5, 9 Cemaziyülâhir 1326 (8 Temmuz 1908).
78
BOA, BEO, 3349/251160, lef 2, 16 Cemaziyülâhir 1326 (15 Temmuz 1908).
79
BOA, BEO, 3349/251160, lef 2, 16 Cemaziyülâhir 1326 (15 Temmuz 1908).
80
BOA, DH.MUİ, Dosya No 13-1, Gömlek No 11, lef 1, 2 Muharrem 1327.
77
194
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908)
gören eşya ve diğer zayiatın hasarları hariç olmak üzere sadece açıkta
kalanların yerlerine yerleştirilmeleri, kısmen ve tamamen yıkılan evlerin
oturulacak bir hale sokulmaları için keşifleri yaptırılan altı yüzden fazla evin
inşaatı için gereken masrafların ve bu sırada acezeye verilen tayinat
bedelinin 5.350 liraya ulaşmış olduğu bildirilmektedir. Ayrıca hazine ve
bankadan verilen 200.000 kuruşla merkez vilayete mülhak Kangal, Bünyan,
Hamid ve Darende kazalarıyla Karahisar-ı Şarkî Livasından 20.115,
Amasya’dan 18.000, Samsun Reji Nezâreti’nden 5.400 ve Tokat Sancağı’na
bağlı Erba’a ve Niksar kazalarından 24.000 kuruş olmak üzere toplamda
267.515 kuruş81 toplandığı belirtilmiştir82. Toplanan bu yardımın 23.000
kuruşu ihtiyaç sahiplerine sarf edilmek için ayrılarak kalanı yani 244.515
kuruşu sırayla birinci ve ikinci taksit olarak komisyon huzurunda Tokat
Sancağı’na gönderilmiştir. Bununla birlikte mesken masrafı ve aceze
yevmiyesi için 2.600 lira açığın olduğu da ifade edilmiştir. İkinci mertebede
hasara uğrayanların zararlarını giderme konusunda herhangi bir yardım
yapılamadığı için 4.000 lira daha paraya ihtiyaç olduğu belirtilmiştir. Civar
vilâyetlerin birçoğu da toplamayı taahhüt ettikleri yardım miktarını
toplayamadıklarından ve alınan dilekçelerde83 selzedelerin felaketinin
boyutları görülebildiğinden, başka bir surette buraya yardım yapılamadığı
ifade edilerek mevcut durumda ancak ve ancak Devlet tarafından bir tedbir
alınması gerektiği bildirilmiştir84. İhtiyaç duyulan paranın bulunması için
birçok yol denendiği görülmektedir. 10 Temmuz’da Şehremaneti’ne
gönderilen bir yazıda Tokat’ta ihtiyaç duyulan 4.000 liranın yeniden yardım
toplanarak temininin mümkün olmadığı ve ancak devlet eliyle bu paranın
verilebileceği belirtilerek toplanan yardımlardan henüz harcanmamış olan
paranın miktarını gösterir bir pusula yollanması istenmiştir85. Şehremaneti
ise 29 Temmuz tarihli Dâhiliye Nezâreti’ne gönderdiği yazısında gerekli
olan paranın ‘Ayn-ı Zübeyde86 ianesinden verilmesinin kendisinden
istendiğini ifade etmektedir. Fakat Şehremaneti, kendi bünyesinde yardımları
ortak bir havuzda topladığını ve mevcut nakdin ‘Ayn-ı Zübeyde’de yapılan
tamirata harcandığını ve bu nedenle buradan para aktarılmasının mümkün
81
Belgede bu toplam sehven 268.300 kuruş olarak gösterilmiştir.
BOA, DH.MUİ, 13-1/11, lef 3, 2 Cemaziyülâhir 1327.
83
9 Mayıs 1325 Tarihinde Tokat’ın Soğukpınar Mahallesi sakinleri tarafından, verilmesi
kararlaştırılan üçüncü taksitin ödenmesi hususunda dilekçe verildiğini görmekteyiz, (BOA,
DH.MKT, 2811/65, lef 2, 23 Rebiülahir 1327).
84
BOA, DH.MKT, 2811/65, lef 2, 23 Rebiülahir 1327.
85
BOA, DH.MKT, 2811/65, lef 2, 23 Rebiülahir 1327.
86
Harun Reşid’in eşi Hz. Zübeyde’nin Mekke-i Mükerreme’ye su getirmek için yaptırdığı su
yoluna ve bu suya verilen isim. Şemseddin Sami, Kâmûsu’l-‘alâm, C.IV, Mihran Matbaası,
İstanbul 1311, s. 2415.
82
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
195
HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ
olmadığını bildirilmiştir87. Mâliye Nezâreti de 6 Eylül’de Tokat selzedeleri
için gerekli olan dört bin liranın bu seneki bütçede karşılığının olmadığından
bahisle maliye bütçesine dahil olan mesârif-i gayr-i melhûz tertibinden
ödenmesini talep eden bir yazı kaleme almıştır88. Mâliye Nezâreti’nin bu
görüşü üç gün sonra Meclis-i Vükelâ’da görüşülmüş ve hükümetçe daha
önce mümkün olan yardımın yapıldığı ve mali yapının müsait olmaması
nedeniyle tekrar bir tahsisat yapılamayacağı kararına varılarak durumun
Sivas
vilayetine
bildirilmesi
hususunda
Dâhiliye
Nezâreti
görevlendirilmiştir 89. Sivas Vilâyeti’ne konu ile ilgili yazı 21 Eylül 1909
tarihinde bildirilmiş90 ve istenilen dört bin lira temin edilememiştir. Devletin
mali yapısı ne yazık ki bu gibi yardımların yapılmasına müsaade
etmemekteydi. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki 25 Ekim 1910 tarihli bir
belgede bu durum tescillenmektedir. “Ba‘zı mahallerde seylâb ve harîk ve
hareket-i ‘arz gibi âfattan musâb olanların iskân ve i‘âşeleri için muktezî
mebâliğin tesviyesi hakkında evvel ve âhir vârid olub Mâliye Nezâreti’nden
bu kere gelen cevâbda bu gibi mebâliğ öteden beri Meclis-i Vükelâ karârına
tevfîkan hazînece mesârif-i gayr-i melhûza tertîbine tediye edilegelmekte ise
de tertîb-i mezkûr elyevm mesdûd bir halde bulunduğuna binâ’en husûsât-ı
mezkûre hakkında şimdi bir gûna mu‘âmele icrâsına imkan kalmadığı
dermiyân kılınmıştır efendim91.
Selden Zarar Görenlerin Yakınlarına Yapılan Yardımlar: Tüm bu
olumsuz gelişmelere rağmen yaraların sarılması hususunda büyük çabalar
gösterilmekteydi. Sel esnasında hayatını kaybedenlerin bazılarının
yakınlarına maaş bağlama çalışmalarının olduğunu belgelerden
görebilmekteyiz. Bunlara bakacak olursak; 18 Ekim 1908 tarihinde Mâliye
Nezâreti’ne hitaben gönderilen telgrafta Tokat ulemasından olup sel
esnasında boğularak hayatını kaybeden Mehmed Efendi’nin kızları Adeviye,
Ayşe Sıdıka ile eşi Fatıma hanımlara uygun miktarda maaş bağlanması
hakkında Sivas Vilâyeti’nden gelen yazıya istinaden gereğinin yapılması
istenmiştir92. Sel esnasında görev yeri olan telgrafhane ile birlikte sel
sularına kapılıp vefat eden telgraf kavaslarından ve Sivas’ın Kösedere-i
Zımmî Mahallesi ahâlîsinden Peşkirci oğlu Abdülvahab Efendi’nin annesi,
eşi ve çocuklarına maaş bağlanması 10 Eylül 1908 tarihinde istenmektedir93.
Ancak bu maaşın hemen bağlanamadığını görmekteyiz. Sivas Vilâyeti
87
BOA, DH.MUİ, 13-1/11, lef 5, 11 Receb 1327.
BOA, BEO, 3636/272652, lef 2, 20 Şaban 1327.
89
BOA,Meclis-i Vükelâ (MV), 131/49, lef 2, 23 Şaban 1327.
90
BOA, DH.MUİ, 13-1/11, lef 6, 6 Ramazan 1327.
91
BOA, Dâhiliye Mütenevvia (DH.MTV), 52-1/7, lef 4, 20 Şevval 1328.
92
BOA, DH.MKT, 2834/19, 22 Ramazan 1326.
93
BOA, DH.MUİ, 41-1/4, lef 1, 28 Ağustos 1324 (10 Eylül 1908).
88
196
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908)
durumu tekrar tekrar yazmasına rağmen aradan bir sene geçtiği halde hala
maaş tahsisi yapılmadığını Sivas valisinin 20 Kasım 1908 tarihli yazısından
anlıyoruz94. Mevcut maaş tahsisi hakkındaki Mâliye Nezâreti’ne yazılan son
yazıda bir an evvel gerekli tahsisatın yapılması bildirilmektedir95. 12 Aralık
1908 tarihli sadarete yazılan diğer bir yazıda selde yıkılan telgraf binasından
yaralı olarak kurtulan telgraf müdürü İbrahim Edhem Efendi’ye yarım maaş
bağlanmış olduğunu ancak müdürün maaşının tam olarak verilmesi gerektiği
bildirilmiştir 96.
Tespit ettiğimiz bir başka dilekçede ise; Tokatlı El-Mû‘izâde Hacı Sâlih
Efendi: Oğlu, Hacı İbrâhim’in selden vefât etmesi dolayısıyla hiçbir iş ile
ilgilenemez durumda olduğunu belirterek bu nedenden ötürü Trablusgarb
Vilâyeti’nde mecbûrî ikâmette olan diğer oğlu Ziyâ Efendi’nin Tokat’a
naklini istemektedir97. Konu ile ilgili Dâhiliye Nezâreti, Ziyâ Efendi’nin
genel aftan yararlandığını ve bu nedenle öncelikle kendisinin nerede
olduğunun tespiti ve akabinde memleketine gönderilmesi hususunu bir ay
sonra Trablusgarb Vilâyeti’ne gönderdiği yazı ile bildirmiştir98.
Sel dolayısıyla verilen dilekçelerden birinde Tokat eski müftüsü Hacı
Hasan Efendi’nin oğlu Mehmed Sâdık, kendisinin Tokat’ta bazı kalemiye
hizmetinde bulunduktan sonra bir memuriyet amacıyla İstanbul’a geldiğini,
ancak birkaç aydan beri başvurduğu yerlerden “hasbe’l-kader” henüz bir
cevap alamadığını ifade etmiştir. Mehmed Sâdık Bey devamla, Tokat’ta
meydana gelen sel nedeniyle ailesinin düştüğü zor durumdan dolayı
istemeyerek de olsa alelacele geri döndüğünü ve Tokat’ta şu anda boş
durumda olan peykverlik görevinin kendisine verilmesini istemiştir. Eğer bu
görev kendisine verilirse edineceği tecrübe ile kondüktörlük yapmak için
kendisini yetiştireceğini bildirmiştir99. Belgenin arka tarafındaki yazıda ise
bu görevin boş olmadığı ve açılacak kondüktörlüklere on beşten fazla aday
olduğu belirtilerek bu tür dilekçelerin yerine getirilmesinin uygun
olmayacağı ifade edilmiştir.,
Selde hayatını kaybeden veya görev yapamayacak hale gelen memurların
yerine yenileri göreve getirilmiştir. Vefat edenlerden birisi olan polis Murad
Remzi Efendi’nin yerine 7 Temmuz 1908 tarihinden itibaren Merzifon
Kazası polis memurluğundan ayrılan Mehmed Kâmil Efendi atanmıştır 100.
94
BOA, DH.MUİ, 41-1/4, lef 3, 7 Zilkade 1326 (20 Kasım 1909).
BOA, DH.MUİ, 41-1/4, lef 2, 22 Teşrin-i Sani 1325 (5 Aralık 1909).
96
BOA, DH.MKT, 2681/1, 18 Zilkade 1326.
97
BOA, DH.MKT.PRK, 2797/43, 16 Receb 1326.
98
BOA, DH.MKT.PRK, 2797/43, lef.2, 25 Şaban 1326.
99
BOA, T.TRM, 2268/52, 21 Cumadelâhir 1326 (21 Temmuz 1908).
100
BOA, Zabtiye Nezâreti (ZB), 115/67, 13 Cumadelâhir 1326 (12 Temmuz 1908).
95
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
197
HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ
Bir diğer atama telgraf müdürlüğüne yapılmıştır. Selde yaralanan telgraf
müdürü İbrahim Edhem Efendi’nin yerine, Sivas kolu posta memuru Şevket
Efendi vekâleten atanmıştır101.
Sonuç: Tarihi boyunca çeşitli doğal afetlere maruz kalan Tokat şehrinin
1908 senesinde yaşadığı bu felaket uzun süre hafızalarından silinmemiştir.
Halk tarafından “Büyük Sel” olarak anılan bu olayda iki yüzden fazla kişi
hayatını kaybetmiş, binlerce kişi evsiz kalmıştır. Bu felaket şehir sakinlerine
büyük bir travma yaşatmıştır.
Selin meydana geldiği tarihten itibaren şehirdeki hasarın giderilmesi için
çalışmalar hemen başlamıştır. Ancak, gerek Osmanlı Devleti’nin içerisinde
bulunduğu mali yetersizlikler ve gerek felaketlerde yardımlarına başvurulan
halkın çoğunluğunun fakir olmaları hasebiyle selin yaralarının sarılması kısa
sürede mümkün olamamıştır. Belgelerden görebildiğimiz kadarıyla selde
evlerini kaybedenler için yeni yerleşim yapılması, şehrin su yollarının tamiri,
selde hayatını kaybedenlerin yakınlarına maaş bağlanması gibi işlemler
aradan bir hatta bazen iki sene geçmesine rağmen yapılamamıştır. Eğitimin
temelini oluşturan ve selde zarar gören ilkokulların tamirinde de halk kendi
kaderiyle baş başa bırakılmıştır.
Şehircilik anlayışında felaketleri önleyici ya da yıkıcı etkisini azaltıcı bir
düzenlemenin olmadığını aynı yerde kırk yıl arayla meydana gelen iki selden
anlayabilmekteyiz. Neticede 1908 Tokat Seli; hayatını kaybedenler, geride
kalanlar, yıkılan binalar ve tüm bunların düzeltilmesi için ortaya konan
çabalarla şehrin tarihindeki yerini almıştır.
101
BOA, DH.MKT, 2681/1, 18 Zilkade 1326.
198
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908)
EKLER
Ek-1: Tokat Telgrafhane Binası102.
102
H. 1325 senesi Sivas Vilâyet Salnâmesi’ndeki bu fotoğrafta hükümet binasının ön
tarafında derenin hemen kenarında görülen bina Halis Turgut Cinlioğlu’nun sel esnasında
yıkılan telgrafhane binasını tarifine uymaktadır. Sivas Vilâyet Salnâmesi, Sivas Vilâyet
Matbaası, 1325, s. 144.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
199
HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ
Ek-2: Behzat Camisi duvarındaki kitabe.
200
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908)
Azaroğlu hanı ne idi öyle
Orda olan ziyân gelir mi dile?
Altı katı lebâleb hayvanlar ile
Nice rahvan gitti, nice küheylân
__________
Telgrafhâneyi alınca seller
Müdür bey Sivas’a verirmiş haber
Güç halle kurtuldu oldu bîkeder
Lâkin kavas gitti o sâdık merdan
__________
Behzatta bir adam kapılmış sele
Evlâdı beraber tutup el ele
Helallaşıp onlar birbiri ile
Bağırdıla Hakk’a, yetiş Yaradan!
__________
Sel sürerken biri tutmuş kavağı
Sarılmış ağaca kalmış bayağı
Topal olmuş sonradan bir ayağı
Kendisi sağ, vâde yetmemeiş el‘an
___________
Şaşırdı zavallı Kahveci Hacı
Bağıran çağıran çok acı acı
Hem havuzdan çıktı bir arzuhalcı
Artık hangi birin eyleyim beyan
____________
Ertesi gün herkes terkedip işi
Zatiât aradı erkek ve dişi
Han altından çıktı kanun çavuşu
Kemerinde nakit, göğsünde nişan
____________
Mevtaların bir kısmı bulundu Kazovadan
Bazıları da çıktı komşumuz Amasya’dan
Yirmi üç can ölüsü tutulmuş Çarşambadan
Bulanlar şaşırmış kalmışlar hayran
Ek-3: “Seylâb-ı Tokat” Destanının Bazı Kıtaları.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
201
HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ
KAYNAKLAR
Arşiv Kaynakları
Başbakanlık Osmanlı Arşivi
BOA, BEO, 3344/250769; 3345/250862; 3348/251100; 3349/251160; 3350/251183;
3350/251189; 3352/251357; 3354/251543; 3354/251545; 3636/272652.
BOA, DH.MKT, 1266/15; 1266/18; 2635/89; 2679/4; 2681/1; 2681/151; 2713/28;
2769/1; 2811/65; 2834/19; 2901/59.
BOA, DH.MKT.PRK, 2278/59; 2797/43.
BOA, DH.MTV, 52-1/7.
BOA, DH.MUİ, 13-1/11; 41-1/4; 115/17.
BOA, Evkaf Defterleri, No, 17971.
BOA, İ.DH, 1467/1326.c-29.
BOA, İ.HUS, 167/1326.Ca/103.
BOA, İ.MVL, 479/21696.
BOA, MF.MKT, 1081/24.
BOA, MV, 131/49.
BOA, ŞD. ML, 2775/21.
BOA, T.d. No 521.
BOA, T.TRM, 2268/21; 2268/52; 2269/34; 2270/72; 2275/57.
BOA, T.TNF.MH, 364/88; 364/99; 364/108; 369/49.
BOA, ZB, 115/67.
Süreli Yayınlar:
Düstur, I. Tertip, C. II, İstanbul 1289.
Sabah, Numara 6741, 3 Cemaziyelahir 1326.
Sabah, Numara 6759, 21 Cemaziyelahir 1326
Sivas Vilayet Salnamesi, Sivas Vilâyet Matbaası, Sivas 1325.
South Jersey Rebublican, 15 Ağustos 1908.
The New York Times, 19 Temmuz 1908.
West Coast Times, 21 Temmuz 1908.
Kaynak Eserler ve İncelemeler:
Acunsal, Ferit, Gerçeklerin Diliyle Tokat, İstanbul 1947.
Aktaş, Esat, XIX. Yüzyılın Son Çeyreğinde Tokat Sancağı, Gaziosmanpaşa
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Tokat
2009.
Akyıldız, Ali, Para Pul Oldu Osmanlı’da Kâğıt Para, Maliye ve Toplum, İstanbul
2003.
202
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908)
Beşirli, Mehmet, “XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Tokat Mevlevîhânesi ve Gelirleri İle
İlgili Sorunlar”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. 13, S. 2., Elazığ
2003.
Cinlioğlu, Halis Turgut, Osmanlılar Zamanında Tokat, Tokat 1973.
Ergin, Osman Nuri, İstanbul Şehreminleri, (Haz. Ahmed Nezih Galitekin), İstanbul
1996.
Gönüllü, Ali Rıza, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Meydana Gelen Sel
Baskınları (1857-1913)”, SelçukÜniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 28, Konya 2010.
Karpat, Kemal H, Osmanlı Nüfusu 1830-1914, İstanbul 2010.
Meral, Şükrü, Tokat Vilâyeti Sıhhî ve İçtimaî Coğrafyası, Ankara 1938.
Öngör, Sami, Coğrafya Terimler Sözlüğü, Ankara 1980.
Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarihi ve Deyimleri Sözlüğü, C. I, Milli Eğitim
Bakanlığı Yayını, İstanbul 1993.
Şemseddin Sami, Kâmûsu’l-‘alâm, C. IV, Mihran Matbaası, İstanbul 1311.
Yüksel, Hasan, “Tokat Mevlevihanesi”, SelçukÜniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 2, Konya 1996.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203
203
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ YAYIN İLKELERİ
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi’nde, aşağıda belirtilen şartlara
uygun makaleler yayınlanır:
1. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Ocak ve Temmuz ayları
olmak üzere yılda iki sayı olarak yayınlanan uluslararası hakemli bir dergidir.
Yazılar önce Yayın Kurulu tarafından incelenir ve uygun görülenler konunun
uzmanı olan en az iki (2) hakeme gönderilir. Hakemlerden gelen raporlara göre
yazıların neşredilip neşredilmeyeceğine karar verilir.
2. Derginin dili Türkiye Türkçesidir. Ancak her sayıda iki makaleyi
geçmemek kaydıyla diğer Türk lehçeleri ile yabancı dillerde makalelere de yer
verilebilir.
3. Makalelerin dergimizde yayınlanabilmesi için daha önce başka bir yerde
yayınlanmamış veya yayınlanmak üzere kabul edilmemiş olması gerekir. Bilimsel
bir toplantıda sunulmuş ve yayınlammamış bildiriler, bu durum belirtilmek şartı ile
dergimizde yayınlanmak üzere kabul edilebilir.
4. Yazıların her türlü ilmi sorumluluğu yazarlarına aittir.
5. Yazılarda Türk Dil Kurumunun yazım kurallarına uyulur.
6. Yazılar, MS Word programına göre kâğıdın bir yüzüne Times New Roman
yazı karakteriyle, 11 punto, tek satır aralığında, A4 kâğıdına kenar boşlukları, üst 6
cm, alt 5 cm, sağ ve sol 4 cm, üst bilgi 5 cm, alt bilgi 4.5 cm, cilt payı 1 cm olacak
şekilde düzenlenir.
7. Yazılar üç nüsha (iki nüshasında isim, unvan ve çalıştığı kurum
belirtilmeden) ve bir CD olarak editöre gönderilir. 20 sayfayı geçen yazılar dergide
yayınlanmayabilir.
8. Yazılardaki paragrafların ilk satırı 0.5 cm içeriden başlayacaktır. Ana başlık
büyük harfle ve metin gövdesini ortalayacak şekilde, sayfanın üstünden 4 satır
aşağıda, alt başlıklar ise paragraf düzenine uygun olarak (0.5 cm içeriden)
konulacaktır. Başlık yazısının sağ alt tarafına yazar veya yazarların adları yan yana
yazılır. Yazar ad/adları yazılırken herhangi bir akademik unvan belirtilmez. Yazarın
akademik unvanı, çalıştığı kurum (üniversite, fakülte, bölüm veya diğer) adları ve
elektronik posta adresi dipnot biçiminde sayfanın altına yazılmalıdır. Akademik
unvan dışında başka unvan kullanılmaz.
9. Başlık yazısı ve yazar adlarından hemen sonra Türkçe özet yer alır (Büyük
harfle ve sayfanın ortasına gelecek şekilde ÖZ sözcüğü yazılır). Konunun Türkçe
özeti 200 kelimeyi geçemez. Türkçe özetten sonra İngilizce özete yer verilir. Her iki
özetin altında Anahtar Kelimeler-Keywords (3-8 kelime) yazılır. Büyük harflerle
yazılmış İngilizce özet (ABSTRACT) başlığının altına eserin yabancı dildeki adı
yazılır.
10. Araştırma ve inceleme dalındaki yazılar Öz (Türkçe ve İngilizce) makale
metni şeklinde düzenlenir. Yabancı dilde yazılan yazılarda yukarıdaki bölümlerin
yabancı dildeki karşılıkları kullanılır ve aynı düzenlemeye uyulur.
11. Dipnotlarda İzlenecek Yöntem: Bilimsel bir yazıda kullanılan
kaynakların künyesi dipnot olarak sayfa altında gösterilir. Yararlanılan kaynaklar ilk
geçtikleri yerlerde ayrıntılı ve aşağıdaki örneklerde belirtilen sıralamaya uygun
olarak verilir.
Kitaplar: Yazar Adı Soyadı, Kitap Adı (italik), Baskı Sayısı, Yayın Yeri
ve Yılı, Sayfa Numarası.
Örnek: İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, 10. Baskı, İstanbul 1993, s.
111.
Eğer ikinci kez geçiyorsa; İ. Kafesoğlu, a.g.e., s. 112.
b. Makaleler: Yazar Adı Soyadı, Makale Adı (tırnak içinde), Dergi/Kitap Adı
(italik), Cilt No, Sayı, Yayın Yeri ve Yılı, Sayfa Numarası.
Örnek: Nevzat Özkan, “Gagavuz Türkçesinin Sözlükleri Üzerine”, Türk
Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, Sayı 12/2, Ankara Güz 2001, s. 749.
Eğer ikinci kez geçiyorsa; N. Özkan, a.g.m., s. 750.
c. Dipnotlardaki bilgilerden sonra verilecek kaynakların parantez içinde
verilip verilmeyeceği yazarın takdirine bırakılmıştır.
12. Kaynakçada İzlenecek Yöntem: Sayfanın ortasına büyük harflerle
KAYNAKÇA yazılacaktır. Kaynakçadaki eserler 10 punto yazılmalıdır. Eserler
yazar soyadına göre alfabetik olarak sıralandığından, eserlere ayrıca sıra veya bölüm
numarası verilmeyecek ve yazarların unvanları kullanılmayacaktır. Kaynak listesi,
yazarın soyadı, adı, varsa makalenin başlığı (tırnak içinde), dergi veya kitabın adı
(italik), varsa derleyen veya çevirenin adı, cildi, sayısı, birden fazla basıldıysa
kaçıncı baskı olduğu, basım yeri ve yılı biçiminde verilir. Aynı yazarın birden fazla
eseri kaynak olarak kullanılmışsa basım tarihine veya alfabetik sıraya göre eskiden
yeniye doğru dizilmelidir. Erişim tarihi belirtilerek internet tabanlı kaynaklar da
kullanılabilir.
Örnek: http://arsiv.sabah.com.tr/arsiv/2002/05/10/s01.html
a. Kitaplar: Yazar Soyadı, Adı, Kitap Adı (italik), Baskı Sayısı, Yayın Yeri ve
Yılı.
Örnek: Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2001.
b. Makaleler: Yazar Soyadı, Adı, Makale Adı (tırnak içinde), Dergi/Kitap Adı
(italik), Cilt No, Sayı, Yayın Yeri ve Yılı, Sayfa Numarası.
Örnek:Uydu Yücel, Mualla, “Kuman Kıpçakların Tarihinde İgor Destanı’nın
Yeri ve Önemi (4 resim ile birlikte)”, Belleten, sayı 258, Ağustos 2006, s. 523-560.
13. Gönderilen yazılara ait resim, şekil ve grafikler sayfa yazım alanını
taşmayacak biçimde net ve ofset baskı tekniğine uygun olmalıdır. Bunların sıra
numarası ve adı her şeklin veya grafiğin altında verilmelidir.
14. Derginin aynı sayısında, ilk isim olarak bir yazarın birden fazla eseri
basılamaz.
15. Makalesi yayınlanan yazarlara iki adet dergi verilir.
16. Dergimizde basılmayan yazılar yazarlarına iade edilmez.
17. Yazılar, Fakültemiz Web sayfasından temin edilecek dilekçe ile birlikte
Edebiyat Fakültesi Dekanlığı’na teslim edilecektir.
e-posta:tuefdergi@trakya.edu.tr, hasandemiroglu@trakya.edu.tr
a.
PUBLICATION PRINCIPLES FOR TRAKYA UNIVERSITY JOURNAL
OF FACULTY OF LETTERS
Articles meeting the following criteria are published in Trakya University
Journal of Faculty of Letters:
1. Trakya University Journal of Faculty of Letters is an international refereed
journal. Articles are examined by the Publication Board first and then sent two at
least two (January-July) referees specialized in the area concerned. It is decided
whether articles will be published or not based on the reports of the referees.
2. The Journal is in Turkish but articles in another Turkish dialects and
foreign languages are also accepted provided that their number does not exceed two.
3. In order for the articles to be published in the Journal they should not be
previously published or accepted for publication elsewhere. Papers presented in a
scientific meeting but not published may be accepted for publication in the Journal
provided that their status is mentioned.
4.
Writers are solely responsible for the content of their articles.
5. It is advised that writing rules of Institute of Turkish Language (TDK) are
followed.
6. Articles submitted to the Journal should be on a standard A4 page layout,
with one side of the paper containing written material. Articles should be submitted
in "Times New Roman" font, fontsize set to 11, and single spaced with margins 6
cm at the top, 5 cm at the bottom, 4 cm at the right and the left with 1 cm binding
space.
7.
Articles should not exceed 20 pages. Articles exceeding 20 pages may not
be published. Three identical hard copies of the article and a one copy on CD should
be submitted to the editor. Author(s) should not include their names, academic title
and institute on two of the hard copies.
8. The paragrahs should start leaving a 0.5 cm space. The main title should be
centred and in capital letters and placed after leaving the first 4 lines of the paper
blank. The subtitles should be placed in accordance with the paragraph layout
(leaving a 0.5 cm space). The name(s) of the writer(s) should be written below the
heading and on the right. When writer’s/writers’ name or names are written no
academic title is mentioned the writer’s academic title, institution should be given as
footnotes. No title other than academic title may be used.
9. The title and writer’s name is followed by the abstract in Turkish. (the word
ÖZ is centered and written in capital letters). The abstract in Turkish should not
exceed 200 words. The abstract in Turkish is followed by the abstract in English.
Keywords (3-8 words) follow both abstracts. The title (ABSTRACT) in capital
letters is followed by the name of the article in foreign language.
10. In research and review articles the text should be arranged as abstract-ÖZ
(Turkish and English) and article body.
11. Footnotes: The sources used in an academic article are mentioned in
footnotes. The sources are given in detail when they are mentioned fort he first time
as in the example below.
a. Books: Author’s Name, Surname, Book’s Name (in italics), Edition,
Publisher, Publishing Place and Year, Page Number.
Example: Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, 3rd
Edition, Türk Edebiyatı Vakfı Publications, İstanbul 2003, p. 45.
If mentioned for the second time ; N. Hacıeminoğlu, ibid, p. 46.
b. Essays: Author’s Name, Surname, Essay’s Name (in quotation),
Journal’s/Book’s name (in italics), Volume No, Issue No, Publishing Place and
Year, Page Number.
Example: Nevzat Özkan, “Gagavuz Türkçesinin Sözlükleri Üzerine”, Dil ve
Edebiyat Dergisi, Issue 12/2, Ankara Güz 2001, p. 749.
If mentioned for the second time; N. Özkan, ibid., p. 750.
c. It is up to the author whether to write the sources in parantheses or not
following the information in footnotes.
12. References: The title REFERENCES in capital letteres should be centered.
The works in sources should be in 10 font size. Since the works in the references
section are listed alphabetically by surname the Works will not be given section
numbers and the authors’ titles will not be used. The references list is given as
Author’s Surname, Name, the essay’s title if any (in quotation), journal’s and book’s
name (in italics), compiler’s or translator’s name if any, Volume, Issue No, Edition
if any, Publishing Place and year If more than one work of an Author are used as
references they should be listed by date from the oldest to the newest or by
alphabetical order. Internet based resources may also be used provided that date of
access is mentioned.
Example: http://arsiv.sabah.com.tr/arsiv/2002/05/10/s01.html.
a. Books
Example: Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2001.
b. Essays
Example: Pala, İskender, “Ahmet Fakih ve Şiirleri Üzerine Bir İnceleme”,
Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, Issue 1, January 2009, 123-148.
13. İmages, figures and graphics should not exceed the writing page area and
they should be clear enough to be printed offset. Their number and name should be
given below the respective figures and graphics.
14. In one issue more than two works containing the same writer as the first
name are not published.
15. The writers whose article is published are sent two issues of the Journal.
16. Articles not published in the Journal are not returned to the authors.
17. Essays may be sent electronically to the e-mail addresses below.
e-mail:tuefdergi@trakya.edu.tr, hasandemiroglu@trakya.edu.tr
Download