TRAKYA ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ Cilt: 2 Sayı: 4 Temmuz 2012 TRAKYA UNIVERSITY JOURNAL OF THE FACULTY OF LETTERS Volume: 2 No: 4 ISSN 1309-7660 Edirne July 2012 TRAKYA ÜNİVERSİTESİ TRAKYA UNIVERSITY EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ JOURNAL OF FACULTY OF LETTERS Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz 2012 Volume: 2, Number: 4, July 2012 Dergi Sahibi / Owner Trakya Üniversitesi Rektörlüğü Edebiyat Fakültesi Adına Prof. Dr. İlker ALP Editör / Editor Yrd. Doç. Dr. Hasan DEMİROĞLU Dergi Yayın Kurulu / Editorial Board Başkan / Chairman Prof. Dr. İlker ALP Üyeler / Members Prof. Dr. Engin BEKSAÇ ● Prof. Dr. Recep DUYMAZ ● Prof. Dr. Ahmet GÜNŞEN ● Doç. Dr. İbrahim SEZGİN ●Doç. Dr. Serdar AYBEK ● Yrd. Doç. Dr. Levent DOĞAN Kapak Dizayn / Cover Design Öğr. Gör. Yavuz GÜNER İletişim Adresi / Address Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Balkan Yerleşkesi – Edirne / TÜRKİYE Tel.: 0 284 235 95 27 /1309 Faks: 0 284 235 95 22 e-mail: tuefdergi@trakya.edu.tr Baskı / Publishing Bizim Büro Basımevi Yayın Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. GMK Bulvarı 32/C Demirtepe / ANKARA Tel: (312) 229 99 29-28 Fax. (312) 229 99 29 Mithatpaşa V. D. 1700224039 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Uluslararası Hakemli bir dergidir. Bu dergide yayımlanan makaleler Yayın Kurulu’nun izni olmadan aynen veya kısmen yayınlanamaz ve iktibas edilemez. Yayımlanan yazı ve makalelerin içeriği ile ilgili tüm sorumluluk yazarlarına aittir. Kapak Resmi: Türk’ün ve Türkçenin en değerli hazinesi: Divânü Lugâtit-Türk DANIŞMA KURULU Prof. Dr. İlker ALP ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet ALPARGU ● Sakarya Üniversitesi Prof. Dr. Nurettin ARSLAN ● Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Prof. Dr. Evangelia BALTA ● Ulusal Yunan Araştırmaları Vakfı / Yunanistan Prof. Dr. Alpaslan CEYLAN ● Atatürk Üniversitesi Prof. Dr. Mesut ÇAPA ● Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Smail ÇEKİÇ ● Sarajevo Üniversitesi / Bosna-Hersek Prof. Dr. Hayati DEVELİ ● İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Nikolay EGOROV ● Çuvaş Sosyal Bilimler Enstitüsü / Çuvaşistan - Rusya Prof. Dr. Cezmi ERASLAN ● Atatürk Araştırma Merkezi Prof. Süleyman Sırrı GÜNER ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Derman KÜÇÜKALTAN ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Refik MUHAMMETŞİN ● Tatar Devlet İslam Üniversitesi / Tataristan-Rusya Prof. Dr. Azmi ÖZCAN ● Bilecik Üniversitesi Prof. Dr. Christine ÖZGAN ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Prof. Dr. Nevzat ÖZKAN ● Erciyes Üniversitesi Prof. Dr. Vitaliy RODİONOV ● Çuvaş Devlet Üniversitesi / Çuvaşistan -Rusya Prof. Dr. Miryana TEODİSİYEVİÇ ● Belgrad Üniversitesi / Sırbistan Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Prof. Dr. Turan YAZGAN ● Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Prof. Dr. İlya V. ZAYTSEV ● Rus Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü / Rusya 4. SAYININ HAKEMLERİ Prof. Dr. Mahmut AK ● İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. İlker ALP ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Ali ARSLAN ● İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Sümer ATASOY ● Karabük Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet BEŞİRLİ ● Çankırı Karatekin Üniversitesi Prof. Dr. Süleyman BEYOĞLU ● Marmara Üniversitesi Prof. Dr. Ömür CEYLAN ● İstanbul Kültür Üniversitesi Prof. Dr. Burçin ERDOĞU ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet ERSAN ● Ege Üniversitesi Prof. Dr. Binnur GÜRLER ● Dokuz Eylül Üniversitesi Prof. Dr. Ömer İŞBİLİR ● Mimar Sinan Güzel SanatlarÜniversitesi Prof. Dr. Türkan OLCAY ● İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Ali İhsan ÖBEK ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Mustafa Hamdi SAYAR ● İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Haluk SELVİ ● Sakarya Üniversitesi Doç. Dr. Yüksel ÇELİK ● MarmaraÜniversitesi Doç. Dr. Mustafa DAŞ ● Dokuz Eylül Üniversitesi Doç. Dr. Ayşe Banu KARADAĞ ● Yıldız Teknik Üniversitesi Doç. Dr. İbrahim SEZGİN ● Trakya Üniversitesi Doç. Dr. Muzaffer TEPEKAYA ● Celal Bayar Üniversitesi İÇİNDEKİLER Burçin ERDOĞU Uğurlu-Zeytinlik: Gökçeada’da Tarih Öncesi Dönemlere Ait Yeni Bir Yerleşme / 1-16 Ali Fuat ÖRENÇ İngiliz Belgeleri’nde Balkan Harbi Edirne Kuşatması 1912-1913 / 17-79 Yüksel TOPALOĞLU Kendi Kaleminden Şemsettin Sami’nin İlk Tercüme-i Hâli / 81-94 Fuat YILMAZ Antik Dönem Fresk Yapım Teknikleri / 95-105 Nurten ÇETİN Londra Konferansı’nda Ahmet Tevfik Paşa / 107-127 Mehmet Kaan ÇALEN 1909 Kanun-i Esasî Tadîlâtı / 129-140 Sevtap GÖLGESİZ KARACA I.Haçlı Seferi (1096) Öncesinde Bizans İmparatorluğu’nun Siyasi Durumuna Bakış / 141-153 Lidija BAN-Darko MATOVAC The Glimpse on Turkish Loan Words in Croatian Language / 155-166 Reyhan ŞAHİN ALLAHVERDİ XVIII. Yüzyılda Edirne’de Ticaret Yapan Fransız Tüccar ve Hukukî Statüleri / 167-178 Hüseyin Baha ÖZTUNÇ Tokat’ta ‘Büyük Sel’ (1908) / 179-203 CONTENTS Burçin ERDOĞU Ugurlu-Zeytinlik: A New Prehistoric Settlement On the Island of Gökceada / 1-16 Ali Fuat ÖRENÇ According to British Documents, the Siege of Adrianople During the Balkan War (1912-1913) / 17-79 Yüksel TOPALOĞLU The First Tercume-i Hali of Semsettin Sami, From His Own Pencil / 81-94 Fuat YILMAZ Techniques for Making Fresco in Antiquity / 95-105 Nurten ÇETİN Ahmet Tevfik Pasha, at the London Conference / 107-127 Mehmet Kaan ÇALEN The Alteration of the Kanun-i Esasi in 1909 / 129-140 Sevtap GÖLGESİZ KARACA The Overview of the Political Situation of the Byzantine Empire Before the First Crusade (1096) / 141-153 Lidija BAN-Darko MATOVAC Hırvat Dilindeki Türkçe Kelimeler Üzerine Kısa Bir Bakış / 155-166 Reyhan ŞAHİN ALLAHVERDİ French Merchants Operating in the 18 th Century in the Edirne and Their Legal Status / 167-178 Hüseyin Baha ÖZTUNÇ The ‘Great Flood’ in Tokat (1908) / 179-203 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME Burçin ERDOĞU ÖZ: Gökçeada Uğurlu-Zeytinlik şimdiye kadar Doğu Ege Adalarında bulunmuş olan en erken yerleşmedir. Yerleşmede sürdürülen kazı çalışmaları Neolitik öğelerin Avrupa’ya aktarımı konusunda kuşku götürmez derecede önemli veriler sağlamaktadır. Üç senelik kazı çalışmalarımız Uğurlu-Zeytinlik’in Ege bölgesindeki en önemli Neolitik Çağ yerleşmelerinden biri olduğunu göstermiştir. Adaya en erken yerleşenlerin Neolitik Çağ’da, MÖ 6500 yıllarında Anadolu’dan geldikleri saptanmıştır. MÖ 5000’lere kadar adada ana karadan bağımsız gelişen yerel bir kültür gözükür. Daha sonra Batı Anadolu Kumtepe IA-Beşik Sivritepe Kültürü Doğu Ege Adalarının büyük bir bölümüne hâkim olmuştur. Anahtar kelimeler: Gökçeada, Uğurlu, Neolitik Çağ, Kalkolitik Çağ, Avrupa’nın Neolitikleşmesi. UĞURLU-ZEYTINLIK: A NEW PREHISTORIC SETTLEMENT ON THE ISLAND OF GÖKCEADA ABSTRACT: The settlement of Uğurlu-Zeytinlik on the Island of Gökçeada is the earliset know settlement in Eastern Aegean Islands so far. Certainly, it cannot be doubted that ongoing excavations at the site provide new data relating to the Neolithization of Europe. Our three seasons of excavations at Uğurlu have revealed it to be one of the most significant Neolithic sites in the Aegean region. The earliest Neolithic settlement of Uğurlu was founded by the newcomers from Anatolia, around 6500 cal. BC. Until 5000 cal. BC, a local culture indepandant than the mainland appears in the island. Later, the Western Anatolian Kumtepe IA-Beşik Sivritepe culture have been found in most all of the Eastern Aegean islands. Keywords: Gökçeada, Uğurlu, Neolithic Period, Chalcolithic Period, the Neolithization of Europe. Giriş: Avrupa’da uygarlık tarihinin en önemli sürecini kapsayan Neolitik Çağ’ın nasıl başladığı, diğer bir deyişle yerleşik düzen, yeni teknolojik gelişmeler ile tarım ve hayvancılıktan oluşan beslenme ekonomisinden oluşan yaşam biçimine nasıl ve ne zaman geçildiği konusu ile ilgili tartışmalar her geçen gün daha da artmaktadır. Neolitik yaşam biçiminin Avrupa’ya Yakındoğu’dan gelen çiftçiler tarafından getirildiğini ön gören “Yayılımcı” görüş ile Avrupa’da Neolitik yaşam biçiminin yerel avcıtoplayıcı topluluklar tarafından geliştirildiğini ön gören “Bağımsız gelişme modeli” olarak bilinen görüşün yanı sıra, Avrupa Neolitik yaşam biçiminin Anadolu veya Yakındoğu’dan bilgi ve mal aktarımı ile doğan etkileşim sonucu geliştiğini ön gören görüşler konu ile ilgili temel görüşlerdir 1. Tüm 1 Prof. Dr. Burçin Erdoğu. Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü, Edirne. Bu temel görüşler için bkz. M. Budja, “The Neolitization of Europe, Slovenian Aspect”, Procilo XXI, 1993, s. 163-193; M. Özdoğan, “The beginning of Neolithic economies in Southeastern Europe: An Anatolian perspective”, European Journal of Archaeology 5, BURÇİN ERDOĞU bu temel görüşler kendi içinde farklı modeller içermektedir ve Avrupa’nın farklı bölgeleri için farklı modeller ön görülebilmektedir2. Anadolu ve Güneydoğu Avrupa arasında adeta bir köprü gibi uzanan Ege adaları Neolitik yaşam biçiminin aktarımı konusundaki görüşlerin odağında kaldığı halde, özellikle Anadolu kıyılarına yakın Doğu Ege adalarında Neolitik Çağın erken evrelerine ait yerleşim yeri bulunamamıştı. Gökçeada’da yer alan Uğurlu-Zeytinlik yerleşmesi Doğu Ege Adaları’nın bilinen en erken Neolitik Çağ yerleşmesidir ve en erken buluntular MÖ 6500 yıllarına kadar inmektedir 3. İlk olarak 1998 yılında İstanbul Üniversitesi Prehistorya Anabilim dalı öğretim üyesi Dr. Savaş Harmankaya tarafından gerçekleştirilen araştırmalar sırasında saptanan yerleşme, 2009 yılından itibaren Bakanlar kurulunun kararı ve Kültür ve Turizm Bakanlığının izinleri ile Trakya Üniversitesi Arkeoloji Bölümü adına Doç. Dr. Burçin Erdoğu başkanlığında kazılmaktadır4. Yeri ve Konumu: Uğurlu-Zeytinlik yerleşmesi, Gökçeada’nın güneybatısında, Uğurlu Köyü’nün 1 km kuzeyinde yer alır. Ülkemizin en büyük adası olan Gökçeada, Gelibolu Yarımadası’ndan yaklaşık 17 kilometre uzaklıktadır. Adanın doğu batı uzunluğu 29,5 kilometre, kuzeygüney uzunluğu ise 13 kilometredir. Tarih öncesi dönemlerde deniz seviyesi günümüze göre çok daha alçak olduğundan, ada ana karaya daha yakın bir konumdaydı5. Adanın %77’si dağlık, %11’i ovalıktır. Uğurlu-Zeytinlik yerleşmesi adanın Güney batısındaki ovalık alanda, İsa Tepesi’nin (veya Doğanlı Tepe) eteklerinde yer alır. Bir yamaç yerleşimi görünümündeki yerleşimin boyutları 250x200 metredir. Yerleşimin batısından Pilon Deresi akmaktadır. Höyüğün hemen yanında tatlı bir su kaynağı bulunur. Uğurlu Köyü’nü Gökçeada merkeze bağlayan yol yerleşimi ikiye kesmiştir. Yerleşim, çeşitli zamanlarda yapılmış olan sulama kanalları tarafından kısmen tahrip edilmiştir. 2 3 4 5 2 1997, s. 1–33 ; R. Tringham, “Southeastern Europe in the transition to agriculture in Europe: bridge, buffer or mosaic”, T.D. Price (ed), Europe’s First Farmers, Cambridge 2000, s. 19-56. Bu modeller için bkz. Zvelebil, M., “The social context of the agricultural tarnsition in Europe”, C. Renfrew - K. Boyle (eds.), Archaeogenetics: DNA and the population prehistory of Europe, Cambridge 2000, s. 57-79. B. Erdoğu, “A Preliminary Report from the 2009 and 2010 Field Seasons at Uğurlu on the Island of Gökçeada”, Anatolica XXXVII, 2011, s. 45-65. S. Harmankaya-B. Erdoğu,. “The prehistoric sites of Gökçeada, Turkey”, M. Özdoğan, H. Hauptmann and N. Başgelen (eds.), From Villages to Towns: Studies presented to Ufuk Esin, İstanbul 2003, s. 459-479; Erdoğu, a.g.m., s. 45-65. Bu konu için bkz. K. Lambeck, “Sea-level change and shore-line evaluation in Aegean Greece since upper Palaeolithic time”, Antiquity 70, 1996, s. 588–611. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME Tabakalanma ve Mimari: 2009-2012 yılı kazı sonuçları UğurluZeytinlik yerleşmesinde 9 tabaka içeren 5 ana kültür evresinin varlığını ortaya koymuştur. I. Evre yerleşmenin doğusunda yüzey buluntuları ile tanımlanan İlk Tunç Çağı ve Orta Çağ malzemesi ile temsil edilir. Henüz kesin olmamakla birlikte, Uğurlu-Zeytinlik’de İlk Tunç Çağı’nda kısa süreli küçük bir yerleşimin varlığından söz edebiliriz. II. Evre Batı Anadolu’da MÖ 5000-4500 yıllarına tarihlendirilen Kumtepe IA-Beşik Sivritepe Kalkolitik Çağ kültürüne aittir6. Yerleşimin doğusunda yapılan kazılarda bu evreye ait iki tabaka saptanmıştır. O-P 10 ve 11 plan karelerine denk gelen alanda kuzey-güney istikametinde uzanan duvarları taştan yapılmış bir yapı bulunmuştur. “Bina 1” olarak isimlendirilen Kalkolitik Çağ’a tarihlendirilen yapı yaklaşık 5x5 metre boyutlarındadır. Kuru duvar tekniği ile örülen taş duvarlar 40-30 cm yüksekliğe kadar korunmuştur. Kuzey duvarı, çift duvar halinde yapılmıştır. Muhtemelen dış yüzeye yapılan duvar bir nedenden dolayı yıkılmış, daha sonra iç kısma ekleme duvarlar yapılarak düzgün bir hat oluşturulmuştur. Binanın kuzeybatı köşesinde 1,50 x 0,87 metre boyutlarında taş bir payanda yer alır. Hemen yanında yekpare taşa oyulmuş ahşap direk için yapılmış bir söve taşı vardır. Binanın bu kesiminde muhtemelen bir çekme kat bulunuyordu. Binanın batı duvarı çok düzgün, yayvan taşlarla yapılmıştır. Güney duvarı ise diğer duvarların aksine çok büyük kaba taşlarla oluşturulmuştur. Güney duvarı standart olmayan bir şekilde doğuya doğru uzanmaktadır. Bu kesimde muhtemelen bir kapı aralığı bulunmaktadır. Batı duvarı kuzey-güney istikametinde uzanmakta ve bitiş kesiminde yarı dairesel bir mekânla birleşmektedir. Bu yarı dairesel mekan binanın dış kesimine bakmaktadır ve muhtemelen depolama ile ilgili bir fonksiyonu olmalıdır. Binanın batısında büyük taşlarla oluşturulmuş, yay çizerek binayı çevreleyen bir avlu duvarı da vardır. Binanın içinde insitu olarak 7 cilalı taş balta ve keski, 4 Spondylus türü deniz kabuğundan bilezik parçası, 11 kemik alet, 2 taştan yuvarlak ağırşak, 1 kilden sapan tanesi, 2 taş boncuk, 5 Cerastoderma türü deniz kabuğundan kolye ucu ile 1 kil figürin başı bulunmuştur. Ayrıca toplu olarak 130 kadar Muricidae türü deniz kabukları ile öğütme taşları ve havanelleri de ele geçmiştir. III. Evre’ye ait buluntular yerleşmenin en batı kısmında P5 sondaj açmasında yapılan kazılarda ortaya çıkartılmıştır. Bu evreye ait sadece 12 adet sıvalı çukur ve işlik yerleri kazılmıştır. Çukurların içleri ve tabanı sarı 6 Bu kültür için bkz. T. Takaoğlu, “The Late Neolithic in Eastern Aegean. Excavations at Gülpınar in the Troad”. Hesperia 75, 2006, s. 289-315. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 3 BURÇİN ERDOĞU renkli bir kil ile sıvanmıştır. Sıva kalınlıkları 3 ila 5 cm. arasında değişmektedir. Çukurlar farklı boyut ve derinliklerdedir. En derini yaklaşık 1 metredir ve en büyükleri yaklaşık 1 metre çapındadır. Bu çukurların kullanılma amacı kesin olarak bilinmemektedir. Silo olarak kullanılmış olma olasılıkları vardır. Çukurların içinden alınan toprak numuneleri suda yüzdürme (flotasyon) işlemine tabi tutulmuş, toplanan karbonlaşmış bitki kalıntıları tarıma alınmış arpa, buğday ve mercimeğin varlığını işaret etmiştir. Bu çukurların işlevleri bittikten sonra içlerine çanak çömlek kırıkları, hayvan kemikleri ve büyük taşlarların atıldığı çöp çukurları olarak kullanıldıkları görülmüştür. Çukurlardan bir tanesi muhtemelen daha sonradan mezar olarak kullanılmıştır. Kalıntıları inceleyen Trakya Üniversitesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Başak Boz, çukurun içinde bulunan gömünün yetişkin bir erkeğe ait ikincil gömü olduğunu belirtmiştir. Gömünün üzerlerine kırmızı aşı boyası dökülmüş ve çukur orta boy taşlarla kapatılmıştır. Çukurların kazıldığı düzlemde çok sayıda işlenmiş veya işlenmeye hazır Spondylus olarak bilinen deniz kabukluları ele geçmiştir. İşlenmiş örneklerin çoğu bilezik parçalarına aittir7. Bu düzlemde ayrıca çok sayıda kemik ve taş alete de rastlanmıştır. Spondylus’dan yapılmış eşyalar önemli prestij eşyaları olarak görüldüğünden, Neolitik ve Kalkolitik Çağlarda Balkanlar’a ve Orta Avrupa’ya kadar ticareti yapılmıştır. Bu dönemde Kıta Yunanistan’da Dimini’de ve Mekadonya’da Sitagroi ve Stravroupolis gibi yerleşmelerde Spondylus atölyeleri bulunmuştur8. Gökçeada’da da bu evrede bir Spondylus atölyesi olduğu düşünülebilir. Uğurlu-Zeytinlik yerleşmesinde IV. ve V. Evreler Neolitik Çağ’a tarihlenmektedir. Yerleşimde bugüne kadar saptanan en kalın dolgu IV. Evre’ye aittir. Bu evrede yerleşim yaklaşık 6 hektarlık bir alana yayılmaktadır ve en az 4 tabaka içerir. Bu evreye ait kalıntılar yerleşimin batı ucundaki P5 sondaj açması ile yerleşimin doğu kısmında BB20-21, BBCC19 ve V18 açmalarında ele geçmiştir. P5 açmasında bu evreye ait 2 tabaka kazılmıştır. İlk tabakada yukarı evrenin çukurları tarafından oldukça tahrip edilmiş sarı renkli bir topraktan yapılmış taban ve üzerinde 0.75x0.90 m boyutlarında oval bir ocak bulunmuştur. Ocağın hemen yanında tabana oyulmuş, içi sıvalı kutu şeklinde bir çukur bulunmuştur. Bu küçük çukurun içinde toplu halde 14 işlenmiş kemik, 1 kırık cilalı taş keski bulunmuştur. P5 açmasında IV. evreye ait ikinci tabakada kuzey-güney doğrultusunda uzanan 7 İşlenmiş deniz kabukları Gazi Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Burçin Gümüş tarafından çalışılmaktadır. 8 G. S. Souvatzi, A Social Archaeology of Households in Neolithic Greece, Cambridge 2008, s. 60. 4 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME oldukça tahrip olmuş bir yapı bulunmuştur. Yapının yarısı açmanın dışında kazılmayan alanda kalmıştır. Yapıya ait 60 santim kalınlığında yer yer korunmuş taş duvarlar, beyaz renkte birkaç kez yenilendiği anlaşılan çok kalın sert taban parçaları ile yapının kuzey doğu köşesinde çok büyük bir depolama kabı insitu olarak ele geçmiştir. Taban parçalarının üzerinde çok sayıda kemik ve taş alet ele geçmiştir. Tabanların üzerinden alınan toprak numuneleri suda yüzdürme işlemine tabi tutulmuş ve tanımlanmış örnekler tarıma alınmış, Einkorn Buğdayı (Triticum monococcum) ve Kavuzsuz Arpa’nın (Hordeum vulgare var nudum) varlığı tespit edilmiştir9. Yerleşimin doğusunda BB20-21 açmasında, tarımsal faaliyetler ve su kanalı yapımı sırasında oldukça tahrip edilmiş bir bina kalıntısına rastlanılmıştır. IV. Evre’nin geç dönemlerine ait binanın içinde kemik aletlerin yanı sıra mermerden bir topuz başı, deniz kabuğundan boncuklar, cilalı taş baltalar ile kemikten üst kısmı insan başı şeklinde yapılmış bir kanca bulunmuştur. IV. Evre’nin geç dönemlerine ait diğer mimari kalıntı ise 2009 yılında çalışılan V18 test açmasından gelmektedir. Doğu-Batı istikametinde uzanan iki sıra taştan yapılmış kısmen tahrip olmuş, yaklaşık 8 m uzunluğunda bir duvar ortaya çıkartılmıştır. Binaya ait duvar kuzeye yönelerek devam etmektedir ve dönüş yaptığı kısımda tavanı taşıması için taşlardan oluşturulmuş, yaklaşık 80 cm. çapında ahşap direk yeri bulunmaktadır. Bina dolgusunda biri mermerden olmak üzere iki adet figürin ele geçmiştir. IV. Evre’nin erken tabakalarına ait kalıntılar yerleşimin doğu yakasında BBCC19 sondaj açmasından gelmektedir. 2x3 metrelik sondaj açmasında yüzeyden yaklaşık 2 metre derinlikte büyük, düzgün taşlarla yapılmış, yüksekliği yer yer yarım metreden fazla korunmuş, kalın bir duvar ile sarı renkli taban üzerinde 50x50 cm. boyutlarında yuvarlak bir ocak bulunmuştur. Tabanların üzerinden alınan toprak numunelerinde tarıma alınmış arpa ve buğdayın izine rastlanmıştır. Uğurlu-Zeytinlik yerleşmesinin en erken evresi olan V. Evre’ye ait 2 tabaka saptanmıştır. V. Evre’nin ilk tabakasında yaklaşık 5x5 metre boyutlarında, duvarları kuru duvar tekniği ile örülmüş bir bina kazılmıştır. Binanın kuzey ve güney duvar kalınlıkları 60-70 cm, doğu ve batı duvar kalınlıkları ise 1 metredir. Kuzey duvarı yarım metreye kadar korunmuştur. Binanın içinde ocak, depolama alanı, platform gibi öğelere rastlanmamıştır. Ocak binanın dışında avluda yer alır. Binanın içinde çanak çömleklerin yanı 9 Örnekler İstanbul Üniversitesi, Prehistorya Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi Müge Ergün tarafından incelenmiştir. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 5 BURÇİN ERDOĞU sıra kemik ve taş aletler bulunmuştur. Binanın hemen dışında iki adet çok büyük cilalı taş balta ele geçmiştir. V. Evre’nin ikinci tabakası yerleşimin en erken tabakasıdır. Bu tabakaya ait kalıntılara yerleşimin tam eteğinde 2x5 metrelik BB22 sondaj açmasında rastlanmıştır. Herhangi bir mimari bulunmasa da yaklaşık 1,08 metre derinlikte çok sayıda hayvan kemiği, taş aletler ve kemik aletlerden oluşan bir düzlem saptanmıştır. Kemik aletlerin büyük çoğunluğunu spatulalar oluşturmaktadır. Hayvan kemiği ve taş aletlerden oluşan düzlemler 1,57 metreye kadar devam etmiş ve ana toprağa ulaşılmıştır. Hayvan kemikleri Nevada Üniversitesinden Levent Atıcı tarafından incelenmiş, üzerlerinde kesim izi bulunan evcilleştirilmiş koyun, keçi, domuz ve sığır kemiklerine rastlanmıştır. Çanak Çömlek ve Yontma Taş Endüstrisi: Uğurlu-Zeytinlik’te üretilen eşyaların büyük kısmını çanak çömlek oluşturmaktadır. Üretilen tüm çanak çömlekler el yapımıdır. Uğurlu-Zeytinlik yerleşmesinin II. Evresinde bulunan çanak çömlekler Batı Anadolu Kumtepe IA-Beşik Sivritepe Kültüründen bilinen, mahmuzlu kulp, açkı bezeme, sığ oluk bezeme, üçayak gibi öğelerle karakterize edilen çanak çömleklerin benzeridir 10. İnsan yüzlü kap parçası bu evre için ünik bir buluntudur. III. Evre çanak çömlek üretiminde belirgin değişiklikler görülür. Kırmızı alacalı siyah, gri mal ana mal gurubunu oluşturur. Kapak formları ile dört ayaklı, kulak gibi tutamakları olan kaplar, kutu biçimli kaplar ve düğme biçimli tutamaklar karakteristiktir. Bezeme yaygındır. Baskı, çizgi ve kazıma bezemeler daha çok dört ayaklı kulak gibi tutamakları olan kaplar ile kutu biçimli kapların üzerine uygulanmıştır. Spiral, meander, dama tahtası, baklava motifi gibi motiflerin yanı sıra haç motifleri de vardır. III. Evre çanak çömleklerinde yerel özellikler ağır bassa da Balkanlar’ın Erken Vinça ve Karanovo III11 dönemine ait parçalar da bulunmuştur. Uğurlu-Zeytinlik III. Evre çanak çömleklerine benzer örnekler Anadolu’da bugüne kadar ele geçmemiştir. IV. Evre çanak çömlekleri çok özenle yapılmış, ince kenarlı, parlak açkılı ve büyük bir çoğunluğu kırmızı astarlıdır. Kırmızı astar siyah zemin üzerine farklı tonlarda uygulanmıştır. Genellikle ‘S’ profilli, kalın dudaklı kap formlarının yaygın olduğu buluntu topluluğunda, dikey olarak yerleştirilmiş 10 Bkz. U. Gabriel, Kontinuität und Wandel im spätneolithischen / chalkolithischen Westanatolien. Die Marmara- und Ägäisregion als Vermittler zwischen Asien und Europa? Doktor der Philosophie der Fakultat fur Kulturwissenschaften der Eberhard-KarlsUniversitat Tubingen, Tubingen 2010. 11 V. Nikolov, “The Neolithic and Chalcolithic Periods in Northern Thrace”, Tüba-Ar 6, 2003, Fig.14-15. 6 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME uzun tüp biçimli delikli tutamaklar görülmektedir. Bu tutamaklar kaplar içinden kalınlaştırılarak yapılmakta, dış yüzeyde kabartma olarak işlenmişlerdir. Bezeme yaygın değildir. En karakteristik bezeme Impresso’dur. Bunun yanında çizgi ve noktalardan oluşan bezemeler de görülür. Kazılar sırasında sadece üç adet boyalı çanak çömlek parçası ele geçmiştir. Bunlardan bir tanesi kırmızı üzeri beyaz boyalıdır ve Balkanların Karanovo I kültüründe görülenlerin aynısıdır12. Diğer ikisi siyah üzeri kırmızı boyalıdır ve yerel bir çanak çömlek gurubu olduğu izlenimi vermektedir. IV. Evre çanak çömleği genel özellikleri bakımından Anadolu buluntularına benzemektedir. Benzerlikler daha çok bezemelerde gözlenir. Benzer Impresso bezeme İzmir Ulucak’ın IV tabakasında 13 ve Ilıpınar’ın VIII tabakasında 14 görülür. V. Evre çanak çömleğin hemen hemen hepsi kırmızı astarlıdır. Koyu yüzlü mallar azdır. ‘S’ profilli çanaklar ve kaseler, dudakları üsten düzeltilmiş çömlekler, küçük yuvarlak, tüp biçimli veya ay biçimli tutamaklar karakteristiktir. V. Evre çanak çömleklerinin tam benzerlerine özellikle Trakya’da Hoca Çeşme’nin erken tabakalarında 15, Doğu Marmara’da Aktopraklık16 ve Menteşe17 gibi aynı döneneme tarihlenen yerleşmelerde rastlanmaktadır. Yontma Taş endüstrisi Fransa Paris X Üniversitesinden Dr. Denis Guilbeau tarafından çalışılmaktadır. Uğurlu-Zeytinlik yontma taş alet endüstrisinin hammaddesi çakmaktaşıdır. Çok küçük bir oranda obsidiyene de rastlanır. Obsidiyenlerin kimyasal kaynak analizleri Londra Üniversitesinden Dr. Marina Miliç tarafından yapılmış ve çoğunun Melos adasından geldiği saptanmıştır. Bunun yanında İç Anadolu Göllü Dağ 12 Bkz. S. Hiller-V. Nikolov, Karanovo. Die Ausgrabungen in Südsektor, 1984-1992 , Salzburg–Sofia, 1997; V. S. Hiller-V. Nikolov (eds.). Karanovo III. Beiträge zum Neolithikum in Südosteuropa Österreichisch-Bulgarische Ausgrabungen und Forschungen in Karanovo, Band III, Vienna 2000. 13 A. Çilingiroğlu-Ç. Çilingiroğlu. “Ulucak”, M. Özdoğan and N. Başgelen (eds.), Turkiye’de Neolitik Dönem: Yeni Kazılar, Yeni Bulgular, İstanbul 2007, Fig. 9. 14 L. C. Thissen, “The Pottery of Ilıpınar, Phases X to VA”, in J.J. Roodenberg and L.C. Thissen (eds.), The Ilıpınar Excavations II, Leiden 2001, Fig. 26-27. 15 Jan Bertram-K. N. Karul, “From Anatolia to Europe: The ceramic sequence of Hoca Çeşme in Turkish Thrace”, C. Lichter (ed.) Byzas 2 - How Did Farming Reach Europe? AnatolianEuropean Relations from the Second Half of the 7th Through the First Half of the 6th Millennium Cal BC, İstanbul 2005, Fig.1-3. 16 N. Karul-M. B. Avcı, “Neolithic Communities in The Eastern Marmara Region: Aktopraklık C”, Anatolica XXXVII, 2011, Fig. 11-12. 17 J. Roodenberg-A. van As, L. Jacobs-M. H. Wijnen, “Early settlement in the plain of Yenişehir (NW Anatolia). The basal occupation layers at Menteşe”, Anatolica XXIX, 2003, Fig. 13:1-4; Fig. 16:1-6. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 7 BURÇİN ERDOĞU obsidiyen kaynağından gelen örnekler de vardır. Yontma taş alet endüstrisinde II-V. Evreler arasında çok köklü değişikliklerin olmadığı gözlemlenmiştir. Alet sayısı azdır. Dilgi üretimine yönelik endüstrinin yanı sıra yonga ağırlıklı bir teknoloji de gözlemlenmiştir. V. Evre için en belirgin alet türü baskı tekniği kullanılarak çıkartılmış obsidiyen dilgilerdir. IV. Evre için en belirgin alet türü ise ”Karanovo dilgisi” olarak bilinen ve Balkanların erken Neolitik Çağ yerleşmelerinde de görülen büyük ve kalın dilgilerdir 18. Bu dilgilerin hammaddesi olan çakmaktaşının kaynağı Trakya’da Rodop Dağlarındadır. Muhtemelen kaynaktan getirilen hammadde yerleşim yerinde işlenmekteydi. III. Evre için en belirgin alet türü de deliciler ve kazıyıcılardır. Diğer Buluntu Topluluğu: Uğurlu-Zeytinlik yerleşmesinde insan figürinleri, cilalı taş baltalar ve kemik aletler en yaygın buluntu topluluğunu oluşturmaktadır19. Figürinlerin çoğu pişmiş topraktan yapılmışlardır. IV. Evreye ait mermerden bir figürin başı üniktir. En fazla figürin örneği III. Evrede bulunmuştur. Geniş kalçalı kadın figürinleri ile gövdeleri düz olarak yapılmış “sokma başlı” figürinler en yaygın olanlarıdır. “Sokma başlı” figürinlerin ele geçen bir örnekten yola çıkarak başlarının deniz kabuğundan yapılıp gövde içerisine açılmış oyuğa monte edildikleri anlaşılmıştır. Bir kol omuz üzerinde, diğer kol ise bacak arasında yapılan kadın figürinlerin yanı sıra daha şematik olarak yapılmış, üzerleri bezemeli figürin örnekleri de bulunmuştur. Kemik aletler oldukça yaygındır. Bız ve mablakların yanı sıra spatulalar da vardır. IV. Evrede üst tarafları insan başı veya hayvan şeklinde işlenmiş kancalar bulunmuştur. Gene aynı evrede ele geçen geyik boynuzundan çekiç başı üniktir. Cilalı taş balta ve keskiler de oldukça yaygındır. Buluntuları inceleyen Çanakkale 18 Mart Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Onur Özbek, cilalı taş balta ve keski yapımında farklı taşların kullanıldığını, Nefrit taşından yapılmış örneklerin muhtemelen Gelibolu yarımadasındaki balta atölyelerinden20 getirtilmiş olduklarını belirtmektedir. IV. Evrede ele geçen çok büyük cilalı taş baltaların sembolik değerleri olduğu da düşünülebilir. Aynı evrede mermerden ve dağ kristalinden yapılmış gene sembolik değerleri olduğu düşünülen ayak şeklinde küçük objeler de bulunmuştur. Süs eşyaları içinde mermerden ve Spondylus’dan bilezikler, taş ve deniz kabuklarından boncuk ve kolye uçları vardır. Uğurlu’da kullanılan 18 M. Gurova, “Towards an understanding of Early Neolithic populations: Flint perspective from Bulgaria”. Documenta Praehistorica XXXV, 2008, s. 111-129. 19 Erdoğu, a.g.m., s. 50. 20 O. Özbek-K. Erol, “Etude petrographique des haches polies du Hamaylıtarla et Fenerkaradutlar (Turquie)”, Anatolia Antiqua IX, 2001, s. 1-7. 8 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME hammaddelerin çoğunun kaynağı yereldir. Obsidiyen, bal rengi çakmaktaşı ve Nefrit’in yanı sıra mermer de adaya ana karadan getirtilmiştir. Tarihlendirme ve Sonuç: Neolitik Çağ IV. Evreden alınan iki örnek ile V. Evreden alınan bir örnek üzerinde Waikato Üniversitesi, Yeni Zelanda’da AMS radyokarbon tarihlendirilmesi yapılmıştır. V. tabakadan gelen tarih MÖ 6470, IV. tabakadan gelen tarihler ise MÖ 5970-5840 yıllarını vermiştir. Bu sonuçlara göre Uğurlu-Zeytinlik yerleşimi Doğu Ege adalarında saptanan en erken yerleşmedir ve V. Evre Batı Anadolu İzmir Ulucak yerleşmesinin V. tabakası21, Hoca Çeşme’nin IV. tabakası22 ile Kuzey Batı Anadolu Menteşe ve Barçın höyüklerinin en erken tabakaları23 ile çağdaştır. UğurluZeytinlik yerleşmesinin IV. Evresi ise İzmir Ulucak yerleşmesinin IV. tabakası ile Batı Anadolu’da Geç Neolitik/Erken Kalkolitik Çağa tarihlendirilen tüm yerleşmelerle çağdaştır24. Bugünkü bilgilerimize göre adaya ilk yerleşenler kuzey batı Anadolu’dan gelen ilk tarımcı topluluklardır. İlk evrenin çanak çömleği Marmara Bölgesi’ndeki yerleşmelerle oldukça benzerdir. Tarım, hayvancılık ve muhtemelen balıkçılıkla geçinen topluluk, geniş çaplı bir ticaret ağı içindeydi. Uğurlu IV. Evrede yerleşimin oldukça büyüdüğü gözlemlenmiştir. Bu evreden başlayarak ada kendi kimliğini oluşturmaya başlamıştır. Hem mimaride hem de buluntularda ana kıtadan farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Bu dönemde özellikle Balkanlar’la olan ilişkiler dikkat çekicidir. Uğurlu’da III. Evre Neolitik ile Kalkolitik Çağ arasındaki geçiş sürecini yansıtmaktadır. Balkan arkeolojisinde ‘Vinça’ kültürüne ait öğelerin ortaya çıktığı süreç olarak bilinmektedir ve Batı Anadolu’da kazı çalışması yapılan hiçbir yerleşmede henüz bu geçiş sürecine ait buluntular ele geçmemiştir. Buluntular bir üst evreden farklıdır. Bu dönemde Balkan kültürleri ile ilişkili fakat yerel özellikleri ağır basan adaya özgü yerel bir kültürün varlığından söz edebiliriz. II. Evre Kalkolitik Çağ Batı Anadolu Kumtepe IA-Beşik SivritepeGülpınar Kültürü’nün Gökçeada’ya kadar yayıldığını kanıtlar. Bu kültürün 21 C. Çilingiroğlu, Central-West Anatolia at the end of 7th and Beginning of 6th Millennium BCE in the Light of Pottery from Ulucak (Izmir). Dissertation zur Erlangung des akademischen Grades Doktor der Philosophie der Fakultat fur Kulturwissenschaften der Eberhard-Karls-Universitat Tubingen, Tubingen 2009, s. 536-537. 22 Özdoğan, a.g.m., s. 10-33. 23 J. Roodenberg-A. van As -S. Alpaslan Roodenberg, “Barçın Höyük in the Plain of Yenişehir (2005-2006). A preliminary note on the fieldwork, pottery and human remains of the prehistoric levels”, Anatolica XXXIV, 2008, s. 53-60; Roodenberg, v.d. a.g.m. 24 Çilingiroğlu, a.g.e., s. 44-47. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 9 BURÇİN ERDOĞU yayılım alanı tüm Batı Anadolu kıyıları ile Kos adasına kadar uzanan Doğu Ege adalarıdır25. Gökçeada Uğurlu-Zeytinlik’te sadece üç senedir kazı çalışmaları yapıldığı halde özellikle Neolitik Çağa ait önemli bulgular saptanmıştır. Önümüzdeki yıllarda sürdürülmesi planlanan çalışmalar, Uğurlu-Zeytinlik yerleşmesinin niteliği, Anadolu, Balkanlar, Ege Adaları ve Kıta Yunanistan’la olan ilişkisini, bu ilişkiler çerçevesinde Avrupa’da Neolitik yaşam biçiminin nasıl başladığı sorununu anlamaya katkı sağlamayı amaçlamaktadır. KAYNAKÇA Bertram, Jan-K.-Necmi Karul. “From Anatolia to Europe: The ceramic sequence of Hoca Çeşme in Turkish Thrace”, C. Lichter (ed.) Byzas 2 - How Did Farming Reach Europe? Anatolian-European Relations from the Second Half of the 7th Through the First Half of the 6th Millennium Cal BC, İstanbul 2005, s.117-130. Budja, Miha,. “The Neolitization of Europe, Slovenian Aspect”, Procilo XXI, 1993, s.163-193. Çilingiroğlu, Altan-Çiler Çilingiroğlu. “Ulucak”, M. Özdoğan and N. Başgelen (eds.), Turkiye’de Neolitik Dönem: Yeni Kazılar, Yeni Bulgular, Arkeoloji ve Sanat, İstanbul 2007, s.361-372. Çilingiroğlu, Çiler, Central-West Anatolia at the end of 7th and Beginning of 6th Millennium BCE in the Light of Pottery from Ulucak (Izmir). Dissertation zur Erlangung des akademischen Grades Doktor der Philosophie der Fakultat fur Kulturwissenschaften der Eberhard-Karls-Universitat Tubingen, Tubingen 2009. Erdoğu, Burçin, “A Preliminary Report from the 2009 and 2010 Field Seasons at Uğurlu on the Island of Gökçeada”, Anatolica XXXVII, 2011, s. 45-65. Gabriel, Utta, Kontinuität und Wandel im spätneolithischen / chalkolithischen Westanatolien. Die Marmara- und Ägäisregion als Vermittler zwischen Asien und Europa? Doktor der Philosophie der Fakultat fur Kulturwissenschaften der Eberhard-Karls-Universitat Tubingen, Tubingen 2010. Gurova, Maria, “Towards an understanding of Early Neolithic populations: Flint perspective from Bulgaria”. Documenta Praehistorica XXX, 2008, s. 111-129. Harmankaya, Savaş-Burçin Erdoğu, “The prehistoric sites of Gökçeada, Turkey”, M. Özdoğan, H. Hauptmann and N. Başgelen (eds.), From Villages to Towns: Studies presented to Ufuk Esin, İstanbul 2003, s. 459-479. Hiller, Stefan-Vassil Nikolov, Karanovo. Die Ausgrabungen in Südsektor, 19841992, Salzburg–Sofia 1997. Hiller, Stefan-Vassil Nikolov, (eds.) Karanovo III. Beiträge zum Neolithikum in Südosteuropa Österreichisch-Bulgarische Ausgrabungen und Forschungen in Karanovo, Band III, Vienna 2000. 25 Takaoğlu a.g.m., s. 290-291. 10 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME Karul, Necmi-Mert B. Avcı. “Neolithic Communities in The Eastern Marmara Region: Aktopraklık C”, Anatolica XXXVII, 2011, s.1-15. Lambeck, Kurt, “Sea-level change and shore-line evaluation in Aegean Greece since upper Palaeolithic time”, Antiquity 70, 1996, s. 588–611. Nikolov, Vassil, “The Neolithic and Chalcolithic Periods in Northern Thrace”. Tüba-Ar 6, 2003, s. 21-83. Özbek, Onur-K. Erol. “Etude petrographique des haches polies du Hamaylıtarla et Fenerkaradutlar (Turquie)”, Anatolia Antiqua, IX, 2001,s. 1-7. Özdoğan, Mehmet, “The beginning of Neolithic economies in Southeastern Europe: An Anatolian perspective”. European Journal of Archaeology 5, 1997, s.1–33. Roodenberg, Jacob-A. van As-S. Alpaslan Roodenberg, “Barçın Höyük in the Plain of Yenişehir (2005-2006). A preliminary note on the fieldwork, pottery and human remains of the prehistoric levels”, Anatolica XXXIV, 2008, s. 53-60. Roodenberg, Jacob-A. van As, L. Jacobs-M.H. Wijnen, “Early settlement in the plain of Yenişehir (NW Anatolia). The basal occupation layers at Menteşe”, Anatolica XXIX, 2003, s. 17-59. Souvatzi, G. Stella, A Social Archaeology of Households in Neolithic Greece. Cambridge 2008. Takaoğlu, Turan, “The Late Neolithic in Eastern Aegean. Excavations at Gülpınar in the Troad”. Hesperia 75, 2006, s.289-315. Thissen, Laurens, “The Pottery of Ilıpınar, Phases X to VA”, J.J. Roodenberg and L.C. Thissen (eds.), The Ilıpınar Excavations II, Leiden 2001, s. 3-154. Tringham, Ruth, “Southeastern Europe in the transition to agriculture in Europe: bridge, buffer or mosaic”, T.D. Price (ed), Europe’s First Farmers, Cambridge 2000, s. 19-56. Zvelebil, Marek, “The social context of the agricultural tarnsition in Europe”, C. Renfrew ve K. Boyle (eds.), Archaeogenetics: DNA and the population prehistory of Europe, Cambridge 2000, s. 57-79. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 11 BURÇİN ERDOĞU Harita-1. Uğurlu-Zeytinlik’in Konumu 12 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME Resim-1. Uğurlu-Zeytinlik Doğu Açmaları, II. Evre Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 13 BURÇİN ERDOĞU Resim-2. Uğurlu-Zeytinlik Batı Açmaları, IV ve V. Evreler 14 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 UĞURLU-ZEYTİNLİK: GÖKÇEADA’DA TARİH ÖNCESİ DÖNEMLERE AİT YENİ BİR YERLEŞME Resim-3. Uğurlu-Zeytinlik Buluntularından örnekler Resim-4. Uğurlu-Zeytinlik Buluntularından örnekler Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 15 BURÇİN ERDOĞU Resim-5. Uğurlu-Zeytinlik Buluntularından örnekler 16 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 1-16 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 İNGİLİZ BELGELERİ’NDE BALKAN HARBİ EDİRNE KUŞATMASI 1912-1913 Ali Fuat ÖRENÇ ÖZ: 1912-1913 Balkan Harbi, Türk tarihinin en büyük felaketlerinden biriyle sonuçlandı. Savaş, sadece Balkan ülkeleriyle Osmanlı’nın son hesaplaşması şeklinde değil, aynı zamanda İngiltere’nin de dahil bulunduğu Avrupa büyük devletlerinin çekişmelerine sahne olmuştur. Balkan krizi, çok geçmeden uluslararası rekabetin en önemli sorunu haline gelmiştir. Bölgede Rusya’yı kontrol altında tutmaya çalışan İngiltere, harbin başında tarafsız kalacağını ilan etmişti. Bununla birlikte döneme ait İngiliz resmi belgeleri, savaş ihtimalinin belirmesinden itibaren gelişmelerin çok yakından izlendiğini ve bölgedeki dengelerin muhafazası için çalışıldığını göstermektedir. Balkan Savaşı sonunda Osmanlı Devleti Avrupa’daki topraklarının çok büyük kısmını yitirmiştir. Savaştan en fazla etkilenen vilayetlerden biri Edirne’dir. Birinci Balkan Harbi’nde alınan mağlubiyetler sonucu bir anda yeniden serhad şehri haline gelen Edirne, yaklaşık beş ay süreyle şiddetli Bulgar-Sırp müttefik ordularının kuşatması altında kalmıştır. Şehir 26 Mart 1913 tarihinde yıkıcı bir işgale uğramıştır. Osmanlı kamuoyunda Edirne kuşatması günlerine dair önemli tartışmalardan biri şehirdeki yabancı misyonların, özellikle İngiliz Konsolosu Binbaşı Samson’un kale komutanı Şükrü Paşa ve diğer mülki zevatla olan yakın ilişkileriydi. Konsolosun Edirne kuşatması sürecini konu alan Londra’ya gönderdiği çok ayrıntılı raporlarda bu iddialar ve eleştiriler hakkında bulgulara tesadüf edilmektedir. İngiliz belgelerinin tedkiki sonucu savaş süresince Bulgar ve Türk ordularının genel durumları, günbegün cephe çarpışmaları, kuşatma sürecinde Edirne’nin şiddetli bombardımanı, şehirde yaşanan sosyal ve ekonomik sorunların yanı sıra bölgede Bulgar vahşetine dair İngilizlerin yaklaşım tarzını gösteren önemli bilgilere ulaşılmıştır. Anahtar Kelimeler: Birinci Balkan Savaşı, Edirne Kuşatması, İngiliz belgeleri, Osmanlı, Bulgaristan. ACCORDING TO B RITISH DOCUMENTS, THE SIEGE OF ADRIANOPLE DURING THE BALKAN WAR (1912-1913) ABSTRACT: The Balkan War of 1912-1913 is the one of the disasters in Turkish history. Not only this war was fought as the last battle between the Balkan countries and the Ottoman Empire but also it staged antagonisms amongst the Great Powers including England. The Balkan crises soon became the most important issue of competition on the international agenda. Trying to keep Russia under control in the region England had declared neutrality at the beginning of the war. Nonetheless, on a closer scrutiny over the British official documents pertaining the event shows the fact that from the moment the signs for an imminent war appeared the developments were being closely watched in order to establish a policy to maintain the regional balance. Ottoman Empire lost almost all its European territory at the end of Balkan War. One of the provinces that extremely exposed to the warfare was Adrianople (Edirne). Following the defeats at the first Balkan war Edirne suddenly turned into a frontier city experienced a nearly Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. ore@istanbul.edu.tr. ALİ FUAT ÖRENÇ five month long intensive siege by the allied armies of Bulgaria and Serbia. The city eventually succumbed to a destructive invasion on 26 March 1913. One of the notable debates in the Ottoman press about the siege of Edirne was on the intimate relations between foreign representatives, especially the British consul Major Samson and Şükrü Pasha, the commander in charge of the fortress, together with other civil servants. In the very detailed reports dispatched to London by British Consul Samson concerning the siege is seen trails of the allegations and criticism. Examining the British documents in detail offered valuable information about the general situation of both Turkish and Bulgarian armies; daily front wars; the heavy bombardment of Edirne; the socio-economic problems prevailed in the city as well as the British policy against the atrocities committed by Bulgarians. Keywords: First Balkan War, Siege of Adrianople, British Documents, Ottoman Empire, Bulgaria. Giriş: İngiliz resmi belgelerine dayalı olarak Balkan Harbi’nde Edirne kuşatması sürecini ele almadan bazı hususların altını çizmekte yarar görmekteyiz. Şöyle ki, savaş döneminde Balkanlar’daki her türlü gelişmeyi yakından takip ettiği anlaşılan İngiliz Hükümeti’nin bu hususta politika oluştururken Osmanlı ve bölge ülkelerindeki konsolos ve askerî ataşelerinin kapsamlı raporlarından, yani birinci elden istahbarattan yararlandığı anlaşılmaktadır. Savaşın genelinde olduğu gibi Edirne’deki gelişmeler de buradaki İngiliz Konsolosu Binbaşı Samson, İstanbul’da Büyükelçisi Gerard Lowther, İstanbul Askerî Ataşesi Lieut Tyrell, Sofya Sefiri H. Bax-Ironside ile Sofya Askerî Ataşesi’nin konuya dair yazılarının Londra’ya ulaşmasıyla değerlendiriliyordu. Önemli kısmı bizzat gözlemlere, şahsî ilişkiler sayesinde edinilen bilgilere ve biraz da kanaatlere dayalı bu istihbarat raporlarına muhakkak ki ihtiyatla yaklaşılması zarureti bulunmaktadır. Ancak bu belgelerin, o dönem dünya dengelerinin en mühim aktörlerinden olan İngiltere’nin resmî politikalarının oluşumundaki etkisini de gözden uzak tutmamak gerekir1. Balkan Harbi’nin çıkış sebebini Osmanlı’nın Avrupa’da kalan topraklarının paylaşımı veya bölgedeki son hesaplaşma olarak izah etmek yanlış olmaz. Bilindiği gibi savaş öncesinde Balkanlar’da son statüko 1877- 1 Bahsi geçen raporlara dayalı olarak İngiliz Dişişleri adına hazırlanan dokümanter çalışmalar için bkz. British Documents on the Origins of the War (1898-1914): The Balkan Wars, The Prelude; The Tripoli War, (Ed: G.P. Gooch- H. Temperley), London 1933, c. IX/1, s. 351787; British Documents on the Origins of the War (1898-1914): The Balkan Wars, The League and Turkey, (Ed: G.P. Gooch- H. Temperley- L. Penson), London 1934, c. IX/2, s. 1-475; British Documents on Foreign Affairs: Reports and Papers from the Foreign Office Confidential Print, The Near and Middle East (1856-1914), The Ottoman Empire Under the Young Turks (1908-1914), (Ed: David Gillard), University Publications of Amerika, 1983, c. I/20, s. 332-429. 18 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) 78 Osmanlı-Rus Savaşı ardından belirlenmişti2. Rus Ordusu’nun Yeşilköy’e kadar geldiği bu savaşın sonunda imzalanan Ayastefanos ve Berlin antlaşmaları, bölgede hassas bir dengeye zemin hazırladı3. Bu yeni statükonun oluşumunda, artık Osmanlı’ya yönelik geleneksel politikalarını terk etmeye başlayan İngiltere’nin önemli rolü olmuştur4. Neticede, mümkün olduğunca Avrupa büyük devletlerini tatmin edecek biçimde ve dengeleri bozmayacak tarzda bir anlaşma yürürlük kazanmıştır. Kuşkusuz Balkanlar’da Berlin sonrası ortaya çıkan yeni durumdan en fazla rahatsız olan devlet Bulgaristan’dı. Ayastefanos ile çok önemli kazanımlar edinen ve büyük Bulgaristan hayaline yaklaşan Bulgarlar, Berlin’de Makedonya’ya sahip olmak ve sıcak denizlere yani Ege’ye inmek gibi hayallerinin büyük kısmına veda etmek zorunda kalmıştır5. Ancak Rusya tarafından desteklenen Bulgarlar, bu hayallerin peşini bırakmadılar ve uygun bir fırsatı beklediler 6. Bu fırsat XX. yüzılın ilk çeyreğinde geldi. Zira önce Balkan ülkeleri arasında önemli bir ihtilaf konusunun çözümünü sağlayan 1910 Kiliseler Kanunun’nun çıkarılışı7 ve ardından 1911’de İtalya ile başlayan Trablusgarp Harbi, beklenen imkanı doğurdu. Bu sürpriz gelişme üzerine Bulgaristan, 2 3 4 5 6 7 Kemal Beydilli, “Balkanlarda Dönüm Noktası: 93 Bozgunu ve Sonrası”, Berlin Antlaşmasından Günümüze Balkanlar, (Haz: M. Bereketli), İstanbul 1999, s. 25-34. Berlin Kongresi sonrası Sırbistan, Romanya ve Karadağ bağmsızlıklarını kazandı. Bulgaristan üç ayrı vilayete ayrıldı. Yunanistan için ise Teselya bölgesinde sınır müzakerelerinin başlaması kararı alındı: W. N. Medlicott, The Congress of Berlin and After, A Diplomatic History of the Near Eastern Settlement (1878-1880), London 1938, s. 36-426. İngiltere, Berlin sonrasında Osmanlı’nın bir şekilde ayakta kalması politikaları yerine en uygun şartlarda paylaşımı prensibini kabul etmişti. Bu hususta bkz. William M. Sloane, The Balkans A Laboratory of History, New York 1914, s. 241-262; Ali Kemal Meram, Belegelerle Türk-İngiliz İlişkileri, İstanbul 1969, s. 144-160; Marian Kent, “Great Britain and the End of the Ottoman Empire 1900-23”, The Great Powers and the end of the Ottoman Empire, (Ed: M. Kent), London 2005, s. 172-205. Berlin Kongresi’ne göre Balkanlar’da oluşan yeni statükoya dair İngiliz Dışişleri’nin kapsamlı değerlendirmeleri: The National Archives (TNA), Rekord of Admiralty, Naval Forces, Royal Marines, Coastguard (ADM), nr. 116/1197. Berlin’e göre Bulgaristan’ın durumu için ayrıca bkz. Mahir Aydın, “Prenslikten Krallığa Bulgaristan”, Berlin Antlaşması’ndan Günümüze Balkanlar, (Haz. M. Bereketli), İstanbul 1999, s. 35-47. Berlin sonrası Rusya’nın Balkanlar’daki Panslavist politikaları için ayrıca bkz. B. H. Sumner, Russia and The Balkans (1870-1880), Oxford 1937, s. 155-580, 658-674; Barbara Jelavich, Russia’s Balkan Entanglements (1806-1914), Cambridge 1991, s. 123-248. Dönemin İttihat ve Terakki Partisi denetimindeki hükümeti, 3 Temmuz’da çıkardığı bu kanunla aslında Mekedonya’daki sorunları gidermek istemişti. Fakat kanunun etkisi bütün Balkan coğrafyasına oldu. Bu coğrafyada Fatih Sultan Mehmet saltanatından itibaren oluşan denge bozuldu. Kanunda, ihtilaflı kilise, mektep ve mukaddes yerlerde hangi unsurun nüfusu çok ise ona ait olması benimsenmişti. Böylece Balkan milletleri arasında uzun yıllardır devam eden ihtilaflar son buldu ve ittifaklara zemin oluştu: Hale Şıvgın, “Kilise ve Mektepler Kanunu”, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 148, (Şubat 2004), s. 133-146. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 19 ALİ FUAT ÖRENÇ önceliği Sırplar’a vermek üzere, bütün Balkan ülkeleri ile Osmanlıya karşı ittifak görüşmelerini hızlandırdı8. 1-Savaşa Girilirken Balkanlar’daki Genel Duruma Dair İngiliz Belgeleri İngiltere, Balkan Harbi başlamadan önce hem genel siyasî havayı hem de savaşacak ülkelerin sosyo-ekonomik durumlarını yakından takip etmekteydi. İngiliz Dışişleri ve Savaş Bakanlıkları’nın gelişmelere göre muhtemel senaryolar üzerinde değerlendirmeler yaptıkları anlaşılmaktadır9. Nitekim savaş öncesinde Bulgar Ordusu’nun durumu ve kaynakları hakkında çok ayrıntılı bir çalışma dikkat çekicidir. “Gizli” ibaresiyle basılarak kitap haline getirilen bu çalışmada, Bulgar Kralı Ferdinand’ın büyük Bulgaristan hedefi uğruna tertip ettiği ordunun genel durumu, ülkedeki siyasî vaziyet, meclis ve partilerin yapısı hakkında ayrıntılı analizlere yer verilmekteydi. Kitapta 1910 yılı itibariyle Bulgar ordusunun mevcudu 286 bin piyade, 6 bin süvari, 30 bin topçu ve 32 bin diğer sınıflar olmak üzere toplam 354 bin olarak gösteriliyordu. Buna ilave olarak 40 bin milis gücü mevcuttu. Bulgar Ordusu’ndaki subay sayısı ise 6215 kadardı. Böylece Bulgarların toplam asker sayısı 400 bini buluyordu. Ordunun elinde çoğunluğu Alman Krupp menşeli silahlar ile 956 top bataryası vardı10. Söz konusu kitapta Bulgar Ordusu’nun savaş organizasyonu ve stratejilerine de geniş yer ayrılmıştı. Buna göre Bulgarlar ordularını 3 ana hat üzerinde teşkilatlandırmıştı. Orduda, Edirne kuşatması esnasında yararlandıkları, bir de balon sınıfı faaliyetteydi11. Kitapta ayrıca Bulgarların Rumeli’ye yönelik bir taarruz gerçekleştirmeleri durumunda karşılarında 60 bini Edirne çevresinde olmak üzere toplam 230 bin Türk askerîni bulacakları ve buna göre strateji geliştirdikleri belirtiliyordu. İngilizlere göre böyle bir mücadelede Türkler Edirne ile İstanbul arasındaki demiryolu hattını açık tutmaya önem vereceklerdi. Bunun nedeni, tren yolunun kapalı olması durumunda 8 İngiltere’nin Sofya Askerî Ataşesi’nin, Bulgaristan’ın savaştan beklentileri ve hazırlıkları hakkında tanzim ettiği 6 Ocak 1913 tarihli ayrıntılı rapor: TNA, Foreign Office (FO), nr. 195/2448, s. 2- 31. 9 Bu hususta ayrıca bkz. Önder Kocatürk, Osmanlı-İngiliz İlişkilerinin Dönüm Noktası (19111914): İlişkilerin Bozulması ve İlk Krizler, Birinci Cilt (1911-1912), İstanbul 2011, s. 107145. 10 Bulgar Ordusu’ndaki silahlar için ayrıca bkz. Pierre Dumont Desiere, Edirne Muhasarası (1912 Teşrin-i Sâni- 1913 Mart), (Trc: Mülazım S. B), İstanbul 1331, s. 256-258. 11 Balkan Savaşları’nda Bulgar hava gücü için ayrıca bkz. Ayşe Zamacı, “Birinci Balkan Harbi’nde Edirne Semalarında Bulgar Tayyare ve Balonları”, Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, c. 1, sayı 2, (Temmuz 2011), s. 199-225. 20 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) İstanbul’dan Edirne’ye askerîn yürüyerek naklinin ancak 18 günde tamamlanabiliyor olmasıydı12. İngilizler, savaş öncesinde Osmanlı Devleti’nin de sosyal ve ekonomik durumunu ortaya koyan ayrıntılı raporlar tanzim etmişlerdi. Bu raporlarda özellikle ülkede iç siyasî çekişmenin geldiği ciddi boyuttan bahsediliyordu. İçteki bu istikrarsızlığın dış politikayı olumsuz etkilediği değerlendirilmişti. 1911’de Trablusgarp Savaşı’nın başlaması ise durumu daha da kötüleştirmişti. İngiliz yetkililer, Türkiye’nin 1908’de Meşrutiyet ilanıyla sahip olduğu havayı artık yitirdiğini ve yeni süreçte Avrupa’dan da destekçi bulmalarının zor olduğunu düşünmekteydi. Bu yalnızlığın gerekçesi olarak ise İttihat ve Terakki Partisi’nin geleneksel Osmanlı dış ilişkilerindeki denge politikasını terk etmesi gösterilmekteydi. Dönemin İngiliz belgelerinde Osmanlı’daki siyasî durum ve uygulanan politikalar değerlendirilirken sıklıkla gelişmelere “kör olma” veya hadiseleri okuyamama halinden bahsedilmesi ise dikkat çekicidir 13. Diğer taraftan İngiliz Dışişleri’ne ait bir değerlendirmede, Balkan Savaşı’na girilirken Türkiye’deki yetkili kimselerin gelişmeler hakkında dostça uyarıldığı, fakat bu uyarılar dikkate alınmadığı gibi Türk Hükümeti’nin Hindistan’da Müslümanları organize ederek kendilerini zor durumda bırakmak için çalıştığı kaydedilmekteydi14. Osmanlı’ya karşı Balkan ittifakı gayretlerinin öncü devleti Bulgaristan’dı. Elbette böyle bir birliğin oluşabilmesi için başta Rusya ve Avusturya olmak üzere Avrupa devletlerinin desteğinin, İngiltere, Fransa ve hatta Almanya’nın ise mümkün olduğunca tarafsızlıklarının temin edilmesi 12 Savaş öncesi Bulgar Ordusu ile ülkenin sosyo-ekonomik durumunun ayrıntılı tahlil edildiği söz konusu kitabın nüshaları: TNA, FO, nr. 881/10110X, s. 1-53; TNA, War Office (WO), nr. 33/603, (1912) s. 1-53. 13 İngiliz yetkililer bu siyasî körlüğe örnek olarak ise savaş kapıya dayanmışken Türkiye’nin hala Sırplar’ın Avusturya’dan çekineceği bekletisini taşımaları, bir kısım askerîn terhisi ve Balkan ittifakına Yunanistan’ın katılma hazırlığının farkedilememesini göstermişlerdi ( bkz. British Documents on Foreign Affairs, 1983, I/20, s. 364-368, 388-389). İngilizler Osmanlı idarecilerini gelişen hadiselere kör olmakla suçlarken, benzer bir görüş, farklı bir boyuttan Osmanlı Ordusu’nda görevli bir Alman subayın hatıralarında yer alıyordu. Gustav von Hochwächter adlı subay, Babıâli’nin Avrupa ülkelerinin savaşta tarafsız kalacakları sözlerine inanmasını ve durumun ciddiyetini kavrayamamasını önemli bir hata olarak görmekteydi (Gustav von Hochwächter, Balkan Savaşı Günlüğü, “Türklerle Cephede”, (Çev: S. Toydemir), İstanbul 2007, s. 3). Yabancılar Osmanlı Hükümeti’ni gelişmeleri okuyamamakla eleştirirken Osmanlı Hariciye Nazırı Asım Bey, Meclis-i Mebusan’da yaptığı 15 Temmuz 1912 tarihli bir konuşmasındaki sözleri bu yorumları haklı çıkarıyordu: Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler, İstanbul 2000, s. 382. 14 British Documents on Foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 370-371. İngiltere, 1911 Trablusgarp Harbi’nden itibaren Hindistan Müslümanları arasında Osmanlı’ya olan ilginin artmasından ve gelişmelerin “Haç ile Hilal kavgası” olarak değerlendirilmesinden rahatsızdı: Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Ankara 1991, c. II/1, s. 309-311. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 21 ALİ FUAT ÖRENÇ önemliydi15. Balkanlar’daki bu ittifak müzakereleri ve tarafların oluşturduğu askerî potansiyel, İngiltere’nin bu ülkelerdeki misyonları tarafından günbegün Londra’ya rapor ediliyordu16. Bulgaristan ittifak görüşmeleri yaparken Osmanlı Hükümeti de Sofya Askerî Ataşesi’nin uyarıları ve Makedonya’da artan çete faaliyetleri üzerine Rumeli’de kısmî seferberlik ilan etti (19 Eylül 1912). Bu seferberlik emri aynı gün Edirne Kalesi’ne ulaştı. Bu karar uyarınca Edirne, Babaeski, Gümülcine, Kırcaali, Drama, Siroz, İştib, Üsküp, Mitroviçe ve Elbasan Redif askerlerinin bir buçuk ay müddetle silah altına alınması kararlaştırıldı17. Balkanlar’da kriz derinleşince İngiliz Hükümeti bilhassa 3 Ekim 1912’den itibaren gelişmeleri daha ciddiyetle ele almaya başladı. Zira bu tarihte müttefik Balkan ülkeleri Osmanlı’ya bir nota vererek üç gün içinde Mekedonya, Arnavutluk ve Girit’e muhtariyet verilmesi gibi taleplerde bulunmuşlardı. Bu gelişme karşısında İngiltere’de yetkililer, Avrupa kabinelerinin Türkiye’ye karşı bir Balkan ittifakına henüz sıcak bakmadıkları, fakat bölgedeki tarihî dengeler ve beklentiler dikkate alındığında eninde sonunda hep birlikte bu işin içine girilmek durumunda kalınacağı yorumlarını yapmaktaydı. Ayrıca Türkiye’nin, krizin çözümü adına Berlin Antlaşması’na uygun olarak Balkanlar’da yeni reform adımları atmayı kabul etmesinin dahi Rusya ve Avusturya’nın büyük beklentileriyle örtüşmediği, bütün bunlara Almanya’nın bölgedeki aktif politikalarının da eklenmesiyle konunun içinden çıkılmaz uluslararası bir mahiyet kazanmasının an meselesi olduğu değerlendiriliyordu18. İngiltere Dışişleri Bakanı Edward Grey, Balkanlar’da gelinen son durumu öğrenmek için Sofya konsolosluk görevlilerine emir vererek, Sırp ve 15 W. M. Sloane, a.g.e, s. 184-204; Carnegie Endowment for International Peace, Report of The International Commission to Inquire into The Causes and Conduct of The Balkan Wars, (Directör: N. M. Butler), Washington 1914, s. 38-47. 16 Raporlar için bkz. TNA, ADM, nr. 116/1190. 17 Rifat Uçarol, “Balkan Savaşı Öncesinde Terhis Olayları ve Seferberlik İlanı Sorunu”, Dördüncü Askerî Tarih Semineri, Bildiriler, Ankara 1989, s. 272-276; Sevgi Aşkın, Balkan Savaşlarında Edirne, (Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi), Edirne 2007, s. 23-35, 42-43. 18 Savaş öncesi Balkan ittifakları ve Avrupa ülkelerinin politikalarını ele alan İngiliz belgeleri için bkz. TNA, FO, nr. 244/781, s. 1- 430; FO, nr. 881/10110X, s. 1-53; TNA, WO, nr. 33/603. Balkanlar’da Osmanlı’nın reform yapmasından ne anlaşıldığı, İngiltere’nin Rusya Büyükelçisi George Buchanon’dan Dışişleri Bakanı E. Grey’e gizli kaydı ile sunulan, 9 Ekim 1912 tarihli bir raporda şu cümlelerle açıklanıyordu: “Eğer Türkler Balkan reformlarını büyük devletlere devrederlerse savaş açılmasına engel olunabilir. Bu durumda bütün Avrupa Türkiyesi Hıristiyanlara ait olmalıdır. Müslümanlar da orada kalmak istiyorlarsa Balkan müttefik kuvvetlerinin onayından geçmelidir”: A. K. Meram, a.g.e, s. 214: E. Ulubelen, a.g.e, s. 118. 22 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) Bulgarlarla temas kurmalarını istedi. Bu talimat üzerine 23 Ekim 1911 tarihinden itibaren iki ülke yetkilileri ile yapılan görüşmeler belgelere yansımıştır. Sofya Askerî Ataşesi görüşmelere dair raporunda, Bulgar Kralı Ferdinand’ın ittifakta aceleci davrandığını, radikal partinin iktidarda olduğu Sırpların ise Bulgarlarla müzakereleri kamuoyundan gizleme eğilimi gösterdiklerini belirtmişti. Ataşe, Bulgar Kralı’nın talebi üzerine 18 Ocak 1912’de Rusya ve Avusturya ile görüşmelerin başlatıldığını, hem Bulgarlar’ın ve hem de Sırplar’ın ittifakın mahiyetini anlamak için Rusya’ya özel temsilciler gönderdiklerini kaydediyordu. Kral Ferdinand, bilhassa Avusturya ile görüşmelerden olumlu sonuç alınca Sırplarla temaslarını sıklaştırmıştı. Sofya Ataşesi, Balkan ülkeleri arasında Türkiye’nin Avrupa topraklarını paylaşmaya yönelik ittifak görüşmelerinin büyük güçler tarafından ancak 30 Eylül 1912 tarihinden itibaren tam olarak öğrenilebildiğini ve basında bu yönde haberler yapılmaya başlandığını belirtmekteydi. Ataşeye göre Bulgarların öncülüğünde yapılan bütün bu hazırlıklar, bir yıldan az bir zamanda müttefiklerin Türklere saldıracaklarının açık işaretleriydi19. Bu arada Balkanlar’daki hadiseleri ele almak üzere Avrupa büyük devletleri arasında diplomatik temaslar yoğunlaşmaya başladı20. İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Almanya savaş çıkmadan krizin çözümü adına nihayet ortak bir deklarasyonda anlaştılar. Buna göre öncelikle Berlin Antlaşması’nın 23. Maddesi’ne göre Osmanlı Devleti Balkanlar’da reform yapmayı kabul edecekti21. Buna rağmen Osmanlı ile Balkan ülkeleri arasında bir savaş çıkması durumunda ise bölgede kesinlikle statükonun değişmesine izin verilmeyecek, eski sınırlar geçerli olacaktı22. Büyük devletler, statükonun değişmeyeceği yönünde kendilerini de bağlayıcı bir karara imza atarken, şüphesiz Balkan ülkelerinin Osmanlı karşısında başarısız olma ihtimalini dikkate almışlardı. En kötü durumda Berlin Antlaşması sonrası dengelerin muhafazasına çalışılacaktı23. 19 TNA, FO, nr. 195/2448, s. 2- 31. İngiliz diplomatların Avrupalı meslektaşları ile Balkan krizi ve gelişmeler hakkındaki temasları için bkz. British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1933, c. IX/1, s. 513 vd. Ayrıca bkz. Ö. Kocatürk, a.g.e, s. 110-145. 21 Berlin Antlaşması’nın 23. Maddesi uyarınca Osmanlı Devleti Girit, Epir, Tesalya, Makedonya ve geri kalan bölgelerde ıslahat yapmayı kabul ediyordu. Daha fazla bilgi için bkz. W. N. Medlicott, a.g.e, s. 413; Y. H. Bayur, a.g.e, s. 402-405. 22 British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1934, c. IX/2, s. 13-14; British Documents on Foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 369. 23 British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1934, c. IX/2, s. 14 vd; British Documents on Foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 370-371. 20 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 23 ALİ FUAT ÖRENÇ Balkanlar’da adım adım harbe yaklaşıldığı günlerde İngiltere Hükümeti aldığı fiilî tarafsızlık kararına son şeklini verdi (18 Ekim 1912). Bu kararlar ile uygulama esasları The London Gazette’nin 21 Ekim 1912 tarih 7765 sayılı olağanüstü baskısında Kral I. George ve Dışişleri Bakanı Edward Grey adına ayrı ayrı ilanlarla kamuoyuna duyuruldu. İlanda ana hatlarıyla; İngiltere’nin savaşan bütün taraflarla dost olduğu, bu nedenle Birleşik Krallığa bağlı karasuyu ve limanların savaş maksatlı kullanımına izin verilmeyeceği, fakat ticarî etkinliklerin süreceği belirtiliyordu. Ayrıca barışın sağlanması için çalışılacağı, savaş boyunca karşılaşılacak insanî durumlara kayıtsız kalınmayacağı, savaş bölgesindeki İngiliz vatandaşlarının korunması hususunda tedbirlerin alınacağı kaydediliyordu 24. İngiltere tarafsızlık esaslarını belirlerken, aynı tarihte Dışişleri Bakanı Edward Grey ile Bulgar Başbakanı M. Guechoff (Geşof)’ın temasları belgelere yansımıştır. Bu görüşmede Bulgarlar, savaşın kaçınılmaz olduğunu, zira Türkiye’deki aktif güçlerin hadiselerin gelişimi karşısında dirençli olmadıklarını ifade etmişti. İngiliz Bakan ise muhtemelen Hint Müslümanları’nın tepkisinden çekinildiği için, savaşta masum insanların zarar görebileceği endişesini dile getirmişti. Bunun üzerine Bulgar heyeti, eskiden Türkiye’de olduğunun aksine, bu muharebede katliam ve yağmaların önlenebileceğini ve masum insanların ölmemesi için tedbir alınabileceğini söylemişti25. 24 TNA, FO, nr. 141/802. İngiltere Dışişleri’nde savaştaki tarafsızlık kararının uygulanışında Mısır Hidivliği’nin sorun olup olmayacağını tartışılıyordu. Yapılan değerlendirilmelerde Türk Hükümeti üzerinde Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın eskisi kadar tesirinin bulunmadığı, zaten Balkan meselesinde Mısır askerînin yer almadığı, ancak Hidiv’in Trablusgarp Harbi sonucu İtalya ile barışta etkili olduğu, bu durumda Yunan Donanması’nın Ege’de baskın duruma geleceği, böyle bir vaziyette ise doğal olarak İngiltere egemenliğindeki Mısır’ın tarasızlığının gündeme geleceği değerlendirilmişti (TNA, ADM, nr. 116/1197). Aslında İngilizlerin Mısır Hidivliği hususunda tereddüt yaşamalarının sebebi 1897 Osmanlı-Yunan Harbi’nde Babıali’nin talebi üzerine Mısır Hidivi ülkedeki Yunan Konsolosları’nı sınırdışı etmesi ve bu ülke gemilerine el koymasıydı (Y. H. Bayur, a.g.e, s. 34-36; Yılmaz Öztuna, 93 ve Balkan Savaşları, Avrupa Türkiyesi’ni Kaybımız, Rumeli’nin Elden Çıkışı, İstanbul 2006, s. 105). Açıklanan tarafsızlığın uygulanmasında ilk sorun Hamidiye kruvazörünün Kızıldeniz ve Süveş bölgesindeki faaliyetleri sonucu yaşanmıştı. Aynı şekilde 6 Kasım 1912 tarihli acil bir raporda Marmaris ganbotunun 28 Kasım’da Bombay ziyareti, oralarda destek arama olarak değerlendirilmiş ve tahkikat başlatılmıştı. Sonuçta bu geminin Bombay Tersanesi’nde tamir edilmesi, ancak savaşa katımına izin verilmemesi yönünde karar alınmıştı. Hindistan Hükümeti ile temas kurularak bu durum iletilmişti: TNA, ADM, nr. 116/1197. 25 TNA, ADM, nr. 116/1197. Aynı tarihlerde Balkan sorununun çözümü için Almanya’nın da girişimleri ile Viyana’da görüşmeler yapılmıştır. Burada Bulgarlar, Türkler Edirne’yi boşaltmasalar dahi bir ateşkese razı olduklarını dile getirmişlerdi (19 Ekim 1912): TNA, FO, nr. 244/781, s. 199. 24 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) Balkanlar’daki gelişmeler üzerine Osmanlı Hükümeti, krizin savaşsız çözümü için diplomatik girişimlerde bulundu. İngiltere’nin İstanbul Sefiri Lowther’den Dışişleri Bakanı E. Grey’e gelen 21 Ekim tarihli bir yazıda, Kamil Paşa Hükümeti’nin Avrupada’ki Osmanlı vilayetlerinin yönetiminde otonom bir idare tarzının kabul edilebileceği yönündeki teklifi gündeme getiriliyordu26. Fakat Kamil Paşa ve Babıâli bu gibi teşebbüslerde çok geç kalmışlardı. Özellikle Trablusgarp Harbi’ndeki başarısız gidişat karşısında bir Balkan Savaşı’nın çıkışının önlenmesi imkansız hale gelmekteydi. 2-Balkan Savaşı’nın Başlaması ve Trakya’da İlk Muharebeler İngiltere’nin Sofya Ataşesi, savaşın bir yıl içinde başlayacağına dair tahmininde haklı çıkmıştır. Nitekim Balkan ülkeleri arasındaki görüşmeler peşpeşe ittifak antlaşmalarıyla sonuçlanmıştır. İlk olarak 13 Mart 1912’de Bulgaristan ve Sırbistan, 29 Mayıs’ta Bulgaristan ile Yunanistan, 6 Eylül’de ise Sırbistan ve Karadağ antlaşma imzaladı. 30 Eylül 1912’de Bulgaristan ve Sırbistan seferberlik ilan etti. Ertesi gün Yunanistan ve Karadağ bunlara katıldı. 8 Ekim’de Karadağ Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ederken, bunu 17 Ekim’de Sırbistan ve Bulgaristan, 19 Ekim’de ise Yunanistan izledi27. [Resim-1:Müttefik Balkan Kralları (sağdan sola): Yunan Yeoryios, Bulgar Ferdinand, Karadağ Nikola, Sırp Petar (G. Dinç, s. 33)] 26 27 British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1934, c. IX/2, s. 40. Daha fazla bilgi için bkz. British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1933, c. IX/1, s. 513-524, 710-747; British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1934, c. IX/2, s. vi-ix, 1-246, 1006-1026; British Documents on foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 373-389; Reginald Rankin, The Inner History of The Balkan War, London 1914, s. 138-159; C. S. Ford, a.g.e, s. 27 vd; Carnegie Endowment for International Peace, a.g.e, s. 47-49; Y. H. Bayur, a.g.e, s. 197-230; Necdet Hayta-Togay Seçkin Birbudak, Balkan Savaşları’nda Edirne, Ankara 2010, s. 5-13. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 25 ALİ FUAT ÖRENÇ Osmanlı Hükümeti, son gelişmeler üzerine 1 Ekim 1912 tarihi itibariyle genel seferberlik ilan etti. Edirne Kalesi bu seferberlik emrini aynı gün saat 19’da almıştı. Kale Komutanlığı, elde mevcut ve talep edilecek kuvvetlerle 50 gün müddetle şehrin savunmasını öngören bir seferberlik planı hazırladı28. İngiliz belgelerinde ise Osmanlı seferberlik planlamasına göre Edirne Kalesi’nde yaklaşık 56 bin askerîn istihdam edileceği belirtiliyordu29. Edirne, İstanbul’un güvenliği açısından stratejik öneme ve savaşın seyri bakımından psikolojik etkiye sahip olduğundan30, hem Osmanlı tarafı hem de Bulgarlar buraya yönelik hazırlıklarına ayrı bir önem vermişlerdi. Bulgarlar savaş öncesinde Edirne için çok kapsamlı muhasara ve saldırı planları hazırladılar31. Herşey bir anda olup biterken İngiliz Dışişleri’ne gelen bilgilerde Türk Ordusu’nun genel serferberlik ilan ettiği tarihte Avrupa topraklarında 150 bin civarında askerî bulunuyordu. Avrupa’daki Türk Ordusu, sınırlardaki tehdit durumları dikkate alınarak doğu (Trakya) ve batı (Makedonya ve Arnavutluk) olmak üzere ikiye ayrılmıştı32. Türk ana karargahının 28 Remzi Yiğitgüden, Balkan Savaşı’nda Edirne Kale Muharebeleri, (Yay. Haz. Z. Türkmen, B. Turan, A. Kaptan, Ö.Demireğen, T. Kılıç), Genelkurmay ATASE Yay., Ankara 2006, s. 44-45; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 30-31. Bu arada 6 Ekim’de Osmanlı Meclisi’ndeki müzakerelerde, kuşatmanın en fazla 2 ay sürebileceği dikkate alınarak şehirdeki 40 bin kişiye 2 aylık erzak bedeli olmak üzere Harbiye Nezâreti bütçesinden 4.900.000 kuruş tahsis edilmişti. Meclis kararının onaylanmasından sonra Başkomutanlık Vekâleti, Edirne Komutanlığı’na durumu bildirerek ücreti İstanbul tarafından ödenmek üzere erzak alımını emretmişti. Erzak tedarikinin başlanmasından bir ay sonra 6 Kasım’da bu sefer Harbiye Nezareti’nden gönderilen bir emirde, şehire Gümülcine bölgesinden erzak sevkinin durdurulması istenmiştir. Bölgedeki erzakın Kırcaali müfrezesinin istifadesine sunulması emrediliyordu. Bu arada 9 Ekim tarihi itibariyle Edirne’de sıkıyönetim ilan edilmişti: Balkan Harbi (1912-1913), c. I, Genelkurmay Yay., 2. Baskı, Ankara 1993, s. 133-134; N. Hayta- T. S. Birbudak, a.g.e, s. 31-32. 29 TNA, FO, nr. 195/2437, s. 152; FO, nr. 195/2438; s. 437-441, 445-450. 30 Savaşta Edirne’nin stratejik önemine dair değerlendirme için bkz. Richard C. Hall, The Balkan Wars 1912-1913, Prelude to the First World War, London 2000, s. 38-39. 31 Philip Gibbs-Bernard Grant, The Balkan War, Adventures of War with Cross & Crescent, Boston (t.y.), s. 97-102. Bulgar Ordusu’nun Osmanlı’ya karşı harekat planları için ayrıca bkz. N. İvanov, Balkan Harbi (1912-1913), 2. Ordu Harekatı, Edirne Kalesi’nin Muhasarası ve Kaleye Hücum, (çev: M. Murat), İstanbul 1937, c. 1, s. 3-14; Valeri Velkov İvanov, “Bulgar Genelkurmayının XX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Devleti ile Savaş Durumunda Muharebe Sahasını Değerlendirmesi”, XX. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Bulgar Askerî-Siyasî İlişkileri, Genelkurmay ATASE Yay., Ankara 2005, s. 9-26. 32 Osmanlı Ordusu Balkan Savaşları’nda Doğu cephesinde Bulgarlarla Batı cephesinde ise bütün müttefiklerle mücadele etti. Balkan savaşında orduların genel durumu ve cepheler için bkz: TNA, ADM, nr. 116/1190; ADM, nr. 116/1197; G. v. Hochwächter, a.g.e, s. 5-13; P. Gibbs-B. Grant, a.g.e, s. 9-241; Mahmud Muhtar, Balkan Harbi, Üçüncü Kolordu’nun ve İkinci Doğu Ordusu’nun Muharebeleri, (Haz. Z. Engin), İstanbul 1979, s. 12-188; Balkan Harbi (1912-1913), 1993, s. 1 vd; Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi, Osmanlı Devri, Balkan 26 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) bulunduğu Doğu Ordusu Abdullah Paşa komutansındaydı33. Bu ordu ağırlıklı olarak Kırkkilise (Kırklareli) ile Babaeski arasında konuşlandırılmıştı. Aslında savaş için bölgede 200 bin asker bulundurulması planlanmış fakat çeşitli zorluklar nedeniyle ancak 115 bin kadarı hazır hale getirilebilmişti. İngilizler, 21 Ekim 1912 tarihine gelindiğinde Türk komutanların hâlâ asker toplama ve cepheye sevk gibi sorunlarla uğraştıkları tespitini yapmaktaydı. Ayrıca Balkan ülkeleri genel seferberlik ilan edip büyük hazırlıklar yürütürken, 1912 Eylülü’nün kritik ilk 3 haftasında Türkler, Edirne ve çevresinde askerî manevralar yaparak zaman geçirmişlerdi34. [Balkan Savaşları ve Sultan Mehmed Reşat (G. Dinç, s. 30)] Türk Ordusu’ndaki her türlü gelişmeyi yakından izleyen İstanbul’daki Büyükelçisi Gerard Lowther, 15 Ekim 1912 tarihinde Dışişleri Bakanı Edward Grey’e Balkan Savaşı hakkındaki mütalaasını sunmuştur. Elçi, savaş hakkında genel değerlendirmelerde bulunduktan sonra Türkiye ile Balkan devletleri arasındaki çarpışmanın 93 Harbi’nde olduğu gibi hayatî bir Harbi, c. II/1-2, 2. Baskı, Ankara 1993, s. 1 vd; Cevdet Küçük, “Balkan Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. V., İstanbul 1992, s. 23-25; Ahmet Halaçoğlu; “Balkan Savaşları (1912 – 1913)”, Türkler, Ankara 2002, c. 13, s. 296-307; R.C. Hall, a.g.e, s. 15-130; The Balkan Wars, (Ed. V. Kolev –C. Koulouri), Thessaloniki 2009, s. 74 vd; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 5-139. 33 M. Muhtar, a.g.e, s. 12-15. Kırkkilise ve Lüleburgaz muharebelerinin komutanı olan Abdullah (Kölemen) Paşa’nın askerî hayatı için bkz. R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 63. 34 British Documents on foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 376-379, 388-389. Osmanlı Ordusu’nun Trakya’daki bu manevraları Balkan ülkeleri ve Rusya tarafından kendi ve Avrupa kamuoyuna Türkler aleyhinde propagandalarda kullanılmıştır. Osmanlı saldırgan emeller taşıyan taraf olarak gösteriliyordu: Y. H. Bayur, a.g.e, s. 379-380. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 27 ALİ FUAT ÖRENÇ mücadeleye dönüşeceği kanaatini belirtmiştir 35. İstanbul’daki İngiliz Askerî Ataşesi Lieut Tyrell ise çok daha kapsamlı bilgileri Londra’ya rapor ediyordu. Nitekim 16 Ekim 1912 tarihli bir yazısında Doğu Orduları Komutanı Abdullah Paşa’nın Babaeski’den ayrıldığını, Mahmut Muhtar Paşa’nın ise 3. Ordu’nun başına getirildiğini bildiriyordu. Tyrell, demiryolu istasyonlarında büyük askerî hareketlilik yaşandığını, Anadolu’dan çok sayıda deneyimsiz Redif askerînin Rumeli’ye sevkedildiğini aktarırken36, bizzat görüştüğü Türk Generallerin neşeli ve zaferden emin bir tavır içinde bulunduklarını yazmaktaydı37. Ataşe, son zamanlarda Türklerin askerî hazırlıklarının beklenenden hızlı gerçekleşmeye başladığını, zira bu hususta önce çok karamsar bir hava olduğunu, İstanbul’daki askerî muhitlerde sınırdaki başarılı operasyonlardan bahsedilerek Bulgarların kötü durumu hakkında haberlerin yayıldığını aktarmaktaydı. Tyrell, kısa süre önce Osmanlı’nın Sofya Askerî Ataşesi olan Ali Şükrü Bey ile yaptığı bir mülakat sayesinde Bulgarlar’ın Tunca Nehri’nin batısında 86 bin, doğusunda 64 bin askerlerinin olduğu bilgisini öğrendiğini yazmaktaydı. Tyrell, kendi gözlemlerine dayanarak şu anki durumda Türk Ordusu’nun henüz ciddi bir saldırıya hazır olmadığını, Bulgar Ordusu hakkında ise muhtemelen yanlış bilgilendirildiklerini, Bulgarlar’ın savaşa bu kadar hazırlıksız gireceklerine kesinlikle ihtimal vermediğini, eğer Türk Ordusu’nun savaşa dair ilk planlarını bu yanlış bilgilere dayanarak sonradan değiştirmesi durumunda çok büyük bir hata yapılmış olacağını değerlendirmekteydi38. Tyrell, ertesi günkü yazısında ise İstanbul’dan cepheye sevki yapılan Redif askerleri hakkında edindiği ayrıntılı bilgileri Londra ile paylaşmaktaydı. Yaşanan büyük hareketlilik yüzünden tamamen dolu trenlerdeki asker mevcudunu belirlemenin mümkün olmadığını belirten Ataşe, bazı sevkiyatlarda trenlerde 35 TNA, ADM, nr. 116/1197; FO, nr. 141/802; British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1934, c. IX/2, s. 24. 36 Balkan ülkeleri arasında ittifak görüşmelerini ciddiye almayan Osmanlı Hükümeti, 29 Temmuz 1912 tarihli bir kararla ordudaki 1908 girişli eğitimli Nizamiye askerlerinin terhisine, ihtiyat Redif birliklerinden bir kısmının ise iznine karar vermişti. Bu karar uyarınca ordudan terhis edilen asker sayısı 75 bin kadardı. Bu uygulamadan daha 2 ay geçmeden seferberlik ilan edilence tekrar asker alımına ve cepheye sevkine başlanmıştı. Savaş sonrasında, dönemin hükümetinin başı sıfatıyla Gazi Ahmet Muhtar Paşa, askerîn erken terhisi ve seferberlik ilanında geç kalınması gibi uygulamalar ile Balkan Savaşı’ndaki mağlubiyetten sorumlu tutulmuş, 21 Temmuz 1914’de Yüce Divan (Divan-ı Âli)’da yargılanmıştır (bkz. Rifat Uçarol, a.g.m, s. 257-277). Terhisler için ayrıca bkz. R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 22-23. 37 Balkan Savaşında 3. Ordu Komutanı Mahmut Muhtar Paşa’nın emrinde görev yapan Alman subay Gustav von Hochwächter de Türk subaylarının zaferden emin ve düşmanı küçümseyen bir tavır içinde oldukların müşahede etmişti: G. v. Hochwächter , a.g.e, s. 2-3. 38 TNA, FO, nr. 195/2437, (16 Ekim 1912 ve 76 nolu rapor), s. 36-37. 28 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) 2 bin kadar asker taşındığı bilgisine ulaşmıştı39. Ataşe, bir başka istihbarat raporunda Türk Ordusu’nun genel durumu ile Anadolu’dan yapılan sevkiyat ve komutanların stratejileri hakkında çok ayrıntılı değerlendirmelere yer vermiştir. 23 Ekim 1912 tarihini taşıyan raporunda Edirne ve Kırcaali merkezli Doğu Ordusu, XV. Ordu Komutanı Mehmet Şükrü Paşa komutasında olarak 1 Nizamiye ve 3 Redif taburundan oluşuyordu. Ana orduda ise toplam 11 Nizamiye ile 10 Redif taburu mevcuttu40. Tyrell, 24 Ekim tarihli raporunu Büyükelçi Gerard Lowther’e hitaben hazırlamıştı. Bu yazısında Edirneye doğru ilerleyen Bulgar askerlerinin İstanbul ile ana ordugâh arasındaki demiryolu irtibatını tehdit etmeleri durumunu ve buna karşılık Türklerin muhtemel harekât planlarını yorumlamıştı. Ataşe, Bulgarların donanmayı devreye sokmaları durumunda avantaj sağlayacakları tespitini yapmaktaydı41. [Resim-2: Bulgar askerlerinin sınıra sevki (G. Dinç, s. 49)] 39 Ataşe, 6-14 Ekim 1912 tarihleri arasında İstanbul’dan trenle yapılan sevkiyatın tam listesini vermiştir. Buna göre 65 seferde 85.100 asker ile 798 at nakledilmişti. Ayrıca her türlü silah ve benzeri malzemeden ayrı olarak 6 otomobil, 19 sahra fırını, 140 muhtelif kapasitede yük kamyonlarının ayrıntısını rapor etmişti (bkz. TNA, FO, nr. 195/2437, s. 39). Londra’ya gönderdiği 18 Ekim 1912 tarihli bir başka yazısında ise Abdullah Paşa ile yaptığı görüşmede Paşanın kendisine Osmanlı Ordusu’nun genel durumu, Selanik ve diğer savaş bölgelerinde kazanılan başarılar ve bölgeye yapılan askerî sevkiyat hakkında çok ayrıntılı bilgi verdiğini, Sırplar’dan elde edilen 44 vagon silahtan bahsettiğini bildirilmekteydi (bkz. TNA, FO, nr. 195/2437, (78 nolu rapor), s. 42-45). Gustav von Hochwächter hatıratında, seferberliğin ilanından itibaren İstanbul-Edirne tren hattında günde ortalama 12 bin kişinin taşındığını kaydetmektedir: a.g.e, s. 6. 40 TNA, FO, nr. 195/2437, (23 Ekim 1912 tarih ve 82 nolu rapor), s. 96-101. 41 TNA, FO, nr. 195/2437, (24 Ekim 1912 tarih ve 83 nolu rapor) s. 105-106. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 29 ALİ FUAT ÖRENÇ Edirne’ye yönelik büyük Bulgar saldırısından kısa süre önce Osmanlı’nın Londra Büyükelçisi Tevfik Paşa’nın hükümet nezdindeki temasları dikkati çekmektedir. Bu konuya dair 21 Ekim 1912 tarihli İngiliz Dışişleri mütalaasında, Osmanlı’nın büyük devletleri özellikle de İngiltere’yi Balkan politikalarında şeffaf olmamakla suçladığı belirtiliyordu. Tevfik Paşa’nın İngiliz Dışişleri Sekreteri Arthur Nikolson ile yaptığı bir görüşmede, Sadrazam Kamil Paşa’nın daima İngiltere ile ilişkileri geliştirmenin önemini kendisine fısıldadığını, eğer İngilizler bu kadar pasif kalmayıp Balkan işinde inisiyatif almış olsalardı, savaşın meydana gelmeyeceğini söylediği kaydedilmekteydi. Nikolson, bu ifadelere karşılık olarak Tevfik Paşa’ya, Balkan işinde kendilerinin faal olmaları durumunda muhtemelen bölgeyle ilgilenen diğer güçlerin de işin içine karışacaklarını, meselenin bir anda büyük bir Avrupa sorunu haline geleceğini, ülkesinin bahsi geçen tarafsızlık politikasının Balkan Savaşı’nı büyük bir Avrupa krizi olmaktan kurtardığını söylemişti. Bu cevap üzerine Tevfik Paşa Nikolson’un yorumunu haklı bulmakla birlikte, bu işin Kamil Paşa’nın pisliği olduğunu söylediği kayıtlara geçmiştir 42. Aynı tarihte Dışişleri Bakanı Edward Grey, Büyükelçi Lowther’a gönderdiği telgrafta savaşın önlenmesi için çaba gösteren ve İngiltere’nin arabulucuk yapmasını öneren Kamil Paşa ile daha ayrıntılı görüşme yapmasını istiyordu. Bakan, kendilerinin en fazla yapabilecekleri şeyin uygun bir fırsat olursa Kamil Paşa’nın dileğini akıllarında tutmak olabileceğini, yapabileceklerinin bununla sınırlı kalacağını ifade ediyordu 43. Birinci Balkan Harbi başlayınca Bulgar Ordusu beklenenden hızlı ilerlemeye başladı. Zaten 18 Ekim tarihine gelindiğinde Bulgarlar’ın bütün saldırı hazırlıkları tamamdı. Kral Ferdinand genel karargâhını Starazagora’da kurmuştu. General Kontincev komutasındaki I. Ordu Kırkkilise-Edirne arasındaki bölgeye yerleşmişti. General Nikola İvanov idaresindeki II. Ordu ise Edirne’nin doğusunda konuşlanmıştı. Bulgar III. Ordusu General Dimitriev komutasındaydı. Bu ordu Kırkkilise’nin doğu 42 TNA, FO, nr. 195/2437, (21 Ekim 1912 tarih ve 487 nolu rapor), s. 259-260. İngilizler gibi Ruslar arasında da Balkan krizinin genel bir Avrupa sorunu haline gelmesinden endişeli olanlar vardı. Bilhassa Dışişleri Bakanı Sergei Sazonov, savaşın kontrolsüz devam etme ihtimalini istemiyordu. Bakan, Osmanlı’nın Berlin Kongresi uyarınca taahhüt ettiği reformları yapmasıyla meselenin savuşturulmasını ümit ediyordu (bkz. Necdet Hayta, Balkan Savaşları’nın Diplomatik Boyutu ve Londra Büyükelçiler Konferansı (17 Aralık 1912-11 Ağustos 1913), Ankara 2008, s. 4-5). Aynı şekilde bu ülkenin Paris Büyükelçisi Aleksandr İzvolski, Sazonov’a gönderdiği 23 Ekim 1912 tarihli bir yazısında Balkan Savaşı’nın muhtemel sonuçlarını değerlendirirken, meselenin Avrupa dengelerine dokunmasının bir felaket olacağını dile getirmişti. Fakat Rusya siyasetinde son sözü söylecek olan Çar Nicolas farklı düşünüyordu. Çar, Slav birliği taraftarı olarak savaş istiyordu: Y. Öztuna, a.g.e, s. 101-102. 43 Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul 1982, s. 117. 30 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) kısmında faaliyet gösteriyordu. Edirne’yi kuşatma görevi verilen II. Orduda yaklaşık 48 bin asker bulunuyordu. Bu ordunun elinde 120 kadar top mevcuttu. Hareket emrini alan Bulgar II. Ordusu, 18 Ekim’de Meriç vadisinde, Tunca üzerinden harekete geçerek Mustafapaşa (Cisrimustafapaşa)’yı işgal etmiş ve Edirne’ye doğru yaklaşmaya başlamıştı44. Bulgar askerlerinin harekete geçişinin ardından İngiltere’nin Askerî Ataşesi Tyrell İngiliz Dışişleri’ne durumu aktaran ayrıntılı bir rapor takdim etmiştir. Ataşe, 18 Ekim 1912 tarihi itibariyle taarruz başlatan Bulgar, Sırp ve Yunan ordularının ortak harekâtı ile Karadağ’ın durumu hakkında edindiği bilgileri ve kendi analizlerini aktarıyordu. Tyrell, Kırcaali’ye doğru ilerleyen Bulgarlar’ın, İstanbul ile irtibatı sağlayan demiryolu hattını kesme hedefine ulaşılacakları tahminini yapmıştı. Zira kendisine göre Bulgarların en önemli beklentisi, Türk ileri birliklerini etkisiz hale getirip bir an önce Edirne’ye ulaşmaktı. Buna karşılık deniz yolundan yeterince yararlanamayan Türk Ordusu ise demiryolunu açık tutmak için uğraşacaktı. Tyrell’in bizzat Abdullah Paşa’dan edindiği bilgilere göre Bulgarlar ya Ortaköy tarafından Edirne’ye yürüyecekler ve Dedeağaç demiryolunu tehdit edebilecekler veya kuzeyde kalacaklardı. Ataşe, Abdullah Paşa’nın Bulgar ilerleyişi karşısındaki ilk hamlesinin 19 Ekim’de Dimetoka’daki 11. Tümeni harekete geçirmek ve Edirne’deki üç Redif taburunu Ortaköy’e sevk etmek olacağını öğrenmişti. Tyrell ayrıca, savaş boyunca Türk cephesinin Edirne-Kırkkilise yolu üzerinde ağırlık kazandığını ve bütün mücadelenin demiryoluna hakim olmak üzerinde yoğunlaşacağını değerlendirmekteydi. Türk askerî otoriteleri, Kırkkilise’nin elde tutulması ve kaybına göre ayrı ayrı stratejiler belirlemişlerdi. Bu kapsamda 11. Tümen, Edirne’nin içinden geçerek 21 Ekim’de Havsa’ya ulaşmıştı. 21 Ekim’de trenle Edirne’ye gelen 5. Tümenin yanına biraz ek kuvvet verilerek hemen Kırkkilise’ye hareketi sağlanmıştı. Bu bilgileri Londra’ya aktaran Tyrell, Bulgarların başarıları hakkında abartılı bilgilerin olduğunu, Türklerin durumunun o kadar kötü görünmediğini, 44 Bulgar Ordusu ve savaştaki harekat planı için ayrıca bkz. R. Rankin, a.g.e, s. 148-152; P. D. Desiere, a.g.e, s. 63-88; Ivan Lesiçokof, Balkan Muharebatı Hatıratından: Kırkkilisenin Sükutu, (çev. M. Nuri), Filibe 1913, s. 1-22; R. C. Hall, a.g.e, s. 22-31; Valeri Velkov İvanov, “Bulgar Genelkurmayının XX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Devleti ile Savaş Durumunda Muharebe Sahasını Değerlendirmesi”, XX. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Bulgar Askerî-Siyasî İlişkileri, Ankara 2005, s. 9-26; İgnat Krivorov, “Bulgar Ordu Komutasının XX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Devleti’ne Karşı Savaşma Anlayışındaki Evrim”, XX. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Bulgar Askerî-Siyasî İlişkileri, Ankara 2005, s. 27-36; Mahmud Beliğ Uzdil, Balkan Savaşı’nda Mürettep 1 inci Kolordunun Harekâtı, (Yay. Haz: A. TetikŞ. Büyükcan), Genelkurmay Yay., Ankara 2006, s. 151-152. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 31 ALİ FUAT ÖRENÇ kendisinin böyle yanlış haberler hususunda diğer askerî ataşeleri de uyardığını raporuna eklemişti45. Tyrell, yaptığı özel temaslardan Türk Ordusu’nun şu anki pozisyonunun yeniden organize edildiğini tespit etmişti. Türk komutanlar cephede uğranılan kayıpların İzmit’ten tertip dilen Redif askerlerinin bölgeye nakliyle telafi edileceğini düşünüyorlardı. Bu yeni birlikler, Kırkkilise’nin sol tarafında konuşlandırılmış olan 1. ve 3. Ordular ile 2. Tümeni takviye edeceklerdi. Ataşenin temasta olduğu askerî yetkililer, Bulgarların daha fazla ilerleyemeyeceği görüşündeydiler. Ataşe son olarak Ferik Hurşit Paşa’nın yeni bir ordu oluşturduğunu, fakat işlerin iyi gitmediğini, zira Türklerin mantıklı bir sistematiğe ve plana sahip olmadıklarını, sürekli stratejik hatalar yaptıklarını, bu hataların yeni hatalarla telafi edilmeye çalışıldığını, daha ordunun ekmek ihtiyacının bile temin edilemediği bir stratejik planlamadan ne beklenebileceğini sorarak durumu izah ediyordu. Tyrell, Türk Ordusu’nun politik yapısının etkinliğini azalttığını, iş başındaki hükümetin yetersiz kaldığını, bu durumda doğal olarak uluslararası müdahalelerin her geçen gün arttığını, Alman, Avusturya ve Ruslar’ın meseleye karışmasıyla sorunun daha karmaşık hale geldiğini değerlendirmekteydi46. Savaşın hemen başında Bulgarlar Mustafapaşa (Cisrimustafapaşa) ve Ortaköy’ü ele geçirmişlerdi. Bu durumda Bulgar Ordusu harekât planına uygun olarak Edirne’ye yönelmiştir. Hedef demiryolunun geçtiği batı ve güneybatı yönünden Edirne’ye girmekti. Zira şehrin istihkâmları Arda’nın sol kıyısı ile Meriç arasındaki Papaztepe ve güneybatı yönündeki Kartaltepe mevkilerinde yoğunlaşmaktaydı. İlerleyen Bulgar Ordusu ilk olarak Edirne şehrini çevreleyen ve 4-5 kilometre mesafede yer alan tabyalarla karşılaştı. Bu tabyalar Rus tehdidi nedeniyle belirli dönemlerde tahkimat görmüş, hatta bu tahkimatta Alman uzmanlar da görev almıştı47. 45 Askerî Ataşe’nin ayrıntılı raporu: TNA, FO, nr. 195/2437, (29 Ekim 1912 tarih ve 85 nolu), s. 109-112. 46 TNA, FO, nr. 195/2437, (29 Ekim 1912 tarih ve 85 nolu rapor), s. 109-112. 47 Edirne Kalesi’nde bilhassa 1910 yılından itibaren başlatılan modern tabya inşası ve batarya takviyesi çalışmaları, Nisan 1912’de Alman uzmanların da yardımı ile önemli bir aşamaya getirilmişti. Kaledeki batarya mevkileri, tel örgüler ile siperlerin savaş esnasındaki durumu için bkz. Celadet-Kamiran Bedirhan, Edirne’nin Sükûtunun İç Yüzü, İstanbul 1329, s. 9-12; P. D. Desiere, a.g.e, s. 16-32, 228; I. Lesiçokof, a.g.e, s. 1-22; H. Cemal, Yeni Harb: Başımıza Tekrar Gelenler: Edirne Harbi Muhasarası, Esaret ve Esbâb-ı Felaket, İstanbul 1332, s. 123-124; Nazmi-Kenan, Edirne’de Altı Ay, Musavver Edirne Tarih-i Mahsuriyeti, İstanbul 1329, Cüz I-II, s. 26-31; C. S. Ford, a.g.e, s. 36-49; N. İvanov, a.g.e, s. 15-28; R. C. Hall, a.g.e, s. 39-40; Raif Necdet Kestelli, Osmanlı İmparatorluğunun Batışı (Ufûl), Edirne Savunması, (Haz: V. Özdemir), İstanbul 2001, s. 12, 21, 23, 25, 26, 28, 31, 33, 35, 57; G. v. Hochwächter, a.g.e, s. 14-16; R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 9-16, 22-28, 57-61, 183-187; S. 32 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) [Resim-3: Edirne Kalesi tabyaları (R. Kazancıgil, s. 115)]. 3-Edine Kuşatması Öncesi Türk ve Bulgar Orduları’nın Vaziyeti Bulgar Ordusu Edirne’ye yaklaşırken şehirdeki İngiltere Konsolosu Binbaşı Samson, 21 Ekim 1912 tarihinde Londra’ya gönderdiği bir raporunda son gelişmeleri ve Vali Halil Bey’den48 sınırdaki çarpışmalar hakkında topladığı bilgileri iletmekteydi. Vali, 18 Ekim 1912 sabahı şafak vakti sınıra yakın bölgelerde küçük birliklerin Selbikim, Lefke, Luhana ve Paşaköy civarında birçok noktada Bulgarlarla temas sağladıklarını söylemişti. Bulgar Ordusu, Türk öncü birliklerinin bu son operasyonları nedeniyle açık bir şekilde saldırı pozisyonu alarak hazırlık yapmıştı. Fakat Ömer Yaver Paşa komutasındaki Kırcaali kuvvetlerinin ilerlemesini ve bazı mevkileri ele geçirmesini engelleyememişlerdi. Konsolos Samson, Mustafapaşa mevkinin 1000 mevcutlu bir piyade müfrezesi marifetiyle tutulduğunu, son duyumlarına göre bu müfrezenin 18 Ekim’de dışarı çıkarak bölgede stratejik önemi bulunan Mustafapaşa köprüsünü havaya uçurduğu bilgisini veriyordu49. Aşkın, a.g.t, s. 9-12, 35-36; Güney Dinç, Mehmed Nail Bey’in Derlediği Kartpostallarla Balkan Savaşı, İstanbul 2008, s. 173-203; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 30-43. 48 Edirne Valisi Halil Bey 3 Mart 1912’de Hicaz’dan buraya atanmıştı. Kendisinden önce Celal Bey görev yapıyordu: Nazmi-Kenan, a.g.e, s. 12-13; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 27. 49 Mustafapaşa’nın Bulgarların eline geçişi sonrası Arda üzerinde demiryolu geçen köprü havaya uçurulmuştur. Ayrıca bazı ekmek fırınları da imha edilmiştir. Böylece Bulgar ilerleyişinin yavaşlatılması amaçlanmıştır. Bu durumda Bulgarlar karşıya geçiş için dubalardan köprü yaparak sorunu çözmeye çalışmıştır (P. D. Desiere, a.g.e, s. 1; R.Rankin, a.g.e, s. 61; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları, (Haz: Ratip Kazancıgil- Nilüfer Gökçe), Edirne 2005, s. 157; G. Dinç a.g.e, s. 78-79). Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 33 ALİ FUAT ÖRENÇ [Resim-4: Türk askerlerinin tahrip ettiği Arda üzerindeki köprü (G. Dinç, s. 78)]. Kendisi de asker olan Konsolos Samson, Türk Ordusu’nun bu son başarılarını kısmî görmekteydi. Ona göre Bulgarlar eninde sonunda bu kayıpları telafi edecekti. Bu görüşünü desteklemek için raporuna Bulgarlar’ın 19 Ekim’de Lefke’yi geri almaları bilgisini ve aynı gün Bulgar 11. Tümeni’nin Dimetoka’dan Ortaköy, 3. İskeçe (Ksanti) Redif Alayı’na mensup 3 taburun ise Dimetoka’dan Edirne istikametine hareketini göstermişti. Konsolosun tahminine göre 19-20 Ekim gece boyunca 2 bin mevcutlu küçük Bulgar kuvvetleri, Hasköy’de bir Türk ileri karakoluna anî bir saldırı yapmış ve Karahamza Çiftlik’teki 29. Alayın mevcut taburunu çekilmeye zorlamıştı. Buradaki Bulgar birliklerinden gelen bilgilere göre bölge 20 Ekim öğleden sonra ele geçirilmişti50. Bulgar kuvvetleri aynı günün gecesinde Edirne ile Mustafapaşa mevkinin orta kısmındaki en önemli istasyon olan Hadımköy’de görülmüşlerdi. Bulgarların ilerleyiş haberleri alınmaya devam edilmiş ve ertesi sabah erken saatlerde bazı kuvvetlerin Kurtköy-Çirmen hattındaki kasabalara ulaştıkları ve hatta buralardan gıda talebinde bulundukları öğrenilmişti. Binbaşı Samson raporunda, 11. Bulgar Tümeni’nin yürüyüşü hakkında bilgi verirken, bunların anî bir kararla Havsa’ya yöneldiği bilgisini edinmişti. Konsolosa göre bu hamlenin sebebi Havsa’nın stratejik önemiydi. Zira burası Türk 4. Ordu birliklerinin ana karargâhı durumundaydı. Konsolos 20 Ekim tarihi itibariyle Türk ileri birlikleri ile ana karargâhının irtibatının koptuğu bilgisini Londra’ya duyurmaktaydı51. Savaş esnasında Edirne Kalesi’nde Kurmay Yüzbaşı olarak görevli Remzi Bey (Yiğitgüden), köprünün uçurulma emrinin tam uygulanamadığını ve bu kararın da yalnış olduğunu belirtmektedir: a.g.e, s. 55-56. 50 Daha fazla bilgi için bkz. N. İvanov, a.g.e, s. 66-84. 51 TNA, FO, nr. 195/2437, (21 Ekim 1912 tarih ve 63 Nolu Rapor), s. 28-30. 34 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) Samson, bahsi geçen raporunda kuşatma öncesinde Edirne’deki durum hakkında da önemli bilgilere yer vermişti. Kaledeki askerî otoritelerin şehrin kuşatma altında kalacağı dönemler için etkili tedbirler aldıklarını belirten Konsolos, ancak şehirdeki Türk nüfusun, Bulgar ilerleyişi karşısında çevre köylerden başlayacak muhtemel bir göçten çok endişeli olduklarını ifade etmekteydi. Samson, ahalinin böyle bir göç karşısında endişelerinin giderilmediği gibi ilan edilen askerî bir bildiri ile de 2 ay boyunca kendi ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olmayan bütün yoksul ve yaşlı insanların bir an önce Edirne’yi terk etmelerinin emredildiği bilgisini rapor ediyordu 52. Bu emir üzerine bir çok Edirneli trenle şehirden ayrılmaya gayret etmiş, fakat demiryollarındaki kapasite sorunları nedeniyle yetkililer seferlere kısıtlama getirmek zorunda kalmışlardı. Şehirdeki Türk memurlara değinen Samson, bunlar arasında ciddi bir karamsarlık gözlemlediğini, Türk Ordusu’nun henüz saldırıya geçememesinden büyük bir hayal kırıklığı yaşandığını müşahade etmişti. Son olarak 19 Ekim’de şehirde görevli Bulgar ve Yunan konsoloslarının, işlerini Rus meslektaşlarına havale ederek ayrıldıkları bilgisini vermekteydi53. Osmanlı Ordusu, Bulgarlarla 22-23 Ekim 1912 tarihleri arasında yapılan Kırkkilise muharebelerinde başarısız olmuştu. Bu savaşlar Kırkkilise ile Edirne arasındaki yaklaşık 65 kilometrelik bir cephe üzerinde cereyan etmişti. Türk Ordusu sol kanadını Edirne Kalesi’ne yaslayarak savaş düzeni oluşturdu. Süvari tümenleri Edirne ile IV. Kolordu arasındaki büyük boşluğu gidermeye çalışmıştı. Osmanlı birlikleri Bulgar I. Ordusu ile karşılaştıklarında, Bulgar II. Ordusu da Edirne Kalesi’ndeki Türk askerlerinin savaşa katılımını önlemek için batıdan şehre doğru yaklaşmıştı. 22 Ekim’de Bulgar III. Ordusu Kirkkilise’ye yoğun bir saldırı başlattı. Bulgar I. Ordusu da Edirne’nin kuzeydoğusundan Kırkkilise’nin güneybatısına doğru saldırıya geçmişti. Osmanlı Trakya ordusu ile Edirne’den kuzeye doğru ilerleyen birlikler, Bulgar I. Ordusuyla iki gün çok şiddetli mücadele etti. Verilen kayıplar üzerine Türk Ordusu Kırkkilise’yi boşaltıp, Lüleburgaz tarafına çekilme kararı aldı. Bu savaşta Bulgarlar 887 52 Edirne Kale Komutanlığı tarafından seferberlik ilanı çerçevesinde 5 Ekim’de uygulamaya konulan bu beyanname için bkz. Ratıp Kazancıgil, a.g.e, s. 8, 14-15; R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 37-39; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 31-32. 53 TNA, FO, nr. 195/2437, (21 Ekim 1912 tarih ve 63 Nolu Rapor), s. 28-30. Dönemin kaynaklarında Edirne’nin Bulgar Konsolosu Çaçarov’un şehirden ayrılışının sorunlu olduğu kaydedilmekteydi. Bunun nedeni ise konsolosun esnafa olan borcuydu. Bu konuda şehirde dedikodular olmuş, hatta Yeni Edirne Gazetesi’nde haber yayımlanmıştı: Nazmi-Kenan, a.g.e, s. 19-20, Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları, s. 157. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 35 ALİ FUAT ÖRENÇ ölü, 4034 yaralı ve 824 kayıp verirken, Osmanlı Ordusunda 1500 ölü ve yaralılarla birlikte 2-3 bin civarında esir kayıtlara geçmişti54. Kırkkilise galibiyeti ardından Bulgar askerî Edirne’ye doğru ilerlerken Binbaşı Samson, sınırdaki çarpışmalar ve şehirdeki durum hakkında İstanbul Büyükelçisi Gerard A. Lowther’a kapsamlı bir rapor daha göndermiştir. Konsolos, Bulgarlar’ın Edirne’ye doğru her biri 30 bin askerden oluşan dört ordu ile operasyon başlattıklarını haber vermekteydi. Bu ordular Tunca, Filibe, Şumnu ve kesin olmamakla birlikte Jampoli kolordularına aitti. Bulgar ordularından birinin Edirne yakınındaki Mustafapaşa ve Lefke’den sınırı geçtiği, diğer üçünün Vaysal Köyü yakınlarında olduğu ve bunların 18 Ekim’de Bulgaristan’dan hareket eden süvarilerin gelişini bekledikleri haber alınmıştı. Konsolosa göre Edirne civarındaki Bulgar birlikleri süvari ve topçu sınıfıyla desteklenmiş 14 piyade taburundan oluşuyordu. 20 Ekim’de Edirne’nin kuzey ve batısında Çirmen ve Kurtköy’deki Türk öncü birlikleri ile Bulgarlar arasında çatışmalar olmuştu55. Kaledeki komutanlardan edindiği bilgilere göre Kurtköy’deki öncü Türk birliklerinin amacı Dimetoka ve demiryolu istikametini açık tutmaktı. Samson, Çirmen’in 20 Ekim’de Edirne’den gönderilen ve büyük kısmı deneyimsiz Redif askerînden müteşekkil birliklerce savunulduğunu, bu askerlerin çarpışmalar esnasında çok zor şartlarla boğuştuklarını rapor etmekteydi. Konsolos Samson, Arda ile Meriç arasında konuşlu Bulgar birliklerinin karşılaştıkları Türk öncü birliklerini geri çekilmeye zorlayarak Hadımköy yönünde, tren yolu hattı boyunca ilerlediklerini ve burayı 21 Ekim gecesi ele geçirdiklerini yazmıştı. Bu durumda Türklerin Dimetoka’ya yönelik bir ilerleme harekâtı yapmak zorunda kalacaklarını, hazırlık için Edirne’nin batı ve kuzeybatısındaki birliklerin geri çekildiğini, merkezi Havsa ve Edirne Kalesi olan 4. Ordu’nun eksikliklerinin giderilmeye çalışıldığını öğrenmişti. Samson’un belirttiğine göre çarpışmalar esnasında 21 Ekim sabahı Edirne garnizonundan 4. Redif taburu ile bir makineli silah bölüğü bizzat Edirne Kale Komutanı Mehmet Şükrü Paşa56 idaresinde hareket etmişti. Bu tabur 54 Edirne’den Kırkkilise muharebelerine katılan birliklerin durumu ve savaştaki başarısızlığın nedenleri için bkz. British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1934, c. IX/2, s. 66-178; R. Rankin, a.g.e, s. 61-89, 148-159, 268-330; C. S. Ford, a.g.e, s. 50-60; M. Muhtar, a.g.e, s. 31-129; Y. H. Bayur, a.g.e, c. II/2, s. 12-37; R. C. Hall, a.g.e, s. 24-28; R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 61-72;G. v. Hochwächter, a.g.e, s. 21-28, 60-68. 55 Bu saldırılar sonrası kale dışındaki bütün Türk birlikleri kale içine çekilmişti: Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 157. 56 Oldukça iyi bir askerî eğitim alıp yurtdışı deneyimleri de bulunan Mehmet Şükrü Paşa, Balkan Savaşı başlayınca görevli olduğu Koçana İdare-i Örfi Mahkemesi Reisliğini bırakarak Edirne Müstahkem Mevki Kumandanlığı’na getirilmiştir: Hüseyin Yarım, 1912 Edirne Müdafaası ve Komutan Şükrü Paşa, (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakultesi Tarih 36 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) şehrin savunmasında önemli mevkilerden olan Maraş’ta konuşlandırılmıştı. Maraş, ayrıca 2 topçu bataryası ile takviye edilmişti. Bu bataryalardan biri 10.5 cm ve diğeri 8.5 cm ebatındaydı. 8.5 cm olan batarya daha sonra Maraş kalesi yakında bulunan 10.5’luk bir diğeri ile değiştirilmişti. Konsolos, Arda ile Meriç arasındaki Bulgar Ordusu’nun başarılarına karşın, Meriç ile Tunca bölgesindeki birliklerin Edirne’nin kuzeyindeki Türk askerleri tarafından püskürtüldüğünü aktarmaktaydı. Bu arada Hasköy’ü elinde tutan 29. Piyade Alayı’na mensup bir tabura 20 Ekim sabahı âni bir saldırı yapılmıştı. 300 şehit veren Türk taburu önce Karahamza Çiftliği’ne ve sonra Edirne’ye çekilmişti. [Resim-5: Edirne Kalesi Komutanı M. Şükrü Paşa (G. Dinç, s. 68)]. Konsolos, 22 Ekim 1912 günü sonunda bölgedeki Bulgar birliklerinin durumunu şu şekilde rapor ediyordu: Bıldırköy ve Koyunlu arasında 8 Piyade Taburu, 4 Topçu Bataryası, 1 Süvari Alayı ve Vozgach 3 Piyade taburu. Değirmenköy ve Yeniköy yakınında ise 3 Piyade taburu. Konsolosun öğrendiğine göre 22 Ekim öğleden sonra Bırdırköy ve Koyunlu mevkindeki Bulgar askerleri Maraş’taki Türk birliklerinin saldırısına uğramıştı. Bulgarlar biraz geri çekilmelerine rağmen gece yarısına kadar süren mücadeleler neticesi, gelen taze birlikler sayesinde durumlarını koruyabilmişlerdi. Çatışmanın ilerleyen safhalarından Bulgarlar Papaztepe olarak bilinen bölgede durumlarını sabitleyebilmişti. Binbaşı Samson, bu savaşta Maraş’ın batı tarafındaki rampalarda bulunan Bulgar topçu ateşinin isabet oranının ve süvari birliklerinin Epçeli Köyü’ndeki Redif askerîne karşı saldırılarının çok etkili olduğunu özellikle belirtiyordu. Konsolosun bildirdiğine göre en son Tuna’yı geçen Bulgar askerlerinden Demirköy-Vaysal hattındaki bölümü de pozisyonlarını korumaktaydı. Aynı Bölümü Bitirme Tezi), İstanbul 1976, s. 46-51; Syed Tanvir Wasti, “The 1912-13 Balkan Wars and the Siege of Edirne”, Middle Eastern Studies, (July 2004), c. 40/4, 61, 72-73. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 37 ALİ FUAT ÖRENÇ tarihlerde Kale Komutanı Şükrü Paşa’dan Edire’ye gelen haberlerde 21 ve 22 Ekim’de Kara Yusuf ve Geçkinli bölgesinde çarpışmalar sürüyordu. Ayrıca 23 ve 24 Ekim’de gece boyunca Edirne’nin batı yönündeki savunma birliklerine yönelik iki saldırı olmuşsa da bunlar püskürtülmüştü57. Bu saldırılardan ilki saat akşam 8.15’de başlamıştı ve hedef olarak Yassıtepe ve Yeşiltepe ile Karagöz tabyası seçilmişti. İkincisi Maraş ve Kazantepe’ye yönelikti. İlk saldırı yanıltma amaçlı ve uzak mesafeden olmuştu. Samson, ikinci saldırının çok ciddi olduğunu ve muhtemelen Papastepe ve Maraş’ın ele geçirilmesi için yapıldığını rapor etmekteydi. Bu saldırıda 8 tabur Papaztepe’ye yönelmiş, 3’ü Kazantepe’ye ve 3’ü Karagöztepeye sevkedilmişti. Saldırı esnasındaki hava şartları geceleri karanlık ve gece yarısından sonra ise yağmurluydu58. [Resim-6: Papaztepe’de Bulgar piyade ve topçusu (G. Dinç, s. 80)]. Samson’un raporunu hazırladığı gün Arda sahil boyunun Türk askerlerince ele geçirildiği haberi gelmişti. Konsolos, bu son harekâttaki amacın Bırdırköy ve Koyunlu’daki Bulgarları geri çekilmeye zorlamak olduğunu düşünüyordu. Bu arada ana garnizon 10 bin askerle güçlendirilmişti. Bu durumda Edirne garnizonu 32 bin asker mevcuda ulaşmıştı. Yetkililerden öğrendiğine göre Türk Ordusu’nun sol tarafı Edirne’nin savunmasında kalacak ve bunlar aynı zamanda Kırkkilise için de kullanılacaktı. Binbaşı Samson, şehirde Kırkkilise’nin Bulgarlar tarafından ele geçirildiği söylentisinin yayıldığını, ancak kendisinin bundan pek de emin olmadığını, zira Kırkkilise’den telgraf gelmediğini, eğer böyle bir şey olsa Vali Halil Bey’in kesinlikle gerçekleri inkâr etmeyeceğini ifade etmektiydi. Konsolos, Bulgar askerleriyle yapılan savaşta Türk 57 58 Bu saldırıların şehirdeki etkileri için ayrıca bkz. R. Kazancıgil, a.g.e, s. 25-26. Bahsi geçen muharebeler ile Türk askerînin durumuna dair bizzat çarpışmalara katılan H. Cemal’in hatıratında önemli tespitler yapılmaktadır (a.g.e, s. 1-100). Türk askerînin durumu hakkında ayrıca bkz. P. D. Desiere, a.g.e, s. 51-62. 38 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) Ordusu’ndaki Rediflerin yetersizliğini ve başarısızlığını da dile getirmişti. Ayrıca komutanların tecrübesizliğine işaret etmekteydi59. Trakya’da Osmanlı Ordusu Bulgarlar karşısında hiçbir noktada tutunamıyordu. İstanbul Büyükelçisi G. Lowther imzasıyla hazırlanan 31 Ekim 1912 tarihli bir raporda, Türk Ordusu’nun son durumu değerlendirilmişti. Buna göre Kırkkilise civarında konuşlu olup demiryolu ve Vize’nin güvenliği ile vazifeli 1., 2. ve 3. Ordulardan oluşan Batı Ordusu, salgın hastalıklar nedeniyle çok zor şartlar altındaydı. Bunlar 22-23 Ekim’de Bulgarlar’ın anî saldırısına uğramışlardı. Bütün bu haberlere rağmen Kırkkilise’nin Bulgarların eline geçtiği doğrulanamıyordu. Bu durumda Bulgarlar’ın Babaeski-Vize hattına çekilmeye zorlandığı yorumu yapılmıştı. Bölgeye Başkomutan ve Harbiye Nazırı Nazım Paşa birlikleri ile Karadeniz yoluyla nakledilecek Anadolu (Asya) Redif askerlerinin gelişi bekleniyordu60. Bu arada Askerî Ataşe Tyrell, 15-25 Ekim tarihleri arasında İstanbul’dan Rumeli’ye yapılan büyük askerî sevkiyatı rapor ederken, trenlerle Lüleburgaz’a 6 uçak, Edirne’ye 8 projektör (ki bunlar Çanakkale savunma tertibatı için alınmıştı)61, 12 sahra topu ve 18 de makinalı tüfeğin gönderildiğini, cepheye Rediflerin yollanmasının ise bütün hızıyla devam ettiğini belirtiyordu62. Bulgar askerlerinin Edirne çevresindeki 23 ve 24 Ekim saldırıları haberi şehir sakinleri üzerinde büyük dehşete neden olmuştu. Samson, özellikle Müslümanların çoğunun geçen 3 gün içinde tren istasyonlarına akın ettilerini yazmaktaydı. Konsolos, yine askerî otoritelerden edindiği bilgilere göre şehirdeki bütün silahların toplanacağını ve Edirne’de yaşayan yabancılarla konsoloslukların da bu uygulamadan muaf olmayacaklarını ifade etmekteydi. Bu esnada şehirdeki konsolosların atlarının ihtiyaçlarının karşılanması sorun haline gelmişti. Edirne’deki İngiliz unsurların hiç birinin atı olmadığından bu uygulamadan zarar görmemişlerdi. Samson, sivil otoritelerin sıkıntılarla oldukça ilgili göründüklerini, son zamanlarda Edirne’deki Bulgar unsurların bir kısmının komitacılık iddiasıyla tutuklandıklarını63, fakat kısa süre sonra serbest bırakıldıklarını, buna 59 Hafız Rakım Bey, Edirne çevresindeki cephelerden şehre dönen yaralı askerlerle 10 Ekim’de yaptığı bir görüşmede erler kendisine, düşman saldırıları başlayınca kendilerini komuta eden subayların kaçtıklarını söylediklerini kaydetmiştir: R. Kazancıgil, a.g.e, s. 1718. 60 TNA, FO, nr. 195/2437, (31 Ekim 1912 tarih ve 87 nolu rapor), s. 180-182. 61 Edirne Kale savunmasında bir de ışıldak/projektör müfrezesi bulunuyordu: P. D. Desiere, a.g.e, s. 61, 122-123; R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 24-25. 62 TNA, FO, nr. 195/2437, (26 Ekim 1912 tarih ve 86 nolu rapor), s. 109-112. 63 Sabah ve İkdam gazeteleri adına Edirne’de muhabir olarak bulunan Kenan ve Nazmi beyler, tutuklanan Bulgar komitacı sayısını 101 olarak vermektedirler: a.g.e, s. 13. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 39 ALİ FUAT ÖRENÇ rağmen bir kısım Osmanlı vatandaşı Bulgar’ın güvenlik kaygıları nedeniyle İstanbul’a yollandığını rapor etmişti64. Samson, şehirde gündelik hayatın aşırı derecede zorlaştığını, gıda fiyatlarının normal zamanların çok üstünde olduğunu, odun ve kömür sıkıntısının had safhaya ulaştığını da belirtmekteydi65. Türk Ordusu’nun son mağlubiyetleri üzerine ana karargâhın Lüleburgaz’dan Çorlu’ya taşınma kararı Ataşe Tyrell tarafından, Edirne’nin bir kuşatma ile karşı karşıya bırakılması olarak değerlendirilmişti66. Tyrell’e göre Dedeağaç demir yolunun açık kalmasının sağlanamaması, Doğu ile Batı Orduları arasındaki irtibatın kopuşunu gösteriyordu67. Bu hususta 26 Ekim 1912’de Edward Grey’e Sofya’dan gelen bir istihbaratta ise Mahmut Muhtar Paşa’nın, emrindeki 2 bin askerle Kırkkilise civarından çıktığı ve Edirne’ye 8 kilometrelik mesafede olduğu bildirilmişti. Bulgarların Edirye’yi almak için büyük gayret içinde oldukları da öğrenilmişti68. İngiliz yetkililerin öngörüleri doğruydu. Bulgarlar Kırkkilise’yi alınca, önce Lüleburgaz’a yöneldiler. Buradaki başarılarıyla eş zamanlı olarak Edirne’yi de tam bir kuşatma çemberi içine alma imkânı doğmuş oluyordu. 4-Bulgar Ordusu’nun Edirne’yi Kuşatması ve Kale Muharebeleri Edirne kuşatmasını ve savunmasını başlıca üç safhada ele almak mümkündür. Bunlardan birincisi şehrin tamamen kuşatıldığı 28 Ekim 1912’den ataşkesin imzalandığı 4 Aralık’a kadarki süreç, ikincisi mütareke dönemi ve üçüncüsü savaşın yeniden başladığı 3 Şubat 1913’ten şehrin düştüğü 26 Mart’a kadar geçen dönem. Bulgar II. Ordusu’nun Edirne şehrini kuşatması Kırkkilise (Kırklareli) muharebeleri sonrasında gerçekleşebilmiştir. Şehre doğru ilerleyen Bulgar 64 TNA, FO, nr. 195/2437, (25 Ekim 1912 tarih ve 64 nolu rapor), s. 154-159. Edirne’de benzer bir tutuklama tedbiri uygulaması savaştan kısa süre önce 1910 yılında patlayan Makedonya meselesi esnasında yaşanmıştı. İngiliz belgelerine yansıdığı üzere Edirne Kalesi’nde istihdam edilen askerler, Makedonya’daki gelişmeleri yakından izlemekte ve çok sert tepki göstermekteydiler. Padişahın Edirne ziyareti dahi bu tepkilerin gölgesinde kalmıştı. Bu esnada şehirdeki bazı Bulgar ve Yunanlılar tutuklanmıştı: British Documents on Foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 193-196. 65 TNA, FO, nr. 195/2437, (25 Ekim 1912 tarih ve 64 nolu rapor), s. 154-159. 66 Bu karar ile Edirne Kalesi’nin kendi kaderine terk edildiği kanaatini savaşa katılan Kurmay Albay Mahmud Beliğ (Uzdil) Bey de paylaşmaktadır. Böylece Bulgar Orduları’na Marmara sahilleri, Meriç Nehri’nin aşağı kısmı ve hatta Çanakkale Boğazı’na kadar geniş bir harekât sahası bırakıldığı değerlendirilmekteydi: M. Uzdil, a.g.e, s. 7. 67 Tyrell’in oldukça ayrıntılı raporu: TNA, FO, nr. 195/2437, (29 Ekim 1912 tarih ve 85 nolu), s. 109-112. 68 TNA, FO, nr. 195/2437, (26 Ekim 1912 tarih ve 859 nolu rapor), s. 94. Ayrıca bkz. M. Muhtar, a.g.e, s. 31-129. 40 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) birlikleri, 28 Ekim 1912 tarihine gelindiğinde Edirne’yi tamamen kuşatmış durumdaydı69. Bulgar harekât planına göre II. Orduya ait 8 Tümenden 2 Tugayı Arda Nehri güneyine geçecekti. Süvari tugayı ise Arda’nın sağ kıyısına inerek Dimetoka yönünde ilerleyip demiryolunu tutacaktı. Bu harekât için Arda üzerinde köprüler kurulmuştu70. [Resim-7: Bulgarların Arda üzerindeki geçici köprüsü (G. Dinç, s. 80)]. Bulgarlar Edirne’yi kuşatınca, şehirdeki gelişmeleri İngiliz Konsolosu Binbaşı Samson’un kaleme aldığı ayrıntılı bir istihbarat raporundan öğrenmek mümkün olmaktadır71. Yaşanan hadiselerin adeta günlük şeklinde kaydedildiği rapor 31 Aralık 1912 tarihine kadar gelişen askerî, siyasî ve sosyal hediselere değinmekteydi72. Binbaşı Samson, mufassal raporunun ilk 69 Nazmi-Kenan, a.g.e, s. 30-31; N. İvanov, a.g.e, s. 106-121; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 160; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 45-46. 70 N. İvanov, a.g.e, s. 28-65; R.Yiğitgüden, a.g.e, s. 105-106; S. Aşkın, a.g.t, s. 55-56. 71 Fransız gazeteci P. D. Desiere, Edirne’nin 26 Mart 1913’de Bulgarların eline geçişinden 18 gün sonra yani 13 Nisan’da Edirne’ye gelip 20 gün kalmıştı. Yanındaki askerî uzmanlarla arazide incelemelerde bulunup, Bulgar ve Sırp askerleriyle muhasaraya dair görüşmeler yapmıştı. Yazar, bu hususta kaleme aldığı eserinde Binbaşı Samson’dan kuşatmaya dair edindiği bilgileri şu övücü cümlelerle aktarmaktadır: “Esir edilen Türk zâbitleri Bulgaristan’a sevk edildiklerinden, ma’at-teessüf bu cihetle istihsâl-i ma’lumât mümkün olamadı. Bu noksanı İngiliz Konsolosu’nun mu’âvenetiyle bir dereceye kadar tazmîn edebildim. Bu zât sâir konsoloslarla birlikte muhâsara müddetince şehirde kalmış, fakat kendisi bir zâbit olmak sıfatıyla müdâfa’anın bütün harekâtını kemâl-i dikkatle ta’kîb etmiş idi”: P. D. Desiere, a.g.e, s. 3-4, 6. 72 Rapor, Edirne’nin posta ve telgraf ile irtibatı belirli bir tarihten sonra sağlanamadığından, şehrin işgali sonrasında Londra’ya iletilebilmiştir. Edirne’nin 26 Mart 1913’de Bulgar işgaline uğrayışı sonrası şehirden ayrılan Samson’un raporu 29 Mart 1913 günü itibariyle Philippopolis (Filibe) şehrinde Konsolos George H. Barclay’e ulaştırılmıştı. Burada raporun bir kopyası çıkarılarak İstanbul Büyükelçisi Gerard Lowther’a iletildi. Konsolosun ayrıntılı raporu İngiliz Dışişlerine ancak 2 Şubat 1913’de ulaşabilmişti. Samson, Edirne kuşatmasına dair raporunda yer verdiği konuları şu başlıklar altında toplamıştır: - 20 Ekim-25 Ekim Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 41 ALİ FUAT ÖRENÇ kısmını savaşın genel gidişatına ayırmıştı. Raporunda belirttiğine göre, çarpışmaların başladığı andan itibaren sınırdaki son askerî operasyonlar ve sınır istihkâmları hakkında ayrıntılı rapor hazırlama imkânı bulamamıştı. Bunun nedeni Edirne’deki askerî otoritelerin bu gibi hususlarda kesinlikle ketum davranmalarıydı. Bu nedenle raporunda konu ettiği bilgiler, şehirdeki diğer konsolos heyetlerinden, kasaba halkından edindiği bilgilerden ve şahsî gözlemlerinden oluşmaktaydı. Samson, savaşın gidişatı için önemli olan sınır istihkâmlarına dair bilgi toplamanın artık zorlaştığını, ancak Kale Komutanı Şükrü Paşa’nın kendisiyle görüşme hususunda söz verdiğini belirtmekteydi. Bu görüşme gerçekleştiğinde operasyonların ayrıntısını ve gelecekteki barış şartları hususunda Paşanın kararlarını öğrenip rapor edecekti73. Binbaşı Samson, Şükrü Paşa komutasındaki 10. ve 11. Tümenlerin 21 Ekim 1912’deki genel durumu hakkında elde ettiği bilgileri şu şekilde aktarıyordu: Edirne’deki 4. Nişancı Alayı, 12. Süvari Alayı’ndan üç süvari bölüğünü ihtiva etmekteydi. Süvari Alayı 22 Ekim’de yeniden düzenlenmişti. Buna göre Alay, 10. Bölük Sofular, 11. Bölük Hızırağa, 4. Nişancı Alayı Demirhanlı, Etapköy ve Çiftlikköy süvarilerinden mürekkepti. Bu arada 20 Ekim’de Havsa’dan bildirildiğine göre, 4. Ordu tümenleri eş zamanlı olarak cepheden Bulgarların sağ cenahına saldırmıştı. Edirne’ye gelen haberlerden orduyu komuta eden Abuk Paşa’nın, sağ ve sol taraflarından hattı yarma girişimlerinin başarısız olduğu öğrenilmişti. Abuk Paşa, 22 Ekim’de vaziyette bulunduğu Hasköy’de saldırıya uğramış ve Lüleburgaz’a çekilmeye zorlanmıştı. Konsolosa göre Şükrü Paşa, askerlerinin kale dışında katıldıkları çarpışmalardan sonra Edirne’ye dönüş yollarının kesilmesinden büyük endişe duyuyordu. Sınırdaki çarpışmalarda Türk askerlerinin 24 Ekim’de başlayan geri çekilmeleri Sofular ve Kara Yusuf havalisine kadar sürmüştü74. arasındaki operasyonlar (s. 1-3); - Edirne’deki garnizonun vaziyeti (s. 4); - 25 Ekim-30 Ekim arasındaki operasyonlar (s. 5); - Edirne şehrinin durumu (s. 6-10); - Kuşatma kuvvetlerinin ayrıntıları (s. 10); - 1 Kasım- 4 Aralık arasındaki operasyonlar (s. 11-18); Ateşkes ilanı (18); - Şehrin bombardımanı (s. 18-22); - 4 Aralık-31 Aralık arasındaki durum (s. 23-24); - Mahalli Otoriteler (s. 24); - Hastaneler (s. 26); - Genel Mülahazalar (s. 28); İddia edilen Bulgar mezalimi (s. 29); - Siyasî Partiler (s. 30). Raporda ayrıca savaş ve kuşatma süresince ilan edilen beyannameler ve bazı resmi yazışmaları ihtiva eden 7 adet ek bulunmaktaydı: TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 433-471. 73 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s.435-439. 74 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s.435-439. 42 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) [Resim-8: Bulgar siperleri (G. Dinç, s. 176)]. Konsolosun bildirdiğine göre Şükrü Paşa huruç harekâtına çıktığında Edirne’de sadece Redif askerleri kalmıştı. Ancak bu Redif birliklerinin büyük kısmı talimden yoksundu; hatta namlu doldurmayı ve doğru biçimde nişan almayı dahi beceremiyorlardı75. Konsolos, Edirne’nin batısındaki Bulgar güçlerinin bu durumu farkettiğini ve 22 Ekim öğleden sonra şehrin batısındaki istihkâmlara yönelik saldırısını şiddetlendirerek, 23 Ekim bütün gece ve 24 Ekim’in ilk saatlerine kadar sürdürdüklerini kaydetmişti. Şükrü Paşa, yokluğunda yerine komutan olarak İsmail Paşa’yı bırakmıştı. İsmail Paşa ilk olarak 2200 kale topçusunu doğu savunma hattından geri çekmişti. Ardından biri Mustafapaşa yolu üzerinde 1700 askerle, diğeri de Ekmekçiköy Çiftliği’ndeki 500 askerle iki karşı saldırıda bulunmuştu. Böylece Bulgar güçleri geri püskürtülmüştü. Şehirden ayrılmış bulunan Şükrü Paşa’nın kuvvetleri, İstanbul ile demiryolu bağlantısının Lüleburgaz ve Muratlı’da kesildiği 25 Ekim sabahı Edirne’ye geri dönmüşlerdi76. [Resim-9: Kale Komutanları: ortada Şükrü Paşa ve sağda İsmail Paşa (G. Dinç, s. 221)]. 75 Edirne’deki Redif askerlerine tabur kumandanlığı yapan Raif Necdet (Kastelli) Bey hatıratında, bu askerîn vaziyeti hakkında çok önemli bilgiler vermektedir. Rediflerin silah altına alınana kadar talim, hatta silah dahi görmediklerini kaydetmektedir (bkz. a.g.e, s. 1819). Redif askerlerinin durumu için ayrıca bkz. M. Muhtar, a.g.e, s. 165-166; Gustav von Hochwächter, a.g.e, s. 18-19, 21-22. 76 Bahsi geçen muharebelerin tafsilatı için bkz. R.Yiğitgüden, a.g.e, s. 68-102. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 43 ALİ FUAT ÖRENÇ Samson’un aldığı bilgilere göre demiryolunda meydana gelen bir kaza Bulgar çiftçilerin iki menfezi yıkmaları neticesinde gerçekleşmişti. Ancak şehirdeki askerî otoriteler bu olayın bir yük treni ile koyun sürüsünün çarpışması neticesinde vuku bulduğunu açıklamışlardı77. Bu esnada demiryolu yetkililerine emir verilerek Edirne’deki bütün lokomotif ve vagonların Çerkezköy istasyonuna harekete hazır olmaları istenmişti78. Samson gibi İstanbul Askerî Ataşesi Tyrell de Bulgarlar’ın Edirne saldırısını değerlendirmişti. Bu husustaki raporunda, şehre yönelik Bulgar saldırısına 14 bin askerîn katıldığını, fakat bunların püskürtüldüğünü, Bulgarların kafalarını Edirne Kalesi’ne bu yolla çarpmalarının büyük bir hata olduğunu, kalenin güçlü bir garnizonla tahkim edildiğini, Bulgarların yeterince gayret göstermediklerini değerlendiriyordu79. Balkan ülkelerinin Osmanlı Ordusu karşısındaki beklenmedik başarıları Avrupa’da diplomatik hareketliliğe neden olmuştur. Özellikle Bulgar ilerleyişi Alman ile İngiliz yetkililer tarafından ele alınmıştır. İki ülke diplomatlarının 25 Ekim’deki bir görüşmesinde Balkanlar’daki genel durum değerlendirilirken, Bulgarların Edirne’yi alarak büyük bir zafer kazanması durumunda bütün Türk Ordusu’nun çöküş yaşayacağı ve bunun ise çok beklenmedik sonuçlar doğurabileceği üzerinde durulmuştu. Türk Hükümeti’nin elini çabuk tutarak büyük güçlerin taleplerini karşılayacak tedbirler alması gerekliliği vurgulanmıştı. İki ülke de Türk cephesinin çökmesi durumunda bundan sonraki en önemli sorunun İstanbul’un geleceğinin ne olacağı hususundaki çekişmeler olacağında hemfikirdiler. Bu konuda ve Rus tehlikesi karşısında ortak endişe dile getirilmişti. İki ülke Rusların Bulgarları İstanbul’a kadar destekleyip desteklemeyeceğini merak etmekteydiler 80. Binbaşı Samson yukarıda bahsi geçen 31 Aralık 1912 tarihli raporunda Türk Doğu Ordusu’nun Kırkkilise’den çekildiği haberinin 27 Ekim tarihinde Edirne’ye geldiğini yazmaktadır. Aynı tarihte Şehidler mevki yakınında hasar gören demiryolu hattı onarılmış, önce yaralıların olduğu bir tren, ardından da içinde bütün Edirne demiryolu çalışanlarının da bulunduğu bir diğer konvoy şehirden ayrılmıştı81. 77 R. N. Kestelli, a.g.e, s. 19. TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 436-437. 79 TNA, FO, nr. 195/2437, (29 Ekim 1912 tarih ve 85 nolu rapor), s. 109-112. 80 İki ülke yetkilileri İstanbul hususunda temaslarda bulunmuşlardı. 4 Kasım 1912’de Ruslar ve Bulgarlarla yapılan değerlendirmelerde her iki ülke de İstanbul’un geleceğine dair ortak bir görüş taşıdıklarını inkâr etmişlerdi: TNA, FO, nr. 244/781, s. 209-210, 244. 81 Bu trenden sonra Edirne’den sefer yapılmamıştı. Son kafilede yaralı askerler ile bazı muhacir gruplar da yer almıştır. Bkz. “Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel Gueron’un 1912-13 Edirne Bulgar Kuşatması Anıları”, Yöre, yıl 8, sayı 85, (1987), s. 3. 78 44 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) Bulgar II. Ordusu, 28 Ekim’de Lüleburgaz-Pınarhisar muharebesiyle eş zamanlı olarak Edirne’ye yönelmiş ve 28 Ekim’de tam kuşatma durumuna gelmişti. 28 Ekim harekâtıyla Edirne Kalesi, kuzey ve batı yönünde Bulgar askerlerinin saldırısı altındaydı. Bulgarlar aynı zamanda doğu tarafını da kapatmışlardı. Ancak güneydeki Dedeağaç istikametinde bulunan demiryolu hattı hala sağlam durumdaydı. Fakat bu kasabadaki yoğunluk, işlerin aksamasına ve irtibatın sürmesine mani oluyordu. İstanbul ile olan telgraf bağlantısı Uzunköprü ve Keşan yoluyla sağlanmakta ise de buradaki iletişim de 31 Ekim’de kesilmişti. Konsolos Samson ise 27 Ekim itibariyle İstanbul Pera ile rahatlıkla telgraf irtibatı kurabilmekte, gelişmeleri aktarabilmekteydi. Bu arada alınan yeni bir kararla Dedeağaç demiryolu hattını koruyan birkaç müstahfız birlik dışında Şükrü Paşa komutasındaki bütün askerler 28 Ekim’de Edirne savunması için kalede toplanmış vaziyetteydi. Konsolos Samson’un verdiği bilgilere göre bu karar ardından kaledeki asker mevcudu 58 bine ulaşmıştı. Bunların birliklere göre dağılımı ise aşağıdaki gibiydi82: Tablo-I Şükrü Paşa Komutasındaki Edirne Savunma Birlikleri (28 Ekim 1912) Askerî Birlik Nefer Sayısı 10. Nizamiye Tümeni 12.000 11. Nizamiye Tümeni 7.500 Süvari Sınıfı- 5. Süvari Bölüğü 500 Edirne Redif Kıtası 7.000 Babaeski Redif Kıtası 10.000 Gümülcine Redif Kıtası 8.000 Kale Topçu İstihkam Taburları 11.000 2 Müstahfız Alayı 2.000 Toplam 58.000 Bu birlikler içinde yer alan 4. Nişancı Alayı, 10. Tümene, Bursa Redif Alayı da Kırcaali’ye sevk edilen 31. Alay ile yer değiştiren 11. Tümene bağlıydı. Binbaşı Samson, bu asker mevcudundan Şükrü Paşa ve Binbaşı Fuat Bey komutasındaki son operasyonlarda 1000 kadarının zayiat verildiğini, bu nedenle Edirne garnizonundaki savunma güçlerinin mevcudunun 57 bin olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtmekteydi83. 82 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 438-439. Edirne’deki askerî kıtaların tertibi için ayrıca bkz. R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 28-37; S. Aşkın, a.g.t, s. 33-39. 83 Kuşatma esnasında şehirde bulunanlardan Dağdevirenzâde Mustafa Şevket Bey anılarında kaledeki asker mevcudunu hemen hemen Binbaşı Samson ile aynı sayıda vermektedir. Yalnızca süvari sayısı 300 olarak gösterilmekte ve bu durumda genel toplam 57700 olması Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 45 ALİ FUAT ÖRENÇ İsmail Paşa, Şükrü Paşa garnizona gelene kadar sadece kale birliklerinin komutasından sorumlu kılınmıştı. 10. Tümen Albay Hüsameddin Bey, 11. Tümen ise İbrahim Edhem Paşa tarafından komuta ediliyordu. Binbaşı Samson, bahsi geçen bu tümenleri, gerekli görüldüğünde savunma amaçlı olmak üzere bir noktadan başka bir noktaya kaydırılan mobilize birlikler olarak bildiriyordu. Zira şehirdeki iki tümen arasında nadiren eşgüdüm bulunmaktaydı. Operasyona çıkıldığında biri muhakkak kışlada kalıyordu. Konsolos, Edirne’deki savunma stratejisini zorunlu olarak üç mıntıkada gerçekleştiğini gözlemlemişti. Bunlardan doğu ve batı mıntıkaları, kuzeyden güneye akan Tunca Nehri tarafından ikiye bölünüyordu ve kalenin merkezinde birleşiyordu. Meriç Nehri ise güney mıntıkasını, diğer iki bölgeden ayırıyordu. doğu mıntıkasındaki çalışmalar Tunca Nehri’nin sol cenahında, batı mıntıkasındakiler sağ cenahında ve güney mıntıkasında ise Meriç’in sağ cenahında yürütülmekteydi. Redif askerleri gerekli görüldüğünde her bir mıntıkaya dağıtılmaktaydı. Ordunun bütün bu gibi organizasyonları İsmail Paşa’nın sorumluluğuna verilmişti ve yetki alanları ayrıntılı belirlenmişti. Son durumda doğu mıntıkası Babaeski tümeninin, batı mıntıkası Edirne tümeninin ve güney mıntıkası da Gümülcine tümeninin yetkisindeydi84. Samson’un raporunda bildirdiğine göre karargâhı Mustafapaşa mıntıkasında bulunan Bulgar birlikleri, 28 Ekim’de tekrar saldırıya geçmişlerdi. Bu taarruza Bulgarların 9 bini Koyunlu ve Yürüş arasında, 3 bini Kemal’de ve 3 bini de Akpınar’da olmak üzere toplam 15 bin mevcutlu birlikleri katılmıştı. Bulgarlar bu saldırının ertesi günü 29 Ekim’de Edirne yakınlarındaki savunma birliklerine anî saldırılarda bulunmuşlardı. Buradaki gerekirken 57000 olarak gösterilmektedir (bkz. Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 158. Aynı rakam için bkz. R. Kazancıgil, a.g.e, s. 10-12). Balkan Savaşları'na gazeteci olarak şahitlik eden Reginald Rankin, Edirne garnizonundaki asker sayısını yaklaşık 53 bin olarak kaydetmektedir. Bunların 999’u subaydı. Savunmada 430 top, 77 de batarya 60 bin asker bilgisini vermektedir (a.g.e, s. 151). Fransız P. D. Desiere, kalede 613 top, 50 de mitralyöz bulunduğunu belirtir. Yazar ayrıca Türk askerînin elindeki silahların adedini ve türünü ayrıntılı olarak kaydetmiştir. Muhtemelen görüştüğü Binbaşı Samson’dan edindiği bilgiler sonrası Edirne’deki asker miktarını 58 bin olarak yazmaktadır. Bu rakamların ayrıntısında ise kaledeki 60 bin mevcudun 2 bininin şehit olduğu bilgisini kaydetmiştir (bkz. a.g.e, s. 33-41, 48, 52-53). Yine Balkan Savaşları hakkında gözlemlerine dayalı eser kaleme alan Clyde Sinclair Ford, Edirne garnizonunda normal zamanlarda 25 bin olan asker sayısının kuşatma esnasında 53-55 bin arasında olduğunu belirlemişti. Yazar, Bulgar raporlarında bu sayının 75 bine kadar çıkarıldığını aktarmaktadır (a.g.e, s. 39). Londra’ya ulaşan bazı istihbarat raporlarına göre ise Türk ordusu seferberlik ilan ettiğinde Edirne ve çevresinde 50 bin asker mevcuttu. Bunların 20 bini Kırcaali’deydi ( bkz. British Documents on Foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 388-389). R. Hall, garnizonda 52.597 asker, 340 da top olduğunu yazmaktadır: a.g.e, s. 39. 84 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 438-439. 46 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) Türk kuvvetleri 500 kayıp vermelerine rağmen saldırıyı püskürtmüşlerdi. Bu başarısız taarruz neticesinde Bulgarlar şehrin batı tarafındaki pozisyonlarını kaybederek Kadınköy ve Koyunlu mıntıkasına kadar çekilmek zorunda kalmışlardı85. Bu günlerde şehirde konuşulan husus Vali Halil Bey’in Babıâli’den vilayet merkezinin Tekirdağ’a taşınması teklifinin kabul edilmemesiydi86. Samson bu çarpışma esnasında Bulgarların tarassut için sabit balon kullandıkları bilgisini vermektedir 87. Ertesi gün Türk Ordusu’ndan kaçan iki Bulgar firarî Mustafapaşa yolu üzerinde yakalanmış ve askerî mahkemenin kararından sonra şehrin merkezinde idam edilmişti88. 31 Ekim’de Bulgar uçakları, Edirne’nin teslimi aksi durumda şehrin yıkılacağının yazılı olduğu bildirileri atmışlardı89. Konsolos Samson’un raporunun ekinde tam metnini verdiği bu bildiride, Bulgarlar’ın Balkan Yarımadası’nın güvenliğine yönelik talepleri ile bildirinin hazırlanması sırasındaki askerî durumları ifade edilmekteydi. Ertesi gün Şükrü Paşa mukabil bir bildiri hazırladı. Binbaşı Samson’un yine raporunun ekinde takdim ettiği bu bildiride ise savaşın gidişatına dair Türk bakış açısı ile askerîn durumu izah edilmekteydi90. Konsolos, Türk bildirisinin bir paragrafında Bulgarların, masum kadınlar ile 85 Remzi Bey (Yiğitgüden), Lüleburgaz muharebelerinin başladığı sıralarda gerçekleşen 29 Ekim huruç harekatında Bulgarların 1 subay, 5 erbaş ve 53 er ile 6 subay ölü, 38 erbaş ve 498 er yaralı yanında 7 kaybıyla toplam sayının 608 olduğunu yazar. Edirne Türk birliği ise 2 subay ile 101 er şehit, 10 subay ile 480 er yaralı vermişti (bkz. a.g.e, s. 106-111). Hafız Rakım Bey hatıratında, Türk askerînin bu başarılı savunmasının İngiliz Konsolosu tarafından çok beğenildiğini yazmaktadır. Konsolos, ifadelerinde savaşın çete mücadelesinden çıkıp tam olarak savaşa benzemeye başladığını ifade etmişti: R. Kazancıgil, a.g.e, s. 32. 86 Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 160. 87 Edirne kuşatması sırasında Bulgarların balon kullanımı ve şehirde mevcut olup yararlanılamayan Osmanlı balonu için bkz. A. Zamacı, a.g.m, s. 202-213. 88 Edirne Divan-ı Harbi’nde casusluk suçunu itiraf eden Osmanlı Ordusu’nda bulunan Bulgarlar askerlerden Hristo ile Estoyan kurşuna dizilmişti. Bunların cesetleri Abacılarbaşı ve Batpazarı caddelerinde teşhir edilmiştir (bkz. Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 162; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 48-49). İngiliz Konsolosu Samson raporunda bu infaz tarihini 30 Ekim 1912 olarak vermektedir (TNA, FO, nr. 195/2438, s. 439). Edirne Allience İsrailite Musevi Okulu Müdiresi olan A. Gueron, kuşatma günlerini konu alan günlüğünde, şehirdeki Bulgarların casusluk yaptıklarını ve gelişmeleri Bulgar ordusuna haber verdiklerini yazmaktadır (bkz. a.g.m, s. 3-4). Fransız gazeteci P. D. Desiere, kuşatma öncesinde Bulgarların ajanları vasıtasıyla kale hakkında çok önemli bilgiler edindiklerini belirtmektedir (bkz. a.g.e, s. 15-16). Edirne kuşatmasına katılan Bulgar General N. İvanov, bu bilgiyi doğrulamaktadır: N. İvanov, a.g.e, s. 288. 89 R. N. Kestelli, a.g.e, s. 22, 25. 90 Samson’un raporunun ekinde yer verdiği Edirne’ye uçaktan atılan Bulgar bildirisi ile buna mukabil Şükrü Paşa duyurusunun İngilizce metinleri: TNA, FO, nr. 195/2438, s. 465-466. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 47 ALİ FUAT ÖRENÇ yaşlıları öldürmek ve köyleri yıkmakla suçlandığını, bu konu hakkında kanaatini raporunda ayrıca belirttiğini vurgulamıştı. Ekim ayının sonlarına doğru makineli tüfeklerle donatılmış Bulgar süvarilerinden küçük bir bölümünün Edirne’nin güneyine sevk edildiği öğrenilmişti. Samson, bu birliklerin Meriç vadisi ve mücavir alanlarda yaşayan Bulgar ve Yunan nüfusu tarafından destek gördüğünü belirtiyordu 91. Bölgedeki bu düzensiz milis kuvvetleri teşkilatlandırılmış ve Dimetoka ele geçirilmişti. Dimetoka’nın alınması sonucu İstanbul ile telgraf iletişiminin kesildiği 31 Ekim günü, demiryolu hattı boyunca Edirne’yi kuşatacak olan Bulgar kuvvetleri kuzeye doğru harekete geçirilmişti92. Edirne Kalesi etrafında çarpışmalar sürerken Avrupa diplomasisi Balkan krizinde olumlu bir sonuca yaklaşmıştır. 28 Ekim’de Rusya ile yapılan görüşmelerde Osmanlı’nın uygulayacağı yeni reform paketinde uzlaşma sağlandı. Buna göre Edirne, Selanik, Manastır, Kosova ve Yanya özerk yapı içinde ve Hıristiyan bir vali tarafından yönetilecekti. Ancak İngilizler, bu yeni durumdan da ümitli değillerdi. Zira Bulgarlar zaferden emin iken bu türden formüllerin işleyeceğine ihtimal vermiyorlardı93. İngiliz Dışişleri’nin ön görüsü kısa sürede gerçekleşti. Bulgarlar 28 Ekim- 2 Kasım tarihleri arasında Pınarhisar-Lüleburgaz muharebelerinde de başarılı olmuşlardı. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı Ordusu Çatalca’ya kadar çekilmek durumunda kalmıştı94. Bu durumda yeni tartışma konusu reformlar değil İstanbul’un mukadderatıydı. Çatalca’ya çekilen Türk Ordusu’nun son durumu hakkında Büyükelçi G. Lowther 31 Ekim tarihini taşıyan yeni bir rapor tanzim etmiştir. Elçi, Bulgarların ilk Edirne saldırısının püskürtüldüğünü, ayrıca Bulgar askerlerinin Meriç vadisine ne kadar sokulduklarının ise kesin olarak bilinmediğini belirtiyordu. Ancak, Türkler inkâr etse de her durumda Bulgarlar’ın Lüleburgaz’ı ele geçirdiği, böylece Selanik yolunu kontrol altına aldıkları öğrenilmişti. Bulgar birlikleri Gümülcine’de de görülmüştü. Bu durum zaten Bulgarların amacının Selanik yolunu kapatmak olduğunu gösteriyordu. Lowther, Türk Batı Ordusu’na yapılan deneyimsiz Redif askerî 91 Savaş boyunca bölgedeki Bulgar ve Rum çeteleri Havsa, Tekirdağ, İnöz, Şarköy, Mürefte, Malkara ve Keşan’da Türklere yönelik saldırılarda bulunmuşlardı. Edirne Bulgarların işgaline düşünce Rumlar da şehirdeki şiddet ve yağma hareketlerine katıldılar: İlker Alp, Belge ve Fotoğraflarla Bulgar Mezalimi (1876-1989), Ankara 1990, s. 167-171; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 162; M. B. Uzdil, a.g.e, s. 5-6; Ahmet Efiloğlu, Osmanlı Rumları, Göç ve Tehcir 1912-1918, İstanbul 2011, s. 54-64. 92 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 439-440. 93 TNA, FO, nr. 244/781, s. 200-201. 94 M. Muhtar, a.g.e, s. 129-163; Y. H. Bayur, a.g.e, c. II/2, s. 37-144; R. C. Hall, a.g.e s. 3237. 48 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) takviyesinin başarı getirmeyeceğini ve malzeme sıkıntısı bulunduğunu tespit etmişti. Büyükelçi, Batı Ordusu’ndaki hatalara karşılık Edirne’de doğru bir strateji uygulandığını, burada aşırı sağlam bir ordugâhın bulunduğunu, şehir ile ulaşımın daha rahat sağlanabildiğini, nitekim Bulgarların bütün engellemelerine rağmen çevredeki birliklerle irtibat imkânının sürdüğünü ifade etmekteydi. Batı Ordusu’nun başarılı olabilmesi için Nizamiye birliklerinin iyi yer seçimi ve bunların Rediflerle desteklenmesi suretiyle savunma pozisyonunda kalınması gerektiğini belirten Lowther, şu anda uygulanan aceleci stratejilerin bir çare olmayacağını değerlendirmekteydi95. Başkonsolosun tespitleri büyük oranda doğruydu. Bulgarlar 25-31 Ekim tarihlerinde yürüttükleri harekât sonucu Edirne ile İstanbul’un lojistik irtibatını kesmişlerdi96. 31 Ekim 1912 Sofya’dan Londra’ya ulaşan yazılarda İstanbul’un Selanik ve Edirne ile irtibatının kesilmesi, İmparatorluğun Avrupa ile bağının tamamen koptuğu şeklinde yorumlanıyordu97. Dışişleri Bakanı Edward Grey’e Sofya’dan gelen bir istihbaratta, Kırkkilise ile Çorlu, Saray ve Istranca hattında çok şiddetli çarpışmalardan bahsediliyordu. Bu arada Bulgarların Edirne kuşatmasını şiddetlendirmek için sabırsızlıkla takviye 50 bin Sırp askerîni bekledikleri haber alınmıştı (6 Kasım 1912)98. Bulgar Ordusu 1 Kasım’dan başlayarak ilk ateşkesin gerçekleştiği 4 Aralık tarihine kadar kalenin ana tahkimatını yarma ve savunmadaki Türk askerîni yorma maksatlı bir dizi saldırılarda bulunmuştu 99. Konsolos Samson, bu şiddetli saldırılarda Türk birliklerinin ağırlıklı olarak HadımköyEkmekçiköy, Kartaltepe ve Maraştepe mıntıkalarında mevzi aldıklarını rapor etmekteydi. Bu üç mıntıka kalenin batı ve güneybatısına tekabül eden noktalarıydı. Maraştepe bu üç mıntıkanın en önemli yerindeydi100. Edirne halkının Papaztepe olarak bildiği bu mevki aynı zamanda Arda ile Meriç nehirlerinin kesişim noktasıydı. Ancak bu bölgedeki tahkimat tam olarak tamamlanamamıştı. Bunun sebebi arazinin yetersizliğiydi. İbrahim Edhem Paşa komutasındaki bu mevzide Topçu sınıfı için uygun şartlar oluşturulamıyordu; dolayısıyla tamamen tahkimattan mahrumdu. Samson, savunmadaki Türk askerlerine karşılık, kuşatma birliklerinin çok daha geniş bir alanda rahat faaliyet gösterebildiklerini tespit etmişti. Ayrıca savunmadaki aksaklıklara değinerek, savaş patlak verdiğinde Edirne’nin kale 95 TNA, FO, nr. 195/2437, (31 Ekim 1912 tarih ve 87 nolu Rapor/Pera), s. 180-182. TNA, FO, nr. 195/2438, s. 437-438. 97 TNA, FO, nr. 195/2437, s. 192. 98 TNA, FO, nr. 195/2437, s. 298 99 Muharebelerin tafsilatı için ayrıca bkz. R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 45-95. 100 Maraştepe’nin savaş esnasındaki durumu için bkz. R.Kazancıgil, a.g.e, s. 27-28. 96 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 49 ALİ FUAT ÖRENÇ tahkimatının Almanların sorumluluğuna eleştirildiğini de ifade etmekteydi. verilmesinin şehirde çok Binbaşı Samson, bu bölgede Bulgarların ilk amacının şehrin batıdaki tepecikleri aceleyle ele geçirip tahkim etmek olduğunun anlaşıldığını da tespit etmişti. Bu iş için bir tümen ayrılmıştı. Batarya işçilerinin sayısı günden güne artırılmış ve silahların pozisyonları mümkün olduğunca çeşitlendirilmişti. Ayrıca bunların yerleri sürekli olarak değiştiriliyordu. Türk savunma hatlarından Kartaltepe de çok önemli bir mevkiiydi ve muhtelif yönlerden saldırıya açık durumdaydı. Ancak burası hiçbir zaman ciddi bir tahkimat görmemişti. Buna karşılık Hadımköy ve Ekmekçiköy’de önemli çalışmalar yapılmıştı101. Samson, Bulgar birliklerinin 1 Kasım’a kadar doğu mıntıkasında Musabeyli ve İskenderköy’e kadar ulaştıklarını öğrenmişti. Bu harekât öncesinde düzensiz milis birlikleri güneyde Urlu mevkine gönderilmişti. Bu birlikler hemen Maraş’a yönelmişler ve Hadımköy-Koyunlu hattını ele geçirmişlerdi. Aslında buradaki Türk savunma birlikleri 20 Ekim 1912’de geri çekilmiş durumdaydı. Bu harekât ile Bulgarlar batıda Kemal Köyü istikametini açmış oluyorlardı. Hemen Arda’yı geçmek için Kumarlı olarak bilinen mevkiinde bir duba köprü inşa etmişlerdi102. Bu esnada Kasım’ın 2. ve 5. günlerinde Edirne’nin doğu kesimine iki saldırı olmuştu. Üçüncü saldırı daha geç tarihte güney cephesine yönelik gerçekleşmişti. İlk iki saldırıda Bulgarlar kendilerini Musabeyli ve İskenderköy tarafında konuşlandırmıştı. Üçüncü saldırı ise aniden ve çok şiddetli olarak Kartaltepe mevkinden gelmişti. Samson bu üç saldırının da başarısız olduğunu kaydetmekteydi103. Ayın 7. günü Bulgarlar tekrar harekete geçerek batı ve güneybatı kollarından Ekmekçiköy ve Kartaltepe savunma hattına doğru genel bir taarruz başlatmışlardı. Konsolos Samson bu harekâtın doğrudan Maraştepe’yi hedef aldığını ve buranın ele geçirildiğini aktarmaktadır. Ertesi günlerdeki şiddetli çarpışmalarda Türk birlikleri bazı yerleri geri almayı başarmıştı. Konsolos’un rapor ettiğine göre bu avantajlı durum kalıcı olamamış ve Bulgar birlikleri gece saldırılarıyla buraları geri almıştı (9 Kasım). Kasım ayının ikinci haftası boyunca Bulgarların saldırıları tamamen Edirne’nin güney ve güneybatısında yoğunlaşmıştı. Bu süreçte kuşatma ve savunma birlikleri karşılıklı taarruzlarda bulunuyordu. 9 Kasım’da 2 Türk kolu Hadımköy ve Maraş’dan çıkarak Bulgarların üzerine anî bir huruç harekâtı yapmış, akşamüstü geri çekilmişti. Ayın 10 ve 11’inde başlatılan 101 Ayrıca bkz. R.Yiğitgüden, a.g.e, s. 9-16, 22-28, 183-187. Bulgarların Arda üzerinde yaptıkları duba köprü için bkz. G. Dinç, a.g.e, s. 80, 139. 103 Bu muharebeler ve şehirdeki etkileri için ayrıca bkz. R. Kazancıgil, a.g.e, s. 33-36; R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 113-122; N. Hayta-S. T. Birbudak, a.g.e, s. 48-49. 102 50 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) Türk saldırıları ise Ekmekciköy’deki Bulgar birlikleri tarafından 1,5 saatlik şiddetli muharebeler neticesi geri püskürtülmüştü 104. Binbaşı Samson bu son muharebeleri meslektaşı Fransız Konsolosu ile birlikte Karaağaçta’ki Alman Okulu’nun üstünden bir heyet dürbünü ile takip etmiş ve Türk askerînin cesaretinden bahsetmişti105. Bu kritik günlerde Şükrü Paşa ile görüşme imkânı bulan Samson, öğrendiğine göre son saldırılarda Bulgarlar bilhassa Maraş yakınlarında çok kayıp vermişlerdi. Bu esnada iyi bir gelişme yaşanmış ve Edirne ile İstanbul arasında 5 Kasım’dan itibaren kesik olan telgraf iletişimi, Keşan yoluyla tamir edilerek kullanıma açılmıştı. Ancak 9 Kasım’da tekrar kesilmiş, 11 Kasım’da 20 saatlik bir iletişim sağlanmasına rağmen irtibat yeniden kopmuştu. 12 Kasım itibariyle ise İstanbul ile irtibat kesin olarak yitirilmişti. Samson, kaledeki askerî yetkililerin kuşatma boyunca İstanbul ile olan iletişimi Avusturyalılara ait olduğu ifade edilen ve kablosuz telgraf aparatı olan telsiz kullanarak temin ettiklerini kaydetmekteydi106. [Resim-10: Edirne Kalesi Hıdırlık mevzileri ve orta kısımda bulunan telsiz anteni (G. Dinç, s. 196)]. 104 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 447-448. Kale etrafında gerçekleşen 2-8 Kasım çarpışmaları ile Türk askerînin başarısıyla sonuçlanan 9 Kasım taarruz harekatının ayrıntısı için bkz: R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 113-133; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 165-166. 105 N. Çağan, a.g.m, s. 204. 106 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 447-448. Necdet Raif (Kestelli) Bey hatıratında, Edirne Kalesi Hıdırlık Tabyası’nda kurulu telsizin kullanımını Osmanlı kalelerinde bir ilk olarak yazmaktadır (bkz. a.g.e, s. 23). Bu telsiz 150 kilometre yarıçaplı bir alanda etkiliydi. Ayrıca 225 kilometre mesafe ile de irtibat mümkün olduğu için cephelerdeki irtibat yanısıra aileler ile görüşme mümkün olduğundan askerîn maneviyatının yükselmesi sağlanıyordu (R.Yiğitgüden, a.g.e, s. 24, 44). Telsizin motoru yetersiz kalınca şehirden kuvvetli bir motor tedarik edilerek haberleşme sağlanmıştı (C.-K. Bedirhan, a.g.e, s. 31). Savaş müddetince Edirne Kalesi’ndeki telsiz, telefon ve telgraf haberleşmesi sistemi için ayrıca bkz. P. D. Desiere, a.g.e, s. 58-59, 224; N. İvanov, a.g.e, s. 24-25; S. T. Wasti, a.g.m, s. 69; V. İvanov, a.g.m, s. 20-21; S. Aşkın, a.g.t, s. 11, 34. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 51 ALİ FUAT ÖRENÇ Samson, Arda’nın güneyindeki Bulgar kuvvetlerinin Doğanca Arazi’ye vardıklarında Şükrü Paşa’nın bir Rum köyü olan Çörekköy’ün tahliyesini emrettiğini öğrenmişti. Konsolos, Türk askerlerinin köylülere karşı zalimce davrandıkları yönünde iddialar bulunduğunu, ancak dikkatli bir araştırmadan sonra bu iddiaları kanıtlayacak hiçbir emare bulunmadığını belirtmekteydi. Zira Çörekköy halen savunma birliklerinin elindeydi. Samson, 12 Kasım’da iki Türk birliği, Bulgar askerlerinin tehdidi altında olan Doğanca Arazi ve Kartaltepe’ye karşı harekete geçtiğini kaydediyordu. Türk birlikleri bu uzun süreli operasyonda başarılı olmuşlar ve Kartaltepe’yi ele geçirmişlerdi. Buradaki Bulgar birlikleri ise batı yönüne çekilmişti. Türk birlikleri bu başarılı harekâtı yaparken Koyunlu yakınlarındaki Bulgar bataryaları Maraştepe’yi bombalamakla meşguldü107. Bilhassa 13 ve 14 Kasım erken saatlerden itibaren Ekmekçiköy ve ardından Maraştepe’ye yönelik şiddetli top atışları olmuştu. Samson, Kasım’ın ikinci haftasının böyle geçtiğini ve iç kısımdaki Bulgar tahkimatının gözle görülen bir biçimde güneybatı yönünde ilerlemekte olduklarını rapor etmekteydi. Fakat bu harekât hâlihazırda batı yönündeki Türk savunma birliklerine etki edecek durumda değildi108. Binbaşı Samson’un mufassal raporunda da belirtildiği gibi Edirne’ye yönelik saldırılarında başarı sağlayamayan Bulgarlar, Kasım ayının başından itibaren kuşatmadaki askerîn sayısını arttırma kararı almışlardı. Buna göre kuşatma için hazırlanan bir buçuk tümen iki tümene çıkarılacaktı. Samson, Edirne karargâhında yaptığı temaslarda da Türk komutanların kale kuşatılmasında yer alan Bulgar askerînin sayısının yetersiz buldukları kanaatini öğrenmişti. Esas takviye müttefik Sırp askerlerinin gelişiyle oldu. 14 Kasım’da şehre ulaşan Sırp birlikleri kuşatmaya katılmışlardı. Samson, bu son duruma göre kuşatma birliklerinin yeniden organize edildiği bilgisini vermekteydi109. Bulgar Başkomutanlığının direktifi ie yapılan düzenlemede kalenin kuzeybatısı ile batı bölgelerindeki birliklerinin başına sırp General Stepanovic getirilmişti. Aynı zamanda bu bölgeye Tuna ve Timok tümenleri yerleştirilmişti. Timok tümeninin Komutanı olan Albay Kondic ile Tuna Tümeni Komutanı General Pasic, General Stepanovic’in komutasına verilmiş, böylece Sırp birliklerinin bir arada kalmaları sağlanmıştı. Son tertibatla Edirne Kalesi’nin batı cephesi ve Maraş bölgesi Sırpların, doğu ve güney cephesi Bulgarların saldırısı altına girmiş oldu 110. 107 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 447-448. 14 Kasım’a kadar olan muharebelerin tafsilatı için ayrıca bkz. R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 133-136. 108 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 447-448. 109 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 444-445. 110 R. C. Hall, a.g.e, s. 40-41; N. Hayta-S. T. Birbudak, a.g.e, s. 51-53. 52 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) 5- Sırp Ordusu’nun Edirne Kuşatmasına Katılışı Sonrası Şehrin Bombardımanı Sırp askerînin Edirne kuşatmasına katılımı ardından müttefikler saldırı stratejilerini yeniden belirlediler. Binbaşı Samson’un bildirdiğine göre takviye Sırp tümeni111, Arda istikametine doğru Yürüş ve Koyunlu’da, iki Bulgar tümeni ise kuşatma hattının geri kalanında konuşlandırılacaktı. Bulgar Generali İvanof komutasındaki bu birlikler tahminen 60 bin askerden oluşmaktaydı. Bunların ana karargâhı Mustafapaşa mıntıkasıydı. Kuşatma birliklerinin elindeki bataryalardan 10 adedi çok güçlüydü. Bu bataryaların 8 adeti 12 cm çapında, kalanı 15 cm çapındaydı. 12 cm çapındaki bataryaların ikisi Sırplara aitti. Samson, kuşatma birlikleri hakkındaki istihbaratından emin olmadığını, ancak Şükrü Paşa askerleri hakkında daha doğru tahminler yapabileceğini rapor etmekteydi112. [Resim-11: Kuşatmada 12’lik bir top bataryası (G. Dinç, s. 227)]. General Stepan Stepanovic komutasındaki Sırp birlikleri 15 Kasım 1912’den itibaren aktif olarak operasyonlarda yer aldı. Konsolos Samson’un çarpışmalara şahit olanlardan edindiği bilgilere göre, 14 Kasım’da başlatılan operasyonlar Sırpların gelişiyle daha da şiddetlenmişti. Arda ve Meriç vadilerinin sisle kaplı olduğu 15 Kasım’da Kartaltepe’nin batısındaki sırtlarda konuşlu Bulgar birlikleri, bu tepeyi ele geçirmek için başarısız bir saldırı gerçekleştirmişti. Bu taarruzun ertesi günü başlayan Kartaltepe’nin bombardımanı ise gece boyu devam etmişti. 15 Kasım öğle sonrasından itibaren Türk karşı hamleleri gelmeye başladı. Nitekim 6. Redif Taburu’na mensup bir birlik ile 3 Sahra Topçu Taburu, İstanbul yolunun kuzey tarafına doğru hareket ettirilmişti. Hedef, Musabeyli tarafında stratejik mevkide 111 R. Rankin, Edirne’ye gelen Sırp askerînin sayısını 55 bin olarak kaydeder (bkz. a.g.e, s. 446). Fransız gazeteci P. D. Desiere bizzat Sırp komutanlardan edindiği bilgiler göre muhasarada 46.600 asker ve 738 subay piyade, 40 subay ile 970 erden oluşan topçu askerinin mevcudunu tespit etmişti (bkz. a.g.e, s. 347-348). R. Hall bu sayıyı 47.275 olarak verir: a.g.e, s. 41. 112 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 444-445. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 53 ALİ FUAT ÖRENÇ bulunan ve Maltepe ile Mezartepe’deki Türk birliklerini tehdit eden Bulgarları durdurmaktı. Bu harekât iki gün boyunca İstanbul yolundaki daimî bataryalar ile Topyolcu hisarından temin edilen 10.5 cm çapında ağır sahra bataryaları tarafından desteklenmişti. Türk birlikleri bu harekâtta başarılı olmuş ve Bulgarlar durdurulmuştu. Binbaşı Samson, 14 Kasım’a kadar Edirne’nin güneyinde konuşlu Bulgar kuvvetlerinin önemli kısmının düzensiz birliklerden oluştuğunu öğrenmişti. Bunların çok azı düzenli süvari birliğiydi. Bu nedenle Türk saldırısına karşı çok az direnç göstermişlerdi. Ancak tam o günlerde Sırpların gelişiyle durum değişmişti. Sırplar, Arda ile Meriç arasındaki bütün operasyonlardan sorumlu duruma gelince, kaybedilen yerlerin geri alınması için güçlü saldırılar başlatılmıştı. Sırplar 16 ve 17 Kasım sabah erken saatlerde doğrudan Maraştepe’ye taarruz gerçekleştirmişlerdi. Binbaşı Samson, harekâtın ilk üç gününde Sırplar’ın Kazan, Yeşil ve Yassıtepe yakınlarında bulunan Türk ileri karakollarına kadar ulaştıklarını öğrenmişti. Böylece Sırpların son saldırılarıyla Bulgarların kaybettikleri pozisyonlar geri alınmış oluyordu113. Cephedeki belirsizlik sürerken, 19 Kasım’da Bulgar-Sırp güçleri Koyunlu yakınındaki 5 büyük batarya ile Maraştepe istikametine ateşi yoğunlaşmıştı. Bu arada Türk askerînin Kartaltepe harekâtı esnasında Bulgarları püskürttükleri Doğanca Köyü, öğleden sonra saat 6’da müttefiklerin eline geçmişti. Bu çarpışma sonucunda Türk askerî Ahırköy’den de çekilmek zorunda kalmıştı. Güney cephesindeki saldırılar ise 20 ve 21 Kasım’da Kartaltepe ve Doğanca’ya yönelik devam etmekteydi. Bu saldırılardaki amaç kaybedilen yerlerin geri alınmasıydı. Ancak Bulgar-Sırp askerleri yine başarılı olamadı114. Bulgarlar, 22 Kasım’a gelindiğinde gayretlerini tamamıyla ellerindeki Kartaltepe’yi muhafazaya yoğunlaştırmıştı. Zira burası Türklerin Arda (Kakabil) hisarı ve birkaç gün önce bölgeye nakledilen özel 10.5 cm ebatındaki sahra bataryaları tarafından çok şiddetli ateş altında tutuluyordu. Ahırköy yakınlarındaki Türk-Bulgar çarpışmaları ise bütün şiddetiyle devam etmekteydi. 23 Kasım’da gelindiğinde güney cephesine devamlı olarak piyade saldırıları gerçekleşmişti. Ertesi gün harekât genişletilerek DoğancaÇörekköy ve Pamukköy-Ahırköy arasındaki Türk hatlarına yönelik genel bir saldırıya dönüştürülmüştü. Bulgarlar bu son taarruzda başarılı oldular ve bu bölgeleri geri aldılar. Buna rağmen kara harekâtından istedikleri sonucu alamayan müttefikler, kendilerine avantaj sağlayan şehrin şiddetli bombardımanı taktiğini uygulamaya koydular. Nitekim Kasım ayının 3 113 15 Kasım’dan itibaren saldırıların şehirdeki korkunç etkisi için ayrıca bkz. Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 168-170. 114 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 448-451. 54 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) haftası bittiğinde doğu yönündeki Bulgar bataryalarından şehre yönelik bombardıman şiddetli ve öldürücü bir hal almaya başlamıştı115. [Resim-12: Seri atışlı bir Bulgar sahra topu (G. Dinç, s. 186)]. Konsolos Samson, 25 ve 26 Kasım’daki askerî harekât hakkında bilgi edinememişti116. Fakat güneydeki Türk savunma hatlarında güvenliğe dair bazı olumsuzlukları haber almıştı. Bu nedenle Karaağaç köyündeki siperlerde inşaata başlanmıştı. 27 Kasım’da Sırplar şehrin güney savunma bataryalarını hedef alabilmek için Kartaltepe’nin batısında bulunan Çeşmebayır ve Pamukdere tepelerine 12 cm çapında bataryaları çıkarmayı başarmışlardı. Ayrıca Kartaltepe’ye bir telefon hattı ile bir de projektör koyarak ara vermeden gece boyunca ateş etme imkanı sağlamışlardı. Maraş’taki görgü tanıklarının ifadesine nazaran, üst tarafta ve batı kısmında mevcut tepe bataryaları geri çekilmiş, bu silahlar aşağıdaki rampalara yani batıdan Çörekköy’e hâkim kısımlara yerleştirilmişti. Bu arada Bulgarların 28 Kasım gecesi Çörekköy yakınındaki Türk mevzilerine yönelik iki saldırı düzenledikleri öğrenilmişti. Fakat köye nüfuz edemeden Çeşmebayır bataryalarıyla Arda (Maraş) hisarına yönelmişlerdi. Her iki yöndeki toplar güney kısmını saat 6.30’dan öğleden sonra 8.30’a kadar bombardımana devam etmişti. Bu şiddetli bombardımanlar sonucu Karaağaç’ın düştüğü haberi alınmıştı. 115 Kuşatma esnasında Edirne’de bulunanların kaleminden bombardıman ve şehirdeki etkileri için bkz. C.-K. Bedirhan, a.g.e, s. 36-57; P. D. Desiere, a.g.e, s. 88-96; H. Cemal, a.g.e, s. 122-123; R. Kazancıgil, a.g.e, s. 26-59; “Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel Gueron’un 1912-13 Edirne Bulgar Kuşatması Anıları”, Yöre, s. 3-18; R. N. Kestelli, a.g.e, s. 61-63; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 169-178; R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 146-158, 174; Ayşe Terzioğlu, “I. Balkan Savaşı ve Edirne’nin Bulgarlar Tarafından İşgali”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, sayı 157 (Temmuz-Ağustos 2005), s. 161-180. 116 Hafız Rakım Bey, 25 Kasım’da tatil edilen okulların açıldığını yazmaktadır: R. Kazancıgil, a.g.e, s. 50. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 55 ALİ FUAT ÖRENÇ Karşılıklı şiddetli top ateşi muharebeleri 29 Kasım öğleden sonra tekrar başlamıştır. Yoğun Bulgar bombardımanı karşısında zorunlu olarak Karaağaç tren istasyonunun güneyindeki kışla boşaltılmıştı. Samson, Kasım ayı sonlarında Türk öncü birliklerinin doğu, batı ve güney cephelerinde durumlarını koruduklarını kaydetmekteydi. Kasım ayının son günü sabah erkenden Kartaltepe’nin batısındaki istihkâmlardan güney savunma tabyalarına yönelik top atışı başlamıştı. Bu saldırı 1 Aralık’a kadar fasılalarla devam etmişti117. Kuşatmada Aralık ayına girilirken Edirne’de gündem Balkan ülkeleri ile yapılan ateşkes görüşmeleriydi. Aslında Osmanlı Hükümeti bu hususta Kasım ayının ortalarından itibaren çeşitli girişimlerde bulunmuştu. Kamil Paşa Hükümeti 12 Kasım’da Rusya Büyükelçisi vasıtasıyla Bulgar Çarı Ferdinand ile temas kurmuş ve ateşkes müzakeresi talebinde bulunmuştu. Buna göre Türk ve Bulgar Generaller bir araya gelip şartları konuşacaklar ve önbarış yapacaklardı. Bulgarlar bu talebi reddettikleri gibi Çatalca’ya yönelik şiddetli bir saldırı başlatmışlardı. Fakat 18-20 Kasım 1912 saldırılarından istedikleri sonucu elde edemediler. Bulgar Ordusu’nda salgın hastalık da başlayınca bu sefer kendileri ateşkes şartlarını Osmanlı Hükümeti’ne bildirdiler. Tarafların müzakereleri olumlu sonuçlandı ve 3 Aralık 1912’de genel ateşkes imzalandı. Ateşkes görüşmeleri başladığında Edirne’ye telgrafla emir gönderilerek durum bildirilmişti118. [Resim-13: Bulgarlar tarafından vurulan bir Türk topu (G. Dinç, s. 227)]. Konsolos Samson, bu hususta Kale Komutanı Şükrü Paşa’ya 1 Aralık gecesi ve 2 Aralık’ta İstanbul’dan telgrafla yeni talimatlar verildiğini kaydetmektedir. Bu telgraflarda müttefik Bulgar-Sırp delegelerinin Edirne’de kabul edilmesi ve yerel idarecilerle birlikte ateşkese dair müzakere yapılması isteniyordu. Samson’un bildirdiğine göre 2 Aralık’ta öğleden 117 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 450-451. TNA, FO, nr. 195/2438, s. 260-433; R. C. Hall, a.g.e, s. 69-70; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 53, 59-61. 118 56 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) sonra saat 2’de iki Bulgar delege bir albay ve ihtiyaten bir Sırp görevli, Türk temsilcilerle119 Mustafapaşa köprüsü yolunda, Hadımköy’ün güneyinde bir araya gelmişlerdi. Bu buluşmada müttefikler Türk delegasyonuna Edirne’nin teslimini talep eden bir mektup vermişlerdi. Türk delegeleri böyle bir durumu tartışmaya yetkili olmadıklarını belirterek, ateşkesin detayları ve mektuba cevabı için 2 gün süre istediler. Edirne’de görüşmeler yapılırken 3 Aralık sabahı Pamukdere bölgesinde küçük çaplı çarpışmalar başlamış ise de gece kesilmişti. Ancak saat 8’de Epçeli, Koyunlu, Yürüş ve Kemal mevkiilerinde bulunan yarım daire şeklindeki Sırp ve Bulgar bataryalarından Maraş kısmındaki Türk hedeflerine çok şiddetli top atışı başlatılmıştı. Bu ateş saat gece 9.30’da kesilmişti. Fakat şehrin doğu kısımları, 2-8 numaralı top bataryalarından saat 11.15’e kadar gelişigüzel olmak üzere yoğun biçimde bombalanmıştı. Konsolos Samson, müttefiklerin bu son bombardımanlarını hatalı bulmuştur. Zira Maltepe, Mezartepe ve Pamukdere’deki Türk hedeflerine yönelik bu yoğun saldırılar, ateşkes görüşmelerinde saldırgan tarafın ortaya çıkmasını sağlamış ve Türklere üstünlük kazandırmıştı. Konsolos, Edirne ana karargâhındaki görevlilerden edindiği bilgilere göre Bulgarlar ateşkesin yapıldığı 4 Aralık’ta bile Hadımköy’e saldırıda bulunmuşlardı120. Edirne Valisi Halil Bey, 4 Aralık’ta şehirdeki konsolosluk heyetini kabul ederek Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ ile ateşkesi hazırlayıcı mahiyette barış müzakerelerine başlanacağını bildirmişti. Ertesi gün Bulgar-Sırp komisyonu ile Türk yetkililer Mustafapaşa yolundaki Papazçeşme mevkinde mütareke ve tarafsız bölgenin belirlenmesi maksadıyla tekrar bir araya gelmişlerdi. Nihayet 5 Aralık itibariyle ateşkes imzalanmıştı. Konsolos Samson barış görüşmelerinin yapıldığı 4 Aralık tarihi itibariyle Türk ileri ordugâhının pozisyonunu rapor etmişti. Buna göre Türk bölgesi; doğu cephesinde Meriç’in sol kıyısındaki Paşaçayırı’ndan Mezartepe, Maltepe, Hasanağa, Gülbaba’dan Tunca’daki bataklığa; batı cephesinde Havaraz ile Akpınar arasından Ekmekçiköy ve Kadınköy içinden Meriç’e; güney cephesinde Maraş’ın 3 kilometre batısından başlamak üzere, Doğanca ve Çörekköy’den Pamukdere ve Ahırköy ile Boşnakköy arasından Meriç’in sağ cenah sahil kısmına uzanıyordu. Samson, verdiği bu bilgiler içinde 119 Edirne Müstahkem Mevki Kumandanlığı adına Bulgar heyeti ile ateşkes müzakereleri için 10. Tümen Kurmay Başkanı Binbaşı Kazım (Karabekir) ile karargâhtan Kurmay Yüzbaşı Remzi (Yiğitgüden) görevlendirilmişti: N. İvanov, a.g.e, s. 167-170; R. Kazancıgil, a.g.e, s. 46-47; R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 158-172. 120 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 451-452. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 57 ALİ FUAT ÖRENÇ özellikle kale dışındaki gelişmelere dair olanlarının gözlemlere dayandığını ve bir takım eksikliklerin olabileceğini belirtiyordu 121. Samson Kasım ve Aralık aylarında şiddetlenen Edirne bombardımanında şehrin gördüğü zarara ayrıca yer ayırmıştı. 21 Kasım 1912 saat 15.15’te başlayan bombardıman, 28-29 Kasım’da Karaağaç Mahallesi’ne düşen mermilerle etkili olmaya başlamış ve 3 Aralık gecesine kadar devam etmişti. Ataşkes görüşmeleri esnasında dahi fasılalarla saldırı sürmüştü. Bu top mermileri dört mekanizmalı bir bataryadan atılıyordu. Bu bataryalar 12 ve 15 cm çapındaydı ve Bulgarların Şumnu Kalesi Topçu Alayı’na aitti. Saldırı esnasında zaman zaman bu bataryaların yerleri değiştirildiğinden mevkilerinin tespiti mümkün olamıyordu. Samson, bu müstakil konuşlu bataryalardan 2 adedinin Musabeyli-Köşen Çiftliği hattında 328 metre mesafede olduğunu, bunlardan daha ileride güneyde İskenderköy yakınında da 2 adet batarya bulunduğu bilgisini paylaşıyordu. Bulgarların bombardımanda yaygın olarak kullandıkları top mermileri 7 ile 10 senelikti. Bu mermiler patlama esnasında etkinin artırılması için kaliteli siyah barutla imal edilmişti. Samson’un Türk memurlardan edindiği bilgilere göre Edirne ile Karaağaç arasındaki bombardımanda atılan 1070 mermiden 133’ü şarapneldi. Ancak bombardımanda meydana gelen hasar umulandan daha az olmuştu. Şehirdeki evler o kadar dayanıksız malzemeden yapılmıştı ki, çoğu kere mermiler daha patlamadan duvarları delip geçiyordu. Türk resmî raporuna göre bu bombardımanlarda 16 ölü ve 53 yaralı olmuş, 333 bina da yıkılmıştı. Konsolos bu bilgiden ölü ve yıkılan bina sayısının doğru olduğunu, ancak yaralı sayısında beklenmedik bir fazlalık görüldüğüne dikkat çekmektedir. Şehre yönelik ilk bombardımanlar belirli zaman aralıklarında sürmüştü. Ancak sonraki saldırılarda günde ortalama 10 veya 11 defa taarruzlar gerçekleşmeye başlamıştı. Özellikle 3 Aralık 1912’deki bombardımanda 50’yi bulan şiddetli ateş devreleri gece boyu devam etmişti. Samson, bu şiddetli bombardımanların yıkıcı etkisinin az olmasına rağmen, Edirne halkında umulmadık paniğe sebep olduğunu gözlemlemişti. Şehrin kuzey ve doğu taraflarındaki halk kuşatma başlar başlamaz zaten yerlerini boşaltmıştı. Fakat sonradan silah menziline giren bütün Türk mahalleri gelişigüzel yapılan bombardımanın hedefi haline gelmişti. Panik olan halk aceleyle evlerini terk etmiş, birçok devlet memuru şehir merkezine gelmişti. Şehir merkezi de ateş altına düşünce, menzil dışında kalan Tunca’nın sağ yakasındaki Yıldırım-Kummahalli’ne sığınmışlardı. Saldırılardan korunmak için Vali Halil Bey ve Kale Komutanı Şükrü Paşa sürekli yer 121 58 TNA, FO, nr. 195/2438, s. 452-453. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) değiştirmekteydiler. Askerî ana karargâh ise geçici olarak şehir merkezindeki Piyade Kışlası’na taşınmıştı. Bu güvenli bölgeye şehirdeki Gayrimüslim unsurlarda başlarında dinî liderleri olduğu halde sığınmışlardı122. Edirne’deki yabancı uyruklular Avusturya dinî topluluğuna ait olan Soeurs d’Agram okulunda toplanmıştı. Okulun temeli sağlam olduğu için top mermilerinden belirli bir koruma sağlıyordu. Bombardıman münasebetiyle ilk günlerde birçok yangın çıkmıştır. 27-28 Kasım’da bombardımanın şiddeti artınca Konsolos Samson, Avusturyalı ve Fransız konsoloslarının maiyetleriyle yerleştiği bu okula, Karaağaç’taki ve şehirdeki bütün İngiliz uyrukluların taşınması emrini vermişti. 5-6 Aralık’ta evlerine dönen bu yabancı uyruklular arasında herhangi bir zayiata rastlanmamıştı. Bu esnada Soeurs d’Agram okuluna isabet eden bir top mermisi üst katlara zarar vermekle beraber binanın temeline nüfuz edememişti. Türk mahallesinde bulunan Rus Konsolosluğu bombardımanın merkezinde bulunmaktaydı. Samson’un bir Rus arkadaşı 29 Kasım’da Yunan Konsolosluğuna sığınmak zorunda kalmıştı. O günkü saldırıda bir bomba, boşaltılmış olan Yeniden Diriliş Topluluğu (The Resurrections Community)’na ait okula isabet etmişti. İngiliz konsolosluğu evrakı yangın tehlikesine karşı muhafaza için şehirdeki iki jandarmanın temin ettiği güvenli bir yere nakledilmiş ve yangından son anda kurtarılmıştı. [Resim-14: Bulgarların eline geçen bir Türk topu (G. Dinç, s. 226)]. Kale Komutanı Şükrü Paşa 22 Kasım’da bombardıman dolayısıyla galeyana gelen halkı yatıştırmak için bir bildiri daha yayınlamıştı. Samson, tercümesini raporuna eklediği ve halkı uyarmak için kaleme alınan bu bildiriyi çok kaderci bulmuştu123. Konsolos, bildirinin yayımlanmasından başka ne sivil ne de askerî otoriteler tarafından bombardımanın etkisi 122 123 TNA, FO, nr. 195/2438, s. 453-554. Şükrü Paşa’nın bildirisinin İngilizce metni: TNA, FO, nr. 195/2438, s. 469. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 59 ALİ FUAT ÖRENÇ azaltmaya yönelik hiçbir adım atılmadığını belirtmekteydi. Bu nedenle Edirne halkı güvenlik kaygısıyla sığındığı geçici barınaklarda çok kötü şartlarda yaşamaktaydı124. Samson raporuna Vali Halil Bey ile Şükrü Paşa’dan aldığı iki telgrafı da eklemişti. Vali yazısında yabancılara değinmekteydi. Şükrü Paşa’nın Konsolosluk heyetine gönderdiği sirküler ise savaş teamüllerine aykırı bir şekilde icra edilen bombardımana yönelikti. Şükrü Paşa, bombardımandaki esas amacın hastane ve camilerin olduğunu ifade ediyordu125. Samson, Paşa’nın bu ifadelerinin aksine camilerin çok az zarar gördüğünü rapor etmekteydi. Konsolosun gözlemlerine göre özellikle Selimiye Camii’ne yalnızca bir top mermisi isabet etmiş, o da fazla zarar vermemişti126. Bombardımandan en fazla etkilenen yerler Edirne’deki sağlık kuruluşlarıydı. Saldırılarda hastahane binaları isabet alıyordu. Bombardıman şiddetlenince yaralı sayısı artmış ve büyük binaların çoğu geçici hastahane olarak kullanılmaya başlanmıştı. Ancak bu büyük binalar küçük olanlara göre daha rahat hedeftiler. Samson, doğrudan bunların hedef alındığına dair bilgi olmadığını belirtmektedir. Konsolosa göre sağlık kurumların isabetinde tek istisna Karaağaç mıntıkasındaki Kızılhaç hastanesiydi. Rahipler Okulu’nun (Non-Commisioned Officer) binası olan bu hastahaneye Çeşmebayır mevkinden atılan bir top mermisi zarar vermişti. Bu arada 29 Kasım ve 1 Aralık günlerindeki bombalama olayının ardından Kızılay hastanesi Baştabibi Doktor Bahaeddin Şakir Bey İngiliz Konsolosu Samson ile görüşerek, bu bombalama olaylarının kasten hastaneleri hedef aldığını ifade etmişti. Ancak Konsolos, hastahanelerin kasten hedef alındığı iddialarını doğrulayacak bilgilerin de mevcut olmadığını raporuna ilave etmişti. Samson, bu bombalamalarda daha ziyade hastane yakınındaki yeni piyade kışlası ile un ve bisküvi depolarının hedef almış olabileceği tahminini yapmaktaydı. Zira 29 Kasım’da hastane yanına 124 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 453-555. Bombardıman karşısında Edirne’de alınan tedbirler için ayrıca bkz. H. Cemal, a.g.e, s. 114-119, 122-123. 125 TNA, FO, nr. 195/2438, s. 470-471. 126 Şehrin bombalanması esnasında Selimiye Cami’nin isabet alması hususunda bazı kaynaklarda değişik bilgilere rastlanır. Konsolos Samson gibi Fransız gazeteci P. D. Desiere de Selimiye’nin hedef alınmadığını, hedef alınsa yerlebir edilebileceğini, camiye isabet eden mermilerin kasıtlı olmadığını yazıyordu (bkz. a.g.e, s. 91-92). Balkan Savaşları sonrası hazırlanan ve Justin McCarthy’in ifadesiyle tamamen Bulgar yanlısı tanzim edilen (Ölüm ve Sürgün, (Çev. B. Umar), İstanbul 1998, s. 153-155), meşhur Carnegie raporunda da cami ve kütüphünenin iyi durumu gözler önüne serilmeye çalışmıştır (bkz. Endowment for International Peace, a.g.e, s. 115-116). Şehirdeki Osmanlı gazetecileri ise caminin saldırılarda tahrip olan kısımlarını gösteren fotoğraflara yer vermişlerdi (bkz. Nazmi-Kenan, a.g.e, s. 6-7). Bu hususta ayrıca bkz. N. Hayta- T. S. Birbudak, a.g.e, s. 55-65. 60 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) bir piyade taburu kurulmuştu. Konsolos, şehir bombardımanının insanî ilkelere uygun bir şekilde, sorumlulukla icra edildiği kanaatini Londra’ya bildirmekteydi. Kendisine göre bütün bu bombalama süresince şehirde tek bir defa dahi yüksek hasar veren patlama vuku bulmamıştı127. Kuşatma altındaki şehirde tartışmalardan biri Bulgarların yaralı ve ölülerle ilgilenen Kızılhaç birliklerine ateş açması iddiasıydı. Samson raporunda bu hususa da değinmiştir. Maraş yakınlarındaki çarpışmalarda yaralı Türk askerlerinin taşınması esnasında Kızılhaç görevlilerine ateş açıldığı iddia ediliyordu128. Bu iddiaya yönelik olarak 17 Kasım’da Şükrü Paşa’nın isteği üzerine Vali Halil Bey tarafından hazırlanan bir protesto metni konsolosluk yetkililerine iletilmişti. Kızılhaç görevlilerine saldırılar kınanmaktaydı. Samson bu protesto metnini raporunun ekine koymuştur. Konsolos, savaş alanlarında birkaç gün boyunca gömülmeden kalan cesetlerin miktarını ve yaralılara yaklaşmakta yaşanan zorluk yüzünden sahipsiz kalan yaralıların durumunu, temelde savaş alanının vaziyetine bağlanmaktaydı129. Ayrıca bu konuya dair Şükrü Paşa’nın iddialarının gerçekliğini kişisel gözlemleriyle doğrulayamayacağını, ancak Türklerin 12 Kasım’da Bulgar Kızılhaç’ının herhangi bir müdahale olmadan Maraştepe batısındaki sırtlara girmelerine izin verdiklerini bizzat müşahade ettiğini belirtiyordu130. Edirne garnizonunun bir bölümü 4 Aralık’tan sonra siperlerden çekilmişti. Bunlar son bir haftadır aynı zamanda ileri karakol görevi de yapan Piyade Kışlası’nda konuşlandırılmıştı. Samson, kalenin uzun süre başarılı bir şekilde savunulmasına rağmen kuşatma harekâtının ağırlaşmasıyla Türk birliklerinin moralinin bozulduğunu tespit etmişti. Rahatlıkla konuştuğu üst düzey askerî otoritelerden düşmanın üstünlüğünü kabul eden ve kendi subaylarına karşı güvensizliği belirten intibalar edinmişti. Komutanlar, kaledeki Redif tümenlerinin yetersizliğini ve düzenli Bulgar birlikleri karşısında tehlikeye neden olduklarını ifade etmekteydiler. Bu Redif tümenleri kuşatma süresince belirli düzeyde tecrübe edinmişlerdi. Ancak bu askerleri sahada kullanmak için henüz güvenli bir durum yoktu. 127 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 452-456. Beyaz bayrak taşıyan görevlilere ateş edilmesi hakkında bkz. C.-K. Bedirhan, a.g.e, s. 4243. 129 Bulgar Ordusu’nda görevli sağlık personelinin yetersizliği ve bu nedenle savaş alanında yaşanan sağlık sorunları için bkz. R. Rankin, a.g.e, s. 60-61; C. S. Ford, a.g.e, s. 138-147; G. Dinç, a.g.e, s. 75-78. 130 TNA, FO, nr. 195/2438, s. 446. Vali Halil Bey’in Kızılhaç yetkililerine saldırıyı kınayan protesto metninin İngilizce sureti: TNA, FO, nr. 195/2438, s. 468. 128 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 61 ALİ FUAT ÖRENÇ Edirne savunmasındaki olumsuzlukları da dikkate alan Samson, tarihteki savaşlarda görülen ve Türk askerîni karakterize eden inatçı savunma niteliklerinden bahsedebilmek için burada daha fazla kanıta ihtiyaç olduğunu düşünmekteydi. Türk subayları, Bulgar subaylarının Sırplardan daha üstün olduklarını ifade etmekteydiler. Fakat aynı kanaat Türk subaylarına yönelik olarak Bulgar subaylar arasında görülmemekteydi. Samson, savaş hususunda Şükrü Paşa’ya bazı tekliflerde bulunduğunu, ancak buna itibar edilmediğini raporuna yazmıştır. Karargâhın bir yabancı ile savaş taktiklerine dair görüşleri paylaşmayı uygun görmediğini belirtmektedir. Konsolos, savaşta Türk düzenli birliklerinin başarısız olmasının ordudaki Gayrimüslimlere fatura edildiğini tespit etmişti. Özellikle bu Gayrimüslim unsurların Bulgarlara olan yardımları dile getiriliyordu. Samson bu durumun Türklerin moralini önemli derecede bozduğunu gözlemlemişti131. Aralık ayında kuşatmada hadiseler artık kronik hale gelmişti. Binbaşı Samson, her türlü olumsuzluğa rağmen Türk Ordusu’nun yüksek kademelerinde ve halkın daha düşük sınıflarında askerî bir zafere olan inancın sürdüğünü müşahade etmişti. Konsolos, Şükrü Paşa tarafından 4 Aralık’ta ilan edilen bildirinin ilk iki paragrafında ve valinin bir beyanatında Bulgar kayıplarını 100 bin gösteren ifadelerin132 bu inancı gösterdiğini belirtmektedir. Şükrü Paşa 6 Aralık’taki bir diğer bildirisinde Edirne ile İstanbul arasında askerî karargâh dışında hiçbir iletişim olamayacağını, şehirde dolaşan söylentilere inanılmaması gerektiğini duyurmuştu. 5 Aralık’ta Vali Halil Bey, Sadrazamdan aldığı telgrafın bir bölümünü Samson dâhil konsoloslara okumuştu. Vali tarafından okunan telgrafın muhtevası Edirne Kalesi’nin genel mütarekeden istifade edeceğine dairdi. Zaten şehirde durumun böyle olacağına ilişkin yaygın bir kanı bulunmaktaydı. Ancak, mütareke şartlarının Edirne’nin tekrar alınmasına imkân vermemesine ilişkin hükümleri öğrenildiğinde hem halkta hem de karargâhta hayal kırıklığı yaşanmıştı. Yapılan ateşkes uyarınca 13 Aralık’ta Bulgar tedarik trenleri şehirden geçmeye başlamıştı133. Bulgarlar Edirne istasyonundan 13-31 Aralık arasında 2430 kamyon tedarik malzemesini geçirmişlerdi. Edirne’nin bu 131 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 462-463. Şükrü Paşa 100 bin Bulgar kaybına dair bilgiyi Babıâli’den almıştı. Sadaretin yazısı için bkz. H. Cemal, a.g.e, s. 127; R. N. Kestelli, a.g.e, s. 34. 133 Bulgarlarla 3 Aralık 1912’de yapılan Çatalca protokolü gereği Osmanlı Devleti Karadeniz Limanları’ndaki ablukayı kaldırmayı, Bulgar askerlerine Karadeniz yoluyla erzak naklini ve doğal olarak askerî trenlerin Edirne’den geçişini kabul etmişti. Bu protokolün onayından sonra Yunanistan dışındaki ülkeler Osmanlı ile ateşkes imzalamıştır: R. Rankin, a.g.e, s. 438-445; P. D. Desiere, a.g.e, s. 98-103; N. Hayta- T. S. Birbudak, a.g.e, s. 60-74. 132 62 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) tedarikten yararlanması mümkün olmamıştı. Türk tarafından geçilirken trenlerden Fransızca, Almanca ve Bulgarca gazeteler atılıyordu. Samson, Bulgarların bunu yaparak Türk Hükümeti’nin askerî durumu gizlemeye yönelik çabalarını etkisiz hale getirmeyi, Edirnelilere gerçek durumu sızdırmayı amaç edindikleri görüşünü dile getiriyordu134. 1912 Aralık ayına gelindiğinde Osmanlı Orduları hemen hemen her cephede yenilgiye uğramış durumdaydı. İki ay gibi kısa sürede Osmanlı’nın Avrupa topraklarında Edirne’den başka düşman eline geçmeyen ve direnen sadece Yanya ve İşkodra vilayetleri kalmış durumdaydı. Bunlardan Yanya 5 Mart’ta, Edirne 26 Mart’ta ve İşkodra ise 22 Nisan’da düşecektir. [Resim-15: Bulgarların öldürerek Arda’ya attığı Türkler (Carnegie, s. 122)]. 6- İngiliz Konsolosu Samson’un Kuşatma Esnasında Edirne’nin Sosyo-Ekonomik Durumuna Dair Gözlemleri Kuşatma sürecinde Edirne’de birçok sorunla karşılaşılmıştı. Konsolos Samson yazılarında bilhassa kuşatma öncesi ve sonrası şehirdeki sosyal durum hakkında önemli bilgilere yer vermiştir. Samson bu dönemde şehrin en önemli sorununu, erzak tedarikinde yaşanan sıkıntılar olarak kaydediyordu. Nitekim Kasım ayının ortalarına gelindiğinde erzak kıtlığı askerî otoriteleri endişelendiren ciddi bir mesele haline gelmişti. Tedbir olarak 31 Aralık’tan itibaren askerîn ekmeği % 25 oranında azaltıldı. Et de haftada üç kez verilmeye başlanmıştı. Sivil halk ise Aralık ayının sonlarına doğru gıda eksikliğinden muzdaripti. Özellikle ekmek için gereken unda kıtlık yaşanıyordu. Fırıncıların değirmencilerden kısıtlı miktarlarda un almasına izin verilmekteydi. Bir somun ekmeğin fiyatı olan 1 kuruş değişmemesine rağmen ekmeğin ağırlığı 1 okkadan 200 dirheme düşürülmüştü. Bu durum fakir halkı çok sıkıntıya sokuyordu. Ayrıca ticaretteki durgunluk nedeniyle esnaf işlerini yapmaz hale gelmişti. Savaşın 134 Şehirden Bulgar tren konvoylarının geçişinin Edirne halkı üzerindeki olumsuz tesiri ve yapılan Bulgar propagandası için ayrıca bkz. R. Kazancıgil, a.g.e, s. 51-53; R. N. Kestelli, a.g.e, s. 46-53; “Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel Gueron’un 1912-13 Edirne Bulgar Kuşatması Anıları”, Yöre, s. 8; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 178-179; R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 164-167; G. Dinç, a.g.e, s. 189-192. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 63 ALİ FUAT ÖRENÇ başlamasıyla şehre gelen 25 bin mülteciye hükümet günlük olarak un dağıtsa da en çok acı çekenler bu kesimdi135. [Resim-16: Edirne’de bir Türk muhacir kampı (G. Dinç, s. 190)]. Savaş ilanından birkaç gün öncesinde Edirne’deki Gayrimüslimler düzenli olarak İstanbul’a gitmeye başlamışlardı. Samson 18 Ekim’den itibaren günlük olarak şehirden çıkışlarda belirgin bir artış gözlemlemişti. Özellikle şehrin önde gelen şahsiyetleri ve Türk memurları ailelerini başkente yollamışlardı. Bu gelişme üzerine demiryolu yetkilileri Uzunköprü ve Babaeski’de toplanan askerlerin lojistik ihtiyaçlarını dikkate alarak, sivil yolcu ve eşya taşımaya sınırlama getirdiler. Bu arada Edirne’deki konsoloslar vatandaşlarını şehirde kalmaya devam ettikleri takdirde karşılaşabilecekleri riskler hususunda uyarmışlardı. Bununla da yetinmeyip Vali Halil Bey ile görüşerek şehirden acilen ayrılması gereken konsolosluk çalışanlarına öncelik verilmesi hususunda söz almışlardı. Samson, 23 Ekim’de başlayan Bulgar saldırısı ve şiddetli bombardımanın şehir ahalisi üzerine çok etkili olduğunu, ertesi gün halkın çoğunun tren istasyonuna akın ettiğini belirtmekteydi. Bu ahaliden önemli kısmı, Edirne ile İstanbul’un irtibatının tamamen kesildiği 28 Ekim’den önce şehirden çıkabilmeyi başarmıştı. Konsolos, 1-27 Ekim 1912 tarihleri arasında ayrılanların tahmini rakamının 10 bin olduğunu öğrenmişti. Edirne’den İstanbul’a hareket eden son trenin yolcuları arasında mevcudiyetleri şehirde sakıncalı bulunarak tutuklanan, içlerinde Bulgar okulu öğretmenleri dahil 139 Osmanlı vatandaşı Bulgar da bulunuyordu. Bulgarların şehirden uzaklaştırılmalarının sebebi çete faaliyetleri iddiasıydı. Şehrin en fakir mahallelerinden biri olan Kummahalle’deki komitacıların faaliyetleri belirlenmiş, toplantının yapıldığı bir han jandarmalar tarafından kuşatılmıştı. Bu operasyonda üç komitacı öldürülmüş, kalanları ise tutuklanmıştı. 135 64 TNA, FO, nr. 195/2438, s. 457-459. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) Samson raporunda, Bulgar Ordusu’nun harekâtından kaçarak şehre akın eden 25 bin Türk mültecinin durumu hakkında önemli bilgiler vermişti. Evlerinden aceleyle apar topar firar eden bu köylüler, doğal olarak yanlarında ihtiyaç duyacakları yiyecekleri getirememişlerdi. Yük arabalarına öncelikli olarak yatak eşyalarıyla kap ve kaçaklarını yüklemişlerdi136. Samson köylülerin gelişi sonrası ihtiyaçlarının karşılanmasının Edirne’deki yetkililerin sorunlarını daha da artırdığını kaydetmekteydi. Konsolos, köylülerin gelişinin ardından Edirne’nin nüfusuna dair rakamlar vermişti. Normal zamanlarda Edirne şehrinin nüfusu 100 bindi. Bunlardan 10 bini kuşatma öncesi İstanbul’a gitmişti. Bulgarlar’dan kaçarak şehre sığınan 25 bin köylü137 ile birlikte Edirne’nin sivil nüfusu 115 bin olmuştu138. Buna garnizondaki 57 bin askerî de ilave edince toplam nüfus 172 bine çıkmıştı. Bu durumda kuşatma altındaki şehirde gıda temini en önemli sorun haline gelmişti139. [Resim-17: Bulgarlardan kaçan Türk köylüleri (G. Dinç, 117)]. 136 Hafız Rakım (Ertürk) Bey, Samson’un gözlemlerini doğrulamaktadır. Hatta kendisi göç eden bu köylülerle görüşmüştü. Perişan haldeki muhacirlerin geri dönme ümidi taşıdıklarından yanlarına hiçbir şey almadıklarını öğrenmişti: R. Kazancıgil, a.g.e, s. 13-14. 137 Bulgar Ordusu’ndan kaçarak Edirne’ye sığınan bu muhacir köylülerin sayısı bazı kaynaklarda 20 bin olarak verilir (C. S. Ford, a.g.e, 1915, s. 37; J. McCarthy, a.g.e, s. 157). Fransız gazeteci P. D. Desiere, Bulgarların kendisine bu sayının 40 bin olduğunu söylediklerini kaydeder (bkz. a.g.e, s. 48). Carnegie raporunda Samson gibi 25 bin rakamı zikredilir: a.g.e, s. 335. 138 Balkan Harbi’nden kısa süre önce 1909 yılının başında Edirne’ye Bulgaristan’dan benzer şekilde göç yaşanmıştı. Şarkî Rumeli Vilayeti’nin ilhakı sürecinde yaşanan bu göçte bölgeye haftada ortalama 100 aile geliyordu. İngiliz belgelerine yansıdığı kadarıyla Gümülcine ve Vize çevresine yerleştirilen bu muhacir ailelere çok iyi muamele edilmiş, her türlü yardım yapılmıştı. Aynı dönemde Edirne’deki Bulgar aileler ise Kırklareli (Kırkkilise)’ye göçmüştü: British Documents on foreign Affairs: 1983, c. I/20, s. 140-141. 139 TNA, FO, nr. 195/2438, s. 440-441. Kuşatma esnasında şehirde öğretmen olan Hafız Rakım (Ertürk) Bey anılarında, muhacirler geldikten sonra şehrin nüfusunun 150 bin olduğunu yazmaktadır (a.g.e, s. 9). Aynı bilgi Mustafa Şevket Bey’in anılarında da yer alır (bkz. Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 178). Bulgar General N. İvanov da muhacirlerle birlikte sayıyı 150 bin şeklinde kaydeder (a.g.e, s. 181). Fransız P. D. Desiere, toplam sayıyı 178 bin olarak tespit etmiştir: a.g.e, s. 48 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 65 ALİ FUAT ÖRENÇ Samson’un tespitlerine göre Edirne’de 8 Ekim 1912 tarihi itibariyle 7,5 milyon okka (9463 ton) hububat stoku bulunmaktaydı. Bunların bir kısmı takviye için kamyonlarla getirilmişti. Ancak gelen bu son erzak kontrolsüz biçimde yönlendirilmişti. Şehirdeki stoğun 4 milyonu değirmencilerin140; 1,5 milyonu devletin ve 2 milyonu da özel şahısların elindeydi. Bunlara ilaveten 8 Ekim’den önce İstanbul’dan trenlerle 6 bin çuval un getirilmişti. Samson, bu stokların ancak 15 hafta boyunca hem garnizona hem de nüfusa yetecek miktarda olduğunu belirtiyordu. Bulgar saldırıları sonrası şehre Türk göçü başladığından141 bu stoklar ancak iki hafta kadar yetebilecekti. Daha savaş ihtimali belirir belirmez Edirne’deki buharlı un değirmenlerini işleten Ordu tedarikçi şirketi (Syndicate of Army Contractors) büyük miktarda hububat ithal etmişti. Değirmencilerin stokları bu ithalin göstergesiydi. Böylesi bir hububat satın alım işlemi tam anlamıyla spekülatif ve hiçbir şekilde devlet garantisi altında olmayan bir girişimdi. Eğer askerî otoriterler, şehirde bulunan kamu ve özel şahıslar elindeki hububat miktarına güvenmiş olsalardı, bu sadece 7 hafta kadar yeterli olurdu. Nitekim 23 Aralık 1912 tarihine gelindiğinde tüketilmeyen tek stok özel şahısların elindekilerdi. Bu hububat, nehir kenarlarında veya bankalara ait depolarda saklanmaktaydı. Bu depoların sahiplerinin çoğu şehirden ayrılmıştı. Samson, stokların azalması ve artan fiyatlar nedeniyle yetkililerin satın alma ve el koyma tedbirlerini hızlandırdıklarını yazmaktadır. Hububata el konulması tedbirine Edirne’deki banka yetkilileri karşı çıkmış iseler de hükümetin ricası karşısında rıza göstermişlerdi142. Savaş öncesinde Dâhiliye Nezareti’nden Vali Halil Bey’e gelen bir emirde şehrin 2 aylık erzak ihtiyacının giderilmesi istenmişti. Bu 2 aylık takvim, 25 bin kişilik muhacir köylülerin gelişiyle alt üst olmuştu. Buğdaydan başka kuşatmanın ilk günlerinden itibaren şehirde tuz, şeker, petrol ve benzin sıkıntısı yaşanmaya başlamıştı. Samson, Edirne’de savaş boyunca hiçbir zaman et sıkıntısı yaşanmadığını belirtmekteydi. Şehrin kuşatılması tamamlanmadan önce büyük miktarda büyükbaş hayvan getirilmişti143. Erzak tedariki hususunda en yetkili kurum Duyun-ı Umumiye 140 Edirne’de en büyük un fabrikası Fındıkliyan Kumpanyası adıyla faaliyet gösteriyordu. Bunun dışında küçük çaplı olmak üzere Hüseyin ve İbrahim Bey fabrikaları vardı: R. Kazancıgil, a.g.e, s. 35. 141 Bulgar ilerleyişi karşısında ilk olarak Mustafapaşa, Çöke ve Üsküdar’daki köylerden kafileler halinde ahali şehre gelmeye başlamıştı: Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 157. 142 TNA, FO, nr. 195/2438, s. 440-441. 143 Çevre köylerden Edirne’ye gelen muhacirler beraberinde getirdikleri davar ve sürülerini çok düşük bedelle, hatta bir lokma ekmeğe satmaktaydı. Muhasaranın ilerleyen dönemlerinde bir çok temel gıda maddesi gibi et sıkıntısı da yaşanmaya başlanmıştır: H. Cemal, a.g.e, s. 153-154; “Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel Gueron’un 1912- 66 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) görevlileriydi144. Ancak kuşatma altındaki endişeli halkın ancak küçük ihtiyaçları satın alınabiliyordu. Fırıncılar ilerleyen zamanlarda ekmek yapımında kullanılmak üzere gerekli olan tuzu, peynir suyundan sağlamaya başlamışlardı. Fakat 15 Aralık itibariyle ekmekler tuzsuz çıkıyordu145. Tüccarın karaborsa faaliyetleri ve aşırı fiyat artışlarının önlenmesi için belediye tarafından bazı gıda ürünlerinin fiyatlarına tarife konulmuştu. Bu tarife 20 Ekim’de kumandan tarafından ilan edilmişti. Bu ilanda, tayin edilen fiyattan daha yükseğe mal satanların askerî mahkemeye sevk edileceği duyurulmuştu. Samson, bu hususta kurallara uymayan birkaç kişinin cezalandırılmasının yararının görüldüğünü kaydetmektedir. Edirne’de Kasım ayının sonuna gelindiğinde, çok az miktarlar dışında, şeker, tuz ve petrolün karaborsa haricinde açıktan satın alınması mümkün değildi. Müttefiklerle barış görüşmeleri başlayana kadar yani Ekim, Kasım ve Aralık ayı boyunca Edirne’de gıda maddesi fiyatları ise üç kat artmıştı. Savaş ilanından hemen sonra kale komutanlarının emriyle şehirde daha bolca bulunan benzine el konulmuştu. Gerekçe olarak un değirmenlerinin çalıştırılması gösterilmişti. Şehirde yakacak odun normal zamanlarda civar köylerden temin edilmekteydi. Bu imkânın yitirilmesinden sonra Edirne içinde ve nehir boyunda bulunan ağaçlar kesilmeye başlanmıştı. Bu ağaçlar yemek pişirmede kullanılıyordu146. Şark Demiryolu Şirketi’nin bahçesinde bulunan kömüre de el konulmuştu. Şükrü Paşa’nın emri üzerine el konulan bu kömürden az miktarlarda olmak üzere halkın satın almasına izin verilmişti. Kuşatma esnasında Edirne’nin en önemli sorunlarından biri temiz su teminiydi. Samson raporunda, savaş öncesinde şehrin suyunun Provadi (Kızılcalı)’den borularla getirildiğini, ancak 21 Ekim’de Bulgarlar tarafından bu kaynağın kesildiğini aktarmaktadır. Bunun üzerine daha fakir halk içme 13 Edirne Bulgar Kuşatması Anıları”, Yöre, s. 5, 8; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 165. 144 Kuşatma süresince Edirne halkından binlercesi tuz alabilmek için Duyun-ı Umumiye İdaresi önünde toplanmaktaydı: S. Aşkın, a.g.t, s. 78. 145 Şehirde bilhassa tuz yokluğundan kaynaklanan büyük sıkıntılar ve bu sıkıntının giderilmesi için alınan tedbirler: C.-K. Bedirhan, a.g.e, s. 18-20; Nazmi Çağan, “Balkan Harbinde Edirne (1912-1913)”, Edirne’nin 600. Fetih Yıldönümü Armağanı, Ankara 1965, s. 202; R. Kazancıgil, a.g.e, s. 25, 42-43, 53, 56; “Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel Gueron’un 1912-13 Edirne Bulgar Kuşatması Anıları”, Yöre, s. 17; R. N. Kestelli, a.g.e, s. 41, 56. 146 Hafız Rakım Bey, yakılan odunlar nedeniyle Edirne’nin civarındaki bağ ve bahçelerin tamamen harap olduğunu, ağaç namına bir şey kalmadığını yazmaktadır. Kale dışındaki ağaçları ise Bulgar askerleri kesiyordu: a.g.e, s. 50. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 67 ALİ FUAT ÖRENÇ suyunu Arda Nehri’nden, diğer ihtiyaçlarını ise şehirdeki kuyulardan gidermeye çalışmıştı. İçme suyu az miktarlarda da olsa şehrin dışındaki pınarlardan elde edilerek tahkim hattının iç kısmına getirilmişti. Ancak bu suyu nakletme sorunları şehir içindeki kullanımı azaltmış ve çok yüksek maliyetler ortaya çıkmıştı147. Samson, su sıkıntısının ardından, şehirdeki şartlar dikkate alındığında tuhaf bir biçimde 1912 senesinin son üç ayında salgın hastalık görülmediğini kaydetmektedir. Sadece 10 Aralık’ta belirtileri koleraya benzer bir hastalık vuku bulmuştu. Belirlenen hastalar askerî hastanede karantina altına alınmıştı. Kolera Aralık ayının sonuna doğru azalma emaresi göstermişti148. İngiliz Konsolosu’na göre Edirne’de askerî otoritelerin yetkisi altında olan hastaneler, çarpışmalar boyunca taleplere tam manasıyla cevap verecek durumda değildi. Askerî hastanelere ek olarak Sultani ile İdadi okulları ve son olarak Bulgar Okulu devreye sokulmuştu. Bu hastanelerde yaralılar için belirli bir mekân bulunmakla beraber, sayı arttıkça müdahale hususunda sorunlar yaşanmaya başlanmıştı. Bu olumsuzluklar neticesi yaralılar hastanelere varışlarından itibaren bazen zemin üzerinde yatarak bazen de aç susuz saatlerce beklemek zorunda kalıyordu. Yaralılar için uygun elbiseler de bulunmamaktaydı. Ayrıca hastane çalışanlarının şartları çok kötüydü. Türk doktorlar aşırı derecede kötü şartlar altında, büyük bir özveri ile saatlerce çalışmaktaydılar. Fakat bu özverileri talepleri karşılamakta yeterli olamamaktaydı. İstanbul’dan tıbbî malzeme desteği alınamamıştı. Bu şartlarda hastaların acı çekmesini önlemek için şehirdeki İngiliz kolonisi, konsolosluğun denetimi ve Kızılhaç birliğinin organizasyonuyla Karaağaç’ta bulunan Rahipler Okulu (Non-Commissonered Officer School) içinde bir hastane oluşturmuştu. Yeterli olmamakla birlikte İngiliz toplumundan 125 dolar bağış temin edilmişti149. Bu arada hastahane haline getirilen bu okulun içinde Yahudilere yönelik İncil propagandası yapmak amacıyla bir de misyoner topluluğu ihdas edilmesi teklif edilmiş ise de bunun hastahanenin amaçlarıyla uygun olmayacağı kanaatiyle vazgeçilmişti. Edirne’deki yerel otoriteler, yabancı misyona yakın bir zamanda ilkokul olarak inşa edilmiş ve 50 yatak kapasiteli bir okulu hastahane yapmalarını teklif etmişti. Bu okul 19 Aralık’ta açılmıştı. Fakat devam eden bombardımanda burası hedef haline geldiğinden hastahane Karaağaç’taki 147 Şehirdeki su sıkıntısı ve halkın tedbirleri için ayrıca bkz. C.-K. Bedirhan, a.g.e, s. 62-72; P. D. Desiere, a.g.e, s. 49; R. Kazancıgil, a.g.e, s. 25; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 162; S. T. Wasti, a.g.m, s. 64; S. Aşkın, a.g.t, s. 34-35. 148 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 441-444. 149 Konsolos Samson’un şehir halkı tarafından da takdir gören hastaneler hususundaki faaliyetleri için bkz. C.-K. Bedirhan, a.g.e, s. 21-23. 68 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) Kızılhaç hastanesine taşınmıştı. İngiliz konsolosluğunun girişimiyle açılan bu hastahanede Edirne’deki misyoner gruplardan The Sister of Assumptionist Community dini topluluğuna üye kadınlar gönüllü hemşirelik hizmeti yapmışlardı. İngilizler hem kendi cemaatinden ve diğer topluluklardan Osmanlı sahra hastanesinde hemşirelik hizmeti için de gönüllüler temin etmişlerdi. Bu hastahane Edirne’de İngiliz hastanesi olarak biliniyordu. Bütün kıyafetler İngilizler tarafından temin edilmişti. Samson’un belirttiğine göre gönüllü hemşireler bombardıman altında cesaretle hizmet görmüşlerdi. Konsolos, Edirne’deki hastanelerin kendilerinin desteği olmadan iş göremez durumda olduklarını belirtmekteydi. Fransız konsolosu da aynı fikirdeydi ve ülkesine bunu rapor etmişti. Şehirdeki Türk sivil ve askerî yetkililer İngiliz kolonisinin göstermiş olduğu çabalardan ve hastanenin kurulmasından dolayı şükranlarını iletiyorlardı. Vali, Osmanlı Hükümeti’nin şükranlarını ihtiva eden bir mektubu konsolosluğa göndermişti150. Binbaşı Samson raporunda Edirne’deki mahallî otoritelere dair şahsî de gözlemlerini aktarmıştır. Seferberlik ilanından itibaren şehirde merkez komutanı sıfatıyla Mehmet Şükrü Paşa bütün işlerin eşgüdümünden sorumluydu. Edirne Polisi, Şükrü Paşa’nın emrindeydi ve olağan muameleleri, askerî devriyelerin yardımıyla icra etmeye devam ediyordu. Samson’a göre Vali Halil Bey şehirde gerçek otorite sahibi Şükrü Paşa ile tam bir uyum içinde çalışmaktaydı151. Fakat vali, kuşatma boyunca bir genel valide olması gereken nitelikleri ortaya koyamamıştı. Halka güven veren bir tutum sergileyemeyen Halil Bey, makamından nadiren çıkmaktaydı. Samson’un görüştüğü Türkler, valinin son üç aydan beri makamına yaraşır hiçbir şey yapmadığını söylemişlerdi. Konsolosluk heyeti ile mahalli otoriteler arasındaki ilişkiler oldukça samimi ve sürtüşmeden uzak bir ortamda gerçekleşiyordu. Samson, bu yakınlığa rağmen savaş alanında icra 150 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 460-461. Konsolos Samson’un bu gözleminde yanıldığı anlaşılmaktadır. Zira Vali Halil Bey, şehrin düşüşünden sonra 20 Nisan 1913’te Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’yı ziyaretinde Şükrü Paşa’nın kaleyi iyi müdafaa edemediğini söylemişti. Sadrazam da Şükrü Paşa’dan memnun kalmamıştı. Sadrazam, bir suikastla öldürüldüğü ana kadar düzenli görevi boyunca tuttuğu günlüğünde, Şükrü Paşa’yı Edirne’de bıraktığına pişman olduğunu yazmaktaydı. Sadrazam, bu ziyaret sonucunda Halil Bey ile Şükrü Paşa’nın hiç iyi geçinemedikleri izlenimini günlüğüne kaydetmişti (Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’nın Günlüğü, İstanbul 1988, 102-103). Kuşatma sırasında şehirde öğretmen olan Hafız Rakım Bey ise Vali Halil Bey’i görevini layıkıyla yapmamakla, hatta bir takım yolsuzluklarla, Kale Komutanını ise tedbirsizlikle suçlamaktadır (bkz. R. Kazancıgil, a.g.e, s. 14-15, 26-27, 35). Aynı şekilde Dağdevirenzâde Mustafa Şevket Bey özellikle zahire sıkıntısı husususunda ihmalleri bulunduğunu düşündüğü Vali ile birlikte İsmail Paşa’yı da eleştirmektedir: bkz. A. g.e, s. 160. 151 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 69 ALİ FUAT ÖRENÇ edilecek askerî operasyonların nerede yapılacağının düzenli bir şekilde kendilerinden gizlendiğini raporunda açıklıkla belirtmekteydi152. Savaşla birlikte sıkıyönetim kanunları devreye girince153, bu kanunların yabancılara uygulanması hususu tartışmaya neden olmuştu. Vali, yabancıları etkileyen hiçbir konuda yetkili olmadığını ve bu gibi hususların Şükrü Paşa’yla halledilmesini uygun bulmuştu. Samson, bütün meslektaşları adına Şükrü Paşa ile yaptığı bir görüşmede, kendileri açısından sıkıyönetim kanunlarının ilanından önceki durumun devamının daha uygun olacağını bildirmişti. Bu husuta bir sorun 18 Aralık’ta yaşanmıştı. Avusturya uyruklu bir şahıs tutuklanmış ve konsolosluk temsilcisinin haberi olmadan yargılanmıştı. Şehirdeki yabancı misyonların ve Avusturya konsolosunun bu şahsın salıverilmesine yönelik bütün girişimleri sonuçsuz kalmış ve şahıs dört günlük bir mahkûmiyete çarptırılmıştı. Samson’un dâhil olduğu bir konsolosluk heyeti hemen valiye çıkarak, harp kanunlarının yabancılara uygulanmasından duydukları rahatsızlığı iletmişlerdi. Bunun üzerine vali, olaydan büyük üzüntü duyduğunu ve askerî otoritelerin bu kişiyi Osmanlı tebaasından zannettiklerini ve bundan sonra benzer bir durumda konsolosluk heyetinin haberdar edeceleğini bildirmişti154. Konsolos Samson, mütarekeden önce şehirde siyasî parti faaliyetlerinin bulunmadığını ifade etmektedir. Ancak İttihat ve Terakki Partisi’nin küçük çaplı da olsa şehirde faaliyet emarelerini gözlemlemişti155. Parti, Edirne’de merkez komitesi üyesi sıfatıyla bulunan Akın Bey ve Doktor Bahaeddin Şakir Bey tarafından temsil edilmekteydi. Samson bu kişilerin Osmanlı Hükümeti’nin Balkan ülkeleri ile mütareke şartlarını kabul etmesine karşı ağır eleştiride bulunduklarını belirtmekteydi. Kale Komutanı Şükrü Paşa bu 152 TNA, FO, nr. 195/2438, s. 459. Edirne’de 9 Ekim 1912’den itibaren sıkıyönetim ilan edilmiştir: R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 40. 154 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 458-460. 155 Edirne’deki parti çekişmeleri 1908’de Meşrutiyetin ilanı sürecinde hız kazanmıştı. Nitekim, İngiliz Dışişleri için hazırlanıp kitap halinde getirilen dokümanter çalışmada, Avrupa’daki Türkiye başlığı altında Edirne’nin o dönemdeki durumu yansıtılmaktaydı. İstihbarat raporlarına göre 1909 yılının ilk üç ayında Edirne tamamen ordunun ve dolayısıyla İttihat ve Terakki’nin denetimindeydi. Şehirde Sadrazam Kamil Paşa’nın politikalarını eleştiren mitingler yapılmaktaydı. 31 Mart Vak’ası sırasında Edirne’de rakip olan İttihatçı ve liberal siyasî gruplar arasında ciddi tartışmalar olmuşsa da nihayet III. Ordu’nun İstanbul’a yürüyüşü desteklenmişti. Hatta Edirne Valisi silah desteği sağlamıştı. 1911 yılında Makedonya meselesi nedeniyle İttihat ve Terakki güç kaybetmeye başlayınca Edirne’de de yeni siyasî gelişmelere zemin oluşmuştu. İngilizlere göre liberal görüşlü Hürriyet ve İtilaf Partisi üyeleri Edirne’yi ziyaret edip burada teşkilat kurmak istemişlerdi. Fakat şehirde bekledikleri ilgiyi görememişlerdi: British Documents on foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 140-141, 332-335. 153 70 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) partiye karşı duruşuyla biliniyordu156. Binbaşı Samson bütün bu gelişmelere rağmen genel olarak Edirne’deki subayların iç siyasî meselelere az ilgi gösterdiklerini müşahede etmişti. İngiliz Konsolosu’nun tespitlerine göre gelinen son aşamada hem sivil hem de askerî cenahta memleketin onuruna uygun şartlar olduğu müddetçe genel bir barışın tesisine yönelik büyük bir arzu bulunmaktaydı157. Samson raporunun en son kısmını Bulgar mezalimi iddialarına ayırmıştır. Bu husus Şükrü Paşa tarafından 1 Kasım tarihli yazıda dile getirilmişti. Burada Türk kadınları ve yaşlıların öldürülmesi, köyler yakılması hususları ele alınmaktaydı. Konsolos, iddialara yönelik olarak hakikati ortaya koyacak ve bunları kanıtlayacak güçlü bir delilin bulunmadığını ülkesine rapor etmiştir. Konsolos, bu gaddarlıkları Bulgarların işlediğine yönelik tespit yapılamadığından, bu konuya dair raporunda herhangi bir ifadeye yer vermediğini belirtiyordu. Türklerin mezalim olduğunu ifade ettikleri köyler Edirne’nin güneyinde Meriç Vadisi içinde yeralıyordu. Dimetoka’ya kadar olan bölgedeki Müslüman mahallelerinin Bulgarlar tarafından yakıldığı ve vahşet uygulandığı da belirtilmişti. Konsolos iddia edilen aşırılıkların, bu bölgede operasyon icra eden düzenli Bulgar birliklerinin arasına serpiştirilmiş silahlı milis köylüler tarafından işlenebileceğini tahmin ediyordu158. Samson’a göre, doğal olarak bu düzensiz güçlerin kontrolü zor olmaktaydı ve bu gibi aşırılıkların yaşanması da muhtemeldi159. 7- Edirne’nin İşgali Samson’un bu son belirttiklerinden de anlaşılacağı gibi İngiliz belgelerinde Edirne kuşatması süreci ve şehrin işgaline dair bilgilerde önemli eksiklikler dikkati çekmektedir. Belgere bakıldığında İngiltere’nin, bilhassa ateşkesin ilanından sonra tamamen savaşın genel gidişatıyla ilgilenmeye başladığı anlaşılmaktadır. Arnavutluk krizi, Ege Adaları’nın durumu, müttefik Balkan ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklar, Rusya’nın izleyeceği politikalar, İstanbul dahil Bulgar Ordusu’nun hedefleri gibi hususlar İngiltere’nin gündemini meşgul ediyordu160. Bu süreçte Edirne’deki durumu aktarabilecek olan Konsolos Samson, şehirdeki duruma dair son bilgiyi 31 156 Şükrü Paşa’nın İttihat ve Terakki hakkındaki görüşleri için bkz. N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 29-30. 157 TNA, FO, nr. 195/2438, (31 Aralık 1912 ve 65 nolu rapor), s. 464. 158 Konsolos, Bulgar milis veya çeteleri hakkındaki tahmininde yanılmıyordu. Bulgarların Edirne ve çevresinde Müslüman halka saldırıları için bkz. C.-K. Bedirhan, a.g.e, s. 30-31; Mahmud Beliğ, Bulgar Komitaların Tarihi ve Balkan Harbi’nde Yaptıkları, İstanbul 1936, s. 1-64; J. McCarthy, a.g.e, s. 148-186; İlker Alp, a.g.e, s. 167-171; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 162. 159 TNA, FO, nr. 195/2438, s. 463-464. 160 British Documents on the Origins of the War (1898-1914) 1934, c. IX/2, s. 356 vd. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 71 ALİ FUAT ÖRENÇ Aralık 1912 olarak tarihlendirdiği raporunda vermişti. Konsolos, şehrin 26 Mart 1913’te Bulgar işgaline düşüşünden bir hayli sonra ülkesine döndüğü halde, raporunu 31 Aralıkla sınırlı tutmayı tercih etmiştir. Hâlbuki Edirne’de kuşatmanın ikinci safhasında ve şehrin işgale uğrayışından sonra çok büyük hak ihlalleri ve dramlar yaşanmıştı. Bu arada Balkan Savaşı’nın genel gidişatı Osmanlı Devleti’nin aleyhine gelişmeye devam ediyordu. Ateşkes sonrası Londra’da elçilerin katılımıyla bir konferans toplanmıştı (17 Aralık 1912). Müttefikler burada Edirne’nin terkini istediler. Osmanlı delegeleri şehirle tarihî bağları hatırlatarak kesinlikle buna karşı çıktılar161. Görüşmeler sürerken 1913 yılının ilk ayında Babıâli Baskını olarak anılan hükümet darbesi gerçekleşti. İttihat ve Terakki mensupları, savaştaki başarısızlık ve Edirne’nin düşmana terkine rıza gösterileceği gerekçesiyle Kamil Paşa yerine Mahmut Şevket Paşa kabinesinin işbaşı yapmasını sağladılar (23 Ocak)162. Osmanlı’da iç karışıklık yaşanırken Çatalca hattında ilerleme kaydedemeyen Bulgarlar163 4 Aralık 1912 mütarekesinin ardından 3 Şubat 1913’de Edirne’ye tekrar saldırı başlattılar. Şehre yönelik bombardımanın şiddeti arttırılmıştı. Mütarakeye rağmen hiçbir yardım alamayan Edirne halkının durumu günden güne kötüleşmekteydi. Erzak sıkıntısı dayanılmaz boyutlara ulaştı. Ağır kış şartları savunma direncini kırıyordu 164. Bu durum Bulgar Ordusu’nu bile etkilemişti. Ağır zemin nedeniyle saldırıya cesaret edemiyorlardı. Bu nedenle Mart ayından itibaren müttefikler bombardımanın şiddetini artırarak şehri teslime zorlamak istediler. Bu arada İngilizler dahil şehirde sayıları 1398 olan yabancılar Şükrü Paşa’ya müracaat ederek ayrılmak istediklerini bildirmişlerdi165. Konsoloslar daha sonra bu isteklerinden vaz geçtiler ve kalmaya gönüllü oldular. Şehirde şartlar iyice zorlaşırken 24 Mart’ta Bulgar ordusu bütün cephelerden saldırı başlatmıştı. Başarılı geçen bu saldırıların ardından birçok tabya düştü. Bu gelişmeler üzerine Bulgar yetkililerle ateşkes ve teslim için görüşmeler başlatılmış ve Edirne 26 Mart’ta Bulgarların eline geçmiştir. 161 Daha gazla bilgi için bkz. N. Hayta, a.g.e, s. 21-63. British Documents on foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 408-416. 163 Bulgar Ordusu’nun başarısızlık sebepleri hakkında İnglizlerin görüşü için bkz. TNA, FO, nr. 195/2438, s. 70-75, 220-223, 250-253. 164 Şehirde çekilen büyük sıkıntılar ve yaşanan dramlar için ayrıca bkz. C.-K. Bedirhan, a.g.e, 73-126; R. Kazancıgil, a.g.e, s. 55-102; “Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel Gueron’un 1912-13 Edirne Bulgar Kuşatması Anıları”, Yöre, s. 8-18; Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi, s. 179-193. 165 Yabancıların 10’u İngiliz, 12’si Rus, 500 Yunanlı, Bulgar ve Sırp, 98 Fransız, 163 İspanyol, 437 Avusturyalı, 42 Alman, 90 İtalyan, 4 İsviçreli ve 10’u Romen’di: N. İvanov, a.g.e, s. 231. 162 72 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) Şehrin düşmesiyle başta Kale Komutanı Mehmet Şükrü Paşa olmak üzere 50 bin Türk askerî esir edilmiştir166. Dönemin kaynaklarında Bulgar Ordusu’nun Edirne muhasarasında toplam kaybının 11 bin, Sırpların ise 453 ölü 1917 yaralı kaybının olduğu yazılıdır167. [Resim-18: Bulgar askerlerinin şehre girişi (G. Dinç, s. 219)]. Şehirde esas sorunlar bu işgalden sonra yaşandı. Türklere karşı şiddet ve yağma hareketleri görüldü. Esir edilen binlerce Türk askerî Tunca Adası’nda çok zor şartlarda kötü muameleler gördü168. Ancak, ne Konsolos Samson’un ne de diğer İngiliz yetkililerin yazılarında Edirne’deki bu tartışmalı döneme dair bilgiye tesadüf etmek mümkün olamamaktadır. Edirne düşünce Avrupa’da tartışılan husus Bulgarların İstanbul üzerine yürüyüp yürümeyeceği, Rusların buna rıza gösterip göstermeyeceği hususuydu. Hatta diplomatik müzakerelerde Padişahın Bursa’ya nakledileceği dedikoduları bile gündeme gelmişti169. Görüşmelerde, Türkiye’nin İstanbul’u elinde tutması gerektiği, Meriç Nehri’nin doğu tarafındaki bölgenin Edirne’nin kuzeyinden Karadeniz tarafına kadar MidyeEnez çizgisinin oluşturulması kabul görmüştü. Bulgarlar bu karara ikna edilmişti. İngiliz diplomatlar bu görüşmelerde Rusya’nın Balkanlar’da 166 Edirne’nin düşüşü için bkz. British Documents on foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 408416; C.-K. Bedirhan, a.g.e, 111-126; P. D. Desiere, a.g.e, s. 109-222; R. Rankin, a.g.e, s. 446-455; N. Çağan, a.g.m, s. 207-212; N. İvanov, a.g.e, s. 173-287; R. C. Hall, a.g.e, s. 8690; R. Yiğitgüden, a.g.e, s. 173-256; A. Terzioğlu, a.g.m., s. s. 170-180. 167 P. D. Desiere, a.g.e, s. 246-247. Dönemin Osmanlı kaynaklarında Sofya’dan edinilen bilgiler referans gösterilerek Bulgar kayıplarının 19800 kadar olduğu belirtilmekteydi: C.K. Bedirhan a.g.e, s. 120. 168 J. McCarthy, a.g.e, s. 148-186; N. Çağan, a.g.m, s. 207-211; İ. Alp, a.g.e, s. 167-171; A. Terzioğlu, a.g.m., s. s. 165-180. Şehrin düşüşü sonrası gelişmelere dair verilen bilgilere ihtiyatla yaklaşılması kaydıyla ayrıca bkz. Carnegie Endowment for International Peace, a.g.e, s. 109-116, 326-406 169 TNA, FO, nr. 244/781, s. 269; British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1934, c. IX/2, s. 110-111; British Documents on Foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 376-379. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 73 ALİ FUAT ÖRENÇ reform taleplerinin yanı sıra kaledeki tahkimat yıkılmak şartıyla Edirne’nin Bulgarlar’da kalmasına rıza göstereceğini de öğrenmişlerdi170. Birinci Balkan Savaşı, 30 Mayıs 1913’te Osmanlı Devleti ile Yunanistan hariç Balkan ülkeleri arasında imzalanan barış antlaşması ile son bulmuştur. Antlaşmaya göre Midye-Enez hattı Osmanlı-Bulgar sınırı olarak kabul edilmişti. Böylece Edirne ve Dedeağaç Bulgaristan’a bırakılıyordu. Ancak savaşın sonuçları, müttefik Balkan devletlerini tatmin etmedi. Paylaşımda çıkan sorunlar nedeniyle savaşın bir sonraki safhası, yani İkinci Balkan Harbi başladı. Bulgaristan 23 Haziran 1913’te Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan’a, 10 Temmuz’da ise Romanya Bulgaristan’a savaş ilan etti171. Bulgarlara karşı olan müttefik ülkelerin Sofya’ya doğru ilerledikleri bir sırada İttihad ve Terakki yönetimi durumdan yararlanarak harekete geçmiştir. Nihayet Enver Paşa komutasındaki Türk Ordusu 19 Temmuz 1913’te Edirne’ye girerek şehri ele geçirmiştir172. Bu arada İkinci Balkan Savaşı 10 Ağustos 1913’te Bulgaristanla Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ arasında imzalanan Bükreş Antlaşması ile son bulmuştur. Osmanlı-Bulgar antlaşması ise İstanbul’da 29 Eylül 1913 tarihinde imzalanmıştır173. Sonuç: Balkan Savaşları, yaşanan son derece dramatik hadiseler ve gelecek nesillere ibret olacak gelişmeler nedeniyle her yönden araştırılması ve tartışılması gereken önemli bir tarihi süreçtir. Savaş sonucunda Balkanlar’daki asırlık Türk hâkimiyeti neredeyse tamamen son bulmuştur. Yüz binlerce Balkan Türkü yaşamını yitirirken, milyonlarcası vatanlarını terke mecbur edilerek Anadolu’ya göçe zorlanmıştır. Bu göçlerin sosyal ve ekonomik etkileri yıllarca devam etmiştir. Balkan Harbi’nden olumsuz etkilenen vilayetler arasında Edirne’yi muhakkak zikretmek gerekir. Serhat şehri Edirne, savaşın her aşamasını ve bütün olumsuzluklarını yaşamış; yıkıma, işgale ve katliamlara maruz kalmıştır. Birinci Balkan Savaşı’nda Bulgar ve Sırp işgaline uğrayan şehir, İkinci Balkan Harbi’nde kurtarılmış ise de bu yıkım ve işgalin olumsuz tesiri uzun müddet sürmüştür. 170 TNA, FO, nr. 244/807; British Documents on the Origins of the War (1898-1914), 1934, c. IX/2, s. 619-629. İngiltere’nin Makedonya ve Arnavutluk sorunlarına bakışı, Balkanlara dair Avrupa büyük devletlerinin beklentileri hakkında rapor: TNA, FO, nr. 195/2437, s. 275-279. 171 1913 yılından itibaren savaşın gelişimi için bkz. TNA, ADM, nr. 116/1195; FO, nr. 421/296 (1912-1914), s. 1-814; C. S. Ford, a.g.e, s. 65-124. 172 British Documents on foreign Affairs, 1983, c. I/20, s. 428-429; Hüsnü Ersu, 1912-1913 Balkan Savaşı’nda Şarköy Çıkarması ve Bolayır Muharebeleri, (Haz: A. Tetik-Ç. Aksu), Ankara 2006, s. 28-33. 173 TNA, FO, nr. 881/10566; FO, nr. 195/2448, s. 32 vd. 74 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) Balkan Savaşı son bulup, şehir geri alınınca Edirne’deki yabancı görevlilerin özellikle İngiliz Konsolosu Samson’un kuşatma esnasındaki faaliyetleri eleştiri konusu olmuştur. Konsolosun şehirdeki idarecilerle hatta Kale Komutanı Şükrü Paşa ile yakın ilişkileri, Bulgarlara bilgi sızdırmış olabilecekleri şüphesini doğurmuştu. Bulgar ve İngiliz konsoloslarının barış döneminde av partileri bahanesiyle savunma istihkâmları hakkında önemli bilgiler edindikleri söyleniyordu. Bu nedenle Bulgarların savaşa girilirken Osmanlı Ordusu hakkındaki ayrıntılı bilgilerinin buradan kaynaklanmış olabileceği dile getirilmişti174. Samson’un ülkesi adına hazırladığı raporlarından da anlaşılacağı gibi bilgi sızdırma hususu çok da doğru bir tespit olarak görülmemektedir. Zira Konsolos açık bir şekilde askerî yetkililerin kendisine karşı ketum davrandıklarını belirtmektedir. İngiliz Konsolosu’nun bilgi sızdırma iddiası kanıtlanmaya muhtaç olmakla birlikte, bu ülkenin İstanbul Askerî Ataşesi Tyrell’in Balkan Savaşı’nın hemen öncesinde İstanbul’daki Bulgar Ticarî Ataşesi yetkililerine, Türk Ordusu hakkında İngiliz Savaş Bakanlığı’ndan edindiği bilgileri sızdırdığı öğrenilmişti175. Bilgi sızdırma meselesinde Osmanlı Ordusu’nda görevli Alman subaylar hakkında da ciddi deliller bulunmaktadır. Zira savaş öncesi ve esnasında hem Osmanlı ve hem de Osmanlı ordularında Alman uzmanlar görev yapmaktaydı. Bu husustaki en somut bilgi ise 1913 yılında Sofya Askerî Ataşeliğinde görevli bulunduğu esnada Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından edinilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Bulgar Genelkurmay Başkanı Fichtev (Fişev) ile yaptığı bir görüşmede Balkan Harbi’nde Osmanlı Ordusu’nun harekât planları hakkında Alman subaylardan çok önemli bilgiler aldıklarını öğrenmiş, bunu hükümete rapor etmişti176. 174 Remzi (Yiğitgüden) Bey, konsolosun bu gibi faaliyetleri hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır: “ Buna karşılık Edirne şehri içindeki Bulgar ve İngiliz konsoloslarının göz önündeki faaliyeti hiçbir şekilde engellenemiyordu. Bir kere bunlar av bahanesi ile bütün barış süresince savunma çevresinin gezmedik yerini bırakmamışlardı. Edirne’deki bütün konsoloslar, mülki ve askeri büyük memurlarımızın bazıları ile dostluk tesisine çok çalışmışlar ve bu yüzden meydana gelen garip siyasi nezaketten istifade edilerek en gizli yerlerimize girip çıkmak istemişlerdir. Özelllikle kale subayı ile temaslar aramaya İngiliz Konsolosu Kurmay Binbaşı Samson’un barıştaki temas ve tedkiklerinde kale hakkında bazı ipuçları elde edip etmediği ve konsolosluk ortak çalışmasının gerektirdiği karşılıklı çalışmayla Bulgarları gereken hususlarda aydınlatıp aydınlatmadığı düşünceye değer meselelerdir” (bkz. a.g.e, s. 21). Bu hususta ayrıca bkz. S. Aşkın, a.g.t, , s. 33; N. Hayta-T. S. Birbudak, a.g.e, s. 41; G. Dinç, a.g.e, s. 175-176. 175 C. S. Ford, a.g.e, s. 23-24. 176 Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk ve Türk-Bulgar İlişkileri (1913-1938), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yay., Ankara 2002, s. 183-185. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 75 ALİ FUAT ÖRENÇ Savaş sonrasının bir diğer tartışma mevzusu şehrin gıda sıkıntısı ve açlıktan mı, yoksa askeri gerekliliklerden mi düştüğüydü 177. Bu konuda her iki görüşü haklı çıkaracak gelişmelerin olduğu söylenebilir. Fakat kuşatma süresince Edirne’de yaşananları Yahudi Alliance Okulu Müdiresi Angel Gueron’un günlüğündeki şu ifadeler yoruma gerek bırakmayacak biçimde ortaya koymaktadır 178: “Tarih kitaplarının sararmış sahifelerinde muhasara olaylarını okumak belki de zevklidir. Açlığın, mutsuzluğun hüküm sürdüğü bir dönemde top mermisi ateşi altında yaşamak korkunç bir şey”. Edirne, Balkan Harbi’ne gelene kadar iki defa Rus istilasına uğrayarak hasar görmüştür. Bunlardan ilki 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı’nda, diğeri ise 93 Harbi’nde gerçekleşmişti. Şehir her defasında Türk idaresi ile yeniden buluşmuştur. Milli Mücadele döneminde Yunan işgaline düşen şehir (1920), tekrar kurtarılarak Cumhuriyet sınırları içerisindeki yerini almıştır (25 Kasım 1922)179. KAYNAKÇA A. Arşiv Belgeleri The National Archives-London (TNA): Record of Admiralty, Naval Forces, Royal Marines, Coastguard (ADM), Nr. 116/1190; nr. 116/1195; nr. 116/1197. Foreign Office (FO), nr. 141/802; nr. 195/2437; nr. 195/2438; nr. 195/2448; nr. 244/807; nr. 244/781; nr. 421/296; nr. 881/10110X; nr. 881/10566. War Office (WO), nr. 33/603, (1912). B. Basılı Kaynaklar Alp, İlker, Belge ve Fotograflarla Bulgar Mezalimi (1876-1989), Ankara 1990. Aşkın, Sevgi, Balkan Savaşlarında Edirne, (Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi), Edirne 2007. Aydın, Mahir, “Prenslikten Krallığa Bulgaristan”, Berlin Antlaşması’ndan Günümüze Balkanlar, (Haz. M. Bereketli) İstanbul 1999, s. 35-47. Balkan Harbi (1912-1913), c. I, Genelkurmay Yay., Ankara 1993. 177 Alman Subay G. V. Hochwächter, Edirne’nin açlığa mahkûm olmasa teslim olmayacağını yazmaktadır (bkz. a.g.e, s. 110). Fransız gazeteci P. D. Desiere, şehrin düşmesinde erzak sıkıntısının etkisi olmadığını, askerî gelişmeler sonucu olduğunu iddia etmektedir: a.g.e, s. 48. 178 “Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel Gueron’un 1912-13 Edirne Bulgar Kuşatması Anıları”, Yöre, s. 4. 179 Bekir Sıtkı Baykal, “Edirne’nin Uğramış Olduğu İstilalar”, Edirne’nin 600. Fetih Yıldönümü Armağanı, Ankara 1965, s. 179.195. 76 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) Baykal, Bekir Sıtkı, “Edirne’nin Uğramış Olduğu İstilalar”, Edirne’nin 600. Fetih Yıldönümü Armağanı, Ankara 1965, s. 179-195. Bayur, Yusuf Hikmet, Türk İnkılap Tarihi, c. II/1-2, Ankara 1991. Bedirhan, Celadet-Kamiran, Edirne’nin Sükûtunun İç Yüzü, İstanbul 1329. Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk ve Türk-Bulgar İlişkileri (1913-1938), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yay., Ankara 2002. Beliğ, Mahmud, Bulgar Komitalarının Tarihi ve Balkan Harbi’nde Yaptıkları, İstanbul 1936. Beydilli, Kemal, “Balkanlarda Dönüm Noktası: 93 Bozgunu ve Sonrası”, Berlin Antlaşmasından Günümüze Balkanlar, (Haz: M. Bereketli), İstanbul 1999, s. 2534. British Documents on Foreign Affairs: Reports and Papers from the Foreign Office Confidential Print, The Near and Middle East (1856-1914), The Otttoman Empire Under the Young Turks (1908-1914), (Ed: David Gillard), c. I/20, University Publications of Amerika 1983. British Documents on the Origins of the War (1898-1914): The Balkan Wars, The Prelude; The Tripoli War, (Ed: G.P. Gooch- H. Temperley), c. IX/1, London 1933. British Documents on the Origins of the War (1898-1914): The Balkan Wars, The League and Turkey, (Ed: G.P. Gooch- H. Temperley- L. Penson), c. IX/2, London 1934. Carnegie Endowment for International Peace, Report of The International Commission to Inquire into The Causes and Conduct of The Balkan Wars, (Directör: Nicholas Murray Butler), Washington 1914. Çağan, Nazmi, “Balkan Harbinde Edirne (1912-1913)”, Edirne’nin 600. Fetih Yıldönümü Armağanı, Ankara 1965, s. 197-213. Dağdevirenzâde M. Şevket Bey’in Edirne Tarihi ve Balkan Savaşı Anıları, (Haz. Ratip Kazancıgil- Nilüfer Gökçe), Edirne 2005. Desiere, Pierre Dumont, Edirne Muhasarası (1912 Teşrin-i sani-1913 Mart), (Trc: Mülazım S. B), İstanbul 1331. Dinç, Güney, Mehmed Nail Bey’in Derlediği Kartpostallarla Balkan Savaşı, İstanbul 2008. Ersu, Hüsnü, 1912-1913 Balkan Savaşı’nda Şarköy Çıkarması ve Bolayır Muharebeleri, (Haz: A. Tetik-Ç. Aksu), Ankara 2006. “Edirne Alyans Musevi Okulu Müdiresi Angel Gueron’un 1912-13 Edirne Bulgar Kuşatması Anıları”, Yöre, yıl 8, sayı 85, (1987), s. 3-18. Efiloğlu, Ahmet, Osmanlı Rumları, Göç ve Tehcir 1912-1918, İstanbul 2011, s. 5464. Ford, Clyde Sinclair, The Balkan Wars, Kansas 1915. Gibbs. Philip–Grant, Bernard, The Balkan War, Adventures of War with Cross & Crescent, Boston (t.y.). H. Cemal, Yeni Harb: Başımıza Tekrar Gelenler: Edirne Harbi Muhasarası, Esaret ve Esbâb-ı Felaket, İstanbul 1332. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 77 ALİ FUAT ÖRENÇ Halaçoğlu, Ahmet, “Balkan Savaşları (1912 – 1913)”, Türkler, c. 13, Ankara 2002, s. 296-307. Hall, Richard C., The Balkan Wars 1912-1913, Prelude to the First World War, London 2000. Hayta, Necdet-Togay Seçkin Birbudak, Balkan Savaşları’nda Edirne, Ankara 2010. Hayta, Necdet, Balkan Savaşları’nın Diplomatik Boyutu ve Londra Büyükelçiler Konferansı (17 Aralık 1912-11 Ağustos 1913), Ankara 2008. Hochwächter, Gustav von, Balkan Savaşı Günlüğü, “Türklerle Cephede”, (Çev: S. Toydemir), İstanbul 2007. İvanov, N., Balkan Harbi (1912-1913), 2. Ordu Harekatı, Edirne Kalesi’nin Muhasarası ve Kaleye Hücum, (çev: M. Murat), c. 1, İstanbul 1937. İvanov, Valeri Velkov, “Bulgar Genelkurmayının XX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Devleti ile Savaş Durumunda Muharebe Sahasını Değerlendirmesi”, XX. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Bulgar Askerî-Siyasî İlişkileri, Genelkurmay ATASE Yay., Ankara 2005, s. 9-26. Jelavich, Barbara, Russia’s Balkan Entanglements (1806-1914), Cambridge 1991. Kazancıgil, Ratıp, Hafız Rakım Ertür’ün Anılarından Balkan Savaşlarında Edirne Savunması Günleri, Kırklareli 1986. Kent, Marian, “Great Britain and the end of the Ottoman Empire 1900-23”, The Great Powers and the end of the Ottoman Empire, (Ed: M. Kent), London 2005, s. 172-205. Kestelli, Raif Necdet, Osmanlı İmparatorluğunun Batışı (Ufûl), Edirne Savunması, (Haz: V. Özdemir), İstanbul 2001. Krivorov, İgnat, “Bulgar Ordu Komutasının XX. Yüzyıl Başlarında Osmanlı Devleti’ne Karşı Savaşma Anlayışındaki Evrim”, XX. Yüzyılın İlk Yarısında TürkBulgar Askerî-Siyasî İlişkileri, Ankara 2005, s. 27-36 Küçük, Cevdet, “Balkan Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. V, İstanbul 1992, s. 23-25. Kuran, Ahmet Bedevi, İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler, İstanbul 2000. Lesiçokof, İvan, Balkan Muharebatı Hatıratından: Kırkkilisenin Sükutu, (çev. M. Nuri), Filibe 1913. Mahmud Muhtar, Balkan Harbi, Üçüncü Kolordu’nun ve İkinci Doğu Ordusu’nun Muharebeleri, (Haz. Z. Engin), İstanbul 1979. McCarthy, Justin, Ölüm ve Sürgün, (Çev. B. Umar), İstanbul 1998. Medlicott, W. N., The Congress of Berlin and After, A Diplomatic History of the Near Eastern Settlement (1878-1880), London 1938. Meram, Ali Kemal, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkileri, İstanbul 1969. Nazmi-Kenan, Edirne’de Altı Ay, Musavver Edirne Tarih-i Mahsuriyeti, Cüz I-II, İstanbul 1329. Öztuna, Yılmaz, 93 ve Balkan Savaşları, Avrupa Türkiyesi’ni Kaybımız, Rumeli’nin Elden Çıkışı, İstanbul 2006. Rankin, Reginald, The Inner History of The Balkan War, London 1914. 78 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 BALKAN HARBİ’NDE EDİRNE KUŞATMASINA DAİR İ NGİLİZ BELGELERİ (1912-1913) Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’nın Günlüğü, İstanbul 1988. Şıvgın, Hale, “Kilise ve Mektepler Kanunu”, Türk Dünyası Araştırmaları, sa. 148, (Şubat 2004), s. 133-146. Sloane, William M., The Balkans a Laboratory of History, New York 1914. Sumner, B. H., Russia and The Balkans (1870-1880), Oxford 1937. Terzioğlu, Ayşe, “I. Balkan Savaşı ve Edirne’nin Bulgarlar Tarafından İşgali”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, sa. 157, (Temmuz-Ağustos 2005), s. 161-180. The Balkan Wars, (Ed. V. Kolev –C. Koulouri), Thessaloniki 2009. Türk Silahlı Kuvvetler Tarihi, Osmanlı Devri, Balkan Harbi, c. II/1-2, Ankara 1993. Uçarol, Rifat, “Balkan Savaşı Öncesinde Terhis Olayları ve Seferberlik İlanı Sorunu”, Dördüncü Askerî Tarih Semineri, Bildiriler, Ankara 1989, s. 257-277. Ulubelen, Erol, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, İstanbul 1982. Wasti, Syed Tanvir, “The 1912-13 Balkan Wars and the Siege of Edirne”, Middle Eastern Studies, c. 40/4, (July 2004), s. 59-78. Yiğitgüden, Remzi, Balkan Savaşı’nda Edirne Kale Muharebeleri, (Yay. Haz. Z. Türkmen, B. Turan, A. Kaptan, Ö. Demireğen, T. Kılıç), c. I-II, Genelkurmay ATASE Yay., Ankara 2006. Uzdil, Mahmud Beliğ, Balkan Savaşı’nda Mürettep 1 inci Kolordunun Harekâtı, (Yay. Haz: A. Tetik-Ş. Büyükcan), Genelkurmay Yay., Ankara 2006. Yarım, Hüseyin, 1912 Edirne Müdafaası ve Komutan Şükrü Paşa, (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakultesi Tarih Bölümü Bitirme Tezi), İstanbul 1976. Zamacı, Ayşe, “Birinci Balkan Harbi’nde Edirne Semalarında Bulgar Tayyare ve Balonları”, Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, c. 1, sa. 2, (Temmuz 2011), s. 199-225. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 17-79 79 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94 KENDİ KALEMİNDEN ŞEMSETTİN SAMİ’NİN İLK TERCÜME-İ HÂLİ Yüksel TOPALOĞLU ÖZ: Türk dili ve edebiyatı üzerine önemli eserleri olan Şemsettin Sami’ye ilişkin çalışmalar, bilindiği gibi daha hayattayken yapılmaya başlar. Bunlar, kimi tiyatroları, kimi diğer eserleri üzerindedir. Bununla birlikte Ş. Sami, bu sıralarda biyografik yönüyle de merak edilen ve öğrenilmek istenen bir kişidir. Bundan dolayıdır ki on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru dönemin etkili dergicilerinden biri olan ve Ş. Sami’ye büyük saygı duyan Ahmet İhsan, dönemin önemli dil ve edebiyat adamını dergi okurlarına tanıtabilmek maksadıyla Ş. Sami’yle görüşür ve ondan bizzat kendi kaleminden çıkmış tercüme-i hâlini alır ve bunu dergisinde yayımlar. Üstelik bu yazının başına Ş. Sami ile nasıl görüştüğünü, görüştüğü sıralarda onda gözlemlediklerini ve ayrıca derginin muhtelif kısımlarına da bizzat kendi çektiği fotoğrafları ekler. Bu makalede Ş. Sami ile ilgili biyografik çalışmalara katkı sunacağını düşündüğümüz Ahmet İhsan’ın “Şemsettin Sami Bey” başlıklı yazısı, küçük bir incelemeyle birlikte yeni yazıya aktarılarak sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: Ahmet İhsan, Şemsettin Sami, tercüme-i hâl, yeni yazıya çevirme. THE FIRST TERCUME- I HALI OF SEMSETTIN SAMI, FROM HIS OWN PENCIL ABSTRACT: The first studies on Semsettin Sami who has quite prominent works about Turkish language and literature have been started when he was still alive. These are mostly his theatre and some other studies. Nonetheless, Semsettin Sami is a person who is wondered and understood by his biographical aspect nowadays. Hence, towards the end of the nineteenth century Ahmet Ihsan, who was one of the most effective magazine publishers and respected Semsettin Sami, consulted with him so as to introduce the important man of language and literature at that period to his magazine readers. He took the tercume-i hali written by Semsettin Sami and published in his magazine. Moreover, he adds some such details as how he negotiated with Semsettin Sami, some observations about him while they were talking and some photographs to the top of this writing. In this article, Ahmet İhsan’s writing named as “Mr. Semsettin Sami” which we think that it would contribute to the biographical studies on Semsettin Sami has been presented by transferring to the new alphabet by means of short analsis. Keywords: Ahmet İhsan, Şemsettin Sami, tercüme-i hâl, transfer to the new alphabet. Giriş Türk kültürü, sanatı, dili ve edebiyatı alanlarında son derece güçlü ve etkili bir figür olan Şemsettin Sami, çağdaş müfredata sahip ve donanımlı bir okul olan Zossimaia Rum Lisesi’nden mezun olduktan kısa bir süre sonra 1870’li yılların başlarında İstanbul’a gelir ve bundan sonra resmi ve gayri resmi işlerde, bir yanda küçük memuriyetlerde, öte yanda ise özellikle basın Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi-Edirne. El-mek: ytopaloglu@trakya.edu.tr YÜKSEL TOPALOĞLU yayın işlerinde çalışmaya başlar. Ancak onun İstanbul’a geldikten sonra Şemsettin Sami olarak tanınmaya başlaması, bilindiği gibi ilk telif romanı kaleme alması ve özellikle bunu müteakip hayatını Türk kültürü, sanatı, dili, edebiyatı ve sözlükçülüğü gibi bilimsel alanlara hasretmesiyle olur. 1870’li yılların başlarında ilk telif Türk romanı yazarı ve basın-yayın işleriyle uğraşan biri olarak beliren Ş. Sami, özellikle 1880’li yıllardan sonra artık eski-yeni tartışmalarında yeni edebiyat müdafii olarak görüş serdeden, görüşleri dikkate alınan; şiir ve edebiyat kavramları üzerinde durarak mahiyetini açıklayan ve bu açıklamalarıyla geleneksel şiir ve edebiyat anlayışı ve algıları dışına çıkan; dönemin milliyetçilik çağı olduğunu fark ederek uyur vaziyetteki bilinçleri bu doğrultuda uyaran ve bu çerçevede neredeyse tüm dikkatini Türk dili ve sözlükçülüğüne odaklayarak kayda değer çalışmalara imza atan; yanı sıra Batı’yı günü gününe takip ederek çevirileriyle ait olduğu topluma Batılı değerleri taşıyan ve buna ilave edilebilecek daha başka yönleri olan son derece önemli bir şahsiyettir. Eserleri ve faaliyetleriyle kamuoyuna mal olmuş böylesi önemli bir şahsiyetin biyografik yönüyle merak edilmemesi ve bu yönden onun tanınmak istenmemesi düşünülemez. Her önemli şahsiyette olduğu gibi Ş. Sami’de de mutlaka önemli bir kamuoyu ilgisi ve tanıma isteği olmuştur. Zaten 1890’lı yılların ortalarından itibaren beliren kimi çalışmalar, bu durumun varlığını açıkça gözler önüne serer. Bu sıralarda Sami, eserleri ile ilgili olanları bir yana başka yönleriyle de merak edilen ve tanınmak istenen biridir. Bunun somut örneği, dönemin önemli dergi yayıncılarından Ahmet İhsan’ın, bizzat istediği ve Servet-i Fünûn dergisinde ölümüne sadece sekiz yıl kala yayımladığı -ve bugünkü bilgilerimize göre de ilk olan- tercüme-i hâlidir. Ahmet İhsan, bu tercüme-i hâli ilk kez1 6 Haziran 1312 tarihinde sahibi olduğu derginin 275. sayısında yayımlamıştır. Üstelik bu yayımda Ahmet İhsan, sadece tercüme-i hâli vermekle yetinmez. Onunla birlikte söz konusu biyografik bilgileri yazılı olarak alma düşüncesi ve arzusunun nasıl ortaya çıktığını, bu çerçevede onunla görüşme isteğini bildiren mektubunu, Ş. Sami’nin cevabî mektubunu, görüşme anında Ş. Sami ile konuşmaları, ona ilişkin ilk izlenimleri ve Ş. Sami’nin verdiği ve özellikle bizzat kendisinin çekmiş olduğu birkaç resmi de sunar. Bu yazımızda, Ş. Sami’nin düzgün ve bütünlüklü biyografisinin yazılabilmesinde katkı sağlayacağını düşündüğümüz söz konusu tercüme-i hâli yeni yazıya aktaracağız. Ancak aktarmaya geçmeden önce metni, yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi bazı ara başlıklarla ele almak ve değerlendirmek yerinde olur. 1 Aynı yazıyı Ahmet İhsan, daha sonra Ş. Sami’nin ölümü üzerine, duygu ve düşüncelerini içeren küçük bir takdim ve kapaktaki fotoğrafı hariçle tekrar yayımlamıştır. Bk. Ahmet İhsan, “Zıya‘-i Elîm – Merhum Şemsettin Sami Bey”, Servet-i Fünûn, Nu: 687, 10 Haziran 1320 Perşembe, s. 162-164. 82 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94 KENDİ KALEMİNDEN ŞEMSETTİN SAMİ’ NİN İ LK TERCÜME-İ HALİ Şemsettin Sami ile Tanışma Arayışı Ahmet İhsan, Servet-i Fünûn dergisinde “Şemsettin Sami Bey” başlığıyla yayımladığı yazısının başında Ş. Sami ile görüşme arzusu ve arayışının ne zaman ve nasıl belirdiğine ilişkin bilgi verir. Buna göre Ahmet İhsan ve arkadaşları, Ş. Sami’nin önemli çalışmalarından biri olan Kamûs-ı Arabî’nin birinci forması yayımlandığı sıralarda bu önemli eserin müellifini Servet-i Fünûn okuyucularına “daha samimi, daha hususi bir surette tanıtma kararı”nı alırlar. Ancak bu karar nasıl uygulanacak? Zira aralarında Ş. Sami’yi “sûret-i husûsî”de2 tanıma şerefine erişen yoktur. Bu yüzden en nihayet onunla görüşmeyi ayarlayabilmek üzere ona bir tezkere yazmaya ve böylece “müsaadelerini istirham”a3 karar verirler. Ahmet İhsan, yazdıkları bu tezkereyi “huzûr-ı üstat”a4 gönderir ve gelecek cevabı beklemeye koyulur. “Üstat”tan Mektup Var Ahmet İhsan’ın tezkeresine Ş. Sami, yaklaşık yarım sayfalık bir mektup/tezkere gönderir. Dikkatle incelendiğinde bu mektubun iki bakımdan önem arz ettiği söylenebilir. İlki, tahmin edileceği gibi Ahmet İhsan’dan gelen tezkereye verdiği cevaptır. Ş. Sami, Ahmet İhsan’ın görüşme isteğini büyük bir memnuniyetle kabul ettiğini; ertesi günü yani “yarın saat üçte veya her ne saatte arzu buyrulursa teşriflerine muntazır”5 olduğunu bildirir. Bu tezkerede dikkati çeken ikinci yön ise, Ş. Sami’nin yaklaşık yarım sayfalık mektubunda kullandığı dil ve üsluptur. Aktarılmış metin okunduğu zaman da açıkça görülecektir ki, burada Ş. Sami dil ve üslup açısından deyim yerindeyse adeta ‘lügat paralar.’ Bunun bariz göstergeleri metne egemen olan ağır, mutantan ve tamlamalı dil, çoğu yedi sekiz satırı bulan son derece uzun cümleler 6 ve ululama, yüceltme ve iltifat içerikli söyleyişlerdir. Kısaca tam bir belagat örneğidir gelen tezkere. Kuşkusuz tezkeredeki dilin ağırlığı ve cümlelerin uzunluğu, yazılanın mektup olmasının, dönemin ve geleneğin tabii bir sonucudur. Bu açıdan bakınca söz konusu dil hâliyle çok da yadırganamaz. Mevcut eğilimin sonucudur denilebilir. Ancak öte açıdan 2 Ahmet İhsan, “Şemsettin Sami Bey”, Servet-i Fünûn, Nu: 275, 6 Haziran 1312, s. 226. Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226. 4 Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226. 5 Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226. 6 Buna iyi bir örnek, söz konusu mektubun ilk cümlesidir: “Zât-ı âlî-i edîb-ânelerinin edebiyât-ı milliyemizin terakkisine olan hidemat ve ale’l-husûs nefâset-i tab‘ın hattımıza dahi tatbikiyle zevk-i selîm-ashâbı için lezzet ve arzu ile ele alınıp okunacak ve bi-hakkın istifade olunacak kütüb ve resail neşrine muvaffakiyet-i hakikiyeleri bendenizi öteden beri muârefe-i âlîlerine cidden arzu-keş etmiş olduğundan bir vesile ve bahaneye muntazır iken bu akşam bir ni‘met-i gayr-ı müterakkıbe olarak yed-i iftihârıma vâsıl olan tezkere-i tahrîrâneleri nihayet derecede mahzuziyet ve mesruriyetimi mucip olmuştur.” Bk. Ahmet İhsan, agm., s. 226. 3 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94 83 YÜKSEL TOPALOĞLU bakınca yani tezkerenin yazıldığı sıralarda son derece şiddetli bir şekilde sadeleşme ve Türkçeleşme taraftarı olan ve aynı istikamette yazılar kaleme alan Ş. Sami ile kıyaslandığı zaman büyük bir çelişkinin varlığı derhal dikkati çeker. Mektuptan Sonra ve İlk Karşılaşma Bu tarz bir dilin, karşı tarafta uyandıracağı duygular bellidir. Ahmet İhsan olumlu cevabı alınca büyük bir sevinç ve mutluluk duyar; ancak bu sevinç ve mutluluk, hemen belirtilmelidir ki aşırı mültefit dilin yaratmış olduğu utangaçlığı veya mahcubiyeti de içeren özelliğe sahiptir. Ahmet İhsan’ın yazısında “mesrûriyet-i şerm-sâr-âne”7 tabirini kullanması, bunu açıkça gösterir. Ahmet İhsan, gelen cevabın ardından hemen hazırlıklara girişir; fotoğraf makinesini büyük bir özenle hazırlar, camlarını takar ve tezkerede belirtilen yer ve zamanda olabilmek için büyük bir heyecanla yola koyulur. Birkaç dakika sonra Ş. Sami’nin evinin kapısının önüne gelir. Karşılamakla görevli kişi onu içeri alır ve Ahmet İhsan “üstat”ını büyükçe bir odada bekler. Çok kısa bir süre sonra Ş. Sami, içeri girer. Ahmet İhsan da onu görür görmez “kemâl-i iştiyâk ve hürmet”8 ile ellerinden öper. Ahmet İhsan, bu ilk karşılaşmanın sözlerini şöyle kaydeder: -Ahmet İhsan Bey zât-ı âliniz midir? -Evet kulunuzum. -Âlem-i matbûattaki kıdem ve hizmetinize bakarak ben sizi daha müsinn tasavvur eyliyordum; görüştüğümüze pek memnun oldum.”9 Ahmet İhsan, bu kısa mükâlemeden sonra dikkatini büyük ölçüde ilk kez karşılaştığı Ş. Sami’ye çevirir ve onda gördüğü kimi hususiyetleri zapt etmeye başlar. Bugün için son derece önem arz eden bu gözlemler Sami’nin dış görünüşü, konuşma biçimi ve tarzı, davranış şekli gibi noktalar üzerinde yoğunlaşır. Bu gözlemlere göre Ahmet İhsan’ın Sami’de dikkati celp olunan veya gördüğü ilk nokta onun “melâhat-ı veçhiye”si10 yani yüz güzelliğidir. O kadar ki bu yüz güzelliği “az bulunur”11 cinstendir. İkinci dikkat çekici yön ise, Sami’nin yaşına göre hayli ihtiyar görünmesidir. Bilindiği gibi Sami bu sıralarda henüz kırk altı yaşındadır. Ancak Ahmet İhsan’ın gözlemine göre Sami, yaşına göre son derece ihtiyar görünümlü, saçı ve sakalı bembeyaz 7 Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226. Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226. 9 Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226. 10 Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226. 11 Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226. 8 84 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94 KENDİ KALEMİNDEN ŞEMSETTİN SAMİ’ NİN İ LK TERCÜME-İ HALİ kesilmiş biridir. Tüm bu görüntüye rağmen yüzün ve başın her bir uzvu ve unsuru tam bir tenasüp içindedir. Bundan dolayıdır ki Sami’nin yüzünde müthiş bir melahat vardır. Ayrıca Sami, sözü oldukça “metanet ve ciddiyet”le12 sarf eden, son derece nezaketli davranan, vakur ve metanetli duran, etrafına emniyet duygusu yayan bir görüntüye ve kişiliğe sahiptir. Bunlarla birlikte Ahmet İhsan, az da olsa Ş. Sami’nin evi, yazıhanesi ve kütüphanesine ilişkin de bilgiler sunar. Daha da önemlisi söz konusu yerleri gösteren ve bizzat kendi çekimi olan, yanı sıra Ş. Sami’den aldığı fotoğrafları da yazısını yayımladığı sayının muhtelif sayfalarında yayımlar. Ayrılış Ahmet İhsan, Ş. Sami ile görüştükten sonra “dest-i muhteremi”nden13 bir kez daha öper ve “arz-ı vedâ”14 eyleyerek evden ayrılır. Yolda Ş. Sami’nin kıymetli eserlerini tek tek sayarak ve Türk kültürü, edebiyatı ve diline katkılarını belirterek yola devam ederler. Ayrılış şeklinde nitelediğimiz kısımdan sonra Ş. Sami’nin kendi kaleminden çıkmış tercüme-i hâli gelir. Kuşku yok ki bu tercüme-i hâl birinci ağızdan olması, doğumu, ailesi, okuduğu okullar, çalışma hayatı, çıkardığı dergi ve gazeteleri, eserleri ve buna benzer daha pek çok hususu tarihlendirerek anlatması itibariyle son derece önemlidir. Türk kültürü, sanatı, edebiyatı, dili, sözlükçülüğü… gibi alanlarda son derece büyük ve önemli emekleri olan bu büyük şahsiyetin biyografisine katkı sunacağı düşüncesiyle söz konusu metni, yeni yazıya aktarıyoruz: “Şemsettin Sami Bey Âsâr-ı cesîme-i ciddiyelerine ilaveten Ş. Sami Beyefendi Hazretleri Kamûs-ı Arabî’nin birinci formasını neşreyledikleri gün bu fâzıl-ı muhteremi Servet-i Fünûn karilerine daha samimi, daha hususi bir surette tanıtmak kararını vermiş idik. İdarehanemizde bir taraftan Kamûs-ı Arabî’nin mukaddimesini okuyor, diğer taraftan şu arzumuza nasıl muvaffak olacağımızı düşünüyorduk; zira Sami Bey’i içimizde sûret-i husûsîde tanımak şerefine mazhar olan yok idi. Nihayet doğrudan doğruya bir tezkere ile müsaadelerini istirhama karar verdik. Bu yaz intihap ettiğim sayfiye – kendilerine karşı uzaktan amîk bir hiss-i ihtirâm ve muhabbet beslediğim – muharrir-i zî-iktidâra beni komşu etmiş olduğu için yazdığım istirhamnâmeyi bir halecân-ı lâtif ile huzûr-ı üstâda gönderdim; ber-vech-i âti ayânen 12 Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226. Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226. 14 Ahmet İhsan, a.g.m., s. 226. 13 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94 85 YÜKSEL TOPALOĞLU derc ettiğim cevâb-ı mültefitâne ile bu nüshamızı cidden tezyin eden resimler o mürâcaat-ı âciz-ânemin mahsûl-ı kıymet-dârıdır: “Zât-ı âlî-i edîb-ânelerinin edebiyât-ı milliyemizin terakkisine olan hidemat ve ale’l-husûs nefâset-i tab‘ın hattımıza dahi tatbikiyle zevk-i selîmashâbı için lezzet ve arzu ile ele alınıp okunacak ve bi-hakkın istifade olunacak kütüb ve resail neşrine muvaffakiyet-i hakikiyeleri bendenizi öteden beri muârefe-i âlîlerine cidden arzu-keş etmiş olduğundan bir vesile ve bahaneye muntazır iken bu akşam bir ni‘met-i gayr-ı müterakkıbe olarak yed-i iftihârıma vâsıl olan tezkere-i tahrîr-âneleri nihayet derecede mahzuziyet15 ve mesruriyetimi mucip olmuştur. Bendenizi tenezzülen muharirîn-i Osmâniye zümresine dâhil edip kendileriyle nam ve eşkâl ü tasvirlerini ehl-i mütalaanın malı olan üdebâ-yı milliyeden add buyurmak isteyerek bu bapta rızâ-yı bende-gâneme hâcet bırakmaksızın şahs ü yazıhâne ve kütüphâne-i âciz-ânemin resmini almak arzu buyurmuş olduğunuzdan bu teveccüh-ı nekâyis-pûşânelerine karşı aczimi ve böyle bir lûtfa adem-i istihkakımı müdafaaya cüret edemeyeceğim. Lakin heyhat! Bende-hânede tersîme şayan bir hâle tesadüf edilmeyecek, pek pejmürde ve gayr-ı muntazam bir hâl-i perîşânî müşahede buyrulacaktır. Bunu da bir medâr-ı iftihâr addedecek adamlar bulunabilirse de bendeniz hiçbir vakit perişanlığı intizam ve mükemmeliyete tercih edemeyeceğimden netîce-i teseyyüb ve meskenet olan bu hâl ile iftihar edemem. Lakin herhâlde resmin en mükemmeli mersumu olduğu gibi tasvir edeni olacağında şüphe olmadığından bu âciz-i kem-bidâanın da tersime şayeste bir hâli var ise o da teseyyüb ve meskeneti olduğu erbâb-ı mütâlaanın malumu olursa bir hakikat meydana çıkmış olmaz mı? Bendeniz için asl-ı câlib-i fahr ü teşekkür zât-ı âlî-i edîb-âneleriyle kesb-i muarefeye nâiliyetim olup emr-i âlîleri üzere yarın saat üçte veya her ne saatte arzu buyrulursa teşriflerine muntazırım. Baki teveccühât-ı fuâdiyelerinin bekasıyla hatm-i güftâr eylerim efendim.” Ş. Sami Fi 26 Zilkade sene 1313 Temin ederim ki bu tezkereyi dest-i iftihâra aldığım zaman hâsıl ettiğim mesrûriyet-i şerm-sâr-âneyi hiçbir zaman unutamayacağım. Zira bu tezkerede hayât-ı tahrîr-âne ve sâî-ânelerini irae edecek resimlerle gazetemizin tezeyyününe müsaade eylemekle beraber birçok iltifât-ı üstadâne de sarf etmişlerdi; derece-i iktidâr ve mevkimizi pekâlâ tayin edenlerden olduğumuz için sırf eser-i teşvîk ve tergîb olarak kalem-i 15 Anlamsal bütünlük gereği mahzuziyet şeklinde düzelterek okuduğumuz kelime özgün metinde ﻣﺨﻄﻮﻃﯿﺖbiçiminde yazılmıştır (Haz.). 86 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94 KENDİ KALEMİNDEN ŞEMSETTİN SAMİ’ NİN İ LK TERCÜME-İ HALİ nezaketlerinden çıkan kelimât-ı mültefit-âne –cevâb-nâme-i fâzıl-ânelerine el sürmek haddimiz olmadığı için– aynen derc-i sütûn-ı mefharet kılınmıştır. Cevâb-nâmeye dest-res olduğum gün, hayrân-ı âsâr-ı ciddiye-i ilmiyeleri olduğumuz muharrir-i yegânenin –evet, Sami Beyefendi Hazretleri muharrirîn-i Osmâniye miyanında ciddiyet ve ehemmiyet-i âsâr ile hakikaten yegânedir– birkaç saat sonra şeref-i mülâkatına, o âsârın mevki-i husûle geldiği hücre-i fâzıl-âneyi müşahedeye muvaffak olacağımı düşündükçe son derecede seviniyordum. Fotoğrafya makinesini büyük bir itina ile hazırladım, camları taktım, o günü tam saat üç idi ki sokağa çıktım. Birkaç dakika sonra ikâmetgâh-ı üstâdın önünde bulunuyorduk; mesruriyetten mi yoksa fart-ı hürmetten mi halecanım ziyade idi. Beni vâsi‘ bir odaya idhal ettiler. Henüz etrafıma bir göz gezdirmemiş idim ki Sami Beyefendi Hazretleri bir ciddiyet-i fevkalâde ile mümtezic tebessüm-i mültefit-âne ile içeri girdiler; ben de kemâl-i iştiyâk ve hürmet ile ellerinden öptüm. Sordular ki: -Ahmet İhsan Bey zât-ı âliniz midir? -Evet kulunuzum. -Âlem-i matbûattaki kıdem ve hizmetinize bakarak ben sizi daha müsinn tasavvur eyliyordum; görüştüğümüze pek memnun oldum. Dâhil olduğumuz hanenin manzara-i dâhiliyesiyle bir aralık meşgul olmuş olan nazarım şimdi hazret-i üstâdın çehre-i melîhini yakından müstağrık-âne temaşaya dalmış idi. Hakikat-i hâlde Sami Beyefendi Hazretleri’nde görülen melâhat-ı vechiye az bulunur. Henüz ihtiyar denemeyecek bir sinnde bulundukları hâlde mesâî-i dâimelerinin sevkiyle bembeyaz kesilmiş olan saçların nîm setrettiği başları, nasıl bir dimâğ-ı fa‘âl ü cesimi ihtiva ettiğini yek-nazarda anlatıyor; kezalik bembeyaz olan lihye-i lâtife gayet parlak bir çift gözle tezeyyün eden çehrelerine o kadar yakışıyor ki tarif edilemez. Sözü gayet metanet ve ciddiyet ile sarf ediyorlar idi. Buna üstâd-ı muhteremin nezâket-i fevkalâdelerini ilave etmek şartıyla resimlerimize dahi atf-ı nigâh ile ikmâl-i malûmât eylerseniz muharrir-i âcize nasip olan şeref-i mülâkatı hayal-hânenizde tecessüm ettirebilirsiniz. Temâşâ-yı müstağrık-âneden kendimi bil-mecburiye ayırıp bunca âsâr-ı ciddiyelerine tecelli-gâh olan kütüphane ve yazıhanelerine gitmek üzere odadan çıktık. Kütüphanenin vaziyet ve şekli fotoğraf almaya müsait olmadığına pek müteessif oldum. Üç büyük camekâna mutena bir perişanlık ile yerleştirilmiş kitapların şekli beher cildin belki bir kaçar yüz defa dest-i mütâlaadan geçmiş olduğunu lisân-ı hâl ile anlatıyor idi. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94 87 YÜKSEL TOPALOĞLU Yazıhaneye girdik; hazret-i üstâdı o sabah yarım bıraktıkları bir müsveddenin önüne, masanın üstünde açmış oldukları otuzu mütecaviz kütüb-i tedkik ve tetebbuun arasına oturttum. Çıkan resmi birinci sayfamızda temaşa eyliyorsunuz16. Diğer resmimiz müşarünileyhin bir fotoğrafyalarıdır ki sûret-i husûsiyede tarafımızdan alınmıştır 17. Üçüncü resim18 muharrir-i fâzılın Erenköy’ünde Caddebostan’ı istikametine karîb ve Bağdat tarîk-i kadîmi üzerinde kâin ikametgâhlarını arz eyliyor. Bunun bir ehemmiyeti de hîn-i inşâsında vazîfe-i mi‘mâriyenin Sami Beyefendi hazretleri tarafından ifâ kılınmış olmasıdır. Filhakika binanın mimarlığını kâmilen kendileri ifâ etmişler, planlarını resmeylemişler ve ona göre yaptırmışlardır. Üstâd-ı fazîletkârın dest-i muhtereminden bir daha öptükten sonra arz-ı vedâ eyledik, sokağa çıktık, yolda âsâr-ı âliyelerini sayıyorduk. Tabii olarak evvela Fransızcadan Türkçeye ve Türkçeden Fransızcaya Kamusları zikreyledik ki on on beş seneyi mütecaviz müddet zarfında mekâtib-i umûmiyemizin rahle-i tedrîsinde bulunmuş yahut sûret-i husûsiyede arzû-yı tahsîl hâsıl etmiş olanların kâffesi bu eserden daima istiane edegelmiştir. Bundan sonra târih-i intişâr sırasıyla ikinci fakat ehemmiyet nokta-i nazarından birinci derecede olmak üzere Kamûsü’l-a‘lâm’ı yad eyledik ki hitamı kuvve-i karîbeye gelmiş olan bu eser-i mühim hakikaten bir kütübhâne-i irfân ve marifettir. Ahîren neşrine himmet buyurdukları Kamûs-ı Arabî ise kütüb-i kadîme-i lugâtın istimalindeki suûbeti izale ile beraber kelimatı daha münakkah tarif ve izah ettiğinden bir büyük noksanı ikmâl eyliyor. Zikr ü tedkiki ayrıca bir makale tahririne lüzum gösteren neşriyât-ı edîb-âne ve hakîm-ânelerine bir zamîme-i kıymet-dâr olan bu son eserlerinden dolayı Sami Beyefendi Hazretlerine kemâl-i ihtirâmla takdîm-i tebrîkât ve hakkımızda lütfen irae buyurdukları iltifat ve teveccühata karşı minnettarane beyân-ı teşekkürât eyleriz. Âtideki satırlar müşarünileyhin kendi kalemleriyle yazılmış olan tercümei hâllerinden hülasa edilmiştir: 1266 sene-i hicriyesi Receb’inin yirmi ikinci ve 1850 sene-i milâdiyesi Haziran’ının birinci günü Arnavutluk’ta Yanya vilayetinin Ergiri sancağına tâbi‘ Premedi kazasında Dağlı nahiyesinin merkezi olan Fraşer karyesinde dünyaya geldim. Dokuz yaşımda iken pederim ve iki sene sonra validem 16 Fotoğraf için bk. Ek:1. (Haz.). Fotoğraf için bk. Ek:2. (Haz.). 18 Fotoğraf için bk: Ek 3. (Haz.). 17 88 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94 KENDİ KALEMİNDEN ŞEMSETTİN SAMİ’ NİN İ LK TERCÜME-İ HALİ vefat etti. Köyümde Mekteb-i İbtidâî derslerini gördükten sonra peder yerine geçen büyük biraderimiz tarafından mahzâ tahsilimiz için 1281’de Yanya’ya nakl-i hâne olunarak orada hususi muallimlerden Arabî ve Farisî dersleri görmekle beraber el-yevm Maarif Nezâret-i Celîlesi’nde encümen ve teftîş-i muâyene reisi bulunan büyük biraderim Naim Bey’le beraber şehr-i mezkûrda Zossimaia ismiyle maruf Rum Mektebi’ne devamla mekteb-i mezkûrun sekiz seneden ibaret olan müddet-i tahsiliyesini yedi senede bâlâkemâl Rumca ve Yunanî-i Kadîm ve Fransız ve İtalyan lisanlarını ve coğrafya ve tarih ile ulûm-ı riyâziye ve he’yet ve hikmet ve kimya ve târih-i tabii ve teşrih gibi mekteb-i mezkûrda sûret-i mükemmelede okutturulan fünûnu tahsil ve Fransız lisanını ayrıca hususi muallimden dahi taallüm eyledim. Mekteb-i mezkûrdan bâ-şehâdet-nâme çıktıktan sonra biraz vakit Vilayet Mektubî Kalemi’ne devam edip 1288 tarihinde Dersaadet’e gelerek Matbuat Kalemi’ne devam etmeye başladım. Bu aralık badehu neşrini tensib etmediğim muhtasar bir Târih-i Umumî ile bir cildini neşretmiş olduğum Fransa’nın mücmel bir tarihini19 Fransızcadan tercüme ettiğim gibi Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat unvanıyla millî bir roman dahi yazdım. O vakit Türkçenin aile lisanı denilen cihetine henüz vâkıf olmadığım hikâye-i mezkûremin ibaresinden münfehim olur. Bir aralık Hadîka ismiyle neşrolunan gazetede bulundum. Bu gazetenin lağvından sonra yine Matbuat Kalemi’ne devamla beraber 1290’da İhtiyar Onbaşı unvanıyla bir facia ve Galatée20 ismiyle meşhur bir hikâye kitabı tercüme ve ikisini de neşrettim. Mukaddemce Sührab unvanıyla Şeh-nâme’den mehuz bir hâile tertip etmiş isem de sûret-i tertîbi tiyatro usûl-i şerâitine muvafık olmadığından neşr ve icrasından vazgeçilmiştir. Trablusgarp’tan vilayet gazetesi için bir muharrir talep olunmakla Matbuat İdaresi’nin tensibi üzerine oraya tayin olundum ve 1291’de Yanya’ya uğrayarak Korfu, Brindisi, Napoli, Mesina ve Malta tarîkiyle Trablus’a gittim. Bu münasebetle Avrupa’nın bir ucunu olsun gördüm. Bir sene Trablusgarp’ta ikametten sonra İstanbul’la avdet ettim. Şu bir iki yıl zarfında dört tiyatro yazmıştım. Bir müddet bazı gazetelere muharrirlik ettikten sonra kendi başıma Sabah gazetesini [birinci teessüsünde] iltizam edip hemen birinci olarak memleketimizde on paraya gazete neşrettim. Bu gazete bir seneye karîb müddet devam etmiştir. 93’te Cezayir-i Bahr-i Sefîd Valiliği’ne nasb olunan Sava Paşa’nın mühürdarlığı memuriyetiyle Rodos’a azimet ederek beş ay orada kaldıktan sonra bi’listi‘fâ berây-ı sıla Yanya’ya gidip muharebe zamanında orada Abidin Paşa Hazretleri’nin taht-ı riyâsetinde teşekkül etmiş olan Sevkıyât-ı Askeriye Komisyonu’nun birkaç ay başkâtipliğini ifa ettim. 94’te Dersaadet’e avdetle 19 Saint Quen’den tercüme olan bu eser, hicrî 1289 yılında Târih-i Mücmel-i Fransa adıyla yayımlanmıştır (Haz.). 20 Mitolojiye ait manzum bir eser olan Galatée, Florian’dan çevrilmiştir (Haz.). Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94 89 YÜKSEL TOPALOĞLU Mihran Efendi’nin çıkardığı Tercümân-ı Şark gazetesinin muharrirliğinde bulunmakta iken bu gazetenin kapanması üzerine Cep Kütüphanesi unvanıyla neşrolunan Medeniyet-i İslâmiye, Esâtîr, Kadınlar, Gök, Yer, İnsan, Yine İnsan, Emsâl, Letâif, Usûl-i Tenkît ve Tertîb, Lisan risalelerini tahrir ve Fransızcadan iki büyük hikâye tercüme eyledim. O sırada yani 1297 senesi karîha-i ilhâm-ı sabîha-i Hazret-i Padişahî’den Mabeyn-i Hümayûn-ı cenâb-ı mülük-ânede teşekkül eden Teftîş-i Askerî Komisyon-ı Âlisi’nin iki kitabetinden birine ve 1309’da komisyon-ı âli-i mezkûr baş kitabetine tayin olundum. Komisyona müddet-i devamım olan bu on yedi sene zarfında hali vakitlerimi Kamûs-ı Fransevî unvanıyla biri Fransızcadan Türkçeye ve diğeri Türkçeden Fransızcaya iki büyük lügat kitabıyla Fransızcadan Türkçeye bir de Küçük Kamûs-ı Fransevî’nin ve neşri elan devam etmekte olan Kamûsü’l-a‘lâm’ın tahririne sarf ettim. Mukaddema bir aralık Hafta ve Aile unvanlarıyla iki risâle-i mevkûte dahi tahrir ettimse de birincisi 20 ve ikincisi 4 numroya kadar devam etmiştir. Yanya’da bulunduğum birkaç ay zarfında usûl-i cedîde üzere tertip etmiş olduğum ve neşrine muvaffak olamadığım Sarf ve Nahv-i Arabî’nin bundan dokuz sene evvel Ta‘rîfât-ı Arabiye unvanıyla bir muhtasarını neşrettiğim gibi badehu Himmetü’lhümâm fî neşri’l-İslâm unvanıyla Arabiyyü’l-ibâre ve Hurde-çîn unvanıyla dahi bazı eşâr-ı müntahabe-i Fârisiyeyi câmi Türkçe birer risale ve muahharen kıraati teshil yolunda bir Elifbâ ile bir Sarf-ı Türkî dahi neşrettim. Birkaç maraz-ı müzmine birden müptela olup ekser evkatımı âlâm ve evcâ‘ ile geçirdiğim ve nâ-be-hengâm zaaf-ı pîriye duçar olduğum hâlde yine tahrir ve telif ülfetinden vazgeçemiyorum; geçen seneden beri Kamûs-ı Fransevî’nin Fransızcadan Türkçeye olan kısmını yeniden tahrir derecesinde tashih ve ikmâl etmekteyim. Bir taraftan Kamûsü’l-a‘lâm’a devamla beraber bu defa Kamûs-ı Arabî unvanıyla büyük bir lügat kitabının tertip ve neşrine dahi başladım. İkmâllerine muvaffakiyetimi Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim. Avatıf-ı Hazret-i Padişahî’den 1300’de saniye sınıf-ı sânisi rütbesiyle, 302’de üçüncü rütbeden Osmanî nişanıyla, yine o sene ikmâl olunan Kamûsı Fransevî’ye mükâfaten ûlâ sânîsi rütbesi ve iftihar madalyası ile 303’te üçüncü rütbeden Mecidî nişanıyla ve 311’de ûlâ evvelî rütbesiyle taltif buyruldum. 1301’de teehhül edip dört evladım dünyaya geldikten sonra 1310’da refikam vefat etmekle bir sene sonra defa-i sâniye olarak teehhül ettim.” [Ahmet İhsan, “Şemsettin Sami Bey”, Servet-i Fünûn, Nu: 275, 6 Haziran Perşembe 1312, s. 226-228.] 90 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94 KENDİ KALEMİNDEN ŞEMSETTİN SAMİ’ NİN İ LK TERCÜME-İ HALİ KAYNAKÇA Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara, 1993. Ş. Sami, Kâmus-ı Türkî, Alfa Basım Dağıtım, İstanbul, 1998. [Tokgöz], Ahmet İhsan, “Şemsettin Sami Bey”, Servet-i Fünûn, Nu: 275, 6 Haziran Perşembe 1312, s. 226-228. [Tokgöz], Ahmet İhsan, “Zıya‘-i Elîm – Merhum Şemsettin Sami Bey”, Servet-i Fünûn, Nu: 687, 10 Haziran 1320 Perşembe, s. 162-164. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94 91 YÜKSEL TOPALOĞLU Resim-1:“Yazıhanelerinde sûret-i mahsûsada alınan fotoğrafımızdan” “Kamûs-ı Arabî müellifi nihrîr-i şehîr Şemsettin Sami Beyefendi Hazretleri” 92 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94 KENDİ KALEMİNDEN ŞEMSETTİN SAMİ’ NİN İ LK TERCÜME-İ HALİ Resim-2: “Şemsettin Sami Beyefendi Hazretleri” Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94 93 YÜKSEL TOPALOĞLU Ek: 3 Özgün Yayımdaki Resim Altı Notu: “Sami Beyefendi Hazretleri’nin Erenköy Civarındaki Köşkleri” Resim: 3: “Sami Beyefendi Hazretleri’nin Erenköy’ü Civarındaki Köşkleri” 94 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 81-94 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105 ANTİK DÖNEM FRESK YAPIM TEKNİKLERİ Fuat YILMAZ ÖZ: Sıva üzerine çeşitli boyalarla yapılan resimlere genel olarak “Fresk” adı verilir. “Buon Fresko” ya da “Al Fresko” denilen ıslak sıva üzerine yapılan teknik gerçek fresk tekniğidir. Yüzey kurudukça kireç, pigmentin sıvaya yapışmasını sağlar. “Fresko Secco” ya da kısaca “Secco” denilen teknikte ise resim doğrudan kuru sıva üzerine yapılmaktadır. Fresk tekniğinde resmin uzun süre dayanabilmesi için sıva tabakasının iyi hazırlanması gereklidir. Sıva, mutlaka iyi yıkanmış dere kumu ve sönmüş kireçten oluşmalıdır. Fresk sıvası üç ana tabakadan oluşmaktadır. Birinci tabakaya “Trusilar”, ikinci tabakaya “Arricciato”, en üstte yer alan resmin yapıldığı sonuncu tabakaya ise “İntonaco” adı verilir. Roma duvar resimlerinde intonaco tabakası, kireç ve mermer tozundan oluşmaktadır. Antik yazarlardan Plinius ve Vitruvius toprak, mineraller, bitkisel ve hayvansal kaynaklı boyalar hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Plinius pigmentleri “florid” (parlak) ve “austere” (koyu) olmak üzere iki ana gruba ayırmaktadır. Florid pigmentleri minium (zincifre), armenium (vermillion, azurit), chrysocolla (malahit), cinnabaris (muhtemelen bitki reçinesi), indigo (çivit) ve Tyrian moru olarak saymaktadır. Bu pigmentler sanatçıya işveren tarafından sağlanmaktaydı. Bizzat sanatçı tarafından temin edilen Austere pigmentler arasında ise aşıboyası, yeşil toprak renkleri, kireçtaşı ve Mısır Mavisi bulunmaktaydı. Son yıllarda Roma resim sanatında kullanılan pigmentler üzerine yapılan çalışmalarda Optical polarizing light ve elektron mikroskobu dahil olmak üzere çeşitli teknikler uygulanmaktadır. Anahtar Kelimeler: Antik Dönem, Fresk, Renkler, Pigmentler. TECHNIQUES FOR MAKING FRESCO IN A NTIQUITY ABSTRACT: Paintings on plaster painted with various colors are in general called fresco. The technique where wet plaster is painted, which is called “Buon Fresco”or “Al Fresco”, is the real fresco technique. As the surface dries, lime makes the pigment stick to the plaster. In the “Fresco Secco” technique, called “Secco” in short, painting is directly made on dried plaster. In the fresco technique, the plaster surface needs to be prepared very good for the painting to last long. Plaster needs to be made of well washed river sand and slaked lime. Fresco plaster consists of three layers. First layer is called “Trusilar”, second layer “Arricciato” and the top layer where the painting is made “Intonaco”. In the Roman wall paintings, the intonaco layer consists of lime and marble powder. Ancient writers Plinius and Vitruvius give extensive information about soils, minerals, and plant and animal base colors. Plinius classifies pigments into two main groups; “florid” (bright) and “austere” (sombre). He indicates florid pigments as minium (cinnabar), armenium (vermillion, azurite), chrysocolla (malachite), cinnabaris (probably plant resin), indigo and Tyrian purple. These pigments are provided to the artist by the employer. Artist himself obtains the austere pigments, like ocher, green soil colors, limestone and Nile blue. In the recent years, pigments used in Roman painting art are investigated through various techniques including optical polarizing light and electron microscope. Keywords: Antiquity, Fresco, Colors, Pigments. Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü, Balkan Yerleşkesi Edirne, fuatyilmaz35@yahoo.com FUAT YILMAZ Giriş: Antik dönemdeki fresk yapım tekniklerine ilişkin yazılı kaynakların aktardığı en erken bilgiler M.Ö. 4. yüzyıla kadar gitmektedir. En fazla bilgi Roma dönemi hakkındadır. Antik kaynaklara ve günümüz araştırmalarına göre sıva üzerine yapılan duvar resimleri genel olarak fresk adını almaktadır.1 Bu teknikte resimler ıslak veya kuru sıva üzerine yapılmaktadırlar. Buon Fresko ya da Al Fresko denilen ıslak sıva üzerine yapılan teknik gerçek fresk tekniğidir. Burada su ya da su ve kireç bileşimi bir bağlayıcı ile karıştırılan pigmentler ıslak sıva üzerine uygulanmaktadır. Yüzey kurudukça kireç, pigmentin sıvaya yapışmasını sağlar. Bu teknikte boyalar sıvanın içine geçerek kalın renkli bir sıva tabakası oluşturduğundan resim çok dayanıklı olmaktadır.2 Fresko Secco ya da kısaca Secco denilen teknikte ise resim doğrudan kuru sıva üzerine yapılmaktadır.3 Pigmentlerin yumurta sarısı ile karıştırılmasından elde edilen sıvının yüzeye direkt uygulanmasına ise Tempera adı verilir. Tempera duvar haricinde başka yüzeylere de yapılabilmektedir. Fresk tekniğinde resmin uzun süre dayanabilmesi için sıva tabakasının iyi hazırlanması gereklidir. Sıva harcı; bağlayıcı, dolgu maddesi ve katkı maddesinden oluşur. Tarihi süreç içerisinde en sık karşılaşılan bağlayıcılar kil, jibs ve kireçtir. Dolgu maddesi olarak da, doğal kum, kırma taş ve tuğla parçaları kullanılmaktadır. Duvarın harcında ve sıvasında rutubet ve güherçile (potasyum nitrat) olmamalıdır. Sıva, mutlaka iyi yıkanmış dere kumu ve sönmüş kireçten oluşmalıdır. 4 Kirecin ham maddesi doğada bulunan kalker taşıdır. Bu taşın ana maddesi kalsiyum karbonattır. Kullanılmadan önce kirecin yeterli miktarda su ile çok iyi söndürülmesi gerekmektedir. Duvar resminde kullanılan kireç kimyasal bir değişime neden olur. Söndürülmüş kireç ile hazırlanan sıvada karbondioksit, kalsiyum hidroksit ile kimyasal reaksiyona girerek söner ve taşlaşarak kalsiyum karbonata dönüşür. Bunun sonucunda da renk maddesi duvarda kristalleşerek sabitlenir. Bu nedenle fresk tekniğinde kirecin çok önemli bir yeri vardır. Kirecin tamamen saf ve iyi sönmüş, kaliteli ve yağlı olması gerekir. Yağlı kireç, içinde %5’den fazla yabancı madde bulunmayan son derece beyaz ve homojendir. Kireç iyi söndürülmemişse içinde kalan 1 İtalyanca’dan dilimize geçmiş olan “Fresk” kelimesi yaş, taze, ıslak anlamlarına gelmektedir. Antik yazarlarda ise özel bir isim ile yer almaz. Boyama yada sıva üzerine boyama olarak geçmektedir. 2 John Canaday, Metropolitan Seminars in Art, New York 1958, s. 7. 3 Murat Özdemir, Büyük Boyutlu Duvar Resmi (Fresco-Sıva üstü)Teknikleri ve Çağdaş Uygulamaları, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1991, (Yayınlanmamış yüksek lisans tezi), s. 59. 4 N. D. Gysum, “Plaster–Limes and Cement –Stucco –Mortar and Concrete” A History of Building Material, 1961, s. 82-128. 96 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105 ANTİK DÖNEM FRESK YAPIM TEKNİKLERİ parçacıklar zamanla patlayarak üst yüzeyi bozar. Bu yüzden fresk harcının nemli bir mevsimde hazırlanıp uygulanması tercih edilmektedir. Duvar resminde kullanılan boyaların kireç sütü ya da kireç suyu ile hazırlanması gereklidir. Kireç sütü kaliteli kirecin ayran kıvamında hazırlanmasından elde edilmektedir. Kireç suyu ise söndürülen kirecin üzerinde biriken sudur.5 Fresk uygulanacak olan duvarın sıvasında saf dere kumu kullanılması gerekmektedir. Kumun içinde yer alan tuz freskin çabucak bozulmasına neden olur. Kum içindeki artıklar ise renk bozulmalarına ve çatlamalara neden olur. Bu nedenle sıva için kullanılan kumun defalarca yıkanması gerekir. Günümüzde fresk yapımında üç farklı kalınlıkta kum kullanılmaktadır. En altta en kalın, en üstte ise en ince kum ile hazırlanmış sıva uygulanır. Birinci tabakaya Trusilar, ikinci tabakaya Arricciato, en üstte yer alan resmin yapıldığı sonuncu tabakaya ise İntonaco adı verilmektedir. Bu sınıflandırma antik çağ freskleri için de aynen kullanılmaktadır (aynı şekilde karşımıza çıkmaktadır). Birinci tabaka trusilar, duvar yüzeyindeki çatlakları ve çukurları doldurmak için yapılmaktadır. Arricciato, yüzeyi tamamen kaplamakta ve son olarak en ince kumdan yapılmış intonaco ise resim için düzgün bir yüzey oluşturmaktadır.6 Roma duvar resimlerindeki intonaco tabakası, kireç birleştiricisinden ve marmorino adı verilen mermer tozundan oluşmaktadır.7 Vitruvius, boyaya başlamadan önce dokuz kata kadar plasterin uygulandığını açıklayarak duvar resimlerinin yapılması konusunda bazı detaylara inmiştir. İlk atılan kaba sıvadan sonra en az üç kat kum harcı uygulanmalıdır. Vitruvius’a göre bunun üzerine üç kat daha mermer tozundan hazırlanmış harç sürülmesi gerekmektedir.8 Ancak sıvalar Vitruvius’un belirttiğinin dışında da farklı kalınlıklarda ve sayıda yapılmaktadır. Sıvalar 10 cm. kalınlığından ve yedi kata kadar oluşanlardan, kaba duvara direkt uygulananlara kadar farklılıklar göstermektedir. Resimlerin dış ya da iç duvarlara uygulanmış olmaları sıvanın kalınlığını ve kalitesini etkilemektedir. Örneğin nemli yüzeylere çok daha özen göstermek gerekmektedir. Buralarda çözülmüş kireç ile reaksiyona giren su hidrolik betonlar oluşturmaktadır. Ayrıca sıvanın alt tabakalarında parçalanmış seramik parçaları kullanılarak nem geçirgenliği önlenmektedir. Kireçtaşı sıva adı verilen özel bir teknik, çoğunlukla 5 Murat Özdemir, a.g.t., s. 61. Özdemir, Murat, a.g.t., s. 63 7 Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006, s. 21. 8 De Architectura, VII/III. 6 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105 97 FUAT YILMAZ kalsiyum karbonat ile kum ve/veya kırılmış seramik parçalarının bir bütününden oluşmaktadır.9 RENKLER10 Antik kaynaklardan duvar resimleri konusunda edindiğimiz bilgiler sadece ressam isimleri ve resim üslupları ile sınırlı değildir. Plinius 11 ve Vitruvius12 toprak, mineraller, bitkisel ve hayvansal kaynaklı boyalar hakkında da ayrıntılı bilgiler vermektedirler. Plinius Naturalis Historia adlı eserinde sanatın kaynağı ve tarihçesi hakkında uzun bilgiler vermesinin yanı sıra renk pigmentlerini ve teknikleri de tartışmaktadır. Bu teknik bilginin büyük bölümünü Theophrastus’un De Lapidibus’undan (M.Ö. 4. yüzyıl) ve duvar resimlerinin malzemelerini ve tekniklerini tartışmış olan mimar Vitruvius’un çalışmalarından edinmiştir.13 Plinius pigmentleri “florid” (parlak) ve “austere” (koyu) olmak üzere iki ana gruba ayırmaktadır. Florid pigmentleri minium (zincifre), armenium (vermillion, azurit), chrysocolla (malahit), cinnabaris (muhtemelen bitki reçinesi), indigo (çivit) ve Tyrian moru olarak saymaktadır. Bu pigmentler sanatçıya işveren tarafından sağlanmaktaydı. Austere pigmentler arasında sayılan aşıboyası, yeşil toprak renkleri, kireçtaşı ve Mısır Mavisi olarak bilinen sentetik bir bileşim bulunmaktaydı. Bu pigmentler sanatçı tarafından karşılanmaktaydı. Son yıllarda Roma resim sanatında kullanılan pigmentler üzerine yapılan çalışmalarda Optical polarizing light ve elektron mikroskop dahil olmak üzere çeşitli teknikler uygulanmıştır.14 Beyaz: Plinius ve Vitruvius tarafından listelenen oldukça fazla beyaz çeşidi, bulunup çıkarıldığı yere göre adlandırılmıştır. Melinum: Melos beyazı dört esas renkten biridir. Plinius, en iyisinin Melos adasında elde edildiği, Samos adasında çıkanın yağlı olduğu için ressamlar tarafından kullanılmadığını bildirmektedir.15 9 Ruth Siddall, a.g.m., s. 22. Pigmentlerin sınıflandırılmasında sayın hocam Somay Onurkan’ın çalışması esas alınmıştır. Onurkan, Somay, “Antik Çağ Resminde Enkaustik ve Boyalar”, Anadolu Araştırmaları XIII, 1994, s. 143-151. 11 Naturalis Historia, XXXIII, 22, 27, 40,56; XXXV. 12 De Architectura, VII, VII/XIV. 13 Ruth Siddall, a.g.m., s. 19. 14 Barbet, Alix - Fuchs, Michel - Tuffreau-Libre, Marie, “Diverses utilisations des pigments et leurs contenants”, Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and Conservation, Bearat, Hamdallah – Fuchs, Michel – Maggetti, Marino (Eds.), Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and Conservation, Proceedings of the International Workshop, Fribourg 7-9 March 1996, Institute of Mineralogy and Petrology, Fribourg University, s. 35-62. 15 Naturalis Historia, XXXV / 19. 10 98 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105 ANTİK DÖNEM FRESK YAPIM TEKNİKLERİ Eretria terrae: Euboia adasındaki Eretria’dan elde edilen bu toprak boya kül renklidir. Plinius bu rengi sanatçı Nicomachus ve Parrhasius’un kullandığını kaydetmiştir.16 Cerussa (üstübeç) : Kurşun ve sirke ile hazırlandığı anlatılmış, doğal “cerussa” toprağının Smyrna’da Theodotus’un arazisinden çıkarılmış olduğu kaydedilmiştir.17 Yanmış cerussa, rastlantı sonucu bulunmuş ve Nikias tarafından kullanılmıştır. Bu renk gölgelemede uygulanmıştır. 18 Paraetonium: Plinius, Mısır’da bulunan bir yerden adını alan bu rengin çamurla karışmış denizköpüğünden oluştuğunu ve bu nedenle içinde küçük kabuklar bulunduğunu anlatmıştır. Beyazların en yağlısı ve sıva için en uygun olanıdır. Duvarlarda, resim yüzeyinin hazırlanmasında astar boya olarak kullanılmıştır.19 Creta Selinusia: Dalgalı beyaz renktir. Resimlerde kadın teninin parlaklığını vermekte kullanılmıştır. Antik yazarlara göre bu beyaz toprağın Kilikia’dan mı, yoksa Sicilya’daki Selinus’dan mı elde edildiği konusu tam olarak netlik kazanamamıştır.20 Pigmentlerle ilgili jeolojik tortuları belirlemek zordur, ancak Çin kili (kaolin), kaolinit ve montmorillonite (doygun toprak) mineralleri içeren topraklar oldukları düşünülmektedir. “Küpe beyazı” adı verilen bir diğer beyaz “tebeşir” ve kırılmış cam karışımıdır. Plinius’a göre, bu adın verilmesinin nedeni, yüksek sınıftaki insanların küpelerindeki taşların bu camdan yapılmış olmasıdır. Bir diğer beyaz elde etme yöntemi ise kurşunun sirke içine bırakılması sonucu oluşan kurşun beyazıdır. Beyaz pigmentler boyamada saf halde kullanılmaktaydı. Bunun yanı sıra diğer pigmentlerin ömürlerini arttırmak ve parlaklaştırmak için veya organik boyalar için katkı maddesi olarak kullanılmaktaydılar.21 Son dönemlerde yapılan analizlerde belirlenen beyaz pigmentler çoğunlukla, parçalanmış lüle taşından, tebeşir ve mollusk kabuğu ve hatta kuş yumurtalarından elde edilen kalsiyum karbonatın çeşitli formlarıdır. Ancak, bu analizlerin büyük çoğunluğu optik yöntemlerden çok kimyasal yöntemlerle yapılmaktadır ve parça morfolojisi açısından hiç bir bilgi elde edilememektedir. Burada, bu pigmentlerin, jeolojik veya biyolojik kaynaklarının belirlenmesinde, optik mikroskopinin 16 Naturalis Historia, XXXV / 21. De Architectura, VII / 12. 18 Naturalis Historia, XXXV / 20. 19 Naturalis Historia, XXXV /17. 20 Onurkan, Somay, “Antik Çağ Resminde Enkaustik ve Boyalar”, Anadolu Araştırmaları XIII, 1994, s. 147. 21 Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006, s. 27. 17 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105 99 FUAT YILMAZ kullanılması önem arz etmektedir. Sıvalardan veya badana ortamlardan gelen kirlenme kalsiyum karbonat kaynağı olarak ele alınamaz. Sarı: Plinius ve Vitruvius’a göre, sarı renk ya sarı okradan (demir oksit hidroksit, mineral goethite) veya mineral orpimentten (sarı zırnık, arsenik sülfit) elde edilmektedir. Ochra: parlak sarı, aşı sarısı doğal olarak elde edilen bir boyadır.22 Birçok yerden çıkartılmış, fakat en iyisi Attika’da bulunmuştur. Attika sarı toprak boyasını Dört Renk Ustaları23 kullanmışlardır.24 Tüm resimlerin analizinde sarı okra (aşıboyası) tespit edilmiştir. Auripigmentum: Zırnık sarısı doğal boyalar arasında sayılmaktadır.25 Viola arida: Sarı menekşeler, Attika’da sarı renginin benzerini elde etmek için yapay boya olarak hazırlanmıştır.26 Kuruyup sararmış menekşelerin bir kap suda kaynatılıp, bir bez içinde sıkılıp süzüldükten sonra çıkan sıvının tebeşirle karıştırılması ile istenen sarı renk elde edilmiştir. Kırmızı ve Mor: Duvar resimlerinde kullanıldığı bilinen en eski renk olan kırmızının (rubrica) çok çeşidi vardır, büyük ölçüde demir oksitli topraklardan elde edilmektedir. Sinopis: Bu kırmızı toprak boya, ilk defa Pontus bölgesindeki Sinop’da bulunduğundan ötürü bu adı almıştır. Mısır, Afrika ve Baliaribus (Balear adaları)’da da elde edilmiş, fakat en iyisi Lemnos ve Kappadokia’da çıkartılmıştır. Ayrıca Plinius, sinopisin soluk/donuk kırmızı ve kırmızımsı tonlarında üç çeşidi olduğunu bildirmektedir.27 Cinnebaris (zincifre): Plinius’un Theophrastus’dan yaptığı alıntıya göre cinnebaris, Kallias adında bir Atinalı tarafından bulunmuştur.28 Kallias gümüş madenlerindeki kırmızı kumun yakılması ile altın elde edilebileceğini düşünerek bu boyayı bulmuştur. En iyisinin Ephesos yöresinden çıktığı kaydedilmiştir. Cinnabar saf olarak sadece birkaç resimde tespit edilmiştir. Cinnabar hematite ile birlikte bir katkı olarak gözlemlenmiştir, bunun nedeni 22 De Architectura, VII / 7; Naturalis Historia, XXXV / 36. Pilinius’un bahsetmiş olduğu Meşhur ressamlar Appelles, Aetian, Melanthius ve Nicomachus’tur. Bu sanatçılar resimlerinde sadece dört renk kullanmıştır ve bu nedenle dört renk ustası olarak adlandırılmıştır. 24 Naturalis Historia, XXXV / 32. 25 Onurkan, Somay, “Antik Çağ Resminde Enkaustik ve Boyalar”, Anadolu Araştırmaları XIII, 1994, s. 147. 26 De Architectura, VII / 14. 27 Naturalis Historia, XXXV / 12. 28 Naturalis Historia, XXXIII / 39. 23 100 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105 ANTİK DÖNEM FRESK YAPIM TEKNİKLERİ bu değerli pigmentin ömrünü uzatmak ve hematite kırmızısının parlaklığını arttırmak olmalıdır.29 Minium, miltos: Parlak kırmızı, zincifre, Vitruvius’da iki bölüm içinde anlatılmıştır.30 Ephesos’da Cilbia topraklarında bulunduğu söylentisi kaydedilmiştir. Demir filizini andıran kırmızı bir madenden cıva ve zincifre elde edilebilmektedir. Sandaraca (Kırmızı arsenik): Vitruvius’da kırmızımsı sarı renkteki sandaraca doğal boyalar arasında sayılmaktadır. En iyisinin Pontus’da Hypanis nehri yakınlarında çıkarıldığı bildirilmiştir.31 Plinius’da ise Kızıldeniz yöresinde bulunduğu, fakat oradan getirilemediği için yapay olarak hazırlandığı kaydedilmiştir.32 Sandaracanın yapay olarak hazırlanması işleminde cerussa (beyaz kurşun) alev rengini alıncaya kadar ocakta ısıtılırdı. 33 Purpurissum: En değerli boyalardan biridir.34 Boyanın hazırlanmasında eflatun renkli deniz kabuklarından yararlanılmıştır. Demir aletler ile kabukların dövülmesi sonucunda mor renkte bir sıvı çıkmaktadır. Güney ülkelerdeki kabuklar kırmızı, doğu ve batıdakiler menekşe renginde, Pontus ve Gallia’dakiler ise siyah renktedir. Sandyx: Cerussa ile kırmızı ochranın (aşı boyası), eşit miktarda karıştırılıp yakılmasıyla elde edilmektedir.35 Syricum: Yapay boyalar arasında sayılan syricum, sinopis ve sandyx karışımından elde edilmiştir. Romalı yazarlar tarafından bahsedilen mor kabuklu deniz hayvanlarından elde edilen renk Tyrian Moru’dur. Bu renk, analiz edilen duvar resimlerinden hiç birisinde kesin olarak tespit edilememiştir. Bu pigmentin öncelikli olarak kumaş renklendirmek için kullanılıyor olması muhtemeldir. Kırmızımsı morlar, hematitin ısı işlemine tabii tutulması ile elde edilmekteydi. 36 29 Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006, p. 23. 30 De Architectura, VII / 8, 9. 31 De Architectura, VII / 7. 32 Naturalis Historia, XXXV / 39. 33 De Architectura, VII / 12. 34 De Architectura, VII / 13. 35 Naturalis Historia, XXXV / 23. 36 Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006, s. 25. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105 101 FUAT YILMAZ Mavi: Bu rengin elde edilmesinde en çok bakır madeninden yararlanılmıştır, ayrıca bitkilerden de mavi renk çıkarılmıştır. Indicum (indigo): Hindistan’dan getirildiği için, adını buradan almıştır. Plinius’un verdiği bilgiye göre kamışların üzerinde biriken yapışkan maddeden elde ediliyordu. Toplanan madde, kalburdan geçirilerek ayrılırsa siyah olur, fakat sulandırılırsa erguvan ve mavi renklere dönüşürdü. Plinius bu maviyi ressamların gölgeyi ışıktan ayıran çizgilerde kullandıklarını da bildirmektedir.37 Armenium: Armenia’dan geldiği için bu adı almıştır.38 Lapis Lazuli’nin öğütülmesi ile elde edilir. İlaç olarak saçı ve özellikle kirpikleri beslemekte kullanılmıştır.39 Caeruleum: Bir çeşit kum olan bu mavi boyayı Plinius kaydetmiş, eskiden üç çeşidinin bulunduğunu da belirtmiştir. Çeşitler, geldiği yere göre adlandırılmış olmalıdır. Bunlardan Aegiptium üst derecede mavidir. Scythium ise, su ile kolayca karışır. Açık ya da koyu, kaba ya da ince dört tonu vardır. Cyprium ise en beğenilen mavidir.40 Puteolanum: Mısır’ın mavi cam hamuru rengi,41 bakır taşından (malahit) yapay mavi renktir. Bu mavi Vestorius tarafından taklit edilmek istenmiştir. Puteoli’de kurduğu imalathanede çeşitli işlemlerden geçirerek bu mavi boyayı üretmiştir.42 Analiz edilen bütün duvar resimlerinde bu pigment bulunmuştur. Bir kalsiyum bakır silikat olan bu pigment M.Ö. 3. binyıldan itibaren Mısır’da üretilmektedir. Pigment, bakır, kalsiyum karbonat (lüle taşı veya kabuk) ve silikatın (kuartz kumu) kavrulması ile elde edilmektedir. M.Ö. 1 yüzyıldan itibaren, Roma İmparatorluğu genelinde bu pigmenti üreten birçok fabrika bulunmaktaydı.43 Yeşil: Plinius, bu rengin mineral malahit (bakırtaşı) ve creta viridis veya yeşil topraktan elde edildiğini yazmaktadır. Ayrıca, verdigris (bakır pası) ve asidik bir ortamda bakırın korozyona uğraması ile elde edilen diğer pigmentlerden de bahsetmektedir. 37 Naturalis Historia, XXXIII / 27. De Architectura, VII / 9. 39 Naturalis Historia, XXXV / 28. 40 Onurkan, Somay, “Antik Çağ Resminde Enkaustik ve Boyalar”, Anadolu Araştırmaları XIII, 1994, s. 149. 41 De Architectura, VII / 9. 42 De Architectura, VII / 11. 43 Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006, s. 25. 38 102 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105 ANTİK DÖNEM FRESK YAPIM TEKNİKLERİ Chrysocolla: Mavi-yeşil bir renk olup malahit’in ezilmesi sonucunda elde edilmiş, doğal malahit ya da bakır yeşilinin en iyisi Makedonya’dan çıkartılmıştır.44 Appianum: Yeşil topraktan çıkarılan bu boya ile chrysocolla (malahit) benzeri bir renk elde edilmiştir.45 Creta vridis: Vitruvius yeşil kalkerin birçok yerde bulunduğunu, fakat en iyisinin Smyrna’da çıktığını bildirmiştir.46 Hellenler buna “Theodoteion” adını vermişlerdi, çünkü ilk olarak Theodotus adlı birinin arazisinde bulunmuştur. Plinius ise yeni bulunmuş ve ucuz elde edilebilen bir boya olduğunu yazmaktadır.47 Aerugo, aeruginis (verdigris): Bakır pası rengi olan bu boya çeşitli yollardan elde edilir. Bakırın eritildiği taştan kazınarak çıkarılır ya da bakır ve sirke ile hazırlanırdı.48 Analizlerde tespit edilen yeşil boyalar ya yeşil topraklar, ya Mısır Mavisi ve sarı okranın karışımı ya da yeşil toprağın Mısır Mavisi eklenerek parlaklaştırılmış halidir. Doğal yeşil toprak en yaygın olarak kullanılmış olanıdır. Doğal olarak oluşan bu depozit, optik olarak ayırt edilemeyen glokonit ve celadonite adındaki iki mineralden oluşmaktadır. Jeolojik olarak, oluşma modlarına göre belirlenmektedirler; glokonit sadece deniz sedimentlerinde oluşmaktadır ve celadonite sadece yıpranmış volkanik kayalarda oluşmaktadır. Her iki tür de Romalı pigment üreticileri için aynı oranda ulaşılabilir düzeydeydi.49 Siyah Atramentum: Siyahın pek çok çeşidi vardır ve yapay boyalar arasında zikredilmiştir.50 Bununla beraber doğrudan doğruya, topraktan çıkarıldığı gibi, odun türlerinin ve benzerlerinin yakılması sonucunda da elde edilmiştir. Çıra ve sert odunların yakılmasından çıkan kurum, siyah boya yapımında çoğunlukla tercih edilmiştir. Siyah renk şarap tortusundan da çıkarılmış, Polygnotos ve Mikon gibi ünlü ressamlar, siyah boyayı üzüm kabuğundan yapmışlardır. Buna 44 Naturalis Historia, XXXIII / 27. Naturalis Historia, XXXIII / 27. 46 De Architectura, VII / 7. 47 Onurkan, Somay, “Antik Çağ Resminde Enkaustik ve Boyalar”, Anadolu Araştırmaları XIII, 1994, s. 150. 48 Naturalis Historia, XXXIV / 2. 49 Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006, s. 26. 50 Naturalis Historia, XXXV / 25; De Architectura, VII / 10. 45 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105 103 FUAT YILMAZ “triginon” üzüm tortusu mürekkebi denmiştir. Ayrıca Apelles’in fildişini yakarak siyah bir renk olan “elephantinum”u bulduğu bildirilir. Yazı mürekkebi “atramentum librarium” reçine ve çıra kurumundan, “atramentum sepiae” ise mürekkep balığından elde edilmiştir.51 Karbon temelli siyahlar gerçekleştirilen bilimsel analizlerin tamamında tespit edilmiştir. Ancak, karbonun kaynağı çok nadir olarak belirlenebilmiştir. Vicenza yakınındaki bir villada kömür ve kemik siyahı tespit edilmiştir. 52 Rapor edilen tek mineral siyah mangan oksit pyrolusite’dir ve Kıbrıs’taki Nea Paphos’ta belirlenmiştir.53 Sonuç: Roma duvar resimlerinin pigment analizleri, antik yazarların vermiş olduğu bilgiler ile karşılaştırma olanağı sağlamıştır. Bu çalışmalar sonucunda Pilinius’un bahsettiği “florid” pigmentlerin kullanımı konusunda sadece birkaç kayıt bulunmaktadır. Buradaki istisna cıva sülfitle minerali cinnabarın kullanılmasıdır. Pilinius’un da bahsettiği gibi florid pigmentler sanatçıya işveren tarafından sağlanmaktaydı. Sadece elit tabaka, en pahalı renklerin bulunduğu duvar resimlerini yaptırabilmekteydi. Genellikle kullanılan renkler, kırmızı ve sarı aşıboyası, Mısır mavisi, kurum ve karbon kaynaklı kırmızılar, terres vertes, kireçtaşı kaynaklı beyazlar ve bu renklerin karışımı başta olmak üzere daha ucuz olan “austere” pigmentlerdir. Vitruvius ve özellikle Plinius’un detaylı olarak bahsettikleri pigmentler yoğun olarak kullanıldıkları bilimsel olarak da kanıtlanmıştır. Ancak, azurit, malahit, orpiment (sarı zırnık) ve realgar (kırmızı zırnık) gibi çok nadir kullanılan pigmentlerden ise fazla söz edilmemiştir. Anlaşıldığı üzere yeni renkler yaratmak amacıyla pigmentlerin karıştırılması yaygın olmayan bir yöntemdir. Ancak morlar, kahverengiler ve yeşiller belirgin bir şekilde karıştırılarak elde edilmekteydi. Dikkat edilmesi gerek diğer bir husus da fresk tekniğinde, herhangi bir pigment kireç badanası ile yıkanmakta ve böylece ona bir kalsiyum karbonat şeklinde kimyasal ayrıcalık 51 Onurkan, Somay, “Antik Çağ Resminde Enkaustik ve Boyalar”, Anadolu Araştırmaları XIII, 1994, s. 151. 52 Barbet, Alix - Fuchs, Michel - Tuffreau-Libre, Marie, “Diverses utilisations des pigments et leurs contenants”, Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and Conservation, Bearat, Hamdallah – Fuchs, Michel – Maggetti, Marino (Eds.), Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and Conservation, Proceedings of the International Workshop, Fribourg 7-9 March 1996, Institute of Mineralogy and Petrology, Fribourg University, s. 35-62. 53 Kakoulli, Ionna, “Roman wall paintings in Cyprus: a scientific investigation of their technology”, Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and Conservation, Bearat, Hamdallah – Fuchs, Michel – Maggetti, Marino (Eds.), Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and Conservation, Proceedings of the International Workshop, Fribourg 7-9 March 1996, Institute of Mineralogy and Petrology, Fribourg University, s. 131-142. 104 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105 ANTİK DÖNEM FRESK YAPIM TEKNİKLERİ katılmaktaydı.54 Bunların yanı sıra pahalı bir pigment olan cinnabarın (zincifre) ucuz ve hali hazırda bulunabilen kırmızı demir oksit ile karıştırılarak ömürleri arttırılmıştır. KAYNAKÇA Barbet, Alix-Fuchs, Michel-Tuffreau-Libre, Marie, “Diverses utilisations des pigments et leurs contenants”, Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and Conservation, Bearat, Hamdallah – Fuchs, Michel – Maggetti, Marino (Eds.), Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and Conservation, Proceedings of the International Workshop, Fribourg 7-9 March 1996, Institute of Mineralogy and Petrology, Fribourg University, s. 35-62. Canaday, John, Metropolitan Seminars in Art, New York, 1958. Gysum, N. D., “Plaster–Limes and Cement –Stucco –Mortar and Concrete” A History of Building Material, 1961. Kakoulli, Ionna, “Roman wall paintings in Cyprus: a scientific investigation of their technology”, Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and Conservation, Bearat, Hamdallah – Fuchs, Michel – Maggetti, Marino (Eds.), Roman Wall Painting: Materials, Techniques, Analyses and Conservation, Proceedings of the International Workshop, Fribourg 7-9 March 1996, Institute of Mineralogy and Petrology, Fribourg University, s. 131-142. Onurkan, Somay, “Antik Çağ Resminde Enkaustik ve Boyalar”, Anadolu Araştırmaları XIII, 1994, s. 143-151. Özdemir, Murat, Büyük Boyutlu Duvar Resmi (Fresco-Sıva üstü)Teknikleri ve Çağdaş Uygulamaları, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1991, (Yayınlanmamış yüksek lisans tezi). Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006. 54 Siddall, Ruth, “Not a day without a line drawn: Pigments and painting techniques of Roman Artists”, Proceedings of the Royal Microscopical Society, 2, June 2006, s. 28. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 95-105 105 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 LONDRA KONFERANSI’NDA AHMET TEVFİK PAŞA Nurten ÇETİN ÖZ: Ahmet Tevfik Paşa (Okday), Osmanlı Devleti’nde sefaret kâtipliği, ortaelçilik, büyükelçilik, hariciye nazırlığı ve sadrazamlık gibi önemli görevler almış bir devlet adamıdır. Bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında savaşan devletler arasında barış antlaşmaları imzalanmıştı. Osmanlı Devleti’de savaştan yenik çıkmış ve İtilâf Devletleri ile Sevr Barış Antlaşmasını imzalamıştı. Başta İngiltere olmak üzere İtilâf Devletlerinin bundan sonraki hedefleri bu antlaşmayı uygulamaya geçirmekti. Osmanlı Devleti için oldukça ağır şartlar taşıyan bu antlaşmaya tepki olarak Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde başlayan Millî Mücadele hareketi gün geçtikçe kuvvetlendi. Nitekim Türk Ordusu Yunanlılara karşı ilk zaferini I. İnönü’de (6-11 Ocak 1921) kazandı. Bunun üzerine İtilâf Devletleri İstanbul hükümeti ve zaferin asıl sahibi olan Ankara hükümetini Londra Konferansı’na (21 Şubat-12 Mart 1921) davet ettiler. Başta İngiltere olmak üzere bu devletlerin amacı, her iki hükümet arasında var olan fikir ayrılığından faydalanmak ve Sevr Antlaşması’nda birtakım ufak değişiklikler yaparak antlaşmayı Türklere kabul ettirmekti. Bu çalışmada, İstanbul hükümeti adına Londra Konferansı’na başdelege olarak katılan Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’nın konferans görüşmelerindeki genel tutumu ve sözü Ankara heyetine bırakarak İtilâf Devletlerinin yukarıda bahsettiğimiz oyununu altüst edişinin basın ve siyasi çevrelerdeki yankıları ele alınmıştır. Anahtar Kelimeler: Ahmet Tevfik Paşa, Londra Konferansı, İtilâf Devletleri, İstanbul Hükümeti, Ankara Hükümeti. AN AHMET T EVFIK PASHA, AT THE LONDON C ONFERENCE ABSTRACT: Ahmet Tevfik Pasha (Okday) was a statesman who served as secretary of the embassy, minister, ambassador, minister of foreign affairs and grand vizier in the Ottoman State. As it is known, peace agreements were signed by the warring states after the First World War. The Ottoman State also emerged from the war defeated and signed the Treaty of Sevres with the Allies. The next goal of the Allies, notably England, was to implement this treaty. Having begun as a reaction to the treaty, which stipulated severe provisions for the Ottoman State, The National Struggle movement led by Moustapha Kemal Pasha gained strength gradually. Indeed, The Turkish Army won a victory against the Greeks in the First Inonu War (6-11 January 1921). Upon this, the Allies invited the Istanbul Government and the Ankara Government, which was the true winner, to the London Conference (21 February-12 March 1921). The purpose of these states, notably England, was to take advantage of the differences of opinion between the two governments, make small changes to the Treaty of Sevres and have the Turks agree to the agreement. The present study discusses the overall attitude that Grand Vizier Ahment Tevfik Pasha, who attended the London Conference as the chief delegate on behalf of the Istanbul Government, maintained during the sessions of the Conference and the reflections in the press and political circles of how he foiled the aforementioned plans of the Allies by giving the floor to the Ankara Government. Keywords: Ahmet Tevfik Pasha, the London Conference, the Allies, the Istanbul Government, the Ankara Government. Yrd. Doç. Dr. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. NURTEN ÇETİN Giriş: Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış ve İtilâf Devletleri ile 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi’ni imzalamıştı. İtilâf Devletlerinin bundan sonraki hedefi I. Dünya Savaşı sırasındaki gizli antlaşmalara paralel olarak Osmanlı Devleti’ne Sevr Antlaşması olarak bilinen ağır bir barışı imzalatmaktı. Osmanlı Devleti’nin yarı sömürge konumuna getirilmek istendiği bu antlaşma çerçevesinde, İstanbul hükümetinin emperyalist güçlere boyun eğme siyaseti Türk halkını kendi başının çaresine bakmaya yöneltti. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde bir bağımsızlık mücadelesi başlatıldı. Bu mücadele ilk meyvesini İtilâf Devletleri tarafından kendi emelleri doğrultusunda Anadolu’ya sürülen Yunanlılara karşı I. İnönü zaferi ile verdi. Nitekim bu savaşta Türk Ordusu kısa sürede Yunan ordusuna büyük bir darbe indirdi. Yunanlıların Türk Ordusu karşısında kısa sürede yenilmeleri ve Anadolu harekâtının gün geçtikçe kuvvetlenmesi İtilâf Devletlerinde özellikle de İngiltere’de Sevr Antlaşması ve Anadolu harekâtı ile ilgili stratejilerini yeniden gözden geçirmeleri gerektiği düşüncesine yol açtı1. Bu amaçla İngiltere, Fransa ve İtalya devletlerinin temsilcileri 20 Ocak 1921 tarihinde Paris’te bir araya geldiler. Görüşmelerde Fransa Başbakanı Briand Şark Meselesini çözmek üzere müttefik devletlerin bir konferans düzenlemesini ve bu konferansa Ankara hükümetinin de davet edilmesini önerdi. Ona göre bu davet, Ankara’da kafaları karıştıracak ve Mustafa Kemal Paşa’nın konferansa katılmayı reddetmesi durumunda, onu destekleyen aşırı ve ılımlı Kemalistler arasında anlaşmazlıklar çıkaracaktı. Böylece Mustafa Kemal Paşa ılımlıların desteğini kaybedecekti. Paris Konferansı’nda Briand’ın bu önerisi, diğer temsilciler tarafından da kabul edildi ve konferansın ikinci günü Türk ve Yunan hükümetlerinin düzenlenecek olan konferansa çağırılması kararı alındı2. Konferans Şark Meselesini çözmek amacıyla Türk ve Yunan delegelerini dinleyecekti. Paris Konferansı’nda alınan bu karar İstanbul’da bulunan İngiliz, Fransız ve İtalyan olağanüstü komiserleri tarafından İstanbul hükümetine bildirildi3. Briand, Paris Konferansı’nın başkanı olarak İstanbul ve Atina’daki Fransız diplomatik temsilcilerine gönderdiği 25 Ocak 1921 tarihli telgrafta, 21 Şubat’ta Londra’da Sevr Anlaşması’nı görüşmek üzere bir konferans toplanacağını, Türk Hükümetinin ise Mustafa Kemal Paşa veya Ankara hükümeti temsilcilerinin Osmanlı heyetinde yer alması koşuluyla davet edildiğini, ayrıca Yunan Hükümetinin de bu konferansa 1 Salâhi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, 2. Baskı, Ankara 1991, s. 118. Sonyel, a.g.e., s. 120. 3 Peyam-ı Sabah, 29 Ocak 1921 (29 Ocak 1921), nr 11204, s. 1. 2 108 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA davetli olduğunu bildirmekteydi4. Böylece bu tarihe kadar millî kuvvetleri, eşkıya çeteleri ve Mustafa Kemal Paşa’yı da asi general olarak kabul eden İtilâf Devletleri aldıkları bu kararla Ankara hükümetinin varlığını kabul etmiş oluyorlardı5 1-Osmanlı Devleti’nin Konferansa Daveti ile Gelişen Olaylar: İtilâf Devletlerinin Londra Konferansı’na davet mektubu 26 Ocak’ta Sadrazam Tevfik Paşa’ya verildi6. Osmanlı ve Yunan hükümetleri, Londra Konferansı için yapılan bu daveti kabul ettiler. İstanbul hükümeti bu konferansta Türk tarafını temsil edecek delegelerin tayini için Anadolu ile temasa geçti7. Nitekim Tevfik Paşa, 27 Ocak’ta Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta: Osmanlı Devleti’nin İtilâf Devletlerinin İstanbul’daki temsilcileri tarafından Sevr Antlaşması’nda bazı düzenlemeler yapılması amacıyla Londra’da 21 Şubat’ta toplanacak konferansa davet edildiğini bildirmekteydi. Ayrıca bu davette Mustafa Kemal Paşa veya Ankara hükümeti tarafından tayin edilecek delegelerin Osmanlı heyeti içerisinde yer alabileceğinin şart koşulduğunu belirtiyor ve Ankara hükümeti tarafından seçilecek delegelerin İstanbul hükümeti tarafından seçilecek delegelere katılmaları gerektiğini yazıyordu 8. Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa’ya verdiği 28 Ocak tarihli cevapta, İstanbul hükümetini hukuken tanımadığını, millet ve ülke adına tek meşru kuruluşun BMM olduğunu bildirdi. Müttefik devletlerin, Londra’da Şark Meselesini halletmek için yapacakları konferansa BMM’yi doğrudan doğruya davet etmeleri gerektiğini bu şekilde yapılacak davetin BMM Hükümeti tarafından kabul edileceğini beyan etti9 Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa’ya çektiği 28 Ocak tarihli telgrafta isteklerini şöyle özetliyordu: 4 Bige Yavuz, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri, Fransız Arşiv Belgeleri Açısından 1919-1922, Ankara 1994, s. 108; Gotthard Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, 2. Baskı, Ankara 1989, s. 137; Peyam-ı Sabah, 9 Şubat 1337 (9 Şubat 1921), nu. 11215, s. 2. 5 Türk İstiklâl Harbi II nci Cilt Bat Cephesi 3 ncü Kısım, Ankara 1966, s. 256. 6 Jaeschke, a.g.e., s. 137. 7 Peyam-ı Sabah, 30 Kanun-ı Sani 1921 (30 Ocak 1921), nu. 11205, s. 1. 8 ATASE, (İSH 15- B), Kutu 1039,Gömlek 95, Belge 95-1, Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk (1916-1921), Ankara 2003, s. 169-170; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C. I, 5. Baskı, Ankara 1997, s. 161; Peyam-ı Sabah, 5 Şubat 1337 (5 Şubat 1921), nu. 11211, s. 1; Peyam-ı Sabah, 9 Şubat 1337 (9 Şubat 1921), nu.11215, s. 2; Vakit, 4 Şubat 1337 (4 Şubat 1921), nu. 1134, s. 1. 9 ATASE, (İSH 15- B), Kutu 1039,Gömlek 95, Belge 95-1; BOA., BEO., SYS., 34-64/IV-2_9, Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk (1916-1922), s. 170-171; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, s. 162. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 109 NURTEN ÇETİN 1-Padişah BMM’yi tanıdığını kısa bir hattı hümâyun ile ilân etmelidir. Bu hattı hümâyun hilâfet ve saltanat makamının korunmasını esas olarak kabul etmiş olan BMM’yi şekil, mahiyet ve şimdiki yetkileri ile kabul ettiklerini ihtiva edecektir. 2-Birinci madde kabul edildiği takdirde Padişah eskisi gibi İstanbul’da ikamet eder, BMM ve hükümeti şimdilik Ankara’da bulunur, tabiatıyla artık kabine adı altında bir heyet kalmaz. 3-İstanbul ve havalisi idaresinin düzenlenmesi daha sonra düşünülecektir. 4-Bütün memurların ve diğer maaşlıların maaşları ile Padişah’ın maaşını BMM ödeyecektir10. Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa’ya 30 Ocak’ta gönderdiği telgrafta ise Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun millî irade ve millî hâkimiyet ile ilgili maddelerini ve millet idaresinde BMM’yi yetkili kılan maddelerini bildirmekteydi. Ayrıca daha önce İstanbul hükümetine bildirilen maddelere kendilerinin uymak zorunda olduklarını belirterek bunlara aykırı davranamayacaklarını, bu konuda herhangi bir yetkilerinin de bulunmadığını açıklamaktaydı. Bunun yanısıra Tevfik Paşa’nın bugüne kadar BMM başkanı olarak kendisiyle yaptığı haberleşmenin bundan böyle BMM Hükümetiyle yapılacağını dile getirerek BMM’nin bu konuda son derece kararlı olduğunu da sözlerine ekliyordu11. Mustafa Kemal Paşa hemen arkasından da 30 Ocakta İcra Vekilleri Heyeti başkanı Fevzi Paşa imzasıyla, Tevfik Paşa’ya yeni bir telgraf çektirmiştir. Bu telgrafta: konferansa gönderilecek heyetin Türkiye’nin çıkarlarını temsil edecek yegâne heyet olduğunun İstanbul hükümeti tarafından İtilâf Devletlerine bildirileceği ve BMM’ce alınmış olan bu kararların kabul edilmemesi halinde, memleketin selameti adına doğacak tarihî sorumluluğun tamamen İstanbul hükümetine ait olacağı gibi hususlara yer verilmekteydi12. Tevfik Paşa, 31 Ocak’ta Mustafa Kemal Paşa’ya Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun Kanûn-ı Esasi’ye aykırı olduğunu bildirdi13. 2 Şubat’ta Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği diğer bir belgede vatanın menfaati ve milletin bağımsızlığı söz konusu olduğundan iç meselelerin biran önce bir kenara bırakılmasını istemekteydi. Ayrıca millî davayı benimsemiş kişilerden ortaklaşa bir heyet oluşturulması gerektiğini belirtiyordu. Ankara’dan 10 TTK., TP., Kutu 16, Gömlek, 13, Tarih 28.01.1337 (28 Ocak 1921), ATASE, ( İSH 15- B), Kutu 1039, Gömlek 95, Belge 95-1a; Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk 1919-1927, Ankara 2003, s. 380; Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk (1916-1921), s. 173. 11 TTK., TP., Kutu 17, Gömlek 1, Belge 1,Tarih 30 Ocak 1921. 12 ATASE, Kutu 1034, Gömlek 36, Belge 36-1 a. 13 Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, s. 138. 110 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA olumlu bir cevap verilmediği takdirde İstanbul hükümeti delegelerinin tek başına hareket etmek zorunda kalacağını, bunun doğuracağı tarihî sorumluluk ve vicdanın Ankara hükümetine ait olacağını söylüyordu 14. Görüldüğü gibi, Tevfik Paşa bu zaferi geçici bir hükümet olarak gördüğü Ankara hükümetinin İstanbul hükümeti adına kazandığı bir zafer olarak algılamaktaydı. Paşa, ayrıca zaferin asıl sahibi olan Ankara hükümetinin konferansa katılmaması durumunda İstanbul hükümetinin başarılı olamayacağı endişesini taşımakta ve bu nedenle Ankara hükümetinin de konferansa delege göndermesini istemekteydi. İcra Vekilleri Heyeti başkanı Fevzi Paşa tarafından İstanbul’a gönderilen yukarıda bahsettiğimiz telgraf da bir sonuç vermedi15. Buna karşılık İstanbul hükümetinin Ankara hükümetine yakınlaşmak istediği icraatlarla daha belirgin hale geldi. Nitekim İstanbul hükümeti Mustafa Kemal Paşa hakkında verilen ölüm kararını kaldırmış, İstanbul gazetelerinde millî mücadele taraftarları için kullanılması yasaklanmış olan “paşa” ve “bey” gibi unvanlar yeniden kullanılmaya başlanmıştır16. Tevfik Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği 8 Şubat 1921 tarihli telgrafında konferansa tesir etmek maksadıyla Şubat’ın 21’inde Yunanlıların 70-80 bin bin kişi ile taarruza geçecekleri Hariciye Nezaretinden mevsûkan istihbâr kılınmıştır. Taarruzun, Karahisar, Eskişehir istikametinde olmasına ihtimal verilir diyerek konferansa katılmadıkları takdirde yeni ve daha güçlü bir Yunan saldırısının tehlikesine dikkat çekmekteydi. Ayrıca Londra’da yapılacak konferansa Ankara heyetinin yalnız gittiği takdirde kabul edilmeyeceği şeklinde İstanbul’daki İtilâf Devletleri temsilcilerinden öğrendiği bilgiyi de aktarmaktaydı17. Tevfik Paşa ile Mustafa Kemal Paşa arasında telgrafla yapılan ve 26 Ocak’tan 8 Şubat’a kadar süren yazışmalardan sonra taraflar arasında bir antlaşma sağlanamadı ve her iki hükümet de konferansa ayrı ayrı katılma kararını aldılar. Mustafa Kemal Paşa, Ankara hükümetinin konferansa doğrudan davet edilmesi halinde gönderilecek olan delegeler kurulunu oluşturdu. Başdelege olarak Dışişleri Bakanı Bekir Sami (Kunduh) Bey, Aydın mebusu ve aynı zamanda İtalya temsilcisi olan Cami Bey, Trabzon mebusu Hüsrev Bey, İzmir mebusu Yunus Nadi Bey, Adana mebusu Zekai beylerden oluşan bir heyet seçildi. Heyetin refakatine gereği kadar müşavir 14 Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk (1916-1921), s. 181-182; Peyam-ı Sabah, 10 Şubat 1921, nu. 786, s. 1. 15 Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk (1916-1921), s. 178-179. 16 Selâhattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C. IV, İstanbul 1991, s. 38. 17 ATASE, (İSH 11-B), Kutu 725, Gömlek 58, Belge 58-2. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 111 NURTEN ÇETİN ve kâtipler verilecekti18. Ankara hükümeti İzmir mebusu Hoca Esad Efendi, Karesi mebusu Vehbi Efendi, İzmit mebusu Sırrı Bey, Erzurum mebusu Necati Bey, Celaleddin Arif Bey, Ahmet Muhtar Bey, Yusuf Kemal Bey, Münir Bey, Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’den oluşan bir heyeti çağrı olursa gününde Londra’da bulunabilmeleri için 6 Şubat 1921 tarihinde Eskişehir ve Antalya üzerinden İtalya’ya gitmek üzere yola çıkardı19. Antalya üzerinden Roma’ya oradan da Londra’ya hareket eden heyet Anadolu’da Yunanlılığın devamını kendi siyaseti bakımından arzulamayan İtalya’nın yardımını sağladı ve İtalya Hariciye Nazırı Kont Sforza müttefikler adına Ankara’yı resmen konferansa davet etti20. Diğer taraftan Tevfik Paşa 11 Şubat’ta Londra Konferansı’na başdelege olarak atandı21. Paşa, görüşmelerde bulunacak ve alınan kararları imzalama yetkisine sahip olacaktı. Osmanlı Devleti’nin İngiltere’deki temsilcisi Mustafa Reşid Paşa ve İtalya temsilcisi Osman Nizami Paşa da Tevfik Paşa’ya yardımcı olmak üzere görevlendirildi22. Osmanlı heyetinin Londra’da takip edeceği siyaset, Tevfik Paşa’nın konağında yapılan toplantıda tespit edildi Buna göre, heyet millî sınırlar çerçevesinde Türkiye’nin bağımsızlığı ve iktisadî gelişmesini talep edecekti. Ayrıca ülkenin imarı ve gelişmesi konusunda dışarıdan malî yardımın kabul edileceği belirtilecekti. Heyetin esaslı bir işini de Osmanlı sınırları içerisinde kalan Hristiyan azınlıklara ve haklarına gösterilecek teminat meselesi oluşturacaktı. Yine heyetin diğer bir önemli görevi de Sevr Antlaşması’nda mevcut olan iktisadî, malî, bahrî ve askerî hükümlerin hafifletilmesini talep etmek olacaktı. Heyet bu talepleri konferansa sunarak konferans üyelerinin dikkatlerini çekmeyi ve ortaya koyacağı deliller ile de bunları kabul ettirmeyi hedeflemişti. Heyetin amacı, ileri sürülen bu talepler ile ülkenin gelişmesi ve ilerlemesini korumak ve devam ettirmekti23. Bu esaslar çerçevesinde, Tevfik Paşa 12 Şubat’ta24 Paris yoluyla Londra’ya gitmek 25 18 BCA., 030.18.01./02.33.14, Tarih 6.2.1921. Peyam-ı Sabah, 8 Şubat 1921, nu. 11214, s. 1. 20 Mahmud Goloğlu, Cumhuriyet’e Doğru 1921-1922, Ankara 1971, s. 106. 21 BOA., MV., 255/27, 1339 C 2; Takvim-i Vekayi, 13 Nisan 1337 (13 Nisan 1921), nu. 4084, s. 1, Bir habere göre, Tevfik Paşa sağlık durumu böyle uzun bir seyahate çıkmasına uygun olmayacağından Londra’ya gitmeye taraftar değil iken arkadaşları tarafından yapılan ısrarlar sonucu gitmeye karar vermişti. Buna karşılık Hariciye Nazırı Safa Bey İstanbul’da kalacaktı. Bkz. Peyam-ı Sabah, 10 Şubat 1337 (10 Şubat 1921), nu. 11216, s.1. 22 BOA., DUİT., 37/42 1339 CA 03; BOA., MV., 255/27, 1339 C 2; ATASE, ( İSH 11-B), Kutu 724, Gömlek 49, Belge 49-2; Hâkimiyet-i Milliye, 16 Şubat 1337 (16 Şubat 1921), nu. 110, s.1. 23 Peyam-ı Sabah, 12 Şubat 1337 (12 Şubat 1921), nu. 11218, s.1. 24 Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, s. 140. 25 İleri, 12 Şubat 1337 (12 Şubat 1921), nu. 1095, s.1 19 112 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA üzere İstanbul’dan ayrıldı. Sirkeci istasyonundan ayrılırken gazetecilere yaptığı açıklamada: Londra’ya sonuçtan son derece ümitli olarak gittiğini ve sevinçli, memnun olarak dönecekleri ümidinde olduğunu söyledi26. Diğer taraftan Mustafa Kemal Paşa da United Press muhabirine yaptığı açıklamada Anadolu’nun konferanstan talepleri hakkında bilgi vermiştir. Buna göre, İzmir her bakımdan Türk ülkesidir. Anadolu’nun bölünmez bir parçasıdır. Yunanlılar burada hiçbir tarihî ve ırkî hakka sahip değillerdi. İzmir bin seneden beri Türk yurduydu. Adalardan ticaret amacıyla gelen Rum nüfus şehirlerde bile azınlıktı. Rumların varlığını bahane ederek emperyalist emellerini tatmin amacıyla Türk yurdu olan bu topraklar, Yunan kuvvetleri tarafından istilâ edilmişti. Yunanlılar Mora, Teselya, Girit ve Makedonya’da yapmış oldukları gibi burada da Türk halkı hakkında çeşitli zulüm, işkence ve yok etme siyaseti uygulamışlardı. Uluslararası tahkikat komisyonunun raporu da bunu kanıtlıyordu. Yunanlılar eninde sonunda Türk topraklarından çıkarılacaktı. Ancak kan dökmek taraftarı olmayan Türk milleti, hakkı teslim ve vatanı derhal tahliye edildiği takdirde barış görüşmelerine hazırdı. İzmir ve Trakya’da söz konusu mesele haksız işgal ve tecavüzün derhal kaldırılmasıydı. Rum azınlıkların hukuku Saint Jarmen Antlaşması’nda azınlıklar için öngörülen haklar ve hukuk derecesinde saklı kalacaktı. Türklerin çoğunluğu oluşturduğu Batı Trakya’da halkın geleceğini belirlemek için halkoyuna başvurulmalıydı27. Ankara ve İstanbul heyetlerinin Londra’ya ayrı ayrı hareket etmeleri Londra’da iki heyeti karşı karşıya getirerek Siz daha aranızda itilâf etmemişsiniz, böyle iki heyetle müzakere olur mu? diye olumsuzluklar yaratacağını düşünen İngiltere Başbakanı Lloyd George’u çok sevindirmişti28. Yunan heyeti de İstanbul heyeti ile aynı zamanda Londra’ya hareket etmişti. Yunan heyeti başkanı Kaloregopulas, Fransa başbakanı ve hariciye nezareti kâtibi ile görüşmüş ve daha sonra cumhurbaşkanı Millerand tarafından kabul edilmiştir. Kaloregopulas Fransa başbakanı ile görüşmesinde Yunanistan’ın Sevr Antlaşması’nı tamamen tatbik etmek gücüne sahip olduğunu söylemişti29. Görüldüğü gibi, Yunanistan, Sevr Antlaşması’nda herhangi bir değişiklik yapılmasına sıcak bakmayacağını henüz konferans görüşmeleri başlamadan göstermiş, Sevr Antlaşması’nı 26 Peyam-ı Sabah, 13 Şubat 1337 (13 Şubat 19121), nu.11219, s. 1. Vakit, 16 Şubat 1337 (16 Şubat 1921), nu. 1146, s. 1. 28 Galip Kemali Söylemezoğlu, Başımıza Gelenler, Yakın Bir Mazinin Hatıraları, Mondros’tan Mudanya’ya, İstanbul 1939, s. 279. 29 İkdam, 19 Şubat 1337 (19 Şubat 1921), nu. 8600, s. 1. 27 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 113 NURTEN ÇETİN Türklere kabul ettirmek için gerekirse daha güçlü bir askeri teşebbüste bulunabileceklerinin işaretlerini vermiştir. Tevfik Paşa’nın başkanlığındaki Osmanlı heyeti, 17 Şubatta Londra’ya ulaştı30. Heyet, Londra’da Savoy Oteli’nde kendilerine tahsis edilen daireye yerleşti. Ankara heyeti de aynı otele yerleşecekti. Londra Konferansı’na davet edilen tüm heyetler gibi, bu heyet de İngiltere’nin misafiri kabul edilecekti31. Osmanlı heyeti bir yandan konferansta müdafaa edilecek esaslar üzerinde çalışırken, diğer yandan da heyet başkanı Tevfik Paşa, İngiliz devlet adamları ile temasa devam etti32. 26 Şubat tarihli Vakit gazetesi Avrupa gazetelerinin Tevfik Paşa’dan hürmetle bahsettiklerini ve genellikle de övgüler konusunda aynı dili kullandıklarını yazıyordu. Aynı tarihli gazetede Londra’dan Petit Parisien gazetesine gönderilen bir telgrafa yer verildi. Telgrafta, Tevfik Paşa’nın 76 yaşında olmasına ve dört günlük bir seyahatin yorgunluğuna maruz kalmasına rağmen, birkaç dakika da olsa gazetecileri kabul etme nezaketini gösterdiği belirtildi. Tevfik Paşa bu mülâkatta Türkiye’nin geleceğinin tehlikede olduğunu ve konferansta ülkemizin yararına olacak şekilde anlaşmazlıkların sona erdirileceğinden emin olduğunu söyledi. Ayrıca o, Sevr Antlaşması’nın âdil bir şekilde yeniden düzenlenmesi ile ortaya çıkacak yararlardan Türk tarafının büyük ölçüde istifade edilebilmesi için Bekir Sami Bey’in de aynı şekilde hareket etmesi gerektiğini ve bunun da böyle olacağından emin olduğunu ifade etti. Daily Telegraph gazetesi ise Tevfik Paşa ile yaptığı bir mülakata yer verdi. Paşa, bu mülakatında Londra yolculuğundan bahsetti. Londra’da İngiltere hükümetinin temsilcileri tarafından son derece iyi karşılanmıştı. Bu karşılamadan büyük bir memnunluk duymuştu. Ben bu tesiri ihtiramkâraneyi bundan evvel burada sefir sıfatıyla memleketime hidmet ettiğim zaman takdirine muktedir olduğum hulusun bir delili olarak telakki ederek fevkalade memnun oldum diyerek bu ilginin Londra büyükelçilik görevi yıllarına dayandığını ifade etti. Tevfik Paşa’ya göre: birleşmiş bir Türkiye, dünya nazarında ayrı bir Türkiye’den daha çok şeref, şan, itibar ve nüfuz kazanacaktı33. 2-Konferans Görüşmeleri ve Tevfik Paşa: Londra Konferansı ilk toplantısını 21 Şubat pazartesi günü Saint James Sarayı’nda saat onbir 30 Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C. III, I. Baskı, Ankara 1995, s. 411; Jaeschke, a.g.e., s. 141. 31 Vakit, 20 Şubat 1337 (20 Şubat 1921), nu. 1150, s. 1. 32 Vakit, 22 Şubat 1337 (22 Şubat 1921), nu.1152, s. 1. 33 Vakit, 26 Şubat 1337 (26 Şubat 1921), nu. 1156, s. 1. 114 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA buçukta yaptı. Bu toplantıya İngiltere adına Lloyd George, Lord Curzon, Fransa adına Briand, Berthelot, Sentoler, İtalya adına Kont Sforza ile de Martino ve Japonya adına Baron Hayashi katıldı. Toplantıda, Londra Konferansı’nda ele alınacak konular hakkında fikir alışverişinde bulunuldu. Öğleden sonra saat dörtte Anadolu’daki durum hakkında Yunanlıları dinlemek üzere konferans yeniden toplandı. Türklerin bulunmadığı bu toplantıda İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya hükümetleri temsilcileri ile askerî ve siyasî müşavirleri yer aldı34. Bu oturum Yunan ve Türk ordularının askerî durumlarının incelenmesine ayrıldı35. Konferans 22 Şubat’ta tekrar toplandı. Türk ve Yunan delegelerinin bulunmadığı bu toplantıda İngiliz, Fransız, İtalyan ve Japonya hükümetleri delegeleri hazır bulundular36. İlk olarak Yunan delegeleri ve Türk delegeleri konusu görüşüldü37. Bir sonraki toplantı 23 Şubat 1921’de Saint James Sarayı’nda saat onbiri çeyrek geçe yapılacak ve bu toplantıda Türk delegeleri dinlenecekti38. Kararlaştırıldığı üzere Britanya, Fransa, Japonya, İtalya delegeleri Türkiye delegelerini dinlemek üzere 23 Şubatta Saint James Sarayı’nda toplandılar39. Tevfik Paşa, İstanbul heyetinin, Bekir Sami Bey de Ankara heyetinin başında bulundu40. Konferansın başlamasından birkaç gün önce hastalanarak yatağa düşen Tevfik Paşa, bu oturuma kollarından tutularak yardımla getirildi. Kendisine gösterilen yere oturduktan sonra dizlerini ve ayaklarını battaniye ile sardılar. O sırada yetmiş altı yaşında olan Tevfik Paşa’nın hastalığına rağmen, Avrupalı delegeler karşısındaki yerini alması orada bulunan herkeste derin bir etki yarattı. Anlaşılıyordu ki, Tevfik Paşa milletinin hak ve hukukunu savunmak için hastalığına rağmen konferansa katılmış ve kendisine ayrılan yere oturmuştu41. Herkesin dikkatinin Tevfik Paşa’ya yöneldiği bu sırada o, ayağa kalkmak için dizlerinin üzerindeki 34 İzzet Öztoprak, ‘’Londra Konferansı ve Türkiye Meselesinin Cereyan-ı Müzakeratı’’, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XI, Ankara Kasım 1995, Sayı: 33, s. 584. 35 A.M. Şamsutdinov, Mondros’tan Lozan’a Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi, İstanbul 1999, s. 248. 36 Hâkimiyet-i Milliye, 1 Mart 1921, nu. 121, s. 1; Öztoprak, a.g.m, s. 584. 37 Bilâl N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk (1919-1938), C. III, Ankara 1979, s. LII-LIV. 38 Hâkimiyet-i Milliye, 1 Mart 1921, nu. 121, s. 1; Öztoprak, a.g.m., s. 585. 39 İkdam, 25 Şubat 1337 (25 Şubat 19219), nu. 8606, s. 1. 40 İkdam, 25 Şubat 1337 (25 Şubat 1921), nu. 8606, s. 1; Peyam-ı Sabah, 25 Şubat 1921, nu. 801, s. 1. 41 İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, C. 4, 3. Baskı, İstanbul 1982, s. 17341735; Sabahattin Selek, Milli Mücadelede Ulusal Kurtuluş Savaşı, C. II, 3. Baskı, İstanbul 2002, s. 1040-1041; İbrahim Artuç, Kurtuluş Savaşının Zorlu Yılları, I. Baskı, İstanbul 1988, s. 273-274; Şefik Okday, Büyükbabam Son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa, İstanbul 1986, s. 60-61. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 115 NURTEN ÇETİN battaniyeyi kaldırmak üzere iken Lloyd George oturduğu yerden konuşabileceğini söyledi42. Tevfik Paşa devamlı bir barışın kurulması ve Türklerin yerleşmiş bulunduğu topraklarda bir Türk devletinin varlığını sağlayacak şartları içeren konuşmasını Fransızca olarak okudu ve bu konuyla ilgili müdafaasını yaptı43. Ardından İstanbul heyetinin karşısındaki yerini aldı ve Ankara hükümeti heyeti başkanı Bekir Sami Bey’e dönerek; Söz asıl milletvekillerine aittir. Binaenaleyh, Anadolu heyetine söz verilmesini teklif ve rica ederim dedi ve sustu44. Tevfik Paşa’nın bu hareketinden, İstanbul hükümetini kontrolü altında bulunduran ve Anadolu’yu İstanbul’un hâkimiyetine sokmak isteyen Lloyd George memnun olmamıştı. Lloyd George’a göre, aslında bu konferans doğuda ateşkesi sağlamaktan çok Anadolu’yu İstanbul’un hâkimiyetine sokmak için toplanmıştı. Onun endişesi Anadolu’nun daha da kuvvetlenerek Yunanlıları topraklarından atmayı başarması ve bunun sonucunda da başlamış olan Ankara-İstanbul yakınlaşmasının Ankara’nın egemen olacağı bir bütünleşmeye dönüşmesiydi. Bu olduğu takdirde artık Osmanlı ülkesi paylaştırılamazdı45. Tevfik Paşa’nın bu hareketi kendi ifadesi ile Lloyd George için büyük bir hayal kırıklığı yaratmış ve onun beklentileri bu şekilde boşa çıkmıştı. O, Ankara ve İstanbul hükümetlerini konferansa ayrı ayrı davet ederek onları bütün dünyaya göstermek İşte Türkiye ikiye bölünmüştür demek istemişti. Tevfik Paşa bu oyunu bozduğu o anın hayatının en mutlu günlerinden biri 42 F. Çilay, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Sadrazamı Tevfik Paşa Bize Hatıralarını Anlatıyor”, Perşembe, 30 Mayıs 1935, nu. 9, s. verilmemiş. 43 Hâkimiyet-i Milliye, 30 Şubat 1921, s. 1; Âli Türkgeldi, Mondros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi, Ankara 1948, s. 137; Türk İstiklal Harbi II nci Cilt Batı Cephesi 3 ncü kısım Birinci, İkinci İnönü, Aslıhanlar ve Dumlupınar Muharebeleri (9 Kasım 19201921)”, Ankara 1966, s. 262. 44 İnal, a.g.e, C. 4, s. 1734-1735; Selek, a.g.e, s. 1040-1041; Artuç, a.g.e, s. 273-274, İstanbul heyetinde yer alan Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Bey, konferans toplantısından bir gün önce Bekir Sami Bey’in babasını ziyarete geldiğini ve ertesi gün konferansta nasıl hareket edecekleri konusunda bazı kararlar aldıklarını söylemektedir. Buna göre: konferans salonuna yaşına hürmeten önce Tevfik Paşa girecekti. Gerçekten de ertesi gün bu karara uygun olarak konferans salonuna önce Tevfik Paşa ve arkasından da Bekir Sami Bey girdiler. Yine alınan karara uygun olarak ilk sözü Tevfik Paşa aldı ve Ankara’dan gelen heyet ne istiyorsa, biz de aynı şeyi istiyoruz. Biz Türkler birbirleriyle harp etmiyor, düşmanın memleketten çıkmasını arzu ediyoruz onun için sözü Bekir Sami Bey’e bırakıyorum. Ankara heyetine dedi. Tevfik Paşa, böylece Lloyd George’un iki heyet arasında anlaşmazlık yaratarak sonunda Türkler ne istediklerini bilmiyorlar konferansı tehir ettim şeklindeki planını alt üst etmiş oldu. Bkz. Arı İnan, “Okday’lardan Anılar”, Son Sadrazam Tevfik Paşa ve Oğulları I, Tarih ve Toplum, İstanbul 5 Mart 1984, s. 58. 45 Türk İstiklal Harbi II nci Cilt Bat Cephesi 3 ncü kısım, s. 262. 116 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA olduğunu belirtmektedir46. Tevfik Paşa’ya göre, Türkiye mantıklı olmayan hiçbir şeyi istemiyordu. Her millete bahşedilen şerefli yaşamak hakkını müdafaa ediyordu. İstanbul ve Ankara kabineleri bütün ülkeler gibi, siyasi ve iktisadi bağımsızlık talep etmekteydi47. İtalya Dışişleri Bakanı Kont Sforza da İngiltere’nin Ankara hükümetinin resmen tanınacağı endişesi ile her iki heyeti konferansa ayrı ayrı almak istediğini söylemektedir. Ancak konferans günü kendilerinin saygı duydukları ve kabullendikleri Tevfik Paşa ile Ankara delegesi Bekir Sami Bey’in yan yana oturmalarının kendilerinde büyük bir şaşkınlık yarattığını belirtmektedir. Ayrıca o tüm delegelerin başkanı olarak kabul ettikleri Tevfik Paşa’nın sözü Bekir Sami Bey’e bırakmasıyla ikinci bir şaşkınlığa uğradıklarını ifade etmektedir48. Diğer taraftan Tevfik Paşa’nın konferanstaki tavrını onun ihtiyarlığına veya baskı altında bulunmasına yoranlar da vardır49. Tevfik Paşa bu celse ile ilgili olarak Osmanlı hükümetine gönderdiği telgrafta, 23 Şubatta Ankara heyetiyle birlikte konferansa katıldıklarını belirtmiş, Osmanlı topraklarında Türklerin oturduğu kısımlarda siyasî ve iktisadî istiklâlin sağlanması, boğazlar meselesinin ilgili devletlerle birlikte ortaklaşa verilecek bir kararla çözülmesi ve azınlık haklarının görüşülmesi hakkında tekliflerde bulunduklarını bildirmiştir 50. 24 Şubattaki toplantıya Tevfik Paşa hasta olduğundan katılamamıştır. Onun yerine İstanbul hükümeti adına Mustafa Reşid Paşa söz almıştır. Paşa, her iki heyetin uzlaştığını ve Türk davasını yürütme görevini Bekir Sami 46 Tevfik Paşa’ya göre Lloyd George doğru söylemekten hoşlanmayan, ikna gücü olmayan bir kişiydi. Diplomatlık vasıflarına da sahip değildi. Bkz. F. Çilay, a.g.m., “ s. verilmemiş. 47 Hâkimiyet-i Milliye, 29 Haziran 1337, nu. 222, s. 1. 48 Kont Carlo Sforza/Yayına Hazırlayan: Siyasi Meseleler Araştırma Grubu, “Versay Antlaşmasından Sonra Avrupa Dış Politikası Müttefik Devletler ve Türkiye”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün-Bugün-Yarın, S: 30, Ağustos 1987, s. 45. 49 Oysaki Tevfik Paşa 1936’da bir dergiye verdiği demeçte Osmanlı Devleti’nin yıkılacağını anladığını ve bunun çoğunluğun gözü önündeki bir gerçek olduğunu söylemektedir. Osmanlı Devleti yıkılıyordu ve yıllardan beri Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını bekleyen devletler şimdi paylarını almak istiyorlardı. Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’da bütün ulusu etrafına toplamıştı. Tevfik Paşa konferansta hiçbir zorlama olmadan kendi iradesi ile ulusunun varlığına inandığı için böyle hareket etmişti. Ağlayan bir Padişahın gözyaşlarına bile kanaatimi feda etmedim nasıl olur da Ankara’da doğan milli kuvveti ve onun başındakini inanmadan kabul edebilirdim diyen Paşa sağlığı yerinde olduğu sürece çağrıldığı hiç bir görevi kabul etmekten çekinmemişti. Bkz. Çilay, a.g.m., s. 6. 50 Peyam-ı Sabah, 25 Şubat 1921, nu. 801, s. 1; Vakit, 25 Şubat 1337 (25 Şubat 1921), nu. 1155, s. 1; İkdam, 25 Şubat 1337 (25 Şubat 1921), nu. 8606, s.1. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 117 NURTEN ÇETİN Bey’e bıraktığını söylemiştir51. İstanbul ve Ankara heyetlerinin talepleri Bekir Sami Bey tarafından okunmuştur52. Tevfik Paşa, bu oturumla ilgili olarak İstanbul hükümetine gönderdiği telgrafta ise, sınır meselesinin görüşüldüğünü, görüşmelerin yolunda gittiğini ve iyi bir sonucun alınacağına dair ümitli olduğunu yazmıştır53. Konferansın 25 Şubat tarihli oturumunda Ankara ve İstanbul heyeti bir bildiri yayınlamıştır. Bildiride: Türk devletinin 1913 sınırları içinde yeniden kurulması, İzmir’in yeniden boşaltılıp Türkiye’ye verilmesi boğazlarda Türkiye’ye egemenlik garantisi verilmesi, kapitülasyonların bütün uzantılarıyla birlikte kaldırılması, kıyıları savunabilmek için deniz kuvvetlerine sahip olma hakkı istenmiştir. Tevfik Paşa konferansta sözü gene Bekir Sami Bey’e bırakmıştır. Bekir Sami Bey genel olarak Türkiye’nin bağımsızlığının sağlanması şartıyla bazı fedakârlıklar yapılabileceğini söylemiştir 54. Tevfik Paşa, İzmir ve Trakya’nın Türk hâkimiyetinde kalması konusunda da son derece hassasiyet göstermiştir. Bununla birlikte, onun İstanbul’un başkent olarak Osmanlı Devleti’nin elinde kalması koşuluyla İzmir ve Trakya’nın elden çıkmasına izin verdiği ve bunu Lloyd George’un Avam Kamarası’nda açıkladığı yolunda basında bazı haberler çıkmıştı. Bu konuyla ilgili olarak Tevfik Paşa, basına bir açıklama yapma gereğini duymuştur. Mütarekeden beri riyaset eylediğim muhtelif heyetten sulhumuz hakkındaki nokta-i nazarları konferansa takdim eylediğim malum olan muhtırada münderictir. Bunun haricinde ne tahriri ve ne şifahi ne bir müracaat ne bir taahhüd tarafımdan vaki olmuştur. Wilson Prensipleri dairesinde hukukumuzun ihkâkını ilk günden beri talep ettik. Binaenaleyh İstanbul hakkında bir pazarlığa girişmek aklımdan bile geçmemiştir” diyerek bu konudaki haberlerin asılsız olduğunu söylemiştir55. Daily News gazetesinin muhabirine verdiği bir demeçte Trakya ve İzmir’in Türkiye’de kalması gerektiği üzerinde durmuştur. Tevfik Paşa, İzmir ve Trakya’nın Türk hâkimiyetinde kalmasını başlıca üç hususa dayandırmıştır. Ona göre: öncelikle İzmir Osmanlı İmparatorluğu’nun teşekkülünden pek çok zaman önce Türk’tü. İkinci olarak İzmir bizim yalnız en zengin limanımız değil, Anadolu’da Türk hinterlandı için en münasip mahrecti. Üçüncü olarak da İzmir ve havalisi halkının çoğunluğu Türk’tü. 51 Peyam-ı Sabah, 5 Mart 1921, nu. 809, s. 1. Peyam-ı Sabah, 26 Şubat 1921, nu. 802, s. 1. 53 Vakit, 27 Şubat 1337 (27 Şubat 1921), nu. 1157, s. 1. 54 Sarıhan, a.g.e, s. 422. 55 ATASE, (İSH 11-B), Kutu 666, Gömlek 99, Belge 99-1; ATASE, (İSH 11-B), Kutu 659, Gömlek 18, Belge 18-1; ATASE, (İSH-10 B), Kutu 655, Gömlek 109, belge 109-1. 52 118 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA Tevfik Paşa, demecinin devamında şayet ne biz Yunanlıların ve ne de Yunanlılar bizim istediklerimizi kabul etmezlerse müttefikler yabancılar tarafından oluşturulmuş tarafsız müttefik komisyonlarına başvurulabilirlerdi bu durum lehimize sonuçlanabilirdi”56. Paşa, 26 Şubatta İstanbul’a gönderdiği telgrafta konferansta İtilâf Devletleri tarafından İzmir ve Trakya’da yapılması teklif edilen uluslararası tahkikatın tarafsız bir heyet tarafından yapılması şartıyla kendilerince kabul edileceğinin açıklandığını, ancak Yunan delegeleri tarafından bu konuda Atina’dan talimat isteyecekleri şeklinde bir cevap verildiğini yazmıştır. Ayrıca bu meselenin tekrar müzakeresinin o gün yapılacak toplantıya havale edildiğini bildirmiştir. Tevfik Paşa’ya göre, konferansın Sevr Antlaşması’nın arazi meselesinden başka maddeleri de bağımsızlığımızı ihlal ediyordu. Bu nedenle de bu maddeler kayıtsız şartsız kabul edilemezdi57. 26 Şubatta tekrar toplanan konferansta Ermenistan ve Kürdistan meseleleri görüşüldü58. Konferansın önemli bir gündem maddesi olan Ermeni Meselesi hakkında Tevfik Paşa’nın görüşleri şöyleydi: Ermeniler yedi asırdan beri Türkiye’nin idaresi altında yaşıyorlardı ve bu süre içersinde hiçbir şikâyetleri ve şikâyet için hiçbir sebepleri olmamıştı. Aksine Ermeniler dinleri, lisanları ve mektepleri bakımından tam bir serbestlik içerisindeydiler. Ancak, Ermenilerin kendilerine zulüm ve katliamlar yapıldığına ilişkin iddiaları son asırda giderek artmıştı. Tevfik Paşa’ya göre, Ermenilerdeki bu değişim birden bire olmuştu. Tevfik Paşa “Ben harekât-ı müfriteyi inkâr etmeyeceğim. Ancak bu harekâtın müsebbibi biz değiliz…” diyerek Ermenilere karşı bazı aşırılıkların yapıldığını kabul etmekle birlikte, ermeni ihtilalcilerin de yirmi beş yıldan bu yana birçok faciaya ve cinayetlere sebep olduğunu söylemekten de geri durmamıştır. Böylece Ermenilerin savaş yıllarında uğradıkları tehcir hadisesini inkâr etmemekle birlikte, bunda kendilerinin bir rolü olmadığını ve bir anlamda Ermenilerin de bu olaylara sebep teşkil ettiğini söylemeye çalışmıştır59. Tevfik Paşa, 28 Şubatta Londra’dan İstanbul’a gönderdiği telgrafta ise, konferans görüşmeleri ile ilgili olarak İtilâf devletlerine karşı öne sürülen taleplerde Ankara heyeti ile aralarında tam bir ahenk ve ittifakın olduğunu, her iki heyetin beraberce çalıştığını bildirmekteydi60. 56 Hâkimiyet-i Milliye, 5 Mart 1921, nr. 126, s. 1., Peyam-ı Sabah, 26 Şubat 1337, nr. 802, s. 2. 57 Vakit, 28 Şubat 1137 (28 Şubat 1921), nu. 1158, s. 1. 58 Peyam-ı Sabah, 1 Mart 1337 (1 Mart 1921), nu. 805, s. 1. 59 Hâkimiyet-i Milliye, 5 Mart 1921, nr. 126, s. 1. 60 TTK, TP, Kutu 17, Gömlek 8, Belge 8. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 119 NURTEN ÇETİN Londra Konferansı görüşmeleri 12 Marta kadar uzamış ancak hiçbir olumlu sonuç vermemiştir61. Tevfik Paşa konferans dağıldıktan sonra bir diplomasi nezaketi olarak konferansa ev sahipliği yaptığını düşündüğü Lloyd George’a veda ziyaretinde bulunmuştur. Lloyd George Tevfik Paşa’yı ayakta karşılamıştır. Karşılıklı nezaket sözlerinden sonra Tevfik Paşa’yı Londra Büyükelçiliği yıllarından tanıyan ve ona The great old man od Turkey diye hitap eden İngiltere başbakanı “Altes, Ankara’dan bu haydutlar acaba hangi yoldan inlerine dönecekler?!” demiştir. Tevfik Paşa’nın Londra Konferansı’ndaki tutumuna rağmen onun Ankara hükümetinden hoşlanmayacağını düşünerek bu sözü söyleyen Lloyd George, Tevfik Paşa’yı şaşırttığı gibi, aynı zamanda öfkelendirmiştir. Paşa’nın, Lloyd George’a verdiği cevap İngiliz başbakanının bu konuda ne kadar yanıldığını ortaya koyar niteliktedir. Nitekim o, cevaben Efendim, haydut dediğiniz bu kişiler yurtlarını var güçleriyle müdafaa eden saygıdeğer vatanseverlerdir! diyerek ayağa kalkmış ve odayı terk etmiştir62. Tevfik Paşa’nın Lloyd George’a söylediği bu sözler ve sergilediği tutum Anadolu harekâtına bakış açısını göstermesi açısından son derece önemlidir. 3- Tevfik Paşa’nın Tutumun Basın ve Siyasi Çevrelerdeki Yankıları: Tevfik Paşa’nın konferansın 23 Şubattaki oturumunda sözü Ankara heyetine bırakması, Ankara cephesinde büyük bir memnuniyetle karşılandı. Hâkimiyet-i Milliye gazetesi Tevfik Paşa’nın bu hareketinin Yunanlılar ve onların koruyucusu olan büyük devletlerde soğuk bir siyaset duşu etkisi yarattığını yazdı. Ayrıca yazıya göre, Tevfik Paşa’nın müzakerelerde birliği sağlamasıyla Yunanlılar tarafından söylenilen Türk tarafının iki başlı olduğu ve aralarında anlaşamadıkları görüntüsü bozulmuştu. Yine konferansta Türk meselesinin çözümsüzlüğe yöneleceğinden emin olan Yunanlılar, bu gelişmeden hiç de memnun olmamışlardı. İngiltere başbakanı Lloyd George’un resmi nutuklarında çapulcu, yağmacı, asi ve başıbozukların temsilcisi olarak tanımlanan BMM, İtilâf Devletleri tarafından da tanınmış oluyordu. Tevfik Paşa medenî cesareti ve yurtsever hareketi ile hükümetin Anadolu’da olduğu gerçeğini ortaya koyuyordu63. Ankara heyetinde yer alan Sırrı Bey tarafından gönderilen ve BMM’de iktisat vekili Celal Bey tarafından okunan telgrafta, Tevfik Paşa’nın konferansta millet adına söz söyleme hakkının BMM delegelerine ait olduğunu ifade ettiği, Bekir Sami Bey tarafından yapılan açıklamanın da çok 61 Atatürk, Nutuk, s. 392. İsmail Hakkı Okday, Yanya’dan Ankara’ya, İstanbul 1994, s. 401-402-403. 63 Ruşen Eşref Ünaydın, İstiklal Yolunda, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1960, s. 7273. 62 120 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA iyi bir etki yarattığı belirtilmiştir 64. Garp cephesi kumandanı İsmet Paşa ise genelkurmay başkanlığına gönderdiği yazıda: Tevfik Paşa’nın BMM’yi tanıdığını gösteren beyanâtının fevkalade şayan-ı ehemmiyet olduğunu yazmıştır 65. Ankara heyetinde yer alan Hüsrev (Gerede) Bey’e göre, Tevfik Paşa sözü Ankara delegelerine bırakarak siyasal yaşamında yurt ve ulusseverliğini kanıtladı66. Lloyd George sonraki toplantıda sözü İstanbul delegeleri ile yapmak istemişse de Tevfik Paşa konuşma yetkisinin Ankara delegelerine ait olduğu konusunda direnmiştir. Bundan sonra Türk milleti adına Türk heyetinin tümünün sözcülüğünü devamlı olarak Ankara heyeti başkanı Bekir Sami Bey yapmıştır67. Tevfik Paşa’nın Londra Konferansı’ndaki tutumu ile ilgili olarak yerli ve yabancı basında birçok haber ve yorum yer almıştır. Nitekim Hâkimiyet-i Milliye gazetesi Tevfik Paşa’nın konferansta sözü Ankara delegelerine bırakmasından takdirle bahsetti. Gazete’ye göre, Tevfik Paşa’nın bu hareketi Türk meselesine iki nokta-i nazardan bakılmasını bertaraf etmişti ve bu durum teşekküre lâyıktı68. Buna benzer bir başka yorum da 25 Şubat’ta Murahhaslarımızın Kabulü başlığı ile Vakit gazetesinde yer aldı. Buna göre, Tevfik Paşa’nın sözü Ankara delegelerine bırakmasıyla İstanbul ve Ankara delegeleri arasında bir ikilik meselesi kalmamıştı. Tevfik Paşa’nın konferanstaki açıklaması onun şüphe edilemeyecek derecede vatanperverliğinin bir deliliydi69. Tevfik Paşa’nın konferanstaki bu tavrı ile İtilâf Devletleri bundan sonra BMM’yi tanımamak iddiasında bulunamayacaklardı70. Akşam gazetesine göre, Tevfik Paşa sözü Ankara delegelerine bırakarak vatanperverliğini göstermiş71, o yaşta seyahat külfetine ve yolda tutulduğu gribe önem vermeden milletinin hakkını müdafaa etmek için konferans huzuruna çıkması konferans üyeleri üzerinde derin bir etki yaratmıştı72. 64 ATASE, (İSH 13-B), Kutu 864, Gömlek 201, Belge 201-1. ATASE, (İSH 11-B), Kutu 724, Gömlek 48, Belge 48-2; ATASE, (İSH 11 B), Kutu 666, Gömlek 143, Belge 143-2. 66 Hüsrev Gerede’nin Anıları, Hazırlayan: Sami Önal, I. Baskı, İstanbul 2002, s. 215. 67 Goloğlu, a.g.e, s. 107. 67 İkdam, 25 Şubat 1921, s. 1. 68 Hâkimiyeti Milliye, 25 Şubat 1337 (25 Şubat 1921), nu. 118, s.1. 69 Vakit, 25 Şubat 1337 (25 Şubat 1921), nu. 1155, s. 1. 70 Hâkimiyet-i Milliye, 27 Şubat 1337 (27 Şubat 1921), nu. 119, s.1. 71 Vakit, 25 Şubat 1337, (27 Şubat 1921), nu. 1155, s. 1. 72 İkdam, 9 Mart 1337 (9 Mart 1921), nu. 8616, s. 1. 65 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 121 NURTEN ÇETİN Tevfik Paşa’nın konferanstaki tutumu hakkında bazı Fransız gazetelerinde de görüş beyan edildi. Petit Parisien Journal müttefik murahhaslarından birinden edindiği bilgilere dayanarak, Tevfik Paşa için konferanstan olumlu bir sonuç alınmasını sağlamak amacıyla, gösterdiği çabalarından dolayı tabib-i hususî ifadesini kullandı. Ayrıca, Tevfik Paşa’nın ilerleyen yaşına rağmen mağlup ülkesini savunmak için bir haftalık yorucu seyahatten çekinmediği belirtildi. Matin gazetesi de Tevfik Paşa’nın zayıf vücuduyla ve titreyerek konferansa girmesinin ve Lloyd George’un karşısında romatizmalı dizlerine örtü çekerek yer almasının diplomasi edebiyatında İstanbul’u teşhis ettiren hasta adamın tam bir timsali olduğunu yazdı. Gazete Bekir Sami Bey için ise herkülvarî tabirini kullandı. Buna benzer bir benzetmeyi de Le Journal gazetesi yaptı. Gazetede Mazi ve İstikbal başlığı ile çıkan yazıda Tevfik Paşa’nın beyaz, yorgun, öksürüklü ve elinde bir örtü bulunan kâtibinin yardımıyla otomobilden indiği belirtildi. Bu haliyle Tevfik Paşa maziye benzetilirken Ankara’nın temsilcisi olan Bekir Sami Bey ise, elinde koca bir çanta olduğu halde, güçlü vücuduyla arabadan atlayan istikbale benzetildi73. Aynı tarzda bir benzetmeyi de Loj Eretli Journal gazetesinde görmekteyiz74. Daily Mail gazetesi ise İstanbul ve Ankara heyetlerine başkanlık eden Tevfik Paşa ile Bekir Sami Bey arasındaki samimi görüşme ve sağlanan uzlaşmaya bakarak konferansta müttefikler ile Türk heyetleri arasında bir uzlaşmanın kesin olarak sağlanacağını dile getirdi75. Hâkimiyet-i Milliye gazetesi Tevfik Paşa’nın sözü Ankara delegelerine bırakmasından Padişah’ın memnun olmadığını yazdı. Gazeteye göre, Tevfik Paşa, İstanbul’da iken Padişah bu birlikteliğe engel olmuştu; fakat Londra’ya gidince, İstanbul’un baskısından kurtulmuştu. Yarım asırlık siyasî hayatını ülkesine hizmet ederek büyük bir şerefle tamamlamak isteyen Tevfik Paşa, bu nedenle de söz hakkını Ankara’dan gelenlere vermişti. Gazeteye göre, Padişah İstanbul’daki tazyik ve etkisini devam ettirdiğini Londra’ya gönderdiği telgraflarda göstermeye çalışmıştı. Nitekim o bu telgraflarda Saint James sarayının yabancılarına parmağıyla Bekir Sami Bey’i gösteren hamiyetli vezirin omzuna dokunarak: Hayır! millet değil, ben anlayışını ortaya koyacak ifadelere yer vermişti76. 73 Tercüman-ı Hakikat, 2 Mart 1921. ATASE, (İSH 11-B), Kutu 745, Gömlek 75, Belge 75-1. 75 Vakit, 25 Şubat 1337 (25 Şubat 1921), nu. 1155, s. 1. 76 Hâkimiyet-i Milliye, 15 Mart 1337 (15 Mart 1921), nu. 133, s. 1. 74 122 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA Aynı gazetede Tevfik Paşa’nın Sadakati başlığı ile çıkan yazıda Tevfik Paşa’nın Londra’dan İstanbul’a bir telgraf çektiği belirtildi. Bu yazıya göre, Tevfik Paşa bu telgrafında o güne kadar olduğu gibi, o günden sonra da İtilâf Devletlerinin her türlü teklifleri karşısında Ankara delegeleri ile tamamen birlikte hareket edeceğini bildirdi77 Tevfik Paşa’nın konferanstaki tutumunun gazetelerde detaylı şekilde değerlendirilmesi üzerine hariciye nazırı Safa Bey yapılan yayınlarla ilgili gazetecilere bir açıklama yapma gereğini duydu. Safa Bey, bazı günlük gazetelerin Tevfik Paşa’nın konferansta söz hakkını tamamen Anadolu heyetine vermesi hakkındaki yayınları, Tevfik Paşa’nın gönderdiği telgrafa nazaran düzeltme gereğini duyduklarını söyledi. Buna göre, Ankara’dan Londra’ya giden heyetin oraya ulaşmasından sonra konferanstan beklenilen amacın elde edilmesi için her iki heyet görüşerek taleplerinin esaslarını kararlaştırmıştı. Birlikte konferans salonuna girilmiş ve konferans başkanının Osmanlı heyetini dinlemeye hazır olduğunu açıklaması üzerine Tevfik Paşa bir an önce devamlı bir barış imzalanmasını sağlamak için daha önce Ankara heyetiyle mutabık kalınan konularda, yani Osmanlı Devleti’nin Türklerle meskûn arazi dâhilinde tamamiyet-i mülkiyesinin ve istiklâlinin ve ekalliyetlerin hukukunun muhafazası ve boğazlar meselesinin de beyn-elmilel bir surette tesviyeye rabt-ı lüzumunu öngören konularla ilgili açıklamalarda bulunduktan sonra sözü Ankara heyetinin başkanı olan Bekir Sami Bey’e bırakmış, o da diğer hususlarla ilgili görüşlerini açıklamıştı. Her iki heyetin anlaşmazlığı durumunda bundan faydalanmak isteyenlerin hedefleri böylece sonuçsuz kalmıştı. Heyetlerin amacı ülkenin kurtuluşu ve Padişah’ın hukuki haklarının korunmasıydı. Bu amaca ulaşmak için her iki heyet birlikte hareket etmişti. Bunun için gerçeğe aykırı yanlış anlaşılmalara sebep olacak olan yayınlara gazetelerde yer verilmemeli ve bu tür yayınlardan sakınılmalıydı78. İngiliz istihbarat raporlarına göre, Tevfik Paşa’nın konferanstaki tutumundan dolayı İstanbul’daki Damat Ferit Paşa taraftarları onun Londra’dan geri çağrılması ve yerine Damat Ferit Paşa’nın gönderilmesi için planlar yapmaktaydılar. Padişahın mabeyncilerinden Ömer Yaver Paşa ile Avni Paşa bu propagandaya yardımcı oluyorlardı. Padişah, Tevfik Paşa’yı Londra’ya göndermesinden pişmanlık duymaya başlamıştı. Onun Ankara heyetinin baskılarına yeterince direnemediğine inanmıştı79. 77 Hâkimiyet-i Milliye, 20 Mart 1337, (20 Mart 1921), nu. 137, s. 1. İkdam, 15 Mart 1337 (15 Mart 1921), nu. 8622, s. 2. 79 Salâhi Sonyel, Mustafa Kemal (Atatürk) ve Kurtuluş Savaşı, C. II, Ankara 2008, s. 1027. 78 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 123 NURTEN ÇETİN Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yer alan bir haberin de İngiliz istihbarat raporlarını teyit eder bir nitelikte olduğu görülmektedir. Habere göre, Tevfik Paşa’nın konferanstaki tutumuna karşılık Padişah, Tevfik Paşa’ya bir telgraf göndermişti. Bu telgrafında konferans görüşmelerinde İzmir ve Trakya’ya gönderilmesi kararlaştırılan tahkik heyetleri ile yetinilerek Sevr Antlaşması’nın diğer hükümlerini kabul etmesini istemişti. Konferans sırasında Tevfik Paşa’nın söz hakkını Ankara delegelerine vermesi ile başlayan iki heyet arasındaki yakınlaşma İngilizleri rahatsız etmişti. Nitekim İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliği Baştercümanı Ryan ile Rahip Fru sık sık Padişahı ziyaret ediyorlardı. Amaçları Padişahı etkileyerek İngilizlerle her konuda yeniden itilafı sağlamaktı. İngilizlerin üzerindeki baskısı çok geçmeden etkili olmuş ve Padişah harekete geçirmişti. Padişahın Tevfik Paşa’ya çektiği ve Sevr Antlaşması hükümlerini kabul etmesini istediği bu telgraf milliyetçiler arasında olumsuz tesir oluşturdu. Nitekim Padişahın bu tutumu ile ilgili olarak Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde “Osmanlı tarihinin ne garip cilvesidir! Bir taraftan Avrupa matbuatı itilaf ricali devleti Kont Sforça Mösyö Brian Sevr muahedesinin Türkler için bir hükm-i idam olduğunu söylüyor diğer taraftan Osmanlı Padişahı Sadrazamına “Muahedeyi kabul et” diyor. Ve yalnız milletin yüzünü değil, ihtimal ki milleti hesabına ecnebi ricalinin bile yüzünü kızartıyor!.” denilerek Padişahın bu politikası şiddetle eleştiriliyordu. Ayrıca Padişahın Damat Ferit Paşa’yı Avrupa’ya göndermesi Tevfik Paşa’ya güvenmediğini gösteriyordu80. 14 Nisan’da İstanbul’a dönen Tevfik Paşa, Padişahı ziyaret etmiş ve Londra Konferansı görüşmeleri hakkında bilgi vermiştir81. 21 Nisan tarihli İngiliz istihbarat raporlarına göre: Tevfik Paşa, Padişah ile yaptığı bu görüşmede Londra Konferansı’nın ilk oturumunda hasta olduğu için Türk çıkarlarının savunulması hususunda sözü Ankara heyetine bırakmıştı. Padişaha bu davranışını onaylamıyorsa görevinden çekilmeye hazır olduğunu söylemişti. Padişah ise, Tevfik Paşa’ya güveni olduğunu, ancak Anadolu’daki düşmanca davranışlardan kaygı duyduğunu dile getirmişti. Tevfik Paşa ise, Ankara’nın uzlaşmaya karşı bir düşüncesinin olmadığını aksine konferans görüşmelerinde olduğu gibi, uzlaşmacı bir tutum içerisinde olmaya devam edeceğini söyleyerek Padişahı yatıştırmaya çalışmıştı82. İngiliz istihbarat raporlarının verdiği bu bilgilerin yanı sıra, Sultan Vahdeddin’in Tevfik Paşa’nın Londra Konferansı’ndaki görüşmeleriyle ilgili düşüncesi şöyleydi: Tevfik Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın temsilcileri ile 80 Hâkimiyet-i Milliye, 15 Mart 1337 (15 Mart 1921), nr. 133, s. 1. İleri, 15 Nisan 1337 (15 Nisan 1921), nu. 1154, s.1. 82 Salâhi Sonyel, Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, Ankara 1991, s. 1123-1124. 81 124 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA anlaşmanın imkânsız olduğunu görmüş, bu nedenle sözü Bekir Sami Bey’e bırakmıştı. Onun bu hareketi İstanbul’daki saray çevrelerinde çok sayıda tartışma ve polemik yaratmıştı. Padişaha göre, Tevfik Paşa’nın iktidarı halk tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanmıştı. Dolayısıyla böyle hassas bir ortamda ona ve hükümetine karşı alacakları olumsuz bir karar siyasi çevrelerde ve kamuoyunda tepkiyle karşılanabilirdi. Tevfik Paşa’nın konferanstaki tutumu İstanbul’u devre dışı bıraktığı gibi, Padişahın tahtının itibarını gittikçe azaltmaktaydı. Sultan Vahdeddin bu konuda “…diğer taraftan talihin cilvesi beni acımasız bir şekilde yıldızı her geçen gün benim aleyhime yükselen kişiyi desteklemek gibi ilâhi bir görevle karşı karşıya bulunmaktaydı…” demektedir83. Sonuç: İstanbul hükümeti 1921 yılına gelindiğinde Anadolu üzerindeki etkinliğini önemli ölçüde kaybetmişti. Buna rağmen Ankara hükümetini İstanbul adına mücadele eden geçici bir hükümet olarak görme ve gösterme çabalarını sürdürdü. Nitekim Ankara hükümetinin İnönü’de kazandığı zafer sonrasında da İstanbul hükümetinin bu zafere ortak olmak istediği görüldü. Tevfik Paşa, İtilâf Devletlerinin Osmanlı Devleti’ni Londra Konferansı’na daveti ile gelişen süreçte yapılan davet çağrısına da uygun olarak Ankara hükümeti temsilcilerinin İstanbul hükümeti tarafından oluşturulacak heyet içinde yer almaları konusunda ısrar etmiştir. Batılı devletlere karşı tek bir hükümet portresi çizmek istemiş; fakat Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı uzun süren yazışmalar sonrasında bunun mümkün olmadığını anlamıştır. Konferans görüşmeleri başladığında, daha önce diplomaside birçok görev alan ve diplomasinin inceliklerini iyi bilen Tevfik Paşa, sözü zaferin asıl sahibi olan Ankara heyeti temsilcilerine bırakmak suretiyle konferans öncesinde iki hükümet arasında gerçekleştirilemeyen uzlaşmayı sağlamıştır. Böylece İtilâf devletleri varlığını kabul etmek istemedikleri Ankara hükümetini tanımak zorunda kalmışlardır. Ayrıca Tevfik Paşa, bu hareketi ile iki hükümet arasındaki görüş ayrılığından istifade ederek Sevr Antlaşmasını uygulamaya koymak isteyen İtilâf Devletlerinin amaçlarını da boşa çıkarmış ve gerçek hükümetin Anadolu’da olduğu gerçeğini ortaya koymuştur. Tevfik Paşa’nın sözü Ankara heyetine bırakması gerek yerli gazeteler, gerekse yerli gazetelerden edindiğimiz haberlere göre, bazı yabancı gazetelerde takdire değer olarak değerlendirilmiş, fakat saray ve çevresinde olumlu değerlendirilmemiştir. 83 Murat Bardakçı, Şahbaba, İstanbul 1999, s. 439-440. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 125 NURTEN ÇETİN KAYNAKÇA Arşivler Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) Genelkurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi (ATASE) Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA) Gazeteler Takvim-i Vekayi Hâkimiyet-i Milliye İleri Vakit Peyam-ı Sabah İkdam Kitaplar Artuç, İbrahim, Kurtuluş Savaşının Zorlu Yılları, I. Baskı, Kastaş Yayınları, İstanbul 1988. Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk 1919-1927, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2003. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt I, 5. Baskı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1997. Atatürk’ün Milli Dış Politikası, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1992. Bardakçı, Murat, Şahbaba, Pan Yayıncılık, İstanbul 1999. Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk (1916-1921), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayın nu. 62, Ankara 2003. Goloğlu, Mahmud, Cumhuriyet’e Doğru 1921-1922, Başnur Matbaası Ankara 1971. Hüsrev Geredenin Anıları, Hazırlayan: Sami Önal, I. Baskı, İstanbul 2002. Okday, Şefik, Büyükbabam Son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa, Bateş Bayilik Teşkilatı, İstanbul 1986. Okday, İsmail Hakkı, Yanya’dan Ankara’ya, Sebil Yayınları, İstanbul 1994. İnal, İbnülemin Mahmud Kemal, Son Sadrazamlar, C 4, 3. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul 1982. Jaeschke, Gotthard, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, Mondros’tan Mudanya’ya, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1989. Şimşir, N. Bilâl, İngiliz Belgelerinde Atatürk (1919-1938), C. III, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1979. Sarıhan, Zeki, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C. III, I. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1995. Selek, Sabahattin, Millî Mücadelede Ulusal Kurtuluş Savaşı, C. II, Örgün Yayınevi, İstanbul 2002. 126 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 LONDRA KONFERANSI’ NDA A HMET TEVFİK PAŞA Sonyel, Salâhi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1991. ___________, Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C. II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1991. Söylemezoğlu, Galip Kemali, Başımıza Gelenler, Yakın Bir Mazinin Hatıraları, Mondros’tan Mudanya’ya 1918-1922, Kanaat Kitabevi, İstanbul 1939. Şamsutdinov, A.M., Mondros’tan Lozan’a Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi, 2. Baskı, Doğan Yayınları, İstanbul 1999. Tansel, Selâhattin, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C. IV, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1991. Türkgeldi, Âli, Mondros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi, Güney Matbaacılık, Ankara 1948. Türk İstiklal Harbi II nci Cilt Bat Cephesi 3 ncü Kısım, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1966. Ünaydın, Ruşen Eşref, İstiklal Yolunda, Acıklı Günler, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 2002. Yavuz, Bige, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri, Fransız Arşiv Belgeleri Açısından 1919-1922, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1994. Makaleler İnan, Arı, “Okday’lardan Anılar, Son Sadrazam Tevfik Paşa ve Oğulları I”, Tarih ve Toplum, İletişim Yayınları, İstanbul 5 Mart 1984, s. 55-60. Çilay, F., “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Sadrazamı Tevfik Paşa Bize Hatıralarını Anlatıyor”, Perşembe, İstanbul 1935, nu. 9, dergi sayfa numarasız neşredilmiştir. Kont Sforza, Carlo, Yayına Hazırlayan: Siyasi Meseleler Araştırma Grubu, “Versay Antlaşmasından Sonra Avrupa Dış Politikası Müttefik Devletler ve Türkiye”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün-Bugün-Yarın, Sayı: 30, İstanbul, Ağustos 1987, s. 40-45. Öztoprak, İzzet “Londra Konferansı ve Türkiye Meselesinin Cereyan-ı Müzakeratı’’, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XI, Sayı: 33, Ankara Kasım 1995, s. 565-601. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 107-127 127 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140 1909 KANUN-İ ESASÎ TADÎLÂTI Mehmet Kaan ÇALEN ÖZ: Osmanlı Devleti, ilk Meşrutiyet ve anayasa tecrübesini 1876-1878 yılları arasında yaşamıştır. Fakat Osmanlı Devleti’nde gerçek mânâda meşrutî bir rejimin tesisi 1908 yılında Meşrutiyet’in ikinci defa ilânından sonra gerçekleşmiştir. Meşrutiyet, ikinci defa ilân edildiğinde yeni bir anayasa hazırlanmamış doğrudan doğruya 1876 Kanun-i Esasîsi yürürlüğe konulmuştur. Meşrutiyet’in ilânından hemen sonra basında ve siyasî partilerin programlarında Kanun-i Esasî’nin hâkimiyet-i milliye açısından taşıdığı eksik ve kusurların gündeme gelmesi üzerine konu Meclis-i Mebusan’a intikâl etmiş fakat 1908-1912 Meclis-i Mebusanı kendini kurucu meclis olarak görmediği için 1909 yılında da yeni bir anayasa hazırlama yoluna gidilmemiş, anayasal sorunlar 1876 Kanun-i Esasîsi üzerinde yapılan tadîlât ile aşılmaya çalışılmıştır. Anahtar kelimeler: Meclis-i Mebusan, Meşrutiyet, Kanun-i Esasî. ALTERASTIONS ON KANUN-I ESASI IN 1909 ABSTRACT: The Ottoman State had it’s first constitutional monarchy and constitution experience between 1876 and 1878. But in The Ottoman State the establishment of a constitutional regime in it’s original meaning was realized after the second declaration of the constitutional monarchy in 1908. When the constitutional monarchy was declared for the second time, a new constitution hadn’t been prepared and directly, The Kanun-i Esasi of 1876 was imposed. Immediately after the declaration of the constitutional monarchy, the deficiency and the faults of the Kanun-i Esasi from the point of the domination of the nation were adverted on the press and in the programs of the political parties and upon this, the issue was reverted to Meclis-i Mebusan but because The Meclis-i Mebusan of 1908-1912 didn’t regard itself as a constituent assembly in 1909, a new constitution wasn’t attempted and the constitutional problems were tried to solve by means of alterations that were made on the Kanun-i Esasi of 1876. Keywords: Ottoman Parliament, Ottoman Constitutional Monarchy, Ottoman Constitution. Giriş: Osmanlı Devleti, ilk meşrutiyet ve anayasa tecrübesini 1876-1878 yılları arasında, Türk tarih yazımındaki hususî adıyla “I. Meşrutiyet Dönemi”nde yaşamıştır. Fakat Osmanlı Devleti’nde gerçek mânâda meşrutî bir rejimin tesisi, 1908 yılında “II. Meşrutiyet Dönemi”nde gerçekleşmiştir. Bu yönüyle II. Meşrutiyet, Türk demokrasi tarihinde mühim bir dönüm noktasını temsil eder. Hâkimiyet-i milliye fikri, parlâmento, siyasî parti, seçim, sivil toplum, siyasî ve içtimaî muhalefet, basın, kamuoyu, miting, grev, boykot, kitle gibi demokrasiye mahsus olgu ve enstrümanlar sebebiyle “II. Meşrutiyet Dönemi”, “Cumhuriyet Dönemi’nin laboratuarı” şeklinde Trakya Üniversitesi, Edebiyat mkaancalen@trakya.edu.tr. Fakültesi, Tarih Bölümü, Araştırma Görevlisi. MEHMET KAAN ÇALEN tanımlanmaktadır1. Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın, 1909 Ağustosu’nda sona eren birinci devresine ait ilk içtimâ’ senesindeki yoğun yasama faaliyeti2 de göstermektedir ki Meşrutiyet ile birlikte inşa edilmek istenen yeni düzenin hukukî bir çerçeveye yerleştirilmesi, dönemin en büyük meselelerinden birisini teşkil etmektedir. Meşrutiyet, ikinci defa ilân edildikten sonra yeni bir anayasa hazırlanmamış, meşrutî yönetim açısından sağlıklı bir anayasal yapı vaz’ etmeyen 1876 Kanun-i Esasisi doğrudan yürürlüğe konulmuştur. Bu yönüyle yeni rejimin sorunları içerisinde son derece hayatî bir yere oturan 1876 Kanun-i Esasisi, basında ve siyasî partilerin programlarında hâkimiyet-i milliye açısından tenkit edilmeye başlanmış ve nihayet anayasa değişikliği Meclis-i Mebusan’a intikâl etmiştir. Fakat 1908-1912 Meclis-i Mebusanı kendini kurucu meclis olarak görmediği için yeni bir anayasa hazırlama yoluna gidilmemiş, anayasal sorunlar 1876 Kanun-i Esasisi üzerinde 1909 yılında yapılan tadîlât ile aşılmaya çalışılmıştır. Bu çalışmada söz konusu Kanun-ı Esasî tadîlâtını incelemek suretiyle hem II. Meşrutiyet ile birlikte oluşan siyasî yapıyı anlamaya hem de kamuoyunda güncelliğinden hiçbir şey kaybetmeyen anayasa değişiklikleri konusunda nasıl bir tarihî bir arka plânın mevcut olduğunu görmeye çalışacağız. 1876 Kanun-i Esasisi : 1876 Kanun-i Esasisi, “Cemiyet-i Mahsusa” adı verilen bir komisyon tarafından 1831 Belçika Anayasası ile ondan esinlenerek yapılmış 1850 Prusya Anayasası model alınarak hazırlanmıştı3. Prusya Anayasası’nda olduğu gibi 119 maddeden müteşekkil olup 13 bölüm halinde tanzim edilmişti. Kanun-i Esasî gerçek anlamda bir meşrutî düzen vaz’ etmekten uzaktı. Padişaha tanınan yetkiler meşrutiyetin süresiz askıya alınmasına kadar uzanıyordu4. Milletin temsilcilerinden oluşan Meclis-i Mebusan’ın, esas vazifesi olan yasama konusunda bile hareket sahası çok dardı. 1 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyasî Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İstanbul 2004, s. 84. 2 Feroz Ahmad’ın “Meşrutî Islahat Dönemi” şeklinde tanımladığı bu dönemde, Meclis toplam 73 kanun tasarısı müzakere etmiştir. Bakınız: Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki 1908-1914, Çeviren: Nuran Yavuz, 3. Baskı, İstanbul 1986, s. 107. 3 Coşkun Üçok, Ahmet Mumcu, Türk Hukuk Tarihi, Ankara 1985, s. 318. 1876 Kanun-i Esasisi’nin kaynakları hususunda bir değerlendirme ve Prusya anayasası ile bir mukayese için bakınız: Coşkun Üçok, “1876 Anayasasının Kaynakları”, Türk Parlamentoculuğunun İlk Yüzyılı, Ankara 1976, s. 1-25. Genel olarak meşrutiyet ve parlâmento tarihimiz için bakınız: Cezmi Eraslan, Kenan Olgun, Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet ve Parlamento, İstanbul 2006. 4 İlber Ortaylı, “yetkili fakat sorumsuz bir hükümdarlık kurumunu tanıyor olmasını” 1876 Kanun-i Esasisinin en zayıf yönlerinden biri olarak mütalaa etmektedir. Bakınız: İlber Ortaylı, Osmanlı’da Değişim ve Anayasal Rejim Sorunu, İstanbul 2008, s. 244. 130 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140 1909 KANUN-İ ESASÎ TADÎLÂTI Kanun-i Esasî’nin beşinci maddesi Osmanlı padişahını mukaddes ve gayri mesûl kılmaktaydı5. Padişahın yetkilerini düzenleyen yedinci madde ise vükelânın atanması ve azledilmesi; rütbe ve memuriyet tevcihi; nişan verilmesi; para bastırılması; hutbelerde adının zikredilmesi; yabancı devletlerle antlaşma imzalanması; kara ve deniz kuvvetlerinin kumandası; savaş ve barış ilânı; askerî harekât ile şerrî hüküm ve kanunların icrâsı; cezaların hafifletilmesi ya da affedilmesi; meclisin tatil ve feshedilmesi gibi hak ve yetkileri uhdesine vermekteydi. Görüldüğü gibi anayasa bu haliyle padişahın hak ve yetkilerine bir kısıtlama getirmiyordu. 27. madde sadrazamı, şeyhülislâmı ve bakanları atama ve azletme yetkisini de padişaha vererek onu yürütmenin başına getiriyordu. Kabinede görüşülmesi padişahın iznini gerektiren konulara ait kararlar, irade-i seniyye ile icrâ edilebiliyordu. (KE Madde 28). Bütün bunlar kabineyi parlâmentoya karşı değil padişaha karşı sorumlu tutuyordu. Padişahın, yasama üzerinde de mutlak bir hâkimiyeti vardı. Âyân ve Mebusan meclisleri padişah iradesiyle açılıp kapanıyordu (KE Madde 43). Âyân Meclisi’nin üyelerini ve başkanını bizzat seçiyor (KE Madde 60), Mebusan Meclisi’nin başkan ve iki yardımcısının seçiminde söz sahibi oluyor (KE Madde 77), Meclis-i Umumî’nin toplantı süresini kısaltıp uzatabiliyor (KE Madde 44) ve yukarıda da değindiğimiz gibi gerektiğinde feshedebiliyordu (KE Madde 7). Yeni kanun veya eski kanunlarda değişiklik önerme yetkisi heyet-i vükelâya ait olmakla birlikte heyet-i mebusan ve heyet-i âyân da kendi görev alanları ile alâkalı konularda yeni kanun ya da eski kanunda değişiklik teklifinde bulunabilme salahiyetini haizdiler. Fakat teklifler önce sadrazamın onayını aldıktan sonra padişaha sunulur ve onun izni üzerine Şûra-yı Devlet’e gönderilirdi (KE Madde 53). Şûra-yı Devlet tarafından hazırlanan tasarı, sırası ile heyet-i mebusan ve heyet-i âyân’da kabul olunduktan sonra nihayet padişahın iradesi ile kanunlaşabilirdi. Heyetlerin biri tarafından ret olunan tasarı o yıl bir daha müzakere edilmezdi (KE Madde54). Görüldüğü gibi asıl yasama mercii olması gereken meclisin, yasama konusunda yetkileri son derece kısıtlıydı. Üyeleri padişah tarafından atanan ve Kanun-i Esasînin 64. maddesi mucibince, tasarıları padişahın hakları nokta-i nazarından tetkik etmekle görevli bulunan heyet-i âyân, meclisin zaten oldukça dar olan çalışma sahasını daha da sınırlandırmıştı. Bir tasarının kanun haline gelebilmesi için son söz yine irade-i seniyyedeydi. Nihayet Kanun-i Esasî’nin meşhur 113. maddesi ile gerekli gördüğü zaman olağanüstü hâl ilân edebilme ve tehlikeli addettiği şahısları sürgüne gönderebilme yetkisi padişaha veriliyordu. Ziya Paşa 113. madde için “bu 5 Kanun-i Esasî’nin maddeleri için bakınız: Suna Kili, A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri Senedi İttifaktan Günümüze, Ankara 1985, s. 31-44. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140 131 MEHMET KAAN ÇALEN madde ile Kanun-i Esasî’nin, Kanun-i Esasî denilecek yeri kalmadı” demiştir6. Siyasî Aktörler: İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Ahrar Fırkası’nın Siyasî Programları ve Kanun-i Esasî Tadîlâtı: İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Ahrar Fırkası’nın siyasî programlarından hareketle Kanun-i Esasî tadîlâtıyla ilgili yaklaşımlarına temas etmek döneme hâkim olan havayı anlamak açısından öğretici olabilir. İttihat ve Terakki’nin siyasî programını, cemiyetin basındaki sözcüsü sayılabilecek Hüseyin Cahid Bey’in Tanin Gazetesi’nde neşrettiği “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Siyasî Programı” başlıklı yazıyla birlikte ele almak faydalı olacaktır. Hüseyin Cahit, Cemiyetin 1876 Kanun-i Esasî’nin meşrutiyet açısından taşıdığı mahzurlara değindiği yazısında “Gelecekte memlekette hak ve adalete dayalı bir idare kurmak maksadıyla şimdiye kadar istibdadı tahrip ile uğraşan ve bunda muvaffak olan Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, şimdi bu âdil idarenin nasıl hazırlanacağını bir programla açıkladığını” belirtiyor ve “programın Osmanlı toplumu açısından katî ve açık bir sûrette meşrutî bir idare yolunda yürüdüğünü” yazıyordu. Hüseyin Cahit’e göre “1876 Kanun-i Esasisi, Osmanlılara emîn ve muhakkak bir hürriyet bahşetmeye kâfi değildi.”7 İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1908 senesinde kabul edilen siyasî programının8 1. maddesinde, Kanun-i Esasî’de hâkimiyet-i milliyenin esas kabul edileceğine, buna bağlı olarak vükelânın, hâkimiyet-i milliyenin tecelli ettiği merci olan Meclis-i Mebusan’a karşı sorumlu olacağına değinilmekte ve bu sorumluluk güvenoyu müessesesiyle somutlaştırılmaktadır. Hüseyin Cahid Bey’in kabinenin meclise karşı sorumluluğu hususunda konumuz açısından öğretici addettiğimiz görüşleri ise özetle şu meâldedir: 1876 Kanun-i Esasî’nin getirdiği düzen içinde vükelânın kime karşı mesul olduğu meçhuldü. Hâlbuki meşrutî idarede vükelânın, Meclis-i Mebusan’a karşı sorumlu olması gerekirdi. Çünkü hükümet millete karşı bir vazife deruhte etmiştir. Milletin tevhîdi anlamına gelen meşrutî idârede millet hakem konumunda olduğu için hükümetin millete karşı mesûl tutulması tabiîdir. Fakat umum efrad-ı millet bu hakkı isti‘mal edemeyeceklerinden onu vekillerine tevdî etmektedirler. Milletin vekilleri de mebuslardır. Dolayısıyla meşrutî idarede vükelânın Meclis-i Mebusan’a 6 Gülnihâl Bozkurt, Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, Ankara 1996, s. 71. Hüseyin Cahid, “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Siyasî Programı”, Tanin, nu: 55, 11 Eylül 1324, s. 1. 8 Söz konusu program için bakınız: Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, C. 1, İstanbul 1998, s. 98-100. 7 132 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140 1909 KANUN-İ ESASÎ TADÎLÂTI karşı mesûl olması icab etmektedir. Bu mesûliyetin bir neticesi olarak da reis-i vükelânın Meclis-i Mebusan’da ekseriyeti haiz fırkaya mensup olması lâzımdır. Meclis-i Mebusan’da ekseriyeti haiz fırka demek ise milletin fertleri içinde çoğunluğun efkârına, hissiyâtına tercüman olan vekiller demektir. O hâlde vekâlet-i idare de milletin çoğunluğunun efkârına ve hissiyâtına tercüman olan fırkaya verilmelidir. Oysa 1876 Kanun-i Esasîsi’nde padişahın emniyet buyurarak sadrazam tayin ettiği zatın Meclisi Mebusan’a mensup olması gerektiğine dair bir izahat yoktur. İşte İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin programı millete bu hukuku temin edecektir. Programın 2. maddesi, Kanun-i Esasî’nin heyet-i âyân için çizdiği çerçevenin büyük ölçüde dışına çıkmaktadır. Buna göre heyet-i âyân eskiden olduğu gibi heyet-i mebusan adetinin üçte birini geçmeyecek şekilde teşkil olunacak, fakat bütün üyeleri bizzat padişah tarafından tayin olunmayacak ve Kanun-i Esasî’nin kimlerin âyân olabileceğini vaz’ eden 62. maddesi bu süreçte devre dışı kalacaktır. Âyân üyelerinin yalnızca üçte biri padişah tarafından seçilecek, geriye kalan üçte ikilik kısmı ise milletin oylarıyla belirlenecektir. Üyelerin memuriyetleri kayd-ı hayat şartıyla değil müddetli olacaktır. Kanun-i Esasî’nin heyet-i âyâna dair olan hükümlerini vatanın hakiki menfaatlerine aykırı bulmayan Hüseyin Cahid, Kanun-i Esasî’nin inşâ ettiği mevcut hiyerarşi içinde Meclis-i Mebusan’ı denetleme yetkisine sahip olan heyet-i âyân üzerinde, milletin herhangi bir kontrol mekanizması olmadığına ve ayrıca Kanun-i Esasî’nin 62. maddesinde sıralanan şartlara uygun altmış kişiyi bulmanın da zor gözüktüğüne işaret etmektedir. 3. madde, Devlet-i Âliyye’nin 20 yaşını doldurmuş bütün erkek tebaasına emlâk ve servet sahibi olsun-olmasın birinci dereceden seçmen olma hakkını tanımaktadır. Memleket işlerine daha çok kimsenin iştirakini sağlayan bu madde, Cahid’e göre takdire şâyandır. Mebuslara kanun teklif etme hakkını vermesi hasebiyle 8. madde, programın en önemli maddesi kabul edilebilir. Buna göre en az 10 mebus tarafından verilmek suretiyle mebusların kayıtsız şartsız kanun teklif etme hakkı olacaktır. Hüseyin Cahid, 8. maddeyi meşrutiyetin takviyesi için atılmış emin bir adım olarak değerlendirmiştir: Meclis-i Mebusan’ın aslî vazifesinin yasama olmasına rağmen Kanun-i Esasî’de ona tanınan kanun yapma hakkı gayet müphemdir; hatta yok gibidir. Vatanın ve memleketin selâmeti için bu garâbeti izale etmek gerekmektedir. Kanun tekliflerinin müzakereye konulabilmesi Kanun-i Esasî’ye göre ancak irade-i seniyye ile olabildiği için bu dahi kâfi görülmemeli, İtalya’da olduğu gibi kanun teklif etme hakkı mümkün olduğu kadar genişletilmeli ve tahkim edilmelidir. Programın 12. maddesinde Kanun-i Esasî’nin kişi hürriyeti açısından zararlı görülen 113. maddesinin Cemiyet tarafından ilgasının talep edileceği Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140 133 MEHMET KAAN ÇALEN ifade edilmektedir. Meclisin kanun teklif etme hakkına ait eksiklerini tamamlayan Cemiyet, İntihab-ı Mebusan Kanunu da memleketin ihtiyaçlarına göre düzenlemeyi programına dâhil etmiştir. İntihab-ı Mebusan Kanunu mucibince herkes bulunduğu vilâyet ahalisinden mebus intihab etmeye mecburdur. Hüseyin Cahid’e göre böyle bir tahditte hikmet yoktur, her Osmanlı kendisini Memalik-i Osmaniye’nin her yerinden mebus intihab ettirebilmelidir ki programın 20. maddesi Osmanlılara bu hakkı vermektedir. Osmanlı Ahrar Fırkasının Programına 9 gelince; 1. maddede vükelânın Meclis-i Mebusan’a karşı sorumlu ve parlamentodan güvenoyu alamadığı takdirde istifaya mecbur olduğu yazılıdır. Ayrıca İttihat ve Terakki’nin programından farklı olarak reis-i vükelâ parlamento erkânından olmak kaydıyla padişah tarafından tayin olunacak ve reis-i vükelâ, hükümeti çoğunluğu parlamento üyelerinden olmak üzere parlamento üyesi olmayan kişilerden de teşkil edebilecektir. Ancak reis-i vükelâ’nın parlamento erkânından olması hususu İttihat ve Terakki’nin programında olmamasına rağmen Cemiyet’in sözcüsü konumundaki Hüseyin Cahid’in yazısında mevcuttur. 3. Maddeye göre Meclis-i Mebusan’ın toplantı süresi sekiz ay olacaktır. 4. maddede mebusların kanun teklif etme ve koymaya tam yetkili oldukları yazılıdır. Mebuslar, en az 10 mebus tarafından teklif edilmek ve parlamentoda müzakere edilerek kabul edilmek şartıyla kanun tertip ve tanzime yetkili olacaklardır. Mebus olmasında kanunen bir sakınca olmayan her Osmanlı, ülkenin her yerinden mebus adayı olabilecektir (5. madde). Mebusların adedi memleketin ihtiyacına cevap veremediği ve mebus miktarını arttırmak birçok fayda temin edeceği için 25 bin erkek nüfusa bir mebus seçilmesi teklif edilecektir (6. madde). Kanun-i Esasî’nin 65. maddesi her 50 bin erkek nüfusa bir mebus seçilmesini öngörmektedir. Osmanlı Ahrar Fırkası’nın bu rakamı 25 bine çekme teklifi tabiî olarak mebus sayısının da ikiye katlanması demek olacaktır. Böylelikle hâkimiyet-i milliyenin daha geniş bir toplumsal tabana yayılacağı iddia edilebilir. Programın 7. maddesi meclisin feshiyle ilgilidir: hükümet ve parlâmento arasında ortaya çıkacak bir anlaşmazlık üzerine parlâmentonun dağıtılmasını tebliğ eden irade-i seniyye, üç ay zarfında yeni seçimlerin yapılıp parlâmentonun açılacağını beyân etmek zorundadır. Eğer bu hususlar belirtilmezse irade-i seniyye yok sayılacak, parlâmento görevine devam edecek ve eski kararında direnmesi durumunda hükümet istifa etmiş sayılacaktır. 9 Program için bakınız: Tunaya, a.g.e, s. 188-191. 134 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140 1909 KANUN-İ ESASÎ TADÎLÂTI Osmanlı Ahrar Fırkası, âyân üyelerinin belirlenmesi konusunda İttihat ve Terakki’den oldukça farklı bir yol takip etmiştir. Programın 8. maddesine göre Meclis-i Mebusan’ın üye sayısının yarısını geçmemek kaydıyla âyân üyelerinin üçte ikisi Mecalis-i Umumiye ve belediye âzâları tarafından seçilecek üçte biri ise hükümet tarafından tayin olunacaktır. Âyânın memuriyet süresi altı yıl olacak ve gerek meclisler gerekse hükümet tarafından seçilenlerin üye miktarı iki yılda bir, üçte bir oranında yenilenecektir. Hükümet tarafından atanan üyeler “Darülfünun heyetlerinden; vükelâlık, valilik, ordu müşirliği, kadıaskerlik, elçilik, patriklik ve hahambaşılık gibi memuriyetlerde bulunmuş olan mazulinden, berrî ve bahrî ferikandan, muteberan-ı tüccardan ve evsâf-ı lâzimeyi haiz zevat-ı saireden” seçilecektir. Görüldüğü gibi âyân sayısının artırılmasını talep eden Osmanlı Ahrar Fırkası, âyân üyelerin belirlenmesinde seçim usûlünü benimsemekle birlikte İttihat ve Terakki gibi genel bir seçimden yana değildir. İttihat ve Terakki, âyân sayısının Kanun-ı Esasî’de olduğu gibi Meclis-i Mebusan’ın üye miktarının üçte biri kadar kalmasını, âyân üyelerinin üçte ikisinin doğrudan millet tarafından seçilmesini ve geriye kalan üçte birlik kısmın padişahça tayin edilmesini istemektedir. Âyân sayısını Meclis-i Mebusan’ın üye sayısının yarısına kadar yükseltilmesini talep eden Osmanlı Ahrar Fırkası, âyân seçiminde padişahı devre dışı bırakırken programına hâkim olan fikir örgüsü ile çelişircesine milletin reyine de başvurmamaktadır. Programın 11. maddesinde, Kanun-i Esasî’nin 113. maddesinin kişi hürriyeti açısından zararlı bulunan son fırkasının ilgası; 12. maddesinde Kanun-i Esasî’nin hükümete geçici kanun yapma hakkını veren ilgili maddesinin ilgâsı ve parlâmento tarafından tasdik edilmeyen hiçbir kanunun geçerli sayılmaması teklif edilmektedir. Kanun-i Esasi Tadîlâtının Meclis’te Görüşülmesi: Meclis-i Mebusan’ın 29.12.1324 (11 Ocak 1909) tarihli dokuzuncu inikadında, Kanun-i Esasî’nin tadîline dair üç mebus tarafından takrir verildiği reis tarafından açıklanmış, bunların ruznâmeye derçleri hususu mebuslara sorulmuş ve neticede 30.12.1324 (12 Ocak 1909) tarihli ruznâmeye derç olunmalarına karar verilmiştir10. Fakat Meclis-i Mebusan’ın 30.12.1324 tarihli onuncu inikadında sadece İstanbul mebusu Feracî Efendi’nin lâyihası okunmuştur. 10 Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC), Devre 1, İçtima Senesi 1, C. 1, Ankara 1982, s. 119-120. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140 135 MEHMET KAAN ÇALEN Feracî Efendi, lâyihasında 32 sene evvel tanzim olunan Kanun-i Esasî’de hâkimiyeti milliye ve usûl-i meşrutî ile bağdaşmayacak bazı maddelerin ve hükümlerin olduğunu belirterek yapılacak tadîlâtta: “1. Heyeti vükelânın Meclis-i Mebusan’a karşı mesul olmasını 2. Âyânın intihab ve tâyini usûlünün hâkimiyet-i milliyenin tesirâtı tabîiyesi ile tevhidini, 3. Usûl ve kavanîni mevzua haricinde Osmanlıların hukuk-u medeniyesinin ve hürriyet-i şahsiyesinin hangi taraftan olursa olsun taarruzdan masuniyetini” istemekte ve Kanun-i Esasi'nin 7., 27., 35., 43., 53., 54., 60., 61., 62., 63., 64., 66., 67., 72., 77., 80. ve 113. maddelerinin değiştirilmesini teklif etmektedir11. Teklif okunduktan sonra takip edilecek usûl hususunda mebuslar arasında ilginç sayılabilecek tartışmalar yaşanmış, biraz da oldubittiye getirilerek Kanun-i Esasî’nın tadili alkışlarla kabul edilmiştir12. İzmir Mebusu Mazliyah Efendi’nin teklifiyle diğer iki lâyihanın okunmasına gerek olmadığına karar verilmiş, daha sonra Kanun-i Esasî’nin tadîliyle ilgilenecek olan encümen tartışma konusu olmuş ve nihayet 30 kişilik bir encümenin teşkilinde karar kılınmıştır13. 22 Ocak 1324’te (4 Şubat 1909) teşkil edilen Encümen, 20 Nisan 1325 (3 Mayıs 1909) çalışmasını bitirerek gerekçesiyle birlikte Meclis-i Mebusan’a sunmuştur14. Encümen mazbatasında, devletlerin ve kanunların keyfiyetinden, Şeriât-ı İslâmiye’den, meşrutî idarelerde mevcut bulunan yasama, yürütme, yargı kuvvetlerinden, 1876 Kanun-i Esasisi’nin kurucu bir meclis tarafından yapılmadığından ve bir padişah ihsanı ve lütfu şeklinde meydana geldiğinden, mevcut Meclis-i Mebusan’ın da kurucu bir meclis olmaması dolayısıyla yeni bir anayasa yapılamayacağından, hâkimiyet-i milliyenin yapılacak tadilâtta esas olduğundan bahsedilmektedir15. 11 Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, s. 136-138 Aynı eser, s. 138-140. 13 Aynı eser, s. 140-141, 144-147. 14 1909 Tadilâtının sebepleri hakkında bir değerlendirme için bakınız: Cezmi Eraslan, “1909 Anayasa Düzenlemelerinin Sebepleri Üzerine”, Eski Çağ’dan Günümüze Yönetim Anlayışı ve Kurumlar, Editör: Feridun Emecen, İstanbul 2009, s. 237-249. 15 Meclis-i Mebusan’a sunulan mazbata için bakınız: Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre 1, İçtima Senesi 1, C. 3, Ankara 1982, s. 200-201 arasında ek olarak yayımlanmıştır. Ayrıca bkz. İhsan Güneş, “Kanun-i Esasi Encümeni Mazbatası”, Türk Parlamento Tarihi, C. I, Eskişehir 1995, s. 413-454. 12 136 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140 1909 KANUN-İ ESASÎ TADÎLÂTI Meclis-i Mebusan’da Kanun-i Esasî’nin tadîli ile ilgili müzakereler iki ayakta gerçekleşmiş olup müzakerelerin ilk ayağı 3 Mayıs 1909 tarihli 65. toplantıyla başlamış ve 12 Mayıs tarihli 70. toplantıyla nihayete ermiştir. Müzakerelerin ikinci ayağı ise 7-17 Haziran 1909 tarihleri arasında cereyan etmiştir. Görüşmeler tek tek maddeler üzerinde olmuş, tadîl edilecek maddenin önce aslı daha sonra encümenin madde üzerindeki tasarısı gereği ile birlikte okunmuştur. Bazı maddeler tartışmasız, bazıları ise uzun tartışmalardan sonra kabul edilmiş bir kısmı ise tekrar encümene geri gönderilmiştir 16. Müzakerelerin 2. ayağında yeniden tanzim edilmek üzere encümene gönderilen birkaç madde daha sonra Meclis’te tekrar müzakere edilmiştir. Meclis-i Mebusan’da Kanun-i Esasî’nin tadîlâtına dair cereyan eden müzakereler sona erdikten sonra değişiklik teklifi Meclis-i Âyân’a havale edilmiştir. Meclis-i Âyân, toplantı senesinin sonu olması sebebiyle değişiklik teklifinde sadece meşrutiyet ve hâkimiyet-i milliye açısından hayatî derecede önemli olan maddeleri kabul ederek diğer maddelerin görüşülmesini bir sonraki toplantı yılına bırakmış 17 ve neticede her iki meclis tarafından da kabul edilen 24 maddelik değişiklik resmiyet kazanmıştır. Kanun-i Esasî’nin 3., 6., 7., 10., 12., 27., 28., 29., 30., 35., 36., 38., 43., 44., 53., 54., 76., 77., 80., 113. ve 118. maddeleri değiştirilmiş ve 119. maddesi kaldırılarak yerine üç yeni madde ilâve olunmuştur18. 1909 Kanun-i Esasî Tadîlâtının Değerlendirilmesi: Kanun-i Esasî Encümeni Mazbatası’nda da ifade edildiği gibi anayasa tadîlâtının altında yatan ana saik, hâkimiyet-i milliyeyi tesis etmektir. Bu itibarla yapılan tadîlât ile padişahın yetkilerinin ciddi oranda törpülenmesi oldukça manidardır. Öncelikle padişaha Meclis-i Umumî önünde Kanun-i Esasî’ye riayet edeceğine ve vatan ve millete sadık kalacağına dair getirilen yemin etme zarureti, meclisi ve mecliste tecelli eden hâkimiyet-i milliyeyi teorik planda padişahın üzerine çıkarmıştır (KE Muaddel 3. Madde). İkinci olarak Padişahın Heyet-i Vükelâ ve Meclis-i Mebusan üzerindeki nüfuzu büyük ölçüde kırılmıştır. Bütün kabineyi atama yetkisi elinden alınan padişah, sadece sadrazamı atayacak ve kabine sadrazam tarafından teşkil olunacaktır. 16 Mecliste cereyân eden müzakereler için bakınız: Ayfer Özçelik, Kimliğini Arayan Meşrutiyet, 1. Baskı, İstanbul 2006, s. 319-435; Kenan Olgun, 1908-1912 Osmanlı Meclis-i Mebusanının Faaliyetleri ve Demokrasi Tarihimizdeki Yeri, (İstanbul Üniversitesi Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2001, s. 173-277. 17 Fakat bu maddeler üzerine daha sonra herhangi bir görüşme yapılmamıştır. 18 Heyet-i Âyân Kararnâmesi ve değişik maddeler için bakınız: “7 Zilhicce 1293 Tarihli Kanun-i Esasî’nin Bazı Mevad-ı Muaddelesine Dair Kanun” Düstur, Tertib-i Sani, C. 1, Dersaadet 1329, s. 638-644. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140 137 MEHMET KAAN ÇALEN Padişah’ın meclisi fesh etmesi zorlaştırılmış ve bilhassa 1878’deki gibi bir uygulamayla meclisi süresiz tatil etmesinin önüne geçilmiştir (7. Madde). Vükelânın Meclis-i Mebusan’a karşı mesuliyeti anayasal bir ilke olarak benimsenmiş ve güvenoyu müessesesi kabul edilmiştir. Buna göre heyet-i vükelâ hem toplu olarak hükümetin genel siyasetinden hem de tek tek kendi nezaretleri dairesindeki icraattan Meclis-i Mebusan’a karşı mesûldür (30. Madde). Meclis-i Mebusan’ın hakkında güvensizlik oyu verdiği bir nazırın nazırlığı düşmekte; güvensizlik oyunun sadrazam için verilmesi durumunda ise bütün kabine düşmektedir (38. Madde). Yasama ve yürütme, yani meclis ve hükümet arasındaki ihtilaflarda meclis kararı nazarî olarak üstün bir hâle getirilmektedir (35. Madde). Padişahın daveti ile açılmasına son verilen Meclis-i Umumî’nin çalışma süresi dört aydan altı aya çıkarılmıştır (43. Madde). Hâkimiyet-i milliyenin tesisi bağlamında mühim bir yenilik olarak mebuslara kanun teklif etme hakkı tanınmıştır (53. Madde). Meclis-i Mebusan riyasetinin seçim yoluyla belirlenmesi usûlü de padişahın meclis üzerindeki nüfuzunu kıran hususlardan biri olmuştur (77. Madde). Bütçe’nin meclisin denetiminden geçtikten sonra yine meclis tarafından kabul edilecek olması, hükümetin meclise karşı sorumluluğu ilkesini pekiştirmiştir (80. Madde). Kişi hak ve hürriyetleri bağlamında ise 1909 Kanun-i Esasî tadîlâtının en mühim adımı, 1876 metninin meşhur 113. maddesini kaldırarak istediği kişiyi sürgüne gönderme yetkisini padişahın elinden almak olmuştur. Şahsî hürriyet, anayasal haklar içinde tanımlanarak güvence altına alınmış ve kanun dışı tutuklama ve cezalar men edilmiştir (10. Madde). Postahanedeki evraklar ve mektuplar mahkeme kararı olmaksızın açılamayacaktır (119. Madde). Kanun dairesinde serbest bırakılan matbuatın, basımdan önce teftişe tabi tutulamayacağı hükme bağlanmış ve demokrasilerin vazgeçilmez unsuru olan düşünce hürriyeti nazarî olarak hayata geçirilmiştir (12. Madde). Yine demokrasilerin olmazsa olmazlarından olan toplantı hakkı (hakk-ı içtimaa) ve gizli ve ayrılıkçı olmamak kaydıyla cemiyet teşkil etme hakkı Osmanlı vatandaşlarına verilmiştir (120. madde). Sonuç: 1876 Kanun-i Esasisi, bir kurucu meclis tarafından değil, üyeleri Padişah tarafından atanmış bir komisyon eliyle hazırlanmış, bu yönüyle bir “Ferman Anayasa” özelliği taşımıştır19. Güçlü bir padişahlık kurumu ortaya koyması, yürütmeyi ve yasamayı doğrudan padişahın kontrolüne bırakması, Meclis-i Mebusan’ın yasama yetkilerini ciddi mânâda tahdit etmesi, kişi hak ve özgürlüklerini boşlukta asılı bırakması gibi noktalar en çok tenkit edilen özellikleri olmuştur. 19 Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 14. Baskı, İstanbul 2006, s. 133. 138 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140 1909 KANUN-İ ESASÎ TADÎLÂTI 1909 tadîlâtı, 1876 Kanun-i Esasisi’nin meydana getirdiği siyasî yapıyı büyük ölçüde değiştirmiştir. Meclisin, padişah ve kabine karşısındaki durumu güçlendirilerek yasama, yürütme ve yargı arasında denge kurulmaya çalışılmıştır. Padişaha ait yetkilerde kısıtlamaya gidilmesi, meclisin yetki alanının genişletilmesi, mebuslara kanun teklif etme hakkının tanınması, ihdas edilen güvenoyu müessesesiyle yürütmenin meclise karşı mesûl kılınması, kişi hak ve hürriyetlerinin anayasal güvence altına alınması gibi hususlar 1909 Kanun-i Esasî tadîlâtının ana çatısını oluşturmuştur. Yapılan değişikliklerle birlikte hâkimiyet-i milliyenin anayasal düzeyde hayata geçirildiğini ve nazarî olarak demokratik bir sistem inşâ edildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. KAYNAKÇA Ahmad, Feroz, İttihat ve Terakki 1908-1914, Çeviren: Nuran Yavuz, 3. Baskı, İstanbul 1986. Bozkurt, Gülnihâl, Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, Ankara 1996. Düstur, Tertib-i Sani, C. 1, Dersaadet 1329. Eraslan, Cezmi, Kenan Olgun, Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet ve Parlamento, İstanbul 2006. Eraslan, Cezmi, “1909 Anayasa Düzenlemelerinin Sebepleri Üzerine”, Eski Çağ’dan Günümüze Yönetim Anlayışı ve Kurumlar, Editör: Feridun Emecen, İstanbul 2009, s. 237-249. Güneş, İhsan, Türk Parlamento Tarihi, C. I, Eskişehir 1995. Hüseyin Cahid, “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Siyasî Programı”, Tanin, nu: 55, 11 Eylül 1324, s. 1. Kili, Suna, A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri Senedi İttifaktan Günümüze, Ankara 1985. Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC), Devre 1, İçtima Senesi 1, C. 1, Ankara 1982. Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre 1, İçtima Senesi 1, C. 3, Ankara 1982. Olgun, Kenan, 1908-1912 Osmanlı Meclis-i Mebusanının Faaliyetleri ve Demokrasi Tarihimizdeki Yeri, (İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2001. Ortaylı, İlber, Osmanlı’da Değişim ve Anayasal Rejim Sorunu, İstanbul 2008. Özçelik, Ayfer, Kimliğini Arayan Meşrutiyet, 1. Baskı, İstanbul 2006. Tanör, Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 14. Baskı, İstanbul 2006. Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasal Partiler, C. 1, İstanbul 1998. Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye’nin Siyasî Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İstanbul 2004. Üçok, Coşkun, “1876 Anayasasının Kaynakları”, Türk Parlamentoculuğunun İlk Yüzyılı, Ankara 1976, s. 1-25. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140 139 MEHMET KAAN ÇALEN Üçok, Coşkun, Ahmet Mumcu, Türk Hukuk Tarihi, Ankara 1985. 140 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 129-140 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153 I. HAÇLI SEFERİ (1096) ÖNCESİNDE BİZANS İMPARATORLUĞU’NUN SİYASÎ DURUMUNA BAKIŞ Sevtap GÖLGESİZ KARACA ÖZ: XI. Yüzyıl, Bizans İmparatorluğu Tarihi açısından son derece önemli bir yüzyıl oldu. Bu dönemde Bizans’ın kaderini değiştiren hadise, 1071 Malazgirt savaşı ile başladı. Aslında bu büyük olay yalnızca Bizans’ın yazgısına etki etmedi. Türkleri Anadolu’nun sahibi yapan bu savaş, aynı zamanda dünya tarihinin önemli hadiselerinden birini teşkil ederek büyük kitleleri harekete geçirecek bir sefere, I. Haçlı Seferi’nin çıkmasına ortam hazırladı. Bu makalede, dünya tarihine damgasını vuran Haçlı Seferleri öncesinde, İmparatorluğun siyasî durumu tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos’un Türklerle münasebetleri anlatılmış; bununla beraber, Türk tehlikesini önlemek için Güney İtalyalı Normanların lideri Robert Guiscard ile işbirliği yapma teşebbüslerine değinilmiştir. Ayrıca Bizans İmparatoru’nun Piacenza ve Clermont Konsili’ne elçi göndermesi çerçevesinde Papalık ile ilişkileri de vurgulanmıştır. Anahtar Kelimeler: Selçuklular, Bizans, Normanlar, Haçlı Seferleri, I. Aleksios Komnenos. OVERVIEW OF THE POLITICAL SITUATION OF THE BYZANTINE EMPIRE BEFORE (1906) THE FIRST CRUSADE ABSTRACT: The 11th century was very important for the history of the Byzantine Empire. The events which changed the fate of the Byzantine Empire started with the war of Manzikert. Indeed this great event, which made the Turks the owner of Anatolia, influenced not only the destiny of the Byzantine Empire but also paved the way to the First Crusade which mobilised great masses. In this article the political situation of the Byzantine Empire before the First Crusade which had a great impact on world history has been described briefly. Within this framework the Byzantine Emperor Alexios Kommenos’ relation with the Turks and his attempts to cooperate with the Southern Italian Norman leader Robert Guiscard in order to prevent the Turkish threat were described. The Byzantine Emperor’s relations with the Papacy within the framework of his sending ambassadors to the Councils of Piacenza and Clermont were also emphasised. Keywords: Seljukids, Byzantine, Normans, The Crusades, Alexius I Comnenus. İmparator II. Basileios’un (976-1025) ölümünden, I. Aleksios’un (10811118) tahta çıkışına kadar olan süre (1025-1081), Bizans İmparatorluğu’nun içte ve dışta siyaset bakımından çöküş dönemi olarak kabul edilmektedir. Herakleios (610-641) ile başlayan yükseliş, II. Basileios’un ölümüyle sona erdi. Bundan sonra zayıf İmparatorlar devri II. Basileios’un kardeşi olan VIII. Konstantinos (1025-1028) ile başladı. Bizans tarihçisi Mikhail Psellos eserinde bu İmparator döneminde Konstantinos’un halka kötü muamele ettiğini ve Bizans halkının adeta onun kölesi haline geldiğini zikreder1. Arş. Gör. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Edirne. segolgesiz@gmail.com. 1 Mikhail Psellos’un Khronographia’sı, Türkçe terc. Işın Demirkent, Ankara 1992, s. 25. SEVTAP GÖLGESİZ KARACA Bununla birlikte O, II. Basileios devrinde dolan devlet hazinesini düşüncesizce harcadı. Ondan sonra Bizans tahtına geçen İmparatorlar da Konstantinos’tan geri kalmadılar. Bu çöküş döneminde büyük arazi sahipleri köylü ve askerin emlâkını yok etti. Bunların eski sahiplerini yarı köle durumuna getirdi. Bu, ülkenin savunma ve vergi gücünü çöküntüye uğrattı. Tüm bunlar devletin fakirleşmesine ve askerî gücünün azalmasına sebebiyet verdi. Tüm bu siyasî ve askerî sıkıntılara iktisadî buhranlar da eklendi. İçinden çıkılması güç olan bu durum 1071 Malazgirt hezimeti ile Bizans’ı derinden sarstı. Bu ve bundan sonraki yıllarda ise Anadolu’da Bizans’ın gücü çöktü, İtalya’daki toprakları elden çıktı ve Balkanlar’daki nüfuzu azaldı. İçte ise merkezî iktidar tamamen bozuldu, devlet iktisadî açıdan ağır kayıplar verdi. Bu çöküş devri, I. Aleksios’un Bizans İmparatorluğu’nun idaresine hâkim oluncaya kadar devam etti. Zira Nikephoros Bryennios “Aleksios Komnenos’un hükümdarlığından beri işler düzeldi… Tanrı’nın sayesinde ve onun inayetiyle işler gerek Anadolu’da gerek Batı’da yolunda gelişti…”2 sözleriyle de bu durumu ifade eder. Böylece onun dönemi bir anlamda Bizans’ın yeniden canlandığı dönem oldu. Ancak I. Aleksios tahta çıktığında kendisini zor şartlar bekliyordu; zira temelleri kökünden sarsılmış bir enkaz devralmıştı. Ayrıca İmparatorluk kendini savunamayacak bir haldeydi. Selçuklular, Peçenekler, Normanlar, İmparatorluğu dört bir yandan kuşatmış durumdaydı3. Kısacası yeni İmparator I. Aleksios’un işi oldukça zordu. Kısaca değindiğimiz Bizans’ın bu siyasî tablosu içerisinde XI. yüzyılın en önemli hadisesi, 1071 yılında meydana gelen Malazgirt savaşı oldu. Anadolu’nun kaderini belirleyen ve Bizans İmparatorluğu’nun tarihini değiştiren bu savaş, Anadolu’nun sahibini de belirlemiş4 bununla beraber, 2 Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, Türkçe terc. Bilge Umar, İstanbul 2008, s. 28. Konuyla ilgili geniş bilgi için bkz. Mikhail Psellos, Türkçe terc. Işın Demirkent, s. 25 vd; Georg Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Türkçe terc. Fikret Işıltan, 5. Baskı, Ankara 1999, s. 296 vd. 4 Ancak bu durum, modern Bizans tarihçileri tarafından açıkça bilinse de, o zamanlar imparatorluktan sorumlu kişilere göre, 1071’deki yenilgi ve ardından Türklerin Anadolu’yu ele geçirmeleri kesinlikle birbiriyle alakalı değildi. Bizans orduları daha önce de yenilmişti; Persler ve Araplar, Ege ve Marmara denizlerine kadar dayanmışlardı. Ama bunlar daha sonra geri püskürtülmüş ve Bizans Anadolu’daki eski gücüne kavuşmuştu. İki kez yapılan şey, tekrar yapılabilirdi. Türkler engellenip Anadolu’daki hakimiyet tekrar kazanılabilirdi. Peter Charanis, “Byzantium, The West and the Origin of the First Crusade”, Byzantion, (19/1949), s. 17. Ayrıca 1071 yılına kadar ki Bizans’ın durumu için bkz. Işın Demirkent, “1071 Malazgirt Savaşı’na Kadar Bizans’ın Askerî ve Siyasî Durumu”, Bizans Tarihi Yazıları Makaleler-Bildiriler-İncelemeler, 2. Baskı, İstanbul 2005, s. 1-15. 3 142 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153 I. HAÇLI SEFERİ (1906) ÖNCESİNDE BİZANS İMPARATORLUĞU’NUN SİYASÎ DURUMUNA BAKIŞ Türk-Bizans ilişkilerine5 ve Bizans’ın dış politikasına da etki etmiştir. Türkler adına zaferle sonuçlanan bu savaş, sadece Türk-Bizans ilişkileri açısından büyük öneme sahip değildi. Bu hadise aynı zamanda sonuçları açısından dünya tarihine de etki eden, büyük kitleleri harekete geçirecek bir sefere, yani Haçlı Seferleri’ne sebebiyet vermişti. Haçlı Seferleri’nin başlamasından ve İmparator I. Aleksios Komnenos daha tahta çıkmadan evvel, Türklerin akınlarına karşı Bizans İmparatorlarının, devleti içinde bulunduğu zor durumdan kurtarabilmek adına bir takım önlemler aldığını görmekteyiz. Bu bahsettiğimiz duruma en iyi örnek VII. Mikhail (1071-1078) döneminde karşımıza çıkmaktadır. Zira İmparator ve danışmanları Türkleri Anadolu’dan çıkarıp burada Bizans hâkimiyetini yeniden kurmayı umut etmekte, fakat bu işin pek de kolay olmayacağını çok iyi bilmekteydiler. Bununla birlikte Bizans, 1071 Malazgirt hezimetini yaşarken aynı yıl içinde Güney İtalyalı Norman lider Robert Guiscard, Bari’yi ele geçirmek suretiyle Güney İtalya’daki Bizans topraklarının tamamını zapt etmişti. Bu hadise Bizans’ı Robert Guiscard ile evlilik yoluyla ittifak yapmaya sevk etti. İmparator, bir anlamda Guiscard tehlikesinden devletini korumak için bunu yapmaya mecbur kaldı ve ondan yardım istemek suretiyle bu tehdidi bertaraf etmeye çalıştı. Bu evlilik yoluyla müttefik edinme politikası6 IV. Romanos Diogenes (1068-1071) döneminde de gündeme getirilmişti. Diogenes’in politikası VII. Mikhail tarafından da devam ettirildi. İmparatorun istediği tek şey, Norman liderinin dostluğu idi. Bunu yukarıda zikrettiğimiz üzere, İmparatorluğunu hem Guiscard’dan gelecek başka saldırılara karşı korumak hem de Selçukluları Anadolu topraklarından uzaklaştırabilmek adına Normanlardan askeri destek sağlayabilmek için istiyordu7. Gerçekten de Bizans imparatorları bu durumdan son derece muzdarip idi. Türk akınlarının durdurulamaması ile ilgili olarak Mikhael Attaleiates “hiç beklenmeyen bir hâl gerçekleşti ve bu hâl sadece güçlü bir hoşnutsuzluğa yol açmakla kalmadı, ama Bizans egemenliği sınırlarının daralması ve bu egemenliğin güçsüzleşmesi sonucunu da doğurdu”8 sözleriyle Türklerin Bizans’a karşı giriştiği akınlardan dolayı hoşnutsuzluğu dile getirir. 5 Konuyla ilgili olarak bkz. Yusuf Ayönü, Türkiye Selçuklu Bizans Münasebetleri (10751116), Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir 2001 ve aynı yazar, Selçuklu-Bizans Münasebetleri (1116-1308), Basılmamış Doktora Tezi, İzmir 2007. 6 Diogenes’in oğullarından birini Guiscard’ın kızlarından biriyle evlendirmeyi ilk ne zaman teklif ettiği tam olarak bilinmemektedir. Ancak böyle bir teklifin yapıldığı bir gerçektir. Fakat bu evlilik Norman lideri tarafından reddedildi. Charanis, Aynı makale, s. 17-18. 7 Charanis, a.g.m., s. 18. 8 Mikhael Attaleiates, Tarih, Türkçe terc. Bilge Umar, İstanbul 2008, s. 88. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153 143 SEVTAP GÖLGESİZ KARACA Selefi Diogenes’in politikasını devam ettirmek VII. Mikhail açısından pek de kolay olmadı. Bizans’ın yaptığı, 1071 yılı sonları yahut 1072 yılı başlarındaki izdivaç teklifi, Guiscard tarafından reddedildi. Ancak VII. Mikhail pes etmemekte kararlı olduğundan 1072 sonu veya 1073 yılı başında bir kez daha teklif götürdü. Bu teklifin de Norman lideri tarafından reddedilmesinin üzerine Bizans bu kez yönünü Papa’ya çevirdi. VII. Mikhail, Papa VII. Gregory’den (1073-1085) 1073 yılı başlarında yardım talep etti. Onun talebi Papa tarafından olumlu karşılandı. Ancak Papa bunu uygulamaya koyacak durumda değildi9. İmparator bu teşebbüsten de herhangi bir sonuç alamadı ve böylece 1073 yılında başlayan görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı. Neticede zor da olsa Guiscard ile İmparator arasında evlilik yoluyla anlaşma 1074 yılında tesis edildi10. Fakat Guiscard ile yapılan bu ittifak Bizans’ın hayal ettiği gibi Türkleri durdurmaya yetmedi, ayrıca Bizans’ın zararına da sebebiyet verdi11. İmparatorluğun bu yardım arayışları pek bir işe yaramasa da Türkleri Anadolu topraklarından kovmak amacıyla Papalıktan ve Batı’daki liderlerden yardım isteme üzerine kurulu Bizans politikasını gözler önüne serdiği için son derece önemlidir 12. Bu politikanın evrensel bir zihniyet haline gelmesinde etkisi olan zat, tarih 1081’i gösterdiğinde iktidara geldi. Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos, 4 Nisan 1081 tarihinde tahta çıktığında İmparatorluğun dört bir yanı adeta iç ve dış tehditlerle kuşatılmıştı. Tüm Anadolu, İstanbul’a kadar Türklerin eline geçmiş, Balkan Yarımadası’nda 13 Peçenekler 14, Tuna Nehri’nin güneyindeki eyaletlere hâkim olmuştu. Sırbistan ve Dalmaçya bölgeleri ise Bizans İmparatorluğu’na baş kaldırarak yerel Slav beylerinin idaresini tercih etmişti. Bunlara ilaveten Bizans’ın baş düşmanı, Güney İtalya Normanları’nın reisi Robert Guiscard bu kez de İmparatorluğu ele geçirmek üzere Epiros bölgesine doğru harekete geçmişti15. 9 Papanın Alman Imparatoru IV. Heinrich ile arasının iyi olmamasından dolayı bu teklifi değerlendiremediği W. B. Mc Queen tarafından öne sürülür. Bkz. “Relations between the Normans and Byzantium 1071–1111”, Byzantion, (56/1986), s. 432. Karş. Işın Demirkent, “Haçlı Seferleri Düşüncesinin Doğuşu ve Hedefleri”, Tarih Dergisi, Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız Hatıra Sayısı, 35 (1994), s. 68-69. 10 Charanis, a.g.m, s. 18 vd. 11 VII. Mikhail’in tahttan indirilmesinin ardından bu anlaşma Balkanlardaki Bizans topraklarını işgal edebilmesi için Guiscard’ın eline istediği fırsatı vermiş oldu. Peter Charanis, a.g.m., s. 23-24. 12 Charanis, a.g.m., s. 24. 13 Bizans’ın Balkanlar’daki durumu için bkz. Işın Demirkent, “14.Yüzyıla Kadar Balkan Yarımadasında Bizans Hâkimiyeti”, Bizans Tarihi Yazıları Makaleler-Bildirilerİncelemeler, s. 17-30. 14 Peçenekler için bkz. Akdes Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937. 15 Işın Demirkent, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, Ankara 1996, s. 3. 144 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153 I. HAÇLI SEFERİ (1906) ÖNCESİNDE BİZANS İMPARATORLUĞU’NUN SİYASÎ DURUMUNA BAKIŞ Bütün bu sorunlar içinde Aleksios’un başını ağrıtan en önemli iki tehlike mevcuttu. Bu tehlike Norman ve Türk tehdidiydi. İmparator öncelikle, Bizans tahtına gözünü diken Güney İtalya lideri Robert Guiscard ile mücadeleye karar verdi ve bu amaçla, batı sınırındaki mücadele esnasında doğu sınırını güvence altına almak için Türkiye Selçuklu Sultanı Süleymanşah ile 1081 yılının Haziran ayında “Dragos Suyu Antlaşması” yaptı16. Fakat bu anlaşma öncesinde İstanbul Boğazı’nın Anadolu sahillerine kadar gelmiş olan Selçukluları buralardan uzaklaştırmak amacıyla harekete geçti. Türkleri kıyı bölgelerden uzaklaştırarak onların iç bölgelere çekilmelerini sağladı. Aleksios bu başarısının ardından yukarıda belirttiğimiz üzere Türklerle barış yapma yoluna gitti. Anna Komnena barış teklifinin Süleymanşah’tan geldiğini söylese de bu esnada Norman tehlikesi ile karşı karşıya kalan ve zor durumda olan I. Aleksios idi. Neticede I. Aleksios, Süleymanşah’a haber gönderdi ve bir miktar para ile vergi karşılığında barış yapma teklifinde bulundu. Bu teklif Süleymanşah tarafından da kabul gördü17. Anna Komnena bu anlaşmanın şartlarını ayrıntılı olarak vermez. Sadece “… Onlara sınır olarak Drakon deresini verdi ve onlara bunu kesinlikle aşmamayı, ayrıca Bithynia sınırlarından içeriye hiçbir akına girişmemeyi kabul ettirdi”18 şeklinde ifade eder. Böylece bu anlaşma ile İmparator I. Aleksios, Türkleri boğaz kıyılarından uzaklaştırmış ve Süleymanşah’ın İznik Körfezi’ndeki Drakon Çayı’na kadar Anadolu’daki hâkimiyetini resmen onaylamıştır. Anlaşma her iki taraf için de faydalı bir barış oldu. Süleymanşah, Anadolu’daki hâkimiyetini I. Aleksios’a kabul ettirip devletinin güney sınırlarıyla ilgilenirken Aleksios da Normanlarla olan mücadelesinde Süleymanşah gibi bir müttefik kazandı19. Bununla beraber I. Aleksios Komnenos sadece Türklerle anlaşma yapmadı, aynı zamanda deniz gücü desteği sağlayabilmek için Venediklilere de çeşitli ayrıcalıklar20 bahşetti. Anna Komnena “…Vaatler ve armağanlara 16 Demirkent, Sultan I. Kılıç Arslan, s. 3. Yusuf Ayönü, Türkiye Selçuklu Bizans Münasebetleri (1075-1116), s. 90-91 ve n. 317. 18 Anna Komnena, The Alexiad, İng. terc. Elizabeth A. S. Dawes, London 2011, s. 65; Türkçe terc. Bilge Umar, Alexiad Anadolu’da ve Balkan Yarımadası’nda İmparator Alexios Komnenos Dönemi’nin Tarihi Malazgirt’in Sonrası, İstanbul 1996, s. 126. 19 Ayönü, Türkiye Selçuklu Bizans Münasebetleri (1075-1116), s. 91. 20 Konuyla ilgili olarak bkz. W. Heyd, Yakın-doğu Ticaret Tarihi, Türkçe terc. E. Z. Karal, 2. Baskı, Ankara 2000, s. 127 vd; Demirkent, Bizans’ın Venediklilere bahşettiği bu ayrıcalık ile imparatorluğun geleceğini ipotek altına aldırdığını vurgular. Ayrıca bu imtiyazın Bizans’ın kendi ölüm fermanını imzalamakla eş değer olduğunu da belirtir. Bu anlaşmayla Venedik, imparatorluğun bütün limanlarında gümrük vergisi ödemeden ticaret yapma hakkını elde etti. Işın Demirkent, “1082-1302 Yılları Arasında Bizans-Batı İlişkilerine Kısa Bir Bakış”, Bizans Tarihi Yazıları Makaleler-Bildiriler-İncelemeler, s. 100. 17 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153 145 SEVTAP GÖLGESİZ KARACA başvurarak Venediklilerden de yardım istedi” sözleriyle İmparatorun bu yardım isteğini dile getirir21. İmparator, Venedikliler ve Türklerden aldığı yardımlar ile Arnavutluk, Makedonya ve Teselya bölgelerini Norman istilasından kurtardı. 1082 yılında ise Adriyatik denizi kıyısında yer alan Draç’ı kuşatan Guiscard’a karşı mücadele etmek için yine Selçuklulardan yardım aldı. Ertesi yıl yani 1083 yılında Teselya’ya kadar ilerleyip Yenişehir’i kuşatan Guiscard’ın oğlu Bohemund’a karşı da Süleymanşah’tan destek gördü. İmparatorun yardım isteği üzerine Süleymanşah, İmparatora 7 bin kişilik bir kuvvet gönderdi. Bu yardımla Aleksios Normanlara karşı başarılı oldu22. Aleksios, aldığı bu yardımlar sayesinde, 1085 yılına kadar süren Normanlarla mücadelesini başarılı bir şekilde sonlandırdı23. Böylece İmparator, ancak 1085 yılı sonunda İstanbul’a dönebildi. Fakat döndüğünde hoş bir tablo ile karşılaşmadı. Zira Süleymanşah’ın İznik’i idare etmesi amacıyla görevlendirdiği Ebu’l-Kasım’ın24 Dragos Suyu anlaşması şartlarını ihlal ettiğini ve Türklerin Bizans arazisine akınlar düzenleyerek yeniden, yavaş yavaş İstanbul yakınına doğru harekete geçtiklerini gördü. Bunun üzerine İmparator derhal harekete geçti. Türk akıncılarını kıyılardan uzaklaştırdı. Bununla birlikte İznik’e ordu göndererek Ebu’l-Kasım’ı sıkıştırdıysa da 1086 yılının Haziran ayında Ebu’l-Kasım’ın donanma hazırlığı ve Çaka Bey ile işbirliği yapma planı Aleksios’u fazlasıyla endişelendirdi. Ancak Türk tehdidi ile baş etmekte kararlıydı. Bu amaçla İmparator, denizden ve karadan göndermiş olduğu kuvvetlerle Ebu’lKasım’ın inşa ettirmekte olduğu gemileri yaktırdı ve onu İznik’e geri çekilmeye zorladı. Ancak Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın (1072-1092) İznik’i kendi hâkimiyeti altına almak amacıyla kumandanı Porsuk idaresinde 21 Anna Komnena, İng. terc. Elizabeth A. S. Dawes, s. 68; Türkçe terc. Bilge Umar, s. 133. Ayönü, Türkiye Selçuklu Bizans Münasebetleri (1075-1116), s. 91-92. 23 Ayönü, Türkiye Selçuklu Bizans Münasebetleri (1075-1116), s. 96. 24 Süleymanşah’ın Ebu’l-Kasım’ı İznik’in idaresiyle görevlendirmesinin nedeni, Antakya seferine çıkmasıyla ilgilidir. Antakya’nın Bizanslı valisi Isaakios Komnenos’tan sonra yerine Ermeni Vasak tayin edilmişti. Onun öldürülmesiyle şehre, Bizans adına Ermeni Philaretos hâkim oldu. Fakat onun zalimane idaresi halkı canından bezdirince Antakya Şıhnesi İsmail tarafından Süleymanşah şehre davet edilmişti. Bunun üzerine Türkiye Selçuklu Sultanı derhal harekete geçmiş ve yerine başkumandan olarak Ebu’l-Kasım’ı bırakmıştı. Konuyla ilgili olarak bkz. Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, Türkçe terc. Yıldız Moran, 3. Baskı, İstanbul 1994, s. 91-92; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 4. Baskı, İstanbul 1996. s. 70 vd; Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, 2. Baskı, Ankara 1993, s. 120; aynı yazar, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, Ankara 1990, s. 31; aynı yazar, “Süleymanşah’ın Kuzey Suriye Seferi ve Sonuçları” Türk Kültürü Araştırmaları, XXVI/1, 1988, s. 71. 22 146 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153 I. HAÇLI SEFERİ (1906) ÖNCESİNDE BİZANS İMPARATORLUĞU’NUN SİYASÎ DURUMUNA BAKIŞ büyük bir orduyu Anadolu’ya gönderdiğini öğrenince Melikşah’a engel olmak için bu kez Ebu’l-Kasım ile işbirliği yoluna gitti25. İmparatorun Türklerle mücadelesi sadece Selçuklularla sınırlı değildi. I. Aleksios, Balkanlar’da Trakya’ya kadar ilerlemiş bulunan Peçeneklere karşı da 1087 yılında mücadeleye girişti. İlk Peçenek saldırısı Bizans tarafından geri püskürtüldü. Ancak Siliste yakınında yapılan savaşı Peçenekler kazandı. Buna rağmen savaşın sonucundan yeteri kadar yararlanamadılar. Çünkü bu sırada İdil bölgesinden Tuna yöresine inen bir diğer Türk kavmi olan Kumanların saldırısına uğrayarak yenildiler. Bu durum Bizans’a bir süreliğine nefes alabilme imkânı verdi. Ayrıca Peçenekler 3 yıl boyunca Trakya bölgesine saldırılarını devam ettirdiler26. Aleksios, bu süre zarfında önce Peçeneklere (1091) ve ardından Edirne’ye kadar ilerleyen Kumanlara (1094) ağır darbeler indirdi. Bu suretle, Balkanları hâkimiyeti altına alabilmişti27. İmparator bu olaylarla uğraşırken aynı zamanda bir büyük tehlike daha kendisini beklemekteydi. 1081 yılında İzmir’i ele geçirip burada bir Türk Beyliği kuran Çaka Bey28, Bizans aleyhine Ege Adaları’na doğru harekete geçmişti29. Ayrıca babasının ölümünün ardından Türkiye Selçuklu Devleti’nde I. Kılıç Arslan’ın (1093–1107) tahta çıkmasıyla Bizans’ın içinden çıkılması güç sorunlarına bir yenisi daha eklendi. Kılıç Arslan, Türklerin Bizans’a karşı sürdürmüş oldukları politikayı devam ettirmek amacıyla İzmir Bey’i Çaka ile onun kızıyla evlenmek suretiyle, ittifak kurdu. Fakat bu birbirinden güçlü iki Türk Bey’i Bizans’ın entrikalarına alet olarak birbirlerine düştüler 30. Çaka Bey’in öldürülmesiyle Bizans, bu büyük tehlikeden de kurtulmuş oldu. 25 Demirkent, Sultan I. Kılıç Arslan, s. 4. Demirkent, Sultan I. Kılıç Arslan, s. 4-5. 27 Demirkent, Sultan I. Kılıç Arslan, s. 5. 28 Çaka Bey ile ilgili bkz. Akdes Nimet Kurat, Çaka Bey İzmir ve Civarındaki Adaların İlk Türk Beyi M.S. 1081-1096, 3. Baskı, Ankara 1966. 29 Demirkent, Sultan I. Kılıç Arslan, s. 5. 30 Sultan Kılıç Arslan, Türkiye Selçuklu devletinin idaresini eline aldıktan sonra, Bizans’a karşı girişilen mücadeleyi sürdürmek amacıyla başarılı girişimlerde bulunmuş olan İzmir Bey’i Çaka’nın kızıyla evlenmek suretiyle onunla dostluk kurdu. Fakat bu dostluk Bizans’ın aleyhineydi ve ikili ne pahasına olursa olsun Bizans’a ağır bir darbe indirmek amacıyla faaliyetlerde bulunmaktaydılar. İmparator ise, onların hedefinin İstanbul olduğunu bildiğinden Çaka’yı durdurmak istiyordu. Bu amaçla, I. Kılıç Arslan’ı kendi tarafına çekmeye çalıştı. Kılıç Arslan’a bir mektup yazarak; Çaka’nın Kılıç Arslan’ın devletinde gözü olduğunu ima etmiş ve Selçuklu Sultanını İzmir Beyi’ne karşı kışkırtmıştır. Bunun sonucunda Kılıç Arslan, Çaka’nın gücünün bir gün kendisi için sorun olacağını düşünüp onu öldürtmüştür. Bu aslında Bizans’ın denge siyaseti taktiğidir. Bkz. Demirkent, Sultan I. Kılıç Arslan, s. 15 vd. 26 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153 147 SEVTAP GÖLGESİZ KARACA Yukarıda ifade edildiği üzere Bizans dört taraftan köşeye sıkıştırılmış bir haldeydi. Yeterince ordusu ve Türklere karşı mücadele edecek gücü yoktu. İmparator, tüm bunları göz önünde bulundurarak, geleneksel Bizans politikası olan ücretli asker yardımı alma yoluna başvuracaktı. Türk tehdidiyle baş edebilmek amacıyla, 1089 yılında Papa II. Urbanus (1088– 1099)31 liderliğinde toplanan Melfi Konsili’ne elçilerini göndermek suretiyle önce Batı ile arasını düzeltmeye çabalamıştı. 1089 Eylülü’nde toplanan bu konsilde İmparator Aleksios’un aforoz kararı kaldırıldı32. 1095 yılındaki Piacenza Konsili’ne katılan Bizanslı elçiler 33 bu kez niyetlerini ortaya koyarak Türklere karşı harekete geçebilmek amacıyla yardım talebinde bulundular34. Mart 1095 tarihinde Papa II. Urbanus tarafından yapılan bu toplantıda Bizans İmparatoru, açıkça Batı Kilisesi’nden Selçuklu Türklerinin şiddetli akınlarına karşı askerî yardım talebinde bulundu. Bu konsil sırasında Aleksios’un elçileri Papa’ya, Türklere karşı zor durumda bulunan İmparatorluğa yardım etmesi hususunu dile getirdi. Elçiler, Türklerin İstanbul’u tehdit ettiklerini ve Doğu’daki Hıristiyan kiliselerini yakıp yıktıklarını iddia ediyorlardı. Bizans tek başına Türkleri durduramıyordu. İşte bundan dolayı Batı’nın yardımına ihtiyacı vardı35. I. Aleksios, Türklerden kurtulmak için bulduğu bütün fırsatları değerlendirmiş, 1086’da önce Süleymanşah’ın ardından 1092’de Melikşah’ın ölümü ve Büyük Selçuklu ile Türkiye Selçuklu Devleti’nde yaşanan boşluğu ve karmaşayı fırsat bilerek Hıristiyan Batı’dan yardım istemiş; Papalık ise, bu yardımı kendi içinde, çıkarları doğrultusunda değerlendirmek amacıyla memnuniyetle kabul etmiştir. Böylelikle XI. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu’da fetihlerde bulunan Türkler, 1071 yılında Bizans İmparatorluğu’na ağır darbe indirmiş, ardından giriştikleri fetihlerle Bizans’ı sınırlarını koruyamayacak bir hale getirmişlerdi. Bunun sonucunda Bizans’ın Batı’dan istemiş olduğu ücretli asker talebi, 31 Runciman’ın belirttiği üzere tarihe II. Urbanus olarak geçen bu zatın esas ismi Odo de Lagery’dir. Yine Runciman’a göre 1042 yılı civarında doğmuştur. Bkz. Steven Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, C. I, terc. Fikret Işıltan, 3. Baskı, Ankara 1998, s. 78. Bir diğer görüşe göre de adı Odo de Châtillon’dur. Soissons Piskoposluk bölgesinde, yaklaşık olarak 1035 yılı civarında doğmuştur. Bkz. -Uta-Renate Blumenthal, “Urban II (d.1099)”, The Crusades An Encyclopedia, C. IV, Oxford 2006, s. 1214. 32 Runciman, I, terc. Işıltan, s. 80. 33 Konuyla ilgili Bkz. D. C. Munro, “Did the Emperor Alexius I. Ask for Aid to the Council of Piacenza, 1095?” The American Historical Review, (27/1922), s. 731-733. 34 Konuyla ilgili Türkçe çalışma için bkz. Demirkent, “Haçlı Seferleri Düşüncesinin Doğuşu ve Hedefleri”, Tarih Dergisi. 65-78; Aynı yazar, “Haçlı Seferleri’nin Mahiyeti ve Başlaması”, Haçlı Seferleri ve XI. Asırdan Günümüze Haçlı Ruhu Semineri, 26- 27 Mayıs, 1997, İstanbul 1998, s. 1-14. 35 Uta-Renate Blumenthal, “Piacenza, Council of (1095)”, The Crusades An Encyclopedia, C. IV, s. 956-957. 148 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153 I. HAÇLI SEFERİ (1906) ÖNCESİNDE BİZANS İMPARATORLUĞU’NUN SİYASÎ DURUMUNA BAKIŞ Urbanus’un Hıristiyanlığın yegâne hâkimi olması hevesiyle dinî propaganda vasıtasıyla, sosyal-ekonomik ve siyasî açıdan son derece kötü durumda bulunan Avrupa’yı Doğu’ya doğru akın akın harekete geçirecek ve tarihe Haçlı Seferleri olarak damgasını vuracak olan bu seferi başlatmış oldu 36. I. Aleksios’un beklediği yardım çağrısı, 1095 Kasımı’ndaki Clermont Konsili37 ile geldi. Clermont Konsili’nde, Piacenza’da istenilen yardım büyük kitleleri harekete geçirecek bir sefer çağrısı olarak kendini gösterdi. Tarih, 1095 sonbaharını gösterdiğinde Papa II. Urbanus, o meşhur tarihi vaazını yaparak büyük kitleleri harekete geçirmiş ve İmparator Aleksios Komnenos’un istemiş olduğu askeri yardım büyük kalabalıkları Doğu’ya sevk edecek bir sefer haline dönüşmüştü. 27 Kasım 1095 yılında Clermont Konsili’nde yapılan bu çağrı, Doğu’daki Hıristiyanları Türk-Müslüman baskı ve zulmünden kurtarmak motifiyle süslendiğinden38 büyük yankılar uyandırmıştı39. Kitleleri harekete geçiren bu tarihi çağrı II. Urbanus tarafından yapılmıştır. Hıristiyanlığın lideri Urbanus, Clermont’ta üç konuşma yapmıştır40. İlk konuşmasında Türklerin fetihlerinden ve Hıristiyanlık dininin aşağılandığından bahsetmiştir. Fulcherius konuyla ilgili olarak “…Papa Urbanus, Roma topraklarının iç kısımlarının Türkler tarafından fethedildiğini ve bu hareketle Hıristiyanlara zalimce boyun eğdirildiğini duyduğunda, Tanrı aşkı ve dindarlığın (verdiği) merhametle yola koyulup dağları aşarak (Galya) Fransa’ya vardı. Clermont Auvergne şeklinde adlandırılan şehirde bir meclis toplanmasına karar verdi…”41 İfadelerini kullanır. Urbanus’un ikinci konuşması, Kilise’nin korunması ve 36 Demirkent, “Haçlı Seferleri Düşüncesinin Doğuşu ve Hedefleri”, Tarih Dergisi, s. 65 vd. Haçlı Seferleri fikri ve doğuşu hususunda ayrıca bkz., Jonathan Riley-Smith, The First Crusade and the Idea of Crusading, London 1993; Carl Erdmann , The Origin of the Idea of the Crusade, Almancadan terc. Marshall W. Baldwin - Walter Goffart, Princeton 1977; Norman Daniel, “Crusade Propaganda”, A History of the Crusades, C. VI, Gen. Ed. K. M. Setton, Wisconsin 1989, s. 39-97. 37 Clermont Konsili ile ilgili bkz. Frederic Duncalf, “The Councils of Piacenza and Clermont”, A History of the Crusades, C. I, Gen. Ed. K. M. Setton, 2. Baskı, Wisconsin 1969, s. 220-252; Uta-Renate Blumenthal, “Clermont, Council of (1095)”, The Crusades An Encyclopedia, C. I, s. 263-265. 38 Demirkent, “Haçlı Seferleri Düşüncesinin Doğuşu ve Hedefleri”, s. 65 vd. 39 Urbanus’un çağrısı ile ilgili bilgi için bkz. A. C. Krey, “Urban’s Crusade Success or Failure”, The American Historical Review, (53 /1948), s. 235-250. 40 Bkz. Dana Carleton Munro, “The Speech of Pope Urban II. at Clermont, 1095”, The American Historical Review, (11/1906) s. 232. 41 Fulcherius Carnotensis, RHC occ, III, s. 321; İng. terc. R. Ryan, s. 62; Türkçe terc. İlcan Bihter Barlas, s. 46. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153 149 SEVTAP GÖLGESİZ KARACA Tanrı barışı42 ile ilgili olup tamamen İncil’den alıntılarla süslenmiştir 43. Üçüncü konuşmasında ise Doğu’daki din kardeşlerinin yardıma ihtiyacı olduğu vurgulanmıştır. Fulcherius bu hususu şu sözlerle dile getirir: “…Sizin yardımınıza ihtiyacı olan ve bunun için yalvaran doğudaki kardeşlerinize hemen yardım götürmeniz gerekmektedir… Türkler onlara saldırıp St. George Kolu44 olarak adlandırılan Roma topraklarına kadar ilerlediler. Gittikçe daha fazla Hıristiyan toprağını ele geçirip savaşlarda onları yedi defa yendiler. Birçok insanı öldürüp esir aldılar, kiliseleri yıktılar. Tanrı’nın krallığını harap ettiler. Eğer onlara müsaade ederseniz Tanrı’ya inananları yenip topraklarını fethetmeye devam edecekler… Burada bulunanlara sesleniyorum; aramızda bulunmayanlara ve ayrıca Hıristiyan askerlerine de. Oraya gidecek herkes için söylüyorum. İster ovada yürüyün ister denizi geçin ister kâfirle dövüşün. Zincirlenmiş hayatınız sona erdiğinde günahlarınız af olacak! Tanrı’nın bana verdiği yetkiyle bunu herkese bahşediyorum…”45 Böylece, Clermont Konsili’nde yapılan bu tarihî çağrı ile Haçlı Seferleri 46 resmen başlamış oldu. İmparator Aleksios, tam rahat bir nefes almayı planlarken olaylar beklenenin aksine gerçekleşti; 1096 yılı önemli olayların başlangıcı oldu. Ioannes Zonaras’ın ifade ettiği üzere; “…Franklar, 42 Tanrı barışı yahut Pax Dei, kilise tarafından meydana getirilen bir kurum idi ve toplumdaki çatışmayı önlemek çabasındaydı. XI. yüzyılda ise Batı Avrupa’nın tamamına yayıldı. Bkz. Thomas Gergen, “The Peace of God and its legal practice in the Eleventh Century”, Cuadernos de Historia del Derecho, (9 /2002), s. 11-27. 43 Fulcherius Carnotensis, RHC occ. III, s. 322 vd; İng. Terc. F. R. Ryan, s. 62-65; Türkçe terc. İ. B. Barlas, s. 47-49. 44 İstanbul Boğazı ve Marmara denizi kastedilmektedir. Haçlı kaynaklarında hep bu şekilde ifade edilmektedir. 45 Fulcherius Carnotensis, RHC occ. III, s. 323 vd; İng. Terc. F. R. Ryan, s. 65-66; Türkçe terc. İ. B. Barlas, s. 50-51. Papa’nın vaazına genel olarak bakıldığında ise Frankların kahramanlıklarına övgü, Doğu’daki din kardeşlerine yardım, Türklerin zaferleri, Doğu’daki Hıristiyanların ızdırabı, kutsal mekânlara ve kiliselere yapılan saygısızlık, Kudüs’ün kutsiyeti gibi hususlara vurgu yapıldığı görülmektedir. Bkz. Dana Carleton Munro, The Speech of Pope Urban II. at Clermont, 1095, The American Historical Review, s. 232. Konsildeki konuşma için en güvenilir kaynak D. C. Munro’ya göre Fulcherius’tur. Bkz. Dana Carleton Munro, aynı yer. Karş. Runciman, I, terc. Işıltan, s. 84 ve n. 3. 46 Haçlılar ve Haçlı Seferleri konusunda bkz. Hans Eberhard Mayer, The Crusades, İngilizce terc. John Gillingham, Oxford 1977; Jean Richard, The Crusades c. 1071- c. 1291, İngilizce terc., Jean Birrell, Cambridge 1999; Zoé Oldenburg, The Crusades, İngilizce terc., Anne Carter, New York 1966; Jonathan Riley-Smith, The Crusades A Short History, London 1987 ; aynı yazar, The First Crusaders 1095–1131, Cambridge 1997; W. B. Stevenson, The Crusaders in the East , Cambridge 1968 ; Robert Payne, The Crusades A History, London 1994; Jonathan Riley-Smith, Haçlılar Kimlerdi?, Türkçe terc., Berna Kılınçer, İstanbul 2005; Işın Demirkent, Haçlı Seferleri, İstanbul 1997; aynı yazar, “Haçlılar”, DİA, C. 4, İstanbul 1996, s. 525-546. 150 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153 I. HAÇLI SEFERİ (1906) ÖNCESİNDE BİZANS İMPARATORLUĞU’NUN SİYASÎ DURUMUNA BAKIŞ Kentler’in Sultanı’na yönelerek ve Anadolu’yu bir uçtan ötekine geçmek amacıyla Batı’dan hareket ettiler. Hatta bu kitlesel hareketi, Tanrısal alâmetin biri önceden açıkladı: ‘Batı’dan hareket eden ve güneşi karartan buluta benzeyen bir çekirge sürüsü, Kentler’in Sultanı’nın üzerine düştü ve onu geride bırakarak Anadolu’ya indi…”47 Sonuç olarak genel itibariyle bakıldığında, Bizans İmparatorluğu’nun XI. yüzyılı bir yandan topraklarına göz diken Norman saldırıları, bir yandan da dur durak bilmeyen Türk akınlarıyla mücadele etmekle geçti. 10251081yılları arası dönemde başa geçen İmparatorların, İmparatorluğu idare etmekte başarısız oluşu devleti çöküntüye sürükledi. I. Aleksios’un 1081’de tahta çıkışıyla bu çöküş biraz olsun telâfi edilebildi ve İmparatorluk canlanma sürecine girdi. I. Aleksios, hâkimiyeti süresince Güney İtalyalı Normanlardan İmparatorluğunu korumak ve zayıflamış ordusuyla Türk akınlarını durdurabilmek için uğraştı durdu. Bunun için de kimi zaman Türklere karşı Normanlardan; Normanlara karşı Türklerden ve yine Türklere karşı Papalıktan yardım talebinde bulundu. Bu cümleden hareketle Bizans’ın Haçlı seferleri öncesindeki siyasî durumuna bakıldığında Papalık, ağırlıklı olarak Güney İtalyalı Normanlar ve Türkler ile yoğun bir şekilde münasebette bulunduğu görülmektedir. KAYNAKÇA Kaynaklar Anna Komnena, The Alexiad, İng. terc. Elizabeth A. S. Dawes, London 2011; Türkçe terc. Bilge Umar, Alexiad Anadolu’da ve Balkan Yarımadası’nda İmparator Alexios Komnenos Dönemi’nin Tarihi Malazgirt’in Sonrası, İstanbul 1996. Fulcherius Carnotensis, Gesta Francorum Iherusalem peregrinantıum, RHC occ, III, s. 311-485; İng. terc. R. Ryan, Fulcher of Chartres. A History of the Expedition to Jerusalem 1095–1127, Knoxville 1969; Türkçe terc. İlcan Bihter Barlas, Kudüs Seferi Kutsal Toprakları Kurtarmak İstanbul 2009. Ioannes Zonaras, Tarihlerin Özeti, Türkçe terc. Bilge Umar, İstanbul 2008. Mikhael Attaleiates, Tarih, Türkçe terc. Bilge Umar, İstanbul 2008. Mikhail Psellos’un Khronographia’sı, Türkçe terc. Işın Demirkent, Ankara 1992. Nikephoros Bryennios, Tarihin Özü, Türkçe terc. Bilge Umar, İstanbul 2008. Araştırma Eserleri Ayönü, Yusuf, Türkiye Selçuklu Bizans Münasebetleri (1075-1116), Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir 2001. 47 Ioannes Zonaras, Tarihlerin Özeti, Türkçe terc. Bilge Umar, İstanbul 2008, s. 169. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153 151 SEVTAP GÖLGESİZ KARACA _____________, Selçuklu-Bizans Münasebetleri (1116-1308), Basılmamış Doktora Tezi, İzmir 2007. Blumenthal, Uta-Renate “Piacenza, Council of (1095)”, The Crusades An Encyclopedia, C. IV, Oxford 2006, s. 956-957. _____________________, “Urban II (d.1099)”, The Crusades An Encyclopedia, C. IV, Oxford 2006, s. 1214-1217. _____________________, “Clermont, Council of (1095)”, The Crusades An Encyclopedia, C. I, Oxford 2006, s. 263-265. Cahen, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, Türkçe terc. Yıldız Moran, 3. Baskı, İstanbul 1994. Charanis, Peter “Byzantium, The West and the Origin of the First Crusade”, Byzantion, (19/1949), s. 17-36. Daniel, Norman, “Crusade Propaganda”, A History of the Crusades, C. VI, Gen. Ed. K. M. Setton, Wisconsin 1989, s. 39-97. Demirkent, Işın, Türkiye Selçuklu Hükümdarı Sultan I. Kılıç Arslan, Ankara 1996. _____________,Haçlı Seferleri, İstanbul 1997. _____________, “Haçlı Seferleri Düşüncesinin Doğuşu ve Hedefleri”, Tarih Dergisi, Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız Hatıra Sayısı, 35 (1994), s. 65-78. _____________, “Haçlılar”, DİA, C. 4, İstanbul 1996, s. 525-546. _____________, “Haçlı Seferleri’nin Mahiyeti ve Başlaması”, Haçlı Seferleri ve XI. Asırdan Günümüze Haçlı Ruhu Semineri, 26-27 Mayıs, 1997, İstanbul 1998, s. 114. _____________, “1071 Malazgirt Savaşı’na Kadar Bizans’ın Askerî ve Siyasî Durumu”, Bizans Tarihi Yazıları Makaleler-Bildiriler-İncelemeler, 2. Baskı, İstanbul 2005, s. 1-15. _____________, “1082-1302 Yılları Arasında Bizans-Batı İlişkilerine Kısa Bir Bakış”, Bizans Tarihi Yazıları Makaleler-Bildiriler-İncelemeler, İstanbul 2005, s. 97-119. _____________, “14.Yüzyıla Kadar Balkan Yarımadasında Bizans Hâkimiyeti”, Bizans Tarihi Yazıları Makaleler-Bildiriler-İncelemeler, İstanbul 2005, s. 17-30. Duncalf, Frederic, “The Councils of Piacenza and Clermont”, A History of the Crusades, C. I, Gen. Ed. K. M. Setton, 2. Baskı, Wisconsin 1969, s. 220-252. Erdmann Carl, The Origin of the Idea of the Crusade, Almancadan terc. Marshall W. Baldwin - Walter Goffart, Princeton 1977. Gergen, Thomas, “The Peace of God and its legal practice in the Eleventh Century”, Cuadernos de Historia del Derecho, (9 /2002), s. 11-27. Heyd, W., Yakın-doğu Ticaret Tarihi, Türkçe terc. E. Z. Karal, 2. Baskı, Ankara 2000. Krey, A. C., “Urban’s Crusade Success or Failure”, The American Historical Review, (53 /1948), s. 235-250. Kurat, Akdes Nimet, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937. 152 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153 I. HAÇLI SEFERİ (1906) ÖNCESİNDE BİZANS İMPARATORLUĞU’NUN SİYASÎ DURUMUNA BAKIŞ _________________, Çaka Bey İzmir ve Civarındaki Adaların İlk Türk Beyi M. S. 1081-1096, 3. Baskı, Ankara 1966. Mayer Hans Eberhard, The Crusades, İng. terc. John Gillingham, Oxford 1977. Mc Queen, W. B., “Relations between the Normans and Byzantium 1071-1111”, Byzantion, (56 /1986), s. 427-476. Munro, D. C., “The Speech of Pope Urban II. at Clermont, 1095”, The American Historical Review, (11/1906), s. 231-242. ____________, “Did the Emperor Alexius I. Ask for Aid to the Council of Piacenza, 1095?” The American Historical Review, (27/1922), s. 731-733. Oldenburg, Zoé, The Crusades, İngilizce terc. Anne Carter, New York 1966. Ostrogorsky, Georg, Bizans Devleti Tarihi, Türkçe terc. Fikret Işıltan, 5. Baskı Ankara 1999. Payne, Robert, The Crusades A History, London 1994. Richard, Jean, The Crusades c.1071-c.1291, İng. terc. Jean Birrell, Cambridge 1999. Riley-Smith, Jonathan, The Crusades A Short History, London 1987. __________________, The First Crusade and the Idea of Crusading, London 1993. ________________, The First Crusaders 1095–1131, Cambridge 1997. ________________, Haçlılar Kimlerdi? Türkçe terc. Berna Kılınçer, İstanbul 2005. Runciman, Steven, Haçlı Seferleri Tarihi, C. I, terc. Fikret Işıltan, 3. Baskı, Ankara 1998. Sevim, Ali, “Süleymanşah’ın Kuzey Suriye Seferi ve Sonuçları” Türk Kültürü Araştırmaları, XXVI/1, Ankara 1988, s. 71-76. ________, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, Ankara 1990. ________, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi, 2. Baskı, Ankara 1993. Stevenson, W. B., The Crusaders in the East, Cambridge 1968. Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, 4. Baskı, İstanbul 1996. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 141-153 153 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166 ON TURKISH LOANWORDS IN CROATIAN LANGUAGE Lidija BAN, Darko MATOVAC ABSTRACT: This paper deals with one of the most numerous groups of loanwords in Croatian language–the ones that are coming from or through Turkish language. Basic information on Croatian language that is given in the introductory part of the paper is followed by some historical facts and explanations of the somewhat problematic label turcizmi. Furthermore, three types of Turkish loanwords in Croatian language are discussed and exemplified. The first group consists of words that are part of standard language and that have no (valid) Croatian replacement. The second group consists of words that have to do with some aspect of Turkish and oriental reality. The third group consists of words that are not part of standard language but are actively used in regional idioms. The paper also deals with attitudes towards Turkish loanwords. Keywords: Croatian language, Turkish language, loanwords. HIRVAT DİLİNDEKİ BAZI TÜRKÇE KELİMELER ÜZERİNE KISA BİR BAKIŞ ÖZ: Bu makale Hırvat dilinde bulunan ödünçleme kelimeler gruplarından birini, içeriği oldukça geniş olan Türk dilinden ya da Türk dili aracılığıyla gelmekte olan ödünçleme kelimeler grubunu ele almaktadır. Makalenin giriş kısmında verilen Hırvat diliyle ilgili temel bilgileri, bir miktar sorunlu olan “Turcizmi” (Türkçeden ödünçlenen sözcükler anlamına gelmektedir). deyiminin açıklanması ve hakkında bazı tarihsel gerçeklerin verilmesi izlemektedir. İlave olarak Hırvat dilindeki Türkçe ödünçlenen kelimelerin üç tipi tartışılmakta ve örneklendirilmektedir. İlk grubu, standart dilin parçaları olan ve Hırvatçada geçerli bir muadili bulunmayan kelimeler oluşturmaktadır. İkinci grup, Türk ve doğu realitesinin bir yönünü yansıtan kelimelerden meydana gelmektedir. Üçüncü grup ise standart dilin parçası olmayan, ancak yöresel deyimlerde aktif bir şekilde kullanılan kelimelerden müteşekkildir. Makalede ayrıca Türkçe ödünçleme kelimelere karşı olan tutum ele alınmaktadır. Anahtar Kelimeler: Hırvat dili, Türk dili, ödünç kelimeler. On Croatian language: Croatian language (Turkish: Hırvatça; Croatian: hrvatski [xř̩ʋa:ski:] ISO 639-1: hr; ISO 639-2/3: hrv) belongs to the western branch of South Slavic languages (together with Slovenian, Serbian, Bosnian, Montenegrin, Macedonian and Bulgarian) and is spoken by approximately 5.55 million people living mostly in Croatia (3.98 million, 2001 census) and Bosnia and Herzegovina (0.469 million, 2004 census), but also in Australia, Austria, Canada, Chile, Czech Republic, Germany, Hungary, Italy, Montenegro, Serbia, Slovakia, Slovenia, United States and elsewhere. 1 Except in Croatia, it is one of three official languages in Bosnia Öğr. Gör., Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fukültesi, Balkan Dilleri Bölümü, lban@ffos.hr Öğr. Gör., Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fukültesi, Balkan Dilleri Bölümü, darko.matovac@gmail.com 1 Paul M. Lewis (ed.), Ethnologue: Languages of the World, 16th Edition, SIL International, Dallas 2009, online version: http://www.ethnologue.com/ (14/3/2012). LİDİYA BAN-DARKO MATOVAC and Herzegovina, one of the recognised minority languages (i.e. equal in use to official language) in Vojvodina (autonomous province of Serbia), Montenegro, part of Austria (Burgenland), part of Italy (Molise), and in several Romanian communes (Carajova, Lupac). In addition, it is going to be one of the official languages of the European Union after Croatia receives full membership on 1st July 2013. Croatian language is written in Latin script.2 The standard form of Croatian language is based on dialect called Shtokavian (spoken throughout most of Croatian territory), other dialects of Croatian language being Kaykavian (central and northern parts of Croatia including capital city Zagreb) and Chakavian (northwestern Croatia, Dalmatian coast, and Adriatic Islands). Shtokavian dialect is also the basis of standard Serbian, Bosnian, and Montenegrin. During most of the 20th century all these languages were mostly referred to by its common name SerboCroatian, i.e. they were considered to be one language that has two equal variants (western variant, or Croatian, and eastern variant, or Serbian). In reality, diversities between the two variants were often suppressed on account of Croatian as the Serbian variant of Serbo-Croatian was favoured by political centres of power in Yugoslavia.3 After the fall of Yugoslavia during the last decade of last century all languages continued to develop separately and freely. The processes of differentiation and standardisation are still active (e.g., normative literature of Montenegrin language was 2 Croatian alphabet is called gajica since it was devised by Croatian linguist Ljudevit Gaj in 1835, based on Jan Hus's Czech alphabet. The alphabet consists of thirty letters: A a, B b, C c, Č č, Ć ć, D d, Dž dž, Đ đ, E e, F f, G g, H h, I i, J j, K k, L l, Lj lj, M m, N n, Nj nj, O o, P p, R r, S s, Š š, T t, U u, V v, Z z, Ž ž. 3 Eugenija Barić, Mijo Lončarić, Dragica Malić, Slavko Pavešić, Mirko Peti, Vesna Zečević and Marija Znika, Hrvatska gramatika, 4th Edition, Školska knjiga, Zagreb 2005, p. 35. 156 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166 ON TURKİSH LOANWORDS İN CROATİAN LANGUAGE written during the past several years)4 but Croatian language is now considered worldwide to be a language in its own right.5 On Turkish loanwords in Croatian language: “All Croatian cultural and scientific tradition has been steeped in, and enriched by, several hundred years of linguistic contact with other cultural and civilisational spheres.”6 One of the languages that influenced Croatian is Turkish. Occasional contacts between Turks and Croatians began during the 15th century,7 but it is generally known that the Turkish conquest of Hungary and some parts of today’s Croatia (Slavonia, Lika, Dalmatia) began in 1514 and lasted until 1552. These parts were ruled by Ottoman Turks for more than 150 years. Their rule came to an end and they were forced to leave these territories after they suffered defeats near Vienna in 1683 and on the battlefield near Mohács in 1687. Peace treaties between Ottomans and Habsburgs (under whose rule in that time were Croatia and Hungary) were signed in Srijemski Karlovci (1699), Požarevac (1718), and Belgrade (1739). The River Sava was proclaimed to be the border between the two empires.8 4 Grammar of Montenegrin language was written in 2010 (Adnan Čigrić, Ivo Pranjković and Josip Silić, Gramatika crnogorskoga jezika, Ministarstvo prosvjete i nauke Crne Gore, Podgorica 2010) and orthography in 2009 (Milenko A. Perović, Josip Silić and Ljudmila Vasiljeva, Pravopis crnogorskoga jezika i rječnik crnogorskoga jezika (pravopisni rječnik), Ministarstvo prosvjete i nauke Crne Gore, Podgorica 2009). On the other hand, processes of standardisation in Croatian language started very early and until the end of the 19th century (when the era of Serbo-Croatian began) these processes were separated from the standardisation processes in other Shtokavian based standards. Institutiones linguae lllyricae libri duo written by Bartol Kašić in 1604 is considered to be the first grammar of Croatian language, and Dictionarium quinque nobilissimarum Europae linguarum, Latinae, Italicae, Germenicae, Dalmaticae et Ungaricae Institutiones written by Faust Vrančić in 1595 is considered to be the first dictionary of Croatian language (cf. Eugenija Barić et al, ibid or Milan Moguš, Povijest hrvatskoga književnog jezika, Globus, Zagreb 1993). 5 Croatian language is one of the languages that can be studied at the Department of Balkan languages, Faculty of Letters, Trakya University. 6 Marija Turk and Maja Opašić, “Linguistic Borrowing and Purism in the Croatian Language” Suvremena lingvistika, Issue 65, Zagreb 2008, p. 73. 7 One of the first texts in Croatian literature that is addressing the so-called ‘Turkish topic’ is Zapis popa Martinca (handwritten in Glagolitic script). This text was written after the Battle of Krbava field in 1493. In this battle the Turks strongly defeated the Croatian army and it took a very long time for Croatians to recover from that. Texts summarise this event in the expression turci nalegoše na ezikь hrvatski ’Turks stepped on Croatian language’ where Croatian language is equated with the Croatian nation (Davor Dukić, “Osmanizam u hrvatskoj književnosti od 15. do sredine 19. Stoljeća” in Krešimir Bagić, Zbornik radova Zagrebačke slavističke škole, Filozofski fakultet u Zagrebu and Zagrebačka slavistička škola, Zagreb, 2007, p. 87). 8 Ekrem Čaušević, „‘Turci’ u Satiru Antuna Matije Relkovića (1732. – 1798.)“, Prilozi za orijentalnu filologiju, Issue 47-48, Sarajevo 1999, p. 67. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166 157 LİDİYA BAN-DARKO MATOVAC During their almost two-century-long rule in parts of Croatia, the Turks influenced local population strongly, and these influences were, and still are, reflected in Croatian language. Turkish influences in Croatian language were mostly spread by: (i) the Turkish army; (ii) Turkish administration; but also by (iii) Islamised Slavs (mostly from Bosnia) that were forced to relocate to parts of Croatia during Ottoman rule. 9 Those Islamised Slavs10 spoke mostly Shtokavian dialect that was already strongly influenced by Turkish (at that time Bosnia was already for a longer period under Ottoman rule), especially through so-called ‘Bosnian Turkish’.11 Bosnian Turkish is a special idiom that belongs to Balkan dialects of Turkish language and was used in Bosnia exclusively as a form of oral communication between non-Turkish subjects to Ottoman authorities. This idiom was used as some kind of filter for phonological adaptation of Turkish words before they entered Shtokavian dialect. Words that Croatian language acquired from or through Turkish are in most of the Croatian literature referred to as turcizmi. In the dictionary Hrvatski enciklopedijski rječnik12 the word turcizam is explained as polysemous. The first meaning comes from linguistic domain and is paraphrased as a ‘recognisable unit acquired to some language from Ottoman Turkish’. The second meaning is from colloquial language and is paraphrased as a ‘unit from Arabian, Persian or other language acquired through Ottoman Turkish during the time of stratification of Turkish, Slavic and other cultures and civilisation’. Since the term turcizmi is polysemous, this means that its usage (even in linguistics) is not always without problems. According to Babić,13 one of the problems is that not all words that Croatian language acquired through Turkish are actually of Turkish origin. Lots of them, if not most, come from Arabian and Persian language, and since Croatian literature calls those languages oriental, sometimes words coming from Turkish, Arabian and Persian language are called by the common name orijentalizmi. Advocators of the label turcizmi stress that Croatian language 9 Abdulah Škaljić, Turcizmi u srpskohrvatskom jeziku, “Svjetlost” izdavačko preduzeće, Sarajevo 1966, p. 12. 10 Those Islamised Slavs were often referred to by the name Turčin ‘Turk’, and that was common practice throughout Balkan (Marta Andrić, “Turcizmi u seoskom govoru Slavonije”, Migracijske i etničke teme, Volume 19, Issue 1, Zagreb 2008, p. 17). 11 Ekrem Čaušević, ibid, p. 75. 12 Vladimir Anić, Dunja Brozović Rončević, Ivo Goldstein, Slavko Goldstein, Ljiljana Jojić, Ranko Matasović and Ivo Pranjković, Hrvatski enciklopedijski rječnik, EPH and Novi Liber, Zagreb 2004, online version: http://hjp.srce.hr (14/3/2012). 13 Dalibor Brozović, „Odoše Turci, ostaše turcizmi“, Vijenac, Issue 173, Zagreb 2000, online version: http:/www.matica.hr/Vijenac/Vij173.nsf/AllWebDocs/Dalibor BrozovicPRVOLICEJEDNINE (14/3/2012). 158 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166 ON TURKİSH LOANWORDS İN CROATİAN LANGUAGE acquired Arabian and Persian words through Turkish as an intermediate language and therefore it is justified to refer to all these words as turcizmi. Nevertheless, not all words Croatian language acquired through Turkish are of oriental origin. For example the word kesten ‘chestnut’ or kutija ‘box’ entered Croatian through Turkish from Greek, and similarly with the word kamara ‘pile; room’ that comes from Italian camera. In addition, not all words that originate from Arabian or Persian came into Croatian through Turkish. For example, alkohol ‘alcohol’ is of Arabic origin, but Croatian acquired it from European resources. Furthermore, there are words in Croatian that originate from Turkic languages other than Turkish like klobuk ‘hat’ that is probably of Avarian origin. In this paper, the term turcizmi will be used as a label for words that originate from Turkish language and for words that entered Croatian through Turkish. The number of words that one language ‘loans’ or ‘borrows’ from another (this should be understood in a metaphorical way since there is no actual intention of giving back anything) is conditioned by several factors such as intensity and duration of contacts between languages, nature of contact (direct or indirect), social and political factors, cultural and historical factors, etc. Language that is borrowing or loaning words is termed as recipient language, and language that is supplying them is termed as donor language. Among South Slavic languages, Turkish influenced the most on Bosnian and Macedonian. In addition, Turkish influences are evident in Bulgarian, Montenegrin, and Serbian, and in East Slavic languages on the coast of the Black Sea. In Slovenian and in Western Slavic languages, Turkish influences are minimal (since Western Slavs have never had direct contact with Turks). Croatian language is a little bit more specific. As indicated, Turkish words entered Croatian most intensively during Ottoman rule, but for a long time afterwards they were mostly part of oral communication (mostly in Shtokavian dialect) and were rather rarely used in written (literary) language. During the time between the 16th and the end of the 19th century Croatian grammarians and lexicographers considered most of Turkish loanwords to be foreign words that are not to be considered as part of Croatian language and that need to be avoided in literary use. 14 Lexicographers’ and grammarians’ attitudes changed and a number of Turkish loanwords increased in written production during the time of SerboCroatian since the Serbian variant had much more influence. The reason why Serbian was much more influenced by Turkish lies in the fact that the Serbs came under Ottoman Turkish rule from the 14th through the 19th century, 14 Tomislav Talanga, “Pučka etimologija među nekim njemačkim posuđenicama”, Jezikslovlje, Volume 3, Issue 1-2, Osijek 2002, p. 197. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166 159 LİDİYA BAN-DARKO MATOVAC while parts of Croatia were under Ottoman rule for a much shorter time (this is the reason why, on the other hand, Croatian was much more influenced by German, Hungarian and Italian). Another reason why there are more Turkish loanwords in Serbian than in Croatian is connected with different approaches to the processes of standardisation. Serbs rely strongly on folk literature and spoken language as the ideal norm, while Croats are always taking into account literary sources (and as already noted, Turkish loanwords were avoided in written language). In addition, linguistic purism or linguistic protectionism is characteristic for Croatian (as is for some other Slavic languages such as Slovenian and Czech). This can be seen as a reaction to the fact that “for most of its history, the Croatian language was, to a great extent, in an unfavourable sociolinguistic situation in relation to other languages–Turkish, Italian, German, Hungarian, then Serbian for the best part of the 20th century, and finally English from the middle of the 20th century.”15 This negative attitude towards influences of other languages is probably itself influence of German language in which language purity is a matter of interest ever since the 17th century. 16 In the first place, purism is usually directed against borrowed words. It can be said that “Croatian purists have offered the longest and the most tenacious resistance to the excessive use of loanwords. A critical attitude towards loanwords has been a feature of Croatian since the dawn of its literacy and has marked its whole history. Most philologists and writers have tended to moderation. Adherents of strictness and advocates of moderate approaches all agree that, if there is a choice between a foreign word and its native synonym, the native word should be preferred. Loanwords can be tolerated when they have a role to play in a standard language style.”17 In addition, it is important to recognise that of three different dialects of Croatian language – Shtokavian, Kaykavian, and Chakavian – only Shtokavian was more directly influenced by Turkish. Through Shtokavian dialect, Turkish loanwords entered Croatian standard language. Nevertheless, it is interesting to note that, although Turkish loanwords spread through the prestige of Shtokavian dialect as a basis of standard language, they could not squeeze out native words in Kaykavian or Chakavian dialect (at least not always). For example, in Chakavian vernacular of the island Murter18 Turkish loanwords that became part of standard language did not succeed in replacing local words (that, to be 15 Turk and Opašić, ibid, p. 82. Tomislav Talanga, ibid, p. 197. 17 Turk and Opašić, ibid, p. 83. 18 Edo Juraga, “Turcizmi u murterskom govoru”, Čakavska rič, Volume 38, Issue 1-2, Split 2010, p. 333-342. 16 160 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166 ON TURKİSH LOANWORDS İN CROATİAN LANGUAGE honest, come mostly from Venetian). So words like pitura, bičva, kušin, and bumbak are favoured instead of standard words like boja ‘colour’, čarapa ‘sock’, jastuk ‘pillow’ and pamuk ‘cotton’. Although there are some exceptions, e.g. Turkish loanword dućan ‘shop’ completely squeezed out local word butiga. Turkish loanwords in Croatian can be separated into three separate groups, according to Brozović.19 The first group consists of words that are fully accepted in Croatian language and are part of standard language. It can be said that they have ‘all civil rights’. 20 Some examples that can be found in the dictionary Rječnik hrvatskog jezika21 are: hajde 'let's go, come on’, hajduk ‘bandit’, ajvar ‘aivar’, alat ‘tool’, avet (avetinja) ‘phantasm’, alka ‘ring’, badem ‘almond’, bakar ‘copper’, bar ‘at least’, barut ‘gunpowder’, barutana ‘powder-magazine’, bećar ‘bachelor, rake, roué; fast liver; big spender; man about town; playboy’, bedem ‘defensive wall’, bena ‘fool’, berićet ‘abundance’, 22 boja ‘colour’, bubreg ‘kidney’, budala ‘fool’, bunar ‘well, water-well, draw-well’, čak ‘even’, čamac ‘small boat’, čarapa ‘sock’, čekić ‘hammer’, čizma ‘boot’, ćela ‘bald head’, ćevabdžija ‘person who makes grilled minced-meat fingers; person who owns or operates restaurant where grilled minced-meat fingers are grilled’, ćavap (ćevapčić) ‘grilled minced-meat fingers’, ćup ‘pot’, dadilja ‘nanny’, dućan ‘shop’, dugme ‘button’, duhan ‘tobacco’, dušmanin ‘enemy’, džep ‘pocket’, džumbus ‘mess’, džezva ‘Turkish coffee-pot, fitilj ‘blasting fuse’, gajde ‘bagpipe’, galama ‘noise, racket, din’, harač ‘tax’,23 hambar ‘corn house, repository’, hašiš ‘hashish’, hir ‘caprice’, horda ‘crowd’, jasmin ‘jasmine’, jastuk ‘pillow’, jogurt ‘yogurt’, jorgovan ‘lilac’, kava ‘coffee’, kavana ‘coffee shop’, kalup ‘model, mould’, karanfil ‘carnation’, kat ‘floor’, kavez ‘cage’, kavijar ‘caviar’, kopča ‘buckle’, kula ‘tower’, kutija ‘box’, lakrdija ‘burlesque, farce’, lepeza ‘fan brush’, lula ‘pipe’, marama ‘scarf’, mangup ‘mischief’, miraz ‘endowment’, naranča ‘orange’, nar ‘pomegranate’, nišan 19 Dalibor Brozović, ibid. Abdulah Škaljić, ibid, p. 15. 21 Jure Šonje (ed.), Rječnik hrvatskoga jezika, Leksikografski zavod Miroslav Krleža, Školska knjiga, Zagreb 2000. 22 Word berićet was not used for a long period of time and was (almost) forgotten, but it was made very popular several years ago when it was used in translation of a famous quote from Star Trek in the last movie from this franchise. Instead živi dugo i uspješno ‘live long and prosperous’ Spock, one of the major characters in the movie, was now saying živi dugo i berićetno. This translation made a lot of fuss in Croatian media and internet forums and started discussions on attitudes towards purism or linguistic protectionism. 23 For a long period of time this word was not part of everyday communication until it was brought back to life in 2009 when it was first used in media as a vivid and picturesque way of describing new taxes. 20 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166 161 LİDİYA BAN-DARKO MATOVAC ‘sight (rifle)’, odaja ‘chamber’, oluk ‘drain’, papuča ‘slipper’, rakija ‘brandy’, sat ‘clock, watch, hour’, sanduk ‘case’, zumbul ‘hyacinth’, tamburica ‘tamburitza’, tava ‘pan’, tavan ‘attic’, zanat ‘trade, craft, handicraft’, and šećer ‘sugar’. For those words there is no Croatian supplement and if there is one, then the Croatian word is usually polysemous and its use can lead to misunderstanding. Brozović has an example of the word dućan ‘shop’ instead of which Croatian word trgovina can be used. Nevertheless, the word trgovina is polysemous and can mean ‘shop’ but also ‘commerce; trade’. In addition, some of the Turkish loanwords that belong to this group do have Croatian supplements, but these supplements are stylistically marked as opposed to the Turkish loanword of which use is neutral. Brozović has an example of the word sat ‘cloak; watch; hour’ and Croatian supplements ura and dobnjak. These supplements have several problems - the word ura is polysemous style, and the word dobnjak is regional and obsolete. The second group of Turkish loanwords in Croatian consists of words that are connected to some aspect of Turkish and oriental reality e.g. Islam or food. Some examples from Rječnik hrvatskog jezika24 are: abdest ‘ablutions, ritual washing’, aga ‘aga, agha; member of Turkish lower landed gentry, minor Turkish feudal lord’, alajbeg ‘hist. Turkish provincial military head’, halva ‘halvah’, Bajram ‘Bairam’, baklava ‘baklava’, burek ‘borek, stuffed puff pastry’, derviš ‘dervish’, džamija ‘mosque’, fes ‘fez, tarbush’, hamam ‘hammam, Turkish bath’, harem ‘harem’, hodža ‘Moslem priest’, imam ‘imam’, janjičar ‘janissary’, rahatlokum ‘Turkish delight’, otoman ‘ottoman’, paša ‘pasha’, ramazan ‘Ramadan’, and sarma ‘stuffed cabbage rolls’. The third group of Turkish loanwords is the largest. This group consists of words that are not part of standard language but belong to regional idioms. These words are not used on a regular basis and instead of them, Croatian words are used in neutral communication. These Turkish loanwords can be used as a means of stylistic expression, as is often the case with Croatian writers, not only from Bosnia and Herzegovinia but also from Slavonia or Lika. As Škaljić25 would say, these words are used in standard language only when something needs to be purposefully highlighted, when historical events are to be described and evoked, when something needs to be ironised, when the meaning of the word needs to be emphasised, or in similar situations. According to Brozović, some examples of these words are barjak or sevdah. In Croatian standard language, words zastava ‘flag’ and 24 25 Jure Šonje, ibid. Abdulah Škaljić, ibid, p. 16. 162 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166 ON TURKİSH LOANWORDS İN CROATİAN LANGUAGE ljubav ‘love’ are used instead. Some examples from Rječnik hrvatskog jezika26 are: ada ‘small river island’, adet ‘custom’, hajvan ‘animal, cattle’, akrap ‘scorpion’, aman! ‘grace! mercy!’, amanet ‘wow’, amidža ‘uncle’, ašikovati ‘to flirt’, at ‘horse’, avlija ‘courtyard’, babo ‘father’, barjaktar ‘flag-bearer; leader’, baksuz ‘misfortune; man without luck’, balvan ‘beam, balk; goof, idiot’, bašča ‘garden’, behar ‘blossom’, bekrija ‘hard-drinking rake, debauchee’, burma ‘wedding ring’, džigerica ‘liver’, đubar (đubre) ‘litter, manure, rubbish, trash’, fildžan ‘Turkish coffee-cup’, kaiš ‘strap’, lampa ‘lamp’, mamurluk ‘hangover’, and muštuluk 'good news'.27 The first two groups of Turkish loanwords present no problems in Croatian language, but the third group is often (usually wrongfully) considered as characteristic of Serbian language and therefore avoided. According to Greenberg, 28 after the disambiguation of Serbo-Croatian prescriptivist linguists in Croatia have tended to view Turkish borrowings negatively while the Serbian linguists have made known their bias against German loanwords. However, as Brozović concluded, the words that comprise the third group of Turkish loanwords in Croatian are an integral part of Croatian linguistic heritage and therefore those words need to have their place in Croatian dictionaries, together with all other stylistically marked words. Speaking of Turkish loanwords in Serbo-Croatian, Škaljić29 presents a different approach to their classification. According to him, Turkish loanwords can be grouped in the following way: (i) words that are fully accepted and that don’t have a supplement, or a supplement is not fully accepted; (ii) words that are fully accepted in local idioms and can be freely used in standard language, although supplements exist; (iii) words that are fully accepted in local idioms but when used in standard language they bring stylistic value; (iv) words that are characteristic for different regions; (v) words that are used in folk songs but have disappeared from everyday usage; (vi) words that are connected to religious life, religious customs and greetings of Muslims. Turkish influences on Croatian are oriented at lexical level. Persuasiveness of lexical borrowing as opposed to grammatical borrowing is 26 Jure Šonje, ibid. Although the third group of Turkish loanwords consists of the largest amount of words, these words, since they are part of regional idioms, are usually not recorded in dictionaries of Croatian standard language. 28 Robert D. Greenberg, Language and Identity in the Balkans, Oxford University Press, New York 2004. 29 Abdulah Škaljić, ibid., p. 15-17. 27 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166 163 LİDİYA BAN-DARKO MATOVAC usual, even between languages that are not that much structurally different as Croatian and Turkish are. This means that most of the Turkish loanwords in Croatian can be found among content words–nouns, verbs, adjectives, and adverbs. Among these, nouns are most common (e.g., concrete nouns like barut ‘gunpowder’ or rakija ‘brandy’ and abstract nouns like berićet ‘abundance’). Also, several exclamations (e.g. hajde ‘let’s go, come on’), participles (e.g. čak ‘even’) and even conjunctions (e.g. ama ‘but’) can be found among Turkish loanwords in Croatian language. In addition, several derivational suffixes in Croatian language are of Turkish origin (e.g. -ana in barutana ‘powder-magazine‘, -džija in ćevapdžija ‘person who makes grilled minced-meat fingers; person who owns or operates restaurant where grilled minced-meat fingers are grilled’ and -luk in mamurluk ‘hangover’). During the process of their assimilation, Turkish words usually needed to adapt too so that they can fit neatly into the system of Croatian language, i.e. they often needed to change phonologically or morphologically. The list of changes that happened to Turkish words during the process of adaptation to Croatian language is rather long (c.f. Škaljić)30 and for that reason it will not be discussed in more detail here. The process of phonological adaptation is concerned with the substitution of phonemes from Turkish language with the phonemes from Croatian language31 and with further adaptation to the phonological system of Croatian language (e.g. processes of dissimilation, assimilation, metathesis etc.). Morphological adaptation is concerned with inclusion of borrowed words to Croatian paradigms (e.g. declination, conjugation). These two levels of adaptation can be described as mechanical.32 The third level of adaptation is concerned with semantics. A borrowed word can have the same meaning in recipient language as in donor language, the scope of meaning of a borrowed word in recipient language can be changed compared to donor language, or a borrowed word can have a completely different meaning than in donor language. In addition, a borrowed word can cause changes in relationships between existing words that are part of the semantic field into which the word is borrowed. In that way, a borrowed word can change the usage pattern of some words in the 30 Abdulah Škaljić, ibid, p. 27-45. For phonemes that are common to both languages phonological adaptation presents no problems (e.g. tur. boya > hrv. boja ‘colour’, tur. ada > hrv. ada ‘river island’, tur. yorgan > hrv. jorgan ‘duvet’ tur. barut > hrv. barut ‘gunpowder’, etc.), but Turkish has several phonemes that Croatian does not (ı, ö, ü, ğ) . In situations that involve these phonemes adaptation is not always systematic (e.g. in Croatian word jastuk ‘pillow’ Turkish vowel ı from word yastık is substituted by vowel u, but in Croatian word bakar ‘copper’ the same Turkish vowel from word bakır is substituted by vowel a). 32 Tomislav Talanga, ibid, p. 193. 31 164 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166 ON TURKİSH LOANWORDS İN CROATİAN LANGUAGE language recipient, and ultimately a borrowed word can squeeze out some words from use in recipient language. Conclusion: A high number of Turkish loanwords in Croatian language is a direct reflection of a long period of cultural contacts and social interactions between speakers of those two languages. The process of lexical borrowing from Turkish language is not active now for an already longer period, but many words that entered Croatian language by this process are now a standard part of its vocabulary. In addition, there is a rather long list of Turkish loanwords that are not part of standard language but are vividly used in regional idioms. A high number of Turkish loanwords in Croatian language combined with their high frequency presents persuasive motivation for this paper. Although this paper presents only a short overview of all the issues that are concerned with Turkish loanwords in Croatian language, it is reasonable to believe that it can be described as informative and that it will be of interest to all interested in topics such as lexical borrowing, languages in contact or linguistic purism. REFERENCES Andrić, Marta, “Turcizmi u seoskom govoru Slavonije”, Migracijske i etničke teme, Volume 19, Issue 1, Zagreb 2008, p. 15-25. Anić, Vladimir, Dunja Brozović Rončević, Ivo Goldstein, Slavko Goldstein, Ljiljana Jojić, Ranko Matasović and Ivo Pranjković, Hrvatski enciklopedijski rječnik, EPH and Novi Liber, Zagreb 2004, online version: http://hjp.srce.hr (14/3/2012). Barić, Eugenija, Mijo Lončarić, Dragica Malić, Slavko Pavešić, Mirko Peti, Vesna Zečević and Marija Znika, Hrvatska gramatika, 4th Edition, Školska knjiga, Zagreb 2005. Brozović, Dalibor, „Odoše Turci, ostaše turcizmi“, Vijenac, Issue 173, Zagreb 2000, online version: http:/www.matica.hr/Vijenac/Vij173.nsf/AllWebDocs/DaliborBrozovicPRVOLIC EJEDNINE, (14/3/2012). Čaušević, Ekrem, „‘Turci’ u Satiru Antuna Matije Relkovića (1732.-1798.)“, Prilozi za orijentalnu filologiju, Issue 47-48, Sarajevo 1999, p. 67-84. Čigrić, Adnan, Ivo Pranjković and Josip Silić, Gramatika crnogorskoga jezika, Ministarstvo prosvjete i nauke Crne Gore, Podgorica 2010. Dukić, Davor, “Osmanizam u hrvatskoj književnosti od 15. do sredine 19. stoljeća” in Krešimir Bagić, Zbornik radova Zagrebačke slavističke škole, Filozofski fakultet u Zagrebu and Zagrebačka slavistička škola, Zagreb, 2007, p. 87-103. Greenberg, Robert D., Language and Identity in the Balkans, Oxford University Press, New York 2004. Juraga, Edo, “Turcizmi u murterskom govoru”, Čakavska rič, Volume 38, Issue 1-2, Split 2010, p. 333-342. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166 165 LİDİYA BAN-DARKO MATOVAC Lewis, Paul M. (ed.), Ethnologue: Languages of the World, 16th Edition, SIL International, Dallas 2009, online version: http://www.ethnologue.com/ (14/3/2012). Moguš, Milan, Povijest hrvatskoga književnog jezika, Globus, Zagreb 1993. Perović, Milenko A., Josip Silić and Ljudmila Vasiljeva, Pravopis crnogorskoga jezika i rječnik crnogorskoga jezika (pravopisni rječnik), Ministarstvo prosvjete i nauke Crne Gore, Podgorica 2009. Škaljić, Abdulah, Turcizmi u srpskohrvatskom jeziku, “Svjetlost” izdavačko preduzeće, Sarajevo 1966. Šonje, Jure (ed.), Rječnik hrvatskoga jezika, Leksikografski zavod Miroslav Krleža, Školska knjiga, Zagreb 2000. Talanga, Tomislav, “Pučka etimologija među nekim njemačkim posuđenicama”, Jezikoslovlje, Volume 3, Issue 1-2, Osijek 2002, p. 193-216. Turk, Marija and Maja Opašić, “Linguistic Borrowing and Purism in the Croatian Language”, Suvremena lingvistika, Issue 65, Zagreb 2008, p. 73-88. 166 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 155-166 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178 XVIII. YÜZYILDA EDİRNE’DE TİCARET YAPAN FRANSIZ TÜCCAR VE HUKUKÎ STATÜLERİ Reyhan ŞAHİN ALLAHVERDİ ÖZ: Osmanlı Devleti'nin fetihten (1561) sonra başkent olarak yerleştiği Edirne zamanla gerek siyasî gerekse sosyal ve ekonomik hayatın en canlı olduğu şehirlerden biri haline gelmiştir. Başkent İstanbul'a taşındıktan sonra dahi coğrafi konumu nedeniyle bu cazibesini koruyabilmiştir. Bu konumu yabancı tüccarı da buraya yöneltmiş; yerli ve yabancı tüccar bir arada bulunmasından dolayı sosyo-kültürel ve ekonomik açıdan kozmopolit bir yapıya sahip olmuştur. Osmanlı tebeası tüccarın yanı sıra kapitülasyonlar çerçevesinde Osmanlı topraklarında imtiyazlı bir şekilde ticaret yapabilen yabancı bilhassa Fransız tüccar Edirne'nin ticarî hayatında önemli bir yere sahip olmuştur. Anahtar Kelimeler: Edirne, Fransız, ticaret, gümrük, kapitülasyon. FRENCH M ERCHANTS OPERATING IN THE 18TH CENTURY IN THE EDIRNE AND T HEIR L EGAL STATUS ABSTRACT: Edirne had became a most active economic cities for politically, socially and economically after the conquest (1561) and settled as a capital by Ottoman Empire. The attractiveness of this city maintained even after the moving of capital to İstanbul. The position of Edirne directed foreign mercant and the city became cosmopolitan in the perspective of sosio-cultural and economic structere because the coexistence of local and foreign traders. Foreign traders, expecially French, have some privileged trade because of the capitulations in the Ottoman territory and Ottoman citizen merchant had an important place in Edirne's commercial life. Keywords: Edirne, French, commerce, custum, capitulasion. Edirne Anadolu-Rumeli transit ticaret yollarının en önemli noktalarından birisidir. Edirne ile bağlantılı ticaret yapan tüccar, hem İzmir vasıtasıyla Akdeniz ticaretine dahil olup Avrupa, hem de Tekfurdağı-İstanbul kara ve deniz yoluyla Anadolu ve Ortadoğu ticaretine ulaşabilmekteydi. Edirneİzmir arasındaki bağlantı, Tekirdağ veya İnöz üzerinden gerçekleşmekte1 ve bu sayede Edirne’den Gelibolu’ya kadar ticaret yapılabilmekteydi2. Dolayısıyla Edirne şehri, İstanbul, Rodoscuk, Gelibolu, İzmir arasında köprü vazifesi görüyordu. Yine aynı güzergâh kullanılarak Rumeli ve Avrupa ürünleri Edirne’ye ve dolayısıyla Osmanlı’nın diğer bölgelerine yayılırdı3. Okutman, Balıkesir Üniversitesi, reyhansahin@balikesir.edu.tr Halil Sahillioğlu, “XVIII. Yüzyılda Edirne’nin Ticarî İmkânları”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, sayı 13, Ankara 1968, s. 62. 2 Suraia Faroqhi, “İstanbul’un İaşesi ve Tekirdağ-Rodoscuk Limanı”, ODTÜ Gelişme Dergisi, Özel sayı, 1979–1980, s. 141, 145. 3 Tafsilat için bkz., A. Mesud Küçükkalay-Numan Elibol, “Osmanlı İmparatorluğu'na Avrupa'dan Kara Yolu ile Yapılan İhracatın Değerlendirilmesi (1795-1804)”, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt IV, sayı 1, Eskişehir 2004, s. 151-176. 1 REYHAN ŞAHİN ALLAHVERDİ Osmanlı’da ticaret yapan tüccar, “Müslüman”, “zimmî”, “müstemen” ve daha sonraki dönemlerde “beratlı tüccar” ve “Avrupa tüccarı” olmak üzere başlıca beş gruptan oluşmaktaydı4. Buradan hareketle Osmanlı vatandaşı olan ilk iki grup; Müslüman ve zimmîler yerli tüccar olarak değerlendirilmektedir. Arşiv kayıtlarından anlaşıldığı üzere ticaretin büyük bir kısmı bu iki zümrenin elinde bulunuyordu. Yerli tüccar taifesinin Edirne’deki en zengin sınıfını Yahudiler oluşturuyordu. Başlangıçta Edirne'de küçük bir Yahudi zümresi bulunuyorken zamanla Bursa’dan gelenler ile Fransa'dan ve ayrıca 1492 yılında İspanya'dan çıkarılan Yahudilerin bir kısmının da Edirne'ye yerleşmesiyle kalabalık bir Yahudi cemaati oluştu. Böylece bunlar Edirne ticaretinde sözü geçen bir zümre haline geldiler. Yerli tüccarın diğer sınıfı olan Müslümanlar ve zimmîler sayı itibariyle kalabalık olmalarına rağmen ticaretini yaptıkları emtianın değerinin düşük olması nedeniyle Yahudilerin gerisinde kalmışlardı5. Osmanlı Devleti’ndeki yabancı tüccar, daha çok “millet” ya da “taife” yani belirli bir temsilci veya konsolosa 6 bağlı olarak örgütlenmiş özerk birer grup veya topluluk durumundaydı. Konsolosların sultandan aldıkları beratlarda, söz konusu grupların ayrıcalıkları onaylanır, konsolosun 4 5 6 İslam devletinin himayesine girerek orada sürekli oturma hakkını kazanan reayaya zimmî denilmekte idi. Müstemenler ise ticaret yapmak ya da başka bir amaç için İslam ülkesine gelen ve kendilerine bir yıldan az olmak üzere oturma izni verilen yabancılardır (Bilal Eryılmaz, Osmanlı Devleti’nde Gayri Müslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul 1990, s.18). 1716–1717 yıllarında Edirne’yi ziyaret eden Lady Montagu, burada bulunduğu sırada yazmış olduğu mektuplarında, Edirne’nin ticarî hayatından bahsederken Yahudilere de değinmiştir. Montagu’ye göre Edirne ticareti Müslümanların ihmalleri yüzünden tamamen Yahudilerin eline geçmiş durumdadır. Her konuda pek çok imtiyaz elde eden Yahudiler şehirdeki önemli paşaların hizmetine girerek onların her türlü ticarî işlerini hallediyorlardı. Hatta önemli mevkilerdeki kişilerin tercümanlığını, hekimliğini ve acenteliğini yapıyorlardı (Reyhan Şahin, Edirne Gümrüklerine Göre XVIII. Yüzyılın İkinci Yarısında Edirne’de İktisadî Hayat, Trakya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstirüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Edirne 2006, s. 33). Konsolos yabancı bir ticaret şehri veya iskelesinde devletinin ticarî menfaatlerini, vatandaşların ve tacirlerin haklarını koruyan, ticaret gemilerine nezaret eden ve bulunduğu memleket makamlarınca da tanınmış, idarî ve ticarî vazifeleri bulunan memura verilen isim olmakla beraber Latince “consul” kelimesinden dilimize geçmiştir. Osmanlı Devleti konsoloslarına “Şehbender” denilmekteydi. 18. asır sonlarına kadar böyle bir müessese kurulmamış fakat III. Selim zamanında Avrupalı devletler ile ticarî münasebetler artınca bu kurumun kurulması icap etmişti. 1802’den itibaren Osmanlı devleti icap eden yerlere şehbender tayinine başlamıştı. Çoğunluğu Rum tebeadan olan ve muhtelif yerlere gönderilen şehbenderlerden başka Osmanlı tebeasından olmayan bazı yerliler de “baş-şehbender, şehbender, şehbender vekili” olarak tayin olunmaktaydı (M. T. Gökbilgin, “Konsolos”, İA, VI, 837–838). 168 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178 XVIII. YÜZYILDA EDİRNE’DE TİCARET YAPAN FRANSIZ TÜCCAR VE HUKUKÎ STATÜLERİ kararlarının Osmanlı makamlarının işbirliğiyle yürütülmesi taahhüt edilirdi7. Yabancı veya ecnebi tabir olunan Osmanlı tüccarına “müstemin” veya “müstemen” denilmekteydi. Müstemin denilen bu Avrupalı tüccar, yabancı devletlere ticarî imtiyazlar8 verilmeye başlandığı andan itibaren Osmanlı Devleti’nde ticaretle uğraşmaya başlamışlar ve bunların statüleri muahedelerle tespit edilmiştir 9. Türkiye’ye yerleşen yabancı tacirler ithalatçı ve ihracatçı sıfatıyla, toptan ticaretle uğraşmaktaydı. Perakendecilik ise yerli tüccarın yani esnafın hakkıydı. Edirne ticaretinde bu iki zümrenin rekabeti söz konusuydu. Bu rekabet nedeniyle yabancı tüccar devletle daima çıkar antlaşmaları yapmak zorunda kalıyordu10. XVIII. asırda batı ülkelerinin Türkiye’deki elçilik ve konsoloslukları, kendi ülkelerinin sanayi mallarını pazarlama faaliyetlerine giriştiler. Bu yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Avrupa devletleriyle ticarî münasebetlerinin artmasıyla, buna bağlı olarak konsoloslukların sayısı da arttı. Mahalli idareciler ve yerli tüccar ile münasebetlerin yürütülmesini kolaylaştırmak isteyen Avrupalılar, yanlarında gayri Müslim Osmanlı tebaasından bazı kimseleri “tercüman” olarak konsolosluklarda istihdam etmeye başladılar. Konsolosluklarda tercüman olmak isteyenler devletten berat almak mecburiyetindeydi. Böylece “beratlı tüccar” denilen yeni bir sınıf ortaya çıkmış oldu. Zira yabancı tüccarın elde ettiği ve kapitülasyonların sağladığı ayrıcalıklardan faydalanabileceklerdi. Bu da tercümanlığı çekici bir hale getiriyordu. Bununla birlikte yabancı imtiyazlı (müstemin) tüccarın faydalandığı gümrük indiriminden de yararlanabileceklerdi. Zira müstemin tüccar ithalat ve ihracatta %3 gümrük öderken zimmî tüccar %5 gümrük ödemekteydi. Böylece berat alan yerli zimmî tüccar tekâliften muaf oluyordu11. Bu nedenle devlet yabancı tüccara tanıdığı hakları 1802 yılında kendi tebaasından olan azınlıklara da tanımak zorunda kaldı12. 7 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi (1300–1600), I, İstanbul 2000, s. 239. 8 Kapitülasyonlar yabancı devlet tebeasının “müstemen” statüsü altında Osmanlı topraklarında ve limanlarında hangi şartlar altında ticaret yapabileceklerini belirten ve padişahın bizzat yemini ile emniyetlerini garanti eden vesikalardır (Bülent Arı, “Osmanlı Kapitülasyonlarının Mahiyeti ve Tarihçesi”, Yeni Türkiye Dergisi, 32/2000, s. 242). Bkz., Aybars Pamir, "Kapitülasyon Kavramı ve Osmanlı Devletine Etkileri", Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, cilt LI, sayı 2, Ankara 2002, s. 79-119. 9 Mübahat Kütükoğlu, Türk İngiliz İktisadi Münasebetleri (1580–1838), Ankara 1974, s. 72. 10 Sahillioğlu, a.g.m., s. 61. 11 Bağış, a.g.e., s. 28. 12 Ahmet Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, İstanbul 2000, s. 254-255. Aynı tarihi Mübahat Kütükoğlu 1806 olarak tespit etmiştir. Bu tarihe kadar dış ticaret ecnebilerin elindeydi ve Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178 169 REYHAN ŞAHİN ALLAHVERDİ Bu haklardan yaralanmak maksadıyla kanun dışı yollara başvuranların sayısı devamlı olarak arttı. Edirne kadısı Abdurrahimzâde Ali Rıza Efendi aynı suiistimalin Edirne’de de görüldüğüne işaret ederek, 13 Rebiyülâhır 1217 (Ağustos 1802) tarihli ilamda bu yola başvuran Rum, Ermeni ve Yahudi reayanın isimlerinin bulunduğu listeyi ve şikâyetini merkeze bildirmişti. Edirne tüccarından olan bu kişiler aldıkları beratlarla hatta bazıları berat sahibi olmadıkları halde çeşitli devletlerin konsolosluklarında tercümanlık hizmetine girmişlerdi. Aynı belgede adı geçen ve müstemin tüccara tanınan haklardan faydalanmak üzere ticaret beratı elde eden Rum, Ermeni ve Yahudilerin sayısı 170 kadardır ve çoğunun tercümanlık beratı dahi bulunmamaktadır13. Tüccarın bu şekilde berat dahi almadan kanun dışı olarak konsolosluk hizmetlerine girmesi ve tebea değiştirmesi, devletin bu konuda tedbir almasına neden oldu. III. Ahmed ve III. Selim bu müessesenin ıslahı için, bazı tedbirler almışlar ve çeşitli vilayetlerin yetkililerine hükümler göndermişlerdi. Ancak yapılan bütün teşebbüslere rağmen bu meseleye kalıcı bir çözüm bulunamamıştı14. Arşiv kayıtlarından anlaşıldığı üzere Edirne’de ticaretle uğraşan az sayıda yabancı tüccar bulunmakla beraber, bunların büyük bir kısmını Fransızlar oluşturmaktadır. Kanunî ve Fransa Kralı I. François devrinde başlayan Osmanlı-Fransız siyasî ilişkilerinin gelişmesine bağlı olarak imzalanan 1536 muahedesi ile iki devletin ticaret hacmi artırılmaya çalışılmıştır. Osmanlı tebeası Fransa'ya açılmadığından bu muahede daha çok Fransa'nın lehine gelişmiştir15. Bu muahede 1581, 1604, 1673, 1679 yıllarında ve 1683 Viyana bozgunundan sonra yenilenmiştir. 1739 Osmanlı-Avusturya savaşı sonunda oldukça kârlı idi. Bu durumdan yararlanmak ve Avrupa ile ticaret yapmak isteyen reaya, aynı haklardan yararlanmak için konsolosluk ve tercümanlığına başladılar. Bu durum karşısında devlet kendilerine ticaret beratı vermek zorunda kaldı. Böylece “Avrupa tüccarı” denilen bir sınıf ortaya çıkmış oldu. Ancak bu haklar sadece gayri Müslim reayaya tanındığından Müslümanlar, ancak bunların aracılığıyla ticaret yapabilmekteydiler. Nihayet Müslüman tüccarın Bab-ı Âli’ye başvuruları sonuç verdi ve padişah kendilerine reaya tüccarına tanınan hakları tanıdı. Böylece “Hayriye tüccarı” denilen bir sınıf ortaya çıkmış oldu (Kütükoğlu, a.g.e., s. 71). 13 R. Şahin, a.g.t., s. 35. 14 Bağış, a.g.e., s. 33, 48. 15 Kapitülasyonlar Osmanlılar tarafından ilk defa 1352 yılında Cenevizlilere, 1384 ve 1387 yıllarında Venediklilere verilmiştir. 1517 yılında Mısır’ın fethiyle beraber ilk Fransız kapitülasyonları da Memluklular vasıtasıyla verilmiş oluyordu. Ancak asıl OsmanlıFransız kapitülasyonları Kanuni döneminde Avrupa’da müttefik elde etmek ve Akdeniz ticaretini canlandırmak maksadıyla gerçekleştirilmiştir (1535). Daha sonra aynı kapitülasyonlar 1580 yılında İngiltere’ye, 1612 yılında Hollandalılara da tanınmıştı (İnalcık, a.g.e., s. 243). Keza Zeki Arıkan “1536 Kapitülasyonları ve Cumhuriyet İdeolojisi”, Ankara Üniversitesi DTCF Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi¸ cilt XXIV, sayı 37, Ankara 2005, s.11-28. 170 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178 XVIII. YÜZYILDA EDİRNE’DE TİCARET YAPAN FRANSIZ TÜCCAR VE HUKUKÎ STATÜLERİ imzalanan Belgrad Antlaşması'na aracılık eden Fransa bunu da kapitülasyon antlaşmasına çevirmeyi başardı. 1740 yılında verilen ve 85 maddeden oluşan anlaşmayla kapitülasyonlar artık sürekli hale geldi16. Fransızlar 1789 İhtilâli’ne kadar Türk dış ticaretinde genellikle hep ilk sırada yer almışlardı. Bu dönemde Türkiye ile yaptıkları ithalat dört kat artmıştır. Yine bu dönemde Marsilya ticaret odası Osmanlı topraklarına işinin ehli konsolosları göndermiştir. 1718 yılında Edirne’de bulunan bir tüccar, Fransız ticaret firmasının temsilcisi olarak tayin edilmiştir. Böylece Fransız ticareti yavaş yavaş Balkan eyaletlerinin iç kısımlarına doğru yayılmaya başladı. Edirne’ye yerleşen bu Fransız tacirler ve İstanbul ticaretinin temsilcileri, özellikle Uzuncaova ve İslimye panayırlarına (fuar) katılmakta ve orada önemli ticarî temaslarda bulunmaktaydılar17. 1761–1767 yıllarında Edirne’yi ziyaret eden Alman Carsten Neibuhr’a göre Edirne’de 4 Fransız tüccarı sürekli olarak kalmaktaydı18. Bu dönemde Edirne’de üç Fransız ticaret evi bulunmaktaydı. Bir taraftan birbirleriyle de rekabet eden bu zümre özellikle kumaş ticareti sebebiyle ortak hareket ederek ayakta kalmışlardır. Bu kumaş ticareti konusunda birbirleriyle ve bağlı bulundukları Fransız konsolosu ile anlaşmalar yapmaktaydılar19. Edirne ticaretinde yer alan yabancı tüccarın gerek kendi ülkeleriyle gerekse Osmanlı şehirleriyle yaptıkları ticareti, Edirne gümrük kayıtlarından takip etmek mümkündür. Zira bu kayıtlarda, tüccarın hangi milletten olduğu, gümrükten geçirdiği ticarî eşyanın cinsi ve ne kadar vergi ödediği muntazam 16 Zekeriya Türkmen, “Osmanlı'da Kapitülasyonların Uygulanışına Toplu Bir Bakış”, OTAM, cilt 60, Ankara 1995, s. 333-334. 1679 Kapitülasyon Antlaşması'yla Fransızların ödediği gümrük resmi %5’ten %3’e indirilmiş, Fransa’nın bütün Doğu Hıristiyanlarının hamisi olduğu Osmanlı tarafından tanınmıştır. 1669 yılında Osmanlı-Venedik savaşında Fransa Girit’e destek verince siyasî ilişkiler bozulmuş, daha sonra 1673 yılında yapılan yeni antlaşmayla gümrük resmi %5’ten %4’e indirilmiştir (Hasan Şahin, “Doğu Sorunu Çerçevesinde Osmanlı Fransız İlişkileri [Başlangıcından Paris Barışı’na (1856)]”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sayı 40, Erzurum 2009, s. 280 vd). Siyasi ilişkiler bozulmuş olmasına rağmen Fransa nakliye gemileriyle Girit’e asker sevkiyatı yapılmıştı. Kara Mustafa Paşa Tırhala’da Fransız elçisi Denis de La Haye’le görüşme sırasında “Kandiye yalnız Fransızların yardımıyla ayakta duruyor, orada bulunan gemiler, para Fransız kaynaklıdır. İyi niyetle dostluğa güvenerek bol para vererek askerlerimizi taşımak üzere kullandığımız Fransız nakliyat gemileri gidip yolda Venedik ve Maltalılara teslim oluyorlar” (Ayşe Pul, “Osmanlı-Fransız Diplomasisinin İki Mühim Evresi, Girit ve Mısır Seferleri”, OTAM¸ cilt 22, Ankara 2007, s. 163). 17 Virginia Paskaleva, “Osmanlı Balkan Eyaletlerinin Avrupalı Devletlerle Ticaretleri Tarihine Katkı (1700–1850)”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, cilt XVII, İstanbul 1967–1968, s. 60. 18 Turgut Akpınar, “Alman Seyahatnamelerinde Edirne”, Edirne Serhattaki Payitaht, İstanbul 1998, s. 274. 19 Sahillioğlu, a.g.m., s. 65. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178 171 REYHAN ŞAHİN ALLAHVERDİ bir şekilde kaydedilmiştir. Bu tüccarın sayısı az olmakla birlikte ihraç ettikleri ürünler daha ziyade lüks dokumalar, deri ve kürkler olduğundan ödedikleri vergi miktarı oldukça yüksekti. Genel olarak Edirne ihracatının önemli bir kısmının İnöz ve Rodoscuk üzerinden gerçekleştirildiğini, buradan gerek imparatorluk içindeki merkezlere gerekse Fransa ve Venedik Cumhuriyeti’ne ihracat yapıldığını görmekteyiz. Bu durum Edirne’nin imparatorluk ticaretindeki yerini göstermesi bakımından oldukça dikkat çekicidir. İhracat malı daha çok sanayi hammaddesi olarak kullanılan ürünlerden oluşuyordu. Yerli ve yabancı tüccar Edirne’den satın aldığı, deri, pamuk ipliği ve demir gibi ürünleri kendi bölgelerindeki sanayide kullanıyordu. Dolayısıyla Edirne tüccarı sadece ürettiği eşyadan değil, sanayi hammaddelerinden de büyük bir gelir elde ediyordu20. Bu dönemde özellikle İzmir ve İstanbul’dan Edirne’ye ithalat yapılırken, Edirneli tüccar İzmir’den yaptıkları ticareti kendi adlarına gerçekleştiriyorlardı. Bununla birlikte İstanbul’dan Edirne’ye her gün iki kervan hareket etmekte ve bu kervanlar muhtemelen yüklü bir şekilde Edirne’ye gelmekteydiler. İstanbul Edirne arasında ticaret yapan yabancı tüccar bilhassa Rum, Ermeni ve Yahudi tüccar ile muhatap olmak durumunda kalıyordu. Başka bir ifadeyle İstanbul Edirne arasında ticaret yapan yabancılar Edirne’deki gayri Müslimlerle çalışıyordu. Bunlar bilhassa Fransız tüccardan “Londrin” veya “Londra” adı verilen kumaşlar satın almaktaydı21. Fransızlar daha çok dokuma sanayinin en önemli hammaddelerinden birisi olan yapağıya rağbet gösterirlerdi. Rumeli ve civar kazalar ile kasabalarda yetiştirilen yapağılık koyunlardan elde edilen yapağı, koyunların derilerinin kireçlenerek yolunması veya yünlerin kırkılmasıyla iki şekilde elde edilmekteydi. Yolma yöntemi ile elde edilen yapağı Edirne, Vize ve Çorlu’dan sağlanırdı. Vize yünleri siyahtı ve 100.000 balya kadar İnöz limanından ihraç edilmekteydi. Kırkım yünleri ise İpsala’dan sağlanmakla birlikte daha çok Fransızlar ve Venedikliler tarafından tercih edilirdi. Bu tacirler İpsala’dan aldıkları yünü İnöz limanından İzmir’e veya Ereğli limanından İstanbul’a naklederlerdi22. Örneğin, 1785 Mayıs, Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında toplam 309 çuval yapağı Fransız tüccar tarafından İnöz’e götürülmüştür. Fransızlar, İnöz-İzmir güzergâhını 20 Bkz. R. Şahin, a.g.t., Edirne 2006. Sahillioğlu, a.g.m., s. 62. XVI. yüzyıldan itibaren Avrupa menşeli kumaşlar, özellikle İngilizlerin Londra adı verilen çuhalarının türlü renk ve cinsleri ülkenin İstanbul, Edirne, Bursa pazarlarında bol bol satılmaktaydı (Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, cilt II, İstanbul, 1974, s. 436). 22 Sahillioğlu, a.g.m., s. 66. 21 172 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178 XVIII. YÜZYILDA EDİRNE’DE TİCARET YAPAN FRANSIZ TÜCCAR VE HUKUKÎ STATÜLERİ kullanarak Edirne'den topladıkları yapağıları ülkelerine nakletmekteydiler 23. Edirne civarında yetiştirilen pamuk da 1790’lı yıllarda, Fransızların yoğun olarak rağbet ettikleri bir üründü. Bu senelerde Fransızlar İnöz iskelesinden ve Gelibolu’dan 125.000 frank değerindeki, 650 balya pamuğu Marsilya’ya nakletmişlerdi24. İzmir vasıtasıyla yapılan ticarete konu olan eşyadan biri de tavşan derileridir. Edirne civarından toplanan tavşan derileri İzmir limanında bekleyen gemilerle Fransa’ya gönderilirdi. Bir seferde 12.000 adet tavşan derisinin İzmir’e nakledildiği dahi olurdu25. Edirne'de Fransız tüccar adına tavşan postu alıp ülkelerine götüren 15 simsar bulunuyordu 26. OsmanlıFransız ticaretinde sıkça rastlanılan “kahve-i efrenç” de külliyetli miktarda imparatorluğa dolayısıyla Edirne pazarına girmiştir.27. Edirne'deki Fransız tüccar Fransa'dan getirdiği emtiayı önce Tekfurdağı'na götürür, oradan dağıtımını gerçekleştirirdi. Fransa'ya gönderecekleri eşyayı da yine aynı şekilde oradan sevk etmekteydiler. Bu maksatla Tekfurdağı'ndaki ticari muamelelerini yürütmesi için kendilerine simsar/vekiller tayin ederlerdi. Bunlar geliş, gidişlerinde ve ikametlerinde herhangi bir sorunla karşılaşmamak; kendilerinden “ber-mûceb-i ahidnâme-i hümayun” cizye talep edilmemesi için ellerine devlet tarafından bizzat Fransız sefirinin talebi uygun görüldüğü takdirde “yol emri” verilirdi28. Edirne ve civarında ticaret yapabilmeleri maksadıyla verilen yol emirlerinde Fransız tüccarı için bazen “kaide-i memleket üzere kisve ile” seyahat edebilir29, tüccardan yahut onların istihdam ettiği hizmetkârlardan “%3 23 R. Şahin, a.g.t., s. 42. Türkiye Seyahatnamesi (1790 Yıllarında Türkiye ve İstanbul), hzr. Oğuz Gökmen, İstanbul 1974, s. 165. 25 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BAO), Cevdet Hariciye Tasnifi (C.HR.), 34/1691, 18 Safer 1210/3 Eylül 1795. 26 "Ahidnâme-i hümâyûn mûcebince icab iden resm-i gümrükleri iktiza itmez iken dört-beş seneden berü hâdis olunan cild-i erneb mukataası mültezimi beher adedinden bir pare resm-i mîrî mütalaasıyla hilâf-ı ahidnâme-i hümâyûn teaddi ve rencideden halî olmadıklarına binaen" bu hususun ortadan kaldırılması; ahidnâmeye aykırı gümrük alıp, simsarın mahzenlerinde bulunan postlara el koyan ve simsarları ölümle tehdit eden Yahudi Menahim ve Konorto ile Edirne Bostancı-başı Tahir Bey'in tedip edilmesi için emir çıkarılmıştı (Cevdet Maliye (C.ML.), 344/14173, 19 Safer 1189/21 Nisan 1775). 27 C.HR., 34/1691, 18 Safer 1210/3 Eylül 1795. 28 C.HR, nr. 32/1597, 10 Zilkade 1212/26 Nisan 1798; Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BAO.), Hatt-ı Hümâyûn (HAT.), 1435/58975, 24 Ramazan 1212/12 Mart 1798; C.HR., 158/7882, 19 Rebiyülâhir 1217/19 Ağustos 1802. Bu konuda bkz., Hamiyet Sezer, "Osmanlı İmparatorluğu'nda Seyahat İzinleri (18.-19. Yüzyıl)", DTCF Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, cilt XXI, sayı 33, Ankara 2003, s. 105-124. 29 1207 Cemaziyelâhir ayında (Ocak-Şubat 1793) Edirne ve civarı kadıları ile askeri rûasaya yazılan hükümde, Fransız tüccarlarından Bonin adlı şahsın Fransa elçisisi Kanton'un ricası üzerine, devletten mûrur-nâme aldığı ve bu belge ile Rumeli’de serbestçe seyahat edebileceği, ticaret yapabileceği belirtilmişti. Ayrıca yine bu mûrur24 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178 173 REYHAN ŞAHİN ALLAHVERDİ tekâlif dışında herhangi bir vergi talep edilemez” ibaresi yer almakta ve daima yürürlükte olan ahidnâmelere atıfta bulunulmaktadır 30. Padişah değişikliğinde konsoloslar başvurarak eski beratların yenilenmesini talep edebilirlerdi31. Müstemen yahut beratlı tüccarın bu şekilde bir muamele görmesi, zaman zaman Osmanlı vatandaşı zimmî tüccarın bu ayrıcalıklara sahip olmak ve daha az gümrük ödemek için Fransız tabiyetine geçmelerine sebep olmuştur32. Bu tüccar geniş serbestîleri olmakla birlikte bazı kısıtlamalara maruz kalırdı. Bazılarının Türk kisvesiyle dolaşmasına izin verilirken bazıları için yasak konulmuştur. Edirne’de ticaret yapan yabancı tüccar sarı mest, pabuç, sincabî kürk ve bol biniş giymemeleri, “ehl-i zimmet” kıyafetiyle dolaşmaları konusunda uyarılmışlar ve bu şekilde hareket etmeye devam ettikleri takdirde cezalandırılmaları gündeme gelmiştir33. 1789 Fransız İhtilâli’nden sonra Fransa’daki gelişmeleri yakından takip edebilmek maksadıyla III. Selim başlangıçta Fransa’da bir elçilik açmayı düşünmüş ise de ihtilâl sebebiyle bu gerçekleşmeyince ilk elçilik İngiltere’de açılmıştır. Fransa’nın yaydığı milliyetçilik akımlarına karşı Avrupa devletleri ittifak içine girdiğinden Osmanlı bu sayede Rusya tehlikesini nâme gereğince Türk kıyafetleri ile serbestçe dolaşabilecek, kendisinden cizye alınmayacak ve sadece ahidnâmede belirtilen gümrüğe tabi eşyalar için gümrük vergisi ödeyecekti (R. Şahin, a.g.t., s. 37). 30 “Galata’da ticaretle ikamet iden Françe tüccarından Dujan [?] nam müstemen tacir ticarete müteallik hususiçün der-aliyyeden Edirne ve Selanik ve ol havalide azimet murad idüb tâcir-i müstemen-i mersûm iki nefer müstemen hizmetkarlarıyla asitane-i saadetden mahalli mezbureye varub gelince geşt ü güzarında ve esna-yı rahda emînen ve sâlimen mürûr u uburuna ve hasbeü’l-iktiza hîn-i meks ü ikametinde hilaf-ı şer’-i şerif ve mugāyir-i ahidnâme-i hümâyûn cizyedarlar tarafından cizye talebi ve sâir taraflarından dahi tekalif mütalebesi ve âhar bahane ile teaddi ve müdahale olunmayub ber-mûceb-i ahidnâme-i hümâyûn ve ber muktezâ-yı şer’-i şerîf himâyet ü siyânet olunmak babında Edirne ve Selanik kadılarına ve sâir iktiza idenlere hitaben mutad üzere bir kıt‘a yol hükm-i şerîfi rica ve niyaz olunur” (C.HR., 165/8219, 19 Safer 1208/26 Eylül 1793). 31 C.HR., 146/7279, 19 Rebiyülâhır 1204/6 Ocak 1790. 32 Hileye başvurup müstemen tüccar tabiiyetinde hizmetkâr yahut tercümanlık hizmetine girenler cezalandırıldığı gibi ticaretini yaptıkları mallarına el konulmuştur. 1798 OsmanlıFransa savaşı sırasında aslen Osmanlı tebeasından oldukları halde tekâliften kurtulmak için Fransa tabiiyetine girmiş olanların da aslen Fransız olanlar gibi emval ve eşyalarının miri için zaptı emredilmiştir. Bu emir gereğince zapt olunan mal ve kimlerden zapt olunduğuna dair Edirne kadısından ve bostancıbaşından gelen evrak (C.HR., 29/1403, 17 Receb 1213/25 Aralık 1798). 33 C.HR., 185/9222, 3 Zilkade 1189/26 Aralık 1775. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz., Yavuz Ercan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimlerin Giyim, Mesken ve Davranış Hukuku”, OTAM, cilt I, Ankara 1990, s. 117-125; Ercan, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimlerin Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik ve Hukukî Durumları, Ankara 2001. 174 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178 XVIII. YÜZYILDA EDİRNE’DE TİCARET YAPAN FRANSIZ TÜCCAR VE HUKUKÎ STATÜLERİ bertaraf edebilmiştir. Avrupa devletlerinin baskısı yüzünden Fransa’daki yeni rejimi ancak Şubat 1795 yılında tanımıştır. Napolyon Avrupalı rakiplerini yenip barış yaptıktan sonra gözünü Osmanlı’nın Akdeniz’deki topraklarına çevirmişti. Özellikle Mora’daki Rumlar arasında milliyetçilik fikirlerini yayma gayreti ilişkileri gerginleştirmişti34. Fransa Rumeli’de olup bitenleri Edirne ve havalisinde ticaret yapan tüccarları vasıtasıyla takip ediyordu. Tüccar topladığı bilgileri kendi elçiliklerine bildiriyor, elçilik de hazırlanan raporu (tahkikatnâme) ülkesine gönderiyordu35. Osmanlı-Fransız siyasi ilişkilerinin bozulduğu dönemlerde, bu iki devlet arasındaki ticarî ilişkiler de etkilenmekte ve zaman zaman Fransız tüccarının mallarına bu nedenle el konulmaktaydı. 1798 yılında Bonapart’ın Mısır’ı işgal etmesiyle birlikte iki devlet arasındaki ticaret sekteye uğramıştır. Fransızlar Mısır limanlarına geldiklerinde buradaki Müslüman tüccarın mallarını zapt etmişlerdi. Bunun bir yansıması olarak “Mısır canibinde olan ehl-i İslam tüccarının emvaline bedel olarak” Fransız tüccarın mallarına el konulmuştur36. Bu sırada Osmanlı dâhilinde ticaret yapan Fransız tüccarının da can ve mal güvenliğinin sağlanması maksadıyla “müsafereten” tevkif ve muhafaza edilmeleri için Edirne, Ilgın ve Lefke kadılıklarına emir verilmiştir37. Bu olay sırasında Osmanlı tebeası iken Fransa konsolos hizmetine geçenler de hapsedilmiş, mallarına el konulmuş ve dükkânları mühürlenmiştir. Bu gibi durumlarda devlet kendi vatandaşının zor durumda kalmasına göz yummaz, sadece ellerindeki beratlar alınarak, el konulan malların ve paralarının iade edilmesi sağlanırdı38. Bazen istisnaî durumlar da ortaya çıkmakta ve devlet zor durumda kalmaktaydı. Hapsedilen tüccarın Fransız vatandaşı olması gerekmiyordu. Eğer bir başka devlet vatandaşı ise ve Fransa himayesinde ticaret yapıyorsa ya da Fransız vatandaşı olup başka bir devlet adına ticaret yapıyorsa hapsedildiği zaman ancak ilgili devletin elçiliği ya da konsolosluklarının girişimleriyle serbest bırakılıyorlardı. Mesela Mısır meselesi nedeniyle Edirneli bir Fransız tercümanın evi hükümet tarafından müsadere edilmiş, fakat bu şahıs Prusya himayesinde ticaret yaptığından evi iade edilmiştir39. Buna benzer bir olay da Fransa himayesinde ve onlarla ortak ticaret yapan Yani adlı tüccarın başına gelmiştir. Mora'dayken yanında bulunan malları hükümetçe zapt olunmuş, ancak bu şahıs yalnız ticarette ortak ve sermayenin tamamıyla kendisine ait 34 Pul, a.g.m., s. 169-170. HAT., 1434/58925; HAT., 1434/58933, 11 Şevval 1211/11 Nisan 1797. 36 C.HR., 144/7158, 6 Receb 1213/14 Aralık 1798. 37 C.HR., 153/7611, 29 Zilhicce 1213/3 Haziran 1799. 38 C.HR., 49/2443, 29 Cemaziyelâhir 1213/8 Aralık 1798. 39 C.HR., 112/5568, 3 Receb 1213/11 Aralık 1798. 35 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178 175 REYHAN ŞAHİN ALLAHVERDİ olduğunu beyan ederek mallarının teslimini istemiştir40. Fransa himayesinde Rusya ile ticaret yapan Palet[?] isimli bir tüccar için Rusya elçisi girişimde bulunup, daha önce İngiliz elçisinin başvurusuyla serbest bırakılan iki Fransız tüccarın durumu örnek gösterilerek hapisten çıkarılması rica edildiğinden, malları alınıp serbest bırakılmasına izin verilmiştir 41. Hapsedilen kişi Fransız bile olsa tüccar Osmanlı topraklarında doğmuş ise yine aynı kural devreye giriyor ve serbest bırakılıyordu 42. Osmanlı topraklarında yabancıların dolayısıyla yabancı tüccarın da mülk edinmeleri yasaktı. Muhtemelen daha önce Edirne’de bu konuda çok sıkı bir takip uygulanmazken, 1798 Osmanlı-Fransız savaşı sırasında sıkı bir takibe tabi tutulmuşlardır. Fransız tüccarın kimler olduğu ve sahip oldukları emval ve eşyanın kaydedilmesi maksadıyla Ekim 1798’de sabık tevkî‘î Osman Efendi görevlendirilmiş, Edirne’de yaptığı araştırma sonucunda yedi maddelik bir rapor hazırlamıştır. Hazırlanan takrir Mehmed Nuri Ağa vasıtasıyla İstanbul’a getirilmişti. Buna göre Edirne’de ticaret yapan Fransız Mösyö […]’in ahidnâmeye aykırı olarak Edirne Selimiye Camii yakınında bir yalısı ve Karaağaç köyünde bir evinin mevcut olduğu anlaşılmıştı. Bunun üzerine ilgili yasak devreye girmiş, Mösyö […]’e ait evlerin satılarak parasının İstanbul’a gönderilmesine dair Edirne Bostancı-başına emir verilmiştir43. Devletin el koyduğu mal, nakit, ev ve dükkânlar nedeniyle Osmanlı dâhilinde dolayısıyla Edirne’deki Fransız tüccar mağdur olmuş ve konsolosluklar vasıtasıyla mağduriyetlerinin giderilmesi talep edilmiştir. Uzun süre ticaret yapamadıkları için sarraflara borçlanmışlar, aralarındaki anlaşmazlıklar mahkemelere taşınmıştır44. Savaş sırasında Edirne’de tutuklanan 23 tüccar, sulh hâsıl oluncaya değin Saray hapishanesinde alıkonulmuştur. Ancak bunlardan biri hapis bulunduğu sırada vefat etmiştir. İlgili kayda göre bu 23 kişi 1213 yılı Receb ayından (Aralık 1798) itibaren tutuklanmaya başlanmışlar ve 29 Cemaziyelevvel 1214 (29 Ekim 1799)’te hâlihazırda hapis bulunmamaktadırlar45. Fakat daha sonraki akıbetleri hakkında bir kayda rastlanmamıştır. Osmanlı, İngiltere ve Rusya’nın desteğiyle Fransızları Mısır’dan çıkarmakla birlikte bu defa da söz konusu iki devlet Osmanlı için bir tehdit haline gelmişti. Babıâli kendi çıkarlarına daha uygun gördüğü Fransa ile 25 Haziran 1802 tarihinde bir antlaşma 40 Cevdet İktisat (C. İKT.), 28/1361. HAT., 247/13965, 1217/1802-1803. 42 HAT., 237/13141, 1214/1799-1800. 43 HAT., 1470/66, 21 Cemaziyelevvel 1213/31 Ekim 1798. 44 C.HR., 118/5881, 17 Şaban 1217/13 Aralık 1802. 45 C.HR., 23/1143, 29 Rebiyülâhır 1214/30 Eylül 1799. 41 176 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178 XVIII. YÜZYILDA EDİRNE’DE TİCARET YAPAN FRANSIZ TÜCCAR VE HUKUKÎ STATÜLERİ yaparak daha önce Fransa’ya tanıdığı bütün ayrıcalıkları iade etti46. Bu antlaşma gereğince muhtemelen sözü geçen mahkûmlar serbest bırakılmışlar ve malları iade edilmiştir. Fransız tüccarın ülke dâhilinde ve Edirne’de en sık karşılaştığı problem, mahalli idarecilerin kendileri için ihdas ettikleri vergilerdir. Devlet tarafından kadı ve bostancı-başılar sık sık uyarılarak ahidnâme-i hümayunda belirtilen gümrük resmi dışında “resm-i bid‘at” ve cizye almaları yasaklanmıştır. Bazıları bu vergiyi ödeyip ticaretini devam ettirirken bazı Fransız tüccar, elçileri aracılığıyla bu kişilerden şikâyetçi olmuşlardır47. Resmi olarak 1536 yılında başlayan Osmanlı-Fransız ticarî ilişkileri savaş zamanları hariç devam etmiştir. Kapitülasyonların etkisiyle düşük gümrük ödeyen Fransız tüccar Edirne civarından aldığı yapağı ve tavşan postlarını İnöz ve Gelibolu vasıtasıyla Avrupa'ya; ülkelerinden getirdikleri kahve (kahve-i Efrenç) ve kumaşları imparatorluk dâhilinde Edirne, İstanbul ve sâir yerlerde pazarlayabiliyorlardı. Bu iş için tayin edilen vekil/simsarlar Edirne ve İstanbul'da yerleşik olarak ticaret yapıyorlardı. Zaman zaman yanlarına aldıkları beratlı tüccar ve yerli idarecilerin kendilerinden muahede dışı vergi almaları nedeniyle yaşadıkları problemler konsolosları vasıtasıyla çözülüyordu. KAYNAKÇA A. Arşiv Kaynakları C.HR., nr.32/1597, 158/7882, 146/7279, 29/1403, 34/1691, 144/7158, 153/7611, 49/2443, 112/5568, 118/5881, 23/1143, 34/1691, 165/8219, 185/9222 C.İKT.,nr.28/1361 C.ML., nr. 344/14173 HAT., nr.1435/58975, 1434/58925, 1434/58933, 247/13965 , 237/13141, 1470/66 B. Araştırma ve İncelemeler Akdağ, Mustafa, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, II, İstanbul 1974. Akpınar, Turgut, “Alman Seyahatnamelerinde Edirne”, Edirne Serhattaki Payitaht, İstanbul 1998, s. 255-278. Arı, Bülent, “Osmanlı Kapitülasyonlarının Mahiyeti ve Tarihçesi”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı 32, Ankara 2000, s. 242-251. Arıkan, Zeki “1536 Kapitülasyonları ve Cumhuriyet İdeolojisi”, Ankara Üniversitesi DTCF Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi¸ cilt XXIV, sayı 37, Ankara 2005, s. 11-28. 46 47 H. Şahin, a.g.m., s. 293. C.HR., 34/1691. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178 177 REYHAN ŞAHİN ALLAHVERDİ Bağış, A. İhsan, Osmanlı Ticaretinde Gayri Müslimler: Kapitülasyonlar-Beratlı Tüccarlar Avrupa ve Hayriye Tüccarları (1750-1839), Ankara 1983. Ercan, Yavuz, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimlerin Giyim, Mesken ve Davranış Hukuku”, OTAM, cilt 1, Ankara 1990, s. 117-125. ____________, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimlerin Kuruluştan Tanzimat’a Kadar Sosyal, Ekonomik ve Hukukî Durumları, Ankara 2001. Eryılmaz, Bilal, Osmanlı Devleti’nde Gayri Müslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul 1990. Faroqhi, Suraia, “İstanbul’un İaşesi ve Tekirdağ-Rodoscuk Limanı”, ODTÜ Gelişme Dergisi, Özel sayı, 1979–1980, s. 139-151. Gökbilgin, M. Tayyib, “Konsolos”, İA, VI, s. 837–838. İnalcık, Halil, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), çev. Ruşen Sezer, İstanbul 2004. Küçükkalay, A. Mesud -Numan Elibol, “Osmanlı İmparatorluğu’na Avrupa’dan Kara Yolu ile Yapılan İhracatın Değerlendirilmesi (1795-1804)”, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, cilt IV, sayı 1, Eskişehir 2004, s. 151-176. Kütükoğlu, Mübahat, Türk İngiliz İktisadi Münasebetleri (1580-1838), Ankara 1974. Pamir, Aybars, “Kapitülasyon Kavramı ve Osmanlı Devletine Etkileri”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, cilt LI, sayı 2, Ankara 2002, s. 79-119. Paskaleva, Virginia, “Osmanlı Balkan Eyaletlerinin Avrupalı Devletlerle Ticaretleri Tarihine Katkı (1700–1850)”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, XVII, 1967–1968, s. 37-74. Pul, Ayşe, “Osmanlı-Fransız Diplomasisinin İki Mühim Evresi: Girit ve Mısır Seferleri”, OTAM¸ cilt 22, Ankara 2007, s.159-176. Sahillioğlu, Halil, “XVIII. Yüzyılda Edirne’nin Ticarî İmkânları”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, sayı 13, Ankara 1968, s. 60-68. Şahin, Hasan, “Doğu Sorunu Çerçevesinde Osmanlı Fransız İlişkileri [Başlangıcından Paris Barışı’na (1856)]”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sayı 40, Erzurum 2009, ss. 277-315. Şahin, Reyhan, Edirne Gümrüklerine Göre XVIII. Yüzyılın İkinci Yarısında Edirne’de İktisadî Hayat, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Edirne 2006. Tabakoğlu, Ahmet, Türk İktisat Tarihi, İstanbul 2000. Türkiye Seyahatnamesi (1790 Yıllarında Türkiye ve İstanbul), hzr. Oğuz Gökmen, İstanbul 1974. Türkmen, Zekeriya, “Osmanlı'da Kapitülasyonların Uygulanışına Toplu Bir Bakış”, OTAM, cilt 6, Ankara 1995, s. 325-341. 178 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 167-178 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908) Hüseyin Baha ÖZTUNÇ ÖZ: Şehirlerin tarihlerinde karşı karşıya kaldıkları büyük felaketler vardır. Bunlardan birisi de sellerdir. Makalemizin konusu, 1908 yılında Tokat Sancağı merkezinde meydana gelen ve şehrin tarihinde “Büyük Sel” olarak adlandırılan felakettir. Makalemizde konumu itibarı ile sel baskınlarına açık bir durumda olan şehrin daha önceden geçirdiği bir sel baskınını, hemen akabinde 1908 yılında meydana gelen seli ve ortaya çıkardığı hasarı görgü tanıklarının anlatımlarına göre ortaya koymaya çalıştık. Ayrıca sel neticesinde meydana gelen hasarları gidermek için yapılan faaliyetleri inceledik. Bunun yanı sıra selden zarar gören halktan bazılarının yetkili kurumlara verdikleri dilekçelere ve hükümetin bu kişilere yaptığı yardımlara da yer verdik. Anahtar Kelimeler: Tokat, Sel, Hasar, Yardım, 1908. THE ‘GREAT FLOOD’ IN TOKAT (1908) ABSTRACT: There are big catastrophes in the histories of the cities. One of these disasters is the flood. The flood which occured in 1908 in the center of the Tokat Sanjak is the subject of this article. The article will try to discuss this flood called “Great Flood” in the history of the city. Tokat has a position which is undefended against the floods. There was another flood soon before the “Great Flood”. After mentioning this flood, the Great Flood and its damages will be revealed according to the expressions of the eyewitnesses. The activities to compensate the damage of the flood, the petitions given to the authorized bodies by the sufferers of flood and the aid given to these people by the government also will be discussed in the article. Keywords: Tokat, Flood, Demage, Aid, 1908. Giriş: Deprem, yangın, sel, kasırga, yanardağ patlaması vb. doğal afetler tüm dünyada zaman zaman büyük yıkımlara neden olmaktadır. Bu oluşumlardan birisi olan sel; eğimli yamaçların, özellikle bitki örtüsünden yoksun olanlarda görülen, boyları kısa, ancak aşırı eğimleri nedeniyle fazla yağan yağmurlardan sonra bol su taşıyan hızlı akışlı ve düzensiz akarsular olarak tanımlanmaktadır1. Osmanlı Devleti zamanında çeşitli tarihlerde devletin farklı coğrafyalarında seller meydana gelmiştir. Yaşanan bu olaylardan birisi de 1908 yılında Tokat’ta meydana gelen “büyük sel”dir. Osmanlı Devleti zamanında Sivas Vilayeti’nin merkez sancağına bağlı olan Tokat Kazası, 12 Ocak 1880 tarihinde kaza statüsünden sancak statüsüne çıkarılmış olup sel afetinin yaşandığı 1908 yılında Sivas Arş. Gör., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. 1 Sami Öngör, Coğrafya Terimler Sözlüğü, Ankara 1980, s. 88. HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ Vilayeti’ne bağlı sancak durumundaydı2. Tokat Merkez Kazâsı’nın nüfusu 1325 Sivas Vilâyeti Salnâmesi’nde 106.8933, Şehrin 1906/1907 sayımına göre kazalarıyla beraber toplam nüfusu ise: 278.555’tir4. Şehir kurulmuş olduğu yer itibariyle sel ve taşkın gibi doğal afetlere açık bir pozisyondadır. Bu nedenle tarih boyunca Tokat’ta çeşitli sel ve taşkın olayları kaydedilmiştir5. Bu sellerden birisi de 1862 (H. 1279) tarihlidir. 1862 tarihindeki bu selin bizim için önemi ise 1908’deki sel ile aynı yerde meydana gelmesidir. Selin meydana gelişi kaynaklara şu şekilde yansımıştır; “sâl-i hâl-i rebiü’l-evvelin on dokuzuncu günü Tokad kasabasında nüzûl eden bârân ile doludan hâsıl olan sel derelerde sığışmayarak olcivârda bulunan su yollarıyla bağları ve Şeyh-i Şirvânî hazretlerinin türbesiyle büyük kabristanın sedlerini bozduktan sonra aşağı doğru yürüyerek cevâmî ve mesâcid-i şerîfe ile çeşme ve hâneleri dahi külliyen harâb etmesiyle beraber...6”. Anlaşıldığı üzere şiddetli yağmur ve dolu neticesinde mevcut suyolları ve dereler yetersiz kalmış ve sel meydana gelmiştir Başbakanlık Osmanlı Arşivi Evkaf Defterleri Tasnifi’nde bulunan bir defter bize selin meydana getirdiği hasarın derecesi ve etkilediği alan açısından önemli bilgiler vermektedir: 14 Eylül 1862 (19 Rebiülevvel 1279) tarihinde saat sekiz sıralarında meydana geldiği bildirilen sel, Tokat’ın kuzeyindeki Çay Boğazı derelerinin taşması ile ortaya çıkmıştır. Zarar gören yerler bahsedilen defterde şu şekilde yer almaktadır: Çay mezarlığı aşağısındaki Güdük Minare Camisi ve şehrin ortasından geçen küçük nehir üzerindeki tahta köprüye kadar giden Çay nâm türbenin iki tarafındaki duvarlar; Şeyh-i Şirvani mezarlığı ve karşısında bulunan çay kabristanının etrafındaki setlerin büyük çoğunluğu, Çay-ı Müslim Mahallesi’nde Şeker Sokağı ve Deve Görmez Sokağı, Soğukpınar-ı Müslim ve Zımmi Mahallesi’nde Delik Sokak, Soğukpınar-ı Zımmi Mahallesi’nde Gavur Sokak, Çay-ı Müslim ve Zımmi Mahalleleri, Sel nedeniyle Attar Suyu denilen Mahmut Paşa ve Muslıhiddin Mahalleleri’ndeki zarar. Çay-ı Müslim adlı mahallenin ortasından geçen küçük çayın caddeye doldurduğu kum ve taşın oluşturduğu hasar, Şehrin büyük caddesinin iki tarafındaki mahallelerin 2 Sivas Vilayet Salnamesi, Sivas 1325, s. 142; Esat AKTAŞ, “XIX. Yüzyılın Son Çeyreğinde Tokat Sancağı”, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tokat 2009, s. 27, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi). 3 Sivas Vilayet Salnamesi, s. 254-255. 4 Kemal H. KARPAT, Osmanlı Nüfusu 1830-1914, İstanbul 2010, s. 340-341. 5 Halis Turgut Cinlioğlu Tokat’ta, Rumi 1255, 1277, 1304, 1318 yıllarında meydana gelen sellerden bahsetmektedir. Halis Turgut CİNLİOĞLU, Osmanlılar Zamanında Tokat, Tokat 1973, s. 7-47. 6 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İrâde Meclis-i Vâlâ (İ.MVL), 479/21696, lef 3, 25 Cemaziyülahir 1279. 180 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908) arasındaki sokakların gördüğü zarar, Mahmut Paşa Mahallesi’ndeki selin oluşturduğu hasar. Selde zarar gören cami, mescit ve okulları da görebilmekteyiz. Bunlar; Çay Camisi, Çay Hamamı civarında Sa‘dat Ağa Camisi, Güdük Minare Camisi, Kovalı Camisi, Toprakçı Camisi, Mektebi ve Çeşmesi, Çalkan Mescidi, Kökenoğlu Mescidi, Topçubağı Mescidi Soğukpınar Mektebi. Bunların yanı sıra defterde hangi mahallede kaç hanenin hasara uğradığı bildirilmiştir. Mahalle Adı Çay-ı Müslim Mahallesi Çay-ı Zımmi Mahallesi Soğukpınar-ı Müslim Mahallesi Soğukpınar’ı Zımmi Mahallesi Mahmut Paşa Mahallesi Hane Sayısı 202 95 133 58 86 Zarara Uğrayan Hane Sayısı 171 46 34 31 40 Bu selde Çay-ı Müslim Mahallesi sakinlerinden Keçeci İbrahim ölmüş ayrıca sele kapılan birkaç kara sığır ineği de telef olmuştur7. Yukarıdaki bilgilerden görüleceği üzere sel toplamda 574 haneden oluşan beş mahallenin 322’sinde hasar meydana getirmiş, yine su yolu, cami, mescit, okul, set gibi yapılarda da hasarlar oluşturmuştur. Makalemizin konusu olan selden 46 sene evvel meydana gelen bu felaket, Tokat özelinde şehircilik anlayışında seli önleyici herhangi bir çalışma olmadığının veya yapılan çalışmaların yetersiz kaldığının göstergesidir. 1908 Tokat Seli ve Hasar Tespit Çalışmaları: Konumuzu teşkil eden selin tam tarih ve saatinin 25 Haziran 1908 (12 Haziran 1324) Perşembe günü saat 8.30 olduğunu Tokat telgraf baş memuru Şevket Efendi tarafından Sivas’a, oradan da Sadarete çekilen bir telgraftan öğrenmekteyiz. Telgrafta sel; “Şehr-i hâlin on ikinci pençsenbih günü sa‘at sekiz buçukda birdenbire ve emsâli nâ-mesbûk bir sûretde zuhûra gelen şiddetli sulusepken yağmur ve doludan mütehassıl seylâbın Tokad kasabasına açtığı rahne-i ‘azîme ve müessifeye…”8 ifadeleriyle haber verilmektedir. Selden son anda kurtulan telgraf memuru Şevket Efendi’nin telgrafın devamındaki ifadeleri olayın vahametini ortaya koymaktadır. Şevket Efendi, fırtına başlamasından on dakika sonra şiddetli selin ortaya çıktığını ve telgrafhane binasının arkasındaki köprü aralığına gelince suların mecra değiştirerek telgrafhanenin 7 8 BOA, Evkaf Defterleri, No, 17971, Varak 1-2. BOA, Dâhiliye Nezâreti Mektûbî Kalemi (DH.MKT), 1266/15, lef 2. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 181 HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ dört bir tarafını sardığını ve etrafının adeta bir deniz haline geldiğini bildirmektedir. Telgrafhane iyice sallanmaya başladığında kaçmaktan başka çare olmadığını anlayarak kendisini sel sularına bırakan Şevket Efendi güçlükle kıyıya çıkabilmiştir. Kendisi gibi dışarı çıkmaya muvaffak olamayan Müdür İbrahim Edhem Bey9 ile Yüzbaşı İsmet Bey içerdeyken telgrafhane sele kapılmıştır. Bunun yanında dere boyunda bulunan 100 kadar ev de sele kapılarak yıkılmıştır, çarşı ve pazarda suyun yüksekliği 2m’yi bulmuştur. Şevket Efendi nüfus kaybının 500’den fazla olduğu tahmin etmekte ise de tam sayının belli olmadığını ifade etmektedir 10. O esnada Tokat Mutasarrıfı olan Celal Bey de olayın görgü tanığı olarak Sivas Vilâyeti’ne gönderdiği telgrafta; o gün saat dokuza doğru dolu ile karışık ve çok şiddetli bir şekilde yağan yağmur neticesinde o güne kadar değil orada, belki de başka hiçbir yerde şahit olunmamış derecede büyük bir sel meydana gelmiştir. Sel, dereboyunu istila ederek hükümet binasını, daire-yi askeriyeyi, hükümet binasının arka kısmındaki evleri ve hapishaneyi tamamen istila etmiştir. Kendisi ile birlikte hükümet memurları, askerler ve halk canlarını sular içerisinde yüzerek güçlükle kurtarabilmişlerdir. Aldığı haberlere göre hapishanede bazı can kayıpları olmakla birlikte kurtulabilenlerden bir haylisi de kaçmıştır. Hükümet binasının, adliye binasının ve daire-yi askeriyenin bazı kısımları yıkılmıştır. Ayrıca dere üzerindeki köprüler de yıkılmıştır, yine dere boyunda bulunan evlerden birçoğu sel sularıyla yerlerinden sökülerek götürülmüş, birçoğu da hasara uğramıştır. Telgrafhane ve sırasındaki evlerin tamamı yıkılmıştır. Meydanda ve kışla önündeki namazgâhta çadıra çıkmış olan redif askerleri de sel içinde kalmıştır. Orada bulunan belediye memurları, polisler ve halk nizamiye askerlerini tahliye ederek kurtarmışlar, ancak kayıpların miktarı da o an için belirlenememiştir. Özetle hasar ve can kaybının çok fazla olduğunu ifade eden Celal Bey meydana gelen dehşeti tasvir etmenin mümkün olmadığını belirtmiştir11. Polis jurnalinde ise; ölü sayısı yüz elli iki, tamamen harap olan hane yüz elli dört, kısmen harap olan hane elli beş, tamamen yıkılan dükkan doksan beş, kısmen harap olan han ve otel altı, tamamen yıkılan hamam iki, kısmen yıkılan cami iki, kısmen yıkılan mektep üç, tamamen harap olan medrese bir, tamamen harap olan cami bir olarak gösterilmiştir. Ayrıca tahkikatın 9 Telgraf müdürü İbrahim Edhem Bey’in bu selden yaralı olarak kurtulmuş olduğunu 24 Teşrinisani 1324 tarihinde sadarete yazılan yazıdan öğrenmekteyiz. BOA, DH. MKT, 2681/151. 10 BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 2. 11 BOA, İrâde Husûsî (İ.HUS), 167/1326.Ca/103, lef 2, 26 Cemaziyülahir 1326 (26 Haziran 1908). 182 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908) sürdüğü ifade edilmiş ancak selin tahribatı sekiz-dokuz mahalleye ve bazı bağlara yayılmış ve oldukça geniş bir alanı içine almış olduğundan tahkikatın sonuçlandırılması ve hasarın tamamen anlaşılabilmesi için daha dört beş gün kadar bir zamana ihtiyaç olduğu belirtilmiştir12. 28 Haziran 1908 tarihinde Sivas Valisi Reşid Akif tarafından Sadarete gönderilen telgrafta ise henüz araştırmanın tamamlanmadığı, o ana kadar iki yüze yakın kişinin öldüğü, ev, dükkân ve diğer binalardan üç yüz kırk kadar zayiat olduğu, redif askerlerinden ise tam zayiat anlaşılmamakla beraber liva kumandanlığından gelen bilgiye göre 15 nefer can kaybı olduğu bildirilmiştir 13. 29 Haziran 1908 tarihinde, Sivas Vilayeti’nden sadarete yazılan bir diğer telgrafta, 28 Haziran 1908 tarihli yazıda sel dolayısıyla bir komisyon kurulduğu, konu ile ilgili tafsilatlı bilginin bir sonraki gün bildirileceği belirtilip, beyan edilecek hasara göre o an için 50.000 kuruş istenmiştir14. 29 Haziran 1908 tarihinde Sivas Valisi Reşid Akif’in sadarete yolladığı başka bir telgrafta da önceki bilgilere ek olarak 26 kişinin daha vefat ettiğinin öğrenildiği ve yine iki cami ve bir değirmenin tamamen harap olduğu, bir değirmenin de kısmen yıkıldığını bildirmiştir15. Yukarıda gönderileceği belirtilen tezkirede de henüz tam hasarın belli olmadığı ancak o ana kadar gelen bilgiler ışığında; sivil ve asker toplam iki yüz yirmi iki kişinin hayatını kaybettiği, altısı cami, dördü mektep, ikisi medrese, ikisi hamam olmak üzere toplamda dört yüz elli dokuz bina hasara uğramıştır. Görüldüğü gibi selin yol açtığı hasar hakkında burada da tam bir bilgiye ulaşamamaktayız. Bunun yanında şehirdeki redif taburunun görev yapamayacak durumda bulunduğu için yerine başka bir vilâyetten tabur getirilmesinin uygun olacağı belirtilmiştir16. Selden sivil vatandaşlar yanında askerler de zarar görmüştür. Askerlerin kaybı ile ilgili telgrafta hayatını kaybedeb redif askerinin sayısının on yediye çıktığı, selden kurtulanların bir kısmı köylerine döndüğü için kayıp miktarının henüz netleşmediği belirtilmiştir. Aynı telgrafta Tokat redif taburunun miktarının iki yüz altmış kişiden oluştuğu ve hem bu askerlerin tekrar toplanmasının imkansızlığı hem de taburun malzemelerinin tedarikinin çok uzun zaman alacağı ifade edilmiştir17. Bu tezkireye cevaben Umûr-ı Erkân-ı Harbiye Dairesi’nden Serasker Rıza imzasıyla verilen 12 BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 5, 29 Cemaziyelevvel 1326 (28 Haziran 1908). BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 7. 14 BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 8. 15 BOA, Bâb-ı Âlî Evrak Odası, (BEO), 3344/250769, lef 2, 27 Cemaziyelevvel 1326 (26 Haziran 1908). 16 BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 9. 17 BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 6. 13 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 183 HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ cevapta Tokat Redif Taburu’nun yerine başka bir taburun gönderilmesi hususunda “müşiriyet-i müşârü’n-ileyhânın mütâla‘ası istifsâr edilmesi ve alınacak cevâba göre icrâ-yı icâbına müsâra‘at kılınacağı derkâr buyurulmuş olmağla” ifadeleriyle yetkili mercilerden görüş istenmiştir18. Bu telgraftan bir gün sonra seraskerliğe gönderilen yazıda; Meclis-i Mahsus-ı Vükelâ’nın verdiği karar neticesinde, Tokat Redif Taburu’nun bahsedilen görevden muaf tutulması ve yerine başka bir taburun gönderilmesine karar verilmiştir19. Bu karardan yedi gün sonra, yani 9 Temmuz 1908 tarihinde Seraskerlik tarafından bildirildiğine göre; Dördüncü Ordu ile yapılan muhabereler neticesinde Dersim’e Tokat Redif Taburu’nun yerine Harput Taburu’nun gönderilmesine karar verilmiş ve gereğinin yapılması hususunda Mamuretü’l-aziz Vilayeti bilgilendirilmiştir 20. Görüleceği üzere sel dolayısıyla Tokat Redif Taburu’ndan 17 asker hayatını kaybetmiştir. Dersim’e gitmek için hazırlık yapan taburun silah ve diğer malzemelerinin hasara uğraması, selden kurtulan askerlerden köylerine dönenlerin bulunması gibi nedenlerle de Tokat Redif Taburu, Dersim’e gitme görevinden muaf tutulmuştur. Yerlerine ise Elazığ Vilâyeti’ne bağlı bulunan Harput Redif Taburu’nun gönderilmesine karar verilerek, Elazığ Vilâyeti ile taburun bir an evvel hazırlanarak görev yerine yollanması hakkında muhaberatta bulunulmuştur. 1908 Tokat Seli ve onun meydana getirdiği hasarlar hakkında bazı eserler de bilgiler vermektedir. Bu eserlerin bir tanesinde olay hakkında şu bilgiler verilmektedir: “Perşembe günü saat 16-30’da yağan şiddetli yağmur ve doludan sonra mühim bir sel gelmiş, ırmak boyundaki mahallelerde sular yer yer 2-3-3.5 metreye yükselmiştir. Yan derelerden gelen ve yan sokakları birer harabeye çeviren seller tehlikeyi ve felaketi bir kat daha arttırmıştır. Irmak üzerindeki ağaç köprülerin önünde sürüklediği enkazı yığarak setler vücuda getiren sel, köprülerin yıkılmasıyla tahribini genişletmiş. Behzat camisi kuzeyinde ırmak üzerinde bulunan postane binasını bir süre olduğu 18 BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 2, 2 Cemaziyülâhir 1326 (1 Temmuz 1908). BOA, BEO, 3350/251183, 3 Cemaziyülâhir 1326 (2 Temmuz 1908). 20 BOA, BEO, 3354/251545, 10 Cemaziyülâhir 1326 (9 Temmuz 1908). Tüm bu yazışmalardan anlaşılacağı üzere sel dolayısıyla Tokat Redif Taburu’ndan on yedi asker hayatını kaybetmiştir. Dersim’e gitmek için hazırlık yapan taburun silah ve diğer malzemelerinin hasara uğraması, selden kurtulan askerlerden köylerine dönenlerin bulunması gibi nedenlerle de Tokat Redif Taburu, Dersim’e gitme görevinden muaf tutulmuştur. Yerlerine ise Elazığ Vilâyeti’ne bağlı bulunan Harput Redif Taburu’nun gönderilmesine karar verilerek, taburun bir an evvel hazırlanarak görev yerine yollanması hakkında muhaberatta bulunulmuştur. 19 184 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908) gibi sürüklemiş, sonra darmadağın etmiştir. Uzun zamandır sel görmedikleri için çarşıda, sokakta, hapishanede evlerde ne kadar adam bulduysa almış götürmüştür. Şimdi lise yapının21 bulunduğu yerde çadıra çıkmış askerlerin de zayiatı çok olmuştur. 1000’e yakın dükkân yıkılmış 500’den fazla kişi ölmüştür. Bazı yerlerde ölüm 1000 hatta 2000 gösterildiyse de doğru değildir. Sel hakkında bir Ermeni vatandaş tarafından yazılmış destan da vardır22”. Sel hakkında bilgi veren bir başka eserde ise yazar, selde 520 kişinin öldüğünü ayrıca altı yüz kırk ev ve dükkânın da oturulamayacak hale geldiğini yazmaktadır. Bunun yanı sıra eserde sel olayını anlatan dörder mısra ve kırk sekiz kıtadan oluşan “Seylâb-ı Tokat” adında anonim bir destandan bazı kıtalara yer verilmiştir23. Her ne kadar Cinlioğlu ve Acunsal’ın verdikleri ölü sayısı arşiv belgelerinden ulaştığımız rakamlara ile tutmasa da can kayıplarıyla ilgili mübalağalı haberler yapan gazetelere oranla daha gerçekçidir. 19 Temmuz 1908 tarihli New York Times gazetesi haberinde; Samsun’dan aldığı mektuba göre toplamda 2.000 kişinin hayatını kaybettiğini bildirmektedir. Gazeteye göre hayatını kaybedenlerden üç yüzü Tokat hapishanesindeki mahkûmlar olup koğuşlarında yakalandıkları selde boğularak ölmüşlerdir. Bu haberde ayrıca altı yüz acemi askerin bu sele kapıldıkları ve sadece yüz askerin kurtulup geri kalan beş yüz askerin öldüğü bildirilmektedir24. Hâlbuki Tokat Redif Taburu’ndaki askerlerin toplamının 240 kadar olduğunu belgelerden görebilmekteyiz25. Yine haberde Tokat Hapishanesinde sel nedeniyle ölenlerin sayısı 300 olarak verilmiştir. Ancak Tokat Hapishânesi’nin mahkûm kapasitesinin 260 kişi ile sınırlı olduğunu bilmekteyiz26. New York Times’ın haberi; West Coast Times’ın 21 Temmuz27 ve South Jersey Republican gazetesinin 15 Ağustos 1908 tarihli 28 nüshalarında aynen yer almıştır. Bu gazetelerin yanı sıra “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Meydana Gelen Sel Baskınları (1857-1913)” adlı makalesinde Ali Rıza Gönüllü de Tokat’ta meydana gelen sel felaketi hakkında hatalı bilgiler vermektedir. Yazar başka bir eserden aldığı bilgileri doğru olarak kabul etmiş ve şu ifadeleri kullanmıştır; “1910 senesinde 21 22 23 Tokat Gaziosmanpaşa Lisesi Halis Turgut CİNLİOĞLU, a.g.e, s. 52-53. Ferit ACUNSAL, Gerçeklerin Diliyle Tokat, İstanbul 1947, s. 127-129. Kitapta yer alan destan kıtaları için Bkz. EK-3. 24 The New York Times, 19 Temmuz 1908. BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 6. 26 BOA, DH. MKT, 2901/59, lef 1, 20 Temmuz 1325 (2 Ağustos 1909). 27 West Coast Times, 21 Temmuz 1908, s.2. 28 South Jersey Rebublican, 15 Ağustos 1908, s.2. 25 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 185 HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ Tokat’ta bulunan Behzat deresi sağanak bir yağıştan sonra taşmış ve sel suları bir kışlayı basarak bir gecede iki bine yakın kişinin ölümüne sebep olmuştur. Taşkının gece olması ve kışlayı ansızın basması ise, can kaybının yüksek olmasına yol açmıştır29”. Sel ile ilgili Osmanlı basınında ise çok ayrıntılı haberler görememekteyiz. İlgili tarihlerde Osmanlı gazetelerinde yaptığımız araştırmada, Sabah gazetesinin selin olduğu tarihten itibaren iki aylık bir sürede çıkan nüshalarını incelediğimizde konu ile ilgili iki habere rastlamaktayız. Bunlardan ilki 2 Temmuz 1908 tarihlidir. Bu haberde; Tokat’tan aldıkları telgrafa göre geçen Perşembe günü saat dokuz sularında yağan şiddetli yağmur nedeniyle seller meydana geldiği ve bazı hasarlar oluşturduğu ifade edilmiştir30. Gazetenin 20 Temmuz 1908 tarihli sayısındaki haber ise; Tokat’ta selden hasar gören su yollarının tamiri için gerekli görülen paranın bir an önce gönderilmesi konusundadır 31. İkdam, Tanin gibi diğer gazetelerde ise selle ilgili bir habere rastlanamamıştır. Belgelerden elde ettiğimiz tüm bu verilere dayanarak selin Tokat’a verdiği hasar tablosu şu şekilde karşımıza çıkmaktadır: Hasar Gören Yapılar Cami Su Yolları Mektep Medrese Hamam Han ve Otel Değirmen Mevlevî Dergâhı ve bağlı birimleri Telgrafhane Binası Hükümet Konağı Kadın ve Erkek Hapishanesi32 Hastahane Hane Köprü YEKÜN Adet 6 4 4 2 2 6 2 4 1 1 1 1 433 2 469 29 Ali Rıza Gönüllü, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Meydana Gelen Sel Baskınları (1857-1913)”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 28, Konya 2010, s. 361. Bu ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, yazar selin tarihini muhtemelen 1326 Hicri tarihi Rumi tarih olarak çevirmiş ve iki senelik bir fark ile yanlış ifade etmiş, yine ölü sayısında da belgelere başvurmamıştır. 30 Sabah, nr. 6741, 3 Cemaziyülahir 1326, s.2. 31 Sabah, nr. 6759, 21 Cemaziyülahir 1326, s.2. 32 Bu hapishane: Hükümet konağına bitişik emniyet dairesinin alt ve arka kısmında bulunan yedi koğuşla civarında gardiyan ve jandarma dairelerini içermektedir, (Şükrü MERAL, Tokat Vilâyeti Sıhhî ve İçtimaî Coğrafyası, Ankara 1938, s. 87). 186 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908) Hayatını Kaybedenler Sivil Vatandaşlar Redif Askerleri YEKÜN Adet 208 17 225 Selin Meydana Getirdiği Hasarı Giderme Çalışmaları: 25 Haziran 1908 Perşembe günü meydana gelen bu felaketin meydana getirdiği hasarları onarmak için hemen ilk andan itibaren çalışmalara başlanmıştır. Tokat Mutasarrıfı Celal Bey, sel neticesinde zarar görenlere yardım için öncelikli olarak neler yapıldığı hakkında vilayete bilgi vermiştir. Bu bilgilere göre; halkın açıkta kalmaması için hamamlar derhal açtırılmış ve halk buralara yerleştirilmiştir. Şehrin yukarı tarafındaki çarşılar selden etkilenmediği için oradaki fırınlar gece saat altıya kadar açık tutulmuştur. Bu fırınlarda ekmek pişirtilmiş ve ihtiyaç sahiplerine dağıtılmıştır. Öte yandan yiyecek ve un ihtiyacının Amasya ve diğer yerlerden temin edilmesine çalışılmıştır33. Sivas Valisi Reşid Akif Bey, Tokat’tan olaydan haberdar olur olmaz gönderdiği telgrafta olay hakkında bilgi verdikten sonra, gerekli yardımın yapılması için Amasya Mutasarrıflığı’na, Tokat telgrafhane binasının yıkılmasından dolayı telgrafhanenin içerisindeki aletlerin de kullanılamaz hale gelmesinden ötürü gerekli iletişimin sağlanması34 için telgraf başmüdüriyetine ve askerler ile selden zarar gören sivil halkın rahatlarının sağlanması için de Tokat Mutasarrıflığı ile Liva Kumandanlığı’na telgraflar çekildiğini bildirmiştir. Reşid Akif Bey ayrıca Sivas Vilâyeti’nin içerisinde bulunduğu mali yetersizliklerden dolayı Tokat’ta meydana gelen felakete vilayetçe hiçbir surette yardım edilemeyeceği, dolayısıyla da gerekli yardımların merkezden yapılması gerektiğini de belirtmiştir35. Kamu Binalarındaki Hasarların Giderilmesi: Tokat’ta meydana gelen bu felaket neticesinde bazı kamu binaları hasara uğramıştır. Bu binalar arasında Tokat hükümet konağı, kadın ve erkek hapishanesi ve hastahane bulunmaktadır. Dâhiliye Nezâreti’nden Mâliye Nezâretine 16 Mart 1909 tarihinde gönderilen yazıda zarar gören bu yapıların tamiri için gereken para 7.686 kuruş 30 para olarak hesaplanmıştır. Bu paranın gönderilmesi hakkında Sivas Vilâyeti’nden 24 Ocak 1909 tarihinde gönderilen yazı gereğince taşra ebniye-i emiriyesi inşaat ve tamiratına ait muamelat hazine tarafından yapılmakta olduğundan gereken paranın verilmesi istenmiştir36. 33 BOA, İ.HUS, 167/1326.Ca/103 lef 2, 26 Cemaziyülahir 1326 (26 Haziran 1908). Tokat’ta posta ve telgraf muamelatının tekrar başlaması 14 Temmuz 1908 tarihindedir, (BOA, T.d, No 521, s. 112. 1 Temmuz 1324). 35 BOA, İ.HUS, 167/1326.Ca/103 lef 2, 26 Cemaziyülahir 1326 (26 Haziran 1908). 36 BOA, DH.MKT, 2769/1, 23 Safer 1327. 34 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 187 HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ Sel esnasında zarar gören bir diğer kamu binası Tokat Sancağı nüfus idaresi mahzenidir. 11 Ekim 1908 tarihinde Dâhiliye Nezâreti’nden sadarete gönderilen bir yazıda; Tokat Nüfus İdaresi mahzeninde iken meydana gelen selde kullanılamaz hale geldikleri Tokat Livası İdare Meclisi’nin mazbatasında bildirilen evrâk-ı nakdiyye37 ve defterlerin zimmet-i mukayyededen düşürülmesinin talep edildiği ifade edilmektedir38. Bu yazıya Şûrâ-yı Devlet reisi Tevfik mühürüyle gelen 14 Kasım 1908 tarihli cevapta Tokat Nüfus İdaresi mahzeninde zarar gördüğü belirtilen mevcûdun hesaplanarak ortaya çıkarılmasının gerekliliği belirtilerek kendilerine gönderilen tezkirede buna dair bir ifadeye rastlamadıklarına, ayrıca telef olan malzemenin kimler huzurunda kontrolünün yapıldığı konusunda da açıklık olmadığına ve tüm bunların dâhiliye muhasebesi tarafından araştırılıp bu araştırmanın sonucuna göre bir cevap verilmesi istenmiştir39. Bu yazı üzerine Dâhiliye Nezâreti’nden Şûrâ-yı Devlet’e yazılan 10 Aralık 1908 tarihli yazıda; nüfus idaresindeki evrakın ortak bir senet ile vali, defterdar, nüfus nazırı ve sandık eminlerine zimmet edildiği belirtilip Tokat’ta selden zâyî olan evrâkın durumunun Tokat Meclis İdâresi’nin mazbatasından öğrenildiği ifade edilmiştir 40. Söz konusu evrakların kayıttan düşülmesi hakkındaki 20 Ocak 1909 tarihinde karar çıkmıştır 41. Vakıf Eserleri ve Okulların Tamiri: Sel esnasında zarar gören camiler, okullar ve diğer hayrât yapılarının tamirleri ve yenilenmeleri için Meclis-i Mahsûs’un gerekli tedbir ve teşebbüsün gösterilmesi için Evkâf-ı Hümâyûn Nezâreti’ni görevlendirdiğini görmekteyiz42. Selde Zarar gören vakıf kurumlarından bir tanesi Tokat Mevlevihânesi 43 olup üç adet gayr-i menkulü de selden zarar görmüştür. Bunların onarım 37 Evrâk-ı Nakdiyye: belgelerde esham kavaimi, kavaim-i nakdiyye-i mu’tebere, kavaim-i nakdiyye, varaka-i nakdiyye, nakid kağıdı, kavaim-i mu’tebere, kaime-i nakdiye gibi çeşitli isimlerle geçen ve bir çeşit kağıt para gibi alışverişlerde tedavül eden kıymetli kağıt. Bkz. Ali AKYILDIZ, Para Pul Oldu Osmanlı’da Kağıt Para, Maliye ve Toplum, İstanbul 2003, s. 34-35. 38 BOA, Şûra-yı Devlet Mâliye (ŞD. ML), 2775/21, lef 3, 15 Ramazan 1326. 39 BOA, DH. MKT, 2679/4, 17 Şevval 1326. 40 BOA, ŞD. ML, 2775/21, lef 2, 16 Zilkade 1326. 41 BOA, DH.MKT, 2713/28, 27 Zilhicce 1326. Söz konusu belgelerde Tokat nüfus idaresi mahzenindeki mahvolan evrakların miktarı hakkında herhangi bir bilgiye rastlayamadık. 42 BOA, BEO, 3350/251189, 3 Cemaziyülâhir 1326 (2 Temmuz 1908). 43 Tokat Mevlevihanesi hakkında ayrıntılı bilgi için Bkz; Hasan YÜKSEL, “Tokat Mevlevihanesi”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 2, Konya 1996, s. 61-68. ; Mehmet BEŞİRLİ, “XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Tokat Mevlevîhânesi ve Gelirleri İle İlgili Sorunlar”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. 13, S. 2, Elazığ 2003, s. 337-373. 188 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908) masrafının 400 lira olduğu belirtilmiş ve Mevlevi şeyhinin44 de afet sebebi ile çok müteessir bir halde bulunduğu bildirilmiştir. Dâhiliye Nezâreti de konuyu Evkaf-ı Hümâyûn Nezâreti’ne bildirerek gerekenin yapılmasını talep etmiştir45. Ancak Evkâf-ı Hümâyûn Nezâreti’nden Dâhiliye Nezâreti’ne cevaben gönderilen 24 Eylül 1908 tarihli yazıda; Tokat Mevlevîhânesi’nin Evkâf-ı Celâliye46’den olduğu ve Hazîne-i Evkâfca herhangi bir varidatı olmadığı ifade edilmiştir. Ayrıca bir vakıf varidatının diğer bir vakıfa para sarfı da şer‘an caiz olmadığından Tokat Mevlevîhâne Dergâhı’nın tamiratının hazîne-i evkâfca yapılmasının mümkün olamayacağı bildirilmiştir 47. Alınan bu karar da Sivas Vilâyeti’ne 21 Ekim 1908 tarihinde Dâhiliye Nezâreti’nden gönderilen bir yazı ile tebliğ edilmiştir48. Sel esnasında zarar gören okulları teftiş için görevlendirilen Sivas Maarif Müdürü Esseyid Ahmed Muhtar bin Halit’in yazdığı yazıda; meydana gelen felaket nedeniyle Tokat’taki ibtidâiye mekteplerinin ihtiyaçlarının karşılanması için tedârik edilmiş akarâtın büyük bir kısmının yıkıldığı belirtilmiştir. Bu nedenle öğretmen maaşı için para kalmaması neticesinde birkaç ibtidâiyenin kapatılmasının gerekebileceği ve evlâd-ı memleketin eğitimden uzak kalacağı ifade edilmiştir. Aynı yazının devamında maarif dairelerinin yetkileri Maarif Nezâreti tarafından kısıtlı bir bütçe ile sınırlandırıldığından buraların düzgün bir eğitime kavuşması için halkın yaptığı yardımların masrafların yarısını bile karşılayamadığı belirtilmiştir. Ayrıca 100 kuruş maaş ile çalışan öğretmenlerden öğrencilerin hakkıyla faydalanamadığının tecrübeyle sabit olduğu ve bundan sonra da 100-200 kuruş maaşla bir öğretmen istihdamından fayda sağlanamayacağı ifade edilmiştir. Yazının son bölümünde çözüm önerisi getiren müfettiş bazı vilâyetlerde olduğu gibi Sivas Vilâyeti’nde de Zebhiye Vâridâtı’nın 49 %20’sinin bu işler için sarf edilmesiyle şimdiye kadar nazar-ı dikkatten uzak tutulan ibtidâi mekteplerin yavaş yavaş düzene girebileceğini söylemiştir50. Tokat’ta sel nedeniyle yıkılmış olan ilkokullar için yeniden tedarik edilecek 44 Burada bahsi geçen Mevlevi Şeyhi, Şeyh Mehmed Hadi Efendi olmalıdır; Hasan YÜKSEL, a.g.e, s.65. 45 BOA, DH. MKT, 1266/15, lef 12-13. 46 Evkâf-ı Celâliye: Gelirleri Konya’da medfûn Celâleddin Rumî’ye nispet edilen Mevlevî tarikati uğrunda sarf olunmak üzere vakfolunan yerler hakkında kullanılır bir tabirdir. Bkz. Mehmet Zeki PAKALIN, Osmanlı Tarihi ve Deyimleri Sözlüğü, C.I, Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, İstanbul 1993, s. 570. 47 BOA, DH.MKT, 2635/89, 27 Şaban 1326. 48 BOA, DH.MKT, 2635/89, lef 2, 25 Ramazan 1326. 49 İstanbul ve Rumeli’de Serçin-Derçin Resmi de denilen bu vergi, kesilen hayvanlardan alınan vergidir. Bkz. Mehmet Zeki PAKALIN, (a.g.e.), C.III, s. 178. 50 BOA,Maârif Nezâreti Mektûbî kalemi (MF.MKT), 1081/24, lef 2, 15 Receb 1326 (12 Ağustos 1908). Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 189 HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ arsalar üzerinde keşif yapılarak düzenlenecek resimlere göre yapılmasının istendiği ancak bu ilkokullar için para ayrılması mümkün olmadığından devletçe yeni bir karar alınana kadar eskiden olduğu gibi mahallerince çaresine bakılmasının gerektiği bildirilmiştir51. Görüldüğü gibi zarar gören okulların tamiri için ne Evkaf Nezâreti’nden ne de devletin diğer kurumlarından yardım yapılamamıştır. Halkın kendi başının çaresine bakması ve ilköğretim eğitiminin kendi çabaları ile yürütülmesi istenmiştir. Sel esnasında taşan Behzat Deresi’nin hemen kenarında bulunan Behzat Camisi de zarara uğramıştı. Caminin tamir masraflarının bir hayırsever tarafından karşılandığını gösterir bir kitabe halen caminin batı duvarında yer almaktadır52. Kitabede: “1324 senesi haziranının on ikinci günü zemînden üç buçuk arşun irtifâ‘ında zuhûra gelen seylâb işbu câmi‘-i şerîfi kısmen tahrîb etmesiyle Tokâdî Ahmed Lütfi Paşa hazretleri ta‘mîr ettirmiştir” ifadeleri yer almaktadır. Su Yolları ve Köprü Tamiri: Selin Tokat’ın su yollarını kullanılamaz hale getirmesi Tokat Mutasarrıflığı’ndan Sivas Vilayeti’ne 30 Haziran 1908 tarihinde yazılan bir telgrafta ifadesini bulmuştur. Bu telgrafa göre; kasabaya su taşıyan Aksu, Hacı Ahmed, Marul ve Buzluk Çakan gibi şehir için hayati önem taşıyan su yolları selden dolayı bozulmuştur. Bazı lağımlar ile kasabanın ortasından geçen ve sel mecrası olan çayın setlerinin bozulan yerlerinin de tamiri gerekmektedir. Bunun yanı sıra suların mecrasına dolan yığınların temizlenmesinin çok önemli olduğuna, bu işlerin ise on beş bin amele ve yirmi beş bin kuruş masrafla yapılabileceğine ancak buna karşılık gelecek bir kuruşun bile olmadığına, ahalinin de hemen tamamı denecek derecede afetten müteessir ve mutazarrır olduğuna dikkat çekilmiştir. Ayrıca bu telgrafta, bahsedilen sebeplerden ötürü toplanacak ianeden bu işler için herhangi bir para ayrılamayacağından Tokat’ın 5.000 dolaylarında olan amele-i mükellefesinin53 3-4 sene bu iş için ayrılması talep edilmektedir 54. Sivas Valisi Reşid Akif 4 Temmuz 1908’de Dâhiliye Nezâreti’ne yolladığı telgrafta su yollarının hasarı ile ilgili daha teferruatlı bilgiler vermektedir; Tokat Kasabası su yollarının tamiri kolay olanları ile çeşme yollarının mümkün ölçüde tamir edildiği, ancak Tokat’a iki buçuk saat mesafede iki 51 52 BOA, MF.MKT, 1081/24 lef 1, 2 Teşrîn-i Evvel 1324 (15 Ekim 1908). Bkz. Ek.2. 53 Amele-i Mükellefe: Büyük ve küçük yollarda belirli günlerde çalışmakla yükümlü kimselerdir. Bu çalışma bedenen olabileceği gibi, para ödeyerek, kendisine ait hayvanları çalıştırarak yahut yol ile ilgili önceden kararlaştırılmış bir hizmette çalışarak yerine getirilebilmekteydi, (Düstur, I. Tertip, C. II, İstanbul 1289, s. 303). 54 BOA, İrâde Dâhiliye (İ.DH), 1467/1326.c-29, lef 1, 1 Cemaziyülahir 1326. 190 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908) büyük su kanalı ve kasabanın iki tarafına su getiren altmış su kanalı ve kasaba içerisindeki su kanalları ile taksim edilmiş olan Aksuyun, kasabanın ortasından geçen çayın setlerinin tamamen harap olduğu haber verilmiştir. Vali yazının devamında kasabanın 4.000-5.000 dolaylarında olan amele-i mükellefesinin 3-4 sene bu kanalların, yıkılan çayın setlerinin ve lağımların temizlenmesi işlerine tahsis edilmesi gerektiğini ifade etmiştir55. Meclis-i Mahsus-ı Vükelâ’da görüşülen bu istekler; Tokat Kasabası amele-i mükellefesinden on beş bin mükellefin üç sene zarfında mükellefiyetlerini yerine getirmek üzere bu su yollarının tamiratına tahsis edilmesi ve gereken yirmi beş bin kuruşun da amele-i mükellefe bedelât-ı nakdiyesinden ödenmesi şeklinde bir karar almıştır 56. Hemen bir gün sonra ilgili irade de çıkarak alınan kararlar onaylanmıştır 57. Alınan bu karara istinaden de ilk sene için 5.000 işçi istihdam edilmiş ve 8.300 kuruş bu iş için ayrılmıştır 58. Tokat’ın su yollarının durumu ile ilgili Sadaretten, Ticaret ve Nafia Nezareti’ne yazılan bir diğer belgede de halkın sıkıntı çekmemesi için gerekenlerin bir an evvel yapılması hususu belirtilirken Tokat Mutasarrıflığı’ndan da tamir işlerinin ne şekilde yapılması gerektiğinin bildirilmesi istenmektedir 59. Alınan bu kararlar da Sivas Vilâyeti’ne, dâhiliye mektubi kalemi telgraf kısmından yollanan bir telgrafta tebliğ edilmiştir60. Ayrıca Ticaret ve Nafia Nezareti’nden Sivas Vilayetine 1 Ağustos 1908 tarihince çekilen bir telgrafta da Tokat ahalisinin suya olan ihtiyacının giderilmesinin gerekliliği yanı sıra su mecrasının hali hazırdaki bozuk şekliyle kalmasının tehlikeli olduğu ve bir an evvel tamir edilmesi gerektiği belirtilmiştir61. Tokat su yolları ile ilgili alınan bu kararlara rağmen 20 Temmuz 1910 tarihli bir belge bize tamir işlerinin çok hızlı yapılamadığını göstermektedir. Belgede geçen “Seylâbdan bi’l-külliye dolmuş olan Tokad Kasabası mecrâsıyla su yollarının tathîri ve harâb sedlerin ta‘mîri için sarfını muktezî yüz dört bin küsûr kuruşun mevsim-i inşa‘at mürûr etmeden lüzûm-ı tesviyesi hakkında Sivas Vilâyeti’nden alınan tahrîrât melfûfuyla berâber savb-ı ‘âlîlerine gönderilmekle mündericâtına ve müsta‘celiyet-i maslahata nazaran iktizâsında sür‘at-i ‘îfâ ve inbâsı…62” ifadelerinden 55 BOA, İ.DH, 1467/1326.c-29, lef 3-4, 5 Cemaziyülahir 1326. BOA, I.DH, 1467/1326.c-29, lef 5, 14 Cemaziyülahir 1326 (Kararın tarihi 13 Temmuz 1908). 57 BOA, İ.DH, 1467/1326.c-29, lef 7, 15 Cemaziyülâhir 1326. 58 BOA, Ticâret ve Nâfia Nezâreti Muhâsebe (T.TNF.MH), 369/49, 9 Ramazan 1326. 59 BOA, BEO, 3348/251100, 12 Cemaziyülâhir 1326 (11 Temmuz 1908). 60 BOA, Dâhiliye Mektûbî Perâkende (DH.MKT.PRK), 2278/59, 21 Cemaziyülâhir 1326 (20 Temmuz 1908). 61 BOA, T.TRM, 2269/34, 3 Receb 1326. 62 BOA, Dâhiliye Muhaberât-ı Umûmiye İdâresi (DH.MUİ), 115/17, 7 Temmuz 1326 (20 Temmuz 1910). 56 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 191 HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ anlaşıldığı gibi selin meydana geldiği 25 Haziran 1908 tarihinden iki sene sonra bile hasarların tam anlamıyla giderilemediği ve bu konuda kararlar alınmaya devam ettiği görülmektedir. Selin meydana getirdiği hasarlardan biri de Behzat Deresi’nin üzerinde bulunan köprülerin yıkılmasıdır. 19 Temmuz 1908 tarihinde Sivas Vilayeti’nden Nafia Nezâreti’ne gönderilen bir telgrafta Bağdat Caddesi’nin Tokat Kasabası içindeki 51. kilometresinde 685. ve 730. metrelerinde bulunan iki köprünün yıkılmış olduğu belirtilmektedir. Bu köprüler hükümet konağı ile daire-i askeriyenin de güzergâhında bulunmaktadır63. Bu tarihten yaklaşık bir ay sonra, Ticaret Nezâreti’nden Sivas Vilâyeti’ne gönderilen yazıda ise sel dolayısıyla yıkılmış olan ve Sivas Vilâyeti’nce inşaatına başlanılan iki köprünün Meclis-i Dâire-i Belediyesi’nce inşa ettirilmesi ve masrafının da yine aynı daire tarafından karşılanması gerektiği Turuk ve Me‘âbir İdâresi’nden ifâde edilmiştir 64. Bağdat Caddesi üzerindeki bu köprü tamir çalışmaları yanı sıra aynı caddeye selin taşımış olduğu yığınların da temizlenmesi gerekmekteydi. Bu yığınların kaldırılmasının masrafını her ne kadar belediyenin karşılaması gerekse de belediyenin diğer harcamaları nedeniyle bu defaya mahsus olmak üzere 1.900 kuruş masrafın Ticaret ve Nafia Nezareti tarafından karşılanmasının uygun olacağı bildirilmiştir65. Yapılacak olan bu çalışmaların hızlı bir şekilde sürdürülebilmesi için vekâletle yürütülen Tokat Sancağı’nın mühendisliğine yeni bir atama gerekmekteydi. Tokat Sancağı’nın mühendisi olan Bekir Sıdkı Efendi’nin Sivas Vilâyeti başmühendisliğine atanmasından sonra bu mühendislik kondüktör Faik Efendi tarafından vekâleten yürütülmekteydi. Tokat Mutasarrıflığı, meydana gelen sel dolayısıyla yıkılmış olan köprülerin, bozulan yolların tamiri için bir mühendis tayin edilmesini, eğer bu mümkün olmaz ise Faik Efendi’nin maaşına 150 kuruş zam ile 2. Sınıf kondüktörlüğe terfi ettirilerek geçici olarak Tokat mühendisliğine atanmasını talep etmekteydi66. Bu talep kabul edilerek Faik Efendi’nin maaşına (1 Ağustos 1324) 14 Ağustos 1908 tarihinden itibaren 150 kuruş zam yapılmış ve Faik Efendi 2. Sınıf kondüktörlüğe terfi ettirilerek geçici olarak Tokat mühendisliğine atanmıştır 67. Böylece Fâik Efendi’ye 300 kuruş da harcırah verilmiş ve 1.650 kuruş olan maaşı da 1.800 kuruşa çıkartılmıştır 68. Ancak bu atamanın çok uzun soluklu olmamıştır. Nitekim Sivas Vilâyeti başmühendisi Bekir Sıdkı Efendi 15 Aralık 1908 tarihinde Turuk ve Me‘abir 63 BOA, T.TRM, 2270/72, lef 2, 19 Cemaziyülâhir 1326. BOA, T.TRM, 2270/72, lef 1, 19 Receb 1326. 65 BOA, T.TRM, 2268/21, 20 Cemaziyülâhir 1326 (20 Temmuz 1908). 66 BOA, T.TNF.MH, 364/88, 15 Receb 1326. 67 BOA, T.TNF.MH, 364/108, lef 2, 16 Receb 1326. 68 BOA, T.TNF.MH, 364/99, 15 Receb 1326. 64 192 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908) İdâresi’ne yazdığı telgrafta; Sivas Vilâyeti’nde kendisinden ve Amasya’da tecrübesiz bir muavininden başka mühendis bulunmadığını belirtir. Sıdkı Efendi, Tokat’ta meydana gelen sel nedeniyle yedi aydan bu yana sürekli Tokat Sancağı’na gidip geldiğini ve bu nedenle de adeta seyyar mühendis olduğunu bildirmektedir 69. Selin Hasarlarını Gidermek İçin Yapılan Mali Çalışmalar: 27 Temmuz 1908 tarihindeki telgrafta ise Sel nedeni ile İstanbul Şehreminisi70 başkanlığında ilgili kişilerden bir komisyon kurulduğu bildirilmiştir. Bu telgrafta; Dersaadetçe de yardım toplanmasının bu komisyonda kararlaştırıldığı ve hasar hakkında bütün bilgiler alındıktan sonra mevcut duruma göre mali tedbirler alınmasının ve zarar görenlerin daha sonra belirlenmesinin uygun olduğu belirtilmiştir. Sivas Vilayeti cevabi telgrafında hasarın toplamının tahminen 110.000 lira olduğunu bildirmiştir71. Tokat Mutasarrıflığından alınan bir telgrafta, her şeyin paraya dayandığı ve bu yüzden ve ilk etapta 50.000 kuruş gönderilmesi gerektiği ifade edilmekteydi72. Meclis-i Vükelâ’nın 2 Temmuz 1908 tarihindeki yazısında, verilecek bu miktardan başka 100.000 kuruşu hazineden, 50.000 kuruşu da Ziraat Bankası’ndan olmak üzere 150.000 kuruş daha verilmesinin gerekliliği bildirilerek bölgedeki memurların ihtiyaçlarının giderilmesi için geçen sene ve bu seneki biriken maaşlarından üçer aylığının da ödenmesi karara bağlanmıştır73. Alınan bu karar bir gün sonra, yani 3 Temmuz 1908 tarihinde Padişah tarafından da onaylanmıştır. Bu kararlarla ilgili Sivas Vâlisi Reşid Akif 7 Temmuz 1908 tarihinde sadarete yolladığı bir telgrafta selzedeler için mal sandığı ve Ziraat Bankası’ndan sarfına karar verilen 200.000 kuruşun bir an evvel gönderilmesi gerektiğini belirtmektedir74. Sadaretten konu ile ilgili bir gün sonra Maliye ve Ticaret nezaretlerine yollanan telgrafta Sivas Vilâyeti’nden gelen telgrafta henüz kararlaştırılan ödemelerin yapılmadığının bildirildiği ve konunun aciliyetine binaen gerekenin derhal yapılması istenmiştir75. Ticaret ve nafia nâzırı 12 Temmuz 1908 tarihindeki telgrafında; Tokat selzedeleri için ödenmesi kararlaştırılan 200.000 kuruştan 50.000 kuruşun mal sandığına veya bu iş için kurulacak komisyona verilmesi için Tokat Ziraat Bankası memuriyetine telgraf çekildiği ayrıca durumdan Sivas Vilâyeti’nin de haberdar edildiği 69 BOA, T.TRM, 2275/57, 2 Kanun-ı Evvel 1324. 70 Bu tarihte İstanbul Şehreminisi, Reşid Mümtaz Paşa’dır. Bkz: Osman Nuri Ergin, İstanbul Şehreminleri, (Haz. Ahmed Nezih Galitekin), İstanbul 1996, s. 182. 71 BOA, T.TRM, 2275/57, lef 11. 28 Cemaziyülahir 1326 (27 Temmuz 1908). BOA, T.TRM, 2275/57, lef 6. 73 BOA, İ.DH, 1467/1326.c-29, lef.6. 74 BOA, BEO, 3352/251357, lef 2, 8 Cemaziyülâhir 1326 (7 Temmuz 1908). 75 BOA, BEO, 3352/251357, lef 1, 9 Cemaziyülâhir 1326 (8 Temmuz 1908). 72 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 193 HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ bildirmiştir76. Selin zararlarının ne kadar masrafla karşılanacağı hususunda Tokat Mutasarrıflığı, 8 Temmuz 1908 tarihinde Şehremaneti’ne yazdığı yazıda; “Tokat Kasabası’nda vukû‘bulan selden mahv ve harâb olan hâne ve ma‘âbid-i İslamiye ile mebâni-i sâ’ire ve hayvanât ve eşyâ ve emti‘â-i ticâriyenin mecmû’ kıymeti 110.000 lira raddesindedir” ifadeleriyle selin yol açtığı hasarın maliyetini ifade etmiştir77. 15 Temmuz 1908 tarihinde sel için kurulan komisyonun başkanı durumunda bulunan Şehremini’den Dâhiliye Nezâreti’ne yazılan yazıda; felaketin yaralarının sarılması için gereken miktarın 110.000 lira kadar olduğunun belirtilmiştir. Şehremini ayrıca Dersaadet’de kendisi başkanlığında bir yardım komisyonu teşkil edildiği, ancak bu tür yardım işlerinin sayısının çok olması ve yardım miktarının bağışçıların arzusuna bağlı olması nedeniyle neticesinin birçok benzeri kampanyadan tecrübe edildiği üzere umulmadık sonuçlar verebileceğine dair uyarılar yapmıştır 78. Dâhiliye Nezâreti aldığı bu telgrafa binaen 27 Temmuz 1908 tarihinde sadarete gönderdiği telgrafta selzedeler için şehremini riyasetinde bir komisyonun teşkiliyle Dersaadetçe de yardım toplanılmasının kararlaştırıldığı ve hasar hakkında bütün bilgiler elde edildikten sonra mali tedbirlere karar verilmesinin daha uygun olacağını belirtmiştir 79. Yapılan bu yazışmalar neticesinde gerek İstanbul’dan gerekse diğer yerlerden yardımlar toplanarak selden zarar görenler için kullanılmaya başlanmıştır. Toplanan bu yardımların Tokat’a taksitler halinde ulaştırıldığını anlamaktayız. 24 Ocak 1909 tarihinde Dâhiliye Mektûbî Kalemi’nden Sivas Vilâyeti’ne gönderilen bir yazıda; Tokat selinde yıkılan hanelerin yeniden inşasına güçleri olmayanlar için birer mesken tedarik olunmak üzere toplanılan yardımlardan inşaat masraflarının iki taksitinin gönderilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Üçüncü taksitin yollanmadığı bunun için de yapımlarına başlanan evlerin tamamlanamadığı ayrıca yağmurlar sebebiyle harap olmak üzere oldukları ve ailelerin de kış mevsiminde sefalet içinde olduklarından bahis ile verilmeyen üçüncü taksitin bir an evvel gönderilmesi isteklerini içeren dilekçelerin sadarete yollandığı belirtilmiştir80. Konu ile ilgili Sivas Vilâyeti’nden Dâhiliye Nezâreti’ne gönderilen 21 Haziran 1909 tarihli yazıda 24 Ocak 1909 tarihli emirname üzerine Tokat Sancağı Mutasarrıflığı’ndan alınan cevapnamelerde belirtilen bazı hususlar sıralanmıştır. Bunlar arasında; hasara uğrayan kamu binaları camiler, bağ ve bahçeler, haneler ve dükkânların içerisinde bulunup zarar 76 BOA, BEO, 3354/251543, lef 2, 13 Cemaziyülâhir 1326 (12 Temmuz 1908). BOA, DH.MKT, 1266/18, lef 5, 9 Cemaziyülâhir 1326 (8 Temmuz 1908). 78 BOA, BEO, 3349/251160, lef 2, 16 Cemaziyülâhir 1326 (15 Temmuz 1908). 79 BOA, BEO, 3349/251160, lef 2, 16 Cemaziyülâhir 1326 (15 Temmuz 1908). 80 BOA, DH.MUİ, Dosya No 13-1, Gömlek No 11, lef 1, 2 Muharrem 1327. 77 194 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908) gören eşya ve diğer zayiatın hasarları hariç olmak üzere sadece açıkta kalanların yerlerine yerleştirilmeleri, kısmen ve tamamen yıkılan evlerin oturulacak bir hale sokulmaları için keşifleri yaptırılan altı yüzden fazla evin inşaatı için gereken masrafların ve bu sırada acezeye verilen tayinat bedelinin 5.350 liraya ulaşmış olduğu bildirilmektedir. Ayrıca hazine ve bankadan verilen 200.000 kuruşla merkez vilayete mülhak Kangal, Bünyan, Hamid ve Darende kazalarıyla Karahisar-ı Şarkî Livasından 20.115, Amasya’dan 18.000, Samsun Reji Nezâreti’nden 5.400 ve Tokat Sancağı’na bağlı Erba’a ve Niksar kazalarından 24.000 kuruş olmak üzere toplamda 267.515 kuruş81 toplandığı belirtilmiştir82. Toplanan bu yardımın 23.000 kuruşu ihtiyaç sahiplerine sarf edilmek için ayrılarak kalanı yani 244.515 kuruşu sırayla birinci ve ikinci taksit olarak komisyon huzurunda Tokat Sancağı’na gönderilmiştir. Bununla birlikte mesken masrafı ve aceze yevmiyesi için 2.600 lira açığın olduğu da ifade edilmiştir. İkinci mertebede hasara uğrayanların zararlarını giderme konusunda herhangi bir yardım yapılamadığı için 4.000 lira daha paraya ihtiyaç olduğu belirtilmiştir. Civar vilâyetlerin birçoğu da toplamayı taahhüt ettikleri yardım miktarını toplayamadıklarından ve alınan dilekçelerde83 selzedelerin felaketinin boyutları görülebildiğinden, başka bir surette buraya yardım yapılamadığı ifade edilerek mevcut durumda ancak ve ancak Devlet tarafından bir tedbir alınması gerektiği bildirilmiştir84. İhtiyaç duyulan paranın bulunması için birçok yol denendiği görülmektedir. 10 Temmuz’da Şehremaneti’ne gönderilen bir yazıda Tokat’ta ihtiyaç duyulan 4.000 liranın yeniden yardım toplanarak temininin mümkün olmadığı ve ancak devlet eliyle bu paranın verilebileceği belirtilerek toplanan yardımlardan henüz harcanmamış olan paranın miktarını gösterir bir pusula yollanması istenmiştir85. Şehremaneti ise 29 Temmuz tarihli Dâhiliye Nezâreti’ne gönderdiği yazısında gerekli olan paranın ‘Ayn-ı Zübeyde86 ianesinden verilmesinin kendisinden istendiğini ifade etmektedir. Fakat Şehremaneti, kendi bünyesinde yardımları ortak bir havuzda topladığını ve mevcut nakdin ‘Ayn-ı Zübeyde’de yapılan tamirata harcandığını ve bu nedenle buradan para aktarılmasının mümkün 81 Belgede bu toplam sehven 268.300 kuruş olarak gösterilmiştir. BOA, DH.MUİ, 13-1/11, lef 3, 2 Cemaziyülâhir 1327. 83 9 Mayıs 1325 Tarihinde Tokat’ın Soğukpınar Mahallesi sakinleri tarafından, verilmesi kararlaştırılan üçüncü taksitin ödenmesi hususunda dilekçe verildiğini görmekteyiz, (BOA, DH.MKT, 2811/65, lef 2, 23 Rebiülahir 1327). 84 BOA, DH.MKT, 2811/65, lef 2, 23 Rebiülahir 1327. 85 BOA, DH.MKT, 2811/65, lef 2, 23 Rebiülahir 1327. 86 Harun Reşid’in eşi Hz. Zübeyde’nin Mekke-i Mükerreme’ye su getirmek için yaptırdığı su yoluna ve bu suya verilen isim. Şemseddin Sami, Kâmûsu’l-‘alâm, C.IV, Mihran Matbaası, İstanbul 1311, s. 2415. 82 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 195 HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ olmadığını bildirilmiştir87. Mâliye Nezâreti de 6 Eylül’de Tokat selzedeleri için gerekli olan dört bin liranın bu seneki bütçede karşılığının olmadığından bahisle maliye bütçesine dahil olan mesârif-i gayr-i melhûz tertibinden ödenmesini talep eden bir yazı kaleme almıştır88. Mâliye Nezâreti’nin bu görüşü üç gün sonra Meclis-i Vükelâ’da görüşülmüş ve hükümetçe daha önce mümkün olan yardımın yapıldığı ve mali yapının müsait olmaması nedeniyle tekrar bir tahsisat yapılamayacağı kararına varılarak durumun Sivas vilayetine bildirilmesi hususunda Dâhiliye Nezâreti görevlendirilmiştir 89. Sivas Vilâyeti’ne konu ile ilgili yazı 21 Eylül 1909 tarihinde bildirilmiş90 ve istenilen dört bin lira temin edilememiştir. Devletin mali yapısı ne yazık ki bu gibi yardımların yapılmasına müsaade etmemekteydi. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki 25 Ekim 1910 tarihli bir belgede bu durum tescillenmektedir. “Ba‘zı mahallerde seylâb ve harîk ve hareket-i ‘arz gibi âfattan musâb olanların iskân ve i‘âşeleri için muktezî mebâliğin tesviyesi hakkında evvel ve âhir vârid olub Mâliye Nezâreti’nden bu kere gelen cevâbda bu gibi mebâliğ öteden beri Meclis-i Vükelâ karârına tevfîkan hazînece mesârif-i gayr-i melhûza tertîbine tediye edilegelmekte ise de tertîb-i mezkûr elyevm mesdûd bir halde bulunduğuna binâ’en husûsât-ı mezkûre hakkında şimdi bir gûna mu‘âmele icrâsına imkan kalmadığı dermiyân kılınmıştır efendim91. Selden Zarar Görenlerin Yakınlarına Yapılan Yardımlar: Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen yaraların sarılması hususunda büyük çabalar gösterilmekteydi. Sel esnasında hayatını kaybedenlerin bazılarının yakınlarına maaş bağlama çalışmalarının olduğunu belgelerden görebilmekteyiz. Bunlara bakacak olursak; 18 Ekim 1908 tarihinde Mâliye Nezâreti’ne hitaben gönderilen telgrafta Tokat ulemasından olup sel esnasında boğularak hayatını kaybeden Mehmed Efendi’nin kızları Adeviye, Ayşe Sıdıka ile eşi Fatıma hanımlara uygun miktarda maaş bağlanması hakkında Sivas Vilâyeti’nden gelen yazıya istinaden gereğinin yapılması istenmiştir92. Sel esnasında görev yeri olan telgrafhane ile birlikte sel sularına kapılıp vefat eden telgraf kavaslarından ve Sivas’ın Kösedere-i Zımmî Mahallesi ahâlîsinden Peşkirci oğlu Abdülvahab Efendi’nin annesi, eşi ve çocuklarına maaş bağlanması 10 Eylül 1908 tarihinde istenmektedir93. Ancak bu maaşın hemen bağlanamadığını görmekteyiz. Sivas Vilâyeti 87 BOA, DH.MUİ, 13-1/11, lef 5, 11 Receb 1327. BOA, BEO, 3636/272652, lef 2, 20 Şaban 1327. 89 BOA,Meclis-i Vükelâ (MV), 131/49, lef 2, 23 Şaban 1327. 90 BOA, DH.MUİ, 13-1/11, lef 6, 6 Ramazan 1327. 91 BOA, Dâhiliye Mütenevvia (DH.MTV), 52-1/7, lef 4, 20 Şevval 1328. 92 BOA, DH.MKT, 2834/19, 22 Ramazan 1326. 93 BOA, DH.MUİ, 41-1/4, lef 1, 28 Ağustos 1324 (10 Eylül 1908). 88 196 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908) durumu tekrar tekrar yazmasına rağmen aradan bir sene geçtiği halde hala maaş tahsisi yapılmadığını Sivas valisinin 20 Kasım 1908 tarihli yazısından anlıyoruz94. Mevcut maaş tahsisi hakkındaki Mâliye Nezâreti’ne yazılan son yazıda bir an evvel gerekli tahsisatın yapılması bildirilmektedir95. 12 Aralık 1908 tarihli sadarete yazılan diğer bir yazıda selde yıkılan telgraf binasından yaralı olarak kurtulan telgraf müdürü İbrahim Edhem Efendi’ye yarım maaş bağlanmış olduğunu ancak müdürün maaşının tam olarak verilmesi gerektiği bildirilmiştir 96. Tespit ettiğimiz bir başka dilekçede ise; Tokatlı El-Mû‘izâde Hacı Sâlih Efendi: Oğlu, Hacı İbrâhim’in selden vefât etmesi dolayısıyla hiçbir iş ile ilgilenemez durumda olduğunu belirterek bu nedenden ötürü Trablusgarb Vilâyeti’nde mecbûrî ikâmette olan diğer oğlu Ziyâ Efendi’nin Tokat’a naklini istemektedir97. Konu ile ilgili Dâhiliye Nezâreti, Ziyâ Efendi’nin genel aftan yararlandığını ve bu nedenle öncelikle kendisinin nerede olduğunun tespiti ve akabinde memleketine gönderilmesi hususunu bir ay sonra Trablusgarb Vilâyeti’ne gönderdiği yazı ile bildirmiştir98. Sel dolayısıyla verilen dilekçelerden birinde Tokat eski müftüsü Hacı Hasan Efendi’nin oğlu Mehmed Sâdık, kendisinin Tokat’ta bazı kalemiye hizmetinde bulunduktan sonra bir memuriyet amacıyla İstanbul’a geldiğini, ancak birkaç aydan beri başvurduğu yerlerden “hasbe’l-kader” henüz bir cevap alamadığını ifade etmiştir. Mehmed Sâdık Bey devamla, Tokat’ta meydana gelen sel nedeniyle ailesinin düştüğü zor durumdan dolayı istemeyerek de olsa alelacele geri döndüğünü ve Tokat’ta şu anda boş durumda olan peykverlik görevinin kendisine verilmesini istemiştir. Eğer bu görev kendisine verilirse edineceği tecrübe ile kondüktörlük yapmak için kendisini yetiştireceğini bildirmiştir99. Belgenin arka tarafındaki yazıda ise bu görevin boş olmadığı ve açılacak kondüktörlüklere on beşten fazla aday olduğu belirtilerek bu tür dilekçelerin yerine getirilmesinin uygun olmayacağı ifade edilmiştir., Selde hayatını kaybeden veya görev yapamayacak hale gelen memurların yerine yenileri göreve getirilmiştir. Vefat edenlerden birisi olan polis Murad Remzi Efendi’nin yerine 7 Temmuz 1908 tarihinden itibaren Merzifon Kazası polis memurluğundan ayrılan Mehmed Kâmil Efendi atanmıştır 100. 94 BOA, DH.MUİ, 41-1/4, lef 3, 7 Zilkade 1326 (20 Kasım 1909). BOA, DH.MUİ, 41-1/4, lef 2, 22 Teşrin-i Sani 1325 (5 Aralık 1909). 96 BOA, DH.MKT, 2681/1, 18 Zilkade 1326. 97 BOA, DH.MKT.PRK, 2797/43, 16 Receb 1326. 98 BOA, DH.MKT.PRK, 2797/43, lef.2, 25 Şaban 1326. 99 BOA, T.TRM, 2268/52, 21 Cumadelâhir 1326 (21 Temmuz 1908). 100 BOA, Zabtiye Nezâreti (ZB), 115/67, 13 Cumadelâhir 1326 (12 Temmuz 1908). 95 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 197 HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ Bir diğer atama telgraf müdürlüğüne yapılmıştır. Selde yaralanan telgraf müdürü İbrahim Edhem Efendi’nin yerine, Sivas kolu posta memuru Şevket Efendi vekâleten atanmıştır101. Sonuç: Tarihi boyunca çeşitli doğal afetlere maruz kalan Tokat şehrinin 1908 senesinde yaşadığı bu felaket uzun süre hafızalarından silinmemiştir. Halk tarafından “Büyük Sel” olarak anılan bu olayda iki yüzden fazla kişi hayatını kaybetmiş, binlerce kişi evsiz kalmıştır. Bu felaket şehir sakinlerine büyük bir travma yaşatmıştır. Selin meydana geldiği tarihten itibaren şehirdeki hasarın giderilmesi için çalışmalar hemen başlamıştır. Ancak, gerek Osmanlı Devleti’nin içerisinde bulunduğu mali yetersizlikler ve gerek felaketlerde yardımlarına başvurulan halkın çoğunluğunun fakir olmaları hasebiyle selin yaralarının sarılması kısa sürede mümkün olamamıştır. Belgelerden görebildiğimiz kadarıyla selde evlerini kaybedenler için yeni yerleşim yapılması, şehrin su yollarının tamiri, selde hayatını kaybedenlerin yakınlarına maaş bağlanması gibi işlemler aradan bir hatta bazen iki sene geçmesine rağmen yapılamamıştır. Eğitimin temelini oluşturan ve selde zarar gören ilkokulların tamirinde de halk kendi kaderiyle baş başa bırakılmıştır. Şehircilik anlayışında felaketleri önleyici ya da yıkıcı etkisini azaltıcı bir düzenlemenin olmadığını aynı yerde kırk yıl arayla meydana gelen iki selden anlayabilmekteyiz. Neticede 1908 Tokat Seli; hayatını kaybedenler, geride kalanlar, yıkılan binalar ve tüm bunların düzeltilmesi için ortaya konan çabalarla şehrin tarihindeki yerini almıştır. 101 BOA, DH.MKT, 2681/1, 18 Zilkade 1326. 198 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908) EKLER Ek-1: Tokat Telgrafhane Binası102. 102 H. 1325 senesi Sivas Vilâyet Salnâmesi’ndeki bu fotoğrafta hükümet binasının ön tarafında derenin hemen kenarında görülen bina Halis Turgut Cinlioğlu’nun sel esnasında yıkılan telgrafhane binasını tarifine uymaktadır. Sivas Vilâyet Salnâmesi, Sivas Vilâyet Matbaası, 1325, s. 144. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 199 HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ Ek-2: Behzat Camisi duvarındaki kitabe. 200 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908) Azaroğlu hanı ne idi öyle Orda olan ziyân gelir mi dile? Altı katı lebâleb hayvanlar ile Nice rahvan gitti, nice küheylân __________ Telgrafhâneyi alınca seller Müdür bey Sivas’a verirmiş haber Güç halle kurtuldu oldu bîkeder Lâkin kavas gitti o sâdık merdan __________ Behzatta bir adam kapılmış sele Evlâdı beraber tutup el ele Helallaşıp onlar birbiri ile Bağırdıla Hakk’a, yetiş Yaradan! __________ Sel sürerken biri tutmuş kavağı Sarılmış ağaca kalmış bayağı Topal olmuş sonradan bir ayağı Kendisi sağ, vâde yetmemeiş el‘an ___________ Şaşırdı zavallı Kahveci Hacı Bağıran çağıran çok acı acı Hem havuzdan çıktı bir arzuhalcı Artık hangi birin eyleyim beyan ____________ Ertesi gün herkes terkedip işi Zatiât aradı erkek ve dişi Han altından çıktı kanun çavuşu Kemerinde nakit, göğsünde nişan ____________ Mevtaların bir kısmı bulundu Kazovadan Bazıları da çıktı komşumuz Amasya’dan Yirmi üç can ölüsü tutulmuş Çarşambadan Bulanlar şaşırmış kalmışlar hayran Ek-3: “Seylâb-ı Tokat” Destanının Bazı Kıtaları. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 201 HÜSEYİN BAHA ÖZTUNÇ KAYNAKLAR Arşiv Kaynakları Başbakanlık Osmanlı Arşivi BOA, BEO, 3344/250769; 3345/250862; 3348/251100; 3349/251160; 3350/251183; 3350/251189; 3352/251357; 3354/251543; 3354/251545; 3636/272652. BOA, DH.MKT, 1266/15; 1266/18; 2635/89; 2679/4; 2681/1; 2681/151; 2713/28; 2769/1; 2811/65; 2834/19; 2901/59. BOA, DH.MKT.PRK, 2278/59; 2797/43. BOA, DH.MTV, 52-1/7. BOA, DH.MUİ, 13-1/11; 41-1/4; 115/17. BOA, Evkaf Defterleri, No, 17971. BOA, İ.DH, 1467/1326.c-29. BOA, İ.HUS, 167/1326.Ca/103. BOA, İ.MVL, 479/21696. BOA, MF.MKT, 1081/24. BOA, MV, 131/49. BOA, ŞD. ML, 2775/21. BOA, T.d. No 521. BOA, T.TRM, 2268/21; 2268/52; 2269/34; 2270/72; 2275/57. BOA, T.TNF.MH, 364/88; 364/99; 364/108; 369/49. BOA, ZB, 115/67. Süreli Yayınlar: Düstur, I. Tertip, C. II, İstanbul 1289. Sabah, Numara 6741, 3 Cemaziyelahir 1326. Sabah, Numara 6759, 21 Cemaziyelahir 1326 Sivas Vilayet Salnamesi, Sivas Vilâyet Matbaası, Sivas 1325. South Jersey Rebublican, 15 Ağustos 1908. The New York Times, 19 Temmuz 1908. West Coast Times, 21 Temmuz 1908. Kaynak Eserler ve İncelemeler: Acunsal, Ferit, Gerçeklerin Diliyle Tokat, İstanbul 1947. Aktaş, Esat, XIX. Yüzyılın Son Çeyreğinde Tokat Sancağı, Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Tokat 2009. Akyıldız, Ali, Para Pul Oldu Osmanlı’da Kâğıt Para, Maliye ve Toplum, İstanbul 2003. 202 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 TOKAT’TA ‘BÜYÜK SEL’ (1908) Beşirli, Mehmet, “XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Tokat Mevlevîhânesi ve Gelirleri İle İlgili Sorunlar”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. 13, S. 2., Elazığ 2003. Cinlioğlu, Halis Turgut, Osmanlılar Zamanında Tokat, Tokat 1973. Ergin, Osman Nuri, İstanbul Şehreminleri, (Haz. Ahmed Nezih Galitekin), İstanbul 1996. Gönüllü, Ali Rıza, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Meydana Gelen Sel Baskınları (1857-1913)”, SelçukÜniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 28, Konya 2010. Karpat, Kemal H, Osmanlı Nüfusu 1830-1914, İstanbul 2010. Meral, Şükrü, Tokat Vilâyeti Sıhhî ve İçtimaî Coğrafyası, Ankara 1938. Öngör, Sami, Coğrafya Terimler Sözlüğü, Ankara 1980. Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarihi ve Deyimleri Sözlüğü, C. I, Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, İstanbul 1993. Şemseddin Sami, Kâmûsu’l-‘alâm, C. IV, Mihran Matbaası, İstanbul 1311. Yüksel, Hasan, “Tokat Mevlevihanesi”, SelçukÜniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 2, Konya 1996. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Temmuz-2012, s. 179-203 203 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ YAYIN İLKELERİ Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi’nde, aşağıda belirtilen şartlara uygun makaleler yayınlanır: 1. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Ocak ve Temmuz ayları olmak üzere yılda iki sayı olarak yayınlanan uluslararası hakemli bir dergidir. Yazılar önce Yayın Kurulu tarafından incelenir ve uygun görülenler konunun uzmanı olan en az iki (2) hakeme gönderilir. Hakemlerden gelen raporlara göre yazıların neşredilip neşredilmeyeceğine karar verilir. 2. Derginin dili Türkiye Türkçesidir. Ancak her sayıda iki makaleyi geçmemek kaydıyla diğer Türk lehçeleri ile yabancı dillerde makalelere de yer verilebilir. 3. Makalelerin dergimizde yayınlanabilmesi için daha önce başka bir yerde yayınlanmamış veya yayınlanmak üzere kabul edilmemiş olması gerekir. Bilimsel bir toplantıda sunulmuş ve yayınlammamış bildiriler, bu durum belirtilmek şartı ile dergimizde yayınlanmak üzere kabul edilebilir. 4. Yazıların her türlü ilmi sorumluluğu yazarlarına aittir. 5. Yazılarda Türk Dil Kurumunun yazım kurallarına uyulur. 6. Yazılar, MS Word programına göre kâğıdın bir yüzüne Times New Roman yazı karakteriyle, 11 punto, tek satır aralığında, A4 kâğıdına kenar boşlukları, üst 6 cm, alt 5 cm, sağ ve sol 4 cm, üst bilgi 5 cm, alt bilgi 4.5 cm, cilt payı 1 cm olacak şekilde düzenlenir. 7. Yazılar üç nüsha (iki nüshasında isim, unvan ve çalıştığı kurum belirtilmeden) ve bir CD olarak editöre gönderilir. 20 sayfayı geçen yazılar dergide yayınlanmayabilir. 8. Yazılardaki paragrafların ilk satırı 0.5 cm içeriden başlayacaktır. Ana başlık büyük harfle ve metin gövdesini ortalayacak şekilde, sayfanın üstünden 4 satır aşağıda, alt başlıklar ise paragraf düzenine uygun olarak (0.5 cm içeriden) konulacaktır. Başlık yazısının sağ alt tarafına yazar veya yazarların adları yan yana yazılır. Yazar ad/adları yazılırken herhangi bir akademik unvan belirtilmez. Yazarın akademik unvanı, çalıştığı kurum (üniversite, fakülte, bölüm veya diğer) adları ve elektronik posta adresi dipnot biçiminde sayfanın altına yazılmalıdır. Akademik unvan dışında başka unvan kullanılmaz. 9. Başlık yazısı ve yazar adlarından hemen sonra Türkçe özet yer alır (Büyük harfle ve sayfanın ortasına gelecek şekilde ÖZ sözcüğü yazılır). Konunun Türkçe özeti 200 kelimeyi geçemez. Türkçe özetten sonra İngilizce özete yer verilir. Her iki özetin altında Anahtar Kelimeler-Keywords (3-8 kelime) yazılır. Büyük harflerle yazılmış İngilizce özet (ABSTRACT) başlığının altına eserin yabancı dildeki adı yazılır. 10. Araştırma ve inceleme dalındaki yazılar Öz (Türkçe ve İngilizce) makale metni şeklinde düzenlenir. Yabancı dilde yazılan yazılarda yukarıdaki bölümlerin yabancı dildeki karşılıkları kullanılır ve aynı düzenlemeye uyulur. 11. Dipnotlarda İzlenecek Yöntem: Bilimsel bir yazıda kullanılan kaynakların künyesi dipnot olarak sayfa altında gösterilir. Yararlanılan kaynaklar ilk geçtikleri yerlerde ayrıntılı ve aşağıdaki örneklerde belirtilen sıralamaya uygun olarak verilir. Kitaplar: Yazar Adı Soyadı, Kitap Adı (italik), Baskı Sayısı, Yayın Yeri ve Yılı, Sayfa Numarası. Örnek: İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, 10. Baskı, İstanbul 1993, s. 111. Eğer ikinci kez geçiyorsa; İ. Kafesoğlu, a.g.e., s. 112. b. Makaleler: Yazar Adı Soyadı, Makale Adı (tırnak içinde), Dergi/Kitap Adı (italik), Cilt No, Sayı, Yayın Yeri ve Yılı, Sayfa Numarası. Örnek: Nevzat Özkan, “Gagavuz Türkçesinin Sözlükleri Üzerine”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, Sayı 12/2, Ankara Güz 2001, s. 749. Eğer ikinci kez geçiyorsa; N. Özkan, a.g.m., s. 750. c. Dipnotlardaki bilgilerden sonra verilecek kaynakların parantez içinde verilip verilmeyeceği yazarın takdirine bırakılmıştır. 12. Kaynakçada İzlenecek Yöntem: Sayfanın ortasına büyük harflerle KAYNAKÇA yazılacaktır. Kaynakçadaki eserler 10 punto yazılmalıdır. Eserler yazar soyadına göre alfabetik olarak sıralandığından, eserlere ayrıca sıra veya bölüm numarası verilmeyecek ve yazarların unvanları kullanılmayacaktır. Kaynak listesi, yazarın soyadı, adı, varsa makalenin başlığı (tırnak içinde), dergi veya kitabın adı (italik), varsa derleyen veya çevirenin adı, cildi, sayısı, birden fazla basıldıysa kaçıncı baskı olduğu, basım yeri ve yılı biçiminde verilir. Aynı yazarın birden fazla eseri kaynak olarak kullanılmışsa basım tarihine veya alfabetik sıraya göre eskiden yeniye doğru dizilmelidir. Erişim tarihi belirtilerek internet tabanlı kaynaklar da kullanılabilir. Örnek: http://arsiv.sabah.com.tr/arsiv/2002/05/10/s01.html a. Kitaplar: Yazar Soyadı, Adı, Kitap Adı (italik), Baskı Sayısı, Yayın Yeri ve Yılı. Örnek: Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2001. b. Makaleler: Yazar Soyadı, Adı, Makale Adı (tırnak içinde), Dergi/Kitap Adı (italik), Cilt No, Sayı, Yayın Yeri ve Yılı, Sayfa Numarası. Örnek:Uydu Yücel, Mualla, “Kuman Kıpçakların Tarihinde İgor Destanı’nın Yeri ve Önemi (4 resim ile birlikte)”, Belleten, sayı 258, Ağustos 2006, s. 523-560. 13. Gönderilen yazılara ait resim, şekil ve grafikler sayfa yazım alanını taşmayacak biçimde net ve ofset baskı tekniğine uygun olmalıdır. Bunların sıra numarası ve adı her şeklin veya grafiğin altında verilmelidir. 14. Derginin aynı sayısında, ilk isim olarak bir yazarın birden fazla eseri basılamaz. 15. Makalesi yayınlanan yazarlara iki adet dergi verilir. 16. Dergimizde basılmayan yazılar yazarlarına iade edilmez. 17. Yazılar, Fakültemiz Web sayfasından temin edilecek dilekçe ile birlikte Edebiyat Fakültesi Dekanlığı’na teslim edilecektir. e-posta:tuefdergi@trakya.edu.tr, hasandemiroglu@trakya.edu.tr a. PUBLICATION PRINCIPLES FOR TRAKYA UNIVERSITY JOURNAL OF FACULTY OF LETTERS Articles meeting the following criteria are published in Trakya University Journal of Faculty of Letters: 1. Trakya University Journal of Faculty of Letters is an international refereed journal. Articles are examined by the Publication Board first and then sent two at least two (January-July) referees specialized in the area concerned. It is decided whether articles will be published or not based on the reports of the referees. 2. The Journal is in Turkish but articles in another Turkish dialects and foreign languages are also accepted provided that their number does not exceed two. 3. In order for the articles to be published in the Journal they should not be previously published or accepted for publication elsewhere. Papers presented in a scientific meeting but not published may be accepted for publication in the Journal provided that their status is mentioned. 4. Writers are solely responsible for the content of their articles. 5. It is advised that writing rules of Institute of Turkish Language (TDK) are followed. 6. Articles submitted to the Journal should be on a standard A4 page layout, with one side of the paper containing written material. Articles should be submitted in "Times New Roman" font, fontsize set to 11, and single spaced with margins 6 cm at the top, 5 cm at the bottom, 4 cm at the right and the left with 1 cm binding space. 7. Articles should not exceed 20 pages. Articles exceeding 20 pages may not be published. Three identical hard copies of the article and a one copy on CD should be submitted to the editor. Author(s) should not include their names, academic title and institute on two of the hard copies. 8. The paragrahs should start leaving a 0.5 cm space. The main title should be centred and in capital letters and placed after leaving the first 4 lines of the paper blank. The subtitles should be placed in accordance with the paragraph layout (leaving a 0.5 cm space). The name(s) of the writer(s) should be written below the heading and on the right. When writer’s/writers’ name or names are written no academic title is mentioned the writer’s academic title, institution should be given as footnotes. No title other than academic title may be used. 9. The title and writer’s name is followed by the abstract in Turkish. (the word ÖZ is centered and written in capital letters). The abstract in Turkish should not exceed 200 words. The abstract in Turkish is followed by the abstract in English. Keywords (3-8 words) follow both abstracts. The title (ABSTRACT) in capital letters is followed by the name of the article in foreign language. 10. In research and review articles the text should be arranged as abstract-ÖZ (Turkish and English) and article body. 11. Footnotes: The sources used in an academic article are mentioned in footnotes. The sources are given in detail when they are mentioned fort he first time as in the example below. a. Books: Author’s Name, Surname, Book’s Name (in italics), Edition, Publisher, Publishing Place and Year, Page Number. Example: Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, 3rd Edition, Türk Edebiyatı Vakfı Publications, İstanbul 2003, p. 45. If mentioned for the second time ; N. Hacıeminoğlu, ibid, p. 46. b. Essays: Author’s Name, Surname, Essay’s Name (in quotation), Journal’s/Book’s name (in italics), Volume No, Issue No, Publishing Place and Year, Page Number. Example: Nevzat Özkan, “Gagavuz Türkçesinin Sözlükleri Üzerine”, Dil ve Edebiyat Dergisi, Issue 12/2, Ankara Güz 2001, p. 749. If mentioned for the second time; N. Özkan, ibid., p. 750. c. It is up to the author whether to write the sources in parantheses or not following the information in footnotes. 12. References: The title REFERENCES in capital letteres should be centered. The works in sources should be in 10 font size. Since the works in the references section are listed alphabetically by surname the Works will not be given section numbers and the authors’ titles will not be used. The references list is given as Author’s Surname, Name, the essay’s title if any (in quotation), journal’s and book’s name (in italics), compiler’s or translator’s name if any, Volume, Issue No, Edition if any, Publishing Place and year If more than one work of an Author are used as references they should be listed by date from the oldest to the newest or by alphabetical order. Internet based resources may also be used provided that date of access is mentioned. Example: http://arsiv.sabah.com.tr/arsiv/2002/05/10/s01.html. a. Books Example: Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2001. b. Essays Example: Pala, İskender, “Ahmet Fakih ve Şiirleri Üzerine Bir İnceleme”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, Issue 1, January 2009, 123-148. 13. İmages, figures and graphics should not exceed the writing page area and they should be clear enough to be printed offset. Their number and name should be given below the respective figures and graphics. 14. In one issue more than two works containing the same writer as the first name are not published. 15. The writers whose article is published are sent two issues of the Journal. 16. Articles not published in the Journal are not returned to the authors. 17. Essays may be sent electronically to the e-mail addresses below. e-mail:tuefdergi@trakya.edu.tr, hasandemiroglu@trakya.edu.tr