EDİTÖRDEN... Kıymetli Dostlar, Bültenimizin 24.sayısında yine beraberiz. Yazarlarımızın ASDER’in ortaya koyduğu farklı istişare zemininde kendilerine has üslupla ele aldıkları önemli konuları ve değerlendirmelerini sayfalarımızda bulacaksınız. Yaşadığımız dönemde ülkemizi ilgilendiren en önemli gelişme şüphesiz son Cumhurbaşkanlığı seçimidir.Bu seçimle Cumhur,ilk defa Başkanını doğrudan seçme hakkını kullanmıştır. Cumhurbakanının, vesayet sisteminin dayatmasıyla halka rağmen belirlendiği statükocu dönem kapanmış, halkın içinden ve onun değer yargılarıyla barışık bir liderle yeni bir dönemin kapıları aralanmıştır. Eksik demokrasiye rağmen halkın seçtiği hükümetleri, devlet adına sözde derin odakların kontrol aracı olarak kullandığı en yüksek makamda artık gerçek anlamda Cumhurun Başkanı oturmaktadır. Yeni dönem milletimize hayırlı olsun. Başta Ortadoğu olmak üzere Müslüman coğrafyalarda akıtılan kan ve gözyaşı artarak devam ediyor. Zulüm ve sömürüye dayalı küresel emperyalizm, kaynattığı cadı kazanının ateşini harlamayı sürdürmektedir. Tüm İslam coğrafyası ABD ve Müttefiklerinin haksız işgallerle vahşi katliamlarını icra ettiği, nükleer ve kimyasal silahlar dahil yeni silahlarını denediği cepheler durumunda. Sözde barışı sağlamak adına attıkları her adımla yaşattıkları sorunların daha da büyümesi için her türlü entrikayı sergilemekteler. Irak’ı yalan bahanelerle işgal ederek mevcut düzenini bozan, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan, insan onurunun ayaklar altına alındığı ağır işkencelerden geçiren, insanları kendi yurdunda mülteci durumuna düşüren, mezhep çatışmalarının zeminini hazırlayıp Müslümanları birbirine kırdıran, hemen her ülkede kurdukları Guantanomo benzeri hapishaneler ve hatta işkence uçaklarıyla zalimler yeni oyunlar peşinde…Şii-Sünni, Ilımlı-Radikal gibi tahriklerle İslam’ı İslam’la yok etmenin karanlık tezgahları kuruluyor. Irak ve Suriye’de sahnelenen ve Ortadoğu başta olmak üzere İslam dünyasının tamamını tehdit eden İŞİD belası ise son oyunları. Yeryüzünde adaleti tesis ederken İslam Aleminin de hamiliğini yapan Osmanlı İmparatorluğunun tarih sahnesinden silindiği Birinci Dünya Savaşının 100.yılını idrak ederken, savaşın galibi batılıların zulüm ve sömürüsü adeta tavan yapmış durumda.İslam Birliği yeniden tesis edilmeden bu kötü gidişe dur demenin mümkün olamayacağı ise kesin. ASDER olarak kendi sorunlarımızın çözümü için yapılması gereken çalışmaları yürütürken, arkadaşlarımızın büyük özveriyle devam ettirdiği bültenimizin bu sayısının hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum. Saygılaımızla. SAHİBİ Adaleti Savunanlar Derneği Adına Prof. Dr. Nevzat TARHAN EDİTÖR M. Abdullah KAPLAN ADALETİ SAVUNANLAR BÜLTENİ Sayı:24 l eylül 2013 Bültenimizde yayınlanan yazı, şema, şekil ve fotoğraflardan yayıncının izni olmadan, kaynak belirtilmeden tam veya özet alıntı yapılamaz. Yazıların sorumluluğu yazı sahiplerine aittir. YAYIN KURULU M.Abdullah Kaplan Gürcan Onat İbrahim Töre Ahmet Türkan Hulusi Gülen w w w. a s - d e r. o r g . t r YAZIŞMA ADRESİ Gureba Hüseyinağa Mah. Kakmacı Sok. İnci Apt. No:10 Daire:11 Aksaray/FATİH/İSTANBUL Tel: +90 212 526 11 31 Fax: +90 212 526 11 32 E-mail: asdergenmer@gmail.com Web: www.as-der.org.tr YAYINA HAZIRLIK Mustafa Nazif / Sanat Yönetmeni - www.mustafanazif.com BASKI-CİLT İmak Ofset Basım Yayın Tic. San. Ltd. Şti. Atatürk Caddesi, Merkez Mahallesi, Göl Sk. No: 1 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 656 49 97 ANKARA ŞUBESİ Başkan: Şahin AKDOĞAN GSM: 05357973670 Adres: Menekşe 1.Sokak Bi̇ rli̇ k apt. No: 9/4 Kızılay - ANKARA e-posta: ankara@asder.org.tr BURSA ŞUBESİ Başkan: Arif ÇELENK Adres: Reyhan Mah. Kozaklı Sok. Çınar İşhanı No:1/21 OSMANGAZİ / BURSA Tel&Fax: 0224 223 25 26 - 0224 224 32 47 Arif ÇELENK E-mail: arifcelenk52@hotmail.com KAYSERİ ŞUBESİ Başkan: Halit ERDOĞAN Adres: General Emir Mah.Fevzi Çakmak Cad.No.1/D Kocasinan/KAYSERİ Tel: 0352 344 32 52 E mail: haliterdogan@asder-kayseri.org KONYA ŞUBESİ Başkan: Mehmet KANMAZ Adres: Aziziye Mah. Aziziye Cad. Eserizade Sk.No.17-2 Karatay- KONYA Tel: 0332 352 22 31 bilgi@asderkonya.org TEMSİLCİLİKLERİMİZ İL ADI SOYADI E POSTA AFYONKARAHİSAR Ahmet ÇALIM ahmetcalim@windowslive.com ANTALYA Zekeriya GÖKBERK zekeriyagokberk@hotmail.com.tr BALIKESİR Sıtkı GÜLGÖNÜL erolgulgonul@gmail.com BİLECİK İsmail KAPLAN ismailkaplan88@hotmail.com BOLU Ahmet TÜRKAN ahmetturkan@gmail.com BOLU / Gerede İsmail CEVAHİRLİ ismcevahirli@hotmail.com DENİZLİ Fahri DEMİREL denizlili_demirel@hotmail.com DÜZCE Resul KÜÇÜK resul_kucuk@hotmail.com ESKİŞEHİR Hüseyin Caner AKKURT akkurtcaner@hotmail.com GAZİANTEP Sadık PAKSOY ebutalhanur@hotmail.com HATAY Zübeyir TUFAN zubeyirtufan@hotmail.com ISPARTA İbrahim GÜNGÖR igungor32@hotmail.com İZMİR Ahmet DURGUN ahmetdurgun@gmail.com KAHRAMANMARAŞ Şevket YEŞİLÖRDEK abcsolar.sevket@hotmail.com KOCAELİ Mehmet ATMACA mehmetatmaca92@hotmail.com KÜTAHYA Bayram YÜĞRÜK byrmsbld@hotmail.com MALATYA Ahmet Fatih TUTYER ftutyer@hotmail.com MANİSA Feramuz UÇAR feramuzucar@hotmail.com.tr MERSİN Ramazan AKBULUT raakbulut@hotmail.com MUĞLA Yakup BAYKAN yakupmisafir@hotmail.com NEVŞEHİR Hasan Hüseyin GÖRGÜLÜ yaszede2000@hotmail.com NİĞDE İsmail YÜCE yucecihat@hotmail.com OSMANİYE Mehmet Ali ÇOBAN macoban@hotmail.com SAKARYA Tansel Cavit KULAK tanselck@hotmail.com.tr TOKAT Salih ÖZGÜR sagduyukitabevi@hotmail.com TRABZON Mustafa MUTLU m.mutlu61@gmail.com ZONGULDAK Mehmet Yüksel GÜNEŞ mehmedyuksel@hotmail.com İ Ç İ N D E K İ L E R Anayasa Mahkemesi’nin Balyoz Davası Kararı Adnan TANRIVERDİ 8 Irak, Suriye: 100 Yıl Geriye Dönüş mü? Halil MERT 16 Ümit Hırsızlığı mı? Gençliğimiz Gerçekten Mutsuz, Kızgın ve Vicdansız mı Yetişiyor? Prof. Dr. Nevzat TARHAN 18 Yeni Dönemde Stratejik Vizyon Arayışları ve Dış Politikanın Hedefleri Hüseyin Caner AKKURT 20 Milletin Demokrasi Kararlılığı Hüseyin DAYI 22 Çözüm Süreci Doğru Yönetiliyor mu? Yusuf ÇAĞLAYAN 24 Darbe Tehlikesi Bitti mi? Ekrem ATA 28 2014 Cumhurbaşkanı Seçimi Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde Yeni Bir Dönemin Başlangıcı Olacaktır Adnan TANRIVERDİ 29 Zulmünü Bize Borçlusun Gürcan ONAT 33 Darbelere Genel Bakış Prof. Dr. Ahmet ALPER 34 Devlet, Cemaat ve Demokrasi Gürcan ONAT 39 Milli Güç ve Devlet (1) Nejat ÖZDEN 40 Büyük Yüzleşme Çağı Mehmet Yavuz AY 43 Savunma Reformu Raporu Melih TANRIVERDİ 44 İslam Dünyası’nın İsrail Sorunu Yusuf ÇAĞLAYAN 47 İran Krizi, Suriye Karmaşası Ülkemizi Ne Kadar Etkiler? Faruk BAKAÇ 49 Soma’da Çanakkale Ruhu Osman KAÇMAZ 50 Irak’ın Geleceği Fethi KIRAN 54 Şimdi İttihad Vaktidir Mehmet KANMAZ 58 Zirvede Kalabilmek Mehmet KANMAZ 62 Soma’yı Nasıl Gördüm Aytekin KALAY 64 Ana, Anam, Anneler Halil MERT 66 Yeni Türkiye: ‘Eski Hâl Muhal... Ya Yeni Hâl Ya İzmihlâl’ 70 Nostalji / Mustafa EROL 76 Milli Güç ve Devlet Gençliğimiz Gerçekten Mutsuz mu? s. 16 s. 40 Çözüm Süreci Doğru Yönetiliyor mu? s. 24 Soma’da Çanakkale Ruhu s. 50 H A B E R L E R Eylül 2013 – EYLÜL 2014 8. Asder Gn.Bşk.Yrd. M. HACIMUSTAFAOĞULLARI Birlik Vakfında 04.01.2014 tarihinde Gündem ve Ötesi konulu bir sunum gerçekleştirmiştir. 9. ASDER Onursal Bşk.E.Tuğg. Adnan TANRIVERDİ Haber Türk Tv.de 07.01.2014 tarihinde Türkiye’nin Nabzı programında gündeme dair görüşlerini bildirmiştir. 10. 28 Şubat Platformu olarak Ankara Adliyesi önünde 07.01.2014 tarihinde “28 ŞUBAT DAVASI KAPATILMAYA MI ÇALIŞILIYOR?” konulu basın açıklaması yapılmıştır. 1. Asder Gn.Bşk.Yrd. M. HACIMUSTAFAOĞULLARI ve A.KAPLAN 18.11.2013 tarihinde Uzay Tv.de Derin Kutu programında gündeme ait değerlendirmelerde bulunmuştur. 2. Antalya İl Temsilciliğinde, Hakan ŞİMŞEK görevini Zekeriya GÖKBERK’e devretmiştir. Hakan beye görevdeki hizmetleri için teşekkür ederiz.25.11.2013 3. Derneğimiz Üyesi Hakan ÖZTARSU’nun kızı Sümeyra Hanım ile Ali Bey 24 Kasım 2013 tarihinde dünya evine girmiştir. Yeni çifte iki dünya saadeti temenni ederiz. 4. Asder Haysiyet Divanı Üyesi Ersan ERGÜR ve Üyemiz Ali TANDOĞAN 29.11.2013 tarihinde Uzay Tv.de Derin Kutu programında gündeme ait değerlendirmelerde bulunmuştur. 5. Gazeteci-Yazar Nevzat ÇİÇEK Asder üye ve gönüllülerinin katılımı ile 10.12.2013 tarihinde Üsküdar Üniversitesinde Suriye’deki son gelişmeler ve Ortadoğu konulu sunumunu gerçekleştirmiştir. 6. Suriyeli kardeşlerimiz için ASDER tarafından HER EVDEN BİR TORBA UN KAMPANYASI başlatılmış ve toplanan yardımlar ihtiyaç sahiplerine gönderilmiştir. 12.12.2013 7. ÇağlayanAdliyesi önünde 03.01.2014 tarihinde ASDER Üyeleri ve gönüllülerinin hazır bulunduğu “PSİKOLOJİK SAVAŞ OPERASYONLARINA DUR ” demek için BASIN AÇIKLAMASI yapılmıştır. 4 ASDER | eylül 2013 11. ASDER Genel Merkezince 12 Ocak 2014 tarihinde “YENİDEN YARGILAMA HUKUKİ MİDİR?” konulu bir Basın Duyurusu yayımlanmıştır. 12. Üyelerimizden Cüneyt TIKIZ 15 ŞUBAT 2014 tarihinde Eskişehir’de dünya evine girmiştir. Evlenme töreninde Eskişehir İl Temsilcisi, arkadaşları, akrabaları, dostları ve Genel Merkezimizi temsilen Genel Sekreter Yardımcımız Osman KAÇMAZ hazır bulunmuştur. Yeni çifte ömür boyu mutluluklar dileriz. 13. MAZLUMDER’in açtığı ve konusunda uzman hocaların ders verdiği 2 Kasım 2013 – 18 Ocak 2014 tarihleri arasında açılan 8. İNSAN HAKLARI OKULU’na Yönetim Kurulu Üyelerimizden Reşat Fidan ve Osman Kaçmaz katılmıştır. 14. ASDER Aylık konuklu toplantısının 21 Ocak 2014 tarihindeki konuğu Prof. Dr.Bekir Berat ÖZİPEK olmuştur. Konuğumuz üyelerimize gündeme ait konular ile ilgili sunum yapmıştır. 15. UZAY Tv.de 24.01.2014 tarihinde M.HACIMUSTAFAOĞULLARI ve Av.Yasin ŞAMLI 28 Şubat Davasını değerlendirmiştir. 16. Doç.Dr.Niyazi BEKİ 18 Şubat 2014 tarihinde Üsküdar Ünv.Konf.Salonunda Uhuvvet konulu semineri sunmuştur. 17. İDSB.nin organize ettiği YEMEN STK. Buluşmasına giderlerini kendi karşılamak suretiyle 19-22 Şubat 2014 tarihlerinde ASDER’i temsilen Gn.Bşk. Yrd. Necmettin KELEŞ katılmıştır. 18. ASDER in Genel Sekreterliğini yürüttüğü 28 ŞUBAT PLATFORMU na destek veren Dernek ve Vakıflar tarafından 01.03.2014 tarihinde Tünel’den Galatasaray Meydanına kadar yürünerek “BİR DAHA ASLA” Darbe olmamalı konulu Basın açıklaması yapılmıştır. 19. Asder Bursa Şube Yönetim Kurulu Bursa İl Milli Eğitim Md.V. Mustafa BİLİCİ’yi makamında ziyaret etmiştir. 09.03.2014 20. Asder Genel Merkezi tarafından 12 Mart 1971 yapılan 12 MART MUHTIRASINI TEL’İN ile ilgili basın duyurusu yapılmıştır. 11.03.2014 21. Antalya İl Temsilciliğimizin organize ettiği 16 Mart 2014 tarihinde ASDER, ASSAM ve SADAT Yönetiminden E.Tuğg.Adnan TANRIVERDİ, Mustafa HACIMUSTAFAOĞULLARI, M.Abdullah KAPLAN, S.Güray BALATEKİN’in katıldığı; Üyelerimiz ile buluşma, Bölgedeki STK.lar ile bir araya gelme ve söyleşi, akademisyenler ile toplantı, Antalya halkı ile panel/söyleşi gerçekleştirilmiştir. 22. ASDER Gn.Bşk.Yrd. Necmettin KELEŞ 18 Mart 2014 tarihinde Kayseri Şubemizi ziyaret etmiş ve arkadaşlarımızla toplantı düzenlemiştir. 23. MADDE 33 Mağdurların haklarını almaları için yeniden revize edilmiş, Başbakanımız Sn.Recep Tayyip ERDOĞAN ile görüşmek üzere yeniden RANDEVU talebinde bulunulmuştur. 01.04.02014 24. 28 Şubatta mağdurların başından geçen önemli olayları anlattıkları 28 ŞUBAT BELGESELİ projesi başlatılmıştır. 01.04.2014 25. SOMA’da meydana gelen maden faciasında hayatını kaybedenlerin yakınları ile yaralıları ziyaret etmek, onların acılarına ortak olmak amacıyla 23-24 Mayıs 2014 tarihlerinde SOMA ve KIRKAĞAÇ’a ziyaret gerçekleştirilmiştir. Ziyarete Dernek Genel Merkezimizi temsilen Arif ÇELENK, Reşat FİDAN, Osman KAÇMAZ ile Manisa, Balıkesir, İzmir İl Temsilcileri ile İstanbul ve eylül 2013 | ASDER 5 H A B E R L E R Bursa’dan üyelerimiz iştirak etmiştir. 26. Devlet Yönetimine ışık tutan fıkhi hükümler konulu panel Ersan ERGÜR ‘ün koordinatörlüğünde Prof. Dr.Ahmet ÖZEL, Prof.Dr.Mustafa ERDOĞAN ve Araştırmacı-Yazar Hüseyin DAYI’nın sunumuyla 26 Nisan 2014 tarihinde Üsküdar Üniversitesinde gerçekleştirilmiştir. 27. YUSDER Etkinliği Şube Başkanları ve İl Temsilcilerinin iştiraki ve üyelerimizin katılımı ile Belgrad Ormanlarında gerçekleştirilmiştir. 27 Nisan 2014 28. ASDER Şube Başkanları ve İl Temsilcileri 26 – 27 Nisan 2014 tarihinde İstanbul’da bir araya gelmiş, programda yapılan ve yapılacak çalışmalar hakkında bilgi sunulmuş, Başkan ve Temsilcilerimizin görüş ve teklifleri alınmıştır. 27 Nisan 2014 29. TSK lerinden KARARNAME ile ilişiği kesilen arkadaşlarımızın durumlarını kamuoyunda daha açık dile getirmek, yaşadıkları sıkıntıları ve adaletsizlikleri halkımız ile paylaşmak amacıyla bir KİTAP çalışması başlatılmış ve KARARNAME mağdurlarından başlarından geçen önemli hayat hikayeleri anlatılarak Derneğimize bildirilmesi talep edilmiştir. 02 Haziran 2014 6 ASDER | eylül 2013 30. Asder Konya Şube Başkanlığı 03 Haziran 2014 tarihinde Konya İl Emniyet Müdürü Hüseyin NAMAL Bey i makamında ziyaret etmiştir. 31. DİYARBAKIR’da çocukları dağa götürülen/kaçırılan çocukların annelerine destek vermek, genç yaştaki çocukların hayatlarının karartılmaması ve eğitimlerine devam etmeleri için normal hayatlarına dönmeleri gerektiği konusunda BASIN DUYURUSU yapılmıştır. 06 Haziran 2014 32. ASDER’in daha iyi hizmet verebilmesi için Asder İl Temsilcilerinin bağlı olduğu Ankara, Bursa, Kayseri ve Konya’da BÖLGE BAŞKANLIKLARI oluşturulmuştur. 14 Haziran 2014 33. İDSB (İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği) nin organize ettiği 12-15 Haziran 2014 tarihlerinde KAZAKİSTAN’nın Çimkent İlinde gerçekleştirilen İDSB 17.KONSEY TOPLANTISI na Asder’i temsilen Genel Başkan Yardımcımız Necmettin KELEŞ (giderleri kendi bütçesinden karşılayarak) katılmıştır. 34. Konya Asder Şubemizin Pikniği 14 Haziran 2014 tarihinde Göksu Şelalesinde gerçekleştirilmiştir. 35. Asder Konya Şube Yönetim Kurulu Üyeleri 24 Haziran 2014 tarihinde TRT Konya Bölge Müdürü İsmail TURAN, AA Bölge Md. Ahmet KAYIR, Basın Yayın Enf. İl Md.Tuncay KARABULUT’u makamında ziyaret etmiştir. 4. Seydi DAĞLI – E. Astsubay 5. Abdülaziz BEŞTOĞRAK – Dış Tic. 36. Konya Valisi Sn. Muammer EROL 25 Haziran 2014 tarihinde Asder Konya Şb.Bşk.lığını ziyaret etmiştir. 6. 37. Kardeş ASSAM Derneğinin UHAD Uluslar arası Hakemli Dergisinin ilk sayılı yayınlanmıştır. Hayırlı olmasını dileriz. 01.07.2014 Uzmanı Sabahattin ÖZTEKİN – Tekstil İşletmecisi 7. Gürkan ÇAKIR – Proje Md. 8. Cüneyt DEĞİRMENCİ – Araştırmacı 9. Ünal İŞGÖREN – Mermer Tic. 38. Asder GELENEKSEL İFTARI 05 Temmuz 2014 tarihinde Üsküdar Üniversitesinde gerçekleştirilmiş, üye ve gönüllülerin kucaklaşması sağlanmıştır. 10. Gündüz ÖZTÜRK – Dr. Dahiliye 39. Konya Şubemizin düzenlediği iftarına;yönetim kurulunu temsilen, Bşk. yrd.Arif ÇELENK ve Gn.Skr.Yrd.Osman KAÇMAZ iştirak etmişlerdir.12 Temmuz 2014 12. Yusuf Semih AKARSU – Kimya Müh. 40. M u s t a f a HACIMUSTAFAOĞULLARI’nın oğlu Ömer Sefa ile Zeynep 03 Ağustos 2014 tarihinde evlenmişlerdir. Yeni çifte mutluluklar dileriz. 15. Erol ERŞENKAL – Malül. Em. Subay 41. Asder gönüllüsü, güzel insan E.Bnb. Ragıp ÖZKAN ağabeyi 18 Ağustos 2014 tarihinde ebediyete uğurladık. Allah rahmet eylesin. Uzmanı 11. Ali AKDAĞ – Normal E. Astsubay 13. Namık Hikmet GÜLAY – Normal Em. Astsubay 14. Bekir OĞUZ – Normal Em. Astsubay 16. Erol SARIASLAN - Tekstilci 17. Hıdırşah AYTAÇ – Mağ.Uzman Çvş. 18. Osman TURGUT – Yönetici 19. Suat GÜN – Gazeteci/Yazar 20. Hicabi BAĞDATLI - 42. Dernek Üyemiz Araştırmacı Engin YILMAZ Bey ile Şengül ÖZTÜRK Hanımefendi 31 Ağustos 2014 tarihinde dünya evine girmiştir. Yeni çifte mutluluklar dileriz. Mağ.Astsubay 43. Genel Sekreterimiz Reşat FİDAN 31 Ağustos 2014 tarihinde Asder Kayseri Şubemizi ziyaret etmiş, üye ve gönüllülerimiz ile bilgi alışverişinde bulunmuştur. Emekli Kararname 21. Fehmi ŞAHİN – Normal E. Subay 22. Ahmet KUNT – Araştırmacı 23. Mehmet KAZGAN – Yaş. 6191 24. Kadir OKATAN – Araştırmacı 25. Meshut BAŞAK – Prof.Dr. (Dahiliye Uzm) 26. İzzet BAKAN – Araştırmacı GÜCÜMÜZE GÜÇ KATAN YENİ ÜYELERİMİZ (ARALIK 2013 – AĞUSTOS 2014 Şubeler Hariç) 1. Turgay KOÇYİĞİT – Avukat 2. Oruç ŞAHİNCİ – Araştırmacı 3. Abdülkadir DEMİRHAN – İşletmeci 27. Hakan DUYAR - Araştırmacı Reşat FİDAN Genel Sekreter eylül 2013 | ASDER 7 Anayasa Mahkemesi’nin Balyoz Davası Kararı Adnan TANRIVERDİ Emekli General / ASSAM ve SADAT Ynt. Krl. Bşk. Balyoz hükümlülerinin tahliyeleri üzerinden iki hafta geçti. Toz duman dağıldı. Tahliye olan askerlerin serbest kaldıktan sonraki hassas psikolojik durumları da yerini sükûnete bıraktı. Tahliye meselesi de basının gündeminden indi. Çeşitli boyutları bulunan tahliye meselesini serinkanlı olarak değerlendirme zamanı geldi. dır. Meselenin farklı boyutları bulunmakta- • Silahlı Kuvvetlerdeki darbeci gelenek ve Balyoz Planı, • Balyoz İddianamesi ve tutuklamalar, • Yargılama süreci, Özel Yetkili Mahkemenin, Yargıtayın, Anayasa Mahkemesinin ve Yetkili Mahkemenin Kararları, • Sürecin Asker Mağdurlarına Askeri, Sivil ve Yüksek Yargının yaklaşımı, • Yargımızın bağımsızlığı, tarafsızlığı ve Adalet dağıtmadaki becerisi, Bu meseleleri yaşadığımız süreç içinde tekrar hatırlamamızda fayda bulunmaktadır. Cumhuriyet döneminin İslami uyanışı tehdit gören laik ideolojisi, bürokraside ve Silahlı Kuvvetlerde etkili bir şekilde kadrolaşmasını tamamlamış ve oluşan bürokratik yapı kendini hep milletin iradesinin üzerinde görmüştür. ÜLKEMİZDEKİ DARBECİ GELENEK: Ülkemizde 27 Mayıs 1960 darbesinden başlayan bir askeri darbe geleneğinin bulunduğu bir vakıadır. Bu geleneğin devam etmesinin ana nedeni, her darbeyi yapan kadronun aktif görevi bırakmadan 8 ASDER | eylül 2013 önce yeni bir cunta oluşturması ve görevi ona teslim etmesidir. Bunda hem eski darbecilerin kendilerini garantiye alma içgüdüsü hem de milletin İradesini askerin kontrolünde tutma işgüzarlığı birlikte bulunmaktadır. Cumhuriyet döneminin İslami uyanışı tehdit gören laik ideolojisi, bürokraside ve Silahlı Kuvvetlerde etkili bir şekilde kadrolaşmasını tamamlamış ve oluşan bürokratik yapı kendini hep milletin iradesinin üzerinde görmüştür. Bu ideolojiyi merkeze alan siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları da devlet bürokrasisi ve Silahlı Kuvvetler ile birlikte hareket etmiştir. Darbeci zihniyet işi o kadar aleniyete dökmüş ki “halkın %99’u istese de bizim kabul etmediğimiz bir değişikliğin olması Türkiye’de mümkün değildir.” söylemini açıkça ifade etmekten çekinmemiştir. Gerektiğinde darbe yapabilmek için yetkiler de Anayasa ve yasalara, darbecilere hesap sorulmasını engelleyecek, uygun şekillerde yerleştirilmiştir. Oluşturulan bu ortamda darbeciler, millete, vatana ve devlete hizmet ederken bize ne hakla hesap soruluyor diye sorabilir hale gelmişlerdir. Bu pencereden bakanlar için darbe diye bir vakıa yoktur. Hizmet yapmak için olağanüstü risk ve sorumlulukları Devlet için alma fedakârlığı vardır. Darbe hesaplarını alt üst eden ise, milletin desteğini bir parti üzerinde uzun süre toplayarak siyasi istikrar istemesi ve görevlendirdiği sivil iradenin de istikrarın bozulması için kurulan tuzakları ortadan kaldırarak hesap sorma konumuna geçmesidir. Darbecilerin yargılanmalarında bu gerçekleri göz ardı etmemek gerekmektedir. BALYOZ SEMİNERİ[1] ABD’nin Irak’ı işgale (işgal:19 Mart 2003) hazırlandığı; işgalde görev alacak koalisyon güçleri için, Türkiye topraklarının kullanılması amacıyla, henüz dört ayını dolduran ve Parti Liderini TBMM’ne sokma gayreti içinde bulunan (09 Mart 2003 de Milletvekili, 15 Mart 2003 Başbakan) genç TC hükümetine yoğun bir şekilde baskı yaptığı; Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kuzey Irak’a gönderilmesi ve yabancı Silahlı Kuvvetlerin Türkiye topraklarını kullanmasına izin verilmesi konusundaki Tezkere’nin TBMM’de oylandığı (01 Mart 2003) kritik bir dönemde, 05-07 Mart 2003 tarihlerinde 1. Ordu komutanlığınca, Kara Kuvvetleri komutanlığının emirleri hilafına, Geri Bölge Emniyeti örtüsü altında BALYOZ HAREKÂT PLANI SEMİNERİ icra edilmiştir. Tüm Millet 01 Mart Tezkeresinin TBMM’den geçmemesi için ayağa kalkmışken 1. Ordu Komutanlığının darbe hazırlığı ile uğraşması, Türkiye Cumhuriyeti tarihine geçecek ibretlik bir olaydır. BALYOZ DAVASININ AÇILMASI[2] Zamanın Taraf Gazetesi Yazarı Mehmet Baransu’nun “FATİH” isimli bir bavul içinde 2229 sayfa doküman, 19 adet CD ve 10 adet teyp kasetinden oluşan belgeleri “İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı”na teslim etmesi ile soruşturma başlatılmış ve BALYOZ DAVASI 29 Ocak 2010 tarihinde açılmıştır. BALYOZ İDDİANAMESİ[3] 196 kişi hakkında hazırlanan 968 sayfalık BALYOZ İDDİANAMESİ 06 Temmuz 2010 tarihinde özel yetkili İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesine teslim edilmiş ve iddianame Mahkemece 23 Temmuz 2010 tarihinde kabul edilmiştir. 2229 Sayfa dokümanın 1077 sayfası 12 Eylül 1980 darbesinde uygulanan “Bayrak Harekât Planı” ve eklerinden oluştuğu, 1077’den 2229 uncu sayfaya kadar olanların ise dava ile ilgisi olmayan başka planlara ait olduğu tespiti yapılmıştır. 19 adet CD ve 10 adet teyp kasetinin çıktıları alınarak belgeye dönüştürülmüş, bu belgeler 50 klasörde tasnif edilmiş, 2229 orijinal belge, 19 CD ve 10 teyp kaseti emanete alınmış, belgelerin suretleri çıkarılarak İddianameye eklenmiş, CD’lerden 11, 16 ve 17 numaralılarının BALYOZ HAREKÂT PLANI ile ilgisi olduğu belirlenmiştir. 19 adet CD’nin delil vasfının olup olmadığının tespiti için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının görevlendirdiği TUBİTAK’tan iki ayrı, 1. Ordu Komutanlığı Askeri Savcılığı tarafından görevlendirilen ve askerlerden oluşan dört ayrı bilirkişi heyetinin raporları ve Emniyet Genel Müdürlüğü uzmanlarının hazırladığı rapordan, CD’lerde dosyaların oluşturma ve kaydetme tarihlerinin 2003 yılı ve öncesine ait olduğu; 05-07 Mart tarihlerinde icra edilen seminerin ses kayıtlarından da seminerde Balyoz Harekât Planının görüşüldüğü kaydedilmiştir. Balyoz İddianamesinde; Darbe hesaplarını alt üst eden ise, milletin desteğini bir parti üzerinde uzun süre toplayarak siyasi istikrar istemesi ve görevlendirdiği sivil iradenin de istikrarın bozulması için kurulan tuzakları ortadan kaldırarak hesap sorma konumuna geçmesidir. Zamanın 1. Ordu Komutanı tarafından “28 Şubat sürecinde elde edilen kazanımlardan istifade edilememesi ve 2002 seçimlerinde AK Partinin tek parti olarak iktidara gelmesi ile beraber, Türkiye Cumhuriyeti devletinin laiklik karşıtı ve irticai unsurların etkisine girmeye başladığı ve eylül 2013 | ASDER 9 bu nedenle Balyoz Komutanlığının İç Hizmet Kanununun kendisine verdiği Türkiye Cumhuriyet’ini kollama ve koruma görevinin gereği olarak bu harekât planını hazırlayıp kurulan hükümetin yıkılması ve yerine milli mutabakat hükümeti adı altında yeni bir hükümetin kurulması yönünde çalışma başlatıldığı; Öncelikle 1 inci Ordu Komutanlığı bünyesinde görev yapan bazı general ve üst düzey subaylarla görüşülerek bu hususta anlaşmaya varıldığı; 1 inci Ordu sorumluluk sahası içinde bulunan Harp Akademileri Komutanı ve Donanma Komutanı ile temas kurulduğu ve anlaşma sağlandığı; İstanbul ve Bursa Jandarma Bölge Komutanlarıyla da temas ve anlaşmanın sağlandığı; Ordu bünyesindeki hiyerarşik yapı dışında bu amacı gerçekleştirmek için farklı bir yapılanma oluşturulduğu; Hükümeti yıkmaya yönelik Balyoz Hareket Planı adı altında çok kapsamlı ve bir o kadar da ayrıntılı bir plan hazırladığı; Balyoz Güvenlik Harekât Planının; • İstihbarat Toplama Faaliyetleri, • Askeri Müdahale için Zemin Hazırlama Süreci, • Askeri Müdahale, • Milli Mutabakat Hükümeti (Yeniden Yapılanma), Bu planlardan Tırpan hariç diğerlerinde hedef şahısların isim isim belirlendiği, yine tüm planlarda hangi personelin görevli olduğunun ismen belirtildiği, bu planların icrasında görevlendirilenlerin hepsinin asker kişiler olduğun tespit edildiği; Belirtilerek, 5271 Sayılı CMK’nın 250-252. maddeleri gereğince şüphelilerin yargılamaları yapılarak cezalandırılmalarına karar verilmesi talep edilmiştir. • Seçim, olmak üzere bir birini takip eden beş safhadan meydana geldiği; İstihbarat toplama faaliyetlerinin yürütüldüğü dikkate alındığında planın icraya konulduğunun düşünülebileceği; Balyoz Güvenlik Harekât Planına ek olarak bazı Jandarma Komutanlıkları tarafından kargaşa çıkarmak amacıyla Sakal veÇarşaf; Deniz ve Hava Kuvvetlerinde görevli bazı şüpheliler tarafından Yunanistan’la gerginlik yaratarak Sıkıyönetim zemini oluşturmak üzere hazırlanan Oraj ve Suga; Müslüman bir dini grubun 10 ASDER | eylül 2013 liderine karşı kullanılmak üzere jandarma görevlileri tarafından hazırlanan döküm; gayrimüslim dini lider ve iş adamlarına karşı uygulanmak üzere Sakal-2, darbe karşıtı akademik kadroya karşı uygulanmak üzere Tırpan; Ermeni basın mensuplarına karşı kullanılmak üzere Orak; darbe karşıtı sağ kesime karşı Yumruk; darbe karşıtı sol kesime karşı Kürek; darbe karşıtı liberallere yönelik Testere isimli eylem planlarının hazırlandığı; Bu planlardan Tırpan hariç diğerlerinde hedef şahısların isim isim belirlendiği, yine tüm planlarda hangi personelin görevli olduğunun ismen belirtildiği, bu planların icrasında görevlendirilenlerin hepsinin asker kişiler olduğun tespit edildiği; Belirtilerek, 5271 Sayılı CMK’nın 250252. maddeleri gereğince şüphelilerin yargılamaları yapılarak cezalandırılmalarına karar verilmesi talep edilmiştir. “Askeri Casusluk ve Şantaj” soruşturması kapsamında 6 Aralık 2010 tarihinde Gölcük Donanma Komutanlığı’nda İstihbarat Şube Müdürlüğü odalarında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin kararı ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü ekiplerin tarafından gerçekleştirilen aramada, İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne ait odanın döşemelerinin altındaki gizli bölmede, 10 adet poşet içinde çeşitli dini ve siyasi içerikli yayınlar, gizli kamera düzenekleri, ses yayın cihazları, video, teyp ve mikro kasetler, CD-DVD, seçmen listeleri, fişleme niteliğinde dokümanlar ve 5 adet hard disk ele geçirilmiş; bu soruşturmaya sebep olan 143 sanık hakkında 11 Kasım 2011 tarihinde dava açılmış, hazırlanan iddianame 10. Ağır Ceza mahkemesince 23 Kasım 2011 tarihinde kabul edilerek Balyoz Davası ile birleştirilmiştir.[4] İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesinin kararı ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü ekiplerince Emekli Hava İstihbarat Albay Hasan Büyük’ün Eskişehir’deki evinde 21 Şubat 2011 tarihinde yapılan aramada, Balyoz Davası Konusu Suga ve Oraj Harekât planı kapsamında bilgilere ulaşılmış, olayla ilgili 28 sanık hakkında hazırlanan iddianame 28 Haziran 2011 tarihinde İstanbul 10. Ağır ceza Mahkemesince kabul edilmiş ve dosya 03 Ekim 2011 tarihinde Balyoz Davası ile birleştirilmiştir[5]. Üç iddianamenin birleştirilmesi sonucunda BALYOZ DAVASI’nın sanık sayısı 367 olmuştur. sonuca etkili olmadığı kanaatine varılarak, söz konusu taleplerin reddedildiği” belirtilmiştir. Gerekçeli Karar göre 36 sanık berat ederken 324 sanık ceza almıştır. 3 general 20 yıl hapis cezası aldı. BALYOZ TUTUKLAMALARI[6] Dava açıldıktan sonra bir kısım Balyoz Sanıkları 22 Şubat 2010 tarihinde gözetim altına alınmış, ilk sorgularını müteakip çıkarıldıkları mahkeme tarafından bazıları 26 Şubat 2010 tarihinde tutuklanmış, itiraz üzerine 01 Nisan 2010 Tarihinde tahliye edilmişlerse de Nisan sonunda tekrar tutuklanmışlardır. İddianamenin 10. Ağır Ceza Mahkemesi tarafında kabulünden sonra da Balyoz sanıklarının tamamı 24 Temmuz 2010 tarihinde tutuklanmışlar itirazlar sonucunda tekrar tahliye edilmişler, “Askeri Casusluk ve Şantaj Davası” ile birleştirilmesini müteakip 11 Şubat 2011 tarihinde tekrar tutuklanmışlar ve dava süresince tutukluluk halleri devam etmiştir. BALYOZ KARARI[7] İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi 21 Eylül 2012 tarihinde Balyoz Planı davasının kararını vermiş, 1435 sayfadan oluşan gerekçeli karar ise 07 Ocak 2013 tarihinde açıklanmıştır. Gerekçeli Kararda tüm dijital verilerin gerçek olduğu kanaatine varıldığı için Mahkeme tarafından ayrı bilirkişi heyeti oluşturulmadığı; sanıklar ve müdafiler tarafından, dosyaya rapor düzenleyen bilirkişiler ile zamanın KKK Emekli Orgeneral Aytaç Yalman ve zamanın Genelkurmay Başkanı E. Org. Hilmi Özkök’ün dinlenilmesini birçok kez talep edildiği ancak bilirkişiler ile adı geçen tanıkların, sanıklara atılı suçun niteliği göz önüne alındığında toplanan kanıtlara göre beyanlarının alınmasının karara etkisi bulunmadığı, kanıtın amaca uygun olmadığı değerlendirildiğinde, tanık gösterilmesi isteğinin mahkeme üzerinde kamuoyu nezdinde baskı oluşturmak amacıyla yapılması, seminer ve diğer belgelerin gerçek olması nedeniyle de bilirkişiler ve tanıkların dinlenilmesinin 78 sanık 18 yıl hapis cezası aldı. 214 sanık 16 yıl hapis cezası aldı. 28 sanık 13 yıl 4 ay hapis cezası aldı. 1 sanık 15 yıl hapis cezası aldı. 3 kişinin dosyası ayrıldı. 36 sanık beraat etti. Balyoz Kararı ile ilgili olarak zamanın Genelkurmay Başkanı E. Org. Hilmi Özkök; “Üzülmemek mümkün değil, hepsi beraber çalıştığım silah arkadaşlarım. Ceza almaları beni derinden üzüyor. Aileleri acı çekiyor, kendileri çekiyor. Bunlar keşke olmasaydı diye düşünüyoruz, ne yapalım bunlar yaşandı.” Balyoz Darbe Planı ile de “Silahlı Kuvvetler ‘de çeşitli durumlara ilişkin Milli Güvenlik Kurulu’nda kararlaştırılan ve hükümet tarafından onaylanan Milli Strateji Belgesi’nde, harp oyunları, plan seminerleri ve plan tatbikatları vardır. Ben yoğunluğumdan katılamadım. Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından yapılmasını emrettim. Bu seminer icra edilmiş fakat en tehlikeli senaryo amacını biraz aşkın şekilde oynanmış. Siyasi kişiler ve siyasi olaylar gerçekmiş gibi oynanmış. Ben de Kara Kuvvetleri komutanına incelettim” ifadelerini kullandı[8]. YARGITAY’IN BALYOZ İLE İLGİLİ TEMYİZ KARARI[9] Dava Dosyası Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına 27 Şubat 2013 tarihinde gelmiş, duruşması 15 Temmuz 2013 tarihinde başlamış ve bir ay devam etmiştir. Davaya bakan Yargıtay 9. Ceza Dairesi Kararını 09 Ekim 2013 tarihinde açıklamış, 361 kişiden 237’sinin hakkındaki mahkûmiyet onanırken 88 kişi tahliye edilmiştir. Yargıtay Gerekçeli Kararında; eylül 2013 | ASDER 11 Balyoz Kararı ile ilgili olarak zamanın Genelkurmay Başkanı E. Org. Hilmi Özkök; “Üzülmemek mümkün değil, hepsi beraber çalıştığım silah arkadaşlarım. Ceza almaları beni derinden üzüyor. Aileleri acı çekiyor, kendileri çekiyor. “TSK’deki teamüller gereği 2003 yılı Yüksek Askeri Şurası’nda (YAŞ) Deniz Kuvvetleri Komutanı olacak Donanma Komutanı Oramiral Özden Örnek ve Hava Kuvvetleri Komutanı olacak Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Halil İbrahim Fırtına ile mutabakata vardığı anlaşılan 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan’ın, 28 Şubat sürecinde elde edilen kazanımlardan istenilen düzeyde istifade edilememesi ve ülkede hızlı bir zemin kayması yaşandığı gerekçesiyle, serbest demokratik seçimlerle iş başına gelmiş siyasi iktidarı Hükümetten uzaklaştırma ve bu amaç doğrultusunda kara, deniz ve hava unsurları olarak harekât ve eylem planları hazırlama ve hazırlanan planları gerçekleştirebilmek için Türk Silahlı Kuvvetlerinin yasal hiyerarşik yapısı dışında ayrı bir hiyerarşik yapılanmaya gitme kararını aldıkları, bu kapsamdal. Ordu Komutanı Çetin Doğan’ın, ittifak ettiği ast birlikleri olan 2, 3, 5 ve 15. Kolordu Komutanlarından, kara unsurlarına ait harekât ve eylem planlarında görev alacak askeri personelin belirlenmesini istediği; 2, 3, 5 ve 15. Kolordu Komutanlıkları ile l. Ordu ve Harp Akademileri Komutanlığınca belirlenen isimler üzerinden Balyoz Güvenlik Harekât Planı’nın eki olan ‘görevlendirmede yetkili personeli’ belirleyen bir listenin oluşturulduğu anlaşılmıştır.” demek suretiyle hiyerarşik yapı dışında bir darbe cuntasının oluşturulduğunu tespit etmiştir. Gerekçede, Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Hilmi Özkök ve Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın, şahit olarak dinlenmeleri ile ilgili ‘taleplerinin reddine ilişkin gerekçe ve mevcut deliller nazara alındığında sonuca etkili olmadığı’ gerekçesiyle tanık olarak dinlenmediğine yer verilmiştir. Gerekçede, Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Hilmi Özkök ve Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın, şahit olarak dinlenmeleri ile ilgili ‘taleplerinin reddine ilişkin gerekçe ve mevcut deliller nazara alındığında Kendisine yapılan yoğun mahalle baskısı sonucu bunalan zamanın KKK E. Org. Aytaç Yalman, cezalar Yargıtay tarafından onaylandıktan sonra Ulusal TV’ye verdiği röportajda; “2 Eylül 2013 günü Ulusal TV’de Hasdal Cezaevi’nde Silahlı Kuvvetler mensuplarının yaptığı açıklamaya verdiğim 12 ASDER | eylül 2013 cevap kamuoyuna önemle duyurulur. Benim tarih önünde en az sizler kadar onurlu yerimi alacağımdan hiç şüpheniz olmasın. Çünkü bu davaya muhatap olanlar arasında bir kişi masum ise O da bendenizdir. Bunu açıklıkla ve ısrarla ifade ediyorum. Bunu ileride öğrenecek ve söylediklerinizden mahcup olacaksınız. Yapılan saldırılar haddini aşan ve kişilik haklarımı zedeleyecek bir noktaya gelmeseydi, her şeye rağmen bu açıklamayı yapmayacaktım. Yazmakta olduğum kitabımdan seminer ile sınırları olan bilgilerim ışığında, bütün gerçekler öğrenilecektir. Çünkü bu husus benim için bir görev halini almıştır. Hukuk mağduru olmanızı, benim ifade vermem ile nasıl izah edebiliyorsunuz? Defalarca ifade vermek için müracaatta bulundum. Gerçekleri çok iyi bildiğimi ifade ediyorsunuz. Bildiklerimi sizlerle paylaşıyorum. Ancak seminer ile ilgili yaşanan olayın cereyan şeklini bilahare yazmakta olduğum kitaptan detaylı bir şekilde öğreneceksiniz. Bu aşamada arkadaşlarımın rencide olmaması için açıklamıyorum. Esasen susmamın sebebi budur. Benim farklı yorumlara sebep olacak bir ifadem olmamıştır. Bu hususu da yaptığım açıklamada bulacaksınız. “Konuşanların halini görüyorsunuz” ifademden basında çıkan menfi yorumları kastettiğimi özellikle belirtmek isterim. Bu kadar hassasiyet ve tahammül gösterdiğim halde bu yapılan saldırılar karşısında benim size birkaç soru sorma hakkım olduğunu kabul edeceğinizi düşünüyorum. ‘Sorulacak çok soru var’ • Emrime aykırı bu seminer ne için yapıldı? • Emrime aykırı olarak bu semineri yapan ve bu seminerin yapılışında her türlü bilgi ve belgeyi benden gizleyenler niçin itham edilmiyor? • Seminerin emrime aykırı olarak yapıldığını bilenler yasalar gereği olarak niçin bana haber vermediler? • Tatbikatın mahiyeti hakkında bil- gisi olmayanlar tatbikat başladıktan sonra bana niçin haber vermediler? ANAYASA MAHKEMESİNİN MAĞDURLARINA YAKLAŞIM • Bana saldıracağınıza düzmece ve sahte olduğu iddia edilen CD’lerin kimler tarafından nasıl oluştuğunu araştırmanız daha uygun olmaz mıydı? Silahlı Kuvvetlerden toplu tasfiyeye tabi tutulan askerin mağduriyetleri Türk yargısı tarafından hiç görülmediler. • Ordu karargâhından çıkarılan CD’lerin kimler tarafından ve nasıl çıkarıldığının araştırılması gerekmez miydi?” Zamanın Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri komutanlarının Balyoz Kararının Yargıtay tarafından onaylanmasının akabinde söyledikleri dikkate alındığında, sanıkların bu Komutanlardan ne bekledikleri merak konusudur. ANAYASA MAHKEMESİNİN BALYOZ KARARI Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuru hakkını kullanarak başvuruda bulunan 230 Balyoz Hükümlüsü hakkında 18 Haziran 2014 tarihinde; Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın tanık olarak dinlenmesi taleplerinin İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedilmesi hususundaki ve dijital delillerin değerlendirilmesine ilişkin şikâyetlerinin giderilmediğine dair iddialarının kabul edilebilir olduğuna, yargılamada Anayasa’nın 36. Maddesinde güvence altına alınan adil yargılama hakkının ihlal edildiğine, ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine, oybirliği ile karar vermiştir.[10] Anayasa Mahkemesi kararının kendilerine ulaşması yeniden yargılanma istemi ile başvuruların yapılmasını müteakip, İstanbul Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesi de 19 Haziran 2014 tarihinde, oy birliği ile yeniden yargılanma ve infazın ertelenmesi kararını verdi. Hükümlülerin tahliyesine aynı gün başlandı. Balyoz sanıkları şimdi yeniden yargılamanın başlamasını beklemektedirler. YAŞ Asker ve sivil yargımız bu insanların uğradıkları haksızlıklar karşısında bigâne kalmıştır. Meseleye hak ve adalet açısından yaklaşamamıştır. Hep şekle takılıp kalmıştır. BALYOZ Davasına gösterdiği duyarlığı gösterememiştir. Her darbe döneminde toplu kıyım önce Silahlı Kuvvetlerimizde yapılmış, Silahlı Kuvvetler ayıklandıktan, tek ses haline getirildikten sonra müdahale ederek veya darbe yaparak siyasiler, sivil bürokrasi ve toplum etkilenmiştir. Yönetimin sivile devredilmiş gibi olduğu dönemlerde de askerler dışındaki mağduriyetler ve dönemsel haksızlıklar giderilirken mağdur askerler kaderleri ile baş başa bırakılmıştır. Bu durumun iki istisnası olmuştur. Birisi, 1960 darbesinden sonra emekliye sevk edilen EMİNSU’lar[11] diğeri de ASDER’lilerdir[12] diyebiliriz. EMİNSU’lar bütün haklarını dört ayrı kanun ve 30 yılı aşkın zaman içinde alabilmiştir. ASDER ise mağduriyetin üzerinde 15 yıl geçtikten sonra ve kuruluşunun 11 inci yılında büyük mağduriyetlerin ancak bir kısmının giderilmesini sağlayabilmiştir. Her iki telafi de yasama yoluyla gerçekleşebilmiştir. ASDER’in savunduğu mağdurlar ve özellikle de 28 Şubat sürecinde Yüksek Askeri Şûra “YAŞ” Kararları ile mağdur edilen 1637 kişi haklarını yürütme kademelerinde, yargı önünde ve yasama nezdinde dile getirmiştir. Hak arama serüveninin aşamalarını tekrar hatırlamak gerekirse; • YAŞ Kararı ile TSK’den çıkarılan yaklaşık her kişi önce Askeri Yüksek İdare Mahkemesine “AYİM” başvurmuşlar ve talepleri YAŞ Kararlarının yargı denetimi dışında olması nedeniyle reddedilmiştir. eylül 2013 | ASDER 13 Zamanın Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri komutanlarının Balyoz Kararının Yargıtay tarafından onaylanmasının akabinde söyledikleri dikkate alındığında, sanıkların bu Komutanlardan ne bekledikleri merak konusudur. • Sulh Hukuk Mahkemelerine başvuran bir kısım YAŞ mağdurlarının davaları da görevsizlikten reddedilmiştir. • Mağdurların taleplerine devletin tamamen duyarsız davrandığı 13 yıl sonunda, 12 Eylül 2010 Anayasa referandumu, disiplinsizlik gerekçe gösterilerek Silahlı Kuvvetlerde çıkarma ile ilgili YAŞ Kararlarını yargıya açık hale getirmiştir. • Yanlışı kabul anlamına gelen bu değişikliği bir fırsat olarak değerlendiren YAŞ mağdurları, geçmişte yaptıkları yanlışları düzeltmeleri için 2010 yılında idareye başvurmuş, fakat başvurular reddedilmiştir. • Bu reddi uyuşmazlığın sebebi sayarak mesele AYİM ’in önüne götürülmüş, AYİM de Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girdiği tarih olan 23 Eylül 2010 tarihinde önceki YAŞ kararlarını kapsamayacağından davaları reddetmiştir. • Çaresiz kalan YAŞ mağdurları meseleyi İcranın başı olan zamanın Başbakanına bizzat götürmüş ve mağduriyetin Askerî bürokrasinin müsaade ettiği kadar bir kısmının 6191 sayılı kanun çıkarılarak YASAMA yolu ile giderilmesi imkânı hâsıl olmuştur. • 6191 sayılı kanun yargıya kapalı işlemlerle mağdur edilenlerin gasp edilen haklarının tamamen iade etmemiştir. Ancak, uygulamaya girdiği andan itibaren çalışan veya emekli olan emsallerinin maaş ve özlük haklarının bir kısmını mağdur edilenlere tanımıştır. Bu noksanlık hak arama mücadelesini tekrar başlatmıştır. • Mağdurların geçmiş haklarının verilmesi ile ilgili başvuruları idare tarafından reddedilmiştir. Sayın Başkan yedi bilirkişinin raporu, bir mahkeme kararı ve Yargıtay denetiminden geçmiş bir davada hak ihlali tespit edildiğini, tatmin olmadıklarını ifade ediyor. Adaletin tesisi konusundaki Mahkemenin bu titizliğine gönülden alkış tutmamak ve iyi ki varsınız dememek mümkün değildir. • Geçmiş haklarının kabul edilmesi için açtıkları davalar da AYİM tarafından reddedilmiştir. • Sonunda Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolu kalmış, Anayasa Mahkemesine 15 YAŞ mağduru davalarını Mart 2013 tarihinde açmış, Mahkeme de 15 ay sonra 18 Haziran 2014 tarihinde “AÇIKÇA DAYANAKTAK YOKSUN OLDUĞUNDAN REDDİNE” karar vermiştir. Umutların bağlandığı Anayasa Mahke- 14 ASDER | eylül 2013 mesi de HAKSIZLIĞI görmemiştir. Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç bir köşe yazarı ile yaptığı röportajında; “Yerel mahkemenin delil olarak incelediği CD, hard disk ve benzeri dijital materyalleri değerlendirirken çelişkilere düştüğünü tespit ettik. Mahkemenin düştüğü çelişkileri hak ihlali olarak değerlendirdik. Keza, dava için çok önemli iki tanığın dinlenmemiş olmasını da bir hak ihlali olarak gördük. Savunmanın, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ile Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın dinlenmesini ısrarla talep etmesine rağmen mahkemenin bu talebi reddederken öne sürdüğü gerekçeler bizi tatmin etmedi. Yine Yargıtay aşamasındaki aynı konudaki gerekçelerden de tatmin olmadık.”[13] demiş. Sayın Başkan yedi bilirkişinin raporu, bir mahkeme kararı ve Yargıtay denetiminden geçmiş bir davada hak ihlali tespit edildiğini, tatmin olmadıklarını ifade ediyor. Adaletin tesisi konusundaki Mahkemenin bu titizliğine gönülden alkış tutmamak ve iyi ki varsınız dememek mümkün değildir. Keşke, aynı hassasiyeti geriye dönük haklarını talep eden YAŞ mağdurlarına da gösterebilseydi. Yargılanmış, hüküm giymiş, hükmü Yargıtay tarafından onaylanmış, dört yıla yakın hapis yatmış 70 civarındaki Balyoz Davası zanlı askere, tahliyeleri ile birlikte rütbeleri ve makamları iade edilip muvazzaf göreve başlamaları için önleri açılıyor. Ama hiçbir suçu olmayan, herhangi bir suçtan yargılanıp hüküm almayan, sadece inançlarından dolayı Silahlı Kuvvetlerden çıkarılan askerlerin görevlerine geri dönmeleri bir tarafa, geriye dönük özlük hakları bile kendilerine çok görülüyor. Yüksek Mahkememizin saygıdeğer Üyeleri ve Başkanı da bu mağdurlar hakkında verdikleri kararlardan tatmin oluyorlar! SONUÇ Balyoz Davasında gerçekler ortadadır. 05-07 Mart 2003 tarihleri arasında 1. Ordu Karargâhında Balyoz Güvenlik Planı ile ilgili bir seminer yapılmıştır. Bu plan hükümetin devrilmesi, yeni hükümetin kurulması ve seçime gidilmesi konularını içermektedir. Belgeler, İddianameler, Özel Yetkili Mahkeme ve Yargıtay kararlarında 1. Ordunun hiyerarşisi dışında Balyoz Güvenlik Planının icrası için ayrı teşkilâtlanmanın mevcut olduğunu ve Balyoz Darbe Plan Seminerine bu cuntaya dâhil olanların katıldığını, tehdit görülen STK, Cemaat ve Siyasi Kadrolara uygulanacak işlemleri belirten eylem planlarının olduğunu belirtmektedirler. Bütün bunlara iki noktada itiraz edilmektedir. Dijital delillerin kumpas olduğu söyleniyor. Zamanın Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanın şahit olarak dinlenmemesine itiraz ediliyor. Artık Özel Yetkili Mahkemeler de 06 Mart 2914 tarihinden itibaren yok. İş Genel Yetkili İstanbul Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesine kaldı. Dijital delillerin gerçek durumunu ve ilgili iki komutanın ne diyeceklerini zamanı gelince göreceğiz. Adalet devletin aslî vazifesidir. Adalet insanların, hayvanların, nebatatın ve cansız yaratıkların haklarını kendilerine teslim etmektir. Değil insanlar arasında, canlı cansız bütün yaratıklar arasında ayırım yapmadan hepsinin hakkını kendisine teslim etmek adil devletin aslî görevidir. Balyoz Davası Sanıkları işlemedikleri suçlardan dolayı ceza almamalıdır. Haksız yere kaybolmuş hakları telafi edilmelidir. Suçlular da hak ettikleri cezayı bulmalıdır. Ama yargı kimsesizlere de sahip çıkmalıdır. İmkânlar ve yetkiler sadece egemen güçler için seferber edilmemelidir. Hakkın adaleti tesis edilmelidir. DİPNOTLAR [1] http://www.adnantanriverdi.com/index. php/askeri-konular/asker-siyaset-iliskisi/siyasibeyanatlarla-ilgili-yorumlar/254-balyoz-plani-21ocak-2010.html [2] T.C. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının Soruşturma No: 2010/185; Esas No: 2010/564; İddianame No: 2010/420 Numaraları ile kayıtlı Balyoz İddianamesi, [3] Balyoz İddianamesi [4] T.C. Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 2013/9110 Esas, 2013/12351 No.lu kararı [5] T.C. Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 2013/9110 Esas, 2013/12351 No.lu kararı [6] http://www.adnantanriverdi.com/index. php/askeri-konular/asker-siyaset-iliskisi/siyasibeyanatlarla-ilgili-yorumlar/284-28-ubat-liderlerihesap-vermeli-14-ubat-2011.html [7] İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesinin 2010/283 Esas ve 2012/245 Karar Numaralı BALYOZ GÜVENLİK PLANI Davası Gerekçeli Kararı. [8] Zaman Gazetesi, 23.09.2012, İbrahim Doğan [9] T.C. Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 2013/9110 Esas, 2013/12351 No.lu kararı [10] http://www.anayasa.gov.tr/Gundem/ Detay/606/606.pdf. T.C Anayasa Mahkemesinin 2013/780 sayı ve 18.06.2014 tarihli kararı [11] EMİNSU; Emekli İnkılâp Subayları Derneği. 27 Mayıs 1960 Darbesinden sonra, darbeyi desteklemeyen 235 General ve 4077 üst Rütbeli subay TSK’den resen emekli edilmiştir. EMİNSU, Bu askerlerin harekete geçirdiği bir oluşumdur. [12] Özel kurulmuş başka hak arama Dernekleri de olsa, Adaleti Savunanlar Derneği “ASDER” 01 Ocak 1964 yılından içinde bulunduğumuz tarihe kadar, yargısız idari işlemlerle Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkarılmış her statüdeki asker mağdurların haklarını almaları için mücadele vermektedir. ASDER, 21 Mart 2011 tarihinde çıkan 6191 sayılı yasa ile 1971 tarihinden itibaren yargıya kapalı idarî işlemlerle Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkarılmış 1542 subay ve astsubayın haksız yere gasp edilmiş haklarının bir kısmının alınmasını, kuruluşunu takip eden 11 yıl içinde almayı başarmıştır. ASDER, Kanun kapsamına giren 1542 kişinin geriye dönük hakları ile yargıya açık idari işlemlerle mağdur edildikleri için 6191 sayılı kanunun kapsamı dışında bırakılan 3064 kişinin haklarının alınması için mücadelesini sürdürmektedir. [13] Fikret Bila, Milliyet Gazetesi, 20.06.2014 eylül 2013 | ASDER 15 Belgeler, İddianameler, Özel Yetkili Mahkeme ve Yargıtay kararlarında 1. Ordunun hiyerarşisi dışında Balyoz Güvenlik Planının icrası için ayrı teşkilâtlanmanın mevcut olduğunu ve Balyoz Darbe Plan Seminerine bu cuntaya dâhil olanların katıldığını, tehdit görülen STK, Cemaat ve Siyasi Kadrolara uygulanacak işlemleri belirten eylem planlarının olduğunu belirtmektedirler. Irak, Suriye: 100 Yıl Geriye Dönüş Mü? Halil MERT Şimdi, topraklarımızda geçmişte yaşanmayan bir şey görülüyor. Topyekûn mezhebi ayrışma ve kavga. Düşünün Irak’ta kavga mezhep temeline oturtulurken, İstanbul’da da cami kundaklanıyor. Kur’an yakılıyor. Yıllarca “Yobazlar İran’a!” diye nara atan CHP’li vekiller meclis kürsüsüne yakılmış Kur’an’ı getirirken dindar iktidarın sesi çıkmıyor. Lozan.. Zafer mi, yoksa geriye dönüşün, Anadolu’ya hapsoluşun kabulü mü? Bu soru haklı bir soruydu ve Lozan Türk Milleti açısından şaibesini artırarak korudu. Hala Lozan’ın gizli maddelerinden söz ediliyor. Dış politikanın temel sorunlarından biridir son yüzyılda yediğimiz kazıklar. Ama üzerine ciddiyetle halen gidilemiyor. Tıpkı Şapka Kanunu gibi. Mondros, Sevr, Lozan vb. anlaşmaların içerikleri ve geri dönüşleri! Bu arada terke zorlandığımız ecdat topraklarının durumu? Buralarda bıraktığımız Osmanlı Vatandaşları, yetimlerimizin durumu? En çokta Psikolojik değerler anlamında durumları? Buralarda tıpkı öz yurdumuzda olduğu gibi toplum dönüştürülmeye, değerlerine yabancılaştırılmaya çalışıldı. Oysa terk edilen değerlerdi bizi bir araya getiren. Tüm İslam Ülkelerinde oluşturulan yozlaşma ve özden kopuş şu anki toplumsal kavga ve travmaları beraberinde getirdi. Şimdi, topraklarımızda geçmişte yaşanmayan bir şey görülüyor. Topyekûn mezhebi ayrışma ve kavga. Düşünün Irak’ta kavga mezhep temeline oturtulurken, İstanbul’da da cami kundaklanıyor. Kur’an yakılıyor. Yıllarca “Yobazlar İran’a!” diye nara atan CHP’li vekiller meclis kürsüsüne yakılmış Kur’an’ı getirirken dindar 16 ASDER | eylül 2013 iktidarın sesi çıkmıyor. Oysa Mezhep kavgası iktidarı gezi olaylarında zorlayan dış ve iç düşmanların çok işine geliyor. Düşünün orada ABD, İsrail, Almanya, İran, Yunanistan, Fransa karşımızdaydı. Topraklarımızda yangın büyütülüyor. Peki, MİT ve TSK’nin ilgili birimleri ne yapıyor? Açıkçası bilemiyoruz. TSK Kuzey Irak’ta Türkmenlerin İran’ın kucağına terk edildiğini ima eden bir rapor yayınladı. Bunlar Şii Türkmenler. Sünni Türkmenlerin bir kısmı IŞİD ile hareket ediyor, diğerleri Kürtlerle. Başıboşluk ve kaosun sonucu. Anlamak zor gibi. Ama 12 Eylül öncesini anlayabiliyorsanız, Irak’a şaşırmazsınız. Bölgede tek ses olmak için Türkiye iktidarı ile muhalefeti ile oturup çözümü konuşmalıdır. İsrail’in Gazze Operasyonu nasıl milletvekillerince kolkola omuz omuza protosto edildi? Irak ve Suriye Olayları bence Gazze’den daha kötü ve ağır. İslam Coğrafyası bölünüyor, ölüyor, Müslümanlar birbirini öldürüyor, yağmalıyor, tecavüz ediyor. Ateş, cami kundaklanarak ülkeme sıçratılmaya çalışılıyor. İktidar ve diyanet camii kundaklamaya karşı en sert tepkiyi vermelidir. Bu gün Şii dünyada bizi kardeş bilen milyonlar var. Bunların çoğu da ayrıca ırkdaşımız. Düşünün! Azeriler.. İran Azeri’leri ve Irak’taki Şii Türkmenlerle ile 50 milyon Şii Türk ve Türkiye’deki Ak- rabaları.. Bunlara Anadolu’daki Alevi’leri de ekleyin. Tepkisiz kalırsanız nerede kaldı Alevi açılımı? Maalesef bölge kardeş kavgası ve kanına alıştırıldı. Önce PKK ile alıştık. Şehid cenazeleri, PKK’lıların parçalanmış, yanmış cesetleri. Sanki bu insanlar bu toprağın çocukları değil. PKK Ermeni dedik. Dedik ama içimizdeki Türk ve Kürt kripto TAŞNAK ve HINÇAK Ermenilerini de saptayamadık. Dağda vardılar da mecliste, cemaat yapılarının içinde, STK’nın tamamında yok muydular? Bu cümlemden sadece bölücülüğü aleni yapan siyasileri anlamayınız. Türkler, Araplar ve Kürtler… Bediüzzaman Hazretlerinin 100 yıl önce Şam Emeviye Camiindeki Hutbe-i Şamiye’sini okuyunuz. “Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet’tir. Ve Hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal’ası hükmünde Arab ve Türk hakikî iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar. İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor.” “-Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun için mâzuruz. diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve “Neme lâzım” deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.” “Buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürd gibi küçük taifelerin menfaatı ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz.” “Sakın kardeşlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin. Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.” “Ecnebîler, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizi de aldılar. Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâkı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ: Bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünki milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var.” İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlarından çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır.” Sözün özü, Türk ve Arap sana sorumluluk almak, Kürt ve diğer kardeşler sizlere de kardeşlerinizden kopmamak, emperyalizme yem olmamak düşüyor. Özü istişare ve birlikte hareket olan iç ve dış çözüm sürecinde herkes kıvırmadan ve korkmadan ve sükût etmeden hakikati söyleyerek tevhit ve İttihad-ı İslam için mücadele etmelidir. eylül 2013 | ASDER 17 Türkler, Araplar ve Kürtler… Bediüzzaman Hazretlerinin 100 yıl önce Şam Emeviye Camiindeki Hutbe-i Şamiye’sini okuyunuz. “Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet’tir. Ve Hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal’ası hükmünde Arab ve Türk hakikî iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar. Ümit Hırsızlığı mı? Gençliğimiz Gerçekten Mutsuz, Kızgın ve Vicdansız mı Yetişiyor? Prof. Dr. Nevzat TARHAN Güncel siyaseti sadece politika olarak yeterli gören gelecek kuşakları korumaya, insani ve sosyal değerlerimizi güçlendirmeye yeterli kaynak ayırmayan siyasilerimizin vebal altında olduklarını da hatırlatmak istiyorum. WHO yani Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı açıklama dünyanın öfke ve mutsuzluk puanı en yüksek olan genç kuşağının Türkiye’de olduğu yönünde idi. WHO web sayfasını inceledim böyle bir kaynak bulamadım. Basına yansıyan haber metni şöyleydi; “Birleşmiş Milletlere bağlı olan Dünya Sağlık Örgütü (WHO) dünyanın en kızgın gençlerinin Türkler olduğunu açıkladı. Bu ay sonunda tamamı açıklanacak rapordan İsrail’in Times of Israel adlı haber sitesine sızan ilk bilgilere göre Türk gençleri öfke sıralamasında ilk sıraya yerleşiyor. Milliyet Gazetesi’nde yer alan habere göre 34 ülkenin incelendiği raporda, en öfkeli genç- 18 ASDER | eylül 2013 lerin yaşadığı ülkeler ise sırasıyla Türkiye, Yunanistan, Romanya, Ermenistan ve İsrail olarak açıklandı. Mutluluk Endeksi adlı raporda en mutsuz gençlerin bulunduğu ülkelerin de Türkiye, Ukrayna, Polonya, Letonya ve Kanada olduğu belirtildi. Endekse göre en mutlu gençlerin yaşadığı 3 ülke ise Ermenistan, Makedonya ve İsrail olarak açıklandı. 4 yıl süren araştırmada yaşları 11 ila 15 arasında değişen gençlerden yaşamları hakkında 0 ila 10 arasında bir puan vermeleri istendi. NTV MSNBC 6 Eylül 2012” Türk basınında Serdar Turgut, Balçiçek İlter gibi birkaç yazar dışında konu yorumlanmadı veya tek yönlü verildi. Bugün ‘Dünya İntiharı Önleme Günü’ ve intihar artışında küresel bir krizden söz ediliyor. WHO tarafından 15-19 yaş arasında intiharların trafik kazasında sonra en büyük ölüm sebebinin olduğu duyuruldu. Ergenlik çağına girmek üzere olan gençlerin anne ve babaları haklı olarak çocuklarının geleceği konusunda endişeye kapılıyorlar. Bütün bu haberler önümüzdeki yıllarda küresel krizlerin ruhsal ve toplumsal boyutlarının gözardı edilmemesine dikkati çekiyor. Ancak Türkiye’de gençlerin dünya gençleri içinde en mutsuz, en kızgın ve en vicdansız olduklarına dair kıyaslamanın doğruluğunun sorgulaması gerektğini düşünüyorum. 90 sonrası genç kuşakların uyuşturucu, internet bağımlılığı, şiddete yönelme gibi konularda risk altında olduğu hep vurguladığımız bir bilgidir. Ancak bunun Ermenistan ve İsrail’e göre Türkiye’de ilk sırada olması için özel bir gerekçe bulamıyorum. Eğitim sistemimizin sorumluluğu, Gelişmiş ülkelere göre bizim eğitim sisteminin etnik ayrımcılığı beslediği, seçilmiş paranoyalarla iç tehdit, işgal ihtimali vurgusu, bölücülük gibi dost düşman algılamasını desteklediği gerçeği dikkati çeken bir bulgudur. “Ya sev ya tek et, Türkün Türkten başka dostu yoktur… gibi önce korku duygusu uyandırıp sonra kendi ırkının üstün ırk olması ile yalancı bir rahatlık veren Hitler dönemi mirası eğitim sistemimizi hiç kimse değiştiremiyor. Bu sistem ırkçı dizilerin gençler arasında yaygın olmasını açıklamaya yeter. Toplumumuzun çoğunluğunu sağ veya sol kültürel olarak muhafazakâr kitleler oluşturuyor. Kültürel muhafazakârlık da yaşam tarzı korkuları vardır. Bu kitlelerde korku duygusunun eğitim sistemimizin demokrasi vurgusu yetersizliği nedeniyle devam ettiğini biliyoruz. Ikçılık doğası gereği öfke ve yok etmekle beslenir. Belki bazı alt gruplarda bu etki vardır ancak bütün istatistikleri değiştirecek dünyanın genel gidişinden farklı bir etkiyi açıklayacak bir veri bulamadım. Adı geçen araştırmanın tam metnini ve Türkiye’deki partnerini bulabilirsek bu sorulara cevap verebiliriz. Ancak haberin içinden bazı soru cevaplar cımbızla çekilip Türk toplumunu demotive etme, karamsar senaryolar yazdırma ve ümitleri çalma amacında olanların kışkırtmalarını da göz önüne almalıyız. Özgüveni azaltıp bizi geriletmek mi istiyorlar? Yunan, Ermeni ve İsrailli gençlerini öfkeli ama mutlu, Türk gençlerini öfkeli ve mutsuz olarak tanımlayan bu çalışma veya haber yapılma biçimi bana hiç yabancı gelmedi. “Biz adam olmayız, geri bir toplumuz” algısını ve bu oyuna gelen Cumhuriyet aydını tipini devam ettirme çabası. Bu oryantalist tutum güven vermiyor. Diğer taraftan kapital sisteme yakıt üreten Hollywood popüler kültürü gençlerimizi küresel krize doğru sürüklemektedir. Güncel siyaseti sadece politika olarak yeterli gören gelecek kuşakları korumaya, insani ve sosyal değerlerimizi güçlendirmeye yeterli kaynak ayırmayan siyasilerimizin vebal altında olduklarını da hatırlatmak istiyorum. Anne babalar endişelenmesinler çocuğunuz evi ve sizi seviyorsa yanlış yapsa da tekrar dönüyor. Siz çocuğunuzla sağlıklı iletişim kurabiliyorsanız sorunlar bir şekilde çözülüyor. Endişelenmeyelim ama dikkatli olalım ve kesinlikle insanı ayakta tutan en temel duygu olan ümit duygusunu yitirmeyelim. eylül 2013 | ASDER 19 Gelişmiş ülkelere göre bizim eğitim sisteminin etnik ayrımcılığı beslediği, seçilmiş paranoyalarla iç tehdit, işgal ihtimali vurgusu, bölücülük gibi dost düşman algılamasını desteklediği gerçeği dikkati çeken bir bulgudur. Yeni Dönemde Stratejik Vizyon Arayışları ve Dış Politikanın Hedefleri Hüseyin Caner AKKURT Yeni küresel güç parametrelerinde var olan düzenler tasfiye ve yeniden inşa sürecine girmiş bulunmaktadırlar. Hiç kuşkusuz bunun kümülatif etkisinin en fazla hissedileceği ve hissedildiği yer yaşadığımız coğrafyadır. O açıdan bu süreci kolay atlatabilmek ve oyun kurucu konumda olabilmek için paradigmaların sınırları zorlanmalı hatta onun dışına çıkılmalıdır. Sayın Ahmet Davutoğlu, 2010 yılında basına verdiği bir röportajda Ak Parti hükümetinin yol haritası konusunda özetle şunları söylemişti: “2002 yılından bu yana büyük restorasyon dönemi içindeyiz. 1’inci restorasyon Tanzimat’tır. 2’inci restorasyon Cumhuriyet’tir. 3’üncü restorasyon 2. Dünya Savaşı’ndan sonra NATO’ya bağlı güvenlik ağırlıklı restorasyon dönemi. Şimdi ise özgürlük ve Avrupa Birliği ağırlıklı restorasyon dönemi yaşıyoruz. Ekonomide uluslararası ekonomik düzene adapte oluyoruz. Siyasette demokratikleşme sürecindeyiz. Dış politikada da Türkiye söz sahibi oluyor. Bazı reflekslerimiz Abdülhamid, bazıları İttihat ve Terakki, bazıları Atatürk, bazıları İnönü dönemini yansıtıyor. Hepsini bir kalıba sokmak yanıltır. Başka ülkeleri düzen altına alma gibi bir hedefimiz yok. Balkanlarda ne kadar etkiliysek Ortadoğu’da da o a kadar etkili olmaya başladık. Büyük dünya satrancında artık küresel oyuncuyuz. Küresel kurum ve kuruluşların restorasyonunda da söz sahibi olacağız. Dünyada eşitsizliğe karşı mücadelenin liderliğini yapacağız. Güney’in Kuzey’e karşı sesini yükselteceğiz. Küresel eşitsizliklerin sözcüsü Türkiye olacak ve bu açıdan sadece Doğu ve Batı’yı değil Kuzey ve Güney’i de birleştiren ülke olacağız. Üçüncü dünyacı diye itham edenler çıkabilir, biz sadece küreselleşen dünyada Güney’in sözcüsü olacağız…”(26.12.2010- Sabah) Geçtiğimiz günlerde yeni Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Ak Parti Genel Başkan adaylığının açıklanması üzerine Davutoğlu yaptığı konuşmada; “Son 12 yılda gerçekleştirilen büyük restorasyon hareketi hiçbir ara ve kesintiye uğramadan devam edecektir.” Açıklaması göster- 20 ASDER | eylül 2013 miştir ki, yeniden inşacı hamleler, “Yeni Türkiye” sürecinde bireysel yönetişim ve projelerden ziyade Ak Parti iktidarının ve devletin kolektif hareket reflekslerini, proaktif hale getirecek imkân ve kabiliyetlerini, hedeflenen restorasyonda maksimum hıza ulaştıracaktır. Yeni girişim ve yeni atılımların toplumsal özneleri haline gelebilmek için teoriyle pratik arasında mantıklı bir bağlantı kurulması şarttır. Bu ilişki sağlıklı kurulmazsa pratikten, sosyal hayattan, tarihin akışından kopan soyut teorilerin içinde nefes alamayan bir pozisyona düşmek kaçınılmaz olur. Bu açıdan Davutoğlu’nun teorisyen kimliğiyle, sahadaki yani aktif siyasetteki pratiği parti genel başkanlığı ve başbakanlık serüveninde yeni bir boyuta geçecektir. Bu yeni ve aynı zamanda süreklilik arz eden konseptle yola devam edecek yeni kabinedeki kadrolar; sürecin işleyişi açısından, yeni yapısal ve teknik stratejilerin şekillenişini, Ahmet Davutoğlu’nun altını çizdiği devam eden restorasyon sürecinden elde edeceği projeksiyonlarla kendi görev alanlarına taşımalıdırlar. Yeni küresel güç parametrelerinde var olan düzenler tasfiye ve yeniden inşa sürecine girmiş bulunmaktadırlar. Hiç kuşkusuz bunun kümülatif etkisinin en fazla hissedileceği ve hissedildiği yer yaşadığımız coğrafyadır. O açıdan bu süreci kolay atlatabilmek ve oyun kurucu konumda olabilmek için paradigmaların sınırları zorlanmalı hatta onun dışına çıkılmalıdır. Yani kısaca “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal” duygusu içinde manevra alanlarının genişletilmesi elzemdir. Yeni dünya düzeni insanlığı gayri insani küresel yönetişim biçimlerine doğru sürüklemektedir. Devletler adil ve barışçı bir dünya düzeninin unsurlarını oluşturmak bir yana kendi bağımsızlıklarını muhafaza etme irade ve kabiliyetinden mahrum bırakılmaya çalışılmaktadır. Türkiye bu açıdan bölgede yeni dönemde “değerli yalnızlık” stratejisi izlemek gibi bir lüksü olmadığının bilinciyle hareket etmeli ve tüm coğrafyaya umut aşılayacak stratejik bir konsepte çıtasını yükseltmelidir. Oluşacak bu yeni hareket stratejilerinden memnun olanların yanında elbette mutsuz ve rahatsız olanlar da çıkacaktır. Zaten rahatsız oluşlar çıkmıyorsa o zaman bu yeni durumun özgünlüğü tartışılmalıdır. “Yeni Türkiye” fikri, özellikle de konservatif alışkanlıkları sarstığı için, o statükoya ram olmuş zihinleri rahatsız edecektir. Bu proaktif değişime ayak uyduracak aktörler, mutlaka sağlam ve sağlıklı kurumsallaşma temelinde çok seri karar alıp, bunu hızla cari hale getiren bir donanıma sahip olmaları gerekir. Aksi halde inşa süreci retorikten ileri gidemeyecektir. İnşa süreçlerinde devamlılık esas olduğu için şunun da unutulmaması gerekir: Kurumsal yapıların kişi endeksli değil, ilke ve prensip endeksli stratejilerle geliştirilmesi ve bunun sağlam zeminlerde gelenekleşmesi gerekir. Sayın Tayyip Erdoğan Türkiye siyasi hayatına bunu kazandırmış bir kişiliktir. Nitekim bir konuşmasında: “Türkiye fânilerle değil, ilkelerle yürümeyi öğrenmeli. Tayyip Erdoğan fanidir, öldü; ne olacak? Öldüğü zaman ne yapılacaksa vatandaşım onu yapsın” diyerek anlayışındaki bu ince nüansı açıkça ortaya koymuştur. Erdoğan’dan sonra Ak Parti’nin başına kimin geçeceği noktasında da oldukça başarılı bir sınav verilmiş, kamuoyunda “Genel başkan olabilecek kim var?” sorusu hiç sorulmamış ve muhtemel adaylardan kimin partinin başına geçeceği tartışılmıştır. Şimdi yeni kabinenin teşkil edilmesinde samimi duygularla bazı çevreler, Sayın Hakan Fidan’ın MİT müsteşarlığından Dışişleri bakanlığına getirilmesini, MİT’in yenilenen ve 21. yüzyıl vizyonuna uygun hale gelmesinin, paralel yapıyla mücadelenin, barış ve çözüm sürecinin akamete uğrayacağı riskinden dolayı istememektedirler. Hâlbuki az önce belirtiğimiz gibi kişilere endeksli kurumlar kalıcılık arz etmeyen köhnemiş yapılardır. Böyle bir anlayış ve yaklaşım korkulardan ve kaygılardan kaynaklanan sakat bir bakış açısını da beraberinde getirir. Bu tarz bir bakış açısı kurumları durağanlaştırdığı gibi devletin başka üst kurumlarına ivme kazandıracak kişilikleri de bir kuruma sabit kılarak körelmesine neden olur. Bu yüzden Hakan Fidan’ın defacto olarak tecrübe ve deneyimlerini bürokratlığın ötesine çıkararak aktif dış siyasete taşımasının mutlaka önünün açılması gerekir. İnanıyorum ki Hakan Fidan, bölgesel ve küresel güç haline getirdiği Milli İstihbarattaki dinamizminin üzerine aktif sinerji de katarak Davutoğlu’nun kuracağı hükümetin dış politikasına yepyeni bir vizyon kazandıracaktır. Kaldı ki MİT’te kalması mı yoksa Dışişleri Bakanı olması mı ülkeye daha pozitif katkı sağlar bu da enine boyuna düşünülmeli ve tartışılmalıdır. Paralel yapının içerideki unsurlarının, ana arterleri olan İsrail ve ABD’deki neo-conlardan aldığı destek köreltilmeden bertaraf edilmesi mümkün görünmemektedir. Bu mücadelede siyasi kimliğin bürokrat kimlikten daha rahat ve etkili olacağından hiç kuşku yok. Zira paralel yapının mümkün olan her ortamda sözde “Selam-Tevhit” örgütüyle Fidan arasında bağ olduğu algısı üzerinden yeni operasyonlar peşinde oldukları da unutulmamalıdır. Hakan Fidan’ın, Ak Parti’nin 12 yıldır devam eden iktidar yolculuğunda, TİKA’dan başlamak üzere oynadığı rolü, konstrüktif konumda değil aksine dominant bir kişiliğe ve birikime sahip potansiyeliyle okumak gerekir. Bu ara geçiş döneminde olmasa bile 2015 seçimlerinden sonra Dışişlerinin dümenine geçmesi gereken en önemli isim, tartışmasız Hakan Fidan olmalıdır. Ak Parti’yi ve Türkiye Cumhuriyeti devletini asıl 2015 seçimlerinden sonra Sayın Abdullah Gül’ün de kadroya muhtemel katılımıyla çok önemli günler bekliyor. eylül 2013 | ASDER 21 Sayın Tayyip Erdoğan Türkiye siyasi hayatına bunu kazandırmış bir kişiliktir. Nitekim bir konuşmasında: “Türkiye fânilerle değil, ilkelerle yürümeyi öğrenmeli. Tayyip Erdoğan fanidir, öldü; ne olacak? Öldüğü zaman ne yapılacaksa vatandaşım onu yapsın” diyerek anlayışındaki bu ince nüansı açıkça ortaya koymuştur. Milletin Demokrasi Kararlılığı Hüseyin DAYI Şu bir gerçektir ki, Türkiye’de halkın genel tutumu insan hakları ve hürriyetlerden yana olmuş fakat sözde hürriyetçi olan İttihat ve Terakki’den itibaren darbeci totaliter bir zihniyet devlette etkili olmuştur. O zihniyetin karşısında milletin en kararlı demokratik duruşu ise, Başbakan R. Tayyip Erdoğan liderliğinde gerçekleşmiştir. Darbeci zihniyetten yana olanların en bariz özelliği, Gezi Parkı eylemlerinde kendilerinin kullandığı “Mesele Gezi değil. Anlamadın mı sen?” ifadesiyle özetlenmiştir. Onlara aldananlar bir yana, millet o taktiği gayet iyi anlamıştır. Gezi bir bahane olduğu gibi, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde telkin ettikleri yöntem de tutturamadıkları bir bahaneydi. Bu yazıda konu, on iki-on üçüncü asrın İslam mutasavvıf-düşünürü Ferideddini Attar ile çağımızdaki Batılı filozofların izahları ve demokrasi tarihindeki bazı olaylarla ele alınacaktır. Sonuçta ise halk, TSK ve MİT’ten bazı temel beklentiler dile getirilecektir. Demokrasinin Öznesine Suikast Gerek “Cumhuriyet mitingleri”, gerekse “Gezi Parkı eylemleri”, bir takım bahanelerle vatandaşları aklıselim düşünceden uzaklaştırıp kitle psikolojisine çekme gayretleriydi. Maksat, AK Parti iktidarını antidemokratik yönden devirmekti. Çünkü otokontrolünü kaybetmiş insanlardan oluşan kitleler, José Ortega y Gasset’in dediği gibi, yapmaya yaşatmaya değil yıkmaya linç etmeye meyyaldir. Son yerel seçimler öncesinde ise vatandaşların bireyselliği yok edilerek, şahsî tercihleri unutturulup, AK Parti’ye karşı güya demokratik yoldan darbe yapmaya çalışılmıştır. Son yerel seçimler öncesinde ise vatandaşların bireyselliği yok edilerek, şahsî tercihleri unutturulup, AK Parti’ye karşı güya demokratik yoldan darbe yapmaya çalışılmıştır. Elbette ki demokraside bazı vatandaşlar, iktidarı sandıkta devirmek isteyebilirler ama onun yerine, kendi beğendikleri bir siyasî kadroyu koymaya çalışırlar. Bu 22 ASDER | eylül 2013 da Karl Popper’ın “Açık Toplum” dediği türden sosyal yapıdaki bireylerin en demokratik hakkıdır. Bu seçimlerde ise kapalı toplum şeklinde organize olmuş bazı çevreler, vatandaşları kendi tercihleri yerine, bulundukları bölgede AK Parti haricindeki partilerden en güçlü olana oy vermeye çağırmışlardır. Yönlendirilmek istenen partilerin CHP, MHP ve BDP olarak birbirleriyle nerdeyse hiç müşterekliği olmayan partiler olması ise, vatandaşların inanç ve dünya görüşlerini umursamayan nitelikte olmuştur. Bu da sadece iktidara değil, demokrasinin öznesi, temeli olan bireye karşı da bir darbe teşebbüsü olarak görülmelidir. Demokrasi, günümüzde bir “insan hakk”ıdır. Bu düzen, yöneticilerin seçimle göreve gelmesini ve insan haklarını korunmasını sağlayacak tedbirleri ihtiva etmektedir. Her insan hakkı gibi demokrasinin öznesi de vatandaş olarak bireydir. Birey, vekâlet verdiği bir başkası aracılığıyla mal-mülk alıp satabilir, hatta eşine boşanma davası açabilir ama seçme ve seçilmiş olma hakkını devredemez. Seçme hakkını demokratik görünümlü bazı hilelerle yönlendirmeye teşebbüs ise, demokrasiye zarar verecek ölçüde aşırı bencilliktir. Aşırı bencillik, şahıs bazında da grup bazında da olsa zararlıdır. Fakat Friedrich August von Hayek’in dediği gibi, örgütlü grupların bencilliği düzeni bozmak açısından çok daha zararlıdır. Bireylerin Demokratik Kararı Milletin büyük ekseriyetini oluşturacak sayıdaki bireyler, “Cumhuriyet mitingleri”nde, Gezi Parkı eylemlerinde ve son olarak kendilerini, bölgesindeki AK Parti dışındaki en güçlü partiye yönlendirmek isteyen örgütlü grupların tesirine girmemiş ve böylece, “Bana tercih hakkı vermeyen her zihniyete, HAYIR!” demişlerdir. Bireylerin bu tercihi, seçim öncesindeki anketlerden de belliydi. Ancak bazı anketlerdeki “kararsızlar” sayısında görülen yüksek sayılabilecek oran, seçime katılımın düşeceği ihtimalini de düşündürüyordu. Bu olumsuz durum da doğmamıştır. AK Partiyi seçmekte ise önceki yerel seçimden çok daha yüksek bir orana ulaşılmıştır. Sonuç, Ferideddin-î Attar’ın tasavvufî mahiyetteki “Mantık Al-Tayr” isimli eserinde anlattığı, bir seçme ve kararlılık menkıbesini andırmaktadır: Hiçbir ülkenin yöneticisiz olmadığını gören kuşlar, bir araya toplanarak kendilerinin de bir yöneticilerinin olması gerektiğine karar verirler. Yöneticisiz kalındığında düzenin sağlanamayacağında hemfikirdirler. Hazreti Süleyman’ın elçisi olan Hüthüt kuşuna göre Simurg isimli bir yönetici zaten vardır ve onun bulunup seçilmesi gerekir. Hüthüt’ün sözlerinin doğruluğuna kanaat getiren kuşlar, Simurg’u aramak üzere onun peşine takılırlar. Kiminin telef olduğu, kiminin şeytana uyup yoldan çıktığı oldukça çileli geçen bir yolculuktan sonra sadece otuz kuş Simurg’a ulaşır. “Simurg” diye tecelli eden de yine kendileridir aslında. Simurg onlara şöyle seslenir: “Siz buraya otuz kuş geldiğiniz için otuz kuş olarak göründünüz. Daha fazla yahut daha az gelseydiniz, yine geldiğiniz kadar görünürdünüz. Burası bir aynadır.” Bu menkıbedeki “Simurg” yerine demokrasiyi koyarsak, sadece AK Parti’ye oy veren muazzam sayıdaki bireylerin değil, beğendiği muhalefet partisine veya bağımsıza oy veren bireylerin bile kendi bireysel tercihlerini öne çıkarmakla demokrasiyi işlettiklerini anlarız. Kurumlar da Demokrasiye Bağlı Olmalıdır Aslında demokrasi, başka ülkelerde de çok zorlu mücadelelerle ulaşılmış bir rejimdir. Rejimin en başarılı olduğu ülkelerde, ordunun da halkın seçtiğine bağlı kaldığı tarihî bir hakikattir. Bunun en güzel örneği ABD’de yaşanmıştır. 1860 yılındaki seçimler öncesinde ABD başkanlığına Abraham Lincoln’ın seçileceği tahmin ediliyordu. Güneydeki yedi eyalet, o seçilirse iç savaş başlatacaklarını ilan ettikleri hâlde Millî Savunma Bakanı General Scott, seçimlere müdahale etmemiş ve beklendiği gibi Lincoln seçilmiştir. Gerçekten de savaş başlatan Güneyliler, o görevden alınırsa savaşı durduracaklarını bildirdikleri hâlde, General öyle bir girişimde bulunmaz. Güneyli askerler, Beyaz Saray’a çok yaklaşınca General, Başkan’a onu ve ailesini daha güvenli bir yere götürmeyi teklif eder. Fakat Başkan’ın hanımı, “Bizi buraya millet getirdi. Sizin göreviniz de bizi burada savunmaktır” deyince, General Scott şu harikulade cevabı verir: “Af edersiniz. Böyle bir teklifte bulunmamalıydım. Sizi son nefesimize kadar burada savunacağız.” Bugünkü ABD’nin birliği ve demokrasisi o sayededir. Kurumlardan ve Vatandaşlardan Beklentiler İttihat ve Terakki ihtilalinden beri yaşanan tecrübeler göstermiştir ki, Türkiye’de sadece bireylerden müteşekkil halkın demokrasiye bağlılığı yetmemekte, Silahlı Kuvvetler ve istihbarat teşkilatlarının da aynı bağlılığı göstermesi gerekmektedir. MİT’in geçmişteki ihtilal hazırlıklarını iktidarlara bildirmediği aşikârdır. Silahlı Kuvvetlerin ise son zamanlara kadar ihtilalci tutumda olduğu inkâr edilemez. Bu kurumların örnek alması gereken tutum, her açıdan geri ülkelerden değil -dış politikadaki yanlışları bir yana- yukarıda tarihî bir örnek olayı nakledilen ABD gibi ileri demokrasilerden olmalıdır. Hele günümüzdeki, yerel olan nasıl küresel olanın içindeyse, küresel olan da yerel olanın içindedir gerçeğini bilmek, o duyarlılığı daha da artırmalıdır. Her iki kurumun son zamanlardaki müspet tutumu, halkımızın demokrasiye bağlılığıyla tamamen uyumlu görünmektedir. Demokrasinin sağlıklı gelişmesi için, her partiden vatandaşların beklentileri de bu uyumluluğun devamı cihetinde olmalıdır. eylül 2013 | ASDER 23 Hiçbir ülkenin yöneticisiz olmadığını gören kuşlar, bir araya toplanarak kendilerinin de bir yöneticilerinin olması gerektiğine karar verirler. Yöneticisiz kalındığında düzenin sağlanamayacağında hemfikirdirler. Hazreti Süleyman’ın elçisi olan Hüthüt kuşuna göre Simurg isimli bir yönetici zaten vardır ve onun bulunup seçilmesi gerekir. Çözüm Süreci Doğru Yönetiliyor mu? Yusuf ÇAĞLAYAN 17 Aralık Süreci ülkemizde tam bir gündem kırılmasına yol açtı. Türkiye’nin en birinci gündemi, etnik merkezli kimlik çatışmasının ürettiği bölünme riskinin bertarafı iken, bir anda birinci gündem maddesi paralel yapı ile mücadeleye dönüştü. Gezi olayları ile Ukrayna’da hükümetin devrilmesi ile sonuçlanan olaylar arasında paralellik kurulması… Her iki durumda da “seçilmiş hükümetin korunması” birinci gündem maddesi haline geliyor. Gündemin bu şekilde değiştirilmesi, hükümetin de bu değişime angaje olması iki temel bağlamda gelişti. Birincisi, 17 Aralık Sürecinin aktörü olan cemaat ile meşrû hükümetin devrilmesinde darbecilerin yanında yer alan Mısır Selefi cemaati arasında paralellik kurulması. İkincisi, 24 ASDER | eylül 2013 Gezi olayları ile Ukrayna’da hükümetin devrilmesi ile sonuçlanan olaylar arasında paralellik kurulması… Her iki durumda da “seçilmiş hükümetin korunması” birinci gündem maddesi haline geliyor. Böyle bir gündeme kilitlenen ülkede, tam bir puslu hava oluşuyor ve asıl gündem maddesi sütre gerisinde kalarak, problematik boyutlarını geri dönülmesi mümkün olmayacak noktaya doğru ilerletmeye devam ediyor. Aslına baktığımızda, gerek Mısır ve gerekse Ukrayna’daki olaylarda, ülke içi aktörlerin “müteharrik-i bizzat” olmadıkları, “müteharrik-i bilvasıta” oldukları net bir biçimde ortaya çıkmış durumda. Meselâ, Ukrayna’da hükümete muhalefet olarak harekete geçirilen kitleler, hükümetin devrilmesinden sonra kendilerini, Kırım’ın tamamının, Ukrayna’nın bir bölümünün Rusya’ya ilhakı gibi yeni gelişmelerin aktörü olarak buluverdiler. Yani, Ukrayna’da hükümeti devirme saiki ile hareket edenler, hareketlerini bu gayeden ve bizzat kendilerinden almıyor, Rusya’nın Ukrayna’yı bölme ve ilhak planından alıyorlarmış. Yani, bizzat harekete geçmemişler, Rusya tarafından bilvasıta harekete geçmişler… Bütün hareketlerinin de Rusya hesabına geçtiği bugün ortaya çıkmış bulunuyor. Müteharrik-i bizzat olmakla, müteharrik-i bilvasıta olmak arasında ne gibi farklar vardır? Siyaset, İspanyol hastalığı (kuş gribi) gibi fikri hezeyanlaştırır. Siyaseti müteharrik-i bilvasıta durumuna düşürür. Ancak, siyasetçiler, hareketlerini bizzat kendi fikirlerinden aldıklarını hayal ederler ve o hayal ile aslında kendilerine telkin edilenleri icra ederler. Yani, eylül 2013 | ASDER 25 Ukrayna’da hükümete muhalefet olarak harekete geçirilen kitleler, hükümetin devrilmesinden sonra kendilerini, Kırım’ın tamamının, Ukrayna’nın bir bölümünün Rusya’ya ilhakı gibi yeni gelişmelerin aktörü olarak buluverdiler. Ülkemizde yaşananların da, Mısır ve Ukrayna’da yaşananların bir halkası olduğuna, yaşadığımız olayların harici cereyanların kotrolünde seyrettiğine hiç şüphe yok. Olayların bu şekilde sevk ve idaresinde, sosyolojik çelişkilerin, kimlik çatışmalarının ustaca kullanıldığına da şüphe yok. müteharrik-i bizzat değil, bilvasıtadırlar. Hareketleri harf gibidir. Kendini değil, başka bir şeyi ifade eder. İradeleri hükümsüzdür. Telkini yapanın iradesi ile hareket ederler. Bu sebeple hareketleri, kendileri değil, telkini yapan iradenin hesabına netice verir. İyi niyetleri fayda vermez. Kökü dışarıda siyaseti kuvvetlendiren bir alet rolü oynarlar. (Bediüzzaman-Sünûhat) Şimdi bu tesbitler ışığında, Mısır’a ve aktörlerine, Ukrayna’ya ve aktörlerine bakalım. Ve yine bizzat kendi ülkemizdeki gelişmelere bakalım. Ne görüyoruz? Aktörler, gündemi değişenler, puslu havada ülkeyi etnik temelde bölünme sevdalıları, müteharrik-i bizzat mı, bilvasıta mı? Mısır’da olsun, Ukrayna’da olsun, gelişmelerde birinci derecede sosyolojik argümanların belirleyici olduğu görülüyor. Acaba Mısır’da Tahrir ve Adeviye kutuplaşmasına yol açan zihni bölünme olmasaydı, selefi cemaat dinî meşrûiyet sağlamasaydı, Mısır’da Sisi darbe yapabilir miydi? Ukrayna’da Rusya yanlısı zihniyetin oluşturduğu sosyolojik temel olmasaydı, bu olayların altından çıkan Rusya, Ukrayna’ya yönelik hesaplar içinde olabilir miydi? Ülkemizde yaşananların da, Mısır ve Ukrayna’da yaşananların bir halkası olduğuna, yaşadığımız olayların harici cereyanların kotrolünde seyrettiğine hiç şüphe yok. Olayların bu şekilde sevk ve idaresinde, sosyolojik çelişkilerin, kimlik çatışmalarının ustaca kullanıldığına da şüphe yok. Burada yapılacak en önemli şey, bu olaylarda siyasetin de, olaylarda rol alan aktörlerin de müteharrik-i bizzat olmadıklarını anlamak ve bu olayların arkasındaki güç ve iradeyi ve maksatlarını tesbit ve teşhis etmektir. Bu sağlandıktan sonra, olaylara müdahil olan ve müteharrik-i bilvasıta olan bütün aktörlerin fikrî hezeyanlardan ve hariç hesabına geçen hareketlerden kurtarılması mümkün hale gelecektir. Aktörlerin düşman ilân edilmesi ile başlatılacak süreçler, olayları daha da şiddetlendirecek ve manipüle edilen aktörlerde daha da, kendi gayeleri ve iradesi ile hareket ettiği hayallerini ve haklılık duygularını kuvvetlendirecektir. Yıllarca sosyolojik karakterli etnik bölünme tehdidine askerî argümanlarla karşı konulacak bir sorun olarak görenler, 26 ASDER | eylül 2013 aslında büyük bir oyuna getirildiklerini ve müteharrik-i bilvasıta olduklarını artık anlamalıdırlar. Çünkü, askerî müdahalenin, etnik kimlik bilincinin inşasında bir sosyolojik argüman olarak ustaca kullanıldığını ve artık günümüzde bu argümana ihtiyaç kalmadığını, askerî çatışmanın sosyolojik misyonunu tamamladığını, bu sebeple çatışmanın sonlandırıldığını görmelidirler. Bu sebeple de çözüm sürecinin artık gündemden düştüğünü, yeni bir gündem belirlenerek bu gündemin oluşturduğu puslu havada, bölünme maksadının etnik sosyolojinin tabiî akışına bırakıldığını görüyoruz. Millî güvenlik politikalarının artık kanunî, askerî ve polisiye öncelikli temelden, sosyolojik öncelikli temele kaydırılması kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Ancak güvenlik konusunda politika belirleyen kişi ve kurumlarda bu doğrultuda bir zihniyet değişiminin ve sosyolojik temelli bir ufkun bulunduğuna dair hiçbir alâmeti görülmüyor. Bir önceki yazımızda da belirttiğimiz üzere, 17 Aralık Süreci ile yaşanan gündem kırılması ile artık çözüm sürecinin iyi veya kötü yönetilmesinden bahsedemiyoruz. Türkiye’nin bu noktaya gelmesinde, gündem kırılmasında rol alan aktörler de dahil, herkesin kendini kötü huylu özne rolünden arındırması için büyük fotoğrafı resmetmekte yarar görüyoruz. Şöyle ki: Batı kolonyalizmi, sadece askerî müdahalelerle değil, esas olarak sosyolojik müdahalelerle inşa edilmiş bir süreçtir. Bu süreçte İslâm Dünyasında safha safha İslâm sosyolojisi devre dışı kalmış, etnik sosyoloji devreye girmiştir. Bu sosyolojik süreç değişimine paralel olarak da, Osmanlı bünyesindeki İslâm toplumlarının ve hatta Hıristiyan tebaanın dayanışma bağlamları, Osmanlılık ve İslâm bağlamından, etnik bağlamlara geçiş yapmıştır. Osmanlı’da toplum unsurlarının bu dayanışma bağlamı değişimi tesadüfi değildir. Bu değişim sayesindedir ki, tek merkezli bir İslâm-Osmanlı dayanışmasının yerini, çok merkezli etnik devletçikler almıştır. Amaç, Osmanlı’nın ve dolayısıyla Müslümanların bölgedeki ‘İslâm daya- nışmasından’ kaynaklanan ‘jeopolitik gücünü’ yıkmaktır. Osmanlı’nın Ortadoğu’ya dönüşümü, süreci besleyen sosyolojik dinamikler ve bu bağlamda yerel sistemlerin oluşturulması, koruyucu yerel bekçiler, farklı kimlikleri birbirine açan ve dayanıştıran toplum dinamiklerini devre dışı bırakan resmî ideoloji, İslâm’ın iç tehdit olarak algılanmasını sağlayıcı iç güvenlik kültürü, yerel sistemlerin ve kurucu liderlerin toplumları birbirine kapatan unsurlar olarak dizaynı ve sınır ihtilâfları gibi neticede aynı kültür ve medeniyet dünyasına mensup toplulukların birbirine kapatıldığı muazzam bir değişim ile gerçekleşmişti. Bütün bu değişimleri İslâm sosyolojisinden etnik sosyolojiye geçiş ve bunun doğurduğu dayanışma bağlamı değişiminden bağımsız olarak anlamlandırmak mümkün değildir. Hz. Peygamberin (asm) Medine’de inşa ettiği ve Endülüs, Selçuklu, Babür ve Osmanlı’da sürdürülen açık toplum, adeta kabile bağlamlarına indirgenerek, tek merkezli bir dayanışmanın sağlayacağı jeopolitik gücü itibariyle sıfırlanmıştı. Osmanlı’nın günümüz Ortadoğu’suna dönüşmesinde belirleyici rolü olan isyan hareketleri lider kadrolarının yabancı okullarında yetiştiği gerçeği, yabancı okulların misyonunu ortaya koymuştur. İslâm toplumu, ani ve klâsik savaş saldırılarına karşı gösterdiği tepkiyi, tedrici sosyolojik saldırılara yani İslâm sosyolojisinden kopuş ve etnik sosyolojiye geçiş operasyonlarına karşı gösterememiştir. Bu tedrici kopuş ve geçiş süreçlerine paralel olarak, İslâm Dünyası fotoğrafı da tedricen değişmiştir. Maruz kalınan bu sosyolojik saldırılarla, farklı dinlerin, kültürlerin, milliyetlerin bütünleşip dayanıştığı açık toplum, bütün farklılıkları birer sınır haline gelerek birbirleri arasına soyut, kalın zihinsel duvarlar örmüş, coğrafi ve siyasî sınırlarla da bunu somutlaştırmış, kapalı toplumlara dönüşmüştür. Bugün içinde bulunduğumuz kimlik çatışması temelli sorunlara kısaca işaret ettiğimiz bu hafıza ile bakmalıyız. Aksi halde, günümüz etnik, mezhep veya cemaat aktörlerinin hangi rolü oynadıklarını anlayamayız. İslâm coğrafyasında etnik ve mezhebî kimliklerin kapılarını, köprülerini birbirlerine kapatması, bölünüp parçalan- mayı sağlamıştır. Bu da bölgeye müdahale eden harici gücün karşısına birbirinden kopuk, aciz, küçük boy devletçikler çıkarmaktadır. Büyük boy dayanışmadan kaynaklanan jeopolitik gücü, küçük boy dayanışmalarla parçalayarak ortadan kaldırmak, bir sosyolojik savaş stratejisidir. Bu sayede ilişki-Yusuf Kaplan’ın tabiri ileözne-özne ilişkisi değil, özne-nesne ilişkisi olarak gerçekleşmektedir. Bu amaçla alt kimlikleri birbirine kapatmaya dönük olarak gerçekleştirilen bu sosyolojik operasyonlara karşı bağışıklık kazanılması, bu alt kimlikleri birbirine açan köprülerin yeniden inşasına ve muhafazasına bağlıdır. Bediüzzaman’ın Kemalist ideoloji ve siyasal İslâm ideolojisi ile çatıştığı temel noktalardan birisi tam da burasıdır. Kemalist ideolojinin bu köprü değerlerle barışık olmayışı, bütün dinî ve kültürel dinamikleri bloke edecek bir zihnî yapıyı temsil etmesi, bu değerleri iç tehdit olarak algılaması, sadece İslâm Dünyasının farklı toplumlarını birbirine kapatmakla kalmıyor, aynı toplumun farklı kesimlerini ve hatta aynı devletin kurumları ile halkını da birbirine kapatan bir işlev kazanıyor. Kemalist ideolojiye karşı, İslâm’ı araçsallaştırarak tepkisel bir yapılanma hareketi de dışlayıcıdır ve İslâm’ın özünden beslenen çok milletli, çok kültürlü ve çok dinli açık toplum pratiğini hayata geçirmede önemli bir engeldir. Bütün bu sebeplerle diyoruz ki, açılım sürecini Kemalist ideolojinin yol açtığı etnik kimlik bağlamından veya Siyasal İslâm refleksinden, Bediüzzaman’ın sosyolojik olarak inşa edilecek İslâm dayanışması tezi bağlamına bir geçiş süreci olarak yönetemediğimiz ve millî güvenlik politikalarımızı, etnik kimlik çatışmalarını nötralize eden ortak kimliği sosyolojik bir argüman olarak devreye sokacak şekilde yeniden yapılandıramadığımız taktirde, etnik kimlik çatışmaları şiddetlenecek ve ülke bölünmeye ve kaosa sürüklenecektir. eylül 2013 | ASDER 27 Osmanlı’nın günümüz Ortadoğu’suna dönüşmesinde belirleyici rolü olan isyan hareketleri lider kadrolarının yabancı okullarında yetiştiği gerçeği, yabancı okulların misyonunu ortaya koymuştur. İslâm toplumu, ani ve klâsik savaş saldırılarına karşı gösterdiği tepkiyi, tedrici sosyolojik saldırılara yani İslâm sosyolojisinden kopuş ve etnik sosyolojiye geçiş operasyonlarına karşı gösterememiştir. Darbe Tehlikesi Bitti mi? Ekrem ATA Gezi olaylarını hatırlayalım. Başlangıçta 20-30 çadırla başlayan güya masum direnişi göz önümüze getirelim. Medyanın olayları ele alış şeklini, CNN’in tüm dünyaya 9 saatlik canlı yayınını, Sayın Başbakan’ımızın yurtdışı seyahatinde olayların nasıl kontrol edilemez noktaya getirildiğini düşünün... Değerli arkadaşımız Yakup EVİRGEN’in sitemizde yayınlanan 14 Şubat 2013 tarihli yazısını tekrar okumanızı öneririm. “TELEVİZYONA DEĞİL, TAHRİR’E BAK” konu başlıklı yazıda henüz Mursi iş başında idi. Tahrir meydanında ufak ufak olaylar başlamıştı. Cılız muhalefet sesleri yükseliyordu. Ancak Türkiye de dâhil olmak üzere görsel medyada adeta kızılca kıyametler koparılıyordu. (Gezi olaylarına ne kadar benziyor değil mi?) Yazıdan önce kısa bir alıntı yapmak istiyorum. “Dokuz günlük Mısır seyahatimin yedi gününü Kahire’de geçirdim. Otelim Tahrir meydanın tam göbeğine bakan konumda idi. İsmini de vereyim ”CITY VIEW”. Gelelim Tahrir meydanındaki duruma. Meydan içindeki refüjlere rastgele kurulmuş derme çatma 20 kadar çadır. Araç trafiği olmadığı için meydandan kestirme giden insanlar. Ben de gece ve gündüz saatlerinde çadırların arasından birkaç defa geçtim. Çevredeki dükkânlar açık ve kaldırımlar insan dolu. Kimsenin meydandakileri umursadığı yok. Zaten dikkat çeken bir şey de yok. Çünkü gündüz saatlerinde ortada gösterici de yok. Muhtemelen çadırlarında uyuyorlar. Akşam olduğunda kameralar gelmişse 50 ye yakın gösterici bir araya geliyor ve kameralara 5 dakikalık slogan atılıyor. Çekimden sonra ortada yine kimse yok. Marjinal partilere MOSSAD tarafından para yardımı yapıldığı ve göstericilere para verildiği halkın arasında bile söylenir olmuş. Peki, haftalardır bu insanlar niye Tahrir’de pinekler? Niye halk bunları görmezden gelmektedir. 20 milyon civarında insanın yaşadığı bilinen Kahire halkı neden devrim öncesi gibi Tahrir’e akmaz. Şehrin en merkezi yeri olan Tahrir’den geçenlerin bir kısmı bile 40-50 kişilik gruba destek verseler meydan yarım saatte dolar taşar. Gerçek bu iken Batı medyası, Türk medyası niye ortalığı yangın yeri gibi göstermektedir?” Yazı bu şekilde devam ediyor. Haklı olarak da Yakup Bey bu kadar cılız sesle seyreden bir olay etrafında dünya ve Tür- 28 ASDER | eylül 2013 kiye medyasının tavrını anlamlandırmaya ve sorgulamaya çalışıyordu. Sonrası malum. Şubat ayında başlayan olaylar derin güçlerin provokasyonu, dünya medyasının yoğun desteği ile gayet profesyonel bir şekilde yönetilerek bilinçli bir şekilde ama sabırla devam ettirildi. Artık Haziran ayına gelindiğinde başlangıçta 20-30 çadırlık bir topluluk sesini daha da gür çıkarabiliyordu. Tüm dünya medyası da büyük bir görev sorumluluğu bilincinde görevine devam ediyordu. Ve Mursi 30 Haziran 2013 tarihinde yurtdışı seyahatine çıkıyor. Sonrasında bir merkezden yönetilen olaylar 4 gün içinde kontrolü mümkün olmayan bir hale getiriliyor ve 3 Temmuz 2013 tarihinde ordu yönetime el koyuyor. Sonrası malum… Şimdi tekrar bize tekrar geri dönelim… Gezi olaylarını hatırlayalım. Başlangıçta 20-30 çadırla başlayan güya masum direnişi göz önümüze getirelim. Medyanın olayları ele alış şeklini, CNN’in tüm dünyaya 9 saatlik canlı yayınını, Sayın Başbakan’ımızın yurtdışı seyahatinde olayların nasıl kontrol edilemez noktaya getirildiğini düşünün... Fazla söze gerek yok. Toplumsal hadiselerin böyle bir yönü vardır. Bir anda kartopu misali olayların önü alınamaz hale gelebilir. Devletin elindeki bilgileri biz bilemeyiz. Her şey de söylenmez. O süreçte neler yaşandığını tam bilmiyoruz. Ama şunu kesin söyleyebiliriz ki sürecin çok profesyonel bir şekilde yönetildiği kesin. Tam bir özel kuvvetler operasyonuna benzemiyor mu? Sabri YİRMİBEŞOĞLU’nun 6-7 Eylül İstanbul olayları ile ilgili söylediklerini bir düşünün. Her iki ülkenin yaşadıklarını bu gözle analiz ettiğimiz zaman büyük fotoğraf çok daha net gözüküyor. Belki bizim avantajımız geçirdiğimiz darbeler sürecinde edindiğimiz tecrübeler idi. Şimdi bu anlattıklarımızdan sonra soruyu tekrar soralım. Darbe tehlikesi bitti mi? Unutulmasın tekerrür eden tarih değil, hatalardır… 2014 Cumhurbaşkanı Seçimi Türkiye Cumhuriyeti Tarihinde Yeni Bir Dönemin Başlangıcı Olacaktır Adnan TANRIVERDİ - Emekli General / ASSAM ve SADAT Ynt. Krl. Bşk. Cumhurbaşkanı ilk defa halk tarafından seçilecek. Seçilebilmesi için yüzde ellinin üzerinde oy alması gerekir. Tek parti hükümeti de olsa Başbakanın partisinin oy oranının Cumhurbaşkanlarının aldığı oy yüzdesinin üzerine çıkması nadiren mümkün olabilir. sahip, arkasında yüzde ellinin üzerinde oy desteği olan Cumhurbaşkanı ile hassas dengelerle ayakta duran koalisyon Hükümeti ve Başbakanı arasında irade yarışına sebep olabilir. Genellikle de her iki merkezin çevresindeki makam ve kademeler rekabeti kışkırtacaklardır. Genellikle koalisyonlara mecbur bırakan oy dağılımı, Cumhurbaşkanına nazaran daha az oy almış bir partinin liderinin Başbakan olmasına sebep olabilecektir. T.C. Anayasası Cumhurbaşkanını yasama, yürütme ve yargı üzerinde kullanabileceği yetkilerle donatmıştır. Böyle bir siyasi tablo, geniş yetkilere Cumhurbaşkanının Yasama ile ilgili eylül 2013 | ASDER 29 Bu dönem, 8. Cumhurbaşkanımız merhum Turgut Özal ve 11. Cumhurbaşkanımız Sn. Abdullah Gül dışında gelmiş ve geçmiş bütün Cumhurbaşkanlarının örtülü olarak kullandıkları geniş yetkilerin, Millet tarafından seçilmiş yeni Cumhurbaşkanları tarafından, liderlik yetenekleri ölçüsünde AÇIK OLARAK kullanılacağı bir dönem olacaktır. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği yeni dönemin Literatürdeki adı “YARI BAŞKANLIK SİSTEMİ”dir Yarı başkanlık sistemi “cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği parlamenter sistem” olarak da tanımlanmaktadır. Fransa, Çin, Rusya federasyonu ve bazı Avrupa ülkelerinde uygulanmaktadır. yetkileri: (TC Anayasası Md. 104 a ) • Gerekli gördüğü takdirde, yasama yılının ilk günü Türkiye Büyük Millet Meclisinde açılış konuşmasını yapmak; • Türkiye Büyük Millet Meclisini gerektiğinde toplantıya çağırmak, • Kanunları yayımlamak, • Kanunları tekrar görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri göndermek, • Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları gerekli gördüğü takdirde halkoyuna sunmak, • Kanunların, kanun hükmündeki kararnamelerin, Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün, tümünün veya belirli hükümlerinin Anayasaya şekil veya esas bakımından aykırı oldukları gerekçesi ile Anayasa Mahkemesinde iptal davası açmak, • Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar vermek Cumhurbaşkanının Yürütme ile ilgili yetkileri: (T.C. Anayasası Md. 104 b) • Başbakanı atamak ve istifasını kabul etmek, • Başbakanın teklifi üzerine bakanları atamak ve görevlerine son vermek, • Gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulunu başkanlığı altında toplantıya çağırmak, • Yabancı devletlere Türk Devletinin temsilcilerini göndermek, Türkiye Cumhuriyetine gönderilecek yabancı devlet temsilcilerini kabul etmek, • Milletlerarası adlaşmaları onaylamak ve yayımlamak, • Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığını temsil etmek, • Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar vermek, • Genelkurmay Başkanını atamak, • Millî Güvenlik Kurulunu toplantıya çağırmak, • Millî Güvenlik Kuruluna Başkanlık etmek, • Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla sıkıyönetim veya olağa- 30 ASDER | eylül 2013 nüstü hal ilân etmek ve kanun hükmünde kararname çıkarmak, • Kararnameleri imzalamak, • Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmak, • Devlet Denetleme Kurulunun üyelerini ve Başkanını atamak, • Devlet Denetleme Kuruluna inceleme, araştırma ve denetleme yaptırtmak, • Yükseköğretim Kurulu üyelerini seçmek, • Üniversite rektörlerini seçmek, Cumhurbaşkanının Yargı ile ilgili yetkileri: (T.C. Anayasası Md. 104 c ) • Anayasa Mahkemesi üyelerini, • Danıştay üyelerinin dörtte birini, • Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı vekilini, • Askerî Yargıtay üyelerini, • Askerî Yüksek İdare Mahkemesi üyelerini, • Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçmek. • Cumhurbaşkanı, ayrıca Anayasada ve kanunlarda verilen seçme ve atama görevleri ile diğer görevleri yerine getirir ve yetkileri kullanır. Cumhurbaşkanının cezai sorumsuzluğu: Bu geniş yetkilere karşılık, Başbakan veya Bakanlardan birinin imzası ile Cumhurbaşkanının yaptığı işlemlerden ilgili bakan ve Başbakan sorumludur. Tek başına yaptığı işlemlerden ise Cumhurbaşkanı aleyhinde yargıya başvurulamaz. Cumhurbaşkanı, vatana ihanetten dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılabilmektedir. (TC Anayasası Md. 105 ) Başbakanın görev ve sorumlulukları; (TC Anayasası Md. 107 ) • Başbakan, Bakanlar Kurulunun başkanı olarak, Bakanlıklar arasında işbirliğini sağlar ve hükümetin genel siyasetinin yürütülmesini gözetir. Bakanlar Kurulu, bu siyasetin yürütülmesinden bir- likte sorumludur. • Her bakan, Başbakana karşı sorumlu olup ayrıca kendi yetkisi içindeki işlerden ve emri altındakilerin eylem ve işlemlerinden de sorumludur. • Başbakan, bakanların görevlerinin Anayasa ve kanunlara uygun olarak yerine getirilmesini gözetmek ve düzeltici önlemleri almakla yükümlüdür. • Başbakanın Yüce Divana sevki halinde hükümet istifa etmiş sayılır. 29 Ağustos 2014 tarihi, yönetim şekli bakımından, Türkiye için YENİ BİR DÖNEMİN başlangıcı olacaktır. Bu dönem, 8. Cumhurbaşkanımız merhum Turgut Özal ve 11. Cumhurbaşkanımız Sn. Abdullah Gül dışında gelmiş ve geçmiş bütün Cumhurbaşkanlarının örtülü olarak kullandıkları geniş yetkilerin, Millet tarafından seçilmiş yeni Cumhurbaşkanları tarafından, liderlik yetenekleri ölçüsünde AÇIK OLARAK kullanılacağı bir dönem olacaktır. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği yeni dönemin Literatürdeki adı “YARI BAŞKANLIK SİSTEMİ”dir Yarı başkanlık sistemi “cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği parlamenter sistem” olarak da tanımlanmaktadır. Fransa, Çin, Rusya federasyonu ve bazı Avrupa ülkelerinde uygulanmaktadır. Yarı Başkanlık Sisteminin Başkanlık sisteminden farkı; • Yürütme organının iki başlı olması ve yürütme ile ilgili görevleri Bakanlar Kurulu ile Cumhurbaşkanının üslenmesi, • Bakanlar kurulunun TBMM’nin güvenine dayanması, • Bakanlar kurulunun TBMM’den çıkacak güvensizlik oyu ile görevden alınabilmesi, • Cumhurbaşkanının yürütme görevlerinden dolayı, vatana ihanet dışında, cezai sorumluluğunun bulunmamasıdır. Geniş Anayasal yetkilerle donatılmış ve halk tarafından seçilmiş bir Cumhurbaşkanının bu yetkileri sonuna kadar kullanabilmesi ancak, hükümeti kuran parti içinden çıkmış ve Başbakanla uyumlu bir çalışma prensibi üzerinde anlaşmış olması ile mümkündür. Hükümetin başka bir parti tarafından kurulması, Cumhurbaşkanının ise muhalif bir parti tabanına dayanması, devletin tepesinde kargaşaya davetiye anlamına gelecektir. Başkanlık Sisteminin Anayasamıza girmesine kadar, Cumhurbaşkanımızın Millet tarafından seçilmesi bu makamı, yürütmede Başbakanlığın da üzerinde çok önemli bir güç merkezi haline getirecektir. Muhalefetin çatı adayı İslâmi gelenekten gelen Sayın Ekmelettin İhsanoğlu olsun veya muhalefetin dünya görüşüne sahip başka birisi olsun Milletimiz, Başbakanla Cumhurbaşkanının çatışma ortamına gireceği bir tercih yapmayacak kadar sağduyulu davranacağına kesin gözü ile bakmak ve AK Parti adayı dışında birisinin halk tarafından Cumhurbaşkanı seçilemeyeceğini kabul etmek gerekmektedir. Geniş Anayasal yetkilerle donatılmış, liderlik nitelikleri yüksek ve bütün yetkileri kullanma azim ve yeteneğine sahip bir Cumhurbaşkanı, ülkemizin önemli sorunlarının çözümlenmesi için, önemli bir fırsat olarak görülmelidir. Ülke olarak çözüm bekleyen dört önemli meselemiz bulunmaktadır. Birincisi; Milli iradenin devletin bütün kurumları üzerinde etkin otoritesinin temin edilmesi, İkincisi; Temel hak ve özgürlükleri teminat altına alma imkânı veren, bağımsız ve tarafsız yargıyı inşa edebilen, merkezi hükümetin dış dünyaya yönelmesine imkân veren yeni yönetim şeklini belirleyen ve TBMM’nin bütün sorunların çözümünde nihai merci olmasını sağlayan YENİ ANAYASA’nın milletimizin oyuna sunulması, Üçüncüsü; Tam eşit vatandaşlık hukukunu sağlama (ne fazla, ne eksik, tam eşit) hedefine uygun olarak, bölücü teröre karşı, “ÇÖZÜM SÜRECİNİN” sonuçlandırılması, Dördüncüsü de; İslâm Dünyasının bir irade altında top- eylül 2013 | ASDER 31 Muhalefetin çatı adayı İslâmi gelenekten gelen Sayın Ekmelettin İhsanoğlu olsun veya muhalefetin dünya görüşüne sahip başka birisi olsun Milletimiz, Başbakanla Cumhurbaşkanının çatışma ortamına gireceği bir tercih yapmayacak kadar sağduyulu davranacağına kesin gözü ile bakmak ve AK Parti adayı dışında birisinin halk tarafından Cumhurbaşkanı seçilemeyeceğini kabul etmek gerekmektedir. Geçtiğimiz dönemlerde sayısız krizler, tereyağından kıl çeker gibi, tasavvurların üstünde bir başarı ve süratle, memleketimize zararı dokunmasına imkân verilmeden çözülmüştür. Bunun bir sebebi siyasi istikrar ise diğeri ve daha önemlisi Başbakanımızın yüksek feraset ve üstün cesaretidir. lanabilmesi için Müslüman milletlere önderlik yapmaktır. 12 yıl önce var olup, toplumu bunaltan pek çok sorun bu gün mevcut değildir. Bu kazanım, Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan Liderliğindeki AK Partinin sağlamış olduğu SİYASİ İSTİKRAR sayesinde olmuştur. Koalisyonlara ihtiyaç kalmadan tek parti tarafından üst üste üç dönemde iktidar çıkarılması, güçlü liderlik nitelikleri ile de birleşince siyasi parazitlerin prim yapmadığı istikrar ortamını sağlamıştır. Yeni dönemde de istikrarın muhafazası fevkalade önem arz etmektedir. Yarı başkanlık sisteminde de Cumhurbaşkanı ile uyumlu bir hükümet ve hükümetin arkasında güçlü bir parlamento desteği, başta siyasi alanda olmak üzere ülkemizde istikrarın tesis ve devamı için sağlanması gereken şartlar olarak görülmelidir. Geçtiğimiz dönemlerde sayısız krizler, tereyağından kıl çeker gibi, tasavvurların üstünde bir başarı ve süratle, memleketimize zararı dokunmasına imkân verilmeden çözülmüştür. Bunun bir sebebi siyasi istikrar ise diğeri ve daha önemlisi Başbakanımızın yüksek feraset ve üstün cesaretidir. Şimdi bu iki imkân yine birlikte sağlanmalıdır. Yeni dönemde Cumhurbaşkanının geniş yetkilerini, ülke çıkarlarına en uygun olacak şekilde, yerinde, zamanında ve kararlı olarak kullanacak aday, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır. Yarı Başkanlık Sisteminin ilk döneminde bütün yetkilerin, ülke yararına kullanıldığı örnek bir uygulama da fevkalade önem kazanmaktadır. Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın partinin başından ayrılması sonrasında 2015 ve 2019 genel milletvekili seçimlerinde AK Partinin tek başına iktidar olacak çoğunluğu sağlayamama riski bulunmaktadır. 2019’a kadar Başkanlık Sisteminin Anayasaya girmesi de mümkün olmayabilir. AK Parti olarak ve bu partiye gönül vermiş olanların aday belirlemedeki açmazı buradadır. Bir tarafta Cumhurbaş- 32 ASDER | eylül 2013 kanlığına güçlü bir liderin aday gösterilme isteği, diğer tarafta, liderin ayrılması ile siyasi istikrarı devam ettirecek çoğunluğu sağlayamama riski. Böyle durumda seçimi ve kararı gerçek lidere bırakmak gerekir. Geçmiş icraatlarında tespit edilen doğruyu seçme hasletine güvenerek, Cumhurbaşkanı adayımız bizzat Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından belirlenmeli ve bu memleketi sevenler de onun ve arkasında bıraktığı partinin desteğinde bulunmalıdır. Sonuç olarak; 29 Ağustos 2014 tarihinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti YARI BAŞKANLIK dönemine geçmektedir. Yeni Cumhurbaşkanımız liderlik nitelikleri yüksek ve kendinden sonrakilere örnek uygulamalar bırakma yeteneğine sahip bir zat olmalıdır. Arkasında meclis desteği devam etmelidir. Adayın seçiminin de Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık iradelerinin, memleket sorunlarının çözümü istikametinde birleştirilerek kullanılmasını ve önümüzdeki iki Genel Millet Vekili seçimlerinde AK Partinin tek başına iktidar olmasını sağlayacak tedbirleri içerecek şekilde yapacağına inanıp güvendiğimiz Başbakanımıza bırakılmalıdır. Onun tercihi en doğru tercih olarak kabul edilmeli ve bu kabul ile verilecek karar desteklenmelidir. 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hepimize, milletimize ve İslâm âlemine hayırlar getirmesini dilerim. Zulmünü Bize Borçlusun Gürcan ONAT Bu zulmünü bize borçlusun. Sanma ki; sen bir adamsın. Sakın kendini güç kudret sahibi görmeyesin. Orada kontrolün altına verilmiş üç beş çoluk çocuğu, kadın erkeği bombaladım diye kendini bölgenin hâkimi zannetmeyesin… Ey Siyonist! Artır zulmünü… Çoğalt günahlarını… Ne kadar vahşet varsa gerçekleştir eşkıyalık adına… Son demlerindir zira gördüğün göreceğin şu imtihan dünyasında. Allah’ın gazabına uğramış, lanetli kavim; yakındır Haydar’ın dirilmesi, üzerindeki ölü toprağından silkinmesi, kendine gelmesi. İmamesi kopartılmış bu darmadağın ümmetin haline bakıp; ilelebet zulümle yaşayacağını zannetme. Yakındır tepene inmesi Muhammed’in yumruğunun… Evet; şimdi vuruyorsun. Zavallı, masum insanları canavarca katlediyorsun. Kaygısız seyrettiğimizi sanmayasın, yatağımızda huzurlu yattığımızı zannetmeyesin. Bileniyoruz! Derleniyoruz, toparlanıyoruz… Damarlarımızdaki morfinin etkisi geçti. Nekahet dönemi bitiyor. Az kaldı, bekle Osmanlının torunları geliyor… Elbet zalimlere hadlerini bildirecekler. Sen gargatlarını çoğaltmaya bak, yakında çok ihtiyacın olacak! eylül 2013 | ASDER 33 Yakındır tepene inmesi Muhammed’in yumruğunun… Evet; şimdi vuruyorsun. Zavallı, masum insanları canavarca katlediyorsun. Kaygısız seyrettiğimizi sanmayasın, yatağımızda huzurlu yattığımızı zannetmeyesin. Darbelere Genel Bakış Prof. Dr. Ahmet ALPER Türkler Cumhuriyet sonrası batıya dostça ve samimiyetle yaklaşırken, Batı İslam dünyası üzerindeki kirli emellerinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. İslam ülkelerindeki zengin enerji kaynaklarını ele geçirmek, İslam devletlerini parçalayıp bölerek güçsüz, zayıf, küçük kendilerine bağımlı tutmak için her türlü entrikalara, siyasal, sosyal, ekonomik, askeri baskılara başvurmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti son 50 yılını darbelerin kaos ve karanlığında yitirmiş bir ülkedir. Bunun nedenlerini araştırmak için Osmanlı Devletinin son döneminde orduya bulaşan siyaset hastalığının ve Cumhuriyetin kuruluşundaki tepeden inmeci uygulamaların hatırlanması gerekir. Osmanlının son döneminde Ordu içinde fırkalaşma ve Masonik kadrolaşma Balkan Harbinde müthiş bozguna ve kısa süre sonra hiç hazırlıklı olmadığımız halde Birinci Cihan Harbine girilerek Osmanlı Devletinin yok olmasına neden olmuştur. Osmanlının enkazından Kurtuluş savaşıyla da iyice yıpratılmış, 12.5 milyon nüfuslu yeni Cumhuriyetin kurulması için düşmanlarımızın en önemli istekleri olan İslam’dan ve İslam ülkelerinden uzaklaşmamız, dinde lakayt yöneticiler tarafından da benimsenerek yeni devletin batıdan onay alması sağlanmıştır. Bu konuda İngiltere Avam Kamarasında ”Türklerin istiklalini ne için tanıdınız.” diye yükselen itirazlara Lord Gürzon “Biz 34 ASDER | eylül 2013 onları maneviyat ve ruh cephesinden öldürmüş bulunuyoruz. Asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır” demiştir. Türkler Cumhuriyet sonrası batıya dostça ve samimiyetle yaklaşırken, Batı İslam dünyası üzerindeki kirli emellerinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. İslam ülkelerindeki zengin enerji kaynaklarını ele geçirmek, İslam devletlerini parçalayıp bölerek güçsüz, zayıf, küçük kendilerine bağımlı tutmak için her türlü entrikalara, siyasal, sosyal, ekonomik, askeri baskılara başvurmuşlardır. Bu baskıları bazen gizli servisleri veya ellerinde tuttukları medya organlarından sinsice, bazen kendilerine yakın siyasi ve askeri yöneticiler tarafından, bazen de ekonomik baskı ve askeri güç kullanarak yapmaktadırlar. İkinci Dünya Harbi sonrası Churcil’e Yalta’da bir basın toplantısında Türkiye’nin konumu hakkında sorulan bir soruya “Türkiye’nin belirli bir ağırlığı vardır. Bu kilosunu İslam âlemine ve Sovyet Rusya‘ya karşı koru- malıdır. Eğer Türkiye zayıflayacak olursa İslam âlemine karşı ve Sovyet Rusya’ya karşı desteklenerek eski kilosuna çıkarılmalıdır. Eğer Türkiye şişmanlayacak (fazla güçlenecek) olursa derhal rejime tabi tutulup eski kilosuna indirilmelidir” cevabı, İngiltere’nin Türkiye’ye bakışını yansıtan bir görüştür. Komünist Blok’un güçlü olduğu iki kutuplu dünyada Rusya’ya komşu İslam ülkelerini Batının savunması için Rusya’ya karşı kalkan olarak kullanmıştır. İkinci Dünya Savaşından sonra Batının önderliğini İngiltere’den Amerika devralmıştır. Bu nedenle Türkiye ABD’ne yaklaşmak gereğini duydu. 1947 yılında Türkiye ve Yunanistan Sovyetler Birliği tehdidi altında diye Truman doktrini çerçevesinde ekonomik ve askeri yardım planına alındı. Genelkurmay Başkanı Salih Omurtak başkanlığında bir Türk askeri heyeti Amerika’ya gitti. 1948’de Türkiye Dünya Bankasından ilk borcunu (50 milyon $) aldı. Marshall yardımı yürürlüğe sokuldu ve 48-52 yılları arası 351.700.000 $ yardım aldı. Türkiye 1950 de Kore ye asker gönderdi. Bu birlik, ABD birliklerini korumak için çok büyük kayıplar verdi. ABD Başkanı Truman Türkiye’ye yardımı 3 katına çıkardı. Sonuçta Türkiye 1951 yılında NATO’ya kabul edildi. 1952’de düşünce, finansman ve teçhizatını ABD’nin verdiği Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla kuruldu. Sınavla Türk subayları Amerika’ya davet ediliyor, özel harp kursları görüyordu. İlk giden 16 subay arasında Yüzbaşı Alpaslan Türkeş de vardı. Daha sonra kurulduğu ülkelerde Gladio diye isimlendirilen özel harpçiler Türkiye’de tüm ihtilallerde ve kirli işlerde görülecekti. 1927 yılında kurulan Milli Emniyet Hizmeti (MEH) teşkilatının da CİA ve diğer yabancı batılı istihbarat servislerinden yoğun parasal destek gördüğü 1955-56’larda Başbakanlık Müsteşarı tarafından tespit edilmişti. 1955 5 Eylül’de Selanik’te Atatürk’ün doğduğu ev bombalanmış ve bir gün sonra İstanbul Beyoğlu’nda azınlıkların dükkânları çirkin bir şekilde yağmalanmıştı. Bu olayın Özel Harp Dairesi tarafından planlandığını yıllar sonra özel harpçi Org. Sabri Yirmibeşoğlu hatıratında açıklayacaktı. Planlayıcılar kahraman Türk subayı olarak terfi ederken, olaydan haberi olmayan Demokrat Partisi iktidarı Yassıada’da bu olay nedeniyle de Anayasayı ihlalden mahkûm olacaktı. 21 Ocak 1972 tarihli Daily Telegraph gazetesi CİA’nin hangi ülkelerde darbe yaptığını açıklarken Türkiye’de 1960 ihtilalini ve 1971 müdahalesini CİA kaynaklarına dayanarak bildirmiştir. 12 Mart 1971 müdahalesinden birkaç yıl sonra, eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil “12 Mart darbesinden 3 ay önce ABD Büyükelçisi’nin ‘haşhaş ekiminin yasaklanmasını Türk Hükümetinden istediğini’ ve Başbakanın bunu kabul etmediğini, ABD Büyükelçisinin ise ‘çok yazık bundan fena neticeler doğacak dediğini” söyleyerek “çok fena neticeler belli oldu. 3 ay sonra hükümetimiz düşürüldü” dedi. Darbe sonrası kurulan hükümet haşhaş ekimini kısa sürede yasaklamıştı. 12 Mart darbesi öncesi Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur bir ödül töreni için ABD’ye gitmişti. Soğuk savaşın en hızlı olduğu bu yıllarda ABD Türkiye’de kendi kontrolünden çıkmış sol eylemlerden rahatsız oluyordu. Bu nedenle komutana darbenin ne zaman yapılacağını sordukları yazılmıştır. 1971 darbesinde sol eylemlerde kullanılan pek çok eylemci hapislerde çürür, gizli köşklerde işkenceye tabi tutulur veya çatışmalarda öldürülürken CİA ve Özel Harpte bu eylemcileri kullananlar başarıları ile övünüyorlardı. 1974 Kıbrıs müdahalesinden sonra ABD ile ilişkilerimiz bozulunca Org. Semih Sancar Başbakan Ecevit’ten örtülü ödenekten, örtülü ödenekteki paranın tümüne yakın olan birkaç milyon lira istiyor. Ecevit ne için istediğini sorunca “Özel Harp Dairesi için istediğini, daha önce bu dairenin masraflarının ABD tarafından karşılandığını, bu dairenin ABD askeri yardım kuruluşu ile aynı binada çalıştığını” bildiriyor. Ve Ecevit 12 Mart sonrası Kontrgerilla faaliyetleri ile ilişkili bu teşkilatı tam öğrenemeden iktidardan ayrılıyor. 1975-80 yılları Türkiye için terörün tırmandığı yıllardı. 1974 de terörden 4 kişi ölürken, 75 de 35, 76’da 104, 77’de 292 kişi ölüyor. 1978-79 İran’da Humeyni devrimi ABD’nin gözlerini dört açmasına ve Türkiye’ye ayrı bir ilgi göstermesine neden oluyor. 7-8 Haziran 1980 de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ABD’ne gidiyor. Başkan Carter’in milli güvenlik Danışmanı Zbigniew Brezinski ile görüşüyor. Brezinski “İstikrarlı bir Türkiye eylül 2013 | ASDER 35 1927 yılında kurulan Milli Emniyet Hizmeti (MEH) teşkilatının da CİA ve diğer yabancı batılı istihbarat servislerinden yoğun parasal destek gördüğü 1955-56’larda Başbakanlık Müsteşarı tarafından tespit edilmişti. 1955 5 Eylül’de Selanik’te Atatürk’ün doğduğu ev bombalanmış ve bir gün sonra İstanbul Beyoğlu’nda azınlıkların dükkânları çirkin bir şekilde yağmalanmıştı. En çok araştırılan Uğur Mumcu’nun ölümü arabasına egsozla motor arasına yerleştirilen askerlerin kullandığı C-4 tahrip kalıbı ile gerçekleştirilmişti. Cinayeti işleyenler telefonla gazeteleri arayarak yığınla İslamcı terör örgütü ismi vermişlerdi. istiyoruz. Ama Türkiye bu konuda iyiye gitmiyor, bir şeyler yapmak lazım” diyor. 12 Mart darbesinde olduğu gibi ihtilalden bir hafta kadar önce de Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya ABD’de görüşmelerde bulunuyor. 11 Eylül günü öğle vakti Başbakan Demirel, bir müdahale olacak mı diye etraftan bilgi toplamaya çalışıyor ama sonuç alamıyor. 12 Eylül sabahı İhtilal başarılmış Erzurum’daydım. İhtilal başlamadan önce Ankara’da basılan taşra baskısı Günaydın gazetesinin birinci sayfası alt yarısında üç sütuna basılmış bir yazı başlığı dikkatimi çekti. Başlıkta “Ankara da önemli olaylar bekleniyor. Avrupa’dan bir uçak dolusu gazeteci geldi.” yazıyordu. Yani başbakanın ihtilalden haberi yokken Avrupalı gazeteciler ihtilali yakından izlemek için tam gününde gelmişti. Brezinski darbeyi ABD başkanına tiyatroda oyun seyrederken haber veriyor ve ‘Bizim çocuklar başardılar’ diyordu. Darbe sonu 11 Eylül’e kadar tırmanarak devam eden terör olayları birden son buldu, hükümet düşürüldü, parlamento feshedildi, siyasi partiler kapatıldı. 650.000 kişi gözaltına alındı. ‘Asmayıp da besleyelim mi?’ diyerek 50 kişi idam edildi. 14 000 kişi vatandaşlıktan çıkarıldı, 229 kişi işkencede can verdiği, kayıpların sayısının ise bilinmediği yazıldı. 1974 Kıbrıs müdahalesi sonrası NATO’dan ayrılan Yunanistan’ın tekrar NATO’ya alınması Türkiye tarafından hiçbir engelleme ile karşılaşmadan sağlandı. Ana çatısı ile bugünde geçerli olan yeni Anayasa hazırlandı. Anayasaya yerleştirilen birbirine zıt pek çok tuzak deyimlerle zalimlere zulüm yapma imkânı sağlandı. İhtilal sonrası Türkiye de görev yapan ABD elçisinin ihtilalin lideri Kenan Evren hakkında hatıratında yazdıkları çok ilginçtir. Büyükelçi ‘ Evren çok hoş bir insandı, diyalogumuz çok iyiydi. Atatürk’e bağlı insandı. Kendisinden bir istekte bulunacağımız zaman, Atatürk’ün o konu ile ilgili bir sözünü bulur söylerdik hemen kabul ederdi’ diyor. Acaba Büyükelçi başörtüsü veya bazı lisanların yasaklanması yönünde bir telkinatta bulunmuş mudur, doğrusu merak ediyorum. 1980 ihtilalinin Time dergisine ‘Dünyanın en zengin generali’ diye kapak konusu olacak generalleri de Türkiye ye kazandırdığını söylemeden geçmeyelim. 1990lı yıllar Dünyada komünist blok un yıkıldığı, tek kutuplu globalizmin benim- 36 ASDER | eylül 2013 senmeye başlandığı, Nato yani Batı tarafından İslam’ın düşman olarak kabul edildiği yepyeni bir dönemdi. Amerika Irak’la İran’ı 8 yıl savaştırdıktan sonra, diktatör Saddam’ın Kuveyt’e girmesine önce ses çıkarmamış, daha sonra Saddam’a savaş açarak Ortadoğu’da bütün kontrolleri eline almıştı. Komünist blokun yıkılması ile tüm dünyada dinlere yönelmede artış olurken, İslam Ülkelerinde elinde tuttuğu medya ile halkı İslam’dan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Türkiye’de o yıllarda Ali Kalkancı-Fadime Şahin, Aczimendiler, Müslim-Fadime, Hizbullah eylemleri medyanın günlük senaryolarında yerlerini alıyordu. Bu arada Prof. Muammer Aksoy, Prof. Bahriye Üçok, Uğur Mumcu gibi solcu aydınlar faili meçhul suikastlere kurban gidiyor, bütün bu cinayetlerin şeriatçılar tarafından işlendiği medyada çeşitli senaryolarla anlatılıyordu. Bunlardan ilginç olanı Bahriye Üçok bombalı paketle suikast konusunda MİT tarafından eğitildikten bir hafta sonra gönderilen bir bombalı paketle öldürülmüştü. En çok araştırılan Uğur Mumcu’nun ölümü arabasına egsozla motor arasına yerleştirilen askerlerin kullandığı C-4 tahrip kalıbı ile gerçekleştirilmişti. Cinayeti işleyenler telefonla gazeteleri arayarak yığınla İslamcı terör örgütü ismi vermişlerdi. Cinayet öncesinde Körfez savaşında türlü numaralar çeviren Amerika’ya karşı tepkiler artmıştı. İslami yayın yapan radyo ve TV istasyonları artmaya ve İslami şuurlanma yaygınlaşmaya başlamıştı. İmam Hatiplilerin Harp Okuluna girişine imkân sağlayacak kanun teklifinin Meclis Milli Eğitim Komisyonunda görüşülmesi kabul edilmişti. Ölümünden birkaç gün sonra da İran Dışişleri Bakanı Türkiye’ye gelecekti. Cenaze büyük bir kalabalığın omzunda “Kahrolsun Şeriat; Mollalar İran’a” sloganları ile taşınmış; Uğur’u öldürenler müthiş bir iş başarmışlardı. Bunun gibi pek çok provokatif olay MGK toplantılarına yakın zamanlarda uygulamaya konur, MGK’da gündem konusu olurdu. Bu olay sonrası MGK’nın talebi ile özel radyo ve TV’lerin yayınları durduruldu, İmam Hatiplilerin Harp Okuluna girmesine imkân sağlayacak kanun teklifi reddedildi, İran Dışişleri Bakanının ziyareti Uğur’un cenaze merasimi gölgesinde sönük geçti. Uğur’un Şeriatçılar tarafından öldürülmediği ailesi tarafından da kabul edildi. Ama bugüne kadar kimin öldürdüğü de anlaşılamadı. NATO’nun yeni düşmanımız İslam fikri başlangıçta Türkiye’de benimsenmedi gibi görünse de NATO’nun bir parçası olan TSK’nde yeni konsept yönünde çalışmalar 94 yılında göze çarpmaya başlamaktadır. Subay ve astsubaylardan eş ve çocuklarının resimleri istendi. Eşi türbanlı, başörtülü fotoğraf verenler derhal sakıncalı veya şüpheli listesine alındı. Bir süre sonra Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman kışlalarda subay ve astsubayların cami ve mescitlere gitmesini yasaklayan bir emir yayınladı. Bu arada sivil hayatta Aczimendiler gibi provokatif olaylar devamlı gündemde tutuluyordu. Siyasi ortam ise oldukça karışıktı. ANAP’ta Genel Başkan Mesut Yılmaz güven sağlayamamıştı. DYP Genel Başkanı Tansu Çiller ekonomik krizi atlatmakta zorlanıyor, rüşvet, hortumculuk, haksız mal edinme dedikoduları iktidarı sarsıyordu. Solcu parti- ler birbirleri ile uğraşmaktan başka bir şey yapamıyor, Refah Partisi gittikçe güçleniyor, yeni konsepte ayak uydurmaya çalışan TSK bu durumdan çok rahatsız oluyordu. 1995 seçimlerinden Refah Partisi birinci parti olarak çıkmıştı. DYP-ANAP koalisyonu yürümemiş, ANAP Refah koalisyonu son anda askerler tarafından engellenmişti. Erbakan Çiller’le anlaşmış ve 96 yılında Refah Yol iktidarı kurulmuştu. Askerler 96 Ağustos YAŞ toplantısında Hükümete karşı ilk siyasi tavrı koydular. YAŞ’ta irticai nedenler gerekçesiyle 13 subay astsubay ordudan uzaklaştırdılar. Hâlbuki daha önceki toplantılarda ordudan YAŞ yolu ile ayrılanlar disiplinsiz diye ilan edilmekteydi. Bu YAŞ toplantısı sırasında ordudan uzaklaştırmalara hiç itiraz etmeyen Erbakan, Başbakanlık konutunda verdiği davette alkollü içki vermeyince Güven Erkaya ile rakı krizi yaşanmıştı. Komutanlar bu hükümeti iste- eylül 2013 | ASDER 37 NATO’nun yeni düşmanımız İslam fikri başlangıçta Türkiye’de benimsenmedi gibi görünse de NATO’nun bir parçası olan TSK’nde yeni konsept yönünde çalışmalar 94 yılında göze çarpmaya başlamaktadır. Subay ve astsubaylardan eş ve çocuklarının resimleri istendi. miyorlardı. Daha önce baştacı olan Tansu Çiller Erbakan’la hükümet kurduğu için tu kaka olmuştu. YAŞ’ta ihraç sorunu çıkarmayan Başbakan’a Aralık Şurasında ihraç edilmek üzere 69 kişiyi sundular. İmza yine sorunsuzdu. Askerlere karşı ölçülü davranan Başbakan, sivil ortamda bu ölçüyü muhafaza edemiyordu. Konutunda bazı tarikat liderlerine verdiği iftar yemeği medya tarafından abartılarak kullanıldı. Arkasından Sincan’da Kudüs gecesi nedeniyle provokasyonlar yaşandı. Ve Sincan’da tanklar yürütülerek 28 Şubat 1997’de MGK toplantısı sonucu Refah Yol’un ipi çekildi. 3.5 ay sonra da hükümet istifa etmek zorunda kaldı. Silahlı Kuvvetler tarafından çeşitli kurum ve kuruluşlara irtica brifingleri verildi. Bunların arasında yüksek yargı organları da vardı. Oysa yargıyı etkilemek Anayasamıza göre suçtu. TSK’nden 1200 civarında subay ve astsubay YAŞ kararı ile sorgulanmadan, mahkemeye çıkmadan, savunma hakkından mahrum ve ne ile suçlandıklarını bilmeden yargısız infaza maruz kaldı. Bunu tasvip etmeyen 10.000 in üzerinde subay astsubay da emekliliğini isteyerek ayrıldı. İrtica fişlemesi askerlerden, memurlara, polis, öğretmenlere, hatta işportacı ve kokoreççilere kadar yaygınlaştırıldı. Türkiye’de komünist Sovyet rejiminden daha baskıcı bir uygulama görüldü. Bu uygulamada yardımlarından dolayı kartel medyasına teşekkür edildi. Aykırı yazanlar andıçlanarak devre dışı bırakıldı. Pek tabii bu arada menfaatçi hortumcular da boş durmuyordu. Bankaların içleri boşaltılıyor, ekonomi alt üst oluyor, önceden bazıları tarafından birçok maddesi ihlal edilen Anayasa Cumhurun başı ile Başbakan arasında fırlatılıyordu. Milli birlik ve Başından beri ifade etmeye çalıştığımız gibi bütün darbeler iç ve dışta bu milletin düşmanlarının ve menfaat çetelerinin işbirliği ile hazırlanmıştır. Bu arada bazı vatanseverler farkında olmayarak kullanılmışlardır. 38 ASDER | eylül 2013 beraberlik çok yara almıştı. Ordu, yargı, Cumhurbaşkanı ve medyanın itibarı her gün biraz daha azalıyordu. 1999 büyük depremi yanında siyasi ortamda yapılan tahribat ülkeyi tarihinin en büyük krizine sürükledi ve Türkiye iflas etti. 28 Şubat postmodern darbesini yapanlar ülkeyi IMF’nin kucağına oturttular. Açlık sefalet, ahlaksızlık, adaletsizlik aldı yürüdü. Batan bankaların her birinin enkazı altından ordudan irtica nedeniyle subay astsubay uzaklaştıran çok disiplinli komutanlar çıktı. Bazı disiplinli komutanların ise orduya iş yapan müteahhitten 150.000 $ borç alarak, veya kaynağını açıklayamadıkları paralarla mülk edindikleri tespit edildi. Milletimiz bu pisliklerin sorumlularını 3 Kasım 2002 seçimlerinde parlamentonun % 95 ini değiştirerek siyasi mevta haline getirdi. Böylece bundan sonraki siyasetçilere dürüst davranmaları konusunda gerekli dersini verdi. Başından beri ifade etmeye çalıştığımız gibi bütün darbeler iç ve dışta bu milletin düşmanlarının ve menfaat çetelerinin işbirliği ile hazırlanmıştır. Bu arada bazı vatanseverler farkında olmayarak kullanılmışlardır. Devrimler milletin sosyolojik, psikolojik, ahlaki, hukuki, iktisadi yapısını bozmakta; tedavisi çok güç sorunlara neden olmaktadır. İhtilalleri yapanlar cezalandırılmadıkça ihtilal heveslileri daima olacak, ülke bu tehditle her zaman karşı karşıya kalabilecektir. Milli iradenin tecellisini sağlamaya çalışmak ve milletin sesine kulak vermek her Türk vatandaşı ve yöneticisinin görevidir. Milletimiz, meclisimiz ve hükümetimiz darbelerin yaralarını sarmak için üzerlerine düşen görevi yapmalıdır. Devlet, Cemaat ve Demokrasi Gürcan ONAT Devlet nedir, kim için ve ne için vardır? Hiç felsefi ve akademik mülahazalara girmeden çok basit yazacağım. Devlet o ülkenin vatandaşları için vardır. Ülkede yaşayan tüm insanların ve hatta hayvanların ve hatta bitkilerin hak ve hukuklarını koruyan bir hükmi şahsiyettir. Devlet insan için vardır. İnsana hizmet etmek için vardır. Cemaat nedir, kim ve ne için vardır? Cemaat belirli bir amaç için, bir lider etrafında cem olmuş, aynı fikir ve düşünce yapısındaki insanlar topluluğudur. Bir ülke içerisinde cemaatler olmalı mı? Evet, elbette olmalı. İnsanlar dilediği gibi düşünme, düşüncesini ifade etme, yaşama ve bir araya gelerek maddi/manevi destek alma hürriyetine de sahip olmalıdır. Devlet kimlerden, nasıl oluşturulmalıdır? Yani devlet kurumlarında kimler görev almalıdır? O ülke içerisinde yaşayan, alanında uzman ve ehliyet sahibi vatandaşlardan oluşturulmalıdır. Devlet kurumlarındaki görevler millet adına emanettir. Emanet ehline verilmelidir. Cemaatlerin mensupları bu kurumlarda görev almalı mıdır? Evet, elbette almalıdır. Devlet kurumlarında görev verilirken; insanların yaratılıştan gelen hususiyetlerine, siyasi düşüncelerine, sosyal konumlarına, etnik kimliğine, dini inançlarına, kılık kıyafetlerine v.s. farklılık oluşturacak neyi varsa hiçbirisine menfi anlamda bakılmadan sadece o vazife ile alakalı ehliyetine bakılmalıdır. Dolayısıyla hangi cemaate, etnik kimliğe, siyasi düşünceye ve inanca sahip olursa olsun, bu hizmette yer alabilmelidir. Cemaat mensupları devlet içinde kadrolaşabilmeli midir? Asla! Böyle bir şey akla, vicdana, inanca, kısaca insani tüm değer ve yargılara aykırıdır. Cemaat mensupları Devlet kurumlarında kadrolaşmışsa ne yapmak lazımdır? Derhal temizlenmelidir! Ehliyeti olmadığı halde devlet içerisinde kadrolaşıp millete hâkimiyet kurmak isteyenler kim olursa olsun, tüm vatandaşların bir araya gelip, bu kişileri bu işlerinden engellemeye çalışmak üzerlerine düşen vatan ve namus görevleridir. Devlet kurumları içerisinde paralel bir devlet oluşturmaya çalışmak devlete ve millete ihanettir. DEMEOKRASİYE GELİNCE Ben demokrasiyi sevmiyorum ve benimsemiyorum. Çünkü demokrasi halkı kamplara bölmekten ve birbirine düşman etmekten başka hiçbir işe yaramamaktadır. İşte yıllardır ülkemizde yaşıyoruz, bütün parti mensupları diğer partilere düşmanlar, hatta bazıları bazılarını birkaç kaşık suda boğmak için adeta fırsat kolluyor gibiler… Biraz daha ileri gidelim aynı inanç yapısına sahip aynı dine inanmış, aynı kıbleye yönelmiş aynı kitaba inanmış insanlar aynı mescitte bir araya geliyor, fakat siyasi kin ve nefret yüklerini muhafaza edebiliyorlar. (Örnek mi istiyorsunuz; Saadet Partisi ile Adalet ve Kalkınma Partisi) Bu sistemde ancak seçilmiş olan parti içerisindeki insanlar devlet kurumlarına yerleşiyorlar, çoğu zaman ehliyet gözetilmiyor, hâlbuki diğer partiler içerisinde belki çok daha kabiliyetli, belki memlekete çok daha fazla faydalı olabilecek fertler vardır, fakat devlet kademesinde görev alamıyor, dolayısıyla emanetin ehline verilmesi kuralı ihlal edilmiş oluyor ve böylece ülke kaybetmiş oluyor, millet kaybetmiş oluyor. Hele bir de farklı dünya yapısına sahip parti mensuplarında seçilenlere karşı seçilmeyenlerde dehşetli kin, haset ve düşmanlık üretiliyor. Rakip parti ne yaparsa yapsın kötü kabul ediliyor, engellenmeye çalışılıyor. İnsanlar birbirlerini yemekten hayırlı işler yapmaya fırsat bulamıyor. Oysa devlet idaresi şura ile olmalıdır. Şimdilik bu kadar, bu konuda detaylı bir çalışmayı müteakip bültene yetiştirmeye çalışacağım, inşallah. Allah’a emanet olunuz. eylül 2013 | ASDER 39 Bu sistemde ancak seçilmiş olan parti içerisindeki insanlar devlet kurumlarına yerleşiyorlar, çoğu zaman ehliyet gözetilmiyor, hâlbuki diğer partiler içerisinde belki çok daha kabiliyetli, belki memlekete çok daha fazla faydalı olabilecek fertler vardır, fakat devlet kademesinde görev alamıyor, dolayısıyla emanetin ehline verilmesi kuralı ihlal edilmiş oluyor ve böylece ülke kaybetmiş oluyor, millet kaybetmiş oluyor. Milli Güç ve Devlet (1) Nejat ÖZDEN 19 uncu yüzyılda Hegel’in Marks ‘a yazdığı raporlarda İngiliz işçilerinin acınacak hallerini görmek mümkündür. İnsanın, emeğin, değerlerin hülasa her şeyin nasıl sömürüldüğü bir zihniyet görülmektedir. Hala hazır dünya sisteminin (ekonomik ve siyasi) tepesinde İngiliz–Yahudi ittifakı oturuyor. Bu ittifak; 18 inci ve 19 uncu yüzyıllarda gerçekleşen sanayi devrimleri sürecinde, İngiliz aklı ve girişimci ruhu ile Yahudi’nin sermaye birikimi üzerine inşa edilmiştir. Bu ittifakın kurduğu küresel medeniyet, güç ve sömürüye dayanır. Küresel buhranların sebebi bu medeniyettir. Yeryüzünde insanlar öyle veya böyle hep dinle idare edile gelmişlerdir. Hak veya batıl bir dinin ahlak nizamı insanların hayatına yön vermiştir; ticaret, zanaat ve zenginleşme bu çerçevede gerçekleşmiştir. Eski çağların da zenginleri olmuştur. Karun gibi Haman gibi. Fakat eski çağların zenginlikleri bu günkü gibi kurumsal temele oturmuyorlardı. Sanayi devrimi öncesi başlayan diyalektik arayışlar sermaye-çalışan, sermaye–tüketim ilişkisini seküler (ladini) bir zemine çekmiştir. Bir din adamı olan İngiliz rahip James Anderson’ın yazdığı Anderson Anayasası, herkesçe kabul görmüş Liberal Kapitalizmin ilk dogmatik metni olmuştur. 18 ve 19 uncu yüzyılda Kuzey Ba- 40 ASDER | eylül 2013 tı Avrupa’da gördüğümüz zenginleşme kurumsallaşarak bu günün Vahşi Liberal Kapitalizmini doğurmuştur. Liberal Kapitalizmin oluşturduğu daha fazla tüketim anlayışı, dünyaya zorunlu bir yaşam biçimi pompalıyor. Tükettikçe daha fazla tüketmeyi dayatıyor, toplumları tüketim bağımlısı haline getiriyor. Uyuşturucu bağımlısı bir kadının daha fazla uyuşturucu bulmak için bedenini satması gibi, insanlar bu sistemin tüketim ayağından, para ve faiz ayağına pinpon topu gibi gel git yapmak zorunda bırakılıyor. Üstün sömürgeci ülkeler, sadece dünya halklarına zulmedip sömürmüyor elbet, geçmişte ve bugün kendi insanlarına da her türlü haksızlığı reva görmektedirler. 19 uncu yüzyılda Hegel’in Marks ‘a yazdığı raporlarda İngiliz işçilerinin acınacak hallerini görmek mümkündür. İnsanın, emeğin, değerlerin hülasa her şeyin nasıl sömürüldüğü bir zihniyet görülmektedir. Müesses Dünya Nizamı bu ahlaksızlık üzerine inşa edildi, merkezinde insan yok, ahlak yok, değer yok. Dolayısıyla insanlığın dertlerine derman olamıyor. Yaygın bir biçimde ve her alanda, haksızlık ve adaletsizlikler gırla gidiyor. Sözüm ona dünyada adaleti tesis etmek için var olan kurumlar, adil kararlar alamıyor, alsa da uygulanamıyor... Son yüzyılda iki dünya savaşı ve onlarca bölgesel savaş ve işgaller yaşandı. Bu savaşlar küresel aktörler eliyle gerçekleştirilen paylaşım kavgalarıdır. 1 inci Paylaşım savaşı, Osmanlı Coğrafyasının paylaşımı ve İsrail’in kurulması için, 2 inci Paylaşım Savaşı ise 1 inci paylaşım savaşında hak ettiği payı alamadığını iddia eden Almanya’nın rövanş alma mücadelesidir. Bu kavgalar sonucu milyonlarca insan katledildi. Ülkeler yerle bir edildi. Nesiller yok edildi. Hep sömürü adına. Fakat en büyük zulüm İslam Coğrafyasında yaşandı. Bizim ülkelerimiz işgal edildi, bizim insanlarımız doğrudan veya kukla idareciler eliyle katledildi, katledilmektedir. İslam Coğrafyasına ait hazineler ise egemen güçlerin kontrolünde… Dünya servetlerinin paylaşımında ki adaletsizlikler ise tüyler ürpertici. Bütün servetlerin % 80 ini %20 batılı azınlıklar yiyip tüketiyor. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi; Allah’ın on pulunu bekleyedursun on kul; Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul. / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa; / Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa! Yaşanan savaşlar, işgaller, ölen milyonlarca insan, hak ve adalet arayışları- nın sonuçsuz kalması, batının inşa ettiği bu sistemin bu asırda da iflas ettiğini göstermektedir. Tarih boyunca Batının inşa ettiği medeniyetlerin temelini güç ve sömürü teşkil etmiştir. O yüzden bu medeniyetleri tarihin çöplüğünde moloz yığını olarak görmekteyiz. Mısır’da Firavunlar, Batı ve Doğu Roma, Pompei, Sodom ve Gomore ahlaksızlıkları hep bu medeniyetin utanç vesikalarıdır. Gücün ve süfli zevklerin putlaştırıldığı medeniyetler çökmeye mahkumdur. Atalarımız; zenginliğin sonunda kendini beğenme, kendini beğenmenin sonunda da çılgınlık gelir” diye boşuna dememişlerdir. Bu meyanda, çağdaş batı uygarlığı da çöküyor. Fakat algı operasyonları ile bu yıkılış perdelenmektedir. Friedrich Nietzsche “Modernlerin en önemli problemi, nedenlerle sonuçları birbirine karıştırmaktır” diyor. Dünyada yaşanan olayların nedenleri ve niçinleri büyük algı operasyonları ile perdeleniyor, halklar uyutularak olayların gerçek yüzü gösterilmiyor. Çağ kitle kandırma çağı olmuştur. Bu ahvalde Dünya’ya yeni bir ses ve soluk gerekmektedir. Yeni bir Medeniyet algısı, yüce değerlerle mücehhez, adil bir ahlak nizamına ihtiyaç vardır. Biz bu medeniyetin Yeniden eylül 2013 | ASDER 41 Son yüzyılda iki dünya savaşı ve onlarca bölgesel savaş ve işgaller yaşandı. Bu savaşlar küresel aktörler eliyle gerçekleştirilen paylaşım kavgalarıdır. 1 inci Paylaşım savaşı, Osmanlı Coğrafyasının paylaşımı ve İsrail’in kurulması için, 2 inci Paylaşım Savaşı ise 1 inci paylaşım savaşında hak ettiği payı alamadığını iddia eden Almanya’nın rövanş alma mücadelesidir. İslam diyarlarında; işgaller ve katliamlar var. Ayrıca, Müslümanlar hakiki hasımlarını bırakıp kendi aralarında gırtlak gırtlağa bir durumda. İslam, ısrarla şiddetle yan yana gösterilmeye çalışılmakta. Ekonomik ve siyasi açıdan gidişat çok kötü. Fakat Müslüman nüfus, mucizevi bir biçimde artıyor. Ayrıca Batı da ve dünyanın her yerinde İslam’a yönelişler var. Filipinlerde 200.000 kişinin topluca İslam’a girdiği söyleniyor. Büyük İslam Medeniyeti olacağını düşünmekteyiz hiç kuşkusuz. Batı medeniyeti şimdilik bu nizama kör. Fakat sosyal, ekonomik ve ruhi buhranlar var. İdeolojilerin sunduğu çözümlemeler ve modernizm iflas etmiştir. Sadece demokrasi ve refah yetmiyor. Mana ve ruhtan yoksun hiçbir sistem insanı tatmin etmiyor. Öte yandan Müslümanların İslam’ı algılama ve temsil yeteneğinde de sorunlar var! İslam diyarlarında; işgaller ve katliamlar var. Ayrıca, Müslümanlar hakiki hasımlarını bırakıp kendi aralarında gırtlak gırtlağa bir durumda. İslam, ısrarla şiddetle yan yana gösterilmeye çalışılmakta. Ekonomik ve siyasi açıdan gidişat çok kötü. Fakat Müslüman nüfus, mucizevi bir biçimde artıyor. Ayrıca Batı da ve dünyanın her yerinde İslam’a yönelişler var. Filipinlerde 200.000 kişinin topluca İslam’a girdiği söyleniyor. Batıda; Amerika–Avrupa–Rusya siyasi, ekonomik ve demografik açıdan krizde, gerçi kapitalizmde ne zaman kriz olmadı ki. Tek başına Almanya bütün Avrupa’ya yetişmeye çalışıyor. Almanya‘yı çek al Avrupa çöker. Madem böyle olacaktı. Hitlerle niye savaştılar. Milyonlarca insan niçin öldü. Batı’yı anlamak mümkün değil. Rusya 1989 sonrası nüfuz alanlarını yeniden ele geçirmeye çalışıyor. Amerika, Avrupa ve Rusya nüfusları hızla yaşlanıyor… Bu kıtalarda ki Müslüman nüfus artıyor. Böyle giderse, gelecek 25 yıl içinde Müslüman nüfus bu günkünün birkaç katına ulaşacak. Doğuda; Çin siyasi, ekonomik ve demografik açıdan gelecek 25 yıl içinde dünyanın süper gücü olmaya aday. Gücünü toplar toplamaz Rusya’ya kaptırdığı Sibirya bölgesi için harekete geçmek isteyecektir. Ayrıca; Suriye ve İran ile yaptığı 42 ASDER | eylül 2013 ittifaklar ile Coğrafyamızda söz sahibi olma çabasına girmiştir. Türkiye üç çeperden kıskaca alınmak istenmektedir; Kuzeydoğudan Çin ve Rusya ile batıdan Amerika ve Avrupa ile güney doğumuzda ise Şii hattı ile. Kuzey batıdan güneye; Rusya, Ukrayna, Bulgaristan, Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimi ve İsrail hattı ile balkan ve Kuzey Afrika İslam coğrafyasına, güneydoğuda; İran, Irak, Suriye, Lübnan Şii hattı ile Arap İslam coğrafyasına, kuzeydoğuda İran, Ermenistan, Gürcistan, Rusya hattı ile Türk İslam Coğrafyasına uzanması engellenmek isteniyor. Ayrıca; çok önemli bir sorunumuz daha var; İslam dünyası paramparça ve efendimizin tabiri ile “seldeki çer çöp” kadar zayıf ve niteliksiz. Müslümanlar sayıca çoğalmakta, fakat kıymeti harbiyesi yok. Dünya siyasetinde özgül ağırlığımız hiç denecek kadar az. Kimse bizi kale bile almıyor. Peki neden? Hz. Huzeyfe diyor ki: “Efendimiz kıyamet gününe kadar yetecek her şeyi bize öğretip öyle gitti.” İşte o bilgilerden birisi bu günleri işaret etmiyor mu? Resulullah (sav) Efendimiz buyurdu ki: “Bir gün gelecek bütün dünya kâfirleri aç sırtlanların avına üşüştüğü gibi üzerinize üşüşecekler. Bu sözü duyan ashab; -”Ya Resulullah Müslümanlar azınlıkta mı olacaklar ki bütün kâfirler üzerimize üşüşecekler.” -“Hayır, seldeki saman çöpü gibi olacaksınız. Çünkü o zaman Allah kalplerinize Vehn (Dünya Sevgisi ve Ölüm korkusu) atacak” buyuruyor… İşte bu günün Müslümanlarının yaşadığı en temel sorun budur… Büyük Yüzleşme Çağı Mehmet Yavuz AY 1630’larda başlayan modernitenin yeryüzü egemenliği tarihî bir dönemeçte… Emperyalist demokratik devletlerin dünyaya söyleyecek sözleri kalmadı. Seküler Batı medeniyetinin askerî ve ekonomik üstünlüğü, bütün dünyayı paranteze alan kültürel varlığı, içinde yaşayanların hissedemedikleri bir yavaşlıkla da olsa kara deliğine sürüklenmekte… Her toplum/ümmet/devlet için bir ecel vardır. (Yunus Süresi, 49) Anlamlı ölümler hayatımıza geri dönüyor. Güzel ölümler hayatımızı renksiz kokusuz cansız görüntüsünden sıyırarak canlandırıyor. Allah farklı bir tarihin eşiğine getiriyor dünyayı. Allah ikiyüzlülüğü, yalanı, ihaneti sevmediğini önümüze bir kez daha seriyor. Batı’nın ikiyüzlülük alanlarını daraltıyor. Müslümanların meselelerini başkalarına havale etme hastalıklarının yolunu kesiyor. İç ve dış gelişmelerle baş edemeyecek duruma gelecek Batı, duvara dayanacak. Dünyaya söyleyecek sözü kalmadığı gibi nefesi de tükenecek. Dünyaya “temel değerler” olarak sunduğu paradigmalarının puttan helvalar olduğunu saklayamayacak. Dayandığı duvarın önünde yalanla örülü danslarını yapamayacak. Yeryüzüne kan, zulüm ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen Batı’nın Hz. Musa’ya Hz. İsa’ya ihanetinin hesabının sorulacağı günler gelecek. Batı’nın kendini farklı gösterme ikiyüzlülüğünü elinden alacak. Müslümanlar da dipsiz bir uçurumun kıyısına gelecek. Avuntularını, pembe hayallerini, düşmanlarından medet ummalarını, Allah’a (c.c.) ve kendilerine güven eksiklerini, Hz. İsa’ya ihanet edenler gibi yaşayıp Müslümanım demelerini, Meselelerini Allah’a savaş açanlara havale etmelerini, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya yar olmayanların kelime-kavram-düşünce- felsefe- ideolojilerinden devşirilmiş cümlelerle kendilerini ifade etmelerinin yalan, ikiyüzlülük ve zavallılık olduğunun açıklık ve kesinlikle ifade edileceği bir uçurumun kıyısına gelecek. Yaşadığımız ve yaşayacağımız günler kendimizi avutma zamanının geçtiğini gösterecek. Büyük yüzleşme çağı bütün insanlığın önünde… Beklenen Saat gelmeden önce Hz. Allah merhameti ve adaleti ile insanlığı ikiyüzlülük, yalan ve ihanetin işe yaramayacağı noktaya götürüyor. Hepimize kurtuluş fırsatı sunuyor. Varlık mücadelesinin son kıyısında, Müslümanlar olarak kendimize gelmemiz için son dalgalar şoklar halinde hepimize vurmaya başlayacak. ”Kendi kaderimizi kendi elimize almak zorunda olduğumuzu” anlamamız için fazla zamanımız kalmayacak. Yeniden tarih sahnesine çıkmaya karar verdiğimizde anlamını yitirmiş ölümlerimiz, güzel ölümlere dönüşecek. Güzel ölümler güzel hayatlar bahşedecek hepimize. Acılarımız çiçeklenecek, ölümler umut meyveleri verecek. İşte o zaman Allah galip gelmemizi murad edecek. Allah (cc) unutmaz… Allah’ın (cc) iradesi şaşmaz… Çünkü Allah (cc) güç ve iktidar günlerini insanlar/toplumlar/devletler arasında döndürür durur… Çünkü Allah asla mağlup edilemez… eylül 2013 | ASDER 43 Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya yar olmayanların kelime-kavram-düşüncefelsefe- ideolojilerinden devşirilmiş cümlelerle kendilerini ifade etmelerinin yalan, ikiyüzlülük ve zavallılık olduğunun açıklık ve kesinlikle ifade edileceği bir uçurumun kıyısına gelecek. Yaşadığımız ve yaşayacağımız günler kendimizi avutma zamanının geçtiğini gösterecek. Savunma Reformu Raporu Melih TANRIVERDİ Büyük milletlerin sorumlulukları da büyük olur. Büyük sorumlulukları taşımak hiç şüphesiz büyük güç ister. Askeri güç olmaksızın da büyük güç olunmaz. Abdullah GÜL Cumhurbaşkanı Savunma sistemlerinin NATO savunma sistemlerine entegre olması NATO bağımlılığı anlamına gelmemelidir. Tam bağımsızlık ilkesi gereği olarak özgün savunma sistemleri üretilip komuta kontrol sistemleri gerektiğinde farklı paktlara da entegre edilebilir tasarlanmalıdır. 22 Ağustos 2014 Cuma günü T.C. Cumhurbaşkanlığı Kurumsal İnternet Sitesinde Savunma Reformu Çalışma Grubu’nun raporunu tamamladığı haberleştirildi.[1] Türkiye’nin 2023 hedefleri ile bölgesel ve küresel güç olma yolunda ki gayretleri açısından Savunma Reformu ciddi önem taşımaktadır. Bu kapsamda MSB ve TSK’nde yapısal reform yapılmasının yanı sıra silah ve komuta kontrol sistemlerinde de teknolojik reform yapılması önem arz etmektedir. Savunma sistemlerinin NATO savunma sistemlerine entegre olması NATO bağımlılığı anlamına gelmemelidir. Tam bağımsızlık ilkesi gereği olarak özgün savunma sistemleri üretilip komuta kontrol sistemleri gerektiğinde farklı paktlara da entegre edilebilir tasarlanmalıdır. Dolayısıyla hali hazırdaki TSK’nde yapılmakta olan modernizasyon çalışmaları ile TSK’nın savunma sistemlerinin reform ihtiyacı birbiri ile karıştırılmamalıdır. Aksi takdirde Ortadoğu’da sınırlarımızda olup biten olaylara daha uzun süreler seyirci 44 ASDER | eylül 2013 kalmaya ve sadece insani yardım göndermeye ama kan akıtılmasını engelleyecek kalıcı çözümler üretmek konusunda eli kolu bağlı durmaya devam ederiz. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Savunma Reformu ile ilgili görüşlerini 5 Nisan 2012’de Harp Akademileri Komutanlığında yaptığı konuşmada dile getirmiş konuşmasında mevcut jeostratejik düzenin güvenlik ihtiyaçlarımızı ve bunlara cevaplarımızı yeniden şekillendirmemiz gerektirdiğini vurgulamış; üç kuvvetin müşterek harekât icra yeteneğinin arttırılması, komuta yapısında entegrasyona önem verilmesi, her seviyede mükerrer kademelerin ortadan kaldırılması, muharip personel sayısının artırılması gibi kapsamlı bir reform için atılması gereken adımları sıralamıştı...[2] Cumhurbaşkanı Gül, küreselleşmenin etkisiyle dünyadaki her konunun, her gelişmenin birbiriyle irtibatlı hale geldiğini ifade ederek, siyasi, güvenlik ve ekonomik içerikli gelişmelerin etkilerinin çıkış noktalarının ötesinde, dünyanın farklı bölgelerinde doğrudan veya dolaylı hissedildiğini söyleyen Gül, bu çerçevede bugün “dünyanın uzak köşesi” tanımının düşünceler ve lügatlerden silinmeye başladığına dikkati çekerek, “Asimetrik tehditlerden organize suçlar ve sınır tanımayan etnik ger- ginliklere, sermaye hareketlerinden enerji kaynakları üzerindeki rekabete ve küresel gelir dağılımındaki artan adaletsizliğe, iklim değişikliğinden yoksulluk, gıda güvenliği ve salgın hastalıklara kadar geniş bir yelpazede pek çok farklı meselenin, küresel planda dikkate alınması zaruri hale gelmiştir” diye konuştu. Tüm bu gelişmelerin, güvenlik, diplomasi ve güç kavramlarının yeniden düşünülmesi ve formüle edilmesini de gerekli kıldığını belirten Gül, böylesine hızlı ve geçişken bir dünyada güvenliği geleneksel güç unsurlarıyla sağlamak artık mümkün değildir” diyen Gül, Prusyalı General Clausewitz’in “savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir” sözünün, bugün belki de yeniden yorumlanması gerektiğine işaret etti. Bu anlayışla Cumhurbaşkanı Gül, Eylül 2013’te, savunma reformuna yönelik olarak kapsamlı bir rapor hazırlamak üzere bir “Çalışma Grubu” kurulması talimatını vermiştir. Cumhurbaşkanlığı’na bağlı olarak faaliyet gösteren bu Çalışma Grubu’nun başkanlığı Prof. Dr. Ali Karaosmanoğlu tarafından üstlenildi. Diğer üyeler ise MGK eski Genel Sekreteri Büyükelçi Tahsin Burcuoğlu, Savunma Sanayii Müsteşar Yardımcısı Dr. Faruk Özlü, Kara Harp Okulu Dekanı Tuğg. Murat Yetgin, Hava Kuvvetleri Komutanlığı Eğitim Daire Başkanı Hv.Plt.Tuğg. Recep Ünal ile (E) Tuğa. Doğan Bozkurt oldu. Çalışma Grubu’nun hazırladığı Savunma Reformu Raporu’nda[3] ana başlıklar şöyledir; Soğuk Savaş Sonrası Siyasi Askeri Dönüşüm TSK’nın Görevleri ve Gerekli Yetenekler Savunma Yönetimi Savunma Sistem Tedarik ve Lojistiği Zorunlu ve Profesyonel Askerlik Askeri Okullarda Eğitim ve Öğretim Savunma Harcamalarına Kaynak Tahsisi Savunma Harcamalarının Denetimi Uygulama Planı ise şöyle oluşturulmuştur; Raporda, savunma reformu kapsamında; “ne” yapılması gerektiğine ilişkin öneriler ortaya konmaya çalışılmıştır. Reformun “nasıl” gerçekleştirileceğine ilişkin siyasi kararların alınabilmesi ve yasal düzenlemelerin yapılabilmesi maksadıyla “yüksek düzeyli bir yürütme kurulu” ve aşağıdaki “çalışma gruplarının” oluşturulması önerilmektedir: Askeri Yetenekler ve Kuvvet Yapısı Çalışma Grubu, Savunma Yönetimi Çalışma Grubu, Savunma Sistem Tedarik ve Lojistik Çalışma Grubu, Askere Alma Sistemi Çalışma Grubu, Askeri Okullarda Eğitim-Öğretim Çalışma Grubu, Kaynak Tahsisi ve Denetimi Çalışma Grubu. Rapor incelendiğinde reformun daha çok yapısal alanı kapsadığı teknolojik reform çalışmalarının Savunma Sanayi Müsteşarlığı bünyesinde yürütülen çalışmalar ile olgunlaştırılmaya çalışıldığı izlenimi doğmaktadır. Örnek olarak 2008 yılında SSM tarafından “Türk Kara Savunma Sektörünün Ulaştığı Nokta ve Hedefler Endüstri Günü ve Askeri Kara Araçları Güç Sistemleri Çalıştayı” gerçekleştirilmiştir.[4] Rapor’un Önsöz’ünde Sayın Cumhurbaşkanı Gül “bu denli kapsamlı bir reformun başarısı, sürecin siyasi otorite, silahlı kuvvetler ve toplum tarafından sahiplenilmesine bağlıdır.” demektedir. Yine raporda “Başarılı bir reforma giden şartların olgunlaşması için sivil kapasite eksikliği gibi sorunların giderilmesi zaman alacaktır.” denmekte fakat MSB ve TSK’nın sivil kapasitenin katkısına ne kadar açık olduğu değerlendirilmemektedir. Ülkemizdeki en büyük eksikliklerden biri; Savunma Sanayisini yalnızca silah sistemleri, mühimmat, destek sistemleri ve lojistik hizmetler, Ar-Ge ve mühendislik hizmetlerinden ibaret görülmesidir. Hâlbuki savunma sanayinin hizmet sektörü içinde Eğitim ve Danışmanlık hizmetleri mutlaka yer almalıdır. Bu konuda Türkiye’de ilk ve tek savunma danışmanlık şirketi olan SADAT Uluslararası Savunma Danışmanlık A.Ş. 2012 yılı başında kurulmuş ve iki yıllık zaman zarfında dost ve müttefik ülkelerin silahlı kuvvetleri ve emniyet teşkilatlarının eğitim ve danış- eylül 2013 | ASDER 45 Ülkemizdeki en büyük eksikliklerden biri; Savunma Sanayisini yalnızca silah sistemleri, mühimmat, destek sistemleri ve lojistik hizmetler, Ar-Ge ve mühendislik hizmetlerinden ibaret görülmesidir. Hâlbuki savunma sanayinin hizmet sektörü içinde Eğitim ve Danışmanlık hizmetleri mutlaka yer almalıdır. SADAT AŞ’nin misyonu uluslararası alanda Silahlı Kuvvetlerin ve İç Güvenlik Güçlerinin organizasyonu, iç güvenlik ve savunma alanında stratejik danışmanlık, iç güvenlik ve askeri eğitim ile donatım alanlarında hizmet vererek, İslam Ülkeleri arasında savunma ve savunma sanayi işbirliği ortamı oluşturmayı ve İslam Dünyasının kendine yeterli bir askeri güç olarak da Dünya Süper Güçleri arasındaki hak ettiği yerini almasına yardımcı olmaktır. manlık ihtiyaçları için onlarca proje üretmiştir. SADAT AŞ’nin misyonu uluslararası alanda Silahlı Kuvvetlerin ve İç Güvenlik Güçlerinin organizasyonu, iç güvenlik ve savunma alanında stratejik danışmanlık, iç güvenlik ve askeri eğitim ile donatım alanlarında hizmet vererek, İslam Ülkeleri arasında savunma ve savunma sanayi işbirliği ortamı oluşturmayı ve İslam Dünyasının kendine yeterli bir askeri güç olarak da Dünya Süper Güçleri arasındaki hak ettiği yerini almasına yardımcı olmaktır.[5] Şirket kurulduğu tarihten itibaren MSB’ye Tesis Özel Güvenlik Belgesi başvurusunda bulunmuş, başvuru aylar süren değerlendirme sonrası hizmet sektörünün MSB mevzuatı kapsamında olmadığı gerekçesi ile iade edilmiştir. Kasım 2012’de Eğitim ve Danışmanlık hizmetlerinin mevzuat kapsamına alınması için 5201 ve 5202 sayılı kanunlarda değişiklik yapılması ile ilgili çalışma SADAT A.Ş. tarafından gerekli kanun değişiklik taslağı da hazırlanarak MSB mevzuatına eklenmesi için MSB, Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlığa gönderilmiş fakat alınan cevap Eğitim ve Danışmanlık faaliyetlerinin ilgili mevzuatların kapsamına girmediği yönünde olmuştur. Zaten mevzuat kapsamına alınması için gönderilen başvuruya alınan cevap şaşırtıcıdır. MSB ve TSK’yı kapsayacak yapısal reform savunma sektöründeki tüm faaliyet alanlarının tamamını içermedikçe eksiksiz olduğu iddia edilemez. Savunma sanayi konusunda faaliyet gösteren irili 46 ASDER | eylül 2013 ufaklı pek çok ürün üreten firma yanında hizmet üreten firmalar mevzuat içine alınmadıkça oluşacak yasal boşluk uluslararası alanda ciddi sıkıntılar doğurma potansiyali taşıyacaktır. Savunma alanına yön veren politikalar reaktif değil proaktif özellikte olmalıdır. Avrupa ve ABD merkezli 70’den fazla savunma danışmanlık şirketi Ortadoğu, Afrika ve Asya’da faaliyet yürütmekte ve AB’de halen savunma hizmet sektörünü düzenleyen mevzuat bulunmamaktadır. Türkiye ilgili mevzuatı oluşturmak için AB’yi beklememeli, Savunma ve İç Güvenlik Eğitim ve Danışmanlık Hizmeti veren firmaların faaliyetlerinin denetlenmesi, izin taleplerinin değerlendirilmesi gibi konular için gerekli mevzuatı acilen oluşturmalıdır. Örnek olarak raporda; “Türkiye’de askeri eğitim almak isteyen misafir askeri personel sayısı her yıl artmaktadır. 2011-2012 yılı ile mukayese edildiğinde, 2015-2016 yılı planlamalarına göre TSK kurumlarında misafir askeri personele tahsis edilen kontenjanlar neredeyse üç kat artış göstermektedir.” denmekte ama kontenjanın üç kat artmasına rağmen talebin çok altında kaldığı göz ardı edilmektedir. Yasal mevzuat oluşturularak TSK dışındaki Eğitim kurumlarının savunma ve iç güvenlik eğitimleri vermelerinin önünün açılması gerekliliği göz ardı edilmemelidir. SADAT A.Ş.’nin eğitim vermek üzere yaptığı izin ve eğitimlerin denetlenmesi talebi başvuruları mevzuat gereği Türkiye’de askeri eğitimin yalnızca TSK tarafından verilebileceği gerekçesiyle kabul görmemiş ve ilgili makamlar SADAT A.Ş.’ye eğitimleri talep eden ülkelerde vermesini tavsiye etmiştir. Savunma Reformunun gerekliliği ve önemi her kesim tarafından kabul edilmekle birlikte kapsamının sınırlı olması ve sürekli gelişen ve konsept değiştiren uluslararası konjonktürde ihtiyaçları karşılamada yetersiz kalması endişesi yerini korumaya devam etmektedir. İslam Dünyasının İsrail Sorunu Yusuf ÇAĞLAYAN Halkın ilk defa Cumhurbaşkanını seçmesinden sonra Yeni Türkiye’nin kapısı aralanmıştır. Artık üzerinde planlar yapılan değil, kendisi plan yapan ve dünya siyasetini yönlendiren bir Türkiye var karşımızda. Bu çıkış Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’a nasip olmuştur. Türkiye yüz yıllık makûs talihini yıkarak asli benliğine ve öz değerlerine dönmeye başlamıştır. Tarihte bunun pek çok örneğini görmek mümkündür. 1071 de Anadolu’nun kapısını açan Alparslan çok güçlü bir ordu ile bu kapılara dayanmamıştı. Kendinden dört kat güçlü bir ordu ile karşı karşıya idi. Osmanlı yine küçük bir beylik iken dünya imparatorları karşısında bu gücü yakalamıştı. 1923’te tüm değerlerimizi yerle bir ederek Eski Türkiye’yi kuranlar yine çok güçlü değildi. Şimdi değişimin adı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın çıkışı da çok güçlü değildi. O şimdi, kaderin yazgısı ile hedefine ve geleceğe emin adımlarla ilerliyor. On iki yıllık ustaca uygulanmış politikalarla gelinen noktada artık dünya Müslümanlarına liderlik yapabilecek, İslam coğrafyasında akan kanı durduracak ve dünya siyasetini kendi etrafında şekillendirecek olan bir ülkenin başında halife namında tek bir başkanın olması gereği zaruret haline gelmiştir. 10 Ağustos seçimleriyle bu anlamda sadece Türkiye’ye değil İslam coğrafyasına bir başkan seçilmiştir. Bugüne kadar AK Parti iktidarının yap- eylül 2013 | ASDER 47 On iki yıllık ustaca uygulanmış politikalarla gelinen noktada artık dünya Müslümanlarına liderlik yapabilecek, İslam coğrafyasında akan kanı durduracak ve dünya siyasetini kendi etrafında şekillendirecek olan bir ülkenin başında halife namında tek bir başkanın olması gereği zaruret haline gelmiştir. Allah’ın emrettiği değişimi sağlamakta etkisiz kalan, bunu sağlamaya çalışırken yoldan çıkan dünya menfaatlerinin peşinde koşan bir topluluk olursa Allah o topluluğu bir başka toplulukla saf dışı eder ve yerine bu değişimi gerçekleştirecek bir topluluk getirir. Yani aslında değişim gerçekleşecektir. tığı devrimsel dönüşümler çok sessiz ve parti içi mutabakatla ortaya konulmuştur. Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül geçmişte cumhurbaşkanlığına aday gösterildiğinde gelecek iyi okunmuştu. O tarihte çok kesim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı cumhurbaşkanı olmaya teşvik etmişti. O gün son kale cumhurbaşkanlığı hesapları yapılıyordu belki ama gelişen ve geleceğini planlayan, dünya siyasetini yönlendiren bir Türkiye hedefleyen bunun için de icranın başını terk etmeyi düşünmeyen bir oluşum ve Başbakan vardı karşımızda. Dolayısı ile yeni devlet başkanımızın göreve başlayacağı tarih olan 28 Ağustos ta Ak Parti içerisinde bir çözülme olacağı ve şahsi hesapların yapıldığı doğru değildir. Cumhurbaşkanlığını bırakacak olan Sayın Abdullah Gül’ün başbakan olmaması adına 27 Ağustos’ta AK Parti genel kuruluna gidildiği yönündeki hesap kesinlikle planlanmış bir hesap değildir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklamayı müteakip kendisinden sonra gelecek olan başbakanın vasıflarını açıkça ortaya koymuştur. Gelecek süreçteki başbakanın hem milletvekili hem parti genel başbakanı olması gerektiğini net olarak ifade etmiştir. Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül haliyle o tarihte milletvekili olmayacaktır. Cumhurbaşkanlığı adaylığı açıklanmadan günler öncesinde Türkiye’nin geleceğini planlamaya aday bu insanlar kendi partilerinin geleceğini planlamadan, istişare etmeden, mutabık kalmadan böyle bir yola çıkmış olamazlar. Hiçbir endişeye gerek yok. 28 Ağustos’tan sonra bu müthiş parti gelecek Türkiye’nin başbakanını yine istişare ederek parti içi mutabakatla en verimli ve ideal şekilde belirleyecektir. Gerek Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün, gerek Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın ve gerekse Ak Parti içerisindeki idealist her ferdin kişisel hesapları öne çıkmayacaktır. Onlar neye hizmet ettiklerini nasıl bir yapıyı hedeflediklerini çok iyi bilmektedirler. Ebedi menfaat bulacakları bir makam için kişisel ve dünyevi bir tercih yapmayacaklardır. Türkiye’nin ve dünya Müslümanlarının lideri Recep Tayyip Erdoğan sonrası başbakanlık ve diğer makamlar 48 ASDER | eylül 2013 kimler tarafından işgal edilirse edilsin son derece uyumlu ve kardeşlik bağı içerisinde yürütülecektir. Bu yüce toplum değişimi yürekten arzulamıştır. Müslüman’ın horlandığı, üzerinde oyunlar oynandığı, sömürüldüğü dönemler geride kalmıştır. Yıllarca tek pati ve tek lider zulmü altında ezilen bu millet kurtuluşu yine tek lider ve tek parti ile sağlayacaktır. Çünkü Allah-u Teâlâ Ra’d suresi 11. ayeti kerimede mealen bu durumu müjdelemiştir; “Onun önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır. Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” İnanıyoruz ki bu değişim Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan ile zafere yelken açmıştır. Bu durumda kişisel hırslar öne çıkacak olsa bile Allah-u Teâlâ bunu engelleyecektir. Çünkü artık toplum değişimi istemektedir. Elbette sözünde duranların en hayırlısı Cenabı-ı Allah’tır. Allah’ın emrettiği değişimi sağlamakta etkisiz kalan, bunu sağlamaya çalışırken yoldan çıkan dünya menfaatlerinin peşinde koşan bir topluluk olursa Allah o topluluğu bir başka toplulukla saf dışı eder ve yerine bu değişimi gerçekleştirecek bir topluluk getirir. Yani aslında değişim gerçekleşecektir. Bunu değişimi gerçekleştirecekler değişken olabilir. Sonra umulur ki bu parti Abdullah Gül’le 2015’te başkanlık sistemini gerçekleştirecek, anayasayı kökünden değiştirebilecek bir güce kavuşur. Sözün özü şudur; endişeye hiç gerek yok. Gelecek kesinlikle İslam’ın ve Türkiye’nin olacaktır. Bize düşen görev bu işi başlatanların nihayete erdirmesi için dua etmektir. Kahve köşelerinde, arkadaş çevremizde hükümet kurup yıkmaya hiç gerek yok. Hep birlikte haykıralım; “Yaşasın gelecek Türkiye, yaşasın İslam birliği…” İRAN Krizi, Suriye Karmaşası Ülkemizi Ne Kadar Etkiler? Faruk BAKAÇ Bütün piyasaların şaha kalktığı bu dönemde aslında bölgesel ciddi krizlerin içinde olduğumuz bir dönemde neler olabileceğini öngörememe riskini de hesaba katmamız lazım. Öyle ki her bir kriz dünyada büyük dengesizliklerin sebebi gibi algılanır ve karmaşaya yol açabilir. Adım, adım incelersek; Suriye krizi Neredeyse sınırların kalkacağı, ortak Pazar haline geleceği, Suriye vatandaşlarının büyük teveccühü ile iki ilke olmaktan çıkan iki komşu ülkeden, sınırları kapalı, kanlı olayların neredeyse sebebi gözüken bir ülke durumuna geldik Suriye de. Son günlerde ve en son Mevlid kandilinde yaşanan vahşet ile durumun gittikçe derinleştiği geri dönülmesi mümkün olmayan bir sürece girildiğinin ispatı. Ne kadar Birleşmiş milletlerde konuşulsa konuşulsun artık eski köhnemiş, kokuşmuş devlet yapısının devam edemeyeceği belli. Esed ailesi artık ülkeyi terk edip, ya da güçlerini devredip gitmeliler noktası geldi geçti de… Bu noktada ne yaparsa yapsın dünya ve kendi ülkesi kamuoyunda kabul görmeyeceğini düşünen Esed daha vahim sonuçlar doğuracak yaptırımlara da sebep olabilir. Ayrıca böyle bir düşünce yapısı ile kimle ne konuşacağını da düşünemeyebilir. Bu noktada sorumlu komşuluk ilişkileri ve soydaş Suriye vatandaşlarının geleceklerini de düşünerek Türkiye insiyatif almalıdır. Bu noktada Arap Birliği güçlü durmadığından, Diğer Arap ülkelerinin olaya yapıcı yaklaşmasının söz konusu olmadığından sürecin sakinlikle sonuçlanması ihtimali zayıfladı. Bazı arap birliği lider ülkelerin Arap gücünden bahsetmesi ama katılımın ve gücün olmaması ayrı bir çelişki konusu.Bu gibi konularda tecrübesi olan aynı zamanda batı kamuoyu tarafında desteklenen Türkiye sanırım önümüzdeki dönem komşunsun sorunları ile direkt taraf olarak ve müdahil olarak da ilgilenmek zorunda kalacaktır. İRAN krizi İran krizi daha çok İsrail ve İran özelinde cereyan edecekmiş gibi bir izlenim veriyor olmakla beraber aslında ÇİN, RUSYA; AB, ABD, İsrail tarafından cephelere ayrılmasına sebep verilecek bir global kriz haline doğru koşturuyor. Özellikle Rusya ve Çin doğrunda İran müdahalesine karşı çıkıyor. Almanya da İsrail in kendi aşına bir müdahalesini istemiyor. Türkiye zaten bu olayda tarafsız kalmaya çalışıyor. Bu noktada bölgede baş gösteren Şii- Suni ayrışması da gerilimlere destek olmaya devam ediyor. Özellikle IRAK ile başlayan ayrışma hem Irak da hem de bölgede istikrarsızlığı körüklüyor. Bu noktada herkesin taraf seçmesi sanki mecburiymiş gibi bir durum ortaya çıkıyor. İran krizi bölgede ve dünyada kamplaşmaya sebep olacaktır. Petrol ambargosu, Hürmüz boğasını kapatılması, Savaş gibi etkiler enerji fiyatlarını anormal etkilemesi beleniyor. Bunun yanında bölgedeki istikrarsızlık para çıkışlarına, sermaye kaçışlarına sebep olacaktır. 4 Şubat Cumartesi günü BM’de Suriye hakkında karar alınmaya çalışıldı ama Rusya ve Çin büyük direnişi ile karşılaşıldı. Bu durumda ABD ve müttefikleri karşılarında tam bir İran-Suriye ile hareket eden Rusya bloğunu görüyor olacak. Dünya bir ayrıma daha ulaşmış durumda. Bu arada Maliki ekibi Türk Şirketlerinin bütün anlaşmalarını iptal etmeye niyetli Felaketler Petrolun 150 USD üstünde işlem gördüğü, yatırımcıların korktuğu, turizmin bittiği ve özellikle daha fazla insanın öldüğü bir ortamda ekonomilerin nasıl olacağını tahmine etmek çok zor. Geçmiş deneyimler bu dönemler likidite bolluğunun olduğun gösteriyor. Geçmiş deneyimlerde görüldüğü üzere özellikle ABD kaynaklı operasyonların ve bölgesel istikrarsızlıkların oluştuğu zamanlarda ABD müttefiklerinde bir likidite bolluğu yaşandığıdır. Bu sayede çevresel krizlerden müttefikler mümkün olduğunca olumsuz etkilenmemektedir. Hem bölgeden gelecek fon akışı hem de müttefik körfez ülkelerinin desteği hem de ABD kökenli likidite pompalanması Türkiye de işlerin kötüleşmesini engeller. Tabi bunlar ne kadar insani değer katar bize o ayrı bir konu… eylül 2013 | ASDER 49 Ne kadar Birleşmiş milletlerde konuşulsa konuşulsun artık eski köhnemiş, kokuşmuş devlet yapısının devam edemeyeceği belli. Esed ailesi artık ülkeyi terk edip, ya da güçlerini devredip gitmeliler noktası geldi geçti de… Bu noktada ne yaparsa yapsın dünya ve kendi ülkesi kamuoyunda kabul görmeyeceğini düşünen Esed daha vahim sonuçlar doğuracak yaptırımlara da sebep olabilir. Soma’da Çanakkale Ruhu Osman KAÇMAZ toplam 301 şehidin isimleriyle birlikte resmi ağızlardan ifade edilmesinden ve ocakta kimsenin kalmadığından emin olunarak, girişi engellenmek üzere kapının duvar örülerek kapatılmasından sonra, artık taziyeler aklımıza gelmeye başladı. Hâlbuki ilk günlerde çıkarılan cenazelerin değişik il ve ilçelerde defin haberleri de medya yoluyla paylaşılmaktaydı. ASDER adına organize edilen, SOMA maden faciasında hayatlarını kaybeden ve dinimizce hükmen şehit olan 301 vatan evladımızın geride kalan ailelerine taziyede bulunmak üzere bölgeye giden on iki kişilik bir heyette bulundum. Gitmeden önce daha kazanın ilk günlerinde duyarlılık gösteren arkadaşlarımız arasında organize ettiğimiz Kur’an hatimlerinin duasının 23 Mayıs Cuma günü yapılacağını belirtmiştik. Tabii ki, bizzat Soma’ya giderek şehitlerin kabirleri başında bu hediyeleri fiilen takdim edebileceğimizi düşünmeden… Samimi duygularla ve acıları yüreğinde hisseden alicenap milletimizin ortak 50 ASDER | eylül 2013 özelliği, derhal yardım etmek, elinden gelen ne varsa Allah rızası için sunmak veya hiçbir şey yapamazsa bile dualarla, niyazlarla acılara ortak olmaya çalışmaktır. Tabii bu refleks, acıya maruz kalan insanların yerine kendinizi koyarak, haberlerin veriliş şekline de bağlı olmak suretiyle, toplumun genel algılaması çerçevesinde medyada yer buluyordu. Fakat öyle bir yaygara koparılıyordu ki; olay, sebep, mazlum, mağdur, mes’ul ve suçlu-suçsuz peşin yargılama haberleri müthiş bir bilgi kirliliğine sebep oluyordu. Her gün artan ölü sayısı, daha ne kadar, sorularını endişeyle sorduruyordu. Üç günlük resmi yas ilanından sonra önceki Cuma, İstanbul Fatih camiindeki gıyabi cenaze namazına katılmıştım. Milletimizin iman coşkusuna sahip olan kesimlerinde görülen “takdire rıza” telkiniyle birlikte, zahiri manada ihmal veya gözardı edilen teknik donanım eksikliklerinin de olması gerektiği şekline ve donanımına getirilmesi talepleri de dile getirilmişti. Lakin daha net sayı belli değildi ve an be an artıyordu. Nihayet, toplam 301 şehidin isimleriyle birlikte resmi ağızlardan ifade edilmesinden ve ocakta kimsenin kalmadığından emin olunarak, girişi engellenmek üzere kapının duvar örülerek kapatılmasından sonra, artık taziyeler aklımıza gelmeye başladı. Hâlbuki ilk günlerde çıkarılan cenazelerin değişik il ve ilçelerde defin haberleri de medya yoluyla paylaşılmaktaydı. Bir STK’nın; sosyolog, psikolog, yazar, avukat gibi kalabalık bir aktivist grupla sahaya ilk günlerde giderek yaptığı incelemeleri basına aktardıkları 21 Mayıs Çarşamba günkü toplantıya da katılmıştım ASDER adına. Bölgeden yeni gelmiş gözlemcilerin paylaşımlarından aldığım hissiyat ile, toplantı sonrası ASDER olarak bizim de en azından taziye için bile olsa bölgeye gitmemiz gerektiğini teklif ettim. Derhal uygun görülmesi üzerine en çabuk planlama imkânları üzerine yoğunlaşan sekreteryamız, bir gün içinde katılabileceğini bildiren bir avuç arkadaşımızla yola koyulduk. Soma’ya ulaştığımızda bizi karşılayan manzara yine günlerdir televizyonlarda canlı bağlantılarla aktarılmakta olan oturma eylemi oldu. Şehir meydanında en fazla yüz kişiden oluşan bir kalabalık ve ortalarında 20-30 kişilik eylemcilerle, etrafta haber kanallarının muhabirleri ile aralarında görebildiğimiz hükümeti temsilen, eylül 2013 | ASDER 51 Soma’ya ulaştığımızda bizi karşılayan manzara yine günlerdir televizyonlarda canlı bağlantılarla aktarılmakta olan oturma eylemi oldu. Şehir meydanında en fazla yüz kişiden oluşan bir kalabalık ve ortalarında 20-30 kişilik eylemcilerle, etrafta haber kanallarının muhabirleri ile aralarında görebildiğimiz hükümeti temsilen, vekillerden Salih KAPUSUZ ve Hüseyin TANRIVERDİ’nin, halkı sükûnete davetle, devletin ağırbaşlılığını temsile gayret ediyorlardı. Çanakkale savaşlarında eline kına yakılan Mehmetçikleri hatırlattı. Evlerin penceresine asılan bayrak; normal zamanlarda askere giden olduğuna ya da düğün evi olduğuna işaret ederdi. Şimdi ise bir şehidin evini gösteriyordu. vekillerden Salih KAPUSUZ ve Hüseyin TANRIVERDİ’nin, halkı sükûnete davetle, devletin ağırbaşlılığını temsile gayret ediyorlardı. Kaymakam ve Manisa İl Emniyet Müdürünün de aralarında bulunduğu resmi zevatın itidal çağrısını halkın kabul ettiği anlaşılan dağılma zamanı saat 18:00 civarıydı. Bu tür eylemlerde tahrik edicilerle, tahrik edenlerin haklı taleplerini dile getirmeleri gayet normal ise de, daha çok tahrik edicilerin zorlaması ve durumdan vazife çıkarırcasına konuyu bir şekilde yönetimi eleştirmeye çanak tutmaları gözlerden kaçmıyordu tabii. Yani saatler süren eylemin sanki son dakikalarında tatmin edecek cevaplar verildiği için miydi sonlanma, hiç sanmıyorum. Halkın içinde yetkililerin cevaplarını yeterli bulan ve fakat medeni cesaretten yoksun insanların korku ve istekleri arasında bocalamaları müessir oluyor ve sonunda “tamam beyim” diyenlerin sesi “amma İLO sözleşmelerinde şöyle, işçi haklarında böyle...” gibi kışkırtıcı ifadelerde bulunanları bastırınca, doğal olarak eylem sona eriyordu. Bize de bu mutlu sonu görmek nasip oldu. Yetkililerden alınan ziyarete gidilebilecek aile adresleri arasında, bize Soma’da rehberlik yapan Kaymakamlık görevlisi Ekrem kardeşimize bırakmıştık taziye adresi seçimini. Cumartesi günü üç köyde toplam dört aileye uğradık. Daha önce gelip ziyaret eden her kesimden insan ve habercilerden sanki acılarını bile yaşamaya fırsatları olmamış gibi manzaralar 52 ASDER | eylül 2013 gördük. İkiz kardeşlerin, hayatlarını hep beraber sürdürdükleri gibi, şehadetleri de, geride bıraktıkları yetimleri de aynı kaderi paylaşmışlardı. Birisinin baba eviydi uğradığımız adres ve yetimleriyle anneleri kendi baba ocağında oldukları için göremeden taziyede bulunduk. Fakat daha şehidin baba ocağına girişte asılı olan bayrağımızı görmek bizi adeta, Çanakkale savaşlarında eline kına yakılan Mehmetçikleri hatırlattı. Evlerin penceresine asılan bayrak; normal zamanlarda askere giden olduğuna ya da düğün evi olduğuna işaret ederdi. Şimdi ise bir şehidin evini gösteriyordu. Aynı köydeki ikinci şehit evini göstermesi için bulduğumuz muhtar bize ayaküstü hoş geldiniz dedikten sonra kısaca gelişimizden duyduğu memnuniyeti dile getirmek için söylediği; “Elhamdülillah Müslüman halkımızın bu hayırseverliği ve acıları paylaşma duyarlılığı adeta ÇANAKKALE RUHU’nun milletimizde yeniden hâkim duygu olmaya başladığını gösteriyor!” ifadesi hepimizi duygulandırdı. Şehitlik olarak şehir mezarlığında belirlenen bölgeye sıra sıra defnedilen 39 şehidimizin kabirleri başında yaptığımız ziyaret ve dualarımız, ziyaretimizin duygu seline dönüşen bölümüydü adeta. Günlerdir kabirlerin başından ayrılamayan acısı taze dul ve yetimler, duygularını yazıya dökerek mezarların üzerine taşlarla sıkıştırılan mektuplar… Arkadaşına “kendi dedesini hiç tanımayıp, oğullarının ev- lendikten sonra doğabilecek torunlarının O’nu tanıyamayacağını ima ederek “ben dedeli bir insan nasıl olur, bilmiyorum...” diyenle, hem abisini hem babasını birlikte kaybeden Özlem’in “...sizi bir türlü unutamıyorum. Biliyorum bizi bir yerlerden izliyorsunuz, fakat ben sizi göremiyorum. N’olur bari rüyama girin...” cümleleri, orada bu duygu seline medar oluyordu. Daha hatim cüzlerimiz okunmakta iken hazırladığım duayı gönlümden terennüm etsem de dilime getirememiştim. Ancak burada o günlerin hissiyatını satırlara belki şöyle aktarabilirim; Ya Rabbi; Senin kelamı hakîmini ortaklaşa tamamlamak suretiyle bir gurup mümin kulların olarak Kur’an Hatimleri okuduk. Niyetimiz Senin RAZI OLMAN idi. Biliyoruz Sen hükmünü verdiğin için son nefeslerini işleri başında teslim etti SOMA’daki madenci kardeşlerimiz. Ancak, zahiri sebepler kapsamındaki; ihmal, kasıt veya hataların bedelini hepimiz topluca ödüyoruz Allah’ım. Senin hükmüne ne kadar itaat edebildiğimiz bize meçhul amma sana malumdur Allah’ım. Niyetimiz, bizleri şefkat tokadı ile terbiye etmenden ders çıkarmaktır. N’olur Allah’ım, aramızdaki zayıf itikatlı olanlar veya imansızların İSYANLARI dolayısıyla acımızı derinleştirme! Devletimizin maddi, milletimizin dua destekleriyle, mahzun kalplere sükûnet ihsan eyle. Senin hükmüne razı olup isyana düşmemelerini lütfeyle. Alicenap duygularla donattığın kullarının kalplerine merhamet ve dayanışma hissini veren ancak Sen’sin Allah’ım. Benzer felaketin aynen kendi başımıza gelebilece- ğini düşünerek, nasıl yardıma ve teselliye ihtiyacımız olacağını akıl etme nimetini de bize veren sensin Allah’ım. Sen kalplere hükmedensin, bizim kalplerimizi katılaştırma Allah’ım. Rahmetine layık kulların vesilesiyle bizleri de rahmet deryana daldır Allah’ım. Senin ilahi kelamını sadece okumak yetmez elbette! Gereğince yaşamamızı, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamamızı buyuruyorsun. Biz iyiliği istiyoruz, lakin kötülüğü isteyenlerin sesi daha fazla çıkıyor Allah’ım. Lütfen bizim senin emirlerini doğru anlayarak hükmün yalnız sana ait olduğuna İMANIMIZI güçlendir. Kötülüğü isteyenlere karşı bizi güçlü ve galip eyle. İçimizde Senin kelamını doğru anlayan rehberleri eksik eyleme Allah’ım. Şühedanın, evliyanın ve enbiyanın şefaatini cümle ümmet-i Muhammed’e nasip eyle Allah’ım… ÂMİN. Bu ziyaret bize; dayanışmayı, halkımızın devletini yanı başında görmekle teselli olduğunu, tahriklere tamamen kapılmayan sağduyusunu gösterdi. Hemen her evde yıllardır kötü çalışma şartları dolayısıyla bir maden kazası şehidi verilmiş gibiydi. Ancak bu defaki 301 şehidin canına bedel olacak iyileştirmelerin daha etkili ve gerektiği şekilde yapılacağı ÜMİDİ, bundan sonra 13 Mayıs 2014’teki şehitlerin yakını olmak belki de bir AYRICALIK olacaktı… DEVLET’i yanında görebilmekle, eliyle dokunurcasına yakınında hissederek duyulan teselliler ve inşallah böyle acıların bir daha yaşanmaması dilekleriyle… Ya Rabbi; Senin kelamı hakîmini ortaklaşa tamamlamak suretiyle bir gurup mümin kulların olarak Kur’an Hatimleri okuduk. Niyetimiz Senin RAZI OLMAN idi. Biliyoruz Sen hükmünü verdiğin için son nefeslerini işleri başında teslim etti SOMA’daki madenci kardeşlerimiz. eylül 2013 | ASDER 53 Irak’ın Geleceği Fethi KIRAN / Emekli Kurmay Albay Osmanlı imparatorluğu 30 Ekim 1918’de Mondros mütarekesiyle dağılma sürecine girmiş ve Lozan antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti devleti adı altında bugün ki sınırlarını taahhüt altına almıştır. IRAK HAKKINDA SÖYLENENLER NEREYE KADAR… Devlet olmanın ilk şartı önce millet olmaktır. Ancak yeterli olmadığı herkes tarafından ifade edilebilir. Irak suni bir devlettir. İngiltere tarafından zorla teşkil edilmiş yapay bir egemenliktir. İngiltere kendi mandaterliğini teşkil ederken halktan tam bir onay alamamıştır. Etnik ve dini kökenleri farklı Arap, Kürt, Türkmen ve Arami (Süryani) halkları, farklı lisanları kullanarak, bir otoriteye bağlı olarak yaşamaktadırlar. Osmanlı imparatorluğunun parçalanmasından sonra Musul, Basra ve Bağdat 54 ASDER | eylül 2013 eyaletleri bir baskıyla birleştirilmiş ve Irak devleti meydana getirilmiştir. Bu devletin, İsviçre‘de olduğu gibi, halklarının huzuru temin edilmemiştir. Devamlı kargaşa, terör, baskı ve ihtilaller yaşanmıştır. Osmanlı imparatorluğu 30 Ekim 1918’de Mondros mütarekesiyle dağılma sürecine girmiş ve Lozan antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti devleti adı altında bugün ki sınırlarını taahhüt altına almıştır. Türkiye Cumhuriyetini kuranlar çoğunluğu Müslüman (%99.8) olan halktır. Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. T.C. Anayasa Madde :66’da Türklükle ilgili sınır açıklanmıştır. Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkez’i, Abazası, Çeçeni, Gürcüsü, Arnavutu, Arabı, Acemi, Pomağı ve Boşnağı ile bir millet ve ümmet olarak bir takım hadiselerden (musibet, felaket) geçiş yaparak bugünlere ulaştığımızın gerçeğini kimse yadsıyamaz. Emperyalist devletlere karşı birlikte savaş verdiğimiz gibi Cumhuriyeti de beraber kurduk ve benimsedik. Türk milleti olarak aynı lideri benimsedik, ayrı gayrı bilmedik. Ayrılık teranesi çalanlar geçmişlerine baksınlar. Tarihte onları kimler kandırdı, kimlerin oyununa geldiler. Hangi devlet veya devletler, neleri sömürerek onlara yaklaşarak düşüncelerini isyana dönüştürmek istediler. Yüz yıl önce Mekke Şerifi Hüseyin halife makamı ile kandırılmış, sonucu hüsran olmuştur. Aynı yıllarda kuzey Iraktaki Kerkük Sancağı (Osmanlı imparatorluğu devrinde Musul vilayetine bağlı bir sancaktı.) hakkında Musul-Kerkük ile ilgili arşiv belgesine (başbakanlık devlet arşivleri genel müdürlüğü yayın no: 11) müracaat etmeleri yeterlidir. Aşağıda bir paragrafı okuyucuların takdirine sunuyorum. (giriş bölümü sayfa 37) “17 Kasım 1918’de şeyh Mahmut isminde bir şahıs ahalisinin büyük çoğunluğu Türk olan Süleymaniye, Kerkük, Tuzhurmatu, Kifri, Zaho, Bana, Remandaz, Duhak, Nebiyunus, Erbil, Altınköprü ve Sina’yı nüfuz sahası içine alan İngiliz himayesinde bir “Kürt hakimliği” kurmuştu. İngilizler bu bölgede Türkçe konuşmayı dahi yasaklamışlardı.” İngilizlerin bu baskıları sadece bir örnektir. Aynı arşiv belgeleri kitabının 93 numaralı belgede dikkate değerdir. “Tarih 4 kasım 1919 İngilizlerin Süleymaniye yi işgale kalkışmaları üzerine bu- eylül 2013 | ASDER 55 Emperyalist devletlere karşı birlikte savaş verdiğimiz gibi Cumhuriyeti de beraber kurduk ve benimsedik. Türk milleti olarak aynı lideri benimsedik, ayrı gayrı bilmedik. Ayrılık teranesi çalanlar geçmişlerine baksınlar. Tarihte onları kimler kandırdı, kimlerin oyununa geldiler. Tarihi derinliği olmayan Irak’ın her durumda arşivi Türkiye’dedir. Ekonomik ve sosyal olanak, aynı zamanda Avrupa’ya açılmak için ülkemize ihtiyacı vardır. ABD ne zamandan beri Kürt aşiretlerini desteklemektedir. İranIrak savaşında Irak’ı desteklerken Kürtlerden söz ettiği görülmemiştir. Veya tutumu medyaya yansımamıştır. radaki Arap ve Kürtlerin Osmanlı idaresini istemeleri” Arap ve Kürtlerin isteklerine ait belgenin tarihine bakmak gerekir. 4 Kasım 1919 yani Mondros mütarekesinden bir yıl sonra, işgal edilmesi gereken bölgeler. Antlaşmaya uymayan emperyalistler K. Iraktaki Kürtleri esas kandırma, 10 ağustos 1920’de imzalanan ve kabul etmediğimiz Sevr antlaşmasıdır. Zamanın ABD başkanı Woodrow Wilson Kürtlere yeşil ışık yakmış, ancak Irak bağımsız devlet olarak 1932’de milletler cemiyetine başvurduğu zaman Kürtleri desteklemiştir. İngiltere Irak’taki Kürtlere verdiği sözü tutmadılar ve sorunu yapay Irak devletini kurarak olayları seyre başladılar. Kurdukları devlete verdikleri silahlarla ezilmesine seyirci kaldılar. Bugün de aynı oyunun oynanmadığını zaman ve kuvvet yönünden az bir farkla kim söyleyebilir. Tarihi derinliği olmayan Irak’ın her durumda arşivi Türkiye’dedir. Ekonomik ve sosyal olanak, aynı zamanda Avrupa’ya açılmak için ülkemize ihtiyacı vardır. ABD ne zamandan beri Kürt aşiretlerini desteklemektedir. İran-Irak savaşında Irak’ı desteklerken Kürtlerden söz ettiği görülmemiştir. Veya tutumu medyaya yansımamıştır. ABD ve batı emperyalizmin klasik ve kimyasal silahları Kürtlere karşı kullanıl- 56 ASDER | eylül 2013 madı mı? Şu anda Irak’ın devlet başkanı ve K.Irak’ın lideri durumundakiler bunları ve olanları bilmiyorlar mı? Bu zatı muhteremler kendilerinin de kullanıldıkları, zamanı gelince iplerinin çekileceklerinin farkında değiller mi? Benim tavsiyem; Irak’ı bir bütün olarak muhafaza etsinler. Türkiye ile karşı karşıya gelebilecek politikalar oluşturmasınlar. K.Irak’ta bağımsızlıktan söz etmesinler. Kerkük’ün eski statüsünü muhafaza etsinler şeklinde olacaktır. Ayrıca; her iki lidere zamanında yapılan kıyağı (kırmızı pasaport verme ve her ikisini barındırma) unutmasınlar. Türkiye’nin bunun aksini de yapabilecek gücünün olduğunu göz ardı etmesinler. Yapay bir devlet olan bu Irak’ın başına hiç akıllı lider geçmeyecek mi? Sekizinci Cumhur başkanı merhum sayın Turgut ÖZAL’ın 15 şubat 1991 yılında Harp Akademileri Komutanlığında yaptığı konuşmaları incelerken geldi bu soru aklıma. Sayın ÖZAL kendisine yöneltilen “……… Arap milliyetçiliği gelişirse, Türkiye’nin Ortadoğu’daki menfaatlerini korumak maksadıyla ne gibi tedbirler alınabilir.” Şeklindeki soruya şu cevabı veriyor. Mısır’ın eski devlet başkanı Nasır’ın Arap milliyetçisi olarak iyi işler yapmak istediğini Arap İsrail savaşında (1967 yenilince) İstifa ettiğini, Mısır halkı onu yine bağrına bastığını ve sonunda unutulduğunu söyleyerek; “Ben Saddam’ın da unutulacağını tah- min ediyorum. Oturup biraz düşündüğünüz zaman, Saddam’ın ne kendi ülkesine, ne Arap âlemine bir fayda sağlamadığını, bilakis çok büyük zararlar verdiği görülecektir. Bugün Irak’ta eğer doğru dürüst bir idare olsaydı, akıllı bir idare olsaydı, Irak Körfez Ülkeleri kadar, hatta ondan daha zengin bir ülke olurdu. Çünkü Körfez Ülkelerinden farkı su kaynaklarının olmasıdır.” Zamanın liderinin ne kadar ileri görüşlü olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? Geleceği görüp ülke yönetiminde esas alınması için geçmişte birçok liderimiz özellikle Mustafa Kemal ATATÜRK çok şeyler söylemiştir. Bunları burada ifade etmek için sayfalar yetmez sanırım. Gelelim Saddam’a, neden akıllı davranmadı ve etrafındaki destekçilerinin kendisini kandırdığını anlayamadı. Olan oldu ona. Ya bu günkü yöneticiler çok mu uslu davranıyorlar? Karşılarına aldıkları devlet kim? Hiç tarih okumuyorlar mı? Destekçileri (ABD ve İngiltere, İsrail) Saddam’ı destekledi. Sonu ne oldu. Sizin de sonunuz ne olur? Iraklı yöneticilere Türkiye ile uğraşmayı bırakmalarını ve karşılarına almamalarını tavsiye ediyorum. Harap olmuş ülkenizi el birliği yaparak huzura kavuşturunuz. ABD’ye karşı ortak bir karar alarak ülkenizi terk etmesini söyleyiniz. Ülkenizi işgal edenlere güvenmeyiniz. Onların ipi ile kuyuya inilmez. Komşularınızla sıkı temasa geçiniz. Tekraren ifade etmek istiyorum, Iraklı yöneticiler; ayrılığı gayrlığı, bağımsızlığı, bölünmek düşüncesini, federalizmi bırakınız. Halkınızın temel ihtiyaç maddeleri nereden geliyor düşünün. Kapılar kapanırsa haliniz nice olur. İfade etmekte zorlanıyorum birlikte olmakta hayır ve kuvvet vardır. Iraklı yöneticiler, ülkelerine sahip çıkmalı ve hiçbir kimse veya devletin kendi çıkarlarını düşünmekten geri durmayacaklarını değerlendirsinler. İşgali protesto etmek başlıca siyasetleri olmalıdır Biz Müslüman Türk halkı olarak Irak halkının 1991 yılından bu yana ambargolarla çektiklerine üzülüyoruz. Sayın ÖZAL’ın 1991 yılında yaptığı Harp Akademileri konuşması bölge ülkelerince yeterince değerlendirmeye tabi tutulsaydı, günlük ve kısır düşünülmeyip, en azından10 yıl sonrası düşünülseydi, bu günkü hallere düşülmezdi. Artık geri dönülemeyeceğine göre paradoksu bırakıp ne yapmamızın gereğini incelemeliyiz. Ülkemiz için Irak’a dikkat sarf etmemizin tarihini İran-Irak savaşına (1979-1987) kadar geri götürmeliyiz. Savaş sekiz yıl sürmüş, bir milyon insanın yaşamını yitirmesine, iki milyon insanın yaralanmasına ve sakat kalmasına neden olmuştur. Ekonomik maliyeti bir trilyon dolardan fazla olduğu değerlendirilmektedir. O dönemde ülkemiz Irak’ı taraflı tarafsız olarak desteklemiş, hatta İran’ın Irak’a karşı kimyasal silahları kullandığını dahi söyleyip ifade edemedik. Olayların nasıl geliştiği o zaman için menfaatimize uygun olmuş olabilir. Sonuç ortada kim kaybetti kim kazandı. Bunun yarını da var. Allah’a kimler hesap verecek stratejik görüşü olmayan ve bilgiden yoksun, ilerisini göremeyen, aklını kullanamayıp egosunu tatmin için çabalayan liderlerin elinde ülkelerinin ne hale geldiği ortada. Tarih örneklerle dolu. En yakın örneği Saddam’ın halini ifade etmeye çalışıp soralım: Saddam; * İran’a neden taarruz etti * Neden Kuveyt’i işgal etti * Türkiye’ye karşı komşuluk ilişkilerini zedeleyici sözleri hangi nedenle sarf etti. Soruların cevapları herkesin kendi değerlendirmesine göre değişebilir. Fakat ortada bir gerçek var. Saddam idam edildi. Ülkeleri açısından sorunları tespit etmek ve çözüm yolları bulmak yöneticilerin en önemli görevi olduğunu söylemeye gerek var mı? Yıllardır Kuzey Irak’la yoğun olarak ilgileniyoruz. ABD siyasi sınırlarımıza geldi. Komşuyuz artık. İngiltere 1926 yılına kadar Irak’ın mandateri idi. Şu anda adını koymuyor fakat ABD mandater mi? ABD işgali sürdükçe, Türkiye sınır komşusu Irak’taki oluşumların dışında kalmaya mahkûm görülmektedir. Kuzey Irak’taki otonom idarenin bağımsızlığa dönüştürülmesi, bölge dışı ülkeler tarafından teşvik edilmektedir. Irak’ın parçalanıp üçe ayrılması ihtimaline karşı, Kuzey Irak’ın himayesinin Türkiye’ye bırakılmasını sağlayacak politikalar, tarafımızdan oluşturulmalıdır. eylül 2013 | ASDER 57 Biz Müslüman Türk halkı olarak Irak halkının 1991 yılından bu yana ambargolarla çektiklerine üzülüyoruz. Sayın ÖZAL’ın 1991 yılında yaptığı Harp Akademileri konuşması bölge ülkelerince yeterince değerlendirmeye tabi tutulsaydı, günlük ve kısır düşünülmeyip, en azından10 yıl sonrası düşünülseydi, bu günkü hallere düşülmezdi. Şimdi İttihad Vaktidir Mehmet KANMAZ Peygamber Efendimiz, Hendek Savaşında, hendek kazma sırasında, mü’minler arasında en ufak bir sürtüşmenin bile çıkmasını yasaklamıştı. Elbirliğiyle hendeğin kazılması ve hızla bitirilmesi gerekiyordu. Bu yüzden şair Ka’b bin Malik ile Hasan bin Sabit”e, hiç kimse hakkında ileri geri konuşmamaları, kimse hakkında şiir söylememeleri için ikazda bulunmuştu. Nazik dönemlerde mü’minin mü’mine kırılmaya asla hakkı yoktur. Saadet Asrı, her konuda bizim için örnek alınacak bir dönemdir. Yüce Allah; “Andolsun ki, Resûlullah’ta sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.”[1] ayetiyle her konuda Kâinatın Efendisini örnek almamızı tavsiye etmektedir. İsterseniz Resûlullahın yaşadığı kritik ve hassas bir olayı birlikte paylaşalım: Peygamber Efendimiz, Hendek Savaşında, hendek kazma sırasında, mü’minler arasında en ufak bir sürtüşmenin bile çıkmasını yasaklamıştı. Elbirliğiyle hendeğin kazılması ve hızla bitirilmesi gerekiyordu. Bu yüzden şair Ka’b bin Malik ile Hasan bin Sabit”e, hiç kimse hakkında ileri geri konuşmamaları, kimse hakkında şiir söylememeleri için ikazda bulunmuştu. Ola ki, şairlik damarıyla birilerine sataşabilirler, birbirleriyle şiir yoluyla atışmaya girebilirler, bu ise tatsızlığa ve kırgınlığa yol açar, hendeğin gecikmesine 58 ASDER | eylül 2013 sebep olabilirdi. Allah Resulü, bununla da yetinmemiş, ayrıca ‘hiç kimse arkadaşının kırıcı sözüne kızmayacak, darılmayacak,’ diye emir çıkararak Müslümanları büyük bir hoşgörüye davet etmişti. O hep düşmanın şehrin kapılarına dayandığı o nazik dönemi, sabır ve metanetle aşmayı düşünmüştü. “Çünkü birbirleriyle uğraşanlar müsbet hareket edemezler. Hayırlı işlerin muzır manileri olur.” “İçtimai hayat açısında, müminin mümine inat, hased ve tarafgirlikte bulunması son derce zararlı bir hastalıktır. Böyle bir yaklaşımda her zaman ehl-i hak zararlı çıkmıştır. Ayrıca ehl-i hakkın görevi ikram edici ve soğukkanlı olmaktır. Kur’an-ı Kerimde ” Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.”[2] ayetiyle o özellikleri taşıyan müminler teşvik edilmektedir. “Garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışılan menfi ihtilâf, İslam nazarında kabul gör- memiş, reddedilmiştir. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler” [3] Allah korusun insanda nefis ön plana çıktığı zaman artık hiçbir şeyi, aklı da dinlemez. Haksız dahi olsa kendini haklı zanneder, benim hakkım var der. İşte burada artık insan bazen ne dediğini ne yaptığının farkında olmaz. İnsanın, hayatında en çok yanlış ve hatalar yaptığı ve topluma zarar verdiği anlardır. Aklı başına geldikten sonra durumun farkına varır. Fakat” ba’de harabi’l-Basra” iş işten geçmiş olur, artık yangın bacayı sarmış evi kül haline getirmiştir. Burada en çok zarar gören toplum olur, işin başındakiler değil. Geçmişte ve şimdi olduğu gibi… Böyle bir ihtilaf marazının merhemi ve ilâcı; “İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz elden gider.” ayetindeki şiddetli İlâhî bir yasaklamadır. [4] “Birbirinizle iyilik ve takvâda yardımlaşın.” [5] Ayetini de kendimize İlahi bir ölçü haline getirmekle o ehl-i hakkın kafilesine hissiyatımızı ayaklarımızın altına alıp fedakârlık göstererek samimane iltihak etmek, şahsiyetini unutmak riyâ ve yapmacık şeylerden kaçınmak ve ihlâsla hareket etmektir. İttihada giden yol müsbet hareketten geçer. Peki, müsbet hareket nedir? Müsbet hareket: Gözetilen amaca veya beklenilene uygun, faydalı, pozitif ve Allah’ın rızasına uygun hareket etmektir. Olumsuzlukları değil, olumlu olan şeyleri nazara vermektir. Cenab-ı Hakkın Hakîm ismine uygun yani mukteza-yı hale mutabık hareket etmektir. Hak ve hakikat namına fikir alışverişinde bulunmaktır. Hisler karışmadan olayların üzerine sabır ve itidalle gitmektir. Kısaca; sabır, şükür, hayır, adalet, muhabbet, ittifak, dostluk, kardeşlik, anlaşma, yardımlaşma, terakkî, tekâmül, insanın fıtratına uygun olan, vicdanın mutluluğu gibi olumlu olan şeylerin hepsi birer müspet harekettirler. Bediüzzaman’a göre müsbet hareket: “Rıza-yı İlâhiye uygun hareket etmek, iman hizmetini yapmak, vazife-i İlâhiyeye karışmamak, asayişi muhafaza etmek, sabır ve şükür içinde olmaktır.”[6] “İslâmiyet, selm (barış, sulh).ve müsalemettir; (karşılıklı barış içinde olmak) dâhilde nizâ (çekişme ve kavga) ve husumet (düşmanlık) istemez “ [7] “Dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.” [8] Müsbet hareket birliğin sağlanmasıyla olur. Birliği sağlamak için de kanun hâkimiyetini sağlamak ve hukukun üstünlüğünü temin etmek gerekir. Hukuk karşısında eşitliğin olmadığı ve imtiyazların bulunduğu bir ülkede birlik ve eşitlik yasalarla bozulmuş olur. Haksızlık yasalarla yasal hale getirilmiş olur. Bu durumda birliğin sağlanması zaten mümkün olmaz. Bu gerçeği Bediüzzaman: İttihad, herkesin aynı muâmeleye tabi tutulması yani bir şah ile bir gedanın yani dilencinin aynı haklara sahib olması ile olabilir. [9] “Bir mâden-i hayat-ı içtimaiyemiz (sosyal hayatımızın kaynağı) olan ittihad-ı millet, (milletin birliği) ref-i imtiyazdan (ayrımcılığın, kayrımcılığın kaldırılmasıından) başka ne ile olur?” [10] Veciz bir şekilde ifade eder. “Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesin Allah için sevmek, Allah için buğz etmek.”[11] Rahmânî düsturumuz olsun. Yoksa (eliyazü billâh) bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen veya bedenen gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır.” [12] Şimdi bir ve beraber olmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Aslında bakacak olursak; bizi bir birbirine bağlayan o kadar çok bağlarımız var ki; değil bizi, belki küreleri dahi birbirine bağlayacak kadar kuvvetli manevi bağlardır. Diyor asrın Bedîsi… Evet, ifsat ve zındıka komiteleri bizleri aldatmasın karşımızda pusuda bekleyen ve ayrılıklara zemin hazırlayan dehşetli komiteler var, onların işlerini kolaylaştırmayalım… Peygamber Efendimizin (a.s.m): “Allah birdir, biri sever” hadis-i şerifini sık sık hatırlayalım. “Vahdet dininin temsilcileri olarak “kâlû belâdan” beri beraberiz. İnşallah yine beraber kalacağız. Allah bizi birbirimizden ayırmasın, birliğimizi bozmasın ve bozmaya çalışanlara da mü- eylül 2013 | ASDER 59 İttihad, herkesin aynı muâmeleye tabi tutulması yani bir şah ile bir gedanın yani dilencinin aynı haklara sahib olması ile olabilir. [9] “Bir mâden-i hayat-ı içtimaiyemiz (sosyal hayatımızın kaynağı) olan ittihad-ı millet, (milletin birliği) ref-i imtiyazdan (ayrımcılığın, kayrımcılığın kaldırılmasıından) başka ne ile olur?” Veciz bir şekilde ifade eder. İslâm tarihinin geçmişe dönük sayfalarını araladığımızda benzer olaylara şahit olmaktayız. Dört Halife döneminde başlayan ve arkasından ortaya çıkan Şiilik-Haricilik bölünmüşlüğü, maalesef zararlarını hâlen sürdüren bir yaradır. Şark milletlerinin karakteristik bir özelliği hâline gelen tefrika, zaman zaman aynı din ve hattâ aynı milletten olan insanların savaş meydanlarında karşı karşıya gelmelerine sebep olmuştur. saade etmesin” Osmanlı devletindeki kardeş çekişmeleri memleketi parçalamaya, birliği ve dirliği bozmaya yönelik fesat hareketlerinin arkasında; Bizans devleti bulunuyordu. Bu tür faaliyetler tarihimize “Bizans oyunları” olarak geçmiştir. Aynı güçler sadece iktidar mücadelesi değil, mezhep ve inanç farklılıklarının tahrik edilmesi sonucunda, Osmanlı tarihinde derin yaralar açmış olan tefrika belâsının giderilmesi için idarecileri ciddi tedbirler almaya yöneltmiştir. Bu idarecilerin biri de “dünya bir padişaha az, iki padişaha azdır.” Diyen Yavuz Sultan Selimdir. Yavuz, ülkenin birlik ve huzuru için bütün gücüyle, fitnelerin önüne geçmeye çalıştı ve Cenab-ı Hak da onun bu samimiyetine binaen İmparatorluğun ittihadına vesile kıldı. Bir şiirinde: “Milletimde ihtilâf ü tefrika endîşesi Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni İttihâdken savlet-i a’dâyı def’a çâremiz, İttihâd etmezse millet dağ-dâr eyler beni. “ Yani; “milletimde anlaşmazlık ve ayrılık endişesi, kabirde olsam bile beni rahatsız eder. Düşman saldırılarını def edecek tek çaremiz ittihad etmektir. Şayet bu millet ittihad etmezse gönlümü derinden yaralar” diyerek devletin birlik ve beraberliği için ızdırabını bu şekilde dile getirmiş. Osmanlının son dönemlerinde topraklarını paylaşmak için sinsi plânların çevrildiği son yıllarında Osmanlı milleti, yine çoğu dış kaynaklı olan entrikalara maruz kalmış ve Siyonist merkezli emparyalist güçler “böl-parçala-yut” taktiğiyle sinsi emellerine ulaşmıştı. Devleti yıkmak, milleti de Anadolu’dan tamamen çıkartmak istedikleri zorlu Millî Mücadele yıllarında da tefrika hastalığı birlik ve bütünlüğü kemirmeye devam etmiş. Var olma mücadelesi verilen bu dönemde durumun hassasiyetini gören İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy şu mısralarıyla idarecileri ve milleti uyarmaya çalışmıştı: “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez. Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.” 60 ASDER | eylül 2013 İslâm tarihinin geçmişe dönük sayfalarını araladığımızda benzer olaylara şahit olmaktayız. Dört Halife döneminde başlayan ve arkasından ortaya çıkan Şiilik-Haricilik bölünmüşlüğü, maalesef zararlarını hâlen sürdüren bir yaradır. Şark milletlerinin karakteristik bir özelliği hâline gelen tefrika, zaman zaman aynı din ve hattâ aynı milletten olan insanların savaş meydanlarında karşı karşıya gelmelerine sebep olmuştur. “Allah bizleri Hz. Âdem ile Havva validemizden, bir ana babadan yarattı. Sonra birbirimizle tanışıp kaynaşalım diye bizleri kabile kabile kıldı. Bizi farklı farklı yarattı, farklı yerlerde, farklı dillerde, farklı renklerde, farklı zamanlarda yarattı ama kitabımızı bir kıldı, kıblemizi bir kıldı, peygamberimizi bir kıldı, bizi birbirimize kardeş kıldı. Kitabında ‘Bütün müminler kardeştir’ dedi, bizim kardeş olduğumuzu vurguladı. Allah bizlere âlemlere rahmet Habib’ini gönderdi. Bizleri o kutlu Peygambere ümmet eyledi. O ahir zaman peygamberi, bizim için, ‘Sizler tek bir ümmet, tek bir milletsiniz’ dedi. Onun ashabı o güneşin etrafında birer yıldız oldular, tek vücud oldular. Kitabında överek ‘Onlar kardeşlikte öyle bir noktaya gelmişlerdi ki, kendileri muhtaç oldukları halde kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerine (makamda, mevkide, malda, mülkte ve zenginlikte) tercih ederlerdi’ buyurdu’ Bediüzzaman; “Bu zaman, ehl-i hakîkat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil, cemaat zamanıdır, birlik beraberlik zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahsı manevîye göre olur. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, ehl-i dalaletin cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevî dehâsıyla hücumuna karşı mağlûp düşebilir.” Bediüzzaman Hazretleri; merhum başbakan Adnan Menderes’e ve dindar Demokratlara hitaben yazdığı, Ezan-ı Muhammedî’nin aslına çevrilmesi ve sonrasında gösterilmesi gereken hususlarla ilgili açıklamaların yer aldığı bir mektupta, hem dindarlara, hem idarecilere, özellikle demokratlara bir yol haritası mahiyetinde önemli tespitler ortaya koymaktadır ki ülkemizde yeni bir sahifenin açılmaya başladığı bu hengâmda SİYASET ERKİ’ninde dikkate alıp bu eserleri okumasının elzem olduğunu düşünüyorum. Üs- tad İttihadı bozan durumlara karşı tedbirli olmaları konusunda İslâmiyet’in pek çok temel kanunlarından üç tanesine ayet ve hadislerle açıklık getirmiştir. Birincisi, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz.” [13] Bu mealde Kuran-ı Kerimde dört ayrı surede geçmekte olan ayetlerde, “bir kişinin yaptığı olumsuz işleri, onun bağlı bulunduğu topluluğun tamamına teşmil etmenin cahiliye devrinde kalma bir adet ve büyük bir cinayet olacağını” ifade ediyor. O zaman, aynı düşünce ve görüşte veya aynı partiden ve ırktan kişi veya topluluğun beraberce yaşadığı bir yerde veya vatanda, böyle bir cinayeti işlemenin, ‘ifsad ve zındıka komite’lerinin işine yarayacağı ve ekmeğine yağ sürmek anlamına geldiğini belirtir. Bu da önüne geçilemez karışıklıklara, maddi ve manevi yaralara, anarşi ve kargaşalara kapı açar. Maalesef günümüz siyaseti, Kur’anın bu temel ölçülerine muhalefet etmenin sıkıntılarını yaşıyor. İkincisi, “Memuriyet bir hizmetkârlıktır, bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil.”[14] Üçüncüsü, “Mü’min, mü’mine karşı bir binanın kenetlenmiş taşları gibidir.” Biri oynadığı zaman diğerlerinin de oynamasına sebep olur.[15] Kanun-u Esasinin birincisi olan “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz.”[16] Ayeti aynı düşünceye, aynı cemaate ve cemiyete mensup fertler içinde de geçerlidir. İslâmiyet’in hayat-ı içtimâîyeye dair üçüncü kanun-i esasîsi olarak beyan edilen hadis-i şerif ile olay bir nevî cüzden külliye geçiyor. Hz. Üstad, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dâhildeki adaveti unutmak ve tam tesanüd etmenin gerekliliğine dikkat çekiyor ve şöyle diyor: “Hâlbuki benlik, hodfüruşluk, gaddar siyasetten gelen tarafgirane bir tavır ve düşünce içerisinde olan kişiye şeytan gibi birisi yardım etse ona rahmet okurken, muhalif gördüğü kişiye yardım eden melek dahi olsa ona lânet okutur. ” Şahsî hayatımızda zaman zaman aynı olayları ve halet-i ruhiyeleri yaşayabiliyoruz. Hem bir idareci, hem insaniyet-kübra olan İslâmiyet’e mensup her bir mü’min; İslâmiyetin toplum hayatına dair ikinci kanun-i esasinde açıklandığı üzere; kendisini, hangi konumda olursa olsun, bir hizmetkâr olarak görmeli, her zaman hakkı gözetirken, kendisi için istediğini kardeşi, dostu ve kendisinden farklı düşünen bir kişi için de isteyebilmeli. [17] Bu makaleyi, İslam’a ışık tutmuş güzel insanların şu veciz ifadeleriyle bitirmek istiyorum: ‘İnsanlar, ya dinde kardeşin ya da hilkatte (aynı Allah tarafında yaratılmışlık yönünden) eşindir.’ diyen Hz. Ali (ra)’a “Sevgi varken nefret niye, / Barış varken savaş niye/ Kardeşlik varken didişmek niye / Dostluk varken düşmanlık niye / Hoşgörü varken bağnazlık niye,/ Özgürlük varken tutsaklık niye, / Adalet varken, haksızlık niye?” diyen Hacı Bektaşi Veli hazretlerine, “Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; onun ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben duyarım. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.” diyen Ebu’l-Hasan Harakânî’ye; “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak.!/Haykırsam kollarımı makas gibi açarak/Durun durun bir dünya iniyor tepemizden/Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden/Çekiyor tebeşirle yekun hattını afet/Alevler içinde ev, üst katında ziyafet” diyen Necip fazılı dinleyelim. Gönüllerimizde herkesin oturacağı birer sandalye hazırlayalım. Unuttuğumuz kardeşliği, birlik ve beraberliği yeniden keşfedelim ve hayatımıza hayat kılalım. Selam ve dua ile… KAYNAKLAR 1-Ahzap-33-21/al-imran3-134/22. mektup/enfal-8-46/maide-5-2/Emirdağsh.870/lemaat/28.mek.1.nota/divan-harbi örfi/T.hayat-77/Buhari-iman/kast.88-89/ en-am-6-164/isra-17-15/fatır-35-18/zümer-39-7/EL-mağribu,camiüşşemul/Buhari/en-am6-164/Emirdağ-2-sh.530 eylül 2013 | ASDER 61 Hem bir idareci, hem insaniyet-kübra olan İslâmiyet’e mensup her bir mü’min; İslâmiyetin toplum hayatına dair ikinci kanun-i esasinde açıklandığı üzere; kendisini, hangi konumda olursa olsun, bir hizmetkâr olarak görmeli, her zaman hakkı gözetirken, kendisi için istediğini kardeşi, dostu ve kendisinden farklı düşünen bir kişi için de isteyebilmeli. Zirvede Kalabilmek Mehmet KANMAZ İnsan çok ister, bilmeden ister, sonra bilerek ister, sonra yaşayarak ister. Derken bedelini ödeyecek noktaya gelir. Risk alır, rekabet sarmalının aynı kategorideki yarım istekleri diş biler, yıpratılır ve bazen küsüp isteğine kapanır ve eylemsizleşir, hareket kabiliyetini kaybeder. Bu bir nadastır aslında. İstek fıtri varlığını çürütmezse, çekirdek gibi toprağında dirilmeye hazır bir sabırla “yokluk dereleri”nden geçmeye istekli ise hala, ihlasla istiyorsa, fıtratı da teyit ediyorsa, her şeyden vazgeçmeyi göze alacak kadar isteğinin isteklisi ise, isteği/duası onu alıverir, onu biliverir ve onu taçlandırır. Bazen dünyada görür bunu, bazen ahirette seyreder onu ve istek samimiyetle alıverir neticesini. İnsan “bir şey olmak” ister, gerçekten de “bir şey” olur. Bir tepeye direk, bir kuyuya taş, bir sahneye sunucu, bir depoya bekçi, bir masaya amir ve bir kasaya zamir olabilir. Yani bir şey olur, olmak istediği olur. Olduğu onu alıverir. O ona ait olur. O masa/kasa, hatta yasa ona hükmeder ve oda “bir şey olma” makam severliğiyle teslim olur bu fırsatlara, nemalara ve kaynaklara. İşte onlar, alıverir bu nefsi. “Hubb-u câh” başlamıştır. Kendinden vehimli, kerameti kendinden menkul “bir şey zannetme” başlamıştır. Muhibler ve müfritler iş başındadır. Halka artık halkalanmıştır çevrelercesine. Güvenlik çemberinde artık reissiniz ve “bir şey olma”nın iyi bir yerindesinizdir. Etraf ve fırsat sizi alıverir. Hakikat ise küsüverir. Hakikat ehli de soğuk bakar. Ve sır gidiverir. Boşluktan enaniyet alıverir. İnsan önüne bir hedef koyar. O hedefin tanımsız bütün alanlarında cezbedici kurgularla kafası karışır. Menfaatini düşünürken ailenin bilhassa hırslı tahrikleri ile kendini bir başkasıyla kıyaslar ve üstün çıkma hevesi zamanla şuur altına yerleşir. Böylesi bir zihni karmaşada da idealler ve hakikatler yara alır. Farkında bile olmaz. Kayıplar büyür, iflas eden tüccar misali borçlanarak ömrünü uzatır. “Önce bir sonuca ulaşayım, elde edeceğime kavuşayım, makamı elde edeyim” fikriyle daldıkça dalar, bazen yalar ve dağılır. Elde ettiği sonuçlarla tekrar başa dönüp ide- İnsan “bir şey olmak” ister, gerçekten de “bir şey” olur. Bir tepeye direk, bir kuyuya taş, bir sahneye sunucu, bir depoya bekçi, bir masaya amir ve bir kasaya zamir olabilir. Yani bir şey olur, olmak istediği olur. Olduğu onu alıverir. O ona ait olur. O masa/ kasa, hatta yasa ona hükmeder ve oda “bir şey olma” makam severliğiyle teslim olur bu fırsatlara, nemalara ve kaynaklara. 62 ASDER | eylül 2013 aline döneceğini söylerken bile kopuşun farkında değildir. Hayat, dünya, kadın, teveccüh, para, fırsat, rekabet, siyaset ve ticaret alıverir onu. Onu aldıkça da veriverir kendini. Alınganlıkları artık kendisinden hizmet ve fedakârlık bekleyen vatandaşadır. Alıverir yeni mensuplar/müdavimler, övgücüler ve unutuverir dostları, sadıkları, çevreyi ve bilenleri. Sonuçta beklentileri onu alıverir döngüsüne. Döndürür durur onu. O ise döndüğünü değil, ördüğünü zanneder. Ama bir türlü ipin uçları bir noktada bağlanmaz birbirine ve sökükten beter her an dağılacak şekilde ipin ucu kaçtığında açılıverir bütün serüvenin sonuçları. İşte hayat sevdirerek alıverir, tiksindirerek bırakıverir ve iş işten geçer. Tüketici eğilimlerini ve zayıf noktalarını bilen ürün sahipleri, reklamlarını ve onları cezbedecek etkili mecraları ona göre belirlerler. İşte hayatımızın tüketim alanları/israf mecraları da bunun gibi kendine alıverir. Kendine almak için bedel ödememiz gerektiğini ve ödeme yapmamızı ister. Bu aşamada bedel ödemeye ve bunu nasıl elde edeceğine hazırlanan insana, şeytan ve onun temsilcisi nefsin hayat tuzakları bürosu hemencecik yardım etmek ister. Yeni kazanç/kariyer/makam/fırsat seçeneklerine yönlendirir. Meşruiyetini ve hayatının amaçları ile ne kadar çatıştığını ve fıtratına ne kadar uygun düştüğünü göz ardı edecek, hatta görme mesafesini bile perdeleyecek yaklaşımlarla insanı “kör eder” ve alıverir. Ve öğrendiğinle kazanır, kazandığınla öder ve sonuçta bedeli ağır, ancak huzursuzluğu ve iç tatminsizliği fazla olan bir sonuç çıkar. Bu ortama alışan insanı, ortam alıverir, sonrada kendisini tasarladığı etrafa salıverir. Ringin bütün koordinatları bellidir artık. İnsan, gördüğünü alıverir. Çünkü çevrede öyledir. “Herkes zaten böyledir” genellemesi ile ringin kurgulanmış bütün müşterileri alıverir ürünleri, hatta oyun anlaşılmasın diye yeni ürünlerle de çeşitlenir ortam. Nefis alıverir zaaflarla dolu müşterisini. Ve alıcı bulan mal, malını satan sahibi ile birlikte alıcısını alır, alıkoyar ve aldırır, alakadar olur ve “nefis söylemlerle” alışveriş devam eder. Kesin olan kaybettiğini sonra anlayacak bir alıcının, aslında alıkonduğu ve alıverir pozisyona getirildiğidir. İnsan, hayatla merakını deneyince ve ilkeleri oluşmamışsa, omurgalı da duramıyorsa, farkında olmadan hevesleri ile dalıverir. Neye daldığını ve nereye varacağını ve nereden döneceğini bilemeyince ya da öğrenemeyip hesaplayamayınca da, dalıverdiği yerde maksadına zıt bir hal onu alıverir. Etrafınızdan sıkılırsınız, yenilik ararsınız, birazda değişiklik, nefiste yardım eder, “kendini ispatla, biraz da göster kendini” diye tahrik eder. O zaman kendini yeni keşfettiğini zanneden yolcu yola çıkar, karşılaştığı farklı bir ortam, birazda ilgi/iltifat sosu ile tamahta yardım edince kalıverir birden. Kendini avutur. Dünü gitmiştir. Fikirleri ise yeniye göre değişmiştir. İşte orada kalıverir, bir başkası alıverir. Yarı yolda, yeni bir yolun erişilemeyen yerinde kalıverir öylece. Ahsen-i takvim üzere yaratılan insanın fıtriyetini unutmaya başladığında alay-ı illiyinden kendi cüz-i ihtiyarisi ile esfel-i safiline doğru gidişin hikâyesidir aslında yukarda yazmaya çalıştığım tespitler… BU HAYAT HİKAYESİNİ HÜZÜNLÜ BİTİRMEK İSTEMİYORSAK KAL-U BELA’DA VERDİĞİMİZ SÖZÜ VE YAPTIĞIMIZ SÖZLEŞMEYİ HATIRLAMAYA NE DERSİNİZ….! eylül 2013 | ASDER 63 İnsan, hayatla merakını deneyince ve ilkeleri oluşmamışsa, omurgalı da duramıyorsa, farkında olmadan hevesleri ile dalıverir. Neye daldığını ve nereye varacağını ve nereden döneceğini bilemeyince ya da öğrenemeyip hesaplayamayınca da, dalıverdiği yerde maksadına zıt bir hal onu alıverir. Soma’yı Nasıl Gördüm Aytekin KALAY 64 ASDER | eylül 2013 ASDER üye ve gönüllüleri olarak 23 Mayıs 2014 tarihinde, maden kazası sonucu vefat eden kardeşlerimizin yakınlarına taziye ziyaretinde bulunmak amacı ile SOMA’ya gittik. Ziyaretimize ilk olarak Soma Kaymakamlığından başladık, kazanın yaşandığı günden itibaren çok yoğun ve üzüntülü günler geçirdikleri her hallerinden belli olan Kaymakam Mehmet Bahattin ATÇI, Belediye Başkan Yrd. Musa MAMAN ve ilçe Müftüsü Mehmet KARATUĞ ile görüşülerek; “Soma da yaşanan elim kaza sonucu vefat eden kardeşlerimizin acısının sadece Somalıların acısı olmadığını, tüm ülkenin acısı olduğunu, Türkiye genelinde selaların verildiğini, gıyabi cenaze namazları kılınarak dua edildiğini, hatimler okunduğunu, hepimizin yüreğinin yandığını, Allah’tan daha büyük kazaların yaşanmaması için dua edildiğini kendilerine ilettik ve Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Miraç gecesi programının Soma Merkez Camiinde yapılacağı müjdesini alarak müftülükten ayrıldık. Maden faciasında hayatını kaybeden kardeşlerimizin topluca defnedildiği Soma Mezarlığına vardığımızda asıl acının burada yaşandığını, kabristana geldiğinde ayakta durmakta zorlanan eşleri, anneleri, babaları, kardeşleri gördüğümüzde anladık. Mezarlık başında öylece oturan, dua eden, eşini, babasını, abisini, kardeşini, amcasını, dayısını kaybedenlerin, minik minik ellerin yazıp mezarlar üzerine bıraktıkları mektuplarda, çaresizliği, yürek yangınını, en derinlerde hissedilen acıları okuyorsunuz. Maden faciasında kaybedilen evlatların, eşlerin, amca, dayıların yakınlarına yaptığımız taziye ziyaretlerinde, onlar benim ikizlerimdi, ben onları hiç ayırmadım, beraber büyüttüm, beraber askere yolladım, beraber evlendirdim, beraber kabre mi koyacaktım diyerek ağlayan, “babaanne ağlama, gözüne toz mu kaçtı” diyen dünyalar tatlısı ikiz torununa, “ağlamıyorum”, derken bile ağlayan annenin yüreğindeki yangını kim hissedebilir? İkiz oğlunu beraber kabre koyan babanın, yüzündeki çaresizliği, yüreğindeki yangını, içine akıttığı gözyaşlarını, garibanlığını, tüm bunlara rağmen hiç isyan etmeyen, yardım geldi, gelir hiç endişe etmiyorum diyen, henüz kaymakamlığa dahi müracaat etmeyen, acelesi yok giderim diyen, giden yavrularının acısı ile adeta nutku tutulan, ne diyeceğini ne yapacağını bilemez hale gelen, gidenlerin ve kalanların tüm yükünü omuzlarında hisseden babanın yüreğindeki feryadı kim duyar, kim hisseder? Gidebildiğimiz diğer evlerde de aynı şekilde yanık yüreklerle, taziyeye geldik dediğimizde, ağlamaya başlayan, anaların gözyaşları, babaların mazlum, mağdur halleri ile karşılaşıyorsunuz. Hallerine şükreden, isyan etmeyen bir o kadar da kanaatkâr, elinin emeği, alnının teri ile geçinmeye çalışan, belki de madenden çıkan kömürün yakıldığı sobalarla ısınan, otuz yıllık arabaların kullanıldığı köylerin çocuklarıydı onlar. Elim bir maden faciasında el emeği alın teri ile rızklarını kazanırken hakka yürüdüler, Rabbim günahlarını affetsin, korktuklarından emin, umduklarına nail etsin, şehitler ile beraber haşretsin. Kalan eş ve yetimlere sahip çıkmak, onlara destek olmak, yardım elini uzatmak, kardeş aileler oluşturmak da kalanların üzerine yüklenmiş bir vazifedir. Tüm vakıf ve derneklerin maddi, manevi desteklerini, şefkat ellerini yetimlerin üzerinden çekmemeleri, bir süre sonra acıları ile terkedilen konumuna düşmemeleri için her türlü maddi, manevi, ilmi, sosyolojik, psikolojik desteğin hem devlet hem de sivil toplum kuruluşları tarafından hızlı bir şekilde yapılması gerekmektedir. Tüm halkımızın başı sağ olsun. eylül 2013 | ASDER 65 Hallerine şükreden, isyan etmeyen bir o kadar da kanaatkâr, elinin emeği, alnının teri ile geçinmeye çalışan, belki de madenden çıkan kömürün yakıldığı sobalarla ısınan, otuz yıllık arabaların kullanıldığı köylerin çocuklarıydı onlar. Ana, Anam, Anneler... Halil MERT Anneciğim, bize önce “Yok!” kavramını öğrettin. Yoktu gerçekten. Babacığım, fabrikada çalışırken yemekte çıkan portakalı, elmayı cebine koyar eve getirirdi çocuklarına. Fabrikadan verilen aylık dört kalıp sabunla o ay bizi de çamaşırları da yıkardın. Anam… hep dersin ya, “Bu kapıda sizin için durdum.” diye. Babam askerdeyken daha 18 yaşında gencecik bir gelinken, beni sırtına sarıp tarlaya gittiğini, ormana gittiğini, hem çok korktuğunu ve ağladığını, benim daha yaşına bile girmeyen bir bebekken bile benimle ağladığımı anlatırdın ya... Güller Gülü (SAV) buyuruyor ya; “Cennet anaların ayakları altındadır.” diye. Sen de söylersin gelinlere kızlara, özellikle de hamileliğin zor günlerinde. “Yavrum, analık kolay mı?” diye. Analık zordur elbet. Evlat hep vermeden alan değil mi anneciğim, hangi yaşta olursa olsun. Anneciğim, bize önce “Yok!” kavramını öğrettin. Yoktu gerçekten. Babacığım, fabrikada çalışırken yemekte çıkan portakalı, elmayı cebine koyar eve getirirdi çocuklarına. Fabrikadan verilen aylık dört kalıp sabunla o ay bizi de çamaşırları da yıkardın. Hatırlıyor musun annem, ortaokul birinci sınıfa giderken bir parka almıştınız bana. O kadar büyüktü ki yürüyen parka gibiydim. Sonra onu lise ikiye kadar giydim. Artık ceketimden bile kısaydı, mont gibiydi. Ama mutluyduk annem. Hep birlikte. Sevginleydik hep. Anne, tarlada çalışırken dayım gelmişti, boynunda bir fotoğraf makinesi ile. 9-10 yaşlarındaydım sanırım. Üstten bakılıp resim çekiyordu. Resmimizi çekmişti. Senin ayağında bez donun (şalvar) vardı. Yanımızda öküzlerimiz. Ne çok severdim o öküzleri. Kaküllerini tarardım. Sonra babaannem Hacc’a giderken satmıştı da çok ağlamıştık arkalarından… Sen dayıma kızmıştın “Çekme bu halde resim!” diye. Annem iyi ki çekmiş bak, o yaşlardaki tek resmimiz ikimizin de. Ayrıca ben her gün bakıyorum o resme. Sonra okumak için kursa gittim, sen gitmemi istememiştin. Ben hiçbir şeyin farkında bile değildim. Eve sadece yazın bir ay gelebiliyordum ya. Bitlenmiştik kursta. Daha sonra yine bitlendim gerçi dağa çıkınca... Neyse, annem duvarın dibine çöküyordum, hani rahmetli dedem, damın duvarına çöküp de yaslanırdı ya, aynen öyle. Geceleri kalkar, kursun büyük 66 ASDER | eylül 2013 salonunun duvarının dibinde hıçkırıklarla ağlardım anne. Seni çok özlerdim. Hep kokun kaldı burnumda annem... Sızlatır burnumu hep doyamadığım kokun… Özlediğim sevgin annem... Yıllar geçti annem. Yaşlanıyoruz. Tabii sen senin yaşadıklarını biliyorsun. Hani dedin ya geçenlerde telefonda ağlayarak; bir şey oldu zannetmiştim ağlarken sen. “Tarlada dolaşıyordum, 35 sene önce kardeşin Mustafa’ya tokat atmıştım gereksiz yere. Tam ordayım, çökekaldım buraya. Neden vurdum çocuğuma diye ağlıyorum.” Annem. Biz de seni çok özlüyoruz. Her gün seni yaşıyoruz. Küçük kardeşim sana küstü diye dedin ya ağlayarak. “Ben onu üç sene emzirdim.” Annem sevgi verdiğin bir günün bile hakkı ödenir mi? Babaannemi çok sevmeme hep kızdın. Haklısın annem de Allah’tan korkarım, kanımda kanı var, sevgisi var. Ama senin ve babam için çok üzülüyorum. Her şey kilitli. Şeker bile, sabun bile, yağ bile. Ev iki katlı ve dört oda. Ama biz kocaman ortaokul, lise talebesi idik. Anne, baba, üç delikanlı olacak oğul, bir küçük kız çocuğu, bir bebek oğul. Yani beş çocukla aynı odada yatıyor, kalkıyorduk. Neler çok görülmüş anam babacığımla sana. Olsun anam, Allah senin imanla geçirdiğin, sabırla yaşadığın günlerin karşılığını verecek elbet. Sonra annem, birliğimle Güneydoğuya gittim. Üsteğmenim. 24-25 yaşındayım. Cudi Dağı’nın dibindeyiz. Bitlendik, aç, çamur, pislik, özlem... Tek iyi şey, ast, üst tüm personel birbirine sevgi ve saygı ile bağlı. Tabur komutanı, ailenin dedesi, bölük komutanları baba ve amcalar, takım komutanları ağabeyler... Arada bir Silopi’ye inip arıyorum seni. Kış çok sert. 1990-91 kışı. Diyorsun ki; “Yavrum burada fırtınada evlerin çatıları uçtu. Ne yapıyorsunuz?” “Ana burada havalar çok iyi.” diyordum sana hep. Nasıldı biliyor musun ana? Çadırlarda kalıyoruz, üstleri akıyor, içinde çamur... Yağmur oluğu diye çadırın içine adeta kanallar açtık. Dere gibi. Bir gün dedin ki annem; “Oğlum eylül 2013 | ASDER 67 O sevgi ile yolunuzu bekleyen eşinizi büyüten bir anne daha var. Kınalayıp kızını binbir ümitle gelin gönderen. Hatta kızının gönlü olsun diye babayı bile kırabilecek fedakarlıkta, elleri duada hep iyi haber bekleyen ana... “Ana kızına taht kurar, kız bahtı kocadan arar.” Atasözümüz var ya. O ana da koca olarak, senin kızının bahtını kurmanı bekler. gece yarısı dışarıya çıkıyorum, aya bakıyorum. Oğlum da bakıyordur diye.” Ana o günden sonra dağda gece kaldığımız pusularda aya dürbünle bakıyordum, anamla aynı anda bakmak için. Sonraki yıllarda ve halen hep bakarım aya anam. Anamla aynı anda aynı yere bakarım diye. Ne müthiş bir sevgi seninki be annem, sen Düzce’nin Çele Köyü’nde, ben Silopi’de dağ başında, aynı anda aya bakarak özlem gidermek... Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, annenize ve babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de güzel söz söyle! Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de Sen onlara (öyle) rahmet et (diyerek dua et!)” İsra 23, 24. Yine Allah’ımız (CC): “Biz insana, anne babasına (en güzel bir biçimde davranmasını) emrettik. Çünkü annesi onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. O halde Bana ve annene babana şükret! Dönüş Banadır.” Lokman 14. Annem Allah’ımız (CC) talimatını vermiş zaten. Hamdolsun ki senin fıtratına annelik şuurunu, bize de evlatlık mes’uliyetini vermiş. Annem. Sonra acemi birliklerinde bölük komutanı oldum. Hatırlar mısın hani babam anlatmış sana askerden gelince. “Acemi birliğinde onbaşı koğuşun kapısına dikildi, palaska ile çıkarken acemi erlere gelişigüzel vuruyor. Palaskanın ucundaki demir sırtıma vurdu, çok canımı yakmıştı.” diye. Sen de demiştin ya; “Oğlum, subay olunca bir asker döversen sana hakkımı helal etmem.” Babam gülmüştü sana. “O ocağa ne insanlar geliyor, çocuğu bunaltma.” diye. İşte Anneciğim öyle bir acemi bölüğünün komutanı oldum yüzbaşı iken. Neyi farkettim biliyor musun? Ana, Anadolu senin gibi, yürekli, fedakar, vatansever, imanlı analarla doluymuş meğer. Hani Harp Okulu’na beni ziyarete gelince nizamiyeden geçen Harbiyeli’leri görünce babama demişsin ya; “Bu çocuklar tornadan çıkmış gibi, hepsi birbirine benziyor. Hangisini kucaklaya- 68 ASDER | eylül 2013 yım oğlum diye.” Aynen onun gibi anam, Anadolu’nun tüm anaları kucaklanası, elleri öpülesi imiş meğer. Neden mi? Gelen askerler Anadolu’nun her yerinden geliyorlar. Türk, Kürt, Abaza, Çerkez, Arnavut, Gürcü, Boşnak, Sünni, Alevi... Ama annem, hepsi tornadan çıkmış gibi, terbiyeli, fedakar, saygılı, itaatkar, devlete ve millete kurban olmaya gelmişler. Hani Çanakkale’de 100 sene önce oğlunu kınalayıp gönderen ana ne yazmıştı komutana. “Evladım, bizde üç kıymete kına yakarlar, koça kına yakarlar, Allah’a kurban olsun diye. Gelin giden kıza kına yakarlar, gittiği evde eşine evlatlarına kurban olsun diye. Askere giden oğula kına yakarlar, vatanına, milletine, dinine feda olsun diye.” Annem hala tüm analar oğullarını aynı terbiye ile yetiştirip askere gönderiyorlar. Hem de hepsi. Meğer askerliği bu necip millet analardan öğreniyormuş. Biz sadece, selam vermeyi, silah tutmayı ve harp etmeyi öğretiyormuşuz. Askerliğin ruhunu anneler veriyormuş. O şehit cenazesinde dudaklarını ısırıp kanatıpta yine gözyaşını saklamayı beceren anneler.. Anam, ülkenin gerçek koruyucu melekleri de annelermiş. Siz o yüce ruhu vermeseniz, evlatlar şehit olmaya düğüne gider gibi gidebilirler mi? Annem, geçen sokakta yürürken insanların gelişigüzel, tüm çamaşırlarını kurutmak için dışarıya astıklarını gördüm. Sahi ben ne senin ne de babamın atletini bile görmedim hiçbir yerde. Sen nerede kurutursun annem çamaşırlarını? Gerçi köyümüzde kimsede görmedim. Bu iffet ve asalet! Ne büyük bir ahlak seviyesi annem. Allah devam ettirmeyi tüm milletimize nasip etsin. Aynı şekilde sizleri ben pijamalarınızla da görmedim. Bu nasıl bir özlem anne biliyor musun? Hani gevur memleketlerinde uzun süre kalırsın da ezan sesi özlersin, minareler görmek istersin ya. Toplumun geçmişteki bu iffetini de şimdilerde öyle özlüyoruz annem. Şunu gördüm annem, “Ana her yaşta ana, çocuk da her yaşta maalesef çocuk.” Kız eğitimli ve yetişkin. Kaçmış eşine. Hem de bir Müslüman Türk ülkesinden başka bir Müslüman yurda. Aylar geçmiş. Evlenmiş, hamile bir de… Anası, babası gelecek. Günleri, saatleri sayıyor hem de çocukken saydığı gibi.. “İki gece uyuyacacağız, üçüncü gece gelecekler.” diyor eşi- “ANNE İlk kundağın Ben oldum, yavrum; İlk oyuncağın Ben oldum. ne. Tam gelecekleri gün anne arıyor ve “Kızım babanın işi çıktı, biz üç gün erteledik gelişimizi..” O koca kadın olmuş, doçent olmuş evlat hışımla anasının yüzüne kapatıyor telefonu. Neden mi annem? “Çocuk işte!” diyeceğim güleceksin. Ama dedim ya çocuk her yaşta çocuk, ana hep ana. Ağlarken “Ana!” diye ağlıyoruz her yaşta. Düşünün diyor ki sonra doçent hanım eşine; “Küçük çocukken annemi babamı beklerken de böyle beklerdik, iki gece uyuyacağız, uyanacağız, sonra annemler gelmiş olacak.” Acı nedir Tatlı nedir... bilmezdin Dilin damağın Ben oldum. Elinin ermediği Dilinin dönmediği Çağlarda, yavrum Kolun kanadın Ben oldum Dilin dudağın Ben oldum. Annem seni çok özlüyoruz. Tabii çok değer verdiğimiz bir anne daha var hayatımızda; eşimiz... O’nun anne olurken yaşadıklarına, ağrılarına, çaresizliklerine tanıklık ediyoruz. Bu arada, annelik hamilelikle başlıyor. Babalık mı? O doğumdan sonra. Kocalar hamilelikle beraber baba gibi davranmalı, eşini yalnız bırakmamalı. Onun evladı için verdiği çaba ve emeğe anlayışla, sevgi ve saygı ile bakmalı. O sevgi ile yolunuzu bekleyen eşinizi büyüten bir anne daha var. Kınalayıp kızını binbir ümitle gelin gönderen. Hatta kızının gönlü olsun diye babayı bile kırabilecek fedakarlıkta, elleri duada hep iyi haber bekleyen ana... “Ana kızına taht kurar, kız bahtı kocadan arar.” Atasözümüz var ya. O ana da koca olarak, senin kızının bahtını kurmanı bekler. “Ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz.” demiş ya atalar ana. Sen dert yükünü de, efkarımızı da, sevincimizi de çeken en değerli varlığımızsın. Sen “Ananın bastığı yavru incinmez.” misali söyle anam. Senin söylediğin herşey küpe kulağımıza. Haa bir de şaşırma, hala süren cahilliğimize annem. Sen de söylemiyor musun, “Böyük anamın lafları geliyor aklıma!” diye. “Yaşlandıkça kıymetini anlıyorum. Ne akıllı kadındı.” diye. Demek dünyanın düzeni böyle anam. Analar her yaşta çekiyor demek ki çocuklarını, ya da çocuklarından çekiyor. Ne diyelim annem, “Seni çok seviyoruz.” demekten başka. Biz hep alan taraftayız. Ne ile ödenir ki ana hakkın? Çiçekle mi? Basit hediyelerle mi? Anneler günündeki komplimanlar, kandildeki telefonlar, bayram ziyaretleri ile mi? Hayır!.. Anne, sen bize hakkını ebediyen helal et, yoksa ne yaparız biz? Duaya da devam et, Allah kendi merhametinden vermiş annelere. Ana duasını Rabbim geri çevirmez inşaallah. Belki kıskanırlar diye Gördüklerini Sakladım gözlerden Gülücüklerini... Tülün duvağın Ben oldum! Artık isterlerse adımı Söylemesinler bana ‘Onun annesi’ diyorlar... Bu yeter sevgilim bu yeter bana! Bir dediğini İki etmiyeyim diye Öyle çırpındım ki Ve seni öyle sevdim sana O kadar ısındım ki Usanmadım, yorulmadım, çekinmedim Gün oldu kırdın... İncinmedim; İlk oyuncağın Ben oldum.. Yavrum Son oyuncağın Ben oldum... Layık değildim Layık gördüler Annen oldum yavrum Annen oldum! Evet annem, sen her şeyimiz oldun. Gücüm sadece “Seni çok seviyorum anne” diyerek sana sımsıkı sarılmaya yetiyor. Arif Nihat Asya” eylül 2013 | ASDER 69 Yeni Türkiye: ‘ Eski Hâl Muhal… Ya Yeni Hâl Ya İzmihlâl’ İbrahim TÖRE Böyle muhteşem bir âlemde; milyarlarca - trilyonlarca sayısını ancak Yüce Yaratanın bildiği diğer canlılarla, öteki hayat sahipleriyle birlikte, bunların içinde bitki ve hayvanların dışında melâikeler, muhtelif ruhaniler, cinler, envâi çeşit şeytanlar gibi bazılarını dünya gözüyle göremediğimiz sayısız varlıklar da var. H.z. Âdem’in neslinden gelen akıl sahibi biz insanoğulları; yaratıklar içinde, aklı başında, insaf gözü açık her insan olan insanlar tarafından bilinir ki, diğer canlılara nispetle çok farklı ve çok büyük özelliklerle, emsalsiz duygu ve cihâzatlarla donatılarak yaratılmışız. Mahiyetine çok az vakıf olduğumuz; binler, âli ve ulvî İlâhi Gayeler, Rahmâni Maksatlar için var edilmişiz. Tîn suresi dördüncü ayetinde ‘Biz insanı en güzel biçimde yarattık.’ (Ahsen-i takvim) buyrulmuştur. 70 ASDER | eylül 2013 Böyle bir rüchâniyetle yaratılan insanlar arasında; eline Kur’an-ı Kerim gibi en büyük İlâhi kitap, önüne H.z. Muhammed S.A.S gibi ulü-l azm bir peygamber konularak, iman ve hidayet nimeti gibi en büyük nimetle serfirâz edilen biz müslümanların konumu, çok daha farklı, lâyık-ı veçhile yaşabilirlerse de, şeref ve izzeti çok daha fazladır. Anlatmak ve anlamaktan aciz olduğumuz bu büyük ihsanlar; kuru kuruya övünmek ve böbürlenmek için değildir. Özellikle mesleği askerlik olanlar daha iyi eylül 2013 | ASDER 71 “Ey insan. Tuzağı gördün mü, hele de o tuzakta tuzağa düşmüş olan avları gördün mü, artık basiret gözünle de avcıyı gör. Tuzağı kuran acımasız avcının tuzağı görünür de, kendisi ortalıkta görünmez.” bilirler ki, her rütbe ve makam, yapılması gereken vazife sorumluluklar içindir. Vazife tam yapılırsa , sorumluluk hakkıyla yerine getirilirse şerefli olunur. Görenle, göremeyen bir olur mu? Bilenle bilmeyen bir olur mu? Gören, gözleri görmeyen kör gibi hareket edebilir mi? Ederse ne hale düşer? Bilen bilmeyen gibi hareket ederse ona ne denir? Hakikat terazisinde; küfür, şirk ve münafıklık tam bir körlük ve cahilliktir. İman, gerçeğin ifadesidir, hem nur hem kuvvettir, hakikâtın ta kendisidir. Verilen nimetlerin büyüklüğü-değeri; omuzlara yüklenen mukaddes yükün ağırlığını da, sorumluluğu da o ölçüde artırır. Aynı zamanda nimetin kendi cinsinden olan şükrünü de, hamdini de, gayret ve dikkatini de o derece artırmayı icap ettirir. Hele böyle nimetler nankörlüğü ve ihaneti hiç kaldırmaz. Bu nedenle işin ehlince ‘Size böyle nimet eden bir zat, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız’ denilmiştir. 72 ASDER | eylül 2013 Cennet ve Cehennem, bütün insanların yaptıklarına ve yapacaklarına göredir ve insanlar için Allah tarafından bir karşılık olarak hazırlanmıştır. Emanette emin olabilmek, ne yüce bir haysiyet ve büyük bir şereftir. Kendini ve tüm varlık âlemini tanımaya- öğrenmeye çalışıp, meydana gelen hâdiseleri dosdoğru anlayıp, sorgulayarak, mihenge vurarak, sebep-sonuç ilişkilerini net bir şekilde çözerek, bu veriler ışığında… yanlışlarını görüp, öğrendiği doğrulara yapışarak, yaratılış- varoluş İlâh-î Gâyelerine uygun şekilde, Rahmâni maksatlarına güncel tabirle ‘Rahmani fabrika ayarlarına dönerek,’ ileriye bu göstergelere göre, kudsî hedeflerine doğru emin adımlar atarak daha doğruyu ve daha güzeli yaşama-yakalama arzusunda olan biz insanlar; hâssaten biz Müslümanlar ve biz müslümanların meydana getirdiği Âlem-i İslam, henüz kıyamet kopmamışken, şu insanlığın kaos ve buhran dönemi denilen ‘ahir zamanı’ yaşarken bulunduğumuz yerden, İlâhi cihazlarla kendimi- zi ‘çek ederek’ dosdoğru bir durum değerlendirmesi yapmamız gerekmez mi? Hz.Peygamber S.A.S.; bu sır için her daim ümmetine‘Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekin.’ demiyor mu? Taa ‘Elest Aleminden’ Rabbine karşı kulluğunu kabul edip, ‘Allah’ın rızasına talip biz Müslümanlar’; sonra Âlem-i İslam, Ümmet-i Merhume, geldiğimiz şu ‘yürekler yakan, dağlayan’, ‘fitne – fesat – ihtilaf- gaflet- cehalet- fısk- zulm- sefâhetsefâlet- dalalet- hıyanet- inat ve tarafgirlik vb.’ ateşleriyle- fırtınalarıyla; en büyük düşman ve hainleri ve onların dehşetli hainlik ve düşmanlıklarını bırakıp, unutup, önem vermeyip’ birbirini yok edercesine birbirine düştüğü, şu elim ve feci noktada durup, askerî bir tabirle Kur’an’a ve Sünnet-i Seniyyeye göre yeni bir ‘durum muhakemesi’ yapıp Mahkeme-i Kübra’da Mîzan’ın önünde hesap veriyormuşçasına kendimizi hesaba çekip, Muhkemaâtı Kur’aniyenin mîzanlarıyla ve Sünnet-i Seniyenin terazileriyle yaptıklarımızı, yaşadıklarımızı tartıp, Kur’anı ve Sünneti Seniyyeyi daima rehber edip sonra da her türlü kötü ve kötülüklerden, her türlü şer ve şerlerden Rabbimizin rahmetine iltica ederek yeni bir dönüşümle, nurani bir dünya inşa etmemiz gerekmiyor mu? Yeni bir Kur’an medeniyetine insanlığın müthiş ihtiyacını daha göremiyor muyuz? Bu kudsi inşaaya öncelikle; eğitim ve insanımızı yeni baştan İlahi ahlakın inşasıyla, imanın yeniden ihyasıyla başlamamız icap etmez mi? Şu çok beğendiğimiz aklımız; ilmimiz, irfanımız vicdanımız ve mukaddes imanımız, bundan başka bize hangi çıkış- kurtuluş yolunu gösterir? Sırat-ı müstakimin dışındaki bütün yollar batıl değil mi? Bu gerçeklerle Rabbimizin nazar-ı merhametiyle ana yola çıkabilirsek, istikametimizi doğrultursak, kalplerde, ruhlarda akıllarda ‘hak yol’ üzere birliği sağlayabilirsek sıra gelir diğer yapılacak hayati işlerimize. Çürük malzemelerle, yetişmemiz, eğri- büğrü, defolu insanlarla hiçbir doğru ve büyük iş yapılamaz. Vasıfsız kuru kalabalıklarla hiçbir zafer kazanılmaz…Dün- yamızı ve ahretimizi Cehenneme etmeye çalışan en büyük düşmanlara zaferler hediye edilir. İbret olsun için, konumuza dikkat çekmek maksadıyla ifade ediyorum. O Devlet-i Âliye olan Osmanlı Devletimizin çok sıkıntılı ve sarsıntılı zamanları olan 20nci asrın başlarında (1911 yılında) neşredilen ‘MÜNAZARAT’ isimli eseriyle, o dönemin Müslümanlarına sonra da hepimize hitap eden Bediüzzaman ; o zorlu zamanlarda, bütün gücüyle, telaşla bir kitaplık bir cümlesinde şöyle haykırır. ‘ Eski hâl muhal, ya yeni hâl, ya izmihlâl. Sonra ilave eder; ‘ Eğer biz, doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek bundan sonra onlardan ( Gayri Müslimlerden) fevc fevc ( Bölük bölük dalga dalga) İslâma dâhil olacaklardır.’ Bu hakikat bugün de aynı tazeliğini korumaktadır. Ders alabilmek de insani güzel bir haslettir. Müslüman, Rabbini tanıyıp tam bir imana sahip olmuşsa onun dünyasında ümitsizlik, ye’s, karamsarlık olamaz. Biz de E.İbrahim Hakkı Hazretleri gibi deriz: ‘ Hak şerleri hayr eyler Zannetme ki gayr eyler Ârif ânı seyr eyler Mevla görelim neyler Neylerse güzel eyeler. Deme şu niçin şöyle Yerincedir o öyle Bak sonuna seyr eyle Mevla görelim neyler Neylerse güzel eyler.’ ‘YENİ TÜRKİYE’ tabiri doğrusu çok hoşuma gidiyor. İnşallah dosdoğru hayata geçer, kıyamet kopmadan en kısa zamanda en güzel şekilde yepyeni bir Türkiye doğar, Avrupa Birliği gibi İslam Birliği de eylül 2013 | ASDER 73 Büyük makamlardaki insanlarımıza kendimizden daha çok dua etmeliyiz. Yüksek dağların fırtınası sert olur. Görünüşe adlanmamalıdır. Dağ başları soğuk ve karlı olur. Onların da çok dikkatli olmaları gerekiyor. İşleri hiç kolay değildir. Ancak Allah her zaman büyüktür. “Ey insan. Tuzağı gördün mü, hele de o tuzakta tuzağa düşmüş olan avları gördün mü, artık basiret gözünle de avcıyı gör. Tuzağı kuran acımasız avcının tuzağı görünür de, kendisi ortalıkta görünmez.” hayat bulur. Yoksa yarın ahrette Allah’a nasıl cevap veririz. Bu ana gayemizi uzak görmeyelim. Allah büyükdür, rahman ve rahimdir. O’nun büyük lütuf ve rahmetinden isteriz. Yeter ki bizler; Allah’ın istediği Müslümanlar olalım, razı olduğu gibi yalnız O’na kulluk edelim, O’na güvenip O’na dayanalım… Her gün namazla birlikte söylediğimiz Fatiha suresindeki duamızda dürüst ve samimi olalım. Öylece gayret edip çalışalım. Geçenlerde, günlük yayın yapan gazetelerin birinde yazan bir gayr-i müslim köşe yazarı, bu ‘Yeni Türkiye’ tabirinden rahatsız olduğunu söylüyordu. Yeni Türkiye, kimi rahatsız eder ki? Demek ki davamızı da doğru ve yerinde anlatabilmemiz gerekiyor. Yarasa tabiatlılar, tabiatları gereği ışıktan, nurdan rahatsız olurlar, o başka mesele. Aslında onlar da; iman nuruyla görebilseler, inanın biz den daha fazla o kudsi 74 ASDER | eylül 2013 yollarda koştururlar. Biz onlara da hidayet temenni ederiz. Yeter ki zulmedip, mütecaviz olup, hakka göz kapayıp masum ve mazlumlara düşmanlık etmesinler. İslamiyet rahmet, şefkat ve merhamet dinidir. Peygamberimiz Hz.Muhammed’e AS.V. ilk vahiy geldiğinde sadece kendisi müslümandı. Etrafı enva-i çeşit kâfir, putperest, müşrik ve münafıkla doluydu. Sonra onların çoğu hatta tamama yakını iman edip Müslüman olmadı mı? Sahâbei Kiram kimlerden meydana geldi. Allah cümlesinden razı olsun. Allah’ın kanunu değişmez. Gözünü açan güneşi bulur. Bu‘Yeni Türkiye’ meselesi çok önemli. İnşallah tez elden milletimiz bu önemli mesajı, geldiğimiz mevsimi, safhayı tez elden kavrar. Filistin, Kudüs, Mısır, Balkanlar seyehatımdan ve şu son olarak İslam Âlemi olarak yaşamakta olduğumuz feci halleri gördükten sonra, Osmanlı Devletimizin parçalanmasının ne anlama geldiğini bu yıkılışın; ümmetin, milletin, hatta tüm insanlığın maddi ve manevi dünyasında nelerin yıkılışına, mahvoluşuna sebep olduğunu, düşmanlarımızın ne kadar zalim gâvur olduklarını, ne kadar alçak olduklarını, insanlığa ne büyük zararlar verdiklerini, hıyanet edenlerin de, ne derece sefil olduklarını hakkalyakîne yakın bir hissiyatla tüm ruhumla hissettim. Göz ve gönül yaşı döktüm.‘Yaşasın zalimler için Cehennem diye’ ben de Bediüzzaman gibi haykırdım. Gökdelenler inşa edilirken; yapılacak kat sayısı nispetinde temeller ona göre yapılır. İnşaatın önemi ve büyüklüğü oranında alt yapı ona göre düzenlenir. Basit fakat çok önemli bir inşaat mantığıdır, bu kural. Basit bir ihmal, teknik bir hata sonradan çok büyük felaketlere sebep olmuyor mu? Bu konuda son acı haber Mecidiyeköy’deki inşaatın asansör kazasında on işçi hayatını kaybetmesidir. Allah rahmet eylesin hepsine. Küçük bir ihmal, ne canlar alıyor, nice yürekler yakıyor.Yazık…! ‘Yeni Türkiye’nin temelleri atılırken’ de, bu yeni Türkiye hayal ve hülyasında olan her şuurlu kimse için özellikle de, bu mukaddes ve muhteşem projenin mimar ve mühendisleri için ne yapmaları gerektiği hususunda bir şey söylemek fazladır. Herkese konumu nisbetinde sorumluluk ve gayret düşüyor. Bir vücutta nasıl ki; atom atom, hücre hücre, element element, organ organ faaliyet vardır ve bu büyük faaliyet aynı maksad içindir. Bu hayati ahenk nispetinde sağlıklı bir vücuda sahip olunur. Yeni Türkiye için de durumumuz aynen böyledir. Artık kimsenin dinlenecek, ahrette geçerli olacak mazereti yoktur. Güzel bir mevsim gelmektedir.Her tohum baharda yeşillenip, çiçek olup meyve veremez. Ancak çürümeyen bozulmayan tohumlar o muhteşem bahar bayramında yerlerini alabilirler. Laf değil icraat ve üretim zamanıdır. Burada ne ekersek sonra onu biçeceğiz. Dinimizde şöyle önemli bir kaide vardır. Her sorumluluk sahibi için, o sahadaki gerekli bilgileri bilmek ve muktezasınca amel etmek o şahsa farz-ı ayındır. Mesela bir doktor için gerekli olan tıbbi bilgilerle mücehhez olmak ona farz-ı ayındır. Bir pilota da uçağını doğru kullanabilmek farzı- ayındır. Bir bina inşa eden mimar ve mühendise de kendi görevlerini en sağlam ve doğru olarak yapmak farz-ı ayındır. Devleti ve milleti idare edenlere de idarecilik san’atını doğru icra etmek farz-ı ayındır. Dünya ve ahret saadeti isteyen her mü’min için de; bu meselede Asr-ı Saadet en güzel örnektir. Parantez arası niyetine. Bu da ko- numuzla ilgili başka bir güncel mesele. Şimdi bütün dünyada; firavunlar döneminin zûlm abideleri olan piramitlerini akla, hatıra getiren bu zamanın firavunlarının, zulm ve adaletsizlik üzerinde, adeta, fani ve uğursuz ihtişamını zenginliğini kibrinin gururun timsali yaparak yükselen gökdelenler yerinde, uzay ve bilgi çağı denilen bu dönemeçte; takva ve ihlasla yükselecek nice kutsal maddi ve manevi mi’raçlara vesile olacak müesseselere, icatlara, bütün dünyamızda, özellikle iç dünyamızda böyle bir inşaya ne kadar çok ihtiyaç var. Zaman böyle büyük fetihlerin büyük kahramanların zuhuru zamanıdır. Gözler ve gönüller şu mukaddes projeleri hakkıyla hayata geçirecek kudsi kahramanları beklemektedir. Şimdiden sayısı bizce meçhul gönül erbabınca kavli ve fiili dualara başlanılmıştır. Allah mübarek etsin. ‘Ey bütün hâl ve durumları değiştirerek halden hâle çeviren MUHAVVİL, hâlimizi en güzel hâle çevir.’ Âmin. eylül 2013 | ASDER 75 Büyük makamlardaki insanlarımıza kendimizden daha çok dua etmeliyiz. Yüksek dağların fırtınası sert olur. Görünüşe adlanmamalıdır. Dağ başları soğuk ve karlı olur. Onların da çok dikkatli olmaları gerekiyor. İşleri hiç kolay değildir. Ancak Allah her zaman büyüktür. NOSTALJİ Mustafa EROL Tabii. Zira birlik komutanı bizzat makamına çağırarak hanımımın başörtüsünü çıkartması gerektiğini, aksi takdirde neticesine katlanmamı söylemişti. (Sözkonusu komutan Hv. Tümgeneral Seyfettin SEYMEN) Son görev yeriniz neresiydi, göreviniz neydi? ESKİŞEHİR 1.Taktik Hv. Kuv. K.lığı Lojistik Bşk.lığında İkmal Şube Müdürü idim. Amirleriniz ve çalışma arkadaşlarınızın bu olaya tepkisi nasıl oldu? Sizi tanıyabilir miyiz? Ben Mustafa EROL, 1964 yılında Kayseri’de doğdum. 1985 yılında Hava Harp Okulundan mezun olup Teğmen rütbesiyle Silahlı Kuvvetlere katıldım. 1988 yılında Üsteğmen, 1994 yılında Yüzbaşı ve 2000 yılında Binbaşı rütbesi aldım. Hv.K.K.lığında toplam 19 yıl hizmetim olup bu süre içerisinde sırasıyla 9 uncu Ana Jet Üs K.lığı-BALIKESİR, 8 inci Ana Jet Üs K.lığı-DİYARBAKIR, 12 nci Hv. Ulaştırma Ana Jet Üs K.lığı-KAYSERİ, 2 nci Hv. İkmal Bakım Merkezi K.lığı-KAYSERİ ve 1 inci Hv. Taktik Kuvvet K.lığı-ESKİŞEHİR. 2000 yılında Binbaşı rütbesinde iken YAŞ kararı ile emekli oldum. Evliyim iki çocuğum var. Emekli edildiğinizin kararı size ne şekilde tebliğ edildi, o anki duygularınızı anlatabilir misiniz? Yazı ile tebliğ edildi. Bu durumun her an olabileceğini bekliyordum ancak yazının amirim tarafından veriliş tarzı beni çok üzdü. Zira ailem, çocuklarım ve tüm yakınlarım için üzücü bir haberi gülerek, sırıtarak ve keyif alarak vermesini unutamayacağım. Yukarıda amirimin tepkisinden bahsetmiştim. Arkadaşlarıma gelince İnancını yaşamak isteyen her arkadaşım da birçok tacizkar hareketlere, iftira ve aşağılanmalara maruz kaldığı için bu tür sonuçlara alışıktı. Ancak diğer mesai arkadaşlarım ben ve benim gibi arkadaşlarımızla bir araya gelmemeye, birlikte görülmemeye, mesai dışında dahi konuşmamaya özen gösteriyorlardı. Amirlerinizle aranızdaki diyalog nasıldı? Amirlerimle iş hususunda kesinlikle ters bir durum olmamıştır. Dolayısıyla görevimi en mükemmel şekilde yapıyor ve almış olduğum maaşımı hak ediyordum. Takdir ya da cezalarınız var mıydı? Evet. Hizmet sürem içerisinde 19 adet takdir, 1 adet üstün hizmet ödülü, 1 adet eğitim derecesi ödülü ve 1 adet ceza aldım. Almış olduğum bu ceza, aşağıda arz ettiğim 2 nci OLAY neticesi almıştım. Ne ile suçlandınız? Disiplinsizlik Başınıza bu şekilde bir hadise geleceğini hissetmiş miydiniz, neden? 76 ASDER | eylül 2013 Suçlanmış olduğunuz gerçekten sizde var mı? özellikler Disiplinsizlik kapsamında hangi eylem veya suçları işlediğimi şu an dahi bilmiyorum. Silahlı Kuvvetlere ilk nasbınızdan itibaren hiç sorun yaşadınız mı? İnsan haklarına aykırı herhangi bir muameleye maruz kaldınız mı? OLAY-1: İlk görev yerim olan 9 ncu Ana Jet Üs Komutanlığı Balıkesir’de 1986 yılının Aralık ayında göreve başladım. Benimle aynı branştan olan bir başka devre arkadaşım ile İkmal Grup K.lığına geldik. Burada görev yapan bir amir ve üç Subay bulunuyordu. Göreve başlayacağım ilk gün bize çalışacağımız yer ve mesai arkadaşlarımız tanıtılmadan, burada alacağımız görevimiz hakkında bilgi verilmeden önce hakkımda ön bilgi olarak namaz kıldığım, oruç tuttuğum gibi bilgiler edinilmiş. Bana karşı tepkilerini göstermek maksadıyla daha ilk gün Amir konumundaki Yarbay N.D. tarafından odasına çağrıldım. Odada iki Subay ve iki Astsubay var idi. Konuşmaya ilk önce ailem, memleketim vs. güncel sorularla başlandı. Ancak daha sonra burası sanki bir sorgu odasına dönüştü. Zira asıl sorular gelmeye başlamıştı. Namaz kılıyor musun? Oruç tutuyor musun? İçki içer misin? Evli misin? Hanımın tesettürlü mü? Lojmanda mı oturacaksın? vs. gibi dini inançlarımı sorgulayıcı sorulara muhatap kaldım. Verdiğim cevaplar karşısında bana karşı kanaatleri cephe alma şeklinde oluşmuştu. Tabii bu tanışma sohbeti (!) zamanla tüm bu vasıflarımın sona ermesi ve kendilerine uyum gösterecek tarzda değişmem gerektiği ikazıyla sona ermişti. Bu olayın okuldan mezun olup da görevime başladığım ilk günde cereyan etmesi, Hv. K.K’de yapacağım görev süresince beni nelerin beklediğinin ve ne tür baskılara maruz kalacağımın belirtisi olmuştu. OLAY-2: 9 ncu Ana Jet Üs Komutanlığı Balıkesir’de görev yaparken Hv. K.K. lığının her yıl yaptığı denetlemelerden birinde (1990 yılında) denetleme başlamış ve üç gün sürmüştü. Denetlemenin bittiği tüm personele anons sistemi ile duyurulmuştu. Bu sırada öğle paydosu olmuş ve öğle namazı vakti gelmişti. Personel yemeğe giderken ben de vakit namazını eda etmek için birliğin içindeki mescide gitmiştim. Mescitte namaz için benden eylül 2013 | ASDER 77 hariç dört personel daha vardı. Vaktin ilk dört sünnetini kılmış ve farzını kılmaya başlamıştık ki tam o sırada mescit içinde yüksek sesle birilerinin kendi aralarında konuşarak gürültü yaptıklarını duyduk. Namaz bittiğinde arkamıza baktığımızda Denetleme Komutanı Tuğgeneral İ.B. ve yanında Emir Subayı ile birkaç denetçi subay gördük. O anda göz göze geldim ancak konuşma olmadan vaktin son sünnetini kılmak için tekrar namaza durduk. Namaz bitimine kadar ekip bizi mescit içinde bekledi. Namaz bitti ve mescitten çıkacağımız anda Tuğgeneral İ.B beni yanına çağırdı ve sorular sormaya başladı. Namazını devamlı kılar mısın? Oruç da tutar mısın? İçki içer misin? Resmi üniforma ile namaz kılınır mı? gibi sorular sorup cevap aldıktan sonra kedisinin de inançlı olduğunu, bayram namazlarına ara sıra gittiğini, eşinin Kur’an-ı Kerimi okuyabildiğini söyleyerek ayrıldı. Bu olaydan otuz dakika sonra Üs Komutanı amirime telefon ediyor ve amirim de beni yanına çağırıyor ve savunmamı istiyor. Gerekçe ise; “otuz dakika önce nerede olduğum ve görev yerinde neden bulunmadığım” sorulu- 78 ASDER | eylül 2013 yor. Bu olay neticesi bir hafta oda hapsi ile cezalandırılıyorum. Sözünü ettiğim olay sonucu aldığım ceza tam da Ramazan bayramı tatiline denk gelmişti. Verilen cezanın bayram sonrasına erteleme isteğim reddedildi. O bayramı ailem ve çocuğumdan ayrı kalarak geçirmem bana ve aileme yapılan büyük bir haksızlıktı. Tabii bu ceza burada kalmadı. Tuğgeneral İ.B. Ankara’ya döndüğünde Hv. K.K.lığı Personel Daire Başkanlığına bu olayı rapor etmiş olacak ki üç ay sonra Diyarbakır’a tayin edildim. Ancak Balıkesir’de henüz kanuni kalış süremi doldurmamıştım. Bu olay beni ve ailemi çok sarsmıştı. OLAY – 3: Sene 1998, 2 nci Hv. İkmal Bakım Merkezi K.lığı Kayseri’de göreve yeni başlamıştım ve birkaç hafta sonra buranın Komutanı Tümgeneral S.S. nin makamında bulunuyorum. Konu yine aynı. Eşinin başı neden örtülü? Baskı altında mı örtüyü örtüyor? Bu örtünün siyasi bir simge olarak mı kullandığı? Burada sosyal aktivitelere katılmak zorunda olduğum vs. gibi sorulara muhatap kalmıştım. Artık bu tip sorulara ve gözdağı verme ikazı sohbetlere alışmıştım. Konuşma esnasında Tümgeneral S.S. Birliğinde bu zamana kadar 11 Subay eşinin tesettürlü olduğunu ve bunların tamamının başlarını büyük uğraşlardan sonra açtırdığını öğünerek anlatıyor ve şu an benim eşimin kaldığını, eninde sonunda eşimin de örtüsünü açacağını, açması gerektiğini; aksi takdirde Atatürkçü olamayacağımızı, bu vatan ve milletimizi sevmeyen biri olarak kabul edileceğimiz ikazında bulunmuştu. Bu görüşme neticesi, burada da bana ve aileme karşı baskıların devam edeceği belli olmuştu. Bir süre sonra Tümgeneral S.S. hakkımda sakıncalı personel dosyası açtırdığını bizzat yüzüme karşı söylemişti. Bu sırada lojmanlara örtülü giriş yasağını başlatmıştı. Sivilden yakınlarımız mecburen evimize ziyarete gelemiyordu. Ancak bu durumda dahi lojman harici şehirde oturma talebimize de red cevabı veriliyordu. Düşünün bu durumu, sizi adeta sindirme ve göz hapsine alarak psikolojik baskı altında yaşamaya mecbur kılıyorlardı. Bu durum neticesi eşim ile istişare ederek alimden ve çocuklarımdan ayrı kalmaya ve evimi İstanbul’a taşımaya karar verdik. Böylece evimi İstanbul’a taşıdım. Her hafta sonu mesai bitimini müteakip on saat süren Kayseri–İstanbul yolculuğu yapıyor, ailemi ve çocuklarımı kısa bir süre de olsa görüp tekrar hafta başı mesaide olacak şekilde geri Kayseri’ye dönüyordum. Ailem ve çocuklarımdan ayrı bırakılmaya mecbur edilmişlik iki sene sürmüştü. Bu baskılar ve stres eşimde şeker hastalığı, çocuklarımda ise korku ve tedirginliğe sebep oldu. Ve Aralık 2000’de YAŞ (Yüksek Askeri Şura) kararı ile ordudan ilişiğim kesildi. Şu an dahi hangi suçu işlediğimi ve hangi sebep ile ayrıldığımı bilmiyorum. Bugün otuz bin masum evladımızın canisi PKK terör örgütü başının dahi yargılanması yapılmışken ben ve benim gibi YAŞ mağdurlarının yargısız infaza Tabii tutulması, açıklaması yapılamayan tarihi bir vakıadır. Silahlı Kuvvetlerde 19 yıllık hizmetim süresince yaptığım tüm görevlerde aşağıda dökümü yapılan toplam 21 adet takdir ve ödüller ile taltif edildim. 1. Hv. K.K.lığının 04.12.86 PER: 564237-86/ yazısı ile Sınıf Okulunu derece ile bitirme ödülü. 2. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 09.03.89 MLZ.K.: 3059-49-89/ yazısı ile TAKDİR . 3. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 15.03.91 PER.:3059-51-91/yazısı ile TAKDİR. 4. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 05.06.91 MLZ.:3958-02-91/yazısı ile TAKDİR. 5. Hv. K.K. lığının 26.12.91 PER: 4060263-91/ yazısı ile İDARİ VE LOJİSTİK ŞERİT ROZET ÖDÜLÜ. 6. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 28.03.92 PER.:3059-19-92/yazısı ile TAKDİR. 7. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 22.10.93 İKM:4031-32-93/yazısı ile TAKDİR. 8. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 22.06.94 MLZ.:3059-14-94/yazısı ile TAKDİR. 9. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 17.10.94 PER.:3059.139.94/yazısı ile TAKDİR. 10. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 25.01.95 İKM.:3059-16-95/yazısı ile TAKDİR 11. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 01.02.95 PER.:3059-994-95/yazısı ile TAKDİR. 12. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 22.05.95 PER.:3059-1234-95/yazısı ile TAKDİR. 13. 9 ncu Ana Jet Üs K.lığının 29.03.96 İKM.:3059-71-96/yazısı ile TAKDİR 14. Hv.K.K. lığının 15.06.95 PER: 3050218-95/ yazısı ile ÜSTÜN HİZMET ÖDÜLÜ. 15. 12ncu Ana Jet Üs K.lığının 26.12.96 PER.:3059-134-96/yazısı ile TAKDİR. 16. 12ncu Ana Jet Üs K.lığının 26.12.96 PER:3059-135-96/yazısı ile TAKDİR. 17. 12ncu Ana Jet Üs K.lığının 28.04.97 MLZ.:3059-15-97/yazısı ile TAKDİR. 18. 12ncu Ana Jet Üs K.lığının 30.06.97 PER.:3059-57-97/yazısı ile TAKDİR. 19. 12ncu Ana Jet Üs K.lığının 11.08.97 PER:3059-64-97/yazısı ile TAKDİR. 20. 12ncu Ana Jet Üs K.lığının 07.07.98 MLZ.:3059-62-98/yazısı ile TAKDİR. 21. 2ncu Hv. İkm. Bkm. Mrk. K.lığının 19.03.99 İGK.:3059-134-99/yazısı ile TAKDİR. Başınızdan geçen bu hadiseler ruhsal durumunuzu nasıl etkiledi, hiç psikolojik tedavi gördünüz mü? TSK’nden ayrılmamı müteakip eşimde eylül 2013 | ASDER 79 ortaya çıkan sağlık problemi hâlihazırda devam etmekte ve tedavisi sürdürülmektedir. aile, akraba, vb. çevrenizde nasıl karşı- Eş ve çocuklarınız ile birinci derece yakınlarınız ne şekilde etkilendi? tarafından sahiplendim. Yukarıda bu konuya değinmiştim Bu mesleğe girerken başınıza böyle bir hadise geleceği hiç aklınıza geldi mi, ya da hangi duygularla bu mesleği tercih ettiniz, ne umdunuz, ne buldunuz? Tüm olaylardan sonra mesleğinize, amirlerinize bakış açınız değişti mi, ya da çağırsalar döner misiniz? Mesleğe girerken bu konular ile karşılaşacağımı zannetmiyordum. Bu durumun başıma gelmesinden hiçbir zaman devletimi sebep ve sorumlu tutmadım. Bugün dahi Silahlı Kuvvetlerde görev yapmanın en şerefli bir vazife olduğunu ve bana ihtiyaç duyulduğu an her zaman göreve hazır olduğumu bildiririm. Bugün gerçekçi bir bakışla değerlendirdiğinizde size haksızlık yapıldığını düşünüyor musunuz? Tabii, ancak devlet bazında değil, sadece hukuk tanımaz kişi ve grupların şahsi ve önyargılı davranışı olarak görüyorum. Zira bu memlekete YAŞ mağdurlarından zarar geldiğini/geleceğini kabul etmiyorum. Tam aksine inançlı insanların daha faydalı olduğu ve olacağı kanısındayım. Amirleriniz sizi niçin korumadı? Korumadı, çünkü bize sahip çıkanlar da fişleniyor ve baskı altına alınabiliyordu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurdunuz mu, sonuç ne oldu, neden? Başvurdum. Sonucu bekliyorum Emekli edildikten sonra ne yaptınız, 80 ASDER | eylül 2013 landınız? Yalnız bırakılmadım. Ailem ve çevrem Şu anki durumunuz nedir ailenizin geçimini karşılayabiliyor musunuz? Şuan çalışıyorum. Ailemin geçimini sağlayabiliyorum Emekli olduktan sonra amirlerinizle hiç karşılaştınız mı, nasıl oldu? Hiç karşılaşmadım. Sizin emekli edilmenizde etkisi olan herkese neler söylemek istersiniz? Onları yargı karşısında hesaplaşmaya davet ediyorum. Yaptıkları doğru ise YAŞ kararlarının yargıya açılmasına yardımcı olurlar. Yüksek Askeri Şura Kararları hakkındaki düşünceleriniz? Kesinlikle yargıya açılması gerekir. YAŞ, yapılan hukuksuzluğun örtüsü konumunda kalamaz. Okuyucularımıza vermek istediğiniz son mesajınız nedir? Adaletin er ya da geç gerçekleşeceğine inanıyorum.