A HISTORY OF THE MIDDLE EAST Yazar: Peter Mansfield-Güncelleyen: Nicolas Pelham London, New York: Penguin Books, 2003. Second Edition, ISBN 0-141-01123-8 Hazırlayan: Barış ÇAĞLAR KİTAP İNCELEMESİ SERİSİ: 4 Önce Batı’nın ve ardından tüm dünyanın Ortadoğu olarak adlandırdığı bölgede antik zamanlardan yirmi birinci yüzyılın başına kadar geçen olayların konu edildiği kısa fakat etkili bir siyasi, ekonomik ve savaş tarihi kitabı A History of the Middle East/Bir Ortadoğu Tarihi. Kitabın yazarı Peter Mansfield’ın ifadesiyle kâinatın yaratıcısının Araplara ve Perslere verdiği güç enstrümanı petrol’ün yaşattığı modern macerayı adeta resmeden kitap, Ortadoğu’daki siyasi çekişmeler ve beraberinde yaşanan sosyolojik bunalımlar silsilesi olarak da özetlenebilir. Bu modern özetin arkaplanını Doğu-Batı sarkacındaki tarihsel panorama oluşturmaktadır. Yazar, Hristiyan Avrupa ile Müslüman Osmanlı’nın birbirleriyle imtihanı olan Doğu Sorunu’nun İslam medeniyetine ve özellikle Araplara yönelik siyasi yansımalarından yola çıkarak Ortadoğu’yu Batı’nın doğusunda ve aynı anda Doğu’nun batısında bir 122 noktada mümkün olduğunca tarafsız anlatmaya çalışmakta. Arap topluluklarının Osmanlı sonrası tecrübelerine ek olarak Türkler ve Persler de eserin tarihsel panoramasındaki yerlerini almışlar. Günümüz Ortadoğu’sundaki çatışmaların anlaşılmasını kolaylaştıracak tarihi nedenleri Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş dönemlerinden yola çıkarak anlatan Mansfield 1996’da öldüğü için günümüzü anlamamızı kolaylaştıracak 11 Eylül 2001 sonrası dönemi Pelham kaleme almış. Akademik kitaplar için rivayet edilenin aksine akademik tarzdaki hikâye ediş (historical narrative) kitabın su gibi akan iklimine hiç dokunmadığı gibi okuyucuya nasıl bir okuma yapacağına dair bir perspektif de sunuyor. Ortadoğu dışı güçlerin, Ortadoğu halklarına olan etkisinin kitabın Kitap İncelemesi her bölümünde farklı bir şekilde işlendiği bu temel referans kitap, çok uzun bir tarihin hızlı bir özeti. Bölge-dışı güç odaklarının tarih boyunca bölgeye olan dahli perspektifinde sunulan bir tür hızlandırılmış kurs olarak da görülebilecek eser, Ortadoğu’yu antik zamandan 2003’e dört yüz altı sayfada getiren, az kelimeyle çok bilgi vermekte mahir bölümlerden oluşuyor. İkinci basımı 2003 yılında olmasına karşın günümüze ışık tutmakta başarılı olduğu tartışılamayacak olan eserin ilk baskısı 1992 yılında yapılmış. Fakat A History of the Middle East/Bir Ortadoğu Tarihi’nin basım yılı itibariyle genç olmaması okuyucuları yanıltmamalı çünkü sunduğu bilgi birikimi ve perspektif itibariyle değerlendirildiğinde hayli genç bir kitap. Kitabın İngilizce olması okuyucuya erişimini yabancı dil hâkimiyetiyle sınırlasa da basit ve akıcı anlatımı bu sınırlamayı azaltıyor. Yazarların ileri görüşlülüğü eseri okumak için iyi bir sebep oluşturuyor. Kitabın iki yazarının da tahminlerinde haklı çıktığını görüyoruz: Mansfield 1992’de, Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’daki askeri varlığını haklı çıkaracak nedenlerin ileride zayıflayacağı öngörüsünde bulunmuş ve Birleşik Devletler’in ileride süpergüç pozisyonunu korumakta çok zorlanacağını tahmin etmiştir. İster uluslararası toplumun algısı ister Irak ve Afganistan’da yaşanan son on yılın krizleri isterse de Çin’in yükselişine karşı önalıcı biçimde Birleşik Devletler’in sıklet merkezini Pasifik’e kaydırması itibariyle bakılsın, 2013’ün başında Mansfield teyid almıştır: Birleşik Devletler, Ortadoğu’da süper-güç konumunu korumakta zorlanmaktadır. Irak’ta başarılı olduğunu söylemek güçtür ve bölgesel güçlerin meydan okuyuşuna açıktır. Son iki yıldır yaşanan Suriye Krizi’nin uzaması bunun diğer bir örneğidir. Yazarın bu ileri görüşlülüğü onun eserini okumak için iyi bir sebep oluşturuyor çünkü sağlıklı öngörüler bilgi birikiminin analitik keskinlikle buluşmasından doğar. Eseri güncelleyen Pelham da Mansfield’ın izinden başarıyla giderek 2003’te yazdığı 13. ve 14. bölümlerde adeta günümüz Arap Baharı’nı haber veriyor. Pelham’ın tahminlerinin gerçek olması sadece 8 yıl almış ve Arap Baharı hareketi onun öngördüğü biçimde 21. yüzyılın başına damgasını vurmuştur. A History of the Middle East, 14 bölümden oluşuyor. Yazarın vefatından sonra güncellenen kitap kendi içinde tutarlı iki kısımdan oluşmakta: İlk oniki bölümden oluşan ilk kısım ve güncellemenin yeraldığı son iki bölümden oluşan son kısım. Günümüz politikalarını aydınlatan son iki bölüm, ilk kısım atlanarak tek başına okunabilir değil. Zincirleme bir tarihsel olay örgüsüyle giden kitabın atlanarak okunması yararsız. İlk bölüm, tüm insanlık tarihinin en eski bölgesi olan Ortadoğu’nun adını sorunsallaştırarak başlıyor. Bölgenin neden ‘Ortadoğu’ olarak anıldığına değinmesi yazarın tarafsızlığına delil teşkil ediyor. Mansfield, terimin içinde saklı, dolaylı anlamı unutmamamız gerektiğini belirtiyor. ‘Ortadoğu’ teriminin, dünyanın Batı tarafından domine edildiğini varsayan bir alt-anlam taşıdığına değinen yazarın bu vurgusu dikkate değer. Ortadoğu terimi Avrupa merkezli bir kelime, aksi halde neden Ortabatı ya da Batıasya denmiyor sorusundan hareket eden yazar, bölgenin isminden içindeki devletlerin hangileri olacağını ne zaman kimin belirlediğine kadar bir dizi noktayı tartışıyor. ‘Ortadoğu’ teriminin epeydir yerleşik kullanımda ve de Batı bakış açısından çıkmış olduğu atlanmamakla beraber tarihin büyük bir bölümü süresince Ortadoğu’nun ad koyucusu Avrupa’dan çok daha ileri bir medeniyet olduğu hatırlatılıyor. Hem akademisyen hem eski bir general olan John Bagot Glubb’a referansla 5000 yıllık dünya tarihinin son 500 yılı hariç Ortadoğu’nun Avrupa’dan kültür ve medeniyette çok daha ileri olduğunu hatırlatan yazar kelimelerin ve terimlerin masum olmadıklarının altını çiziyor. Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve süresince ‘Yakındoğu’ teriminin Türkiye, Balkanlar, Doğu Akdeniz ülkeleri ve Mısır için kullanıldığını belirtiyor. Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında ‘Ortadoğu’ kelimesi Arabistan, Körfez, İran, Irak ve Afganistan’ı anlatmak amacıyla kullanılmışsa da nadiren kullanılmış olduğu belirtiliyor. OsmanlıTürk İmparatorluğu parçalandıktan sonra Ortadoğu terimi ‘Yakındoğu’ kelimesi altında toplanan bölgeleri de içine alacak şekilde kullanılmaya başlamış; Avrupa-merkezli bu kullanım İkinci Dünya Savaşı’yla iyice pekişmiştir. Bölgenin adlandırılmasının ve kapsamının belirlenmesinin 123 Kitap İncelemesi döneme ve güç döngüsüne göre değiştiğini ve bizatihi siyasal olduğunu belirten kitap, adlandırmaların siyasal altyapısında hegemonik güç ilişkilerinin ya da dünyadaki başat güçlerin kimler olduğu gerçeğinin yattığını savlıyor. Giriş bölümünün devamındaysa Babil Krallığı’ndan modern döneme kesitler sunuluyor. İsa’dan önce 1600 yıllarında bugünkü ismiyle Filistin ve Suriye olan topraklardaki ticaret ve yönetim biçiminden, Semitik toplulukların savaşlarına, Babil halkından Hititlere, Kızıl ve Ölü Deniz boyunca uzanan medeniyetlerden Doğu Akdeniz havzasını oluşturan Nil Vadisi ve deltasını da içine alacak şekilde tanımlı Verimli Hilal boyunca tarihi yerleşimlerin geçmişini anlatan ilk bölüm, Arapların bölgeye gelişini de kapsıyor. Büyük İskender’in etkisi, Pax Romana ya da Roma hukuku altındaki bugünkü adları Türkiye, Suriye ve Mısır olan topraklarda hangi etnisitelerin varolageldiği tartışılıyor. Hristiyanlığın yayılması ve Roma’nın çöküş süreçleri ardından Roma İmparatorluğu’nun doğu yarısı olarak görülen Bizans’ın kuruluşu da Arap ve Pers tarihine koşut anlatılmış. Akabinde İslam dininin bölgeye gelişi inceleniyor. İslam dininin özellikle iki boyutu Ortadoğu tarihinin bütününe yansımıştır argümanına yer verilmiş: Bu boyutlardan ilki, İslam’ın ‘nihai inanç’ olduğu boyutu ve bunun paralelinde tüm dünyadaki insanlar henüz İslam’ı kabul etmemişlerse bunun Müslümanların başarısızlığı olduğuna Müslümanların inandığı ve bunun siyasi sonuçlarının olabileceği tartışması. İkinci boyut ise Müslümanların cennet ve cehenneme inanmalarına karşın İslam’ın tamamen öteki dünyacı olmadığı, Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan farklı olarak aynı zamanda siyasi bir lider de olduğu ve yine bunun Ortadoğu tarihine siyasi yansımalarının olduğu şeklinde ele alınmış. Fakat bunun idealize bir durum olduğunu belirten yazar, bu boyutların günümüz Müslüman halklarını etkilemeye devam ettiğini ancak tarih boyunca süregelen Arap ve diğer Müslüman yönetimlerin seküler formlar da taşıdığını belirtiyor. Ortadoğu’daki Arap hâkimiyet dönemi ve sonrasındaki Türk hâkimiyeti bu bağlamda tasvir ediliyor. Os- &' manlı İmparatorluğu’nun Ortadoğulu bir İslami medeniyet olduğu anlatılıyor. İkinci bölümse İslam medeniyetinin dünya sahnesinde geri kalmaya başladığı tarih dilimini ‘Savunmaya geçen İslam’ başlığıyla özetliyor. Avrupa karşısında belirgin derecede zayıflamış Osmanlı İmparatorluğu’nun çareyi İslam’ı siyaseten vurgulamakta bulduğunu ve bunu bir siyasa olarak uyguladığını ileri süren yazar, bu suretle padişahın Müslüman bölgelerdeki nüfuzunu Batı baskısı karşısında artırmaya çalıştığını fakat başaramadığını gösteriyor. Gerilemeden çöküşe geçişin anlatıldığı bu ikinci bölüm hem Ortadoğu hem İslam medeniyeti hem de bölge halklarının izini sürüyor: 18. Yüzyıl, ‘Hristiyan Avrupa’nın güç dengesini lehine çevirdiği dönemken, 19. yüzyıl bu durumun iyice pekişip Osmanlı’nın ‘Avrupa’nın Hasta Adamı’ olarak anıldığı zamanlara tekabül ediyor. Kapitülasyonlar Osmanlı’nın güçlüyken verdiği, diplomatik kazanımlar sağladığı ve siyasi ve ekonomik nüfuz bölgelerini manipüle eden ayrıcalıklarken zayıflama döneminde hastalıklı çıbanlara dönüşüyor. Bu çıbanlara ek olarak 19. yüzyıl İngiliz tehdidinin Osmanlı topraklarında hissedildiği dönem. 18. yüzyılın sonlarından itibaren dünyanın başat gücü olmaya başlayan Britanya, eş zamanlı olarak Osmanlı’nın doğu sınırlarına da tehdit oluşturmaya başlamıştı. Tarihsel güç devinimi sarkacında Batı ya da o zamanki daha kimliksel ifadesiyle Hristiyan Avrupa modern zamanlara gelindiğinde Doğu’ya, rakibine yani Müslüman Osmanlı’ya galebe çalmaya başlamıştı. ‘Ortadoğu’ kelimesi bu nedenle Orta-doğu olarak tarif bulmuştur. Bu gidişatın farkında olup önüne geçmek isteyen III. Selim İmparatorluğun hem iç işlerinde hem de dış ilişkilerinde yönetim reformları yapmaya soyunmuşsa da bu çabaları Osmanlı’nın Arap bölgelerine ulaşamadı. Dolayısıyla, Osmanlı’nın yenilenme çabalarının Ortadoğu’ya geniş ölçekte sirayet edememesi Arap bölgelerinin modern zamanlardaki yönetimsel sıkışmışlığının tarihsel tabanına işaret etmektedir. Yönetimsel sorunlara örnek oluşturan geçmişteki ve günümüzdeki Mısır, bu sıkıntılarına paralel olarak son yüzyıl- Kitap İncelemesi larda Ortadoğu’nun tarihinde Batı’nın yükselişine ve Doğu’nun silikleşmesine de örnek teşkil etmiştir. Bu sebeple Mısır’ın durumunu inceleyen yazar tarihsel perspektifte köprü kurarak ilerliyor ve Osmanlı’dan günümüze Ortadoğu için hep önemli olagelen Mısır’ın dünya güç yarışındaki turnusol kâğıdı işlevine parmak basıyor. Asya ve Avrupa’nın birbirine açılan coğrafi kapısı olan Mısır, benzer özellikte olan Türkiye’den Ortadoğu’nun kalbinde olması nedeniyle farklı bir konumda bulunuyor. Arapları da yöneten Türklerin son iki yüzyılda özellikle Balkanlar ve Anadolu özelinde yaşanan tekrar ayağa kalkma çabalarının Arap topluluklardan ayrı seyretmesinin ve Ortadoğu coğrafyasının günümüz Türkiye’sinden farklı olmasının nedenleri arasında Arapların tarihsel Türk karşıtlığı geliyor. Perslerin aksine uzun süre Osmanlı tabiiyetinde kalmış Arap topluluklar İslam’ın esas temsilcilerinin kendileri olduğu şeklindeki etnik çatlağı ümmet içerisinde barındırmışlar. Arap-Türk ihtilafının sadece modern zamanlara ait olmadığını gösteren yazar bölgede hâkimiyet yarışının dinsel unsurlara rağmen devam ettiğini gözler önüne seriyor. Bu çerçevede Pers-Türk yarışı da ele alınıyor. Bunu takip edense Avrupa’nın yükselişe geçmesi. Bu tarihsel bağlamda Mehmed Ali Paşa’nın İstanbul’u fethe kalkışması üçüncü bölümün konusu. Mısır valisinin merkezi yönetime isyanı ve siyasi hırslarının büyüklüğü Osmanlı otoritesinin Doğu Akdeniz’de giderek silikleştiğini ve Doğu hâkimiyetinin yavaş yavaş Avrupa lehinde el değiştirdiğini göstermekte. Avrupa diplomasi ve savaş tarihinin giderek dünya diplomasi ve savaş tarihi haline gelişini detaylandıran bölüm, bu sorunları çözme uğraşını dördüncü bölümde ele alıyor. Osmanlı’nın reform çabaları dördüncü bölümde detaylandırılıyor. I. Abdülmecid tahta çıktığında babası Sultan Mahmut’un reform çabaları tam olarak sonuç vermemişti ve buradan hareketle 1840’tan 1900’e kadar İmparatorluğun yenilenme çabalarına sahne oluşuna tanık oluyoruz. Beşinci bölüm bir yandan bu çabalar devam ederken bir yandan da Gladstone’un ve Britanya’nın Mısır politikalarını inceliyor. Kitapta, Ortadoğu denince ilk akla gelen ülkelerden biri olan Mısır’ın Doğu-Batı hattında gidiş gelişinin hakkı verilmiş ve müteakiben altıncı bölümde de 20. yüzyılın başlarındaki Genç Osmanlılar ve Genç Türkler hareketleri incelenmiştir. Bu bölümle birlikte yazar Türklerin ve Arapların birbirleriyle ilişkilerini ve tarihsel etki alanlarını irdelemeye başlıyor. ‘Şark’ın ‘Ortadoğu’ olmaya başlaması Napolyon’un Mısır seferiyle başlıyor. 1798’de Memluk ordusunu yenen Napolyon’un bu zaferi Haçlı seferlerinden beri Müslüman topraklarının ilk defa işgalidir. Sultan Selim vakit kaybetmeden İngilizlerle ittifak eder ve bu güç birliği 1799’da Napolyon Bonapart’ı Mısır’dan uzaklaştırır. Napolyon’un Mısır’ı işgali kısa sürmüş fakat Avrupalı güçlerin Osmanlı’nın Arap/İslam topraklarını kontrol edebilmek için giriştikleri uzun mücadelenin başlangıcı olmuştur. Bu vesileyle Britanya, Rusya ve Fransa arasında başlayacak Şark’ı kontrol etme mücadelesine daha sonra birliklerini geç tamamlayan Almanya ve İtalya da katılacaktı. 1800’lerin başında Britanya’nın temel amacı deniz ticareti yollarını koruyarak zenginliğini muhafaza etmekti. Fransızların Mısır seferi karşısında İngilizlerin Osmanlı’nın yardımına gelmesi, Arap topraklarının güç yarışına açılmasıdır ve Avrupa’nın Osmanlı ve Pers otoritesine meydan okuyuşunun habercisidir. Yedinci ve onikinci bölümler arasında günümüz Arap Baharı hareketlerine giden yolda Ortadoğu’nun ekonomik ve askeri bir portresi verilmekte: Ortadoğu’daki Pers faktörünün tarihsel gelişimini, Perslerin İslam’la ve Araplarla ilişkilerini, Sünni-Şii ayrımını, Osmanlı’nın dağılmasını, Arap Doğu’sunun Avrupa tarafından paylaşılmasını, büyük rezervlerin bulunmasıyla petrolün önemli bir uluslararası unsur olarak ortaya çıkışını, İran’ın Batı’yla yakınlaşan münasebetlerini ve İkinci Dünya Savaşı ve sonrasının getirdiği siyasi iklimde milliyetçiliğin Arap ümmetiyle ironik ilişkisini okuyoruz. Süper-güçlerin Ortadoğu üzerindeki mücadelesiyse Nasır dönemi politikaları ışığında inceleniyor. Gücün Avrupa’dan Birleşik Devletler ve Sovyet Rusya’sına geçtiği Soğuk Savaş’ta petro-dolar rekabeti, İsrail-Filistin sorunu, Lübnanlaşma olgusu, İran devrimi, siyasal İslam’ın milliyetçilik veya solun alternatifi olarak görülmesi, süpergüçler tara- 125 Kitap İncelemesi fından nasıl manipüle edildiği Batı’nın İran-Irak Savaşı politikalarıyla kısmen kendi yarattığı Saddam Hüseyin sorunsalıyla birlikte anlatılmaktadır. Son iki bölümse Pelham’ın kaleminden çıkmış ve kitabı güncelleme amacına hizmet ediyor. Arap Baharı bağlamını anlayabilmek bölge içi ve dışı aktörlerin niteliklerine hâkim olmayı gerektiriyor. Fakat bu niteliklerden bağımsız ele alınması gereken hâlihazırdaki şartlara da bağlı olarak tezahür edebilen Ortadoğu politikalarını sadece son on yılın politikalarına bakarak anlamaya çalışmak zor. İşte bu yüzden bu kitap var. Tarihi arkaplanıyla yapılan bir Ortadoğu okuması 21. yüzyıla gelene kadarki yukarıda bahsedilen olay örgüsünü içerdiğinden 2000-2013 yıllarını anlamlı kılacaktır. Arap Baharı bu kitap okunmadan eksik kalacaktır. O nedenle mevzubahis konulara binaen yazılan onikinci bölüm günümüzü değerlendirmemize özellikle yardımcı oluyor. Mansfield’in ikinci baskıda yer verilen son yazısı olması hasebiyle kitabın hasadının alındığı Kargaşa Yılları adlı bölüm Altı Gün Savaşı’yla perde açıyor; Ortadoğu sarmalının lime lime ayrıştırılıp tam anlamıyla analiz edildiği hayati öneme haiz. Altı Gün Savaşı, Filistinli Arapların milli bir kimlik geliştirmesini hızlandırırken bir yandan da İsrail’i Ortadoğu’daki baskın askeri güç haline getirmiştir. Hafız Esad ve Saddam Hüseyin’in başa geçtiği bu dönemde Ortadoğu’daki silahlanma bir yarış halini almaya başlamış, İsrail bu dönemde nükleer güç olma yolunda önemli adımlar atmıştır. 1970’e gelindiğinde Ortadoğu komünist olmayan dünyanın petrol ihtiyacını tek başına karşılarken Suudi Arabistan-Birleşik Devletler ilişkisi bölgede apayrı bir önem arz etmeye başlamıştır. Irak, İran ve Kuveyt’le beraber Suudi Arabistan’ın rezervleri gözardı edilemez boyuttadır fakat Ortadoğu’ya dair dünya çapındaki tüm devletlerin dış politikalarını etkileyen jeostratejik çarpıcı unsur, Suudi Arabistan’ın petrol fiyatlarını belirlemekteki büyük rolüdür. Birleşik Devletler ile Suudi Arabistan’ın ittifakının özü budur ve kitap bu açıdan da açıklayıcıdır. 126 Birleşik Devletler, Rusya ve Çin’in Ortadoğu’ya yönelik ilgilerinin nedenleri nettir. Ortadoğu herhangi bir bölge değildir: 2013 itibariyle Ortadoğu’yla önem sırasında ancak Asya-Pasifik havzası yarışabilir. Enerji kaynaklarıyla ve kıtalararasındaki ikmal ve lojistik kavşağı olması nedeniyle tüm bölge-dışı devletlerin rekabet düğümünü oluşturan Ortadoğu, günümüz jeostratejik koşulları ve siyasi iklimi bakımdan Avrupa kıtasından daha önemlidir. Uluslararası güvenlik ekolü penceresinden de bakarak Ortadoğu’nun başlıca güvenlik karakteristiğine değinen A History of the Middle East, Ortadoğu devletlerinin değişik işbirliği ve çatışma biçimlerini birarada sergilediğini ve medeniyetler beşiği bu bölgenin kıtaları bağlayan coğrafi konumuyla dünyanın kalbinde yer aldığını hatırlatıyor. Bu konumlanma Ortadoğu’yu tarih boyunca yerkürenin önemli sıklet merkezlerinden biri kılıyor. Çin’in yükselişini tecrübe eden günümüz dünyasında dahi Ortadoğu’nun stratejik ağırlığı hem ekonomik hem de askeri etkileşimlerin yoğunluğu nedeniyle halen büyük. Bu hususlar onikinci bölümde ele alınıyor. Bu bölümde anlatılan ‘stratejik’ten kasıt bölgenin uluslararası süreçleri ve sonuçları belirleme kapasitesinin yüksekliğidir. Petrol ve doğalgaz rezervleri ve su kaynaklarıyla Ortadoğu dünya makinesinin yağını, suyunu ve benzinini karşılar. Bu doğal kaynaklar Ortadoğu ülkelerini hem ihya etmiş hem de adeta lanetlemiştir. Bu anlamda sözgelimi bir Avustralya kıtası ve çevresiyle karşılaştırıldığında dünyanın birçok devleti için daha önemlidir. Petrolün bölgedeki yoğunluğu devletleri mıknatıs gibi çekmektedir: Petrole sahip olunmasa bile petrolün fiyatının uzaktan kontrolü bile çoğu zaman ulusal güvenlik meselesi olarak addedilmektedir. Özellikle petrolün varil-başı fiyatını istenilen seviyede tutma çabaları uluslararası ilişkilerin başta güvenlik ve ekonomi olmak üzere birçok alanına yön vermektedir. Vurgulamak için tekrar edilirse, bu son nokta uluslararası iktisat, finans ve askeri stratejiyi derinden etkiler çünkü bölgenin kaynakları sadece enerjinin hidrokarbon biçimini değil suyu da içerir. Su ve su-yolları ve bunların kontrolü üzerindeki mücadele en az petrol ve silah poli- Kitap İncelemesi tikaları kadar sonuç almaya yöneliktir. Enerji, su, silah ve bunların tedarik yollarının ekonomisi ve güvenliği güç denkleminde önemli yere sahip olduğundan Ortadoğu’yu çalışmadan uluslararası politika, tarih, iktisat ya da güvenlik çalışmak eksik kalacaktır. İşte bu çerçevede ilerleyen bölüm Suudi Arabistan’ın petrol fiyatını belirleyicilik rolünü nasıl elde ettiğini ve İran’ın kendi petrolüne sahip çıkma çabalarından sonra Muhammed Musaddık’in çabalarını işliyor. Arap devletlerinin Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü OPEC’i kurma nedeni ulus-ötesi petrol şirketlerinin petrolün fiyatını petrol üreten ülkelere sormadan değiştirebilmesinin önüne geçmekti. Bunun önüne geçerek hem zenginleşmek hem siyaseten dünyada ağırlık kazanmak ve hem de İsrail’e verilen Batı desteğini azaltmak için Irak, İran, Kuveyt, Suudi Arabistan ve Venezüela OPEC’i kuracaklardı. Petrol üreten ülkelerin lehine sonuçlanan ilk petrol piyasası krizi Süveyş Kanalı’nın 1967-1975 yılları arasında kapatılması oldu. Kriz 1973’te farklı bir aşamaya girdi çünkü üçüncü Arap-İsrail savaşı patlak verdi. Arap devletleri İsrail’i destekleyen ülkelere uyguladığı petrol ambargosunu devreye soktuğunda fiyatların tavan yapması kaçınılmaz hale geldi. ‘Petrol silahının’sonuç verdiği Avrupa Ekonomik Topluluğu üyesi dokuz devletin Japonya’yla beraber savaştan hemen sonra yayımladığı açıklamada kendini gösterdi. Adı geçen devletler Arap-İsrail sorununa dair hiç olmadığı kadar Arap duruşuna yakın bir açıklama yayımlamışlardı. Öte yandan 1970’de Nasır’ın ölümünden sonra başa geçen Sedat ‘önce Mısır’ politikalarını yürürlüğe koyarak Türkiye, İran ve Avrupalı devletlerle uzun süredir kötü olan ilişkilerini onardı ve geliştirdi. Rogers Planı’nın uygulanarak İsrail’in geri çekilmesine destek vermeyen Birleşik Devletler dolaylı şekilde İsrail’in arkasında yer alıyordu. Sedat halkın baskısı neticesinde kendini Sovyetler’e karşı mesafeli olmaya ve İsrail’e savaş açmaya mecbur hissetti. Süper-güçler bu dönemde ilişkilerinde detente/yumuşama yaşamaktaydılar ve Mısır onlar için birincil gündem değildi. Bu noktada Sedat’a destek veren Hafız Esad, İsrail’e karşı Mısır’la müttefik olacaktı. Fa- kat savaşı kaybeden Sedat, ülkesinin ekonomik darboğazı aşması için İsrail’le masaya oturmak zorunda kaldı. Bu Hafız Esad’la düşman olması sonucunu doğurdu. İşte bu safhadan sonra Müslüman Kardeşler’in tarihsel gelişimine odaklanan yazar kimi zaman İslamcı kimi zamansa köktenci olarak adlandırıldığını belirttiği politikaların kökenine ışık tutuyor. Osmanlı İmparatorluğu küresel ölçekteki son Müslüman güçtü. İmpartorluk dağılınca Orta Asya Müslümanları Rusya İmpartorluğu’na, Hindistan’ın daha önceki Müslüman hükümdarları Britanya Rajı’na, Pers/İran İmpartorluğuysa aynı dönemde Britanya-Rusya ittifakına boyun eğmek zorunda kaldılar. Yalnızca Türkiye, Osmanlı’nın eski anakarası olarak, Avrupalı koloniyel güçlere karşı durabilecek kudrette bir devlet kurdu. Kemal Atatürk’ün dehasıyla mümkün olan bu gelişme Türk milliyetçiliğini temel almaktaydı, İslam’ı değil. Batı’nın bu hükümran ve baskın konumuna karşı Arap ve İranlı Müslümanların tepkileri Türklerden farklıydı. Onların tepkileri ne tamamen seküler bir milliyetçilikti ne de tamamen İslami bir karşıataktı; ikisinin bir birleşimiydi. 20. yüzyılın Müslüman reformcuları olarak anılan Afgani, Abduh ve Rida, İslam dünyasının gerilemeye Türklerin liderliğinde başladığı sonucuna ulaşmışlardı. Amaçları bu olmasa da fikirleri Arap milliyetçiliğini doğurdu. Yazarın altını çizdiği diğer husus ise Ortadoğu Araplarının Avrupalı güçlerle ittifak halinde son dönemde Osmanlı Türklerine karşı mücadele ettikleridir. Bunu başarıp devletlerini kurduklarındaysa Avrupanın güdümünde zayıf devletçikler kurmuşlardı. Pan-Arap milliyetçiliği 1940’larda Arap Filistini’nin kaybıyla yeni bir ivme kazanmış, Cemal Abdül Nasır dönemindeyse doruğa çıkmıştı. Yazara göre Arap milliyetçiliği, Atatürk milliyetçiliğinden farklı olarak tam anlamıyla seküler değilse de tamamen İslami de değildi çünkü ideolojik olarak Arapların kendi ayakları üzerinde durabilmelerinin tek yordamı olmak anlamında İslam yalnız değildi. Pan-Arabist Müslüman liderler Avrupa ve Birleşik Devletler’den yayılan seküler milliyetçi kavramlardan da hayli etkileniyorlardı. Bu sebepledir ki günümüzde halen panArap dayanışması ve hissiyatıyla değişik Arap 127 Kitap İncelemesi milliyetçilikleri arasında ciddi sürtüşmeler vardır. İslam dışında hiçbir yolun Avrupa’nın üstünlüğüne cevap veremeyeceğini düşünen bir azınlıksa şehitlik kavramını yeniden yorumlamasının yanısıra içeride ve dış ilişkilerde İslami kurallara ve Şeriat’a katı şekilde bağlılığı esas almıştı ve buna karşı olan Müslümanları öldürmekten çekinmemişti. Bu yapının organize hareket haline gelişinin Mısır’da Müslüman Kardeşler’de görüldüğünü belirten yazar, Müslüman Kardeşler’in monarşiyi devireceğini sanırken Nasır devrimiyle kenara atıldıklarını kaydediyor. İslami kurallara katı şekilde bağlı olmak anlamındaki ilk İslami köktenci devlet Suudi Arabistan olmuştur. Saud ailesiyle Vahhabi reformcuların ittifakı hem içeride hem dış ilişkilerinde çok katı bir İslami yorumun uygulanmasına olanak sağlamıştı. Yine de Suudi ailesinin ve yönetiminin Batı’ya özellikle de Birleşik Devletler’e yüksek bağımlılığı ortadan kalkmamıştı. Tüm dünya çapında İslami misyoner faaliyetlerde bulunmasına rağmen kendi içindeki radikal kanata yaranamayan Suudi Arabistan, zaman zaman kendi vatandaşlarının camilere baskınlar düzenledikleri aşırılıkları yaşamıştır. Liderlerinin yozlaştığını savunan bu kanat, İslami olup olmadığı bahsi bir yana şiddete rahatlıkla başvuruyordu ve Batı’nın İslam dünyasındaki tüm etkisinin kırılmasını talep ediyordu. Aynı talep İran’da İslam devrimiyle sonuçlanacaktı. 1979 İran İslam Devrimi’nin izleri günümüz İran’ının Batı’yla ilişkilerini halen belirlemektedir. Küreselleşme ve Karşıt-Küreselleşme başlığı altındaki onüçüncü bölüm Soğuk Savaş’ın bitişi ve Irak’ın Birleşik Devletler tarafından domine edilişiyle başlıyor. Ortadoğu’da Amerikan baskınlığından dem vurulabilecek yılların 1990’lar olduğu gösteren bölüm önceki bölümler üzerinde yükseliyor. Bölgeyi yeniden ‘formatlamak isteyen’ Birleşik Devletler 1991’de Irak’a müdahale etmişti. Irak’ın kitle imha silahları (KİS) geliştirdiği gerekçesini öne süren Birleşik Devletler Irak’a 2003’te ikinci kez müdahale etti. Suudi Arabistan ve Kuveyt, bombalamaları sağlayacak hava üslerini tedarik ettiler. Ortadoğu’da koordine edilmeksizin kendiliğinden ve hızla gelişen bir 128 Amerikan-karşıtılığı doksanlı yıllara damgasını vurdu. Filistin’deki direniş ve İsrail’in aldığı Batı desteğinin ‘haksız’ addedilmesi dünyada radikal İslam’ın mesajının ilgi çekici olmaya başladığı bir ortam oluşturmaktaydı. Karşıt küreselleşme hareketi ya da 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında popüler bir hareket olan siyasal İslam, şiddetten farklı olarak, Arap Müslümanlarının askeri yenilgilerine, siyasi haklarının devletlerince teslim edilmeyişine, buna bağlı olarak ülkelerinin yönetilişinde kendilerini ifade edememelerine ve nihayetinde petrol zenginliğine rağmen yolsuzluk dolu hanedanlarının ekonomik sıkıntıya sebeb olmasına bir tepkiydi. Söylemindeki radikal unsurlardan çok bu sayılan faktörler hareketi oluşturmuştur. Daha sonraları Hilafetin gelmesiyle düze çıkılacağını ve pan-İslami bir devletin kurulması gerektiğini savunan Müslüman Kardeşler taraftarları bunun nasıl meşru kılanacağı ve yapılabileceği üzerinde ihtilafa düştüler. Hasan el-Benna, siyasi figürlerin suikasta uğramasının meşru olacağını savundu fakat zaman içinde kendisi süikasta kurban gitti. Taraftarları 1952’deki Mısır devriminde rol aldılar. Cemal Abdül Nasır, Seyyid Kutub’a eğitim bakanlığı pozisyonunu verdiyse de pozisyonu reddeden Kutub, daha sonra bölge liderlerinin Allah’ın kanununu ya da Şeriatı uygulamadıkları için artık ümmete dahil olmadıklarına dair yazılar kaleme aldı. Ölümü sonrası Müslüman Kardeşler şiddete karşı olanların oluşturduğu bir anaakım ile şiddet taraftarı gizli ve devrimci bir alt grup olarak ikiye ayrıldı. Bu gizli grup daha sonradan İslami Cihat örgütü olacaktı. İlginç bir analojiyle yazar, bu iki grup arasındaki ayrımı Prostestanlarla Kalvinistler arasındaki ihtilafa benzetiyor. Protestan İslamı’nın teslimcisi olarak tasvir ettiği anaakım Müslüman Kardeşleri, Kalvinistçe bir bakışla dar bir grubun önalması gerektiğini düşünen Cihadi yaklaşımdan ayırıyor. Tüm bu gelişmelere rağmen bu gruplar Ortadoğu’nun hemen hemen her ülkesinde baskılanıyor ve etkisizleştiriliyorlar. Fakat özellikle Suudi Arabistan tarafından finanse edilen bu gruplar düşük profilde de olsa varlığını devam ettiriyor. Afganistan’da Sovyetler’e karşı savaş vermeye değin genişletilen bu akım Kitap İncelemesi Ortadoğu devletleri tarafından içerde baskılanıp bir yandan da sürgün edilince iki farklı noktada üs ediniyor: Afganistan ve İngiltere. İki farklı coğrafyada tamamiyle değişik siyasi koşullar altında varlık gösteren akım ancak 11 Eylül 2001 saldırlarından sonra İngiltere’den dışlanıyor. 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası Birleşik Devletler, Yemen ve Somali’ye askeri harekât düzenlemeyi düşündüyse de Afganistan’a müdahale sonrası Irak’a müdahale etti. 2003 müdahalesinin gerekçesi olan kitle imha silahları 9 yılı bulan işgal sırasında bir türlü ortaya çıkmamıştır. Birleşik Devletler’in işgal öncesi ve sonrası müttefiklik ilişkileri hasar görmüştür. Türkiye ve Suudi Arabistan’la yaşadığı krizlere ek olarak Avrupalı müttefikleri Fransa ve Almanya’yla da sorun yaşayan Birleşik Devletler işgal öncesinde de sonrasında da Ortadoğulu diktatörleri ve askeri kadroları desteklemekden geri durmadığı için bölge halkları nezdinde yumuşak gücünü neredeyse sıfırlamıştır. Bölge halklarının Birleşik Devletler’e ve meşruiyetten yoksun kendi liderlerine muhalefeti, ekonomik sıkıntılar ve işsizlik rakamlarıyla birleşmiş, siyasal özgürlüğün olmadığı ama telekomünikasyon devrimiyle diğer ülkelerdeki koşulların izlenebildiği 21. yüzyılın başında Arap Baharı’na dönüşmüştür. Hem Mansfield hem de Pelham Arap Baharı’na giden bu yolu Ortadoğu devletlerinin baskıcı politikaları özelinde detaylandırıyorlar. Ortadoğu liderleri Arap Baharı gelene kadar ardarda gelen krizleri savuşturmakta usta olagelmişlerdi. Bu döngü 2010’da kırıldı. Arap Baharı sokağın gücünü gösterdi. Yine de bu güç birçok bölge ülkesinde halen test edilmeye devam ediyor ve otoriter eğilimlerden demokrasiye geçiş kolay olmuyor. 2013 yılının ve sonrasının Ortadoğu’da nelere gebe olabileceğine dair fikir veren son bölüm Ortadoğu’nun sosyolojisi ve özellikle siyasetindeki açmazları ve nedenlerini anlatıyor. Tunuslu gazeteci Ridha Kefi’nin ifadesiyle Arap kuzularının sessizliğini bozduğu siyasi iklim olan Arap Baharı’na gidişin anlatıldığı kitapta teknolojinin ve Batı dünyasının rolü de azımsanmamış. Batı’nın ne 11 Eylül öncesinde ne de sonrasında değişen politikası sabittir: özgürlük değil güvenlik temelinde politikalar uygulamıştır. Batı baskıcı politikaları nedeniyle kendisiyle ve değerleriyle çelişirken bir yandan Ortadoğu halkları da Osmanlı’dan bu yana, belki de geçikmiş bir şekilde, en etkili dik durma çabalarından birini veriyor. Halkların seçtiği yeni liderlerin Batı’yla eski liderlerden farklı bir dansa kalkıp kalkmayacaklarını önümüzdeki yıllar gösterecek. O zamana kadar A History of the Middle East iyi bir okuma olacaktır. O 48. sayıda Aylin ÜNVER NOI’nin Arap Baharı ve Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri makalesinin Abstract’ı yanlış basılmıştır. Düzeltir, özür dileriz. Abstract This article analyzes foreign policy approaches of Turkey and the European Union to the Middle East and North Africa region before and after Arab Spring. with special focus on “soft power’ and ‘normative power’ concepts. In this context, the article examines whether there will be a coordination between Turkey and the European Union in the short and medium term. 129