kızılbaş s a re sor Ş u b a t 2 014 - S a y ı 35 k ı z ı lba ş alev i le r i n sor u n la r ı n ı n t a r t ışı ld ığ ı de mok r at i k k ü r sü! dayanışma dosyası XIZIRO KHAL *** sait kırmızıtoprak üzerine düşünceler *** öcalan’ın boğazımızdan çekip alamadığı kılçık *** ‘Kürtlerin Süryanilere ait toprak ve mülkleri iade etmeleri gerekiyor’ *** Türkiye’de Bir Devlet Geleneği ve Devlet Aklı Var mı? *** Diyanet’in dini Diyanet’e, Kürdler’in dini Kürdlere *** NİYAZ İLE PİR´İM k ı z ı lbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0 506 818 66 55 kizilbasankara@hotmail.com kayseri temsilcisi a. rıza ülger kzlb_kysr_38@outlook.com berlin temsilcisi: ali koçak alikocak50@hotmail.com tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta info@ali-usta.net tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 şubat 2014 sayı: 35 gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536 6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl. dünya ve avrupa için: adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: sparkasse duisburg 0300 23 23 29 bankleitzahl 350 500 00 IBAN: DE 05 350 500 00 0300 23 23 29 kızılbaş - sayfa 3 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................ Ali Ülger Sayfa 06 - XIZIRO KHAL ............................. Munzur CÖMERT Sayfa 08 - sait kırmızıtoprak üzerine düşünceler ................................... ..................................................................... Dr. İsmail Beşikçi Sayfa 16 - hatip dicle’nin çöp sepeti .......................... Hejarê Şamil Sayfa 16 - Teklifi kabul etti! PKK ile anlaşma tamam.. Sayfa 17 - Bağımsızlık dışı parçacı Kürdistan siyaseti ................... .................................................................... Ahmet Önal Sayfa 20 - İktidar kavgasında birini desteklemek sömürgeciliği onaylamaktır ............................................ Dursun Ali Küçük Sayfa 21 - öcalan’ın boğazımızdan çekip alamadığı kılçık ............. .............................................................. Hovsep Hayreni Sayfa 24 - Kürtlerin özgürlüğü, Ermeniler ve Süryaniler için adaletin garantisi değildir ................................. prof. dr. taner akçam Sayfa 26 - Taner Akçam: PKK’nın yeni Ermeni söyleminin arkasında devlet var Sayfa 27 - ‘Kürtlerin Süryanilere ait toprak ve mülkleri iade etmeleri gerekiyor’ ........................................... FERDA BALANCAR Sayfa 28 - Kiliselerini eri istediler .............. SÜMEYRA TANSEL Sayfa 29 - 27 Ocak 2005: Uluslararası Yahudi Soykırımı Anma Günü kabul edildi Sayfa 30 - Beyoğlu’ndaki yüzleşme toplantısını ırkçılar bastı Sayfa 31 - PONTOS’UN KAYIP KIZI MAÇKALI ELENİ, NASIL EMİNE SÜMER OLDU… ........................... Mete YILMAZ Sayfa 33 - pontus soykırımı tarihinde: bafra meryemana mağrasındaki: 517 kadın ve çocuk, 30 partizan ............................. Tamer Çilingir / Devrimci Karadeniz Sayfa 34 - sevgasını gözlerine mil çekilmiş bir ülkeydi roboski ........................................................................ ayşegül karadağ Sayfa 35 - Sevan Nişanyan ile dayanışma dosyası Sayfa 52 - Türkiye’de Bir Devlet Geleneği ve Devlet Aklı Var mı? ....................................................................... Garbis Altınoğlu Sayfa 56 - Bir Kavram Bin Kırım Yanilsamalar-11 ......................................................... Ali Haydar KANLI Sayfa 60 - Biz Kurdên gunê’ler .............................................. uğur adsız Sayfa 61 - Hevpeyvînek li ser geryana di nav Êzdiyên Ermenistanê de .................. Kemal Tolan û Sedîqê Basî Sayfa 63 - Diyanet’in dini Diyanet’e, Kürdler’in dini Kürdlere ............................................................. İBRAHİM SEDİYANİ Sayfa 64 - NİYAZ İLE PİR´İM... .............................. Remzi Aydin Kanuni hakkında suç duyurusunda bulundu Bursa'da 'Muhteşem Yüzyıl' dizisinden etkilenen 47 yaşındaki Hasan Köz, Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa hakkında 'Halkı kin ve nefrete sürüklemek' ve 'Azmettirerek boğdurma' suçlarından Bursa Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Köz, ayrıca Şehzade Mustafa'ya otopsi yapılmasını istedi. Muhteşem Yüzyıl dizisinde Şehzade Mustafa’nın babası Kanuni Sultan Süleyman tarafından boğdurulması ardından Bursa’da oturan Hasan Köz, Bursa Cumhuriyet Savcılığı’na giderek, Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan, Rüstem Paşa ve isminin tespit edilmesini istediği diğer şüpheliler hakkında suç duyurusunda bulundu. ‘Şüpheli’ olarak gösterdiği Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan ve Rüstem Paşa hakkında ‘Halkı kin ve nefrete sürüklemek’ ve ‘Azmettirerek boğdurmak’ suçlarından yargılanmalarını isteyen eden Köz, dilekçesinde şüphelilerin adresini ‘Topkapı Sarayı/İstanbul’ olarak gösterdi. “OTOPSİ YAPILSIN” Şehzade Mustafa’nın katillerinin bulunarak cezalandırılmasını ve şehzadeye itibarının iadesine karar verilmesini iseyen Köz, dilekçesinden ise şu ifadelere yer verdi: “Osmanlı Saltanatı’nın 10’uncu Hükümdarı olan Sultan Süleyman 1553 yılında Şehzade Mustafa Osmanoğlu’nu boğdurmuştur. Bu konuda devlet arşivlerinin açılması, Osmanlı ailesinin yaşayan tanıklarının dinlenmesi halinde suçun failleri tartışmaya yer bırakmayacak şekilde belirlenecektir. Gerek duyulduğu takdirde Şehzade Mustafa Osmanoğlu’nun Muradiye’de bulunan kabrinde otopsi yapılması mümkündür. Şüphelilerden Süleyman Osmanoğlu’nun bizzat kendi el yazısıyla boğdurtma fiilini işlediği aşikardır. Devlet müzesi arşivlerinde bulunan evraklardan da şüpheli Süleyman adam öldürtme suçunun azmettiricisi ikrar etmiştir. Süpheli Süleyman Osmanoğlu’nun cinayete azmettirmekten cezalandırılması, yine Şehzade Mustafa Osmanoğlu’nun katillerinin bulunarak cezalandırılması, Azmettiren Süleyman Osmanoğlu’nun TCK’da yer alan ilgili ceza maddesiyle cezalandırılması, Mustafa’nın itibarının iadesine karar verilmesini arz ederim.” Uzun zamandır diziyi takip ettiğini ifade eden Köz, “Ben diziyi izliyorum ve bundan çok etkilendim. Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlunu boğdurarak öldürmesi sebebiyle adliyeye geldim ve Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundum. Şehzade Mustafa’nın itibarının iade edilmesine ve padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın padişahlığının geri alınmasını istiyorum. Dizi beni çok etkiledi” dedi. İHA kızılbaş - sayfa 4 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 cangözü ile görmek katkı sunmaktır... * * * Bese Hozat eline tutuşturulan bir yazıyı basının önünde okuyarak gündemde epeyce tartışmalara, eleştirilerle yüz yüze geldi. Hayati önem arz eden bu konularda bir metni okuduktan sonra gelişen eleştiriler ile neye uğradığının şokuyla şaşkına döndüğü anlaşılır bir durumdur. ali ülger Ana Hızır Ayında bulunuyoruz. Sevginin, yoksulluğun, barışın, huzurun, özlemin yan yana olduğu bir dönem. Bulunduğumuz coğrafyamızda kara kışın, fırtınanın, en zor zamanında dayanışmanın, umudun ve geleceğin özlemleriyle iyiliğe, murada, umuda bin kapı açıyoruz. XALE XIZIR Ayının tüm Kızılbaşlara hayırlı, uğurlu ve barışık olması dileklerimiz ile el-ele, can-cana dayanışmaların içinde olma muradımız ile bir bahara daha adım atıyoruz... Xale XIZIR biz Kızılbaşların özgürleşmesine öze dönüp kendisine sahip çıkmasına hayırlı, uğurlu adımlar atılmasına, yeni kapılar açılışına vesile olmasını canı gönülden isteriz. * * * 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kendi gerçekliğimizde vücut bulması için demokratik muhtevalı kadın örgütlenmelerinin ve özgür bireylerin kendi özgüllüklerinde yenilenmelerini yeniden yapılanıp demokratikleşmesini kadın ve kadın örgütlemelerine öneriyoruz. Kadınların kendilerini özgürce ifade edip örgütlenmesinin gerekli olduğu kanısındayız. Siyasal alanda da kendilerini temsil edebilmeleri için demokrat nitelikli kadın partilerini örgütleyip geliştirmesi de toplumsal barış ve demokrasinin olgunlaşmasına önemli katkıları gereklidir. Hâkim erkek kuram ve kurumlarından Kadınlara özgürlük gelmeyeceği var olan siyasal ve toplumsal hayat canlı örnektir. Hâkim erkek kuram ve kurumlarından kadına özgürlük gelmesi mümkün değildir. Kadınların kendi siyasal ve toplumsal sorunlarının çözümlerine aktif katılmalarını biz destekler ve dayanışırız... 8 Mart Dünya Kadınlar Gününün kendi özgüllüğünde örgütlenmesine demokratikleşip gelişmesine vesile olması dileğimiz ile kutlarız * * * Hrant Dink ödülünü bu yıl Sevan Nişanyan’a verilmesini öneriyoruz! Devletin Sevan Nişanyan’a yönelik uyguladığı yaptırımı biliyoruz. Ve devletin yıldırma ezme antidemokratik siyasetini kınıyoruz! Bundan dolayı biz de mazlum olanın haklı olanın yayında bir taraf olarak Sevan Nişanyan’a ile dayanışma içinde olmaya özen gösteriyoruz... KCK’in görüşünü ve düşüncesinin özü Ermeni Süryani Pontus soykırımının 100. yıl dönümünde TC’in yanında olduğu mesajını vererek AKP hükumetini desteklemek, devlete güvence vermesi, Serok Apo siyasetidir.“Zavallı” Bese Hozat ne duruma düşürüldüğünün farkında mı acaba? * * * Desim’in Sarı Ğalini Sakine Cansız’ın katledilişini Alman Anayasayı Koruma Dairesi’nden MİT’e Paris Cinayeti senin işin “Der Spiegel” dergisinin verdiği bilgide eksik kalan bir yanın aydınlanması için şu soruyu da sormak gerekmiyor mu, peki cinayetin bilgi toplanmasında ve taşeronluğunda kimin/kimlerin sorumluluğu var diye? * * * Kürt cephesi ikiye bölünüp netleşmesi gerekmektedir. 1 - Kürt tarihiyle yüzleşerek müstakil Kürdistan için çalışanlar 2 - Sömürgecileriyle uzlaşarak beyaz Kürt siyaseti oluşturanlar Bizi en çok sevindiren Sevgili Sevan Nişanyan’ın devlete boyun eğmeden başının dik ve moralinin yüksek olmasıdır... Önümüzde duran bu yol ayrımında tercihler açık yapılmalı. Önümüzdeki tarihsel süreçte çok açık bizim gönlümüz ve işimiz müstakil Kürdistan’dan yanadır... Derlediğimiz Sevan Nişanyan dosyası da dayanışmayı geliştirmesi ve Sevan Nişanyan’a destek sunulmasını sahip çıkılmasına Kürt siyasal tercihleri kendi içinde bu netliği oluşturmadan ciddi bir güce dönüşmeleri mümkün olamaz! kızılbaş - sayfa 5 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kürt siyaset alanında özellikle yapılması gereken eleştiri ile küfürü birbirinden ayırmaktır. Kürtlerin yeni bir kültür, yeni bir siyaset üreterek işbirlikçi beyaz Kürt siyaseti ile fikriyatta ve sosyal hayatta işlerini ve yollarını ayırmaktır. Müstakil Kürdistan diyenin ağırbaşlı yeni bir yol açmanın fikriyatını ve araçlarını üretmek ve geliştirmekle sorumlu olduklarını bilince çıkartıp işletmelidirler! * * * Yerel seçimler için adaylar yarışıyorlar. Kızılbaş-Alevi oylarını almak için seçime katılan tüm partiler oy deposu olarak gördükleri Kızılbaş-Alevi yerleşim alanlarında cirit atıyorlar. Seçimlerde Kızılbaş-Aleviler olarak gene kendi adayları olmadan devletin ve beyaz solcular ile beyaz Kürtlerin partilerine oy vermelerini istiyorlar. Bu antidemokratik durumdan kurtulmanın en sağlıklı yolu kendi adımıza kendimizi temsil edecek kendi öz partimizi kurarak seçimlere ve siyasete katılmak ile mümkündür. Siyaset alanında var olan devlet partileri ile beyaz solcu beyaz Kürt partilerinin ortak görüşü şudur: “Kızılbaş-Alevilerin partisi olmaz!” Neden olmaz? Çünkü olunca kendimizi seçeriz de ondan olmaz. Kızılbaş-Alevi aydınlarının namuslu, demokratik, laik kesimi kendimizi siyasal alana taşıyıp temsil edecek öz-partimizin fikir ve araçlarını tartışıp oluşturması gerektiğini idrak etmelerinin zamanı geldiği ve geçtiğini görmelidirler! * * * Suriye’de Kızılbaş-Alevi yoktur. Alevi Bektaşi taifesi devletin Ergenekoncu siyaseti işletiyorlar! Bu siyaset ile de memlekette İslam- Müslüman, Kızılbaş-Alevi düşmanlığını körüklüyorlar. Bu devletin Ergenekoncu siyasetini tehşir etmek gerekiyor. Suriye’de Esat ailesinin de dâhil olduğu din-inancı Nusayriliktir. Nusayrilik Kızılbaş-Alevilik, Kızılbaş-Alevilikte Nusayrilik değildir. Burada bu farkı açık ve net olarak bilince çıkartmak gerekir. Nusayrilere Alevi diyerek devletin inkârcı ve asimilasyoncu siyasetine karşı çıkmak gerekir. Suriye iç savaşında destek tercihleri dine imana göre yapılmamalı. Hukukun üstünlüğü ile demokratik değerlere göre yapılması adil olanıdır. Dolayısıyla Müslümandır haklıdır siyaseti ne kadar yanlış ise, Alevidir haklıdır siyaseti de bir o kadar yanlıştır. * * * AKP hükümeti gelmiş geçmiş hükümetler gibi devletin asimilasyoncu Alevi-İslam İslam-Alevi siyaseti işletmektedir. AKP hükümeti devletin Alevi Dede ve İmamlarını Hacca, Kâbe’ye götürerek Sünnileştirme ve Müslümanlaştırma siyasetine hız vermektedir. Biz; Din ve vicdan hürriyetini herkes için savunuruz. Bu demokratik ve de insani bir davranıştır. Şimdi hükümet, devlet imkân ve aracılığıyla devşirip mülayimleştirdiği Alevi-imamlarını, hocalarını umreye, hacca götürmesi yanlış ve sahtekârlığın ta kendisidir. Bu devlet siyasetinin son bulması gerekiyor. Yeni Alevi dede ve imamları hacca, umreye gitmeleri kendi tercihleridir. İster din değiştirsinler ister eski dinlerinde kalsınlar kendi bilecekleri bir iştir. Bizim de diyecek tek sözümüz olamaz. Yalnız bunu devlet siyasetiyle ve de devletin organı olan hükümeti aracılığıyla yapılmasına karşı çıkmak eleştirmek de bir haktır. Laik olacan, başka dinden olacan ve devlet dini olan Sünni İslam’a transfer edilecen ve de din vicdan hürriyetini kötüye kullanacan sonra da kalkıp siyaset işletecen aybe looooo... Saygılarım ile can cana kızılbaş - sayfa 6 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 XIZIRO KHAL Yitiqatê Dêrsımi de Hazar Çêverê Serê Sodıri Munzur CÖMERT Anadoliye ra bicê hatanu Asya Düri yitiqatê zafine de Xızır esto. Xızıri, her mılet xorê eve çımê vêneno. Kami çım de ”mordemê sata tengewo”, kami çım de ”sevekdarê dar u beri, kêwe u bostaniyo”, kami çım de ki çiyo de bino. Ma wazenime ke naca de ero cı bıfetelime ke ala no sarê Dêrsımi Xızıri nas keno nêkeno? Eke nas keno yine çım de Xızır kamo? Şiya Xızıri yitiqat u kulturê dinede çutır asena, no çutır sewlê xo dano ra weşiya dine ser? Qe yitiqatê sıma ro cı bêro qe meêro, sarê Dêrsımi ke qeseykerdene musnê domanunê xo, tewr verende domani na qesa ”Xızır”i musenê. Ni ke domanu cênê xo vırane vanê ”Xızır to mırê pil kero!”, nanê ro vanê ”Xızır to mırê khal kero!”, duwa u recay kenê vanê ”Xızır to wayırê emrê dergi kero!” Eve na qeyde domani namê Xızıri musenê. Domani ke hurdi hurdi feteliyayi ki nafa hêkmeta Xızıri vênenê. Hard de lulık ke bivênê pi vano ”Namê ni Astorê Heqiyo”, hes ke bivênê vano ”Xızıri no kerdo hes”, dare ke bivênê vano ”Dara Xızıriya”, gol ke bivênê vano ”Golê Xızıriyo”, ko ke bivênê vano ”Mekenê Xızıriyo”, nisange ke bivênê vano ”Nisangê Xızıriyo”. Domanê sarê Dêrsımi iste nia benê pili. Eke heni ro sarê Dêrsımi çım de Xızır zobinao. Sarê Dêrsı-mi, Mıslımanê Tırki ’be Kurdu ra ke Xızıri kamci çım ra vênenê, yi na çım ra nêvênenê. Yitiqatê Dêrsımi de Xızır, têyna ”mordemê sata tenge” niyo. Xızır, Yitiqatê Dêrsımi de Heqo. Heq, hazar u jü namunê Xızıri ra jükeko. Namê diyê jü ”Xızıro Khal”o, jü ”Khalo Sıpe”wo, jü ”Asparê Astorê Qıri”yo, jü ”Wayır”o, jü ”Xızırê Bonê Taseniye”o, jü ”Xızırê Pırdê Suri”yo, jü ”Meymanê Hewsê Qızılbeli”yo, jü ”Meymanê Ana Yemise”wo... ma nêşikinme ke nine eve mardene bıqedenime. Xızır, Yitiqatê Dêrsımi de Wayıro. Wayırı ki Yitiqatê Dêrsımi de jü niyo. Xızır, Yitiqatê Dêrsımi de Astarê Destê Sodıriyo. Yitiqatê sarê Dêrsımi de caê seri Xızıri dero. Xızır, Wayırê sarê Dêrsımiyo ama yitiqatê dinede tek Wayırı ki Xızır niyo. Wena Yitiqatê Dêrsımi de Wayırê Çêi esto ke no sarê çêi sevekneno; Wayırê Mali esto ke no mali sevekneno; Wayırê Jiar u Diaru ’be Wayırê Khuresu ra esto ke ni ki qomê Dêrsımi seveknenê. Yitiqatê Dêrsımi de çımê rındeni, roşteni ’be xêreni de Xızır, Khures, Duzgın, Wayırê Jiar u Diaru ’be Wayırê Çêi ra estê. Çımê xıraviye, tariye ’be gıraniye deki Mordemê Nêweşiye, Mılaketê Gıraniye ’be Mılaketê Xıraviye estê. Sarrê nine Evdıl Musao. Ni, eskerê Evdıl Musayê. Ni, qe jü xıraviye bêyizna di nêkenê. Evdıl Musa Sereskerê xıraviyeo. Tavi heto binde ki raa Evdıl Musay de eke bi tari loqme danê, cêrenê Evdıl Musay vero ke wo eskerê xo yine ser meerzo, yinerê xıraviye mekero. Xızır ke va, mordem gereke Astorê Qıri ki biaro xo viri. Yitiqatê Dêrsımi de Astoro Qır jê şiya Xızıri dira nêvısino. Xızır mordemo de ciamerdo, kokımo, herdisa xuya sıpiya de derge esta, kıncê xo sıpeyê, çüye ki dest dera. Mordemê kokımi rê tavi ke astor lazımo. Astoro Qırı ki jê Xızıri sıpeo. Coku sarê Dêrsımi namunê Xızıri ra jüki ”Sıpella” no pa. Jiar u Diarê Dêrsımi pêy de jede namê Xızıri esto. Taê Jiar u Diarê Dêrsımi estê ke nine pêy de têyna namê Astorê Qıri esto. Sarê Dêrsımi Astoro Qır gol de diyo gol kerdo Jiare, kemer de diyo kemer kerdo Jiare. Astoro Qır Xızırê Khali ra nêbırrno ra, qırvani kerdê êştê lıngunê Qıri ver. Coku, cem u cematunê sarê Dêrsımi de ke bavay venga Heqi danê, kılama heqiye eve namê Xızıri, Astorê Qıri, Khuresi, Duzgıni kenê ra cı vanê eve nine ki xelesnenê. Xızır, Wayırê çerx u pewraziyo, Wayırê hard u asmeniyo, Wayırê ram u comerdiyewo. Xızır, têyna mordemê sata tenge niyo, verende mordemê sata wesewo. Kami ke weşiye de Xızır ardo ra xo viri, tengiye de ki Xızıri wo xo viri ra nêveto. Xızır albazê _Ğeribuno, piyê bêkêsuno, omedê feqiruno, xelasê xelasuno. Coku Xızır boina dılxê kokımu ’be feqiru dero. Xızıri de Cenet u Ceneme çino. Wo hesavê xo na dina de vêneno. Kuyno dılxê kokımê de feqiri yeno to keno yintam. Xora ke tı kokımu ’be feqiru rê wayır veciya, yine sero şiya, yine çık ke waşt to da cı, to yi seveknay Xızırı ki varneno toro, jüya to keno hazare. Nê eke to ke ri kokımu ’be feqiru nêda, yinerê wayır neveciya, yi neseveknay wo taw Xızırı ki adırê mordemê nianeni sayneno. Xızıri çım de ceni u ciamerd jüyo. Wo, Qızılbêl de ke Dewres Sılemani rê biyo meyman, Taseniye de ki Ana Yemise rê biyo meyman. Yitiqatê Dêrsımi de ceni u ciamerdi jüvini ra nêbırrnenê ra, domanu ki nêerzenê hetê pêy. Raa heqiye de kês nêzano ke Heq kami dero; ceniye dero, ciamerdi dero, domani dero? Mıslımani bê, Isewi bê ni qe Heqê xo nêvênenê. Ama sarê Dêrsımi heni niyo. Xızır, Dêrsım de Kêmerê Duzgıni dero, Jele dero, Golê Buyer Bavay dero, Bağıra Sıpiye dero, Koê Qosani dero, Yıxır Gol dero, Taseniya dewa Bamasuru dero, Qızılbêlê dewa Khuresu dero... koti vacê uca dero. To ke zerê Xızırê xo vıraşto, koti ke vacê uca Qırê xo rameno verê to. kızılbaş - sayfa 7 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Xızır, mordemo de zerehirao. Kami ke piştigê Xızırê xode mokêm pê gureto, yira nêxapiyo, mordemo nianen şikino ke Xızırê xode çiyê sero werêno ki. Dêrsımi ra Dewresê Xızıri ra vato ”Dêrsım ke qırr kerd tı koti biya?” Qızılbêl de Dewres Sıleman cıra vato ”Eskerê Evdıl Musay ke erzeno ma ser çıra marê wayır nevecina?” Kamci yitiqat de mordem Heqê xode nia jê dı bırau nano werê? Des u Dı asmu ra jü asme, sarê Dêrsımi Xızırê xorê bırrna ra. Naê ra ”Asma Xızıri” vanê. Asma Xızıri, asma Gağandi ra dıme, ama asma Gucige ra raveri yena, wortê ni dı asmu de manena. Hesavê qeleme(Miladi) ra ke 13’ê va (13,Ocak), hesavê Dêrsımi de(Rumi) 1’ê asma Xızıri vano. Na asme de çhar hêşti Rocê Xızıriyo. Rocê Xızıri hirê rociyo. Sêseme, çharseme, ’poncseme roce cênê, yene qırvanu kenê. Sarê Dêrsımi pêro zerê jü hêşti de Rocê Xızıri nêcênê. Ca ’be ca ,dewe ’be dewe, ucağe ’be ucağe, aşire ’be aşire herkês na çhar hêştu ra jü de cêno. Tavi, asma Xızıri de Xızır vecino meymaniye. Xızır ke dinerê kamci hêşt de biyo meyman, yiki Rocê Xızıri wo hêşt de cênê. Fikrê Xızıri ’be kerdena Xızırê Dêrsımi, ma no nusto khılm de şikinme ke nia hundê qalê cı bime. Xızırê Dêrsımi ke nia yeno meydan, eke heni ro no sewlê xo çutır dano ra weşiya sarê Dêrsımi ser? Verende kokımunê Dêrsımi ra bicêrime. Kokımê Dêrsımi ke herdise verdanê meqes pa nênanê. Çıra? Xızıro Khal meqes herdisa xora nênano coku. Yi ki wazenê ke jê Xızırê xo bıasê. Jü ke meqes na herdisa xora pê di kay kenê, vanê ”Herdiso kırrık!” Verende herkêsi waştêne ke jü astoro de qır bonco bınê xo. Xızır, Astorê Qıri serowo coku. Sarê Dêrsımi verende kıncê sıpi kerdenê pay. Coku, İhsan Sabri Çağlayangil sarê Dêrsımi ra ”Beyaz donlular” (tumanê sıpiyini) vano. (I.S.Çağlıyangil, Anılarım, Güneş Yayınları, s.45) Xızırê sarê Dêrsımi sıpe gureto xora, coku yine ki sıpe kerdo pay. Bêrime xort u çênekunê Dêrsımi. Xızır çutır ke tenganiye de reseno mordemi, gencê ma ki na qeydê Xızırê xo yemişê weşiya xo kenê. Xızır çutır ke koto dılxê kokımu ’be feqiru yi seveknê, gencê ma ki feqir u fıqaru seveknenê, dewucunê bê hardi seveknenê, ”proleterya” seveknenê. Kam ke hetê ninede niyo yide danê pêro. Tavi, Xızırê mordemi ke isyankar bi, seveta kokımu ’be feqiru ra adırê mordemi sayna, qomê di ki vazeno ra seveta ”proleterya” ra adırê sari sayneno. Ma kami ra se vacime? Xızıro ke ceni u ciamerd jü çım ra di, qomê di ki vazeno ra seveta heqa ceniyu lez keno. Wazeno ke ceni endi şiya ciamerdu ra veciyê, heqê ceniyu ’be ciamerdu ra çırpa jüvini de bê. Mordemo ke Xızırê xode na werê, vazeno ra dewlete de ki nano werê, hukumati de ki nano werê vano ”Sıma naca de nêheqeni kenê!”, yaki ”Ma tam demoqırasi wazeme!”, ”Ma adalet wazeme!”, ”Ma zulım nêwazeme!” Xızırê mordemi ke xıraviye de, tariye de, nêheqiye de da pêro; qomê di ki vazeno ra xıraviya cemati de, fikirunê tariyu de, nêheqiya hukımdaru de dano pêro. Şiya yitiqatê sarê Dêrsımi her dewır de êşto weşiya dine ser.No vijeri ki heni bi, ewro ki heni ro. Tavi ke yitiqatê dine ewro têyna Xızır niyo, Yitiqatê Dêrsımi niyo. Sarê Dêrsımi Yitiqatê Dêrsımi ’be Elewiyeni ra girena jüvini. Yitiqatê dine, sentezê ni dı yitiqatuno. Yi, naca de ki raa Xızırê xode şiyê. Qayt biyê ke Ehlibeyt rê nêheqeni biya, Hz. Eli rê nêheqeni biya, Des u Dı Yimamu rê nêheqeni biya coku hetê dine gureto. Ma Xızırı ki hetê kokımu ’be feqiru de nebi? Mordem gereke naê ki bızano ke Xızır zerê Elewiyeni ra nêveciyo. Koka ni çand hazar sere xori de sona. Kês nêzano ke Xızıri yitiqatê sarê Dêrsımi de çand hazar seriyo ke ca gureto. Xızıro ke sarê Dêrsımi cıra vano ”Heqo”, yi ”Wayır” vêneno yitiqatê jü–dı hazar seri niyo. Çutır ke ma nusna, sarê Dêrsımi Xızıri eve na çım vêneno, wo ki sewlê xo nia dano ra weşiya dine ser. Sarê Dêrsımi têyna eve zonê Zazaki ra nê, eve yitiqatê Xızıri ra ki ğezna kulturê Anadoliye rê kifato de hewl kerdo. Anadoliye pê nine xo bıgoyno. Sarê Dêrsımi Elewiyeni rê zaf xızmete kerda. Anadoliye de ke ”Dêrsım” va Elewiyeni, Qızılbaşeni yena ra mordemi viri. Dêrsım ra des u dı ucağê Elewi, hem sarê Dêrsım rê hemı ki sarê dormê Dêrsımrê xızmete danê. Qe Tırkki , qe Kırdaski , qe Zazaki qesey bıkerê pirê Elewiyunê şarqi jêde Dêrsım raê. Sarê Dêrsımi Zazaki qesey keno ama; sarê Elewi kam beno bıbo, qe Tırkki , qe Kırdaski qesey kero ni xo sero mardê. Mavenê nine jüvini de zaf gêrm biyo. Çêney dê jüvini, jüvini ra çêney guretê. Kamci zon qesey kenê bıkerê Elewi gereke bıêrê jü ca, jüvini de bicêrê ra. Anadoliye hardo de hirawo, kam beno bıbo ma hatan nıka naca pia vınetime, naêra têpia ki gereke pia vınderime. Anadoliye welatê ma pêruno. kızılbaş - sayfa 8 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sait kırmızıtoprak üzerine düşünceler Dersim deyince insanın aklına ilk olarak Tunceli Kanunu, 1937-1938 Kürd soykırımı geliyor. Dr. Şıvan’ın dedesi Büyük Bertal Efendi (Bertal Yurtsever) 1882-1938 (s.1-5) Dr. Şıvan’ın annesi Zore (Zöhre) Yurtsever, Kırmızıtoprak, Tanrıverdi 19131984 (s. 5-6) Seyit Rıza’yı, Alişer’i, Zarife’yi, Dersimli Nuri’yi bu çerçevede hatırlıyoruz. General Abdullah Alpdoğan yine bu ilişkiler ağında hatırlanıyor. Dersim deyince ilk akla gelen figürlerden biri de Sait Kırmızıtoprak oluyor. Dersim, Nazımiye, Civarik, Sait Kırmızıtoprak bir bütünlük oluşturuyor. Bu bakımdan Dersim gezisinde, Nazımiye’yi, Civarik’i dolaşmak, Sait Kırmızıtoprak’ı anmak önüne geçilmez bir duygu oluyor. Gezinin bu aşamasında Kazım Arik bizimle beraberdi. Anlatımlarıyla bizlere çok yardımcı oldu. Kazım Arik, Sait Kırmızıtoprak’ın yakın akrabası, bölgede orman mühendisi olarak çalışmış bir arkadaş. Şimdi emekli. Selahattin Arik’in ağabeyi… 26 Temmuz öğleden sonra, Nazımiye’ye, Civarik’e hareket ettik. Arabayı Selahattin Arik kullanıyordu. Arabada, İbrahim, Kazım Arik ve ben vardım. Hüseyin Şahin’in kullandığı öbür arabada ise, Ahmet ve Necip vardı. Akşama doğru Ali Bey’in evine ulaştık. Ali Bey’in evi yüksekte. Petros Dağı’nın eteğinde. Bütün Civarik görünüyor. Bütün Civarik Ali Bey’in iki katlı taş binasının ayakları altında. Sait Kırmızıtoprak’ın, Şıvan’ın doğduğu, büyüdüğü ev de görünüyor. Karakol bir tepenin üzerine oturtulmuş. Karakol, Sait’in evine yakın. Ali Bey, Almanya’da çalışıp emekli olmuş, emeklilikten sonra, Civarik’e yerleşmiş, iki katlı taş evini kendisi yapmış bir kişi. Sait Kırmızıtoprak’ın yakın akrabası. Evin genişçe bir bahçesi de var. Su, Sülbüs, Petros Dağlar’ından iniyor. Bahçenin her tarafı çiçek ve sebze tarhlarıyla dolu… Çiçekler rüzgarda hafif hafif sallanıyor. Ali Bey’in evinden, Civarik’e bakarken, kafamdan çeşitli duygular, düşünceler geçiyor. Sait’in doğduğu, büyüdüğü ev, çok rahat bir şekilde görünüyor. Balkon, ikinci kata çıkan dışarıdan merdivenler iyice seçiliyor. Osman Aydın, Dr. Şıvan tarafından yazılan, “Kürt Millet Hareketleri ve Dr. Şıvan’ın babası Abbas Kırmızıtoprak, Awase, İvise Qewe 1898-1941 (s.6) Dr. İsmail Beşikçi Irak’ta Kürdistan İhtilali” adlı kitaba yazdığı önsözde, “Dr. Şıvan, diyebilirim ki, şimdiye kadar tanıdığım en zeki insandı. Son derece kıvrak bir zekaya ve güçlü bir belleğe sahipti. Azimli ve kararlıydı” diyor. (s. 8) Bu kitap 1997’de, Stockholm’de, APEC Yayınları tarafından basılmış. Kitabın “Kuzey Irak Kürt Halk Hareketi ve Baas Irkçılığı” başlıklı bölümü, 1975’de, Ankara’da, KOMAL Yayınevi tarafından basılmıştı. Sait Kırmızıtoprak’ın, bu üstün zekası dışında, yaratıcı, hünerli, yetenekli, atılgan, üretken olduğu da bilinmektedir. Bu özellikler sayılırken, Sait Kırmızıtoprak için “aceleci” bir sıfat da eklenmektedir. “Aceleci” sıfatına itirazımı bu yazının daha ileri bir bölümünde belirtmeye çalışacağım. Bende, Hasan Tanrıverdi tarafından hazırlanmış, bir metin var. Bu metnin ana başlıkları şöyle: Kardeşi Hasan Tanrıverdi’nin gözlemleri ve tetkikleriyle Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın yaşamından kesitler (19351971) (s.7-26) Hasan Tanrıverdi tarafından hazırlanan 26 sahifelik bu metin çok değerli bilgileri ve anıları içermektedir. Hasan, ben, Erzurum’da, 1960’ların sonlarında, Atatürk Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi’nde asistanken, İşletme Fakül tesi’nde öğrenciydi. Hasan’la zaman zaman görüşürdük. Hasan bu metinde, bu görüşmelerden de söz etmektedir. 1946 doğumlu Hasan Tanrıverdi, Sait Kırmızıtoprak’ın küçük kardeşidir. Ana bir baba ayrı kardeşi. Dersim hakkındaki, 1937-1938 Kürd soykırımı hakkındaki, Nazımiye, Civarik, Sait Kırmızıtoprak hakkındaki duygularımı ve düşüncelerimi Kazım Arik’in, Nazımiye-Civarik yolu üzerindeki anlatımlarından, Mazgirt’de, Silo Dağı eteklerinde, anıtmezarın yapıldığı yerde, Hüseyin Beyaztaş’ın anlatımlarından, Hasan Tanrıverdi’nin bu metninden yararlanarak bir düzene sokmaya çalışacağım. Halk arasında Cıvrak diye anılan Civarik’in bilinen en eski ağası Aliyê Gülavi’dir. Aliyê Gülavi, 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde yaşamını yitirince, yerine oğlu Memê Ali gelir. Memê Ali’nin en küçük oğlu Bertal 1882 doğumludur. Memê Ali Bertal’ı okutur. Bertal rüştiyeyi bitirir. Bertal’e artık Bertal Efendi denmektedir. Memê Ali bir ihtilafı çözümlemek için Civarikli, Hardifli kalabalık bir grupla Şövalyen bölgesine gider. Bu grubun çoğunluğu, dönüşte çığ altında kalır, boğulur. Memê Ali de boğulanlar arasındadır. kızılbaş - sayfa 9 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Memê Ali boğulduğunda 62 yaşındadır. Memê Ali boğulunca, yerine en büyük oğlu Süleyman geçer. Halk arasında Süleyman Ağa olarak anılır. 44 yaşındadır. En küçül oğlu Bertal ise 8 yaşındadır. Süleyman Ağa da oğlunu okutur. O da Elazığ’da rüştiyeyi bitirir. Süleymen ağanın oğlu Bertal 1891 doğumludur. Küçük Bertal diye anılır. Küçük Bertal Efendi. Büyük Bertal Efendi, 1907 yılında 25 yaşında evlenir. 4 oğlu 6 kızı olmuştur. 1909’ da kızı Pelgizer, 1911’de oğlu Ali, 1922’de oğlu Aziz, 1933’de kızı Fatma dünyaya gelir. 1913 doğumlu Zore (Zöhre), Sait Kırmızıtoprak’ın anasıdır. Büyük Bertal Efendi, 1937-1938 yıllarında, Gerişli Yusuf Ağa ile birlikte, katır sırtında yapılan taşımalarla, askerin iaşesini üstlenmişlerdir. Büyük Bertal Efendi’nin askerlerle, bürokratlarla arası iyidir. O dönemde, Korgeneral Abdullah Alpdoğan, 1935’de kurulan 4. Müfettişlik bölgesi Tunceli’ye müfettiş olarak atanır. Çok geniş yetkileri vardır. Bölgedeki en yüksek rütbeli askerdir. Aynı zamanda validir. 4. Müfettişlik bölgesindeki en yetkili kişidir. İstediği kişileri, aileleri suçlayabilmekte, yargılayabilmekte, infaz hükümleri de dahil, hükümleri infaz edebilmektedir. Kişileri, aileleri, sürgün edebilmektedir. Köylerin, beldelerin sınırlarını değiştirebilmektedir. General Alpdoğan, 1937-1938 yıllarında birkaç defa Nazımiye’ye gelmiş, Cumhuriyet’in halk üzerindeki etkilerini anlamak istemiştir. Nazımiye’de, Büyük Bertal Efendi’nin de içinde olduğu halkla görüşme yaparken dikkate değer bir olay yaşanır. Bertal Efendi halkın isteklerini dile getirir. “Halk hastane beklemektedir, okul beklemektedir, ama durmadan karakol yapılmaktadır” der. Bu söz General Alpdoğan’ı çok rahatsız eder. General bu sözü, Büyük Bertal Efendinin bu tutumunu not eder. Bertal Efendi’nin, aşireti üzerinde, halk üzerinde etkili bir kişi olduğunu da gözlemler. Bu ziyaretten kısa bir müddet sonra, Nazımiye Jandarma Komutanlığı’na bir emir gelir. Bu emir gereğince, Nazımiye Jandarma Komutanlığı Bertal Efendi’yi komutanlığa davet eder. Bertal Efendi komutanlığa gelir. Komutan, Bertal Efendi’ye, ailesinin, akrabalarının Batı’ya göçertileceğini haber verir. Emir kesindir, ailesi yakın akrabaları Batı’ya göçertilecektir. Bertal Efendi’nin ailesine mektup yazmasını, göç için hazırlanmalarını, kendisinin de Elazığ’a giderek trende yer ayırtmasını ister. Bu söz üzerine Bertal Efendi çok şaşırır. “Herhangi bir sorun yoktu, askerin iaşesi normal olarak sürdürülüyordu…”der. Komutan, emrin kesin olduğunu, yapılabilecek bir şey olmadığını belirtir. Ailesine mektup yazmasında ısrarlı olur. Bertal Efendi mektubu yazar. Ailesinin, akrabalarının, kadın-erkek, çoluk çocuk hazırlanmalarını ister, Batı’ya sürgün edildiklerin vurgular. Kendisinin, Elazığ’a giderek trende yer ayırtacağını belirtir. Yanında, o esnada karakol yapımında çalışan Memedê İvisi de vardır. Memedê İvisi ağabeyi Süleyman’ın damadıdır. Komutan, bu arada, nakliye işi nedeniyle hak ettiği parayı Bertal Efendi’ye verir. Bertal Efendi’nin elleri titrediği için parayı cüzdanına yerleştiremez. Memedê İvisi, parayı cüzdana yerleştirir ve cüzdanı Bertal Efendi’ye verir. Büyük Bertal Efendi, ailesini karşılamak üzere, nahiye müdürüyle birlikte, atıyla yola koyulur. Nazımiye’den Civarik’e giderken, Nazımiye’den hemen çıkışta, sağ tarafta, Kewl denilen bir yerde önceden düzenlenmiş bir pusuda Bertal Efendi vurularak öldürülür. Cesedinin üzerine bir miktar toprak atılır. Cesedinin bir kısmı toprak altında bir kısmı dışarıda kalır. Büyük Bertal Efendi katledildiğinde 56 yaşındadır. Kazım Arik, Nazımiye-Civrak yolunda, Büyük Bertal Efendi’nin katledildiği noktayı bize gösterdi. Bertal Efendi’nin mektubu, askerler tarafından Civarik’e götürülür. Oğlu Ali’ye verilir. Ali, babasının yazısını, imzasını tanır. Tereddütsüz bir şekilde askere teslim olurlar. Ali, ailesinin göç için hazırlanmasını ister. Çocuklar, kadınlar, erkekler, 52 insan göç için hazırlanır. Bertal Efendi’nin yürüme güçlüğü çeken yaşlı anası Zera Sixi (Dakoye) evde kalır. Göçde gerekli olan eşyalarla, 52 insan, , gece vakti Nazımiye’ye doğru yola çıkar. Şafak vaktinde Derova’ya varırlar. Kafile, Ramadan Köyü’nün altındaki dere kıyısına varınca, orada bekletilir. 52 kişilik kafilenin elleri bağlanır. Dereyi geçtikten sonra bir tümseği aşarlar. Çukur bir yere varırlar. Hepsi toplu haldedir. Çevrede ateş timleri beklemektedir. Timler, topluluğun etrafını çepeçevre sarmışlardır. Bu düzenleme bir plan gereğince önceden yapılmıştır. Şiddetli bir ateş başlar. Ateşten sonra cesetler tek tek kontrol edilir, süngülenir. Daha sonra cesetlerin üzerine gaz dökülerek yakılır. Cesetlerin kül olmaları beklenir. Kazım Arik bize, 52 kişinin kurşuna dizildiği çukuru gösterdi. O çukurda bir mum da, daha doğrusu mumlar da, yanıyor. Kazım Arik bize bir detay da aktardı. Şöyle: Ev işlerinde çalışan bir kadın var. Aileden biri değil, aileye hizmet ediyor. Kafileye o da katılıyor. Ama askerler, onun kafileden ayrılmasını, bölgeyi terk etmesini istiyor. O da kafileden ayrılarak, olup biteni izlemek için çevredeki bir ormanda saklanıyor. Olup biteni oradan izliyor ve olanlar hakkında Civarik’e haberi ilk olarak o kadın götürüyor. Kazım Arik de Büyük Bertal Efendi’nin torunlarındandır. Büyük Bertal Efendi ve ailesi 1938 Temmuz’unda bu şekilde yok ediliyor. Bertal Efendi’nin, o günlerde, Maz-girt’de, nakliye işi için uğraşan oğlu Aziz de olduğu yerde yani Mazgirt’ de katlediliyor. Bu haberler Civarik’e ulaşınca, Bertal Efendi’nin yürüme güçlüğü çeken yaşlı anası, Zera Sixi (Dakoye) kendini asarak intihar ediyor. Kanımca, Büyük Bertal Efendi ve ailesinin imha edilmesinin temel nedeni, general Alpdoğan’ın ailede, potansiyel bir direniş olasılığı algılamasıdır. Bertal Efendi ve ailesi o günlere kadar bir sorun çıkarmamış olabilir, ama devletin böyle bir algılaması olduğu anlaşılır bir şeydir. Burada da bir toplu mezar var.Toplu mezarda kimlerin bulunduğu isim isim biliniyor. Kazım Arik Bey, Dersim’de, bu şekilde 101 (yüzbir) toplu mezar olduğunu söyledi. Toplu mezarlarda yatanlar isim isim biliniyor. Bu bakımlardan anıt mezar inşaatı anlamlıdır. Toplumsal hafızayı canlı tutmak için bu gereklidir. Bu konuda 1990’larda, Bursa’da cereyan eden bir olayı hatırlamak gerekir kanısındayım.1990’ların başlarında, Bursa’da, bir aileden bir genç gerillaya katılır. Aile bu işe çok şaşırır. Çünkü aile 50-60 yıl kadar önce, yani 1930’larda, 1940’larda, Bitlis’ten gelmiş, zaman kızılbaş - sayfa 10 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içinde de Bitlis ile ilişkilerini sıfırlamıştır. Kürtlük ile herhangi bir lişkisi kalmamıştır. Durum buyken, aileden bir gencin gerillaya katılması aileyi şaşırtır, kaygılandırır. Gencin, gerillaya katılmasından, bir süre sonra devletin de haberi olur. Güvenlik güçleri aileyi sıkıştırır, gencin dağdan geri getirilmesini buyurur. Aile, güvenlik birimlerinde kendini savunurken, 50-60 yıl kadar önce Bitlis’ten geldiklerini, Kürtlükle hiçbir ilişkilerinin kalmadığını, hatta Kürt olduklarını bile unuttuklarını, gencin gerillaya katılmasının kendilerini çok şaşırttığını söyler. Bu söyleme karşı devletin söylediği sözler çok dikkat çekicidir: Siz Kürt olduğunuzu unutmuş olabilirsiniz, ama devlet sizin Kürt olduğunuzu hiç unutmaz ve buna göre tedbirlerini alır. Büyük Bertal Efendi, ailesi, o güne kadar devlete endişe verici bir tutum içinde olmamış olabilirler. Ama bu tutum her zaman böyle devam etmeyebilir. General Alpdoğan, bu potansiyel gücü algılamış olabilir. Çok geniş olan yetkilerini imha yönünde kullanmış olabilir. Nasıl olsa, sorgu-sual ile karşılaşmayacaktır. Bertal Efendi ve ailesinin neden imha edildiği konusunda “sürgün için gerekli olan tahsisat gelmedi veya tahsisat bitti, o bakımdan imha gerçekleşti” şeklinde bir açıklama da var. Bertal efendi ve ailesinin imhasının birlikte düzenlendiği dikkate alındığı zaman bunun gerçekçi olmadığı da anlaşılmaktadır. Cesetler Neden Yakıldı? Aile sürgün için hazırlanmaktadır. Sürgünlük için yola çıkan aileye ne gerekir? Elbette para gerekir. Gerek erkeklerde, gerek kadınlarda şüphesiz para vardır. Yolda, gerekli olacak en önemli şey paradır. Kadınların mücevherlerini, altınlarını, değerli eşyalarını, takılarını da beraberlerinde taşıdığı çok büyük bir olasılıktır. Ailenin Ramadan Köyü’nün alt tarafındaki çukurda kurşuna dizilmesinden sonra, süngüleme sırasında, bunlara da el konulduğu, yağmalandığı söylenebilir. Burada sermaye transferinin gerçekleştiği de söylenebilir. Ermeni mallarına, Rum mallarına nasıl el konulduğu bu malların nasıl yağmalandığı, sermeye dönüşümünün, Rum ve Ermeni sermayesinin nasıl Türkleştirildiği hatırlandığında, sürecin Kürdler için de böyle gerçekleştiği ifade edilebilir. Bertal Efendiye, nakliye işinden dolayı hak ettiği paranın ödendiği söylenmişti. O para, Bertal Efendi’nin pusu sonucu öldürülmesinden sonra elbette geri alınmıştır. Cesetlerin yakılmasıyla, her şeyin yakıldığı, geriye hiçbir şey kalmadığı ima edilmeye çalışılıyor. Bütün bunların soykırım olduğu açıktır. Birleşmiş Milletler, 1948 tarihli, Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde, soykırım, ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubun, tümüyle ya da bir kısmıyla yok edilmek amacıyla, “a)üyelerinin öldürülmesi, b) üyelerinin, bedensel yada zihinsel olarak ciddi zarara uğratılması c) Grubun tümüyle ya da bir bölümüyle bedensel yıkıma uğratılması amacıyla tasarlanmış yaşam koşullarına bilerek sokulması, d) Grup içinde doğumları önlemeyi hedef alan önlemlerin alınması, çocukların zorla başka bir gruba aktarılması” olarak verilmektedir. Dersim’de, Soykırım Sözleşmesi’nde yer alan koşulların hepsi de gerçekleşmiştir. Soykırım, Kürdistan’da sadece Dersim’de değil,her yerde gerçekleşmiştir. Çeşitli tarihlerde, Bingöl’de, Geliyê Zilan’da, Wan’da her yerde soykırım yaşanmıştır. Örneğin Yusuf Ziya Döger, Bilinmeyen Roboske Guew başlıklı yazı dizisinde, Bingöl yöresinde 1927 yılında gerçekleşen soykırımı anlatmaktadır. (www.rizgarionline 29.12.2012) Dersim’le ilgili, Kürdlerle, Kürdistan’la ilgili anılarını yazan hiç kimse, Büyük Bertal Efendi’nin, 54 aile üyesinin nasıl katledilmesi konusunda bir şey yazmışlardır. Bu katliam bilmezlikten, duymazlıktan, görmezlikten gelinmektedir. Hasan Tanrıverdi de, yukarıda belirtmeye çalıştığım yazısında bu duruma değinmektedir. (s. 5) Selahattin Ali Arik’in, Yakındoğu’da, Koçgiri ve Dersim, Kızılbaş Kürt Soykırımı (Peri Yayınları, Kasım 2012) kitabında da bu konulara değinilmemektedir. Bertal Efendi’nin ve ailesinin hali vakti yerindedir. Hüseyin Akar, Dersim-Civarik İki Uçlu Yaşam (Peri Yayınları, Temmuz 1998) kitabında, Elazığ Valisi Cemal Bardakçı’nın kızıyla birlikte, Civarik’e gelerek, Bertal Efendi’ye ağalara 4 gün konuk olduğunu, Bertal Efendi’nin, öbür ağaların, valinin kızına beşibirlikler taktığını yazmaktadır. (s. 114) Yurtsever, Tanrıverdi, Akbayır Kardeşler 1934’de, soyadı kanunu yürürlüğe girince, Büyük Bertal Efendi ve kardeşleri Hüseyin ve İbrahim, Yurtsever soyadını alır. Bertal Efendi’nin büyük ağabeyi Süleyman Ağa, Tanrıverdi soyadını alır. Kardeşlerin diğerleri Ahmet ve Veli ise Akbayır soyadını alır. Hasan Tanrıverdi, Memed ve Avas (Abbas) kardeşlerin de farklı soyadları aldığını belirtir. Büyük kardeş Memed, Beyazgül, küçük kardeş Avas (Abbas) Kırmızıtoprak soyadını alır. Avas Kırmızıtoprak Sait Kırmızıtoprak’ın babasıdır. Memed Beyazgül de, Büyük Bertal Efendi’nin ağabeyi, Süleyman Ağa’nın damadıdır. Kürd kardeşlerin farklı soyadları almaları Ermeni sorunuyla, tehcirle, Ermeni soykırımının sonuçlarıyla yakından ilgilidir. Ermeniler tehcir olunca ve geri dönüş söz konusu olmayınca, geriye kalan taşınmaz mallarına çevredeki Kürdlerin el koyması, yağmalaması çok önemli bir konudur. Devletin sözünü dinleyen, devlet ve hükümet için sorun çıkarmayan her aileye bu taşınmaz mallardan verilmesi söz konusudur. Bazı ailelere tarla, bazı ailelere ev, bazı ailelerle değirmen, bazı ailelere ambar vs. verilecektir. Ailelere tek soyadı olduğu zaman bir aile olarak kabul edilecek ve bir taşınmaz mal alacaktır. Kardeşlerin, farklı farklı soyadları olduğu zaman, her bir kardeşin bu düzenlemeden yararlanma olanağı ortaya çıkacaktır. Ailelerin devlete bağlılıkları oranında, bu yerlerin ilgili kişilere, yağmacılara tapulanması da söz konusudur. Bu, Kürd sorunuyla Ermeni sorununun bir yerde, bazı alanlarda yoğun bir içiçelik içinde olduğunu gösterir. Büyük Bertal Efendi’nin veya kardeşlerinin böyle bir olanaktan, düzenlemeden yararlanıp yararlanmadıklarını bilmiyorum. Aile içinde, kardeşlerin, farklı farklı soyadları almalarının ön-emli bir nedeninin bu olduğu kanısındayım. Dersim’de, Karakoçan’da, Kığı’da, Yayladere’de, Adaklı’da, Hardif’ de, Sülbüs Dağı çev- kızılbaş - sayfa 11 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 resinde, kısaca Peri Vadisi’nde bu süreci izlemek mümkündür. Kürdler, Ermeniler, Dersim’de de birlikte yaşıyorlardı. Örneğin Civarik Petros dağı eteğinde kurulu bir köydür. Petros Dağı, Ermenileri çağrıştırmaktadır. Aziz Akgül, Dağlara Dayalı Şehirleşen Köy Civrak, (Peri Yayınları, Şubat 2009) kitabında “Hormekliler, Civarik Köyü’ne gelip yerleşmeden önce, Civarik’te Ermeniler yaşarmış” (s.9) demektedir. Mithat Özcan’ın, Tanıkların Dilinden Peri Vadisi, Sosyoloji-Tarih (Peri Yayınları, 2012) kitabında yer alan söyleşilerde de bu süreci izlemek mümkündür. Antranik’in, Dersim Seyahatname (Çev. Payline Tomasyan, Aras Yayınları, Kasım 2012) isimli kitabında da, bu konuyla ilgili bilgiler vardır. Seyahatname, 1880’lerde, Kığı’dan Pülümür’e, Dersim’e yapılan bir seyahati anlatmaktadır. Kitap 1900 yılında, Tiflis’de Ermenice olarak basılmıştır. Zore kadın 1941 yılında, kocası Avase İvisi’yi kaybeder. Avase İvisi barsak düğümlenmesinden ölmüştür. Zore kadın 28, Şait 6, Güllü 4, Fatma 2 yaşındadır. Amca Memedê İvisi yeğenleriyle çok yakından ilgilenmeye başlar. Yeğenlerini de kendi çocukları arasında yetiştirmeye gayret eder. Zore kadın, 1942 yılında, amcasının oğlu Küçük Bertal Efendi ile evlenir. 1943 yılında 5-6 yaşlarındaki kızı Güllü, Ağa Yaylası’nda, başına bir taş düşmesi sonucu ölür. 8 yaşındak Sait, kız kardeşinin ölümünden büyük üzüntü duyar. Bu ölümün ana Zore kadına yeni travmalar getirdiği açıktır. Sait 1943 yılında kız kardeşi ile birlikte amcası Memedê İvisi’ yi de kaybeder. İyice öksüz kalmıştır. 1943 yılında, Küçük Bertal Efendi-Zore kadın evliliğinden bir kız çocuğu dünyaya gelir. Bu kız çocuğuna, başına taş düşmesi sonucu ölen Güllü’nün adına izafeten Güllü adı verilir. Hüseyin Akar, yukarıda sözü edilen Dersim-Civarik İki Uçlu Yaşam kitabında 18. yüzyıl ortalarından söz eder. 1944 yılında henüz bir yaşındaki Güllü, evde, damdan düşerek ölür. Zore kadın 31 Sait 9 yaşındadır. Van Gölü çevresine, Dersim’in de içinde bulunduğu Van, Bitlis, Diyarbakır, Siirt, Muş, Erzurum, Ağrı, Kars gibi yörelere Ermeniler Batı Ermenistan, Kürdler Kuzey Kürdistan diyor. Kırsal bölgelerde daha çok Kürdlerin, şehirsel bölgelerdeyse, daha çok Ermenilerin yaşadığı söylenebilir. Sait Kırmızıtoprak’ın Eğitim Hayatı Zore-Zöhre Ananın Çileli Yaşamı (1) Büyük Bertal Efendi’nin, 1913 doğumlu kızı Zore (Zöhre) 1931 yılında Avase (Abbas) İvisi ile evlenir. 1935 yılında Sait Kırmızıtoprak dünyaya gelir. 1937’de kızı Güllü, 1939’da kızı Fatma dünyaya gelir. Zore kadın, 1938’de babası Bertal Efendi, kardeşleri, çok yakın akrabaları katledildiğinde, 54 canın katledildiğinde 25 yaşındadır. O dönemde, kocası Avase İvis’le Kığı’da yaşadıkları için ölümden kurtulmuştur. Babasının, anasının, çok yakın akrabalarının böylesine katli, Zore kadında çok ağır travmalar yarattığı açıktır. 1938’de üç yaşında olan Sait de, anasındaki, yakın akrabalarındaki bu travmadan şüphesiz etkilenir. Civarik Köyü’nde 1944 yılında okul açılır. Okula kayıt yaptıran öğrencilerden biri de Sait’dir. 1949 yılında mezun olur. Aynı yıl, Eylül ayında, Tunceli Ortaokuluna kaydolur. Ortaokul ikinci sınıfına geçince, parasız yatılı sınavını kazanır, bir arkadaşı ile birlikte eğitimini Balıkesir’de sürdürür. Ortaokul ve lise eğitimini parasız yatılı olarak Balıkesir’de tamamlar. 1955’ de Balıkesir Lisesi Fen Bölümünden mezun olur. Mezuniyetler hep Pekiyi derecesi ile olur.1955-1956 yıllarında, İzmir Tıp Fakültesi’ndedir. İkinci sınıfa geçince kaydını, İstanbul Çapa Tıp Fakültesi’ne aldırır. Çapa Tıp Fakültesi’nden 1962 yılında mezun olur. Arada, ileride anlatılacağı gibi, 17 Aralık 1959’da gözaltına alınmakla, tutuklanmakla başlayan 49’lar davası vardır. Sait Kırmızıtoprak’ın Düşün ve Duygu Dünyası Sait Kırmızıtoprak deyince, insanın aklına ilk olarak Güney Kürdistan’a geçişi, oradaki faaliyetleri gelir. Sait Elçi’yle ilişkileri, Saitler olayı, “Saitler Komplosu”, üzerinde düşünmeye değer olaylardır. Sait Kırmızıtoprak, 1960’ların sonlarından itibaren gerilla mücadelesinin gerekliliğini düşünen, bu düşüncesini yaşama geçirmeye çalışan bir kişidir. Bu düşüncenin Sait Kırmızıtoprak’ta nasıl oluştuğunu irdelemek önemlidir. Balıkesir’de, İzmir’de, İstanbul’da öğrenciliğinin, Sait’in düşüncesinin oluşumunda büyük bir rolü vardır. Sait yaz tatillerini kendi köyünde, ailesinin yanında geçirmektedir. Harmanda çalışmakta, çobanlık yapmaktadır. 1951-1952 yıllarından itibaren bu böyle devam edip gelmiştir. Balıkesir, İzmir, İstanbul’da eğitim sırasında yaptığı gözlemler, Tunceli, Nazımiye, Civrak ile bu kentler arasında yoğun bir dengesizlik olduğunu fark etmiştir. Yol, su, elektrik gibi temek alt yapı hizmetleri bakımından, sağlık, eğitim gibi temel hizmetler bakımından, çok büyük bir dengesizlik vardır. Yatılı eğitim sırasında Balıkesir’den, İzmir’de, İstanbul’da, Dersim’e, Nazımiye’ye, Civarik’e yaptığı yolculuklarda, bu dengesizliğin farkına varma bilinci gittikçe gelişmektedir. 1943’te 5-6 yaşlarındaki kız kardeşi Güllü’nün, Ağa Yaylası’nda, başına taş düşerek ölmesi, Sait’i derinden etkileyen bir olaydır. 1944’de, 2 yaşındaki Güllü’nün, damdan düşerek ölmesi, çeşitli olanaksızlıklar, ölümlere engel olamamak Sait’deki bu bilinci gittikçe geliştirir. Tıp Fakültesi’ndeki eğitimi sırasında Tunceli- Nazımiye-Civrak- Batı İlleri dengesizliğinin, bütün Doğu’yu (Kürd illerini) kapsadığının bilincine varır. Bütün bu ilişkilerin toplumsal düzen hakkında, Doğu-Batı hakkında duygular, düşünceler oluşturmaması mümkün değildir. Sait, çocukluğundan itibaren, dedesi Büyük Bertal Efendi’nin, ailesinin, yakın akrabalarının başına gelenler hakkında bazı şeyler bilmektedir. Bugün, katledilen 54 kişi isim isim bilinmektedir. Üniversite eğitimi sırasındaysa, sadece kendi ailesinin, Civarik’in, Nazımiye’nin Dersim’in değil, bütün Kürdlerin, Kürd coğrafyasının farklılık ve olumsuzluk yaşadığının bilincine varmaya başlamıştır. kızılbaş - sayfa 12 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sait, 17 Aralık 1959’da, 49’lar davası çerçevesinde gözaltına alınanlar ve tutuklananlar arasındadır. 24 yaşındadır. İstanbul’daki harbiye zindanlarında, Ankara’da Kazıkiçi, Soğukkuyu zindanlarında Kürdleri, Kürdistan’ı yakından tanıma olanağı bulur. Dava Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde görülmektedir. Sait Kırmızıtoprak, 1961 yılında İsmet Özevcek ile evlenir. 1962 yılında oğlu Dara, 1965 yılında kızı Ruken dünyaya gelir. Sait Kırmızıtoprak 1962 yılında Tıp Fakültesi’nden mezun olur. Önce, Ankara, Güdül ilçesi hükümet tabipliğine tayin edilir. Kısa bir süre sonra, SivasGemerek’e, hükümet tabibi olarak tayin edilir. 1963 yılında, haziran ayında, Konya’da Yunak Devlet Hastanesi’ne başhekim olarak gider. 1965 yılı İlkbaharında Yunak’daki görevi sona erer. Nisan 1965 itibariyle İzmir’de askerlik görevi başlar. Askerlik, İzmir’deki eğitimden sonra, Isparta’da, Er Eğitim Tugayı’nda devam eder. Nisan 1967’de terhis olur. Ancak Isparta’dan ayrılmaz. Şehir merkezinde bir muayenehane açar. Orada, çeşitli zamanlarda o bölgeye sürgün edilmiş Kürdlerle yakın ilişkiler kurar. Sait Kırmızıtoprak 36 yıllık kısa ömrünün 17 yılını öğrencilikle geçirmiştir. Meslek hayatının 7 yılında Güdül, Gemerek, Yunak ilçelerinde, daha sonra da Isparta ilinde geçirmiştir. 1960’larda Sait Kırmızıtoprak Sait Kırmızıtoprak toplum sorunlarına çok ilgi duyan bir doktordur. Doğu batı dengesizliğini kavramaya çalışmaktadır. 1950’lerin ortalarında, ilk yazısı, 1957’de Ceride-i Dersim gazetesinde yer alır. Sait bu sırada Tıp Fakültesi öğrencisidir. İstanbul’da Tunceli Kültür Derneği’nin her türlü etkinliğine katılır. Akis, Forum, Vatan gibi yayın organlarında sağlık hizmetleri ile ilgili görüşlerini açıklar. 27 Mayıs’tan sonra, 1960’larda Sait Kırmızıtoprak, görüşlerini, düşüncelerini Yön dergisinde açıklar. Yön o günlerde Doğan Avcıoğlu’nun yönettiği solcu bir dergidir. 1962, 1963, 1964 yıllarında Sait Kırmızıtoprak’ın Yön dergisinde yazdığı yazılar, makaleler Sait’in o dö- nemlerdeki duygu ve düşünceleri hakkında fikir verir. Musa Anter’le girdiği tartışmalar önemlidir. O yıllarda Musa Anter de Barış Dünyası adlı liberal bir dergide yazmaktadır. Barış Dünyası’nı Ahmed Hamdi Başar yönetmektedir. O yıllarda Sait Kırmızıtoprak ile Musa Anter “Doğu Sorunu” ile ilgili görüşlerini Yön ve Barış Dünyası isimli dergilerde açıklamışlardır. Sait Kırmızıtoprak da Musa Anter de 49’lar Davası’nın iki sanığıdır. Birbirlerini o yıllardan tanımaktadırlar. Selahattin Ali Arik “Doktor Şıvan, Sait Elçi, Süleyman Muini ve Kürd Trajedisi (1960-1975)” isimli kitabında (Peri Yayınları, Kasım 2011), Sait Kırmızıtoprak’ın yazılarını toplu olarak vermektedir. Musa Anter’in Barış Dünyası dergisindeki yazılarına da değinmektedir (s. 43-180). ve Barış Dünyası dergisinde yazan Musa Anter’le yaptığı tartışmalar üzerinde konuşmuştuk. Hasan Tanrıverdi, yukarıda sözünü ettiğim metinde bu ziyaretten de söz ediyor (s. 23-24). Sait Kırmızıtoprak 1960’ların ortalarından itibaren Kürdistan’ı gezmeye çalışıyor. Çeşitli şehirlerdeki, ülkelerdeki arkadaşlarını ziyaret ediyor. Onlarla uzun uzun sohbetler yapıyordu. Bu ilişkiler çerçevesinde Kürd toplumunu, Kürdistan’ı daha yakından tanımaya çalışıyordu. Güney Kürdistan’da Mele Mustafa Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokrat Partisi’nin peşmergelerin Irak devletiyle yürüttüğü silahlı mücadeleyi de ilgiyle, heyecanla izliyordu. Temmuz 1965’te illegal olarak kurulan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin faaliyetlerini de izlemeye çalışıyordu. KDP’nin başkanı avukat Faik Bucak Temmuz 1966’da bir suikast sonucu öldürüldü. Sait Kırmızıtoprak bunun da bilincindedir. Faik Bucak’tan sonra Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin liderliğini Sait Elçi yapmaktadır. Doktor olduğu için becerikli, hünerli, yaratıcı, atak, cesur olduğu için arkadaşlarıyla birlikte orada kalmasına izin verilir. Haftanin’de kendisine kamp açmasına da olumlu bakılır. Sait Kırmızıtoprak 1969’da, bahar aylarının sonlarında bir geziye daha çıktı. Önce Civarik’e, kendi köyüne geldi. Yakınlarıyla, akrabalarıyla, çevrede gezintiler yaptı. Sülbüs Dağı, Pedro Dağı çevrelerinde uzun uzun ziyaretler yaptı, eski arkadaşlarıyla sohbet etti. Daha sonra Dersim çevresinde dolaştı, arkadaşlarını ziyaret etti. Ağustos sonlarında, Eylül başlarında Erzurum’daydı. Bu ziyarette Avukat Mehmet Ali Aslan’ın evinde, Doktor Sait Kırmızıtoprak’ı, kardeşi Hasan Tanrıverdi ile birlikte ben de ziyaret etmiştim. O zaman Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-ekonomik ve Etnik Temeller kitabı yeni yayımlanmıştı. Bu kitap üzerinde, 1962-1964 yılları arasındaki Yön’de çıkan yazıları Sait Kırmızıtoprak bu ziyaretlerini Erzurum’dan sonra Ağrı, Muş, Bitlis çevrelerinde de sürdürdü. 1969’un Ekim ayı başlarında görüştüğü arkadaşlarla birlikte Güney Kürdistan’a geçti. Kürdistan Demokrat Partisi ile peşmergelerle, Mele Mustafa Barzani ile tanıştı. Mele Mustafa Barzani, KDP, onlara kalacak yer gösterdi. Sat Kırmızıtoprak gerilla düşünmektedir, düşüncelerini yaşama geçirme çabası içindedir ama bu düşüncelerini, duygularını açığa vurmamaktadır. Sait Kırmızıtoprak gerilla düşünmektedir ve Sait Elçi liderliğindeki Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin bu konuda yetersiz olduğunu kavrar. Zaman zaman Güney Kürdistan’daki kamptan ayrılarak Kuzey Kürdistan’a, Mardin, Siirt, Van, Hakkari yörelerine gider. Oralardaki arkadaşlarıyla görüşür. 1970 Haziranının sonlarında, Ankara’da, Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi’ni kurar. Güney Kürdistan’da ve Kuzey Kürdistan’da bu çerçevede faaliyet yürütülür. Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi’nin faaliyetleri Kuzey Kürdistan’dan Mardin, Siirt, Hakkari, Van, Muş, Bitlis gibi yörelerde, orman yangını gibi gelişme gösterir. Bu gelişmelerden Türk istihbaratı kısa zamanda haberdar olur. Mele Mustafa Barzani ve Kürdistan Demokrat Partisi de rahatsız olur. 1971’de, 12 Mart rejiminde Diyarbakır Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi ve Türkiye’de Demokrat Kürdistan Partisi, Devrimci Doğu Kültür Ocakları hakkında soruşturmalar, davalar açılır. Bu çerçevede gözaltına almalar, tutuklamalar gerçekleşir. Aranan Devrimci Doğu Kültür Ocaklarına ve Türkiye Demokrat Kürdistan Partisi ve Türkiye’de Demokrat kızılbaş - sayfa 13 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kürdistan Partisi üyelerinin bir kısmının firar oldukları, onların da Güney Kürdistan’da Sait Kırmızıtoprak’ın kampında bulundukları anlaşılır. Bu süreç devleti de Mele Mustafa Barzani’yi de daha çok kaygılandırır. Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi başkanı Sait Elçi, Mayıs 1971 başlarında, arkadaşlarına haber vermeden Suriye üzerinden Güney Kürdistan’a gider. Yanında arkadaşı Muhammedê Begê de vardır. Kuzey Kürdistan’dan, Suriye üzerinden Güney Kürdistan’a geçiş, illegal bir geçiştir. Aynı günlerde Mele Abdüllatif Savaş da Güney Kürdistan’a geçer. Bu kimsenin Doktor Şivan’ın karargahında yer alan Faik Savaş’ın köylüsü olduğu anlaşılır. Bingöl taraflarındandır. Haziran ayı başlarında Sait Elçi’nin önce kaybolduğu daha sonra da öldürüldüğü haberi yayılır. Sait Elçi ile birlikte Muhammedê Begê’nin ve Abdüllatif Savaş’ın da öldürüldükleri söylenir. Dpktor Şıvan (Sait Kırmızıtoprak) ve Çeko (Hikmet Buluttekin) Sait Elçi’yi öldürdükleri iddiasıyla 18 Temmuz 1971’de tutuklanırlar. Bu iddialar çerçevesinde, Eylül ayının ilk haftasında Brusk (Hasan Yıkmış) da tutuklanır. 26 Kasım 1971’de Sait Elçi ve arkadaşlarını öldürdükleri iddiasıyla Doktor Şıvan, Çeko ve Brusk Güney Kürdistan’da KDP yönetimi tarafından idam edilir. Sait Elçi karşılığında Doktor Şıvan’ın, Muhammedê Begê karşılığında Çeko’ nun, Abdüllatif Savaş karşılığında da Brusk’un idam edildikleri vurgulanır. 1938’de, Sait Kırmızıtoprak’ın dedesi, Büyük Bertal Efendi ve 54 aile üyesi, direniş için potansiyel olarak algılandıkları için katledilmişlerdi. Sait Kırmızıtoprak ise, bu muhalefeti 1960’ların sonunda daha sistematik bir şekilde örgütlemeye, yapılandırmaya çalışıyor. Rejim için çok büyük bir tehdit olarak algılandığı açıktır. İmhası, devlet için büyük bir gereklilik olarak düşünülmüştür. Büyük Bertal Efendi katledildiğinde 56 yaşındadır. Sait Kırmızıtoprak idam edildiğinde 36 yaşındadır. Dedenin akıbeti ile torunun akibeti arasında şaşırtıcı bir benzerlik vardır. Olay şüphesiz burada anlatıldığı gibi ba- sit değildir. Çok daha karmaşıktır. Aslında olay, süreç, entrikalarla doludur. Bu süreçte pek çok kişinin adı geçmektedir. Bu kişilerin bu süreç içinde birbirleriyle ilişkilerinin değerlendirilmesi şüphesiz önemlidir ama bu yazıdaki amacım bu karmaşık ilişkileri açıklığa kavuşturmak değildir Bu olguyu, bu süreci daha geniş bir sorunun içine, Yakındoğu’da, Ortado-ğu’da Kürdistan sorununun içine yerleştirmek, ilişkileri bu şekilde anlamlandırmak gerektiğini düşünüyorum. Aşağıda bunu denemeye çalışacağım. Kürd-Kürdistan Sorununun Özü, Temeli Kürdlerin, Kürdistan’ın Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki konumunun bilincine varılması önemlidir. Kürdlerin Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması, Kürdleri dostsuz bırakan, hasımlarını çoğaltan bir etki yaratmıştır. Ta o yıllardan beri Kürdlerin, Kürdistan’ın etrafı, KürdlereKürdistan’a hasım olan güçlerce çevrilmiştir. 1920’erde, 30’larda, 40’larda Kürdlerin, Kürdistan’ın etrafını çeviren hasım güçler Büyük Britanya, Fransa, Türkiye ve İran’dır. Büyük Britanya 1930’larda Irak’a bağımsızlık vermiş ama Güney Kürdistan’ı sanki özel hukuktaki bir malı miras bırakır gibi Irak’a devretmiştir. Fransa da II. Dünya Savaşı’ndan sonra Güneybatı Kürdistan’ı aynı yolla Suriye’ye bırakmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Kürdlere, Kürdistan’a hasım olan güçler Irak, İran, Türkiye, Suriye olarak görülmektedir. Sovyetler Birliği döneminde, Kafkasya’da da bir Kürdistan olduğunu unutmamak gerekir. 1923-28 arasında yaşam bulan Kızıl Kürdistan dikkatlerden uzak tutulamaz. Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi devletlerin emperyalist devletler tarafından maddi manevi, politik diplomatik, askeri olarak desteklendikleri de açıktır. Etrafın böylesine hasım güçlerle çevrili olduğu bir ortamda ulusal kurtuluş mücadelesi nasıl yürütülebilir? Bu durum, ulusal kurutuluş mücadelesi yürütenler için cehennem gibi bir ortam yaratmıştır. Ulusal kurtuluş mücadelesi yürütmeye çalışanlar adeta bir cehennemde mücadele etmektedirler. Filistin kurtuluş hareketi ile Kürdistan kurtuluş hareketinin karşılaştırılması bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Filistin’in dost güçler arasında mücadele verdiği söylenebilir. Filistin’in tek hasmı vardır o da İsrail’dir. Ama Suriye, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Mısır Filistin’e dost olan güçlerdir. Ayrıca 22 üyeli Arap Birliği, 57 üyeli İslam Konferansı Filistin’e dost olan güçlerdir. Bu nedenlerden dolayı dünya devletleri içinde de Filistin’e dost olanlar çoktur. Bunlar FKÖ’yü ister beğensinler ister beğenmesinler ona maddi ve manevi olarak yardım etmek durumundadırlar. Politik, diplomatik askeri olarak da yardım etmek durumundadırlar. Kürdler, Kürdistan için durum çok olumsuzdur. Kürdlerin, Kürdistan’ın etrafında dost bir güç yoktur. Kürdlere yardım eden devletler de yoktur. Emperyalist devletler Kürdlerin ulusal kurtuluş mücadelesine karşıdır. Bu emperyal güçler Kürdleri müşterek olarak ezen devletlere politik, diplomatik, ekonomik, askeri yarım vermektedirler. 1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde Yakındoğu’da, Ortadoğu’da kurulan statükonun Kürdlere hiçbir statü vermediği bilinmektedir. Bu yıllarda Kürdler, Kürdistan bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Fiili olarak devletlerarası sömürge durumu vardır. Aslında Kürdler Kürdistan sömürge bile değildir. Çünkü sömürgenin adı olur, sınırları olur. Örneğin Afrika 1885’te emperyalist ve sömürgeci devletler tarafından paylaşılmış, sömürgeler kurulmuş, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1960’larda, sömürgeler bu sınırlarla bağımsızlıklarını gerçekleştirmişleridir. 1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde Kürdlere hiçbir statü vermeyen bu statükonun II. Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler döneminde de aynen korunduğu çok yakından bilinmektedir. Mele Mustafa Barzani’nin tutumu Bu cehennemi ortamda ulusal kurtuluş mücadelesi nasıl yürütülür? Bu devletlerden birisiyle şu veya bu nedenlerle ilişkiye girmek bir zaruret olarak kendini dayatmaktadır. Bu ilişkinin tek koşulu ise öbür parçalardaki Kürdlere zarara vermemeye, verilecek zararları mümkün olduğu kadar aza indirmeye çalışmaktır. Öte yandan bu tür ilişkiler kızılbaş - sayfa 14 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kurulması her zaman mümkün olmaz. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma bu tür ilişkiler kurulmasına zaten engeldir. Ama ilişki kurulabilecek bir ortam doğuyorsa ondan da faydalanmak gerekir. Aslında böyle bir ilişkinin öbür parçalardaki Kürdlere zarar vermemesi düşünülemez. Bu bakımdan öbür parçalara verilecek zararları mümkün olduğu kadar aza indirmeye çalışmak önemlidir. Bu zararların önüne de ancak Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması konusunda yüksek bir bilincin oluşmasıyla geçilebilir. Mele Mustafa Barzani’nin 1960’ların ortalarında Türkiye ile bir ilişki kurduğu anlaşılıyor. Bu ilişkilerin kurulmasını sağlayan bir ortam oluşmuş. Bu ortamdan yararlanılıyor. Böyle bir ilişkinin kurulması sürecinde devlet, Mele Mustafa Barzani’den ne isteyebilir? Kuzey’deki Kürdlerin, Kuzey Kürdistan’daki Kürdlerin Güney’deki Kürdler gibi örgütlenmelerine arka çıkmamasını, böyle bir sürece destek vermemesini şart koşar. Bunun karşılığında da KDP, peşmergeler, Hakkari, Van, Siirt, Mardin gibi yörelerden lojistik temin edecektir. Hatta devlet o bölgelerden Kürdlerin Güney’e geçip peşmergelere katılmasına göz yumacaktır, bunları görmezlikten gelecektir. Bu ilişkiler ağında şunu izleyebiliyoruz. Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi 1965 yılında illegal olarak kurulmuştur. Güney’deki KDP’nin bu parti ile kanımca sıcak ilişkileri olmamıştır. Kuzey’den Güney’e “size yardım etmeye geldik” diyenlere KDP “bu mücadeleyi siz kendi ülkenizde, kendi gücünüzle yürütün, bizden de yardım beklemeyin” denmiştir. Bu çerçevede gerek Sait Elçi’nin gerek Sait Kırmızıtoprak’ın çabaları KDP yönetimince ve Mele Mustafa Barzani tarafından hoş karşılandığı söylenemez. Çünkü her iki Sait de Kuzey’de bir şeyler yapabilmek, örgütlenebilmek için mücadele etmekte, Güney’de Mele Mustafa Barzani’den yardım beklemektedirler. Bu, Mele M. Barzani’yi Türkiye karşısında zor duruma düşüren bir süreçtir. Mele Mustafs Barzani’nin, KDP’nin her iki Sait’ten de rahatsız olduğu söylenebilir. Bunun ötesinde Doktor Şıvan (Sait Kırmızıtoprak) gerilla mücadelesi düşünmektedir ve bu düşüncesini yaşama geçirme gayreti içindedir. Buysa hem Türkiye’yi hem de Mele Mustafa Barzani’yi çok rahatsız eder. Öyle bir sürecin başlaması Güney için gereken lojistiğin kesilmesi gibi bir durum yaratır ayrıca KDP için yeni bir cephe açılması süreci yaratabilir. 1971 yılında gerçekleşen Saitler olayının, “Saitler Komplosu”nun böyle bir temeli vardır. Bu olayda, bu komploda suçlu aramak doğru bir muhakeme tarzı değildir. Her iki Sait ile ilgili senaryoyu hazırlayan da yürürlüğe koyan da şüphesiz Türk istihbaratıdır. Her iki olguda da tetiği çekenlerin Kürd olması Türk istihbaratının temel rolünü dikkatlerden uzak tutamaz. Şöyle düşünmek kanımca daha doğrudur. Mele Mustafa Barzani, KDP böyle cehennemi bir ortamda Kürdlere çıkış yolu bulabilmek, bir kapı bulabilmek için Türkiye ile ilişki kurma gereğini hissediyor. Politik ortamı bu şekilde değerlendirmek yoluna gitmiş. Bu, emperyalist devletlerin 1920’lerde kurduğu statükoya bir müdahaledir, bu statükoda bir gedik açma çabasıdır. Sait Elçi’nin ve Sait Kırmızıtoprak’ın çabalarını da böyle bir mücadele çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Süreci daha uzun vadeli düşünmekte yarar vardır. Suriye’de Ne oldu? Mart 2011’den beri Suriye’de Beşşar Esed yönetimine karşı başkaldırı hareketleri yaşanmaktadır. Ordudan ayrılan subaylar el Kaide, el Nusra gibi örgütler muhalefeti temsil etmektedirler. Ordudan ayrılanlara ve bazı muhalefet unsurlarına Özgür Suriye Ordusu da denmektedir. Suriye’de başkaldırı hareketleri başlar başlamaz Türkiye muhalefeti örgütlemeye başlamıştır. Bu konuda An-talya’da, İstanbul’da birçok toplantı yapılmıştır. Türkiye, Suriye’deki muha lefetin yapılandırılması sürecinde Kürd lerin de temsil edilmesini hiçbir zaman istememiştir. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, muhalefeti maddi ve manevi olarak destekleyen, silahlandıran bir güç olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin Suriye politikasının esasını Beşşar Esed rejiminin yıkılması ama bu süreçte Kürdlerin hiçbir şey, hiçbir hak elde edememesi oluşturmaktadır. Baas Partisi’ne dayanan düzenin yıkılmasından sonra İslami bir rejimin kurulması da Türkiye’nin Suriye politikasının hedeflerindendir. Kürdlerse bu süre içinde kendi bölgelerinde yani Güneybatı Kürdistan’da kendi işlerini yapmakta, örgütlenme çabalarını sürdürmektedir. Bugün Güneybatı Kürdistan’a daha çok Rojava denilmektedir. Batı Kürdistan denmesi kanımca daha doğrudur. Haziran 2012’de Beşşar Esed Kürd bölgelerinin bir kısmından askerlerini çekmiştir. Bu yerleri Demokratik Birlik Partisi PYD kontrol etmeye başlamıştır. Beşşar Esed’in askerlerini çektiği yerlerin PYD tarafından kontrol edilmesine karşı çıkmak sağlıklı bir tutum değildir. “PYD eli kanlı rejimle işbirliği yapıyor” demek doğru değildir. Kürdistan’ı baskı altında tutan devletlerin hepsinin de eli kanlıdır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi başkanı Mesut Barzani 16 Kasım 2013 günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın daveti üzerine Diyarbakır’a gelirken yaptığı “Rojava’da devrim falan olmamıştır. PYD Beşşar Esed’in askerlerini çektiği bölgede hükümranlık kurmaya çalışmaktadır” sözü sağlıklı bir değerlendirme değildir. 1991’de, bahar aylarında Güney Kürdistan’da da böyle olmadı mı? Saddam Hüseyin’in Güney Kürdistan’dan çekildiği alanlara Kürdler el koymaya başlamadılar mı? Arada şöyle bir fark olduğu söylenebilir. Saddam Hüseyin çekilme zorunluluğunu hissetti. Beşşar Esed yönetimi ise Türkiye’yi de ciddi bir sorunla karşı karşıya bırakmak için böyle bir yola başvurdu. Bu ilişkilerde aranacak tek koşul öbür parçalardaki Kürdlerin çıkarlarına zarar vermemeye çalışmak, muhtemel zararları en aza indirmeye gayret etmektir. Buysa ancak Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması paylaşılması konusunda yüksek bir bilincin oluşmasıyla olur. Kürdlerde ise bu konuda değil yüksek bir bilinç küçük bir bilincin bile oluşmadığı görülmektedir. PKK, BDP, PYD hala, “devlet, federasyon istemiyoruz, sınırlarla sorunumuz yoktur. Biz asla bölücü değiliz” deyip durmaktadırlar. Bu, bölünme, parçalanma ve paylaşılma gibi bir felaketin bilincine varamama demektir. Kendisinin ne durumda olduğunun bilincine varmamak demektir. Çünkü bölünen, parçalanan ve paylaşılan sensin. Bu, aynı zamanda, “emperyalist devletler tarafından kızılbaş - sayfa 15 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 çizilmiş bu sınırlarla sorunumuz yoktur” demektir. “Demokratik özerklik” gibi bir kavram ise içi boş bir kavramdır, Kürdistan’da bir karşılığı yoktur. “Türkiyelileşme” ise, Kürdistani olmaktan uzaklaşmaya, Türkleşmeye hizmet eden bir kavramdır. Türklere, Kürdleri, Kürdistan’ı, Kürd/Kürdistan sorununu anlatmaya değil, Türkleşmeye hizmet eder. Kürdler zatan, kanun zoruyla, devlet terörü eşliğinde gereğinden çok çok Türkiyeleştiler, Türkleştiler… Halbuki, Kürdlerin Kürdistani olmaya özen göstermeleri gerekir. Bugün 10-15 yıl öncesine nazaran Kürdleri, Kürdistan’ı Kürd/Kürdistan sorununu daha iyi biliyoruz. Bu konuyu artık daha çok konuşuyoruz, yazıyoruz. Doğru kavramlara konuşuyoruz, yazıyoruz. Bu ortamın yaratılmasında, bu değişimin yaşanmasında, PKK’nin, gerilla mücadelesinin şüphesiz çok büyük rolü vardır. Bu ortama bakarak, dilerim PKK de kendi zihniyetini değiştirir. Mele Mustafa Barzani döneminde, 1960’ larda, parçacı siyaseti anlamak, kavramak mümkündür. Günümüzde ise hala böyle bir siyasetin yürütülüyor olması yanlıştır, sağlıklı değildir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Güneybatı Kürdistan’da oluşan özerk yönetimi elbette tanımalıdır. Türkiye’ye de Güneybatı Kürdistan’la ilgili politikasını gözden geçirmesini telkin etmelidir. Sait Kırmızıtoprak’ın Çevresine Etkileri 1969 yaz ayları sonlarında Erzurum’da Sait Kırmıztıoprak’ı Mehmet Ali Aslan’ın evinde ben de ziyaret etmiştim. Günlük olaylar üzerinde sohbet etmiştik. O zaman Kürdler Kürdistan konusunda fazla bilgiye, bilince sahip değildim. Etraflı, derinlikli bir konuşmaya, tartışmaya hazır değildim. Bendeki zihinsel dönüşüm 12 Mart rejiminde Diyarbakır Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Tutukevi’ndeki yaşam sürecinde ve askeri mahkemede gerçekleşen duruşmalar sürecinde oldu. Daha sonra da Komal Yayınevi Rızgari Derneği sürecinde, 12 Eylül’de askeri tutukevinde yaşam, askeri mahkemelerdeki yargılamalar ve 1984’te başlayan gerilla mücadelesi sürecinde güçlendi. Sait Kırmıztoprak’ın aydınlık bir yüzü vardı. Gözleri ışık saçıyordu. Sesi hala kulağımdadır. Hareketleri, vücut dili gözlerimdedir. Bu yönleriyle Sait çevredekileri, içine girdiği toplumu, insanları çok kolay etkilerdi. Sait içine girdiği topluma bir değer katardı. Gruptan ayrıldığı zaman grup bir eksiklik hissederdi. Sait Kırmızıtoprak için zeki, becerikli, yaratıcı, atak, cesur gibi nitelikler her zaman anlatılır. Bunlar arasında bazen “aceleci” gibi bir sıfat da eklenir. “Aceleci” sıfatının yerinde kullanılmadığını düşünüyorum. Zira Kürdlerdeki ulusal kurtuluş mücadelesi çok gecikmiş bir mücadeledir. Bunun nedeni Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasıyla ilgilidir. 1920’lerde dönemin iki emperyal devleti ve Ortadoğu’nun iki köklü devleti birbirleriyle organize bir şekilde Kürdlerin, Kürdistan’ın üzerine çullanmışlardır. Bu baskı, bu zulüm Kürdlerdeki ulusal kurtuluş mücadelesini çok geciktirmiştir. I. Dünya Savaşı sonunda, 1920’lerde çözülecek sorunu bir asır geriye itmiştir. Kürdlerin zaafları da bu süreçte elbette etkilidir. Zore (Zöhre) Ananın Çileli yaşamı (2) Zore Ana 1971’de oğlunun kaybolmasıyla başlayan günlerde ondan hiçbir haber alamaz. Konuşmaya çalıştığı kişiler de ona sağlıklı bilgi veremezler. Hasan Tanrıverdi o günlerde ve sonrasında Sait’in dava arkadaşlarından hiçbirinin anasını, Zore Ana’yı aramadığını vurgular. Hasan Tanrıverdi yukarıda belirtilen yazısında “Doktor Hasan Celalettin Ezman’dan başka hiç kimse Zore Ana’yı aramadı” der, sitem eder. (s. 25). Zore Ana o günlerde 58 yaşındadır. Zore Ana 1984’te İstanbul’da Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde büyük acılarla, ızdıraplarla hayata gözlerini yumar. 71 yaşındadır. Zore Ana’yı yazarken, Dursun Ali Küçük ve Selim Ferat’ın anaları hakkında yazdığı yazılar aklıma geldi. Her iki arkadaş da analarının yaşamlarının son anlarında, analarının yanında olamamış. Her iki ana da, evlatlarının Kürdistan mücadelesine katılmalarından dolayı, onlara hiçbir olumsuz söz söylememiş, her zaman evlatlarının yanında yer almış, onlara destek vermiş. Bu direnç umudu yeşertiyor. Şüphesi Kürdistan’da, Dursun Ali Küçük’ün, Selim Ferat’ın anaları gibi, onbinlerce ana var. Brusk, Çeko, Soro… Doktor Şivan (Sait Kırmıztoprak) hakkında yetersiz de olsa bilgi sahibiyiz. Sait Elçi hakkında da bilgilerimiz var. Soro (Nazmi Balkaş) hakkında da bazı bilgilerimiz var. Çeko (Hikmet Buluttekin), Brusk (Hasan Yıkmış) hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Doktor Şivan’ın bu yazının başında belirttiğimiz kitabının sonunda (s.284-286) Brusk’un nüfus kaydıyla ilgili birkaç fotokopi var. Aslında o dönem çok geniş olgusal bir zenginlik içinde araştırılmalıdır, aydınlığa kavuşturulmalıdır. Kürd tarihinin bu trajik dönemi aydınlığa çıkarılmalıdır. Bu trajik dönem üzerindeki perdeler kaldırılmalıdır. Mele Mustafa Barzani’yi, Sait Elçi’yi, Sait Kırmızıtoprak’ı sevgiyle anıyorum. Hasan Yıkmış’ı, Hikmet Buluttekin’i, Nazmi Balkaş’ı, Muhammedê Begê’yi sevgiyle anıyorum. Doktor Şivan’ın arkadaşları, bizim de dostlarımız, Abdülkerim Ceyhan’ı, Mah mut Okutucu’yu, Muhterem Biçimli’yi sevgiyle anıyorum. “Saitler Komplosu”nda pek çok kişinin adı geçmektedir. Bu konuyla ilgili pek çok kişi konuşmaktadır, görüşünü açıklamaktadır. Necmettin Büyükkaya’yı ve Feqî Hüseyin Musa Sağnıç Ağabeyi sevgiyle anıyorum. Kürd halkının bu fedakar ve vefakar evlatları her zaman yaşatılmalıdır. Gelecek Kürd kuşakları bu trajik dönemin de bilincinde olmalıdır. Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın belgeselini ve arşiv sitesinden izlemek kopyalamak mümkündür http://www.drsivan.info/tr kızılbaş - sayfa 16 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 hatip dicle’nin çöp sepeti Hejarê Şamil “Demokratik cumhuriyet, barış teraneleri, kürd-türk kardeşliği tezleri, bağımsız devlet istemiyoruz, Güney’de bağımsızlık ilan edilirse karşı çıkarız, tek yol demokrasidir vs. vb.” Bu ifadelerin hepsini bir tırnak işareti içerisine aldık; torba değimlerdir. Torba yasa olur da, torba deyimler olmaz mı? Asıl olanın ‘torba içinde’ yutturulduğu biliniyor. Cumhuriyet gazetesinden Utku Çakırözer, BDP milletvekili Hatip Dicle ile Diyarbakır D Tipi Cezaevi'nde görüşmüş ve bir söyleşi yapmıştır. Söyleşide Hatip Dicle’nin şu sözlerine yer verilmiştir: “Öcalan ve Kürtlerin Türkiye'nin birliğini bütünlüğünü zorlayacak talepleri yok. Bağımsız devlet fikrini çoktan çöp sepetine attık çünkü 2.5 milyon Kürt İstanbul'da. Demokratik özerkliği de sadece kendimiz için değil, İstanbul'daki Kürt, Malatya'daki Türk için istiyoruz”. Şimdiye kadar Hatip Dicle ve avukatları tarafından bir tekzip gelmediği için söyledikleri gerçek kabul edilmelidir. HATİP DİCLE: “BAĞIMSIZ DEVLET FİKRİNİ ÇOKTAN ÇÖP SEPETİNE ATTIK” Bu sözleri sabah akşam özgürlüğüne kavuşması için dua ettiğimiz Hatip Dicle söylüyor. PKK ve BDP’nin birçok (hepsi değil!) öncüllerinin BAĞIMSIZ DEVLET FİKRİNDEN uzaklaştıkları biliniyor. Bunu Öcalan ve diğer birçok yönetici on yıldan fazladır durmadan tekrarlıyorlar. Tamam, Bağımsızlık fikrinden vazgeçildi. İlkesizliktir ama siyasette olur böyle şeyler; kişi halidir, siyaset halidir. Ertelendi, rafa kaldırıldı, şartlar müsait değil deyin, tümden vazgeçildiyse vazgeçildi deyin, uygun görmedik deyin. Peki, “Çöp sepetine atmak” da ne demek? Çöp sepetinden daha uygun bir yer bulunamadı mı? Bağımsızlık fikri deyince aklınıza ilk gelen çöp sepeti olmuş! Bu kadar saygısızlık olur mu? İlla da çöp sepeti diyorsanız, Kürdistan’ın Bağımsızlığı uğruna canını veren on binlerin ruhu da o çöp sepetinde…Bağımsızlık için gazi olan, işkence gören, evi yurdu kaf û kun olan yüz binlerin ahi da o çöp sepetinde. Yani bu kadar mı?.. Yazmak, yürek boşaltmaktır, düşünüp söylememek, yazmamak işkencedir. İşkenceyi tercih ettik… Hatip Dicle’nin Kurdistan halkına bir özür borcu var. Aldırmazlık etmesin… hejare_ shamil@hotmail.com Teklifi kabul etti! PKK ile anlaşma tamam.. İmralı - Ankara - Erbil ve Avrupa hattında, önemli bir mektup trafiği yaşanıyor. İmralı'da terör suçundan hükümlü Abdullah Öcalan'ın mektubu, MİT'in bilgisi ve Adalet Bakanlığı'nın kanalıyla Diyarbakır Bağımsız milletvekili Leyla Zana'ya iletildi. Erbil'e gitmeyi planlayan Zana, Barzani'ye seyahatte olduğu için mektubu, Avru-pa'da iletecek. Mektup üzerine Kandil de, yeni tavır belirledi. Suriye’nin Kürt bölgesi Rojava’da yönetimi paylaşamayan PKK ve KDP arasında yaşanan gerginlik anlaşma ile sonuçlandı. Diyarbakır Bağımsız Milletvekili Leyla Zana’nın arabulucu rolü üstlendiği görüşmelerde Abdullah Öcalan, Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesut Barzani’nin talebine mektupla yanıt verdi. Öcalan’ın mektubunda talebi kabul etmesi üzerine, KDP ve PKK prensipte anlaşmaya vardı. Adalet Bakanlığı kanalıyla mektubu alan Zana’nın yakın zamanda Avrupa’ya gidip mektubu burada Barzani’ye vereceği bildirildi. Erbil merkezli Basnews gazetesi, geçtiğimiz Cumartesi günü HDP Eş başkanı Sırrı Süreyya Önder ile birlikte İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşen ların hızlandırılacağı kaydedildi. “Uzlaşmaya varıldığı doğru” Zana’nın kısa süre içinde Erbil’e gideceği, oradan Kandil’e geçip mektubun içeriğini KCK yönetimine ileteceğini bildirdi. Kandil görüşmesi sonrası Zana’nın mektubu halen Avrupa gezisine devam eden Barzani’ye iletmek için önümüzdeki günlerde Avrupa’ya gideceği ileri sürüldü. Öcalan’ın mektubu Öcalan’ın mektubunun içeriğinde Erbil’ de toplanması beklenen Kürt Ulusal Kongresi ve Rojava’nın geleceği konusunda iki tarafın uzlaşmaya vardığına ilişkin bilgiler olduğu iddia edildi. Tarafların iki konu üzerinde tam bir mutabakat sağladığı ve Kürt Ulusal Kongresi’nin yapılması için de çalışma- Konuya Basnews’e değerlendiren KCK Dış İlişkiler Sorumlusu Demhat Egid, anlaşmayı doğruladı. Egid, “Kürd Ulusal Kongresi ve Rojava konusunda PKK ile PDK arasında uzlaşıya varıldığı doğru. İki tarafın da anlaşmaya bağlı kalarak ne gerekiyorsa yapmalarını ümit ediyoruz. Ayrıca en önemli konulardan biri olan Kürt Ulusal Kongresi’nin önündeki engellerin kaldırılmasını umuyoruz” dedi. “Kürt yönetimi Özerk yönetimi tanımalı” Rojava’daki fiili yönetimin desteklenmesi konusunda da görüş birliğine varıldığını aktaran Egid, şöyle devam etti: “Kürdistan Bölgesi tarafından Rojava yönetiminin resmen tanınması gerekiyor. İki tarafın da bu anlaşmaya bağlı kalması durumunda PKK ile PDK arasındaki ittifak güçlenecektir. Rojava ve Ulusal Kongre, Güney ve Kuzey Kürdistan’ın iki tarafını birbirine yakınlaştıracak ulusal meselelerdir.” (Milliyet) kızılbaş - sayfa 17 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bağımsızlık dışı parçacı Kürdistan siyaseti Ahmet Önal BAĞIMSIZLIK DIŞI PARÇACI KÜRDİSTAN SİYASETİ İLE SÖMÜRGECİLERİN DAYANDIĞI AÇMAZ VE ÇIKMAZLAR! Son sözü ilk söyleyerek, kelama başlayayım. AKP+Cemaat+CHP+MHP+ Ergenekon vs. aynı devlettir. Tamamının ortak emeli halk ve Kürd düşmanlığıdır! Türk resmi ideolojisini esas alan ve onu tatbik eden bu kurumlar, TC devleti’nin bekası için mücadele ederken, kendi gurupsal projeleri üzerinden de it dalaşı içerisindedirler. Bu durum ve çatışma Kürdleri yanıltıyorsa, Kürdlerin siyasetteki hamlığındandır. AKP, Kemalist resmi ideolojinin sert söylemini, AB projesine evrilir görüntüsü vererek siyasal liberalizm söylemini dillendirir göründü. Bu tutumuyla, devletteki katı İttihatçı geleneği sürdürmek isteyen kesimlerin sert eleştiri ve tepkilerine mahzar oldu. Pek çok liberal, aydın hatta devrimci de “AKP değişimcidir”, inancını yaydı. Bunu belli oranda kitlelere kadar indirgedi. Aynı dönemde, başta Köycü kültüründe “Kurtarıcı” olarak algılanan lider kültünün ağırlığı ve PKK lideri Abdullah Öcalan’ın esir olması nedeniyle, aslında yapılan, devletin “esnemezse kırılır” mantığı çerçevesini aşmayan ve durumu kotarmayı esas alan, sistemin yeni koşullarda sürdürülebilirliğini sağlamak üzere yapılan kısmı esnetmekten ibaret idi. Tüm “Reform” ve “Demokratikleşme Paketleri”nin amacı, gelişen ulusal kurtuluş mücadelesini kontrolde tutmak, güçten düşürmek, yıllarca-uzun-sert ve ağır soykırım koşullarında sürdürülen, Kürd Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın doğal olarak kitlelerde yarattığı ekonomik zorluklar, göç ve doğal yorgunluğu vs. kullanarak kitlelerde “çözüm umudu” yaratmayı hedefledi. Tüm bu yapılanlar Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi karşısında, sistemin kırılmasını önlemeyi amaç edinmek idi. Bu nedenle; “Kürd Sorunu vardır. Çözülmelidir!” dedi. Ancak çözümsüzlüğü ve yeni savaş tarzını da geliştirip dayatmayı ihmal etmedi. “Alevi Yurttaşlarımızın ciddi sorunları vardır. Yıllardır dıştalandı. Hatta Dersim’de katliama tabii tutuldu. İşte 13.800’ü aşkın insanın öldürüldüğüne dair, dönemin İçişleri bakanlığının raporu. Bu bir soykırımdır. Gerektiğinde özür dileriz! Ama CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Dersimli, olmasına rağmen bunu kabul etmiyor. Kürd olduğunu, Dersimli olduğunu da kabul etmiyor! Bu nasıl iş?” dedi. Kemal Kılıçdaroğlu da, “Bu gidişle Recep Tayip Erdoğan, Ermeni Soykırımını da kabul eder!”, diyerek Recep Tayyip Erdoğan’ı “resmi ideolojide sebat etmeye” çağırdı ve uyardı. Recep Tayyip Erdoğan ise “Kimse bana Türk milletinin soykırım yaptığını söyletemez!” diye cevap vererek, resmi ideolojide sebat ettiğini, bu hususta güvenilir ol- duğunu beyan etti. Bu da gösterdi ki, Recep Tayyip Erdoğan’ın liberalizmi, resmi ideolojinin sınırlarına kadardır. Görüldü ki; özel olarak Dersimli Rêya Heq Kürtlerinin uğradığı ve şimdilik kabul edilen gerçek rakamın 13.800 değil, 60.000 Dersimli Rêya Heq Kürd’ünün soykırım projelerinin gereği olarak kırıma uğratıldığını kabul etme yerine, “Alevi Dedelerine maaş verme, Alevi Dedelerini Umreye götürme!” gibi, Alevileri Müslümanlaştırma faaliyetleri çerçevesinde, resmi ideolojinin icaplarını yerine getirme ve sistemin politikalarını tatbik etme politikasını izlemektedirler. Tüm bunlar gösterdi ki, Recep Tayyip Erdoğan; sorunların tartışılmasını istemeye istemeye geride izledi, sorunların olduğunu kabul eder gibi oldu, hatta ‘Çözeceğini’ne dair ‘umut’ da verdi ve yaydı. Ancak sorunların içini boşaltarak zamana bıraktı ve gündemden düşürmeyi planladığını ortaya koydu. “Türkiye’de konut sorununu çözeceğim” dedi. “Kentsel Dönüşüm” adı altında, yeni bir zengin rantçı sınıf ortaya çıkarmaya çalıştı. Bu minvalde ekonomik güçlenmeyi ve tabanını kalıcılaştırarak güçlenmeyi hedefledi. Recep Tayyip Erdoğan; aslında, devletin, resmi ideolojisini çürütmeye başlayan söylem ve icraatlarına neşter atmaktan başka bir şey yapmıyordu. Devletin teşhir olan yüzünü kabul ederek, eleştirir görünüp kendisinin “değişimci” olduğunun umudunu yaymaya çalıştı. Aslında 20. yüzyılda, resmi ideoloji 250.000 insana soykırım siyaseti sonucu kırımdan geçirilerek kurumsal kılınmıştı. Kürt ulusal ve diğer mücadeleleri ile teknolojinin gelişmesi, dünya dengelerinin yerinden sarsılması ve şekillendiği 21. yüzyılda, eskiyi olduğu gibi devam ettirmenin mümkün olmamasına rağmen, Recep Tayyip Erdoğan, 20. Yüzyıl siyasetini var gücü ile sürdürmenin ustalıklarını sergilemeye çalıştı! Ancak içine düştüğü güç ve kapitalizmin genel kâr hırsı, kriz ve gurupsal çatışmalar, Yakın Doğu’da Kürdistan’ı parçalayan sömürgeci ve soykırımcı güçlerin, geçmişte olduğu gibi ittifaklarının bozulmuş ve Kürdistan Sorununda “Türkiye Model”ini sürdüremez olmaları, Türkiye’nin res- kızılbaş - sayfa 18 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 mi ideolojide sebat etmesini zorlaştırmaktadır. Ama bütün bunlara rağmen, Recep Tayyip Erdoğan, resmi ideolojinin tatbikçisi olmasına rağmen, aydınlanmanın uzağında duran, köycülüğe dayanan politikalarla eleştirir görünerek, “değişimci” olduğunun ve “resmi ideolojinin muhalifi” görünerek, kendisi yeniden reorganize ettiği, aslında 1910’lardan beri kurumsallaştırılarak bugüne kadar sürdürülen ve esasta değişmeyen resmi devlet ideolojisini makyajlamış bir yüzle, piyasaya sürdü ve “esnettiği”nin inancını yaymaya çalıştı. Ancak 11 yıllık AKP hükümeti, resmi ideolojinin ötesine tek bir adım atmadı. “Tek bayrak, Tek millet, tek devlet ve tek remi dil” diyerek esnemediğini de tescil etti. Yüz eski yüz idi, daha da kurnaz ve sert idi. Son dönemde Cemaatle olan çekişmesi, kendisinin Ergenekoncu darbecilerle ittifakını aktüel kıldı. Bu bile Recep Tayyip Erdoğan’ın neme ne bir “demokrat” olduğunu ortaya koymaktadır. Recep Tayyip Erdoğan da, “Yeni bir İstiklal savaşına!” dedi, böylece her başı sıkışan iktidarın başvurduğu ve özünde faşizan ibreyi gösteren slogana, başvurmuş bulunmaktadır. Akıbetlerinin, Kürt ulusunun ve diğer halklarının yararına olacak şekilde çözülmesini temenni ediyoruz! Yine Recep Tayyip Erdoğan’ın sıkça kullandığı ve dillendirdiği “Çözüm süreci” tamamen Kürt hareketini silahsızlandırıp, statükosuz bu süreci kapatmayı amaçladığını, bırakalım akli selimleri, Bakırköy ya da Elazığ Ruh ve Sinir Hastanesi’ndeki hastalar bile çözmüştür. Çünkü bu tarz, bu politika ve bu konumlanma ile çözeceği siyasal hiçbir şeyi yok idi. “Çözüm süreci” söylemi havada uçuşuyordu, ancak kendisi yok idi. Zira BDP bile; bu yalancı süreci sürdüremez olduğunun inancıyla, Selahattin Demirtaş’ın “Erdoğansız da müzakere görüşmeleri devam edebilir!” söylemiyle umudunu boşluğa salıyordu. AKP; kendisinin her şeye muktedir olduğunun imajını yaratırken, başta sol ve Kürd sorununu, “Türkiye’de demokrasi mücadelesi” derekesine indirgeyen, Kürd siyasi kesimini de adeta parmağına dolamış, sistemin içine çekmeyi becererek girdi. Recep Tayyip Erdoğan’ın sunduğu “demokratikleşme paketi” Abdullah Öcalan’ın Newroz 2013 mektubunun bir izdüşümüdür. Newroz 2013 mektubunun, manifesto olarak sunulması da ayrıca hizan dışındadır. Zira orada istenenler ile verilmemiş alınanlar birbirine benziyor. İkisi de Kürd Özgürlük mücadelesinden ziyade devletin resmi ideolojisine uygun ve tamirine çalışan “paketler” olarak ortaya çıktı. Bunları “reform”, “devrim” ve “çözüm paketleri” ya da “manifesto” olarak sunulması abes oldu. AKP ve Recep Tayyip Erdoğan, hep kendi başına iktidar olduğunu haykırdı. Ancak olmadığını, koalisyon olduğunu resmi ideolojiye uygun hareket ettiğini ortaya koydu. Ergenekoncu, modernist İttihatçı askerlere karşı operasyon çekip, “darbecileri temizliyoruz” diyerek Gülen Cemaati’nin önünü açarak; yargı, polis ve bürokrasi’de etkin kılınmasını sağladı. Ekonomik olarak birlikte büyüdüler. Büyüyen pastayı paylaşamaz olunca, birbirlerine döndüler ve düştüler. Recep Tayyip Erdoğan, verdiği tavizler karşısında durdurulamayan Gülen Cemaati’ne serzenişte bulunarak; “Ne istedin de vermedik” deyip adeta ‘Yüzüne gözüne dursun. Artık bir yerde dur!’ demeye getiriyor ve vefaya çağırıyordu. Ancak artık cin şişeden çıkmış, kılıçlar çekilmiş, kadrolar bir bir harcanmaya başlanmış ve çelişki dinmiyor, derinleşiyordu. Ancak, Gülen Cemaati’nin, başta İslam Ülkeleri olmak üzere dışarıya yayılma siyasetine oturtulan AKP siyaseti, Tunus’tan başlayıp Kürdistan’a gelene kadar “fena gitmiyor”un da ötesinde “iyi gidiyor”du. “Arap Bahar’ı” dedikleri, ancak esasında kapitalizm karşısında engel teşkil eden emirliklerin yeniden dizayn edilmek istenen ve geçmiş İslami Krallıkların artık halka, toplumsal gelişmeye ve de kapitalist dünyaya da bir “hayır”larının olmadığı anlaşılmış ve ‘tasfiye edilmelerinin zamanı geldi” dedirten Tunus’taki “Gül Eylemi” ile gelip Kürdistan’a dayanırken, AKP-Gülen Cemaati koalisyonu bundan yararlanmaya çalıştı. Recep Tayyip Erdoğan, işi kendisini “İslam toplumunda model” olarak sunmaya kadar vardırdı. Fakat Kürd Baharı’nın 1991’den beri devam ettiğini hesaplamamıştı. Bu hesabı, iktidarını tarihe gömmek istedikleri Başar Esed hesaba kattı ve Türkiye’nin İslam ülkelerine etkin olma siyasetinin önüne bir bariyer olarak Rojava Kürdistan’ından çekilerek, sahayı PYD’ ye vererek, Kürdistan’ı Türkiye ile arasına attı. Kürdistan ise kendine ve ülkesine sahip çıkmaya, bazı politik açmazların ayak bağı olmasına rağmen, esasta hazırdı. Türkiye, önüne atılan bu Kürdistan bariyerini aşamadı, İŞİD, El-Kaide, El-Nusra gibi dünyada terörist olarak tescil olunan grupları, Kürdlere saldırtmak üzere destekleyerek bunu aşmaya çalıştı. Ancak bu dünyada Türkiye’yi daha da zora soktu. BAAS iktidarını yıkma projesi, Rusya ve İran ile çelişkilerini derinleştirdi. İŞİD, El-Kaide, El-Nusra gibi örgütleri destekleyerek ABD ve Batı ile ilişkileri yara aldı. Bu daralma Gülen Cemaati ile AKP ilişkilerini bozmaya ve çürütmeye yüz tutu. İçerideki ittifak politikalarını bozdu. AKP, Gülen Cemaat-i’nin yargı ve bürokrasideki nüfuzunu azaltmayı, engellemeye koyuldu. AKP, daralan bu ilişkileri Kürd siyasal yapıları üzerinden gidermeye, sağlamaya çalıştı. Kürd siyaset gücü de esas olarak iki odakta bulunuyordu. Biri elinde esir olan Kürd lider Abdullah Öcalan idi. Biri de Güney Kürdistan yönetimi idi. Güney Kürdistan Yönetimi’nin merkezi Irak yönetimi ile girdiği ekonomik çıkmaz aşılamıyordu. Irak ile tıkanan Kerkük-Xaneqin-Mendelli-Şêxan için 140. Madde çerçevesinde referandum Sorunu, Ekonomik anlaşmalara da uymayan Irak Şii iktidarı ile Güney Kürdistan arasındaki ilişkileri germiş ve savaş mealine sokmuştu. İran bu durum karşısında harekete geçmiş, bir tarafta Kürd gençlerini toplu halde vinçlerde idam ederken, diğer yandan Kürdistan Eyaleti’ndeki bazı reformları gündeme getiriyor, Kürdistan’a Kürd kimlikli valileri ve bürokratları atayarak Kürdlerle olan çelişkilerini esnetme politikasını gösterme ihtiyacını hissediyordu. Tüm bu gelişmeler olurken Kürdlerin yıllardır dinamik olan ulusal birlik özlemi yerli yerinde duruyordu. Bu, Kürd Ulusal Birlik özlemlerinin de Kürdistan Ulusal Kongresi tarzında ve giderek Kürdistan Ulusal ve ülkesel birliğini programlayan, Kürdistan kızılbaş - sayfa 19 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 sathında kararlarını hayata geçiren; Kürdistan-i bir Ulusal Meclisin oluşmasından geçeceği düşüncesi idi. MİT, AKP ve Cemaat bu durumu değerlendirmeye aldı. Öncelikle KCK operasyonları ile BDP, KCK ve PKK bağımsız hareket etmeyecek, edemeyecek konumda zayıf kılınmalı, rehine konumuna sokulacak on binlerce esir, ayrıca pazarlık için de bir araç olarak tutulmalı ve “esas aktör” dedikleri “Abdullah Öcalan’ın dediklerine bağlı kalınmalı idi. Hiç kimsenin ‘rejon kesme’ye mecali olmamalı! Bunun için daha evvel başkaları tarafından kullanılmaya çalışılan ve önemli bir aktör olan Abdullah Öcalan’ı biz iktidar olarak neden siyasi bir araç olarak kullanmayalım ki?” gibi projeler zaten masada bekliyordu. Kürd siyasi tutsaklarının, Eylül-Kasım 2012 açlık grevi, Oslo görüşmeleri ve deşifre edilmesi, son olarak Paris Suikastı “Öcalan’ın esas aktör” olduğunun perçinlenmesi için yapılan girişimler idi. Haziran-Temmuz 2013 tarihinde, Kürd siyasal hareketinin PKK gerillalarının silahsızlandırılması,Kürdistan’da ki parçalanmışlığı, bölünmüşlüğü ve paylaşılmışlığı gideren değil, işgalciliği gideren değil, Kürd siyasal hareketinin strateji ve hedeflerini statükosuzluğa doğru “esneten” bir politika ile AKP-Cemaat koalisyon hükümetinin geliştirip, dayattığı politika aktif kılındı. Öcalan’ın çağrısı ile “ Diyarbakır, Avrupa ve Güney Kürdistan’ olmak üzere üç konferans yapılmalı!” dendi. Diyarbakır, Avrupa Konferansları yapıldı. Ardından Mesud Barzani’nin çağrısı ile Güney Kürdistan’da “Abdullah Öcalan, Celal Talabani ve kendi adına” Kürdistan Ulusal Kongresi’nin yapılması planlandı. Hazırlık toplantısı gerçekleşti. Kongre hazırlık toplantıları yapıldı. Ancak kararlaştırılan tarihlerde KDP ve PKK arasında etkinlik kurmak için adeta bilek güreşi yaşandı ve kongre yapılamaz oldu. PKK Kürdistan’daki geniş örgütlülüğünü, KDP Güney Kürdistan’da edindiği gücü korumak ve yakaladıkları dengeyi lehlerine çevirmenin hesabına düştü. Türkiye ise bir an evvel planladığı Kürd ulusal kongresinin istediği doğrultuda silah bırakılmasını ve Kürdistan’ın parçalanmışlığını meşru gören açıklamaları “kongre iradesi” olarak sunmasını, gerek Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, gerek Kemal Kılıçdaroğlu’nun ağzından; “Umarım, Kürd ulusal kongresi bir an evvel planlandığı şekilde gerçekleşir” derken, PKK ve KDP’den “Kürd ulusal kongresi bölge devletlerine karşı olmayacak ve silah ile sorunların çözülemeyeceği anlaşılmış bir dönemdeyiz!” demeçleri ile “Sen merak etme, olacak” mesajlarını veriri gibi duruyorlardı. Ancak bu gidişat Kürd hareketini tatmin etmeyeceği gibi, kontrolden çıkmasına da yol açabilecekti. Böyle olacağına, Kongrenin olmaması yeğlenir oluyordu. Zira Kürdistani Rojava’da, Abdullah Öcalan’ın çağrısı olan “PYD, ÖSO’su ile aynı cepheye” çağrısına uymayı reddetmiş oldu. MİT (AKP) ve Öcalan’ın anlaşıp çizdiği eksene, PKK, PYD ve Kurdistani Rojava kadro ve halkına ve genel olarak PKK kitlesine kabul ettirmek zorlaşıyordu. Daha da fazla dayatıcı davranmak, “Esas Aktör Öcalan”nı devre dışı bırakacak ve devletin Kürdler üzerinde etkin kılınan siyaseti, Kürtleri “çözme” taktikleri bir anda devre dışı bırakılma durumunda kalabilir, düşüncesi ile daha ayarlı davranma hassasiyetine girdiler. Görüldüğü üzere dış etkenler arasındaki çatışmalar, bazen iç etkenleri yetkin kılabiliyor. Ancak iç güçler, kapılarına dayanan koşulları içselleştirip etkin olmayı beceremiyor, hatta reddediyor konumunda da kalabiliyorlar. Sistemin geçmişten gelen ve süren parçalayıcı etkisinden kendisini kurtararak üstünlük kazanmanın koşulları ve gücü olmasına, diş etkenler de buna müsait olmasına rağmen statükosunu, kendi geleceğini belirleme stratejisini hayata geçiremiyor, dayatamıyor. Çünkü güç sahibi olan Kürt siyaset sınıfı, sistemin siyasetinde sonuç alıcı olmayan seçim angajmanlarına olduğundan fazla ağırlık vererek, mini bir demokrasi ağına takılmış, kendi statükosuna yönelmek üzere sistem dışı kurumlaşmalarını esas alarak, özgürlüğünü engelleyen palangalarını söküp yürümeyi beceremiyor. Güney Kürdistan’daki siyaset sınıfı da, sadece parçada etkin ve rahat olmanın yolunu, çevre devletlerle karşılıklı ekonomik çıkarlara paralel bir siyasete ve dengelere oturtmuş bulunmaktadır. 2005 iç referandum seçiminde, Güney Kürdistan’daki Kürtlerin % 92’sinin bağımsızlık tercihlerine rağmen bu iradeye uygun davranmayı akıllarına bile getirmemektedirler. Aslında Güney Kürdistan, BM’de Kosova’nın Bağımsızlığı’nın tanınmasını uluslar arası hukukta emsal göstererek, içten de 2005 referandumuna dayanarak bağımsızlık özleminin hukuksal dayanaklarına kavuşmuştur. Eksik olan bu girişimden yetersiz kalmaları, bu haklarını almak için seferber olmamalarıdır. Güney Kürdistan’ı takiben Rojava Kurdistanı ve diğerleri birbirlerinin hukuksal dayanaklarına binaen, 20. Yüzyılda oluşan uluslararası antiKürt nizam-ı aşabileceklerini hesaplayabilmeleri ve becerebilmeleridir. Ancak görülen o ki; Güney Kürdistan siyaset sınıfı, gurupsal – partisel ve parçasal çıkarlarını demokrasi ve hukuksal nazikliği içinde aşabilmekte zorlanmaktadır. Diğer parçalar siyasi olgunluk, statüko düzeyi, mali ve psikolojik üstünlük bakımından Güney Kürdistan’dan geridedir. Ayrıca eskiden Kuzey Kürdistan siyaseti Güney Kürdistan’ın stratejik çitasını yukarıda tutması, daha dirayetli durması için etkide bulunuyordu. Bugün ise Kuzey, Güney ve Rojava Kürdistan parçalarının stratejik hedeflerinin Güney Kürdistan’ın gerisinde seyreder olması olumsuz bir durumdur. Ayrıca, Güney Kürdistanlıların TC ile girdikleri ekonomik ve siyasi ilişkiler, Kuzey ve diğer parçalardaki Kürt siyasal hareketlerinin en geride kalan “demokrasi” taleplerinin ötesinde hangi bir istemi kendilerine sunmamaktadır. Zira Güney Kürdistan hareketi geçmişten beri kendi parçalarının çıkarını her ilişkinin üstünde tutar olmuşlardır. Bugün de zorlamadıkları görülmektedir. Sömürgeci-soykırımcı devlet ve gruplarda kriz, açmaz, çıkmaz ve dalaşmalar var. Bağımsızlıkçı olmayan Kürt siyaset sınıfının, ayağına doladığı palangalar ve kendini bunlardan kurtaramama beceriksizliği var… Bir açılabilse, özgürlüğüne nasıl da hızlı akacak!!! 02.04.2014 kızılbaş - sayfa 20 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İktidar kavgasında birini desteklemek sömürgeciliği onaylamaktır Dursun Ali Küçük CHP-AP kavgasında hiç kimseyi desteklememedik. Hükümet için kavga ediyorlardı. Kürdistan politikası aynıydı. CHP-ANAP, MHP, DYP,CHP içi kavgalarda saf tutulmadı. AKP ortaya çıktığında sözleri başkaydı. Hiç birini uygulamadı. Lafta söyleyip değişik kesimlerin desteğini aldı ama hiç birini yapamadı. AKP-Gülen iktidar ortaklığı kurdular. Can ciğerdiler, şimdi mutlak iktidar için çekişiyorlar. İkisinin Kürdistan politikası benzerdir. İkisinden birini tercih etmek ve Kürdistan açısından “demokratik” göstermek, “süreç yanlısı” olduklarını ilan etmek fevkalede yanlıştır. görür. Geçmişte derin devlet deniyordu. BU parlamentoda görülecek işleri ve verilecek kararları MGK ve derin devlet güçlerinin verip uygulamasının adıydı. Devlet bazı işleri doğrudan kendi adına yapmıyordu, sözde gizli yapıyordu. Bazı kuruluşlarını bu temelde kullanıyordu. gibi davranmaya devam edecektir. Bu durumu açıklığa kavuşturmak için bu kavram kullanılıyordu.TC devletini çeteleşmiş biçimidir. Bu günde aynı çeteleşmiş biçimi var. Bunu sadece Gülen Cemaati ile açıklamak devletin yaptıklarını görmemezlikten gelme olur. Buraya yazdım: Kürdistan için devlet istemeyenler PKK’ nin ilk en temel çıkış gerekçesine bir kez daha baksınlar. Evet, Kürdistan için devlet istenmiyor, ama TC devletinin “demokratik çatı” olduğu, devletin demokratikleştirilmesi de bu hafta yeniden ilan edildi. TC devletini “demokratikleştirmek” Kürtlere ve ezilen yığınlara ve emekçilere mi düştü? “Çatı partisi”nden sonra bu sefer Türkler-Kürtler ve öteki halklar için TC; “demokratik çatı” oluyor. İşgalci devleti ve orduyu vb kurumları aklayıp başımıza dönüştürerek “çatı” yapacağız. Demekki devletsizlik isteme de samimiyet yok. İstenmeyen Kürdistan bağımsızlığıdır. TC devleti bal gibi isteniyor. Gülen ve AKP çatışması devlet içi ilişkileri deşifre ediyor. Kitlenin uyanışı ve gerçekleri görmesi için muaazam bir fırsattır. Kitlelerin gözleri bu çatışma ile gerçekleri daha çıplak görmeye başlıyor. Mücadele ve direniş açısından değerlendirilebilir. İktidar kavgasında ise taraf tutmak, birilerinin mutlak iktidar olmasını desteklemek; devleti devletle yıkamak demektir. İyi polis kötü polis gibisinden bir rol tercihi yapmaktır. **** İktidar çatışmalarından yaralanmak ve ilişkilerini sonuna kadar deşifre etmek oldukça yaralı bir iş olur. Devleti aklayanlar ne devrimcidir ne de Kürdistanidir Kürdistanlıların, ötekilerin, Alevilerin, Ezidilerin, ezilen yığınların devleti devletle yıkama görevi yoktur. Bunu yapmak TC devletini desteklemektir. “Karanlık devlet”, “paralel devlet”, “aydınlık devlet”, “demokratik devlet”, “demokratik çatı” devleti vb kavramları kullanmak TC devletini aklama işlevini **** AKP ve Gülen cemaati için Kürtler ve Kürdistan çantada keklik olmamalıdır. Onarı sonuna kadar zorlamalı ve mücadele etmeliyiz. Birilerini birilerine karşı güçlendirdiğin zaman yine hançeri yiyen Kürtler olur. Bedevadan verilen destek ile AKP “süreç” ve sözü edilen “çözüm” için hiç bir ciddi adım atmayacaktır. Eskiden olduğu Kismi bazı farklar dışında AKP ve Cemaatin politkası aynıdır. Erdoğan ve Gülen’in “görüşüyoruz” tavrı aynıdır. Gülen son konuşmasında Öcalan ve dağdakilerle “müzakere yapılabilir” diyor. Bedevadan birilerini destekleyenler zararlı çıkar. Pazarlık masaları kurulsun ve taraflar olsun.Üçüncü taraf bulunsun. Bunun dışındaki her deneme eskiyi tekrar etmeden öteye geçmez. **** Hiç bir Kürdistanlı AKP’nin ürettiği düşman algısına katılamaz. AKP düşman algısı geçmişte CHP’nin ve Ergenekon’un ve ordunun, GenelKurmay ve MGK’nın düşman algısına benziyor. Özeti şu: “Büyük Türkiye’yi kimse istemiyor. Çevre düşmanlarla kaplıdır. AKP ve iktidarına karşı olan herkes düşmandır.” Bir düşünün Erdoğan TÜSAD’ın başkanını bile “ihanet etmek”le suçladı. Böyle bir iktidar anlayışında kovalanacak avlar bitmez. Gülen Cemaat’ide bu konularda aynıdır. Erdoğan ve AKP icraatlarını Gülen ve Cemaatla aklıyor. Erdoğan ve Gülen iktidarı ve devleti, dolayısıyla TC devleti bu kez de kendisini Gülen Cemaati ile yıkamaya ve temizlmeye kalkıyor. Tencere tencereye “dibin kara” demiş. Öbürüde dönüp demiş: “senin ki benden kara!..” Herikisinden biri ordu ve CHP ve Ergenekoncularla dirsek temaslarına başladı. Kürdistanlılar unutmasın. AKP Kürdistan politikasında ve “süreç” dedikleri şeyden bir değişiklik yoktur. Kürdistan’a karşı sıkışırlarsa birbirine yanaşacaklardır. Çünkü Kürtlerin mevcut durumu buna kolaylık sağlıyor. Hepsinin ortak anlaştıkları nokta KCK’ yi silahsızlandırmaktır. Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesini tasfiye etmektir. Bunun için kullanılacak ve kullanacakları her taktiği mubah görecekleri açıktır. Kaynak: Kürtistan Post dr.munzurali@hotmail.com kızılbaş - sayfa 21 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 öcalan’ın boğazımızdan çekip alamadığı kılçık... KCK liderlerinden Bese Hozat ile Rıza Altun'un ard arda yaptıkları “Ermeni ve Rum lobileri”ne dair ifrada vardırılmış suçlamalar birkaç hafta boyunca yoğun tepkiler aldı. Eleştirilerin birçoğunda dikkat çekildiği gibi, bu son beyanlar çok daha önce İmralı Zabıtları'nda okunmuş olan Abdullah Öcalan'ın sözlerini gözü kapalı tekrarlamaktaydı. Paris katliamının muhtemel sorumluları üzerine fikir yürütülürken, onunla bağlantılı olduğu ima edilerek, hem de “bizzat Türkiye'de devlet içerisinde yuvalanmışlar” gibi akla aykırı vurgularla esrarengiz “lobiler”e saldırılması, İslam eksenli o yeni paradigmanın getirdiği bir tür “şeytan taşlaması”ydı. Bu söylemle öne çıkan veya belki de tercihen kürsüye çıkarılanların hareket içinde Dersimli ve Alevi kimliğiyle tanınan isimler olması daha da acıklı oldu. Aynı günlerde Ömer Güney'in ses kaydı ve MİT'in ıslak imzalı belgesiyle Paris cinayetlerinin hazırlık saf hası ortaya dökülüyor, fakat “barış sürecini bozmamak” adına bu durumun üzerine öyle sert gidilmezken hayalet gibi öne çıkarılmış “lobiler”e yönelik suçlamada ısrar ediliyordu. Öcalan'ın “Kürt sorununda çözümü istemeyecek çevreler” diye onları işaret etmiş olması bütün bu akıl dışılıkların başkaca kanıt gerektirmeyecek güçte dayanağı olmuştu. En başında “paralel devlet” tabirinin içine o “lobi”leri sokuşturan ve ezbercilerin hayal aleminde “Cemaatçilerle kolkola Ermeniler” tasavvuruna yol açan da kendisiydi. Bu nedenle sorunun asıl muhatabı olarak Öcalan'dan açıklama beklemek bütün duyarlı çevrelerin ortak talebi olacaktı. Hiç kuşku yok ki, Öcalan'ın Ermeni halkına özel bir mektupla seslenmek istemesi bu tartışmalardan kaynaklandı. Fakat merakla beklenen mektubu yayınlanınca gördük ki, Öcalan tepki çekmiş beyanlarının ne özeleştirisini veriyor, ne de mantığını açıklıyor. İki sayfalık mektupta asıl görülmek istenen şeyin doğrudan bahsi yok. Satır arası muğlak ifadelerden dolaylı ola- Hov s e p Ha y r e n i rak anlaşılan ise, hem kendisinin, hem de KCK sözcülerinin lobi taşlamalarını yine savunduğudur. “Kapitalist modernite”, “uluslararası sermaye”, “para-kapital ve milliyetçilik” gibi sözcüklerle beraber sık sık anmadan edemediği “lobiler”i bu defa kimliksiz ifade etmiş. Lakin bu örtülü ifade birşeyi değiştirmiyor. Ortalama akıl sahibi her okur, burada sözün yine özellikle “Ermeni lobileri”ne gittiğini anlayabilir. Çünkü bu soyut söylemleri tam da Ermeni soykırımıyla yüzleşme gereğine değindiği yerde yapıyor. O cümlesinden sonra dönüp Ermeni halkını “ırkçı-milliyetçi tuzaklara” ve “halklarımızı daha yüzyıllar boyunca çatıştırmayı hedef leyen uluslararası sermaye güçlerinin ve lobilerinin sinsi amaçlarına” karşı uyarıyor. Mektubunun bazı cümleleri Ermeni halkının (ve diğer yok edilmiş halkların) adalet arayışına sıcak baktığını ima ederken, bazı cümleleri tersini düşündürüyor. “Kürt çözüm süreci ve Ermeni Heyulası” başlıklı yazımda Öcalan'ın İmralı Zabıtları'na düşen sözlerini eleştirirken “lobiler” şifresine genişçe değinmiştim. Tartışılan bu konu Ermeni halkına ne hissettiriyor? Bazen küçük bir mizah binlerce sözden daha çarpıcı şekilde durumu özetler. Agos'ta Aret Gıcır'ın karikatür kahramanı bir defasında şöyle diyordu: “Hepimiz Ermeni lobisiyiz 1915'den beri!..” İşte bütün meselenin özeti. Her kim 1915'in soykırım olduğunu söylüyor ve bunun adaletini talep ediyorsa bazılarının nazarında “Ermeni lobisi”dir. Bütün Ermeni diasporası- na zaten lobi gözüyle bakılır. “Lobi” kelimesinin Ermenice bir anlamı da var ki, bütün bunları alaya alacak bir başka doğal hicivdir. Bizim Batı Ermenicesiyle “lupya” dediğimiz fasulyeye Doğu Ermenicesinde “lobi” derler. Türk devleti ve medyasının somut olarak hangi grup, kuruluş, şahıs için konuştuğunun hiçbir önemi olmadan rastgele diline pelesenk ettiği Ermeni lobileri, tam da kelimenin o anlamıyla ve argo tabirle “fasulyeden” (yani boş ve değersiz) hamaset sözleridir. Öcalan'ın ortaya attığı “Kürt sorununda çözümü istemeyecek olan lobiler” ise o bayatlamış fasulyenin boğaza dizilen ipliği!.. Türkçede “kılçık atmak” diye bir deyim var. Sanki bunun için söylenmiş. Öcalan bu kılçığı bir defa Ermeni halkı ve dostlarının boğazına saldı, şimdi nasıl çekip alacak diye mektubun muhtevasını merak ediyorduk ki, heyhat olmadı! Kılçık atıldığı yerde duruyor ve bu yaklaşımla benzer söylemlerin yinelenmesine açık kapı da bırakıldığı için daha çokça iritasyon yaşanabilir. Okuyucunun dikkatini şu farka çekmek istiyorum. Yıllar yılı Ermeni ve Rum düşmanlığını körüklemede Türk devleti ve basınının çiğnediği “lobiler” sakızı böyle hassas tepkilere yol açmaz, hatta aldırış bile edilmeden geçilirken, şimdi Kürt siyasetinin dilinden duyulması olay olmuştur. Kimileri bunu “PKK ve Kürt halkına karşı linç kampanyası” diye yorumluyor. Böyle söyleyenler hiç düşünmüyor mu; aynı Ermeniler ve dostları Türk resmi literatürüne öyle tepki göstermezken bize neden gösteriyorlar diye? Bunun cevabı basittir, çünkü sizden beklemedikleri için o sözleri duyunca şok oluyorlar. Yapılan eleştirilerin de çok büyük bölümü bundan duyulan üzüntüyü hissettirme ve telafisini sağlamaya dönük olmuştur. Ona rağmen gösterilen karşılıklar, yalnız siyasi değil, kültürel olarak da ciddi bir sorun yaşandığını gösterir. Yani herşeyden önce eleştirilmeye kapalılık, en haklı tepkileri bile “düşmanca” sayma ve hiç özürsüz savuşturma eği- kızılbaş - sayfa 22 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 limi. Bu sorunla başetmek siyasi yanlışlarla uğraşmaktan daha zor olacak görünüyor. Yine mektubun muhtevasına dönersek, Öcalan bütün sonraki ezberlerin sorumluluğunu da üstlenerek kendi referans sözleri için bir özeleştiri vermek yerine, o sözlerin bahsini etmeksizin Ermeni halkının kulağına hoş gelecek başka değinmelerle biraz gönül almayı denemiştir. Bu açıkyüreklilikten yoksun tutum yine de çölde bir parça serinlik arayan Türkiye Ermenilerine vaha gibi gelmiş, Agos yazarlarının hoşnutluk duygusunu biraz abartılı şekilde öne çıkarmalarına yetmiştir. Şüphesiz her biri tatmin edici olmayan noktalara da temas ettiler, ama bunlar takdir edici sözlerinin gölgesinde kaldı ve mektubun politik kıvraklığını hakkıyla sorgulamak ayıp olacakmış gibi bir hisle söylemekten kaçınılan şeyler, sonuçta onun özeleştirisiz işin içinden çıkmasını kolaylaştırmaya yaradı. Öncesinde eleştirilere gösterilen haksız sert tepkilerin etkisiyle “Kürt ve Ermeni halkları arasında gerginlik yaratan” taraf olmamak adına böyle davranmanın tercih edilmesi de anlaşılır, ama kendi payına hoyratlıktan sakınmayanlar bu hassasiyetin değerini bilecek mi, orası çok meçhul. Bunu söylemekteki kastım, benzer karşılıkları özendirmek asla değil. Saygılı, ölçülü, yapıcı ve dostane üslubu terketmeden işin özüne dair sözlerimizi hakkıyla söyleyebilmektir. Sonuçta evet, mektubun pozitif bir yönü de var. Ermeni soykırımından ve tarihle yüzleşme gereğinden açıkça sözetmesi, Türkiye Cumhuriyeti için bunun kaçınılmazlığını vurgulaması, halklar arasında kardeşliğin “gerçek bir adalet temelinde inşa edilmiş tarihi bir barış”la mümkün olabileceğini söylemesi elbette olumludur. Bunun dile geldiği koşulları ve kendisine bağlı yığınlar üzerinde yapacağı etkiyi düşünürsek değerini yadsıyamayız. Ama unutmayalım, 2013 Newroz mesajındaki tarih okuması, “bin yıllık İslam kardeşliği” ve “Misak-ı Milli ruhu” temelinde ittifak arayışı da geçerliliğini sürdüren bir olgudur. Ermeni halkına seslenirken bunları yinelememiş olması esas siyasi yöneliminin bu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ayrıca şunu belirtmek gerekir; Öcalan 1915'te Ermeni halkına yapılanın soykırım olduğunu daha önceleri de söylemiş, fakat açılımını yaptığı ölçüde o tanımlamayı anlamsızlaştıran, katili neredeyse meşru müdafaa pozisyonuna yerleştiren bir bakışa sahip olduğunu göstermişti. Ona göre esas sorun o zaman da “emperyalist güçlerin oyunlarına gelen Ermeni milliyetçiliği”ydi, bugün de öyledir. Türk milliyetçiliğini o kadar suçladığı olmuyor. Sermaye çevrelerine çatarken de ayrımcıdır; dünyada başka kapitalist yok sanki, varsa yoksa Ermeni, Rum, Yahudi lobileriyle ilişkili sermaye! Peki Türk sermayesi ve devletinin finanse ettiği lobiler neci oluyor? Bu seçiciliğin nedeni birincilerin “yabancı” ikincinin “yerli ve de milli” görülmesi olmasın sakın? Şüphesiz biz bu yorumları yaparken onun içinde bulunduğu çok özel tutsaklık (hatta bir bakıma politik rehinelik) koşullarını gözardı etmemeliyiz. Bu mektup da Adalet Bakanlığı kanalıyla iletilmiştir, hükümetin onayından geçmeyecek içerikte şeyleri en azından bu yolla bekleyemeyiz. Ama bu koşullar herşeyi mazur görmenin gerekçesi de olamaz. Zira doğru mesajlar vermenin engellendiği durumda yanlış sözler söyleme zorunluluğu yoktur. Bu nedenle, daha önemli olarak onun seçtiği yada uzlaşarak kabul ettiği politik stratejinin rolünü görmemiz gerekir. O doğrultu olmadan yukarda işaret ettiğimiz seçici yaklaşım, çelişki ve tuhaflıkları açıklayabilmek mümkün değil. Daha ilginç bir tezat, Öcalan'ın yine İmralı Zabıtları'nda yansımış olan MİT'i kollama hassasiyetinde görülebilir. Bu topraklarda yaşama hakkı yok edilmiş halkların diaspora güçlerini devletin “hain dış mihraklar” söylemine benzer şekilde hedef gösterip, MİT'e gelince gözbebeği gibi korunması gereken “milli” bir kuruluştan söz etmek nasıl bir şeydir? Herhalde “milliyetçiliği tam olarak aşmak” böyle oluyor. Öcalan İmralı söyleşisinde bir de şunu diyordu; “Ha bizi vurmuş, ha Sakine’yi vurmuşlar. Çok karanlık bir olay. Ankara’ya gelmiş (Ömer Güney) Çankaya’da büro tutmuş. Sterk 'MİT kaynaklı' demiş. Mümkün değil ama düşüneceksin. Milyonda bir de olsa düşüneyim, MİT var mı? MİT de şaşırdı. Demek ki darbe hala devam ediyor.” Bugün artık somut deliller açıkça MİT'i gösterirken, halen daha soyut “lobiler”den bahisle cin kovalayan hoca gibi davranmak da bir tür “siyaset ustalığı” olsa gerek. Hastayı Kur'an okuyarak iyileştiremeyen hocalar bazen “bunu gâvur yeli çarpmış, bizim duamız kâr etmiyor” diye başından savardı. Çocukluğumda bir Türk anne saralı kızına şifa bulamayan hocanın bu teşhisi üzerine “bir gâvura okutmak” için araya sora bizim aileyi bulmuş, yaşlı ninem çocuğa sevabına İncil okumuş ve şansından iyileşen hastanın ailesi çok minnettar olmuştu. Ne yapsak acaba, “gâvur yeline tutulmuş” gibi “lobiler”den sakınılan şu hasta sürece de İncil mi okutsak? “Zorlu koşullarıma rağmen sürdürmeye çalıştığım barış arayışının hiçbir halkın zararına ve aleyhine olmayacağı, olamayacağı 30 küsur yıllık mücadelemizin her anında saklıdır” diyen Öcalan, soykırım mağduru halkları bu konuda temin etmeye çalışırken, onların adalet arayışının kendilerince neden şüpheyle karşılandığını konu etmiyor. Kürt ve Ermeni halklarının haklı mücadeleleri arasında dayanışmaya aykırı olan kendi beyanlarıydı halbuki. “Çözüm sürecinin başarıya ulaşmasını kimler istemez?” sorusuna karşılık “Ermeni lobisi etkili. 2015’le gündem olmak istiyorlar... Anadolu İslamlaştıktan sonra, bin yıllık bir Hıristiyanlık öf kesi var. Rum, Ermeni, Yahudi, Anadolu’da hak iddia eder...” gibi karşılıklar vermişti. Çok açık ki Öcalan Ermeni halkının 1915'e dair adalet arayışına orada sempatiyle bakmıyor, bunu Kürt sorununda kendi amaçladığı “çözüm”e engel olarak görüyor ve Kürt halkının 2015'e doğru soykırım mağduru halklarla birlik olmasını istemez gibi konuşuyordu. Son mektubunda o sözlerini yine tekzip etmemekle beraber iki haklı mücadelenin dayanışması lehine olumlu olan şu sözleri söylemiş: “Kürt halkının özgürlük mücadelesi ile Ermeni halkının acılarının sağaltılması, eşit haklara sahip yurttaşlar olarak bu topraklarda yaşama mücadelesi iç içe geçmiştir. Demokrasiyle taçlandırılmış bir cumhuriyet hem geçmişiyle hesaplaşmış hem de farklı bütün kimliklerin özgürce yaşadığı bir cumhuriyet olacaktır.” Bunları duymak güzel, fakat yeterli değil. Çünkü bir doğru- kızılbaş - sayfa 23 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nun önünde ve arkasında giden yanlışlar onu güme götürür. Tarihsel deneyimler de bizi uyarıyor. Öcalan yalnızca dış güçlerin kullanmacı ve müdahaleci geleneklerine dikkat çekmekte. Kuşkusuz bu da vardır ve onlara bel bağlamadan hareket etmeyi bilmek gerekir. Ayrı mesele. Bu konu dünyada 1915'i soykırım olarak tanıyan ülkelerin sayısını çoğaltma ve uluslararası platformlarda olayı daha güçlü mahkum etme çabasına karşı bir dalgakıran gibi kullanılamaz. Onun da altını çizelim. Emperyalist güçler bir çok şeyi kendi yararına kullanmak isteyebilir, Ermeni diasporası bundan dolayı haklı davasını tanıtmaktan rücu edecek değildir. O mantıkla bakılırsa Kürt hareketinin de sözgelimi Avrupa'da hiç bir kuruluşu kendi lehine tavır almaya zorlamaması gerekir. Türk devletine göre bu da “hainlik”tir. Bu kadarını söylemek yeter, gerisini Kürt hareketinin akıl ve izan sahibi fertleri rahatlıkla anlayabilir. Tarihte Ermeni ulusal hareketine arka çıkar gibi yapan bütün büyük devletler sonunda onu satmış ve trajedisiyle başbaşa ortada bırakmıştır. Şimdi de esas olarak stratejik hesaplarında daha önemli yer tutan Türkiye'yi kolluyorlar. Bu durumu zorlamak ve onların samimiyetsiz tavırlarını da sorgulayarak Türk devletinin hesap vermesi için mücadele etmek neden yanlış olsun? Hele de Kürtlerin özgürlük mücadelesine bunun zararı nedir? Mazlum halkların dostluk ve dayanışmasını savunanlar bunu iyi düşünmeli, alakasız karşıtlık denklemleri kurmamalıdır. Gelelim Öcalan'ın hiç sözünü etmediği kızıştırıcı faktöre: Her iki davanın muhatabı olan Türk devleti ve onun bu halkları birbirine karşı getirme becerisi geçmişte daha az rol oynamadığı gibi, bugün de daha az önemli değil. Yüz yıl önce Ermeni sorununda çözüm arayışları hep Kürtlere karşı gösterilerek onların devletten yana konumlanmaları sağlandı. Ermeni hareketinin hataları da buna bir ölçüde çanak tuttu. Yüz yıl sonra Türk devlet geleneği yine aynı çabayı gösteriyor. Ermeni halkının adalet mücadelesini Kürt sorununda çözüme karşı göstermek, böylece Kürt halkının Ermeni ve Süryanilerle dayanışmasını önlemek istiyor. Bu illüzyonu doğrudan devlet adamları yapmaya çalışsa o kadar etkisi olmazdı. Süreci başlatırken Öcalan'la diyalog içinde olan MİT yetkilileri, muhtemelen ona “bu işi bozmaya çalışacak güçlerin başında Ermeni lobileri geliyor, bu yönde aldığımız istihbari bilgiler var, sizin de buna karşı uyanık olmanız gerekir” gibi şeyler empoze ettiler. Belki inandırmak için uyduruk “belirtiler” de gösterdiler. Nasıl olduğunu bilemeyiz, ama o mesajı Kürt hareketinin lideri ağzından iletmek için bir dolap çevirmiş oldukları şüphe götürmez. Yoksa kimsenin göremediği öyle bir “tehdit unsuru”nu daha sınırlı basın-yayın imkanlarıyla Öcalan nerden keşfedip de BDP heyetleriyle ilk kapsamlı görüşmesinde buna dikkat çekecekti? Sahi nasıl oldu da, onlarca yıldır Türk egemen jargonuna mahsus bir şey olan “Ermeni lobileri” ona yabancı durumdaki Kürt hareketinin diline yerleşti? Hadi Öcalan mahkumdu, biraz da dolduruşa getirildi diyelim, ya dışardaki özgür kadroların bu hamasi resmi söyleme çabucak adapte olmalarına ne demeli? Korkunç bir akıl tutulması değil mi? Ortaya atıldığı bir yıldan beri ne devlet kanalından, ne de Öcalan'ın o mesajını ağır bir boyunduruk gibi taşıyan hareketin kanallarından Ermeni diaspora kuruluşlarının Kürt çözüm sürecini sabote etmeye çalıştıklarına dair en ufak bir somut veri gösterilemedi. Bu gerçeklik bütün soyut suçlamalardan güçlüdür. Öcalan'ın bunu dolaylı ve muğlak ifadelerle geçiştirmek yerine büyük bir handikap içine düşürüldüğünü itiraf etmesi iyi olurdu. Yine de geç değil, önümüzde 99. yılın 24 Nisan'ı var. Öcalan önceki negatif beyanlarının ve son zamanlarda yapılan daha kötü tekrarların yanlışlığını açıkça kabul ederek düzeltici davranmalı, son mektubunda bile çokça tekrar ettiği “lobiler” hikayesine artık bir son vermeli, 2015'e hazırlanan Ermenileri suçlamakla savunmak arasında tercihini net olarak yapmalıdır. 2015'e sadece bir yıl kalmışken Kürt halkının dayanışma eğilimine güç vermek ile taş koymak arasında bir seçim olacaktır bu. Mektuptaki güzel sözleri ancak böyle bir sarihlikle anlam ve pratik değer kazanabilir. Bu da bizim naçizane dileğimizdir. rolarına söylemekte yarar var. Öcalan zaman zaman söylüyor, “herşeyi benim üzerime yıkmayın” diye. İşte bütünüyle onun üzerine yıkılmaması gereken çok önemli konulardan biri de budur. Özgürlük, adalet ve demokrasi mücadelelerinin birliği, dayanışması deniliyorsa gün bugündür. Kimse teorik olarak dost gördüğünü pratikte soyut faraziyelerle düşman yerine koymamalı ve egemen kültürün ayrımcılığına maruz kalanlar birbirini ötekileştirmekten geri durmalıdır. Son zaman bu yanlışı Kürt hareketinin sözcüleri gösterdi ve vicdani olarak Türk resmi söyleminin yapamadığı kadar incitici oldular. Bunun muhasebesi yapılıp dostluk dili geliştirilmelidir. Politik doğrultusunun yanlışlarına dikkat çekme ve eleştirmekle birlikte Kürtlerin özgürlük mücadelesine destek, dayanışma bizlerin doğal görevi. Ermeni, Süryani, Rum, Alevi, Yezdi halkların adalet ve hak taleplerine güç vermek de Kürt ve Türk demokratları için öyle olmalı. Adaletsiz demokrasi olmaz. Soykırım mağduru halkların sorunu yalnız “yasını tutabilmek” değildir. Mesele öyle olsa yüz yıldır yas tutmaktan yoruldular. Ermenilerin asırlık bir uyanış-diriliş türküsü var: “Xeğc Mışetsin merav lalov” (Garip Muşlu ağlamaktan helak oldu) diye başlar. Bizler üçüncü nesiliz, hala geriye bakmaktan ileri bakamıyoruz. Bizim ihtiyacımız artık bu sorunun muhatabı olan devlet ve toplumların adam gibi yüzleştiklerini görmek ve telafi edici adımlarla sükuta ermektir. Öcalan'ın sözünü ettiği “acıların sağaltılması” da böyle olur. Ancak o zaman tarihle uğraşmaktan kurtulup bütün kapasitemizle geleceğe yönelebiliriz. Bu yüzleşme ve iyileştirici adımlarda Kürt toplumuna da görev düşüyor. Onun ikincil planda kendi hesabına yapacağı muhasebe, asli sorumlu olarak Türk devletinin yüzleşmesine de etki edecektir. Bütün bunlar için Kürt hareketinin önde gelenleri hiç değilse Öcalan'ın son mektubundaki pozitif noktaları baz alarak, kendi özgür koşulları içinde daha ileri söylem ve eylemleri geliştirmenin sorumluluğunu duymalıdırlar. 2015'e doğru ve adalet sağlanıncaya kadar Ermeni-Süryani halklarıyla sıcak bir dayanışma Kürt hareketinin namus borcudur. Son bir sözü hareketin dışardaki kad- 4 Şubat 2014 kızılbaş - sayfa 24 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kürtlerin özgürlüğü, Ermeniler ve Süryaniler için adaletin garantisi değildir Tarihçi Taner Akçam ile KCK Eşbaşkanı Bese Hozat’ın “Milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri” sözüyle başlayan tartışma çerçevesinde Kürt siyaseti ve Ermeni meselesi hakkında konuştuk. Akçam, siyasi geçmişi itibariyle Abdullah Öcalan’ı ve PKK’yı yakından tanıyan gözlemcilerden biri olarak 1970’lerden günümüze Kürt siyasetinde yaşanan değişime de dikkat çekti. FERDA BALANCAR ferda@agos.com.tr Tarihçi Taner Akçam ile KCK Eşbaşkanı Bese Hozat’ın “Milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri” sözüyle başlayan tartışma çerçevesinde Kürt siyaseti ve Ermeni meselesi hakkında konuştuk. Akçam, siyasi geçmişi itibariyle Abdullah Öcalan’ı ve PKK’yı yakından tanıyan gözlemcilerden biri olarak 1970’lerden günümüze Kürt siyasetinde yaşanan değişime de dikkat çekti. Bese Hozat’ın açıklaması PKK yönetimi için istisnai bir açıklama mıdır? Yoksa PKK/KCK siyasi kültüründe belli bir gerçeğe mi işaret ediyor? PKK türü Stalinist yapılarda, ‘siyasi kültür’ konusunda çok dikkatli olmalıyız. Bese Hozat’ın ve Rıza Altun’un sarf ettikleri sözlerin ne anlama geldiğini bilip bilmediklerinden emin değilim. “Önder Apo böyle bir söz söyledi ise, bunda bir hikmet vardır” deyip, tekrar ediyorlar, galiba. Bu söylemin giderek bir ‘siyasi kültür’ halini alma potansiyelinden söz edebiliriz ancak. Ama Önder Apo, yarın “ben onu o anlamda değil, şu anlamda söyledim” diye bir başka açıklama da yapabilir. Ve Bese Hozat ile Altun da önderlerinin sözüne göre kendi tutumlarını düzeltirler. Fakat ben bu söylemin, PKK için çok yeni olduğunu düşünüyorum. Sadece PKK’ya değil, genel olarak Kürt siyasi hareketlerine de oldukça yabancı bir söylem bu. Öcalan’ın bu tür bir açıklama yapmasının ve diğerlerinin de bunu tekrar etmesinin arkasında Türkiye devleti var gibi gözüküyor. Kanaatim o ki, Öcalan’a devlet söylettirdi bunu. Neden devlet, Öcalan’a bunu söyletmiş olsun? Son yıllarda, AKP ve PKK’nın bölgeye yönelik, ağırlıklı Sünni İslam temelin- siz ve lüzumsuz bir arayış idi bu. Bana, kendisinden öncekilerin ASALA ile girdikleri bu ilişkinin yanlışlığı ve biraz da ‘çocukluğu’ üzerine epey şikâyette bulunmuştu. p ro f. d r. t a n e r a k ç a m de stratejik bir ortaklık arayışı içinde oldukları biliniyor. Bu ortaklık arayışı çerçevesinde, Öcalan’dan böyle şeyleri söylemesi istenmiş, o da, bu tür sözleri sarf etmekte fazla mahzur görmemiş olabilir. Öcalan, AKP’ye ve Türk devletine, 2015 yaklaşırken, “soykırım işleri nedeniyle başını ağrıtmayacağım, hatta senin yanındayım” mesajı veriyor, yapılan budur. Bu söylemin büyük ölçüde PKK-AKP stratejik yakınlaşmasının ürünü olduğu kanaatindeyim. Bugüne kadar PKK dahil tüm Kürt hareketlerinin dokusuna oldukça yabancı bir söylemle karşı karşıyayız. Ortada bir de bir tuhaflık var; PKK özellikle 1980 sonrası Avrupa’da ve şimdi de BDP ABD’de bol miktarda ‘lobicilik’ yaptı ve hâlâ da yapıyor. Ayrıca, BDP’nin lobicilik faaliyetinde, Ermeni örgütlerini örnek bir model olarak seçtiğini de biliyorum. Öcalan'ın Ermeni meselesiyle ilgili yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bence, Öcalan için Ermeni meselesi fazla önemli bir sorun değil, bir ayrıntıdır. Bu nedenle konu hakkında takınılacak tutumun, hareketin pratik ihtiyaçlarına göre değişiklik arz etmesinde mahzur da yoktur. Öcalan’nın tutumu Mustafa Kemal’inkine benzer. Mustafa Kemal, 1915 konusundaki tutumunu, Misak-ı Milli’ye yapacağı getiri ve götürülere göre hesaplıyordu. Öcalan da öyle yapıyor. Kendisine göre tespit ettiği bir strateji var. Kürt bölgesinin, doğrudan kendi liderliği altında, PKK tarafından kontrol edildiği ve yönetildiği bir seçeneğin peşinde. Ermeni sorunu, bu uzun vadeli stratejinin alt ve önemsiz parçalarından bir tanesidir. İhtiyaca göre değişebilir. Yalnız bir konuda ek bir bilgi vermek isterim. Öcalan Suriye'ye varmadan önce PKK Suriye'de ASALA ile bazı ilişkiler kurmuş ve ortaklık arayışına girmişti. Öcalan bundan hiç hoşnut olmadı ve bu ilişkiyi derhal koparttı. Ona göre, gerek- PKK ve Kürt siyasetinin barış sürecinin hatırına AKP’nin yanında yer almasının bu tür açıklamalara neden olduğuna dair görüşleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Barış süreci, “ötekini üzecek değil, hoşuna gidecek söz söyleyeyim” denecek bir süreç değildir. Buna PKK’yı zorlayan yok. Bu PKK’nın kendi tercihidir. Hareket, başka tercihlere, daha demokratik seçeneklere de yönelebilirdi ama bence PKK bünye olarak demokratik seçeneklere yatkın değil. Türklerin ağzından çıkartacağı lafa baktıkları önderleri Tayyip Erdoğan’ın etrafında kenetlenmeleri ile Kürtlerin Öcalan etrafında kenetlenmeleri arasında kültürel açıdan büyük bir benzerlik görüyorum. Her iki topluluk da siyaseti, liderlerinin iki dudağı arasına kilitlemiş vaziyetteler. Demokratik kültür açısından çok sorunlu bir durum bu. Zaman zaman dile getirilen ‘Kürt Kemalizmi’ tanımlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? PKK elbette Kürt İttihat ve Terakki Partisidir ve bu anlamda Kürt Kemalizmini temsil eder. Kıyaslamada hata olacağını zannetmem. Öcalan’ın, Mustafa Kemal’i kendisine örnek almasının boş retorik olmadığını düşünüyorum. Ama maalesef demokrasi kültürü açısından PKK, İttihat ve Terakki ve Kemalizm geleneğinin biraz daha gerisindedir. İttihat ve Terakki aslında bir koalisyondu. Onun için İttihat ve Terakki, ne Kemalizm ve ne de PKK hareketinde olduğu gibi, tek adam çıkartamadı. İttihat ve Terakki’nin fedaileri vardı ve bunlar kendilerine göre ‘hain’ olarak gördüklerini öldürüyorlardı ama bu çok sınırlı sayıda gerçekleşmiştir. PKK’nın gerek Kürt ve Türk solundan gerek kendi saflarından gerekse Kürt insanları içinde imha ettiği insan sayısı son derece ciddi rakamlara ulaşmıştır ve burada ürkütücü bir siyasi kültürel ge- kızılbaş - sayfa 25 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lenekten söz etmek gerekir. Kendisine sol-demokrat diyen birçok insanın bile konuşmadığı, konuşmaktan korktuğu bir gerçekliktir bu. Bunun gibi Öcalan ile Mustafa Kemal’ in benzerlik ve farkları üzerine de çok şey söylenebilir. En göze çarpan bir farklılığa değinmek isterim burada. Mustafa Kemal iktidarını, eksik yanlış, bir meclis üzerinden meşrulaştırmaya başından beri büyük önem vermişti. Öcalan ise, kendisi dışında bir başka iktidar odağının oluşmasına tahammülsüzdür. Bu bakımdan, 1990’lı yıllardaki sürgünde Kürt Parlamentosu deneyine bakmak oldukça öğretici olur. Bunda belki Kürdistan’daki baskıcı ve şiddet ortamı da bir rol oynamış olabilir. Ama bunun kadar, Marksist-Leninist (Stalinist) düşüncenin de bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Kürtlerin Ermeni Soykırımındaki rolü tartışmayı ne ölçüde etkiliyor? Keşke, ‘soykırımda Kürtlerin rolü’ konusu, ‘lobicilik’ saçmalığının dışında tartışılabilse... Bu sözler, sanki Kürtlerin soykırımdaki rollerinin yeniden teyit edilmesi olarak görülüyor. Bu bağlantıyı çok sıhhatli ve doğru bulduğumu söyleyemem. Bence, Soykırım konusunda, gerek bir siyasi hareket olarak PKK ve gerekse de genel olarak Kürt toplulukları, Türk çoğunluğa göre çok daha ilerde duruyor. Bazı BDP belediyelerinin saygıyla karşılamamız gereken, son derece güzel çalışmaları var. Ayrıca ‘Kürtlerin soykırımdaki rolü’ konusunda tek muhatap PKK değildir. AKP ve Hizbullah gibi büyük siyasi-dini gövdeler var. 1915’te Kürtlerin rolü, bu çevrelerin de dahil olduğu geniş bir çerçevede tartışılmalı. KCK’nın önemli isimlerinden Mustafa Karasu, Bese Hozat’ın sözleriyle ilgili açıklama yaptı. Karasu’nun açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Karasu’nun açıklamasıyla ilgili üç hususun altını çizmek istiyorum. Birincisi, gelinen noktada KCK’nın resmi bir açıklama yapması ihtiyacı doğmuştur. İkincisi, Karasu, Hozat’ı eleştirenleri “PKK ve Kürt düşmanı olmak”la suçlayarak, eleştiri yapanı ‘düşman’ olarak tanımlıyor. PKK veya KCK'nın, eleştirilmeyi öğrenmesi gerekir ama bundan umutlu değilim. Üçüncüsü, Hıristiyan toplulukların adalet arayışları, Kürtlerin özgürlük sorununun alt bir unsuru olarak ele alınıyor. Özetle söylenen; Kürtler özgür olursa, Hıristiyanların sorunları da çözülecektir! Oysa özgürlük ve adalete ilişkin sorunlar birbirlerinden ayrıdırlar. Kürtler özledikleri özgürlüğe kavuşsalar bile, Ermenilerin, Süryanilerin adalete ilişkin sorunları çözülmeyebilir. Kanada, Avustralya ve ABD gibi özgür ülkelerin, hâlâ bu toplumların yerli halklarına yönelik adalet sorunu ile boğuştuklarını biliyoruz. Özgürlük, adaletin garantisi değildir sadece iyi bir ‘giriş kartı’ olabilir belki. Özetle, Karasu’nun açıklaması, ortadaki bir problemi çözmekten çok, cevap verilmesi gereken bir çok yeni soruyu gündeme getirdi. Kürtlerin büyük imtihanı Süryanilerle olacak Kürtlerin özerk ya da bağımsız bir siyasi yönetime kavuşmaları halinde Ermeni meselesi ve geçmişle yüzleşme konusunda durum nasıl olur? Bu konuda öngörüleriniz var mı? Ben Kürt sorununda iyiye doğru atılacak her adımın, bizi Ermeni sorununun çözümünde bir adım daha ileriye götüreceğine inanıyorum. Kürt sorunu, Ermeni sorunu ile aynı zihniyet köklerine sahiptir: Farklılıklarının ve başkalıklarının kabul edilmeyip, bu nedenden dolayı bir güvenlik tehdidi olarak görülmeleri. Osmanlı’da Ermeni, Türkiye’de Kürt sorunu bu zihniyet nedeniyle çıktı. Dolayısıyla Kürt sorununda bir düzelme bu zihniyette de bir değişim anlamına gelir ve bu da Ermeni sorununun çözümüne büyük katkıda bulunur. Ayrıca Kürtlerin, tüm bir Cumhuriyet boyunca, her türlü şiddet ve terörün muhatabı olmuş bir topluluk olarak, Ermenilerin sorunlarını anlamaya çok daha açık olduklarını söylemek mümkün. Zaten bunun yeteri kadar örnekleri var. Ben, Ermeni sorununun, Kürtler açısından fazla ‘pratik bir sorun’ olmadığı kanaatindeyim. Bugün Kürt bölgelerinde yaşayan bir Ermeni nüfusu yok. Türkiye’de, Kürt bölgeleri de dahil Ermeni sorunu, esas olarak merkezi Türk hükümetinin, ‘soykırımı tanınma’ ve ‘tazminat’ çerçevesinde ele alacağı ve çözeceği bir sorundur. Yani daha çok bir ‘Türk’ sorunudur. Bu nedenle, Ermenilerle Türkiye’nin Kürt bölgelerinde, Barzani bölgesinde, Asurilerle yaşanan sorunlara benzer sorunların yaşanması da zor. Yani, Kürt siyasi hareketleri ve toplulukları Ermeni sorunu konusunda daha rahat davranma koşullarına sahiptirler. Kürtlerin hem bugün hem de tarihle yüzleşme konusunda asıl büyük problemlerinin Sürya- nilerle olacağını düşünüyorum. Çünkü hem tarihteki Süryani soykırımı oldukça fazla ‘Kürt yapımı’dır, hem de özellikle Mardin yöresinde Süryani arazileri, içlerinde BDP’lilerin de olduğu kişilerin işgali altındadır. Dolayısıyla, Kürtlerin büyük imtihanı bana göre daha çok Süryanilerle olacak gibi... Kürt aydınları tarafından sık sık dile getirilen “1915'te Kürtlerin iradesi yoktu” argümanını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu konular sıkça tartışıldıkça, Kürt aydınlarının, bu tezlerinden vazgeçeceklerini ümit ediyorum. ‘Kullanıldık’ argümanı birçok bakımdan tutarsız. Biraz tarih bilen, başta 1894-96 katliamları olmak üzere, Kürtlerin Ermeni soykırımına ‘kullanılarak’ sokulmadıklarını bilir. Hatta başta Abdülhamit dönemi olmak üzere, birçok bölgede, merkezi hükümeti bu yönde politikalar geliştirmeye itenin yerel egemen Kürt yapıları olduğunu biliyoruz. 1878 Berlin Antlaşması’nda bile, Ermeni sorunu Osmanlı Hükümeti ile Ermeniler arasında değil, Kürtlerle ve Çerkeslerle Ermeniler arasındaki bir sorun olarak tanımlanır. Ve büyük devletler, Osmanlı devletinden, Ermenileri Kürt saldırılarından korumalarını isterler. Ayrıca örneğin İttihat ve Terakki döneminde, Ermeni sorununun en önemli parçası olan toprak sorununun, İttihatçı merkez istemesine rağmen, Kürt feodal yapısı nedeniyle çözülemediğini herkes bilir. Bunun gibi, Süryani soykırımı da ağırlıklı Kürtlerce gündeme getirilmiştir. İttihat ve Terakki’nin bu yönde merkezi bir politikası olduğunu bile söylemek zordur. En azından ben bu konuda herhangi bir bilgiye sahip değilim. Merkez, bu konuda severek Kürtlerin istekleri doğrultusunda davranmıştır. Yani Kürtler isteseydi, Süryanilerin büyük kısmının hayatta kalabilme ihtimalleri vardı. Bana sorarsanız, bırakalım bu “kim kimi kullandı” tartışmasını Kürt ve Türk milliyetçileri yapsınlar. Biz, dönemin Müslüman toplulukları arasında büyük bir ayırım yapmayan bir yaklaşımı tercih etmeliyiz. Türk’ü, Kürt’ü, Çerkes’i ve Arap’ı ile kitleler katliama, Müslüman kimlikleri ile katıldılar. Merkezde karar verenlerin son derece açık etnik köken tercihleri vardı ve politikalar, İslam’la sınırlarını fazla ayırmamış bir Türk milliyetçiliğinin ihtiyaçlarına göre belirleniyordu. Ama toplumsal alanda sorun etnik kimlikler değil, din etrafında şekillendi. ‘Kullanılma’ tezi kızılbaş - sayfa 26 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bir ikinci nedenden dolayı da çok saçma. “1915’te kullanıldık” diyen aydın çevreler, “Cumhuriyetin kurucu unsuruyuz” diyorlar. Kendilerine göre ‘kötü’ bir şey olunca ‘kullanıldık’; ama ‘iyi’ bir şey olunca da, “bu bizim de eserimizdir” demek kendi içinde son derece tutarsız bir bakış. Kürt unsuru, her iki süreçte de ‘yapıcı unsurdur’, mesele bu kadar basittir. ‘KCK resmi bir açıklama yapmazsa yeni bir kültür doğuyor demektir’ Bese Hozat’ın sözleri nedeniyle kendisine yönelik eleştirilere verdiği cevabı nasıl değerlendiriyorsunuz? Hozat’ın açıklamasını Agos’ta okudum. Ezberlediği bazı cümleleri peş peşe sıralamış ama cümleler çok bir anlam ifade etmiyorlar. Ona göre kötü bir kapitalist modernleşme var, bir de iyi ve güzel halklar var. Halkların arasında da hiç sorun yokmuş; sorun kapitalist modernleşme imiş. Onun söylediklerini eleştirenler de PKK ve Kürt halkının düşmanları imiş. Benim anladığım, Ermeni ve Rum lobileri ile ilgili söylediklerinin arkasında duruyor. Bu lobiler ‘kötü faaliyetler’ yapıyorlar ama bunların Ermeni milleti ile alakası yok. Dolayısıyla bu lobilerin Türkiye’de barış ve demokrasinin aleyhine çalıştıkları tezini de tekrar etmiş oluyor. Eğer KCK resmi başka bir açıklama yapmayacaksa, Öcalan, Hozat ve diğer yöneticilerin söylediklerinden sonra, PKK ve KCK açısından yeni bir kültürün doğmakta olduğunu söyleyebiliriz. Türk resmi makamları dışında, “Ermeni ve Rum lobilerine karşı savaşacak” yeni bir ekip daha var artık. Hepimize hayırlı olsun! http://www.agos.com.tr Taner Akçam: PKK'nın yeni Ermeni söyleminin arkasında devlet var Anadolu Ermenileriyle ilgili çalışmalarıyla tanınan tarihçi Taner Akçam, KCK Eşbaşkanı Bese Hozat'ın "Ermeni ve Rum lobileri de paralel devlet" sözlerine ilişkin çarpıcı değerlendirmeler yaptı. Radikal.com.tr KCK Eşbaşkanı Bese Hozat’ın “Milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri de paralel birer” sözleriyle başlayan tartışma sürüyor. Hozat’ın sözlerine Ermeni toplumundan, sosyalistlerden ve ardından HDP içindeki Ermeni ve Rumlardan gelen tepkilerin yanı sıra HDP Genel Merkezi de konuyla ilgili bir açıklama yayınlamıştı. Agos gazetesi, özellikle sol siyasi çevreler ve Kürt hareketi çevresinde tartışma ve değerlendirmeleri devam eden bu konuyla ilgili olarak, Anadolu Ermenilerinin tarihine ilişkin çalışmalarıyla tanınan Taner Akçam’la bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşiyi yapan Ferda Balancar, 70’li yıllarda sosyalist hareket içinde aktivist olarak da bulunan Taner Akçam’ın, “siyasi geçmişi itibariyle Abdullah Öcalan’ı ve PKK’yı yakından tanıyan gözlemcilerden biri” olduğuna da dikkat çekiyor. Akçam, Bese Hozat’ın söyleminin, sadece PKK’ya değil, genel olarak Kürt siyasi hareketlerine de ‘oldukça yabancı’ bir söylem olduğunu söyleyerek şu değerlendirmeyi yapıyor: “Öcalan’ın bu tür bir açıklama yapmasının ve diğerlerinin de bunu tekrar etmesinin arkasında Türkiye devleti var gibi gözüküyor. Kanaatim o ki, Öcalan’a devlet söylettirdi bunu”. Akçam’ın çarpıcı bir başka değerlendirmesi ise şöyle: “Hıristiyan toplulukların adalet arayışlarının, Kürtlerin özgürlük sorununun alt bir unsuru olarak ele alınıyor. Özetle söylenen; Kürtler özgür olursa, Hıristiyanların sorunları da çözülecektir! Oysa özgürlük ve adalete ilişkin sorunlar birbirlerinden ayrıdırlar. Kürtler özledikleri özgürlüğe kavuşsalar bile, Ermenilerin, Süryanilerin adalete ilişkin sorunları çözülmeyebilir.” Ferda Balancar’ın Taner Akçam’la yaptığı röportajın bir bölümü şöyle: - Bese Hozat’ın açıklaması PKK yönetimi için istisnai bir açıklama mıdır? Yoksa PKK/KCK siyasi kültüründe belli bir gerçeğe mi işaret ediyor? PKK türü Stalinist yapılarda, ‘siyasi kültür’ konusunda çok dikkatli olmalıyız. Bese Hozat’ın ve Rıza Altun’un sarf ettikleri sözlerin ne anlama geldiğini bilip bilmediklerinden emin değilim. “Önder Apo böyle bir söz söyledi ise, bunda bir hikmet vardır” deyip, tekrar ediyorlar, galiba. Bu söylemin giderek bir ‘siyasi kültür’ halini alma potansiyelinden söz edebiliriz ancak. Ama Önder Apo, yarın “ben onu o anlamda değil, şu anlamda söyledim” diye bir başka açıklama da yapabilir. Ve Bese Hozat ile Altun da önderlerinin sözüne göre kendi tutumlarını düzeltirler. Fakat ben bu söylemin, PKK için çok yeni olduğunu düşünüyorum. Sadece PKK’ya değil, genel olarak Kürt siyasi hareketlerine de oldukça yabancı bir söylem bu. Öcalan’ın bu tür bir açıklama yapmasının ve diğerlerinin de bunu tekrar etmesinin arkasında Türkiye devleti var gibi gözüküyor. Kanaatim o ki, Öcalan’a devlet söylettirdi bunu. - Neden devlet, Öcalan’a bunu söyletmiş olsun? Son yıllarda, AKP ve PKK’nın bölgeye yönelik, ağırlıklı Sünni İslam temelinde stratejik bir ortaklık arayışı içinde oldukları biliniyor. Bu ortaklık arayışı çerçevesinde, Öcalan’dan böyle şeyleri söylemesi istenmiş, o da, bu tür sözleri sarf etmekte fazla mahzur görmemiş olabilir. Öcalan, AKP’ye ve Türk devletine, 2015 yaklaşırken, “soykırım işleri nedeniyle başını ağrıtmayacağım, hatta senin yanındayım” mesajı veriyor. Bu söylemin büyük ölçüde PKK-AKP stratejik yakınlaşmasının ürünü olduğu kanaatindeyim. - Öcalan'ın Ermeni meselesiyle ilgili yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bence, Öcalan için Ermeni meselesi fazla önemli bir sorun değil, bir ayrıntıdır. Bu nedenle konu hakkında takınılacak tutumun, hareketin pratik ihtiyaçlarına göre değişiklik arz etmesinde mahzur da yoktur. Öcalan’ın tutumu Mustafa Kemal’inkine benzer. Mustafa Kemal, 1915 konusundaki tutumunu, Misak-ı Milli’ye yapacağı getiri ve götürülere göre hesaplıyordu. Öcalan da öyle yapıyor. Kendisine göre tespit ettiği bir strateji var. Kürt bölgesinin, doğrudan kendi liderliği altında, PKK tarafından kontrol edildiği ve yönetildiği bir seçeneğin peşinde. Ermeni sorunu, bu uzun vadeli stratejinin alt ve önemsiz parçalarından bir tanesidir. - Zaman zaman dile getirilen ‘Kürt Kemalizmi’ tanımlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? PKK elbette Kürt İttihat ve Terakki Partisidir ve bu anlamda Kürt Kemalizmini temsil eder. Kıyaslamada hata olacağını zannetmem. Öcalan’ın, Mustafa Kemal’i kendisine örnek almasının boş retorik olmadığını düşünüyorum. Ama maalesef demokrasi kültürü açısından PKK, İttihat ve Terakki ve Kemalizm geleneğinin biraz daha gerisindedir. kızılbaş - sayfa 27 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ‘Kürtlerin Süryanilere ait toprak ve mülkleri iade etmeleri gerekiyor’ David Vergili, 10 yıldır Süryanilerin sorunlarıyla yakından ilgilenen bir aktivist. Vergili’nin Avrupa'da yayımlanan aylık Qenneshrin gazetesinde yazıları yayımlanıyor. Vergili ile Taner Akçam’ın geçen hafta Agos’ta yayımlanan söyleşisinde “Kürtlerin büyük sınavı Süryanilerle olacak” altbaşlığıyla yer alan Süryani-Kürt ilişkileri ve 1914-15 Süryani Soykırımı ‘Seyfo’da Kürtlerin rolü hakkında söyledikleri üzerine konuştuk. FERDA BALANCAR ferda@agos.com.tr David Vergili, 10 yıldır Süryanilerin sorunlarıyla yakından ilgilenen bir aktivist. Merkezi Belçika’nın başkenti Brüksel'de bulunan Avrupa Süryaniler Birliği ESU’nun (European Syriac Union) üyesi olan Vergili’nin Avrupa'da yayımlanan aylık Qenneshrin gazetesinde yazıları yayımlanıyor. Vergili ile Taner Akçam’ın geçen hafta Agos’ta yayımlanan söyleşisinde “Kürtlerin büyük sınavı Süryanilerle olacak” altbaşlığıyla yer alan Süryani-Kürt ilişkileri ve 1914-15 Süryani Soykırımı ‘Seyfo’da Kürtlerin rolü hakkında söyledikleri üzerine konuştuk. Akçam, söyleşisinde konuyla ilgili olarak şunları söylemişti: “Kürtlerin hem bugün hem de tarihle yüzleşme konusunda asıl büyük problemlerinin Süryanilerle olacağını düşünüyorum. Çünkü hem tarihteki Süryani soykırımı oldukça fazla ‘Kürt yapımı’dır, hem de özellikle Mardin yöresinde Süryani arazileri, içlerinde BDP’lilerin de olduğu kişilerin işgali altındadır. Dolayısıyla, Kürtlerin büyük imtihanı bana göre daha çok Süryanilerle olacak gibi...” Kürtlerin 1914-15 Süryani soykırımındaki rolleri nedir? Bu bağlamda Taner Halklar arası ilişkiler bütün zorluklara rağmen devam etmelidir. Süryanilerin ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları Turabdin bölgesinde etkileşim içinde olmaları önemlidir. Akçam'ın "Süryani soykırımı oldukça fazla 'Kürt yapımı'dır" sözüne katılıyor musunuz? 1914-1915 yıllarında yaşanan Süryani soykırımı ve diğer adıyla bilinen ‘Seyfo’da farklı güçlerin rolleri bulunuyor. Bunun en tepesinde İttihat ve Terakki, devletin yüksek kademelerindeki yetkililer, Süryani nüfusunun yoğun olarak bulunduğu Turabdin bölgesindeki yöneticiler, büyük feodal aşiretler ve bu olaylardan çıkar sağlamak isteyenler vardır. Turabdin ve Hakkari bölgelerinde Kürtlerle beraber yaşayan Süryaniler, Seyfo yıllarında tarihlerinin en zor dönemlerinden birini yaşadılar. Ayrıca Seyfo öncesinde Hakkari bölgesinde Bedirhan Ağa’nın Süryani katliamı ve Patrik Mor Şemun’un Sımko Ağa tarafından haince öldürülmesi de unutulmamalıdır. Buna rağmen o dönemlerde, Süryanilere yardım eden, onları koruyan Kürt aileler ve şahsiyetler de oldu. Midyat’a yakın Aynvert köyüne sığınan Süryanileri devletten ve çetelerden koruyan yine Aynkaf köyünün Şeyhi Fettullah oldu. Şeyh Fettullah Süryanilerin talebiyle devreye girerek devlet güçlerinin geri çekilmesini sağladı. Öte yandan Taner Akçam’ın ifadeleri de doğrudur. ‘Seyfo’yu bir şekilde farklılaştıran sözünü ettiğim yerel güçlerin oynadığı roldür. Devlet işi yerel güçlere havale ederek hedefine ulaşmaya çalıştı. Yani merkezi, sistematik ve yukarıdan aşağıya varan bir yapı mevcut değildir. Günümüzde özellikle Turabdin bölgesinde Süryanilerin yaşadığı sorunlarda devletin tutumundan bağımsız olarak Kürt aşiretlerinin tavrı ne ölçüde belirleyicidir? Turabdin bölgesinde devletin tutumundan ayrı olarak düşündüğümüzde Süryanilerin yaşadığı sorun ve sıkıntılarda Kürt aşiretlerinin büyük payı vardır. Ancak bölgedeki aşiretler devletle yakın ilişkilere sahipler; devletin gücünü kullanarak devletin uzantıları gibi hareket ediyorlar. Günümüzde iletişim imkânlarının artmasıyla bölgede yaşanan olaylarla ilgili haberler anında her yere ulaşıyor. Bölgenin içe kapanmışlığı, merkezden uzak oluşu ve feodal yapının ağır basmasından dolayı, aşiret liderlerinin tutumu çoğu zaman belirleyici oluyor. Devlet mekanizmalarının ağır işleyişi, aşiret liderlerinin lehine bir durum oluşturuyor. Bugün bu rolleri zayıflasa da aşiret liderleri gayrıresmi karar mercileri gibi hareket ediyorlar. Şahit olduğum bir olayda bir aşiret lideri “Toprakları bir Müslümandan alıp bir Hıristiyana vermem” dedi. Aşiret liderleri sahip oldukları güç ve nüfuz sayesinde olayların seyrini değiştirebiliyor. Bununla beraber son yıllarda bölgede varlığını devam ettiren ‘koruculuk sistemi’ de benzer bir yapıya dönüştü. Devletin kontrolü altında olması gereken korucular zamanla kendi güçlerini ve varlıklarını ortaya koymaya başladılar. Bu yapı, 1990’larda Süryanilere çok zor zamanlar yaşattı. Günümüzde Süryanilerin Türkiye Kürtlerinden beklentileri nelerdir? Şahit olduğum bir olayda, bir aşiret lideri ‘Toprakları bir Müslümandan alıp bir Hıristiyana vermem’ dedi. Aşiret lider- kızılbaş - sayfa 28 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 leri olayların seyrini değiştirebiliyor. Son yıllarda Türkiye halklarının birbirleriyle olan iletişimi ve etkileşimi arttı. Halklar ve farklı etnik-dini gruplar bugüne kadar tabu sayılanı artık dile getiriyorlar. Ortak tarihimizdeki acı sayfaları düşündüğümüzde halen yolun başında olduğumuz kolaylıkla görülebilir. Halklar arası ilişkiler bütün zorluklara rağmen devam etmelidir. Bu temelde, Süryanilerin ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Turabdin bölgesinde etkileşim içinde olmaları önemlidir. Süryaniler, Kürtlerden ‘Seyfo’ döneminde, öncesinde ve sonrasında yaşananlarla ilgili gerçek, samimi ve detaylı bir tutum bekliyorlar. Kürt hareketi içinde değerli şahsiyetler bu yönde açıklamalar yapmışlarsa da Kürt kamuoyunda bu konu çok az yer buluyor. Süryanilere ait toprak ve diğer mülklere el koyan Kürtlerin bunları iade etmeleri ve Süryanileri eşit bir halk olarak kabul etmeliler. Bu çerçevede Kürt aydınları ve siyasileri yapıcı bir tutum sergilemeli. Suriye’nin kuzeyinde Rojava'da ilan edilen özerkliğin Süryaniler açısından anlamı nedir? Suriye’de üç yıldır devam eden bir savaş ortamı var. Süryaniler Şam ve Halep gibi büyük şehirlerde ve aynı za- Kiliselerini geri istediler SÜMEYRA TANSEL Kiliselerini geri istediler Rum Cemaati, devlet tarafından Türk Ortodoks Patrikhanesi’ne verilen üç kilise ile çok sayıda gayrimenkulün iadesi için mahkemeye gitti Rum cemaati, Türk Ortadoks Patrikhanesi’ne verilen üç kilise ve kiliselere ait mal varlıklarını geri istiyor. Türk Ortadoks Patrikhanesi, 1924 ve 1965 yıllarında akarlarıyla birlikte devlet tarafından kendilerine hibe edilen 3 kilise vakfı sayesinde gayrimenkul zengini oldu. Rumlar, cemaati olmayan ve hiçbir Ortadoks kilisesi tarafından tanınmayan bu Patrikhane’ye hukuksuzca verilen kiliseleri geri almak için yasal mücadele başlattı. GAYRİMENKUL ZENGİNİ Kamuoyu, Türk Ortadoks Patrikhanesi’nin adını ilk kez 301 davaları sırasında kilise sözcüsü Sevgi Erenerol’un yaptığı açıklamalarla duymuştu. Erenerol, Ergenekon manda Hasaki ve Kamışlı bölgesinde de önemli bir nüfusa sahipler. 2011 yılı ve sonrasında sakin bir dönem geçiren Rojava bölgesinde son zamanlarda El Kaide ve Selefi gruplara bağlı güçlerin bölgeye saldırmasıyla yeni parametreler ortaya çıktı. Suriye genelinde var olan otorite boşluğu Rojava’da da kendini gösteriyor. Bu boşluğun doldurulması ve bölge insanı ihtiyaçlarının giderilmesi ve gündelik hayatın devamı için yeni bir oluşuma gidildi. Bu oluşum içinde Süryaniler de var. Irak haricinde, Süryaniler ilk defa böyle bir oluşum içinde yer alıyor. Bu tarihsel bir adımdır. Ortadoğu ve Suriye’de kırılan fay hatlar ve ortaya çıkan yeni yelpazede Süryaniler de kendi imkânları dahilinde sürece katkılarını ortaya koymalı ve bu sürecin içinde olmalılar. Süryaniler yeni ve sancılı süreçte öz güçlerini seferber ederek, haklarını ve taleplerini dile getirmeli ve dünya kamuoyu nezdinde bunları paylaşmalı, bölge halkları ile etkileşim içinde olmalıdırlar. Kuzey Irak’ta özerklik kâğıt üstünde kaldı Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi'nin Süryanilere yönelik politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi’nin davasında “hükümeti yıkmaya teşebbüs” suçundan müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Rumların geri istediği kiliseler ve akarlarının yönetiminin ise Erenerol ailesinde olduğu belirtiliyor. AKARLARI ARAŞTIRACAĞIZ Üç kilisenin Rum Patrikhanesi’ne iadesi için dava açan Avukat Hülya Benlisoy, Taraf’a yaptığı açıklamada kiliselerin gelirleri için ayrıca hukuki girişimde bulunacaklarını belirterek şunları söyledi: “Biz şu anda sadece kiliselerin mülkiyetiyle ilgili bir hukuki süreç başlattık, o devam ediyor. Daha sonra akarlarla ilgili de girişimde bulunacağız. Vakıfların akarlarıyla Erenerol ailesi ilgileniyor. Gelirleri Erenerol ailesi alıyor. Akarların ekonomik büyüklüğü konusunu tam olarak bilemiyorum. Seneler içinde menfi ya da müsbet tasarruflarda bulunmuş olabilirler. Onu daha sonra araştıracağız” İddialara göre, faaliyetlerini “Bağımsız Türk Ortodoks Kiliseleri Başpapazlığı Vakfı” ismiyle yürüten patrikhanenin Beyoğlu ve Karaköy’de yirmiden fazla dükkânı ve büyük bir iş hanı var. Bu han Sevgi Erenerol’un adını taşıyan Sevgi Han. Vakfın sahibi olduğu yirmiden fazla dükkan ve Süryanilere yönelik politikası genel olarak olumludur. 2003’ten sonra Irak’ın farklı bölgelerinde, özellikle Bağdat’ta bulunan Süryaniler, yaşadıkları sıkıntılar, saldırılar ve tacizler sonrasında Kuzey Irak’a yerleştiler ve orada yeni köyler ve kiliseler inşa ettiler. Süryaniler, anadillerinde eğitim alıyor, seçimlere katılan siyasi partileri var ve Süryanice yayın yapan TV kanallarına sahipler. Süryanilerin parlementoda temsillerini sağlamak için kota sistemi var. Kısa süre Noel, iki gün resmi tatil ilan edildi. Bu olumlu tabloya rağmen bazı konularda halen sıkıntılar devam var. Süryani köylerine az da olsa tacizler oluyor. Ayrıca Bölgesel Yönetimin el koyduğu Süryanilere ait araziler var ve üstelik bunlarla ilgili sahiplerine tazminat verilmedi. Birkaç yıl önce Zaho’da Süryanilerin sahip olduğu işyerleri basıldı ve tahrip edildi. Bununla ilgili herhangi bir adli soruşturma olmadı ve failler yargının karşısına çıkartılmadı. Bölgesel Yönetim’in Anayasasında tanınan özerklik hakkı kâğıt üstünde kaldı. Şu an itibariyle hem Irak’ta hem de Bölgesel Yönetim sınırları içinde yaşayan Süryanilerin en önemli talebi Ninova Ovası’nda hayata geçecek özerklik projesidir. Bu projenin hayata geçmesi, Süryanilerin Irak’ta ve diğer ülkelerdeki gelecek tasarımlarını çok olumlu etkileyecektir. handa ise onlarca kiracı bulunuyor. Kerinçsiz ve ekibinin toplantı yeri TÜRK Ortadoks Patrikhnesi’ne ilk kilise (Panayia Kafaitani), Eftim isimli bir Rumun talebi üzerine Atatürk tarafından verildi. Eftim, adını değiştirerek Zeki Erenerol adını aldı. Kiliseye cemaat devşirilmeye çalışılsa da kilisenin düzenli bir cemaati hiç olmadı. 1965 yılında Aya Yani ve Aya Nikola kiliseleri de Rumlardan alınarak patrikhaneye verildi. Şimdiki patrik Paşa Ernerol ve kardeşi Sevgi Erenerol, Zeki Erenerol’un torunları. Sevgi Erenerol bugün Ergenekon hükümlüsü olarak cezaevinde. Zeki Erenerol’a verilen Karaköy’deki bu kilise, Ergenekon’dan hüküm giyen Sevgi Erenerol, Kemal Kerinçsiz ve ekibinin toplantı yaptığı mekan olarak biliniyordu. Bu kilisenin cemaati yok RUM Ortadoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü Dositheos Anağnostopulos, Taraf’a yaptığı açıklamada kiliselerin kendilerinden zorla alındığını belirterek şöyle konuştu: “Üç kiliseyi de istiyoruz. Türk Ortadoks Patrikhanesi dünyada hiçbir Ortadoks kilisesi tarafından tanınmayan bir yapı. Cemaati de yok. Bu kiliseler bize geri verilirse Galata civarında oturan cemaatimiz oraya gider.” kızılbaş - sayfa 29 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 27 Ocak 2005: Uluslararası Yahudi Soykırımı Anma Günü kabul edildi etrafı duvarlarla çevrili mahallelerde yaşamaya zorlanmaları ise sonun başlangıcıydı. 1930'lu yılların başlarında Nazilerin Almanya'da faşist bir diktatörlük kurmaları, dünya halkları için büyük bir felaket oldu. Nazilerin uyguladığı terör ve şiddet, milyonlarca ve milyonlarca insanın canını aldı. Naziler, nefretlerinin odağına aldıkları Yahudileri ise dünya üzerinden silmek istiyorlardı. Milyonlarca Yahudi en ağır işkence koşullarında köle olarak çalıştırıldıktan sonra, ölüm kamplarına gönderilerek gaz odalarında, fırınlarda katledildi. Kapitalizmin krizi ve faşizmin yükselişi İkinci Dünya Savaşı insanlığın yaşadığı en büyük felaketlerden biri olma özelliğini korumaya devam ediyor. Kapitalizmin içine girdiği derin ekonomik krizden bir türlü çıkamaması, krizin hızla yayılarak neredeyse dünyanın tümünü etkisi altına alması, başta Avrupa olmak üzere dünyanın pek çok yerlerinde devrimci durumların ortaya çıkmasına neden oldu. Kapitalizm tümüyle çökmüştü; artık ne yönetenler eskiden olduğu gibi yönetebiliyor, ne de yönetilenler eskiden olduğu gibi yönetilebiliyordu. Bu durum karşısında işçileşmekten korkan, her şeylerini yitirmek korkusuyla karşı karşıya kalan küçük burjuvazi, diğer orta sınıflar ve sınıf dışı kalmış proletaryayla birlikte, kapitalizmin krizinin sorumlusu olarak gördüğü işçi sınıfına karşı savaş açtı. Büyük burjuvazinin de desteğini alarak, her türlü şiddet ve vahşet yöntemlerini kullanmak suretiyle başta Almanya ve İtalya olmak üzere, bir dizi ülkede iktidara geldi. Almanya'da Naziler iktidara gelir gelmez, krizi büyük burjuvazi lehine çözmek için işçi sınıfına savaş açtılar. Faşizme karşı savaşmak yerine birbirlerini baş düşman ilan eden sosyal demokrat ve komünist işçileri neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan ezdiler, işçi örgütlerini parçalayarak atomize ettiler, binlerce sendikacıyı, işçi liderini öldürdüler, her türlü işçi örgütlenmesini yasakladılar. Nazilerin ikinci hedefi ise üstün olduğunu düşündüğü Ari ırktan olmayan insanlardı. Bu insanlar üzerinde en canavarca yöntemlerle deneyler yapıldı, "saf" Alman ırkını kirletmemeleri için on binlercesi kısırlaştırıldı, akla hayale gelmeyecek eziyetlere ve aşağılamalara uğratıldı. Bedensel ve zihinsel engelli insanlar, Roma ve Sintiler, eşcinseller, muhalifler, savaş esirleri önce çalışma kamplarında köle olarak kullanıldı, çalışamayacak duruma geldiklerinde ise ölüm kamplarında katlediler. Yahudi soykırımı Nazilerin nefretinin odağında ise Yahudiler bulunuyordu. Almanya'da Naziler 1930'lu yılların başından itibaren Yahudiler üzerinde giderek artan sistematik bir baskı uygulamaya başladılar. İlk olarak devlet dairelerinde memur olarak çalışan Yahudiler işten atıldı. Yahudilerin belirli meslek gruplarında çalışmaları yasaklandı. Daha sonra Yahudiler günlük hayattan giderek daha fazla tecrit edilmeye başlandılar. Günün belirli saatlerinde sokağa çıkmaları ve alış veriş etmeleri yasaklandı. Yahudi dükkânlarına boykot uygulanmaya başlandı. Bir süre sonra Yahudilerin göğüslerine sarı bir yıldız takarak kendilerini belli etmeleri zorunluluğu getirildi. Yahudilerin getto adı verilen, Nazi katiller, Avrupa'nın çok sayıdaki ülkesini işgal ettikten sonra, bu ülkelerde yaşayan Yahudileri toplama kamplarına göndermeye başladılar. Sanılanın aksine bu kampların hepsi ölüm kampı değildi. Naziler Yahudileri yaptıkları işlere ve becerilerine göre ayırıyor, kalifiye işçileri özellikle silah sanayinde faaliyet gösteren fabrikalara ve atölyelere gönderiyor, yol yapımında, maden ocaklarında köle olarak çalıştırıyordu. Çalışacak durumda olmayan engelli, hasta, ihtiyar, çocuk yaştaki Yahudiler ise ölüm kamplarına gönderiliyor, burada canavarca tıbbi deneylerde denek olarak kullanıldıktan, çeşitli işkencelere uğratıldıktan sonra, gaz odalarında, fırınlarda veya birer kurşunla katlediliyorlardı. Bütün bu yerlerde yaşam koşulları son derece korkunçtu. Toplama kamplarına gönderilen Yahudiler yük vagonlarına dolduruluyordu. Bir kişi için bir metrekarelik bir yer vardı. Bütün yol boyunca burada ayakta duruyor, doğal ihtiyaçlarını oldukları yerde ayakta gideriyor, ölenler ayakta ölüyor, yere bile düşemiyordu. Yemek ve su yoktu. Yağan yağmurun ve karın altında ağızlarını açarak susuzluklarını gidermeye çalışıyorlardı. Toplama kamplarında ise durum tam anlamıyla bir felaketti. Kalifiye işçilerin ve ustaların çalıştıkları savaş sanayinde asgari yaşam koşulları sağlanmıştı, ancak kampların çok büyük kısmında Yahudiler yere açılan çukurlarda biriken yağmur sularını içmek zorunda kalıyor, tifüs, kolera gibi salgın hastalıklar her gün yüzlerce insanın canını alıyordu. İşkencede katledilen insanların sayısı ise her gün binlerle ifade ediliyordu. Barakalarda yüzlerce tutsak küçücük odalarda bir arada yaşamaya mecbur bırakılıyordu. Asgari temizlik koşulları bile söz ko- kızılbaş - sayfa 30 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nusu değildi. Kötü koşullara herhangi bir şekilde karşı çıkmanın, en basit bir Nazi askerinin verdiği bir emre uymamanın cezası hemen oracıkta öldürülmekti. Naziler yaklaşık 6 yıllık bir süre zarfında tam 6 milyon Yahudi'yi en canavarca koşullar altında katlederek, insanlık tarihinin en korkunç felaketlerinden birisinin altına imza attılar 27 Ocak 1945'te ölüm kamplarının en korkuncu Auschwitz, Sovyet askerleri tarafından ele geçirildi. Kamp daha önceden boşaltılmış ve tutsak Yahudiler bir "ölüm yürüyüşüyle" Almanya içlerine gitmeye zorlanmıştı. Geride sadece yürüyecek durumda olmayanlar bırakılmıştı. Sovyet askerleri kampa girdiklerinde, 5.000 kadar ölmek üzere olan insanla karşılaştılar. Soykırım: Bir daha asla! İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte insanlık soykırım felaketiyle yüzleşmek durumunda kaldı. 1948 yılında Birleşmiş Milletler, Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'ni kabul etti. Bu sözleşmenin 2. maddesinde soykırımın ayrıntılı bir tarifi yapıldı. * Başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde Yahudi soykırımını inkâr etmeyi suç sayan yasal düzenlemeler yapıldı. Nazi sembollerinin kullanılması, Nazilerin yaptıklarının övülmesi, Nazizmi savunan siyasi partilerin, derneklerin, örgütlerin kurulması yasaklandı. Bütün bunlar hiçbir zaman azılı ırkçılar dışında kimse tarafından düşünce özgürlüğünün ihlali olarak değerlendirilmedi. 27 Ocak 2005 tarihinde BM Genel Kurulu bu günü "Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü" kabul etti. Geçtiğimiz günlerde Fransa parlamentosunun diğer soykırımlarla birlikte Ermeni soykırımını da inkâr etmeyi suç sayan bir yasayı kabul etmesi, Türkiye'de yoğun bir düşünce özgürlüğü tartışmasının başlamasına neden oldu. Yahudi soykırımını inkâr etmenin yasak olmasıyla hiçbir sorunu bulunmayan çevreler, aynı durumun Ermeni soykırımı için geçerli olmasını kabul edemediler, bunu düşünce özgürlüğüne indirilen bir darbe olarak değerlendirdiler. Bu durum, Ermeni soykırımı ile yüzleşmenin sağlanmasının ne kadar acil bir görev olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Ermeni soykırımı ile ilgili gerçeklerin tüm çıplaklığıyla ortaya konulması yaşananların bir daha yaşanmaması için önkoşul oluştururken, düşünce özgürlüğü ile insanlık suçunun yok sayılması arasındaki uzlaşmaz zıtlığın kavranması bakımından da büyük önem teşkil ediyor. * Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi Md. 2: “Ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: grubun üyelerinin öldürülmesi; grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; grubun yaşam koşullarının bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması; grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; [ve] çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi." Beyoğlu’ndaki yüzleşme toplantısını ırkçılar bastı Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De aktivistleri tarafından başlatılan Yüzyıllık Yüzleşme kampanyasının bugün soykırımın 100. yıl dönümüne hazırlık için Beyoğlu'nda düzenlediği "Devletler niçin özür dilemelidir?" toplantısı, İşçi Partisi üyeleri tarafından basıldı. "Soykırım yalanı, ABD planı", "Doğu Perinçek çıkacak, Ufuk Uras, Roni Margulies, Oral Çalışlar girecek" sloganlarıyla toplantıyı engelleyen İP çetesine salondakilerin yanıtı "Hepimiz Hrantız hepimiz Ermeniyiz" sloganı oldu. Beyoğlu'nda Bağlam Yayınları toplantı salonunda 17.30'da başlayan toplantı öncesi salona gelen 20-25 kişilik grup, ayakta durmaya çabaladı. Moderatör, ilk sözü gazeteci Oral Çalışlar'a verince, kendilerinin Öncü Gençlik olduğunu söyleyen bir kişi, protestolarının Çalışlar, Uras ve Margulies'e karşı olduğunu söyledi ve ardından topluluk şu sloganları attı: "Soykırım yalanı ABD planı", "Dönekler Amerika'ya", "Doğu Perinçek çıkacak, Ufuk Uras, Oral Çalışlar, Roni Margulies girecek", "Öncü gençlik geliyor", "Dönekler Amerika'ya", "Hrant'ın katili Fethullah çetesi". 20 dakika boyunca slogan atarak toplantıyı engelleyen ırkçı gruba karşı salondakiler önce "Dışarı", ardından "Hepimiz Hrant'ız hepimiz Ermeniyiz" sloganıyla yanıt verdi. Salonu terk ederken "Protestomuz bu üç isme, salondaki güzel insanlara değil" diyen İP'liler, yarım saat de bina önünde slogan atmaya devam etti. Toplantı, ırkçıların tüm engellemelerine rağmen gerçekleşti. Foto: Emre Algun, Mehmet Doğan DSİP: Soykırımla yüzleşme toplantısına yapılan ırkçı saldırıyı kınıyoruz kızılbaş - sayfa 31 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 PONTOS’UN KAYIP KIZI MAÇKALI ELENİ, NASIL EMİNE SÜMER OLDU… Bu toprağın kayıp kızları onlar… Mübadele’nin köklerinden ayırıp yıktığı aileden geride kalan iki küçük kız. Biri Trabzon’da diğeri İstanbul’da birbirlerinden habersiz büyüyüp çoluk çocuğa karıştı. Bir asırlık acının sırrı Trabzon’dan gelen telefonla aralandı, kardeşler bir avuç toprakla buluştu Mete YILMAZ / AKŞAM Trabzon-İstanbul-Kavala arasında, filmlere taş çıkaracak mübadele öyküsü… Tarih 1920’lerin başı. Kalaycı Haralumbos Hrisostomidis, karısı Anastasiya ve küçük kızları Eleni Trabzon’un Maçka İlçesi’nde yaşıyordu. “Lambo Usta” diyordu Maçkalı komşuları Haralumbos’a. Küçük ama mutlu bir hayatı vardı üç kişilik Rum ailenin. Taa ki 1923 gelip çatana kadar. On binlerce aileyi köklerinden koparıp tamamen yabancı oldukları topraklara savuran mübadele onları da vurdu. Ömürlerinin kalanını doğup büyüdüğü topraklara hasret geçirecekler listesine girdi Hrisostomidis’ler de. uyarılarına da kulak asmıyor. Bir süre sonra köylülerin getirdiği haberle sarsılıyor. Dünya, “Eleni ölmüş. Cesedini Maçka Deresi’nde sürüklenirken gördük” sözlerini duyan Lambo Usta’nın başına yıkılıyor. Gözyaşlarını içine akıtıp yola koyuluyor. Deniz yoluyla gitme şansı kalmadığı için karadan giden kervanlara katılıyor. Yolda eşkıyalar tarafından 4 kez soyularak, bin bir zorlukla 3 ayda İstanbul’a geliyor. Beş kuruş parasız Kadıköy’ e ulaşan Lambo Usta, açlıktan öte küçük kızının acısıyla gün be gün eriyor. ELENİ’Yİ KAÇIRIYORLAR YOLU PAŞA’YLA KESİŞİYOR Ayrılık vakti gelip çattığında, Lambo usta eşi Anastasiya ve 13 yaşındaki kızları Eleni’yi alıp, koca bir hayatı geride bırakıyor. Gözlerinde yaş, başlarında beş asker, diğer Rum ailelerle birlikte limanda bilinmeyen geleceğe götürecek gemiye gidiyorlar. Çok geçmeden, 300 kişilik kafilenin yolunu silahlı bir grup kesiyor. Aşık oldukları kızlardan ayrılmaya razı olmayan gençler, Eleni’yle birlikte kafiledeki bazı kızları kaçırıyor. Ne yapacağını şaşıran Lambo usta, eşini gemiye gönderip kızını aramaya karar veriyor. Eşini Yunanistan’a gönderen kızını ise Trabzon’a ve kalbine gömen Lambo Usta ne yapacağını bilmeden Kadıköy’de dolaşırken, yolu dönemin ünlü devlet adamı Süreyya Paşa’yla kesişiyor. Konağında balo düzenleyecek olan Paşa, kalaycı bulamayınca adamları tesadüfen Lambo Usta’ya ulaşıyor. İşçiliğini çok beğenen Süreyya Paşa, hayata küsmüş genç adamın elinden tutuyor. 4 ay boyunca kızını arayan Hrisostomidis umudunu yitirmiyor. Kızını bulup, eşini gemiyle gönderdiği Kavala’ya gitmek için dağ tepe dolaşıp her ağacın altına, her mağaraya bakıyor. Ne kadar arasa da küçük kızının izini bir türlü bulamıyor. Köydeki dostlarının “Sizden kimse kalmadı. Artık buralar senin için tehlikeli oldu” Karnını Süreyya Paşa’nın yanında doyuran Lambo Usta, “Durumunu düzeltene kadar İstanbul’da kal sonra seni ellerimle Yunanistan’a gönderirim” teklifini kabul ediyor. Paşa’nın yardımlarıyla Kadıköy’de kalaycı dükkanı açıyor ve kısa sürede çok para kazanıyor. Maçka’da yaşadıklarını kalbine gömen Lambo Usta, bir süre sonra kendi köyünden Antusa’yla tanışıyor. Belki de acısını tazelememek için Yunanistan’a gitmekten vazge- çiyor ve Antusa’yla evleniyor. İkinci evliliğinden de bir kızı oluyor, adını Sofiya koyuyor. (Lambo ustasının İstanbul’da doğan kızı Sofiya ile yıllar önce Trabzon’da kaybettiği Eleni’sinin hikayeleri film olacak) BİLİNMEYEN GEÇMİŞ Hikayenin bundan sonraki kısmını Sofiya’nın 59 yaşındaki oğlu Avedis Kevork Hilkat anlatıyor; dedesi Lambo Usta’yı hayal meyal hatırladığını söyleyen Avedis’in hayatı zorluklarla geçmiş. Anne-babası ayrıldıktan sora Kapalıçarşı’da bir kuyumcunun yanında işe başlamış. Annesi Sofiya ise bir ailenin yanında bakıcı olarak çalışmış. Geçmişiyle ilgili sırları ve varlığından haberi olmadığı teyzesini ise annesinin 93 yaşında hayatını kaybetmesiyle öğrenmiş Hilkat. Miras işlemleri için avukatına vekalet veren Avedis, “Avukat elinde vukuatlı nüfus kağıdıyla gelince geçmişimizin hiç bilmediğim yönü ortaya çıktı. Annemin varlığından bize hiç bahsetmediği bir ablası varmış. Nüfus dökümünde dedemin ilk evliliğinden olan Eleni hayatta gö- kızılbaş - sayfa 32 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 züküyordu. Hemen araştırmaya başladım” diyor. ELENİ’DEN EMİNE’YE Trabzon’a nüfus dökümlerini gönderen Avedis’e, aradan fazla zaman geçmeden sürpriz bir telefon geliyor. Ahizenin ucundaki ses “Annem Emine’yi araştırıyormuşsunuz” deyince Avedis’in şaşkınlığı bir kat daha artıyor. Trabzon’un tanınmış ailelerinden birinin üyesi olan Abdükadir Sümer’in nüfus dökümündeki Eleni’nin babaannesi Emine olduğunu söylemesi sır perdesini aralıyor. Avedis, hiç göremediği teyzesi Eleni’nin hikayesini, Sümer Ailesi’nden öğreniyor: Eleni, kendisini kaçıran Ali Kemal Sümer’le evleniyor. Bir süre sonra da Müslüman oluyor. Çok da dindar. 5 çocuğu oluyor ancak eşi genç yaşta hayatını kaybediyor. Ölmeden önce hep Pontusca sayıklıyor. “Zaten kızdığı zaman da Pontusca kızarmış” diyor Avedis. Hikayenin bundan sonrasını daha da karıştığını söyleyen Avedis Kevork Hilkat, dedesi Lambo Usta’nın ilk eşinin de Yunanistan’da evlendiğini ve iki çocuğunun olduğunu anlatıyor: Çocukları yıllar sonra Trabzon’a gelip Eleni teyzemin izini buluyor. Ancak o, Yunanistan’dan gelen hiç kimseyle görüşmemiş. Kimseye gerekçesini söylememiş. Teyzemin bu yanı bir soru işareti olarak kalmış. Aslında annem de hayattayken Trabzon’a, babasının topraklarına gitti. Ama Eleni’yi ya da yeni ismiyle Emine’yi buldu mu bilmiyoruz. Bulduysa bize niye söylemedi? Bunun cevabını hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz… HİKAYELERİ FİLM OLACAK Avedis, birbirlerinden habersiz olarak yaşayan iki kız kardeşi mezarları arasında taşıdığı bir avuç toprakta buluş- turdu. Bu hikaye yapımcıların dikkatini çekti. Sofiya ve Eleni’nin iç burkan hikayesi film olacak. Yaşarken kavuşamadılar ama… Eleni, yani sonraki adıyla Emine doğduğu topraklarda Maçka’da, varlığından haberi olmadığı kız kardeşi Sofiya ise İstanbul’da toprağa verilmiş. Yaşamları boyunca birbirlerine hiç kavuşamayan iki kız kardeş, Avedis’in mezarlar arasında taşıdığı bir avuç toprakta buluşuyor. Torunları ve çocuklar ise neredeyse bir asırdır süren ayrılığın acısını çıkartırcasına her sene Maçka’da biraya geliyor. 160 kişilik yeni ailem oldu Aileyle temas kurduktan sonra Abdülkadir Sümer’in İstanbul’a geldiğini söyleyen Avedis, ailece görüşmeye başladıklarını anlatıyor. “Birden bire 160 kişilik yeni bir ailem” oldu diyen Avedis, “Sümer ailesi bizi bağrına bastı. Trabzon’a davet ettiler. Köklerimi bulmanın heyecanıyla gittim. Yeni aileme kavuşmanın heyecanını yaşarken bir yandan da hayal kırıklığı yaşadım. Oralardan giden Pontuslar’dan geriye hemen hiçbir şeyin kalmamış olması içimi burktu” diyor. Meğer define avcısıymışım Trabzon’a ilk gittiğinde yaşadığı heyecanı anlatıan Avedis, ilginç bir anısını da paylaşıyor. Gülerek başladığı hikayenin sonunda hüzünlenen Avedis, Trabzon’da gezmesi için Sümer ailesinin kendisine bir şoför verdiğini söyleyip devam ediyor: Vazelon Manastırı’na gittik. Bir ara şoför kolumdan tuttu, “Abi seni rüyamda gördüm. Buraya gelip gömüyü çıkartıyorsun. Ne olur yerini göster. Bana boğaz hakkı ver yeter” dedi. Adamcağız beni define avcısı sandı. “Böyle bir şey yok” dedimse de dinletemedim. “Eğer define peşinde bu tahribatı sürdürürsen yarın buraya kimse gelmez. Asıl define bu binaların kendisi” dedim. Ama soförü ikna etmem mümkün olmadı. Kaynak: http://www.aksam.com.tr/ guncel/mubadelenin-kayip-cocugumackali-eleni/haber-209368 ht t p://dev r i mci k a r a de n i z .com "Rumlara dostça uyarımızdır. Siz Rumların Türkiye'de yaşamaya devam etmelerinin mümkün olmadığını biraz aklı olan herkes anlar. Bu inkar edilemez bir hakikattir. "Niçin? Bunu bilmiyorsanız, dinleyin, açıklayacağım. Evet! Kabul ediyorum, siz güya Osmanlı tebaasısınız. Fakat size, 'Yunanistan'da, kendimizden daha sıcak duygulara sahip herhangi biri var mıdır?" diye sorsalara, 'Hayır' cevabını vereceğinizden kesinlikle eminiz. Hayatta kalmak istiyorsanız, beklemeyin! Gidin! Samimi tavsiyemizi dinleyecek olursanız, dostluk namına, yakın gelecekte sizi tuz gibi eritecek olan o ordu karşısında baş eğmek dışında başka çareniz olmadığını söylemek istiyoruz. "Dünyanın hiçbir yerinde, barış hüküm sürerken, bir ülkenin çocukları, vatandaşları ve komşuları, birlik içinde ve aynı şehirde ve toprakta, aynı yasalar altında yaşarlarken ve aynı vergileri öderlerken; can, mal ve namusun yasalarca korunmasını talep etmekte aynı yasal haklara sahiplerken asla böyle bir yaşanmamıştı. Bir ülkenin çocuklarının kendi kardeşlerine karşı aniden isyan ettiklerine; vatandaşların diğer vatandaşlara karşı silahlandıklarına; hemşehrilerin, diğer hemşehrileri soymak ve öldürmek için acele ettiklerine; üst düzey memurların dürüst ve masum vatandaşlara karşı tutum aldıklarına; yasaları uygulamakla yükümlü kurumların silahsız vatandaşların cellatları kesildiklerine ilk kez tanık olunuyor." Pavlonya Sokak Nuhoğlu İşhanı No:10/6 Kadıköy - İSTANBUL Tel: (0216) 414 64 41 Telefax: (0212) 414 64 41 E-mail: pencereyayinlari@hotmail.com kızılbaş - sayfa 33 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 pontus soykırımı tarihinde: bafra meryemana mağrasındaki: 517 kadın ve çocuk, 30 partizan Tamer Çilingir / Devrimci Karadeniz “Refet Paşa’yı Pazar ziyaretlerinde dinler, dinler, bıkmadan dinlerdik. Kendisi çok zeki, hafızası çok kuvvetli, hadiselere ve meselelere derin vukufu vardı ve bu hakimiyetle meseleleri hiç bilinmeyen taraflarıyla anlatıyor, yahut büsbütün başka ve şaşırtıcı bir zaviyeden izah ediyordu. Ben, sanki başkalarını mahrum etme bahasına, harikülade bir konseri tek başıma dinliyormuş gibi üzüntü içinde, kendisinden rica ederdim: - Paşam, ne olur, hatıratınızı yazsanıza, niçin yazmıyorsunuz? Bilinmeyen birçok meselelerin iç yüzünü biliyor, karanlık kalmış hadiseleri aydınlatıyorsunuz, bunların kapalı kalması ve bir gün şahitlerinin birer birer hayat sahnesinden çekilmeleriyle meçhul olarak kalması yazık değil mi? O zaman Refet Paşa susar, acı acı güler: - Bu milletin her şeyi yıkılmış, bir İstiklal Harbi ayakta, hatıralarımı yazayım da, onu da ben mi yıkayım, derdi. Günahı boynuna, verdiği cevap buydu. Asıl sebep ne idi bilemiyoruz. Velhasıl, hatıratını yazmadan Refet Paşa da göçtü gitti.” (1) Bu satırlar Münevver Ayaşlı’nın Refet Paşa ile ilgili anılarında yer alıyor. Refet Paşa burada aslında bir gerçeği ifade ediyor, o da, İstiklal Harbi denen şeyin kocaman bir yalandan ibaret olduğu… Yine Münevver Ayaşlı’nın “Günahı boynuna, verdiği cevap buydu. Asıl sebep ne idi bilemiyoruz” demesine karşın, biz asıl sebebin ne olduğunu çok iyi biliyoruz. İstiklal Harbi ya da Kurtuluş Savaşı diye uydurulan bu masalın aslında özellikle Karadeniz’de Pontoslu Rumlara yönelik soykırımının olduğunu ve bu soykırım sürecinde Refet Paşa’nın da önemli rolu olduğudur. REFET PAŞA, PONTOS SOYKIRIMININ ÖNEMLİ SUÇLULARINDAN BİRİDİR Samsun’a ayak basan beş Paşa’dan biridir Refet Paşa… Yıllar sonra görüş ayrılığına düşeceği komutanı Mustafa Kemal’in emriyle Samsun’daki Pontos Rumlarına yönelik operasyonlardan sorumludur. Samsun‘a çıkıldığı 19 Mayıs 1919′da Mustafa Kemal’in yaptığı ilk iş, “yaşlı ve koyu bir Babiali memuru” olduğunu düşündüğü ve fikirlerini beğenmediği 15. Tümen komutanını görevden alıp yerine Refet Paşa’yı atamaktır. (2) leriz. 3.Kolorduya bağlı 15.Tümen’in merkezi Canik’de (Samsun) idi. Kolordu mıntıkası olarak belirlenen vilayet ve sancaklar ise Sivas, Amasya, Tokat, Samsun idi. (3) Bu yanıyla Münevver Ayaşlı ile aralarında geçen konuşmada Refet Paşa’nın sebebini açıklayamadığı, işte bu vilayetlerde yaşanmış vahşet ve cinayetlerdir. O, Mustafa Kemal kadar, Pontos Soykırımının önemli sorumlularındandır. BAFRA MERYEMANA MAĞARASI KATLİAMI Samsun’a çıkıldığı 19 Mayıs 1919’da yaptıkları ikinci önemli iş ise çete reislerini toplamak olur. Görüşmelerde Rumları “temizlemek” için her şeyin yapılması emredilir ve başta Katil Topal Osman olmak üzere çete reislerinden söz alınmış ve soykırımının 2. Jöntürk Dönemi başlar… KATİL TOPAL OSMAN AĞA Aslında Mustafa Kemal, Samsun’a padişahın ve İngilizlerin onayıyla 9. Ordu Müfettişi olarak yollanmıştır. Sözde görevi de Karadeniz’de yaşanan ‘‘kargaşayı‘‘ ve çetelerin, özellikle de Topal Osman’ın çetesinin faaliyetlerini soruşturmaktır. Kemalist yazarlardan Hasan İzzettin Dinamo, Mustafa Kemal ile Topal Osman arasındaki görüşmeyi ‚‘‘Kutsal İsyan‘‘ adlı kitabının ikinci cildinde ‘“Mangal Yürekli Adamın Hikayesi” başlığı ile şöyle anlatır: ‘‘Namını duyduğu Topal Osman‘la bizzat görüşüp, ona, ‘Bundan sonra el ele çalışacağız’ diyerek şöyle devam eder: Madem ki Türk halkı tamamen seni destekliyor; hiç durma teşkilatını yap. Git, belediye reisliği makamına otur. Sen kaçıp dağa çekileceğine, Pontoscular ve Rumlar kaçsın. Kanunsuz yola adım atar göründüler mi onları temiz- Bunun üzerine Topal Osman, şu cevabı verir: Sen hiç merak etme Paşam! Bu Pontos Rumlarına öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulup gidecek.” (4) İşte bu mağaralardan birisinde 30 Pontoslu partizan ile kadın ve çocuklardan oluşan 600 Pontoslu Rum, Mustafa Kemal’in 2000 askerince kuşatılır. Bu arada vurgulanması gereken önemli bir nokta da, çetelerin sadece kadın, çocuk ve ihtiyarlardan oluşan erkeksiz köylere saldırı düzenledikleri birebir partizanlarla çatışmadıklarıdır. (5) Partizanlar, kadın ve çocuklardan oluşan 600 Pontoslu Rum’un kuşatıldığı bu mağaranın adı, Panagiya (Meryemana) Mağarası‘dır. Bafra Nebyan bölgesinde Otkaya Köyü‘nün batı tarafındadır. Binbaşı Mehmet Ali askere kesin talimat vermişti; kuşatmadan dolayı bunalan askerin geri dönmesi halinde vurularak öldürüleceğini söyler. İki hafta süren kuşatma ve direniş sonrasında, partizanların mermileri ve yiyecekleri tükenir. Geride yapabilecekleri tek şey, yanlarındaki 600 kadın ve çocuğun buradan çıkarılmasıdır. Partizanların Kaptanı Hacı Yorgi Karavasiloğlu, partizanları toplar ve bir karar alırlar. Bütün partizanlar silahlarında sadece tek bir mermi kalana kadar çatışmaya devam edecekler, son mermilerini ise kendi yaşamlarına son vermek için saklayacaklardır. Sadece bir partizan sağ kalacak, o da elinde beyaz bayrakla teslim olacak ve 600 kadın ve çocuğun sağ kalmasını sağlayacaktır. Partizanların mermileri tükendiğinde, 29 partizan silahlarındaki son mermilerle kendi yaşamlarına son veririler. Geride kalan son partizan elinde beyaz bayrakla dışarı çıkıp teslim olacağını, kızılbaş - sayfa 34 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tüm partizanların öldüğünü, geride sadece 600 kadın ve çocuğun kaldığını, silahsız ve cephanesiz olduklarını, ateş etmemeleri çağrısında bulunur. Ancak onun bilmediği karşısındakilerin Mustafa Kemal’in askerleri olduğudur. sevdasını gözlerine mil çekilmiş bir ülkeydi roboski Mehmet Ali Binbaşı komutasındaki askerlerin arasında bulunan Talip Çavuş silahına davranarak elinde beyaz bayrakla teslim olan son partizanı vurur. Kadın ve çocuklar Bafra ilçesine bağlı ÇAŞUR KÖYÜ’ne götürülürler. Kadınlara tecavüz edildikten sonra süngü ve kurşunlarla katledilirler. Bu katliamdan sağ kurtulan 83 çocuk ise, daha sonra öksüzler evine verilir. Refet Paşa’ya haber ise iki sandıkla yollanır. Sandıkların içinde 30 partizanın kesilmiş kafası vardır. (6) .................. (1) İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim, Münevver Ayaşlı, Boğaziçi Yayınları, Kasım 1990, Sayfa 9 (2) Refet Bele, Askeri ve Siyasi Hayatı 1881-1963i Halit Kaya, Bengi Yayınları, Ocak 2010, Sayfa 50 (3) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İ. DUİT, nr.158/81 (16 Ş 1337/16.05.1919); MSB Arşivi, Refet Bele Dosyası; Zeki Saruhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü: Mondros’tan Erzurum Kongresi’ne (30 Ekim 1918 – 22 Temmuz 1919), Ankara 1993, Sayfa 249 (4) Hasan İzzetin Dinamo, ”Kutsal İsyan, Cilt 2”, İstanbul 1990, sayfa 132 (5) Devletin 15 ila 50 yaş arasındaki her erkek Rum hakkında çıkardığı tutuklama kararlarının ardından, bu insanlar dağlara çıkmak zorunda kalınca gerideki yakınları da çeteler tarafından saldırılara maruz kalmaktadır. Topal Osman gibi çetecilerin ve çetelerinin ‘‘yiğitliği‘‘ eli silah tutamayan kadın, çocuk ve ihtiyarları katletmektir. Hem bu işi çetelerin yapması devletin de işine gelmektedir. ‘‘gayri resmi‘‘ savaş olarak adlandırılan bu yöntem ile ‘‘resmi‘‘ devlet olan bitenden haberdar olmadığını, kendileriyle ilgilerinin olmadığını söyleyip kendini savunabilecektir. (6) Bafra, Kahramanların Memleketi, Nikos Kinigopulos, Maliyaris Yayınları, 1991, Sayfa 128, 129, 130. ayşegül karadağ Bir kareye bakarsın ya o karenin içinde binlerce yorum çıkar ortaya. Veli Encü’yü ilk gördüğümde binlerce yorum oluştu kafatmda. Onu ilk defa üniversitede 201 no’lu sınıfta “Roboski semineri”nde gördüm. Elinde 34 gencin fotoğrafını seminere gelenlere dağıtıyordu. Onun yüzündeki sıkıntıyı, çığlıkları görebiliyordum. Hepimiz sıralara oturduk. Birkaç üniversite hocasıda katıldı seminere. Veli başladı slayttaki resimleri tanıtmaya, anlatmaya. Heyecanı okunuyordu yüzünden. Sonra başladı “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” ile ilgili soru ve cevaplar. Roboski katliamı olduğunda Veli okuldaydı. Evet katliam diyorum Çünkü 34 gencin üzerine bomba yağdırmak katliamdan başka bir şey değildir. Aradan iki yıl geçti ve hala failleri bulunmadı. Veli’yi o günden sonra bir daha hiç görmedim. Tesadüfen sosyal paylaşım sitesinde rast geldim, hemen konuşmaya başladım. Okuldaki seminere katıldığımı söyleyince; ”Bana yabancı gelmediğini, hatırladığını söyledi.” Çok sevindim. Ve şimdi Roboski’nin başka bir direnişle karşı karşıya kaldığını söyledi. Veli: ”Roboskililer, bir anıt mezar, ziyaret noktası olacak katliam yerine yol yapılarak tüm izlerin silinmesine kararlılıkla, sonuna kadar karşı çıkacaktır.” dedi. Peki izleri silmek bu kadar kolay mıydı? Hadi beşeri izler silindi (yol yapım çalışmaları), 34 gencin izlerini, anılarını, toprağa düşen bedenlerini de silecek miydi? DEVLET!. Kaçağa giden gençlerin ailelerini, telsizlerdeki eşgalini silecek miydi? Harami katırları silecek miydi? Bir görünüp bir yiten ölü çocukların bakışlarını silecek miydi? Acı çarpıp geri dönüyordu yüreklere. Acı çarpıp geri dönüyordu Veli’nin yüreğine. Belkide o anda karşılıklı ağlıyorduk Veli’yle. Bana annesinin fotoğraflarını yolladı, ve şunu dedi: ”Biliyor musun Ayşegül annemin elleri, kolları hiç havadan inmiyor, hep hasta. ”Benim 34 kere daha yüreğim parçalandı. Sonra gözlerim, ve beynim. Yavrun kaçağa gitmiş hüznünü bize ver ana; demek istedim o anda. Zulüm hem yerde hem gökteydi. Atılacak hiçbir adımın kaybettiklerimizi geri getirmeyeceğini biliyoruz. Çoğu çocuk 34 Kürdün Türk ordusuna ait f-16 uçaklarıyla yapılan bombardıman sonucu katledilmesinin izleri asla unutulmayacak. Ve haksızlığa göğüs geren insanlar var oldukça, yapılan tüm katliamlar mutlaka ortaya çıkacaktır. İnsanın kaderini ve inançlarını hiçbir güç, hiçbir devlet ipotek altına alamaz. Bilmek var olmaktır. Bildiğimiz özlem duyduğumuz şeyler için yaşamalıyız. Gelecek nice güzel günler için yaşayalım. (Veli’ye). kızılbaş - sayfa 35 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hrant Dink ödülünü bu yıl Sevan Nişanyan’a verilmesini öneriyoruz SEVAN NİŞANYAN'LA DAYANIŞMA SAHİFESİ https://www.facebook.com/turkeycondemned kızılbaş - sayfa 36 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Uluslararası Hrant Dink Ödülü aday önerilerinizi bekliyor Uluslararası Hrant Dink Ödülü, 15 Eylül 2014 günü altıncı kez sahiplerini bulacak. Ödül her yıl ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu idealler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan, bunları yaparken, insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren kişi, kurum veya gruplara verilecek. Hrant Dink Vakfı, ödülle, bu yönde çaba gösterenlere, seslerinin duyulduğunu, yaptıklarının görüldüğünü ve yalnız olmadıklarını hatırlatmayı, onlara manen destek olmayı, tüm insanları idealleri uğruna mücadeleye teşvik etmeyi amaçlıyor. Bu yılın ödülleri için aday önerileri, 15 Ekim 2013 - 15 Nisan 2014 tarihleri arasında kabul edilecek. ACİL EYLEM!!! SEVAN NİŞANYAN’A ÖZGÜRLÜK! Sevan Nişanyan’a kurulan kumpastan vazgeçilsin! Bir kaçak inşaat cenneti olan Türkiye’de kimseye ceza verilmezken yazar Sevan Nişanyan, Şirince Köyünde kendi mülkü üzerinde kaçak inşaat yaptığı gerekçesiyle cezalandırılarak 2 ocak tarihinden beri İzmir –Torbalı cezaevine tutulmaktadır. Ayrıca Şirince’de yarattığı eserlerden dolayı mimarlık nobeli ile taçlandırılması gerekirken, hakkında açılan 17 davadan dolayı yaklaşık 50 yıllık bir ceza tehdidi ile de karşı karşıyadır. Aslında herkesin bildiği gibi Sevan Nişanyan’ın davalarının kaçak inşaat ile ULUSLARARASI HRANT DİNK ÖDÜLÜ ADAY BİLDİRİM FORMU Uluslararası Hrant Dink Ödülü, 15 Eylül 2014’te altıncı kez sahiplerini bulacak. Hrant Dink Vakfı, 2009 yılından itibaren her yıl, Hrant Dink’in doğum günü olan 15 Eylül’de vereceği Uluslararası Hrant Dink Ödülü ile, daha özgür bir gelecek için emek verenleri selamlamak, onlara yalnız olmadıkları mesajını iletmek istiyor. Ödül, ayrımcılıktan, ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu idealler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan; bunları yaparken, insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren kişi, kurum veya kuruluşlara verilecek. Bu yılın ödülleri için aday önerileri, 15 Ekim 2013 - 15 Nisan 2014 tarihleri arasında kabul edilecek. Yukarıda belirtilen özelliklere uygun olduğunu düşündüğünüz kişi, kurum veya kuruluşları aday göstermek için lütfen aşağıdaki formu doldurun. Bildirimler öncelikle aday tespit komitesi tarafından değerlendirilecek, ardından Uluslararası Jüri’ye iletilecektir. Bu nedenle, aday ile ilgili mümkün olduğu kadar ayrıntılı bilgi ve varsa belge (gazete kupürü, makale, rapor vb.) gönderilmesi, değerlendirme sürecinde yardımcı olacaktır. Adaylar arasından ödülün kime verileceğini Uluslararası Jüri belirleyecektir. (Kişi, kurum ya da gruplar, kendilerini aday gösteremezler.) ADAYLA İLGİLİ BİLGİLER İsim: Kurum/kuruluş (bağlı olduğu bir kurum varsa doldurunuz): Adres: Telefon: Faks: E-posta: Adayı önermenizin nedenleri nelerdir? (en fazla 250 kelime): yönlendirici sorular: a) Hangi alanda çalışıyor? b) Bu alandaki kayda değer çalışmaları nelerdir? Bu çalışmalar ne tür etki ve/ veya değişimlere yol açtı? c) Aday hangi koşullar altında çalışıyor? d) Daha önce herhangi bir ödüle aday oldu mu veya herhangi bir ödül aldı mı? Adayla ilgili belgeleri veya internet sitelerini bu alanda belirtebilirsiniz. bir ilgisi yoktur. Bu cezalar resmi ideolojiye karşıt tarih ve dil çalışmalarından dolayı verilmektedir. Bu kapsamda olan İslam mitolojisini İslamcılar gibi yorumlamıyor diye verilen 13, 5 ay ceza tehdidi Yargıtay’da onanmak için bekliyor. Sevan Nişanyan’ın düşüncelerinden dolayı cezaevine yollanması birçok tepkiye neden olacağından kaçak inşaat suçu icad edilerek cezaevine konulmuştur. Mesele kaçak inşaat meselesi değildir. O fikirlerinden dolayı cezaevine konulmuştur. Sözünü esirgemeyen Sevan Nişanyan halkının sesi ve kalemidir. Ona kurulan kumpastan vazgeçilsin ve uğradığı haksızlığa son verilerek özgür bırakılsın. Lütfen, Sevan Nişanyan'a özgürlük' talebinizi, e-posta ya da tweetlerinizle aşağıdaki adreslerden Türkiye yetkililerine iletin: @cbabdullahgul cumhurbaskanligi@tccb.gov.tr @RT_Erdogan bimer@basbakanlik.gov.tr cemil.cicek@tbmm.gov.tr info@adalet.gov.tr kızılbaş - sayfa 37 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Uluslararası Hrant Dink Ödülü aday önerilerinizi bekliyor Sevan Nişanyan "BAŞINA GELENLER, BU BOKTAN CUMHURİYET'İN BOKTANLIĞININ EN NET KANITI OLDU. 'YANLIŞ' DİYEREK, EPEY KİBARLIK ETMİŞSİN." cümlesini kesmişler. Üstünü kara mürekkeple çizmişler. Cezaevine gelen mektupların sansürden geçmesi lazım. Disiplin kurulu toplanmış, karar sureti, teslim tesellüm tutanağı yazılmış, imza mukabilinde verdiler. Daha komiği Sarkis Hatspanyan’ın mektubu. Hatspanyan Ermenistan muhalefetinin... önde gelen isimlerindendir. Mektubunda bana sevgi ve desteğini iletirken, kendi ülkesinin rejimine çakmayı da ihmal etmemiş. "BİLDİĞİN GİBİ HAYASTAN [Ermenistan] OLİGARŞİK BİR DİKTATÖRLÜKLE YÖNETİLMESİ NEDENİYLE, TÜM ZENGİNLİK BİRKAÇ KUYRUKSUZ İKİ AYAKLININ ELİNDE BULUNAN FAKİR BİR ÜLKE VE NE YAZIK Kİ KİTAP OKUYAN İNSAN SAYISI DA SOVYET ERMENİSTAN'I DÖNEMİYLE KARŞILAŞTIRILMAYACAK KADAR DÜŞÜK" Bu bölümü de sansürlemişler. Ermenistan'a laf sokan, T.C'ye haydi haydi sokar diye mi düşünmüşler? "Bu gavur ne diyor, tam anlamadık ama sakıncalı herhalde" diye mi akıl yürütmüşler? "Kuyruksuz iki ayaklı" lafını üstlerine mi lınmışlar? Anlaşılamadı. Tabii açık cezaevinde telefon serbest, haftada bir açık görüş de var. Oğlanların getirdiği printout heyete tabii, ama telefondan okumalarına engel yok. Saçma bir ülke burası. Aziz Nesin'den bu yana değişen bir şey yok. 15 Ocak 2014 HRANT DİNK VAKFI, HER YIL, HRANT DİNK’İN DOĞUM GÜNÜ OLAN 15 EYLÜL’DE, ULUSLARARASI HRANT DİNK ÖDÜLÜ VERECEK. ÖDÜL, AYRIMCILIKTAN, IRKÇILIKTAN, ŞİDDETTEN ARINMIŞ, DAHA ÖZGÜR VE ADİL BİR DÜNYA İÇİN ÇALIŞAN, BU İDEALLER UĞRUNA BİREYSEL RİSK ALAN, EZBER BOZAN, BARIŞIN DİLİNİ KULLANAN, BUNLARI YAPARKEN, İNSANLARA MÜCADELEYE DEVAM ETME YOLUNDA İLHAM VE UMUT VEREN KİŞİLERE VERİLECEK. HRANT DİNK VAKFI, ÖDÜLLE, BU YÖNDE ÇABA GÖSTERENLERE, SESLERİNİN DUYULDUĞUNU, YAPTIKLARININ GÖRÜLDÜĞÜNÜ VE YALNIZ OLMADIKLARINI HATIRLATMAK, ONLARA MANEN DESTEK OLMAK, TÜM İNSANLARI İDEALLERİ UĞRUNA MÜCADELEYE TEŞVİK ETMEK İSTİYOR. Bu yılın ödülleri için aday önerileri, 15 Ekim 2013 - 15 Nisan 2014 tarihleri arasında kabul edilecek. Hrant Dink Vakfı Adres:Halaskargazi Cd. Sebat Apt. No:74 Kat 1 Daire 1 Osmanbey 34371 Şişli İstanbul Telefon: +90 212 2403361 +90 212 2403362 +90 212 2403365 Faks: +90 212 2403394 E-Posta: info@hrantdink.org kızılbaş - sayfa 38 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ali Nesin'in kaleminden Sevan Nişanyan Acaba bu satırlar nasıl bir vakayla karşı karşıya olduğumuzu yeterince anlatabildi mi? Sevan değerlendirilirken ya da yargılanırken harcıalem kriterler bir yana bırakılmalı. Sevgili Dostlar, Sevan Nişanyan’ın tüm malvarlığını Nesin Vakfı’na bağışladığını herhalde duymuşsunuzdur. Bu teşekkür mektubu vesilesiyle size biraz Sevan’ı anlatmak istiyorum. Gazetelere yansıyanlarla anlaşılması mümkün değildir çünkü. altında yatıyor olacaktı, çünkü, adım gibi biliyorum, bir geceyarısı beni dürterek uyandırıp “hadi” diyecek ve kaçmaya ikna edecekti. Robert Kolejli Sevan’ın adını ilk gençliğimde duymuştum. Belli bir öğrenci çevresinde zekasından ve engin kültüründen efsane gibi bahsedilirdi. Çok daha sonra, bundan nerdeyse 35 yıl önce, Paris’te tanıştık ilk kez. O zamanlar başımı kitaptan pek kaldırmadığımdan üstümde bir etki bırakmamıştı, ama 10 yıl sonra, aynı bölüğe düştüğümüzde, eşi benzeri olmayan biriyle karşı karşıya olduğumu hemen anlamıştım. Birlikte “orduyu isyana teşvik”ten yargılandık. Gözünü kan bürümüş bir savcı 20 yıl hapsimizi istedi. İnsafsız bir hakim istenen cezayı güle oynaya vermeye hazırdı. Gençtik. Göz göre göre ve durduk yerde hayatımız kararacaktı. Zor günlerdi doğrusu. Ama birbirimizi hiç yalnız bırakmadık. O gün bugün dostuz. En çetin sınavlardan geçmiş bir dostluktur bizimkisi. Cezaevinden kaçma planlarını anlatırdı bana... Makinalı tüfekli askerlerle çepeçevre çevrilmişiz... 20 yıl kodeste çürüyemezdik, belli ki ceza alacaktık, duruşmaların seyri belliydi, kaçmalıydık, anca beraber kanca beraber, nöbetçilerin bir anlık dalgınlığını fırsat bilip pirrr... İçimden “deli mi ne”, dışımdan da “olur” derdim; hatta mükemmel kaçma planına katkıda bile bulunurdum kuşkulanmasın diye... Olmaz desem o akşam kaçmaya kalkışabilirdi... Hakkari’nin mayın döşenmiş yollarına sürükledi peşinden. Uçurumlarla sona eren ıssız yollara girdik. Girilmesi tehlikeli ve yasak bölgelerde kim vurduya gideceğiz, son sözlerim “ah yandım!” olacak diye kaç kez yüreğim ağzıma geldi. Ama yiğitliğe krem sürdürmedim. Ne o? Sevan taş üstünde taş bırakılmamış bir kilise görecek... Bir başka gün iki çocuğumu birden alıp Ege dağlarında küçük bir kır gezintisine çıktı. Şafağın sökmesine az kalmıştı çocuklarımı yeniden bağrıma bastığımda... Devasa kayayı aşamayan külüstür Kartal’ı kayanın tepesinde bırakıp dağın öbür tarafına yürüyerek inmişler... Hangi güzergâhı seçmişlerse... Form kazanmak için 2,5 metre uzunluğundaki hücrede her gün saatlerce döne döne koştu. Ben ranzama uzanmış, hayretle kan ter içindeki bu kararlı adamı izlerdim. Para biriktirmek ve nefesini açmak için günde üç paket içtiği sigarayı cezaevinde bıraktı. Ciddiydi yani. Neyse ki aklandık, kolay olmadı ama aklandık. Yoksa bugün delik deşik olmuş cesedimiz kimbilir hangi servinin Bu, Sevan’ın beni ilk öldürme çabasıdır. Son olmadı, daha sonra sık sık denedi! En kötü mevsimde Kaçkar dağlarını ayağımızda makosenlerle aşmaya kalktık. Keçilerin bile “anneee” diye bağırıp kaçacakları daracık patikalardan geçtik, derinlikten gökyüzü mavisine çalan yarları tırnak gücüyle aştık. Tam bir çılgınlık! İlk kez orada onu yalnız bıraktım. İkna etmesine fırsat tanımadan, görünürde yokken sıvıştım. Hâlâ daha utanırım, ama el insaf, bir günde bir insan kaç kez ölüm tehlikesi atlatmaya tahammül edebilir ki? O ise anlaşılan Azrail’le benden daha samimiydi. Gürcistan iç savaşının tam göbeğinde bulmuştur kendini. Bu maceradan birkaç yıl önce Sri Lanka hapishanelerinde yatmışlığı vardır. Peru dağlarındaki akıllara durgunluk veren maceraları başlı başına bir hikayedir. Daha neler neler... Allah’ın sevgili kulu olmalı ki hâlâ hayatta. Ancak çizgi roman kahramanlarının böyle bir yaşamı olabilir; o da ancak üçü beşi bir araya gelirse! Dostluğumuzun kavgasız gürültüsüz geçtiği sanılmasın. Birbirimizin gözünü oymamıza ramak kaldığı anlar oldu! Bu arada, kavgada acımasızdır, söyleyeyim. Haklı olduğuna inanmayagörsün, karşılaştığı her türlü direnç onu daha da azdırır. Bu gibi durumlarda hiç ses çıkarmayın, ortalıkta görünmeyin, tepki göstermeyin. Bir zaman sonra yelkenleri suya indirecek ve cüssesine tezat bir zerafetle yanıbaşınızda beliriverecektir. Yaramaz bakışlarına dayanamayp kucaklaşırsınız. Tanıştığımızda siyasi düşüncelerimiz birbirine zıttı. Beni etkilemediğini söylemek yalanların en büyüğü olur. Ama bugüne dek ne o benim düşüncelerimi temelden değiştirebildi ne de ben onun. Tam tersine her ikimiz de daha uç noktalara vardık. Düşünce ayrılığından düşmanlık değil, zenginlikler doğdu. Şu ironiye bakın ki varımızı yoğumuzu Nesin Vakfı’na verdiğimizden şu an itibarıyla ikimiz de züğürtüz! Tüyler ürpertici düşüncelerini duyduğumda hiç karşı çıkmam, en iyi yaptığım işi yaparım: Dinlemek. Bakalım nasıl savunacak, işin içinden nasıl sıyrılacak diye merakla beklerim. Neyi savunduğundan çok, neyi nasıl savunduğu önemlidir. Şunu da ekleyeyim, gün gelir gerekir: Sevan’a karşı haklı çıkmanın tek bir yolu vardır, baktığı bakış açısını reddetmek. Çünkü Sevan, yakaladığı bakış açısının sonuçlarına acımasızca katlanır ve tek bir mantık hatası yapmadan, eşsiz bir belagatla sizi peşinden sürükler. Çocukluğunuzdan beri inandığınız değerlerin gözünüzün önünde lime lime edildiğine tanık olursunuz. Sessiz sedasız yol alırken kayalarda parçalanan bir dalgaya benzersiniz, daha Türkçesiyle eşek tepmişe dönersiniz. Olumsuz her türlü durumu lehine çevirme konusunda üstüne yoktur. Örnek: Jandarmalar eşliğinde hapse giderken yolda beni aradı. Durumu anlattı. Çok üzüldüm tabii. “Merak etme, dedi, hapisten çıktığımda iyi ki hapse girmişim diyeceğim”. Aynen dediği gibi oldu. Türkçenin etimolojisi üzerine muhte- kızılbaş - sayfa 39 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 şem bir eser ortaya çıktı. Sevan’ın şu anda Nesin Vakfı’na ait olan Şirince’deki eserleri üzerine bir iki satır illa ki gerekiyor. Şirince günün birinde sit alanı ilan edildi ve akabindeki 27 yıl boyunca koyun imar planı yapılamadı. Çivi çakılmıyordu. Mecazi anlamda eğil, gerçek anlamda çivi çakılmıyordu. Kimileri yasaların yaşama değil, tam tersine yaşamın yasalara uyacağını sanıyor! Akılsızlığın dik alası, halkı yok saymanın had saf hası. Herkes gizli saklı ve korka çekine tadilat ve kaçak inşaat yaparken, Sevan bunu alenen, göstere göstere yaptı. Vatandaşa zulmeden bir yönetimi tanımıyorum ve bunu da cümle aleme ilan ediyorum dedi. Üstüne üstlük bir de “Hodri Meydan Kulesi” dikti! Ta ilk gençliklerinden beri bozuk düzeni yıkmaya çalışanların istisnasız hepsinin Sevan’ı kutlayacağını ve hatta kahraman mertebesine yükselteceğini zannedersiniz değil mi? Hayır, öyle olmadı. Meğer bozuk düzeni yıkmak bazıları için soyut bir kavrammiş; bir tür meze diyelim! Bozuk düzen bugüne dek yıkılmadığından tahmin etmeliydik! Sevan’ın yarattığı yerler, “Öldüm de cennete mi geldim?” dedirtecek güzelliktedir. Meleklerle huriler nerede kaldı diye sağınıza solunuza baktırır. Oysa yaptığı şey son derece basittir: Doğanın eksiklerini tamamlar! Aklınız başınıza geldiğinde, ben niye bunu düşünemedim, benim neyim eksik diye kendi kendinizi yersiniz. Şu an itibarıyla Nesin Vakfı dünya çapında eşsiz bir güzelliğin sahibidir. Bu yükün altından nasıl kalkacağız bilmiyorum. Sevan’ın özgürlüğü anlaşılan bizim esaretimiz! Keşke bu güzelliğe bu kadar kolay konmasaydık, keşke bizim de bir katkımız olsaydı... Borcumuz olsun. Nesin Vakfı çocukları bu güzelliği idrak edecek ve yaratacak kapasitede yetiştirilecektir. Sadece Nesin Vakfı’nın şimdiki ve gelecek nesilleri adına değil, (bu hakkı kimseye sormadan alarak) insanlık adına da Sevan’a teşekkür ederim. Ali Nesin sevan nişanyan Birtakım insanlar sana inanmış, güvenmiş. Bu sana bir sorumluluk yükler. Onları hayal kırıklığına uğratmak, kötülük etmektir. Etmemelisin. Bir mücadeleye girmişsin, sonuçlarını göze alıyorum demişsin. Rüzgâr bir an için döndüğünde "ay korktum" deyip gitmek rezilliktir. Rezil olmamalısın. Köyünde bir hayali inşa etmeye girişmişsin, hayatını buna bağlamışsın. Şimdi üç tane memur, fare gibi kemirip hayatında bir oyuk açtı diye o hayatı terketmek olmaz. Daha yapacak çok işin var. Millete "korkma" demişsin, "bu memlekette eksik olan şey cesaret." Hodri Meydan kulesi dikmişsin. Şimdi ufukta düşman belirdiğinde "kişisel rahatım her şeyden kutsal" deyip kaçmak kendinle çelişmektir. Çelişmemelisin. Kaçıp gidenlerin pek çoğuyla tanışmışsın. Çoğunu sevmiş, dost olmuşsun. Ama alınlarına silinmez mürekkeple basılmış "yenilgi" damgasını da gözünle görmüşsün. O damgayı yememelisin. Arabayı İzmir Havaalanının otoparkına bırakmışsın. Günde 27 lira yazar. O masrafı daha büyütmemelisin. * Bugün 14.40 Sunexpress uçağıyla dönüyorum. 2 Ocak Perşembe günü de Torbalı Cezaevine gidip "ben geldim" diyorum. Görüşürüz. Hapis kararı çıktıktan sonra üç günlüğüne geldiği Berlin’den yazdığı yazı, 29 Aralık 2013. https://www.facebook.com/turkeycondemned ------------------------------------------------------------- Sevan Nişanyan İki yıl önce bütün taşınmaz mal varlığımı Nesin Vakfı'na bağışlamıştım. Bugün Nişanyan Otel'deki hissemi bedelsiz olarak eski karım Müjde'ye devrettim. Dünya malından tamamen arınmış oldum. An itibariyle evim yok, arsam yok, tarlam yok, şirketim ve menkul varlığım yok, motorlu vasıtam yok, işim yok, maaşım yok. İnanmayacaksınız ama SSK Bağkur ya da sağlık sigortası gibi şeylerim de yok. Özgürüm. Ha evim yok derken var tabi başımın üstünde bir damım. Nesin Vakfına ait arazi üzerinde, eski karımın işlettiği tesis dahilinde, iki odalı kutu gibi bir evim var. Beklerim. 16 Aralık 2013 kızılbaş - sayfa 40 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sevan Nişanyan diye bir adam et yen mahçupyan Her toplumda ve her zaman ‘delilik' diye adlandıracağımız ama gıpta ile bakacağımız işlere kalkışanlar çıkar. Zaten eğer böyle insanlar çıkmıyorsa o toplum ruhen ölmüş demektir. Öte yandan toplumlar vasatlığı benimser ve beslerler. Böylece kendilerini aykırı olanın cazibesinden ve tehdidinden korumuş olurlar. Sıra dışına çıkanları, aynen bir kaza anında seyrettikleri yaralılar gibi seyrederler. Kazalar kişilikleri önemsizleştirir ve olayın kendisini, magazinel bilgiyi öne çıkarır. Benzer şekilde sıra dışı olan da toplum için ancak ‘kaza anında' görünür olur ve seyirciler salt yaşananlara bakıp, sonra da hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ederler. Sevan Nişanyan, nerede yaşarsa yaşasın hemen her toplum için sıra dışı özellikler taşıyan, ancak Türkiye'deki hayatın onu bizatihi sıra dışılığa taşıdığı biri. Aykırı özelliklerin giderek karakterin parçası haline geldiği ve karakterin dışavurumunun ‘diline' dönüştüğü bir ‘vakadan' söz ediyoruz. İnsanlar Sevan Nişanyan'ı söz konusu aykırı özelliklerin sergilenmesiyle, tepki çekmesiyle ve Sevan'ın da bunlara birçoğumuz için hayal ötesi karşılıklar vermesiyle tanıdılar. Muhtemelen ‘eksantrik' olmaya çalışan, olgunlaşmamış biri muamelesi yaparak kendilerini rahatlattılar. Ama Sevan Nişanyan o davranışlarıyla aslında kendisini vasatlıktan, onu çevreleyen toplumun sıradan ‘zekâsızlığından' korudu. Sevan'ın aşırı eforizminin ve üretme/değiştirme hırsının, belki de ona boğucu gelen bu dünyada başını suyun yüzeyinde tutma gayretinden başka bir şey olmadığını teslim etmek durumundayız. Bu sıra dışı insanın kamuoyunda bilinen macerası Ege'nin Şirince köyüne yerleşmesiyle başladı. Dönem 1990'ların başıydı… Bütün sahillerin kooperatiflerle, pıtrak gibi çoğalan çirkin inşaatlarla ‘bezendiği' bir dönemde, Sevan ve eşi Müjde, Şirince'yi güzelleştirmek üzere yola çıktılar ve arazi alarak içine harika bağ evleri kondururken, kooperatifleşme ve çirkinleşmeye de alenen karşı çıktılar. Ama mücadeleleri bununla kalmadı. Şirince'ye birçok estetik zerafeti olan çeşmeler yaptılar, yolları onardılar… Ve birkaç gün içinde Sevan Nişanyan aleyhine on dava birden açıldı. Yaptığı her şey tek tek dava konusu oldu. Böyle bir süreçte ‘normal' insanlar biraz geri adım atar, işini hal yoluna sokmayı bekler, fazla görünür olmamaya dikkat eder. Ama burada öyle birinden bahsetmiyoruz. Aynı zamanda entelektüel birikimi ve keskinliği çok fazla olan, zekâsı ve iradesi ile toplumsal bayağılıkların deşifre edilmesinden kendini alamayan bir heyecan ve enerjiden bahsediyoruz. Bu hengame arasında Sevan sonradan yaygın dağıtım imkânına kavuşacak olan ‘Yanlış Cumhuriyet'i yazmaktaydı... Süreç 2002 yılında on küsur aylık bir hapis dönemi ile sonuçlandı ve entelektüel ürünü de Türkçenin Etimolojik Sözlüğü oldu. Bugün Sevan Nişanyan yine hapiste. İki yıl kalacak. Suçu kabaca 20 metrekarelik bir bağ evi inşa etmek ve inşaatı durduran mührü iki kez kırmak. Hukuk bunun kabul edilemez bir davranış olduğunu söylüyor. Ama bu hukuk ne adil ne de meşru. Çünkü Şirince'nin sit alanı olmasıyla birlikte çıkan kanun, bu alanda istenildiği gibi inşaat yapılamayacağını söylemekle birlikte, imar planı çıkana kadar idarenin en geç bir yıl içinde geçiş dönemi yapılaşma koşullarına ilişkin bir düzenleme getirmesini şart koşuyor. Ne var ki idare böyle bir düzenleme yapmıyor… Bu bahsettiğimiz kanun yirmi küsur yıl öncesine ait! O günden bu yana Şirince'de inşaatların neye göre yapılacağının standardı konmuyor, ama inşaatlar devam ediyor ve ‘hukuk' da önüne getirilen dosyaları ‘adalet' adına karara bağlıyor. Eğer gerçekten de hukuk diye bir şey olsaydı, mahkemeler idarenin aymazca ya da bilinçli olarak sürdürdüğü bu tutumu da dikkate alarak karar verirlerdi. Çünkü açıktır ki bir yerde kurallarını koymaktan imtina eden bir idare varsa, asıl niyet vatandaşın kaçınılmaz olarak usulsüzlük yapmaya teşvik edilmesidir. Sonrasında kimi ‘vurmak' isterseniz onun üzerine yürürsünüz… Neyse ki Sevan Nişanyan ne yaparsanız yapın sıraya sokacağınız biri değil. Ve ilk kez galiba toplum da artık sıraya sokulabilir olmanın ötesine geçiyor. Çünkü bütün aykırılıklarına karşın şaşırtıcı biçimde, özellikle muhafazakâr toplum içinde birilerinin Sevan'ı sahiplendiğine tanık oluyoruz. Anlaşılan Sevan'ın bunca uğraşı boşa gitmemiş, karşılığını bulmuş ve vasatlığa isyan eden bir muhafazakâr kimliğe katkıda bulunmuş. Bundan daha devrimsel ne olabilir? Not: Mümtaz'er Türköne'nin cuma günkü yazısı ‘kendine jilet atan adam' kıvamındaydı. Kendisini kamyon olmaktan çıkarabilirse belki ileride tartışabiliriz de… kaynak: zaman gazetesi kızılbaş - sayfa 41 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Vurmak serbest ötekiler hain, hem de iğrenç Ferhat KENTEL serbestiyet.com Öyle bir haldeyiz ki, -toplum kaç parçaya bölünmüştür, bilmek kolay değil ama-, an itibariyle her bir toplumsal bölünmüşlüğümüzün içinden başka bölünmüşlüklere karşı taban tabana zıt yorumlar dinlemek mümkün. Her bir taraf diğer tarafı en net haliyle“ihanet batağına” saplanmış görüyor. Herkes olağanüstü bir söylem inşasına sahip. Her argümana karşı başka bir argüman var. Her konuda 180 derece farklı yorumlar arz-ı endam edebiliyor. Böyle bir şey mümkün mü? Arada bir yerde başka yorumlar, başka gerçeklik anlatımları falan olamaz mı? Tabii ki olabilir; ama şu anki Türkiye öyle “ara durumları” falan duyabilecek bir yerde değil; herkes kendine bir siper bulmak zorunda… Gezi’yi düşünün mesela. Gezi neden kimilerinde bu kadar çok öf ke yarattı? “Darbeciler”, “karşı-devrimciler” retoriklerini falan bırakın; onlar sonradan“kuruldu” ve Gezi’nin üzerine giydirildi. Gezi’den insanların nefret etmesi için hangi argümanların kullanıldığını düşünün. Mesela şunlar değil mi: “Gezi’de her yer sidik kokuyor”; “içki içiyorlar”, “ortalıkta prezervatifler dolaşıyor”, “camide içki içtiler”, “taciz ettiler”… Bu tür argümanlarla Gezi “pisleştirildi”, “iğrençleştirildi”… Bu arada benim kulak misafiri olduğum bir söylem inşasına dair küçük bir notu aktarayım. Daha olayların ayyuka çıkmadığı, sadece polis gazının ortalığı kuşattığı, Gezi’nin ilk günlerinde, anlaşılan Taksim civarında dükkanı olan gençten bir adam belediye otobüsünde, telefonda Taksim’de neler olduğunu soran arkadaşına anlatıyor: “Hayatımızı zor kurtardık, çok şükür malımıza mülkümüze bir zarar gelmedi. Ne bileyim valla, eşcinsellik falan istiyorlarmış.” Türkiye toplumu başkasından duyulan korkularla, başkasından nefret eden, başkasının yaşam tarzını iğrenç gören bir ruh haline bürünürken, yurttaşlık bilgisinin devletinin başka türlü davranmasını bekliyor insan… Ne yazık ki, başbakan ve partisi, karşılarındaki rakipleriyle aynı oyunu oynamayı tercih ediyor… “Atılan her yumruk meşrudur ve puan getirir” mantığı bir kampta mevcutken, diğer kampta “ihanet” olarak kayda geçiyor. Öyle görünüyor ki, son derece güvensiz ve güvenilmez bir ruh hali, mevcut savaş haliyle katmerleşiyor. Hukuka ve adalete güven sıfıra doğru pike iniş yapıyor. Pınar Selek, Hrant Dink, Yakup Köse, Salih Mirzabeyoğlu, Sevan Nişanyan’ ın yargısı hangi devletin? Bu adamları ve kadınları resmen yargı yoluyla linç ettiler. Bu milletin büyük çoğunluğu–bugün yargıdan muzdarip olan AKP hükümeti de dahil- bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı Türk gibi seyretti! Bir yanda, “AKP’ye saldıran cemaatin elindeki yargı”nın “bağımsızlığının” çöktüğü ilan edilip, bu yargıya bodoslamadan her türlü saldırı mubahken… Diğer yanda, Pınar Selek’i –bütün beraatlerine rağmen- inatla müebbete mahkûm eden yargıya ses çıkmıyor; Pınar Selek’in Fransa’dan iadesinin talep edildiği yeniden basına servis ediliyor. Allah’tan iki BDP’li vekil bırakıldı ama anlaşılan Hrant Dink cinayetini aydınlatmak konusunda adeta dalga geçen yargının “bağımsız” olmadığını söylemek “devletin sosyolojisi”ndeki güç ilişkileri bakımından henüz “cesaret” istiyor. Sincan Cezaevi’nde çocuk mahpuslara yapılanlara ne demeli? Yurttaşlık bilgisindeki devletin delikanlılığına sığıyor mu? Hangi devlet içindeki devlet Sincan’daki çocukların üzerine kimyasal silahlarla saldırmayı becerebiliyor? Hangi yargı Yakup Köse’yi inatla tekrar içeri alıyor? Salih Mirzabeyoğlu’nu içeride tutuyor? 15 yaşında suçsuz yere içeri aldığı genç bir insanın tepesinde tepinmek isteyen bir yargı devletin içindeki hangi koridorlara tekabül ediyor? Tarihi evleri restore eden ve bunu en rafine ve mütevazı bir şekilde yapan Sevan Nişanyan’ı içeri almak nasıl bir yargı marifetidir? Kaçak yapı cenneti olan İstanbul’da, görmemişliğin nişaneleri olan, kibir abidesi gökdelenleri yapanların bu şehrin hafızasına yaptığı katliamın hesabını sormamak nasıl bir devlet olmaktır? Çünkü sadece biz haklıyız! Sadece bizim gibi düşünenler haklı! Ötekiler ancak iğrenç ve aptal yaratıklar olabilirler… Gezi’ye “eski rejimin darbe girişimi” diyenlerin, her şeyden önce taşıdıkları 28 Şubat zihniyetiyle ve düşman yaratma söylemleriyle yüzleşmeleri bu memleket için hayırlı olacak… Çünkü, birileri plastik Noel Baba’yı sünnet edip, bıçaklayıp bu düşmanca atmosferden nemalanmaya başladılar bile… 28 Şubat’ın Aczmendileri ve şürekâları gibi… Orta alan, kesiştiğimiz alan, az da olsa diğerinde hak verdiğimiz alan diye bir şey kalmıyor giderek… Topu topu tek ortak korkumuz “ekonomik kriz” kaldı! Ne kadar çok “ekonomik akıl”lı olmuşuz! Artık şu lafları çok sık duyar olduk: “Bu son operasyonlardan ötürü 120 milyar dolar zararımız var… Peki yolsuzluk ne kadar? 90 milyar dolar! Demek ki zarardayız! Eyvah!” O kadar çok kapitalistleştik, o kadar çok “modernleştik” ki, birbirimize düşmanlığımızdan bile daha önemli hale geldi bu durum… Yani aferin bize! Demokrasiyi kuramadık ama “kapitalist” olduk… Birileri de başka bir şey istemiyordu ki zaten… kızılbaş - sayfa 42 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Medeni bir ülkede yatsaydı? Baskın Oran Medeni bir ülke derken, bütün temel sistemimizi aldığımız ülke: Fransa. Yatsaydı derken, Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü gibi bir abide başta olmak üzere 19 adet basılmış kitabın ve şu anda temyizde bekleyen ve toplamı 26 yıl eden 19 adet dosyanın sahibi Sevan Nişanyan. Torbalı Açık Cezaevi’nde en az 2 yıllığına misafir. Baştan yarattığı Şirince’de mühür kırmaktan/kaçak inşaattan deniyor ama, eğin kulağınızı söyleyeyim, orada “Hodri Meydan” isimli, üzerinde de flama dalgalanan bir kule inşa etmekten: Dövletimiz bu kadarına da tahammül edemezdi artık... Bir okur-yazar Fransa’da yatsaydı şartları ne olurdu diye merak ettim. Yıllardır Paris’te yaşayan bir dostum vasıtasıyla Paris’teki bir “kapalı cezaevi” yetkilisiyle konuştum. Ama önce, Sevan’ın durumunu kendisinin satırlarıyla özetleyeyim. Aşağıdakiler kendi sözleridir, ayrıca tırnağa almıyorum. gin olmuşlar. "Gerekirse devletimiz gönderir, senin üzerine vazife değil" dediler. Gelenleri de iade edeceklermiş. Heyhat, güzel kitaplar vardı halbuki. 12 Ocak - Gözümüz aydın, kitap bağışına izin çıktı! Dünkü gazetelerde çıkan haberler burada paçaları tutuşturdu. Üstüne bakanlıktan telefon gelmiş, "Hop, ne oluyor" diye. Havalar birden değişiverdi. Yalnız, aman sakın, alıcı Sevan Nişanyan diye yazmayın. Doğrudan “Torbalı Açık Cezaevi- İzmir” diye gönderin. Öbür türlü sakıncalıymış. Hani devletimizin yapamadığını bu adam yapıyor diye bir görünüm doğar, elin gavuru, yanlış anlaşılır, o yüzden. 15 Ocak – “Başına gelenler, bu boktan cumhuriyetin boktanlığının en net kanıtı oldu. ‘Yanlış’ diyerek epey kibarlık etmişsin” cümlesinin üstünü kara mürekkeple çizmişler [Yanlış Cumhuriyet kitabına atıf – B.O.]. Cezaevine gelen mektupların sansürden geçmesi lazım. Disiplin kurulu toplanmış, karar sureti, teslim tesellüm tutanağı yazılmış, imza mukabilinde verdiler. Ermenistan’a sokan bize de… 4 Ocak - Torbalı Açık Cezaevi'nin kütüphanesini adam etmek için Dersim Ovacık'lı Mehmet ile kolları sıvadık. Bol kitaba ihtiyacımız var. Roman, siyaset, tarih, okul kitabı, çocuk kitabı her şey olur. Özellikle yayıncı dostlarımızın yardımları makbule geçecek. Daha komiği, Sarkis Hatspanian [İskenderunludur – B.O.] Ermenistan muhalefetinin önde gelen isimlerindendir, mektubunda bana sevgi ve desteğini iletirken, kendi ülkesinin rejimine çakmayı da ihmal etmemiş. “Bildiğin gibi, Hayastan [Ermenistan] oligarşik bir diktatörlükle yönetilmesi nedeniyle, tüm zenginlik birkaç kuyruksuz iki ayaklının elinde bulunan fakir bir ülke ve ne yazık ki kitap okuyan insan sayısı da Sovyet Ermenistanı dönemiyle karşılaştırılmayacak kadar düşük” cümlesini de sansürlemişler. 9 Ocak - Kitap yağmaya başladı. 3 günde 400'e yakın kitap geldi. Nesin Yayınevi Aziz Nesin külliyatını göndermiş. Afyon'dan adını hatırlayamadığım bir arkadaş eski Taraf yazarlarının tüm kitaplarını derlemiş. İngiliz büyükelçiliğinden bir hanım o an masasında olan kitapları toplayıp yollamış. İzmir'de bir üniversitede öğrenciler kitap kampanyası açmışlar. Nasıl tasnif edeceğiz, nereye sığdıracağız diye tartıştık. Telefonlar ettik, yer karosu gelsin, kitap rafı gelsin, masa sandalye gelsin. 10 Ocak - Bugün müdüriyetten çağırdılar. Meğer yasakmış. Müdür beyler tedir- Ermenistan’a laf sokan, T.C.’ye haydi haydi sokar diye mi düşünmüşler? Bu gavur ne diyor, tam anlamadık ama sakıncalı herhalde, diye mi akıl yürütmüşler? “Kuyruksuz iki ayaklı” lafını üstlerine mi alınmışlar? Anlaşılamadı. Cezaevi mektubu-4: Bilgisayar kesinlikle yasakmış. Internet? Allah muhafaza! Adam ‘yazarmış’, yazı mazı yazar, gene amirlerimizden fırça yeriz. Yasakla gitsin. Kütüphane işine de çok bozuldular. 700 küsur kitap gelmiş. Onları günler boyu tek parmak daktiloyla demirbaş kaydına geçireceğiz diye harcadığı mesaiye Sevan dö Torbalı mi yansın, bakanlıktan yediği fırçaya mı yansın? [Sonunda Sevan’ı çağırmışlar, otur kendin geçir bunları demirbaşa, demişler – B.O.] Mesai saatleri dışında kütüphaneyi kullanmamızı yasakladılar. Ne yapalım, biz de koğuşta pinekliyoruz. Mardinli Selman'ın esprilerine gülüyoruz. Cafer Usta'nın Kazablanka maceralarını dinliyoruz. 4. Koğuştaki iktidar savaşını (180. kez) analiz ediyoruz. Günden güne küçüldüğümü hissediyorum. Fransa’da yatsaydı ne olurdu htt p://prisons.free.fr/adressesdesprisons.htm adresini tıklayın, en başında “Coordonnées” yazıyor. Fransa’daki ceza kurumlarına ilişkin bilgiler. Paris’e en yakın gözüken bir kapalının telefonunu aradım, aşağıda özetlediğim diyalog gelişti. Yerden tasarruf etmek için soruları paranteze alıyor, cevapları da hemen ardından yazıyorum: (Bir araştırmacı bugünlerde Türkiye’de hapse girdi. Kitap ve araştırma konusunda şöyle şöyle sıkıntıları var. Sizde yatsaydı, kitap ve bilgisayarlara ilişkin durumu ne olurdu?) – Bizde, mesai saatlerinde cezaevi kütüphanesinde çalışabilir, kitapları hücresine ödünç de alabilir. (Aradığı kitaplar kütüphanede yoksa?) – O kitapların listesini bize verir, sakıncalı bulmadıklarımızı getirtmesine izin veririz. Kendi malı olur, hücresinde tutabilir. (sorum üzerine:) Mesela, “Bomba nasıl imal edilir?” diye kitap getirtmeyiz. Diğer yandan, araştırma konusuna ilişkin dergilere abone olabilir, bunları da hücresinde tutabilir. Mesela, Science et Vie dergisi. (Telefon edebilir mi?) – Yönetimin yasaklamadığı numaralarla konuşabilir. (Bilgisayar ve internet kullanma durumu?) – Hücresinde bilgisayar bulundurabilir ama onunla internete bağlanamaz. İnternete, ancak cezaevimizin kütüphanesinde, oradaki sorumluların denetiminde girebilir. (İnterneti serbestçe kullanabilir mi?) – Araştırma konusu neyse, onunla ilgili sitelere girmesine izin veririz. Mesela İkinci Dünya Savaşı’nı araştırıyor, onunla ilgili sitelere. Bizde kütüphanedeki bilgisayarları en çok kullananlar, üniversite öğrencisi genç tutuklulardır. Bu arada söyleyeyim, bazı mahkumlar hücrelerinde bilgisayar değil, daktilo makinesi istiyorlar. Hani, okuma-yazma bilenlerin kulağında bulunsun diye yazdım. kızılbaş - sayfa 43 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hem mimar değil, hem de Ermeni TALÂT ULUSOY ulusoytalat@yahoo.com İttihatçı Cumhu-riyet’e “Yanlış Cumhuriyet” demişti. İttihatçı Cumhuriyet’in “neresi doğru” diye soran olmuş muydu size Sayın Nişanyan? Yer adlarının yedi sülalesi, kavramların dibi bucağı, kelimelerin kökü kökeni üstüne “kelimebaz”lık yapmak size mi kalmıştı? Sevan Nişanyan, “kaçak inşaat” yaptığı için hapse girdi. Girer tabii, bu memlekette “hukuk” var, “demokrasi” var, hepsinden önemlisi eşitler arasında “eşitlik” var. Ermeni mallarının üstüne konup “yolunu bulmuş” Tal’ât Paşacıların, “yolsuzluk”la suçlanan şehzadeyi kadı huzurundan kaçırmış Enver Paşacıların “milleti hâkime” geleneği, haklı olarak böyle haddini bilmezlere tahammül edemezdi. SANA NE? Sevan Nişanyan’ın ilk suçu değil bu, dosyası hayli kalabalık. Birincisi, İttihatçı Cumhuriyet’e “Yanlış Cumhuriyet” demişti. İttihatçı Cumhuriyet’in “neresi doğru” diye soran olmuş muydu size Sayın Nişanyan? İkincisi; yer adlarının yedi sülalesi, kavramların dibi bucağı, kelimelerin kökü kökeni üstüne “kelimebaz”lık yapmak size mi kalmıştı? Türkçeyi “Öz Türkçe”cilerden, “Öz Türk”lerden ve “İslam-Türk”lerden iyi bilmeye hakkınız yok! Daha sayayım mı? Korkarım hapse girmenize neden olan hatanın hâlâ farkında değilsiniz! Kâgir yapılar yaptınız? Keşke kerpiçten yapsaydınız! Hafifletici sebepten sayılırdı belki, bunlar da başınıza gelmezdi. İşlediğiniz onca “kaçak inşaat” suçları; suç ortaklarınızla beraber kurduğunuz Matematik Köyü, Tiyatro Medresesi, Felsefe Okulu yetmedi, ah ki ah, üstelik bir de taş kule!.. Böyle sağlam yapılar yapmanın, hisar gibi bir kule dikmenin “devleti yıkma- ya teşebbüs” sayılacağını düşünmediniz mi? Altı yüz yıllık Osmanlı saltanatının beş yüz elli yılında Müslüman olmayanların “taş yapı” sahibi olmaları zinhar yasaktı, bunu bilmiyor olamazsınız. Kod numaranızın “3” (yazıyla üç) olduğunu unuttunuz sanırım. Tam da Türkiye “imar” ve akçeli yolsuzluklarla birlikte yaşama konusunda önemli bir “eşik” aşarken “hâkim millet”i zora soktunuz. Tarihî ve doğal sit alanlarına “gökdelen” konduran ağalar bile yolsuzluktan “dışarı”da gezerken, siz köylük yerde “60 metrekare” için “içeri”ye düştünüz. Kusura bakmayın ama siz “yolsuzluk” yapmayı da bilmiyorsunuz. Yok muydu allahaşkına işinizi kolaylaştıracak bir adamınız partiden, bakanlıktan, belediyeden? KALEM VAR, KALEM VAR Anlaşıldı, bir yapıyı tasarlamak ve yapmak sizde “irsi” bir hastalık. Üç kuruşunuz da mı yoktu işi kitabına uyduracak? Bulamadınız mı bir “imzacı” diplomalı? “İrsi hastalık” dediğim için bağışlayın. Allah herkese böyle dert versin, derman vermesin. Çok insan vardır ki, hâlâ vazgeçmek istemez bu “illet”ten, bilirim. Naturası dürter onu. Kırk kere yapma deseler de, kırk birinci garantidir. Eli “kalem” tutar yazar; eli “kalem” tutar ahşabı oyar; eli “kalem” tutar, hem çizer, hem taş oyar, hem de taş taş üstüne koyar. Onlara “diploma” gerekmez. Sevan Nişanyan gibi, yıllardır taşa, ağaca can veren Ermeni milletten çoğu insan “doğal” olarak bu “mimarlık suçu”na meyyal gelir dünyaya: İlla taşa can verecekler, illa ağacı dillendirecekler. Koskoca Osmanlı tarihindeki övünülesi eserlerin çoğunun Sinan gibi, Balyan sülalesi gibi “çekirdek mimar” Ermeni ustaların adıyla anılması buna delildir. TEMEL İÇGÜDÜ İnsanın temel içgüdüleri sıralanırken beslenme güdüsü ilk sıraya oturtulur da, barınma güdüsü her geçen gün daha arkalara itilir. Aklı, eli, ağzı ve cümle organlarıyla beslenme eyleminin bütünüyle hâlâ içindedir insan. Neyi ekip biçeceğini, neyi yetiştireceğini düşünür, yetiştirir, toplar, pişirir ve yer. Buna engel yoktur. Ama iş barınmaya, bir mekân tasarlamaya ve kurmaya gelince insana “dur” derler; “diploma” var mı, “izin belgesi” nerede diye bakarlar. Niye önce bunlara bakarlar da, tasarlanan ya da yapılanın nasıl olduğuna bakmazlar? Yabancılaşmanın mekâna yansıyan yüzü mü bu? Bu ülkede orduevi bahçelerine, bakanlık arazilerine yaptırılacak yapılar için “izin belgesi” aranmaz, projesi denetlenmez. Diplomalı mimar mühendislerin yarı resmî meslek kuruluşları bunlara ses çıkarmaz, sadece “sivil”leri denetlemekle yetinir. Sevan Nişanyan’ın “kanuni” ve fakat “haksız” mahkûmiyeti bu konuların demokratikleşme açısından tartışılmasına umarım bir zemin oluşturur. Sevan Nişanyan sayesinde “diploma tekelciliği” ve bir ifade özgürlüğü olarak “mimarlık doğal hak”tır tartışması yapılabilir toplumda. Merkezî sistemli giriş sınavlarının azizliğine uğrayıp “zorla mimar” yapılan “zoraki mimar”lara tanınan sınırsız “tasarlama” yetkisi ile yaratılan “çirkinlik” tartışılır belki! “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” değil burada muradım. Çünkü bu “serbestiyet” şehir dediğimiz “keşmekeş mekân”ı daha da yaşanmaz kılar. En az “kentsel dönüşüm vandallığı”na tanınan “özgürlük” kadar; diploma ve ruhsat zincirinden, imar planı komedisi ve tekdüze çirkinlikler kaynağı “imar yönetmeliği diktatörlüğü”nden kurtulmuş bir “ifade özgürlüğü”, bir “deneysel mimarlık” alanı ve koşulları tanımlansın istiyorum.. İster avangart, ister muhafazakâr bir mimari anlayışta olsun, Allah vergisi “mimar” olan insanın duygu ve düşüncesini bir nebze ifade özgürlüğü olsun istiyorum. Sevan Nişanyan gibi “dîl-i mimar” olanların “ödül”ü hapishane olmasın diyorum. Ödül demişken, izni olursa eğer Sevan Nişanyan’ı “Ağa Han Mimarlık Ödülleri” jürisine önermek istiyorum. Çünkü bu ödüllendirmede “mimar” mı diye diploma sorulmuyor, ruhsat aranmıyor, sadece esere bakıyorlar. Muğla Akyaka’da yaptığı ahşap evlerden ötürü 1983’te rahmetli komünist Nail Çakırhan’a verildiğinde bu ödül, “mimar” değil diye ayağa kalkmıştı resmî ve yarı resmî kuruluşlar. İnşallah adaylığınız gerçekleşir ve ödül size verilir. O zaman da, “Hem mimar değil, hem de Ermeni” diye ayaklanırlar mı dersiniz? kızılbaş - sayfa 44 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “Her ölümlü cezaevini tadacaktır!” Denmiş üst perdeden Sait Çetinoğlu Yaşadığı coğrafyanın kültürüne, diline, tarihine coğrafyasına ve özgürlük mücadelesine Hodri Meydan Kulesi gibi dik durarak önemli katkılarda bulunan düşün insanı, yazar ve aktivist Sevan Nişanyan, devletin tepesindekilerin “birinci dereceden yakınlarının” baş aktör olduğu yolsuzluk skandallarının hengâmesi arasında sessiz sedasız demir parmaklıklar arkasına yollanıyor. Sevan Nişanyan vakasına birkaç açıdan bakmak mümkün. 1. İlk olarak DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ açısından bakmak gerekiyor. Özgür sesin düşüncelerinden dolayı cezalandırılması risklidir. Bir suç uydurup cezalandırmak en iyisidir. Vaka, bir düşün insanının ceza hukuku alet edilerek susturulması ve itibarsızlaştırılmaya çalışılmasıdır. Mesele MÜHÜR, mesele KAÇAK İNŞAAT meselesi değildir. Son günlerde artan oranda yazarlar, gazeteler, dergiler ve yayınevleri bu yöntemle cezalandırılmaktadır. Yüklü tazminat davaları da aynı eğilimin göstergesidirler. Sevan Nişanyan olayı, hukukun siyasi amaca alet edilmesinin aşikâr bir örneğidir. 2. Vakaya Ermeni mallarının yağması açısından bakalım. İttihatçı çetenin Ermenilerin mallarına sistemli olarak el koyma harekâtının son noktalarından biri, Anayasa Mahkemesinin 1963 yılında Ermenilerin mülkünü devletin malı sayan kararıdır. Bu zihniyet yüzünden Sevan’ın mülküne Emval-i Metruke muamelesi yapıldı, Sevan’ın kendi mülkü üzerine yaptığı güzelliklere düşman olundu, Sevan’ı korkutup yıldırarak bunlar ele geçirilmeye çalışıldı. Sevan bu mülkleri Nesin Vakfına bağışladığında ancak kısa bir süre için kendini tartışmanın dışına çekebildi. Bağışlarken “Mademki Ermeni’yim istenmeden vermeliyim!” sözleriyle muktedirleri dalgaya alması, anıt mezarın açılışında ortaparmağıyla dik durması unutulmayarak, ortam kotarıldığında artık kendi mülkü olmayan tek göz oda köy evi nedeniyle 4 yıl hapis cezası onandı. 3. Vakaya yolsuzluk açısında bakalım. Yolsuzluk suçlarının cezası son 4. Yargı paketi ile neredeyse kabahat düzeyine indirilmiş, dünyanın gözü önünde imparatorluğun başkenti İstanbul rant çevrelerine peşkeş çekilmiş, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ortaklı- ğıyla betona boğulmuş, ve bunu yapan insanlara dokunulmamıştır. Öte yanda Şirince’de, çok kısıtlı imkânlarla ve alın teriyle yaratılmış bir dünya cenneti söz konusudur. Hangi köyde tek göz oda köy evi yüzünden insanlara dört yıl hapis cezası verildiği görülmüştür? 4. Vakaya Ermenilik açısından bakalım: Bir Ermeni’nin dik durmasına tahammül edilmemiştir. Devletin muktedirlerinin gözünde, Sevan İslami mitolojiye aykırı söz etti diye bakkala ekmek almaya gitmekten utanan Ermeniler makbuldür. Gazetelerde her gün Hıristiyanlık aleyhine sütunlar doldurulurken, Malatya’da “misyonerlik” faaliyeti yapıyorlar diyerek gerçekleştirilen katliamın üzerine gidilmez iken, İslam mitolojisine söylediği iki satırlık söz üzerine Ermeni olduğundan Sevan Nişanyan’a 13,5 ay hapis cezası kesilmiştir. 5. Vakaya Soykırımın 100. yılını idrak ettiğimiz 2015 perspektifinden bakalım: Sevan Nişanyan bu coğrafyada sözünü esirgemeyen çok az sayıdaki Ermeni kardeşimizden biridir. Devletin her koldan 2015’e hazırlandığı günümüzde, en önemli ve en etkin kişilerden birinin susturulması gerekiyordu. Bu yöntemle mensubu olduğu halkına gözdağı verildiği gibi, Soykırımın yüzüncü yılında Ermeni halkının adalet arayışında yanında duranlara da bir gözdağı verilmiştir. İçinde yaşadığımız coğrafyadan geçen yüzyılda bir buçuk milyon Ermeninin kökü kazındı. Hala katilinin rütbesini söylemekten aciz olduğumuz, kardeşimiz Hrant’ın katli nasıl 1.500.000+1 ise, er Sevag Balıkçı’nın askerlik görevini yaptığı kışlada bir 24 Nisan günü “şaka ile” öldürülmesi nasıl 1.500.000+2 ise, Sevan Nişanyan’ın uyduruk bir gerekçeyle dört yıla mahkûm edilmesi 1.500.000+3’tür. İlk ikisindeki adalet arayışındaki gibi sınıfta kalmadan üçüncüsüne dikkat etmemiz, bu adaletsizliğe karşı – Hrant’ın cenazesinin arkasındaki kalabalığın arasında kaybolarak vicdanımızı temizlediğimizi sanmadan – sesimizi yükseltmemiz gerekir. Mesele 1.500.000+3’tür. Mesele MÜHÜR, mesele KAÇAK İNŞAAT meselesi değildir. Suskun kalmamak, dik durmak ve Soykırımın 100. Yılında adalet arayan Ermeni halkının yanında durmak gerekir ki, 1.500.000+3’e artık yeni ilaveler olmasın! Hukukun zulme alet edilmesine hayır! diyoruz. Adaletsizliğin baş müsebbibine, Sevan’ın sözü ile Her başbakan istifayı tadacaktır! diyerek cevap veriyoruz. “Her ölümlü cezaevini tadacaktır!” demiş muktedirler. Hukuku ve insanlığı hiçe sayan bu çirkin istihzaya “ARTIK YETER” diyoruz. Coğrafyamızda eleştirel düşüncenin son durağı ve din eleştirisinin de son örneği de Sevan Nişanyan Davasıdır: Yazar Sevan Nişanyan İslam mitolojisini İslamcılar gibi yorumlamıyor diye 13, 5 ay cezaya çarptırıldı! Sevan Nişanyan, 29 Eylül 2012’de kaleme aldığı “Nefret Suçlarıyla Mücadele Etmeli” başlıklı yazısında, çoğunluk içinde azınlığın değerlerini aşağılamanın nefret suçu olduğunu belirterek, “Bundan yüzlerce yıl önce Allah’la kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir. ‘İfade özgürlüğü’ denilen şeyin, adeta anaokulu seviyesindeki bir test örneğidir” diye yazmıştı. Nişanyan’ın bu ifadeleri üstüne 15 kişi şikayetçi olmuş ve Nişanyan hakkında “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçlamasıyla bir buçuk yıla kadar hapis cezası istemiyle İstanbul 14. Sulh Ceza Mahkemesinde dava açılmıştı. Mahkeme “yargılama” sonunda Nişanyan’ı Muhammed peygambere hakaret ettiği iddiasıyla 13,5 ay hapis cezasına çarptırıldı.Üstelik Nişanyan’ın önceden de cezası olması nedeniyle 13,5 ay hapis cezası paraya da çevrilmiyor. Davanın açılmasına ve ceza almasına neden olan şikayetçi kişilerin Nişanyan hakkında bayrıca birde tazminat davası da açacaklar. Nişanyan tepkisini, “Tazminat davası da açacakmış hacılar. Allahın sırtından para kazanmak oluyor, iyi iş :)” sözleriyle ifade eder. Bu dava dinsel fanatizmin yükseldiği doruklardan biridir! (Sait Çetinoğlu, İnanmama Özgürlüğü, Din Teorisi/Pratiği Dünü, Bugünü Türkiye ve Ortadoğu Forrumu Vakfı, Ed. Sibel Özbudun-Mahmut Konuk, sh 107 Ütopya y. 2013) kızılbaş - sayfa 45 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sevan bu sefer yalnız değil LORA SARI lorasari@agos.com.tr İki yıllık hapis cezasını çekmek üzere 2 Ocak’ta teslim olan Sevan Nişanyan’ı en yakından tanıyan iki insan anlattı. Eski eşi Müjde Tönbekici ve oğlu Arsen Nişanyan, Sevan’ın, uğruna mücadele edilecek güzellikler yaratmak ve bu uğurda gerekirse kavgayı göze almaktan dolayı içeriye atıldığını söylüyor. Sevan Nişanyan’ın zekâsına, bilgisine ve hayat görüşüne hayran, onu merak eden biri olarak benim de yolum Şirince’den geçti. Geçen yıl Şirince’ye yaptığım birkaç aylık yolculuğun yaşamımda önemli bir yere sahip olacağını biliyordum, öyle de oldu… Ancak iz bırakan yalnızca Sevan Nişanyan’ın kendisi değildi. Sevan ile Müjde Tönbekici, kamuoyunun onlar hakkında düşündüğünün aksine ve hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim ki şahane bir aile kurmuşlar. Onların neredeyse yoktan var ettiği Şirince’deki zamanımın çoğunu birlikte geçirdiğim, en küçük çocukları, 14 yaşındaki Tavit’in zekâsını tasvir edebilecek cümleleri bulmak hiç kolay değil. Müjde ile Sevan’ın ortanca çocukları İris liseyi Kanada’da okuyor. Onunla olan kısacık tanışıklığımızda, İris’in o tertemiz yüreğini Müjde Hanım’dan aldığını gördüm. Evin en büyük çocuğu Arsen ise İskoçya’daki St. Andrews Üniversitesi’nde ‘Classics’ okuyor. Anlattığı öyküleri dinlemekten asla sıkılmadığım Arsen, basit şeylere dair sohbetleri bile son derece güzelleştiren, zenginliklerle dolu bir kişi. Ve son olarak, Müjde’ye gelirsek… Bir kadını anlatırken onun eşi bulunmaz nitelikleri arasında asla saymayacağım şey, o kadının ne kadar iyi bir anne olduğudur. Ancak Müjde Tönbekici’den bahsederken bundan söz etmemek elde değil. Hatta onun beni anne olmakla barıştırdığını söyleyebilirim. Zihnimde Müjde Hanım’a dair en ufak bir kusur yok. Müjde, kahkahaları ve varlığıyla mutluluk veren, çok güzel bir kadın. Müjde Tönbekici ve Arsen Nişanyan’la yaptığım bu söyleşi, onlara ve onların Şirince’deki hayatlarına ilişkin küçük bir fikir veriyor. Anne oğulu tüm yönleriyle tanıyabilmek için, sanıyorum ki her birinin birer ‘Aslanlı Yol’ yazması gerekir. Bugün son derece haksız ve insanların yarattığı güzelliklere karşı kullanılan kanunlar nedeniyle cezaevinde olan Sevan Nişanyan’ı, kendisini en yakından tanıyan iki insandan dinlemek, belki de onu anlamak adına atılabilecek en iyi adımlardan biri olacaktır. Hem Müjde Tönbekici hem de Arsen Nişanyan, Sevan Nişanyan’ın, mühürlenmiş bir yapının mührünü bozmaktan değil, uğruna mücadele edilecek güzellikler yaratmak ve bu uğurda gerekirse kavgayı göze almaktan dolayı içeriye atıldığını biliyorlar. Onunla arkadaş olabildiğimiz için gururluyum • Sevan Nişanyan’ın Şirince macerasına sizin yol açtığınızı biliyoruz. Sizinki nasıl başladı? 30 yıl önce ben bu köye geldim. Dido Sotiriyu’nun ‘Benden Selam Söyle Anadolu’ya’ kitabını okuduktan sonra ya da o meyanda, bir arkadaşım beni buraya getirdi ve hakikaten âşık oldum buraya. Büyülenmek vardır ya, ben de Şirince’den büyülendim ve “Burada kalacağım, hayatımı burada geçireceğim” dedim. Başta annem olmak üzere herkes delirdiğimi düşündü. İçinde iki-üç keçinin, bir eşeğin barındığı, artık iyice çökmüş bir ev buldum. Şan- sıma, çok güzel, gündoğumunu gören bir evdi. Orayı aldım. Yol falan yoktu. Eşek sırtında çimentoları getirerek, yerel ustalarla inşaata başladık. Açık, yüksek bir tavanı olsun istedim evin. Öyle bir tavan yaptılar ki bana, aralardan gökyüzünü görüyordum, bir yandan da içeri yağmur giriyordu. ‘Açık tavan’ deyince onu anladılar... Şirince maceram böyle başladı. • O zamanki Şirince ile bugünkü Şirince arasında nasıl bir fark var? Şirince büyüdü, muazzam bir dönüşüm yaşadı. Hep kentsel dönüşümden söz ederler; burada köysel dönüşüm oldu. Şirince çok güzeldi. Bizim bu gizli bahçemiz, gizli cennetimiz, haliyle başka insanların da ilgi alanına girdi. Şehirli insanlar burada ticari yatırım yapmak üzere yola çıktılar. Eskiden sadece köylüler meydanda dantelini, zeytinyağını satarak tarımın yanı sıra küçük bir gelir sağlamaya alışırken, burası bir rant dönüşümü yaşadı. Yılda Efes iki buçuk milyon turist alıyorsa, bugün Şirince muhtemelen 600-800 bin yerli ve yabancı turist ağırlıyor. • Sevan Nişanyan’ın senaryoya dahil oluşuyla Şirince’deki hikâyeniz nasıl değişti? Sevan hayatıma girince onun girişkenliği beni de altüst etti. Çünkü burası hakikaten benim gizli cennetimdi. Sevan, “Evimizi düzeltelim, burayı daha konforlu bir hale getirelim” dedi. Sanırım Sinan’dan, Balyan’lardan bu yana Ermenilerin genlerinde inşaatçılık var. Derken, elimize üç-beş kuruş para geçti, çok da gelen gidenimiz, misafirimiz oluyor, evimizde ağırlayabilecek durumda değiliz, bir ev alalım dedik. O evi bir pansiyon haline dönüştürme fikri gelişti. Derken iş büyüdü. Şu an bahçesinde bulunduğumuz, ‘köşk’ diye tabir ettiğimiz bina, arkada muhteşem lavanta tarlalarının içinde, kocaman, 20 dönümlük bir arazide bağ evleri adım adım inşa edildi. • Nasıl bir süreçti bu? Çok zor ve sancılı bir süreçti. O dönemde imar mevzuatının çok problemli olduğuna tanık olduk. Şirince sit alanı, kentsel sit alanı ilan ediliyor. Bütün çevre dokusuyla, geniş ölçekli, doğal bir sit alanı olarak yeni bir statüye ka- kızılbaş - sayfa 46 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 vuştu. Bu nedenle, istediğiniz gibi inşaat yapamıyorsunuz. Bu tamam. Lakin kanunda imar planı çıkana kadar, hükümetin hemen bir yıl içinde çıkarması gereken, geçiş dönemi yapılaşma koşulları diye bir paragraf var. O çerçevede inşaat yapabilmeniz lazım. Bakın, otuz yıl geçti diyoruz, ne bu geçiş dönemi yapılaşma konuları Şirince’de tam olarak netleşti, ne de imar planı çıktı. Bu süreç içinde çok zorlandık, inşaatlarımızı yapamadık. Elli kere Anıtlar Kurulu’nu ziyaret ettik, izinleri alamadık. Sevan durmak bilmeyen bir adam olduğu için onlarca kez kapılarını aşındırdı; sonra da “Yeter gari” dedi ve başladı inşaata. • Onu durdurmaya çalışmadınız mı? Ben bu ilişkide hep dengeleyici unsur olmaya çalıştım. Bir yandan Sevan’a “Yapmayalım, etmeyelim, bekleyelim, kanuna göre gidelim” derken, ben de farkındaydım ki aslında kanuna göre gitsek bugüne kadar hiçbir şey yapamayacaktık. Biz de adım adım inşaata devam ettik. Bu tabii ki hem yerel erkânın, hem devlet büyüklerimizin dikkatini çekti. Aynı süreçte, 80’lerin sonu, 90’ların başı gibi, farklı birtakım oluşumlar da vardı. Ege’nin neresine gitsen, Seferihisar’a, Aliağa’ya, Tire dağlarına, her yerde öbek öbek doktorlar sitesi, avukatlar sitesi ve birbirinin aynısı, askeri nizamda, betondan, çirkin siteler oluşmaya başladı. Aynı dönemde Şirince’de de bunun için ilk adımlar atılmaya başladı. Böyle bir oluşum Şirince’de başladığında bunu engelledik. Basından eşimizi dostumuzu, gazeteleri bilgilendirdik. Hayatımızın ilk röportajını verdik. Bu noktada sisteme, bundan rant edecek kişi ve kuruluşlara bazı çomaklar sokmuş olduk. Bu nedenle de Sevan düşman kardeş ilan edildi. • Neden ikiniz birden değil, yalnızca Sevan düşman ilan edildi? Çünkü Sevan karizması, yapısı itibariyle hep ön cephede, vitrinde olan kişi olarak bütün dikkatleri üzerine çekti. Ve o gün aniden, Sevan’a yönelik 9-10 tane dava açıldı. Bu davaların en gülünç olanlarından ikisini söyleyeyim. Biri, köye çeşme yapmaktı. Sevan’ın şairane bir yönü vardı, maniler yazardı: “Şirindir köyümüz, serin akar sularımız” diye, tatlı tatlı maniler yaz- dığı üç-beş tane köy çeşmesi yaptık. Köylü de hayvanını suya götürmek için bu çeşmelerden faydalandı. Geleneksel dokuya uygun, dünya güzeli köy çeşmeleri birer dava konusu oldu. Bir diğer davada da, köye yaptığımız yollar yüzünden köy mücavir alanında taşkınlık ve tecavüz suçundan açıldı. Yine geleneksel usulde, kışın çamur içinde olan toprak yolların bazı bölümlerini imkânlarımız ölçüsünde kayrak taşıyla kaplamaya başladık. Bunu rahat yürüyelim diye yaptık, gelen misafir için yaptık. Oradan geçen köylü vatandaş da rahatladı bu yollar sayesinde. Bu davalar iki gün içinde art arda açıldı ve sanıyorum Sevan o noktada kafasında bir dönüşüm yaşadı, “İplemeyeceğim bunları” dedi. Lakin devam etti inşaatçılığına ve ben acı bir ders aldım: Hukuk, güzel ya da çirkin diye bir şey tanımıyor. Burada dünyanın en güzel, en hoş köy evlerini inşa etsek de, hukuken yanlışsa, bu evler kaçak statüsü alıyor. ‘Kaçak’ lafı, adı üzerinde, çirkin bir şey ve siz çirkinlikle damgalanıyorsunuz. Kaçak mevzuatında insanlar bugüne değin gecekondu, korkunç siteler, üst üste bindirilmiş Laz apartmanlarıyla bir özdeşleşme yaşıyor. Bizim dünya güzeli köy evlerimiz birden o statüye girince ben de şok oldum. Bu, genç yaşlarımızda aldığımız ağır bir dersti. Devletin bu çok sert yüzüyle tanıştık. Şu an kişilere, kurumlara göre, gecenin birinde yeni bir kanun çıkıyor ve mevzuata geçiriliyor. Biz çok küçük olduğumuz için, hükümet bizim için yeni kanun çıkarmadı. Çok yıprandık. • Bu güzellikleri yaratırken, bu işin cezaevine kadar uzayacağını öngörebilmiş miydiniz? Sevan’ın bu kaçak inşaatlar mevzuatından ilk hapse girişi 2002 yılındaydı. Altı üstü bir yerdeki bir metrekarelik bir çıkıntı, kendi evcağızımıza yaptığımız küçük bir müştemilat gibi sebeplerden on buçuk ay yattı. Ben üç çocukla kalakaldım. İlk hapse girdiğinde bunun olabileceğini düşünmemiştim. O anlamda böyle bir plana hazırlıklı değildik. Şu anki hapis sürecinin ise çok kısa geçmesini diliyorum. Sevan’a yönelik 19 civarında dava vardı. Bunların bir kısmı affa uğradı, bir kısmı Yargıtay’daydı. Şu an hapse girmesine neden olan, 15-20 metrekarelik minnacık bir bağ evi ve aynı inşaatın mührünü iki kez bozmak. Bu davalar beş yıldır Yargıtay’daydı. Bu süreç içinde Sevan çok fazla da yazı yayımladı. Bazı yazıların bazı sistemleri rahatsız ettiğinden yana hiç şüphem yok. Şu an Türkiye’de ‘fikir özgürlüğü’ne dava açılamadığını biliyoruz. Şunu düşünmeden edemiyorum: Acaba basit bir mühür bozma olayı başka bir şeyin bahanesi mi? “Ey arkadaş, biz seni fikirlerinden ötürü hapse atamıyoruz. Buna başka bir kılıf bulalım ve seni bu şekilde cezalandıralım” mı diyorlar? Onu cezalandırarak hizalamaya çalıştıklarını görüyorum. • Siz Sevan Nişanyan’la ilk tanıştığınızda da lafını esirgemeyen, korkusuz biri miydi? Evet, öyle olduğunu hissettim. Sevan’ın her şeye yönelik, insanı kışkırtan bir merakı, iştahı var. Çok iyi yemek pişirir mesela. Zaten beni de öyle tavlamıştı. Bir erkek bu kadar mı güzel yemek yapar! Bilimsel alanda dersen, olağanüstü bilgilerle karşınızdadır ve sizi mutlu eder. Ama bunların içinde çok iyi bir Batı eğitimi almış olmasından ötürü, eleştirisel bir bakışa da sahiptir. Bunun yanında, insanın aklının alamayacağı bir korkmazlık durumu var. Devlete karşı, kolluk güçlerine karşı bir sınır tanımazlığı, durmak bilmezliği. Bu bazen insanı ürkütüyor... • Böyle biriyle hayat paylaşmanın sizin üzerinizde nasıl bir etkisi oldu? İlk anda bir sevgililik ilişkisi içinde olduğum için heyecan verdi. “A, böyle adamlar da varmış!” dedim. Onunla biz dağları deleriz, neler neler yaparız diye düşündüm. Ama daha sonra, özellikle Şirince’de yaşadığımız için, demin anlattığım sorunlar üstümüze bir çığ gibi çullandı ve ben yıllar yılı onu durdurma rolünü üstlendim. Bunu çok severek yaptığımı söyleyemem. Onu dengelemeye, durdurmaya çalışmam, ilişkimizde çok büyük gerilimlere neden oldu. • Sizce sizin Sevan Nişanyan üzerinde nasıl bir etkiniz olmuştur? Hiç zannetmiyorum böyle bir etkim olduğunu ama bu soruyu ona sormak lazım. Dengeleyici yönüme ya da çabalarıma çoğu zaman öfkeyle tepki verdi. Bu da beni zorladı, incitti. Bu yüzden işin sonunu bıraktım. Malum, altı yıl önce boşandık. Artık devam ettireme- kızılbaş - sayfa 47 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yecektim. Bu yüzden o noktada buldum kendimi, Sevan’la olan ilişkimde. • Yaşadıklarınızdan sonra, aranızdaki arkadaşlık ilişkisini sürdürebilmeniz, çok az insanın başarabileceği bir şey olsa gerek... kıymetli, belki daha da kıymetli, yüzlerce, binlerce ağaç diktik. Her birini bir parmak, bir fide olarak diktiğim çınarların, çamların, selvilerin, narların kocaman olduklarına tanıklık etmek beni çok şaşırtıyor. Onlara baktıkça “Bu kadar yıl geçmiş mi?” diyorum. Evet. Ben de bununla gurur duyuyorum. Birincisi, Sevan üç çocuğumun babasıdır ve dünyalar güzeli evlatlarım için ona müteşekkirim. Sevan’la kavga etmeden nasıl yaşarım diye epey düşündüm ve kavga etmemeye karar verdim. İçsel bir karardı bu. O kararı içimde verdikten sonra, ona daha fazla anlayışla bakabildim. Hele ki boşandıktan sonra fiziksel bir mesafe de kazandığında daha sakin bakabiliyorum ona, olaylara. Artık Sevan’ı daha fazla anlayışla kucaklayabiliyorum. Onun için, boşanmış olmamıza rağmen hâlâ bir aileyiz biz. Çok gururluyum bu noktaya gelebildiğimiz için. Sevan Nişanyan hapse girdi ama bu sefer içiniz biraz daha rahat sanırım. Evet, çünkü bu sefer Sevan yalnız değil. Yıllar yılı, kişisel çalışmaları nedeniyle onu sevenler, hayranlar böyle bir kitle oluştu. Bunlar biraz sistemin doğrultusunun dışında düşünen ve yaşamak isteyen, nefes almak isteyen insanlar. Böyle bir olay olduğunda görüyorsun ki hepsi bir birlik oluşturuyor. Daha önce bir-iki yıkım kararımız da vardı, o yıkım olaylarında bir günde buraya yüzlerce insanın toplanması, medyanın muazzam imkânları saye sinde oldu. • Burada Sevan’la birlikte inşa ettiğiniz cennete baktığınızda ne hissediyorsunuz? • Berlin’e gittiğinde ona orada kalmasını, dönmemesini söyleyen çok fazla kişi oldu. Sizce orada kalmalı mıydı? Bir insanın adam olabilmesi için kendi evini kendi yapması gerektiğine inananlardanım. Taş üstüne taş koyacak, kendi ihtiyaçları ne ise o şekilde penceresini, kapısını yerleştirecek. Çok hızlı bir inşaat da olmayacak. Yavaş yavaş büyümeli. Benim için binalar kadar Sevan bunu yapmaz, yapamaz. Ona yakışır bir davranış olmazdı bu. Çünkü istenen de buydu. Bu memleket bilginlerini, aydınlarını hep kaçırmıştır. Nazım Hikmet’ten Orhan Pamuk’a kadar bir sürü aydınımız kaçmakta bulmuştur çözümü. Kaçmasını istemiş bile olabilirler, “Gitse de bizi burada rahatsız etmese” diye düşünmüş olabilirler. Hep beraber izleyeceğiz süreci. Ben de heyecanlıyım. ---------------------------Kimin babası Ortaçağ kuleleri, kaya mezarları yapıyor ki! • Sevan Nişanyan’ın oğlu olarak Şirince’de büyümek nasıldı? Şirince köy okulunda, ilkokula giderken maruz kaldığım iki tip insan karakteri vardı: Beraber günümü geçirdiğim çoban ve çiftçi çocukları; bir de, akşam eve geldiğimde masasına oturduğum Sevan Nişanyan ve onun arkadaşları, Türkiye'nin kendi alanlarında kanaat önderleri – Asaf Savaş Akat’lar, Ali Nesin’ler… Şirince köyünün dışına çıkmamış, dünyası bununla sınırlı bir insan olarak, sekiz-dokuz yaşıma kadar hep sanırdım ki dünyada iki tip insan dışında herhangi bir şey olmak mümkün değil; ya günümü geçirdiğim çoban çocuklar gibi bir geleceğe sahibim, ya da Sevan Nişanyan, Ali Nesin gibi bir insan olmalıyım. • Şehirde büyüyen bir çocuk olsaydın bu iki farklı hayatla karşılaşmayacaktın belki de... İstanbul’da veya İzmir’de doğmuş biri olsaydım, karşıma bu iki ekstremin ortasında hayatlar da çıkacaktı. Dolayısıyla gidişatım da çok farklı şekillenebilirdi. Benim için iyi, yaşanmaya değer bir hayat sürmek demek, Sevan Nişanyan olmakla eşdeğerdi. Köyde elektriği, arabası, interneti olan tek ev bizim evimizdi. Benim için Sevan Nişanyan olmak demek, kaloriferli bir evde yaşamak demekti. Bu yüzden babam benim için vazgeçilmez bir rol modeliydi. Şirince’de parlayan tek ışık kaynağı oydu benim için. Bu kolay bir şey mi? Değil. Onun gibi olmak istemek kolay, ancak onun gibi olmaya çabalamak, bir de onun oğluysan, zor bir şey. Beklentileri karşılaman, çetrefilli bir yoldan geçmeyi göze almak demek. • Köylüler baban gibi birini nasıl karşıladılar Şirince’de? Eskiden pragmatik bir ilişki söz konusuydu köylü ile babam arasında. Babam köylüye doğal olarak garip gelmişti. Onun buradaki varlığı ve verdiği kızılbaş - sayfa 48 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 mücadele... Ancak o ilişki yumuşadı. Saygı, sevgi, hatta bir ‘hoca’ ilişkisinin oluştuğundan söz edebiliriz. • Liseyi İzmir Amerikan Koleji’nde, ‘Beyaz Türkler’le birlikte okumuşsun. O dönemde baban, ‘aykırı’ düşünceleri, özellikle ‘Yanlış Cumhuriyet’ vesilesiyle, adından sıkça söz ettirir olmuştu. Nasıl geçirdin bu yılları? Uzunca bir dönem babamın karşısında bir kompleks yaşadım. Onun yönelttiği sorulara, yanıtını bildiğim halde cevap veremezdim. Özellikle lisenin ilk yıllarında böyleydi durum. İzmir’de yatılı okuyordum. Farklı bir yola girdim, babamla olan ilişkimi reddettim ve pek bir sorun yaşamadım. • Şu anda nasıl bir ilişkiniz var? Ben özgüven kazandıkça, sağlıklı bir ilişkimiz olmaya başladı. Eskiden babamın yanında boğuluyormuş gibi hissediyordum. Şimdi, egosantrik duygularımı bir yana bıraktığımda görüyorum ki onunla vakit geçirmekten inanılmaz zevk alıyorum. Babam bana, doğru olduğunu düşündüğü yolda yön verdi. Ama söylediklerinden hiçbirini yapmak zorunda olduğumu söylemedi. Dünyayı tanıdıkça, kendimi geliştirdikçe, türlü türlü maceralar geçirdikçe ve bu sayede anlatacak hikâyelerim oldukça, onu daha iyi anlıyor ve takdir edebiliyorum. • Babanın cesaretinin izlerini yoğun bir şekilde taşıyorsun... Ne kadar cesur bir insanım bilmiyorum. Onun kadar büyük mücadelelerin içine girmiş biri değilim bugüne kadar. Belki karakterim onunki kadar güçlü değil, belki o kadar zeki de değilim, ancak şunu biliyorum ki, beni doğru yola sevk etti. Ona bu konuda minnettarım. Şu anda kendime ve akademiye karşı entelektüel bir mücadele veriyorum. Akademik olarak olmam gereken yerdeyim. Onun gibi dünyevi meselelere bu kadar burnumu sokar mıyım bilmiyorum, sanmıyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan 70 milyona bir şey öğretmek gibi bir derdim yok, bu ülkede hüküm süren köhnemiş heyulalarla ve canavarlarla savaşmıyorum. • “Köhnemiş canavarlarla savaşmıyorum” derken, bu savaşın gereksiz ol- duğunu mu düşünüyorsun? Tabii ki hayır. Bu verilmesi gereken bir mücadele. Ancak bu savaşın bu dönemde yapılmaması gerekiyordu. Sevan Nişanyan bir Martin Luther olmanın ötesinde bir potansiyele sahip. Zaten var olan ve herkesin gördüğü ancak söylemekten korktuğu şeyleri gösterme cesaretinin ötesinde de, birçok niteliğe sahip. Keşke onun verdiği savaş daha önceden verilmiş olsaydı da, Sevan Nişanyan onun üzerine bir şeyler ekleseydi. Ürettiklerinin arkasında daha birçok şey var, sunmadığı. Yaptıklarının birçoğu toplumun aşması, aşmış olması gereken şeyler. İfade suçuymuş, oymuş buymuş, bunları bizim yüz yıl önce aşmış olmamız gerekiyordu ki, Sevan Nişanyan’lar gerçek potansiyellerini ortaya koyabilsin. • Babanı çok seven, sayan insanların yanında, onun yaptığı bazı şeylerden çok rahatsız olanlar da var... Büyük ve sıra dışı bir adam olabilmek için bir karakter paketine sahip olman gerekir. Şunu demek olmaz: “Achilles çok güzel bir savaşçıydı, ancak kız arkadaşı Briseis ondan çalındığı için keşke çadırına gidip ağlamasaydı.” Achilles, Briseis’e duyduğu o tutkulu aşkı savaşa da duymuyor olsaydı, bugün onu hatırlamayacaktık. O nedenle, bir insanın bir konuda tutkulu, başka bir konuda daha az tutkulu olmasını bekleyemeyiz. Sıra dışı bir yapın varsa, bu karakter paketinde seni öne çıkaran şeylerle, toplumun yadsıyacağı şeyler birlikte gelir. Babam bir Achilles olmayabilir belki ama o da sıra dışı bir karakter. Sonuçta kimin babası Ortaçağ kuleleri, kaya mezarları, tiyatro medresesi veya matematik köyü inşa ediyor ki? Bir insanın sıra dışılığı yalnız artılarıyla gelmiyor. Eksiler de o denklemin içinde olmadığında, o denklem eşitlenmiyor. Bir insan iki tane manastır göreceğim diye, oğlunu da peşine takıp mayın tarlalarından geçiyorsa gözünü kırpmadan, başka şeyleri de yapabilecek biridir. İnsanın hayata karşı bir tutumu olur; sıra dışı karakterlerin tutumu da sıra dışıdır. Bu her şeyine yansır; sana bana nasıl baktığından tut, şu ağacın nasıl kesilmesi, şuraya nasıl bir bina yapılması gerektiğine, hangi ülkede nasıl maceralara atılacağına, kadınlarla nasıl ilişki kuracağına kadar... • Babanla ilgili söylenen şeylerden biri de, kaya mezarından tut, diktiği kuleye kadar, ‘ölümsüzlük’le ilgili bir derdi olduğu. Ben mesela, bilmediğin ancak ilgini çekeceğini düşündüğüm bir şeyi biliyorsam seninle paylaşırım. Seni arkadaşım olarak sevdiğim, sana değer verdiğim için, bunu seninle paylaşmaktan haz duyarım. Babam da bu toprakları, bu toplumu ve bu ülkeyi gerçekten çok seviyor. Amerika’da sağlam bir kariyere sahip olabilecek, üst düzey noktalara gelebilecek bir insanken, bu ülkeye dönüp kendi çıkarına olmayan mücadelelere girdi. Bu mücadeleyi cesaretle sürdürebilmek, ölümsüzlüğe özenmesinden değil, bu ülkeye duyduğu sevgiden kaynaklanıyor. • İnsanlar babanın Ermenilikle güçlü bir bağı olduğunu düşünebilir. Oysa, ‘Ermeni olmak’ babanın çocuklarına öğrettiği bir şey bile değil... Bir gruba ait olursan o gruba angaje olmuş bir bagajı da taşıman gerekir. Bir oyunun içine giriyorsun, ait olduğun toplumun senden beklentileri oluyor. Babam o toplumun bir parçası olmak isteseydi Şirince’ye, Allah’ın dağına gelip kendi ütopyasını yaratmaya çalışmazdı. Babamda bir gruba ait olma hissi yok. Zaten kendi başına ayakta durmayı başarabiliyor. Hayattaki varlığını meşru kılacak bir fanatizme veya bağlılığa ihtiyacı olan biri değil. Ermenilik üzerinden prim yapmak, özellikle günümüzde çok kolay. Bence babam Ermeni olma olayını çok dengeli oynuyor. Ermeni olduğunu saklamıyor ve mazlum edebiyatı yapmadan, Ermeni Soykırımı’nı açık ve net bir şekilde, cesaretle dile getiriyor. • Sence, babanın hapse girmesinin sebebi gerçekten mühür bozması mı? Türkiye’de yıllardır risklerini ve sonuçlarını tarttığı bir mücadelenin içinde. Bu mücadele son yıllarda yavaş yavaş meyve vermeye başladı. Tehlikeli bir oyun oynuyordu, ve başına ne gelebileceğini önceden tartmıştı. Mühür bozmak mı, yoksa Allah’a Peygamber’e küfür etmenin gizli kapaklı cezalandırılması mı bu, bilmiyorum, önemsemiyorum da. Bence Sevan Nişanyan iki yıl mühür bozma cezasından yatacak kızılbaş - sayfa 49 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 adam değildi. Çünkü o daha büyük oyunlar oynayabilme potansiyeline sahip biri. Daha büyük oyunların içerisinde oynayıp, kaybetmesi veya kazanması gerekiyordu. Bu kadar küçük bir bahisle kaybetmemeliydi. Daha büyük bir potansiyeli var bu adamın. • Zor olacağını bildiğin yol nasıl gidiyor peki? Beklediğin kadar zor mu? Ben babamın yazdıklarından öğüt alabilirim, onun yapmış olduğu kuleye bakarak nasıl bir mücadele verilmesi gerektiğini görebilirim. Ama asıl önemli olan, onun oğlu olarak güne uyandığında yaşanacak ne kadar güzellik olduğunu bilmenin eşsiz duygusu olur. Akademik disiplin ve ahlakın ötesinde, ondan aldığım en önemli şey budur. Kendi dar dünyamın, beynimin ve kitapların dışında çok güzel bir hayatın ve keşfedilecek şeylerin olduğunu göstermesi… Bu yüzden, yok olmakta olan üç manastırı görmek için onunla girdiğiniz mayın tarlasına tekrar girmek durumunda kalsam, bundan yine kaçınmam. sevan nişanyan belgeseli http://www.youtube.com/watch? v=c-VRrjuQTwE&feature=share dayanışmada bizde varız biz de bir tarafız! Sevan Nişanyan, 1915 Soykırım zincirine günümüzde eklenen halkaların sonuncusudur! Alin Ozinian: 1. Sevan hapse nasıl gitti? Morali nasıldı? Sait Çetinoğlu: Bilindiği gibi Sevan Nişanyan klasik Ermeni tanımına uymaz. Nişanyan, halkının vicdanı, susmayan dili ve kalem tutan güçlü elidir. O basit bir kaçak inşaat suçu ile cezaevine konulmuş değildir. Yani mesele kaçak inşaat meselesi değildir. Nişanyan resmi ideolojiye büyük gedik açmıştır. O Yanlış Cumhuriyet, Hocam, Allaha peygambere laf Etmek Caiz Midir?, Adını Unutan Ülke … gibi çalışmaları başta olmak üzere yaptığı çalışmalarından dolayı hedef seçilmiştir. Hrant Dink nasıl ki soykırım ile ölüme yollanan Ermeni evladına 2007 yılında 1500000+1 olarak eklenen zinciri, askerde 24 Nisan 2011 günü “şaka”dan katledilen er Sevak Balıkçı 1500000+2 ise, halkının kalemi, halkının susmayan sesi Sevan Nişanyan 1500000+3 olarak cezaevine konarak susturulmaya çalışılmaktadır. Sevan ile cezası onandığı gün bir araya geldik konuştuk. Niçin cezaevine konulacağını biliyordu onun için hapishaneye moralsiz gitmedi. Almanya’dan geldi ve cezaevine girdi. Almanya’da kalma olanağı vardı ancak onu tercih etmedi. Onun yenilgi olacağını düşündü ve haklıydı da. Sevan yenilgiyi sevmez, daha doğrusu Sevan yenilgiye alışık değildir. Çocuklarını görmek için gittiği Berlin’den cezaevine girmek için dönerken bizlere ilettiği notta söyledikleri önemlidir: Birtakım insanlar sana inanmış, güvenmiş. Bu sana bir sorumluluk yükler. Onları hayal kırıklığına uğratmak, kötülük etmektir. Etmemelisin. Bir mücadeleye girmişsin, sonuçlarını göze alıyorum demişsin. Rüzgâr bir an için döndüğünde "ay korktum" deyip gitmek rezilliktir. Rezil olmamalısın. Köyünde bir hayali inşa etmeye girişmişsin, hayatını buna bağlamışsın. Şimdi üç tane memur, fare gibi kemirip hayatında bir oyuk açtı diye o hayatı terketmek olmaz. Daha yapacak çok işin var. Millete "korkma" demişsin, "bu memlekette eksik olan şey cesaret." Hodri Meydan kulesi dikmişsin. Şimdi ufukta düşman belirdiğinde "kişisel rahatım her şeyden kutsal" deyip kaçmak kendinle çelişmektir. Çelişmemelisin. Kaçıp gidenlerin pek çoğuyla tanışmışsın. Çoğunu sevmiş, dost olmuşsun. Ama alınlarına silinmez mürekkeple basılmış "yenilgi" damgasını da gözünle görmüşsün. O damgayı yememelisin… Sözleriyle aramızdan ayrılarak cezaevine gitti. Sevan Nişanyan cezaevinde yalnız değildir. Dostları, bir dayanışma platformda toplanarak Sevan’a özgürlük çağrıları yapan uluslararası destek kampanyası başlattılar. Dostları ona dünyanın dört bir yanından desteklerini ifade ederek Sevan’a Özgürlük talebinin bir hakkaniyet ve adalet talebi olduğunun altını çiziyorlar. Dostları onu hiçbir zaman unutmayacaktır. ASLINDA SEVAN NİŞANYAN DAVASI NEDİR? Coğrafyamızda eleştirel düşüncenin son durağı ve din eleştirisinin de son örneği Sevan Nişanyan Davasıdır: Yazar Sevan Nişanyan İslam mitolojisini İslamcılar gibi yorumlamıyor diye 13, 5 ay cezaya çarptırıldı! Sevan Nişanyan, 29 Eylül 2012’de kaleme aldığı “Nefret Suçlarıyla Mücadele Etmeli” başlıklı yazısında, çoğunluk içinde azınlığın değerlerini aşağılamanın nefret suçu olduğunu belirterek, “Bundan yüzlerce yıl önce Allah’la kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir. ‘İfade özgürlüğü’ denilen şeyin, adeta anaokulu seviyesindeki bir test örneğidir” diye yazmış- kızılbaş - sayfa 50 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tı. Nişanyan’ın bu ifadeleri üstüne 15 kişi şikayetçi olmuş ve Nişanyan hakkında “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçlamasıyla bir buçuk yıla kadar hapis cezası istemiyle İstanbul 14. Sulh Ceza Mahkemesinde dava açılmıştı. Mahkeme “yargılama” sonunda Nişanyan’ı Muhammed peygambere hakaret ettiği iddiasıyla 13,5 ay hapis cezasına çarptırıldı. Üstelik Nişanyan’ın önceden de cezası olması nedeniyle 13,5 ay hapis cezası paraya da çevrilmiyor. Davanın açılmasına ve ceza almasına neden olan şikayetçi kişilerin Nişanyan hakkında bayrıca birde tazminat davası da açacaklar. Nişanyan tepkisini, “Tazminat davası da açacakmış hacılar. Allahın sırtından para kazanmak oluyor, iyi iş :)” sözleriyle ifade eder. Bu dava dinsel fanatizmin yükseldiği doruklardan biridir! (Sait Çetinoğlu, İnanmama Özgürlüğü, Din Teorisi/Pratiği Dünü, Bugünü Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı, Ed. Sibel Özbudun-Mahmut Konuk, sh 107 Ütopya y. 2013) Böyle bir davadan Sevan Nişanyan’ı cezaevine yollamak çok tepki alacağından kaçak inşaat suçu icad edilerek cezaevine konulmuştur. 2. Hapishanede neler yapıyor, yönetimden yada beraber kaldığı mahkumlardan baskı görüyor mu? Sevan Nişanyan su gibidir. Su bilindiği gibi doğada sıkıştırılamayan tek maddedir. Sevan’ı hiçbir şekilde sıkıştıramazsınız su örneğinde olduğu gibi bir şekle sokmanız mümkün değildir. O kendi yolunu bir şekilde kendi bulur. Kendi isteği doğrultusunda şekillendirir. Bir kalıba sokamazsınız. Şu anda cezaevi kütüphanesini “adam etmeye” uğraşıyor. Cezaevine kitap yağıyor dostlarından. Cezaevi yönetimi başta kısıtlamaya yasaklamaya çalıştı lakin başaramadı. Sonuçta güzel bir durum ile karşılaşacağımız kesin. Çünkü Sevan’ın olması gereken ile olan arasındaki mesafeyi ortadan kaldırma misyonunu yüklendiğini biliyoruz. Baskıya gelince amiyane deyimle; sıkar! Geçmişte de Selçuk Cezaevinde yanına kendi deyimi ile meslekleri katillik olan Susurluk Mahkûmlarını komşu olarak vermişlerdi. Sevan en olumsuz koşullara uyum sağlayarak onu kendine çevirebilme cesaretine ve zekâsına sahip ender insanlardan biridir. Onu devirdiğinizi sandığınız anda zaferle doğrulduğunda şaşırırsınız. 3. Türkiye’de her alanda Ermenilerin farklı muameleye mazur kaldıklarını biliyoruz, ya hapishanede? Ermenilere her alanda baskı uygulandığı ayrımcılığa uğradığı, bunlara karşılık genellikle de sesini çıkarmadığı doğrudur ama Sevan klasik Ermeni tipine uymaz onda güvercin tedirginliği arayanlar boşuna yorulacaklardır. Onda deve kuşu inadı vardır. Sevan’a baskı yapacaksan eğer peşinen sonucuna da katlanacaksın ki, bu da yenilgi demektir. Sonuçta dünyanın en zeki insanıyla karşı karşıyasındır. Bu bakımdan Sevan’dan yana bir endişem yok. Baskı denilince bir noktayı daha işaret etmek gerekir: 12 Eylül 1980 Diyarbakır askeri cezaevinde siyasi tutuklu Ermenilerin dayak ve işkencenin diğerlerine göre katmerlisi uygulanmasının yanında zorla sünnet edilmişlerdir. Bunun bir örnek de sivil cezaevinden de verebiliriz; bir cinayet dolayısıyla sivil cezaevinde bulunan ünlü işadamı İshak Benlioğlu adlı bir Ermeni mahkûmun cezaevinde sünnet edilme örneği vardır. Bilindiği gibi cezaevlerinde cinayet hükümlülerine saygı gösterilirken, bir Ermeni’nin bu uygulamaya maruz kalması baskının dışında ne ile açıklanabilir. 4. Son kez hapishanede kitaplar yazmıştı, çıktığında neler anlatıyordu? (kitapta önsözünde hatta teşekkürlerini iletmişti? Sevan üretken bir insandır. Zor koşullardan zaferle çıkmasını bilir. Bu kez de öyle olacağından kuşkum yok. O elinde müthiş bir çalışma ile karşımıza çıkarak bizi bir kere daha şaşırtacaktır. Sözlük çalışması 1986 yılındaki Ali Nesin ile birlikte olduğu askeri cezaevinde can sıkıntısını geçirmek ve vakit öldürmek ile başlamıştı. Aslanlı Yol adlı otobiyografi çalışmasında Adaletin Faydaları adlı bir bölüm vardır. Bu bölümde cezaevi yaşamının üretkenliğine katkısını ayrıntılarıyla anlatır. Kaynak: http://civilnet.am/sait-cetinoglu-interview-sevan-nisanyan-prison/ kızılbaş - sayfa 51 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sevan Nişanyan Tarih, dil, din ve (biraz) siyasete dair yazılar. SEVAN NİŞANYAN Özgeçmiş Doğum İstanbul 1956 Eğitim Robert College 1974 Yale University BA (felsefe) 1979 Columbia University MA (siyaset bilimi) 1983 İstihdam Teleteknik Elektronik Ltd. Şti. (Commodore bilgisayarları Türkiye genel dağıtıcısı), kurucu ve yönetici, 1984-1986 Nişanyan Gezi Tanıtım Ltd. Şti. (Küçük Oteller Kitabı üretici ve dağıtıcısı), kurucu ve yönetici, 1997-2008 Şirince Otelcilik Ltd. Şti. (Nişanyan Evleri turizm işletmesi), kurucu ve yöneticisi, 1998-bugün İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim görevlisi (dilbilim), 2006-2008 Yayınlar Karl Marx, Grundrisse (çeviri ve önsöz), 1980 Insight Guide İstanbul (yardımcı editör ve yazar), 1988 American Express Guide to Athens and the Classical Sites, 1991, 1993 American Express Guide to Vienna and Budapest, 1992 American Express Guide to Prague, 1993 Küçük Oteller Kitabı (yıllık yayın), 1998-2008 Mavi Kıyılarda Yeme İçme Rehberi (restoran rehberi, yıllık), 1998-2000 Kimsenin Bilmediği Olağanüstü Yerler (gezi rehberi), 2000 Meraklısı için Karadeniz (gezi rehberi), 2000 Sözlerin Soyağacı: Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü, 1. basım 2002, 5. basım 2010 Elifin Öküzü ya da Sürprizler Kitabı (etimoloji makaleleri), 1. basım 2002, 4. basım 2008 Ankara'nın Doğusundaki Türkiye (gezi rehberi), 2006 Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Hakkında 51 Soru, 2008 Kelimebaz 1 (Taraf gazetesi makaleleri), 2009 Kelimebaz 2 (Taraf gazetesi makaleleri), 2010 Hocam Allaha Peygambere Laf Etmek Caiz Midir: Din ve İfade Özgürlüğüne Dair Tartışma, 2010 Adını Unutan Ülke: Türkiye Cumhuriyetinde Adı Değiştirilen Yerler,* 2011 Şirince Meydan Muharebelerinin Mufassal Tarihçesi, 2011 Aslanlı Yol: Otobiyografi (yayımlanacak), 2012 Medeni hali Bekâr, 5 çocuklu Halkı "mensup olduğum millete" karşı kin ve düşmanlığa tahrik etmekten mahkûm olmuşum, üzerinize afiyet SORU: Türkiye nasıl bir ülkedir? CEVAP: Şöyle bir kararı yazabilen birinin yargıç olabildiği bir ülkedir. "... halkın büyük bir kısmının mensup olduğu dinin peygamberine mensup olan kişilerin peygamberlerine olan duygularını alaycı, aşağılayıcı ve rencide edici şekilde ve onların öfkelerini artırıcı bir şekilde ve sanığın kendi savunmasında görüldüğü üzere, saygı sınırları içerisinde ve ifade hürriyeti kapsamında kabul edilemeyecek şekilde ve kaba bir biçimde (...) açıkça insanların dini duygularını öfkelendirecek şekilde kendisinin ve MENSUP OLDUĞU MİLLETİN insanlarını hedef göstererek, halkın büyük bir kısmının dini inanışlarını aşağılayarak ve tahrik ederek, onları kinlendirerek büyük bir kısım halkın diğer bir kısım üzerine kin ve düşmanlığa alenen tahrik ettiği, SANIĞIN AMACININ burada kendi fikirlerini ifade etmekten ziyade halkın büyük bir çoğunluğunu oluşturan insanların dini duygularını tahrik ederek kin ve düşmanlık çıkarmak istediği ve BİR TAKIM KELİME VE CÜMLE KURGULARI YAPARAK bunu ifade özgürlüğü kapsamında kendi düşünceleri olduğunu belirttiği ancak asıl amacının İslamiyet ve onun peygamberi hakkındaki eleştirilerden ziyade, toplumsal barışı zedeleyecek şekilde ve dini duyguları zorlayacak şekilde TOPLUMSAL ÇATIŞMALARA ZEMİN HAZIRLAMAK OLDUĞU kanaatine varılmıştır." İstanbul 14. Sulh Ceza hakimi Recep Uyanık imiş :) Gerekçeli kararı Cuma günü geldi. Madde 216-1'in şaheser bir yorumu gibi geldi bana. Halkın bir kesimini "mensup olduğum millet" aleyhine (Ermeniler kastediliyor) kin ve düşmanlığa tahrik etmişim. Bu durumda şikayetçi olma hakkı Ermenilere düşmez mi diye merak ediyor insan. Hakim beyin tahkir (hakaret etme) ve tahrik (harekete geçirme) arasındaki farkı bilmediği belli oluyor. AİHM Handyside vb. kararlarından bihaber olduğu da şüphesiz. * AYNI davayı Konya, Bursa ve Ümraniye'de de açmışlar "vatandaşlar". Dur bakalım onlardan ne çıkacak. http://nisanyan1.blogspot.com.tr kızılbaş - sayfa 52 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türkiye'de Bir Devlet Geleneği ve Devlet Aklı Var mı? Türk gerici ve şovenistleri kendi tarihlerinden söz ederken Türklerin devlet/ devlet kurma geleneği ve devlet aklı üzerinde dururlar. Onlara göre, bu alanda başka kavimlerden çok daha ileri olan Türkler tarih boyunca pek çok devlet ve imparatorluk kurmuş ve başka halkları yönetmişlerdir. Bu inanış; aşırı, abartılı ve saldırgan bir Türk milliyetçiliğiyle, kof bir kahramanlık edebiyatıyla, bir kollektif aşağılık kompleksini zar zor gizleyen içi boş övünmelerle ve -yer yer bir anti-emperyalizm görüntüsüyle maskelenen- gerici bir Batı-karşıtlığıyla elele gider. Bu kişiler Türk devletinin bir “çadır devleti” olmadığını sık sık yineler ve devlet geleneği ve devlet aklı denen şeylerin, kurulan -ve doğal olarak yıkılan- devlet sayısıyla ölçülebileceğini varsayarlar. Ama Türkler’in devlet geleneğiyle, ne kadar çok ülkeyi işgal ettiğiyle, ne kadar çok kavmi ne denli “başarı ve hoşgörü”yle yönettikleriyle bunca övünen bu baylar kendilerine şu soruyu sormazlar: Acaba çok sayıda bey, paşa, padişah, komutan, savaşçı vb. yetiştiren Türkler neden bilim, teknoloji, felsefe, sanat vb. alanlarında başarılı olamamış, neden bu alanlarda hemen hemen hiçbir değer üretememişlerdir? Peki Türkler gerçekten de sahici bir devlet/ devlet kurma geleneğine ve devlet aklına sahip midirler? Devlet geleneği ve devlet aklı dendiğinde anlamamız gereken herhalde, kökü yüzlerce ya da binlerce yıl geriye giden devlet kurma ve yönetme deneyimi ve bu deneyimden ders çıkarma ve edinilmiş olan bu deneyimi daha sonraki dönemlerde ve bugün karşı karşıya gelinen sorunların çözümünde kullanabilme yetisidir. Ne var ki, Osmanlı ve Türkiye devletlerinin yakın tarihi, kendi savlarının tersine Türk egemen sınıflarının bu anlamda ciddi bir devlet geleneği ve aklına sahip olmadığını ya da belki de daha önce sahip oldukları devlet geleneği ve aklını unuttuklarını/ yitirdiklerini gösteriyor. Türkiye’de bugün yaşanan siyasal keşmekeş bu saptamayı doğrular gibidir. Ancak bundan hareketle öteki kutba savrulmak gerektiği ve Türk burjuva devletini yönetenlerin hafife alınabileceği sonucu da çıkarılamaz; daha öncekileri saymazsak, ardında 600 küsur yıl boyunca Ortadoğu, Balkanlar, Kuzey lıklara ilişkin verilerin çarpıtıldığını söyledikten sonra sözlerini şöyle sürdürmüştü: “Bu suretle milattan 7,000 sene kadar evvel çiftçilik ve çobanlığı ilerletmiş ve altın, bakır, kalay ve demiri keşfetmiş olan Türkler Orta Asya’dan yayıldıktan sonra gittikleri yerlerde ilk medeniyeti neşretmiş (=yaymış- G. A.) ve böylece Asya’da Çin, Hint ve mukaddes yurt edindikleri Anadolu’da Eti, Mezopotamya’da Sümer, Elam ve nihayet Mısır, Akdeniz ve Roma medeniyetlerinin esaslarını kurmuşlar ve bugün yüksek medeniyetlerini takdir ve takip ettiğimiz Avrupa’yı o zamanlar mağara hayatından kurtarmışlardır.” (Atatürk Devri Fikir Hayatı II, Ankara, Kültür Bakanlığı, 1981, s. 250-51) Garbis Altınoğlu Afrika ve Anadolu halklarını boyunduruk altında tutan Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim deneyimi bulunan bir Türkiye Cumhuriyeti’nden sözediyoruz. Bu devletin; “böl ve egemen ol!” ilkesi uyarınca farklı etnik, dinsel/ mezhepsel toplulukları birbirine düşürme, varlığını ve egemenliğini sürdürmek için en yakınlarını öldürme, her türlü yasa ve ahlak normunu ayaklar altına alma ve en acımasız kıyımlara başvurabilme geleneği olduğunu uzak ve yakın tarihimizden biliyoruz. Geçtiğimiz günlerde, Başbakanlık Müşaviri Hamdi Kılıç’ın, Suriye’deki terörist gruplara silah taşıyan TIR’lar tartışılırken söylediği şu sözler, bu geleneğin capcanlı olduğunun bir göstergesidir: “Devlet geleneğimizin kendini korumak için tarih boyunca geliştirdiği reflekslerin bir kısmı epeyce ürpertici, benden hatırlatması.” (“Başbakanlık Müşaviri Kılıç Konuştu: Gelenekte Önce Devlet Gelir”, Radikal, 2 Ocak 2014) Resmi Türk tarihinin savlarına biraz daha yakından bakalım. 1930’larda yaratılan ve neredeyse dünyanın -Çin, Hint, Mezopotamya, Mısır, Hitit, Etrüsk, Roma uygarlıkları da içinde olmak üzere- tüm uygarlıklarının Türkler’in doğrudan girişimi, yolgöstericiliği ve müdahalesiyle oluştuğunu savunan Türk Tarih Tezi’nin tarih kitaplarında yer alan yansımaları günümüze kadar uzanmaktadır. Örneğin, Mustafa Kemal bu konuda şunları söylemişti: “Türk milletinin tarihi, şimdiye kadar sayıldığı gibi, yalnız Osmanlı Tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir. Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve şümullu medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğü tanımak ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” (Aktaran Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt, 1998, s. 106) Temmuz 1931’de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde bir konuşma yapan Maarif Vekili (=eğitim bakanı- G. A.) Esat Sağay, Türkler tarafından kurulan devlet ve uygar- Aynı çizgiyi izleyen tanınmış Türk milliyetçi akademisyen Osman Turan, ilk basısı 1968 yılında yayımlanan bir kitabında şöyle diyordu: “İslam’dan önce Türkistan. İslam devrinde de Yakın-şark ve Türkiye merkez olmak üzere Çin, Hindistan, Afganistan, Horasan, Şarki (=Doğu- G. A.) ve Orta Avrupa, Balkanlar, İran, Azerbaycan, Kafkasya, Anadolu, Rumeli, Irak, Suriye, Mısır ve Şimali (=Kuzey- G. A.) Afrika Türkler’in başlıca istila, göç ve hakimiyet sahaları olmuştu. Türkler bu ülkelerde bir çok devletler ve imparatorluklar kurmuşlar; muvakkat (=geçici- G. A.) yurtlara ve devamlı imparatorluklara sahip olmuşlardır.” (Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Cilt 1, İstanbul, Boğaziçi, 1999, s. 2) A.Deliorman’ın 1992’de yayımlanan Lise I Tarih kitabında ise şöyle deniyordu: “Milletimiz geçmişte Asya, Avrupa ve Afrika’da onaltı büyük imparatorluk, çok sayıda devlet kurmuşlardır. “Dünyada hiçbir millet Türk milleti kadar çok devlet kurmamıştır. “Tarih bilginleri 375 yılında başlayan Kavimler Göçü ile 1683’teki II. Viyana Kuşatması arasındaki uzun süreyi ‘Türk Çağı’ olarak tanımlamışlardır.” (Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, s. 103) Burada asıl konumuz, Türk toplumunda devlete tapmanın ve onu yüceltmenin nedenleri değil. Gene de geçerken bu devlet fetişizminin bellibaşlı nedenlerinden ikisini belirtmek isterim. Bunlardan birincisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin; bir dönemin en güçlü devleti olan, 600 küsur yıllık ömrü boyunca pek çok kavmi kendi boyunduruğu altında tutan ve bu süre içinde hem üretim araçlarını, hem de siyaset ve kültür alanlarını kendi denetimi altında bulunduran Osmanlı devletinin ve hatta ondan önceki Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ve Anadolu Selçuklu devletinin mirasçısı oluşudur. İkinci neden, Müslüman-Türk burjuvazisinin ana gövdesinin özellikle 20. yüzyılın başlarında İttihat ve Terakki kliğinin yönettiği devletin Ermeni, Süryani ve Rum halklarına karşı gerçekleştirdiği terör, kıyım, zorla göçertme ve mülksüzleştirme yoluyla meydana gelmiş olmasıdır. Belki bunlara bir üçüncü neden ekleyebili- kızılbaş - sayfa 53 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 riz: O da, ömrünün son ikiyüz küsur yılı boyunca Batı Avrupa ülkelerinin ve Çarlık Rusyası’nın müdahale, toprak gaspı ve saldırıları karşısında sürekli bir gerileme ve zayıflama süreci yaşayan Osmanlı devletinin Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde bir yokolma tehlikesinden, gene devleti temsil eden İttihatçı-Kemalist çelik çekirdek tarafından kurtarılmış ve Türkiye Cumhuriyeti biçimi altında restore edilmiş olmasıdır. Yani Türkiye burjuvazisi, başka hiçbir yerde olmadığı ölçüde varlığını, oluşmasını ve gelişmesini, Anadolu’nun Müslüman halkını -ve Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan gelen Müslüman göçmenleri- Türk ulusu kalıbına döken devlete borçludur. En kodaman burjuvaların bile, eğer devlet iktidarını elinde bulunduruyorlarsa Adnan Menderes, Turgut Özal ya da Recep T. Erdoğan gibi daha dünün çocukları sayılması gereken ikinci ya da üçüncü sınıf politikacılar karşısında elpençe divan durmalarının, eğilip bükülmelerinin altında işte bu maddi nedenler yatmaktadır. Aynı ölçüde önemli bir başka husus da, 90 yıl önce kurulan Cumhuriyet rejiminin oluşumundan bu yana ülkede kapitalizmin büyük ölçüde gelişmesine rağmen bu sakat ve zenofobik devletçi-milliyetçi anlayışın, egemen sınıfın bütün fraksiyonları tarafından içselleştirilmiş olması ve hatta toplumun muhalif ve devrimci öğelerinin zihin dünyasını da şu ya da bu ölçüde etkilemiş ve etkilemekte olmasıdır. Türkiye’de Allahın millete değil, ama devlete zeval (=yokoluş, tükenme- G. A.) vermemesi gerektiği anlayışı sanıldığından da yaygındır. Türkiye’nin bugün yaşamakta olduğu siyasal keşmekeşin ve bu keşmekeş karşısında sergilenen tepkisizliğin işte bu sözünü ettiğim gelenekle, devletin ve onu yönetenlerin putlaştırılması ve sorgulanamazlığı geleneğiyle yakından ilintili olduğunu söyleyebiliriz. Bugün Başbakan R. T. Erdoğan ve yönettiği AKP hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş ve hatta dünyada çok az rastlanır düzeyde hırsızlık, rüşvet ve yolsuzluk olaylarının basıncı altında sarsılmaktayken hiçbir şey olmamış gibi davranabilmekte, hatta kendisini “uluslarası bir komplo”nun ve gerici Fethullah Gülen hareketinin saldırısının kurbanı olarak sunabilmektedir. Bu klik; varolan gerici burjuva hukukunu da ayaklar altına alarak bu olayları örtbas etmeye, hatta karşı-saldırıya kalkışmakta, savcıların soruşturma açma yetkilerini ortadan kaldırmaya ve gerici yargı mekanizmasını tümüyle kendisine bağlamaya girişmekte, görsel ve yazılı basın üzerindeki tekelimsi konumunu pekiştirmekte ve sanal alandaki eleştirileri engellemeyi sağlayan bir sansür yasasını TBMM’nden geçirmektedir. Başbakan Erdoğan bu siyasal istikrarsızlığın ülke ekonomisi üzerindeki olumsuz etkilerine işaret eden ünlü işadamlarını ve -CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da içinde olmak üzere- kendisini eleştirmeye kalkan herkesi “vatana ihanet”le suçlamakta, önüne gelene hakaret etmekte ve ülkeyi 1930’lardan bu yana görülmemiş bir “tek adam diktatörlüğü”ne götürmektedir. Öte yandan, yıllardır çözüm bekleyen Türk-Kürt sorunu, şu sıralar ciddi bir silahlı çatışma yaşanmamasına rağmen içten içe işlemeye devam etmekte, Erdoğan kliğinin anti-Alevi çizgisi ülke içinde mezhep çatışmasının zeminini güçlendirmekte, dinsel fanatizmin AKP hükümeti döneminde katlanarak büyümesi, insanların yaşam tarzına müdahale girişimleri, toplumun daha kentli, daha eğitimli katmanlarıyla taşra gericiliği arasında çatışma eğilimini körüklemekte, kamu kaynaklarının AKP döneminde tavan yapan eş-dost kapitalizmi eliyle yağması, eğreti ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaştırılması ve doğal çevrenin ve tarihsel mirasın yıkımının fütursuzca sürdürülmesi, emekçi yığınların daha geniş katmanlarının öfkesini giderek daha fazla arttırmaktadır. Bu arada Türkiye’nin dış politikası belki de en kötü ve en başarısız dönemini yaşamakta, ülkenin enerji güvenliği tehlikeye girmekte, daha da önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nun güncel bir versiyonunu kurma hayalleri yıkılan Türk gericiliğinin Suriye’deki terörist gruplara sistemli ve açık bir biçimde destek vermesine, ABD emperyalistlerinin bile denetleyemediği bu gruplarla çok sıcak bir ilişki içine girmesine ve 1 milyondan fazla Suriyeli’nin topraklarına yerleşmiş olmasına bağlı olarak Türkiye çok ciddi iç güvenlik sorunlarıyla karşılaşma riski altına girmektedir vb. Ama, daha da kötüsü var: Erdoğan kliği içine itildiği kapandan kurtulmak, iktidarının ömrünü uzatmak ve özellikle de yaklaşmakta olan ekonomik bunalıma bağlı olarak kaçınılmaz bir biçimde yükselecek olan yoksullaşma ve işsizlik karşıtı kitle muhalefetini etkisizleştirmek için pek çok şeyi yapmaya hazır gözüküyor. Türkiye’nin, tersi yöndeki savlara rağmen bu terörist grupları perde arkasından desteklemeye devam eden ABD ve İsrail’in üstü örtülü itelemesiyle Suriye’ye ve Kuzey Suriye’deki gerçekleşen Rojawa ulusal devrimine karşı bir askeri operasyona girmesi olasılığı bir kez daha gündeme gelmektedir. (1) Erdoğan kliğine, ülke çapında bir sıkıyönetim uygulamak ve seçimleri ertelemek olanağı verecek olan böylesi bir askeri müdahalenin Türkiye’nin bütün iç çelişmelerini daha da keskinleştirmesi, ülkeyi bir iç savaş ortamına sürüklemesi ve bir devrimci duruma yol açması beklenebilir ve beklenmelidir. (2) Ancak, neredeyse herbiri ayrı bir skandal niteliği taşıyan bu olgular karşısında sergilenen göreli sessizliği nasıl açıklamalı? Göstermelik değil de sahici bir devlet geleneği ve devlet aklı olan bir egemen sınıfın ve onun devletinin değişik konumlardaki temsilcilerinin tam da bu koşullarda yapması beklenen nedir? Asıl yükünü emekçi yığınların çektiği, ama egemen sınıfın ve onların devletinin stratejik çıkarlarına da zarar veren ve hatta ülkeyi adeta felakete sürükleyen bu gidişata karşı net ve ka- rarlı bir tutum almak. Ama böylesi ve bu düzeyde bir tepkiyi, ne CHP ve MHP gibi gerici düzen partileri, ne de devlet aygıtı -ordu, MİT, polis, sivil bürokrasi, yargıve onun değişik bölümlerinde yer alan üst düzey bürokratların ve düzenin diğer öğelerinin göstermemesi ve hepsinin de adeta yele kapılmış yapraklar gibi olayların akışıyla birlikte sürüklenmeleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin hal-i pür melalini göstermeye yeter. Bu durumda, aslında Erdoğan kliğine yakın bir isim olan Sedat Laçiner’in geçenlerde şunları söylemesi hiç de şaşırtıcı olmamıştır: “En büyük şehir efsanemiz ‘Türklerin bin yıllık bir devlet geleneğine sahip olduğu’ yalanıdır. Bugün yaşadıklarımız bu koca efsanenin çöküşünün en güzel örneklerinden biridir.” (“İlkeler ve Kurumlar”, Star, 27 Aralık 2013, italikler yazarın) Benim de savunduğum bu saptamanın doğru oluşunun en önemli kanıtlarından biri Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı macerasıdır. Bundan yaklaşık 100 yıl önce, yani 28 Temmuz 1914’te Birinci Dünya Savaşı olarak bilinen emperyalist paylaşım savaşı başlamış ve İttihat ve Terakki kliğinin yönettiği Osmanlı İmparatorluğu da 29 Ekim’de Alman komutanlarının yönettiği Osmanlı donanmasının Rusya limanlarına saldırması ve Rusya’nın da 30 Ekim’de Türkiye’ye savaş ilan etmesi sonucunda savaşa sürüklenmişti. Gerek egemen sınıf düzeyinde ve gerekse aydınlar ve -doğal olarak- halk düzeyinde hükmünü sürdüren toplumsal bellek yoksunluğunu dikkate alarak bu olayın öncesine ve ayrıntılarına çok kısa bir biçimde göz atalım. II. Abdülhamit döneminde gelişmeye başlayan Almanya-Türkiye ilişkileri, İttihat ve Terakki’nin iktidarı tam olarak ele geçirdiği 1913’ten itibaren daha da gelişmiş ve Prusya militaristleri İttihat ve Terakki ve özellikle de Enver Paşa üzerindeki nüfuzları ve Osmanlı ordusu içinde kilit noktalarda bulunmaları sayesinde Türkiye’yi kendi savaş arabalarına bağlayabilmişlerdi. Daha bir yıl önce Balkan savaşlarından yenilgiyle çıkmış, ordusu dökülmekte ve hazinesi tamtakır olan ve böylesi çok daha büyük bir savaşın gerektirdiği altyapıdan ve manevi hazırlıktan hemen hemen tümüyle yoksun bulunan Osmanlı devletinin en az gereksinim duyduğu şey herhalde Birinci Dünya Savaşı mezbahasına sürüklenmekti. Buna rağmen Türkiye, sadece bir kaç üst düzey yöneticinin kararı ve inisiyatifiyle bu savaşa balıklama atıldı. 2 Ağustos 1914’te, Alman elçisi Hans von Wangehheim’ın dayatması ve sadece dört üst düzey yöneticinin -Sadrazam Sait Halim Paşa, İçişleri Bakanı Talat Paşa, Savaş Bakanı Enver Paşa ve Mebusan Meclisi Başkanı Halil Bey- kararıyla Türkiye ile Almanya arasında bir askeri bağlaşma anlaşması imzalandı. Bundan sekiz gün sonra, yani 10 Ağustos 1914’te İngiliz savaş gemilerinden kaçan -ve Yavuz ve Midilli adlarını alacak olan- Goeben ve kızılbaş - sayfa 54 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Breslau adlı iki Alman savaş gemisi, sadece Enver Paşa’nın aldığı bir kararla Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Türkiye’ye sığındı. Daha sonra, gene sadece Enver Paşa ile Cemal Paşa’nın aldığı bir kararla Karadeniz’e açılan bu iki Alman savaş gemisinin 29 Ekim 1914’te Rus limanlarına saldırması üzerine Türkiye kendisini Birinci Dünya Savaşı’nın içinde buldu. Bu ise; yüzbinlerce asker ve sivilin ölümüne, ülkenin daha da yoksullaşmasına ve Osmanlı devletinin yıkımına yol açan ve bu arada Ermeni, Rum ve Süryani halklarına karşı girişilen terör, kıyım ve mülksüzleştirmeye uygun ortam yarattı. Bütün bu kararların alınmasında, görüşlerini bir sömürge valisi edasıyla Osmanlı yöneticilerine dayatan ve Osmanlı bakanlarını bile azarlamaktan çekinmeyen Alman elçisi Hans von Wangehheim ile hızla yükselen ya da yükseltilen ve daha 32 yaşında savaş bakanlığı koltuğuna oturan ve edimsel olarak Osmanlı ordularının başkomutanı olan “Almanların sadık dostu” Enver Paşa son derece önemli, hatta belirleyici bir rol oynayacaktı. Türk burjuvazisi ve devletinin sahici bir devlet geleneği ve bir devlet aklı olmadığının bir başka göstergesi, onların son yıllara kadar Türk-Kürt sorunu karşısında takındıkları histerik ve irrasyonel tutumdur. Burada bu tutumu, ABD ve ortaklarının Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için Ocak 1991’de giriştikleri İkinci Körfez Savaşı örneği üzerinden betimlemeye çalışacağım. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın çok istekli olmasına, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in görevinden uzaklaştırılması için elden gelen herşeyin yapılmasını, hatta bu çatışmayı fırsat bilerek Misak-ı Milli sınırları içinde olan Musul ve Kerkük’ün Türkiye’ye katılmasını savunmasına rağmen Türk gericileri, ‘‘Çöl Fırtınası’’ adı verilen İkinci Körfez Savaşı’nda doğrudan yer almadılar. Ama bu, İncirlik üssünden kalkan ABD savaş uçaklarının Irak’ı bombalamasına izin veren bu bayların, emperyalist efendilerinin yanında saf tutmadıkları anlamına gelmiyordu. Irak’ın kısa sürede yenilgiye uğradığı bu savaştan sonra bu ülkeye karşı alınan ABD güdümlü BM ambargo kararlarını “ilk uygulayan” ülke, Habur sınır kapısını ve Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatan Türkiye oldu. Ancak Irak’a uygulanan insanlık-dışı ambargodan ve Irak ekonomisinin bu yolla çökertilmesinden Irak’ın yanı sıra Türkiye de zarar gördü. Hazine Müsteşarlığı’nın 2001’e ilişkin resmi rakamlarına göre Irak ambargosunun Türkiye ekonomisine doğrudan faturası o güne kadar 35-40 milyar doları bulmuştu. Ne var ki, yitirilen pazarlar, azalan ihracat, artan işsizlik, kapanan şirketler, onbinlerce kamyon ve TIR’ın atıl kalması ve müteahhitlik sektörünün zararları da hesaba katıldığında bu fatura on yılda 100 milyar dolara kadar çıkıyordu. Aslında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal da bunu kabul etmiş ve ABD’ni, Türkiye’nin zararlarını karşılayacağı yolundaki sözle- rini yerine getirmediği için eleştirdiği bir CNN mülakatında şöyle demişti: yonu’nu ziyaretimiz sırasında, komisyon başkanı aynen şunları söylemişti: ‘‘Bize verilen sözler tutulmadı. Gürlüyorlar ama bir türlü yağmur olup yağmıyorlar.’’ “ ‘Siz Kuzey Irak’ta, Saddam’ın otoritesinin olmadığı bir bölge kurmak istiyorsunuz. Böyle bir bölgenin oluşturulması orada bir otorite boşluğu yaratacaktır ve bu boşluk, o mıntıkada bir ‘Kürt devletinin’ kurulmasına imkân verecektir. Böyle bir ihtimali hiç dikkate almıyor musunuz?’... Ama ambargonun, Türk gericileri açısından yol açtığı daha önemli sorunlar vardı. Irak halkını aç, ilaçsız, elektriksiz vb. bırakarak milyonlarca kadın, çocuk ve yaşlının ölümüne yol açan bu uygulamanın bir diğer sonucu, Irak Kürtleri’nin ve PKK’nın güç kazanması oldu. (Burada okurların, bugünkü durumun aksine o sıralar Türk gericilerinin, özerklik de içinde olmak üzere her türlü Kürt siyasal oluşumuna kesinlikle karşı olduklarını anımsamaları gerekiyor.) Neden? Çünkü ABD ve Britanya 1991 savaşının ertesinde, sözümona Kürt halkını korumak için Irak’ın 36. paralelin kuzeyinde ve gene sözümona Şii halkını korumak için de 33. paralelin güneyindeki bölümlerini “uçuşa yasak bölge” ilân etmiş, Irak savaş uçaklarının buralara girmesini yasaklamış, bu yasağı uygulamak ve denetlemek için Temmuz 1991’de, Irak hedeflerini yıllardır keyfi bir tarzda bombalayan ve Çekiç Güç adı verilen bir ortak hava gücü oluşturmuşlardı. Ancak, ABD ile Britanya’nın Güney Kürdistan’ı “koruma” altına almak amacıyla attıklarını ileri sürdükleri bu adım Türk gericilerinin “Kürt devleti” paranoyalarının -bu kez kısmen haklı olarak- canlanmasına neden oldu. Bir dizi üst düzey askerî ve sivil yetkili, üstelik Türkiye’deki İncirlik ve Türkiye Kürdistanı’ndaki Pirinçlik hava üslerinde konuşlanan Çekiç Güç’ün hem Güney Kürdistan’da bir Kürt devletinin oluşumuna, hem de PKK’ya katkıda bulunduğunu ileri sürdüler. Asıl ilginç olanı da şu: Türk gericilerinin bu, hiç de gizlenmeyen kaygılarına rağmen TBMM Aralık 2002’ye, yani ABD’nin Mart 2003’de Irak’a karşı gerçekleştireceği son saldırının birkaç ay öncesine kadar her altı ayda bir Çekiç Güç’ün süresinin uzatılmasını onayladı. Yani gerek askerî klik ve gerek burjuva hükümetleri Çekiç Güç’ü ve Aralık 1996’da onun yerini alan Keşif Güç’ü desteklediler; onlar başından beri, bu güçlere bağlı ABD ve Britanya uçaklarının Türkiye’den kalkarak Irak topraklarındaki “uçuşa yasak bölgede”ki askerî ve sivil hedefleri bombalamasına ve Güney Kürdistan’ın ABD, İsrail Britanya vb. istihbarat servislerinin cirit attığı bir alan hâline getirilmesine suç ortaklığı etmeye devam ettiler. Milletvekilliği, anayasa komisyonu başkanlığı, Avrupa Konseyi başkan vekilliği gibi görevlerde bulunan kıdemli burjuva politikacısı Cevdet Akçalı, 21 Temmuz 2003 tarihli köşe yazısında konumuz açısından çok önemli bir değerlendirme aktarmıştı. O bu köşe yazısında, 12 yıl önce, yani 1991’de, içinde yeraldığı TBMM Dışişleri Komisyonu üyeleriyle birlikte Britanya parlamentosunu ziyaret ettiğini belirttikten sonra şunları yazmıştı: “İngiliz Parlamentosu Dışişleri Komis- “Aradan on yıl geçti. İngiliz parlamenterin söyledikleri aynen gerçekleşti. Orada bir otorite boşluğu yaratıldı. Bu boşluktan yararlanarak PKK oraya yerleşti. Mahalli Kürt grupları, kendi parlamentolarını oluşturdular. Amerika ve İngiltere, Türkiye’yi bir kenara iterek, kendi planlarını uyguladılar. “Öyle ki, ne gücümüz Çekiç Güç’ü geri göndermeye yetti, ne de onların, ülkemiz aleyhine bütün sinsi faaliyetlerini, bilmemize rağmen engelleyebildik.” (“Kuzey Irak’ta Olanların Geçmişi”, Yeni Şafak, 21 Temmuz 2003) Akçalı daha sonra, ABD işgal kuvvetlerinin 4 Temmuz 2003’de Irak’ın Süleymaniye kentindeki karargahlarına baskın yaparak gözaltına aldıkları 11 Türk ordusu mensubunun başına çuval geçirilmesi olayına göndermede bulunarak sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Bu geçmişi bilmeden, ‘Kuzey Irak’ta neler oluyor? Askerlerimize bu muamele neden yapılıyor?’ sualine cevap vermemiz mümkün değildir. Kaba bir benzetmedir amma, Türkiye ava giderken avlanmıştır. “Amerika ve Batı dünyasında Türkiye, elinden lokması kolay alınan, uysal bir ülke durumundadır. Bu imajın düzeltilmesi de çok zordur. Çünkü, Türkiye denince Amerika’nın aklına Türk ordusu ve onun generalleri gelmektedir...” (aynı yerde) Evet; Cevdet Akçalı’nın, adıgeçen İngiliz politikacının ağzından aktardığı tanıklıkla Türk gericilerinin bir devlet geleneği ve devlet aklı olmadığını bir kez daha, hem de çarpıcı bir biçimde doğruladığını söyleyebiliriz. Belki bütün bunlara Türk yöneticilerinin, Abdullah Öcalan’ın gerici bir Türk-Kürt bağlaşması kurulması önerisini, hem de yıllardır inat ve ısrarla kabul etmeye yanaşmamasını ve görmezden/ duymazdan gelmesini ekleyebiliriz. Öcalan ve diğer PKK/ KCK liderleri böylesi bir bağlaşmanın, aslında Türk burjuvazisinin ülke içindeki konumunu pekiştireceğini ve güç ve nüfuzunu arttıracağı Türk burjuva devletini Ortadoğu bölgesinde lider ülke haline getireceğini söyleyip duruyorlar. Ne var ki, hemen hemen tüm Türk askeri ve sivil yöneticileri, akademisyenleri ve köşe yazarları görülmemiş bir aymazlıkla ve yakın zamana kadar, Öcalan’ı “bölücü” olarak nitelendirmeyi ve onun bağımsız bir Kürdistan’dan yana olduğunu dile getiren kızılbaş - sayfa 55 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bir yaygara kampanyasını sürdürmüştü. Oysa PKK lideri Kürt ulusal hareketinin, 20 yıl öncesinden, yani en azından 1994’ten bu yana, bağımsız Kürdistan düşüncesinden vazgeçtiğini, asıl istediklerinin Türkiye sınırları içinde eşit haklar ve Kürt ulusal kimliğinin tanınması olduğunu pek çok kez açıklamıştı. Örneğin Öcalan, 6 Aralık 1994’de Budapeşte’de toplanan AGİK doruğunda biraraya gelen emperyalist ve gerici burjuva devlet yöneticilerine yönelik olarak ilettiği açıklamasında şunları söylemişti: “Bizim Türkiye’den istediğimiz bir siyasi diyaloga imkan hazırlamasıdır. Bizim, söyledikleri gibi Türkiye’yi bölüp parçalamak gibi bir niyetimiz yok. Şunu da çok açıkça söyledik: Bu koşullarda alın götürün Kürdistan’ı deseler biz kabul edemeyiz. Çünkü bizim, Türkiye ile birlikteliğe ihtiyacımız vardır. Mevcut ekonomik, sosyal ve siyasal nedenler, uzun bir süre birlikte yol almamız gerektiğini halklar arası ilişkilerin demokratik temelde düzenlenmesinin her iki halkın çıkarlarına çok uygun olduğunu açıkça ortaya koyuyor.... Zannediyorlar ki salt bir ayrılıkçı hareket var. Tam tersine Türkiye’yi güçlendirme, demokrasiyi güçlendirme ve özellikle halkı güçlendirme hareketi sözkonusudur. Ortada eğer zarar görecek bir şey varsa bu Türkiye’nin birliği ya da bütünlüğü değildir... Bizim amacımız, zorla da dayatsalar ayrılığı geliştirmek değil, tam tersinedir. (Başbakan ve Cumhurbaşkanı Turgut- G. A.) Özal da söyledi. (Başbakan Yardımcısı Murat- G. A.) Karayalçın da söyledi. Federasyon diyorlar. Bazı biçimler o kadar önemli değildir. Türkiye’nin bütünlüğü içinde çok çeşitli çözüm yolları vardır. Bir çok federe devlet sistemleri var. Almanya, Amerika, İspanya birer örnek. İngiltere bile şimdi İrlanda sorununu diyalog ile çözüyor. Bu örnekleri gözönüne getirerek herhangi bir birleşme biçimi üzerine tartışılabilir.” (Ö. Ülke, 6 Aralık 1994) Öcalan’ın bu sözlerinde anlatımını bulan bu çıplak ve basit olguyu bile kavrayamayan, ya da daha da kötüsü kavradığı halde çarpıtan ve bu çarpıtmadan hareketle yıllardır bir Türk-Kürt çatışmasını kışkırtmaya çalışan Türk yöneticilerinin ve devletlu aydınlarının, sözcüğün olumlu anlamında bir devlet aklına sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da Türkler’in geçmiş yüzyıllarda kurmuş oldukları devletlerin deneyimlerinden ders çıkarma ve bu deneyimi bugün karşı karşıya gelinen sorunların çözümünde kullanabilme yetisine sahip olduğunu? Elbette hayır. Herhalde satırlarıma, ırkçı-faşist yazar ve ideolog Nihal Atsız’ın şu sözleriyle son vermem uygun düşecektir: “Adama sorarlar: Elli devlet kurdun da neden hiçbirini yaşatamadın? Neden kala kala orta çapta bir Türkiye Cumhuriyeti’ne kaldın? Zoraki tarih bilginleri tabii bu sorunun cevabını veremeyeceklerdir. Çünkü tarihî gerçek hiç de öyle değildir. 16 veya 50 devlet kurulmuş değildir. Gerçekte ana- yurtta bir, nihayet iki devlet kurulmuş, anayurt dışında da buna üç beş devlet daha eklenmiştir. O kadar.” (Aktaran Ayşe Hür, “Türkler Mu’dan mı Ergenekon’dan mı?”, Taraf, 11 Mayıs 2008) DİPNOTLAR (1) İsviçre’nin Montrö kentinde 22 Ocak’ta başlayan, ancak beklendiği gibi başarısızlıkla sonuçlanan Cenevre görüşmelerinin ardından ABD ve ortakları Suriye’ye askeri saldırı olasılığını yeniden gündeme getirdiler. Montrö’de Suriye hükümetine, Suriye içinde hiçbir gücü ve etkisi olmayan ve Washington’un basit bir uzantısından başka bir şey olmayan Suriye muhalefetiyle ortak bir geçiş hükümeti oluşturulması için baskı yapmaya kalkan ABD heyeti, görüşmelerin sonuna doğru provokatif bir açıklama yaptı. Buna göre Kongre bir süre önce “gizli” bir yasa onaylamış ve ABD Eylül ayından itibaren rejim-karşıtı güçlere milyarlarca dolar silah yardımı yapmaya başlamıştı. Tabii bu, ABD’nin aylar önce yaptığı ve muhaliflere silah yardımını durdurduğu yolundaki açıklamasının kuyruklu bir yalan olduğunu ve ABD heyetinin Cenevre görüşmelerine katılmasının göz boyamaktan başka bir anlam taşımadığını bir kez daha kanıtlamış oldu. Bu arada Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin CIA’nın denetim ve yönlendirmesi altında terörist gruplara silah göndermeyi sürdürdüklerini de unutmayalım. Öte yandan ABD Dışişleri Bakanı John Kerry Montrö’de; kimyasal silahları taşıma işlemlerinin yavaş yürüdüğü savını ileri sürdü. Ona göre Şam, BM “Güvenlik” Konseyi’nin bu işlemleri düzenleyen 2118 Sayılı Kararına uymamıştı. Kerry’e göre bu, ABD ve ortaklarına BM Sözleşmesi’nin 7. Maddesi uyarınca Suriye’ye karşı askeri operasyon yapma hakkını veriyordu. (Bu maddenin Libya’ya saldırmak, orada meşru hükümeti devirmek ve 50,000’e yakın insanın ölümüne yol açan emperyalist müdahalede kullanıldığını anımsatayım.) Oysa Suriye hükümeti, kimyasal silahları taşıma işlemlerinin tamamlanması için kendisine çok kısa bir süre tanındığını ve bu işlemlerin gerçekleştirilmesinin, ABD ve ortaklarının beslediği terörist grupların saldırılarının damgasını vurduğu bir savaş ortamında hiç de kolay olmadığını belirtiyor. (2) Suriye ve Ortadoğu konusunda ABD ile Türkiye arasında var olan ve Washington ile Ankara’nın arasını bir ölçüde geren görüş ayrılıkları, her iki kamptaki savaş suçlularının Baas rejiminin yıkılması ve Suriye’deki terörist grupları destekleme konusunda karşı karşıya geldikleri anlamına gelmemektedir. Bu görüş ayrılığının özü; artık dikkatini, yükselen Çin’i kuşatmak için Asya-Pasifik bölgesine çevirmiş olan ABD emperyalistlerinin Baas rejiminin doğrudan bir dış askeri müdahale olmaksızın yıkılamayacağını kavramış, ancak kitle tabanı daralmış ve Ortadoğu’da sahip olduğu nüfuzu hemen hemen tümüyle yitirmiş olan AKP hükümetinin ise artık onlara yük olmaya başlamış olmasıdır. KÜRDSİAD için girişim Diyarbakır'da bir grup işadamı ve sanayici tarafından Kürdistan Sanayici ve İşadamları Derneği (KURDSİAD) kurulması için bir girişim kuruldu. DİYARBAKIR - Diyarbakır'da bir grup işadamı ve sanayici 'Kürdistan Sanayici ve İşadamları Derneği' (KURDSİAD) kurmak için çalışmalara başlayarak girişim oluşturdu. Girişim Diyarbakır'daki iş kurumları ziyaretleri kapsamında bugün Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Ahmet Sayar'ı ziyaret etti. Baki Karadeniz, Hüseyin Bardakçı ve Şükrü Adanır'dan oluşan girişim grubu sekretaryası ile girişim grubunda bulunan Mimarlar Odası Başkanı Merthan Anık ve TOBB Genç Girişimciler Başkan Yardımcısı Mehmet Akyıl'ı kabul eden Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Sayar, çözüm sürecinden bu yana artık ekonomi boyutunun ön plana çıktığını belirterek, şöyle dedi: "Ekonomik kalkınma, temel hak ve özgürlükler kadar önemlidir. Dernekler de bu işin önünü açacak önemli kurumlardır. Sivil Toplum Kuruluşları bir çok konuda, hatta mevzuat belirleme noktasında dahi belirleyici olmaya başladı. Kalkınmanın önünü açacak bu çalışmalarda emeği geçen herkesi tebrik ediyoruz. KURDSİAD'ı resmiyete kavuşur kavuşmaz Diyarbakır iş konseyine davet ediyoruz." KURULUŞUNU 21 MART'TA İLAN EDECEK Sekretarya adına konuşan KURDSİAD'ın kurucular kurulu üyesi Hüseyin Bardakçı, resmileştiklerinde 'Kürdistan' ismiyle kurulan ilk iş derneği olacaklarını söyledi. Baki Karadeniz ise, siyasal olmaktan çok iş hayatının temel sorunlarıyla ilgili bir duruş sahibi olacaklarını, derneğin kuruluş çalışması başlattıklarını bu kapsamda kurumları ziyaret edip fikir alış verişinde bulunduklarını söyledi. Karadeniz, kuruluşlarını 21 Mart nevruzunda açıklayacaklarını ve resmi başvuruyu da o gün yapacaklarını belirterek, "Kürdistani değerlere önem veren arkadaşları dernekleri çatısı altında görmek istiyoruz" dedi. DHA - Ferit ASLAN kızılbaş - sayfa 56 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir Kavram Bin Kırım Yanilsamalar-11 KADIN (KADIN ve ŞİDDET) Bakınız Türk Dil Kurumu Sözlüğünde neler var kadına ilişkin KADIN 1. Erişkin dişi insan, hatun, hatun kişi, zen 2. Analık veya ev yönetimi bakımından gereken erdemleri, becerileri olan 3. Hizmetçi bayan 4. Bayan yukarıdaki dört sıfatın dördü de birbirinden kışır ve hiç biri aslında kadını tanımlama gücüne sahip degil. Ama özellikle ikinci madde sistemin kadına biçtiği rolü göstermesi bakımından altı kalınca çizilmesi gerekendir. Üçüncü madde zaten kilometreden sırıtıyor. Gelelim dördüncü maddeye; sanki "bay"dan bozma bir kavrammış gibi bir çağrışım yapıyor. yada bayın yani (yedegi)mi demeli? Şu türkçenin ifade gücüne hayran olmak elde degil. Nutkum tutuldu ne diyeyim. Atasözü, deyim ve birleşik fiiller kadının fendi, erkeği yendi.. erkeğe el kınası, kadına yüz karası.. erkeğe hak, kadına müstehak.. saçı uzun, aklı kısa.. Birleşik Sözler kadınana kadın avcısı kadın başına kadın berberi kadınbudu kadındüğmesi kadınevi kadıngöbeği kadın hareketi kadın hastalıkları kadın kadına kadın kadıncık kadınnine kadın terzisi kadın ticareti kadıntuzluğu kadınlar hamamı ana kadın ayşekadın bohçacı kadın genel kadın kiralık kadın kötü kadın temizlikçi kadın yazıcı kadın bilim kadını ev kadını hayat kadını iş kadını Osmanlı kadını salon kadını sokak kadını Yukarıdaki alıntılar Türk-İslam erilegemen sisteminin kadına bakış açısını çok net bir şekilde göstermektedir. Kavramların birçoğu kadını aşağılarken, örneğin Genel Kadın, Kadın Ticareti, Kötü Kadın, Kadınbudu, Kadıngöbeği gibi bir çok sıfat erkek için kullanılmamaktadır. İsterseniz tersten alalım daha iyi anlaşılması için. Erkek baba, erkekbudu, erkek hareketi (!), erkek dede, erkekler hamamı, genel erkek, yazıcı erkek, is erkeği, erkek avcısı, erkek düğmesi, erkek hastalıkları, erkek terzisi, baba erkek, kiralık erkek, bilim erkeği, Osmanlı erkeği, erkek basına, erkek evi, erkek erkeğe, erkek ticareti, Al i Ha yd a r K A N LI Ahmet erkek, kötü erkek, ev erkeği, salon erkeği, erkek berberi, erkekgöbeği, erkek erkekçik, erkek tuzluğu bohçacı erkek, temizlikçi erkek, hayat erkeği, sokak erkeği, Görüldüğü gibi bir çok sıfat erkeğe uyarlandığında göze ve kulağa yabancı, eğreti duruyor. Eril egemen sistemin kadına yakıştırdığı tüm bu sıfatlar hiç bir şekilde hoş görülemez, hoş gösterilemezler. Çünkü; en basta insani değiller. Bilim Adamı, Öğretmen gibi kavramlar da eril egemen sistemin insanlığın diline yerleştirdiği ve bir an önce tüm lugatlardan silinip atılması gereken kavramlardır. Örneğin; almanca´da Öğreten kadın (Lehrerin) ve öğreten erkek (Lehrer) sıfatlarıyla eğitimcinin erkek mi yoksa kadın mı olduğunu daha ilk anda ayırt edebilirsiniz. Keza bilimin "b" sini bile red eden dinlerin Adem" inden türetilme "Adam" kelimesinin bilim kelimesine eklemlenmesiyle bilim adamı gibi güdük bir kavram oluşturulmuştur. Bu kavramın yerine yerleştirilmesi gereken "Bilim insani" kavramı olmalıdır. Bilimin erkeğe mahsus bir alan olmadığının, erkeğin tekelinde olamayacağının açık izahı ancak bu şekilde sağlanabilir. Peki ya buna ne dersiniz? Erkekler, kadınlar üzerinde hâkimdirler. Çünkü Allah kimini kiminden üstün kılmıştır. Hem de erkekler mallarından infak etmektedirler. İyi kadınlar; itaatli olan ve Allah’ın kendilerini korumalarına karşılık, kendileri de gizliyi koruyanlardır. Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, kendilerini yataklarında yalnız bırakın, (yine uslanmazlarsa) dövün, (Nisa Suresi 34. Ayeti’n İbni Kesir tevsir i 4. Cilt / 1678–1682 ) Sahi! bir milyon yıllık insanlık tarihinde dinlerin varlığı ne kadardır? Birkaç bin yılı geçmiyor. Peki ya insanlık milyon yıllık tarihinde tanrısız nasıl yaşa(r)dı? İnsanlık tarihini 24 saat olarak değerlendirecek olsak, dinlerin tarihi bu süre içinde on salise bile etmezken nasıl olup da yaratılış masalına inanabiliriz ki? Bu masal ki, kadını Adem´in kaburga kemiginden yaratır. Kadının yaratan, üreten, üreyen yapısını gören, tanıyan gözlerimiz, algılayan bey- nimize rağmen erkeğin daha üstün olduğuna nasıl inanabiliriz ki? Aşağıdaki inciler de Diyanet İşleri Başkanlığından (hani şu Mustafa Kemal denen toplum mimarinin (!) kurduğu kurum) Diyanet İşleri Başkanı M.Görmez ”Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesinde Din Görevlileri’nin Katkısının sağlanması işbirliği protokolü’nün imza töreninde, bu projeye maddi destek sunan BM’ye çıkıştığı ve Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan (!) Fatma Şahin´in kafasını emme basma tulumba gibi sallayarak onayladığı konuşmasında: ”Kadına karşı şiddetle uğraşacağınıza önce insanlığa karşı şiddeti önleyin. İnsanlığa karşı şiddeti önleyemeyen kurumlar, kuruluşlar, toplumların kadına karşı şiddeti, insan hakkını, aile içi şiddeti vb. nasıl önleyebilirler…” Breh breh breh!!!... Kuzuyu kurda emanet etmek bu olsa gerek. Kadını dine emanet edin ki küllerini bile bulamayasınız. İnsan hakları havarisi kesilen muhterem Diyanet İşleri Başkanı, sıra kadın haklarına geldiğinde nasıl da kusuyor panislamist kadın düşmanı zehrini. Tevekkeli değil, aynı suçu işleyen (Zina) kadın recm edilirken erkeğe yalnızca kamçı cezasıyla yetinilir/di İslamegemen Ümmet devlette. Ama zina eden M............................ olunca işler değişiyor, M...................’in eski kölesi ve Askeri komutanı Zayd yeni evlendiği karısını elceğizleriyle M.....................´e devrediyordu tanrının buyrugu ve rızası (!) adına. Kemal sağ olsaydı Zat-i muhteremin gözlerinden mi öperdi yoksa dudaklarından mi bilemiyorum ama. Kurduğu günden bu yana Diyanet İşleri Başkanlığının kat ettiği mesafeye bir söylev vereceği kesindi diye düşünüyorum. Sırası ı gelmişken değinmeden geçemeyeceğim bir konuda Mustafa Kemal´in eşi Latife Hanımın anılarına konan yasaktır, Her 25 yılda bir 25 yıllığına uzatılan bu yasak, dördüncü kez uzatılarak Latife hanımın Kemal ile olan anılarının yayımı yasaklanmıştır. Sahi, ne var dersiniz anılarında Latife hanımın? Kemal´in karizmasını çizecek bir şeyler olduğu kesin. Yoksa azizin azizliğine halel getireceğinden mi korkuluyor dersiniz? Kimbilir belki de kadına tanıdığı söylenen özgürlükleri eşine tanımıyordu, Latife hanımın kendisini ifade etmesine izin vermiyordu. Yani sanıldığı yada sunulduğu kadar eşitlikçi ve özgürlükçü değildi. Tutun ki şimdi Kemal´in cenaze törenindeyiz ve imam "Merhumu nasıl bilirdiniz?" diye soruyor ve arka sıralardan Latife hanımın "O sizin bildiğiniz gibi bir aziz değildi!" feryadı yükseliyor ve cemaat kızılbaş - sayfa 57 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 geri dönüp latife hanimi (kafiri) recm (taşlayarak öldürmek)ediyor. Arapların İslam öncesi süreçte kız çocuklarını diri diri gömdüğü masalını anlatan zamanımın ders müfredatına ne demeli? Hala aynı masal devam ediyor mu bilemiyorum ama o zamanlarki aklımla bile gülüp geçiyor, bu masala inanmıyordum. Çünkü öyle olsa bir erkek nasıl olup da dört ve daha fazla kadınla evlenebilirdi ki? "Yoksa o zamanlar kadın değil de erkek mi doğuruyordu" diyesi geliyor/du insanin. Ayni şekilde Hıristiyanlıkta "Cadı Avı" süreci de keza kadınların yakılmasıyla başlatılmış olup, soran, sorgulayan herkesi kapsama noktasına değin sürdürülmüştü. Öyle ki; Trier bölgesindeki kimi köylerde tek kadın kalmayacak kadar ileri gitmişti Erilegemen Hıristiyan Engizisyonu. Dişil egemen (Anaerkil - Matriarkal) toplumda kadın üreten ve yaratanken, erkek yalnızca avlanarak ek besin sağlayabiliyordu. Bu nedenle gelin damat evine değil, damat gelin evine gider (verilir) di. Avlanamadığı zamanlar erkeğe yüz verilmez, yiyecekten daha az pay düşerdi. Bu yiyecek genellikle ya bir avuç buğdaydı yada birkaç adet meyve. Ailede erkek ikincil plandaydı. Öyle ki; Miras bile kız kardeşin çocuklarına kalırdı, Erkeğin mirastan pay alma şansı yoktu. Daha sonra giderek dönüşen süreçte haklı ve haksız miras kavramları oluşmaya başlamıştı. Haklı miras, atalardan kalan ve emek yoluyla elde edilen miras olup gene kız kardeşin çocuklarına kalırken, haksız miras diye addedilen ve savaş yoluyla yada hırsızlık ve ticaret yoluyla elde edilen mirastan erkek kardeş ve çocuklar da pay alırlardı. Evi yapan ve yöneten kadındı. Arkeolojik kazılarda çıkan ilk yerleşim yerlerindeki bacadan girilen evler artık mağaradan farklıydı ve mağaraya giren insanla, mağaradan çıkan insan arasındaki fark çıplak gözle görülebilecek kadar belge bırakmıştı. İnsanın tüm diğer canlı türlerinin en üst basamağına çıkmasını sağlayan tüm bu tarihsel kesitin baş kahramanı gene kadındı. Bakınız o günlerden bize miras kalan kimi deyimler bin yıllarca nasıl yasa/tıl/mış. 19. yy. a kadar Afrika´daki Asanti Devleti Hükümdarına, erkek olduğu halde "annnelerin annesi" anlamına gelen "nine" derlerdi. -tarihi Semerkant´ta hükümdarlara, eski zamanlarda "sahibe", hanımefendi" anlamına gelen "afşin" derlerdi. Ananın evin sahibi ve efendisi olduğu matriarkal düzenin belleklerde kalan örnekleridir bunlar. Hayvanların evcilleştirilmesiyle başlayan Erilegemen süreç (erkek egemenliği -Ataerkil) kız evine damat giden erkeğin kıymete binmesine neden olmuş, bu durum yeni bir sürecin başlangıcı olarak erkeğin yabansanması yerine kadının yabansan- masına neden olmuştur. Hayvan sürülerini otlatıp çoğaltan ve baskın ve hırsızlıklarla kat kat artiran erkek artık evin gözdesi (efendisi) olmuştur. Bu durum klan baskınlarıyla diğer klanlardan kız kaçırmalara, klanlar arası kanlı çatışmalara yol açmış, zamanla yerini düğün geleneğine bırakmıştır. Damat evine gelen gelin kıskanılmış, yiyeceklerden daha az pay alması ve daha çok çalışması sağlanmaya çalışılmıştır. Giderek sanat ve ticaretin de gelişmesiyle kadın daha da köleleştirilerek üretim sürecinin en alt halkasında, en emek yoğun işlerde ve çoğunlukla bedelsiz çalıştırılarak, mülksüzleştirilmiştir. Dünya üzerindeki tüm işlerin yüzde 66 sından fazlasını üstlenen kadın, ancak yüzde birlik bir mülkiyet payına sahipken, tüm işlerin yüzde ancak 34 ünü yapan erkek toplam mülkiyetlerin yüzde 99 una sahiptir. Avrupa Burjuva Demokrasilerinde (!) bile ayn iş biriminde üretime katılan kadın emeği, erkek emeğine oranla yüzde 15-25 daha ucuzken bu demokrasilerin ne menem demokrasi olduğu tartışılır. Çakma devrimci(!) aydınlar(!)ın birçoğu bugün hala "mutlak eşitlik yoktur" diyerek erilegemen sistemin dolaylı savunuculuğuna soyunmaktadırlar. İnsani ve toplumları şekillendiren asıl ögenin, ihtiyaçlarını karşılarken kullandığı üretim ilişki ve aracları olduğunun ayırdında olmayan devrimci müsveddeleri, asıl devrimi kendilerinde yapmaları gerektiginin de farkında degillerdir. Çünkü böyleleri; yaşamları boyunca üretime katılmamış, hiç bir ihtiyaçlarını kendi emekleriyle karşılamamış, yaşama hiç bir artı değer katmamışlardır. Bu nedenle böylelerinin kadın haklarına bakış açısı da tüm diger konu ve olaylara bakış açıları gibi dar, sığ ve kör olup, ignenin deliginden dünyayı görmeye çalışmaya benzer. Bunlara göre kadının kurtuluşu(!), sınıfın kurtuluşuna endekslidir ve sınıf kurtulmadan kadın kurtulamaz. Ki, bu tür devrimci müsveddelerinin çoğu kadına şiddet uygulamaktan kaçınmaz, hatta sistemli bir işkenceye dönüştürür sistem karşısındaki zayıflığının acısını kadından çıkarırcasına Veriler 10 yıl öncesine ait olsa, gerçegi buz dağının yüzeydeki görüntüsü kadar verse de içinde yaşadığımız sürecin vehametini sanırım en iyi aşağıdaki özet raporlardan anlarız. na yönelik şiddet sistematik olarak araştırılmamakta ve gerçek istatistikler veriler bulunmamaktadır. Birçok kadın, uğradığı şiddeti rapor etmemektedir – utanmakta, kendilerine şüpheyle yaklaşılmasından, inanılmamasından veya daha fazla şiddete maruz kalmaktan korkmaktadırlar. Bazı ülkelerde bu sorunla ilgili hiçbir bilgi olmaması ve bazı ülkelerde de kapsamlı bilgi bulunmaması, bu sorunun ülkeye özel oldugu anlamına gelmemektedir. Aksine, incelenmesi ve baş edilmesi için daha fazla araştırma yapılması gerektiğinin altını çizmektedir. ÖZET Dünya çapında Aşağıdaki istatistikler kadına yönelik şiddetin dünya çapında ne denli ağır ve yaygın bir sorun oldugunu ortaya koymaktadır. Ancak, bu rakamlar bu insan hakları ihlalinin gerçek boyutunu göstermemektedir. Kapsamlı ve ayrıntılı olamadıkları için ihtiyatli bir biçimde ele alınmalıdır. Kadı- • Her üç kadından en az biri, veya yaklaşık bir milyar kadın hayatlarının bir noktasında dayak yemiş, zorla seks yapmaya zorlanmış ya da farklı bir biçimde tacize ugramaktadır. Bunu yapan genellikle kendi ailesinden veya tanıdgı biri. (E, L Heise, M Ellsberg, M Gottemoeller, 1999).* KÜRESEL KÖY Kadına yönelik şiddet küçültülmüş bir dünyada, 1000 kişilik bir küresel köyde nasıl görünürdü? (rakamlar BM, WHO ve hükümetler ve hükümet dışı örgütlerin istatistiklerine dayanarak verilmektedir) • Nüfusun beş yüzü kadın • Aslında 510 olacaktı ama 10 bebek cinsiyet kökenli kürtaj nedeniyle hiç dogamadı veya ihmal sonucu bebekken öldü. • 300 kadın Asyalı • 167 kadın tüm hayatlarının bir noktasında dayak yemiş veya bir başka şiddet türüne maruz kalmıştır. • 100 kadın tecavüz veya tecavüze teşebbüs magduru olacaktır. KADINLAR VE NÜFUS • Dünya nüfusunun yüzde 49.7’si (3,132, 342,000 kadın; 3,169,122,000 erkek) (BM Nüfus Dairesi) • Normalde yaşıyor olması gereken en az 60 milyon kiz çocuğu cinsiyet tercihli kürtaj veya erkek çocuklarından daha önemsiz olarak görüldükleri için yetersiz bakım nedeniyle çesitli toplumlarda “kayıp”lar. (E, Joni Seager, 2003). AİLE İÇİ ŞİDDET Aile içi şiddet farklı biçimlerde görülmektedir–tokat, yumruk, tekme ve dayak gibi fiziksel saldırıdan sindirme, sürekli küçümseme ve aşağılama, ailesinden ve arkadaşlarından tecrit etme, hareketlerini izleme ve kısıtlama, bilgiye ve yardıma erişimini engelleme gibi kontrol amaçlı tavırları da içeren psikolojik tacize kadar geniş bir spektrumda görülmektedir. kızılbaş - sayfa 58 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 • Kadınların yaklaşık yüzde 47’si ilk cinsel ilişkilerinin zorla olduğunu bildirmektedir. (A, WHO 2002) • Kadın cinayet magdurlarınının yaklaşık yüzde 70’i erkek partnerleri tarafindan öldürülmüştür. (A, WHO 2002). • Kenya’da haftada birden fazla kadının erkek partneri tarafindan öldürüldügü bildirilmektedir. (E, Joni Seager, 2003). • Zambia’da haftada beş kadın erkek partneri veya aile bireyi tarafindan öldürülmektedir (E, Joni Seager 2003). • Mısır’da kadınların yüzde 35’i evliliklerinin bir noktasinda kocalarından dayak yemiştir. (A, UNICEF 2000). • Bolivya’da 20 yaş ve üzerindeki tüm kadınlar son 12 ay içinde fiziksel şiddete maruz kalmaktadır. (A, WHO 2002). • Kanada’da aileye yönelik şiddetin maliyeti, tibbi bakım ve verim kaybı dahil yılda 1.6 milyar dolardır. (A, UNICEF 2000). • ABD’de her 15 saniyede bir kadın, genellikle kocası/partneri tarafindan, dövülmekte. (Dünya Kadınları hakkında BM Çalışması, 2000). • Banglades’te tüm cinayetlerin yüzde 50’sini partnerleri tarafindan öldürülen kadınlar oluşturuyor (E, Joni Seager, 2003). • Yeni Zelanda’da kadınların yüzde 20’si erkek partnerleri tarafindan dövüldügü veya fiziksel tacize ugradığını belirtmekte (A, UNICEF 2000). • Pakistan’da kadınların yüzde 42’si şiddeti kader olarak görüyor; yüzde 33’ü karşı koymak için çok çaresiz olduklarına inanıyor; yüzde 19’u karşı koymuş ve yüzde dördü buna karşı harekete geçmiş. (Hükümetin 2001 yılında Pencap’ta yaptığı çalışma). • Rus hükümet dışı örgütlere göre, Rusya Federasyonu’nda 36,000 kadın her gün kocaları veya partnerleri tarafindan dövülüyor. (D, OMCT 2003). • İpanya’da 2000 yılında her beş günde bir kadın erkek partneri tarafindan öldürüldü (D, Joni Seager, The Atlas of Women). • Britanya’da haftada yaklaşık iki kadın partnerleri tarafindan öldürülüyor (E, Joni Seager, 2003). CİNSEL ŞİDDET Tecavüz cinsel şiddetin en şiddetli biçimidir. Ayrıca istenmeyen gebelik ve HIV/ AIDS gibi cinsel yolla bulaşan hastalıklara da yol açmaktadır. Ancak, tecavüz, içinde damğalanmayı barındıracağı için, büyük oranda gerçegin altında belgelenmekte ve nadiren cezalandırılmaktadır. Dünya çapında • Her beş kadından biri hayatlarında tecavüz veya tecavüz girişimi magduru olmaktadır (WHO 1997). • Güney Afrika’da her gün 147 kadın te- cavüze ugramaktadır. (Güney Afrika Irk Aile İlişkileri Enstitüsü 2003). • ABD’de her 90 saniyede bir kadın tecavüze ugruyor (ABD Adalet Bakanlığı, 2000). • Fransa’da her yıl 25,000 kadın tecavüze ugruyor (Avrupa Kadınlar Lobisi, 2001). • Türkiye’de kadınların yüzde 35.6’si bazen, yüzde 16.3’ü sık sık aile içi tecavüze ugruyor (2000 yılında yayınlanan taramalar, Müslüman toplumlarda kadın ve cinsellik, WWHR Yayınları: İstanbul, 2000). KADIN VE SAVAŞ Çatışmalar sırasında kadınlara yönelik şiddet salgın boyutlarına ulaştı. Kitlesel tecavüzler sistematik biçimde bir savaş silahı olarak kullanılmaya başladı. Üstelik çatışmalar sırasında kadınlar, bazen aileleri için temel ihtiyaçları karşılayabilmek için, fiziksel ve ekonomik zorlamalarla fahişelik yapmak zorunda kalıyorlar. Savaş kadınları başka yönlerden de etkilemektedir–mülteci ve yerinden edilmiş kişilerin çogunlugunu kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır. Dünya çapinda • Mültecilerin yüzde 80’in kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır (BMMYK, 2001). • Milyonlarca kadın ve çocuk tüm dünyada yaşanmakta olan 34 toplumsal, etnik, siyasi ve/veya uluslararası silahlı çatışmalarda katılmışlardır (1 Ocak 2003 itibariyle aktif toplumsal silahlı çatışmalar, CSP – Sistemik Barış Merkezi). • Kadın ve kiz çocuklarının ticareti çatışma bölgelerinin yüzde 85’inde görülmektedir (Save the Children 2003). • Kadın dernekleri Ekim 2002’den bu yana Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin Uvira bölgesinde 5,000 tecavüz vakası tespit etmiştir; bu da günde 40 vaka anlamına gelmektedir (a, BM 2003). • Ruanda’da 1994 soykırımı sırasında 250, 000–500,000 arası kadın, yanı kadınların yaklaşık yüzde 20’si tecavüze ugramıştır (Uluslararası Kızıl Haç raporu, 2002). • Sierra Leone’de yerlerinden edilmiş kişilerin yüzde 94’ü tecavüz, iskence ve cinsel kölelik gibi cinsel saldırılara maruz kalmıştır (C, İnsan Haklari için Doktorlar, 2002). • Irak’ta Nisan 2003’ten bu yana savaş sırasında ve sonrasında, aralarında sekiz yaşında kız çocuklarının bile bulundugu en az 400 kadının tecavüze ugradığı bildirilmiştir (İnsan Haklari İzleme Örgütü Araştırması, 2003). • Kadınlar ve Silahlı Çatışmalar Çalış-ma Masasının 2001 raporuna göre, Kolombiya’da her 14 günde bir kadın zorla “kayıp” ediliyor (A, UNIFEM 2001) • 1975 – 1979 yılları arasında Kamboçya’da yaklaşık 250,000 kadın zorla evlendiril- mişti. Kızıl Kmerler rejimi sırasında ortalama olarak her Kamboçya köyünde iki grup arası evlilik gerçekleşmiş olabilir (UNIFEM). • Bosna – Hersek’te, 1992 yılındaki 5 ay süren çatışmalar sırasında 20,000 – 50,000 arası kadın tecavüze ugradı. (IWTC. Küresel Kadın Ağı #212. 23 Ekim 2002). • Kosova’daki bazı köylerde ergenlige ulaşmış kadınların yüzde 30 - yüzde 50’si Sırp kuvvetlerinin tecavüzüne ugramıştır. (Uluslararas Af Örgütü, 27 Mayıs 1999). ZARAR VEREN UYGULAMALAR Dünyanın gerçek anlamda her kültüründe, “normal” veya “geleneksel” sayıldığı için görünmeyen kadına yönelik şiddet biçimleri bulunmaktadır. Dünya çapında • 135 milyondan fazla kadiı ve kiz çocuğu kadın sünneti olmuştur ve her yıl 2 milyon kız çocugu ve kadın bu riskle karşı karşıyadır (her gün 6,000 kişi). (A, BM, 2002). • Şuan 10 - 17 yaş grubunda olan 82 milyon kız çocugu 18 yaşına başmadan evlenecek (UNFP) • Afrika’nın 28 üzerinde ülkesinde kadın sünneti uygulanmaktadır (D. Ulsulararas Af Örgütü, 1997). • Nijer’de en yoksul genç kadınların yüzde 76’sı 18 yaşından önce evlenecek (A. UNFPA 2003). • Mısır’da 15 - 49 yaş arası evli kadınların yüzde 97’si kadın sünneti olmuştur (WHO taraması, 1996). • İran’da, çogunlugu etnik Arap olan Kuzistan bölgesinde, 2003 yılında iki aylık bir süre içinde 20 yaşından küçük 45 kadın, yakın akrabaları tarafindan “namus” cinayeti magduru olmuştur (Middle East Times, 31 Ekim 2003). • Kadın sünnetinin Hindistan, Endonezya, Malezya ve Sri Lanka gibi Asya ülkeleriyle Avustralya’daki göçmen topluluklarda görüldügü bildirilmiştir (A. BM 2002). • (Hindistan’da yılda yaklaşık 15,000 çeyiz cinayeti yaşanmaktadır. Bunlarin çogu kaza süsü verilen mutfak yangınları sonucu olmaktadır (Injustices Studies. Vol. 1, Kasım 1997). • Kadın sünneti Danimarka, Fransa, İtalya, Hollanda, İsveç, İsviçre ve Britanya’daki göçmen topluluklar arasında uygulanmaktadır (A. BM 2002). KADINA YÖNELİK ŞİDDETTE DEVLETİN BAŞARISIZLIĞI Kadına yönelik şiddet çogunlukla bildirilmiyor. Kadınların şiddet olaylarını bildirmekten alıkoyan çeşitli unsurlar var: misilleme yapılacağı korkusu, ekonomik kızılbaş - sayfa 59 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 olanaklarının olmaması, duygusal bagımlılık, çocuklar için kaygı duyma ve giderim olanaklarına erişememe. Çok az ülkede polis, yargı ve tibbi personele tecavüz vakalarıyla nasıl ilgileneceklerine dair özel egitim verilmektedir. Dünya çapında • Şiddete ugrayan kadınların yüzde 20-70’i WHO çalışması için kendileriyle görüşülene kadar hiç kimseye bundan bahsetmemiş (WHO, Cenevre, 2002). • Güney Afrika’da tecavüz nedeniyle mahkumiyet oranı ortalama yüzde yedi. Bu, 2003 yılında rapor edilen tecavüz sayısının üçte biri (Mart 2003, Polis Yıllık Raporu) • Mısır’da fiziksel şiddete ugrayan kadınların yüzde 47’si bunu hiç kimseye söylememiş (Nüfus temelli çalışma, 1999). (A. WHO 2002). • Şili’de tecavüze ugramış kadınların sadece yüzde üçü olayı polise bildirmektedir (A. WHO 2002). • ABD’de kadınların yüzde 16’si tecavüzü polise rapor etmektedir; bildirmeyenlerin yaklaşık yüzde 50’si, isimlerinin ve özel ayrıntıların açıklanmayacağı garanti edilirse bunu yapacaklar (Ulusal Magdur Merkezi/Suç Magdurları Araştırma ve Tedavi Merkezi, 1992). • Avustralya’da 12 ay içinde fiziksel saldırıya ugramış kadınların yüzde 18’i bunu hiç kimseye söylememis (Nüfus temelli araştırma, 1999). • Bangladeş’te kadınların yüzde 68’i dayak yedigini hiç kimseye hiçbir zaman söylememış (A. WHO 2002). • Avusturya’da 90 lı yıllardaki tecavüz davalarının yüzde 20’si mahkumiyetle sonuçlandı (E. Londra Metropolitan Üniversitesi, 2003). • İrlanda’da fiziksel tacize ugramış kadınlarin yüzde 20’si polise başvurmuş (Nüfus araştırması, 1999). (A. WHO 2002). • Rusya Federasyonu’nda aile içi şiddet magduru kadınların yüzde 40’ı kolluk kuvvetlerinden yardım talep etmiyor (Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu, Kadın 2000: Rusya). • Britanya’da tecavüze ugramış kadınların yüzde 13’ü saldırıyı polise bildiriyor (E. Joni Seager, 2003). • 2003 yılında en az 54 ülkede kadınlara yönelik ayrımcı yasalar bulunuyordu (BM Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörü raporuna göre) • BM Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörünün 1994-2003 incelemesinde, incelenen ülkelerin neredeyse tamamında kolluk kuvvetleriyle ilgili sorunlar oldugu görülüyor. • 79 ülkede aile içi şiddete karşı hiç yasa yok (ya da bilinmiyor) (UNIFEM, Not a Minute More, 2003). • Eldeki bilgilere göre aile içi tecavüz sadece 51 ülkede cezai bir suç olarak tanımlanıyor (UNIFEM, 2003). • Sadece 16 ülkede cinsel saldırıyla ilgili özel yasa bulunuyor; • Sadece 3 ülkede kendi başına kadına yönelik şiddeti suç fiili kategorisi olarak tanımloyor (Banglades, İsveç ve ABD) (A, UNIFEM 2003). • Bolivya, Kamerun, Kosta Rika, Etiyopya, Lübnan, Peru, Romanya, Türkiye, Uruguay ve Venezuela’da, ceza yasası uyarınca tecavüzcü magdurlar evlenmeyi teklif eder ve magdur da kabul ederse serbest bırakılmakta. (D, Joni Seager, The Atlas of Women, 2003). • Sözde “Namus” savunması (tamamen ya da kısmi olarak) Peru, Banglades, Arjantin, Ekvator, Mısır, Guatemala, İran, İsrail, Ürdün, Suriye, Lübnan, Türkiye, Batı Seria ve Venezuela’nin ceza yasalarında yer almaktadır (A. BM 2002). HIV/AIDS Kadına yönelik şiddet giderek daha çok önemli bir kamu saglığı sorunu olarak kabul edilmekte. Şiddet kadının dogurganlık sagliginığıyani sıra fiziksel ve zihinsel saglığını da çesitli biçimlerde etkileyebilir. Kadına yönelik cinsel şiddet, HIV/AIDS bulasma oranının aynı yaş grubundaki erkeklerden daha çok kadınlarda görülmesiyle sonuçlanmaktadır. Dünya çapında Kadına yönelik şiddet sıklıkla kontrolsüz ve cezasız kalıyor. Bazı ülkelerde bununla ilgili hiçbir yasa yok, başka ülkelerde ise yasalar bazı şiddet biçimlerini cezalandırabilirken bazılarını yasa dışı bırakıyor. Gerekli yasaların bulundugu durumlarda bile birçok ülkede yasalar tam olarak uygulanmıyor. • Dünya HIV/AIDS hasta nüfusunun yüzde 51’i (20 milyondan fazla) kadın (A. UNIFEM 2003). • Dünya çapında HIV enfeksiyonlarından yarıdan fazlası 15-24 yaş grubundaki gençlerde görülmekte ve HIV pozitif 15-24 yaş arası gençlerin yüzde 60’i kadın (UNAIDS, 2003). • Hergün meydana gelen 15,000 yeni enfeksiyonun yüzde 55’i kadın (UNAIDS, 2003). • Avrupa, alt-Sahra Afrika ve Kuzey Amerika’nın birçok şehrinde artık AIDS 20 – 40 yaş arası kadın ölümlerinde önde gelen nedenlerden biri (UNAIDS, 2003). Dünya çapında • 2003 yılında üç milyon kişi AIDS baglan- CEZASIZ KALAN ŞİDDET tılı hastalıklar nedeniyle öldü (UNAIDS, 2003). Sonuc yerine: Gelinen aşamada kadına yönelik şiddet azalmak bir yana artmaktayken, insan olmanın kaçınılmaz geregi olarak her erkek de en az her kadın kadar kadın hakları savunucusu olmak zorundadır. Yoksa tarihin ağır şamarını ensesine yediginde onu yeniden ayaga kaldırıp onurlandıracak bir şeycigi kalmaz. Kadın hakları savunulmadan ne bir ulusun, ne bir sınıfın mücadelesi başarıya ulaşabilir. Çünkü toplumların dogal mimarları asil olarak kadınlardır. İnsanlık ancak ve yalnızca kadın ve erkek eşit hak ve ödevlere sahip oldugunda gerçek anlamda aydınlık yarınlara gidebilir. Aksi durumda birbirini izleyen kadın hakları ihlaleri kadının belkide erkegi tümden yadsımasına yolaçabilir, ki; kimi bilim insanları bugünden öngörüyorlar. Kimi bilimsel varsayımlara göre insan türü erkek olmadan da kadının omuriliginde bulunan sperm yoluyla kendi kendine döllenerek üremeye devam edebilirmiş. Bu varsayıma göre yaklaşık 125 bin yıl sonra eril cins yokolabilirmiş. İnsan dışında hiç bir canlı türünün eril cinsi, dişil cinse şiddet uygulamaz. Dogadaki denge dişil cinsin kutsallığını kendiliginden korurken, insan türünün beynini igdiş etmiş olan "ERK" Tanrıdan devlete, oradan da babaya, agabeye, eşe, erkek kardeşe ve giderek ogula, erkek toruna degin uzanır. Sistem karşısındaki ezikliginin faturasını kadına kesen tiplemelerden biri "İtilmiş ile Kakilmiş " misali asker emir komuta altında bir üstünü tanrı sayar ve itiraz edemezken, bir altina kusar tüm ezilmisliginin zehirini. Varsayımları bir yana birakırsak, asıl sorunumuz insan türünün gelecegi olmalı. Şiddetten arınmış daha uygar bir insan türü aynı zamanda şidetten arınmış bir "BARIŞ DÜNYASI" demektir. Bu nedenle insan türünün sigortası "KADIN"ının yaşamını ve haklarını korumak, gelecegimizi korumak demektir. Türkiye tipi ülkelerde hergün en az beş kadın cinayeti işleniyorsa, İvedilikle ders müfredatlarına kadın ve insan hakları dersleri alınmalı, daha anaokulu aşamasından itibaren çocuklar egitilmeli, en küçük yerleşim birimlerini de kapsayan bir egitim seferberligi bir gün dahi gecikilmeden uygulamaya konmalıdır. Ben bir insanım ve ancak kadınla varlığımı sürdürebilirim !... Şiddetten arınmış bir gelecek dilegimle 8 Mart Dünya Emekci Kadinlar Günü Tüm İnsanlığa Kutlu Olsun !. Şubat 2014 / Almanya kızılbaş - sayfa 60 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Biz Kürt köyünü 3 il, 3 ilçe arasında bölüştürmüş kan davalarına ses çıkarmamış kimseyi barıştırmayı düşünmemiştir. Kurdên gunê’ler Binboğa silsilesinin çeşitli yüksekliklerinde bol otlu yeni yerler keşfederken 12 Nisan 1961 tarihinde Gagarin uzaya çıkan ilk insan oldu. Kendim elektriğin köyümüze nasıl geldiği konusunda yaşantısal bir deneyime sahip değilim, babamın dediğine göre 1988 yılında köy halkı ampulle tanışmış tabi kastim bu iktidar ampulü değil o zaman yeterince saf bir aydınlık saçan sarı ampuller varmış. Köye elektrik geldiğinde gaz lambası söndürme mantığıyla üfleyerek birkaç kez söndürülmeye çalışılsa da köyümüzün akil adamları lamba düğmesinin söndürebilme işlevini pratikleştirerek- zira biz Kürtler pratikte görmeden zor anlarız- halka anlatabilmişlerdir. Biz lamba düğmesinin yaşama sağladığı kolaylıkların cezbine katılmadan yaklaşık 100 yıl önce bu deneyimi yaşayanları köy halkı olarak her sene başında düzenli olarak yad eder xerimize Kulora Xizirê dağıtırız. Köy halkı olarak uzaya çıkılmasını, elektriğin bulunmasını, internetin geliştirilmesini takdir eder bunları yapanların bav bapirlerine rehmet okur sure bilmediğimizden cennetle tanışmadığımızdan, cehennemden de korkmadığımızdan ne halleri varsa görsün deriz. Köyde kimse yeni bir şey bulma peşinde değil dersek yanılırız, mesela biz her zaman yeni Çaya Çiyelerin nerede topluca bulunabileceklerini, kerenglerin hangi tepeliklerde yetiştiklerini, Kuvereklerin yağmurdan kaç gün sonra gerekli olgunluğa erişebileceklerini derin izlenim ve araştırmalar sonucu grup çalışmalarıyla rekabet halinde bulmuşuzdur. Yine Ape Hesen’in Hirmelerinin nasıl çalınabileceği konusunda doktora tezi verebilecek kadar bilgi birikim sahibiyizdir. uğur adsız Yenilikler her zaman hoş sonuçlar da vermemiştir mesela Mığtar Nado’nun köye karpuz ekimi getirme girişimini karpuzlar yetişmeden onları xirab ederek bertaraf etmişizdir. Tarlalara ayçiçeği ekimini desteklemiş kimsenin gönlü kalmasın diye her tarladan aynı ölçüden çalmış, kendi nohut tarlamız varken Apê Çavderin yeşil, karşı koyunulamaz tarlasının nohutlarına kardeş işbirliği içerisinde gerilla taaruzları gerçekleştirmişizdir. Ağê Çalıkürt’ün bitmez tükenmez eşkıyalık maceralarını dinlemiş hakim karşısındaki tavırlarını bir tiyatro eşliğinde izlemişizdir, eskerlerin kurşunları ciiiiv-ciiiv ederken kendi silahının şı-trak-şı-trak sesiyle uyanmış kendimizi başka bir kovalamacanın içerisinde bulmuşuzdur. Xalê Şahin mığtarlık yaparken gecenin geç saatlerinde ormanın kuytularında balta sesleriyle dışarıda çay içmiş ormandakinin kim olduğunu bilmiş feqet Xalê Şahine ispiyonlamamışızdır. Biz böyle gariban yaşarken dışarıda darbeler, Kürt-Türk, Sağcı-Solcu, Alevi-Sunni birbirine düşman olmuş sırf bizim kuyruğumuz var diye avantaj sayılıp Avrupa’ya gidenlere kolaylıklar sağlanmış böylece Kürtlerin güzelim köyleri boşaltılmış zaten 50-60 yıl öncesinden hökümet baba 20-25 Alevi- Dünyalılar uzaya giderken, biz doğuracak ineği gözlemiş, eğer soğuk günde koyun kuzulamışsa onu yatağımıza almış, Avrupa kitap okurken biz silahlarımızı yağlamış, insanlar sanayileşip refaha ulaşırken biz tarlanın yanındaki taşın ötesinin-berisinin kimin olması gerektiğini kararlaştıramamış bunun üzerine birbirimizi vurmuşuz. Milletin duvarlarında kitaplıklar varken bizlerin duvarlarında dededen kalma İtalyan tekli barettalar duvarların birleşim noktasında görkemini korumuş. İnsanlar onlarca katlı binalar dikerken, fabrikalar açarken, üretimin peşinde koşarken yeni dergi-kitap peşindeyken kız kaçırmalar bizde son sürat devam etmiş. Bugün dünya entellektüelizm kavramında bir ailenin entelektüel birikime ulaşabilmesi için en az 3 nesilde sürekli bir üniversite bitirmişlik olması gerekiyor bu entel olmanın şartı daha doğrusu dünyayı anlama-yorumlama becerisinin oluşumun şartı, devir geç insanlar ve insanlık çok hızlı bu modernizme ulaşabilmenin yolu maddiyattan vazgeçip tamamen bilime yönelmedir. Öğretmen olmak, doktor olmak, mühendis olmak, memur olmak dükkan sahibi olmak amaç olmamalı maaş tek dış görünümsel içselleştirilmiş duygu olmamalı. Birlikte düşünüp, üretip paylaşmalıyız. Daha çok okumalı yeni çayırlar peşinden koşacağımıza halka, insanlığa ve yeni nesillere ilmi anlamda nasıl bir şeyler bırakırız bunu düşünmeliyiz. kızılbaş - sayfa 61 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hevpeyvînek li ser geryana di nav Êzdiyên Ermenistanê de Birayê Sedîq, te kengî û ji ber kîjan sedeman xwast biçî vê geryana di nava Êzdiyên Ermenistanê de bikî? - Bi rastî di wî wextê zarokatiya min da, li gundê me Şimzê yê ku di nav herêma bajarê Batmanê de ye, tu elektrîk, televîziyon û telefon tûnebûn. Me hinge dikarîbû, di nav çend malên me de tenê dengê radiyo ya Êrîvanê guhdarîbikin. Têbîra min, gava ku wextê weşana radiyo ya dengê Êrîvanê dihat, rahmetiyê bavê min Xalitê Seyrê û tevaya gundiyan dev ji karê û barên xwe berdidan û li radiyo guhdarî dikirin. Rojekê hinga ku bêjer (spîker)a radiyo ya dengê Êrîvanê got, me hinek Qewl-Beytên Êzdiyan çapkirine, rahmetiyê bavê min pê gelekî dilxweşbû û ewî dengî di mejuyê min de jî ciyekî xwe yê taybet çêkirbû. Dema ez di sala 1984 de çume bajarê Qersê xizmeta leşkeriyê bikim, êdî ez hîn zêdetir nêzîkî radiyo ya dengê Êrîvanê bûm. Lê şensê xirab, ji ber ku hingê bajarê Êrîvanê di nav hevkariya „Peymana Varşova (14.05.1955 – 01.07.1991)“ û Qers jî di nav hevkariya „Peymana NATO(04.04.1949-)“ yê de bû, min dîsa nikarîbû biçûma Êrîvanê. Gava min ew gundên Êzdiyan yên ku li derdora çiyayê Axrî, Sarikamiş ,Îxdîr û hwd. xweş xwanê dikirin, didîtin, dilê min gelekî dişewitî. Min ji xwe ra digot, gelo rojekê bê ku ez bikaribim herim wan gundên Êzdiyan û radiyo ya dengê Êrîvanê bivînim? Şikir ji Xwedê ra, îsal ew xewna min bû rast û ez ji 15.07 heta 30.07.13 çûme nav avayiya ku radiyo ya Êrîvanê tê de bû û min gelek ji wan gundên Êzdiyan jî bi çavên xwev dîtin. Birayê Sedîq, te di nav vê serdana xwe de, rewşa jiyana kîjan Êlên Êzdiyan ya rojane, li nav kîjan bajêr, gund û zozan de û çewa dît anjî te çi hûner, berhemên mêrxas û rewşenbîrên Kurdên Êzdî, yên ku berî û piştî dema Yekitiya Sovyeta berê li Ermenistanê de jiyane dîtin? - Ez li gundê Mamereşanê mêvanê Tosinê apê Qereman, yê ku nebiyê Cangîr axa bûm. Ez bi xêra Tosinê bira û gelek pismamên wî, çuma nava wan gundên Êzdiyan, yên ku min di sala 1984 de ji rojnama RYA TEZE û rojnama Dengê Zelal tev li virê û li hemberî hevûdinê weşanên xwe dikin. Min fahmkir ku dewleta Ermenî, birastî jî dixwaze bivî hawayî bêtifaqiyê bixe nava Êzdiyan. Kemal Tolan û Sedîqê Basî dûr ve didîtin, geriyam û min gelek gund û zozanên Êzdiyan din jî dîtin. Lê mixabin, wê gava ku ez li nava van cîh-warên Êzdiyan digeriyam û min dît ku ji %70 rûniştvan (gundiyên) gundên Êzdiyan dev ji cîh, mal-mulk û keda xwe ya bi dehên salan berdane û çûne nav dewletên Soviyeta berê anjî hatine Ewrupa yê. Min ji xwe ra digot, qey ew salên 1820 heta 1914 yên ku bav-kalên wan di bin zilma Osmaniyan de gelek fermandîtin û xwîn rijandine cardinê paşûpêr ve tên. Ez bi vê rewşa wan kolan û gundên valebûbûn gelekî êşiyam. Min wekî din li tu deveran şop/nîşanên eşîrên Êzdiyan nedîtin. Lê, wexta ez li Ermenistanê çûme wî ciyê şerê ku di navbêna Ermenî û leşkerên Alayên Hemidiyên de çêbûbû. Min dît ku Ermeniyan li himberî çiyayê Sarikamiş`ê de Mûzexaneyeke gelekî balkêş çêkirine. Min di nav û derveyî vê Mûzexaneyê de peyker, nav û dengê mêrxasên Êzdiyan, yê mîna Usiv Beg û Zor Cîhangîr Axa dîtin. Ez li paytexta Ermenistanê çûme nava akademiyeke ku serleşkerên Ermenî lê perwerde dibin û min di nav vî avayiyê de jî peykerekî Cîhangîr Axa yê Êzdiyan dît û bûme şade ku Ermeniyan di wir de jî gelek rûmeteke bilind didane Cîhangîr Axa yê serwerê Êzdiyan. Gelek kesan bahsa hûnera rewşenbîrên mîna Qanatê Kurdo, Erebê Şemo, Heciyê Cindî û Şakirê Xudo yê ku min ew gelek caran wî bi saxîtî dîtibû, dikirin. Birayê Sedîq, te li Ermenistanê rastî kîjan dûrûtiya dewlatê, ya ku hinek Êzdî mîna Kurd, hinek jî tenê weke Êzdî û bi resmî ji hevûdinê cûdekirine hatî û îro li Ermenistanê kîjan rage-handinên çapemeniyê hene anjî têne weşandin? - Ez li Êrîvanê çûme nava avayiyekî û min dît ku, hemû ragehandinên çapemeniya Kurdî, yên weke radiyo yê Êrîvanê ya beşa Kurdî, radiyo yê Dengê Êzdîkî Li goriya dîtina min, bisilmanên Kurd jî di vê bêtifaqiya Êzdiyan de ne bê guhne ne. Ne şixwe ewan jî bi hemda xwe gelek Êzdî xapandine û Êzdî çavreşî Kurdîtiyê kirine. Bisilmanan olperestiya xwe wisa mezinkirine ku merivê Êzdî bi hemda xwe bibêje, ez ne Kurdim. Min pêşîn apê Kerem û birayê Tîtal, yên ku berpirsyarê radiyo yê Êrîvanê yê beşa Kurdî bûn dîtin û bi kekê Tîtalê Kerem ra li ser rewşa RYA TEZE hevpeyvînek çêkir (Spas ji bo te birayê Kemal Tolan, ku te ev gotûbêja me nivîsand û ev di gelek malperên Kurdî de hete weşandin). Ez dûre çûme nav beşa radiyo ya Dengê Êzdiyan, min û şêx Hesenê Şêx Mahmut li wirê hevûdinê naskir. Di pey ra min hevpeyvînek bi şêx Hesenê Şêx Mahmud ra çêkir(27.07.13, ev hîna ne hatiye weşandin!) û ewî jî ez vexwandime nav stûdiyoya radiyo ya Dengê Êzdiyan û bi min ra gotebêjek ji bona radiyo guhdarên xwe amdekir(gava ev gotebêja ji min re bê, ezê hewilbidim ku wê jî bi weşînim). Bi rastî hinga ku şêx Hesenê Şêx Mahmud , 9 pirtûkên nasîna baweriya Êzdîtiyê, yên ku ewî û hevalên xwe ji bona perwerdeya zarokên Êzdiyan , yên ku diçine dibistana seretayî û heta pola 9 ji min ra kirine diyarî, ez gelekî dilxweşbûm. Dema min li naveroka van pirtûkên nasîna ola Êzdîtiyê rihent û dît, ewan jî kedeke mezin dane amadekirina van pirtûkan, her weha bê cûdatî û gelek rûmet jî dane wan kesên ku ji bo Êzdîtiyê xizmetkirine. Mînak: Di nav pirtûkên wan de wêne û nivîsên hêja Pir Xidir, Kemal Tolan, Eskerê Boyîk û hwd. hene. Ez di 25.07.2013 de çûme Gurcisatanê û ez li bajarê Tiblîsê di nav avaya ştûdiyoya Radiyo ya Kurdî ya Gurcîstanê de bûme mêvanê xûşka xwe Bela. Xanim Bela, nebiyeke wan kesên ku ji ber zilma Bisilmanên kevneperest û desthilatdariya Osmaniyan, di zivistaneke gelekî dijwar de dev ji warên bavkalên xwe, yên bi hezarên salan berdabûn û ji bo ku ew ola kızılbaş - sayfa 62 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 xwe biparêzin, di zivistanekê de li ava çemê Aras´ê ya cimîdî dabûn û çûbûn xwe avîtibûne ber bextê Xaçparêstan û bêjera „Radiyo ya kurdî ya Gurcîstanê “ye. Xuşka Bela weke ku pêşiyên me gotine „şêr şêr e, çi jin e û çi mêre“, ew jî li ber dilê mîna şêrekê ye! Lewma jî min ji xuşka Bela xwast ku, ew bixwe ji me ra bibêje, ka xuşka Bêla kiye û ew çi karî dike? Xuşka Bela got: - “Ez jî di destpêkê de dêjim, gelek spas ji bo van peyvên te yên pir girîng û tû li ser çavên min ra hatî! Belê, her çiqas heval û hogirên min dêjine min Bela jî, lê navê min yê esil, Bihara Stûrkî ye û Stûrkî jî navê bereka min e. Ez li bajarê Tiblîsê û ji dêbavê xwe yên Êzdî ra çêbûme. Piştî ku min dibistanên xwe bi zimanê rûsî xilazkir pê ve, êdî min bi saya emekê rêzdar Keremê Anqosî dest bi xebata werger, rojnamevanî û radoya ya kurdî kir. Dûre bûme berpirsyar û bêjera radiyo ya kurdî ya li Gurcistanê. Wekî ku gelek kes jî dizanin, radiyo ya kurdî ya li Gurcistanê di 29.Îlonê ya sala 1978 an de hatiye vekirin û ew ji ber tûnebûna fînansan dû sê caran jî hatiye girtin. Me radiyo ya kurdî ya li Gurcistanê, cara dawiyê di 30 kanûna sala 2007 de bi navê wekîlekî me yê bi navê Ronkayî, radiyo ya Ronkayî li Gurcistanê dest bi weşanêkir û emê di 29. Îlona vê sala 2013 de, 35 saliya vekirina radiyoya xwe pîrozbikin….” Min dîsa ji Xuşaka Bihara Stûrkî ra got, min li Rewanê bi xemgînî dît ku, endamên civaka me li wirê bûne dû perçe. Aliyek ji miletê me buye Êzdî-Êzdîkî û aliyek jî dibêje em Kurd û Êzdîne. Gelo ev dûbendîtî di nav civaka Êzdiyên me yên li Gurcistanê de dijîn de jî peydabuye an na ? Xuşaka Bihara Stûrkî jî got, “belê kek Sedîq mixabin, di van dû-sê salên dawî de, hinek kes li ser vê mêjara ku te bahskir, dengdikin û gotinên wisa li virê jî destpêkirine. Lê bawerbikin, ev çend kesin ku dixwazin vê cûdebûnê bixine nava me endamên civaka Êzdiyên li Gurcistanê nezanin , bi dîroka xwe nizanin û tenê ji bo berjiwendiyên kesayetiya xwe vê pirsgirêkê pêşde dixînin. Şikir niha ev dûbendîtî di nav me Êzdiyên li Gurcistanê de dijîn tûne. Bi dîtina min, raste dînê me Êzdîtiye û ez biqurbana dînê xwe bim, lê em dîsa jî nikarên xwe ji 40 miliyon hemwelatî û welatê xwe Kurdistanê veqetînin. Ev dû tîrîtî şaşiyeke gelekî mezine. Ez hercar dêjim, ez yekemîn Kurd im û paşê jî Êzdî me. Divê em di nav destên dûjminên xwe de nebine lîstik û bi zanibên ku dûjmên me bi hemda xwe vê dûbendîtiyê dixine nava miletê me…… “ Ev sohbeta min , ya bi xuşka Bihar ra gelekî dirêj domdike….. Min dûre jî li bajarê Tîblîsê rêzdar Îskoyê Dasinî naskir… Birayê Sedîq li gorî dîtina te, sede-mên ku rewşenbîr, nivîskar, sazî û rêxistinên Kurdên li nav Ermenistan û Gurcistanê hene û nikarin ji aboriya radiorojnamên xwe ra alîkarîbikin çine? - Ev pirsa gelekî girînge û min jî pirseke weha ji birayê Tîtalê Kerem kiribû, ewî weha bersiv da “wextê Mîr Tahsîn di sala 2012 de hate vir, min ji yekî diduyan dewlemendên ji Moskovayê, Rusya yê ra got, ewan jî gotin, erê emê li ser vê pirsê bisekinin, lê tiştek jî nekirin. Êdî ez jî ketime dereceyeke wisa na, wextê ku ez sava rojnamê alîkariyê ji yekî dixwazim, ji wî kesî werî ku ez ji bo aboriya xwe alîkariyê jê dixawzim. Ez jî êdî şermdikim….” Kek Kemal, bi rastî her çiqas tê gotin ku “ Êzdiyên li Ermenistanê ji bo pêşveçûna çand, ziman û edebiyata Kurdî kar û xebatên hêja kirine.” jî, min li wirê tu hevgirtina rewşenbîr, nivîskarên Kurd û bi taybetî jî piştgiriya ku bi radyo ya Dengê Kurdî a li Êrîvanê û rojname ya RYA TEZE ra tê kirin ne dît. Ez bi xwe gelekî xemgînim û bawernakim êdî hevgirtina rewşenbîr, nivîskarên Kurd û bi taybetî jî piştgiriya bi radyo ya Dengê Kurdî a li Êrîvanê û rojname ya RYA TEZE careke din xurtbive. Birayê Sedîq, tû dizanî çima piraniya endamên civak Êzdiyan di van salên dawî de, neçarbûne warên xwe yên li Ermenistanê jî bihêlin û ew bi ber welatên Ewropî û Rusya yê ve hatine ? - Ez bawerim sedemên koçberiya Êzdiyên li Ermenistanê ya herî mezin, rewşa aboriya wan e. Ji xwe min berî niha got, wexta ez li cîh-warên Êzdiyan digeriyam, min dît ku ji %70 rûniştvan (gundiyên) gundên Êzdiyan dev ji cîh, mal-mulk û keda xwe ya bi dehên salan berdane û çûne nav dewletên Soviyeta berê anjî hatine Ewrupa yê. Birayê Sedîq tû bawerdikî, ew Êzdi-yên ku piraniya bav-kalên wan di destpêka sala 1830 de, ji Bakurê Kurdistanê (Serhedê,) û ji ber zilma dewleta Osmaniyan û kevneperestên Kurdên Bisilman reviyane nav desthilatdariya Ermenistanê, bikaribin cardinê vegerine ser axa bav-kalên xwe? - Ezê bersiva vê pirsa te bi gotinên Tosinê apê Qereman, yê ku nebiyê Zor Cîhangîr Axa ye û gundê wan Mamereşanê li hiberî çiyayê Girîdaxê (Axrî) yê bû bidim. Tosinê apê Qereman weha digot: ”Wexta ez bi bapîrê xwe re diçûme çolê, min gelek caran didît ku bapîrê min li wiyalî çiyayê Axriyê dinêhrnt, digiriya û di ber giriyê xwe de jî digot, ax welat, ax welat. Min carekê gotê, bavo ha ev devera ku em niha lê dijîn viyalî çiyayê Axrî yê û wiyalê dinê jî eynî çiyayê Axrî yê ye. Wekî ku te hewqasî hiz ji wiyalî dikir, tû çima hatî viyalî? Bapîrê min got, lawo wekî em ne hatina viyalî, wê Osmaniyan û siwariyên Alayiya Hemîdiyan me jî bikuştina, jin û malê me ji xwe ra bibirina. Mixabin gava bapîrê min kirasguhast (mir) jî, me nikaribû bedena wî bivin di wî ciyê evîn û hesreta wî de binaxbikin. ….“ Vêca di van gotinan de jî xwanê dibe ku, ew Êzdiyên ku piraniya bav-kalên wan di destpêka sala 1830 de, ji Bakurê Kurdistanê (Serhedê,) û ji ber zilma dewleta Osmaniyan û kevneperestên Kurdên Bisilman reviyane hew dikarin careke dinê vegerine ser axa bav-kalên xwe. Û ez ditirsim ev qisûmeta wê were serê gelek ji van me Êzdiyên li Ewropayê dijîn jî! Hêvîdarim ku Xwedê gelek sebrê bide wan Êzdiyên li Ermenistan û Gurcistanê mane! Sedîq birayê hêja, ez dîsa dêjim gelek spas ku, te gelek wextê xwe ji bo bersivkirina van pirsan veqetand û te dilê xwe ji min ra vekir. Vêca di dawiyê de daxwaziyeke te, ya ku min ne anî ser ziman heye? - Belê, ez dixwazim di dawiyê de cardinê birayê Tosin û tevaya kesên malbata wî, rêzdar Îskoyê Dasinî, xuşka Bihara Stûrkî, kekê Tîtalê Kerem û Şêx Hesenê kurê şêx Mahmûdê ji bo mêvanperweriya wan gelekî spasbikim. Her weha ji Xwedê û Tawisî Melek lavan dikim ku, tû birayê Kemal jî di saxî û armancên xwe de her serkeftî bî! Kemal Tolan / Berhevkar û Xemxwarê Kevneşopên Êzdiyatiyê kızılbaş - sayfa 63 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Diyanet’in dini Diyanet’e, Kürdler’in dini Kürdlere İBRAHİM SEDİYANİ Diyanet İşleri Başkanlığı’na göre, yeryüzünde ne “Kürd” diye bir kavim yaşıyor, ne “Kürdçe” diye bir dil konuşuluyor, ne de “Kürdistan” diye bir coğrafya var... Kürdler’in varlığını inkâr eden, kimliğini bile tanımayan bir kurum, bize İslam’ı öğretemez. İnkâr ettiğiniz bir halkın arasında faaliyet yürütmeniz, “din hizmeti” değildir Kendisine laik- kemalist Türkiye Cumhuriyeti modelini ve Atatürk devrimlerini örnek alan ve bunu açıkça ifade etmekten de çekinmeyen İran Şahı Rıza Pehlevî (1878-1944), 2 Temmuz 1934 tarihinde, o zamanlar CHP’nin “tek parti” dönemini yaşayan Türkiye’ye bir ziyaret yapıp M. Kamâl Atatürk ile görüşür. Rıza Şah ve Atatürk, Ankara’da bir buçuk saatlik bir görüşme yaparlar. Görüşme esnasında Rıza Şah, okullarda din derslerini kaldırdığını, camileri kendi hâllerine terkettiğini ve Cuma namazını da yasakladığını gururla anlatınca, Atatürk’ten “Yanlış yapmışsın; iktidarını tehlikeye atmışsın” cevabını alır. Atatürk Rıza Şah’a şunları söyler: “Biz daha akıllıca davrandık. Camileri kendi kontrolümüz altına aldık, imamlarını bile biz atıyoruz. Cuma’yı yasaklamak yerine kendimiz kıldırıyoruz. Okullarda din derslerini kaldırmak yerine bu dersleri kendimiz veriyoruz. Böylece herşey yolunda sanılıp halktan tepki almıyoruz, hem de dini istediğimiz kalıba sokup topluma öyle sunuyoruz. Nasıl bir din istiyorsak öyle bir din öğretiyoruz.” İran’a geri döndüğünde Rıza Şah, hemen “Türkiye modeli”ni uygulamaya koyulur. Qum Yüksek Dînî İlmîyye Medresesi’ni dağıtarak medreseleri “devlet kontrolündeki okullar” hâline getirmek amacıyla, ulemânın “devletçe düzenlenen resmî imtihanlara” girmesi gerektiği yolunda emir verir. İslamî tüm değerlere savaş açan, ülkedeki binlerce medreseyi kapattıran, onbinlerce âlimi darağacında sallandıran, ırkçı- şovenist temeller üzerine bina ettiği sistemin gereği olarak, bu topraklar üzerinde yaşayan başta Kürtler olmak üzere “Türk olmayan” tüm kavmî unsurların kimliğini ve hatta varlığını inkâr eden bir rejimin mirası olan Diyanet İşleri Başkanlığı, kurulduğu 3 Mart 1924 tarihinden beri bu ırkçı, tek tipçi ve gayr-i İslamî politikalara “dînî destek” sunmuş, sunmaya devam etmektedir. Son marifetini de, geçtiğimiz günlerde hazırladığı bir ansiklopedi ile gösterdi. Tağutî rejimin emri altındaki bel’âm teşkilâtı olan Diyanet İşleri Başkanlığı, bir ansiklopedi hazırlamış. Oldukça geniş hacimli bir çalışma; büyük emek sarfedilmiş. (Birinci cümlede geçen “tağut” ve “bel’âm” kavramları, yüce kitabımız Kûr’ân-ı Kerîm’de geçen kavramlardır ve ne anlama geldiklerini Diyanet’in başındakiler çok iyi bilirler. Yerimiz dar olduğu için, bunların tartışmasına girmeyeceğim. Fakat Diyanet arzu ederse, kendilerinin İslam dairesindeki yerlerinin neresi olduğunu, bizzat kendileriyle Kûr’ân ve Hâdis ışığında tartışmaya hazırım; istedikleri zamanda ve istedikleri platformda.) Gelgelelim; harcanan her emek, saygıyı hak etmiyor ne yazık ki. Özellikle de, bu emekler ırkçı ve şovenist davranışlarla zayi edilirse. Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) bünyesindeki İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) tarafından, 1983 yılından başlayarak ve 100’den fazla araştırmacının ortak çabasıyla, tam 30 yıl emek verilerek 44 ciltlik bir “İslam Ansiklopedisi” hazırlandı. Çalışmanın tamamlandığı ve hazırlanan ansiklopedinin internette de hizmete sunulduğu bilgisi, geçtiğimiz günlerde İstanbul Haliç Kongre Merkezi’nde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da hazır bulunduğu bir törenle duyuruldu. Gel gör ki, tam 44 ciltlik “İslam Ansiklopedisi” adlı bu dev çalışmada, “Kürdler”, “Kürrçe” ve “Kürdistan” ile ilgili tek cümlelik bir bilgi bile yok!.. “Türk” var, “Fars” var, “Arap” var ama “Kürd” yok!.. “Türkçe” var, “Farsça” var, “Arapça” var ama “Kürdçe” yok!... “Türkiye” var, “Doğu Türkistan” bile var ama “Kürdistan” yok!.. 44 ciltlik dev ansiklopedinin hiçbir yerinde “Kürdler”, “Kürdçe” ve “Kürdistan” kelimeleri geçmiyor. Demek ki Diyanet İşleri Başkanlığı’na göre, yeryüzünde ne “Kürd” diye bir kavim yaşıyor, ne “Kürdçe” diye bir dil konuşuluyor, ne de “Kürdistan” diye bir coğrafya var... Diyanet’in 44 ciltlik bir “İslam Ansiklopedisi”nde Kürtler’e, Kürtçe’ye ve Kürdistan’a dair bir cümlelik bir bahisten bile kaçınması, 1500 yıllık İslam tarihinde Kürtler’e, Kürtçe’ye ve Kürdistan’a dair hiçbir şey bulamaması, cehalet değilse eğer (ki değildir), olsa olsa ırkçılık ve şovenizmdir. Irkçılık ve şovenizm olduğu gibi, aynı zamanda komedidir. İlimle, tarihle, insan aklıyla alay etmektir. O Kürtler ki, İslam dinini Araplar’dan sonra ilk kabul eden kavimdir, ilk Müslüman olan millettir. O Kürdistan ki, Arap Yarımadası’ndan sonra İslam ile şereflenen ilk coğrafyadır. O Kürtçe ki, Diyanet bel’âmlarının maaşlarını ödeyen tağutî rejimin kapattırdığı binlerce medrese, bu dilde eğitim veriyorlardı. Bu hakikate rağmen, Diyanet’in hazırladığı 44 ciltlik “İslam Ansiklopedisi”nin bir tek yerinde dahi “Kürtler”, “Kürtçe” ve “Kürdistan” kelimeleri geçmiyor... Bu durumda bizlerin, “İslam Ansiklopedisi”nin tanımadığı “Kürtler” olarak Diyanet’e söyleyecek tek bir sözümüz var: “Lekum dînukum weliye dîn.” (Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize.) Diyanet, Kürdistan’daki bütün imamlarını geri çekmeli, kendi bünyesinde çalışan bütün Kürt imamların ve Kürt “din görevlileri”nin işine son vermeli, hatta Diyanet’e bağlı camilerde bütün cemaat namazlarını “Kürtsüz” kıldırmalıdır, Kürt olanları cemaate almamalıdır. Mademki sen Kürtler’in varlığını tanımıyorsun, yapman gereken budur. Biraz olsun şeref ve haysiyetin varsa tabii. “İslam Ansiklopedisi”nin hiçbir yerinde Kürtler’e dair tek maddelik bir değinide bile bulunmayan Diyanet, Kürdistan’daki bütün imamlarını geri çekmeli ve bir daha da Kürtler arasında faaliyet yürütmemelidir. Varlığımızı inkâr eden, kimliğimizi bile tanımayan bir kurum, bize İslam’ı öğretemez. Varlığını bile inkâr ettiğiniz bir halkın arasında faaliyet yürütmeniz, “din hizmeti” değildir. kızılbaş - sayfa 64 - sayı 35 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sevgili Pirler´im, Dedeler´im, Analar´ım, Mürşitler´im... Hepinizden özür diliyorum ve önünüzde saygıyla eğilerek size niyaz ediyorum... Yıllarca size haksızlık yaptık, görmeniz gereken saygıyı gösteremedik... Hiç dikkat ettiniz mi bilmem, bu ülkede din adamı sadece biz Dersimliler´de eleştirilir, aşağılanır. Onlarca katliam oldu bu ülkede ve hepsi de hemen hemen cuma namazından sonra camiden çıkan guruplar tarafından gerçekleştirildi. Birini ben anımsıyorum, Sivas'da idim o gün. Şimdi de Suriye'de katliamlar oluyor, ufacık çocuklar ailesinin gözü önünde tevacüz edildikten sonra, organları parçalanarak katlediliyor. Kimse din adamlarına ses çıkarmıyor, küfretmiyor. Diyanet trilyonlarca para yiyor, kimse eleştiremiyor. Her yıl bu milletin parasıyla on binlerce imam Hacca, Umre´ye gidiyor, kimseden tıs yok. İnsanlar arasına nifak sokuluyor, yalanlar ve iftiralar diziliyor, bir çok imam üç-dört kadınla evleniyor, pedofili serbest, küçük kızlar tecavüze uğruyor sonra namus ve din uğruna kör kuyulara atılıyor, genç kızlar kilo ile yetmişindeki adamlara satılıyor, ses yok... Dede´m, Rayber´im, Bava´m, Ana´m niyaz ile ellerinizden öperim... Kusurumuza bakmayın.... Biz seksenlerden önce sizlere hakaretler ettik ve sizi gericilikle suçladık. Sakallarınızdan tutup sizi çekiştiren devrimciler, ilericiler oldu. Hızır ile alay ettik, analığıbabalığı-rayberliği-talipliği-mürşitliği gericilikle suçladık. Ağaçlara-toprağa-suyahavaya ve gökyüzündeki cümle varlıklara el açmanızı, gericilik olarak yorumladık; güya biz devrimciydik, ilericiydik, siz ise zır cahil gericilerdiniz. Hiçbir cemde bir Dede´nin barış-rızalıkaşk-sevgi-ahenk-sosyal dayanışma dışında bir şey anlattığına şahit olmadım. Değil bir insanı diri diri gırtlaklamayı, hayvana vurduğu için Cem´den atılan insanlar biliyorum ben. Bırakın üçüncü eşi, kendi karısına vurduğu için lokması kucağına verilerek, Cem´den atılan kocalar tanıyorum ben. Karı-koca arasındaki küskünlükleri barıştıran dedeler tanıyorum ben... Dede´m, Rayber´im, Pir´im, niyaz ile ellerinden öperim... NİYAZ İLE PİR´İM... Re m z i Ay d ı n Lütfen affedin bizi... Haram lokmanın Cem´e alınmadığını gördüm. Dede´nin rızalık almadan, posta oturmadığını gördüm ben. Yine de sizi gericilikle suçladık. Oysa nice mollalarşıhlar-şeyhler-imamlar ellerinde kuranlarla gezerken, aynı zamanda kin ve nefret tohumu ekti bu topraklara. Oysa siz bize Cemler´de hep şunu söylediniz: “Yetmiş iki millete aynı nazarla bakmayan bizden değildir!” Şeyhülislamlar, farklı inançtaki insanların katliamını cennetle ödüllendirirken, malları ve ırzları size helaldir diyerek fetvalar verdi. Kimse bu adamları kötülemez, toz kondurmaz.... Nesimi Çimen Dede´m Madımak’da katledilirken, gençler şöyle demişti: “Bize atılan taşları, kiremitleri camdan aşağıya onlara geri atalım.” Nesimi Dede şöyle cevap verdi: “Sakın ha! Onlarla bizim aramızda fark kalmaz. Kaldı ki belki de suçsuz birinin başına isabet eder.” Oysa Dede´m, sen yakılırken bile, seni yakanlara kötülüğü düşünememiştin. Yine de gerici olan sensin, öyle mi? Gül yüzlü Ana´m, Dede´m, Rayberim, tarikatlar, cemaatler, dinci güruhlar çogaldıkça çoğaldı. Kadınlara yapılan saldırılar, katliamlar, çocuk tecavüzleri arttıkça arttı. Toplum kamplara ayrıldı, nefret, aşağılama, küçümseme, iftira, yalan, hırsızlık aldı başını gidiyor. Kimseden ses yok. Bir tek biz Dersimliler küfrediyoruz, hem de bunda en ufak suçu olmayan sizlere. Bırakın kendimizi, başkalarının küfretmesine de yardımcı oluyoruz. Biliyor musun Dede´m, çok çok devrimci olup bizi gericilikle suçlayanlar şimdi soytarıların kitaplarını başucu kitabı yaptılar. Pir´im, bizi topraga, ateşe, suya, havaya gösterdiğimiz saygıdan dolayı gericilikle suçlayanlar, aşağılayanlar şimdi ne diyor biliyor musunuz: “Biz aslında gizlice namaz kılar-oruç tutar ehli müslüm insanlardık.” Oysa biz hep gerici olduk, doğayı kardeş olarak görmek sizin bize öğretinizdi. Tüm bu kirlilikler içinde, kendi inanç önderini karalayan, aşağılayan tek toplum biziz, ne garip değil mi? Bu kadar kendimizden nefret etmeyi nasıl başardık? Bin yıllardır bu ülkenin din adamları, gayrimüslümlerden ve inanmayanlar-dan toplanan vergilerle maaş aldı, elektrikleri, suları, lojmanları ödendi, üstelik bir de katliam çağrıları yaptılar. Ama kimseden ses çıkmıyor, çünkü onların din adamları kutsal, dokunulmaz, önder... Size ne büyük haksızlıklar yapmışız... Bu aralar Umre meseleniz var. Nasıl da küfrediyoruz size anlatamam. Biz yapıyoruz, sizin talıplarınız... Oysa kimler Hacca-Umre´ye gitmedi... Tek kelime yok, edemezler çünkü onların önderleri kıymetli, önemli, saygın... Nasıl da kendimizden nefret etmişiz değil mi... Gül yüzlü Pir´im, Ana’m, Baba’m, Rayber´im, hürmetle ellerinizden öptüm, niyaz ettim size aşk ile. Ellerinde dini kitaplarla poz verenlere, ben şeriat isterim diyenlere, pedofili olaylarına sırtını dönüp görmezden gelenlere, başörtüsünü kadın kazanımı, hakkı, devrimi diyenlere tapanlar şimdi sizi yine gericilikle suçlar. Eşitlikçi, devrimci, sosyalist yapımla, ne diyesim geliyor biliyor musun Dede´m? Bin yıl da siz yiyin bu devletin malını; anca o zaman eşitlik sağlanmış olur… Gülüyorsunuz değil mi? Duyar gibiyim Piri´m, diyorsun ki: “Bizim köpeklerimiz bile harama ağzını sürmez.” Benimki çaresizlikten be Piri´m, yoksa ben de bilirim bizim felsefemizde, yetimin, mazlumun, fakirin, komşunun ve başka da milletin, hatta toprağın, suyun, ateşin, havanın ve de cümle mahlukatın hakkına göz dikilmez. Yol düşkünü olur insan… Günümüzde hırsızları koruyanlar, onlara sırt verenler en hakiki ilericiler! Neyse Dede´m, bu konuyu burada kapatayım, yoksa bizimkiler hem bana hem de size bir kez daha küfredecek… Aşk ile, Işık ile, Niyaz ile ellerinizden öptüm… Siz yine de bizim kusurumuza bakmayacak kadar yücesiniz bilirim…