İSLAM HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Sayı: 18 Ekim 2011 İs lam H u k u k u Araştı r m al ar ı D e rgi si , s y. 1 8 , 2 0 1 1 , s. 1 4 3 - 1 5 5 WAEL B. HALLAQ İLE İSLAM HUKUKU VE İSLAMÎ İLİMLER ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ Hazırlayan: F. Betül Güney Altıntaş1* Fatma Betül Altıntaş: Öncelikle röportaj ricamızı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. İlk olarak hayat hikayeniz üzerinde durmak istiyorum. İslam ve İslam hukukuna olan ilginiz ne zaman başladı? Geçmiş yaşantınız bu alanı seçmenizde etkili oldu mu? Oldu ise ne yönden etkili oldu? Wael Hallaq: İslam Hukukuna ilgim aslında tamamen bir rastlantı ile başladı. Hukuka ilgim vardı ve avukat olmayı istiyordum. İsrail’deki belli politik şartlar ve 1973 savaşı nedeniyle ilgimin olduğu bu alanda devam edemedim. Ekonomik şartlardan dolayı da memleketime daha yakın, hukuk bölümünün olmadığı fakat çalışıp para kazanma imkanı bulabileceğim bir üniversiteye gitmeye karar verdim. Zira ne zengin bir ailem vardı, ne de kurumsal bir desteğim. Hiçbir ekonomik desteğim yoktu. Okumak için çalıştım. Mesleğim inşaatçılıktı, binalar yapıyordum. Bu şekilde para kazandım. Bu şekilde Haifa Üniversite’sinin yakınında memleketim Nâsıriyye’ye (Nazareth) yakın bir üniversiteye gittim ve orada Siyasal Bilimler ve Orta Doğu Tarihi okudum. Bu iki alan da aslında bana hukuk kadar olmasa da hitap eden, gönlüme yatan alanlardı. Fakat dediğim gibi hukuka olan bu ilgimi devam ettiremedim. Bu şekilde başladım ve mezun oldum. Yüksek lisansımın yarısını da Siyasal bilimler ve Orta Doğu Tarihi üzerine yaptım. Daha sonra Amerika’ya geldim ve doktoramı Siyasal bilimlerde yaptım. Fatma Betül Altıntaş: Yani Amerika’ya gelişiniz doktora döneminizde oldu. Wael Hallaq: Evet. Doktoramı University of Washington’da yaptım. Orada, tesadüfen Filistinli bir profesörle tanıştım. Kendisi bölümün başkanıydı ve İngiliz mandası altındaki Filistin’de Kadı olarak çalışmıştı. Princeton Üniversitesi’nde hocalık yapmak üzere Filistin’den gelmişti. Daha sonra ise Orta Doğu Araştırmaları * Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi, fatmazehrabetul@gmail.com 144 | Hazırlayan: F. Betül Güney Altıntaş bölümünü kurmak üzere University of Washington’a geçmişti. Kendisi iyi bir avukat ve hakimdi. Bana niye Siyasal Bilimler çalıştığımı sordu. Birçok siyasal bilimcinin bulunduğunu fakat İslam Hukukunun ilgiye ihtiyacı olduğunu ve ileriki dönemde çok önemli hale geleceğini söyledi. Bunu söylediğinde tarih 1978’di. 1979’da İran devrimi patlak verdi ve dediği gibi İslam hukuku çok ilgi gören bir konuma geldi. Herkes İslam hukuku hakkında konuşmaya başladı. Ben de İslam hukukunu araştırmaya karar verdim. Aslında ilk etapta çok ilgimi çekmemişti. Hukuku seviyordum ama hukukun bazı yönleri ilgimi çekmiyordu. Teorik kısmıyla uğraşmak istiyordum ve danışmanımın da etkisiyle bu alanla ilgilenmeye başladım. Fatma Betül Altıntaş: Bahsettiğiniz danışmanınız hala yaşıyor mu? Wael Hallaq: Evet yaşıyor. Emekli oldu. Şimdi 86-87 yaşlarında: Ferhad Ziyad. Kendisi de İslam hukuku üzerine bazı araştırmalar yapmış ve tahkik çalışmalarında bulunmuştur. Bana “Madem ki Siyasal Bilimler ve tarihi seviyorsun, niçin Kadılar üzerine birşeyler yazmıyorsun?” dedi. Yüksek lisans tezimde kadılarla ilgili bir çalışma yaptım. Çok zor bir çalışma değildi. Üzerinde çalışabilecek mükemmel bir konu olduğunu da düşünmüyordum. Fakat, bunu yaparken Nicholas Heer adlı başka bir profesör sayesinde fıkıh usûlünü keşfettim. Bu benim için adeta bir aşk hikayesi oldu ve fıkıh usûlünün müptelası oldum. Sonraki yirmi yıl boyunca, daha doğrusu şu ana kadar hep ilgimi çekti. Her ne kadar şu anda başka konularla uğraşıyor olsam da fıkıh usûlü her zaman gündemimde. Fatma Betül Altıntaş: Peki avukat değil de İslam araştırmaları üzerine çalışan bir Profesör olmaktan şu anda memnun musunuz? Wael Hallaq: Kesinlikle evet. Amerika’ya geldikten sonra avukat olmanın bana göre olmadığını farkettim. İyi ki hukuk fakültesine gitmemişim diye düşündüm. Aslında benim fıkıhla uğraşmaya başlamam daha sonraki aşamada oldu. İlk başlarda ilgimi çeken şey, İslam hukukunun en entellektüel parçasını oluşturan fıkıh usûlüydü. Bu ilgimin başlamasından ancak yirmi yıl sonra füru fıkıhla ilgili çalışmalar yapmaya başladım. Çünkü fıkhı farklı bir şekilde, entellektüel bir şekilde görmeye başladım. Bundan kastım İslam hukukuna avukat gibi bir yaklaşım tarzı değil tabi. Nikah hukuku, boşanma hukuku ne yapar, nedir tarzında değil. Ben hukuku, hukukun doğasına, felsefesine, tarihine ve dünyayı görüş yöntemine yönelik argümanlar kurmak için kullandım. Hem teori hem de hukuka karşı başından beri bir ilgim vardı. Ferhad Ziyad İslam hukuku üzerine çalışmamı önerdiğinde verdiğim ilk tepki “İslam hukukuyla neyi kast ediyorsunuz, Şeriatı mı? Şeriat öldü!” dedim. Ziyad “Hayır hayır, geri gelecek” dedi. Şeriat’le ilgilendiğimi kime söylesem, niçin böyle bir ilgimin olduğunu soruyorlardı. Bu konunun çok eski, modası geçmiş bir mevzu olduğunu düşünüyorlardı. Böyle bir konuyla niçin ilgileniyorsun ki diyorlardı, yani anlayamıyorlardı. Wael B. Hallaq ile İslam Hukuku ve İslamî İlimler Üzerine Bir Söyleşi | 145 İlk başlarda, konunun önemini anlamam bir kaç ayı buldu. İçine girip, üzerindeki perdeyi araladığımda ise tabi ki durum çok farklı oldu. Kariyerimi bu alan üzerine yaptım. Fatma Betül Altıntaş: Modern öncesi dönemdeki metinleri ve İslam hukukunun kaynaklarını modern bağlamda nasıl okuyup yorumlayabiliriz sizce? Wael Hallaq: Bu çok geniş bir konu. Ama bu alanda geçirdiğim otuz yıldan sonra şunu söyleyebilirim ki, bu soru İslam hukukunda doktoramı yapmaya başlamamdan itibaren zihnimde her daim var olan nadir birkaç sorudan biridir. Bu konu zihnimden kısa bir süre dahi çıkmadı, hep benimleydi. Şimdi ise üzerine çalıştığım bir kitabın konusunu oluşturuyor. Hem bu konu, hem de cihad ile ilgili iki kitap üzerinde çalışıyorum. Hangisine öncelik vereceğimi bilmiyorum. Bu konu öncelikli olarak özellikle Kur’ân ve diğer kaynaklar ile ilgili. Fakat bana göre en önemli kaynak Kur’ân. Çünkü içinde yaşadığımız dünya kolayca değişebilecek bir dünya değil. Geçmişe geri dönemiyoruz, geçen geçiyor. Tarih, geçmiş demek yani. Bunun gibi, var olan kuruluşları da değiştiremiyoruz. Fakat şimdilik Batının bizzat kendisinin katıldığı bir projeye katılabilirz. Bu konudaki fevkalade husus, Müslümanların doğru dili konuşuyor olmaları. Çünkü güçlünün zayıfın dilini anlaması imkansızdır. Güçlü sadece bir tek dilde konuşur. Basit bir örnekle açıklamak gerekirse, ABD’de 300 milyon insan var ve çok az insan İngilizce dışında bir dil biliyor. Hatta İngilizce, anadili İngilizce olanlar için bile problem teşkil ediyor. Bu sadece dille ilgili bir durum değil, kültürel bir fenomen. Avrupa’nın ve Amerika’nın yani Euro-Amerikan dünyanın İslam dünyasıyla meşgul olması hakkında umudumuz çok az. Çünkü güçlü olan yanlızca bir dil bilir ki, o da güç ve şiddettir. Fakat Müslümanlar şimdi Batılı entelektüellerle ve Batının Akademik kurumlarıyla ilişki kuracak konumdalar. Müslümanlar artık dünyadaki diğer tüm kişilerden daha donanımlı olduklarını ortaya koyuyorlar. Bu Müslümanların bugünkü gücü. İslam geleneği -doğru okunduğu takdirde- Batının bizzat kendisinin problem olarak tanımladığı sorunlara inanılmaz çözümler sağlıyor. Mesela Charles Larmore, Mac Intyre yahut Taylor yahut Beila gibi kişilerin tanımlamaya çalıştıkları problemler ve sunmaya çalıştıkları çözümler, Müslümanların kendi geleneklerinde hazır buldukları çözümlere birçok yönden benzemektedir. Müslümanlar bu açıdan çok elverişli bir konumdalar. Benim ‘ahlakî kaynaklar’ olarak adlandırdığım kaynaklardan sadece kendilerine değil dünyadaki (kapitalizm/modernizm kaynaklı) ahlakî projeye çözümler sunabilecek konumdalar. Fakat güçlü bir dille konuşmaları gerekiyor ki şu andaki problem de bu. Şu ana kadar Batılı aydınlara karşı nasıl konuşacaklarını öğrenebilmiş konumda değillerdi. Güçlü bir şekildeden kastım şu: “Biz eşitiz, siz de benim karşı karşıya kaldığım sorunların aynısıyla karşılaşıyorsunuz. Çünkü aynı modern projenin içerisinde yaşıyoruz. Ben size şimdi sizin sorununuzu anlatacağım ve benim problemim ile sizin probleminizin aslında aynı olduğunu göstereceğim ve geleneğimden gelen ve sizin probleminizi de çözmenize yardım edecek bir yöntem önereceğim” demeyi başaramadılar. 146 | Hazırlayan: F. Betül Güney Altıntaş Fatma Betül Altıntaş: Bu aynı zamanda son zamanlarda çokça görülen İslam’a karşı olumsuz yaklaşım ve korkuların da yok olmasına yardımcı olacaktır, öyle değil mi? Wael Hallaq: Evet öyle. Bu sorunun cevabı aynı zamanda modern zamanda kaynakların nasıl okunup yorumlanacağı konusuna da bir cevap teşkil ediyor. İslamın Kur’ân ve sünnet gibi kaynaklarının bugün anlaşılması gerekiyor. Ama benim için asıl olan Kur’ân. Çünkü Kur’ân herşeyin kaynağı, sünnet ise Kur’ân’ı yorumlama konumunda. Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Kur’ân’la çelişen bir Peygamber düşünülebilir mi? Tabi ki olmaz. Peygamberin sünneti, Tanrının Kur’ân vasıtasıyla yapılmasını istediği şeylerin açık bir şekilde sergilenmiş halidir. Bu yüzden asıl paradigma Kur’ân’dır. Ve Kur’ân’a baktığınızda aslında onun tek bir şey hakkında olduğunu görürsünüz. Bu şey, herşeyi harekete geçiren nihai güçtür: Ahlaklı insan... Kur’ân’ın ortaya çıkarmaya çalıştığı şey budur gerisi detaylardır. Üzerinde çalıştığım kitabımda Kur’ân’ı temalara göre analitik olarak parçalara ayırıp Kur’ân’ın asıl üzerinde durduğu şeyin ahlak olduğunu ortaya koymaya çalışıyorum. Kur’ân’ın merkezi nüfuz/ilgi alanı ahlaktır. Bu aslında Schmidt tarzı bir açıklamadır; daha doğrusu benim Schmidt’in yöntemini bu konuya uyarlamamdır. Bu karşılaştığınız her mesele için gereklidir; her toplum, her toplumun birimi, her yer için mutlaka diğerlerinden daha büyük, geride kalan herşeyin kendisine göre ikincil olduğu, herşeyin ona tabi olduğu, tüm prensiplerin hizmetinde olduğu ana prensipler olmalıdır. Kur’ân için bu ana prensip ahlaktır. Fatma Betül Altıntaş: Derslerinizde azap vadeden ayetlerin hukuki kurallarla ilgili değil, ahlaki konularla ilgili olduğunu söylemiştiniz, bu da yine bu konuyla ilgili bir görüştü. Wael Hallaq: Evet. İster recm, ister kırbaç cezası olsun, emredilmiş olan bu gibi şeyler Kuran’daki ana konular değildirler. Bunlar ana prensipleri destekleyen detaylardır bence. Yani bunlar ana prensibe tabi olan konulardır. Başka bir ifadeyle, Kur’ân’ın amacının cezalandırma olduğunu söylemenin imkanı yoktur. Zaten bunu ispat edemezsiniz. Eğer Kur’ân doğru bir şekilde incelenirse aslında bu söylediğim teorinin çok da yeni bir teori olmadığı görülür. Yeni olan şey, ona ulaşma yöntemidir. Fazlurrahman ve onun gibi düşünenler için mesela Double Movement teorisiydi bu. Yani bugün yaşadığınız olayı-durumu görürsünüz sonra Kur’ân, sünnet yani erken dönem İslam’da bu konunun mantığını ve hikmetini görürsünüz. Sonra bu hikmeti, işin mantığını bugüne uygularsınız. Bence bu çok mekanik ve yorucu bir metod. Buradaki temel amaç, kesin ve aşılamayacak asgari standartlar koymak olmalı bence. Yani bu sınırların altına inemezsiniz. Standartı belirlediğiniz zaman işlem tamamdır. Ahlaki olarak yaşamak ne demektir? Mesela toplumdaki fakirlerin korunması bunlardan mıdır değil midir? Bu gibi sorular asıl önemli sorulardır bence. Buna karar verirseniz insanların insanca toplum içinde birlikte yaşadıklarını görürsünüz, birbirlerine merhametli olduklarını görürsünüz. Hatta yanlız birbirlerine değil herşeye merhametle yaklaştıklarını görürsünüz. Ağaçlara, Wael B. Hallaq ile İslam Hukuku ve İslamî İlimler Üzerine Bir Söyleşi | 147 taşlara, çevreye bile. Aslında bu çok önemli bir nokta. Bunu farketmeyi başarırsak çok şey değişir. Modern projenin endüstrileşme adı altında yaptığı şeylerin ne kadar yanlış olduğunu görürsünüz. Tanrı bize ağaçların, dağların, derelerin, doğanın varlığıyla ilgili sınırı aşmamayı emretmiştir. Çünkü onlar da Tanrının yarattığı şeylerdir. Bizden parçalardır. Biz onlarla birlikte hayat içerisinde bulunuruz. Bunu çözersek aslında birçok şey çözülür. Fatma Betül Altıntaş: Sizce modern öncesi İslam toplumunda şeriat -ahlaki bir buyruk olması açısından- ne gibi bir fonksiyon görüyordu? Wael Hallaq: En basitinden ifade edersek, o dönemdeki öncelikler materyalistik değildi, kâr ve verimlilik ön planda değildi. Bu durum aslında o dönemde her yerde geçerliydi. Çin’de, Hindistan’da. Çin’de Hindistan’dan daha fazla ve muhtemelen bazı zamanlarda da Çin’den çok İslam ülkelerinde. Fakat bunlar paradigmatik yani örnek oluşturabilecek tarzda değillerdi. O gün söz sahibi değildi bu öncelikler, kural değildiler; herşeyin kendisi ile ölçüldüğü yüksek standartlar değildiler. Devlet üzerine yazdığım ve bir yıl içerisinde yayımlanacak olan son kitabımda da dediğim gibi, İslam’ın en merkezi etkinlik alanı ve en yüksek örneği şeriattı ve şeriat ahlaki bir paradigmaydı. Fatma Betül Altıntaş: Bu durumda şeriat ve İslam hukukunun en önemli parçasının ahlak olduğunu söylüyorsunuz. Wael Hallaq: Aynen öyle, şeriat Müslümanların Kur’ân’ın kendilerinden istediği şeyleri yansıttıkları en iyi girişimdir. Gerçi şeriat bazı ayrıntılarda Kur’ân’dan ayrılır. Bunda şüphe yoktur. Sonuçta fakihler farklı dönemlerde yaşamışlardır ve zaman zaman kendilerini döneme uygun hale getirmeleri gerekmiştir. Fakat Kur’ân’ın paradigma tasavvuru fakihler de dahil, Müslümanların her zaman zihnindedir. Fakihler birilerinin dediği gibi İslamı istedikleri yöne çevirmemişlerdir. Fakihler Avrupanın kilisesi gibi bir konumda değildirler çünkü. Sosyal açıdan toplumun bir parçasıydılar. Bugün birileri çıkıp geçmişteki Fukahayı İslam’ı istedikleri gibi yönlendirmekle suçluyorlar. Müslümanlar ve İslamcılar eğer ulemanın ‘sosyoloji’sini, yani nereden geldiklerini, toplumla nasıl bağlantılı olduklarını bilseler; bu iddiada bulunanların aslında bu güne kadar yaşamış bütün Müslümanların özlerini kaybetmiş olduklarını söylediklerini anlamış olurlar. Bu iddia, Müslümanların ne yapacaklarını bilmedikleri ve aslında aptal olduklarını iddia etmek, fakihlerin kendilerini kandırdıklarını ve saptırdıklarını söylemek demektir. Biz Avrupada manastırlarda yaşayan, çevrelerinde açlıktan kıvranan insanlar varken yiyeceğin en iyisini yiyip şaraplarını içen ve halka karşı duvarlarla korunan hukukçulardan bahsetmiyoruz. Onlar ve kral Avrupadaki en zengin insanlardı. Fatma Betül Altıntaş: Aslında tam da zıttıdır. Wael Hallaq: Evet kesinlikle, Müslüman fakihler toplum içerisinde yaşıyorlardı ve orta sınıftandılar. Sadece Osmanlı imparatorluğunun son zamanlarında 148 | Hazırlayan: F. Betül Güney Altıntaş aristokratik ailelerin bulunması söz konusuydu. Fakat Osmanlı imparatorluğunda bile fukahanın çoğu, yüzde 98’i değilse bile yüzde 95’i sıradan insanlar gibi yaşıyorlardı. Fatma Betül Altıntaş: Peki yine bu bağlamda, şeriatı tatbikleri açısından Osmanlı devleti hakkındaki genel değerlendirmeleriniz nelerdir? Onların uygulamaları ile erken dönem İslam toplumunun uygulamaları karşılaştırıldığında neler söylenebilir? Wael Hallaq: Öncelikle şunu söylemem gerekir ki Osmanlı imparatorluğu bana göre emsalsiz bir imparatorluktur. Hem İslam dünyası, hem Avrupa açısından. Osmanlı, Avrupada olup bitenden haberdar olan tek İslam imparatorluğuydu. Sadece bu değil tabi, 15. ve 16. yüzyılda Osmanlı imparatorluğu önde olan bir Avrupa imparatorluğuydu aynı zamanda. Osmanlı imparatorluğu İslamî olduğu kadar Avrupaiydi aynı zamanda. Bunu, Avrupa mantığı ile işlediği manasında değil, Avrupa’da olup bitenden haberdar olması anlamında kullanıyorum. Osmanlı Avrupa’yla ilişki içindeydi. İtalyanların kuzeyleriyle ve İspanya’nın Avrupa ile meşgul olduğu kadar. Bu arada şunu da söyleyelim ki 16. yüzyıl için Osmanlı imparatorluğu ile İtalya ve İspanya’nın çok büyük benzerlikleri vardır. Neredeyse üçü birlikte işliyor gibi. Daha sonra Atlantik Avrupa koloniler sayesinde moderniteyi, modern projeyi ele geçirdiğinde, aslında modernite bu yerlerde ilk aşamalarını yaşıyordu. Nihayetinde sömürgeleştirmenin manası değişti ve bütün altın ve gümüş Avrupa’ya akmaya başladı. Bu kısım Osmanlı imparatorluğunun içinde yer aldığı bir kısım değildi. Aslında İtalya ve İspanya da geri çekildi. Arka plana geçtiler. Şimdiki Hollanda, İngiltere ve Fransa öne geçti. İşte Osmanlı imparatorluğunun da, İtalya ve İspanya gibi arka plana geçişi bu zamanda olmuştur. Bana göre Osmanlı imparatorluğu ilk başlarda modern projeyi geliştirmeye başlayıp daha sonra belli bir noktada durduran bir özelliğe sahiptir. Durdurmasının nedeni ise İslam’ın ruhundan vazgeçmek istememesiydi. Başka bir ifade ile, belli bir noktaya kadar moderniteyi kabul etti sonra da “Bu noktadan öteye geçmek istemiyorum” dedi. Çünkü bu noktadan sonra ‘ahlaksız’ (immoral) denemese de, ahlak alanı dışında (amoral) bir kısma giriliyor. Hiç değilse amoral olan şeylerdi bunlar. Mesela pazarların korunmasını örnek olarak düşünelim. Osmanlı imparatorluğu “Bu politikayı asla değiştirmeyeceğim, pazarın ve fiyatların korunması gerekiyor” dedi. Tekel, malı elde tutmak gibi şeylerin denetim altında tutulması gerekiyordu ve öyle de oldu. Avrupa’da ise böyle birşey yoktu. Avrupa’da para kazandırdığı sürece herkes birbirini yiyip tüketebiliyordu. Yani sermaye birikimi için toplumsal düzeni kurban etmek Avrupa’daki kuraldı ve modernitenin de esası olmaya devam ediyor. Bu, anonim şirketlerin günümüzde devasa oranda büyüyor olmasının sebebidir. Bence ahlakî açıdan bakıldığında, dev anonim şirketler şu anda başımızda olan en ahlaksız (immoral) kuruluşlardır. Modern devlete göre, daha da immoraldir. Fakat Osmanlı imparatorluğu bunu yapmayı istemedi. Her ne olursa olsun bu güçlü ahlakî unsur her zaman için var Wael B. Hallaq ile İslam Hukuku ve İslamî İlimler Üzerine Bir Söyleşi | 149 oldu. 19. yüzyılda Osmanlı’da değişikliklerin başlamasının sebebi, artık o zaman kendi prensipleri üzerinde ısrar edemeyecek kadar zayıf hale gelmesidir. Bu noktada Osmanlı, pazarlarını açmaya başladı ve pazarlarını açmaya başladığı zaman, her şey kötüye gitmeye başladı. Çünkü bu koruyabileceği en son kaleydi. Ekonominizi koruduğunuz sürece toplumu da onunla birlikte korursunuz. Eğer ekonomiyi değiştirirseniz sosyal düzeni değiştirmiş olursunuz. Fatma Betül Altıntaş: Sık sık modernite ve olumsuz etkileri üzerinde konuşuyoruz. Bu etkiler üzerinde biraz derinlemesine durabilir miyiz? Bir de modernitenin bu olumsuz yönleriyle birlikte olumlu sayılabilecek etkileri de olmuş mudur? Wael Hallaq: Bu çok geniş bir konu. Modernitenin iki yönünü ele alalım ve modernitenin en büyük iki projesi üzerinde duralım. Bu projelerden hangisi önceliklidir, bunun tartışmasını başka bir konuşmaya bırakalım. Bu iki proje kapitalizm ve devlettir. Bu ikisi de birbiriyle ilişki içerisindedir zaten. Her ikisi de hem ayrı ayrı hem de birlikte modern projeyi tanımlayan kapitalizm ve modern devlet, İslam üzerinde en olumsuz etkileri bırakmışlardır. Devlet ve kapitalizm 19. yüzyılda da öncelikle İslam’ın bütün kurumsal yapılarını tahrip etmiştir. Yani Osmanlı imparatorluğunun son yüzyılında. Bana göre bir yüzyıl boyunca devlet, destekçisi olan kapitalizm ile bir araya getirilmiştir. Kapitalizm her zaman için devlete, devlet de her zaman kapitalizme destek vermiştir. Az önce söylediğmiz gibi bu ikisi İslam’ın eğitiminden tutun ekonomisine, örneğin vakıf müessesesi gibi bütün kurumsal yapılarını tahrip etmiştir. Bu ise Müslüman yaşam tarzına aykırı olan yaşam tarzlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü devlet ve kapitalizm toplumu ekonomik, sosyal, psikolojik birimler şeklinde parçalar. Bu bile aslında başlı başına yeterlidir. Kapitalizmin yanlız İslam’a değil bütün dünyaya yaptıklarına ise burada hiç girmeyelim. İslam dünyasında bizler, rekabete dayalı bir ekonomi geliştirirsek, yani batıyla rekabet edecek bir yöntem geliştirirsek sonunda güçleneceğimizi ve bu şekilde de güçlü hale gelip bu dünyada, kapitalizm dünyasında kendi mükemmel ekonomimizi inşa edeceğimizi ve daha sonra da dünyaya kendi İslamî değerlerimizi empoze edebileceğimizi düşünüyoruz. Şunu unutmamak gerekir ki bir şeye aşırı şekilde inanmayı gerektiren bir sistem, o şey olmadan varlığını sürdüremez. Başka bir deyişle, eğer geleceğin toplumunu rekabet ekonomisine ya da kapitalizme dayalı olarak kuruyorsanız, gelecekte bir gün gelip de “Şimdi güçlüyüm ve şimdi benim güçlü olmamı sağlayan şeyi bırakacağım” diyemezsiniz. Böyle birşey olmaz. Yani bir defa bu gerçekleşti mi, şeytanla el sıkışıp anlaşmışsınız demektir ve şeytan sizin elinizi bir daha bırakmayacaktır. Yani buna inandığınız sürece, bu el sıkışma ve anlaşmanız devam edecektir. Bunu başarmanın tek yolu, hem ekonomik hem de ahlakî açıdan gelişimi sağlayacak yeni ve değişik bir model ortaya koymaktır. Fatma Betül Altıntaş: Konuşmamız esnasında şeriatın artık var olmayan bir gerçeklik olduğundan bahsettik. Şeriatın yeniden canlanması ve eski haline gelmesi mümkün mü? 150 | Hazırlayan: F. Betül Güney Altıntaş Wael Hallaq: Eğer şeriatı ahlakî bir proje olarak ele alırsak kurtarılabilir tabi. Şeriatı sadece ahlakî yönüyle değil de, modern projeyi yeniden gözden geçirmek için bir yol olarak da kullanabiliriz. Örneğin şeriat bize eğer birbirimize saygılı olmayı emrediyorsa bu önemli bir prensiptir. Peki bu ne demektir? Bunu düşünürken önce insan yaşamındaki kesitlere bakarsınız, ve dersiniz ki ilk önce öğretmekten başlamamız gerekiyor, çünkü ilk olarak insanların zihinlerini değiştirmemiz gerekir. Böylece önce okullardan başlarsınız. Ve yavaş yavaş her alana uygulamaya geçersiniz. Mesela okullarda coğrafya kitaplarından başlayabilirsiniz. Örneğin öğrencilere hep ülkelerin örneğin Türkiye’nin ne kadar bakır demir gibi doğal kaynaklara sahip olduğu öğretilir. Ben ‘doğal kaynaklar’ kelimesini duyduğum zaman tüylerim diken diken oluyor. Zira biz bu şekilde çocuklarımıza doğanın kaynaklarını istediğimiz gibi kullanabileceğimizi öğretmiş oluyoruz. Bu açıdan kullandığımız ders kitaplarını gözden geçirmemiz gerekir. Ya da mesela bu kadar çok araba üretmenin yukarıda söylediğimiz ana prensibimize aykırı olduğunu düşünüyorsak, ki prensibimiz doğaya saygı duyup tahrip etmemeyi de içeren ‘saygılı olmak’ ise, arabaları, arabalardan çıkan zararlı maddeleri vs. hepsini de azaltmak için çabalamalıyız. Pratiğe yansırken mesela atıkları kontrol altında tutmak vs. Bu sadece bilimsel açıdan yapılması gereken bir şey olmaktan çıkıp bir prensip haline gelir. Yani bu kadar çok araba üretip bu kadar çok arabaya sahip olmamız doğru değildir, çocuklarımıza arabaların yavaş yavaş ölümümüz olacağını öğretmeliyiz. Çocuk bunu beş yaş ile on yaş arasında milyonlarca kere duyarsa prensip artık uygulanabilir hale gelir. Benim çocuklarım mesela fazla su kullandığım için beni uyarabiliyorlar, bu bilinçliliktir. Bu okulda su israf ettiğimizin öğretilmesi ve bunu azaltmak gerektiğinin anlatılmasının yansımasıdır. Bunun gibi prensipler niçin yaygınlaşmasın? Herşey böyle başlar, yeni nesle öğretmekle. Bununla birlikte tabi kanunları da kullanmamız gerekir. Kanun az önceki araba mevzusundan örnek vermeye devam edecek olursak yeri geldiğinde araba motorlarının boyutlarını küçültmeyi kanun olarak koymalıdır. Çünkü mesele arabanın ne kadar hızlı gitmesi meselesinden daha mühim bir haldir. Mesele para meselesinden daha önemlidir. Bunları yapmak zorundayız çünkü aksi halde bunlar insanların yavaş yavaş yok olmasına neden olacak. Fatma Betül Altıntaş: Fakat bu bilinç çoğu ülkede çok az bulunmakta. Wael Hallaq: Evet, çünkü insanlar para kazanmakla meşgul. Para hırsından kör olmuşlar. Lüks içinde, rahat içinde yaşıyorlar. Milyon dolarlara sahipler. Niye bu rahatlarını terk etsinler ki. Kendileri öldükten sonra ne olduğu umurlarında değil, bu kadar bencil ve vurdumduymaz olabiliyor insanlar. Fatma Betül Altıntaş: Wael Hallaq ismi söz konusu olduğunda Oryantalizm akla ilk gelen konulardandır. Bir bütün olarak Oryantalizm hakkındaki görüşünüz nedir? Batı, İslami ilimlere, özelde ise İslam hukuku ile ilgil çalışmalara ne gibi bir katkıda bulunmuştur? Üzerinde çokça konuşulabilecek bir soru olduğunu biliyorum ama özetle bu konu hakkındaki fikirlerinizi öğrenebilir miyiz? Wael B. Hallaq ile İslam Hukuku ve İslamî İlimler Üzerine Bir Söyleşi | 151 Wale Hallaq: Özetle aslında diyebiliriz ki bir çok yönden hatta her yönden her birimiz birer Oryantalistiz. Çünkü modern dünyada yaşıyor olmak, Oryantalist tecrübeyi yaşıyor olmak demektir. Problem şu ki, bu konu aslında Avrupa ve Amerika’da yaşayan, İslam hukuku üzerine yazan, İslam hukukunu zaman zaman İslam hukukuyla hiç alakası olmayan bir şekilde gören –söz konusu olan bu İslam hukuku her ne ise ya da idiyse- akademisyenlerden ibaret değil. Oryantalizm aynı zamanda, bu bahsettiklerimizle birlikte İslam dünyasında bulunanları da içeren bilim adamlarını üreten veya üretmiş olan bir kültürdür. Oryantalizm aslında temel olarak modern şartlarda yaşıyor olmamızdır. Başka bir deyişle, düşünme tarzı, zaman gibi yönlerden modernite tarafından şekillendiriliyorsak, yine başka bir deyişle kavramsal ve zamansal olarak İslam hukuku diye tabir ettiğimiz şeyden çok uzakta isek, İslam hukukunun ne olduğunu bilmeyiz. Bilmemekle kalmıyoruz, bize artık yabancı haline gelmiş oluyor. Çünkü Modern dünya aydınlanmanın kavram ve şartlarına uygun olarak şekillenmiş durumdadır. Bu şartlar ise büyük ölçüde din karşıtıdır ve bireyin otonomist rasyonelliğine yaptığı vurgu açısından büyük ölçüde otonomdur. Yine toplumsal olana karşıdır, aileye topluma karşı olması yönüyle toplum karşıtıdır. Bu durum anayasaya ve devletin çalışma düzenine de yansımıştır. Devlet sürekli toplumu parçalamakta, sonra yeniden yapılandırmaktadır. Bu yeniden yapılanmayı da kendi isteğine uygun şekilde gerçekleştirmektedir. Bu durumda devletin ve aydınlanmanın işbirliği yapıp birlikte çalıştıklarını söyleyebiliriz. Aslında başlangıçtan beri birlikte çalışıyorlardı. Yani son üçyüz yıldır. Bu manada, aydınlanma çağını yaşadığımız bu dönemde her ne kadar Batı karşıtıymış gibi ve Batı değerlerini, Batı liberalizmini eleştiriyor gibi görünseler de İslamcıların çoğunun savundukları şeylere dikkat edersek farkederiz ki aslında İslamcıların çoğu da Oryantalisttir. Zira onlar, modern Batının savunduğu şeylerin aynılarını farklı kelimelerle farklı ifadelerle savunmaktadırlar. Fatma Betül Altıntaş: David Powers sizi eleştirdiği makalesinde sizin için “Anti-Oryantalist” ifadesini kullanıyor. Sizin için kullanılan bu ifade hakkında ne düşünüyorsunuz? Powers’ın bu ifadesi ve makalesine cevaben bir makalenizin bugünlerde yayınlanacak olduğunu biliyoruz ama bu konu ile ilgili görüşlerinizi kısaca alabilir miyiz? Wael Hallaq: Tabi ki “Anti-Oryantalist”im. Eğer ben moderniteyi eleştiriyorsam, liberalizmi eleştiriyorsam ki eleştiriyorum, Oryantalist karşıtı olmak zorundayım. Anti-oryantalizm benim açımdan modernite çağında, hakim/baskın düşünme biçimleri hakkında eleştirel olmak demek. Çünkü mdernitede hakim düşünme biçimlerinin hepsi oryantalisttir. Bunu ister Batılı kişiler yapsın, ister bizzat müslümanlar yapsın, bu böyledir. Bir Müslüman entelektüel bana gelip de “Biz demokrasi istiyoruz, biz Fransa’daki gibi bir devlet ve toplum istiyoruz” dediğinde işte bu oryantalizmin bizzat kendisidir. Çünkü bu bana göre, modern terim ve şartlara tamamen bağlanmak demektir. İşte bu gerçek taklittir. Taklidin en kötü şeklidir. Bu, başka toplumların, sırf onlar kendilerinin daha iyi olduğunu düşündükleri için 152 | Hazırlayan: F. Betül Güney Altıntaş taklid edilmesidir. Fakat modern projenin sağlıklı ve makul bir proje olduğuna dair hiçbir delil yoktur. Demeye çalıştığım Müslümanların modern projenin geçerliliğini hiçbir şekilde sorgulamamış olmalarıdır. Örneğin modern şartları oluşturan gerçek malzemenin üzerinde durmamışlardır. Mesela Müslümanların kapitalizm ve işleme biçimleri hakkında söyleyecek sözleri var mı? Sonuçta ekonomik sistemler az veya çok kapitalisttir, kapitalizmin bizzat Amerika gibi olması gerekmez. Eğer İtalyan ya da İsveç modelini kabul ediyorsanız, hala kapitalist olan ekonomik bir sistemle çalışıyorsunuz demektir. Bu Müslümanların arzu ettiği bir şey midir? Bu ülkeler bunu benimseyip güç sahibi oldukları için bu makul birşey mi kabul edilmelidir? Bu, eğer onları takip etmezsek güç noktasında eksik olacağımız manasına mı gelmektedir? Bu taklid için sunulan gerekçeler, bundan yüz-yüz elli hatta neredeyse ikiyüz yıl önce Osmanlı imparatorluğundaki gerekçelerdir. Yani “Eğer Batı gibi modernleşmezsek, Batı ile asla rekabet edemeyiz” anlayışı. Şu anda ise artık farklı alternatif bir yaklaşım tarzı var. Modernitenin kendi içerisinden eleştirilmesi ve bazı insanların hoşuna gidecek yeni bir model oluşturulması. Eğer bu model ilgi toplamayı başarırsa ve güçlenirse, yeni bir örnek model elde etmiş olacaksınız. Fakat malesef müslümanları çoğu, hatta İslamcılar bile Batının yaptığını yapıp ismini İslamî olarak koymayı tercih ediyorlar. Ve işte bu bana göre bir çok yönden oryantalizmin bir çeşididir. Yani bu manada Oryantalizm sadece Avrupa ya da Kuzey Amerika’da değil, dünyanın birçok yerinde var. Ve eğer aydınlanma projesine ve modernleşme projesine eleştirel olarak yaklaşmıyorsanız, öyle ya da böyle Oryantalizmle meşgul oluyorsunuz demektir. Yani bizzat bir oryantalist olmayabilirsiniz ama bu durum, Oryantalizmle çok fazla ilişki içerisinde olduğunuz ve ona çok fazla itibar ettiğiniz manasına gelir. Fatma Betül Altıntaş: Amerika’daki İslam hukuku çalışmaları üzerinde durabilir miyiz biraz? Görüldüğü kadarıyla İslam hukuku, İslam Araştırmaları içerisinde gelişmeyi en çok başaran alan. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz İslam hukukunun bu gelişimi yeterli seviyede mi? Wael Hallaq: Burada iki şeye vurgu yapmak istiyorum. Birincisi, Batıda İslam çalışmaları İslam’ı yaşayan bir gelenek olarak ele almaktan uzak. Buradaki akademik bir çalışma, “öteki”nin çalışılması şeklinde ve her zaman için de “öteki”nin çalışılması olarak devam edip gidecek. Bunun basit gerekçeleri var: Öncelikle eğer bir şeyi uygulandığı, amel edildiği yerden çıkarırsanız, konu hakkında uzak bir mesafeden yazıyorsunuz demektir. Hatta benim gibi hayatı ve tahsili, hayatın tüm gerçeklerinin içerisinde geçen ve toplumsal düzenin alt tabakalarından gelen biri için bile bu böyle. Ben orada hayatı bir başkasının tadamayacağı şekilde tecrübe ettim. Lüks bir evde yaşamadım, kimse beni gideceğim yere arabayla götürmedi. Bir pazar ortamında yaşadım, pazarda çalıştım. Böyle olmasına rağmen benim gibi Batıya gelenler bile belli zamanlarda bir uzaklık hissederler. Her ne kadar doğuda her ne yayınlansa okuyor olsam da, buldozer gibi okuyorum tabiri caizse; gözden geçiriyorum. Endenozya’dan Fas’a kadar İslam dünyasından bir çok insa- Wael B. Hallaq ile İslam Hukuku ve İslamî İlimler Üzerine Bir Söyleşi | 153 nı tanıyorum ve kendilerini sıklıkla ziyaret ediyorum; buralarda aylarca kaldığım oluyor. Fakat bu yine de orada yaşamak gibi değil. Yani demek istediğim şu ki, Kuzey Amerika’da İslam’la ilgili üretilen bilgi, İslamî bilgiye yapılmış bir katkı değildir. Bu bilgi, İslam’ı Batıya iyi veya kötü olarak anlatmaktır. Daniel Pipes veya Bernard Lewis kötü anlatırken, Wael Hallaq ve diğerleri iyi anlatıyor. Fakat bütün bu açıklamalar İslam’ın ne olduğu üzerine. Eğer İslami ilimler geliştirilecek ve zamanla detaylandırılacaksa, bu İslam dünyasında olmalı, burada değil. Fatma Betül Altıntaş: Halbuki İslam ülkelerindeki birçok kişi tarafından tam tersi düşünülür. Genellikle insanlar Batı’nın çalışma tarzını görmek üzere gelir va Batı’da çalışmaya başlar. Wael Hallaq: Bu İslam’ın İslam ülkelerinde bile salt bir akademik dal haline dönüşmüş olmasından kaynaklanıyor. Ancak şu 10-15 yıldır bir yaşam tarzı olarak algılanmaya başlandı. Fakat tarihte uzun süre bu böyle değildi. Aslında Ortadoğu’nun 1980’lere kadar İslam’la hiçbir alakası yoktu. Milliyetçilik, sosyalizm vs. birçok şey denendi, İslam’a bu manada şans verilmemişti. Şimdi ise bir yaşama stili olarak gelişiyor. Mesela bugün şahsen görmek istediğim şey, birilerinin Bestami, İbn-i Arabi ya da Hallac’ın ne söylediğini bir araştırma konusu olarak sunmakla yetinmeyip, o ülkelerde yaşayan bir müslüman olarak tasavvuf ve mistisizmin bugün nasıl yaşanabileceğini orijinal ve canlı bir örnek olarak açıklamaları. İşte İslam’ın gelişimi budur. İslamın akademik manada çalışılması, gerçek manada İslam’ın çalışılması demek değildir. Bu ikisi farklı iki şeydir. Fatma Betül Altıntaş: Evet aslında çok haklısınız. İslam’ı akademik bir nesne olarak çalışıyoruz ve çalıştığımız şey de orda kalıyor. Kağıt parçacıkları olmaktan öteye geçmiyor bu yüzden çalışmalar. Wael Hallaq: Sonra da çalıştığımız şeylerin İslam olduğunu düşünüyor ve iddia ediyoruz. En azından bazı şeyleri İslam’ı açıklarken detaylandırırken kullanmak normaldir, zira mantık her zaman var olan bir şeydir. Fakat sufizm üzerine University of Edinburgh ya da Columbia Üniversitesi’nden çıkacak bir kitap yazmakla, mesela Gazzali’nin yazdıklarını nasıl yaşarım, doğru hayatı nasıl yaşayacağımıza dair bir kitap yazmak aynı değildir. Bu ikincisini, kendisi ve kendisi gibi müslüman olan kişiler için ömrünü Konya’da geçirmiş ve ömrü boyunca orda İslam’ı uygulayarak yaşamış bir kimsenin yazması gerekir. Yaşadığı şeyin ne olduğunu değil nasıl yaşadığını anlatmalı. Yani analitik akademik bir yaklaşımdan öte uygulama temelli bir yaklaşım olmalı. Zira analiz herşey değildir. Ben bütün hayatım boyunca analiz edip buna rağmen ölümcül projelere katılabilirim. Yine en rasyonel ve teknik açıdan uzman bir kimse olup katliam gerçekleştirebilir ya da milyonlarca insanı gaz odalarına koyabilirm. Mantığın, akıl yürütmenin ahlakla alakası yoktur. Fatma Betül Altıntaş: İslam’la ve İslam hukuku ile ilgilenmeye başladığınızdan bu yana fikirlerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu? 154 | Hazırlayan: F. Betül Güney Altıntaş Wael Hallaq: Oldu tabi ki, olmaya da devam ediyor. Fakat bazı nedenlerden dolayı 1998 ve 2000 yılları arasında farklı birşeyler oldu. Bunu nasıl ifade edebileceğimi tam bilmiyorum. Bu iki yılda bir nevi devrim yaşadım kendi içimde. Bende bu iki yılda düşünme noktasında en büyük değişikliklerin olduğunu hissettim. Bu beni konulara daha farklı bakmaya itti. Bu sebeple de on yıldır yayınlarım nitelik itibarıyla öncekilerden daha farklı. Bir değişim sürekli vardı. Fakat bu organik bir değişimdi; yavaştı, içten içeydi. Fakat bu yıllarda bir anda değişimden öte bir sıçrama oldu ve bu öncekilerden daha büyük çaplı oldu. Olaylar, konular daha açık şekilde görünmeye başladı. Bu değişimin zirveye çıkması ise henüz gerçekleşmedi zannımca, hala devam ediyor. Bunu kamu oyuyla paylaşmaya henüz fırsat bulamadım. Belki çok az bir şekilde şeriat hakkındaki kitabıma yansıdı. Bitirmeye çalıştığım devlet üzerine olan kitapta biraz daha fazla görünür olacak. Cihad ve Kur’ân’daki ahlakî paradigma üzerine olan diğer iki kitabımda da daha belirgin olacağını düşünüyorum. Fatma Betül Altıntaş: Eserlerinizi görmekte sabırsızlanıyoruz. Wael Hallaq: Ben de bitirmek için sabırsızlanıyorum. Bir de şunu söyleyebilirim ki, ne kadar çok konular üzerinde çalışırsam, her seferinde İslam’a dair konularda Avrupa’yı gündeme getirme ihtiyacı hissediyorum. Başka bir deyişle, Modern dönem için, Avrupa’yı anlamadan İslam’ı anlamak mümkün değil. Aslında yanlızca modern dönemde de değil. Çünkü bugün İslam hakkında bildiğimiz şeyler Batı bilgisinin ürünü olmuş durumda. Bu yüzden de İslam’ı düzgün anlamak için Aydınlanmanın ve Avrupa’nın genel olarak anlayışımızı nasıl etkilediği üzerinde durmamız gerekecek. Yani Avrupa tarihi, ekonomisi, askeriyesi, mantalitesi, her türlü yönü İslam’ı anlamak açısından önem ifade ediyor. Ve bunlar önceliği temsil ediyor, yani Kur’ân’ın ne dediğini anlamak için bile bunu önce anlamak gerekiyor. Çünkü Kur’ân’ın yorumlanmasından ve anlaşılmasından önce, tabiri caizse nefes aldığınız zehirli havanın farkında olmaz iseniz Kur’ân’a müracaatın bir manası kalmaz. Zira öncelikle nefes almanız gerekir, metni okuyabilmeniz için yaşayan bir insan olmanız gerekir. Nefes aldığınız havadaki bir kimyasal sizi kuruntulu hale getiriyor, beyninizin düzgün şekilde çalışmasını engelliyorsa, yaptığınızın anlamı yoktur. Bence Aydınlanmanın zihin üzerinde önemli bir etkisi vardır. Kur’ân’ı okumadan önce ve İslamla ilgili herhangi birşey yapmadan önce içinde yaşadığımız ve benim ‘modern durum’ olarak isimlendirdiğim bu havanın nasıl olduğunu anlamak gerekir. Bu benzetmemdeki hava, modern durumu temsil etmektedir. Yani modern şartların İslam’ı anlayışımızı nasıl etkilediğini görmemiz gerekir ki İslam anlayışımız netleşebilsin. Fatma Betül Altıntaş: Yeni çalışmalarınızın neler olduğunu soracaktım fakat siz zaten üzerinde durdunuz. Üzerinde çalıştığınız kitaplarınızdan birinin de konusunu oluşturan cihad hakkında ne düşünüyorsunuz. Özellikle Amerika bağlamında cihad hakkında neler söyleyebilirsiniz? Wael B. Hallaq ile İslam Hukuku ve İslamî İlimler Üzerine Bir Söyleşi | 155 Wael Hallaq: Öncelikle şunu söylemeliyim ki 1900’lere kadar Müslümanların anladığı ve uyguladığı cihad ile bugünkü cihadın çok az ortak noktası vardır. Sadece Müslümanlar arasında değil, cihad hakkında bir sürü şey iddia eden batılılar arasında da. Bugünkü cihad tasavvuru Schmidt’ce bir tasavvurdur. Yani Carl Schmidt’in çok güzel analiz ettiği politik konseptin etkisi altında kalmıştır. Yani İslam hukuku herşey gibi siyasallaştırılmıştır. Modern dönem öncesi İslam, politikanın hakimiyeti altında kalmamıştı, aksine siyasi şeyler şeriatın hakimiyeti altındaydı. Şimdi ise siyaset ve politik hususlar merkezi paradigmayı oluşturuyor. Politika bugün herşeyi belirliyor. Dolayısıyla cihadı tarihte(ki olumsuz manasında)n kurtarmak demek onu politik şartlardan kurtarmak demektir. Bugün yaptığımız şey, cihadı alıp onu yeniden bugün batıdaki politik uygulamanın temelini oluşturan Shimitd’ce bir fikre uygun olarak biçimlendirip şekillendirmekten ibarettir. Müslümanların yaptığı şeyi, daha önce Avrupalılar da yapmışlardı. Mesela fundemantalizm, tarihi bir fenomen olarak Amerikan fenomenidir. Müslümanlara ait değildir, hatta Avrupa’ya bile ait değildir. Fundamentalizm ve dini politikanın bizzat kendisi Batılı ise, tabii ki İslamî de olacaktır. Yani özetle cihadın iki yaşantısı vardır. Biri moderniteden önce, diğeri moderniteden sonradır. Bana göre cihad algısındaki bu değişim, modernitenin doğal gelişimini yansıtıyor. Cihad kitabımda bunun üzerinde duruyorum. Modern dönemde nasıl anlaşıldığı üzerinde durmadan önce modern öncesi dönemde nasıl anlaşıldığına dair birkaç bölüm ayıracağım. Yani gerçekte nasıl görülüyordu, fıkıh kitaplarındaki bilgiler nasıl yorumlanıyordu, cihad yapmak ne demekti ve cihad nasıl dinin temeliydi... Bu askeri manada değil. Aslında devlet üzerine yazdığım kitap, devletten çok cihad üzerinde duruyor. Çünkü cihad birçok yerde herkesin bildiğinden öte nefisle başa çıkmak manasında kullanılmıştır. Eğer cihad meselesini gerçekten iyi çözümleyip bağlamı içinde okumayı başarırsanız, nefisle mücadele manasındaki cihad bile size “Cihad büyük ve küçük olarak ikiye ayrılır. Büyük cihad kişinin kendi nefsiyle yaptığı mücadeledir” şeklindeki basit önermeden daha farklı şekillerde görünecektir. Bu benim devlet üzerine yazdığım kitapta yapmaya çalıştığım şeydi. Yani nefisle cihad etmek ne demektir. Çünkü bu İslam toplumunda ahlakla ilgili konuların temelidir. Ben bu yapı ve ortam içindeki Müslümanları, modern devlete konu olan vatandaşlarla karşılaştırıyorum. İşte bu kavramların devletle ilgili oluşu bu açıdan. Cihadın sujesi, modern dünyadaki vatandaşa tekabül etmektedir. Fatma Betül Altıntaş: Kitaplarınızın yayınlanmasını sabırsızlıkla bekliyoruz. Wael Hallaq: Ben de mümkün olduğunca çabuk bitirmek için sabırsızlanıyorum. Fatma Betül Altıntaş: Röportaj istediğimizi kabul ettiğiniz ve bize bütün bu konular üzerinde konuşma imkanı sunduğunuz için çok teşekkür ederim. Wael Hallaq: Asıl ben teşekkür ederim.