TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Haki Demir FİHRİST Takdim / Editör – 2 Sadırlardaki İlim - I / Ali Yurtgezen – 4 Genel Yayın Yönetmeni Metin Acıpayam İslam Medeniyetinin Mukaddimesi: Câmi Ahmet Doğan İlbey – 7 Editör Adnan Köksöken Medeniyet Akademisi / Haki Demir – 10 Abonelik Yıllık abone: 80 TL Altı aylık abone: 40 TL Medeniyet Akademisi İhtiyacı A. Bülent Civan – 14 Medeniyet Akademisi Niçin Kurulamıyor? / Faruk Adil – 19 Hesap Numarası Metin Acıpayam PTT K.Maraş şubesi -11093404- Medeniyet Akademisinin Muhtemel Zararları Nurettin Saraylı – 23 Mizanpaj Atilla Fikri Ergun Medeniyet Akademisi ve Medrese İbrahim Sancak – 27 Baskı Fikirteknesi Yayınevi İrtibat Tel: 0507 465 58 88 E-mail: metinacipayam@hotmail.com insaaterkibbdergisi@outlook.com.tr Web sitesi: www.terkibveinsadergisi.com Twitter: twitter.com/terkibinsadergi Medeniyet Akademisi ve Müessese Fikri / Ebubekir Sıddık Karataş – 31 Medeniyet Akademisinin Asgari Faydası Selahattin Adanalı – 33 Medeniyet Akademisi ve Siyasi Ufuk Ahmet Selçuki – 36 Tamer Murat ile Musikimiz Üzerine Mülakat Metin Acıpayam – 39 İdare adresi İsmetpaşa mah. 9. Sk. Ergenekon İşhanı Kat:1 no:4 K.MARAŞ İslam Medeniyetinde Müzik Mektebi Çağatay Haznedaroğlu – 41 ISSN: 2449 - 2999 Müzik Külliyesi / Metin Acıpayam – 43 ووو Tabakat Çalışmaları / Hamza Kahraman – 46 ‘Medeniyet Akademisi’ Kurmak Zaman, Enerji ve Malî Kaynak İsrafıdır / Atilla Fikri Ergun – 51 Medeniyet Akademisi Tabii ki Bir Hayaldir İlyas Taşkale – 55-57 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ 1 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ TAKDİM larımızı unutmamızdır. Tabiidir ki unuttuğumuz mevzuu anlama imkanımız yok. Editör – Adnan Köksöken Fikirteknesi yayınevi ile Terkip ve İnşa dergisi kadrolarının en mühim hususiyeti, “Mevzu Kaşifi” olmasıdır. Bir meseleyi, ikna ve tatmin edici çapta izah etmek, bir meselede kayda değer fikir imal etmek başka bir iştir, bir mevzuun olduğunu, olması gerektiğini, ona ihtiyaç duyduğumuzu keşfetmek başka bir iş… Mevzu olmadığında, mevzua ihtiyaç duyulmadığında, mevzuun ihtiyaç olduğunun farkına bile varılmadığında imal-i fikirde bulunmak beklenmez. Önce mevzuu keşfetmek, ortaya çıkarmak, ihtiyacımız olduğunu göstermek gerekiyor. Malumdur ki, mevzu yoksa fikir yoktur. Mevzu sahibi olmayan insanlar, ya ülkenin aktüalitesine yakalanır ya da dar çevresinin gündemine sıkışır. Hayat fazlasıyla yoğundur, o yoğunluk insan zihnini ve aklını esir alır. Maişet sıkıntısıyla da sarmalanan hayat mevzua geçit vermez. “Mevzu” sahibi olmak, öncelikle bir mefkure (fikriyat) sahibi olma şartına bağlıdır. Dünya görüşü olmayan, İslam’ı dünya görüşü çapında anlama cehdi bulunmayan Müslümanlar, ya günlük gelişmelerin girdabına yakalanır ya da birkaç meseleye takılır kalır. Fikirteknesi yayınevi ile Terkip ve İnşa dergisi kadroları, öncelikle İslam’ın mevzu haritasını keşfetmeye, mevzu listesini çıkarmaya, onları bir bilgi mimarisi içinde anlamaya cehdeden insanlardır. Meseleye bu hacimde bakınca, ortaya çıkan şahsiyet hususiyetlerinden birisi de “mevzu avcısı” olmaktır. Bu hususiyet, çöktüğümüz son birkaç asırdan sonra, diriliş çağımızın başlayacağı bugünler için hayati bir mahiyet ve kıymet taşımaktadır. Çöküşümüzün mühim sırlarından birisi idrak zafiyeti ise diğeri de mevzu9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ Dergimizin bu sayıdaki mevzuu, Medeniyet Akademisidir. Medeniyet Akademisinin en bariz hususiyetlerinden birisi, mevzu haritasını çıkarmaktır. İslam’ın mevzu haritası çıkarılmadan, mevzu listesini tezatsız bir bilgi mimarisi haline getirmeden yapacağımız işlerin tamamı “parça fikre”, dolayısıyla da tezatlara mahkum kalacaktır. *** Yayınevi ve dergi kadromuz yeni bir çalışma başlatmıştır; son devrin tabakatı… Ümmetin kadim müktesebatında tabakat tarzı eserler büyük bir yer tutar. Hem İslam tarihinin yazılmasında hem de her devrin haritasını çıkarmakta harikulade tetkik eser mahiyeti taşıyan tabakat, keza yeniden diriliş çağımızda da müracaat etmemiz gereken eser çeşididir. Yirminci asır tabakatının yazılmamış olması, bilgi kaosumuzu derinleştirmekte, ufkumuzu daraltmakta, çıkış yolunu bulmayı zorlaştırmaktadır. Yirminci asırda kimler var, hangi mevzularda neler söylenmiş, külliyat çapında mefkure telifini kimler yapabilmiş ila ahir… Bilmediğimizi tetkik etmediğimiz, idrak etmeye çalışmadığımız için, meseleleri derinliğine tetkik ve izah eden bir alimimizi veya mütefekkirimizi gözden kaçırmak büyük kayıptır. En küçük kaybımız, bir mevzuu derinliğine izah eden bir mütefekkirimizden haberimiz olmadığında, o mevzuu yeniden konuşmaya çalışıyor, ehlinin izahlarını göz ardı ediyor, böylece mesafe alamadan olduğumuz yerde patinaj yapıyoruz. Bu çalışmayı da yayınevi ve dergi kadrolarımızın başlatması, meseleye ne kadar 2 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ hacimli baktığımızı göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İletişim: etkin-ilke@hotmail.com 3 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ SADIRLARDAKİ İLİM – I Ali Yurtgezen İnsan, yeryüzü hilafetinin mütemmim cüzü olarak kendisine sunulan “ilm”i ancak usûlü dairesinde talim ve tatbik eylerse Cenab-ı Mevlâ’nın muradı istikametinde bir imar ve inşa mesuliyetini hakkıyla yerine getirebilecek, yeniden bir medeniyetin bânisi olabilecektir. Bizim irfanımızdaki “el-ilmü fi’s-sudûr lâ fi’s-sutûr” yani “ilim satırlarda değil sadırlardadır” mütearifesi umumi olarak ilmin usulünü hulasa eder. Bu kelam-ı kibar, ilmin mahiyetinden talim metoduna, tasnifinden tatbikine kadar pek çok manayı muhtevi olmakla şerhe muhtaçtır. Kısmetse bu sayıdan itibaren zahirinden başlayarak batınına doğru, birbirine bağlı mana mertebelerini izaha çalışmak niyetindeyiz. Gayret bizden, tevfik Allah’tandır. *Hıfz İlmin sadırlarda yani göğüslerde / kalplerde olması, evvela hıfz metoduna işaret eder. Nitekim 12. asır İslâm âlimlerinden İbnü’l-Cevzî, ilim tahsilinde hıfzın ehemmiyetine dair yazdığı bir eserinde, bütün ilimlerin, hususen de Kur’an ve Hadis’in hıfz edilerek öğrenilmesi lüzumundan bahisle, “İlim, kitap satırlarına değil, sadırlara yazılmalıdır.” ikazında bulunur. Bilhassa ayet ve hadislerin hıfz edilmesi, değişmeyen ve değişmeyecek doğruların her yerde ve her zaman hem mikyas olarak alınabilmesi için elzemdir hem de kıymet bilmenin ifadesidir. Zira ancak kıymet ve ehemmiyet verilen şeyler muhafaza edilir. Kıymeti bilinerek muhafaza edilen hakikat ise ruhta meleke haline gelir. İmam Şafi’nin, “İlim hıfz edilen şey değil, lâkin hıfzdan hâsıl olan faydadır.” sözünü böyle anlamak gerekir. 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ Hıfz, bir bilgiyi, bir metni hafızaya alarak, yeri geldiğinde faydalanmak üzere orada muhafaza etmek demektir. Bizim bunun yerine kullandığımız “ezber” ise hıfzedilen bilgiyi herhangi bir yazılı metne bakmadan okuma veya söylemeyi karşılar. Farsça “göğüs” manasına gelen “ber” ile Türkçedeki çıkma hali bildiren “-den” ekinin vazifesini yapan yine Farsça “ez” ekinden müteşekkil ezber kelimesinin “hıfz” yerine kullanılması bizde galat-ı meşhur olmuşsa da istimaline dikkat edilmelidir. İşin doğrusu, “hıfz” edilir; hıfz edilen de “ezber”, yani “göğüsten” okunur. Bizim medrese geleneğimizde hıfz esastır. Kitap hocanın yerini tutmadığı gibi ilk zamanlarda talebenin not alması dahi iyi karşılanmamıştır. Bilahare unutkanlığın çoğalması sebebiyle yazıya ruhsat verilmiştir. Modern zamanlarda bir tedris tarzı olarak hıfza matuf tenkit ve reddiyeler, metodun kendisinden ziyade aklı ve muhakemeyi devre dışı bırakıp idrake mani olan bir tavırla alâkalı değilse eğer, hafızayı zayıflatan saiklerle baş edemeyen bir zihniyetin, yetişemediği salkımları koruk bilmesinden ibarettir. Kaldı ki hıfzı kalıcı ve fonksiyonel kılan; dikkat, alâka ve anlama cehdidir. Bunlar olmadan hafızaya alınan malumat belki çabuk hıfz edilir ama çabuk da unutulur. Hıfzın mutlaka lafzen olması gerekmez. Bazı ilim dallarında mealen de olabilir. Lafzen hıfzın konuşma kabiliyetini, mealen hıfzın ise muhakemeyi geliştirdiği söylenmiştir. Hıfz, ilmî müktesabatın, lüzumu halinde gecikmeye mahal vermeden kullanılabilmesi için şarttır. Mevzuâtü’l-Ulûm’un müellifi meşhur Osmanlı âlimi Taşköprülüzâde, hıfzetmek yerine kitap biriktirmenin hazırcevaplığa mani olduğunu bir kıtasında şöyle anlatır: 4 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Hıfz edüb cümle ulûmu olmazsan hâzır-cevâb Nef’i yokdur her ne denlü eylesen cem-i kitâb Hoş mudur bir meclise sen hâzır olub Diyesin ki hânede kodum ulûm-i bîhisâb. sin.” Bu sözler İmam-ı Gazali’yi “Hüccetü’l İslâm” kılarak asırlar sonrasına tesir edecek bir ilim adamı olma yoluna sevk eder. Hemen oracıktan geriye döner ve topladığı kitaplardaki ilimleri üç yıl boyunca hıfz ettikten sonra yeniden memleketinin yolunu tutar. *Müşâfehe Hıfz, âlimin ilmindeki rüsûhuna da delalet eder. Büyük Hanefî âlimi İmam Serahsî’, dönemin hükümdarının bazı kararlarına karşı çıktığı için kuyu hapsine mahkûm edilmiş fakat her gün düzenli olarak kuyunun başına toplanan talebelerine, elinde hiçbir doküman olmadığı halde ders vermeyi sürdürmüştür. Hatta bugün 30 küsur cilt halinde basılmış bulunan “el-Mebsût” isimli dev eserini bu sırada ezberinden yazdırdığı rivayet edilir. Bir meselenin halli için yazılı kaynağa müracaat ihtiyacı hissetmeyecek şekilde mevzuata hakim olması İslâm âlimlerinin belli başlı vasıfları arasındadır. Bu hususta İmam-ı Gazali’ye atfedilen şöyle bir hikâye de anlatılır: İmam-ı Gazali, Cürcan’daki tahsilini tamamlayıp deve yükü kitaplar, notlarını yazdığı defterler ile memleketine dönerken yolda eşkıya baskınına uğrar. Soyguncuların ne bulsa alacağını bilen İmam, tek mülkü olan kitap ve defterlerini kurtarmanın telaşına düşmüştür. “Ne olur kitaplarımı almayın!” diye adeta yalvarır. Şakiler, kendileri için değersiz kağıt parçalarından ibaret bu yüke neden bu kadar kıymet verildiğini anlayamaz, sebebini öğrenmek isterler. İmam-ı Gazali, “Ben bunları senelerimi vererek tedarik ettim. Bunlar sayesinde ilim sahibi oldum. Kitap ve defterlerimi alırsanız harcadığım onca emek, onca zaman heba olacak.” deyince eşkıya başı şöyle çıkışır ona: “Sen nasıl ilim sahibisin ki bir takım kağıtlar elinden alınınca sende ilim namına bir şey kalmıyor! Demek ki kitapların olmayınca sen bir hiç9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ İlmin sadırlarda olması saniyen müşâfehe metodunu, yani ilmin ehil bir âlimden yüz yüze şifahen / sözlü olarak ahz edilmesi keyfiyetini anlatır. Çünkü ilim âlimin göğsündedir. Hadis-i Şerif’te, “Allah Teala ilmi insanların arasından bir çırpıda çıkararak almaz. Ancak onu âlimlerin ruhunu kabz etmek suretiyle (tedricen) alır.” buyurularak ilmin zail olması âlimin zevâline bağlanmıştır. İmam Malik, “İlim, rivayet yahut malumat çokluğu değildir; o, Allah’ın kalplere koyduğu bir nurdur.” der. Âlimler bu nura mazhar olan müttaki müminlerdir. Nitekim “kulları içinde Allah’tan ancak âlimler haşyet duyar”. Bizim irfanımızda akleden kalpte damıtılıp kişide salih amel ve ahlâk-ı hamide olarak tezahür etmeyen bilgiye ilim denmez. Ol sebepten âlim, ilmiyle amel eden, imanı kavi, olgun meyveler taşıyan dalın eğilmesi gibi tevazu ile eğilen, edep timsali kâmil bir kimsedir. Böyle bir kemâlât da bu kemâlatın kaynağı ilim de görgü ile, kalbi âlimin kalbine ayna yapmak suretiyle kesbedilebilir. Hulasa ilim tahsili için bir âlimin rahle-i tedrisinde bulunmak gerekir. Müşafehedeki vicahi temas, talebenin kendi kalbini âlimin göğsündeki ilim nuruna mazhar kılabilmesinin şartıdır. Kalbi âlimdeki ilmin zuhuruna açık tutmak, ciddi, samimi ve derin bir teveccühle, istifade niyetiyle ve şeksiz şüphesiz bir emniyet hissiyle hocanın önünde diz çökmekle mümkün olur. Talebenin bu manada kalbini açması, en zor meseleleri dahi kolayca ve çabuk anlamak gibi bir idrak keskinliği ile de nasiplenmesidir. Sahabe-i kiramın, 5 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ ulema-yı i’zâmın tarzıdır. Efendimiz s.a.v.’den itibaren ilim öğretenler, tedris yahut tahsilin nihayetinde icazet verdikleri kimselere “göğüslerinde olanı aktardıkları”nı söylemişlerdir. İlim erbabının eskiden birbirlerine bugünkü gibi “Hangi kitabı okudun?” yerine “Kimden okudun?” diye sormalarının da, sıhhatli bir icazet şeceresine sahip olmayan âlimin ilmine itibar etmemelerinin de sebebi budur. İletişim: aliyurtgezen@yahoo.com 6 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ İSLÂM MEDENİYETİNİN MUKADDİMESİ: CÂMİ Ahmet Doğan İlbey Medine, İslâm’ın yaşandığı ilk yer… Bundandır ki Medine’yi anlamadan medeniyet anlaşılmaz. Medine’nin özü ve kalbi câmidir. İstikametini kaybedip modernleşme dönemlerine kadar câmi Müslüman hayatının kurucu görevini taşır. Bu ilâhî görevdendir ki Mescid-i Nebevi eğitim ve tahsilin, devlet idaresi ve şeklinin ölçüsü ve kaynağıdır. Ulvî ve toplayıcı fonksiyonundan dolayı İslâm’ın ve Müslümanların kuruluş ve ümmet oluş merkezidir. Efendimiz Aleyhisselâtüvesselâm, Medine’de inşa ettirdiği Mescidi-i Nebevi’yle hayatın merkezine mabet yerleştirerek câmi merkezli bir medeniyet kurmuştur. Câmi ile ev evvel İslâm’ı ve imanı muhafaza etmeyi, sonra bu iman sayesinde cemiyeti İslâmca bir hayata dönüştürmeyi buyurmuşlardır. Bu vahyî sebepledir ki câmi merkezli bir Medine, yâni medeniyet inşasıyla dinin buyrukları câmide tahsil edilerek hayatın temeli hâline getirmek, câmideki duruş ve değerlerden neşet eden nizam ve müesseseler kurup cemiyeti dinin emrettiği şekilde Müslüman millet hâline dönüştürmek, İslâm’ı bütün olarak eğitim ve öğretim hayatının esasları kılmak gayesini taşımışlardır. Câmi, toplanma, bir araya gelme mânasında “cem” kelimesinden doğma. “Toplayan, bir araya getiren, yâni toplanma yeri.” İslâm medeniyetinin şiarı, sûret ve sîreti, yâni İslâm kimliğinin en temel unsurudur. 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ Öyle ki, câmi sadece ibadet yeri değil, adâlet yeri, sosyal ve mânevî meselelerin çözüldüğü istişare mekânıdır. Sezai Karakoç’un ifadesiyle “Câmi İslâm medeniyetinin doğurgan kurumudur, denebilirse ana rahmidir…” (Kıyamet Aşısı) Câmi, kılınan namazlarla acı ve sevincin, kalp huşûsu ve kulluğun hesapsız olarak paylaşıldığı, birlik ruhunun pekiştiği yerdir. Omuz omuza saf olan Müslümanlar câmide sulh ve sükûn içinde cem, yâni cemaat olurlar. Dinin ve ondan neşet eden medeniyetin ahrete kadar tek gayesi olan ümmet üzere dünyayı ve ahreti mâmur kılmayı günde beş vakit câmide tâlim ederler. İslâm’daki zahirî ve mânevî bütün ilim, amel, fıkıh ahkâmı ve cümle Müslüman hayatı câmideki esaslardan oluşur. Fert ve cemiyet nâmına her ölçü câmiden alınır, câmiden yansır hayatımızın bütün unsurları. İşte bu topyekûn kurucu görevi sebebiyle Medine'nin mâna ve isminden, sûret ve sîretinden neşet eden medeniyetin mukaddimesi câmidir. Câmi mihrabın etrafında kurulmuştur. Tevhid, yâni birlik mihrapta tezahür eder; mücerretten müşahhasa geçilen bir mânayı taşır. Mihrap, nefisle mücadelenin mekânıdır. Dinin ve ondan neşet eden medeniyetin bütün mücerret ve mânevî yönleri mihrapta toplanır. Çünkü Müslümanın dünya hayatı nefisle mücadele olduğundan mihraba yöneliş ve mihraptaki duruş dünya hayatının Müslümanca oluş ve istikâmet yeridir. *İslâm medeniyetinin en temel sûret ve sîreti câmidir İslâm medeniyet tezahürlerinin muhteşem çağları olan Osmanlı’da medreseler ve dergâhlar câmilerin etrafında milleti İslâmca 7 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ terbiye eden müesseseler olarak yer almış, köyler câmi ve namazgâh merkezli olarak kurulmuştur. İslâmların hayat anlayışı böyle olduğu içindir ki Asr-ı Saadet’ten çözülüş, yâni dinin hayat ve devlet düzenindeki yekpâre vazifesi ve tesiri azaltılana kadar eğitim öğretim müesseseleri olan medreseler, tekke ve dergâhlar, bedesten ve çarşılar, hattâ askerî eğitim câmi merkezlidir. Câmilerin yanına açılan imarethâne, yâni aşevi, şifâhâne ve kütüphâne medeniyetimizin câmi merkezli oluşunun bir başka veçhesidir. Câmilerin, hususen şehirlerde taş yapı olarak sağlam ve son derece estetik inşa edilmesi, evlerin ahşap ya da topraktan yapılması İslâm’ın câmi merkezli medeniyet oluşundandır. Bu sebeptendir ki câmi merkezli İslâm medeniyetinde mekân öncelikli değildir. Müslümanlar, câmilerin etrafında kurulan şehir ve köylerde İslâmca hayatlarını minarelerden okunan ezana göre tanzim ederler ki medeniyetin mihveri de budur. Bir diyarda câminin olması orada İslâm medeniyetinin varlığına işarettir. Müslümanlar istikâmetini kaybedip, hayatları ve şehirleri sekülerleştikçe câmilerin ümmet inancının pekiştirildiği, dolayısıyla İslâm medeniyetine aidiyetin her dem tazelendiği mekân olma fonksiyonunu kendi elleriyle azalttılar. Oysa câmiler ümmet ve millet olmanın en temel kaynağıdır. İnsanların birbirinden üstün olmadığı câmide anlaşılır. Hukuk, ahlâk, edep, nizam, uyum câmide öğrenilir. Muhabbet ve birliğin mekânıdır ki, maddî ve mânevî cihetiyle İslâm medeniyet anlayışının esas kaynağı da budur. 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ İslâm medeniyet tasavvuru üstüne mufassal çalışmalar yapan Haki Demir’in görüşleri de câminin İslâmların hayat nizamının en temel kaynağı olduğuna dair güçlü fikirler ihtiva ediyor: “İslam şehrinin merkezi câmidir. İslâm şehri inşa edilirken, şehrin tamamını topladığı merkezinde, başları yere eğen, secde ettiren, kulluğu teşhir eden bir nizama maliktir. Câmi, cemiyetin ve hayatın cem olduğu ve tekrar geldiği yere döndüğü bir merkezdir. Müslümanların teşkilât merkezi olmaktan önce, mânevî karargâhıdır. Mânevî karargâh, teşkilâttan önceki teşkilâtlılık hâlidir. Teşkilatlılık hâli, ruhi ve ahlâkî, itikadi ve mânevî teşkilâttır. Ruhi-mânevî karargâhın inşası, hayatın topyekûn teşkilâtlanmasıdır.” Ona göre, İslâm şehrinin merkezi valilik veya belediye değil, Müslümanları günde beş vakit bünyesinde toplayan, cemiyeti ve hayatı mânevî merkezden idare edebilme kudretine sahip olan câmidir: “Şehir inşası, cemiyet inşasının mütemmimidir ve asıl olan cemiyet inşasıdır. Cemiyet yoksa medeniyet yoktur. Câmi, hem cemiyet, hem de şehir (medeniyet) inşası için merkezi mevzudur.” Seyyid Hüseyin Nasr’dan okuduklarımıza göre bütün müesseseler câminin tabiî bir uzantısıdır. Sadece dîni faaliyet mekânı değil, evlere, mekteplere, saraylara, çarşıya açılan ve bu müesseseleri kendi ahkâmı ve ölçüsü içinde birbirine bağlayan bir kapıdır. Devlet sarayı, mektepler, evler, çarşılar ahkâm ve ahlâkını câmiden alınca cemiyetin ve hayatın dinden ayrılması da mümkün değildir. 8 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Câmi ve hayat iç içe olunca devlet, mektep, ilim ve her şey câminin ahkâm ve esaslarından kopmayacaktır. Evde, mektepte, çarşıda hayat tarzı ve muamele de câmiden farklı olmayacaktır. Câmi ve hayat, câmi ve eşya, câmi ve hâdise bir olunca İslâm medeniyeti kemâle erecektir. İslâm şehrinin merkezinde ulu câmi vardır. İslâm’ın ve Müslümanların varlığını heybetli bir şekilde temsil eder. Bütün yollar ulu câmiye çıkar. Şehrin ruhu ve kalbi burasıdır. Evler câmiden unsurlar taşımakla beraber, câminin ihtişamını gölgelemeyecek şekilde mütevazılık ve fânilik taşır. Câmiler mimari ve iç tezyinatıyla muhteşemdir. Cemaatine ebedî âlem duygu ve huşûsunu yaşatır. 9 Muhammed Hamidullah’tan okuduklarımızda da câmi medeniyetimizin amel, ahlâk ve şehir düzeni cihetiyle en temel ölçüdür. Bütün câmilerin yönü Kabe’ye dönüktür ve birer Beytullah’tır. Müslümanların dîni ihtiyaçlarını yerine getirmek için dünyanın her yerinde câmiler, yâni Beytullah’lar inşa etmek gerek. Modernizmin pençesinde kıvranan Müslümanlar, câmilere yabancılaştığı müddetçe Allah’a, kendine ve ümmetine yabancılaşacak ve dolayısıyla medeniyetine aidiyet inancını yitirecektir. Müslümanlar câmiye döndükçe İslâm’a aidiyetleri güçlenecek ve medeniyet değerlerini daha ziyade yaşatacaktır. İslâm’ın, yâni Medine’nin tezahürü olan medeniyet bu olsa gerek… 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ MEDENİYET AKADEMİSİ Haki Demir Medeniyet akademisi veya Daru’l Hikme veya Beytü’l Hikme gibi isimlerinin kullanılacağı bir müessese… Böyle bir müesseseye şiddetle ihtiyacımız var. Medeniyet Akademisinin kadimdeki “Daru’l Hikme” merkezlerinden veya medreselerden farkı, ümmetin bugünkü durumu ile kadimdeki durumu arasındaki fark kadardır. Medeniyet Akademisi bir medrese değil, medreseyi de inşa edecek olan medeniyet karargahıdır. Medeniyet karargahının siyasi merkezi değil, ilim, irfan ve tefekkür teknesidir. Ümmet, tarihinin hiçbir döneminde bu kadar aşağılara düşmedi. Tarihte galibiyetlerimiz çoktu ama mağlubiyetlerimiz de olmuştu fakat bugünün mağlubiyeti çok farklı bir mahiyet taşıyor. Tarihi umumiyetle savaş meydanlarından okuma itiyadı edindiğimiz günden beri güç meselesine takıldık. Osmanlı da böyle yaptı, cephelerdeki mağlubiyetler üzerine orduya dair sürekli bir ıslahat hamlesine girdi ama mesela medreselerdeki çürümeye aynı hassasiyeti gösteremedi. Çökenin devlet olduğunu zannetti, oysa medeniyet çöküyordu. Osmanlı, tarihteki ender “medeniyet devletlerinden” birisiydi fakat son dönemde bu anlaşılamadı. Medeniyet çökerken “medeniyet devleti” muhafaza edilemezdi, nitekim edilemedi. Mağlubiyetimizin temeli, idrak istidadımızı kaybetmemizdi. İdrak istidadımızı kaybedince İslam’ı anlama maharetini kaybettik, böylece “bilgi ihtiyacını” kendi kaynaklarımızdan üretemez hale geldik. Bilgi ihtiyacı çok şiddetlidir, üretilemezse ithal edilir, aynen böyle oldu, biz tekrara düştük, 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ batı üretmeye devam etti ve nihayet hayatımızı işgal etti. Özet olarak bahsini ettiğimiz mevzu, oryantalist taarruz gibi, epistemolojik işgal gibi, bilgi ve ilim zehirlenmesi gibi, idrak melekemiz olan akl-ı selimin kaybedilmesi gibi devasa meseleleri muhtevidir. Kısacası çok ağır bir durumdayız, bilgi ve ilim telakkimizi kaybettik, idrak ve tefekkür yolunu kaybettik. Bu ağır durumdan çıkış, kadimde misali olmadığı için tekrarlar ve ezberlerle mümkün değil. Son dönem Osmanlı alimleri, ilimde derinleşen faziletli misalleri de dahil olmak üzere “Büyük Terkip” mevzuundan uzaklaşmışlardı. Canhıraş bir mücadele yürüttükleri malum, haklarını ihlal etmek istemeyiz, topyekun çöküş karşısında bir şeyler yapmak kolay değil. Fakat “Büyük Terkip” gözden kaçırılırsa, teşebbüslerin akim kalacağı bilinmeliydi. “Büyük Terkip” medeniyet tasavvurudur. Medeniyet ve medeniyet tasavvuru bahsini, İslam’ın her sahadaki mevzularının idrak ve tatbik meselesi olarak, yani İslam’ın en hacimli anlaşılması mevzuu olarak kabul ediyor ve kullanıyoruz. Mesele, İslam’ın parça anlayışlara mahkum edilmemesidir, bütününe muhatap olmanın başka isimlendirmeleri de olabilir ve kullanılabilir. Büyük Terkip olmadan, mesela gelmiş geçmiş en büyük fıkıh alimi olmak meseleyi halletmeye kafi gelmiyor, parçanın büyüklüğü, onu “parça” olmaktan kurtarmıyor. Parçanın kıymeti, bütünün yerli yerinde olması ve parçanın da o bütündeki yerini doldurmasıyla mümkündür. *** Büyük Terkip, önce bilgi ve ilim telakkisine muhtaçtır. Mesele ilim değil, öncelikle ilim telakkisidir. İlim telakkisi yoksa 10 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ ilim, bilgiden ibarettir ve zaruri olarak kadimin ve onun bugüne intikal etmiş metinlerinin tekrarından ibaret hale gelir. Bugün ilim adamı olarak piyasada bulunanlar unutmamalıdır ki Osmanlının son dönemindeki alimler kadar ilimle mücehhez ve onlar kadar idrak istidadına malik değillerdir. Onlar ki medeniyetin çöküşüne mani olamadılar, onların talebesi olacak seviyedeki insanlar medeniyeti yeniden kuramazlar. Neden ve nasıl çöktüğümüzü bile bilmeden, üstelik çöküş neslinin alimleri kadar ilmi teçhizata sahip olmadan ne yapılabilir ki? Büyük Terkip, hem ilim telakkisinin tabii neticesi olarak hem de ilim telakkisinin inşası için “İlimlerin Tasnifine” ihtiyaç duyar. İlimlerin tasnifini yapmadan ilim telakkisi oluşturamayacağımız gibi ilim telakkisini oluşturmadan ilimlerin tasnifini yapma imkanımız da yok. Öyleyse her ikisi üzerinde, birbirini tamamlayan daireler halinde ikisini bir keşif ve telif etmeliyiz. İlimlerin tasnifini yapmadığımız sürece, bilgi sahasını ve tefekkür alanlarını zapt altına alamayız. “Hayat boşluk kabul etmez”, bilgi de boşluk kabul etmez hikmetini muciptir ve bu cüz nedense hatırlanmaz. Tüm bilgi sahalarını çerçeve içine almadığımız takdirde, bilgi ve ilim zehirlenmesinin (keşmekeşinin) önüne geçemeyiz. Bu ihtimalde, batının veya başka kültür iklimlerinin bilgi ve biliminin zihni ve kalbi dünyamıza sızmasına mani olmak muhaldir. Büyük Terkibin inşai unsurlarından birisi de, “Mevzu Haritası”dır. Önce saf haliyle İslam’ın (Kitap ve Sünnetin) mevzu haritası çıkarılmalı, bu ana harita başa alınarak İslam’ın; varlık, insan, hayat bahislerindeki büyük haritası çıkarılmalıdır. İhtisaslaşmanın oluşturduğu marazlardan birisi, bir mevzuda derinleşen (ihtisaslaşan) kişinin diğer mevzulara cahil kalmasıdır. Herkes 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ kendi ihtisas alanını mühim, hatta en mühim görme temayülüne sahiptir, hal böyle olunca Büyük Terkip gerçekleşmemekte, bilgi mimarisi imal edilememektedir. Terkip ve terkip kıvamı anlaşılamayınca her parça kendi başına kalmakta ve bütüne doğru yürüyüş akamete uğramaktadır. İslam’ın mevzu haritasından habersiz ilim ve fikir adamı iddiası, büyük bir felaket ve bir o kadar da komikliktir. Tüm bunlar muhakkak ki bir bilgi ve ilim mimarisi gerektirir. Bilgi mimarisi, Büyük Terkibin nazari çerçevesidir. Mevzu haritasındaki illiyet silsilesi veya kıymet silsilesi veya kaynak silsilesi olarak isimlendirilebilecek tasnif, bilgi mimarisini kuracak ve büyük terkibin nazari çerçevesini oluşturacaktır. Nazari çerçevedeki bu temel meselelerin halledilmesi, öncelikle “Kadim Müktesebat”ın tedvinine ihtiyaç duyar. Kadim Müktesebat tedvin edilmeden, ne ilim telakkisi kurulabilir, ne ilimlerin tasnifi yapılabilir, ne mevzu haritası çıkarılabilir ne de bilgi mimarisi oluşturulabilir. Biz filozof değiliz, felsefi metot kullanmayız, bu sebeple kadimi inkar edemeyiz. Müslümanlar, öncekileri ret etmez, üzerine bina eder. *** Mevzuun nazari çerçevesini tamamlamanın ne kadar uzun süreceği, meseleye vakıf olanlarca malum… Bu sebeple nazari çerçevenin tamamlanmasını beklemeksizin, birbirini murakabe altında tutmak şartıyla tatbikat kısmının da gündeme alınması gerekir. “İnşa Fikri”, “Müessese Fikri”, “Tatbikat Fikri”, nazariyat ile hayat arasındaki irtibat ve illiyet köprüsüdür. Medeniyetimizin 11 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ çöküş sebeplerinden birisi de, bu fikirlerin unutulmasıdır. Kadim müktesebattaki bilgi, ilim, irfan ve tefekkür çok zengindi, yenileri üretilmese ama inşa, müessese, tatbik fikri sıhhatli, derin ve canlı şekilde yaşamaya devam etseydi medeniyetimiz yıkılmazdı. Ne var ki idrak yoksa inşa ve tatbik muhaldir. İlmi ve fikri faaliyet, inşa ve tatbik faaliyetinden tecrit edildiğinde akim kalır. Zira inşa ve tatbik, idrak faaliyetinin safhalarındandır ve son safhalarıdır. İlim, irfan, fikir ile insan ve hayata dair bir şey inşa edilmiyorsa, insan ve hayata tatbik edilmiyorsa, idrak iddiası yanlıştır. Zaten inşa ve tatbik, idrak iddiasının imtihanıdır. İlim, irfan, tefekkür bahisleri, son safhası olan inşa ve tatbikten imtihan edilir, anlaşılıp anlaşılmadığı bu imtihanda belli olur. Bu imtihana girmeyenlerin icazetleri yoktur, bir icazet iddiası varsa, o sahtedir. Unutulmamalıdır ki ezberi önleyecek tek çare, inşa ve tatbiktir. Ümmetin imal ettiği tüm müktesebata sahip olunsa ama küçücük bir müessese inşa edilemese, küçücük bir beşeri münasebete tatbik edilemese idrak edilmiş olmaz. İslam’ın şahsiyetini, cemiyetini, devletini, nihayet medeniyetini inşa etmeyen, İslam’ı tüm bu sahalarda hakikate uygun şekilde tatbik etmeyen, bu işlerde küçücük de olsa dahli olmayan kimse, İslam’ı anlama iddiasında bulunamaz. İnşa ve tatbikin bazı şartlar gerektirdiği malum… Bu şartlar olmayabilir, bulunamayabilir, bu ihtimalde inşa hamlesi ve tatbik faaliyeti gerçekleştirilemeyebilir. Bu anlaşılabilir bir durumdur, ne var ki bu durumda olan birinin, inşa ve tatbik ile ilgili teklifinin olmaması anlaşılamaz, kabul edilemez. Görülüyor ki şartların olmaması, tefekkürün önüne sürülen en büyük mazeretlerden biri haline gelmiştir ve bu mazeret de 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ yaygın bir kabul zemini bulmuştur. Böyle olmaz, mazeretlerle kaybedecek vaktimiz yok, inşa ve tatbik ile ilgili teşkilat ve müessese tekliflerimizi imal etmeli ve piyasaya sürmeliyiz. Bizim sahip olmadığımız şartlar ve imkanlar başkalarında bulunabilir, onlar tatbik edebilir. Fikir ve ilim adamları inşa ve tatbikata dair tekliflerde bulunmazsa, fikir ile imkan, müellif ile müteşebbis, nazariyat ile tatbikat bir araya gelmez. *** Mezkur meseleler, malumdur ki bir veya birkaç kişinin muhayyilesine sığmaz. Gelmiş geçmiş en büyük deha bile bu çaptaki işlerin altından kalkamaz. En büyük hatalarımızdan birisi de, İslam’ı kendi ufkumuza mahkum etmek. Bu çapta bir hamle, ancak ve sadece seferberlikle mümkündür. Meselenin büyüklüğü, fikir hasislikleriyle manevra yapmaya manidir. Zaten meseleye biraz vakıf olanlar, fikir hasisliğinden uzaklaşıyor. Ümmetin meselelerini kökten çözmek, böyle bir çabayla hareket etmek için medeniyet akademisi gerekiyor. Bu çapta bir müesseseyi kurmanın ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Bugün itibariyle böyle bir müessesenin kurulamayacağını söyleyenler bile çıkabilir. Bununla beraber biliyoruz ki, fikir olmadan fiil, müessese teklifi olmadan inşa kabil değil. Bugün veya yarın ama bir gün mutlaka kurulması gereken bu müessese üzerinde, bugün için nazari çerçevede de olsa çalışmak lüzumuna inanıyoruz. Fikirteknesi yayınlarından bu mevzuda iki kitap yayınlandı; “Medeniyet Akademisi” ve “Başyücelik Akademyası”… Medeniyet Akademyası şahsıma ait, Başyücelik Akademyası ise Hamza Kahraman’ın “Büyük Doğu Devleti” seri kitabının ciltlerinden birisidir. Fikirteknesi kadroları olarak, Me- 12 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ deniyet Akademisi bahsi üzerinde çalışmalarımız devam ediyor, edecek. Ümidimiz ve duamız o ki, bu meselede katkımız, dahlimiz olsun. İletişim: demirhaki@gmail.com 13 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ MEDENİYET İHTİYACI AKADEMİSİ A. Bülent Civan Bugün İslam âleminin içinde bulunduğu durum; bir taraftan fiili işgal, bir taraftan oryantalist taarruz ve bir taraftan da epistemolojik işgali resmetmektedir. Batı; Hıristiyanlık ve onun muharref tahakkümü olan skolastik anlayışa karşı zaferini kazanıp kendi dışındaki dünyaya dönmüş, madde planındaki keşif ve tasarruflarıyla siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel sahada hakimiyet kurmuştur. Batı, İslam medeniyeti ile ilk karşılaşmasını Hıristiyanlığın hakim olduğu dönemde yaşamış, Hıristiyanlık İslam’a karşı mukavemet edebilmenin ruhi ve akli kaynaklarını üretememiş, asırlar süren kesintisiz mağlubiyet yaşamıştır. İslam’a karşı dayanamayan ve Orta Avrupa’ya sıkışan Hıristiyan batı, İslam’a karşı mücadeleyi bırakıp Hıristiyanlıkla mücadeleye başlamıştır. Reform ve Rönesans hamlesi, Hıristiyan inançla İslam’a karşı dayanamayan batının, zarureten kendi ruhi kaynaklarına dönmesi ve onunla hesaplaşmasının neticesidir. Kendi bünyesinde Hıristiyanlığın hesabını gören batı, İslam’la hesaplaşmak için de oryantalizmi geliştirmiştir. Batının İslam’a direnebilmek için Hıristiyanlıkla hesaplaşması doğrudur, zira Hıristiyanlık tahrif edilmiştir. Hıristiyanlık tahrif edildiği için muhteva olarak yanlıştır, bu sebeple batının “Hıristiyanlığı doğru anlamalıyız” türünden bir cehd yerine onu tasfiye etmesi kendisi için isabetlidir. Her ne kadar Reform hareketi Hıristiyanlığı tashih etmek mahiyetinde olsa da, dinin temel kaynaklarının olmadığı yerde tashih muhaldir. Batının İslam karşısında direnebilmek için Hıristiyanlık üzerindeki operasyonlarının benzerleri, oryantalist projelerle İslam dünyasına sokulmuş, Müslümanların geri kalma sebebini 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ dinin temel kaynaklarında arıza olduğu şeklinde formüle edilmiştir. İslam’ı anlamakta acziyet gösterdiğimizi unutan Mealci, modern selefi, Şia, Vehhabi gibi merkezkaç düşünceler, Hadis/Sünnet kaynaklarını imhaya yönelmiştir. Sahih İslam’ın meşhur adı olan Ehl-i Sünnet, İslam tarihinin son bir-iki asrına kadar Müslümanları dünyanın zirvesine taşıyan medeniyetler kurmuş olmasına rağmen, o medeniyet müktesebatına savaş açan yerli oryantalistler türemiştir. Türkiye’deki komünistlerin, tarihi, batılı kaynaklardan okuyup, muharref Hıristiyanlık için haklı olarak söylenen “Din afyondur” ifadesini, İslam’ı hiç okumadan ve anlamadan Anadolu’da kullanmasına denk bir cahillik, sadece üslup farklılığı ile bazı Müslüman kisveli insanlar tarafından tekrar edilmiştir. 14 Batı, 19.ve 20. Asırda İslam alemine karşı üç ana cephe açtı, bu cephelerin içinde sayısız mevziler mevcuttu. Üç ana cephede; bilgi ve bilim telakkisini yaygınlaştırarak epistemolojik işgali, oryantalist taarruzla dini işgali, askeri harekat ile coğrafya işgalini gerçekleştirmiştir. Batı, ikinci Dünya Savaşından sonra İslam aleminden geri çekilirken yerlerine, mahalli halktan devşirip kendi kültürleriyle yetiştirdikleri Truva atlarını yerleştirmişlerdir. Geri çekilmeleri sadece “doğrudan işgali” bitirmek şeklinde olmuş, buna mukabil yerli işbirlikçileriyle kurdukları devletlerin kalbini ve aklını işgal atlında tutmuş, mesela oryantalizmi bizim okullarımıza sokmuş, yeni nesil oryantalistleri kendi okullarımızda yetiştirmeye başlamıştır. Manzaraya bakın; adam kendi ülkemizdeki İlahiyat Fakültesinde okumuş, mesela Tefsir profesörü unvanını almış, Müslüman bilim adamı kisvesiyle karşımıza çıkmış ama baştan sona oryantalistlerin bilgi disiplinini kullanmıştır. Üstelik maaşı da Müslüman halkın vergile- TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ riyle ödenmiş, maaşını ödeyenlerin karşısına ahlaksız ve fütursuz şekilde çıkıp, “Siz uydurulmuş dine inanıyorsunuz” ithamıyla perdelediği kendi uydurma dinini millete pazarlamaya başlamıştır. Müslümanlar bulundukları durumdan kurtulmak için hamleler yapmış olsa da zayıf kalmıştır. Netice olarak batının felsefesi, bilgi telakkisi ve kültürü hayatımızı işgal etmiştir. Aydınlarımız kurtuluş çaresi aradıkça reçete için yine batıya yönelmiştir. Batının ideolojiler bataklığı haline gelen kültürel dokusu, hem İslam alemine hem de dünyanın geri kalanına ideoloji ihraç etmiştir. Kalbi ve zihni kirlenen aydın ve yöneticiler, bu ideolojileri kurtuluş reçetesi olarak İslam halklarına dayatmıştır. Batı, ideoloji olarak tek tip bir düşünce üretmemiş, hem tez hem de antitez mahiyetinde ideolojiler ürettiği için seçme imkanı oluşmuş, bu da İslam alemindeki büyük tefekkür patlamasının kaynaklarını kurutmuştur. “Ne istersen var, derde devadan gayrı” cinsinden sayısız felsefi görüş ortaya atan batı, bir yandan oryantalist taarruzla Müslümanların dini telakkilerini tahrif ediyor diğer taraftan bilgi ve bilim telakkisini okullarımıza yerleştirerek zihni altyapımızı çökertiyor. Tezi de antitezi de üreten batı, dünyanın bir kısmının sosyalist, bir kısmının kapitalist olarak savaşmasını temin etmiş, buna karşılık kendi kültür kaynaklarına dönmelerini engellemiştir. Paranın iki tarafı olan “yazı” ve “tura” yüzlerinin birbiriyle savaşması kadar abes… Ama insanlık bu abesle bir asır (yirminci asır) yaşadı ve bu abes yüzünden yüz milyonla ifade edilecek insan katledildi. Paranın hangi tarafının daha kıymetli olduğunun ne önemi var, nihayetin aynı merkez bankasının bastığı bir meta… En kötü ve zayıf zamanımızda bile Anadolu’dan fikir yiğitleri çıktı ve meseleyi teşhis etti. Cemil Meriç’in şu ifadesi ne kadar 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ sarih ve manalıdır; “Bu kavga Olympos dağ’ının çocukları ile Hira dağı’nın çocukları arasındadır. Ama Olympos tek yürek, Hira mahzun” Evet İslam aleminin hali budur. Başka bir fikir yiğidi daha vardı, o, meseleyi çok daha ileri seviyede ele aldı ve nizami bir teklifte bulundu. Merhum Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü’nde “Başyücelik Akademyası”nı teklif etti. Hala dikkate alınmayan o müessese teklifi, nihayet Hamza Kahraman’ın “Büyük Doğu Devleti-3Başyücelik Akademyası” isimli eseri ve Haki Demir’in “Medeniyet Akademisi” isimli eseri ile yeniden gündeme getirildi. Hamza Bey doğrudan Başyücelik Akademyası üzerinde çalışırken, Haki Bey meseleyi daha hacimli şekilde ele aldı ve bir medeniyet karargahı inşa etmek lüzumundan bahsetti. Haki Bey Başyücelik Akademyasına atıf yapmamış olsa da, Necip Fazıl ile fikri irtibatını ve nispetini bildiğimiz için, oradan aldığı ilhamla müessesenin inkişafını gerçekleştirdiği kanaatindeyiz. İslam aleminin mevcut durumunu doğru teşhis etmek, yani zorlu bir hal muhasebesi yapmak, bu muhasebeden hareketle ümmetin yeniden doğumunu sıhhatli şekilde yaptıracak müessese teklif etmek gerekiyor. İşte üzerinde bulunduğumuz bahis yani medeniyet akademisi mevzuu bu… Tarihi silsilenin, irtibat ağının, nispet zincirinin koptuğu bugün, öyle bir müessese kurulmalıdır ki, kendi ruh köklerimize dönmemizi, kendi bilgi ve ilim telakkimizi inşa etmemizi, kendi tefekkür havzamızı oluşturmamızı mümkün kılsın. Bu karargahın sevk ve idaresindeki ilmi ve fikri keşif ve imal faaliyetlerimiz, önce ülkeye sonra ümmete, nihayet insanlığa yetecek külliyata ulaşmalıdır. Böylece tüm hayat alanlarına bilgi, ilim, irfan ve fikir pompalayan kalb ritmiyle çalı- 15 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ şacak olan medeniyet karargahı, dünyanın kendi ekseninde döneceği bir mihver haline gelmelidir. Bu hususta fikir teknesi külliyatının “ilimlerin tasnifi” teklifi, meselenin bidayetini teşkil etmek cihetiyle oldukça mühimdir. Tasnif üstü tasnif başlığı altında çerçevelenmiş olan “Mutlak İlim”, “Nispi İlim”, “İzafi İlim” tertibiyle tüm taşlar yerli yerine oturmuştur. Medeniyet Akademisi veya Başyücelik Akademyası veya Darü’l-Hikme gibi isimlerin kullanılabileceği bu müessese, bir ihtiyaç değil, artık açıkça anlaşılmaktadır ki bir zarurettir. Bu zaruret görülmeden yapılacak her iş yarım, her hamle akim, her teşebbüs neticesiz kalır. Bu mesele üzerinde başkalarının da çalıştığını, yer yer kurulması için teşebbüslerde bulunulduğunu gördük. Zarureti veya ihtiyacı gören sadece biz değiliz muhakkak ki fakat ilk defa böyle bir müessesenin “niçin kurulması gerektiğini”, “nasıl kurulabileceğini”, “hangi menzillere ulaşmak istediğini”, “takip edeceği güzergahın ne olduğunu” teferruatlı şekilde ortaya koyan, bunu bir müessese fikri ve teklifi haline getiren Fikirteknesi kadrosu olmuştur. Burada birkaçına temas ettiğimiz soruların yüzlerce katı soru sormadan ve cevaplarını ikna edici şekilde izah etmeden kurulacak medeniyet akademisi veya Darü’l-Hikme müessesesi, daha önceki misallerinde olduğu gibi akim kalmaya mahkumdur. Ümmet için ümit ederiz ki teşebbüsler akim kalmaz ama tecrübe bize bunu göstermekte, müessesenin kendisi izah edilmeden “ne yapacağı” üzerinde durmak, kurulması ve yaşatılması için kafi gelmemektedir. *** Külli anlayış çerçevesinde imal-i fikirde bulunmalıyız. Batının bilgi (epistemo9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ lojik) işgaline karşı, önce muhteşem ve muhkem bir tefekkür hattı inşa ederek zihni ve kalbi dünyamızı tasfiye ve tesviye etmeliyiz. Batının, en mahrem merkezimiz olan ruh dünyamıza sirayet etmiş olan tesirini silkip atacak, bunu yaparken aynı zamanda kendi kaynaklarımızdan hareketle büyük terkibi yani medeniyet tasavvurunu oluşturacak bir hamle başlatmalıyız. Kadimden beri keşif ve telif edilen bilgiyi tertip ve tedvin edecek, kadim müktesebat ile irtibatını kuracak, bütün bunları ilimlerin tasnifi gibi nizami bir çerçevede yapacak bir hamle… Muhakkak ki bu çapta bir hamleyi gerçekleştirmek, aynı kıymet ve hacimde bir müessese ile mümkündür. Bu müessese, tabii ki sahih İslam olan Ehl-i Sünnet çerçevesinde bilgi, ilim, irfan, hikmet ve tefekkür ihtiyacını karşılamalıdır. Batı'nın oryantalist taarruzuna ve epistemolojik işgaline karşı enfüsi ve afaki cepheleri kurmamız gerekiyor. Enfüsi cephe kendi bünyemizdir, afaki cephe ise taarruzumuzu mümkün kılacak mevzilerden oluşacaktır. Ferdi, içtimai, siyasi, medeni bünyelerimizi inşa etmek, bu sahaların tamamında dünyaya karşı hamle ve taarruz istidadı kazanmak için bir karargaha ihtiyacımız olduğu izahtan varestedir. “Medeniyet Akademisi” ile kastımız budur. *** Medeniyet akademisi, İslam'ı merkeze alarak çalışmalarını yürütür. Nazari çerçevede pergelin bir ucunu İslam’da sabitleyerek diğer ucuyla tüm bilgi ve tefekkür sahalarını zapt ve tasarrufu altına alacak bir ihata duvarı inşa etmelidir. Tatbikat çerçevesinde ise pergelin bir ucu Anadolu coğrafyasındaki medeniyet karargahında sabitlenmek üzere diğer ucu bütün İslam alemini kuşatacak çapta bir daire çizmelidir. Bir taraftan Medeniyet Ta- 16 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ savvurumuzu geliştirmek diğer taraftan “ihata duvarında” bilgi gümrükleri kurmak şarttır. Bilgi gümrük kapılarının her biri birer “bilgi karantinası” gibi çalışacak, “izafi ilimler” dahilindeki tüm bilgileri tenkit süzgecinden geçirecek, marazları tespit ile sıhhatli bir bünyeye tahvil ederek tedavül vizesi verecektir. Medeniyet akademisi öncelikle mevzu haritasını çizmelidir. Mevzu haritası (yani mevzu) olmadan fikir, ilim, irfan olmaz. Mevzularımızın başlığından bile haberdar olmadığımız bir çağda yaşıyoruz. Mevzu haritasından sonra üç safhalı bir planlama yapılabilir; yakın vade, orta vade ve uzak vade şeklinde… Her safha bir üst safhanın alt yapısını oluşturacak, böylece inkişaf ve terakki mümkün kılınacak şekilde düzenlenmelidir. Yakın vade, mevzu haritasının “aciliyet listesini” işaretler. Orta vade, artık inşa faaliyetinin başladığı safhaya isabet eder. Uzun vade ise kemal ve keşif sürecini gösterir. İslam coğrafyası yangın yerine dönmüş durumda. Hamiyet, gayret ve iman sahibi Müslümanlar canhıraş bir mücadele yürütüyor ama “ne yapacağını” tam olarak bilemediği için hazin hadiseler yaşanıyor. Mesela malını mülkünü satıp IŞİD saflarına katılan bir Müslüman, muhakkak ki güçlü bir iman ve gayret sahibidir ama ne yapacağını bilemediği, önüne bir güzergah haritası konulamadığı için imanının saf tezahürü olan cihadı yanlış saflarda gerçekleştirmeye çalışıyor. Göze aldığı tehlike ve fedakarlıklara bakınca gıpta etmemek mümkün değil ama sebep olduğu zararları görünce uzak durmaktan başka çare yok. Bu tür savruluşların temel sebebi, iman ile hayat arasındaki sahanın doldurulmaması ve imanın ilim, irfan ve tefekkür mecralarında tezahür etme imkanlarının oluşturulamamasıdır. Derin idrak ve keskin şuur sahibi fikir ve ilim adamlarımız, 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ iman ile hayat arasındaki sahayı dolduracak fikriyatı telif ve inşa etmediği için, on binlerce belki yüz binlerce Müslümanın IŞİD gibi merkezkaç mevzilerde heba olması ağır bir ıstırap mevzuudur. Bu noktadan bakınca, medeniyet akademisinin kurulması, medeniyet tasavvurunun geliştirilmesi, medeniyet hamlesinin başlatılması ne kadar acil ve zaruri bir ihtiyaçtır. Vahyin gelmesiyle başlayan süreç, önce Daru’l Erkam'da karargahını kurmuş, en son Osmanlıya kadar ulaşan tarihi silsilede mütemadiyen bir merkeze sahip olmuştur. Medeniyet akademisiyle tekrar keşf-i kadime çıkarak, tarihin derinliklerinden sahabeye ulaşmak, oradan Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam ile vuslatı vaki kılmak şarttır. Sadece Türkiye’de değil, tüm İslam ülkelerinde Medeniyet akademisi benzeri müesseselerin kurulması lüzumu açıktır. Bu güzergahtan büyük terkip olan İslam medeniyet tasavvuruna ulaşmalı, böylece ümmetin vahdetini de inşa etmeliyiz. Çabamız, nazargah-ı ilahi olan Hz. Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselama ulaşmak, oradan tevhide doğru hamle yapmak için ihtiyaç duyulan güzergah emniyetini temin etmekten ibarettir. Medeniyet akademisi; ümmetin fikir nöbetini tutacak, ilim ve irfan cephelerini kuracak, akl-ı selim karargahıdır. Her türlü epistemolojik tehlikeye karşı uyanık şuurdur. Medeniyet akademisini, Necip Fazıl'ın 33 başbuğ veliler kitabında, Beyazıd-ı veliden nakledilen şu menkıbeden anlamak kabil; “Beyazid anlatıyor: - Benim zamanımda binlerce veli vardı. Hepsi de, ibadet, riyazet, keşif ve keramet sahibi. Fakat asrın kutupluğu, bir demircinin, basit ve ümmi bir demircinin üzerindeydi. Ben bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler içerisindeydim. Çoluk çocuğunun nafakası için geceli gündüzlü örs 17 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ başından ayrılmayan demirciyi göreyim dedim bir gün... Dükkânına gittim. Selam verdim. Beni görünce çocuklar gibi sevindi… Ellerime sarıldı, uzun uzun öptü. Ve benden dua rica etti. Henüz keşif alemine girmemiş olduğu için makamından habersizdi. Benden dua isteyene dedim ki: “Ben senin ayaklarından öpeyim de sen bana dua et!”. Dedi: “Benim sana dua etmemle içimdeki dert hafiflemez ki!” Sordum: “Derdin ne, söyle, bir çare arayalım?” Cevap verdi:'' Acaba kıyamet gününde bunca insanın hali ne olur? Bunu düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok!” Demirci bunu söyledi ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Beni de ağlattı. O vakit içimde bir nida duydum: “Bunlar, nefsim, nefsim diyen hodbinlerden değildir; bunlar, ümmetim, ümmetim diyenlerdendir!..” Hemen içimdeki hayret silindi. Kutupluk makamının bu demirciye niçin verildiğini sezer gibi oldum. Anladım ki, böyleleri, Ezeller ve Ebedler Peygamberinin kalbine doğrudurlar; ve onun hakikatine mazharlardır...” Menkıbede kalbi Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam doğru olan demircinin, ümmeti, ümmeti diyen ahlakı ve ufkunun, idrak edilip müesses hale gelmesine MEDENİYET AKADEMİSİ diyebiliriz. İletişim: bcivan61@gmail.com 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ 18 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ MEDENİYET AKADEMİSİ NİÇİN KURULAMIYOR? Faruk Adil Medeniyet akademisinin neden ihtiyaç olduğu muhtelif yazılarda izah edildi. Niçin kurulamadığı üzerinde derinliğine bir tahlil ve muhasebe yapmak gerekiyor. Niçin kurulamadığı sorusu sıhhatli, doğru ve derinliğine cevaplanabilirse, nasıl kurulması gerektiği bahsi de vuzuha kavuşur zannındayız. Medeniyet akademisinin kurulamamasının sebeplerini, nazari ve tatbiki sahada ayrı ayrı tetkik etmeliyiz. Nazari ve tatbiki sahanın birbirini derinden etkilediği, bu sebeple birbirinden tefrik etmenin zorluğunu biliyoruz, bu hususa dikkat ederek meseleye bakalım. *Nazari (fikri) sahadaki kifayetsizlikler Ümmetin meselelerinin ne kadar hacimli, girift, çetin olduğuna dair idrak zafiyeti yaşadığımız malum. Her şeyimizi kaybettiğimiz bir çağda, her şeyimizi tekrar keşfetmek, yeni hal için yeniden inşa etmek, bu çalışmaları sıfırdan başlayarak değil kadim müktesebatımızı tedvin ederek yürütmek ihtiyacı içindeyiz. Kadim müktesebatın tedvin edilmesi, ümmetin keşif ve telif faaliyetlerinin ne olduğunu ve nerede kaldığımızı tespit için zarurettir. Nerede kaldığımızı bilmeden nereden başlayacağımızı bilmemiz muhal… Bu manada sadece kadim müktesebatın tedvini bile medeniyet akademisinin kurulmasını ihtiyaç olmanın çok ötesinde bir zaruret haline getiriyor. İlimlerin tasnifi gibi, mevzu ve ıstılah haritası gibi, yeni ilimlerin kurulması ihtiyacı gibi birçok mesele büyük çaplı müessese ve 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ hamleleri gerektiriyor. Bir çırpıda saydığımız mevzu başlıklarının her biri, büyük kadroların istihdamını şart kılıyor. Bu altyapılar kurulamayınca, tefekkür faaliyeti savruk, hatta sapık sahalara kolaylıkla giriyor ve orada inat ediyor. Meseleyi bu çapta anlayan insanların azlığı, “fikri ve ilmi zaruret” bahsinin gündeme gelmesine mani oluyor. Meseleyi bu çapta anlamayanların yaptığı ve yapacağı fikri ve ilmi faaliyet, maalesef “parça fikir” mahkumiyetini, bunun zaruri neticesi olarak eklektik anlayışları yaygın hale getiriyor, nihayet külli anlayışa ulaşmak ve onu kuşanmak imkansızlaşıyor. Sıhhatli anlayış sahibi fikir ve ilim adamlarının da belli başlı sahalarda, yani bir veya birkaç sahada çalışması, ihtisaslaşmaya gömülmesi, “parça fikir” olmasa da “parça faaliyet” meselesini hatırlatıyor. “O mevzu ile başkaları ilgilensin, benim çalıştığım sahaya bile zamanım yetmiyor” itirazı fiilen doğrudur ama bu doğru, “külli anlayış”ın yerli yerinde olduğu zaman dilimleri için caridir ve bugün her Müslüman fikir ve ilim adamının külli anlayışı kuşanması zarurettir. Külli anlayışı kuşanmanın zorluğu tabii ki malumumuzdur. Külli anlayışı hakkıyla kuşanabilmek, “büyük mütefekkir” olmayı gerektirir. Zaten bu sebepledir ki “medeniyet akademisi”nin fikir babası Necip Fazıl’dır ve İdeolocya Örgüsü isimli kitabında “Başyücelik Akademyası” başlığıyla teklif etmiştir. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük dehası da olsa bir insan ömrüne sığmayacak kadar meselelerimizin olduğunu anlayan sadece Necip Fazıl mı çıktı bu ülkede? Az ya da çok imal-i fikirde bulunanlar, ilim, irfan ve tefekkür sahasındaki telif ve keşif çalışmalarının belli bir bilgi telakkisi çerçevesinde yapılması gerektiğini, bilgi te- 19 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ lakkisinin medeniyet tasavvuru üst başlığı altında yerli yerine oturtulması lüzumunu, bunun için ilimlerin tasnif edilmesi, mevzu haritasının çıkarılması gibi temel meselelerin hallinin zaruretini görmüyorlar mı? Ve görmüyorlar mı ki, bu işler yalnız başına yapılamaz, müşterek çalışmalar yapılmalı, müşterek çalışmaların yapılmasını mümkün kılan müesseseler kurulmalı… *Tatbiki sahadaki manialar Nefs, ilim ve tefekkürden de beslenebilen bir varlıktır. Öyle ki nefs, her şeyden beslenir, her şeyi kendi eksenine alır, her şeyi kendine mal edebilir. İbadet, mesela namaz bile nefsin kibirlenmesine sebep olabilmekte, “namaz kılıyorum veya bakın nasıl namaz kılıyorum” türünden kibrine malzeme yapabilmektedir. Bir insanın herhangi bir sahadaki müktesebatı arttıkça, nefsinin gıdası artmaktadır. Bu meyanda, ilim veya fikir müktesebatı artan insanların nefslerinin zayıfladığı, zayıflayacağı zannı yanlıştır. “Ben biliyorum veya ben anlıyorum” zannı nefisten kaynaklanmakta, nefs aklın idrakini de böylece bloke etmekte, kendine malzeme yapabilmektedir. Özellikle “idrak mevzuu”; giriftliği, zorluğu ve kıymeti cihetinden insanlara fark atabilmenin ender imkanlarından birini oluşturur. Ender imkan, imtiyaz gibi nefs için bal kıymetindedir, nefs bu imkanın peşini asla bırakmaz. İdrak etmek, edebilmek gerçekten üstünlüktür. “Bilenlerle bilmeyenler, idrak edenlerle edemeyenler” muhakkak ki eşit değildir. Alim ile cahili, mütefekkir ile normal insanı eşitleyen anlayış, o kadar temel bir hata yapar ki ondan sonra yapacağı her iş yanlış olmaya namzettir. Nefs tam bu noktada müdahale eder ve insanın hakkı olan bu hususiyeti kendi karargahına taşır. Nefs üstünlük hususiyetini tasarrufu altına aldığı 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ andan itibaren, üstünlüğün mesuliyeti ve mükellefiyeti artırıcı özelliğini imha ederek onun üzerinden imtiyaz iddiasında bulunur. Üstünlüğü imtiyaza tahvil eden nefs, ulaşılmaz bir kibir inşa eder. Alimin fitnesi ilmi, mütefekkirin fitnesi fikridir. Nefs, alimi ilmiyle, mütefekkiri fikriyle yoldan çıkarır. Nefs, kibirlenmek için insandaki istidat, maharet ve müktesebatı arar bulur, bunu keşfetmekte de büyük beceri sahibidir. İdrak edenin üstünlüğü, başka idrak sahiplerine karşı değil, idraksizlere karşıdır. Bir ilim veya fikir adamı, diğer ilim ve fikir adamlarına karşı üstünlük edasına sahipse, belli ki nefsi tarafından işgal edilmiş, ilmi ve fikri nefsinin meşgalesi haline gelmiştir. Meselenin merkezinden kaydığı, sıhhatini kaybettiği nokta burasıdır. Fikir ve ilim adamlarının müşterek çalışmalar yürütememesi, mesela bir müessese çatısı altına girememesi, idrak zafiyetinden değil, nefsin tesirindendir. İdrak zafiyetinden bahsedilen kişilerin fikir ve ilim adamı olması beklenmeyeceği için, fikir ve ilim adamı dendiğinde müşterek çalışma yapamamanın tek izahı kalır; nefsin tasallutu… Halk bir arada yaşıyor, yaşayabiliyor. İlim ve fikir sahibi olmayan insanların birlikte iş yaptıkları, müşterek çalışmayı başardıkları ama fikir ve ilim adamlarının bir araya gelemediği bir ülke veya zamanda yaşıyoruz. Bunun tam tersi olması gerekirken, fikri ve ilmi seviye arttıkça içtimaiyatın azaldığı ve ferdiyetin arttığı, ferdiyetin de ruh merkezinde bir şahsiyet terkibi değil, nefs merkezinde bir kibir kumkuması haline geldiği görülüyor. İlim ve fikrin vahdeti temin ve tesis etmesi beklenir, vahdet olmasa bile müşterek çalışmayı mümkün kılması gerekir, bunlar arttıkça müşterek çalışmanın zorlaşması, fikrin ve ilmin kendisinden beklenen maksadın 20 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ zıddını gerçekleştirdiğini görmek hüzün vericidir. İlim ve fikir adamlarının hepsi, yoğun şekilde halkı tenkit etmekte, onlara tavsiyede bulunmaktadır. İnsanlardan birisi çıkıp da, “Siz niye bir araya gelemiyorsunuz?” diye sorsa veya itiraz edecek olsa, mazeretlere sığınmanın dışında hiç kimsenin doğru dürüst cevabı yoktur. Muhataplarının (okuyucular, dinleyenler, takipçiler) bu soruyu yoğun şekilde sorsa ve zorlasa mesele muhtemelen yine hallolur. Müellif cehd etmiyor, okuyucu zorlamıyor, hamle başlamıyor. Halkın yapıp da münevver camianın yapamadığı “müşterek çalışma”, anlaşıldığı üzere fikri ve ilmi bir mesele olmayıp, sadece ahlaki bir bahistir. İdrak ve tefekkür krizi yaşadığımız hususunda tereddüt yok ama anlaşılan o ki idrak ve tefekkür krizinden daha derin şekilde ahlak krizi yaşıyoruz. Ahlak krizini ise münevver camianın daha derin yaşadığını teşhis etmek ne kadar ağır bir ıstıraptır. İslam, hem hayat hem de tedrisat için ahlakı idrak ve tefekküre mukaddem kılmıştır. Önce “nasıl yaşayacağımızı” bilmeli, bu sorunun cevabını ahlak olarak kuşanmalıyız. Sonra niçin yaşayacağımızı bilmeli, bunun tefekkürünü gerçekleştirmeliyiz. Malumdur ki “nasıl” sorusunun cevabı ahlak, “niçin” sorusunun cevabı fikirdir. “Niçin” sorusunun “nasıl” sorusuna mukaddem göründüğü malum, niçin yaşayacağımızı bilmeden nasıl yaşayacağımızı nasıl bilebiliriz? Soruyu böyle soranlar, Peygamberlik müessesesini anlamayan, ona da özü itibariyle ihtiyaç hissetmeyen, böylece Sünnet-i Seniyye’den uzaklaşan ve farkına bile varmadan felsefi metoda yakalananlardır. Risalet müessesesi, “nasıl” yaşamamız gerektiğinin haritasını çizmiş, “niçin” yaşamamızı gerektiğinin iza9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ hını da onun içine zerk etmiştir. İslam’ın ve İslami tefekkürün felsefeden temel farklarından birisi budur; İslam, niçin sorusunun cevabını “nasıl” sorusunun muhtevasına gömmüştür. Bu sebeple usul esasa mukaddem olduğu gibi, ahlak fikre mukaddemdir, zaten ahlak usulün en geniş halidir. Biraz bir şeyler anlayan fikir ve ilim sahipleri, Kitab-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’de tayin ve beyan buyurulan ahlakı ihmal ve ihlal etmekte, idrak ettikleri zannıyla kendilerini ahlakın üzerine çıkarmakta, böylece Sünnetullah’a ve Sünneti Resulullah’a muhalif bir ahlak teklifinde bulunmaktadır. Bunu sarahaten yapmadıkları malumumuz fakat hal ve tavırlarının bu noktaya savrulduğunu anlama zamanı gelmiş olmalıdır. Hiç kimse yeni bir ahlak teklifinde bulunamaz, böyle bir cüret hiçbir Müslümanın kalbi ve zihni dünyasında yeşeremez. Nefsin müdahalesiyle meselenin bu noktalara savrulmasına ise her Müslüman azami dikkat ve ihtimam göstermelidir. *Nefse rağmen müessese fikri geliştirilemez mi? Çağ nefs çağıdır, anladık. Anlamadığımız nokta ise şu; nefse rağmen müessese fikri geliştirmek mümkün değil mi? Gayrimüslimler tamamen nefs merkezli yaşamalarına rağmen teşkilat ve müessese kurabildiklerine göre, nefsi dikkate alarak yeni müessese fikri geliştirmek bir ihtiyaç değil midir? Biliyoruz, nefs için yapılan işten “manevi hasıla” sahibi olunmaz. Fakat, yapanlara manevi fayda temin etmese de, ümmete fayda temin edecek bir müessese geliştirmek mümkün değil midir? Yani Allah rızası için değil de, “cömert adam” desinler diye infak yapan bir kişinin, manevi fayda sahibi olmasa da fakire faydası olduğu gerçeğindeki gibi, ümmete faydası olacak bir müesseseyi, münev- 21 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ ver camianın nefsini de tatmin edecek şekilde kurmak düşünülebilir mi? Bu tür bir düşüncenin ne kadar çirkin göründüğü malum, ne var ki kendimize faydası olmuyorsa ümmete faydası olsun bari… Kendi derununda netice vermeyen hamlenin içtimai fayda imal etmesinin zorluğu da malum… Ne ki, “Allah, kafiri de dinine hizmet ettirir” ölçüsünce, bu ihtimallerin üzerinde durmak gerekir mi? Bir tekliften bahsetmiyoruz tabii ki, sesli düşünme temrinleri yapıyoruz. Ümmetin acil meseleleri karşısında canhıraş bir cabanın belki de sıhhatli olmayan tezahürleridir bunlar. İletişim: farukomaradil@gmail.com 22 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ MEDENİYET AKADEMİSİNİN MUHTEMEL ZARARLARI Nurettin Saraylı Medeniyet akademisi veya buna mümasil müesseseler azami dikkat ve ihtimam ister. Yanlış bir anlayış ve çerçeve oluşturulması halinde zararının faydasından fazla olacağı bilinmelidir. Maksadın elde edilmesi için gösterilecek cehd kadar, maksada muhalif neticelerin zuhuruna mani olacak gayret de şarttır. Özellikle de müessese fikrinin zirvesi olan medeniyet akademisi veya medrese gibi ilmi ve fikri bünyelerde dikkatin ve ihtimamın çok keskin olması gerekir. Fikrin ve ilmin teşkilatlanması ve müesseseleşmesi, teşkilat ve müessese fikri olmayanların elinde, fikri ve ilmi öldürücü müdahalelere sebep olur. Fikrin ve ilmin bir çerçeveye ihtiyacı olduğu doğrudur ama aynı nispette de hürriyete ihtiyacı vardır. Teşkilat ve müessesenin ayarlarındaki milimetrelik sapmalar, tefekkürün muharrik kuvvetini imha eder, tefekkür faaliyetinin ihtiyaç duyduğu sahayı daraltır ve yok eder. Müessese, bir fikrin nizami şekilde bünyeleşmesidir, nizami şekilde tatbikatıdır. Fikir müessesesi olan medeniyet akademisi gibi misaller ise, fikrin keşif ve telif faaliyetlerinin nizami çerçeve ve bünyesidir. Fikrin nizami tatbikatı ile nizami telifi çok farklı iki müessese çeşidine tekabül eder, tatbikat belli başlı bir fikrin hayata geçirilmesidir, telif ve keşif çalışması ise fikrin imaliyle ilgilidir. Tatbikattaki nizam-hürriyet muvazenesi nizam merkezinde kurulurken, imal-i fikirde nizam-hürriyet muvazenesinin ağırlık merkezi hürriyettedir. Her ikisinde de nizamhürriyet muvazenesinin lüzumu ve bulunması, sığ idrakler tarafından birbirine karıştırılmasına sebep olmaktadır. Oysa tüm unsurlar 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ aynı olsa ama ağırlık merkezi farklı noktada bulunsa, ortaya bambaşka bir terkip çıkar. Müessese fikrimizin olmadığı, İslam’ı hayata tatbik etmek için müesseseye ihtiyaç bile duyulmadığı, müessese ve teşkilat ihtiyacını hissedenlerin ise birbirinin kopyası dernek ve vakıflara yöneldiği bir vasatta, tatbik müessesesi ile telif müessesesini birbirinden tefrik etmek ne kadar zordur. Muhakkak ki bu mevzulardaki temel mesele, inşa ve müessese fikridir. Müessese fikri üzerinde çalışmadığımız için, hangi sahada hangi çeşit müesseseye ihtiyacımız olduğunu bile bilmiyoruz. *** Tatbikat müesseselerinin nizami hususiyeti, özellikle de kendi içimizde mücadele sürecini yaşadığımız günümüzde askeri disiplinlere kadar ulaşmaktadır. Askeri müesseselerin tabiatı, emrin tartışılmasına müsaade etmeyecek kadar yoğun bir disiplin ister. Silahlı müessese olup olmaması bir tarafa, kendi devletimiz olmadığı için her müessesemizin bir şekilde mücadeleye ayarlı bünye özellikleri taşıması, tatbikat müesseselerindeki itaat yoğunluğunu tabii olarak artırmaktadır. Mücadeleye ayarlı müesseseler; iktisadi, içtimai, siyasi veya askeri olmasına bakılmaksızın disiplini önceler. Son bir asırdır yoğun mücadele devrinde yaşıyor olmamız, olmayan müessese fikrimizi mücadele tecrübesinin vesayeti altına almış, böylece yoğun bir itaat ve disiplin meselesine kilitlemiştir. Mücadele tecrübesi, silahlı veya silahsız olmasına bakılmaksızın askeri mahiyet taşır. Askeri mahiyet taşımasa bile askeri müesseselerin bir kısım hususiyetlerini ödünç alır. Müslümanlar, Cumhuriyet kurulduğundan günümüze kadar son beş-on yıl hariç olmak üzere ontolojik illegaliteye mahkum 23 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ edilmiştir. Ontolojik illegalite, Müslümanların illegal faaliyetlere niyetlenmemesi ve girişmemesi halinde bile siyasi rejim tarafından düşman kabul ve ilan edilmesidir. Kemalist siyasi rejim, yakın zamanlara kadar Müslümanları ontolojik tehdit olarak kabul ettiği için, Müslümanların kanunlara riayet etmesi halinde bile her an suçlu olarak derdest edilme ihtimalini mevcut tutmuştur. Bu durum, kaçınılmaz olarak kurulan her müesseseyi mücadele teşkilatı haline getirmiş, ontolojik illegaliteden dolayı da askeri mahiyet kazandırmıştır. En munis ve mutedil olan Müslüman cemaat ve gurupların bile en yakın darbe olan 28 Şubat sürecinde ontolojik illegaliteye maruz kalması ve operasyon görmesi, akıl bünyemizi, kendimize bile itiraf etmesek de askeri özelliklerle doldurmuştur. Seksen yıllık mücadele tecrübemiz, müesseselerimizi ister istemez askeri disipline hapsetti. Türkiye’de Müslümanlar, seksen yıldır birkaç istisna hariç illegal örgüt kurmamış, kurulan bir-iki örgüt de itibar görmemiştir. Doğrudan illegal örgüt kurmayan Müslümanlar, kurdukları müesseselerin, yürüttükleri mücadelenin mahiyetinden dolayı askeri özellik taşıdığının farkına varmadılar. Müslümanların kurdukları teşkilat ve müesseselerdeki itaat yoğunluğu, Türk Silahlı Kuvvetlerindeki ve herhangi bir illegal örgütteki askeri disiplinden az değildir. Kanuni çerçevede kurulan ve illegal niyet taşımayan ve faaliyet yapmayan teşkilatların, şeklen askeri mahiyet taşımamasından dolayı üretilen tecrübenin askeri mahiyette olduğu anlaşılmamıştır. Sığ idrakin genel yapıya hakim olması, şekle mahkum olmasıyla neticelenmiştir. *** Teşkilat ve müessese fikrimiz yok, bu sahalarda yapılan çalışma yok, yani bir te9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ fekkür alanı olarak kabul edildiğine ve üzerinde çalışılması gerektiğine dair bir emare yok. Bunlar olmayınca, kitabiyat yok, kitabiyat yoksa fikir ve ilim yok. Kitabiyat, fikir ve ilim olmadığında geriye kalan sadece tecrübedir. Seksen yıllık tecrübemiz ise mücadele sahasına sıkışmış durumdadır ve fikir ve ilim hareketi mahiyetini taşıyan bir tecrübe de bulunmuyor. Dikkat çekici olan nokta, tecrübenin bile kitabiyatı yok, yani tecrübe şifahen nakledilmekte, şifahen nakledildiği için nakledenin idrak sığlığı ile malul hale gelmektedir. Tecrübeyi bile kitabi altyapıya kavuşturamadığımız doksan yılın sonunda, medeniyet akademisi gibi fikir ve ilim müessesesi kurma teklifinde bulunmak zordur. Üretilen tecrübenin sadece itaat merkezli olduğu dikkate alınırsa, fikir müessesesinin de bu tecrübe üzerine kurulması ihtimali yüksektir, bu ihtimal gerçekleştiğinde ise o müessese kurulmamış olur. Benzer bazı müessese kurma teşebbüslerinin yaşandığı ama bir türlü devam etmediği, aslında ise kurulamadığı görüldü. Müessese fikri olmadan, “Ne yapalım?” sorusunun cevabını arayan bir gayretle yola çıkıldığı için akim kalmıştır. *** Medeniyet akademisine; bilginin, ilmin, tefekkürün dağılmaması, dağılmasından dolayı derin tenakuzlara savrulmaması, tenakuza savrulduğu için bilgi ve idrak kaosuna yol açmaması için ihtiyaç duyuyoruz. Gerçekten içinde yaşadığımı tefekkür vasatı, ağır bir liberalizasyon neticesinde, izahsız, çerçevesiz, delilsiz şekilde “Ben böyle düşünüyorum, sen öyle düşünebilirsin” deme pervasızlığını doğurdu. Tefekkür hürriyetini, nispetsiz, ölçüsüz, usulsüz düşünme zanneden bir güruh peyda oldu. Tam bir materyalist liberal gibi, hiçbir ölçüye tabi olmayan 24 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ veya ölçüleri kadim usulü umursamadan kafasına göre anlama hevasına kapılan bir güruh… Herkesin istediği gibi anlama imkanı (hürriyet diyor bazıları buna) olmasına rağmen ilmi ve fikri çalışmaların sığlıktan kurtulamamasının sebebinin, ölçü tanımazlık, usul bilmezlik, çerçevesizlik olduğu da bir türlü anlaşılmıyor. Anlaşılmıyor çünkü tefekkür yok, zihni git-gellerini fikir zanneden güruhun batmamak için çırpınmasına, çırpındığı için de batmasına şahit oluyoruz. Teorik serkeşlik ve serseriliği fikir hürriyeti zannetmeye başladık. Hiçbir hürriyetin nizamdan bağımsız olamayacağını, nizamı umursamayan hürriyet anlayışının ise hayvani iştiyaklardan ibaret olduğunu anlamak, çok ciddi bir tefekkür cehdi istiyor. Medeniyet akademisinin kuruluşunda ve idaresindeki muhtemel marazlar; itaat merkezli doksan yıllık tecrübe birikimiyle, ona isyan eden bugün bazı kesimlerdeki fikri serkeşlik ve serseriliktir. Nizami çerçeve olmadan kurulacak medeniyet akademisi liberal serserilikle bilgi, ilim, fikir imalinin dağılmasına sebep olur. Nizami çerçeve biraz sıkı tutulduğunda ise tefekkür cehdinin ve faaliyetinin ihtiyaç duyduğu sahayı bulamaması muhtemeldir ki bu durumda tefekkür sıkışır ve yok olur. Medeniyet akademisi, birilerinin başköşeye oturup fikir dikte etmesi değildir muhakkak. Bununla beraber İslami tefekkürün çerçevesi oluşturulmaksızın herkesin istediği gibi düşünmesini mümkün kılan bir müessese de değildir. Bir Müslümanın muhayyilesinde doğan ve ağzından dökülen fikirlerin İslami mahiyet taşıdığını söylemek mümkün değil. Yani sahibinin Müslüman olması, fikrin İslami mahiyet taşıması için kafi şart olabilir mi? Özellikle de bugünün dünyasında Müslümanların zihni dünyalarının oryantalist 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ taarruza maruz kaldığı, epistemolojik işgalin her milimetre karesine kadar ulaştığı, akl-ı selimin imha edilip yerine pozitif aklın ikame edildiği bir vasatta, sahibinin Müslüman olması fikre İslami mahiyet kazandırmaz. Bu noktadan bakınca, İslami tefekkürün ne olduğu, nasıl bir çerçeveye sahip olması gerektiği, ölçülerinin, nispetlerinin ve usulünün tespit edilmesi lüzumu açık bir ihtiyaçtır. Nizami çerçevenin ne kadar derin bir ihtiyaç olduğu doğrudur ama doksan yıllık tecrübe birikiminin itaat merkezli olması da fikir hürriyetini inkıtaa uğratan bir maniadır. Birinin zararını görüp, diğerinin tuzağına yakalanmak sığ idraklerin akıbetidir. İfrat ile tefrit arasında nizam-hürriyet muvazenesini kuracak bir çerçeveyi keşif ve inşa etmemiz gerekiyor. Tefekkürü boğacak kadar nizam mengenesini sıkmayacak, bilgiyi dağıtmayacak kadar nizami çerçeveyi genişletmeyecek nizam-hürriyet muvazenesi… Tefekkürün muharrik kuvvetini oluşturacak kadar tazyik, teşvik ve iltifat etmeli ama “düşünüyormuş gibi” sahteliklere ve ucuzluklara müsamaha gösterilmeyecek bir bünye… Birkaç teşebbüste kurulma ihtimali yok gibi görünen medeniyet akademisi çapındaki müessese, ısrarla peşine düşülmesi, mütekamil kıvam bulunana kadar takip edilmesi gereken bir Anka kuşudur. Ehemmiyetini ve lüzumun anlayanlar için zaten vazgeçilmesi kabil olmayan bu Anka kuşu yakalanabilirse birçok işin ne kadar kolay olduğuna herkes şaşıracaktır. Medeniyet akademisi zorluğundan dolayı vazgeçilebilir bir iş değil. Zorların zoru bir iş olduğu malum, kaçıncı teşebbüste netice alınacağı ise meçhul… Buna rağmen peşi bırakılmaması ve muhakkak kurulması 25 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ gereken bir müessese… Zor işlerden kaçmayı itiyat edindiğimiz birkaç asırdan beri ucuza mahkum olduk, artık ucuzculuktan kurtulma, zoru başarma zamanı gelmiş olmalıdır. 26 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ MEDENİYET VE MEDRESE AKADEMİSİ İbrahim Sancak Niçin doğrudan medreseden bahsetmiyoruz da, medeniyet akademisinden bahsediyoruz. Medrese kurulsa medeniyet akademisine ihtiyaç kalır mı? Medeniyet akademisi, medreseye giden güzergahın ara menzili mi yoksa medreseden daha ilerideki bir menzil mi? Medreseyle birlikte medeniyet akademisinden bahsediyorsak aralarındaki fark nedir, medresenin olduğu yerde medeniyet akademisine niçin ihtiyaç hissedilir? Medeniyet akademisi ile medrese arasındaki farklılıkların birkaçını misal cinsinden açıklayalım. *Medeniyet akademisi medrese değil, fikir teknesidir Öncelikle medeniyet akademisi medrese değildir, medresenin üstünde bir müessesedir. Medeniyet akademisi; bilgiyi, ilmi, fikri, irfanı yoğuracak bir teknedir. Medeniyet akademisi, özellikle tefekkürün yoğrulduğu, harmanlandığı, terkip edildiği, tahrik ve teşvik ile iltifat ve mükafata tabi tutulduğu bir karargahtır. İslam tarihi, tefekkürün, medrese ve tekke tarafından temsil ve telif edildiğini gösterir. İslami tefekkür kendi mecrasını oluşturamamış, ilim ve irfandan mecralarının mütemmimi olarak kalmıştır. Muhakkak ki bu bir zafiyet değildir, aksine ilim ve irfan tarafından kuşatıldığı için sıhhat ve istikamet şartını mütemadiyen muhafaza etmiştir. İslami tefekkürün ayrı bir mecra haline gelemediğine dair tespitimiz tenkit olarak anlaşılmamalıdır. 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ On dört asırdır ilim ve irfan (tasavvuf) mecrası tarafından temsil edilen İslami tefekkür, aklın ufkuna ulaşmış, insanoğlunu hayrete düşüren keşifler yapmıştır. Tefekkürün medrese ve tekkede ulaştığı zirve, mesela batıdaki felsefi mecranın ulaştığı zirvenin milyon kat ilerisindedir. Hal böyleyse derdimiz nedir, İslami tefekkürü ilim ve irfan mecralarından ayırma teşebbüsüne niçin ihtiyaç duymaktayız? Bu, doğru ve çetin bir soru, hakkıyla cevaplanamazsa teklifin bir kıymeti kalmaz. Kadimde medreseler, ilimle birlikte tefekkür merkezleriydi ve aynı zamanda ümmetin de keşif karargahlarından biri haline gelmişti. O kadar yoğun bir telif ve keşif faaliyeti yürüttüler ki, bir müddet sonra medreseler ilmi müktesebatın tahsilini bile hakkıyla yapamaz hale geldi. Medreselerin bünyelerindeki zafiyetler bir tarafa, muhteva ve şekil olarak mütekamil bir medrese bile ilmi müktesebatın tahsilini ikmal edemeyecek noktaya ulaştı. Düşünün ki bir medrese, talebelerine ömür boyu tahsili mecbur tutsa ümmetin ilim müktesebatını nakledemez hale geldi. Hatırlanacağı üzere o meşhur sözü de bu noktada söyledi; “Gök kubbe altında söylenmedik söz kalmadı”. İşte kırılma noktası burasıydı. Bu sözün söylendiği zamana kadar medreselerde tatbik edilen tedrisat usulü (usul ilimleri değil, tedrisat usulü) artık müktesebatın altından kalkamaz olmuştu. Tedrisat usulü değiştirilemedi, geleneğin tedrisat usulü doğruydu ama müktesebat artmıştı, doğru olduğu için ondan vazgeçilemedi. Doğru olması başka bir meseleydi, farklı müktesebat hacimleri için eksik kalması farklı bir mesele… Müktesebat belli bir hacme ulaşıncaya kadar doğru ve sıhhatli bir netice vermişti ama müktesebat aşırı derecede artınca yükü taşıyamaz 27 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ hale geldi. Kadim tedrisat usulünden vazgeçmek gerekmezdi ama onun inkişafı şarttı. luyla mümkündür ve keşif olmadan ilim yoktur. Tefekkür mecrasına ihtiyacımız olan nokta burasıdır. İslam tefekkür mecrası açılmalı, İslami tefekkür bir çerçeveye alınmalı, usul ve tedrisatı keşif ve telif edilmelidir. Ve bu mesele, kurulacak medreselerde ayrı bir mecra ve ders olarak okutulmalıdır. Bu yapılamadığı için neler olduğuna kısaca bir bakalım. İslam tefekkür mecrası açılmayınca, felsefenin yeryüzündeki tek tefekkür mecrası olduğu vehmi galip geliyor. Bunun tabii neticesi olarak felsefeye hikmet muamelesi yapılmaya, o olmadan tefekkürün mümkün olmayacağına meyleden Müslümanlar, mesela İlahiyat fakültelerinde felsefe derslerine ihtiyaç hissediyor. Kurulması düşünülen medreselerde tefekkür dersleri verilemeyecek, tefekkürsüz ilim olmadığı, olamayacağı için de felsefe meselesi yine gündeme gelecektir. Ya felsefeye karşı kuru bir ret tavrı konulacak veya ona teslim olunacaktır ki her iki ihtimal de birbirinden beter. İslam ilim müktesebatının hacmine bakınca insanın gözü korkuyor. İslam’ı birazcık olsun anlamak için bir insan ömrünün kafi gelmemesi, hem kadim müktesebatın hem de kadim usulün terkine sebep oluyor. Mealci gibi, modern selefi gibi, Vehhabi gibi, Şia gibi merkezkaç düşüncelerin zuhurunun bir sebebi de budur. Lisan bilmemek, müktesebatı oluşturan kaynaklara ulaşamamak gibi zorluklar bir tarafa, müktesebatın hacmi insanı o yolun dışına itiyor. Kırık dökük sürdürülmeye veya yeniden kurulmaya çalışılan medrese namzetleri, eski tedrisat usulü ile devam etmekte ısrarcı davranıyor, böylece kadim müktesebattan ulaşabildikleri metinleri ezberlemek zorunda kalıyor. Ezberlemek veya öğrenmekle iktifa etmek zorundalar zira kadim müktesebat, öğrenme (veya ezberleme) sürecinin bitmesini mümkün kılmadığı için idrak safhası başlayamıyor. İlim, hem derinlik hem de genişlik buuduna sahiptir ama tefekkür sadece derinlik buudunu temsil eder. Bu sebepledir ki tefekkür; Mutlak İlim olan Kitab-ı Kerim vee Sünnet-i Seniyye ile Nispi İlimler olan mesela Tefsir, Fıkıh, Kelam gibi ilimler arasındaki köprüdür. İlim dendiğinde nispi ilimler kastedildiği müddetçe tefekkür ilimden daha kıymetlidir ve ilmin insan derunundaki kaynağıdır. Çünkü keşif, idrak ve tefekkür yo- 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ *Medeniyet akademisi ilimle değil ilim telakkisi ile meşgul olur 28 Medeniyet akademisi, tefekkür karargahı olduğu için doğrudan ilimle değil, ilim telakkisi ile meşgul olur. İlim telakkisi ile meşgul olan akademi, yeni bilgi sahalarının oluşması halinde yeni ilim dallarının keşif ve inşasını üstlenir. Medrese tabii ki ilim telakkisiyle meşgul olur. Fikirteknesi külliyatındaki ilimlerin tasnifine dair teklifin dikey tasnif kısmının zirvesinde yer alan “terkip ilimleri”, İslam maarif nizamının zirvesini terkip ilimleri medresesinin işgal etmesini gerektirir. Terkip İlimleri Medresesi kurulduğunda medeniyet akademisi vazifesini üstlenebilir. Terkip ilimleri medresesi dışındaki herhangi bir medrese çeşidinin medeniyet akademisinin yerini tutması kabil olmaz. Medeniyet akademisi, doğrudan ilimle, ilimlerin tedrisatı ile meşgul olmaz, onun işi daha yukarıdadır. Bilgi ve ilim telakkisi, ilimlerin tasnifi, mevzu ve ıstılah haritası, TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ tedrisat usulü gibi, ilmin üstünde yer alan ve ilme kaynaklık eden meselelerin müessesesidir. *Medeniyet akademisi tedrisat ile meşgul olmaz Medreselerin vazife yoğunluğu tedrisattadır. Kadimden beri böyle olagelmiştir. Muhakkak ki medreseler yeniden inşa edilirken tedrisatın dışında ve üstünde tefekkür sahalarını da ihtiva ve ihata edecek şekilde bir müessese şeması ve mesuliyet listesi hazırlanmalıdır. “Terkip İlimleri Medresesi” de tam olarak bunun için hazırlanmıştır. Terkip ilimleri medresesi veya medeniyet akademisi veya darü’l Hikme gibi isimlerle zikredilmesi mümkün olan böyle bir müesseseye ihtiyacımız var. Tedrisata gömülmeyecek, tefekkür ve ilmi harmanlayacak, irfan ile sarıp sarmalayacak bir müessese… Medeniyet akademisinin medreseye mukaddem olduğuna dair düşüncemizin temel sebebi, hali hazırda medresenin olmaması, yeni medrese fikrinin de ufukta görünmemesidir. Medeniyet akademisi, medreseyi de kuracak müessesedir. Yoksa Fikirteknesi külliyatının ilimlerin tasnif haritası birçok meselenin izahı ve çözümüdür, o tasnifin maarif nizamındaki karşılığı olan terkip ilimleri medresesi meselenin nihai müessesesi olarak tespit edilmiştir. *Medeniyet akademisi keşif ve terkip karargahıdır Keşif ve terkip karargahına ihtiyacımız var. Keşif ve terkip, hem ilmin hem de tefekkürün zirvesidir. Belli bir dönemde bu zirveye tırmanacak insan sayısı zaten azdır. Onlar ise yüksek zeka ve dehaların aynı zamanda mücerret tefekkür istidadı taşıyanlarından ibarettir. 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ Belli bir dönemde bir ülkede doğan deha sayısı zaten birkaç elin parmaklarını zor geçer. Onların da bir kısmı, gençlik ve tedrisat süreçlerinde yok olur gider, genellikle de cinnet geçirir. Yüksek zekaların içinde mücerret tefekkür istidadı olanlar da ayrıca azdır. Netice olarak tefekkürün zirvesine tırmanan insan sayısı nadirattandır. Bir ülkenin en kıymetli hazinesi, bu nadir bulunan insan cinsidir. Üç-beş tane deha, otuz-kırk tane mücerret tefekkür istidadına sahip yüksek zeka bir ülkenin ilim ve tefekkür yükünü taşıyabilir. Bunlar, keşif ve terkip maharetine sahip insanlardır. Bunların fark edilememesi, tespit edilememesi, doğru tedrisat müesseselerine alınamaması ve istidat ve maharetlerinden faydalanılamaması, o ülkenin her yıl dünyaya yetecek kadar petrolünü denize dökmesinden daha büyük bir zarardır. Bu kadar kıymetli ve bu kadar ender bulunan insan cinsi olan dehalar, mümkün olan en erken yaşta tespit edilmeli, mümkün olan en erken yaşta murakabe altına alınmalı, mümkün olan en erken yaşta talim ve terbiyeye başlanılmalıdır. Keşif ve terkip mahareti, talim ve terbiye ile elde edilemez, onun için öncelikle istidat gerekir. Bu sebeple dehaları arayıp bulmaktan başka çare yoktur. Mücerred tefekkür istidatları bulunduktan sonra, onların normal tedrisat süreçlerine tabi tutulmaması, ayrı tedrisat koridorları açılması ve zirveye hızlı şekilde çıkmalarının sağlanması lazım. Medeniyet akademisinin talebelikten başlayan kadroları bunlardır. Medeniyet akademisi, zekasının kendisinin bile zapt ve teskin edemediği insanları bulup, onların önüne bitmez tükenmez bir ufuk ve güzergah koymalıdır. Hatta ufuk çizgisinin bile görünmeyeceği bir güzergah 29 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ haritasının ortasına bırakmalı, mütemadiyen keşif ve terkip faaliyetiyle meşgul etmelidir. Ortaya çıkacak olan eser ve neticeler herkesin şaşkınlık ve hayretle seyredeceği cinsten olacaktır. İletişim: ibrahimsancak2011@gmail.com 30 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ MEDENİYET AKADEMİSİ VE MÜESSESE FİKRİ Ebubekir Sıddık Karataş Medeniyet akademisi mevzuunda ısrarımızın birçok sebebi var, en mühim birkaçından birisi de, teşkilat ve müessese fikridir. Teşkilat ve müessese fikri maalesef, başlık olarak bile gündeme gelmeyen mevzulardandır. Teşkilattan herkes bahseder, zira zarureti müşahhas mahiyet taşır ve birkaç kişi bir araya geldiğinde bir teşkilata ihtiyaç duyar. Teşkilata ihtiyaç duymakla teşkilat fikrine ihtiyaç duymak başka meselelerdir. Herkes bir fikrin tatbikatı, propagandası, yaygınlaştırılması için teşkilata muhtaçtır ama teşkilat fikri nedense gündeme gelmez. Teşkilat ve onun ileriki safhası olan müessese fikri olmadığı, oluşturulamadığı için kurulan teşkilatlar yaşayamaz. Türkiye, ya fikirsiz hareketlerin kumkumasına savrulmuş ya da saf fikir ile hayat arasında münasebet kuramayanların anlamsız iddialarına kapılmıştır. Fikirsiz hareketlerin keşmekeşinden teşkilat ve müessese fikri de çıkmaz tabii ki ama saf fikir sahiplerinin hayat ile münasebet kurmak için ihtiyaç duydukları teşkilat ve müessesenin “fikrine” malik olmamaları anlaşılır gibi değil. Teşkilat fikrin taşıyıcısı, müessese ise tatbikatıdır. Teşkilat ile fikir harekete geçer, müessese ile kök salar. Fikir, fertte şahsiyet haline gelir, teşkilatla ferdi aşar, müessese ile içtimai bünyesini inşa eder. Fertte şahsiyet haline gelmesi ilk hamledir ve zarurettir ama teşkilat ve müessesesini kuramamış fikir içtimai bünye haline gelememiştir. Medeniyet akademisi fikrin teşkilat ve müessesesidir. Bir fikrin temsil ve tatbik edilmesi için kurulan teşkilat ve müessese9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ lerden farklıdır, o, bizzat fikrin müessesesidir. Yani fikrin keşif, telif ve tatbik edileceği müessesedir. Bir fikrin taşıyıcısı değil, bir fikrin imal merkezidir. Osmanlının son bir-iki asrında fikrin ve ilmin müesseseleri yozlaşmıştı, bu sebeple koca medeniyet çöktü. Son bir asırda ise fikrin müessesesi veya fikir müessesesi kurulamadı. Fikir müessesesi kurma maharetimiz sıfırın altında seyrediyor, bu sebeple mesela üniversitelerimiz ilmin müessesesi değil bir bürokratlar kumkumasıdır. Fikrin müessesesini kuramadığımız için, fikri temsil eden, fikri taşıyan, fikri mücadeleyi yürüten müesseseler kurma imkanımız zaten yoktu. İkinci cinsten birçok müessese kurma teşebbüsünde bulunuldu, hala o cinsten müesseselerin olduğu zannına kapılanlar da mevcut. Fikir müesseseleşmeyince, fikri taşıyacak müessese inşası zaten muhal… Fikir ve ilim müessesesi; protesto, gösteri, tartışma, basın açıklaması yapmak gibi, siyasi tavırlar almak gibi işlerle meşgul olmak için kurulmaz. Fikir müessesesi; pratikteki tüm tartışmaların dışında ve üstünde kalarak, temel meselelerle meşgul olmak, temel tercihleri tayin, hakikati tetkik ve tahkik etmek gibi asıl ve asil işlere yönelir. Medeniyet tasavvuru, varlık, insan, hayat ve bilgi telakkisi, ilimlerin tasnifi ve yenilerinin inşası gibi vazifelerle meşgul olur. Hakikati saf haliyle tetkik ve ilan etmek gibi bir vazifeyi üstlenecek bir fikir karargahının olmaması, bugünkü ihtilafların kahir ekseriyetinin sebebidir. Tabii ki fikrin müessesesini inşa etmek, teşkilat fikrinin zirvesidir. Fikir teşkilatlandığında, fikrin her sahadaki taşıyıcı ve tatbik edici teşkilatlarını kurmak kolaylaşır. 31 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Fikrin teşkilatını kuramamak, fikirle teşkilat kurmayı imkansız derecesinde zorlaştırır. *** Fikir ferdi idrak süreçlerinin neticesidir. İki kişilik idrak olmaz, her idrak süreci muhakkak ki ferdin derununda işler. Bu cihetten bakıldığında fikrin müesseseleşmesi zordur. Fakat unutulmamalıdır ki fikir ferdi, fikriyat ise istişari faaliyetin neticesidir. Fikriyat, yani dünya görüşü, yani temel telakkiler, yani büyük mefkureler ferdin enfüsi dünyasından doğmaz, ferdin enfüsi dünyasında mayalansa bile icmai tertip ve tedvine ihtiyaç duyar. Cem edilmeyen, üzerinde icma olmayan ferdi fikirler dünya görüşü haline gelemez, mefkure seviyesine yükselemez. Müessese fikri ile inşa fikri kardeştir. İnşa fikri yoksa teşkilat ve müessese fikri telif etmek kabil olmuyor. İnşa fikrinin ilk neticesi, teşkilat ve müessese fikridir, teşkilat ve müesseselerle hayatın inşası mümkün hale gelir. Müessese fikri ile inşa fikri arasındaki münasebet, her ikisi de birbirinin hem sebebi hem de neticesi olacak kadar girift ve derindir. İnşa fikri olmadığında müessese fikri telif edilemeyeceği gibi, müessese fikri olmadığında inşa fikrinden bahsetmek kabil değildir. Medeniyet akademisi, inşa fikri ile müessese fikrinin zirvesidir. *** Fikri fikriyat haline getiremeyen, bunun hayalini kurmayan, bunun için teşebbüste bulunmayan idrak, çıktığı yolculuğun başında, ilk safhasında, yani fikir merhalesinde akamete uğramıştır. Fikriyata doğru akmayan fikir, doğru da olsa parça halinde kalmaya mahkumdur, parça ise bütündeki yerini bulamadığı müddetçe parça kıymetini bile muhafaza edemez. Fikir fikriyata doğru akmıyorsa, ferd cemiyete doğru akmıyor demektir. Fikir ile ferd baş başa kaldığında, murakabe imkanından mahrum olacağı için nefsin tasallutundan kurtulamaz, doğru olup olmadığını anlayamaz. Medeniyet akademisi, fikir teknesidir, fikirlerin yoğrulacağı tekne… Bir fikir başka bir fikirle temasa geçmediği müddetçe nefsin katıksız gıdası haline gelir. İhtiyacımız, fikirlerin temas etmesinden de öte, fikirlerin yoğrulacağı bir teknedir. Bir fikir teknesi olmalı, fikirleri yoğura yoğura ifrat ve tefrit kutuplarını yontarak tek bir hamule haline getirmeli, oradan bir fikriyat imal etmelidir. 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ Medeniyet akademisi, aynı zamanda müesseselerin anasıdır. Medeniyet akademisi, fikrin ana rahmi, müesseselerin ise atölyesidir. Müslümanların, müessese inşa eden müesseseye ihtiyacı vardır. Medeniyet akademisi, medeniyet tasavvuru üst başlığı ile tüm nazari çalışmaları yapacağı gibi, keşif ve telif ettiği nazariyatın, ferdi karşılığı olan şahsiyeti, içtimai karşılığı olan cemiyeti, ikisi arasındaki irtibat ve münasebeti tesis edecek müesseseleri inşa etmekle mükelleftir. Medeniyet akademisi öncelikle tek hamur halinde bir medeniyet tasavvuru oluşturur, sonra o hamurdan ferd, cemaat, cemiyet, ümmet istikametindeki inkişafı gerçekleştirecek tüm teşkilat ve müesseseleri inşa eder, o istikametteki tüm hamleleri tertip eder, tüm faaliyetleri sevk ve idare eder. İletişim: ebubekirsiddik2000@gmail.com 32 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ MEDENİYET AKADEMİSİNİN ASGARİ FAYDASI Selahattin Adanalı Hamiyetperver beş-on Müslüman bir araya geliyor, bir şeyler yapmak istiyor, “ne yapalım” sorusunun ilk cevabı “bir dernek veya vakıf kuralım” şeklinde oluyor. Teşkilat nedir, müessese nedir, fikrin temsili ve tatbikatı nedir gibi soruların peşine düşmeden, yani sadece ne yapalım sorusunun peşinden giderek ulaştıkları nokta dernek veya vakıf… Güzergahın dernek veya vakfa uğraması ve orada demir atmasının bir sebebi de, mevcut mevzuatta kanuni teşkilat modeli olarak bu ikisinin olması… Şirket, okul vesaire gibi kanuni teşkilat modelleri olsa da, onların şartları ağır olduğu için dernek ve vakıfta karar kılınıyor. Dernek veya vakıftan önce veya sonra sorulan diğer soru da şu; “faaliyet alanımız ne olsun”… Yine teşkilat ve müessese fikri olmadığı için, mevcut dernek ve vakıflara bakılıyor, umumiyetle mevcut olanların bir benzeri kuruluyor, ya yardım derneği veya talebelerle ilgilenecek bir iş kolu… Aslında ayrı ve yeni bir dernek kurmak için yola çıkanlar, mevcut olanlara itiraz edenler ve yeni bir şeyler yapmak isteyenlerdir. Ne var ki başlangıçta yeni bir şeyler yapmak isteyenler, bir müddet sonra mevcut teşkilatları taklit etmeye, onların yaptıklarını yapmaya, yani tekrara başlıyorlar. Çünkü fikir ve teklif sahibi olmadan başkalarını tenkitle yola çıkmışlardır. Allah Azze ve Celle, fikir ve teklif sahibi olmadan başkalarını tenkit edenleri, hayatlarının herhangi bir safhasında tenkit ettiklerini taklit etmeye mahkum ediyor. Bu fasit daire onlarca yıldır tekrarlanmasına rağmen insanlar hala aynı eksende yuvarlanıp gidiyor. 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ Herkes hatırında tutsun; tenkit, teklif sahibinin hakkıdır. Fikir ve teklifi olmayanların tenkit hakkı yoktur, fikir ve teklif sahibi olmadan tenkit edenler nefsin ve şeytanın tuzağına düşerler. *** Birkaç kişi bir araya gelip tefsir dersleri veriyor. Başka birkaç kişi de bir araya geliyor fıkıh dersleri veriyor. Tefsir dersleri veren, talebelerini fıkıh dersi için diğer guruba göndermiyor, fıkıh dersi veren de talebelerinin tefsir dersi alması için ötekine göndermiyor. Bir araya gelip müşterek bir müessese kuramıyorsunuz, tamam bunu anladık, peki talebelerinizi diğer guruba gönderip başka bir ilmin tahsilini yapmalarına neden mani oluyorsunuz. Bu nasıl bir kafadır ki, dipdiri bir nefs, derin bir hasislik, tahammül edilmez bir kıskançlıkla talebelerinizi yarım bırakıyorsunuz? Verdikleri dersin muhtevası ve derinliğinden bahsetmiyoruz. Neticede herkes kendi seviyesince bir şeyler yapmaya çalışıyor. İnsanın idrakince bir şeyler yapmaya gayret etmesi ancak takdir edilir. Büyük bir mefkure örülememesini kanıksadık da, hocaların talebeleri üzerinden nefslerini tatmin etmesi anlaşılır gibi değil. Unutmayın; alim olmak, entelektüel olmak değildir, yani sadece bilgiyle meşgul olmaktan ibaret değildir. Ahlakı kuşanmamış bir kişi, dünyanın en bilgili insanı da olsa, İslam ıstılahındaki alim şahsiyet haline gelemez. *** Birkaç kişi bir araya gelip dergi çıkarıyor. Dergi biraz tuttuğunda başka yazar almıyor, bir avuç yazarla iktifa ediyorlar. 33 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Hani fikirleri var ya… Oysa ne olabilir ki, bir avuç insanın fikir yekunu ne olabilir? Mevzu haritasını çıkarmayı akledememiş insanlar, her şeyi anladıkları vehmiyle boğuşup duruyorlar. Okuyucularını kendi ufuklarına mahkum etme cürmünü işlediklerini bile fark etmeden yaşayıp gidiyorlar. Heyhat… Derginin ne olduğunu bilmeyenler tabii ki arkalarını bir külliyata yaslama ihtiyacı hissetmiyorlar. Normal şartlarda dergi çıkaracak kadronun tek tek olmasa bile toplamının bir külliyatı olması gerekir. Bundan vazgeçtik, bari sırtınızı bir külliyata dayayın. Derginin yazar kadrosuna bakıyorsunuz, toplamının kitap sayısı yazar sayısı kadar yok. Ayıp oluyor ama… Hiç değilse bir mevzuda kitaplık çapta fikri olmayan adam, gerine gerine, böbürlene böbürlene, kibirlene kibirlene fikir satıyor. Ama ayıp oluyor beyler… Dergilerle meşgul olanlar hatırından çıkarmasın; her dergi aslında bir fikir hareketidir. Ülkemizde ise dergiler, fikir kımıltısı bile olamıyor. *** Her gün gazete köşelerinde herkese akıl verenler var bir de… Hükümete akıl veriyor, muhalefete akıl veriyor, münevverlere akıl veriyor, halkı ise zaten azarlayıp duruyor. Köşe yazısındaki dil ve üsluba bakınca zannedersiniz ki arkasında beş yüz ciltlik bir külliyat var. Adamı araştırıyorsunuz ortada kitap yok. Gazetelerdeki köşe yazarları ve televizyonlardaki yorumcuların kahir ekseriyetinin “Cin Ali” seviyesinde birkaç eser yok. Eser sahibi olanların sayısı az olduğu gibi, onların da eser sayısı bir-iki elin parmaklarını geçmiyor. Ne var ki memleketin efkar-ı umumiyesi, gazetelerdeki köşe yazarları ve 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ televizyonlardaki programcı ve yorumcular tarafından oluşturuluyor. Bu ne kadar çirkin bir durum… İşin ilginç tarafı, köşe yazarları ve yorumcuların sürekli insanları “okumamakla” itham etmesi… Oysa kendisi de okumuyor, okumuyor çünkü köşe yazısından başka bir şey yazamıyor. Yani ya okumuyor ya da kitap yazacak kadar anlayamıyor. Türkiye, kitap telif edemeyen, yani kitabı olmayanlara “yazar” denilen bir ülkedir. Unutmayın, bir ülkenin efkar-ı umumiyesi, “kitapsız” yazarlar tarafından oluşturuluyorsa, o ülkeden hiçbir halt olmaz. *** Bir ümitle üniversitelere bakıyorsunuz, aman Allah’ım… Adam profesör olmuş ama kitabı yok. Nasıl olabilir bu diye hayret ve şaşkınlıkla biraz daha tetkik ediyorsunuz, profesör olmak için sahasında keşif ve telif çalışması yapma şartının olmadığını görüyorsunuz. Ya kitap diye bakıyorsunuz, profesör olmak için kitabının olması da gerekmiyor. Adamın işi “ilim”… Düşünün, ülke adama profesörlük unvanı veriyor, üstüne bir yığın para ödüyor, bunlara mukabil taş taşımasını istemiyor tek istediği şey ilmi çalışma ve eser… Bir tarafta kitap yazıp kendi parasıyla bastırmak zorunda olan cehd sahibi insan diğer tarafta itibar ve para ödenen ve asli işi de ilim olan adam… Meydan yerine çıkıp, “Kitapsızlar” diye bağırmak geliyor insanın içinden… Kitapsızlar, yani esersizler, yani keşifsizler, yani cehdsizler, yani samimiyetsizler. Bu ülkede YÖK bir üniversiteye rektör adaylarını seçerken kitap sayısına bakmıyor, Cumhurbaşkanı rektörü tayin ederken eser sayısına bakmıyor, üniversitede akademisyenler rektör seçerken telif çalışmasına bakmıyor. Bu ülkede televizyoncular adamı programa 34 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ çıkarırken kitap sayısına bakmıyor, gazeteler köşe yazarı ararken kitap sayısına bakmıyor, konferansa çağıranlar adamın kitap sayısına bakmıyor. Halde kabzımallık yapacak adam arayanlardan bahsetmiyoruz, bahsini ettiğimiz her mesele doğrudan tefekkürle alakalı ama tefekkür istidadını arayan yok. *** Kitap, yani fikir, yani ilim yok çünkü bunları arayan, bunlara itibar eden yok. Bir tane kitabı olmayan rektör, yüz tane kitabı olan Necip Fazıl’a tercih ediliyor. Bu bir yanlışlık değil, bu bir hastalık… Kitaba meyletmeyen, kitaba itibar etmeyen, kitaba kıymet vermeyen anlayış bedevidir. Koca koca binalar yapıp adına üniversite denmesinin bir anlamı yok. Yanlışı konuşarak düzeltebilirsiniz, hastalığı konuşarak tedavi edemezsiniz. Hastanın hasta olduğunu bilmesi, tedaviye ihtiyaç duyması gerekiyor. Fakat kalb ve akıl hastalığı bedeni hastalığa benzemez, kimse akıl hastalığına yakalandığını kabul etmez, herkes kendi fikrinin farklı bir anlayış olduğunu iddia ediyor. Fikir farklılığı ile marazi meyilleri birbirinden tefrik ve temyiz edecek bir seviyenin ve merciin olmadığı ülkede ne yapılabilir? Ki bunun en bariz farkı, kitaba kıymet verip vermemek değil midir? Hangi anlayışta olursanız olun, ilmi ve fikri mertebe ve mevkiin ölçüsü kitap değil midir, kitaplık çapta fikir telifi değil midir? Bu kadar açık bir delil varken ve akli maraz sabitken, hastanın hastalığını kabul etmesini bekleme lüksümüz olabilir mi? Gerektiğinde beyaz gömlek giydirip akıl hastanesinde zapt altına almak tedavini ön şartı değil midir? Bir medeniyet akademisi veya ismi her ne olacaksa, sadece seviye tespit ölçüsü olarak telif ve keşif eser meselesini ikame 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ etse birçok problem çözülmüş olur. Böyle bir ölçü ikamesi tefekkür hayatımızı ilerletir mi bilmem ama en azından sahtekarları teşhis eder. Sahtesinin musallat olmasına mani olmak, aslının zuhuru için ilk şarttır. Aslı zuhur eder veya etmez ama sahtesi itibar görmez. İlmi ve fikri kıymet tespitinin esere göre yapılması, esere meyledilmesini, esere kıymet verilmesini, eser cehdini teşvik eder. En azından bu kadarının yapılması bile çok büyük bir kıymettir ve insanlara keşif ve telif, hamle ve hareket iştiyakı aşılar. Kitaba doğru bir akış, kitabi kıymet imalini artıracaktır. Türkiye’de üniversite, kuruluşunca yozlaşmış durumdadır. Kuruluş maksadı ilim ve fikir imali değil, batının değerlerini bu ülkeye nakletmektir. Buna ayarlı öyle kıstaslar caridir ki, İngilizce bilmeyen bir akademisyenin seksen tane kitabı var ama Yardımcı Doçenttir, İngilizce bilen bir akademisyenin hiç kitabı yoktur ama profesördür ve rektördür. Bu doğrudan doğruya müstemleke eğitim sistemidir ve devşiremedikleri insanları “aşağıda” tutmak için tertip edilmiş bir tuzaktır. Mesele yabancı dil düşmanlığı değil, zaten bir ilim adamının bırakın tek yabancı dil bilmesini birkaç tane bilmesi lüzumu da açıktır. Ama adam bir şekilde yabancı dil ile ünsiyet kuramamıştır, buna mukabil külliyat çapında eseri vardır ama Yardımcı doçent olarak zapt altına alınmıştır. Türkçe, birkaç yüz kelimeden ibaret kabile dili midir ki yabancı dil bilmediğinizde eser veremeyesiniz veya verdiğiniz eserlerin bir kıymeti olmaya… Bu mesele, kanun metinlerine girmiş bir ihanettir. Ayrıca ülkeye ve millete yapılmış en büyük hakarettir. İletişim: selehattinadanali@gmail.com 35 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ MEDENİYET KADROSU VE SİYASİ UFUK Ahmet Selçuki Müslümanlar seksen-doksan yıldır “kadro” yetiştirmekle meşguller. Birçok cemaat ve gurup, “Neden şu işleri yapmıyorsunuz?” türünden sorulara karşı, “Kadro yetiştiriyoruz” türünden cevaplar veriyorlar. Bu cevap yanlış değil, kadro yani insan olmadan yapılacak iş ne olabilir ki? Muhakkak ki bir iş yapılacaksa o işin kadrosunun yetişmiş olması gerekiyor, aksi takdirde kasaba ameliyat yaptırmak zorunda kalınıyor ve ortaya cerrahi tedavi değil kıyma makinası çıkıyor. Kadro yetişmeli, yetiştirilmeli… Fakat sorulan soruların içinde “Medeniyet hamlesi neden başlatılmıyor?” sorusu olmadığından mıdır bilinmez, medeniyet kadrosu ile ilgili hiçbir ufuk ve teşebbüs yok. Sebebi malum; medeniyet tasavvuru olmadığı için medeniyet kadrosuna ihtiyaç duyulmuyor. Öyleyse silsile vuzuha kavuşuyor, önce tefekkür ve tasavvur, sonra kadro, sona hamle… Anlaşıldığı üzere bu silsilenin başında da, tefekkür ve tasavvuru keşif ve telif edecek mütefekkir kadrosu… Bu nokta dikkat çekici bir paradoksa işaret ediyor, kadro yoksa tefekkür ve tasavvur olmuyor, tefekkür ve tasavvur olmayınca kadro yetişmiyor. Bu fasid daireyi kıracak ve bir noktasından sahaya girecek olan mütefekkir kafaların yetişmesi şart… *** Siyasetin nihai ufku, medeniyet inşasıdır. Bir siyasi kadronun ufkunda medeniyet tasavvuru ve inşası yoksa o siyasi kadronun maksadı en iyi ihtimalle Müslümanların günlük işlerini halletmekten, ihtiyaçlarını karşılamaktan ibarettir. İktidarın nefsi tahrik edici 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ hususiyeti de hatırlanırsa, medeniyet ufkuna gözünü dikmeyen, o ufka doğru canhıraş bir gayretle yürümeyen kadrolar, kudret ve iktidar ile nefsin buluşmasından ortaya çıkan dehşetengiz tuzaktan kurtulması fevkalade zordur. Medeniyet ufkunun en bariz hususiyeti, insanların önüne uzun bir güzergah açmasıdır. İktidar olmak gibi yakın menzilleri ufuk edinen kadrolar, ara menzilde rehavete ve nefsinin tuzaklarına düşmekten kurtulamazlar. Güzergahın uzun olması, mücadeleyi kesintisiz kılar ve iktidarın nefsi tatmin ve tahrik edici özelliklerini ortadan kaldırır ve mesuliyet his ve şuurunu harekete geçirir. *** Medeniyet ufku siyasi kadrolar için temel seviye ölçüdür. Bir siyasetçi medeniyet tasavvurundan, medeniyet hamlesinden, medeniyet inşasından bahsetmiyorsa, nefsinin peşinde koşuyor, menfaat ve iktidar talebinden başka bir şey düşünmüyor demektir. Medeniyet, İslam’ı anlamanın en hacimli çerçevesidir. Nazari çerçevede medeniyet tasavvuru, tatbikatta ise medeniyet hamlesi İslam’ı anlama ve tatbik etme bahsinde nihai menzildir. Bir siyasetçi medeniyet ufkundan habersizse, onun idrak seviyesi çok sathidir. Biliyoruz, son zamanlarda siyasi iktidarın önde gelenleri tarafından bahsedilmeye başlandığı için medeniyet meselesi “moda” haline geldi. Fikirteknesi kadrosunun yıllar öncesinden başladığı çalışmaları da, muktedirlerin meseleyi “moda” haline getirdiği bugünün ucuzluğuna kurban gitmek üzere… Bunun ne kadar ıstırap verici bir duygu olduğunu izahtan aciziz. 36 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Siyasi kadroların medeniyet meselesini ucuza getirmeden, moda olmasını yaygınlık ve muteber olmasından ibaret bir fayda olarak değerlendirmesini temenni ederiz. Kendilerinin oluşturduğu modanın cazibesine kapılıp, ucuz birkaç lafla geçiştirmeleri halinde, kendi seviye testlerini kendilerinin yapmış olacağını hatırlatırız. Medeniyet akademisi benzeri bir müessesenin kurulması, devlet imkanları olmadan kurulabilirse de yavaş ilerler. Devletin, meseleyi kamu kuruluşu haline getirmeden, mensuplarını bürokrat yapmadan, hiyerarşik kontrol altına almadan, imkanlarını temin ve itibarını ikame etmek gibi bir katkısının olması mümkün ve doğrudur. Medeniyet inşasından bahseden bir siyasi kadronun, medeniyet akademisi bir müesseseye ihtiyaç duymaması, ya seviyesizliğinin alameti ya da samimiyetsizliğinin… Mesele bizim bahsini ettiğimiz medeniyet akademisi değil. Mesele, medeniyet inşasından bahsedip de, bunu yürütecek bir karargaha ihtiyaç duymamaktır. Hangi isim altında ve nasıl kurulursa kurulsun, bu kadar mühim bir mevzuun gündeme gelmemesi, bunun için bir teşebbüste bulunulmamasıdır. Bu zafiyet, tabii ki bir seviyesizlik alametidir aynı zamanda. *** Medeniyet ufku siyasi kadrolar için samimiyet ölçüsüdür. Samimiyet nasıl ölçülür? Bunun bir yolu, formülü var mı? Binlerce siyasetçinin dinden bahsettiğini biliyor ve şahit oluyoruz. Siyaseti dinin aracı haline getirmekle dini siyasetin aracı haline getirmek arasındaki fark ve ölçü nedir? Ağzını her açtığında İslam’dan, İslami meselelerden bahseden bir siyasetçinin, dini 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ istismar etmediğini, menfaatleri ve mevki talepleri için dini suiistimal etmediğini nasıl anlarız? Adamın kalbini bilme, niyetini anlama, asıl maksadını keşfetme mahareti kimde var? Samimiyetin ölçülerinden birisi, fikre kıymet vermektir. Fikir, ilim, hikmet, irfan gibi İslam medeniyetinin temel kıymet ölçülerine itibar etmeyen bir insanın samimi olmadığı açık değil midir? Bir Müslüman, fikir, ilim, irfan, hikmet gibi temel mikyas kaynaklarının kıymetli ve muteber olduğunu anlamayacak kadar idraksiz olabilir mi? Bu kadar idraksiz bir insanın siyasi kadrolara katılması, makam sahibi olması, eline kudret araçlarının verilmesi, hem kendisi hem de buna sebep olanlar için samimiyetsizlik alameti değil midir? İslam’ın her metninde bu bahisler temel mesele olarak zikredilmesine rağmen, bu mevzularda “bilmemek mazeret olabilir mi?” Cahillik ve idraksizliğin mazeret olmadığı yerler vardır. Bir ülkeyi idare edecek makamlara oturanların cahillik ve idraksizlik mazereti, hayatında bisiklet bile sürmemiş birinin uçakta kaptanlık yapmasına benzer. Bazı meselelerdeki cahillik ve idraksizliğin bedeli çok ağırdır ve telafisi de yoktur. Her kim ki cahil ve idraksiz şekilde uçak kaptanlığı yapmaya teşebbüs eder, her kim ki cahil ve idraksiz birini uçak kaptanı yapar veya sebep olur, her ikisi de, düşen uçakta ölen insan sayısınca katildir. Devlet yönetmek, birkaç yüz kişilik yolcu kapasiteli uçakta kaptan olmaktan çok daha mühim, hassas ve mesuliyetli bir iştir. Samimiyet, insanı önce mesuliyet hissi ve şuuru ile teçhiz eder. Mesuliyet his ve şuuru da “insana bilmediğini” bilme mahareti kazandırır. Bilmek gayret ve çalışma işidir, idrak ve tefekkür ise bunlarla birlikte 37 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ istidat işidir. Bir insanın tefekkür istidadı olmayabilir ama samimiyse anlamadığını anlama maharetine sahiptir, bu maharet ise bisiklet bile sürmemiş birisini uçak kaptanlığına heves etmekten alıkoyar. İletişim: ahmetselcuki2012@gmail.com 38 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ TAMER MURAT İLE MUSİKİMİZ ÜZERİNE MÜLAKAT Metin Acıpayam: Klasik müziğimizin insanı içine alıp berrak ve saf duyguların dünyasına taşıdığını biliyoruz. Bizdeki musiki, gayet tedrici ve manaperest iklimde var edilmiştir. Nefs’e dokunmadan ruhu okşayan ve zevk-i selimi, sanati manada inşâ eden musikimiz, vakar vakumlayan hususiyete sahiptir. Buradan hareketle ne söylemek istersiniz? Tamer Murat: Derginizin bu sayısının kapak dosya konusu, Medeniyet Akademisi başlıklıdır. Biz de meselemizi konuşurken kapak dosya konunuz üzerinden hareket edelim. Medeniyet Akademisinden kastınız, İslam Medeniyet Akademisidir şüphesiz. Bu açıdan bakıldığında görülecektir ki, İslam Medeniyet tarihimizin merkezinde musiki vardır. Türk musikisi birçok makamdan meydana gelmiştir. İnsanın tüm mizaç ve meşrep haritasını sizin de belirttiğiniz üzere burada bulabilirsiniz. Kadim tarihimizin ilk yıllarına bakılırsa görülecektir ki, musikimizin tüm makamlarında insanın hatta tüm mahlûkatın mizaç hususiyetlerini görebilirsiniz. Yani musikimizin her makamı ve her perdesi, aynı zamanda insandır, hayvanattır, nebatattır. Kadimde yırtıcı hayvanların hüzzam makamıyla uysallaştırıldığı bilinmektedir. Yani buradan anlıyoruz ki, insanın terbiyesinden ziyade hayvanların bile terbiyesini sanatla yapan ecdadın çocuklarıyız. Sualinizde olan Zevk-i Selim meselesine hususiyetle değinmemiz gerekiyor. Selim, lügatte; Sağlam kusursuz, doğru, tehlikesiz, zararsız, kurtulmuş, temiz, samimi gibi müsbet manaları içinde barındırır. Zevk-i Selim ise, temiz ve kusursuz zevk anlayışıdır. Bu anlayışı musikimizden başka yerde bulamazsınız. Ney’e baksanız, hasretin zevkini 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ tattırır. Ut’a baksanız vuslatın. Hasretler, vuslatlar çoğaldıkça zevk-i selimi hissedersiniz. Zira hakiki sevgilinin hasreti de temiz zevk ve keyif verir beşere. Metin Acıpayam: Divan edebiyatımızda her bir eser, musikidir aslında. Özellikle Nazım Hikmet’le başlayan ve Orhan Veli denilen “rakı şişesinde balık olmak isteyen” şahsiyetsiz topluluğun başındaki “garip” adamın “garip” akımından beri, ortada ne şiir kaldı, ne de kalıcı eser. Hakikiler silinip gidince, ortada zevksiz ve musikiden habersiz onlarca “şair” çıkıverdi. Bir zamanlar Alman bir mütehassıs ile mülakat yapmıştım. Bu mülakatta; “Yahya Kemal’i bilmeyen Türk çocuğu düşünülemez” diye cümle kullanmıştı Alman Profesör. Buradan hareketle, klasik şiir-klasik müzik münasebeti hakkında ne söylersiniz? 39 Tamer Murat: Musiki usulünden habersiz şiir şiir değildir. Yukardan aşağıya tuvalet istifiyle tasnif edilmiş türdür serbest şiir. Zira şiir, musiki ile beraber dökülür müessirin kalemine. Musiki bestekârları, şiirdeki zevk-i selimi musiki ile nişanlayarak eserini ortaya koyan büyük ustaların ismidir. Serbest şiir müptezelliği, evvela hayatımızdaki “nizami” alt yapıyı çökertmiştir. Bizim medeniyetimiz usûl ve muvazene medeniyetidir. Şiirimiz ise, usûl ve muvazene halinin sanatlaştırılmış ruhi tezahürlerinden ibarettir. Bu sebepten dolayıdır ki, bugün büyük besteler yapılamıyor, hep mazide üretilenler tüketiliyor. Oysa hayat her zaman yenilenmeyi ister. İslami sanat hiçbir zaman “madde” den hareket etmez. Evet, ilhamın bazı noktalarda istifade ettiği madde, sanatımızın tümünü işgal edemez. Onun ilham kaynağı ruh ve kalptir. Ruhun ve kalbin yegane gıdası ise klasik musikimizdir. Necip Fazıl’ın “şair” tanımına aynen katılıyorum. Şair o kimsedir ki, tüm arayışını O’nu bulmak için gerçekleştirsin. O, TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ tüm mahlukatın efendisidir. İlahi sevgilinin ta kendisidir. Klasik musikimizin nihai durağı O’dur. Uğruna âlemlerin yaratıldığı sevgilidir. Bâki olanı talep eden, bâki kalır. Geçici zevk ve nefs peşinde olanlar ise “an” ı yaşayan, ve bir lahzada silinmeye mahkum olan geçici şahıslardan ibarettir. Metin Acıpayam: Klasik müzikte güfte-beste münasebetinden ne anlamamız gerekiyor? Tamer Murat: Beste-güfte münasebeti zarurettir. Birbirinden ayrı düşünülemez. Biri birinin alternatifi değil, tamamlayıcısıdır adeta. Nizamiliği görmek isteyen musikimizdeki beste-güfte münasebetine bakabilir. Böyle bir ahenk görülmeyen şeydir. Saz musikimizin bile bir dili, usûlü vardır. Zaten usûl yok ise, musiki yoktur. Metin Acıpayam: Kadim tarihimizde “su” ve “musiki” sesi ile tedavi uygulamaları mevcut. Bu tatbikat hakkında neler söylemek istersiniz? Tamer Murat: Buradaki inceliği görüyor musunuz Metin bey? Şu hassas idrake, şu safiyane cemiyete… Ahh… ahh… Bu meseleler neler kaybettiğimizi gösteriyor bize. Beynin ve ruhun bütün topoğrafyasını çeken atalarımız (Allah hepsinden razı olsun) beynin tezahürü olan ruha bu kadar hassasane yaklaşma istidadını gösterebiliyor. Müzik ruhun derinliklerine inerek, ruhi kıvamı perçinleyen bedi sanatlar bünyesindedir. Mevzuyu buradan alırsanız elbet “Müzik ruhun gıdasıdır.” Hemde çok çok faydalı gıda. Lakin müzik derken musikimizi hususiyetle vurgulamak gerekiyor. Yoksa Batı’nın müzik anlayışının ruhla yahut ruhi kıvamla ne alakası olabilir? Bugün birçok ruhi hastalığın tedavisi musikimizdedir. Zira musikimizin sahipleri, musikinin ilk zamanlarında tüm 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ insan mizaç haritasını çıkartmışlar, bu haritaya göre perdeleri kurmuşlardır. Musikimiz, anksiyet bozukluklarında ve depresyonda gerilimi azaltarak şizofren ve otistik şahıslarda iletişimi ve uyarılabilirliği artırmaktadır. 1154 yılında Şam’da açılan ilk tıp hastahanesi olan Nurettin Hastahanesi’nde akıl hastalarının müzikle tedavi edildiğini biliyoruz. Bu tedavi usulünün 18. Yüzyıla kadar geldiğini kayıtlarda görmekteyiz. Evliya Çelebi’nin 1648’lerde Seyahatnamesinde belirttiği gibi “hüznün yok edilmesi için (‘def-i gam’ için) günde üç defa güzel sesli hanende ve sazendelerin fasıl” yaptıklarını görüyoruz. 3. Selim zamanında Gevreklizade Hasan Efendinin çocuk psiklojisi ve hastalıklarında musiki makamlarını incelediğini ve bunu bir kitap haline getirdiğini görüyoruz. Bu kitapta mesela “rast” makamının felç hastalarına iyi geldiğini, ıstafan makamının zekayı açtığını, büzürk makamının korkuyu azalttığı gibi bir çok bilgiye şahit oluyoruz. 13. Yüzyılda yaşayan Safiyüddin Abdülmümin “Zübde-i Makale-i İlm-i Musiki” isimli kitabında “kuşluk vaktinde rast makamının, ikindi vaktinde ırak, gün batımında ısfahan, akşam neva gibi…” makamların sürekli dinlenmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Hatta ilginç tespitlerden biriside insanların renklerine göre musiki makamlarına ihtiyaç duymasıdır. Misalen; esmerlerin rast, kumral ve sarışınların kuçek makamı ve benzerlerinden etkilendikleri yazılıdır. Metin Acıpayam: Teşekkür ederiz hocam Murat Tamer: Rica ederim. 40 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ İSLAM MEDENİYETİNDE MÜZİK MEKTEBİ Çağatay Haznedaroğlu Müzik, insanlık tarihinin her döneminde var olduğu kabul edilen, ferdi ve içtimai bünyenin altyapısını oluşturan ilim ve sanat dalıdır. Bedii sanatlar dahilinde müziğin ayrı hususiyetler dahilinde tetkik edilmesinin zaruret olduğu hakikati, onu diğer sanat dallarından tefrik etmiştir. Müziğin sanati gücü o kadar tesirlidir ki, onun etkisinden kurtulan herhangi bir mahlükat yoktur. Sadece insan muhayyilesine değil, hayvanat ve hatta nebatata kadar umumi varlığa tesir eden yine müziktir. İslam medeniyeti huzur medeniyetidir. Huzuru sağlayabilecek her türlü ilimirfan-hikmete sıkı sıkıya sarılır, onu İslam bilgi ve sanat telakkisinde aynileştirmek suretiyle tetkik ederek terkip kıvamına ulaştırır. Şüphesiz ümmetin, müzik ve hususiyetle musiki meselesine duyarsız ve alakasız kalması düşünülemezdi. Kitabi çapta tetkik ve terkip edilmesi gereken “İslam Medeniyetinde Müzik ve Musiki” ve “Medeniyet Akademisinin Müzik Mektebi” başlıklı bu çalışmamız elbette mecmua yazısında geniş hatlarıyla incelenemeyecektir. Yakın zamanda müzik ve musiki meselemizle alakalı yeni çalışmalar ve eserlerimizin yayınlanacağı müjdesini bu vesileyle söyleyelim. *** İslam Medeniyetinde Önemli Müzik Müesseseleri Mehterhâne Özellikle Hunlar zamanında “Tuğ” olan ve vurmalı çalgılarla nefesli çalgılardan 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ oluşturulmuş askerî mızıka okulu Fatih Sultan Mehmet zamanında “Mehterhane” adını almıştır. Mevlevîhane Duy şikayet etmede her an bu ney, Anlatır hep ayrılıklardan bu ney. Ney sesi tekmil hava oldu ateş, Hem yok olsun, kimde yoksa bu ateş! Olgunun halinden ah, anlar mı ham? Söz uzar, kesmek gerektir vesselam. Bu sözler Hazreti Mevlana’dan… Mevlevîhaneler klasik tasavvuf mahzenlerinden ziyade tabiri caizse tam bir müzik müessesesidir. Pirlerin piri büyük mutasavvıf Hoca Ahmet Yesevî’nin müziğe ve raksa tarikatında yer vermesiyle beraber vecdin musikisi bahsi açılmış oluyordu. Vecd, aşk halidir. Aşkın vecd haline tekamülüyle başlayan safha sekr ve onun akabinde sahv haliyle dirilişini tevhidle yakalayan eşrefi mahluk (insan) müziği ve musikiyi tevhidi güzergahta buluşturarak vecd ve musikinin ulvi münasebetini kurmuş oluyordu… Vecdin musikisine kulak veren aşıkların kulağı havass-ı zahireden yani beş duyu organındaki “kulak” tan değildir şüphesiz. O kulak; derunun, batının kulağıdır… Enderûn-i Hümâyûn Enderûn, bir şeyin iç tarafı, iç yüzü gibi manalara gelmektedir. Kadim İslam Medeniyetinin zirvesi olan Osmanlı İslam Medeniyeti ise “iç” e aşıktır. İç oluş sağlanmadan “dış oluş” sağlanmaz hakikatinden yola çıkarak “deruna” gayet ehemmiyet atfedilmiştir. Müzik bahsiyle alakalı olmak kaydıyla, Enderûn-i Hümâyûn mektebine, 2. Murat 41 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ zamanında eklenen Müzik dersleri, Enderûn-i Hümâyûn’u tam bir müzik okuluna dönüştürmüştür. Zira ecdadımız, insanın zihni ve ruhi gelişme inkişafında müzik ve musikinin gayet büyük bir tesirinin olduğunu idrak etmekteydi. Bu sebeptendir ki, tımarhanelerde musikiyle beraber tedavi uygulamaları tatbik edilmişti. Alâeddin Yavaşça Enderûn-i Hümâyûn’daki müzik eğitimleriyle alakalı olmak üzere, aşkın meşk ve vecd haliyle yaşanmasını şu sözlerle değerlendirmektedir: Hocanın önünde diz çökülür, meşk edilecek eserin usûlü tekrar tekrar vurulur, hoca kendisi vurur, beraber vururlar böylece usûl iyice yerleşirdi. Daha sonra eserin tek satırı usul vurmak suretiyle ezbere alınıncaya kadar çalışılır ve ikinci satırada geçilmezdi. Hoca öğrencisine bir tek satırı usûl vurarak çalışmasını ve ertesi gün gelmesini söylerdi. Büyük bir eserin meşki neredeyse bir aya yakın sürerdi. Böyle meşke katılmış kişide usûl en ufak detayına kadar yerleşir, bastığı perdeler ise kaymamak üzere sağlam hale gelirdi. Bu usulün şu dümüne şu hece geliyor, “düm-teke” dediği zaman şu melodiye isabet ediyor, bu böylece satır satır çalışılıp yerleştiğinde, kusursuz da ezberlenmiş oluyordu.” Not: Sayfalarımızın darlığı sebebiyle diğer müzik müesseselerinden olan; Muzıkayı Hümâyûn, Dârülbedâyi gibi müzik mekteplerine değinemiyoruz. 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ 42 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ MÜZİK KÜLLİYESİ Metin Acıpayam -Müzik Encümeni ve Müzik Külliyesi NizamnamesiBirinci Fasıl 1. Madde: Müzik sanatını bedii sanatlar dâhilinde öğretmek ve kadim İslam tarihinde muteber müzik eserlerinin tetkikinin yapılıp yayımlanması ve musikiyle beraber hayatın ihya ve inşâ edilmesi maksadıyla Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür Bakanlığınca ilim ve ihtisas erbabından oluşturulmuş müzik encümeninin teşkili ve “İslam Medeniyet Akademisi Etrafında Müzik Külliyesi” adıyla açılmıştır. 2. Madde: Müzik Encümeni ilgili Bakanlık müessesesince seçilmiş bir başkan ve üç ikinci başkan ile uygun sayıda âzâdan oluşturulmuş fahrî bir ilmî heyettir. Encümen başkanının ve yardımcılarının muhakkak surette ehl-i tasavvuf olmaları zarurettir. 3. Madde: Encümenin temel görevleri: Müzik sanatını ilim-irfan-hikmet ile beraber görüp değerlendirmek… Kadim İslam Tarihinde “edvar” diye tabir edilen ve eski müzik kitaplarını latinize etmek ve halkla bu eserleri buluşturmak. Bu eserlerde bulunan hüküm ve kuralları toplayıp bir araya getirerek musiki ve müzik meselesini nazariyat şekline sokarak musiki şuuru verebilmek. Bu şuuru teganni usulünün îka kuralları dairesinde icra olunmuş sebeplerinin elde edilişine tevessül etmek, toplanan bilgilerin ve kayıtların lüzumuna göre ayda bir veya birden fazla risale, kitap neşretmek ve geçmiş zamandaki kadim eserlerin yayımlanmasına titizlikle delalet etmek, 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ Müzik Külliyesi’nde bediiyat sanatına muhatap olabilecek hakim öğreticiler yetiştirmek, günümüzde resmi birimlerde öğretimi gerçekleştirilen müzik eserlerini tetkik ederek, bu kapsamda ilmi, fikri, irfani usüllere uygun olmayan müsveddeleri acilen ve süratle ders programlarından çıkararak yerine milli, dini, tarihi his ve idraki terakki ettirecek farik ve mümeyyez eserler ikâme etmek, çeşitli derecedeki mektep ve kurumların müzik programlarını düzenlemek ve gerektiğinde müzik öğreticilerini seçmek ve resmi raporlar hazırlamak, Külliyenin her yıl bütçesini tanzim ve takip etmek, tercüme odaları kurarak harıl harıl tercüme eserler yaptırmak. Tercüme eserlerle müzik sahasında oluşan dünya irfan yemişlerine alakasız kalmayarak, üretilen bilginin ve telif edilen eserlerin İslam Medeniyeti ilim telakkisinin bedii şubesine kazandırmak, muntazam bir kütüphane ve bu oranda müze oluşturarak umumi istifadeye sunmak, milli müziklerimizden Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği lafızlarının başındaki “Türk” ismini kaldırarak, musikimizi ve müziğimizi tüm dünyaya tanıtmak, bu maksatla dini musikimiz olan Tasavvuf müziği ile beraber ümmetin ittifakla kabul ettiği musikimizi korumakla beraber, şiir ve inşâ bağlamında divan edebiyatı ve halk edebiyatımızda yazılan tüm şiir ve eserlerin bestesini yaparak, onları günümüz müzik anlayışına tahvil etmek. 1. Madde: Başkanlığın vazifeleri: Haftada iki defa Müzik Encümeni’ni toplantıya davet ederek, müzik ve musiki ile alakalı tüm ilim-irfan-hikmet konularını müzakere edip karara bağlamak, alınan kararları Bakanlığa bildirmek ve müzakere gündemini tayin etmek ve çeşitli konularla alakalı değerlendirmeleri takdim ve tehir değerlendirme süresini tayin edip, tasniflemek, encümen değerlendirmesinde ilmi bir konunun çözümünde çelişki ve sıkıntıların ortaya çıkma 43 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ durumunda dışarıdan ehliyet ve liyakat sahibi kişiler davet edilerek mevzunun halli meselesini sağlamak. Dışarıdan davet edilen her liyakat sahibi insan müzakere esnasında asli encümen azası gibi birer oya sahip olurlar. 1. Madde: Başkan yardımcıları, Başkanlık Makamı’ndan havale edilecek konuların ilk tedkiklerini îfâ ve değerlendirmenin esasını hazırlar ve başkandan bağımsız olmak suretiyle encümene başkanlık etmek vazifeleriyle mükelleftir. Encümenin sekreterya vazifesi başkan yardımcıları tarafından îfâ edilir. 2. Madde: Encümen başkanları ve âzâsı oylarında müstakil her birinin, klasik ve tasavvuf müziğinin ilerlemesi ve tekemmül etmesi konusunda karar verme ve bu kararı Başkanlık Makamı’na bildirerek konunun encümende değerlendirilmesini talep etme salâhiyeti vardır. 3. Madde: Ülkede ve âlem-i İslam’da hizmet gösteren müzik eğitiminin teftiş edilmesi encümen tarafından seçilecek otuz beş âzâ tarafından Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve Dış İşleri Bakanlığı tarafından tayin olacak kişiler tarafından fahri olarak gerçekleştirilecektir. 4. Madde: Musiki ve Müzik Encümen Başkanlığı âzâsının vazifeleri fahrîdir. Toplantı için Başkanlık tarafından gerçekleştirilecek davete geçerli mazerete dayanılmaksızın iki defa peş peşe katılmayan âzâ hakkında ağır müeyyideler tatbik edilir. İkinci Fasıl 1. Madde: Müzik Külliyesi altı sınıflı bir mektep olup, ders programı gereğince tedrisâtta bulunacak ve tarihşinas ve müzik telakkimize uygun olan beste tanzimine muktedir ve hakiki sanatkâr temini kazanmaya 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ yaraşır bayan ve erkek öğreticiler yetiştirilecektir. Külliyenin sanatkâr profilinin ufku marifetullahı idrak edecek çapta ve seviyede olmalıdır. Bu açıdan külliyenin sanat anlayışı, eserden müessire uzanan, müessirden tekrar eseri inşâ edecek olan terkip anlayışının müziğe yansıyan tezahürüdür. 2. Madde: Külliye, bay ve bayanlara mahsus olmak üzere iki kısım olup, her kısmı ayrı ayrı binalarda bulunacaktır. Külliyenin idarecisi ve öğretmenleri Musiki Encümeni’nce seçilir ve tayin işlemi yapılır. Külliyenin başkan ve başkan yardımcılarının kadın olmamasına özellikle dikkat edilir. 3. Madde: Külliyenin ders yılı, on bir aydan ibarettir. 4. Madde: Encümen tarafından verilecek karar üzerine oku tarafından satın alınacak müzik âlet ve edevâtı, bakanlıkça tedarik edilir; basılmasına ihtiyaç duyulacak müzik eserleinin esasları encümence hazırlanır ve encümenin resmî mührü ile işaretlenerek tasdik edildikten sonra Başkanlığa takdim olunarak encümenin nezâreti altında basılarak yayınlanır. 5. Madde: Lüzum şartlarına hâiz olan ya da olmayan hiçbir talebeden herhangi bir ücret talep edilmeyecektir. Külliye tabiri caizse tam bir istidad arayıcısıdır. Müzik ve Musikişinas her istidadı bünyesine almak suretiyle kayıt işlemini gerçekleştirir. 6. Madde: Külliye, Perşembe ve Cuma günleri tatil edilir. Üçüncü Fasıl Vazifeleri 44 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ 1. Madde: Külliye müdür ve yardımcılar kendilerine ait kısımları münhasır olmak üzere umumi sevk ve idareden birinci derecede sorumludurlar. Memurlar ve müstahdemlerin görevlerini güzel bir şekilde yapabilmelerini sağlamak, külliye düzeninin teminini ve ilerlemesini sağlayacak tedbirleri almak, külliyenin umumi durumuyla talebelerin kazanacakları ilerleme ve ders programlarının güzel ve tatbik edilip edilmediğini gerekçelerini de içeren bir cetvel ile her hafta başında Müzik Encümen Başkanlığı’na da göndermek vazifeleridir. 2. Madde: Müdür ve yardımcılar; kütüphane ve müze ile ders araç gereçlerinin güzel bir şekilde korunup korunmadığını mütemadiyen teftiş ederek, bunun temini ile alakalı tedbirler alır. Memurlardan ve müstahdemlerden birisinin görevlerini îfâ etmekte kusurunu gördüğü zaman gerekli ihtarda bulunarak tesirini görmediği takdirde durumu Müzik Encümeni Başkanlığı’na bildirir. Muallim ve talebelerin devam cetvellerini tanzim ile her ay sonunda Müzik Encümeni Başkanlığı’na göndermek, külliye içerisinde umumi edep kurallarının muhafazasına dikkat eder. Tâlimatnâme hükümlerine uymayan talebelere gerekli uyarılarda bulunmak, uyarıları dikkate almayanları külliyenin düzenini bozanları ilk olarak o günkü derse almamak, tekrar halinde mutlaka Encümen Başkanlığı’na bildirmek; külliyenin temizliğine ziyadesiyle dikkat etmek de müdür ve yardımcılarının vazifelerindendir. *** Not: “İslam Medeniyet Akademisi Etrafında Müzik Külliyesi” isimli müessese modelimizin talimatnamesinin tümünü sayfalarımızın darlığı sebebiyle buraya alamıyoruz. Konuya alaka duyanlar, yakında yayım- 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ lanacak olan “Müzik ve Tatbikat” kitabımıza bakabilirler. Dördüncü Fasıl: -Talebeler Hakkında- (30 Madde) Beşinci Fasıl: -Umumi Fasıl Heyetleri- (10 Madde) Altıncı Fasıl: -Kütüphane ve Müze(7 Madde) Yedinci Fasıl: Öğreticiler- (9 Madde) Muallimler – Sekizinci Fasıl: -İmtihan ve Diplomalar- (8 Madde) Dokuzuncu Fasıl: -Çeşitli Maddeler(5 Madde) 45 -ve Müzik Külliyesi Ders Programı- TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ TABAKAT ÇALIŞMALARI cihetten kıymetlidir ama sadece bu sebeple bile yaşatılması gereken bir mecradır. Hamza Kahraman *Çalışmanın Takdimi Tabakat, İslam tarihinin harikulade eser çeşitlerindendir. Bir devri, bir devrin belli bir ilim ve tefekkür sahasını tarayan, oradaki alim, arif, mütefekkir ve başka şahsiyet çeşitlerini muhtelif tasniflerde tespit eden çalışma tarzı. Bu ümmet, ahir zaman ümmeti olduğu için her meseleyi doğru yapmanın usulünü keşif ve tertip hususunda yüksek maharetle teçhiz edilmiştir. Tabakat çalışmaları, bir taraftan İslam tarihi için bulunmaz bir kaynak kıymeti taşıdığı gibi bunun çok ötesinde ehemmiyete sahiptir. Belli bir dönemin müfessirleri için hazırlanan Tabakat eseri, o devirdeki tüm müfessirleri, hayatlarını, eserlerini tespit etmekle, tefsir ilminin o devirdeki (modern dille söylemek gerekirse) dökümantasyonunu oluşturmakta, hangi müellif ve hangi eserlerin olduğunu göstermekte, hangi müellifin ve hangi eserin seviyesinin ne olduğunun anlaşılmasını sağlamaktadır. Bir nevi mevzu haritası, müellif haritası, eser haritası, seviye mukayesesi yapmakta, bunları doğrudan yapmasa bile Tabakat çalışmasının neticesinde bunlar ortaya çıkmaktadır. Ümmetin belli bir devirdeki müktesebatını tedvin ve tertip eden bu idrak, İslam tarihindeki ilim ve tefekkür sürecinin kesintisiz bin yıldan fazla sürebilmesinin de izahıdır. Tarihi savaş alanlarından takip edenler; ilim, irfan, tefekkür silsilesinin tarihin özü olduğunu anlamazlar. Tabakat, ümmetin idrak ehli tarafından keşif ve gelenekleştirilmiş, böylece bir çeşit medeniyet tarihi yazılmıştır. Tabakat eserleri muhakkak ki birçok 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ Ümmetin Tabakat geleneği batı tarafından çalınmış ve çalındığı belli olmasın diye Ansiklopedi haline getirilmiştir. Ansiklopedi ile Tabakat mukayese edildiğinde ansiklopedinin ne kadar sığ olduğu açıkça görülür. Ne var ki Müslümanlar Tabakat çalışmalarını bırakıp Ansiklopediye yöneldiği, Tabakat bahsi ve geleneği de unutulduğu için mukayese yapma imkanı bile kalmamıştır. Tabakat eserleri ve geleneği, dikkat ve idrakin bir kişi veya bazı kişiler üzerinde kesifleşmesine mani olur ve belli bir devir veya bilgi sahasında ne kadar kaşif ve müellif olduğunu nazara verir. Bugünkü halimize bakıldığında bu meselenin ne kadar mühim olduğu görülmektedir. Tarihi devirler bir tarafa, içinde yaşadığımız dönemde bile kimlerin olduğunu, kimlerin hangi kitapları telif ettiğini, kimlerin hangi sahalarda ve mevzularda imal-i fikirde bulunduğunu bilmiyor, umursamıyoruz. Bir müellife itibar ve itimat etmemiz anlaşılabilir bir durumdur ama ümmetin aynı devir içinde imal ettiği müktesebata gözümüzü kapatmamız tam bir cahil davranışıdır. Bir meseleyi, ümmetin mensuplarından filan şahsın derinliğine ve sıhhatli şekilde izah etmiş olması, başka bir şahsa itibar eden Müslümanlar için bir kıymet arz etmez mi? Bu ne kadar dipsiz bir cahillik alameti ve davranışıdır. Ümmetin idrak ehli asırlarca önce bu meseleyi teşhis etmiş, ümmetin alimlerini, ariflerini, mütefekkirlerini devir ve muhteva olarak tasnif ederek kayıt altına almıştır. Buna rağmen hicri on beşinci asırda bu kadar derin bir cahil yaklaşımı ve davranışı göstermek bu ümmetin mensuplarına yakışmıyor. Belki de bu cahilce yaklaşımın temel sebebi, yirminci asır Tabakatının yazılmamış 46 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ olmasıdır, zira Tabakat yazılmayınca kimlerin olduğu, kimlerin hangi meselelere yöneldiği ortaya çıkmamakta, bunları tespit etmek fevkalade ferdi çabaları gerektirmektedir. Başka müellifleri umursamayanlar Tabakat meselesini gündemine almamakta, Tabakat yazılamadığı için de başka müellifler umursanmamaktadır. *** Fikirteknesi yayınevi ile Terkip ve İnşa dergisi kadrosu olarak yirminci asır ve devamı için Tabakat çalışmaları yapmaya niyetlendik. Bunun için bir taraftan altyapı kurmak çabasındayız, altyapı çalışmasının en mühimi olan Tabakat usulü meselesinde yoğunlaşmış durumdayız. Yeni bir Tabakat çalışması usul ve çerçevesi geliştirmek niyet ve çabasındayız. Tabakat usulü, bir “Usul-i Tefsir”, bir “Usuli Fıkıh” gibi hassas mesele olmadığı için, yeni bir usul ve çerçeve geliştirme mevzuunda rahat çalışabileceğimiz bir sahadır. Ümmetin kadim tecrübesi ile birlikte yeni bir usul ve çerçeve geliştirildiğinde Tabakat geleneği, tahmin edilenin çok üzerinde bir vazife üstlenecektir. Yapmayı düşündüğümüz Tabakat çalışması, belli bir bilgi ve ilim sahası ile sınırlı olmayıp, yirminci asrı tüm cihetleriyle kuşatıcı bir çerçeve oluşturma çabasıdır. Çalışmanın başlı başına bir külliyat haline geleceği, belki yüz cildi aşacak bir hacme ulaşacağı bugünden bakıldığında görülebilmektedir. Bunun ne kadar zaman alacağını umursamıyor, bizim ömrümüze sığıp sığmayacağını dert etmiyor, sadece çalışmayı başlatıp götürebileceğimiz yere kadar taşımayı düşünüyoruz. Malumdur ki bir insan veya kadro, ömrünü aşan işlere girmiyorsa, maksat ve ufkunu dünya ile sınırlamış demektir. Fikirteknesi kadrosu ufkunu dünya ile sınırlandırmamakta azami hassastır. Usul ve çerçeve oluşturma çabamızın bir sebebi de, bizim başlayıp bitireceğimiz bir iş olmaması ihtimalidir. İstiyoruz ki bir mecra açalım, bir usul ve çerçeve oluşturalım, bizden sonra gelenler de ne yapacağını, niçin yapacağını, nasıl yapacağını bilsin ve kolaylıkla çalışmaları devam ettirebilsin. Tabakat geleneğinin de inkıtaa uğradığı günümüzde, bu gelenek yeniden ihya edilirken, kadime hürmet ve onunla irtibat içinde olmak şartıyla yeni şartlarda yeni bir çerçeve oluşturulabilsin, bu da mümkün olduğunca kuşatıcı olsun istedik. *** Çalışması devam eden Tabakat usul ve çerçevesini, bugün için ulaştığımız nokta itibariyle iki ana başlık altında yayınlıyoruz. “Ana harita” ve “Çerçeve”… Çalışmaların henüz başındayız ve yayınladığımız metin nihai halini almış değildir. Bu sebeple çalışmaya katılacak ve katkıda bulunacak olan okurlarımızın, hem usul ve çerçeve mevzuunda hem de muhteva mevzuunda tenkit ve tekliflerini bekliyoruz. 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ Büyük iddia sahibi olmamak gerektiği malum… Kader vardır, kaderin olduğu bir kainatta büyük iddia küçük insanların marazi halidir. Ne var ki bir mümin, büyük iddia sahibi olmaksızın büyük işler yapma cehdiyle hareket etmelidir, dünyada mümkün olan en büyük işi bu ümmetin mensuplarından birinin yapmış olması gerekir. Büyük iddia sahibi olmadan büyük işler peşinde koşmak, nefsin putunu dikmek yerine ümmetin şerefini ikame etmek için çalışmaktır. 47 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Tabakat çalışması, bir geleneği ihya ve yeniden inşa etmek gibi bir maksadı muhtevidir ama bundan ibaret değil. Yeni İslam çağının eşiğindeyiz, öyleyse büyük işler yapmakla mükellefiz. Yeni bir medeniyet hamlesi başlatabilmek için kurulması lüzumuna inandığımız medeniyet akademisi veya Başyücelik Akademyasının ilk işlerinden biri kadim müktesebatın tedvin ve tertip edilmesidir. Bu işin büyüklüğü ve zorluğu malum, çok sayıda kadroya ihtiyaç duyduğu da meçhul değil. İstedik ki, en azından içinde yaşadığımız çağın Tabakatını hazırlayalım, hem müktesebatın tedvin ve tertibine bir hazırlık olsun hem de tedvin ve tertip haritası oluşsun. Böyle bir çalışmanın yapılabilmesi, hem mevzuun kendi kıymeti bakımından hem de büyük hamlenin mümkün olduğunu göstermesi bakımından çok faydalı ve ümit verici olur. *Tabakat çalışmasının ana haritası *Risale-i Nur külliyatı *Diriliş külliyatı *Cemil Meriç külliyatı *Fikirteknesi külliyatı *Oryantalist külliyat İla ahir… B- KÜLLİYAT MUHTEVASI *Ana muhteva *Muhteva haritası 3- KUR’AN İLİMLERİ TABAKATI *Tefsir ilmi *Hadis ilmi *Siyer *Kelam ilmi *Fıkıh ilmi *Lisan ilmi *Maarif ilmi *Hal ilmi İla ahir… 1- ŞAHSİYETLER TABAKATI 4- TEVHİD İLİMLERİ TABAKATI A- ŞAHSİYET ÇEŞİTLERİ *Arifler *Alimler *Mütefekkirler *Münevverler *Sanatçılar B- ŞAHSİYETLER LİSTESİ *Alfabetik liste *Tasnife göre liste *Tarihe göre liste *Tasavvuf *Tarikat *Menakıp *Sohbet *Edep *Tevhid *Şirk *Mutlak varlık telakkisi *Varlık telakkisi *İnsan telakkisi *Hayat telakkisi 5- BEŞERİ İLİMLER TABAKATI 2- KÜLLİYATLAR TABAKATI A- KÜLLİYAT LİSTESİ *Büyük Doğu külliyatı 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ *Ruhiyat *Ahlak *İçtimaiyat *Tababet 48 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ *Musiki *Siyaset *İktisat *Sanat İla ahir… 2- KÜLLİYAT ÇERÇEVESİ *Külliyatın tam listesi -Alfabetik liste -Ehemmiyet listesi -Telif tarihi listesi 6- MÜSPET İLİMLER TABAKATI *Külliyatın tasnifi -Eser tasnifi -Mevzu tasnifi -Mecra tasnifi *Riyaziye ve Matematik *Fizik *Kimya *Astronomi *Biyoloji İla ahir… *Külliyatın külliyatı -Müellif ile ilgili yazılan eserler -Külliyat ile ilgili yazılan eserler -Fikriyatın tatbiki -Külliyatın tesir sahası *Tabakat çalışmalarında çerçeve USUL VE ÇERÇEVE 3- KUR’AN ÇERÇEVE İLİMLERİNE AİT 1- ŞAHSİYETLER ÇERÇEVESİ 49 *Çalışmaları devam ediyor *Terceme-i hal -Hayat hikayesi -Ruhi hayatı -Fikri hayatı 4- TEVHİD ÇERÇEVE İLİMLERİNE AİT *Çalışmaları devam ediyor *Silsile -Sarih silsile -Tesir silsilesi *Eserleri -Eser listesi -İlmi eserler -İrfani eserler -Fikri eserler 5- BEŞERİ İLİMLERE AİT ÇERÇEVE *Çalışmaları devam ediyor 6- MÜSPET İLİMLERE AİT ÇERÇEVE *Çalışmaları devam ediyor *Mücadelesi -Fikri mücadelesi -Siyasi mücadelesi -İçtimai mücadelesi *Münasebetleri -Münasebet ağı 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ 7- ESER ÇERÇEVESİ *Eserin teknik hüviyeti -Baskı yeri, tarihi -ISBN numarası -Sayfa sayısı TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ *Kaynak ve mensubiyet tasnifi -İslam ilim telakkisine tabi olanlar -Batı bilim telakkisine tabi olanlar -Eklektik kompozisyona tabi olanlar *İslam bilgi telakkisindeki tarif ve tasnif -İrfan mecrasına ait -İlim mecrasına ait -Tefekkür mecrasına ait *İslam ilim telakkisindeki tarif ve tasnif -Kur’an ilimleri mecrasına ait -Tevhid ilimleri mecrasına ait -Beşeri ilimler mecrasına ait -Müspet ilimler mecrasına ait *Derinlik tarif ve tasnifi -Tetkik eser -Telif eser -Keşif eser -Terkip eser İletişim: hamzakahramanlar@gmail.com 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ 50 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ ‘MEDENİYET AKADEMİSİ’ KURMAK ZAMAN, ENERJİ VE MALÎ KAYNAK İSRAFIDIR Atilla Fikri Ergun Bu bir “kayış koptu”, “şalterler attı”, “burama kadar geldi” yazısıdır. Aslında bu yazıda medeniyetin öncelikle fikrî zeminde ihya yahut yeniden inşa edileceği mecranın akademi değil mektep-medrese olduğunu, iki ayrı koldan akademinin ve mektepmedresenin menşeini, bunların ifade ettikleri anlamları, muhtevalarını ve işlevlerini anlatacak, ayrıca muhtevaya ve işleve ilişkin birtakım önerilerde bulunacaktım. Yine entelektüel düzeyde bir makale olacaktı. Seçim sonuçlarının ardından “Medine dönemi için” ‘Bismillah’ çeken Ehl-i Sünnet Müslümanları görünce vazgeçtim ve entelektüel düzeyi de boş verdim. Hiç kimsenin şevkini kırmak istemem, bununla birlikte kendilerini ağır bir yük altına sokmak üzere olan salih kulların zamanlarını, enerjilerini, emeklerini, malî kaynaklarını yok yere harcamalarına da gönlüm razı olmaz. Ayrıca gördüğümü bütün çıplaklığıyla söylemekten de geri duramam. Bu yüzden değil dokuz, otuz dokuz köyden kovulmuşluğum vardır. Diyeceğim o ki, üzgünüm, ancak insanların iktidar delisi oldukları, aklın ve kalbin devre dışı kaldığı, gözlerin, gönüllerin kör olduğu zamanlarda ‘İslam Medeniyet Hamlesi’ ve ‘Medeniyet Akademisi’ gibi fikirler iyi niyetli birer fantezi hükmündedir ne yazık ki. Halkın tercihiyle ilgili bir problemimiz yok, insanlar iki arada bir derede kaldılar, konjonktür öyle gerektirdi, terörle mücadeleden ve istikrardan yana tavır konuldu falan filan, bütün bunları anlayabiliriz, ancak “Medine dönemi için” ‘Bismillah’ çekme 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ absürtlüğünün ne izahı ne de anlaşılabilir bir yanı var. Akıllar uçmuş, gözler kör olmuş, Ehl-i Sünnet cûş-u hurûşa gelmiş, çekmiş besmeleyi! Medeniyet Akademisi de nereden çıktı?! Bu tür bir “aklın” olduğu yerde akademi, mektep-medrese, adına ne dersek diyelim iyi niyetli bir fantezi hükmündedir sadece. Malum, Medine, medeniyetimizin ilk tohumlarının atıldığı, ilk örneğinin sergilendiği yer, bir diğer ifadeyle İslam Medeniyeti’nin merkez üssü; esaslı şehir. İslam şehirli, şehre ait olan, tam tekmil şehirde yaşanılabilen bir din, bu yüzden olsa gerek ‘ed-Dîn fi’lmedîn’ denilmiş. Seçim sonuçlarının ardından “Medine dönemi için” ‘Bismillah’ çekmenin ilk absürtlüğü tam da bu noktada ortaya çıkıyor; çünkü iktidar, önceki üç dönemde yürürlüğe koyduğu kentleşme politikaları ile başta İstanbul olmak üzere şehirleri şehir olmaktan çıkardı ve birer ucubeye çevirdi. Sizin anlayacağınız şehir kalmadı ortada ki, Medine’den ve medeniyetten söz etmek mümkün olsun. İlaveten; son 10 yılda 2 milyon 573 bin futbol sahası kadar -yani 27 milyon 825 bin 64 dekar- tarım arazisi yok oldu, imara, inşaata kurban gitti. Bu arazilerin üzerine yapılanlara bir bakın bakalım, medeniyetle ne kadar alakası var. Medeniyetin çekirdeği ailedir, aile kadın, erkek ve çocuk(lar)dan müteşekkildir ve cemiyetin en küçük birimi, temel yapı taşı sayılır. İçtimaî örgütlenme aileden başlar. Dolayısıyla aile içinden başlayarak insaninsan ilişkilerini düzenleyecek bir hukuk lazımdır medeniyet için. Aksi halde İslam şehir düzeninden ya da medeniyetinden söz edilemez. Çıkarılan -fecaat arz eden- kanunlar, yanı sıra Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın “eşitlik” adı altında kadınla erkeğin yerini değiştirmeye yönelik politikaları aileyi dinamitledi. Ne Medine’si, hangi Medine? 51 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ Geride kalan on üç yıllık zaman zarfı içerisinde ilahiyat fakültelerini ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nı modernistler istila etti. İktidarın önceki üç dönemi, ilahiyat fakültelerinin fabrikasyon usûlü modernist zihinler yetiştirdiği koca bir on üç yıldan ibaret. “Bizim Sünnîlik diye bir dinimiz yoktur” (Cumhurbaşkanı), “Kur’an’da Sünnîlik yok” (Diyanet İşleri Başkanı) demek âdetten oldu ki, muhafazakâr modernleşmeci “aklın” söyleyip yapacağı şey tabii olarak bundan ibarettir. Oysa İslam medeniyet tarihi tartışmasız bir biçimde Sünnîliğin tarihidir, İslam’ın gâvura karşı cihadı, fetihleri, medeniyet kuran fıkhı ve ilim-irfan merkezi şehirleri Sünnî’dir. Modernist “akıl” İslam Medeniyeti’ni ihya yahut yeniden inşa edebilir mi? Medeniyetten anlamaz bile, kenti şehir, uygarlığı medeniyet zanneder! Hal böyle iken, Ehl-i Sünnet’i cûşu hurûşa getiren, ona şükür namazı kıldıran, “Medine dönemi için” ‘Bismillah’ çektiren şey nedir? Başbakan’ın Yeni Türkiye Buluşması’nda yaptığı konuşmayı hatırlayan var mı, faize “bereket” dediği konuşmayı? Kısaca hatırlatalım: “2002'de yüzde 56'ydı faiz, yüzde 12 sübvansiyon yapılıyordu, yüzde 47 faiz alınıyordu esnaftan. Şimdi ise yüzde 50 sübvansiyon ile yüzde 4-5 civarında faizlere kadar düşüldü. 2002’de faiz -dili sürçtü!- eee kredi kullanan esnafımızın sayısı 63 bin civarındaydı ve gittikçe düşüyordu, şimdi 317 bin geçen sene kredi kullanan esnafımız, toplamda da 1 milyon 100 bin esnafımız kredi kullandı bizim dönemde. Helal-i hoş olsun, Allah sayısını, bereketini artırsın. Kredi tutarının toplamı 2002'de 153 milyondu, şimdi 12,5 milyar, 2014'te kullanılan, yani 81 kat arttı. İşte bereket bu!” Devletin % 4-5 ile faizle kredi vermesi, esnafın da darda kaldığı, sıkıştığı için bu krediyi alması, kredi kullananların sayısında 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ da patlama yaşanması -63 binden 317 bine, toplamda ise 1 milyon 100 bine çıkması“bereket” mi? Başbakan buna “bereket” diyor ve “Helal olsun, Allah sayısını, bereketini artırsın” diye dua ediyor. Devlet tefeci, Başbakan da duacısı mı? “Allah faizi yok eder, sadakaları artırır” (Bakara: 276). Allah’ın va’di haktır ve O, Başbakan’ın “Helal olsun, Allah sayısını, bereketini artırsın” dediği şeyi yok edecek! Bankasız bir sistem düşünemeyenlerin İslam’dan ve İslam Medeniyeti’nden anladıkları şey faizin, sömürünün, küfrün yeşile boyanıp dinî kılığa girmesinden başka bir şey değildir. Banka olacak ve İslam olacak, İslam Medeniyeti olacak, ikisi bir arada bulunacak; insanlar kendilerini kandırabilirler ama Allah’ı kandıramazlar. İslam nokta-i nazarından devlet faizle iş göremez, şu veya bu ad altında kumar oynatamaz, fuhşu vergilendirip yasal hale getiremez; eğer aksi söz konusu ise, bu şekilde devlet idare etmenin hiçbir mazereti olmaz. Faizli sistemin şemsiyesi altında “İslamî” nutuk atılabilir, ancak bu iki paralık değer ifade etmez. Devletin neresi, hangi kurumu İslamî, Diyanet İşleri Başkanlığı mı? Bir yandan sistemi içselleştirerek, tahkim ve takviye edip, diğer yandan “dünyaya kafa tutuyoruz” izlenimi uyandırmaya çalışan “akıl” helak kapısının kilidini çoktan açtı. İsteyen bu kapıdan girer, tercihlerinin dünyevî ve uhrevî sonuçlarına da katlanır. “Medine dönemi için” Bismillah! Bu kadarı kâfi; muhafazakâr tarzda bir modernleşme öngören, kapitalist, kentleşmeci, kalkınmacı, ilerlemeci iktidarın önceki üç dönemde gerçekleştirdiği -İslam nokta-i nazarından asla kabul edilemeyecek olanicraatlarını tek tek sıralamaya kalkarsak ne 52 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ yer ne de zaman yeter. Buradan medeniyet çıkmaz! Şimdi, Müslüman ahaliye gelelim. Halkımız modernleşmek, zengin olmak, sınıf atlamak, makam-mevki, kariyer, konfor elde etmek istiyor. Böyle olsun isterken “ne yardan vazgeçeriz ne serden” hesabı daha çok şekil-şemaille alakalı olan birtakım dinî hassasiyetlerini de muhafaza etmeyi arzuluyor. Olur, neden olmasın, olur ama bu şekilde İslam Medeniyeti olmaz. Modern, uygar ve demokratik bir “İslam” olur belki. Belki de bunları konuşmalıyız artık. Nasıl modernleşmeliyiz, geleneği tedricen mi, yoksa radikal tarzda mı yok etmeliyiz, bir “salihler demokrasisi” var edebilir miyiz, modern uygarlığa nasıl, hangi tarzda entegre olabiliriz, vesaire. Zaten bizim sözünü ettiğimiz türden bir derdi de yok hiç kimsenin. Terkip ve İnşâ dergisinde ele alınan -bu satırların yazarına göre temel teşkil eden ve hayatî önem arz eden- konular kimin umurunda, millet bizim gibi kafadan gayri müsellah mı ki, alaka duysun? Bu noktada meselenin daha iyi anlaşılması için bazı sosyolojik tahlillere yer vermekte yarar var. Türkiye'nin eliti yok, fikirden siyasete bu böyle. Köşe başlarını tutanlar şehirli bile değiller. Dolayısıyla Türkiye için daha çok köylü-kasabalı bir toplum denebilir. Köylü-kasabalı toplumdan hakiki manada âlim, mütefekkir, arif, filozof, bilge siyasetçi, sanatçı vs. çıkmaz, bu tür toplumların medenî kimliği ve kültürü de yoktur; sözünü ettiğimiz toplumlarda modernleşme sonradan görme olmakla eş anlamlıdır. Cumhuriyet elit, aristokrat bir kesim var edemedi, bu ülkenin milyoneri de (Sakıp Ağa) siyasetçisi de (Çoban Sülü) köylükasabalıydı ki, bugün de öyle. Mesela “Gerçek burjuvazi biziz” buyuran “Müslüman” 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ para babasının ve mensubu olduğu kulübün hakikatte İslamî bir kökeni yoktur. Bunlar genellikle taşradan büyük şehre göç etmiş ve birtakım yollardan “yeşili” bulmuş olan para babalarıdır. Yaşanan sıkıntı ve kargaşanın temelinde yatan şey budur. Bir kısım köylükasabalı, çok partili sisteme geçildiği günden bu yana eline geçen -hayal edemeyeceği büyüklükteki- fırsatla kumar oynayıp ülkeyi bitirdi. Bu kumar bugün “Yeni Türkiye” adı altında oynanıyor. Türkiye’de çeperden gelenler merkezi ele geçirdiler ve merkeze bir şekilde ayak uydurup belli bir ölçüde dönüştüler. Bunu yaparken merkezi de yağmaladılar. Modernleşmeyi iyi bir şey zannediyorlar, ancak hâl-i hazırda tam olarak modernleşebilmiş de değiller. Bir yanları modern, bir yanları taşralı, dolayısıyla “modern taşralılık” olarak adlandırabileceğimiz bir durumla karşı karşıyayız ki, bu, daha büyük bir facia. AK Parti iktidarı Türkiye'de İslamcı radikalizmin bitişi anlamına geldiği gibi, geleneğin de muhafazakâr -“İslamî”- tarzdaki modernleşme karşısında erimesi anlamına geliyor. Daha önceki iktidarlar karşısında bu ikisi (radikalizm ve gelenekçilik) güçleniyordu, zira Fransız tipi laiklik Müslüman ahaliyi boğuyor, buna karşı tepki olarak direnç noktaları tahkim ediliyordu. AK Parti iktidarıyla birlikte laikliğin bir başka biçimi -veya bir başka “rahatlatıcı” yorumu- yürürlüğe konuldu, Müslüman ahali de bundan böyle her işini sandık yoluyla halledebileceğini keşfetti ve demokrasiyi içselleştirdi. Başörtülü Hâkime'nin göreve başladığı, memurların çalışma saatlerinin Cuma namazına göre düzenlendiği, askerlerin eğitimde "Rahim Allah, Kerim Allah..." diye mehter marşı söyledikleri, komutanların Dağlıca Tabur Komutanı örneğinde olduğu 53 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ gibi- askere Kur'an ayetleriyle hitap ettiği yerde radikal İslamcılar kimi hangi konuda ikna edecek, gelenekçiler “İslam Medeniyeti” diye kime söz dinletecek? Cûş-u hurûşa gelen Ehl-i Sünnet “Medine dönemini” ilan edip besmeleyi çekmiş bile. Başörtülü Hâkime demişken; cûş-u hurûşa gelenler uygulamayı "İslamlaşma" alameti olarak görüyorlar, oysa uygulama demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin gereği olarak yürürlükte, sistem içi kaynaşma tamamlanıyor. Modernleşmenin ve bunun tabii sonucu olarak zihin, kimlik, kişilik parçalanmasının tavan yaptığı yerdeyiz, dinî vecibe olarak örtünen hatun kişi insanları modern laik hukukla muhakeme edecek. Bu satırların yazarı açısından sıkıntı yok, neticede bize bir hukuk lazım, daha iyisi yürürlüğe girene kadar da mevcut hukuka riayet etmek gerekiyor ki, iyi kötü halkın işleri görülebilsin. Hâkime Hanım adil olsun yeter ki. Sıkıntı “Medine döneminin” başladığını ya da başlayacağını zannedip besmele çeken “akıl”da. Şimdi, bu “akla” İslam Medeniyeti’nden söz etmek henüz okuma yazma dahi bilmeyen bir çocuğa üst seviye edebî yahut felsefî bir eserden bahsetmekle eşanlamlıdır; aklı almaz, kafası basmaz, başka bir şey zanneder, eline tutuşturulabilecek bir şey olsa onu tıpkı bir oyuncak gibi kırıp parçalar. Orta seviye bir akıl için Medeniyet Akademisi gibi fikirler ağır gelir. Üst seviye aklı bulmak ise çöplükte altın bulmak kadar zordur. Bulunan üst seviye akıl da köylü-kasabalı toplumda millete laf anlatacağım diye heba olur gider. Üstat Necip Fazıl gibi sürünür. İki üç nesil sonra zuhur eden yeni orta seviye akıl, onun bıraktığı mirasın değerini bilmez, ithal İslamcılar gibi fikirlerini yok yere eleştireni, muhafazakâr modernleşmeci iktidar kadroları gibi mirasını pratikte karşılığı olmayacak 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ şekilde siyasî propaganda malzemesi olarak kullananı da çok olur üstelik. Bu millet şimdiye kadar kime sahip çıkmış, kimin değerini bilmiş, kime vefa göstermiş, hangi akıl, fikir, ilim, irfan sahibi insanın sözünü dinlemiştir? Bu ülkede milletin alaka duymadığı, iktidarın da yatırım yapmadığı tek alan fikir dünyası. Birtakım düşüncelerin, anlayışların, eğilimlerin, icraatların yanlışlığını ortaya koyan iki cümleden sonra -hatta belki de henüz işin başında- Medeniyet Mektebi’ni ilk taşlayacak olanlar da bunlardır. “İnsanların almayı istemediğini satma sakın” diyor İrfan Mektebi’nin Hintli Şeyhi Baba Ferid; öğüt almak lazım. Dergi, gazete, yayınevi neyse ne de, Medeniyet Akademisi, Mektebi, Medresesi falan kurulmasın kardeşim; zaman, enerji ve malî kaynak israfıdır. Bir biz miyiz divanesi Allah yolunun?! “Medine dönemi” için ‘Bismillah’ deyin, gerisine de karışmayın, Reis’le Hoca ele ele verip kurarlar nasıl olsa bir şekilde. İletişim: atilla.fikri.ergun@hotmail.com 54 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ MEDENİYET AKADEMİSİ TABİİ Kİ BİR HAYALDİR İlyas Taşkale Medeniyet tasavvuru yani büyük terkip için medeniyet akademisine ihtiyacımız var. Sebebi malum; çok büyük iş, çok çetin iş, çok girift bir iş… Ümmetin ilim, irfan ve tefekkür müktesebatını cem edecek, terkip edecek, inşa ve tatbik için hazır hale getirecek, yeni şartlar ve hadiselerden dolayı yeni bilgi alanları ve ilim dalları kurulmasına ihtiyacımız olup olmadığını tespit ile ihtiyacımız varsa bunları kuracak bir müessese… Çok büyük çok… Burada bir sır gizli… Büyük işler büyük teşkilatlara ve kadrolara ihtiyaç duyar. Medeniyet tasavvuru ve muhtevasında mahfuz olan milyonlarca mevzu ile ilgilenecek seviyeli kadrolar bir araya gelmeden meselenin halli kabil değil. Çok sayıda Müslüman ilim ve fikir adamının bir müessese bünyesinde müşterek faaliyette bulunması ise bugünün şartlarında ve ahlaki seviyesinde medeniyet tasavvuru oluşturmaktan zor. İşte sır burada… Bir araya gelemeyen fikir ve ilim adamı çapındaki (!) kadroların böyle büyük bir işi üstlenmesi ve gerçekleştirmesi muhal. Meselenin tabiatına gömülmüş sırra bakın… Ümmetin nazari ve tatbiki meselelerini önce izah edecek sonra tatbikat yolunu gösterecek müessesenin inşası, maksadın başında gerçekleşmesini mümkün kılan bir giriftliğe sahip. Yani nazari ve tatbiki sahadaki büyük terkip, insani ve ahlaki sahada vahdeti ilzam etmekte… Müthiş… Büyük gayelerin nefs ile gerçekleştirildiği görülmüş iş değil. Büyük işler, derin bir ahlak ve pervasız bir fedakarlıkla ancak yapılabilir. Bugün yaşadığımız derin idrak 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ krizine denk başka bir kriz ise ahlaki krizdir. Nedense ahlaki kriz hep gözden kaçar, her nedense ahlaki kriz hep halkla ilgili olarak görülür. Halkın ahlaki krizinden daha derin olanını fikir ve ilim adamı nam kişiler yaşamaktadır. Halkın ahlak zafiyeti anlaşılabilir ama münevverlerin ahlaki zafiyet ve krizi ise anlaşılır gibi değil. Halk, el yordamıyla yolunu bulmaya çalışıyor, münevverler güya aklettiğini zannediyor. Akleden, fikreden, fehmeden bir münevver, büyük işlerin büyük vahdet ile kabil olduğunu anlamaktan aciz olabilir mi? Mesele, sürekli ısıtılıp gündeme getirilen; gurupların, cemaatlerin, teşkilatların birleşmesi değil. Mesele; ilim, irfan, tefekkür faaliyetlerini bir havzada toplamak, birbirini tetkik ve murakabe etmek, ihtiyaç halinde müşterek imal-i fikirde bulunmak, ihtiyaç halinde tenkit ve teklif müessesesini işletmek, ihtiyaç halinde vazife taksimi yapmak ila ahir… Vazife taksimi yapmak derken, birilerinin üstad olarak başköşeye oturup emirler dağıtması gerekmez, zaten herkesin meşgul olduğu sahalar var, meşguliyet sahaları aynı zamanda vazifeleri olur. *** Müşterek teşebbüslerin ne kadar zor olduğu malum... Çağ, nefs çağıdır, biliyoruz, derin bir ahlak krizi yaşadığımız doğru. Meselenin zorluğu, işin zorluğundan değil, nefslerin hoşuna gitmemesindendir. Üç-beş kitap yazanın üstatlık tasladığı bir zaman dilimindeyiz. İnsanların haline bakınca, sanki yaptıkları işler nefslerinin gıdasıymış gibi görünüyor, yani nefslerini beslemek için iş yapıyor gibi bir halleri var. Aksi halde ümmetin devasa meseleleri olduğu, o meselelerin yalnız başına altından kalkılamayacağı anlaşılmayacak bir mevzu değil. Bunu bile bile mikroorganizmalar gibi bölünmek ve ayrı 55 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ ayrı yaşamak çabası neden? Yoksa bilmiyor, anlamıyor, ümmetin meselelerini yalnız başına halledebileceklerini mi düşünüyorlar? Yok canım, bu kadar akılsız olamazlar. Müşterek çalışma meselesi gündeme geldiğinde, nefler zihinleri vakumluyor, ilk akla gelen sorular; “Kim kimin emrine girecek, kim kimin bünyesine iltihak edecek, kim üstad olacak ila ahir”… Çok ayıp… Ümmetin çetin meseleleri bu türden zihni dünyaların altından kalkacağı cinsten bir hadise midir? Bir fikir ve ilim adamı, beş tane, on tane, yirmi tane kitap yazmış. Kitapların muhtevası ve seviyesi bir tarafa bu kadar kitapla ümmetin meselelerinin kaç tanesini çözmüş olabilir ki? Kime hava atıyorsun, insanlardan ne bekliyorsun? Sahaya çıkan herkes, mücedditlere gösterilen hürmeti istiyor, sadece hürmet istese ne gam, İslam ahlakının asgari esasıdır o, aynı zamanda bağlılık da istiyor. Herkesin kendini dinlemesini, kendi düşüncelerini tekrarlamasını istiyor. Haline ve tavrına bakınca zannedersiniz ki bin ciltlik külliyatı var. Hiç kimse başkalarının eserlerini okumuyor. Birkaç kitap yazıyor, sonra da kendi yazdıklarını okuyor. Başkalarını okumadığı için, “Vay be nasıl yazmışım” edalarıyla üstatlık pozları veriyor. Başkalarını okuyanlar önce dehşete düşüyor, sonra ne yapacağını şaşırıyor, bir müddet sonra nefslerinin bulduğu bahanelerin peşine takılıyor. O kadar komik laflar ediyorlar ki, çevrelerindeki insanların o komik laflara itibar etmesi, ancak marazi bir ruh dünyasıyla açıklanabilir. Fakat marazi zihin yapısı yaygın olduğu için, kimse hastalıklı zihin ve akıl bünyesine savrulduğunu anlamıyor. Çünkü başkaları da kendiler için benzer şeyler söylüyor, marazi 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ zihin yapısının yaygınlığı, o tavrın hastalık olarak teşhisini zorlaştırıyor. Bizim anlamadığımız mesele şu; on beş yirmi kitap yazanlar bir tarafa, elli altmış kitap yazanların bile ümmetin devasa problemleri karşısında, canhıraş bir çalışma içine girecekleri yerde üstad edalarıyla sırça saraylar inşa etmesi ve oraya çekilmesinin ruhi altyapısının bir Müslüman şahsiyette nasıl kurulabileceğidir? Kadimdeki mücedditler bile hayatlarını o kadar mütevazı yaşamışlar, o kadar canhıraş bir çalışma içine girmişler, dağdaki çobanın bile görüşebileceği ve derdini anlatabileceği bir asudelik hayatlarına hakim olmuştur. Ümmetin kurtarıcıları edasına sahip adamlar, nefslerinin bitmez tükenmez talepleriyle gerilmekten kırılacaklar. İslam’ın neresinden çıkarıyorsunuz bu edaları, tavırları, davranışları? “Bu ümmetin efendileri, bu ümmete hizmet edenler” değil miydi? Bizim bilmediğimiz hangi kitapları okuyor da bu hale geliyorsunuz? *** Medeniyet akademisi tabii ki bir hayaldir. İçinde bulunduğumuz cemiyetin ahlaki seviyesinde medeniyet akademisi gibi büyük müesseselerin inşası ve idaresi, hayal ufkunun bile ötesinde görünüyor. Münevver camianın idrak ve ahlak zafiyetiyle malul olduğu bir çağda, medeniyet akademisinden bahsetmek havanda su dövmek değil midir? Havanda su mu dövüyoruz? Evet… Ne kadar zor bir işten bahsettiğimizi biliyoruz. Ama başka bir şey daha biliyoruz; ümmetin meseleleri bu kadar zor ve çetin… İnsanları aldatmak istemiyoruz, hayal ufkunun ötesinde bir işten bahsediyor olsak da, bugünkü meselelerimizin bu kadar zor olduğunu söylemek istiyor, bunun bilinmesini arzuluyoruz. Elli altmış kitap yazmakla, onların 56 TERKİP VE İNŞÂ DERGİSİ okunmasını talep etmekle ümmetin kurtulamayacağını, kurtuluşun ne kadar zor olduğunu, bunun için ne kadar çetin işlerin altından kalkmak gerektiğini teşhis ediyoruz. İnsanları aldatmak, aldatarak üç kuruşluk keyfimizi yaşamak yerine hem kendimizi hem de insanları rahatsız etmeyi doğru buluyoruz. İletişim: ilyastaskale1@gmail.com 57 9. SAYI - ARALIK 2015 / MEDENİYET AKADEMİSİ