TRAKYA ÜNİVERSİTESİ BALKAN ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ DERGİSİ Akademik Dergi Cilt: 4, Sayı: 2, Aralık 2015 TRAKYA UNIVERSITY JOURNAL OF BALKAN RESEARCH INSTITUTE Academic Journal Volume 4, Number 2, December 2015 EDİRNE 2015 DERGİ SAHİBİ / OWNER Prof. Dr. Yener YÖRÜK Trakya Üniversitesi Rektörü EDİTÖRLER / EDITORS Doç. Dr. Rıdvan CANIM ■ Yrd. Doç. Dr. Bülent AKYAY YAYIN KURULU / EDITORIAL BOARD Prof. Dr. Kerima FILAN ■ Prof. Dr. Ahmet GÜNŞEN ■ Prof. Dr. Dragi GJORGIEV Prof. Dr. Machiel KIEL ■ Prof. Dr. Mirjana TEODOSIJEVIC ■ Prof. Dr. Thanos VEREMİS Doç. Dr. Rıdvan CANIM ■ Doç. Dr. Liliana BOSCAN ALTIN ■ Doç. Dr. Alexei KALİONSKİ Doç. Dr. İlhan TOKSÖZ ■ Yrd. Doç. Dr. Bülent AKYAY ■ Yrd. Doç. Dr. Levent DOĞAN İNGİLİZCE EDİTÖR / ENGLISH LANGUAGE EDITOR Yrd. Doç. Dr. Lütfiye ÖZAYDIN CENGİZHAN YAYIN KOORDİNATÖRÜ / PUBLICATION COORDINATOR Arş. Gör. Dr. Kader ÖZLEM DİZGİ / TYPESETTING Öğr. Gör. Utku KIRLIDÖKME HALKLA İLİŞKİLER / PUBLIC RELATIONS Arş. Gör. Fatma RODOPLU İNDEKS KOORDİNATÖRÜ / INDEX COORDINATOR Yrd. Doç. Dr. Ali HÜSEYİNOĞLU KAPAK TASARIM / COVER DESIGN Niğmet GÜLER YAZIŞMA ADRESİ / CORRESPONDENCE ADDRESS T.Ü. Balkan Yerleşkesi Enstitüler Binası Balkan Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü 22030 Edirne, Türkiye Telefon / Phone: +90 284 - 235 34 58 Belgegeçer / Fax : +90 284 - 236 31 79 E-Mektup / E-mail: baedergisi@trakya.edu.tr BASKI / PRINTING Trakya Üniversitesi Matbaası Edirne Teknik Bilimler MYO – Sarayiçi Yerleşkesi / EDİRNE ULUSLARARASI BİLİM DANIŞMA KURULU INTERNATIONAL SCIENTIFIC ADVISORY COMMITTEE Prof. Dr. Yücel ACER, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Ankara/Türkiye Prof. Dr. İlker ALP, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Prof. Dr. Mustafa ARGUNŞAH, Erciyes Üniversitesi, Kayseri/Türkiye Prof. Dr. Engin BEKSAÇ, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Prof. Dr. Nuray BOZBORA, Marmara Üniversitesi, İstanbul/Türkiye Prof. Dr. Şerif Ali BOZKAPLAN, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir/Türkiye Prof. Dr. Sabina BAKSİC, Saraybosna Üniversitesi, Saraybosna/Bosna-Hersek Prof. Dr. Bernt BRENDEMOEN, University of Oslo, Oslo/Norveç Prof. Dr. Alpaslan CEYLAN, Atatürk Üniversitesi, Erzurum/Türkiye Prof. Dr. Swietlana M. CZERWONNAJA, Nicolaus Copernicus University, Torun/Polonya Prof. Dr. Hasret ÇOMAK, Kocaeli Üniversitesi, Kocaeli/Türkiye Prof. Dr. Recep DUYMAZ, Edirne/Türkiye Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN, Ege Üniversitesi, İzmir/Türkiye Prof. Dr. Süleyman Sırrı GÜNER, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Prof. Dr. Ahmet GÜNŞEN, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Prof. Dr. Mehmet HACISALİHOĞLU, Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul/Türkiye Prof. Dr. Nimetullah HAFIZ, University of Pristina, Priştine/Kosova Prof. Dr. Fadil HOCA, Saints Cyril and Methodius University, Üsküp/Makedonya Prof. Dr. Zegir KADRIU, SEEU University, Kalkandelen/Makedonya Prof. Dr. Ayşe KAYAPINAR, Kâtip Çelebi Üniversitesi, İzmir/Türkiye Prof. Dr. Kemalettin KUZUCU, Marmara Üniversitesi, İstanbul/Türkiye Prof. Dr. Lyubomir MIKOV, Bulgaristan Bilimler Akademisi, Sofya/Bulgaristan Prof. Dr. İrfan MORİNA, University of Pristina, Priştine/ Kosova Prof. Dr. M. Öcal OĞUZ, Gazi Üniversitesi, Ankara/Türkiye Prof. Dr. Ali İhsan ÖBEK, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Prof. Dr. Hikmet ÖKSÜZ, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Trabzon/Türkiye Prof. Dr. Nevzat ÖZKAN, Erciyes Üniversitesi, Kayseri/Türkiye Prof. Dr. Fırat PURTAŞ, TÜRKSOY Genel Sekreter Yrd., Ankara/Türkiye Prof. Dr. Mirjana TEODOSIJEVIC, Univerzited u Beogradu (Belgrad Üniv.), Belgrad/Sırbistan Prof. Dr. Sibel TURAN, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN, İzmir/Türkiye Prof. Dr. Hamit XHAFERİ, SEEU University, Kalkandelen/Makedonya Prof. Dr. Nikolay İvanoviç YEGOROV, Devlet Sosyal Bilimler Enstitüsü Çeboksarı/Rusya Doç. Dr. Selim ASLANTAŞ, Hacettepe Üniversitesi, Ankara/Türkiye Doç. Dr. Rıdvan CANIM, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Doç. Dr. Birgül DEMİRTAŞ, TOBB Üniversitesi, Ankara/ Türkiye Doç. Dr. Ömer Soner HUNKAN, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Doç. Dr. Nazim İBRAHİM, Saints Cyril and Methodius University, Üsküp/Makedonya Doç. Dr. Osman KARATAY, Ege Üniversitesi, İzmir/Türkiye Doç. Dr. Aşkın KOYUNCU, Onsekiz Mart Üniversitesi, Çanakkale/Türkiye Doç. Dr. Emel G. OKTAY, Hacettepe Üniversitesi, Ankara/Türkiye Doç. Dr. İlhan TOKSÖZ, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Doç. Dr. Fahri TÜRK, Trakya Üniversitesi, Edirne/ Türkiye Yrd. Doç. Dr. Arıkan ACAR, Yaşar Üniversitesi, İzmir/Türkiye Yrd. Doç. Dr. Veysi AKIN, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Yrd. Doç. Dr. Bülent AKYAY, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Yrd. Doç. Dr. Tuba ÜNLÜ BİLGİÇ, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Ankara/Türkiye Yrd. Doç. Dr. Levent DOĞAN, Trakya Üniversitesi, Edirne/Türkiye Yrd. Doç. Dr. Murat ÖNSOY, Hacettepe Üniversitesi, Ankara/Türkiye Dr. Goran BANDOV, Univ. College of IR and Diplomacy Zagreb/Hırvatistan Dr. Bartosz BOJARCZYK, University of Maria Curie-Sklodowska, Lublin/Polonya Dr. Lelija SOCANAC, University of Zagreb, Zagreb/Hırvatistan Dr. Zoltan VERES, College of Dunaujvaros, Budapeşte/Macaristan BU SAYININ HAKEMLERİ / REFEREES OF THIS ISSUE Prof. Dr. İlker ALP, Trakya Üniversitesi/Edirne Prof. Dr. Kemal ARI, Dokuz Eylül Üniversitesi/İzmir Prof. Dr. Necdet HAYTA, Gazi Üniversitesi/Ankara Prof. Dr. Sibel TURAN, Trakya Üniversitesi/Edirne Doç. Dr. Rıdvan CANIM, Trakya Üniversitesi/Edirne Doç. Dr. Nizam ÖNEN, Mustafa Kemal Üniversitesi/Hatay Doç. Dr. Uğur ÖZCAN, İstanbul Üniversitesi/İstanbul Doç. Dr. Caner SANCAKTAR, Kocaeli Üniversitesi/Kocaeli Yrd. Doç. Dr. Turgay CİN, Ege Üniversitesi/İzmir Yrd. Doç. Dr. Çağatay ÇAPRAZ, Kırklareli Üniversitesi/Kırklareli Yrd. Doç. Dr. İbrahim ERDAL, Bozok Üniversitesi/Yozgat Yrd. Doç. Dr. Gülşah KURT GÜVELOĞLU, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi/Rize Yrd. Doç. Dr. İbrahim KAMİL, Trakya Üniversitesi/Edirne Yrd. Doç. Dr. Yücel NAMAL, Bülent Ecevit Üniversitesi/Zonguldak Yrd. Doç. Dr. Aslı Şirin ÖNER, Marmara Üniversitesi/İstanbul Yrd. Doç. Dr. Murat ÖNSOY, Hacettepe Üniversitesi/Ankara Yrd. Doç. Dr. Ayşe ÖZKAN, Çankırı Karatekin Üniversitesi/Çankırı Yrd. Doç. Dr. Ubeydullah SEZİKLİ, İstanbul Üniversitesi/İstanbul Dr. Vahit Cemil URHAN, Trakya Üniversitesi/Edirne Dr. Andelko VLASİC, Koç Üniversitesi/İstanbul Balkan Araştırma Enstitüsü (BAE) Dergisi, Akademia Sosyal Bilimler İndeksi (ASOS), T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Veri Tabanı, Central and Eastern European Online Library (CEEOL), EBSCO, J-Gate, Modern Language Association (MLA) International Bibliography ve ProQuest tarafından taranmaktadır. The Journal of Balkan Research Institute (JBRI) is indexed in Akademia Social Sciences Index (ASOS), T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Veri Tabanı, Central and Eastern European Online Library (CEEOL), EBSCO, J-Gate, Modern Language Association (MLA) International Bibliography and ProQuest. Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi (BAE-Dergisi), Balkanlar üzerine sosyal bilimler alanında özgün çalışmalara yer veren uluslararası hakemli bir dergidir. Türkçe ve İngilizce makalelere yer veren BAE-Dergisi, Aralık ve Temmuz aylarında olmak üzere yılda iki kez yayımlanır. BAE-Dergisi’ne gönderilen yazılar, yayımlanmadan önce yayın kurulunca dergi yazım ilkelerine uygunluk açısından incelenir. Yayımlanması uygun bulunan makaleler adları gizli tutulan iki ayrı hakeme gönderilir. Dergide yayımlanan makalelerde savunulan görüşler BAE-Dergisini hiçbir surette bağlamaz. Yayımlanan makale ve yazıların sorumluluğu yazarına aittir. Journal of Balkan Research Institute (JBRI) is an international biannual (July and December) peer-reviewed academic journal that aims to publish original articles, i.e. papers which have not been previously published in any journal, in the realm of Social Sciences related to the Balkans. Each article is examined by the board of editors regarding writing principles and guidelines. The ones approved are sent to two independent experts for double-blind peer review. Authors are responsible for their articles. Any of their ideas are individual and does not bind the JBRI. TRAKYA ÜNİVERSİTESİ BALKAN ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ DERGİSİ TRAKYA UNIVERSITY JOURNAL OF BALKAN RESEARCH INSTITUTE Cilt 4, Sayı 2, Aralık 2015 Volume 4, Number 2, December 2015 İÇİNDEKİLER CONTENTS MAKALELER ARTICLES Bülent AKYAY 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı A Memorandum by a British Officer Sırasında Karadağ Sınırındaki Askerî about the Military Position on the Durum Üzerine Bir İngiliz Subayın Montenegrin Frontier Memorandumu during The Russo-Turkish War of 1877-1878 1-31 Fatma ÇALİK Soğuk Savaş Döneminde Turkey-Hungary Relations in the Cold Türkiye-Macaristan İlişkileri War Era 33-60 Meral JAHJAİ Arnavut Kültür ve Edebiyatında Tradition of Writing Mawlid in Mevlid Yazma Geleneği Albanian Culture and Literature 61-84 Kader ÖZLEM Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi Turkey-Bulgaria Relations in the Period Türkiye-Bulgaristan İlişkileri of Justice and Development Party (2002-2015) (2002-2015) 85-112 Vahit Cemil URHAN Karadağ’da Osmanlı Hâkimiyetinin Weakening of the Ottoman Rule in Zayıflaması (17. ve 18. Yüzyıllar) Montenegro (17th and 18th Centuries) 113-135 Reunification of Mostar: “Is There A Hope?” Özkan ÜNAL Mostar’ın Yeniden Birleşmesi: “Bir Umut Var mı?” 137-157 ÇEVİRİ / TRANSLATION Hüseyin MEVSİM Edirne Bulgar Katolik Mektebi’nden Bir Leh Pederin 93 Harbi Notları 159-184 KİTAP DEĞERLENDİRMELERİ / BOOK REVIEWS Ergün HASANOĞLU Hasan Basri Karadeniz, Osmanlılar ve Rumeli Uç Beyleri “Merkez ve Uç” 185-188 Utku KIRLIDÖKME İoannis N. Grigoriadis, Kutsal Sentez Yunan ve Türk Milliyetçiliğine Dini Aşılamak 189-191 BALKAN GEZİ NOTLARI - III / BALKAN TRIP NOTES - III Rıdvan CANIM Balkanlarda Unutulmuş Kadîm Bir Sevgili: Elbasan/ A Forgotten Beloved in the Balkans: Elbasan 193-203 Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015, ss. 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU* Bülent AKYAY** ÖZET 1875 yılında Hersek’te çıkan isyan kısa sürede gelişerek Şark Meselesi’nin yeni bir krizine başlangıç teşkil etmiştir. Avrupa güçler dengesi çerçevesinde Büyük Güçlerin müdahalesiyle kriz uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Osmanlı Devleti’ni zor durumda bırakan bu isyanı takip eden süreçte yaşanan 1876 Bulgar İsyanı, 1876 Osmanlı-Sırp-Karadağ Savaşı, 1876 İstanbul (Tersane) Konferansı ile Panslavizm tüm ağırlığını hissettirmiş ve nihayet 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na sebep olmuştur. Savaş sırasında Osmanlı hudut bölgelerinde incelemelerde bulunan İngiliz istihbarat subayı Yüzbaşı F.C.H. Clarke, gönderdiği raporlarla ülkesini bilgilendirmekteydi. Çalışmada Yüzbaşı Clarke’ın 1877 yılı Ekim ayında TürkKaradağ sınırındaki askerî duruma dair hazırladığı memorandumu çerçevesinde Osmanlı Devleti ile Karadağ arasındaki sınır bölgesinde her iki tarafın askerî durumu ele alınacaktır. Anahtar Kelimeler: Osmanlı-Rus Savaşı, Karadağ, Osmanlı Devleti, F.C.H. Clarke, Askerî Durum, İngiltere. A MEMORANDUM BY A BRITISH OFFICER ABOUT THE MILITARY POSITION ON THE MONTENEGRIN FRONTIER DURING THE RUSSO-TURKISH WAR OF 1877-1878 ABSTRACT The revolt in Herzegovina in 1875, constituted the beginning of a new crisis in the Eastern Question. Within the balance of European Powers, this crisis had become an international problem with the intervention of the Great Powers. The course following the revolt had left Ottoman Empire in a difficult position and Pan* Bu makale, 23-24 Kasım 2015 tarihleri arasında Podgorica-Karadağ’da düzenlenen “Montenegro and The Ottoman Empire: The Experience of Interstate Relations” adlı uluslararası sempozyumda sunulmuş bildirinin genişletilmiş ve geliştirilmiş halidir. ** Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi Balkan Araştırma Enstitüsü, Balkan Tarihi Anabilim Dalı, Edirne, E-mektup: b.akyay@gmail.com. 1 BÜLENT AKYAY Slavism made feel the full weight for Ottomans during the period with the events like the Bulgarian Rebellion of 1876, Ottoman-Serbian-Montenegrin War of 1876, The Conference of Istanbul (Tersane) in 1876, and finally, these events caused to the “War of 93” known as the Russo-Turkish War of 1877-1878. During the war time, British intelligence officer Captain F.C.H. Clarke informed his country with his reports regarding the Ottoman Balkan frontiers. In this paper, the military position on both sides of the frontier between the Ottoman Empire and Montenegro will be discussed within the framework of Captain Clarke’s memorandum dated as October 1st, 1877. Keywords: The Russo-Turkish War, Montenegro, Ottoman Empire, F.C.H. Clarke, Military Position, Britain. Giriş Bu çalışmada Francis Coningsby Hannam Clarke’ın Levâzım Dairesi Başkan Yardımcısı Vekili imzasıyla Karadağ sınırındaki askerî durum üzerine hazırladığı 1 Ekim 1877 tarihli memorandumu incelenecektir.1 Ayrıca bu memorandumdan hareketle 1877-1878 OsmanlıRus Savaşı sebebiyle Balkanlarda açılan Tuna cephesinin dışında daha batıda ikincil öneme sahip de olsa bir başka cephenin varlığına dikkat çekmek ve bu suretle Britanya’nın gözünden bu bölgenin nasıl algılandığını gündeme taşımak amaçlanmıştır. Söz konusu memorandumun Türkçe tercümesi bu çalışmanın sonunda ayrıca ek olarak verilecektir. Öncelikle memorandumun hazırlandığı döneme kadar bu süreçte bölgedeki gelişmelerin tarihî seyrine kısaca değinmekte yarar vardır. 1875 yılı Temmuz’unda Hersek’te başlayan ayaklanmaya Karadağ’ın el altından verdiği destek yeni bir Balkan krizine yol açmış ve Rusya’nın olaya müdahil olmasıyla da ayaklanma bir Avrupa sorunu haline gelmiştir. Osmanlı birlikleri ayaklanmayı bastıramayınca Avrupa devletlerinin isteği üzerine Babıâli asilerle görüşmeyi kabul etse de, BosnaHersek’in Hıristiyan bir vali yönetiminde özerk olması talebini reddetmiştir. Bunun ardından asiler ayaklanmayı bir Slav ihtilâline dönüştürmeye çalışmışlardır.2 1 The National Archives (TNA) F.O. 881/3480, “Memorandum by Captain Clarke, R.A., on the Present Position on the Montenegrin Frontier”. 2 Mahmud Celâleddin Paşa, Mir‘at-ı Hakîkat, haz. İsmet Miroğlu, Berekât Yay., İstanbul 1983, ss. 51-62; İsmail Hakkı Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 4, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1972, ss. 246-249; Kemal Baltalı, “1875 Hersek Ayaklanmasının 2 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU Osmanlı Devleti’nin bölgedeki isyanı yatıştırmak için yayınladığı “Adalet Fermanı”na Rusya ve Almanya itibar etmeyince Balkanlardaki karışıklıklardan en az Osmanlı Devleti kadar rahatsız olan AvusturyaMacaristan, bu iki güç nezdinde harekete geçmiş ve Başbakan Andrassy bir reform programı hazırlamıştır. 30 Aralık 1875 tarihinde “Andrassy Notası” adı verilen bu program 31 Ocak 1876’da Osmanlı Devleti’ne takdim edilmiştir. “Andrassy Notası”,3 özerkliği değil, bazı mahallî yetkilerin genişletilmesini ve bölgenin güvenliğine yönelik bazı ek tedbirleri öngörmüştü. İstanbul hükümeti de 11 Şubat 1876 tarihli cevabında “vergilerin yerinde harcanması” maddesi dışında notayı kabul etmiş ve 13 Şubat 1876 Fermanı’nı yayınlamıştır.4 Fakat bu girişimler pek verimli bir sonuç doğurmamış görünmektedir. Zira asiler, Karadağ ve Sırbistan’ın verdiği destekten emin bir halde “Andrassy Notası”na ve 13 Şubat Fermanı’na itibar etmeyerek ayaklanmayı sürdürmüşlerdir. Sert geçen 1875-76 kışı isyancılara pek fazla hareket imkânı vermemişti. Ancak baharla birlikte tekrar faaliyete geçmişler, Karadağlılarla birleşerek Nikşik’i kuşatmışlardır. Osmanlılar çok Uluslararası Bir Nitelik Kazanması”, Belleten, LI/199, Ankara 1988, s. 205; B. H., Sumner, Russia and The Balkans, 1870-1880, Clarendon Press, Oxford 1937, ss. 142-143; J. A. R. Marriot, The Eastern Question: An Historical Study in European Diplomacy, Clarendon Press, 4th ed., Oxford 1940, s. 322; Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. VII, TTK Yay., Ankara 1988, ss. 74-76 ve s. 79; Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, 1789-1914, TTK Yay., Ankara 1997, ss. 495-496; Yuluğ Tekin Kurat, “1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin Sebepleri”, Belleten, XXVI/103, Ankara 1962, s. 569; Bülent Akyay, Tesalya Meselesi (1881), Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Yrd. Doç. Dr. Turan Gökçe, İzmir 2001, s. 71; Bülent Akyay, “93 Harbi Sırasında Türk-Yunan Sınırındaki Askerî Durum Üzerine Bir İngiliz Subayın Raporu”, Yeni Türkiye, S. 68, Ankara 2015, s. 2729. 3 Andrassy Notası hakkında geniş bilgi için bkz. David Harris, A Diplomatic History of the Balkan Crisis of 1875-1878: The First Year, Archon Books, California 1969, ss. 132-287. 4 Mihailo D. Stojanovic, The Great Powers and The Balkans, 1875-1878, Cambridge University Press, London 1939, ss. 28-56; Sumner, a.g.e., ss. 151-153; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 71-76; F. A. K. Yasamee, Ottoman Diplomacy: Abdülhamid II and the Great Powers, 1878-1888, The Isis Press, İstanbul 1996, s. 14; L. S. Stavrianos, The Balkans since 1453, Holt, Rinehart & Winston, New York 1961, s. 400; Mithat Aydın, Balkanlarda İsyan: Osmanlı-İngiliz Rekabeti, Bosna-Hersek ve Bulgaristan’daki Ayaklanmalar (1875-1876), Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2005, ss. 80-98; Baltalı, a.g.m., ss. 206-207; Kurat, a.g.m., ss. 577-578; Danişmend, a.g.e., ss. 250-251; Marriot, a.g.e., ss. 322-324; M. S. Anderson, The Eastern Question, 1774-1923, MacMillan, New York 1966, s. 182; Nihat Erim, Devletlerarası Hukuk ve Siyasî Tarih Metinleri, C. 1 (Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yay., Ankara 1953, s. 374; Akyay, a.g.t., s. 72; Karal, a.g.e., ss. 80-82; Armaoğlu, a.g.e., ss. 497-499; Akyay, a.g.m., s. 2730. BAED 4/2, (2015), 1-31. 3 BÜLENT AKYAY zor şartlar altında Nikşik’e yardım ulaştırabilmişlerdir. “Andrassy Notası”nın sonuçsuz kalmasının inisiyatifi Rusya’ya geçirmesi üzerine Avusturya-Macaristan izlediği politikada değişiklik yaparak ayaklanan bölgeleri kendi kontrolüne almaya karar vermiştir. Bu durum ise AvusturyaMacaristan’ı Rusya ile birlikte hareket etmeye sevk etmiştir.5 Diğer yandan 1876 yılı Nisan ayında başlayan Bulgar İsyanı Osmanlı Devleti tarafından bastırılmışsa da ardından yaşanan Selânik Olayı Avrupa kamuoyunu olumsuz etkilemiştir. Rus Şansölyesi ve Dışişleri Bakanı Prens Gorçakof, Berlin’e giderek Osmanlı Devleti’ne baskı yapılması yönünde Bismarck’ı ikna etmiştir. Avusturya-Macaristan’ın da dâhil olduğu görüşmelerin sonunda “Berlin Memorandumu”6 adını alan belge 13 Mayıs 1876 tarihinde Osmanlı Devleti’ne tebliğ edilmiştir. Ültimatom özelliği taşıyan bu memorandumda, alınması istenen önlemlerin yerine getirilmemesi halinde başka yollara başvurulacağı belirtilerek Babıâli tehdit edilmiştir. Bu memoranduma, Fransa ve İtalya önce destek vermişlerse de İngiltere, belgeyi onaylamayınca bu desteklerini geri çekmişlerdir.7 Bu gelişmelerin yaşandığı kaotik ortamda V. Murad’ın 31 Mayıs 1876 tarihinde Osmanlı tahtına geçmesiyle sonuçlanan İstanbul’daki saltanat değişimi Sırbistan ve Karadağ’ı cesaretlendirirken, Rus desteğinin de verdiği güvenle Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etmelerini kolaylaştırmıştır.8 Karadağ ile Savaşlar Dönemi (1876-1878) Karadağ, Hersek ayaklanması ile başlayan süreçten yararlanarak Sırbistan ile beraber Osmanlı Devleti’ne karşı savaş hazırlıklarına başlamış 5 Uğur Özcan, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı-Karadağ İlişkileri, TTK Yay., Ankara 2012, ss. 38-39; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 77-80; Aydın, a.g.e., ss. 101-107; Armaoğlu, a.g.e., s. 500; Karal, a.g.e., s. 81; Akyay, a.g.m., s. 2730. 6 Berlin Memorandumu hakkında ayrıntılı olarak bkz. Harris, a.g.e., ss. 288-376. 7 Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 81-91; Stavrianos, a.g.e., s. 400; Sumner, a.g.e., ss. 163-164; Marriot, a.g.e., s. 325; Stojanovic, a.g.e., ss. 58-74; Anderson, a.g.e., s. 183; Baltalı, a.g.m., ss. 212-214; Kurat, a.g.m., s. 578; Danişmend, a.g.e., ss. 251-253 ve ss. 255-256; Aydın, a.g.e., ss. 107-118; Karal, a.g.e., ss. 98-101; Akyay, a.g.t., s. 72; Armaoğlu, a.g.e., ss. 501-502; Akyay, a.g.m., s. 2730. 8 Özcan, a.g.e., s. 45; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 101-116 ve 137-154; Stavrianos, a.g.e., s. 402; Marriot, a.g.e., s. 325; Stojanovic, a.g.e., ss. 183-208; Anderson, a.g.e., ss. 184185; Danişmend, a.g.e., ss. 256-283; Karal, a.g.e., C. VII, ss. 108-109; Karal, a.g.e., C. VIII, ss. 14-16; Armaoğlu, a.g.e., ss. 503-505; İ. Halil Sedes, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (IV)”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, S. 36, Şubat 1988, s. 69. 4 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU ve 15 Mayıs (Sedes’e göre Haziran) 1876’da konuyu Meclise taşımıştı. Karadağ Meclisi’nin de savaş ilânı yönünde bir karar alması Prens Nikola’nın elini güçlendirmişti. 26 Mayıs’a gelindiğinde AvusturyaMacaristan ve Rusya’nın da teşvikiyle Karadağ ve Sırbistan arasında Osmanlı Devleti’ne karşı savaşın gidişatında ortak hareket etmeye matuf bir ittifak antlaşması yapılmıştır. Sırp Prensi Milan Osmanlı askerinin sınırlarından çekilmesini ve kendisinin Bosna-Hersek valisi olarak atanmasını talep etmiş ve bu talebi reddedilince o da 1 Temmuz 1876’da Osmanlı Devleti’ne savaş açmıştır. Bu savaş ilânı ve Herseklilerin Karadağ Prensi Nikola’yı kendileri için hükümdar seçmeleri Karadağ’ın da cesaretini arttırmıştır. Nitekim ertesi gün Karadağ’da Osmanlı Devleti’ne resmen savaş açmıştır.9 Slav tehlikesinin giderek büyümesi Avusturya-Macaristan’ı da telaşlandırmıştır. Bu vaziyeti fark eden Rusya, Osmanlılar ile birlikte hareket etmesinden çekindiği için Avusturya-Macaristan ile bir uzlaşmaya varmıştır. Çar II. Aleksander ve İmparator Franz Joseph Osmanlıların olası bir zaferi ya da yenilgisi durumunda Balkanları paylaşmak maksadıyla bir araya gelmişler 8 Temmuz 1876’da Reichstadt Antlaşmasıyla her iki Balkan topraklarını aralarında paylaşmışlardır.10 Osmanlı Devleti yaptığı diplomatik hamlelerle Sırbistan ve Karadağ tarafından kendisine savaş açıldığını ve meşru müdafaada bulunduğunu Avrupalı güçlere anlatmaya çalışmıştır. Karadağ, Osmanlılar karşısında başlıca İşkodra ve Hersek cepheleri başta olmak üzere iki cephede savaşa girmiştir. Karadağlılar bu cephelerde hem düzenli ordu hem de çetelerle savaşı yürütmüşlerdir. Karadağ’ın ana hedefi kuzeyden Sırp kuvvetleriyle birleşmekti. Osmanlı ordusu Karadağlılar ile başta Vučji Do, Fundina, Medun Trijebač, Spuz ve Doljani gibi nispeten büyük muharebeler olmak üzere 27 kadar da irili ufaklı çatışmada karşı karşıya gelmişti. 28 Temmuz 1876 tarihli Vucji Do Muharebesinde Hersek cephesi komutanı Ahmet Muhtar Paşa yenilmiş ve geriye, Trebinje’ye çekilerek İstanbul’dan acil yardım istemiştir. Güneyde, İşkodra cephesinde ise çatışmalar Medun kalesi merkezli yaşanmıştır. Burada Karadağ saldırıları başlangıçta püskürtülmüşse de nihayetinde Osmanlılar Medun’da bozguna uğramışlar ve Karadağlılar 9 Özcan, a.g.e., ss. 44-45; İ. Halil Sedes, 1876-1877 Osmanlı Karadağ Seferi, Askerî Matbaa, İstanbul 1936, s. 11; Karal, a.g.e., C. VIII, ss. 14-15. 10 Sumner, a.g.e., ss. 174-176; Stavrianos, a.g.e., s. 404; Stojanovic, a.g.e., ss. 74-77; Anderson, a.g.e., s. 185; Kurat, a.g.m., ss. 580-581; Karal, a.g.e., s. 18; Akyay, a.g.t., s. 73; Armaoğlu, a.g.e., ss. 505-506; Özcan, a.g.e., s. 47; Akyay, a.g.m., s. 2730. BAED 4/2, (2015), 1-31. 5 BÜLENT AKYAY Osmanlı sınırları içine girmişlerdir. Buna karşın Sırbistan cephesinde ise Osmanlılar başarılı olmuş ve Prens Milan savaşın bitirilmesi için Belgrad’daki konsoloslardan aracı olmalarını istemiştir.11 Osmanlı orduları karşısında Sırpların yenilgiye uğrayıp barışa yanaşmaları Karadağ’ın tepkisini çekse de İngiltere başta olmak üzere Avrupalı büyük güçler Osmanlı Devleti’ni ateşkes ilânına zorlamışlardır. Babıâli, 14 Eylül’de Sırplar için ağır şartlar ileri sürerken Karadağlılar için savaş öncesi durumu esas almışlardır. Bulgar isyanının, sözde şiddete başvurularak bastırılmasını gayet iyi işleyen Liberal Parti başkanı ve İngiltere muhalefetinin güçlü ismi William Gladstone sayesinde İngiliz kamuoyu Osmanlıların aleyhine dönmüştü. İngiltere, 21 Eylül’de diğer güçlerin de onayı ile İstanbul’a yeni bir program ve ateşkes şartları sunmuştur. Bu şartları Sırplar ve Karadağlılar reddetmişler ve 25 Eylül 1876’da Sırplar tekrar savaşa başlamışlarsa da yine mağlup olmuşlardır. 31 Ekim tarihinde Rus elçisi İgnatyef de bir ültimatom vermek suretiyle Babıâli’nin savaşı durdurmasını istemiştir. Osmanlı Devleti de Rusya ile savaşa girmemek adına bu ültimatomu kabul etmiştir. Bunun üzerine Sırbistan ve Karadağ ile ateşkes yapılarak bu çatışmasızlık hali iki ay daha uzatılmıştır.12 İngiltere, Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda ıslahat yapması yönünde İstanbul’da bir konferans toplanması için diğer devletleri ikna etmiştir. Babıâli, 23 Aralık 1876’da başlayan Tersane Konferansı’nın şartlarını 18 Ocak 1877 tarihinde reddetmiştir. Zira konferansta Karadağ’a toprak verilmesi de söz konusuydu. Konferans sonuçta Sırbistan ve Karadağ ile ateşkesin 2 ay daha uzatılmasına yaramış oldu. 26 Şubat 1877’de Sırbistan ile barış yapılabilmişse de Karadağ ile barış girişimlerinden Karadağ’ın beklentilerinin daha yüksek olması sebebiyle bir sonuç alınamamıştır. Beklenen savaşın giderek kaçınılmaz hale gelmesi üzerine Rusya ve Avusturya-Macaristan, Peşte Antlaşması ile Balkanlardaki niyetlerini yazılı 11 Sedes, a.g.e., ss. 42-110; Vahit Cemil Urhan, Karadağ’ın Bağımsızlığını Kazanması (18511878), Yayımlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2015, ss. 213-264; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 139-154; Özcan, a.g.e., ss. 51-54. 12 Taha Niyazi Karaca, Büyük Oyun: İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osmanlı’yı Yıkma Planı, Timaş Yay., İstanbul 2011, ss. 147-184; Stojanovic, a.g.e., ss. 78-94; Aydın, a.g.e., ss. 155-181; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 171-191; Erim, a.g.e., s. 376; Karal, a.g.e., C. VIII, ss. 18-24; Armaoğlu, a.g.e., ss. 509-510; Danişmend, a.g.e., s. 291; Kurat, a.g.m., s. 582; Sedes, a.g.m., s. 70; Akyay, a.g.t., s. 74; Özcan, a.g.e., ss. 57-59; Urhan, a.g.t., ss. 265272; Akyay, a.g.m., ss. 2730-2731. 6 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU hale getirmişlerdir. Buna göre Avusturya-Macaristan Bosna-Hersek’i almış, karşılığında ise Balkanlarda Rusları serbest bırakmıştır. Böylelikle Rusya, Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın tarafsızlığını sağlamıştır.13 31 Mart 1877 tarihine gelindiğinde Londra’da İstanbul (Tersane) Konferansı’na katılmış olan Avrupalı altı gücün onayı ile “Londra Protokolü” kabul edilmiştir. Muhafazakâr Parti lideri İngiliz Başbakan Disraeli, iç politikada rakibi Gladstone’un ciddi baskısı altında diğer güçlere katılarak protokolü imzalamak zorunda kalmıştı. Karadağ ile ilgili protokol maddeleri ise Tersane Konferansı’na göre daha hafifletilmişti. Savaş çıkmaması için Karadağ adına talep edilen yer Nikşik kazasına indirgenmişti. Ayrıca Babıâli’nin evvelce Bosna, Hersek ve Bulgaristan için yapmayı kabul ettiği reformların icrası İstanbul’dan isteniyordu. İngiltere’nin, İstanbul’un bu protokolü reddetmesi durumunda kendisini bu protokole bağlı saymayacağını açıklamasıyla bundan cesaret alan Babıâli, 3 Nisan’da meclisin reddettiği protokolü 11 Nisan 1877’de reddettiğini açıklamıştır. Bunun üzerine Rus Çarı, 24 Nisan’da ordularına sınırı geçme emrini vermiş ve meşhur 93 Harbi’ni başlatmıştır. Bunun üzerine Karadağ da Rusya’nın yanında yer almıştır.14 Karadağ ile Osmanlı Devleti arasında bir barış antlaşması yapılmadığından 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi başlayınca ateşkes halinden tekrar savaş haline geçilmiş oldu. Osmanlı birlikleri Karadağ’a karşı Hersek, İşkodra ve Yenipazar cephelerinden savaşa katılmışlardır. Savaşın başında Osmanlılar Karadağ’a karşı üstünlük sağlamışlardı. Karadağ’ı bir an önce 13 İ. Halil Sedes, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (V)”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, S. 37, Mart 1988, ss. 59-61; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 192-201, 159-163 ve 206-220; Stojanovic, a.g.e., ss. 95-144; Anderson, a.g.e., ss. 190-194; Armaoğlu, a.g.e., ss. 511-515; Sumner, a.g.e., ss. 229-254; Yasamee, a.g.e., s. 16; Stavrianos, a.g.e., ss. 405-406; Marriot, a.g.e., ss. 332-333; Danişmend, a.g.e., ss. 291-296; Karal, a.g.e., ss. 28-38; İ. Halil Sedes, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (VI)”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, S. 41, Temmuz 1988, s. 61; Kurat, a.g.m., s. 590; Akyay, a.g.t., s. 75; Özcan, a.g.e., ss. 61-66; Urhan, a.g.t., ss. 273-279; Akyay, a.g.m., s. 2731. 14 Henry Kissinger, Diplomasi, Çeviren: İbrahim H. Kurt, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 2000, s. 138; H. Hikmet Süer, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi Rumeli Cephesi, ATASE Yay., Ankara 1993, s. 65; Sumner, a.g.e., ss. 255-271; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 258-272; Marriot, a.g.e., ss. 333-334; Stavrianos, a.g.e., s. 406; Yasamee, a.g.e., s. 17; Karal, a.g.e., ss. 39-40; Armaoğlu, a.g.e., s. 516; İ. Halil Sedes, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (VII)”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, S. 42, Ağustos 1988, ss. 55-58; Akyay, a.g.t., s. 75; Özcan, a.g.e., ss. 69-70; Urhan, a.g.t., ss. 280-303; Akyay, a.g.m., s. 2731. BAED 4/2, (2015), 1-31. 7 BÜLENT AKYAY yenerek birlikleri Rus cephesine nakletmek düşüncesi hâkimdi. Ancak Karadağ üç tümen kadar bir Osmanlı askerî gücünü oyalamayı başarmıştır.15 Hersek cephesi kumandanı Süleyman Paşa 31 Mayıs 1877’de Nikşik’teki Osmanlı birliklerine ikmal malzemesi götürmek için harekete geçmiş zorlu Piva ve Duga geçitlerini aşmıştır. Nikşik’te büyük muharebeler yaşanınca Prens Nikola karargâhını Nikşik yakınlarından Ostrog’a taşımak zorunda kalmıştır. Ardından Süleyman Paşa Ostrog boğazını da geçmiş ve Spuz’a kadar ilerlemiştir. Hersek ve Yenipazar birlikleri İşkodra birlikleriyle birleşmişlerse de zorlu arazi şartları Osmanlı askerini güç durumda bırakmıştır. Yine de harbin bu safhasında Karadağ karşısında muzaffer olunmuştur.16 Savaşın Tuna ve Kafkas cephelerinde şiddetini giderek arttırması üzerine Süleyman Paşa komutasındaki birlikler Bar’dan denizyoluyla Dedeağaç’a, oradan da Edirne üzerinden Tuna cephesine nakledilmişlerdir. Yenipazar kumandanı Müşir Mehmet Ali Paşa da ihtiyat birliği olarak Sofya’ya gönderilmiştir. Bu kuvvet kaydırmalarından sonra bir müddet daha Karadağlılara karşı başarılar kazanılmış, Osmanlı birlikleri 15 Temmuz 1877’de Bar civarında Karadağlıları yenmişlerdir.17 Rusların ard arda kazandığı başarılarla Osmanlılar zor durumda kalınca Karadağlılar Bosna topraklarına girmişler, Duga boğazı istihkâmlarını, Piva ve Bileke’yi zapt ederek Nikşik’i kuşatmışlar ve 8 Eylül 1877’de 48 gün süren bir kuşatmanın ardından ellerine geçirmişlerdir. Daha sonra Medun kalesini muhasara altına almışlar, 27 Kasım’da Bar yakınlarındaki Nihaç kalesini zapt etmişlerdir. Plevne’nin düşmesi Karadağlılarda moralleri yükseltmiş ve Ocak 1878’de, savaşın sonlarında, Bar ve Ülgün’ü de ele geçirmişlerdir. Osmanlı Devleti 31 Ocak 1878’de Rusya ile Edirne Mütarekesi’ni imzalayarak savaşı sona erdirmesine rağmen, Karadağlılar ilerlemeye devam ederek Dinosi, Ljesko Polje ve Zabljak gibi yerleri savaşmadan işgal etmişler ve Podgorica’yı ele geçirmişlerdir.18 15 Özcan, a.g.e., ss. 72-73; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 322-323. Özcan, a.g.e., ss. 73-74; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., ss. 323-325; Urhan, a.g.t., ss. 314-320; Sedes, a.g.e., ss. 165-181. 17 Özcan, a.g.e., s. 75; Sedes, a.g.e., s. 203; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., s. 398. 18 Özcan, a.g.e., s. 76-78; Urhan, a.g.t., ss. 333-369; Mahmud Celâleddin Paşa, a.g.e., s. 500; Sedes, a.g.e., ss. 218-250. 16 8 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU Bu noktada İngiltere’nin Osmanlı-Rus Savaşı sırasında izlediği siyasete de kısaca değinmek yerinde olacaktır. Savaşın arifesinde İngiliz kabinesinde 18 aydır bütün girişimlerin sonuçsuz kaldığı ve yeniden harekete geçmenin yararsız olacağı düşüncesiyle bir görüş ayrılığı mevcuttu. Rusya diplomatik oyunu kazanmış gibiydi. Zira Rusya, İngiliz kamuoyunun büyük ölçüde desteği ile birlikte Berlin, Viyana ve Paris tarafından da destekleniyordu. Bu birlikteliğe İngiltere’nin direnmesi son derece güçtü. Başbakan Disraeli’nin elleri adeta bağlanmıştı. Kaldı ki Osmanlı Devleti yanında savaşa girmek hükümetini düşürebilirdi. Harp başlayınca İngiliz avam kamarasında sağlanan 131 oy hükümeti tarafsızlık ve İngiliz çıkarlarını korumak siyasetinde serbest bırakmıştır. Ülkede oluşan genel kanı Rusya’yı silahla değil diplomasi ile yola getirmek şeklindeydi. Zira İngiltere’de esen hava Kırım Savaşı sırasındaki atmosferden çok farklı idi. İngiltere, 6 Mayıs 1877’de Rusya’ya bir nota vererek savaş karşısında tarafsız kalacağını, Osmanlı Devleti’ne kendisinden yardım beklememesini bildirdiğini, taraflardan Süveyş kanalına herhangi bir zarar verilmemesini istediğini, İstanbul’un Türklerden başkasının eline geçmesine kayıtsız kalamayacağını, Boğazların mevcut rejiminin hiçbir şekilde değiştirilemeyeceğini, Basra körfezindeki çıkarlarını koruyacağını, Bulgaristan işgal edilirse bunun geçici olacağı yönündeki Çar’ın teminatını hatırlatmış ve savaş karşısındaki tarafsızlığını da bu şartlara bağlı olarak sürdüreceğini açıklamıştır. Bu şekilde İngiltere Rusya’nın askerî harekâtını ve savaşın siyasî sonuçlarını baştan sınırlamak istemişti. AvusturyaMacaristan da Rusya karşısında benzer bir tutum takınmıştır. 22 Mayıs’ta Romanya’nın Osmanlı Devleti’ne savaş açması üzerine İngiltere AvusturyaMacaristan’a başvurup onların karadan, kendisinin de denizden harekete geçmesi yönünde bir antlaşma teklif ettiyse de Andrassy’nin İngiltere’ye güvenmemesi üzerine müzakereler iki ay uzamış ve İngiltere’nin umut ettiği ittifak ile sonuçlanmamıştır.19 Rus Dışişleri Bakanı Gorçakov, 30 Mayıs’ta Bosna ve Hersek’in Avusturya tarafından işgal edilmesini, Sırbistan ve Karadağ’ın toprak kazanımları gibi bazı hususları içeren bir antlaşma teklifini İngiliz hükümetine sunmuştur. Fakat bu antlaşma teklifi boğazların geçici de olsa Rusya’nın işgaline imkân sağladığı için Londra’da çekincelerle karşılanmıştı ki sonradan teklif geri çekilmiştir. Haziran ayı ortalarında ise Rusya’da 19 Yuluğ Tekin Kurat, Henry Layard’ın İstanbul Elçiliği 1877-1880, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1968, s. 23, 25-26; Kissinger, a.g.e., s. 138; Armaoğlu, a.g.e., ss. 517-518; Anderson, a.g.e., ss. 196-197; Stojanovic, a.g.e., ss. 156-157, 164-165, 169-172. BAED 4/2, (2015), 1-31. 9 BÜLENT AKYAY ılımlıların yerine güç kullanmaktan yana olanlar kontrolü ele geçirmiş ve Bulgaristan’ın Balkan dağlarının güneyine de uzanmasına karar verilince İngiltere’de bu karar şüphe yaratmıştı. İngiliz kabinesinde Çanakkale’nin ele geçirilmesi ihtimali üzerinde tartışmalar yapılmışsa da bu konuda çıkan muhalefet üzerine bu bir süre için rafa kaldırılmıştı. Daha sonra Başbakan, Kraliçe’nin de desteğiyle Ruslara karşı aktif direniş politikasını savunmaya başlamıştır. İstanbul’a yeni atanan İngiliz Büyükelçisi Layard’a İngiliz filosunu İstanbul’a çağırması ve Gelibolu’nun İngilizlerce işgali için Sultan’ı ikna etme talimatı verilmişti. 30 Haziran’da İngiliz Akdeniz filosuna Çanakkale yakınlarındaki Beşike körfezine gitmesi emredilmiştir. 17 Temmuz’da İngiliz Dışişleri Bakanı Derby, Londra’daki Rus büyükelçisi Kont Şuvalov’a İstanbul’u askerî sebeplerle işgal etmeleri halinde İngiltere’ye güvenemeyecekleri uyarısında bulunmuş, 21 Temmuz’da ise İngiliz kabinesi Rusya İstanbul’u işgal eder ve şehri hemen boşaltmazsa Rusya’ya savaş ilan etmeye karar vermiştir. 28 Temmuz’da Sultan isterse İngiliz filosunun İstanbul’a gönderileceği bir kez daha Layard’a söylenmiştir. Ağustos ayında Rusların Plevne’de ikinci kez durdurulması savaşın siyasî seyrini de değiştirmiştir. Plevne’nin uzun bir süre kahramanca direnmesi İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne karşı bakışını değiştirmesine yol açmıştır. Plevne müdafaası bir önceki yıla ait İngiliz kamuoyunu son derece olumsuz etkileyen “Bulgar dehşeti” ajitasyonunun bulanıklaşması ve zayıflaması için bir nefes alma süresi tanımıştı. Plevne’deki “kahraman Türk”, İngiliz Muhafazakâr Partisi’nin pek çok üyesinin bile paylaşılmaya mahkûm ettiği Osmanlı Devleti hâlâ savunmaya değecek kadar canlı ve ayakta olduğunu göstermişti.20 Elbette İngiliz hükümetinin Balkanlar’da yaşanan bu mühim gelişmelerden uzak kalması beklenemezdi. Nitekim savaş sırasında gelişmeleri yakından takip etmeye çalışıyor, bölgeye gönderdiği istihbarat subaylarıyla da bilgi sağlıyordu. Rusların Plevne’de durdurulmasından sonraki günlerde bölgeye gönderilen subaylardan biri Yüzbaşı Francis Coningsby Hannam Clarke idi. Yüzbaşı F.C.H. Clarke Kimdir? Francis Coningsby Hannam Clarke, 1842-1893 yılları arasında yaşamıştır. 1859 yılında Bombay Topçu Birliği’ne girmiş, 1871’de Kraliyet Topçu Yüzbaşı, 1878’de Binbaşı, 1885’de Yarbay ve 1890’da Albay 20 Anderson, a.g.e., ss. 195-198; Kurat, a.g.e., ss. 26, 29-35; Stojanovic, a.g.e., ss. 161-162, 174-180; John Lowe, Britain and Foreign Affairs 1815-1885: Europe and Overseas, Routledge, London 1998, s. 75; A. J. P. Taylor, The Struggle for Mastery in Europe 18481918, Clarendon Press, Oxford 1954, s. 245. 10 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU rütbelerine sahip olmuştur. 1878 yılındaki Bulgar sınır tahdidinde yardımcı komiser olarak bulunmuş, 1879 yılında Asya’daki Osmanlı-Rus sınırını belirleme komisyonunda İngiltere komiseri olarak yer almıştır.21 Aynı zamanda 1872-1880 yılları arasında Atlı Muhafızlar (Horse Guards) Levazım Dairesi Başkan Yardımcısıdır. 1881’de Güney Afrika’ya özel bir göreve gönderilmiştir. 1882-1884 yıllarında Harp Akademisi’nde Askerî İdare ve Hukuk Profesörü olarak görev yapmıştır. 1884’de ise Seylan’a Genel Topograf olarak atanmıştır. Zatürreden muzdarip olarak ölümünden üç ay önce İngiltere’ye dönmüş ve 51 yaşında Brighton’da hayatını kaybetmiştir.22 Konumuz olan 93 Harbi yıllarında Atlı Muhafızlar birliği mensubu olan Clarke, İngiliz Harp Dairesi İstihbarat Şubesi’nde (War Office Intelligence Branch) görevlidir. İlerleyen yıllarda Binbaşı rütbesiyle Harp Akademisi’nde öğretim görevlisi olarak bulunacak ve dersler verecektir.23 Kendisinin askerî alanda pek çok incelemeleri bulunmaktadır.24 Bununla birlikte yaptığı tercümelerden Almanca ve Rusça dillerine de vakıf olduğu anlaşılmaktadır.25 Bir coğrafyacı ve topograf olan Clarke, St. Petersburg İmparatorluk Rus Coğrafya Cemiyeti üyesidir. Londra Kraliyet Coğrafya 21 Sabri Ateş, Ottoman-Iranian Borderlands: Making a Boundary, 1843-1914, Cambridge University Press, New York 2013, s. 223. 22 The Colonies and India, 2 Eylül 1893, s. 17; The London Gazette, 27 Nisan 1880, s. 2475; The Imperial and Asiatic Quarterly Review and Oriental and Colonial Record, Oriental Institute (Woking, England), East India Association (London, England), 1893, s. 491; Akyay, a.g.m., s. 2734. 23 F.C.H. Clarke, Staff Duties, A Series of Lectures Addressed to the Officers at the Staff College, London 1884; The Academy, XVIII, 1880, s. 104 ve The Franco-German War, 1870-1871, tr. by F.C.H. Clarke. 2 pt. [in 5 vols] 1883, s. 75. 24 Harp Dairesine bağlı Topografya, İstatistik ve İstihbarat Şubeleri Yayınları arasında yer alan The Armed Strength of German Empire (1876) ve The Armed Strength of Netherlands (1876) gibi eserleri için bkz. Second Supplement to the Alphabetical Catalogue of the Library of the Royal Geographical Society, London 1882, s. 368; Ayrıca bkz. F.C.H. Clarke, “Recent Reforms in the Russian Army”, Journal of The Royal United Service Institution, 20, 1876. 25 Bunlardan The Franco-German War, 1870-1871 (Almanca’dan), Steppe Campaigns (1876) (Rusça’dan) örnek olarak verilebilir bkz. a.g.e., s. 368. Ayrıca bkz. Colonel L.T. Kostenko, “Turkestan”, translated by Major, F.C.H. Clarke, Royal United Services Institute for Defence Studies, Royal United Service Institution, 1881; Translation from the “Militair Wochenblatt” for April 1873, Papers on Subjects Connected with the Duties of the Corps of Royal Engineers [New Series], Vol. XXII, 1874; The Progress of Russia in Central Asia, Colonel M. J. Veniukoff, 1877, translated from the Sbornik Gosudarstvennikh Znanyi, by Cpt F.C.H. Clarke, 1878. BAED 4/2, (2015), 1-31. 11 BÜLENT AKYAY Cemiyeti’ne ait yayınlarda da yazıları yayımlanmıştır.26 Britanya Hükümeti adına Avrupa, Orta Asya, Hindistan gibi dünyanın çeşitli yerlerinde görevlendirilmiştir. İstihbarat amaçlı hazırladığı başka rapor ve memorandumları da mevcuttur.27 1877 yılı sonbaharında Yüzbaşı F.C.H. Clarke Rumeli’nin batısında görülmektedir. Deniz yoluyla Bar limanına gelmiş, ardından İşkodra’ya gitmiştir. Buradan da önce buharlı gemi ile İşkodra gölü üzerinden Helm Kule’ye, ardından sırasıyla Tuz Köyü, Podgoriça ve Spuz’a ulaşmıştır. Ekim ayında İşkodra’da Karadağ sınırının mevcut durumu üzerine konumuz olan 1 Ekim 1877 tarihli bir memorandum hazırlamıştır. Daha sonra buradan ayrılmış ve kendi ifadesiyle 650 km yol kat ederek Draç, Elbasan, Manastır, Grevena, Tırhala, Yenişehir ve Dömeke üzerinden Yunanistan sınırına gelmiştir. Bar’da karaya ayak bastığı andan itibaren izlediği güzergâhına ait yol raporları da hazırlamıştır. Ayrıca Yanya’ya da gittiği görülen Clarke, sınırın Osmanlı ve Yunan taraflarında incelemelerde bulunmuştur. Bu incelemeleri sırasında Osmanlı Hükümeti’nin kendisine refakat için iki süvari askeri temin ettiğini görüyoruz ki sonrasında sınırın Yunan tarafında da Yunan Hükümeti ona askerî refakat sağlamıştır. Bu şekilde Yüzbaşı Clarke, Osmanlı ve Yunan hükümetlerinin bilgisi dâhilinde sınırda gözlemlerde bulunmuş ve edindiği askerî bilgileri her iki taraf hükümetine doğrulatarak sağlamasını da yapmaya çalışmıştır. Bu da bize onun resmî görevli bir asker olarak bölgede bulunduğu fikrini vermektedir. Bar’dan başladığı Batı Balkanlar ve Yunanistan gözlemleri sonucunda en son Atina’ya geldiği görülmektedir.28 Yüzbaşı F.C.H. Clarke’ın Karadağ Sınırının Askerî Durumuna Dair Memorandumu F.C.H. Clarke, ele aldığımız ve İşkodra’da hazırladığı memorandumunda ağırlıklı olarak Türk tarafından bir bakışla Karadağ’ın 26 F. C. H. Clarke, “Colonel Sosnoffsky’s Expedition to China in 1874-75”, Journal of the Royal Geographical Society of London, Vol. 47 (1877), ss. 150-187; F.C.H. Clarke, “Kuldja”, Proceedings of the Royal Geographical Society and Monthly Record of Geography, New Monthly Series, Vol. 2, No. 8 (Aug., 1880), ss. 489-499. 27 F.C.H. Clarke, ‘Memorandum on Recent Russian Military Preparations in Central Asia’, 26 July 1878, F.O. 065/1030 için bkz. Beryl Williams, “Approach to the Second Afghan War: Central Asia during the Great Eastern Crisis, 1875-1878”, The International History Review, Vol. 2, No. 2 (Apr., 1980), s. 236; Akyay, a.g.m., s. 2734. 28 F.O. 881/3592; Akyay, a.g.m., s. 2735. 12 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU güney sınırına ve Podgoriça kasabasına dair askerî, coğrafî bir takım bilgiler vermekte ve siyasî bazı yorumlarda bulunmaktadır. Söz konusu memorandum İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın kullanımı için 4 Şubat 1878 tarihinde basılmıştır. Üç sayfadan oluştuğu görülen memorandum gizlilik (confidential) ibaresi taşımaktadır.29 Yüzbaşı Clarke, Karadağ’ın güney sınırındaki Osmanlı konumunu, Karadağ arazisine doğru çıkıntı oluşturan bir kamaya benzetmektedir. Bu kamanın tabanını Podgoriça kasabası ve Vely Brdo (Büyük B) ile Maly Brdo (Küçük B) tepelerinin güney sınırları oluştururken, bahsettiği kamanın uç kısmında Spuz kalesinin bulunduğunu belirtmektedir. Ardından bu bölgedeki istihkâmlara dikkat çekerek kamanın kenarında toplarla silahlandırılmış 8 taş kale (“kule ev”) ve Karadağ istikametinden bu kamaya doğru yaklaşmaları ateş altına alan çok sayıda tüfekli koruganlar yerleştirildiğini ifade etmektedir. Ayrıca istihkâmlarda bulunan asker sayıları hakkında da bilgi vermektedir.30 Kule ev tabir edilen yapılar, Eflak, Bulgaristan ve güneybatı Balkanların dağlık bölgelerinde kendine özgü bir şekilde inşa edilmiş, hem sivil amaçlı olarak ailelerin ikamet etmesine yarayan hem de savunma maksatlı askerî amaca da hizmet eden kulelerdir. 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı hâkimiyetinin zayıflamaya başlamasıyla birlikte oluşan emniyetsiz ortamda Balkanlardaki Hıristiyan ve Müslüman topluluklar arasında gelişmiştir. Karakteristik olarak üç veya dört katlı olup kare veya dikdörtgen şeklinde taş binalardır.31 Clarke, Karadağ’da da gördüğü bu kule evlerin askerî kullanımına değinerek tüfek ateşine karşı yeterince sağlam olduklarını fakat modern ve etkili bir topçunun sürekli bombardımanına dayanamayacaklarını belirtmekte, ayrıca bu kulelerin ve de koruganların mimarî yapısından bahsetmektedir. İlâveten buralarda kuyular bulunmadığından su sıkıntısının büyük önemine dikkat çekmektedir.32 Bölgenin coğrafî özelliğinden bahisle, burasının taban kısmı hariç her yanından, yaklaşık 600 metreden fazla yüksekliğe ulaşan dağ silsileleri, kamaya bazen bir tüfek menzili mesafeye kadar yaklaşan aşağı dağ kolları ve en yüksek yerinden üzerine ateş açmaya hâkim -Montenegro dağları29 F.O. 881/3480. F.O. 881/3480. 31 Architecture of the Islamic World: Its History and Social Meaning, Eds. Ernst J. Grube, George Michell, New York 1978, s. 204. 32 F.O. 881/3480. 30 BAED 4/2, (2015), 1-31. 13 BÜLENT AKYAY tarafından çevrelendiğini ifade etmektedir.33 Nitekim Clarke bu tespitlerinde haksız değildir. Karadağ gayet zorlu coğrafî şartlara sahip, oldukça dağlık, taşlık ve ormanlık bir ülkedir. Bölge, Adriyatik Denizine enlemesine uzanan Dalmaçya Alpleri ve Balkan dağlarının birleşmesinden oluşan kesif dağlık alanı kapsamaktadır. Dağlar, derin, sarp ve genellikle geçit vermez vadiler ve sırtlarla birbirinden ayrılmıştır. Karadağ, geniş bir şerit misali uzanan ve zemini kireç kayalardan oluşan, yüksekliği 1000 ilâ 2000 metre arasında değişen ve adeta kayalık labirenti andıran sıra dağlardan ibarettir.34 F.C.H. Clarke, Karadağlıların bölgedeki kule evleri yok etmesini önleyen tek engelin ağır topçuyu kayalık dağlarda aşağı ya da yukarı nakledebilme zorluğu olduğunu belirterek, bu bölge için bile zor bulunan atlı yolların, eğitimli dağcılar hariç ülkede hareket etmeyi imkânsız kıldığından bahisle yolların durumuna da değinmektedir.35 Gerçekten de 20. yüzyılın başlarına kadar Karadağ’da yeterli yolun mevcut olduğunu söylemek zordu. Mevcut olan yollar da birer patika yoldan farksızdı. Hatta Karadağ’ın yollarında 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar hiç araba kullanılmadığı ifade edilmektedir. Savaş sırasında bu yollardan yalnızca piyadeler geçebilmekte, araba yolu var olmadığından özellikle askerî harekâtlarda her türlü nakliyat kadınlar, mekkâre ve katırlarla yapılmaktaydı. Arazinin yapısından kaynaklı olarak yolların vaziyeti askerî mühimmat taşımasında sıkıntılar yaratmış, Karadağlılar ise yaptıkları savaşlarda yolların bozuk olmasının faydasını da görmüşlerdir. Zira arazinin ulaşıma elverişsiz olması, savaş zamanında sahra ve hatta dağ toplarının taşınmasına engel teşkil etmiştir. Bu ulaşım zorluğu Osmanlı Devleti bakımından olumsuzluklar yaratırken, ağır silah sıkıntısı çeken Karadağ’ın ise lehine olmuştur.36. Clarke, Karadağlıların farklı zamanlarda Spuz ve Podgoriça’yı bombardıman etseler de topları kötü bir şekilde 33 F.O. 881/3480. Besim Darkot, “Karadağ”, MEB İslam Ansiklopedisi, Cilt 6, İstanbul 1977, ss. 221-222; Abidin Temizer, Karadağ’ın Sosyal ve Ekonomik Yapısı (1853-1913), Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Danışman: Yrd. Doç. Dr. Mucize Ünlü, Samsun 2013, s. 10; Ali Gökçen Özdem, Karadağ’ın Osmanlı Egemenliğine Karşı Mücadelesi (1830-1878), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik, Elazığ 2012, ss. 811; İbrahim Yılmazçelik, Ali Gökçen Özdem “Düvel-i Muazzama’nın Karadağ Üzerinden Osmanlı Devleti ile Mücadeleleri ve Bunun Günümüze Yansımaları”, Bitlis Eren Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 1 Sayı 2, Bitlis 2013, s. 3; Sedes, a.g.e., s. 13. 35 F.O. 881/3480. 36 Abidin Temizer, “Karadağ Ordusu (1876-1913)”, History Studies, Vol.2, No.2, 2010, ss. 321-322; Temizer, a.g.t., s. 169; Özdem, a.g.t., s. 48; Sedes, a.g.e., s. 13. 34 14 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU kullandıklarından pek hasar veremediklerini söylemektedir. Öte yandan Brdo tepelerinin yaklaşık 180 metreden daha fazla yükselmediği için Türklerin Spuz mevkiindeki bazı kulelere topçu getirebildiklerini ve zorlukla da olsa bu tepelerin sahra topları için erişilebilir oluşunu zikretmektedir.37 Yüzbaşı Clarke, bölgedeki bitki örtüsünden bahisle Brdo tepelerinin çoraklığına değinerek, Spuz’dan kuzeye doğru uzanan ve kamanın doğusundaki sınırı oluşturan Zeta Vadisi ile batıda Matica Vadisinde tarım faaliyeti yapılabildiğini, vadilerde her santimetrekare toprağın ekildiğini yazmaktadır.38 Hakikaten de ülkenin dağlık ve zeminin su tutmayan toprak yapısına sahip olması dolayısıyla tarıma elverişli alanları yetersizdir. Zeta nehrinin suladığı Zeta ovası ve yüksek kesimlerdeki küçük bazı düzlükler hariç, bölge tamamen çorak ve verimsizdir. Tarımın önemli bir kısmı Moraça, Zeta ve İşkodra Gölü arasındaki tarıma elverişli vadilerde yapılmaktadır.39 Clarke daha sonra, Podgoriça’dan Spuz’a giden yolların kamanın her iki yanını dolaştığını ancak bu yolların Karadağlıların ateşine açık halde bulundukları için her ikisinin de çok tehlikeli oluşuna dikkat çekmekte ve bu sebeple yeni bir yolun kamanın ekseni boyunca Vely Brdo karşısında yapıldığı bilgisini vermektedir.40 Podgoriça kasabasının, askerî birlikleriyle ihtiyatı oluşturduğunu, Spuz ile onun çevredeki dış istihkâmlarının ise Türk birliklerinin ileri muhafızı olarak kabul edilebileceğini ifade etmektedir. Podgoriça’nın, Tuz (Tusi) üzerinden düzlükte uzanan iyi bir yol ile Helm Kule’ye ve oradan İşkodra gölü üzerindeki vapur vasıtasıyla da ikmal üssü İşkodra ile bağlantısına değinmektedir. Clarke devamında, Podgoriça kasabasının coğrafî şartları, istihkâmları ile buranın garnizonu, topların sayısı ve niteliği, askerlerin barınma şartları, savunma taktikleri ve alınan güvenlik tedbirleri üzerinde de durmaktadır. Bölgedeki askerî komuta yapısı ile ilgili olarak Podgoriça’nın karargâhı oluşturduğunu ve o kesimdeki birliklerin Fırka Kumandanı Hüseyin Paşa’nın komutası altında olduğunu yazmaktadır. Spuz ve Podgoriça mevkiilerinin ayrı birer komutana sahip bulunduğunu belirterek, Üçüncü Kolordu komutanı Müşir Ali Saib Paşa’nın karargâhının da geçici olarak Podgoriça’da bulunduğunu belirtmektedir.41 Gerçekte Ali 37 F.O. 881/3480. F.O. 881/3480. 39 Temizer, a.g.t., s. 179; Özdem, a.g.t., s. 8; Darkot, a.g.md., s. 222. 40 F.O. 881/3480. 41 F.O. 881/3480. 38 BAED 4/2, (2015), 1-31. 15 BÜLENT AKYAY Saib Paşa İşkodra cephesi kumandanı idi. Süleyman Paşa’nın Tuna cephesine gitmek üzere ordusuyla ayrılmasından sonra İşkodra cephesindeki Osmanlı kuvvetleri sayıca herhangi bir harekât yapacak durumda değildiler. Podgoriça’ya Ferik Hüseyin Hüsnü, Spuz’a Veli Rıza ve İşkodra’ya Abdi Paşalar tayin olunmuşlardı.42 Clarke ayrıca bölgedeki Türk birliklerinin mevcut düzenlenişini ve nerede, ne kadarlık askerî garnizon bulunduğunu tabur bazında vermektedir. Ardından Türk birliklerinin nizam, redif ve mustahfız olarak askerî özelliklerini ve bu askerlerin kullandıkları silahları da ele almaktadır. Nizam ve redif askerlerinin pek çoğunun Martini tüfeğine sahip olduklarını belirterek bu silaha mükemmel bir silah gözüyle baktıklarını yazmaktadır.43 Sedes, nizamiye taburlarının Martini (Peabody-Martini), redif taburlarında Snider tüfekleriyle silahlandırıldıklarını, hatta bölgedeki bazı Osmanlı taburlarına Winchester tüfeği verildiğini de zikretmektedir.44 Peabody Martini tüfekleri seri atışlı, isabetli ve uzun menzilli olmaları hasebiyle Türk askeri tarafından çok tutulmuş ve nitekim Plevne’de Ruslara ağır zayiat verdirmişlerdi.45 Yüzbaşı Clarke, daha sonra memorandumunda Karadağ’ın güney sınırındaki mevcut durumu özetlemeye geçmektedir. Türklerin ve Karadağlıların birbirlerinin topraklarında ne kadarlık bir kesimi elde edebildiklerini, Kuçi kabilelerinin de ayaklanmak suretiyle Türklere karşı bir yıldan daha fazla bir süredir başarıyla direndiklerini belirtmektedir. Tepelerde Karadağlılarla baş edemeyen Türklerin, düzlüklerin hâkimi olarak kalmakla yetindiklerini, Karadağlıların ise, Türklerin onlara saldırmasını bekleyerek dağ sığınaklarında beklediklerini yazmaktadır. Adeta iki rakibin bir diğerini izlediğini ve belirsiz bir vakte kadar da böyle yapmayı sürdürebileceklerini belirterek her iki tarafın birbirinden korku duyduğunu ifade etmektedir.46 Bu korkunun haklılık payı olsa gerektir. Zira Türk 42 Sedes, a.g.e., s. 231; Özdem, a.g.t., s. 216; Urhan, a.g.t., s. 320. F.O. 881/3480. 44 Sedes, a.g.e., s. 21. 45 Martini tüfekleri ve etkisi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. William O. Achtermeier, “The Turkish Connection: The Saga of the Peabody-Martini Rifle”, Man At Arms Magazine, Volume 1, Number 2, March/April 1979) http://www.militaryrifles.com/Turkey/PeabStory/PeabodyStory.htm ve Richard T. Trenk, “The Plevna Delay: Winchesters and Peabody-Martinis in the Russo-Turkish War”, Man At Arms Magazine, Volume 19, Number 4, (August, 1997) http://www.militaryrifles.com/Turkey/Plevna/ThePlevnaDelay.html 46 F.O. 881/3480. 43 16 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU askerinin savaşçılığının yanı sıra Karadağlıların savaş anlayışı, sergiledikleri vahşet ve düşmanlarının kellesini almak gibi adetleri taraflarca gayet iyi bilinmekteydi.47 Aynı zamanda zorlu arazi şartları ve Karadağlıların gerilla tipi savaşa yönelmeleri mücadeleyi zorlu kılıyor, Osmanlı birlikleri Karadağlılarla baş etmekte güçlük çekiyorlardı. Clarke, bölgede bulunduğu savaşın o devresinde askerî açıdan Türk yaklaşımının katı savunma yapmak olduğunu, en son raporların, o tarafta çok az Karadağlının bulunduğunu ve çoğunluğun Hersek’e doğru çekildiğini gösterdiğinden bahsetmektedir48. Nitekim 1877 yılı Eylül ayının sonuna doğru her iki taraf da yorgunluktan bitap düşmüş bir haldeydi. Dağlılar çarpışmalarla geçen ayların ardından, Podgoriça karşısına bir miktar kuvvet bırakarak geri kalan askerleri evlerine göndermişlerdi. Fakat Rus Genelkurmayından aldıkları emir doğrultusunda Ekim’in başında tekrar toplanarak saldırılara başladıklarında Türk tarafının bir planı bulunmamakla birlikte, elinde kalan kuvvetlerle Karadağlıların işgal girişimlerine karşı, toprakları savunmak hedeflenmişti.49 Yüzbaşı Clarke, barış yapılması halinde Karadağ sınır hattının yeniden düzenlenmesi ile ilgili bazı yorumlarda da bulunmaktadır. O’na göre mümkün mertebe gidişatın durumunu kalıcı kılmak için, en iyi çözümün farklı niyet ve sempatilere sahip kabileleri ayrı tutmak olduğunu yazmaktadır. Bir başka ifadeyle, sözü edilen sorunda, Slav inancını iddia eden Arnavut kabileler ile Kuzey Arnavutluk sakinlerinden Latin kilisesine bağlı çoğunluk kısmının Karadağ’a sempati duyan kesimini bir sınır çizgisiyle ayırmaktan söz ederek bu düzenlemenin de ancak Zem nehirlerini sınır hattı yaparak gerçekleştirileceği düşüncesindedir.50 Karadağ birliklerine karşı koymasıyla Clarke, Podgoriça-Spuz mevkiinin büyük askerî gücüne değinmekte ve eğer ülkenin bu kısmını kalıcı olarak ellerinde tutacaklar ise burasının stratejik açıdan Türkler için büyük önem taşıdığını söylemektedir. Türklerin Podgoriça-Spuz mevkiine sahip olmalarının Slav tecavüzüne karşı aşılması zor bir engel teşkil ettiğini belirtmektedir. Yüzbaşı Clarke, burasının terk edilmesi veya elde tutulmasının siyasî bir mesele olduğu görüşündedir. Bu hususta bir benzetme yaparak Podgoriça-Spuz mevkiinin Türklerce bırakılmasını istemenin, İngilizlerden neredeyse paralel durumdaki Afgan sınırında 47 Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa: Batı’da Balkan İmajı, Tercüme Haşim Koç, Küre Yay., İstanbul 2006, ss. 143-172; Temizer, a.g.t., ss. 143-150; Temizer, a.g.m., ss. 322-323. 48 F.O. 881/3480. 49 Özdem, a.g.t., s. 218. 50 F.O. 881/3480. BAED 4/2, (2015), 1-31. 17 BÜLENT AKYAY bulunan Pakistan’daki Peşaver mevkiini terk etmeyi istemeye eş olduğunu yazmaktadır.51 Podgoriça-Spuz mevkiini, Afganistan ile Pakistan’ı bağlayan yaklaşık 50 km uzunluğundaki meşhur Hayber geçidinin 16 km güneyinde yer alan ve ipek yolunun önemli duraklarından biri olan Peşaver’in stratejik önemiyle kıyaslamaktadır.52 Memorandumun devamında Clarke, PodgoriçaSpuz kesimi Türklerin elinde bulundukça Yukarı Zeta Vadisi içlerine ve Hersek yoluna çıkmanın Türk birliklerine açık olacağını, ancak, eğer Türkler tarafından burası teslim edilirse Karadağlılar açısından Karadağ sınırının muazzam ölçüde güven altına alınacağının üzerinde durmaktadır.53 F.C.H Clarke, siyasî zorunlulukların Osmanlı Devleti için bu devretmeyi gerektirmesi halinde şayet Karadağ sınırı Moraça’nın sağ kıyısına ilerleyecek olursa, Karadağlılar için ticarî antrepo olarak Podgoriça kasabasının hâlâ Osmanlıların elinde kalacağını ve Brdo tepeleri üzerine yerleştirilen topçu tarafından buranın savunulamaz hale getirilebileceğini yazmaktadır. Bu durumda vaziyete dair az bir ilerleme sağlanmış olacağından Moraça’dan geçen hattın gelecekte barışın korunmasıyla ilgili olarak iyi bir sınır hattı olmayacağını düşüncesindedir. Zira Moraça nehrinden geçen sınırın Kuçi kabilelerini hâlâ Türk topraklarında bırakacağını, Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmış bu kabilelerin, halen asi sıfatıyla arazilerini ellerinde tuttuklarını hatırlatmaktadır. Fakat ona göre eğer Zem nehrinde sınır hattı çizilirse, bu kabilelerin Karadağ’a katılabileceğini ve aynı zamanda Zem’in öteki yakasındaki Klementi ve Hoti gibi Katolik kabilelerle karşı karşıya bırakılabileceğini belirtmektedir. Ayrıca Zem sınır hattıyla Osmanlı Devleti’nin hâlâ Helm menzil noktasını ve Zem’e kadar da buranın kuzeyindeki düzlüğü elinde tutabileceğini, 51 F.O. 881/3480. Hayber geçidi Asya’nın iki büyük bölgesi arasında yer alan en önemli geçit olduğu için tarih boyunca batısında yaşayanlar tarafından “Hindistan kapısı” doğusunda yaşayanlar tarafından da “Asya kapısı” adlarıyla tanımlanmıştır. 1819’da ilk defa burada görünen İngilizler I. Afgan-İngiliz Savaşı’nda (1839-1842) Hayber bölgesindeki Afridîler ile çetin bir mücadeleye girmişlerdi. 1849’da İngilizler, isyan durumuna rağmen Kâbil-Hindistan temasını sağlamak için Hayber’i açık tutmaya gayret etmişler ve daha çok para yardımıyla bunu başarmışlardı. II. Afgan-İngiliz Savaşı’nda (1878-1880) İngilizler geçidin durumunu bir anlaşma ile açıklığa kavuştursalar da kısa süre sonra Afridîler’le araları açılacak ve teknik güçlerine güvenerek bölge kabileleriyle kanlı bir çatışmaya gireceklerdir. Bkz. Azmi Özcan, “Peşaver”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 34, İstanbul 2007, s. 252; Enver Konukçu, “Hayber Geçidi”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 17, İstanbul 1998, s. 23. 53 F.O. 881/3480. 52 18 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU burasının da gerektiğinde isyana eğilimli sınır kabilelerini cezalandırabilmek için harekât başlatabileceği bir yer olduğunu düşünmektedir.54 Yüzbaşı Clarke, Karadağ’ın Adriyatik’te bir limana sahip olma talebiyle ilgili olarak bu meselenin, böylesi bir düzenlemeye büyük muhalefet edecek olan Avusturyalılara ve İtalyanlara bırakılabileceği görüşündedir.55 Memorandumun hazırlanış tarihine bakıldığında, savaşın bütün hızıyla devam ettiği bir döneme rastladığı görülen onun bu görüşleri çok önemlidir. Zira savaşın galibinin henüz kim olacağı belli değilken, bu muhtemel sınır hatları üzerine yapılan yorumlar, Clarke’ın gözünde Karadağ’a verilecek bağımsızlığın işaretleri gibidir. İngiliz hükümetinin Clarke’ın bu memorandumunu ne ölçüde değerlendirmeye aldığı bilinmez ama savaşın sonunda ağır bir yenilgiye uğrayan Osmanlı Devleti’nin imzalamak zorunda kaldığı Ayastefanos Antlaşması’nın ve bu antlaşmanın da tekrar gözden geçirilmesiyle ortaya çıkan Berlin Antlaşması süreci hesaba katıldığında İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na ciddi anlamda bir bilgi birikimi sunduğu açıktır. Sonuç İngiltere, 1875’de Hersek’te başlayan ve uluslararası krize dönüşen Balkan hadiseleri sırasında Rusya’nın Balkanlarda nüfuzunu arttırmasını istememiş ve bölgede statükonun devamı politikasını izlemiştir. Ancak 1876 Bulgar İsyanı sırasında yaşananların İngiliz kamuoyunda olumsuz yankı bulması Osmanlı Devleti’ne karşı geleneksel İngiliz siyasetinin değişeceğinin sinyallerini de vermeye başlamıştı. Bu kritik dönemde İngiltere Balkanlardaki gelişmeleri ve 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nı da yakından takip etmeye çalışmıştır. Bu çerçevede savaş sırasında Balkanların batısındaki Osmanlı sınır bölgelerinde incelemelerde bulunan İngiliz subay Yüzbaşı F.C.H. Clarke’ın hazırlayıp gönderdiği raporlarla ülkesini bilgilendirdiği görülmektedir. Sahasında uzman ve yetkin bir asker olan Yüzbaşı Clarke’ın 1 Ekim 1877 tarihli Türk-Karadağ sınırının güney kesimindeki askerî durum üzerine hazırlamış olduğu memorandum bölgeye dair bazı önemli bilgiler sunmaktadır. Yüzbaşının sahip olduğu coğrafya bilgisinin memorandumunda yer verdiği bilgilere yansıdığı özellikle belirtilmelidir. 54 55 F.O. 881/3480. F.O. 881/3480. BAED 4/2, (2015), 1-31. 19 BÜLENT AKYAY Nitekim Podgoriça kesimi ile Hindistan’daki Peşaver arasında yaptığı coğrafî benzetme bu manada ilginçtir. Bununla birlikte memorandumda özellikle Podgoriça şehrinin ve askerî bakımdan Podgoriça-Spuz müstahkem mevkiinin Osmanlı Devleti için stratejik açıdan ne kadar önemli olduğu üzerinde durulmaktadır. Neticede F.C.H. Clarke tarafından ortaya konan bilgi ve yapılan değerlendirmelerle 93 Harbi sırasında Balkanların batısında ikincil bir cephe olarak da kabul edilebilecek Osmanlı Devleti ile Karadağ arasındaki sınır bölgesinde tarafların askerî vaziyeti dışarıdan bir bakışla, dönemin süper gücü İngiltere’nin gözünden bir nebze olsun görülmektedir. Ayrıca coğrafya alanında uzman bir askerin bu bölgeye gönderilmesi, İngiltere’nin bölgeyi yakından izlediğine dair önemli bir kanıt sayılabilir. Kaldı ki bu memorandumun daha sonra İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın kullanımı için gizli belge kapsamında basılması F.C.H. Clarke ve hazırlamış olduğu memoranduma belli bir değer atfedildiğini de göstermektedir. EK-1 Karadağ Sınırındaki Mevcut Durum Üzerine Yüzbaşı F.C.H. Clarke (R.A.) Tarafından Hazırlanan Memorandum* “Türklerin Karadağ’ın güney sınırındaki konumu Karadağ arazisine doğru çıkıntı oluşturan bir kamaya benzetilebilir. Tabanını Podgoritza kasabası ve Vely Berdo (Büyük B) ile Maly Berdo (Küçük B) tepelerinin güney sınırları oluştururken kamanın ucunda Spuz kalesi uzanır. Kamanın kenarında 1 ilâ 3 top ile silahlandırılmış 8 taş kale (“kule ev”) ve bunun yanı sıra düşman tarafından kamaya doğru yaklaşmaları ateş altına alan çok sayıda tüfekli koruganlar yerleştirilmiştir. Koruganlar 10 veya 20 askerden oluşan müfrezeler tarafından muhafaza edilirken bu ‘kule evler’in garnizonu 1-2 bölük arasında değişebilir. Kule evler, tüfek ateşine karşı yeterli sağlamlıkta fakat modern konstrüksiyona sahip iyi iş gören topçunun sürekli bombardımanına dayanmada yetersiz, genelde bir kare taş mânia içerisindeki kâgir iç kaleden oluşuyordu. Koruganlar tüfekler için barbakanlara (delik) sahip basit dikdörtgen taş binalardır. Kuyular * F.O. 881/3480, “Memorandum by Captain Clarke, R.A., on the Present Position on the Montenegrin Frontier” 20 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU olmadığı için su sıkıntısı tek önemli olandı. Kama, tabanı hariç her yanından, ovanın yukarısında 2000 fitten fazla yüksekliğe ulaşan dağ silsileleri, kamadan bazen tüfek menzili uzaklığa kadar yaklaşan aşağı dağ kolları ve en yüksek yerinden üzerine ateş açmaya hâkim -Montenegro dağları- tarafından çevrelenmişti. Düşmanın kule evleri yok etmesini önleyen tek engel ağır topçuyu kayalık dağ cenahlarında aşağı ya da yukarı yeterince nakledebilme zorluğuydu. Bu bölge için zar zor iftihar edilen atlı yolları, kabarmış kalker tabakasının girintili kenarlarına devasa kaya kütleleri eşlik ederken, eğitimli dağcılar hariç ülkede hareket etmeyi imkânsız kılıyor. Karadağlılar farklı zamanlarda Spuz ve Podgoritza’yı bombardıman etmişlerdi fakat topları (genelde tek bir top) kötü bir şekilde kullanılmış ve pek hasar verememişti. Öte yandan Berdo tepeleri ovanın üzerinde 600 fitten daha fazla yükselmediğinden Türkler Spuz mevkiindeki çeşitli kule evlere topçu getirebilmişler ve bu tepeler, zorlukla olmasına rağmen, sahra topları için erişilebilir haldeydi. Berdo tepeleri, aynı zamanda Montenegro dağları gibi çoraktı. Geçmiş zamanlarda bu bölgede yaşanmış sarsıntılarda şekillenmiş küçük havzalardakiler hariç, kavruk kayaların arasına serpiştirilmiş birkaç bodur çalı ve orada buradaki az biraz yabani ot tek bitki örtüsü işaretleridir. Bu çıplak tepelerin monotonluğunu kıran az sayıdaki vahalar olan bu havzalarda yağmur suyu toplanır, kayaları ufalar ve dağlılar tarafından inatla ekilen yüzey toprağını oluşturur. Vadilerde her santimetrekare toprak ekilir; Spuz’dan kuzeye doğru uzayan ve kamanın doğu yanındaki sınırı oluşturan Zeta Vadisi ve batıda Matica Vadisi. Podgoritza’dan Spuz’a giden yollar kamanın her iki yanının etrafını dolaşıyor fakat bunlar Karadağlıların ateşine açık halde bulunduğundan her ikisi de çok tehlikeli ve bu nedenle yeni bir yol Vely Berdo karşısında takriben kamanın ekseni boyunca yapıldı. Bu yol bir at yolundan biraz daha iyidir. Büyük kayalar 8-10 derece eğimle gevşek taşlar üzerinde bir patika bırakarak bir kenara atıldı. Podgoritza, birlikleriyle ihtiyatı oluştururken Spuz** ve onun çevredeki dış istihkâmları, Türk birliklerinin ileri muhafızı olarak kabul edilebilir. Podgoritza, Tuz (Tusi) üzerinden düzlükte uzanan iyi bir yolla Helm Kulla’ya ve oradan İşkodra gölü üzerindeki vapur vasıtasıyla ikmal üssü İşkodra ile bağlantılıdır. ** İşkodra’dan Spuz’a giden güzergâh hakkındaki rapora bakınız. (EK-2) BAED 4/2, (2015), 1-31. 21 BÜLENT AKYAY Podgoritza kasabası, Ribnitsa ve Moratscha’nın birleşme noktasının sol kıyılarında** ve kuzeyde kasabaya tamamen hâkim olan Maly Berdo’dan yaklaşık 1 mil uzaklıkta yer almaktadır. Bu tepenin güney tarafında ve Podgoritza mevkiinin bir kısmını teşkil eden, göğüs hizasına kadar yüksekliğe sahip hendeksiz sadece taş duvardan ibaret kare şeklinde bir tabya gelişigüzel yapılmıştır. Bunun içerisinde bir tabur Redif askeri için çadırlar vardır. Kasabanın batısında, 600 yarda uzaklıkta, üzerinde benzer tabyanın yerleştirildiği diğer tepe yükselir. Üçüncü bir tabya kasabanın güneydoğusunda ve dördüncüsü güneybatıda yer alarak Podgoritza etrafındaki seriyi tamamlar. Bu tahkimatların her birinde 1 taburluk garnizon bulunur. Doğuda Ribnitsa ve batıda Moratscha ile yanlardan korunarak kasabanın doğu, güney ve batısındaki tabyaların önünde muhafızlar zinciri (gündüz tek, gece çift) koşturur. Bu ileri karakollar zinciri saldırı durumunda arkadaki tabyadan desteklenir. Bu tahkimatlardan düzlükte yer alan ikisi yalnız topçu ile silahlandırılmıştır; güneydoğudaki tabyada 6 sahra topu, güneybatıdaki tabyada 6 dağ topu bulunur. Her ikisi de Kushi dağları ve Montenegro dağlarından ayrı ayrı görülür fakat top ateşiyle taciz edilemeyecek kadar uzak mesafededirler. Dahası tepeler üzerindeki iki tabya düzlüktekilere cenah savunması sağlar ve düşman tarafından onlara yaklaşmaları önler. Çadırlar tabyaların içinde kurulmuştur fakat onları geçici barakalarla değiştirmeye yönelik düzenlemeler şimdilerde hazırlanmaktadır. Podgoritza’nın karargâhı oluşturduğu bölgedeki birlikler Fırka Kumandanı Hüseyin Paşa’nın komutası altındadır. Spuz ve Podgoritza mevkiileri ayrı birer komutana sahiptir. Üçüncü Kolorduya komuta eden Müşir Ali Saib Paşa’nın karargâhı da geçici olarak Podgoritza’dadır. Birlikler hâlihazırda aşağıdaki gibi düzenlenmiştir: Podgoritza, Zabliak, Muric, 12 tabur; Spuz 4 tabur; Helm Kulla (menzil) 1 tabur. Tuz köyü ve Zem köprüsünde cephe gerisi menzil (ikmal) birlikleri: Antivari [Bar] 2 tabur; İşkodra 1 tabur; Mirdita ülkesi 2 tabur. Bunlardan sadece Podgoritza ve Spuz’daki 4 tabur ve Muric’deki 1 tabur Nizam taburu idi. Kalanları Redif ve Mustahfızdır. Redif fizik ve eğitim bakımından Nizama oldukça yakın ve Nizam’da hizmet eden ** Aynı yer. (EK-2) 22 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU ekseriyetle asker olanlardır fakat Mustahfızlar arasında az hizmet görebilecek pek çok kır saçlı yaşlı adamlar görülmektedir. Dahası asker oldukları bilgisi verilmedikçe Arnavut bölgelerinin bu kesiminde hepsi silahlı olan ülke sakinlerinden ayırd edilmelerine pek imkân bulunmayacak şekilde Mustahfızların kendi elbiselerini giymelerine izin verilmektedir. Nizam ve Rediflerin pek çoğu Amerikan üretimi Martini-Peabody tüfeğine sahiptir. Mustahfızlar Snider tüfeği taşırlar. Türkler Martini’ye mükemmel bir silah olarak bakıyorlar. Sahra topu kuyruktan dolma 4 librelik çelik Krupp topudur. Kullanılan fünyeler Prusya kapsülüdür. Tüfekler ve sahra topları çalışır ve iyi durumda tutulur, adamlar çocukluklarından beri ateşli silahlara alışkındır. Kanaatimce, Türklerin sahrada Rus askerleri üzerinde kazandığı avantajlar silah kullanma yeteneğindeki bu üstünlüğe önemli ölçüde bağlanabilir. Ruslar acemi er olarak ellerine verilinceye kadar hiç tüfek kullanmıyorlar. Karadağ’ın güney sınırındaki mevcut durum aşağıdaki gibi özetlenebilir: Türkler hiçbir şekilde Karadağ arazisini işgal etmezken, Karadağlılar, aksine, İşkodra gölünün batı yakasındaki Shistuni’ye kadar Türk arazisine tecavüz etmişlerdir. Kirshi [Kushi] kabileleri, Slav ve hangi açıdan bakılırsa bakılsın Karadağlıdırlar ve Zem’in sağ kıyısına kadar Karadağ’ın sınır bölgesinde uzanan köyleri Karadağ’ın kışkırtmasıyla ayaklanmış ve Türk bölgesinin o kesimini asi olarak ellerinde tutup Medun kalesinin düşmesinden itibaren bir yıldan daha fazladır tüm boyun eğdirme girişimlerine başarıyla direnmişlerdir. Tepelerde Karadağlılarla baş edemeyen Türkler, düzlüklerin hâkimi olarak kalmakla iktifa ediyorlar; Karadağlılar, kendi taraflarında, daha az silahlanmış halde taktikten bîhaber ve topçuyu getirmekten aciz olarak Türklerin onlara saldırmasını bekleyerek dağ sığınaklarında kalıyorlar. Bu vaziyette, birliğinden ayrı düşmüş geçen askerlere veya ileri gözetleme mevziine bir aşağı bir yukarı doğru giden nöbet değiştirenlere ateş açmakla yetinerek, iki rakip bir diğerini izliyor ve belirsiz bir vakte kadar da böyle yapmayı sürdürebilirler. Her iki taraf birbirinden korku duyuyor. Türklerin yaklaşımı katı savunmadır. Kaydedilen son çarpışma Nichsich’in [Nikşik] düşmesinden iki gün önce, Türkler tarafından Karadağlıları Nichsich’ten uzaklaştırmak amacıyla batıda Beri’ye ve Podgoritza’nın doğusunda Drinoshi’ye yönelik eşzamanlı harekât yapıldığında cereyan etti. En son raporlar, bu tarafta çok az Karadağlının bulunduğunu ve çoğunluğun Hersek’e doğru çekildiğini göstermektedir. BAED 4/2, (2015), 1-31. 23 BÜLENT AKYAY Barış yapılması halinde Karadağ sınır hattının yeniden düzenlenmesine gelince birkaç mülâhaza yersiz olmayabilir. Bu gözlemler için başlangıç noktası olarak alınan temel, mümkün oldukça gidişatın durumunu kalıcı kılmak için, (Arnavutlar gibi çalkantılı bir halk ve Türklerinki gibi yozlaşmış hükümetle sona ermeye yaklaşan her şey ümitsizdir) farklı niyet ve sempatilerin kabilelerini ayrı tutma eğiliminde olan şu çözüm en iyisidir; bir başka ifadeyle, sözü edilen sorunda, Slav inancını iddia eden Arnavut kabileler ile Kuzey Arnavutluk sakinlerinin Latin kilisesine bağlı çoğunluğunun Karadağ sempatisine sahip olanlarını bir sınır çizgisiyle ayırmak. Bu düzenleme, birazdan gösterileceği gibi, Zem nehirlerini sınır hattı yaparak gerçekleştirilebilir. Bu raporun ilk kısmında yapılan yorumlardan, Karadağlıların ona karşı getirebildiği malzeme ve kuvvete karşı koymasıyla Podgoritza-Spuz mevkiinin büyük gücünden biri anlaşılacaktır. Ülkenin bu kısmını kalıcı olarak ellerinde tutacaklarsa burası Türkler için büyük önem taşımakta ve Türklerce sahip olunması Slav tecavüzüne karşı aşılması zor bir engel teşkil etmektedir. Terk edilmesi veya elde tutulması siyasî bir meseledir. Türklerden bırakılmasını istemek, İngilizlerden neredeyse paralel durumdaki Afgan sınırında bulunan Peşaver mevkiini terk etmeyi istemeye eştir. Podgoritza-Spuz Türklerin elinde bulundukça Yukarı Zeta Vadisi içlerine ve Hersek yoluna çıkmak, Türk birliklerine açık olacaktır. Öte yandan, eğer Türkler tarafından teslim edilirse Karadağ sınırı muazzam ölçüde güven altına alınacaktır. Varsayalım ki siyasî mecburiyetler bu devretmeyi talep ederse ve Karadağ sınırı, General İgnatiyef tarafından teklif edildiğine inandığım gibi, Moratscha’nın sağ kıyısına ilerlerse, Karadağlılar için ticarî antrepo olarak Podgoritza kasabası hâlâ Türklerin elinde olacaktır ve Berdo tepeleri üzerine yerleştirilen topçu tarafından savunulamaz hale getirilebilir, gidişatın durumuna yönelik az ilerleme sağlanacaktır. Bu yüzden Moratscha barışın gelecekte korunmasıyla ilgili olarak iyi bir sınır hattı olmayacaktır. Slav ve sempati olarak Karadağlı olan Kushi kabilelerini hâlâ Türk topraklarında bırakacaktır. Türkiye’ye karşı ayaklanmışlardı ve bütün Türk otoritesine meydan okuyarak halen asi sıfatıyla arazilerini ellerinde tutuyorlar. Bununla birlikte, Zem’de sınır hattını çizerek, bu kabileleri Karadağ arazisi dâhiline katabiliriz ve aynı zamanda Zem’in öteki yakasındaki Klementi ve Hoti gibi Katolik kabilelerle karşı karşıya bırakabiliriz. Türkler hâlâ Helm menzil noktasını ve Zem’e kadar buranın kuzeyindeki düzlüğü, onlara gerektiğinde oradan dik başlı 24 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU sınır kabilelerini her zaman cezalandırabilecekleri ayak basacak bir yer olarak vererek, ellerinde tutacaklardır. Karadağ’ın Adriyatik’te bir liman iddialarına gelince, kuşkusuz bu mesele böylesi bir düzenlemeye büyük muhalefet edecek olan Avusturyalılara ve İtalyanlara bırakılabilir. Bir noktaya kadar, Türklere karşı Karadağlılar öylesine çok hassas Avusturyalı ve İtalyan sempatisine sahipler, fakat her ne vakit bir Slav ileri karakolu Adriyatik’i tehdit etse, kendi hayatî çıkarları ciddi bir tehdit aldığından hassasiyetleri geri plana düşecektir. (İmza) F.C.H. Clarke, Yüzbaşı Levazım Dairesi Başkan Yardımcısı Vekili İşkodra, Arnavutluk 1 Ekim 1877 EK-2 İşkodra’dan Spuz’a Giden Güzergâh Hakkında Rapor* Yolun Genel Açıklaması: Helm’den Podgoritza’ya kadar at arabaları için elverişli. Podgoritza’dan Spuz’a kadar piyade, süvari ve dağ topçusu için geçilebilir. Genel istikamet, Kuzey. Yol Üzerindeki veya Yakınındaki Yerler: İşkodra, Helm Kule, Tuz Köyü, Zem Nehri, Podgoritza, Vezir Köprüsü, Spuz. Podgoritza Sancak merkezi. 6.000 kişilik nüfusun üçte ikisi Müslüman. Stratejik açıdan ve Karadağlılar ve Kuçiler için ticarî antrepo olarak önemli. 350 dükkân var. Sokaklar dar, dolambaçlı ve pis. Taş duvarlar içerisinde taştan evler. Evlerin kapıları sokağın savunması için tanzim edilmiş ve genellikle mazgallı. Ribnitza’nın Moratcha ile birleşme yerinde bulunuyor. Kasabada * F.O. 881/3592 “Papers on Western Turkey & Greece by Capt. F.C.H. Clarke, D.A.Q.M.G.” BAED 4/2, (2015), 1-31. 25 BÜLENT AKYAY Ribnitza üzerinde tek yüksek kemerli iki taş köprü. Eski hisar, sol kıyıda nehirlerin birleşim yerinde inşa edilmiş. Spuz Kasaba ve Kale Karadağ’a doğru girinti oluşturan Türk sınırı çıkıntısının zirvesindeki tepe kale. Yukarı Zeta Vadisine doğru serbest çıkış veren önemli bir stratejik nokta. Kale, düzlüğün üzerinde birden 350 fit kadar yükselen konik tepenin üzerinde bulunuyor. Tepenin yokuşları fazlasıyla sarp ve bazı yerlerde dik. Tepenin üzerinde göğüs yüksekliğinde 6 top ve 2 havan topu için yer bırakılarak mazgallarla donatılmış taş bir siper duvarı. Toplardan ikisi, dört tüfekli personeli olan çelik ağızdan dolma, diğerleri ise yivsiz. Pazar yeri, tepenin batı ayakucundadır. Bunun aşağısında yine Zeta Nehri kavisli yatağında akıyor; bazı mevsimlerde taşkın halinde. Bu nehrin üstünde 70 yarda uzunluğunda, 12 fit genişliğinde, ahşap taşıt yoluyla 4 köprü ayağı üzerine inşa edilmiş ve akıntının yaklaşık 60 fit yukarısında bir köprü. Kasaba nehrin kavisiyle oluşan dairevî arazi üzerine inşa edilmiş; kavisin başında bir ana geçit kapısı ve müstahkem kule. Bahçeler içinde taş duvarlarıyla taştan evler. KAYNAKÇA A- Arşiv Belgeleri The National Archives (TNA) Foreign Office (F.O.) F.O. 881/3480, “Memorandum by Captain Clarke, R.A., on the Present Position on the Montenegrin Frontier” F.O. 881/3592, “Papers on Western Turkey & Greece by Capt. F.C.H. Clarke, D.A.Q.M.G.” B- Gazeteler The Colonies and India, 2 Eylül 1893. The London Gazette, 27 Nisan 1880. 26 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU C- Araştırma ve İnceleme Eserler AKYAY, Bülent, Tesalya Meselesi (1881), Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Yrd. Doç. Dr. Turan Gökçe, İzmir 2001. ______, “93 Harbi Sırasında Türk-Yunan Sınırındaki Askerî Durum Üzerine Bir İngiliz Subayın Raporu”, Yeni Türkiye, S. 68, Ankara 2015. ANDERSON, M. S., The Eastern Question, 1774-1923, MacMillan, New York 1966. Architecture of the Islamic World: Its History and Social Meaning, Eds. Ernst J. Grube, George Michell, New York 1978. ARMAOĞLU, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, 1789-1914, TTK Yay., Ankara 1997. ATEŞ, Sabri, Ottoman-Iranian Borderlands: Making a Boundary, 18431914, Cambridge University Press, New York 2013. AYDIN, Mithat, Balkanlarda İsyan: Osmanlı-İngiliz Rekabeti, BosnaHersek ve Bulgaristan’daki Ayaklanmalar (1875-1876), Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2005. BALTALI, Kemal, “1875 Hersek Ayaklanmasının Uluslararası Bir Nitelik Kazanması”, Belleten, LI/199, Ankara 1988. CLARKE, F.C.H., “Recent Reforms in the Russian Army”, Journal of The Royal United Service Institution, 20, 1876. ______, “Colonel Sosnoffsky’s Expedition to China in 1874-75”, Journal of the Royal Geographical Society of London, Vol. 47 (1877). ______, “Kuldja”, Proceedings of the Royal Geographical Society and Monthly Record of Geography, New Monthly Series, Vol. 2, No. 8 (August 1880). ______, Staff Duties, A Series of Lectures Addressed to the Officers at the Staff College, London 1884. BAED 4/2, (2015), 1-31. 27 BÜLENT AKYAY DANİŞMEND, İsmail Hakkı, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 4, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1972. DARKOT, Besim, “Karadağ”, MEB İslam Ansiklopedisi, Cilt 6, İstanbul 1977. ERİM, Nihat, Devletlerarası Hukuk ve Siyasî Tarih Metinleri, C. 1 (Osmanlı İmparatorluğu Antlaşmaları), Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yay., Ankara 1953. HARRIS, David, A Diplomatic History of the Balkan Crisis of 1875-1878: The First Year, Archon Books, California 1969. JEZERNİK, Božidar, Vahşi Avrupa: Batı’da Balkan İmajı, Tercüme Haşim Koç, Küre Yay., İstanbul 2006. KARACA, Taha Niyazi, Büyük Oyun: İngiltere Başbakanı Gladstone’un Osmanlı’yı Yıkma Planı, Timaş Yay., İstanbul 2011. KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, C. VII, TTK Yay., Ankara 1988. ______, Osmanlı Tarihi, C. VIII, TTK Yay., Ankara 1988. KISSINGER, Henry, Diplomasi, Çeviren: İbrahim H. Kurt, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 2000. KOSTENKO, Colonel L.T., “Turkestan”, translated by Major, F.C.H. Clarke, Royal United Services Institute for Defence Studies, Royal United Service Institution, 1881. KURAT, Yuluğ Tekin, Henry Layard’ın İstanbul Elçiliği 1877-1880, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1968. ______, “1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin Sebepleri”, Belleten, XXVI/103, Ankara 1962. LOWE, John, Britain and Foreign Affairs 1815-1885: Europe and Overseas, Routledge, London 1998. 28 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU Mahmud Celâleddin Paşa, Mir‘at-ı Hakîkat, haz. İsmet Miroğlu, Berekât Yay., İstanbul 1983. MARRIOT, J. A. R., The Eastern Question: An Historical Study in European Diplomacy, Clarendon Press, 4th ed., Oxford 1940. ÖZCAN, Uğur, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı-Karadağ İlişkileri, TTK Yay., Ankara 2012. ÖZDEM, Ali Gökçen, Karadağ’ın Osmanlı Egemenliğine Karşı Mücadelesi (1830-1878), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik, Elazığ 2012. Second Supplement to the Alphabetical Catalogue of the Library of the Royal Geographical Society, London 1882. SEDES, İ. Halil, 1876-1877 Osmanlı Karadağ Seferi, Askerî Matbaa, İstanbul 1936. ______, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (IV)”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, S. 36, Şubat 1988. ______, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (V)”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, S. 37, Mart 1988. ______, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (VI)”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, S. 41, Temmuz 1988. ______, “1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı (VII)”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Dün/Bugün/Yarın, S. 42, Ağustos 1988. STAVRIANOS, Leften S., The Balkans since 1453, Holt, Rinehart & Winston, New York 1961. STOJANOVIC, Mihailo D., The Great Powers and The Balkans, 18751878, Cambridge University Press, London 1939. SUMNER, B. H., Russia and The Balkans, 1870-1880, Clarendon Press, Oxford 1937. BAED 4/2, (2015), 1-31. 29 BÜLENT AKYAY SÜER, H. Hikmet, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi Rumeli Cephesi, ATASE Yay., Ankara 1993. TAYLOR, A. J. P., The Struggle for Mastery in Europe, 1848-1918, Clarendon Press, Oxford 1954. TEMİZER, Abidin, Karadağ’ın Sosyal ve Ekonomik Yapısı (1853-1913), Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Danışman: Yrd. Doç. Dr. Mucize Ünlü, Samsun 2013. ______, “Karadağ Ordusu (1876-1913)”, History Studies, Vol. 2, No. 2, 2010. The Academy, XVIII, 1880. The Franco-German War, 1870-1871, transl. by F.C.H. Clarke, 2 pt. [in 5 vols] 1883. The Imperial and Asiatic Quarterly Review and Oriental and Colonial Record, Oriental Institute (Woking, England), East India Association (London, England), 1893. The Progress of Russia in Central Asia, Colonel M. J. Veniukoff, 1877, translated from the Sbornik Gosudarstvennikh Znanyi, by Cpt. F.C.H. Clarke, 1878. Translation from the “Militair Wochenblatt” for April 1873, Papers on Subjects Connected with the Duties of the Corps of Royal Engineers [New Series], Vol. XXII, 1874. URHAN, Vahit Cemil, Karadağ’ın Bağımsızlığını Kazanması (1851-1878), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. Necdet Hayta, Ankara 2015. WILLIAMS, Beryl, “Approach to the Second Afghan War: Central Asia during the Great Eastern Crisis, 1875-1878”, The International History Review, Vol. 2, No. 2 (April 1980). YASAMEE, F. A. K., Ottoman Diplomacy: Abdülhamid II and The Great Powers, 1878-1888, The Isis Press, İstanbul 1996. 30 BAED 4/2, (2015), 1-31. 1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA KARADAĞ SINIRINDAKİ ASKERÎ DURUM ÜZERİNE BİR İNGİLİZ SUBAYIN MEMORANDUMU YILMAZÇELİK, İbrahim, ÖZDEM, Ali Gökçen, “Düvel-i Muazzama’nın Karadağ Üzerinden Osmanlı Devleti ile Mücadeleleri ve Bunun Günümüze Yansımaları”, Bitlis Eren Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 1 Sayı 2, Bitlis 2013. D- Elektronik Kaynaklar ACHTERMEIER, William O., “The Turkish Connection: The Saga of the Peabody-Martini Rifle”, Man At Arms Magazine, Volume 1, Number 2, March/April 1979) http://www.militaryrifles.com/Turkey/PeabStory/PeabodyStory.htm TRENK, Richard T., “The Plevna Delay: Winchesters and PeabodyMartinis in the Russo-Turkish War”, Man At Arms Magazine, Volume 19, Number 4, (August, 1997) http://www.militaryrifles.com/Turkey/Plevna/ThePlevnaDelay.html BAED 4/2, (2015), 1-31. 31 Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015, ss. 33-60. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ Fatma ÇALİK ÖZET Türk ve Macar halklarının ilişkileri çok uzun ve geleneksel dostluğa dayanmaktadır. Macaristan’da 19. yüzyılda başlayan Macar dili ve tarihi alanındaki yoğun çalışmalar, Turancılık akımı ve Türkoloji biliminin doğmasına neden olmuştur. Bu iki disiplinin çalışmaları iki ülke arasındaki kültürel köprülerin güçlenmesine aracılık etmiştir. I. Dünya Savaşı’nda müttefik olarak savaşan ve imparatorlukların yıkılması ardından kendi millî devletlerini kuran Türkiye ve Macaristan, 1920’li yıllardan itibaren ilişkileri yarı resmî, 18 Aralık 1923 tarihinde imzalanan Dostluk Antlaşması’yla birlikte ise ilişkilerini resmi olarak tesis etmişlerdir. Atatürk Dönemi’nde iki ülke arasındaki ilişkiler oldukça yoğun ve dostane bir şeklinde ilerlemiştir. Soğuk Savaş olarak da isimlendirilen, iki kutuplu düzende, karşı nüfuz güçlerinde yer almalarına rağmen dostluğa dayalı geleneksel ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Bu çalışmada iki ülkenin ilişkileri, siyasî, ekonomik ve kültürel olarak tasnif edildikten sonra, kadim dostluk ve Türkoloji/Hungaroloji kürsüleri üzerinden nasıl devam ettiği incelenmeye çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Türkiye-Macaristan İlişkileri, Soğuk Savaş, Türkoloji, Hungaroloji. TURKEY-HUNGARY RELATIONS IN THE COLD WAR ERA ABSTRACT Turkish and Hungarian people relationship is based on a long and traditional friendship. Compact researches about Hungarian language and history Bu makale yüksek lisans tezinden üretilmiştir. Fatma Çalik, Türkiye- Macaristan İlişkileri (1939-1989), Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Prof. Dr. Melek Çolak, Muğla 2013. Fatma Çalik, Trakya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Doktora Öğrencisi, E-mektup: ftmcalik@gmail.com. 33 FATMA ÇALİK began in 19th century led to birth of Turan Tacitc and Science of Turcology. Studies of these two disciplines intervened to strength cultural bridges. Turkey and Hungary, who fought as allies in World War I and established their national states after the fall of the empire, have established the semi-offical relations since 1920s and offical relations on December 18, 1923 with the Friendship Treaty. During Atatürk’s era, relations between the two countries was quite busy and friendly. Despite taking place in opposing penetrating forces during the bipolar system aka Cold War, two countries maintained their relations based on traditional friendship. In this study we tried to find the two centuries relations in the political, economic and cultural after being classified as the ancient frendship and Turcology/Hungarology attempted to examine how it has continued over the platforms. Keywords: Turkey-Hungary Relations, Cold War, Turkology, Hungarology. Giriş I. Dünya Savaşı’nda müttefik olan Türkiye ve Macaristan devletleri arasında süre gelen diplomatik ilişkiler, savaşın bitmesi ardından 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile zorunlu olarak kesintiye uğramıştır. İki ülke arasındaki ilişkiler Lozan Görüşmeleri sırasında yarı resmî, Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra ise resmî düzeyde yürütülmüştür.1 Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilanından hemen sonra iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler yeniden tesis edilmiş dostluk2, ikamet3 ve ticaret antlaşmaları4 imzalanmak suretiyle bu ilişkiler resmi bir boyuta taşınmıştır. Bilhassa Atatürk döneminde Türkiye ve Macaristan arasındaki ilişkilerin oldukça yoğun ve dostane bir şeklinde devam ettiğini görülmektedir. İki dünya savaşı arasındaki dönemde Türkiye ve Macaristan ilişkilerinde belirgin bir problem yaşanmamıştır. II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte ilk etapta iki ülke de tarafsız kalmayı tercih etmiş, ancak Macaristan daha sonra Berlin-Roma eksenine kayarak Almanya ve İtalya ile 1 Dursun Ali Akbulut, “Çöken Devlet”, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Atatürk Araştırma Merkezi, 2008, s. 134-135; Emre Saral, Türkiye-Macaristan Dostluk Antlaşması (18 Aralık 1923), http://turkinfo.hu/2015/03/21/turkiye-macaristan-dostluk-antlasmasi-18-aralik1923emre-saral/, (5.4.2015). 2 BCA (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi), Bakanlar Kurulu Kararları Fonu, Fon Kodu: 30.18.01.01, Yer Adı: 9.15.4, S.307. 3 BCA, 30.18.01.01, 17.88.16, Dosya: 431-20. 4 BCA, 30.18.01.01.,17.88.16, Dosya: 431-20, 3101. 34 BAED 4/2, (2015), 33-60. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ birlikte savaşa iştirak etmiştir.5 Bu dönemde Türkiye de İngiltere ve Fransa ile bir takım antlaşmalar imzalamış ancak savaşın dışında kalmayı başarabilmiştir. Türkiye’nin savaşa girmeme konusundaki kararlı tutumu Macaristan’da geniş yankı uyandırmış, Başbakan İsmet İnönü’nün izlemiş olduğu politika Macar siyasetçiler tarafından övgüyle karşılık bulmuştur.6 Öte yandan savaş yıllarında Türkiye-Macaristan ilişkileri adına üzerinde durulması gereken kayda değer bir gelişme daha yaşanmıştır. Almanya ve İtalya ile birlikte savaşa giren Macaristan’da Yahudilere karşı izlenen anti-semitik politikalar sonucu çok sayıda Macar Yahudisi Türk diplomatlarının yardım eli sayesinde kurtulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, başta Budapeşte’de bulunan Türk elçiliğine sığınan Macar Başbakanı Miklós Kállay olmak üzere, birçok Macar Yahudisine kapılarını açmıştır.7 1. Siyasî İlişkiler Türkiye ve Macaristan devletleri arasında tarihsel ve kültürel köklere dayanan ikili ilişkiler, II. Dünya Savaşı’nın farklı bloklarda yer almasına rağmen hasmâne bir tutum yaşanmadan devam etmiştir. Savaşın başladığı yıl, 1939’da Budapeşte’ye atanan Türk elçisi, Ruşen Eşref Ünaydın dört yıl süreyle kaldığı görevinde, Türk-Macar siyasî ilişkilerine olduğu kadar, dostluğuna da katkıda bulunan çalışmalar yapmıştır.8 Ruşen Eşref’in elçi olarak atanmasından sonra, dönemin Kral Naibi Amiral Horty ve eşi Türk elçiliği onuruna bir resepsiyon tertip etmiştir.9 Ruşen Eşref, Macaristan’da bulunduğu yıllarda, siyasî çalışmalarının yanı sıra, sosyal çalışmalarla da Türk-Macar ilişkilerinde aktif bir rol üstlenmiştir. Bu çalışmalarından biri de Macaristan Turan Derneği’nin 1941 yılında düzenlemiş olduğu bir konferanstır. Bu konferansın açılış konuşmasını yapan Ruşen Eşref, konuşmasında Türk-Macar ilişkilerinin 5 András Székely, A Brief History of Hungary, Translated: Elek Helvey, Archives of Corniva Kiadó, 4th Edition, Budapest 1973, s. 39-41. 6 BCA, 30.10.0.0, 233.569.21, Dosya: 421/124. 7 Melek Çolak, “II. Dünya Savaşı Yıllarında Macar Yahudileri ve Türkiye”, Karadeniz Araştırmaları, Güz 2010, Sayı: 27, s. 83-84. 8 Mária Nyiri, Atatürk ve Macaristan’da Bulunan Türkler ile Türkiye’de Bulunan Macarlar, 20-21 Mayıs 1991 Bakü, s. 23. 9 Cumhuriyet Gazetesi, 20.10.1939, s. 5. BAED 4/2, (2015), 33-60. 35 FATMA ÇALİK önemi ve Türk-Macar yakınlığı üzerinde durmuştur.10 Bu konuşma Macar basınına yansıdığı gibi Türk basınına da yansımıştır.11 Türk-Macar Dostluk Derneği’nde de Türk edebiyatı ile ilgili bir başka konferans vermiştir.12 Ruşen Eşref’in Macaristan’da kaldığı süre boyunca göstermiş olduğu çabalar kendisine Macaristan’da hakiki bir yer edinmesini sağlamıştır. Görevi bitip Türkiye’ye döneceği zaman, kendisine Macar İstasyonu’nda Macar Kralı’na ait salonda hükümeti temsil eden protokol şefi, Macar Hariciye Nazırlığına mensup yüksek memurlar, Türk-Macar Dostluk Cemiyeti başkanı, Türk elçiliğinin bütün memurları ve birçok Macar’ın katılımıyla uğurlanmıştır.13 Savaşın hızlı olduğu 1943’lü yıllarda, Macar basınında 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ile ilgili çeşitli yazılar yayınlanmıştır. Bunlardan biri de Pester Lloyd gazetesindeki şu haberdir; “Türkiye Cumhuriyeti insaniyetin maruz felaketler devresinde bütün milletler tarafından yalnız hürmet edilmekle kalmayarak, ciddi bir kuvvet amili olarak itibare alınıyorsa, bunu Türkiye Devletinin sevk ve idaresine medyundur. Türkiye’nin devlet adamlarının kiyaset ve uzak görüşlülüğüne, şimdiye kadarki muvazene siyasetine devam edeceğine bütün dünya kanidir. Macar Milleti Türkiye’ye karşı çok zamandan 14 beri samimi dostluk hisleri ile bağlıdır.” Bu haberler Türk-Macar dostluğunun her zaman devam ettiğini ve ettirilmek istendiğini göstermektedir. Macaristan 1944 yıllına gelindiğinde fiili olarak Almanya’nın işgali altına girmesiyle, devlet başkanı olan Miklos Horty, İkinci Dünya Savaşı’na karşı olan tutumu nedeniyle istifaya zorlanarak, yerine Hitler yanlısı Döme Sztojay Macaristan başkanı olarak göreve getirilmiştir. Ayrıca Macaristan’da Almanya elçisi yerine Büyük Alman İmparatorluğu komiseri görevlendirilmiştir15 ve bu tarihten sonra 440.000 Macar Yahudisi toplama 10 Nyiri, a.g.e, s .23. Cumhuriyet, 14.2.1941, s. 2. 12 Cumhuriyet, 4.8.1943, s. 3. 13 Cumhuriyet, 4.8.1943, s. 3. 14 Cumhuriyet, 30.10.1943, s. 3. 15 Miklós Molnár, A Concise History of Hungary, (Translated by Anna Magyar), Cambridge University Press, Sixth Printing, Cambridge 2009, s. 291. 11 36 BAED 4/2, (2015), 33-60. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ kamplarına gönderilmiştir.16 Bu dönemde Budapeşte Konsolosu Pertev Şevki Kantemir (1939-1944) ve Kantemir’den sonraki Konsolos Abdülahat Birden (1942-1944) Macar Yahudilerine yardım eli uzatan iki isimdir.17 Budapeşte Türk Elçiliği, sığınmak isteyen Macar Musevi aileleri için Türkiye Cumhuriyeti pasaportu düzenleyerek, Türkiye üzerinden Filistin ya da Amerika’ya gitmelerini sağlamıştır.18 Ayrıca Türk Hükümeti Macar Yahudilerinin Türkiye’ye gelmesine ve çalışma izni de vererek çeşitli kurumlarda işe yerleştirmiştir. Talep edenlerin oturma ve çalışma izinleri de uzatılmıştır. Ayrıca Macar Yahudileriyle evlenen Türklerin eşlerinin aileleri içinde girişimlerde bulunmuşlardır. Bunlardan biri de müzikolog Adnan Saygun’un eşi Iren Szalay’ın ailesidir.19 Macar Yahudileri dışında, Macaristan’da yaşanan işgal nedeniyle Macaristan Başbakanı, Türkiye’ye sığınma talebinde bulunmuştur. Türk elçisi Şevket Fuat Keçeci’nin onaylanması sonucunda eşi ile birlikte Macar Başbakan, 19 Kasım 1944 tarihine kadar da, Macaristan’daki Türk elçilik binasında kalmıştır. 19 Kasım günü Türk hükümetini zor durumda daha fazla kalmasını istemeyerek, kendi isteğiyle ayrılmış ve tutuklanmıştır.20 Türkiye bu dönemde Alman ve Rus ordularının yarattığı tahribat nedeniyle zor günler geçiren kadim dostu Macaristan’a yardım eli uzatmaktan geri durmamıştır. Zor günlerde birbirlerine destek olan bu iki milletin ekmeğini de birbiriyle paylaştığını söylemek sanırız ki yanlış olmayacaktır. Zira Macaristan’da yaşanan kıtlık nedeniyle gıda sıkıntısı yaşayan Macarlara Kızılhaç vasıtasıyla ve bilhassa eski Macaristan ortaelçisi 16 Macar halkı tarafından ulusal felaket olarak adlandırılan Trianon Antlaşması sonrası, Macaristan’da General Gömbös’ün başbakanlığında Macaristan Faşist Partisi ile Trianon’un izlerini silmek için hararetli bir revizyonist politika izlenmiştir. Bu dönemde Macaristan’ın dış politikası revizyonizm ekseninde, Almanya-İtalya ittifakına yaslanmıştır. Ülkede Almanya’nın etkisi artması ve Hitlerin Trianon Anlaşması’nın düzeltilmesine taraftar olması, ülkede Macar Yahudilerine karşı bir hava oluşturmuştur, Çolak, II. Dünya Savaşı’nda Macar Yahudileri.., s. 78-83. 1938 yılından itibaren Yahudi aleyhtarı yasalar çıkarılmıştır. Çıkarılan yasalarla Yahudi olmayanların Yahudilerle evlenmesi dahi yasaklanmıştır. Fethi Vecdet Erkun, Budapeşte’den Ankara’ya, Türk-Macar Dostluk Derneği Yayınları: 2, Temmuz 1999, s. 90-95. 17 Erkun, a.g.e., s. 92. 18 Çolak, II. Dünya Savaşı’nda Macar Yahudileri.., s. 84. 19 Çolak, II. Dünya Savaşı’nda Macar Yahudileri.., s. 84. 20 Cumhuriyet, 4.4.1944, s. 1. BAED 4/2, (2015), 33-60. 37 FATMA ÇALİK ve Macar basınında “Macar Dostu” olarak yer etmiş olan Enis Behiç Erkin’in çabalarıyla 100.000 TL tutarında gıda yardımı ve 60 ton buğday gönderilmiştir.21 İkinci Dünya Savaşı nedeniyle Türkiye’nin Macaristan elçiliği çalışmalarına 1 Nisan 1945 tarihinde ara vermiş, iki ülke arasındaki ilişkiler savaş nedeniyle askıya alınmıştır. İlişkilerin dondurulması iki ülkenin de ilişkilerini geliştirmek istemesi nedeniyle pek uzun sürmemiştir. İlk adım Macaristan’dan gelmiştir. Macaristan’da 1945 yılında yapılan genel seçimde Független Kisgazdapárt (Bağımsız Küçük Çiftçi Partisi), Nemzeti Parasztpárt (Ulusal Köylü Partisi) ve Magyar Kommunista Párt (Macar Komünist Partisi) koalisyon hükümeti kurmuşlardır.22 Başbakanlığa getirilen Zoltán Tildy hükümet programını açıklarken Türk-Macar ilişkilerine de değinerek, Türkiye ile olan siyasî ilişkilerini mümkün olduğu kadar çabuk başlatmak istediğini söylemiştir.23 İkinci adım ise Türkiye tarafından atılmıştır. Budapeşte’de Türk elçiliğinin tekrar açılması için 1946 yılında Macaristan’a bir heyet gönderilmiştir. Budapeşte elçilik raporlarına göre heyet, oldukça yoğun bir ilgi ile karşılaşır. Macar basınında Türk elçiliğinin tekrar açılacak olmasıyla ilgili olumlu yönde haberler yapıldığı gibi de sık sık Türklerin Macarlara yapmış olduğu yardımlardan söz etmişler. Heyet ayrıca Macaristan Başbakanı Zoltán Tildy ile de görüşmüştür. Başbakan Tildy’nin heyete tavrı oldukça cana yakın olduğu gibi, İsmet İnönü ve Türk Hükümeti’nin İkinci Dünya Savaşı sırasındaki politikasından da övgüyle bahsetmiştir.24 Bir yıl sonra, 1947 yılında elçi Agâh Aksel’in Budapeşte Türk elçiliğine atanmasıyla tekrar faaliyetlerine başlayarak, Türkiye ile Macaristan arasındaki diplomatik ilişkilerin tekrar tesis edilmesi sağlanmıştır. Agâh Aksel’in şerefine Peşte’deki Türk-Macar Ticaret Odası tarafından bir yemek tertip edilmiştir. Düzenlenen yemeğe Macar bakanları, üst düzey yöneticiler, banka müdürleri katılmış, etkinlik boyunca TürkMacar dostluğu temalı konuşmalar yapılmıştır.25 Aynı günler de Macar elçisi 21 Cumhuriyet, 26.4.1946, s. 1. Naciye Güngörmüş, Macaristan’da Değişim ve Demokrasiye Geçiş (1989-2009), Köksav Yayınları, Ankara 2010, s. 77. 23 Cumhuriyet, 2.12.1945, s. 3. 24 BCA, 30.10.0.0,233.569.21, Dosya: 421/124. 25 Cumhuriyet, 22.2.1947, s. 1. 22 38 BAED 4/2, (2015), 33-60. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ Belá Andahazy’de Türkiye’ye gelerek, güven mektubunu Başbakan İnönü’ye sunmuştur. 26 Sovyetler Birliği’nin “kurtarmış” olduğu Doğu Avrupa’nın demir perde adı altında tecrit edilmesinin ardından iki ülkenin ilişkileri oldukça durağan bir hale bürünmüştür. Söz konusu dönemde vuku bulan ilk hareketlilik, Sovyetler Birliği’nin 1953’te başlayan Barış Taarruzu üzerine27 ve dönemin Macaristan Millî Meclis Başkanı S. Romia’nın, Türkiye’ye gelmesiyle gerçekleşmiştir. Romia, bu ziyareti esnasında, Macaristan ile Türkiye arasındaki geleneksel bağların canlanması için Türk Parlamento Kurulu’nu Macaristan’a davet etmiştir.28 Soğuk Savaş diplomasisi genel olarak blok mensubu diplomatların karşı blok diplomatlarını potansiyel birer düşman ve hasım olarak görmeleri esasına dayandığından, bloklar arası karşılıklı güven ortamı bir türlü sağlanamamıştır. Böyle bir ortamda, Türkiye ve Macaristan devletleri bloklar arasındaki ilişkilerde uygulanan prosedürler gereği yabancılara seyahat kısıtlaması, elçilik, konsolosluk ve diğer uyruklara uygulanan yaptırımları birbirlerine karşı uygulamamaya gayret göstermişlerdir.29 23 Ekim 1956 günü Macar gençliği, Polonya’da yaşananları protesto etmek için Budapeşte’de bir gösteri düzenlemiş; sayısı giderek artan kalabalıkla beraber gösteri bir ulusal bağımsızlık ve demokrasi çağrısına dönmüştür. Doğu Bloku’nda Sovyetlere ve komünist düzene karşı en kanlı ve en ses getiren başkaldırı hareketi Macarların başlatmış oldukları bu ihtilal olmuştur.30 Macar İhtilali giderek alevlenerek bir özgürlük savaşına dönüşmüş ve kardeş Macarların bu direnişi gerek Türk hükümeti gerekse Türk halkı tarafından ilgiyle takip edilmiştir. Türkler Macar halkının bu onurlu mücadelesine eskiden olduğu gibi mümkün mertebe destek vermeye gayret etmişlerdir. Macar halkının bağımsızlık yolunda verdiği bu mücadeleler Türk basınında da geniş yankı bulmuş, “kardeş Macarlar” 26 Cumhuriyet, 5.2.1947, s. 3. Ayhan Kamel, “II. Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk-Rus İlişkileri”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Türk Tarih Kurumu Yayınevi, Ankara 1999, s. 410-412. 28 İbrahim Ethem Tiryakioğlu, “Dünkü ve Bugünkü Türk-Macar İlişkileri”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Genel Kurmay Başkanlığı Basımevi, Sayı: 263, Yıl: 96, Ankara, Eylül 1977, s. 39. 29 Tirkiyakioğlu, a.g.m., s. 52. 30 1956 Macar İhtilali için bkz. Francois Fejtö, 1956 Macar İhtilali: İlk Antitotaliter İhtilal, Bilge Kültür Sanat Yayınları, (çev: Fazıl Bülent Kocamemi), İstanbul 2012; Mehmet Ergün, 1956 Macar İhtilali, Akşam Kitap Klubü Serisi No: 34, İstanbul 1967. 27 BAED 4/2, (2015), 33-60. 39 FATMA ÇALİK şeklinde ifadelerin yer aldığı çok sayıda yazı neşredilmiştir. Dönemin gazetelerinden edinilen izlenim, ihtilalin Türk toplumu tarafından yakından takip edildiği ve kamuoyu tarafından açıkça desteklendiği yönündedir.31 Macar İhtilali, siyasîlerin ve Türk halkının olduğu kadar, Türk edebiyatının önde gelen isimlerinin de ilgisini bu yöne çekmiştir.32 Birleşmiş Milletler Konseyi’nde Türk hükûmetini temsilen bulunan Selim Sarper yapmış olduğu konuşmasında; Türkiye adına Rus ordusu tarafından Macaristan’da yapılan eylemleri kınadığını belirttikten sonra, meydana gelen hadiseleri meşru göstermek adına söz alan Rus delegesini ağır bir şekilde eleştirmiştir. Sarper ayrıca, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne Macaristan’daki durumu görüşmek üzere yapılan başvuruyu desteklemiştir.33 Hürriyet Partisi de bir bildiri yayınlayarak Macar halkına vermiş olduğu desteği ilan etmiştir. Bu gelişmelerin ardından birçok sivil toplum kuruluşu çeşitli faaliyetlerde bulunarak, Macaristan için yardım kampanyaları düzemişlerdir. Türkiye bununla da yetinmeyerek, özgürlüğü uğruna savaşan ve vatanından ayrılmak zorunda bırakılan Macar halkına kapılarını sonuna kadar açmıştır.34 Türk Kızılayı 500 kişilik mülteci iaşesini sağlamak için çalışmalara başlamış ve Toprak ve İskân Genel Müdürlüğü ile de bu konuda anlaşmıştır. Sirkeci, Zeytinburnu ve Pendik’te kamplar kurulmuştur. Gelen mültecileri konuk gibi gören ve Onların rahat etmesi için her şeyi düşünen Türk yetkililer, Hür Macar Derneği ile anlaşma yaparak mültecilere Macar millî yemekleri pişiren aşçılar görevlendirmişlerdir.35 79 kişilik ilk mülteci grubu 12 Şubat 1957 tarihinde gelmiştir.36 Mültecilerin gelmesi 27 Şubat 1957 31 Sevgi Can Yağcı Aksel, “Türk Basınında 1956 Macar İhtilali: Hürriyet, Cumhuriyet, Ulus ve Zafer’de Haber Sunumuna İlişkin Uzlaşma ve Ayrışmalar”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, Sayı: 39, Güz 2014, s. 96-100. 32 Macar halkının direnişi, Türk edebiyatında şiirden tiyatro oyunlarına birçok esere konu olmuştur. Fazıl H. Dağlarca, Hüseyin Nihal Atsız, Attila İlhan, Vecdet Erkun, Ümit Yaşar Oğuzcan, Arif Nihat Asya, Tarık Buğra, Ayhan İnal 1956 Macar İhtilalini kaleme alan edebiyatçılarımızdandır. Ayrıntılı bilgi için bkz. İsmail Tosun Saral- Emre Saral (der.) Macarlar ve Tuna Hakkında Yazılan Şiirler (1300-2000), Türk-Macar Dostluk Derneği Yayınları, No: 3, Ankara 2001. 33 Milliyet Gazetesi, 6.11.1956, s. 1; Cumhuriyet, 30.10.1956, s. 3. 34 Melek Çolak, 1956 Macar İhtilali ve Türkiye, Nehir Yayınları, İstanbul 2009, s. 130-140. 35 Cumhuriyet, 13.1.1957, s. 5. 36 Cumhuriyet, 13.2.1957, s. 3. 40 BAED 4/2, (2015), 33-60. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ tarihine kadar devam etmiş 27 Şubat’ta gelen son kafile ile birlikte sayı 507’ye ulaşmıştır.37 1960’lı yıllarda başlayan bloklar arası “yumuşama” ve bunun paralelinde Türk-Rus ilişkilerinde yaşanan normalleşme süreci, şüphesiz ki dış politikada Moskova’yı takip eden Macaristan’ın Türkiye ile ilişkilerini olumlu yönde etkilemiştir. Bu dönem, ilişkilerini her fırsatta geliştirmenin gayretinde olan Türkiye ve Macaristan için iyi bir fırsat olmuştur. 28 Eylül 1967 tarihinde elçiliklerin büyükelçilikler seviyesine yükseltilmesiyle birlikte diplomatik ilişkiler üst düzeye çıkarılarak ilişkilerin daha sıkı bir şekilde ilerletilmesi sağlanmıştır.38 Bloklar arasındaki yumuşamanın hissedilmeye başlanmasıyla birlikte, iki ülke arasında karşılıklı ziyaretler ve diplomatik temaslar hız kazanmıştır. Bu dönemde oluşturulmaya çalışılan ikili ilişkilerin temeli Türkiye’ye gelen ilk Macar Dışişleri Bakanı olma sıfatını taşıyan János Péter’in 22 -27 Temmuz 1968 tarihli ziyareti ile atılmıştır.39 Akabinde 17-21 Kasım 1971 tarihlerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil tarafından Macaristan’a bir iadei ziyaret gerçekleştirilmiştir.40 Bu ziyaretleri 1981 yılındaki İlter Türkmen’in ziyaretleri izlemiştir.41 Devlet başkanları düzeyindeki ilk temaslar ise, Başbakan Bülend Ulusu’nun daveti üzerine 15-17 Kasım 1982 tarihlerinde György Lázár’ın Türkiye’ye gelmesiyle yaşanmıştır. Bu ziyaret, bir Macar hükûmet başkanının Türkiye’ye yapmış olduğu ilk ziyaret niteliğini taşımaktadır.42 Ertesi yıl 29 Haziran 1983 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Bülend Ulusu Macaristan’a bir iadei ziyaret ziyarette bulunarak Macar mevkidaşına karşılık vermiştir.43 İki ülke arasında yapılan ziyaretler, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in 24-26 Haziran 1986 tarihli ziyaretiyle 37 Cumhuriyet, 28.2.1957, s. 1. Cumhuriyet, 4.6.1989, s. 3. 39 Milliyet, 23.7.1968, s. 3, 7. 40 BCA, 30.01.01.02, 259.80.20, Dosya: 105-31. 41 Cumhuriyet, 5.2.1981, s. 6; Milliyet, 6.2.1981, s. 6; Milliyet, 7.2.1981, s. 6. 42 Milliyet, 22.11.1982, s. 1. 43 Macaristan’dan Görüntüler ve Macar-Türk İlişkileri, Macar Halk Cumhuriyeti Büyükelçiliği, Ankara 1984, s. 1; Milliyet, 20.6.1983, s. 7. 38 BAED 4/2, (2015), 33-60. 41 FATMA ÇALİK cumhurbaşkanı düzeyine taşınmıştır. Evren, Macaristan Halk Cumhuriyeti Başkanlık Konseyi Başkanı Pál Losonczi’nin davetlisi olarak Macaristan’a gitmiştir.44 Macar Cumhurbaşkanı Bruno Ferenc Strabun’un Türkiye ziyareti ise 5-9 Haziran 1989 tarihlerinde gerçekleşmiştir.45 Bu ziyaretler vesilesi ile teknik alanlardan sorumlu bakanlar arasında çok sayıda karşılıklı ziyaret tertip edilmiştir. Bütün bu temaslara teknik heyetlerin yapmış olduğu ziyaretler de eklenince ikili ilişkilerde gelinen nokta Türk-Macar ilişkilerinin geleceği bakımından oldukça umut vericidir. İkili ilişkiler esnasında basına yansıyan haberlerden takip ettiğimizde görülen diğer bir husus ise Macaristan’ın Kıbrıs meselesindeki tutumudur. Özellikle Macar Dışişleri Bakanı’nın ziyaretleri sırasında vermiş olduğu demeçlerde, Kıbrıs konusunda Türkiye’den yana tavır koydukları görülmektedir. Macar yetkililer Kıbrıs meselesinin dış müdahaleler olmadan çözülmesi gerektiğini savundukları gibi, Enosis’e karşı olduklarını da açıkça belirtmişlerdir.46 Türkiye’nin hukuk alanında yapmış olduğu antlaşmalardan biri de Macaristan ile 1981 yılında Budapeşte’de imzalanmış olan “Ceza İşlerinde Adli Yardımlaşma ve Suçluların Geri Verilmesi Sözleşmesi”dir. 8 Mayıs 1982 tarihli ve 1773 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan bu sözleşme, 23 Aralık 1982 tarihinde yürürlüğe girmiş ve böylece, 29 Mayıs 1932 tarihinde Ankara’da imzalanmış bulunan “İadei Mücrimin ve Cezai Mevatta Adli Müzaharet Mukavelenamesi” yürürlükten kaldırılmıştır. Yine hukuk alanında yenilenen bir diğer antlaşma 13 Haziran 1938 tarihli “Hukuki ve Ticari Mevaddı Adliyeye Müteallik Mütekabil Münasebetlere dair Mukavelaname” olmuştur. İki ülkenin Adalet Bakanları arasında 6 Ağustos 1988 tarihinde imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti ile Macaristan Halk Cumhuriyeti Arasında Hukuki ve Ticari Konularda Adli Yardım Sözleşmesi” mezkûr antlaşmayı yürürlükten kaldırmıştır.47 1988 yılı Sovyetlerin çöküş sürecine girdiği ve buna paralel olarak Macaristan’da değişimin başladığı yıl olmuştur. Kutupların artık ortadan kalkması, Türkiye ve Macaristan’ın birbirlerine yakınlaşmasını engelleyen faktörleri de ortadan kaldırmıştır. 1988 yılının sonlarında Türkiye Büyük 44 Cumhuriyet, 2 6.5.1989, s. 14. Cumhuriyet, 28.5.1989, s. 10; Cumhuriyet, 4.6.1989, s. 3; Milliyet, 5.6.1989, s. 2; Milliyet, 6.6.1989, s. 14. 46 Milliyet, 21.7.1968, s. 7; Milliyet, 9.1.1977, s. 6. 47 Resmi Gazete, 23.7.1990, Sayı: 20583, s. 61-67. 45 42 BAED 4/2, (2015), 33-60. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ Millet Meclisi’nde “Parlamentolar Arası Türk-Macar Dostluk Grubu” kurulmasına ilişkin görüşmeler başlatılarak, grubun kurulması kararlaştırılmış ve böylelikle Türk-Macar ilişkileri yeni bir boyut kazanmıştır.48 2. Ekonomik İlişkiler Türkiye II. Dünya Savaşı’na katılmayarak uzun vadede savaşın taraf ülkeler nezdinde yaratmış olduğu siyasî ve ekonomik yıkımlardan kendisini muaf tutmayı başarmışsa da, yaşanan felaketin etkilerini derinden hissetmiştir. Savaşın patlak vermesiyle Avrupa’nın içine düştüğü ekonomik darboğaz Türkiye’nin dış ticaret ilişkilerinde takas ve kliring uygulamalarını sıklaştırmış ve dış ticaret kontrollerini maksimum düzeye taşımıştır. Türkiye’nin kontrollü ve koruyucu bir sistem benimsemesi iki ülke arasındaki ticarî antlaşmaların kliring49 ve takas yolu ile gerçekleştirilmesine neden olmuştur. Dünya ekonomik düzeni içinde, Türkiye ile Macaristan arasındaki ticarî ilişkilerin esasları da, 12 Mart 1949 yılında imzalanan “Ticaret ve Tediye Antlaşmaları”50 çerçevesinde belirlenmiş ve bu esaslar 1974 yılına kadar imzalanan ticaret ve tediye antlaşmalarının ek protokolleri ile kliring esaslarına göre sürdürülmüştür. Savaş ekonomisi nedeniyle iki ülkenin durağan bir seyirde ilerleyen ticarî ilişkileri, 1960’lı yıllardan itibaren hareketlilik kazanmaya başlamış, 1965 yılında 20,2 milyon dolar olan ticaret hacmi, 1966 yılında 30,5 milyon dolara yükselmiştir. Bu dönemde Macaristan ile Türkiye’nin ticari ilişkileri, hem ithalat hem de ihracat açısından oldukça dikkat çekici bir gelişme göstermiştir. Macaristan, Türkiye’nin dış ticaret hacminde Doğu Bloku’na mensup ülkelerden Sovyetler Birliği’nden sonra gelen ikinci ülke olmuştur.51 48 TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 18, Cilt: 18, Yasama Yılı: 2, 34’üncü Birleşim, s. 376378. 49 Kliring (Clearing): Ülkeler arasında iki yanlı ticaret anlaşmalarının bir türü. Kliring anlaşmalı ülkeler arasında ithalat ve ihracat işlemleri döviz kullanılmadan, hesaba dâhil etme, takas yolu ile kliring ofisleri vasıtasıyla gerçekleştirilmesidir. Kliring kurumlar, merkez bankası ya da Kliring ofisidir. Okan Gümüş, Aziz Selvi, Uluslararası İlişkiler Sözlülüğü, Polat Yay., 1996, s. 392. 50 Resmi Gazete, 28.12.1949, Sayı: 7391, s. 17431. 51 BCA, 30..1.0.0, 86.543.3, Dosya: E14; Tarık Burhan Sesyılmaz, “Macaristan’ın Dış Ticareti ve Türkiye ile Ticari Münasebetleri”, Türkiye İktisat Gazetesi, 14.9.1967, s. 3. BAED 4/2, (2015), 33-60. 43 FATMA ÇALİK Hükümetler arası imzalanan antlaşmaların yanı sıra, iki ülkenin hükümetleri de özel teşebbüsü desteklemiş, ticaret heyetleri arasında da ziyaretlere özen gösterilerek ilişkilere çok yönlülük katmıştır. Ticaret heyetlerinin ziyaretlerinin bir örneği 1964 yılında gerçekleşmiştir. 1964 yılının ilk döneminde Türkiye Odalar Birliği’nin davetlisi olarak bir Macar Ticaret Heyeti Türkiye’ye gelmiş; yine aynı yıl Macar Heyeti’nin daveti ve ziyareti iade maksadıyla İstanbul Sanayi Odası, Ankara Ticaret Odası ve İzmir Ticaret Odası’ndan oluşturulan heyet 13 Temmuz 1964’te Macaristan’a gitmiştir. Bu görüşmelerle iki ülke ticaretinin sorunlukları, zorlukları ve çözüm önerilerinin gündeme getirilmesi, ticaretin geliştirilmesine olanak sağlamıştır.52 Macaristan ve Türkiye hükümetleri ikili ilişkilerini hayatın her alanına yaymak ve geliştirmek hevesinde olmuşlar ve bu iki ülkenin bilhassa ticarî alanda dayanışma içinde bulunmalarına gayret göstermişlerdir. Söz konusu iki ülke de ticarî ilişkilerini geliştirmek adına üzerlerine düşen görevleri yerine getirerek, bakanlıklar, ticaret heyetleri ve komisyonlar arasında karşılıklı ziyaret ve temaslarda bulunmaya azami ölçüde gayret sarf etmişlerdir. Bu ziyaretlerden biri 1971 yılında Macaristan Dış Ticaret Bakanlığı müdürlerinden András Kozsla’nın başkanlığındaki heyetin Ankara ziyaretidir. Türk heyetine Türkiye Ticaret Dairesi 1. Başkanı Turgut Çarıklı’nın başkanlık ettiği görüşmelerde iki ülke arasında vuku bulan ticarî ilişkiler masaya yatırılmış, ticareti engelleyen hususlar hakkında görüş beyan edilerek, ticaret hacminin arttırılması hususunda raporlar hazırlanmıştır.53 12 Kasım 1974 tarihli “Ticaret Antlaşması ve Tasfiye Protokolü” ile iki ülke arasındaki kliring esasına göre sürdürülen ilişkiler bundan böyle serbest döviz kuru esasına göre düzenlenmiştir. Ayrıca iki ülkenin Ankara’da 12 Kasım 1974 tarihinde imzalamış olduğu Ticaret Antlaşması ile karşılıklı ticaret hacminin geliştirilmesi hedeflenmiştir.54 Ancak her iki ülkenin de dış ödemeler dengesindeki açığı, ikili ticarî ilişkilerinin geliştirilmesini zora sokmuştur. Bu antlaşmanın imzalanmasından sonra, 1974 yılında Türkiye’nin Macaristan’a 26 milyon dolarlık ihracatına karşı, ithalatı 18 milyon dolar düzeyinde kalmıştır.55 Bu dönemde Türkiye’nin ihracat hacminde Macaristan yine Doğu Bloku’na mensup ülkeler arasında 52 Odalar Birliğince Teşkil Edilen Ticaret Heyetinin Macaristan Ziyareti Hakkında Rapor, İstanbul Ticaret Odası, Temmuz 1964, İstanbul, s. 12-14. 53 Milliyet, 3.4.1971, s. 7; Milliyet, 26.3.1971, s. 7. 54 Resmi Gazete, 19.1.1975, s. 15123, s. 1. 55 Tiryakioğlu, a.g.m., s. 40. 44 BAED 4/2, (2015), 33-60. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ Sovyetler Birliği’nden sonra ikinci sırada yer almıştır. Macaristan, ithalat bazında ise Doğu Bloku ülkeleri arasında dördüncü sırada yer almıştır.56 Türkiye ve Macaristan arasında ortak kurumsal mekanizmalar oluşturma çabaları 1977 yılında imzalanan “Uzun Vadeli Ekonomik, Teknik, Sınai ve Bilimsel İşbirliği Antlaşması”nın 4. maddesi uyarınca, “Türk-Macar Karma Ekonomik Komisyonu”nun (KEK) kurulmasıyla kurumsal bir alana taşınmıştır. Türkiye ve Macaristan’ın ortak bir komisyon kurma kararı sonucu oluşan KEK’ler ilk kez 23 Mayıs 1978’de Budapeşte’de toplanmıştır.57 Her yıl periyodik olarak karşılıklı başkentler de toplanan KEK’ler, 1978 yılından 1989’a kadar geçen sürede toplam 11 kez bir araya gelmiştir. 1980 yılına gelindiğinde iki ülke arasında yapılan işbirliği çerçevesinde Türkiye’nin Macaristan’dan yapmış olduğu ithalat 59 milyon dolar, ihracat ise 41 milyon dolara yükselmiştir.58 1982 yılı itibariyle, Macaristan’ın genel ithalatı içinde Türkiye %0,7, genel ihracatı içinde ise %1,1’lik bir paya sahip olmuştur.59 İstanbul Ticaret Odası’nın hazırlamış olduğu “Ülke Etüdleri” dizisinin 1983 tarihli raporuna göre; iki ülke arasındaki mevcut ekonomik işbirliği sahaları; Perlit sanayi, Çatalağzı Termik Santralı’nın kazan imalatı, Kangal Termik Santralı I ve II. ünitelerinin kazan imalatı ile Aliağa Kombine Çevrim Gaz-Buhar Santralı için bazı malzeme ve teçhizat imalatıdır.60 1987 yılında Türkiye’nin Macaristan’a ihracatı 18,7 milyon dolar iken, ithalatı ise 70,6 milyon dolardır. Aynı yıl iki ülke arasındaki ticaret hacminin %74,3 oranında artmasına rağmen, dış ticaret dengesinde Türkiye aleyhine olan açık %102,7 gibi küçümsenmeyecek bir orana ulaşmıştır.61 56 Haluk Cillov, “Macaristan ile Ekonomik İlişkilerimiz”, Türkiye Ticaret Gazetesi, 21.1.1977, s. 8. 57 Resmi Gazete, 14.9.1978, Sayı: 16776, s. 2. 58 Haluk Cillov, “Macaristan ile Ekonomik İlişkilerimiz”, Türkiye Ticaret Gazetesi, 12.11.1982, s. 7. 59 Macaristan: İstanbul Ticaret Odası Ülke Etüdleri Dizisi, No.29, İstanbul 1983, s. 22. 60 Macaristan: İstanbul Ticaret Odası Ülke Etüdleri.., s. 22. 61 Macaristan’ın Genel Ekonomik Durumu ve Türkiye ile Ticarî İlişkiler 1987 Yılı Raporu, T.C. Başbakanlık Hazine ve Dışticaret Müsteşarlığı Ekonomik Araştırmalar ve Değerlendirmeler Genel Müdürlüğü, s. 46-48. BAED 4/2, (2015), 33-60. 45 FATMA ÇALİK Türkiye’de uzun yıllar kullanılan İKARUS marka belediye otobüslerinin ülkeye gelişleri de yine bu dönemde başlamıştır. 1979 yılında başlanan görüşmeler ile 550 otobüs konusunda anlaşılmıştır. Parti parti gelen otobüslere ek olarak, “Magürt-İkarus” firmasının önermiş olduğu 1,5 milyon dolarlık montaj fabrikasının da Levent otobüs garajında kurulması kararlaştırılmıştır. Her biri 1 milyon 194 bin lira olan otobüslerin bedelleri, Türkiye’nin Macaristan’a satacağı mal karşılığında sayılması 62 kararlaştırılmıştır. Aynı yıl İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana Belediyeleri ile İkarus firmasının yetkilileri anlaşarak, Levent’teki garajı devlet desteği ile fabrikaya dönüştürerek, yılda 500 araç yapmayı hedefleyerek, belediyelerinin ihtiyaç duyduğu araçları bu yolla temin etmek istemişlerdir.63 Yine aynı gazetenin haberine göre ise, dış kaynaklı patentler altında Türkiye’de otobüs üreten şirketler karşı çıkması ile bu girişim engellenmiştir.64 Ayrıca Macaristan her yıl İzmir’de tertip edilen fuara düzenli olarak katıldığı gibi Türkiye de Macaristan’da düzenlenen çeşitli fuarlara katılım sağlamıştır. Bunun yanı sıra her iki ülke de, ikili görüşmeler çerçevesinde karşılıklı ürün tanıtımı için oldukça yoğun faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu faaliyetlerden bir örnek 19 Kasım 1987 tarihinde Macaristan’ın Eger şehrinde sürekli satış yapacak bir “Türk Pazarı”nın kurulması olmuştur.65 İstanbul Ticaret Odası’nın 1983 yılında hazırlamış olduğu raporda, Türkiye’nin Macaristan’dan kimyevi gübre ve tıbbî müstahsallar, gübreler, fotoğraf ve sinema malzemeleri, suni plastik maddeleri, dökme demir, çelik, alüminyum, kazanlar, makineler, elektirikli makine ve cihazlar ithal etmek olduğunu ve buna karşı nohut, limon, mercimek, tütün, pamuk, boratlar, pamuk ipliği ve tütün ihraç ettiğini görülmektedir.66 İki ülkenin ticarî ilişkileri, milletlerarası ticaretin genel eğilimlerine uygun olarak devamlı bir şekilde gelişim göstermiş, Türkiye’nin ihracatında tarım ürünleri ithalatında ise sanayi ürünleri büyük ölçüde pay sahibi olmuştur. 62 Cumhuriyet, 1.3.1979, s. 1; Cumhuriyet, 14.10.1979, s. 7. Cumhuriyet, 4.11.1979, s. 6. 64 Cumhuriyet, 9.12.1979, s. 5. 65 Macaristan’ın Genel Ekonomik Durumu ve Türkiye ile Ticari İlişkiler …, s. 47. 66 Macaristan, İstanbul Ticaret Odası Ülke Etüdleri.., s. 22. 63 46 BAED 4/2, (2015), 33-60. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ 3. Kültürel İlişkiler Türk-Macar ilişkilerinin önemli bir ayağını teşkil eden kültürel ilişkiler, iki ülkenin gelişen ilişkilerinin manzumesi içerisinde imtiyazlı bir role sahiptir. Bunda Macaristan’daki Türkoloji kürsüsünün ve Ankara’daki Hungaroloji kürsüsünün rolü yadsınamaz. Macar bilim adamlarının, kendi geçmişleriyle ilişkilendirdikleri Türk tarihi ile yakından ilgilenmeleri ve Türkoloji’yi “ulusal bilim” olarak kabul etmeleri, Türk-Macar kültürel ilişkilerinde bir dönüm noktası olmuştur.67 Türkoloji biliminin, Macaristan toprakları üzerinde doğmuş olması, TürkMacar ilişkilerinin daha da gelişmesini ve artarak devam etmesi yönünde itici bir güç olmuştur. Türklerin tarihi, kültürü, dili ve edebiyatıyla yakından ilgilenen Macar bilim adamları, çok sayıda çalışmaya imza atmışlar ve bunun yanında birçok Türk bilim adamının da yetişmesini sağlamışlardır. Edebiyat ve bilim, Türk-Macar kültürel işbirliğinin en verimli alanlarını oluşturmuştur. Soğuk savaşın devam ettiği bu dönemde, tüm zorluklara rağmen, iki ülke arasındaki ilişkilerin devamlılığı Türkoloji/Hungaroloji kürsülerinin büyük gayretleri sayesinde olmuştur demek sanırız ki yanlış olmaz. Hungaroloji Kürsüsü,68 açıldığı yıllarda oldukça faal olarak çalışmış ancak bu konuya büyük önem veren Atatürk’ün ölümü ardından ve onu izleyen yıllarda II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle durağan bir hale bürünmüştür. Kürsü, 1950’lere gelindiğinde soğuk savaştan payını almış ve faaliyetleri neredeyse durma noktasına gelmiştir. 1963 yılında kürsünün kurucusu Prof. László Rásonyi’nin Türkiye’ye dönmesiyle Hungaroloji Enstitüsü tekrar canlanmaya başlamıştır.69 Rásonyi’nin iki dönem boyunca yapmış olduğu çalışmalar şüphesiz, Hungaroloji Enstitüsü’nün gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Bu dönemde ayrıca Macaristan’dan gelerek enstitü kadrosuna dâhil olan 67 Edit Tasnádi, “Budapeşte Üniversitesi’nde Türkoloji 125 Yıllık”, Türk Kültürü, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Sayı: 400, Yıl: 34, Ağustos 1996, s. 54. 68 Hungaroloji Kürsüsü’nün Türk-Macar ilişkilerine etkisi hakkında bkz: Şerif Baştav, “TürkMacar Münasebetlerinde Hungarolojinin Yeri”, Türkiye’de Sosyal Bilimlerin Gelişmesi ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sempozyumu: 24-26 Nisan 1996, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, s. 37-47. 69 BCA, 30.18.1.2, 168.7.17, Dosya: 27167/B. BAED 4/2, (2015), 33-60. 47 FATMA ÇALİK Osmanlı Tarihçisi Kaldy Nagy70 ve lektör olarak görev yapan István Fekete önemli katkılar sağlamıştır.71 Öğrenci sayısının 4-5’lere düştüğü bir dönemden sonra 1969 yılına gelindiğinde enstitüde kayıtlı öğrenci sayısı 54’e kadar yükselmiştir.72 Macar Türkolojisinin iki ulus arasındaki kuvvetli bağı sağlayan önemli bir faktör olduğunu belirtmiştik. Macar Türkolojisi ve Türkologlar, Türkler ve Macarlar arasındaki ilişkilerin tarihten güç alacak şekilde ve çok yönlü olarak gelişmesini sağlamıştır. Bu alana katkıda bulunan şahsiyetlerden biri hiç şüphesiz ünlü Macar Türkolog György Hazai’dir. 1965 yılında onun girişimleriyle İstanbul, Ankara ve Tekirdağ’da “Tarihte Türk-Macar Münasebetleri” temalı sergiler düzenlenmiştir. Sergilerde iki ülke arasındaki kültürel ilişkiler çok yönlü olarak ele alınmıştır. Bu etkinlik kapsamında arkeolojik bulgulardan, Türk folklorü hakkında yaptığı çalışmalarla tanınan Ignác Kúnos’a, etno-müzik alanında dünyaca ün yapmış Béla Bartók’un Türk halk müziği derlemelerine kadar Türk kültürüne dair hafızalarda yer etmiş araştırmacıların eserlerine yer verilmiştir.73 Hazai ayrıca bu etkinlik sürecinde, Tarih Boyunca Macar-Türk Bağları adlı, geçmişten günümüze kadim Macar-Türk dostluğunun tarihini anlatan eserini ziyaretçilere sunmuştur. Macar Türkolojisi’ne yaptığı katkılar nedeniyle özel bir yere sahip olması yanında, Türk-Macar ilişkilerinin geliştirilmesi adına da büyük hizmetleri dokunan ve bu vesileyle 1958 yılında Türk Dil Kurumu’nun şeref üyeliğine seçilen ünlü Macar Türkolog Gyula Németh,74 doğumunun 70. yılı münasebetiyle Türk Dil Kurumu (TDK) tarafından neşredilen “Németh Armağanı”adlı eserle onurlandırılmıştır. Bu armağan eser, Türk bilim çevrelerinin Macar Türkolojisi’ne karşı duydukları ilgiyi ve bu çalışmalara biçilen değeri göstermesi açısından kayda değerdir.75 70 BCA, 30.18.1.2, 201.83.1, Dosya: 273. BCA, 30.18.1.2, 254.51.13, Dosya: 27-31060. 72 Naciye Güngörmüş, “Hungarológia Törökorszagbán”, Congressus Oktavus İnternationalis Fenno-Ugristaum Jyaskyla 10. 15.8.1995 Moderatores Jyvaskyla 1995, Hungarologische Beitrage; Jyvaskyla, 1995, Sayı: 4, s. 30. 73 Taha Toros, “Türk-Macar Münasebetleri”, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, Nisan-Mayıs 1964, s. 18. Milliyet, 23.1.1964, s. 6. 74 Hasan Eren, Türklük Bilimi Sözlüğü/ 1. Yabancı Türkologlar, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1998, s. 240. 75 Gyorgy Hazai, Tarih Boyunca Macar-Türk Bağları, Budapest 1963, s. 33. 71 48 BAED 4/2, (2015), 33-60. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ İki ülke arasında yapılan karşılıklı bilimsel ziyaretler de bu dönemde hız kazanmıştır. Bunlardan biri Cumhuriyet Dönemi Türk tarihçiliğinde önemli bir yeri bulunan, aynı zamanda Türk-Macar ilişkilerine büyük katkılar sağlayan Hungaroloji bölümünün ilk mezunlarından Prof. Dr. M. Tayyib Gökbilgin’in 1961 yılında gerçekleştirmiş olduğu bir aylık Macaristan ziyaretidir. Gökbilgin’in ziyareti sırasında edindiği izlenimler çerçevesinde iki ülke arasındaki kültürel ilişkilerin geliştirilmesiyle ilgili görüşlerini ve önerilerini ilgili makamlara iletmiştir.76 Ertesi yıl, Ankara Üniversitesi Rektörü S. K. Yetkin’in başında bulunduğu bir grup akademisyen Macaristan’ı ziyaret etmiştir. Aynı yıl Budapeşte Üniversitesi Rektörü Gyula Ortutay’ın idaresinde bir grup Macar bilim adamı Türkiye’ye gelerek iadei ziyarette bulunmuştur.77 Bu karşılıklı ziyaretler ve ilmi bağların tazelenmesi, gelecek yıllardaki Türk-Macar bağlarının ve bilimsel işbirliğinin geliştirilmesi açısından oldukça kayda değer girişimlerdir. Macaristan’ın demir perde altında kaldığı dönemde ve özellikle de 1970’li yıllarda, bölgenin Osmanlı hâkimiyetinde kaldığı dönem daha ayrıntılı bir biçimde incelenme olanağına kavuşmuştur. Bu durumun ortaya çıkmasında Macaristan’daki Türkoloji çalışmalarının yaratmış olduğu kültürel atmosferin etkisi yanında, esas olarak 1945’ten sonra ülkede yaşanan politik değişimler belirleyici olmuştur.78 Paleografya, filoloji ve kaynak eserlerin basımı gibi kültürel faaliyetlerin Macaristan’daki yeni ideolojiyi rahatsız etmemesi, araştırmacıların dikkatinin bu alana kaymasını sağlamıştır. Bu dönemde Osmanlı dönemi Macaristan’ına ait birçok tahrir defteri çevrilerek yayınlanmıştır. Bu çalışmalar neticesinde yayınlanan eserler, iki ülkenin ilişkilerinde hissedilir bir etki yaratmıştır. Dönemin Budapeşte Büyükelçisi İsmail Soysal’ın anılarında bu izleri görmek mümkündür.79 Soysal, 1972 sonbaharında görev süresi dolup Ankara’ya döneceği sırada, Macaristan Halk Cumhuriyeti Dış Kültür İlişkileri Enstitüsü Başkanı’nın da girişimleriyle Géza Perjés’in Mohaç Savaşı’ndan sonraki on beş yıllık dönemi ele alan eserinin Türkçeye tercüme edildiğini ifade 76 Tayyib Gökbilgin tarafından 10 Mart-13 Nisan 1961 yılında Macaristan seyahati sonrası İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı Kültürel Münasebetler Genel Müdürlüğü ve Budapeşte Türk Elçiliğine sunulan rapor. http://tayyibgokbilgin.info/seyahat-raporlari-monografi-tetkikleri/, (12.4.2015). 77 Hazai, a.g.e, s. 33-34. 78 Gábor Ágoston, Osmanlıda Strateji ve Askeri Güç, Timaş Yayınları, İstanbul 2012, s. 273274. 79 İsmail Soysal, “Mohaç Sonrası Türk-Macar Siyasal İlişkileri Üzerinde Macar Tarihçisi Géza Perjés’in Bir Değerlendirmesi”, Belleten, Sayı: 157, Cilt: XL, Ocak 1976, s. 135-136. BAED 4/2, (2015), 33-60. 49 FATMA ÇALİK etmektedir.80 Perjés’in bu eserinde Macaristan’da yaklaşık yüz elli yıl süren Osmanlı hâkimiyeti döneminin oldukça objektif ve dengeli olarak incelendiğini görmekteyiz. Soysal ayrıca Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in 1970 yılındaki ziyaretinde, dönemin Macaristan Dışişleri Bakanı János Péter ile aralarında geçen bir olayı nakletmektedir. Çağlayangil’in ziyareti şerefine Siklós Şatosu’nda bir yemek tertip edilmiştir. Aynı zamanda eski bir Kalvinist rahibi olan Péter, Çağlayangil’e Kanuni’nin bir Macar porselen sanatçısına ait muhayyel portresini canlandıran bir tabağı hediye ederken şunları söylemiştir; “Eğer Türk dönemi araya girmeseydi, bugün ben bu sofrada sizlere belki de Macarca hitap edemeyecektim.”81 Bakan János Peter daha önce de buna benzer demeçleri kendisi ile Budapeşte’de görüşen bir Türk gazeteciye vermiştir. Gazete röportajından alıntılayacak olursak; 16. yüzyılda Türklerin Macaristan’ı ele geçirmelerinin “Macarların varlığını muhafaza etmesini sağladığını” belirtmiş ve: “şayet Türkler Macaristan’a gelip 150 yıl kadar burada kalmasalardı, bugün Macaristan diye bir ülke olmayacaktı. Çünkü daha 13. yüzyılda Avrupa’da başlamış olan ‘Almanlaştırma’ hareketi Macarları da yutacaktı. Transilvanya dahi varlığını Türklerin işgaline borçludur. Macar milleti bunu bilmektedir” demiştir.82 1970 yılı ayrıca Macaristan’da Türkoloji kürsüsünün kuruluşunun 100. yılıdır. Kürsünün kuruluşunun 100. yıldönümü dolayısıyla 14-15 Ekim tarihlerinde düzenlenen kutlamalara Türkiye’den de bir heyet davet edilmiştir. Tören günleri “Türk Haftası” olarak ilan edilmiş ve Macar Milli Müzesi’nde tertip edilen sergide “Türklüğün Macarlıkla bin yılı aşkın ilişkisi” çeşitli örneklerle yâd edilmiştir. Bu törene katılan isimlerden biri de Prof. Dr. Tayyib Gökbilgin olmuştur. Gökbilgin’in bu ziyareti ile ilgili izlenimlerini kaleme aldığı yazısından öğrendiğimize göre, János Péter’in benzeri bir tutumun bu tören sırasında da sergilendiği görülmektedir. Ünlü Türkolog Gyula Kaldy-Nagy, Osmanlı tahrir defterleri üzerinde yapmış olduğu çalışmalara dayanarak hazırlamış olduğu eserinde, Macaristan’ın Osmanlı döneminde sömürülmediğini aksine, Mısır hazinesinden gelen paranın önemli bir kısmının Macaristan’a aktırıldığını ifade etmiştir. Aktarılan bu paranın kale ve şehirlerin ihtiyacı doğrultusunda harcandığını 80 Soysal, a.g.m., s. 127. Soysal, a.g.m., s. 137-138. 82 Milliyet, 1.3.1970, s. 3; Bilal N. Şimşir, Bizim Diplomatlar, Bilgi Yayınevi, Ankara 1996, s. 552. 81 50 BAED 4/2, (2015), 33-60. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ ilave eden Kaldy-Nagy, bu dönemde Macaristan’da bulunan bir İngiliz seyyahtan alıntı yaparak ülkenin refah durumuna işaret etmiştir.83 Bu dönemde iki ülke arasında kültürel ve bilimsel alana yönelik işbirliğini geliştirmek adına bir takım anlaşmalar imzalanmıştır. Söz konusu antlaşmalar iki ülkenin de katılmış olduğu Helsinki Nihai Senedi’nde desteklenen ilkeler ve hükümler doğrultusunda olmuştur. 3-9 Temmuz 1976 tarihlerinde Dışişleri Bakanlığı Kültür İşleri Genel Müdürü Büyükelçi Vahap Aşiroğlu başkanlığında giden Türk heyeti “Kültür ve Bilimsel İşbirliği Programı” adı altında iki yıl süreli bir antlaşma imzalamıştır.84 Böylelikle iki ülkenin bilimsel ilişkileri daha kurumsal bir boyut kazanmıştır. Hiç kuşkusuz bu antlaşma hem kültürel hem de bilimsel ilişkilerin ivme kazanmasına neden olmuştur. Bu programlar ile amaçlanan temel husus, iki ülke kültürünün karşılıklı tanıtımı, bilimsel alanda yürütülen ortak faaliyetlerin temellerinin atılması ve bunlara zemin hazırlanması olmuştur. Bu doğrultuda gerçekleştirilen faaliyetlerden ilki 1978 yılında kurulan ve hala faaliyette olan “Türk-Macar Tarihçileri Karma Komisyonu”dur. 1978 yılına gelindiğinde iki ülke arasında “Kültür ve Bilimsel İşbirliği Programı” iki yıllık geçerli olmak üzere tekrar imzalanmıştır. İlki ayağı Budapeşte’de imzalanan programın ikincisi Ankara’da, Macaristan Büyükelçisi László Kosta ve Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Kültür ve Enformasyon İşleri Yardımcısı Büyükelçi Vahap Aşıroğlu tarafından imzalanmıştır. Ayrıca programda Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT) ile Macaristan Radyo ve Televizyon Kurumları arasında karşılıklı işbirliğini öngören bir de protokol imzalanması kararlaştırılmıştır. Programın içeriğinde ayrıca iki ülkenin araştırmacılarına ve öğrencilerine burslar verilmesi, üniversiteler ve bilimsel kuruluşlar arasında da öğrenci ve akademik personel değişimi konuları ele alınmıştır. İki ülkenin kültürünün tanıtılmasının hedeflendiği programda film haftalarından folklor alanlarına kadar çok çeşitli sahalarda işbirliğinin yapılması öngörülmüştür.85 Programın imzalanmasından sonra, 21-31 Mart 1979 tarihlerinde “Macar Kültür Haftası” düzenlenmiştir. Macaristan Kültür Bakanı Imre 83 Milliyet, 15.11.1970, s. 2. BCA, 30.18.1.2, 356.153.7, Dosya: 112-57. 85 Cumhuriyet, 21.7.1978, s. 6. 84 BAED 4/2, (2015), 33-60. 51 FATMA ÇALİK Pozagoy’un da katılmış olduğu etkinlik, Türk halkına Macar sanatını yakından tanıma olanağı sağlamıştır. Ferenc Andras, Berna Kabay, Pál Sándor gibi Macar yönetmenlerin filmlerinin yanı sıra, Kodaly Yaylı Çalgılar Dörtlüsü ve Muzsikas Folk Topluluğu gibi grupların müzik dinletileri sergilenmiştir. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde de on beş gün süresince Macaristan ile ilintili Türkçe yapıtlar ve Macar edebiyatından Türkçeye çevrilmiş eserlerinin tanıtıldığı bir sergi tertip edilmiştir.86 İki ülke arasında benzer bir program da 1981 yılında imzalanmıştır. Üç yılı kapsayan bir dönem için imzalanan bu program yine benzer çalışmaların iki ülke arasında devam etmesine yönelik hükümler içermektedir.87 Bu program çerçevesinde karşılıklı sergiler açılmış, kültür günleri düzenlenmiş, sinema haftaları tertip edilmiştir. İki ülke arasındaki çağdaş kültürel bağların meydana gelmesinde ve güçlenerek devam etmesinde bu antlaşmalar oldukça etkin bir rol oynamıştır. Sovyet Bloğunda yaşanan sarsıntılar, iki ülkenin ilişkilerindeki gelişmeyle kendisini hissettirmiştir. 80’li yıllar iki ülke arsındaki kültürel alışverişin arttığı yıllar olmuştur. Atatürk’ün doğumunun 100. yıl dönümü olan 1981 yılı Macaristan’da da çeşitli etkinliklerle kutlanmıştır. Körösi Csoma Derneği, Macar Bilimler Akademisi Tarih ve Felsefe Bilimleri Bölümü ve Lorand Eötvös Üniversitesi Türk Filolojisi Kürsüsü tarafından ortaklaşa düzenlenen bir anma töreni düzenlenmiştir. Törene o tarihlerde Budapeşte’de bulunan Türk-Macar Tarihçileri Karma Komisyonu üyeleri ve Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Prof. Dr. Enver Ziya Karal’ın yanı sıra Türkiye’nin Budapeşte Büyükelçisi Osman Başman ve Büyükelçilik mensupları da katılmıştır. Ulu önder Atatürk’ün büyük bir hayranlık ve saygıyla anıldığı bir dizi etkinlik gerçekleştirilmiştir.88 Bir sonraki yıl olan 1982’de ise, Macarların ulusal kahramanları olan ve Macar tarihinde bıraktıkları derin izler yanında, Türk-Macar ilişkileri açısından da önemli bir figür olan halk kahramanı Lajos Kossuth’un Türkiye’de ikamet etmiş oldukları evler birer kültür müzesine dönüştürülmüştür. Macar hükümetinin de destekleriyle müze haline gelen 86 Milliyet, 18.3.1979; Cumhuriyet, 21.3.1979, s. 8; Cumhuriyet, 21.3.1979, s. 8. Macaristan’dan Görüntüler ve Macar-Türk İlişkileri, s. 9. 88 Géza David, Pál Fodor, “ Macaristan Bilimler Akademisinde Atatürk’ün 100. Doğum Yılı Anma Töreni”, Belleten, Cilt: LXVII, Sayı: 249, Ankara 2005, s. 129-131. 87 52 BAED 4/2, (2015), 33-60. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ ev, Macar Kültür Bakan Yardımcısı Ferenc Ratkai’nin katılımıyla açılmıştır.89 Burada ele aldığımız dönem çerçevesinde iki ülkenin arasında kültürel alanda imzalanan son anlaşma 5 Haziran 1989 tarihli, “Kültür, Teknik-Bilimsel İşbirliği Antlaşması’dır. Ankara’da imzalanan bu anlaşma, iki ülkenin kültür ve eğitim ilişkilerinin ahdî temelini oluşturmuştur.90 Bu antlaşmanın temel hedefi, iki ülke arasındaki karşılıklı yayın akışı, öğrenci ve araştırmacı değişimi ile ilgili yaşanan problemlerin son bulmasıdır. Bu bölüm başlığı altında değinilmesi gereken bir diğer husus da edebiyattır. Türkiye ve Macaristan edebiyatçılarının, karşılıklı ilişkilerinin uzun soluklu serüvenine paralel olarak sahip oldukları politik, tarihî ve kültürel bağlarla, iki ülkenin edebî yazınında da hissedilir bir etkileşim içine girdikleri görülmektedir. Buna karşın Türk edebiyatının Macaristan’daki çeviri süreci oldukça eskilere dayanmaktayken,91 Macar edebiyatının Türkiye’de sistemli bir şekilde yayınlanmaya başlaması çok daha sonraları gerçekleşmiştir. Behçet Necatigil’in belirttiğine göre Macar edebiyatından ilk çeviri kitap 1940’ta yayımlanan İ. Lazar’ın Vesta Rahibesi (çev: Necmi Seren) isimli romandır.92 Daha sonra Hasan Ali Yücel’in önderliğinde başlatılan “Dünya Edebiyatı’ndan Tercümeler” yazı dizisi kapsamında yayınlanan 510 kitaptan 31’i Macar edebiyatına aittir. Yücel’in başlatmış olduğu bu çeviri çalışmalarında, çevirmenler arasında Hungaroloji kürsüsünün mezunlarından olan Sadrettin Karatay, Necmi Seren, Sami N. Özerdim, İbrahim Kafesoğlu ve Nilüfer Paran gibi isimlerde yer almıştır.93 1966 yılının ortalarına kadar Millî Eğitim Bakanlığı’nca çıkarılan Tercüme dergisinde Macaristan ile birlikte hiçbir Balkan ülkesi 89 Cumhuriyet, 21.9.1982, s. 4. Resmi Gazete, 31.8.1989, Sayı: 20268, s. 3-8. 91 Vural Yıldırım, “XIX. Yüzyıla Kadar Macar Edebiyatında Türkler”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt: 31, Sayı: 1, 2, s. 459. 92 Behçet Necatigil, “Balkan Ülkeleri Edebiyatlarından Türkçeye Çeviriler”, Türk Dili, Çeviri Sorunları Özel Sayısı, 1 Temmuz 1978, Sayı: 322, s. 133. 93 N. Szabó József, “Magyar-Török Kulturális Kapcsolatok A Második Világháborút Követően”, Világtörténet, 2004. Tavasz-Nyár. s. 54-55. Bu dönemde Macarca’dan Türkçeye çevrilen eserlerden bazıları şunlardır; K. Mikes, Türkiye Mektupları (Sadrettin Karatay-Milli Eğitim Basımevi (M.E.B.) 1946), M. Jokai, Altın Adam (F. Zahir Törümküney M.E.B. 1947), M. Zsigmond, Tanrı Gözünden Irak (Sadrettin Karatay M.E.B. 1946), M. Jokai, Yeni Çiftlik Sahibi (Sadrettin Karatay, M.E.B. 1948), F. Kölcsey, Öğütler (Necmi Seren, M.E.B. 1949)’dir. 90 BAED 4/2, (2015), 33-60. 53 FATMA ÇALİK edebiyatından çevirinin yer almadığı görülmektedir. Yalnız yine Bakanlığın, Dünya Edebiyatından Tercümeler dizisinden kitapların çevrildiği belirtilmektedir. Yayınlanan listede 1970’li yıllardan sonra söz konusu çevirilerin arttığı görülmektedir.94 Macaristan’da durumun, Türkiye’ye göre daha iyi olduğu görülüyor. Türkolog Edit Tasnádi’nin belirttiğine göre, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türk edebiyatına olan ilginin azalmadığı, Türk edebiyatı örneklerinin başka dillerden de olsa tercümelerinin yapıldığı görülmektedir.95 Macaristan’da 1958 yılında Türk masallarının derlemesi, 1961’de de Türk şiiri antolojisi hazırlanmıştır.96 Macarcaya en çok eseri çevrilen Türk şairinin Nazım Hikmet, nesir alanında ise en çok eseri tercüme edilen yazarı ise Aziz Nesin olduğu ifade edilmektedir. Tasnádi, aynı zamanda kendisinin de birçok tiyatro eserini Macarcaya çevirdiğini belirtmektedir.97 Tasnádi Macaristan’da radyo programı yaptığı yıllarda Dünya Edebiyatından Yaşayan Çağdaş Yazarlar ve Şairler programda on hafta süreyle Türk Edebiyatı’na da yer vermiştir.98 Soğuk Savaş döneminin yaratmış olduğu olumsuzluklar, edebiyat alanında da kendisini hissettirmiştir. İki ülke karşı ideolojileri benimsediği için birbirlerinin edebi yazınını birer tehdit olarak algılamışlar ve yayın akışı üzerinde çok ciddi bir denetim uygulamışlardır. İki ülke de bu dönemde yayınlar üzerine yasaklar konmuştur.99 Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren genç Türkiye’nin modernizasyonunda görev alan Macar uzmanların çalışmaları -Atatürk dönemi kadar yoğun olmasa da- bu dönemde de devam etmiştir.100 Az sayıda da olsa çeşitli nedenlerle gelen -özellikle 1956 İhtilali sırasında- Macarlar 94 Necatigil, a.g.m., s. 134-136. Edit Tasnádi, “Macaristan’da Türk Edebiyatı”, Türk Kültürü, Yıl: XXXIV, Sayı: 398, s. 375. 96 Hazai, a.g.m., s. 45. 97 Tasnádi, a.g.m., s. 375. 98 Cumhuriyet, 13.5.1988, s. 4. 99 BCA, 30.18.1.2, 117,75.19, Dosya: 52-84; BCA, 30.18.01.02, 127,95.9, Dosya: 52-253; BCA, 30.18.01.02, 127,95.9, Dosya: 52-185. 100 Bu dönemde ki uzmanlar için bkz. Fatma Çalik, Türkiye-Macaristan İlişkileri (19391989), Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Prof. Dr. Melek Çolak, Muğla 2013, s. 96-116. 95 54 BAED 4/2, (2015), 33-60. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ arasında ülkesine dönmeyip kardeş ülke Türkiye’de hayatına devam edenler de bulunmaktadır.101 Sonuç Siyasî terminolojide “Soğuk Savaş” olarak adlandırılan dönemde, Türkiye dış politikada Batı Blok’u ülkeleri arasında yer almıştır. Macaristan ise II. Dünya Savaşı’ndan sonra bir Sovyet bağdaşığı haline gelmiş, dış politikada Moskova’nın tutumunu yakından takip etmiştir. Ele almış olduğumuz bu dönemde, iki ülke arasındaki ilişkiler, uluslararası siyasî konjonktürde farklı kutuplarda yer almalarına rağmen, kalıcı izler bırakacak bir karşıtlık boyutuna taşınmamıştır. Bunun aksine geleneksel bir dostluğa dayanan Türk-Macar politik ilişkilerinde yapıcı bir tutum sergilemiştir. Özellikle her iki ülkenin de çift kutuplu dünya düzeninde birbirleriyle yakınlık kurma gayretinde oldukları ve birbirlerine mümkün mertebe destek olmaya çalıştıkları görülmüştür. II. Dünya Savaşı biter bitmez iki ülkenin de politik ilişkilerini yeniden tesis edip geliştirmek istemesi, Türk ve Macar halkları arasında tarihten gelen dostluk bağların bir tezahürüdür. Söz konusu dönemde, iki ülkenin ilişkilerini şekillendiren ana etken, doğu-batı blokları arasındaki gelişmeler ve bilhassa da Türk-Rus ilişkilerinin seyri olmuştur. Cumhuriyet döneminde hızlı bir şekilde gelişen Türkiye-Macaristan ilişkileri, soğuk savaşla birlikte yeniden bir durgunluk dönemine girmiştir. Özellikle iki ülkenin diplomatik ilişkileri 70’li yıllara kadar oldukça durağan geçmiştir. 1970’lerden sonra, “gulâş komünizmi” olarak da isimlendirilen, János Kádár yönetiminin yavaş yavaş sosyalist dogmadan uzaklaşarak kabuk değiştirmesi ve bloklar arası yumuşama, iki ülkenin ilişkilerinde ivme yaratmıştır. İki ülke arasındaki ziyaretler, devlet başkanları düzeyine yükseltildikten sonra ilişkilerde ilerlemeler kaydedilmeye başlanmıştır. Soğuk Savaş’ın oluşturduğu atmosfer dolayısıyla iki ülkenin iktisadî ilişkileri de istenilen düzeye ulaşamamıştır. Ticaret dengesi genel olarak Türkiye aleyhine açık vermiş ve genel ticaret hacmi içinde Türkiye’nin ihracatı düşük düzeylerde kalmıştır. İki ülke arasında imzalanan “Uzun 101 Mária Nyiri, “Oldukça Uzak Geçmişten Başlayarak 1996’ya Kadar “Tarih Boyunca TürkMacar İlişkilerine Kısa Bir Bakış”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı: 149, Nisan 2004, s. 219. BAED 4/2, (2015), 33-60. 55 FATMA ÇALİK Vadeli Ekonomik, Teknik, Sınai ve Bilimsel İşbirliği Antlaşması” ile kurulan “Karma Ekonomik Komisyonu” ile ticarî ilişkiler ortak kuramsal bir mekanizmaya bağlanmış, böylelikle iktisadî ilişkilerin arttırılması hedeflenmiştir. İki ülke de karşılıklı olarak ticarî fuarlara katılmış, aynı zamanda iki ülkenin ticaret odaları aralarında karşılık ziyaretler tertip ederek ekonomik alanında ilerleme kaydetmesi için çalışmalar yapılmıştır. Türkiye ve Macaristan ilişkilerinin söz konusu dönemdeki seyri ele alındığında en verimli alanın kültürel ve bilimsel ilişkiler olduğu net bir biçimde anlaşılacaktır. Özellikle Türkoloji çalışmalarının ortaya koymuş olduğu veriler, Macaristan’da “dost Türk” imajı yaratmış, Türk kültürüne ve Türkiye’ye karşı ilginin artmasına vesile olmuştur. İki ülke arasında imzalanan anlaşma ve protokollere işbirliğinin bu alanda da geliştirilmesi durumu daha da perçinlemiştir. Denilebilir ki, bu iki ulus arasındaki kuvvetli bağlantıyı sağlayan en önemli faktör, Macar Türkolojisi olmuştur. İki ülkenin kadim dostluğunun temelleri, ortak tarihe ve kültüre dayanmakta bu noktada da Macaristan’daki Türkoloji ve Türkiye’deki Hungaroloji çalışmaları kilit rol oynamaktadır. İki kürsü arasında karşılıklı öğrenci ve öğretim elemanı değişimi, yayın akışı ile ilgili ilişkiler her fırsatta daha ileri bir aşamaya götürülmüştür. Soğuk Savaş’ın yarattığı gergin ortamda sınırlı kalan ilişkiler 80’li yıllardan itibaren Doğu Bloku’nda yaşanan çatırdamalara paralel olarak hızlanmıştır. Bu dönemde imzalanan anlaşmalar ile Türkiye ve Macaristan arasında geleceğe uzanan çağdaş bağlar oluşturulmuştur. KAYNAKÇA Arşiv Belgeleri Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA) Muamelat Genel Müdürlüğü Bakanlar Kurulu Kararları Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü Fonu Yayınlanmış Arşiv Belgeleri TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 18, Cilt: 18, Yasama Yılı: 2, 34’üncü Birleşim. 56 BAED 4/2, (2015), 33-60. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ Gazeteler Cumhuriyet Milliyet Resmî Gazete Kaynak ve Araştırma Eserler AKBULUT, Dursun Ali, “Çöken Devlet”, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Atatürk Araştırma Merkezi, 2008, ss. 131-157. AKSEL, Sevgi Can Yağcı, “Türk Basınında 1956 Macar İhtilali: Hürriyet, Cumhuriyet, Ulus ve Zafer’de Haber Sunumuna İlişkin Uzlaşma ve Ayrışmalar”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, Sayı: 39 / Güz 2014, ss. 90-112. BAŞTAV, Şerif, “Türk-Macar Münasebetlerinde Hungarolojinin Yeri”, Türkiye’de Sosyal Bilimlerin Gelişmesi ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sempozyumu: 24-26 Nisan 1996, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, ss. 37-47. CİLLOV, Haluk, “Macaristan ile Ekonomik İlişkilerimiz”, Türkiye Ticaret Gazetesi, 21.1.1977. ________, “Macaristan ile Ekonomik İlişkilerimiz”, Türkiye Ticaret Gazetesi, 12.11.1982. ÇALİK, Fatma, Türkiye-Macaristan İlişkileri 1939-1989, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Danışman: Prof. Dr. Melek Çolak, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Muğla 2013. ÇOLAK, Melek, 1956 Macar İhtilali ve Türkiye, Nehir Yayınları, İstanbul 2009. ________, “Macar Yahudileri ve Türkiye”, Karadeniz Araştırmaları, Güz 2010, Sayı: 27, ss. 77-87. BAED 4/2, (2015), 33-60. 57 FATMA ÇALİK DAVID, Géza, FODOR, Pál, “Macaristan Bilimler Akademisinde Atatürk’ün 100. Doğum Yılı Anma Töreni”, Belleten, Cilt: LXVII, Sayı: 249, Ankara 2005, ss. 129-131. EREN, Hasan, Türklük Bilimi Sözlüğü/1. Yabancı Türkologlar, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1988. ERKUN, Fethi Vecdet, Budapeşte’den Ankara’ya, Türk-Macar Dostluk Derneği Yayınları: 2, Temmuz 1999. ERGÜN, Mehmet, 1956 Macar İhtilali, Akşam Kitap Kulübü Serisi No: 34, İstanbul 1967. FEJTÖ, Francois, 1956 Macar İhtilali: İlk Antitotaliter İhtilal, Bilge Kültür Sanat Yayınları, (çev: Fazıl Bülent Kocamemi), İstanbul 2012. GÜNGÖRMÜŞ, Naciye, Macaristan’da Değişim ve Demokrasiye Geçiş (1989-2009), Köksav Yayınları, Ankara 2010. “Hungarológia Törökorszagbán”, Congressus Oktavus İnternationalis Fenno-Ugristaum Jyaskyla 10. 15.8.1995 Moderatores Jyvaskyla 1995, Hungarologische Beitrage; Jyvaskyla, 1995, Sayı: 4, ss. 2831. ________, HAZAİ, Gyorgy, Tarih Botunca Macar-Türk Bağları, Budapest 1963. JÓZSEF, N. Szabó, “Magyar-Török Kulturális Kapcsolatok A Második Világháborút Követően”, Világtörténet, 2004. Tavasz-Nyár, ss. 53-62. KAMEL, Ayhan, “II. Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk-Rus İlişkileri”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Türk Tarih Kurumu Yayınevi, Ankara 1999, ss. 409-420. Macaristan’dan Görüntüler ve Macar-Türk Cumhuriyeti Büyükelçiliği, Ankara 1984. İlişkileri, Macar Halk Macaristan, İstanbul Ticaret Odası Ülke Etüdleri Dizisi No. 29, İstanbul 1983. 58 BAED 4/2, (2015), 33-60. SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE TÜRKİYE-MACARİSTAN İLİŞKİLERİ Macaristan’ın Genel Ekonomik Durumu ve Türkiye ile Ticari İlişkiler 1987 yılı Raporu, T.C. Başbakanlık Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı Ekonomik Araştırmalar ve Değerlendirmeler Genel Müdürlüğü. MOLNÁR, Miklós, A Concise History of Hungary, (Translated by Anna Magyar), Cambridge University Press, Sixth Printing, Cambridge 2009. NECATİGİL, Behçet, “Balkan Ülkeleri Edebiyatlarından Türkçeye Çeviriler”, Türk Dili, Çeviri Sorunları Özel Sayısı, 1 Temmuz 1978, Sayı: 322. NYIRI, Mária, “Oldukça Uzak Geçmişten Başlayarak 1996’ya Kadar Tarih Boyunca Türk-Macar İlişkilerine Kısa Bir Bakış”, Türk Dünyası Tarihi Araştırmaları Dergisi, Sayı: 149, Mart-Nisan 2004, s. 211-222. ________, Atatürk ve Macaristan’da Bulunan Türkler ile Türkiye’de Bulunan Macarlar, 20-21 Mayıs 1991 Bakü. Odalar Birliğince Teşkil Edilen Ticaret Heyetinin Macaristan Ziyareti Hakkında Rapor, İstanbul Ticaret Odası, Temmuz 1964, İstanbul. SESYILMAZ, Tarık Burhan, “Macaristan’ın Dış Ticareti ve Türkiye ile Ticari Münasebetleri”, Türkiye İktisat Gazetesi, 14.9.1967, s. 3. SOYSAL, İsmail, “Mohaç Sonrası Türk-Macar Siyasal İlişkileri Üzerinde Macar Tarihçisi Géza Perjés’in Bir Değerlendirmesi”, Belleten, Sayı: 157, Cilt: XL, Ocak 1976, s. 127-138. SZÉKELY, András, A Brief History of Hungary, Translated: Elek Helvey, Archives of Corniva Kiadó, 4th Edition, Budapest 1973. ŞİMŞİR, Bilal N., Bizim Diplomatlar, Bilgi Yayınevi, Ankara 1996. TASNADİ, Edit, “Budapeşte Üniversitesi’nde Türkoloji 125 Yıllık”, Türk Kültürü, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Sayı: 400, Yıl: 34, Ağustos 1996, ss. 54-55. ________, “Macaristan’da Türk Edebiyatı”, Türk Kültürü, Yıl: XXXIV, Sayı: 398, ss. 371-375. BAED 4/2, (2015), 33-60. 59 FATMA ÇALİK TİRYAKİOĞLU, İbrahim Ethem, “Dünkü ve Bugünkü Türk-Macar İlişkileri”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Genel Kurmay Başkanlığı Basımevi, Sayı: 263, Yıl: 96, Ankara, Eylül 1977, ss. 39. TOROS, Taha, “Türk-Macar Münasebetleri”, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, Nisan-Mayıs 1964, ss. 18-20. YILDIRIM, Vural, “XIX. Yüzyıla Kadar Macar Edebiyatında Türkler”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt: 31, Sayı: 1. 2, 459. İnternet Kaynakları SARAL, Emre; Türkiye Macaristan Dostluk Antlaşması (18 Aralık 1923), http://turkinfo.hu/2015/03/21/turkiye-macaristan-dostluk-antlasmasi-18aralik1923-emre-saral/, (5.4.2015). http://tayyibgokbilgin.info/seyahat-raporlari-monografi-tetkikleri/, (12.4.2015). 60 BAED 4/2, (2015), 33-60. Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015, ss. 61-84. ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA MEVLİD YAZMA GELENEĞİ Meral JAHJAİ* ÖZET Peygamber efendimize duyulan sevginin ifadesi olarak meydana gelen, gelişen ve canlılığını yitirmeden hayatiyetini devam ettiren mevlid yazma ve okuma geleneği, diğer Müslüman toplumlarda olduğu gibi Arnavut halkın arasında da varlık bulmuş ve gerek yazılı eser olarak ve gerekse kutlama merasimi olarak kültürel hayatta geniş bir yer edinmiştir. Kurumsal organizasyonlarda dȋnȋ hayatı canlandırmak, bireysel planda ise hayatın her safhasındaki değişimleri vurgulama ve anlamlandırma aracı olarak görülen mevlidler, önceleri daha çok Türkçe icra edilmekteydi. Ancak bu kültür ile tanıştıktan sonra, güzel söz söyleme kabiliyeti olanların bu alanda da söz söylemekten kendilerini alamaması sonucu Arnavutçada zengin bir eser birikimi ortaya çıkmıştır. Eğitici karakterinin yanısıra insanların Efendisi Hz. Peygamber’in ismini yaşatmak, onu anmak, ona duâ etmek ve dolayısıyla da şefaatine nâil olmak umudu, Mevlid’in zaman ve mekân içerisinde geniş bir yayılıma sahip gelenek olarak yer etmesini ve canlılığını yitirmeden varlığını sürdürebilmesini sağlamıştır. Burada, tespit edilen mevlidler ve son dönem yürütülen çalışmaların ışığında kültür ve edebiyatımızın bir parçası olan Mevlid’in Arnavut geleneğindeki gelişim seyri ele alınıp değerlendirilmeye çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Mevlid, Arnavut, Edebiyat, Kutlama. TRADITION OF WRITING MAWLID IN ALBANIAN CULTURE AND LITERATURE ABSTRACT Similar to other Muslim communities, mawlid occurs as the expression of love for our Prophet in the Albanian community. Recently, it has gained a wider place in cultural life as the written work or celebration ceremony. * Uzman, Trakya Üniversitesi meraljahjai@trakya.edu.tr. Balkan Araştırma Enstitüsü, Edirne, E-mektup: 61 MERAL JAHJAİ Mawlid is used to revive the religious life and in individual plans as signification tool for changes in all stages of life. In the beginning, it was performed in Turkish. In the passage of time, it started to be performed in Albanian which contributed to the accumulation of mawlids among the Albanians. Besides its educational character, mawlid is also a source of hope to gain intercession from Hz. Muhammed (s.a.v.), keep his name alive and commemorating him. This is one of the main motives behind survival and popularity of mawlid among the Albanian Muslims. In the light of texts of mawlids and latest research related with it, this study aims to focus on the development of mawlid as a part of the Albanian culture. Keywords: Mawlid, Albanian, Literature, Celebration. Giriş Peygamber efendimize duyulan sevginin ifadesi olarak meydana gelen, gelişen ve canlılığını yitirmeden hayatiyetini devam ettiren mevlid yazma ve okuma geleneği, diğer Müslüman toplumlarda olduğu gibi Arnavut halkın arasında da varlık bulmuş ve gerek yazılı eser olarak ve gerekse kutlama merasimi olarak kültürel hayatta geniş bir yer edinmiştir. Bunun başlıca nedenleri arasında şüphe yok ki Peygamber efendimize duyulan sevgi, saygı ve “ilâhî iradenin bu yönde olduğu” intibaını bırakan nasların bulunmasıdır. Kutlama merasimi ve duygu paylaşımı ile özdeşleşmesi mevlide çok geniş bir yayılma alanı sağlamıştır. Dolayısıyla mevlidi sadece camilerde değil, güzel bir adet anlayışı ile evlere de taşınmış olarak görmekteyiz. Arapça kökenli olan mevlid kelimesi, ism-i zaman ve ism-i mekân olup doğum, doğum yeri ve herhangi birinin doğduğu zaman anlamına gelmektedir. Terim olarak ise Hz. Muhammed’in doğum yeri ve zamanı; Hz. Peygamber’in doğumu münasebetiyle yapılan merâsimler ve bu merâsimlerde okunan metinler için kullanılan özel bir ad olmuştur.1 Mevlid, Peygamber efendimizin doğumunu anlatan hem edebî bir tür hem de kutlama geleneği olarak İslam diniyle şereflenen toplumların gerek edebiyatında gerekse kültürel hayatında önemli bir yer edinmiştir. Müslümanlar, Peygamber efendimizin doğduğu geceyi tabiin devrinden beri kutlarlar. Fakirlere sadaka vermek, yoksullara yemek ikram etmek, Kurʻan 1 Necla Pekolcay, Mevlid, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 1997, s. 1. 62 BAED 4/2, (2015), 61-84. ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA MEVLİD YAZMA GELENEĞİ okumak, çokça salavat getirmek ve nafile namaz kılmak gibi çeşitli ibadetlerle bu geceyi ihya ederler. Kaynakların bildirdiğine göre, hicrȋ üçüncü asrın başlarından itibaren, bazı sufi gruplar, bu geceyi cemaat halinde kutlamaya başlamışlardı. Halk arasında yaygın hale gelen bu kutlamaları daha sonra devletler de sahiplenmektedir. İlk olarak Mısır Fatımî devleti, mevlid kandilini, resmî bayram ilan etmiştir ve muhteşem törenlerle kutlamaya başlamıştır. Ancak bu dönemlerde okunmak üzere belirlenmiş bir eserden bahsedilmediği gibi, toplumda saygılanan başka kimselerin de doğumunu kutlamayı içine alacak şekilde daha geniş anlam yüklenmekteydi.2 Rebiülevvel ayı boyunca süren bu kutlamalarda, camiilerde ilim meclisleri kurulur, güzel sesli hafızlar Kurʻan okur, meydanlarda hatipler Peygamber efendimiz ve Ehli Beyt ile ilgili menkıbeler anlatır, kazanlar kurulur fakir fukaraya bir ay boyunca aş dağıtılırdı. Bir ara resmȋ mevlid merasimleri yasaklansa da, Erbil Atabeği Muzafferüddin Kökböri (11901233) zamanında tekrar resmȋ olarak icra edilmeye başlamıştır. Yeniden başlayan pek ihtişamlı ve parlak olan bu mevlid merasimlerinde, Endülüs’ün ünlü hadis âlimi İbn Dihye (ö. 1236)’nin, İslam âleminde ilk mevlid manzumesi olarak kabul edilen Kitâbü’t-Tenvîr fî Mevlîdi’s-Sirâci’l-Münîr adlı eseri okunmuştur.3 Türk İslam Edebiyatı’nda, kütüphanelerde tespit edildiği üzere iki yüzden fazla mevlid eseri bulunmaktadır. Kaynaklarda açık bir bilgi yer almamakla birlikte, yaygın olarak kabul edilen görüşe göre Süleyman Çelebi’nin 812’de (1409) kaleme aldığı Vesîletü’n-Necât adlı mesnevi bu alanda yazılmış olan ilk eserdir. Ancak Türk Edebiyatı’nda bundan önce de içerik ve şekil itibariyle mevlid benzeri eserlerin varlığı bilinmektedir. Ahmed Fakih’e (ö. 650/1252) ait Çarhnâme ile Erzurumlu Mustafa Darîr’in Tercüme-i Siyer-i Nebî’nin (yazılışı: 790/1388) manzum kısımları yer yer mevlidi hatırlatmaktadır. Osmanlı coğrafyasında en çok yayılan ve okunan mevlid ise şüphe yok ki, Sultan Yıldırım Bayezid Han’ın imamı olan Süleyman Çelebi’nin (ö. 1410) Vesîletü’n-Necât isimli eseridir.4 Zamanla Türkler arasında da rağbet kazanan mevlidler, resmî 2 İsmail Durmuş, “Arap Edebiyatı”, (Mevlid maddesi içinde), DİA, C. XXIX, Ankara 2004, s. 481; Hasan Kaleshi, Mevludi te shqiptaret, Vepra-1, Logos-A, Shkup 1996, s. 63-64. 3 Durmuş, a.g.e., s. 480; Nuri Özcan, Türk Din Mûsikîsi Ders Notları, İstanbul 2001, s. 36. 4 Hasan Aksoy, “Türk Edebiyatı”, (Mevlid maddesi içinde), DİA, C. XXIX, Ankara 2004, s. 482. BAED 4/2, (2015), 61-84. 63 MERAL JAHJAİ merâsim olarak III. Murad (1574-1595) döneminde kutlanmaya başlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin yükselişte olduğu yıllarda mevlid merasimleri oldukça debdebeli ve teferruatlı bir biçimde gerçekleşiyordu. Saray, konak ve evlerde yapılan mevlidlerin yanısıra selatin camilerinden birinde, Rebiülevvel ayının on ikinci gecesi, padişahın da katıldığı bir merasim düzenleniyor, bu merasimde devrin en ünlü mevlidhanları tarafından mevlid okunuyordu. Tören sırasında şerbet ve şeker dağıtılıyor, tören sonunda da mevlidhanlara kıymetli hediyeler veriliyordu. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bu törenlerin saray içinde de düzenlenmeye başlandığı bildirilmektedir.5 Arnavut Kültüründe Mevlidin Dünü ve Bugünü Mevlid, bu kültür ile Osmanlılar sayesinde tanışan Balkan halklarında da özelde Peygamber efendimizin doğum yıl dönümünü genelde ise dinî özellik taşıyan bazı münasebetleri de içine alacak şekilde geniş bir anlam ifade etmiştir.6 Arnavut halkını mevlid ile ilk tanıştıran Süleyman Çelebi’nin eseri olsa da bir süre sonra şair ruhlu din adamları ya bu eseri tercüme etme yoluna gitmiş ya da buna benzer Arnavutça bir mevlid metni yazmaya çalışmıştır. Bunun halk arasında benimsenmesi okur yazarlığın yaygın olmadığı dönemlerde dinȋ eğiticilik rolünü eda etmesini de sağlamıştır. Arnavutlar arasında mevlidin okunmasına ne zaman başladığı hakkında elimizde kesin veriler bulunmamaktadır. Hasan Kaleshi, mevlidin 18. asırdan önce okunmuş olma ihtimalinin bulunmaması gerektiğini ileri sürer. Bunun nedeni olarak da bilindiği gibi Arnavutların çoğunun İslamiyeti kabul etmesinin 18. asırda gerçekleşmiş olduğunu ileri sürmesidir.7 Bilinen o ki Süleyman Çelebi’nin 1409 yılında yazdığı Vesiletü’nNecat adlı mevlid, bu topraklarda uzun bir süre okunmuş ve çok sevilmiştir. Daha sonraları yerel dillere çevrilmiş nazireleri ile yer değiştirmeye 5 Mehmet Şeker, “Osmanlılar’da Mevlid Törenleri”, (Mevlid maddesi içinde), DİA, C. XXIX, Ankara 2004, s. 480. 6 Muhammed Aruçi, “Balkanlarda Mevlid Geleneği”, Istanbul Müftülüğü Dergisi, TDV Yayınları, Ankara 2007, s. 68. 7 Hasan Kaleshi, Mevludi te shqiptaret, Vepra-1, Logos-A, Shkup 1996, s. 64. 64 BAED 4/2, (2015), 61-84. ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA MEVLİD YAZMA GELENEĞİ başlamaktadır.8 Yapılan araştırmalar sonucu Polog vadisinde, iki dünya savaşı arası ve öncesinde Arnavutça mevlid okuyanların sayısının çok az olduğu görülmektedir. Okuyanların neredeyse hepsinin de Türk dilinde okumayı tercih ettikleri bilgisi aktarılmaktadır.9 Bir kutlama merasimi olarak mevlid hem kurumsal hem de bireysel kutlamalarda yer almaktadır. Kurumsal kutlamalarda sadece Peygamber efendimizin (s.a.v.) doğum gecesi ve ayı ile sınırlı kalmamış, diğer mübarek gecelerde de kutlama merasimlerinde camilerde mevlid okunmuştur. Ama özellikle “Mevlid Ayı” olarak bilinen Rebiülevvel ayı girdiğinde camii hocaları hutbelerde, vaazlarda bu ay hakkında bilgi verip halka önemli bir kutlamanın eşiğinde olduklarını bildirirlerdi. Bu ayı en güzel şekilde karşılamalarını tavsiye mahiyetindeki vaazları hem dinȋ hayatın hem de kutlama geleneğinin sürdürülebilir canlılığa kavuşmasını sağlamıştır. Halk arasında “Mevlid Gecesi” olarak bilinen 12 Rebiülevvel geldiğinde merkezî camilerde Peygamber efendimizin doğumunu kutlamak için mevlidler düzenlenmiştir. Mevlitten önce bir hoca efendi Peygamber efendimizin hayatını, çağrısını anlatan bir vaaz tutar. Bu vaazlar sayesindedir ki halk, hem eğitimin hem de okur yazarlığın çok yaygın olmadığı dönemlerde Peygamber efendimizin hayatı, faaliyetleri, başarıları, ailesi ve ashabı hakkında bilgi sahibi olma imkanına kavuşmuştur. Camide duyduklarını ev halkına anlatmış böylece şifȃhȋ bir şekilde nesilden nesile bilgi aktarımı sağlanmıştır. Bilgilendirici olduğu kadar eğitici karakterde de olan bu vaazlardan sonra hoca efendiler, yüzleri cemaate dönük olacak şekilde hilal şeklinde dizilir ve sesi güzel hafızlar merasime başlar. Kurʻan-ı Kerim tilaveti ve salavatlarla başladıktan sonra mevlidin önemini anlatan mevlid kasidesi okunur. Mevlid bahirlere ayrılmış vaziyettedir ve her bahirden sonra salavatlar, topluca ve sesli zikredilir. Tevhid bahrinden sonra mevlid yazarının isteği doğrultusunda ruhuna bir Fatiha ihsan edilir. Vilâdet bahrinde, Peygamber efendimizin kutlu doğumunun anlatıldığı beyitlerde cemaat hürmeten ayağa kalkar ve tekbir salavat zikreder. Mevlid merasimi 8 Aruçi, a.g.m., s. 69; H. Kaleshi, “Albanska Aljamijado Knjiẑevnost”, Prilozi za Orijentalnu Filologiju, Sarajevo 1970, s. 66; Feti Mehdiu, Mevludi–Lindja e Pejgamberit, Prishtinȅ 1992, s. 32. 9 Elez İsmaili, “Mevludi ne treven e Pollogut-dikur dhe sot”, Mevludi Tek Shqiptarȅt, Pȅrmbledhje kumtesash nga sesioni shkencor (Prishtinȅ, 22 Prill 2009), Prishtinȅ 2010, s. 149-151; Elez İsmaili sunumunda ilginc sayılabilecek bir bilgi aktarmaktadır. “Polog nahiyesinde mevlidin tercümesi bazıları tarafından hoş karşılanmamıştı, çünkü onlara göre “Türkçe Allah katında daha makbul bir lisandır.”, aynı eser, s. 155. BAED 4/2, (2015), 61-84. 65 MERAL JAHJAİ Kurʻan-ı Kerim tilavetiyle ve mevlit duasıyla son bulmaktadır.10 Bireysel kutlamalarda da halk, mevlidi bütün merasimlerine dahil etmiştir. Yeni doğan çocuğun sevincini, çocuğunu sünnet ettirirken, hac farizasını eda edip geri döndüklerinde ve bunun gibi hayırlı vesilelerle hep mevlid okutulmuştur. Ölünün ardından da mevlid okutulması, mevlidin hem sevinci paylaşımda hem de acının dindirilmesinde yer aldığının bir göstergesidir. Her aile en az senede bir defa mevlid okutmaya gayret etmiştir. Hatta şekerin kıt olduğu yıllarda aileler mevlid merasiminde şeker olsun diye yıl boyunca şekeri ölçülü kullanmak zorunda kalmışlardır. Rebiülevvel ayı mevlid ayı olarak bilinmiş hatta bu ayda doğan çocuklara “Mevlüt” veya “Mevludin” ismi verilmiştir. 11 Şairler ve şiir yazma kabiliyeti olan din adamları da edebiyata “Mevlid” diye bir tür kazandırmaya çalışmışlardı. Bu araştırma vesilesiyle yirmiye yakın yazılmış olan “Mevlid” ile tanışma imkanı bulduk. Büyük bir aşk ve adanmışlığın eseri olan bu mevlidlerde yazarlar Peygamber efendimize ait bilgileri en üst sanatsal seviyede ifade etmeye çalışmışlardır. Njeri je njeri, Perendi je s'themi / İnsansın insan, sana ilâh demeyiz Po je aq' i madh sa s'e merr dot kalemi. / Lȃkin, o kadar ulusun ki kalemle ifade edemeyiz. Hafız Ali Korça Yirminin üzerinde olan Arnavutça mevlidler yazıldığı bölgede yayılma ve etki oluşturma imkanı bulmuştur. Örneğin güneyli olan ilk mevlid yazarı Hasan Züko Kamberi’nin yazdığı mevlid güneyde ve Çam bölgesinde okunmuş ve yayılma imkanı bulmuştur. Kosovalı olan Tahir Popova’nın mevlidi de Kosova ve Makedonya’nın bir bölümünde okunmuş ve hala da okunmaya devam edilmektedir.12 Osmanlılar vasıtasıyla İslam dini ile buluşan Arnavutların arasında mevlid bir yandan dinȋ coşkuyu canlı tutarken aynı zamanda düzenli bir eğitimin olmadığı o dönemlerde konusu itibariyle içine aldığı İslam 10 Ramadan Shkodra, “Manifestimi i Mevludit Nȅ Kosovȅ”, Mevludi tek shqiptaret, Permbledhje kumtesash nga sesioni shkencor (Prishtine, 22 Prill 2009), Prishtinȅ 2010, s. 63-74. 11 Aruçi, a.g.m., s. 70; İsmaili, a.g.e, s. 152-155. 12 Nehat Krasniqi, “Mevludet nȅ letȅrsinȅ shqiptare me alfabet arab”, Dituria Islame, 1991, s. 24. 66 BAED 4/2, (2015), 61-84. ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA MEVLİD YAZMA GELENEĞİ akaidinin temel direği olan tevhid inancı, Hz. Muhammed’in hayatı, mucizeleri ve üstün ahlakının anlatılması sebebiyle halkın onu bir eğitim öğretim metodu olarak benimsediğini görmekteyiz. Mevlid’in yerel dilde olması etkisini daha da artırmıştır. Dinlediğini anlıyor olmak ezberlenmesini kolaylaştırıyordu, bu da gerek yayıncılığın gerekse okur yazarlığın yaygın olmadığı bir dönemde yayılışını ve hayatiyetini sağlamıştır.13 Öyle ki komünist diktatörlüğün etkisiyle camiler, medreseler kapatılırken halkın gönlünde muhafaza edilen mevlidlere nüfuz edilememiştir.14 Bugün de mevlid okuma ve okutma, Arnavut dünyasında Osmanlılardan tevarüs edildiği gibi, hem kurumsal hem de ferdȋ kutlamalarda hala bütün canlılığıyla varlığını devam ettirmektedir. Arnavutluk hȃriç diğer bölgelerde bu hiç kesintiye uğramamıştır. Mevlid, hem sevinci hem de acıyı paylaşma vasıtası olmuştur. Mübarek gecelerde veya yeni cami açılışlarında organize bir şekilde özellikle “Mevlid Gecesi” olarak bilinen 12 Rebiülevvel gecesi müftülüklere bağlı merkezî camilerde mevlid merasimi düzenlenmekte olup okul organizasyonlarına da yerleşmiş bulunmaktadır.15 Müslümanlar bireysel kutlamalarda da mevlid okutmaktadırlar. Öyle ki doğumlarda, çocukları sünnet ettirdiklerinde, yeni eve girdiklerinde, hac farizasını eda edip geri döndüklerinde hep mevlid okutulur. Hatta ölenin ardından da Peygamber efendimizin şefaatini talep düşüncesiyle, acıyı dindirme isteğiyle mevlid okutulmaya devam edilmektedir. Bütün bunlar yapılırken misafirlere yemek de ikram edilir. Bu merasimler eskiden evlerde yapılırken şimdi ise yemek salonlarına taşınmış vaziyettedir. Ancak yine de mevlidi evde okutma hassasiyetini gösteren ev sahipleri de bulunmaktadır.16 Arnavutça Mevlid Çalışmaları Mevlidin gerek kutlama biçimi gerekse edebȋ bir tür olarak 13 İslam Dizdari, “Historiku dhe tradita e mevludit tek shqiptaret”, Mevludi tek shqiptaret, Permbledhje kumtesash nga sesioni shkencor (Prishtine, 22 Prill 2009), Prishtinȅ 2010, s. 24-33. 14 Faik Luli, Islam Dizdari, Mevludet nȅ gjuhȅn shqipe, Camaj-Pipa, Shkodȅr 2002, s. 16. 15 İşkodra, Tiran, Üsküp, Kalkandelen, Gostivar Medresesi öğrencileri Kutlu Doğumu her sene Şehir Kültür Merkezi’nde mevlid, ilahi, şiir şöleni ve sergiden oluşan etkinliklerle kutlamaktadırlar. 16 İsmaili, a.g.e., s. 155. BAED 4/2, (2015), 61-84. 67 MERAL JAHJAİ kendisine geniş bir yer edindiği bu bölgelerde, yaptığımız araştırmada Arnavutlar’da mevlid geleneği hakkındaki en eski çalışma olarak Hasan Kaleshi’nin 1959 yılında Sırp dilinde yayımlanmış “Mevludi Kod Arbanasa” adlı çalışması karşımıza çıkmaktadır.17 Eser, 1996 yılında Arnavutça’ya tercüme edilip Logos yayınevi tarafından yayımlanmıştır.18 Daha sonra elimize geçen Şarkiyatçı Osman Müderrizi’nin mevlid metinleri hakkındaki araştırmaları, bulguları Osmanlı alfabesi ile yazılmış Arnavut edebiyatı hakkındaki makaleleri bu bağlamda önemli bir kaynak sayılabilir.19 Nexhat Ibrahimi, Sherif Ahmeti, Dr. Feti Mehdiu, Nehat Krasniqi bu alanda çalışmaları bulunan araştırmacı yazarlardır. Uzun bir çalışmanın sonucu olarak 2002 yılında Arnavutluk İskodra’da yayımlanmış Faik Luli ve İslam Dizdari tarafından hazırlanan en hacimli ve en kapsamlı eser “Mevludet Ne Gjuhȅn Shqipe” (Arnavutça Mevlidler) başlıklı çalışmadır. 712 sayfalık eser, tespit edilebilen ikisi Osmanlı alfabesi ile olmak üzere yirmi mevlidin yayımlanmış olduğu kitap, bir antolojiden çok, tespit ettiği mevlidleri dinȋ, edebȋ ve eğitici karakterlerini ön plana çıkaracak bir araştırmaya tabi tutmaktadır ve onların millî birliği sağlamak ve millî kimliği korumadaki rolünü vurgulamaya çalışmaktadır.20 22 Nisan 2009 yılında Priştine’de, Kosova İslam Birliği’nin organizatörlüğünde “Mevludi tek shqiptarȅt” (Arnavutlarda Mevlid) adıyla bilimsel bir oturum düzenlenmiş, konunun uzmanları tarafından sunulan bildiriler yine 2010 yılında Kosova İslam Birliği tarafından kitap haline getirilip yayımlanmıştır.21 Arnavutça Mevlid Yazarları ve Mevlidleri Mevlid, Peygamber efendimizin doğumunu, hayatının diğer 17 Hasan Kaleshi, “Mevludi Kod Arbanasa”, Zbornik Filozofskog Fakulteta, knj. IV-2, Beograd 1959, s. 349-358. 18 Kaleshi, Mevludi te shqiptaret, Vepra-1, Logos-A, Shkup 1996. 19 Osman Myderrizi, “Letȅrsia shqipe me alfabetin arab”, Buletini pȅr shkencat shoqȅrore, S. 2, 1955, s. 148-155. 20 Luli, Dizdari, a.g.e., s. 18. 21 Permbledhje kumtesash nga sesioni shkencor Mevludi tek shqiptaret, (Prishtine, 22 Prill 2009), Dituria Islame, Prishtine 2010. 68 BAED 4/2, (2015), 61-84. ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA MEVLİD YAZMA GELENEĞİ safhalarını, mȗcizelerini, mücadelelerini, mizacını ve ahlakını, dünyadan ayrılışını övgüyle anlatan manzum eserlerdir.22 Daha önce zikrettiğimiz gibi, Süleyman Çelebi’nin 1409 yılında yazdığı Vesiletü'n-necat adlı Mevlid, Müslüman Arnavutlar arasında uzun bir süre okunmuş ve çok sevilmiştir. Bir süre sonra yerel dillere çevrilmiş nazireleri ile yer değiştirmeye başlamıştır. İnsanların Efendisi Hz. Peygamber’in ismini yaşatmak, onu anmak, ona duâ etmek ve dolayısıyla da şefaatine nâil olmak ve diğerlerinin de buna ulaşması için vesile olma gâyesi ile eser yazmak inananların uzak kalabileceği bir durum gibi görünmemektedir. Arnavut dilinde bu içerik ile yazılan en eski eser Hasan Zyko Kamberi’ye aittir. İlk dönem eserler Alhamijado Edebiyatı23 içerisinde yer almaktadır. Daha sonraları bunlar Arnavut alfabesine aktarılmıştır. Son dönemlerde ise hem yazı hem de ifade olarak tamamen güncel modern Arnavutça’ya uygun eserler ortaya çıkmaktadır.24 Bugün, ulusal kimliği korumakta, geniş kitleleri eğitmede ve dinȋ anlayışın canlı kalmasında olumlu etkenler olarak nitelediğimiz bu mevlidlerden bazılarını yazarlarıyla birlikte tanıtmaya gayret edeceğiz. Hasan Zyko Kamberi Edebȋ yapıt olarak karşımıza çıkan en eski mevlid Arnavut edebiyatında Osmanlı alfabesi ile yazan şair Hasan Zyko Kamberi’ye aittir. Starje’li olan H. Z. Kamberi’nin doğum ve ölüm tarihi bilinmemekle birlikte Tepedelenli Ali Paşa zamanında yaşadığı ve hatta onunla birlikte Semendra Savaşı’na (1788) katıldığı bilinmektedir. Osmanlı alfabesi ile Arnavut dilinde şiir yazan en önemli şairlerden biri olarak kabul edilen Hasan Zyko Kamberi’nin eserlerinden çok azı bugüne ulaşabilmiştir. Şarkiyatçı Osman Myderrizi tarafından Korça’da bir el yazması içinde bulunan ve transkripsiyonu yapılan eser 227 dizeden oluşmaktadır.25 Her ne kadar diğer mevlidlere kıyasla daha kısa bir eser olsa da aslında Peygamber efendimizin hayatı ile ilgili bütün konuları çok veciz ve 22 Aksoy, a.g.e., s. 483. Osmanlı alfabesi ile Arnavutça yazılan eserler Arnavut edebiyatında Alhamiyado Edebiyatı ismi ile anılmaktadır. Bkz: Kaleshi, “Albanska Aljamijado Knjiẑevnost”, s. 54. 24 Mehdiu, a.g.e., s. 32. 25 Osman Myderrizi, Hasan Zyko Kamberi, Arkivi i İnstitutit tȅ Gjuhȅsisȅ, Tiranȅ 1955, s. 3239. 23 BAED 4/2, (2015), 61-84. 69 MERAL JAHJAİ özlü bir şekilde anlatmaktadır. İçerik olarak Süleyman Çelebi’nin mevlidine tabi olan eser, şekil olarak daha çok halk şiirinin etkisindedir. Sekiz heceli dizelerden oluşan dörtlükler, kâfiye yönünden ‘a, b, a, b’ şeklinde çapraz kafiye ile yazılmıştır. Güney lehçesiyle yazılan bu mevlid, güneyde yayılmış, özellikle Çameria bölgesinde okunmuştur. Mevlid’in giriş bölümü 22 mısra; Peygamber Efendimiz’in doğumundan yetişkinliğine kadar ele alınan ikinci bölüm 98 mısra; mîracı konu alan üçüncü bölüm 107 mısra olmak üzere toplam 227 mısradan oluşmaktadır.26 Ismail Flloqi Ismail Flloqi’nin kaleme aldığı mevlid, Osmanlı alfabesi ile yazılan en eski mevlidlerden biridir. Metnin orjinali elimizde bulunmamakla birlikte Zani İ Naltȅ dergisi transliterasyonunu yaparak 1938-39 yıllarında altı sayı peşpeşe yayımlamıştır. 1937 yılında Zani I Naltȅ dergisi yönetimi halka, ellerinde olan yazılı kültürel bir hazine olarak nitelendirdiği eski döneme ait metin ve şiirleri yayımlanmak üzere dergiye getirmeleri çağrısında bulunmuştur. Millî kültür ve edebiyata katkıda bulunmak için yapılan bu hareket karşılığını bulmuştur. Flloqi imamı elindeki İsmail Flloqi’ye ait olan metni dergiye getirmiştir ve bunun Balkan Savaşlarına kadar okunan bir metin olduğunu söylemiştir. Dergi de gelecek altı sayıda bu metnin transkripsiyonunu yaparak yayımlamıştır. Mevlid, Ismail Flloqi’ye ait telif bir eser olmayıp Türkçe mevlidin Arnavutça’ya bir tercümesidir. Şarkiyatçı Osman Myderrizi de Süleyman Çelebi'nin mevlidinin tercümesi olduğunu söylemektedir.27 19. yüzyılın başlarında yazılmış olan eser, günün şartlarında yayınlanması zor olduğu için şifahi olarak ağızdan ağıza yayılmış ve şöhret bulmuştur. Toska lehçesi ile yazılan eserde Türk ve Arap diline ait kelimeler bulunmaktadır ancak bu etki sadece terimlerdedir. Dil yapısı olarak derin bir halk ağzıyla yazılmıştır.28 26 Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 29-41. Osman Myderrizi’den naklen, Luli, Dizdari, a.g.e., s. 43. 28 Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 43-70. Ramiz Zekaj, Zhvıilimi i Kulturës İslame te Shqiptarët Gjatë Shekullıt XX, Tiranë 1997, s. 272-275. 27 70 BAED 4/2, (2015), 61-84. ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA MEVLİD YAZMA GELENEĞİ Çam Mevlidi Yunanistan’a bağlı bırakılan Çameria (Epir) bölgesinde okunan bir mevlid olan bu eser hakkında kaynaklarda fazla bilgiye rastlanmamaktadır. Yayımcısından29 alınan bilgilere göre eser, daha önce hiç yayımlanmamış, okuma yazma bilenler tarafından Osmanlı alfabesi ile el ile yazılarak, halk arasında ise şifahî olarak nesilden nesile aktarılması ve bugünlere gelebilmesi sağlanmıştır. Latin alfabesine transkripsiyonu yapılan eser, 218 dörtlükten oluşmaktadır. İşlediği konular açısından da diğer mevlidlerden bir farkı bulunmamaktadır. Alt başlıklarla bölümlere ayrılmayan eserde okuyucu konu değişimini kolayca farkedebilmektedir. Giriş, Nȗr-ı Muhammedȋ, Vilȃdet, Mȗcizȃt, Hicret, Peygamberlere Muhammed Mustafa Hürmetine İkram Edilmesi, Mi’rac, Vefat ve Son Nasihatler gibi bölümler bulunmaktadır. Mevlidlerin çoğunun beyitlerle yazılmasının aksine bu mevlid halk edebiyatının etkisinde kalarak, 8 hecelik dizelerden oluşan ve çoğunlukta a,b, a,b, kafiyesi ile dörtlük halinde yazılmıştır. Mevlidi özel kılan, Çam Arnavutçasını en saf haliyle bize sunmuş olmasıdır.30 Ülgünlü Hafız Ali (1853-1913) 1853 yılında Ülgün’de doğan Hafız Ali Riza (Ulqinaku), 1878 Berlin Kongresi’nden sonra Ülgün kasabasının Karadağ’ın eline geçmesi ile birçok aile gibi o da İşkodra’ya geçmiştir. Ülgün Medresesi’nde başladığı eğitimini İşkodra Medresesi’nde tamamlamıştır ve öğretmen olarak görevlendirilmiştir. Arnavutça eser yazma konusunda önemli gayretleri olan yazar din, edebiyat, dil ve eğitim alanlarında önemli eserler vermiştir. Biz onun özellikle Arnavutça-Türkçe ve Türkçe-Arnavutça Sözlükleri olan kıymetli çalışmasını anmadan geçemeyeceğiz. 1913 yılında müftülük yaptığı Lezha’da vefat etmiş ve İşkodra’da defnedilmiştir.31 29 Fahri Dahri, 2000 yılında, İstanbul İslam İlimlerinden mezun olan babası Bahrudin Dahri’nin, aralarında mevlidin de bulunduğu el yazması halindeki bazı çalışmalarını, Vatani flet adlı kitapta yayımlamıştır. Bkz: Fahri Dahri, Vatani flet, Koha, Tiranȅ 2000. 30 Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 623-640; Zaten yayımcı da babasının anısına yayımlamış olduğu bu eseri yayımlama nedenleri arasında mevlidin hala okunmakta olduğu Çameria Müslümanlarına katkıda bulunmak ve Çam ağzını en yalın haliyle görme imkanı veren bu eser ile tanıştırmak olduğunu vurgulamaktadır. Bkz. Dahri, a.g.e., s. 115. 31 Hayatı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, Hafiz Ali Ulqinaku–Jeta dhe vepra, Logos-A, Shkup, 2005. BAED 4/2, (2015), 61-84. 71 MERAL JAHJAİ “Tercüme-i mevlȗd' alȃ lisȃn-i arnavud” adlı eser, Süleyman Çelebi’nin mevlidinin uyarlanması ve tercümesidir. Dinî, edebî, eğitici ve linguistik değeri yüksek bir eserdir. 1873-74 yıllarında yazılan mevlid bugün de aynı şekliyle korunmakta ve okunmaktadır. Ulqinaku’nun bu mevlidi kısa zamanda halk arasında beğeni kazanmış ve örgün dinî eğitime dâhil edilmiştir. Hafız Ali’nin gençliğinde yazdığı bu eser, 1884 yılında Eğitim Bakanlığı’nın izniyle yayınlanabilmiştir. Her ne kadar bu ilk baskıda yazar adı, yayınevi ve yayın tarihi zikredilmese de daha sonra 190932 ve 191933 yıllarındaki baskılarında hem yayınevi hem de yayın tarihi zikredilmektedir. 1933 yılında oğlu Hȃfız Said Ulqinaku tarafından Latin alfabesine aktarılarak yeniden basımı yapılmış ve daha sonraki baskılara kaynaklık teşkil etmiştir. Kendisi iki yerde metne müdahale ettiğini kabul etse de, yapılan araştırmalar sonucu orijinal metne sadık kalmayıp güncel konuşmalara uyarlayarak Ulqin ağzının inceliklerine hiç riayet etmediği görülmektedir. 1963 yılında Tahir Dizdari orijinal metne sadık kalarak transliterasyonunu gerçekleştirmiştir.34 Eserin sadece mevlid çalışmasından ibaret olmayıp, üç eserden oluşan bir derleme olduğunu söyleyebiliriz. Birinci bölümünde 18 beyitten oluşan Osmanlıca bir mukaddime35 ile Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya (17051772) ait Hüda Rabbim adlı itikad manzumesinin 72 beyitlik tercümesi bulunmaktadır. İkinci bölümde “Tercüme-i mevlȗd' alȃ lisȃn-i arnavud” ismiyle, salavatlarla birlikte 318 beyite ulaşan ve dört fasıla ayrılan mevlid bulunmaktadır. Ancak yazar bu kadarla yetinmemiş ve Mecmuatul-Ahval diye isimlendirdiği son bir bölüm daha eklemiştir. Bu son bölümde yazar, dinȋ eğitim gayesi ile herkesin bilmesi zorunlu olan 23 dinî konuyu şiirsel bir dille sunmaktadır. 36 32 Arnavudça Mevlid-i Şerif, Tȃbi' ve Nȃşiri Çadırcılar Caddesinde Emniyet Kütüphanesi, 2. baskı, Osmanlı Sahaflar Cemʽiyeti Matbaası, Dersaadet 1327. 33 Arnavudca Mevlid-i Şerif, Tȃbi' ve Nȃşiri Vezir Handa, Emniyet Kütüphanesi, 3. baskı, Dersaadet 1338. Eserin bir kopyası Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi’nde 34066 sıra numarası ile kayıtlı bulunmaktadır. 34 Luli, Dizdari, Mevludet nȅ gjuhȅn shqipe, s. 82; Mehdiu, a.g.e., s. 33. 35 Eserin mukaddimesinin bulunmadığını ancak İstanbul’a yayımlatmak üzere gittiğinde Osmanlıca mukaddime yazmasını tavsiye etmeleri üzerine hemen bu mukaddimeyi kaleme almaktadır. Bkz. Kaleshi, a.g.e., s. 66. 36 Ayrıntılı bilgi icin bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 71-262. 72 BAED 4/2, (2015), 61-84. ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA MEVLİD YAZMA GELENEĞİ Tahir Popova (1856-1949) Tahir Popova’ya nispet edilen “Manzȗmetul mevlȗd fȋ efdali-l mevcȗd bi lisȃni-l arnaud” adlı mevlid, yer yer yazara ait orijinal beyitlerin bulunmasıyla birlikte Süleyman Çelebi’nin “Vesiletün-Necat” adlı eserin tercümesidir. Eser halk arasında Tahir Popova’ya ait olarak bilinse de bilimsel çevrelerde “İki Tahir’e ait eser” olarak geçmektedir ve Tahir Efendi Popova'nın yanısıra Jakovalı Tahir Efendi Boşnak’a da nispet edilmektedir.37 Tahir Popova, Kosova’nın Vuştria kasabasına bağlı Popova köyünde 1856 yılında doğmuş, 1949 yılında Tiran’da vefat etmiştir. İlkokulu bitirdikten sonra İstanbul Şehzȃde (Sultaniyye) Medresesi’ne kaydını yaptırmış, mezun olduktan sonra 1890 yılında Sancak (Yeni Pazar) Rüştiyesinde müderrislik yapmıştır. Çok kesin olmamakla birlikte yazarın mevlidi, İstanbul'da öğrencilik yıllarında (1885-1890) yazdığı tahmin edilmektedir.38 1905 yılında Eğitim Bakanlığı’nın 109 numaralı kararıyla İstanbul’da yayımlanan bu mevlid, Osmanlı alfabesi ile basılmıştır. Eserin ilk transkripsiyonu Kosova Ulema Komisyonu tarafından 1965 yılında yapılmıştır. Eser, 1984 yılında tekrar yayımlanmış ancak bu sefer bir önceki baskıya değil 1905 yılındaki baskıya sadık kalınmıştır. 1985 yılında Makedonya İslam Birliği bu mevlidi Roman diline de tercüme ettirmiştir.39 230 beyitten oluşan eserde, diğer mevlidlerde olduğu gibi alt başlıklar kulanılmamış ancak işlediği konulara bakarak münacat, Peygamber efendimizin vasıfları ve kıymeti, viladet, miʽrac ve duadan oluştuğunu görmekteyiz. Yazar diğer pek çok mevlitte olduğu gibi Peygamber efendimizin vefatını işlemez. Mısralar aralarında kafiyeli olup dili Kosova’da kullanılan Gega lehçesidir.40 Kosova’da okunan tek mevlid olma özelliğini günümüzde dahi muhafaza etmektedir.41 Kuzeybatı Makedonya’da özellikle Polog vadisinde de okunmakta olan bir eserdir.42 37 Mehdiu, a.g.e., s. 35. Jashar Rexhepagiq, Razvoj i şkolstva Albanske Narodnosti na teritoriji danaşnje Jugoslavije do 1918 godine, Priştina 1974, s. 43. 39 Mehdiu, a.g.e., s. 35. 40 Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e, s. 263-309. 41 Mehdiu, aynı yerde. 42 İsmaili, a.g.e., s. 151. 38 BAED 4/2, (2015), 61-84. 73 MERAL JAHJAİ Shefki Hoxhaj Imam Shefki Hoxhaj tarafından yazılmış olan bu mevlid Chicago’da yayımlanmıştır. Struga doğumlu olan yazar, orta ve Rüştiye’yi Manastır’da bitirdikten sonra birçok yerde imamlık yapmıştır. Arapça, Türkçe, Makedonca, Sırpça, biraz da Farsça bilen yazar 1919-1920 yıllarında Süleyman Çelebi’nin mevlidini tercüme etmiştir. Makedon devleti tarafından zamanında yasaklanan bu eser gizlice yayılmış ve bugün bile Ohri, Struga, Manastır ve civarında okunmaktadır. Hatta Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’daki gurbetçiler arasında da severek okunan bir eserdir. Salavatlar ve dua kısmı hariç 314 beyitten oluşan eserin her ne kadar alt başlıklara ayrılmış olmasa da 5 temel konuyu islediğini görmekteyiz. Birinci bölümde 34 beyitten oluşan mevlid okumaya çağrı, Peygamber efendimizin vasıfları ve Allah adını anmanın önemi anlatılmaktadır. İkinci bölümde 82 beyit ile Peygamber efendimizin doğumu anlatılmaktadır. Üçüncü bölümde 89 beyit ile miʻrac tasvir edilmektedir. Dördüncü bölümde 101 beyit ile vefatı ve son bölümde de Tahir Popova’nın mevlidinde olduğu gibi mensur olarak mevlid duası bulunmaktadır. 43 Hafız Ali Korça (1874-1956) Arnavut millî kültür tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri olan Hafız Ali Korça, 1874 yılında Görice’de doğdu. Kültürlü, dindar, yurtsever bir ortamda yetişen şair, etkinlikleri ve eserleriyle millî kültür hayatının her alanını zenginleştirmeyi başarmıştır. Din alimi olmanın yanısıra o, bir dilbilimci, şair, düşünür, folklorist, pedagog ve birçok sosyal, siyasî, felsefȋ, edebȋ eserlerin yazarı olarak karşımıza çıkmaktadır.44 Yoğun etkinlik dolu hayatının ilk adımını 1900 yılında Peygamber efendimize ithaf ettiği mevlid ile atmış oldu. Arnavutça’nın Toska lehçesinde Latin alfabesi ile yazılan bu eserin ilk basımdan sonra her iki lehçeye uyarlanabilecek şekilde bazı yeni harflerin eklenmesi ve şairin önsözü ile 1940 yılında 5. baskısı yapılmıştır.45 Eserde kulanılan dilin yalınlığı ve Güney lehçesinin özelliklerini taşıyor olması eseri daha da 43 Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e, s. 311-339. Hayatı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. İsmail Ahmedi, “KORÇA Hȃfız Ali”, DİA, C. XXVI, Ankara 2002, s. 197. 45 Feti Mehdiu’nun hazırlamış olduğu çalışma yedinci baskı olarak yayımlanmıştır. Bkz. Feti Mehdiu, Hafiz Ali Korça, Mevludi-Lindja e Pejgamberit, Prishtinë, 1992. 44 74 BAED 4/2, (2015), 61-84. ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA MEVLİD YAZMA GELENEĞİ önemli kılmaktadır. Mevlid, 306 beyit ve 9 bölümden oluşmaktadır. 1. Münacȃt; 2. Nȗr-ı Muhammedî; 3. Velȃdet; 4. Peygamber efendimizin doğumunda gerçekleşen olaylar; 5. Peygamber efendimizin doğduğu gece ve çocukluğu; 6. Nübüvvet; 7. Miʻrac; 8. Peygamber efendimizin ululuğu; 9. Vefatı.46 Hafız Abdullah Zemblaku (1892-1960) Mevlid yazarları zincirine, yurdun her köşesinde İslamiyetin anlaşılması ve yaşanılabilmesi için büyük gayretler sarfeden Arnavud Müslüman aydınlarından Hafız Ali Zemblaku’da katılmaktadır. 1892 yılında Bilisht köyünde, dindar, vatansever ve eğitimci bir ailede dünyaya gelmişti. Babası öğretmen olan Hafız Ali, önce Darülhilafe daha sonra Darülfünun’da okudu.47 1921 yılında doğum yerine döndüğünde Eğitim Bakanlığı tarafından öğretmenliğe atanmıştır. Üç yıl devam ettiği bu görevden, hizmet etmek ve eser yazabilmek için istifa etmiştir. Köy camiinde imamlık yaparken aynı zamanda dinȋ eserlerin tercümesi ile de meşgul oluyordu. Yılın altı ayı camiide bir naib bırakarak dini anlatmak ve halkı aydınlatmak isteği ile yurdun her köşesini köy köy, kasaba kasaba dolaşmıştır. Hatta bu faaliyetleri layıkıyla yapabilmek için, Görice müftülüğü gibi önemli bir vazifeyi dahi reddetmiştir. “Arnavutluk’a Ziyaret” adlı şiirinde bu yolculuklardan edindiği izlenimlerini dile getirmektedir.48 Sadece faaliyetleri ile değil, yazdığı mevlid ile de halkın gönlünde taht kuran Hafız Ali’nin bu mevlidi 1924’te ve 1931’de Görice’de, 1991 yılında da ABD’nin Michigan eyaletinde yayımlanmıştır.49 84 sayfalık bu mevlidi özel kılan en önemli fark geleneksel mevlid konularının dışında eğitici, felsefi ve dinî konuları işleyen bölümlerin de dâhil edilmesidir. Kendi deyimiyle “Peygamber efendimizi yücelten o mucizelerin de ortaya çıkması” dileğiyle mevlide Hz. Fatıma’nın Vefatı, Hz. İbrahim ve İsmail’in Tarihi, Güvercin ve Kartalın Hikâyesi, Devenin 46 Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 340-369; Mehdiu, a.g.e., s. 31-38. Hafȅz Abdullah Zemblaku, Mevludi Paq “Nur’i Ahmedija”, Korçȅ 1931, s. 1. 48 Aynı yerde, s. 61-62. 49 Luli Dizdari, a.g.e., s. 371. 47 BAED 4/2, (2015), 61-84. 75 MERAL JAHJAİ Hikayesi gibi bölümler eklemiştir. Bu bölümlerin mevlid ile bağlantısı vardır, çünkü hepsinin yazılma sebebi Peygamber efendimizi övmek, yüceltmek ve saygılamaktır. Bu daha önce rastlanmayan bir tavırdır, ancak daha sonrakilere örnek teşkil edecektir. Öyle ki Hafız İbrahim Dalliu kendi eserinde bunu daha çok geliştirecektir. Yazar mevlidin tercüme olduğunu söylemektedir50 ancak hangi eseri tercüme ettiğini zikretmemektedir. Mevlidin ana bölümlerinde tercüme ettiği esere bağlı kalsa da kendi eklediği bölümlerde yaratıcılığını daha özgürce ortaya koymaktadır. Yer yer yerel Görice ağzının etkisinin de görüldüğü bu eserde derin felsefi konuları edebi sunumla sunabilmesi aslında yazarın bu konuda ne kadar donanımlı ve kabiliyetli olduğunu göstermektedir. Eserin birinci bölümünde mevlidin ana bölümlerinden sonra yazarın eklemiş olduğu az önce zikrettiğimiz bölümler, mevlidin önemini anlatan bir olayın manzum anlatımı, mevlid kasidesi, tevhid kasidesi ve mevlid duası bulunmaktadır. İkinci bölümünde ise mevlid ile ilgisi olmayan dini eğitim verme gayesiyle yazılmış bölümler bulunmaktadır. Güncel meseleler hakkında önemli bilgiler aktarması açısından da önemli addedilmektedir.51 Sheh Ahmed Shkodra (1875-1927) Rıfaȋ tarikat şeyhi olan Sheh Ahmed Shkodra, kızının verdiği bilgilere göre 1875 yılında İşkodra’da doğmuştur. Tuz kasabasındaki Medreseden mezun olduktan sonra öğrenim için İran’a gitmiştir. Elbasanlı Şeyh Musa’dan icazetnȃme aldıktan sonra Yakovalı Hacı Şeyh Musa’nın işareti ile tekkesi “Asitane” olarak kabul edilmiştir. Kısa bir süre içinde İşkodra’dan Ergiri Kasrı’na kadar yayılan tarikatın 1000-1500 kadar müridi bulunmaktaydı. Ardında bıraktığı zengin eser külliyatı incelendiğinde temel iki konu öne çıkmaktadır. Bunlardan birincisi Allah sevgisi, ikincisi de vatan sevgisidir. Bu iki duygu şairde birbirini dışlamaz, bilakis birbirini beslemekte ve güçlendirmektedir.52 Eserlerinden en önemlisi şüphesiz ki yazarın yazmış olduğu mevlid olmuştur. Eser 1922 yılında Osmanlı alfabesi ile, 1926 yılında ise Arnavut alfabesi ile yayımlanmıştır. Eserde yazar iki konuya değinmektedir. Birincisi Peygamber efendimizin doğumu, ikincisi ise Peygamber 50 Zemblaku, a.g.e., s. 58. Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 371-410. 52 Aynı eser, s. 414. 51 76 BAED 4/2, (2015), 61-84. ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA MEVLİD YAZMA GELENEĞİ efendimizin mȗcizeleridir. Şüphesiz ki şairin tasavvufî birikimi anlatıma çok zengin bir boyut kazandırmıştır. 30 sayfadan ve 478 dizeden oluşan bu eseri yazar, adlandırmadığı 9 bölüme ayırmaktadır. Hafız Ali Ulqinaku mevlidi kadar geniş yayılma imkânı bulamayan bu eser daha çok Rıfaî tekkelerinde okunan mevlid hüviyetindedir. 53 Hafız İslam Çelebi (1882-1929) 1882 doğumlu olan Hafız İslam Çelebi’nin elimize ulaşabilen az sayıdaki eserlerinden biri 1921-24 yılları arasında yazmış olduğu mevlittir. O dönemlerde Şam’da yaşamakta olan yazar, 1926 yılında öğrencilerine gönderdiği bir nüshanın tek olduğunu belirterek basımını yapıp çoğaltırılmasını istemektedir. Dönemin ağır şartları sebebiyle bu mümkün olmamıştır ve eser ancak el ile yazılarak çoğaltılmış ve bugüne ulaşması sağlanabilmiştir. Sabri Bajram Bajgora54 hem yazarın hayatını araştırmış hem de Osmanlı alfabesi ile yazılmış olan mevlidin transkripsiyonunu yapmıştır. Osmanlı alfabesi ile yazılan ve İslamî edebiyatın devamı sayılan bu eser, nadir şiir türüne yükseltecek bütün edebȋ vasıfları taşımaktadır. Eserin başında Peygamber efendimizin 40 Hadis-i Şerif’i bulunmaktadır. Giriş mahiyetinde mevlidin önemini anlatan “Lavdi i Mevludit” faslı bulunmaktadır. Peygamber efendimize ithaf ettiği dizelerde bunu şefaat umuduyla yaptığını dile getirmektedir. Yazar bu bölüme şu ifadelerle başlamaktadır: “Fjalt e omla prej turqnijes, n’tleme t’dostit t’Perendijes, n’guh te njerzit geg e nis” Gega insanının dilinden, Allah’ın dostunun doğumu ile ilgili, Türklükten55 birkaç tatlı söz. Metin içindeki konusal seyir ve şekil, Tahir Popova Mevlidi’nin, dolayısıyla Süleyman Çelebi Mevlidi’nin bir naziresi olduğunu göstermektedir. Bir tek farkla ki Hafız İslam, doğum ve çocukluk gibi bölümlerde daha detaylı tasvirlere yer vermektedir. Bölümler arasındaki geçişler salavat ve münacatla yapılmaktadır. Şairin üstün tasvir yeteneği 53 Ayrıntılı bilgi için bkz. aynı eser, s. 411-438. Halen Kosova İslam Birliğinin Başimamı görevini ifa etmektedir. 55 Arnavutlar bu dönemlerde Türklük ile Müslümanlığı ifade etmektedirler. 54 BAED 4/2, (2015), 61-84. 77 MERAL JAHJAİ onu, birçok şairde görebileceğimiz inanç açısından tehlikeli sayılabilecek yorumlara götürmemektedir. Şairin bu konudaki hassasiyeti mîrac bahrinde daha da belirgindir. Eserde, Peygamber efendimizin vefatı ve Hz. Fatıma’nın vefatı üzerine yazılmış iki kaside ve dua bulunmaktadır. Şair, tevazu örneği sergileyerek, eserin düzeltilmeye ve önerilere açık olduğunu da ifade etmektedir. Bunun için duacı olacağını bildirmeyi de ihmal etmez.56 Hafız İbrahim Dalliu (1878-1951) 1878 yılı Tiran doğumlu olan Hafız İbrahim Dalliu, doğum yerinde ortaokulunu tamamladıktan sonra yüksek öğrenim için İstanbul’a gitmiştir. Büyük bir din ȃlimi olarak bilinen Dalliu, 1934 yılında Arnavut İslam edebiyatına ait en önemli eser olarak bilinen “E lemja dhe Jeta e tȅ Madhit Muhamed Alejhiselam”ı yazmıştır. Eserde Peygamber efendimizin hayatı manzum olarak anlatılmaktadır ve bu alandaki en hacimli eser olma ünvanını taşımaktadır. Önsöz, dua ve her bölümden sonra salavatların söylenmesi dışında hem yapısal hem de konusal olarak geleneksel anlamdaki mevlidlerden çok farklılık arzeden bu eser, 238 sayfalık 3 binden fazla kafiyeli beyitten oluşmaktadır. Manzum biyografi olarak nitelendirilen57 bu eserde verilen bilgileri kafiyeli olarak yüksek sanatsal düzeyde sunabilmesinin yazarın büyüklüğü ve ustalığı hakkında bir fikir vermeye yeterli olacağını düşünmekteyiz.58 Zejnullah Jashari Kosovalı olan Zejnullah Jashari Ankara’da yaşamıştır. Mevlid hakkındaki bilgileri önsözde yazarın kendisi vermektedir. Mevlidin tarihçesi hakkında genel bilgi verdikten sonra mevlidi ilk defa Türk alfabesi ile 1944 yılında Ankara’da yazdığını söyler. İkinci kez bu eseri kaleme aldığında bu sefer Arnavut alfabesini ve daha anlaşılır bir lisan kulanmaya özen göstermiştir. Tanımış olduğu mevlidlerden edindiği birikim ile mevlid yazmaya koyulan yazar, bunun nedeni olarak da “Allahın rızasını kazanmak ve Peygamber efendimizin şefaatine nail olmak” olduğunu ileri sürmektedir. Süsleme sanatı ve resimlerin kulanıldığı ilk Arnavutça mevlid 56 Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 641-685. Mehdiu, a.g.e., s. 36. 58 Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 463-478; Zekaj, a.g.e., 309-312. 57 78 BAED 4/2, (2015), 61-84. ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA MEVLİD YAZMA GELENEĞİ hüviyetindedir. Sayfalar arasında süsleme sanatı ile çerçevelenmiş Kur’an ayetleri, salavatlar ve cami resimleri görmek mümkündür. Konular birbirinden alt başlıklarla değil sadece salavatlarla ayrılmıştır. Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan Arnavutlara yönelik yazılmış bir mevlid olarak kabul edilmektedir.59 Mehmed Efendi Salihu (1898-1985) 1898 Opoya’nın Bresane köyünde doğan Mehmet Efendi, Osmanlı alfabesi ile eser veren son Kosovalı yazardır, diyebiliriz. 1985 yılında “Peygamber efendimizin İsra’sı ve Mi’racı” adlı şiirini kaleme aldığında hayatının son günlerini yaşamaktaydı. Şekil ve içerik açısından diğer mevlidlerin benzeri olan bu eser, Allah ve Peygamber sevgisiyle yazma geleneğinden güzel bir örnek olma özelliğini taşımaktadır. Hiç yayımlanmamıştır ancak yazarın yazdıklarını dostlarına dağıtmak gibi bir adeti sonucu eser bugüne ulaşabilmiştir. Mevlidin sonunda şair kendi adını zikretmeyi de ihmal etmez: Nazimi mevlidit muhtaxh pȅr Rabbi / Mevlidin nȃzımı muhtaçtır ya Rabbi Spahi Zade emni ti Mehmed Salih / Spahi Zade onun ismi Mehmed Salih.60 İdriz Lamaj Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan 1948 doğumlu yazar, verimli eserler ve faaliyetlerle dolu bir hayat hikayesine sahiptir. Dost ve tanıdıklarının teşvikiyle mevlid yazmaya koyulan şairin eseri61 yazı sanatı açısından en yüksek seviyede yazılmış bir mevlid olarak bilinmektedir. Oldukça yeni sayılan bu mevlidin bir diğer özelliği de bugüne kadar Süleyman Çelebi’nin eserinin etkisinden kurtulamayan diğer mevlidlerin aksine bu eserin daha özgün bir karakterde yazılmış olmaya denenmesidir.62 59 Elimizdeki eser: Zeynullah Özyaşar, “Mevludi Sherif Nȅ Gjuhȅn Shqipe” Arnavutça Mevludu Şerif, Ankara 1973; Luli, Dizdari, a.g.e., s. 439-447. 60 Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 687-704. 61 İdriz Lamaj, Mevludi, New York, 1982. 62 Mehdiu, a.g.e., s. 36. BAED 4/2, (2015), 61-84. 79 MERAL JAHJAİ Sade, anlaşılır ve berrak bir dil ile yazılmış olması bu mevlidi daha da önemli kılacaktır. Ancak ne var ki diasporada önemli bir yer edinen bu mevlid, Balkan Arnavutları arasında fazla bilinmemektedir. Kanada ve Amerikan Arnavut Müslüman Cemaati Başkanı İmam Vehbi İsmaili’nin takdiminden sonra eser mevlid ile devam etmektedir. Dua ile son bulan mevlidin devamında yazarın İslamȋ manzum eserler ve mevlid hakkında kaleme aldığı ciddi bir araştırması yer almaktadır.63 Fahrudin Osmani Arnavut dilinde yazılmış en yeni mevlidlerden biridir. 1984 yılında Makedonya Cumhuriyeti “İlmiye” Vakfı Başkanlığı tarafından Üsküp’te “Kiril i Metodi” Üniversitesi Yayınevinde yayımlanmıştır. Tahsin Tevfik’in takdiminde eser hakkında bilgi verilirken oluşturulan bazı yanlış algılamalar da açıklığa kavuşmaktadır. Bunlardan birincisi halktan bazılarının daha çok sevap olur düşüncesiyle arap alfabesi ile yazılan mevlid metinlerine olan ısrarı ve ikincisi kendilerini “selefi” diye isimlendiren bazı grupların mevlidi bid’at diye nitelendirmelerine karşı cevap vermektedir. 14 bölümden oluşan eser, Hafız İbrahim Dalliu’nun mevlidi gibi manzum biyografi olma niteliğindedir ancak ondan çok daha kısadır ve törenlerde, kutlamalarda okunabilecek şekilde yazılmıştır. 14 bölümden oluşması geleneksel anlamdaki mevlidlerden çok daha fazla konuları ihtiva ettiği anlamına gelmektedir. “İslam, İlk İnsanla Beraber Doğdu”, “Aleni Çağrı”, “Hicret” gibi daha önce rastlanmayan bölümlerin bu eserde kaleme alındığını görmekteyiz. Ancak tekrarlanan salavatların dışında eserin 344 beyitten oluşması onun çok da uzun bir mevlid olmadığını göstermektedir. Öz Arnavutça ile yazılmış olması son zamanlarda çok rağbet görmesini sağlamaktadır.64 İlmi Veliu 1952 doğumlu olan İlmi Veliu’nun yazdığı mevlid de Arnavut dilindeki en yeni mevlidler arasında yer almaktadır. Yazar mevlidi sadeleştirerek yeni nesillerin anlayacağı şekilde yazmaya gayret etmiştir. 63 Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 479-511; Mehdiu, a.g.e., s. 38; Luli, Dizdari, a.g.e., s. 513-535; Elimizdeki eser, Fahrudin Osmani, Mevlud, Shkup 1984. 64 80 BAED 4/2, (2015), 61-84. ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA MEVLİD YAZMA GELENEĞİ Eserin yapısı ve konusu açısından önceki mevlidlere sadık kalınmıştır. 9 bölüme ayırmış olduğu mevlidindeki bölümler arasındaki geçişin salavatlar ile yapılmasını sağlamıştır. 173 beyitten oluşan mevlidin sonunda okuyanlara kolaylık olsun diye Arapça ve Arnavutça alfabe ile yazılmış bazı dualar ve Yasin suresi eklenmiştir.65 Sheuqet Kraja Komünist rejim tarafından iki kere mahkûm edilmiş İşkodralı bir öğetmendir. Daha sonraları ABD’ye yerleşmek zorunda kalmıştır. Birçok eseri bulunan yazarın, konumuzla alakası olan Peygamber efendimizin kutlu doğumu münasebetiyle kaleme almış olduğu yayınlanmamış “Ölümsüz Doğum” anlamına gelen “Lindja e Pȅrjetȅshme” adlı eseridir. 500’e yakın dizeden ve bazı ilahi ve salavatlardan oluşan bu eserin tamamı Peygamber efendimiz hakkında bilgi vermek ve onu övmek gayesiyle yazılmıştır.66 Hürmet ettiğini övme geleneği sonucu Ferit Vokopola ve Rıfȃȋ tarikatı şeyhi Shejh Xhemali Shehu, Hz Ali’ye ithaf ettikleri mevlidleri kaleme alacaklardır. Rıfai tekkesi şeyhi Jonuz Metan ise Rıfȃȋ Pirȋ Seyyid Ahmed er-Rufai’ye bir mevlid yazmıştır. Tekke marasimlerinin dışına çıkamayan bu eserler, yazı sanatını çeşitlendiren kıymetli birer deneme olmuştur. Sonuç Türk Kültürü ve Edebiyatı’nda önemli bir yeri olan Mevlid’in, Balkanlarda da (gerek kaleme alınmış edebȋ bir tür olarak gerekse hayatın her alanına nufuz edebilmiş bir gelenek olarak) çok geniş ve önemli bir yer edindiğine şahit olmaktayız. Nüfus olarak belki de “küçük” sayılabilecek bir milletin bu denli zengin eser geleneği ile karşılaşmış olmamız, araştırmamızı sadece Arnavut dilinde yazılmış mevlidler ile sınırlı tutmak zorunda bırakmıştır. Aynı duygu etrafında birleşince, dil farklılığının bir engel değil 65 Elimizdeki eser, İlmi Veliu, Mevludi Ditȅlindja e Muhamedit a.s., Kȅrçovȅ y.y., Luli, Dizdari, a.g.e., s. 66 Ayrıntılı bilgi için bkz. Luli, Dizdari, a.g.e., s. 553-568. BAED 4/2, (2015), 61-84. 81 MERAL JAHJAİ bilakis zenginleştirici bir unsur olduğunu görme imkânını elde ettik. Başlangıçta Süleyman Çelebi’nin “Vesiletun Necat” adlı eseri ile yetinilmiştir. Daha sonraları o kültürü iyice benimseyince özümseme faaliyetleri başlamıştır. Öyle ki Allah ve Peygamber sevgisinin coşkusu ile en güzel sözü söylemek belki de Hasan b. Sabit, Ka’b b. Züheyr gibi, Resulullahın iltifatına mazhar olunur umuduyla mevlid yazmak için adeta yarışmışlardır. Başlangıçta taklit duygusu ile başlayan bu faaliyet daha sonra ciddi bir benimseme haline dönüşmüş, şartların değişmesiyle zayıflamaya yüz tutan adetlerin aksine “Bunu yeni nesiller için nasıl daha anlaşılır hale getirebiliriz” gayretlerine dönüşerek edebiyatımızın ve kültürümüzün bir parçası olarak o topraklarda varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Bugün Arnavut edebiyat derslerinde Mevlid, Osmanlı alfabesi ile yazılmış eserlerin arasında yok denecek kadar az yer tutmaktadır. Tespit edilen mevlid metinleri ve son zamanlarda yapılan ciddi çalışmalar sayesinde Mevlid’in de edebî bir tür olarak Arnavut Edebiyat kitaplarında hak ettiği yeri alacağını ümit etmekteyiz. KAYNAKÇA AHMEDİ, İsmail, “KORÇA Hȃfız Ali” DİA, C. XXVI, Ankara 2002. AKSOY, Hasan, “Türk Edebiyatı”, (Mevlid maddesi içinde), DİA, C. XXIX, Ankara 2004. ARUÇİ, Muhammed, “Balkanlarda Mevlid Geleneği”, İstanbul Müftülüğü Dergisi, TDV Yayınları, Ankara 2007. DAHRİ, Fahri, Vatani Flet, Tiranȅ 2000. DİZDARİ, İslam, “Historiku dhe tradita e mevludit tek shqiptaret", Mevludi tek shqiptaret, Pȅrmbledhje kumtesash nga sesioni shkencor (Prishtinȅ, 22 Prill 2009), Dituria Islame, Prishtinȅ 2010, ss. 24-33. DURMUŞ, İsmail, “Arap Edebiyatı”, (Mevlid maddesi içinde), DİA, C. XXIX, Ankara 2004. 82 BAED 4/2, (2015), 61-84. ARNAVUT KÜLTÜR VE EDEBİYATINDA MEVLİD YAZMA GELENEĞİ İSMAİLİ, Elez, “Mevludi ne treven e Pollogut-dikur dhe sot”, Mevludi tek shqiptaret, Pȅrmbledhje kumtesash nga sesioni shkencor (Prishtinȅ, 22 Prill 2009), Prishtinȅ 2010, ss. 147-163. KALESHİ, Hasan, “Albanska Aljamijado Knjiẑevnost”, Prilozi za Orijentalnu Filologiju, Sarajevo 1970, ss. 49-76. ________, Mevludi te shqiptarȅt, Vepra-1, Logos-A, Shkup 1996. ________, “Mevludi Kod Arbanasa”, Zbornik Filozofskog Fakulteta, knj. IV-2, Beograd 1959, ss. 349-358. KRASNİQİ, Nehat, “Mevludet nȅ letȅrsinȅ shqiptare me alfabet arab”, Dituria İslame, 1991, ss. 23-28. LAMAJ, İdriz, Mevludi, New York 1982. LULİ, Faik, DİZDARİ, İslam, Hafiz Ali Ulqinaku - jeta dhe vepra, LogosA, Shkup 2005. ________, İslam, Mevludet Nȅ Gjuhȅn Shqipe, Camaj-Pipa, 2002 Shkodȅr. MEHDİU, Feti, Hafiz Ali Korça Mevludi - Lindja e Pejgamberit, Prishtinë 1992. MYDERRİZİ, Osman, “Hasan Zyko Kamberi”, Buletin pȅr shkencat shoqȅrore, S. 1, Tiranȅ 1955. ________, Osman, “Tekstet e Vjetra Shqip me Alfabetin Arab”, Buletin pȅr shkencat shoqȅrore, S. 2, Tiranȅ 1955. OSMANİ, Fahrudin, Mevlud, Shkup Qershor 1984. ÖZYAŞAR, Zeynullah, “Mevludi Sherif Nȅ Gjuhȅn Shqipe” Arnavutça Mevludu Şerif, Ankara 1973. PEKOLCAY, Necla, Mevlid, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 1997. REXHEPAGİQ, Jashar, Razvoj i şkolstva Albanske Narodnosti na teritoriji BAED 4/2, (2015), 61-84. 83 MERAL JAHJAİ danaşnje Jugoslavije do 1918 godine, Priştina 1974. ŞEKER, Mehmet, “Osmanlılar’da Mevlid Törenleri”, (Mevlid maddesi içinde), DİA, C. XXIX, Ankara 2004. VELİU, İlmi, Mevludi Ditȅlindja e Muhamedit a.s., Kȅrçovȅ y.y. ZEKAJ, Ramiz, Zhvillimi i Kulturës İslame te Shqiptarët Gjatë Shekullit XX, Tiranë 1997. ZEMBLAKU, Hafȅz Abdullah, Mevludi Paq “Nur’i Ahmedija”, Korçȅ 1931. 84 BAED 4/2, (2015), 61-84. Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015, ss. 85-112. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015) Kader ÖZLEM ÖZET Komşu iki ülke olarak Türkiye ile Bulgaristan siyasi, ekonomik, kültürel, coğrafi ve beşeri gerekçelerle birbirleri için stratejik açıdan önem taşımaktadır. Tarihsel süreç içerisinde yaşanan olaylar taraflar arasında güven problemi oluşturmuşsa da Todor Jivkov sonrası dönemde Bulgaristan’ın iç ve dış politikasında meydana gelen yapısal değişimlerin de etkisiyle ikili ilişkilerde siyasi, askeri ve ekonomik açıdan olumlu gelişmeler yaşanmıştır. Bu durumun oluşmasında Sofya yönetiminin Bulgaristan’daki Türklere yönelik 1980’li yıllarda izlediği asimilasyon politikasını terk etmesi ana etken olmuştur. Jivkov sonrası dönemde hızlı bir gelişme evresine giren ikili ilişkiler, 2000’li yıllarda da bu gidişatını sürdürmüştür. Bu çalışmanın amacı Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) döneminde Türkiye-Bulgaristan ilişkilerini siyasi, askeri, ekonomik ve Türk azınlık boyutlarıyla incelemektir. Anahtar Kelimeler: Türkiye, Bulgaristan, Adalet ve Kalkınma Partisi, Türk Azınlık, İkili İlişkiler. TURKEY-BULGARIA RELATIONS IN THE PERIOD OF JUSTICE AND DEVELOPMENT PARTY (2002-2015) ABSTRACT Turkey and Bulgaria, being two neighbor countries, have strategical importance for each other in terms of political, economic, cultural, geographical and social aspects. Although the incidents in the historical process create a confidence problem, there have been positive political, military and economic developments in bilateral relations because of the structural changes in foreign and internal policies of Bulgaria after the end of Todor Zhivkov regime. In this, Bulgaria’s renunciation of the assimilation policies towards Turks in 1980s has been main factor in that Arş. Gör. Dr., Trakya Üniversitesi, Balkan Araştırma Enstitüsü, Balkan Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Edirne, E-mektup: kaderozlem@trakya.edu.tr. 85 KADER ÖZLEM regard. The bilateral relations have developed rapidly after the Zhivkov period and this trend continued in 2000’s as well. The aim of this study is to examine the relations between Turkey and Bulgaria with the political, military, economic and Turkish minority dimensions in the period of Justice and Development Party (Ak Party). Keywords: Turkey, Bulgaria, Justice and Development Party, Turkish Minority, Bilateral Relations. 1. İkili İlişkilerin Tarihsel Çerçevesi (1878-1989) 13 Temmuz 1878 tarihinde Osmanlı Devleti’ne bağlı özerk bir prenslik haline gelen Bulgaristan, 1908’de tam bağımsızlığını elde edene kadar 30 yıl daha Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Bulgaristan’ın prenslik dönemini kapsayan bu yıllarda Bâb-ı Ali’ye bağlılığı sembolik düzeyde kalırken, Sofya yönetimi sınırlarını olabildiğince genişletmek istemiştir. Bulgaristan 6 Eylül 1885’te Şarkî Rumeli eyaletinin Prensliğe bağlanmasıyla toprak kazanımlarını makro düzeye çıkarmış ve Filibe’den Burgaz’a kadar olan Osmanlı-Türk mirasının örnekleri durumundaki şehirleri ele geçirmiştir.1 5 Nisan 1909’da Bulgaristan Osmanlı Devleti tarafından resmi olarak tanınırken, iki devlet arasındaki ilişkiler egemen devletler arasında olması gereken esaslara göre yürütülmeye başlanmıştır. Osmanlı Devleti’ni yeni konjonktürde en fazla ilgilendiren konu ise geride kalan Müslüman Türk azınlığın durumu olmuştur. Sofya’nın bağımsızlığını tanımasının hemen ardından İstanbul Protokolü ve Sözleşmesi’ni imzalayan Osmanlı Devleti, en azından Türk-İslam cemaatinin haklarını ve vakıf mallarını güvence altına almak istemiştir.2 Balkan Savaşları’nda Osmanlı Devleti ve Bulgaristan arasında fiili savaş durumu yaşanırken, özellikle Bulgarların Çatalca önlerine kadar gelmesi İstanbul için tehdit oluşturmuştur. Osmanlı Devleti bu savaşlar sonucunda Balkanlar’daki topraklarını yitirmiş, II. Balkan Savaşı’nın ardından Edirne’yi ancak geri alabilmiştir. Böylece Bâb-ı Ali’nin Balkan toprakları yeni sınırlar itibarıyla Meriç nehrinde sonlanmıştır. Balkan 1 Bkz. Vasilka Tankova, “Knyajestvo Bılgariya – Pırvata Stranitsa ot Novata İstoriq na Bılgarite”, İstoriya na Bılgarite – Ot Osvoboj-Denieto (1878) do Kraya na Studenata Voyna (1989), der. Georgi Markov, Tom III, İzdatelstvo Znanie, Sofiya 2009, ss. 43-47. 2 Bilal N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri, Genişletilmiş 2. Baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara 2009, s. 482. 86 BAED 4/2, (2015), 85-112. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015) Savaşları’nın sonucunda bölgedeki Türk nüfus ile kültür mirası büyük tahribata uğratılırken, sadece Bulgaristan özelinde olmasa da genel olarak savaşın yaşandığı bütün bölgede Balkan Savaşları esnasında yaklaşık 200 bin Balkan Türkünün katledildiği tahmin edilmektedir.3 Bununla birlikte, yüzbinlerce Balkan Türkü de muhacir durumuna düşmüştür. 1912-1913 Balkan Savaşları esnasında Osmanlı Devleti ve Bulgaristan savaşmalarına karşın, I. Dünya Savaşı’nda müttefiklik ilişkisi içerisinde olmuştur. I. Dünya Savaşı döneminde iki devlet arasındaki ilişkiler olumlu bir çizgide ilerlerken, bazı cephelerde iki ordunun İtilaf Devletleri’ne karşı beraberce çarpıştıkları da olmuştur. Bu dönemdeki yakınlaşma savaş sonunda da devam etmiştir. Savaş sona erdiğinde her iki taraf da mağlup durumda bulunurken, bir bakıma benzer kaderi yaşamışlardır. Bulgaristan savaş sonunda toprak kaybına uğramış olsa da imzaladığı Neuilly Barış Antlaşması’nın ardından fiili bir işgal süreci yaşamamıştır. Ancak Anadolu’da Yunan işgalini müteakip Milli Mücadele dönemi başlamıştır. Bulgaristan, bu dönemde Türklerin Milli Mücadelesinde en fazla başarılı olmasını isteyen devletlerden biri olmuş ve Milli Mücadele’ye yardımda dahi bulunmuştur.4 Bu dönemde Sofya yönetimi Anadolu’daki mücadelenin başarılı olması halinde Neuilly Barış Antlaşması’nın şartlarında da kısmi bir düzenlemeye gidilebileceğini öngörmüştür. Dolayısıyla Milli Mücadele döneminde de ikili ilişkilerin olumlu seyri göz önünde bulundurularak Türk azınlığın rahat bir dönem geçirdiği sonucuna ulaşılabilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından devletin dış politikasına uygun olarak Bulgaristan ile iyi ilişkiler kurulmak istenmiştir. 1925 yılında iki devlet arasında Ankara’da bir Dostluk Antlaşması imzalanırken, Antlaşma’nın Ekli Protokolü’nde Bulgaristan’daki Türklerin azınlık hakları da taraflarca garanti altına alınmıştır. Ne var ki Bulgaristan’da faşist yönetimlerin iktidarda bulunması, ikili ilişkilerin büyük bir gelişme göstermesini engellemiş, Türk azınlığın haklarında da durağanlaşma yaşanmıştır. Esasen bu dönemde Türkiye Bulgaristan’la ilişkilerini oldukça önemsemiştir. Atatürk tarafından yakın silah arkadaşı Hüsrev Gerede, Sofya’ya Büyükelçi olarak atanmış ve Balkanlar’da 3 Bilal N. Şimşir, “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, Bulgaristan’da Türk Varlığı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1985, s. 53. 4 Grozyu Grozev, “Voenno-Politiçeskite Otnoşeniya Mejdu Bulgariya i Turtsiya v Perioda 1920-1922 g.” Stamboliiski i Ataturk za Bılgaro-Turskite Vzaimootnoşeniya, Ed. Stoyan Andreev, Natsionalen Tsentır za Strategiçeski İzsledvaniya, Sofiya 2001, ss. 76-77. BAED 4/2, (2015), 85-112. 87 KADER ÖZLEM bölgesel barışın tesis edilmesi için Bulgaristan’ın kazanılması gerektiği düşünülmüştür. Ne var ki Bulgaristan, Almanya ve İtalya’da faşizmin yükselişine bağlı olarak, revizyonist kanada iyice yakınlaşarak Balkan Antantı (1934) bünyesinde yer almamıştır. II. Dünya Savaşı’nda Almanya ile işbirliği halinde olan Bulgaristan 1944 sonrasında Sovyet Rusya’nın yörüngesi altına girmiş ve Soğuk Savaş dönemini Doğu Bloğu çatısı altında geçirmiştir. Bu dönemde Ankara-Sofya hattındaki ilk ciddi kriz Bulgaristan Türkleri merkezli yaşanırken, Ağustos 1950’de Sofya yönetimi tarafından Türkiye’ye verilen notada üç ay içerisinde 250.000 Türk’ün kabul edilmesi istenmiş5 ve bir anlamda Bulgaristan Türkleri tehcire maruz bırakılmıştır. Türkiye’nin Kore Savaşı’na asker göndermesine tepki niteliğinde Moskova kaynaklı olarak6 Sofya’dan yönlendirilen söz konusu göç dalgasında 1950-1951 yıllarında toplamda 154.393 kişi Türkiye’ye göç etmiştir.7 1950’li yıllar söz konusu göç krizinin gölgesinde geçmekle birlikte, ikili ilişkilerde güven ortamının oluşmaması ve farklı bloklarda yer alınması nedenleriyle 1954 yılında Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında oluşturulan Balkan Paktı’na Bulgaristan dâhil edilmemiştir. Öte yandan, 1960’lı yıllarda Türk-Bulgar ilişkilerinde yumuşama gözlenirken, 1968’de Bulgaristan Devlet Başkanı Todor Jivkov’un Ankara ziyaretinde taraflar arasında Serbest Göç Anlaşması imzalanmıştır. Bu Anlaşma kapsamında 1978 yılına kadar yaklaşık 130.000 Bulgaristan Türk’ü Türkiye’ye göç etmiştir. Bulgar yönetimi, ülkedeki Türk azınlığı Türkiye’ye göç ettirme yoluyla azınlık sorununa çözüm aramasının yanı sıra ülkedeki Pomakları ise 1970’li yılların başından itibaren asimilasyona tabi tutmuştur.8 Aralık 1984’te Bulgaristan’daki Türklere yönelik kapsamlı bir asimilasyon politikası izlemeye başlayan Sofya yönetimi, Türkleri zorla 5 Sibel Turan, A Historical Perspective for Turkey-Bulgarian Relations in Terms of Balkan, Dimension, Paradigma, Sofia 2005, ss. 77-78. 6 Ömer E. Lütem, Türk-Bulgar İlişkileri 1983-1989, Cilt I, 1983-1985, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara 2000, s. 76; Birgül Demirtaş Coşkun, Bulgaristan’la Yeni Dönem, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara 2001, s. 16. 7 Şimşir, a.g.e., s. 393. 8 Bu dönemde Pomakların Müslüman olan isimleri zorla Bulgarcalarıyla değiştirilirken, buna karşı direnenlere fiili şiddet uygulanmıştır. Bkz. Hüseyin Memişoğlu, Pages of The History of The Pomac Turks, Şafak Matbaası, Ankara 1991, ss. 38-39. Hayatını kaybedenler için bkz. Salih Bozov, V İmeto Na İmeto, Tom II, Fondatsiya Liberalna İntegratsiya, 2011. 88 BAED 4/2, (2015), 85-112. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015) Bulgarlaştırmaya çalışmıştır.9 Bu dönemde Türklerin isimleri Slav isimleriyle değiştirilirken, Türkçe konuşmak ve dini vecibelerin yerine getirilmesi yasaklanmıştır.10 Bulgaristan Türklerinin maruz kaldığı bu durum, Komünist Parti’nin hesapladığı sonucun aksine, azınlık grubu üyelerini dil, din ve aile bağları temelinde bir araya getirmiş ve çoğunluktan uzaklaştırmıştır. Diğer bir deyişle izlenen asimilasyon politikaları Türk azınlığın etnik kimliğini güçlendirmiştir.11 Bulgaristan’daki Türklere yönelik izlenen asimilasyon süreci Türkiye’nin sert tepkisiyle karşılaşmış, ikili ilişkiler gerilmiştir. Ankara meseleyi yakından takip ederken, en başından itibaren Bulgaristan’a kapsamlı bir göç anlaşması imzalanması çağrısı yapmıştır. Türk Dışişleri Bakanlığı bu dönemde Bulgaristan’a daha fazla odaklanmış ve Bulgaristan’da yaşananlara ilişkin Sofya’ya dört nota verilmiştir. Bulgaristan, Ankara’nın girişimlerine olumlu yanıt vermezken, ülkesinde Türk olmadığını ileri sürerek bu konunun Türkiye’yi ilgilendirmediği görüşünü savunmuştur.12 Türkiye ise konuyu hemen hemen bütün uluslararası kurumlara yansıtmıştır. Bu dönemde Sofya, kısır bir döngünün içinde girmiş, hatta Sovyetler Birliği Bulgaristan’ın bu politikasına destek vermekten kaçınmıştır. Zira Moskova söz konusu yıllarda Politbüro içerisinde Jivkov’a karşı olan bir grubu desteklemeye başlamıştır.13 Mayıs 1989’dan itibaren Bulgaristan Türkleri zorunlu göç sürecini yaşarken, 345.960 kişi Türkiye’ye gelmiştir.14 Bulgaristan Türklerinin Türkiye’ye kitlesel göçü etkili olmakla birlikte, 1980’li yıllarda Gorbaçov’un Glasnost (Açıklık) ve Perestroyka 9 Bu döneme ilişkin ayrıntılar için bkz. Hugh Poulton, Balkanlar: Çatışan Azınlıklar, Çatışan Devletler, Yavuz Alagon (çev.), Sarmal Yayınevi, İstanbul 1993, ss. 146-184; Refik Korkud, Komünist Bulgaristan’ın Dosyası, Ankara, 1986, ss. 29-36; İlker Alp, Belge ve Fotoğraflarla Bulgar Mezalimi (1878-1989), Trakya Üniversitesi Yayınları: 90/1, Ankara 1990. 10 Kader Özlem, “Bulgaristan Türklerinin Tarihsel Süreç İçerisinde Dönüşümü, AB Üyelik Süreci ve Türk Azınlığa Etkileri”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 2, Kış 2008, ss. 351-352. 11 Milena Mahon, “Turkish Minority Under Communist Bulgaria-Politics of Ethnicity and Power”, Journal of Southern Europe and the Balkans, Volume 1, Number 2, 1999, s. 156. 12 Bu dönemde verilen notalara ilişkin Sofya’nın tutumu için bkz. Ayşegül İnginar Kemaloğlu, Bulgaristan’dan Türk Göçü (1985-1989), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1989, s.112-115. 13 Vesselin Dimitrov, “In Search of a Homogeneous Nation: The Assimilation of Bulgaria’s Turkish Minority, 1984–1985”, 23 December 2000, European Center for Minority Issues, s. 17, http://www.ecmi.de/fileadmin/downloads/publications/JEMIE/JEMIE01Dimitrov10-0701.pdf, (21.2.2014). 14 R. Ercüment Konukman, Tarihi Belgeler Işığında Büyük Göç ve Anavatan (Nedenleri, Boyutları, Sonuçları), Ankara 1990, s. 71. BAED 4/2, (2015), 85-112. 89 KADER ÖZLEM (Yeniden Yapılanma) politikalarının sonucu olarak uluslararası sistemde değişim rüzgârlarının esmesi ve Bulgaristan’daki aydınların mevcut rejime yönelik muhalefetini artırması ülkede yapısal değişiklikleri beraberinde getirmiştir. 1989 yılının sonunda Jivkov görevinden uzaklaştırılmış, yerine Dışişleri Bakanı Petır Mladenov geçmiştir. Bulgaristan’daki siyasal değişim süreci yine komünistlerin eliyle inşa edilirken, bu dönemde Sofya yönetiminin özellikle Türk azınlığa yönelik politikalarında ciddi bir değişikliğe gidilerek Türkiye’yle olan ilişkiler düzeltilmek istenmiştir. 2. 1990’lı Yıllarda Türkiye-Bulgaristan İlişkileri Soğuk Savaş döneminin bitimiyle birlikte, Türkiye ile Bulgaristan arasındaki ilişkilerde yeni bir dönem başlamıştır. Mladenov’un iktidara gelmesinin hemen ardından Türklere yönelik izlenen asimilasyon politikasına son verilmiş ve azınlığın önde gelen temsilcileriyle görüşmelerde bulunulmuştur. Bulgaristan bir taraftan uluslararası arenada sicilini lekeleyen asimilasyon politikasını terk ederken, diğer taraftan Türkiye ile ilişkilerini geliştirme yollarını aramıştır. Diğer bir deyişle Türk azınlık Sofya’nın Ankara’yla olan ilişkileri normalleştirmek ve geliştirmek için kullandığı bir araç olmuştur. Zira komünizm döneminde güvenlik ihtiyacını Varşova Paktı bünyesinde geçiren Bulgaristan, Soğuk Savaş döneminin sona ermesine paralel olarak derin bir güvenlik bunalımı yaşamıştır. Dolayısıyla, Türk azınlık nedeniyle sorun yaşanılan Türkiye’nin askeri açıdan caydırıcı bir kapasitede olması Sofya’yı Ankara’yla uzlaşmaya itmiştir. 1990’lı yılların hemen başında Türk azınlıkla ilgili olarak yaşanılan gelişmelere bakıldığında, siyasileri tarafından verilen olumlu mesajlara rağmen Türklerin azınlık haklarının iyileştirilmesi doğrultusunda sembolik nitelikte adımların atıldığı görülmektedir. Bulgar yetkililer bu dönemde 180 derecelik radikal bir dönüşten ziyade, Bulgaristan Türkleri konusunda yumuşak bir geçişi benimsemek gayretinde olmuştur. Sofya yönetiminin bu politikası Bulgar çoğunluğun tepkisine yol açarken, geniş katılımlı kitlesel gösteriler düzenlenmiştir.15 1990 yılının hemen başında Bulgaristan’daki Türkler de demokratik haklarını elde etmek için siyasallaşarak partileşme yoluna gitmişler ve 26-27 Mart 1990 tarihlerinde yapılan Kuruluş Konferansı’yla Ahmet Doğan’ın liderliğinde Hak ve Özgürlükler Hareketi 15 Poulton, a.g.e., ss. 198-199. 90 BAED 4/2, (2015), 85-112. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015) (HÖH) oluşturulmuştur. Doğan Konferans sonunda partiyi istediği vizyona uygun örgütleme imkânına kavuşurken, HÖH liberal kodlarla süslenmiş ve etnik motiflerden olabildiğince arındırılmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda HÖH’ün uzun vadeli bir denklem üzerine kurulduğu belirtilebilir.16 Yeni dönemde genel olarak azınlık-çoğunluk arasındaki ilişkilerde görülen farklı örneklerin aksine Bulgaristan’daki Türkler, Bulgar çoğunluğa karşı hoşgörülü davranmaya devam etmiştir. Sofya yönetiminin 1990’lı yılların başında azınlığa Türkçe isimlerini iade etmesi ile anadilde eğitim almayı kolaylaştırıcı bir takım düzenlemelere girişmesi gibi çeşitli uygulamalar Türkiye tarafından olumlu karşılanırken, ikili ilişkilerde normalleşme dönemi yaşanmıştır. Bunun ortaya çıkmasında Bulgaristan’ın dış politika önceliklerinin önemli olduğu görülmektedir. Zira yeni dönemde dış politikada rotasını Batı’ya doğru çeviren Bulgaristan için Avro-Atlantik kuruluşlara üyelik hedefi ana gündem maddesi haline gelmiştir. Dolayısıyla Batılı kurumlarla işbirliği içine girmeye çalışan Sofya açısından Türk azınlığın şartlarında iyileştirmeler yapmak kaçınılmaz olmuştur. Öte yandan, özellikle NATO üyelik hedefi çerçevesinde Türkiye’nin örgüt içerisindeki stratejik önemi nedeniyle Bulgaristan Türkiye’yi köprü olarak kullanmak istemiştir. Diğer bir deyişle Bulgar yetkililer Türk azınlığın durumu iyileştirmekle sadece Türkiye’yle arasını düzeltmekle kalmamış, aynı zamanda Türkiye’nin aracılığıyla güvenlik anlamında NATO üyeliğini kolaylaştırma gayretinde olmuştur. Soğuk Savaş sonrası dönemde Balkanlar’da yaşanan gelişmeler Bulgaristan’ın Batı’ya yönelimini hızlandırmıştır. Özellikle Yugoslavya’da kanlı bir şekilde dağılma sürecine girmesi, Sofya’nın Batı’yla ilişkilerini geliştirmesi konusunda bir fırsat niteliği taşımıştır. Bulgaristan kriz esnasında ekonomik açıdan zarar görmesine rağmen Yugoslavya’ya uygulanan ambargo kararına uymuştur. Bu süreçte Ankara ve Sofya paralel 16 Bkz. Nurcan Özgür Baklacıoğlu, “Bulgaristan Göçmenlerinin Gündeminde Mülkiyet, Vatandaşlık, Sosyal Güvenlik Sorunları ve Siyasal Temsilin Önemi”, Geçmişten Günümüze Asimilasyon ve Zorunlu Göçü Anma Etkinlikleri, İzmir BAL-GÖÇ ve Gaziemir Belediyesi Yayınları, İzmir 26-27 Aralık 2009, ss. 102-103. HÖH’e yönelik 1990’lı yılların ilk yarısında açılan kapatma davaları partiyi Bulgaristan geneline hitap etme yoluna itmiştir. Söz konusu kapatma davalarının parti kimliğinde derin izlere sahip olduğu HÖH’ün sonraki politikalarında somut bir şekilde görülmektedir. Bulgaristan Anayasa Mahkemesi tarafından HÖH’ün kapatma davası hakkında tesis edilen karar için bkz. “Reşenie No:4 ot April 1992 g. po K.D. No:1/91 po iskane za…”, Sıdırjanie, Konstitutsionen Sıd na Republika Bılgariya, http://constcourt.bg/contentframe/contentid/1736, (22.02.2014). BAED 4/2, (2015), 85-112. 91 KADER ÖZLEM bir politika izlerken, her iki devlet de Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünün korunması ve olası parçalanmanın bölgesel boyutta yeni çatışmalara yol açacağı tezini savunmuştur. Bununla birlikte, bölünme kaçınılmaz hale geldiğinde ise bağımsızlığını ilan eden yeni devletleri tanımaktan çekinmemişlerdir.17 Diğer taraftan, Sofya 1999’daki Kosova krizinde de Ankara’yla ve Batılı devletlerle aynı paydada buluşmuştur. NATO’yla uyumlu bir politika izleyen Bulgaristan, Kosova’ya askeri müdahale için üslerini kullanıma açmıştır.18 Bulgaristan’ın Avro-Atlantik kurumlara üyelik hedefi için 1997 yılındaki seçimlerin ardından daha somut gelişmeler yaşanmıştır. 1997 yılına kadar bir şekilde iktidarını korumayı başaran Bulgaristan Sosyalist Partisi’nin (BSP) yerine daha demokratik bir çizgiyi benimseyen Demokratik Güçler Birliği’nin (DGB) gelmesi iç politikada reformları dış politikada ise Batı’ya yönelimi hızlandırmıştır. Bu bağlamda, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık makamları arasında eşgüdüm sağlanmış, bir bakıma DGB’nin eliyle Bulgaristan yeniden dizayn edilmek istenmiştir. Türkiye ile Bulgaristan arasındaki siyasi ilişkiler DGB iktidarı dönemde daha olumlu bir ivme yakalamıştır. Bu dönemde karşılıklı ziyaretler dikkat çekerken, özellikle Temmuz 1997’de Bulgaristan Cumhurbaşkanı Stoyanov Türkiye ziyareti kapsamında TBMM’de yaptığı konuşmada Jivkov döneminde Türk azınlığa karşı izlenen asimilasyon politikasından dolayı üzüntü duyduğunu belirtmiş ve yaşananlar için özür dilemiştir.19 Buna paralel olarak Başbakan Kostov ise, sadece özür dilemekle kalmamış, aynı zamanda o dönemde Türklere ‘katliam’ yapıldığını da itiraf etmiştir.20 1997 sonrası dönemde Bulgar devlet adamlarının Türkiye ziyaretlerinde Türk azınlık konusu söylemlere daha net bir şekilde yansımış, geçmiş dönemlerde yapılanlardan duyulan üzüntü dile getirilmiştir. Ankara açısından ikili ilişkilerin geliştirilmesi için Türk azınlığın durumunda olumsuz bir durumun yaşanmaması ön koşul olarak algılandığı gözlenirken, bu bağlamda iyi komşuluk ilişkisinin sürdürülmesi, siyasi, ekonomik, askeri ve bölgesel konularda işbirliğinin geliştirilmesi benimsenmiştir. 17 Coşkun, a.g.e., s. 60. “Brave Gamble”, The Economist, 27.05.1999, http://www.economist.com/node/208336, (22.02.2014). 19 Ayın Tarihi, 29 Temmuz 1997; “Stoyanov se İzvini na Turtsite Ni”, Trud, 29 Yuli 1997. 20 “Alkışlanacak Özür”, Hürriyet, 7 Kasım 1998; Bulgar basını söz konusu özrü ön plana taşımamakla beraber Kostov’un göçmenlere hitaben söylediği “sizleri seviyorum” ifadesine vurgu yapmıştır. Bkz. “Premierıt Kostov Kaza na İzselnitsite ‘Obiçam Vi’”, Trud, 7 Novemvri 1998. 18 92 BAED 4/2, (2015), 85-112. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015) DGB’nin 4 yıllık iktidar süresi boyunca ikili ülke arası ilişkilerde yeni dönemin olumlu atmosferi hâkim olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde Türk azınlığa uygulanan baskı ve asimilasyon politikaları nedeniyle TürkBulgar ilişkilerinde zaman zaman kriz dönemleri yaşansa da günceli etkileyebilme bakımından 1989 göçü esas kırılma noktası olmuştur. Bulgaristan asimilasyon politikasında başarılı olamazken, ülkeden yüzbinlerce Türk’ün göç etmesinin yanı sıra diğer faktörlerin de etkisiyle yapısal değişiklikler yaşamıştır. 1990’lı yıllarda Bulgaristan Türklerinin durumunda yapılan kısmi iyileştirmeler Ankara-Sofya arasındaki ilişkilerin gelişmesine yardımcı olmuştur. Buna karşın, BSP dönemine nazaran DGB döneminde Bulgaristan’ın Ankara’yla olan ilişkilerine daha fazla ağırlık verdiği görülmüştür. 3. Ak Parti Dönemi Türkiye-Bulgaristan İlişkileri Bu kısımda, Kasım 2002’den 2014 yılının sonuna kadar Türkiye’de iktidarda bulunan Ak Parti iktidarı döneminde Türkiye ile Bulgaristan arasındaki ilişkiler ele alınacaktır. İki ülkenin söz konusu periyottaki siyasi iktidarları ile siyasi, askeri, ekonomik ve ilişkileri etkileyebilme potansiyeli açısından Bulgaristan Türklerinin durumu değerlendirme konusu olacaktır. 3.1. Türkiye ve Bulgaristan’da Siyasi İktidarlar Bağlamında Aktörel Durum Bulgaristan’da 17 Haziran 2001 tarihinde yapılan genel seçimlerde iktidar değişikliği yaşanmış ve uzun yıllar İspanya’da sürgünde bulunan Çar II. Simeon kurduğu Ulusal Hareketi’yle (İSUH) Başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Oyların yüzde 42’sini alan II. Simeon’un partisi, 240 sandalyeli Bulgaristan Parlamentosu’nda 120 milletvekili ile temsil edilmiştir. 2001 seçimlerine Liberal Birliği ve Romanların siyasi partisi olan Evroroma ile ittifak yaparak katılan HÖH21 ise 21 milletvekiliyle temsil edilmiştir. 2005 yılına kadar sürecek olan bu hükümette HÖH, BSP’yle birlikte hükümette ikişer bakanlık alarak İSUH’un koalisyon ortağı olmuştur. Bu gelişmeyle birlikte Bulgaristan Türkleri ilk kez ülke yönetimine yer almıştır. Öte yandan, Kasım 2001’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde BSP’nin 21 “Seçimin Kralı”, Milliyet, 18 Haziran 2001. BAED 4/2, (2015), 85-112. 93 KADER ÖZLEM adayı Georgi Pırvanov seçimi kazanmış ve iki dönem üst üste seçilerek 2011 yılının sonuna kadar cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturmuştur. 25 Haziran 2005’te genel seçime giden Bulgaristan’da sandık sonuçları ülkede bir süre devam edecek olan hükümet krizini ortaya çıkarmıştır. Bu seçimde BSP 82, İSUH 53, HÖH 34 ve yeni kurulan aşırı milliyetçi parti Ataka ise 21 sandalye kazanmıştır. İSUH’un seçimleri kaybetmesi ve Ataka’nın seçimlerindeki performansı Batılı yayın organları tarafından sürpriz sonuç olarak değerlendirilmiştir.22 Seçimin ardından BSP ile İSUH arasındaki görüş ayrılıkları hükümetin kurulmasını geciktirse de HÖH’ün arabulucu bir rol üstlenerek kabinenin oluşturulmasını sağlamıştır. Farklı bir ifadeyle hükümetin oluşturulması sürecinde kendi aralarında anlaşamayan BSP’yi ve İSUH’u HÖH uzlaştırmıştır. 5 Temmuz 2009’da Bulgaristan tekrara sandık başına giderken, iktidar koltuğu bir kez daha el değiştirmiştir. Jivkov’un eski Koruma müdürü ve Sofya eski Belediye Başkanı Boyko Borisov’un partisi olan Bulgaristan’ın Avrupai Kalkınması için Vatandaşlar (GERB) 116 sandalye kazanmış ve azınlık hükümeti oluşturmuştur. Bu seçimde BSP 40, HÖH 37, Ataka ise 21 milletvekiline sahip olmakla birlikte, merkez sağın güçlendiği bir tablo ortaya çıkmıştır. Ekim 2011’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini de GERB’in adayı Rosen Plevneliev kazanmış, böylece yürütmede eşgüdüm sağlanmıştır. Ne var ki 12 Mayıs 2013’te erken genel seçime giden Bulgaristan’da iktidar bir kez daha el değiştirmiştir. Bu seçimde GERB 93 sandalye kazanmasına rağmen, tek başına iktidar olamamış; onun yerine BSP (83) ve HÖH’ün (36) koalisyon ortaklığında kabine oluşturulmuştur.23 5 Ekim 2014’te yeniden erken seçimlere giden Bulgaristan’da GERB partisi, Reformcu Blok ile koalisyon ortaklığı yapmış ve ülkede zayıf bir koalisyon ortaklığı tesis edilmiştir.24 Görüldüğü üzere, 1997 yılından itibaren Bulgaristan’da her seçimde iktidar el değiştirmiştir. Bu bağlamda, istikrarlı bir siyasi atmosferin varlığından bahsetmek güçtür. 22 “Çujdite Medii Mejdu Dvoynata İznenada ot ‘ATAKA’ i Zagubata na Tsarkata Partiya”, Media Pool, 27.06.2005, http://www.mediapool.bg/chuzhdite-medii-mezhdu-dvoinataiznenada-ot-ataka-i-zagubata-na-tsarskata-partiya-news106431.html, (10.11.2014). 23 Parlamentodaki grupların dağılımı için bkz. “Parlamentarni Grupi”, Narodna Sıbranie na Republika Bulgariya, http://www.parliament.bg/bg/parliamentarygroups, (03.03.2014). 24 5 Ekim 2014 seçimlerinin sonuçlarına ilişkin yapılan bir değerlendirme için bkz. Kader Özlem, “Bulgaristan’da Sandıktan Çıkan Yeni Kaos”, Al Jazeera Türk, 6 Ekim 2014, http://www.aljazeera.com.tr/gorus/bulgaristanda-sandiktan-cikan-yeni-kaos, (08.11.2014). 94 BAED 4/2, (2015), 85-112. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015) Bulgaristan’da ortaya çıkan bu genel tablonun aksine Türkiye ölçeğinde ise 2002 sonrası dönemde hükümet bakımında oldukça istikrarlı görüntü ortaya çıkmıştır. 3 Kasım 2002 parlamento seçimlerinde Ak Parti oyların yüzde 34’ünü olarak tek başına iktidar olurken, 2007’de yüzde 47, 2011’de ise yüzde 49 oy alarak iktidarını sürdürmüştür. Bu bağlamda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Bulgaristan’ın dört başbakanıyla da (II. Simeon, Sergey Stanişev, Boyko Borisov ve Plamen Oreşarski) mesai yapmıştır. Diğer bir deyişle Türkiye’de iktidar değişmeden Bulgaristan her seçimde ülkeyi yöneten siyasilerini yenilemiştir. Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasıyla 2007’de yapılan Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olurken, 10 Ağustos 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte Türkiye’nin yeni Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmuş, Başbakanlık koltuğunda ise Ahmet Davutoğlu yer almıştır. 3.2. İkili Siyasi İlişkiler İki ülke arasındaki siyasi ilişkiler karşılıklı ziyaretler bağlamında önceki dönemin uzantısı niteliğinde devam etmiştir. Şubat 2003’te dönemin Başbakan Yardımcısı ve aynı zamanda Bulgaristan göçmeni olan Ertuğrul Yalçınbayır, HÖH’ün 5. Olağan katılmak için Bulgaristan’a gitmiştir.25 Yalçınbayır’ın bu ziyareti Ak Parti döneminde Bulgaristan’a yapılan üst seviyede ilk temas olması açısından önem taşımaktadır. Zira üyelerinin çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu HÖH Kongresi’ne Türkiye’den Başbakan Yardımcısı düzeyinde bir katılımın olması HÖH’ün Türklerin temsilcisi olarak tanındığı ve eski politikanın devam ettiği şeklinde anlaşılmıştır. Bununla birlikte, Bulgaristan’da temaslarda bulunmak üzere giden Heyet’in başında Bulgaristan göçmeni olan ve bölgeyi bilen bir ismin bulunmasına dikkat edildiği gözlenmiştir. Mayıs 2003’te Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Sofya’yı ziyareti dönemin siyasi ilişkileri açısından çerçeve niteliği taşımaktadır. Bulgaristan Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı’yla görüşmelerde bulunan Gül, Bulgaristan’ın NATO üyeliği konusunda Türkiye’nin desteğini yinelerken, bu durum Bulgar tarafını oldukça memnun etmiştir. Ziyaret kapsamında HÖH Genel Başkanı Ahmet Doğan ve Bulgaristan Müslümanları Başmüftüsü’yle de görüşen Gül, Bulgaristan’dan terör örgütü PKK’nın uzantısı olan KADEK’i terör örgütü listesine almasını istemiştir. 26 25 26 Ayın Tarihi, 14 Şubat 2003. Ayın Tarihi, 13 Mayıs 2003. BAED 4/2, (2015), 85-112. 95 KADER ÖZLEM Bu dönemde Türkiye’deki iktidarın Bulgaristan politikasında bir değişikliğe gitmediği görülmektedir. Ekim 2003’te Bulgaristan Cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov mevkidaşı Ahmet Necdet Sezer’i ziyaret etmiş, buna karşılık Mayıs 2004’te Erdoğan Sofya’ya gitmiştir. Bu ziyaretler sadece liderler düzeyinde kalmamış, iki devletin çeşitli bakanlıkları düzeyinde de devam etmiştir. Görüldüğü üzere Ak Parti iktidarının ilk iki yılında üst düzeyde karşılıklı ziyaretler yoğun bir şekilde yaşanmıştır. Mayıs 2005’te Bulgar Cumhurbaşkanı Ankara’ya gelirken, bir ay sonra iki ülkenin Başbakanları Hamzabeyli-Lesovo sınır kapısını birlikte açmışlardır.27 2005 yılının ikinci yarısından itibaren Bulgaristan’da seçim sonuçlarına bağlı olarak BSP, İSUH ve HÖH ile birlikte koalisyon oluşturmuştur. Bu dönemde siyasi ilişkilerde durağanlık yaşansa da 2006 yılından itibaren Bulgar Başbakan Stanişev’in Ankara ziyaretini müteakip Şubat 2006’da Cumhurbaşkanı Sezer ile Nisan ayında ise Dışişleri Bakanı Gül Bulgaristan’ı ziyaret etmiştir. Bu ziyaretlerde ilişkilerdeki gelişme süreci taraflarca takdir edilirken, sorun kaynağı olabilecek bir konu başlığının dile getirilmediği görülmektedir. Ak Parti iktidarının ilk döneminde Türk-Bulgar siyasi ilişkileri açısından Bulgaristan’ın NATO üyeliği konusu ön planda olduğundan Ankara tarafından buna yönelik verilecek siyasi destek ile terörle mücadelede işbirliği, ilişkilerin daha da geliştirilmesi gibi hususlar ön plana çıkmıştır. Bu dönemde üyelerin çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu HÖH’ün iktidar ortağı olması siyasi ilişkilere ivme kazandırmıştır. Bununla birlikte, Bulgaristan’ın 2004’te NATO, 2007’de ise AB üyeliği Türk-Bulgar ilişkileri farklı bir raya oturtmuştur. Soğuk Savaş döneminde farklı bloklarda yer alan ve Türk azınlık nedeniyle sorunlu ilişkilere sahip olan iki ülke, 2000’li yıllarla birlikte tekrar müttefiklik ilişkisi içerisine girmiştir. 2008 yılıyla birlikte Türk-Bulgar siyasi ilişkilerinde sorun yaratabilme potansiyeli taşıyan konu başlıkları gündemde belirmeye başlamıştır. Ocak 2008’de Ataka partisi tarafından parlamentoya getirilen 1915 Olayları’nın soykırım olarak tanınmasına yönelik öneri Meclis’te reddedilse de bu konu aşırı milliyetçilerin Türkiye karşıtı reflekslerini canlı tutan bir manevra aracı haline gelmiştir. Buna paralel olarak 28 Mart 2008’de Sofya’da temaslarda bulunan Erdoğan’ın mevkidaşı Stanişev ile 27 “Bulgaristan’la Yeni Sınır Kapısı Açıldı”, Hürriyet, 19 Haziran 2005. 96 BAED 4/2, (2015), 85-112. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015) yapacağı basın toplantısı da yine Ataka partisi vekillerince provoke edilmiş, bunun üzerine tedbir amacıyla toplantı iptal edilmiştir.28 Diğer taraftan, Bulgaristan AB üyesi olduktan sonra Türkiye’nin Birliğe üyeliğini desteklemeye devam etmiştir. Aralık 2008’de Ankara’ya gelen Pırvanov, Gül ile görüşmesinde bu konudaki desteğini birinci ağızdan ifade etmiştir.29 2009 yılında ikili siyasi ziyaretlerde daha çok enerji konusu ön plana çıkarken, bu bağlamda Nabucco projesi önemli bir gündem konusu olmuştur. 2009’da Bulgaristan’da yaşanan iktidar değişikliği siyasi ilişkilerde kısmi bir durağanlık yaratmıştır. GERB iktidarının ilk aylarında Türk-Bulgar ilişkilerinin milliyetçi bir gölgenin etkisinde geçtiği görülmektedir. Özellikle 4 Ocak 2010’da Dış Bulgarlardan Sorumlu Bulgar Bakan Bojidar Dimitrov’un Trakya Bulgarlarına ilişkin Türkiye’den tazminat talepleri ve bu tazminatın ödenmesinin Türkiye’nin AB üyeliği konusunda ön koşul olduğunu ifade etmesi ikili ilişkilerde gerginliğe yol açmıştır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu tarafından konuya ilişkin yapılan açıklamada “…tarihte yaşananlar tek taraflı göç şeklinde cereyan etmemiştir. Bulgaristan'dan Türkiye'ye o dönemde göç etmek zorunda kalan 2 milyona yakın Türk olmuştur. Dolayısıyla bu tarihi konuların tartışmaya açılması, tabii bütün kapsamıyla tartışmaya açılmasını gerektirir ki bu bizim açımızdan, bugünkü ilişkilerin doğal seyri açısından, aslında bu tartışmaların çok rasyonel zeminde yapılması icap eder ve daha önce bu konular iki ülke arasında görüşüldü” denilmiştir.30 Dimitrov’un açıklamaları sonucu Türk-Bulgar ilişkilerinde yaşanan bu kısa süreli gerginliği yatıştırmak amacıyla Başbakan Borisov Ocak 2010’da Ankara’ya gelmiş ve temaslardan memnun ayrılmıştır. Öyle ki bu ziyarette tazminat meselesi komisyon çalışmalarına havale edilirken, Borisov iki ülke arası ilişkilerde aracılara ihtiyaç olmadığını söylemiş ve Türkiye’nin AB üyeliğine olan desteğini yinelemiştir.31 Diğer bir deyişle, Borisov bakanı Dimitrov’u yalanlamış, Türk-Bulgar ilişkilerindeki olumlu ivmeyi korumak ve geliştirmek niyetinde olmuştur. 28 “Siderov: Stanişev i Erdogan se Uplaşiha ot Ataka”, Darik News, 27 Mart 2008, http://dariknews.bg/view_article.php?article_id=237736&audio_id=20091, (08.03.2014). 29 “Bulgariya Podkrepya Turtsiya za EC”, Vestnik Duma, 17.12.2008, http://old.duma.bg/2008/1208/171208/sviat/sv-1.html, (08.03.2014) 30 “Davutoğlu Tazminat Talep Eden Bulgaristan’ı Uyardı”, Hürriyet, 6 Ocak 2010. 31 “Borisov Ne Vijda Otkriti problemi s Turtsiya, Vestnik Sega, 27.01.2010, http://www.segabg.com/article.php?sid=2010012900090000123, (08.03.2014). BAED 4/2, (2015), 85-112. 97 KADER ÖZLEM Temmuz 2011’de Bulgaristan’a geniş bir heyetle ziyarette bulunan Cumhurbaşkanı Gül mevcut iyi ilişkilerin daha da gelişmesi mesajını vermesine karşılık, Pırvanov ise iki ülke arasında bazı sorunların olmasına rağmen, bunların çözülebileceğini belirtmiştir.32 Bu sorunlar Türk medyasında çok fazla yer bulmasa da Bulgar medyası özellikle Trakya Bulgarlarına ilişkin tazminat problemine yer vermiştir. Bununla birlikte sosyal güvenlik anlaşması imzalanması konusu ve nehirler meselesinin de ayrı bir sorun başlığı olduğu anlaşılmaktadır. Hâlihazırda taraflarca oluşturulan komisyonlarda söz konusu sorunlar ele alınmaktadır. Ancak kısa vadede çözüm bulunması oldukça güç bir ihtimaldir. Zira Bulgarlar sosyal güvenlik anlaşmasının imzalanması için Trakya Bulgarlarına tazminat ödenmesini ön şart olarak ileri sürmektedir. Çözülebilir sorunlar kapsamında 2011 yılı itibarıyla vakıf malları konusu gündemde yer alsa da Türkiye’deki Bulgarlara ait vakıf malları Haziran 2012’de iade edilmiş,33 buna karşılık Bulgaristan’ın da Müslümanlara ait vakıf mallarının geri verilmesi beklenmiştir. Bulgarlar bu konuda hayli ağır davranmakla birlikte, sembolik nitelikte bazı adımlar da atmıştır. Söz konusu sorunlar iki ülke arasındaki ilişkilerin genel seyrini etkileyebilme potansiyeline sahip olmamakla birlikte, Ekim 2013’te Bulgaristan Dışişleri Bakanı’nın Ankara’ya ziyaretinde Davutoğlu’nun ikili ilişkiler hususundaki tanımı bunun gerekçesini ortaya koymaktadır: “Türkiye ile Bulgaristan arasındaki ilişkiler tarihi derinliği olan, coğrafi boyutları olan, yoğun sosyal etkileşime dayalı ekonomik ilişkiler boyutu son derece yoğun özel stratejik ilişkilerdir.”34 Söz konusu durum 24 Nisan 2015’de Bulgaristan Parlamentosu’nda 1915 Olayları’nın “kitlesel katliam” olarak tanıma kararının ardından da bu şekilde devam etmiştir. Türk Dışişleri Bakanlığı’nca konuya ilişkin sert bir açıklama yapılmış olsa da35 ilişkilerin genel seyri bundan etkilenmemiştir. 32 “Gyul Bil Dobır Priyatel na Pırvanov”, Dnes, 11.07.2011, http://www.dnes.bg/politika/2011/07/11/giul-bil-dobyr-priiatel-na-pyrvanov.123670, (12.03.2014). 33 “Şişli’nin Göbeği Bulgar Vakfı’na Verildi”, Milliyet, 14.06.2012. 34 “Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Bulgaristan Dışişleri Bakanı ile Yaptığı Ortak Basın Toplantısı”, 26 Ekim 2013, Ankara, http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayinahmet-davutoglu_nun-bulgaristan-disisleri-bakani-ile-yaptigi-basin-toplantisi_-26-ekim2013_-ankara.tr.mfa, (13.03.2014). 35 Bkz. “No:134, 25 Nisan 2015, Bulgaristan Parlamentosunca 1915 Olaylarına İlişkin Kabul Edilen Karar tasarısı Hk.”, http://www.mfa.gov.tr/no_-134_-25-nisan-2015_-bulgaristanparlamentosunca-1915-olaylarina-iliskin-kabul-edilen-karar-tasarisi-hk_.tr.mfa, (07.06.2015). 98 BAED 4/2, (2015), 85-112. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015) 3.3. Askeri ve Ekonomik İlişkiler 1990’lı yılların başından itibaren askeri anlamda Türkiye ile işbirliği tesis etmek isteyen Bulgaristan, bu bağlamda bir dizi girişimde bulunmuş ve iki ülke arasında 1991 Sofya Belgesi, 1992 Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması, 1992 Edirne Belgesi, 1993 Askeri Teknik İşbirliği Anlaşması ve 1997 Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması gibi çeşitli hukuki metinler imzalanarak uygulamaya konmuştur.36 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren güvenlik açısından NATO’yu bir kalkan olarak gören Bulgaristan, bu anlamda İttifak’a üyelik konusunu temel dış politika hedefleri arasına almıştır. Bulgaristan’ın NATO üyeliğini en başından itibaren destekleyen Türkiye, 2003 sonrası dönemde de bu politikasını sürdürmüştür. Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Mayıs 2003’teki Sofya ziyaretinde Bulgar Cumhurbaşkanı Pırvanov, bu konuda Türkiye’ye teşekkür etmiştir.37 29 Mart 2004’te NATO üyesi olan Bulgaristan, Türkiye ile olan askeri ve güvenlik alanındaki işbirliğini bu çerçevede sürdürmektedir. Ocak 2004’te Türkiye’yi ziyaret eden Bulgar Genelkurmay Başkanı Nikola Kolev, mevkidaşı Hilmi Özkök ile görüşmede bulunurken, bu ziyaretin Bulgaristan’ın NATO üyeliğinden kısa bir süre önce olması ilginçtir. Öte yandan, NATO’da müttefiklik ilişkisi içinde bulunan Türkiye ve Bulgaristan’ın askeri açıdan her konuda mutabık olmadıkları görülmektedir. Karadeniz’e ilişkin vizyon farklılıkları bu anlamda önemlidir. Ankara açısından Karadeniz iç/kapalı deniz olarak algılanırken, Sofya ise Karadeniz’i uluslararası işbirliğine açık deniz suları olarak görmektedir. Bu bakımdan Bulgaristan ABD’ye daha yakın bir politika izlemesine karşın, Türkiye ise Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin korunması temelinde Rusya’yla görüş birliği içinde bulunmaktadır. Karadeniz’de askeri alanda işbirliğini artırmaya yönelik oluşturulan BLACKSEAFOR kapsamında da Bulgaristan’la çeşitli belgelerin imzalanmasına ilişkin pürüzler yaşanmaktadır.38 Diğer bir deyişle askeri açıdan pek çok konuda işbirliği ve uyum içinde çalışan iki ülke, Karadeniz’deki askeri faaliyetler bağlamında çeşitli konu başlıklarında görüş ayrılığı içinde bulunmaktadır. 1990’lı yıllarda Bulgaristan’ın komünist iktisadi modeli terk ederek serbest piyasa ekonomisini benimsemesiyle ekonomi alanında Türk-Bulgar 36 Tuncay Babalı, “Türkiye-Bulgaristan İlişkileri: Manzara, Sorunlar ve Perspektif”, TürkBulgar İlişkileri Üzerine Makaleler, ed. Yeliz Okay, Doğu Kitabevi, İstanbul 2013, s. 228. 37 Ayın Tarihi, 13 Mayıs 2003. 38 Babalı, a.g.m., s. 228. BAED 4/2, (2015), 85-112. 99 KADER ÖZLEM ilişkileri hızla artış kaydetmiştir. Bu dönemde ikili ekonomik ilişkilerde yaşanan artış yeni dönemdeki siyasi ilişkilerdeki olumlu gelişmelerle doğrudan ilintili olmuştur. 1 Ocak 1999 tarihinde yürürlüğe giren Serbest Ticaret Anlaşması da ekonomik ilişkilere ayrı bir çehre kazandırmıştır. 1990’lı yılların sonuna doğru ikili ticaret hacmi 1 milyar dolara yaklaşmış, 2000’li yıllar için umut kaynağı olmuştur. Ekim 2003’te Ankara’yı ziyaret eden Bulgar cumhurbaşkanı Pırvanov’un beraberinde bulunan 60’a yakın işadamının bulunması aslında artan siyasi işbirliğini ekonomik kazanımlarla süslemek gayretinin bir ürünü olmuştur. Ziyaretinde İzmit’teki “Prısta Oil” isimli Bulgar firmasının fabrika açılışına da katılan Pırvanov, 2003 yılı itibariyle ticari ilişkiler halen daha 1 milyar dolara ulaşmamış olsa da bu rakama ulaşılması halinde parti vereceğini söylemiştir.39 Ekonomik anlamda yakalanmak istenen ivme, 2004 yılında Sofya’da Türk-Bulgar Ticaret ve Sanayi Odası’nın (TBTSO) kurulmasıyla devam etmiştir. Öyle ki 2006’nın ilk 6 ayında ikili ticaret hacmi, 2004 yılının söz konusu dönemine kıyasla % 41 oranında artmıştır.40 Söz konusu artışa paralel olarak Başbakan Erdoğan Mart 2008’deki Bulgaristan ziyaretinde Eski Cuma’daki (Tırgovişte) Şişecam fabrikasının açılışına da katılmış ve tesisin iki ülke arasındaki dostluk ve işbirliğinin de sembolü olduğunu belirtmiştir. 2011 yılı verilerine göre iki ülke arasındaki ticaret hacmi yaklaşık 4 milyar dolar seviyesine yükselirken, taraflarca bunun yeterli olmadığı ve daha da artması gerektiği yönünde açıklamalarda bulunulmuştur. Örneğin, Cumhurbaşkanı Gül Temmuz 2011’deki Bulgaristan ziyaretinde ikili ticaret hacmindeki ilk hedefin 5 milyar dolar, daha sonra ise süratle 10 milyar dolar seviyesi olması gerektiğini söylemiştir.41 39 “Pırvanov Obeşta Parti, Ako Stignem $ 1 Mlrd. Stokoobmen s Turtsiya”, Vestnik Sega, 10.03.2014, http://www.segabg.com/article.php?issueid=1013&sectionid=3&id=00001, (18.03.2014). 40 Yordanka Bibina, “Son Dönem Bulgar-Türk İlişkileri”, Türk-Bulgar İlişkileri Üzerine Makaleler, ed. Yeliz Okay, Doğu Kitabevi, İstanbul 2013, s. 153. 41 “Türkiye-Bulgaristan Ticaret Hacminde İlk Hedef: 5 Milyar Dolar”, 11.07.2011, http://www.tccb.gov.tr/haberler/170/80278/turkiyebulgaristan-ticaret-hacminde-ilk-hedef-5milyar-dolar.html, (18.03.2014). 100 BAED 4/2, (2015), 85-112. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015) YILLARA GÖRE İKİLİ TİCARET HACMİ VERİLERİ Yıllar Türkiye’den Yapılan Bulgaristan’dan Yapılan İhracat (bin $) İthalat (bin $) 2014 2 040 157 2 846 185 2013 1 971 347 2 760 265 2012 1 684 989 2 753 650 2011 1 623 299 2 474 621 2010 1 497 384 1 702 534 2009 1 385 544 1 116 902 2008 2 151 534 1 840 008 2007 2 060 171 1 951 656 2006 1 568 006 1 663 425 2005 1 179 313 1 190 079 2004 894 326 959 471 2003 621 685 689 462 Kaynak: TÜİK Verilerinden derlenmiştir. Tabloda görüldüğü üzere son 12 yıllık ticaret verilerinde ikili ekonomik ilişkiler giderek artış kaydetmiştir. Bulgaristan’ın Türkiye’ye olan ihracatı daha fazla olsa da bu durum Bulgaristan’da faaliyet gösteren Türk firmalarının katkısıyla gerçekleşmektedir. Tablodan ikili ticaret hacminin yaklaşık 5 milyar dolar olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Bulgaristan’da 2 milyar dolara yakın da Türk yatırımı bulunmaktadır. 2014 yılı verileri itibarıyla Bulgaristan’ın yaklaşık 60 milyar dolarlık dış ticaret hacminde bu rakamlar kayda değer bulunsa da Türkiye ekonomisi için oldukça sembolik düzeyde kalmaktadır. Bu durum, komşu olan ve serbest gümrük uygulamasına sahip iki ülke açısından ticari ilişkilerin oldukça yetersiz olduğunu göstermektedir. Öyle ki Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev 2012’deki Türkiye ziyaretinde ekonomik ilişkilerin iyileştirilmesine yönelik BAED 4/2, (2015), 85-112. 101 KADER ÖZLEM çaba gösterilmesi gerektiğini vurgulamış,42 aynı söylem Türk tarafınca da onaylanmıştır. Bu bağlamda, stratejik boyutta ekonomik işbirliğinin artırılması için enerji ve altyapı projeleri ön plana çıkmaktadır. Enerji sektöründe Nabucco projesi stratejik işbirliğinin tesisi ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi yönünden umut kaynağı olmuş ve paydaş olan iki ülkenin devlet adamlarınca projenin önemi sıkça dile getirilmiştir. Ancak Nabucco projesi başlamadan biterken onun yerine Şahdeniz Konsorsiyumu tarafından Bulgaristan’ı devre dışı bırakan TANAP projesine başlanacağı duyurulmuştur.43 TANAP projesinde ise Hazar gazının Türkiye-Yunanistanİtalya hattı üzerinden Avrupa’ya taşınması öngörülse de enerji ihtiyacı olan Bulgaristan da bu projeden yararlanabilecektir. Nabucco’nun ardından Rusya merkezli doğalgaz projelerine yönelen Sofya yönetimi Aralık 2014’te Rus lider Putin’in Güney Akım projesinde Bulgaristan’ı devre dışı bırakarak Türkiye’yle çalışacağını açıklamasının ardından Sofya yönetimi enerji konusunda yeni bir darbe daha almıştır.44 Güney Akım projesinin geleceği belirsizliğini korusa da Nabucco projesi bağlamında yaşanan başarısızlık nedeniyle Türk-Bulgar ekonomik ilişkileri enerji sektörü bağlamında beklenen sıçramayı gerçekleştirememiştir. Öte yandan, turizm sektörü de ikili ticari ilişkilerde önemli bir payda olarak ön plana çıkmıştır. Her iki ülkenin de yaz ve kış turizmi için geniş bir potansiyele sahip olması turizm faaliyetlerini geliştirmiştir. Ne var ki bu konuda Bulgaristan vatandaşları Türkiye vatandaşlarına göre daha avantajlı bir konumda bulunmaktadır. AB üyesi olan Bulgaristan vatandaşları vizesiz olarak Türkiye’ye gelebilirken, Türk vatandaşları AB vize rejimi dolayısıyla Bulgaristan’a serbestçe gidememektedir. Aslında vize meselesi sadece Türk turistler için değil, Bulgaristan’da yatırım yapmayı düşünen Türk işadamları için de sorun teşkil etmektedir. 2012 yılında yapılan düzenlemeyle yeşil pasaport sahibi Türk vatandaşları serbestçe Bulgaristan’a gidebilse de bu imkâna sahip olmayan vatandaşlar vize sıkıntısı yaşamaya devam etmektedir. Bulgaristan’dan yılda yaklaşık 1 milyon turist Türkiye’yi ziyaret ederken, Türkiye’den Bulgaristan’a yapılan turistik ziyaretler de artış 42 “Uspehıt na Turtsiya e Vajen za Nas, e Kategoriçen Rosen Plevneliev”, Dnes, 03.12.2012, http://www.dnes.bg/politika/2012/12/03/uspehyt-na-turciia-e-vajen-za-nas-e-kategorichenrosen-plevneliev.174472, (18.03.2014). 43 “Proektıt ‘Nabuko’: Nay-Dılgata Opera Priklyuçva”, 26.06.2013, Kapital, http://www.capital.bg/politika_i_ikonomika/bulgaria/2013/06/26/2090335_proektut_nabuko_ nai-dulgata_opera_prikljuchva/, (19.03.2014). 44 Bkz. Kader Özlem, “Güney Akım Bilmecesinde Bulgaristan’ın Stratejik Kayıpları”, 21. Yüzyıl Dergisi, Sayı: 73, Ocak 2015, ss. 13-20. 102 BAED 4/2, (2015), 85-112. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015) kaydetmiş ve 200 bin kişi seviyesine yükselmiştir.45 Bulgaristan’dan gelen turist sayısının fazla olmasında Türkiye’de akrabası bulunan Bulgaristan Türklerinin bu kapsamda yer alması ile Edirne, İstanbul gibi illerin Bulgaristan’a oldukça yakın bir mesafede bulunması etkili olmaktadır. Dolayısıyla turizm sektörünün ikili ticari ilişkilerin geliştirilmesinde ve halklar arasındaki etkileşimin artmasında önemli bir faktör olduğu belirtilebilir. 3.4. Bulgaristan Türkleri Konusundaki Gelişmeler Ak Parti iktidarı döneminde önceki yıllarda Türk hükümetlerince geleneksel olarak sürdürülen Bulgaristan Türkleri politikasını devam ettirilmiştir. Bu bağlamda, HÖH Türklerin temsilcisi olarak muhatap kabul edilirken, Türk azınlık Bulgaristan’ın içişlerine müdahale aracı olarak görülmemiştir. Diğer bir deyişle azınlık merkezli makro ölçekli krizler meydana gelmediğinden Bulgaristan Türkleri konusu ikili ilişkileri belirleyen ana dinamik olmamıştır. 2000’li yıllarla birlikte, Bulgaristan’daki Türklerin ikili ilişkilerde bir sorun oluşturmaması HÖH’ün 2001-2009 yılları arasında iki defa koalisyon ortağı olmasıyla doğrudan ilintilidir. Zira söz konusu periyotta Türk azınlık yereldeki başarısını genele de taşımış ve Bulgaristan’da bakanlık görevi yapar hale gelmiştir. Dolayısıyla, Türkler HÖH aracılığıyla ülkeyi yöneten siyasi iradenin doğrudan bir parçası haline gelmiştir. Ne var ki iktidar ortaklığına rağmen Bulgaristan’daki Türklerin azınlık haklarında somut ilerlemenin olmadığı ve HÖH’ün Bulgar çoğunluğun tepkisini toplayacak girişimlerden kaçındığı gözlenmiştir. Türk devlet adamlarınca Bulgaristan’a yapılan üst düzey resmi temaslarda kurumsal açıdan azınlık temsilcileriyle bir araya gelinmesi ve çeşitli konu başlıklarında görüş alışverişinde bulunulması geleneği 2003 sonrası dönemde de sürdürülmüştür. Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Nisan 2006’da gerçekleşen Sofya ziyaretinin ardından Türklerin yoğun olarak yaşadığı Kırcaali’ye de gitmesi Türk azınlığa manevi açıdan destek olmuştur.46 Buna paralel olarak, Mart 2008’de Erdoğan’ın Sofya ziyaretinin ardından Kırcaali’ye gelerek soydaşlara doğrudan hitap etmesi Türkiye’nin Bulgaristan Türklerinin yanında olduğu mesajı doğrudan azınlığa iletmesi açısından önemlidir. Kırcaali ziyareti her ne kadar Bulgar 45 Bibina, a.g.m., s. 157. “Abdullah Gül: Kırcaali Bizim için Önemli Bir Şehir”, Kırcaali Haber, 01.05.2006, http://www.kircaalihaber.com/?pid=3&id_news=6, (21.03.2014). 46 BAED 4/2, (2015), 85-112. 103 KADER ÖZLEM milliyetçilerinin tepkisini toplasa da Erdoğan’ın söylemleri hem Türk azınlık hem de Bulgar yetkililer açısından farklı mesajları içermiştir. “Bence Balkanlar’ın Kırcaali’den alacağı çok dersler var” diyen Erdoğan, şehirdeki hoşgörü atmosferinin örnek olabilme potansiyelini dile getirmiş, Kırcaali’deki kiliseyi de ziyaret ederek Bulgar milliyetçilerinin tepkilerini haksız çıkarmak istemiştir. Bulgaristan Türklerinin bulundukları ülkenin sadık birer vatandaşı olduğunu ve ikili ilişkilerde dostluk köprüsü olduğunun altını çizen Erdoğan, Türklerin Bulgar dilini öğrenirken, azınlığın Türkçe’ye de sahip çıkması gerektiğini dile getirmiştir. Bulgaristan’daki Türkçe’nin geçmiş yıllara göre oldukça iyi bir durumda olduğunu söyleyen Erdoğan, mevcut bazı güçlüklerin zamanla aşılacağına olan inancını dile getirerek Bulgar yetkililere bu konuda mesajını göndermiştir.47 Özetle, Erdoğan Kırcaali ziyareti Türkiye’nin soydaşlarının yanında olduğunu göstermesi ve Türklerin Bulgaristan içindeki rolünün ne olduğunu gösteren çerçeveyi çizmesi anlamında önemli olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye’nin Bulgaristan’daki soydaşların ülke içi dengelerde yapıcı bir politika üstlenmesi istediği söylenebilir. Bulgaristan’da 2009 yılındaki parlamento seçimlerinde iktidar değişikliğinin meydana gelmesiyle yeni hükümet Türk azınlığa ilişkin farklı bir politika izleme eğiliminde olmuştur. Boyko Borisov Bulgaristan’da “en ciddi rakibi olarak gördüğü” Ahmet Doğan’ı siyaseten saf dışı bırakmaya çalışırken,48 bu bağlamda Türk azınlığı kazanma siyaseti izlemiştir. Öyle ki Borisov Başbakanlık görevi bittikten sonra 22 Haziran 2013 tarihinde ülkeyi Doğan’ın yönettiğini bile iddia etmiştir.49 Ocak 2010’da Türkiye ziyaretinde ise ilişkilerde aracılara gerek duyulmadığını söyleyen Borisov’un asıl hedefinin HÖH’ün Türk-Bulgar ilişkilerindeki köprü rolünü sona erdirmek olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak isteyen Borisov, bu anlamda 2010 yılının yaz aylarında meydana gelen Başmüftülük krizini Erdoğan’ın araya girmesiyle sonuca bağlamıştır.50 Öte yandan Mayıs 2012’de Bulgaristan’a çalışma ziyaretinde bulunan Erdoğan’ın temaslarının ardından Borisov’un “Erdoğan’ın Ahmet Doğan’a iyi günler bile demek 47 Bkz. “Erdoğan Kırcaali’de Türklere Seslendi”, CNN Türk, 28.03.2008, http://www.cnnturk.com/2008/dunya/03/28/erdogan.kircaalide.turklere.seslendi/442754.0/ind ex.html, (21.03.2014). 48 “Borisov: Dogan e Edinstveniyat Mi Konkurent”, Vestnik Sega, 19.10.2009, http://www.segabg.com/article.php?issueid=4326&sectionid=2&id=0000202, (26.03.2014). 49 “Borisov: Ülkeyi Ahmet Doğan Yönetiyor”, Cihan Haber Ajansı, 22 Haziran 2013. 50 “Erdoğan Başmüftülük Sorununa El Attı”, Kırcaali Haber, Sayı: 58, 13 Ekim 2010. 104 BAED 4/2, (2015), 85-112. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015) istemediğini” dile getirmesi51 Borisov’un aslında bu amacına kısmen de olsa ulaştığı şeklinde anlaşılabilir. Bunu kuvvetlendirici bir diğer delil ise Ahmet Doğan’ın 19 Ocak 2013 tarihinde suikast girişimine maruz kaldığı HÖH Genel Kurulu’nda söylediği sözlerdir. “Borisov’un HÖH’ü ortadan kaldırmak için Erdoğan’dan yardım istediğini” söyleyen Doğan, Erdoğan’ın da buna olumlu yanıt verdiğini dile getirmiştir.52 Öte yandan, Doğan’ın aynı konuşmasında Erdoğan’ı “yabancı Başbakan” olarak nitelemesi de dikkat çekicidir. Doğan’ın HÖH Kongresi’ndeki ifadeleri HÖH ile Türk hükümeti arasındaki ilişkileri büyük ölçüde tahrip etmiş ve bu Kongre’de Genel Başkanlığı Lütfi Mestan’a devretmiştir. Bu bağlamda, Ak Parti o zamana kadar doğrudan HÖH’ü dışlayan bir söylem ve tutum içinde olmasa da artık Türk azınlığa ilişkin HÖH alternatifi olabilecek aktörlere yönelmeye sıcak bakmaya başlamış ve bir dönem için HÖH’ten ihraç edilen Kasım Dal’ın kurduğu Hürriyet ve Şeref Halk Partisi (HŞHP) ön plana çıkmıştır. 12 Mayıs 2013 tarihindeki seçimlerden HÖH yeniden koalisyon ortağı olarak hükümette yer alsa da seçim sonrasında Türkiye’yle kurumsal ilişkiler bağlamında daha çok muhalefet partilerine yakın durmuştur. 19 Mayıs 2013 tarihinde Cebel’de yapılan 1989 yılındaki direnişi anma etkinliğinde Türkiye’den sadece muhalefet partileri törene katılırken, hükümet kanadından kardeş belediyelerin başkanları da dâhil olmak üzere hiç kimse etkinlikte bulunmamıştır. Türkiye’deki iktidar partisiyle ters düşmesine rağmen HÖH’ün Bulgaristan’daki genel seçimler öncesinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le görüştüğüne dair basında haberler yer almıştır.53 Öte yandan, Lütfi Mestan’ın 5 Ekim 2014 seçimleri öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Çankaya’da ziyaret etmesi54 yeni bir sürecin başlangıcı olarak algılanmıştır. Söz konusu durum HÖH lideri Mestan’ın 4 51 “Borisov: Dogan e v Panika”, Bılgarska Natsionalna Televiziya, 28.05.2012, http://archive.bnt.bg/bg/news/view/76933/borisov_dogan_e_v_panika, (26.03.2014). 52 HÖH 8. Olağan Genel Kongresi, Hak ve Özgürlükler Hareketi Genel Başkanı Dr. Ahmed Doğan'ın Konuşma Metni, Sofya, 19 Ocak 2013, s.18. Ayrıca tam metin için bkz. “Dr. Ahmed Doğan’ın Okuyamadığı Raporu”, Kırcaali Haber, 20.01.2013, http://www.kircaalihaber.com/?pid=3&id_news=10014, (26.03.2014). 53 “HÖH Heyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le Görüştü”, Kırcaali Haber, 24.04.2013, http://www.kircaalihaber.com/?pid=3&id_news=10535, (30.03.2014). 54 “Bulgaristan Hak ve Özgürlükler Hareketi Lideri Lütfi Mestan Çankaya’da”, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Resmi İnternet Sitesi, 12.09.2014, http://www.tccb.gov.tr/haberler/170/90992/bulgaristan-hak-ve-ozgurlukler-hareketi-liderimestan-cankaya-koskunde.html, (06.11.2014). BAED 4/2, (2015), 85-112. 105 KADER ÖZLEM Haziran 2015 tarihinde Ak Parti’nin Edirne mitinginde bulunması ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’yla görüşmesi55 ile tescil edilmiştir. Sonuç Tarihsel süreç içerisinde Türk-Bulgar ilişkileri dönemden döneme farklılık arz eden bir yapıya sahip olsa da 1990 yılına kadar genel olarak krizlerle dolu bir görüntüye sahiptir. Sofya yönetimince Türklere karşı izlenen katı asimilasyon politikasının sonucunda 1989’da 300 binin üzerinde Türk’ün Türkiye’ye göç etmesinin yanı sıra küresel ve ülke içi dinamiklerden kaynaklanan gelişmelerin de etkisiyle Bulgaristan’ın siyasi yapısında değişimler meydana gelirken, yeni yönetim Türkiye’yle ilişkileri normalleştirme yolları aramıştır. Bu bağlamda, yeni yönetim asimilasyon politikalarını terk etmiş ve Türklerin durumunu sembolik düzenlemelerle iyileştirmiştir. Yaşanan bu gelişmelere paralel olarak, 1990’lı yıllarda iki ülke arasındaki ilişkiler hızla ilerleme sürecine girmiştir. 1990’lı yılların devamı niteliğinde, 2002 sonrası Ak Parti iktidarı döneminde Türk-Bulgar ilişkileri siyasi, askeri ve ekonomik açıdan gelişme göstermiştir. Bu dönemde siyasi anlamda iki ülke arasında makro ölçekli bir kriz yaşanmazken, Bulgaristan’ın NATO üyeliğinin ardından askeri açıdan ilişkiler farklı bir kimliğe bürünmüştür. NATO kapsamında müttefik devletler haline gelen iki aktör, 2000’li yıllarda da aralarındaki ekonomik ilişkileri artırma yoluna gitmişlerdir. Mevcut ikili ticaret hacmi beklentilerin ötesinde olsa da hızlı bir yükseliş evresinde olduğu görülmektedir. Türk azınlık bağlamında ikili ilişkilerde bir sorun oluşmamasıyla birlikte, 2009’daki Borisov iktidarına kadar 1990’lı yıllarda Ankara ile Bulgaristan Türkleri arasında oluşan teamül devam ettirilmiştir. 2001-2009 yılları arasında HÖH’ün koalisyon ortaklığı ilişkileri zenginleştiren bir etmen olarak ön plana çıksa da Borisov’un Ankara’yla uyumlu politikalar gütmesi ve ilişkilerde aracıları ortadan kaldırmak istemesi, Ak Parti ile HÖH arasında sorunlar yaratmıştır. Özellikle Doğan’ın suikast girişimine maruz kaldığı HÖH Kongresi’ndeki konuşmasında Erdoğan’ı suçlaması ilişkilerde güven problemi yaratsa da HÖH’teki Genel Başkan değişikliği sonrası 55 Bkz. “Başbakan Davutoğlu Edirne’den Seslendi”, 4 Haziran 2015, http://www.edirnehaberci.com/guncel/basbakan-davutoglu-edirneden-seslendi-h80944.html, (06.06.2015). 106 BAED 4/2, (2015), 85-112. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015) taraflar arasında diyalog sürecinin yeniden başladığı görülmüş ve normalleşme dönemi hâkim olmuştur. KAYNAKÇA Kitaplar ve Makaleler ALP, İlker, Belge ve Fotoğraflarla Bulgar Mezalimi (1878-1989), Trakya Üniversitesi Yayınları: 90/1, Ankara 1990. BABALI, Tunca; “Türkiye-Bulgaristan İlişkileri: Manzara, Sorunlar ve Perspektif”, Türk-Bulgar İlişkileri Üzerine Makaleler, ed. Yeliz Okay, Doğu Kitabevi, İstanbul 2013, ss. 209-278. BAKLACIOĞLU, Nurcan Özgür, “Bulgaristan Göçmenlerinin Gündeminde Mülkiyet, Vatandaşlık, Sosyal Güvenlik Sorunları ve Siyasal Temsilin Önemi”, Geçmişten Günümüze Asimilasyon ve Zorunlu Göçü Anma Etkinlikleri, İzmir BAL-GÖÇ ve Gaziemir Belediyesi Yayınları, İzmir, 2627 Aralık 2009, ss. 101-127. BİBİNA, Yordanka, “Son Dönem Bulgar-Türk İlişkileri”, Türk-Bulgar İlişkileri Üzerine Makaleler, ed. Yeliz Okay, Doğu Kitabevi, İstanbul 2013, ss. 145-171. BOZOV, Salih, V İmeto Na İmeto, Tom II, Fondatsiya Liberalna İntegratsiya, 2011. COŞKUN, Birgül Demirtaş, Bulgaristan’la Yeni Dönem, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara 2001. DIMITROV, Vesselin, “In Search of a Homogeneous Nation: The Assimilation of Bulgaria’s Turkish Minority, 1984–1985”, 23 December 2000, European Center for Minority Issues, http://www.ecmi.de/fileadmin/downloads/publications/JEMIE/JEMIE01Di mitrov10-07-01.pdf, (21.2.2014). GROZEV, Grozyu, “Voenno-Politiçeskite Otnoşeniya Mejdu Bulgariya i Turtsiya v Perioda 1920-1922 g.” Stamboliiski i Ataturk za Bılgaro-Turskite BAED 4/2, (2015), 85-112. 107 KADER ÖZLEM Vzaimootnoşeniya, Ed. Stoyan Andreev, Natsionalen Strategiçeski İzsledvaniya, Sofiya 2001, ss. 71-77. Tsentır za KEMALOĞLU, Ayşegül İnginar, Bulgaristan’dan Türk Göçü (1985-1989), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1989. KONUKMAN, R. Ercüment, Tarihi Belgeler Işığında Büyük Göç ve Anavatan (Nedenleri, Boyutları, Sonuçları), Ankara 1990. KORKUD, Refik, Komünist Bulgaristan’ın Dosyası, Ankara 1986. LÜTEM, Ömer E., Türk-Bulgar İlişkileri 1983-1989, Cilt I, 1983-1985, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara 2000. MAHON, Milena, “Turkish Minority Under Communist Bulgaria-Politics of Ethnicity and Power”, Journal of Southern Europe and the Balkans, Volume 1, Number 2, 1999, ss. 149-162. MEMİŞOĞLU, Hüseyin, Pages of The History of The Pomac Turks, Şafak Matbaası, Ankara 1991. ÖZLEM, Kader, “Bulgaristan Türklerinin Tarihsel Süreç İçerisinde Dönüşümü, AB Üyelik Süreci ve Türk Azınlığa Etkileri”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 2, Kış 2008, ss. 341-371. ________, “Bulgaristan’da Sandıktan Çıkan Yeni Kaos”, Al Jazeera Türk, 6 Ekim 2014, http://www.aljazeera.com.tr/gorus/bulgaristanda-sandiktancikan-yeni-kaos, (08.11.2014). ________, “Güney Akım Bilmecesinde Bulgaristan’ın Stratejik Kayıpları”, 21. Yüzyıl Dergisi, Sayı:73, Ocak 2015, ss. 13-20. POULTON, Hugh, Balkanlar: Çatışan Azınlıklar, Çatışan Devletler, Yavuz Alagon (çev.), Sarmal Yayınevi, İstanbul 1993. ŞİMŞİR, Bilal N., “Bulgaristan Türkleri ve Göç Sorunu”, Bulgaristan’da Türk Varlığı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1985. ________, Bulgaristan Türkleri, Genişletilmiş 2. Baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara 2009. 108 BAED 4/2, (2015), 85-112. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015) TURAN, Sibel, A Historical Perspective for Turkey-Bulgarian Relations in Terms of Balkan Dimension, Paradigma, Sofia 2005. TANKOVA, Vasilka, “Knyajestvo Bılgariya – Pırvata Stranitsa ot Novata İstoriq na Bılgarite”, İstoriya na Bılgarite – Ot Osvoboj-Denieto (1878) do Kraya na Studenata Voyna (1989), der. Georgi Markov, Tom III, İzdatelstvo Znanie, Sofiya 2009. Gazete ve İnternet Kaynakları “Abdullah Gül: Kırcaali Bizim için Önemli Bir Şehir”, Kırcaali Haber, 01.05.2006, http://www.kircaalihaber.com/?pid=3&id_news=6, (21.03.2014). “Alkışlanacak Özür”, Hürriyet, 7 Kasım 1998. “Başbakan Davutoğlu Edirne’den Seslendi”, 4 Haziran 2015, http://www.edirnehaberci.com/guncel/basbakan-davutoglu-edirnedenseslendi-h80944.html, (06.06.2015). “Borisov Ne Vijda Otkriti problemi s Turtsiya, Vestnik Sega, 27.01.2010, http://www.segabg.com/article.php?sid=2010012900090000123, (08.03.2014). “Borisov: Dogan e Edinstveniyat Mi Konkurent”, Vestnik Sega, 19.10.2009, http://www.segabg.com/article.php?issueid=4326&sectionid=2&id=000020 2, (26.03.2014). “Borisov: Dogan e v Panika”, Bılgarska Natsionalna Televiziya, 28.05.2012, http://archive.bnt.bg/bg/news/view/76933/borisov_dogan_e_v_panika, (26.03.2014). “Borisov: Ülkeyi Ahmet Doğan Yönetiyor”, Cihan Haber Ajansı, 22 Haziran 2013. “Brave Gamble”, The Economist, 27.05.1999, http://www.economist.com/node/208336, (22.02.2014). BAED 4/2, (2015), 85-112. 109 KADER ÖZLEM “Bulgaristan Hak ve Özgürlükler Hareketi Lideri Lütfi Mestan Çankaya’da”, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Resmi İnternet Sitesi, 12.09.2014, http://www.tccb.gov.tr/haberler/170/90992/bulgaristan-hak-veozgurlukler-hareketi-lideri-mestan-cankaya-koskunde.html, (06.11.2014). “Bulgaristan’la Yeni Sınır Kapısı Açıldı”, Hürriyet, 19 Haziran 2005. “Bulgariya Podkrepya Turtsiya za EC”, Vestnik Duma, 17.12.2008, http://old.duma.bg/2008/1208/171208/sviat/sv-1.html, (08.03.2014). “Çujdite Medii Mejdu Dvoynata İznenada ot ‘ATAKA’ i Zagubata na Tsarkata Partiya”, Media Pool, 27.06.2005, http://www.mediapool.bg/chuzhdite-medii-mezhdu-dvoinata-iznenada-otataka-i-zagubata-na-tsarskata-partiya-news106431.html, (10.11.2014). “Davutoğlu Tazminat Talep Eden Bulgaristan’ı Uyardı”, Hürriyet, 6 Ocak 2010. “Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Bulgaristan Dışişleri Bakanı ile Yaptığı Ortak Basın Toplantısı”, 26 Ekim 2013, Ankara, http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-ahmet-davutoglu_nunbulgaristan-disisleri-bakani-ile-yaptigi-basin-toplantisi_-26-ekim-2013_ankara.tr.mfa, (13.03.2014). “Dr. Ahmed Doğan’ın Okuyamadığı Raporu”, Kırcaali Haber, 20.01.2013, http://www.kircaalihaber.com/?pid=3&id_news=10014, (26.03.2014). “Erdoğan Başmüftülük Sorununa El Attı”, Kırcaali Haber, Sayı: 58, 13 Ekim 2010. “Erdoğan Kırcaali’de Türklere Seslendi”, CNN Türk, 28.03.2008, http://www.cnnturk.com/2008/dunya/03/28/erdogan.kircaalide.turklere.sesle ndi/442754.0/index.html, (21.03.2014). “Gyul Bil Dobır Priyatel na Pırvanov”, Dnes, 11.07.2011, http://www.dnes.bg/politika/2011/07/11/giul-bil-dobyr-priiatel-napyrvanov.123670, (12.03.2014). 110 BAED 4/2, (2015), 85-112. ADALET VE KALKINMA PARTİSİ DÖNEMİ TÜRKİYE-BULGARİSTAN İLİŞKİLERİ (2002-2015) “HÖH Heyeti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le Görüştü”, Kırcaali Haber, 24.04.2013, http://www.kircaalihaber.com/?pid=3&id_news=10535, (30.03.2014). “Parlamentarni Grupi”, Narodna Sıbranie na Republika Bulgariya, http://www.parliament.bg/bg/parliamentarygroups, (03.03.2014). “Pırvanov Obeşta Parti, Ako Stignem $ 1 Mlrd. Stokoobmen s Turtsiya”, Vestnik Sega, 10.03.2014, http://www.segabg.com/article.php?issueid=1013&sectionid=3&id=00001, (18.03.2014). “Premierıt Kostov Kaza na İzselnitsite ‘Obiçam Vi’”, Trud, 7 Novemvri 1998. “Proektıt ‘Nabuko’: Nay-Dılgata Opera Priklyuçva”, 26.06.2013, Kapital, http://www.capital.bg/politika_i_ikonomika/bulgaria/2013/06/26/2090335_ proektut_nabuko_nai-dulgata_opera_prikljuchva/, (19.03.2014). “Reşenie No:4 ot April 1992 g. po K.D. No:1/91 po iskane za…”, Sıdırjanie, Konstitutsionen Sıd na Republika Bılgariya, http://constcourt.bg/contentframe/contentid/1736, (22.02.2014). “No:134, 25 Nisan 2015, Bulgaristan Parlamentosunca 1915 Olaylarına İlişkin Kabul Edilen Karar tasarısı Hk.”, http://www.mfa.gov.tr/no_-134_25-nisan-2015_-bulgaristan-parlamentosunca-1915-olaylarina-iliskin-kabuledilen-karar-tasarisi-hk_.tr.mfa, (07.06.2015). “Seçimin Kralı”, Milliyet, 18 Haziran 2001. “Siderov: Stanişev i Erdogan se Uplaşiha ot Ataka”, Darik News, 27 Mart 2008, http://dariknews.bg/view_article.php?article_id=237736&audio_id=20091, (08.03.2014). “Stoyanov se İzvini na Turtsite Ni”, Trud, 29 Yuli 1997. “Şişli’nin Göbeği Bulgar Vakfı’na Verildi”, Milliyet, 14.06.2012. BAED 4/2, (2015), 85-112. 111 KADER ÖZLEM “Türkiye-Bulgaristan Ticaret Hacminde İlk Hedef: 5 Milyar Dolar”, 11.07.2011, http://www.tccb.gov.tr/haberler/170/80278/turkiyebulgaristanticaret-hacminde-ilk-hedef-5-milyar-dolar.html (18.03.2014). “Uspehıt na Turtsiya e Vajen za Nas, e Kategoriçen Rosen Plevneliev”, Dnes, 03.12.2012, http://www.dnes.bg/politika/2012/12/03/uspehyt-naturciia-e-vajen-za-nas-e-kategorichen-rosen-plevneliev.174472, (18.03.2014). Ayın Tarihi, 13 Mayıs 2003. Ayın Tarihi, 14 Şubat 2003. Ayın Tarihi, 29 Temmuz 1997. T.C. Resmi Gazete, 08 Mayıs 2008. 112 BAED 4/2, (2015), 85-112. Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015, ss. 113-135. KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR) Vahit Cemil URHAN ÖZET Osmanlı Devleti, Crnojeviç hanedanlığına son vererek 1479 yılında hâkimiyeti altına aldığı Karadağ’da özerk bir yönetim kurdu ve ülke, 1516 yılından itibaren seçim ile göreve gelen vladika adlı Ortodoks din adamları tarafından yönetilmeye başlandı. Bu durum, 1697 yılında I. Danilo Petroviç’in vladika seçilmesine kadar devam etti. I. Danilo Petroviç, kendisinden sonra vladikalığı akrabalarına bırakarak hanedanlık kurdu ve böylece 1918 yılına kadar Karadağ’ı yönetecek olan Petroviç ailesinin iktidar dönemi başlamış oldu. Petroviç ailesine mensup vladikalar, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinden kurtulmak için mücadele etmeye başladılar. Anahtar Kelimeler: Karadağ, Osmanlı Devleti, Balkanlar, Vladika. WEAKENING OF THE OTTOMAN RULE IN MONTENEGRO (17th and 18th CENTURIES) ABSTRACT Ottoman State abolished Crnojeviç Dynasty and founded an autonomous regime in Montenegro which it domineered in 1479. As of 1516, Orthodox men of religion called vladika who were appointed by election, started to govern Montenegro. This situation continued until I. Danilo Petrovic was chosen as vladika in 1697. I. Danilo Petroviç left the reign to his relatives and established a dynasty thereby starting the rulership of Petrovic Family who governed Montenegro until 1918. Vladikas who were the members of Petroviç Family started struggling in order to free themselves from Ottoman rule. Keywords: Montenegro, Ottoman Empire, Balkans, Vladika. Dr., Trakya Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü, Edirne, E-mektup: vahit.urhan@hotmail.com. 113 VAHİT CEMİL URHAN Giriş Karadağ, Balkan Yarımadası’nın batısında yer almaktadır. Kuzeyinde ve kuzeybatısında Bosna-Hersek, kuzeydoğusunda Sırbistan, doğusunda Kosova, güneyinde Arnavutluk ve batısında Hırvatistan ve Adriyatik Denizi yer almaktadır. Karadağ coğrafyasının büyük bölümünde ılıman Akdeniz iklimi hâkim olup, ülkenin kuzeyinde karasal iklim görülmektedir. Karadağ topraklarının önemli bir kısmını yüksek dağlar, derin vadiler ve nehir kanyonları oluşturmaktadır. Ovalar, güneyde sahile yakın yerlerde yer almaktadır.1 Karadağ’ın coğrafî sınırları, tarih boyunca değişiklik göstermiştir. İlk zamanlarda Zeta bölgesinin küçük bir parçası olarak Lovcen Dağı’nın alt kısmındaki dağlık bölgeyi kapsayan topraklar, Karadağ olarak adlandırılmaktaydı. Sonradan Zeta bölgesi, Karadağ olarak adlandırılmaya başlandı.2 17. yüzyılın başlarında Kotor (Cattaro)’dan doğuda Podgorica’ya doğru ve güneydoğudaki İşkodra Gölü’nün kuzeybatı ucuna doğru uzanan hattın oluşturduğu üçgen şeklindeki alan, Karadağ coğrafyası olarak kabul edilmeye başlandı. Karadağ adı ile ifade edilen coğrafî bölgenin sınırları, 19. yüzyılda daha da genişledi. Artık İşkodra Gölü kıyılarının batı yakası ve Boyana Nehri’nin ağzı ile Kotor kıyıları arasında kalan Ülgün (Ulcinj, Dulcigno) ve Bar (Antivari) limanlarını kapsayan sahile de Karadağ denilmeye başlandı.3 Karadağ’da yaşadığı bilinen ilk topluluk, İllirya kabileleridir.4 Eskiçağ’da Karadağ’ın iç kesimlerinde yaşayan İlliryalıların yanında sahil bölgesinde de Yunan kolonileri vardı.5 Karadağ, M.Ö. 168’de Roma İmparatorluğu’nun hâkimiyetine girdi.6 Roma döneminde sahildeki Yunan kolonilerinin yerine Latinler yerleşti ve Hıristiyanlık Karadağ’da yayılmaya başladı.7 Roma İmparatorluğu’nun Kavimler Göçü neticesinde ikiye ayrılmasından sonra bölgeyi 5. yüzyılda Gotlar, 6. yüzyılda da Avarlar istila 1 T.C. Podgorica Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği, Karadağ’ın Genel Ekonomik Durumu ve Türkiye İle Ekonomik-Ticari İlişkileri 2010-2011 Yılı, Haziran 2011, s. 18. 2 Osman Karatay, “Ortaçağ’da Karadağ Tarihi”, Balkanlar El Kitabı, Cilt 1, Tarih, KaraM&Vadi Yayınları, Ankara 2006, s. 149-150. 3 Besim Darkot, “Karadağ”, İslam Ansiklopedisi, Cilt VI, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1967, s. 221-222. 4 Aynı yerde, s. 222. 5 Karatay, a.g.m., s. 140. 6 Darkot, a.g.md., s. 221-222. 7 Karatay, a.g.m., s. 141. 114 BAED 4/2, (2015), 113-135. KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR) etti8 ve Kotor, Budva, Bar ve Ülgün gibi sahil bölgeleri, Bizans İmparatorluğu’nun kontrolüne girdi.9 Bizans İmparatorluğu döneminde Karadağ’ın etnik yapısının değişmesine yol açan gelişmeler yaşandı. Hunların Orta Avrupa’dan çekilmesinden sonra Balkanlara yönelik olarak ortaya çıkan Slav göçünden Karadağ da etkilendi. Slavlar, 602 yılından itibaren Karadağ’ın iç kesimlerine yerleşmeye başladılar. Balkanlar’a Slav göçlerinin başladığı bu dönemde, Karadağ ve çevresindeki Bizans hâkimiyeti zayıfladı.10 Bizans hâkimiyetinin zayıflamasından sonra Sırplar, 12. yüzyılda Karadağ’da hâkimiyet kurdular. Sırp Kralı Stefan Duşan’ın 1355 yılında ölmesinden sonra Sırbistan parçalandı ve Karadağ’ın kontrolü, daha önce bölgeyi yönetmiş olan Ulah asıllı Balşa’nın oğullarının kontrolüne girdi. Balşa’nın oğulları, Karadağ’da bir prenslik kurdular.11 Balşa Prensliği’nin Karadağ’daki hâkimiyeti, II. Balşa döneminde zayıfladı.12 Bu dönemde ilk defa Osmanlı Devleti ile Balşa Prensliği karşı karşıya geldi. II. Balşa, Arnavutluk ve Makedonya’yı ele geçirmek için uğraşan Hayrettin Paşa’yı durdurmak amacıyla 1385 yılında Avlonya’nın kuzeyinde Berat’ta Osmanlı kuvvetlerinin karşısına çıktı. II. Balşa, yaşanan muharebede mağlup oldu ve öldürüldü.13 II. Balşa’nın ölümünden sonra prensliğin başına 1385 yılında Strasimir’in oğlu II. Georges geçti.14 II Georges (Curac), Osmanlı vasallığını kabul etti.15 Osmanlı Devleti’nin Balşa Prensliği ile ikinci savaşı, I. Bayezid döneminde yaşandı. I. Bayezid, 1394 yılında düzenlediği sefer ile Balşa Prensliği’ni geçici olarak hâkimiyeti altına aldı. II. Georges, bu sefer sırasında Osmanlı kuvvetlerine esir düştü ve esaretten kurtulmak için İşkodra’yı, Drivast’ı ve Boyana Nehri’ndeki Sveti Sırc’i Osmanlı Devleti’ne verdi. Osmanlı Devleti, kısa bir süre sonra bu şehirleri kendisine geri iade etti.16 II. Georges’un ölümünden sonra prensliğin başına 1403 yılında oğlu 8 Uğur Özcan, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı-Karadağ Siyasi İlişkileri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2012, s. 3. 9 Darkot, a.g.md., s. 223. 10 Karatay, a.g.m., s. 141. 11 Darkot, a.g.md., s. 223-224. 12 Karatay, a.g.m., s. 146. 13 Adnan Pepiç, “Podgorica’nın Kısa Bir Tarihçesi”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı 18, Ekim 2005, s. 276-277. 14 Yılmaz Öztuna, Devletler ve Hânedanlar, Avrupa Devletleri, C. IV, Genişletilmiş 2. Baskı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1996, s. 59. 15 Pepiç, a.g.m., s. 277. 16 Aynı yerde, s. 278. BAED 4/2, (2015), 113-135. 115 VAHİT CEMİL URHAN III. Balşa geçti.17 III. Balşa, Venedikliler ile giriştiği 1419 yılındaki savaşta, yardım istemek için Belgrad’a gittikten sonra bir daha geri dönmedi ve 1421 yılında ölmeden kısa bir süre önce ülkesini Sırp Prensi Stefan Lazareviç’e bıraktı. Böylece Karadağ, ikinci defa Sırpların yönetimine girmiş oldu.18 Karadağ’da ikinci Sırp hâkimiyetinin başlamasından sonra bölgenin nüfuzlu ailelerinden Crnojeviçlerin çıkarttığı sorunlar, Sırp yönetimini zorlamaya başladı.19 Stephan Crnojeviç, 1427 yılında zayıf Sırp yönetimine karşı ayaklanarak Karadağ Prensliği’ni kurdu, Zabljak’ı başkent yaptı ve Yukarı Zeta’daki dağlara yerleşti.20 Ancak kısa bir süre sonra Venedikliler, Bar ve Budva’yı alarak Stefan Crnojeviç’i kendisine bağladılar21 ve Stefan Crnojeviç, Osmanlı Devleti’ne karşı Venedikliler ile ittifak yaptı.22 1. Karadağ’ın Osmanlı Hâkimiyetine Girişi 15. yüzyılda Balkanların büyük bir kısmını hâkimiyeti altına alan Osmanlı Devleti, Karadağ topraklarını Fatih Sultan Mehmed döneminde fethetmeye başladı. 1456 yılında Medun’un ele geçirilmesi ile Osmanlı kuvvetlerinin Zeta bölgesine akın düzenlemesi kolaylaştı.23 Nikşik (Niksiç), 1465’de Osmanlı kuvvetlerinin eline geçti.24 Osmanlı kuvvetleri ile mücadele eden Stefan Crnojeviç, 1465 yılında öldü. Yerine Zeta Beyi (Gospodar Zetski) ünvanını taşıyan oğlu Ivan Crnojeviç, iktidara geldi.25 Kara Ivan olarak da tanınan Ivan Crnojeviç, babası gibi Venedik hâkimiyetini tanıdı.26 Crnojeviçlerin Venedikliler ile ittifakı devam ederken 1459 yılında Sırbistan’ı ve 1464 yılında Bosna’yı ele geçiren Osmanlı Devleti, 1466 17 Öztuna, a.g.e., s. 59. Karatay, a.g.m., s. 147. 19 Darkot, a.g.md., s. 223-224. 20 Donald Edgar Pitcher, Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihsel Coğrafyası, (çev.) Bahar Tırnakcı, 1. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999, s. 136. 21 Darkot, a.g.md., s. 224. 22 İ. Halil Sedes, 1875-1878 Osmanlı Ordusu Seferleri, 1876-1877 Osmanlı-Karadağ Seferi, Askeri Matbaa, İstanbul 1936, s. 5. 23 Pepiç, a.g.m., s. 278. 24 Aleksandre Popovic, Balkanlar’da İslâm, (çev.) Komisyon, İnsan Yayınları, İstanbul 1995, s. 185. 25 Darkot, a.g.md., s. 224. 26 Pitcher, a.g.e., s. 136. 18 116 BAED 4/2, (2015), 113-135. KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR) yılında da Hersek’i ele geçirerek Karadağ coğrafyasının kuzeyini ve doğusunu kuşattı ve Karadağ’a hâkim olan Venedik ile komşu oldu.27 Osmanlı kuvvetleri, Venedik ile komşu olduktan sonra 1466 yılından itibaren Podgorica’da kalmaya başladılar ve 1474 yılında Podgorica Kalesi’ni onarmaya başladılar. Osmanlı kuvvetleri, Podgorica Kalesi’nin yapılmasından sonra 1476 yılında Bjelo Pavloviç’in büyük bir kısmını ve 1477 yılında Aşağı Moraça, Yukarı Moraça ve Rovci’yi ele geçirdiler. Ivan Crnojeviç, 1478 yılının başında Osmanlı kuvvetlerinden büyük bir darbe yedi ve 1478 yılı baharında Ivan Crnojeviç’in yönetim merkezi durumunda olan Zabljak ve İşkodra, Osmanlı kuvvetlerinin eline geçti.28 Osmanlı Devleti, İşkodra Kalesi’nin alınması sırasında Ivan Crnojeviç’in Venediklilere yardım etmesi sebebi ile Zabljak’ı tahrip etti.29 Ivan Crnojeviç, Osmanlı saldırısı karşısında Zabljak’daki tahtını bırakarak yardım almak için İtalya’ya gitti.30 Böylece Karadağ, 1479 yılında Osmanlı hâkimiyetine girdi.31 Ivan Crnojeviç, Karadağ’ı terk ettikten sonra mücadeleyi bırakmadı. Fatih Sultan Mehmed’in 1481 yılında ölmesinden sonra tekrar Karadağ’a geldi ve Osmanlı Devleti ile mücadele etmeye çalıştı. Ancak başarılı olamadı.32 Sultan II. Bayezid ile Ivan Crnojeviç arasında 1482 yılında yapılan bir anlaşma ile Sultan II. Bayezid, Ivan Crnojeviç’i Karadağ hâkimi olarak tanıdı. Ivan Crnojeviç de Osmanlı Devleti’ne haraç vermeyi kabul etti.33 Ivan Crnojeviç öldükten sonra yerine önce oğlu IV. Georges sonra da 1496 yılında II. Stephan (II. Étienne) geçti. II. Stephan’dan sonra iktidara 27 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt VI, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s. 70. 28 Pepiç, a.g.m., s. 279-280. 29 Mehmed Subhi, Karadağ ve Ordusu, Karadağ’ın Ahvâl-i Târihiyye ve Coğrafiyyesiyle Kuvve-i Askeriyyesinden Bâhisdir, 1. Baskı, Kitâbhâne-i İslâm ve Askerî-Tüccârzâde İbrâhim Hilmî, Kostantiniyye 1317, s. 11. 30 Bajro Agović, Islamska Zajednica u Crnoj Gori, Istorijski razvoj i organizacija, Mešihat Islamske zajednice u Republici Crnoj Gori, Podgorica 2007, s. 177. 31 Darkot, a.g.md., s. 224. 32 Aynı yerde. 33 Karatay, a.g.m., s. 149. BAED 4/2, (2015), 113-135. 117 VAHİT CEMİL URHAN gelen II. Ivan, 1516 yılına kadar Karadağ’ın başında kaldı.34 1516 yılından sonra Crnojeviç hanedanının iktidarı sona erdi.35 Crnojeviç hanedanının iktidarının sona ermesinden sonra Karadağ’ın siyasî hayatında yeni bir dönemin başlamasına yol açacak gelişmeler yaşandı. Kabilelere dayalı bir toplumsal yapıya sahip olan Karadağlılar, Crnojeviç hanedanının hâkimiyetini yitirmesi üzerine kendi geleceklerine karar vermek için harekete geçtiler ve bir konsey ile bir meclis topladılar. Gerçekleştirilen müzakerelerden sonra kabileler üstü tek bir yönetimin belirlenmesine karar verdiler. Kabilelerin hâkimiyetinin ortadan kalkmamasına da dikkat edilerek yeni yönetim, vladika adı verilen Ortodoks metropolitlere bırakıldı. Prens-Piskopos (Prince-Bishop) olarak da adlandırılan bu vladikalar, seçimle iş başına geleceklerdi ve halkın menfaatleri doğrultusunda hareket edip, halka egemenliklerini zorla kabul ettirmeyeceklerdi.36 Osmanlı yönetimi ile mücadele etmek gibi bir misyonları da yoktu. Daha ziyade dinsel yetkilerini kullanarak kabileler arasındaki sorunları çözmeye çalışacaklardı.37 Vladikaların seçimi, kabile reislerinin katılımı ile toplanan meclis tarafından gerçekleştirilecekti ve farklı ailelerden seçileceklerdi.38 Yeni sistemde ilk olarak Babylas vladika seçilerek Karadağ’ın başına geçti39 ve böylece Karadağ’da prenslik yönetiminin ilan edildiği 1852 yılına kadar devam edecek olan teokratik bir yönetim sistemi başladı. Karadağ, Osmanlı hâkimiyetine girdikten sonra zaman zaman müstakil bir sancak olarak yönetildi zaman zaman da İşkodra sancağına bağlandı. Osmanlı Devleti, elverişsiz bir coğrafî yapıya sahip olan ve tarım gelirleri yetersiz olan Karadağ’da vladikaların yönetime hâkim olmasını engellemedi ve vergilerini ödemek şartıyla Karadağlıları iç işlerinde serbest 34 P. Coquelle, Histoire du Monténégro et de la Bosnie depuis les Origines, Éditeur Ernest Leroux, Paris 1895, s. 57 ve 65. 35 Mehmed Suphî, a.g.e., s. 12. 36 Zorka Milich, A Stranger’s Supper: An Oral History of Centenarian Women in Montenegro, Twayne Publishers, New York 1995, s. 4-5. 37 Ali Gökçen Özdem, Karadağ’ın Osmanlı Egemenliğine Karşı Mücadelesi (1830-1878), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik, Elazığ 2012, s. 39. 38 Elizabeth Roberts, Realm of the Black Mountain, A History of Montenegro, First Edition, Cornell University Press, New York 2007, s. 116. 39 Coquelle, a.g.e., s. 171. Şemseddin Sami, Yorgi Crnojeviç’in 1516 yılında istifa ederek yönetimi metropolite bıraktığı bilgisini vermektedir. Şemseddin Sami, Kamûs-ül-aʼlâm, Cilt V, Mihran Matbaası, İstanbul 1314, s. 3638. 118 BAED 4/2, (2015), 113-135. KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR) bıraktı.40 Karadağ’ın dış ilişkilerinde bağımsız bir devlet gibi hareket etmesine de göz yumdu.41 Vladikaların ülkedeki etkinliği, 17. yüzyılda da artmaya devam etti.42 2. Karadağ’da Osmanlı Hâkimiyetinin Zayıflaması 2.1. İsyanların Başlaması Balkan toplulukları arasında millî bilinç, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da ilk hâkimiyet kurmaya başladığı dönemlerde mevcuttu.43 Osmanlı Devleti, Fatih Sultan Mehmed döneminde dinî inançları esas alarak bir millet sistemi tesis etti. Bu sistem, Balkan Ortodokslarının etnik kimliklerini geri plana itmekle birlikte 400 yıl boyunca dinsel kimlik bünyesinde etnik siyasal kimliklerinin gelişmesine izin verdi.44 Osmanlı Devleti’nin kurduğu millet sisteminin Balkan toplulukları arasında milliyetçilik düşüncesinin gelişmesine uygun bir zemin hazırlamasının yanında, Balkan Yarımadası’nın dışında yaşanan gelişmeler de Balkan toplulukları arasında millî duyguların güçlenmesine katkıda bulundu. Balkanlar’da milliyetçilik düşüncesinin ortaya çıkışında etkili olan ilk önemli dış gelişme, Avrupa’da 15. yüzyılda ortaya çıkan Rönesans hareketidir. Balkanlar’da milliyetçilik düşüncesinin ilk izleri de 16. yüzyılda İtalya’da Rönesans’ın etkili olduğu yerler ile yakın ilişkisi olan ve 1433’de Osmanlı idaresine girmiş olan Dubrovnik’te görüldü.45 Rönesans hareketi ile ortaya çıkan yeni fikirler, Slav ve Rum aydınları arasında millî düşüncelerin oluşmaya başlamasına yol açtı. 1789 Fransız İhtilâli’nden önce ortaya çıkan bu milliyetçi düşünceler, Balkan topluluklarının Ortaçağ’da kurdukları devletler ve sahip oldukları kültürlerden ilham aldı.46 40 Osman Karatay, “Osmanlı Hâkimiyetinde Karadağ”, Balkanlar El Kitabı, Cilt 1, Tarih, KaraM&Vadi Yayınları, Ankara 2006, s. 361. 41 Zafer Gölen,“1862 Karadağ Askerî Harekâtı ve Sonuçları”, Belleten, Cilt. LXXV, Sayı 273, Ağustos 2011, s. 503., Dip not: 2. 42 Popovic, a.g.e., s. 193. 43 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 38. Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul 2014, s. 67. 44 Kemal H. Karpat, Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Milliyetçilik, (çev.) Recep Boztemur, 2. Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul 2012, s. 21-24. 45 Yahya Kemal Taştan, “Balkanlar’da Ulusçuluk Hareketleri”, Balkanlar El Kitabı, Cilt 1, Tarih, KaraM&Vadi Yayınları, Ankara 2006, s. 429. 46 Ortaylı, a.g.e., s. 69-70. BAED 4/2, (2015), 113-135. 119 VAHİT CEMİL URHAN Balkan toplulukları arasında milliyetçilik düşüncesinin gelişmesinde, Osmanlı Devleti’nin 1683 yılında yaşadığı Viyana bozgunundan sonra Balkanlar’da otoritesini kaybetmeye başlaması da etkili oldu. Bu durum, bölgede milliyetçi düşüncelerin gelişmesi için uygun bir ortam oluşturdu. Bu gelişmeye, Viyana bozgunundan sonra Rusya ve Avusturya’nın Tuna boylarında ticarî ve kültürel etkilerini arttırmaları da katkı sağladı. Balkan toplulukları, Viyana bozgunundan sonra Osmanlı Devleti’nin mağlup edilebilir bir devlet olduğunu gördüler ve millî örgütlenmelere yönelme konusunda cesaretlendiler.47 Balkanlar’da devletin otoritesinin zayıfladığı dönemde milliyetçilik düşüncesinin güçlenmesine, taşradaki otorite boşluğunu ayanların doldurmaya başlaması da katkıda bulundu. Ayanlara duyulan tepki, Hıristiyanlar arasında yayılan milliyetçi duyguların güçlenmesinde etkili oldu.48 Balkanlar’daki Slav topluluklarından birisi olan Karadağlılar arasında milliyetçi düşüncelerin ortaya çıkmaya başlaması, diğer Balkan toplulukları ile aynı dönemde gerçekleşti. Osmanlı millet sistemi içinde Ortodoks milletine mensup olan Karadağlılar, Sırp millî kimliğinin oluşmasında önemli rol oynayan49 İpek Sırp Kilisesi’nin 1557’de tekrar açılmasından sonra diğer Slav toplulukları gibi etnik kimliklerini geliştirdiler50 ve bağımsızlık, milliyetçilik gibi düşüncelerini Ortaçağ’da kurdukları Zeta Devleti’ne dayandırdılar.51 Karadağ’da 16. yüzyıldan itibaren vergi anlaşmazlıkları sebebi ile çıkan isyanlar, 17. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti’nin iç ve dış politikada karşılaştığı sıkıntıların da etkisi ile siyasî bir özellik taşımaya başladı ve giderek arttı. Bu gelişmelerin dönüm noktası, yıllarca süren Girit Savaşı oldu. Osmanlı Devleti, Girit’i Venediklilerden almak için 1645 yılında Ada’ya saldırınca, Venedikliler de Karadağlıları Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırdılar. Osmanlı Devleti’nin Girit Savaşı sırasında yaşanan Karadağ isyanlarını bastırmasından sonra 1683 yılında yaşadığı Viyana bozgunu sonrasında Venedik’in Osmanlı Devleti aleyhine oluşturulan ittifaka katılması ile birlikte Karadağ’da tekrar isyanlar başladı. Venedikliler, Karadağ’daki 47 Aynı yerde. Karpat, a.g.e., s. 34. 49 M. Türker Acaroğlu, Balkanlar’da Türkçe Yer Adları Kılavuzu, 1. Baskı, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 106. 50 Karpat, a.g.e., s. 63. 51 Zafer Gölen, “1852-53 Karadağ Askerî Harekâtı ve Sonuçları”, History Studies, International Journal of History, Volume 1/1 2009, s. 223. 48 120 BAED 4/2, (2015), 113-135. KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR) kabileleri ve haydut çetelerini Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırttılar52 ve Mora, Adalar, Bosna ile birlikte Karadağ’daki Osmanlı kuvvetlerine de saldırdılar.53 Viyana bozgunu ile birlikte Balkanlar’da Osmanlı topraklarına yönelik olarak başlayan Venedik saldırıları, ilk zamanlar Osmanlı kuvvetleri tarafından geri püskürtülse de sonradan Venedikliler bazı yerlerde sonuç almaya başladılar. Kartaro, Karnaro, Sin kaleleri ve Yeni Hersek (Kastelnova), 1687 yılında Venedik’in eline geçti.54 Karadağlılar, 1688 yılında Vladika Visarion’un teşviki ile Kotor ve Budva’da sınır komşusu oldukları Venedik Cumhuriyeti’nin himayesine girdiler. Bu gelişme üzerine İşkodra Valisi Süleyman Paşa, 1692 yılında Çetine’yi tahrip etti.55 Venedikliler de 1694 yılında Nikşik ve Nikşik’in kuzeybatısındaki bazı yerleşim yerlerini yağmaladılar. 1696 yılında da Ülgün’e saldırdılar ancak başarısız oldular.56 2.2. Petroviç Ailesinin İktidara Gelmesi ve Bağımsızlık Mücadelesi Başlatması Karadağ’da 17. yüzyılın sonlarında, Karadağ tarihi açısından bir dönüm noktası olarak kabul edilebilecek bir yönetim değişikliği yaşandı. Herako’nun oğlu olan Stefan Herakoviç Njegoş’un oğullarından I. Danilo Petroviç’in 1697 yılında vladika seçilmesi ile Petroviç ailesi, Karadağ’da yönetimi ele geçirdi. Ortodoks olan I. Danilo Petroviç, kendisinden sonra yönetimi akrabalarına bırakarak hanedanlık kurdu. Böylece 1516’dan beri sürdürülen vladikaların seçim ile göreve gelmesi usulü sona erdi. Bu yönetim değişikliği ile birlikte modern Karadağ’ın temeli atıldı. Karadağ’ı yıkılışına kadar bu aile yönetti.57 Nyegoş kabilesine mensup olan I. Danilo Petroviç, kendisini Çetine piskoposu ve Sırbistan’ın lideri ilan ederek Osmanlı Devleti’nin kurduğu idarî sistemi değiştirdi. Her kabilenin kendi 52 Karatay, “Osmanlı …”, s. 362-363. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt III, Kısım I, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s. 478. 54 Aynı yerde. 55 Darkot, a.g.md., s. 225. 56 Uzunçarşılı, a.g.e., C. III, Kıs. I, s. 574. 57 Öztuna, a.g.e., s. 60-62. Karadağ’da 1516 yılından 1697 yılına kadar 11 vladika seçildi. Bu vladikalar şunlardır: Babylas (1516-1520), Germain (1520-1530), Paul (1530-1540), Nicodin (1540-1549), Makarios (1549-1585), Pachomije (1585-1600), I. Roufin (1600-1620), II. Roufin (1620-1650), I. Basile (1650-1680), Vissarion (1680-1692), I. Sava (1692-1697). Coquelle, a.g.e., s. 171-197. 53 BAED 4/2, (2015), 113-135. 121 VAHİT CEMİL URHAN bölgesinde otonom bir hâkimiyetinin bulunduğu ve tüm kabile reislerinin kendisine bağlı olduğu bir sistem kurdu. Vladikalar, bu sistemde de hem dünyevî hem de ruhanî yetkilere sahip oldular.58 I. Danilo iktidara geldiğinde 17. yüzyılın sonuna kadar sık sık karışıklıkların yaşandığı Karadağ’daki Osmanlı hâkimiyeti iyice zayıflamıştı. Karadağ, resmî olarak Osmanlı Devleti’ne bağlı olmasına rağmen fiilen böyle bir durum söz konusu değildi. Bu ortamda vladika olan I. Danilo’nun amacı, Karadağ’ı bağımsızlığına kavuşturmaktı. Vladika olduktan sonra görevini, Osmanlı Devleti tarafından atanan İpek’teki patrik yerine Kutsal Roma-Germen İmparatoru I. Leopold’un çağrısı ile 1690 yılında çok sayıda Sırp ailesi ile birlikte Yukarı Raska’dan Macaristan’a göç etmiş olan Karadağlı Patrik III. Arsenije Crnojeviç’e 1700 yılında Macaristan’da Secuj’da takdis ettirdi.59 I. Danilo’nun vladika olmasından bir süre sonra Osmanlı-Venedik Savaşı sona ermişti. Ancak bu dönemde Karadağ üzerindeki Osmanlı hâkimiyetini tehdit eden yeni bir güç ortaya çıktı. 1700 yılında İstanbul Antlaşması’nı imzalayarak Osmanlı Devleti ile barış yapan Rus Çarı Petro, 18. yüzyılın başlarında tekrar Osmanlı Devleti ile savaşmayı düşündü ve Karadağlılar ile Rumeli’deki diğer Hıristiyanları Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtma politikası izlemeye başladı.60 Rusya’nın Balkanlar’da izlediği yayılma politikasında Karadağ’ın coğrafî konumu sebebi ile ayrı bir önemi vardı. Karadağ’ın dağlık bir coğrafyaya sahip olması ve denizden silah alma imkânına sahip olması, Karadağ’ı zaman içerisinde Balkanlar’daki Rus kışkırtmalarının merkezi haline getirdi.61 Bu ortamda Karadağ’da 18. yüzyıldan itibaren Karadağlılar ile Boşnaklar arasındaki ideolojik ayrışma arttı. Karadağ’daki Hıristiyanlar, Müslümanlardan yerleşim yerleri açısından da ayrıştı. Müslümanlar; Tsetinye, Podgorica, Zabljak ve Bar gibi kaleli şehirlerin etrafındaki düzlüklerde etkiliydiler.62 Karadağlılar, 1702 yılının İsa Yortusu Gecesi’nde Müslümanlara yönelik büyük bir katliam 58 Gölen, “1852-53…”, s. 214. Francis Seymour Stevenson, A History of Montenegro, Jarrold & Sons, Warwick Lane, E.C., London 1912, s. 137-138. 60 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt IV, Bölüm I, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988, s. 72. 61 Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, 1. Baskı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 76-77. 62 Safet Bancoviç, “Müslümanlar’ın Karadağ’dan 19. Yüzyıldaki Göçü”, Muhacirlerin İzinde -Boşnaklar’ın Trajik Göç Tarihinden Kesitler-, (der.) Hayri Kolaşinli, 3. Basım, Lotus Yayınevi, Ankara 2004, s. 16. 59 122 BAED 4/2, (2015), 113-135. KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR) gerçekleştirdiler ve Karadağ’ın tamamına hâkim oldular.63 Bu olaya, “Karadağ Akşam Duası” adı verildi. 1702 yılından sonra Karadağ’ın yüksek yerlerinde Müslüman kalmadı.64 Bu olayın bir mit olduğunu iddia eden Božidar Jezernik, olaydan sonra Karadağ’ın özgür olduğunu ilan etmek isteyen herkesin Çetine’deki kilisede toplandığını belirtmektedir. Jezernik’e göre gerçekliği tartışmalı olan bu olayın, Karadağ’ın bağımsızlık mitolojisinde önemli bir yeri vardır. Bu olay, 1912-1913 Balkan Savaşları’nda bile Karadağlı askerlere örnek bir hareket olarak hararetle anlatılmıştır.65 Hersek Valisi, bu saldırıdan sonra intikam için Karadağ’a asker gönderdi.66 Karadağlılar ile Osmanlı kuvvetleri, aynı yıl Crmnica nahiyesinin merkezi olan Virpazar kasabasının Besaç adı verilen mevkisinde çarpıştılar.67 Karadağ’da Müslümanlara yönelik olarak 1702 yılında gerçekleştirilen saldırıdan sonraki yıllarda da Osmanlı yönetimi ile Karadağlılar arasındaki çatışma devam etti. Vladika I. Danilo, 1706 yılında Çetine’ye bağlı Çuçe köyünün Treşnevo adı verilen mevkisinde Osmanlı ordusunu mağlup etti.68 1709 yılında da Çar Petro ile Vladika I. Danilo arasında Osmanlı Devleti’ne karşı bir ittifak yapıldı.69 Rus Çarı’nın desteğinden cesaret alan I. Danilo, Bosna ve Hersek bölgelerine ve Karadağ’daki Müslümanlara saldırdı.70 Dağda yaşayan Müslümanlar katledildi.71 İslamı seçmiş ve Türkleşmiş olan Karadağlılara yönelik 1709 yılında gerçekleştirilmiş olan bu katliamdan sonra geleneksel Karadağ 63 Mehmed Suphî, a.g.e., s. 14. Metropolit Danilo Petroviç’in yazdığı Isrtazi Poturica (Türkleşenlerden Arındırma) adlı eser, milliyetçi Karadağlılara, Müslümanları yok etmek için rehber olacaktır. Bancoviç, a.g.e., s. 16. 64 Georges Castellan, Balkanların Tarihi, 14.-20. Yüzyıl, (çev.) Ayşegül Yaraman-Başbuğu, 2. Baskı, Milliyet Yayınları, İstanbul 1995, s. 315. 65 Božidar Jezernik, Vahşi Avrupa, Batı’da Balkan İmajı, (ter.) Haşim Koç, (red.) N. Bilge Özel, Birinci Baskı, Küre Yayınları, İstanbul 2006, s. 121-122. 66 Mehmed Suphî, a.g.e., s. 14. 67 Karadağ Coğrafyası, (çev.) Ahmed Tevfik, Mahmud Bey Matbaası, Dersaâdet 1329, s. 15. Eserde, I. Danilo’nun Podgorica yakınında bulunan Seriska’daki kilisede Osmanlı kuvvetleri tarafından esir edildiği bilgisi verilmektedir. Aynı yerde, s. 24. 68 Aynı yerde, s. 9. 69 Bu ittifaktan sonra Rusya’nın Karadağ üzerindeki etkinliği giderek arttı. Rus çarlarının vladikalara para yardımı yapmaları, bölgede Rus nüfuzunun artmasında etkili oldu. Karal, a.g.e., s. 71. 70 Uzunçarşılı, a.g.e., C. IV, Böl. I, s. 72. 71 Tophâneli Kâmil Kapudan, Karadağ, Karadağ Hakkında Baʼzı Maʼlûmatı Şâmildir, Mihran Matbaası, İstanbul 1294, s. 3. BAED 4/2, (2015), 113-135. 123 VAHİT CEMİL URHAN topraklarında Müslüman kalmadı.72 Osmanlı Devleti’nin yaşanan gelişmeler karşısında ciddi bir tedbir almaması üzerine isyan, Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya karşı gerçekleştirdiği 1711 yılındaki Prut Seferi sırasında ve seferden sonra giderek büyüdü ve devlet için önemli bir sıkıntı haline geldi.73 Rus Çarı I. Petro, Prut Savaşı sırasında Karadağlıları Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmaya davet etti. Karadağ’da çıkan isyanı Bosna Valisi Ahmed Paşa bastırdı. Ancak Ahmed Paşa’nın Karadağ’dan ayrılmasından sonra bu defa Venediklilerin tahrikleri ile tekrar isyan başladı. Bosna Valisi Ahmed Paşa’dan kaçarak Venedik’e sığınmış olan I. Danilo, tekrar Karadağ’a döndü. İsyan karşısında nasihatler bir işe yaramayınca, yeni Bosna Valisi Köprülüzade Numan Paşa, 1714 yılında isyanı bastırmakla görevlendirildi. Numan Paşa, Karadağ’a girdikten sonra İşkodra Sancakbeyi ile birleşti74 ve Karadağ’ı baştanbaşa tahrip etti. 1704 yılında imar edilmiş olan Çetine, tekrar harap oldu.75 Osmanlı Devleti, Venedik’e tekrar kaçan I. Danilo’yu Venediklilerden istedi ancak daha önce kendisine iltica edenleri kabul etmeyeceğine dair söz vermiş olan Venedikliler, I. Danilo’yu teslim etmediler. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin 1715 yılında Venedik üzerine düzenleyeceği seferin sebepleri arasında yer aldı.76 I. Danilo, 1717 yılında özerklik şartıyla Venedik hâkimiyetini tanıdığını bildirdi. Venedikliler, I. Danilo’nun isteklerini kabul ettiler ve Osmanlı Devleti’ne karşı ortak cephe açıldı.77 Karadağ’da kabilelerin isteği ve Venedik’in müdahalesi ile 1717 yılından itibaren vladikanın yanına sivil bir idareci olarak vali (guvernador) atanmaya başladı. Siyasî işlerin sorumluluğu valiye bırakıldı. Valiler, Kotor’da oturmaya ve Venedik’ten maaş almaya başladılar. İlk vali olarak Radonjiç ailesinden Vukodin Vukotiç atandı. Ancak vladikalar, valilik kurumunun tesis edilmesinden sonra da ülkenin başındaki en yetkili idareci olarak konumlarını korudular.78 Venedik Cumhuriyeti, 1717 yılında Adriyatik sahilindeki Kotor ve Yeni Hersek (Nova) bölgesine asker çıkararak bölgedeki Karadağlılar ile asi 72 Karatay, “Osmanlı …”, s. 363. Uzunçarşılı, a.g.e., C. IV, Böl. I, s. 72. 74 Aynı yerde, s. 99-100. 75 Darkot, a.g.md., s. 225. 76 Uzunçarşılı, a.g.e., C. IV, Böl. I, s. 100-101. 77 Karatay, “Osmanlı…”, s. 364. 78 Abidin Temizer, Karadağ’ın Sosyal ve Ekonomik Yapısı (1853-1913), Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Danışman: Yrd. Doç. Dr. Mucize Ünlü, Samsun 2013, s. 24-25. 73 124 BAED 4/2, (2015), 113-135. KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR) Arnavutlara silah dağıttı ve Venedik’teki I. Danilo’yu isyan başlatması için Karadağ içlerine gönderdi. Venedikliler, bir yandan söz konusu isyan faaliyetlerini başlatırken diğer yandan da Bar Kalesi’ni kuşattılar. Ancak Kurt Mehmet Paşa karşısında tutunamayarak geri çekildiler. Venedikliler, Bar Kalesi kuşatmasının başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra 24 Temmuz 1718’de Ülgün’ü kuşattılar. Ancak yine bir netice elde edemediler.79 Karadağlılar da Bar ve Ülgün’ün kendilerine kalabileceğini düşünerek söz konusu kuşatmalara katıldılar.80 Karadağ coğrafyasındaki çatışmalar, Osmanlı Devleti’nin Avusturya ve Venedik ile girdiği savaşın bitmesinden sonra sona erdi. Osmanlı Devleti’nin Avusturya ve Venedik ile 21 Temmuz 1718 tarihinde Pasarofça Antlaşması’nı imzalamasından sonra bir süre Karadağ’da çatışma yaşanmadı.81 Karadağ, Pasarofça Antlaşması sonrasında Venedik’e dayanma siyasetini terk etti ve bundan sonra Rusya’nın kısmen de Avusturya’nın yardımına dayalı olan bir dış politikayı benimsedi.82 I. Danilo, 1735 yılında öldü ve yerine yeğeni II. Sava geçti.83 II. Sava, vladika olduktan sonra yönetimde etkili olamadı ve halktan destek görmedi.84 Bu dönemde Karadağ’da tekrar karışıklıklar yaşanmaya başladı. Karadağlıların bir kısmı Türkler ile anlaşmak isterken Venedik ile de yakınlaşmaya çalışıldı ve Rusya’ya yardım için murahhas gönderildi.85 II. Sava, Rusya’nın yardımına özel önem verdi. Rusya’nın söz verip de göndermediği yardımlar sebebi ile üç defa Rusya’ya gitti.86 1736-1739 Osmanlı-Rus-Avusturya Savaşı’nda Karadağlılar ve asi Arnavutlar arasından Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmak için Avusturya ordusuna katılanlar oldu. Söz konusu savaşta Bosna’ya saldıran Avusturyalıları durduran Bosna Valisi Hekimoğlu Âli Paşa, savaş sırasında Karadağlıların çıkardıkları isyanı da kontrol altına aldı.87 II. Sava, Karadağ’ın başına geçtikten bir süre sonra iktidarını Metropolit Vasilije’ye kaptırdı. Vasilije’nin ölümünden sonra 1766 yılında ikinci defa vladika oldu.88 II. Sava’nın ikinci vladikalığı döneminde 79 Uzunçarşılı, a.g.e., C. IV, Böl. I, s. 123-124. Sedes, a.g.e., s. 234., Dip not: 1. 81 Darkot, a.g.md., s. 225. 82 Karatay, “Osmanlı…”, s. 364. 83 Öztuna, a.g.e., s. 60. 84 Karatay, “Osmanlı…”, s. 365. 85 Darkot, a.g.md., s. 225. 86 Karatay, “Osmanlı…”, s. 365. 87 Uzunçarşılı, a.g.e., C. IV, Böl. I, s. 270-277. 88 Coquelle, a.g.e., s. 221. 80 BAED 4/2, (2015), 113-135. 125 VAHİT CEMİL URHAN Karadağ’a tekrar anarşi hâkim oldu ve II. Sava, ilginç bir olay ile tahtını kaybetti. Karadağ’da ortaya çıkan bir Rus, kendisinin 4 yıl önce öldürüldüğü sanılan Çar III. Petro olduğunu iddia etti ve kısa sürede büyük bir taraftar topladı. Halk, yalancı Çar’ı Küçük Stefan (Sćepan Mali) adı ile vladika yaptı. II. Sava, bu durumu kabul etmek zorunda kaldı. Stefan, II. Sava’yı hapsettirdi. Rusya, yaşanan bu gelişmeler sonunda Stefan’ı tanıdı. Osmanlı Devleti, Stefan’ı ele geçirmek için Karadağ’a harekât düzenlediyse de kötü hava şartları ve Rusya ile savaş ihtimâlinin belirmesi üzerine harekâtı durdurdu.89 Karadağ’da Stefan’ın iktidarı ele geçirdiği dönemde dış politikada yaşanan en önemli gelişme, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında savaş çıkmasıydı. Osmanlı Devleti’nin 1768 yılında Rusya’ya savaş açmasında etkili olan gelişmeler arasında Rusların, Karadağlıları isyana teşvik etmesi de yer aldı.90 Çariçe II. Katerina, 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Karadağlıları isyan ettirip, onlara askerî malzeme ve zabitler gönderdi.91 Rusya, bu savaş sırasında Karadağlılara bağımsızlık fikirlerini aşıladı ve daha sonra onları barışa dâhil edeceğini vaad etti. Ancak Fransa ve İngiltere Osmanlı Devleti ile müttefik olduğu için Rusya, bu vaadini yerine getiremeyecektir.92 İsyan eden Karadağlılar, Müslüman köylerine saldırdılar. İsyan, Bosna Valisi Danacı Mehmed Paşa tarafından bastırıldı.93 Stefan’ın iktidarı da savaşın sonunda 1774 yılında yaşanan bir müsâdemede öldürülmesi ile sona erdi.94 Karadağ’da Stefan’ın öldürülmesinden sonra iç karışıklıklar tekrar başladı ve kabileler arasındaki kan davaları canlandı.95 Stefan’dan sonra bir süre Karadağ’da kontrolü sağlayacak etkili bir kişi iktidara gelmedi 96 ve 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı topraklarındaki Ortodoksları himaye etme imtiyazı kazanan Rusya ile Karadağ’ın ilişkileri bozuldu. 1777 yılında Petersburg’a gönderilen Karadağ misyonu, Çariçe Katerina tarafından kabul edilmedi. Venedik ile işbirliği 89 Karatay, “Osmanlı…”, s. 365-366. Uzunçarşılı, a.g.e., C. IV, Böl. I, s. 368. 91 Aynı yerde, s. 377. 92 Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir 13-20, (yay.) Cavid Baysun, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1986, s. 247. 93 Tophâneli Kâmil Kapudan, a.g.e., s. 30. 94 Sedes, a.g.e., s. 234. 95 Karatay, “Osmanlı…”, s. 365-366. 96 Uzunçarşılı, a.g.e., C. IV, Böl. I, s. 617., Dip not: 1. 90 126 BAED 4/2, (2015), 113-135. KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR) yapmaya başlayan Rusya, Batı Balkanlar’daki sorunlara karışmak istemiyordu. Karadağlılar, Avusturya ile yakınlaşma çabalarından da bir sonuç alamadılar.97 Stefan’dan sonra yaşanan iç karışıklıkların ortaya çıkmasında, iki büyük aile olan Petroviçler ile Radonjiçler arasındaki mücadele rol oynamıştı. Stefan’dan sonra Jovan Radonjiç, Venedik ve Avusturya’nın desteği ile vladikalığını ilan etti. Ancak kabile temsilcileri, Petroviç ailesinden I. Petar’ı vladika olarak seçtiler98 ve I. Petar, 1782 yılında Karadağ’ın başına geçti.99 Karadağ Vladikalığı, İpek Patrikliği’nin 1766 yılında kapatılmasından sonra dinî yönden İstanbul Rum Patrikhanesi’ne bağlanmış olmasına rağmen I. Petar, 1784 yılında Karlofça’da Metropolit Putnik tarafından takdis edildi.100 I. Petar, iktidara geldikten sonra sonradan Osmanlı yönetimine de isyan edecek olan İşkodra Sancakbeyi Buşatlı Kara Mahmud Paşa ile uğraşmak zorunda kaldı. Dağılan kabileleri toplayarak Buşatlı Kara Mahmud Paşa ile mücadele etti. Buşatlı Kara Mahmud Paşa’ya karşı yardım istemek için Rusya’ya gitti ancak bir yardım alamadı.101 Buşatlı Kara Mahmud Paşa, I. Petar’ın 1785 yılında Petersburg’da II. Katerina’nın yanında olduğu sırada,102 Karadağ’ın yıllardır Osmanlı Devleti’ne ödemediği cizye borçlarını tahsil etmek için Çetine’ye girdi.103 I. Petar, bu gelişme üzerine ülkesine dönerek Buşatlı Kara Mahmud Paşa’nın kuvvetlerine karşı mücadeleye başlayınca, Buşatlı Kara Mahmud Paşa’nın kuvvetleri çekilmek zorunda kaldı.104 I. Petar, Karadağ’a döndüğünde ülkesinin harabeye çevrildiğini görmüştü ve Karadağ’da kıtlık ve salgın hastalık ortaya çıkmıştı. Karadağlılar, yaşanan bu gelişmelerden sonra 97 Barbara Jelavich, Balkan Tarihi, 18. ve 19. Yüzyıllar, (ter.) İhsan Durdu, Haşim KoçGülçin Koç, Cilt I, Birinci Baskı, Küre Yayınları, İstanbul 2006, s. 95. 98 Karatay, “Osmanlı…”, s. 365-366. 99 Öztuna, I. Petar’ın II. Sava’nın öldürülmesi üzerine vladika olduğu bilgisini vermektedir. Öztuna, a.g.e., s. 60. 100 Stevenson, a.g.e., s. 138,162. 101 Karatay, “Osmanlı…”, s. 366-367. Buşatlı Kara Mahmud Paşa, Karadağlılar üzerine gereksiz sefer düzenlemekle ve Karadağ’a zarar vermekle suçlanmıştır. Tophâneli Kâmil Kapudan, a.g.e., s. 31. 102 Âli Fıtrî, (91-92) Hersek Seferi, 92-293 Osmanlı-Karadağ Seferi ve Hâl-i Hâzır Dârüʼlharekâtı, İkinci Kitâb, Mekteb-i Harbiyye Matbaası, Dersaâdet 1327, s. 20. 103 Özcan, a.g.e., s. 9. 104 Âli Fıtrî, a.g.e., s. 20. BAED 4/2, (2015), 113-135. 127 VAHİT CEMİL URHAN Rusya ve Avusturya’dan yardım istediler.105 Avusturya İmparatoru II. Jozef ile Çariçe II. Katerina, 1786 yılında Vladika I. Petar’ı Osmanlıları Avrupa’dan atmak için mücadeleye davet etti. I. Petar, bu çağrıya olumlu yanıt verdi. Bunun üzerine Avusturya, Karadağ’a asker ve mühimmât gönderdi.106 Karadağlılar, 1787 yılında Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında savaş çıkması üzerine Buşatlı Kara Mahmud Paşa’ya karşı direnmeye başladılar.107 Rusya, Karadağ’ı Avusturya’nın himayesine terk etmişti. Avusturya, Karadağ’ı Osmanlı Devleti’ne karşı bir cephe olarak görüyordu. 1787-1792 Savaşı’nın ilk yılında Karadağlılar ile Avusturyalıların düzenledikleri ortak harekâtlar başarısızlıkla sonuçlandı ve Avusturyalılar, 1788 yılında bölgeyi terk ettiler.108 Bununla birlikte Karadağlılar, 1791 yılına kadar Osmanlı ordusunun 50.000 kişilik bir kısmını meşgul ettiler109 ve Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında 1791 yılında başlayan barış görüşmelerinde Karadağ sorununun da yer alması için çabaladılar. Böyle bir girişimde bulunmalarında İstanbul’dan af dileme düşüncesi etkili oldu.110 Karadağlılar, Ruslardan söz almış olmalarına rağmen111 savaş sonunda 1791 yılında imzalanan Sistova Antlaşması’ndan ve 1792 yılında imzalanan Yaş Antlaşması’ndan bir şey elde edemediler.112 Rusya, barış sürecinde Karadağ’a Avusturya kadar önem vermedi.113 1787-1792 Osmanlı-Rus ve Avusturya Savaşı’ndan sonra da Karadağ’daki karışıklıklar devam etti. Osmanlı yönetimi ile arası bozuk olan Buşatlı Kara Mahmud Paşa, kendisine itaat etmeyen Brda bölgesindeki Piper ve Bjelopavliç adlı Karadağlı kabileleri cezalandırmaya karar verdi ve bu kabilelere yardım etmemesi konusunda I. Petar’ı uyardı. Bu gelişme üzerine 1796 yılında Çetine’de toplanan Karadağ Meclisi (Zbor), Brdalılara yardım etme ve Karadağ’ı Buşatlı Kara Mahmud Paşa’ya karşı savunma kararı aldı.114 Buşatlı Kara Mahmud Paşa, Slatina’da Karadağlılara mağlup oldu ve Krusi (Kruse) Muharebesi’nde öldürüldü.115 Karadağlılar, Buşatlı 105 Karatay, “Osmanlı…”, s. 367. Âli Fıtrî, a.g.e., s. 20. 107 Tophâneli Kâmil Kapudan, a.g.e., s. 31. 108 Karatay, “Osmanlı…”, s. 367. 109 Sedes, a.g.e., s. 6. 110 Karatay, “Osmanlı…”, s. 367. 111 Sedes, a.g.e., s. 6. 112 Castellan, a.g.e., s. 315. 113 Karatay, “Osmanlı…”, s. 367. 114 Aynı yerde. 115 Darkot, a.g.md., s. 225.; Karadağ Coğrafyası, s. 21. Tophâneli Kâmil Kapudan, Buşatlı Kara Mahmud Paşa’nın ölümü ile ilgili olarak 1796 yılındaki Karadağ seferi sırasında 106 128 BAED 4/2, (2015), 113-135. KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR) Kara Mahmud Paşa’nın başını keserek kesik başını, kılıcı ve sarığıyla birlikte Çetine Manastırı’na götürdüler ve burada özel bir ceviz sandıkta muhafaza ettiler.116 Karadağlılar, Buşatlı Kara Mahmud Paşa’nın ölümünden sonra birçok yeri ele geçirdiler. Karadağ’ın yüzölçümü iki katına çıktı.117 Brda bölgesindeki Bijelopavliçi ve Piperi kabileleri, Karadağ’a katıldılar.118 Buşatlı Kara Mahmud Paşa’ya karşı elde edilen zafer, 18. yüzyılın sonunda Petroviç ailesinin Karadağ’daki otoritesini daha da güçlendirdi. Petroviç ailesine mensup vladikalar, 19. yüzyılda modern devlet kurumlarının oluşturulmasına yönelik ıslahatlar yaparak ve Avrupa devletleri ile yeni ittifaklar kurarak Karadağ’ı bağımsızlığına kavuşturdular. Sonuç Osmanlı Devleti, 1479 yılında hâkimiyeti altına aldığı Karadağ’ı iç işlerinde serbest bırakarak vergi almakla yetindi ve Karadağ üzerindeki otoritesini Bosna valileri ve İşkodra sancakbeyleri vasıtasıyla sürdürmeye çalıştı. Osmanlı Devleti’nin Karadağ’a bu serbestlikleri tanımasında, Karadağ’ın dağlık arazisi ve savaşçı insanları sebebi ile tam hâkimiyet kurmanın zor olduğu bir coğrafyaya sahip olması da etkili oldu. Osmanlı Devleti, Osmanlı millet sistemi içinde Ortodoks milletine mensup olan Karadağlıları, Ortodoks kilisesi vasıtasıyla da kontrol etmeye çalıştı ancak başarılı olamadı. Karadağlılar ile Osmanlı yönetimi arasında ilk zamanlardan itibaren bir aidiyet bağı kurulamadı. Osmanlı Devleti’nin Karadağ üzerindeki otoritesi, diğer Balkan bölgelerinde olduğu gibi devletin gücünü kaybetmeye başlaması ile birlikte 17. yüzyıldan itibaren zayıflamaya başladı. Petroviç ailesinin 1697 yılında iktidarı ele geçirmesinden sonra Karadağ’daki Osmanlı hâkimiyeti, 18. yüzyılda daha da geriledi. 17. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti’ne karşı Venedik ile ittifak yapan vladikalar, 18. yüzyıldan itibaren Rusya ve Avusturya ile ittifak yapmaya başladılar. Rusya, Ortodoks kilisesini kullanarak Karadağ üzerindeki nüfuzunu giderek arttırdı. Bu süreçte Karadağ’ın Osmanlı hanesinin gece vakti Karadağlılar tarafından basıldığı ve idam edildiği bilgisini vermektedir. Tophâneli Kâmil Kapudan, a.g.e., s. 31. Ahmed Cevdet Paşa ise Buşatlı Kara Mahmud Paşa’nın Bijelo Pavloviç tarafından idam edildiğini belirtmektedir. Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e., s. 189. 116 Jezernik, a.g.e., s. 146. 117 Ahmed Cevdet Paşa, a.g.e., s. 189. 118 Darkot, a.g.md., s. 225. BAED 4/2, (2015), 113-135. 129 VAHİT CEMİL URHAN hâkimiyetinde kalmasını sağlayan tek güç, İşkodra ve Hersek sancaklarındaki askerî kuvvetleri oldu. Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerinin 19. yüzyılın ortalarından itibaren Karadağ’daki Osmanlı hâkimiyetine son vermeye yönelik politikalar izlemeye başlamalarından sonra 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonunda Karadağ’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. KAYNAKÇA I. ARŞİV BELGELERİ Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) İrâde Hâriciye (İ.HR): 161/8640/2 II. KAYNAK VE TELİF ESERLER ACAROĞLU, M. Türker, Balkanlar’da Türkçe Yer Adları Kılavuzu, 1. Baskı, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2006. AGOVİĆ, Bajro, Islamska Zajednica u Crnoj Gori, Istorijski razvoj i organizacija, Mešihat Islamske zajednice u Republici Crnoj Gori, Podgorica 2007. Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir 13-20, (yay.) Cavid Baysun, 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1986. Âli Fıtrî, (91-92) Hersek Seferi, 92-293 Osmanlı-Karadağ Seferi ve Hâl-i Hâzır Dârüʼl-harekâtı, İkinci Kitâb, Mekteb-i Harbiyye Matbaası, Dersaâdet 1327. BANCOVİÇ, Safet, “Müslümanlar’ın Karadağ’dan 19. Yüzyıldaki Göçü”, Muhacirlerin İzinde -Boşnaklar’ın Trajik Göç Tarihinden Kesitler-, (der.) Hayri Kolaşinli, 3. Basım, Lotus Yayınevi, Ankara 2004. CASTELLAN, Georges, Balkanların Tarihi, 14.-20. Yüzyıl, (çev.) Ayşegül Yaraman-Başbuğu, 2. Baskı, Milliyet Yayınları, İstanbul 1995. 130 BAED 4/2, (2015), 113-135. KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR) COQUELLE, P., Histoire du Monténégro et de la Bosnie depuis les Origines, Éditeur Ernest Leroux, Paris 1895. DARKOT, Besim, “Karadağ”, İslam Ansiklopedisi, Cilt VI, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1967. GÖLEN, Zafer, “1852-53 Karadağ Askerî Harekâtı ve Sonuçları”, History Studies, International Journal of History, Volume 1/1 2009, ss. 212-296. ________,“1862 Karadağ Askerî Harekâtı ve Sonuçları”, Belleten, Cilt LXXV, Sayı 273, Ağustos 2011, ss. 503-543. JELAVICH, Barbara, Balkan Tarihi, 18. ve 19. Yüzyıllar, (ter.) İhsan Durdu, Haşim Koç, Gülçin Koç, Cilt I, Birinci Baskı, Küre Yayınları İstanbul, 2006. JEZERNIK, Božidar, Vahşi Avrupa, Batı’da Balkan İmajı, (ter.) Haşim Koç, (red.) N. Bilge Özel, Birinci Baskı, Küre Yayınları, İstanbul 2006. Karadağ Coğrafyası, (çev.) Ahmed Tevfik, Mahmud Bey Matbaası, Dersaâdet 1329. KARAL, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Cilt VI, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988. KARATAY, Osman, “Ortaçağ’da Karadağ Tarihi”, Balkanlar El Kitabı, Cilt 1, Tarih, KaraM&Vadi Yayınları, Ankara 2006, ss. 140-151. ________, “Osmanlı Hakimiyetinde Karadağ”, Balkanlar El Kitabı, Cilt 1, Tarih, KaraM&Vadi Yayınları, Ankara 2006, ss. 361-370. KARPAT, Kemal H., Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Milliyetçilik, (çev.) Recep Boztemur, 2. Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul 2012. KURAT, Akdes Nimet, Türkiye ve Rusya, 1. Baskı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990. Mehmed Subhi, Karadağ ve Ordusu, Karadağ’ın Ahvâl-i Târihiyye ve Coğrafiyyesiyle Kuvve-i Askeriyyesinden Bâhisdir, 1. Baskı, Kitâbhâne-i İslâm ve Askerî, Tüccârzâde İbrâhim Hilmî, Kostantiniyye 1317. BAED 4/2, (2015), 113-135. 131 VAHİT CEMİL URHAN MILICH, Zorka, A Stranger’s Supper: An Oral History of Centenarian Women in Montenegro, Twayne Publishers, New York 1995. ORTAYLI, İlber, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 38. Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul 2014. ÖZCAN, Uğur, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı-Karadağ Siyasi İlişkileri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2012. ÖZDEM, Ali Gökçen, Karadağ’ın Osmanlı Egemenliğine Karşı Mücadelesi (1830-1878), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Danışman: Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik, Elazığ 2012. ÖZTUNA, Yılmaz, Devletler ve Hânedanlar, Avrupa Devletleri, C. IV, Genişletilmiş 2. Baskı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1996. PEPİÇ, Adnan, “Podgorica’nın Kısa Bir Tarihçesi”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı 18, Ekim 2005, ss. 273-284. PITCHER, Donald Edgar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihsel Coğrafyası, (çev.) Bahar Tırnakcı, 1. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999. POPOVIC, Aleksandre, Balkanlar’da İslâm, (çev.) Komisyon, İnsan Yayınları, İstanbul 1995. ROBERTS, Elizabeth, Realm of the Black Mountain, A History of Montenegro, First Edition, Cornell University Press, New York 2007. SEDES, İ. Halil, 1875-1878 Osmanlı Ordusu Seferleri, 1876-1877 OsmanlıKaradağ Seferi, Askerî Matbaa, İstanbul 1936. STEVENSON, Francis Seymour, A History of Montenegro, Jarrold & Sons, Warwick Lane, E.C., London 1912. Şemseddin Sami, Kamûs-ül aʼlâm, Cilt V, Mihran Matbaası, İstanbul 1314. TAŞTAN, Yahya Kemal, “Balkanlar’da Ulusçuluk Hareketleri”, Balkanlar El Kitabı, Cilt 1, Tarih, KaraM&Vadi Yayınları, Ankara 2006, ss. 413-446. 132 BAED 4/2, (2015), 113-135. KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR) T.C. Podgorica Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği, Karadağ’ın Genel Ekonomik Durumu ve Türkiye İle Ekonomik-Ticari İlişkileri 2010-2011 Yılı, Haziran 2011. TEMİZER, Abidin, Karadağ’ın Sosyal ve Ekonomik Yapısı (1853-1913), Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Danışman: Yrd. Doç. Dr. Mucize Ünlü, Samsun 2013. Tophâneli Kâmil Kapudan, Karadağ, Karadağ Hakkında Baʼzı Maʼlûmatı Şâmildir, Mihran Matbaası, İstanbul 1294. UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Cilt III, Kısım I, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988. ________, Osmanlı Tarihi, Cilt IV, Bölüm I, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1988. BAED 4/2, (2015), 113-135. 133 VAHİT CEMİL URHAN EK-1. Karadağ’ın Katunska, nahiyelerinin sınırları1 1 Crnica, Ljeşenska ve Rijecka BOA, İ.HR., 161/8640/2. 134 BAED 4/2, (2015), 113-135. KARADAĞ’DA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN ZAYIFLAMASI (17. ve 18. YÜZYILLAR) EK-2. Vladika I. Petar2 2 Elizabeth Roberts, Realm of the Black Mountain, A History of Montenegro, First Edition, Cornell University Press, New York 2007, s. 144. BAED 4/2, (2015), 113-135. 135 Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015, ss. 137-157. REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?” Özkan ÜNAL “The future of the Federation lies in Mostar. If the international community can successfully unite Mostar, then the Federation will function.” (International Crisis Group) ABSTRACT In the last decade of 20th century, along with the dissolution process of Yugoslavia, constituent states of Federation have witnessed inter-ethnic conflicts. However, the most violent clashes took place in Bosnia and Herzegovina (19921995). This study intends to discuss the Bosniak-Croat conflict in Mostar in a specific way. Mostar -is located on the Neretva River in shoutern Bosnia and Herzegovina and -has a peculiar characteristic in terms of its population structure. During the conflicts in Herzegovina region, the city of Mostar was besieged firstly by Serbs then Croats. In the wake of these inter-ethnic conflicts, the city was divided into two parts. Today, the eastern side of Mostar is predominantly Bosniac, while the western side of the city is predominantly Croat. In this context, this study basically aims to dwell on; firstly reunification attempts that have been implemented by the international communities so far, and secondly the present situation in Mostar. KeyWords: Mostar, Ethnic Conflict, Divided Cities, Reunification of Mostar, Reunification Initiatives. MOSTAR’IN YENİDEN BİRLEŞMESİ: “BİR UMUT VAR MI?” ÖZET 20. yüzyılın son on yılında, Yugoslavya’nın dağılma süreciyle birlikte, Federasyon’u oluşturan devletler etnik gruplar arası çatışmalara sahne oldu. Ancak, en şiddetli çatışmalar Bosna Hersek’te meydana geldi (1992-1995). Bu çalışma Attache at Turkish Consulate General in Mostar, MA student at Social and Political Sciences, International University of Sarajevo, e-mail: ozkan.u@hotmail.com. 137 ÖZKAN ÜNAL spesifik olarak Mostar’daki Boşnak-Hırvat çatışmasını ele almayı amaçlamaktadır. Mostar, güney Bosna Hersek’te Neretva nehri üzerinde bulunmaktadır ve nüfus yapısı açısından kendine has bir karakteristiğe sahiptir. Hersek bölgesindeki çatışmalar süresince Mostar şehri önce Sırplar sonra Hırvatlar tarafından kuşatılmıştır. Etnik gruplar arasındaki bu çatışmaların ardından şehir iki parçaya bölünmüştür. Bugün, şehrin batı bölümü ağırlıklı olarak Hırvat iken, Mostar’ın doğu bölümü ağırlıklı olarak Boşnak’tır. Bu bağlamda, çalışma temel olarak; öncelikle şimdiye kadar uygulanan yeniden birleştirme çalışmaları, ikinci olarak da Mostar’daki mevcut durum üzerinde durmayı hedeflemektedir. Anahtar Kelimeler: Mostar, Etnik Çatışma, Bölünmüş Şehirler, Mostar’ın Yeniden Birleştirilmesi, Yeniden Birleştirme Çalışmaları. Introduction The study of divided/contested cities has become a recent phenomenon for both social scientists and urban planners. To date, the majority of the literature in these fields deals with the cities that have been divided due to inter-ethnic conflicts or wars, and their subsequent social and urban rehabilitation, such as Nicosia, Cyprus; Jerusalem, Palestine; Beirut, Lebanon; Belfast, Northern Ireland; and Mostar, Bosnia and Herzegovina. In this regard, this study specifically aims to concentrate on the City of Mostar. Placed in the heart of Herzegovina, Mostar is one of the most interesting cities in the region, in terms of culture. When the city was under the rule of Socialist Federal Republic of Yugoslavia (SFRY) until the last decade of 20th century, Mostar was labeled as a symbol of brotherhood and unity (bratstvo i jedinstvo) by Tito, because of its multi-ethnic and multireligious composition. As a microcosm of Bosnia and Hercegovina Mostar had functioned peacefully with its Bosniak, Serb, Croat and other minor group residents (Jews, Roman, etc.) for centuries, until the ethnic conflicts erupted throughout BiH in 1992. During the fragmentation of Yugoslavia, Bosnia and Herzegovina one of six constituent republics of the Yugoslav Federation- was faced with the bloodiest conflicts for the sake of its independence. The eastern part of country, Bosnia region, was the first target of Serbian attacks, while the southern part, Herzegovina region was the second. In the Herzegovina region, the theater of war was Mostar, that saw two sieges and attacks, one 138 BAED 4/2, (2015), 137-157. REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?” by Serbs and the other by Croats. As a result of these two attacks, the city of Mostar was devastated and 70% of the city was ruined. On the other hand, after the conflicts, the population structure of the city changed dramatically. While before the war, the city population of Mostar was made up by Bosniaks, Croats and Serbs, in the present day, Mostar is split in half between Bosniaks and Croats, who constitute the vast majority of the population. Currently, almost all Croats live in the western part of the city, while majority of Bosniaks live in the eastern part. The psychological border lies through the Boulevard that was accepted as the frontline during the Bosniak-Croat conflict. Today’s division -without a physical border- is a corollary of the Bosniak-Croat battle. In retrospect, Mostar was one of the most beautiful Yugoslavian city in which people from different ethnic backgrounds, cultures and religions had lived peacefully for hundreds of years. Besides, particularly during the Yugoslavian period, Mostarians enjoyed high standard of life conditions thanks to a broad range of industrial and agricultural activities and military bases. However, presently Mostar faces many economic challenges and high rate of unemployment. Being among the divided/contested cities makes Mostar a subject for lots of studies in the field of political science, urban and regional planning, social psychology and so on. As mentioned at the very begining of study, divided cities such as Belfast, Beirut, Jerusalem, Mostar, Nicosia and others were analyzed in the case studies by the prominent scholar Scott A. Bollens. Each of these cities have peculiar characteristic in terms of their population structures, political governances, current daily life conditions and division ways, and they were categorized into 4 groups by Bollens; Active Conflict (Jerusalem) Suspension of Violence (Nicosia, Mostar) Movement Toward Peace (Belfast, Sarajevo) Stability/Normalcy (Johannesburg, Barcelona) As seen above, Mostar stands in the category of suspension of violence and according to his approach, this category includes the cities in which there is tenuous cessation or suspension of urban strife but not much more. A city is marked more by the absence of war than the presence of peace. After the ending of overt conflict, there will likely remain deep BAED 4/2, (2015), 137-157. 139 ÖZKAN ÜNAL segregation or partitioning of ethnic groups in the city, local politics may persist in parallel worlds, and there may still be tension on the streets. This is because the legacies of overt conflict live on far past the duration of open hostilities themselves. In those cities, however, this potential for inter-group differences to inflame violent actions is lessened somewhat due to a negotiated agreement between nationalist elites and/or intervention by a third-party mediator. Although this is a significant advance, suspension of overt conflict is only a starting point in urban peace-building and requires important steps in the future that bring positive changes to a city in the forms of tolerance, openness, accommodation, and democratic and open participation. Without these movements toward peace on the ground, a city will stagnate and be vulnerable to regressive violent and political acts.1 As mentioned above, Mostar is a city in which inter-ethnic conflicts were suspended and has a peaceful atmosphere for the time being, however, simultaneously an ethnically partitioned city. So, which expression should be used to specify the current situation of Mostar? Divided, polarised, contested or violent. Actually there is a terminologically richness in that field and it is needed to use proper definition for Mostar. Moser and McIlwaine clarified the scope of these labels in their book; Encounters with Violence in Latin America: Urban Poor Perceptions from Columbia and Guatemala. They claim that labels such as divided, polarised, contested and violent must not be used without clear definitions. Each of these terms alludes to difficult urban circumstances, but they place emphases on differing dimensions along which cities, and their societies, can fragment. In addition, some terms are used to describe different environments at different times. For example, cities are described as divided in numerous contexts, including North American cities segregated by race, ethnicity, and class. At other times, divided alludes to more extreme circumstances of political division and contestation. Further thickening the definitional quagmire is the prevalence of urban violence across many parts of the world-such violence can be attributed to social factors (motivated by a 1 Scott A. Bollens, “Comparative Research on Contested Cities: Lenses and Scaffoldings”, Crisis States Working Papers Series No. 2, Crisis States Research Centre, London 2007, pp. 14-15. 140 BAED 4/2, (2015), 137-157. REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?” desire to get or keep social control), economic (motivated by material gain), and/or political (motivated by the desire to hold political power).2 All in all, the city of Mostar has many reasons to be labeled as a divided city; such as ethnically divided Bosniac and Croat communities, the presence of dual/mono- ethnic institutions, the politic contestation between the Bosniak and Croat politicians and limited interaction between the divided communities. In this context, it can be defined as a divided city. In the light of aforementioned datum, the main purpose of this article is to analyze the recent situation in Mostar in terms of social and political dynamics of the city. However, on the other hand, in order to understand the current conditions of Mostar, it is needed to grasp the historical process as well as the causes and effects of the division. Therefore, firstly this study will provide adequate information about Mostar’s past and present. In this context, in the first part of article, major factors, that underlie the present polarization of the city, will be dwelled on; and second part will mainly be based on reconciliation and reunification initiatives that were carried out by the international mediators. Additionally, the current situation in the city and relations between the divided communities, that is based on authors’s own observations, will be given in this article. All in all, at the end of this study the answer of following question will be sought: “Is there a hope for Mostar?” 1. War, Destruction and Division In March 1992, shortly after Bosnia and Herzegovina declared its independence from Yugoslavia, Bosnian Serbs -backed by the Yugoslav National Army (Jugoslovenska Narodna Armija- JNA)- launched an offensive in eastern Bosnia. The war quickly spread to Mostar. The JNA first bombarded City of Mostar on April 3rd, 1992 and over the following weeks, gradually established control over large portions of the City. The siege lasted for three months. JNA’s heavy shelling damaged or destroyed a number of civilian objects and resulted in a mass killing of thousands of innocent civilians. 2 For more information please see Caroline Moser and Cathy McIlwaine, Encounters with Violence in Latin America: Urban Poor Perceptions from Columbia and Guatemala, Routledge, London 2004. BAED 4/2, (2015), 137-157. 141 ÖZKAN ÜNAL On June 12th 1992, the ABiH (4th Corps of Army of Bosnia Herzegovina) and HVO (Hrvatsko Vijeće Obrane/Croatian Defence Council supported by HOS - Hrvatske Obrambene Snage/Croatian Defence Forces paramilitary from Croatia) amassed enough weaponry and manpower to force the JNA troops out of Mostar. After the JNA was driven out, the heavily armed, Croatia funded Bosnian-Croat forces (HVO) turned their guns to their allies, the Army of Bosnia and Herzegovina, with the hope of capturing the whole city in the light of Bosnian Croat secessionist campaign. The campaign resulted in a deeply rooted division of the city of Mostar into West Mostar (run by HVO and Army of Republic of Croatia) and the East Mostar (maintained by the Government of Bosnia Herzegovina). The Muslim-Croat war for Mostar erupted one night in the early summer of 1993, climaxing months of rapidly escalating tensions. According to a Bosniak soldier, the atmosphere in the city resembled a tinderbox in those last days of ‘peace’, and gunmen from both sides had already taken up positions on either side of the Boulevard in anticipation of an imminent outbreak of fighting. His position on the side of the Boulevard closer to the Neretva faced Croat positions on the other side of the wide street. That night, according to his account, Croat militiamen holed up in the gymnasium building just across the Boulevard from his position brought a 17 year-old Bosniac schoolgirl abducted from west Mostar to the school. They then apparently gang-raped her before throwing her out of a top-floor window. The absolute stillness and silence for a few minutes after the girl’s screaming ended. Then heavy firing broke out from both sides of the Boulevard.3 The conflict between Bosniaks and Croats lasted for two years and the cost of war for Bosniak Muslims was incomparably higher than for the other Mostarians (Croats and Serbs). Because they were jammed in the middle of heavy bombardment from west by Croats and from east by Serbs. As a consequence of these attacks, thousands of Bosniaks were killed or displaced. Muslims were assembled in detention camps, put on buses to leave the area, or subsequently expelled to the ghetto on the east side, which Croats then bombarded from previosly prepared artillery positions. The 3 Sumantra Bose, Bosnia After Dayton: Nationalist Partition and International Intervention, Hurst and Co., London 2002, pp. 103-104. 142 BAED 4/2, (2015), 137-157. REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?” Muslim population was surprised and obviously unprepared. They had no army and indeed the JNA had contained very few Muslim officers. Nonetheless, a rag-tag citizens’ army made a stand in the east, and despite their overwhelming superiority in men, materials and positions, the Croats were unable to defeat it. The war was a close-fought affair, street by street, building by building. The Croat army used its Muslim civilian prisoners as a human shield in their trenches.4 The Muslims were starving, without power or water, living in the cellars of ruined buildings, and emerging at night when the snipers could not see them. It was reported that some snipers were mercenaries, and some of them British. About 2000 people were killed (although doctors, working in appalling conditions on the east side, performed 600 operations with little equipment and few drugs).5 In the course of conflict, since all the resources of humanitarian needs were destroyed, the only supplier of water was Neretva for the Muslims. They used the river to provide potable water and bath. However, the snipers, who took position around the river, were trying to shoot them. As mentioned above, only at certain times it was possible to have water for needs. The Bosniaks controlled the east bank of the town and a slice of the west bank -roughly 2,5 km. long and 1 km. deep- encompassing the west bank neighbourhoods of Donja Mahala, Stari Grad (The Old Town, which spills over on to the eastern bank) and Cernica. 4 John Yarwood, Rebuilding Mostar: Reconstruction in a War Zone, Liverpool University Press, Liverpool 1999, p. 4. 5 Ibid., p.4. BAED 4/2, (2015), 137-157. 143 ÖZKAN ÜNAL Figure 1: 1994 Map of Mostar Showing the Division of the City along the River and the Boulevard (Source: Map courtesy Z. Bosnjak, urban planner, Grad Mostar). The Muslim forces in Mostar had been practically besieged, with only one tenuous supply line running across mountain tracks to the nearest Armija base in Jablanica, located 45 km. north in the direction of Sarajevo 144 BAED 4/2, (2015), 137-157. REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?” (the Mostar-Jablanica stretch of the M-17 road that snakes alongside the Neretva was unusable for supply purposes during the fighting because it was directly exposed to Croat guns from the mountains to one side, and less directly also to Serb artillery located some distance to the east). They had nonetheless managed to withstand an devastating all-out assault by an enemy with an overwhelming superiority in heavier weapons and numerous unimpeded supply routes, liberally aided by units and equipment of the army of Croatia (HV).6 By the time the fighting ended in Mostar in 1994, 2,000 persons had been killed, 26,000 displaced, over 5,000 buildings damaged or ruined, all 10 bridges destroyed (nine by the Serbs) and the urban infrastructure shattered. Muslim east bank of Mostar had suffered the greatest destruction, along with the central core of the city – the area around the Boulevard. Historic monuments, religious buildings and cultural symbols were apparently deliberately targeted.7 Although the extent of destruction in the eastern part of Mostar was tremendous, demolition of Old Bridge (Stari Most) was the most harrowing point for Bosniak Muslims. It was targeted for days and on November 9, 1993, the most important and remarkable symbol of cosmopolitan Mostar and Ottoman heritage, the Old Bridge, was destroyed by Croatian tank shell. Not only the bridge that connected both side of Neretva, but also the bridge between two communities (Bosniaks and Croats) was destroyed by this attack. The costs of violence and separation between the rival ethnic groups in Mostar are more neatly calculated in material terms. The physical destruction or inaccessibility of many schools, offices, homes, factories, and public infrastructure in Mostar during the course of hostilities left its citizens in the eastern sector struggling for bare survival and economic life in the western sector dominated by illicit trade. Thousands of Bosnians forced to abandon surrounding villages arrived in the city, occupying empty apartments and straining the already overburdened infrastructure.8 6 Bose, pp. 104-105. Scott A. Bollens, Cities, Nationalism and Democratization, Routledge 2007, p. 171. 8 Jon Calame and Amir Pasic, “Post-conflict Reconstruction in Mostar: Cart Before the Horse”, Divided Cities/Contested States Working Paper, No. 7, 2009, p. 6. 7 BAED 4/2, (2015), 137-157. 145 ÖZKAN ÜNAL The conflict between Bosniaks and Croats was ended by the signing of Washington Peace Agreement on 1st March, 1994, which established the Federation of Bosnia and Herzegovina (FBiH). Based on the peace agreement, FBiH was divided into ten cantons by the Law on Federal Units (Cantons) in June 1996.9 Besides Mostar was established as a joint Bosniak– Croat city and the capital of the mixed Croat-Bosniak Herzegovina–Neretva canton.10 The composition of Mostar’s population has changed drastically as a consequence of the war. While the population was made up of 35% Muslims (Bosniaks), 34% Croats, 19% Serbs and 12% others (including those who identified themselves as Yugoslavs) before the war; presently Mostar is split in half between Croats and Bosniaks, who make up the vast majority of the population.11 However, prior to conflict, about 6000 Croats lived among the east bank’s nearly 30.000 residents. At least 15.000 Bosniaks were among the 45.000-plus on the west bank. Large minorities of Serbs were spread across both sides of the city.12 In the present day, according to the census, which was held in 2013 throughout BiH, the total population of Mostar is 113.169.13 However, there is no official information regarding the certain numbers of Bosniacs, Croats and Serbs who compose the population of the city. But, it is said that more than 50% Croats, approximately 45% Bosniacs and 4-5% Serbs and others live in Mostar for the time being. The main reason that underlies the alteration of population structure is the migration of significant number of Croats from central Bosnia to Herzegovina region but particularly to around and in Mostar. On the other hand, simultaneously many Bosniaks fled or were forced to leave the city during the conflict. 9 Bosnian Podrinje Canton, Canton 10 (Livno), Central Bosnia Canton, Herzegovina-Neretva Canton, Posavina Canton, Sarajevo Canton, Tuzla Canton, Una-Sana Canton, WestHerzegovina Canton, Zenica-Doboj Canton. 10 Florian Bieber, “Local Institutional Engineering: A Tale of Two Cities, Mostar and Brcko”, International Peacekeeping, Vol.12, No. 3, 2005, p. 422. 11 Monika Palmberger, “Renaming of Public Space: A Policy of Exclusion in Bosnia and Herzegovina”, MMG Working Paper, 2012, p. 11. 12 Bose, p. 100. 13 This data indicates the official preliminary results that published by Agency for Statistics of Bosnia and Herzegovina (Agencija za Statistiku Bosne i Herzegovina). The final results of census shall be published the latest up to 1 July 2016 by the mentioned institution. 146 BAED 4/2, (2015), 137-157. REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?” After the conflict most of Bosniaks and Croats sold or exchanged their homes. This situation, dramatically contributed to creation of a divided Mostar. Namely, while the majority of Bosniaks settled down in the eastern side of city, Croats located in the western part. As for Serbs, the third major population of the city before the conflict, most of them sold their homes and did not return to Mostar. Only a few thousands of Serbs turned back to the city. Figure 2: Present Demographic Division of Mostar (Source: Jon Calame and Amir Pasic). BAED 4/2, (2015), 137-157. 147 ÖZKAN ÜNAL Today, the lives of most Bosniaks and Croats are still separated. If they do not actively seek to interact with one another, Bosniaks and Croats actually share little time with their national counterparts: Bosniak and Croat children attend different schools, teenagers go to different universities, adults have separated workplaces and leisure time is predominantly spent on “one’s own” side of the city. Only a small number of people still maintain friendships with pre-war friends of a different nationality and for them even the nature of their relationships has often changed.14 Moreover, currently, health care facilities, culture centers and sport clubs, which are the main places for a society to come together and communicate, are separeted, as well. For instance, there are two football clubs in Mostar, one is Bosniak football team, Velez; and the other one is Croatian football team, Zrinjski. The tension is always very high during the matches between these two clubs due to nationalist ovations and attitudes by the extremist fans. They provoke each other and regard the matches as a struggle rather than a sporting activity. Usually this rivalry results in physical violence, fighting or injuries. As mentioned above, the city of Mostar is still a divided city in terms of every single aspect of the daily life. This division and high tension also cause some cases of violence between the Bosniak and Croatian communities. On 26 April, 2015, early in the morning, while a group of young Croats were passing over Musalla square, in the east side of the city, they encountered with Bosniaks who were waiting at the bus station. They provoked and attacked each other and two Bosniaks were badly injured. In addition, almost a month later, on 22 May, after their graduation ceremony, Croatian students started to exclaim on the Boulevard -frontline during the conflict- saying “Old Bridge does not exist any more, Ustashas15 destroyed 14 Palmberger, p. 13. Ustasha, also spelled Ustaša, is the Croatian fascist movement that nominally ruled the Independent State of Croatia during World War II. In 1929, when King Alexander I tried to suppress the conflict between Croatian and Serbian political parties by imposing a personal dictatorial regime in Yugoslavia, Ante Pavelić, a former delegate to Parliament and an advocate of Croatian separatism, fled to Italy and formed the Ustaša (“Insurgence”) movement. Dedicated to achieving Croatian independence from Yugoslavia, the ustaše modeled themselves on the Italian Fascists and founded terrorist training centres in Italy and Hungary. Encyclopedia Britannica [Avaliable at: http://www.britannica.com/EBchecked/topic/620426/Ustasa Accessed 15.05.2015] For more information about Ustasha please see; Irina Ognyanova, “Nationalism and National Policy in 15 148 BAED 4/2, (2015), 137-157. REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?” it”. Inherently, as a consequence of this provocation, they attacked each other again. In short, although 20 years have passed since the end of conflict, it seems that Mostarians need more time –if they have- to eradicate the traces of conflict not only in the city but also in their minds. 2. Reunification of Mostar? In the war-torn Mostar, particularly in the first decade after the conflict, in terms of providing political and social reunification, many attempts have been made by international organizations. These reconciliation and reunification initiatives can be classified under three main topics: the EU administration (1994-1996), Interim Statute (1996-2003) and reconstruction of Old Bridge (1997-2003). After the signing of Washington Agreement in 1994, the armed conflict between Bosniaks and Croats in Mostar came to end. Since the city was polarized as Bosniak and Croat parts after the conflict and because of high sensitiveness of the city administration issue, contracted parties agreed on assignment of European Union as the responsible for city governance for two years. Shortly after, on 5 July, 1994, European Union Administration of Mostar (EUAM) was established by another agreement in Geneva, Switzerland. The EUAM therefore worked in collaboration with local parties to overcome the present division of Mostar, and to create a suitable climate that could lead to a cornmon administration of a multi-ethnic city, the holding of democratic elections (before the end of the EUAM's mandate), and a return to normal life for all of its citizens. The main criteria considered in the EUAM strategy document to be fundamental to the concept of a unified city included: a population willing to live under a common set of rules, a central municipal authority acceptable to the population, a common legal framework and guaranteed rights for all citizens, a common public service, tax system, and police force, and most importantly freedom of Independent State of Croatia (1941–1945)”, IWM Junior Visiting Fellows Conferences, Vol. 6, Vienna 2000. BAED 4/2, (2015), 137-157. 149 ÖZKAN ÜNAL movement for all citizens residing in the city.16 Besides, the EUAM’s goals also included establishing security, facilitating the return of refugees and displaced people and restitution of essential services in the city.17 Two years later, in March of 1996, as the EUAM’s mandate neared its end, the Interim Statute18 of the City was reached as a temporary solution for the self governance of Mostar. With this Statute, the de facto division of Mostar into Croat and Muslim (Bosniak) sides that had occurred during the war was institutionalized in the city’s post-war government. Seven largely autonomous municipal districts were established within the city, three in the west with Croat majorities, three in the east with Muslim (Bosniak) majorities and a small jointly controlled Central Zone.19 At the city level, the Interim Statute provided for a city council with equal numbers of Bosniak, Croat and “other” councillors (16 members from each group). There were to be a mayor and deputy mayor (who would take turns occupying each other’s office) and a small city administration. The city was intended to exercise sole competence in the spheres of finance and tax policy, urban planning, infrastructure, economic policy, and public transport, including the city’s railway station and airport. The mayor was empowered to set up departments to manage these five fields of activity. All other responsibilities were left to the six city-municipalities.20 16 Official Journal of the European Communities, C 287, Vol. 39, 1996, pp.2-3. Yarwood, p.7. 18 Interim Statute of the City of Mostar was signed in Rome, Italy, in 1996. By signing the Rome Agreement on 18 February 1996 the parties agreed to support the process of unifying the City of Mostar, and to adopt the EU’s plan for reform and reconstruction. The issues addressed in the Agreement included a commitment to return, the development of a unified police force and the delimitation of the Central Zone. The Interim Statute was adopted on 7 February 1996, and viewed as an important transitional stage in the development of Mostar; as an interim, and therefore temporary, arrangement to ensure the basic administration of the City and government services while a permanent legal structure was negotiated, drafted and adopted. Six municipal districts, or “City-Municipalities,” were established through the adoption of the Interim Statute: Mostar South, Mostar South-West, Mostar West and Mostar South-East, Mostar North and Stari Grad (Old Town). The Central Zone in the middle of the traditional commercial and tourist centre of the city was to be administered directly by a City-wide administration. (Available at: http://www.ohr.int/decisions/mohncantdec/default.asp?content_id=31707). 19 Emily Gunzburger Makaš, “Mostar’s Central Zone: Battles over Shared Space in a Divided City”, Urban Conflicts: Ethno-Nationalist Divisions, States and Cities, Queen’s University, Belfast 2011, p. 1. 20 ICG Euro Report, Building Bridges in Mostar, No:150, Sarajevo/Brussels 2003, p. 2. 17 150 BAED 4/2, (2015), 137-157. REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?” Figure 3: Boundaries of Central Zone (Source: Emily Gunzburger Makaš) It was the Central Zone that was the biggest innovation and most contentious issue of the Interim Statute for the former warring parties. In order to solve the city’s wartime communal partition and to terminate BAED 4/2, (2015), 137-157. 151 ÖZKAN ÜNAL nationally divided administrations on the opposite banks of the Neretva (three Bosniak municipalities on the east bank and three Croat municipalities on the west bank) the Central Zone was designed, and was accepted as a step on the way of a unified, single city administration.21 The EUAM sought ways of unification for the divided communities in the post-war Mostar, by enacting the Interim Statute. Thus, a neutral, symbolic area was formed to engender the reunification of divided parts of the city. The Central Zone was planned as an encounter place to band together Croats and Bosniaks. That was the first and most important goal of this neutral zone. Besides, the Central Zone was thought to be the cultural and commercial centre of Mostar including public parks, cultural centers, residential and office complexes where the people would conduct their daily business. The Central Zone represents the only part of the city of Mostar to be managed exclusively by the joint city administration and is therefore the symbol and key to a unified and multiethnic Mostar. However, the HDZ (Crotian Democratic Union-Hrvatska Demokratska Zajednica) has actively obstructed the establishment of all institutions with competencies over this zone (courts, police, housing office, revenue collection, and special voting procedures) arguing that the canton or neighbouring municipalities should cover such areas in the central zone. The HDZ also disrupts the normal functioning of the Central Zone by blocking the establishment of any institutions with specific administrative jurisdiction there. This includes blocking the establishment of an office for processing claims for return of property within the Central Zone, of a Central Zone Court and Prosecutor’s Office, and of a system for collecting revenues in the Central Zone.22 In the overall HDZ’s Mostar strategy, weakening the central zone and city administration is complemented by the exclusion of Bosniaks from the municipal institutions in Croat majority municipalities.23 Mostar was governed and administratively organized according to the temporary solution reached in Rome in 1996 until a new city statute was finally implemented in 2004. In mid-2003, drafting this new statute and reunifying Mostar became one of the top four priorities of High 21 Ibid., p. 2. ICG Balkans Report, Reunifiying Mostar: Opportunities for Progress, No: 90, Sarajevo/Washington/Brussels 2000, pp. 43-45. 23 Ibid., p. 45. 22 152 BAED 4/2, (2015), 137-157. REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?” Representative Paddy Ashdown.24 Following months of discussion, the High Representative supported the idea of assisting in the establishment of a multiethnic, cross-party commission that would include representatives from all of the levels of government that may be called on to make changes to their legislation or constitutions. This Mostar City-based commission, nominated by the Mostar Mayor and Deputy Mayor and appointed by the City Council on 15 April, met 15 times from April through July to discuss necessary reform. During the process, the OHR and OSCE served as the secretariat of the commission, leaving the commission members fully responsible for the negotiations.25 Although this commission agreed on many issues, it was not able to end the negotiations succesfully. Therefore, in that conjuncture, it was inevitable to establish another commission and maintain the process. Subsequently, on 17 September 2003, under the auspices of OHR, the Commission for Reforming the City of Mostar was established including 12 members, 6 representatives of political parties (Bosniak and Crotian politicians), up to 5 experts and a Chairman (appointed by The High Representative). The work of Commission lasted for three months and the Interim Statute was ended by the new statute declared by HR Paddy Ashdown in January, 2004. In accordance with the new regulations, six municipalities were converted to voting districts within a single municipality. A single and unified city budget, where all revenues (fees, tax revenues, non tax revenues and capital revenues) and expenditures would be presented, was formed. Besides, the new statute regulated the right and obligation to decide on the interests and needs of the City of Mostar, the scope of local selfgovernment, organisation, financing of the city, as well as other issues, rights, obligations and responsibilities referring to the city. 24 Makaš, p. 15. Office of the High Representative (OHR), Commission for Reforming the City of Mostar, Mostar 2003, p. 56. The Office of the High Representative (OHR) is an ad hoc international institution responsible for overseeing implementation of civilian aspects of the Peace Agreement ending the war in Bosnia and Herzegovina. The position of High Representative was created under the General Framework Agreement for Peace in Bosnia and Herzegovina, usually referred to as the Dayton Peace Agreement, that was negotiated in Dayton, Ohio, and signed in Paris on 14 December 1995. The High Representative is working with the people and institutions of Bosnia and Herzegovina and the international community to ensure that Bosnia and Herzegovina evolves into a peaceful and viable democracy on course for integration in Euro-Atlantic institutions. 25 BAED 4/2, (2015), 137-157. 153 ÖZKAN ÜNAL Once and for all, the rebuilding of Old Bridge is another reunification initiative implemented by the international organizations. The symbolic unification of divided sides of Mostar seemed to be a big step in the reconciliation process by the international community. Because it was beyond reconstructing an ordinary structure that was destroyed during the war. Therefore, thousands of people, including ministers, prime ministers, presidents and representatives of international organizations attended the opening ceremony of the Old Bridge. The World Bank and UNESCO, along with the local authorities, launched a joint appeal for the reconstruction of the Stari Most, which generated international support, with donor organizations and countries answering the call. The World Bank was responsible for the financial aspects of the project in conjunction with the City of Mostar, while UNESCO managed the technical and scientific coordination. Two smaller organizations, the Aga Khan Trust for Culture and the World Monuments Fund, provided critical support in implementing the project and reconstructing other historically and socially significant buildings in the historic city26. Funding for the reconstruction initiative was provided by several foreign governments, including the European Union, Crotia, the Netherlands, Turkey and Italy. International peacekeeping troops from Hungary contributed to the project by providing divers to scour the riverbed and retrieve fallen pieces of the bridge. Overall, the World Bank evaluated the reconstruction of the bridge to be a success in having achieved the original objective of improving “the climate for reconciliation among the peoples in Bosnia and Herzegovina through recognition and rehabilitation of their common cultural heritage in Mostar”.27 Due to its historical and emblematic significance, reconstructing the Old Bridge was more than constructing an ordinary bridge that had collapsed during the conflict. Therefore it was considered as a big step on the process of social reunification by the international community. Actually, the rebuilding Old Bridge has contributed to the reunification process to 26 UNESCO, “Stari Most: Rebuilding More Than a Historic Bridge in Mostar”, Museum International (Quarterly Published Journal), No.224, Blackwell Publishing, 2004, pp. 9-11. 27 The World Bank Implementation Completion Report, Report No: 32713, 2005, pp. 5-8. Available at: http://documents.worldbank.org/curated/en/2005/06/6030874/bosnia-herzegovina-culturalheritage-pilot-project [Accessed 20.05.2015] 154 BAED 4/2, (2015), 137-157. REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?” some extent, however, the city needs more for full integration. Because, as a matter of fact, the Old Bridge is not a shared value for the Mostarians. Namely, the Old Bridge does not have any sense for many Croats, while Bosniaks consider it as a symbol of the city and an element of Ottoman heritage. Conclusion As mentioned above, many reunification initiatives have been carried out in the war-torn city of Mostar. In spite of these initiatives, the division between Bosniak and Croat communities and among the institutions is still very perceivable and deep and far from being over. Educational institutions -from kindergarten to university-, health care facilities, culture and sport centers, telecomunication services are separated for the time being. This division among the institutions is the biggest obstacle to social integration and in particular, the presence of mono-ethnic schools hinders the new generations of the city to come together and to interact. As a matter of fact, they grow up isolated from one another. On the other hand, it is important to note that, on 20 February, 2015, Bosniak (Narodno Pozorista Mostar) and Croat (Hrvatski Narodno Kazalista) culture centers have organized a theater play -named “Ajmo na fuka” (Let’s have a coffee)- together for the first time after the conflict. The main theme of the play was that “whatever happens, only benefit to us from each other, there is no any other solution”. It seems that Bosniak and Croat communities have begun to change their minds against each other. These sort of social activities should be supported by the local and political authorities. Because social integration is the first requirement in order to reunify polarized communities and once it is provided then the real unification will come out. All in all, as for the answer for the aforementioned question; hope is the only thing that divided and polarized communities should have. There is always a hope for Mostar, but indeed it needs more time. Perhaps, 20 years is not so long to forget the past or to eradicate the traces of war. However, as long as political parties, particularly Croatian local authorities, do not stop pumping nationalist feelings to people’s minds, there will not be a really unified, cosmopolitan Mostar. BAED 4/2, (2015), 137-157. 155 ÖZKAN ÜNAL BIBLIOGRAPHY BIEBER, Florian, “Local Institutional Engineering: A Tale of Two Cities, Mostar and Brcko”, International Peacekeeping, Vol. 12, No. 3, 2005, pp. 420-433. BOLLENS, Scott A., “Comparative Research on Contested Cities: Lenses and Scaffoldings”, Crisis States Working Papers Series No.2, Crisis States Research Centre, London 2007. ________, Cities, Nationalism and Democratization, Routledge, 2007. BOSE, Sumantra, Bosnia After Dayton: Nationalist Partition and International Intervention, Hurst and Co., London 2002. CALAME, Jon and Pasic, Amir, “Post-conflict Reconstruction in Mostar: Cart Before the Horse”, Divided Cities/Contested States Working Paper, No. 7, 2009, pp. 3-20. ICG Balkans Report, Reunifiying Mostar: Opportunities for Progress, No:90, Sarajevo/Washington/Brussels,2000. ICG Euro Report, Building Bridges in Mostar, No:150, Sarajevo/Brussels 2003. MAKAŠ, Emily Gunzburger, “Mostar’s Central Zone: Battles over Shared Space in a Divided City”, Urban Conflicts: Ethno-Nationalist Divisions, States and Cities Conference, Queen’s University, Belfast 2011. MOSER, Caroline and McIlwaine, Cathy, Encounters with Violence in Latin America: Urban Poor Perceptions from Columbia and Guatemala, Routledge, London 2004. Office of the High Representative (OHR), Commission for Reforming the City of Mostar, Mostar 2003. Official Journal of the European Communities, C 287, Vol. 39, 1996. 156 BAED 4/2, (2015), 137-157. REUNIFICATION OF MOSTAR: “IS THERE A HOPE?” OGNYANOVA, Irina, “Nationalism and National Policy in Independent State of Croatia (1941-1945)”, IWM Junior Visiting Fellows Conferences, Vol. 6, Vienna 2000. PALMBERGER, Monika, “Renaming of Public Space: A Policy of Exclusion in Bosnia and Herzegovina”, MMG Working Paper 12-02, 2012, pp. 3-26. The World Bank Implementation Completion Report, Report No: 32713, 2005. UNESCO, “Stari Most: Rebuilding More Than a Historic Bridge in Mostar”, Museum International (Quarterly Published Journal), No.224, Blackwell Publishing, 2004. YARWOOD, John, Rebuilding Mostar: Reconstruction in a War Zone, Liverpool University Press, Liverpool 1999. Websites: http://documents.worldbank.org/curated/en/2005/06/6030874/bosniaherzegovina-cultural-heritage-pilot-project (20.05.2015). http://www.ohr.int/decisions/mo-hncantdec/default.asp?content_id=31707, (15.05.2015). http://www.britannica.com/EBchecked/topic/620426/Ustasa (15.05.2015). BAED 4/2, (2015), 137-157. 157 Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015, ss. 159184. EDİRNE BULGAR KATOLİK MEKTEBİ’NDEN BİR LEH PEDERİN 93 HARBİ NOTLARI Hüseyin Mevsim* Tercümesini sunduğum risale ebadındaki elli sayfalık eser, Edirne’de Resürreksiyonistler Matbaası’nın 42. kitabı olarak 1910 yılında Bulgarca basılmıştır. Eserin yazarı, Leh asıllı Peder Pawel Smolikowski, Edirne Resürreksiyonistler Cemiyeti’nin faal bir azası, ayrıca şehirdeki Bulgar Katolik Mektebi’nde (Türkçe kaynaklarda Polak Mektebi diye de geçer) muallim ve idareci olarak da görev almıştır. Konuya biraz daha ışık tutulması gerekiyorsa; 1836 yılında Paris’te, Adam Mickiewicz ve Frederic Shopin gibi ünlü Lehlerin yakın dostu olan Bogdan Janski (1807-1840) tarafından Tanrımız İsa Mesih’in Yeniden Dirilişi (Latince, Congregatio a Resurrectione Domini Nostri Iesu Christi) adında bir cemiyet kurulur. Resürreksiyonistler diye de geçen cemiyetin başlıca hedefleri, millî bağımsızlığını kaybetmiş ve dört bir yana savrulmuş olan Lehler arasında Katolikliğe aidiyet şuurunu pekiştirme; kuşatma altındaki memleketlerinin er veya geç dirileceği umudunu canlı tutma ve 1860’lara doğru, mektep, yurt ve maarif yoluyla bilhassa Osmanlı tebaası Bulgarlar arasında Katoliklik propagandası yapma şeklinde özetlenebilir. 1861 yılında Papa IX. Pius cemaat üyelerine Bulgar topraklarına gitmelerini teklif eder, çünkü artık Bulgarların da Katolikliğe kabul edilme anlaşmasını imzalamıştır. Böylece 1862’de cemaatin iki temsilcisi, Peder Hieronim Kajsiewicz (1812-1873), Bulgarların durumunu ve ihtiyaçlarını yerinde tespit etmek için İstanbul’a gelir. Dönüşünden sonra Peder İgnacy Kaczanowski Bulgar çocukları ve gençleri için mektep açması maksadıyla Edirne’ye gönderilir. 1863’ün erken baharında, Bulgar Katolik Mektebi’nin temellerini atmak için İstanbul’dan Edirne’ye yola çıkılır. Kirişhane mahallesinde ev tutulur ve burada Bulgar çocuklar için açılan ilkokul, 18631867 arasında faaliyet gösterir. 1867’de Edirne’ye Peder Rafael Ferinio gönderilir; aynı yıl Kale’de, odaları geniş ve sınıflık ve yatakhane için elverişli olan bir payanda bina satın alınır ve mektep ortaokula yükseltilir. * Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Bulgar Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Ankara, E-mektup: hmevsim@ankara.edu.tr. 159 HÜSEYİN MEVSİM Eğitimin Bulgarca ve Fransızca yapıldığı mektepte, Türkçe, Bulgarca ve Yunanca da okutulur. Zengin bir kütüphaneye, zooloji koleksiyonuna, fizik ve kimya laboratuvarına, ayrıca tiyatro salonuna, müzik orkestrasına vs. sahip olan Polak Mektebi, bilhassa 93 Harbi, Balkan ve Birinci Cihan Harbi yıllarında eğitime ara vermesine rağmen faaliyetini 1928’e kadar sürdürür ve daha sonra Bulgar Devleti’nde üst kademede görevler alacak birçok şahsiyeti mezun eder. Tercümesini sunduğum eseri kaleme alan Peder Pawel Smolikowski 1849’da Polonya’da varlıklı bir ailede dünyaya gelir. Peder olabilmek için ailesini ikna eder, daha sonra da Resürreksiyonist Cemiyeti’ne katılır. Dinî duyguları çok güçlü olan Pawel, münzevi bir hayat sürdürmeyi yeğler; az yer, çok çalışır. Yabancı lisan öğrenme konusunda üstün kabiliyete sahip olup iki haftada edebiyatını okuyabilecek seviyede yabancı bir dili öğrenebilir, ancak Türkçenin yapısını bir türlü çözemez ve öğrenmekten vazgeçer. 1874-1882 yılları arasında Edirne Bulgar Katolik Mektebi’nde, öğrenim ve eğitim konusunda ortaokul müdür muavinliği yapar, aynı zamanda muallimliğe de devam eder. Edirne’den ayrıldıktan sonra Roma’ya döner ve buradan Lviv’e gönderilir. 1926’de Krakow’da hayata gözlerini yumar. Bir Leh pederin 93 Harbi geneli ve Edirne yereli bağlamında son derece kıymetli gözlemlerini, birincil tanıklığını ve ilginç yorumlarını içeren eserin önce Lehçe veya Latince yazıldığını ve daha sonra Bulgarcaya çevrildiğini düşünüyorum. 93 HARBİ NOTLARI (Pawel Smolikowski; Bulgarcadan Çeviri Hüseyin Mevsim) 1877 yılının Temmuz ayı sonuna doğru Edirne’de ders yılı sonu imtihanlarını yeni bitirmiştik ki, Rus askerinin Kocabalkan’ı geçtiği ve Osmanlı topraklarında ilerlediği haberi yayıldı. Bununla beraber, Kocabalkan civarındaki bütün kasabalarda ahali hareketlendi: Kıyım ve soygunlar başladı. Bulgarlar, Rus askerinin varlığından cesaret alarak komşuları Türklerin üzerine azgınca saldırdılar. Mağlup Müslümanlar kitleler halinde Edirne’ye doğru yöneliyor, ancak burada da durumları emniyetli olmadığından, daha içeriye kaçıyorlardı, çünkü Rus bölükleri 160 . BAED 4/2, (2015), 159-184 ÇEVİRİ şehre sadece dört saat mesafedeydi. Rusların Katoliklerden, bilhassa Lehlerden acımasızca hınç aldıkları da konuşuluyor; Kazanlık’ta [Kızanlık] yaşayan tek Leh ve Osmanlı tebaasından olan Dr. Zaczinski’nin yargılanmadan idam edildiği söyleniyordu. Daha sonra bunun doğru olmadığı ortaya çıktı. Ruhu şad olsun ayini düzenlediğimiz Dr. Zaczinski sağ çıktı ve harpten sonra kurumumuzda hekim olarak çalıştı. Ancak o zamanda böyle haberler tedbirli olmamızı mecbur kılıyordu. Misyonun mütevelli heyeti azası Peder Tomasz Brzeska1, pederlerimizden birini, delege Graselli’ye ne yapmamız gerektiğini sorması için İstanbul’a gönderdi. Delege zaten bizi düşünüyor, ama Rusların Tuna’yı ve Kocabalkan’ı bu denli acele geçeceğini tahmin etmiyormuş. İstanbul’dan, “Bütün Resüreksiyonist Lehler, Bulgar Ruhban Mektebi talebelerini de yanına alarak İstanbul’a yola çıksın. Eğer imkân varsa, talebeler evlerine gönderilsin. Misyonun evlerinde ise, öteki yabancılarla beraber Napolili Proküratör Peder Rafael Ferinio2 kalsın” cevabı geldi. Delegenin talimatı yerine getirildi, ama zaman darlığından ve askerî operasyonların yakınlığından dolayı, bütün talebeler evlerine gönderilemedi. Bulgar asıllı olan rahip Vasil3 yaklaşık 20 talebeyi, şehrin bombalanması sırasında (ki bu her an olabilirdi) sıkıntı yaşanmasın diye ücra Mustrakliy4 köyüne götürdü. İstanbul’a geldikten sonra, Propaganda’nın geçenlerde yaptırdığı Kutsal Teslis Kilisesi kançılaryasına yerleştik. Piskopos bizi gerçekten bir baba gibi kabul etti. İstanbul’u da terk etmek zorunda kalırsak, seve seve eşyamızla ilgileneceğini söyledi. Ermeni Patriği gelişimizi sadrazama arz etmiş. “Görülen o ki, zavallıların rahatça yerleşecekleri yeri yok” demiş sadrazam. “Bir hükümet binası mı tahsis etsem acaba?” Patrik kendisine teşekkür etmiş kançılaryasına yerleştiğimizi söylemiş. ve artık Bulgar-Katolik “Keşke bütün Bulgarlar Katolik olsaydı” diye iç geçirmiş sadrazam. 1 Tomasz Brzeska (1818-1900) - 1867-1883 yılları arasında Edirne Bulgar Katolik Mektebi’nin mütevelli heyeti başkanı ve müdürü. (H.M.) 2 Rafael Ferinio (1841- ?) Napoli doğumlu olup cemiyete 1863’te katılır; 1867’de Edirne’ye gönderilir. (H.M.) 3 Vasil Garufalov - Bulgar asıllı ilk Resürreksiyonist. (H.M.) 4 Bugünkü adı Mustrak; Svilengrad [Mustafapaşa] yakınlarında bir Bulgar köyü. (H.M.) BAED 4/2, (2015), 159-184. 161 HÜSEYİN MEVSİM Azaryan da: “Zat-ı Âlileri, müsaadenizle bir hadiseyi arz edeyim. Yedi yıl önce, 28 Şubat 1870’te, Bulgar Ekzarhlığının kuruluşu padişah fermanıyla tasdik edilince, üst düzey bir görevlinin bana, Osmanlı’nın ebediyen Bulgarlarla barışmış olmasından dolayı nazırların ziyafet çektiğini söylediğinde, “Nazırınıza söyleyin, ziyafet çekmek yerine, yas tutsunlar” demiş. “Haklıymışsınız” diye cevaplamış sadrazam. “Türkler; Babıali’yi Şark Meselesi’nin kanlı çözümünden sadece Katolikliğin kurtarabileceğini hiçbir zaman idrak edemedi. Bir tek Mithat Paşa, Rusçuk ve daha sonra Selanik Valiliği sırasında Katoliklik hareketine destek çıktı” demiş Azaryan. Savaş sırasında artık herkes bunu anlıyordu. Bir Osmanlı subayı: “Bütün Bulgarlar Katolik olsaydı, iş, savaşa kadar dayanmazdı. Katolikliği kabul etmedikleri sürece Bulgarlara gelecek yok, hiçbir zaman onlara güvenmeyiz” diye konuşuyordu. *** Bu yıl tatil sıkıntılı geçti. Hakikaten biz İstanbul’da tehlike dışındaydık ve rahatça önümüzdeki senenin dersleri üzerine çalışabilirdik. Ama gene Edirne’ye dönebilecek ve mektebi açabilecek miydik? Bu belirsizlik bize acı veriyor, kardeşlerimizin yazgısı ise kaygılandırıyordu. Edirne’de de çok korkmuşlar. Şehre Çerkez, başıbozuk ve zeybekler doluşmuş; sokağa zor çıkılıyormuş. Fransız ve Avusturya konsolosları her gün misyonu ziyaret ediyor ve her defasında daha dehşet verici haberler getiriyorlarmış. Bu arada da, bombalama veya kıyım olursa nasıl kurtuluruz diye sürekli yeni planlar kuruyorlarmış. Nihayet Peder Rafael’e, Ruslar şehre girerse, kendisinin de emniyette olmayacağını bildirmişler. Lehlerin kaçmasından dolayı Ruslar bütün hıncını ondan alabilirlerdi. Bu haberi alan Rafael, Edirne’deki misyonumuzu Fransız konsolosunun himayesine bırakıp öteki kardeşlerle İstanbul’a geleyim mi diye delegeye danıştı. Bunun üzerine delege Graselli, “Kalmanız hakikaten tehlike arz ediyorsa, hemen yola çıkın” şeklinde telgraf çekilmesini istemiş. Peder Rafael’in kendisi de buna meyilliymiş, çünkü bir kere sokakta ona ateş edilmek istenmiş. Rahip Hieronim, kendisi de korkudan şehre çıkamamasına rağmen, onu tutmuş. Korku, endişe ve huzursuzluktan peder zayıflamış, saçları da ağarmaya başlamış. Böylece, misyonu korumaya kalmışlar. 162 . BAED 4/2, (2015), 159-184 ÇEVİRİ Bu arada harbin kaderi aniden değişti. Kırk sekiz saatte Süleyman Paşa 10 bin kişilik ordusunu Ege kıyısındaki Dedeağaç’tan Kocabalkan’a sevk etti. Rus askeri Eski Zağra, Yeni Zağra ve Kızanlık’tan püskürtüldü ve Şıpka geçidine konuşlandı. Rusların terk ettiği kasabalar başıbozuk, Çerkez ve zeybeklerin saldırısına uğramış. Hınçları korkunç olmuş – evleri soyuyor ve yakıyor, erkek, kadın ve çocukları öldürüyorlarmış. En pek de Eski Zağra zarar görmüş. Düşman askeri şehri kuşatarak topa tutmuş; evler yakılıyor, kaçanlar vuruluyormuş. “Kocalarımız Rusları sevinçle karşıladılar; sokaklarda onlarla içip ardından komşularımız Türklere saldırdılar” diye anlatıyorlardı daha sonra kıyımdan kurtulan Bulgar kadınları. “Türkler bize pencerelerden: ‘Sizin idareniz dört günden fazla sürmeyecek’ diye haykırıyorlardı. Gerçekten de sadece dört gün sevinebildik.” Süleyman Paşa sertliğiyle ün salmıştı. Baktığımız yaralı askerler, Eski Zağra’ya giderken, Edirne’den sonra önlerine çıkan her şeyi ateşe vermek ve kesmek için emir aldıklarını söylüyorlardı. Eski Zağralı iki kadının anlattığına göre, bir keresinde kadın elbisesi giydirerek kardeşlerini kurtarmak istemişler, ama Türkler onu yolda tanıyınca gözleri önünde vurmuşlar. Bazen Türklerin acımasızlığı, çaresiz kurbana karşı duyulan merhamete dönüşür. Sözgelimi, Süleyman Paşa’nın, ana-babaları vurulan yaklaşık bin yetim küçük çocuğu topladığını, Kızanlık’ta bir yetimhane yaptırdığını, bunun için belirli bir fon oluşturduğunu ve gerekli yemeğin sadece yetimlere değil, kadın bakıcılara da verilmesini emrettiğine kim inanabilir? Bir Osmanlı subayı, yakılan evlerden askerin 300 çocuğu nasıl kurtardığını anlatıyordu; çocukların en küçüğü üç günlük, en büyüğü ise bir yaşındaymış. Çocukları arabalara doldurduktan sonra subay, nüfusunun yarısı Türk, yarısı Bulgar olan komşu köye gitmiş ve çocukları zorla ailelere vermiş. Türk kadınları gâvur çocuğu istemediklerini söyleyerek karşı çıktıklarında: “Bu çocukları Allah yaratmış; açlıktan kırılmalarına bırakmak günah” diye cevap vermiş. Başka bir subay, askerlerine erzakını çıkarıp, kıyım ve yangından kurtulan kadınlara vermelerini emretmiş. Askerler o an komutanın emrini BAED 4/2, (2015), 159-184. 163 HÜSEYİN MEVSİM yerine getirmişler. Bulgar kadınların anlattığına göre, subaylar bazı kadınların yaşlılıktan veya yorgunluktan yürüyemediklerini görünce, kendileri atlardan inip bu kadınları bindiriyor ve taşımaları için birer küçük çocuk veriyorlarmış. Birçok asker Bulgar kadınlara Edirne’ye küçük çocuk götürmelerini teklif ediyormuş. Şehre geldiklerinde, çocukları sokaklarda taşıyor ve: “Merhametli kadınlar, Allah rızası için bu yetimleri yanınıza alın” diye sesleniyorlardı. Tabii, bu korkunç savaşın kurbanları Edirne’ye yığıldı. Bunların sayısı on binin üzerindeydi. Hükümet; dul kalan Bulgar kadınlara ve zavallı yetimlere yardım etmek için elinden geleni yapıyordu. Her gün herkese bir ekmek dağıtılıyordu. Bu savaşın neden olduğu yıkımı dile getirmek çok zor. Yaralı, aç, mecalsiz, korku, açlık ve yorgunluktan sararmış yığınlar kapımıza yaslanıyor ve sadaka dileniyorlardı. Tabii ki, bu yoksulluğa kayıtsız kalmadık. Gücümüz yettiği ölçüde açları doyurmaya başladık. Önce Peder Rafael, Kıyık banliyösünde bulunan Union5 kilisesine bağlı yurda yiyecek ve içecek sağlayarak çocuklarıyla beraber 32 kadını yerleştirdi. Daha sonra başka 20 kadını da ayrı bir yurda yerleştirdi, en sonunda da 70 kadının yerleştiği bir yurdu kiraladı. Böylece, baktığımız kadınların sayısı 110’a çıktı. Bunların sadece 20’si İngiliz Komitesi’nden günlük iki kuruş alıyordu, çocuklara ise birer kuruş veriliyordu. Bu yardım hiçbir şekilde yeterli değildi. Dolayısıyla; döşek, örtü vs. gibi giderleri hesaba katmadan, geri kalanı bizim tamamlamamız gerekiyordu. Peder Rafael çok kereler dut yaprağıyla beslenen kadınlar buluyordu. Açlık ve yorgunluktan bunları sıtma tutuyordu. Ateşe verilen kasabalarda kanın karıştığı suyu içtiklerinden dolayı hasta düşüyorlardı. Bir keresinde Edirne’ye, ormanlarda gizlenen ve 15 gün boyunca yaprakla beslenen 30 kadın ve yaklaşık 50 çocuk getirildi. Çocukların ikisi vagondan iner inmez öldü. Aslında birçok çocuk ölüyordu; hepsi sarı, morarmış ve korkmuş görünüyorlardı. Kurumumuza kabul ettiğimiz talebeler arasında, şahit oldukları korkunç kıyım sahnelerini aklına getirdikçe, uykusunda zıplayanlar vardı. Alçakça para kazanmak uğruna insanların fakirliğinden faydalanan kişiler de vardı. Sözgelimi, arsızın biri evine 200 Bulgar kadını aldı. 5 Union (veya Uniat; Unyat) – Kendi ayin biçimlerini ve dillerini koruyan, ancak papanın ve Katolikliğin otoritesini kabul eden Ortodoks ve Doğu Ortodoks kiliselerine verilen ad. (H.M.) 164 . BAED 4/2, (2015), 159-184 ÇEVİRİ Hükümetten bunlara bakmak için para almasına rağmen, genç kadınların namusuyla ticaret yapıyor, çocukları ise köle gibi satıyordu. Bu kişi kurbanlarını kara ekmekle besliyor, hükümetten aldığını ise satıyormuş; bu kişi bir Ortodoks papazıydı. Evini, zavallı Bulgar kadınlarına verilen giysilerle doldurmuş. Peder Rafael birkaç zavallı kadını bunun elinden kurtarmayı başardı, ama papaz hıncını almak için bizi Katolik propagandası yapmakla suçluyor ve böylelikle İngilizleri bizden soğutmak istiyordu. Ne ki, gayesine ulaşamadı. Bu konuda İngilizlerin hakkını teslim etmemiz gerekiyor; dara düşenlere yardım etmek konusunda din ayrımı yapmıyorlardı. Bizim büyük ihtiyaçlarımızı görünce methodist misyoner [Albert A.] Long örtü, döşek vs. sağlıyordu. Yahudiler Bulgar oğlanları genelevlere satıyorlardı. Türk faytoncular bunu Peder Rafael’e söylediler, o da buradan altı çocuğu kurtarmayı başardı ve düzgün kişilerin yanına yerleştirdi. Bir keresinde yanımıza bir Türk jandarma geldi ve iki Bulgar çocuğun Müslüman ailelere verildiğini söyledi. “Yazık olacak bu çocuklara, bunları Türkleştirecekler” dedi. Bunlar da kurtarıldı. Ayrıca, benzer durumdaki yaklaşık on çocuk alındı ve Peder Rafael’in ricası üzerine düzgün ailelere verildi. Eski Zağra, Yeni Zağra ve Şıpka’dan Edirne’ye sadece savunmasız kurban gelmiyordu; şehir, çok sayıda yaralı Osmanlı askeri ve subayıyla doldu. Bunlar Temmuz sonuna doğru getirilmeye başlandı. Hükümet dört hastane oluşturdu. İngilizler 30 hekim gönderdiler, Rum ve Ermeniler ise yaralıları evlerine almaya başladılar, ama bütün bunlar yetmiyordu. Yatacakları yer olmadığından, yaralılar yere uzanmışlardı. Bunlar yaraları sarılmadan ölüyordu. Bunca acı yanında bizim de hizmetlerimizi hızlandırmamız gerekiyordu, çünkü tatil olduğundan oda ve yataklarımız boştu. 8 Ağustos’ta Peder Rafael 12 yaralı kabul etti, sonra bunların sayısı 25’e çıktı. Yemek, ilâç ve sargı konusunu kendimiz çözümlememiz gerekiyordu, çünkü Hükümet sadece hekim sağlıyordu. Peder Hieronim tecrübeli bir sağlıkçıydı. Hastaları onun denetimine verdiğimizde, o kendini adeta kendi sularında buldu. Çevikçe hastaların yaralarını sarıyor ve bütün ihtiyaçlarını o denli itinayla karşılıyordu ki, böyle bir alâka ve hizmet görmeyen zavallı askerler, bu gâvurun iyilikseverliğine ve merhametine hayret ederek onu gönülden sevdiler. BAED 4/2, (2015), 159-184. 165 HÜSEYİN MEVSİM İyi şartlardan, ama daha çok da sağlam bedenlerinden dolayı askerler çok geçmeden iyileştiler; bundan dolayı teşekkürlerin sonu yoktu. Elimizi, üstelik ruhbanların elini öptüklerini söylememiz yeterli olacak, çünkü Türklerin Frenkleri bu şekilde onurlandırması duyulmuş bir şey değildir. Hastanemizin kusursuz olduğu duyumu hemen şehre yayıldı. Yeterince ilgilenilmediğinden Türkler yaralılarını Rum ve Ermeni evlerinden alıyor ve en azından yaralı subayları kabul etmemiz için bize müracaat ediyorlardı. Masrafların büyümesine rağmen reddetmemiz imkânsızdı. Daha çok kolaylık sağlamamız için hizmetkârlığa sekiz sağlam asker almamız gerekti. Hükümet eczanelerinden sadece ücretsiz ilâç sağlandı. Tehlikenin henüz geçmemesine rağmen, çünkü Ruslar Plevne’yi kuşatıyorlardı, Süleyman Paşa da onları Şıpka’dan püskürtmeyi başaramadı, tatil bitiyordu ve mektebin açılma zamanı gelmişti. Ve Edirne’ye döndük. Derslikler yaralılarla dolu olduğundan, mektebi, sınıflarda değil, yatak odalarında düzenledik. Bu şartlarda nasıl ders işleyebildiğimiz hayret uyandırabilir, ama başka çare yoktu. Kendimizi çevrede olup bitenden soyutlamamız için sabahtan akşama kadar çalışmamız gerekiyordu. Geleceği düşünecek zamanımız da yoktu. Korkunç zamanlar! Sadece ihtiyaç üzere evden dışarı çıkabiliyorduk. Sokaklarda Türk çocukları bize taş ve çamur atıyorlardı. Her adımda bir zeybek veya başıbozuğa rastlayabilirdik. Aralıksız askerî idam infazlarından şehir korkunç bir tablo teşkil ediyordu. Edirne’de idamlar çok büyük sayıda ve hiçbir prosedürsüz yapılıyordu. Her ağaç veya dükkân penceresi dayanağı darağacı olarak kullanabiliyor, hatta evlerin önünde bile asıyorlardı. Bu korkunç görüntüler haftanın sadece üç günü eksikti: cuma (Müslümanların kutsal günü olduğundan), cumartesi – (Musevilerin Şabat’ından dolayı) ve pazar (Hıristiyan ayininden dolayı). Eylül başında, birkaç günde bir idam etme durduruldu. İdamların artık durduğunu düşünüyorduk. Ancak yine bir gün 32 kişi idam edildi, ertesi gün – üç. Bunlardan birincisi yerli bir Rum’du, ikincisi aydın Bulgarlardan biri. İlmik boynuna geçirilirken, Bulgar, ahaliye bir nutuk çekti. Suçsuz öldüğünü haykırıyor, idam edilenlerin büyük kısmının suçsuz olduğunu ve Yahudi ispiyonculuğuna kurban gittiğini iddia ediyordu. “Yalan yere şahitlik edenler ve haksız hüküm giydirenler, Tanrı önünde hesap verecek” diyordu. 166 . BAED 4/2, (2015), 159-184 ÇEVİRİ Edirne’de yaklaşık 200 kişi asıldı. Görünen o ki, büyük bir kısmı yakın kasabalara götürülüyordu ipte sallandırılmaları için. Aşağı yukarı her eğitimli Bulgar’dan isyancı olarak şüpheleniliyordu ve en ufak bir iftira bile ipte sallandırılması için yeterliydi. Osmanlı Hükümeti bize karşı çok iyi niyetliydi. Üst düzey memurlar resmî olarak ziyaretimize geliyor ve yaralılara verdiğimiz hizmetten dolayı teşekkür ediyorlardı. Daha sonra Paris büyükelçisi olan Arif Paşa, Saffet Paşa ve Cemil Paşa gibi komutanlar, Vali İbrahim Paşa, hastanelerin başmüfettişi Nuri Paşa geliyorlardı. Hepsi memnuniyetini belirtiyor, teşekkür ediyor, ille de Peder Hieronim’i görmek istiyorlardı. Bize gösterilen iyi niyeti başkalarının yararına kullanıyorduk. Peder Rafael Türklerin nezdinde öyle bir itimat sağladı ki, ricası üzerine, hapisten, müteveffa piskoposumuzun kardeşi olan iki Bulgar salıverildi. Yatılı mektebimizin bir kısmının Mustrakliy köyünde bulunduğunu öğrendikten sonra buralarda başıboş dolaşan Çerkez ve zeybeklerden koruması için askerî bir koruma konuldu. Ayrıca, Katolik yaşayan her köye de ikişer koruma konulmasını rica ettik. Bize gösterilen iyi niyetten Katolik ve Ortodokslar eşit ölçüde faydalanıyorlardı. Osmanlı nezdindeki ehemmiyetimizi başka bir açıdan da ahalinin yararı için kullandık. Eski Zağra ve Yeni Zağra’dan kaçan bazı Bulgarlar Edirne’de saklanıyorlardı. İlk başta sadece Eski Zağra’dan olanlar tutuklanıyorlardı. Ancak bir Yeni Zağralı kafayı bulup, “Bizde herkes isyancıdır; Ruslar biraz daha önce gelseydi, işler başka türlü neticelenecekti” diye ağzından kaçırıverince, Yeni Zağralılar da tutuklanmaya başlandı. Bu durumda, bazı kovuşturulanlar bizden yardım istedi. Analar yaşlı gözlerle geliyor ve çocuklarını kurumumuza kabul etmemiz için yalvarıyorlardı, çünkü onları bizden alamayacaklarına inanıyorlardı. Bu şekilde 11 yetişkin kabul ettik, bunlardan 6’sını yatılı mektebe yerleştirdik. Mahkemeye çıkması söylenen çok eğitimli ve aydın bir Bulgar muallim kalıyordu bizde. Korkudan sıtmadan hastalanmış. Her yeni idamda titriyordu ve bize geldikten sonra artık dışarı çıkma cesareti bulamadı. Çocuk gibi ağlıyor, kabahatsiz olduğunu ve eğer tutuklanırsa, korkudan öleceğini söylüyordu. Hükümet nezdinde kendimizi büyük tehlikeye atarak onu misafirperverliğimizden mahrum etmedik. Hükümet, aranılan bazı şahısları sakladığımızı biliyordu, çünkü analar kendini tutamıyor ve sırrı açıklıyorlardı. O malûm Ortodoks papaz ise BAED 4/2, (2015), 159-184. 167 HÜSEYİN MEVSİM itibarımızı zedelemek için her yerde aleyhimize konuşuyordu. Bilhassa o muallimi çıkarmamız için bize Yahudi ispiyonlar gönderiyorlardı, ama teslim etmemiz için Hükümet üzerimize gelmiyordu. Mühim yortularda talebelerimiz Union Katedral Kilisesi’ne gidiyor ve yolda jandarmalara rastlıyorlardı. Jandarmalar da, aranılan şahısları, üniforma giymelerine rağmen talebelerin arasında tanıyor ve sadece gülümsüyorlardı. Bir jandarma o muallim hakkında: “Sizde gizlendiğini biliyoruz, ama almak için zor kullanmak istemiyoruz” dedi. O yüzden Edirne ahalisi bizim hakkımızda mucizevî şeyler anlatıyordu. Sözgelimi, yaralı Süleyman Paşa bizde gizli yatıyor ve o yüzden vali bizi o denli sık ziyaret ediyormuş. Bulgarlara karşı sergilediğimiz bu yakınlık, Osmanlı Hükümetinin bizlere olan sempatisini azaltmıyordu. Türkler, içinde çok asalet barındırıyor ve herhalde çoğu, “Biz de onların yerinde olsak, aynen böyle yapardık” diyordu. Plevne’nin düşmesinden sonra Ruslar yine Kocabalkan’a yöneldiler. Türkleri yine bir korku sardı, yine Edirne’ye ve burada da durumları tehlikede olduğundan İstanbul’a doğru kaçmaya başladılar. Osmanlı ordusu tamamen dağılmıştı. Tren garı muhacirlerle doluydu. Muhacirler oraya gerçek bir kamp kurdu. Vagonlara sığmıyorlardı, o yüzden Türkler eşyalarını, bazen de, gâvurların eline düşmesinler diye çocuklarını öldürerek bırakıyorlardı. Çaresiz, ama kalplerinde öfkeyle kaçan Türkler, korkunç bir tablo oluşturuyorlardı. Şehirde kalanların durumu daha da korkunçtu – ellerinde olan her şeyi satıyor, “Moskof gelmeden şehri ateşe vereceğiz ve hepinizi kıyımdan geçireceğiz” diye açıkça Hıristiyanları tehdit ederek bıçak ve silâh alıyorlardı. Bunlar boş tehditler değildi. Her akşam bir yerde yangın çıkıyordu; yangın ise, ahşap Edirne için hakikî bir felâketti. Bütün şehirde o zaman 3-4 tulumba vardı. Böyle durumlarda tek çare, komşu binaları yıkmak kalıyordu. O yüzden hiçbir zaman yangın tek bir evle sınırlı kalmıyordu. Ne dehşetliydi o geceler! Bir şey tutuşunca insanlar tulumbalarla koşuyor ve “Yangın var, yangın!” diye cansiperane bağırıyorlardı. Sokaklarda piştovlar patlıyordu – bu şekilde ortaya çıkarılan gürültüyü tasvir etmek çok zor. Böyle gecelerde uyuyabilmek imkânsızdı. Bu çok nahoştu, ama yıkılan çatılar ve ateşin cızırtısı daha da korkunç intiba yaratıyordu. O zaman akşamları sokağa çıkmak kesinlikle yasaktı. Tabii ki, böyle gecelerde kimse uyumuyordu. İnsanlar, yakında bir ev mi yanıyor diye çatıya çıkıyorlardı. Ne yazacak, ne de konuşabilecek durumda olduğum günler vardı – sesim ve ellerim 168 . BAED 4/2, (2015), 159-184 ÇEVİRİ titriyordu. Tek umudum yaralı Türklerdi, kıyımda bunlar bizi gerçekten koruyabilirdi, ama yangında – asla. Daha önceleri, mektep çalışmalarından serbest olduğumuzda, İstanbul’a gitmemiz kolaydı, ama şimdi yatılı mektep dopdoluydu – 70’in üzerinde talebemiz vardı ve bunun dışında 100’den fazla dul ve yetime bakıyorduk. Bu zavallıları kendi hallerine bırakamazdık. Ama başka bir şey de tutuyordu bizi şehirde: Evlere yerleştirilen yetimler dışında, Eski Zağra kıyımında anasız-babasız kalmış başka bedbaht yetimler de vardı kurumda. Bu korkunç ve ağır imtihan günlerinde, daha önce Katolikliğe kabul edilen 12 yaşında bir talebe geldi. İmtihana tabi tutmamız için üç talebe arkadaşını da getirdi, çünkü bunlar günahtan arınmaya hazırmış. Talebeler Katolikliğin ne olduğunu çok iyi biliyorlardı, çünkü bir süredir bizde olan talebelerden öğrenmişler. Ayrıca; Ruslar Edirne’ye girince Katolikleri kovuşturmaya, hatta öldürmeye başlayacaklarından da emindiler. Ortodokslar, insanları bizden soğutmak istediklerinde, bu şekilde konuşarak onları korkutuyorlardı. Rahiplerimizden bir Bulgar kardeşimize Helm Unionlarına yapılan kovuşturmayı anlatmıştık. O da bütün bunları, bu gençlere anlatmış. Herkesin Moskof’un gelmesini beklediği bir anda 12 yaşında oğlanların böyle bir karar alması tam bir kahramanlıktı. Sözü edilen talebe bana arkadaşlarını getirdiğinde büyük bir şaşkınlık içindeydim. Daha sıkı bir imtihanla kendilerini başımdan savmak istiyordum, ama yanıldım. Suallerime doğru ve net cevap verdiler. Onları geri çevirmek istemiyor, ama mesuliyet almaktan da kaçınıyordum. Bu hadiseyi mütevelli heyeti üyesine arz ettim. Aramızda istişare ettikten sonra bu talebeleri günahtan arınma imtihanına almaya karar verdik. Bu üç talebeden sonra başkaları da geldi; nihayet bütün Eski Zağra ve Yeni Zağralı talebeler dayandı ve birkaç kararsız dışında hepsi Katolik oldu. Çocukları bu ağır zamanda sahipsiz bırakamazdık. Vicdanım Edirne’den gitmemize izin vermiyordu, en azından ölüm durumunda bu talebeleri son bir avuntusuz bırakmamak için. Ancak 1863 isyanına bulaşan iki pederimizin ta Kudüs’e kadar gitmeleri gerekti, çünkü kurumumuzun ve bütün üyelerin himayesi altında olduğu İstanbul’daki Fransız Elçisi bunu zorunlu kılıyordu. Anlaşılan, Rusların kuşatması durumunda, bizden dolayı başının ağrımasını istemiyordu. Öteki pederler kaldılar. BAED 4/2, (2015), 159-184. 169 HÜSEYİN MEVSİM Ruslar yaklaştıkça Edirne’deki durum kötüye gidiyordu. İngiliz Elçisi, “Süleyman Paşa son gücünü toplayarak Edirne’den hareket etti. Eğer Moskof’u Kocabalkan’dan öte püskürtemezse, ricat ederken yolda her şeyi ateşe verme ve yok etme emri aldı” diyordu. Nüfusu ise İstanbul’a sürmesi ve Ruslara boş arazi bırakması gerekiyormuş. Süleyman Paşa benzer planları uygulayabilecek bir karaktere sahipti. Hakikaten o Şıpka’ya çok geç geldi. Üst düzey bir Rus subayın bize anlattığına göre, Süleyman Paşa altı saat daha erken gelseymiş, Moskof’a büyük zarar verebilecekmiş. Süleyman eğer o emri yerine getirirse, bizi korkunç bir yazgı bekliyordu. Neyse ki Ruslar, Türklerin yolunu kesmek için önden süvari göndermiş. Bunlar İstanbul ile Edirne arasında durdu; öyle ki, ordusu için endişe ettiğinden acele geri çekilen Süleyman Paşa’nın planını yerine getirmeye zamanı kalmamış. Ama gene de tamamen kurtulmuş sayılmazdık; sıkıntılı günler bekliyordu bizi. Bir akşam bir asker, o gece ana hastanede nöbetçi olan hekimimizden mektup getirdi: “Çıldırmak üzereyim, çünkü hastaları Edirne’den çıkarma emri aldık” diye yazıyordu. Mektup, gelecek kıyım ve yangınların habercisi olarak yorumlandı. Korkunç durumumuzu düşünebiliyor musunuz? Yangın halinde bunca çocukla ne yapabilirdik? Hastalara dokunulmayacağı umudu halen vardı, ama ertesi akşam gerçekten onları almaya geldiler. Yaralı Türk askerleri sayesinde herhangi destek ve kurtulma umudunu yitirdik. Ancak kıyım falan olmadı, çünkü Türkler şehri yok etmek yerine, güçleri tükeninceye dek savunmayı tercih ettiler. Demek ki, birkaç günlük çatışmanın ardından, nüfusun imhasına gelecekti sıra. Can çekişmemiz devam ediyordu. Ertesi gün Vali konsolosları çağırdı ve bundan böyle kimse için mesuliyet taşımadığını söyledi. Yabancı vatandaşlar yola çıkabilirlerdi, konsoloslar için ise Vali hususî bir tren ayarlamıştı. Ancak konsoloslar şehirde kaldı. Bizim de bütün talebelerle yola çıkmamız imkânsızdı. Bu arada Türkler sonuna kadar şehri savunmaya hazırlanıyorlardı. Konumundan dolayı Edirne’nin ikinci Plevne olabileceği ve uzun kuşatmaya dayanabileceği söyleniyordu. Ancak bu karar bizim için ceza ve ölüm manasına geliyordu. Bombalama sırasında ortak yazgıyı paylaşabilirdik, ama kuşatma sırasında bunca çocuk nasıl korunacaktı? Günden güne yaşadığımızdan, böyle zamanlar için ekmek saklamak da imkânsızdı. Çocukları korumak için ne yapmamız gerektiğini düşünürken, 170 . BAED 4/2, (2015), 159-184 ÇEVİRİ akşam, Edirne’ye bir günlük mesafedeki Kayacık6 köyünden iki köylü geldi. Şehrin yakında kuşatılacağı haberini duyunca, bizde okuyan çocuklarını almaya gelmişler. Şehir etrafında başıboş dolaşan Çerkez, başıbozuk ve kaçan Türklerden dolayı yolların tehlikeli olmasına, ayrıca havanın soğuk ve sürekli kar yağmasına rağmen, talebelerle şehirden çıkarak o köye gitmekten başka kurtuluş olmadığını düşündük. Gece karanlıktı. Ayrıca köylüler bazı gizli patikaları da biliyorlardı ve şehre göre orada daha çok güvende olacağımızı umut ediyorduk, çünkü köy, ana yollardan uzakta, dağlar arasında konumluydu. Birkaç saat dinlendikten sonra hemen yola koyulabilelim diye o gece talebeler giysileriyle yattılar. Acınası durum! Aralarında çok küçük çocuklar vardı, oysa çamur, soğuk ve yağmurda uzun bir yolculuk bekliyordu bizi: Ocak ayı başındaydık. Merhametli Tanrı bu tehlikeden de esirgedi bizi. Kararımızdan bir saat sonra, Peder Rafael valilikten sevindirici bir haberle geldi: “Türkler şehri savunmadan terk edecekler.” Bu haber sadece bizim durumumuzda bulunan insanlar için sevindirici olabilirdi. Vali ve düzenli asker terk edince, Edirne’ye ne olacaktı? Bunca kayıp ve felâketin öfkesiyle Türkler cidden Hıristiyan kıyımına ve şehri ateşe vermeye başlayabilirlerdi. Ayrıca, askerî vali düşmanın eline mühimmat bırakmak istemiyordu. Şehrin kenarında iki büyük barut deposu vardı. Bunları havaya uçurma kararı alındı. Konsoloslar sivil Vali Cemil Paşa’dan buna izin vermemesini rica ediyorlardı, çünkü bütün şehir ateş içinde kalabilirdi. Ama askerî vali sivil valiye bağlı değildi ve Cemil Paşa’nın yapabildiği tek şey, ateşe verilecek uzaktaki depoyla şehrin hemen yakınındaki depo arasındaki bağı kesmek için gizlice insan göndermek oldu. Ama bu teşebbüsün başarılı olup olmayacağı bilinmiyordu. “Birinci infilâktan birkaç dakika sonra ikincisi olmazsa, biliniz ki şehir kurtulmuştur” dedi Cemil Paşa konsoloslara. Bunu sadece konsoloslar biliyorlardı. Bizim için hiç umut yoktu. Ertesi gün çeşitli yerlerde evler yanmaya başlayınca, şehirden kaçan Türkler depoyu ateşe verdiler. Anında gökyüzü kan kırmızısına bulandı, birkaç saniye sonra da bir patlama duyuldu ve Sultan Murat’ın 14. asırdan sarayı havaya uçtu. Bizim bina sallandı, pencere camları titredi. Sokağa, komşu evlerin çatılarından yanan parçalar düşmeye başladı. Herkes, barutun 6 Kayacık – Bugün Yunanistan’da, Sofulu yakınlarında bulunan bir köy; Yunanca adı Kiriaki diye geçer. (H.M.) BAED 4/2, (2015), 159-184. 171 HÜSEYİN MEVSİM patladığı bu korkunç dakikanın ne dehşet verici olduğunu canlandırabilir. Ama birinci patlamadan sonra ikincisi gelmedi. Demek ki, şehir kurtulmuştu. Aynı gece Cemil Paşa askerle birlikte şehri terk etti. “Şimdi bütün tehlike, Türklerin şehirden çıkması ve Rusların girmesi arasındaki bu birkaç saatte gizli” diyordu İngiliz konsolos. Ne ki, bu ‘birkaç saat’ tam dört gün sürdü. Komşu evlere yerleştirdiğimiz Eski Zağralı kadınlar bize geldiler. Yaralı askerlerimiz varken, hizmetçi olarak alınan üç sağlam askerden birini, gece bunları koruması için oraya gönderiyorduk. Ahaliyi korumak için elinden geleni yapan Cemil Paşa’ya hakkını teslim etmek lâzım. Ama askerde ve halkta başıboşluk kol gezerken, bu neye yarardı? O kadar ki, vali hususî makamında Peder Rafael’le konuşurken, bir Türk içeri girmiş ve eşyaları toplamaya başlamış. Vali de onu kovmak zorunda kalmış. Konsolosların ricası üzerine, yola çıkmadan önce, vali, 79 askeri şehirdeki düzenin korunması için bıraktı. Konsoloslar, Rusların şehre girişinden sonra bu askerleri İstanbul’a gönderme sözü verdiler. Osmanlı Hükümetinin çekilmesinden sonra Avusturya, Fransa ve Yunan konsolosları geçici savunma organize ettiler. Taşınması yasak olmasına rağmen, Hıristiyanlarda silâh bulundu. Hıristiyanların oturduğu semt barikatlarla korundu ve buraya Türklerin girmesine izin verilmedi. Avusturya konsolosu, Peder Rafael, muallimlerimiz ve daha yaşlıca talebelerimiz de gece bekçisi görevini üstleniyorlardı. Tabii ki, daima kaygı vardı ve günler sonsuz gibi geliyordu bize. Rusların yakında olduğu umudu bizi ayakta tutuyordu ve hatta birisinin onları uzaktan gördüğü konuşuluyordu. Ne sabırsızlıkla bekleniyordu onlar o zaman, ne büyük sevinçle selâmlanıyorlardı! Hiçbir zaman, düşman saydıklarımı iki kere sevinç ve sabırsızlıkla selâmlayacağım aklımdan geçmemişti: Roma’da İtalyan ve Edirne’de Rus ordusunu! İnsanın gerek Garibaldi yandaşlarının, gerekse başıbozukların başıbozukluğu tehlikesi altında bulunması o denli korkunç ki! Hiç hükümetsiz olmaktansa, en kötü hükümetle olmanın yeğ olduğu hakikattir. 172 . BAED 4/2, (2015), 159-184 ÇEVİRİ Edirne’ye giren ilk Rus generali Skobelev oldu7. Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar, hatta müftü bile elde ekmek ve tuzla onu karşılamaya çıktılar. Kurum olarak nasıl bir tavır takınacağımızı bilmiyorduk. Tamamen kenara çekilmemiz de doğru olmazdı, çünkü mütevelli heyeti üyemiz piskoposun yardımcısıydı ve dolayısıyla papalığın Edirne temsilcisiydi. O, Peder Rafael’le generale kendini takdim etmeye gitti. Skobelev’den sonra vali, General Gurko8 oldu. Fransa’daki dostlarımız bize referans vermeye çalıştı. Bu konuda bilgilendirildik. Bu yüzden mütevelli heyeti üyemiz onu ziyaret etti ve Edirne’ye gelmesi beklenilen yüce Prens Nikolay’a9 karşı nasıl bir tavır takınmamız gerektiği konusunda ondan tavsiye istedi. Acaba ziyaret edilse miydi? “Bunu yapmak zorunda değilsiniz, ama sizin tarafınızdan nezaket olur” diye cevapladı Gurko. Böylece bizden kimse yüce Prens’e gitmedi. Tarafsız ve bağımsız bir tavır sergiliyorduk. Hatta herkes fesini atmaya ve şapka giymeye başladığında bile, bizim talebelerimiz feslerini çıkarmadılar. Rus Hükümeti hakkımızda bir şey bilmiyordu, her ne kadar onlarla münasebet kurmak zaruretinde olsak da. Osmanlı Hükümeti, hiç değilse her gün birer ekmek sağlayarak Eski ve Yeni Zağralılara bakmamızda yardım etti. Şimdi böyle bir yardımı yeni hükümetten almamız gerekecekti. Bunu Ruslardan kopartmak, Türklerden kopartmaktan daha zordu. Bunun için Peder Rafael’in, o zamanın Alman asıllı olan valisiyle ilişki kurması gerekiyordu. Daha sonra, pasaport çıkartarak Bulgar kadınlarını Eski ve Yeni Zağra’ya göndermemiz gerekiyordu. Köylerde Ortodokslar yine Katolikleri rahatsız etmeye başladılar ve bunun için Peder Rafael’in köylere gitmek için izin istemesi gerekiyordu. Yavaş yavaş Peder Rafael herkesin saygısını kazandı. Konak’a10 girdiğinde, Osmanlı zamanında olduğu gibi memurlar ayağa kalkmaya başladı; vali de birçok konuyu ona danışıyordu. 7 Mihail Dmitriyeviç Skobelev (1843-1882) – Rus subay, tümgeneral (1877). Orta Asya’nın ele geçirilmesinde önemli rol oynar. 93 Harbi’nde Plevne ve Şıpka geçidi çarpışmalarında yer alır. Savaş alanına beyaz üniforma ve beyaz atla gelmesinden dolayı Ak General olarak da anılır. (H.M.) 8 Yosif Vladimiroviç Gurko (1828-1901) – Rus subay, feldmareşal. 93 Harbi’nde Kocabalkan’ı 70 bin askeriyle geçer ve Sofya’yı alır. (H.M.) 9 Prens Nikolay Nikolayeviç (1831-1891) – Rus Çarı (İmparatoru) I. Nikolay’ın üçüncü oğlu. 93 Harbi’nde ağabeyi olan Çar II. Aleksandr tarafından Rusya’nın Balkan Orduları başkomutanlığına atanır. (H.M.) 10 ‘Vali, kaymakam gibi yüksek dereceli devlet görevlilerinin resmî konutu’ manasında kullanılmıştır. (H.M.) BAED 4/2, (2015), 159-184. 173 HÜSEYİN MEVSİM Sadece bir kişi, o da Prens Çerkaski11, bize zarar vermek istiyordu. Anlaşılan, Skobelev bizi onun önünde savunmuştu. Edirne’ye gelir gelmez Prens Çerkaski, Peder Rafael’e mektebimizi ve misyonumuzun üyelerini sordu. Öngörülü İtalyan, şu anda burada bulunan Lehlerin Rusya’dan değil, Silezya’dan olduklarını söyleyerek kıvrak bir şekilde sıyırdı. Bu durum, iki peder için geçerliydi, ben Varşova’dandım ve yasal olarak Rus tebaasından serbest bırakılmıştım. Tesadüf bu ya, bir keresinde ruhban mektebi talebeleri Sultan Murat [Eski] Sarayı’nın yıkıntılarını ziyaret eden Çerkaski’nin yanından geçerek geziye çıktılar. Talebelerin kim olduğuna merak saran Çerkaski, görevlilerinden birini bizi sorgulamaya gönderdi. Herhalde Union oldukları haberi pek hoşuna gitmemişti. Biraz sonra ben de talebelerle geçtim. Üniformalı gençlerimizin mühim sayısına Prens şaşırdı. İlk kez bir liseye, o da Bulgar Katolik Lisesi’ne, rastlıyormuş. Bu sefer o bize yaklaştı ve soru sormaya başladı. İlk başta beni sorguladı. Varşova’dan olduğumu söyledikten sonra arkadaşlarına döndü ve yergiyle: “Hayret! Niye acaba Peder Rafael misyonlarınızdaki bütün Lehlerin Silezya’dan olduğunu söyledi?” “Belki geneli kastetmek istemiştir, çünkü hakikaten sadece ben Rusya’danım.” “Yo, yo! Ben bilhassa sizi kastetmiştim, çünkü adınızı biliyordum.” Daha sonra Varşova’yı ne zaman terk ettiğimi sordu. Hemen cevap veremedim, çünkü unutmuştum. Bu kararsızlığın isyan yılını söylemek istemediğimden kaynaklandığını düşünerek teferruatla sormaya başladı: Kaç yıldır misyonda olduğumu, Roma’da kaç yıl kaldığımı öğrenerek Varşova’dan çıkış yılımı hesapladı. Ancak bu hiç de işine yaramadı. “Bu çocukları nereden buluyorsunuz?” diye sordu o, altında nefret gizli bir tebessümle. Çocukları aramadığımızı, sadece bize gelmek isteyenleri kabul ettiğimizi cevapladım. 11 Vladimir Çerkaski (1824-1878) – Rus hukuk ve devlet adamı; 93 Harbi sırasında Bulgaristan’da Geçici Rus İdaresi’nin başında bulunur. (H.M.) 174 . BAED 4/2, (2015), 159-184 ÇEVİRİ “Hayır, hayır, siz onları pekâlâ arıyorsunuz!” diye itiraz etti o. İkinci kere, ancak konuşma tonundan biraz gergince, talebeleri aramadığımızı söyledim. “Sadece sordum. Bilseydim, sormazdım” diye hemen özür diledi Prens. Ardından epey kabaca talebeleri imtihana tuttu. Nereden olduklarını, ana-babalarının Ortodoks olup olmadığını, nerede ve niçin Katolik olduklarını, kaç zamandır bizde olduklarını sordu. Bütün çocukların aslında Ortodoks olduğu ve Katolikliği bizde kabul ettiği ortaya çıktı. Çocuklar korkusuzca, anında ve tereddüt etmeden cevap veriyorlardı. Rusça konuştuğundan, daha küçük olanlar onu çok iyi anlayamıyorlardı, ama çocuk içgüdüsüyle Katoliklikten söz edildiğini kavrıyor ve hatta diğer suallerine, yaşça büyüklerle “Katolik’im!” diye cevap veriyorlardı. Daha büyüklerle Çerkaski Fransızca konuşuyordu. Aralarından en büyüğü Slav Kesyakov’a döndü ve Ortodoksluğun ne olduğunu iyi bilip bilmediğini ve niçin dininden döndüğünü sordu. Talebelerin genç yaşından yararlanarak onları Katolikliğe çektiğimizi vurgulamak istiyordu. Ama Slav ona cevap vermeyi başardı: “Katolikliği biliyorum, o yüzden döndüm.” Bu cevap Çerkaski’nin daha fazla soru sorma isteğini kesti ve o hoşnutsuz ayrıldı. Sıkça Prens’in maiyetiyle sohbet etmemiz gerekiyordu. Bir keresinde birkaç talebeyle Karaağaç’ta bir Bulgar’ın cenazesine gidiyordum. Çerkaski’nin üst kademe subaylarından birine rastladık ve o beni Ortodoks papazı sanarak: “Karaağaç’ta Katolik var mı?” diye sordu. “Evet, var” diye cevapladım. “Latin rahipler de olması lâzım, çünkü şapkalı da gördüm.” “Evet, onlar İtalyan rahipler.” BAED 4/2, (2015), 159-184. 175 HÜSEYİN MEVSİM “Niye kovmuyorsunuz bunları?” “Biz de Katolikiz” diye cevap verdim. Bu cevaptan pek rahatsız olmadı, tam tersi, misyonumuz hakkında daha çok şeyler öğrenmek istedi. Yumuşak bir sesle ve Lehçe konuşuyor, bu lisanı Varşova’da öğrendiğini söylüyordu. “Bulgarları niye kendi halinde bırakmıyorsunuz?” diye ekledi nihayet. “Bırakın herkes –Bulgar, Türk, Yahudi, fark etmez– kendi Tanrısını dilediği gibi yüceltsin. Bu arada, bu çocuklar şimdi sizde Katolik, ancak burada bir Bulgar kilisesi yapılınca, sizi terk edecekler. Şimdiye kadar sizlerleydi, çünkü Rumlar ve Türkler bunları sıkıştırıyorlardı, belki de fakir ve yetim olduklarından dolayı sizi seçiyorlardı.” “Talebelerim arasında böyleleri yok.” “Göreceksiniz, onlar sizi kandıracak ve siz sürüsüz çoban gibi kalakalacaksınız.” “Böyle yaparlarsa, beni değil, Tanrı’yı kandırmış olurlar. Ancak umut ederim, hatta neredeyse eminim, kabul ettikleri inançtan dönmeyeceklerdir.” Bu sözlerden sonra o elini uzattı ve veda ederken: “Sizlere başarılar dilerim!” dedi. Bu karşılaşmalar her zaman tesadüf olamazdı. Çerkaski bizi kovamayacağını görünce, çünkü valilik görevinde sürekli değişen generallerden hiçbirisi, üzerine din kovuşturucusu mesuliyetini almak ve böylece de askerî şanına gölge düşürmek istemiyordu, Bulgaristan’daki planlarına bizi alet etmek kararı aldı. Bir keresinde Fransız konsolosu Çerkaski’nin subaylarından birini getirdi. Konsolos bunu subayın isteği üzerine yapmış. “Genç Bulgarlar hakkında bir şeyler öğrenmek istiyorum, ama burada anlayabileceğim ve konuşabileceğim Bulgar bulamıyorum. Belki de ayrı bir millet ve lisanları olmasını istiyorlardır” diyordu o mütevelli heyeti üyemize. Bulgarların bu tür fantezileri ve ütopyalarıyla alay etmeye başladı 176 . BAED 4/2, (2015), 159-184 ÇEVİRİ ve en sonunda herhangi bir Bulgarca kitap vermemizi rica etti. Yatılı yurdu ve mektebi ziyaret etti. Daha yaşlıca talebelerden biriyle sohbeti koyulaştırdı. Eğitimine yurtdışında devam etmesinin iyi olacağını söyledi. Oğlan menfi cevap vererek, her şeyi Tanrı’nın hikmetine bıraktığını söyledi. “Ne? Tanrı’nın hikmeti mi?” diye sordu subay hoşnutsuzca. “Ağzının payını aldı” diye fısıldadı Protestan olan konsolos, orada bulunan mütevelli heyeti üyesine. Çerkaski’nin subayı bizi bir daha ziyaret etti, ama bu sefer konsolos yoktu. Tomasz Brzeska onu uğurlarken ve sağlam sürmeli kapıyı açarken, tebessümle: “Buraya sağlam basmışsınız” dedi subay Almanca. Bu ziyaret bizi, iki Leh asıllı subayın ziyareti kadar düşündürmedi. Bunlar tercüman tavsiye etmemizi istiyorlardı: “İnanıyoruz ki, bize sadık insanlar vereceksiniz.” Bizim yanımızda Çerkaski’yi övmeye başladılar. Lehleri sevdiğini, onunla Bulgaristan’ı idare etmeye kalacak subayların 3/2’sinin Leh asıllı olacağını, “Prens’in, Bulgaristan’da düzeni kurmakta yardımcı olmamızı rica ettiğini” söylüyorlardı. Çerkaski’nin anî ölümü bizler için pek hoş olmayan bütün bu ziyaretlerin sonunu getirdi. Ancak çok sevimli ziyaretçilerimiz de oluyordu. Rus ordusunda görev alan subaylar ziyaretimize geliyorlardı. Pazar günleri ve yortularda kilisemiz doluyordu. Sabahtan öğleye kadar günah çıkartma kısımlarında duruyorduk. Bilhassa da Polonya’dan alınan topraklardan gelen asker ve subayların inancı ve dindarlığı çok öğreticiydi. Rus Hükümeti hemşerilerimize ruhanî hizmette bulunmamıza engel olmuyordu. Tam tersi, bunun için bir kararname çıkınca, askerlerini Paskalya’da günah çıkartma ayinine gönderdi. Hatta bazen günah çıkarttıklarına dair bizden evrak bile istedikleri oluyordu. Filibe’nin idarecisi bizden rahip istedi, başka yerlerden de davet alıyorduk. Dürüst generaller, Katolikleri savaş boyunca salgın hastalıklar ortasında, başka deyişle, ölümcül tehlikelerde manevî desteksiz bırakmanın günah olacağını hissediyorlardı. Unionlar Ortodoks papazlarına günah çıkartıyorlardı. Buna da büyük önem veriliyordu. Üst düzey subaylardan biri, alayında tek bir Union olmadığından Tanrı’ya teşekkür ettiğini söylüyordu. BAED 4/2, (2015), 159-184. 177 HÜSEYİN MEVSİM “Alay komutanlarının onlar adına kendilerini ne büyük tehlikeye attıklarını düşünemezsiniz” diyordu. Tesadüf bu ya, bir Union, Katolik olarak kaydedilmiş. Albay iyi bir insanmış ve “Hangi mezheptensin?” sualine, asker “Union” cevabını verince: “Union diye bir şey yok. Ya Katolik, ya Ortodoks olman lâzım” demiş ve onu “Katolik” olarak yazmış. Ne mutlu olmuş asker! Evdekilere yazdığı mektupta bununla nasıl övünmesin? Ama bu, onun sonu olmuş. Haber Helm’de hızla yayılmış, ta Petersburg’a kadar gitmiş. Sen Sinod talepte bulunmuş, Petersburg’dan askere emir gönderilmiş ve asker Ortodoks olarak kaydedilmiş. Kuşatma sırasında Rus ordusunun biricik Katolik diyakozları bizlerdik ve bilhassa Peder Aleksandır Shimons hemşerilerine sunduğu ruhanî hizmeti hayatıyla ödedi. Korkunç bir tifüsün kol gezdiği birkaç ay, o hastanelerde kalıyordu. Hastaneler o denli doluymuş ki, hastanın günah çıkartmasını komşusunun ot şiltesinde yapması gerekiyormuş. Sonra bu hastalığı kaptı ve öldü. Rus Hükümeti cenazesine asker gönderdi ve onlar bunu defnetti. O vakte kadar kimse orduda başka ordu rahibi tanımıyordu. Bir gün, askerî diyakozluğa atanan Leh bir ruhani çıkageldi. Kararnamenin yayınlanmasından sonra Leh askerleri, aç olmaları gerektiği söylenerek bir Latin kilisesine toplandılar. Papaz minbere çıktı, insanın Tanrı önünde işleyebileceği bütün günahları saydı, ruhlarını arındırmalarını söyleyerek herkesin bütün günahlarını bağışladı. Sonra askerlere şarap ekmek ayini düzenledi. Tesadüfen orada bulunan Peder Aleksandır çok şaşırdı. Askerler şarap ekmek ayinine katılmadı. Ayin dağıldıktan sonra birçoğu pederin etrafına toplanarak günah çıkarmaya ne zaman gelebileceklerini sordu. “Nasıl olur? Şimdi hepiniz günah çıkarttınız ya!” “Bu, Protestan günah çıkartmasıydı” diyordu askerler. Sözü edilen diyakoz, Rahip Jilinski’nin imzaladığı belgeleri ibraz ederek yerli papazı aldatmış ve kendisini takdis etmesini rica etmiş. Birkaç hafta sonra İstanbul’daki papa delegesinden, sadece Edirne’de değil, başka yerlerde de böyle işlere karışan o diyakoza daha sonra ne olduğunu biliyor 178 . BAED 4/2, (2015), 159-184 ÇEVİRİ musunuz diye bir soru geldi. Nihayet, günahları bağışlamak için eğdiği sağ elini kırmış. Bu iş nasıl bitti bilmem, ama kuşatma sonuna doğru yeni bir diyakoz gönderildi: Varşovalı Rahip Spionka. Kuşatmadan dolayı köylerde oluşan şartları ve Unionların bulunduğu durumu daha iyi göstermek amacıyla, Edirne’ye dört saat mesafedeki Akpınar12 köyünde kalışımızla ilgili bazı ayrıntıları anlatacağım. Orada, subayla birlikte 80’in üzerinde asker kalıyordu. Biz, iki rahip ve 24 talebemizle bu köyde doğan aşçımızın evinde kalıyorduk. Buraya gelmeden önce, Union kilisesindeki her şeye Ruslar bakıyor, papaza da istedikleri şekilde davranıyorlarmış. Köylüleri çar için dua etmeye, Ortodoks yortularını kutlamaya zorluyorlarmış. Böyle günlerde köylülerin çalışmasına izin verilmiyor, buna uymayanlar da dövülüyorlarmış. Bulgarlara akıl vermeyi seviyor ve dinî vecibelerini yerine getirmiyorlar diye mağrurca azarlıyorlarmış. Ruslar asıl gayelerinin Slav kardeşlerini hakikî Hıristiyanlığa çekmek olduğunu iddia ediyorlarmış. Akpınar’a Cuma geldim, o gün yortuydu. Pazar günü Azize Meryemana, pazartesi ise Aziz Antoniy Peçerskiy yortusuydu. Köylüler dört gün boyunca evlerinde oturmak zorundaydı, üstelik orak biçiminde. Union korocusu cuma günü, akşam ayini için geldi. Ayin yapılmayacağını söyledim, çünkü Aziz Antoniy yortusunu Katolikler kutlamasına rağmen Bulgarlar kutlamıyordu. Askerler Leh olduğumu bildiklerinden bana karşı gelme cesareti bulamıyorlardı. Zorluk çıkarmaya kalksalar, bize karşı epey iyi niyetli olan subaya şikâyet edecektim. Gerçekten her yerde subaylar kibar ve hoşgörülü davranıyorlardı. Edirne çevresinden hiçbir vergi alınmıyordu, hatta kurutulmuş ot ve ekmeye para ödüyorlardı. Bütün milletlere saygılı davranıyor, sadece Bulgarları hor görüyor ve bunlardan nefret ediyorlardı. 12 Akpınar-Edirne’ye 10 km mesafede bulunan bir köy; bugün adı Sarayakpınar diye geçer. (H.M.) BAED 4/2, (2015), 159-184. 179 HÜSEYİN MEVSİM “Bizim gelişimiz Bulgarlarla dostluk kurmamızı gerektirmiyor. Onlarla konuşurken elimde kırbaç tutuyorum; başka türlü anlamıyorlar” diyordu bana bir yüzbaşı. Bulgarların başında sürekli kırbaç dönüyordu. “Ne var, ne yok size doğru?” diye sordum bir keresinde Rodoplu Unionlara. Kuşatma sırasında Türklerin buralarda insan öldürdüğü haberleri geliyordu. “Bir şey anlamıyoruz. Türkler saldırıyor, Ruslar ise eli kolu bağlı duruyorlar. Bizi Türklerin üzerine yolluyor ve daima ‘Türkler iyi, Bulgarlar kötü!’ diyorlar” dediler. Bir Rus subayın Türkler veya Bulgarlar hakkında ne konuştuğunu duymanız gerekirdi. Türkçenin melodisine, Türklerin karakteri ve geleneklerine, Türk askerine adeta bayılıyorlardı ve bunlar, Bulgarlara karşı duydukları nefretten kaynaklanıyordu. Uzun ve can sıkıcı kalışları, sinirli olmalarının başlıca nedenlerinden birisiydi. Sözgelimi, Akpınar’da kalan subay, genç ve epeyce eğitimli olmasına rağmen, lisanlarını anlamadığı, kitap ve gazetenin, ayrıca hiçbir ortamın olmadığı köylüler arasında durmak zorundaydı. Karanlık ve alçak olduğundan doğrulamadığı, penceresiz, zeminsiz ve yataksız bir odaya yerleştirilmişti. Tabii, onu ziyaret ettiğimizde çok mutlu oluyordu. Bir keresinde, bir iş için gelen birkaç Bulgar ve Türk bulduk yanında. Ortak bir lisan yoktu, oysa meselenin çözümlenmesi gerekiyordu. “Ne iştir, anlamıyorum. Çorbacı, komşu köyden şu üç Türk’ü getirdi ve bunlar şehre taşınmak için izin istiyor. Lütfen söyleyin kendilerine, dilerlerse rahatça köyde kalabilirler. Eğer istemiyorlarsa, kimse onların Edirne’ye taşınmasını yasaklamıyor” diyordu dara düşen subay. Bana refakat eden ve Türkçe ve Rusçayı iyi bilen Peder Stefan Türklerle konuştu. “Sayın yüzbaşım, burada başka bir dolap dönüyor. Geçen gece Bulgarlar Türklere saldırmış ve dövmüşler, aralarından biri ise göğsünden yaralanmış. Akşam da yine evlerine taş atmışlar. O yüzden Bulgarlara, “Ne ettik size ki, bize böyle davranıyorsunuz?” diye sormanızı rica ediyorlar. 180 . BAED 4/2, (2015), 159-184 ÇEVİRİ “Bulgarlar da kabul edecektir ki, her zaman suhulet içinde geçindik; şimdi ise şehre sığınmak zorunda bırakılıyoruz.” Bunun karşısında subay acıyla gülümsedi, sanki şunu söylemek istiyordu: “Görüyor musunuz Bulgarların yaptığı işi?” Sonra muhtara dönerek sertçe sordu: “Kim bu saldırganlar? Sen necisin, nasıl bilmezsin? Bir daha böyle bir şey olursa, tutukla saldırganları, döv ve buraya getir. Siz bağımsızlığı böyle mi anlıyorsunuz? Ruslar buraya sadece sizin için değil, herkes için iyi olsun diye geldi.” Türklere de rahat olmalarını, suçlu olsalar bile, Bulgarların onları cezalandırma hakkı bulunmadığını, konuyu ona getirmeleri gerektiğini söyledi. Çok geçmeden Akpınar Ortodokslarından kendimiz de korunmak zorunda kaldık. Bunlar bize kötü gözle bakıyorlardı, çünkü askerin varlığı onları Unionlar karşısında üstün kılacağı yerde, Unionlar da durumdan istifade ediyorlardı. Askerlerin sık nakillerini kolaylaştırmak için Rus Hükümeti yolları düzeltmeye başladı. Bu iş için Akpınar subayından birkaç günlüğüne 40 kişi istendi. Yaklaşık 100 haneli köy bu kişileri sağlayacaktı. Muhtar, bize dokundurmak için bilerek aşçımızı da seçti. Aşçı bu köyde doğmuş, ama burada yaşamıyordu; evi yoktu ve Edirne’de bize yemek hazırlıyordu. Aşçısız yapamazdık, o yüzden subaya şikâyete gittik. Orada muhtara da rastladık; ne için geldiğimizi anlayınca, o, aceleyle Türkçe, aşçıyı serbest bıraktığını söyledi. Konunun subaya taşınmasını istemiyordu. Kibarca kendisine teşekkür ettik, bunca çocukla aşçısız kalmanın çok zor olduğunu açıkladık ve birkaç Türkçe komplimanla iyi ayrıldık. Ama Ortodokslar bunu kaldıramadı. Topluca kaldığımız eve kadar gelerek zorla aşçıyı çıkarmak istediler. Rahibimiz tartaklandı, evini yakmakla korkutarak çocukları tehdit edildi. Peder Stefan bir kere daha subaya şikâyete gitti, ama o Bulgarlarla baş edemediğini söylemiş. Böylece, Osmanlı zamanında olduğu gibi, kendi kendimizi korumamız gerekti. Önde gelen kışkırtıcılara yarın sabah erkenden subayın yanına gitmeleri talimatı verildi. Oradan da, bizden bir kişiyle valinin yanına gidilecekti. Bulgarlar subayın kararsızlığını görünce, mağrurca Peder Stefan’a geldiler, mahkemeden korkmadıklarını ve geleceklerini söylediler. İş can sıkıcıydı, ama kazanmamız gerekiyordu. BAED 4/2, (2015), 159-184. 181 HÜSEYİN MEVSİM “Geri adım atarsanız, halimiz harap olur; Ortodokslar çok üzerimize gelirler” diyordu bize Unionlar. Zaten onlar: “Bir Union rahibi bize ne yapabilir? Biz koskocaman bir kitleyiz” diyorlardı. Peder Stefan, komşu köydeki Leh asıllı subaya danışmaya gitti. Böyle durumlarda nasıl tavır takınması gerektiğini sordu. Ertesi gün sadece iki Ortodoks Bulgar geldi, diğer ikisi yollarda çalışmaya gönderilmişti. Böylece işi ağırdan alıyorlardı. “Hiçbir güç, işçiyi çarın işini yapmaktan alamaz” diye düşünüyordu onlar. Peder Stefan beklemelerini söyledi, çünkü o bunun üstesinden gelecekti. Gerçekten atına bindi, subaya gitti, o da iki asker verdi ve bunlar adı geçen iki kişiyi getirdiler. Bu durum karşısında köylüler korktular. Yüzbaşının yanına giderek ondan yardım, Peder Stefan’dan ise af dilediler. Tabii, iş kolaylaştı, ancak Ortodoksların, eve veya çocuklara gelecek en ufak zarardan mesul olacaklarına dair yazılı vaatte bulunması gerekiyordu. Katolikler zaferimizi kutladılar, çünkü zafer onları da kapsıyordu; Ortodokslar ise yumuşayıp uslandılar ve her şeyin tatlıya bağlandığından teşekkür ettiler. Bu savaşın nasıl bir ahlâkî etkisi oldu? Katolikler bu savaştan bir şey kazandı mı? Rus askerleri her yerde Katoliklikle karşılaştıklarından dolayı şaşkındılar. Tuna’yı geçtikten sonra, çarın konakladığı ilk yer, Bulgar Katolik köyüydü13, kendisini Latin bir papaz karşıladı. “Memleketimizde bunca sene ayinsiz günahtan arınma geçirdikten sonra, kutsal vecibelerimizi Osmanlı’da icra edeceğimizi hiç umut etmiyorduk” diyordu bize Leh askerler. Filibe’de muhteşem bir kilise, piskopos ve pederler, ayrıca güzel bir Katolik mahallesi görmeyi beklemiyorlarmış. Edirne’de Latin mezhepli şahısların sayısı az, Unionlar daha da az, ama buna rağmen Papa çok başarılı temsil edildi. Şehirde üç Union kilisesi var; bütün Osmanlı’da bir ruhban mektebi ve bir lise var, onlar da Union. 13 Büyük ihtimalle Sviştov [Ziştovi] kasabası kastedilmektedir. (H.M.) 182 . BAED 4/2, (2015), 159-184 ÇEVİRİ Bütün bunlar, Rus ordusunda görev alan Katolikleri mutlu etti; Ortodokslar ise Katolik kilisesinin gücünü ve bütün dünyaya yayılışını öğrenmiş oldular. Savaş sırasında Bulgarların anlayışı değişti. Onlar Rusya’nın Ortodoks ülkesi olduğunu biliyorlardı. O yüzden bizi hiç istemiyor ve Ruslar gelince hemen postalanacağımızı hissettirmek için mahsus bize “Polonya misyonu” diyorlardı. Ancak Rus ordusunda bunca Katolik Leh’i görünce şaşkınlıklarına diyecek yoktu! Bu arada, ateşkes anlaşmasını çar adından, ikisi de Katolik Leh olan Nepokoyczitski ve Levitski imzaladı. Filibe’de uzun zaman vali Katolik’ti, Edirne daimî vali yardımcısı Lipinski’ydi.14 Latin kiliseleri bazen askerle öyle doluyordu ki, sivil Katoliklere yer kalmıyordu. Askerler, alt ve üst kademe subaylar Edirne’de Leh rahipler olduğunu öğrenince, gelmemizi rica etmişler. Ortodokslar kendi kiliselerine hizmet etmiyorlardı, oysa biz, Katoliklerin sorduğu ilk şey, “Burada Katolik kilisesi var mı?” oluyordu. Öyle ki, ahali, bütün ordunun Katolik olduğunu düşünüyordu. Ortodokslar kendi dindaşlarına arka dayak olmuyorlardı, Katolikler ise Union gördüklerinde seviniyor ve yardım ediyorlardı. Bu tavır Unionların gönlünü aldı ve onlar artık daha önce olduğu gibi inançlarını gizlemiyorlardı. Edirne’de Lehler çok kıymetli hatıralar bıraktılar. Leh subaylar kolayca kiralık ev buluyorlardı, çünkü çok kibar ve mülayim davranıyorlardı, oysa Rusların tavrı her bakımdan art niyet içeriyordu. Hastanelerde hizmet eden Ortodoks rahibeler de pekiyi nam bırakmadılar. Bulgar halkına Lehler daha büyük saygı gösteriyorlardı. Bulgarlar, Filibe’de belediye meclis üyesi seçiminde Lehlerin çok yardım ettiğini, Rumların ise, Rusların da desteğini alarak entrikalar çevirdiğini anlatıyorlardı. Bize gelince, maddî kaybımız büyük oldu: Olağandışı giderler misyonumuzu borca soktu, ama manevî açıdan kazançlı çıktık. Ruslar gelmeden önce bizim hakkımızda, Bulgarları Türklerden koruduğumuz, 14 Aleksandr Yosifoviç Lipinskiy (?-1882) Rus-Osmanlı Savaşı’nda Şıpka geçidi çarpışmalarında üstün başarı gösteren Rus subayı. (H.M.) BAED 4/2, (2015), 159-184. 183 HÜSEYİN MEVSİM Rusların gelişinden sonra ise Müslümanları Bulgar ve Ruslardan koruduğumuz söyleniyordu. Şunu da ekleyebilirim ki, Rusların gidişinden sonra Bulgarları gene himayemiz altına aldık. Peder Rafael, yeni Vali Rauf Paşa’nın müsaadesiyle, ahaliyi yatıştırmak için jandarmayla köylere gidiyor ve evlerine dönen Türklerin zarar görme ihtimalinin önüne geçmek için birkaç asker bırakıyordu. Böylelikle, tabii ki, misyona saygı artıyordu. Mektebimiz de çok kazandı. Bulgarların bugün kendi hükümetleri ve liseyi bitiren talebelerimizin garantili yerleri var. Oysa önceleri bunların her türlü kariyer yolu kapalıydı. En önemlisi de, misyonumuz Rus kuşatmasını başarıyla atlatarak güçlü bir şekilde Edirne’ye yerleşti ve artık hiçbir siyasî değişim varlığını tehdit edemez. KAYNAKÇA KERTEV, Georgi, Deloto na ottsite vızkresentsi v Odrin (1863-1918), [Edirne’de Resürreksiyonist Pederlerin Davası (1863-1918)], Sofya 1938. MEVSİM, Hüseyin, Bulgar Gözüyle Edirne, Kitap Yayınevi, İstanbul 2012. SMOLİKOWSKİ, Pawel, Zapiski ot rusko-turskata voyna prez 1877-78 g. [93 Harbi Notları], Edirne 1910. TÜRK, Fahri, Edirne Bulgar Cemaati ve Polonya Azınlık Okulu “Polak Mektep”, Belleten, Sayı 268, Ankara 2009, ss. 705-720. 184 . BAED 4/2, (2015), 159-184 Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 1, Aralık/December 2015, ss. 185188. Hasan Basri Karadeniz, Osmanlılar ve Rumeli Uç Beyleri “Merkez ve Uç”, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2015, 448 s., ISBN: 978-6055200-83-1. Ergün HASANOĞLU Uç beyi, kurulan Türk devletlerindeki sınır bölgelerinde teşkilatlanan, teşkilatlandığı bölgeyi koruyup muhafaza eden ve özellikle de İslamî inanışın gerekliliği olan gaza politikası neticesinde akınlar yapan kişi olarak tanımlanabilir. 1243 Kösedağ Savaşı’nda Anadolu Selçuklu Devleti’nin yenilgiye uğraması, Moğolların Anadolu’nun içlerine kadar girmesine, Türkmenlerin Moğol baskısı neticesinde Bizans sınırlarına yığılmasına sebebiyet vermiştir. Oluşan bu yığılmalar Bizans topraklarına akınların yapılmasını sağlamış ve bu sayede Germiyan, Karesi, Aydın, Menteşe, Osmanlı gibi uç beylikleri tesis edilmiştir. Kurulduğu tarih konusunda çeşitli ihtilaflar bulunsa da Bizans sınırına yakın yerler olan Söğüt ve Domaniç bölgelerinde tesis edilmiş olan Osmanlı Beyliği, teşekkülünü tamamlamasının ardından çevresindeki beylikleri hâkimiyeti altına almaya başlamış, Bizans’ın iç karışıklıklarında etkin rol oynayarak Rumeli topraklarına geçiş yapmıştır. Hâkimiyet altına alınan beyliklerin içerisinde görevli bulunan Evrenos Bey, Hacı İlbeyi, Ece Halil, Gazi Fazıl Bey gibi komutanlar Osmanlı idaresine girmiş ve Rumeli’de Süleyman Paşa önderliğinde yapılan akınların ilk uç beyleri olmuşlardır. Fethedilen bölgelerin İslam dinini benimseyip Türkleşmesinde aktif rol Trakya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Disiplinlerarası Balkan Çalışmaları Anabilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi, Edirne, E-mektup: ergunhasanoglu39@gmail.com. 185 ERGÜN HASANOĞLU oynayan bu uç beyleri, zamanla sancak beyi olarak görev yapmış ve çeşitli imtiyazlar elde etmişlerdir. Hasan Basri Karadeniz’in Osmanlılar ve Rumeli Uç Beyleri Merkez ve Uç isimli kitabı, Osmanlıların Balkanlara geçişine ve uygulamış olduğu fetih hareketlerine, Rumeli uç beylerinin gerçekleştirmiş olduğu akınlara, Osmanlı Devleti içerisindeki statülerine, konumlarına, elde ettikleri imtiyazlara ve devlet siyasetinde oynadıkları role yer vermektedir. Osmanlıların Rumeli’yi Fethi (ss. 13-41) adlı ilk bölümde, 1352 yılında Rumeli’de Süleyman Paşa önderliğinde Hacı İlbeyi, Lala Şahin, Evrenos Bey, Ece Halil, Gazi Fazıl Bey gibi uç beylerin yapmış oldukları akınlara değinilmekte, I. Bayezid, II. Murad, II. Mehmed, I. Süleyman dönemlerinde Balkanlarda yapılan fetihlerden bahsedilmektedir. Osmanlıların Rumeli’de kalıcı olmasında etkili olan Çirmen, I. Kosova, Niğbolu, II. Kosova Savaşı ve İstanbul’un fethine vurgu yapılmakta, Balkanların Türkleşmesinde önemli bir yeri olan iskân siyaseti dile getirilmektedir. Rumeli Uç Beyleri (ss. 43-106) adlı ikinci bölümde, İslam inancın gereği olarak uygulanan gaza politikası anlatılmakta, Neşrî, Aşıkpaşazade, Ruhi, Müneccimbaşı, Suzi Çelebi gibi dönemin saygın kişilerinin eserleri ve Osmanlı kronikleri ile gaza politikasının önemi desteklenmektedir. Evrenosoğulları, Mihaloğulları, Paşayiğitoğulları, Turhanoğulları, Malkoçoğulları gibi Rumeli’nin fethinde aktif rol oynayan uç beylerinin aileleri hakkında bilgiler verilmekte, bu ailelerinin fethettikleri bölgelerde uyguladıkları imar ve iskân politikaları neşredilmektedir. Rumeli uç beylerinin emri altında bulunan tımarlı sipahi, tovica ve akıncıların görevleri belirtilmekte, Garibî, Abdullah İlâhi, Günahî, Sırrî, Şâni, Aşkî, Abdülgâni gibi Rumeli’de yetişen şairlere yer verilmektedir. Rumeli Uç Beylerinin Statüleri, İmtiyazları ve Devlet Katındaki Konumları (ss. 107-155) adlı üçüncü bölümde, Rumeli’de akınların başlamasından itibaren uç beylerinin Osmanlı Devleti içerisindeki konumları, statüleri, zaman içerisinde Osmanlı siyasî hayatında nasıl değer kaybettikleri değerlendirilmekte, sınır bölgeleri ile ticarî, siyasî ve askerî ilişkiler kurma, savaş öncesinde istihbarat ve keşif faaliyetlerinde bulunma, diğer uç beyleri ile akınlar yapma gibi sahip oldukları imtiyazlara vurgu yapılmaktadır. 186 . BAED 4/2, (2015), 185-188 KİTAP DEĞERLENDİRME Osmanlı Tahtının Sahibini Belirleyen Güç: Rumeli Uç Beyleri (14021421) (ss. 157-212) adlı dördüncü bölümde, I. Bayezid döneminde meydana gelen Ankara Savaşı ve ardından oluşan Fetret Devri anlatılmakta, Musa, Süleyman, Çelebi Mehmed ve Mustafa Çelebi arasında oluşan taht kavgalarında ve II. Murad’ın hanedanlığı döneminde uç beylerinin durumu ve Osmanlı siyasî hayatında oynadıkları role yer verilmektedir. Devşirme Bürokratlar ve Rumeli Uç Beylerinin Kontrol Altına Alınması (ss. 213-253) adlı beşinci bölümde, Osmanlı Devleti’nin başvurmuş olduğu devşirme usulüne ayrıntılı bir şekilde değinilmekte, Rumeli’de uygulanan politikalar ile uç beylerin nasıl kontrol altına alınmaya çalıştığını eserde yansıtılmaktadır. Ayrıca Rumeli uç beylerinin devşirme usulüne tepkileri de aktarılmaktadır. Rumeli Uç Beylerinin Pasif Direnişleri (ss. 255-313) adlı altıncı bölümde, Rumeli uç beylerinin pasif direniş göstermelerindeki sebeplere değinilmekte, 1443-1444 yıllarında Rumeli uç beyi Turhan Bey’in ön planda olduğu ilk pasif direniş, 1456 yılında Belgrad kuşatması esnasında gerçekleştirilen ikinci pasif direniş, 1464 yılında Bosna’da Yayçe kalesi kuşatmasında yapılan üçüncü pasif direniş ve son olarak da 1498 yılında Mihaloğlu Ali Bey’in yapmış olduğu pasif direniş anlatılmaktadır. Ayrıca gerçekleştirilen bu direnişlere karşı Osmanlı Devleti’nin tutumu da belirtilmektedir. Kutsal Gaza Merkezi Edirne; Başkentin Bu Şehirden Kozmopolit İstanbul’a Nakli ve Serzenişler (ss. 315-348) adlı yedinci bölümde, 1361 yılında Rumeli toprakları için önemli bir yer olan Edirne’nin fethinden ve bölgenin Rumeli’de yapılacak olan akınlar ve fetih hareketleri için merkez yapılmasından bahsedilmektedir. Ek olarak, başkentin İstanbul’un fethi ile beraber Edirne’den İstanbul’a nakledilmesi dile getirilmekte, bu duruma karşı uç beylerin duymuş oldukları rahatsızlara değinilmektedir. Osmanlıların Denge Siyaseti ve Rumeli Uç Beyleri (ss. 349-381) adlı sekizinci bölümde, Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyasette uyguladığı denge politikasına vurgu yapılmakta, II. Mehmed, II. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim dönemlerinde iç siyasette yaşanan sıkıntılara karşı uç beylerin konumu ve izledikleri politikalar hakkında değerlendirmeler yapılmaktadır. BAED 4/2, (2015), 185-188. 187 ERGÜN HASANOĞLU Rumeli Uç Beylerinin Saygınlığı, Osmanlı Hanedanına Alternatif Gösterilmeleri ve Hanedanın Aldığı Tedbirler (ss. 383-414) adlı dokuzuncu bölümde, Osmanlı Devleti içerisinde uç beylerin saygınlığının gösterilmesi amacıyla menkıbelerden, dönemin şairlerinden örnekler verilmekte, Rumeli uç beylerin Osmanlı hanedanlığına alternatif olarak gösterildiğine dair rivayetler ve devletin bu durum karşında aldığı tedbirler anlatılmaktadır. Sonuç (ss. 415-423) kısmının ardından Bibliyografya (ss. 424-433), Ek-1 (ss. 434-439) ve Dizin (ss. 440-448) yer almaktadır. Hasan Basri Karadeniz’in Osmanlılar ve Rumeli Uç Beyleri Merkez ve Uç adlı eseri, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren Balkan fetih siyasetinde en aktif rol oynayan Rumeli uç beylerinin, Osmanlı siyasî hayatındaki yerlerinin zirveden nasıl yavaş yavaş geri planda kaldığını göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca kitapta verilen bilgilerin Osmanlı ve Bizans kronikleri, şairlerin divanları ve abdalların menkıbeleri ile desteklenmesi dikkat çekicidir. 188 . BAED 4/2, (2015), 185-188 Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/December 2015, ss. 189191. İoannis N. Grigoriadis, Kutsal Sentez Yunan ve Türk Milliyetçiliğine Dini Aşılamak, çev. İdil Çetin, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2014, 184 sayfa, ISBN: 978-605-5250-38-6. Utku KIRLIDÖKME Milliyetçilik, siyasal olarak son iki yüzyıldır dünya tarihinin önemli belirleyici güçlerinden biri haline gelmiş durumdadır. Her ne kadar milliyetçiliğin tam olarak ne olduğuna dair genel mutabakat sağlanmış bir tanımı bulunmasa da ve bir ideoloji olarak muğlak olsa da, kitlelere ulaşma ve onları mobilize etme gücü, akademik yazın alanında yer almasını sağlamaktadır. Sosyal bilimcilerin milliyetçilik olgusuna yönelmesi 20. yüzyılın başlarına, konunun sistematik olarak çalışılmaya başlanması Birinci Dünya Savaşı sonrasına, özgün bir çalışma sahası haline gelmesi ise İkinci Dünya Savaşı sonrasına tekabül etmektedir. Tek bir disiplin içinde yer almaktan ziyade disiplinler arası bir alanda gelişen milliyetçilik çalışmaları, özellikle 1970’li yıllardan itibaren alevlenen modernizm tartışmalarına da kaynak olmuştur. Aslında milliyetçilik çalışmalarının temel çıkış noktası, modern zamanların en dayanıklı aidiyet biçimlerinden biri olan milletin nasıl tanımlanacağı ile ilgilidir. Bu nedenledir ki milliyetçiliği ele alan neredeyse her çalışmada öncelikle bir millet tanımı yapılmakta ya da yapılmaya çalışılmaktadır. Öğretim Görevlisi, Trakya Üniversitesi, Balkan Araştırma Enstitüsü, Balkan Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Edirne, E-mektup: outkoukirlintokme@trakya.edu.tr. 189 UTKU KIRLIDÖKME Dünyayı laik bakış açısıyla okuyan milliyetçilik olgusunun gelişmesi ile birlikte din ve ulus-devlet ilişkisi, ulus inşası ve bu ilişkinin neden olduğu zorlu ve çekişmeli alanlara cevap aramak için ülke ya da bölge karşılaştırmalı birçok çalışma kaleme alınmış ve alınmaya devam etmektedir. Bu bağlamda Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi öğretim üyelerinden İoannis N. Grigoriadis’in orijinali İngilizce olan Instilling Religion in Greek and Turkish Nationalism: A “Sacred Synthesis ve Türkçe’ye Kutsal Sentez Yunan ve Türk Milliyetçiliğine Dini Aşılamak başlığı ile tercüme edilen isimli eseri, Türkiye ve Yunanistan’da milliyetçilik ve din ilişkisi açısından ilginç bir çalışma olmuştur. Grigoriadis’in söz konusu çalışması giriş ve sonuç bölümleri dışında temel olarak iki bölüm halinde kurgulanmıştır. Kitabın giriş bölümünde din ve milliyetçiliğe ilişkin kuramsal değerlendirmelerde bulunan yazar amacının Yunanistan’da ve Türkiye’de sekülarizmden din ve milliyetçiliği uzlaştıran bir senteze geçişi karşılaştırmalı bir perspektiften (s. 24) incelemek olduğunu belirtmektedir. Devamında dinin Türk ve Yunan millî kültürlerine katılmasının yüzyıllık bir arayla gerçekleşmiş olmasına rağmen paralel bir çizgide geliştiklerini ifade etmekte ve her iki milliyetçiliğin dine karşı benzer düşmanca bir tavır benimsediğini söylemektedir (s. 25). Bir diğer amacının da Türkiye ve Yunanistan’da millî kimliğin inşasında tezat olmadığını göstermek olduğunu (s. 26) söyleyen İoannis Grigoriadis, metod olarak milliyetçilik çalışmalarına katkısı çok önemli olan Elie Kedourie’nin çözümlemesinden hareket ettiğini ifade etmektedir (s. 28-32). Kitabın ilk bölümü Yunanistan ve Yunan milliyetçiliği ile Ortodoks Hıristiyanlık arasındaki ilişki üzerine ayıran Grigoriadis, ilk olarak Çağdaş Yunan Aydınlanması, Antik Yunan fikrinin doğuşu ve Yunan milliyetçiliğinin meşhur “Megali İdea-Büyük Ülkü” projesini irdelemektedir (s. 35-49). Bu bölümün devamında ise Yunanistan Ortodoks Kilisesi’nin kurulması, yani dinin devletin bir aracı haline getirilmesi nedeniyle Fener Rum Patrikhanesi yaşanan “kopmaya” değinen yazar konuyu sentezci bir yaklaşımla ele almaya çalışmıştır (s. 49-62). Dinin devlet, daha doğrusu Yunan milliyetçiliği tarafından “ıslah” edilmesi olarak tanımladığı bu olayı iki “millîleştirme” örneği olarak ele almaktadır, 25 Mart’ın Yunan Bağımsızlık Günü ilan edilmesi ve “gizli okul” mitinin yaygınlaştırılması (s. 61-67). Öte yandan bu bölümün son kısmında ise Anadolu’da yaşayan ve Türkçe konuşup Ortodoks Hıristiyan olan Karamanlıların durumunu ve Türk Ortodoks Kilisesi’nin kurulmasını eleştirel bir dille incelemektedir (s. 6776). 190 . BAED 4/2, (2015), 189-191 KİTAP DEĞERLENDİRME Yazar ikinci bölümde ise genel olarak Sünnî İslam ile Türk milliyetçiliği arasındaki ilişkinin dönüşümünü (s. 77-122) ele almaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında İmparatorluk içinde milliyetçilik fikirlerinin yaygınlaşmasını tartışan Grigoriadis, Atatürk’ün milliyetçiliğe etkisini ve Atatürk’ün laikleştirme politikasının Türk millî kimliği üzerindeki etkilerini tartışmaktadır (s. 77-104). Çalışmasının devamında Yunanistan örneğinde olduğu gibi, yine dinin “millîleştirilmesi” kapsamında Türk-İslam Sentezi modelinin ortaya çıkışı, Türk devleti tarafından benimsenmesi ve paralel olarak toplumsal gelişmeleri inceleyen yazar (s. 105-111), Türkiye’de millîleştirme örneği olarak zorunlu din eğitimini ve Türk-İslam Sentezi’nin Türk Dış Politikasındaki yerini sorgulamaktadır (s. 112-117). İkinci bölümün son kısmında ise Gagavuz Türkleri’nin durumunu inceleyen yazar, anılan etnik grubun Ortodoks olması nedeniyle Türk millî kimliğinin bir parçası olarak görülmemesini tartışmaktadır (s. 117-122). Grigoriadis çalışmasının tümünde olduğu gibi sonuç bölümünde de eleştirel üslubu ile her iki ülkede dinin “millîleştirilmesi ve devletçi bir yapıya büründürülmesi”nin ve milliyetçi söylemde dinî sembollerin yoğun bir şekilde kullanılmasının hâkim olmaya devam ettiğini belirtmektedir (s. 131). Öte yandan bu söylemin Türkiye ve Yunanistan’da hâkim olmaya devam ettiği sürece din ve milliyetçiliğin birbirinden ayrılmasının mümkün olmayacağını iddia etmektedir (s. 132). Özetle İoannis N. Grigoriadis’in Kutsal Sentez Yunan ve Türk Milliyetçiliğine Dini Aşılamak isimli kitap çalışmasının milliyetçilik din ilişkisini irdeleyen literatüre katkı sağladığı gibi, geleneksel karşılaştırmalı Türkiye-Yunanistan çalışmalarına farklı bakış açısıyla daha derinlemesine bir boyut kattığı düşünülmektedir. Yazarın her iki ülke milliyetçiliklerini eleştirel bir yaklaşımla ele alması çalışmaya ayrıca bir önem katmaktadır. BAED 4/2, (2015), 189-191. 191 Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt/Volume 4, Sayı/Number 2, Aralık/July 2015, ss. 193-203. BALKAN GEZİ NOTLARI - III Balkanlarda Unutulmuş Kadîm Bir Sevgili: Elbasan Rıdvan CANIM “Şehirler kültürü biriktirir...” Arnavutluk coğrafyasının orta kesimlerinde yaklaşık 80 bin nüfuslu eski bir Osmanlı şehri Elbasan. Osmanlılar ona İlbasan demişler hep. Şehir, Shkumbin veya Şkumbin nehrinin kuzey kıyılarında, son derece verimli bir ovanın doğu eteklerinde kurulmuş. Elbasan’a yaklaştıkça, sağ tarafımızda Enver Hoca’nın köhnemiş fabrikaları dikkat çekiyor. Enver Hoca dedim de aklıma geldi. Bu zat yıllarca “gereksiz harcama” deyip ülkede 1 kilometre yol yapmamış, dolayısıyla köy yollarından farkı olmayan otoyolları kullanmış zavallı halk. Bugün yeni yeni yapılmakta olan modern yollar, otobanlar ve duble yollar doğal olarak ülkenin hızla kalkınmakta olduğunun işaretleri olarak da algılanabilir. Şimdilerde hem karayolu ve hem de demiryolu ile Dıraç’a bağlanan bir şehir Elbasan. Diğer taraftan şehir, Dıraç’tan Makedonya’nın Struga ve Ohri şehirlerine ulaşan transit yolun, yani şu meşhur Via Egnatia’nın da üzerinde bulunuyor. Rıdvan Canım, Hayal Şehirlerin İzinde Gezi Notları, Akçağ Yayınları, Ankara 2010, ss. 200-216. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi, Edirne, E-mektup: ridvancanim@trakya.edu.tr. 193 RIDVAN CANIM Elbasan Elbasan, tarihlerin bize söylediğine göre 1466’larda, Fatih Sultan Mehmed tarafından, bugünlerde sadece Arnavutluk’ta değil, Kosova ve Makedonya’da da heykel üstüne heykeli dikilen Arnavut asıllı komutan Gjergj Kastrioti yani şu bizim asi devşirme İskender Bey’e karşı yürütülen askerî harekâtlarda bir üs olarak kullanılmak amacıyla kurulmuş. Belki bu yüzden de Elbasan, Osmanlı asırlarında sürekli Arnavut milliyetçilerinin merkezi olmuş bir şehir. Aslında daha önceleri, antik dönemlerde bu şehrin kurulduğu yerde Scampis ya da Scamba adında bir kent varmış. Zaman içinde Osmanlıların Balkanlarda kurduğu en önemli şehirlerden biri haline gelmiş olan Elbasan’ın bu isminin de “Arvanid ilini basan (gözetleyen) kale” anlamında yine Osmanlılar tarafından verildiği söylenir. Elbasan’ın eski Slav kaynaklarındaki ismi ise Konjuch olarak geçer. Elbasan’ın Fatih Sultan Mehmed tarafından kuruluşunu izleyen yıllarda şehrin hızla gelişip büyüdüğü, her bakımdan adeta çevrenin cazibe merkezi haline geldiği anlaşılıyor. Şehrin kurulduğu yerin buna son derece elverişli olması da bu gelişmenin başlıca sebebi olmalı. Bu asırlarda şehirdeki iki Müslüman mahallesinden biri şehrin kale surları içinde, diğeri dışında kurulmuş. Elbasan, on altıncı asır boyunca büyümesini sürdürür. 194 . BAED 4/2, (2015), 193-203 BALKAN NOTLARI-III 1570’lerde yolu Elbasan’a düşen İtalyan seyyahlar burayı, ovada büyük bir varoşu ve güçlü surları bulunan bir şehir olarak tanımlıyorlar. Elbasan’ın on yedinci asırdaki durumu hakkında en değerli bilgileri yine üstat Evliya Çelebi veriyor. Bu bilgileri aşağıda sizlere uzun uzun aktarmaya çalışacağım. Fakat öyle anlaşılıyor ki zaman içinde Elbasan’da İslâmî hayatın gelişmesinde Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan ve bugün Elbasanlılar tarafından “Hünkâr Camii” adıyla bilinen “cami” bir merkez haline gelmiş, yine II. Bayezid’in kuruluşuyla bizzat ilgilendiği bir “imaret” bunu tamamlamış. Diğer taraftan özellikle eski bir Bosnalı aileye, Borovinic ailesine mensup olup Osmanlı devlet yönetiminde “kaptan-ı deryalık” ve “Rumeli Beylerbeyliği” gibi üst kademelerde görevler almış olan Sinaneddin Yusuf Paşa, 1500’li yıllarda bu şehirde bir zaviye ve bir muallimhâne yaptırır. Evliya Çelebi, eserinde aynı zatın bir imaret, bir cami yaptırdığını, bir de ona ait Halvetî tekkesinden söz ederek bu tekkenin şehirdeki on bir tekkenin en büyüğü olduğunu söyler ki, bu dergâh yukarıda söz konusu edilen zaviye olmalı. Elbasan’da bugün ibadete açık üç cami var. Birisi Hünkâr Camii, diğeri, şehir merkezinde hemen hemen bütün Balkan şehirlerinde faaliyet gösteren Suudi-Bahâilerin açtığı yeni cami ve üçüncüsü de şehrin nisbeten dışında kalmış olan ve geçtiğimiz yıllarda yeniden onarılan şehrin kubbeli tek camii, 1599 tarihli Nâzır Camii. Bunun dışında şehir merkezindeki çifte hamam yeni binaların arasında kaybolup gittiği gibi asli görevinden de uzaklaşarak kafeteryaya dönüştürülmüş. Evliya Çelebi Elbasan’a dair izlenimlerini anlatmaya enteresan bir benzetmeyle başlar ve şöyle der Elbasan için; “Anadolu’da Arabistan’ın gelin şehri Ayıntab’tır. Ama Rumeli’de Arnavutluk’un gelincik şehri bu İlbasan şehridir. Latin tarihçilerinin yazdıklarına göre bu eski şehrin ilk kurucusu, Büyük İskender zamanında Kavala Kalesi sahibi olan Yunanlı Filikos’tur.” BAED 4/2, (2015), 193-203. 195 RIDVAN CANIM Elbasan’da Müzeye Dönüştürülen Bir Konak Çelebi’nin Elbasan’ın tarihî geçmişine ve özellikle Osmanlılar tarafından fethine dair bu söyledikleri tarihin neresindedir bilemeyiz ama O’nun Elbasan kalesine dair yaptığı tespitler bugün bizim gördüklerimizle tıpatıp örtüşür. İsterseniz Elbasan Kalesi’ne dair söylediklerine bir bakalım Evliya’nın. Diyor ki; “Kale, düz bir alanda, verimli topraklar üzerinde, kuzeye ve kıble taraflarına çeyrek saat uzaklıktaki bayırları ve dağları tamamen bağlar ekili olup, geniş bir vadi içinde, Uşkumbi nehri kenarında, dört köşeli, sağlam yapılı, köhne bir yapıdır. Yüksekliği on beş arşındır. Kale beden dişleri gayet sanat işi olup etrafında elli adet kale burcu vardır. Kale etrafını çevreleyen hendek iki adam boyu yüksekliğinde derin olup eni elli arşındır. Hendeğin içi tamamen bağ ve bahçelerdir. Kalenin çevre uzunluğu 2400 adımdır. Üç adet demir kapıları vardır. Biri doğuya, biri batıya ve biri de çarşı tarafındaki kahveler önünde kıble tarafına açılır. İşlek, büyük bir kapıdır, iki katlıdır. Diğerleri dahi iki katlıdır, zira kalesi dahi baştanbaşa iki katlı duvardır. Onun için kapıları da iki katlı yapılmıştır. Kıble tarafına açılan çarşı kapısının üzerinde Ebulfeth Sultan Mehmed’in cedleri tâ Osmancığa varınca bir beyaz mermer üzerine celî yazı ile yazılmış ve İlbasan tarihi olarak da 859 tarihi konulmuştur. Bu kapının üzerinde üç adet dört köşeli mermer üzerinde ok ve kurşun izleri bulunmaktadır. Zincirlerle asılı olarak duran bu alâmetleri gelen giden herkes ibretle seyretmektedir. 196 . BAED 4/2, (2015), 193-203 BALKAN NOTLARI-III Elbasan Kalesi’nin Güney Kapısı üzerinde Evliya’nın sözünü ettiği üç mermer kitâbe. Yine bu kapıya yakın Hünkâr Camii bulunmaktadır. Kiremit örtülü, kâgir yapılı, eski bir camidir. Cami’nin yanında yüksek bir Saat Kulesi vardır. Son derece işli bir sanat eseri olup gayet düzgün çalışan bir saati vardır ki dakika ve derece şaşmaz, bu camilerin müezzinleri bu saate bakarlar. Kale içinde 460 adet bağ ve bahçesiz kiremit örtülü, biraz genişçe, altlı ve üstlü, eski yapı evler bulunmaktadır. Dizdarın evi buradadır. Ama iç il olduğundan neferlerinin kendileri ve evleri dahi yoktur. Bu İlbasan Kalesi’nin dört bir yanındaki bayırlar dibine birer saat mesafelik yerlere kadar hep mamur, şenlikli bağ ve bahçelerle bezenmiş cennet bostanları gibi bostanlarla süslenmiş saraylar, çeşitli köşkler, havuz ve fıskiyelerle donatılmış kiremit örtülü hânedanların hepsi kâgir yapı olup ikişer ve üçer katlı güzel evlerdir. Her evde mutlaka birer akarsu bulunur ve BAED 4/2, (2015), 193-203. 197 RIDVAN CANIM aynı zamanda da havuz, şadırvan ve fıskiyelerden de fışkırmaktadırlar. Hakikaten cennet bahçeli değerli kâşânelerdir. Camilerin minarelerinin külahlarından başka kurşun örtülü hiç bina yoktur. Hemen hepsi kırmızı renkli kiremitlerle örtülüdürler.” Evliya Çelebi, meşhur Seyahatname’sinde uzun uzun anlattığı Elbasan şehrinde yüzlerce saray ve köşk bulunduğunu söyleyerek bunlardan bazılarının isimlerini de verir. Zengin konaklarının kapılarında cömertliği ve misafirperverliği vurgulayan çeşit çeşit yazıların bulunduğunu verdiği örneklerle belgeler. Onlardan biri şöyledir: “Şerefü’l-beyti bi-ehlihî / Ve şerefü ehlihî bi-sehâihî ”. Arapça olan bu manzum ibare özetle şunu söyler misafirlerine: “Evin şerefi, izzeti o evde oturan iledir, o evde oturanın şerefi de cömertliği iledir.” “Bunlar gibi binlerce daha beyitler yazılıdır” der ve Elbasan’a dair övgü dolu sözlerine şöyle devam eder Çelebi: “Bu beyitlerden anlaşıldığı üzere bu şehirde kapıları kapamak ve ev sahibinin başlı başına misafirsiz olarak, yalnız hizmetçileriyle yemek yemesi gayet ayıptır. Onun için hiçbir ev mutlaka misafirsiz değildir. Her dergâhta bu kadar misafiri, atlarıyla ve hizmetçileriyle bir ay yatıp kalksa yine de yük saymazlar. Yılbaşında, bulunursa haline münasip mutlaka bayramlık bir giyecek verirler. Bu güzel halleri kırk yıldır hiçbir diyarda görmedim. Ancak Şam Trablus’unda Yeniçeri Ağası Hızır Ağa’da gördüm. Bir de İlbasan’da gördüm.” Çelebi’nin Elbasan ile ilgili izlenimleri bu kadar değil elbette. Seyahatnamesi’nin Elbasan’a ayırdığı kısmında bundan sonra Elbasan’daki mahalleleri isimleriyle kaydeder, şehrin mektep medreselerinden, şehirdeki sûfî tekkelerinden, akarsularından, kuyu ve çeşmelerinden, imaret ve aşevlerinden, han, hamam ve kervansaraylarından, şehirde şöhret bulmuş okçuluk, yaycılık ve kalkancılık gibi mesleklerle bunları icra etmekte olan esnaftan övgüyle söz eder. Çelebi’nin Elbasan çarşı-pazarları ile ilgili gözlem ve anıları da nakle sezâ doğrusu. Bakın neler söylüyor üstad: “Bu İlbasan şehri içinde her Pazar günü büyük bir “pazar” kurulur ki şehrin dört bir yanındaki köylerden, kasaba kale ve şehirlerinden binlerce adet küçük ve büyük, erkek ve kadın gelip şehrin içi insan denizi gibi olur. Omuz omuzu sökmeyip bütün güzeller birbirlerine gösterişte bulunup çekinmeden ve sakınmadan çeşitli manzaralar seyredilir. Gizli mallar alınıp satılır. Ama dış köylerden o kadar güzel Arnavud kızları gelir ki sanki her biri birer peri yüzlü, melek görünüşlü olup 198 . BAED 4/2, (2015), 193-203 BALKAN NOTLARI-III temiz kızlardır. Kısacası her Pazar günü bu İlbasan şehri insan ile dolup her çeşit mal ve eşya ile şehir bezenip bütün Rum diyarının ve bütün Arnavutistan’ın gelincik çarşısı olur. Bütün çarşı ve pazar sokakları baştanbaşa kaldırım taşı döşeli olup iki tarafındaki yay kaldırımlarının kenarlarından birer çeşit lezzetli hayat suları akar ve bütün caddeleri temizler. Özellikle çukacılar çarşısında okçular, yaycılar, bıçakçılar, kılıççılar çarşıları içindeki yollar üzerinde sıra sıra dikilmiş dut ağaçları, yüksek çınar ağaçları, salkım söğütler, çeşitli üzüm ağaçları şehri süsleyip donattıkları gibi bütün pazar halkı da bu ağaçların gölgelerinde oturup mallarını satarlar. Diğer çarşılarda dahi çeşitli ağaçlar dikilmiştir. Bütün dükkân sahiplerine bu ağaçlar gölgelik ederlerdi. Bu güzel çarşıya asla güneş etki etmezdi. Sanki bu şehir Macaristan’ın Kurs vilayetindeki Kâşe şehri gibi İrem bağı idi.” Elbasan Kale İçi Sokakları BAED 4/2, (2015), 193-203. 199 RIDVAN CANIM Çelebi, bu belirlemelerin ardından cami ve mescidlere geçer. Kale içinde yer alan Elbasan’ın en eski camileri olan Sultan Mehmed Han Camii ve Gazi Sinan Paşa Camilerini kaydettikten sonra Kale dışında Bıçakçızâde ve Tavşan Camilerini zikreder. Elbasan’daki gezilerim esnasında Elbasan Belediye Başkanı Kâzım Seydimî ile de tanışma fırsatı buldum. Makam odasının duvarında gördüğüm devâsâ iki siyah beyaz fotoğraf eski Elbasan’ın şehir merkezi ile eski çarşıyı gösteriyordu. İşte o fotoğrafta yer alan -ki Evliya Çelebi bu alana “Uzun Çarşı” adını veriyor- Kalenin güney kapısı karşısındaki muhteşem Hasan Balizâde Camii’nin yerinde yeller esiyor şimdi. 1978’de Enver Hoca’nın emriyle hâk ile yeksân edilmiş bu cami. O güzellik şimdi bu siyah beyaz fotoğrafta kalmış. Başkanın, bu caminin yeniden aslına uygun olarak inşa edileceği şeklindeki beyanları bir kuru teselli mi acaba? “Keşke” diyebiliyorum içimden. Keşke. Yakın Plânda Hasan Balizâde Camii, 1978’de Yıkılmadan Önce / Elbasan Hasan Balizâde Camii, olur ya yeniden yapılır da kitabesini bulamazlarsa eğer -ki bulunması mümkün değil, çünkü koskoca camiden geriye bir tuğla bile kalmamışken kitabenin lafı mı olur- sakın üzülmesin Elbasanlılar, çünkü üstadımız Evliya Çelebi keramet gösterip Hasan Balizâde Camii’nin kitabesindeki tarih kıtasını bizim için zapt etmiş! İşte bu caminin şimdi tarihin derinliklerine gitmiş olan ve Manastırlı Le’âlî tarafından yazılmış tarih kitabesi: 200 . BAED 4/2, (2015), 193-203 BALKAN NOTLARI-III Yapub Hasan Balizâde Hudâ içün Bu beytullahı çû zamanında cennet Bihamdillâh itmâm itdi bu hayrı Kabûl ide bihakk-ı zât-ı vahdet Ne devletdür bu kim tâ rûz-ı mahşer Diyeler rûz u şeb rûhuna rahmet Manastırî Le’âlî didi târîh Zihî oldu ibâdetgâh-ı ümmet (1017) Evliya’nın Elbasan için söylediklerine niye bu kadar uzun uzadıya yer verdiğimi merak edenler olabilir. Açıklayayım: İki sebepten; birincisi Çelebi’nin Elbasan ziyaretinde görüp yazdıklarının birçoğunun hem çok çok önemli olması, hem de bugün çoğundan eser kalmamış olması tabii. Maalesef bugünün modern Elbasan’ında sizlere çarşı-pazar adına bile söyleyebileceğim çok fazla bir şey yok. Fakirliğin, ekonomik sıkıntıların ezdiği insanlarla dolu, işsizlerin parklarında boş boş oturup akşama kadar domino oynadıkları bir Elbasan. Sessiz, sakin insanlarıyla ama çok çok güzel bir Arnavutluk şehri. Son olarak Evliya’nın Elbasan kalesine dair söylediklerine bakalım bir de. “İlbasan Kalesi gayet güzel bir sanat eseridir. Camileri, yer altındaki suyolları, yüksek minareleri ve hanları sağlam yapılardır. Havası, suyu gayet güzel olduğundan yaz ve kışı daima ılımandır. Halkı zinde yapılıdırlar. Şehir kethüdasının söylediğine göre şehir içinde iki bin altmış adet su kuyuları vardır. Şehrin yapılışı Terazi burcu devrine rastladığından halkı sevinçli ve mutludurlar. Şehirde Müslüman olmayanlar için kiliseler de vardır. O günden bu güne, bilhassa “Kale” ve çevresinde geriye ne kalmış, ne kalmamış diye şöyle bir bakacak olursak göreceğimiz şudur: Ben Elbasan Kalesi’nin dört bir tarafını iki defa dolaştım. Bugün Elbasan’ın neredeyse tam ortasında yer alan bu kalenin Batı’ya ve Güney’e bakan taraflarında yer alan surları hâlâ ayakta duruyor. Surların üzerine de çıktım. 2-3 metre genişliğindeki bu surlar üzerinde uzun uzun yürüdüm, yeşillikler içindeki bu eski Osmanlı şehrini biraz da hüzünle seyrettim. Kalenin kuzey ve doğu taraflarında yer alan surları neredeyse tamamıyla yıkılmış. Yıkılan surlardan geri kalanlar da evler arasında kaybolup gitmekte. Çelebi’nin sözünü ettiği “fetih kitâbesi” yerinde aynen duruyor. Bu kitabe şehir meydanına bakan ve bugün ayakta kalabilen tek kapının iç şehir tarafında yer alıyor. Kapının BAED 4/2, (2015), 193-203. 201 RIDVAN CANIM meydana bakan yüzünde ise yine Evliya’nın uzun uzun anlattığı o üç mermer kitabe asılı duruyor. Bu kale kapısının hem iç hem dış yüzünde Çelebi’nin anlattıklarına ayniyle şahit olmak gerçekten heyecan verici. Kale içindeki Hünkâr Camii ve surlar üzerinde yer alan meşhur Saat Kulesi, bugün zamana şahitlik etmeyi sürdürüyor Elbasan’da. Elbasan’da Fatih Sultan Mehmet (Hünkâr) Camii İyi hoş da geldik gidiyoruz şu Elbasan’dan ama o dillere destan kebabından tek kelime bile etmedin diyenlere biz de dilimiz döndüğünce bu kebabın anavatanından seslenelim şimdi. Tabii haklısınız, Elbasan’a gelinir de nâmı taa Anadolu’ya ulaşan bu leziz kebaba dair bir kelamımız bulunmaz mı, bulunur elbet. Efendim, bir defa bu “Elbasan tava” dedikleri şey, haşlanmış kuzu etinin yoğurtlu bir sosla birlikte fırınlanmasıyla yapılan enfes bir Türk yemeğidir, bunu böylece bilelim. Elbasan’lı diye Arnavut yemeği zannetmeyin, gerçi olsa da bir mahzuru olamaz elbette. Yemeğin milliyeti mi olurmuş..! Efendim önce kuşbaşı kuzu eti, soğan, defne yaprağı, tane karabiber gibi tatlandırıcı malzemelerle haşlanır ve piştikten sonra lif lif didiklenir. Bir başka hazırlama türü olarak da etler soğanla kavrulur, fakat didiklenmez. Sonra bir fırın tepsisine alınan etlerin üzerini kapamak için süzme yoğurt ile bir sos hazırlanır. Bu sosun içinde mutlaka un, yumurta ve yoğurt bulunur. Az miktarda limon, soğan ve baharat da eklenebilir. Sosun 202 . BAED 4/2, (2015), 193-203 BALKAN NOTLARI-III kalınlaşması ve un tadının gitmesi için karışım düşük ateşte bir müddet pişirilir. Sos ısıtılacaksa, yumurtanın sarısı sos kalınlaştıktan sonra yavaş yavaş yedirilerek eklenir. Buradaki amaç yumurtanın pişip sosun içinde parça parça katılaşmasını engellemektir. Yoğurtlu sos yerine fırın yemekleri için hazırlanmış sos da kullanılabilir. Son olarak tepsiye alınmış etler sosla kaplanarak fırında üzeri hafif renklenene kadar pişirilir. Dilimlere ayrılarak servis yapılır. Afiyet olsun efendim. Bu da benden sizlere bir Elbasan ikramı olsun. Elbasan’a gelemeseniz de “tava”sı evlerinize gelmiş olsun istedim. İnşallah bu “Elbasan tava”yı bir gün bu güzel şehrin güzel insanları ile birlikte yersiniz, ne diyeyim. Arnavutluk’un bu güzel şehrine doyamadan ayrılıyorum. İnsanı içinden bir yerlerinden yakalayan ve uzaklaşmak istedikçe acı veren bir tarafı var bu şehrin. Hani bir görüşte âşık olmak gibi bir şey. Tanışalı şunun şurasında ne olmuştu ki sanki. Ama Elbasan Kalesi içindeki o eski mahalleler, o daracık sokaklara yaslanmış kireç badanalı bembeyaz eski Elbasan evleri. Henüz asfalt denilen nesne ile tanışmamış, yer yer çimen, yer yer toprak ve taşlarla kaplanmış o güzelim Elbasan sokakları. İnşallah gelecek zamanlarda kısa da olsa kavuşma hayalini hep yüreğimde taşıyarak vedalaşıyorum bu Balkan güzeli ile. Hoşça kal dağlar güzeli, hoşça kal Elbasan. BAED 4/2, (2015), 193-203. 203 BAE-DERGİSİ MAKALE YAZIM KURALLARI Makaleler, aşağıda belirtilen şekilde hazırlanmalıdır: 1. Başlık; içeriği iyi bir şekilde ifade etmeli, büyük ve koyu harflerle ortalanarak yazılmalıdır. Makale kendi içinde anlamlı alt başlıklara ayrılmalıdır. “Giriş” kelimesi başlık olarak kullanılmalı ve alt başlıklar numaralandırılmalıdır. 2. Yazarın adı küçük, soyadı büyük ve koyu yazılmalı; üzerine yıldız konularak dipnotta yazarın görev yaptığı kurum, haberleşme ve elektronik posta adresi belirtilmelidir. 3. Makalenin başında, konuyu kısa ve öz biçimde anlatan ve en fazla 150 kelimeden oluşan Türkçe ve İngilizce özet bulunmalıdır. Ayrıca özetin altında bir satır boşluk bırakılarak, en az 3, en çok 5 kelimeden oluşan anahtar kelimeler verilmelidir. 4. Metin A4 boyutunda (29.7x21 cm.) kâğıtlara, Word programında, Times New Roman karakteriyle 11 punto ve tek satır aralığıyla yazılmalıdır. Sayfa kenarlarında (üst 3,5 cm, alt 2,5 cm, sol 2,5 cm ve sağda 3,0 cm) boşluk bırakılmalı ve sayfa numaraları yukarıda ve dışarıda olmak üzere verilmelidir. Dipnotlar 9 punto ve tek aralıklı yazılmalıdır. Yazılar özetler ve kaynakça dâhil 7.000 kelimeyi geçmemelidir. Metin içinde koyu ve eğik harflerle vurgulamalar yapılabilir. 5. Her tablo veya grafik aşağıda görüldüğü gibi numaralandırılmalı ve uygun bir başlık seçilmelidir. Tablo veya grafik numarası ve adı tam sola dayalı olarak yazılmalı; tablonun veya grafiğin kaynakçası ise tablonun altında yer almalıdır. Tablolar ve grafikler metin içinde ait oldukları yerlerde kullanılmalıdır. 6. Alıntılar tırnak içinde verilmeli; beş satırdan az alıntılar satır arasında, beş satırdan uzun alıntılar ise ana metnin sağından ve solundan 1 cm içeride, blok hâlinde ve 1 satır aralığı ile 1 punto küçük yani (10 punto) olarak yazılmalıdır. 7. Referanslarda klasik dipnot sistemi benimsenmeli ve dipnotlar sayfa altında yer almalıdır. Referanslar gösterilirken aşağıdaki hususlara azami önem verilmesi gerekmektedir: 7.1. Tek yazarlı kitap ya da makale aşağıdaki şekilde gösterilmelidir: Andrew Baruch Wachtel, Dünya Tarihinde Balkanlar, (çev.) Ali Cevat Akkoyunlu, Doğan Kitap, İstanbul 2009, s. 58. Bülent Akyay, “Yunanistan’da Filortodoks Komplo’nun Ortaya Çıkışı (1839) ve Osmanlı İmparatorluğu”, Tarih İncelemeleri Dergisi, Cilt XXVI, Sayı 2, Aralık 2011, s. 338. Şayet aynı eserden tekrar alıntı yapılacaksa yazarın soyadı yazıldıktan sonra; Wachtel, a.g.e., s. 13.; makale ise Akyay, a.g.m., s. 339. şeklinde belirtilmelidir. Şayet aynı yazarın başka bir eseri ikinci kez aynı makalede kullanılıyorsa yazarın soyadından sonra kullanılan eserinin başlığı da yazılmalıdır. Wachtel, Southeast Europe: Culture and Connection, s. 42. Araya başka bir eser girmeden aynı eserin aynı sayfasından alıntı yapılıyorsa, “Aynı yerde” ibaresi kullanılmalıdır. Araya başka bir eser girmeden aynı eserin farklı sayfasına gönderme yapılıyorsa, “Aynı yerde, s. 236.” şeklinde belirtilmelidir. Her dipnotun sonuna nokta konulur. 7.2. İki yazarlı ve ikiden fazla yazarlı kitap ya da makalelerde yazar adları arasına ve bağlacı konulmalıdır. 7.3. Derleme kitaplarda yer alan makaleler aşağıdaki gibi gösterilmelidir: Ruxandra Ivan, “La politique à l’égard des minorités nationales en Roumanie aux années 1980”, Minorities in the Balkans: State Policy and Interethnic Relations (1804-2004), (ed.) Dušan T. Bataković, Institute for Balkan Studies of the Serbian Academy of Sciences and Arts, Special Editions 111, Belgrade 2011, s. 260. 7.4. Gazete Yazısı Yalçın Bayer, “Balkan Tarihi Yeniden Yazılacak”, Hürriyet, 6 Aralık 2012, s. 9. Yazarı belli olmayan gazete yazıları: “Makedonya’da Türkler İlgi Bekliyor”, Yeniçağ, 25 Mayıs 2014, s. 11. 7.5. Yazarı Belli Olmayan Resmî ya da Özel Yayınlar, Raporlar vb. Eserler Arnavutluk Ülke Raporu, TİKA Yayınları, Ankara 1995, s. 19. 7.6. Arşiv Belgeleri Arşivin adı, tasnifin adı, defter veya dosya ve gömlek numaraları belirtilmelidir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA) Hariciye Nezareti Siyasî Kısım Evrakı (HR.SYS) için: BOA, HR.SYS, 1119/64. 7.7. İnternet Kaynakları Kader Özlem, “Unutulan Balkan Türkleri”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 30 Temmuz 2011, http://www.21yyte.org/tr/yazi6245-Unutulan_Balkan_Turkleri.html (07.08.2012) Yazarı belli olmayan internet kaynakları: http://www.dw-world.de/dw/article/0,2144,1983134,00.html, (01.12.2007). 7.8. Mülakat Süleyman Demirel ile İstanbul’da yapılan mülakat, 25 Kasım 2008. 7.9. Yüksek Lisans, Doktora ve Doçentlik Tezleri Sevim Hacıoğlu, Bulgaristan Türklerinin Sosyo-Kültürel Değişimi (1944-1989), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Prof. Dr. Mehmet Saray, İstanbul 2002, s. 78. 8. Kaynaklar makalenin sonunda, yazarların soyadının ilk harfine göre alfabetik olarak ve büyük harflerle aşağıda gösterildiği gibi eklenecektir: Yazarın soyadı, adı, başlık, yayınevi, basım yeri ve basım yılı. Kaynakçada makalelerin sayfa aralıklarının da belirtilmesi gereklidir. CLAYER, Nathalie, Arnavut Milliyetçiliğinin Kökenleri: Avrupa’da Çoğunluğu Müslüman Bir Ulusun Doğuşu, (çev.) Ali Berktay, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2013. KIRLIDÖKME, Utku, “Yunanistan’da Uluslararası İlişkiler Kuramlarının Dış Politika Olaylarına Uygulanmasıˮ, Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, Aralık 2013, ss. 27-50. Yazıların Gönderilmesi Yukarıda belirtilen ilkelere uygun olarak hazırlanmış makaleler, aşağıdaki elektronik posta adresine gönderilmelidir: Arş. Gör. Kader ÖZLEM; E-posta: baedergisi@trakya.edu.tr Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi (BAE-Dergisi) makale yazım kurallarına riayet edilmeden hazırlanan makaleler dikkate alınmaz. Yazarlar hakem raporları doğrultusunda istenen düzeltmeleri editörün bildirdiği süre zarfında BAEDergisi’ne ulaştırmakla yükümlüdür. Aksi takdirde gönderilen makaleler ya reddedilir ya da yayımlanması düşünülen sayıda yayımlanmaz. Yayın Kurulu makaleler üzerinde esasa yönelik olmayan küçük düzeltmeler yapabilir. Dergimizde yayımlanan makalelerin içeriğinden yazarı/yazarları sorumludur. INSTRUCTIONS FOR AUTHORS WRITING AND STYLING GUIDELINES All articles must conform to the following guidelines: 1. Title should reflect the content of the article. It should be in bold capital letters and center ranged. All subheadings should be concise. The first section should be titled as ‘Introduction’ and the subheadings should be numbered. 2. Use lower case for the name of the author. The surname should be written in bold and capital letters. Put ‘*’ on the surname and include the author’s affiliation information (i.e. institution, telephone number, e-mail) as a footnote on the first page. 3. All articles should have an abstract composed of 150 words maximum. It should be in both Turkish and English and include a one line keywords section composed of three to five words. 4. The article should be written in MS Word, A4 paper dimension (29.7x21 cm.), Times New Roman, 11 pt. and single space. Page margins should be defined as 3.5 cm. from above, 2.5 cm. from below and left, and 3.0 cm. from right. Page numbers should be above of each page. Footnotes should be 9 pt. and single spaced. The manuscript (including the abstract and bibliography) must not exceed 7.000 words. The author is free to highlight words or expressions that should be in bold and italic. 5. Each table and figures should be used inside the text. It should be named, numbered and indented to the left while its source/bibliographic information should be written below of it. 6. Quotation marks - “ ” - should be used for all quotations. The ones less than five sentences should be given as a part of the sentence while quotations more than five sentences should be given in a separate paragraph, indented 1 cm. from the right, single space and 10 pt. 7. All references must stick to the general reference styling and footnotes should be given below of each page. All manuscripts should abide by the following rules of referencing: 7.1. Books and journals Andrew Baruch Wachtel, Dünya Tarihinde Balkanlar, (transl.) Ali Cevat Akkoyunlu, Doğan Kitap, İstanbul 2009, p. 58. Bülent Akyay, “Yunanistan’da Filortodoks Komplo’nun Ortaya Çıkışı (1839) ve Osmanlı İmparatorluğu”, Tarih İncelemeleri Dergisi, Volume XXVI, Number 2, December 2011, p. 338. In case the same source is used in the following footnote then; Wachtel, ibid., p. 13. For references to the same source later in the same article Wachtel, op.cit., p. 15. In case another source of the same author is used then; Wachtel, Southeast Europe: Culture and Connection, p. 42. All footnotes should finish with full stop. 7.2 For co-authored books and articles “and” should be used between the names of authors. 7.3. Articles from edited books should be written as follows: Ruxandra Ivan, “La politique à l’égard des minorités nationales en Roumanie aux années 1980”, Minorities in the Balkans: State Policy and Interethnic Relations (1804-2004), (ed.) Dušan T. Bataković, Institute for Balkan Studies of the Serbian Academy of Sciences and Arts, Special Editions 111, Belgrade 2011, p. 260. 7.4. Newspapers Yalçın Bayer, “Balkan Tarihi Yeniden Yazılacak”, Hürriyet, 6 December 2012, p. 9. In case the reporter or columnist is not defined then “Makedonya’da Türkler İlgi Bekliyor”, Yeniçağ, 25 May 2014, p. 11. 7.5. For special reports and official sources with unidentified authors Arnavutluk Ülke Raporu, TİKA Yayınları, Ankara 1995, p. 19. 7.6. Archival Sources The name of the archive and the full title of the files should be specified For an example regarding an archival source belonging to the Ottoman Archives of the Prime Ministry-Republic of Turkey: BOA, HR.SYS, 1119/64. 7.7. Internet Sources Kader Özlem, “Unutulan Balkan Türkleri”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 30 July 2011, http://www.21yyte.org/tr/yazi6245-Unutulan_Balkan_Turkleri.html (07.08.2012). If the author is not defined: http://www.dw-world.de/dw/article/0,2144,1983134,00.html (01.12.2007). 7.8. Interviews Interview with Süleyman Demirel in Istanbul, 25 November 2008. 7.9. Thesis Sevim Hacıoğlu, Bulgaristan Türklerinin Sosyo-Kültürel Değişimi (1944-1989), Istanbul University Institute of Social Sciences, Unpublished Masters Thesis, Supervisor: Prof. Dr. Mehmet Saray, Istanbul 2002, p. 78. 8. Bibliography: All sources should be written in an alphabetical order. Each source starts with the surname of the author written in capital letters and followed by name, title, publisher and date. Also, page numbers of articles should be included. CLAYER, Nathalie, Arnavut Milliyetçiliğinin Kökenleri: Avrupa’da Çoğunluğu Müslüman Bir Ulusun Doğuşu, (transl.) Ali Berktay, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Istanbul 2013. KIRLIDÖKME, Utku, “Yunanistan’da Uluslararası İlişkiler Kuramlarının Dış Politika Olaylarına Uygulanmasıˮ, Journal of Balkan Research Institute, Volume 3, Number 2, December 2013, pp. 27-50. Submitting the article All articles that are prepared according to the abovementioned writing guidelines should be sent to Res. Assist. Kader Özlem: baedergisi@trakya.edu.tr All articles that contradict with guidelines of the JBRI are not considered for publication. All authors are responsible for making necessary changes based on reports given by reviewers and send the amended version back to the JBRI. Else, articles are either rejected or postponed since it may be included for the next issues of the JBRI. The editorial board may make minor corrections on articles that will not affect the content. Authors are responsible for the content of their articles.