SOSYO-TARİHSEL PERSPEKTİF SÜRECİ İÇİNDE AŞK SOSYOLOJİSİ Emine Öztürk 3 SOSYO-TARİHSEL PERSPEKTİF SÜRECİ İÇİNDE AŞK SOSYOLOJİSİ CİNİUS YAYINLARI İNCELEME ARAŞTIRMA ELEŞTİRİ Babıali Caddesi, No. 14 Cağaloğlu - İstanbul Tel: (212) 5283314 — (212) 5277982 http://www.ciniusyayinlari.com iletisim@ciniusyayinlari.com Emine Öztürk SOSYO-TARİHSEL PERSPEKTİF SÜRECİ İÇİNDE AŞK SOSYOLOJİSİ Yayına hazırlayan: Zeynep Aytekin Kapak tasarımı: Diren Yardımlı Dizgi: Neslihan Yılmaz BİRİNCİ BASKI: Mart, 2013 ISBN 978-605-127-------------Baskı ve cilt: Cinius Sosyal Matbaası Çatalçeşme Sokak No:1/1 Eminönü, İstanbul Tel: (212) 528 33 14 Sertifika No: 12640 © EMİNE ÖZTÜRK, 2013 © CİNİUS YAYINLARI, 2013 Tüm hakları saklıdır. Bu yayının hiçbir bölümü yazarın yazılı ön izni olmaksızın, herhangi bir şekilde yeniden üretilemez, basılı ya da dijital yollarla çoğaltılamaz. Kısa alıntılarda mutlaka kaynak belirtilmelidir. Printed in Türkiye Emine Öztürk İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ..........................................................................................7 GİRİŞ..............................................................................................9 I. BÖLÜM....................................................................................11 1. Aşkın Tarifi Ve Medeniyet Tarihindeki Şekillenişine Kısa Bakış............................................................................. 11 2. Aşk Ve Flört, Bu İki Kavramı Birbirinden Ayırmamızı Sağlayan Temel Kavramlar...................................................... 22 3. Ergenliğin Verileri Ve Bu Dönemde Cinsiyet Duygusunun Şekillenişi................................................................ 26 4. Toplumsal Cinsiyet Kavramı Ve Bu Kavramın Oluşumunda Etkin Olan Diğer Kavramlar................................................... 29 5. Flört Ve Aşk Kavramları Ve Bu İki Kavramın Arasındaki Temel Farklar........................................................................... 31 II. BÖLÜM...................................................................................41 1. Aile Faktörü (Anne Ve Babanın Tutumunun Etkisi) Flörte Etkisi.................................................................. 41 2. Aşkın Sınıfsal Temeli Ya Da Aşkın Ekonomik Faktörü .......................................................................... 52 3. Cinsiyet Faktörü: Sosyal Değişmenin Toplumsal Cinsiyet Kavramının Muhtevasında Meydana Getirdiği Değişim Ve Toplumsal Cinsiyet Kavramının Aşk Ve Flört Olgularına Etkisi................... 57 SONUÇ..................................................................................... 125 KAYNAKÇA.............................................................................. 135 ÖNSÖZ B u çalışmanın yapılmasının öncelikli amacı, “Aşkın acaba bir sosyolojisi var mıdır?” sorusuna cevap aramak, diğer bir amacı da yaşanan lakayt ilişkilerin pek çoğunun aşk olmadığını, sadece Peyami Safa’nın tabiriyle, “Birer aşk stajı”ndan ibaret olduğunu, gerçek aşkı yaşama anlama ve anlamlandırmanın zorluğu karşısında ürken bireylerin, aşk olmayan, aşkvari geçici duygularla ömür tüketmeyi tercih ettiklerini ortaya koymaktır. Çalışmanın birinci bölümünde aşkın tariflerine ve medeniyet tarihindeki değişik şekillenişlerine yer verilmiştir. Sonraki bölümlerinde flört ve aşk kavramlarını birbirinden ayırmamızı sağlayan temel özellikler ve bu özellikleri belirleyen temel kavramlar ele alınmış ve bu kavramlardan, özellikle, toplumsal cinsiyet kavramı ve bu kavramın aşk olgusunun ortaya çıkışına etkisi anlatılmaya çalışılmıştır. En son bölümde ise aşk olgusunun ortaya çıkışına etki 8 | Emine Öz türk eden sosyo-psikolojik faktörler ve aşkın sosyal-psikolojik temeli incelenmeye çalışılmıştır. Umarız alanında faydalı bir çalışmaya imza atabilmişizdir. GİRİŞ İ nsan, Kuranı Kerim’in de belirttiği gibi bir erkekle bir dişiden yaratılmış ve daha sonrasında bir aile, kabile, millet ve en son aşmasında da bir devlet oluşturmuş olan bir varlıktır. İnsanın aile olabilmesinin en temel şartı olan cinsler arası duygusal akış ve bu akışa ad olan aşk olgusu dünya tarihi boyunca tartışma konusu olagelmiş bir sosyal olgudur. Yunus’un deyişiyle, “Aşk imiş her ne var alemde Gerisi bir kıyl-ü kal imiş ancak.” Kıylü kal olmaksızın aşk olmalı demek lazım gelir ki; aşk bir mihnetin, bir zorluğun bazen bir imkansızlığın her şeyi mümkün kılmanın adıdır. İşte bu düşüncelerle bu araştırmaya başladık ve hedefimiz aşkı: aşk olmayanın aşk olmadığını anlatmaktır. Bu hedefimize, yani aşkı flört ve benzeri sadece cinsellik kokan diyaloglardan ayırma hedefine ve gençlere bu hedefi anlatmak gayesine ulaştığımız takdirde aşk gerçek yerine ve hak ettiği yere ulaşmış olacaktır, zira bu araştırmanın hedefi aşkı yerlerde sürünmekten kurtarıp hak ettiği yere oturtmaktır. I. BÖLÜM 1. Aşkın Tarifi ve Medeniyet Tarihindeki Şekillenişine Kısa Bakış A hmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü’nde aşkı şöyle tarif ediyor: “İnsanı belli bir varlığa, bir nesneye ya da evrensel bir değere doğru sürükleyip bağlayan gönül bağı. İnsan tarafından temelde kendisi dışındaki en yüce varlığa, varlıklara veya güzelliğe duyulan yoğun ve aşırı sevgi.”1 Cevizci aşkla ilgili ayrıca şunları söylüyor. “Bir kavram olarak aşk, felsefeye din yoluyla, özellikle de dünyanın, varoluşçu tanrının yaratıcı eylemiyle açıklandığı ya da Yaratıcının yarattığı varlığın bütününü ya da bir parçasını seven en yüce güç olarak görüldüğü zaman girmiştir. Aşk bundan bağımsız olarak felsefeye, ahlaksal problemler açısından da konu olmuştur. İnsanoğlunun en güçlü itkilerinden biri olan aşk, akıllı bir varlık olarak insan, düşünme ve akıl yürütme kapasitelerini gerçekleştirmek durumundaysa eğer, kontrol edilmesi gereken bir güç olarak düşünülmüştür.” 2 İleride daha ayrıntısıyla anlatacağız ancak görüldüğü (1) Haluk Özbay /Emine Öztürk, a.g.e., s. 45 (2) Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Aşk Maddesi, Paradigma Yay., İstanbul / Eylül – 2000, s. 87 12 | Emine Öz türk gibi aşkın ilahi, felsefi, insanı aşan bir yönü vardır. Bundan başka, insani düzlemde yaşanan aşk da oldukça ciddidir. Meydan Larousse aşkı şöyle tarif ediyor: “Bir cinsi diğerine yönelten bedeni veya ruhi güçlü duygu.”3 Meydan Larousse ayrıca Cenap Şahabettin ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın aşka yönelik şu iki tarifine dikkat çeker: “Aşk kalbimizin saygısız misafiridir, bize sormadan gelir; bize sormadan gider. (Cenap Şahabettin). Aşk, çekici bir kimseye veya bir şeye karşı kalbin atışı. (A. H. Tanpınar)”4 Meydan Larousse Descartes’ın aşk anlayışını da şöyle özetliyor: “XVII. yüzyılda (Descartes) aşkın iki çeşidini birbirinden ayırıyordu. a) İyilik etmeye götüren aşk (Baba’nın çocuklarına olan sevgisi); b) Elde etmeye götüren aşk (Bir sarhoşun şaraba olan sevgisi.)”5 Meydan Larousse’a göre filozoflardan bir kaçının aşk anlayışı ise şöyle: “Sokrat, Platon, Aristo, Stoacılar ve Plutharkos için aşk en yüce, en ulvi duygu. Platon ise aşkı güzelliğin doğurduğu bir çekicilik olarak tanımlıyordu. Nietzsche, Schopenhauer ve Hartmann ise soyunu sürdürmek amacıyla insana kurulan tuzak olarak tanımlıyorlar.”6 Ahmet Cevizci Batı geleneğindeki aşk anlayışını şöyle anlatıyor: “Batı geleneğinde; Platonik aşk, Hıristiyanlığın aşk anlayışı, Romantik aşk, ve nihayet Freudçu aşk olmak üzere dört aşk anlayışından söz edilebilir.”7 “İşin söylencesel yanı bir kenara bırakıldığında Eski Yunan’da sevgi üstüne konuşulduğu zaman kusursuz bir güzellik, tam bir uyum arandığını görmek mümkün, Sokrates’in Diotima adlı kadınla yaptığı bir konuşmada bunun izlerini görüyoruz. ‘İnsanın salt güzellikle karşı karşıya geldiği an yok mu (3) (4) (5) (6) (7) Meydan Larousse, Aşk Maddesi, c. II, s. 225 Meydan Larousse, gös . yer, s. 225-226 Meydan Larousse, gös.yer, s. 226 Meydan Larousse, gös.yer, s. 226 Ahmet Cevizci, gös. yer, s. 87 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 13 sevgili Sokrates, işte yalnız o an için insan hayatı yaşanmaya değer! Günün birinde onu görünce hiç sayarsın artık altınları, süsleri, püsleri. Düşün ne olur bir görebilirse insan güzelliğin kendini, her şeyden soyunmuş, arınmış, katkısız. Pagan dünyasında kadın ve erkeğin aşkı, içerdiği tüm yan anlamlara karşın gerçek anlamda aşktır ve son derece de doğaldır. Oysa Hristiyanlığın Batı’da iyice egemen olduğu Ortaçağ boyunca aşk, tenin, şeytan tarafından baştan çıkarılması sonucu duyduğu günahkar bir istek olacaktır. İnsanın cennetten kovulmasına neden olan ilk günahın sahibi olarak kadınlar da, şeytanın kolayca baştan çıkarabileceği, sakınılması gereken varlıklardır. Günahkar aşk yerine kutsal evlilik bağı onaylanır. İyi erdemli bir kadın sevgili değil, ancak anne olabilir. Kilisenin dayattığı bu ahlak anlayışı soylu sınıflar arasında geçerli gibi görünürken, halk arasında daha gevşek bir yapı söz konusudur. Halk arasında Trubodarlar’ın çalıp söyledikleri aşk öyküleri, aşk şiirleri dillerden dillere gezip söyleniyordu.”8 Bu aşk öykülerinden birkaçını flörtün yaşanma biçimini anlattığımız zaman örnek olarak vereceğiz. Pagan ve Hristiyan aşk anlayışını az da olsa gördükten sonra Freud’un aşk anlayışına biraz göz atalım. Burada Freudçu aşka ya da Freud’un aşk anlayışına kendi satırlarından biraz göz atalım. “Bir türünde aşık olmak doğrudan cinsel doyumu hedefleyen, cinsel güdülerin nesneye yüklenmesinden başka bir şey değildir; bu yükleme bu hedefe ulaşıldıktan sonra ortadan kalkar; sıradan tensel [cinsel] sevgi denen şey de budur. Ama bilindiği gibi libidonal durum nadiren bu kadar basittir. Giderilen ihtiyacın yeniden canlanacağı kesindir; bunun, cinsel nesneye daha kalıcı bir yükleme yapıp tutkulu aralarda da, “Sevmeye” yönelik ilk güdü (8) Gökhan Tok, “ Eski Ama Eskimeyen Masal Tarih Boyunca Aşk ”, Bilim ve Teknik, Mayıs – 2001, s. 43-44. 14 | Emine Öz türk olması gerekliliğine kuşku yok.”9 Freud’un kendi aşk anlayışını sevgi ve cinsel arzuyu eşleyerek özetlediği yukarıdaki satırlardan sonra Batı geleneğine damgasını vuran bu dört aşk anlayışının ortak özelliklerini Ahmet Cevizci’nin satırlarından şöyle özetleyebiliriz. “Söz konusu dört aşk anlayışından her biri belli bir aşk türü için ön plana çıkarılsa da, genel olarak aşk ya da aşkın doğası üzerine bir teoridir. Ortak noktaları, aşkı yaşamda önemli olan her şey için bir anahtar olarak görmeleridir.”10 Burada Hristiyanlığın aşk anlayışını en iyi biçimde yansıtmasından dolayı Aziz Augustinus’un aşk yorumuna bir kaç satırla değinmek gerekliliğine inanıyorum. “Aşkın konusu farklı şeyler olabilmekle birlikte, aşkla daha çok sevgiliye ve tanrıya duyulan aşk anlatılmak istenmiştir. Nitekim Patristik felsefenin büyük düşünürü Aziz Augustinus’a göre, insan zorunlu olarak ve kaçınılmaz bir biçimde sorar. İnsanın kendi kendisini aşmasından başka bir şey olmayan aşkı insan için kaçınılmaz kılan şey, insanın kusurlu ve eksik bir varlık olmasıdır. Aşkın, Aziz Augustinus’a göre, insanın hangi bakımdan eksik olduğunu gösteren farklı nesneleri vardır. Buna göre; insan maddeyi, fiziki varlıkları, başka insanları ve hatta kendisini bile sevebilir. İnsan bütün bunlardan belli bir ölçüde doyum sağlayabilir, zira dünyada var olan her şey, iyiliğin bizzat kendisi olan Tanrı’dan geldiği için iyidir. İnsan aşkının son ve en büyük nesnesi, Augustinus’a göre Tanrı’dır. Çünkü insanın doğası o şekildedir ki; yalnızca sonsuz bir varlık olan Tanrı, ondaki sonsuzluk ihtiyacını kavrayabilir, insana en yüksek doyum ve mutluluğu sağlayabilir.” 11 Ahmet Cevizci, İslam kültür çevresindeki aşk anla(9) Sigmund Freud, Uygarlık Din ve Toplum, çev. Selçuk Budak, Öteki Yay., Ankara 1997, s. 140. (10) Ahmet Cevizci, gös. yer, s. 87. (11) Ahmet Cevizci, gös. yer, s. 87 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 15 yışından da şöyle bahsediyor. “İslam kültür çevresinde ise aşk, daha çok tasavvuf felsefesinde ortaya çıkmıştır. Tasavvuf anlayışına göre, Allah evreni, gizli bir hazine iken tanınmayı ya da güzelliğini seyretmeyi sevdiği için yaratmıştır. Bundan dolayı evrenin yaradılış, varoluş nedeni bilgi ve sevgidir. Bu anlayışa göre, evren mutlak güzellik olan Allah’ın güzelliklerini yansıtan bir aynadır. Bu nedenle güzele aşık olan insan, gerçekte Allah’ın güzelliğine aşık olmaktadır. Mutasavvıflar, bu anlayışa bağlı olarak gerçek aşkla geçici aşk arasında bir ayrım yaparlar. Geçici aşk, bir güzele gönül vermek, ona vurulmaktır. Yani bütün özlem duygularının tutkuyla bir kişiye yöneltilmesidir. Söz konusu geçici aşk, gerçek aşk için bir köprü olma işlevi görür. Çünkü aşk aşığın gözünden tüm varlıkları, gönlünden bütün istatistikleri siler, boşaltır; sevgiliden başka bir varlık ve istek bırakmaz. Bu duygunun evrimiyle kişi güzelden güzellere, güzellerden güzelliğe, insanlığa ve dünyaya geçer. Böylece, aşığın gözünde sevgili yalnızca bir simge durumuna gelir. Yaradılışı, yaradılıştaki hikmetleri, kudreti görmeye; yaratılanı sevmekten, onda yok olmaktan, yaratılanı sevmeye, onda yok olmaya yönelir. İşte bu yönelişle kişi geçici aşktan gerçek aşka Allah aşkına yönelir.”12 Ahmet Cevizci’nin yukarıdaki satırlarını destekler mahiyette İslam Tasavvuf ekollerinin en önemlilerinden olan Mevleviliğin bilhassa Osmanlı, daha sonra da Cumhuriyet Türkiye’sindeki önde gelen isimlerinden olan Tahirü’l-Mevlevi’nin Mesnevi’ye yazdığı şerhin ilk cildinde Mevlana’nın aşka dair yazdığı 10. beyitteki mısralarını şöylece şerh ettiği görülüyor. Mevlana’nın beytinde aşk şöyle anlatılıyor: “Neydeki ateş ile meydeki kabarış, hep aşk eseridir Küntü kenzen mahfiyyen.” “Ben bir gizli hazine idim bilinmek istedim; bilinme(12) Ahmet Cevizci, gös. yer, s. 87- 88 16 | Emine Öz türk ye muhabbet ettim ve halkı yarattım.” diye ehl-i tasavvuf arasında pek meşhur bir hadis-i kutsi vardır. Bu hadisin delaletine göre muhabbet iptida haktan zuhur eylemiş ve bütün kainatın icadına sebep olmuştur. Binaenaleyh mevcut alemler içerisinde aşkın yabancısı olabilecek bir zerre bile yoktur. “Herkesin halince vardır bir tecelligahı aşk Bisutun Ferhad’a kuh-i tur şeklin gösterir.” Fakat her mahlukun aşkı kendi istidadına ve zevkine göredir. Bir bülbülün gül yaprakları arasında gizlenerek hazin hazin ötmesi de aşk eseridir olduğu gibi, merkebin tozlarda yuvarlanarak acı acı anırması da aşk eseridir. Keza bir arifin halvethanesinde mest-i cemal olarak tatlı tatlı ağlaması, zil zurna bir sarhoşun fuhuşhane kapısında naralar atması yine aşk sesleridir. Fakat tabir caizse birinciler; aşkı hezari, ikinciler aşkı hımari(eşek)dir. “Aşk bir manayı layu’ raf ki, cümle alemi Zevku mikdarınca sekranu huruşan eyliyor.” Aşk bir, lakin anlayış farkı dolayısıyla sevgili çeşitlidir. Daha doğrusu o çeşitli sevgililer, maşuku yeganenin muhtelif surette mazharlarıdır. Beyti şerifin mutasavvıfane tevili lazımsa; arifin kalbini yakıp inleten ve kalbindeki esrarı cuşu huruşa getiren de yine aşktır denilebilir. Malumdur ki “Aşk” lafzı (sarmaşık) demek olan (ışk) kelimesinden alınmıştır. Sarmaşık sarıldığı yeri nasıl istila ederse, aşk da girdiği kalbi hatta insan vücudunu ihata etmesi dolayısıyla aşk tesmiye edilmiştir. Aşk, muhabbetin seveni kavraması, bütün vücuduna yayılması, adeta onu sarmaşık gibi sarmasıdır. Hazret-i Şeyh tarifine misal olmak üzere Züleyha’dan kan alındığı vakit sıçrayan kanın (Yusuf) ismini nakşettiğini, Hallac-ı Mansur’un elleri ayakları kesildiği zaman kanın Allah AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 17 lafzı şerifini yazdığını naklediyor.”13 Böylece Tahiru›l Mevlevi›ye göre aşk insanın damarlarında kan gibi akan, sarmaşık gibi insanın vücudunu saran bir histir. Buna göre herkes aşkı kendi halince yaşar, ancak Descartes’ın elde etmeye götüren aşkla, iyilik etmeye götüren aşk şeklindeki ayrımını Tahiru›l Mevlevi de aşkı hezari, aşkı hımari şeklinde yapıyordu. Aşkı ister mecazi ve ilahi; geçici ve gerçek yahut hezari ve hımari ayıralım, ister ayırmayalım, ilahi aşka giden yolun da mecazi aşktan geçtiğini kabul ediyorsak; aşk bu dünyanın, bu hayatın bir gerçekliğidir. Hem her dönemde ve her toplumda farklı farklı yaşanan bir gerçekliktir. Bu yaşanan gerçekliği Peyami Safa 1955 senesinde Milliyet gazetesinde yazdığı bir köşe yazısında şöyle anlatıyor. “Aşk (daima gerçeğinden, halisinden, sahicisinden söz ediyorum) kendi kendimizle de sevgilimizle de mücadeleye izin vermez. Aşk inanmanın şiiridir. Aşk çirkin bulmaz. Aşk iğrenmez. Aşk küçümsemez. Aşk bencilliğin, kendini sevgiliden üstün görmenin tam zıddıdır. Aşk, istemez yalnız verir. Kısacası aşk mücadele değil yalnız ahenktir. El ve eldiven gibi, birbirine geçmiş iki kalbin tam uygunluğudur. El ve eldiven gibi de değil, el ve derisi gibi haz baygınlıkları verici bir ateş. Aşk iki saz arasında bir düodur. Bazen icra sırasında sazlardan birinin akordu düşebilir. O zaman, çalınan parçanın hareketi sona erinceye kadar, parmakların bu akortsuzluğu telafi edecek bir virtüözlük hüneri göstermesi lazımdır. Aşk siteme bile tahammül etmez. Son derece nazik hatırlatmalar yeter de artar bile. Aşk bunun için ilahidir. Üst tarafı argonun “aşıktaşlık” dediği aşk stajlarıdır ki, birçoklarımızın ömrü bu acemice stajlarla geçer.”14 (13)Tahiru’l–Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, Selam Yay., Ahmet Said Matbaası, İstanbul –1963 s. 62-63 (14) Peyami Safa, Kadın Aşk Aile, Ötüken Yay., İstanbul – 1976, s. 129 -130 18 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 19 Yaptığımız bütün aşk tariflerinin konumuzla ilgili tarafı şudur ki; insanlık ve edebiyat tarihinin de bize açıkça gösterdiği gibi aşkvari bir gerçekliğin insan ruhunda açığa çıktığı ve insan hayatında yaşanmaya başlandığı evrenin gençlik dönemidir, gençlerin aşkvari bir münasebetle tanışıklıkları da flörtvari münasebetlerle gerçekleşmektedir. Ancak Peyami Safa’nın da belirttiği gibi gençlik çağındaki bu duygusallıklar çoğunlukla aşkvari, aşk benzeri duygusallıklardır, yani hakiki aşk olmaktan ziyade Peyami Safa’nın deyişiyle ‘aşk stajları’dır. Sırf cinsel ve tensel olan bir münasebetle, duygusallığın ağırlıkta olduğu; hayale dayanmayan; sevdiği insanı tüm gerçekliğiyle birlikte sevebilme yetisi ile kurulmuş; yalan ve riyadan uzak hakiki bir sevginin karıştırılmaması, karıştırılmaması için de kıyaslanmaması, kıyaslanmaması için de hangi münasebetin macera, hangi münasebetin hakiki dostluk ya da arkadaşlık, hangi münasebetin hakiki sevgi olduğunun anlaşılması gerekir. Bu tarz münasebetlerin gençliğin hayatına getiri ve götürülerini de daha iyi hesaplayabilmek için dünya edebiyat tarihindeki aşk hikayelerine kısaca göz atalım. Gökhan Tok, “Eski Ama Eskimeyen Masal Tarih Boyunca Aşk” adlı makalesinde pek çok aşk hikayesine değinmekle beraber özellikle üç öyküye vurgu yapıyor: Orfeus ve Eurydike, Tristan ve İsolde, bir de Resul ile Şahsenem örnekleri. Kısaca bahsetmek gerekirse Orfeus çok iyi bir müzisyendir; Eurydike adlı bir kıza aşıktır; bu kızla evlenir, ancak bir yılan sokmasıyla Eurydike ölünce yeraltına ve ölüler ülkesine sevdiğini almaya giden Orfeus ölüler ülkesinin Tanrısı Hades’i karısını geri almaya ikna ettiği anda dönüp Eurydike bakınca onu kaybeder.15 Ya da kendisini Cornwall kralına istemeye gelen kralın yeğeni İsolde’ye, aşk iksirini yanlışlıkla içerek aşık olan Tristan, ve aynı şekilde içtiği iksirle Tristan’a aşık olan İsolde; onların Kral Mark’a ve Tristan’ın ilerideki kıskanç karısına karşı verdikleri mücadele neticesinde ölmeleri hakkındaki hazin öykü veya hikayede adı “Aşık Garip” diye geçen ve düşünde dervişin verdiği badeyi içip Şahsenem’e aşık olan Rasul’un Şahsenem’e kavuşmak yolunda verdiği mücadele ve neticede ona kavuşmasına dair öykü.16 Bir şeyi açıkça ortaya koyuyor ki; edebiyat tarihindeki öykülerin çoğu henüz evlenme çağındaki gençler arasında geçen ve tasavvufun geçici aşk dediği aşktır. Söz konusu aşk öykülerinin dilden dile dolaşmasını sağlayan Ortaçağ Avrupa’sında “Trubodarlar” olması gibi, Osmanlı’da yahut Osmanlı öncesi Türk toplum ve devletlerinde de bu işi, “Halk Aşıkları, Türk Ozanlar” üstlenmişlerdi. Karacaoğlan bu halk aşıklarının en ünlülerindendi. Araştırmaya başlarken o dönem aşk anlayışının daha çok platonik olduğunu ya da olması gerektiğini düşünüyor, araştırmayı derinleştirdikçe anladım ki aşkın hem evrensel hem de devirden devire, toplumdan topluma değişen iki ayrı yönü vardı. Gerçek aşk olsun olmasın bu tarz hikayeler her devir ve toplumda vardı; bu konuda toplumun genel yapısı ve tutumu ne kadar katı ve engelleyici olursa olsun, bazen toplumsal değer ve normların da göz ardı edilmeleri suretiyle bu tarz münasebetler; Peyami Safa’nın tarif ettiği gerçek aşka uysun uymasın, yani çoğu zaman bir cinsel birliktelik mahiyetinde olmak üzere; hemen her toplumda yaşanabiliyordu. Beni bu münasebetlerin çoğunlukla seviyeden uzak yaşandığına inandıran pek çok saik olmakla beraber bu saiklerin başında Karacaoğlan’ın şiirleri oldu. Karacaoğlan flörtvari bir münasebeti şiirlerinden birinde şöyle anlatıyor. (15) Gökhan Tok, gös.yer, s. 43 (16) Gökhan Tok, gös.yer, s. 45 - 46 20 | Emine Öz türk “Ala gözlerini sevdiğim dilber Senin bakışların bana yan gider On beşinde bir güzeli sevmeyen Bu dünyaya hayvan gelir bön gider Karacoğlan der ki böyle oluptur Ala gözün kan yaş ile doluptur Ol asırdan beri adet oluptur Ergen kızlar yiğitlerle yan gider”17 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 21 Gerçekten de Karacaoğlan her gördüğü güzelin saçına, kaşına, gözüne, bakışına şiirler söylüyordu. Onun sevgi anlayışında asla platonikliğe yer yoktu. Aşağıdaki dizeleri buna en iyi örnektir: “Sabahtan uğradım ben bir güzele Ala gözlerini sevdiğim dilber Taramış zülfünü dökmüş bir yana Salıvermiş ince belin üstüne Bir hoş bir hoş durur eda naz gibi Arkasında saçı tel tel saz gibi Has bahça içinde top nergiz gibi Karalar mı geydin alın üstüne ”19 Karacoğlan’la ve onun aşk anlayışıyla ilgili aşağıdaki satırlar hem onun bazen flörtün de ötesine geçen çapkınlıklarını hem de her devirde var olan cinsel birlikteliklerin aslında nasıl da zaman ve mekan fark ettirmeksizin; nasıl da hedonistçe yaşandığını açıkça ortaya koyuyor. “Karacoğlan’ın şiirindeki temel konu aşktır. Denilebilir ki tabiat bu aşkın dekoru, özlemler ve ayrılıklar da onun tuzu biberi gibidir. O kendi aşkını söylerken aslında gerçek ve katıksız olan insan sevgisini dile getirir. Dahası onun gönlünde platonik aşka hemen hemen yer yoktur. Gördüğü her güzele karşı istek dolu, karşılaştığı her dilbere gönülden tutkun ve hepsiyle senli benlidir. Karacoğlan’a göre insan hayatında sevmek ve sevişmekten daha önemli bir şey yok gibidir. Bütün davranışların temelinde aynı şey yatar. Bu bakımdan Karacaoğlan’ı Freud’a ilham veren fikirlerin ve hislerin ilk tespitçisi, uygulayıcısı saymak herhalde yanlış olmasa gerek. Türkmen oymakları içerisinde tabiatla baş başa katı kurallar ve yasaklar dışında ömür süren şairimiz için bu tür duygu ve düşünceleri tabii karşılamak lazım.”18 Toplumsal değer ve normları çiğnemek bahasına da olsa görüldüğü üzere bireyler kimi zaman son derece hedonist bir tavırla aşkı yaşayabiliyorlar. Böyle bir konuda önemli olan, kişide aşk, sevgi gibi kavramların nasıl oluştuğudur. Bu kavramlar özellikle bizim toplumumuzda çok sağlıklı bir biçimde oluşmamakta; genelde bu konulardaki bilgilerini sağlıklı mercilerden almadıklarından bireyler cinsellikle ilgili konularda yeterli düzeyde ve sağlıklı bilgi sahibi olamamaktadırlar. Konuyla ilgili önceden yapılmış olan ve bizim daha sonra değindiğimiz diğer anket çalışmaları da doğrulamaktadırlar. Sevgi, aşk, flört gibi kavramların yaşanmasına bireyde bu kavramların var olmasına asıl vesile olan toplumsal cinsiyet kavramının bireyde oluşumudur. Konunun daha iyi anlaşılması açısından toplumsal cinsiyet kavramını bireyde oluşumuna iyice bakmak gerekir. (17) Müjgan Çunbur, Karaco’ğlan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara / Aralık –1985, s. 185 (18) Mustafa Necati Karaer, Karac’oğlan, Tercüman 1001 Temel Eser, Kervan Ki- tapçılık Ofset A. Ş., s. 44-46 (19) Müjgan Çunbur, a.g.e, s. 180 22 | Emine Öz türk 2. AŞK ve FLÖRT, BU İKİ KAVRAMI BİRBİRİNDEN AYIRMAMIZI SAĞLAYAN TEMEL KAVRAMLAR 1. Gençlik ve Ergenlik a) Gençlik: Gençliğin şimdiye kadar üzerinde kesinlikle uzlaşılan ve tartışmasız kabul edilen diyebileceğimiz bir tanımı kuşkusuz ki yapılmamıştır. Biz şu ana kadar yapılan tanımlardan birkaçını vermeye çalışacağız. Genç veya gençlik kelimesi İngilizcedeki “Young, teenager, youth”20 kelimelerine karşılık gelmektedir. Kelimenin Arapça karşılığı ise, “şab, feta, şebab”21 sözcükleridir. Ancak genç kelimesi gerçekte bugün kullandığımız insanoğlunun hayat bütünlüğü içinde yer alan çocuklukla gençlik arasındaki dönemi ifade etmek için kullanılmamıştır. Kelime Farsça bir isim olup, “hazine, define”22 anlamına gelmektedir. Aslında gençliğin Tanrı’nın insana bahşettiği en önemli hazinelerden biri olduğu da su götürmez bir hakikattir. Genç; buluğa erme ile başlayan fizyolojik ve biyolojik değişmeyi içeren bireyi sosyal olgunluğa hazırlayan bir yaş dönemi23 ve bu dönemin tüm özelliklerini gösteren kişi. Gençlik ise belirgin ve görünür özellikleriyle gençlerden oluşan toplumsal kategoridir.24 Gençliği Haluk Özbay ve Emine (20)Redhouse, İngilizce–Türkçe/Türkçe–İngilizce Sözlük., Milliyet Yay. İstanbul-1992, s. 831 (21)Serdar Mutçalı, Arapça-Türkçe Sözlük, Dağarcık Yay, İstanbul/Aralık–1995 s. 427 - 646 (22) Ferit Develioğlu, Osmanlıca–Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın Yay., Ankara –1997, s. 284 (23)Birsen Gökçe; “Evlilik Kurumuna Sosyolojik Bir Yaklaşım”, Aile Yazıları 4, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yay., Ankara –1991, s. 385-400 (24)İsmail Doğan, Sosyoloji, Sistem Yay., İstanbul / Ocak – 2000, s. 379; Haluk Özbay – Emine Öztürk, Gençlik, İletişim Yay., Yeni Yüzyıl Kitaplığı, s. 12; Mary . J. Gander – Harry W. Gardiner, Çocuk ve Ergen Gelişimi, Yayına Hazırlayan: Bekir Onur, çev. Ali Dönmez, Nermin Çelen ve Bekir Onur, İmge Kitabevi Yay., Ankara – 1998, s. 404; Hüseyin Peker, Din Psikolojisi, Aksiseda Matbaası, Samsun –2000 s. 169 – 174 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 23 Öztürk, ortak olarak yazdıkları “Gençlik” adlı eserlerinde şöyle tanımlamışlardır. “Gençlik dönemi bireyin biyolojik ve duygusal süreçlerindeki değişikliklerle başlayan cinsel ve psiko-sosyal olgunluğa doğru gelişmesiyle sürerek, bireyin bağımsızlığını ve sosyal üretkenliğini kazandığı, belirlenmemiş bir zamanda sona eren kozmolojik bir dönemdir. Bu döneme hızlı fiziksel ve sosyal değişiklikler eşlik eder.” Gençlik insan hayatının en heyecanlı, en deli dolu, en enerjik evresi olarak ifade olunmakla kalmaz; aynı zamanda bir toplumun, bir ülkenin geleceğini tesis edecek olan sosyal bir grup olarak da tanımlanır. Ergenlik: Gençlik tabiri genellikle halk tabanında kullanılan bir adlandırma olup, psikologlar gençlik dönemini genellikle, “erinlik” ya da “ergenlik” tabiriyle ifade ederler ve şu şekilde tanımlarlar: “G. Stanley Hall ergenliği fırtına ve stres zamanı olarak betimledi ama bu görüş yeni araştırmalarla desteklenmedi. Ergenlik başkaları tarafından değişik biçimlerde de tanımlandı. ‘Psiko–Seksüel gelişmelerin dört evresinin sonuncusu ... ’ (Blos, 1962, s. 1); ‘İnsanda, bireyin yetişkine özgü ayrıcalıklarının kendisine verilmediğini hissettiği zaman başlayan, yetişkinin tüm gücü ve toplumsal konumu toplum tarafından bireye verildiği zaman sona eren gelişim dönemi...’ (Seig, 1971, s. 338); ‘Genç yetişkine değişik yetişkinlik rollerini vatandaşlık sorumluluğunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalmadan denemesine izin verildiğinde yaşanan yetişkinlik rollerini normatif bunalım...’ (Schtz, 1972, s. 323) ” Mary J. Gander ve Harry W. Gardiner’in Blos, Seig ve Schutz’dan yaptığı yukarıdaki ergenlik ile ilgili tanımların ve benim daha önce gençlikle ilgili olarak verdiğim tanımların ortak noktalarına göz atacak olursak gençliği daha iyi anlayabiliriz kanaatindeyiz. 24 | Emine Öz türk Bu ortak noktalar şunlardır; Gençlik veya ergenlik dönemi; 1-Biyolojik ve fizyolojik değişimlerin yaşandığı, 2-Cinsel psiko-seksüel ve bunların etkisiyle de duygusal değişimlerin yaşandığı, 3-Cinsel olgunluğa ulaşmak yolunda hazırlanıldığı, 4-Sosyal olgunluğa ve sosyal üretkenliğe ve bu çerçevede de yetişkinliğe doğru bir hazırlığın, değişimin ve gelişimin yaşandığı dönem. Tanımlardaki tüm bu ortak özellikler gösteriyor ki neticede gençlik; biyolojik, fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik pek çok değişimin bir arada görüldüğü, bu nedenle de doğal olarak duygusal açıdan oldukça sancılı anların yaşandığı bir dönemdir. b) Flört: Gençlik döneminin anlamını az da olsa idrake fırsat bulduktan sonra şu soruyu sorarız: Peki ya flört nedir; ya da flörtün genç için gençlik için önemi nedir? Bu kelime İngilizce ‘flirt’ kelimesinin Türkçe yazılışından başkası değildir. Bu kelimenin İngilizce sözlüklerdeki anlam sütunu aşağıdaki tanımları ihtiva etmektedir. “Oynaşmak, fingirdeşmek, cilveleşmek, flört etmek, kur yapmak, karşı cinsten birisiyle onun ilgisini ve dikkatini çekecek biçimde konuşmak, davranmak.” 25 “Flört etmek, kur yapmak, fırlatmak, hızlı hareket ettirmek, iki yana sallamak, fırlamak.” 26 “Fırlatmak, hızlı hızlı sallamak, kur yapmak, flört etmek.” 27 Ayrıca bu kelimeden türeyen, a) “Flirtation” sözcüğü “Ciddi olmayan kısa aşk macerası, bir şeye duyulan geçici ilgi ilişki” b) “Flirtatious” kelimesi de, “Civelek, oynak, (25) Longman Metro, Büyük Sözlük İngilizce - Türkçe / Türkçe - Türkçe, s. 549 (26) Redhouse, a.g.e., s. 220 (27) Oxford Resimli Ansiklopedik Sözlük, Yayına Hazırlayanlar: J. Coulson, C. T. Carr, Lucy Hutchinson ve Dorothy Eagie, çev. Resuhi Dikmen başkanlığındaki bir yayın kurulu, c. II, s. 634 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 25 fingirdek, flörtçü, sürekli birileriyle flört eden” ve “flörtümsü” anlamlarına gelmektedir. Bu kelimenin isim hali olan, “flirt” sözcüğü de, “Civelek kadın, flörtçü kız ya da oynağın teki” gibi anlamları ihtiva ederken bu kelimenin, “with” ile kullanılışı da, bir şey hakkında pek ciddi olmaksızın şöyle bir düşünmek, ya da hafife almak, oynamak, gereksiz yere tehlikeye atılmak gibi anlamları içinde barındırmaktadır.28 Meydan Larousse ise flörtü şöyle tanımlıyor; a) Kadınla erkek arasındaki duygusal ilişki, b) Karşı cinsten biriyle duygusal ilişki kurmak, c) Flört eden kimse, d) Tam olarak bağlanmadan siyasi bir görüşe, bir memlekete yaklaşma,29 Bundan başka Memduh Özakman flörtün etimolojik kökeni ile ilgili şunları söylüyor. “Flört sözcüğü bazı ansiklopedilerde aslı Fransızca olan ama artık İngilizce olarak bilinen bir sözcük olarak o ansiklopedilerde “Çiçeklerle süslemek”, “Tatlı sözler söylemek” ya da “Boş şeylerden söz etmek” anlamına gelen Fransızların “fluerettir” sözcüğünü, İngilizlerin “flirt” şekline büründürdüğü belirtilir. Yani bugün bizim Türkçe flört şeklinde yazıp dile getirdiğimiz şey flört önceleri, “Genç kız ve delikanlıların birbirlerine aşk sözleri söylemeleri, karşılıklı kur yapmaları” demek oluyordu. O günlerde flört sözcüğünün bugün bizim algıladığımız anlamda, cinsellikle hiçbir ilgisi yoktu. Sonraları, toplumların cinselliğe bakış açısı değiştikçe cinsel ilişkiyle sonuçlanmayan her türlü sevgi münasebetlerinden sayılmaya başlandı.30 Memduh Özakman’ın bahsettiği, “Genç kız ve erkeğin aşk üzerine söyleşmeleri,” anlamı tuhaftır ancak bizim Klasik Edebiyatımızdaki bir nazım biçimi olan gazelin anlamıyla birebir örtüşmektedir. Nitekim Meydan (28) Longman Metro, gös. yer (29) Longman Metro, gös .yer (30) Memduh Özakman, Flört, Saypa Yay., Ankara – 1997, s. 7 26 | Emine Öz türk Larousse’da gazel için şu söyleniyor: “Arap dilinde tatlı tatlı söyleşme, sevgi üstüne konuşma”31 Bu tesadüfi eşanlamlılık ufak ve önemsiz gözükse de aslında önemli bir gerçeğe vurgu yapar. O gerçekte şudur: Aşk, sevgi ve cinsler arası duygusallık her ne kadar birbirinden farklı yaşantılar iseler de bunun da ötesinde bu yaşantılar aynı zamanda evrensel birer gerçektirler. Ancak bu evrensel yaşantılar toplumların sosyal normlarına, sosyal değerlerine, ahlak anlayışlarına, hukuk sistemlerine, ailevi terbiye metotlarına ve toplumların kendilerine has pek çok sosyal kuruma göre toplumdan topluma farklı şekiller alır; farklı şekillerde yaşanırlar. Yani cinsler arası duygusallık, flört, aşk ya da sevgi her toplumda vardır ancak bunun yaşanış biçimi toplumdan topluma değişir. Burada şunu ısrarla vurgulamak lazımdır ki flört benzeri tecrübeler çoğunlukla ergenlik/erinlik denen dönemle geç ergenlik/genç yetişkinlik denen dönemler arası ve bu dönemlerde yaşanan tecrübelerdir. 3. ERGENLİĞİN VERİLERİ ve BU DÖNEMDE CİNSİYET DUYGUSUNUN ŞEKİLLENİŞİ Bu tecrübelerin neden bu dönemde yaşandığı konusunda ısrarla durmak gerektiği kanaatindeyim. Ergenlik Çağı (adolescence)’ı Feriha Baymur, “Genel Psikoloji” adlı eserinde şöyle açıklıyor: “Ergenlik çocukluk ile yetişkinlik arasında uzanan ve aşağı yukarı 13- 20 yaş arasını kapsayan bir geçiş dönemidir. Ergenliğin ilk yılları, ki bu döneme erinlik de denir, hızlı bir büyüme zamanıdır. Özellikle kol ve bacak gibi vücudun uzun kemiklerindeki büyüme dikkati çeker. Bedendeki bezlerin hormon adı verilen salgıları önemli gelişmelere yol açar. Bu gelişmeler sayesinde birey çocukluktan çıkıp fizyolojik bir temele dayanır. Bu deği(31) Meydan Larousse, Büyük Lugat ve Ansiklopedi, c. VII, s. 162 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 27 şiklikler birçok gelişme ödevlerinin oluşmasına yol açar.”32 Bu dönemdeki gelişme ödevlerinden konumuz açısından en önemli olanları ‘hızla gelişen ve oranları değişen bedene uyum gösterme, yaşıtlar arasında bir yer edinebilme, evlenmeye ve aile kurmaya hazırlanma ve uygun bir hayat felsefesi ile birlikte kişisel değer duygusunu oluşturma’33 şeklindeki gelişme ödevleridir. Bundan sonra gelen ve 18 ila 35 yaşlar arasındaki dönemi de Feriha Baymur genç yetişkinlik dönemi olarak ifade eder. Bu dönemin gelişme ödevlerinden en önemlileri olarak, “Bir eş seçme, evlendiği kişi ile hayatını sürdürebilme, ana-baba olma, çocuk yetiştirme, evi idare edebilme”34 gibi gelişme ödevlerini vurgulayarak konumuza ışık tutmaktadır. Aynı iki gelişme çağını ergenlik dönemi adı altında toplayan ve bu dönemin üç ayrı safhadan oluştuğunu anlatan Haluk Özbay ve Emine Öztürk bu dönemi Ön ergenlik, Erken ergenlik ve Geç ergenlik olmak üzere üç başlık altında incelerler.35 Ön ergenliği ise şöyle tanımlarlar: “Kendi cinsinden özel bir kişiye, yakın bir arkadaşa ve sırdaşa duyulan ilginin belirginleştiği, kişinin bedenini tanımak için aynaları kullandığı, başkalarının gözünde nasıl olduğunu merak ettiği ve kurduğu yakın arkadaşlıklar vasıtasıyla hem kendi olumsuz yönlerini fark ettiği, liderlik ve grup içi roller gibi kavramların ilk geliştiği dönemdir.”36 İşte tam bu dönemde yani gencin yavaş yavaş sosyalleşmeye başladığı bu ergenlik döneminde birincil ve ikincil cinsiyet özellikleri denen bir dizi bedensel gelişim yaşanır ki bundan sonra genç bir cinsel olgunlaşma sürecine girer. Bu birincil ve ikincil cinsiyet özelliklerini Mary J. Gander ve Harry W. Gardiner şöyle anlatıyorlar: (32) Meydan Larousse, c.VII, 420 (33) Ferihe Baymur, Genel Psikoloji, İnkılap Yay., İstanbul, s. 62 (34) Feriha Baymur, a.g.e., s. 62 (35) Feriha Baymur, a.g.e., s. 63 (36) Haluk Özbay / Emine Öztürk, a.g.e., s. 19-23 28 | Emine Öz türk “Birincil cinsiyet özellikleri, (Erkeklerde penis ve testisler, kızlarda yumurtalıklar, klitoris, vajina ve rahim) ve ikincil cinsiyet özellikleri, (Kadınlarda göğüslerin gelişimi, her iki cinste koltukaltı kılları ve erkeklerde yüz kılları)”37 İşte bu cinsiyet özelliklerinin bireyde açığa çıkmasıyla yavaş yavaş bireyde, “Gerçek cinsel ilgi ortaya çıkmaya başlar ve cinsel davranışlar şekillenir.”38 Ancak toplumun cinselliğe bakışı, cinsellikle ilgili konuların toplumda kötülük, namussuzluk gibi aşağılanmalarla eşanlamlı kullanılması nedeniyle bu dönemde genç hissettiği arzuyu ne yapacağını bilemez hale gelir. Diğer kişilerle ilişkileri anlamsızlaşır, yakınlık ve güvenlik gereksinimleriyle bağdaşmayan bu duygu reddedilir ya da arzu duyacağı nesnelerle yalnızlıktan kurtulmak için gereksinim duyacaklarını ayırabilir. Bu da kişilik gelişiminin bu döneminde ciddi sorunlara neden olabilir.39 Haluk Özbay ve Emine Öztürk erken ergenlik dönemi hakkındaki yukarıdaki tespitlerinden sonra geç ergenlik dönemi ile ilgili de şunları söylerler. “Kişi cinsel davranışına ilişkin tercihini yaptığında ve bunu yaşamının geri kalan kısmına nasıl yerleştireceğini fark ettiğinde geç ergenlik dönemine adım atar. Bu dönem, gencin, diğer insanların yaşama dair görüşleri, kişiler arası ilişkilerindeki problemleri ele alış biçimleri ile tanışıklığını arttırdığı, daha fazla eğitim olanağı bulduğu, yaşamdaki yolunu çizdiği, diğer insanlarla karşılaştırarak deneme yanılma yoluyla kendi sınırlarını genişletme olanağı bulduğu bir dönemdir. Geç ergenler kanun nazarında reşit sayılırlar, kültürün gerektirdiği sorumluluğu yüklenmeleri beklenir. Şansları varsa gelişimleri sürer; izler, formüle eder ve değerlendirirler, kariyer çizgilerini planlarlar.” 40 (37) Haluk Özbay /Emine Öztürk, a.g.e., s. 19 (38) Mary J. Gander ve Harry W. Gardiner, a.g.e., s. 43 (39) Haluk Özbay / Emine Öztürk, a.g.e., s. 21 (40) Haluk Özbay /Emine Öztürk, a.g.e., s. 21 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 29 Görüldüğü üzere genç bu dönemde hayatla, kendiyle, toplumla, yaşıtlarıyla, hayatın problemleriyle yeni tanışıklık etmekte, hemhal olmaktadır yukarıda da söylenildiği gibi kendi sınırlı kişisel deneyimiyle ortak değerler sistemini yeni bütünleştirmekte, toplumda yerini yeni yeni almaktadır. 4. TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMI ve BU KAVRAMIN OLUŞUMUNDA ETKİN OLAN DİĞER KAVRAMLAR Gencin kendini bile yeni tanımaya başladığını söylediğimiz erken ergenlik döneminde bu cinsiyet özelliklerinin ortaya çıkmasından, gencin değişen bedeninde kendini bir yabancı gibi hissetmesinden, ortaya çıkan zahiri değişiklikler sebebiyle çevresinin de gençten yavaş yavaş yetişkin rollerini benimsemesini beklemesinden kaynaklanan çeşitli değişimler duygusal, toplumsal ve psikolojik çeşitli yaşanmışlıklar, çeşitli kavramlar hayatında kendini göstermeye başlar. Bunlar flört, aşk, sevgi, cinsel kimlik duygusu, sosyal cinsel rol, toplumsal cinsel rol, büyütüldüğü cinsel kimlik, cinsel nesne tercihi, toplumsal cinsiyet gibi kavramlardır. Bu kavramlardan birkaçını hem konumuzu daha iyi bir zemine oturtmak hem de konuyu daha iyi tartışabilmek için tanımlarıyla birlikte bilmek gerekliliği duyuyoruz. “-Cinsiyet (Sex): Kişinin kadın ya da erkek olarak gösterdiği genetik, fizyolojik ve biyolojik özelliklerdir. -Toplumsal Cinsiyet (Gender): Kadının ve erkeğin sosyal olarak belirlenen rol ve sorumluluklarını ifade eder. Toplumsal cinsiyet biyolojik farklılıklardan dolayı değil, kadın ve erkek olarak toplumun bizi nasıl gördüğü, algıladığı, nasıl düşündüğü, nasıl davranmamızı beklediği ile ilgili bir kavramdır.”41 (41) Ayşe Akın, Toplumsal Cinsiyet Kavramı ve Sağlığa Etkileri, s. 1. 30 | Emine Öz türk “-Cinsel Kimlik Duygusu: Kendini dişi veya erkek hissetme. -Sosyal Cinsel Rol: Toplumda kadın ya da erkekten beklenen rollere uygun davranışları benimsemiş olmak. -Toplumsal Cinsel Rol: Erkek ya da kadın gibi yaşamak giyinmek. -Büyütüldüğü Cinsel Kimlik: Kız veya erkek olarak büyütülmüş olmak.” 42 Burada bir de flört, aşk ve sevgi arasında ne gibi benzerlikler ve farklar bulunduğuna biraz değinmek gerektiği kanaatindeyiz. Memduh Özakman gibi değişik psikologlar her ne kadar flörtü bir ciddiyeti içinde barındırması gereken bir münasebet olarak tanımlıyorlarsa da gerek kelimenin etimolojik kökeninde gerekse sosyal hayata yansıyan yönünde bir lakaytlık açıkça göze çarpmaktadır. Kelimenin “with” ile kullanımı, “Bir şey hakkında pek ciddi olmaksızın şöyle bir düşünmek” anlamını ya da kelimenin türemiş bir şekli olan, “flartatious” sözcüğü de, “civelek, oynak” gibi anlamları kendi içinde barındırıyor. Bu da şunun ilk göstergesi sayılabilir ki flört hadisesi daha başlangıçta bir lakaytlık içinde başlamaktadır; ancak daha sonra çok az miktarda ciddi ilişkiye dönüşen münasebetler dışında, genel de gayriciddi biçimde devam eder; çoğu zaman başladığı gibi biter. İleride bu konuya dönecek olmakla beraber şurası bir gerçektir ki insan hayatı lakaytlığa gelmez; ciddiyetsizliği kaldırmaz; kaldıracak kadar önemsiz değildir. Burada asıl konumuzu oluşturan mesele şudur: Flört, aşk yahut sevgi ile aynı mıdır; aynıysa neden, ayrıysa neden? Bu ayrımı ya da ayniyeti sağlayan nedir? Eğer genç, flört benzeri bir tecrübe yaşamışsa bu tecrübenin gencin ilerideki yaşamındaki rolü ne olmuştur ya da ne olabilir? Böyle bir tecrübenin olumlu ya da olumsuz ne gibi etkileri (42) Haluk Özbay / Emine Öztürk, a.g.e., s. 21-22 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 31 vardır; eğer flört etimolojik kökeninde olduğu gibi lakaytlık ile başlayan bir münasebet ise bu münasebetin gencin ileriki yaşamında onun önüne çıkaracağı sorunlar, gencin ruhunda oluşturabileceği tahribatlar yahut toplumsal hayatta yol açabileceği sorun ve tahribatlar nelerdir, neler olabilir? İşte tüm bu sorun ve sorulara cevap bulabilmek için hem konuyu doğru anlamaya ve ortaya koymaya, çalıştık. Flörtün üç tanımını sunduk Bu tanımlar şunlardır: - Ciddi niyeti olmayan aşıkane davranış, - Kadınla erkek arasındaki duygusal alanda gerçekleşen ilişki, - Kadınla erkek arasındaki duygusal alanı aşan ilişki. Biz bu tanımlardan en gerçekçi olanı, yani flörtün sosyal hayattaki cereyan ediş biçimine en çok uyanı, bilhassa sonunun ne olacağı belli olmayan, çoğu zaman yalnızca bir arkadaşlık gibi başlayıp sonu evlilikle bitebilmekle beraber bitmeyebilecek de olan, temelde duygusal bağlamda olması düşünülen ama duygusal alanı çoğunlukla aşabileceğinin insanlık tarihi boyunca tecrübe edildiği kısacası sonunun ne olacağının asla belli olmadığı tanımı, yani, “Ciddi niyeti olmayan aşıkane davranış”ı daha doğru bulmaktayız. 5. Flört ve Aşk Kavramları ve Bu iki kavramın arasındaki temel farklar Ancak yukarıda verilmiş olan flörtle ilgili tanımlar aşkı ve gerçek sevgiyi tanımlar mı? Buna objektif bir gözle bakan herkesin vereceği cevabı biz de veriyoruz: Hayır. Ancak araştırmanın objektivitesi noktasında bu meselenin iyice irdelenmesi gerekir. Aşkın tanımları ve yaşanış biçimleriyle flörtün yaşanış biçimleri arasındaki farkın yahut benzerliğin -eğer benziyor ise- iyice ortaya konması gerekir. Ne var ki burada aşkı tanımlamaya kalkışmayacağız, sadece 32 | Emine Öz türk onu anlamak için ellerimizi ona uzatmaya çalışacağız; belki bir kenarına dokunabiliriz diye. Zira aynı zamanda kainat yaratıldığından beri aşkı dört başı mamur tarif eden yoktur; olmayacaktır da. Toplumsal cinsiyet kavramının tam olarak tahlilini ve bunun sosyal hayata etkisini açıklayabilmek için öncelikle bu kavramın tam olarak tarifini yeniden vermemiz gerekmektedir. Toplumsal Cinsiyet (Gender): Kadının ve erkeğin sosyal olarak belirlenen rol ve sorumluluklarını ifade eder. Toplumsal cinsiyet kadın ve erkek olarak toplum tarafından nasıl görüldüğümüzü, algılandığımızı, nasıl düşünüp nasıl davranmamızın beklediğini tanımlayan bir kavramdır.43 “Toplumsal cinsiyet yalnız kadın ve erkeklerin biyolojik farklılıklarına vurgu yapmaz; aynı zamanda kadınlar ve erkekler arasındaki ruhsal, toplumsal ve kültürel farkları dikkate almaktadır. Giddens’ın anlatısına göre çocuklar beş altı yaşına gelinceye kadar kişinin toplumsal cinsiyetinin değişmediğini, herkesin bir toplumsal cinsiyeti olduğunu bilmezler.” 44 Toplumsal cinsiyetin oluşumuna ve gelişimine katkıda bulunan iki bilim adamının görüşü oldukça dikkat çekicidir. Bunlardan biri hepimizin bildiği Freud’un bu konuya ilişkin yorumlarıdır. Öncelikle şunu vurgulamak lazımdır ki Freud bu konuda daha çok monist bir yaklaşım sergiler. Buna göre, “Bütün zihinsel ve ruhsal yaşantılar mental enerjinin kullanımından ibarettir. Freud’un anlattıklarına göre organizma dengede olduğu zaman mutludur. Doyum bulduğu zaman haz duyar ve bunu yaşam boyunca hep arar. (43)Ayşe Akın, Üreme Sağlığına Giriş Katılımcı Rehberi, Toplumsal Cinsiyet Kavramı ve Sağlığa Etkileri, T.C. Sağlık Bakanlığı Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Genel Müdürlüğü Katılımcı Kitabı, Ankara, 2009, s. 14. (44) A. Giddens, Sosyoloji, çev. Hüseyin Özel – Cemal Güzel, Ayraç Yay., Ankara – 2000, s. 100 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 33 Gerilim doyumsuzluğun ve bazı şeylerin noksan olduğunun işaretidir. İşte organizma bunu kapatmaya çalışır. Gerilim sonucu biriken enerjiyi boşaltma ve huzura kavuşma savaşındadır. İnsan davranışlarında görülen bozukluklar mental enerjinin yeterli biçimde kullanılmaması, bloke olması, saplanması dolayısıyla kişinin gerginliğinin, huzursuzluğunun sonucudur. Freud ‘İçgüdüsel Kuram’ında, libido ve gelişimini ele alır. Bir canlı türünün öğrenme gerekmeden örgütlü, uyuma yararlı, sürekli olarak bir amaca yönelik davranmasını sağlayan içsel güce İçgüdüsel Kuram denir. Freud’a göre doğuştan var olan içgüdüler gelişmeyle ayrışır. İçgüdülerin yaşamın ilk beş altı yılına kadar gelişmesi söz konusudur. İşte organizma bunu kapatmaya çalışır. Psikanalitik gelişimin temeli çocuklukta atılır. Yani buna göre toplumsal cinsiyet ergenlikten önce gelişir ve oluşur. Çocuk daha dünyaya geldiği ilk anda libidonun gücüyle hareket etmeye başlar; çocuğun tüm bedeni libidoya doyum sağlayabilecek niteliktedir. Bu ilkel doyum birçok dönem geçirerek toplumsal bir nitelik kazanır. Freud toplumsal cinsiyetin bu oluşum sürecini dört döneme ayırır. Bu dönemler bir buçuk yaşına kadar süren, doyumun ağız dudaklar ve dilde odaklandığı, amacın dışkılama ve tahrip olduğu oral dönem; bir buçuk yaşından üç yaşına kadar süren, doyumun kaslarda odaklandığı, amacın dışkılama ve tahrip olduğu, çocuğun kendi eğilimleriyle çevre eğitimi arasında bulunduğu anal dönem; beş-yedi yaş arası süren, üretra ve penis olmak üzere iki döneme ayrılan, doyum kaynağını idrar yolları, penis ve klitorisin oluşturduğu fallik dönem ve son olarak toplumsal bağlantı ve ilişkilerin kurulduğu, cinsel rollerin sağlamlaşıp pekiştiği, kişilik gelişmesinin tamamlandığı dönem olan gizlilik dönemleridir. Üretken dönemden gizlilik dönemine geçilirken insan yaşamında önemli karmaşalar vardır. Çocuk 34 | Emine Öz türk anne babasına sevgiyle bağlanır. Çocuğun kendi cinsinden farklı olan anne babaya bu tür sevgiyle bağlı olması gizlilik döneminde kaybolur. Çözümlenip kaybolmazsa bu bağıntılar patolojik durumları, yani Freud’un ifadesiyle Oedipal ve Euktra karmaşaları oluşturur.” 45 “İşte yukarıdaki bu durumlar sebebiyle, yani insanların var olan çok çeşitli cinsel isteklerini homoseksüel, biseksüel ilişki gibi ilişkilerde yasadışı-ahlakdışı biçimde ne olursa olsun tatmin yoluna gittiklerinden, Freud insanlara ‘çok biçimli sapıklar’ diyordu.”46 Freud’un yorumundan daha fazla kabul edilebilir olan yorum da Nancy Chodorow’a ait yorumdur. A. Giddens toplumsal cinsiyetin oluşumuna yönelik bu ikinci yorumu şöyle naklediyor: “Toplumsal cinsiyetin gelişimini inceleyen pek çok yazar Freud’un yaklaşımını kullanmışlarsa da, bu yaklaşımı kimi önemli açılardan değiştirmişlerdir. Bunlardan biri de, sosyolog Nancy Chodorow’dur. Chodorow, kendisini kadın ya da erkek olarak görmeyi öğrenmenin, bebeğin erken bir yaşta anne babasına bağlanmasıyla ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Chodorow, babanın yerine annenin önemini Freud’un yaptığından çok fazla vurgulamaktadır. Bir çocuk, yaşamın ilk dönemlerinde, annenin kendi üzerindeki etkisinin kolayca en baskın etki olması nedeniyle, anneye duygusal olarak bağlanma eğilimi taşımaktadır. Bu bağlanma, ayrı bir benlik duygusuna erişmek için bir noktada koparılıp, çocuk, daha az sıkı bir bağımlılık içine girmelidir. Chodorow, bu kopuş sürecinin erkek ve kız çocuklarında ayrı ayrı yollardan gerçekleştiğini ileri sürmektedir. Kızlar annelerine yakın olmayı sürdürürler, örneğin anneyi kucaklama, öpme, onun yaptıklarına öykünme olanaklarına sahip olarak. (45) Gülgün Yanbastı, Kişilik Kuramları, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir-1996, s. 16-25 (46) A.Giddens, a.g.e., s. 107 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 35 Anneden kesin kopuş olmaması yüzünden, kız çocuk, sonra da yetişkin kadın, başka insanlarla daha bağlantılı bir benlik duygusunu geliştirir. Kadının kimliğinin, bir başkasının kimliğiyle kaynaşmış, onunkine bağımlı olma olasılığı daha fazladır: İlk olarak annesininkine, daha sonra erkeğinkine. Chodorow’a göre bu, kadınlardaki duyarlılık ve duygusal sevecenlik özelliklerini ortaya çıkartır. Erkek çocuklar bir benlik duygusunu, kendilerinin başlangıçtaki anneye yakınlıklarını kökten bir biçimde söküp atarak, kendi erkeklik anlayışlarını kadınsı olmayandan türeterek yadsıma yoluyla elde ederler. Onlar ‘kız kardeşler gibi’ ya da ‘anasının kuzusu olmamayı’ öğrenirler. Bir sonuç olarak, erkek çocukları, başkalarıyla yakın ilişki kurabilmekte görece daha kratersizdirler; dünyaya bakmanın daha çözümsel yollarını geliştirirler. Kendi yaşamlarına ilişkin olarak, başarı üzerinde duran daha etken bir bakışı benimserler; ne var ki; kendilerinin ve başkalarının duygularını anlayabilme yeteneklerini bastırmışlardır.” 47 Yukarıdaki yorumlara bakılacak olursa Chodorow daha haklı gözüküyor ve açıklamaları oldukça yerinde, zira bir Türk atasözü şöyle diyordu. “Kız anadan öğrenir biçki biçmeyi, oğlan babadan öğrenir sofra açmayı.” İnsan yaşamındaki yaşamsal pek çok pratikte olduğu gibi kız kendisini anneyle özdeşleştirerek kadın kimliğini kazanıyor ve böylece hayatını önce bir anneye sonra bir kocaya duygusal bağlarla bağlanarak geçiriyor; erkek ise ilerideki yaşlarda anneden koparak ya babaya yönelik bir özdeşleşmeyle ya da kendi başınalıkla kimliğini kazanıyordu. Ama ne olursa olsun, Freud’un dediği gibi kız babaya, erkek de anneye yönelik bir cinsel istekle bir yaklaşım geliştirmiyordu. Tam tersine kız kendini anneyle özdeşleştirerek, oğlan da babayla özdeşleştirerek kadın ve erkek kimliklerini, bu arada (47) A.Giddens, a.g.e., s. 105 36 | Emine Öz türk anne babadan toplumsal değer ve normları da toplumsal cinsiyetle birlikte öğreniyorlardı. Toplumsal cinsiyeti, anne ve babanın dışında, bir de yazılı kültür aktarımları olarak kabul edilebilecek ders kitaplarından başlamak üzere bütün kitaplar, çocuklukta gene masal kitaplarıyla birlikte tanışageldiğimiz masal, efsane, destan gibi özellikle toplumlarda çoğunlukla önceki kuşaklardan dinlenerek öğrenilen ve mitsel özellikler içeren mitolojik bir takım öyküler, ayrıca radyo, televizyon gibi işitsel ve görsel iletişim araçları ve özellikle son yıllar için söz edilebilecek internet de etkilemektedir. Buna örnek olmak üzere Giddens küçük çocuklara yönelik olarak şunları söylüyor: “Yirmi beş yıl önce, Lonere Weitzman ve meslektaşları, okul öncesi çocuklar için en çok kullanılan kimi kitaplardaki toplumsal cinsiyet rollerinin çözümlerini yapmışlar, ve toplumsal cinsiyet rolleri arasında açık farklılıklar bulmuşlardır. (Weitzman ve diğerleri 1972) Öykü ve resimlerde, kadınlara 11’e 1 gibi bir oranla ağır basan erkekler çok daha ağırlıklı bir yer tutmaktaydı. Toplumsal cinsiyet kimlikleri olan hayvanlar da dahil edildiğinde, bu oran 95’e 1 idi. Kadınların ve erkeklerin etkinlikleri de farklılaşmaktaydı. Erkekler serüven türü uğraşlar ile bağımsızlık ve güç gerektiren ev dışı etkinlikleri gerçekleştirmekteydiler. Kadınlar söz konusu olduğunda, edilgin ve çoğunlukla ev işleriyle uğraşıyor olarak sergilenmekteydiler. Kadınlar, erkekler için yemek pişirip temizlik yapar ya da onların eve dönüşünü beklerlerdi. Çözümlenen bütün kitaplarda, evi dışında bir mesleği olan hiçbir kadın yoktu. Buna karşın erkekler savaşçı, polis, yargıç ve kral idiler. Daha yakın zamanlarda yapılan araştırmalar durumun biraz olsun değişmiş olduğunu düşündürse de, çocuk yazınının çoğunluğunun büyük ölçüde aynı olduğunu göstermektedir. (Davies, 1991) Örneğin AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 37 masallar, cinsiyete ve kızlarla erkeklerden sahip olmaları beklenen amaçlar ile hedeflere yönelik olarak, geleneksel bir tutum benimsemektedirler. ‘Prensim bir gün gelecek,’ bunun anlamı, bir kaç yüzyıl öncesindeki peri masalları türlerindeki gibi, yoksul bir aileden gelen bir kızın talih ve servet düşleyeceğidir. Bugün bunun anlamı romantik aşkın idealleriyle daha bağlantılı hale gelmiştir.”48 Aynı tarzda Türkiye’de yapılmış bir araştırma çocuklara kitaplarla empoze edilen ve bu yolla oluşturulan toplumsal cinsiyet konusuna Firdevs Gümüşoğlu tarafından kaleme alınan, “Cumhuriyet Ders Kitaplarında Cinsiyet Rolleri” başlıklı makaleyle ışık tutuyor. Bu araştırma 1928-1998 arasını kapsamaktadır. Araştırmada kullanılan örnek kitaplar ise Köy Kıraatı, Okuma Kitabı, Türkçe, Hayat Bilgisi, Sosyal Bilgiler, Tarih, Aile Bilgisi, Ev Ekonomisi ve Uygulaması, Yurt Bilgisi, Yurttaşlık Bilgisi kitaplarıdır.”49 Bu makalede anlatılanlara göre “1930’lu ve 1940’lı yıllardan 1945 yılına kadar kaleme alınan kitaplarda yaratılmaya çalışılan kadın imgesiyle 1945 tarihinden sonra yazılan ders kitaplarındaki kadın imgesi arasında büyük bir fark ortaya çıkmıştır. 1945’ten önce anneye, ülkenin kuruluşuna katkıda bulunması açısından önemli işlevler yüklenirken ve aile içi geleneksel roller yoğun olarak vurgulanmazken; bu tarihten sonra artan sayıda örnekle, kadınların asıl görevinin evi, ailesi olduğu ders kitaplarına girdi. 1945 yılı 5. Sınıf Okuma Kitabı’nda on iki yıl içinde kadının statüsü hakkında yapılanlar şöyle anlatılıyor. ‘Eskiden kadın kapalı yaşar, bir iş tutmaz, erkeğin eline bakardı. Şimdi kadın özgürlüğüne kavuşmuştur. Erkek gibi açık geziyor, çalışıyor, kazanıyor. Cumhuriyet bunlardan başka ona komutaya saylav ve (48) A.Giddens, a.g.e., s. 101 (49)Firdevs Gümüşoğlu, “Cumhuriyet Döneminin Ders Kitaplarında Cinsiyet Rolleri (1928-1998)”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, Bilanço ’98, Tarih Vakfı Yay ve Türkiye İş Bankası Yay. ortak yayını, İstanbul / Ekim – 1998, s. 101 38 | Emine Öz türk belediyeye aza olmak hakkını da vermiştir ki bu pek çok ileri memleket kadınının elde edememiş olduğu haklardır.’ Ancak 1945’lerden sonra ders kitaplarında resmedilen kadın tipini 1982 Hayat Bilgisi ders kitabındaki şu örnek gayet iyi açıklamaktadır. Turşu Annem turşuyu kurdu Sarımsakları soydu Domates biberleri Suyun içine koydu Kışın korunmak gerek Annem ördü yün yelek Dolaptan çıktı hemen Palto, atkı, eldiven Babam harcadı para Aldı bana kundura”50 Yukarıdaki şiirlere göre anne yalnız yemek yapar, yün eğirir, ev işi yapar, baba ise dışarıda çalışır, para kazanır ve o parayı harcar. Bu fikir yeni yetişen çocuğun kafasına işlenerek eğer kız ise annesi gibi bir anne, erkek ise babası gibi bir baba olması istenir, böylece yazılı materyal yoluyla toplumsal cinsiyet oluşturulmuştur bile. Firdevs Gümüşoğlu’nun yorumları ideolojik izler taşısa da kadın veya erkek kimliğini oluşturmada bu tarz eğitimin rolü sanırız inkar edilemez. Ancak burada bizim için asıl önemli olan gencin bu oluşturulmak istenen toplumsal cinsiyet rolleri karşısında aldığı tavır ve bu sosyal belirlenmişliklerin genci yahut gençliği nasıl etkilediğidir. Bu etki ancak flörtü etkileyen faktörleri açıklamakla anlaşılacaktır. Bunları açıklamadan şunu kesinlikle bilmek lazımdır (50) Firdevs Gümüşoğlu, a.g.m., a.g.e., s. 102 - 109 – 114 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 39 ki, bu faktörlerin etkileri toplumdan topluma, insandan insana, devirden devire değişmekle beraber bu faktörler her iki cinsten gençler arasındaki münasebeti az ya da çok her dönemde, her yerde, her toplumda etkilemiştir ve etkilemektedir. II. BÖLÜM AŞK DUYGUSUNUN VE GENÇLİK DÖNEMİNDE FLÖRT OLGUSUNUN BİREYDE OLUŞUMUNDA ETKİN OLAN FAKTÖRLER 1. AİLE FAKTÖRÜ (ANNE ve BABANIN TUTUMUNUN ETKİSİ) FLÖRTE ETKİSİ Ailenin flörtün oluşumundaki etkisini anlayabilmek için öncelikle ailenin sosyolojik açıdan tahlilini dikkatli biçimde yapmamız gerekiyor. Aileyi ve onun fonksiyonlarını bilmeden aile faktörünün flörte nasıl etki ettiğini anlayabilmemiz imkansızdır. Aile, temel birinci derecede bir sosyal grup olup, bilinen bütün toplumlarda kişi, hayatını bu sosyal grup içinde sürdürür. Temelinde cinsiyet ilişkisinin bulunduğu ve toplumun en küçük birimi olarak kabul edilen bu sosyal grubun şekli ve fonksiyonu aile grubunun mensubu olduğu kültür tarafından saptanmakta ve belirtilmekte olmasına rağmen bu grubun temel ve üniversal dört fonksiyonundan bahsedilir.51 Bu temel dört fonksiyon şöyledir: 1) Aileyi teşkil eden fertlerden en az bir çift arasında toplumun onayladığı bir ilişki biçimi sonucu oluşan birliktelik: Kişiye iki ayrı açıdan bakılabilir. Bir taraftan ferdi, (51)Nephan Saran, “Aile Hayatı ve Toplum”, Aile Yazıları-III, Birey Kişilik ve Toplum, Derleyenler: Beylü Dilekçigil, Ahmet Çiğdem, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, Ankara-1990, s. 135. 42 | Emine Öz türk bağımsız, kendi kendine yeten ve nihai amacını izlemeye muktedir ve akıl ile donatılmış hür bir varlık olarak kabul edilmektedir ki, bu genellikle filozofların kişi kavramıdır. Ampirik olarak bu kişi kavramı, “ben” yahut “ego” fikrinden çıkarılabilir. Ben yaşayan bir varlığım; ben aklı olan bir varlığım; ben hür bir yaratığım gibi ya da ben bağımsız bir varlığım gibi. Ancak kişiye bu açıdan bakmak kişiyi tam görmekten ziyade yarım görmektir. Zira fert hiç de böyle tek yönlü bir varlık değildir.52 Kişiye diğer bir bakış açısı ise onu temel yapısı yönünden tamamlanmış olarak görmektir. Geçekten de fert kendi kendine yeter, tüm bağımsız bir varlık olamayıp kişiliği ancak diğerlerinin yardımıyla gelişebilen bir yaratıktır. Başka bir deyişle insanoğlu sosyal bir varlık olup kendisine benzeyenlerden meydana gelen bir toplum içinde karşılıklı yardımlaşma ve kooperasyonla var olabilen bir yaratıktır. İnsan tabiatı icabı sayısız ihtiyaçların tatmin edilebilmesi için hemcinslerine bağlı sosyal bir varlıktır.53 Kişinin esas bünyesi yönünden tam olmayışı kavramını biraz daha ileriye götürüp tamamlayıcı unsuru ararsak, ancak iki cinsin bir araya gelişinde buluruz. Gerçekten de kadın erkeğe, erkek de kadına muhtaç varlıklardır. Kadın ve erkek insan tabiatı yönünden birbirlerinin eşi olmakla beraber kişiliklerinin tamamlanması için bir birlik içinde bir araya gelip birbirlerine bağlanmaları gerekir. Böylece, “Karşı cinsiyet” farklı fonksiyonlarla kişiliği tamamlayan bir özelliğe sahiptir. Farklı fonksiyonlar arasında kuşkusuz en önemlisi insan neslinin devamını temin eden biyolojik fonksiyon olup kadını ve erkeği bir birlik içinde tutan cinsel arzuların tatminidir.54 Yukarıdaki açıklayıcı ifadelerden de anlaşılacağı üzere (52) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, gös.yer. (53) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 135. (54) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 135-136. AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 43 aşk ve bunun yasal olarak yaşandığı evlilik kurumu insan kişiliğinin tam olarak oturmasında yadsınamayacak bir değere sahiptir. Ama aynı zamanda aile de kişinin toplumsal varlığının ve kimliğinin biçimlenişinde oldukça etkindir. Bu karşılıklı bir etkidir. 2) Ancak erkeği ve kadını aile denilen birlik içinde bir araya getiren ve bu birliğin devamını sağlayan tek faktör de “Cinsel arzuların serbestçe” tatmini değildir. Bunun yanı başında aile birliğinin devamını sağlayan ailenin ikinci önemli fonksiyonunu teşkil eden diğer önemli faktör de erkek ve kadın arasında cinsiyete bağlı ekonomik kooperasyondur. Çeşitli toplumlarda değişik biçimlerde ortaya çıkan bu ekonomik kooperasyon yalnız karı kocayı birbirine bağlamakla kalmaz, aynı zamanda aile birliğinin ve dolayısıyla toplumun devamını sağlayan yeni neslin bakılıp büyütülmesini de temin eder. Bu bizi ailenin önemli bir fonksiyonuna götürür.55 3-Sıcak ve samimi bir ortam içinde yeni neslin büyütülmesi: Bilindiği gibi insan yavrusu hayvanlar alemi içinde en uzun süre bakılıp gözetilmesi gereken canlıdır. Hemen bütün biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçlarının tatmini uzun süre ebeveyne bağlıdır. Doğduğunda çocuğun bir yığın potansiyel kabiliyeti mevcut olup, bütün bu fiziksel ve entelektüel güçler zaman içinde gelişecektir. Bu gelişim ise dış uyarmalara (stimülasyonlara) göstereceği reaksiyonlara bağlıdır. Eğer bu potansiyel kabiliyetler yeterli ölçüde uyarılmazlarsa (stimüle edilmezlerse) ya da uyarmalara (stimülasyonlara) gösterilecek reaksiyonlara uygun bir kanal temin edilemez ise gelişme yeterli seviyede olmayacaktır. Bebeğin bakımı ve geliştirilmesi ise cinsiyet farkına bağlı iş bölümüne dayanan ekonomik bir kooperasyonla etkili biçimde yapılabilir. Görüldüğü gibi çocuğun potansiyel (55) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 136. 44 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 45 kabiliyetleri ‘eğitilmeli’dir. Bu, çocuğu mensubu olduğu toplumun bir azası haline getirecek eğitimi de kapsar. 4) Yetişmekte olan gencin sosyalize ve kültüre edilmesi: Ailenin çocuğu bakıp büyütmesi yanında en az bunun kadar önemli ve bir bakıma bakıp büyütmeden daha zor olan, yeni yetişen gencin sosyalize ve kültüre edilmesidir. İnsan yavrusu içinde yaşadığı toplumda mevcut bilgiyi, mahareti öğrenmek zorunda olup, doğuştan gelen bazı örüntüleri disiplin altına alınan kuralları ve değer yargılarını da öğrenip benimseyerek toplumun bir ferdi haline gelecek, davranışlarını ve hareketlerini kendisinden beklenen şekilde yapacaktır. Ana, baba, kardeşler, akrabalar hatta ailenin vereceklerine sosyal bilimler dilinde ‘kültürel miras’ denilmektedir.56 Kültürel mirasın elemanlarını gene Nephan Saran’dan naklen kısaca şöyle tarif edebiliriz. a) Lisan, insanlar arası iletişimi sağlayan en önemli kültürel unsurdur. b) Aile, topluma has geleneksel davranış kurallarını ve hareket normlarını çocuğa öğreten en önemli sosyal gruptur ve kültürel unsurların önemlilerindendir. c) Yaşa ve cinsiyete göre farklı sosyal grup mensuplarına karşı gösterilecek uygun davranış kaidelerini çocuğa öğreten en önemli sosyal grup yine ailedir. d) Yine aile çocuğu toplumun çeşitli sosyal kurumlarına hazırlar. e) Kuşkusuz ailenin en önemli fonksiyonundan biri de, toplumun üstün tuttuğu ahlak normlarını ve değer yargılarını çocuğa aktarmaktır. Ailenin, gencin sosyal hayatla, toplumla bütünleşmesindeki önemli rolü, Nephan Saran’ın yukarıda ailenin toplumsal fonksiyonlarını anlattığı satırlarda sanırız gayet iyi anlatılmıştır. Ancak şu bilinmelidir ki gencin sosyal hayat uyumunda sadece aile etkin değildir, bu konuda cinsiyet, kişinin maddi durumu, sosyal statü ve mevkii de aynı ölçüde etkilidir. Ayrıca aile olgusu içerisinde de aile çevresi, ebeveynler arası ilişkiler, ebeveyn çocuk ilişkileri, kardeşler arası ilişkiler gibi ilişkilerin bütününün ve ailenin maddi ve sosyal koşulları gibi koşulların tümünün gençler arasındaki flört münasebetine etkisi söz konusudur. Şimdi kısaca gene Nephan Saran’ın ifadelerinden özetleyerek bu ilişkilere göz atalım. (56) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, gös.yer. (57) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 137. 1. Aile Çevresi: Toplum içinde hayatını sürdürebilen insanoğlu, toplumun devamını sağlayacak olan genç nesli toplum içinde, yani bir sosyal çevre içinde büyütüp eğitecektir. Çocuğun kişiliğinin gelişmesinde ise sosyal çevre içinde en etkili olanının aile çevresi olduğunda bütün sosyal bilimciler hemfikirdir. Yapılan sayısız araştırma, çocuğun aile çevresindeki erken tecrübelerinin kişiliğinin gelişmesinde en etken çevre olduğunu gösterir niteliktedir.57 2. Ebeveyn Arası İlişkiler: Hemen bütün çalışmalar ebeveynler arasındaki ahenkli ilişkinin çocuğun istikrarlı, iyi bütünlenmiş bir kişilik geliştirmesinde önemli olduğunu göstermektedir. Ebeveynler arasındaki devamlı çekişme ve tartışmalar, çocuğun gelişimi sırasında onu en fazla yaralayan tecrübelerdir. Genel olarak çocuk ana babasını sever ve kendisini her biri ile identife eder. Ana baba arasındaki çatışmalar çocuğun kendi kişiliğinde lokalize olup onu kendi kendisiyle çatışma haline sokar. Tatmin edilemeyen sevgi ve emniyet duygusu çocuğu hissi (emosyonel) gerilimlere doğru sevk edip sonunda tecavüzkar hatta anti sosyal davranışlara iter. Çocuğun biyolojik yapısına da bağlı olarak tecavüzkar ya 46 | Emine Öz türk da anti sosyal davranışlar çeşitli biçimlerde ortaya çıkar.58 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 47 4. Kardeşler Arası İlişkiler: Çocuk kendi dünyasında yaşayan bir varlık olup genellikle büyükler bunun farkında değildirler. Oysa çocuklar müşterek bir dünya içinde yaşadıklarından birbirlerini iyi anlarlar. Bu nedenle bir çocuğun gelişiminde kardeşlerin katkısı büyüktür. Ancak bu katkının ne ve nasıl olacağı kardeşlerin cinsiyetine, yaşlarına ve doğum sıralarına ve nihayet ailenin çocuğa karşı tutumuna bağlıdır.61 Cinsiyet farkı ise çocukların gelişiminde önemli bir faktördür. Çocuklar büyümeleri sırasında kız ve erkek farkını öğrenip her birinin değişik rolleri olduğunu fark ederler. Ana babalarının kız ve erkek çocuklardan değişik davranışlar beklediklerini görüp toplum içinde kendi cinsiyetlerine uygun düşen davranışları öğreneceklerdir.62 Görüldüğü gibi ailedeki iyi ve kötü bütün hadiseler çocukların psikolojisini fazlasıyla etkilemektedir. Onların kişilikleri oluşana kadar bu etki çok yoğun olmakla beraber, sosyal değer ve normların etkisiyle de, çocuk kişiliğini tam anlamıyla oluşturduktan sonra bile kendi hayatıyla ilgili kararlar verirken anne ve babasının görüşlerine fazlasıyla değer vermektedir. Evlilik gibi önemli konularda ailelerinin görüşünü almaları, bilhassa kapalı çevre ve toplumlarda sadece anne ve babanın görüşlerini almakla kalmayıp aynı zamanda onların uygun gördükleri kişiyle evlenmeleri, ailenin bu konulara yaklaşımının ne kadar büyük önem arz ettiği açıkça ortaya konmaktadır. Ailenin içinde bulunduğu maddi koşullar da bazen çok önemli olabilmektedir. Ancak biz aile ile ilgili bu bölümde değil de, maddi koşullara ve bu koşulların flörte etkisine daha çok ekonomik faktörde değinmeyi düşünmekteyiz. Bunların yanında gencin flörtüyle evliliği düşünüp düşünmemesinde gencin ailesinin onun flörtünde aldığı rolü arttıran ya da azaltan bir etkisi vardır. Buna göre genç eğer flörtüyle evlenmeyi düşünüyorsa aile muhtemelen bunu istememektedir. Zira onlar ya çocukları için kendi kafalarında birini düşünmüşlerdir. Ya da onlar çocuklarını flört etmemiş biriyle evlendirmeyi tercih etmektedirler. (58) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 137-138. (59) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 138. (60) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 138. (61) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 139. (62) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, gös.yer. 3. Ebeveyn - Çocuk İlişkileri: Ebeveyn ile çocuk arasındaki karşılıklı etkileşmenin çocuğun kişiliğinin gelişmesinde son derece önemli olduğu bugün bilinen bir gerçektir. Etkileşmenin belirli modelleri çocuğun duygusal gelişiminin dengeli olmasına ve onun toplumun diğer fertlerine göstereceği reaksiyona yansıyacaktır. Çocuğun ebeveyn tarafından sevgiyle kabul edilmesi ve ona yeterli ve sıhhatli şefkatin verilmesi çocuğun duygusal dengesini sağlayan önemli bir faktördür. Buna karşılık aşırı sevgi ve koruma eğilimi, çocuğun olgunlaşmasını engelleyen, bağımlı bir kişilik geliştirmesini, kendine güvensizliği ve ileri seviye utangaçlığı doğuran faktörler olacaktır.59 Ebeveynler arasındaki çatışmaların artık halledilmez bir seviyeye erişmesi dolayısıyla aile birliğinin ayrılık, boşanma gibi sebeplerle parçalanması ya da eşlerden birinin ölümü ile aile çevresinden çekilişi, çocuğun sağlıklı bir kişilik geliştirmesini engelleyen önemli faktörlerdendir. Parçalanmış aile adı verilen bu tip aile çevresi genellikle çocuğu sosyalize ve kültüre eden süreci zedeleyen bir etkiye sahip olduğu gibi çocuğun sağlıklı bir kişilik geliştirmesini önleyen bir faktör olarak görülmektedir.60 48 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 49 Bilhassa erkek anne ve babaları oğullarını flört etmemiş bir kızla evlendirmeyi tercih etmektedirler. Bu daha çok doğulu ailelerde rastlanan bir tutum olmakla beraber Türkiye genelinde de çok karşılaşılan bir tutumdur. Ama aileler şunu göz ardı etmektedirler ki oğullarının gezdiği kız da bir aile kızıdır ve belki oğullarına gezdiği kızı değil de başkasını alsalar bile o kız da muhtemelen bir zaman ve bir yerde bir başkasıyla böyle bir münasebet yaşamış olabilir. Aileler bu tavırlarıyla toplumun ahlaksızlaşmasına katkıda bulunduklarının farkında bile değildirler. Şimdi gençlerin aileleriyle ilişkilerine biraz daha yakından bakalım. Aile kavramını gayet net açıkladıktan sonra bir de ailelerin gençlere karşı takındıkları tavırlara bakalım. “Temelde üç çeşit ana baba üslubu vardır. Ancak bu üsluplar her ailede aynı değildir. Bunu Mary J. Gander ve Harry W. Gardiner şöyle ifade ediyorlar. “Çocuk büyütmenin tek bir yolu, sorunsuz, yetkin ergen yetiştirmenin reçetelerini içeren bir yemek kitabı yoktur. Gerçekte aileye her çocuk katıldığında çocuk aileyi değiştirir ve ailenin üyeleri arasındaki ilişki değişir.” 63 Üç temel ana babalık üslubu şunlardır. a ) “Yetkeci ana babalar: Kuralları ana babalar koyarlar. Onlara inanılır, itaat edilir, saygı gösterilir, diğerlerinin de kurallara uyması beklenir. Kurallara aykırı davranışlar sert bir disiplinle karşılaşırlar. Bu üslup çoğunlukla alt sosyoekonomik düzeylerdeki ailelerde daha sıklıkla görülür. Sonu ya suçlulukla ya da evden kaçmayla sonuçlanabilir.”64 Özellikle Türk filmlerinin klasik hikayelerinden olan artist, manken, şarkıcı ya da sözde sanatçı olmak için evden kaçan kızların öyküsünde olduğu gibi, b ) “İzin vericilik tutumu: Çok az kural vardır, hiç olma- yabilir de. Ve anne babalar bilerek ya da hiç ilgilenmeyerek çocuklara ya da ergenlere aşağı yukarı hoşlarına gittiği gibi davranma olanağını tanırlar.” 65 Kısacası bu üslupta bir belirsizlik vardır. Bunda da yetkeci tutumda olduğu gibi birtakım karmaşalar yaşanır. c ) “Demokratik üslup: Son sözü anne baba söylerken ve uyulacak kuralları onlar seçerken çocuklara ve ergenlere farklı olma, kendi davranışının sorumluluğunu üstlenme ve daha fazla karar verme olanakları verilir. Akıl yürütme ve açıklama hakimdir.”66 Ailenin tutumunun gencin böyle bir münasebete girmesini hangi oranlarda etkilediğini ve aynı şekilde diğer etkenlerin de gencin davranışını nasıl etkilediğini araştırmamızın sonuç kısmını yazarken vereceğiz. Ancak şu bilinmeli ki, ailenin evliliğindeki ya da gencin karşı cinsle duygusal ve cinsi bağını içeren bir münasebetindeki etkisi toplumdan topluma, kişiden kişiye, insandan insana değişebilmektedir. Örneğin Türkiye’de yakın zamanda yapılmış bir anketin sonuçları bize günümüz Türkiye’si ailelerinin flörte yaklaşımı açısından Victoria Dönemi İngiltere’si ile nasıl benzeştiğini gösterirken, aynı konuda yapılmış başka anketlere göre de Türkiye İsveç ya da A.B.D.’den flörte gerek ailelerin yaklaşımı, gerekse flörtün toplumun genelinde yaşanma yüzdeleri açısından oldukça farklı olduğunu göstermektedir. 1997’de T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu tarafından yapılan bir ankette; “Ailelerin gençlerin karşı cinsle arkadaşlık etmelerine bakışını anlayabilmek için, ailelerin hem duygusal bağ içeren hem de içermeyen kız-erkek arkadaşlığı hem de flört konusundaki eğilimleri incelenmiştir. Gençlerin ancak %15.2’si ailelerinin gençlik döneminde flört (63) Mary J.Gander / Harry Gardiner, a.g.e., s. 443 (64) Mary J. Gander / Harry Gardiner, a.g.e., s. 443 (65) Mary J. Gander / Harry Gardiner, a.g.e., s. 444 (66) Mary J. Gander / Harry Gardiner, a.g.e., s. 445 50 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 51 etmelerine izin verdiklerini ifade ederken, çoğunluğunun aileleri (%39.2) normal kız-erkek arkadaşlığını hoş karşılamakta fakat flörtü hoş karşılamamakta; %24.8’i ise duygusal bağ içermeyen kız-erkek arkadaşlığını bile hoş karşılamamaktadırlar. Her dört aileden birinin kız-erkek arasındaki duygusal bağ içermeyen arkadaşlığa bile karşı oluşu ve her 10 aileden dördünün de kız-erkek arkadaşlığına karşı olmasa bile flörte karşı oluşu, ailelerdeki tutuculuk düzeyini göstermesi bakımından uyarıcıdır. Bu arada gençlerin %30.3’ü yakın çevrelerinde flört bir yana normal kız-erkek arkadaşlığının hoş karşılanmadığını belirtmiştir. Bu da toplumun bu konuda tutuculuğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir. Öte yandan gençlerin %18’i kendi yaş grupları için flörtü erken bulmakta, %16.3’ü ise hangi yaşta olurlarsa olsunlar bir kızla erkeğin flört etmesini hiçbir zaman doğru bulmamaktadırlar. Kız-erkek arkadaşlığı konusunda aileler, kız çocuklarına karşı, erkek çocuklarına olduğundan daha tutucu bir tutum sergilemektedirler. Kızların ancak %7.4’ü ailelerinin gençlik döneminde flört etmelerine izin verdiklerini ifade ederken, bu oran erkekler arasında %22.7 ile kızlardakinin üç katı düzeyindedir. Kızların ailelerinin %43.7’si normal kız-erkek arkadaşlığını hoş karşılamamaktadırlar. Bu oran erkeklerde %34.8’e düşmektedir. Kız çocukların ailelerinin %31.9’u duygusal bağ içermeyen kız-erkek arkadaşlığını bile hoş karşılamazken bu oran erkek çocukların ailelerinde %17.8’e gerilemektedir. Kızların %35.2’si erkeklerin, %25.6’sı yakın çevrelerinde flört bir yana normal erkek-kız arkadaşlığının dahi hoş karşılanmadığını belirtmiştir. Öte yandan kızların kendileri de erkeklere göre flört konusunda daha muhafazakardırlar.” 67 Bu araştırmaya göre aileler flörte karşı olmakla beraber aynı zamanda bir erkeğin flört etmesine, bir kızın flört etmesine izin verdiklerinden daha fazla hoşgörü ile bakabilmektedirler. Biz aynı çifte standarda Victoria Dönemi İngiltere’sinde rastlıyoruz. “Victoria Çağı ahlak anlayışı o zaman kız ve erkeklerin ayrı olduğu okullarda hala devam etmekte olan homoseksüelliği, genç erkeklerin tek avunma çaresi olarak fahişeliği ve mülkiyet sahibi sınıfın, evliliği devam ettirmek için başvurduğu zinayı görmezlikten gelmek, unutmak ya da inkar etmek yolunu tuttu. Böylece Victoria Çağı ahlak anlayışı üstün orta sınıf ile çürümekte olan aristokratik düzen arasında bir uzlaşma yaratıyordu. O zamana kadar dişilik erdemi olarak kabul edilen safiyet idealini ya da cinsel duygular yokluğunu bütün gençler için öngörülen normal bir durum olarak yüceltmek, başka bir teşvik haline geldi. Bunun ancak pek az başarı vaat ettiği kolayca anlaşılacak bir şeydir. Erkekler, toplumsal yetiştirilme bakımından kadınlardan böyle bir safiyet ideali beklerlerdi ama kadınlar erkeklerden bunu beklemek üzere yetiştirilmemişlerdi. Bunu erkeklerin evlilik öncesi erdemi olarak aramadılar bile, tam tersine böyle bir durumla alay etmek eğilimindeydiler.” 68 Görülüyor ki Türk toplumunun bugünkü kızlara yönelik tutumu ile Victoria Dönemi İngiltere’sinin kızlara yönelik tutumu aynıdır. Aynı husus, yani bu münasebetlerin yaşanışının toplumdan topluma farklılık arz etmesi hususu Rezan Şahinkaya’nın 70’li yıllarda kaleme aldığı ve Kohabitasyonu, yani gençlerin nikahsız biçimde bir arada yaşamalarını anlattığı bir makalesinde gençlerin bir arada yaşama oranlarının ve bunun toplum tarafından nasıl karşılandığının (67)Türk Ailesinde Adolesanların Sorunları, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yay., Ankara - 1987, s. 431-432 (68) Aşkın Anatomisi(Derleme Kitap), Çeviren: Harmancı Mehmet ; Derleyen: A. Krich, Say Yayınları, İstanbul, 2005, s. 58-59., 52 | Emine Öz türk yıllara göre nasıl değişmekte olduğu şöyle anlatılmaktadır: “İsveç’te 1974’te aşağı yukarı %12 kadar genç evli olmadıkları halde bir arada yaşar durumda bulunmuşlardır. Oysaki bu oran 1966’larda sadece %1 civarında tahmin ediliyordu. Journal at Marriage and Family’nin Aralık 1975 sayısındaki bir makalede evlenmemiş gençlerin yaşamındaki bu değişiklik, evliliğin ileri yaşlara atılmasına ve geciktirilmesine bağlanmaktadır. Yazar, “Eskiden toplumumuzda nişanlı çiftlerin hafta sonlarını veya tatillerini bir arada geçirmeleri hoşgörü ile karşılanır fakat onların beraber oturmalarına birçok çevrede izin verilmezdi, şimdi ise birbiri ile evlenmeyi düşünmeyen iki ayrı cinsten gencin bir çatı altında oturmaları bile yadırganmıyor ve toplumun hoşgörüsü ile karşılanıyor”69 demektedir. Görüldüğü üzere İsveçli aileler zamanla kohabitasyonu; yani gençlerin bir arada yaşayışını belki de kabullenir hale gelmişlerdir. Flörtü etkileyen ikinci bir faktör sosyal statü ve sosyal tabakalaşmadır. AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 53 Ekonomik faktörü kısaca şöyle tarif edebiliriz: İnsanların birbirleriyle münasebetinde önemli faktörlerden biri de her ne kadar ideal insani ölçütler içerisinde önemsiz gözükse de, sosyal hayatın yadsınamayacak gerçeklerinden olan insanların sosyo-ekonomik durumları ve belki bu sosyo-ekonomik duruma bağlı olarak, belki de bunun tamamen dışında, yine insanların sosyal statü ve mevkileridir. Yani ekonomik faktör ve buna bağlı olarak sosyal tabakalaşma da flört konusunda etkin faktörlerdir. Bu faktörün etkinlik derecesinin ne olduğunu ise daha sonra göreceğiz. Hemen bütün toplumlarda, ailenin fonksiyonları yerine getirmekte başarısızlığa uğramasını hazırlayan faktörlerden biri ekonomik güçsüzlüktür. Fakirlik yahut maddi olanaklar da yetersizlik, aslında tanımlanması çok güç hatta mümkün olmayan bir kavramdır. Zira ‘fakirlik’ anlamı toplumdan topluma, kültürden kültüre değiştiği gibi aynı toplumun bölgelerine ve zamana göre de değişir. Bu güçlüğü hatırda tutmak şartıyla fakirliği belki şöyle tanımlayabiliriz: İnsanın içinde yaşadığı toplumun koşullarına göre normal bir yaşama seviyesini uzun bir süre temin edemeyişine maddi yetersizlik denir. Maddi yetersizlik kavramına yeterli bir gelir sağlayamamak ya da mevcut geliri akıllıca kullanamamak, dolayısıyla fertlerin fiziksel, sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılayacak bir hayat seviyesi idame ettirememek de dahildir.70 Kuşku yok ki insanoğlunun, hayatını idame ettirebilmek üzere çalışması en doğal hakkıdır. Çalışmanın şekli ve tipi ise toplumdan topluma farklılık gösterir. Bununla beraber değişmeyen husus yapılan işten kazanılan maddi imkanın insanoğlunun temel ihtiyaçlarını tatmin edecek miktara ulaşmasıdır. Bu sosyal adaletin gereği olduğu gibi, ailenin yukarıda kısaca bahsettiğimiz temel fonksiyonlarını yerine getirebilmesinin de temel şartıdır.71 Bir ailenin hayatı süresince temin etmeye ve halletmeye mecbur olduğu problemleri şöyle özetleyebiliriz: 1-Mesken, 2-Çocukları bakıp büyütmek, eğitmek, 3-Gelirin, ihtiyacı olan hayat seviyesini temin ettikten sonra ilerisi için bir miktarını ayırabilmek, 4-Acil durumları halledebilecek (69)Rezan Şahinkaya, “Gençler Arasında Yaygınlaşan Kohabitasyon’un Geleneksel Aile Kurumuna Etkisi”, Cumhuriyet Köye, Köylü Kadına ve Türk Ailesine Neler Getirdi?, A.Ü.Ziraat Fak. Yay., Ankara – 1977, s. 92 (70)Nephan Saran, “Aile Hayatı ve Toplum”, Aile Yazıları-III, Birey Kişilik ve Toplum, s. 140. (71) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e., s. 140 2. AŞKIN SINIFSAL TEMELİ YA DA AŞKIN EKONOMİK FAKTÖRÜ 54 | Emine Öz türk kadar donatılmış olmak.72 “Tabakalaşma en genel anlamı ile bireylerin ve grupların belirli veya genelleştirilmiş karakteristiklere göre aşağı yukarı statülere, rollere sahip ve sınıflara mensup olarak anlaşmaları ve derecelendirilmeleri demektir.”73 “Kişilerin ve grupların az veya çok fakat belirli derecede sürecek bir statüler hiyerarşisi içine girmesi, konulması sürecine “Sosyal Tabakalaşma” adı verilmektedir. Tabakalaşma bir eşitsizlik hiyerarşisidir. Sosyal sistemler, sosyal mevkilerden oluşmuştur ve bu sosyal mevkiler, statüler bir hiyerarşi içinde değerlendirilmektedir. Mesela tabakalaşmayı başarmış gelişmiş bir ekonomiye sahip toplumlarda çok sayıda sosyal mevki vardır. Fakat insanların farklılaşmaları, yalnız ekonomik mevkileri itibariyle olmaz. Bu farklılaşma idare, hükümet, sosyal hizmetler gibi diğer kanunlarla ilgili prestijin mevkileri bakımından da gerçekleşmektedir. Tabakalaşmanın ekonomik, prestij, itibar, kudret ve davranışsal olmak üzere dört boyutu vardır.”74 Tabakalaşmanın prestij, itibar ve kudret boyutunun, yani, hiyerarşi içinde derecelendirilen mevkilerin nispi değerlerinin farklılığı75 boyutunun ve istenen bir hareket tarzını nasıl olursa olsun yerine getirmek kabiliyetinin eşitsiz olarak dağıtılması76 boyutunun, sosyal hayata en çok yansıdığı saha, bu boyutların en etkin olduğu saha evlilik, aile ve aşk olgularıdır. Dolayısıyla bir sosyal olay ve olgu olan flört gerçeğidir. Tabakalaşmanın etkisi şöyle görülür ki, karşı cinsten biriyle bir münasebete, bir flörte başlayan genç kız ya da erkek diğer gençle çoğunlukla sosyal statüsünün yüksek olması, zengin ve servet sahibi (72) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e., gös.yer. (73)Sulhi Dönmezer, Toplumbilim, Beta Basım Yayım Dağıtım A. Ş., İstanbul –1994 s. 292 (74) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 293-295 (75) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 294 (76) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 295 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 55 olması, tahsilli olması, iyi bir aileden gelmesi gibi bir özellik arayabilecek, aramasa bile, sosyal mevkii kendinden çok farklı biriyle flört etse bile, ailesi veya toplum çoğunlukla bu münasebeti kabul etmekte, benimsemekte güçlük çekecek veya kabul etmeyecektir. Ya da aileler zengin bile olsa düşman olabilirler veya aralarında kan davası olabilir, yahut mezhepleri, dinleri, bağlı oldukları sosyal gruplar farklı olabilir; belki bu yüzden de böyle bir münasebete izin verilmeyebilir. Aşk tarihi, sinema tarihi, evlilik tarihi, tiyatro tarihi, edebiyat tarihi böylesi hikayeler ve masallarla doludur. Aileleri düşman iki genç olan Romeo ve Juliet, ölümsüz aşkı ölümde bulurlar.77 Ya da Murathan Mungan’ın Mahmut ile Yezida’sında Yezidi olan Yezida ile Sünni bir genç olan Mahmut arasındaki aşkta da hikayenin sonu aynıdır ve gençler sırf mezhepleri farklı olduğu için ayrılmak zorunda kalırlar. Önce Mahmut ardından da Mahmut’un saçına ördüğü kırk örüğü kırk gün boyunca çözen Yezida ölür. İkisinin sonu da gene ölümdür.78 Ayrıca zengin oğlan fakir kız veya fakir oğlan zengin kız öyküsü eski Türk filmlerinin vazgeçilmez senaryosudur. Yani sosyal tabakalaşma, fakir yahut zengin olma, farklı sosyal sınıflara mensubiyet, farklı sosyal gruplara, topluluk, cemaat yahut cemiyetlere aidiyet illa evlilik amaçlı olması gerekmeyen, ciddiyetten uzak bir flört münasebetini dahi etkilemektedir. Cem Karaca’nın “Tamirci Çırağı” şarkısı fakir bir tamirci çırağının zengin bir kıza duygusal bağlantısını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu şarkı sosyal tabakalaşmanın duygusal bir münasebette ne denli etkili olduğunu öylesine güzel açıklamaktadır ki; özellikle tabakalaşmanın sanayi devriminden sonra ne denli etkin olduğu düşünülecek olursa, fakirin daha fakir. zenginin (77) Shakspeare, Romeo ve Jüliet, çev. Turan Oflazoğlu, Bilgi Yay., Aralık –1995, s. 136-139 (78) Murathan Mungan, Mahmut ile Yezida, Ağustos –1995, s. 9-98 56 | Emine Öz türk daha zengin olduğu ve sosyal dengesizliklerin ve bilhassa geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde -dünyaya, teknolojiye, medeniyete ve küreselleşmeye ayak uyduramamaktan kaynaklanan- sınıflar arası çatışmaların yoğun olarak yaşandığı günümüzde; Türkiye gibi genç nüfusun yoğun olarak yaşadığı bir ülkede sosyal tabakalaşmanın aşkvari münasebetlere etkisi çok daha yoğun olarak yaşanmakta ve bu yaşantıların sonu çok daha acı verici olabilmektedir. Bu öylesine etkindir ki, genç bu sebeple intiharı bile düşünebilmektedir. Şimdi bu yaşanmışlığı Cem Karaca’nın mısralarıyla duyumsayalım. TAMİRCİ ÇIRAĞI Gönlüme bir ateş düştü yanar ha yanar Ümit gönlümün ekmeği umar ha umar Elleri ak yumuk yumuk ojeli bakımlı tırnakları Nerelere gizlesin şu avucum nasırları Otomobil tamire geldi bizim tamirhaneye Görür görmez vurularak başladı benzetmeye Ayağında uzun etek, dalga dalga saçları Ustam seslendi uzaktan, oğlum al takımları Bir romanda okumuştum buna benzer bir şeyi Cildi parlak kağıt kaplı, pahalı bir kitaptı Ne olmuş nasıl olmuş aşık olmuş bir genç kız Gene böyle bir tamirci çırağına Ustama dedim ki giymeyeyim tulumları Arkası kuşlu aynamda taradım saçlarımı Gelecekti bugün geri arabayı almaya O romandaki hayali belki gerçek yapmaya Durdu zaman, durdu dünya, girdi içeri kapıdan Öylece bakakaldım gözümü ayırmadan AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 57 Arabanın kapısını açtım girsin içeri diye Çattı hilal kaşlarını sordu kim bu serseri Çekti gitti arabayla egzozuna boğuldum Göğsümden tomurcuk yaşlar ağır ağır doldu Ustam geldi sırtıma vurdu, yak dedi romanları İşçisin sen işçi kal, giy dedi tulumları. Yani bir sosyal tabakadan olan biri başka herhangi bir sosyal tabakaya mensup biriyle böyle bir münasebet kuramazdı. Kendi sosyal tabakası içinde kalmalıydı. Bundan başka flört münasebetini etkileyen bir diğer faktör de sosyal değişme ve bu sosyal değişme çerçevesinde kadının çeşitli devirlerde toplumda oynadığı rol; içinde bulunduğu sosyal statü, bunlara bağlı olarak toplumun kadına bakış açısıdır. 3. CİNSİYET FAKTÖRÜ: SOSYAL DEĞİŞMENİN TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMININ MUHTEVASINDA MEYDANA GETİRDİĞİ DEĞİŞİM VE TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMININ AŞK VE FLÖRT OLGULARINA ETKİSİ Toplumsal cinsiyet kavramını tekrar hatırlarsak bu kavram, kadın ve erkeğin sosyal olarak belirlenen rol ve sorumluluklarını ifade etmekteydi. Bu kavrama paralel oluşmuş iki kavramı daha kısaca zikretmekte yarar görmekteyiz. Toplumsal Cinsiyette Eşitlik: Fırsatları kullanma, kaynakların ayrılması ve kullanımında, hizmetleri elde etmede bireyin cinsiyeti nedeniyle ayrımcılık olmaması/ yapılmamasıdır. Toplumsal Cinsiyette Hakkaniyet: Kadın ve erkek arasında sorumlulukların ve kazançların dağılımında adalet ve hakkaniyetin olmasıdır. Bu kavramda, kadın ve 58 | Emine Öz türk erkeğin gereksinimlerinin ve gücünün farklı olduğu kabul edilmektedir. Ancak kadınlığın tarihi üzerinde yapılacak kısa okumalar bize aslında toplumsal cinsiyet kavramının da zamanla, sosyal değişimin de etkisiyle toplumdan topluma, devirden devire hatta aynı ülke içerisinde aynı dönemde bölgeden bölgeye de fazlasıyla değişebildiğini açıkça gösterecektir. Flört mefhumunun gerek zihinlerde uyandırdığı anlama, gerekse sosyal hayattaki pratiğine cinsiyet kavramının etkisi oldukça büyüktür, bilhassa toplumsal cinsiyet kavramının etkisi. Ancak dediğimiz gibi kadın ve erkek rollerinde zamanla meydana gelen anlamlandırmalar, çok büyük değişim süreçleri geçirmektedir. Bizim burada anlamaya çalışacağımız, bilhassa, zamanla muhtevasında meydana gelen değişimlerle birlikte toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin algılamaların flörtü nasıl etkilediğidir. Ancak şunu da ısrarla vurgulamak lazım ki, toplumsal cinsiyet kavramında meydana gelen değişimler özellikle feminite, yani kadınlık üzerinde meydana gelmiştir. Şimdi kısaca sosyal değişim kavramına göz atalım. Öncelikle sosyal değişme kavramını tam olarak anlamak gerekir. “Sosyal değişmeden, belirli bir grup içindeki insanların ilişkilerinde yer alan yerleşmiş tavır ve hareketlerde, tavır ve hareket örneklerinde teknik terimi ile sosyal sistemin yapı unsurları ve işleyişi üzerindeki değişiklikleri anlaşılmalıdır. Sosyal değişmenin esası yeniliktir.”79 “Ayrıca değişme ile gelişme kavramları arasında da fark vardır. Gelişme istenen yönde değişme demektir. Ancak, “İstenen yönde olmanın” kimin değerlerine göre belirleneceği bir problemdir. Sosyal sistemin yapı unsurlarında oluşan yeniliklerin, sosyal değişme sayılması gerektiği gibi, yapı unsurlarının kendisinde değil ve fakat bunların (79) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 400 - 402 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 59 nispi öneminde oluşan değişmeler de, sosyal değişme sayılmalıdır. Sosyal değişme, sosyal yapıda ve toplumun sosyal ilişkilerinde meydana gelen değişiklik iken, kültür değişmesi toplumsal kültürün içeriğindeki değişmedir. Kültür değişikliklerine örnek olarak otomobilin icadı ve yayılması, dile yeni kelimelerin eklenmesi, ahlak ve mülkiyet konusundaki telakkilerin değişmesi, yeni müzik, sanat ve dans şekilleri veya kadın erkek eşitliğine doğru genel bir yönelme sayılabilir. Ancak dikkat edilmelidir ki, değişme ve kültür değişmesi kavramları iç içe de girebilmektedir. Bu sebeple her iki türdeki değişmeyi ifade için “Sosyokültürel değişme” tabirine başvurulmaktadır.”80 “Sosyal değişmenin oranına ve hızına etki yapan faktörleri kısaca şöyle sıralayabiliriz . a- Milletlerin yaşadıkları bölgeler; b- Toplumun yapısı; c- Toplumsal bütünleşme derecesi; d- Söz konusu toplumda katı bir sosyal tabakalaşmanın bulunup bulunmaması; e- Toplumun değişmeye olan genel tutumu; f- Toplumun içine düştüğü müşterek sıkıntı ve ihtiyaçları; g- Yenilikçinin istifade edebileceği bilgi ve teknolojinin toplumda yığılması.” 81 Sosyal değişikliği öneren kişinin, kurumun kimliği, önerinin toplum tarafından reddi veya kabulü hususunda büyük ölçüde etkendir.82 Burada bizim için asıl önemli olan sosyal değişmenin kendi tabii seyri içerisinde değil de, dışarıdan planlı ve kontrollü bir biçimde gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği problemidir. Zira sosyal değişmenin flörte etki eden (80) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 412 - 416 (81) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 418 (82) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 418-419-420 60 | Emine Öz türk ve konumuzla bire bir örtüşen yönü dıştan müdahalelerle kadının toplumsal statüsünün kontrollü bir biçimde değişmesi ya da değiştirilmesiyle, kadın erkek münasebetleri hususunda değişmeye bağlı olarak toplumsal telakkilerin de değişmesidir. Zira şurası dikkat çekicidir ki; planlı olarak gerçekleştirilen bütün sosyal değişme projeleri merkeze genelde kadını alırlar. Yani işe kadının sosyal statüsünü değiştirmekle başlarlar. Önce planlı sosyal değişmeleri anlatarak ve daha sonra kadının sosyal statüsünün bu planlı değişmeler paralelinde nasıl merkeze alındığını açıklamaya çalışalım. “Bazı yazarlara göre sosyal değişme, bizim (Milli) dışımızda kalan sosyal kuvvetlerin çapraz etkileri, zincirleme sonuçlar ve bütün bunların birleşik etkilerinin oluşturduğu güçler tarafından idare edilmektedir. Gerekli destekleyici yığılmalar, özellikle bilgi yığılması olduğunda değişmeyi harekete geçiren süreçlerden birisi işlemeye başlayacak, sosyal değişme gerçekleşecek ve neticelerini ortaya çıkaracaktır. Bu neticeler her zaman insan varlığı bakımından mutluluk verici olmayacak, bazen de ciddi problemleri beraberinde getirecektir. Atom fiziği üzerindeki çalışmalar atom bombasını, hidrojen bombasını ortaya çıkarmış ve bunun sonucu olarak milletlerarası ilişkilerde esaslı değişiklikler olmuştur. Ancak diğer bir kısım sosyal bilimcilere göre ise, sosyal değişmenin gidişi üzerinde etkiler yapılabilir. Sosyal değişme akıllı bir planlama yoluyla yönlendirilebilir ve olumsuz sonuçları da bertaraf edilebilir. Toplumlar ve sosyal sistemler hedeflere ulaşmak üzere sosyal değişmenin yönü üzerinde etkide bulunabilirler. Aslında büyük sistemin yapısında radikal değişmeler meydana getiren sosyal değişmelerin denetimi mümkün olmayabilir.”83 Sosyal değişme ile ilgili tüm bu söylenenlerin ışığında (83) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 394 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 61 şunu vurgulamalıyız ki; sosyal değişme özelikle bugün 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren ve 21. yüzyılın başlangıcında dördüncü kuvvet denilen medyanın, kitle iletişim araçlarının, bilgisayar, internet ve diğer tüm haberleşme ve komünikasyon araçlarının da etkisiyle artık planlı ve kontrollü bir şekilde, %80 ya da %90 olmasa bile %40 ila %60 oranlarında yönlendirilebilmektedir. Bu yönlendirme çoğu zaman en azından bir kamuoyu oluşturma şeklinde cereyan edebilmektedir. Bu öylesine bir yönlendirilmedir ki evlerinde dinlenmekte, çaylarını yudumlamakta ya da ailesiyle sıcak bir sofra etrafında yemek yemekte olan insanları bir anda belki de hiç ilgileri olmayan, kendilerini hiç ilgilendirmeyen bir hadisenin tarafları yapabilmektedir. Bu kitle iletişim araçları aynı zamanda en çabuk ve en etkin değişmeyi meydana getirebilmektedirler. “Televizyon ve radyonun etkin birer politik araç oldukları hususunda şüphe yoktur. Onun için televizyonun devlet tekelinde bulunduğu ve aynı zamanda demokrasiyle idare olunan ülkelerde, idare ediliş biçiminin olağanüstü önemi vardır. Dünyanın en demokratik ülkelerinde bile bu husustaki tartışmalar sürüp gitmektedir. Sözgelimi Fransız radyosu kısa süreler içinde rejim değişiklikleri geçirmektedir. Buna karşılık siyaset ahlakının belirli bir düzeye çıktığı İngiltere’de radyo ve televizyon konusunda siyaset arenasında artık tartışma yoktur.” Radyo ve televizyon bir takım inkılapların gerçekleştirilmiş olduğu ülkelerde bu inkılapların yerleştirilmesinde önemli bir araç görevi görür. Bu görevi sadece radyo, televizyon değil, gazete ve dergiler de, özellikle 20. yüzyılın başında fazlasıyla yerine getirmişlerdir. Bir toplumda, herhangi bir sosyal kurumda, bir sosyal değişiklik meydana geldiği zaman bu değişiklik ilk önce aileyi ve dolayısıyla da kadını etkilediğinden, değişik toplumlarda sosyal değişmenin 62 | Emine Öz türk başaktörü çoğunlukla kadın olmakta ya da kadın zorla da olsa bu değişmenin baş aktörü haline getirilmektedir. Çünkü beşiği sallayan el, çocuğu yetiştiren el kadın eli olduğundan, kadının toplumsal statüsü, özellikle analık rolü öteden beri çok önemsendiğinden, kadının bu değişimlerin gerçekleştirilmesinde en etkin rolü oynayacağına inanıldığından propagandaya öncelikle kadınlardan başlanır. Böylece kadın çoğu zaman sadece değişimin başaktörü değil, aynı zamanda söz konusu düşünce hangi düşünce ise o düşüncenin de başpropagandisti haline getirilir. Sadece sosyal statüsünün kötü oluşundan değil, aynı zamanda ideolojilerin başaktörü yapılmaya çalışılmasından dolayı kadın konusu tüm toplumlarda hem istismara en açık, hem de en tartışmalı konu olagelmiştir. Şimdi kadının sosyal değişme içerisindeki bu rolüne ve bu çerçevede kadın erkek münasebetlerinin nasıl değiştiğine örnekleriyle göz atalım. Böylece gençler arasındaki flört olgusunun kadının sosyal değişmedeki sosyal statüsünden nasıl etkilendiğine daha yakından bakalım . Kadınlar da köleler gibi çağlar boyu temel hakları çok kısıtlanmış insan gruplarına dahil edilmişlerdir. Kadınların eş seçme, çalışma, velayet, boşanma ve miras hakları ellerinden alınmıştır.84 Bu konu, yani kadınların haklarının korunması konusu kimi zaman kültürel ortamdan, kimi zaman toplumsal yaşamdaki çifte standartlardan, kimi zaman hukuk metinlerinden, kimi zaman dini metinlerden, kimi zaman kadının fiziksel güç itibariyle erkekten daha zayıf oluşundan, kadının annelik rolünü diğer toplumsal rollere tercih edişinden, kadının toplumda ekonomik ve siyasi erki elinde bulundurmaktan uzak oluşundan (84) Gülnihal Bozkurt, “Cumhuriyet Öncesi ve Sonrasında Türk Kadının Hukuki Durumu”, Kastamonu’da İlk Kadın Mitinginin 75. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu, Ankara – 1996, s. 157 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 63 kaynaklanan ve toplumlarda tartışma konusu olan bir mevzu olagelmiştir. Kadın konusunun problem oluşunda kadının kendi kimliğini evli bulunduğu erkeğe teslim edecek kadar sevdaperest olması, yahut sevgisinde bir ölçü tutturamayışı, sevginin karşılıklı kişiliklerin korunarak da yürüyebileceğini bilmeyişi gibi hususların da etkili olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu genelde kadının mazoşizmiyle açıklanmasına karşın bu mazoşizmden çok kültürün, eğitimin, genç kız yetişirken, “Sevdiklerin için her şeye katlanmalısın, erkeğe hizmet etmelisin, kocanın bir dediğini iki etmemelisin, kızım kocanın evinden ancak cesedin çıkar” gibi yapılan telkinler nedeniyledir. Kadın bilmektedir ki sosyal açıdan, ekonomik açıdan, hukuki açıdan kocasına mahkumdur. Bu mahkumiyet onu kocasına esir yapmaktadır. Ancak bir gün gelecek ve sosyal hayatın değişmesiyle kadının bu konumu büyük oranda değişeceği gibi bu çerçevede erkek kadın münasebetleri de büyük oranda değişecekti. Bunu özellikle Batı ve Müslüman-Türk kadınının konumunu kıyaslayarak açıklamaya çalışalım. “Eski Yunan ve Roma’da kadın, erkekten aşağı, bazen eşya ve hayvanlarla bir tutulan, pazarlarda alınıp satılan bir varlıktı. Onun hukuki bir şahsiyeti yoktu. Erkeğin kadın üzerinde öldürmeye kadar yetkileri vardı. Daha sonra Hristiyanlık döneminde erkek ailenin, İsa Mesih kilisenin başkanıdır. Önce Adem sonra da Havva yaratılmış ve kadın dünyaya suçu getirmiştir. Kadın kocasına, Rabbi’ne olduğu gibi uyacaktır. Bununla beraber kadın Yahudilikteki gibi bir mal da değildir. Evlenmekle karı kocanın bir beden haline geldikleri kabul edildiğinden boşanamazlar. Boşananın başkasıyla evlenmesi zina olarak görülür. Hiçbir konsül çok evliliğe karşı çıkmamıştır. Bununla beraber uygulamada tek evlilik yoğunluk kazanmıştır. 398’de VI. Kartaca konsülünde damatla gelinin üç gün bir araya 64 | Emine Öz türk gelmemeleri, takdisin kutsallığının lekelenmemesi kararı alındı. Çünkü cinsi yakınlık ebedi şer olarak görülmekte idi. X. yüzyıldan itibaren evlilik kilisenin güdümünden çıkmaya başladı. Gizli evlilikler çoğaldı. Bazı Hristiyan mezheplerinde Ortaçağ’da kadının insan olup olmadığı tartışıldı. O, şeytanın arkadaşı, suçun ve kötülüklerin kaynağı olarak görülmekte idi. İngiltere’de XVI. yüzyıla kadar kadın murdar sayıldığı için İncil okuyamamakta idi 1805 yılına kadar kadınlar İngiliz vatandaşı sayılmadılar. 1789 Fransız ihtilalinden sonra bile, 1938’e kadar Fransız Medeni Kanunu kadını; akıl hastası gibi kabul etmiş, çocukla bir tutmuş, onun hukuki ehliyetini kısıtlamıştır.”85 Ancak özellikle çok evliliğe Tevrat’tan ve Hristiyanlık’ın evlilik anlayışına İncil’den bakacak olursak farklı neticeler elde ederiz. Örneğin bize bir fikir verebilmesi açısından Hz. Yakup’un Tevrat’ta anlatılan evliliklerine biraz göz atmak yerinde olacaktır. Tevrat’a göre, “Hz. Yakup yanında çalıştığı akrabası Lavan’a, kendisine kızı Rahel’i verdiği takdirde onun için yedi yıl çalışacağını söyler. Hz. Yakup yedi yıl çalışır sonra Lavan’dan Rahel’i ister, Lavan ise onu aldatarak ona Rahel diye büyük kızı Lea’yı verir. Hz. Yakup bunun farkına varınca ‘Neden beni kandırdın?’ diye sorar. Lavan ona büyük kızı dururken küçüğünü veremeyeceğini söyler. Ancak Rahel’i almak için de bir yedi yıl daha çalışırsa kendisine Rahel’i vereceğini söyler. Hz. Yakup hem Lea hem Rahel ile evlendi. Lea ona üç çocuk verdikten sonra Hz. Yakup’u cariyesi Zilpa ile evlendirdi. Daha sonra da Rahel çocuğu olmayınca onu cariyesi Bilha ile evlendirdi. Sonun da Rahel, Hz. Yusuf ’u doğurdu.”86 Görüldüğü gibi Hz. Yakup hem de karılarının isteği üzerine dört defa (85) Günay Tümer, İslam’da Kadın, Kadın Mitinginin 75. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu, Ankara – 1996, s. 173-174 (86) Yaratılış, 29:15-35; 30: 1- 25 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 65 evlenmiştir, ki Kitab-ı Mukaddes’te bu evliliklerin sınırından da bahsedilmez. Hz. İbrahim iki hanım ile evlenmiş bulunuyordu, bunlar Saray ve Saray’ın Mısırlı cariyesi Hacer idi. Bu, Tevrat’ta şu satırlarla anlatılır. “Saray, Avram’a, ‘Rab çocuk sahibi olmamı engelledi,’ dedi, ‘Lütfen cariyemle yat. Belki bu yoldan bir çocuk sahibi olabilirim.’ Avram Saray’ın sözünü dinledi. Saray Mısırlı cariyesi Hacer’i kocası Avram’a karı olarak verdi.” Ayrıca gene Tevrat’ta ‘İlk Oğulluk Hakkı’ başlığı altında, “Eğer bir adamın iki karısı varsa, birini seviyor, öbüründen hoşlanmıyorsa; iki kadın da kendisine oğullar doğurmuşsa, ilk oğul hoşlanmadığı kadının oğluysa, adam malını miras olarak oğullarına bölüştürdüğü gün sevdiği kadının oğlunu kayırıp ona ilk oğulluk hakkını veremez. Hoşlanmadığı kadının oğlunu ilk doğan oğul olarak tanıyacak ve ona bütün malından iki pay verecektir.”87 Bundan başka Hz. Davut’un evlilikleriyle ilgili Kitab-ı Mukaddes’te anlatılanlar, geçmiş ümmetlerde ve semavi dinlerin kitaplarında ‘çok eşlilik’le ilgili herhangi bir sınır olmadığının ve erkeklerin diledikleri kadar kadınla evlenebildiklerinin en açık delilidir. Tevrat konuyla ilgili şöyle diyor: “Davud Hevron’dan ayrıldıktan sonra Yeruşalim’de kendine daha pek çok cariye ve karı aldı. Davut’un erkek ve kız çocukları oldu.”88 Gene Hz. Süleyman’ın evlilikleriyle ilgili olarak ise şu cümleler yer alıyor Tevrat’ta: “Kral Süleyman firavunun kızının yanı sıra Moavlı, Ammonlu, Edomlu, Saydalı ve Hititli birçok kadın sevdi. Bu kadınlar Rabb’in İsrail halkına, “Ne siz onların arasına girin, ne de onlar sizin aranıza girsinler; çünkü onlar kesinlikle sizi kendi ilahlarının ardınca yürümek üzere saptıracaklardır,” dediği uluslardandı. Buna karşın Süleyman onlara sevgiyle (87) Yaratılış, 16: 1- 4 (88) II. Samuel, 5:13 66 | Emine Öz türk bağlandı. Süleyman’ın kral kızlarından yedi yüz karısı ve üç yüz cariyesi vardı. Karıları onu yolundan saptırdılar.” 89 Ayrıca özellikle Hristiyanlığın çok evliliğe olan bakış açısını ortaya koyması açısından İncil’deki “On Kız” benzetmesi oldukça iyi bir örnektir. “O zaman göklerin egemenliği, kandillerini alıp güveyi karşılamaya çıkan on kıza benzeyecek. Bunların beşi akıllı beşi akılsızdı. Akılsızlar yanlarına kandillerini aldılar ama yağ almadılar. Akıllılar ise yanlarına kandilleriyle birlikte kaplar içinde yağ da aldılar. Güvey gecikince hepsini uyku bastı, dalıp uyudular. Gece yarısı bir ses yankılandı. ‘İşte güvey geliyor, onu karşılamaya çıkın!’ Bunun üzerine kızların hepsi kalkıp kandillerini tazelediler.” 90 “Akılsızlar akıllılara, ‘Kandillerimiz sönüyor, bize yağ verin!’ dediler. Akılılar, ‘Olmaz! Hem size hem bize yetmeyebilir. En iyisi satıcılara gidin kendinize yağ alın’ dediler. Ne var ki onlar yağ satın almaya giderken güvey geldi. Hazırlıklı olan kızlar, onunla birlikte düğün şölenine girdiler ve kapı kapandı. Daha sonra gelen öbür kızlar ‘Efendimiz aç kapıyı bize’ dediler. Güvey ise, ‘Size doğrusunu söyleyeyim sizi tanımıyorum’ dedi. Bu nedenle uyanık kalın çünkü o günü ve saati bilemezsiniz.”91 Yukarıdaki meselle ilgili olarak Muhammed Hamidullah bir kısım Hristiyan müdekkiklerinin yorumunu şöyle aktarır. “Matta İncil’inde (Matta, 25/1-12) anlatılan on karılı koca meseli pek meşhurdur. Hristiyan tetkikleri üzerinde çalışan mütehassıslardan bir bölümü, ki buna Marthin Luther de dahildir, bu meseli nazarı itibare alarak, İsa (a.s.)’nın poligamiyi asla yasaklamadığı sonucuna varmışlardır.”92 (89) 1.Krallar, 11: 1-4 (90) Matta, 25:1-8 (91) Matta, 25: 9 -13 (92) Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. SalihTuğ, İrfan Yayımcılık ve Ticaret, İstanbul – 1993, c.II, s. 666 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 67 Tevrat ve İncil’in yukarıdaki ifadelerinden de anlaşıldığı gibi Semavi ve İbrahimi dinler diyebileceğimiz Yahudilik ve Hristiyanlıkta da çok eşlilik gayet doğal karşılandığı gibi buna herhangi bir sayısal sınır dahi konulmamıştı. Aslında bu da tamamıyla sosyal hayatın ve şartların değişmesiyle oluşan bir durumdu. Zira daha sonra İslam buna bir sınır koyacaktı. Bu sınır özellikle toplumsal hayatın artık değişmesiyle yürürlüğe girecek olan bir sınırlama olacaktı. Bugün ise bu sınırlılık bile yeterli görülmeyecek ve İslam’a karşıt kitleler tarafından İslam’ın kadınla ilgili yorumunda eleştirilecek temel noktalardan birini teşkil edecekti. İslam’la ilgili söz konusu edilen bu tarz yorumlar aslında tamamıyla insanlık tarihinin başlangıcından bu yana yaşanan sosyal değişmeyi iyi idrak edememenin neticelerinden başkası değildi. Çok evlilik direkt olarak asıl konumuzu oluşturan aşk konusuyla ilgili olmamakla beraber konumuzla ilgisi şuradandır ki, çok evlilikle ilgili tüm bu semavi dinlerdeki bu tavır zamanla bu konuda toplumsal belleği yönlendirecek ve bireylerin konuyla ilgili tüm bakış açılarının temel hareket noktasını oluşturacaktı. Kişiler gerek o günün sosyal şartları gereği, gerekse semavi dinlerin kutsal kitaplarındaki bu metinlerden yola çıkarak kadın-erkek meselelerine bakmaya başlayacak; dolayısıyla zamanla çok evliliği sadece normal karşılamayacak aynı zamanda bunu özellikle erkekler açısından gerekli bile göreceklerdi. Dolayısıyla dinin zamanla bir kültür, gelenek, görenek, örf, töre haline getirilmesinden kaynaklanarak ve gerek bugünün gerekse dünün toplumunun toplumsal belleğini oluşturmaya başlayacaktı. Neticede belki bu dini metinlerin sebebi nüzulleri yahut indirildikleri ortam tamamıyla göz ardı edilerek, belki zamanla bu dini metinlerde konu ile ilgili değinilen, vurgu yapılan yönler bile unutulacak yalnızca Tanrı’nın böyle bir ilişkiye izin verdiği, dolayısıyla 68 | Emine Öz türk kadınların Tanrı katında bile makbul varlıklar olmadıkları düşünülmeye başlanacaktı. Dolayısıyla kadın erkeğin gezip dolaşıp atabileceği bir yaratık olacaktı. Kadının günahı en büyük günah sayılacak, erkeğinki görmezden gelinecekti. Ve kimi toplumlarda erkeğin işlediği günah onun elinin kiri olarak kalacak, kadın ise cadı ilan edilip yakılacaktı. Bu aslında belki de pek çok toplumda dini bir yaşamı değil tanrısal metnin arkasına gizlenen gizli bir erkeksi günahkarlığın içten içe toplumda yayılışından neşv-ü nema bulunuşundan başka bir şey değildi. Oysa Tanrı katında günahın da takvanın da cinsiyeti yoktu. Kuran’da Hz. Meryem’e yapılan vurgular da bundan başka neyi anlatır ki, insanlığa? Aslında kadınların kadınlık ve daha çok insanlık rollerini ve toplumsal işbirliğine katılımlarını daha çok ev içinde ve ev hayatında gerçekleştiriyor olmalarının sebebi insanlık tarihinin başlangıcına kadar geri götürülebilecek olan bir sosyolojik vakıadır. Bunu Alaeddin Şenel, “İlkel Topluluktan Uygar Topluma” adlı eserinde şöyle dile getiriyor. İlk insanların toplayıcı olduklarından bahseden Şenel, zamanla avcılığa doğru bir geçiş süreci yaşandığını; buna bağlı olarak, toplayıcı toplumlarda hiçbir toplumsal kural bulunmadığından sürü içi ilişkilerde daha çok güç ve bu güce sahip üyelerin ağır basmış olması gerektiğinden ve toplayıcı toplumlarda anarşist ilişkilerin yaşanmış olduğu söylenebilecekken; avcı toplumlarda eşitlikçi ilişkilerin ve buna bağlı olarak da ortak çalışma ve ortak paylaşmaya dayanan bir münasebet bütünlüğünün bulunabileceğinden söz ediyor. Bu eşitlikçiliği onun satırlarından okuyalım. “Erkeklerin değerli avını kadınların düzenli toplayıcılıkları, erkeklerin sürüyü korumadaki savaşçılıklarının getireceği saygınlığı, kadınların takımı kalabalıklaştırıp güçlendiren doğurganlıkları, yaşlıların bilgilerinin sağladığı saygınlıklarını AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 69 gençlerin güçlülüğü dengelemiştir.”93 Ancak genelde şu dikkati çekiyor ki kadınlar lehine olan başlangıçtaki bu durum zamanla farklılıklar arz edecek, kimi toplumda kadın etkinliğini sürdürmekle beraber kimi toplumda da bu etkinlik gitgide azalacaktır. Örneğin Neolitik dönemde; “Neolitik köyde erkeklerin hayvan, kadınların bitki yetiştirmekle uğraşmaları biçiminde bir iş bölümü görülür. Ancak kadınların tahıl üretiminin ve hayvan yetiştiriciliğinin ev ekonomisi içindeki uzantıları olan öğütme pişirme ve yoğun tarım mevsimleri dışında çömlek kaplar yapma, örme, dokuma gibi işlerde de neolitik ekonominin daha çok kadınların çalışmalarına dayandığı söylenebilir. Neolitik ekonomide kadın ekonomik alanda başrolü oynadığına, ev ekonomisi işlerinin hemen tümünü yaptığına göre evi de yönetmiş olmalı.”94 Ancak zamanla insanlar şehirlere yerleştikçe, Site Devletler kuruldukça anlaşılan o ki kadının toplumdaki etkinliği de gitgide azalmıştır. Şehir hayatı elit kesime mensup olanlar hariç ve dokuma ya da örme kadın eliyle yapılan işler hariç, kadınların ev hayatına mahkum olmalarına yol açmıştır. Ayrıca insanlık tarihinde yapılan savaşlar en çok kadınlara zarar vermiş, kadınların ev dışında ve etkin bir yaşamları olmasını önlemiştir. Bu öylesine bir engeldir ki kadınlar bu savaşların yapıldığı yüzyıllar boyunca yalnız evlerinin kadını, kocalarının eşi olabilmişlerdir. Fiziksel açıdan güçsüz olan kadın artık savaşlarda esir alınan yahut satılan bir mal oldu, bu yolla da erkeklerin yalnızca bir cinsel araç olarak kullandıkları bir varlık olmamak için gerekmedikçe evden dışarı çıkmadılar. Bunun en tipik örneği, Müslüman kadınların Peygamber Dönemi’nde konumları(93) Söz konusu alıntı için ve daha geniş bilgi için bkz. Alaeddin Şenel, İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Bilim ve Sanat Yay., Ankara –1995, s. 47-67 (94)Söz konusu alıntı için ve daha geniş bilgi için bkz. Alaeddin Şenel, a.g.e., s. 163-176 70 | Emine Öz türk nın sosyal açıdan daha iyi durumda olmasına rağmen, Hz. Osman’ın şahadetinden sonra İslam toplumunda başlayan ve fitne dönemi denen, İslam toplumunu birkaç parçaya ayıran süreçteki kavgalarda, hanımların can ve namus güvenliklerinin olmayışından ötürü yakın zamanlara kadar evlerine kapanmış olmalarıdır. Aynı durum çok evlilik hususu için de büyük oranda geçerlidir. Başlangıçta iki kişilik, insan neslinin çoğalması ve devamı için yapılan evlilikler yaşanır iken, çoğunlukla savaşta cariye olarak satılmamak, cariye bile olsa bir ailenin annesi olarak resmi bir statüye ve toplumsal saygınlığa kavuşabilmek için, çalışma hayatından ve kendilerini geçindirme becerisinden yoksun olan kadınlar bir erkeğin dördüncü değil kimi zaman onuncu eşi olmaya bile razı olmuşlardır. Ancak kendilerini ortaya koyma, kendi yağlarıyla kavrulabilme imkanı bulduklarında bu gidişat değişmiştir. Bu gidişatın Neolitik Dönemde ve toplumları kadın tanrıçaların yönettiği dönemlerde var olan kadın egemen toplumun, geleneğin, dinin, hukukun, yasaların ve toplumsal yaşamın nasıl değiştiğini daha iyi anlayabilmek için Batı kadınının, Müslüman kadınının ve ayrıca özelde de Türk kadınının geçirdiği toplumsal değişim sürecine kısaca göz atalım ki bu değişim sürecinin bugüne, bu topluma ve bu toplumun gençleri arasındaki flörte etkisini daha iyi anlayalım. Batılı kadınların haklarını alışlarına kadarki sosyal değişim sürecini kısaca şöyle özetleyebiliriz. “Batıda kadınların kısıtlanmaları, yeterince ilerleyememeleri ve bu mağduriyetin kadınların eğitilmesi ile önlenebileceği görüşünü ilk olarak Ortaçağ’ın ilk profesyonel kadın yazarı olan Christine de Pisan öne sürmüştür. XVI. ve XVII. yüzyılda kadınlara yapılan baskılar artmakta, kadının rolü evde erkeğe tabi olarak tanımlanmakta ve çalışan kesimde de ücret farkı artmaktadır. Kadınlar, erkeklerin aldığı ücretin AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 71 yarısını ve hatta daha azını almaktadırlar. İngiltere’de çalışma saatleri ve ücretlere yönelik ilk kıpırdanışlar görülmüş, 1647’de uzun çalışma saatlerine karşı kaleme alınmış bir dilekçe parlamentoya (Avam Kamarasına) verilmiş, barışı destekleyen ve zorunlu askerliğe karşı çıkan protestolar yaşanmıştır. Batıda XVII. ve XVIII. yüzyıl, feodal ekonomiden sanayi ekonomisine geçiş dönemidir. Bu yüzyıllarda yatırım sektörü dışında kadın pek üretken değildir, ve artan bir hızla daha da eve ve aile içine kapatılmaya çalışılmıştır. Mary Wollstonecraft (1759-1797) eşitsizliğe ve eğitimde cinsiyetçiliğe karşı çıkmıştır. 18. yüzyılda Batıda yeni bir olgu ortaya çıkmıştır; kadınlar salonlar açmışlardır. Üst sınıflara mensup hanımlar yazar ve şairleri himaye etmiş, kadın yazarlara imkan sağlamış ve yaratılan entelektüel ortamda kadınların kendilerini geliştirmeleri hedeflenmişlerdir. Bu salonların en tanınmışları Paris’te bulunmaktaydı. İngiltere’de bu hanımlara ‘Blue Stonckings’ denilmekteydi. Bu salonlar Viyana, Londra, Roma, Kopenhag ve Berlin gibi diğer Avrupa şehirlerinde de açılmıştır. Bu faaliyetlerin yanı sıra Fransız ihtilali kadın hakları açısından bir dönüm noktası olmuş ve kadının eylem ve taleplerinde yoğun artış olmuştur. Fransa’da Kadın Hakları Bildirgesi yayınlanmış, 1789’da Grenoble’de krala dilekçe sunularak oy hakkı ve kendini temsil hakkı istemiştir. Bu istek 1793’te tekrarlanmış ama Konvansiyon Meclisi tarafından reddedilmiştir. Fransız ihtilalinde halk kesiminden kadınlar da çalışmış ve önemli bir varlık göstermişlerdir. Diğer Avrupa devletlerinde de Fransız ihtilali kadınların hak arayışı açısından çok etkili olmuştur. Batıda XIX. yüzyıl acımasız kapitalizm çağı, sömürgecilik, emek sömürüsü, buna bağlı olarak kitle isyanları ve koruyucu yasaların geliştiği devir olarak tanımlanabilir. Toplumda kadının çalışmasına karşı bir tavır görülebilmektedir. Buna karşın kadının olumsuz 72 | Emine Öz türk çalışma koşullarına aktif şekilde karşı çıktığı, örgütlendiği, sendikacılık yaptığı ve grevlerde görev aldığı, eğitimde de eşit haklar için mücadele ettiği bir dönemdir. 1849’da yayınlanan Kadınların Görüşü ve Kadınların Sesi dergisinde kadınların temsil hakkı ve oy hakkı istenmiş, ekonomik haklar, kreşler talep edilmiş ve uzun süren çalışma saatlerine karşı çıkılmıştır. Joenna Deroin ve Paolina Roland tutuklanmak pahasına İşçi Dernekleri Federasyonunu kurmuşlardır. İngiltere’de de kadınlar 1812 Nothingham olaylarında, 1886’daki işçilerin durumunu düzeltmek için kurulan Chartisit harekette yer almış, sendikalarda liderlik yapmış ve 1813-44 grevinde başı çekmişlerdir. A.B.D.’de yayınlanan Tower Factory Girls dergisinde ücretler, çalışma süresi ile ilgili talepler yer almıştır. 1850’lerde sendikalarda kadın kolları kurulmuş, Ella Wiggns, Ella Wheeler, Jones Ana ve Molliy Jaekon gibi kadınlar sendikalarda mücadele etmiş, kadın işçilerin çalışma haklarını kabul ettirmişlerdir. 1869’da Wyoming eyaleti kadınlara ilk oy hakkını veren eyalettir. Almanya’da ise 1891’de kadın ve erkek eşitliği teorik olarak kabul edilmiştir. A.B.D., İngiltere ve Fransa’da kadın işçiler çok dirençle karşılaşmışlardır ve kadınlar işe alındığında erkek işçiler protesto etmek için grevler yapmışlardır. Almanya’da kadınlar dergiler yayınlamışlar ve Clara Zetkin ve Rosa Luxenburg kadın haklarını savunmuş ve parti kolları kurmuşlardır. Fransa’da 1868’de kadınlar dernekleşme hakkını savunmuştur. 1881’de yayınlanan Kadın Yurttaş, kadınlar için siyasal hakları isteyen ilk süfrajet yayın olmuş ve 1897’de Le Fronde adlı feminist dergi yayınlanmaya başlanmıştır. İsveç’te ise 1870’te ilk kadın cemiyeti kurulmuş ve mali muhtariyet konusunda yayın yapmıştır. XIX. yüzyıl Batıda kadınların tüm eğitim haklarını kazandıkları ve üniversitelere girdikleri bir devir olmuştur. A.B.D.’de kadın üniversiteleri kurulmuş New AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 73 York’ta da 1865’te Tıp Fakültesi kurulmuştur. Aynı tarihte Zürih’te üniversiteye alınmışlardır; fakat 1881-1905 yılları arasında kapılar yine kadınlara kapanmıştır. İngiltere’nin Londra, Oxford, Camridge gibi üniversiteleri ancak I. Dünya Savaşı’ndan sonra onlara diploma haklarını vermişlerdir. 1861’de bir Fransız kadına ilk olarak üniversite diploması verilmiştir. Edinburgh Üniversitesi’nde 1869’da kadın öğrenciler protesto edildi. Fransa’da baroya ilk müracaat eden kadının portresi yakıldı ve İspanya’da ilk kadın öğrenci taşlandı. I. Dünya Savaşı, kadının hakları ve durumunu çarpıcı bir şekilde etkilemiştir. Erkeklerin askere alınması üzerine tüm iş sahalarında eğitimli kadınlara ihtiyaç doğmuştur ve ilk önce büro işleri ve sonra ağır işler olmak üzere kadınlar erkek işlerini devralmışlardır. Hemşirelik, Kızılhaç, tıbbi birlikler ve erkeklere yardım organizasyonları oluşturulmuştur. Kadınlar, Fransa’da istihbaratta görev yapmışlar ve İngiliz Edith Cavel ajan olarak görev almıştır. Martha Richard’a lejyon de honor nişanı verilmiştir. Kadınların savaş yıllarındaki toplumsal görevleri olmadan savaşın kazanılmayacağını anlayan toplumlar, savaştan sonra kadınlara oy hakkı tanımışlardır. 1917’de Rusya, 1919’da İngiltere, Almanya, Hollanda, Avustralya, Lüksemburg, 1920’de A.B.D., 1921’de İsveç kadınlara oy hakkı tanımışlardır.”95 Fransa’da 1944’te kadınlar oy kullanma hakkını almışlardır. Ancak I. Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’da kadınlar erkeklerden iki milyon fazla idi. Bunlar arasında harp dulları olduğu gibi feda edilmiş, evlenmeleri imkansız olan ve sonraları kendilerine ‘yalnız kadınlar’ veya ‘koca bulamayan kızlar’ denilen genç kızlar da vardı. (95)Burçin Erol, “Tanzimat’tan Cumhuriyete Türk Kadını”, Kadın Mitinginin 75. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu, Ankara – 1996, s. 147-152 Chantal Quelquejay / Lemercier, “Birinci Dünya Savaşı’ndan Sonra Fransa’da Kadın Hakları”, a.g.e., s. 130-131 74 | Emine Öz türk Aynı süreci, kadın haklarını kazanım sürecini ve sosyal değişme sürecinde kadının aldığı yeri hem Müslüman toplumlar hem de Türk toplumu açısından ele alırsak oldukça farklı noktalarla karşılaştığımızı göreceğiz. Eski Türklerde, yani İslam öncesi Türklerde aile çok önemli bir yere sahiptir ve kadının konumu aynı dönemdeki diğer dünya toplumlarına nazaran oldukça iç açıcı bile sayılabilir. Eski Türklerde aile ve kadınla ilgili Ziya Gökalp’in ve Ziyaddin F. Fındıkoğlu’nun zikrettiklerine, özet olması açısından kısaca değinerek geçeceğiz. “Orta Asya’da gezmiş seyyahların Türk ailesi, Türk kadınlığı etrafındaki dağınık kayıtları bir tarafa bırakılmak şartıyla ilk defa Türklerde aileden bahseden Fransız etnografya bilgini Grenard’dır. Bu bilgin, Şarki Türkistan’da yaptığı araştırmaları ‘Türkistan ve Tibet’ adı altında neşretti. Onun ardı sıra G. Richard ‘Tarihte Kadın’ eserinin mühim bir kısmını Türk ailesine hasretti. Daha sonraları bizde en tanınmış Fransız içtimaiyat bilgini Durkheim Türklerde aile hayatı hakkında birkaç muhafaza ortaya attı. Ziya Gökalp Fransız alimlerinin dediklerini yoğurmak suretiyle Türk ailesinin dünkü bugünkü hali hakkında etraflı bir Türk aile sosyolojisi oluşturdu. Bunlara göre Grenard’ın Türk kadınıyla ilgili zikrettikleri oldukça mühimdir. Türk kızı hayat arkadaşını seçmekte nispi bir hürriyet sahibidir. Zaten Müslüman cemiyetlere mahsus ayrılık hayat, kadın kapalılığı, Şarki Türkistan Türklerinde mevcut değildir. Diğer Türk kabilelerinde kadın adı altında nişanlısının, nişanlısı kıza verdiği mehirden burada eser yoktur. Yalnız toyluk denen ve mecburi bir sıfata haiz olmayan bir hediyenin verilmesi lazımdır. Türk kadını iktisadi hayatta da erkeğin tam arkadaşıdır. Bir rençper malının fazlasını pazarda satmak istediği zaman karısı ile satışa gider. Fiyatı kestirmekte hakim olan kendisinden ziyade karısıdır. Hatta AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 75 çok defa kadın pazar işlerini yalnız da halledebilir. Evli kadın her tür tasarruf hakkını korur. Mal ayrılığı prensiptir. Hatta kadın babasının ailesiyle ilişiğini kesmemiştir. Boşanma neticesinde kadın yalnız babasının evinden getirdiği malı değil, aynı zamanda evlilik müddeti içinde bu maldan sarf edilen kısmını da kocasından isteme hakkını taşır. Ayrıca Richard’a göre de Yakutlarda medeni, Kırgızlarda pederşahi, Altay Türklerinde ikisinin de arası bir aile yapısı vardır. Yani içtimai ve iktisadi şartlara göre değişen aile tipleri, buna mukabil kadının kanununun da değiştiği ve erkek-kadın ilişkilerinin de çeşitlilik gösterebildiği aile tipleri mevcuttur.”96 Eski Türkler hem demokrat, hem de feministtiler. Zaten şamanları büyü gücüyle olağanüstülükler gösterebilmek için kendilerini kadınlarına benzetmek zorundaydılar, bundan dolayı Türklerin feminist olmasının bir nedeni de eski Türklerce Şamanizm’in kadınlardaki kutsal güce dayanmasıydı. Hakanın buyruğunun dinlenmesi için, “Hakan ile hatun buyuruyorlar ki” şeklinde başlamalıydı buyruklar, yoksa buyruk olma niteliği taşımaz, kabul edilmezdi. Ayrıca hükümdar eşleri kocalarının yokluğunda, “Türkan” olup, “Hakanın hükümette ortağı” olur, devleti yönetirlerdi. Eski Türklerde kadınlar genellikle amazon idiler. Usta binicilik, iyi silah kullanma, yiğitlik, Türk erkekleri kadar kadınlarda da vardı.97 “Eski Türklerde cinsel ahlak da çok yüksekti. Yakutlar da Yunanlıların Venüs’üne karşılık bir doğum tanrıçası vardır ki, Ayzıt diye adlandırılır. Bu Tanrıça kadınlar doğuracağı zaman onların yardımlarına yetişir; onların (96)Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, “Türklerde Aile İçtimaiyatı”, Aile Yazıları: Temel Kavramlar, Yapı Tarihi Süreç, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yay., Ankara –1991, s. 12-13; Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İnkılap Yay., İstanbul –2001, s. 144 (97) Ziya Gökalp, a.g.e., s. 146-149 76 | Emine Öz türk kolayca doğurmasını sağlar; üç gün lohusanın başucunda bekledikten sonra yanındaki dere, tarla, çiçek perileriyle göğün üçüncü katındaki sarayına döner. Bununla birlikte Ayzıt’ın hoşgörüyle karşılamadığı bir konu vardır: Namusunu korumamış olan kadınların yardımına ne denli yalvarırlarsa yalvarsınlar ve ne denli değerli kurbanlar sunarlarsa sunsunlar bir türlü gelmezdi.” Eski Türklerde kadının ahlaki seviyesinin yüksekliğini gösteren yukarıdaki ifadelerden sonra Türk kadının İslam’dan sonraki toplumsal yaşam sürecinde sosyal statüsünde gerçekleşen sosyal değişimi daha iyi idrak edebilmek, öncelikle İslam’ın kadın yorumunu, Kuran’ın kadın konusuna bakışını ve bu bakışı etkileyen faktörleri daha iyi anlamak, bunları daha iyi anlayabilmek için de Cahiliye Araplarında kadının konumunu iyice incelemek gerektiği kanaatini taşımaktayım. Buna bağlı olarak Cahiliye Araplarında kadının konumunun hiç de iç açıcı olmadığı gerçeğini üstüne basarak vurgulamak zorundayız. Ancak gene de kadının hiçbir hakkının olmadığı da söylenemez. “Cahiliye Devri Araplarında aile ataerkil (pederşahi), yani baba otoritesine dayalı bir karakter arz eder. Aile erkekler tarafından temsil edilir ve erkeğin akrabalarından oluşurdu. Cahiliye Araplarının kadın ve evlilikle ilgili telakkileri mülkiyet anlayışları ile yakından ilgiliydi. Kadın hak sahibi olmaktan ziyade hakka ve temellüke konu teşkil edebilen bir eşya durumundaydı. Evlenme bilhassa göçebe Araplar arasında karı-koca arası bir hayat ortaklığı kurma fikrinden çok, mehir karşılığı erkeğin kadına sahip olması şeklinde anlaşılır, bunun için de evlenme bir satım akdi gibi düşünülürdü. Bu satım akdi neticesi kadın mehir karşılığı babanın hakimiyetinden çıkıp kocanın hakimiyetine geçerdi. Koca mehir vererek sahip olduğu karısını istediği zaman boşayabilir veya boşamadan vazgeçerek AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 77 döndürebilirdi. Koca, mehrini vermeyi ve geçindirmeyi göze aldığı sürece istediği kadınla evlenebilirdi. Bu savaş yoluyla erkek nüfusun azalmasını telafi edici bir tedbir olsa gerektir. Kocanın ölümü halinde kadın terekesindeki diğer mallarla birlikte kocanın diğer mirasçılarına geçerdi. Kocanın mirasçısı yoksa kadın babasının evine geri dönerdi. Kadının mirasçı olması bile söz konusu olamazdı. Ancak yukarıda tüm anlatılanlar o dönemin sosyal, ekonomik, politik, iklim ve bölgesel şartlarına bağlı olarak ve gene bu şartlar muvacehesinde değişen durumlar ve uygulamalardı. Örneğin Yemen bölgesi Araplarında kadınların hükümdar oldukları bile vakidir, ayrıca hür kadına uygulanan hükümlerle esir ve köle kadına uygulanan hukuki işlem ve hükümler ayrıca bedevilerle hadarilerin kadına bakış açıları da, muameleleri de yaşayış biçimine bağlı olarak farklılık arz ediyordu. Üvey anne ile evlenme, iki kız kardeşi bir nikah altında birleştirme gibi adetlerin yaygın olduğunu belirten rivayetler olduğu gibi, bu adetlerin toplumca ayıp sayıldığını gösteren ayetler de vardır. Arapların o döneminden söz ederken birçok erkekle birlikte yaşayan, yabancı erkelerle ilişki kuran veya çadırının kapısına bayrak asarak fahişelik yapan kadınlardan bu yaygın bir adetmiş intibaını vererek bahseden kaynakların yanı sıra, bu kötü ve çirkin adetin kadınlar tarafından değil mal ve ticari kazanç vasıtası olarak görülen cariyeler tarafından yapıldığını belirten kaynaklar da vardır. Arap erkeklerinin kıskançlığına, ırz ve namusa, hür kadınlarında iffetlerini korumaya düşkünlüklerine, hatta karısının başkasına temayülünü bile ölümle cezalandıran kocalara dair anlatılan menkıbeler, atasözleri, Arapların hür ve evli kadınların yabancı erkelerle ilişkisini zina sayıp tarafları ölümle cezalandırmaları, ikinci grup rivayetleri destekler mahiyettedir. Nitekim Hz. Peygamber Mekke’nin fethinde yeni 78 | Emine Öz türk Müslüman olan Hind bint-i Utbe’den diğer hususların yanı sıra zina da etmemek üzere biat aldığında; Hind’in, “Hür kadın hiç zina eder mi?” diyerek hayret ve itiraz etmesi bu anlayışın sonucudur. Arapların kadına karşı tavırlarını ve aile anlayışlarını tek bir çizgide toplamak çok zor olduğu gibi, bu konudaki olumsuz tutum ve davranışları kendi sosyal şartlarından soyutlamak, çok nadir saymak veya tamamen genellemek fazla isabetli de olamamaktadır. Nitekim aile hukuku ve kadın haklarıyla ilgili olarak başlangıçta ifade edilen katı anlayış ve uygulamanın yerleşik hayat tarzına geçmiş şehirlerde, mesela Mekke şehrinde oldukça yumuşamış olduğu görülmektedir. Rivayetlerden İslam’ın onaylayıp, devam ettirdiği meşru evlenme tarzının ve aile hayatının İslam öncesinin Mekke ve Yesrib’inde oldukça yaygın ve rağbette olduğunu, hür kadının toplumda oldukça yaygın bir yere sahip bulunduğunu, evlilik dışı ilişkinin, çoğunluğun nezdinde çirkin görüldüğünü öğrenmekteyiz. Şehirlerin soylu ve zengin Arap aileleri kızlarını mal, kabile, nesep itibariyle denk veya daha üstün erkelerle evlendirmeye özen gösterirler, evlendirirken çoğu zaman kızlarının rızalarını alırlardı. Evlenmede velinin söz sahibi olmasının bu yönde olumlu katkısı olmaktaydı. Hayvancılık ve kısmen de ziraatla uğraşan göçebe bedevi Arapların yaşadığı vaha ve kırlarda kadının erkeğe göre daha aktif bir çalışma ortamında olduğu söylenebilir. Hayvanların sağılması, bakımı, ev ve çevre temizliği, yün eğirme, kumaş örme, çocuklarla ilgilenme, yemeği hazırlama gibi evin mutat işleri tamamen kadınlara ait olup, erkekler bu işlerle uğraşmayı ar sayarlardı. Bunun için de basit gibi görünen bu işler kadınların günlük hayatının önemli bir kısmını işgal etmekteydi. Ticaret ve ziraatın yaygın olduğu şehir hayatında ise kadınların nispeten daha hafif bir çalışma yükü altında olması gayet tabiidir. Cahi- AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 79 liye döneminde kadının, İslam döneminde olduğu gibi el ve yüzü hariç vücudunun geri kalan kısmını örtmesi adeti bulunmaz; kadınlar kendi bölgesel ve geleneksel anlayışlarına göre ve kocalarının velilerinin isteği doğrultusunda örtünmekteydiler. Erkelerden kaçınmaz, onlarla görüşür, konuşur ve münakaşa ederlerdi. Belirli sınırlar aşılmadığı sürece veliler ve kocalar da kadınların bu serbestisine fazla karışmazdı. Şehir hayatında kadınlar çarşı pazarda dolaşır, alış-veriş edebilirlerdi. İslam döneminde bilhassa şehirlerde kadınların evlerine kapanıp sosyal hayattan uzaklaşma temayülü giderek arttı. Ancak burada asıl amil, örtünme ve kaçınma ile ilgili emrin gelmiş olmasından çok, şehir nüfusunun giderek artması ve Arapların arasına bir hayli yabancının karışmış olması gösterilebilir. Nitekim, kadınların sosyal hayata iştiraklerinin Hz. Peygamber döneminden sonra giderek azalan bir seyir izlemesiyle fetihler ve nüfus hareketinin artması arasında belli bir paralellik kurulabilmektedir. Araplar öteden beri kıskançlıklarıyla, kadın konusunda hassasiyet ve temayül fazlalığıyla bilinirler. İnsanların birbirine fazla aşina olmadığı ve güvenmediği, evlerin de yan yana hatta neredeyse iç içe yapıldığı şehir hayatında erkekler, kızlarını ve kadınlarını daha sıkı bir korumaya alma ihtiyacı hissetmiş olabilirler. Halbuki, yabancıdan şüpheden uzak olarak birbirlerini tanıyan insanların yaşadığı köy ve göçebe hayatında kadının sosyal aktivitesine İslam sonrasında da devam ettiği gözlemlenmektedir. İslam sonrası dönemde de kırsal kesim ile şehir arasında, kadının sosyal hayata iştiraki açısından farlılıklar bulunmasının en makul izahlarından birisi de budur. İslam öncesi dönemde, Araplar arasında kahin ve hakemlere rastlanmakta ise de kadınların kabile reisi veya melik olduğuna dair bir iki rivayet dışında fazla bilgi yoktur. Mesela, M.S. III. yüzyılda Şam Bölgesi’nde 80 | Emine Öz türk Zebba isimli bir kadın melikenin hüküm sürdüğü rivayeti vardır. Yine Şems ve Zebibe adlı melikelerden de bahsedilir. Araplar arasında şiirleri dilden dile dolaşan pek çok meşhur kadın şair vardır. İslam öncesi dönemde kabileler için savaş hayatın tabii bir parçası haline gelmişti. Arap kadınları, erkeklere cesaret vermek, onları gayrete getirmek, dirençlerini artırmak için onlarla birlikte savaşa iştirak ederlerdi. Daha çok geri hizmetlerde bulunur, hemşirelik yaparlardı. Arap dilinde kadınları değişik iyi ve kötü vasıflarıyla ifade eden, hatta en küçük ayrıntıya kadar kadınları tasnif eden birçok kelimenin bulunması, Arap şiirinin en vazgeçilmez konuları arasında iyi ve kötü özellikleriyle yer alması, Arapların belli açılardan kadınlara önem verip onda olumsuz yön ve vasıfları görmek istemeyişleri olarak yorumlanabilir. Nitekim Arap dilinde ve şiirinde at, deve ve silah da bir hayli yer tutar. Araplar kadını, hile ve tuzak sahibi, dedikoducu, uğursuz, intikamcı olarak adlandırır, kadınların hile ve desisesinden çok etkilenirlerdi. Kadınların bu yönüne dair gelen rivayet ve anlatılan menkıbelerin de bu kanaatin oluşmasında önemli payı vardı. Hatta o dönemde diğer toplumların da kadına bakışı buydu. Araplar öteden beri kadının görüşüne pek itibar etmez, ona danışmazlardı. Kınamak istedikleri zayıf ve yanlış bir söz ve görüşe de, ‘Kadınların görüşü’ (re’yu’n–nisa) adını verirlerdi. Yine Arapların kadınlar hakkında, ‘Onlara danışın fakat aksini yapın’ (şaviruhünne ve halifuhünne) sözü meşhurdur. Hatta zaman zaman kadınların görüş ve aklının olmadığı yolunda sözler de söylenirdi.”98 Tüm bunlar neticesi İslam’ın kadın konusunda takındığı tavrı iyice anlayabilmek için öncelikle Kuran’ın (98) Ali Bardakoğlu, “Cahiliye Döneminde Kadın”, Sosyal Hayatta Kadın, İSAV, Ensar Neşriyat, İstanbul – 1996, s. 9-17; 89 4 / Nisa / 1 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 81 ve Peygamberin kadına bakış açısına ve bu bakış açısı çerçevesinde Müslüman kadının sosyal konumunun nasıl şekillendiğine dikkatlice bakmak gerekecektir. Kuran-ı Kerim’de kadınlardan, kadınların sosyal konumlarından, onların hak ve vazifelerinden pek çok yerde söz edilmektedir. Kuran, ta başlangıçtan itibaren kadın ve erkeği insan ve olmak bağlamında eşit görüyor ve onlara hitap ederken ayetlerde açıkça ortaya koyuyordu. “Ve onun ayetlerindendir ki O sizi bir tek nefisten yarattı ve o nefisten zevcini yarattı. Ve bu ikisinden (yeryüzüne) sayısız erkek yayıldı.”99 Bu ayette kadın ve erkeğin yaratılış itibariyle insan olma noktasında farklı olmadıkları, hiçbirini diğerine üstün kılar tarzda ifadelerin bulunmayışı yoluyla açıklanmıştır. Ayrıca Kuran meşhur “Cennetten Kovulma” kıssası hususunda da ne Havva, ne de Adem’den yana tavır almaz, yani Havva’nın tüm insan neslinin cennetten kovuluşuna neden olduğu şeklindeki, kadını daha baştan tüm insanlığın geleceğini mahvetmekle suçlayan ve kadını daha baştan bertaraf edip bir günah keçisi yapan Eski Ahitte yer alan Tevrat pasajlarındaki İsrailî kabullenişi ortadan kaldırır. Kısaca Tevrat’tan “Cennetten Kovulma” kıssasının cereyan ediş biçimini okuyalım. “Rab Tanrı Adem’e ‘Neredesin?’ diye seslendi. Adem, ‘Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim’ dedi. Rab Tanrı ‘Çıplak olduğunu kim söyledi?’ diye sordu. ‘Sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?’ Adem, ‘Yanıma koyduğun kadın ağacın meyvesini bana verdi, ben de yedim’ diye yanıtladı. Rab Tanrı, kadına, ‘Nedir bu yaptığın?’ diye sordu. Kadın, ‘Yılan beni aldattı, o yüzden yedim’ diye karşılık verdi. Bunun üzerine Tanrı, yılana, ‘Bu yaptığından ötürü bütün evcil ve yabanıl hayvanların en lanetlisi sen olacaksın. Karnının üzerinde sürünecek, yaşamın boyun(99) Yaratılış, 3: 9-19 82 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 83 ca toprak yiyeceksin. Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın’ dedi. Rab Tanrı, kadına, ‘Çocuk doğururken sana acı çektireceğim’ dedi. ‘Ağrı çekerek doğum yapacaksın, seni o yönetecek.’ Rab Tanrı, Adem’e, ‘Karının sözünü dinlediğin ve sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için toprak senin yüzünden lanetlendi’ dedi. ‘Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın, toprak sana diken ve çalı verecek, yaban otu yiyeceksin. Toprağa dönünceye dek ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın ve toprağa döneceksin.”100 Tevrat’ın yukarıdaki ifadeleri İsrailî ve Hristiyan geleneklerinde kadının insanlığın ilk günahından bile sorumlu tutulduğunu açıkça ortaya koyuyor. Oysa Kuran’a göre insanı saptıran yılan değil şeytan olup, günahı işleyen de tek başına Havva değil, hem Havva hem Adem’dir. Bu konuda Kuran’ın dikkati çeken diğer bir tavrı da Kuran’ın bir yer hariç şeytanın Hz. Adem ve Havva’yı nasıl kandırdığını ve ikisinin de nasıl isyana saptıklarını anlatırken hep Arapça ikili ifade tarzını kullanmasıdır. Ancak Kuran sadece bir yerde tekil ifade kullanmıştır. Bu ikili kullanımlara ve tekil kullanımlara Kuran’dan verilecek örnekler ise şunlardır. “Biz; ‘Ey Adem! sen ve eşin cennete yerleşin, orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde nimetlerinden yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer şu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz.’ dedik. Şeytan onların ayağını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları yerden (cennetten) onları çıkardı. ‘Bunun üzerine bir kısmınız diğerinize düşman olarak cennetten çıkınız, sizin için yeryüzünde barınak belli bir zamana dek yaşamak vardır’ dedik.” 101 Görüldüğü üzere bu ayette hem Havva’nın hem Adem’in günahlarından bahis olunuyor, ancak Taha Suresi 116’dan 121’e kadar olan ayetlerde şeytanın sadece Hz. Adem’in aklını karıştırdığından söz ediliyor, fakat gene de yasak meyveyi beraber yedikleri vurgulanıyor. “Bir zaman biz meleklere: Adem’e secde edin! demiştik. Onlar hemen secde ettiler, yalnız İblis hariç, O diretti. Bunun üzerine ey Adem! dedik, bu hem senin için hem de eşin için büyük bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur sıkıntı çekersiniz! Derken Şeytan onun aklını karıştırıp ‘Ey Adem! dedi, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?’ Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine kendilerine kötü yerleri göründü. Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. Adem, Rabbi’ne asi olup yolunu şaşırdı.”102 Buradaki ayetlerde de görüldüğü üzere Kuran burada konuya tamamen insanların bireysel sorumlulukları açısından yaklaşmaktadır. Yani yasak meyveyi yemeleri her ikisinin de bireysel suçlarıdır, günahlarıdır ve herkes, dişi ya da erkek herkes, kendi günahından sorumludur. Yoksa zavallı Havva tüm insanlığın günah keçisi değildir. Kendisinden sonrakilerin hepsinin birden sorumluluğu niçin Havva’nın ya da Adem’in olsun ki; bu Hristiyanların asli suç kavramına benzer ki bu İslam düşüncesindeki tanrı tasavvurunun ve “Adlullah” kavramının tamamen dışındadır. İslam hiç kimsenin doğuştan günahkar olduğunu kabul etmediği gibi, bir tek kişi yüzünden tüm insanlığın suçlu olacağını da asla kabul etmez. Suç Havva’nın olsa bile Adem de meyveyi yemeyebilirdi. Kuran insana kadın ya da erkek bu fark gözetmeyen bakışının da ötesinde, mümin kadınlara örnek ya da ibret (100)1 Yaratılış, 3 :23 (101)2/Bakara /36 (102)20 / Taha /116-121 84 | Emine Öz türk olsun diye pek çok kadından bahsetmektedir. Ancak bu kadınlardan sadece birinin adını zikrediyordu, Hz. Meryem. Bu kadınların bir kısmından Kuran mümin kadınlara onlar gibi olmamaları gerektiği uyarısıyla, bir kısmından da onlar gibi olmaları gerektiği uyarısıyla söz ediyordu. “Allah inkar edenlere Nuh’un karısıyla Lut’un karısını misal gösterir. Bunlar kullarımızdan iki iyi kulun nikahında iken onlara ihanet etmişlerdi de, onlar (iki peygamber) Allah’a karşı bunlar için hiçbir şey yapmamışlardı. Bunlara, ‘Cehenneme beraber siz de girin.’ dendi. Allah inananlara da Firavunun karısını misal gösterir. O: ‘Rabbim! Katında, cennete bana bir ev yap; beni Firavundan ve onun işlediklerinden kurtar; beni bu zalim milletten kurtar’ demişti. Yasak yerini korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misaldir. Ona ruhumuzdan üflemiştik; Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etmişti; o Bize gönülden itaat edenlerdendi.”103 Kuran, Hz. Nuh’un karısından, Hz. Lut’un karısından inkarlarından dolayı ibret alınması gereken ve tüm inkar edenlerin sonlarının kendileri gibi olacağı insanlar olarak bahsediyor, ancak Hz. Meryem’den örnek alınması gereken bir hanımefendi olarak bahsediyor, aynı şekilde Firavunun karısından bahsediyor ve onun örnek alınacak bir hanımefendi olduğundan, imanından dolayı Allah’ın korumasında olduğundan bahsetmektedir. Ayrıca Kuran-ı Kerim’de Hz. Musa’nın annesine çocuğunun Firavun tarafından öldürülebileceğinden korkmaması gerektiğinden ve Hz. Musa’yı emzirip suya bırakması gerektiğinin vahyolunduğundan bahsedilmektedir. “Musa’nın annesine, ‘Çocuğu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu suya bırak. Korkma, üzülme; Biz onu sana döndüreceğiz. Ve onu elçilerden (103)66 / Tahrim / 10-12 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 85 yapacağız’ diye bildirmiştik.” 104 Bunların dışında Kuran-ı Kerim’de çalışan kadınlardan da bahsedilmektedir. Örneğin ismi verilmese de Saba Melikesi Belkıs’tan ve onun hükümdarlığından bahsedilmekte ve onun hükümdar olması, bir ülke yönetmesi hiçbir eleştiriye tabi tutulmamakta; yalnızca onun ve kavminin güneşe tapması eleştirilmektedir. “Gerçekten, onlara hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve büyük bir tahtı olan bir kadınla karşılaştım.”105 Ayrıca gene Hz. Musa’nın kıssası anlatılırken onunla karşılaşan iki kızdan bahsediliyor ki, bu kızlar ailelerinin bir çobanı olmadığı için evlerinin koyunlarını otlatan Hz. Şuayb’ın kızlarıdır. Daha sonra Hz. Musa onların çobanı olacak ve onlar muhtemelen bu işi bırakacaklardır. “Musa, Medyen suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan birçok insan buldu. Onların gerisinde hayvanlarını eğlendiren iki kadın gördü. Onlara; Derdiniz nedir? dedi; şöyle cevap verdiler; Çobanlar sulayıp çekilmeden bizler sulamayız; babamız da çok yaşlıdır.” 106 Kuran bunlardan başka Cahiliye devrinde kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesini eleştirmiş, bu tarz bedevice adetlerin ortadan kaldırılması için de Peygamber çaba harcamıştır. Müşriklerin kız çocuklarını küçük görmeleri ve bununla beraber melekleri Allah’ın kızları olarak nitelemeleri Kuran’da eleştirilmektedir. Müşrik bir Arap için kız çocuğu sahibi olmak bir utanç, bir ayıp vesilesi, yüz kızartıcı bir suçtur. Aynı müşrik Arap için bu yüz kızartıcı varlıklar Allah’ın kızlarıdır. Bu ikilem Kuran’da izahını şöyle bulur. “Nitekim onlardan birine, Rahman’a kolayca isnat ettiği çocuğun doğumu müjdelenirse, yüzü kararır ve içi öfkeyle dolar; ‘Ne?’ (diye şaşkınlıkla sorar) (104)28 / Kasas / 7 (105)27 / Neml / 23 (106)28 / Kasas / 23 86 | Emine Öz türk [‘Bir kız sahibi mi oldum]? [Yalnız] süs için var olan bir kız?’ Bunun üzerine kendini belli belirsiz bir iç çatışmanın içimde bulur. Ve onlar meleklerin (de) -ki Rahman tarafından yaratılan varlıklardır– dişi olduklarını iddia ederler: Yoksa onların yaratılışını gördüler mi? Onların bu saçma iddiası kaybedilecek ve böyleleri [Hesap günü bundan dolayı] yargılanacaklar! Onlar hala ‘Rahman dilemiş olsaydı asla tapmazdık. [Ama] Onlar [Rahman’ın] böyle bir şey istediği hakkında bilgi sahibi değiller: Onlar sadece zan ediyorlar.” 107 Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere kız evlat hiç de makbul değildi ve Kuran kadını miras bırakılan bir eşya konumundan miras alan ve miras bırakan, şahit olan, antlaşmalarda taraf olan, her Müslüman erkeğin sahip olduğu kamu hayatına katılan, mülk sahibi olabilen ve günah işleyip haddi aşanlardan olmadığı sürece pek çok hakka sahip olan sosyal, siyasi, hukuki bir takım hak ve yükümlülükleri olan bir varlık haline getirdi. Ancak Kuran’ın kadına yönelik tavrında eleştiri alan üç yön vardır: Biri iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğiyle eş tutulması, biri erkelerin kadınlar üzerinde avantajından bahseden ayet, biri de kadının mirastan erkeğin aldığının yarısını alması. Miras konusuyla ilgili öncelikle şunun çok iyi bilincinde olmak gerekir ki; Kuran’ın erkeğe kadının iki katı verilmesi gerektiği yolundaki hükmü Kuran’ın erkek ve kadın arasındaki diğer hükümleriyle birlikte değerlendirilirse daha sağlıklı anlaşılabilir. Kuran erkeğe kadına mehir vermesi gerektiği şartını koyar. “Kadınlara mehirlerini hoşlukla verin. Eğer kadınlar gönüllü olarak ondan size bir şey bağışlarlarsa, onu gönüllü rahatlığıyla (107)43 / Zuhruf / 17-20 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 87 ve afiyetle yiyin”.108 Mehirle ilgili daha pek çok ayet vardır. Ayrıca çocuğun ve annenin nafakası da babaya ve kocaya aittir, İslam kadının çalışmasına karşı çıkmamakla beraber, ailenin nafakasının sorumluluğunu erkeğe verir. “Anneler emzirmeyi tamamlamak isteyen baba için çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Emzirenlerin yiyecek ve giyeceğini örfe uygun bir şekilde sağlamak babaya aittir. Herkes ancak gücü kadar sorumlu tutulur...”109 Ayrıca erkek boşanma sürecindeki iddet döneminde de kadının nafakasını sağlamakla yükümlüdür. “Boşadığınız fakat iddeti dolmamış kadınları gücünüze göre kendi oturduğunuz yerde oturtun. Onları sıkıntıya sokmak için zarar vermeye kalkışmayın. Eğer gebe iseler doğumlarına kadar geçimlerini sağlayın. Çocuğu sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini ödeyin, aranızda uygun bir şekilde anlaşın, eğer güçlükle karşılaşırsanız, çocuğu başka bir kadın emzirebilir.” 110Allah mümin erkeklere bu kadar sorumluluk yükledikten sonra, kız evladın sadece mirastan erkeğin aldığının yarısını almasını istemiştir, zira aileyi geçindirmekle, mehri vermekle ve hatta iddet döneminde kadının nafakasını sağlamakla yükümlü kılınan erkekti. “Allah’ın bazılarını bazılarından üstün kılmasından ve erkeklerin mallarından harcamalarından dolayı erkekler kadınları kollayıp gözetirler...”111 Buradaki üstünlük bazı erkeklerin onları geçindirmelerinden, nafakalarını temin etmelerinden dolayı bazı kadınlara olan üstünlüğünden başkası değildir. Yani bu ontolojik noktada bir üstünlük değildir. Varoluş açısından her ikisi de insandır, her ikisi de aynı yaratanın yarattığı, aynı varlık düzleminde bulunan, aynı cinse mensup olan, bununla beraber farklı özellikleri de kendilerinde barındırabilen (108)4 / Nisa / 4 (109)2 /Bakara / 233 (110)65 / Talak / 6 (111)4 / Nisa / 34 88 | Emine Öz türk varlıklardır. Erkekler çok daha organizatör, sistemleştirici bir varlık olmakla beraber kadın daha detaycı, ayrıntılarla daha fazla uğraşan bir yapıdadır ve fıtratlarında olan bu farklılıklarıyla beraber her ikisi de insan olma noktasında eşitlenen ancak erkeğin sistemi oluşturan kadının da daha çok sistem içinde yer alan bir varlık olmasıyla da ayrımlaşan, farklılaşan varlıklardır. Ancak bu kadının organizatör olamayacağı anlamın gelmediği gibi, erkeğin de detaycı olmayacağı anlamına gelmez. Kuran daha çok Cahiliye toplumuna indirdiği İslam dinini o dönem insanlarının bir takım ön kabullerini de göz ardı etmeden indirmiştir. Ancak Kuran–ı Kerim’in kadınla ilgili bütün yorum ve hükümlerini o dönemle ilintilendirerek değerlendirirsek yanılgıya düşeriz. Zira Kuran temelde insan psikolojisini baz alarak hükümlerini indirir. Çünkü o kuşkusuz tüm zamanlara hitap eder. Kuran’ın kadınla ilgili en çok tartışılan hükmü, “Şahitlikle ilgili” olan ayettir. Buna göre iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine eşit olduğu kabul edilir. “Eğer iki erkek bulunmazsa o zaman rıza göstereceğiniz bir erkekle–biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için iki kadın olsun ...”112 Bu ayetle ilgili Amine Vedud Muhsin’in yorumu oldukça ilginçtir. Bu yoruma göre bu ayette temelde şahitlik yapan ilk kadının yalancı şahitliğe zorlanması yahut unutması durumu gibi durumlarda görevi yalnızca ona antlaşma hükümlerini hatırlatmak olan ikinci bir kadın söz konusu edilmektedir. Yani kadınlardan yalnızca birinin görevi şahitlik olup, diğerinin görevi ancak ona hatırlatıcılık yahut hakemlik gibi bir görevdir.113 Aslında direkt flört konusuyla münasebeti olmamakla (112)2 / Bakara / 282 (113)Amine Vedud Muhsin, Kuran ve Kadın, çev.Nazife Şişman İz Yayıncılık, İstanbul –1997, s. 146-148. AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 89 beraber bütün bunları anlatıyor olmamızın iki ana sebebi vardır. Birincisi dinin toplumda zihniyet belirleyici unsur olması ve ikincisi de son yirmi yıllık süreçte toplumun genelinde var olan dindarlaşma eğiliminde Kuran’ın kadına ilişkin hüküm ve yorumlarının sık sık tartışma konusu yapılmış olmasıdır. Bu açıdan Kuran’ın kadın yorumunun iyi bilinmesi gerekir kanaatindeyiz. Ayrıca gerek kadın erkek ilişkileri, gerekse kadının sosyal konumu tarihsel süreç içerisinde hiç de Kuran’ın istediği gibi gelişmemiştir. Tam tersine tarihsel süreçte kadının sosyal konumunun ve diğer toplumsal duruşlarının radikal bir biçimde bazen isteyerek ve bilinçli biçimde, bazen de istemeden ve bilinçsizce Kuran’ın istediğinin tam tersine gelişmiş olduğunu görebilmemiz için Kuran’ın kadın yorumunu sağlıklı bir biçimde bilmemiz gerekiyor. İşte tüm bunlar sonucunda az sonra anlatacağımızda da görüleceği gibi kadının tarihsel duruşu aslında Kuran’ın istediği aktif duruş değildir, bununla beraber İslam toplumlarında kadın asla hayatın tümüyle dışına itilmemişse de yeterince içinde de olamamıştır. Bunu az sonra İslam tarihinde yer alan bilim kadınları ve yönetici kadınların ismini saydığımızda da göreceğiz. Zira İslam tarihindeki ünlü kadınlar genellikle hep üst sınıf kızlarıdır, aralarında alt ya da orta sınıftan çok az isim vardır. Bu da göstermektedir ki kadının sosyo-tarihsel duruşunda sınıf sisteminin önemli bir etkisi vardır. Bu etki gerek o gün, gerekse bugün erkek kadın münasebetlerine de fazlasıyla yansımıştır. Şimdi de biraz bu konudaki tarihsel sürece göz atalım. Buraya kadar Kuran’ın kadınla ilgili tavrı sanırız az da olsa anlaşıldı. Ancak Kuran’ın kadının durumunu ıslah için sürekli olarak indirilen ayet ve hükümler öyle anlaşılıyor ki daha tam neşv-ü nema bulmadan ve tam anlamıyla toplumda yaygınlık bulup yerleşmeden Hz. Peygamberin 90 | Emine Öz türk vefatını takiben Cahiliye Dönemi kadın anlayışı yeniden açığa çıkmaya başlamıştır. Aslında, “İfk Hadisesi” gibi bir olayın yaşanması da bu zihniyetin devamının bir örneğidir. Bu gerçeği daha iyi algılayabilmek noktasında kadının özellikle Hz. Peygamber döneminde ne konumda olduğunu daha iyi idrake mecburuz. Pek klasik bir örnek olmakla beraber, öncelikle Hz. Peygamberin şu hadisini zikrederek Peygamberin kadın ile ilgili yorumunu ele almak gerekir. Zira bu hadiste Peygamber, “Cennet anaların ayakları altındadır,” buyurmaktadır. Çünkü analık çok çetrefil olmakla beraber çok da zevkli ve pek çok şeyin uğruna feda edileceği kadar kutsal bir müessesedir. Zira yüzyıllar boyunca kadınlar toplumun perde arkasında kalan kahramanları olmayı, annelik gibi kutsal bir vazifenin varlığı sebebiyle kabullenmişlerdir. Özellikle Mekke Devrinde İslam’a pek çok hizmetleri olmuş olan şu hanımları, Muhammed Hamidullah isimleriyle zikretmektedir: “Hatice (R.A.H ), Lübabe Bint’ul Haris, Ğuzeyye (R.A.H.) , Ummu Şerik (R.A.H), Şifa Bintu Abdullah (R.A.H), Sade Bintu Kureyz ( R.A.H.), Ummu Habibe ve Sevde ( R.A.H.)”114 “Ancak bu isimlerden özellikle ikisi dikkat çekicidir. Ğuzeyye (R.A.H.) çünkü o Mekkeli pek çok kadının Müslüman olmasını sağlamakla kalmamış, aynı zamanda Mekkeliler onun insanları Müslüman etmeye yönelik bu canhıraş çabasını görünce onu Mekke’den sürme kararı vermişler ve kendisini kabilesinin yaşadığı bölgeye doğru gitmekte olan bir kervana bindirmişlerdir. Kervancılar da onu eğersiz bir devenin sırtında aç ve susuz bırakmışlardır. O susuz kalmış ancak daha sonra gece yarısı yüzüne su döküldüğünü hissederek uyanmış ve susuzluğu giderilmiştir. Kervancılar suya ulaşamayacak bir yerde olmasına rağmen onun susuzluğunun giderilmiş olduğunu görünce (114)Muhammed Hamidulllah, a.g.e., s. 169-172 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 91 Müslüman olmuşlardır. İşte Ğuzeyye daha sonra Peygambere gelmiş ve ona gönüllü olarak cariyesi olmayı teklif etmiştir.” 115 “Ayrıca bir kadın daha dikkati çekiyor ki o da Umm Varaka Bintu Abdillah ‘ibn’ il Haris R.A.H’dır. Onun hikayesi ise daha farklıdır. Peygamber onu kimine göre yalnız oturduğu evdeki ev halkına, kimine göre de oturduğu mahallenin halkına imamlık yapmak üzere görevlendirmiştir”.116 Görülüyor ki daha başlangıçta kadınlar İslam’ın tanınıp yayılmasında büyük roller oynamışlardır. Peygamberin hanımlarından olan Zeynep Binti Cahş validemiz deri tabaklayan ve bu derileri satarak kazandığı parayı hayra harcayan bir hanım idi.117 Görüldüğü üzere gerek kadınların çalışmaları gerekse toplumda yer almaları hususunda Peygamberin hanımları ve diğer mümin hanımlar, peygamber döneminde gayet rahat idiler ancak peygamberin vefatını müteakip yıllarda her şey böyle devam etmeyecekti. Yine Hz. Ömer, “Kadınlar avrettir onları evlerle örtün ve onların zayıflıklarını susmakla tedavi edin,” diyerek kadınların evlere kapanmasını ve istediklerine kulak asılmamasını beyan etmiştir. Ayrıca Hz. Ömer bir gün emrindeki görevlilerden birine kızarken hanımı ona, “Ey müminlerin emiri! Onun aleyhine ne buldun?” diye sorunca Hz. Ömer de ona “Sen bunlardan ne anlarsın? Sen ancak oynanıp terk edilen bir oyuncaktan (115)İbni Habib; Ebu Cafer Muhammed bin Habib bin Umeyye bin Ömer elHaşimi, Kitabu’l – Muhabbar, Beyrut, s. .81-82 (116)Ahmed bin Hanbel, Müsned, Kahire-1313, c.VI, s. 405, No.2; Ebu Davut es-Sicistani, Sünen, İmametü’n-Nisa, c.II, s. 62; İbn-i Abdi’l –Berr, el-İstiab, Küna’n Nisa, Haydarabad-1309, No.107; İbn Hacer el-Askalani, Metalibu’l Aliyye, Kuveyt-1393, No.4159 (117)el-Kastallani, İrşadü’s-Sari, Şerh’ul Buhari, c.III, s. 22; el– Ha- kim, Müstedrek, Haydarabad Dekkan-1334; c.4, s. 25 -Zeynep bin tu Cahş maddesine bakınız; İbni Kesir, el- Bidaye ve’n Nihaye, Kahire-1351, c.VII, s. 104 92 | Emine Öz türk ibaretsin”.118 Ayrıca gene Hz. Ömer döneminde mescidin kalabalıklaşması sebebiyle Hz. Ömer’in kadınlara mescitte ayrı bir yer tahsis ettiği ile başlayan uygulama arka saflarda kadınlara mahsus bir yerin ayrılması sonucunu doğurmuştur.119 Havle Binti Kays Hz. Ömer’in kadınlara yalnızca namaz vakitlerinde mescide girme müsaadesi verdiğini beyan etmiştir.120 Hz. Ömer kadınların mescide gelip gitmelerinden hoşlanmamasına rağmen öyle anlaşılıyor ki bunu yasak etmemiştir. Bu Allah Resulü’nün buna izin vermesinden, yasak getirmemesinden kaynaklansa gerektir.121 Netice-i kelam, Peygamber vefat etmiş ve kadınlar yavaş yavaş eve tıkılmaya başlamışlardır bile. Bu sadece namaz saatlerinde mescide giriş çıkışlar, zamanla Cuma ve Bayram namazlarından da kovulup yalnızca vakit namazlar ve ramazanda Teravih Namazları için camiye girmeye kadar varan yasaklar zincirine başlangıç teşkil edecektir. Ancak yine de Sahabe döneminde kadınlar ticaretle, dericilikle ve dikiş gibi meşgalelerin yanı sıra, dini eğitim ve öğretimle de uğraşmışlardır. Örneğin Esma Binti Muharribe bu dönemde oğlunun Yemen’den gönderdiği güzel kokuları çarşılarda satmış122, Ebu Süfyan’ın karısı Hind de, Hz. Ömer’den, devlet hazinesinden kredi alarak ticaret yapmıştır.123 (118)İbnu’l Cevzi, Cemaleddin Ebu’l Ferec, Menakıbu Emiru’l Mü’minin Ömer bin el-Hattab, Beyrut-1987, s. 121 (119)İbni Şebbe, KitabuEbu Zeyd Ömer en-Numeyri el-Basri, Kitabu Tarih’l Medineti’l Münevvere, Tah:Fehim Muhammed Şeltut, Cidde-1979, c.IV, s. 1229 (120)İbni Sad, Ebu Abdillah Muhammed, et- Tabakat’ül Kübra, c.VIII, s. 296 (121)İbni Sad, a.g.e., c.VIII, s. 296 (122)İbni Sad, a.g.e., c.V, s. 444 (123)et–Taberi, Muhammed bin Cerir, Tarih’ul Umemi ve’l Muluk, Tah: Muhammed Ebu’l Fadl İbrahim, Beyrut-1967, c.IV, s. 221; İbni Asakir, Ebu’l Hakim Ali bin el-Hasan Hibetullah, Tarih-u Medinet-i Dimaşk (Teracim’un –Nisa, kısmı) , s. 457 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 93 Buna rağmen aynı dönem içinde kadınların gereksiz haksızlıklara uğradıklarına bir örnek de şudur: Sahabe döneminde Medine’ye hicret etmiş olan Muhammed bin Hatib oğlu, İbrahim’e ve onun soyundan gelen erkeklere bir ev bağışlar. Bu evden kadınlara bir pay verilmemesi gerektiğini belirtir.124 Bütün bu rivayetler de gösteriyor ki kadının durumu gitgide vahim bir hal almaktadır. Aynı dönem içerisinde Hz. Aişe’nin pek çok kız ve erkek talebeleri vardır. Amre Binti Abdurrahman, Amre’nin kız kardeşleri, Hafsa binti Abdurrahman, Esma binti Abdurrahman, Aişe binti Talha, Fatma binti Muhammed onun kız öğrencilerinden bir kısmı; Urve bin Zübeyr, kardeşi Muhammed Bin Ebi Bekir’in oğulları el-Kasım ve kardeşi Muhammed, Abdurrahman bin el-Esved, Ebu Lubane, Süleyman bin Ümeyye es-Sakafi, Ebu Seleme bin Abdirrahman, Abdulaziz bin Refi onun erkek öğrencileridir.125 Müslüman hanımlar daha sonraki dönemde de toplumda özellikle eğitim ve öğretim hayatında yerlerin almaya devam etmişlerdir. Konuyla yani kadınların İslam Eğitim-Öğretim tarihinde yer alıp almadıklarıyla ve eğitim yapıp yapmadıklarıyla ilgili en geniş malumatı Türkçe kaynak olarak Muhammed Tayyip Okiç, “İslamiyet’te Kadın Öğretimi” adlı eserinde Ömer Rıza Kehhale’den naklen vermektedir. Biz hem araştırmayı gereksiz olarak uzatmamak hem de araştırmanın boyutları ve meramımızı ifade açısından yeterli olduğunu düşündüğümüz için Tayyip Okiç’in Kehhale’den gerekli görüp de naklettiği isimlerden yalnızca araştırmamız açısından elzem olduğunu düşündüğümüz isimleri Kehhale’nin eserine de başvurup Kehhale’nin hangi ciltlerde zikrettiğine bakmak suretiyle buraya almayı tercih ettik. Ömer Rıza Kehhale “A’lamu’n Nisa fi Alameyi’l Arap ve’l İslam” adlı (124)İbni Şebbe, a.g.e., c.I, s. 250 – 251; İbni Sad, a.g.e., c. IV, s. 201 (125)Rıza Savaş, Raşid Halifeler Devrinde Kadın, Ravza Yay., İstanbul – Nisan 1996 94 | Emine Öz türk eserinde tarih boyunca değişik ilim dallarında olmak üzere İslami ilimlerle ilgilenen şu isimleri zikretmiştir. “1- Tefsir: Yasemine bint Sa’d ibn Muhammed esSiravendiyye (502-1108); Fatma bint Katbay el-Umeri (892-1487); Esma bint Musa ed-Dicai (904-1498) 126 2- Fıkıh: Şafii fıkhı ile meşgul olan Zeliha bint İsmail Yusuf, Emet’ul Vahid bint’l Hüseyin el-Mehamili (377987), Hatice bint Muhammed el-Cüzcani (372-982), Sittü’l Vüzera bint Muhammed (736-1333) ki kendisi hanefi fakihelerindendir. Ayrıca dört mezhebe göre hac menasikine dair ayrıntılı bir eser meydana getirdiği rivayet edilen Mekke fakihelerinden Zeyneb (1220-1805), şia kadınlarından da Bint Ali el-Minşar el-Amili (1031-1622) , Fatıma bint Muhammed el-Amili el-Cüzini (786-1384), bundan başka kocasını dahi fıkhi meseleler de kendisine danıştığı Fatma bint Ahmed ibn Yahya (849- 1436) .127 3- Vaaz-İrşad-Tasavvuf: Hamde bint Vasık (466-1073), Hatice bint Muhammed eş-Şahcaniyye (460-1068), Hatice bint Musa (437-1045), Zeynep bint Ebi’l Berekat, Sittü’l Ulema (712-1321), Aişe bint Muhammed İbn Ali (6411243), Fatıma bint Abbas el-Bağdadiyye (714-1314), ayrıca çok sayıda zahidenin varlığı dikkati çekiyor. Hicab bint Abdillah (725-1325 ), Basra’lı Habibe el-Adeviyye, Hasene el-Abide, Yemenli Hasna bint Ruhidam, Basra’lı Rahibe Ümmü Osman ibni Sevde, Rahibe el-Mevsıliyye, Basra’lı Rabia el-Kaysiyye, Zeynep bint Ahmed er-Rıfai (630-1233), Şa’vane, Fatma en-Neysaburiyye, Fatma bintu’l Müsenna, Şems Ümmu’l Fukara, Rabia bint İsmail el-Adeviyye (135-752), Hz. Ali’nin torunu olan Nefise bintu’l Hasan (126)Ömer Rıza Kahhale, A’ lamü’ – Nisa, fi alemeyi’ l – Arabi, ve’l İslam, Dimaşk – 1378 - 1959, c.V., s. 295; c.IV, s. 90-91; c.II, s. 65 (127)Ömer Rıza Kehhale, a.g.e., Bu kadınların isimleri sırasıyla şu ciltlerde yer alır : c.I, s. 89; c. I, s. 341; c. II, s. 174; c. II, s. 45; c.III, s. 332-338; c.IV, s. 139; c.IV, s. 31-32 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 95 (762-823) .128 4- İlmü’l Kıraat: “Meşhur Türk seyyahı Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde naklettiğine göre yalnız İstanbul’da mevcut dokuz bin hafızdan üçte birini kadınlar teşkil ediyordu. Yani yalnız İstanbul da üç bin hafız kadın vardı”.129 Beyrutlu bir ana-kız olan Beyrem bint Ahmed ve Fatıma bint Muhammed, Şicistan’lı Celile bint Ali eş-Şeceri (485-1092), Bünane bint Ebi Yezid el-Ezdi (68-687), Hakime bint Mahmud ibn Muhammed (698-1299), Dımaşklı Hatice bintu’l Hassan el-Kureyşiyye ed-Dimaşkıyye (6411243), Hatice bint’ul Kayyim el-Bağdadiyye (699-1300), Ümmü’l Hayr bint Ahmed, Mağribli Hatice bint Harun (695-1296), Seyyide bint Abdilğani el-Ahberi (647-1249), Şerefu’l Eşraf bint ali et-Tavusiyye, VII/XIII. asırda yaşamış olan üç Endülüslü kadın vardır ki bunlar Ümmü’l-Izz bint Ahmed (636-1238), Ümmü’l-Izz bint Muhammed el-Abderi ed-Dani (610-1213), Kurtubalı Fatıma bint Abdirrahman (613-1216), ayrıca yakın bir zamanda yaşamış bulunan Faslı Hatice bint Ahmed (1323-1905 ).130 5- Hadis: Tabiundan Cesre bint Decace el-Amiriyye el-Kufiyye, Kerime bint Sirin, Kerime bint Hüman, Hayre bint Muhammed, Habibe bint Meysere, Fatıma bintu’l Huseyn, Ümmülhıyar er-Rubey bintü’n-Nasr el-Ensariyye, Abide el-Medeniyye, Kerime bint Ahmed el-Merveziyye elKuşmeyheniyye, Kerime bint Abdi’l-Vehhab el-Kureşiyye, (128)Ömer Rıza Kehhale, a.g.e., Bu kadınların isimleri sırasıyla şu ciltlerde yer alır : c.I, s. 294 –343 – 344; c.II, s. 57 – 160; c.III, s. 168; c.IV, s. 66-67; c. I, s. 248-242-263-359-433-438-494; c.II, s. 46-299-300; c.IV, s. 147-148-93; c. II, s. 304; c.I, s. 430-432; c. V, s. 187-190 (129)Muhammed Tayyip Okiç, İslamiyet’te Kadın Öğretimi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ay yıldız Matbaası, 1984 (130)Ömer Rıza Kehhale, a.g.e., Bu kadınların isimleri sırasıyla şu ciltlerde yer alır., c.I, s. 161; c.IV, s. 141;c.I, s. 201;c.I, s. 148; c.I s. 287- 325- 339 –326 – 338 – 389 – 345; c.II, s. 275 – 292; c.III, s. 268 – 269- 269; c.IV, s. 72 –73; c.I, s. 322 96 | Emine Öz türk Fatıma bint Ali el-Kebudencekşi (380), Fatıma bintu’lHasen ibn Ali ed-Dekkak (480), Setite el-Beceli (447), Bintü’ş-Şerif el-Mürteda, Huceste bint Ebi’l Vefa (571), Habibe bint el-Makdisi (656-713), Zeyneb bint Ahmed, ayrıca el-Medreset’ül Hatuniyye’de hadis dersleri okutmuş olan Aişe bint Seyfiddin (793-1390) gibi pek çok icazet sahibesi olan yahut hadis sahasında eserler de vermiş olan pek çok alime hanım yetişmiştir”.131 Bununla beraber Allah bizi yanılmaktan korusun ama öyle sanıyoruz ki bu hanımlar genel de çoğunluğu teşkil etmemiş, bir anlamda zengin ama dinini öğrenmeye meraklı bir kitlenin arasından çıkmış olan hanımlardır ve genelde yaşadıkları dönemin entelijansiyasına mensupturlar; sıradan halk tabakasından olan hanımlar bu kitle arasına girmişlerse de tarih boyunca olduğu gibi onların bu allameler arasındaki sayısı arzu edildiği kadar yüksek olmasa gerektir. Ancak Batıda İncil’e el vurması günah sayılan kadının İslam toplumlarında özellikle dini ilimler sahasında bu kadar alim yetiştirmiş olması gurur vericidir. Ancak zamanla bu hanımların sayısında da bir azalma olduğu söz konusu bilgelerin doğum ve ölüm tarihlerine bakıldıkça görülecektir. İslam Tarihinde kadınların eğitimsiz kalıp kalmadıkları ya da eğitilenlerin neden zengin ve entelijensiyaya mensup oldukları probleminin tamamıyla o dönemin sosyal sınıf sistemine ve gene söz konusu dönemde kültürün sözlü kültüre dayanan bir sosyo-kültürel ortam bulunmasına bağlı bir sosyolojik vaka olduğu, yoksa sırf kadınları toplumdan dışlamaya yönelik bir tavır olmadığı kanaatini taşımaktayım. İslam kadınları ilmi ilimler sahasında olduğundan daha az da olsa zaman zaman yönetimde de söz hakkı (131)Ömer Rıza Kehhale, a.g.e., Bu kadınların isimleri sırasıyla şu ciltlerde yer alır ., c. I, s. 193; c. IV, s. 241 – 244; c. I, s. 307-243; c.IV, s. 46 - 47; c. I, s. 387443; c. III, s. 199; c. IV, s. 242 –243 – 84-42; c. II, s. 175-295; c. I, 318 - 243; c.II, s. 53; c.III, s. 136 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 97 sahibi olmuşlar, ülkeler yönetmişlerdir. Bu ülkelerde yöneticilik etmiş kadınların isimlerini vermeden önce kadınların yönetici olmalarıyla ilgili klasik İslam bilginlerinin konuyla ilgili yaptıkları yorumlara ilişkin Bahriye Üçok’un verdiği kısa ve özet bilgiyi nakletmek yerinde olacaktır. “İslam Devlet hukukunun ana kitapları arasında sayılan el-Maverdi’nin el–Ahkam’us–Sultaniyye’sinde hükümdarlık anlamına gelen imamlığın 7 şartı arasında erkek ve ergen olmanın bulunmadığı görülmektedir. Bu iki şart sonradan Kadı Beyzavi’nin Tevali’ül–Enver ve Gazali’nin İhyau Ulum’unda ilave edilmiştir. Haricilerin bir kolu olan Şebibiyye mezhebi ise, kurucusu Şebib’in karısı Gazale’ye duyulan saygıdan ötürü, kadınların da imam olabileceklerini açıkça kabul etmiştir. Buna karşılık kadınların hükümdar olmasını kabul etmek istemeyenler ise, Hz. Peygamber’in İran’da II. Hüsrev Perviz’in kızının tahta çıkarılmış olduğunu duyunca söylediği, “Devlet işlerini bir kadının eline teslim eden kavim felah bulmaz” anlamına gelen hadisine dayanmaktadırlar. Demek ki nazariyatta ileri gelen fıkıhçılar kadınların hükümdar olabilip olmaması hakkında aynı fikirde değildirler”.132 Şimdi bu kadın hükümdarlardan bir kaçına bakalım, Büveyh Oğulları devleti yıkıldıktan sonra Rey, Hamedan ve İsfehan’da çeşitli prenslikler kuruldu, bu devletlerden Rey’de kurulan devlete Seyyide Hatun önce oğlu iktidara geçinceye kadar daha sonra da oğlunu baştan indirerek niyabet etmiştir. Bu niyabet 34 yıl sürdü.133 Aynı şekilde Haleb Eyyubilerine Naibe İnnaç Hatun 634-640 yılları arasında altı yıl torunu Nasır Yusuf ’un yerine niyabet etmiştir. Altı yıl (132)Bahriye Üçok, İslam Devletlerinde Türk Naibeler ve Kadın Hü- kümdarlar, Kültür Bakanlığı Ya., Ankara -1993, s. 22 (133)Bahriye Üçok, a.g.e., s. 28-30 98 | Emine Öz türk ülkeyi yönetmiştir.134 Hama prensliğine niyabet etmiş olan Gaziye Hatun gibi pek çok isim zikredilebilir.135 Müslüman ülkelerde hükümdarlık yapıp da Türk kökenli olmayan kadınlardan bir kaçı ise şunlardır. “Hükümdar Hatice Sultan (1347-1379), Hükümdar Meryem Sultan (1380–1383), Hükümdar Fatma Dain Sultan (1383-1388), Hükümdar Safiyetüddin Tac’ül Alem, Hükümdar Nakiyyetüddin Nur Alem (1675–1678), Hükümdar Zekiyyetüddin İnayet Şah, Hükümdar Zekiiyyetüddin Kemalatşah (1688-1699), Hükümdar İskender Begüm 1868, Hükümdar Şah Cihan Begüm (1868-1901).”136 “Bu kadınlardan bir kısmı Maldiv Adaları, bir kısmı Açe Sultanlığı, bir kısmı da Hindistan’da Bhopall’de hükümdarlık yapmışlardır. Naibe İnanç Hatun Ahlat’ta 1100 yılında kurulan Ermenşahlar devletini yönetti, ondan başka Hindistan’daki Delhi Türk sultanlığını babasının kendisini tahta 1232 senesinde veliaht olarak bırakmasıyla, babasının ardından ülkeyi bir müddet yöneten kardeşi Rüknüddin’in yerine tahta oturan, 1236’da hükümdar olan Raziye Sultan’dır. Sultan Raziye 1240’ta şehit edilerek öldü. Ayrıca Memluk Hanedanının kurucusu Şecer’üd-Dürr de kocası Melik Salih ve altı yaşındaki oğlunu kaybettikten sonra oğulluğu Turan Şah’ın gelip tahtına oturması için büyük çaba harcadı. Turan Şah ülkeyi düzgün yönetemeyince Şecer’üd-Dürr komutanların seçimi yoluyla Mısır sultanlığına geldi. Daha sonra da Meliketü’l Müslimin olarak anılmaya başlandı. Ancak üç ay süren bir saltanattan sonra Abbasi Halifesinin, “Eğer aranızda Mısır’a sultanlık edecek erkek kalmadıysa biz size bir sultan gönderelim. Tekmil umur-i devleti bir kadının eline teslim eden kavim felah bulmaz, hadis-i şerifini hiç duymadınız mı?” şeklindeki mektubu üzerine devlet yönetimin(134)Bahriye Üçok, a.g.e., s. 31-32 (135)Bahriye Üçok, a.g.e., s. 33-34 (136)Bahriye Üçok, a.g.e., s. 34-35 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 99 den azledilerek o esnada ordu başkumandanı olan İzzüddin Aybek ile evlenmesi sağlanarak Aybek sultanlığa geçirildi. Ondan başka Kirman’da Kutluk devletinde Türkan Hatun (1257-1283), gene Kirman’da Kutluk devletinde Safvetüddin Padişah Hatun ve bundan başka İran Salgurlu devletinde Naibe Bibi Türkan, gene aynı devlette olmak üzere Ebeş Hatun İran’da Luristan’da Devlet Hatun, İran İlhanlı devletinde Sultan Satı Bey Han, Kazan Hanlığında Naibe Süyün Bike Hatun -ki Kazan şehrinde ondan hatıra olmak üzere bir Süyün Bike Minaresi vardır-, Kasım Hanlığında Sultan Fatma Bike gibi kadınlar zaman zaman hükümdarlık yapmışlar ve İslam ülkelerini yönetmişlerdir”.137 Yani hiç de sanıldığı gibi kadınlar hayatın her sahasından çekilmiş değillerdir. Peygamber’in vefatını müteakip kadınların eve kapanmalarıyla farklı bir süreç her ne kadar yaşandıysa da, gene de Müslüman kadınlar tek tük de olsa özellikle sosyal hayatta varlıklarını sürdürmeye devam ettirdiler. Sosyal açıdan Bahriye Üçok konuyu şöyle yorumlar, “Gerçekten de, Hint Adaları dışında tahta çıkmış olan kadınların hepsi ya Türk ya da Moğol hanedanlarına mensupturlar. Hind Adaları dışındaki hükümdar kadınların hepsinin Türk ve Moğol olmaları bu milletlerin kamu hukukunda kadınlara verdikleri büyük değerin canlı belirtisidir”.138 Osmanlı dönemiyle ilgili Bahriye Üçok’un naklettiği enteresan bir anekdot vardır, buna göre; “Kasım 1809’daki Yeniçeri ayaklanmasında II. Mahmud kardeşi IV. Mustafa’yı öldürttüğü zaman Yeniçeriler Osmanlı tahtının sahibi ve tek varisi II. Mahmud’u tahtından indirmeğe karar verdiler. Bunun üzerine onlara: ‘Peki kimi Padişah edeceksiniz?’ (137)Bu kadın hükümdarların hayatları, hükümdarlık süreleri için, hangi devletlere hükümdarlık yaptıklarını öğrenmek için ve aynı İslam Tarihindeki diğer kadın hükümdarların gene hayatları hükümdarlık süreleri ve hükümdarlık yaptıkları devletleri öğrenmek için bkz . Bahriye Üçok, a.g.e., s . 35 – 203 (138)Bahriye Üçok, a.g.e., s .205 100 | Emine Öz türk diye soruldu. Onlar: ‘Esma Sultan olsun, Padişah da bir dam değil mi? Kim olursa olsun; Allah ocağımıza zeval vermesin’ diye bağırarak cevap vermişlerdir. Görülüyor ki, XIX. yüzyıl başında bile bir kadının, hem de Osmanlı tahtı gibi hilafet unvanıyla da süslü bir tahta oturabileceği düşüncesi, Yeniçeri Ocağı gibi taassubu ile ün yapmış bir müessesenin mensuplarına hiç de yabancı gelmemiştir”.139 Bahriye Üçok’un yorumuyla birlikte naklettiğimiz yukarıdaki hadise aslında Türk belleğinde kadının Orta Asya’daki imgesini az da olsa hala koruduğunun bir işaretidir. Bundan da öte bir takım kadın imgeleri de vardır ki kadının dününü ve bugününü ve bu çerçevede kadın-erkek ilişkilerini de daha iyi değerlendirmek için bu imgeleri de konumuzun daha iyi anlaşılması açısından zikre mecburuz. Bugün üzerinde yaşadığımız coğrafya olan Anadolu coğrafyasına seleflerimiz gelip yerleşirken; onların İslamlaşma süreci de bir taraftan devam etmekteydi. Bu İslamlaşma süreci çok iyi bilindiği gibi çoğu kere bilhassa tasavvuf ve tarikatlar yoluyla ve de sözlü kültür vasıtasıyla olmuştur. İşte bu sözlü kültürde, özellikle Tasavvufta kadın imgesi çok önemlidir. Tasavvufta kadın imgesinin akılda kalıcı olması hasebiyle sık sık, özellikle erkek topluluğu eğitme amaçlı bir takım anekdotlara, kıssalara ve mazmunlara konu yapılması bilhassa bugün bu mazmun, kıssa ve anekdotlarla ilgili pek çok yanlış yorumların yapılmasına sebebiyet vermektedir. Örneğin Fetna Ayt Sabbah adlı Batılı bir kadın müellif, “İslam’ın Bilinçaltında Kadın” adlı eserinde söz konusu mazmunlarla ilgili olarak ve İslam Dünyası’nda cinsellik üzerine yazılmış bulunan eserleri ve bu eserlerde kadınlarla ilgili zikredilen mazmunları ele alarak, İslam dünyasını ve Müslümanların kadın anlayışını sert bir dille eleştirmektedir. Onun eleştirirken baz aldığı özellikle üç (139)Bahriye Üçok, a.g.e., s .208 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 101 eser vardır. Bir tanesi Şeyh Sidi Muhammed Nefvazi’ye ait “Asir fi Nuzhetu’l Hatir” adlı eseri, ikincisi Fetna Ayt Sabbah’ın İbni Kemal’e ait olduğunu söylediği ancak Sayın Dalkıran’ın M.A.Yekta Saraç’tan naklettiğine göre İbni Kemal’e ait olma ihtimali olmayan bir eser olmakla beraber gene Yekta Saraç’ın Nihal Atsız’dan naklettiğine göre İbni Kemal’in sadece tercüme etmiş olması ihtimali bulunan, “Tercüme-i Rücuu’ş Şeyh ila Sibah fi’l Kuvve Ale’l Bah ” adlı eser, bir diğeri de Selahaddin Müneccid’in El –Hayatu’l Cinsiyye inde’l Arab adlı eserlerdir. Fetna Ayt Sabbah bu eserlerde yer alan en marjinal örnekleri seçerek bütün İslam dünyasını sapık gibi gösterme çabası içerisindedir. Özellikle bir Şeyhü’l İslam olan İbni Kemal’e ait olduğunu söylediği -ancak Yekta Saraç’a göre üslup olarak da İbni Kemal’e ait olma ihtimali bulunmayan- eserden bolca nakil yaparak ve en marjinal örnekleri seçerek Müslümanların o zamanki dini lideri konumunda bulunan bir insanın ne kadar sapık ve Müslümanların kadına bakış açısının ne kadar sakat olduğunu göstermeye çalışmıştır. Ancak bu örneklerden bazılarında insanların hayvanlarla cinsi münasebet kurması ilişkilerinden bahis olunmaktadır.140 Halbuki aslında ne Müslümanlar böylesine sapık ne de söz konusu eser İbni Kemal’e aittir. Ayrıca bütün bir İslam Medeniyetinin kadına yaklaşımını sadece bir kitapla özdeşleştirip değerlendirmenin yanlış olacağı kanaatindeyiz. Söz konusu marjinal örnekler Batı Medeniyeti için daha fazla, kat kat daha fazla örneklerle çoğaltılarak verilebilir. Zira dünyada pornoyu sanayi haline getiren tek medeniyet Batı Medeniyetidir. (140)Konuyla ilgili bkz. Fetna Ayt Sabbah, İslam’ın Bilinçaltında Kadın, çev.Ayşegül Sönmez Ay, Ayrıntı Yay., İstanbul –1993; ayrıca bkz. Sayın Dalkıran, İbni Kemal ve Düşünce Tarihimiz, Osmanlı Araştırmaları Vakfı (OSAV) , İstanbul – Haziran 1997, s. 62 ( 7. Dipnotta İbni Kemal’in söz konusu eseriyle ilgili bilgi bulabilirsiniz.) 102 | Emine Öz türk İslam Tarihindeki allame kadınlardan verdiğimiz örnekler kadının geçmişte İslam Medeniyetinde hiç de aslında o kadar kötü konumda olmadığını; dini ilimler sahasında söz sahibi bile olduğunu açıkça gösteriyor, zira aynı dönemde Batıda kadınlar o kadar da iyi durumda değildir. Bunu Ney Bendason “Başlangıcından Günümüze Kadın Hakları” adlı eserinde şöyle vurgular. “Kilise hukukundan söz ederken, kilisenin daima erkekler tarafından yönetildiğini vurgulamak gerekir”.141 Oysa İslam Tarihinde Ayşelerin sayısı hiç de az değildir. Konuyla ilgili bilhassa kadınların hadis ilminde ne derecede ilerlediklerini anlatan Nusrettin Bolelli’nin, “Kadınların Hadis İlmindeki Yeri” adlı eserinde yer alan pek çok isim -ki biz daha önce bu isimlerden bir kaçını zikrettiğimiz için bunlara tekrar değinme gereği duymamaktayız- ve Müslüman kadınların İslam tarihinde nasıl eğitim gördüklerine dair ilgili kaynaklardan isimlerini zikrettiğimiz kadınlara ait bilgiler söz konusu dönemde Batı kadının konumuyla ilgili söylenenlerle özellikle Bendason’un yukarıdaki sözleriyle kıyaslanacak olursa ortaya şu çıkar ki; İslam Tarihinde kadınlar kendi dönemlerinde dünyanın herhangi bir bölgesindeki kadından kat kat iyi durumdaydılar. Bütün bunlarla birlikte şunu tekrar belirtmek gerekir ki bu kadınların çoğu sosyal durumları iyi olan kadınlardı ve ailelerinin teşvikiyle ilim yapmaktaydılar. Onların dışında sosyal sınıf farklılıkları, ekonomik imkansızlıklar gibi pek çok nedenle ilim yapamayan pek çok hanım da vardı. Ki o dönem İslam toplumlarında cariyelik gibi bir kurum da vardı ki bu da Müslüman kadınları pek çok faaliyetten alıkoymaktaydı. Bu faaliyetlere ilim de dahildi. Buradan tekrar kadınlarla ilgili olarak Müslüman müelliflerin kitaplarındaki maz(141)Ney Bendason, Başlangıcından Günümüze Kadın Hakları, çev.Şirin Tekeli, İletişim Yay., Yeni Yüzyıl Kitaplığı, s. 28; Nusrettin Boleli, Kadınların Hadis İlmindeki Yeri, İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay. (İFAV) , İstanbul – 1998 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 103 munlara geçersek şunları rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu mazmunlar genelde konusunu nefis terbiyesinin oluşturduğu ve tasavvufa yönelik eserlerde örneklerine pekala rastlanabilecek mazmunlardır. Süleyman Uludağ’ın, “Sufi Gözüyle Kadın” adlı eserinde pek çoğu zikredilmiştir. Süleyman Ateş bu mazmun ve benzetmelerden şöyle bahseder. “Kadın Tasavvuf ’ta nefse ve dünyaya benzetilir. Gazali’ye göre kadın nefse benzer ve eğer yularını gevşek tutarsan seni ardından sürükler, sıkı tutarsan ona sahip olursun. (İhya, II, 46) Zahidler ve Sufiler öteden beri çok ağır bir dille kötüledikleri, bazen bir leşe, bazen bir domuza benzettikleri dünyayı bazen de kadına benzetirler, bu kadın bazen bir cadı (sehhare), bazen ihanet eden bir kadın (gaddare), bazen baştan çıkaran bir fahişe (mekhare), bazen aklı çelen, gönlü sevdaya düşüren bir gelindir”.142 Bu örnekler, okuduğumuzda bizi kendileri hakkında yanlış bile düşündürtebilecek kadar müstehcen olan Hz. Peygamber ve Mevlana ile ilgili olan rivayetler de dahil olmak üzere, tüm diğer rivayetler aslında yalnız eğitsel amaçlı ve alegorik olarak zikredilen rivayetlerdir, kıssalardır; bunlardan tek maksat toplumun eğitilmesidir. En akılda kalıcı örnekler de daha çok kadına ilişkin örneklerdir. Özellikle erkeklerin zihin dünyasında bu örnekler şüphesiz daha kalıcıdır. Bu örneklerin okuyanın zihninde oluşturduğu izlenimin tersine kadın, Tasavvufta oldukça iyi bir yere sahiptir. Tasavvufta kadının konumunu daha iyi anlatması sebebiyle aşağıdaki satırları zikretme gereği duymaktayız. “İlk asırlarda yazılan tasavvufi eserlerde bazı zahid kadınlardan bahsedilirse de ayrı bir başlık altında ele alınıp incelenmemişlerdir. Kuşeyri Risalesi’nin ve Keşf ’ul Mahcub’un tabakat kısmında Rabiat’ül Adeviyye dahi yoktur. Ferdiduddin-i Attar ise (öl. 618- 1221) meş(142)Süleyman Uludağ, Sufi Gözüyle Kadın, s. 25 104 | Emine Öz türk hur Tezkiretü’l-Evliya adlı eserinde kadın olarak sadece Rabia’dan bahsetmiştir. Ancak ilk satırlarda kendisinin sorup cevapladığı bir soruda söz konusu tavrın devam ettiği anlaşılmaktadır.” “Biri çıkıp ona, ‘Niçin erkekler safında zikrettin?’ diye sorarsa, derim ki Hace-i Enbiya (s.a.v.) ‘Allah sizin suretinize bakmaz.’ buyurmuşlardır.” İmdi, amel, surete göre olmayıp iyi niyete göredir. Şayet dinimizin üçte birini Aişe-i Sıddıka’dan (r.a.) almak caiz ise, aynı şekilde onun cariyelerinden, (yani halefleri olan veliye hanımlarından) dinimizi öğrenmek ve feyz almak da caizdir. Bir kadın Allah-u Teala’nın yolunda er olursa, artık ona kadın denemez. Nitekim Abbase-i Tusi, ‘Yarın Arasat meydanında, ‘Ey erler!’ diye nida edildiği vakit, rical safına ilk önce ayağını basacak olan Hz. Meryem’dir. Bir şahıs ki o mecliste hazır olmayınca Hasan-ı Basri konuşmazdı. Öyle bir şahsın mutlaka erkeler arasında yad edilmesi lazım gelir. Belki hakikat açısından bakılınca, görülür ki bu zümrenin bulunduğu makamda herkes tevhidde yok, (İlahi Vahdette fani) olmuştur. Şu halde “ben” ve “sen” namına bir şey kalmamış olduğundan “erkek” ve “kadın” ayrımından söz edilemez.” demiştir. İmdi velayet de aynen öyledir, hele bahis konusu olan Rabia olursa”143 Bu anlatılanlar da gösteriyor ki gerek tasavvufta ve gerekse diğer İslami sahalarda asıl olan Allah yolunda, Tevhid yolunda er olmaktır. Kadın ya da erkek olmak değil. Neticede İslam tarihinde kadının konumunun hiç de sanıldığı kadar kötü olmadığını söyleyebiliriz. Ayrıca söz konusu erlik kavramı Allah yolunda çalışan salih amel işleyen bir kimse olmak anlamındadır. Yoksa erkeklik anlamında değil. Bu erlik kavramı da sosyal hayatta kadın ve erkeğin ortak çabasıyla oluşturulmuştur. Yoksa erkek bu kavramı tek (143)Feridüddin Attar, Tezkiretü’l Evliya, çev.Süleyman Uludağ, Bursa 1984, s. 110-127 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 105 başına oluşturuyor değildir. Sosyal hayat erkek ve kadının ortak ürünüdür. Tıpkı kadınlık kavramının ortak bir ürün olması gibi. Bunun da ötesinde kadın konusu asla aileden bağımsız olarak ele alınamaz, bu konuda bir sosyolog ya da herhangi bir sahada araştırma yapan bir araştırmacı tarafından söylenecek en ufak bir sözcüğün bile toplumun çekirdeğini oluşturan ailenin varlığı ve toplumdan topluma değişen hususiyetleri göz önüne alınarak söylenmesi gerekir. Yani böyle bir konuda rahat konuşabilmenin ve çözüm üretebilmenin yolu, hakkında konuştuğunuz toplumun sosyal hayatını iyi bilmemizden ve bu çerçevede sağlıklı değerlendirmeler yapabilmemizden geçecektir. Bu açıdan Müslüman kadınlar Peygamber devrindeki rahatlıklarını daha sonra erkek egemen toplumun baskısıyla yitirmiş olsalar da, asla Avrupa’daki kadar kötü bir duruma düşmüş değildirler. Ancak bilim de yapsalar, farklı işlerle de uğraşsalar bu uğraşlarını genellikle ev içinde sürdüreceklerdir. Onların ev dışına çıkmaları zamanın getireceği bir süreçte, bir sosyal değişim süreci neticesinde gerçekleşecektir. Ancak Müslüman kadınların çoğunlukla ev içinde bulunmaları onların sosyal faaliyetlerine asla engel olmamıştır. Müslüman hanımlar sosyal faaliyetlerini ev içinde de aynı yoğunlukla devam ettirmişlerdir. Ancak şurası belirtilmeli ki Hulefa-i Raşidin devrinden sonraki dönemden XVIII. ila XIX. yüzyıllara kadar geçen dönemde ilimle veya sanatla uğraşan kadınlar çoğunlukla entelijansiyaya mensup kadınlardır. Yani ailelerinin makam ve mevkileri iyi olan kadınlardır. Bunlar dışında şehirlerde yaşayan kadınlar eğer aileleri mevki bakımından iyi değilse çoğunlukla eğitim şansından uzak kalabiliyorlardı. Bilaistisna bütün kadınların aynı eğitimi alabilmeleri, zengin fakir tüm kadınların eğitim görebilmesi için uzun bir süreç gerekiyordu. Ayrıca kırsaldaki kadın da tüm faaliyetleriyle 106 | Emine Öz türk hayatın sonuna kadar içindeydi, ancak onun da eğitim şansı yoktu. Kadının geçirdiği sosyal değişim sürecini iyice anlamak için kadınların Osmanlıdaki konumuna iyice bakmak gerekiyor. Osmanlı kadınının sosyal hayatta aldığı rolle ilgili olarak Kadriye Yılmaz Koca, “Osmanlı’da Kadın ve İktisat” adlı esrinde şunları söylüyor. “Aşık Paşazade’nin Anadolu’da sosyal zümreler arasında saydığı Bacıyan-ı Rum teşkilatını ilk defa Fuat Köprülü, Anadolu Selçuklu Devri’nde ve sonrasında Osmanlı Devleti’nin kuruluşu döneminde Türkmen kadınlarının mensup olduğu bir teşkilat olarak zikreder. XIII. yüzyılda kurulan Bacıyan-ı Rum Teşkilatı, Ahi Teşkilatı’nın kadınlar ve genç kızlar koludur. Kadınların üretimde ve sosyal hayatta organize olmasını sağlayan bu teşkilatın Ahi Teşkilatı’nın kurucusu Ahi Evren’in eşi Fatma Bacı tarafından kurulduğu rivayet edilmektedir.”144 “Moğol baskısı Bacıların ve Ahilerin uçlara ve köylere göç etmelerine neden oldu. Köylerde dokumacılık sanatının gelişmesinde Bacıların rolü büyüktür”.145 “Yerleşik hayatın ve kurumsallaşmanın sınırlamaları getirilinceye kadar göçebe Türkmen aşiretleri arasında kadının kamu hayatına katılımı söz konusudur”.146 “Anadolu kadını, iktisadi faaliyetleri günlük işi olarak telakki eder. Evi, ailesi için çalışmayı hayatının bütününden ayırmadığı gibi, bu faaliyetleri kolektif bir üretim bilinciyle gerçekleştirir. Asıl olan evin ve ailenin ihtiyaçlarını karşılamak olsa da zaman zaman ürettiklerini pazarda satan Anadolu kadınları da mevcuttur. Osmanlı devrinde Karacahisar olarak bilinen Afyon’da şehirde kurulan dört büyük pazar bölgedeki ticari faaliyetlerin miğferini teşkil ediyordu. (144)Kadriye Yılmaz Koca, Osmanlı’da Kadın ve İktisat, Beyan Yay., İstanbul, s. 37 (145)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 43 (146)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 45 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 107 ‘Kadınlar Pazarı’ denilen pazar da bunlardan biriydi”.147 Kadriye Yılmaz Koca’nın anlattığına göre Osmanlı kadını evde dokuduklarını satarak hem ülke ekonomisine hem de aile bütçesine katkıda bulunuyordu. “Kırsal kesimde kadınların ekonomik yaşama katılımının doğal hayat şartları çerçevesinde olduğunu kadınların gerek işbölümü gerek mülk sahipliği olarak hayatın içerisinde yer aldıklarını tespit edebiliyoruz”.148 “Osmanlı’nın fetihlerde topraklarına toprak kattığı dönemlerden XVI. yüzyıla kadar kız çocuklarının ve kadınların toprakta söz sahibi olmalarına müsaade edilmemiş, aile içerisinde yalnız erkeğin toprağa malik olması sağlanmıştır.”149 “1567-68 yıllarında yapılan miri rejimle toprak kız evlada da tapu bedeli geçmeye başlamıştır”.150 “Tahrir defterlerinde, “Bive” adıyla zikredilen ve kocasından kalan çiftliği işletebilen dul kadınlara da rastlanmaktadır”151 Osmanlı kadını dilediği gibi elindeki malı alıp satabiliyordu. “Geniş topraklara sahip şehirli aileler mülklerini ailenin müşterek tasarrufunda olmak üzere evlatlık vakıflar olarak vakfetmişler ve bu vakıf mülklerinin yönetimine de zaman zaman ailenin kadınlarından birini getirmişleridir. Taşrada yaşayan ailelerden pek çoğu mülklerini evlatlık vakıf haline dönüştürmüşlerdir. Bu vakıflar tamamen erkek evlada vakfedilmediği gibi, belirtildiği üzere ‘neslen ba’de neslin batnen ba’de batnın’ olarak vakfedilen mülkler aile mülkünden ve iş idaresinden kadınları uzak tutmamış, bilakis yönetim kademelerinde çeşitli görevlerle onların da aile içerisinde söz sahibi olmaları sağlanmıştır. Divriği kazasında Selvi Hatun, Armutak Ermeniyan ve Gümüşgördi köylerindeki hisselerini erkek kardeşleri Bayram (147)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 48 (148)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 67 (149)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 73 (150)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 72 (151)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 80 108 | Emine Öz türk Hoca, Beyazıt, Celal ve kız kardeşleri Bilgay Hatun, Nusret Hatun ve Gülçin Hatun’a vakfetmiştir.”152 Zenaat faaliyetlerinde kadınlara gelince, 1678’de Bursa’da mevcut 300 iplik eğirme atölyesinin yarısından fazlası kadınlara ait olduğu gibi, bu atölyelerde dokunan ev eşyaları bütün evleri süslemişti. Evlerinde dokuma ve işleme yapan kadınların yanı sıra şehirde değirmen ve fırın sahibi kadınlar da mevcuttu.153 Osmanlı’da kadın, altını çizerek söylemekte yarar var örgün öğretim dışında eğer maddi imkanları yerindeyse pek çok sahada sosyal hayatta yerini almıştı. Ancak özellikle XVII. ve XIX. yüzyıllardan itibaren Batı etkisiyle Osmanlı toplumunda da feminist söylemler baş göstermekle beraber Osmanlı’da aralarında adı yıllar sonrasında hala aynı ün ve şöhretle anılan kadın muharrirlerin de bulunduğu geniş bir muharrirler ve entelektüeller kitlesi tarafından tartışılmıştır. Bunu Aynur Demirdirek şöyle ifade etmekte: “Cumhuriyet’e kadar niteliklerine göre ayırmadan bakarsak, 1868’de Terakki gazetesinin eki Muhadarat’tan başlayarak varlığını bildiğimiz 40’ı aşkın kadınlara yönelik yayın var: Şukufezar, Aile, Ayine, Hanımlara Mahsus Gazete, Demet, Mehasin, Kadın (Selanik), Kadın (İstanbul), Musavver Kadın, Parça Bohçası, Kadınlık, Kadın Duygusu, Hanımlar Alemi, Kadınlar Dünyası ...” 154 Şefika Kurnaz ise bu yayın organlarında makaleler, yazılar kaleme alan iki ismi özellikle zikretmektedir. Bunlardan bir tanesi Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Aliye, diğeri de Nigar bint-i Osman’dır. Türk kadınının cemiyetteki meselelerinin tartışılmasını, 1891’de yayınladığı Nisvan-ı İslam adlı eseriyle o başlatmıştır. Burada şu (152)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 92 (153)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 95 (154)Aynur Demirdirek, Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışının Bir Hikayesi, İmge Kitabevi, Ankara –Ocak/1993, s. 8 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 109 mühimdir ki söz konusu dönemde kadın hususunda tartışılanlar daha sonra Cumhuriyet kadınının sosyal statüsünü belirleyecektir. Bu dönemdeki üç grubun, yani Batıcılar, Türkçüler ve İslamcıların kadın hakkındaki görüşü kısaca şöyledir. İslamcıların kadın görüşünü Peyami Safa şöyle özetler. “Şeriatın emrettiği şeylerin hepsi faydalı, yasak ettiği şeylerin hepsi zararlıdır. Şeriat kadınların kendilerine mahrem olmayan erkelerden kaçmalarını emrediyor: Saçları dahil olduğu halde vücutlarını ziynetten ari bir şeyle calibi şehvet olmayacak bir libasla örtmelidirler. Fakat tesettür hiçbir meşru hakkını kaybettirmez. Kadın da erkek malını istediği gibi tasarruf eder Namus dairesinde gezmeye gider eğlenir; kendi aralarında teşkil ettikleri cemiyetlere giderek konferans verebilir ve dinleyebilir. İbtidai, rüşdi ve idadi derecesinde tahsil görebilir. (Fazlasına ev ve analık vazifeleri müsait değildir) ”.155 Bu konuda Şefika Kurnaz, Türkçülerin görüşlerini şöyle özetliyor. “Türkçülerin en önemlisi olan Ziya Gökalp’e göre kadın, devletin temeli, ailenin merkezidir. Kadınla işbirliği olamadan toplumsal hayat yürümez. Kadınlar da tahsil görüp, cemiyet idaresinde rol aldıkları takdirde yeni bir hayat başlayacaktır.”156 Bundan başka bir de Batıcı görüş vardır ki kadın konusunda Tevfik Fikret ve Selahaddin Asım’ın görüşleri dikkat çekicidir. Ş. Kurnaz, Fikret’ten şu beyti nakleder: “Elbet değil nasibi mezellet kadınlığın Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer”157 “Ayrıca S. Asım da örtünmenin kadını sosyal hayattan kopardığını düşünür ve ona göre manevi örtünmenin sağlanmadığı yerlerde maddi örtünme önem kazanır, bu nedenle ilk önce manevi örtünmeyi sağlamak için kızlar (155)Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar, Ankara -1981, s. 57 (156)Şefika Kurnaz, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, s. 70 (157)Şefika Kurnaz, a.g.e., s. 67 110 | Emine Öz türk maddi örtülerinden sıyrılarak sosyal hayata karışmalıdırlar. Asıl olan manevi örtünmenin sağlanmasıdır.” 158 Burada gerek bu konular tartışılırken gerek daha sonra bu konuların direk uygulamaya konulduğu dönmelerde unutulan önemli bir sosyolojik gerçek vardır, hiçbir toplumsal reform veya yenilik birdenbire gerçekleşmez. Bu yeniliklerin gerçekleşebilmesi için öncelikle uygun zaman ve zeminin oluşması gereklidir. Ve de bir problemin halli için öncelikle tüm toplum tarafından aynı ölçüde kabul görmüş olması gereklidir. Kadın meselesi için şu söylenebilir ki, Osmanlı kadınının genelinin, en azından o gün için, böylesi bir problemi yoktur. Problemin temelinde şu nokta var ki kadın konusunun o dönemde tartışıldığı ortamlar genellikle zengin çevrelerdir. Halk için böyle bir sorunun varlığı yahut yokluğu bile su götürür bir konudur. 1926 yılında İsviçre Medeni Kanununun kabulü ve 3 Nisan 1930’da seçme ve seçilme hakkını kadına tanıyan Belediye Kanunun kabulü ile 1934’te kadınlara Mebusan Meclisine seçilmesi için gereken imkan tanındı, bundan sonra da 1 Mart 1935’te kadınlar 18 milletvekiliyle meclise girdiler. Kurtuluş Savaşı’nda pek çok acıları erkeklerle birlikte göğüsleyen Türk kadını bu emeklerinin semeresini belki de ilk defa alıyor ve tarihinde ilk defa yönetime, bilfiil ona tanınan bir haktan yararlanarak iştirak ediyordu. Osmanlı’nın peşine kurulan bir devlet olan Cumhuriyet tarihimiz içinde kadın problemi de Osmanlı Devleti’ndeki kadın probleminden kopuk değildi. Ve belki de bir kısım Osmanlı aydının düşündüğü kadın tipi Cumhuriyetle birlikte açığa çıktı. Bütün inkılaplarda olduğu gibi Türk İnkılabında da kadınlar ön sıradaydı. Ancak diğer toplumlardaki inkılaplardan farklı olarak kadın bu sefer hakikaten hak ettiği yeri yavaş yavaş almaya başlamıştı toplumda. (158)Şefika Kurnaz, a.g.e., s. 66 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 111 Bu dönemin idealize edilen kadın anlayışını vurgulamadan önce asıl şunu vurgulamak lazım ki, kadın tarih boyunca pek çok “-izm”in malzemesi yapılmıştır. Buna bütün -izmler dahildir, reformlarda hep, “ Beşiği sallayan el kalem tutmalıdır”, denilerek kadın tehlike anında ön planda tutulmuş ve bu emeğinin karşılığını çoğunlukla alamamıştır. Ancak bu kez farklı olmuş ve kadın yönetime ortak da olmuştur. Yeni savaştan çıkan Türk devleti yalnız kadınlara bir takım haklar tanımıyor, aynı zamanda onların önüne idealize edilmiş bir örnek -ki Halide Edip ve ilk meclisteki on sekiz kadın bu örneklerin başta gelenleridir- de koyarak onların eğitimine de bir noktada yön veriyordu. Bu idealize edilen kadın tipini Mediha Şensancakoğlu beste ve güftesi kendine ait olan mahur makamında bestelediği, “Türk Kadını Marşı” adlı bir şarkıda şöyle anlatıyordu. 112 | Emine Öz türk TÜRK KADINI MARŞI Atatürk’ün sayesinde özgürlüğün adımıyım Türk kadını payesinde aydın bir Türk kadınıyım İster yetmiş olsun yaşım İlerici ve çağdaşım Yoksa haram olur yaşım Aydın bir Türk kadınıyım Mukaddestir mücadelem Yurt ağlarken nasıl gülem Son bulsun ıstırap elem Aydın bir Türk kadınıyım Allah’ımın izni ile Hayatımı versem bile Cahil diye düşmem dile Aydın bir Türk kadınıyım Şükür ben de Müslümanım Tanrı’ya tamdır imanım Türkiyeme kurban canım Aydın bir Türk kadınıyım Meşaleyiz sönemeyiz Başka rejim denemeyiz Hilafete dönemeyiz Aydın bir Türk kadınıyım 1) Tarihsel süreçte, bu bilgiler ışığında karşımıza üç tip kadın çıktı. Bunlardan ilki Batı olsun Doğu olsun daha çok gelenekte ifadesini bulan klasik anne rolündeki kadındır. Bu kadın tipi evinin hanımı, tüm hayatı evinde vücut bulan, yaşamdan tek beklentileri çocukları için mutlu bir yaşam olan kadınlar. Sosyal hayatta hem erkeklerin yapı itibariyle daha organizatör, sistemleştirici olması hem de AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 113 kadınların daha çok sistem içinde yer alan bir yapıya sahip olmaları nedeniyle hayatlarını ve varlıklarını evlerinde devam ettiren kadınlar. 2) İkinci grup kadınlar da ne sebeple ve ne şekilde olursa olsun erkeklerin tuzağına düşerek ya da başka biçimlerde kullanılmış olan ve tarih boyunca cariye, köle ya da cinsel bir araç mahiyetinde hayatını sürdürmek zorunda kalmış olan kadınlar. Bu kadınlara belki de çeşitli -izmlerle size hak vereceğiz diye kandırılıp kadınlığın özüne bile aykırı biçimde pek çok maceralara sürüklenen çeşitli görüşlerin çığırtkanlığını yapmak zorunda bırakılan kadınları da ekleyebiliriz. Çünkü her iki grup kadın da kullanılmıştır. Ama ne şekilde olursa olsun ister cinsel açıdan, ister fikirsel açıdan . 3) Üçüncü grup ise İslam Tarihinden örneklemeye çalıştığımız Batıda da özellikle Fransız Devrimi ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında açığa çıkmış bulunan bilimle uğraşan ve Marie Curie de en iyi örneğini bulan bilim kadınlarıdır. Kadınlar kuşkusuz kadın erkek ilişkileri baz alınınca ancak böyle sınıflanabilir kanaatindeyiz. Bütün bu sosyal değişim neticesinde Müslüman Türk toplumunda erkekler iki tip kadınla karşı karşıya kalırlar, biri kendi anneleridir ki, çoğunlukla evinde, okumayan, okumuşsa da üniversite mezunu olmayan, mezun olmuş ise de çalışmayan kadınlardır; diğeri de okuyan, yazan, çoğunlukla erkeklerin üniversitedeki kız arkadaşlarıdır. Erkekler genellikle birinci tip kızları tercih ederler. Üniversite öğrenimi sırasında gezer, sonra da bırakırlar, her zaman böyle olmasa da bu genelin bir vakıasıdır. Bunun sebebi toplumun erkeği evlenilecek kız, eğlenilecek kız gibi bir ayrıma sürüklemesidir. Erkek ise çoğunlukla kendi çevresinden okumamış bir kızı tercih etmektedir. Burada 114 | Emine Öz türk kadına düşen, kullanılan bir araç olma konumuna düşmemektir. Ne bir -izmin çığırtkanlık aracı, ne bir reklam firmasının reklam aracı, ne de bir erkeğin zevk aracı haline düşmemek gerekir. Ancak bugün işe bir de bizim çoğu zaman kaile almadığımız veya önemsiz olduğunu sandığımız medyanın etkisi de karışmıştır. Son on yıldır medya, özellikle cinsellik olgusunu haber bültenlerine dahi taşıyan ve maalesef ki izlenme rekorları kıran, belden aşağı konuşmalarıyla yarışma sunup ya bilinçsiz ya da Freud’un tabiriyle çok biçimli cinsel sapıklar olan bireylerden oluşan milyonlarca insanın teşkil ettiği bir kitleyi de hemen her akşam ekrana bağlayan medya canavarlarının toplumsal belleği belirlemede temel rolü oynadığı bir toplumda yaşadığımızı da unutmamalıyız. İyiyi izleyip kötüyü reddetme konumunda olan seyirci ise kendisine her verileni alan, boş bellekli bir insanlar sürüsü olduğunu kabullenircesine, enteresan bir özlemle bu saçmalardan seçmeleri izlemektedir. Bununla beraber cinselliğin en masum aile dizilerine bile konu yapıldığı bir medya, ne yazık ki bu konuda ailevi yahut bilimsel bilinçlendirilmişlikten yoksun olan gençliği işine geldiği gibi deneme tahtası olarak kullanıp, daha hayatın ve kendinin bile farkına varamayan gençlerin zihnini, hem de bu kadar hassas bir mevzuda işine geldiği gibi yıkayarak, toplumsal ahlakın temel dinamiklerine dinamit koymaktadır. Deminden beri söz edegeldiğimiz sosyal değişim sürecini maalesef bu sorumsuz medya, sosyal yozlaşma süreci haline getirmektedir. Ahlakın önemsizleştiği, her türlü insani değerin alabora olduğu bir ortamda dolayısıyla toplu bir yozlaşma, değersizleşme süreci yaşanıyor ve yine dolayısıyla böyle bir ortamda sadece değerler değerini kaybetmiyor. Ahlakın değerini kaybettiği bir toplumda buna bağlı olarak o toplumun çalışma, üretme, doğrulukla AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 115 kazanma gibi değerleri kaybolduğundan, parasının değeri de düşüyor ve peş peşe krizler yaşanıyor. Yine aynı toplumda dürüstçe yaşanan sevgiler kaybolduğu için, insanlar birbirini çok çabuk bırakıp kaçabildiği için, sorumluluk ve sonuna kadar gidebilmek güç geldiği için ya evlendikten birkaç ay sonra boşanıyorlar, ya da kimi zaman gizlice, kimi zaman açıkça nikahsız beraberlikleri tercih ediyorlar. Neticede dünyaya gelen çocuk, çoğu zaman ister boşanma sonucu ister beraberlik neticesi doğmuş olsun ya ortada kalıyor ya da artık cami önüne bırakılmıyor ancak bazen çöplüğe bazen de karakol önlerine bırakılıyor. Dolayısıyla insanlar çöplüğe bırakıldığı için insanların değeri düşüyor. Değersizleşme paradan insana kadar tüm toplumsal uzuvları kaplıyor. Bunda erkeklerin evlenilecek, eğlenilecek kız ayrımının payı da yadsınmayacak kadar çoktur. Buraya kadar anlattıklarımız genel olarak insanlık tarihi içindeki dünyada dünya toplumları içinde ve Türkiye’de de Türk toplumu içerisinde yaşanagelen cinsiyet eksenli yahut cinsiyet ile ilgili değişmeleri anlatmak içindi. Biz bu değişimleri bilhassa kadınlar açısından ele aldık, zira toplumsal cinsiyetteki bu tanımlama farkları bilhassa kadınlar cephesinde ve kadınların büyük oranda etkisi ve etkinliğiyle gerçekleşmiştir. Şimdi bu yeni toplumsal cinsiyet algılamalarıyla, yani evinde oturan çocuğuna bakan kadınlardan hem evi hem çalışma hayatını birlikte yürüten kadınların dış dünyayı yeniden ve farklı anlayışları, dış dünyanın da onları farklı anlamaya başlamalarıyla oluşan toplumsal cinsiyet tanımlarının flörtü nasıl etkilediğine bakarak, bu değişimlerin flörte etkilerini özet olarak izaha çalışalım. Türk toplumu son yüzyıl içinde, özellikle Cumhuriyet döneminden bu yana, çeşitli psiko-sosyal gelişme ve değişimlere sahne olmuştur. Hiç şüphesiz bunların en önemlile- 116 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 117 rinden biri de cinsiyet rollerindeki değişmelerdir. Özellikle kadınlar söz konusu olunca bu değişme, Kadın Hakları temeli üzerinde son derece çarpıcı ve hızlı olmuştur.159 Rol değişmeler genellikle cinsel farklılıkların kaynağı olması bakımından önemlidir. Rol kavramı toplumda belli pozisyonda olan insanlara özgü davranış şekillerini kapsamına alır. Bu, kişinin kendinden nasıl bir davranış beklendiğini belirler. Toplumun belli yönlerdeki bekleyişleri beraberlerinde getirdikleri mükafat ve cezaların da yardımıyla farklı davranış şekillerini bireylere öğretirler. Bu nedenle cinsiyet rolündeki çeşitli değişmeler, davranış ve özelliklerde cinsiyet farkları meydana getirecek ve bunların karşılaştırılması da önemli bir sorun olarak ortaya çıkacaktır.160 Kadın hakları, çok yönlü kültürel devrim hareketi içinde özel yeri olan bir kültürel devrim teşkil etmektedir. Türk kadını evlenme, boşanma, miras, oy hakkı, kıyafet, çalışma ve eğitim fırsatları vb. konularda erkeklerle eşit duruma gelmiştir. Bu hakların kullanımı değer yargılarıyla sınırlanmış olsa da, gelişmenin yönü olumludur ve temposu hızlıdır.161 Daha ılımlı derecesiyle cinsellik rolünü etkileyen kültürel değişme, esasen içinde yaşadığımız garp kültürünün de belirli özelliklerinden birisidir. Ayrıca, bütün dünyada, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra feminenlik ve maskülenlik (kadınsılık ve erkeksilik) ile ilgili geleneksel kavramlarda süratli değişmeler kaydedilmiştir. Değişen kültürel şekiller şüphesiz bireylerin, grupların ve kurumların davranışları üzerinde doğrudan doğruya veya dolaylı olarak bir çok muhtemel etkiler ve sonuçlar doğuracaktır.162 Feminen ve maskülen (kadınsı ve erkeksi) davranış biçimlerinin genel nüfus içinde dağılışı ve niteliği nedir? İlgi, kişilik özellikleri ve yeteneklerde cinselliğe bağlı farkların niteliği ve derecesi nedir? Cinsel farkların büyük ölçüde kaynağını teşkil eden cinsel rolün niteliği nedir ve cinsel rolü belirleyen etkenler nelerdir?163 Cinsel farkların sebeplerine inmeden önce söz konusu cinsel farklara değinmemiz gerekiyor. Bilindiği gibi kadın ve erkek, çoğalma sürecindeki rollerinde birbirlerinden ayrılırlar. Bu fizyolojik farkın dışında bir çok beceri, tutum, ilgi, mizaç, yetenek ve davranış şekilleri bakımından da birbirlerinden farklı oldukları kabul edilir. Şüphesiz bu fizyolojik farklılıkların sonuç bağlantısı düşünülemez. Bu konuda sosyal etkenlerin ağır bastığını gösteren birçok bilgi toplanmıştır.164 Kadın ve erkek arasındaki farklar, grup eğilimleri olarak kabul edilebilir. Bireylerin hepsine genelleştirilemez. Çünkü görülmektedir ki, her cins grubu içinde, öteki cinsin normlarına genellikle kendi cinsiyetinin normlarına olan benzerliğinden daha büyük bir benzerlik taşıyan bazı kimseleri ayırt etmek mümkündür.165 Maskülinite-feminite yani erkeksilik ve kadınsılık derecesini saptamaya yarayan bazı ölçütler vardır. Envanter puanlarına dayanan faktör analizlerinin ortaya koyduğu bazı meskülinite ve feminite göstergeleri şunlardır.166 Maskülen olanlarla ilgili göstergeler: Maskülen mesleki ilgilere sahiptir. Yani, bir çiçekçi olmaktan çok bir kamyon şoförü olmak ister. Mesleki olmayan ilgilerde de maskülen (159)Cavit Ünal, “Cinsiyete Bağlı Psikolojik Farklar ve Türk Çocukları Üzerinde Bir Karşılaştırma”, Aile Yazıları/III, Birey Kişilik ve Toplum, Derleyenler: Beylü Dilekçigil, Ahmet Çiğdem, Ankara-1990, s. 43 (160)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., 43. (161)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., 43. (162)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., 43-44. (163)Cavit Ünal, “Cinsiyete Bağlı Psikolojik Farklar ve Türk Çocukları Üzerinde Bir Karşılaştırma”, a.g.e., s. 44. (164)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., s. 44. (165)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., s. 44. (166)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., gös.yer. 118 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 119 olanlarını tercih eder. Örneğin, dansa gitmekten çok futbol maçına gitmeyi ister. Heyecansal ifadelerini baskı altında tutar, yani, kolaylıkla ağlamaz.167 Feminen olanlarla ilgili göstergeler: Duygu iştirakine sahiptir. Yani çaresiz bir kuş için üzüntü duyar. Kolaylıkla tiksinti duyabilir; örneğin ter kokusundan. Dikkat merkezi olmayı, toplumun ilgisini üzerinde toplamayı sever.168 Görüldüğü gibi bayanlar daha çok hayatın duygusal yanlarını seçerken ve her şeyden çok emniyet duygusu ararken; erkekler ise daha çok macera aramakta ve güç gerektiren işlere ilgi göstermektedirler. Aynı şekilde erkek bayan münasebetlerinde de kızlar daha çok işin duygusal yanıyla ilgilenirken erkekler yapıları gereği daha çok bir macera peşinde koşmaktadırlar desek sanırız çok büyük yanılgıya düşmüş olmayız. Ayrıca kızlar daha çok ve daha çabuk inanan varlıklardır. Bu nedenle flört gibi çoğunlukla ciddiyetten uzak bir münasebette kolaylıkla kandırılabilmektedirler. Şimdi kızlarla erkekler arasındaki bu ikna edilebilme farklarına göz atalım. İkna edilebilme, süjeden kendisi ile karşısındaki arasında mutabakat ifade eden bir tepki sağlama olanağı olarak tanımlanabilir. Erkeklerin ikan edilebilirlik ortalama puanları kadınlarınkinden anlamlı derecede düşüktür. Erkek çocukların kızlardan ortalama olarak daha az kandırılabilir olmaları, belki de kültürümüzdeki cins farklılığı ile yorumlanabilir. Farklı cinsel gruplar özellikle günlük hayatın birçok faaliyetlerinde entelektüel bağımsızlık ve yumuşak başlılık bakımlarından farklı tutum içindedirler.169 Kişilikle ilgili faktörler de, bu konudaki cins farkları üzerindeki etki gruplarından birini teşkil eder. Deneme- lerde kadın ve erkek, yanıltıcı görsel nitelikleri, yanıltıcı ipuçlarıyla karşılaştırıldığı zaman, kadın süjeler, erkek süjelerden daha fazla yanıltıcı süjelerden etkilenme eğiliminde olmuşlardır. Dolayısıyla, algı alanına tabi oluş eğilimleri daha yüksek demektir. Ayrıca kadınlar, erkeklere göre, benliklerinde daha az tutarlılık ortaya koymuşlardır. Algı alanı ile ilgili verdikleri çeşitli yargılar arasındaki korelasyonlar, erkeklere oranla daha düşüktür. Bu da kendine güven ve saygının düşük olmasıyla pozitif olarak bağlantılı görünmektedir.170 Şimdi konuyla ilgili cinsel olgunluk yaşına bağlı farklara değinelim. Gelişmenin duygusal, sosyal, zihni, çeşitli yönlerinde kızlar genel olarak erkeklerden daha erken gelişirler. Aradaki mesafe gittikçe açılarak ergenlik çağına kadar devam eder. Aradaki fark altı yaşlarında ortalama altı aydır. Ergenlik çağının başlarında ise ortalama iki yıldır. Ergenlikten sonra fark yavaş yavaş kapanır. Beden gelişimi bunun dışındadır.171 Kızların erkeklerden önce gelişmiş olması, ergenlik yaşlarında güç durumlar yaratabilir. Erkek çocukların kültürel normlarımıza göre daha hakim durumda olmayı istemeleri nedeniyle bu fark her iki grup için de rahatsız edici olabilir. Bu nedenle kız çocuklarda pek öyle olmasa da erkek çocuklarda erken olgunlaşma avantaj sağlayabilir. Bu konuda daha ileriki yıllara da değinmek istersek görürüz ki, evliliğin ilk yıllarında daha hakim durumda olan erkeğin bu hakimiyeti zayıflamaya başlar. Karı-kocanın rolleri zamanla değişmeye tabi olur ve yaşlılıkta kadın daha hakim duruma geçmeye başlar. Başta bedensel koşullar olmak üzere, bunun çeşitli nedenlerini düşünmek mümkündür.172 (167)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., gös.yer. (168)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., gös.yer. (169)Cavit Ünal, “Cinsiyete Bağlı Psikolojik Farklar ve Türk Çocukları Üzerinde Bir Karşılaştırma”, a.g.e., s. 46. (170)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., s. 46. (171)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., s. 47. (172)Cavit Ünal, “Cinsiyete Bağlı Psikolojik Farklar ve Türk Çocukları Üzerinde Bir Karşılaştırma”, a.g.e., s. 47. 120 | Emine Öz türk Bunların sonucunu birkaç cümleyle şöyle ifade edebiliriz: İkna edilebilir, duygusal ve etkiye açık psikolojisiyle kadın, erkekle girdiği herhangi bir münasebetinde daima kullanılmaya müsait bir varlıktır. Bunu önlemenin yolu belki özgüveni ve kendine saygısı yeterince gelişmiş bireyler yetiştirmekten başkası olamaz. Ancak kadın ve erkeklerle ilgili verdiğimiz bütün bu cinsel farklarla ilgili bilgilerin konumuz açısından bir değer ifade etmesi için bunların gençlerin arkadaşlığına nasıl yansıdığına sonuç olarak bakmamız gerekmektedir. Arkadaş ilişkileri, özellikle kız erkek arkadaşlığı, kişiliğin gelişmesinde, olgunlaşmasında, toplumsallaşmasında, cinsel kimliğin kazanılmasında büyük önem taşır. Gençler çoğu kez kendi cinsinden arkadaş bulmak sorunu yanında, karşı cinsten arkadaş bulmak ve ilişki kurmak sorunuyla karşı karşıya kalırlar. Bilindiği gibi arkadaşlık ortak amaç, beklenti, değer, güven, ilgi, sevgi ve saygıya dayanır. Toplumsal ruhbilim açısından arkadaş grubu gençlerin ya kendi istekleriyle ya da zorunlu olarak içinde bulundukları iletişim grubudur. 173 Arkadaş grubu içinde olmak, konuşmak, dertleşmek, tartışmak, birlikte çalışmak, eğlenmek ya da gezmek gençlerde bir yandan davranış ve tutum değişmesine yol açarken öte yandan bireysel sorunların çözümünde endişe, kaygı, gerilim, sıkıntı ve tedirginliğin azalmasında önemli rol oynar. Arkadaş grubu içinde bulunan gencin düşünme, karar verme, girişim ve yaratıcılık gücü artar. Genel olarak arkadaşlıkta karşılıklı ilgi, sevgi, saygı, güven iletişim, etkileşim derecelerine göre farklı yakınlıklar olabilir.174 En yakın arkadaşlık derecesi sırdaşlıktır. Sırdaş dere(173)Özcan Köknel, “Gençlik Çağında Kız-Erkek Arkadaşlığı”, Aile Yazıları/III, Birey Kişilik ve Toplum, Derleyenler: Beylü Dilekçigil, Ahmet Çiğdem, Ankara-1990, s. 277 (174)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 277 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 121 cesinde yakın olan arkadaşlar her zaman birlikte olmak isterler. Tüm duygu ve düşüncelerini aktarır, sorunlarına birlikte çözüm ararlar. Birbirlerini kolay ve çabuk etkilerler. Birbirlerinde davranış ve tutum değişikliği yaparlar. İster kız, ister erkek olsun, her gencin bir sırdaşı vardır, ancak yüzeysel ilişkiler kurabilen, aşinalık, az görüşülen tanıdıklık, adı yüzü anımsanan uzak arkadaşlıklar da vardır. Ünlü bir düşünür arkadaşlığı şöyle tanımlamış: “Gerçek bir arkadaşlık, iki gövdede yaşayan bir ruhtur.” Bir diğeri de şöyle diyor, “Arkadaş edinmenin tek yolu arkadaş olmaktır.”175 Kız erkek arkadaşlığı genel olarak arkadaşlığın ve arkadaş gruplarının bütün özelliklerini taşır. Ayrıca cinsel kimliğin kazanılması, başka bir deyişle gençlerin cinsel yapılarına uygun biçimde davranmaları, sağlıklı özdeşleşme yapıları, karşı cinse, insanlara, hatta bütün insanlığa ilgi, sevgi, saygı ve güven duyabilmeleri için gerekli gelişme ve olgunlaşmayı sağlar.176 Kız ve erkeğin birlikte bulunduğu arkadaş grupları içinde, gençler giyimlerine, oturmalarına, yürümelerine, konuşmalarına dikkat eder, özen gösterirler. Duygu, düşünce, davranış ve tutumlarını denetlemeyi, dengelemeyi, düzenlemeyi öğrenirler. Kız erkek arkadaşlığında paylaşılan ortak amaçlar, beklentiler, değerler, duygu ve düşünceler daha kolay benimsenir. Davranış ve tutumda daha çabuk ve kolay değişmeler yapar. Çalışma çabasını ve gücünü artırır. Engellerin aşılmasında, sorunların çözülmesinde yaratıcılığın artmasında olumlu etkileri olur. Buna karşılık, kız erkek arkadaşlığı birçok aile tarafından hala hoş karşılanmamaktadır. Hatta bu ailelerin içinde yetişmiş gençlerin büyük çoğunluğu kendileri bile bu tür arkadaşlığı hoş karşılamayabilir. Bu durum kimi kez gençle (175)Özcan Köknel, “Gençlik Çağında Kız-Erkek Arkadaşlığı”, a.g.e., s. 277-278. (176)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 278 122 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 123 aile arasında, kimi kez de gencin iç dünyasında ve gençle çevresi arasında ruh sağlığını bozacak boyutlara erişen büyük çatışma ve sürtüşmelere neden olur.177 Ülkemizde kız erkek arkadaşlığı büyük kentlerde, orta ya da yüksek öğrenim kesimiyle, çalışma ve işyerinde ortaya çıkan bir durumdur. Bilindiği gibi kırsal kesimde gençlik çağındaki yaş dilimleri içinde, 15-19 yaş diliminde bulunan gençlerin yüzde yirmi yedisi evli olup, bunların yüzde altısı kadın, yüzde elli yedisi erkektir. 20-24 yaş diliminde, evli gençlerin toplamı yüzde yetmiş dört olup, bunların yüzde seksen yedisi kadın, yüzde elli yedisi erkektir. Bunun dışında, özellikle, kız çocuklarda, on beş yaşın altında evli olanlar çoktur.178 Kırsal kesimde, erken yaşta evlilik, o güne dek baskı altında kalmış duyguların cinsel yaşamda sorunlar doğurmasına yol açar. Bu sorunlar ruhsal bunalımlara kadar varabilir. Ayrıca çocuk olmasını önleyici bilginin olmaması bir yandan doğum ve düşük sayısının artmasına neden olurken, öte yandan kadının beden ve ruh sağlığını bozan ciddi hastalık ve sakatlıklara yol açar.179 Kırsal bölgelerde, küçük kentlerde, hatta büyük kentlerin birçok kesiminde kimi yerli roman ya da filmlerde dile getirilen aşkların, sevgilerin, ilgilerin, duygusal düzeyde de olsa özgürce, sağlıklı biçimde, çevreden, toplumdan çekinmeden, korkmadan sürdürülmesine olanak yoktur. Bu tür ilişkiler çoğunlukla ailenin baskısı, çevrenin etkisiyle son bulur. Ekonomik nedenlerle kız beğendiği delikanlıya verilmez. Delikanlının kızı kaçırma girişimleri tatsız bir dizi olayla sonlanır.180 Kırsal kesimde delikanlı erkek evlenme isteğini bil- dirmek için sık sık, “Gurbete çıkmak isteğini” dile getirir. Kızlar papatya ile niyet tutarlar, karınca duası ve muska taşımaya başlarlar.181 Kimi kez kız-erkek arkadaşlığı zamanla karşılıklı ilgi ve sevgi artması ve coşkuyla duygusal bağlantıya dönüşür. Böylece, doğuştan gelen, doğal ve evrensel olan, cinsel dürtü ve coşkudan kaynaklanan duygusal bağlantıya dayanan kız-erkek yakınlaşması ortaya çıkar.182 Bu tür bir yakınlaşma gençlik çağında sık olur. Doğaldır. Kimisi çabuk gelir geçer. Kimisi uzun sürer. Kimisi platonik ve romantiktir. Kimisi daha yakın ilişkilere neden olur.183 Kız ve erkeğin birbirlerine ilgi ve sevgi göstermeleri, beğenilerini ortaya koymaları, övgülerini dile getirmeleri, birbirlerini anlamaları, desteklemeleri, korumaları, kişiliğin gelişmesinde ve cinsel kimliğin kazanılmasında olumlu ve önemli rol oynar. Ayrıca cinsel dürtüye bağlı duyguların incelemesi, işlenmesi, yücelmesi, biçim ve renk kazanmasını sağlar. Ancak, bu yakınlaşmanın sınırı iyi çizilmezse, gencin içinde yaşadığı toplumun geleneği, göreneği, değer yargılarıyla ters düşerse, gençler için büyük sorunlara ve ruhsal bunalımlara yol açar. Öte yandan, gençlik çağının duygusal yapısı da göz önüne alınırsa, bu tür duygusal bağlantıların kısa zamanda son bulması da olasıdır. Böyle bir olasılık çoğu kez gençlerde, bizim toplumda özellikle kızlarda büyük sıkıntılara, üzüntülere çöküntülere, bunalımlara neden olur. Aile ve toplumda çözümü güç sorunlar yaratır.184 Bildiğiniz gibi, cinsel yaşam iki cins arasındaki ilişkinin, özellikle evliliğin belli başlı temel taşlardan biridir. (177)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 278 (178)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., gös.yer. (179)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 278-279. (180)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 279. (181)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., gös.yer. (182)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., gös.yer. (183)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., gös.yer. (184)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., gös.yer. 124 | Emine Öz türk Cinsel uyum, cinsel yaşamın sağlıklı biçimde başlaması ve sürdürülmesi gereklidir.185 Cinsel yaşam, cinsel içgüdünün doğuştan itibaren gelişip olgunlaşacak cinsel isteğe dönüşmesi sonucu buluğ (erinlik) yaşından sonra başlar. Erkek ve kadının birbirlerine karşı duydukları ilgi ve sevgi de önemli bir yer tutar.186 Cinsel yaşamla, cinsel istek ve ilişkiyi birbirinden ayırmak gerekir. Cinsel isteğin erinlik (buluğ) çağından sonra ortaya çıkmasına karşın sağlıklı bedensel ve ruhsal cinsel ilişki ancak kız için 19-20, erkek için 22-23 yaşından sonra olabilir. 187 Erinlik, (buluğ) çağından sonra karşı cinse yönelmeyen ya da karşı cinsle ilişki kuramayan kişilerde derece derece değişebilen cinsel sorunların ya da sapma ve sapıklıkların bulunduğundan söz edilebilir.188 Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, kızların bu konuda kullanılmaya müsait tabiatlarını vurgulayarak diyoruz ki, yapılması gereken, özgüveni gelişmiş, duygularını değil aklını ön plana çıkararak yaşayan bireyler yetiştirmektir. Bununla beraber erkeklerin bu konularda gerçekten de kızları kullanma amaçlı hareket edip etmedikleri sosyal hayata bakıldığında daha da net açığa çıkacaktır. (185)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., gös.yer. (186)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 279. (187)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 280. (188)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 280. SONUÇ DİN ve AHLAK FAKTÖRÜ VE BU FAKTÖRÜN AŞK VE FLÖRT OLGULARINA ETKİSİ T arih boyunca insanlar hayatlarını inandıkları dinin emirlerini gözeterek, bu dinin emirlerine uyarak yaşamayı istemişlerdir. İnsanlar hiçbir zaman başkalarının karışmasına izin vermeyecekleri özel hayatlarını, en özel yaşantılarını hep dinin emirleri yönünde düzenlemeye çalışmışlardır. Dolayısıyla aslında toplumların inandıkları din ve bu dinin etkisiyle oluşmuş bulunan gene o toplumun ahlak kuralları, erkek kadın ilişkilerinde tarih boyunca fevkalade etkin olmuştur ve bugün hala etkindir. Ta İlkçağ toplumlarından beri toplumun din ve ahlak anlayışı kadın erkek arası ilişkileri etkilemiştir. Kaynaklarda gerek Sümerlerde, gerek Babillilerde, gerekse Romalılarda kendisini tapınağa adayarak fahişelik yapanlardan söz edilir. Bu kadınlar tapınak için fahişelik yaparlar ve onlara kurban ayininde verilen para aslında tapınağa verilmiş sayıldığından para tapınağa bırakılırdı. Bunlara “Kutsal Fahişe” denirdi. Kutsal Fahişeliğin nasıl ortaya çıktığına 126 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 127 gelince; “Kadim toplumlarda toplum daha anaerkil olduğundan ve doğayla daha iç içe yaşandığından bu toplumlarda kadının ve erkeğin cinsel doğaları ile dinsel tutumları birbirinden ayrılmaz nitelikteydi. Şükran ve övgülerinde ya da niyazlarında, aşk ve tutkuya saygı duyan tanrıçaya seks edimi sunarlardı”.189 “Hammurabi kanunları kutsal fahişenin haklarını koruyan özel yasalar içeriyordu; evli bir kadının ününü yücelten yasa, kutsal fahişeyi de tıpkı çocukları gibi iftiraya karşı koruyordu. Kutsal fahişelerin toplumsal bir konumu vardı, eğitim görüyorlardı. Bazı durumlarda siyasal ve yasal olarak erkeklerle eşit durumda oluyorlardı”. 190 Belki de kadınlar en eski medeniyetlerde dişilik özelliklerini ve cinselliklerini kullanarak anaerkil bir düzen kurmuşlardı. Bu konuda Merlin Stone’un söyledikleri oldukça dikkat çekicidir. Anlaşıldığı kadarıyla o dönemde Tanrıçalar büyük oranda kadındı; fakat gene aynı dönemde kadınlar maalesef cinsel bir nesne olarak kullanılıyordu. Anaerkil bir toplumda din, kadim medeniyetlerde kadın ve erkeklerin cinsel tutumlarını belirleyen temel etkendi. Öyle anlaşılıyor ki insanların Tanrıçalara taptıkları dönemlerde yani pagan (putperest) kültürünün egemen olduğu ve bu egemenliğin de tabiri caizse kadınlardan yana işlediği dönemlerde, Merlin Stone’un kitabına isim olarak koyduğu ve kadınların dışarıda çalışıp erkeklerin evde oturdukları, çocuklara baktıkları, yün eğirdikleri, hatta savaşa bile katılmadıkları, onların yerine kadınların savaştıkları döneme bakınca görüyoruz ki kadınlar söz konusu dönemde hakikaten ülkelerin yönetiminde siyasal erki ve hatta askeri erki ellerinde bulunduruyorlardı. Örneğin Merlin Stone, Hz. İsa’nın doğumundan kırk dokuz yıl önce Roma Sicilya’sından bir adamın Kuzey Afrika ve Yakın Doğu’ya yaptığı seyahatlerde gittiği yerlerin kültürel kalıplarına ait hususları büyük bir merakla kaydettiğini söyler ve onun kaydettiklerinden bazılarını nakleder. Merlin Stone daha sonra ismini vererek Didoros’dan özellikle Etiyopya ve Libya ile ilgili şunları nakleder. “Etiyopyalı kadınlar silah kullanıyorlar, ortak evlilikler yapıyorlar ve Libya’da da, bizde kadınların yaptığı işleri erkekler yapıyorlardı. Ayrıca mesela Mısır’da Cyrus Gordon’a göre miras babadan değil anadan geçiyordu, kadın ailenin başıydı. Kadın kocasını seçebilirdi de, boşayabilirdi de. Aynı şekilde kadınlar Sümer’de de sosyal ve siyasi erki ellerinde tutarlardı. Bu ülkede de yeraltında örneğin tek bir Tanrıça egemendi”.191 Ancak toplumun anaerkil olduğu yine aynı dönemde kadınların ahlaki seviyelerinin sosyal yapının temel dayanaklarını ellerinde tutmalarından dolayı sahip oldukları sosyal statünün yüksekliğiyle aynı ölçüde değildir. Bu anaerkil dönemde Nancy Qualls’in ifadelerinden de anlaşıldığı kadarıyla Tanrıça olmayan kadınlar, Tanrıça kadınlar ve onların tapınakları kendilerini satmaktaydılar. Gelir de yalnız tapınağa ve tanrıçaya aitti. Bunu Qualls’in şu yorumlarında kısaca görelim: “Aşk, tutku ve bereket tanrıçası, farklı çağlarda ve farklı yerlerde çeşitli adlarla biliniyordu. Gördüğümüz gibi, Sümer’de İnanna, Babil’de İştar adını taşıyordu. Persler Anahita’ya taparken, Kenanlılar, İbraniler ve Fenikeliler, aynı zamanda Astarte ya da Ashtart adlarını taşıyan Anath’ın sunağı önünde diz çöküyorlardı. Mısır’da ona İsis adı veriliyordu; daha önceleriyse Hathor adını taşımaktaydı. Libya’da Kibele olarak tanınıyor, Romalılar ise Venüs olarak adlandırılıyordu. Yunanistan’da, o güzel Afrodit (189)Nancy Qualls-Corbett, Kutsal Fahişe, çev. Gül Çağalı Güven, Tavanarası Yay., İstanbul – 2001, s. 42 (190)Nancy Qualls-Corbett, a.g.e., s. 51 (191)Merlin Stone, Tanrılar Kadınken, çev. Nilgün Şarman, Payel Yay., Özal Matbaası, İstanbul – 2000, s. 64-71 128 | Emine Öz türk idi. Afrodit bereketle özdeşleştirilmişti. Bu özellik Tanrıça Rhea ya da Demeter’e aitti. Afrodit aşk ve tutkuya hükmediyordu ve imgesi bugün belki de en çok bu özellikleriyle ünlüdür. Adı ya da mekanı ne olursa olsun, aşk tanrıçası, ilkbaharla çiçeklenen doğayla uykudaki tohumların ihtişamla açtığı dönemle özdeşleştirilir. Güzellik, en kusursuz bileşenidir; Afrodit’in çıplaklığı yüceltilir”.192 Görüldüğü üzere söz konusu anaerkil dönemde aslında adları çeşitli ülkelerde ve yerlerde değişmekle beraber kadınlar Aşk Tanrıçası adına hem de ibadet yaptıklarına inanarak kendilerini tapınak ve tanrıça için körü körüne adıyorlardı. Ve bu adanmışlık ahlaksızca bir adanmışlıktı. Neticede cinselliğin ibadetle özdeşleştirildiği ahlakın yüzüstü olduğu bir anaerkil toplum vardı. Eğer hakikaten toplum anaerkil olduğunda ortaya çıkacak sosyal ahlaki manzara bu olacak ise, ki yüksek bir ihtimalle böyle olacaktır, o halde toplumun olduğu gibi kalması yeğdir. Yahudiliğin kadın erkek ilişkileri ile ilgili tavrını Tevrat’taki çok evlilikle ilgili tutumlara değinirken zikretmiştik. Şimdi kısaca da olsa Tevrat’ın kadın görüşüne dikkat çekelim. Tevrat’ın Yaratılış, 29:15-35; 30:1-2; Yaratılış, 16:1-4; II.Samuel, 5:13; 1.Krallar, 11:1-4’deki pasajlarında Tevrat’ın kadınla ilgili tavrını daha net görebiliriz. Daha önce sırf çok evlilikle ilgili değindiğimiz bu pasajlar şimdi bizim açımızdan şunu gösteriyor ki; Yahudi kadını erkeğin kendisine olan ilgisini bile iltifat sayıyordu. Dolayısıyla Adem ve Havva kıssasının Tevrat’ta kadının aleyhine ele alınışı hatırlanacak olursa, kadının Yahudi toplumunda hiç de makbul bir varlık olmadığını anlarız. Ancak erkek kadın münasebetlerine bakışına gelince bunları aşağıdaki Tevrat pasajlarında görebiliriz. “Biri başka birinin karısıyla yani komşusunun karısıyla zina ederse, hem kendisi hem (192)Nancy Qualls-Corbett, a.g.e., s. 79 AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 129 de zina ettiği kadın kesinlikle öldürülecektir”.193 Tevrat bu ve daha pek çok pasajda zinayı yasak etmiş olup, kadın erkek arası münasebetlere kesinlikle tahammül yoktur. Bununla beraber gene Tevrat’ta pek çok Peygamber de haksız yere zina etmekle itham edilir. Örmeğin Hz. Lut kızlarıyla birlikte olmakla suçlanır.194 Hz. Süleyman’ı ise karılarının saptırdığı söylenir.195 Hristiyanlığa gelince, bu dinin erkek kadın arası münasebetlere bakışı şöyledir. Hristiyanlıkta çoğu zaman evlilik değil kendini Tanrı’ya adama makbul görülmüş ve evliliğe tercih edilmiştir. Ancak evlilik yapıldıktan sonra da ayrılmak olmaz. “Öyle sanıyorum ki şimdiki sıkıntılar nedeniyle insanın olduğu gibi kalması iyidir. Karın varsa boşanmayı isteme. Karın yoksa kendine eş arama. Ama evlenirsen günah işlemiş olmazsın, bir kız da evlenirse günah işlemiş olmaz. Ne var ki, evlenenler bu yaşamda sıkıntılarla karşılaşacak, ben sizi bu sıkıntılardan esirgemek istiyorum”.196 Görüldüğü üzere Hristiyanlıkta evlilik dahi Tanrı’ya giden yolda bir engel olarak görülüyordu. Kaldı ki arkadaşlık yahut gayrimeşru bir münasebet asla kabul görmez, “Fuhuştan kaçının. İnsanın işlediği bütün öbür günahlar bedenin dışındadır; fuhuş yapan, kendi bedenine karşı günah işler”. 197 Tarih boyunca din, toplumların cinsel ahlakını belirleyen bir etken olmuştur. Özellikle Hristiyanlıkta yüzyıllar boyunca insanlar evlendikleri halde boşanamamışlar. Ancak Reformlara ve Rönesans’a kadar bu böyle devam etmiş. Protestanlığın kuruluşuyla pek çok şey değişmiş ve evlilik normal olduğu kadar zamanla boşanma da normal (193)Levililer, 20:10 (194)Yaratılış, 19 : 30-38 (195)1. Krallar, 11: 1-4 vd. (196)Korintliler, 7/8 :6-29 (197)Korintliler, 5/6:18 130 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 131 kabul edilmiştir. Özellikle tekrar zikretmek gerekirse Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da kadınlar ve erkekler birlikte bir arkadaşlık yahut flört dönemi geçirdikten sonra evlenmektedirler. Bugün artık din başlı başına bir etken olmaktan çıkmıştır. Bunlara yukarıda daha önce flört kavramının tarihçesini anlatırken değinmiştik. İslam’ın konuyla ilgili tavrını ve buna bağlı olarak Müslümanların bu tarz evlilik öncesi münasebetler hususunda geliştirdikleri tavrı daha iyi anlayabilmek için bu konuda Kuran’ın tavrına iyice bakmamız gerekiyor. Kuran ise iffet ve sevgi hususunda şöyle diyor. “Kadınların ay hallerinden kesilenler yani artık nikaha ümitleri kalmamış ihtiyarlar gizli ziynetlerini erkeklere göstermemeleri şartıyla, üst elbiselerini bırakmalarında onlar için bir sakınca yoktur. Ama bundan da çekinip örtünmeleri kendileri için daha hayırlı olur.”198 Burada çekinip örtünmek iffet anlamındadır. “İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi onun varlığının belgelerindendir. Bunlar da düşünen bir toplum için dersler vardır”.199 “Böyle kadınlara üstü kapalı bir şekilde evlenme önermenizde veya gönlünüzde olanı saklı tutmanızda size sorumluluk yoktur. Allah onları anacağınızı bilir. Ancak töreye uygun söz söylemenin dışında onlarla gizlice buluşmak üzere söz vermeyin. Kesin süre sona ermeden nikah akdine kalkışmayın. Gönlünüzde olanı Allah’ın bildiğini bilin ve ondan çekinin. Allah’ın çok bağışlayıcı ve halim olduğunu bilin”.200 İslam’a gelince, İslam sevgiyi asla toplumsal ve bireysel yaşamdan dışlamadığı gibi tam tersine eşlere evliliklerini sürdürme yolunda telkinlerde bulunarak Kuran’da bir sevgi toplumu inşa etmeye çalışmıştır. Ancak İslam’ın aradığı tek şey örfe yani toplumun genel kabullerine aykırı düşmeden bir münasebete girmektir. Allah’ın tek istediği bu yönde dürüst bir yaşamdır. Öncelikle şunu iyice vurgulamak lazım ki İslam bu konuda sevgiyi kesinlikle dışlamamakla beraber, evlilik öncesi bir cinsel birlikteliği asla doğru bulmadığı gibi, evlilik öncesinde zina eden bir kişinin ancak kendisi gibi bir zina edene layık olduğunu belirterek temizlerin ancak temizler için, bir zaninin de ancak bir zani için uygun olabileceğini ısrarla vurgulamaktadır. Bu konu 24/Nur Suresi 3. ve 26. ayeti kerimelerde şöylece vurgulanmıştır. “[Onların her ikisi de eşit derecede suçludur:] zina yapan erkek ancak zina yapan bir kadınla -yani, [kendi cinsel arzularını tanrılaştıran bir kadınla- birleşir; zina yapan kadın da ancak zina yapan bir erkekle –yani, [kendi cinsel arzularını] tanrılaştıran erkekle- birleşir: bu [birleşme] müminlere yasak edilmiştir”.201 Aynı şekilde Kuran Nur suresinin bir başka ayetinde ise gene evlilik öncesi iffete bir kez daha şöyle vurgu yapmaktadır. “[Kural olarak] yozlaşmış kadınlar yozlaşmış erkeklere; yozlaşmış erkekler de yozlaşmış kadınlara yaraşır. Tıpkı lekesiz kadınların lekesiz erkeklere; lekesiz erkeklerin de lekesiz kadınlara yakıştığı gibi. [Allah, bu sonrakilerin] haklarında çıkarılan söylentilerin hepsinden masum ve uzak olduklarını [bildiğine göre], günahlarından ötürü bağışlanma ve büyük üstün rızık onların hakkıdır”.202 Bütün bu ayetler Kuranı-ı Kerim’in ne kadar hassas olduğunu bize açıkça göstermektedir. Ayrıca gene aynı suredeki erkekleri ve kadınları harama bakmaktan sakınsınlar diye müminleri uyaran ve aynı zamanda başörtüsü için de delalet kabul edilen ayet, yani Nur Suresi 31. ayeti kerime ve ondan bir önceki ayeti kerime bu konunun yani iffetin, ruhsal ve bedensel temiz- (198)4/Nur /60 (199)30Rum/21 (200)2/Bakara/235 (201) 24/Nur/3 (202)24/Nur/26 132 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 133 liğin ne denli önemli olduğunu bize açıkça göstermektedir. Şimdi bu ayetlere bakalım. “İnanan erkeklere söyle, gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler ve iffetlerini korusunlar; temiz ve erdemli kalmaları bakımından en uygun davranış tarzı budur. [Ve] Şüphesiz Allah onların (iyi ya da kötü) işledikleri her şeyden haberdardır. İnanan kadınlara da söyle, onlar da gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler; iffetlerini korusunlar; örfen görünmesinde sakınca olmayan yerleri dışında, cazibe ve güzelliklerini açığa vurmasınlar ve bunun için, başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Cazibe ve güzelliklerini kocalarından, babalarından, kayınpederlerinden, oğullarından, üvey oğullarından, kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin ya da kız kardeşlerinin oğullarından, kendi evlerindeki kadınlardan, yahut yasal olarak sahip oldukları kimselerden, yahut kendilerine bağlı olup cinsel isteklerden yoksun bulunan erkeklerden, ya da kadınların mahrem yerlerinin henüz farkında olmayan çocuklardan başka kimsenin önünde açığa vurmasınlar; ve [yürürken] gizli görkem ve güzelliklerini belli edecek şekilde ayaklarını yere vurmasınlar. Ve siz ey müminler, hepiniz topluca günahkarca davranışlardan dönüp Allah’a yönelin ki kurtuluşa erişesiniz”.203 Bu ayetlerde bir satır arası okuma yaparsak ayetler açık olarak ifadelendirdikleri gözlerini harama bakmaktan koruma, ziynetlerini tek tek en ince ayrıntılarıyla zikredilen mahrem olanların dışındaki kimselere göstermeme gibi noktaların dışında ruhsal iffetin aynı zamanda bir bedensel iffetten geçtiğini ifade etmektedirler. Yani ruhsal ahlak ve iffetin anahtarı bedensel ahlak ve iffettir. Bu da bizim konumuz olan flörte şu noktada ışığını yansıtır ki, flörtte birlikte olunan kimse namahrem olan bir zattır. Yani belki böyle bir münasebette kişi bilhassa gizli gizli buluşmayı ve yalnız bu niyetle yani flört etmek niyetli birlikte olmayı kabulleniyorsa, Allah’ın bu ayetlerine muhalefet etmiş olacağı açıktır. Allah-ü Teala iffete o denli önem verir ki, iffetli olan bir ehli kitabı, iffetli olmayan bir Müslüman’a tercih etmektedir. “Bugün hayatın bütün güzel şeyleri size helaldir; sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir. Ve [bu ilahi kelama] inanlar içindeki iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine vahiy verilenler arasında bulunan kadınları nikahlamanız; -onlara mehirlerini vermeniz şartıyla ve onları gayrimeşru yolla ya da gizli dost tutma yoluyla değil de meşru bir nikah ile almanız şartıyla size helaldir. [Allah’a] inanmayı reddedene gelince; onun bütün işleri boşa gidecek: zira o öteki zarara uğrayanlar arasında yer alacaktır”. Gene pek çok başka ayette olduğu gibi bir ayette de iffete şöyle vurgu yapılmaktadır. “Ve onlar ki iffetlerini korurlar”.204 Bu ve Ahzab suresi 35. ayeti kerime gibi pek çok ayet iffete devamlı vurgular yapmaktadırlar. Bu, Kuran-ı Kerim’in aslında bu konuda nasıl da hassas olduğunu ve sürekli vurgular yaptığını bize açıkça gösteriyor. Bütün bunlar dolayısıyla Müslümanlar da tarih boyunca bu konularda çok hassas davranmışlar hatta Kuran’da Allah’ın vurguladığı bu iffeti korumak için Müslüman kadınlar Hz. Peygamber ve bilhassa ilk dört halife döneminden sonra kendilerine getirilen fitne döneminde, artık mescide, artık istediğiniz her yere gidemeyeceksiniz şeklindeki yasaklara ses çıkarmamışlardır. Bugünün şartlarıyla abartılı bulunsa da bu hareketin asıl sebebi Allah’ın hudutlarını aşma korkusudur. Ancak İslam Tarihindeki bu yasaklamalar asla bir takım gayrimeşru münasebetlerin olmasını önlememiştir. Çünkü her devir ve her toplumda günah ve sevap kavramları vardır ve olacaktır. Ayrıca İslam Tarihine bakıldığında görülecek ki, İs- (203)24/Nur/30-31 (204)23/Mü’minun Suresi/5 134 | Emine Öz türk lam toplumlarında bu yönde, yani cinsel münasebetler hususunda büyük sapmalar toplumsal bazda asla olmamıştır. Bunun sebebi ise İslam’ın bu hususlar hakkında geliştirdiği sağlam metot ve her zaman her hususta olduğu gibi burada da itidal ve orta yolu tavsiye etmiş olmasıdır. Ancak bugün yasalarımızda bir erkeğin birden çok kişiyle veliliğini yasaklayan kurallar bulunduğu için ve daha önce toplumsal değişme maddesinin sonunda da belirttiğimiz gibi insanlara da bir ilişkide sonuna kadar gitmek zor geldiği için, genelde halk arasında İmam Nikahı denen ve aslında artık bir dua yapmaktan başka hiçbir hukuki fonksiyonu kalmamış olan bir sözde nikahla birlikte olma eğilimi göze çarpıyor. Aslında Cahiliye Devrinde de bulunan ve Allah Resulü’nün yasakladığı bir nikah olan Muta nikahıyla birlikte olma eğilimi göze çarpıyor, ancak bu, İbrahim Canan’ın bu konuya ayrıca kitap tahsis ettiği çok hassas bir konudur. Bu durumun daha çok dindar yani dini endişesi olan çevrelerde ortaya çıktığı ise Nilüfer Narlı’nın, “Türk Toplumunda İmam Nikahı Olgusu” adlı makalesinde vurgulanmaktadır. Kısaca şu söylenebilir ki, bu nikah muvakkat yani belirli bir zamanla kayıtlı olduğu için, bu nikah yapılırken belirlenen süre sonunda sona erdiği için, yani bir ömür boyu sürmek zorunluluğu bulunmadığı için flörte alet olarak kullanıldığı ilgili eserlerde zikredilmektedir. Ki bu tarz ilişkilerin gençler arasında kurulmasının özellikle son yirmi yılda açığa çıkan dini eğilimlerin yaygınlaşmasıyla ortaya çıkmış bir davranış olduğu görülmektedir. KAYNAKÇA • • • • • • • • • Ahmed bin Hanbel, Müsned, Kahire-1313, c.VI, s. 405, No.2; Ebu Davut es-Sicistani, Sünen, İmametü’n-Nisa, c.II, s. 62; İbn-i Abdi’l –Berr, el-İstiab, Küna’n Nisa, Haydarabad-1309, No.107; İbn Hacer el-Askalani, Metalibu’l Aliyye, Kuveyt-1393, No.4159 Akın Ayşe, Üreme Sağlığına Giriş Katılımcı Rehberi, Toplumsal Cinsiyet Kavramı ve Sağlığa Etkileri, T.C. Sağlık Bakanlığı Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Genel Müdürlüğü Katılımcı Kitabı, Ankara, 2009, s. 14. Aşkın Anatomisi (Derleme Kitap), Çeviren: Harmancı Mehmet ; Derleyen: A. Krich, Say Yayınları, İstanbul, 2005, s. 58-59. Attar Feridüddin, Tezkiretü’l Evliya, çev. Uludağ Süleyman, Bursa 1984, s. 110-127 Bardakoğlu Ali, “Cahiliye Döneminde Kadın”, Sosyal Hayatta Kadın, İSAV, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1996. Baymur Feriha, Genel Psikoloji, İnkılap Yay., İstanbul, s. 62 Bozkurt Gülnihal, “Cumhuriyet Öncesi ve Sonrasında Türk Kadının Hukuki Durumu”, Kastamonu’da İlk Kadın Mitinginin 75. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu, Ankara – 1996, s. 157 Cevizci Ahmet, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Aşk Maddesi, Paradigma Yay., İstanbul / Eylül – 2000. Chantal Quelquejay/Lemercier, “Birinci Dünya Savaşından Sonra Fransa’da Kadın Hakları ”, 136 | Emine Öz türk • • • • • • • • • • • • • • • • Çunbur Müjgan, Karaco’ğlan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara, Aralık –1985. Demirdirek Aynur, Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışının Bir Hikayesi, İmge Kitabevi, Ankara –Ocak/1993. Develioğlu Ferit, Osmanlıca–Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın Yay., Ankara –1997, s. 284 Doğan İsmail, Sosyoloji, Sistem Yay., İstanbul / Ocak – 2000, s. 379;Özbay Haluk – ÖztürkEmine, Gençlik, İletişim Yay., Yeni Yüzyıl Kitaplığı, s. 12; Mary . J. Gander – Harry W. Gardiner, Çocuk ve Ergen Gelişimi, Yayına Hazırlayan: OnurBekir, çev. DönmezAli, ÇelenNermin ve OnurBekir, İmge Kitabevi Yay., Ankara – 1998. Hüseyin Peker, Din Psikolojisi, Aksiseda Matbaası, Samsun –2000. Dönmezer Sulhi, Toplumbilim, Beta Basım Yayım Dağıtım A. Ş., İstanbul –1994. el-Kastallani, İrşadü’s-Sari, Şerh’ul Buhari, c.III, s. 22; el– Hakim, Müstedrek, Haydarabad Dekkan-1334; c.4, s. 25 -Zeynep bin tu Cahş maddesine bakınız; İbni Kesir, el- Bidaye ve’n Nihaye, Kahire-1351, c.VII. Erol Burçin, “ Tanzimat’tan Cumhuriyete Türk Kadını ”, Kadın Mitinginin 75.Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu, Ankara – 1996, s. 147-152 et–Taberi, Muhammed bin Cerir, Tarih’ulUmemive’lMuluk, Tah: Muhammed Ebu’lFadl İbrahim, Beyrut-1967, c.IV, s. 221; İbniAsakir, Ebu’l Hakim Ali bin el-Hasan Hibetullah, Tarih-u Medinet-i Dimaşk (Teracim’un –Nisa, kısmı) , s. 457 Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri, “ Türklerde Aile İçtimaiyatı ”, Aile Yazıları : Temel Kavramlar, Yapı Tarihi Süreç, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yay.,Ankara –1991. Giddens, A. Sosyoloji, çev. ÖzelHüseyin – GüzelCemal, Ayraç Yay., Ankara – 2000. GökalpZiya, Türkçülüğün Esasları, İnkılap Yay., İstanbul –2001. GökçeBirsen; “Evlilik Kurumuna Sosyolojik Bir Yaklaşım”, Aile Yazıları 4, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yay., Ankara –1991, s. 385-400 GümüşoğluFirdevs, “Cumhuriyet Döneminin Ders Kitaplarında Cinsiyet Rolleri (1928-1998)”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, Bilanço ’98, Tarih Vakfı Yayınları ve Türkiye İş Bankası Yayınları Ortak Yayını, İstanbul / Ekim – 1998, s. 101 II. Samuel, 5:13 İbni Habib; Ebu Cafer Muhammed bin Habib bin Umeyye bin • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • Ömer el- Haşimi, Kitabu’l – Muhabbar, Beyrut. İbni Sad, Ebu Abdillah Muhammed, et- Tabakat’ül Kübra, c. IV, c. V, ve c. VIII. İbniŞebbe, Kitabu Ebu Zeyd Ömer en-Numeyri el-Basri, KitabuTarih’lMedineti’l Münevvere, Tah:Fehim Muhammed Şeltut, Cidde-1979, c.I ve c.IV. İbnu’lCevzi, CemaleddinEbu’lFerec, MenakıbuEmiru’lMü’minin Ömer bin el-Hattab, Beyrut-1987. KahhaleÖmer Rıza, A’ lamü’ – Nisa, fi alemeyi’ l – Arabi, ve’l İslam, Dimaşk – 1378 - 1959, c.V., s. 295; c.IV, s. 90-91; c.II. KaraerMustafa Necati, Karac’oğlan, Tercüman 1001 Temel Eser, Kervan Kitapçılık Ofset A. Ş., s. 44-4 KocaKadriyeYılmaz, Osmanlı’da Kadın ve İktisat, Beyan Yay., İstanbul, s. 37 Konuyla ilgili bkz. FetnaAytSabbah, İslam’ın Bilinçaltında Kadın, çev.SönmezAyşegül Ay, Ayrıntı Yay., İstanbul –1993; ayrıca bkz. Sayın Dalkıran, İbni Kemal ve Düşünce Tarihimiz, Osmanlı Araştırmaları Vakfı (OSAV) , İstanbul – Haziran 1997, s. 62 ( 7. Dipnotta İbni Kemal’in söz konusu eseriyle ilgili bilgi bulabilirsiniz.) Konuyla ilgili daha geniş malumat için bkz. NarlıNilüfer, “Türk Toplumunda İmam Nikahı Olgusu”, Kadınların Gündemi, Yayına Hazırlayan: AratNecla, Say Yay., İst.-1997, s. 79-88., Cananİbrahim, Namus Fitnesi Mut’a, Timaş Yay., İst-1992. Korintliler, 5/6:18 Korintliler, 7/8 :6-29 KöknelÖzcan, “Gençlik Çağında Kız-Erkek Arkadaşlığı”, Aile Yazıları/III, Birey Kişilik ve Toplum, Derleyenler:DilekçigilBeylü, ÇiğdemAhmet, Ankara-1990, s. 277 KurnazŞefika, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, s. 70 Levililer, 20:10 Longman Metro, Büyük Sözlük İngilizce - Türkçe / Türkçe – Türkçe, s. 549 Longman Metro, gös .yer Longman Metro, gös .yer Matta, 25: 9 -13 Matta, 25:1-8 Merlin Stone, Tanrılar Kadınken, çev. Nilgün Şarman, Payel Yay., Özal Matbaası, İstanbul – 2000, s. 64-71 Meydan Larousse, Aşk Maddesi, c. II, s. 225 Meydan Larousse, Büyük Lugat ve Ansiklopedi, c. VII. 138 | Emine Öz türk • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • Meydan Larousse, c.VII, 420 Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev.SalihTuğ, İrfan Yayımcılık ve Ticaret, İstanbul – 1993, c.II. MuhsinAmineVedud, Kuran ve Kadın, çev.ŞişmanNazife İz Yayıncılık, İstanbul –1997. MunganMurathan, Mahmut İle Yezida, Ağustos –1995, s. 9-98 MutçalıSerdar, Arapça-Türkçe Sözlük, , Dağarcık Yay, İstanbul/ Aralık–1995 s. 427 - 646 Nancy Qualls-Corbett, Kutsal Fahişe, çev. Gül Çağalı Güven, Tavanarası Yay., İstanbul – 2001. Ney Bendason, Başlangıcından Günümüze Kadın Hakları, çev. TekeliŞirin, İletişim Yay., Yeni Yüzzyıl Kitaplığı, s. 28; BoleliNusrettin, Kadınların Hadis İlmindeki Yeri, İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay. (İFAV) , İstanbul – 1998 Okiç Muhammed Tayyip, İslamiyet’te Kadın Öğretimi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ay yıldız Matbaası, 1984 Ooxford Resimli Ansiklopedik Sözlük, Yayına Hazırlayanlar : J. Coulson, C. T. Carr, LucyHutchinson ve DorothyEagie, çev . Resuhi Dikmen başkanlığındaki bir yayın kurulu, c. II, s. 634 ÖzakmanMemduh, Flört, Saypa Yay., Ankara, 1997. Redhouse, İngilizce–Türkçe/Türkçe–İngilizce Sözlük., Milliyet Yay. İstanbul-1992, s. 831 Rezan Şahinkaya, “ Gençler Arasında Yaygınlaşan Kohabitasyon’un Geleneksel Aile Kurumuna Etkisi ”, Cumhuriyet Köye Köylü Kadına ve Türk Ailesine Neler Getirdi?,A.Ü.Ziraat Fak. Yay., Ankara – 1977, s. 92 SafaPeyami, Kadın Aşk Aile, Ötüken Yay ., İstanbul, 1976. SafaPeyami, Türk İnkılabına Bakışlar, Ankara, 1981. SaranNephan, “Aile Hayatı ve Toplum”, Aile Yazıları-III, Birey Kişilik ve Toplum, s. 140. SaranNephan, “Aile Hayatı ve Toplum”, Aile Yazıları-III, Birey Kişilik ve Toplum, Derleyenler: DilekçigilBeylü, ÇiğdemAhmet, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, Ankara-1990. SavaşRıza, Raşid Halifeler Devrinde Kadın, Ravza Yay., İstanbul – Nisan 1996 Shakspeare, Romeo ve Jüliet, çev. Turan Oflazoğlu, Bilgi Yay., Aralık –1995, s. 136-139 Sigmund Freud, Uygarlık Din ve Toplum, çev.Budak Selçuk, Öteki Yay ., Ankara 1997, s. 140. Söz konusu alıntı için ve daha geniş bilgi için bkz.Şenel Alaeddin, AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 139 • • • • • • • • • • İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Bilim ve Sanat Yay., Ankara –1995, s. 47-67 Tahiru’l –Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, Selam Yay., Ahmet Said Matbaası, İstanbul , 1963. Tok Gökhan, gös.yer, s. 45 - 46 TokGökhan, “ Eski Ama Eskimeyen Masal Tarih Boyunca Aşk ”, Bilim ve Teknik, Mayıs – 2001, s. 43-44. TokGökhan, gös.yer, s. 43 TümerGünay, İslam’da Kadın, Kadın Mitinginin 75.Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu, Ankara – 1996, s. 173-174 Türk Ailesinde Adolesanların Sorunları, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yay., Ankara, 1987. UludağSüleyman, Sufi Gözüyle Kadın, s. 25 ÜçokBahriye, İslam Devletlerinde Türk Naibeler ve Kadın Hükümdarlar, Kültür Bakanlığı Ünal Cavit, “Cinsiyete Bağlı Psikolojik Farklar ve Türk Çocukları Üzerinde Bir Karşılaştırma”, Aile Yazıları/III, Birey Kişilik ve Toplum, Derleyenler:DilekçigilBeylü, ÇiğdemAhmet, Ankara, 1990. Yanbastı Gülgün, Kişilik Kuramları, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir-1996, s. 16-25 140 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 141 142 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 143 144 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 145 146 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 147 148 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 149 150 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 151 152 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 153 154 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 155 156 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 157 158 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 159 160 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 161 162 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 163 164 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 165 166 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 167 168 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 169 170 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 171 172 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 173 174 | Emine Öz türk AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 175