sunuş Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı Sandığın Mesajını Doğru Okumak Türkiye halkı 30 Mart’ta bir kez daha sandık başına gitti. Amaç; sayıları 1400’e yaklaşan belediye başkanını, binlerce belediye meclisi üyesini ve 40 bine yaklaşan köy ve mahalle muhtarını seçmekti. Ancak seçim sürecinde siyasi partiler ve medya yerel sorunları, adayların projelerini ve politikalarını tartışmadı. Seçimin ana gündemi, 17 Aralık operasyonları bağlamında yolsuzluk iddiaları, yasa dışı dinleme kayıtları, meşru iktidara karşı darbe girişimleri gibi ulusal siyasi konulara odaklandı. Seçime beş kala Dışişleri Bakanlığında, MİT ve Genelkurmay yetkililerinin katılımıyla yapılan bir güvenlik zirvesine ait ses kayıtlarının sızdırılması ise tüm Türkiye’de tam anlamıyla bir infial yarattı. Toplumsal kaosu önlemek ve ulusal güvenlik kaygıları nedeniyle önce twitter’e, ardından da youtube’a erişim engellendi. Yakın siyasi tarihimizin en gergin seçim dönemlerinden birini yaşayan Türkiye’de halk seçim günü oluk oluk sandıklara koştu. Seçime katılım rekor düzeye (yaklaşık %90) ulaştı. Sandık sonuçları bir kez daha AK Parti’nin açık zaferini ortaya koyuyordu. Anadolu insanı seçim sathı mailinde, görünüşte ahlaki kaygılarla yapıldığı izlenimini veren ama başarıya ulaşması durumunda Türkiye’yi kaos ve belirsizliğe sokacak bir siyasi sonuç doğuracağı kesin olan yargısal müdahaleye karşı çıktı. Operasyonları milli iradeyi sekteye uğratacak bir girişim olarak algıladığını gösterdi. Suriye’den Ukrayna’ya çevremizdeki çatışma risklerinin arttığı bir konjonktürde geniş halk kitleleri istikrardan yana tercihini kullandı. Şüphesiz 30 Mart seçim sonuçları yakın gelecekteki Türkiye siyasetini önemli ölçüde etkileyecektir. Bu anlamda Başbakan Erdoğan’ın seçim gecesi yaptığı Balkon konuşması önemli ipuçları vermektedir. Kuruluşundan bu yana girdiği 6. seçimde dahi oylarını artırarak çıkan AK Parti lideri Erdoğan Cumhurbaşkanlığı seçimi için halktan güçlü bir yeşil ışık almıştır. Aday olması durumunda seçilmemesi için hiçbir engel de yoktur. Diğer yandan seçimlerle içerideki meşruiyetini güçlendiren Erdoğan’a yönelik dış dünyanın bakışı da değişecektir. Türkiye’de en önemli siyasi aktörün Erdoğan ve AK Parti olduğu yeniden teyit edilmiştir. Dolayısıyla gezi parkı ve paralel yapının örgütlü propagandası ile iktidarın ayakta kalamayacağına inandırılan Batı dünyasında daha gerçekçi bir Türkiye algısı oluşacaktır. Bu arada Suriye’de savaş olanca şiddetiyle sürüyor. Muhalifler ilk kez Akdeniz’e ulaşan bir şerit açtılar. Başta silah ve diğer dış yardımların denizden ulaştırılması açısından bu kritik bir gelişmedir. Obama’nın kritik S. Arabistan ziyaretinde de bu konu önemli bir gündem maddesi olduğuna göre önümüzdeki günlerde sonuçlarını hep birlikte göreceğiz. Kırım’ı Rusya’ya kaptıran Batı dünyası belki de Suriye üzerinden hesaplaşmaya gidebilir. Yeni Türkiye’nin Düşünce Merkezinin sesi olan SD dergisini zevkle ve merakla okuyacağınızdan eminiz. Gelecek sayıda buluşana kadar, hoşça kalın. icindekiler STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 53 • Nisan 2014 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Prof. Dr. Birol Akgün Prof. Dr. Aytekin Geleri Prof. Dr. Muhsin Kar Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Aydın Bolat Alper Tan Bülent Orakoğlu Orhan Miroğlu Danışma Kurulu Prof. Dr. Sacit Adalı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Cihat Göktepe Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukçu 94 6 30 Mart’ın Siyasi Sonucu: Türkiye 2023’e Erdoğan Liderliğinde İlerleyecek Prof. Dr. Birol Akgün 12 Bir İhtimâl Daha Var Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya 16 Sürprizi Olmayan Seçim Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç 21 Kimlik Politikaları, BDP/HDP ve Seçimler 26 30 Mart Seçimleri ve CHP 30 30 Mart Seçimleri Üzerine 36 30 Mart Muhasebesi Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yönetim Yeri Stratejik Düşünce Enstitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15 Gimat Yenimahalle - Ankara Tel: 0 312 397 16 17 Faks: 0 312 397 03 07 www.basakmatbaa.com Fotoğraflar AA, İHA, ShutterStock Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 52 Kırım’ın İlhakı: Putin’in Büyük Rusya Serüveni 56 Uluslararası Hukuk Açısından Kırım Referandumu ve Gelişen Süreç Prof. Dr. Yasin Aktay Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş Orhan Miroğlu Alper Tan Doç. Dr. Erkin Ekrem 60 Ukrayna-Kırım Krizinin Yerel, Bölgesel ve Küresel Boyutları Vügar İmanbeyli 65 Avrasya’nın Yeni Kriz Alanı Kırım Meselesi ve Türkiye Sevinç Alkan Özcan 68 Sıra Kime Geliyor? “Transdinyester” 71 Körfez’de Üç Beş Güzel! 74 Suriye Nereye Gidiyor? 81 Orta Afrika Cumhuriyeti İç Çatışmaları Zeynep Songülen İnanç Doç. Dr. Mehmet Şahin 39 Yargı Nasıl Kurtulur? 42 Derin Tahliyeler Değişen Dengeler 46 Seçimler Öncesi ve Sonrasında Yeni Türkiye’ye Yönelik Tehditler 86 İİT’de İnsan Hakları Alanında Yeni Dönem Bülent Orakoğlu 90 Irak’ta Yaklaşan Seçimler Prof. Dr. Osman Can Röportajı Aydın Bolat Dr. M. Levent Yılmaz Dr. Selman Öğüt Dr. Murat Yılmaz İhsan Aktaş Röportajı Her Şeye Rağmen Üretim... 100 Prof. Dr. Talip Özdeş 107 Sinan Tavukçu Nebahat Başıbüyük Dr. Ergin Ergül Y. Abdul Hüseyin Röportajı Cemel ve Sıffin Olayları Işığında Günümüzü Anlamak Türkiye ve Sudan: Aktif Bir Ortaklığa Doğru SDE Haber 110 “Ukrayna’daki Siyasi Kriz” Çalıştayı SDE Haber 112 “Çözüm Süreciyle Geçen Bir Yılın Muhasebesi” Çalıştayı SDE Haber 30 Mart’ın Siyasi Sonucu: Türkiye 2023’e Erdoğan Liderliğinde İlerleyecek Prof. Dr. Birol Akgün Bir İhtimâl Daha Var Prof. Dr. Yasin Aktay Sürprizi Olmayan Seçim Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş Kimlik Politikaları, BDP/HDP ve Seçimler Orhan Miroğlu 30 Mart Seçimleri ve CHP Dr. Murat Yılmaz 30 Mart Seçimleri Üzerine İhsan Aktaş Röportajı 30 Mart Muhasebesi Alper Tan Yargı Nasıl Kurtulur? Prof. Dr. Osman Can Röportajı Derin Tahliyeler Değişen Dengeler Aydın Bolat Seçimler Öncesi ve Sonrasında Yeni Türkiye’ye Yönelik Tehditler Bülent Orakoğlu İÇ POLİTİKA 30 Mart’ın Syas Sonucu: acil güvenlik tehditleri (uçak düşürme olayı gibi), Karadeniz’in Kuzeyinde Ukrayna-Kırım eksenli olarak Rusya ile Batı arasında yaşanan yüksek askeri-siyasi gerilim ve tüm bunların temel sebebi olarak görülebilecek olan küresel sistemdeki yapısal dönüşüm ve bunun tamamlayıcısı olan küresel yönetişim krizi, Türkiye gibi jeopolitik olarak “oynak fay hatlarının” tam ortasında bulunan bir ülkenin demokrasisi için çok ciddi ve ağır bir yük oluşturmaktadır. Üstelik son on yılda özgürlükçü bir rejim olan demokrasi ile yönetilen ülkelerin siyasi istikrar ve ekonomik büyüme/kriz yönetimi açısından, Çin ve Rusya gibi otoriter ülkelerle karşılaştırıldığında görece çok daha düşük performans sergilediği de gözlenmektedir. Belki de bu nedenle yapılan araştırmalar 1990’lı yıllara nazaran, son on yılda tüm dünyada demokrasinin genişlemesinin yavaşladığını ortaya koymaktadır. Hatta Avrupa’daki pek çok yerleşik ülke demokrasilerinde dahi yarışmacı demokratik seçimler kesin ve net sonuçlar üretememektedir. Bu nedenle batılı ülkelerde demokrasi ile ne kadar bağdaşacağı tartışmalı olan teknokrat hükümetler, büyük koalisyonlar veya milli mutabakat hükümetleri son yıllarda giderek yaygınlaşmaktadır. Açıktır ki hızlı karar almanın gerektiği kriz ortamlarında demokrasiler otoriter yönetimlere göre daha yavaş kalabilmektedir. Türkiye 2023 2023’e Erdoğan Liderliğinde İlerleyecek Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı B ahar ayları tabiatın olduğu kadar, siyasetin ve sosyal hayatın da canlandığı ve hareketlendiği aylardır. Karlar kalkıp güneş çevremizi ısıtmaya başladığında diğer canlı varlıklar gibi insanların faaliyetleri de hızlanıyor. Osmanlı da dahi, ordular sefere genel olarak baharda çıkarmış. Belki de o nedenledir zaferlerimizin ve hezimetlerimizin hep bahar veya yaz aylarına rastlaması... Çanakka- 6 NİSAN 2014 le savaşının Mart ayında, 1071 Malazgirt ve Büyük Taarruzun Ağustos ayında yaşanması bir tesadüf değildir. Halk iradesinin sandık yoluyla yönetime yansıması olan seçimler bizde genelde ya bahar aylarında ya da güz aylarında yapılır. 22 Temmuz 2007 ve 2011 Haziran seçimleri biraz istisnadır. 2014 yılı bu anlamda hem baharda (yerel seçimler) hem de yaz aylarında (cumhurbaşkanlığı) yapılacak olan iki seçime ev sahipliği yapması bakımından ol- dukça önemlidir. Bu nedenle zaten iç içe geçmiş pek çok dâhili ve harici kriz ortamında gerçekleşecek cumhurbaşkanlığı seçimleri ile 2015 genel seçimleri Türkiye’deki yetmiş yıllık demokrasinin dayanaklılığını görme bakımından önemli ve kritik bir test süreci olacaktır. Türkiye’nin en uzun kara sınırının bulunduğu Suriye’deki iç savaşın ülkemiz açısından yarattığı Bahsedilen küresel krizlere ve demokrasinin konjonktürel olarak daraldığı bir tarihsel zaman diliminde, Türkiye’nin izlediği açılım politikaları ve demokrasinin alanının reformlar yoluyla genişletilmesi süreci küresel trendlere ciddi bir istisna teşkil etmektedir. Hatta belki de bu nedenle bazı güçleri rahatsız da etmektedir. Örneğin Mısır’da seçimle işbaşına gelen ilk cumhurbaşkanı olan Mursi yönetiminin devrilmesine karşı açıktan tavır alan tek ülke Türkiye olmuştur. Suriye’deki halkın değişim taleplerini tereddütsüz destekleyen ülke yine Türkiye’dir. Ankara artık Kürt sorunu gibi iç siyasi sorunlarını ve kendi özgün dış politikasını kendisi belirlemekte ve uygulamaktadır. Uluslararası sistemden görece geniş bir otonomi kazanan Türkiye’nin en önemli dayanağı yönetimin halka dayanması ve iktidarın güçlü bir demokratik meşruiyete sahip olmasıdır. Demokrasi Bayramına Ortak Olamayanlar Gerçekten de temposu ve heyecanı çok yüksek bir seçim süreci geçirdik. 30 Mart yerel seçimleri NİSAN 2014 7 Gerçekten de temposu ve heyecanı çok yüksek bir seçim süreci geçirdik. Bu heyecanlı demokratik ortamın kıymetini bilmemiz gerekir. Zira bölgemizdeki pek çok ülke halkı için böyle bir demokratik rekabet ortamını yakalamak hala hayaldir. Yanı başımızdaki Suriye’de insanlar özgürlük ve demokrasi adına ölüm kalım savaşı veriyor. Mısır’da Adeviye meydanında halk demokrasiyi koruma adına kurşunlara hedef oldular. Yemen’de, Ürdün’de, Cezayir’de demokrasi arayışları sürüyor. Körfez ülkeleri için demokrasiden bahsetmek adeta isyanla eş tutuluyor. başarıyla tamamlandı. Ülkenin her yeri rengârenk parti bayrakları ve aday posterleri ile süslendi. Ülkede tam bir demokrasi cümbüşü yaşandı. Liderler şehir şehir gezip meydan mitingleri yaptılar. Milyonlarca seçmen liderlerini görmek ve siyasi duruşunu izhar etmek için coşkuyla açık hava mitinglerine koştu. Adaylar posterleriyle, vaatleriyle, şarkılarıyla, TV’lerdeki mülakatlarıyla her gün evimizin bir parçası oldular. Bu heyecanlı demokratik ortamın kıymetini bilmemiz gerekir. Zira bölgemizdeki pek çok ülke halkı için böyle bir demokratik rekabet ortamını yakalamak hâlâ hayaldir. Yanı başımızdaki Suriye’de insanlar özgürlük ve demokrasi adına ölüm kalım savaşı veriyor. Mısır’da Adeviye meydanında halk demokrasiyi koruma adına kurşunlara hedef oldu. Yemen’de, Ürdün’de, Cezayir’de demokrasi arayışları sürüyor. Körfez ülkeleri için demokrasiden bahsetmek adeta isyanla eş tutuluyor. Peki, ama neden Türkiye’de bazıları sandığı küçümsemeye çalışıyor? Neden hâlâ sandıktan yüzde 70 oyla çıksanız dahi ülkeyi yönetemezsiniz itirazı yükseliyor? Sandığın reddi AK Parti’ye itiraz etmek için mi, sis- 8 NİSAN 2014 temi eleştirmek için mi, yoksa halkın tercihlerinden duyulan memnuniyetsizliğin yansıması mı? Değişmeyen Seçkinci Zihniyet En önce söylenmesi gereken şey şu: Sandığı küçümsemenin altında çarpık aydınlanmacı zihniyet yatıyor. Türkiye’deki demokrasinin başından beri temel sorunu ülkedeki siyasi elitlerin çoğunun aydınlanmacı, pozitivist ve modernleştirmeci bir paradigmayı benimsemiş olmalarıdır. Fransız aydınlanma geleneğinden mülhem bu yaklaşım, toplumu dönüştürmeyi, adam etmeyi kendisine misyon edinmiş; çoğu farkına bile varmadan toplum mühendisi haline gelmiş dayatmacı bir aydın sınıf üretmiştir. Toplumu anlamak, geleneklerimizde ve toplumsal kültürümüzde var olan demokratik değerleri keşfederek ülkede demokrasinin gelişmesine katkı sağlamak gibi kaygıları hiç olmadı bu kesimin. Kendi toplumlarına hep oryantalist pencereden bakmaya devam ettikleri için halka yabancılaştılar. Türk toplumundaki modernleşme, gelişme, demokratikleşme eğilimlerini ya yanlış okudular veya toplumun derin değişimini kendi iktidarlarına yönelik bir tehdit olarak gördüler. Dolayısıyla bugün bile 1950’de demokrat partinin iktidara gelişini hazırlayan demokratik geçiş sürecini erken alınmış, yanlış bir karar olarak okuyan bir damar hâlâ varlığını koruyor bu ülkede. Kasabadaki Tek Oyun Demokrasi Olmadıkça Demokrat Parti’nin halkın kahir ekseriyetinin oyuyla iş başına gelen bakanlarını ve milletvekillerini, “sandıktan çıkma” diyerek eleştiren ve küçümseyen yaklaşımın, yarım asır sonra bugünkü iktidar için de kullanılmaya devam etmesi doğrusu Türkiye’deki demokrasinin hâlâ içselleştirilemediğinin de apaçık göstergesidir. Oysa ki, demokrasinin gerçekten yerleşmesi ve kalıcı bir şekilde konsolide olabilmesi için öncelikli şart; rekabetçi bir ortamda yapılan seçimlerde ortaya çıkan halk iradesine saygı duymak ve çoğunluğu kazanan partinin ülkeyi yönetmesine rıza göstermektir. Başka bir deyişle, farklı kesimlerin ideolojik veya ekonomik çıkar çatışmalarını güç veya kuvvet kullanarak ya da hileye başvurarak değil; örgütlenerek, meşru siyasete kanalize ederek çözmeleri esastır. Bu anlamda “demokrasi kasabadaki tek oyun” haline gelmeden bir ülkede demokrasinin pekiştiği söylenemez. Çarpık zihniyet seçim öncesi pek çok dedikodu ve spekülasyonlarla sandığa gölge düşürmeye çalıştı. Oysa sandığın meşruiyetine gölge düşürmek için, ister birileri tarafından bilerek ve isteyerek planlı bir şekilde sandık hilesine başvurulsun, isterse böyle bir algı yaratmak için medya üzerinden manipülasyon yapılsın halkın iradesini sakatlamaya yönelik her eylem ve söylem son derece tehlikelidir. Zira Türkiye’de sandık güvenliği konusunda toplumda ciddi bir bilinç vardır. 1946-1950 yılları arasında, CHP ve DP arasındaki en ciddi tartışma konusu seçimlerin hâkim denetiminde ve adil bir şekilde yapılması üzerinedir. 14 Mayıs 1950 seçimlerinden beri de Türkiye’de tüm seçimler hâkim denetiminde yapılmaktadır. Siyasi partilerin temsilcilerinden oluşan sandık kurulları vasıtasıyla oy verme ve sayım süreci denetlenmektedir. Yalnızca seçim işlerinin yürütülmesi için anayasal bir kurum olan YSK kurulmuştur. Kaldı ki bugün herkesin elinde tüm tutanakları ve hatta tüm oy pusulalarını belgeleyecek düzeyde yaygın olarak kullanılan kayıt ve görüntüleme araçları mevcuttur. Belli başlı haber ajansları da artık her bir sandık için özel muhabirler görevlendirmektedirler. Tüm seçim süreçlerinin işleyişini iyi bilmelerine rağmen, seçimlere hile karıştırılacağına ilişkin yaygara kopartılmasının birkaç nedeni olabilir: Birincisi, bu tür haberleri yayanların sandığın güvenilirliğini sarsmaya yönelik bizatihi kendi hazırlıklarının olması. İkincisi, seçim sonuçlarını az çok tahmin ettikleri için siyasi mağlubiyete kılıf hazırlığı (siyasi mızıkçılık). Üçüncüsü ve daha kötüsü ise halkı sokağa dökmek için yapılacak provokasyonlar için kamuoyunun önceden hazırlanması. Her halükarda bu tür söylentileri kim çıkarırsa çıkarsın ahlâken, siyaseten ve hukuken yapılan şey doğru değildir. Toplumsal barışa, demokratik sürece ve hukuka zarar verir. Çok şükür ki, seçim sonuçları açıklanmıştır ve artık tartışmalar geride kalmıştır. Yine de demokrasiyi hazmedemeyenler benzer söylem ve taktikleri önümüzdeki dönemde de sürdüreceklerdir. Erdoğan Hazımsızlığı Aslında gezi olayları da, 17 Aralık’la başlayan süreç de gerçekte ne doğa ve çevre sevgisinden kaynaklanıyor ne de yolsuzluklardan arındırılmış bir Türkiye yaratmayı amaçlıyor. Aynen Refah-Yol döneminde Susurluk kazası bahanesiyle her akşam NİSAN 2014 9 bir dakika süreyle ışık açıp kapatmanın toplumdaki mafios ilişkileri bitirme amacı taşımadığı gibi… O gün Erbakan’ın başbakanlığına karşı 28 Şubat’ın sivil güçlerine gönüllü asker yazılanlar, bugün de bir türlü sandıkta yenemedikleri Erdoğan’ın sandık zaferini kursağında bırakmak ve halkın iradesini gölgelemek istiyorlar. Çünkü Başbakan’a karşı çıkanların pek çoğunun ülkenin gelişmesi, kalkınması ve güçlenmesi gibi dertleri yok. Amaç Türkiye’de batı çıkarlarına uygun iç ve dış politika yürütecek bir hükümetin kurulmasıdır. Türkiye’de Rusya’ya karşı Batı adına savaşacak, Ortadoğu’da halkları değil, Mısır’da olduğu gibi gerektiğinde Batılıların desteğini alarak darbe yapan generalleri kayıtsız şartsız destekleyecek bir iktidar arzulanıyor. Müslümanlığın bile Batının zihin konforunu bozmayacak şekilde ılımlaştırılarak yaşandığı bir ülke yaratılmak isteniyor. Ülkeyi, referansını kendi tarihinden, kültüründen ve medeniyetinden alan siyasi elitlerin yönetmesinden rahatsızlık duyuyorlar. Hatta çok hoşlarına gitmesi gereken en önemli icraat olan, Türkiye’nin AB ile bütünleşmesi sürecine bile sırf AK Parti eliyle yapıldığı için karşı çıkanlar var. geçmesidir. Ancak bütün işaretler, Türkiye’nin yakın geleceğinde Erdoğan’ın, hem iç politikada hem de dış politikada kritik roller oynamaya devam edeceğini göstermektedir. İç politika bakımından değerlendirildiğinde, Erdoğan ister Başbakan olarak kalsın, isterse Cumhurbaşkanlığına çıksın (ki kendisi isterse onu engelleyecek bir güç yoktur) sahip olduğu vizyon, birikim ve karizmasıyla bakanlar, devlet bürokrasisi ve toplumun vizyonunu belirleme bakımından etkili bir aktör olmayı sürdürecektir. Dış dünya açısından bakıldığında da, Erdoğan içeride gücünü koruduğu ölçüde dışarısının bakışında çok büyük bir değişim olmayacaktır. Erdoğan istediği zaman batıyla ilişki- lerini düzeltecek enstrümanlara sahiptir. İçeride AB eksenli demokratikleşme çabalarının hızlandırılması; Kıbrıs sorununun çözümü konusunda bazı ilerlemeler kaydedilmesi; internet ve iletişim alanında yeni düzenlemelerin yapılması gibi adımlar önemli olacaktır. Dahası uluslararası konjonktür de Erdoğan’ın elini güçlendirmektedir. Rusya’nın, Kırım’ı işgal yoluyla ilhak etmesi bir anda dünya siyasetinde yeni bir soğuk savaş rüzgârı estirmiştir. Özellikle NATO ülkeleri arasında siyasi dayanışmalar artacak, saflar sıklaşacaktır. Güvenlik riskinin arttığı dönemlerde ise ülkelerin içerisindeki siyasi sorunlar yerine efektif olarak ülkede kimin sözünün geçtiği önem kazanır. Yakın gelecekte Doğu Avrupa ve Suriye üzerinden Doğu-Batı ilişkilerindeki gerginliklerin artması ihti- mali yüksektir. Dolayısıyla Türkiye’yi yöneten güç Batı tarafından göz ardı edilemeyecek kadar önem kazanacaktır. Diğer yandan, Avrupa ülkeleri içinse gerginliğin en önemli sonuçlarından biri, enerji arz güvenliği alanında yeni sorunların ortaya çıkması olacaktır. Rus doğal gazı dışında Avrupa pazarlarını besleyecek en önemli alternatif nakil hatları ise Türkiye’den geçmek durumundadır. O halde Türkiye’nin liderliği ve işbirliği ciddi önem kazanacağından, Erdoğan işbaşında kaldığı sürece Avrupa da onu muhatap almaya devam edecektir. Sonuç olarak, gerek demokratik meşruiyet gerekse küresel ve bölgesel koşullar nedeniyle, olağanüstü bir gelişme olmadığı sürece Türkiye 2023’e giden süreçte yoluna Erdoğan liderliğinde devam edecektir. Ancak bilinmesi gereken şey şudur: Bugün artık Türkiye’de toplum gerekli demokratik olgunluğa ulaşmıştır. Kendi iradesini zedelemeye yönelik kumpaslara asla boyun eğmeyecektir. Hiç olmadığı kadar seçim meydanlarını dolduran coşkun kalabalıkları bu gözle bir kez daha okumak gerekiyor. Halk 30 Mart’ın yalnızca bir yerel seçim olmadığını çoktan anlamıştı. Uğraşlar boşunaydı. Milletin irfanını küçümseyenler, yanıldılar. Dün olduğu gibi 30 Mart’ta da seçmen sandığa da demokrasiye de kaderine de sahip çıktı. Kazanan ve kaybedenden bağımsız olarak, 30 Mart’ın en önemli mesajı da galiba buydu. Batı, Türkiye’den Vazgeçemez Gezi Parkı olayları ve 17 Aralık operasyonu ile başlayan süreçte içerideki Erdoğan karşıtlarının amacı ülkede yaygın yolsuzluk algısı yaratarak halkı Erdoğan’dan uzaklaştırmak, seçimi kaybettirmek ve siyasal arenada yaralanmış bir AK Parti hükümetiyle yola devam edilmesini sağlamaktı. Ancak Erdoğan, liderliğini ve siyasi tecrübesini kullanarak kurulan oyunu bozdu. Üstelik şimdi siyasi meşruiyetini tazeleyerek daha uzun erimli siyasi bir yolculuğa çıkıyor. Burada içerideki AK Parti karşıtı cephenin en büyük beklentisi dış dünyanın Erdoğan’dan tamamen vaz- 10 NİSAN 2014 NİSAN 2014 11 İÇ POLİTİKA Gülen hareket yaptıklarının reklamını, algıları yönetme adına ayrı br sektöre dönüştürmüş durumda. Nasıl olmaları gerektğne odaklanmaktan çok nasıl göründüklerne yoğunlaşmış vazyetteler. Vaktnn çoğunluğunu aynanın karşısında geçrp, aynaya, kendsnden daha güzel brsnn olup olmadığını soranlara benzyor haller. Kendlernden daha güzellere de hç tahammüller olmadığını yaptıkları akıl almaz operasyonlarla fazlasıyla göstermş oldular. BİR İHTİMÂL DAHA VAR Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Onursal Başkanı 17 Aralık Süreci olarak adlandırılan ve belli bir kesim tarafından “yolsuzluk operasyonları” olarak gündemde tutulmaya çalışılan gelişmelerin, Türkiye’de AK Parti’nin demokratik olmayan yollardan iktidardan uzaklaştırılması planında, Gezi hadisesinden sonra yeni bir merhaleye isabet ettiği artık toplumun çok geniş kesimlerinde kabul görüyor. Hafızamızı yenileme adına Gezi hadisesinin ateşi hükümetin attığı kararlı adımlar ve ardından açıkladığı demokratikleşme paketi sonrası düştüğünde, çeşitli kesimlerde 30 Mart seçimleri öncesi AK Parti iktidarını zor durumda bırakmak için üst bir stratejik akıl tarafından planlanmış yeni bir sürecin başlayacağı iddiası dile getiriliyordu. Beklenti Gezi hadiselerinde olduğu gibi memnuniyetsiz olduğu iddia edilen kesimlerin daha geniş tabanlı kitle gösterileri gerçekleştirmesiydi. 17 Aralık süreci Türkiye’de AK Parti iktidarını devirmek için çekmecedeki planların ne kadar geniş bir skalaya yayıldığını göstermesi açısından ibret 12 NİSAN 2014 verici oldu. Bu süreçte birbiri ardına çeşitli sosyal medya sayfaları üzerinden yayınlanan ses kayıtları, yaşanan gelişmelerin bir yolsuzluk operasyonu değil, stratejik bir akıl tarafından yürütülen ülke siyasetini tanzim girişimi olduğunu net bir biçimde ortaya koydu. İktidara zarar vermek adına yayınlanan, çok büyük bir bölümü özel alana ait diyalogları da içeren ses kayıtları Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ve devletin güvenlik kurumlarının fütursuzca dinlendiğini ortaya koydu. Sosyolog-düşünür Zygmunt Bauman’ın panoptiksonrası diye adlandırdığı bir dönemin içerisindeyiz. Bauman’ın yaklaşımları çeşitli perspektiflerden elbette eleştirilebilir, ancak, “gözetim toplumu” tartışmalarında özellikle sosyal medyanın özel/mahrem alanı kamusallaştırması üzerine yorumları oldukça ilgi çekicidir. Bireylerin kendi istekleriyle bu süreci yaşadıklarını ve sosyal medyanın artık bireyler için bir sosyalleşme biçimi olduğunu belirten Bauman, burada “internetin hiçbir şeyi unutmama” özelliğine vurgu yaparak bireylerin istekleri dışında mahrem alanlarının kamusallaştırılmasının yaratacağı tehlikelere de odaklanır gözükmektedir. Düşünürün bu analizleri yaparken zihninde batı toplumu olduğu varsayımından hareketle, Müslümanlar ve İslâm hukuku açısından mahrem alanın/özel alanın dokunulmazlığı ve korumaya alınması üzerine düşünmek, Türk toplumu için yaşanan sürecin etkilerini daha iyi değerlendirmeye olanak sağlayabilir. İki kişi arasındaki konuşmanın kendi istek ve talepleri olmadan bir sitede kimliği belirsiz kişilerce yayınlanmasının ardından “röntgenlenen” kimsenin özür dilemek zorunda kalması siyasal ve toplumsal açıdan Türkiye’de yaratılan durumu ironik biçimde de olsa iyi özetlemektedir. Mahrem alanın kamusallaştırılması yoluyla gizli ilişkilerin açığa çıkarıldığı algısının yaratılması, bireylerin özel alana duydukları meraktan besleniyor ve neticede ortaya ahlâken sorgulanması gerekirken sorgulanmayıp siyasal tartışmaların konusu haline gelen bir yanılsama çıkıyor. Böylelikle siyasal alan, “ses kayıtları” gibi oldukça ucuz ve ahlaksız enstrümanlar üzerinden tasarlanmaya, bir biçimde “siyaset mühendisliği” yapılmaya çalışılıyor. 30 Mart yerel seçimlerine giden süreçte yapılan kamuoyu araştırmaları ile miting meydanları, milletin bu tehlikenin farkında olduğunu ortaya koyuyor. Ancak hem sürece hem kendilerine yönelik algı yönetimini stratejilerinin temeline yerleştirmiş kimseler bir takım siyasal ve sosyolojik gelişmeleri göremiyorlar ya da görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Mızrak Çuvala Sığmazken Algı Yönetimi Yapmanın Zorluğu Şerif Mardin bir yerde Gülen hareketini sosyolojik olarak incelemenin, anlamanın ve açıklamanın zorluğuna işaret etmişti. Bu zorluğun sebebi olarak sanırım hareketin kendisini tanıtma konusunda gösterdiği aşırı çabaya işaret etmişti. Gerçekten de hareketin en önemli özelliklerinden biri, dışarıdan bir anlama çabasına karşı kendini olağanüstü tedbirlerle kapattığı halde, bununla çok çelişkili olarak kendisini istediği gibi tanıtma konusunda gösterdiği yine olağanüstü PR çabalarıdır. Bu durum bir yönüyle hareketi anlamayı zorlaştırırken diğer taraftan hareketin mahiyeti hakkında aydınlatıcı bir bilgi veriyor. Diğer İslami düşünce ve hareketlerle karşılaştırıldığında, Gülen’in kendisi ve hareketi, çabalarının büyük çoğunluğunu algıların yönetimine hasretmiş durumdalar. Sadece bu yönüyle bile esasa dair yeterince büyük bir fark ortaya koyuyorlar. Normalde dini cemaatler kendi hallerinde hizmetlerini Allah rızası için yapmaya çalışır, balık bilmezse Hâlık bilir yaklaşımını benimserken, Gülen hareketi yaptıklarının reklamını, algıları yönetme adına ayrı bir sektöre dönüştürmüş durumda. Nasıl olmaları gerektiğine odaklanmaktan çok nasıl göründüklerine yoğunlaşmış vaziyetteler. Vaktinin çoğunluğunu aynanın karşısında geçirip, aynaya, kendisinden daha güzel birsinin olup olmadığını soranlara benziyor halleri. Kendilerinden daha güzellere de hiç tahammülleri olmadığını yaptıkları akıl almaz operasyonlarla fazlasıyla göstermiş oldular. Algı yönetimine takıntı derecesinde yoğunlaşmış olmak aslında yeterince bir şeyler gizlediklerini gösteriyor. Bugün neleri gizlediklerini sanırım herkse görmüş ve anlamış oldu. Hareket, genellikle ne istediğini hiçbir zaman net olarak söylemedi, söyledikleri hiçbir zaman tam olarak ne istediğini yansıtmadı. Algı yönetimi konusundaki bu çabalar mızrakları çuvallara sığdırma telaşlarına dönüşüyor. Özellikle son zamanlarda Gülen’in algıyı yönetmek adına giriştiği her hamle kendisi hakkında daha bir istemediği sonuçları veriyor. Beddua iyi çalışılmış bir algı yönetimi çalışmasıydı ama Gülen imajını yerle bir etti. 17 Aralık sonrası Gülen konuştukça, 40 yıldır inceden inceye işlemeye çalıştığı imajını daha da yıktı. NİSAN 2014 13 Hesap, yolsuzlukla mücadele görünümlü operasyonla brlkte halk le başbakanın arasını açmaktı. Oysa sonuç, operasyonun br darbe olarak algılanmasıyla brlkte, halkın başbakanın etrafında daha da kenetlenmes olarak ortaya çıktı. Mtng meydanlarındak manzaraları y yorumlamak lazım… Bu meydanlar br şeyler söylüyor. 509 bn kşnn telefonlarını tek tek dnleyeceklerne, br defada bu meydanların sesn dnleseler, belk komployu kuranların da kulakları açılacak. dedikleri zat, insanların dinlenmesini sorun ediyor, kişi hak ve hürriyetleri üzerine adeta titriyor, onları geliştirmeye azmediyor. Camia ve muhalefet ise diktatörlerin en ayırt edici özelliği olan bu dinlemeleri masum bulmaya devam ediyorlar. Çünkü diktatörlüğe özgü bu hareketleri bizzat kendileri yapıyor. Bu bağlamda pişkinlik ürkütücü bir hâl almış durumda. Gülen’in Ekrem Dumanlı ile beş gün yayınlanan röportajı da herkesin zaten bildiği her şeyi başka türlü göstermenin mükemmel bir örneği olmuş… Çuvalları mızraklara sokuşturmaya çalışmanın bütün telaşını da ele verirken, Gülen gerçeği ile Gülen’in yansıtmaya çalıştığı imaj arasındaki mesafe daha da açılıyor. Gülen’in bugünlerde tam da seçimlere ayarlanmış bir hamle olarak özenle tasarlamış olduğu mülakat yine tevazu, zühd ve ahiretlik gösterileriyle dolu. Bugünlerde kendisine herkesin sorduğu soruyu atlayarak işi yurtdışındaki okullarına getirmesi de tuhaf bir mızrak olmuş. Hangi çuvala sığacak bu mızrak? Mızrak çuvala sığmıyor madem, çıkarıp karşıya sallayalım der gibi, ‘okullardan şikâyet eden bir Allah’ın kulu olmadı şimdiye kadar’ diyor. Doğru da, bunun konuyla ne alakası var? Kimse bu okullardan başlamadı ki eleştirmeye. Konu insanların özel hayatlarına tecavüz pahasına telefonların gizlice dinlenmesi, başbakanın ve bakanların telefonlarının dinlemesi ve telefon kayıtlarının şantaj ve nihayetinde darbe teşebbüsünde kullanılması. Bu teşebbüsler soruluyor ve bunlarla itham ediliyorsunuz. Okullar dolayısıyla değil. Okullarda iyi işler yapmış olmak size Türkiye’ye vesayet kurma hakkı doğurmuyor. Bu yapılanlardan sonra elbette ki okullara bakışın 14 NİSAN 2014 değişmesi de gayet doğal, bakalım oralarda gerçekten neler yapılıyor diye herkesin sorma hakkı doğmuş oluyor. Bu arada yerel seçimlere doğru hızla yol alıyoruz. Muhalefet cephesinden yana şu veya bu il için herhangi bir proje, bir vaat, bir iddialı öneri duyan olmuyor. Örneğin, CHP herhangi bir şehri aldığında, o şehri nasıl yöneteceK, nasıl bir şehircilik ve belediyecilik vizyonu ortaya koyacak? Buna dair tek bir söz duymuyoruz. 17 Aralık’tan itibaren bu seçimlerin anlamı mahalli boyutları çoktan aştı, ama ne- ticede, kullanacağımız oylarla belediye yöneticilerini seçeceğiz. Halk, muhalefet partilerinden, yönetimine talip olduğunuz belediyelerle, şehirlerle, çevreyle ilgili de bir çift söz duymak istiyor, ama yok. Hesap muhakkak ki başkaydı. Hesap, yolsuzlukla mücadele görünümlü operasyonla birlikte halk ile başbakanın arasını açmaktı. Oysa sonuç, operasyonun bir darbe olarak algılanmasıyla birlikte, halkın başbakanın etrafında daha da kenetlenmesi olarak ortaya çıktı. Nihâvend şarkıda dendiği gibi: ‘Bir ihtimâl daha var’. Miting meydanlarındaki manzaraları iyi yorumlamak lazım… Bu meydanlar bir şeyler söylüyor. 509 bin kişinin telefonlarını tek tek dinleyeceklerine, bir defada bu meydanların sesini dinleseler, belki komployu kuranların da kulakları açılacak. “Bir İhtimâl Daha Var” Türkiye’de hükümet, yani iktidar, insanların keyfî biçimde dinlenmesini engellemek, yasal dinleme şartlarını bile alabildiğine zorlaştırmak için çabalıyor, yasalar çıkarmaya çalışıyor… Muhalefet ise buna karşı çıkıyor. İktidar özgürlükleri daha fazla savunuyor, muhalefet ise bu kadar özgürlük fazla diye veryansın ediyor. Bu nasıl bir siyaset manzarası? Kişi hak ve özgürlüklerini geliştirmeyi talep eden bir iktidar ve bu tür çabaları engellemeye çalışan bir muhalefet. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) tarafından son iki yıl içinde 509 bin 516 kişinin dinlendiği ortaya çıkıyor, daha doğrusu bunu hükümet bir skandal olarak ortaya çıkarıyor ve üstüne gidileceği mesajı veriyor. Muhalefet bu gelişmeye de tepki vermiyor. Üstelik dinlenenler arasında muhalefete mensup kimseler olduğu da görülüyor/ biliniyor ancak, dinlenen/gözlenen kimseler bu durumdan şikâyetçi değil. Bazı suistimaller dolayısıyla ortaya çıkan aksaklıkları düzeltmeye çalışan başbakanın diktatörleştiği mesajı verilmeye de devam ediliyor, ama o diktatör NİSAN 2014 15 İÇ POLİTİKA Sürprizi Olmayan SEÇİM Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ SDE Uzmanı O ldukça gergin bir atmosferde geçen 30 Mart 2014 yerel seçimleri nihayet sona erdi. Seçim öncesinde 17 Aralık operasyonları ile başlayan süreç, söz konusu seçimlerin “yerel” olma özelliğini büyük ölçüde ortadan kaldırmıştı. Başta AK Parti olmak üzere neredeyse tüm siyasî partiler, kampanya stratejilerini büyük ölçüde 17 Aralık ile başlayan tartışmalar üzerine kurdular. AK Parti’nin seçim kampanyası boyunca Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 17 Aralık ile ortaya çıkan “paralel devlet” tartışmaları ekseninde iktidar üzerinde yeni bir vesayet kurulmaya çalışıldığı, buna izin vermedikleri için siyaset dışı mekanizmaların hedefi durumuna geldikleri mesajını verdi. Erdoğan, diğer tüm seçimlerde olduğu gibi Türkiye’nin değişik yerlerin- 16 NİSAN 2014 de yaptığı mitingler aracılığıyla seçmene doğrudan ulaşmayı tercih etti. Buna karşılık, muhalefet partilerinin üzerinde de başka bir açıdan bile olsa 17 Aralık sürecinin etkisi vardı. CHP ve MHP, seçimlere ilişkin stratejilerini bu süreçte ortaya çıkan yolsuzluk iddiaları üzerinden kurdu. Bir bakıma, her iki parti de paralel devlet olgusuna gözlerini yumarak yolsuzluk iddiaları üzerinden iktidarı yıpratmayı hedefleyen bir dil kullandılar. Ancak seçim sonuçları ortaya çıktığında bu yaklaşımın seçmenler nezdinde sınırlı bir karşılığının olduğu ve Başbakan Erdoğan’ın kendisini topluma daha iyi anlatabildiği görüldü. Daha açık bir ifadeyle, Erdoğan, kendisine destek veren toplumsal kesimleri paralel yapılanmanın siyaset kurumunu yeniden düzenlemeye çalıştığına ikna edebildi ve bu mekanizmayla mücadele edebilmek için halktan destek aldı. Bu bağlamda, seçimin galibinin 2004 ve 2009 sonuçlarıyla karşılaştırıldığında yerel seçimler açısından kendi rekorunu kıran AK Parti olduğu söylenebilir. AK Parti, 30 Mart 2014 tarihinde yüzde 45,5’lik bir oy oranına ulaşarak en yakın rakibi CHP’ye yaklaşık 18 puan fark attı. Parti, 18’i büyükşehir olmak üzere 49 il belediye başkanlığını ve çok sayıda ilçe belediye başkanlığını kazandı. AK Parti’nin dikkat çeken bir diğer başarısı, Kocaeli, Sakarya, Ordu, Tokat ve Düzce illerinde il belediyelerinin yanı sıra tüm ilçe belediyelerini de kazanarak bir bakıma “tulum çıkarmasıydı.” AK Parti, daha önce CHP’de olan Antalya ve Ordu gibi büyükşehirler ile Artvin il belediyesini kazandı. 2009 sonuçlarıyla MHP’nin elinde bulunan Balıkesir büyükşehir, Kastamonu, Uşak, Gümüşhane illerinde de belediye başkanlıkları bu kez AK Parti tarafından kazanıldı. 2009’da Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatından sonra BBP tarafından kazanılan Sivas ise yeniden AK Parti’ye geçti. AK Parti, özellikle ülkenin iç kesimlerindeki üstünlüğünü ise önemli ölçüde pekiştirdi; bu bağlamda, Eskişehir dışında Orta Anadolu’daki il belediye başkanlıklarının tamamı AK Parti tarafından kazanıldı. Ayrıca AK Parti, çözüm sürecinin etkisiyle, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde aldığı oy oranını önemli ölçüde artırdı. Bu bölgelerde elde edilen sonuçlar, Kürt sorununun çözümü bakımından etkili olabilecek iki aktörün AK Parti ve BDP olduğunu, diğer partilerin ise etkilerinin iyice ortadan kalktığını gösterdi. Buna karşılık, AK Parti, 2009’da kazandığı Hatay ve Burdur’u CHP’ye, Kars’ı MHP’ye, Mardin, Ağrı ve Bitlis’i ise BDP’ye karşı kaybetti. Burada altı çizilmesi gereken ilk nokta olarak Antalya seçim sonuçları gösterilebilir. Antalya’da 2009 seçimlerini CHP’ye karşı kaybeden Menderes Türel, 2011 genel seçimlerinde aynı ilden milletvekili seçilmiş ve AK Parti’nin yerel yönetimlerden sorumlu genel başkan yardımcılığına getirilmişti. Türel, bu seçimlerde yeniden eski koltuğuna aday oldu ve bu kez CHP adayı Mustafa Akaydın’ın önünde seçimleri kazanmayı başardı. Bunun yanında, uzun süredir sol partiler tarafından kazanılan Ordu ve Artvin’de AK Parti’nin, üstelik de önemli farklar ile kazanması sembolik açıdan önem taşıyor. Öte yandan AK Parti açısından bir diğer sürpriz, Adalet Bakanlığından ayrılarak Hatay büyükşehir belediye başkanlığına aday olan Sadullah Erdoğan, kendsne destek veren toplumsal kesmler paralel yapılanmanın syaset kurumunu yenden düzenlemeye çalıştığına kna edebld ve bu mekanzmayla mücadele edeblmek çn halktan destek aldı. Bu bağlamda, seçmn galbnn 2004 ve 2009 sonuçlarıyla karşılaştırıldığında yerel seçmler açısından kend rekorunu kıran AK Part olduğu söyleneblr. NİSAN 2014 17 0$57<(5(/6(d÷0/(5÷÷/%$=,1'$3$57÷/(5÷1'$õ,/,0, Edirne MHP’den transfer edilen Mansur Yavaş’a rağmen Ankara’da seçimlerin kazanılamaması, CHP içinde ulusalcılar başta olmak üzere Kılıçdaroğlu’na muhalif kalan isimlerin elini güçlendiren bir mahiyet taşıyor. Dolayısıyla seçimlerden sonra CHP içinde bir liderlik tartışması başlaması kaçınılmaz gibi görünüyor. Söz CHP’den açılmışken bu partinin seçim performansıyla devam edelim. Ergin’in kendi ilinde CHP’ye karşı kaybetmesi oldu. Üstelik bu seçim yenilgisinin kendi partisinden aday gösterilmemesi üzerine CHP’ye geçen ve bu partiden aday olan mevcut Hatay belediye başkanı Lütfi Savaş eliyle gerçekleşmesi dikkat çekti. AK Parti ile CHP en büyük yarışı ise Ankara ve İstanbul’da verdiler. CHP, bu iki ilde parti dışından adaylar göstermeyi tercih ederek yarışa girmişti. İstanbul’da daha önce partiden ihraç edilen Şişli belediye başkanı Mustafa Sarıgül; Ankara’da ise MHP’nin 2009 yerel seçimlerindeki adayı Mansur Yavaş, CHP’den aday olarak gösterildiler. Bu bakımdan, her iki adayın performansları en baştan itibaren merak uyandırıyordu. İstanbul’da AK Parti, nispeten rahat bir şekilde seçimleri kazanmasına rağmen, Ankara’da seçimler oldukça çekişmeli bir şekilde geçti. Mansur Yavaş, bir bakıma, AK Parti dışındaki tüm muhalefeti birleştirerek yarışın içinde kalmayı başardı. Ancak Yavaş’ın bu performansı bile AK Parti’nin Ankara büyükşehir belediye başkanlığını, mevcut başkan Melih Gökçek ile yeniden kazanmasını engellemedi. Bu bağlamda, özellikle Mustafa Sarıgül’ün İstanbul’da Kılıçdaroğlu’nun 2009 seçimlerinde aldığı yüzde 38’lik oranın yaklaşık iki puan üzerine çıkmasının CHP içinde yeni bir liderlik tartışması başlatması beklenebilir bir durum. Nitekim en baştan itibaren Sarıgül’ün öncelikli hedefinin seçimi kazanmaktan daha çok Kılıçdaroğlu’nun 2009’daki oy oranını geçmek olduğu rahatlıkla anlaşılabiliyordu. Aynı şekilde, 18 NİSAN 2014 CHP, 30 Mart’ta kayda değer bir başarı sağlayamadı. Parti, zaten elinde bulunan İzmir, Muğla, Aydın, Tekirdağ ve DSP kökenli Yılmaz Büyükerşen’in yönettiği Eskişehir büyükşehir belediye başkanlıklarını yeniden kazandı. Ayrıca, bunlara AK Parti’nin kendisini aday göstermemesi üzerine CHP’ye gelen Hatay belediye başkanı Lütfi Savaş’la girdiği bu ilin büyükşehir belediyesini ekledi. Buna karşılık, yine büyükşehir statüsüne yükselen ve elinde bulunan Ordu’yu AK Parti’ye; uzun süredir CHP’li isimlerce yönetilen Mersin’i ise MHP’ye karşı kaybetti. CHP açısından en ilginç gelişmelerden biri ise partinin sahil şeridi dışında ülkenin iç kesimlerinde etkisini büyük oranda kaybetmesi oldu. Öyle ki, CHP, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin büyük kısmında yüzde 1’lik oran civarında kaldı. Yine CHP oylarının ülke genelinde oransal açıdan dengeli bir dağılımı olmadığı görüldü. Bu tabloyla, CHP’nin iktidar alternatifi olmanın oldukça uzağına düştüğü söylenebilir. Tam tersine, CHP’nin giderek daha dar bir makas içine sıkıştığı ve buradan çıkış için aranan yöntemlerin yeterince etkili sonuçlar veremediği ortaya çıktı. .×UNODUHOL %DUW×Q 7HNLUGDö ÷VWDQEXO Kocaeli Sakarya Düzce Yalova Çanakkale Bursa dDQN×U× Bolu Ankara 8ùDN Giresun Tokat $I\RQNDUDKLVDU Denizli Isparta ,öG×U $öU× Sivas Tunceli 1HYùHKLU Malatya Kayseri 0Xù Bingöl (OD]×ö Batman Aksaray 1LöGH Bitlis Van Siirt .DKUDPDQPDUDù 'L\DUEDN×U $G×\DPDQ Hakkari ø×UQDN Burdur 0XöOD Kars *PùKDQH Bayburt Erzurum Yozgat Konya Ardahan Rize Erzincan .×U×NNDOH .×UùHKLU ÷]PLU $\G×Q Trabzon Ordu Amasya Çorum (VNLùHKLU Kütahya Artvin Samsun Bilecik %DO×NHVLU Manisa Sinop Kastamonu Zonguldak Karabük Mardin Antalya Karaman Adana Osmaniye Mersin Hatay 30 Mart’ta olumsuz bir tabloyla karşılaşan aktörlerden bir diğerinin MHP olduğu ifade edilebilir. Özellikle Ankara ve İstanbul gibi şehirlerde yaşanan ciddi oy kaybı, MHP’nin ülke genelindeki ortalamasını da etkiledi. Ayrıca MHP’nin son dönemde ortaya çıkan genel oy oranı aralığının üstüne çıkamadığı görüldü. Tıpkı CHP gibi sahil şeritlerinde etkili olan MHP, iç kesimlere doğru gelindikçe gücünü ve etkisini yitirdi. Türkiye genelinde yüzde 15,8’lik bir oran elde eden MHP, bu sonuçlarla son üç seçimin ötesine geçemedi ve ileriye yönelik olumlu sinyaller veren bir görünüm sergileyemedi. MHP’nin en büyük başarısı, 2009’da kazandığı Adana büyükşehir belediyesinde aynı durumu tekrarlaması; Mersin’i ise CHP karşısında kazanması oldu. Ayrıca 2009’da seçimlerden başarıyla ayrıldığı ve 30 Mart’la birlikte Gaziantep Kilis øDQO×XUID JAKP JCHP JMHP JBDP CHP, 30 Mart’ta kayda değer br başarı sağlayamadı. Part, zaten elnde bulunan İzmr, Muğla, Aydın, Tekrdağ ve DSP kökenl Yılmaz Büyükerşen’n yönettğ Eskşehr büyükşehr beledye başkanlıklarını yenden kazandı. büyükşehir statüsüne yükselen Manisa’yı da MHP yeniden kazandı. Böylece toplamda üç MHP’li büyükşehir belediyesi belirdi. Bunun yanında, MHP, Kars’ı AK Parti’den aldı; Isparta, Karabük, Bartın ve Bahçeli’nin seçim çevresi Osmaniye’yi yeniden kazandı. Ancak 2009’da kazandığı Kastamonu, Uşak ve Gümüşhane’de bu kez seçimlerden AK Parti’nin başarıyla ayrılmasına engel olamadı. Dolayısıyla MHP’nin 2009’da toplamda on olan büyükşehir ve il belediye sayısı bu kez sekizde kaldı. Bu veriler dikkate alındığında 30 Mart 2014’te ortaya çıkan tablonun MHP açısından çok da olumlu bir görünüm sergilemediği söylenebilir. Seçimin bir diğer aktörü, BDP, 2009 seçimlerinde biri büyükşehir olmak üzere toplamda sekiz belediye başkanlığı kazanmıştı. 30 Mart’ta BDP, oy oranlarında bir artış sağlayamamış olsa da ve hatta bazı bölgelerde azalmayla karşılaşsa da sahip olduğu belediye başkanlığı sayısını artırdı. Diyarbakır, Van ve AK Parti’den alınan Mardin büyükşehir belediyelerinin yanı sıra 2009’da kazanılan Batman, Siirt, Şırnak, Hakkâri, Iğdır ve Tunceli illeri yine BDP de kaldı. BDP bu illere AK Parti’den aldığı Ağrı ve Bitlis’i de ekleme başarısı gösterdi. Buna karşılık, BDP’nin ülkenin batısında seçimlere girmeyi tercih ettiği, sol NİSAN 2014 19 İÇ POLİTİKA KİMLİK POLİTİKALARI BDP/HDP ve SEÇMLER Orhan MİROĞLU SDE Başkan Danışmanı unsurları toplamayı hedefleyen Halkların Demokrasi Partisi (HDP) tecrübesinin ise başarılı olduğunu söylemek mümkün değil. Örneğin HDP’nin İstanbul büyükşehir belediye başkan adayı Sırrı Süreyya Önder, tahminlerin altında kalarak yüzde 4,8 oranında oy aldı. Dolayısıyla daha önce, önümüzdeki ilk genel seçimlere HDP çatısı altında girebileceği mesajını veren BDP’nin bu girişimden vazgeçebileceği öngörülebilir bir durum. Öte yandan seçim sonuçlarının çözüm sürecinin kararlılıkla sürdürülmesi bağlamında olumlu bir yüz taşıdığı söylenebilir. Her şeyden önce, çözüm sürecinin bölgede olumlu karşılanmasının en önemli göstergelerinden biri, AK Parti’nin 2009 ve 2011 seçimlerine göre Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde oylarını artırması oldu. Bunun yanında, ülkenin batısında “milliyetçi” refleksleriyle bilinen çok sayıda ilde AK Parti’nin en azından oylarını koruması, çözüm sürecinin arkasında ciddi bir kamuoyu desteği olduğunu bir kez daha kanıtladı. BDP’nin de bölgede etkisini sürdürmesi, çözüm sürecindeki rolünü devam ettireceğinin işaretleri olarak okunabilir. Dolayısıyla seçimin kazananlarından birinin de çözüm süreci olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. 30 Mart’ta elde edilen sonuçlardan ortaya çıkan en önemli durum, toplumun kendi iradesi dışında siyasetin düzenlemeye çalışılmasına bir kez daha tepki vermesi olarak gösterilebilir. Bir bakıma, toplumun her türlü vesayet mekanizmasıyla mücadele açısından iktidara destek vermeyi sürdürdüğü anlaşılıyor. Seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra başba- 20 NİSAN 2014 kan Erdoğan tarafından yapılan “balkon konuşması” aslında bu yönde mücadeleye devam edileceğinin de işaretlerini sunuyor. Bundan sonraki süreçte, iktidarın başlıca yükümlülüğü, seçim kampanyası döneminde ortaya konulan bu iradeyi somut olarak hayata geçirecek adımlar atmak olarak beliriyor. Daha açık bir ifadeyle, paralel yapılanmayı da içeren vesayet kurumlarıyla mücadele etmek bundan sonraki süreçte iktidarın başlıca sorumluluğu şeklinde gösterilebilir. Buna benzer şekilde, demokratikleşme paketleri aracılığıyla ülke içindeki demokrasi ve siyasal özgürlüklerin zemininin genişletilmesi öne çıkan bir diğer başlık. Böylece kendilerine sistem içinde yer olmadığını düşünen ve ötekileştirildikleri algısına sahip olan kesimlerin demokratik siyaset mekanizmalarının dışına savrulmalarını önlemek mümkün olabilecek. Son olarak tüm bu adımların sağlam ve kalıcı bir zemine oturmasını sağlamak açısından “yeni anayasa” çabalarının somutlaştırılması en önemli konu olarak görünüyor. Aksi takdirde demokrasi üzerindeki vesayet tartışmalarının biteceğini söylemek çok mümkün değil. 30 Mart’ta olumsuz br tabloyla karşılaşan aktörlerden br dğernn MHP olduğu fade edleblr. Özellkle Ankara ve İstanbul gb şehrlerde yaşanan cdd oy kaybı, MHP’nn ülke genelndek ortalamasını da etkled. Ayrıca MHP’nn son dönemde ortaya çıkan genel oy oranı aralığının üstüne çıkamadığı görüldü. T ürkiye bu seçimlere de, ülkenin sahip olduğu sorunların çözümünde açık ve anlaşılabilir programlara sahip olmayan muhalefetin başını çektiği kısır tartışmaların gölgesinde girdi. Muhalefet partileri, AK Parti’nin gitmesini istediler, ama doğrusu bunun nedenini seçmene anlatmada bir hayli zorlandılar. Demokratik siyasetin dayandığı meşru zemini gölgeleyen ve merkezinde uluslararası güçlerin olduğu bir pasifikasyon ve kuşatma harekâtından medet umdular. Kasetlerin, tapelerin, yasa dışı dinlemelerin, devletin ulusal politikalarının belirlendiği üst düzeyde toplantıların gizli kayıtlarının servis edilmesinin, hükümeti devirmeye kâfi geleceğini düşünen, başta CHP olmak üzere, muhalefete eklemlenmiş bütün grup ve partiler, seçimlerde büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. Seçmen Gezi ve daha sonra da 17 Aralık’ta kopartılan fırtınanın sebeplerini ölçtü, biçti ve tercihini değiştirmedi, AK Parti’den yana kullandı. Bu tercihte, kuşku yok ki, Başbakan Erdoğan’ın meydanlarda milyonlara seslenerek, sesinin son teline kadar yürüttüğü mücadele etkili olmuş, siyasi tarihimizin sayfaları arasında şimdiden yerini almıştır. AK Parti Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden sonra başlayan siyasi çözülmeden geriye kalan partidir. Diğer partiler, hiçbir çözüm alternatifi öneremedikleri ve Kemalizmle aralarına mesafe koymadıkları için, Kürt seçmenin yoğunlaştığı şehirlerde tabelalarını birbiri ardına indirirken, AK Parti özellikle 2007’de, değişim taleplerine ilişkin konsepti iyi değerlendirdi. AK Parti, şimdiye kadar girdiği bütün seçimlerde Kürt seçmenden hatırı sayılır ölçülerde oy aldı. 2014 yılındayız... 2023 yılına sadece 9 yıl var. 2011 seçimlerinde AK Parti, bir deklarasyon yayınlamış ve 2023 yılını, yani Cumhuriyet’in yüzüncü kuruluş yılını hedef göstermişti. ‘Popülizm yapmıyoruz sadece vaat edebileceklerimizi vaat ediyoruz.’ demişti Başbakan. 2023 yılında Cumhuriyet yüz yaşını bitiriyor. Başbakan’ın bu tarihe işaret etmesi, aynı zamanda Cumhuriyet’in sonuçlarıyla bir hesaplaşma ve yüzleşme imkanı da vermiyor değil. Koskoca bir yüzyılın sonunda, Kürtler ve Türkler ya demokratik bir cumhuriyeti birlikte kutlayacaklar, NİSAN 2014 21 ya da yüzyılın en büyük siyasi kopuşunun gerçekleşmesi yönünde işleyecek bir siyasi sürece tanık olacağız. 30 Mart seçimleri demokratik cumhuriyetin yüzüncü yılına giden yollarında bir yeni merhale olmuştur. Daha iki yıl önce, farklı ‘ulusal psikolojileri’ çatışma yönünde besleyen haberlere bakmak bile nasıl bir arafta olduğumuzu anlamaya yetecektir. İsterseniz, bir Kürt internet sitesinin 2011 seçim günlerinde yer verdiği haberlere bir bakalım: ‘TSK’nın bombası Baran’ın hayatını kararttı’ ‘Polisin gaz bombası iki yaşındaki Elif’i ağır yaraladı’ ‘Dersim’de HPG ile TSK arasında çatışma’ ‘Nusaybin’de Kaymakamlığa, İstanbul’da AKP’ye ses bombası’ ‘Sınır hattına askeri sevkiyat’ ‘Hakkari’de özel timler bir köylüyü yaraladı’ ‘Kürdistan’da ‘Ömer Muhtar’ ruhu dolaşıyor’ ‘Türk ordusu, sivil alanları ateş poligonuna çevirdi’ ‘HPG gerillası Mazlum’u on bin kişi uğurladı (Haberde, Kuzey Irak’ta 15 Şubat komplosunu protesto için kendini yakan Mazlum Arcagök’ün, Diyarbakır’da Vedat Aydın’ın mezarının yanına gömüldüğü ifade ediliyor.) ‘Kutlu Doğum Haftası’nda, 1985’te öldürülen PKK’li Rauf Akbay için mevlit okutuldu’ ‘Patlamada yaralanan üç çocuktan biri kolunu kaybetti’ 22 NİSAN 2014 ‘Gülten Kışanak, ulusal birlik ortak hedefimizdir dedi’ çözüm sürecini ve AK Parti’nin Kürt meselesiyle ilgili politikasını hedef aldı. ‘Cumartesi anneleri: Yüzleşme olmadan barış olmaz’ 17 Aralık operasyonunu destekleyen medya, seçimlerde BDP’nin Doğu ve Güneydoğu’yu silip süpüreceğini, AK Parti’nin hemen hiçbir varlık gösteremeyeceğini ve Kürt hareketinin önce özerklik, arkasından da bağımsızlık ilan edeceğini bildiren çok sayıda habere imza attı. ‘Üç oğlu gerilla olan barış annesi, Kandil’de düzenlenen askeri törenle toprağa verildi’ ‘Halk Savunma Gücü (HPG) tarafından yürütülen Apollon Akademileri Komutanlığındaki eğitimleri tamamlanan 111 gerilla, askeri törenle diplomalarını aldı.’ Bu haberlerin veriliş biçimini doğru bulmayabilirsiniz, ama ne bu haberlerin ortaya koyduğu gerçekliği yok sayabilir, ne de ülkenizin bir bölümünde bu haberlerin yarattığı ulusal psikolojiyi derinden yaşayan yurttaşlarınızın taleplerine kapalı bir şekilde yüzyıl kutlamaları hayal edebilirsiniz. Bu hayalin gerçekleşebilmesi için atılmış bir adım olan çözüm süreci, 30 Mart seçimleri bağlamında çok tartışılacağa benziyor. Yukarda yer alan haberlere benzer haberleri Türkiye çözüm süreciyle beraber geride bıraktı. İki yıla yakın bir zamandır devam eden çatışmasızlık ortamı Türkiye adına ciddi bir kazanımdır. 17 Aralık Operasyonundan hemen sonra Başbakan Erdoğan, bir açıklama yaptı ve 17 Aralık’ı planlayanların hedefinde çözüm süreci ve Mesut Barzani’nin Diyarbakır’ı ziyaret etmesinin olduğunu söyledi. Başbakan bir kez daha haklı çıktı. O tarihten sonra başlatılan kuşatma harekâtı en çok Türk seçmeni ve kısmen de Kürt seçmeni hedefleyen bu dezenformasyonun amacı, elbette çözüm sürecini bir kez daha boşa çıkarmak ve Başbakan Erdoğan’ı devirmekti. Üst ve Alt akılların burada ve dışarda yaptıkları hesap, çarşıya, daha doğrusu Türkiye’ye uymadı. BDP Eş Başkanları Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak -ki Gültan hanım Diyarbakır belediye başkanı seçildi- seçimlerden sonra yaptıkları açıklamalarda, bu seçimlerin çözüm sürecini rahatlattığını, Batı’da ve Doğu’da halkın çözüm sürecine evet dediğini ve hükümetin bu bakımdan beklentilere cevap vermesi gerektiğini ifade ettiler. Ancak, her iki liderin açıklamalarında ayrılığı akla getirebilecek hemen hiçbir mevzu yoktu. Seçimler BDP/HDP açısından nasıl bir sonuç verdi, şimdi kısaca ona bakalım: - BDP, bu seçimlerde ilk kez Batı’da HDP’yle girdi. HDP, çok eskilere dayanan ama bir türlü gerçekleşmeyen, ‘Türkiyelileşmek’ fikrinin bir sonucu olarak kuruldu. Çatısı altında birçok sol grup ve sosyal Seçmen, Gez ve daha sonra da 17 Aralık’ta kopartılan fırtınanın sebeplern ölçtü, bçt ve terchn değştrmed, AK Part’den yana kullandı. Bu terchte, kuşku yok k, Başbakan Erdoğan’ın meydanlarda mlyonlara seslenerek, sesnn son telne kadar yürüttüğü mücadele etkl olmuş, syas tarhmzn sayfaları arasında şmdden yern almıştır. kesimden kişiler vardı. Görünen o ki, HDP projesi başarılı olamadı. Başta İstanbul olmak üzere, Kürt seçmenin bulunduğu yerlerde daha önce zaten alınan oylara bir ilave artışın olmadığı görülüyor. Örneğin İstanbul’da % 8-9 civarında oy alınacağı söyleniyordu, ama bu oran % 4’te kaldı. Kürt seçmenin kimlik politikalarından etkilendiği Mersin ve Adana gibi şehirlerde ise -bu iller Batı’da yer alıyor olmasına rağmen- seçimlere BDP’yle girildi. Çünkü eğer HDP’yle girilseydi, ne Adana’da ne de Mersin’de, BDP’nin 2011 seçimlerinde aldığı oyları almak mümkün olmayacaktı. Bir örnek vermek gerekir- NİSAN 2014 23 17 Aralık Operasyonundan hemen sonra Başbakan Erdoğan, br açıklama yaptı ve 17 Aralık’ı planlayanların hedefnde çözüm sürec ve Mesut Barzan’nn Dyarbakır’ı zyaret etmesnn olduğunu söyled. Başbakan br kez daha haklı çıktı. O tarhten sonra başlatılan kuşatma harekâtı en çok çözüm sürecn ve AK Part’nn Kürt meselesyle lgl poltkasını hedef aldı. se, BDP’nin yönettiği Mersin-Akdeniz Belediyesini bu seçimlerde de BDP’nin adayı kazandı. BDP bu ilçede MHP’yle yarıştı ve 300 kadar oy farkıyla seçimi kazandı. Mersin’de de 80 bin civarında bir oy aldı BDP. Ama eğer HDP’yle girilseydi, bu başarılı sonuç alınamayacağı gibi, Kürt oyları önemli ölçüde AK Partiye kayabilirdi. - Seçimler, bir bölgeye sıkışmış olsa da, BDP’nin tartışılmaz bir biçimde bir Türkiye partisi olduğunu göstermiştir. CHP ve MHP ne kadar Türkiye partisiyse, BDP de o kadar Türkiye partisidir. Kürt hareketinin bu projede (HDP) ısrar edip etmeyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. - BDP bu seçimlerde Ağrı, Mardin, ve Bitlis gibi AK Parti’nin yönettiği şehirleri aldı ve AK Parti’yle çok çekişmeli bir yarış sürdürdüğü Van’ı ve Siirt’i de korumayı başardı. - Ama bu illerde AK Partiyle BDP arasındaki fark, çok belirgin bir fark değildir. Genele bakıldığında BDP’nin oylarında bir miktar azalma var, ama kazandığı merkezlerin sayısında artış var. AK Parti BDP’yle yarıştığı yerlerde seçimi -Bingöl ve Muş hariç- çok az bir oy farkıyla kaybetmiş olsa da, oylarında 2009 seçimlerine göre bir miktar artış var. Urfa gibi, BDP’nin iddialı bir adayla girdiği seçimleri ise AK Parti büyük bir farkla kazandı. - Doğu ve Güneydoğu’da seçimin iki galibi var ve bu iki galibin sahip çıktığı çözüm süreci seçimi ka- 24 NİSAN 2014 zandı desek yanlış olmaz. Diğer partilerin bölgede hemen hiçbir siyasi gücü söz konusu değil. - BDP’nin üç ili daha kazanması, kuşkusuz bir felaket ve çözüm sürecinin boşa gideceği, Kürt hareketinin başına buyruk veya kendi başının çaresine bakan bir harekete dönüşeceği anlamına gelmiyor. Mesele şudur: Çözüm sürecinin her iki partnerinin seçimlerden galip olarak çıkması, sürecin daha ileri aşamalara taşınması için, önemli bir siyasi kazanımdır. - BDP çözüm sürecinin yarattığı siyasi ortamı, AK Parti’ye göre, daha ustalıklı kullanmış gibi görülüyor. Genel barış havası veya ortamı, BDP’nin çatışma yıllarından başlayarak bir takım Kürt aşiretleriyle sürdürdüğü husumetleri, düşmanlıkları sona erdirmede bir fırsat olarak kullanılmıştır. Bu bağlamda korucu olan ve olmayan Kürt aşiretleri ve büyük ailelerle yapılan barış görüşmeleri sonuç vermiş ve bu ailelerin oyları BDP adaylarına gitmiştir. Hadiseyi kuşkusuz bir seçim manevrası olarak okumamak lazım… Bölgede, 2003 yılında resmen kurulan Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve şimdi de Rojava’daki Kürt siyasi hareketinin aldığı pozisyon veya kazanımlar, Türkiye Kürtleri arasında, milli duyguların hep teyakkuz halinde olmasını sağlamış ve bu ulusal psikoloji en örgütlü hareket olan BDP’ye yaramıştır. Görülüyor ki, Mesut Barzani’nin Diyarbakır’a gelmesini, seçimleri AK Parti lehine etkileme amaçlı bir hamle olarak değerlendirenler fena halde yanılmışlardır. Barzani’nin Diyarbakır’da Başbakanla buluşmasının, eğer bir faydası olmuşsa, o fayda AK Partiye değil, BDP’ye olmuştur. Türk oldukları için sevmiyorum, beni yaratan Allah onları da yarattığı için seviyorum’ şeklindeki söylemi, Karadeniz, İç Anadolu ve Orta Anadolu’da epey benimsenmiş görünüyor. Ama bu benimsemenin, MHP ve CHP’de tersine sınıf ve milleti öne çıkaran bir anlayışla yer değiştirdiğini söyleyebiliriz. Adana ve Mersin’de MHP’nin seçimi kazanmasının kuşkusuz başka başka sebepleri vardır. Ama buralarda yoğunlaşan Kürt nüfusun, bu tercihlerde önemli bir payının olduğu muhakkaktır. - Kimlik politikaları veya milliyetçilik veya ideoloji, MHP ve BDP seçmenini etkilemeye ve oyunu belirlemeye devam ediyor. Bu iki partinin, aldığı oylar, keskin kimlik politikalarının belirlediği siyasi bir KDV gibidir. Siyasi kadeve’den en çok yararlanan iki parti MHP ve BDP’dir. Türkiye’yi, 2023 yılına kadar, farklı iki ulusal psikoloji ve siyasetle geçecek 9 yıl bekliyor. Toplum ciddi bir bölünme yaşıyor. Önümüzdeki dokuz yılda, yaşadığımız bölünme ya bitecek ve cumhuriyet yüzüncü yılına demokratik bir cumhuriyet olarak girecek, ya da bu cumhuriyet yoluna Kürtler olmadan devam edecek. Gelinen aşamada, çözüm için BDP’nin ve PKK’nin güven verici adımlar atması elbette önemlidir, ama Türk toplumunun Kürtlerin haklarını tartışabilen, bu haklara rıza gösterebilen bir süreci yaşamasını sağlamaya çalışmak da, ulusal düzeyde güçlü olan siyasi partilerin görevidir. AK Parti bu bakımdan küçümsenmeyecek işlere imza attı. Kürt kimliğinin Türk toplumunda gündeme gelmesini, tartışılmasını sağladı. Belirli bir ırkçı kesim dışında, bugün artık Kürt kimliği ve bu kimliğe ait değerler tartışma konusu değildir. Tartışma; bu değerlerin hangi yasal çerçevede ifade edileceği, kısacası Kürtlere ait siyasi ve kültürel statünün Türkiye koşullarında nasıl bir yapı arz edeceğiyle ilgili bir tartışma olarak sürecek gibi görünüyor. Kimlik savunusunun gölgesinde kalmayacak, yani siyasi KDV’si olmayacak bir genel ve yerel seçimin yapılması ise, açıkça söylemek gerekirse, çözüm sürecinin kaydedeceği başarıya bağlıdır. Kanaatimce bu seçimlerle nihai amaca bir adım daha yaklaşılmış oldu. - AK Parti’nin seçmen tabanına-sosyolojisine BDP ulaşabiliyor, ama BDP’nin seçmen tabanına-sosyolojisine AK Parti’nin ulaşabildiğini söylemek çok kolay değil. Çünkü BDP’nin seçmeni, bugün hâlâ geçmişe çok bağlı bir seçmendir, farklı fikirlere kapalıdır ve bir harekete aidiyet duymak onun için hâlâ en kıymetli şeydir. Geçmiş geçmişte kalmış değildir ve bu geçmişin merkezinde her yönüyle trajik bir ulusal hikâye yer almaktadır. - 30 Mart seçimleri, benim hep ifade etmeye ve anlatmaya çalıştığım, ‘iki farklı ulusal psikoloji’nin gölgesinde yapıldı. Bu iki farklı ulusal psikolojiden biri olan Türk milliyetçiliğinden etkilenen seçmenler, AK Parti’den ziyade, MHP ve CHP tabanında yer alıyorlar. Başbakan’ın, ‘Kürdü ve Türkü, Kürd ve NİSAN 2014 25 İÇ POLİTİKA 30 Mart Seçimleri ve CHP Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü 30 Mart 2014 yerel seçimleri, yerel karakterinden ziyade, Türkiye genel siyasetinin tayin edici olduğu bir iklimde gerçekleşti. Ancak bu iklime rağmen, yerel özellikler ve aktörler, kendi dinamikleri içinde tesirlerini icra edecekler. Ağustos 2014’te ilk defa halkoylamasıyla gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve onu takiben normal şartlarda 2015’te gerçekleşmesi gereken genel seçimler, 30 Mart 2014 seçimlerinin salt yerel seçimler olamayacağına öteden beri işaret ediyordu. Ayrıca 17 Aralık 2013 tarihinde “yolsuzluk” adıyla başlatılan ve içiçe bir takım örgüt davalarının da dâhil olduğu anlaşılan bir dizi dava marifetiyle seçimleri ve siyaseti dizayn etme hamlesi, seçimlerin yerel dinamiklerinin üzerini örttü. Bu bağlamda CHP 30 Mart 2014 seçimlerine, yerel konularla değil esas itibarıyla yolsuzluk, yasakçılık ve otoriterlik iddialarıyla girdi. CHP’nin seçimdeki siyasi amacı, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmasını engellemek olarak gözüküyor. Bunu sağlamak için AK Parti’nin 30 Mart’taki oy oranını mümkün olduğunca düşürmeyi hedeflemektedir. Genel siyasi hedef üzerinden yürütülen bu kampanya, Türkiye’nin farklılaşmış siyasi coğrafyasında 26 NİSAN 2014 farklı sonuçlara yol açtı. CHP kampanyası bu genel siyasi çerçevede belirlendiği ölçüde, yerel farklılıklara uygun yerel siyasi kampanyaların alanını daralttı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasının üzerinden dört yıl geçmesine rağmen, vaad edilen Yeni CHP, partilileri ve Türkiye kamuoyunu tatmin edici bir şekilde inşa edilememiştir. Bu durumda 30 Mart 2014 Yerel Seçimleri, CHP’de parti içi iktidar mücadelesi bakımından da önem kazanmaktadır. Parti içindeki Ulusalcı, Baykalcı, Savcı, Sarıgülcü gibi çoğaltılabilecek hiziplerin dengelenememesi ve partinin bölünme tehlikesi dolayısıyla Yeni CHP bahsinde radikal adımlar atamayan Kılıçdaroğlu, bu siyaset eksikliğini Tayyip Erdoğan karşıtlığı ve yolsuzluk söylemiyle aşmaya çalışmaktadır. “Yeni CHP” inşa edilemediği ölçüde CHP’de oy arttırmanın yegâne yolu sağa açılmak şeklinde ortaya çıkıyor. 12 Haziran 2011’de DYP’deki Demirel kliğine açılan CHP, şimdi sağın öteki kanatlarına -milli görüşçü ve milliyetçi kanatlara- açılmaya çalışıyor. 30 Mart seçimleri sadece AK Parti’nin ve Başbakan Erdoğan’ın siyasi kaderini değil, CHP içerisinde de Yeni CHP’nin ve Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun parti içindeki siyasi kaderini etki- leyebilecek bir potansiyele sahiptir. 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun İstanbul büyükşehir belediye başkanlığı adaylığındaki performansı ve o performansı takiben 2010 yılında Deniz Baykal’ın bir kaset skandalıyla istifa etmesi üzerine, Kılıçdaroğlu’nun tek aday olarak CHP Genel Başkanlığına seçilmesi, zihinlerde “Aynı senaryo 30 Mart 2014 seçimlerinde de gerçekleşebilir mi?” sorusunu uyandırmıştır. Bu sorunun sebebi, aradan geçen zaman zarfında Kemal Kılıçdaroğlu’nun giderek partiye hâkim olmasına rağmen büyük bir iddia ile ortaya attığı Yeni CHP söyleminin içini dolduramamasıdır. Bu olağanüstü desteğe rağmen, AK Parti karşısında beklenen başarıyı yakalayamamasıdır. Üstelik Deniz Baykal döneminden beri CHP Genel Başkanlığına aday olan, Şişli’de popüler bir belediye başkanı olarak sivrilen, CHP üzerindeki etkin çevrelerin genel başkan olarak görmek istedikleri Mustafa Sarıgül’ün İstanbul’da CHP’nin büyükşehir belediye Başkan adayı olarak belirlenmesi, bu soruyu daha da ciddi hale getirmiştir. 30 Mart’ta CHP’nin beklenen başarıyı gösterememesi ve Mustafa Sarıgül’ün, Kemal Kılıçdaroğlu’nun İstanbul büyükşehir başkanlığı adaylığında aldığı oy oranının üstüne çıkması, CHP’nin genel başkanlığına aday olmasını mümkün hale getirdi. CHP Laiklik ve Rejim Krizinden Vazgeçiyor Ama Mutabakata Hâlâ Uzak CHP 1990’lı yıllardan başlayarak 20 yıl sürdürdüğü laiklik ve rejim krizinden, bürokratik vesayetin çöküşüyle ağır bir yenilgiyle çıktı. Bürokratik vesayet sistemindeki ortaklarının güç kaybetmesi karşısında topluma dönmek zorunda kalan CHP, yeni bir arayış ve intibak içine girdi. Deniz Baykal’ın son döneminde başlayıp Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olmasıyla hız kazanan bu arayış, tek parti dönemi ile 27 Mayıs sonrasındaki bürokratik vesayet döneminde oluşmuş ideoloji, teşkilat ve zihniyetin, adeta “Yen CHP” söylem ve ddası, başarılı olamadıkça yen toplumsal kesmlere açılablmek çn Gez’ye, sağa, Sarıgül’ün popülzmne, Cemaatn yolsuzluk kampanyasına savrulan CHP’nn Başbakan Erdoğan ve AK Part karşıtlığı dışında ortak paydasının azaldığı ve bu savrulmalardan zarar gördüğü söyleneblr. CHP paradigmasının tartışılması anlamına geliyordu. CHP ve havzasında bu işi tartışacak ve hayata geçirecek yeni bir hareket ve kadrodan bahsedilemeyeceğine göre, bu değişimin daha başlangıçta sınırlı olacağı söylenebilirdi. Nitekim değişim hamlesinin etkisi CHP içerisindeki tartışmalarla kırıldı, ikna edicilik vasfı azaldı, Genel Başkan Kılıçdaroğlu ve genel merkezin hareket alanı daraltıldı. Bu durum, en çok başörtüsü ve çözüm süreci tartışmalarında yaşandı. CHP’de Savrulmalar CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olmasından sonra Yeni CHP inşa edilemediği sürece, yeni toplumsal kesimlere açılarak partinin büyütülmesi çabası, bir siyasi program ve tutarlılık ekseninde yapıl(a)mayınca “savrulmalar” şeklinde telafi edilmeye çalışılıyor. Bu savrulmaların aşılması ve CHP’nin “herkesi yakalamak” isteyen bir partiye dönüşmesi de mümkündür. Ancak bu tercihin CHP’nin tarihi, ideolojik ve teşkilat mirasıyla bağdaşmasının zor olduğu kaydedilmelidir. CHP’nin “herkesi yakala” partisi olmaya karar vermesi ve bunu uygulaması, partinin taban ve teşkilatının ikna edilmesinin yanı sıra, ülkedeki genel siyasi iklime de bağlı görünüyor. CHP’de Mansur Yavaş başta olmak üzere, Hatay ve Bursa örneklerindeki başarılar sağa açılma hamlesinin devamını getirebilir. NİSAN 2014 27 CHP’nin 30 Mart 2014 Yerel Seçim Gündemi CHP, 30 Mart 2014 yerel seçim gündeminde aday belirlemekle stratejik bir yer tutmuştur. CHP’de aday belirlemenin mantığı, kazanmak istedikleri büyükşehirler başta olmak üzere, zayıf oldukları yerlerde sağdan aday transfer ederek CHP dışındaki sağ seçmenlere ulaşmak; güçlü olduğu ve zaten kazandıkları yerlerde ise, Kılıçdaroğlu ekibiyle uyumlu olmayanları tasfiye etmek şeklindedir. CHP kazanmak istedikleri yerlerde yerel özelliklere dikkat ederken, kalesi olarak gördüğü yerlerde liyakattan ziyade sadakati esas almıştır. CHP bunun dışında yerel yönetimlere ilişkin bir perspektif ve söylem ortaya koymamış, 17 Aralık operasyonlarının paralelinde AK Parti’nin ve bilhassa Tayyip Erdoğan’ın hedef alındığı yolsuzluk ve otoriterlik iddilarının dile getirildiği bir söylem tercih edilmiştir. 2009 yerel seçimlerinde yerel yönetimleri konu alan 55 sayfa olarak ilan edilen seçim bildirisinin yerini, 2014’te yerel yönetimlerden hiç bahsetmeyen 1 sayfalık yolsuzluk ve otoriterlik seçim bildirisi almıştır. CHP Değişebilir mi? CHP birbiriyle telif edilemeyecek açıklamalar, değişim ve yenileşme tartışmalarıyla bir tutarsızlık ve yönsüzlük girdabına sürükleniyor. Hâlbuki değişim ve yenilenme dönemlerinde en tehlikeli olan şey, işte bu yönsüzlük halidir. Çünkü değişim ve yenilenme, korku ve umudu harekete geçirir. Değişim eskiden memnun olanları ve yeniyle tasfiye olacakları korkuturken, vaat ettikleriyle de umut yaratır. Yönsüzlük işte bu korkuyu arttırırken, umudu ortadan kaldırır. Böylece değişim ve yenilenme için ihtiyaç duyulan temel dinamikten, yani umuttan mahrum kalınır. Bu durumda korku ve umudun yarattığı ma- 28 NİSAN 2014 kası karşı cephe için kullanabilecek değişim ve yenilenmeyi taşıyan aktör, cephede ters dönerek kendi makasının hedefi haline gelebilir. CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu, böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalmış görünmektedir. CHP, aslında tek partili dönemdeki değişiklikler bir yana bırakılırsa 1945’ten bu yana değişmeye ve demokratikleşmeye çalışmakta, ancak bunda başarılı olamamaktadır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olması, CHP’de yeniden değişim ve yenilenme umudu yaratmıştı. Bu umut, şaşırtıcı bir şekilde eski Genel Başkan Deniz Baykal’ın bir kaset komplosuyla istifa etmek zorunda kalmasından sonra ortaya çıktı. 28 Şubat’tan beri CHP’nin bürokratik vesayet kurumları ve bürokratik vesayet ideolojisiyle ortak olarak yürüttüğü uzun mücadelenin başarısızlığını takip eden bu Genel Başkan değişikliği, AK Parti karşıtı cephede yeni bir umut yarattı. CHP’ye muhalif-muvafık hemen hemen bütün kamuoyu, Kılıçdaroğlu’na ve ekibine kredi açtı. Baykal ve Sav ekibinin tasfiyesi bu sayede mümkün olabildi. Kendisinin ve ekibinin yaptığı gaflar ve geri adımlar, biraz parti içi dengelere biraz da acemiliğe verilerek hoş görüldü, görmezden gelindi. Ancak Kılıçdaroğlu parti içinde Baykal ve Sav gruplarını aşarak kesin bir iktidar ve kadro kurduktan sonra da, tutarsızlıklar artarak devam etti. Bu durum, aynı zamanda CHP’nin istikametinin belirsizliğiyle beraber, Kılıçdaroğlu ve ekibine açılan kredinin sona erdiği kritik eşiğin aşılmasına yol açtı. CHP tek parti diktatörlüğünün ve çok partili hayatta da bürokratik vesayet kurumlarının ortağı olmanın ötesinde, modern bir demokratik kitle partisi olmayı başaramıyor. Çünkü bürokrasiyle arasına mesafe koyacak bir istikamet ve ilkeye sahip değil. Tarihiyle ve resmi ideolojiyle hesaplaşmaya, dışlanan toplumsal kesimlere açılmaya hazır değil. CHP’nin bu bakımdan önce kendi hakikatleriyle yüzleşmesi gerekiyor. CHP, Kılıçdaroğlu Genel Başkan olduktan sonra herhangi bir konuda tutarlı bir politika ortaya koyabilmiş değil. Rejim ve laiklik tartışmalarından vazgeçilerek, sadece yolsuzluk konusuna yüklenildiği için ekonomiye ve sola açılma iddiasının içi doldurulamadı. CHP’de Deniz Baykal’a atfedilen bütün problemlerin, sadece bir Genel Başkanlık meselesinden ibaret olmadığı geçen zaman zarfında anlaşıldı. Mevcut durum istikametsizlik ve yönsüzlükle beraber, omurgası kırılmış bir felç halini gösteriyor. CHP kuruluş dönemi misyonu, ideolojisi ve kadrolarındaki bürokratik hâkimiyet yüzünden değişemiyor. Partinin ideolojik açıdan değiş(e)memesi kısmen anlaşılabilir. Ancak CHP’de strateji ve taktik değişimlerin bile mümkün olmadığı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlığından sonra ortaya çıkan karmaşa ve yönsüzlükle anlaşıldı. CHP, demokratik bir rejim içerisinde siyaset yapabilecek modern bir parti hüviyetini kazanamıyor. Bu değişimi gerçekleştiremediği ölçüde de, siyasetin yerini hafiyelik, komplo, iftira, yalan ve hizipçilik alıyor. CHP’nin 17 Aralık operasyonları ve daha önce Gezi-Taksim olaylarındaki performansı egemenlik konusunda, hâlâ 27 Mayısçı paradigmanın dışına çıkamadığını gösteriyor. Egemenliğin toplumda değil bir takım kurumlarda ve sokaklarda olabileceği düşüncesi, CHP’yi, Yeni CHP söyleminden koparacaktır. Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasıyla ortaya atılan “Yeni CHP” söyleminin, değişen lider ve kadrolar dışında, bütünlüklü bir ideolojik Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasının üzernden dört yıl geçmesne rağmen, vaad edlen Yen CHP, partller ve Türkye kamuoyunu tatmn edc br şeklde nşa edlememştr. Bu durumda 30 Mart 2014 Yerel Seçmler, CHP’de part ç ktdar mücadeles bakımından da önem kazanmaktadır. programa dönüşememesi CHP’de giderek artan savrulmalara yol açmaktadır. “Yeni CHP” söylemi ve iddiası, başarılı olamadıkça yeni toplumsal kesimlere açılabilmek için Gezi’ye, sağa, Sarıgül’ün popülizmine, Cemaatin yolsuzluk kampanyasına savrulan CHP’nin Başbakan Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı dışında ortak paydasının azaldığı ve bu savrulmalardan zarar gördüğü söylenebilir. 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden dört ay sonra, Ağustos 2014 tarihinde, Türkiye tarihinde ilk defa halkoylamasıyla % 50’lik oy oranıyla Cumhurbaşkanının seçilecek olması, siyasi parti kadro ve tabanlarını mıknatıs gibi her şeye rağmen bir arada tutmaktadır. CHP 30 Mart 2014 Yerel seçimlerinde ve Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ağır mağlubiyetler yaşarsa, bu parti içi hesapların görüleceği yeni bir dönemin açılması anlamına gelebilecektir. 30 Mart 2014 yerel seçimleri, CHP’nin “değişim ve demokrasi”yi hedeflediği söylenen Yeni CHP söylemi için hayati önemde bir eşiği ifade etmektedir. CHP, seçim sonrasında, Gezi-Taksim olayları sonrasında sokağa yönelen, yöncülerin “parlamento dışı muhalefet” anlayışında mı, TBMM’nin meşru siyaset hattında mı karar kılacağına karar vermek zorunda kalacaktır. Parti içi iktidar mücadelesi ihtimalleri, bu konularda CHP’yi sağduyulu davranmaktan alıkoyabilecektir. CHP’de, şu anda mevcut genel merkez anlayışından daha demokrat ve meşruiyetçi bir kanat veya hizipten bahsetmek mümkün değildir… CHP, 30 Mart seçimlerinden, İstanbul ve Ankara’yı kazanmasa da, oy oranını nispeten arttıran bir performansla çıkmıştır. Bu nispi başarı, parti içi iktidar mücadelesinin zayıfladığı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun elinin güçlendiği bir dönemi mi başlatacaktır? Yoksa bu nispi başarı, AK Parti’nin kesin 30 Mart zaferi ve Cumhurbaşkanlığındaki muhtemel yenilgiyle parti içi hesaplaşmanın yolunu mu açacaktır? CHP’nin önündeki problem budur. NİSAN 2014 29 röportaj 30 MART SEÇİMLERİ ÜZERİNE sıyla seçim, hükümetin kendini muhafaza etmesi, AK Parti’nin kendisini muhafaza etmesi ve bir ileri aşamada da devletin kendisini muhafaza etmesi gibi üç tane reflekse dayandı. Seçim sonuçlarından şimdilik gördüğümüz de seçmenin büyük kısmının hükümeti, partiyi, başbakanı ve devleti koruma refleksini gösterdiğidir. Bu tartışmalar içerisinde bence muhalefet tuzağa düştü. Szce 17 Aralık’ta yaşanan br operasyon muydu? Röportaj: M. Kürşad BİRİNCİ SDE Asistanı İhsan Aktaş Kmdr? 1964 yılında Bayburt’ta doğan İhsan AKTAŞ İlkokul, Ortaokul ve Lse öğrenmn Bayburt’ta btrmştr. Lsans öğrenmn Uludağ Ünverstes İlahyat Fakültes’nde tamamlamıştır. Yüksek lsans eğtmn Uludağ Ünverstes Sosyal Blmler Ensttüsü Dn Eğtm Ana Blm Dalı’nda gerçekleştrmş olan Aktaş, doktorasını se Arel Ünverstes Fen Edebyat Fakültes Şehrclk Bölümü’nde sürdürmektedr. İnglzce ve Arapça blen Aktaş, Mll Gençlk Vakfı Başkan Yrd. ve Başkanlık görevlernde toplam on yıl süreyle bulunmuştur. Halen GENAR ARAŞTIRMA Yönetm Kurulu Başkanlığı görevn yürütmektedr. 3 çocuk babasıdır. 30 NİSAN 2014 İhsan Bey öncelkle SDE adına teşekkür etmek sterm. Yoğun geçen br seçm geces sonrasında mülakat steğmz ger çevrmednz. Öncelkle Türkye’nn geleceğn lglendren ve bazı yönler le de yerel br yarış olmaktan çıkarak çok daha başka anlamlar fade etmeye başlayan bu seçm szce nasıl br atmosferde geçt? 30 Mart 2014 seçmne rengn veren temel konular nelerd? Aslında yerel seçimin odağına kenti, şehri ve medeniyeti alarak tartışılmasını isteyen biriyim. Ancak, bildiğiniz gibi maalesef böyle olmuyor. Kente, şehre, medeniyete ve bu konular etrafındaki tartışmalara hem şahsi hem de kurumsal meraklı birisi olarak doğrusu bu seçim döneminin de bu anlamda çok iyi geçirildiğini söyleyemeyeceğim. Genel seçim havasında geçen bir seçim oldu. Yalnız bunun da sebepleri var. Bu seçim, seçim startı verildiğinde ve seçim tarihi, adaylar ya da kampanya tarihleri belli olduğunda başlamadı; bu seçim 17 Aralık’ta başladı. Orada da hayal edilen ultra modern bir sivil bürokrasi eli ile hükümeti alaşağı etmekti. Dolayı- Açıkçası toplumsal meselelerde bir günde kanaate varamıyorsunuz. Önce anlamaya çalışıyor, sonra yavaş yavaş parçaları birleştiriyorsunuz. Burada bir takım senaryolardan bahsetmek mümkündür. Bunlardan ilki hükümetin yolsuzluk yaptığıdır. Bu mümkündür, hükümetin bir sürü temsilcisi ve on binlerce çalışanı vardır. Ama bu vakayı adiyedir, iyi işleyen bir hukuk sistemi buna müdahil olur ve suç işleyen cezasını görür. İkincisi, medya yaşanan olayları bakanların oğulları ile ilgili konuları ve belgeleri normalde olduğu gibi mahkeme sırasında görseydi, bu da sıradan bir konu olurdu. Polis, savcılık süreci geçerdi ve medya konudan haberdar olur ve toplumla paylaşırdı. Normalde bu böyle olur. Ama bakıyorsunuz bu adi bir yolsuzluk soruşturması değil, ikincisi milletin ayrıntılarını mahkemede öğrenmesi gereken bir süreç de değil, bir film senaryosu gibi sahnelenen bir durum. Tabii Ergenekon ve Balyoz’da polis ve savcının iş tutma biçimini öğrenmiştik. Oradaki iş tutma biçimi yeni mevzuyu çözmek için bize ipuçları verdi. Orada millete zulmetmiş bir grup ile yargı sisteminin mücadelesi vardı. Bu davalarda aşırılıklar aslında gözükmeye başlamıştı. Bizim yaptığımız bir araştırmada, 28 Şubat ve 12 Eylül’ün yargılanmasına yüzde 7580’ler seviyesinde destek olduğunu gördük. ‘Balyoz ve Ergenekon adaletli yargılanıyor mu?’ dediğimizde ise bu oran bir anda yüzde 40’lara geriliyordu. Bir generali yargılarken onun ailesi ve çocukları ile ilgili görüntüleri dosyaya koymak gibi olaylar vatandaşı rahatsız ediyordu. Fakat zımnen belki şöyle bir şeyde vardı: “Bu askerler bu topluma zulmetmişti”. Esasında bu çok hakkaniyetli bir tutum değildi ama sanki insanlar bunu bir tür hesaplaşmanın parçası olarak gördüler ve sanırım ayrıntıda gizli böyle olaylar maalesef büyük kapışmanın kurbanı oldu. İşte bugün aynı organizasyon ve zihin yapısı ile bu sefer sivil hükümete karşı böyle bir girişim görüyoruz. Olayın ilk günü bir yayında şunu paylaşmıştım, “yargı sistemi daha önce askere karşı kullandığı yöntemle hükümete müdahil olmak istiyor. Ancak bu aynı sonucu vermez. Çünkü hükümet söz üretir, karşıtlık üretir, cevap üretir ve eli kolu bağlı şekilde ‘gel bugün şu kadar yarın şu kadar kişi al’ demez”. Bir de yaşananların bir projenin parçası olduğunun ortaya çıkmasını sağlayan da cemaat medyasıdır. Çünkü bir yargıcın ve emrindeki polisin yaptığı işe hükümet müdahale ediyorsa buna bütün medya isyan edebilir. Ama bakıyorsunuz operasyon nereden kurgulanmışsa önce ses oradan geliyor. Polis bir hamle yapıyor, ses ya da savunma oradan geliyor. Demek ki ya planlamada ya programlamada ya da cürüm de ortaklık var. Bir de bütün vakıf ve sivil hareketler için bir risktir. Hangi vakıf, hangi cemaat devletle siyaset dışı yöntemler ile hem hal olur, ona nüfuz etmeye çalışırsa (ki geçmişte ülkücülerin başına gelen budur) devlet sizi kirletir, içine çeker ve mutlaka bir pislik yaptırır. Cemaat devletin içine o kadar girdi ki, ancak devlet eli ile işlenecek birçok cürmün de ortağı oldu. Bugün anlıyoruz ki, eğer tutmayan hamleler tutmuş olsaydı, belki de 28 Şubat’ta olduğu gibi ülkeyi bir kaosa sürüklemiş olacaklardı. 28 Şubat’ta bir kaos oluştu ve finalinde hepimizin cebinden 100 milyar dolar para gitti. Ancak bugün görüyoruz ki halk kendi milletini, başbakanını ve ülkesinin menfaatini koruma güdüsü gösterdi ve oyunu ona göre kullandı. NİSAN 2014 31 Heyecanla beklenen seçm netcelend ve sonuçlar büyük ölçüde bell oldu. Her araştırma şrket partlern Türkye genelnde aldıkları oylarla seçm sonuçlarını değerlendryor. Burada brbrnde farklı oranların kamuoyuna sunulduğunu da gördük. Szce partlern oy oranlarını tespt ederken hang hesaplama yöntemn kullanmak daha doğrudur? Evet, seçimler sonuçlandı. Sonuçlar da büyük ölçüde belli oldu. Sonuçların hesaplanması ve partilerin Türkiye genelindeki oy oranlarının tespitinde 3 farklı yöntemin kullanılabileceğini düşünüyorum. Bunlardan ilki, bana göre de en mantıklısı, büyükşehirlerde büyükşehir oylarını, diğer illerde ise il genel meclisi oylarını esas almaktır. İkinci yöntem ise, büyükşehirlerde büyükşehir oylarını, diğer illerde ise il belediye başkanlığı oylarını esas almaktır. Üçüncü yöntem ise, büyükşehirlerde ilçe belediye meclisi oylarını, diğer illerde ise il genel meclisi oylarını esas almaktır. Bu yöntemlerin hangisi ile hesaplama yaparsanız yapın aslında çok da önemli bir fark çıkmıyor. Yöntemin birine göre AK Parti’nin oyu % 45,1’ken diğer yönteme göre % 47. CHP ve MHP’nin oyları ise, bütün hesaplamalarda % 28 ve % 15 civarlarında hesaplanıyor. Ancak, araştırma firmaları, 3 hesap tarzından birini seçip sonuçlarını açıklayabilirler. Daha önceki seçimlerde sadece il genel meclisi oyları dikkate alındığı için tek bir oran ifade ediliyordu. Bu sefer biraz önce ifade ettiğim üç yöntemden her hangi biri ile sonuç açıklanabilir. Bu sonucu açıklayanla doğrudan alakalı bir tercihtir. Özetle diyebiliriz ki, hangi yöntemle hesaplama yaparsanız yapın, birbirine çok yakın ve genel görüntüyü değiştirmeyen sonuçlar elde ediyorsunuz. Szce seçm km kazandı? Soruyu bu kadar net sormaktak maksadım net br cevap almaktır. Malum bzde syas br adet vardır, nedense her seçmde tüm partler kazanır. Araştırma sektörünün öneml br temslcs olarak szce seçmn galb km? Partilerin psikolojilerinden yola çıkarak seçimin galibi hakkında bir yorum yapabiliriz: AK Parti’den, gece saat 12 olmadan bir teşekkür konuşması geldi. Balkon konuşması diye biline konuşmasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kendilerine gösterilen teveccühten ve verilen destekten dolayı millete teşekkür etti. Yine aynı gece MHP’den bir açıklama geldi. CHP’de ise birkaç başkan adayı ve parti yetkilisi dışında konuşan olmadı. Onlar da seçimlere yönelik genel ifadeler yerine lokal seçim sonuçlarına ilişkin değerlendirme yaptılar. 32 NİSAN 2014 Aslında bence seçim sonuçları, partilerin tamamına keyif verecek bir noktada. AK Parti oyunu % 38’den % 46’ya çıkardı. Yani AK Parti oylarında yaklaşık 8 puanlık bir artış söz konusu. CHP de oy oranını % 23-24’ten % 27-28’e çıkardı. MHP’nin oy oranında da kısmi bir artış var. Baktığınız zaman, CHP beklentisini çok abartmış olduğunu ve bu yüksek beklentiye göre kendini yenik safına koyduğunu görüyorsunuz. Bu yenikliğini kendisi de ifade etti. İddiaları çok büyüktü, çok yüksekti… Bilirsiniz, bazen insan önce pek hesap etmeden bir şey söyler, sonra bu söylediğine kendisini inandırır. Gerçeklerle karşılaştığında da hayal kırıklığı büyük olur. Muhtemelen CHP böyle bir ruh hali yaşıyor. Benim CHP hakkında baştan beri ifade ettiğim şöyle bir yorumum var: Demokrasi konusunda CHP zaten şizofren bir partidir, bir türlü demokrasiye tam anlamıyla inanmamıştır. Şimdilerde CHP’nin yanına tıpkı kendisi gibi bir şizofren grup daha geldi. Şizofrenlik psikolojik bir hastalık olmasına rağmen bulaşıcıdır. Cemaatle CHP birbirlerine biraz şizofreni bulaştırdılar ve gerçeklikten koptular. Gerçeklikten kopunca da işte böyle sürüklenirsiniz. Bu şizofrenliğe en iyi örnek Ömer Laçiner’in açıklamalarıdır. Diyor ki; “AK Parti’nin omurgasını orta sınıf Anadolu esnafı oluşturur. Bu kadar yolsuzluktan sonra eğer orta sınıf AK Parti’yi taşımaya devam edecekse bunların tamamı ahlâksızdır.” Bu artık gerçeklikle, akademiklikle, bilinçle alakalı bir şey değil, bu artık kopuşla ilgilidir. Dolayısıyla seçimin galibi bence AK Parti’dir… Bu sabah kanalları gezerken yabancı basını izledim. Yorumlar şöyle: Türkiye AK Parti’yi, Türkiye AK Parti’ye güven oyu verdi, gelecek seçimleri de kazanacağına dair ümit doğdu… Yabancı basın böyle okudu meseleyi. Yani bizdeki muhalefetin çok güvendiği ve çok atıf yaptığı yabancılar seçim sonuçlarını böyle okudular… Pek, bu sonuçların muhalefet partlernde br değşme yol açableceğn düşünüyor musunuz? CHP’nin zihinsel yapısını, iç içe geçmişliğini, partiyi bir sığınma zemini olarak görmesini göz önünde bulundurursanız, CHP’de liderlik de zor, dönüşüm de zor... Bu parti öyle bir parti ki, liderlerini başından alın, partiyi lidersiz bir şekilde bir sonraki seçime sokun CHP yine aynı oyu alır. Yani CHP lidere göre şekillenen bir parti değildir. Burada MHP’nin daha şanslı olduğu söylenebilir. Uzun vadede dönüşüp ana muhalefet partisi olabilir. MHP’nin böyle bir potansiyel alt yapısı var. Ama CHP konusunda ümitli değilim. Çünkü CHP liderin yönettiği bir parti değil. Tek değişiklik CHP’yi biraz Mansur Yavaş ve Sarıgül projeleriyle ‘sağlaştırıp’ cemaatin oy vereceği bir kalıba soktular o kadar. Ancak burada cemaatin oy etkisinin olmadığı da görüldü. CHP’nn bu seçmde sağ görüşlü adaylarla seçmenn karşısına çıkmasının ne gb br katkısı oldu? Bu durum gelecekte CHP çnde br dönüşüme yol açablr m? Bence İstanbul’da CHP Sarıgül ile iyi bir oy aldı. CHP’nin İstanbul’daki oy potansiyeli aslında % 33-34’tür. Sarıgül projesi bunu % 40’lara çıkardı. Ankara’da da % 30’luk oy oranını % 43’e çıkardı. Dolayısıyla bir hamleyle toplum tarafından sevilen iki figürü öne çıkardı. Bunu yaptı ama CHP bünyesi böyle dışardan geleni çok hazmedecek, kabullenecek bir bünye değil. CHP iyi analiz edilecek olursa dönüşümünün en az 40 yıl süreceğini düşünüyorum. CHP kendisini sosyal demokrat olarak nitelendiren bir parti olmakla birlikte, Avrupa’daki sosyal demokrat partiler gibi doğrudan demokrasi ve özgürlükler alanlarına eğilemiyor. Eğer bunu başarabilirlerse değişim ve dönüşümü gerçekleştirebilirler. Sağdan aday getir şuraya koy, başka bir yerden aday getir buraya koy şeklinde yol alınmaz. Eklemlenme çok bir şey kazandırmaz. Ayrıca ortaya koyacağı yeni vizyona paralel olarak kendi tabanını da eğitmesi lazım. Kendi tabanını eğitmezse kendi içinde dönüşemez ki, gidip toplumu dönüştürsün. Ama bunlar genelde toplumu dönüştürmeyi akıllarına koydukları için partiyi dönüştüremiyorlar. Seçmn bazı lg çekc sonuçları oldu, onlara grmeden önce tek tek partler sormak styorum. En çok oyu aldığı çn AK Part’den başlayacak olursak, AK Part’nn performansını nasıl buldunuz? AK Parti seçimde çok başarılı oldu. Birincisi, Bu başarı lider performansına endeksli bir başarı oldu. Yani anladığım kadarıyla sayın başbakan kendi duruşunu, ideolojik tutumunu ve vizyonunu partiden biraz koparmış görünüyor. Partinin biraz daha genel başkana özdeş durması lazım. Burada lider çok daha önde parti biraz daha geride gibi bir hisse kapıldım. İkincisi, AK Parti daha yüksek bir oy alabilirdi, ama 10 yıldır milletvekilliğine, yerel yönetimlere adam veren bir parti olarak daha vizyonlu adam bulma konusunda AK Parti’nin sıkıntıları var. siyasete girmiş, vizyon kazanmış, etkileyici, bir bölgeye girdiği zaman orada fırtına gibi esecek fazla adamı yok. Başarı Erdoğan üzerinden geldi. Burada siyasete yeni yüzler katıp yeni vizyon kazandırmanın gerekliliğine de işaret etmek istiyorum açıkçası. Pek CHP’y nasıl değerlendrrsnz? CHP oylarını az da olsa artırmış gözüküyor. Ancak bu sonuç CHP’nin başarılı olduğu anlamına gelmez. Türkiye’de çok temel bir sorun var. AK NİSAN 2014 33 Parti’den sonra Türkiye’nin geneline hitap edebilen ikinci bir parti yok. Muhalefet partilerinin bu eksikliği gidermek adına fikir geliştirmeleri gerekir. Bu durum elzemdir, çünkü bir an için CHP’nin iktidar olduğunu düşünürseniz, bu demektir ki, iktidar Ankara’nın doğusunda olmayacak, o iktidar sadece batının iktidarı olacak. BDP’nin iktidar olduğunu düşünürseniz, o zaman da tam tersi geçerli olacaktır. MHP ise dalgalı bir şekilde olacaktır. Türkiye’de süratle ülke geneline hitap edecek bir muhalefet ihtiyacı vardır. Bu durum uzun vadede ülke için riskli gözükmektedir. Baktığınız zaman yaklaşık illerin üçte birinde CHP yok denecek durumda, diğer üçte birinde ise % 10’un altında. Ana muhalefet partisinin, iktidar partisi gibi ülkenin tamamına nüfuz edecek bir şekil alması gerekir. MHP aslında lgnç sonuçlara mza attı. Sz MHP’y nasıl buldunuz? Aslında MHP’nin takdir ettiğim bir tarafı var. Gerek Gezi sürecinde, gerek 17 Aralık sürecinde dışarıdan bir müdahale sezdiği zaman MHP, refleksini bu topraklardan yana gösteriyor. O açıdan bu olaylarda MHP’nin ilkeli durduğu söylenebilir. Gezi sürecinde çok dikkatli davrandı. 17 Aralık Operasyonu’nda taraf olmadı. İktidarı eleştirmesi, olaylara destek verdiği anlamına gelmemeli, çünkü eleştiri muhalefet partilerinin ana görevlerinden bir tanesidir. MHP’nin belki de tek zaafı, Ankara, İstanbul, İzmir gibi yerlere daha karizmatik ve MHP’nin oylarını muhafaza eden adaylar koyamamasıdır. MHP’nin Ankara’da, İzmir’de ve İstanbul’da kaybettiği oylar, Türkiye genelindeki oy oranını düşürdü. Araştırma firmalarının öngörülerinde % 18-19 bandı vardı. Ben de bu üç ildeki kayıptan dolayı bu oranlara ulaşılmadığını düşünüyordum. Bu konuda bizim tahminimiz tuttu. Seçm sonuçları BDP’nn bölgede çok öneml br varlık gösterdğn ve oy oranında artış olmasa da beledye başkanlıklarının sayısını arttırdığını gösteryor. Bu konuda sz ne düşünüyorsunuz? Şimdi, BDP’nin İzmir’i yöneten CHP’li modundan çıkması lazım. Yani İzmir’i yöneten CHP’li şöyle bir moddadır: ‘Benim burada oy bandım % 60 civarında, o yüzden hizmet etmeme çok da gerek yok. Bu halk zaten Atatürkçü, zaten milliyetçi, bana oy verir ve her zaman beni seçer.’ Bu durum aslında yöneticilere aşırı rahatlık ve özgüven getiriyor. Yani hizmet yapsanız da yapmasanız da, çalışsanız da çalışmasanız da bu il, sizin iliniz. Ama aslında reka- 34 NİSAN 2014 betin olduğu, siyasetin başa baş olduğu yerler bence siyasetten daha çok hizmet alıyorlar. Çünkü ilgili parti çalışmazsa öbür partiye geçebilecek. Ayrıca, Parti içi rekabet de söz konusu olmalı… Yani o adam hizmet etmez ise parti başka birisini aday gösterir anlayışı tüm partilerde ve adaylarda olmalı. Dolayısıyla bugüne kadar BDP’li seçmen, BDP’li belediye başkanlarına sokak temizletmek için oy vermiyordu. Sadece BDP’li oldukları için oy veriyordu. Bu çözüm süreciyle beraber bence Güneydoğu halkının talebinde de bir değişiklik olacak. Kanaatimce seçmen artık, ‘tamam, bendensin BDP’lisin, Kürtsün… Ama kardeşim artık hizmet de etmelisin.’ mesajını vermektedir. Bu seçimlerden sonra BDP’li yöneticilerde de zihinsel bir dönüşüm olması gerekiyor. Bu şuna da fırsat verebilir; BDP, Mardin’i o kadar iyi yönetsin ki, Adanalılar da bu adamlar beni de yönetebilir desinler. Refah Partisi dikkat ederseniz toplumun bütününden kabul görmeden, önce belediye başkanlıklarında hizmet etti, kendini kabul ettirdi. Zaman içerisinde de Türkiye siyasetinin bütününe hitap etti. BDP’nin de bundan sonraki yolu bu olmalı… BDP seçimde başarılıydı. Üç büyük şehrin alınması elbette önemlidir. BDP’nin yolu da bundan sonra Türkiye partisi olma yoludur. Yerel yönetimlerde elde ettiği büyükşehir kazanma başarısını hizmet başarısına dönüştürerek, Türkiye ortalamasına hitap edecek bir parti haline gelebileceğini düşünüyorum. Bu bazılarına belki biraz uçuk gelebilir ama sadece kimlik üzerinden siyaset yapmanın da galiba sonu geliyor. Bu seçmlerde sz heyecanlandıran br sonuç oldu mu? Bir araştırmacının heyecan duyması biraz zor oluyor. Ama sosyal bilimci olsaydık değişimler daha garip gelebilirdi. Önceden kestirmenin, keşfetmenin de bir heyecansızlığı oluyor. Seçime biraz daha bilerek giriyoruz. Ankara’da, Hatay’da, Antalya’da ve Adana’da önemli bir rekabetin yaşanacağı yaptığımız araştırmalarda karşımıza çıkmıştı. Böyle bir rekabetin yaşanacağını bilmemize rağmen yine de sonuçları merakla bekledik. Kentlerdek seçm sonuçları üzernde duracak olursak, neler söylemek stersnz? Şimdi büyükten küçüğe gidelim, yani aslında birinci derecede partilerin güçlü oldukları yerde kazanma şansları daha yüksektir. İstanbul’a baktığımız zaman AK Parti’nin oy bandı % 50’dir. CHP’nin % 35’dir. Ankara’da % 50’ye % 30’dur. Antalya’ya baktığımız zaman başa baş genel seçim oyları var. Öncelikli olarak partiler, parti olarak güçlü oldukları yerde avantajlı oluyorlar. Diğer taraftan, adayların kimlikleri de belirleyici oluyor. Mesela Ankara seçimlerinde Melih Bey’in uzun yıllar başkanlık yapmasının dezavantajı vardı. Öyle zannediyorum ki, Melih Bey’in dışında başka bir politikacı, siyasetçi bu kadar uzun boylu, uzun ömürlü bir siyaset yapsaydı, Ankara’da % 30-35’i geçemezdi. İki dönem üst üste belediye başkanlığı yapmış bir dostumuzla bir araştırma yaptık, çok geniş bir araştırmaydı. Araştırma bittiğinde, bir cümleyle özetledik: “Halk diyordu ki; başkan çok iyi işler yaptı, burayı Paris’e çevirdi, çok başarılı, fakat yeter, bıktık artık, istemiyoruz.” Araştırmadan böyle bir sonuç çıktı. Ankara’da Melih Bey’in siyasete olan vukufiyeti, kendi becerileri, yetenekleri, şöyle ya da böyle milliyetçi seçmeni harekete geçirebilmesi. Bu yorgunlukla, bu kadar uzun ömürlü iş yapmışlıkla Ankara çok kolay el değiştirebilirdi. Mansur Yavaş da hem MHP’nin, hem de CHP’nin oyunu artıran bir figür olarak karşımıza çıktı. Bu demek oluyor ki toplumsal karşılığı olan birisi, bundan sonra da siyasette var olabilir. Hatay’da farklı bir beklentim vardı benim. Bir bakanın bir ile gidip aday olması doğrudan doğruya bir birikim, bir kültür, bir dış dünya görgüsü götürmesi anlamına gelir. Kentler için vizyon çok önemlidir. Yani başkanın vizyonu ne kadarsa kentin vizyonu da o kadardır. Hatay’da bir şans olabilirdi belki. Ama bizim orada yaptığımız son araştırmada bir yakınlık vardı. Gaziantep için bir şey değişmedi, AK Parti zaten Gaziantep’te, Bursa’da, Kocaeli’nde güçlüydü. Özetle, sonuçlarda partilerin oylarının birinci derecede etkili olduğu görülmektedir. Seçim sonuçlarına tesir eden ikinci unsur ise ortaya vizyon koyabilen adaylardır. Bir de şuna dikkat etmek gerekir; artık geleceğe dönük yeni bir trend ortaya çıkıyor. Kentlerin ana problemi çözüldü. Bundan sonra halkla ilişkileri iyi olan, vatandaşla iyi geçinen, derdini vatandaşa iyi anlatabilen, onu sürükleyebilen, etkileyebilen insanlar artık kolay kolay tahtından indirilemeyecektir. Yani iletişim becerisi artık fiziki iş becerinin önüne geçti. Bundan sonra başkanlarda aranacak vasıf, fiziki iş becerisinden ziyade halkla ilişkileri yönetme becerisine doğru evrilecek. Seçmen karar alıcılara, syaset blmclere, araştırma şrketlerne br mesaj verd. Ne söylemek sted seçmen? Buradan syasetçlern çıkarması gereken sonuç nedr? Birinci mesaj şu; Almanya, Hollanda, İngiltere gibi ülkelerde nasıl siyaset dışı bir söylem aranmıyorsa artık bundan sonra Türkiye’de de siyaset dışı bir söylem aranmayacak. İkinci olarak da seçmen, içeriği, yaklaşımı ne olursa olsun siyasi mühendislik hesaplarına prim vermediğini gösterdi. Üçüncü mesajda ise, seçmen, muhalefet partilerinden teklif ve ümit beklediğini, yani böyle boş tartışmalara prim vermediğini açıkça ortaya koydu. Dördüncü mesaj ise dış dünyaya verildi. Seçmen, Türkiye’nin ‘muz cumhuriyeti’ olmadığını, kendi kararlarını kendisinin verdiğini ve kendi yöneticilerini kendisinin seçtiğini ilan etmiş oldu. Ayrıca, seçmen, Misak-ı Millî’nin dışında kalan bakiyemize de ümitli olun mesajı verdi. 30 Mart 2014’te yapılan seçmlern, cumhurbaşkanlığı seçm ve genel seçmler çn ne gb p uçları verdğn düşünüyorsunuz? Bu seçimden çıkan en önemli sonuç şudur; başbakan isterse cumhurbaşkanı olabilecektir. Muhalefet ve diğer ittifaklar seçim sürecinde takındıkları tutumla güven veremediler, toplum nezdinde inandırıcılıklarını yitirdiler. Ayrıca, ileride yeni bir senaryo ve yeni bir kurgu ile toplum karşısına çıktıkları zaman toplum muhtemelen bu yeni kurguyu eskisine benzetecek ve yine itibar etmeyecektir. Geziden sonra hukuk eksenli, yolsuzluk eksenli bir çıkış su götürür bir şeydi, toplum bunu kavradı ve çabuk cevabını verdi. Bundan sonra hamle yapmak için çok düşünmeleri lazım. İhsan Bey, sorularımızı yanıtladığınız çn çok teşekkür edyoruz. NİSAN 2014 35 İÇ POLİTİKA 30 Mart’ta Neocon Amerkası kaybett. Tel Avv kaybett. Paralel koalsyonun çndek bazı Avrupa ülkeler kaybettler. İçerdek koalsyonun büyük ortağı CHP’nn de -her ne kadar şmdlk oylarını nspeten arttırmış gözükse de- nasıl kaybettğn, bu ülkeye ve bu mllete nasıl hanet ettğn brkaç ay çnde herkes net olarak görecek. İçerdek yasakçı, vesayetç düzenn sahpler br kez daha kaybettler. Koç kaybett. Doğan kaybett. Rüzgâra göre yön alanlar kaybettler. Ampulü karartacağını zanneden Al Sabancı kaybett. Penslvanya’nın tarafı, sözcüsü kaybett. Paralel medya küllyen kaybett. kapatılırsa Kürtler dağa çıkar”, ”Eğitim kalitesi düşer” saçmalıkları öne sürüldü. Toplum bunu da yemedi. “Maksat üzüm yemek değil, bağcı dövmekti.” Gerçek niyetlerini ortaya koydular. Ağababalarının beğenmediği Tayyip Erdoğan hükümetini devirmek istiyorlardı. Maksat ne ağaç, ne Alevilik, ne dershane, ne eğitim, ne demokrasi, ne de özgürlüklerdi. Sıralanan tüm gerekçeler yalandı, takiyye idi. 30 MART MUHASEBESİ Alper TAN SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi S on dört aya damgasını vuran 30 Mart seçimleri yapıldı ve bitti. Her seçimin sonunda olduğu gibi bu sefer de yenenler, yenilenler var... Kâr edenler, zarar edenler var... Şimdi muhasebe zamanı... 2013’ün Mayıs ayındaki Reyhanlı saldırıları ile başlatılan gerilim stratejisi Haziran ayındaki provokatif Gezi olaylarıyla iyice arttırılmıştı. Olayları planla- 36 NİSAN 2014 yanlar, bekledikleri amaca ulaşamadılar. Geçen sonbaharda üniversite olayları ve bazı konularda Alevi vatandaşların hassasiyetlerinin kaşınması ile gerilim sürdürülmek istendi. Tutmadı. Bu defa müttefik güçler, kızlı-erkekli oteller ve yurtlar tartışmasını başlattılar. Ters tepti. Akabinde “Dershanelerimiz kapatılıyor”, “İnsanların girişim özgürlüğü ellerinden alınıyor”, “Dershaneler 17 Aralık 2013’te “Büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu” adı altında doğrudan hükümete saldırdılar. Rüşvet ve yolsuzluk kalkanı ardından demokrasiye, halk iradesine doğrudan ateş ediyorlardı. Öyle alçakça, hukuk dışı, ahlak dışı yol ve yöntemlerle ve öyle ilkesizce saldırdılar ki, ortada azçok rüşvet ve yolsuzluk var idiyse bile, halk bunların saldırısını ve bunların arkasındaki küresel iradenin tehdidini daha büyük bir tehlike olarak gördü. Pensilvanya’nın dini kisveli siyasi şeyhi, tüm dini ve ahlaki kuralları devre dışı bırakıp, taşeronluğunu üstlendiği Neocon Amerikanların, MOSSAD güdümlü Yahudilerin ve bazı güçlü AB ülkelerinin emirleri istikametinde Yeni Türkiye’ye savaş açtı. Türkiye devletine, hükümetine, güvenlik kurumlarımıza, uluslararası yardım kurumlarımıza, halkımızın iradesine harp ilan etti. Bu ülkenin evlatlarını bu ülkeye karşı savaştırmak istedi. Başbakan Erdoğan’ın seçim sonrası kaçacağına dair saçma sapan iddialar ortaya atıldı. AK Parti oylarının % 30’un altına düşeceğine dair abes tahminler yapıldı. Bu yapılan tahmin ve yorumların hiçbir bilimsel ve sosyolojik temeli yoktu. Kişisel beklentilerini veya ham hayallerini tahmin veya anket olarak yayınladılar. Bu tür nevzuhur veya eski kafa konuşmalara değer veren, itibar edenler de olaylara realist değil, ideolojik baktıkları için bel bağladılar. Şeytani rüyalarını, rahmani kılıfta sunan ve halka üst perdeden nizam vermeye yeltenerek taraftar toplayanlar, 30 Mart akşamı saat 19.00’dan itibaren morarmış suratları ve tamamen çökmüş teorileriyle ekranlarda belirdiler. Bu defa da umutlarını, karıştıracakları sandık sonuçlarından çıkacağını düşündükleri kaosa bağladılar. Ama o beklentileri de boşa çıktı. Uzatmayalım. Saydıklarımızın hepsi herkesin gözleri önünde yaşandı. Biz sadece yeniden özetledik. Görenler veya görmek isteyenler için durum böyleydi. Gözlerini kapatanlar, gerçekleri değil hayal ettiklerini gördüler. Aldandılar, aldattılar. Seçim çalışmaları sırasında Başbakan Erdoğan’a karşı bugüne kadar açıklanmamış büyük saldırı ve sabotaj girişimleri yapıldı. Bunlar atlatıldı. 30 Mart seçimleri sürecinde Tayyip Erdoğan ve AK Parti’ye karşı, içerde Pensilvanya, CHP, MHP ve yasakçı eski vesayet düzeninin artıkları topyekün ittifak yapıp koalisyon kurdular. Tel Aviv, Neocon Amerikası, bazı AB ülkeleri ve Beşşar Esad taraftarları da dışardan destek verdiler. NİSAN 2014 37 Kim Kaybetti? Hedefte AK Parti’den de ziyade Başbakan Erdoğan görünüyordu. Ama esas hedefte Yeni Türkiye ve Yeni Türkiye’nin İslam ülkeleriyle geliştirmekte olduğu büyük projeler vardı. Bu projelerin neler olduğuna şimdi girmeyeceğiz. Belki ilerde... 30 Mart yerel seçim değildi. Bu yönüyle bir uluslararası seçimdi. ‘Karşı taraf’ların oluşturdukları koalisyonu biraz önce sıraladık. 30 Mart’ta Neocon Amerikası kaybetti. Tel Aviv kaybetti. Paralel koalisyonun içindeki bazı Avrupa ülkeleri kaybettiler. İçerdeki koalisyonun büyük ortağı CHP’nin de -her ne kadar şimdilik oylarını nispeten arttırmış gözükse de- nasıl kaybettiğini, bu ülkeye ve bu millete nasıl ihanet ettiğini birkaç ay içinde herkes net olarak görecek. İçerdeki yasakçı, vesayetçi düzenin sahipleri bir kez daha kaybettiler. Koç kaybetti. Doğan kaybetti. Rüzgâra göre yön alanlar kaybettiler. Ampulü karartacağını zanneden Ali Sabancı kaybetti. Pensilvanya’nın tarafı, sözcüsü kaybetti. Paralel medya külliyen kaybetti. Bunlar kaybettiler. Ama en acı kaybı Pensilvanya yaşadı. Saygınlığını tümüyle yerle bir etti. Milletin oraya olan muhabbeti, itimadı, güveni ve desteği berhava oldu. Saygın bir din adamı imajı, kendi siyasi çıkarları adına kutsal dinimizi hovardaca istismar eden bir azılı terörist imajına dönüştü. Sevgiyle, röportaj hoşgörüyle, yardımseverlikle, Müslümanlıkla anılan cemaat şahs-ı manevisi, seksle, porno kasetle, casuslukla, terörle, kendi milletine, kendi devletine ihanetle, yabancı istihbarat kuruluşlarına hizmetle, yalanla, takiyye ve iftira ile anılmaya başlandı. Yani bütün kaybedenler arasından en büyük kayba bunlar uğradılar. Özellikle biraz önce saydığımız, Türkiye’ye karşı duran devletler bile bir yolunu bulup Ankara ile ilişkilerini düzeltebilirler. Düzelteceklerdir de. Hatta daha şimdiden arayı düzeltmek için sıraya girdiler. Fakat işbirlikçi paralel yapı, bu millete olan ihanetini asla affettiremeyecek. En acı kaybı onlar tatmış oldular. Ama bazıları henüz bunu anlamamış görünüyorlar. Kendilerine güven duyan insanları hâlâ kullanmaya devam ediyorlar. Görünen o ki, önümüzdeki haftalarda paralel yapının insafsız militanlarını meşakkatli ve acıklı günler bekliyor. YARGI NASIL KURTULUR Kim kazandı? Milletin duaları kazandı. Bu seçimi AK Parti’den de çok Tayyip Erdoğan kazandı. Yeni Türkiye kazandı. Müslümanların ümmet şuuru kazandı. Filistin kazandı. İhvan kazandı. Kosova kazandı. Doğu Türkistan kazandı. Sudan kazandı. Somali kazandı. Arakan kazandı. Mazlum milletler kazandı. Hayırlı olsun. Röportaj: Adem KARAAĞAÇ SDE Asistanı Prof. Dr. Osman Can Kmdr? 1992’de Ankara Ünverstes Hukuk Fakültesnden mezun oldu. 1997 yılında yüksek lsansını, 2000 yılında se doktorasını tamamladı. Temmuz 2002 tarhnde Anayasa Mahkemesne RaportörHâkm olarak atandı. 2006 yılında doçent oldu. 2007 yılında ortaya çıkan Cumhurbaşkanlığı krzn çözmey amaçlayan Anayasa Değşklğnn ptal çn Anayasa Mahkemesnde açılan davanın raportörlüğü le görevlendrld. Görüşler doğrultusunda Mahkeme ret kararı vernce Cumhurbaşkanı’nın Türkye tarhnde lk defa halk tarafından seçlmes mümkün hale geld. 2008 yılında AK Part’nn kapatılması talebyle açılan davanın raportörlüğünü üstlend ve kapatma stemnn redd yönünde görüş sundu. Part kapatılmadı. Raporunda savunduğu usule lşkn görüşler, mahkemece oybrlğyle lke kararlarına dönüştü. 2011 Temmuzunda Marmara Ünverstes Hukuk Fakültes, Anayasa Hukuku Anablm Dalında öğretm üyelğne başladı. AK Part 4. Olağan Kongresnde AK Part Merkez Karar ve Yönetm Kurulu Üyelğne seçld. 30.04.2013 tbaryle Anayasa Hukuku Profesörü oldu. Halen SDE Yüksek İstşare Kurulu üyelğn de sürdüren Can, Almanca ve İnglzce blmektedr. 38 NİSAN 2014 Anayasa Mahkemes’ne breysel müracaatların önünün açılması ne gb faydalar sağladı? Anayasa Mahkemes’nn kararı sonrası, mahkemelern verdğ tahlye kararlarını nasıl değerlendryorsunuz? Zamanlama mandar mıdır? KCK tutuklularının serbest bırakılmamasını nasıl yorumlamalıyız? Bildiğiniz gibi bireysel başvuru aslında Anayasa Mahkemesini, Anayasa Mahkemesi yapan şey. Türkiye hukukçusu ve siyasetçisi için şaşırtıcı gelebilir ama Anayasa Mahkemeleri her şeyden önce devlet ile toplum arasında bir yerde konumlanarak, parlamenter sisteme yansıyan egemenliğin korunması için kurulmuş müesseselerdir. Yani halkın iradesinin devlete egemen olmasının güvenceleridir, bir bakıma. Parlamentonun çıkaracağı kanunların denetimi ise onun fonksiyonunun sadece bir cüzü… Bu yüzden Almanya’da, Anayasa Mahkemesi kurulurken esas itibariyle başta yargı olmak üzere devlet organlarını denetlemeye odaklandı. Bu hem devlet organlarını, yani bürokratik yapıları denetlemek, hem de bunlara karşı bireysel özgürlükleri güvence altına almak suretiyle gerçekleşti. Bireyler, özgürlükleri korunarak devleti denetleyebilir NİSAN 2014 39 hale geliyor, yargı ve sair bürokratik yapılar adeta temel hak terbiyesinden geçmeye başlıyor. Bunun orta ve uzun vadede sonuçları çok önemli. Kısa vadeli sonuçları dahi oldukça pozitif. rarası ve ulusal düzlemde zor durumda bırakabilme imkânı elde ediliyor. Peki, bu kadar önemli olduğu halde ve 27 Mayıs’ı yapanlar Almanya’yı örnek aldıkları halde neden bireysel başvuruyu kabul etmediler? Mesele de bu sorunun cevabında. KCK davalarında da benzer gelişmeler var. Ancak, KCK’da yargının geneline egemen olan derin bir milliyetçilik duygusu da harekete geçiyor ve ilk derece mahkemeleri tahliyelere direniyor. Bu elbette ciddi bir sorun. Zira bir tarafta katil oldukları mahkeme kararıyla sabit olan darbeci unsurlar tahliye edilebiliyorken, diğer taraftan sadece siyasi propaganda ve siyasal aktivite nedeniyle tutukluların tahliye edilmemesi ciddi bir çelişki. Ancak bunun da kısa sürede olumlu sonuçlanacağını düşünüyorum. Hrant Dink Davasını sürüncemede bırakan yargısal aktörlere baktığımızda, burada da bir paralelliğin varlığı yeteri kadar kuşkulu zaten. Almanya’da Anayasa Mahkemesi, darbe yapabilecek unsurlara karşı kurulurken, Türkiye’de Anayasa Mahkemesi bizatihi darbeyi yapanlar tarafından kuruldu. Elbette darbeciler kendilerini denetleyecek ve kendi iktidarlarını sınırlayacak bir kurum oluşturmak istemeyeceklerdi. Onların kötülük kaynağı olarak gördüğü yer Parlamento olduğu için, sadece Parlamentoyu, yani demokratik temsil mekânını denetleyecek, bu şekilde darbeci yapıların mahfuz alanını koruyacak bir Anayasa Mahkemesi ürettiler. Bu mahkeme, 2010 yılına kadar özgürlükler ve demokrasi konusunda her daim beğenmediğimiz parlamentonun gerisinde kalırken, onu daima frenledi. Bunu darbe ideolojisini savunmak için yaptı elbette. İşte, bu yüzden, 2010 yılında kabul edilen bireysel başvuru imkânı, Anayasa Mahkemesini gerçek bir Anayasa Mahkemesi haline getirecek hayati bir adımdır. Bugün artık anayasal özgürlükler kâğıt üzerinde kalmıyor, beğenelim, beğenmeyelim herkes için uygulanır hale geliyor. Anayasa Mahkemesi, bugün itibariyle tüm ülkenin saygı duyduğu önemli bir yargı kurumu haline gelmiş durumda... Yargı içinde tek başına referans pozisyonunda… Elbette bunun için, Anayasa Mahkemesinin yapısının biraz daha çoğulcu hale getirilmesi ve üyelerinin seçiminde TBMM’nin merkezi konuma getirilmesi gerekmektedir. Zira Mahkeme halen demokrasi açığı içinde bulunmakta, bu durum da Mahkemenin bazı kriz anlarında ve kritik durumlarda yanlış ve riskli kararlar vermesinin yolunu açmaktadır. Ancak, her halükarda 2010 öncesiyle kıyas kabul edilmez noktada olduğumuzu düşünüyorum. Bunun sonuçları da açık değil mi? Tahliye kararları yüzyıllık ideolojik devlet uygulamasını tarihe gömüyor. Kimin bundan yararlandığı çok önemli değil. Zamanlamanın manidar oluşuna pek katılmıyorum. Tahliye kararları elbette, belirli bir sorunun varlığından doğan bir talep üzerine verilecek. Yani burada bir ayarlama görmek cazip gelebilir, ama öyle okumak zorunda da değiliz. 40 NİSAN 2014 Türkye Ergenekon, Balyoz, Dnk Cnayet vb. gb dern davaların üzerne yeternce gdlebld m? Bu davaların sürüncemede bırakılması başka hesaplaşmaların br sonucu mudur? Tahlye kararlarının kamuoyuna beraat kararıymış gb yansıtılmaya çalışıldığını düşünüyor musunuz? Ergenekon ve Balyoz davaları Türkiye’nin darbeler ve askeri vesayet ile yüzleşmesi için tarihi bir fırsat sundu. Bu konuda önemli bir başarı da sağlandı. Ancak sonradan ortaya çıkan bazı gerçekler, özellikle 17 Aralık operasyonda gördüğümüz hukuksuzluklar, aynı ekiplerin daha önceki davalarda da benzer hukuksuzlukları yapmış olabileceklerine yönelik bir ihtimal ortaya çıkardı. O da gayrimeşru derin bir yapılanmanın, bu davaları, yargıda, orduda ve devletin geri kalan stratejik ve kritik noktalarında kendi yapılanmalarını daha da derinleştirmelerinin fırsatı olarak kullanmış olma ihtimalleri. Bugün itibariyle artık bunun bir ihtimal olmadığını görüyoruz. Bu yüzden bu iki dava bağlamında adil yargılanma hakkıyla ilgili olarak dava süreçlerinin gözden geçirilmesi gerekiyor. Elbette, darbeci hareketleri meşrulaştırmadan ve demokrasinin savunmasında kararlılıktan taviz vermeden... Bu bağlamda tahliye kararlarının önemli olduğunun, ancak beraat kararı anlamına gelmediğinin altını çizmek gerekir. Yeniden yargılama yolu açıldığında bu defa daha adilane ve hukuki çerçevede bir yargılamanın olacağı ve sonucunun meşruiyetini kimsenin tartışamayacağını düşünüyorum. Hrant Dink davası ise tersinden aynı düzleme oturuyor. Bu dava ise, özellikle sürüncemede bırakılmış gözüküyor. Zira bu davanın sürüncemede kalması derin yapının operasyonel hedeflerine uygun düşüyor. Bu şekilde Türkiye’de meşru hükümeti ulusla- Bu davaların kaderleryle 17 Aralık sürecn bağdaştırablr myz? Bence tamamen birbiriyle bağlantılı... Zira 17 Aralık sürecinin hukuksuzluğu ve kurgusal operasyon niteliği, diğerlerinin de hukuk tekniği açısından meşruiyetini sorgulanır hale getirdi. Dolayısıyla tüm bu davaların aynı yargısal ve hukuksal objektif kriterlere uygun olarak yürütülmesi önemlidir. Bu, hem darbecilikle mücadelenin şaibeden kurtulmasına katkıda bulunur, hem de yolsuzluk ile ilgili ithamların tarafsız bir mahkeme tarafından incelenmesini sağlar. Her iki halde de toplumun çıkarı ve haklı beklentisi vardır. Yargıdak paralel yapı söylemn nasıl değerlendrrsnz? “Yargı Darbes” söylemn nasıl okumalıyız? Yargının düzelmes çn mevcut anayasa çndek hareket alanı nedr? Ya da tek ve esaslı çözüm çn yen anayasadan başka çıkar yol yok mudur? Belirli bir siyasi hedefe ulaşmak için demokratik usuller ve süreçleri baypas ederek devletin önemli egemenlik yapılarına sirayet etmenin adı paralel yapılanmadır ve bu gayrimeşrudur. Hiç bir devlet, özellikle demokratik devlet buna izin vermez; taviz vermeden bununla savaşır. Bunda hiç bir kuşku yok. Zira halkın kontrolünde olmayan kurumlar, halkın iradesine darbe yapar. Bu onun doğasında vardır. Bürokrasiyi ele geçirme hamlesinin başka bir amacı olmaz zaten. Dolayısıyla klasik darbe kategorisinin dışına çıkmakla birlikte etki ve sonuçları itibariyle ve tabi meşruiyet kriteri itibariyle bu bir darbedir. Hatta diğer darbelere göre daha tehlikeli ve ahlak dışı bir darbedir. Buna karşı iki tedbir vardır. İlk önce kamu görevi üstlenen, yargı dâhil, kurumlarda, dışarıdan talimatla eylemde bulunanların varlığı kabul edilemez. Bu hem disiplin suçudur, hem de duruma göre ceza hukuku anlamında bir suça tekabül edebilir. Ortada bir suç varsa, suçlu mutlaka cezasını çekmelidir. İkinci tedbir, ülkede anayasal düzenin demokratikleştirilmesi, katılımcılığa dayandırılması ve adem-i merkeziyetçi bir yapıya kavuşturulmasıdır. Zira top- lumun tüm farklılıklarının katıldığı bir siyasal işleyiş, alternatif örgütlenmeler için vazgeçilmez olan motivasyonu yok etmiş olur. Yargının da özellikle yerelden başlayarak toplumun adalet beklentisine göre yapılandırılması, dava süreçlerine vatandaşların katılımının sağlanması ihtimalinin değerlendirilmesi gerekir. Yani sadece iyi hukuk eğitimi almış kişilerin adalet dağıtacağı inancı bir ezberdir. Adalet yerini bulmuş mu sorusunun cevabını da ancak adaletin talepkârı toplum bilir. Bu yüzden jüri ve benzeri kurumların da tartışmaya açılması gerekir. Bu bağlamda, HSYK düzenlemesini sadece geçici bir düzenleme olarak görüyorum. Zira bu düzenleme, sözünü ettiğimiz yargısal yeniden yapılanma ihtiyacını tam olarak karşılamıyor. Demokratkleşme paketlern yeterl buluyor musunuz? Elbette yeterli değil. Bir kere o paketler demokratikleşme değil, özgürleşme paketleridir. Yani isimler karıştırılıyor. Demokratikleşme siyasal ve idari işleyişle ilgili hamleleri anlatır ki, o konuda henüz yapısal reformlar yapılmadı. Bugün itibariyle artık o aşamaya geldik. Türkiye ekonomik ve sosyolojik yapısı itibariyle çok önemli bir aşamaya geldi. Artık değişimin siyasal bir karşılığının olması gerekir ki, bu da köklü yapısal değişimle, kısacası yeni bir anayasa ile mümkündür. 1921 Anayasası’nın felsefesi ve temel parametreleri halen bize yol gösteriyor. Osman Bey, sorularımızı yanıtladığınız çn çok teşekkür edyoruz. NİSAN 2014 41 İÇ POLİTİKA • Tahliyeler, hükümet-cemaat kavgasının bir bedeli midir? Hukuk ve adalet bakımından sıra dışı bu gelişmeler ve olası sonuçları hakkında, bu suallerin ve başkalarının kabul edilebilir meşruiyetleri olmalıdır! Ergenekon davasının siyasi bir dava olduğu, açıldığı zamandaki siyasi konjonktür ve siyasi iradeden etkilendiğini unutmadan bugünkü tahliyelerin dayandığı adli gerekçeleri hatırlayalım. DERİN TAHLİYELER DEĞİŞEN DENGELER Önce AYM’nin, İlker Başbuğ’un yargılandığı Ergenekon Davasında hüküm verilmesine karşın, 7,5 aydır gerekçeli kararının yazılmamasının, Yargıtay’da temyiz imkânını engellediği şikâyetini haklı bularak ve ‘hak ihlali’ne hükmederek tahliyesine karar vermesidir. Sonra Ergenekon Davası ve bununla birleştirilen birçok farklı davadan hükümlü bulunan kişilerin, AYM’nin İlker Başbuğ kararını emsal göstererek nöbetçi mahkemelerce tahliye edilmeleridir. Tahliyelerin bir kısmı da, şüphesiz, tutukluluk üst sınırının 5 yıla indirilmesini sağlayan yasal değişiklikten kaynaklanıyor. ÖYM’lerin tamamen kaldırılmalarıyla, demokratikleşme paketleri içinde yer alan yargılamaya ait hukuki düzenlemeler de tahliyelerin dayandırıldığı gerekçelerden. Tabi ki bu hukuki ve adli sürecin esas meşruiyetini ve desteğini mevcut siyasi konjonktür ve iradeden aldığı da aşikardır. Derin Vesayet Yerine Paralel Yargı Vesayeti Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı M art ayındaki yoğun geçen seçim gündemi; eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tahliyesi ve bu emsalden hareketle diğer Ergenekon sanıklarının ardı ardına tahliyeleri ile sarsıldı. • Hükümet, paralel yargı vesayetini engellemek için; paralel yapıya karşı askerler ve laik kesimlerle ittifak kurmaya mı meylediyor? • Derin tahliyeler, 17 Aralık operasyon sürecine karşı hükümetin siyasi bir hamlesi mi? Hükümet Ergenekon ile anlaştı mı? • ‘Paralel Yapı’ üzerinden ‘derin yapılar’ yeniden yargılanacak mı? • Öcalan da tahliye edilecek mi? • Hükümet, Ergenekon Davasının savcılığından ve derin vesayetle mücadele yürüyüşünden geri adım mı atıyor? • Suçüstü olan ve bazıları karara bağlanmamış cinayetlerin katilleri neden tahliye ediliyor? (Danıştay cinayeti, Zirve Yayınevi katliamı ve Hrant Dink cinayeti sanıkları gibi) • Tahliyeler, örtülü fiili af mıdır? KCK’lılar neden bırakılmıyor? • 17 Aralık süreci yaşanmasaydı bu derin tahliyeler yapılır mıydı? 42 NİSAN 2014 Derin tahliyeleri mümkün kılan siyasi iklim ve siyasi irade nasıl oluştu? Türkiye buraya neden ve nasıl geldi? Derin davalar (Ergenekon, Balyoz vs.) ‘eski Türkiye’nin, Kemalist statükonun tasfiyesi, bürokratik vesayet rejiminin son bulması ve darbelerin mahkûm edilmesinin sembolüydü. Bu yüzden ‘asrın davası’ olarak görülüyor, Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesi ve demokrasi davası olarak nitelendiriliyordu. Aslında bu derin davalar süreci bu beklenti ve hedeflerin pek çoğunu da karşıladı sayılabilir. Seçimler üzerindeki bürokratik (asker-sivil) vesayet kırıldı, sivil siyaset sadece iktidar değil, muktedir de oldu. Demokratik sistem reformlarla tahkim edildi. Demokratik değişim süreci güçlendi. Demokratikleşme hızlandı. Darbeler lanetlendi, cuntalar mahkûm edildi, halk ve hukuk nazarında itibarsızlaştırıldı. Millet iradesi önemsendi, toplumun demokratik duyarlılıkları arttı. Toplumsal barışın inşasının fırsat ve imkânları oluştu... NİSAN 2014 43 Ancak; Ergenekon ve diğer derin davalar süreci bir noktadan sonra toplumda ve hükümette bazı endişeler ve soru işaretleri yarattı. Paralel yapı ve yargının bu davalardaki rolü fark edildi. Bu olumsuz rol ve paralel irade; 7 Şubat 2012 MİT krizi ve 12 Aralık 2013 sürecinden sonra çok daha net olarak fark edildi ama bazı bedeller için artık geç kalınmıştı. Paralel yapı; Ergenekon, Balyoz ve diğer derin davalarla sembolleşen darbelerle, askeri vesayetle, eski Türkiye’yle mücadele sürecini yeni bir vesayet odağı olmanın imkânı olarak istismar etti. Böylece Derin Yapı yerine Paralel Yapı, Ergenekon yerine Paralel Örgüt (Neo-Ergenekon) ve askeri vesayet yerine yargı vesayeti ile Türkiye karşı karşıya geldi. Davalar, Paralel Yapı’nın silahına dönüştü. Siyaset Paralel Yapı üzerinden dizayn edilirken, hükümetin dış politikası, asker ile ilişkileri, Kürt sorununu ve Alevi sorununu çözme inisiyatifleri paralel yapı üzerinden müdahaleye uğradı. Paralel yapı kontrolüne aldığı derin davaları kullanarak toplumsal dengeleri ve değerleri dejenere etti. Ergenekon ve KCK davalarıyla, ülkenin demokrasi ve terörle mücadele beklentilerini dumura uğrattı. 17 Aralık süreciyle de şeffaflık, saydamlık ve temiz, dürüst siyaset beklentisini lekeledi. Derin dava süreci; orduya, yargıya, emniyete, devlete yerleşmenin bir aracı; cemaat karşıtı ve alternatifi olan aktörleri tasfiye etmenin bir silahı olarak kullanıldı. Davalar; uzatıldı, çarpıtıldı, anlamsız birleştirmelerle sulandırıldı, sahte deliller üretildi, kurunun yanına yaşı da katan yanlışlarla bulandırıldı ve nihayet hukuki temelinde şüpheler yaratılarak, meşruiyeti zedelendi. Gerekçeler bilinçli olarak geciktirilerek, davalar pazarlık konusu yapıldı. Toplumsal ve siyasi desteği zayıflatıldı. Asrın davası, derin vesayetle yüzleşme fırsatı ülkenin en meşru, en doğru, en haklı davası bu çarpık yargı uygulamalarıyla heba edildi. Derin vesayet rejimini tasfiye etme çabasına, siyaseti ve devleti dizayn etme ihtirası galebe çaldı, geciktirilen adalet zulüm oldu ve hak tecelli etmedi... 44 NİSAN 2014 Nereye Geldik? Bütün bunlardan sonra maalesef darbecilerin, derin yapıların “kurban”, derin suçluların “mağdur” olarak algılandığı bir noktaya gelindi. 17 Aralık süreci; yeniden yargılama tartışmalarını, ÖYM’lerin kapatılmasını, tutukluluk süresini 5 yıl ile sınırlayan yasal değişikliği ve tahliyelere imkân sağlayan yasal düzenlemeleri getirdi. AYM’nin “hak ihlali” kararına yol açtı. Sonuçta tahliyeler hükümet-cemaat kavgasının bir bedeli olarak gerçekleşti. AYM’nin İlker Başbuğ Kararı Tahliyelerin Anahtarı Oldu! İlker Başbuğ, AK Parti hükümetleri sürecinde 2 yıl Ordu, 2 yıl Kuvvet Komutanlığı, 2 yıl da Genel Kurmay Başkanlığı yapmıştır. Tutuklu mesai arkadaşları tarafından komutan sorumluluğuyla yakasından paçasından içeri çekilen Başbuğ’un, tutuklu yargılanmaması gerektiğini bizzat Erdoğan açıkça söylemişti. Ancak paralel yargı, Başbuğ’u Ergenekon Davasına bir şekilde bağlayarak müebbet hapis cezası verdi. Ancak bir türlü gerekçeli karar yazılamadı. Esasında Başbuğ; Ergenekon sürecinde TSK’ni ve mesai arkadaşlarını koruma kaygısıyla bazı çıkışlar Hukuk ve adl gerekçeler de olan tahlyelern mevcut syas konjonktür ve radeden kaynaklandığı görülüyor. O zaman syas dengeler açısından yen br dönemn başladığı söyleneblr. Devlet bürokrassnde ‘yenden yapılanma’ kaçınılmaz olablr. AK Part hükümet, yanına toplumsal ve bürokratk desteğ alablrse, ‘Yenden Yen Türkye’ çn cesaretleneblr. Kürt meselesnde syas açılım, ‘çözüm sürec’ güçleneblr ve daha kalıcı adımlar atılablr. Paralel yapının tasfyesyle, başka yapılarla ttfaklar gelşeblr. yaptıysa da genelde pasif kaldı. Ama bütün dava delillerinden biliniyor ki, Başbuğ darbe girişimlerinin içinde yer almamıştı. Söylemlerinin ötesinde değişim sürecine zaman zaman katkılar da verdi. İnternet andıcı suçlu olduğu konuydu. Paralel yargı ve çalışma arkadaşları onu Ergenekon Davasına bağlamak için çok uğraştılar ve başardılar. Çünkü Başbuğ içerdeki Ergenekon tutuklularının can simidiydi. Öyle de oldu. AYM kararıyla o tahliye olunca bütün Ergenekon tutukluları tahliye oldular. Başbuğ’un sembol rolü Derin Ergenekon tahliyelerine yol açtı. Bu da yeni bir dönemin başlangıcı olan gelişmelerin işaretini verdi. Derin Tahliyelerin Anlamı ve Olası Sonuçları İlker Başbuğ’la başlayan ve arkası gelen Ergenekon tahliyelerinin ne gibi siyasi sonuçları olabilir? Ya da Türkiye’nin yol haritasını nasıl etkiler? Hukuki ve adli gerekçeleri de olan tahliyelerin mevcut siyasi konjonktür ve iradeden kaynaklandığı görülüyor. O zaman siyasi dengeler açısından yeni bir dönemin başladığı söylenebilir. Devlet bürokrasisinde ‘yeniden yapılanma’ kaçınılmaz olabilir. AK Parti hükümeti, yanına toplumsal ve bürokratik desteği alabilirse, ‘Yeniden Yeni Türkiye’ için cesaretlenebilir. Kürt meselesinde siyasi açılım, ‘çözüm süreci’ güçlenebilir ve daha kalıcı adımlar atılabilir. Paralel yapının tasfiyesiyle, başka yapılarla ittifaklar gelişebilir. AK Parti-Asker ilişkileri daha da yumuşayabilir. Laik kesim özgüven ve moral kazanabilir. Hükümet toplumsal meşruiyetini kuvvetlendirebilir. Ordunun içinde bazı kadrolar tasfiye edilebilir. Asker, AK Parti’nin toplumsal meşruiyetiyle yeni döneme adapte olabilir. ‘Çözüm Süreci’ Kürtler nezdinde daha güvenilir bir devlet zeminine oturtulabilir. ‘Yeni Anayasa’ için bu dönem bir fırsat olabilir. AB süreci güçlenebilir ve yeni fasıllar açılabilir. Yeni Paralel tehditle, vidaları sıkan Başbakan; bu aşılınca yeni bir siyasi inşa dönemine girebilir, bu da onun siyasi ömrünü uzatabilecek imkânlar sağlayabilir. Tahliyeler, paralel tehdidin bertaraf edilmesinde işlev görebilir. Nihayet tahliyeler yargı üzerinden kullanılan gücün el ve yer değiştirdiğinin göstergesidir. Bütün bu olasılıklar Paralel yapı üzerinden kurulmak istenen tehdidi ortadan kaldırmak, yargı vesayetini engellemek ve kırmak için yapılması gereken stratejik manevralar olarak öngörülebilir. Tabi ki yerel seçimlerde AK Parti, % 40’ın olabildiğince üzerinde oy alarak toplumsal desteği sağlayabilirse, reel-politik gerçeklik kazanabilecek adımlar olarak öngörülebilen senaryolardır. Değilse bu beklentiler yerine daha farklı perspektifler gündeme gelebilecektir. Sonuç: Bu Süreç Nelere Yol Açar? Çözüm Nedir? Nelere Dikkat Edilmelidir? Tahliyeler, derin davaların yanlışlığından, haksızlığından, yersizliğinden ve temelsizliğinden değil; paralel yargının dava sürecindeki hukuk ihlallerinden; maksatlı hatalar, yanlışlar ve aksaklıklarından kaynaklanmıştır. Ergenekon ve diğer derin davalar esasında haklı ve doğru zemindedirler. Sonuçta tahliyeler beraat değil, aklanma hiç değildir. Tutuksuz yargılamalar sonunda yeniden hükümlü olup ceza alanlar olabilir. Adil yeniden yargılama gündeme gelebilir. Beklenti şudur: Usul hataları ve mağduriyetler giderilsin ama darbe suçları da cezasız kalmasın. Ergenekon Davası demokratik değişim sürecinin miladıdır. Paralel yargıya yönelik tepki ve tedbirlere sığınılarak, Ergenekon ve diğer derin davalar, çökertilemez, içleri boşaltılamaz, aklanamaz ve cezasız kalamaz! Aksi halde bu durum; Toplum vicdanını yaralar. Yeni Türkiye imajını lekeler. Değişim iradesini sarsar ve çözer. İç ve dış riskleri harekete geçirir. Yazık olur... NİSAN 2014 45 İÇ POLİTİKA ve Ecevit arasında yaşanan mücadeleyi, muhalefet liderleri Erbakan ve Çiller’i de yanına almayı başaran Ecevit kazanmış ve dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’in 10. Cumhurbaşkanı seçilmesini sağlamıştı. 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan Genel Seçimler sonrasında AK Parti % 34,28 oy oranı ile tek başına iktidar oldu. 2007 yılında Cumhurbaşkanı Sezer’in görev süresinin dolması üzerine AK Parti 24 Nisan 2007’de Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ü 11. Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterdi. Ancak, Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmemesi için bir yandan Ergenekon, Türkiye genelinde Cumhuriyet Mitingleri düzenlemiş, diğer taraftan da Anayasa Mahkemesi, CHP’nin başvurusu doğrultusunda, Meclis Genel Kurulunda yapılacak oylamada 367 yeter sayısı şartını getirmiştir. DYP ve ANAP Genel Başkanları Ağar ve Mumcu’nun üst düzey askerlerden gelen baskı sonucu, Genel Kurulda yapılan oylamaya katılmamaları da yapılan iki yoklamada toplantı yeter sayısının bulunamamasına sebep olmuş, böylelikle 11. Cumhurbaşkanı seçilememişti. SEÇİMLER ÖNCESİ VE SONRASINDA YENİ TÜRKİYE’YE YÖNELİK TEHDİTLER Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı B u yazının kaleme alındığı tarihten 10 gün sonra, ülkemizde, 30 Mart’ta yerel seçimler, 2014 Ağustos ayında ise Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacak. Demokrasi şehidimiz rahmetli Adnan Menderes’e ait olan “Seçim sathı mailine girmek” deyişi, seçime çok yaklaşıldığını, seçimlerin inişli ve engebeli zor bir süreç olduğunu anlatmak için, uzun yıllardan bu yana geleneksel olarak tüm seçimler öncesinde kullanılagelen bir üslup ve ifade tarzını yansıtıyor. 46 NİSAN 2014 Yakın tarihimizde, ülkede meydana gelen tüm siyasal, sosyal olayları alt alta koyduğumuzda sonuçta, tüm kapıların Cumhurbaşkanlığı seçimine çıktığı bilinen bir gerçek olarak karşımızda duruyor. 2000’li yıllarda Bayar, Özal ve Demirel ile kırılan klasik çizginin devam edip etmeyeceği, 28 Şubat darbecilerinin vesayetçi bir askeri, Cumhurbaşkanı koltuğuna oturtup oturtamayacakları konusu, devlet bürokrasisi ve siyasette önemli güç savaşları yaşanmasına neden olmuştu. Demirel, Çevik Bir Bunun üzerine, AK Parti’nin erken seçim kararı alarak 22 Temmuz 2007’de yapılan Genel seçimlerde % 46,58’lik oy oranı ile tekrar iktidar olması ile birlikte, 11. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde milli iradenin yanında duramayan vesayet mekanizmalarının etkisine giren Ağar ve Mumcu siyaset sahnesinden silinmişlerdi. Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminin üçüncü turunda 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyetinin 11. Cumhurbaşkanı seçildi. Böylece, Nisan 2007’de başlayan ve devlet içinde vesayetçi yapıların çeşitli provokasyonlarıyla engellenmeye çalışılan Türkiye’nin 11. Cumhurbaşkanı seçim süreci milli iradenin tecelli etmesi suretiyle sona erdi. Türkiye, “Paralel yapının devleti ele geçirme stratejisi ve taktiklerinin deşifre edildiği, devletin üst katları da dahil olmak üzere 100 binlerce kişinin telefonlarının uydurma örgüt ve suçlamalarla legal veya illegal dinlendiği, hukuk dışı elde edilmiş, üretilmiş veya montaj ses kasetlerinin sosyal medya üzerinden piyasaya sürüldüğü” bir süreçten geçerek 30 Mart yerel seçimlerine gidiyor. Bu seçimin, genel seçim havasına sokulmasının en önemli özelliği ise kazanan partinin 12. Cumhurbaşkanını belirleyecek olması. AK Parti ve Başbakan Erdoğan’ın; 29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinde, Türkiye Genelinde aldığı % 38,8 oy oranından daha düşük bir oy almasını sağlamak, Ankara veya İstanbul illerinden birini kaybetmesine yönelik yerel ve uluslararası kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırılarak antidemokratik bir şekilde iktidardan düşürülmesi amacıyla kotarılmaya çalışılan, dış destekli 17-25 Aralık, hukuk örtüsü giydirilmiş darbe girişimi, iktidar tarafından acil olarak ve süratle alınan idari ve hukuki tedbirler ve Türkiye Halkı’nın sağ duyusu ile engellenmiş görünüyor. 17-25 Aralık darbe girişiminin şüphesiz birden fazla hedefi var. Aslında bu hedefler domino etkisi yaratacak şekilde birbiri ile ilişkili ve irtibatlı. Asıl ve ana hedef Başbakan Erdoğan ve AK Parti. 30 Mart Yerel Seçimleri öncesinde Erdoğan ve AK Parti’nin halk nezdinde itibarsızlaştırılması ve oy kaybetmesine yönelik darbe girişimi başarılabilmiş olsaydı, şüphesiz domino etkisi stratejisi ile çözüm sürecini siyasi iradesiyle ve kariyerini riske atacak şekilde devam ettiren Erdoğan’ın tasfiye edilmesi ile süreç bozulacak; Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkışı engellenerek, Türkiye her darbe sürecinde olduğu gibi içine kapatılarak, kamplaşma ve kutuplaşmaların yaşandığı kardeş kavgası ve terör sarmalına alınarak, Orta Doğu’da ve dünyada söz sahibi olması engellenecekti. Son kamuoyu yoklamasında, 2011 Genel seçimlerini en doğru bir şekilde bilen ve CHP’ye yakınlığı ile tanınan, Adil Gür’ün seçim anketinde bile AK Parti’nin oy oranının yüzde 43-45 aralığında olduğunun açıklanması, Türkiye insanının, ülkemizin dış NİSAN 2014 47 lentiler sanal âlemden normal gazete köşelerine taşıyor. Bu rivayetlerin doğru olup olmadığını bilen yok, ancak, “Şüyuu vukuundan beter” deyişinden de anlaşılacağı gibi bir şeyin dedikodusunun yapılması, onun gerçekleşmesinden daha kötüdür, daha tesirlidir. Kamuoyunda yarattığı etki ise daha yıkıcıdır. destekli küresel bir saldırı ile karşı karşıya olduğu gerçeğinin farkında olduğunu ve AK Parti etrafında kenetlendiğini ortaya koyuyor. AK Parti ve Başbakan Erdoğan’ı millet iradesini gasp ederek iktidardan antidemokratik bir şekilde uzaklaştıramayacağını anlayan dış güçler ve yerel işbirlikçi derin yapılar, bu kez, AK Parti’nin seçimleri kazanması durumunda “yönetemeyen bir iktidar” algısı yaratmak amacıyla, yerel işbirlikçi etki ajanlarını da kullanmak suretiyle, seçimleri etkilemek gayesi, ile toplumu alenen tehdit ederek seçimler öncesinde ve sonrasında ülkemizin kaos ve istikrarsızlık ortamına çekileceğini açıkça ifade etmekten çekinmiyorlar. 28 Şubat sürecinde ikna odalarının mucidi, şimdilerin CHP Milletvekili olan Nur Serter’in REFAH-YOL için, Türkiye Cumhuriyeti’nin refleksleri var, % 70 oy alsanız da muktedir olamazsınız yönündeki darbeci yaklaşımı bugünlerde paralel yapıyı açıkça destekleyen bazı kalemler tarafından 30 Mart yerel seçimleri baz alınarak AK Parti için dile getiriliyor. 30 Mart Yerel Seçimlerine sayılı günler kala, paralel yapının, 25 Mart’ta AK Parti’yi seçimler öncesinde yok edecek altın vuruşa hazırlandığı yönünde kamuoyunda bilgi kirliliği yaratmak, kafa karıştırmak ve insanları kışkırtmak amacıyla, neo-psikolojik harp stratejisi taktik ve metotlarının bir uzantısı olan dezenformatik gazetecilik unsurlarını devreye soktuğu görülüyor. Dezenformatik gazetecilerin at koşturduğu en önemli sahanın ise sanal medya olduğu anlaşılıyor. Tevekelli, son internet yasasına, özgürlüklerimiz kısıtlanıyor ve fişleniyoruz velvelesi ile neden karşı çıkıldığı da bu vesile ile anlaşılmış oluyor. Sandıktan ümidini kesenler 25 Aralığa o kadar bel bağlamışlar ki, bu konuda birçok rivayetler ve söy- 48 NİSAN 2014 Bir rivayete göre, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümü ile ilgili Erdoğan’ın montajlı ses kaseti yayınlanacak, bunun doğal bir sonucu olarak ülkücü camianın sokağa dökülmesi sağlanarak Kiev misalinde olduğu gibi gezi ruhu yeniden canlandırılarak ülke kaos ortamına sokulacaktı. Diğer bir rivayet ise, ses kayıtlarından bir netice alamayan paralel yapının AK Parti üst düzey yöneticileri ve bakanlara ait seks kasetlerini yayınlayarak hükümeti itibarsızlaştıracağı yönünde. Muhsin Yazıcıoğlu ile ilgili olarak ortaya atılan bu rivayete karşı çıkan BBP Genel Başkan’ı Destici, Başbakan Erdoğan ile Yazıcıoğlu arasında bir sorun olmadığını, aralarının gayet iyi olduğunu, bu nedenle bu şekilde yayınlanabilecek bir ses kaydının alperenleri etkilemeyeceğini açıkça belirtti. Adil Gür’ün seçime on gün kala yaptığı araştırmada belirttiği gibi; illegal veya legal dinleme ile elde edilmiş ses veya montaj kasetlerinin, kanunlara aykırı olarak internet üzerinden sosyal medyada yayınlanması, sonrasında da 28 Şubat medyasında yer alması, hatta CHP Genel Başkan’ı tarafından TBMM kürsüsünde dile getirilmesi, Türkiye halkı üzerinde ters bir etki oluşturmuştur. Bu ters etki, AK Parti tabanını kenetlemiş, dışarıdan planlanan bu saldırıların, Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdit ettiğini fark eden geniş halk kitlelerinin de Başbakan Erdoğan’a ve AK Parti’ye sahip çıkmalarına neden olmuştur. Başbakan Erdoğan’ın, Türkye’nn 12. Cumhurbaşkanı olarak seçlme htmal, Türkye’y çe kapatarak Orta Doğu’da ve dünyada söz sahb olmasını stemeyen küresel güçler ve bazı Batı’lı ülkeler le Türkye’de sandıktan ümdn kesmş çevreler arasında açık br koalsyon kurulmasına sebep olmuş durumda. Kanaatime göre bundan sonra hangi montajlı ses veya görüntü kasetleri yayınlanırsa yayınlansın, Türkiye’de kamuoyunu ve dolayısıyla seçimleri etkilemeyecektir. Yaklaşık 53 milyon seçmenin oy kullanacağı 194 bin 310 sandıkta, derin yapının, seçimlere şaibe bulaştırarak seçim sonuçlarının meşruiyetini tartışılır hale getirmek için seçim günü birçok ilde ve oy kullanma alanlarında organize olaylar çıkartarak, “sandık güvenliğinin sağlanamadığı” görüntüsü ve algısı yaratacak eylemlere tevessül edebilecekleri düşünülmektedir. Ayrıca, oy verme işleminin ardından, AK Parti’nin güçlü olduğu bölgelerde sandıkların kaçırılması için çalışma başlatıldığı yönünde güvenlik güçlerince güçlü istihbarat verileri elde edilmiş durumdadır. İstihbarat birimlerine ulaşan bilgiler ışığında, seçim güvenliği ve sandıklara yönelik kaçırma eylemlerine karşı ilgili birimler uyarılarak yurt genelinde önlemler arttırıldı. Seçim günü ve gecesi yurdumuzun birçok bölgesinde sosyal medyadan yapılan örgütlenmeler, asparagas ve dezenformasyon haber ve provokasyonlarla halkın tahrik ve teşvik edilerek sokağa dökülmesi ve olayların tırmanmasının hedeflendiği de istihbari bilgiler arasında yer alıyor. 30 Mart Yerel Seçimlerinden AK Parti ve Başbakan Erdoğan’ın güçlenerek çıkacağının anlaşılması, bu kez dış güçlerin de örtülü olarak müdahil olacakları yeni Çankaya savaşlarına işaret ediyor. Yakın tarihimizde askeri vesayetçiler ile millet iradesini temsil 30 Mart Yerel Seçmlerne sayılı günler kala, paralel yapının, 25 Mart’ta AK Part’y seçmler öncesnde yok edecek altın vuruşa hazırlandığı yönünde kamuoyunda blg krllğ yaratmak, kafa karıştırmak ve nsanları kışkırtmak amacıyla, neo-pskolojk harp stratejs taktk ve metotlarının br uzantısı olan dezenformatk gazeteclk unsurlarını devreye soktuğu görülüyor. eden siyasiler arasında yaşanan Cumhurbaşkanlığı savaşlarının, bu kez Yeni Türkiye ile Batı’nın kontrolündeki Eski Türkiye arasında yaşanacağına kesin gözüyle bakılıyor. Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’nin 12. Cumhurbaşkanı olarak seçilme ihtimali, Türkiye’yi içe kapatarak Orta Doğu’da ve dünyada söz sahibi olmasını istemeyen küresel güçler ve bazı Batı’lı ülkeler ile Türkiye’de sandıktan ümidini kesmiş çevreler arasında açık bir koalisyon kurulmasına sebep olmuş durumda. 2014 Ağustos ayı içinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Türkiye’yi zor günlerin beklediği açıkça görülüyor. Çok sinsi ve yıkıcı faaliyetler ile ülkede kutuplaşma yaratılarak Türkiye’nin yeni bir terör sarmalına alınmasına yönelik çabalar dikkat çekiyor. Gezi Parkı Kalkışması ile başlatılan toplumsal olayların devamı niteliğindeki hadiselerin, Türkiye geneline sıçratılması adına, provokatörler tarafından yapılan tahrik, kışkırtma ve eylemler ile birlik ve beraberliğimizin bozulmasına yönelik yaratılmaya çalışılan kamplaşma, kutuplaşma ve sokak terörü; derin yapıların kontrolündeki Alevi Diasporası ve DHKP/C’nin yeniden gündeme sokulması, seçimler öncesi kaos ve istikrarsızlık parametrelerine işaret ediyor. Berkin Elvan’ın cenazesini hükümet ve Başbakan aleyhtarı siyasi bir şova dönüştürerek, sokak terörünü ülke genelinde tırmandırmaya çalışan derin yapı ve kontrolündeki dezenformatik medya, provokasyon ve dezenformasyon faaliyetlerinin merkezi olarak görünüyor. NİSAN 2014 49 DIŞ POLİTİKA KIRIM’IN İLHAKI: Ofsnde Büyük Petro poster asılı olan Başkan Putn, Mayıs 2012’dek başkanlık seçmn kazandıktan sonra “Bana 20 yıl vern, ben sze kudretl br Rusya vereym” dyerek “Rusya Rüyasını” göstermştr. Rusya Devlet Başkanı Putn, ülkesnde artık br kahraman ve 21. yüzyılın Büyük Petro’su olarak karşılanmaktadır. PUTİN’İN BÜYÜK RUSYA SERÜVENİ Doç. Dr. Erkin EKREM SDE Uzmanı Putin’in teşekkürünü almıştı. Özellikle Çin’in Kırım krizi üzerindeki tutumu, daha önce Libya ve Suriye sorunu üzerinde Rusya’ya tam destek vermesinden farklıydı. Ancak, ABD başta olmak üzere Türkiye dâhil birçok ülke, Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesinden endişelidir ve bu duruma karşı çıkmaktadır. Özellikle ABD, Rusya’nın bu girişiminden derinden etkilenmiştir. Bunun nedeni de Rusya’nın mevcut uluslararası sisteme meydan okumuş olmasıdır. Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi aynı zamanda Moldova ve Baltık Devletlerini de endişelendirebilir. 2008 yılında Abhazya’ya ve Güney Osetya’ya giren Rus askerleri bu iki bölgeden henüz çıkmamıştır. Beyaz Rusya da endişeli olabilir, nitekim Ukrayna’nın devrik Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç, Moskova ile yakın olmasına rağmen yine Putin’in Kırım’ı ilhak etmesini önleyememiştir. Ofisinde Büyük Petro posteri asılı olan Başkan Putin, Mayıs 2012’deki başkanlık seçimini kazandıktan sonra “Bana 20 yıl verin, ben size kudretli bir Rusya vereyim” diyerek “Rusya Rüyasını” göstermiştir. Rusya Devlet Başkanı Putin, ülkesinde artık bir kahraman ve 21. yüzyılın Büyük Petro’su olarak karşılanmaktadır. New York Üniversitesi’nin Profesörü Mark Galeotti’in yorumu Başkan Putin’in özelliklerini ortaya koymaktadır: “Putin, şimdiye kadar katı ve saldırgan tavırları olan jeopolitik bir oyuncuydu. Gürcistan’ı işgal ettiğini hatırlayalım. Ne kadar ileri gidebileceğini açıkça gösterdi. Putin’in dehası da burada: Oyunu ne zaman kuralına göre oynayacağını, ne zaman kuralları çiğneyeceğini biliyor.” Bazı uzmanlar da Başkan Obama’nın zayıflığı ve iradesizliğinin Putin’e cesaret verdiği görüşündedir. Putin’in Başarısı R usya, Kırım’ı ilhak ettikten sonra, kendi toprağına katmak için yasal süreci de hızla tamamlamıştır. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin söz konusu yasayı 18 Mart günü imzalamış, bir gün sonra da anayasa mahkemesi onay vermiş, antlaşma ise 20 Mart günü parlamentonun alt kanadı Duma’dan geçmiştir. Rusya Parlamentosu’nun alt kanadından sonra, 21 Mart’ta Parlamentonun üst kanadı Federasyon Konseyi de Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasını öngören yasayı onaylamış ve sunulan tasarı, 155 oyla kabul edilmiştir. Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ile Çar Büyük Petro (1672-1725), Çariçe II. Katerina (1729-1796) 52 NİSAN 2014 ve Josef Stalin (1878-1953) dönemindeki stratejik menfaat sağlanmış olacaktır. Böylece, Rusya, Karadeniz ve Akdeniz’e açılmakla Avrupa kıtasına karşı üstünlük kazanacak ve büyük Rusya rüyasının gerçekleşmesi için ortam hazırlanmış olacaktı. Karadeniz, Osmanlı’ların iç denizi idi ancak, Rusların yayılması ve savaşlar sonrasında, Sosyalist ülkeler ile Türkiye arasındaki denize dönüştü. Bu durum Soğuk Savaşın sona ermesiyle değişmiştir. Bilindiği gibi Türkiye dâhil bütün Karadeniz ülkeleri AB’ye üye olmak istiyor. Şimdi Rusya’nın, Kırım’ı işgal ederek kendi toprağına katması ile Rusya’nın Karendeniz sahil şeridi % 10.9’den % 37.5’e çıkmış olacaktır. Bununla birlikte, 2008’de Gürcistan’dan bağımsızlığını ilan edip Rusya tarafından tanınan Abhazya Özerk Cumhuriyeti’nin sahip olduğu Karadeniz şeridi de düşünülecek olursa, Rusya’nın daha geniş bir sahaya erişeceği açıktır. Yani Rusya’nın denize açılma kapısı sağlam gözükmektedir. ABD ve Batı ülkelerinin Rusya’yı kıtaya hapsetmesi artık hayal olacaktır. Ruslar, bu hamleyle sadece bu stratejik konuma sahip olmakla kalmayacak, aynı zamanda Kırım civarındaki petrol ve doğalgaz sahasının da sahibi olacaktır. Bölgenin doğalgazı Mavi Akım boru hattı ile Türkiye’ye, Güney Akım (South Stream) boru hattı ile Avrupa’ya taşınabilmektedir. Bu bağlamda Kırım, Rusya’nın Türkiye ve Avrupa ülkelerine enerji aktaran üssü haline de dönüşebilir. Rusya’nın bu girişimi, Çin ve Hindistan tarafından gönülsüzce de olsa desteklenmiş ve Başkan Rusya Devlet Başkanı Putin büyük Rusya’nın peşindedir. Başkan Putin, 25 Nisan 2005’te yaptığı ulusa sesleniş konuşmasında, Sovyetler’in çöküşünü, ‘20. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi’ diye nitelemiştir. 1991 yılında SSCB’nin dağılmasıyla birçok Rus vatandaşının Rusya Federasyonu dışında kaldığını ve gerçek bir dram yaşandığını söyleyen Putin, “Ama Sovyetler Birliği geride kaldı. Özgür ve demokratik bir ülke inşa etmek zorundayız” diye ilave etmiştir. Ancak Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev 19 Haziran 2011’de, Financial Times’e verdiği röportajında farklı bir görüşü dile getirmişti: “21. yüzyılda dünyanın parçalara bölündüğünü ve her bölümden herhangi bir devletin sorumlu olduğunu düşünmek komik. Bu gayrı ciddi ve görüşleri- NİSAN 2014 53 caydırıcı gücünü kaybetmeyen ve uluslararası etkisi devam eden Rusya’ya karşı uygulanan yaptırımın sonucunun ne olacağı belli değildir. Söz konusu yaptırıma karşı Rusya, Çin ile olan ekonomik ve siyasî ilişkilerini daha da güçlendirmeye çalışacaktır. Tıpkı, Haziran 1989’daki Tian-an Men olayından sonra G-7 başta olmak üzere Batılı ülkelerin Çin’e ambargo uyguladığında, Çin’in Rusya’ya uyguladığı açılma politikası gibi... Rusya-Çin arasındaki siyasî, ekonomik ve askerî işbirliği geçici olarak Rusya’yı zor durumdan kurtarabilir; Çin de yılan hikâyesine dönüşmüş enerji boru hattı anlaşmasının hayata geçmesi için fırsat yakalayabilir. Ayrıca, kıtalararası füze teknolojisi ve ileri teknoloji savaş uçaklarının motor teknolojisinin intikalini de sağlayabilir. Neticede, 1989 yılında Çin’e uygulanan ambargo G-7 üyelerinden Japonya ve Fransa tarafından delinmişti. Rusya’ya Karşı Yaptırım Rusya’ya, Ukrayna ise Avrupa’ya bağlanma durumuyla karşı karşıya kalmıştır. ABD başta olmak üzere, Avrupa ülkeleri, Japonya ve Güney Kore de Rusya’nın Kırım’ı kendi toprağına katmasını kabul etmemiş, Moskova’ya yaptırım uygulaması konusunda hem fikir olmuşlardır. Söz konusu ülkeler siyasî, ekonomik ve savunma alanlarında kademeli olarak yaptırımı arttırmaya çalışmaktadırlar. Rus silah şirketlerinin de yaptırıma dâhil edilmesi de düşünülmektedir. ABD ve AB tarafından Rusya’nın önde gelen işadamları ve siyasetçilerine karşı alınan ekonomik yaptırımlar şimdilik etkisini göstermeye başlamıştır. Yaptırım kuralları çerçevesinde Amerika merkezli Visa ve Master Card, Moskova’daki bankalarla ticari işlemleri bloke ederken, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları Fitch ve Standard&Poors da Rus ekonomisinin notunu eksiye düşürmüştür. Kırım’daki gelişmeler ve bu doğrultuda Batılı ülkelerle yaşanan gerginlik nedeniyle bir aydır düşüşte olan Rus borsası şu ana kadar yüzde 10 değer kaybetmiştir. Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesine karşı Ukrayna, Avrupa Birliği’yle daha yakın siyasî işbirliğini öngören bir anlaşmanın yapılacağı sinyalini vermiş; Kırım Fakat bu yaptırımlardan sonuç alınabilir mi? Bugüne kadar Avrasya kıtasının büyük bir kısmına ve zengin enerjiye sahip olan, hâlâ nükleer silahları ile me de aykırıdır.” SSCB’nin dağılmasının 20. yüzyılın en büyük jeopolitik felaketi olduğu yönündeki görüşlere katılmadığını da belirten Başkan Medvedev, “Ben böyle düşünmüyorum. Olay gerçekten de dramatik. Gelişmeleri çok iyi hatırlıyorum. Çünkü 26 yaşındaydım... Her şeyi hatırlıyorum. Ama dağılmayı en büyük jeopolitik felaket olarak adlandıramam. Çünkü İkinci Dünya Savaşı yaşanmıştı, bu savaşta 30 milyon insanımız öldü. Korkunç bir iç savaş yaşandı, burada da milyonlarca insanımız hayatını kaybetti. SSCB’nin dağılması ise fiiliyatta kansız gerçekleşti. Bu o kadar da büyük felaket değil” diye konuşmuştu. Her şeye rağmen Başkan Putin’in Büyük Rusya projesi birçok Rus tarafından benimsenmiştir. Sadece Putin’in kudretli bir Rusya yaratabileceğine inanan bir kısım Rus, Putin’e kurtarıcı gözüyle bakmakta ve Rusya’nın parlak geleceğini Putin’in sürdürmekte olduğu politikasına bağlamaktadır. 54 NİSAN 2014 Rusya’nın yegâne yurtdışı donanma üssü olan Tartus’un stratejik konumu daha da önem kazanacaktır. Bu durumda Suriye sorunu da sürüncemede kalmaya devam edecek, Esad yönetimi, sözüm ona meşruiyetini kazanacak ve yasal olmayan yönetimini sürdürebilecektir. Son dönemde gündeme gelen İran sorununun çözümü ve ABD’nin İran ile geliştirdiği ilişkiler de Rusya ile ABD ve Avrupa ülkeleri arasında yaşanan gerginliklerden olumsuz etkilenebilir. ABD-Rusya arasında sürmekte olan füze savunma sistemleri görüşmeleri de geçici olarak askıya alınabilir. Rusya’ya karşı yaptırımlar yetersiz kaldığında, Moskova, Kırım’ı sonsuza dek Rusya toprağına katmış olacaktır. Böylece Putin, Avrasya Birliği Projesini hayata geçirebilmenin stratejik ortamını hazırlanmış olacaktır. Ayrıca, devam etmekte olan Gümrük Birliği (Ortak Ekonomik Alan) çalışmaları da eski Sovyetler Birliği ülkelerinin iştirakiyle Rusya’nın tekrar süper güç haline gelmesini sağlayabilir. Rusya, 2008 yılında yaşanmaya başlanan küresel ekonomik krizden, diğer G-7 ülkelerine göre daha az etkilenmiş gözükmektedir. Başkan Putin, Çin ile geliştirdiği stratejik işbirliği ve ortaklık ilişkileriyle, arka bahçesini sağlamlaştırmış ve yaptırıma karşı stratejik avantaj sağlamış durumdadır. Bu durumda Rusya-Türkiye arasında Boğazlardan dolayı sorunlar yaşanabilir. Rusya’nın bu güçlü çıkışı, ABD ile AB ülkelerini siyaset, savunma (NATO) ve ekonomi alanlarında daha da yakınlaştırabilir. Başkan Putn, Çn le gelştrdğ stratejk şbrlğ ve ortaklık lşkleryle, arka bahçesn sağlamlaştırmış ve yaptırıma karşı stratejk avantaj sağlamış durumdadır. Bu durumda Rusya-Türkye arasında Boğazlardan dolayı sorunlar yaşanablr. Rusya’nın bu güçlü çıkışı, ABD le AB ülkelern syaset, savunma (NATO) ve ekonom alanlarında daha da yakınlaştırablr. Rusya’ya karşı yaptırımlar etkili olur ve Rusya Kırım’dan vazgeçerse, Başkan Putin’in itibarı önemli bir yara alır ve Büyük Rusya rüyası da zor duruma düşer. Bu çeşit bir uzlaşma, Rusya’nın yükselişinden endişe duyan ülkeleri nispeten rahatlatabilir. Ancak, Kırım’ın Rusya açısından stratejik öneme sahip olması Rusya-Ukrayna sorunlarını bitirmeyebilir. Mevcut uluslararası siyasal ve ekonomik sistem bir süre daha devam edebilir. Başkan Putin yaptırımlara karşı direnmekle bir çeşit güç dengesi oluşturmuş gözükse de 21. yüzyıla has bir Soğuk Savaş yaşanabilir. Başkan Putin bu üç alternatiften birini tercih edebilir. Ancak, üç alternatifin karışımı olan farklı bir politika izleyerek yaptırımları etkisiz haline getirmeye çalışacağı da gözden uzak tutulmamalıdır. NİSAN 2014 55 DIŞ POLİTİKA Referandumda halktan şu k seçenekten brn şaretlemes stend; ‘’Kırım’ın Rusya Federasyonu’na bağlanmasını styor musunuz?’’ ve “1992 Kırım Anayasası’nın yenden yürürlüğe grmesn ve Kırım’ın, Ukrayna’nın parçası olma statüsünü desteklyor musunuz?’’. Kayıtlı seçmenlern % 82’snn oy kullandığı referandumdan Moskova zafer çıktı. Katılımcıların neredeyse tamamı Rusya’ya bağlanma kararı seçeneğn şaretled. Tatarlar referandumu boykot kararı almıştı. mayı reddeden cumhurbaşkanı Yanukoviç olayların fitilini ateşlemiş oldu. Göstericiler parlamentoyu ele geçirdiler. Meclis, cumhurbaşkanını görevden aldığını açıkladı. Yanukoviç’in yerine geçici olarak Olexander Turchynov getirilirken başbakanlık koltuğuna geçici olarak muhalefet lideri Arseny Yatenyuk atandı. Yanukoviç ise söz konusu durumu kabul etmediğini açıkladı. Kendisinin hâlâ Ukrayna’nın cumhurbaşkanı olduğunu hatırlatan Yanukoviç, güvenliği sağlandığı takdirde Kiev’e döneceğini bildirdi. İşgalle Alakalı Tarafların Hukuki Argümanları Uluslararası Hukuk Açısından Kırım Referandumu ve Gelişen Süreç Dr. Selman ÖĞÜT Akademisyen K ırım Özerk Cumhuriyeti Parlamentosu, 16 Mart 2014’te düzenlenen referandumun ardından “Bağımsız Kırım Cumhuriyeti”ni resmen ilan etti. Referandum sonuçlarına göre, referanduma katılanların % 93 gibi ezici çoğunluğa sahip kısmı Kırım’ın Rusya’ya bağlanması için oy kullandı. Batı Dünyası ise referanduma tepkili... Gerek Avrupa Birliği’nden gerek ABD’den referandumun uluslararası hukuka aykırı olduğunu belirten ağır eleştiriler geldi. Rusya ise Kırım’ın referandum ile almış olduğu bağımsızlık kararını tanıdığını ilan etti. Aynı zamanda Kırım hiç vakit kaybetmeden 56 NİSAN 2014 Rusya’ya bağlanmak için resmi başvurusunu da yaptı. Olay, Soğuk Savaş döneminden sonra, Batı ve Rusya arasındaki en derin kriz olarak nitelendiriliyor. Uluslararası hukuk açısından durum nedir? Kırım’da düzenlenen referandum hukuki mesnetten yoksun mudur? Rusya’nın ve Batı’nın karşılıklı tezleri nasıl değerlendirilmelidir? Olayların Kısa Özeti Her şey geçen yılın sonlarına doğru Ukrayna’da patlak veren olaylarla başladı. Avrupa Birliği ile yapılması planlanan ticari ortaklık antlaşmasını imzala- 27 Şubat günü Rus askerleri, uluslararası camianın gözü önünde Kırım’ın kontrolünü ele geçirdi. Başkent Akmescit’teki parlamento, başbakanlık binası, havaalanı ve devlet televizyonu binası Rus askerleri tarafından kontrol altına alındı. Bunların yanında Ukrayna’ya ait Deniz Kuvvetleri ile Emniyet Müdürlüğü binalarının çevresi de Rus askerlerince kuşatıldı. Uluslararası uçuşların yapıldığı Simeferol havaalanı da aynı kaderi paylaştı. Bütün bu olup bitenin ardından, Rusya’nın kendini haklı göstermek için serdettiği argümanlar uluslararası camia tarafından tartışılmaya başlandı. Pek tabii ki Batı grubunun da Rusya’nın tam zıddı argümanlar ortaya koyması gecikmedi. Rusya’nın mevcut işgalle alakalı tezlerini ve bu tezlere karşı sürülen anti-tezleri şu şekilde özetleyebiliriz: Rusya, devlet başkanının Ukrayna Anayasası’na aykırı bir şekilde görevden alındığını belirtirken, Ukrayna Anayasası’nın 111. maddesine dayanıyor. Maddeye göre devlet başkanının hakkındaki suçlamalar nedeniyle görevden alınabilmesi için parlamentonun dörtte üçünün olumlu oyu gerekli. Ancak Yanukoviç için bu çoğunluk sağlanamadı. Bu şekilde Yanukoviç’i azleden ve yeni bir hükümet kurduran irade Rusya’ya göre meşru bir irade değil; mevcut Ukrayna hükümeti ise bir darbe hükümeti. Batı grubu ise tam zıddı bir görüş ortaya atıyor. Yanukoviç’in görevi bırakarak kaçmasının meşruiyetini kaybetmesine sebebiyet verdiği iddia ediyorlar. Yanukoviç’in ve Kırım Özerk Bölgesi Başbakanı Sergey Aksiyonov’un, Rusya’yı, Kırım bölgesinde güvenliği sağlamak üzere davet etmiş olmalarını mevcut müdahale için haklı sebep olarak gösteren Rusya’ya, Batı Dünyası yine yukarıdakine benzer bir argümanla karşı çıkıyor. Batılılara göre, meşru olmayan bir hükümetin Rusya’yı davet etmesi de mümkün değildir. Bu noktada Rusya’nın uluslararası hukuk açısından kuvvet kullanmanın istisnalarına değindiğini müşahede ediyoruz. Aynı şekilde, Ukrayna’daki milliyetçi politikaların, Rus azınlığın haklarını tehdit ettiği yönündeki tezi ile Rusya, yine kuvvet kullanmanın istisnalarına sığınıyor. Çünkü kişilerin hayati tehlike altında olması halinde kuvvet kullanmayı meşru kılan insani müdahale durumu kuvvet kullanma yasağının istisnalarındandır. Tabii ki burada Batı grubunun, Rusya’nın, başta BM Antlaşması olmak üzere, uyması gereken birçok antlaşmaya uymadığına değindiğini belirtmemiz gerekir. BM Antlaşması’nın kuvvet kullanma tehdidini ve kuvvet kullanma fiilini yasaklayan 2. Maddesinin, Rusya tarafından ihlal edildiği söyleniyor. 1994 yılında imzalanan Budapeşte Mutabakatı da Batı grubunun altını çizdiği diğer bir sözleşme. ABD, İngiltere, Rusya ve Ukrayna arasında imzalanan mutabakata göre Ukrayna, sınırlarının tanınması karşılığında nükleer silahları elinden çıkarmıştı. Mutabakata göre Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığı koruma altına alınmıştı. Rusya, ABD ve İngiltere ile birlikte mutabakatın garantör ülkelerinden. Söz konusu garantörlükten kaynaklanan yükümlülükler ihlal mi edildi sorusu ister istemez akıllara düşüyor. Bununla birlikte mutabakatı resmi bir antlaşma olarak görmeyen ABD Senatosu’nun bu tavrının mutabakatın göz ardı edilmesine yol açtığı yönünde argümanlar da mevcut. NİSAN 2014 57 dır. Bu konu, aynı zamanda, uluslararası hukukta egemen eşit olarak adlandırılan devletlerin iç işlerine müdahale edilmemesi gerekliliğinden doğan bir haktır. Dış self determinasyon ise halkın istediği bir devlete bağlanma ya da bağımsız bir devlet kurma hakkını belirtmek için kullanılır. Söz konusu Kırım referandumunu destekleyen Rus bloğu tarafından iddia edilen self determinasyon hakkı budur. Yani Kırım halkının tamamen kendi iradesine dayanarak bağımsızlığını ilan etmesi ve ardından da Rusya’ya katılması. Self Determinasyon Hakkının Sınırları: Kırım Örneği Referandum Nasıl Değerlendirilmeli? Rus ve Kırım tarafının desteklediği iddia; selfdeterminasyon hakkının (halkların kendi geleceklerini bağımsız şekilde belirleme hakkı) bir gereği olarak referandumun yapıldığıdır. 13 Mart’ta yani referandumdan birkaç gün önce ABD, BM Güvenlik Konseyi’ne taslak bir karar metni sundu. Taslağa göre self-determinasyon hakkı ile bağdaştırılmaya çalışılan Kırım referandumunun hiçbir geçerliliği yok. Aynı gün Avrupa Parlamentosu’nun da Ukrayna’nın işgalini konu eden bir karar aldığını ve Kırım’daki yeni durumu gayri meşru olarak nitelendirdiğini de hatırlatmamız gerekir. Self determinasyon hakkı, BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesinde yer almıştır. Her iki sözleşmenin de ilk maddesi self determinasyon hakkından söz etmektedir. Halkların kendi geleceklerini tayin etmeleri kavramı, içi tam olarak doldurulamamış ve siyasi yönü ağır basan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Her şeyden önce self determinasyon hakkının temel unsurunu oluşturan halk kavramının uluslararası hukuk açısından tam anlamı ile bir tanımının yapıldığını söyleyebilmemiz 58 NİSAN 2014 mümkün değildir. Bununla birlikte, etnik grup kavramı üzerinden tartışmanın sürdürülebilmesi söz konusu olabilir. Adalet Divanı’nın 1930 yılında yapmış olduğu etnik grup kavramı ile ilgili sınırlama, self-determinasyon kavramı ile rabıta kurulması açısından önemlidir. Söz konusu tanıma göre etnik grup ile kastedilen mefhum; belirli ve sınırlanabilen bir toprakta yaşayan, kendine has ırk, dil, din veya kültürel özellikleri olan ve kendine ait bu özellikleri koruma iradesi gösteren insan topluluğudur. Bu açıdan bakıldığı zaman bazı uluslararası hukuk yazarlarına göre self determinasyon kavramının konusu olan halktan anlaşılması gereken, ayrı bir toprakta yerleşik olarak yaşamakla beraber etnik ve kültürel özelliği ile ayırt edilebilen insan topluluğudur. Halk kavramı ile ilgili tartışmayı bir kenara bırakacak olursak, self determinasyon hakkının ne gibi durumlarda kullanılmaya elverişli olduğunu belirlememiz gerekir. Uluslararası hukuk açısından self determinasyon hakkı iç self determinasyon ve dış self determinasyon olarak ikiye ayrılmaktadır. Halkın istediği türde yönetim biçimi belirleme hakkı iç self determinasyon hakkı olarak tanımlanmakta- 2 milyonluk bir nüfusa sahip olan Kırım halkının % 58’ini Ruslar, % 25’ini Ukraynalılar, % 13’ünü Kırım Tatarları ve geri kalanını da diğer etnik gruplar oluşturmaktadır. 1 milyon 300 bin kişi de seçmen olarak kayıtlı görülüyor. Referandumda halktan şu iki seçenekten birini işaretlemesi istendi; “Kırım’ın Rusya Federasyonu’na bağlanmasını istiyor musunuz?” ve “1992 Kırım Anayasası’nın yeniden yürürlüğe girmesini ve Kırım’ın, Ukrayna’nın parçası olma statüsünü destekliyor musunuz?”. Kayıtlı seçmenlerin % 82’sinin oy kullandığı referandumdan Moskova zaferi çıktı. Katılımcıların neredeyse tamamı Rusya’ya bağlanma kararı seçeneğini işaretledi. Tatarlar referandumu boykot kararı almıştı. Yukarıdaki tüm bu bilgiler ışığında self determinasyon hakkının Kırım açısından ne şekilde kullanıldığının analizini şöyle yapabiliriz: Uluslararası hukukun kaynaklarını oluşturan çeşitli belgelerde belirtildiği üzere hak eşitliğine saygı gösteren devletler açısından self determinasyon hakkının kullanılmasına sıcak bakılmamaktadır. Mesela, BM Genel Kurulu’nun 1970 tarihli ve 2625-XXV sayılı Devletlerarasında Dostça İlişkiler İşbirliği Deklarasyonu ve 1992 tarihli Azınlıklara İlişkin Bildiri, ülke bütünlüğünün korunmasını da hedefleyen bazı sınırlar ortaya koymuştur. Azınlıklara ilişkin BM Bildirisi’nin 8. maddesinin 4. Fıkrası, bildirideki hiçbir hükmün BM amaç ve ilkelerine, özellikle egemen eşitlik, ülke bütünlüğü ve devletin siyasi bağımsızlığına ters düşecek herhangi bir harekete izin verdiği anlamına gelmediğini belirterek, söz konusu sınırı belirli bir ölçüde ortaya koymuştur. Zaten uluslararası hukuk doktrinine hâkim olan anlayışa baktığımız zaman sınırları çizilmemiş genel bir ayrılma hakkının direk reddedildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bununla birlikte devlet içinde ağır ayrımcılığın, ağır hak ihlallerinin veya halkın varlığını tehdit eden durumların mevcudiyeti, self determinasyon hakkına başvurmayı meşrulaştıran durumlar olarak kabul edilmektedir. Kırım’daki halklarla alakalı olarak dış self determinasyon hakkına başvurmalarını gerektirecek şekilde ağır insan hakları ihlallerinin olduğunu söylemek pek mümkün değil. Ayrılma hakkı ise Ukrayna Anayasası’na uygun şekilde kullanılması gereken bir hak olarak karşımıza çıkıyor. Batı Dünyasının ayrılma hakkı ile ilgili argümanı kuvvetli. Batılılar, Ukrayna Anayasasının hükümleri çiğnenerek ayrılma hakkının kullanılmasının hukuka aykırı olduğunu öne sürüyorlar. Rusya’nın özellikle öne çıkarmaya çalıştığı ve temel dayanak noktası olarak kullandığı olay, Kosova’nın bağımsızlığını ilan ediş biçimidir. 17 Şubat 2008 tarihinde Kosova’nın tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmiş olması uluslararası camianın genelinde kabul görmüştü. Sırbistan’nın rızasını aramayarak bağımsızlığını ilan etmiş olan Kosova ile Kırım arasında bir bağlantı kurulmak isteniyor. Sonuç Uluslararası camia self determinasyon ve ayrılma hakkı bakımından ilk defa Kırım konusunda bölünmedi. Güney Osetya’nın ve Abhazya’nın bağımsızlığı noktasında Batı Tarafı Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü savunmuş, Rusya yönetimi ise self determinasyona sarılarak bu iki ülkeyi tanımıştı. Kosova konusunda ise bu sefer Rusya, Sırbistan’ın toprak bütünlüğünü savunurken, Batı Dünyası self determinasyon savı ile bağımsızlığı desteklemişti. Kırım konusunda roller tekrar değişti. Şimdi Rusya cengâver bir şekilde halkların kendi kaderlerini tayin hakkını savunurken, Batı’nın toprak bütünlüğü ilkesini hatırlayası tuttu. Kısacası bu “al takke ver külah” oyunu son sürat devam ediyor. Tabii ki bu ve benzeri olayların hepsi için ortaya atılmış hukuki dayanaklar mevcut. Ancak uluslararası hukukun kavramlarının sulandırıldığı eleştirisi de dikkate şayan bir husus olarak karşımıza çıkıyor. Hâl böyle olunca da “bütün devletler eşittir, ancak bazı devletler daha eşittir” düsturu popülerliğini kaybetmiyor. Maalesef uzun süre de kaybetmeyeceğe benziyor. Çünkü güçlü devletler uluslararası hukuk kavramları ile oyun hamuru gibi oymaya devam ediyorlar. NİSAN 2014 59 DIŞ POLİTİKA Vügar İMANBEYLİ Akademisyen Ukrayna-Kırım Krizinin YEREL, BÖLGESEL ve KÜRESEL BOYUTLARI U krayna’da Kasım 2013’ten beri cereyan eden ve dünya gündeminin merkezine oturan gelişmeleri yerel, bölgesel ve küresel düzlem olmak üzere üç boyutta ele almak mümkündür. Her ne kadar pek çok analizde gelişmeler daha ziyade küresel düzlemde (Batı-Rusya çekişmesi) incelense de, burada yerel ve bölgesel faktörlerin rolü göz ardı edilemez. Bilindiği üzere, bir süreden beridir Ukrayna’nın AB ile yürüttüğü ortaklık anlaşması müzakereleri, politik baskı ve ekonomik sıkıntı içinde yaşayan halka bir umut kaynağı olmuştu. Çünkü ülkedeki yozlaşmış sistemin AB sayesinde reforme edileceği ve müreffeh bir topluma doğru gelişme kaydedileceği görüşü hakimdi. Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’in Kasım 2013’te müzakerelerden son anda çekilmesi bu umutları söndürmüştü. Akabinde protestoların şiddetle bastırılması ve aralık ayında Rusya ile 15 milyar dolarlık kredi için el sıkışılması muhalif duyguları iyice alevlendirmiştir. Neticede, gerilimli ve kanlı bir mücadele ile geçen sürecin sonunda Yanukoviç ülkede kontrolü ve meşruiyetini kaybederek Rusya’ya kaçmıştır. O andan sonra Ukrayna’daki politik istikrarsızlığı fırsat bilen Rusya liderliğinin neo-emperyal saiklerle hareket ederek Kırım yarımadasına askeri çıkarma yaptığı ve bu bölgeyi bir emrivaki ile kendisine bağladığı görülmektedir. Rusya’nın Kiev’deki iç-siyasal krize verdiği tepki, sorunu bölgesel ve küresel bir krize dönüştürmüştür. Bu yazıda söz konusu gelişmelerin üç boyutuna değinilecek ve bu üç boyutta ortaya çıkacak muhtemel gelişmelere yer verilecektir. 60 NİSAN 2014 Yerel Düzlem: İstikrarsız Siyasal Sistem Kiev’deki krizin, kabaca üç etkenden kaynaklandığı söylenebilir: Ülkedeki siyasal sistemin kırılganlığı, bu kırılganlığı ekonomik açıdan besleyen oligark yapılanması ve ayrıca halkın sosyopolitik talepleri. Bu bağlamda, ülkedeki ayrışmanın kimlik (Rusya yanlısıBatı yanlısı) üzerinden değil, daha ziyade siyasi ve ekonomi-politik bir zeminde meydana geldiğini ileri sürmek mümkündür. Zira genelde post-Sovyet coğrafyadaki, özelde ise Ukrayna’daki politik yelpazeyi ve yönetimleri Batı veya Rusya yanlıları şeklinde kategorik bir ayrıma tabii tutmanın bölgedeki gelişmeleri anlamak için pek yardımcı olmadığı söylenebilir. Bölgedeki yönetimlerin Batı ve Rusya arasında bir denge politikası yürüttüklerini ve genellikle pragmatik davrandıklarını, ayrıca bölgede iç içe geçen aidiyetlerin olduğunu ifade etmek mümkündür. Öncelikle, Sovyetlerin çöküşünden sonra bağımsız bir devlet olarak sahneye çıkan Ukrayna’daki siyasal sistemin temel özelliği, son derece kırılgan bir yapıda olması idi. Bu kırılganlık, siyasetin konsolide olmasını engelleyerek istikrarlı bir iç-düzenin oluşmasına imkan vermemiştir. 1991’den beri sol, liberal merkezci ve milliyetçi-muhafazakâr sağ ce- nahtan oluşan siyasi güçlerin hiçbiri, ülkenin siyasi hayatına tam olarak hâkim olamamıştır. Son 24 senede yapılan 7 genel seçimde parlamentoda hiçbir parti, hükümeti kurmak için yeterli çoğunluğu sağlayamamış ve devamlı koalisyon hükümetleri kurulmuştur. Hele istikrarsızlığa çarpıcı bir örnek, bağımsızlığın ilk 16 yılında işbaşına gelen 15 hükümetin her birinin ortalama ömrünün bir yıl olması idi. Böyle bir ortamda seçim sisteminin birkaç kez değiştirilmesi de siyasi yelpazedeki “dağınıklığı” gidermeye yetmemiş ve parlamentonun sağlıklı çalışması engellenmiştir. Ayrıca, 1994-2010 arasında yapılan 4 cumhurbaşkanlığı seçiminde de hiçbir aday, ilk turda oyların % 50’sini alamamış ve her defasında 2. tur seçimler yapılmıştır. Bunun yanında, cumhurbaşkanı ile parlamento arasında da sürekli bir yetki tartışması yaşanmıştır. Siyasi güç merkezinin göreceli olarak 2004 yılında parlamentoya, 2010’da ise tekrar cumhurbaşkanına doğru evrilmesi, hassas dengelerin kırılganlığını daha da derinleştirmiştir. Siyasal sistemin kırılganlığını, piyasa ekonomisine geçişte yapılan özelleştirmelerle ortaya çıkan zengin iş adamları oligarkların oluşturduğu düzen de beslemiştir. 1990’lı yılların ortalarından itibaren Dnepropetrovsk, Donetsk ve Kiev gibi şehirlerde kümelenen oligarklar, maddi güçleri ile siyasetçileri ve partileri desteklemekte, kendi partilerini kurdurup siyasetin içinde yer almakta ve devletteki en üst düzey görevlerde bulunmaktadırlar. Hatta azledilen cumhurbaşkanı Yanukoviç’in de bir oligark olduğunu belirtmekte fayda vardır. Bu oligark yapılanması, yolsuzluklara kapı açmakta ve siyasetin işleyişini tıkamakta, çünkü onlar kontrol ettikleri siyasi ve maddi güçleri ile siyasi gücün konsolide olmasının önünü kesmektedirler. Görünen o ki, oligarklar, güçlü bir siyasi iktidar merkezinin oluşmasını arzu NİSAN 2014 61 etmemekteler; zira böyle bir iktidar, onların şirketlerini tasfiye edebilir ve servetlerine el koyabilir. Zaten bu tedirginlik onları 2004’te “Turuncu Devrim”i desteklemeye itmiştir. Çünkü o esnada V. Yanukoviç’in diğer oligarkları tasfiye etme ihtimali vardı. O sırada seçimleri kazanan “Turuncu lider” V. Yuşenko’nun, daha yemin etmeden yetkileri parlamento tarafından kısıtlanmıştı. 2010’da bu sefer cumhurbaşkanlığına seçilen Yanukoviç’in tekrar eski yetkilerini geri alması suretiyle siyasi gücü konsolide etmeye çalışması, bu gücünü kullanarak kendi ailesinin iş bağlantılarını genişletmesi ve güçlü bir oligarka dönüşmesi, diğer oligarkları tedirgin etmiş ve onları son iki senede Yanukoviç’e karşı ittifaka zorlanmıştır. Hem Batı, hem de Rusya ile iş bağlantıları olan oligarkların endişesi, Batı ve Rusya yanlılığı değil, daha ziyade kendi siyasi-ekonomik düzenlerinin sürdürülmesidir. Bu siyasi gelgitler içinde halkın sosyo-politik ihtiyaç ve taleplerinin göz ardı edilmesi, işbaşına gelen yönetimler ile halk arasında gerilimi tırmandırmış, onların meşruiyetini aşındırmıştır. Şubat 2010-Şubat 2014 arasında Yanukoviç yönetiminde siyasal ve ekonomik baskıların artması halkın büyük çoğunluğu ile siyasi muhalefetin konsolide olmasına yol açmıştır. AB ile yürütülen ortaklık müzakerelerinin sona erdirilmesi, AB sayesinde yozlaşmış politik ve ekonomik yapıdan daha istikrarlı ve demokratik bir rejime geçilmesi umutlarını da suya düşürmüştür. Zira Putin rejiminin hâkim olduğu Rusya ile anlaşmaya varılması, ülkede yozlaşmış siyasi ve ekonomik düzenin devam etmesi anlamına geliyordu. Çünkü Moskova için söz konusu düzen daha elverişli idi. İşte bu dönüm noktasıyla birlikte gelen protestolar, 62 NİSAN 2014 iktidarın el değiştirmesine yol açmıştır. İktidarın değişmesi akabinde Rusya’nın Kırım’ı işgali, iç siyasi krizi bölgesel ve küresel krize dönüştürmüştür. Bölgesel Düzlem: Rusya ile Gerilimli İlişkiler 1991’den sonra Ukrayna dış politikasında bağımsız bir aktör olmaya meyletmiş ve uzun dönemde Avrupa kurumlarına entegrasyonu, dış politikasının başköşesine oturtmuştur. Hatta Bağımsız Devletler Topluluğu’nun kurucusu olsa da, ana anlaşmayı imzalamamış, bir nevi Rusya’ya mesafeli durmuştur. 1997 yılında GUAM’ın kurucusu olmuştur. Bununla beraber, Kiev, Moskova ile de işbirliğini ihmal etmemiştir. Zira Ukrayna dış ticaretinin yaklaşık % 35’lik kısmı Rusya ve “yakın çevre”deki devletlerle yapıla gelmiştir. Yine de 1990’lı yıllarda Kiev ile Moskova arasındaki ilişkilerin pek çok gerilim alanı içerdiğini de not etmek gerekir. Sovyetlerin çöküşünden sonra Karadeniz donanmasının paylaşılması ve Rusya’ya bırakılan kısmın Sevastopol’de konuşlanması, uzun bir görüşme trafiği sonunda 1997’de çözülebilmiştir. Yine Kırım yarımadasında Rusya’ya birleşmek isteyen ayrılıkçı güçlerin de alttan alta Moskova tarafından desteklenmesi de başka bir sorun kaynağı idi. Ama o yıllarda Moskova bu konuda kendisini ileri hamle yapacak güçte bulamamıştı. İki ülke sınırlarının tam olarak tespit edilememesi, doğal gaz ödemelerinde sorunlar ve gümrüklerin zaman zaman kapanması, yaşanan gerilimlere başka örneklerdir. 2000’li yıllarda Moskova’nın bölgesel entegrasyon projelerinde umduğunu bulamaması, Kremlin’deki yöneticilerin sinirlerini iyice germiştir. Bu noktada “yakın çevre”de en büyük ekonomiye sahip Ukrayna’nın ikna edilememesi, gerilimi artırmıştır. 2005-2009 arasında “Turuncu liderlik” ile yaşanan “gaz savaşları” da ilişkileri epey zora sokmuştur. Rusya yanlısı olarak bilinen Yanukoviç’in (20102013) denge politikası yürütmeye çalışması, Moskova-Kiev ilişkilerinde gerilimi düşürmemiştir. Bu dönemde Rusya gümrük kapılarını pek çok kez Ukrayna’ya kapatmış ve böylece uyarı mesajları göndermiştir. Her ne kadar 1994’te Moskova, elindeki nükleer silahlarını kendisine bırakması şartıyla Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü garanti etse de, öyle anlaşılıyor ki, Rus yöneticilerin zihninde bağımsız bir Ukrayna fikri hiçbir zaman kabul görmemiştir. Putin’in 18 Mart’ta Kırım yarımadasının Rusya’ya ilhakının deklare edildiği törendeki konuşması, neo-emperyal milliyetçi zihniyetin kodlarını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Son yıllarda Putin ve çevresinde kümelenen kişilerce de savunulan bu zihniyet, Rusya’nın özellikle Rus etnik grupların yaşadığı “yakın çevre”sindeki ülkelerde söz hakkına sahip olduğu fikrini telkin etmektedir. Küresel Düzlemde Çatışan Menfaatler 1990’lı ve 2000’li yıllarda AB ile NATO’nun doğuya doğru Rusya sınırlarına genişleyerek yeni üyeler edinmesi, AB’nin Doğu Ortaklığı programı vs. Moskova tarafından endişe ile karşılanmıştır. Rusya, “yakın çevre”sindeki ülkelerde baş gösteren küçük bir değişikliği bile Batı’nın kendisine karşı hamleleri olarak algılamaktadır. Örneğin, Moskova, 2004’teki “Turuncu Devrim”i iç dinamiklerin değil, Batının yürüttüğü bir süreç olarak görmüştür veya görmek istemiştir. Neo-emperyal zihniyete gittikçe sıkı sıkı sarılan Rusya liderliği, bölge ülkelerinin Batı ile işbirliği geliştirilmesini ve kendisini bypass eden projeleri gücü yettikçe engellemektedir. 2000’li yıllarda görünürde Rusya’yı hiç ilgilendirmemesi gereken Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattına veya NABUCCO doğal gaz projesine karşı Moskova’nın her düzlemde karşı çıkması, bu engellemelere sadece birkaç örnektir. Dolayısıyla, bu hususlar Rusya’nın bölgenin değil, sadece kendi menfaatleri açısından hareket ettiğini göstermekte idi. görmüştür. Bu nedenle, önce Kırım yarımadasının askeri kontrolünü sağlamış, ondan sonra yerel parlamentoda istediği yönde kararları aldırmıştır. Diğer bir ifadeyle, iç siyasi krizden faydalanan Rusya, hem ikili, hem de uluslararası anlaşmaları yok sayarak Ukrayna’yı parçalamıştır. Burada Putin’in kişisel rolünün de önemli olduğu söylenebilir. Şöyle ki, 2004 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Yanukoviç’in 2. turda seçildiği ilan edilir edilmez, Putin hemen Kiev’i ziyaret ederek tebriklerini yüz yüze iletmiştir. Fakat akabinde gelen sivil protestoların sonucunda seçimler geçersiz sayılmış ve 3. turda Yanukoviç kaybetmiştir. Yine Şubat 2014’te Yanukoviç’in protestolar sonucunda meşruiyetini kaybederek ülkeden kaçması, Batının oyunları olarak telakki edilmiş ve Putin bunu ikinci kere kişisel bir aşağılanma şeklinde görerek böylesi “irrasyonel” bir tepki vermiştir. Elbette ki, burada Ukrayna’nın geleceğinin hangi yönde olacağı ve hangi bölgeye entegre edileceği sorusu da önemli idi. Ukrayna Krizinin Muhtemel Sonuçları Ukrayna krizinin her alanda Rusya açısından olumsuz sonuçlar doğuracağı söylenebilir. Zira Moskova’nın hamlesi hem yerel, hem bölgesel, hem de küresel siyaseti âdeta altüst etmiştir. Yerel bağlamda Kırım’ın işgali, Ukraynalıların millet olma duygusunu artırmış ve onları daha fazla birleştirmiştir. 2 milyon nüfusa sahip Kırım’daki seçmenlerin oy kullanamaması, Ukrayna siyasetini mutlaka etkileyecek ve bundan sonra Ukrayna kamuoyu Bu minvalde, Rusya, Kiev’de ortaya çıkan siyasi krizi iç dinamiklerin bir sonucu olarak değil, yine Batının bir ileri hamlesi olarak NİSAN 2014 63 DIŞ POLİTİKA Küresel düzlemde Rusya’nın, başta ABD ve AB olmak üzere küresel aktörlerce izole edilme ihtimali bulunmaktadır. Bu, Moskova’nın küresel prestijini aşındıracaktır. Rusya’nın bir emrivaki ile Kırım’ı işgal ederek kurucusu olduğu BM sistemine meydan okuması, uluslararası aktörlere Rusya ve “yakın çevresi”nde şüphesiz yeni manevra alanları açacaktır. Rusya’dan daha fazla uzaklaşacaktır. Ukrayna siyasetindeki kırılganlık bu kriz akabinde AB’nin de desteği ile giderilmeye çalışılacak, yozlaşmış siyasal ve ekonomik sistem daha hızlı dönüştürülmeye başlanacaktır. Kırım’da Rusya işgaline karşı çıkan Ukrainlerin ve Kırım Tatarlarının durumu endişe verici olmaya devam edecektir. Çarlık ve Sovyetler tarafından sürekli göçlere maruz bırakılan Tatarların yaşadığı acıların, şimdi Moskova tarafından teskin edileceği pek inandırıcı gözükmüyor. Daha şimdiden bölgeye Kazaklar (Cossacs) sevk edilmekte ve Tatarların bazı bölgelerden çıkarılacağı konuşulmaktadır. Bölgesel bazda Rusya’nın “yakın çevre”si ile entegrasyon projeleri sekteye uğrayacak veya ötelenecektir. Zira Rusya’nın bu hamlesi, Rus etnik azınlıkları da barındıran “yakın çevre” ülkelerini daha fazla endişelendirecektir. Moskova ile muhtemel bir ihtilaf halinde saldırıya maruz kalmayacaklarının hiçbir garantisi yoktur. Rusya’nın Kırım’ı işgali, bölgesel güvenliği riske atmış ve tehditleri artırmıştır. Bu bağlamda, “yakın çevre” devletlerinin Rusya’yı dengelemek için Batılı ülkelere daha fazla meyledecekleri tahmin edilebilir. Rusya’nın iç politikasında Kırım’ın işgali ile gittikçe yükselen Rus etnik milliyetçiliği söylemi, karar vericileri “rehin alma”sı bir yana, gayri-Rus vatandaşları da tedirgin etmektedir. Aslında Kırım’ın işgali, Rusya’daki sistemik yolsuzlukların bir nevi üstünü örtmüş ve bozulan ekonomik durumun tartışılmasını da ötelemiştir. Rus ekonomisinin Kırım’ı “hazmetmesi”nin getireceği maliyetlerin ne kadar sürdürebileceği de tartışmalıdır. 2008’den beri petrol fiyatlarının 100 doların üstünde seyret- 64 NİSAN 2014 mesine karşın Rus ekonomisinin büyüme oranı % 5.6’dan %1.2’ye düşmüştür. Bu düşüşün devam edeceği tahmin edilmekte; zira sistemik yozlaşma, verimsizliğe, güvenilmez yatırım ortamına ve sermaye kaçışına yol açmaktadır. 732 milyar dolar dış borcu olan Rusya’nın, sübvansiyonlarla ayakta duran (% 30 kendine yeten) Kırım’ın yerel ekonomisine sürekli finansal destek aktarması gerekecektir. Rusya ile kara bağlantısı olmayan yarımadanın su, elektrik ve doğalgazının Ukrayna’dan sağlanması da ayrı bir maliyet demektir. Başta AB ve ABD olmak üzere uluslararası camia tarafından Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımların uygulanması, hammadde ihracatına bağımlı Rusya’nın durumunu zorlaştıracaktır. Küresel düzlemde Rusya’nın, başta ABD ve AB olmak üzere küresel aktörlerce izole edilme ihtimali bulunmaktadır. Bu, Moskova’nın küresel prestijini aşındıracaktır. Rusya’nın bir emrivaki ile Kırım’ı işgal ederek kurucusu olduğu BM sistemine meydan okuması, uluslararası aktörlere Rusya ve “yakın çevresi”nde şüphesiz yeni manevra alanları açacaktır. Dahası, “Kırım cephesi”ni açan Rusya’nın Suriye iç savaşındaki pozisyonu artık kabul görmeyecektir. AB ve ABD başta olmak üzere uluslararası sistemin hakim güçlerinin yaptırımları ciddi bir boyuta ulaşır ise, Rusya’nın iç siyasetinde muhalefet konsolide olabilir ve orta vadede muhtemelen yönetici elit içinde de Putin’e karşı örgütlenmeler ortaya çıkabilir. Asıl kritik soru da, bu güçlerin Putin’in gitmesini isteyip istememeleri ve yükselen Çin karşısında Rusya’nın zayıflatılıp zayıflatılmaması konusunda nasıl bir karar verecekleridir. AVRASYA’NIN YENİ KRİZ ALANI KIRIM MESELESİ ve TÜRKİYE Sevinç ALKAN ÖZCAN Dışişleri Bakanı TBMM Danışmanı 16 Mart günü Kırım’da yapılan referandumun ardından 18 Mart günü Rusya Devlet Başkanı Putin’in, Kırım’ın geleceği ile ilgili beklenen konuşması geldi ve hemen akabinde de Kırım’ın Rusya’ya bağlandığını kabul eden anlaşma imzalandı. Putin’in, Kırım’ı Rusya Federasyonu’na ilhakının Rusya açısından “meşru” gerekçelerini içeren tarihi konuşması, Rusya vatandaşı Ruslar ve yakın çevredeki Rus azınlıklar tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanmış ve onları gururlandırmış olmalı… Ancak ne Kırım’da yapılan hukuksuz referandum ne Putin’in yaptığı uluslararası hukuka vurgu yapan konuşması ne de ilhak kararı Rusya dışındaki hiçbir devlet tarafından desteklenmedi ve şu ana kadar da bu kararı tanıdığını deklare eden hiçbir devlet de olmadı. Rusya’nın yaklaşımına göre “Kırım’daki referandum ile Kosova’nın bağımsızlık kararı arasında ya da Ukrayna’nın Sovyetler Birliği’nden ayrılması ile Kırım’ın Ukrayna’dan ayrılması arasında uluslararası hukuka uygunluk açısından herhangi bir fark yoktur. Kırım halkı kendi kaderini tayin için referandum yolunu seçmiştir. Rusya kriz sırasında milliyetçi Ukraynalıların tehdidi altında bulunan Rus soydaşlarını korumak ve Kırım’da istikrarın sağlanması için zaten ora- NİSAN 2014 65 olduğu sıklıkla söyleniyorsa da aslında ülke, tarihi tecrübe, ekonomik yapı, etnik kompozisyon ve çevre ülkelerle ilişkiler açısından dört bölgeye ayrılabilir: Uzak Doğu bölgesi ve Güney, Batı bölgesi, büyük merkezi bölge ve Kırım. da konuşlu bulunan Rus askerilerini harekete geçirmiştir.” Putin’in yalnızca yaptırım kararı alan AB ülkeleri ve ABD’ye değil aynı zamanda tüm dünyaya meydan okuyan konuşması, Avrasya coğrafyasında 2000’li yıllardan itibaren kurmaya çalıştığı Rusya merkezli yeni düzen anlayışının tüm dünyaya deklare edilmesinden başka bir şey değildir. Rusya’nın uluslararası hukukun temel meselelerinden biri olan azınlık hakları konusunu kendi siyasi ve askeri müdahaleleri için bahane haline getirdiğinin ilk örneği Kırım değildir ve son da olmayacaktır. Gerek 1990’lı yılların başlarında Baltık ülkeleri üzerinde uyguladığı baskılar, gerekse daha somut bir biçimde Transdinyester ve Güney Osetya ve Abhazya sorunlarında takındığı tutum Kırım’ın ne ilk ne de son olacağının açık göstergeleridir. Rusya için azınlık hakları yakın çevresinde yaşayan soydaşlarının (25 milyon) haklarının korunması anlamına gelmektedir, bunun dışında da kendi içinde çözmesi gereken başka bir azınlık sorunu da bulunmamaktadır. Hâlbuki Putin konuşmasında Kırım’ı etnik çeşitlilik açısından Rusya’ya benzetmiş, Kırım içinde yaşayan tüm Rus, Ukraynalı ve Tatar unsurların haklarının korunacağı garantisini vermiştir. 18. yüzyıldan itibaren pek çok sürgün ve sistematik katliama imza atmış iki imparatorluğun mirasını büyük bir gururla taşıdığını her fırsatta söyleyen ve Çarlık Rusya’sını diriltme hayalleri kuran bir liderin bu konuda samimi olmadığını başta Kırım’ın asli unsuru Kırım Tatarları olmak üzere tüm Avrasya halkları bilmektedir. Ayrıca Rusya’nın insan hakları karnesini ortaya çıkarmak için çok fazla gerilere gitmeye de gerek yoktur, Çeçenistan’da yürüttüğü savaş ve savaş sırasında uyguladığı insan hakları ihlalleri hâlâ hafızalardadır. Aslında Kırım Ukrayna’da 1990 ve 2000’li yıllar boyunca derinleşen etnik temelli bölgesel kutuplaşma ve ayrışmanın bir parçasını oluşturmaktadır. Dinyeper nehrinin ikiye ayırdığı Doğu ve Batı bölgeleri arasında bölgesel, etnik, dini ve siyasi bir bölünmenin 66 NİSAN 2014 Donetsk ve Luhansk şehirlerinin bulunduğu uzak doğu bölgesinde etnik Rusların oranı bir hayli fazladır, dolayısıyla Rusça yaygın bir biçimde konuşulmaktadır. Bu bölge ülkenin en fazla sanayileşmiş ve şehirleşmiş kısmıdır. Rusya Federasyonu ile uzun bir sınırı ve geçiş bağlantısı bulunmakta, Rusya ile bağlarını korumakta ve etnik Ruslar ve diğer Russophone’ların haklarının korunması konusunda oldukça hassas davranmaktadırlar. Yine önemli oranda Rus azınlığın yaşadığı Güney bölgesi de uzak Doğu bölgesinde olduğu gibi oldukça sanayileşmiş ve Ukrayna ulusal bilincinin zayıf, Rus kimliğinin ise güçlü olduğu bir bölgedir. Uzak Doğu ve Güney bölgelerinin aksine ülkenin Batısının nüfusu ağırlıklı olarak etnik Ukraynalılardan ve Ukraynaca konuşanlardan oluşmaktadır. Bu bölge ülkenin doğusundan tamamen farklı bir tarihi tecrübeye, etnik kompozisyona ve ekonomik yapıya sahiptir, dolayısıyla Rus karşıtlığı üzerine kurulu Ukraynalı milli kimlik bilinci yüksektir. Galiçya, L’viv ve Ternopil bu bölgede Ukrayna milliyetçiliğinin en güçlü olduğu şehirlerdir. Ekonomisi büyük ölçüde tarım ve hafif endüstriye dayanan bu bölge insanı için Avrupa her açıdan önemli bir partner olarak görülmektedir. Başkent Kiev’in yer aldığı büyük merkezi bölgede ağırlıklı olarak Ukraynalılar yaşamaktadırlar ancak şehirde Rusça yaygın bir biçimde kullanılmaktadır. 2004’tek Turuncu devrm sonrası varılan uzlaşmayla Ukrayna’nın bölünmesnn önüne geçlmşt. Ancak Ukrayna bu kez en krtk bölges Kırım üzernden yenden bölünme tehdd le karşı karşıya. Batı, Rusya’ya karşı gerekl olan caydırıcı gücünü maalesef ortaya koyamadı bu kez mesele Ukrayna meseles olmaktan da çıkıp, Türkye’nn de uyardığı gb bölgesel br mesele olma yolunda hızla lerlyor. Bağımsızlığın kazanılmasından beri bu bölge daha ılımlı bir siyasi çizgi takip etmiş, Batıcıların ulusal uyanış çağrılarına da Doğudan gelen tepkilere de temkinli yaklaşmıştır. Kırım Özerk Cumhuriyeti her ne kadar uzak doğu bölgesine benzer özellikler taşısa da ayrı bir bölge olarak ele alınmayı hak etmektedir. Zira Kırım, Ukrayna’da Rusların çoğunlukta olduğu tek bölgedir. Kırım’da % 54-60 oranında Rus, % 25-27 oranında Ukraynalı ve %12-15 oranında da Tatar yaşamaktadır. 1991 yılında yapılan bağımsızlık referandumunda Kırım halkı büyük oranda her ne kadar Ukrayna içinde özerk bir cumhuriyet olarak bulunmayı tercih etse de, bağımsızlıktan bu yana hep Ukrayna’daki etnik ilişkilerin geleceği açısından önemli olmuştur. O nedenle son krizde Viktor Yanukoviç’in ülkeyi terk etmesinin ardından muhaliflerin kurduğu yönetimi meşru bulmayan Kırım’daki Ruslar arasında başlayan hareketlenmeye ve referandum isteklerine şaşırmamak gerekir. Hatta tüm bu yaşananların Rusya tarafından önceden senaryosunun yazılmış olduğu da söylenebilir. 1990’lı yıllarda etnik ve bölgesel temelde yaşanan siyasi kutuplaşma 2004 yılındaki Turuncu devrim sırasında da kendini hissettirdi. Bu seçimlerde bölgesel kutuplaşmanın bir tarafını Moskova yanlısı Viktor Yanukoviç temsil ederken, diğer tarafından Batı yanlısı muhalif lider Viktor Yuşçenko yer alıyordu. Yanukoviç’in şaibeli zaferini vakit geçirmeden tanıyan Rusya, Belarus ve Orta Asya ülkelerinin karşısında seçimlerin tekrarlanmasını isteyen Amerika ve AB liderliğindeki Batı bloğu ülke içindeki bölünmüşlüğün uluslararası alandaki yansıması olarak ortaya çıktı. Kriz sırasında Donetsk’in özerklik için referandum isteği krizin siyasi boyutlarını ortaya koyarken, Ukrayna’daki kiliseler arasındaki tarihi ayrışmanın gün yüzüne çıkması, krizin sadece etnik değil dini çizgilerde de ilerlediğini gösterdi. Özelde Kırım genelde Ukrayna konusunda nasıl bir politika takip edeceği en çok merak edilen ülkelerden biri de Türkiye oldu. Krizin başından bu yana Türkiye meseleyi sadece Kırım meselesi değil bir Ukrayna meselesi, daha geniş ölçekte de Avrasya’nın güvenliği meselesi olarak gördü. Türkiye’ye göre sorun, Ukrayna’nın bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünü garanti altına alan uluslararası hukuk ve aynı zamanda bölgesel güvenlik parametreleri etrafında sadece bir etnik kutuplaşma sorununa indirgenmeden ele alınmak durumundadır. 1990 ve 2000’li yıllar boyunca Kırım’da yaşayan Tatarlar, Ukraynalılar ve Rusların aksine söz konusu kutuplaşmanın tarafı olmamışlar, her fırsatta Ukrayna’nın bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünü savunmuşlardır. Bu nedenle de Türkiye’nin krizin başından bu yana önceliği Kırım Tatarlarının güvenliği olmuştur. Türkiye krizin başından bu yana gelişmeleri yakından takip etmiş ulusal ve uluslararası tüm taraflarla temas halinde olmuştur. Meselenin tarafı olan tüm uluslararası ve bölgesel aktörlerle temas halinde olan Türkiye sadece Batılı aktörlerle değil, aynı zamanda özellikle Rusya, Ukrayna ve Kırım liderleriyle de temaslarını sürdürmüş, Kırım Tatarları ve Türkiye’nin kaygılarını paylaşmıştır. Türkiye’nin Kırım konusunda gösterdiği hassasiyet ve duruş Kırım Tatar toplumu ve Tatar diasporasının duruşuyla paraleldir. Nitekim referandumun ardından Tatar Milli Meclisi eski Başkanı Mustafa Cemil Kırımoğlu ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı ortak basın açıklamasında Kırımoğlu, Kırım Tatarlarının % 99’unun referandumu boykot ettiklerini açıklamış, referandum sonucunu tanımadıklarını deklare etmiştir. Türkiye de Kırım Tatarlarının bu tavrını büyük bir samimiyetle desteklemektedir. Türkiye bir milletin yaşayabileceği en acı sürgün tecrübelerinden birini yaşamış olan Kırım Tatarlarının yarımadanın yerli halkı olmaları dolayısıyla Kırım’ın geleceği konusunda Ukraynalılar ve Ruslar kadar söz sahibi olduğuna inanmaktadır. 2004’teki Turuncu devrim sonrası varılan uzlaşmayla Ukrayna’nın bölünmesinin önüne geçilmişti. Ancak Ukrayna bu kez en kritik bölgesi Kırım üzerinden yeniden bölünme tehdidi ile karşı karşıya. Batı, Rusya’ya karşı gerekli olan caydırıcı gücünü maalesef ortaya koyamadı bu kez mesele Ukrayna meselesi olmaktan da çıkıp, Türkiye’nin de uyardığı gibi bölgesel bir mesele olma yolunda hızla ilerliyor. NİSAN 2014 67 DIŞ POLİTİKA Sıra Kime Geliyor? “TRANSDİNYESTER” Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı K ırım’ın, Rusya tarafından işgal edilmesinin ardından gerçekleştirilen referandumda, Kırım halkı Rusya’ya bağlanma yönünde oy kullandı. Rusya keyifle bu talebe cevap verdi ve Kırım, Rusya topraklarına katıldı. Rusya, bir taraftan son derece planlı olarak yürüttüğü çalışmaların meyvesini topladığından, diğer taraftan da emperyal geleneklerini devam ettirme fırsatı yakaladığı için memnun. Soğuk Savaş’ın ardından Rusya’nın uluslararası sistemdeki yerine ilişkin algısı; yenilmiş, yalnız ve kuşatılmış olma haline karşılık geliyordu. 1990’lı yılların başlarında bağımsızlıklarına kavuşan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin, NATO ve AB üyelikleri üzerinden kurulan ağlarla batı sistemine eklemlenmeleri, Rusya’nın Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle yaşadığı hayal kırıklığını artırdı. 1999 yılındaki Kosova müdahalesiyle başlayan ve 2000’li yıllarda Putin yönetimiyle devam eden süreçte Rusya kendisine dair bu algıdan kurtuldu. Zira 2000’li yıllar, Rusya’nın dünya politikasında yeniden söz sahibi olmak için hayata geçirdiği agresif politikalara sahne oldu. 2008 yılındaki Gürcistan savaşıyla Rusya, yeniden yayılmacı politikalar izleyeceğini ve nüfuz alanını geniş anlamda tanımlayacağını başta batılı devletlere olmak üzere dünyaya duyurdu. Rusya uluslararası sistemde her ne kadar oyun kurucu bir ülke olmasa da oyun bozucu olarak etkili oluyor. Bu çerçevede Rusya’nın öncelik alanı olarak belirlediği Karadeniz bölgesinin istikrarı tehdit altında görünüyor. Rusya, geniş Karadeniz bölgesinde yeniden belirleyici aktör olmak istiyor. Bu stratejisini ise planlı ve tutarlı politikalar üzerinden hayata geçiriyor. Kırım ile ilgili olarak yaşananlar, Rusya’nın tesadüflere 68 NİSAN 2014 yer bırakmayacak şekilde hırslı ve pragmatik bir yol izlediğini gösteriyor. Rusya, Karadeniz bölgesindeki güç mücadelesini devam ettireceğe benziyor. Bu çerçevede, Rusya’nın tüm küresel sistemi etkileyen politikalarını izlerken, geleceği düşünmemek elde değil. Abhazya ve Güney Osetya deneyimlerine ek olarak Kırım olaylarına bakıldığında, eski Sovyet coğrafyasında sıranın nereye geleceği tartışılıyordu. Transdinyester, Rusya’ya ilhak talep ederek bu tartışmaların yönünün belirlenmesini sağladı. Dolayısıyla kısa veya orta vadede gündemi Transdinyester bölgesinin işgal edeceğini tahmin etmek pek zor değil. Başkenti Tiraspol olan Transdinyester bölgesi Moldova ile Ukrayna sınırı boyunca uzanan toprakları ifade eder. Dinyester Nehri’nin doğu sahili boyunca uzanan 4.200 kilometrekarelik bir alanı kapsar ve 600.000 civarında nüfus barındırır. Kendi siyasi yapısı, anayasası, bayrağı, meclisi, ordusu, polisi ve posta sistemi olan bölgeyi Güney Osetya, Dağlık Karabağ Cumhuriyeti ve Abhazya dışında herhangi bir BM üyesi devlet veya uluslararası örgüt tanımıyor. 1793 yılından beri bölge Rusya’nın hâkimiyeti altında. Halen bölgede 1.500 civarında Rus askeri bulunuyor. Rusya bu güçlü elini elbette kaybetmek istemiyor. Bölgeyi şekillendirirken, Transdinyester üzerinden gerginliği tırmandırmak veya müzakere koşulları oluşturmak gibi siyasi araçları harekete geçiriyor. Moldova’da, Sovyet döneminin sonlarında Moldovacanın resmi dil ilan edilmesini ve Kiril alfabesin- den Latin alfabesine geçilmesini öngören kararın kabul edilmesiyle, bölgede karmaşa ve çatışmalar başladı. 1990 yılının Aralık ayında gerçekleştirilen referandum sonucunda Transdinyester halkının % 97,7 oranında bağımsızlık lehine oy kullanmasıyla tek taraflı biçimde de facto olarak bölge bağımsızlığını ilan etti. Moldova’nın, bağımsızlığını ilan etmesini takiben, 1992 yılında BM’ye üye olması üzerine bölgede çatışmalar arttı. Rus silahlı kuvvetlerinin Transdinyester ile Moldova arasındaki çatışmaya doğrudan müdahil olmasıyla Moldova ateşkes ilan etmek zorunda kaldı. 22 Temmuz 1992 yılında ilan edilen ateşkes günümüzde halen geçerliliğini koruyor. Bu tarihten itibaren Transdinyester sorununun diplomatik yollardan çözümü için çaba sarf ediliyor. Bu uzun çabaların sonuç verdiğini söylemek pek mümkün değil. Zira bölgedeki sorun, Karadeniz coğrafyasındaki donmuş çatışmalardan biri olarak nitelendiriliyor. 1993-1997 yılları arasında gerçekleştirilen Dnestr görüşmeleri, Moldova ile Transdinyester arasında başlamışsa da ardından sürece arabulucu olarak AGİT dâhil oldu. 1994 yılında Moldova’da kabul edilen yeni Moldova anayasasında Transdinyester’e özerklik tanındı. Ancak bölge bağımsızlıktan vazgeçmedi. 19971998 yılları arasındaki Odessa görüşmelerinde Rusya ile birlikte Ukrayna garantör olarak yer aldı. 1998 yılında ilişkilerin normalleştirilmesine ve karşılıklı güvenin oluşturulmasına dair bir belge imzalandı. 2002-2003 yılları arasındaki Kozan ve Bratislava görüşmeleri sonucunda sorunun federatif yollarla çözülmesine yönelik bir belge kabul edildi ve “Kozak Memorandumu” hazırlandı. Ancak belgelerin imzalanmasına bir gün kala Moldova çekildi. 20052006 Kişinev görüşmelerine AGİT, Rusya, Ukrayna, Moldova ve Transdinyester’in yanı sıra ABD ve AB de katıldı. Ancak bu görüşmelerden de herhangi bir sonuç alınamadı. Benzer görüşmeler günümüzde halen devam ediyor. 2006 yılında bölgede gerçekleştirilen referandumda nüfusun yaklaşık % 97’sinin Rusya ile birleşme yönünde oy kullanmasıyla sorunun boyutları değişti. Moldova, Transdinyester’i toprak bütünlüğü çerçevesinde değerlendirirken, Transdinyester ayrı bir devlet olarak tanınmayı talep ediyor. Bu ikilem sürerken Avrupa ve ABD tarafı Transdinyester sorununun Moldova’nın toprak bütünlüğü kapsamında müzakereler yoluyla çözülmesini destekliyor. Ayrıca bölgedeki Rus askeri varlığının sona erdirilmesini bekliyor. Rusya ise Transdinyester yönetimi talep edene ve uygun siyasi koşullar oluşana kadar askeri varlığını devam ettireceğini ifade ediyor. Bu doğrultuda dünya siyasetine ilişkin Avrupa ve ABD ile Rusya arasındaki uzlaşmaz fikir ayrılıkları etkisini hissettiriyor. 2009 yılında Moldova’da, Rusya yanlısı komünist yöneticiler yerine Avrupa yanlısı bir hükümetin iş başına gelmesi Rusya’yı rahatsız etti. Rusya, Moldova’dan gelen göçmenleri durdurma ve Moldova’dan yapılan şarap ithalatını yasaklama yoluna gitti. Eylül 2013’te Moldova yönetimi ile Transdinyester yönetimi arasında ilk kez müzakereler gerçekleştirildi. Ekonomi ve ulaştırma konula- NİSAN 2014 69 DIŞ POLİTİKA benimseniyor ve halkın büyük kısmı Rusça konuşuyor. Moldova ise Avrupa’yla bütünleşme yönündeki politikasına son hızla devam ediyor ve Moldova’ya, AB üyelik perspektifinin zaman kaybedilmeden verilmesini talep ediyor. Bu süreçte öncelikle Moldova’nın eylül ayına kadar ortaklık antlaşmasını imzalaması bekleniyor. 2014 Kasım ayındaysa Moldova parlamento seçimleri yapılacak. Dolayısıyla Moldova için hareketli, istikrarsızlığa ve siyasi baskılara açık bir süreç söz konusu. Rusya’nın bu fırsatı değerlendirmemesini beklemek ise saflık olur. rının öncelikli olduğu görüşmelerin en önemli yanını Moldova’nın AB ile imzalanması söz konusu olan ortaklık antlaşması oluşturdu. Ortak dış politika ve güvenlik politikası, adalet ve içişleri, derin ve kapsamlı serbest ticaret bölgesi kurulması ve dört fasıl altında (çevre, bilim, ulaşım ve eğitim) hazırlanan ortaklık antlaşmasının imzalanmasını Rusya desteklemedi. Desteklememenin ötesinde Rusya, henüz bir antlaşma imzalanmamasına rağmen Moldova’ya karşı ticari yaptırımları ağırlaştırdı. 2013 yılının Kasım ayında Vilnius’ta gerçekleştirilen AB Doğu Ortaklığı Zirvesi’nde Moldova, Gürcistan ile birlikte ortaklık antlaşmasını parafe etti. 2014 yılı içerisinde antlaşmaların imzalanması ve ulusal parlamentoların onayına sunulması bekleniyor. Moldova, sınır sorunlarına ve Rusya’nın baskısına rağmen Doğu Ortaklığı’na taraf altı ülke arasında (Azerbaycan, Ermenistan, Belarus, Ukrayna, Gürcistan, Moldova) AB ile ilişkilerde önemli mesafe kat etmiş bir ülke. Moldova’nın, Avrupalı kimliğinin vurgulanması amacıyla Moldova yönetimi Avrupa yolunda kararlı biçimde ilerliyor. Moldova’nın ve Transdinyester’in siyasi tercihlerine ve geleneklerine bakıldığında uzlaşması güç iki ayrı perspektif ortaya çıkıyor. Transdinyester’in Rusya ile yakınlığı askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda derin şekilde devam ediyor. Rus askerleri Transdinyester’de bulunuyor, Rusya bölgenin gazını bedava veriyor, Rusya odaklı politikalar 70 NİSAN 2014 Rusya’nın kurmaya çalıştığı gümrük birliğinden uzaklaşması Ukrayna için sonu toprak kaybına (Kırım) kadar giden hızlı bir süreci başlattı. Moldova açısından, Transdinyester, Gagavuzya ve Tarakli bölgeleri için bu tehlike geçerli görünüyor. Rusya son derece soğukkanlı biçimde askeri araçlara dayalı oldubitti politikasını hayata geçirirken, Soğuk Savaş’ın hemen ardından Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin sıklıkla dile getirdikleri bir görüşü paylaşmamak elde değil. Rusya, belirli bir hatta (NATO ve AB sınırının genişlemesi) durdurulmazsa bir daha asla durdurulamaz. ABD’nin ve Avrupa’nın buna ne ölçüde kulak verdikleri ise tartışmalı. 2008 yılındak Gürcstan savaşıyla Rusya, yenden yayılmacı poltkalar zleyeceğn ve nüfuz alanını genş anlamda tanımlayacağını başta batılı devletlere olmak üzere dünyaya duyurdu. Rusya uluslararası sstemde her ne kadar oyun kurucu br ülke olmasa da oyun bozucu olarak etkl oluyor. Bu çerçevede Rusya’nın öncelk alanı olarak belrledğ Karadenz bölgesnn stkrarı tehdt altında görünüyor. KÖRFEZ’DE ÜÇ BEŞ GÜZEL! Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü dinatörü 1979 yılında İran’da gerçekleşen İslam Devrimi’nden sonra, 1981 yılında Basra Körfezi’ndeki Arap ülkelerinin dönemin İran İslam Cumhuriyeti’nin bölgesel politikasına karşı kurduğu Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) son aylarda sıkıntılı günler yaşamaktadır. Birkaç yıl öncesine kadar üye ülkeler arasındaki işbirliğini derinleştirmek için çalışan, hatta Avrupa Birliği gibi bir kuruluşa dönüşmeye gayret eden KİK, şimdilerde dağılma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş durumda. 5 Mart 2014 tarihinde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn yaptıkları ortak açıklamayla Katar’dan büyükelçilerini çektiklerini duyurdular. Büyükelçilerini çekme gerekçesi olarak da, Katar’ın KİK’in ilkelerine aykırı davranışlar içerisinde olduğunu belirttiler. Yapılan açıklamada; 23 Kasım 2013’te Riyad’da yapılan toplantıda alınan kararların, Katar tarafından önemsenmediği ve üye ülkelerin içişlerine karışmama ilkesine aykırı davranıldığı ileri sürüldü. Ayrıca, KİK’in kararlarına imza koymasına rağmen, Katar’ın, fiili olarak taahhüdün gereklerini yerine getirmeyerek Körfez’in güvenliğini tehlikeye attığı açıklandı. Körfez monarşileri, içişlerine karışılmasını kırmızı çizgileri olarak görmekte ve bu konuda çok hassas davranmaktadırlar. Katar ise Bakanlar Kurulu kanalıyla bir açıklama yaparak S. Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emir- liklerinin açıklamasından üzüntü ve şaşkınlık duyduğunu belirtti. belirtti Ayrıca, Ayrıca Üç ülkenin ortak tutumumun Körfez İşbirliği dışındaki sorunlar konusunda yaşanan anlaşmazlıkla ilgili olduğu dile getirildi. Ayrıca, Katar yaptığı açıklamada KİK ilkelerine ve anlaşmalara bağlı kalacağını ve söz konusu üç ülkedeki büyükelçilerini çekmeyeceğini de açıkladı. Gerilimin Temel Nedenleri Her ne kadar KİK’in üç üyesi, S. Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri, aldıkları ortak tutumla Katar’ı içişlerine karışmakla suçlasalar da, gerginliğin esas nedenlerini Arap Baharının bölgeye getirmiş olduğu siyasi ortamda aramak daha doğru olacaktır. Tabii daha da gerilere taşınabilir ama gerginliğin patlama noktasına gelmesi Arap Baharı sürecinde oluşmuştur. Katar’a karşı oluşan tepkinin arkasında yatan ana sebepleri; Katar’ın iddialı dış politikası, İhvan’a verdiği destek ve Arap dünyasının CNN’i olarak görülen el Cezire olarak sayabiliriz. Katar’a karşı oluşan tepknn arkasında yatan ana sebepler; Katar’ın ddalı dış poltkası, İhvan’a verdğ destek ve Arap dünyasının CNN’ olarak görülen el Cezre olarak sayablrz. NİSAN 2014 71 ağırlığını seçim sonuçlarından da görüldüğü üzere ortaya koydu. Katar neredeyse İhvan’ın en önemli destekçisi olarak gözüktü. İhvan’a konuşma ve açıklamalarıyla destek veren Dünya İslam Âlimleri Birliği Başkanı Yusuf el Karadavi Katar’da ikamet etmektedir ve destek görmektedir. Katar’ın İddialı Dış Politikası Babası Halife bin Hamad’ı 1995 yılında kansız bir darbe ile deviren, o dönemde hem Genel Kurmay Başkanı hem de Savunma Bakanı olarak görev yapan Hamad bin Halife, küçük bir ülkeden beklenmeyecek derecede aktif bir dış politika izlemeye başladı. Katar izlediği dış politikayla “küçük” ama “önemli” olunabileceğini gösterdi. Katar Emirine sahip olduğu enerji kaynakları ve 1996 yılında kurduğu el Cezire Kanalı büyük imkân sağladı. Hatta şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; Katar Arap Baharı’nın başlamasıyla birlikte ardı ardına cesur adımlar atmaya başladı ve Arap Baharı diye adlandırılan Arap Halk Hareketlerinin yanında durdu. Katar’ın iddialı ve sonuç alabilen aktif dış politikasının S. Arabistan’da rahatsızlık yarattığı rahatlıkla görülmektedir. Zaman zaman S. Arabistan yetkilile- rinin yapmış olduğu açılamalardan anlaşılacağı üzere, devlet olarak bile görmek istemedikleri Katar’ın bölgesel güç gibi davranması S. Arabistan’a çok rahatsız etmektedir. Çünkü S. Arabistan, Katar’ın dış politikadaki umulmadık aktivizmini bölgesel gücüne ciddi bir tehdit olarak görmektedir. Uzun süredir KİK’in ağır abisi gibi davranmaya alışmış olan S. Arabistan’ın, Katar’ın takip etmekte olduğu dış politikadan rahatsızlık duymasına şaşmamak gerekir. Katar’ın hem S. Arabistan kadar İran karşıtlığı yapmaması, hatta zaman zaman işbirliği içinde davranması, hem de Arap Baharı sürecinde devrimci güçleri haklı bulması ve desteklemesi S. Arabistan’ı tedirgin etmektedir. Başta Körfez olmak üzere Ortadoğu’da statükonun korunmasından yana olan S. Arabistan’ın, Katar’ın takip ettiği değişim yanlısı dış politikadan rahatsızlık duymaması beklenmemelidir. Gerilimde İhvan Faktörü Bölgede yaşanan değşmden ve değşm taraftarı güçlerden rahatsızlık duyan ve bunları tehlke olarak görenler elbette değşme aracılık yapan el Cezre’y de hedefe koyacaklardır. Ntekm Katar’a tepk koyan üç KİK üyes ülke el Cezre’nn de kapatılması yönünde beyanlarda bulunmuşlardır. 72 NİSAN 2014 Katar’ın aksine başta S. Arabistan olmak üzere KİK’in diğer üyeleri Arap Baharının getirmiş olduğu devrimci dalgadan korktular. Devrimci dalganın ana gücü olan Müslüman Kardeşleri (İhvan) bir tehdit olarak gördüler. Arap Baharının başından beri Katar açıktan halk hareketlerinin yanında olduğunu takındığı tavırla göstermekten çekinmedi. Başta Mısır olmak üzere değişim yaşanan ülkelerde İhvan, Başta S. Arabsitan olmak üzere KİK’in Katar dışındaki üyeleri İhvan’dan ve onun devrimci ideolojisinden rahatsızlık duymaktadırlar. Arap Baharıyla birlikte neredeyse bölgenin en belirleyici unsuru olma imkânına kavuşan İhvan, statükonun devamını isteyenlerin ana hedefi haline geldi. Nitekim 3 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’da şeffaf ve adil seçimle gelmiş İhvan’a karşı gerçekleştirilen darbe S. Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından açıktan destek görmüştür. Söz konusu iki Körfez ülkesi İhvan karşıtı darbeyi gerçekleştirenlerin elini güçlendirmek için kesenin ağzını açarak milyarlarca dolar akıttılar. S. Arabistan ve BAE İhvan karşıtı bir tutum takınırken, Katar İhvan’a destek vermeyi sürdürdü. Aynı tavır Suriye’de de devam ediyor. Söz konusu her iki ülke rejim karşıtı muhalif güçleri desteklese de farklı gruplara destek vermektedirler. Katar İhvan yanlısı gruplara destek verirken, S. Arabistan diğer muhalif gruplara destek vermektedir. Kısaca, Katar’ın ve S. Arabistan’ın bölgede yaşanan temel sorunlarda farklı tavırlar takındığına şahit olmaktayız. El Cezire 1996 yılında Katar’ın kurduğu televizyon kanalı el Cezire baştan beri bölgedeki eski düzenin devamından yana olan devletleri rahatsız etmektedir. El cezire Arap Baharı’nın başından beri rejim karşıtı ve halk hareketleri taraftarı bir yayın çizgisi takip etti. Son aylarda KİK üyeler arasında yaşananlara bakıldığına KİK’n geleceğnn parlak olmadığı görülmektedr. Tüm KİK üyelernn ortak tehdt olarak gördüğü yen br durum ortaya çıkmadığı sürece brlktelğn sağlanması zor olacaktır. Bu durumda, KİK üyeler arasında brlkten çok şu anda Katar ve S. Arabstan arasında olduğu gb rekabetten söz edlmes daha doğru gözükmektedr. Adeta el Cezire Katar’ın dış politikadaki aktivizminin en önemli aracı haline geldi. Bölgede değişimi destekleyen yayınlar yaparak süreci hızlandırıcı bir rol aldı. Bu durum bölgedeki statükonun devamını isteyen ülkelerin rahatsızlık duymasına neden oldu. S. Arabistan rahatsızlık duyan ülkelerin başında gelmektedir. Bölgede yaşanan değişimden ve değişim taraftarı güçlerden rahatsızlık duyan ve bunları tehlike olarak görenler elbette değişime aracılık yapan el Cezire’yi de hedefe koyacaklardır. Nitekim Katar’a tepki koyan üç KİK üyesi ülke el Cezire’nin de kapatılması yönünde beyanlarda bulunmuşlardır. KİK’in Geleceği Son aylarda KİK üyeleri arasında yaşananlara bakıldığına KİK’in geleceğinin parlak olmadığı görülmektedir. KİK, karşıtlık üzerinden kurulan bölgesel bir örgüttür. İran İslam Devrimi’nin bölgesel bir sonucu olarak kurulmuştur. İran karşıtlığı/tehlikesi örgütün kurulmasında ve sürdürülmesinde ana sebeptir. İran’ın yeni seçilen cumhurbaşkanı Ruhani ile dış politikada yeni bir üslupla ortaya çıkması, bu bağlamda İran-ABD yakınlaşması ve İran-P5+1 arasında nükleer müzakerelerin ilerlemesi ister istemez KİK’i de etkileyecektir. Hatta İran’ın Batı’yla yakınlaşma sürecinin olumlu sonuçlanması Körfez/ Ortadoğu’da siyasi bir depremin yaşanmasına bile neden olabilir. KİK üyeleri arasında son aylarda yaşanan gerginliği bunun öncü sarsıntıları olarak da okuyabiliriz. Tüm KİK üyelerinin ortak tehdit olarak gördüğü yeni bir durum ortaya çıkmadığı sürece birlikteliğin sağlanması zor olacaktır. Bu durumda, KİK üyeleri arasında birlikten çok şu anda Katar ve S. Arabistan arasında olduğu gibi rekabetten söz edilmesi daha doğru gözükmektedir. NİSAN 2014 73 DIŞ POLİTİKA ABD yönetm, 11 Aralık’ta Şam yönetmne karşı mücadele veren “Nusra Cephes”n yabancı terör örgütler lstesne aldı. Batı dünyasının, Esad’ın meşruyetn ytrdğ ve gtmes gerektğn lan eden ve muhalefete destek veren duruşundan uzaklaşmaya başladığı görüldü. Muhalefetn İslamcı kmlğnn ortaya çıkmasıyla, bu defa Esad’lı br çözümün de mümkün olableceğ telaffuz edlmeye başlandı. Bu tutum değşklğnde en büyük etknn, İsral’n güvenlk kaygısı olduğu anlaşılıyordu. Mısır, Libya ve Yemen’e de yayılarak, rejimlerini protesto eden halk hareketlerine dönüştü. SURİYE Nereye Gdyor? Sinan TAVUKÇU SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi D ışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye’de 4. yılına giren iç savaşı Anadolu Ajansı’na değerlendirdiği röportajında, iç savaşın geçtiği aşamaları şu sözlerle özetliyordu: “Önce keskin nişancılarla başlayan, sonra şehirlerin kuşatılarak tank ve top ateşleriyle bombardıman altında tutulmasıyla devam eden, hava bombardımanıyla şehirlerin yerle bir edildiği, daha sonra Scud füzeleriyle uzaktan hedeflerin vurularak tahrip edildiği ve nihayet kimyasal silah ve varil bombalarıyla son bir yıl içinde kendi 74 NİSAN 2014 halkına savaş ilan eden ve bunu uygulayan bir rejimin olağanüstü zulmünü ve baskısını gördük.” Her Şey Lise Öğrencilerinin Duvar Yazısıyla Başladı Tunus’ta pazarcılık yapan Muhammed Bouazizi’nin, tezgâhına polis tarafından el konulmasını protesto için 17 Aralık 2010’da kendisini yakması, bir anda baskıcı rejimlere karşı Arap halkların isyanını ateşlemişti. Tunus’ta başlayan protestolar kısa sürede Baskıcı Arap yönetimlerinin demokratikleşmesini talep eden ve Arap Baharı adını alan bu hareket Suriye’de de karşılık buldu. 26 Ocak 2011’de Hasan Ali Akleh, Suriye rejimini protesto etmek amacıyla kendisini yakarak intihar etti. Arap baharından etkilenen Suriyeli 11 lise öğrencisinin, 6 Mart 2011 gecesi Deraa sokak duvarlarına “Halk rejimi devirmek istiyor”, “Sıra sende doktor” yazıları Suriye’de yeni bir dönemin habercisi oldu. Ertesi gün o çocuklar muhaberat tarafından evlerinden alındı, günler sonra 11 çocuktan 9’unun işkenceye uğramış cesetleri ailelerine teslim edildi. Basit bir duvar yazısına Baas rejiminin verdiği bu tepki, Suriye rejimi ile halkı karşı karşıya getirdi. Deraa’da binlerce kişinin katıldığı protesto gösterileriyle bu zulüm protesto edildi. Protestolar diğer şehirlere de sıçradı. Bu gelişmeler karşısında devlet başkanı Beşar Esad 29 Mart’ta hükümeti feshettiğini açıkladı. 30 Mart’ta halka hitap eden Esad, olaylarla ilgili “halkın haklı taleplerinin olduğunu ama bunun yanında bir komployla karşı karşıya olduklarını” ifade etti. Kürtleri bu protestolardan uzak tutmak amacıyla 7 Nisan 2011’de sayısı yüz binleri bulan ve vatandaşlık hakkından mahrum bulunan Kürtlere vatandaşlık sözü verdi. 19 Nisan’da ülkede 48 yıldır uygulanan “olağanüstü hal” bir kararnameyle kaldırıldı. Ancak bu karar gösterilerin durmasına yetmedi. deme getirdi. Avrupa Birliği ülkeleri, 10 Mayıs’ta “barışçıl gösteri yapanlara yönelik şiddet uygulandığı” gerekçesiyle Suriyeli 13 üst düzey yöneticiye yaptırım kararı aldı. Beşar Esad 18 Mayıs 2011’de yaptığı açıklamada güvenlik güçlerinin protestoları bastırırken “hata” yaptığını ve bu hatanın tekrarlanmayacağını ifade etti. Ama sözünü tutmadı. Sivil halka yönelik şiddetin devam etmesi üzerine, AB’nin yaptırım uygulanacak Suriyeli yetkililer listesine 23 Mayıs’ta Beşar Esad da dâhil edildi. 11 Temmuz’da ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton, Beşar Esad’ın ABD gözünde meşruiyetini kaybettiğini açıkladı. ABD Başkanı Barack Obama, 18 Temmuz’da Esad’ı ilk kez istifaya çağırdı. 8 Ağustos’ta BM Güvenlik Konseyi Suriye’yi kınadı. Türkiye’nin Tavrı Suriye’de protesto gösterilerinin ilk işaretlerinin gelmesiyle birlikte, Türkiye Beşar Esad’a sürekli demokratik reform yapma çağrısında bulundu. 06 Şubat 2011’de Asi nehri üzerinde Türkiye-Suriye Dostluk Barajı’nın temelinin atılması sırasında Başbakan Erdoğan, Suriye’ye açıktan reform yapma Suriye ordusu 26 Nisan’da Dera’ya girdi, göstericilere karşı tanklar kullanılmaya başladı. Mayıs sonuna gelindiğinde rejim güçleri tarafından açılan ateş sonucu ülke çapında ölen protestocu sayısı 1000’i aşmıştı. Batı Ülkeleri Suriye’ye Yaptırım Kararı Alıyor Rejimin ordu eliyle halkına katliam yapması, uluslararası alanda Suriye rejimine yönelik baskıları gün- NİSAN 2014 75 kiye Eylül sonunda iştirak etmiş, bu tarihe kadar Suriye’de demokratik reformlar yapılması umudunu korumuştu. 23 Eylül günü Türkiye, Suriye’ye silah ambargosu uygulayacağını bildirdi. 30 Kasım’da Suriye’ye uyguladığı yaptırımları genişlettiğini duyurdu. Dünya kamuoyunda Suriye rejimine yönelik aleyhteki oluşumun karşısında üç devlet yer aldı: İran, Rusya ve Çin. 4 Ekim’de Suriye’ye yaptırım kararının onaylandığı BM Genel Kurulu’nda, bu karar Rusya ve Çin tarafından veto edildi. Ancak, artan uluslararası baskılar karşısında Suriye yönetimi, 2 Kasım’da şiddet ve sivillere karşı saldırıların acilen durdurulması yönündeki Arap Birliği inisiyatifini kabul ettiğini açıkladı. çağrısında bulundu ve “Mısır’dan ders alınmalı” dedi. Devam eden süreçte Türkiye, Esad yönetimine sürekli itidal ve reform tavsiye etti. Muhalefete karşı şiddet dozunun artması üzerine, 1-2 Haziran 2011’de Antalya’da “Suriye’de Değişim Konferansı” yapıldı. Bir araya gelen Suriye muhalefeti, konferans sonucunda, 31 kişiden oluşan bir komite teşkil etti. 19 Haziran’da Suriye’deki bütün siyasi güçlerin temsilini teminen muhalefetin bir “Ulusal Konsey” oluşturduğu açıklandı. 31 Temmuz’da Türk Dışişleri, Suriye’deki olayların gidişatından endişe duyduğunu belirten bir açıklama yayınladı ve Suriye hükümetine şiddeti durdurması tavsiyesinde bulundu. Şiddetin artarak devam ettiği sırada, 9 Ağustos’ta Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Beşar Esad ile görüştü. Yaklaşık 6 saat süren görüşme sonrasında Esad, reform yapma sözü verdi. Bu temas, Türkiye ile Suriye rejimi arasındaki son yüz yüze görüşme oldu. Bu görüşmeden beklenen sonuç çıkmadı. 16 Ağustos’ta Ahmet Davutoğlu, Suriye’nin bir an evvel şiddete son vermesini, aksi takdirde atılacak adımlar ile ilgili konuşulacak bir şey kalmayacağını söyledi. 21 Eylül’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin Suriye ile ilişkileri askıya aldığını ve yaptırımlara katılacağını açıkladı. Avrupa Birliği’nin Mayıs ayında aldığı Suriye’ye yaptırım kararına Tür- 76 NİSAN 2014 Batı’nın Esad’lı br çözüme razı olduğunu gün yüzüne çıkaran olay, Esad güçlernn Şam’ın Doğu Guta Banlyösü’ne 21 Ağustos 2013’te düzenledğ kmyasal saldırı oldu. Saldırıda 1300 kş ölmesne rağmen ABD ve dğer batı ülkeler müdahale yerne, Şam yönetm le ktle mha slahlarının mhasını öngören br mutabakatı terch ederek Esad yönetmn rahatlattı. 24 Şubat’ta Türkiye’nin girişimleri ile oluşturulan Suriye’nin Dostları Grubu ilk toplantısını Tunus’ta düzenledi. Bu toplantıda Suriye Ulusal Konseyi, Suriye halkının meşru temsilcisi olarak tanındı. AB dışişleri bakanları, 27 Şubat’ta Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a istifa çağrısı yaparak, Şam yönetimine yaptırımları ağırlaştırdı. AB, yedi bakana daha vize yasağı getirdi ve mal varlıklarını dondurdu. Suriye Muhalefetinin Kurumsallaşması Suriye, 27 Mart’ta BM ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın ülkedeki kanlı çatışmaları sona erdirmek amacıyla hazırlanan altı maddelik planını kabul ettiğini açıkladı. Suriye devlet televizyonu, 19 Nisan’da Suriye ile BM arasında ateşkes protokolünün ön anlaşmasının imzalandığını duyurdu. 19 Haziran’da Suriye’deki bütün siyasi güçlerin temsilini sağlamak üzere “Ulusal Konsey” teşkil edildi. Muhalefet, 29 Temmuz’da direnişi tek merkezden yönetmek üzere Özgür Suriye Ordusu’nun kurulduğunu açıkladı. 6 Mayıs’ta Suriye’de yarım asırdan sonra ilk “çok partili” seçim için oy verme işlemi başladı. Esad, 3 Haziran’da parlamento açılışında, ülkesinin “gerçek bir savaş ve yok etme planı” ile karşı karşıya olduğunu belirterek, dış güçleri suçladı. 11 Eylül’de, Suriye muhalefetinin önderleri, muhalif fraksiyonları birleştirmek amacıyla İstanbul’da bir araya geldiler. Yapılan çalışmalar sonucunda, 2 Ekim’de “Suriye Ulusal Konseyi (SUK)”nin kuruluşu resmi olarak ilan edildi. 3 Ekim’de İstanbul’da toplanan Suriyeli muhalif gruplar, uluslararası müdahaleye karşı çıktıklarını belirten bildiri yayımlayarak, Esad rejiminin “ayrım gözetmeksizin insan öldürmesini” bir an önce durdurması için uluslararası eylem çağrısı yaptı. İşler İyice Çığırından Çıkıyor Baas Rejimine destek vermeyi sürdüren Rusya’nın Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, 14 Aralık’ta Batılı ülkelerin Beşar Esad’a karşı tutumunu ‘ahlak dışı’ olarak niteledi ve muhaliflerin kınanmasını istedi. BM’nin Suriye Özel Temsilcisi Ataması ve Barış Arayışları Suriye rejimi ile halk arasında şiddetli çatışmaların yaşandığı, muhalefetin organize olma çabalarının arttığı, uluslararası kamuoyunun Suriye rejimi destekçileri ve karşıtları olarak saflarının belirginleştiği 2011 yılını takip eden 2012 yılı Şubat ayında, BM’nin eski Genel Sekreteri Kofi Annan, BM ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi olarak atandı. Çalışmalarında başarı sağlayamayan BM ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan, 2 Ağustos’ta görevinden istifa etti. BM Genel Kurulu, 3 Ağustos’ta Esad’ı istifaya çağıran Suriye karar tasarısını kabul etti. 17 Ağustos’ta Cezayir asıllı El-Ahdar El-İbrahimi BM ve Arap Birliği Suriye Özel Temsilciliğine getirildi. Muhalefet “Suriye Ulusal Koalisyonu” Kuruyor Ekim 2011’de İstanbul’da ilan edilen Suriye Ulusal Konseyi (SUK)’nin toplumsal muhalefeti toparlayıcı bir yapı gösterememesi üzerine, 11 Kasım 2012’de Doha’da toplanan muhalefet “Suriye Ulusal Koalis- Seçimle birlikte Suriye’de iç savaşın sona ereceği beklentileri boşa çıktı. Rejim güçleri halka yönelik şiddeti daha da artırdılar. Hatta BM gözlemcilerine ateş açılarak faaliyet göstermelerine izin verilmedi. BM Genel Sekreteri Ban Ki Mun, “Esad meşruiyetini kaybetti, Suriye iç savaşın eşiğinde, katliamlar şok edici” açıklamasını yaptı. Suriye rejimi Türkiye’ye yönelik hasmâne bir tutuma yöneldi. 22 Haziran’da uluslararası hava sahasında seyretmekte olan bir Türk jetini düşürdü. Türkiye angajman kurallarını değiştirerek saldırıya cevap verdi. Olayın tekrarlanması halinde gerekenin yapılacağını açıkladı. Bu arada, 24 Mart 2014’te sınırımızı ihlal eden Suriye savaş uçağı düşürüldü. 18 Temmuz’da, Suriye’nin başkenti Şam’da Suriye Milli Güvenlik Kurulu’na bir intihar saldırısı düzenlendi. Pek çok kurul üyesinin öldüğü saldırıyı Özgür Suriye Ordusu üstlendi. NİSAN 2014 77 ABD ve AB ülkelernn muhalefetne rağmen, Rusya’nın cesaretlendrmesyle, mart ayında Kırım’ın Rusya’ya katılmayı terch etmes, ABD ve AB ülkelern korkutmuştur. Bu gelşmenn, enerjde Rusya’ya bağımlılığı artan AB’y alternatf enerj poltkalarını desteklemeye yöneltmes, dolayısıyla Akdenz’de yne Rusya’nın kontrol ve hmayesndek Ş Enerj Hattı’nın gerçekleşmes çn lüzumlu olan Esad rejmnn devamına göz yummaması cap etmektedr. Rusya’nın kontrolü dışındak Türkye’nn öncülüğünde projelendrlen alternatf gaz hattının Batılı ülkeler tarafından desteklenmes tab olarak Beşar Esad rejmnn gdşn hızlandıracaktır. yonu (SMDK)” adı altında daha geniş bir yapı tesis etme kararı aldı. Başkanlığına Muaz el-Hatib seçildi. Türkiye ve AB, Suriye halkının tek meşru temsilcisi olarak Suriye Ulusal Koalisyonu’nu tanıdığını açıkladılar. yasal saldırıları muhaliflerin düzenlediği yolunda kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Tavır değişikliğini meşrulaştırması bakımından Batılı ülkeler, Rusya’nın muhalefet aleyhine oluşturduğu bu algıyı desteklemeyi tercih ettiler. Batı’nın Suriye Muhalefetine Bakışı Değişiyor 1. Cenevre Konferansı’ndan bir buçuk yıl sonra, 22 Ocak 2014 tarihinde İsviçre’nin Montrö kentinde yaklaşık 40 ülkenin dışişleri bakanı ve temsilcisinin katılımıyla 2. Cenevre Konferansı gerçekleştirildi. Bu konferansa Şam rejimi ile birlikte, İslami Cephe ve PYD dışındaki diğer muhalif guruplar SMDK çatısı altında katıldı. Bu konferansta ilk defa hükümet ve muhalefet aynı müzakere masasında buluşturuldu. Esad rejimi kitlesel silah kullanımını bir avantaja dönüştürdü ve bu silahları imha sözü karşılığında, konferansta meşruiyetini devam ettirmekte olan bir hükümet gibi muhatap alındı. Böylelikle, ABD ve AB ülkelerinin Suriye halk direnişinin başlamasından beri savunduğu Esad rejiminin meşruiyetini yitirdiği iddiaları havada kalmış oldu. Ama bu konferansta elle tutulur hiçbir gelişme sağlanamadı. ABD yönetimi, 11 Aralık’ta Şam yönetimine karşı mücadele veren “Nusra Cephesi”ni yabancı terör örgütleri listesine aldı. Batı dünyasının, Esad’ın meşruiyetini yitirdiği ve gitmesi gerektiğini ilan eden ve muhalefete destek veren duruşundan uzaklaşmaya başladığı görüldü. Muhalefetin İslamcı kimliğinin ortaya çıkmasıyla, bu defa Esad’lı bir çözümün de mümkün olabileceği telaffuz edilmeye başlandı. Bu tutum değişikliğinde en büyük etkinin, İsrail’in güvenlik kaygısı olduğu anlaşılıyordu. 2013 Haziran’ında Suriye’nin siyasi geleceğini belirlemek üzere 1. Cenevre Konferansı toplandı. Konferans sonunda 30 Haziran 2013 tarihinde Cenevre Bildirisi yayınlandı. Bildiride, tam yürütme gücüne sahip, içinde rejim ve muhaliflerden temsilcilerin yer alacağı geçiş hükümeti kurulması, özgür ve çok partili seçim için yeni kurumların oluşturulması talep ediliyordu. Ancak muhalefeti kimin temsil edeceği, Beşar Esad’ın Suriye’nin geleceğindeki rolünün ne olacağı konularındaki anlaşmazlıklar nedeniyle ikinci toplantı bir türlü gerçekleştirilemedi ve çözüm hususunda mesafe alınamadı. Batı’nın Esad’lı bir çözüme razı olduğunu gün yüzüne çıkaran olay, Esad güçlerinin Şam’ın Doğu Guta Banliyösü’ne 21 Ağustos 2013’te düzenlediği kimyasal saldırı oldu. Saldırıda 1300 kişi ölmesine rağmen ABD ve diğer batı ülkeleri müdahale yerine, Şam yönetimi ile kitle imha silahlarının imhasını öngören bir mutabakatı tercih ederek Esad yönetimini rahatlattı. Hatta Rusya daha ileri giderek, bu kim- 78 NİSAN 2014 Muhalefetin Durumu Rejime karşı mücadele vermek için 29 Temmuz 2011’de Özgür Suriye Ordusu kurulmuş olmasına rağmen, ÖSO beklenen iradeyi gösterip, silahlı mücadelenin merkezi olmayı başaramadı. Bu başarısızlıkta bir yandan muhaliflerin etnik ve dini farklılıkları etkili olurken, diğer taraftan da ideolojik farklılıklar da merkezi bir otorite kurulmasına mani oldu. Bu ayrışma ve güçlerin merkezileşememesi, rejim güçlerine belli bölgelerde hâkimiyetini devam ettirme ve muhalifleri birbirleriyle çatıştırtma imkânı verdi. Süreç içerisinde, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) dışındaki muhalifler dört farklı mücadele merkezi olarak ortaya çıktılar. El-Nusra, IŞİD, PYD ve İslami Cephe. Bunlardan El-Kaide bağlantılı El-Nusra ve IŞİD birbirlerine rakip hale geldiler ve birbirleriyle çatışmaya başladılar. IŞİD, rejime destek vermek, muhalefeti zayıflatmak ve muhalefeti terörist olarak algılatmak üzere rejim tarafından desteklenen örgüt olmakla suçlandı. Birbirleriyle alan hâkimiyeti konusunda çatışmakta olan diğer muhalif gruplar IŞİD’e karşı ittifak ettiler. IŞİD halen Rakka Vilayeti’nin büyük çoğunluğunu, Deyr ez Zor Vilayeti’nin bir kısmını ve buradaki bazı petrol alanlarını, Atmeh, al-Bab, Azaz ve Jarablus sınır kapılarını kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. PKK/KCK çizgisinde hareket eden PYD, Suriye’nin kuzeyinde Barzani’ye yakın Kürt partilerini silahlı gücü YPG marifetiyle sindirmeyi başardı. PYD, Beşar Esad rejimi ile ittifak içinde oldu ve rejim askerleri kuzeyde çekildikleri pek çok yerleşim yerini PYD’ye teslim etti. Öcalan/Barzani çizgisine muhalif olarak, İran ve Rusya’nın uluslararası alanda himayesi altında alternatif bir Kürt temsiliyeti elde etmeye çalıştı. PYD, Suriye’deki Kürtleri cihatçıların katliamından koruyan yegâne güç olarak takdim edildi. Cezire, Kobani ve Afrin’de kantonlar ilan ettiler. Özgür Suriye Ordusu’ndan ayrılan İslamcı guruplar 2013 Kasım ayında ‘İslami Cephe’yi kurdular. Kürt İslami Cephesi de bu ittifakta yer aldı. İslami Cephe halen en güçlü silahlı gurup olarak rejime ve onunla işbirliği yapan IŞİD’e karşı savaşan örgüt durumundadır. Sonuç Türkiye’nin “Komşularla Sıfır Sorun” politikası çerçevesinde, Suriye ile iyi ilişkiler geliştirdiği, hatta ortak bakanlar kurulu bile teşkil edildiği bir dönemde, Türkiye ve Suriye’nin ortaklıktan düşman kardeşlere dönüşmesindeki en büyük iki faktör Suriye rejiminin demokratik reformların tabii sonucu olarak nihayete erecek olan rejimin Şii/Nusayri kimliğinden vazgeçmemesi ve bölgedeki enerji kaynaklarının paylaşımındaki tercihi olmuştur. Körfezde, Katar ile İran arasında bölünmüş bölgede yer alan devasa Güney Pars gazının Katar, Suudi NİSAN 2014 79 DIŞ POLİTİKA İran-Irak-Suriye y Doğalgaz ğ g Boru Hattı Arap Baharı ile birlikte Mısır, Tunus ve Libya’da İhvan çizgisine yakın İslamcı hükümetlerin iktidara gelmesine ilaveten Suriye’de de İslamcı bir partinin iktidara gelmesi ihtimalini güvenliği için tehlikeli bulan İsrail, gayri resmi de olsa Esad yönetimini desteklemiş, İslam düşmanı Baas rejiminin devamı için ABD ve diğer batılı ülke yönetimlerini etkilemiştir. Suriye’de iç savaşın başlamasından sonra Kuzey İsrail sahili açıklarında keşfedilen Tamar doğal gaz sahası İsrail’i bu çatışmada daha belirgin rol oynamaya sevk etmiştir. Arabistan, Suriye ve Türkiye ile işbirliği içerisinde Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılması projesine karşılık, İran öncülüğünde bir Şii Enerji Hattı oluşturma projesi Beşar Esad’ın aklını çelmiştir. İçinde İran, Irak ve Suriye’nin de yer aldığı bir Şii Enerji Hattı oluşturma fikri ve buna Rusya’nın destek vermesi, Suriye’nin bölge ülkeleri ile ilişkilerini kökten değiştirmiştir. Akdeniz’deki Rus deniz üssü Tartus yakınlarında dev bir gaz sahasının keşfedilmesi, Suriye’nin bu yeni ittifak sisteminin içinde yer almasını teşvik etmiş, Rusya’nın bölgeye ilgisini daha da artırmıştır. İran, Irak ve Suriye tarafından 25 Haziran 2011’de imzalanan bir anlaşma ile 10 milyar dolara mal olacak ve 3 yıl içinde tamamlanacak 5.600 km uzunluğunda, yıllık 40 milyar metreküp taşıma kapasiteli bir hattın yapılması kararlaştırılmıştır. Bu hatla taşınacak gazın İran-Irak-Suriye yolunu izleyerek Akdeniz’den AB pazarına sunulması projelendirilmiştir. Avrupa’ya gaz satış tekelini korumak isteyen Rusya, Türkiye’nin bir enerji merkezi olmasını önlemek üzere, Şii Enerji Hattı projesine destek vermiştir. Bunun sonucu olarak Esad rejimi, halkının demokratik taleplerini bastırmak için halkına karşı yürüttüğü savaşta en büyük desteği, Şii Enerji Hattının diğer ortaklarından (İran ve Şii Maliki yönetimindeki Irak’tan), Şii Hizbullah Örgütü’nden ve Rusya’dan görmüştür. 80 NİSAN 2014 Nebahat BAŞIBÜYÜK Araştırmacı Suriye’nin geleceğinin büyük oranda; İran, Irak, Lübnan, İsrail, Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi rakip enerji politikasına sahip bölge ülkeleriyle, ABD, AB, Rusya ve Çin gibi enerji hatlarının kontrolünü elinde tutmak isteyen diğer güçlerin projelerinden hangisinin kazanacağına göre belirleneceği anlaşılmaktadır. ABD ve AB ülkelerinin muhalefetine rağmen, Rusya’nın cesaretlendirmesiyle, mart ayında Kırım’ın Rusya’ya katılmayı tercih etmesi, ABD ve AB ülkelerini korkutmuştur. Bu gelişmenin, enerjide Rusya’ya bağımlılığı artan AB’yi alternatif enerji politikalarını desteklemeye yöneltmesi, dolayısıyla Akdeniz’de yine Rusya’nın kontrol ve himayesindeki Şii Enerji Hattı’nın gerçekleşmesi için lüzumlu olan Esad rejiminin devamına göz yummaması icap etmektedir. Rusya’nın kontrolü dışındaki Türkiye’nin öncülüğünde projelendirilen alternatif gaz hattının Batılı ülkeler tarafından desteklenmesi tabii olarak Beşar Esad rejiminin gidişini hızlandıracaktır. Öte yandan, Irak seçimlerinde İran yanlısı Maliki yönetiminin iktidardan uzaklaşması ile Şii enerji hattında çatlak oluşması da ihtimal dâhilindedir. Sonuç olarak, Ocak 2014 itibariyle 150 bini aşkın kişinin ölümüne, 600 bin kişinin yaralanmasına, 6,5 milyon kişinin evlerini terk etmesine, yaklaşık 2,5 milyon Suriye vatandaşının ülkesini terk etmesine sebep olan bu savaşın bir an önce bitmesi vicdan sahibi her insanın gönülden temennisidir. Orta Afrika Cumhuriyeti İç Çatışmaları A ylar öncesine kadar uluslararası alanda, dünyanın en az gelişmiş ve en yoksul ülkelerinden biri olarak bilinen Orta Afrika Cumhuriyeti (OAC), son dönemde ülkede yaşanan iç çatışmalar ve insan hakları ihlalleri ile uluslararası toplumun gündemini meşgul eden en önemli konulardan biri haline gelmiştir. 1960 yılında Fransa’dan bağımsızlığını kazanmasından bu yana Orta Afrika Cumhuriyeti’nde siyasi istikrarsızlıkların, darbelerin ve isyanların ardı arkası kesilmemiştir. Orta Afrika Cumhuriyeti’nin nüfusu, hem etnik hem dini bakımdan çeşitlilik arz etmektedir. Nüfusunun % 50’si Hıristiyan, % 15’i Müslüman ve %35’i ise yerel inançlara sahiptir1. Ayrıca 60’ın üzerinde etnik grubu bünyesinde barındıran heterojen nüfus yapısı da ülkede devam eden çatışmanın temellerinde yatan politik istikrarsızlığın en önemli sebeplerindir.2 Özellikle çoğunluğu ülkenin kuzeyinde, Çad ve Sudan sınırında yaşayan Müslüman azınlık ile Hıristiyan yönetimler arasında çoğunluğu ekonomik olmak üzere dönem dönem sorunlar ortaya çıkmıştır. NİSAN 2014 81 özellikle elmas madenlerinden elde edilen gelirler çoğunlukla yönetimde bulunan kesimin egemenliğinde olmuştur. Dolayısıyla da birbiri ardına gelen rejimler, hem yönetimde kalma konusunda ısrarcı davranmış hem de yabancı şirketlerle yapılan anlaşmalarla ülke kaynaklarını yağmalayarak ekonomik çıkar elde etmişlerdir5. Nitekim Seleka Koalisyonu da iktidarı ele aldığında ilk olarak elmas yataklarını kontrol altına almışlardır. Mart 2013’te Djotodia’nın, Hıristiyan çoğunluktan olan Devlet Başkanı François Bozize’yi yerinden ederek kendisini ülkenin ilk Müslüman hükümdarı ilan etmesinden bu yana ülkede inanç temelli çatışmalar patlak vermiştir.3 Başlangıçta ekonomik ve siyasi temelli olan çatışmalar, kısa sürede Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında bir dini çatışmaya dönüşmüştür. Siyasi İstikrarsızlığın Sebepleri 1894 yılında Ubangi-Chari adıyla Fransız sömürgesi haline getirilen ve 1958 yılında bugünkü adını alarak Fransız otonomisini kabul eden OAC, 13 Ağustos 1960’ta David Dacko liderliğinde bağımsızlığını kazanmıştır. 1960-1993 döneminde darbeler, monarşik yönetimler ve güç mücadelelerine sahne olan Orta Afrika Cumhuriyeti’nde, ilk demokratik seçimler 1993 yılında yapılmıştır4. Orta Afrika Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını kazanmasından bu yana darbeler, ülkenin politik tarihinin belirleyici özelliği olmuştur ve art arda 5 darbe yapılmıştır. Ülkedeki siyasi istikrarsızlığın diğer önemli sebebi de ekonomik istikrarsızlıktır. Orta Afrika Cumhuriyeti çoğu Afrika ülkesi gibi altın, uranyum, elmas gibi önemli kaynaklara sahipken, dünyanın en yoksul ülkelerinden biridir. Çünkü ülkenin gelir kaynakları, 82 NİSAN 2014 Bangui Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi Jules Yanganda, siyasi istikrarın sağlanamamasının ve darbelerin ülkede bu kadar yaygın olmasının sebebini iktidarın kişiselleştirilmesi, siyasi alternatiflerin yok sayılması ve yöneticilerin yolsuzlukları olarak göstermiştir6. Özellikle Patesse iktidarı döneminde, bugün ülkedeki çatışmaların ve siyasi istikrarsızlıkların kaynağı olarak düşünülen rüşvet ve yolsuzluklar önemli oranda yaygınlaşmıştır.7 Ayrıca ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar artmış, halk arasında etnik ve dinsel bölünmeler ile kabilecilik anlayışı derinleşmiştir. Bölünmelerin temeli bu dönemde atılmış olsa da bugünkü çatışmaların kökeni esas olarak Bozize dönemi politikalarına dayanmaktadır. Bozize İktidarı ve İç Savaşa Varan Gelişmeler 2003 yılında yapılan bir askeri darbe ile iktidarı devralan ve on yıl boyunca yönetimini sürdüren François Bozize döneminde de ülkede siyasi istikrarın sağlanması mümkün olmamıştır. Despotik bir yönetim oluşturan ve iktidarı gönüllü olarak bırakmaya niyetli görünmeyen Bozize8, yönetimin çeşitli kademeleri- ne aile bireylerini yerleştirerek iktidarını sağlamlaştırmıştır9. Bozize bu faaliyetleri ile halkın tepkisini toplamıştır. Özellikle ülkenin kuzeydoğusunda yaşayan ve yabancı olarak görüldükleri için hükümetten yeterince yardım alamamaktan şikâyetçi olan Müslüman azınlık arasında yönetime karşı bir hoşgörüsüzlük ortaya çıkmıştır10. Bu durum yönetimlere karşı isyan hareketlerini beraberinde getirmiştir. Michel Djotodia’nın önderliğindeki Union of Democratic Forces for Unity (UFDR) olarak bilinen silahlı milisler 2003 yılında hükümete karşı bir isyan başlatmış ve bu isyan 2004-2007 yılları arasında ülkede yoğun çatışmaların yaşanmasına neden olmuştur11. 2007 yılına kadar devam eden çatışmaları sonlandırmak ve taraflar arasında barışı sağlamak üzere görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Bu görüşmelerin neticesinde 2007 ve 2008 yıllarında taraflar arasında imzalanan ateşkesler ile çatışmalar nispeten azalmıştır. Haziran 2008’de Gabon Başkanı Omar Bongo arabuluculuğunda, en güçlü üç isyancı grup12 ile ayrı ayrı yapılan ateşkeslerin bir araya getirilmesi sonucu Geniş Kapsamlı Barış Anlaşması (Comprehensive Peace Agreement-CPA) adı ile de bilinen Libreville Anlaşması imzalanmıştır. Ancak bu anlaşmaya uyulmaması ve reformların hükümet tarafından yerine getirilmemesi ayaklanmaların tekrarlanmasına sebep olmuştur. Orta Afrka Cumhuryet nüfusu hem etnk hem dn bakımdan çeştllk arz etmektedr. Nüfusunun %50’s Hırstyan, %15’ Müslüman ve %35’ se yerel nançlara sahptr. Ayrıca 60’ın üzernde etnk grubu bünyesnde barındıran heterojen nüfus yapısı da ülkede devam eden çatışmanın temellernde yatan poltk stkrarsızlığın en öneml sebeplerndr. 2013 yılı Ocak ayında Orta Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu (ECCAS) himayesinde Gabon’un başkenti Libreville’de çatışmalara son vermek amacıyla düzenlenen bir konferansın sonunda hükümet ile Seleka Koalisyonu arasında bir barış anlaşması imzalanmasını ve anlaşmadan hemen sonra ulusal birlik hükümeti kurulmasını esas alan Libreville 2 Anlaşması imzalanmıştır. Anlaşma imzalandıktan kısa süre sonra Seleka üyeleri anlaşmadan duyulan memnuniyetsizliği ifade etmişlerdir16 ve Bangui’ye doğru harekete başlamışlardır. Bunun akabinde Seleka Koalisyonu, 24 Mart 2013’te hükümetin Libreville Anlaşmasına uymadığı gerekçesiyle bir darbe Ülkede farklı bölgelerde farklı kabilelerce kurulmuş birçok isyancı grup söz konusuyken, gruplar arasında bir birlik yoktur. Ancak 2012 yılı Eylül ayında, yönetimden memnun olmayan ve çoğunluğu ülkenin kuzeyi ile kuzey doğusundan gelen isyancı gruplara, Çad ve Sudan’dan gelen İslamcı grupların da katılmasıyla13 Seleka Koalisyonu14 oluşturulmuştur. Böylece muhalif gruplar arasında bir birlik oluşturulmuştur. Seleka üyeleri, 2007’de imzalanan barış anlaşmasının; siyasi tutukluların salıverilmesi, silahlarını bırakan isyancılara yardım edilmesini ve bunlara iş sağlanmasını içeren maddelerine uyulmadığı gerekçesiyle 10 Aralık 2012 tarihinde yeniden ayaklanmışlardır15. Ülkenin kuzeyinde başlayan ayaklanmaların kısa süre içerisinde geniş bir alana yayılması ve isyancıların Bangui sınırlarına yaklaşması üzerine taraflar arasında görüşmeler yeniden başlamıştır. NİSAN 2014 83 yapmış ve François Bozize yönetimine son vermiştir. Böylece barış kısa süre içerisinde bozulmuş17 ve anlaşma sadece geçici ve göreli olarak tansiyonu düşürücü nitelikte olmuştur. Seleka’nın darbesi sonunda iktidara gelerek kendisini ülkenin yeni devlet başkanı ilan eden koalisyon lideri Michel Djotodia, uluslararası toplumun tepkisi üzerine; Libreville Anlaşması’na sadık kalacaklarını açıklamışsa da18 ülkede sükûnet sağlanamamıştır. Bozize’nin ülkeden ayrılmasından sonra Seleka Koalisyonu arasındaki birlik bozulmuştur.19 Mart 2013’te iktidarı ele geçirdikten sonra Seleka Liderleri, Bangui’de bulunan silahlı güçleri kontrol altında tutmakta zorlanmışlardır20. Bazı Seleka üyeleri, Hıristiyan nüfusa yönelik eylemlerde bulunmuşlardır.21 Bu durum Eylül ayında Seleka’nın Djotodia tarafından dağıtılmasına kadar geçen süre boyunca devam etmiştir22. Şiddet eylemlerinin yoğunlaşması üzerine, Bozize taraftarı Hıristiyanlar da kendi milis kuvvetlerini oluşturmuşlardır. Böylece Orta Afrika Cumhuriyeti’nde çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Seleka üyeleri ile Hristiyanların kurduğu “AntiBalaka” adlı silahlı grup arasında başlayan çatışmalar özellikle 2013 yılı Aralık ayında Bangui’de yoğunlaşmıştır. Böylece çatışmalar dini gruplar arasında bir savaşa dönüşmüştür. OAC’deki olayların dinler arası bir savaş olup olmadığı hakkında çeşitli fikirler öne sürülmektedir. Ancak ağırlıklı görüş, sorunun dini değil ekonomik ve siyasi temelli olduğu yönündedir. Bu konuda Dış İlişkiler Konseyi Afrika Çalışmaları kıdemli uz- manı John Campbell şöyle demiştir: “Çatışmalar esas olarak Bozize ve Djotodia arasındaki siyasal güç mücadelesi ve özellikle de Bangui’nin yönetimi üzerinde yaşanan anlaşmazlıktan kaynaklanmıştır. Daha sonra, tarafların politik hırslarını hayata geçirmek için dini ve etnik temelli kimlikleri kullanmaya başlamalarıyla sorun boyut değiştirmiş ve din temelli çatışmalar önlenemez hale gelmiştir”23. Aynı şekilde Kahire Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Afrika uzmanı Dr. Bedir Hasan Şafii de Anti-Balaka milislerinin Hıristiyan, Seleka Koalisyonu üyelerinin ise çoğunluğunun Müslüman olmasının olaylara dini boyut kattığını ancak aslında dini olmadığını ifade etmiştir24. Çatışmaların şiddetinin artması üzerine 5 Aralık 2013’te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) 2127 Sayılı kararı ile silahlı grupların silahsızlandırılması ve ülkede güvenlik ve istikrarın tekrar sağlanması amacıyla ülkede bulunan 2.500 kişilik Afrika Birliği Misyonuna (MISCA) gerekli önlemleri alması konusunda yetki vermiştir25. Aynı karar asker sayısının 3.500’e çıkarılmasını ve Fransa’nın Askeri misyona destek vermesini de içermektedir. Kararın sonrasında, Fransa Sangaris adı verilen operasyon ile ülkeye müdahale etmiştir. Her ne kadar müdahale sebebinin ülkede huzur ve istikrarı sağlamak olduğu dile getirilse de asıl amacın Fransa’nın ülkedeki ekonomik ve siyasi çıkarlarını korumak olduğu aşikârdır. Fransız askerleri de ülkede silahlı grupların silahsızlandırılması amacıyla çalışmalar başlamıştır. Ancak Müslümanlar silahsızlandırma çalışmalarının sadece Seleka üyelerine yönelik olduğunu, Anti-Balaka milislerinin katliamlara devam ettiğini belirterek durumu şikâyet etmektedirler26. Ülkede Seleka Koalisyonunun güçlenmesinden ve şiddet eylemelerine başvurmasından Müslümanları sorumlu tutan Anti-Balaka milisleri sivillere yönelik sistemli yok etme eylemlerine başlamışlardır. Nitekim İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Anti-Balaka milislerinin giderek organize olduğunu ve Müslümanları Orta Afrika Cumhuriyeti’nden gönderme niyetinde olduklarını belirtmiştir27. Taraflar arasında çatışmayı sona erdiremeyen Devlet Başkanı Djotodia 10 Ocak 2014’te görevinden istifa etmiş ve ülkeyi terk etmiştir. Geçici Ulusal Konsey’de yapılan seçimlerde Bangui Belediye 84 NİSAN 2014 Başkanı Catherine Samba-Panza geçici devlet başkanı seçilmiştir. Çatışan gruplardan herhangi birine mensup olmayan Devlet Başkanı Samba-Panza’nın istikrarı sağlayabileceği düşünülmüşse de ülkede çatışmalar henüz sona ermemiştir. Çatışmaların en önemli sonuçlarından biri yapılan insan hakları ihlalleri olmuştur. 5-6 Aralık 2013 tarihinden bu yana devam eden şiddet olaylarında 1200 kişi yaşamını yitirmiş ve 3000 kişi yaralanmıştır. Çoğunluğu Bangui’den olmak üzere 838,000 kişi ülke içerisinde, 100,000 kişi ise komşu ülkelere göç etmek zorunda kalmıştır28. UNDP verilerine göre ise şiddet, ülke nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan 2,2 milyon kişi insani yardıma muhtaç bırakırken yaklaşık bir milyon kişiyi göçe zorlamıştır29. 8 9 10 11 12 Sonuç Şu anda Orta Afrika Cumhuriyetinde devam eden dinsel çatışmalar ülke tarihi boyunca hiç bu kadar ciddi boyutlara ulaşamamıştı. Nüfusun çoğunluğunun Hıristiyan olduğu Orta Afrika Cumhuriyeti’nde bir Müslüman’ın yönetimi devralması ülkede çatışma ortamına yol açmıştır. Hıristiyan ve Müslüman silahlı gruplar arasındaki çatışmalar kısa süre içerisinde sivillere yönelmiş olup ülke din temelli bir iç savaşa sürüklenmiştir. Taraflar arasında devam eden çatışmaların önlenememesi halinde ülkede, Ruanda Soykırımına benzer katliamların yapılması olası görünmektedir. Bu nedenle uluslararası toplumun bir an önce çatışmaları tamamen durduracak tarafsız önlemler alması gerekmektedir. Dipnotlar 1 Erişim Tarihi: 17.02.2014, Erişim Adresi: http://www.indexmundi. com/central_african_republic/demographics_profile.html. Demographics Profile 2013. 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 2 Erişim Tarihi: 17.02.2014, Erişim Adresi: https://www.academia. edu/3625442/Conflict_Analysis_-_Central_African_Republic, s.1. 24 3 Erişim Tarihi:16.02.2014, Erişim Adresi: www http://www.opendemocracy.net/opensecurity/morten-b%C3%B8%C3%A5s/centralafrican-republic-history-of-collapse-foretold. s.2 25 4 Erişim Tarihi:18.02.2014, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/ fransa-orta-afrika-cumhuriyetine-mudahale-ediyor/ 26 5 Erişim Tarihi: 18.02.2014, Erişim Adresi: http://www.timeturk.com/ tr/2013/12/12/orta-afrika-da-neler-oluyor.html#.UwQc1GJ_t1Z . 27 6 Erişim Tarihi: 17.02.2014 Erişim Adresi: http://www.turkiyegazetesi. com.tr/dunya/133729.aspx 28 7 Erişim Tarihi:15.02.2014, Erişim Adresi: http://www.usfca.edu/uploadedFiles/Destinations/College_of_Arts_and_Sciences/Undergraduate_ Programs/Peace_and_Justice_Studies/Student_Research/ Central%20African%20Republic.pdf 29 Bøås, a.g.m., s.3. Erişim Tarihi:15.02.2014, Erişim Adresi: http://www.crisisgroup.org/ en/regions/africa/central-africa/central-african-republic/203-centralafrican-republic-priorities-of-the-transition.aspx, s.2. Erişim Tarihi: 15.02.201, Erişim Adresi: http://allafrica.com/stories/201402130269.html?viewall=1 Erişim tarihi:14.02.2014, Erişim Adresi: http://afrika.ihh.org.tr/tr/ main/news/0/ihhdan-orta-afrika-cumhuriyeti-kriz-raporu/2009. s.5. Democratic Front of the Central African People (FDPC) ile Libya’nın Sirte kentinde in Şubat 2007’de; Union of Democratic Forces for Unity (UFDR) ile Birao’da Nisan 2007’de ve Popular Army for the Restoration of the Republic and Democracy (APRD) ile Libreville’de Mayıs 2008’de ateşkes anlaşmaları imzalanmıştır. Erişim Tarihi: 15.02.2014, Erişim Adresi: http://www.religionnews. com/2013/11/21/religious-conflict-rips-central-african-republic/ . Sango dilinde İttifak anlamına gelmektedir. Erişim Tarihi: 15.02.2014, Erişim Adresi: http://tr.euronews. com/2012/12/31/orta-afrika-cumhuriyeti-nde-isyancilar-direniyor/,., http://allafrica.com/stories/201402130269.html?viewall=1 Erişim Tarihi:15.02.2014, Erişim Adresi: http://www.crisisgroup.org/ en/regions/africa/central-africa/central-african-republic/203-centralafrican-republic-priorities-of-the-transition.aspx, s.14. Erişim Tarihi: 16.02.2014, Erişim Adresi: http://thinkafricapress.com/ central-african-republic/insurgency-murder-human-rights-watchreport . http://tr.euronews.com/2013/03/26/orta-afrika-cumhuriyeti-ndeanayasa-askiya-alindi/ Bøås, a.g.m., s.1 Erişim Tarihi:15.02.2014, Erişim Adresi: http://www.crisisgroup.org/ en/regions/africa/central-africa/central-african-republic/203-centralafrican-republic-priorities-of-the-transition.aspx, s.18 Erişim Tarihi: 13.12.2013, Erişim Adresi: http://allafrica.com/stories/201402131359.html?viewall=1 Erişim Tarihi: 15.02.2014, Erişim Adresi: http://www.aa.com.tr/tr/ dunya/286835--elmasin-golgesinde-ic-savasin-pencesinde Erişim Tarihi: 15.02.201, Erişim Adresi: http://allafrica.com/stories/201402130269.html?viewall=1 Erişim Tarihi: 18.02.2014, Erişim Adresi: http://www.timeturk.com/ tr/2013/12/12/orta-afrika-da-neler-oluyor.html#.UwQc1GJ_t1Z . “BMGK’dan Askeri Güç Kullanımına Onay’’, Anadolu Ajansı, Erişim Tarihi: 17.02.2014, Erişim Adresi: http://www.aa.com.tr/tr/ haberler/259776--bmgkdan-askeri-guc-kullanimina-onay Erişim Tarihi: 18.02.2014, Erişim Adresi: http://www.yerelgundem. com/haberler/610539/fransa_mudahalesi_boluyor.html . Erişim Tarihi: 13.12.2013, Erişim Adresi: http://allafrica.com/stories/201402131359.html?viewall=1 Erişim Tarihi: 15.02.2014, Erişim Adresi: http://reliefweb.int/sites/ reliefweb.int/files/resources/CAR_conflict_feb_2014_executive_summary.pdf Erişim Tarihi: 17.02.2014, Erişim Adresi: http://www.undp.org/ content/undp/en/home/librarypage/results/fast_facts/fast-facts-central-african-republic/, s. 1 NİSAN 2014 85 DIŞ POLİTİKA İİT’DE YENİ DÖNEM Dr. Ergin ERGÜL Bağımsız Daimi İnsan Hakları Komisyonu Üyesi işbirliğini sağlamak amacıyla oluşturulmuştur. Bir hükümetler arası kuruluş niteliğindeki Teşkilat’ın ilk şartı, 1972’de Cidde’de yapılan Dışişleri Bakanları Konferansı Toplantısında kabul edilmiştir. Teşkilatın öncelikli amacı barış ruhu içinde İslam dünyasının menfaatlerini korumaktır 2011 yılında faaliyete geçen İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Bağımsız Daimi İnsan Hakları Komisyonu (BDİHK), uluslararası alanda en yeni insan hakları mekanizmasıdır. BDİHK İslam Dünyasında alanındaki ilk kuruluş olarak uluslararası insan hakları kamuoyunda oldukça olumlu karşılanmıştır. Kuruluşundan bu yana geçen kısa zaman diliminde, uluslararası araştırmacılar tarafından hakkında çok sayıda rapor ve makalelerin kaleme alınması da bu durumun bir göstergesidir. Ağustos 2012 tarihinde, 2. Olağan toplantısını Ankara’da yapması, BDİHK’nın Türkiye’de de gündeme gelmesini sağlamıştır. Ağır insan hakları sorunları ile boğuşan BM’den sonra dünyanın en geniş uluslararası teşkilatı İİT üyesi ülkelerin halkları ve Arakan’dan Orta Afrika Cumhuriyeti’ne sistematik insan hakları ihlalleri 86 NİSAN 2014 ile karşı karşıya olan dünyanın çeşitli yörelerindeki Müslüman azınlıklar açısından BDİHK bir ümit ışığı olarak ortaya çıkmıştır. Ülkemiz kamuoyunun ve insan hakları alanında faaliyet gösterenler başta olmak üzere sivil toplum kuruluşlarının, Türkiye’nin faaliyetlerinde aktif şekilde yer aldığı İİT’nın bu temel organını yakından tanıması, çalışmalarına katkı vermesi ve uluslararası alandaki benzerleri gibi tam bir insan hakları koruma mekanizması haline gelmesi için desteklemesi önem taşımaktadır. İİT ve İnsan Hakları İİT başlangıçta İslam Konferansı Teşkilatı (İKT) ismiyle, 1969 yılında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 25 ülkenin bir araya geldiği Rabat zirvesinde, Müslüman ülkeler arasında dayanışmayı ve 1972 tarihli İKT Şartı (kurucu anlaşması), insan haklarına ilişkin bir bölüm içermemektedir. İKT başlangıcında, örneğin Avrupa Konseyi gibi insan haklarının savunulması amacıyla oluşturulmuş bir teşkilat değildir. Ancak Şartın girişi ve çeşitli hükümleri ile temel organlarının yetkileri İKT’nın insan haklarının korunması ve geliştirilmesine önem atfettiğini göstermektedir. evrensel yaklaşımından esinlenerek, yeni belgeler ve bağımsız ve daimi bir insan hakları mekanizması oluşturulmasını da içeren çabaları, uluslararası alanda insan haklarının geliştirilmesi ve korunması konusunda yeni bir boyut olarak öne çıkmaktadır. Bu yeni mekanizmanın mevcut uluslararası mekanizmalara alternatif olmaktan ziyade, dünyada mevcut insan hakları düzenlemelerini tamamlayıcı mahiyette olması amaçlanmıştır. Bağımsız Daimi İnsan Hakları Komisyonu İİT üyesi ülkeler 2008 yılında değişen İİT Şartında çağın ruhuna uygun, bu alandaki evrensel deneyimleri dikkate alan düzenlemelere gitmişlerdir. Bunların başında teşkilatın insan hakları alanında temel organı olarak bağımsız ve daimi şekilde faaliyet gösterecek bir mekanizma oluşturulması gelmektedir. İnsan hakları meselesinin İİT bünyesinde kurumsallaşmasını temsil eden Komisyon, İİT’nin insan hakları alanındaki temel organıdır ve herkes için insan haklarının bağımsız şekilde korunması ve güçlendirilmesine yönelik çalışır. Müslüman azınlıklar ve topluluklardaki temel haklar ile Üye Devletlerdeki temel insan hak ve özgürlüklerini evrensel olarak kabul edilmiş insan hakları norm ve standartlarına uygun olarak, İslami adalet ve eşitlik ilkelerinin katma değerleriyle güçlendirmek Komisyonun temel misyonudur. İİT’nin, insan hakları alanında evrensel belgeleri kabul etmenin yanı sıra, katma bir değer olarak İslam inanç, kültür ve medeniyetinin insan haklarına ilişkin İİT Şartının 15. maddesine göre; Bağımsız Daimi İnsan Hakları Komisyonu, Teşkilatın anlaşmaları ve bildirileri ile evrensel kabul görmüş insan hakları NİSAN 2014 87 met Başkanları Zirvesi veya Dışişleri Bakanları Konseyi’nin vereceği her türlü görevi yerine getirir (İçt. Md. 12). Bu hükmün uygulamada nasıl yerine getirileceğini usul kurallarının 40. maddesi düzenlemektedir. Buna göre; Komisyonun Konseye sunduğu raporlarda, Zirve ya da Konsey tarafından kendisine verilen görevleri yerine getirmesini kolaylaştırmak ve onların ilgisini acil ya da alakalı herhangi bir konuya çekmek amacıyla Üye Devletlerde insan haklarına saygının artırılması için gerekli tedbirlere ilişkin tavsiyeler yer alır. belgelerinde koruma altına alınmış medeni, siyasi, sosyal ve ekonomik hakları, İslamî değerlere uygun olarak teşvik edecektir. Bu amaçlar, Komisyonun rolünün insan haklarının geliştirilmesi ile sınırlandırıldığını göstermektedir. Bölgesel örgütler bünyesinde faaliyet gösteren veya bölgesel insan hakları sözleşmeleri ile oluşturulan değişik insan hakları örgütleri hem insan haklarını geliştirme hem koruma görevleri ile ilgilenmektedirler. 1959 tarihli Amerikalılar arası İnsan Hakları Komisyonu, 1969 tarihli Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi organları ve 1981 tarihli Afrika İnsan ve Halkların Hakları Şartının organı, Afrika İnsan Hakları Komisyonunun durumu bu şekildedir. Bu iki organ insan haklarının geliştirilmesi ve korunması rolü (Amerikalılar arası Komisyon 1965 den beri) oynamaktadırlar. Dünya Müslümanlarının üçte birine karşılık gelen yaklaşık 500 milyon Müslümanın İİT üye ülkeleri dışında yaşadığı tahmin edilmektedir. İİT, İslam Dünyası’nın tümüne hitap etmenin sorumluluğu içinde kuruluş şartında üye devletlerinin dışındaki Müslüman toplulukları da kapsamayı görev bilmiştir. Komisyonun oluşumuna ve üyelere ilişkin İİT Şartında bir hüküm bulunmamaktadır. Komisyon Tüzüğünün 3 ilâ 7. maddeleri Komisyonun oluşumunu düzenlemektedir. Buna göre, Komisyon insan hakları alanında yetkinlikleriyle tanınmış 18 üyeden oluşur. Görüldüğü üzere üyelerin İslami ilimlerde, özellikle de İslam hukukunda uzmanlığı aranmamaktadır. Komisyonun yetkileri İçtüzüğün 12 ilâ 17. maddelerinde sıralanmıştır. Buna göre; Komisyon, danışmanlık görevi yapar ve Konsey’e tavsiyelerde bulunur. Ayrıca Devlet ve Hükü- 88 NİSAN 2014 Komisyon İİT’nin insan hakları ile ilgili konumunu uluslararası düzeyde destekler ve Üye Devletler arasında insan hakları alanındaki işbirliğini güçlendirir (İçt. Md. 13). Komisyon, insan hakları alanında teknik destek sağlar; Üye Devletlerde bu haklara ilişkin farkındalığı artırır ve onay veren Üye Devletlere insan hakları konularında istişari görüş verir (Md. 14). Komisyon, Teşkilat ve diğer bölgesel ve uluslararası insan hakları kuruluşları arasındaki işbirliğini geliştirmenin yanı sıra, Şart’a ve çalışma mekanizmalarına uygun şekilde, ulusal kurumların ve Üye Devletler tarafından akredite edilmiş sivil toplum örgütlerinin insan hakları alanındaki rolünün geliştirilmesine çalışır (Md. 15). Görüldüğü üzere İçtüzüğün 15. maddesi, sivil toplumla işbirliğinin kapılarını açmaktadır. Ayrıca her seferinde farklı yerde toplantı düzenlenebilmesi imkânı, ulusal aktörlerle işbirliğini daha kolay hale getirmektedir. Komisyon, Konsey tarafından kendisine iletilen konular da dâhil olmak üzere insan hakları alanında öncelikli meselelere ilişkin inceleme ve araştırmalar yürütür; Üye Devletlerin çalışma gruplarının faaliyetlerini ve bunlarla uluslararası planda insan haklarına ilişkin konularda bilgi değişimini koordine eder (İçt. Md. 16). Komisyon, Üye Devletler ile kendi talepleri doğrultusunda insan hakları belgelerinin kaleme alınması konusunda işbirliği yapabilir. Ayrıca Teşkilatın insan hakları beyannameleri ve anlaşmalarının iyileştirilmesine ilişkin tavsiyelerde bulunabilir ve Teşkilat çerçevesinde, İslami değerlere uygun ve benimsenmiş uluslararası standartlarla uyumlu insan hakları anlaşmalarının ve belgelerinin onaylanmasını önerebilir (İçt. Md. 17). Görüldüğü üzere Komisyona tanınan yetkiler insan haklarının geliştirilmesi, teşkilatın çeşitli organlarına tavsiyeler sunma, Komisyon ile diğer uluslararası ve bölgesel kuruluşlarla işbirliği, insan hakları alanında üye devletlerarasında işbirliği ve ulusal kurumların ve bu alanda üye devletlerce kabul edilmiş sivil toplum örgütlerinin rollerinin geliştirilmesi etrafında dönmektedir. Ancak, İİT tarafından kabul edilmiş belgelerde korunan insan hakları ihlalleri mağdurları tarafından Komisyona sunulabilecek bireysel veya devlet başvurularına ilişkin hiçbir ifade yer almamaktadır. Ayrıca, Komisyon’un yetkileri arasında, üye devletlerde araştırma/soruşturma turma yapması imkânına ilişkin herhangi açık çık bir hüküm de bulunmamaktadır. Aynı zamanda, İİT resmi dilleri olan Arapça, İngilizce ve Fransızca Komisyonun da çalışma dilleridir. Komisyon çalışmalarını, olağan toplantılar, olağanüstü toplantılar, çalışma grubu toplantıları, uluslararası toplantılara iştirak, k, ziyaretler, üye ülkelerin talebi üzerine rine yeni insan hakları belgeleri hazırlama, araştırma, incelemeler ve raporlar yapma ve yaptırma, istişarî görüş verme, teknik işbirliği, insan haklarına ilişkin farkındalık ve eğitim çalışmaları gibi vasıtalarla gerçekleştirmektedir. Sonuç 57 üye devletle, coğrafi, nüfus ve ekonomik açıdan en büyük uluslararası örgütlerden olan İİT bünyesinde daimi ve bağımsız bir insan hakları komisyonunun kurulmuş olması, İslam dünyasında devletler ve halklar arası işbirliği ve dayanışmanın geliştirilmesi açısından önemli bir adımdır. Ancak, Komisyonun, sadece insan haklarının geliştirilmesine ilişkin bir organ olarak kaldığı sürece, Müslüman halkların ihtiyaçlarını ve beklentilerini tam olarak karşılaması mümkün değildir. Bu nedenle Komisyonun ilerleyen süreçte insan hakları mağdurlarının bireysel başvuru hakkını kullanabilecekleri bir koruma mekanizmasına dönüşmesi elzemdir. BDİHK, İİT’nin kuruluş şartındaki amaçlarına ulaşmasında önemli bir katkı sağlayabilir. Ancak bunun Müslüman azınlıklar ve topluluklardaki temel haklar ile Üye Devletlerdeki temel insan hak ve özgürlüklerini evrensel olarak kabul edilmiş insan hakları norm ve standartlarına uygun olarak, İslami adalet ve eşitlik ilkelerinin katma değerleriyle güçlendirmek Bağımsız Daimi İnsan Hakları Komisyonunun temel misyonudur. için Komisyona örgüt ve üye ülkeler tarafından gerekli desteğin sağlanması gereklidir. Ayrıca, Komisyonun, üye ülkelerin kamuoylarınca benimsenmesi ve üye ülkelerdeki insan hakları kurumları ve sivil toplum kuruluşları ile iyi bir işbirliği tesis edebilmesi ö önem taşımaktadır. İnsan haklarının geliştirilmesi ancak bu hakların somut ve etkin şekilde korunması ile mümkün olabilir. Ancak, Komisyon bugünkü yapısı itibariyle, özellikle usül kurallarında geçen “insan haklarını geliştirme ve koruma” ifadesine rağmen, insan haklarının geliştirilmesini amaçlayan, yumuşak bir mekanizma görünümü vermektedir. Bir koruma mekanizması özelliği kazanabilmesi için, Komisyonun, üye ülkeler için bağlayıcı insan hakları belgelerine öncülük etmesi ve bu belgelerdeki hakların korunması için yarı yargısal veya yargısal bir mekanizmaya dönüşmesi elzemdir. Komisyonun başarısı uygulamadaki etkinliğine bağlıdır. Bunun için, uygulamada, uluslararası alandaki benzer mekanizmaların gerisine düşmemek büyük önem taşımaktadır. Komisyonun İİT üyesi ülkelerin vatandaşlarının hayatlarına dokunacak çalışmalar yapabilmesi halinde, Teşkilatın kuruluş felsefesinin dayandığı, İslam Ümmetine aidiyet bilincinin oluşmasında, Müslüman ülkeler ve halklar arası işbirliği ve yakınlığın tesisinde önemli bir kamuoyu ve sivil toplum desteği ortaya çıkabilecektir. NİSAN 2014 89 röportaj IRAK’TA YAKLAŞAN SEÇİMLER Röportaj: Ebuzer DEMİRCİ SDE Asistanı Irak parlamento seçmlernn, Irak syasetne muhtemel etkler hakkında düşüncelernz nelerdr? Y. Abdul Hüseyn Kmdr? 1984 yılında Bağdat’ta doğdu. Bağdat ünverstes Syaset Blm bölümünü yüksek derece le btrd. Bağdat Ünverstes Uluslararası İlşkler Bölümü Syaset Blm bölümünde yüksek lsans ve doktorasını tamamladı. Halen Bağdat’ta faalyet gösteren Stratejk Araştırma ve Çalışmalar Merkeznn başkanlığını yürütmektedr. Ortadoğu ve Türk Dış Poltkasını yakından takp etmekte olup brçok derg ve gazetede bu konularda makaleler yayınlanmıştır. Ayrıca Irak’ta yayın yapan ulusal br kanalda ç ve dış poltka üzerne programlar hazırlayıp sunmaktadır. 90 NİSAN 2014 Nisan 2014’te yapılacak olan Irak seçimleri, Irak’ın siyasi sahnesine birçok sebepten ötürü önemli bir etkide bulunacaktır. Önümüzdeki Irak seçimleri; Irak’ın iç işlerindeki sorunlar, Al-Anbar’daki terörizme karşı mücadele, Bağdat’taki merkezi hükümet ile Kuzey Irak’taki bölgesel yönetim arasındaki ilişkiler gibi birçok alanda Irak’ın iç ve dış politikasına yön verecek ve belirleyici olacaktır. Yani bu seçim, Irak’ın geleceği açısından büyük önem taşıyan bir seçimdir. Seçmlern dış dünyaya etkler hakkında neler söyleyeblrsnz? Küreselleşen dünyada, siyasi olaylar ülkelerin kendi sınırları içinde kalmadığı gibi dış dünyayı da çok yakından ilgilendirmektedir. Irak’ın stratejik konumundan dolayı Irak seçimleri sadece Irak’ın ve Iraklıların bir seçimi olmaktan çıkmış, bölgenin ve hatta dünyanın bir seçimi haline gelmiştir. Başta da belirttiğim gibi, küreselleşen dünyada seçimler tek başlarına kendi ülkelerinin kaderini değil, aynı zamanda bütün bir bölgenin, hatta dünyanın kaderini şekillendirebiliyor. Herkesin de bildiği gibi uluslararası düzende minimum güce sahip ülkeler bile çevresiyle olan ilişkilerinden dolayı kendilerini uluslararası arenadan soyutlayamazlar. Hiç olmazsa, savunmasız olduk- larından ayakta kalabilmek için dengeli bir politika izlerler. İşte Irak için de tam olarak bu politika geçerlidir ve Irak tam da bu nedenden dolayı her zaman çevresindeki siyasi olaylardan etkilenen bir ülke olmuştur. Mesela, Irak bugün Suriye’deki krizden, İran’ın nükleer dosyasından, ABD ve Arabistan arasındaki gergin ilişkilerden, Türkiye’nin siyasi meselelerinden ya da Beyrut banliyösündeki bir araba patlamasından etkilenen bir ülkedir. Ayrıca 2013 yılının son aylarına doğru Irak, çevresinde meydana gelen gelişmelerden etkilenerek bir dönüşüme tanık oldu. İşte bütün bu nedenler Irak seçimlerini etkileyecek; Irak’taki seçimler de bütün bölgenin kaderi üzerinde etkili olacaktır. Amerka’nın, Irak’tak seçmler ve Irak’ın güvenlğnn sağlanmasındak rolü nedr? Bölgede ve Irak iç politikasında Amerika’nın karşısında durabilecek herhangi bir güç bulunmamaktadır. Ancak Washington’un etkisi askeri yardımlarla değil, Irak’ın bağımsızlığını ve birliğini koruma, terörizme karşı mücadele, demokrasiyi savunma, Irak’taki petrol akışını kontrol etme gibi stratejik anlaşma kapsamındaki ilkelere bağlılığı ile olmaktadır. Obama yönetiminin açıkça belirttiği üzere, ABD’nin hiçbir şekilde Irak’ın siyasi meselelerine karışma gibi bir niyeti yoktur. Ayrıca, Amerika’nın Irak’ı güvenlik açısından desteklemesini engelleyen bürokratik prosedürler de vardır. Diğer taraftan, ABD, Irak ordusunu silahlandırma anlaşmasındaki yükümlülükleri ile ilgili pek bir girişimde de bulunmamıştır. Ama daha önce de belirttiğim gibi, Amerika’nın önünde durabilecek herhangi bir güç de bulunmamaktadır. Irak’tak seçmenlern, herhang br syas akımdan etklenmeler söz konusu mudur? Irak’taki siyasi meseleler ile güvenlik sorunlarının insanlar üzerindeki etkileri yadsınamaz. Irak seçmeni bu seçimlerde parçalı bir yapı gösteriyor. 2014’teki bu seçimlerde 4 grup seçmen olacak; ilk ve en büyük grubu Shiite’de bulunan terörizm karşıtı Şii grup oluşturmaktadır. Bu gruba bazı Sünni kabilelerin de destek vereceği tahmin edilmektedir. 2. grup, seçimlerde doğrudan doğruya taraf olan sempatizan- lar ve sivil kuvvetlerden oluşmaktadır. 3. grup dini kuruluşlar ve gelenekçi seçmenleri içermektedir. 4. grubu ise, oy konusunda kararsız kalanlar ve yeni bir alternatif bekleyenler oluşturmaktadır. 30 Nsan’da yapılacak olan Irak seçmler le lgl son olarak ne söylemek stersnz? 2014 parlamento seçimlerinin Irak tarihinde bir dönüm noktası olabileceğini söylemek mümkün gözüküyor. Seçimleri; nefes kesen siyasi sürece ve mücadeleye son vermesi, bununla birlikte gerçek bir değişime yol açması umuduyla, önemli bir fırsat olarak görmekteyim. Bir de başta vurguladığım şeyi tekrar vurgulamak isterim; bu seçimler sadece Irak’ın geleceğini şekillendirmeyecek, Irak ile birlikte bütün bölgenin siyasi yapısını şekillendirecektir. Ayrıca, Türkiye’deki seçimleri de yakından takip eden biri olarak şunu da eklemek isterim; bölgenin yeniden şekillenmesinde, sadece Irak’taki seçimler değil, aynı zamanda 30 Mart’ta Türkiye’de yapılacak seçimler de önemli bir rol oynayacaktır. Aslında şöyle de söyleyebiliriz; bölgedeki bütün bu seçimlerden sonra yeniden şekillenmiş bir coğrafya ile karşı karşıya geleceğiz ve bu sürecin sonunda, Ortadoğu kendisine yeni güçler, yeni dengeler, yeni sorunlar ve çözümler oluşturacaktır. Bu yüzden hem Irak Seçimlerini hem de Türkiye’deki seçimleri bölge için bir umut olarak görüyorum. Değerl görüşlernz bzmle paylaştığınız çn teşekkür ederz. NİSAN 2014 91 Her Şeye Rağmen Üretim... Dr. M. Levent Yılmaz EKONOMİ HER ŞEYE RAĞMEN ÜRETİM... Dr. M. Levent YILMAZ SDE Uzmanı Ekonommz, kurdak ve faz oranlarındak artış, BİST’tek düşüş, Gez Olayları ve 17 Aralık sürec gb olumsuz etks olablecek pek çok şeyden sıyrılarak üretme devam edyor. Dışarıda yaratılmaya çalışılan algı ne olursa olsun, çerde üretm yapmaya ve üretmmz artırmaya devam ettğmz sürece ekonommz de güçlendrrz. Bu bakımdan sanay üretmnde yakaladığımız bu trend devam ettrmelyz. T ürkiye 2013 yılının ikinci yarısından itibaren, siyasi istikrarını ve ekonomik görünümünü derinden etkileyen bir süreç ile baş başa kaldı. Bu süreçteki ekonomik ve ekonomi dışı pek çok değişken, Türkiye ekonomisinin algıda yıpranmasına ve rakamlarda zorlanmasına neden oldu. Oysa 2013 Mayıs ayının sonuna kadar devam eden süreçte, tüm gelişmekte olan ülkeleri ilgilendiren ekono-politik riskler devam ediyor olmasına rağmen, risk primlerimiz düşüyor ve kredi derecelendirme kuruluşları bizim için ardı ardına not artırımına gidiyordu. Peki, ne oldu da, ekonomimizin gücü birden sorgulanmaya başladı? Aslında bu sorunun cevabının hemen hemen hiçbir ekonomik yanıtı yok. Amerikan Merkez Bankası FED’in para politikalarının yarattığı riski bir kenara bırakırsak, bu tablonun sorumlusunun ekonomi dışı etkenler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 2013 Mayıs sonunda başlayan ve uzunca bir süre devam eden sokak olayları neticesinde Türkiye’nin risk primleri giderek arttı. Takip eden dönemde yaşanan gelişmeler siyasi ve ekonomik ortamı sıcak tutarken, 17 Aralık sürecinin patlak vermesi ise, özellikle ABD Doları tarafında oldukça büyük bir maliyete neden oldu. 94 NİSAN 2014 Bu noktada üzerinde durulması gereken çok önemli bir konu var. Uzun süredir biz dâhil bütün gelişmekte olan ülkeler, FED’in tahvil alımı adını verdiği ve ayda 85 milyar Doları piyasaya bir şekilde enjekte ettiği programdan ne zaman vazgeçeceğini merak ediyordu. Çünkü bu tahvil alım programı ABD Dolarını, gelişmekte olan ülkelerde nispeten daha değersiz bir hale getiriyordu. Bu program kapsamında tahvil alım miktarının azalmasının, diğer ülke kurlarının Dolar karşısında değer kaybetmeye başlamasına neden olacağı da tüm piyasa aktörleri tarafından net bir şekilde bilinmekteydi. İşte bu karar 17-18 Aralık 2013’te yapılan FED toplantısında dünyaya duyuruldu ve Dolar yönünü sert bir şekilde yukarı çevirdi. Türkiye’yi gelişmekte olan ülkelerden ayıran en temel fark ise, 17 Aralık sabahı başlayan operasyonlardı. Planlı ya da plansız, ekonomi için negatif etkileri olan bu iki gelişmenin aynı güne denk gelmesi, Türkiye ekonomisine oldukça büyük zararlar veren ve Merkez Bankası’nın faiz artırımı kararı almasına neden olan süreci de başlatmış oldu. Özellikle yurtdışı yayın organlarında Türkiye ekonomisinin aleyhine sistematik haberler yapıldı ve köşe yazıları yazıldı. Uzun uzun raporlar kaleme alındı ve Türkiye’nin artık Kırılgan Beşli adı verilen ülkelerin en kırılganı olduğu ilan edildi. Cari açığın önüne geçilemeyeceği gerekçesi ile kredi notu düşürme ihtimalleri söylenmeye başladı. Dolar kurundaki yükselişin önlenemeyeceği üzerine sayısız yazı yazıldı. Elbette Türkiye ekonomisinin, tüm gelişmekte olan ülkelerde olduğu ekonomik alanda tedbir alması gereken bazı noktalar var. Ancak bu riskler bugün meydana gelen riskler değildir. Kredi derecelendirme kuruluşları not artırımı yaparken de bu riskler vardı. Peki, 2001 yılında borsamızdan NİSAN 2014 95 Grafik 1- Uluslararası Yatırım Pozisyonu (UYP) (Milyar Dolar)* UYP -350.000 2012-I 2012-II 2012-III 2012-IV 2013-I 2013-II 2013-III 2012-IV -370.000 -390.000 -410.000 -430.000 -450.000 *TCMB, EVDS verileri kullanılarak hazırlanmıştır. çıkan 1 milyar Doların nelere mal olduğunu hatırlarsak, ekonomideki kayıpların 150 milyar Dolara ulaşması neden ekonomik kriz çıkarmıyor? Krizlerin etkileri her ne kadar rakamsal olarak ifade edilse de altında yatan sebep genellikle beklentilerle ilgilidir. Siyasi istikrar kriz beklentilerini düşürür ve ekonominin gücü hissedildikçe de piyasalar zorlansa da kriz algısına kapılmaz. İşte Türkiye’de olan tam da buydu. Küresel Krizin etkilerini en hızlı atan ülkelerden birisi olan Türkiye, artan döviz ve altın rezerv- 2014-I leri, pek çok Avrupa Birliği ülkesinden çok daha az işsizlik rakamları, Batı krizdeyken kendisine Doğu’da partner bulabilme zekası gibi etkenler sayesinde, yapılan tüm negatif haberlere rağmen ekonomik krize düşmedi. Hatta yaklaşan yerel seçimler ve seçimlerin neticesinde belirsizliğe neden olabilecek pek çok olumsuz durum bile kriz algısı yaratmadı. 2001 krizinden büyüyerek çıkan ve 2008 Küresel Krizi’ni en az zararla atlatan Türkiye Ekonomisinin verdiği bu zor sınav neticesinde, cari açık, sanayi üretim endeksi ve uluslararası net yatırım pozisyonu gibi kritik başlıklarda kat ettiği yol dikkat çekiyor. 2014 Ocak ayı için cari işlemler açığı, bir önceki yılın ocak ayına göre 932 milyon dolar azalarak 4 milyar 877 milyon dolara geriledi. Bu rakam hem beklentilerin altındaydı hem de bir önceki yılın aynı ayına göre neredeyse 1 milyar Dolar daha aşağıdaydı. Bir ekonomideki yerleşik kişilerin, yurtdışı yerleşik kişilerden olan finansal alacakları ile rezerv varlık olarak tutulan altın şeklindeki finansal varlıklarının ve yerleşiklerin, yurtdışı yerleşik kişilere olan finansal yükümlülüklerinin, belli bir tarihteki stok değerini gösteren istatistiki bir tablo olarak tanımlanan Uluslararası Yatırım Pozisyonundaki (UYP) gelişmeler de son derece önemli. Zira IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların kriz algısında en çok dikkat ettiği konuların başında UYP geliyor. Bu alandaki iyileşmeler de kriz algısını ortadan kaldırmaya yardım eden değişkenlerden bir tanesidir. Grafik bu alandaki iyileşmeyi göstermektedir. Son dönemde dikkat çeken en önemli verilerden bir tanesi de sanayi üretim endeksidir. Zira son açıklanan sanayi üretim endeksi beklentilerin oldukça üzerinde bir şekilde gerçekleşmiş durumda. Bu kadar olumsuz senaryonun olduğu bir ülkede normal şartlarda, sanayi üretiminin düşmesi beklenir. Özellikle kriz algısının olduğu durumlarda üreticiler ihtiyatlılık gereği daha dikkatli hareket ederler. Bu rakamın yüksek çıkması ise, üretim kesiminde böyle bir algı olmadığının en önemli göstergelerinden birisidir. 2014 yılı ocak ayı verilerine göre takvim etkisinden arındırılmış sanayi üretimi bir önceki yılın aynı ayı- Grafik 2- Mevsim ve Takvim Etkisinden Arındırılmış Sanayi Üretim Endeksi (2010=100), Ocak 2014* Küresel Krzn etklern en hızlı atan ülkelerden brs olan Türkye, artan dövz ve altın rezervler, pek çok Avrupa Brlğ ülkesnden çok daha az şszlk rakamları, Batı krzdeyken kendsne Doğu’da partner bulablme zekası gb etkenler sayesnde, yapılan tüm negatf haberlere rağmen ekonomk krze düşmed. NİSAN 2014 Grafik 2’de de görüldüğü üzere 2014 yılı Ocak ayı için oluşan mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış sanayi üretim endeksinde ciddi bir artış var. Bu, Türkiye’nin “her şeye rağmen üretim” yapmaya devam ettiğini gösteriyor. Ekonomimiz, kurdaki ve faiz oranlarındaki artış, BİST’teki düşüş, Gezi Olayları ve 17 Aralık süreci gibi olumsuz etkisi olabilecek pek çok şeyden sıyrılarak üretime devam ediyor. 130 120 2013 110 100 96 na göre % 7,3 artmış durumdadır. TÜİK raporuna göre, Sanayinin alt sektörleri (2010=100 temel yıllı) incelendiğinde; 2014 yılı Ocak ayında bir önceki yılın aynı ayına göre madencilik ve taş ocakçılığı sektörü endeksi % 9,4, imalat sanayi sektörü endeksi % 7,8 ve elektrik, gaz, buhar ve iklimlendirme üretimi ve dağıtımı sektörü endeksi ise % 3,5 arttı. Burada dikkat çeken unsurların başında Ana Sanayi Grupları sınıflamasına göre, 2014 yılı Ocak ayında bir önceki aya göre en yüksek artışın % 3,4 ile ara malı imalatında gerçekleşmesi gerekiyor. Yani sadece nihai üretimde değil, hammadde üretiminde de belirgin bir artış var. Aşağıdaki grafik 2013 yılının tamamı ve 2014 yılı Ocak ayı için Sanayi üretim endekslerini gösteriyor. 2014 Türkiye’nin bir potansiyeli olmasaydı, 2014 Ocak ayında bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 51’lik bir artışla toplamda 1,2 milyar Dolarlık doğrudan yabancı yatırım Türkiye’ye gelmezdi. Dışarıda yaratılmaya çalışılan algı ne olursa olsun, içeride üretim yapmaya ve üretimimizi artırmaya devam ettiğimiz sürece ekonomimizi de güçlendiririz. Bu bakımdan sanayi üretiminde yakaladığımız bu trendi devam ettirmeliyiz. NİSAN 2014 97 Cemel ve Sıffin Olayları Işığında Günümüzü Anlamak Prof. Dr. Talip Özdeş Türkiye ve Sudan: Aktif Bir Ortaklığa Doğru SDE Haber “Ukrayna’daki Siyasi Kriz” Çalıştayı SDE Haber “Çözüm Süreciyle Geçen Bir Yılın Muhasebesi” Çalıştayı SDE Haber GENEL nemlerinden itibaren yönetim ve işlerin yürütülmesi konusunda İslam’ın öne çıkardığı bu ilkeleri temsil eden çizgiyle, bu ilkeler yerine kabileyi, aşireti, soyu, etnik yapıyı veya cemaati yerleştirerek iktidarı saltanata dönüştürmeyi, siyaseti kişisel veya zümresel çıkar elde etme aracı haline getirmeyi temsil eden cahiliye dönemi kalıntısı çizgi arasında hep çatışma olmuştur. Ümeyyeoğulları ile Haşimoğulları Arasındaki Rekabetin Siyasete Yansıması Hz. Ebubekir’in Medine’de halife seçilmesiyle beraber bazı kabilelerin merkezî hükümete zekât vermek istememesi (Ridde olayları) ve birtakım yalancı peygamberlerin ortaya çıkması gibi bazı olayları, dînî görünümlü olduğu kadar aslında arka planında kabilecilik ve bedevi zihniyetin etkili olduğu, merkezî otoriteye karşı isyan hareketleri olarak değerlendirmek doğru olur. Kabilecilik, Hz. Osman döneminde ortaya çıkan ve halifenin katledilmesine kadar varan fitne hareketleri, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki yönetim ihtilafı, Cemel ve Sıffin olayları, Tahkîm (hakemlik) meselesi, Haricilik ve Şia’nın ortaya çıkması, Hz. Ali’nin şehid edilmesi, Kerbelâ olayı gibi İslam dünyasını derinden etkileyen hadiselerin ortaya çıkmasında etkin rol oynamıştır. Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı T ürkiye seçimlere doğru yaklaşırken siyaset eksenli kutuplaşmalar, sertleşmeler, çatışmaya yönelik tavır alışlar gündeme damgasını vurmaktadır. 17 Aralık’tan beri taban kitlelerinin önemli bir kısmını İslami hassasiyete sahip kesimlerin oluşturduğu iktidar partisi ile tüzel kişiliği ile siyasete soyunan, kendisini dine ve ülkeye ‘hizmet’ hareketi olarak lanse eden, devletin birçok alanlarında kendisince kadrolaşan bir cemaat arasındaki kamplaşma bütün şiddetiyle devam etmektedir. Her iki hareketin sosyal tabanı da inanç, değerler, kültür ve dünya görüşü açısından ortak noktalara sahip olmasına rağmen, her iki hareket arasında Müslüman toplumun büyük çoğunluğunu etkisi altına alacak şekilde siyasi rekabet ve kutuplaşma ekseninde yaşananlar, İslam tarihinin ilk döneminde ortaya çıkan fitne hareketlerini, Cemel ve Sıffin harbine neden olan durumları akla getirmekte, söz konusu bu olayların ışığında günümüzü okumayı gerekli kılmaktadır. 100 NİSAN 2014 Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebubekir’in sahabenin büyük çoğunun oylarıyla hilafete seçilmesiyle başlayan dört halife döneminde, halifeye ve merkezi otoriteye başkaldırı mahiyetindeki olayların arka planında yatan en önemli faktörün kabilecilik olduğu söylenebilir. İslam’ın inanç, ahlak ve hukuk alanında ortaya koyduğu evrensel mahiyetteki ilkeler ve prensipler üzerinden gerçekleştirilmesini istediği ideal toplumun aksine, İslam öncesi cahiliye toplumunda ilişkileri düzenleyen faktör kabilecilik olmuştur. Kabileciliğin insan ve toplum algısında bireysel kimlik yerine kolektif kimlik öne çıkmaktadır. Hâlbuki tevhit toplumunun inşasında bireyi esas alan İslam, hizmet ve işlerin yürütülmesinde emanetlerin (mevki ve makamların) ehillerine verilmesi,1 ulu’l-emre (yöneticilere) itaat edilmesi,2 işlerin şûrâ (danışma ve istişare) ile yürütülmesi,3 insanlar arasında adalet ve hakkaniyetle hükmedilmesi,4 doğruluk,5 iyiliklerin emredilip kötü ve çirkin işlerden sakındırılması,6 zulüm ve fitnenin elimine edilmesi7 gibi ilkeleri öne çıkarmaktadır. İslam tarihinin ilk dö- Haşimoğulları ile Ümeyyeoğullarının soyu Abdulmenaf’ta birleşmesine ve her iki kol da Kureyş kabilesine mensup olmasına rağmen, Hz. Peygamber’in Mekke’de İslam’ı tebliğ etmeye başlamasından Mekke’nin fethine kadar devam eden süreçte meydana gelen birtakım gelişmeler, aynı kabileye mensup bu iki kol arasındaki düşmanlığı körüklemiştir. Hz. Peygamber’in 632 yılında vefatından sonra hilafete Haşimoğullarına veya Ümeyyeoğullarına mensup birisinin değil de Kureyş’in zayıf kollarından Teymoğullarına mensup Hz. Ebubekir’in getirilmesi, her iki kolu da memnun etmemiştir. II. Halife Hz. Ömer’in bir suikast sonucu şehit edilmesinden sonra hilafete Ümeyyeoğullarına mensup Hz. Osman’ın gelmesi, yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Hz. Osman’ın görevlendirmelerde kendi yakınlarını öne çıkarması diğer kabileleri rahatsız etmiş, iki kol arasındaki rekabetin artmasına da vesile olmuştur. Kabile rekabeti yanında Ümeyyeoğullarına mensup valilerin icraatlarına duyulan tepkiler, hilafet merkezine (Medine’ye) karşı başlatılacak isyanın zeminini oluşturmuştur.8 Bir cemaatin kurumsal kimliği ile muhalefet partisi gibi hareket ederek siyasete soyunması, kadrolaşma girişimlerine ve pazarlıklara girerek devlet içerisinde paralel bir yapı oluşturmak istemesi cemaat ruhu ile de bağdaşmayan, toplumu fitne ve tefrikaya sürükleyebilecek yanlış bir yöntem ve hareket tarzıdır. Bu durum tıpkı, Muaviye’nin iktidar hesabı ile Hz. Osman’ın kanı üzerinden Hz. Ali’yi suçlayarak hilafet merkezine karşı siyaset geliştirip isyan hareketi başlatmasına benzemektedir. Hz. Osman Medine’deki evinde Küfe, Basra ve Mısır’dan gelen ve sayıları da çok olmayan isyancılar tarafından günlerce kuşatma altına alındığında, problemin kansız yolla çözümü için koşulların yeterince zorlandığı söylenemez. O sırada Medine’de bulunan Kureyşlilerin ve Ensar’ın ona yeterince destek olmamalarının zemininde Hz. Osman’ın icraatlarına olduğu kadar Ümeyyeoğullarının kazandıkları nüfuza karşı duyulan tepkinin de yattığı söylenebilir. Yine o sırada Ümeyyeoğullarına mensup olup da Medine’de ikamet edenlerin Hz. Osman’ı ihtilalcilere karşı korumak için herhangi bir teşebbüse girişmemiş olmaları düşündürücüdür. Ne yazık ki, mevcut şartlar altında Hz. Ali’nin isyancılarla halife arasında arabuluculuk yapma girişimi de başarısız kalmış, dil yerine kılıçlar konuşturulmuştur. III. Halifenin isyancılar eliyle katledilmesi şiddeti öne çıkararak işlerin daha fazla karışmasına neden olmuştur.9 Hz. Osman’a karşı isyan, farklı kabilelerin Kureyş’e isyanını ve kabilevi akımın İslami akıma galip gelmesini sembolize eder.10 Hilafet merkezini hedef alan ve III. Halifenin katledilmesiyle sonuçlanan ihtilalin ortaya çıkmasında kabilecilik zihniyeti ve valilere du- NİSAN 2014 101 Tevhit toplumunun inşasında bireyi esas alan İslam, hizmet ve işlerin yürütülmesinde emanetlerin (mevki ve makamların) ehillerine verilmesi, ulu’l-emre (yöneticilere) itaat edilmesi, işlerin şûrâ (danışma ve istişare) ile yürütülmesi, insanlar arasında adalet ve hakkaniyetle hükmedilmesi, doğruluk, iyiliklerin emredilip kötü ve çirkin işlerden sakındırılması, zulüm ve fitnenin elimine edilmesi gibi ilkeleri öne çıkarmaktadır. yulan tepki önemli rol oynamıştır. Bu durum, Abdullah b. Sebe gibi İslam dünyasını karıştırmak isteyen kişilere ve çevrelere aradıkları fırsatı vermiş, asılsız haber ve söylentilerin yayılmasıyla fitnenin gelişmesi sağlanmıştır. Kargaşa ve fitnenin egemen olduğu bir ortamda Hz. Ali’nin, aralarında Hz. Osman’ın katillerinin de bulunduğu isyancılar tarafından Medinelilere yapılan baskı sonucu IV. halife seçilmesi,11 ileride onun muhalifleri tarafından Hz. Osman’ın katilleriyle işbirliği içerisinde olduğu yönünde suçlanmasını ve iktidarının meşruiyetinin sorgulanmasını beraberinde getirecektir. Hz. Ali Medinelilerin oylarıyla halifeliğe gelir gelmez, ilk icraat olarak kendisine biat edip etmeyeceklerini beklemeksizin fitne olaylarının meydana gelmesinin temel sebebi olarak gördüğü Ümeyyeoğullarına mensup valileri ve bu arada Şam valisi Muaviye’yi görevlerinden azletme yönüne gitmiş, görevlendirme konusunda Haşimoğullarını ve Ensarı öne çıkarmıştır. Hz. Ali, böyle yapmaması, en azından Muaviye’yi Şam’da vali olarak bırakması yönündeki talepleri ise dini anlayışının buna müsaade etmediği gerekçesiyle reddetmiştir. Ayrıca, Hz. Osman zamanında Ümeyyeoğullarına dağıtılan bazı arazileri de onların elinden geri almıştır. Bu uygulamalar, Hz. Ali karşısında muhalefet cephesinin oluşumunu tetiklemiştir. Daha sonraları Muaviye’nin 102 NİSAN 2014 Hz. Ali’ye başkaldırısıyla başlayan süreçte Hz. Osman’a isyan edenlerin Hz. Ali’nin ordusunda yer almaları da halife aleyhine şaibe ve dedikoduların artmasına vesile olmuştur.12 Cemel ve Sıffin’e Giden Yol ve Sonrası Hz. Ali’nin Şam bölgesine vali olarak atadığı Sehl b. Huneyf’in Muaviye’nin adamları tarafından geri çevrilmesi, Muaviye’nin yeni halifeyi tanımadığı ve ona biat etmeyeceği anlamına gelmiştir. Bunun üzerine Hz. Ali, Muaviye’ye mektup göndererek ondan kendisine biat etmesini istediyse de, Muaviye biat için önce Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını şart koşmuştur. Ayrıca Mekkelilere ve Medinelilere yazdığı mektuplarında halifenin Müslümanlar arasında oluşturulacak bir şura ile seçileceğini iddia ederek, Hz. Ebubekir’le başlayan ilk dört halifenin seçimini gerçekleştiren Muhacirler ve Ensardan (Medine’deki sahabelerden) oluşan yapıyı devre dışı bırakma taktiği gütmüştür.13 Geleneğe uygun olarak Medine’deki sahabe tarafından seçilen meşru halifeye isyan anlamına gelen bütün bu girişimler, Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen Sıffin harbine giden yolun taşlarını döşemiştir. III. halife tarafından atanan bir valinin, biat etmek istemese bile mevcut teamül üzerinden meşru olarak seçilen bir halifeye itaat etmemesi, hiçbir yetkisi olmadığı halde kendi kafasına göre yeni bir şuranın oluşturulmasını önererek halifenin bu şura tarafından seçilmesini istemesi, itaatini Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılma şartına bağlaması hiçbir şekilde kabul edilemezdi. Böyle bir tasarruf, günümüz şartlarında atanan bir valinin, kendisince birtakım gerekçeler üreterek seçim yoluyla gelen, kendisinin de yasal olarak bağlı olduğu bir başbakanı veya cumhurbaşkanını tanımamasıyla aynı anlama gelmez mi? Ayrıca, Muaviye’nin, bir taraftan yeni halifeden Hz. Osman’ın katillerini cezalandırmasını isterken, diğer taraftan ona biat etmeyip isyan bayrağını kaldırması tam bir samimiyetsizlik ve çelişki örneği oluşturmaktadır. Çünkü Medine’yi işgal ederek III. halifeyi katledenlerin cezalandırılmasının yolu, meşru seçimle gelen bir iktidarın elinin katillere karşı itaatsizlik ve isyanla zayıflatılmasından değil, güçlendirilmesinden geçerdi. Kaldı ki aslında Muaviye, Hz. Osman’ın velisi ve birinci derecede yakını olmadığı için halifeden Hz. Osman’ın kanını dava etme gibi bir hakka sahip de değildir. Kur’an’da bu hak, maktulün birinci derecede yakınlarına nispet edilmektedir.14 Muaviye’nin Hz. Osman’ın kanını dava etmesi, İslam öncesi kabile geleneğine dayalı bir uygulamadır. Bu tip tasarrufların gerisinde kabilecilik zihniyetinin ve saltanat hevesinin yattığı, dinin de siyasi amaçlara hizmet için istismar edildiği anlaşılmaktadır. Hz. Osman’ın kanının dava edilmesi meselesi, Muaviye’nin olayı siyasi platforma taşıyıp Şam’da hilafetini ilan etmesiyle saltanat oyununa alet edilmiştir.15 Hâlbuki yönetici (halife), içerisinde bulunan şartlar muvacehesinde katillerin yargılanıp cezalandırılmasını tehir edebilir; ancak, vali tarafından hilafet merkezine yönelik itaatsizlik ve isyan hali, işi çıkmaza sürükleyerek adaletin uygulanma zemininin ortadan kalkmasına yol açmıştır. Muaviye’nin, Hz. Ali’nin şehit edilmesini takiben hilafeti Hz. Hasan’dan aldıktan sonra, Hz. Osman’ın katillerini cezalandırmak için bir mahkeme kurmamış olması, konuyu gündem dışına çıkarmış olması yukarıda anlatılanlarla beraber bütünlük içerisinde değerlendirildiğinde anlamlıdır. Hz. Ali, Muaviye’nin neden olduğu siyasi krizi bir şekilde ortadan kaldırmaya çalışırken, Mekke’de Hz. Aişe’nin liderliğinde oluşan, sahabelerden Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in yanında Ümeyyeoğullarından Mervan b. Hakem’in de katılımıyla kendisine karşı oluşan yeni bir muhalefet cephesiyle baş etmek durumunda kalmıştır. Yine Hz. Osman’ın kanı üzerinden yürütülen bu muhalefet cephesinin oluşmasında, hilafet merkezini hedef alan asılsız dedikodu ve propagandaların büyük etkisi olmuştur. Hz. Aişe, Hz. Zübeyr ve Hz. Talha’nın bu oluşuma katılmaları, Hz. Osman’ın öldürülmesine duydukları dini-vicdani sorumluluğun yanında, özellikle Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in halifeden karşılanmasını bekledikleri birtakım taleplere cevap alamamış olmaları da rol oynamış olabilir.16 Ancak, o sırada Hicaz bölgesinde olup da Haşimilerin siyasi nüfuz kazanmasına ve iktidarına karşı olan Ümeyyeoğullarından birçok kimsenin, kabilecilik hamiyeti ile Hz. Aişe’nin ordusunda yer almaları söz konusudur. Mevcut kaos ortamında gelişen hadiselerin arka planındaki gerçeklere vakıf olmadan, onlar üzerinde doğru düzgün tahkikat yapmadan asılsız haberlerden, kışkırtma ve propagandalardan hareketle meşru halifeye karşı taarruza geçen bu cephenin, başarılı oldukları takdirde ne yapacaklarına, toplumu kargaşaya sürükledikten sonra düzen ve barışı nasıl sağlayacaklarına dair açık bir programlarının olmadığı NİSAN 2014 103 anlaşılmaktadır. Ne yazık ki, 656 yılında Hz. Ali’nin ordusuyla Hz. Aişe’nin liderliğini yaptığı muhalifler Basra yakınlarında karşı karşıya gelerek birbirleriyle savaşmışlardır. Adına Cemel Vakıası denilen bu savaş Hz. Ali’nin zaferiyle sonuçlanırken, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in de aralarında bulunduğu her iki taraftan birçok Müslüman’ın yok yere telef olmasına mal olmuştur.17 Cemel olayı, her ne kadar Hz. Ali’nin üstünlüğü ile sonuçlansa da, gerçekte Hz. Ali’nin konumunu sarsmış, Muaviye’ye zaman kazandırmıştır. Hz. Ali, belki de Cemel’den önce Muaviye üzerine gitseydi veya Cemel olayı hiç yaşanmasaydı, gelişmeler daha farklı olabilirdi. 657 yılında Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen Sıffin harbinde, Muaviye’nin yenileceğini anlaması üzerine Amr b. As’ın teklifiyle Kur’an sahifelerinin Muaviye’nin askerlerinin mızraklarının ucuna asılması sonucu Hz. Ali’ye bağlı askerlerin savaşmaktan vazgeçmeleri karşı tarafı kesin bir yenilgiden kurtarmıştır.18 Bu olaydan sonra taraflar arasındaki problemin güya Kur’an’a göre çözümü için eski Arap geleneğine uygun olarak tahkim (hakeme başvurma) yoluna gidilmesi,19 Hz. Ali’nin olaylar ve gelişmeler üzerindeki inisiyatifini kaybetmesine, Hz. Ali’nin ordusundan ayrılan Haricilerin tarih sahnesine çıkmasına, Muaviye’nin taraftar kazanmasına neden olmuştur. Tahkim için seçilecek hakemlerin tarafsız olması gerekirken, Muaviye’yi temsilen seçilen Amr b. As’ın Muaviye’nin en yakın adamı olarak tarafsız davranmadığı, ancak Hz. Ali’nin rızası olmadığı halde askerlerinin dayatmasıyla kendisini hakem olarak temsil etmesi için seçilen Ebu Muse’l-Eş’ari’nin Hz. Ali’yi temsil etmek yerine nötr bir davranış sergilediği, Amr b. As karşısında oldukça hazırlıksız ve yetersiz kaldığı bir vakıadır.20 Nitekim iki kişi arasında yapılan tahkim görüşmelerinde, Muaviye’nin Hz. Ali’ye biat etmeyip isyan etmesine gerekçe olarak ileri sürdüğü Hz. Osman’ın katillerinin ne zaman, nasıl ve ne şekilde cezalandırılacakları üzerinde müzakere yapılmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bunun yerine hakemler tarafından hiç gerek yok iken Hz. Osman’ın kanı üzerinden doğrudan Hz. Ali’nin hilafetinin meşru olup olmadığının tartışmaya açılması, sanki Hz. Ali ile Muaviye denk bir konumdalarmış gibi her ikisinin de hilafetten azledilip halife seçiminin belirsizliğe terk edilmesi tam bir talihsizlik olmuştur. Yani Amr b. As’ın, Ebu Muse’l-Eş’ari ile 104 NİSAN 2014 yaptığı görüşmeleri kurnaz dehasıyla istediği zemine kaydırmasıyla, tahkim esnasında Hz. Osman’ın katillerinin durumunun müzakere edilmesi gerekirken, Hz. Ali’nin halifeliği münakaşa edilmiş; tahkim, kimin halife olacağına karar verilmeksizin Hz. Ali’nin halifelikten azledilmesiyle sonuçlanmıştır. Zaten halife konumunda olmayıp, halifenin emrinde ona itaatle sorumlu bir vali konumunda olan Muaviye’nin hakemler tarafından halifelikten azledilmesi (!) problemi çözmek yerine tahkimin kendisini problem haline getirmiştir. Bu olay, Hz. Ali’nin konumunun sarsılmasına, askerleri arasında ihtilafların ortaya çıkmasına ve tarihte Haricilik adı verilen hareketin teşekkülüne yol açmıştır. Harici problemi de Hz. Ali’yi bir hayli uğraştırmış, Nehrevan’da Haricilerin yenilgiye uğratılması, Hz Ali’nin Muaviye’ye karşı inisiyatif kaybetmesinin ve saflarının çözülmesinin önüne geçememiştir. Sıffin’den sonraki gelişmeler Muaviye’nin Hz. Ali karşısında güç kazanarak iktidara yürümesine giden yolu döşemiştir. Nihayet Hz. Ali’nin 661 tarihinde Haricilerden bir grubun düzenlediği suikast sonucunda hayatını kaybetmesi, iktidara giden yolda Muaviye’nin önündeki en büyük engeli de ortadan kaldırmıştır. Ancak ne Hz. Osman’ın isyancılar eliyle, ne de Hz. Ali’nin Hariciler tarafından bir suikast sonucu şehit edilmesi, Müslümanların içerisine düştüğü tefrikayı ortadan kaldıramamıştır. Hilafetin Muaviye’nin elinde saltanata dönüşmesi, halktan Yezid’in saltanatı adına zorla biat alınması ve daha sonra yaşanan Hz. Hüseyin’in şehit edilmesiyle sonuçlanan Kerbela olayıyla nefret, baskı, şiddet ve gözyaşı olarak tarihe yansıyan, etkileri zamanımıza kadar uzanan çalkantılı bir dönem yaşanmıştır. Günümüzdeki Durum ve Sonuç Bugün İslam dünyasının içerisine düştüğü tefrikalar, her ne kadar İslam alemini kuşatmak, Müslümanları birbirine karşı kışkırtarak Müslüman’ı Müslümanla vurma strateji ve politikalarını uygulamaya sokan global aktörlere bekledikleri fırsatları sunmakla beraber, köklerini ve desteğini büyük ölçüde Müslüman toplumların sosyo-politik alandaki geleneksel zaaflarından, geçmişten ibret almayan yanlış tutumlarından, meşru olmayan zeminlerde iktidar arayışlarından almaktadır. İslam dünyasında Arap Baharı ile demokratikleşme, özgürlükler ve hukukun üstünlüğü yönünde ortaya çıkan temayüllerin önü kesilerek darbeler, diktatörlükler ve iç çatışmalar desteklenirken, birtakım eksiklik ve zaaflarına rağmen, ülkemizde birçok siyasal, hukuki ve anayasal reformlara imzasını atan, uzun yıllardan beri binlerce insanın ölümüne neden olan terörü sonlandırmak için uzlaşma ve iç barışın sağlanması yönünde ciddi adımlar atan, gelişmiş ülkelerin ekonomik krizle sarsıldığı bir dünyada ekonomide belirli bir istikrarı sağlayan bir hükümetin hedef alınması beklenmeyen bir şey değildir. Gezi Parkı eylemleriyle bu stratejinin ilk işaretleri verilmiştir. Uluslararası çevrelerden ve global aktörlerden destek bulan Gezi Parkı eylemlerinin başarısızlığa uğraması üzerine, Hükümeti itibarsızlaştırmaya ve içerden teslim almaya yönelik sahnelenen MİT üzerinde hakimiyet kurma girişiminin ve yolsuzluklar bahane edilerek gerçekleştirilen 17 Aralık Operasyonunun söz konusu stratejinin bir parçası olduğu anlaşılmaktadır. Hukuk dışı dinlemeler, istihbarat casusluğu, Suriye’ye yardım götüren tırların önünün kesilmesi, dış dünyada Türkiye’nin el-Kaide ve terör örgütleri ile işbirliği içerisinde olduğunu ima eden, hükümeti diktatörlükle suçlayarak jurnalleyen, dışarıda devletle ilgili olumsuz bir imajın yaratılmasına neden olan yayınlar, söz konusu bu stratejinin devamı mahiyetinde gözükmektedir. Garip olan durum, bu stratejinin senelerce hizmet yolunda gözüken dini mahiyetteki bir cemaat hareketinin aracılığı ile gerçekleştirilmek istenmesidir. Siyaset ve iktisatla bağlantılı her yerde insan zaaflarından kaynaklanan birtakım problemlerin ortaya çıkması normaldir. Ayrıca toplumu oluşturan bireylerin yolsuzluklara karşı çıkmaları, yolsuzlukların sona erdirilmesi konusunda meşru zeminde ve yetkileri dâhilinde birtakım girişimlerde bulunmaları da normaldir. Ancak, yolsuzlukla ilgili ortaya atılan iddiaların gerçek olup olmadığı henüz sabit olmamış, yargı süreçlerinden geçmemiş olmasına rağmen, konunun sadece iddialar üzerinden bütün bir hükümeti itibarsızlaştırarak düşürmeye yönelik siyasi bir operasyona dönüştürülmesi, gayr-i meşru zeminlerde siyaset yapılmasına ve iktidar arayışlarına alet edilmek istenmesi kabul edilemez. Sonra dini bir cemaatin kurumsal kimliği ile muhalefet partisi gibi hareket ederek siyasete soyunması, kadrolaş- Ülkemizde birçok siyasal, hukuki ve anayasal reformlara imzasını atan, uzun yıllardan beri binlerce insanın ölümüne neden olan terörü sonlandırmak için uzlaşma ve iç barışın sağlanması yönünde ciddi adımlar atan, gelişmiş ülkelerin ekonomik krizle sarsıldığı bir dünyada ekonomide belirli bir istikrarı sağlayan bir hükümetin hedef alınması beklenmeyen bir şey değildir. ma girişimlerine ve pazarlıklara girerek devlet içerisinde paralel bir yapı oluşturmak istemesi cemaat ruhu ile de bağdaşmayan, toplumu fitne ve tefrikaya sürükleyebilecek yanlış bir yöntem ve hareket tarzıdır. Bu durum tıpkı, Muaviye’nin iktidar hesabı ile Hz. Osman’ın kanı üzerinden Hz. Ali’yi suçlayarak hilafet merkezine karşı siyaset geliştirip isyan hareketi başlatmasına benzemektedir. Gerçekten var olduğu iddia edilen yolsuzlukların üzerine gidilmesi isteniyorsa, bunun yolu hükümetin itibarsızlaştırılarak düşürülmesinden, ülkenin Irak, Mısır ve Suriye’de olduğu gibi kargaşa ve çatışma ortamına çekilmesinden geçmez! Kaldı ki yolsuzluk iddiaları ile meşru hükümete tavır alan siyasi partilerin, iş ve finans çevrelerinin, onlara destekçi olan oluşumların kendileri de yolsuzluk konusunda yeterince temiz ve masum gözükmüyorlar. Görünüşte grup ve cemaat çıkarlarından hareketle, İslam dünyası üzerine plan ve projeler geliştiren küresel aktörlerin hedef ve stratejileri doğrultusunda bütün bir İslam ümmetinin maslahatlarına zarar verecek eylemlere girilmesi kabul edilemez. Bu gelişmeler karşısında bütün toplum kesimlerinden beklenen şey, devlete ve demokrasiye sahip çıkılması, meşru olmayan siyasi girişimlere fırsat verilmemesi, toplumu hedef alan dezenformasyonun farkında olunması, asılsız ve düzmece haberlere itibar edilmemesi, birlik beraberliğe ve kardeşliğe NİSAN 2014 105 haber Türkiye ve Sudan: Aktif Bir Ortaklığa Doğru halel getirecek söz ve davranışlardan uzak kalınmasıdır. Bu arada, iktidar partisinden de yolsuzluk iddiaları üzerinden kendisine bulaştırılmak istenen şaibenin giderilmesi, parti teşkilatlarından devletin her kademesine kadar emanetlerin ehillerine verilip yolsuzlukların zemininin ortadan kaldırılması için ciddiyet, itidal ve istikrar içerisinde gerekli adımları atması beklenmektedir. Hükümetin, ülkenin birlik ve beraberliğini, barış ve huzurunu, istikrar ortamını bozmayı hedefleyen girişim ve operasyonların üzerine giderken kararlı bir duruş sergilemesi sevindiricidir. Bunun yanında, demokratik sistemin çizdiği sınırlar ve şartlara göre resmen kabul edilebilen bir siyasi teşkilatlanmaya sahip olmadığı halde, hükümetle siyaset ve kadro pazarlığına giren, gayr-i meşru zeminde siyaset yapma yöntemini benimseyen yapıların doğrudan muhatap alınmasının, onlara istedikleri tavizlerin verilmesinin ülkeye ve millete ciddi zararlara mal olabileceği de düşünülmelidir. Yolsuzluklara, illegal yapılara, çeteleşmelere ve derin yapılara karşı yapılacak mücadelede hataya düşürecek acele kararlar alınmaması, kuru ile yaşın, masum olanlarla masum olmayanların birbirine karıştırılmaması, insanların ötekileştirilmemesi ülkenin birliğinin, istikrar ve huzurunun korunması yönünden önem arz etmektedir. Bu konuda yapılacak yanlışlıklar, ihtiyatsızlıklar, peşin yargılara dayalı ace- 106 NİSAN 2014 M. Fatih SEZGİN SDE Uzmanı le kararlar birtakım hak ihlallerine neden olabileceği gibi, sosyal barışı menfi yönde etkileyerek toplumun belirli bir kesimini muhalefet cephesine de itebilir. Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 Nisa, 4/58 Nisa, 4/59 Şura, 42/38 Nisa, 4/58 Hud, 11/112 Tevbe, 9/71 Bakara, 2/193 Geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Adnan Demircan, AliMuaviye Kavgası, Beyan Yayınları, İstanbul 2002, s. 15-35; M.G.S. Hodgson, İslam’ın Serüveni, çev. Alp Eker ve arkadaşları, I-III, İz Yayıncılık, İstanbul 1995, c. I, s. 154-156; A. Aziz Duri, İlk Dönem İslam Tarihi, çev. Hayrettin Yücesoy, Endülüs Yayınları, İstanbul 1991, s. 96-98 Bk. Adnan Demircan, a.g.e., s. 45-46, 62-63 Bk. A. Aziz Duri, s. 104 Bk. M.G.S. Hodgson, ag.e., c. I, s. 156 Geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Adnan Demircan, a.g.e., s.6-67, 71-72; A. Aziz Duri, a.g.e., s. 105-106 Bk. Adnan Demircan, a.g.e., s. 72-76 İsra, 17/33 Bk. Adnan Demircan, a.g.e., s. 79-80 Adnan Demircan, a.g.e., s. 89 Geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Bk. Adnan Demircan, a.g.e., s. 85-109 Bk. M.G.S. Hodgson, a.g.e., c. I, s. 158 Bk. Adnan Demircan, a.g.e., s. 135-137 Bk. Adnan Demircan, a.g.e., s. 144-146 Stratejik Düşünce Enstitüsü, Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı ve Kamu Diplomasi Koordinatörlüğü tarafından organize edilen, OSKİÇ “Ortadoğu Ülkeleri Kültürel ve Stratejik İşbirliği” projesi kapsamında 23 Şubat 2014 tarihinde Sudan’ın başkenti Hartum’da “Türkiye ve Sudan: Aktif Bir Ortaklığa Doğru” başlıklı bir çalıştay düzenlendi. Bu çalıştayla, değişen dünya ve kültürel gelişmeler karşısında bölgede yaşanan global, jeopolitik gelişmelere paralel bir şekilde dış politika vizyonunu yeniden şekillendiren Türkiye’nin, bölgesindeki komşu ve kardeş ülkelerle ikili ve bölgesel olarak ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel işbirliğini geliştirme çabalarına katkı sağlamak ve yeni ortaklık platformları oluşturmak, sivil toplumun gücüyle Türkiye lehine kamuoyu yaratmak hedeflenmiştir. Sudan ya da resmî adıyla Sudan Cumhuriyeti ya da Kuzey Sudan, Afrika’nın en geniş üçüncü ülkesi. Bir Doğu Afrika ülkesi olan Sudan, kuzeyden Mısır, kuzeydoğudan Kızıldeniz, doğudan Etiyopya ve Eritre, güneyden Güney Sudan, batıdan Orta Afrika Cumhuriyeti ve Çad, kuzeybatıdan da Libya’yla komşudur. Nil nehri Sudan’ı Güney ve Kuzey Sudan olmak üzere ikiye ayırır. Başkent Hartum’da bulunan Uluslararası Afrika Üniversitesinde düzenlenen “Türkiye ve Sudan: Aktif Bir Ortaklığa Doğru” başlıklı çalıştaya farklı üniversitelerde görev yapan akademisyenler katıldı. Açılış konuşmalarını SDE Başkanı Birol Akgün, Uluslararası Afrika NİSAN 2014 107 Türkiye ve Sudan: Aktif Bir Ortaklığa Doğru Üniversitesi Rektör Yardımcısı Hassan Makki Mohamed Ahmed ve öğretim üyesi Samir Qureshi’n yaptığı çalıştay’da iki ülke arasında sosyal, kültürel, eğitim ve ekonomik işbirlikleri ele alındı. Akgün, Sudan ve Türkiye’nin ortak motivasyonlara sahip iki ülke olarak öne çıktığını belirterek, Türkiye’nin artık Afrika ile ilişkilerine daha fazla önem vermekte olduğunu ve birçok kanal üzerinden bölge ile temasını güçlendirmeye çalıştığını ifade etti. İki ülke arasındaki kültürel referanslara da atıf yapan Akgün, iki ülkenin şehirleri arasında dahi tarihi bağlar olduğuna değindi. Akgün, konuşmasını kültürel, ekonomik ve siyasi ilişkilere bu tür temaslarla yeni bir ivme kazandırılması gerektiğini vurgulayarak tamamladı. Uluslararası Afrika Üniversitesi Rektör Yardımcısı Hassan Makki Mohamed Ahmed de çalıştay ile iki ülke ilişkilerine dair yeni perspektifler kazanma imkânı doğduğunu ve benzer faaliyetler için çalıştay’ın bir örnek teşkil ettiğini ifade etti. Rektör Yardımcısı, benzer faaliyetler ile her iki ülkedeki karar alıcılara, uygulayıcılara akademik derinliği olan tavsiyeler geliştirme zeminleri oluşturulduğunu da vurguladı. Uluslararası Afrika Üniversitesi Öğretim Üyesi Samir Qureshi de konuşmasında, SDE ve Uluslararası Afrika Üniversitesinin çalışmalarını katılımcılara tanıttı, iki kuruluş arasındaki işbirliğini dile getirdi ve gelecek işbirliği projelerine dair niyet beyanında bulundu. 108 NİSAN 2014 SD HABER Çalıştayın açılış konuşmalarının ardından başlayan ilk oturumunda söz alan SETA dış politika uzmanı Mehmet Özkan, Türkiye’nin Afrika politikasını irdeledi ve bu politikayı üç döneme ayırdı. 2002-2007 yılları arasında Türkiye’nin bölgeyi tanımaya çalıştığını, 2007-2011 yılları arasında somut ilişkilerin tesis edildiğini, 2011’den bu yana da ilişkilerin derinleştirilmeye çalışıldığını ifade etti. Türkiye’nin Afrika’nın doğusuna dair vizyon odağını üç kategoride değerlendiren Özkan, bunları “yapısal sorunların çözümüne destek, sosyal boyutta aktif işbirliği ve iktisadi alanda ülkelerin mikro ve makro ekonomik problemlerine çözüm geliştirmelerine yardım” olarak dile getirdi. Özkan, Türkiye’nin bölgede sorunlar arttıkça bölgeden uzaklaşmayan aksine daha fazla yardıma istekli bir şekilde yaklaşmaya çalışan tutumunu da konuşmasında vurguladı. Marmara Üniversitesinden Recep Ulusoy ise genel hatları ile Türkiye-Sudan iktisadi ilişkilerinin tarihini anlattıktan sonra Sudan ve Türkiye’nin ekonomik yapıları üzerinden her iki ülkenin karşılıklı ticarete zemin teşkil edecek yapıları üzerinde durdu. Ulusoy, konuşmasının sonunda iki tarafın ticari ilişkilerini güçlendirebilmelerine yönelik önerilerini ifade etti. Recep Ulusoy’dan sonra sunumunu gerçekleştiren Uluslararası Afrika Üniversitesi öğretim üyesi Mohammed Abdel Gadir M. Kheir, Türkiye ile Sudan arasındaki mevcut iktisadi ilişkilerin genel tasvirini yaptığı sunumda iki konu üzerine taleplerini ısrarla ifade etti. Mohammed Abdel Gadir M. Kheir, Türkiye’nin Sudan’da mesleki eğitime yönelik yapacağı desteğin önemli bir iktisadi yatırım olacağını ve bu çalıştay gibi etkinliklerle işbirliğine dair hayati önem arz eden noktaların daha sağlıklı bir şekilde tespit edilebileceğini dile getirdi. Çalıştay’da, Türkiye’nin diğer ülkelerle ilişkilerinde sivil inisiyatiflere önem verdiği dile getirilerek, kültürel ilişkilere ‘eğitim’ üzerinden bir yaklaşım geliştirilmesinin ve ‘eğitim’e doğrudan destek verilmesinin bunun göstergesi olduğu vurgulandı. Omar Ahmad Saeed, “Türkiye’nin tarihteki rolü itibariyle Sudan halkının zihninde oldukça saygın bir algıya sa- hip” olduğunu ifade ederek, bu durumun da eğitim alanında işbirliğine olumlu bir zemin oluşturduğunu belirtti. Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Ahmet Uysal da Türkiye ile Arap dünyası arasındaki akademik ilişkiler, Sudan’ın Afrika kıtasının bütünüyle ilişkileri, bu ilişkileri de göz önünde bulunduran Türkiye-Sudan akademik ilişkilerinin geliştirilmesi ve karşılıklı ilişkilerde akademik camianın rolü üzerine bir konuşma yaptı. Programda öngörülmeyen ancak oturumun kapsamı itibariyle talep üzerine bir konuşma gerçekleştiren Sudan Kur’an-ı Kerim Üniversitesi Türkçe Eğitimi Programı öğretim elemanı Ali Cançelik, mevzubahis Türkçe Eğitim Programına ilişkin bilgiler verdi. Programın 2 yıldır faaliyette olduğunu, yaklaşık yüz civarında öğrencilerinin bulunduğunu ve iki öğretim elemanının görev yaptığını ifade etti. Cançelik’in ardından T.C. Hartum Büyükelçiliğini temsilen çalıştaya iştirak eden Emniyet Müşaviri Fatih Balcı da Büyükelçiliğin yürüttüğü faaliyetler ve geliştirilme potansiyeli arz eden işbirliği alanları üzerine bir sunuş yaptı. Kültürel ilişkilere dair bu oturumun farklı perspektifler sunması çalıştayın kazanımı olarak öne çıkarken, bir diğer ilginç ve fayda sağlayıcı sunumu da Uluslararası Afrika Üniversitesi öğretim üyesi ve dilbilimci Kamal Gahallah gerçekleştirdi. Türkçe’den Arapça’ya geçmiş ve Sudan’da kullanılan kelimeler ve bu kelimelerin kültürel etkisini analiz eden Gahallah, tarihi temasların bu ilişki üzerinden de anlamlandırabileceğini vurguladı. Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkan Yardımcısı Mehmet Köse oturumun sonunda yapmış olduğu konuşmada, Türkiye’nin son dönemde Afrika’yı dış politika gündeminin en önemli bileşenlerinden biri olarak konumlandırdığını ifade ederek; bu dönemde Türkiye’nin Afrika’daki varlığının diplomatik misyonların ve THY seferlerinin artışı gibi farklı mecralar üzerinden çoğaldığını dile getirdi. Köse, Türkiye’nin dış politikasında etkin olan yeni kuruluşlar üzerinden de ilişkilerini derinleştirmeye devam ettiğini söyledi ve TİKA Program Koordinatörlükleri ile Yunus Emre Türk Kültür Merkezlerini buna örnek gösterdi. Türkiye ve Sudan: Aktif Bir Ortaklığa Doğru başlıklı çalıştay’ın sonuç bildirgesi ile program sona erdi. Okunan sonuç bildirgesinde, iki ülke arasındaki işbirliğinin önemi ve geliştirilmesi gereken hususlar vurgulandı. Öne çıkan noktalar şunlardır; • Türkiye, Sudan’a tarım alanında teknik destek sağlayabilir. • Türkiye ve Sudan mesleki eğitim alanında mutlak surette daha fazla işbirliği geliştirmelidir. • Türkiye ve Sudan, serbest ticaret bölgesi gibi önemli bir adımı mutlaka düşünmelidir. • Eğitim ve kültür alanında karşılıklı değişim kanalları tesis edilmelidir; dil eğitimi üzerinden ülke vatandaşlarının değişimi değerlendirilebilir. • Türkiye, Sudan’da kültür merkezleri açmalıdır. • Türkiye, Sudan’a çeşitli mecralarda diplomatik destek sunabilir. Bu Sudan’a yönelik yaptırımların sona erdirilmesinde hayati önem taşıyacaktır. • Her iki ülkede, karşılıklı iki ülke üzerine çalışmalar yürüten düşünce kuruluşlarının kurulması teşvik edilmelidir. • Türk yatırımcılar, Sudan’da özellikle tarım sektöründe iş-yatırım fırsatlarını göz önünde bulundurmalıdır. NİSAN 2014 109 haber “Ukrayna’daki Siyasi Kriz” Çalıştayı Kırım politikasını desteklememişlerdir: Belarus, Kazakistan, Kırgızistan destekleyici açıklama yapmamışlardır. Rusya, Kırım müdahalesi ile uluslararası sistemde kendi “ayağına sıkmıştır”. Suriye’ye müdahaleyi engelleyen Rusya, Kırım müdahalesi ile sistemi çalışmaz hale getirmiştir. Ayrıca Rusya, bölge ülkelerinin batı ile entegrasyon çabalarını sona erdirmeye çalışmakta, SSCB sonrası ülkeleri kendisine yeniden bağlama yolunda ilerlemektedir. ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümünden Prof. Dr. Oktay TANRISEVER yaptığı konuşmada özetle şunları dile getirdi: Stratejik Düşünce Enstitüsü 12 Mart 2014 tarihinde Ukrayna ve Kırım’da yaşananlar çerçevesinde; durum tespiti, güçler dengesi, Kırım’ın kaderi ve bunların Türk Dış Politikası’na olası etkileri başlıklarının uzmanlarca ele alındığı “Ukrayna’daki Siyasi Kriz” başlıklı bir çalıştay gerçekleştirmiştir. Moderatörlüğünü SDE Başkanı Prof. Dr. Birol AKGÜN’ün yaptığı panele konuşmacı olarak şu isimler katıldı: Prof. Dr. Oktay TANRISEVER - ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Yrd. Doç. Dr. Vügar İMANBEYLİ - İstanbul Şehir Üniversitesi Dr. Sevinç ÖZCAN - Dışişleri Bakanlığı Namık Kemal BAYAR - Kırım Türk Dernekleri Genel Başkanı SDE Başkanı Prof. Dr. Birol AKGÜN, çalıştayın açış konuşmasını yaparak katılımlarından dolayı başta konuşmacılar olmak üzere bütün katılımcılara teşekkür etti. Prof. Dr. Birol AKGÜN yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Bugün sıcak ve çok önemli bir konuyu konuşmak üzere toplanmış bulunuyoruz. Hepimizin gözleri önünde 110 NİSAN 2014 meydana gelen kritik olaylar var. Bugün Karadeniz’deki komşularımız Ukrayna ve Rusya arasında yaşanan kriz sadece kendi aralarında yaşanan bir kriz değil. Bu konunun uluslararası sistemi ve hepimizi yakından ilgilendiren yönleri var. Batı merkezli hegemonik sistemin çözülmeye başlamasının yaratmış olduğu jeopolitik hareketlenmenin dünya genelinde birçok ülkeye cesaret vermesi ihtimali büyük güçleri korkutmaktadır. Gerek ABD gerekse AB’nin Ukrayna’da çözüm üretememelerinin aslında uluslararası sistemin Suriye’de sergilediği duyarsızlık ve acizliğin bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Bu durum Putin’e herkesin gözünün içine baka baka bir işgal politikası uygulama fırsatı vermektedir. İstanbul Şehir Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Vügar İMANBEYLİ de konuşmasında şunları söyledi: 26 Şubat’ta Rusya tarafından işgal edilen Kırım’da, Parlamentonun kendi sınırlarını yeniden belirlemek adına referandum yapma yetkisi anayasal olarak yoktur. Kendi iç anayasasında da Ukrayna anayasasında da yoktur. Rusya, Kırım’da nüfus yapısını değiştirmeye yönelik politikalar yürütüyor, Kazakları bölgeye yerleştirme politikası var. Ancak Rusya’nın müttefikleri Rusya’nın Ukrayna’nın çoğunun Avrupa’yı istediğini gören Rusya, ülkeyi askeri mücadeleye çekerek kendi güçlü olduğu konu ile müdahale etmeyi seçti. Bunu tüm Ukrayna’ya yaymak yerine zaten hâlihazırda fiili işgal altında tuttuğu Kırım’a müdahale ile yaptı. Timoşenko, Rusları Kırım’dan çıkarmak için uğraşmış başaramamıştı, Yanukoviç ise anlaşmayı 2042’ye uzatmak zorunda kaldı. Rusya, hiçbir uluslararası meşruiyet olmamasına rağmen bağımsızlık kararı çıkarttıracak gibi duruyor. Bu ayrıca Kırım Tatarları için bir travma daha demek. Rusya müttefiklerinin bile bunu tanıması zor. Abhazya modeli gibi ilişkilerini sürdürebilir ancak bu bağımsızlık anlamlı olmayacaktır. Kırım işgal altında olarak görülecektir. Rusya, Mayıs ayına kadar oluşturduğu bu alanı kullanabilir, Kırım’ı ilhak etmek hedefi olduğunu düşünmüyorum ama kapıyı açık tutacak, Gürcistan’a benzer bir politika izleyecektir. Bu yanlış bir politikadır ve yanlıştan ne denli erken dönülse kârdır. Dışişleri Bakanlığından Dr. Sevinç ÖZCAN yaptığı konuşmada özetle şunları dile getirdi: Türkiye’nin, Kırım Tatarları üzerinden politika üretilmesi beklenmekte ancak Türkiye ülkeye sadece Tatarlar üzerinden değil genel bir Ukrayna meselesi üzerinden; Avrasya’nın güvenliği meselesi üzerinden bakıyor. Sorunu Ukrayna’nın bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü olarak görüyor ve savunuyor. Kırım’da bağımsızlık referandumu Kırım’daki Tatarlar kadar Türkiye’deki Tatar diasporasını da endişelendirmekte ve Türkiye’nin adım atması beklenmekte. Ancak ben Türkiye’nin düşük profil izlediği ithamları olsa da dengeli bir tutum izlediğini düşünüyorum. Tüm taraflarla (Putin dâhil) görüşme yapıyor, Kırım’a gerektiği vakit insani yardım yapma açıklaması yapıldı. Dışişleri Bakanı’nın G7 ile görüşüp Kırım Tatarlarının önemini paylaşması; Ukrayna’ya giderek tüm yetkililerle görüşmesi önemlidir. Kırım Türk Dernekleri Genel Başkanı Namık Kemal BAYAR yaptığı konuşmada özetle şunları dile getirdi: Kırım Tatarlarına sadece Türkler yardım etmiştir, Ukrayna’nın yardımları kendi ekonomik durumu nedeniyle kısıtlı olmuştur. En büyük iyilikleri Kırım’a dönmenin önünde durmamaları olmuştur. Kırım’da Tatarlar, Türkiye’nin düşük siyasetini anlamsız görüyorlar. Türkiye’ye Ukrayna da Tatarlar da çok güveniyor. Türkiye için Kırım her zaman çok stratejik olmuştur. Kırım’ın kaybı Osmanlı zamanında İstanbul’a yolu açmıştır. Geçmişten ders alarak Rusya ile ticaret gibi gerekçelerle geri durmamalı, Kırım Tatarları için aktif bir politika izlemelidir. Yapılan bütün bu değerlendirmelerin ardından konuşmacılar, dinleyicilerden gelen soruları yanıtladılar ve “Ukrayna’daki Siyasi Kriz” konulu panel sona erdi. NİSAN 2014 111 haber “Çözüm Süreciyle Geçen Bir Yılın Muhasebesi” Çalıştayı Stratejik Düşünce Enstitüsü 18 Mart 2014 Salı günü “21 Mart 2013’ten, 21 Mart 2014’e: Çözüm Süreciyle Geçen Bir Yılın Muhasebesi” başlıklı bir çalıştay düzenledi. SDE Onursal Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay ve SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün de hazır bulunduğu çalıştayın moderatörlüğünü SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları Koordinatörü Orhan Miroğlu yaptı. Gazeteci ve akademisyenlerin yanı sıra çeşitli kurumlardan temsilcilerin de katıldığı çalıştayda; SDE’nin yayınlamış olduğu “Orta Doğu’da Geleceğin İnşasında Kürtler” başlıklı yeni kitabın tanıtımı yapıldı. İki oturum şeklinde gerçekleştirilen çalıştayda yapılan değerlendirmeleri şu şekilde özetleyebiliriz: Cumhuriyet Türkiye’sinin en temel sorunlarından biri olan Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yöntemlerle kalıcı bir çözüme kavuşturulması için hükümetçe atılan adımların bir sonucu olarak, 2013 Nevruz gününde Abdullah Öcalan’ın Diyarbakır’da okunan ve PKK/ BDP’nin temsil ettiği Kürt hareketi açısından yeni bir paradigma değişikliği olarak kabul edilen mektubun üzerinden bir yıl geçti. Başlayan yeni siyasi süreç, Türkiye’deki tüm siyasi aktörlerin “Yeni Türkiye’nin” inşası 112 NİSAN 2014 açısından nerede durduklarını anlamaları bakımından önemli derslerle doludur ve herkes için oldukça öğretici olmuştur. Yakın siyasi tarihimizi derinden etkilemiş, büyük acılara ve kayıplara yol açmış bir çatışma sürecinin kalıcı barışa evirilmesi için, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın başlattığı girişim dâhil, şimdiye kadar ki bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlanmış ve nihayet bir yıl önce başlayan çözüm süreci yeni bir umut olmuştur. Ancak son bir yıl içinde, Türkiye içerde ve dışarda, çözüm sürecini hedef alan bir takım provokasyonlarla karşı karşıya kalmıştır. Buna rağmen 2013 yılı, hükümetin ve Kürt siyasetinin bütün provokatif çabalara ve kışkırtmalara karşın, çözüm iradesinin arkasında durduğu, silahların sustuğu ve kanın akmadığı bir yıl olarak tarihe geçmiştir. Bu anlamda geride bıraktığımız yıl, hala atılması gereken siyasi adımlar olmasına rağmen, nihai çözümün gerçekleşmesi yolunda önemli bir yıl oldu. Kuşku yok ki, demokratik bir mecrada akması muhtemel olan, ama bastırılmış etno-kültürel talepler ve dinamikler nedeniyle şiddet potansiyeli de taşıyan bir toplumsal ve siyasal sorun karşısında devletin görevi; demokratik alanı açmak ve hareketin bu mecraya akmasını sağlamaktır.