kızılbaş

advertisement
kızılbaş
M a r t 2 0 12 s a y ı 12
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
* Kızılbaşlık ve Etnik Köken Sorunu
* XIZIRO‘KAL
* Yol Sözcükten Uludur
* TÜRKİYE’DE 10-20 MİLYON ALEVİ VAR
* Başbakanın Dersim özürü samimi değil
* Tarih Yazıcılığında Vicdan Sorunu
* HAWAR NAYÊ BIHÎSTIN
kızılbaş
veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
ankara temsilcisi:
hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
kizilbasankara@hotmail.com
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
kizilbasdergisi@kizilbas.biz
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 mart 2012 sayı: 12
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg
6 sayı 25 € - 12 sayı 50 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içi ndek i ler:
Sayfa 04 - Neredeyiz nereye gidiyoruz?
.............................................................ali Ülger
Sayfa 06 - Kızılbaşlık ve Etnik Köken Sorunu
.................................................... Mustafa Fırat
Sayfa 10 - XIZIRO‘KAL ................... Munzır COMERD
Syafa 12 - Yol Sözcükten Uludur .............. Cennet Bilek
Sayfa 13 - TEPİYA ZONİ SERO ............... SAİT BAKŞİ
Sayfa 14 - İtaat Kültü ya da “Koro kami çımê to vet?..”
........................................................... X. Çelker
Sayfa 15 - Dersime dair belge
Sayfa 16 - seyid rıza ve dersim dosyasındaki bazı ayrıntılar üzetine ..................... Hovsep Hayreni
Sayfa 18 - Almanya’nın Dersim katliamındaki rolü
araştırılsın. ..................................... Av. Doğan
Sayfa 19 - Adıyaman’daki ev işaretlerine soruşturma
Sayfa 20 - TÜRKİYE’DE 10-20 MİLYON ALEVİ VAR
Sayfa 21 - ERGÜL ŞANLI (DEDE)’ nin görüş ve önerilerinin özeti.
Sayfa 24 - Zazaca Dersi ......................... ilhami sertkaya
Sayfa 26 - Başbakanın Dersim özürü samimi değil
................................................... İsmail Beçikçi
Sayfa 27 - İsmail Beşikci Vakfı’nın tanıtım yapıldı
Sayfa 28 - tarihe tanık belgeler
Sayfa 30 - Tarih Yazıcılığında Vicdan Sorunu
..................................... Sabahattin Şerif Meşe
Sayfa 32 - Ermeni Kızı Ağçik ....................... Yusuf Baği
Sayfa 33 - ŞADIYAN ................. Dr. Phil. Erdoğan Işık
Sayfa 39 - Ağan kudursa ne yaparsın?
Sayfa 40 - HAWAR NAYÊ BIHÎSTIN
.............................................. Mehdi Tanrıkulu
Sayfa 42 - TUTUKLU ÖĞRENCİLER
................................................. Fırat Yurtsever
Sayfa 43 - Mesud Barzani’den Önemli Mesajlar
Sayfa 45 - TBMM Gizli Oturumlarında Neler Konuşulur? ........................................... Recep Maraşlı
Sayfa 49 - İçişleri bakanı bu pankartın önünde konuştu
Sayfa 50 - Taksim Mitingi Sloganlarını Kınama
..................................... Dr. med. Sarkis Adam
Sayfa 50 - Suç Duyurusu
Sayfa 51 - 26-27 şubat 1992: «HOCALI KATLİ AMI»
YALANININ ANATOMİSİ!
..................................... Sarkis HATSPANIAN
Sayfa 55 - ‘Bir 6-7 Eylül daha yaşanabilirdi’
Sayfa 56 - Baydemir’den soykırım anıtı talebi
Sayfa 57 - t.b.m.m anayasa uzlaşma komisyonu
Sayfa 58 - 70 YILDA, KEMALİZMİN, KÜRT ALUVİLER ÜZERİNDE, BIRAKTIGI DERİN
TAHRİBAT....................................... Enel Hak
Sayfa 59 - “Cumhuriyet’in ‘azınlık raporu’” .. Ayşe Hür
KANLI SİVASLI
Yanı başında akar, Kızıl Nehir.
Başı Sarıklı , Lekeli Katil Şehir.
Alev, Alev Yandım,Ustam böyle Mahir.
Cigerimi Yaktın, Yüreğim çok Yaslı.
Elleri, Ağzı Kanlı, Kanlı Sıvaslı.
Silahmı sandın, Elimizdeki Sazı.
İbadet dedi, Yankılandı Avazı.
Yandı Aydınlıklar, Kitaplarda Yazı.
Cigerimi Yaktın, Yüreğim çok Yaslı.
Elleri, Ağzı Kanlı, Kanlı Sıvaslı.
Barikatım dayanmadı, Zülmünüze.
Kalemi Düşman Ettiniz, Kendinize.
Güneş Yandı, Düştük biz Can derdimize.
Cigerimi Yaktın, Yüreğim çok Yaslı.
Elleri, Ağzı Kanlı, Kanlı Sıvaslı.
Inancimiz, Insanliktan yana oldu.
Bedenim Yandı, Gözlerim kanla doldu.
Muhabetim, sohbetinizimi bozdu.
Cigerimi Yaktın, Yüreğim çok Yaslı.
Elleri, Ağzı Kanlı, Kanlı Sıvaslı.
Seyid Oğlu, Nefretini ver Sevgiye.
Zahidin elinde, Düşmeyesin derde.
Pir Sultanımızın asıldığı Yerde..
Cigerimi Yaktın, Yüreğim çok Yaslı.
Elleri, Ağzı Kanlı, Kanlı Sıvaslı.
Ali Koçak 2 Mart 2012 Berlin
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Neredeyiz
nereye
gidiyoruz?
Osmanlının biz Kızılbaşlara uyguladığı siyaset cumhuriyetle devam
etti. Geçmişten bu güne bizlere
uygulanan siyaset bizi kendimize
yabancılaştırdı. Deyim yerindeyse Kızılbaşlar, “Görüldüğü yerde
başı vurula” anlayışıyla yok edildi,
sindirildi.
“ Öldüren gazi, Kızılbaş elinde
ölen mümin de Şehit” oldu. Hal
böyleyken Osmanlı Sarayı Paşaları
Ümmet siyasetinden millet siyasetine geçişte at iziyle it izini daima
birbirine karıştırdılar.
Kızılbaşların dil, cemaat ve coğrafi farklılıkları göz önüne alınarak
bize uygulanan millet cumhuriyet
siyasetini iyi anlamak bilince çıkarmak lazım. Eğer bu ince siyaseti anlayamaz isek geleceğimizin
inşası kendimizi korumak geliştirmek ve toplumsal hayata katılma
fırsatını kaçırmış asimilasyon ve
kendimize yabancılaşan bir yaşamı baştan kabul etmiş oluruz.
Kaderimizi onların eline mi bırakacağız yoksa kendimiz mi tayin
edeceğiz?
Türkiye Cumhuriyeti kadroları var gücüyle çalışıyor. Türk ve
Müslüman olmayan yerli kültür ve
halkları yerlerinden yurtlarından
can
cana
ali ülger
edilmelerinin şart olduğunu ve
gereğinin yapılması için yarı gizli
yarı açık karar ve kanunlar çıkarıyor.
Tekçi ırkçı faşizan militarist anlayış; Başta Ermeni, Rum, Kürt,
Kızılbaşlar olmak üzere kırım ve
soykırım geleneğini devam ettirerek asimilasyon planlarını hayata
geçiriyor.
Katliam ve soykırımları mağdurları gecikmeli de olsa yasal yollarla
haklarını arıyorlar. Köklerine uygulanan insanlık ayıbının takipçisi
olduğunu haykırıyor. Bu katliamların sorumlusu bugünkü Türkiye
Cumhuriyeti devletinin kendisidir.
Bugün Alevi Bektaşi dernek ve
federasyonları devletin denetimi ve fiilen yönetimi altındalar.
Türkiye’de kongresini yapan her
Alevi dernek federasyonunun ilk
işi farz ve sünnet gibi Anıtkabire
giderek selam durmaktır. Bu yaptırım devletin siyasetidir. Bunun
dışına çıkılmadığı sürece “Ağzıyla
kuş tutsalar” ne kendilerine ne
de Kızılbaşlara zerre kadar yararları olmaz.
Devlet çalışıyor; Beyaz Alevilerine görevler vermeye devam ediyor.
Bu beyaz Aleviler eliyle Müslüman düşmanlığı kışkırtılıyor.
Sanki Kızılbaşların birincil görevi
buymuş gibi.
Bu sakat anlayışa son verilmediği sürece neler olacağını yeniden
anımsatalım; Sivas Madımak
devası zaman aşımına uğrayacak,
Adıyaman’da kapılarımız ve diğer
illerimizde Kızılbaşların olduğu
evler Maraş katliamında olduğu
gibi işaretlenecek, Cemlerimiz
işgal asimilasyon yabancılaştırma siyasetinin altında kalacak.
Tv kanallarıyla bizi bize yabancılaştıracaklar. Kendi kültürümüzü
başkalarının kültürü, geleneği gibi
seyrettirecekler.
Bundan dolayı bizim aydınlanmaya yenilenmeye yeniden yapılanmaya dünden daha çok bu gün
ihtiyacımız var. Bu yapılanmanın
argümanları şunlardır; Kütüphane,
televizyon, parti, cem evlerimiz,
derneklerimiz. Yayın evlerimiz,
dergilerimiz, kitaplarımız, müziğimiz. Her şeyden önemlisi
gücümüz var. Bu gücü kendimizi
bulmaya harcayabiliriz. Tarumar
edilen değerlerimizi korumak atalarımızın en kıymetli mirasıdır.
Newroz genelde Orta Doğu halklarının özelde ise bizlerin başkaldırı
ve uyanış günüdür. 21 Mart Sultan
Newroz’un kardeş bayramlarını
tüm mahlûkata, tabiata ve de yerli
halklara barış bereket ve özgürlüğe demokrasiye vesile olması
dileğiyle
SULTAN NEWROZ
HAYIRLI BEREKETLİ GELE
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dema we bı xêr, xuşka mın Sakîne û hevalên Radaksîyonê!
15-2-2012
Sakine bacı mesajınızı aldım, sağ olun, var olun "Teşekkürler"
diyorum.
Ben en kısa zamanda yeğenime telefon ederek, size 200 Türk
lira abone borcumu ödemesini söylüyeceğim. Lütfen ödeme
yapıldığı gün beni aydınlatın.
Reyşan Sidar
Ben vatan haini oluyorum.
Bütün yasak renkleri seviyorum.
Yasaklanmis bir alfabeyle
yazıyorum şiirlerimi..
Anarşist çiçekler kokluyorum..
Devlet sınırlarını ihlal eden kuşlara,
yardım yataklık yapıyorum...
Bütün sözcükleri örgütlüyorum..
Artık halkların değil aşkın ve
sevginin ayaklanması var..
İlk eylemde sınır dışı ediliyorum..
Üç yasak renkle
Kendi gökkuşağımı boyuyorum.
Trafik ışıkları hepsi birden yanıyor
ilk defa.
Ben vatan haini oluyorum.
Benim olmayan bir dilde yaşamak
istemiyorum.
Ayrıca bir önerim var dergiyi çıkaracak olan arkadaşlardan.
Önerim şu: Kürd halkının birlikteliğini zedeliyecek yazıların
dergide yer almaması çok önemli. Zazalar ayrı bir halk olsalarda -ki kesin kanımca değiller-kurtuluşları kardeşleri olan
Kürdlerledir. Ortak düşmana birlikte karşı olmak zorunluluğu
var diye düşünüyorum.
Sizin hangi görüşte olduğunuzu bilmem, ama bana dergide Zazaları ayrı bir halk olarak gören insanların olduğunu
söylediler. Olmalarına da kesin karşı değilim, ama o cennet
coğrafyamızı birlikte -Ermeni amca-çocuklarımız - barbar
düşmalara karşı korumalı ve birlikte savaşmalıyız. Kurtuluş
sonrası genel felsefemize uygun bir hasbahçe olmak, bütün
renklerin bir arada olmasını sağlamak zorundayız. Kul hakkını
her koşulda savunan, Tanrı'yı insanda gören kutsal inancımıza, yaşam felsefemize sadık olmak birer kişi olmayız diyorum.
İnsansak, hepimiz birer Tanrı'yız. Hep birlikte o ata yadigarı
olan coğrafyayı bir Tilmun adasına çevirelim. Tanrıların mutlu
coğrafyası.
O günü görene ne mutlu.
Cejna Xızır -Xızır bayramı- geride kaldı. Altmış yıldır bu kutsal günden, o tadına doyamadığım QAWUT'tan uzağım. Aaaa
o günler, Baba Mansur ocağındaki Qawutlat ve kesilen kurbanlar. Kurumuş bir kenger olduk rüzgara. Zalim rüzgar, barbar
fırtına bizi hasret bıraktı yaza, buhara. Fırtınalar eksik olmadı
cennet gibi ata yurdumuz da.
Herneise canlar, geçmiş olsa da "Cejna we pitoz be" deyip,
satırlara son vereyim. Çünkü geçmişi hatırladıkça duygularım
kabarıyor, gözlerim yaşarıyor, kalp ise yaralı.
Bana gözlerini yurt eyle
En güzel günler sizlerin ve tüm insanları sevenlerin olsun.
Mültecin olayım
Rıza Çolpanê Kûpıkî; Sydney, Australia.
Kendi adına bana bir kimlik çıkart
Ben biraz da sen olayım..
Selamlar, saygılar.
tüm okurlara öneri :
kızılbaş’ta kendi kültür
ürünlerinizi bire bir yayınlanmasını istermisiniz?
mektup, şiir, anı, karikatiü, fıkra, makale, haber, yorum,
fotoğraf, kitap tanıtımı, sosyal ve kültürel etkinlikleriniz.
bize ulaşacak özgün ürünlerinizi itina ile yayınlayacağız
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kızılbaşlık ve Etnik Köken Sorunu
Giriş
Günümüzde küresel güçlerin Ortadoğu coğrafyasında uyguladıkları ve iç
politik unsurlarca da “demokrasi ve
özgürlükler” çerçevesinde desteklenen politik stratejiler, etnik kimlikler
üzerinden yürütülmektedir.
Etnik kimlikler/unsurlar üzerinden yürütülen stratejiler, Ortadoğu coğrafyasını olduğu gibi Türk
toplumunu da parçalanmanın eşiğine
getirmiş bulunmaktadır. Parçalanma
durumu yalnızca egemen erki sürdüren güce yönelik olmayıp alternatif
muhalif güçlere yönelik olarak da
yürütülmektedir. Bu nedenle, son
zamanlarda giderek ivme kazanan
Kürt uluslaşması karşısında, bu etnik
unsurun içinde telakki edilen çeşitli
unsurlar da bir farklılık olarak ele
alınıp işlenmektedir. Bunun nedenleri
üzerinde durmak gerekmekle beraber, bahsedilen eğilimlerin tarihsel ve
toplumsal gerçekliği ne kadar yansıttığının da araştırılması gerekmektedir. Bu nedenle, bu makalede Kürt
etnik unsurunun bir parçası olarak
telakki edilen ve Zazaca konuşan Alevi Kızılbaşların etnik köken sorunu
ele alınıp açıklanacaktır.
Tarihsel Durum
Bu gün Ortadoğu’da uygulanan politikalar irdelendiğinde, 1970’li yıllarda
başlayan ve 1980’li yıllardan itibaren
giderek ivme kazanan neoliberal
felsefeden beslenen küreselleşme
döneminde, etnik kimlikler üzerinden
yürütülen politikalar daha da belirgin
hale gelmiş; etnik kimlikler, küreselleştirilen alanlarda küreselleşmeyi
gerçekleştirecek stratejik araçlar
haline getirilmiştir.
Uluslar arası sermayenin önündeki
engellerin kaldırılarak ülkeler ve
hatta kıtalar arasında serbest dolaşımı
hedefine yönelen; bu nedenle de ekonomiler ve milletler arasında bütünleşme ve karşılıklı bağımlılık ilişkilerini ifade eden küreselleşme olgusu;
uluslararası büyük kapitalin ulusal
pazarları, kendi çıkarlarına uyarlama
süreci olarak ifade edilmektedir. Bu
dönemde, küresel aktörler, kapitaliz-
Mustafa FIRAT
min yaşadığı son iktisadi buhranı aşmak; kapitalizmi sürdürebilmek ve
yenileyebilmek için gelişmekte olan
ülkelere yönelmekte, bu ülkelerin iç
birikimini ele geçirmeye ve ulusal
iktisadi yapılarını kendilerine uyarlamaya uğraşmaktadırlar. Bu nedenle,
küreselleşme olarak ortaya çıkan ve
1980’lerden bu yana dünya ölçeğinde
gelişen eğilim, ulusal ekonomileri
ele geçirmeye yönelmiştir. Dolayısıyla küresel sermaye, planlı kalkınma
stratejileriyle oluşturulan iktisadi
devlet kuruluşlarını, yerel sermaye
ve kredi kuruluşlarını özelleştirmeler yoluyla ele geçirmiş, ardından
iktisadi yapılarını kendisine uyarladığı ulusal devletlerin küçültülmesi
ve liberalleştirilmesine yönelmiştir.
Bahsedilen siyasi ve yönetsel liberalizasyonun en önemli ayaklarından
biri Kamu Yönetimi Reformu bir
diğeri de yerelleşme olmuştur. Kamu
Yönetimi Reformu ile devletin yönetim alanındaki örgütlenmeleri kamu
işletmeciliği çerçevesinde ele alınıp
buna göre yapılandırılmış; küresel
sermayeye direnç gösteren bürokrasinin etkinliği kırılmış; W. Wilson’dan
beri kamu yönetimi disiplinine egemen olan siyaset ve yönetimin biri birinden ayrılması paradigması yerine,
yönetimin ve dolayısıyla bürokrasinin
siyasilerin kontrolüne geçirilmesi paradigması uygulanmıştır. Yerelleşme
olarak karşımıza çıkan yeni anlayış
ise, merkezi ulusal devletin kamu
yönetimi anlayışında merkeziyetçiliğe
karşı yerelleşmeyi öngörmüştür. . Bu
nedenle, küreselleşmeyi Ortadoğu’da
demokrasi, insan hakları ve ekonominin gelişimi açısından bir kurtuluş
reçetesi olarak sunan ve neo liberalizmden beslenen yeni sağ ideoloji,
Ortadoğu’da etnik, dinsel ve mezhep-
sel çatışmalara zemin oluşturan yeni
algı alanları yaratarak; etnik, dinsel
ve mezhepsel kimliklerin siyasal
taleplerinin öncülüğüne soyunmuş
ve bu unsurlar üzerinden yerelleşmeyi sağlamaya çalışmıştır. Böylece
etnik, dinsel ve mezhepsel kimlikler
uluslararası sermayeye bağımlılaşmanın önünde engel olarak duran ulusal
devletleri parçalayacak, yerelleşmeyi
sağlayacak stratejik bir unsur olarak
kullanılmıştır.
Küresel güçlerin Ortadoğu coğrafyasını yukarıda belirtilen amaçları
doğrultusunda şekillendirme çalışmalarında kullandıkları en önemli stratejik unsurlardan biri Kürt milliyetçiliği
olmuştur. Kürtler; tarihsel olarak
İran, Irak, Suriye ve Türkiye topraklarında siyasal olarak güçlendirilmiş
bir durumda yaşamaktadırlar. Nitekim Irak operasyonunda bu güçlendirilmiş unsur kullanılarak Sadam
rejimi devrilmiştir. Bu gün, benzer
yöntemle Suriye’deki Baas rejiminin devrilmesi gündemdedir. Yakın
gelecekte İsrail’in güvenliğinin tam
olarak sağlanabilmesi için Araplar ile
İsrail arasında güvenli bir alanın yaratılması, İran ve Türkiye’nin küresel
politikalara uyarlanması için de aynı
unsur, önemli bir stratejik güç olarak
görülmektedir.
Bu nedenle, küresel güçlerin Ortadoğu için uyguladıkları politikalar
içinde Kürt etnisitesini güçlendirme,
bu etnik unsuru siyasal bir güç haline
getirme politikaları önemli bir yer
tutmaktadır. Bu politikalardan güç
alan Kürt milliyetçileri ise, Kürtlerin
çoğunlukla yaşadığı yerlerde, farklı
etnik kimlikleri, Kürt üst kimliği içinde eriten bir “Kürt ulusu”
bilinci yaratmaya çalışmaktadırlar.
Bu çalışmaların Türkiye ayağında,
Kürt milliyetçilerinin “Kürt ulusu
yaratma” çabasının önündeki en
büyük handikap, Dersim bölgesi ile
Diyarbakır, Bingöl, Muş Adıyaman
Maraş bölgelerinde yaşayan Zazaca
konuşmakla beraber kendilerini Kürt
olarak algılamayan ya da Kürtlük
dairesi için girmekte zorlanan AleviKızılbaşların durumudur. Bu nedenle
Alevi Kızılbaşların Kürtlükle ilişki-
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sinin ayrıca ele alınarak açıklanması
gerekmektedir.
Kürt milliyetçilerinin, Zazaca konuşan Alevi Kızılbaşların etnik kökeni
konusunda temel hareket noktası,
Alevi Kızılbaş kitlelerin Kürt ve onların kullandığı Zazaca’nın da Kürtçenin bir lehçesi olduğu yönündedir.
Bu iddia tartışmalı olup, iddianın
kendisi henüz bilimsel verilerle tam
anlamıyla ortaya konulabilmiş değildir. Esasen, Zazaca konuşan Alevi
Kızılbaşların Kürt olduğu yönündeki
iddialar, Kürt sorununa politik strateji
yaklaşımı ile eğilen stratejistlerce
gündemde tutulmaktadır. Bir taraftan
Kürt uluslaşmasının yarattığı tehdide
karşı tarihsel derinlikten gelen ve
bunun önünde engel oluşturabilecek bir gücün oluşturulması; diğer
taraftan, bu handikap aşılmadıkça
Kürt uluslaşmasının eksik kalacağı
yönündeki öngörüler, konuya politik
strateji çerçevesinde yaklaşımı gündeme getirmiştir. Oysa sorun tamamen bilimsel bir sorun olup, tarihsel,
toplumsal veriler ışığında ele alınıp
bilimsel yöntemlerle irdelenmelidir.
Bu çalışmaya geçmeden önce, Kürt
milliyetçilerinin Zazaca konuşan
Alevi Kızıbaşları Kürt ve bunların
konuştuğu Zazaçayı Kürtçenin bir
lehçesi olarak sunan çalışmalarının
çoğunlukta bulunmasına karşı; aksi
yönde bilimsel çalışmaları yapan ve
aslen Alevi Kızılbaş kökenden gelen
aydınların var olduğunu hatırlatmakta
yarar vardır. Bununla beraber, Kürt
meselesine resmi ideoloji perspektifinden yaklaşan, sorunun politik strateji konusu olması sebebiyle de Zazaca konuşan Alevi Kızılbaşları Kürtlük
dairesi dışında ele alan bilim insanlarının yapmış olduğu çalışmalarının
Alevi Kızılbaşlar arasında, soruna
samimi bir yaklaşım gösterilmediği
ön yargısı nedeniyle pek de itibar
görmediği belirtilmelidir. Ancak son
yıllarda giderek aratan oranda, bir
çok Zazaca konuşan Alevi Kızılbaş
araştırmacı, kendi etnik kökenlerine
ilişkin araştırmalar yapmakta ve bu
araştırmaların sonuçlarını kendi kamuoylarıyla paylaşmaktadırlar.
2. Zazaca Konuşan Alevi Kızılbaşların Etnik Kökeni
Türkiye’de Zazaca konuşan Alevi
Kızılbaşların tarihsel yerleşim alan-
ları, doğudan başlayarak sıralayacak
olursak Muş-Varto üzerinden kuzeye
doğru açılan yay içinde BingölKarlıova Erzurum-Hınıs, Erzincan
Tercan, Tunceli, Gümüşhane’nin
güney kısımlarından Sivas SuşehriHafik’a kadar olan kuzey batı yayı;
yine Bingöl-Solhan’dan başlayıp
Diyarbakır’ın kuzey kesimleri Lice,
Eğil, Siverek Adıyaman- Gerger, Antep, Maraş ve Adana’ya kadar uzanan
güney batı yayı içinde yer almaktadır.
Genel olarak Fırat ve Murat nehirleri
arasında kalan ve çoğunlukla alevi
Kızılbaşların yaşadığı bu bölge antik
çağdan beri Derzene/Dersim olarak
tanınmakta ve esas olarak Kızılbaşlığın doğduğu yer olarak bilinmektedir. Burada yaşayan ve çoğunlukla
Zazaca konuşan, inanç olarak da
Alevi/ Kızılbaş olarak tanımlanan
topluluklar bölgenin kadim topluluğu
mudur? Yoksa bu bölgeye tarihsel
göçler sonucu göç ederek yerleşmiş
çeşitli topluluklardan mı kalmadır?
Bunların etnik kökeni nedir? Kürt
mü yoksa Türk müdürler? Yoksa başka bir ırktan mıdırlar? Konuştukları
Zazaca’dan hareketle bunlara Zaza
denilebilir mi? Zazaca ile bu toplulukların etnik kökeni arasında bir
ilişki var mıdır? Bu sorulara muhtelif
araştırmacılar, etnik kimliklere yüklenen stratejik roller nedeniyle bir
birine taban tabana zıt bakış açılarıyla yaklaşmışlardır. Bu nedenle de
bölge insanının etnik yapısına ilişkin
bilimsel çalışmaları hep bir ön kabul
üzerinden yürütmüşlerdir. Dolayısıyla
bu güne kadar yapılan araştırmalar,
propagandaya dayalı ideoloik bir
muhteva kazanmıştır. Ne yazık ki bu
gün, yukarıda belirtilen soruların
cevapları aranırken araştırmacılar,
etnisite sorununun kendisinin stratejik oluşu nedeniyle, bunun ağırlığı
altında çalışmalarını yürütmek zorundadırlar. Ancak buna rağmen yapılan
araştırmalarda elde edilen tarihsel ve
kültürel verileri, günümüz toplumlarındaki muhtelif dışavurumların
görünür, algılanabilir unsurlarıyla test
etmekte fayda vardır. Yöntem olarak
bu günün toplumunun üretim biçimi,
sanat, folklor, kültür, din ve politika
boyutlarında oluşturduğu kendini
gerçekleştirme- ifade durumlarından geçmişe bir projeksiyon yapmak,
araştırmacıların işini kolaylaştıracaktır. Bu nedenle, bahsedilen alanlarda,
Zazaca konuşan Alevi Kızılbaş toplu-
lukların kendilerine ilişkin yaptıkları
değerlendirme ve tanımları bir başka
ifadeyle kendilerine ilişkin algılarını ne kadar geriye götürebildiğimiz
önem arz etmektedir.
Bu gün bölgede yaşayan insanların
bir bölümü; iktidar uygulamalarının doğurduğu toplumsal muhalefeti
baskılama, kantrol etme ve yönetme
çabalarının yarattığı yanlışlıklar
ve Kürt milliyetçilerinin bölgedeki
yoğun çalışmaları nedeniyle, kendisini artık Kürt olarak tanımlamaktadır. Öte taraftan önemli bir kısmı
ise, tarihsel geçmişinden gelen bir
duruşla, kendisinin Kürt olmadığını
ifade etmektedir. Bu nedenle, toplumun yakın tarihte oluşmuş bulunan
kendisine ilişkin algılarının tarihsel izlerini sürmek bizi en objektif
bilgiye ulaştıracaktır. O halde, bu
günden geçmişe gideceğiz. Bu günkü
algıların geçmişte izlerini süreceğiz.
Burada kritik öneme sahip algılar,
kültürel veriler ile politik tutumlardan hareket edeceğiz. Sıralayalım:
2.1. Algılar/Kendini tanıtma, tanımlama
İnsanların içinde yaşadıkları toplumsal varlık alanı ve bu varlık alanının kendileri üzerindeki etkilerine
ilişkin görüşleri, onların algılarını
oluşturmaktadır. Algıların oluşumu
üzerinde değerlerin önemli bir etkisi
vardır. Bireye hangi davranışının iyi,
doğru, arzulanan davranışlar olduğunu ortaya koyan ve gurup tarafından paylaşılan ölçüt ve düşünceler
değer kavramı içinde yer alır (Uluğ,
1999;86) Değerler, olaylara nesnelere
ve çeşitli olgulara karşı tutumlarımızı ve davranışlarımızı yönlendirir ve
bu konudaki algılarımıza kaynaklık
ederler. İnsanın kendisi ve ya kendisinin de içinde yer aldığı toplumsal birimi nasıl tanımladığı, kendine ilişkin
algısını oluşturur ki bu, kendini etiketleme, tanımlama olarak özetlenebilir. Bu nedenle, Alevi Kızılbaşların
kendilerine ilişkin algılarını oluşturan
kimlik etiketlemelerini irdelemek
gerekir. Bu ise Alevi Kızılbaşların
kimlik algısına götürür bizi.
Kimlik dar anlamıyla “Bir ferdin
benlik duygusu veya kendini bilmenin bir yansımasıdır. ‘Ben’ veya
‘Biz’, ‘Ben’i ‘Siz’den ayıran özelliktir. Bu açıdan bakıldığında, fertler
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
birden fazla kimliğe sâhip olabilirler:
Kültürel kimlikler, siyasal kimlikler,
ekonomik kimlikler, bölgesel kimlikler gibi…”
Kimlik kavramı psikolojik anlamda
bireyi başkalarından ayırt edici özeliklerin bütünü olan kişilik kavramından farklıdır. Kişilik temelde bireysel
farklılıklar üzerinden ferdin toplumsallaşma sürecine katılmada gösterdiği özgün davranışları, kimlik ise
bu davranışları çerçeveleyen genel bir
toplumsal form olarak algılanmalıdır.
Bu nedenle kimlik, bireyin kendisiye toplumsal varlık alanı arasında
işleyen sürece ilişkin bir algı ve bu
algının toplumsal alana geri yansımasıdır.
Bu gün bölgede yaşayan çeşitli
topluluklar(Aşiretler) kendilerini Kızılbaş olarak tanımlamakta, kimliklerini Kızılbaşlıkla etiketlemektedirler.
Bu algı oldukça eski ve tarihsel bir
kimlik algısıdır. Buna karşı aşiretlerin
çözülmesiyle beraber giderek aşiret
bağlarından kopmuş ve son yıllarda
güçlenen Kürt siyasal hareketlerine
katılmış çeşitli unsurlar kendilerini
Kürt olarak etiketlemektedirler. Her
iki algıdan en eski ve yaygın olanı Kızılbaşlık olduğundan biz, bu
algının tarihsel izlerini sürerek, Alevi
Kızılbaşların etnik kökenine ulaşmaya çalışacağız
2.1.1. Zazaca Konuşan Alevi Kızılbaşların Kimlik Algısı: “Biz Kızılbaşız” “Biz Kürt değiliz” “Aslımız
Horasan’dan gelmedir.”
Bu gün yukarıda tarihsel coğrafyasını
çizdiğimiz yerlerde yaşayan topluluklar genel olarak kendilerini Kızılbaş olarak tanımlamakta, asıllarının
ise Horasan’dan geldiğini söylemektedirler.
Kızılbaş kavramı, esas olarak Türklerin tarihi coğrafyalarından başlayan
Anadolu’ya göç istikametlerinde karşılaştıkları çeşitli din, mezhep ve kültürlerle karşılaşma sürecinde Şamani
özelliklerini uydurdukları toplumsal
muhalefet birimleriyle etkileşme-İslamlaşma sürecinde dinsel, siyasal ve
etnik kökene işaret eden bir kavram
olup; Melikof (2006)’a göre Alevilerin
tarihteki adıdır .
Kızılbaşlık, İslam’ın Irak, İran ve
Maveraünnehir bölgesinde yayılışı
sırasında uyguladığı şiddet ve asimilasyon politikası karşısında Arap
istilasının önünden kaçarak Türki
coğrafyaya sığınan çeşitli toplulukların ürettiği bir toplumsal muhalefet
kimliğidir. Öyle ki, Arap istilası
Horasan ve Türki coğrafyaya yöneldiği alanda başta Şamanizm olmak
üzere İran dini Zerdüştlük, Hristiyanık, Mani ve Buda dinlerinin iç
içe geçmiş; çeşitli dinler ve bu dinsel
inanışa sahip toplulukları da içine
alarak, İslamın yayılışı karşısında bir
muhalefet yaratmıştır. Bahsedilen
muhalefet, İslam’ın ezici ağırlığında
bir süre sonra İslam inanç dairesi
içine girerek kendine özgü bir inanç
sistemi haline gelmiştir. Bu inanç
sistemi bir süre sonra siyasal bir
hareket haline gelmiştir. Din temelli
bu siyasal hareket, Kızılbaşlık olarak
tanımlanmış ve algılanmıştır.
Kızılbaş teriminin; ünlü İslam bilgini Ebul Vefa’nın beyaz sarığının
üzerine kırmızı bir şerit ile kızıl bir
kuşak takarak, islam şeriatçıları ile
tartışması ve bu yüzden de Kızılbaş olarak anılmasından doğduğu
söylenmektedir. Bu durum Kızılbaşlığın doğduğu tarihi coğrafya
olarak Horasan’a işaret etmektedir.
Abdülkadir İnan’ın verdiği bilgiye
göre, Kızılbaşlık, Şamanizm’den
gelmektedir. İnan’a göre, Şaman
külahının esas kısmı üç karış uzunluğunda kırmızı kumaştan idi. Nitekim, Osmanlı şehir toplumlarında
da Mustafa Akdağ’ın da belirttiği
gibi “kızıl börklü sipahiler”in bulunması, Kızılbaşlığın daha ziyade
Türklük ile ilintili olduğunu göstermektedir. Bu durum İrene Melikof
ve Bruinnesein tarafından da tespit
edilmiştir. Melikof’a göre, “Kızılbaşlar XV ve XVI yüzyıllarda ilk
Safaviler olan Şeyh Cüneyd, Haydar,
ve Şah İsmail Taraftarı Türkmen
boylarıdır” Bruinnessen’e göre de “
“Safevi şeyhlerin taraftarlarına, inanç
değiştirip aralarına katılan bazı Türk
aşiretlerinin kullandığı başlıktan dolayı Kızılbaş denilegelmiştir” Yine
Bruinnessein, “Aslını İnkar Eden Haramzadedir” başlıklı yazısında şöyle
yazıyor: “Ritüel dili olarak neredeyse
tamamen yalnız Türkçe kullanan ve
hatta çoğu Türkçe aşiret adlarına
sahip olan Kürtçe ve Zazaca konuşan
Aleviler’in varlığı bir çok yazarın
izahat kabilinde hayal gücünü meşgul
etmiş bir vakadır. Hem Türk, hem de
Kürt milliyetçilerinin bu grupların
muğlak kimliklerini kabul etmekte
güçlükleri olmuş ve bunlar sıkıcı ayrıntıları örtbas etmeye çalışmışlardır.”
Her ne kadar sıkıcı ayrıntılar örtbas
edilmeye çalışılsa da Zazaca konuşan Alevi Kızılbaşların, ritüel dilleri
ile ve aşiret adlarının Türkçe oluşu;
diğer kültürel unsurlarının benzerlik
göstermesi, onların etnik kökenine
işaret etmekte ve Türklükle illiyetlerini ortaya koymaktadır.
Öte taraftan Kızılbaşlığın doğduğu
coğrafya da artık belirgindir. Bahsedilen Coğrafya Safavi’lerin etki alanında bulunan Horasan, Azarbaycan
ve Anadolu arasındaki tarihi coğrafya
olup çıkış merkezi olarak Horasan’a
işaret etmektedir. Bu nedenle Alevi
Kızılbaşlar, asıllarının Horasan’dan
gelme olduklarını her platformda
söylemektedirler. Zazaca Konuşan Alevi Kızılbaş Hormek aşireti
yöneticisi Mehmet Şerif Fırat, aşireti
Hormek’lilerin Kürt olmadıklarını,
Horasan’dan Anadolu’ya geldiklerini
belirtmektedir.
Yine kendisi Zazaca Konuşan Alevi Kızılbaş olan araştırmacı Ali
Kaya’da Dersim aşiretlerinin, Horasan bölgesinde yer alan Deylem
bölgesinden geldiklerini iddia etmektedir .
2.1.2 Kültürel veriler: Konuşulan Dil
(Zazaca), Ritüel Dil (Zazaca) Aşiret
ve Yer Adları (Türkçe), Folklor ve
Sanat
Alevi Kızılbaş kitlelerin konuştuğu dilin Zazaca oluşu, buna karşın
ritüel dil olarak Türkçenin aşiret ve
yer adlarının Türkçe oluşu ile İnanç
sistemlerinin şamani özellikler taşıması gibi kültürel veriler bu kitlelerin
Türklükle illiyetini kuvvetlendirmekte, Kürt oldukları yönündeki iddiaları
sarsmaktadır. Öncelikle hemen şunu
söyleyelim ki, Zazaca bu gün İran,
Irak ve Türkiye gibi geniş bir alanda
muhtelif topluluklarca konuşulan
bir dil olup, bu geniş alanda yaşayan
toplulukların etnik kökenine işaret
etmektedir. Zazaca konuşan, Türk
ve Kürt’ten ayrı, müstakil bir etnik
kimlik tarihsel olarak var olmuş olabilir. Nitekim bu konuda hatırı sayılır
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
iddialar mevcut olup muhtelif çalışmalarla ortaya konulmuştur. Ancak
durum Anadolu’da Zazaca konuşun
Alevi Kızılbaşlar söz konusu olduğunda farklılaşmaktadır. Özellikle
Horasan’dan Anadolu’ya göç eden
ve Safeviler döneminde dinsel siyasal
bir hareket haline gelen Kızılbaşlık söz konusu olduğunda, Kızılbaş
kitlelerin etnik kökenini Kürtlük ya
da Zazalık dairesi içinde açıklamak
konusunda daha dikkatli olmak gerekir. Yukarıda bazı araştırmacıların
verdiği bilgilere dayanılacak olursa,
Kızılbaşların Türk olduğu açıktır.
Öncelikle Alevi Kızılbaş toplulukların Zazaca konuşmuş olmaları,
onların etnik kökenini açıklamakta
tek başına yetersiz kalmaktadır. Bu
nedenle mutlaka başka verilerden de
hareket ederek, bunların etnik kökeninin ne olduğuna gitmek gerekir..
Evvela, bu toplulukların Zazaca
konuşmuş olmaları durumu açıklanmaya muhtaçtır. Bu gün bölgede
yaşayan Alevi Kızılbaş kitlelerin
büyük bir bölümü, Dimilice de
denilen Zazaca konuşmaktadır. Bazı
araştırmacılara göre, Zazaca esasen Daylem bölgesinde Daylemi adı
verilen bir toplulukça konuşulan bir
dil olup Hint Avrupa Dil Ailesinin,
Kuzeybatı İran Dil gurubu içinde yer
almaktadır. Zazaca, Daylemlilerin bir
alt gurubu ya da onlarla ilişki içinde
bulunan çeşitli guruplar tarafından
Anadolu, ve Kuzey Irak bölgelerine
getirilmiştir. Bruinnessein, Güney
Kürdistan’da(Süleymaniye bölgesine) konuşulan Gurani’nin de Daylem
bölgesinden getirildiğini söylemektedir. Bruninessein’e göre, dilbilimsel
bulgular ve önceki yazılı metinlerde
her hangi bir şüpheye yer vermeyecek
biçimde Gurani dili bu bölgeye Hazar
Denizi’nin güneyinden geçen Deylemilerin bir alt gurubu ya da onlarla
ilişkisi olan topluluklar tarafından
getirilmiştir.” Yine Bruinnessein, bu
bölgede yaşayan ve Gurani konuşan
Huraamani’lerin de Hazar denizinin
güneybatısındaki bölgeden gelen geleneğe sahip olduklarını ve 20. Yüzyılın başlarında kendilerini Kürtlerden
farklı saydıklarını belirtmektedir.
Bunlar büyük olasılıkla Hurremi dinine mensup olanlar olup; tıpkı Anadolu’daki Kızılbaşlar gibi, Kızılbaş
inançları ile büyük benzerlik gösteren
dini siyasal bir hareket olan Hur-
remi’lerin bakiyeleridir. Bunlar da
tıpkı Kızılbaşlar gibi kendilerini Kürt
kabul etmemektedirler. Benzer Şekilde Ali Kaya’da Dersim Bölgesindeki
Alevi Kızılbaş kitlelerin konuştukları
Dersimce (Zazaca)’nın ve bu dili konuşan toplulukların Daylemistan’dan
geldiğini belirtmektedir. Daylemicenin Horasan, Anadolu ve Irak ve
İran gibi geniş bir çoğrafyada dağınık topluluklar tarafından konuşulan
bir dil olması ve Daylemistan’dan
çevreye yayılmış olduğunun tespit
edilmesi, diğer taraftan bu dilin
Afganistan’nın yerli halkı olan Gurluların dili ile benzerliği, Daylemici
’nin tarihi kökenine işaret etmektedir.
Buradan hareketle, Zazaca olarak
ifade edilen Daylemice’nin Kürtçenin
bir lehçesi olmadığı; ancak Kürtçe ile
tarihi ilişkiler nedeniyle etkileşim
içinde bulunan bir dil olduğu söylenebilir. Öte taraftan Daylemlilerin etnik
kökeni konusunda Minorski referans alınırsa, onların İrani olmayan
kavimlerle akraba olması kuvvetle
muhtemeldir. En azından şu anki tarihi veriler ışığında, bu gün Murat ve
Fırat nehirleri arasında kalan bölgede
yaşayan Alevi Kızılbaş aşiretlerin
Daylemlilerle olan tarihi ilişkisi tespit
edilmiş bulunmaktadır. Bu aşiretler
Daylemlilerin konuştuğu Dimilice
konuşmakta ve bu bölgede ortaya
çıkan Ali yandaşlığına bağlıdırlar.
Şu ana kadar belirtilen tarihi ilişkinin
anlamlandırılmasında her hangi bir
sorun görünmemektedir. Ancak Dersim bölgesi Varto, Maraş, Adıyaman
bölgelerinde yaşayan Alevi Kızılbaş aşiretlerin ana dilleri Dimilice
olduğu halde neden ritüel dil olarak
Türkçe kullanılmaktadır.? Bu durum
açıklanmaya muhtaçtır. Daylemilerin
İrani kavimlerle bir akrabalık ilişkisi
olmadığı yönündeki Minorkski’nin
iddiası temelinde düşünülür ise
Daylemliler ile Dersim aşiretleri
arasındaki ilişki ve Bruinnessein ve
Melikof’un bu aşiretlerin Türk olduğu tespitleri esas alınır ise, neden
ritüel dil olarak Türkçenin kullanıldığı açıklık kazanır. Mustafa Aksoy’un
doğru bir biçimde tespit ettiği gibi,
halkın geleneği son derece muhafazakar bir yapıya sahip olduğundan
en zor değişme uğrarlar. Bu nedenle
Türkler kuvvetle muhtemel, İslamlaşma esasında henüz Türki kimliklerini
sürdürmekte ve Türkçe konuşmaktaydılar. Daha sonra tarihsel göçler
sonucu gelip yerleştikleri coğrafyada
Zazacayı öğrendiler ve kullandılar.
Günlük hayatta Zazaca konuşulmuş
olmasına rağmen; ritüel dilde Türkçenin kullanılmış olmasının sebebi bu
olsa gerek. Veya kendileri, İrani bir
topluluk olmasına rağmen, İslamlaşma sürecinde İslami inanç çevresine
Türkler aracılığıyla katıldılar ve bu
nedenle Türklerin ritüel dilini sürdürdüler. Buradan Daylemlilerin Türk
olduğu sonucu çıkmamakla beraber,
Dersim aşiretlerinin, aşiret isimlerinin yerleşim yerlerinden bir çoğunun Türkçe isimler oluşu da dikkate
alınırsa en azından Kürt olmadıkları;
Türk kültürüne daha yakın durdukları
söylenebilir. Bu iddiayı güçlendiren
bir başka husus da inanç sistemleri
olan Alevilik ile Şamanizm arasındaki büyük benzerliklerdir. Bahsedilen inanç sistemlerinde dağların
doruklarının, ağaçların, Güneş ve
Ay’ın kutsal sayılması. Su’ya kutsiyet atfedilmesi; gelenek görenekler,
evlenme törenleri, yaşayış biçimleri,
folklorik oyunlar, müzik araçları; saz
çalınması, sazın aynı zamanda tıpkı
Şamanlarda olduğu gibi bir ibadet
aracı olarak kullanılması; ölü gömme
törenleri ile mezar taşları arasında
benzerlikler görülmektedir.
Mustafa Aksoy’a göre, etnoğrafya
eserleri sosyal gurupların veya milletlerin tarihi vesikalarıdır. Türklere
ait bu tarihi vesikalar içinde koç
koyun heykelleri, mezar taşı olarak
balballar önemli bir yer tutmaktadır. Balbalların kaynağı Orta Asya
ve Türk kültür coğrafyası olup, eski
Türklerin mezar taşlarıdır. Mustafa
Aksoy’un “Tunceli’de Koç-Koyun
Heykelleri ve Balballar” adlı makalesinde belirttiği gibi Alevi Kızılbaşların yaşadığı Dersim bölgesinde, bir
çok koç koyun heykeli ile mezar taşı
olarak balbalların bulunuşu, burada
yaşayan toplulukların Türk kültür
çevresi içinde yer aldıklarını göstermektedir.
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
XIZIRO‘KAL
Yitiqate Kırmanciye de Hazar Çevere Sere Sodıri
Munzır COMERD
Anadoliye ra bice hatanu Asya Düri yitiqate zafıne de Xızır esto. Xızıri, her
mılet xore eve çıme veneno. Kami çım
de "mordeme sata tengewo", kami çım
de "sevekdare dar u beri, kewe u bostaniyo", kami çım de ki çiyo de bino.
Sare Dersimi, Anadoliye de geçe şarqi
rawo. Ma wazenime ke naca de ero cı
bıfetelime ke ala no sare Dersimi Xızıri nas keno nekeno? Eke nas keno yine
çım de Xızır kamo? Şiya Xızıri yitiqat
u kulture dinede çutır asena, no çutır
sewle xo dano ra lavatiya dine ser?
Qe yitiqate sıma ro cı bıero qe meero,
sare Dersimi ke qeseykerdene musne
domanune xo, tewr verende domani
na qesa "Xızır"i musene. Ni ke domanu cene xo vırane vane "Xı,ur to mıre
pil kero!", nane ro vanü "Xızır to mıre
'kal kero!", duwa u recay kene vane
"Xızır to wayıre emre dergi kero!" Eve
na qeyde domani name Xıııri musene.
Domani ke hurdi hurdi feteliyayi ki
nafa hekmeta Xtzıri venene. Hard de
lulık ke bivene pi vano "Name ni Astore Heqiyo", hes ke biııene vano "Xızıri no kerdo hes", dare ke bivene vano
"Dara Xızıriya", gol ke bivene vano
"Gole Xızıriyo", ko ke bivene vano
"Mekene Xızıriyo", nisange ke bivene
vano "Nisange Xızıriyo". Domane sare
Dersimi iste nia bene pili
Eke heni ro sare Dersimi çım de Xızır zobinawo. Sare Dersimi, Tırki 'be
Kurdu ra ke Xızıri kamci çım ra venene, yi na çım ra nevenene. Yitiqate
Kırmanciye de Xızır, teyna "mordeme
sata tenge" niyo. Xızcr, Yitiqate Kırmanciye de fleqo. Heq, hazar u jü namune Xızıri ra jükeko. Name diye jü
"Xızıro 'Kal"o, jü "'Kalo Sıpe"wo, jü
"Aspare Astore Qıri"yo, jü "Wayır"o,
jü "Xızıre Bone Taseniye"o, jü "Xızıre Pırde Suri"yo, jü "Meymane Hewse Qızılbeli"yo, jü "Meymane Ana
Yemise"wo... ma neşikinme ke nine
eve mardene bıqedenime.
Xııır, Yitiqate Kırmanciye de Wayıro. Wayın ki Yitiqate Kirmanciye de
jü niyo. Xızır, Yitiqate Kınnanciye de
Astare Deste Sodıriyo. Yitiqate sare
Dersimi de cae seri Xızıri dero. Xızır,
Wayıre" sare Dersimiyo. Xizır, yitiqate
Dersimi de Wayıre dinawo, ama yiti-
qate dinede tek Wayn ki Xı.zır niyo.
Wena Yitiqate Kırmanciye de Wayıre
ç'ei esto ke no sare çei sevekneno; Wayıre Mali esto ke no mali sevekneno;
Wayıre Jiar u Diaru 'be Wayıre Kuresu
ra esto ke ni ki qome Dersimi seveknene.
Tavi ke Xizcr Wayıre serriyo. Yitiqate
Kırmanciye "düalist"o, no rındeni 'be
xıraveni sero vazno ra. Çıme rındeni,
roşteni 'be xereni de Kures, Duzgın,
Wayıre Jiar u Diaru 'be Wayıre Çei ra
esto ke sarre nine Xızıro. Çıme xıraviye, tariye 'be gıraniye deki Mordeme
Neweşiye, Mılakete Gıraniye 'be Mılakete Xıraviye este. Sarre nine Evdıl
Musawo. Ni, eskere Evdıl Musaye. Ni,
qe jü xıraviye beyizna di nekene. Evdıl
Musa Sereskere xıraviyewo. Xıraviye
'be rındiye ra boina jüvin de perodayis
dera. Xıraviye qe pe rındiyi neşikina.
Tavi heto binde ki raa Evdıl Musay de
eke bi tari loqme dane, cerene Evdıl
Musay vero ke wo eskere xo yine ser
meerzo, yinere xıraviye mekero.
Xızır ke va, mordem gereke Astore
Qıri ki biaro xo viri. Yitiqate Kırmanciye de Astoro Qır je şiya Xızıri dira
nevısino. Xızir mordemo de ciamerdo,
kokımo, herdisa xuya sıpiya de derge esta, kınce xo sıpeye, çüye ki dest
dera. Mordeme kokımi re tavi ke astor
lazımo. Astoro Qın ki je Xızıri sıpewo.
Coku sare Dersimi namune Xızıri ra
jüki "Sıpella" no pa.
Jiar u Diare Dersimi pey de jede name
Xızıri esto. Tae Jiar u Diare Dersimi
este ke nine pey de teyna name Astore
Qıri esto. Sare Dersimi Astoro Qır gol
de diyo gol kerdo Jiare, kemer de diyo
kemer kerdo Jiare. Astoro Qır Xızıre
'Kali ra nebırrno ra, qırvani kerde eşte
lıngune Qıri ver.
Coku, cem u cematune sare Dersimi de
ke bavay venga Heqi dane, kılama heqiye eve name Xızıri, Astore Qıri, Kuresi, Duzgıni kene ra cı vane eve nine
ki xelesnene.
Xızır, Wayıre çerx u pewraziyo, Wayıre hard u asmeniyo; Wayre ram u
comerdiyewo. Xızır, teyna mordeme
sata tenge niyo, verende mordeme sata
wesewo. Kami ke weşiye de Xızır ardo
ra xo viri, tengiye de ki Xızıri wo xo
viri ra neveto. Kami ke weşiye de Xızır
neardo ra xo viri, tengiye de jü pasqule
ki Xızıri eşta qena di.
Xızır albaze ğeribuno, piye bekesuno,
omede feqiruno, xelase xelasuno. Coku
Xızır boina dılxe kokımu 'be feqiru
dero. Xızıri de Cenet u Ceneme çino.
Wo hesave xo na dina de veneno. Kuyno dılxe kokıme de feqiri yeno to keno
yintam. Xora ke tı kokımu 'be feqiru re
wayır veciya, yine sero şiya, yine çık
ke waşt to da cı, to yi seveknay Xızın
ki varneno toro, jüya to keno hazare.
Ne eke to ke ri kokımu 'be feqiru neda,
yinere wayır neveciya, yi neseveknay
wo taw Xızın ki adıre mordeme nianeni sayneno.
Xızıri çım de ceni u ciamerd jüyo. Wo,
Qızılbel de ke Dewres Sılemani re biyo
meyman, Taseniye de ki Ana Yemise
re biyo meyman. Yitiqate Kırmanciye
de ceni u ciamerdi jüvini ra nebırmene ra, domanu ki neerzene hete pey.
Raa heqiye de kes nezano ke Heq kami
dero; ceniye dero, ciamerdi dero, domani dero?
Mıslımani be, Isewi be ni qe Heqe
xo nevenene. Ama sare Dersimi heni
niyo. Xızır, Dersim de Kemere Duzgıni dero, Jele dero, Gole Buyer Bavay
dero, Bağıra Sıpiye dero, Koye Qosani
dero, Yıxır Gol dero, Taseniya dewa
Bamasuru dero, Qızılbele dewa Kuresu dero... koti vace uca dero. To ke zerre Xızıre xo vıraşto, koti ke vace uca
Qıre xo rameno vere to.
Xızır, mordemo de zerrehirawo. Kami
ke piştige Xızıre xode mokem pe gureto, yira nexapiyo, mordemo nianen
şikino ke Xızıre xode çiye sero wereno ki. Dersimi ra Dewrese Xızıri ra
vato "Dersim ke qırr kerd tı koti biya?"
Qızılbel de Dewres Sıleman cıra vato
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
"Eskere Evdıl Musay ke erzeno ma ser
çıra mare wayır nevecina?" Kamci yitiqat de mordem Heqe xode nia je dı
bırau nano were?
Des u Dı asmu ra jü asme, sare Dersimi
Xızıre" xore bırrna ra. Nae ra "Asma
Xızıri" vane. Asma Xızıri, asma Gağandi ra dıme, ama asma Gucige ra raveri yena, worte ni dı asmu de manena.
Hesave qeleme(Miladi) ra ke 13'e va
(l3,Ocak), hesave mara(Rumi) 1'e asma
Xızıri vano. Na asme de çar heşti Roce
Xızıriyo. Roce Xızıri hire rociyo. Seseme, çarseme, 'poncseme roce cene,
yene qırvanu kene. Sare Dersimi pero
zerre jü heşti de Roce Xızıri necene.
Ca 'be ca ,dewe 'be dewe, ucağe 'be
ucağe, aşire 'be aşire herkes na çar heştu ra jü de ceno. Tavi, asma Xızıri de
Xızır vecino meymaniye. Xczır ke dinere kamci heşt de biyo meyman, yiki
Roce Xızıri wo heşt de cene.
Fikre Xıııri 'be kerdena Xızıre Dersimi, ma no nusto kılm de şikinme ke nia
hunde qale cı bime. Xızıre Dersimi ke
nia yeno meydan, eke heni rö no sewle
xo çutır dano ra lavatiya sare Dersimi
ser?
Verende kokımune Dersimi ra bicerime. Kokıme Dersimi ke herdise verdane meqes pa nenane. Çıra? Xıziro 'Kal
meqes herdisa xora nenano coku. Yi
ki wazene ke je Xızıre xo bıase. Jü ke
meqes na herdisa xora pe di kay kene,
vane "Herdiso kırrık!"
Verende herkesi waştene ke jü astoro
de qır bonco bıne xo. Xızır, Astore Qıri
serowo coku.
Sare Dersimi verende kınce sıpi kerdene pay. Coku, İhsan Sabri Çağlayangil
sare Dersimi ra "Beyaz donlular" (tumane sıpiyini) vano. (İ.S.Çağlıyangil,
Anılarım, Güneş Yayınları, s.45) Xızıre sare Dersimi sıpe gureto xorâ, coku
yine ki sıpe kerdo pay.
Berime xort u çenekune ma.
Xızır çutır ke tenganiye de reseno mordemi, gence ma ki na qeyde Xızıre xo
yemişe lavatiya xo kene.
Xızır çutır ke koto dılxe kokımu 'be feqiru yi sevekne, gence ma ki feqir u fıqaru seveknene, dewucune behardi seveknene, "proleterya" seveknene. Kam
ke hete ninede niyo yide dane pero.
Tavi; Xızıre mordemi ke isyankar bi,
seveta kokımu 'be feqiru ra adıre mordemi sayna, qome di ki vazeno ra seveta "proleterya" ra adıre sari sayneno.
Ma kami ra se vacime?
Xızıro ke ceni u ciamerd jü çım ra di,
qome di ki vazeno ra seveta heqa ceni-
yu lez keno. Wazeno ke ceni endi şiya
ciamerdu ra veciye, heqe ceniyu 'be ciamerdu ra çırpa jüvini de be.
Mordemo ke Xızıre xode na were, vazeno ra dewlete de ki nano were, hukumati de ki nano were vano "Sıma
naca de neheqeni kene!", yaki "Ma tam
demoqırasi wazeme!", "Ma adalet wazeme!", "Ma zulım newazeme!"
Xızıre mordemi ke xıraviye de, tariye
de, neheqiye de da pero; qome di ki
vazeno ra xıraviya cemati de, fikirune
tariyu de, neheqiya hukımdaru de dano
pero.
Şiya yitiqate sare Dersimi her dewır de
eşto lavatiya dine ser.No vijeri ki heni
bi, ewro ki heni ro. Tavi ke yitiqate
dine ewro teyna Xızır niyo, Yitiqate
Kırmanciye niyo. Sare Dersimi Yitiqate Kırmanciye 'be Elewiyeni ra girena
jüvini. Yitiqate dine, senteze ni dı yitiqatuno. Yi, naca de ki raa Xızıre xode
şiye. Qayt biye ke E)ılibeyt re neheqeni
biya, Hz. Eli re neheqeni biya, Des u
Dı Yimamu re neheqeni biya coku hete
dine gureto. Ma Xızın ki hete kokımu
'be feqiru de nebi? Mordem gereke
nae ki bızano ke Xızır zerre Elewiyeni ra neveciyo. Koka ni çand hazar
sere xori de sona. Tırki vane "Yitiqato
mawo 'kan name xo Şamaneniya." Kurdı ki vane "Yitiqate mawo 'kan name
xo Zerduşteniya." Sare Dersimi ki qa
Elewiyeni ra raver beyitiqat nebi. Kes
nezano ke Xızıri yitiqate sare Dersimi
de çand hazar seriyo ke ca gureto. Xızıro ke sare Dersımi cıra vano "Heqo",
yi "Weyır" veneno yitiqate jüıiı hazar
seri niyo.
Çutır ke ma nusna, sare Dersimi Xızıri
eve na çım veneno, wo ki sewle xo nia
dano ra lavatiya dine ser. Sare Dersimi
teyna eve zone Zazaki ra ne, eve yitiqate Xızıri ra ki ğezna kulture Anadoliye re kifato de hewl kerdo. Anadoliye
pe nine xo bıgoyno
Sare Dersimi Elewiyeni re zaf xızmete kerda. Anadoliye de ke "Dersim"
va Elewiyeni, Qızılba,seni yena ra
mordemi viri. Dersim ra des u dı ucağe Elewi, hem sare Dersim re hemı ki
sare dorme Dersimre xızmete dane. Qe
Tırkki , qe Kırdaski , qe Zazaki qesey
bıkere pire Elewiyune Şarqi tede Dersim rae. Sare DersiKrıi Zazaki qesey
keno ama; sare Elewi kam beno bıbo,
qe Tırkki , qe Kırdaski qesey kero ni
xo sero marde. Mavene nine jüvini de
zaf gemı biyo. Çeney de jüvini, jüvini
ra çeney gurete.
Kamci zon qesey kene bıkere Elewi
gereke bıere jü ca, jüvini de bicere ra.
Şoveneniya mıleti kamci het ra yena
bıero, jiyan dana yitiqate E'lewiyeni.
Şoveneni ki Tırkiya de teyna Tırku ra
nina, jüyo ke na fikir dero ma çım de
xelato. Şoveneni gereke ma caverdime.
Anadoliye hardo de hirawo, kam beno
bıbo ma hatan nıka naca pia vınetime,
naera tepia ki gereke pia vınderime.
Anadoliye welate ma peruno.
Ma ke mecuma "PİR"i diye zaf bime
sa. Çıme ma raa "PİR"i ra şi. "PIR"
ame, tenga "talıvu" biye mokeme.
Heq xer kero!
Xızır emre "PİR"i derg kero!
Xızır "PİR"i destu ver mekero!
"Çeneka mı tora vanu, veybıka mı tı
bıhesne!"
Hukumate mıno demoqırat tı nae mece
xoser!
Kaynak:
P İ R Dergisi Sayı 3 Ağustost 1995
İstanbul
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yol
Sözcükten
Uludur
“Ey Mısır! Gelecek kuşaklara senden
hatıra olarak sadece inanılmaz masallar kalacak ve seninle ilgili olarak
geriye taşlara oyulmuş kelimelerden
başka bir şey kalmayacaktı. Ancak
bunlar bile yüzyıllar boyunca seni
ölümsüzleştirmeye yetecektir.”
Hermes
Yol sözcükten uludur ve bağlama
Hermes’in sesidir, Nil’de asasını
bırakan Hermes Turna kuşu olup diyar
diyar dolaşır ve Kaygusuz Abdal da
Anadolu’dan kalkıp bu sesin peşine
düşer. Amacı kutsal sözün efendisi
ve kutsal sırların sahibi Hermes’le
bir olmaktır. Kaygusuz’un tek amacı
vardır o da İskenderiye limanında
hamallık yapan“Bir beden içinde
barındığı için utanan” Ammonius
Saccas gibi ışıkla bir olmak ister
ve yola koyulur, gözü yükseklerde
değildir. Kim bilir belki de Pir Sultan Abdal bu sözleri Kaygusuz için
söylemiştir; “Hazreti Şah’ın avazı,
Turna derler bir kuştadır. Asası Nil
Deryasında, Hırkası bir derviştedir.”
Kaygusuz, Hermes’e doğru çıkan
yolculuğunda Mısır’da dört tane
dergâh kurar. Bu dergâhların en
büyüğü Kahire yakınlarındaki Mukattem Dağındadır. Kahire, dünyanın
en uzun nehri olan Nil vadisinde
kurulmuş ve Mısırlılar için tüm
şehirlerin anasıdır. Işık kültünün
kenti Kahire ölüm ve yaşamın da
kentidir. Bu güneş kenti aynı zamanda
inisiye merkezi ve insan-ı kâmil-i
aramanın yeridir. Abdal Musa’nın
dervişi, bedeninden utanan Kaygusuz, kıldan köprü yapıp kullarını o
köprüyle terbiye eden, Tanrı’ya kafa
tutmuş Mukattem’de kurduğu dergâhın
çilehanesinde Hermetik ritüellerle
etrafına yaktığı çerağlarla pirini arar.
Hermetik İkrar Ayininde rahip adayı,
dört tane sınavdan geçmek zorundadır.
Bu sınavlar dört kapıya açılan dört
element sınavıdır; hava, su, ateş ve
toprak.
Alaiye Beyinin bedenine sığmayan
oğlu da önce bu sınavlardan geçer. Bu
sınavlardan geçmeden önce nasıl bir
Cennet Bilek
çocuktur?
Alaiye beyinin oğlu Gaybi, avlanmaya çok meraklıydı. Bir gün gittiği
geyik avının hayatını değiştireceğini
kuşkusuz bilmiyordu. Attığı okla
bir geyiği koltuğundan vurur. Yaralı
geyik kaçtıkça Gaybi arkasından
koşar. Geyik kaçarken Abdal Musa'nın
dergâhına girdi. Gaybi de arkasından
dergâha girer. Gaybi, dergâha girip
dervişlerden geyiğini sordu. Dervişler
görmediklerini söyleyince aralarında
tartışma başladı. Olaya Abdal Musa
müdahale etti. Koltuğunun altından
kanlı oku çıkararak Gaybi'ye gösterdi.
"Oğul attığın ok bu mudur?" diye
sordu. Gaybi okunu tanıdı ve Musa'ya
bağlandı.
Bu bağlanış Alaiye beyinin hiç hoşuna
gitmedi. Oğlunu dergâhtan kurtarmak istedi ama Gaybi “Musa'dan
ayrılmam.” dedi. Alaiye Beyi, Teke
(Antalya) beyine başvurarak oğlunun
kurtarılmasını istedi. Teke beyinin
gönderdiği ordu Musa’ya savaş açtı ve
yenildi. Böylece Gaybi dergâhta kaldı.
Kaygusuz adını aldı.
Kaygusuz kırk iki yıl dergâha hizmet
etti. Bazı rivayetlere göre Kaygusuz
Mısır’a gitmeden önce Rumeli'yi
dolaştı. Edirne, Yanbolu, Filibe
ve Manastır'da bulundu. Kahire
yakınlarındaki Mukattem dağında
kurduğu dergâhta hakka yürüdü.
Abdal Musa gibi halifesi Kaygusuz
Abdal da Bektaşiliğin kurucularından
sayıldı. Yunus Emre'nin açtığı yolda
yürüdü. Hem aruz hem de heceyle
şiirler yazdı.
Kaygusuz Tanrı’ya sitemini şu
dörtlüklerde anlattı.
“Erliği ile anılır
filan oğlu filan deyü
anan yoktur atan yoktur
sen benzersin piçe tanrı”
…………………………….
“Kıldan köprü yaratmışsın
gelsin kulum geçsün deyü
hele biz söyle duralım
yiğit isen geç e tanrı”
…………………………….
“Bakkal mısın teraziyi neylersin
işin gücün yoktur gönül eğlersin
kulun günahını tartıp neylersin
geçiver suçundan bundan sana ne”
Ezoterik felsefeye yaslanan şiirlerinde
yobazlıkla sofuluğu nükteli bir
anlatımla taşladı. Bektaşiler arasında
büyük saygı ile anıldı ve Bektaşi
uluları arasına girdi. Hemen hemen
bütün Bektaşi dergâhlarında bulunan
ve Kaygusuz'a ait olduğu kabul edilen
bir resimde bir yılan, bir akrep ve bir
Arslan, ayakları dibinde ona boyun
eğmiş olarak tasvir edilmiştir. Ölüm
onu utancından kurtarmış ve yolu sır
etmesini sağlamıştır.
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
T EP iYA
ZON İ
SERO
15.02.2012 de nusnaniyese mıno qe
na dergiye de wejiya, mı zone ma sero
nusnawi. Ez wanu qe tepiya zoni sero
wındine, zoni sero bınusnine. Çiqe mesele zoni zaf muimo. Seweta na meselira gore, hona watena mı esta, fıqıre mı
esto.
Cane qe harde dina sero hata nıqa peyda biye, werte na canude isan, hesneno,
fam keno,herçi wırazeno ano meydan.
Nayera gore isan na canu perünara berzo, perüne serawo. İsan werte zu komelide derde xo,mereme zere xo, fıqıre
xo,mecmuro qe,qesey bıkero, wazone
qe, isanoqe wera ye isaniyo, o isani qi
ey fam bıkero.
Nayera gore isan mecmur mendo, zuwini hesnayene’re, qesekerdene’re u
fam kerdene’re, çare keno saye weneno.
En werinde ewe belikerdene’ra, beçıqera, destra, hereqete hermira zuwini de
qesey kerdo, zuwini fam kerdo. Ewe na
torera tayena qe rawer şiye, ora dıme
ewe wengra, jiwatiyera, tenena werte
xode zuwini fam kerdena xo biya rınd.
Dolımo peyende,fıqıre xo, mereme xo,
zonayeniya xo ewe zonra ardara zon,
zuwinide qesekerdene mıso. Endi isani
her çiye xo zonra qesey kerdo zuwini
fam kerdo.
maa komeliya maa mıletiya.
Zon ze caniyo, yeno dina, beno rınd,
beno delal, isan nusneno, waneno, qesey keno, ora dıme mıreno. Yane beno
wini qedino sono.
SAİT BAKŞİ
bene. Hama werte na hunde zonura ancax qe 118 (seudesuheşt) zoni, dugelure
biye zon, biye resmi. Wanine, nusnine,
qesey bene. Ne zoni e dugelure biye
resmi zon, zonune binu sero, biye hukumdari, zone bini gurete bıne deste
xo. Zone bini newaniye, nenusniye, qesey nebiye. Tabi naqi politiqa ye dugelina. Wazene qe ye zonune binu, wertera
wedare wini kere. Ya qi bıwurnene (asimile).
Hen wajino qe, waxtera tepiya 6800
ferqli zoni harde dina sera bene wini
darine we,mırene sone. Nayera gore
isan fıqırino qe, dema qe roz zone, riye
dina sera darino we, beno wini sono.
Na taliqe zone kırmaciye sero qi esto.
Çıra qe
Hen wajino qe, waxtera tepiya 6800
ferqli zoni harde dina sera bene wini
darine we, mırene sone. Nayera gore
isan fıqırino qe, dema qe roz zone, riye
dina sera darino we, beno wini sono.
Na taliqe zone kırmaciye sero qi esto.
Çıra qe enusnino, newanino, qeseynebeno. Mıleto kırmanc qere qe zone xo
bewair meverdo. Zone xore waireni bıkero, bınusno, bıwano, qeseybıkero, bızono qe, na taliqe zone xo sera wedaro.
Zon zaf çetın amo werte. Ewe rehetiyera werte niyamo.Ewe hazaru serura
dıme biyo rınd qesey biyo, nusniyo waniyo. Harde dina sero isanire biyo zon,
qesey biyo. Tabi zone her mıleti, her
isani zu niyo. Ferqli ferqli zon peyda
biyo amo werte.
Zon qe çinewi zu mılet tehet neno. Mılet neweno. Zu mıleti zon ano tehet,
keno mılet. Zon qe çinevi piyayen’ya ye
mıleti qi newena. Piyayen’ya ye zonı qi
newena (Dil birliği de olmaz.) Zu mileti qe zone xo kerd wini, xo wira kerd,
werte pelgune tarıxira sırmıs beno
sono. Be zon maneno be kultur maneno.
Hata roza ewroyene, zone qe harde
dina sero qesey newene, wertera dariye we biye wini merde şiye. İne qe
memorime,xerja dinera, harde dina
sero nıqa 3500-4000 hazari zoni qesey
Kulture zu komeli,je leya çınaro, Edebiyat u zonı qi uwa a lesa leya çınara.
Zon zu dugel wırazeno, ano werte. Zon
zu komeli keno komel. Zon zu mıleti keno mılet. Yane zon maa dugeliya,
Tore u kulture zu mıleti qe bixırawe,
adaleti qi ne maneno. Raa xo sas keno,
raa xeletera sono. Adalet qe rayera wejiya, o mıleti qi raa xo sas keno. Nezoneno qe sebıkero. Raa xo kotiro sona,
karu gure xo kata sono. Koka zoni tarixo. Coqa wajino qe je zoni towa qimetli
niyo, degerli niyo.
Zon qimete xo degere xo hen gırso,hen
berzo qe, adaletire lazımo. Fıqıriya’yenere lazımo. Hunermen’denire lazımo. Qesekerdene’re lazımo, seweqıtayene’re lazımo. Kes keşira jede, ya qi
kemi waire heqe mewo. Heqsıziye qi
mewo. Be zon isan çiye bese nekeno qe
bıkero.Be zon ison çiye nefıqırino.Çiqe
bıwo ewe zonra beno.Ewe zonra yeno
meydan.
Zu zon çıxa beno gırs, beno jede,çıxa
rawer sono,çıxa beno qız beno kemi,
çıxa peyser maneno, o mıleto qe o zon
qesey keno o mılet gere ge bızono.
Çıra qe waire ye zoni o mıleto. Ya rınd
wair wejino rawer beno ya qi qesey ne
keno, nenusneno, newaneno, nemıseno,
xowira keno, peyser beno, keno wini
wertera da nowe. Zu mılet qe zone xore
wair wejiyo, rawer bero, rınd kero, delal
kero, daha rındeq kero, biyaro werte.O
mılet kulturo de rındeqo delal tepiya
o zonra wırazeno, ano meydan, werte kulturune Dinade beno waire bare.
Kulturo rındo delal zono rındra wırajino, yeno werte, ye mıletire beno kultur.
Çıra qe zu isan zono qe qesey keno,
nusneno, waneno, kamiya xo hen zoneno. Zu Komeli qi, zono qe qeseykeno,
waneno, nusneno, kamiya ye komeli qi
o zonra beli bena. O zon kamiya ye komeliya.
İsan ancax qe zone xore isano. Zu isan,
soy sope xo, koqe xo, zone xora rawer
beno. İsan nezdiye xora, çıxa qe tenena
nezdiyo, xo rınd zoneno, Waxto qe werdora şiyo, eyi qi anora xo wiri hemi qi
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
hesneno. Zon na dı hetu ano rasneno pe
ora gore fıqır tepiya zonra yeno meydan. Zonı qi fıqıru ano meydan.
Zon rou cane zu mıletiyo. Zone zu mıleti
qe çino, o mıleti qi çino. Zone zu mıleti
qe çino, ruye ye mıletı qi çino.Çıra qe
zu mılet zonra beno zonaox, o zonayise
xo, tepiya zone xora kesey keno, dano
famker’dene, ano werte. Zon hen rawer
sono beno rınd, beno delal, her çide,
her cade, xo beli keno.Torede, odetude,
kulturde, qesekerdene’de, wano ez endi
zone sımaune, ez estune, mıleto qe mı
qesey keno, endi mıre wair wejiyone.
Ez endi amanete tüne, mı rınd bıseweq
ne, be zon, be kultur be kamiye memane.
Mılete ma, bırayene, wayene, xorte
ma, domone ma, ez wanu, zone Dersim
qaniye, ruye Dersimqaniyo, zone xore
wair wejime, bekes mewerdime. Zone
ma wini mewone.
Hata qe mesele de bini sero, tepiya
ameyme te het, hata a roze bımane weşiyede.
Dersimo, Dersimo,
Bıfeteliye caye çino,
Qome ma Qimet bızonime,
Reyna era ma dest nekuno.
Dersimi persena,
Werte çor kouno,
Tı kotıro qe niyadana,
Harde xo pıre jiyaru diyaruno.
İtaat Kültü ya da “Koro kami çımê to vet?..”
X. Çelker
“Ez xızmekarê çê xuya, ağaê teveriya!”
Sılêman Ağao Areyız
İtaat Kültü ya da “Koro kami çımê to vet?..”
Kuruluşundan beri işleyişi emir-komuta zinciri ile sağlanan zoraki devletin,
temel istemlerinden biri olan itaat kültü 12 Eylül Askeri Cuntası’yla daha da
katmerleştirilerek uygulandı. Yanısıra
Türk solu ve Kürt ulusal mücadelesi
içinde yer alan devlet karşıtı (!) bir çok
örgüt de bu türden uygulamalara karşı
gözükmekle beraber, örgüt kararlarını
eleştirmenin veya onlara karşı duruş
sergilemenin ihanet sayılıp yargılandığı bir mekanizmayla, fiilen uygulayıcısı oldu. Sonuç olarak yaşama tek perspektiften bakan, her şeyi siyah-beyaz
gören, gri tonları göremeyen, eleştirel
bakış açısından yoksun, itaatkar bir
kuşak yetişti.
Kendileri gibi düşünmeyenleri düşman
gören, taleplerine yönelik vereceği cevabı olmadığında ‘ajan-işbirlikçi’ ilan
eden, Türkiye Kürdistanı ile Dersim’e,
Dersim’in de özellikle 7604 m2’sine
kendisini haps eden ve ordan 814.578
km²lik yüzölçümlü Türkiye’nin devrim mücadelesi verdiğini idda eden
ve bu yaklaşımıyla savaşın özellikle o
bölgede yoğunlaşarak, o coğrafyanın
tahrip olmasına zemin sunan, devletin sopalarla öğretemediği asker dilini
ana dillerine tercih etmelerinde büyük
rol oynayan uygulamalarıyla, farkında
olarak veya olmayarak, kendileri devlete hizmet eden bu örgütler, amaçlarına uygun bir de genç kuşak yetiştirdiler.
“Önderlik çözümlemeleri”ni veya
“PMK-Kararları”nı
eleştirilemeyen
ilahi gücün kararları olarak sunan, tek
tipliliği, tek sesliliği, liderlik ve ilahlık
anlayışını yeşerten bu örgütler, ne yazık ki eleştirel bakışı engelledi, gençliği sorgulamaktan, eleştirmekten,
farklı düşünmekten alı koydu. Monist
anlayışın orjinalini rededen bir halkın,
kopyasına hiç mi hiç ihtiyaç duyamayacağını düşünmeden, ya bizden yanasın, ya devletten yanasın ikileminin
ötesinde bir alternatif bırakmadı.
Hele ki “roca tenge emrê xo kılmo”
misali bu tutumun yanlışlığı da kavrandı ve özgürlüğün, sadece devlet
politikalarına karşı çıkmak olmadığını
fark eden, kimseye sığınmadan kendi
platformlarını kuran, kendi kimliğin-
den taviz vermeyen, dilini önemseyen,
inancına tepkili olmayan, halkının yaşam felsefesini yadırgamayan, başka
alternatiflerin de olduğunu sezen, gören ve “ne sendenim, ne ondan, ben de
varım” diyen gençler de kendi kurumların da yer alarak geçmişle yüzleşmeye başladı.
Ve bu gençlik;
* ister devlet terörü ve güvenliği adına olsun, ister örgüt disiplini ve kararı
adına olsun her türden şiddete karşı
olduğunu beyan ederek, Dersim'de uygulanan bütün faili meçhul cinayetlerin açığa çıkarılmasını talep ediyor.
* Atatürk’ten İhsan Sabri Çağlayangil’e
kadar tüm devlet temsilcilerinin isyan
propağandası yaparak fiziki ve kültürel
soykırımı gerekçelendirmeye çalıştıklarını; Dersimin değerlerini politikalarına alet edip, "Katliam saldırılarının,
komplo ve oyunların devreye girmesiyle Dersim haklı olarak başkaldırdı,
isyan edip silaha sarıldı; direndi” diyen
örgütlerin kulağına da şamar atarcasına, canlı tanıkların “ biz 36’da silahları
teslim etmiştik, isyan falan etmedik,
bize yapılan Tertelê idi” dediklerini
haykırıyor.
*PKK-KCK'yı MİT'in yönettiğinin,
muhtarlar veya sofrasına bir parça ekmek getirme çabası içinde olanların
infazlarının adaletsizliğinin farkında
olarak, gücünüze güveniyorsanız ve
ille de şiddet diyorsanız barajları dinamitleyin, silah fabrikalarına yönelin
deme cesaretini gösteriyor.
“Dişe diş, kana kan, intikam!”, "Dişe
diş, kana kan, seninleyiz Öcalan!"
veya “İktidar namlunun ucundadır!”
diye diye birbirlerine benzeyen, şiddeti
tek çözüm olarak dayatanlara insan-i
kamillerimizin ezelden beri verdiği
cevaptır:
Heq kesi şaş mekero,
şaş keno kaş mekero,
kaş keno lêwlas mekero...
Xızır qomê ma belaanê nianêna ra bışevekno.
Kaynak:
http://www.jarudiyar.com/
yazarlar/1292-taat-kueltue-ya-dakoro-kami-cme-to-vet.html
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersime dair belge
Başbakanlık arşivinde yer alan belge,
Dersim olayları konusunda tarihi bir
yanlışı ortaya çıkardı. Belgeye göre,
Dersim olayları 1938 yılında değil,
1939’da sona erdi. Belgede, askerin
operasyon düzenlediği grupta çocukların da bulunduğu bilgisi yer aldı.
TUNCELİ - Başbakanlık arşivinde yer
alan belgelere göre; Dersim olayları
1938 yılında değil, 1939'da sona erdi.
Sözkonusu belgeler, açılan bir dava nedeniyle arşivden çıktı.
83 yaşındaki Ali Doğan, 1938 yılında
annesi ve iki kardeşinin de bulunduğu
20 yakınının Dersim olayları sırasında
öldürüldüğü gerekçesiyle Tunceli Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açtı.
Doğan, kendilerinden özür dilemesini
de istedi.
11 milyon 695 bin liralık manevi tazminat davası, devleti temsilen Cumhurbaşkanlığı'na açıldı.
Ayrıca Başbakanlık’a, İçişleri Bakanlığı' na, Milli Savunma Bakanlığı' na ve
ilgili kurumlara konuya ilişkin belgelerin gönderilmesi için yazı yazıldı.
Başbakanlık, bu talebin ardından konuyla ilgili belgeleri mahkemeye gönderdi.
Cumhuriyet arşivindeki belgelerin birinde, Tunceli'de 1938'de sonlandırıldığı bilinen askeri harekatın 1939 yılında
da devam ettiği ortaya çıktı.
Avukat Barış Yıldırım, "Bugüne kadar
Dersim askeri harekatının 1937 yılında
4 Mayıs'ta alınan Bakanlar Kurulu kararıyla başladığı, 1938'de devam ettiği
ve sonlandığı biliniyordu. Fakat gizliliği kaldırılan Başbakanlık Cumhuriyet
arşivindeki 2 Ağustos 1939 tarihli bir
belgeye göre, askeri harekat 1939 yılında da devam etmiş” diye konuştu.
Kayak: http://www.dersim.biz
'ÇOCUKLARI
BİLE PUSUYA DÜŞÜRDÜLER'
Avukat Barış Yıldırım'a göre belgeler
harekatta kadıların ve çocukların da
öldürüldüğünü gösteriyor.
Avukat Yıldırım, şöyle konuştu:
“Belgede 'Yılan Dağı’ndan kaçmak isteyen 40 kadar silahlı, 30 kadar çolukçocuktan oluşan haydutlar 38. Alay’ın
pususuna uğradı' deniliyor. Buradan
çıkan şu; Dersim’de yaşayan her canlının askeri harekatın hedefi olduğudur.
Çocukların bile pusuya düşürüldüğü
askeri harekattan bahsetmekteyiz.”
Cumhurbaşkanlığı'nın mahkemeye gön
derdiği belgede, savunma için ek süre
istendi.
Osmanlilar Devrinde
Dersim Isyanları
Jandarma Umum Komutanligi
Dersim Raporu
Kisaca JUK olarak Dersim
Arastirmalalarinda belirtilen
Aslinda
“Dersim Jenosidi El Kitabi”
olan bu rapor
Gizli ve zata mahsus
Kayit altinda 100 tane basilmis
Yazan
Kurmay Albay Burhan Ozkok
1937 Askeri Matbaa
69 Sayfa ve Ekte 3 Kroki
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
seyid rıza ve dersim
dosyasındaki bazı ayrıntılar üzetine
seyid rıza’ların idamı ve mezarlığı hangi yüksek iradenin eseri?
Hovsep Hayreni
meyeceğiz diye Atatürk bir gün sonra
Elazığ'a geldi. Treni gece kör makasa
çekmişler, uyuyormuş, kendisini uyandırmamışlar...” (13)
B ö l ü m (3)
SEYİT RIZA'LARIN İDAMI VE MEZARSIZLIĞI HANGİ YÜKSEK İRADENİN ESERİ?
1937 Kasım ayı ortasında Atatürk'ün
bölgeye yapacağı ziyarete yetiştirilmek üzere apar topar gece yarısı mahkemesiyle asılan Seyit Rıza ve arkadaşlarının nasıl bir yargı komedisinden
geçirildikleri İ. Sabri Çağlayangil'in
anlatımı sayesinde biliniyor. Dersim tartışmaları alevlendiğinden beri
Çağlayangil'in tanıklığı birçok yerde
yayınlandı. Bütününü tekrar buraya
aktarmak gereksiz olur. Ancak son durumda özellikle Atatürk'ün rolü tartışma konusu olup devletçi refleksler onu
temize çıkartmaya odaklandığı için
başka hususların yanında bu ziyaret ve
idam saf hasını da iyi bir mantık süzgecinden geçirmek gerekir.
Çağlayangil diyor ki “Biz mahkemenin
kararını Atatürk gelmeden önce vermesini ve geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk!
Ben bunu sağlamak için hükümet tarafından buraya gönderilmiştim”. Kendisini acil görevle bölgeye gönderenin
Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer olduğunu ve “Beyaz donlu
altı bin doğulu vatandaşımız Elazığ'a
dolmuş, Atatürk'ten Seyit Rıza'nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Bunların Atatürk'ün karşısına çıkmalarına
meydan vermeyelim” dediğini belirtiyor. (11)
İşin mantığı bu ise, sözkonusu istihbaratın Atatürk ile paylaşılmamış olması
mümkün değildir. Dersim harekatının
birinci aşaması tamamlanırken bölgeye teftiş gezisi yapmak isteyen Atatürk, hem öyle tatsız bir kitle baskısıyla karşılaşmamak, hem de “devletin
gücünü” daha iyi hissettirmek üzere,
idamların kendi ziyaretinden önce kotarılmasını bizzat tercih etmiş olmalıdır. Bunun böyle olduğu, idamlardan
hemen sonra Elazığ tren istasyonunda
Atatürk'ü karşılayan Çağlayangil'in
olayı ona rapor ediş tarzından bellidir. Orada Atatürk'e sürpriz gelen bir
durum yok. Bilgisi dışında yalnız bir
fotoğraf işgüzarlığıyla karşılaşır, ki
sakıncalı bulduğu o durumu derhal
gidermeye yönelik tavrı da, aşağıda
okunacağı üzere, bu yok etme olayına
hangi boyutta kendi irade ve ağırlığını
koymuş olduğunun resmidir.
Dahası Çağlayangil'in anlatmaktan
imtina ettiği başka hususlar da olabilir. Kırmanciya Beleke Dergisi Genel
Yayın Yönetmeni Serhat Halis'in “Gizlenmek istenen tarihi gerçek: Mustafa
Kemal Sey Rıza Görüşmesi” başlıklı
makalesinde (12) dikkat çektiği gibi,
14 Kasım gecesi Elazığ'da bulunan
Atatürk'ün kendisine diz çöktürme
maksadıyla idamından hemen önce Seyit Rıza ile gizli bir görüşme yapmış
olması da kuvvetle muhtemeldir. Gerçi
bu şimdilik kesin kanıtlanabilir olmaktan uzak; ama o gece Atatürk'ün Elazığ
yakınındaki Yolçatı istasyonuna varmış bulunması, treninin kör makasa
alınıp beklemesi, Seyit Rıza'nın mahkemeden iki adımlık idam yerine ciple
götürülmesi ve diğer mahkumlardan
sonra asılması gibi hususlar dikkate
alındığında, cipin onu önce Atatürk'le
görüşmeye götürmüş olduğunu düşünmemek elde değil. Maksadın hasıl olmadığı durumda öyle bir görüşmenin
sır olarak saklanması da doğaldır.
Çağlayangil'in idamlar infaz edilinceye kadarki tanıklığı bir çok yerde yayınlanırken, sonrasına dair anlatımı
basına pek yansımamış, biraz gölgede
kalmıştır. Şöyle bir girişi var: “Fakat
biz bu işleri belki zamanında hallede-
Bu ifade çok belirgin gösteriyor ki
Atatürk Elazığ'a gelirken orada “halledilecek işler”den haberdar. Sonra
Çağlayangil vagonda onunla görüşmesini anlatıyor. İdam edilenlerin sehpada sallanırken çekilmiş fotoğraflarını
gören Atatürk'ün teşhir amaçlı bu işgüzarlığa kızdığını, onları negatifleriyle birlikte imha etmeleri için emir
verdiğini, kendisinin koşup bu emri
yerine getirdiğini, kenara ayırdığı iki
örnekten birini Atatürk'e verip birini
onun müsadesiyle kendine sakladığını
belirtiyor.
Bu anlatımın biri yazılı, biri sözlü iki
varyantı var. Çağlayangil'in yazılı anılarında Atatürk'ün tepkisi adeta saf
insani bir kaygının ürünü gibi okunmakta:
“Bu sırada Atatürk seni çağırıyor dediler. Gittim, kahvaltı ediyorlardı.
Bana bir resim gösterdi. Seyit Rıza'nın
sehpada sallanırken resmi çekilmiş.
-Bu resim ne emniyet müdürü, dedi.
-Haberim yok, dedim.
-Öyleyse maiyetine hakim değilsin,
dedi ve ekledi.
-Çabuk git bu resmin negatifini bul,
basılanları imha et.
Gittim araştırdım. Bizim Macar Mustafa sivil polisimiz ben idam yerinden
ayrılırken bizzat resim çekmiş. Bir yerlerde bastırmış ve Şükrü Kaya'nın yaverine vermiş. Şükrü Kaya da Atatürk'e
iletmiş. O kısa konuşmada anladım ki,
Atatürk bu olayları detaylı olarak bilmiyor. Bu tür olayları da sevmiyor...”
(14)
Kayırmacı şekilde yazılmış bu muğlak
ifadeler bir şeyleri gizler gibi. Neyse
ki aynı Çağlayangil'in yine kendi ağzından alınmış ses kaydı bulunan röportajındaki anlatımı o örtüyü biraz
kaldırıyor:
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Macar Mustafa, Şükrü Kaya’nın yaverine, ‘Astık herifleri’ diye resimlerini
vermiş. O da kahvaltıda Atatürk’e göstermiş. Atatürk, fena halde sinirlenmiş,
beni çağırdı. Nedir bu rezalet? dedi.
Bütün Kızılbaşları ayaklandırır bu
resim. Herif seyyit. Peygamber sülalesinden, dedi. Öyle sümükleri akmış
beyaz sakalıyla, dedi. Git, derhal imha
et, dedi. Jandarmadan negatiflerini
bul, dedi. Gittik, bulduk jandarmadan
negatifleri imha ettik…”
(15)
Ancak konuyu kendisinden dinlemiş
bir yakın dostu bu işin aslını ve fotoğraf
imhasının mantığını biraz daha farklı
aktarıyor. Buna da Çağlayangil'in anlatımının üçüncü varyantı diyebiliriz.
Şimdi bu tanıklığı yapan gazeteci-yazar İsmet Bozdağ'a kulak verelim:
“Dostum İhsan Sabri Çağlayangil,
olayın bundan sonrasını bana başka
türlü anlatmıştı; yayımlanan hatıralarına başka türlü geçirmiş!.. Bana
anlattığında: İdam edilenlerin resimlerini kendisi çekmişti; kitabında, bir
arkadaşının çektiğini ve kendisinin
Atatürk'e götürdüğünü belirtiyor. Ben,
hatasını hafifletmek için yazdırırken
değiştirdiğini sanıyorum. Olayı anlatışı şöyleydi:
-Baktım, bir tarih içindeyim!.. Ürperdim. Birden olayı belgelemek geçti aklımdan. Hemen koşup Macar
Mustafa'nın fotoğraf makinesini aldım
ve asılanların birer fotoğrafını çektim.
Şehrin tek fotoğrafçısını uyandırıp filmi banyo ettirdim ve ikişer kopya bastırdım. Kopyaların birini Atatürk'e verecek 'Emriniz ifa edilmiştir' diyecek;
öteki kopyayı da kendime saklayacaktım.
Atatürk'ü getiren tren, istasyona girdi.
Trende yaveri görüp Atatürk'ü sordum:
'Kahvaltısını yapıyor, haber vereyim'
dedi ve biraz sonra beni vagona aldı.
Atatürk, hala kahvaltı masasındaydı.
Gece yarısı başlayan mahkemeyi, alınan kararları, Seyit Rıza'nın son sözlerine kadar her şeyi özetledikten sonra,
resimleri uzattım:
-İşte idam edilenler!..
Gazi, resimlere şöyle baktı ve bana
gözlerini hışımla dikerek sordu:
-Kim çekti bu resimleri?..
-Bendeniz paşam!..
-Negatifler nerde?
-Odamda paşam!..
-Başka kimsede bu kopyalardan var
mı?
-Hayır efendim...
-Şimdi gidip odandan negatifleri alıp
geleceksin... Şimdi, hemen!..
Neye uğradığımı bilemeden vagondan
çıktım. Koşup odamdan negatifleri alıp
vagona döndüm... Atatürk, aynı koltukta oturuyordu. Negatifleri ve kendim
için ayırdığım kopyaları uzattım. 'Hepsi bu kadar efendim' dedim.
Gazi negatifleri, bir bir gözden geçirdikten sonra, masada duran kahvaltı
tepsisine attı ve çakmağı ile tutuşturduktan sonra bana döndü:
-Gençsin!.. İyi düşünce ile ve belki de
tarihe vesika olur fikri ile bu resimleri
çekmişsin!.. Düşünmemişsin ki, bu resimlerini çektiğin insanlar toplumun
liderleri... 'Yürüyün!' demişler, binlerce insan gözünü kırpmadan peşlerine düşüp ölüme atılmışlar!.. Çocuk!..
Bunlar bayrak adam; bunlar bayrak!..
Senin çektiğin bu resim, ellerine geçse,
bu bölge yeniden isyana kıyam eder...
Sen, hem ateşi söndürmüşsün, hem
küller arasındaki kıvılcımlardan yeni
bir ateş tutuşturmaya çalışıyorsun!..
Bu olay, kulağında küpe olsun... İnsan
yaptığını bilmeli... Yorgunsundur, hadi
şimdi git dinlen!..
İşte Atatürk bu!..
Böyle demişti, İhsan Sabri Çağlayangil dostum bana... Ben de olduğu gibi
yazıya döktüm.
Bu yazdıklarımın incelenmesinden, bir
kitap daha yazılabilir... Fakat bu kitabın, okuyucularımın düşünceleri içinde yazılmasını daha yararlı buldum.”
(16)
İsmet Bozdağ'ın bu yazdıklarındaki samimiyetine inanmamak için bir
neden yok. Yakın dostunu yalancı çıkartmaya çalıştığı söylenemez. Fotoğ-
rafları çekenin kim olduğu önemli de
değil. Atatürk'ün tepki nedenine gelince, Çağlayangil bunu bir bakıma onun
teşhir edicilikten duyduğu rahatsızlık gibi gösterse bile, esas kaygısının
o yolla bölge halkında körüklenecek
isyankarlık olduğunu açık ediyordu.
İsmet Bozdağ'ın yaptığı tanıklık ise
sorunun aslında bütünüyle bu kaygıda
düğümlendiğini ve bayraklaştırmayı
önlemek olduğunu gösteriyor. Harekat
boyunca amigo basın aracılığıyla Seyit
Rıza ve arkadaşları hissesine yağdırılan hakaretler, rencide edicilikten kaçınma gibi bir duyarlılık taşınmadığının kanıtlarıdır.
Bölge halkı o dönem büyük çoğunluğuyla okur yazar olmadığı için yazılanların vehameti pek önemsenmezken,
darağacında sallanan cesetleri gazetelerde basmanın görsel etkisi biraz olsun önemsenmiş ve infial yaratmamak
için bundan kaçınılmış olabilir. Ama
eğer bu hususu idam edilenlerin cesetlerinin de yok edilmesiyle birlikte
düşünürsek, Atatürk'ün hassasiyetini
nasıl okumamız gerekir? Asılan liderlerin acı verici görüntülerini teşhir
etmekten insani anlamda bir kaçınma
mı? Böyle bir duygudan azade olarak teşhir ediciliğin yaratacağı tepkiden korku mu? Yoksa bunun o günkü
muhtemel yankısından da öte geleceğe
uzanacak manevi etkilerini hesaba katan uzak görüşlü bir temkin mi? Bunun
takdirini herkes istediği gibi yapabilir.
Ama kimse fotoğrafları imha ettiren
Atatürk'ün cenazeleri kaybettirme konusuyla ilgisi olmadığını ileri süremez.
Çağlayangil anılarında bu hususa hiç
değinmiyor, fakat Atatürk idamların
tam üzerine geldiğine göre, resimlerde gördüğü cesetlerin ne yapıldığını
da sormuştur herhalde. Velev ki önceden bunun talimatını da kendisi vermiş olmasın; hiç değilse yerinde teftiş
yaparken bu konuyla ilgilenmediği ve
habersiz kaldığı düşünülemez. Nasıl
ki fotoğraflar anında kendisine intikal
etmişse, cenazelerin ne yapıldığı da
bilgisine arz edilmiş veya henüz bekletilme durumundaysa 'ne yapalım?' diye
fikri alınmış olmalıdır. Bundan hareketle en azından o halletme tarzıyla
hemfikir olduğu yada bir itirazının olmadığı söylenebilir. İdam edilenlerden
geriye resim bile bırakmamayı önemseyen bir zihniyet, mezar mı bırakır?
İsmet Bozdağ'ın yeterince anlaşılır
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
şekilde ortaya koyduğu manevi hatıra
silme düşüncesini fotoğraf konusundan cenazelerin akibetine uzatırsak,
işte onun “fazlasını ben söylemeyim,
okuyucu kendisi tasavvur etsin” demeye gelen son sözünün sırrına ulaşırız.
Atatürk'ü yüceltme eşliğinde verilen
mesajın özü şudur: “Hükmünü her yere
tanıtmak ve baki olmak istiyorsan eğer,
sana itaat etmeyenleri öyle ezecek,
sembol isimlerini öyle yok edeceksin
ki, geleceğe bir hatıraları bile kalmasın, üzerinde ağlanacak mezarları bile
olmasın, bir miktar zürriyetleri devam
edecekse bile korku iliklerine kadar
işlesin ve bir daha asilik akıllarından
geçmesin!”.
Mezarsız bırakmayı akıl ettiren ruh
budur. Öne çıkan isim olarak Seyit
Rıza hakkındaki hüküm; kanunen belirli yaş haddini aşmasına rağmen ibret
vericilik adına canını almak olurken,
ilerde ziyaretgaha dönüşeceği kaygısıyla bir mezarının olmasına da müsade
etmemek olmuştur. Ama daha korkunç
olan, böyle hukuksuz bir tasarrufun,
ne yazılı ne sözlü, ne resmi ne de gayrı-resmi hiç bir açıklamaya konu edilmeden, sessiz sedasız kullanılmasıdır.
Bu öyle derin bir sırra dönüştürülmüş
ki, yetmiş küsür yıl sonra devlete yapılan çağrılar, en yetkili makamlara
yazılı başvurular bile duymazlıktan
geliniyor, havaya ıslık çalınıyor.
Bir devletin mahkeme kararıyla infaz
ettiği insanların naaşlarını yok edip
yıllar sonra bile hiç bir açıklamaya
kendini mecbur hissetmediği dünyanın neresinde görülmüştür? Sır olarak
kalan o cansız bedenler ne yapılmış,
gizlice bir yere mi gömülmüş, yakılıp
külleri mi saklanmış, her ne edilmişse
devletin gizli kayıtları içinde muhakkak bir yeri vardır. Bunun ortaya çıkarılması ve Dersim içinde anıt mezarlarının yapımına imkan tanınması devlet
adına özür lafını havada bırakmamanın ilk şartı sayılır.
11) İsmet Bozdağ, Kürt İsyanları,
2009, s. 123
12) Serhat Halis, Kırmanciya Beleke
- Nisan 2010 sayısı, aktaran Dersimnews.com
13) M. Kalman, Belge ve Tanıklarıyla
Dersim Direnişleri, 1995, s. 348
14) M. Kalman, age s. 348-349
15) Cengiz Çandar, Başbakan
Dersim'le 'Resmi Tarih'i Yırttı, Radikal, 24.11.2011
16) İsmet Bozdağ, age, s. 128-131
Av. Doğan:
Almanya’nın Dersim
katliamındaki rolü araştırılsın.
Pazar, 08 Ocak 2012 19:20 Gösterim: 103 konferans paneller. Dersim
katliamı ve Seyit Riza’nın anma etkinliğinde konuşan Av. Erdal Doğan Almanya’nın Dersim soykırımındaki rolünün araştırılmasını istedi.
Katliamda Alman yapımı gazların kullanılmış olma ihtimaline dikkat
çeken Doğan “Özür yetmez, Dersim soykırım kabul edilmeli. Bu konuda Avrupa’da yaşayan Dersimliler bize yardım etsin” çağrısını yaptı.
Ana Fatma Dergâhı ve Dersim Özgürlük İnisiyatifi Almanya’nın başkenti Berlin’de “Dersîm 1938 Xo Vîra Meke, Dersim 1938 katliamını-Direniş önderleri; Seyit Rıza ve arkadaşlarını anıyoruz” adıyla bir
etkinlik düzenledi. Yönetmenliğini Özgür Fındık’ın yaptığı “Kara Vagon” belgeselinin gösterildiği etkinliğe uluslararası alanda Dersim’in
soykırım olarak tanınması için çalışmalar yürüten avukat Erdal Doğan
katıldı.
Uluslararası hukukta “katliam” ve “soykırım” kavramlarının farkına
dikkat çeken Doğan “Soykırımın zaman aşımı yoktur. Katliamı yaşayan Dersimlilerin çocukları ve torunlarının bile hesap sormaya hakkı
vardır. Bu konuda sadece Dersimliler veya Kürtlerin değil, bütün insanlığın sorumluluk sahibi” diye konuştu.
Devletin bilinçli şekilde Dersim için ‘katliam’ sözünü kullandığını hatırlatan Doğan “Burada amaç; bir anıt dikip olayın üstünü kapatmaktan
başka bir şey değil. Dersimli kurum ve şahsiyetlerinin niyeti de budur.
Bizi davayı uluslararası arenaya taşıyacağız” dedi.
ULUSLARARASI DAVA SÜRECİ BU YIL BAŞLIYOR
Kasım 2010’da Berlin Eyalet Parlamentosu’nda düzenlenen Dersim
Konferansı’nda alınan karar gereği davayı uluslararası mahkemeye taşıma çalışmalarını sürdüklerini söyleyen Doğan devamla şöyle konuştu:
“Dünyadaki benzer davaları araştırdık, özellikle bu konuda deneyim
sahibi olan hukukçularla birlikte çalıştık. 2012 içinde bu girişimi başlatıyoruz. Dersim’de yapılan soykırımı uluslararası bir zemine taşıyarak,
orada yapılan gerçekleri çıkartmaya çalışacağız. Bu konuda özellikle
Avrupa’da yaşayan Dersimliler bize yardım etsin.”
Dersim katliamı sırasında Alman yapımı gazların kullanılma ihtimaline
dikkat çeken Doğan “Bu gazların aynısıyla Naziler Yahudileri katledi.
Önümüzdeki günlerde Almanya’nın rolünün araştırılması için çalışmalar yapacağız” diye konuştu. Fetullah Gülen cemaatinin Dersime farklı
politika izlediğini belirten Doğan, Dersimlileri uyardı.
Konuşmalar ve tartışmaların ardından 1937-1938 yılları arasında
Dersim’de yaşanan acıları anlatan ve yönetmenliğini Özgür Fındık’ın
yaptığı “Kara Vagon” belgeseli gösterildi. Etkinliğin sonunda sahne çıkan yerel sanatçılar, Dersim deyişleri ve müziğinden parçaların sunulduğu mini bir konser verdi.
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Adıyaman'daki
ev işaretlerine
soruşturma
Adıyaman'da, Alevilerin yaşadığı
mahalledeki bazı evlerin kapılarına
işaret konulduğu iddiası tedirginliğe
yol açtı. Mahalle sakinleri, kapılara
konan işaretlerin akıllarına Kahramanmaraş olaylarını getirdiğini ve
korktuklarını söyledi. Adıyaman
Valisi Ramazan Sodan ise, 25- 30
civarında evin işaretlendiğini, olayın
ne maksatla yapıldığının araştırıldığını söyledi.Adıyaman’ın Karapınar
Mahallesi’nde yaşayan bazı Alevi
vatandaşların evlerinin işaretlendi
iddiası, CHP Tunceli Milletvekili
Hüseyin Aygün’ün duyurmasıyla
ortaya çıktı.
Kentte herkesi şaşırtan ve tedirgin
eden olay iddiaya göre şöyle gelişti:
Karapınar Mahallesi’nde pazartesi
sabahı bazı evlerin kapılarına benzer
işaret konulduğu fark edildi. İşaretlenen evlerde Alevi vatandaşların
oturması tedirginliğe neden olurken,
olay güvenlik güçlerine bildirildi.
Mahalleye gelen polis, işaret bulunan
kapılarda inceleme yapıp, evlerin
sahiplerinin ifadesine başvurdu. Ma-
halle sakinleri daha sonra toplu halde
imzaladıkları dilekçeyi savcılığa
verip, suç duyurusunda bulundu.
EV İŞARETLERİNE SORUŞTURMA / WEB TV
VALİ SODAN: ARAŞTIRIYORUZ
Adıyaman Valisi Ramazan Sodan,
kentte yaşanan olaya ilişkin çok yönlü soruşturma yürütüldüğünü açıkladı. Gazetecilerin konuya ilişkin
sorularını yanıtlayan Vali Ramazan
Sodan, Adıyaman’ın Türkiye’nin en
huzurlu kentlerinden birisi olduğuna
dikkat çekerek şunları söyledi:
"Karapınar Mahallesi, Alevi vatandaşlarımızın yoğun olarak oturduğu
semtimizdir. Bu mahallede 25- 30
evde karalama şeklinde işaret bırakılmış. Bugüne kadar bu semtte de
huzur ve asayiş sorunu yaşanmadı.
Bu işaretler çocuklar tarafından da
yapılmış olabilir. Hangi maksat ve
amaçla yapıldığını bilinmemekle beraber, konuyla ilgili gerekli çalışmalarımızı başlattık. Güvenlik güçlerimiz gerekli incelemeleri sürdürüyor.
Gerekli önlemlerimizi aldık, vatandaşlarımızın tedirgin olmasına gerek
yok."
Gelişmelerin ardından, Karapınar
Mahallesi’nde güvenlik önlemlerini
artıran polis olayla ilgili incelemesini sürdürüyor.
Seçim bölgesinde yaşanan olayla
ilgili yazılı bir açıklama yapan Ak
Parti Adıyaman Milletvekili Mehmet
Metiner de Alevi vatandaşların kapılarına işaret konulmasının iyi niyetle
bağdaşmayacağını belirterek kınadı.
MUHTAR: TEDİRGİNLİK YAŞIYORUZ
Gelişmelerin ardından bazı mahalle
sakinleri kapılarındaki işaretleri üzerini boyayarak veya silerek temizledi. Bazı işaretlerin halen kapılarda
durduğu mahallenin muhtarı Mahmut Gürsu, 2 gündür büyük tedirginlik yaşadıklarını söyledi. Kendisinin
de Alevi olduğunu söyleyen muhtar
Gürsu, işaret konulan kapıların
tamamının Alevi vatandaşların yaşadığı evler olduğuna dikkat çekerek
şöyle dedi:
"Sünni mahalle sakinlerinin kapısında herhangi bir işaret yok. Bu
durum Sünni ve Alevi tüm mahalle
sakinlerini herkesi rahatsız etti. Biz
bunun çocuklar tarafından yapılmış
bir oyun olmasını diliyoruz. Ancak
aklımıza Maraş olayları gelince
tedirgin oluyoruz. Bu olay provokasyon amaçlı da olabilir. Polise ve
savcılığa bildirdik, şu an olay araştırılıyor. İnşallah kötü olaylar olmaz
ve huzurumuz bozulmaz."
Kaynak:
Hürriyet Gazetesi
sipariş adresi:
n-yalcinkaya@windowslive.com
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
TÜRKİYE'DE 10-20 MİLYON ALEVİ VAR
ABD Kongresi Araştırmalar Merkezi'
nin hazırladığı rapora göre Türkiye'nin
5 kilit ismi var.
ABD Kongresi Araştırmalar Merkezi'
nin hazırladığı "Türkiye: Arka plan ve
ABD ile İlişkiler" başlıklı rapora göre
Türkiye'nin 5 kilit ismi var ve Alevi
nüfuza dikkat çekiliyor.
ABD Kongresi Araştırmalar Merkezi
tarafından hazırlanan 'Türkiye: Arka
plan ve ABD ile İlişkiler' başlıklı raporda, önemli değerlendirme ve iddialara yer verildi. Kongrenin Ortadoğu
Uzmanı Jim Zanotti imzasını taşıyan
17 Ocak tarihli 46 sayfalık rapor, merkezin resmi internet sitesinde yayımlandı.
Öne çıkan detaylar şöyle:
- Yeni anayasanın geleceğiyle ilgili
olarak Türkiye'de kaygı yaratan husus,
tek parti iktidarının güç kullanarak,
kendi istediği gibi bir anayasa yapması... Buradaki soru işareti, yeni anayasa popüler liderlerin istediği yönde
bir anayasa mı olacak, yoksa büyük
bir konsensus gerçekleştirilerek, tüm
ideolojik unsurları taşıyan bir yapı
mı taşıyacak? Anayasayı, Türkiye'nin
içinde bulunduğu mali durum, ulusal
güvenlik kaygıları ve vatandaşların
tepkilerinin şekillendireceğini söylemek mümkün. Bu nedenle konsensusa
ihtiyaç var.
TÜRKİYE'DE 10-20 MİLYON ALEVİ VAR
- Türkiye nüfusunun yüzde 15-20'lik
bölümünü Kürt kökenliler oluşturuyor. AKP hükümeti, başlattığı demokratik açılım süreci kapsamında,
çok sayıda adım attı. Bunlardan en
önemlileri, Kürtçe'nin günlük hayatta,
seçim kampanyalarında ve medyada
kullanımı olarak sıralanabilir.
- Türkiye'de, 10-20 milyon arasında
Alevi yaşıyor. Laik devlet sisteminin
en büyük destekçisi durumunda olan
Aleviler, sistemin kendilerini Sünni
çoğunluk yapısından koruduğunu düşünüyor.
ESAD, PKK KARTINI KULLANABİLİR
- 1980'lerin sonunda ortaya çıkan Fethullah Gülen hareketi-cemaati, orta
sınıf Türk toplumunda yaygınlaşarak
yeni bir 'muhafazakar sınıf' oluşmasını sağladı. Gülen hareketinin Türkiye'deki politik partilere eşit mesafede
durması dikkat çekiyor.
- Suriye'de yaşanan olaylar nedeniyle
şimdiye kadar 20 binin üzerinde sığınmacı sınırı geçerek Türkiye'de kurulan
geçici kamplara yerleşti. 2012'nin ilk
ayı itibarıyla yaklaşık 9 bin 200 kişi
hala bu kamplarda yaşıyor. Bu nedenle
Türk yetkililer, sınır ötesinde bir 'tampon bölge' oluşturmayı düşünebilir.
Bunun yanı sıra Türkiye, Esad rejimine karşı NATO kapsamında düzenlenecek bir operasyonda, Libya'da oynadığı gibi bir rol oynayabilir. Raporlara
göre Esad rejimi, PKK'yı Türkiye'ye
karşı kullanabilir.
Raporun dikkat çeken bölümlerinden
biri 'Türkiye'deki kilit oyuncuların
profilleri' başlığı altında toplandı.
Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri
Bakanı, CHP Genel Başkanı ve PKK
ele başının isimlerine yer verilen raporda özgeçmişler şöyle anlatıldı:
- Cumhurbaşkanı Abdullah Gül:
AKP'nin seçimi kazanmasının ardından partinin ilk Başbakan'ı oldu. Daha
sonra görevi Erdoğan'a devreden Gül,
Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı.
Gül birçok gözlemciye göre, hali hazırda Erdoğan hükümeti üzerinde yumuşatıcı bir güç olarak rol oynuyor.
ORTADOĞU'DA POPÜLER
- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan:
1997'de Siirt'te okuduğu şiir nedeniyle hapis yattı. 2001'de AKP'yi kuran Erdoğan, siyasi yasağı nedeniyle
2003'te düzenlenen özel seçimle Başbakan oldu. Anketler, Dünya Ekonomik Formu'nda, İsrail Cumhurbaşkanı
Shimon Peres'e yönelik söyleminin ardından hem Türkiye'nin hem de Müslüman Ortadoğu'nun en popüler dünya
lideri olduğunu gösteriyor.
HALA PKK'YI YÖNETİYOR
- Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu:
2009'da Dışişleri Bakanı olarak atandı. 'Stratejik Derinlik' ve '0 sorun' politikalarını uygulamaya koydu. Bazı
gözlemciler bu rolünü 'Yeni Osmanlıcılık' olarak adlandırıyor.
- CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu: Alevi. Baykal'ın seks kasedinin ardından
istifasıya zorlanmasıyla birlikte Genel
Başkanlığa seçildi. 2011 seçimlerinde
bazı gözlemcilere göre beklenenden az
başarı gösterdi.
- PKK elebaşı Abdullah Öcalan:
1999'da muhtemelen ABD yardımıyla
Kenya'da yakalandı, Türkiye'ye götürüldü. Hali hazırda İmralı'da maksimum güvenlik seviyesinde tutuluyor.
PKK'nın liderliğini şu anda Murat Karayılan yapıyor gibi görünse de bazı
gözlemcilere göre Öcalan hala 'aracılı
iletişim'le örgütü yönetiyor.
AKŞAM - 28 şubat 2012
Kızılbaş Yayınevi
K i t ap - D e r g i -A f i ş - D i z g i -Ta s a r ı m - G r a f i k
D iji t a l ve O f s e t ba sk ı i ş l e r i n i z i t i n a i l e
ya pı l ı r. Ya z ı l ı ön f i yat ı ve r i l i r.
Ö r ne ğ i n: 13 . 5 X 19. 5 cm 10 0 0 a de t
12 8 S ay fa k a pa k r e n k l i 12 5 0 €
K ı z ı l ba ş Yay ı nev i
Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 5 3
k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
27 OCAK 2012 Tarihinde Ankarada yapılan dedeler toplantısında ERGÜL ŞANLI
(DEDE)’ nin görüş ve önerilerinin özeti.
Ey aşıklar ey aşıklar
Aşk mezhebi dindir bana
Gördü gözüm dost yüzünü
Kamu yas düğündür bana …..
YUNUS EMRE…
Sevgili Yarenlerim Alevi-Bektaşi Yol
inancı tüm kurum ve ritüelleriyle birlikte hepimizin bildiği gibi köy toplumlarına göre uyarlanmış son derece
kusursuz ve eksiksiz bir inanç sistemidir. Halen köy toplumlarında kusursuz
ve eksiksiz bir şekilde uygulanabilmesine rağmen, 1950 li -60 lı yıllardan
itibaren değişik Şehirlere, Ülkelere
taşınan kentsel yaşamla tanışan Alevi-Bektaşiler bulundukları şehir ve ülkelerin sosyal yaşantılarına aldıkları
inanç öğretileri gereği çok rahat ayak
uydurmalarına rağmen yol inançlarını
otantik, orijinal bir şekilde uygulama
konusunda sıkıntılar çekmişler bu sıkıntılara çözüm üretme konusunda da
yetersiz kalmışlardır. işte tamda bu
noktada burada toplanmamızın ana
nedeninin çözümler olması gerektiğini düşünüyorum.. ve içinde yaşadığım
toplumun sıkıntıları ve şikayetleri konusundaki görüşlerimi ve önerilerimi
kapsamlı yazılı olarak Pirimiz, Mürşidimiz Veliyettin Ulusoy’a verdim.
özet olarakta bazı ana konulardaki
düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum...
1- Yol örgütlenmemiz Dergah çevresinde olmalı. Dergah -Dede-Talip
ilişkilerinde otokontrol sistemi oluşturulmalı.. Dergah, ve Ocaklar günümüz koşullarına uyarlanarak yeniden
yapılandırılmalı. Hacı Bektaş dergahında postnişinimiz Veliyettin Ulusoy
önderliğinde en az 40 ila 72 kişiden
oluşan danışma kurulu oluşturulmalı
bu kurulda Dergahtan(Çelebilerden)
en az 5 kişi 12 ana Ocaktan birer kişi
diğer ocak ve Dedelerden, Babalardan,
Analardan yeterli sayıda Veliyettin
Hürrem efendimin öngördüğü kişiler.
Dernek ve Vakıf kurumlarımızın kendi içerisinde belirleyeceği başkanları
veya akil kişileri enstitülerimizden
bilim adamları ve araştırmacı yazarlar. Basın yayından, sanatçılarımızdan siyasetçilerimizden birde bu yolda
kendini kanıtlamış önemli kişilerden
kısaca toplumun her katmanından
oluşan genel danışma kurulu.. ayrıca
birde inanç boyutuyla ilgili sadece
Çelebiler, Dedeler, Babalardan, Analardan ve Akil kişilerden oluşan inanç
danışma kurulu acilen oluşturulmalıdır diye düşünüyorum.. Şehirlerde
Alevilerin yoğun olduğu bölgelerde
bulunan Derneklerimiz, Vakıflarımız,
kurum ve kuruluşlarımız bulundukları bölgelerde ne varsa 30 -40 -50- vs
vs aile lik gurupları örgütleyerek bu
gurupların birbirleriyle tanışmasını
dayanışmasını komşuluk ilişkilerinin
geliştirilmesi sağlamalı. Bu guruplar
eğer tam bir uyum sağlamışlarsa birbirlerine şahitlik yapacak seviyeye
geldiklerinde, Dergah kontrolündeki
herhangi bir Dede, Ana veya Ocak dedesi ile ikrarları alınarak görgü cemleri başlatılabilir. Burada önemli bir
konuya daha değinmek gerekir bazı
yörelerimizde ikrar alınırken Musahiplik şart koşuluyor. yani yola ikrar
vermenin ilk koşulu Musahiplik gibi
algılanıyor. dayanak olarak ta hicreti Medine’yi Muhammet ve Ali’nin
ensar ile muhacirin musahipliği gösteriliyor. Oysa daha öncesinde Peygamberin Pençeyi Ali aba ve Tarikle
ikrar aldığını hepinizin de bildiğini
sanıyorum yani Talip önce ikrar verip
yol bilgisiyle donanarak daha sonra
Musahibini seçmesi gerekir diye düşünüyorum. Yine şehirlerdeki sosyal
yaşantı gözetilerek Cemlerimiz, özü
bozulmadan sadeleştirilip kısaltıla bilinir...Bazı şikayetler var Cemlerimizi sandalyede yapalım gibi ...İçinizde
anasının kucağında sandalye ile oturan var mı diye sorsam hepiniz yok diyeceksiniz. Toprak, aynı zamanda yol
inancımızda Ana dır..bir Derviş şöyle
diyor ‘’Yerde Toprakta oturanlar yüksekte sandalyede oturanlara göre daha
güvendedir.’’ yine cem evlerimizde ve
TV ekranlarında yapılan öğreti amaçlı
cemlerde birbirini tanımayan insanlardan razılık alınması ne derece doğru-
dur? Yola uygunmudur? Oysa razılık
İkrar, musahip ve görgü cemlerinde
alınır. Yine bu öğreti cemlerinde Cem
süresince sanki aleviler günah batağındaymış, ikrarından dönmüş gibi
tövbe de tövbe neredeyse cemin yarısı
tövbeyle geçiyor. Tövbe sadece ikrar
ceminde bir kereye mahsustur. Birde
düşkün kaldırma ceminde yapılması
gerekir ikrarından dönmediği sürece
tövbe etmesine gerek yoktur. Cemlerdeki İmam Hüseyin mersiyeleri sadece
anlamına uygun olması açısından matem orucu bitiminde yapılan cemlerde
söylenmesi gerekir. Cemlerde yapılan
tüm hizmetlerde muhakkak er ve bacı
birlikte yan yana hizmet etmesi gerekir. Bazı yerlerde bacılara cem girişinde türban dağıtılmasını kınıyorum.
Aslında dağıtanlar ve buna müsamaha
edenlerin nefsi ve ahlakından şüphede etmiyor değilim. Yapılacak cemde
halen bacıyı can değil de dişi olarak
görüyorsa o kişinin ceme dahi alınmaması gerekir diye düşünüyorum. Yine
cemlerde sadece 3-5 Ulu Ozanımızın
deyiş ve duazlarının söylenmesinin de
yanlış olduğunu, Tüm Ulu Ozanlarımızın Deyiş Duazlarından yararlanılması gerektiğini düşünüyorum.
2- Musahiplik konusuna gelince .’’ Kelime anlamı sadece ve sadece sohbet
arkadaşı yol arkadaşı demektir.’’ Hepimizin bildiği gibi Yol öğretimizin
olmazsa olmazlarından birisidir. Tüm
kurallarıyla uygulayabilen canlarımıza aşk olsun derim. Ama şunu da
bilmek gerekir günümüzde musahip
olmak için başvuru yapan canlarımız
sayısı yok denecek kadar az neredeyse hiç yok. Bunun nedenleri üzerinde
durduğumuzda musahip olma koşullarının zorluğu ve zaman içerisinde
Musahiplik kurumuna bazı olumsuz
eklentilerin yapıldığını görüyoruz.
Yine birbirlerini kollayıp gözetmesi
kontrol etmesi bunun içinde aynı bölgede oturması acıyı ve sevinci birlikte
paylaşması her gün birbirlerini yoklaması eksiklerini giderip tamamlaması,
paylaşması, barışık yaşaması gereken
musahipler, günümüzde farklı ülke ve
şehirlerde birbirlerinden uzak ve habersiz yaşamaktadırlar. Bu durum da
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yol açısından ayrı bir sıkıntıdır. Yani
birbirinden habersiz birbirini kontrol
edemeyen iki musahipten birisi suç işlediğinde ikisini de düşkün bırakmak
ne derece doğrudur? ve yola uygun
mudur? Diye düşünmekten kendimi
alamıyorum. Ama hepimizde biliyoruz ki Bu yolda her sorunun yanıtı
vardır. Eğer yanıtlayamıyorsak eksiklik bizdedir. Yine bu konuda derim ki
Dört Can İki Aile ile olan musahipliğin koşullarına, sonradan zaman içerisinde giren olumsuz eklentileri ve
zaman içerisinde önemini işlerliğini
yitirmiş toplum tarafından kabul görmeyen veya terkedilmiş katı kuralları
kaldırıp özünü bozmadan günümüz
koşullarına uyarlayarak, Toplumsal
Musahipliğe toplumsal Kardeşliğe ve
Dayanışmaya dönüştürebiliriz diye
düşünüyorum. Ya birlikte var olacağız, Ya da tek tek Yok olacağız!..
3- Cenaze hizmetlerini bildiğiniz gibi
hemen hemen tüm Cem evleri Sünni
inanç ritüelleriyle yapıyor. Oysa Alevi-Bektaşi ritüellerine uygun cenaze
hizmetlerini yaratabiliriz. Deyiş ve
Duazlarımızın suyumu çıktı. Yine Nikah kıyma işlerini Yol ritüellerine uygun hale getirebiliriz.. Her inanç varlığını kendi değerlerine sahip çıktığı
sürece devam ettirebilir. Başka inançlara yamanarak değil. 4- Siyaset konusuna gelince, Siyaset ve Diblomasi
alanında sınıfta kalan, kötünün kötüsü
Dünyada hiçbir Örneği bulunmayan
tek toplum varsa o da biz Alevileriz
vesselam...
5- Dernek, Federasyon, Konfederasyon ve Vakıflarımızın bu güne kadar
yaptığı kazanımları kutlarım. Alevi
enstitüsünün hayata geçirilmesi noktasında ve yaptığı tüm olumlu çalışmalarından ötürü Hacı Bektaş vakfımızı ve Ercan Geçmez’in şahsında
yönetim kurulunu ve Enstitüye gönül
vermiş bilim adamlarımızı kutlarım.
Cumhuriyet tarihinde ilk defa sokağa
döken mitingler yapan Türkiye Alevi
Bektaşi Federasyonu ve Federasyona bağlı kurumlarımızın tamamını
yöneticilerini katkı sağlayan her kurum ve kişileri kutlarım. Dünyanın
en büyük örgütlülüğünü yakalayan
Avrupa Alevi birlikleri Konfederasyanunu ve içerisinde bulunan federasyon kurumlarını yöneticilerini
kutlarım. Bireysel olarak zorunlu din
dersi konusunda verdiği mücadele ve
başarısından ötürü Hasan Zengin’i
ve Ali Kenanoğlu’nu kutlarım. Ale-
vi-Bektaşi öğretisinin, Cemlerimizin,
semahlarımızın yasallaşması Dernek
tüzüklerinde yer alması noktasında yargı sürecinde verdiği mücadele
ve kazandığı Yargıtay ca onaylanmış
Davalar ...Yine Belediyelerin Cem evi
yeri Tahsisi konusunda verdiği mücadele ile Belediye imar planına cem evi
arsası yazdırarak Türkiye’de bir ilke
imza atan Ergül Şanlı’yı da Kutlarım.
Bunun dışında inanç öğretimizin tanıtılmasında emeği geçen tüm Aydınlarımızı, sanat dallarında çaba harcayan
sanatçılarımızı, basın yayın kuruluşlarını ve bu yolda emek sarf eden tüm
canlarımızı aşkı muhabbetle kutlarım.
Başarıları kutlarken birde Sitemimiz
olacak. Kurum ve kuruluşlarımızın,
yöneticileri kendilerini inanç merkezi
yerine koyup, düşüncelerini görüşlerini inançmış gibi yansıtmalarını hiç
etik bulmuyorum. Oysa inanç konusundaki açıklamalar işin ehline yani
Dergaha bırakılmalı...
6- İnancımızla ilgili farklı yorumlamalara gelince : Üç türlü ayet vardır.
1- yaratılan ayetler ( insanlar hayvanlar bitkiler kısaca kainatta var olan
canlı cansız her şey Tanrının yarattığı
ayetlerdir.) 2 - Nebilere peygamberlere
gönderilen ayetler (kutsal kitaplar ve
suhuflar)
3 - Bu güne kadar gelmiş geçmiş hazır
gaip zahir batın Erlerimiz, Pirlerimiz,
Aşıklar, Sadıklar, Veliler, Evliyalar kısaca Hak ile hak olmuş dediğimiz yol
ulularımızın gönlünde doğan ve söyledikleri Hak kelamları ve Ayetleri.
Aslında bu üçü de yorumlanırken bir
birlerine, Topluma ve Bilime ters düşmemesi gerekir. İnananında, inanmayanında farklı düşünenlerinde farklı
inançlarında bunlardan ders alıp doğrudur ve Haktır demesi gerekir. Şunu
da belirtmekte yarar görüyorum ‘’Yaratılan Ayetlerle, Aşıklarımızın Sadıklarımızın Velilerimizin Erenlerimizin
söyledikleri Ayetler Tam bir uyum
içerisinde olmasına rağmen Peygamberlere gelen Kitap, suhuf ve ayetlerin
diğer ikisi ile uyum sağlamadığı görülmektedir’’ Aleviler bu konuda kutsal kitaplar zaman içerisinde İktidar
Erkleri tarafından çıkarları doğrultusunda tahrif edilmiştir, eksiltilmiştir
derler. Ki doğrusu da budur. Tamda
bu noktada yola hizmet edenlerle, yola
hizmet ettiğini zannedenleri ayırmak
gerekir. Bu yola hizmet edenlere aşk
olsun derim. Ama hizmet ettiğini
zannedip te eline geçirdiği olanakla-
rı kullanarak sadece ve sadece kendi
egolarını tatmin etmek için kendi fikir
ve düşüncelerini inanca mal edip yola
zarar verenlere ne demeli Ör: Hacı
Bektaş Sünnidir, işbirlikçidir. Balım
sultan ajandır ne idüğü belli değildir.
Yunus Emre Kötüdür. Pir Sultan iyidir. Biz Kızılbaşız, Aleviyiz iyiyiz,
Bektaşiler kötüdür. falanca ocak iyidir
filancası kötüdür. Alevilik, diğer kültürlerden eklentiler almıştır. İki Ali
vardır. Biz arap Ali’yi ve Muhammed’i
tanımayız, Alevilik İslam dışıdır veya
içidir, İnanç yolumuzu tarife yeltenmeleri, Alevi doğulur, sonradan alevi
olunamaz gibi gibi… kısaca Kendi
inancını, Erlerini, Pirlerini, Ulularını
kötüleyen kabul etmeyen kısaca kendi inancına ve toplumuna bilerek veya
bilmeden akrep lik edenlerin bizlere
verdiği zarar karsı düşüncenin, verdiği zarardan hiç te az değil.’’ Hem yol
cümleden uludur.’’ Diyeceksin hem de
bu yolu cüzi aklınla dar algılama idrak
etme ve özümseme kapasitenle belirli
tariflere hapsedeceksin. Şaşarım, şaşarım bunları yapanların acizliğine...
Bu yolda yürüyen kişinin ağzından
çıkan sözler kişinin bu yoldaki bilgisini de menzilini de bu yolun neresinde olduğunu da, içinde mi dışında mı
bulunduğu yeri de gösterir. Bunlara ve
bu gibi düşünenlere desem ki...Bu yol
bir anlamda Rafineriye benzer ( işe yarayanlarla yaramayanı ayırır.) Bir anlamda uçsuz bucaksız steril deryasına
benzer ( ne kadar içerisine girersen o
kadar temizlenirsin.) Bir anlamda Elmas madenine benzer ( Hiç bir karışım
kabul etmez alaşım yapılamaz erimez
aksine Fotayı eritir. üzerine takıldığı
değersiz nesnenin değerini yükseltir.)
ve bir anlamda da Cem Törenlerimiz:
Aslında evreni doğuran mucizeden (
Büyük patlamadan) bu yana evrenin
ve yaratılışın geçirdiği bütün evreleri
Zengin söz, müzik, semah, 12 hizmet
ve ritüellerle anlatan olağan üstü bir
törendir. Alevi Bektaşi Cemlerinde bir
yandan, evrenin sırları anlatılır. Sır
perdeleri aralanır. Kainat, canlı cansız
ve İnsanın yaratılışı geçirdiği tarihsel
süreç ortaya konur. Cemler de yapılan uygulamalar ritüeller, anlatımlar
okunan deyişler, düazlar, devriyeler,
hak ayetleri, bir bakıma Aleviliğin
tanımını da oluşturur. Alevi Bektaşi
inancının tarihsel kaynağının köklerini cem törenlerimizde aramak en
doğru yol olacaktır. Cem Törenlerimiz temel alındığında görülecektir ki
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Alevi Bektaşi inancı Yaratılış ve İnsanlık tarihi ile aynı yaştadır. Ve Ser
çeşmedir. Buradan hareket edildiğinde
ise yer yüzündeki bütün inançları etkilemiş semavi ve düşünsel inançlara
başlangıç oluşturmuş asıl kaynaktır.
Yani Ser çeşmedir. Evrenin ve insanın
yaratılışı, Kainatın ortaya çıkışı Alevi- Bektaşi Cem Törenlerinin içerisine
adeta kazınmıştır. Aleviliğin içerisinde kadimden bu yana var olan ve anlatılagelen bilgilerin çok çok az kısmı
bilim çevrelerince daha yeni yeni ortaya çıkarılabilmiştir. Veya bu inanç
Eksilerin Kötü olan her şeyin içinde
barınamayacağı sadece ve sadece artılar yumağıdır. Dersem ve en az 40
tane buna benzer yorum ve düşüncelerimi Dile getirsem ne dersiniz? Dikkat
ederseniz tarif etmiyorum benzetme
yapıyorum. Yine de ben derim ki tarif
etmeye kalkışmayalım aciz kalır altında eziliriz…
7 - Yine kentsel yaşamın getirmiş olduğu sosyal sıkıntılarımızdan biriside
evlenmelerde ve boşanmalarda görülüyor. Bunlara çözüm üretilmesi gerekir.....
8 - Yine gençlerimizin durumu içler
acısı.. bizlerin yetersiz kalması gençlerimizin inançtan kopuk başka mecralara yönelmesi özelliklede karşıt
inançların kucağına itilmeleri konusunda acil çözüm bekleyen sıkıntılarımızdan birisidir...
9 - kadın ana dede sorunu halen aşılabilmiş değil kadın ana dedelerimiz
olmak zorunda Aslanın erkeği aslanda dişisi aslan değil mi? Kadınlarımız
bu yolda olması gereken konumda
değiller. Yine farklı inançlardan olup
ta Alevi Bektaşi yoluna girmek isteyenlerin durumu konusunda her Dedenin sonucunu düşünmeden olumlu
yada olumsuz söylemleri. Acil çözüm
bekleyen sıkıntımızdır. Bu konuda
derim ki inanç yolumuzda her türlü müşkülümüzün çözümü var yolun
çözemeyeceği hiç bir sorun yoktur.
Asıl sıkıntı bu yolda yürümeye çalışan bizlerin inanç konusundaki eksik
bilgisindedir. Algılama, idrak etme
özümseme ve günümüz koşullarına
uyarlamada ki yetersizliğimizin ana
nedeni olarak eksikliğimizi görüyorum. , 10- Kurban ve Oruç konusunda yeni düzenlemelere ihtiyaç vardır.
İnanan talibi ömür boyu Kurban tığ
lamaya, oruç tutmaya kısaca yerinde
saymaya mahkum etmek yerine Pirimiz Hacı Bektaş’ın dediği şu sözü iyi
anlamak gerek ‘’Semah şeriat ehline
haramdır. Tarikat ehline helaldir. Marifet ehli isterse döner. Hakikat ehline
gereği yoktur.’’ Bu Hak söz ışığında
derim ki 12 yıl üst üste orucunu tutan
12 yıl sonun da bir defaya mahsus olmak üzere kurbanını tığlasın ve Oruç
hizmetini tamam etsin her sene görülmek üzere kurban tığlayan Talip ikrar
verirken bir defaya mahsus kurbanını
tığlasın diğerlerinde düşkün olmadığı
sürece lokması ile yetinsin 48 Perşembe orucunu bir defaya mahsus tutsun.
Kısaca nefsi ile mücadeleye girsin
varsa nefsindeki kötü işleklerden kurtulsun. İnanın bu her türlü oruçtan da
kurbandan da daha hayırlıdır. Tüm bu
kolaylıklardan sağladığı maddi gelirin
bir kısmını Kara kazan hakkı olarak
inanç yolumuzdaki çalışmalara, İnanç
Ser çeşmemizde değerlendirilmek
üzere versin. Kısaca anlatmak istediğim. Yaratılmış her insanın dili dini
ırkı rengi ve cinsi ne olursa olsun bu
yola talip olma hakkı vardır. Talip’in
de bu yolda ilerleme hak makamına
erme hakkı vardır. Talip yaptığı Yol
hizmetlerinin karşılığı yol içerisinde
menzil alıp yol içerisindeki 4 kapı 40
makamlarının her noktasına erişebilir.
Buna hiçbir güç engel olamaz. Yola
hizmet eden menzil alır, etmeyense
geride kalır. Soyu ne olursa olsun ister
Ali, ister Veli Erlik de Pirlikte gökten
zembille inmemiştir. Bu güne kadar
gelmiş geçmiş Erlerimizi Pirlerimizi
ve Ulularımızı bu makamlara getiren
yola yaptıkları hizmet ve ödedikleri
bedeldir. Diye düşünüyorum ve sözümü Yunusun sözleriyle noktalıyorum…
‘’BİZ TALİBİ İLİMLERİZ
AŞKIN KITABIN OKURUZ
ÇALAP MÜDERRİSTİR BİZE
GÖNÜL HOD MEDRESEMİZ’’…
Dinlediğiniz için teşekkür ederim..
ERGÜL ŞANLI (DEDE).
türkiye tel: 05365265058­
silacisilaci@windowslive.com­
Avrupa: +49 15145502556
silan65@hotmail.de
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Zazaca’sını yazalım;
1- Ben bugün erken işe gidiyorum.
Arkadaşlarım bugün ülkeye gidiyorlar.
1-…………………………………………
……………………………………………
2- Kız kardeşim eve geliyor, erkek
kardeşim zaten evdedir.
i l h a m i s e r t k ay a
DERS -14ZAZACA BAZI KELİMELER
Kelime- Çekuye
Biraz- Tayê
Cümle- Cumle
İzin- Destur
Soru- Pers
Akıllı- Biaqil, baqil
Gündem- Rojeve
Eril- Nerî
Dişil- Makî
Fiil- Kar
Tekil -Ju(yew)humar
Çekmek- Antene
Çoğul- Zafhumar
Yazı- nusneHarf- Herfe
Bağlaç- Bestox
Belli- Kifş, zelal
Eğitim- Perwerde
Belirtili- Dîyar
Belirsiz- Nedîyar
Şuphe- Şik
Bilgi- Zaneye
Anlam- Mana
Mutlu- Şa
Net- Zelal
Mutlu olmak- Şabiyene
Öğrenci- Wendekar(e)
Okuyan- Wendox(e)
Medeniyet- Medeniyet
Yazan- Nusnox(e)
Şehir- Şaristan
Aydın- Roştnîbîr(e)
Uzman- Pîspor
Söz- Vate
Sesli- Vengin
Sessiz- Bêveng
Seslice- Biveng
Sessizce- Bêvengin
Göstermek- Musnayene
DERS -15(Birinci bölümün son dersi)
Şimdiye kadar öğrendiklerimizi bir
değerlendirelim. Aşağıdaki cümlelerin
2-…………………………………………
……………………………………………
3- Çocuklar dışarıda oynuyorlar. Bir
kız ağlıyor. Onun neden ağladığını
bilmiyorum.
3-…………………………………………
…………………………………………...
4- Orası çok uzak, burası yakındır. Biz
gidelim oraya.
4-…………………………………………
…………………………………………...
5- Her sabah ben çay içiyorum, annem
ayran içiyor
5-…………………………………………
…………………………………………...
6- Bu Salı günü, misafirlerimiz var.
Zaten o gün işim yok.
6-…………………………………………
……………………………………………
7-Ben dilimizi öğreniyorum, kim istiyorsa, onlara da öğretiyorum.
7-…………………………………………
……………………………………………
8- Kadın sessizce aşağıdan geldi,
yukarıya gitti.
8-…………………………………………
…………………………………………...
9- Ben bilmiyorum bu çocuk bende ne
istiyor. Onu anlamıyorum
9-…………………………………………
…………………………………………...
10- (kız) Arkadaşımın annesi ölmüş,
baş sağlığına gidiyorum.
10-………………………………………
………………………………………….
Ders izleyicilerine başarılar diliyoruz.
(İKİNCİ BÖLÜM)
ZAZACA TEMEL DERSLER DERS
-1GÜNLÜK DİYALOĞLARDA BAZI
KONUŞMA KESİTLERİ
A-Restoranatta; Restorant de
Demê şıma be xêr-Merhabalar, (anınız
hayırlı olsun, hayırlı anlar)
a-Xêr amê-Hoş geldiniz
b-Ez çi şikîna seba şima bikerî?-Sizin
için ne yapabilirim?
c-Keremkerê-Buyurunuz
d-Keremkerê, çi wazenê şima?Buyurun, ne istiyorsunuz siz?
e-Wastîşê şima?-İsteginiz?
f-Wastîşê şima est o?-İsteğiniz var mı?
------------------a- Heya, keremê xo, mi ra germîya
nîskan u qelî bîyarê-Evet, lütfen bana
mercimek çorbası ve et kavurma
getirin
b-Ez goşt u tayê birinc wazena- ben et
ve biraz pirinc istiyorum
c- Ez şikîna goşt u birinc borî?-Ben
pirinç ve et yiyebilir miyim?
d- Mi ra germîya lobîyan bîyarê
zametê xo-Bana fasulye çorbası getirin
zahmetinizle (zahmet olmazsa)
e-Ez şikîna germîya doyî biwazî? Ayran çorbasını isteyebilir miyim?
f-Werdê şima ra çi est ê?-Sizin
yiyecekleriniz(de) ne var(lar)?
------------------------------a-Bî, çîyê de bîn?-Oldu, başka bir şey?
b-Bî, lêwê werdî de, çi wazenê
bişimê?-Oldu, yiyeceğin(yemeğin)
yanında ne içmek istersiniz?
c-Ju(yew) bîn wastena şima?-Başka bir
isteğiniz?
d-Keremkerê, lîsta werdî-Buyurunuz
yemek listesi
e-Şîrinîye wazenê şima?Tatlı(lıklar)
ister misiniz?
f-Şîrinîye de çi wazenê şima?Tatlı(lıklar) da ne istersiniz?
---------------------------------------a-Keremê xo hesabê ma bîyarê-Lütfen
hesabımızı getirin
b-Ma şikînîme hesab biwazime?-Hesab
istiyebilir miyiz?
c-Dênê ma çik o?-Borcumuz nedir?
d-Dênê ma çiqas o?-Borcumuz ne
kadardır?
e-Werdê şima zaf weş bî, berxudar bêYemeklerinizi çok hoştu, teşekkürler
f-Şima ra quwete bo-size kolay gelsin
g-Weşîye de bımanê-Hoşça kalın
-------------------------------------a-Efiyet bo-Afiyet olsun
b-Keremkerê, hesabê şima-Buyurun,
hesabınız
c-Keremkerê dênê şima-Buyurun,
borcunuz
d-Kîsê şima ra bereket-(paranıza, gelirinize, cebinize) bereket
e-Oxur bo-Uğurlar olsun (güle güle)
f-Weşîye de bımanê-Hoşca kalın
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
-------------------------B-Hastahanede; Nêweşxane de
------------------Doxtor-e u neweş-e-Doktor ve hasta
a-D-keremkerê, çikê şima est o?Buyurun, neyiniz var?
b-D-Keremkerê, çi nêweşîya şima est
a?-Buyurun, ne hastalığınız var?
c-D-Keremkerê, seba şima çi şikîna
bikerî?-Buyurun, sizin için ne yapabilirim?
d-D-Keremkerê, gerreyê şima çik o?Buyurun, şikayetiniz nedir?
e-D-Keremkerê, çi persa şima esta?
Buyurun, ne sorununuz (sorunuz) var?
f-D-Keremkerê, ez goşdarîya şima
kena-Buyurun, sizi dinliyorum
-------------------a-N-Ez xo rind hîs nêkena-Kendimi iyi
his etmiyorum
b-N-Sarê mi dejeno-Başım ağırıyor
c-N-Zaf kuxena ez, hewnê mi nênoÇok öksürüyorum, uykum gelmiyor
d-N-Wer de birîya ez, zaf araq dana,
adirê mi est o-Yemekten kesilmişim,
çok terliyorum, ateşim var
e-N-Vileyê mi dejeno, gewrîya mı dejena, giranîye kewta canê mi-Boynum
agırıyor, boğazım agırıyor, ağırlık
girmiş
canıma
f-N-Quweta mi bîya şenik , destê mi
lercenê- Kuvetim azalmış, ellerim
titriyor
-------------------a-D-Tansîyonê şima gino war ra- Tansiyonunuz düşmüş
b-D-Şima serd girotê- Siz soğuk
almışsınız
c-D-Biarasîyê ra- Dinlenin
d-D-Ronin, tirş, mewerê, xo serd ra
bişeveknê- Yağlı, ekşi yemeyin, kendinizi soğukta koruyun
e-D-Nê şurubî, her roj hîrê dolimî,
verê werî de, ju koçike bişimê- Bu şurubu, her gün üç defa, yemekten evel
bir kaşık için
f-D-Nê hebî, her roj di dolimî, awe de
bihelênê, bişimê- Bu habı, günde iki
sefer, suda eritin, için
g-D-Derbaz bo--Gemiş olsun
-----------------C-Telefonda; Têlefon de
a-Alo, demê şima be xêr, ez ZanyarAlo, merhabalar, ben Zanyar (anınız
hayırlı olsun, hayırlı anlar)
b-Ez şikîna Sosin Xanime ra qesî
bıkeri?-Ben Sosın hamıma konuşabilir
miyim?
c-Ez şikîna ebe Sosın Xanıme qesî
bikerî?Ben Sosın hanım ile konuşabilir
miyim?
d-Alo, ez kamî ra qesî kena?-Alo, ben
kiminle (kime) konuşuyorum?
e-Alo, Ez Zanyar, wazena ebe Sosin
Xanime qesî bikerî-Alo, ben Zanyar,
Sosın hanım ile konuşmak istiyorum
f-Alo, şima Sosin Xanim ê, henî
nîyo?Alo, siz Sosın Hanımsınız öyle
değil mi?
--------------------a-Demê şima be xêr, keremkerêMerhabalar buyurun
b-Şima kam ê?-Siz kimsiniz?
c-Ez Sosin a, keremkerê-Ben Sosın’ım,
buyurun
d-Keremkerê, goşdarîya şima kenaBuyurun, sizi dinliyorum
e-Keremkerê, goşdarîya şima de raBuyurun sizi dinlemekteyim
f-Berxudarbê, weşîye de bimanêTeşekkürler, hoşca kalın
--------------------D-Adres sormakta-Adrêse perskerdene
de
----------------------------a-Ma ber xêr, ez şikîna şima ra çîyê
(ju-yew çi) pers bikerî?-Merhaba size
bir şey sorabilir miyim?
b-Şima şikînê na adrêse mi ra vacê?Siz bu adresi bana söyliyebilir misiniz?
c-Keremê xo, na adrêse zanenê şima?Lütfen, bu adresi bilir misiniz ?
d-Na adrêse kotî de ra? Şima zanenêBu adres nerdedir?Siz bilir misiniz?
e-Ez şikîna şima tayê mujxul bikerî?Sizi biraz meşgul edebilir miyim?
f-Şima şikînê, mi ra tayê alîkarîye
bikerê? Siz bana biraz yardım edebilir
misiniz?
-------------a-Keremkerê, perskerê-Buyurun sorun
b-Keremkerê, goşdarîya şima de raBuyuun sizi dinlemekteyim
c-Keremkerê, goşdarîya şima kena-Buyurun sizi dinliyorum
d-Hata a raya hîraye şonê, dime ra,
derbazê boverî benê, lêwê a bînawa
girse de ra- Geniş yola kadar gidiyorsunuz, sonra karşıya geçiyorsunuz, o
büyük binanın yanındadır
e-Na adrêse zaf durîya, şima gereke
ebe wesayît şorê-Bu adres çok uzaktır,
siz (taşıma) aracı ile gitmelisiniz.
f-Nê, ez na adrêse nêzana, nêşikîna
şima ra ardim bikerî-Hayır, ben bu adresi bilmiyorum, size yardım edemem
---------------------------(Ebe ju kesi, na derse pîya qesî bikerê,
bicerebnê-Biri ile bu dersi birlikte
konuşun, deneyin)
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
BDP’nin düzenlediği “Dinmeyen
Çığlık: Dersim Hakikat ve Yüzleşme
Konferansı”nda, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın Dersim katliamına
ilişkin özür dilemesini değerlendiren
Sosyolog İsmail Beşikçi, “Başbakan özür dilediği gün Kürdistan’a
bombalar yağdı. Gerillaların üzerine
tonlarca kiloluk bombalar attı. Eğer
bir özür dileyip gerçekle yüzleşeceksen bu bütün halklar için samimice
olmalıdır” dedi.
BDP Genel Merkezi tarafından Neva
Palas Otel’de düzenlenen “Dinmeyen
Çığlık: Dersim Hakikat ve Yüzleşme
Konferansı”, “Osmanlı’dan günümüze devlet-Dersim ilişkileri” konulu
oturum ile devam etti. Oturumu
kolaylaştırıcı olarak BDP MYK Üyesi
Yüksel Mutlu yönetirken, konuşmacı
olarak ise Sosyolog İsmail Beşikçi,
Tarihçi Ayşe Hür, Tarihçi Alişan
Akpınar, Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim üyesi Doç. Dr. Bülent
Bilmez ve Mehmet Bayrak katıldı.
Oturumun ilk konuşmasını yapan
Tarihçi Ayşe Hür, Devletin o dönem
Dersim’de yaşayan “marabalar” için
bir politika üretmediğini güvenlik
anlamında yaklaştığını belirterek,
“Cumhuriyet döneminde Kürtlük, Kızılbaşlık ve Ermenilik devletin kafasında farklı kodlara sahipti. Devletin
Dersim’e yaklaşımında etnik gruplar
arasında bile kademeleşme var” dedi.
HÜR: DERSİMLİYİ DERSİMLİYE
KIRDIRMAK İSTEDİLER
1864’ün Osmanlı idari yapılanmasında önemli bir tarih olduğunu belirten
Hür, “Genel anlamda asayiş konularının yansıdığı bir dönem. Osmanlı bu
dönemde hayal ettiği kadar Dersim’e
nüfus edemiyor. Oraya Ahmet Muhtar
Paşa’yı atıyor. Onun stratejisi ise
oradaki aşiretleri birbirine kırdırmaya çalışmak oluyor. Merkezi otorite
Hozat aşiretleri ile ittifak yapıyor ve
Dersimliyi Dersimliye kırdırmaya
çalışıyor” şeklinde konuştu.
AKPINAR: ABDÜLHAMİT DÖNEMİ ÖNEMLİ BİR KIRILMA NOKTASI
Tarihçi Alişan Akpınar ise modern
ve merkezi devlet kurma isteğinin
Osmanlı’da egemen olması ile birlikte
halkı vergilere bağlama sorununun
ortaya çıktığını belirterek, “Dersim
bölgesinde vergi sistemi kuramama, askere alamama sorunu birçok
yerde de yaşandı. Ancak Abdülhamit
dönemi önemli bir kırılma noktasıdır.
Bu dönemde Osmanlı devleti kendi
demografik yapısını yeniden kurmayı
amaçlamıştır. Aslında bu da yaşananların temeli olmuştur” dedi.
Sosyolog İsmail Beşikçi ise İttihat
ve Teraki’nin 1910’larda Osmanlı’yı
Türk esasına göre yeniden organize
etmek gibi bir projeye sahip olduğunu belirterek, “Bunun bir ayağını
Kürtleri asimile etmek bir ayağını da
Alevileri Müslümanlaştırmak oluşturuyordu” dedi. Beşikçi, o dönemde
okulların özel bir misyona sahip
olduğunu, bu misyonun ise Kürtleri
asimile etmek olduğunu kaydetti.
‘DERSİM’DEN ALINAN ÇOCUKLARA TÜRKLERE NASIL HİZMETÇİ OLACAKLARI ÖĞRETİLDİ’
Beşikçi, kimi CHP’lilerin “Asker
ailelerine çocuklar verildi onlar için
iyi oldu eğitildiler” dediğini belirterek, “Bu tam anlamıyla sömürgecilik
zihniyetidir. Sömürgeciler her yerde
böyle yaparak o halka medeniyet götürdüklerini söylerler. İşte Dersim’de
anaları babaları gözleri önünde öldürülmüş sonra da onlar asker ailelerine
dağıtılmış. Bunlara Türklere nasıl
hizmetçilik yapacakları öğretiliyor
bir de bunun adına medeniyet diyorlar” dedi.
Beşikçi, Dersim’de toplumsal yıkıma
uğratmak amacıyla Kürt Alevilerin
katledildiğine ve katliamdan kurtulanların ise sürgüne gönderildiğine
işaret etti. “O dönem doğumlar engellendi. Böylelikle soykırım gerçekleştirilmeye devam edildi” diyen
Beşikçi, çocukların ise asker ailelerine verilerek “eğitilmeye çalışıldıklarını vurguladı. 1938’de Kürtlere
yapılan katliamın 1915’de Ermenilere
yapılanların bir devamı olduğunun
altını çizen Beşikçi, “Hitler’e kendi
yanında bulunanlar Yahudilere yapılanlara dünyanın tepki göstereceğini
ve eleştirilere maruz kalacaklarını
söylemeye çalışmalarına karşın,
‘1915’de Ermenilere yapılanlara kimse
ses çıkarmadı’ şeklinde yanıt vermesi
çarpıcıdır” dedi.
SÖZDE MEDENİYET SÖMÜRÜSÜ
Katliamdan sonra kalanların Çorum, Maraş, Tokat ve Balıkesir gibi
illere sürgüne gönderildiğini belirten
Beşikçi, şunlara dikkat çekti: “Yapılanlar Kürt Alevilere yönelikti. Asker
ailelerine verilen çocuklara sözde
medeniyet getirildi. Oysa onlara
Türklere nasıl hizmet edebileceklerine yönelik eğitim verildi. Bu tam bir
sömürüdür. Hindistan’da İngilizlerin
yaptığı gibi. Sözde medeniyet getirdiler.”
BEŞİKÇİ: KERBELA’YI SÜREKLİ
ANDILAR DERSİM’İ UNUTTULAR
Beşikçi, Kerbela’ya göre Dersim’de
on binlerce kişi unutulduğunu belirterek, “Dersimliler Kerbela’yı sürekli
andılar ama Dersim’i unuttular.
Kerbela’nın Dersimliler ile hiçbir ilgisi yoktur. Orada bir iktidar kavgası
vardır. Hani şu biçimde ilgisi olabilir.
Peygamberin torunları zulme uğruyor, o insanlık anlayışından dolayı
zulme uğrayanı desteklemeye çalışmak olabilir. Bu Dersimlilere bir eleştirimdir” şeklinde konuştu. Beşikçi,
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Başbakan Erdoğan’ın özür dilemesine
ilişkin olarak ise, “Başbakan özür
dilediğinde Kürdistan dağlarında
bombalamalar oluyordu. Gerillalara
karşı kilolarca bombalar atıyorlardı.
Eğer Hakikat diyorsan, Anadolu’daki
bütün haklar için bunu yapacaksın.
Bütün halklar dikkate alınarak bir
özür ve yüzleşme olmalıdır” dedi.
İsmail Beşikci
Vakfı'nın tanıtım yapıldı
‘BAŞBAKANIN ÖZÜRÜ SAMİMİ
DEĞİL’
Hakikatlerle yüzleşmekten bahsettiklerini anlatan Beşikçi, “Başbakan
özür konusunda yanlış yaptı. Şöyle ki;
geçmişte böyle şeyler oldu ama artık
olmayacak diyemedi. Başbakan özür
dilerken gerillalara yönelik operasyonlar yapıldı ve bu uygulamalar
devam etti. CHP’nin Ermenileri de
tanıyacağı yönündeki sözlerine de
‘Devlet böyle bir şerefsizlik yapmaz’
dedi. Ancak öte yandan da Kürtlerden
özür diliyor!” dedi.
BAYRAK: SOYKIRIM, KATLİAM
VE SÜRGÜN ÜÇÜZ KARDEŞLERDİR
“Zorunlu iskan ve kimlik deformasyonu” konusunda konuşan Tarihçi
Mehmet Bayrak, Alişer Efendi’nin
Dersim katliamından önce yazdığı
dizeleri okuyarak, dizelerin katliamın
adeta habercisi olduğunu söyledi.
Bayrak, Sabiha Gökçen’in o dönemlerde kendisi ile yapılan mülakatta,
“Canlı olan her şey benim için hedefti
bombaları atarken” dediğini belirterek, “Bu ve buna benzer sayısız örnekler vardır. Bir taşla iki kuş vurma
isteğinden dolayı yapılan katliamların
hepsi Alevi-Kürt katliamlarıdır”
diye kaydetti. Genelkurmay arşivlerinin açılmasının son derece önemli
olduğunu belirten Bayrak, “Ama bu
samimi bir şekilde olmalıdır. Soykırım, katliam ve sürgün üçüz kardeşlerdir” dedi.
Dersim katliamı olduğu zaman Türkiye Komünistlerinin, resmi ideoloji
gibi baktıklarını belirten Doç. Dr.
Bülent Bilmez, “Orada bir halkın
‘adam edilmesi gerekiyor’ mantığı
ile yaklaşılmıştır. İslamcıların bu
konudaki yaklaşımı da Kemalistler ile
örtüşen bir yaklaşım olarak karşımıza gelmiştir” dedi. (zaphaber/anf
grafik:Demokrat Haber)
İsmail Beşikci Vakfı'nın tanıtım toplantılarından ilki 14 Ocak 2012’de
Stockholm’de, ikincisi 18 Şubat 2012’de İstanbul Taksim Hill Otel’de yoğun
bir katılımla gerçekleşti. Etkinliğe araştırmacı yazar İsmail Beşikçi ile vakıf
kurucuları ve gönüllülerinin yanı sıra BDP Milletvekili Adil Kurt, eski Hakkari Milletvekili Hamit Geylani, BDP İl Başkanı Asiye Kolçak, araştırmacı
yazar Faik Bulut da aralarında olduğu çok sayıda kişi katıldı. Toplantı vakfın
kuruluş sürecini anlatan kısa bir video ve slayt gösterisiyle başladı. Gösterimin ardından vakıf kurucuları ve yönetim kurulu başkanı ve üyelerinden
İbrahim Gürbüz, İshak Tepe ve Ahmet Önal Kürtçe ve Türkçe birer konuşma
yaptılar.
İsmail Beşikçi Vakfı'nın Başkanı İbrahim Gürbüz, vakfın kurulması fikrini
10 yıldır taşıdığını, sonunda hayata geçirdiklerini belirtti, "İsmail Beşikci,
60 yıldır oluşturduğu arşivi, kitaplarını araştırmacıların hizmetine sunmak
istedi. Vakfın amacı, hem Beşikci'nin düşüncelerini yaşatmak, hem de araştırmacılara kaynak oluşturmak" dedi. Gürbüz, Beşikci'nin 20 bini aşkın kitabının yanı sıra, Ankara ve İskilip'teki iki evi ile kitaplarının telif haklarını
da vakfa bağışladığını söyledi.
Gürbüz, vakfın kısa, orta ve uzun vadeli planlarını da açıkladı: "Kısa vadede, kütüphaneyi açacağız. Arşiv ve dokümantasyon merkezi oluşturacağız.
Kitapları yeniden basacağız. Orta vadede, kitapları Kürtçe ve İngilizceye çevireceğiz. Dergi çıkaracağız. Araştırmacılara ödüller ile başarılı öğrencilere
burslar vereceğiz. Diyarbakır'da bir bina alıp, orada enstitü ve araştırma merkezi kuracağız. Uzun vadede ise müze ve üniversite kuracağız."
Etkinliğin kapanış konuşmasını ise İsmail Beşikci yaptı. Türkiye'de temel
sorunun hala Kürt sorunu olduğunu belirten Beşikci, "Devlet, KCK operasyonlarıyla, baskılarla bu sorunu gündemden düşürmeye çalışıyor" dedi. Kürt
sorununun doğuşuna ilişkin tarihsel bilgiler aktaran Beşikçi, şunları söyledi:
"İttihat ve Terakki, Osmanlı'yı Türk esasına göre yeniden şekillendirmek istiyordu. Ancak bunu yaparken, Ermeniler, Rumlar, Kürtler ve Aleviler birer
sorundu. Ermenileri techir etme, Rumları da sürgün etme kararı alıyorlar.
Kürtleri ve Alevileri ise asimile etme. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler ve Rumlar ile ilgili amaçlarına ulaşıyorlar. İttihat ve Terakki, Osmanlı'yı
Türk esasına göre yeniden organize ederken, ekonomiyi de millileştirmek
istiyordu. Bu da, Ermeni ve Rumların mallarına el koymak şeklinde oldu.
Büyük burjuvaların temel zenginlik kaynağı, el konulan bu mülktür. Kürt
bölgesinde ise bu mallara Kürt ağaları el koydu. Kürtler bu malları nasıl kullanacaklar? Devlet ile bu ilişki çerçevesinde karşı karşıya geliyorlar. Devlet,
'Bu mülkleri ancak benim gibi düşünürsen kullanırsın' diyor. Burada da Kürt
sorunu başlıyor."
İsmail Beşikci Vakfı
Kuloğlu Mah. Ayhan Işık Sok. No: 21/1
Beyoğlu/İstanbul,
E-posta: ismailbesikcivakfi@gmail.com, Telefon: (+90 212) 245 81 43
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tarihe tanık belgeler
HALEP’TE CAMİ
YAKININDAKİ YAHUDİ EVLERİNİN BOŞALTILMASI
YAZI: 11 Ramazan sene 973 (Mart
1566), Padişah Kanunî dönemi,
Sadrâzam: Sokollu Mehmet Paşa,
İran’da Şâh 1. Tahmasb’tır. O yıl,
6/7 Eylül gecesi Kanuni vefat etti.
Zietgar seferi.
KİMDEN: Padişah’tan
KİME: Haleb Beğlerbeği’ne
Kadısı’na HÜKÜM
KONU: Halep’te bazı camilerin
yakınında Yahudi evlerinin olması
beş vakit namaz kılanları rahatsız
ettiği, bu evlerin müslümanlar
tarafından satın alınıp Yahudilere
camilere yakın ev alıp yerleşmelerine meydan verilmemesi buyruğu.
BELGENİN MEÂLİ
Zeynel Kethüda’ya virildi.
Haleb Beğlerbeği’ne ve Kadısı’na
HÜKÜMKİ,
Mektub gönderüb nefs–i Haleb’in
mahallâtında (mahalleler) vâki’
olan mesâcid–i şerîfenin etrafında olan YAHUDİLER TAİFESİ
ber–tarikle temellük ve ihata idüb
müslümanlar sâkin olacak evler
kalmamak ile edâ–i salât olınmayub (namaz kılınmadığı) Yahudilerin evlerini zikr itmeleriyle
mukaddemâ emrim mûcibince
müslümanlara alınan on yedi aded
evden maadâ altı mescidin etrafı
tâife–i yahudi ihâta idüb edâ–i
salât olınmak bâ’ıs olan otuz dört
aded evin müslümanlara bey’ itdirilüb defteri Südde–i Saadetime
(saray) göndermişler imdi mezbûr
zikr olınan evler müslümanlar
elinde ibka (kalma) olub Yahudiler hakkı ve taarruz eylemek emr
idüb BUYURDIMKİ, alınan evler
müslümanların ellerinde ibka idüb
min–ba’d (bundan sonra) ber–tarikle Yahudi thaifesine aldırmayub
ve Âsitane–i saadetimden (İstanbul) ber–tarikle hüküm dahi ihrâç
idüb varırlarsa min–ba’d istimâ’
(işitme) itmeyüb hükümleri ellerinden alıb mühürleyüb südde–i
saadetime gönderesin hükm–i
şerifimin sûretini sicill–i mahsûsa
kayd eyliyesin,
BELGE: BOA– Mühimme Defteri,
cilt: 5,s.505/
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ABF : Hocalı katliamını lanetliyoruz
Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) Genel
Yönetim Kurulu “Hocalı katliamı” ile ilgili bir açıklama yaparak “Bu coğrafyada
katliamlar en çok maruz kalan, biz Aleviler, Hocalı katliamına maruz kalanların
anısını ve acısını da yaşıyor, bu katliamı
gerçekleştirenleri de lanetliyoruz” dedi.
Hiçbir millet, hiçbir ırk, hiçbir din hiçbir
katliama masum gerekçeler bulunamaz.
Katliama uğrayan masum insanların dini,
dili, ırkı, milliyeti sorulmaksızın anılması gerektiği gibi, katliamı yapanların da
dini, dili, ırkı, milliyetine bakılmaksızın
lanetlenmesi gerekir.
Bu coğrafyada katliamlar en çok maruz
kalan, biz Aleviler, Hocalı katliamına
maruz kalanların anısını ve acısını da
yaşıyor, bu katliamı gerçekleştirenleri de
lanetliyoruz.
Katliamları anarken, o katliama yapanlar
Diyanet İşleri Başkanlığı Strateji
Geliştirme biriminin başkanlığına
getirilen Dr. Necdet Subaşı soruna
Diyanet'in bakış açısını anlattı.
Subaşı'nın verdiği yanıtlardan anlaşılan Aleviliği bir İslam yorumu
ve İslam içinde tek ibadethaneyi de
cami olarak tanımlayan Diyanet'in
cemevlerinin ibadethane statüsü kazanmasına imkan vermesi beklentisinin gerçekçi olmadığı...
Cemevini ibadethane diye tescilleyemeyiz
Dr. Necdet Subaşı şöyle diyor: 'Diyanet 'Alevilik bir İslam yorumudur'
diyor ve İslamiyet'in ibadethane
makamı olarak camiyi kabul ediyor.
Bugünkü Diyanet bu konular kendine sorulduğu sürece bunu böyle
cevaplamaya devam edecek'
Alevi çalıştaylarında yaptığı koor-
ile o soydan gelen diğer insanları kesin
çizgiler ile ayırmanın gerekliğinin de altını çiziyoruz…
Biz, Aleviler Sivas, Maraş, Çorum, Dersim katliamlarını ve de Hocalı katliamını
da bu ilke ile anıyoruz…
Hocalı katliamını bahane ederek Ermeni
Halkını, hele hele Ermeni vatandaşlarımızı hedef gösterenleri, rencide edenleri
de lanetliyoruz.
Çünkü Alevi toplumu nefret söylemini
çok iyi tanıyan, bu söylemin yıkıcılığının
mağduru olmanın ne demek olduğunu iyi
bilen bir toplumdur. Ermeniler de aynı
nefret söyleminin mağduru olmuş aynı
mahalledeki kardeşlerimizdir
Nefret söylemini aşmanın ve demokrasiye ulaşmanın yolu, ezilenlerin, nefret
söylemine mağdur kalanların dayanışmasından geçer…
Katliam vahşettir. İnsanlık suçudur. Tarih hiçbir şekilde yapanları affetmeyecektir.
Katliamları anma yeni katliamları önleme amacını güderse asil ve anlamlı olur.
Asilce yaşanan acılar barışa, dostluğa
kardeşliğe hizmettir.
Hocalı Katliamı yıl dönümünde yaşamını yitiren masum insanları saygıyla anarken, aynı şekilde Sivas, Maraş, Çorum,
Dersim, Uludere, Başbağlar, Halepçe,
Srebrenitsa, Hama, Humus, Sumgayit ve
1915 katliamlarında ve de yerküremizde
binlerce katliamda yaşamını yitiren milyonlarca insanı da anıyor, anıları önünde
saygıyla eğiliyoruz…
Selahattin Özel
Alevi Bektaşi Federasyon
(ABF) Genel Başkanı
Diyanet İşleri Başkanlığı içinde yer
alan tüm oluşumlar İslam'ın temsili
makamı, ibadethane mekanı olarak
camiyi görüyorlar. Böyle bir algı
çok yaygın ve kabul görmüş.
dinatörlük görevinin ardından Diyanet İşleri Başkanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığına getirilen Dr. Necdet
Subaşı ile Alevilerin sorunlarını
anlattı Alevilerin Diyanet'in kendilerine bakışı ile ilgili ciddi sorunları
var.Aleviler cemevlerinin ibadethane
olduğunu ve bunun devlet tarafından
da tescil edilmesini istiyor. Devlet de
bu tescilin yapılması için sorumluluğu Diyanet İşleri Başkanlığı'na aktarıyor. Ortalama bütün ilahiyatçılar ve
Cemevlerinin statüsü ile ilgili çalışmak üzere iki yıl önce bir komisyon
kuruldu, o komisyon seçeneklerini
bize sundu. Bu kategorilerin hepsi
zorunlu olarak Tekke ve Zaviyeler
Kanunu ile ilişkilendiriliyor. Bu
konunun Devrim Kanunları'na dokunan tarafı var. O kanunlarla ilgili
boyutunu kim, nasıl tartışacak? O
benim sorumluluğumda olan bir
konu değil. Tabi ben Cumhuriyet'in
kuruluş dönemindeki hassasiyetleri
bilen, anlayan, kavrayan bir insanım. Ancak bugünün koşullarında
bu hassasiyetlerin gözden geçirilmesi gerektiğini söylemekte bir
sakınca görmüyorum.
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Tarih Yazıcılığında Vicdan Sorunu
Sabahattin Şerif Meşe
Düşünce, insanın düşünme etkinliğinin ürünüdür, düşünme etkinliğinin
ise birçok ürünü vardır. Kanaatimce
düşünce özgürlüğü alanındaki sorunlar da kanaatlerin ve inançların, bilgi
ile karıştırılması ve bunların propagandasının yapılması noktasında başlıyor. “Herkes egemen olan fikirlere
ne kadar aykırı olursa olsun, yeni fikirler ve bilgiler getirme hakkına sahiptir.” Ama sorunun can alıcı noktası
ortaya getirilen her türden fikrin yaygınlaştırılmasının belirli sınırlarının
olup olmamasıdır. Mesela kara propagandanın değer çiğneme pahasına
yapılabileceği ve yaygınlaşabileceği
düşüncesini, düşünce özgürlüğü çerçevesinde değerlendirmek ve onunla
bir tutmak gibi. Sanırım çoğumuzun
kafası da bu nokta da karışıyor ve kara
propagandayı da düşünce özgürlüğü
şemsiye altında görüyoruz.
Çağımız iletişim çağı ama şunu unutmamak gerekir ki iletişimde etik ilkeler çok önemlidir. İletişim etiği de
kara propagandayı hoş görmez. Elbette kara propagandayı yapan kişinin bio-psişik bütünlüğüne dokunmak
doğru değildir. Ama o kara propaganda da onun dile getirdiği fikirler legal,
illegal ya da kriminal terörizmin yarattığı şiddeti körüklüyor ve besliyorsa o fikirlerin yaygınlaşmasının önüne
geçmek devletin ve yasaların birinci
görevidir. Çünkü devlet ve birey arasındaki sözleşme bunu gerektirir.
Siz kitap yazabilirsiniz ama yazdıklarınızda etik ilkelere dikkat etmek zorundasınız. Kendi adıma etik ilke kaygısı duyan insanların ya da aydınların
kara propagandaya alet olacağını ya
da bilerek ve isteyerek bunu yapacağını düşünmüyorum. Bunu yaptıkları
zaman eğer bu propaganda yukarıda
belirttiğim gibi bir çeşit şiddeti körüklüyorsa bu düşünceleri düşünce özgürlüğü şemsiyesi altında değerlendirmek
çok olanaklı gözükmüyor. Belki çok
uç bir örnek olacak ama Pedofili’nin
yaygınlaşmasını isteyen bir düşünce
kuruluşunun olması gerektiğini savunanları hoş görmek mümkün mü?
Hadi düşünce de bunu hoş gördünüz
peki, bu kara propagandanın yaygınlaşmasına vicdanınız el verir mi? Ya
da buna düşünce özgürlüğü diyebilir
misiniz? İşin garip tarafı da bu propagandayı
yapanların buna sonradan sahip çıkmamalarıdır. Bunu da Sokrates ahlakına saygısızlık olarak görüyorum.
Çünkü düşünce özgürlüğünden dem
vuranlar kendi kanının ve canının
insanları olmalılar. Bu durum aynı
zamanda düşünce özgürlüğü maskesi
altında kara propaganda yapanlar için
de geçerlidir. Ama şu farkla ki kara
propaganda yapanlar yasalardan da
yakınmamalılar. Yasaların onlara vereceği cezayı kabullenmemeliler çünkü onların düşünce özgürlüğü şemsiyesinin altına sığınma gibi bir hakları
yok diye düşünüyorum.
Sokrates kara propaganda yapmadığı halde düşüncelerinden dolayı yargılanmış ve idam edilmişti. Üstelik
Sokrates, kendi imgesine sadık kalarak düşünce özgürlüğü uğruna ölümden kaçabildiği halde kaçmamıştı.
Onun için Sokrates’in vicdanına olan
bağlılığına hep hayran kaldım. Kendi
kanıyla hayatını yazdığı için de hep
saygı duydum, her zaman için şuna
çok önem verdim. Her insan yaptığı
eylemin arkasında durmayı bilmelidir. Bu durumun her koşulda geçerli
olduğunu düşünüyorum. Yalnız bunu
yaparken ‘gereken’ kavramını göz ardı
etmemelidir.
Her çağda düşünme, düşünceyi açıklama ve kanaat oluşturma birçok sorunu beraberinde getirmiştir. Çünkü her
çağ düşünme ve onun ürünlerini kendi
‘gereken’ kavramıyla örtüştürmeye
çalıştırmıştır. Tarihsel varlık alanında bu çok daha açıkça yapılmıştır ve
bu alan ‘gereken’ kavramının kurbanı
edilmiştir. Bu kavram çoğunlukla belli
bir bakış açısına ya da bir –izime göre
temellendirilmiş ve tarih yazıcılığı
buradan hareketle yapılmıştır. Elbette
tarihsel varlık alanı ‘gereken’ kavramından bağımsız oluşturulamaz; ama
tarihçi bunu yaparken; Carl Gustav
Jung’un arketip kavramına bakmak
zorundadır. Jung’a göre; arketipler(ilk
örnekler), biçimsel olarak tasarlanan
bir yetidir. Bu biçimsel yeti kalıtım
yoluyla bir sonraki kuşağa aktarılır.”
Peki, bu yetinin bir sonraki kuşağa
aktarılması olanaklı mı? Elbette “Biçimsel yetilerin” kalıtımla bir sonraki
kuşağa aktarıldığı kesin olarak kanıtlanmış değil. Ama bunun aksi de kanıtlanmamış. Arketipler önemli çünkü
‘gereken' kavramı buradan türetilmiş
ve tarih yazılarının hizmetine sunulmuştur.
Tarihsel varlık alanı da biçimsel arketiplerin olduğu bir alandır. Bu arketipler toplumların ruhsal ve pedagojik biçimlenmesinde önemli rol oynamıştır.
Toplumların bu biçimsel arketipleri
kendi bakış açısına göre yorumları gereken kavramları yaratmıştır. Ne yazık
ki kuşak lanetleri de gereken kavramının arketipler üzerine kurulmasıyla
çağdan çağa aktarılmıştır.
Tarih yazıcılığında nesnellik beklemek elbette safdillik olur. Çünkü özne
kendini nesne edindiği için ibreye hep
kendinden doğru bakar. Böyle yaptığı için de tarih yazımını ontolojik
temellerinden kopartarak onu bir paradigmaya dönüştürür. Kendi adıma
bu paradigmaların uluslara çok da
yaramadığı kanısındayım. Çünkü her
paradigma sonradan kolektif bir şiddete dönüşür ve kadim uygarlıkların
isimlerini dahi haritalardan silebilir.
Böyle bir tarih yazımının vicdan kavramından yoksun olması ise sadece
düşmanlık duygularının güçlenmesine
katkısı olur ve ne yazık ki vicdan kavramından bağımsız bu tarih yazıcılığı
da ulusları birbirlerine kırdırmaktan
başka bir işe yaramamıştır ve bundan sonra da yaramayacaktır. Tarihçi
değilim ama yakın tarihe baktığımda
düşmanlıkların kökeninde şunu görüyorum; bunlardan birincisi ittifaklar.
Yakın tarihe baktığımda; Kürtlerle
Osmanlı devletinin ittifakı Anadolu
toprakları üzerinde yüzyıldır süren ve
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
daha ne kadar süreceği belli olmayan
bir sürekli savaş durumuna ortama sürüklemiştir toplumları. Peki, son geçen yüzyılda ne olmuştu? 13 Haziran
1878 yılında Berlin Konferansı’nda
Ermenilerin sunduğu öneriler olumlu karşılanmıştı ve Osmanlı devleti
bu konferans sonrasında ortaya çıkan
Berlin Anlaşmasını imzalamış bu anlaşma ile "Vilayet-i Sitte" adı verilen;
Erzurum, Van, Mamüret'ül Aziz, Diyarbakır, Sivas ve Bitlis'te reformlar
yapmayı kabul etmişti. Bu anlaşmanın
61. Maddesi şöyle diyordu: "Osmanlı
Hükümeti, halkı Ermeni olan vilayetlerde mahalli ihtiyaçların gerektirdiği
ıslahatı yapmayı ve Ermenilerin Çerkez ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliklerini garanti etmeyi taahhüt
ederek bu konuda alınacak tedbirleri
devletlere bildirecek ve bu devletler de
söz konusu tedbirlerin uygulanmasını
gözeteceklerdir." Ama II. Abdülhamid, büyük devletlerin kendi aralarındaki çekişmelerinden faydalanarak
bu maddeleri asla uygulamadı. Bunun
yerine daha sonra 1891’de Hamidiye
Alaylarını kurdu bu alaylar hem Ermeni uyanışını hem de heterodoks
(Şii-Alevi-Kızılbaş) akımları bastırdı.
Kürt aşiretlerinin bu askeri örgütlenmelerde yer almalarının nedeni bu tarihten itibaren Ermenileri Anadolu’dan
atmak üzerinedir. Bu stratejileri elbette başarılı oldu ve “Büyük felakete”
katkı sundu. Ne yazık ki Ermeniler
topraklarını arkalarında bırakıp giderken bu topraklarına ve mallarına Kürtler tarafından el konuldu. Kürt algısı
da bu tarihten sonra kalan Ermenileri kılıç artığı dönme ve misafir olarak gördü, terk ettikleri toprakları da
kendi vatanları saydı. Peki, bu süreç
nasıl hazırlandı; ben bu sürecin 1878
Paris barış anlaşmasıyla kapsamlı ve
aşamalı bir plana dönüştüğünü düşünüyorum ve Kürt tarihçilerinin başucu
kitabı olan “Şerefname” bu sürecin en
önemli köşe taşlarından biri olduğunu
da. Yüzyılımızın başında Oryantalist
Nicolai Adontz 1920 yılında İngilizce yayımladığı, "Kurdish Intrusion in
to Armenia" başlıklı makalesinin bir
bölümünde bu kitapla ilgili şöyle bir
tespit yapar: “…1597 yılında Bitlis'in
yöneticisi Şerafettin, Kürt zenginliklerinin tarihini yazdı. Bu eseri,
akademisyen ...1886 yılında Saint
Petersburg’da "Şeref - Name" adıyla
yayımladı. Fransızca çevirisi ise, bir
yıl sonra 1887 yılında Paris'te gün ışı-
ğına çıktı. Kürt tarihçinin bu eseri, ilk
milli tarih örneklerinde görülen eksikleri aynen barındırmaktadır. Kronolojik tarihsel konuların eksikliğinden
kaynaklanan boşluklar, hayali yaradılış öyküleriyle sakınılmaksızın doldurulmuştur…” Buradaki Kronoloji çok
dikkatimi çekti. 1878 Paris barış antlaşmasıyla Osmanlı hükümeti Ermenilerin huzur ve güvenliğini Çerkez ve
Kürtlere karşı garanti etmeyi taahhüt
etmişti. Peki, ne oldu da Osmanlı hükümeti bu taahhüdünden vazgeçti? Bu
sorunun cevabı da Nicolai Adontz’un
makalesinde var. Adontz; “Türkler de
kendi paylarına, “haritalarından "Ermenistan" adını silip yerine Kürdistan
yazarak 'ermeni karşıtı' siyasetlerini
temellendiriyorlardı. Türklerin geliştirdiği, "Ermenistan’ı yok sayma"
siyasetinin İngilizlerin koruyucu şemsiyse altında gizlenebilmesi, Ermeniler için şaşkınlık vericiydi.” Diyor.
Elbette hayali yaradılış öyküleri ile
halkların kendilerine dünya üzerinde
bir coğrafya çizmelerini çok garipsemiyorum. Ama garipsediğim şey bunun bir enstitü tarafından Kürt tarihi
için yapılmasıdır.
Bir coğrafyanın isminin tarihten silinmesi ve o coğrafyaya yeni bir ismin verilmesi ve bu durum karşısında yüzlerini kuzeye ve batıya çeviren
Ermenilerin bu durumu fark etmeyip
yüzyılın başında soykırımla yurtsuz
bırakılmaları ve böylece topraksız
ulus sorununun da olmayacağını görememeleridir sanırım. Sonuçta ise
Rusya, İngiltere ve Osmanlı imparatorluğunun işbirliği ile kadim Ermeni
halkının yurtlarından sürülmesi ile
boşalan coğrafyaya Kürtlerin yerleştirilmesidir. Bu durum elbette Kürtlerin de hoşuna gitmiştir. İngilizlerin
ve Osmanlının koruyucu şemsiyesi
-ki bu İngiliz şemsiyesi hala devam
etmektedir.- Kürtlere yeni bir ülke sınırı çizmiş. Saint Petersburg enstitüsü
ise o ülkenin tarihini hayali yaradılış
hikayeleri ile süslemiştir. Kürtler de
Osmanlı devletiyle işbirliği yaparak
Ermeni coğrafyasını Ermenilerden temizlemiş ve o coğrafyaya kendi adını
vermiş ve kendilerini o toprakların
yerleşik ve kadim halkı ilan etmiştir.
Elbette Mezopotamya’da Kürtlerin
kadim bir halk olduğuna itirazım yok.
Benim takıldığım nokta bu oyunlar
karşısında Kürtlerin sessiz kalması
ve bu oyunlarda bizzat rol almasıdır.
Günümüz tarihçilerinin ve bilim in-
sanlarının bunu görmezden gelmeleridir. Bu durumun Kürtler üzerine
onlarca kitap yazan sosyolog Sayın
İsmail Beşikçi’nin gözünden kaçması
da ayrı bir trajedidir ve N. Adontz’un
aktardığı “… Kürtler ne antik ne de
ilk çağlarda Ermenistan’da teşekkül
etmemmişler aksine, Osmanlı Türk
idaresi zamanında bu topraklara nakledilmişlerdir. Osmanlılar, 1514 Çaldıran meydan muharebesinde, henüz
tekellerinde bulundurdukları toplar sayesinde, Iran hükümdarı Şah İsmail’in
güçlerini yenilgiye uğrattıktan sonradır ki Batı Ermenistan'ı egemenlik
alanlarına dâhil olmuştur. İranlılar ve
Osmanlılar arasındaki Ermenistan'ın
bütününü kontrolleri altında tutabilme
mücadelesi, Çaldıran muharebesinden
sonra da aralıksız sürmüş, sınırlar ise
günümüze dek değişmez kalmıştır…”
Tespitini görmemesidir. Dilerim günün birinde Sayın İsmail Beşikçi bu
durumu fark eder ve yazdıklarını yeniden gözden geçirir. 1800’lerin sonlarında İttihatçılar, beyaz Kürtler birlikte hareket ederek Ermenilere kendi
dağlarında pusu kurup, onları birlikte
yok ettikten sonra şimdi aynı dağlarda
onlardan kalan topraklara sahip olmak
için birbirlerine karşı pusu kuruyorlar.
Kendi adıma artık bu topraklarda sadece fiziksel olarak yer kaplamak ve
birilerinin tepemde Ahab’ın ağacı gibi
geciktirdiği sürgün trenini beklemek
istemiyorum. Bu toprağın beyazlarına onların kurduğu paradigmalarına,
yarattıkları sürü insanına, medya terörizmine ve geciken trenin potansiyel
bir yolcusu olarak tahammül etmek
canımı acıtıyor. Hak” ya da “hak alma” mücadelesi bu
toprakları yeterince kana boğdu sanırım. İnsanlar şaraptan çok kanı sevdi
nedense? Çağın vebası olan “terrorism” ve şiddet eylemleri biçim değiştirse de yeri geldiğinde kanlı yüzüyle
sokakların efendisi oldu. Gücü elinde
tutanlar her zaman için hak çiğneme
özgürlüğünü de sadece kendine tanıdı. Devletler hak ihlallerini “legal
terrorism”le tedhişçi örgütler “ihtilalci terrorism”le çeteler ve mafya ise
“kriminal terrorism”le yaptı. Sonuç
hep aynı; kan ve yine kan. Bu vahşetin içinde herkesin dönüp kendi yüzüne bakmasını istiyorum. Yüzlerindeki
maskeleri çıkarıp yüzlerine dokunmalarını, aynalara korkmadan bakmalarını istiyorum.
Artık hayatın gerçekliğinden kaçıp
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yanlarına sığındığımız insanlara yaptığımız sırt dönmeleri ve arkadan vurma hikâyeleri, ‘Benim de babaannem
Ermeniydi” masallarını duymak istemiyorum.
Artık gecikmiş sürgün ruhuyla bu
coğrafyanın sokaklarında dolaşmak
istemiyorum, doğduğum yere korkmadan gitmek oralarda özgürce dolaşmak
istiyorum, o sokaklardan geçerken
çocukluğumun peşinden koşan, Kürt
çocuklarının küfür diye savurdukları
“fılle” kelimelerini duymak istemiyorum ve artık affetmek istiyorum o
çocukları. Bakkal Karabet’in de onları
affedeceği günü bekliyorum.“Bakkal
Karabet'in ışıkları yanmış/Affetmedi
bu Ermeni vatandaş/Kürt dağlarında
babasının kesilmesini/Fakat seviyor
seni çünkü sen de/Affetmedin/Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına”
Hala bekliyorum! Karanlık, yerini aydınlığa bırakana kadar, aynalara korkmadan bakana kadar ya da son sürgün
treni gelene kadar bekleyeceğim.
“Çerağı yak! Şaraba su, hamura maya
katma. Sadece yazgına inan ve gizli
kal..!”
“…Herkesin bir “Akıl Çağı”, bir “Yaşanmayan Zaman”ı bir de “Yıkılış” zamanı
vardı. Sartre, “Özgürlüğün Yolları” dedi
buna. “Akıl çağı”, Cennet, “Yaşanmayan
Zaman”, Araf ve “Yıklış”, Cehennem.
J.P.Sartre, bu üçlemesinde cenneti, a`rafı
ve cehennemi yazdı. Kahramanı Methiu,
”Akıl çağı”nda bohem, ”Yaşanmayan
Zaman”da stoik ve “Yıkılş”ta cephede
intiharı bekleyen bir direnişçi. Edebiyatın ve felsefenin sürekli üzerinde
durduğu bu üç kavram özgürlük, direniş
ve intihar aynı kişide sürekli kavgaya
durdu hepimizde olduğu gibi…”
“…Kadın, İbrani mitolojisinde evcilleşmeyen ayrılık, Antik Grek’te ceza,
Aden`de yalnızlık, Sodom- Gomora diyarında tuzdan heykeldi. Her yerde tanrının öfkesiyle sınanıp, gazaba uğrayan
Eyüp sabrı ve meçhule giden gemilerin
içinde evcilleşmeyen umuttu, onlardı
yalnız ve üşüyen ruhlarını, sonsuz sevişmelerle örs tezgâhına bırakıp giden…”
Ermeni Kızı
Ağçik ..................Yusuf Baği
Peri Yayınları, İstanbul, 2007
112 sayfa, 13.5x 19.5 ebatında, ithal
kitap kağıdı.
Tarih anılarda gizlidir. Her yaşanan
trajedinin yazılışı, bir giz perdesinin
aralanmasıdır. Gelecek için geçmişin
ilmek ilmek aydınlanması, geçmiş ve
geleceğe projektörün tutulmasıdır.
Öznenin, doğal olanın, yaşananın
ikirciksiz ve tüm sonuçlarını, olasılıklarını düşünmeksizin sergilemek,
insan yaşamında ancak erdemlilik ile
karşılığını bulur..
Eğer sağlıklı bir duruş yoksa, insan
erdemliliğinden taviz vermemek
mümkün olmaz.
İnsanlık tarihinde, Anatolya, Trakya, Mezpotamya ve Medya ülkesi;
insanlık, kültürler, halklar ve medeniyetler beşiği olduğu kadar, imparator
ve diktatörler tarafından insanlık
mezarlığı haline getirildiği, geri ve
perişan hale itildiği unutulursa eksik
tanımlanmış olur.
İnsanın, insana ve doğaya karşı bu
kadar amansızca kirletilmiş hale getirilmesi, hangi argümanlarla olursa
olsun ideal ve erdemden uzaklaştırılmış insanlık olgusu ile tarif edilebilinir. Bu sonuçtan kurtulmak büyük
bir emeği, eforu, bilinçli bir çabayı ve
başarıyı gerektirir.
Yusuf Bağı, mektep görmüş değil,
ancak pek çok aydından daha fazla
okumayı ve kitabı sever. Pek çok
sözde bilim insanından daha sorgulayıcı ve öğrenmeye aşık bir insan. Bu
sorgulama ve öğrenme güdüsü, onun
sosyal, tarihsel ve olguların ardındaki nedenleri aramaya koyulmasına
yetmiş. Demokratik toplumda kadına
karşı tutum ya da kadının toplumdaki
yeri; o toplum ve devletin ne derecede demokratik olduğunun ölçülerinden biri olunca, toplumumuzda
kadınlara, özelikle Ermeni Kızlarına
"Arçik"lere nasıl davranıldığına göz
atmak gerekmez mi?
Ermeni kadını "Noyan"ın Arçik kızı
Meryem'n hikayesi ve bir kadın
olarak tüm varlığı ile insanlık konusunda hassas ve haysiyetli olmasına
rağmen, yalnız onun atalarını, akraba ve yakınlarını gözlerinin önünde
öldürmeleriyle de yetinilmemiş, yanı
sıra katliamdan kıl payı kurtulabilen "Ermeni Kızı Arçik" namı değer
Mardinli Meryem'e sonradan da
olmayacak insafsızlıklar etmişlerdir.
Elinizdeki "Ermeni Kızı Arçik" bu
yapılamayacak şeylerin izini sürmeye
meraklı, okul yüzü görmemiş, her
şeyi kendi çabasıyla öğrenme azmini
göstermiş bir Kürt'ün; saf ve temiz
hislerinin kağıda dökülmüş halinden
ibarettir.
Ancak yeni bir anlatımla karşılaşıp,
size ve düşünüşünüze ters, yabancı ve
sevmediğiniz bir hikaye ile de karşılaşabilirsiniz. Fakat ders çıkaracağınız çokça şey olduğu için ve zevkle
irdeleyeceğiniz için de okumamanız
mümkün görünmüyor. Elinizdeki
kitabı okuduğunuzda sevmemenizi
düşünmüyoruz.
50 TL. VE ÜZERİ ALIŞVERİŞLERİNİZDE KARGO ÜCRETSİZDİR.
(YURTDIŞI HARİÇ)
50 TL. altındaki siparişler anlaşmalı olduğumuz MNG Kargo ile
Türkiye’nin heryerine (dosya) tek
fiyat 3.40 TL. + KDV (4.00 TL.) (Kitabın kalınlığına ve ağırlığına göre
fiyat artışı olabilir.) kargo ücreti
alıcı ödemeli gönderilir. (Yurt dışı
gönderimleri Kıbrıs dahil 20 $’dan
başlamaktadır. Kargo ücreti önceden
talep edilir ve PTT ile gönderilir.)
Pêrî Yay ınları
Tel: 0216 - 347 26 44
GSM: 0 533 488 01 12
periyayinlari@yahoo.com.tr
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ŞADIYAN
Dr. Phil. Erdoğan Işık
(Ardowan i Kullo)
(Şadadiyan, Şadilli, Şadiler, Şadililer, Şadillu, Shaddids, Shaddadides,
Šaddadiden, Banu-Şadad)
Aras ile Kura nehirleri arasında yeralan ve antik dönemde “Media Atropatene” olarak bilinen coğrafik bölge ve
politik birliğin kuzeyinde bulunan ve
daha sonraları Aran/Arran olarak adlandırılan bölgede, yaklaşık 340/951468/1075 yıllarında egemen olan bir
Irani-Kürdi hane-danlıktır. Hanedanlık adını, kurucusu olan Muhammed
Bey’in babaadından almaktadır. Ancak bu adın Arapça yazılım şekline sahip olunduğundan ve bu yazılı
kaynaktan hareketle Batıdillerindeki
tarih yazımında da bu şekli geçerlilik
kazanmıştır. Arapçadan yapılan çevrim-yazımında “Şadad” olan bu adın
zamanla Türkçeye ve Kürtçeye uygun bir kısaltmalı kullanımla “Şadi”
biçimine dönüşmüş olması gerekir.
Eğer Ahmed bin Lütfullah’ın metninde belirtmiş olduğu “Şadad” adından
hareket edersek bu adın Irani kökeni belirgindir. Kurtak Bey’in oğlu ve
hanedanlığa adını veren kişi, Şad(d)
ad adlı olmalıdır. Bu adın daha sonra
“Şadi” biçiminde kısaltılarak Türkçe
ve Kürtçe’de kullanılmış olduğu, sonuna getirilen çoğul eki (Türkçe: -ler;
Kürtçe: -an) ile de ilgili hanedanlığı
veya mensuplarını tanımlayan, belirleyen ad oluşturulmuştur.
Şadadiyan Boybeyliği’nin ilk başkenti, tarihi öneme sahip bir kent olan
Dabil (Dvin) ve daha sonra ise Genca (Ganza, Ganzak) idi. Daha sonraları Boybeyliği’nin diğer bir kolu,
Ani’yi kendilerine merkez olarak
seçmişlerdir. Arran’ın önemli diğer
bölge ve kentleri, Nashwe (Naksiçewan), Tiflis, Şamkur, Baylakan ve
Bardha(ya)’dırlar. Bu bölge ve kentlerden merkezi olmayanlar, yerel
ve bölgesel boyutlu savaş ve istilalar nedeniyle her zaman Şadadi-yan
Boybeyliği’nin egemenliği altında bulunmuyorlardı; zira bu bölge ve kentler üzerindeki egemenlikler, politik ve
askeri koşullara bağlı olarak sıklıkla
el değiştirebiliyorlardı.
Abbasiler Halifeliği gücünün Bagdat
merkezine odaklanışı, kenar bölge ve
halklarının zamanla etkinlik kazanmalarına neden olmuştur. Hatta bu
nedenle dönemin bazı islam bilgin ve
yazarları, örneğin Al-Masudi, islam
aleminin zayıflığına ve olasılıkla da
dağılmasına bir işaret olarak algılayıp değerlendirmişlerdir. Özellikle
Iran’da, 10. yy.ın başlarından itibaren bir Daylam Boyu olan Buyidler
(Bowayhidler, Buwaihidler veya Al-e
Buya) ve Muzafaridler yerel birer güç
olma konumuna ulaşırlar. Daha sonraları Buyidler, 930lu yıllardan itibaren
Bagdat’taki Halifelik hizmetinde artık
politik ve askeri bir güç olurlar. Azarbeycan Şahı olan Muzafaridlerden
Muhammed oğlu Salar Marzuban’ın
948 yılında Ray’da esir düşmesi ve
dört yıl boyunca haps edilmiş olması,
yerel kabile ve aşiretlerin güç edinme
çabalarına neden olmuştur. Böylesi bir
ortamdan hareket eden Qurtaq (Kurtak) oğlu Şadad Bey’in oğlu Muhammed Bey, Dabil (Dvin) halkının da
desteği ile kente yerleşerek 951 yılında kendi yönetsel egemenliğini ilan
eder ve böylelikle de tarihsel olarak
Şadadiyan Boybeyliği’nin kurucusu
olur. Marzuban oğlu Salar Ibrahim’in
karşı saldırısı sonucu kenti bir süre
terk etmek zorunda kalan Şadad oğlu
Muhammed, yapılan savaşta başarı
göstermesi ile birlikte kente dönerek
egemenliğini yeniden sağlar. Kentte
yeniden bir yapılaşmaya ve organizasyona giden Şadad oğlu Muhammed,
bölgenin diğer yerli halkları olan Ermeni, Gürcü, diğer bazı Kürt ve Day-
lam boylarının desteklerini de sağlamaya çalışmıştır. Buna rağmen diğer
bazı yerli beylikler ile devamlı bir mücadele içinde bulunuyordu.
Muhammed’in 955 yılında ölümü üzerine, üç oğlundan en yaşlısı olan Ali
Laşkari emirlik görevini üstlenir. Bu
dönemde, Ardabil’deki Marzuban oğlu
Salar Ibrahim’in denetiminde bulunan
Genca kenti, Şadadiyan Boybeyliği tarafından 971 yılında alınır. Daylamit
güçlerinin kent ve bölgeden uzaklaştırılması ile birlikte denetim tümden
sağlanır. Böylelikle Arran’ın tamamına yakın bölümü ve Arminiya’nın bir
kısmı üzerinde artık Şadadiyan Boybeyliği egemen durumuna geçmiştir
ve Genca (Ganza, Ganzak) yeni başkent yapılmıştır.
Ali Laşkari’nin 978 yılındaki ölümünden sonra kardeşi Marzuban,
yaşı gereği emirlik görevini üstlenir.
Buna karşın diğer genç kardeşi Fazıl,
Genca’nın alınmasındaki çabaları ve
diğer askeri başarıları ile tanınan ve
kabül gören bir kişilikti. Iki kardeş
arasındaki belirmiş olan farklılıklar,
Marzuban’ın bizzat Fazıl tarafından
984 yılında öldürülmesi ile sonuçlanır. Marzuban oğlu Şirwin’in tutuklamasından sonra Fazıl, 985 yılında
hükümdar olarak tahta geçer. Yayılmaya yönelik çabaları ile anılan Fazıl,
Arran’ın diğer önemli iki kenti olan
Bardaya ve Baylakan’ı da topraklarına
katar. Ancak Arran’a karşı ve özellikle
de Kral IV. Bagrat’ın (1027-1072) ilk
egemenlik yıllarında yapılan Abhaz/
Gürcü-Ermeni istila ve yağma hareketlerine karşı savunma durumunda
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kaldığı belirtilmektedir. Bu tehlikenin
yanısıra, bizzat oğlu Aşkuya tarafından yönlendirilen ve Rus destekli bir
içayaklanmayı da bastırır. Önemli bir
girişimi ise, Aras Nehri üzerine inşa
ettirmiş olduğu köprü ile güneydeki
Azerbaycan Bölgesi ile bağlantı sağlamış olmasıdır. Bu sayede Tebriz’de
egemen olan diğer Rawadiyan Beyliği ile yakın ilişkilere geçilmis olmanın yanısıra, bölgelerarası ticaretin
gelişimine de katkıda bulunmuştur.
Dolaysıyla Arran Bölgesi, tarımsal
üretiminin yanısıra ticaret alanında da
devamlı gelişme gösteren bir altyapıya
sahip bulunuyordu. “Büyük” Fazıl’ın
son yıllarında da yine bölgenin yerli
Hristiyan beylikleri ile savaşları olmuş ve hatta saldırılar karşısında oldukça zor durumlarda kaldığı ve almış
olduğu bu darbelerden sonra ölene kadar hasta olduğu bildirilmektedir.
Fazıl’ın 47 yıllık hükümdarlığı, 1031
yılındaki ölümü ile son bulur ve yerine, oğlu Abul-Fath Musa hükümdar
olarak geçer. Yeni bir Rus saldırısını,
Şirwan Şahı güçleri ile birlikte Bakü
yakınlarında yapılan bir savaş ile geri
püskürtür ve onları bölgeden uzaklaştırır. Musa’nın bizzat oğlu Laşkari Ali
tarafından 1034 yılındaki bir saldırı
sonucu ölümü üzerine, hüküm-darlık
görevini 1049 yılına kadar basiretsiz
ve kötü niyetli biri olarak tanınan Laşkar Ali yürütür. Dış saldırılara karşı,
kaleden kaleye ikametini değiştirmekle meşgul olan Laşkar Ali’nin 1049
yılında ölmesinden sonra oğlu Anuşirwan sadece iki aylık bir süre için
yönetim-de bulunur.
Uzun yıllar Dvin’de, Genca’dan bağımsız emir (arkhon) olarak hareket
etmiş olan Fazıl oğlu Abul-Aswar
(Suvar Şapur veya Hellence kaynaklarda Aplesfares), askeri ve diplomatik
alanlardaki başarıları ile tanınan bir
kişi idi. Abul-Aswar henüz Dvin’deki
emirliği sırasında, ailevi bağlarından
da dolayı özellikle Ani merkezli Ermeni Bagraditler Hanedalığı’nın iç- ve
dışpolitikalarının da içinde olmuştur.
Hatta 1040-1 yılında oldukça güçlü
bir ordu ile Alan Bölgesi’ne karşı bir
sefer yaparak bir çok yerleşimin yanısıra dörtyüz kaleyi ele geçirir. Ancak
daha sonra birleşik bir cephe oluşturan
Hristiyan halklar, sonraki yıl Lori Şahı
David’in (989-1046/7) komutasında bu
yerleşimleri ve kaleleri, Abul-Aswar
güçlerine ağır kayıplar verdirterek
geri alırlar. Bizans Imparatorluğu,
kendisini yakından his ettirmeye başlayan Selçuklu akınları karşısında ve
Ermeni Krallığı iç sorunlarını da fırsat bilerek bölgede nüfusunu arttırma çabasındadır. Kaiser Konstantin
Monomakhos (1042-1054), kendisine
bağlı olarak kabul ettiği ve kulu (doulos) olarak gördüğü II. Gagik’ten
Ermenistan’ın başkent Ani ile birlikte
doğrudan Imparatorluk egemenliğine
bırakmasını talep eder. Bu talebi karşılanmayınca Kaiser, diğer yerel Hristiyan güçlerini de birleştirerek Ani’ye
karşı istilaya girişir. Öte yandan bunun
için Dvin Emiri olan Abul-Aswar’a
elçiler göndererek bizzat savaşa katılmasını ister. Bunun üzerine AbulAswar, fethetmiş olduğu kale ve yerleşimlerin kendisine brakılması koşulu
ile bu isteği olumlu karşılar. Bizans
güçlerinin Ani’yi alma girişimlerinden ilki geri püskürtülmüşken bu sırada Abul-Aswar, bölgedeki bir çok kale
ve yerleşimi ele geçirir. Ancak daha
sonra sıkıştırılmış olunan Gagik, bizzat Bizans’a çağrılarak antlaşma yolu
ile bir çözüm arayışına girilir. Bu arada kent, Bizans güçlerine teslim edilmiştir. Ani’nin teslimi üzerine Kaiser,
Abul-Aswar’dan işgal etmiş olduğu
kale ve yerleşmeleri bırakmasını talep
eder. Aralarındaki antlaşmaya aykırı
olan Kaiser’in bu talebi, Abul-Aswar
tarafından red edilir. Bunun üzerine
Gürcü, Alan, Ermeni ve Bizans birliklerinden oluşan bir güçle Dvin’e karşı
saldırıya geçilir. Dvin’e geri çekilmek
zorunda kalan Abul-Aswar, çevreyi
su altında bırakmak suretiyle kentin
kuşatılmasını ve alınmasını olanaksız kılar. Yapmış olduğu ani ataklar
ile Bizans güçlerine de ağır kayıplar
verdirir. Bu yenilgi üzerine kuşatmayı
yönlendiren komutanlar görevlerinden
alınırlar. Yeni komutanlar, Dvin’e ve
bölgedeki diğer kale ve yerleşimlere
karşı saldırılara devam ederler; ancak bu girişimlerinde de fazla başarılı
olamaz-lar. Bu sırada Leon Tornikios
Ayaklanması Bizans’ı, Abul-Aswar
ile savaşı bırakma antlaşması yapmaya ve Kaf kasya’daki bu güçlerini geri
çağırmaya zorunlu kılar. Leon Tornikios Ayaklanması’nın olasılıkla 1047
yılı sonu itibari ile bastırılmasından
sonra bölgeye, Nikeforos komutasında yeni bir Bizans gücü gönderilir.
Skylitzes, Nikeforos’un birlikleri ile
“Demir-Köprü” ve Genca’ya kadar
olan bir bölgeyi istila etmiş olduğunu belirtir ve Abul-Aswar’dan yeğeni,
Genca Emiri Fazıl’ın (Fadlun) oğlu
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Artasyras’ın (Ardaşer) rehine verilmesini talep eder. Nikeforos’un bölgeye
olan bu seferi, geçmiş bir hesabın ödetilmesini amaçlıyordu ve bunun için
Arran istila edilmek istenmiş olmalıdır. Selçuklu Ibrahim Inal’ın Anadolu
içlerine ve daha sonra bölgeye yapmış
olduğu sefer, olasılıkla Nikeforos’un
bu akını ile ilişkili olarak hemen öncesinde veya akabinde gerçekleştirilmiş olmalıdır. Çünkü aynı yıl Bizans
Imparatoru, bölgenin yerli Hristiyan
halkının (Abhaz, Gürcü ve Ermeni)
komutanlarına haber göndererek birleşmelerini ve karşı koymalarını istemektedir. Bu sıradaki Genca Emiri, aslında Ali Laşkari (II.) olmalı ve
onun da bilinen dört oğlundan biri
Ardaşer adlı idi. Bu durumda Nikeforos komutasındaki akının 1049 yılı
öncesinde veya bu yıl yapılmış olması
gerekir. Eğer Abul-Aswar’dan yegeni
ve Genca Emiri olan Ali Laşkari’nin
(II.) oğlu Ardaşer’in rehin verilmesi isteniyorsa, bu, O’nun Genca’nın
da emiri olduğuna dair bir kanıttır.
Skylitzes’in Abul-Aswar’ı Dvin Emiri (arkhon) olarak tanımlarken Fazıl’ı
(Fadlun), ki doğrusu Ali Laşkari olmalı, Genca’nın Beyi (kat’arkhon) olarak
belirtmesi, Genca’nın ve dolaysıyla
Ali-Laşkari’nin diğer bir güce olan bağımlılığına da işaret etmektedir. Dolaysıyla Nikeforos’un Kaf kasya seferi,
Abul-Aswar’ın Genca’nın da emiri
olduğu 1049 yılında gerçekleştirilmiş
olmalıdır. Ancak Abul-Aswar bu sırada, savunmaya daha elverişli olan ve
daha önceki kenti Dvin’de bulunuyordu. Nitekim Dvin’nin yeniden kuşatılmış olduğuna dair herhangi bir aktarım bulunmadığına göre, Nikeforos’un
hedefinde, Arran’ın diğer önemli kent
ve kalelerinin istila edilip yağmalanması bulunuyordu, ki bu amacında,
sınırlı ölçüde ve belirli bir süre için
başarılı olduğu da anlaşılmaktadır.
Bu askeri ve diplomatik çaba ve başarılarından dolayı Dvin Emiri Suvar
Şapur (Abul-Aswar), Genca’daki (Ganzak) hanedanlık ileri gelenleri, askeri
ve yönetim üstkademesindeki kişilerce tüm Arran’ın emiri ilan edilir. Ilk
başlarda Abul-Aswar, öncelikle yönetimdeki iç sorunları çözmekle meşgul
olur ve hanedanlığa yeni bir düzenleme
getirir. Abul-Aswar döneminde Tiflis
de dahil olmak üzere bütün Arran bölgesi, Şadadiyan Hanedanlığı’na, dolaysıyla Islam Mülkü’ne bağlanır. Bu
kuzeye ve Kura’nın da ötesine doğru
olan yayılma, daha kuzeydeki yerli
halklardan Alanlar ve kuzeydoğudaki ve Kura Nehri’nin öte yakasındaki
Şirwan Şahlığı ile yıllarca süren karşılıklı mücadelelere neden olmuştur.
Ama en azından Şirwan Şahlığı ile
mevcut ailevi ilişkiler, iki bölge ve
hanedanlık arasında zaman zaman
birlikte hareket edilmesini de sağlamıştır. Selçuklu Sultanı Alp-Arslan’ın
1064 yılında Bizans Imparatorluğu etkisi altındaki Ermenistan’a karşı yapmış olduğu seferine, Abul-Aswar komutasındaki güçler de katılırlar. Başta
Ermeni Bagraditler’in önemli merkezi
ve “binbir kiliseli kent” olan Ani olmak üzere, civarındaki bir çok kale
ve yerleşim alanı, bu sefer sırasında
alınır. Alınan bu tahkimli alanlar ve
yerleşimler, aynı zamanda Bagraditlerin bir prensesi ile evli olan ve 10221049 yılları arasında Dvin’de emirlik
yapmış olan Fazıl oğlu Abul-Aswar’ın
(Suvar Şapur) denetimine bırakılır.
Sultan Alp-Arslan bu sefer sırasında,
Kral Bagrat’ın yeğeni ile evlenmek
suretiyle hem Gürcü-Ermeni Hanedanlıkları ile ve hem de Şadadiyan
Boybeyliği ile akrabalık ilişkilerine
girmiştir. Fakat aynı yıl Arran, yeniden kuzeydeki Alanlar’ın ağır yağma
saldırı-larına maruz kalır.
Aralık 1067 yılında ölen AbulAswar’ın naaşı, Genca’daki “Merkez
Camii”nde defnedil-miştir. Abul-Aswar geride beş oğul, Fazıl, Aşhut,
Iskender, Manuşer, Marzuban ve bir
kız çocuğu bırakmıştır. Daha yaşamı sırasında Abul-Aswar, yaşlı oğlu
Abul-Fazıl’ı halefi olarak belirlemiştir.
Diğer kardeşler, hanedanlık fertleri
ve askeriye, bu karara uygun hareket
etmişler ve kendisine olan bağlılık
vurgulanmıştır. Amaçlamış olduğu
seferler için asker toplama ve kaynak
elde etmek için yeniden Arran’a gelen
Selçuklu Sultanı Alp-Arslan, AbulFazıl tarafından saygıyla karşılanmış
ve olan bağlılık yenilenmiştir. Çünkü Dandanakan Savaşı’ndan sonra
Selçuklular’ın etkinliği devamlı bir
yükseliş göstermiş ve 1055 yılından
itibaren Buyidler yerine Bagdat’daki
Halife’nin hizmetinde önemli askeri
bir güç olmuşturlar. Gerek Selçuklu
Türkleri ve gerekse diğer Türk boylarından bir çok kişi, müslüman olmaları ile birlikte Bagdat’taki Halife güçleri, yerel Daylamit ve Kürt Beylikleri
askeri güçleri içinde hatırı sayılı bir
oranda “gulam” olarak hizmette bulunuyorlardı. Bunun yanısıra Türklerden
oluşan birlikler, zaman zaman Bizans
Imparatorluğu hizmetinde de yardımcı kuvvetler olarak görev yapıyorlardı.
Tebriz’deki Rawaddiyan ve Genca’daki Şadadiyan beyliklerinin hizmetinde
de önceleri yeterince Türki boylardan
asker mevcuttu. Özellikle Dandanakan Savaşı’ndan sonra Tuğrul Bey’in
zamanla güçlenmesi ve sonradan
Bagdat’ta söz sahibi olması ve daha
sonraları Sultan Alp-Arslan’ın geniş
alandaki fütühatları ile yaratılan kaynaklar, Selçuklular komutasında hizmette bulunmayı daha çekici ve meşru
kılmıştır. Her ne kadar sınır boylarındaki beylikler güçlendirilmeye çalışılmışssa da, artık bir merkezi güç olarak
Selçuklular, bu beylikleri bizzat kendilerine bağımlı kılıyorlardı; güçlü ve
devamlı hareket ve taaruza hazır merkezi bir ordu gücüne her türlü destek
verilmesi sağlanıyordu. Sultan AlpArslan buradan Şakki, Gürcistan ve
Abhazya’ya karşı bir sefere başlamıştır. Bir çok kaleyi ve kenti alan, çok
sayıda kişiyi esir ve oldukça ganimet
elde eden Sultan Alp-Arslan, Tiflis ve
Rustavi kentlerini Fazıl’ın denetimine
bırakır. Ancak daha sonra Abhaz saldırılarına karşı koymak amacı ile bölgede bulunan Abul-Fazıl, Abhaz güçlerine esir düşer. Bunun üzerine diğer
kardeşi olan Aşhut, 1068 yılında emir
olarak ilan edilir. Daha sonra emrindeki Türkler ile Arran’a gelen Savtekin,
Abul-Fazıl’ı Abhaz esaretinden Nisan
1069 da kurtarır. Böylelikle yeniden
Genca’daki emirlik tahtına oturur.
Kardeşi Aşhut’un emirliği, sadece 8
ay sürmüştür. Fazıl’ın esareti sırasında, Şirwan emiri, iki emirlik arasındaki mevcut antlaşmaya aykırı olarak
Arran’daki bazı alanları işgal etmiştir.
Bundan dolayı Şirwan emirliğine karşı bir sefer düzenlenmiş ve yeni bir
barış antlaşması, olasılıkla daha Malazgirt Muharebesi öncesi sağlamıştır.
Bu arada yeniden Abhazya’daki (Gürcistan) bazı kale ve yerleşmeleri (Kavazini, Agarani) geri alır.
Daha sonra 1073 yılında oğul Fadlun,
ordunun da desteği ile babasına karşı
ayaklanmış ve onu emirlikten uzaklaştırmıştır. Fadlun’un emirliği 2 yıl
ve bir kaç ay sürmüştür. Selçuklu komutanlarından Savtekin, 1075 yılında
yeniden bölgeye gelir. Fadlun’un ülkesini teslim etmek istememesi üze-
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
rine, Arran’a hücuma geçen Savtekin
komutasındaki güçler, tüm bölge-leri, kaleleri, yerleşimleri işgal ederler;
Fadlun’u esir alırlar; Arran’ın tüm
hazineleri ve depoları, böylelikle Selçuklu Türkleri’nin denetim ve eline
geçerler.
Arran’ın Genca, Dvin ve diğer önemli kentleri ile birlikte Selçuklular’ın
eline geçmesi ve Genca’daki Şadadi
Beyi Fadlun’un esir düşmesi üzerine,
Şadadiyan Boybeyliği’nin diğer mensupları, daha önceleri bizzat Selçuklu
Sultanı Alp-Arslan tarafından alınan
ve Abul-Aswar’ın denetimine bırakılan Ani’ye yeleşirler. Bagraditlerin bu
başkenti, aynı zamanda Bagradit Prensesin oğulları için bir “anayurdu” idi.
Kentte sonradan inşa edilmiş olunan
bir caminin yazıtı, inşaanın MalikŞah zamanında gerçeklestirilmiş olduğunu belirtmektedir. Aynı caminin
başka bir yazıtında, “al-amir al-ayall
Shuya al-daula Abu-Shuya Minusir
ibn Savur” ünvanına rastlanmaktadır.
Olasılıkla Abul-Aswar oğlu Manuşer, Ani’nin 1064 yılında alınması ile
birlikte kente, Genca’daki babasının
denetiminde emir olarak atanmış olmalıdır. Manuşer’in Ani’deki emirliği,
Malik-Şah tarafından yeniden onanmştır. Malik-Şah’ın ölümü sonrası bölge,
yeniden Şadadiyan Boybeyliği, Selçuklu beyleri ve diğer yerel beyler arasında süregiden mücadelelere neden
ve sahne olmuştur. Çünkü Arran, doğal yapısı ve iklim itibari ile her türlü
tarımsal ürünün yetiştirilmesine, hayvan besiciliğine uygun bir bölgedir.
Bunun yanısıra özellikle büyük kentleri (Dvin, Ani ve Genca) dönemin en
ileri manufaktur ve işletmecilik atelyelerine sahip bulunuyorlardı. Bundan dolayı aynı zamanda birer önemli
ticaret merkezleri konumunda idiler.
Bölgenin bu kaynak ve ekonomik potansiyeli, egemen olan veya olmak isteyen güç için oldukça çekici idi. Hatta
bundan dolayı gaspa ve talana dayalı
istilaların da ilk hedefi durumunda bulunuyordu. Diğer yandan başta Genca
olmak üzere, Arran’ın öteki kentleri
nüfusunun çoğunluğunu, henüz yerli halklar oluşturuyordu ve bu nüfus
dokusu, beylik hakkı konusunda mücadelelere neden oluyordu. Örneğin
Genca’nın zaman zaman farklı müslüman emirler tarafından kuşatılarak
alındığı bildirilmektedir. Bu durum,
kentin ve bölgenin güçler dengesine
göre devamlı el değiştirmiş olduğuna
işaret etmektedir. Dvin’e karşı bilinen
en ağır saldırılardan biri, 1105 yılında
Lori’yi alan Kızıl tarafından gerçekleştirilir. Dvin’in alınması sırasında
ilerlemiş yaştaki emir Abu-Nasr (Iskender Şapur) bizzat Kızıl tarafından
öldürülür. Bunun üzerine Ani’de emir
olan kardeşi Manuşer, Selçuklu Sultanı Giyaseddin Muhammed’in (11051118) bizzat sarayına kadar giderek
şikayette bulunur ve almış olduğu
yardımla Kızıl’ı yenilgiye uğratır; yakalanan Kızıl, Abu-Nasr’ın (Iskender)
mezarı başında öldürülür.
Manuşer’in ölümünden sonra (1112?)
yerine oğlu Abul-Aswar II. geçerse de,
Ermeni kaynak-ları onu, zayıf ve düşkün karakterli bir kişi olarak anmaktadırlar. Bunun başlıca nedeni, Ani’deki
merkezi kilisenin kutsal hacını indirterek yerine, Khilat’tan getirtilen görkemli bir yarım ayı taktırmak suretiyle
Kathedrali Cami’ye dönüştürmesidir.
Böylelikle kentin Hristiyan halkının
tepkisine neden olan II. Abul-Aswar,
kent sakinlerinin Gürcistan Şahı IV.
David’den (1089-1125) sözde yardım
istemeleri üzerine, 1124 yılında Ani,
Gürcü birlikleri tarafından alınır;
oğulları ile birlikte esir alınan AbulAswar (II.) Gürcistan’a (Abhazya’ya),
sürgüne gönderilir. Ancak Horasan’da
Sultan Sancar’ın yardımı ile asker
toplayan Abul-Aswar’ın oğullarından
Fadlun (III.), bir sonraki yıl Ani’yi yeniden alır. Şadadiyan Boybeyliği’nin
eski görkemini yeniden sağlamaya
çalışan Fadlun, kısa bir süre için de
olsa Dvin ve Genca’yı yeniden ele
geçirir. Ancak Selçuklu Türk beyleri
ile olan yerel boyutlu savaşlar da devam ederler. Dvin’in Tughan-Arslan
oğlu Kurti’nin (Kzin oğlu Xuri) bir
saldırısı sonucu alındığını ve yapılan
savaşta Fadlun’un ölümcül olmayan
bir yara almış olduğunu, Vardan Arewelci belirtmektedir. Fakat bu saldırı,
Şadadiyan Hanedanlığı’na vurulan
yeni bir darbe olmanın ötesinde aynı
zamanda Dvin ve Ani gibi tarihi ve
ekonomik öneme sahip kentlerin de
yok oluşlarına bir son neden olmuştur.
Fadlun’un ölümünden sonra kardeşleri Xuşşer ve Mahmut’un Ani’de etkin
oldukları anlaşılmaktadır. Fadlun’un
diğer bir kardeşi, Bagraditler ailesinden olan babaannesi Katay’den dolayı bir Hristiyan olarak eğitilmiş ve
keşiş olarak onbeş yıl Kutsal Grigor
dağındaki manastırda yaşamını geçirir. Daha sonraları Mahmud’un oğullarından Fakhr al-din Şadad (1154
öncesinde), Fadlun (IV.) (1155-1163?)
ve Şahanşah’ın (1164-1174) adları, çesitli tarihsel olaylar ile ilişkili olarak
yazılı kaynaklarda ve Ani’deki bazı
yazıtlardan anılmaktadırlar. Kentin
1163/4 yılında Gürcistan Şahı Georg
tarafından ağır bir istila ve yağma sonucu alındığını belirten kaynaklar, bu
sırada kentte, kardeşi Şadad’ı izleyen
Fadlun’un emir olduğunu aktarırlar.
Yine 1173/4 yılında Ani, bir kez daha
Gürcülerce alınır ve emir Şahanşah,
bir daha geri dönmemek üzere esir
alınır. Ancak Ani’de bulunan ve Mahmud oğlu Şahanşah’a ait olan bir yazıt, 1198/9 yılına tarihlenmektedir.
Eğer bu yazıttaki “Sultan” ünvanı,
bizzat Irani adı Şahanşah’ın bir çevirisi olarak kabul edilecek olursa, Şadadiyan Boybeyliği mensuplarının bu
sırada artık Ani’de ticaretle uğraşan
ve kentin sadece ileri gelen varlıklı
ailelerinden biri olmalıdırlar. Bu yazıttan çıkan diğer bir sonuç, Ani’nin
Gürcülerce işgali ve Şahanşah’ın esir
edilmesinden sonra bir daha emir olmamak koşulu ile kente geri dönmüş
olmalıdır. Buna rağmen ünlü Gürcü
Kraliçe Tamara (1184-1213), kısa süre
içerisinde bölgenin önemli kentlerini,
emrindeki iki Kürt kökenli kardeş general Zekerya ve Ivane sayesinde egemenliği altına alır. Bu kentler arasında
Ani ve Dvin’in 1201 ve 1205 yıllarında alınmış oldukları aktarılmaktadır.
Eğer Vardan Arewelci’nin bu aktarımı
doğru ise, ki O’nun yaşamış olduğu bir
zaman söz konusu edilmektedir, Ani
ve Dvin’in 1174 yılındaki Gürcü istilalarından sonra yeniden müslüman
veya yerli emirlerin denetimine geçmiş olmaları gerekir. Nitekim Vardan
Arewelci, Dvin’in 1184 yılında Soslan
tarafından alındığını ve 1186 yılında
ise Dvin’de, Alişer adlı bir müslümanın emir olduğunu belirtmektedir. Bu
çelişkili aktarımların nedeni, yıllık
ganimet için yapılmış istila ve saldırılar, gerek bazı kaynaklarda ve gerekse bazı tarih yazımlarında doğrudan
kent(ler)in alnması ile ilişkilendirilmiş olmasındandır.
Şadadiyan Boybeyliği’nin sonrası
hakkında doğrudan herhangi bir yazılı
kaynağa rastlanılmamaktadır. Önceleri Harzemşah ve hemen sonrasındaki
Moğol işgalleri sonucu Transkaf kas-
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ya, yerli beylikleri dağıtılarak değişik
hanlıklara ayrılmıştır. Moğol istilaları
sonucu Oğuz ve Türkmen boyları ila
Irani- Kürdi boyların ve hatta bölgenin
Ermeni halkı kısmen Anadolu’ya göç
etmişlerken diğer Kürt ve Türkmen
boylarının bir bölümü, yarıgöçebe bir
yaşam tarzına yönelmişlerdir. Zaten
bu dönemdeki Selçuklu beylikleri,
bu değişik etnik kökenlilerden oluşan
silahlı-akıncı güçlerine sahip bulunuyorlardı. Hatta bazı beyliklerin IraniKürdi yapısal özellikleri, bizzat bazı
kaynaklarda vurgulanmaktadır. Örneğin Şikari’nin Şahname adlı eserinde,
bu sıralar (13. yy.) henüz Sivas’ta bulunan Menteşeoğulları’na adını veren
Menteşe’nin babası Hacı Bahaddin’in
(veya Bahadır) bir Kürt olduğu ve bir
Selçuklu beyi olarak Sivas üzerinde
egemen olduğu belirtilmektedir. Karaman Beyi Saddedin oğlu Nureddin,
bir hile ile Hacı Bahaddin’in Sivas’taki oğlu Menteşe’yi esir alır. Bunun
üzerine Hacı Bahaddin (Bahadır) ile
varılan antlaşma gereği, Anadolu’da
kendisine başka yerler verilir ve böylelikle Sivas, Karaman Beyliği’ne kalır. Şikari’nin Karamanoğulları’nın
tarihini yazan Yarcani’ye dayalı bu
Menteşeoğulları’nın kökenine dair belirtmiş olduklarına, bazı çelişkilerden
ve eserin efsanevi özeliklerinden dolayı şüpheyle yaklaşılmaktadır. Ancak
bazı Kürt beylerinin askeri güçleri ile
birlikte başta uç beyliklerinde olmak
üzere, bazı alanlarda etkin oldukları
anlaşılmaktadır. Bunun nedenlerinden
biri, Selçuklu Sultanı Alp-Arslan’ın
Kürt Beylikleri güçlerini, ki zaten
belirgin oranda Türkmenlerden oluşuyordu, bizzat kendi birliklerine entegre etmesi ve sınırlardaki akınlarda bu
güçleri, diğer Oğuz ve Türkmen birlikeri ile birlikte kullanmasıdır. Diğer
bir neden, daha sonra Moğol istilaları
ile yerleşik olan çiftçilerin ve ticaret
erbabının yerlerinden edilmesi ve bu
nüfusun kısmen Anadolu’ya yönelmesidir. Aynı şekilde Kütahya yöresinde
egemen olan Germiyanoğulları’nın
gerek bu “germiyan” ve gerekse kurucu beyi Alişer adları, Irani-Kürdi kökenlerine işaret etmektedirler.
Gerçi bu dönemde, özellikle Anadolu
Selçukluları Sultan adlarından önemlileri, tamamıyla Irani şah ünvan ve
adlara sahiptiler. Örneğin Kay-Kavus,
Kay-Kubad, Kay-Husrev gibi. Ama bu
durum, bir bütün olarak görülen ve algılanan islam aleminin aynı zamanda
ailevi, kültürel ve askeri-politik kaynaşmasının ve bütünleşmesinin de kaçınılmaz bir sonucu olmalıdır.
Osmanlı-Iran ilişkilerinde önemli bir
rol oynayan bölge ve sakinleri, aynı
zamanda dönemin bu iki önemli gücünün politik ideolojilerinin de sahne
ve figüranları olmuşturlar veya yapılmıştırlar. Özellikle Safavi Devleti’nin
mezhepsel bir temele dayanıyor olması ve Anadolu içlerine kadar etkinlik
göstermeye başlamış olması, Osmanlı
yönetimini oldukça endişelendirmiş
olmalıdır. Dolaysıyla her yerel boyutlu
çatışmaya, bu iki güce dayandırılmak
suretiyle mezhepsel bir içerik kazandırılıyordu. Çaldıran’daki savaş ve Safavi hezimeti (1514), kısa bir süre için
bir durulma sağlamışsa da, iki güç
arasındaki bu karşıtlılık durumu daha
da belirginleşmiştir. Nitekim aynı
yüzyılın 70-90lı yıllarında iki güç
arasındaki mücadele ve savaş, GüneyKaf kasya’ya odaklanmıştır; sonuçta
Gürcistan ve Şirvan (Azer-beycan)
Osmanlı egemenliğine geçerler. Şah
Abbas’ın 1603 yılında, Osmanlı egemenliği altında bulunan Tebriz, Nakşıcewan, Genca ve Eriwan’a karşı seferi,
Selmas’ın komutanı Kürt Şahkulu oğlu
Gazi Bey’in bölge sakinleri tarafından
görevinden uzaklaştırılması ve Şah
Abbas’a sığınması gerekçe gösterilerek yapılmıştır. Pers ve kendine bağlı Türkmen ve Kürt beylerinin askeri
güçleri ile 1604 yılında bölgeyi tamamıyla alan Şah Abbas, bölgenin sakini Ermeniler’i, zanaatkar olarak başta
Isfahan olmak üzere Iran’ın değişik
kenterine zorunlu iskana tabi tutarken, Şadililer’in yanısıra sınır boylarında yarı yerleşik veya göçebe olarak
yaşamakta olan bir kısım Kürt boylarını, doğudaki Özbek saldırılarına
karşı önlem olarak Horasan’daki Bojnurd şehri ve çevresine savaşçı olarak
yerleştirir. Savafiler Dönemi’nde bazı
Kürtlerin Horasan kentlerinde vali görevlerinde bulunmuş olmaları, iskan
ettirilen Kürt boyları arasında, daha
önceleri kentsel yaşam içinden gelen
ve eğitim-öğrenime sahip olanların
varlığına da işaret etmektedirler.
II. Katherina’nın öngörmüş olduğu
“Kaf kasya’nın Ruslaştırılması” politikası, 19. yy’ın başlarından itibaren
bögeye yönelik işgaller ile yaşama geçirilmeye başlanmıştır. Bu işgallerle
elde edilen bölgelere, başta Genca ve
çevresi (Arran) olmak üzere, Rus Çarlığı tarafından Almanya’dan getirtilen
ve kendilerine oldukça ayrıcalıklı hakların tanınmış olduğu kolonistler yerleştirilirler. Bu koloni kurma politikası, 1829 yılında tüm Kaf kasya’nın Rus
istilasına uğraması ile birlikte daha da
hızlandırılmış ve sonrasında yapılan
reformlarla kalıcılaştırıl-mıştır. Bölge üzerinde egemen durumda bulunan
Iran ile Rusya arasındaki savaş sürerken Rusya ile Osmanlı Imparatorluğu
arasında bir barış antlaşması sağlanmıştır. Barışın hüküm sürdüğü bir sırada (1826 yılı), bölgedeki Kürt süvari
birlikleri, bu Alman kolonilerinden ve
Tiflis’in güneyindeki Katherinenfeld’i
istila ederler. Esir edilen sakinlerini
ise, Osmanlılara bırakırlar. Izleyen yıl
(1827), yine Kürtlerden oluşan ikibin
Pers süvari birliği, Rus güçlerine karşı
bir saldırıya girişir. Bunun üzerine Rus
komutan Krasovski, Ermeni ve Gürcü
militanlardan oluşan bir yardımcı güç
göndererek bu saldırıyı geri püskürtür. Bu süvari birliğinin Kürt komutanı Ishakoğlu Ali Ibrahim, bu karşı
savunma sırasında öldürülür. Daha
sonra ünlü Rus yazarı A. Puşkin’in
de eşlik etmiş olduğu Erzurum ve
Hasankale’nin Paskeviç komutasındaki Rus güçlerince 1829 yılında alınması ile sonuçlanan işgal ve sonrasında
devam eden Osmanlı-Rus Savaşları ile
birlikte yerlerinden edilmiş olunan yörenin müslüman halktan oluşan sakinleri, (Çerkez, Kürd, Tatar-Azeri halk
ve boyları) büyük oranda Anadolu’ya
geçerek Osmanlılara sığınmışlardır.
Buna karşılık Iran’daki ve Osmanlı
Ülkesi’ndeki Hristiyan azınlıkların
(Ermeni ve Yunan) Kaf kasya’ya iskan
edilmeleri, bizzat Çarlık Rusyası tarafindan teşvik edilmiştir. Bu dönemde
Osmanlı Ülkesi’ne sığınan bu Kaf kasya göçmenleri arasında ise, Şadadiyan
Boybeyliği’nin hala bölgedede ve sınırlarötesi alanlarda kısmen yerleşik
ve kısmen yarıgöçebe olarak yaşamakta olan kolu da bulunuyordu. Osmanlı
Devleti, özellikle bu Şadadiyan göçmenlerini, Doğu Anadolu’da Ermeni
yerleşkeleri yakınlarına veya bizzat
yaylalarına iskan ettirmek suretiyle
sözde güvenlik ve logistik açıdan bir
tedbir alma gereğini yerine getirmiştir. Bu nedenle Şadadiyan Boyu’nun
iskan alanı, Erzurum, Erzincan, Sivas,
Gümüşhane, Bingöl, Elazığ, Dersim
(Tunceli), Maraş ve Antep dahiline
yayılmaktadır.
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dvin ve Genca’daki Şadadiyan Hanedanları (Emirleri)
Qurtak
Şadad
1. Muhammed (951-955 Dvin’de)
2. Ali Laşkari I (955-978) 3. Marzuban (978-984)
4. Fazıl I (985-1031)
5. Musa (1031-1034)
6. Ali Laşkari II (1034-1049)
7. Anuşirwan (1049, 2 ay)
8. Abul-Aswar Şapur (1022-1049-1067
Dvin ve Genca’da)
9. Iskender Şapur (1053?-1106 Dvin’de)
10. Fazıl II (1067-1073)
11. Aşhut (1068/9, 8 ay)
12. Fazıl III (1073-1075)
Ani’deki Şadadiyan Hanedanları
(Emirleri)
1. Manuşer (1064-1112?)
2. Abul-Aswar II (Şapur) (1112?-1124)
Gürcü istilası
3. Fazıl IV (1125/6-1133)
4. Xuşşer (1133-?)
5. Mahmud (1134-?)
6. Şadad (1154)
7. Fazıl V (1155-1163?)
8. Şahanşah (1164-1174)
Gürcü istilası
Kaynaklar:
Ioannis Skylitzes, Synopsis Historion
(1045-1125?)
Michael Psellos, Khronografia (10181081?)
Lastivertli Aristakes (11. yy.)
Edessalı Matthew (12. yy.)
Suriyeli Mikhail (12. yy.)
K‛art‛li C‛xovreba (Kartli/Gürcistan
Tarihi/Yaşamı)
Anili Samuel (11./12. yy.)
Vardan Arewelci (13. yy.)
Abul-Faraj (Bar Hebraeus) (13. yy.)
Ahmad bin Lutfullah (Münnecimbaşı), Cami’ al-duwal (?-1702)
Bibliografya:
Encyclopaedia Iranica, Ayyubids,
Bojnurd, Buyids, Deylamites, Dvin.
The Encyclopaedia of Islam, New
Edition, Adharbaydjan, Ani, Arminiya, Arran, Ayyubids, Daylam, Dwin,
Gandja, Rawwadids, Saldjukids,
Shaddadides.
Auch, E.-M., Öl und Wein am Kaukasus. Deutsche Forschungsreisende,
Kolonisten und Unternehmer im
vorrevolutionären Aserbaidschan
(Wiesbaden 2001)
Bosworth, C.E., The New Islamic
Dynasties (Edinburgh 1996)
Felix, B.W., Byzans und die islamische Welt im frühen 11. Jahrhundert,
Byzantina Vindobonensia 14 (Wien
1981) (non vidi)
Honigmann, B.E., Die Ostgrenze des
byzantinischen Reiches von 363 bis
1071 (Brüssel 1935)
Minorsky, V., Studies in Caucasian
History (London 1953)
Mostashari, F., On the Religious Frontier. Tsarist Russia and Islam in the
Caucasus (New York 2006)
Ostrogorsky, G., Geschichte des
byzantinischen Staates (München
19633)
Papoli-Yazdi, M.-H., Le nomadisme
dans le nord du Khorassan –Iran- (Paris 1991)
Ripper, T., Die Marwaniden von Diyar Bakr (Würzburg 2000)
Vryonis, S., The Decline of Medieval Hellenism in Asia Minor and the
Process of Islamization from the Eleventh through the Fifteenth Century
(Berkeley 1971)
Wittek, P., Das Fürstentum Mentesche. Studie zur Geschichte Westkleinasiens im 13.-15. Jh. (Istanbul 1934)
Elektronik posta yoluyla siparişler için:
mamo.baran@googlemail.com
Telefonla
0049-4321-853 88 44 (saat 09.00-18.00 arası)
0049-4321-92 90 16 (saat 19.00`dan sonra)
kizilbasdergisi@kizilbas.biz
tel: +49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ağan
kudursa
ne yaparsın?
Başbakan İnönü’nün 18 Eylül 1937 tarihli Meclis konuşmasından:
“Arkadaşlar, (...) Şimdi size, Tuncelindeki vaziyetin bu günkü halini arz
etmek isterim. Cumhuriyetin imar ve
ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber, altı aşirettir. Bugün bu altı aşiretten müşevvik ve
sergerde ne kadar adamlar varsa bunlar
reislerile beraber faaliyet imkânından
tamamen mahrum bırakılmışlardır.
Altı aşiretten birinin reisleri imha edilmiş ve diğerlerinin reislerinin hepsi
yakalanmış, adalete teslim edilmiştir...
Cumhuriyet ordusu, ve zabıtası, bu hadise esnasında yaptığı takiplerde, hurafa olarak zihinlerde yerleşen ne kadar
uçurum halinde dere ve ne kadar çıkılmaz dağ varsa, hepsini Ankara sokakları gibi baştan başa geçmişlerdir.”
Yani rejime “muhalefet” edenler (“isyan” dememiş) altı aşirettir, onların da
nüfusu azdır. Elebaşları etkisiz hale getirilmiş, liderler yakalanmıştır. Dersim
dağlarının ulaşılmazlığına dair söylenenler hurafedir. Ordu ve zabıta, duruma tamamen hakimdir. Dolayısıyla:
“Arkadaşlar; mukavemet vaziyetini
bertaraf ettikten sonra halkının refah
ve serbestisi için takib edilen programa
devam ediyoruz.”
Yani terör meselesi çözülmüştür, şimdi
ekonomik ve siyasi birkaç reform yapsak iyi olur.
Oysa Reisicumhur aynı kanıda değildir.
Süleyman Demirel’in Celal Bayar’dan
aktardığına göre, muhtemelen bu konuşmadan hemen önce, ya da aynı gün
öğleden sonra yaptığı uzun gezinti
esnasında:“Atatürk ve Mareşal Çakmak oturmuş, konuşmuşlar. Tunceli’yi
temizlemek lazım geldiğine karar vermişler. İnönü’nün temizlik yapmaya
fazla istekli olmadığını bildiklerinden,
Celal Bayar’a sormuşlar; ‘Yapar mısın?’ Celal bey bize anlattıydı. ‘Yaparım’ demiş. Girişmişler.”
Bayar 1913 ve 1919’da İttihatçılar adına
Ege Bölgesinde Rum halka karşı terör
eylemlerini yürüten eski bir çetecidir.
Yani görev için biçilmiş kaftandır. Ayrıca – sık sık kendi iradesini ortaya koyan İnönü’nün aksine – Reisicumhura
karşı “dalkavukluk” ve “yaltaklanma”
nitelemelerine uyan bir tavır içindedir.
Yukarıdaki konuşmadan bir gün önce,
17 Eylül’de, Çankaya’da İnönü ile Ata-
türk arasında konukların huzurunda
sert bir tartışma geçmiş, Başbakan Reisicumhuru “sarhoş sofrasından memleket yönetmekle” suçlamıştır. Atatürk
18’i akşamı Ankara’dan birlikte trenle
İstanbul’a giderken İnönü’ye “sağlık
gerekçesiyle” görevden ayrılmasını
önerir. Birlikte Dolmabahçe sarayına
gelirler, ancak İnönü orada beklemeden
Heybeliada’daki evine geçer. Ertesi
gün Türk Tarih Kurultayının açılışına
katılmaz. 20 Eylülde başbakanın birbuçuk ay izin aldığı ilan edilir, yerine
vekâleten Bayar getirilir. 25 Ekimde
görev değişikliği resmileşir. İnönü, totaliter rejimlere özgü bir süreçte “nonperson” haline gelir. Gazetelerde bir
daha adı anılmaz. Evine gidip gelenler polis gözetimine alınır. 29 Ekimde
stadyuma gittiğinde provokasyon niteliği ağır basan birtakım tezahüratla
karşılanır. Sonra bir yıl boyunca halk
arasında görünmez.
*İnönü’nün meclis konuşmasından bir
hafta önce, 10 Eylül civarında Dersim
direnişinin lideri Seyit Rıza tuzağa
düşürülerek yakalanmıştır. Ekim ortalarında Elazığ’da askeri mahkemeye
sevkedilir. 15 Kasım’da altı yoldaşıyla
birlikte Buğday Meydanında idam edilir. İnfaz günü Atatürk Elazığ’dadır. İnfazlar sona erinceye dek şehre girmeyerek garda bekler.
Kış boyu süren askeri hazırlıktan sonra
11-12 Haziran 1938’de büyük Dersim
katliamı başlar. Tayyip Erdoğan’ın iki
ay önce açıkladığı resmi kayıtlara göre,
kadın, çoluk, çocuk ayırt etmeksizin
13.806 TC vatandaşı (gerçekte muhtemelen 40.000 kişi) katledilir. 12.000
kişi Batıya sürgün edilir. Binlerce çocuk ve genç kız ailelerinden alınarak
Türk ailelerine evlatlık verilir. Yüzlerce köy imha edilir.
İlginç olan, İnönü’nün yıllar sonra Abdi İpekçi’yle yaptığı mülakatta
söyledikleridir.“Atatürk ile birlikte çalışmamız … şöyle olmuştur. Akşamları bir araya gelir, toplanırız. O coşar,
biz coşarız, meydan okuyucu birtakım
konuşmalar olur. Şöyle yapalım böyle
yapalım diye birtakım kararlar alınır
ve gece geç vakit dağılırız. Ertesi sabah … kalkar Atatürk’e giderim, onu
yatakta iken uyandırırım, oturup konuşuruz. Söylerim, “dün akşam biz yine
coştuk, şunu yapalım bunu yapalım
diye kararlar aldık. Ama olacak şeyler
değil, nasıl yapacağız?” Canım sen bildiğin gibi yap, der bana..
Sonra bir devir oldu. Yine aynı şekilde akşamları toplanıp alınmış kararları
ertesi sabah görüşmeye gittiğimde artık “sen bildiğini yap” demiyordu. Israr
ediyordu bu defa asabileşiyordu. Esaslı bir değişiklik olmuştu Atatürk’te.
Doktorlarına sordum. “Hastalığın bir
safhasıdır bu..” dediler. Yani demek
istediğim şudur ki Atatürk’ün sıhhati
ciddi olarak bozulduktan sonra sinir
hakimiyeti, sinir sükuneti zayıflamıştı.
Bu birlikte çalışmalarımızı etkiliyor ve
etrafında telkinler yapanlar için ümitli
bir hal yaratıyordu.”
Burada kastedilen “coşku içinde alınan” kararlardan biri, 30 Aralık
1930’da Menemen kasabasını havadan
bombalayarak yok etme kararı olmalıdır. Döneme tanıklık etmiş kişilerin hatıralarına göre İnönü’nün ısrarıyla vazgeçilmiştir. Aynı şekilde Türkçe ezan
aleyhtarı gösteriler nedeniyle Bursa
kentine karşı askeri harekât kararı alınmış, fakat heyecan yatışınca uygulamaya konmamıştır.
İnönü’nün “sonra bir devir oldu… sinir
hakimiyeti zayıflamıştı” diye özetlediği
durum acaba Dersim olayına gönderme
olabilir mi?
*İktidar sarhoşluğuyla çığırından çıkan
bir lideri bertaraf etmek, demokratik
sistemlerde nispeten kolaydır. Aklı başında insanlar bir araya gelir, en geç bir
dahaki seçimde iktidarın usulüne uygun bir şekilde değişmesini sağlayacak
tedbirler alınır. Peki, diktatörlük şartlarında değişimi nasıl sağlarsın?
İnönü’nün “vatansever” (yani, prensip
olarak memleketin iyiliğini düşünen)
biri olduğunu varsayabiliriz. O bir
yana, 13 yıl başbakanlık etmiş biri olarak iktidara alışkın ve ülke yönetimine
dair birtakım fikirlere sahip olduğunu
düşünelim. Sevdiği ve saydığı liderinin
akli dengesinin bozulduğuna, büyük
sıkıntılara yol açacak bir katliam kararı
verdiğine kanaat getirdiğinde nasıl bir
tepki göstermiş olabilir sizce? Ya da,
nasıl bir tepki göstermeliydi?
Diğer soru: Atatürk’ün ölümüne dek
kendi evinde münzevi hayatı yaşayan
İnönü, 10 Kasım’dan bir gün sonra nasıl oy birliğiyle cumhurbaşkanı seçildi?
Kapalı bir rejimde bu kadar ani bir değişim nasıl olabilir? Şöyle açımlayalım:
daha bir gün öncesine dek İnönü’nün
adını bile anmaktan çekinecek rejim
ileri gelenleri, 24 saatten kısa bir süre
içinde nasıl fikir değiştirip, birbirleriyle istişare edip, itirazları giderip, inatçıları ikna edip, ortak bir karara varabildiler? Mantıklı geliyor mu bu size?
Hele Atatürk’ün 5 Eylül 1938’de vasiyetnamesini yazdırırken muhtemelen
İnönü’nün ölmüş olduğuna inandığı,
bu yüzden İnönü’nün oğullarının eğitimi için kendi şahsi servetinden fon
ayrılması talimatı verdiği göz önüne
alınırsa, gerçekten ilginç bir durum değil mi?
Kaynak:
http://nisanyan1.blogspot.
com/search/label/atat%C3%BCrk
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
HAWAR
NAYÊ
BIHÎSTIN
Dibîstan û girtîgeh ango zindan di
zik hev de ne li vî welatî.
Naveroka desthilatdariyê; bêmafî û
zilmkarî ye. Ji ber vê yekê kirinên
desthilatdariyê ango dewletê, weke
neynika naveroka wê desthilatdariyê
ango, neynika naveroka dewletê
tê dîtin. Dema berjewendiyên
desthilatdariyê bêbersiv dimînin
û daxwazên azadiyê berz dibin,
polîtikayên betalkirina azadiyê pûç
dibin, biserdeçûna hêzên desthilatdar, zilm û zora wan, bêmafiya wan
rût û tazî dimîne. Şîdeta li hember
gel bêveşartin dikeve jiyana rojane
ya civakê. Ew şîdet, dibe sedema
ku pergalek nuh ango, demokratik û nûjen bi hêza gelan bi tundî
bê afîrandin. Lewre pêşkêşên
civakê; zanyar, rewşenbîr, bîrbirên
civakê wek nûnerên gel, pergalek
nuh diafirînin ji bo paşeroja xwe.
Pergalek demokratik, civakparêz
digel hemû astengiyan di dîrokê
de bicih dibe. Dîroka civakê, wek
dubarekirina vê rastiyê di dîroka
hemû gelan de cihê xwe girtiye û
ev yek hê jî bi dawî nebûye. Civak
azadiya xwe berbiçav dike û hêzên
desthilatdar jî xwediyê şîdeta rût û
tazî li qadê ne… ew qas çavsor bûne
ku, pîvanên şer li alîkî êdî, pîvanên
exlaqê jî binpê dikin. Ew qas
çavsorî ku di girtîgehan de kirêtiyek
mezin bi zarokên Kurdan tê kirin!..
kirina ku dawî li gotinê tîne ev e,
eeev!..
Bûyera girtîgeha Pozantiyê bûyerek
ji rêzê nîne. Hemû dane didin xuyan
ku ev bûyera kirêt, bêyî haya hêzên
rêveberên dewletê jî rû nedaye.
Kî/kê dikare bibêje; wan ev bûyer
Dengê Amed
Mehdi Tanrıkulu
pîlansaz nekiriye!..? Pir bi zanebûn
û bi pilansazî, wek êrîş ev bûyera
tecawizkariyê pêkhatiye. Armanc;
xistina kesayeta serhildêr e. Di
kesayeta zarokên Kurd de ango,
nifşên nuh de, bi bûyerên wiha kirêt
pêşîlêgirtina berzbûna kesayeta
serhildêr e. Di kesayeta zarokên
Kurd de berzbûna serhildana
azadiyê; riya polîtîkayên desthilatdaran xitimand. Ji ber vê sedemê,
cezayê ku neyatiye dîtin û bihîstin li
zarokên Kurd tên birîn. Ew jî ne bes
bû, niha cezayê tecawizê jî li wan tê
birîn!..? Belê weke cezayê girtîgehê,
dadgeh cezayê tecawizê jî dibire!.. û
hawara zarokên Kurd nayê bihîstin.
Dunya jî xwe kerr kiriye!
Ev bûyera kirêt ne ya yekemîn
e, belê ne ya yekemîn e. Hîna ji
dema “Dibîstanên Eşîretan!” ve
ev polîtîkayên kirêt ên teşedayîn û
tecawizê, pir bi zanebûn pêk tên.
Dîroka desthilatdarên Osmanî, wek
amûrê teşedayînê, amûrê perwerdeya bi zorê, tecawiz jî heye.
Ji bo guhertina kesayeta gelên
cuda û bi xwe ve girêdana wan,
bi navê Dibîstanên Eşîretan, cihê
teşedayîna pêşkêşên gelan, ji aliyê
siltanê Osmanî Ebdulhemîdê 2. ve
hatiye avakirin. Di nav de zarokên
pêşkêşên gelê Kurd jî hene, zarokên
temenê wan di nav 12 û 16yan de,
Kurd, Ereb, Arnawûd kom dikin,
qaşo perwerde didin wan!.. ji ber
êrîşên tecawizkariyê di vê dibîstana
li Stembolê de serhildana zarokan
derdikeve û ev dibîstan di sala
1907an de tê girtin.
Ev polîtikayên kirêt û dermirovî, di
dema komarê de jî tê berdewamkirin. Bi armanca pişaftinê zarokên
Kurdan di dibîstanên razanî yên
heremî de (YİBO) bûn hedefa
êrîşên bi vî rengî. Bêguman, kivş e
ku gelek êrîşên kirêt veşarî mane.
Êrîşên tecawizkariyê yên Sêrtê û
hwd. kê ji bîr kiriye? Tevî hemû
hewldanên nuxumandinê; dîsa
nehat veşartin. Zarokên dibîstanê
ji aliyê mamosteyên wan ve, ji
aliyê memûrên dewletê ve hatine
tecawizkirin. Ez van mînakan çima
didim; ji ber ku dibîstan û girtîgeh
ango zindan, di mijara siyasî de, bi
taybetî di mijara civaka Kurd de,
heman peywirê pêkaniye, heman
tişt bûne seranserî dîroka komarê
de. Her wiha, di dema tevkujiya
Dêrsimê û hemû operasyonên leşkeri de tecawizkarî her pêkhatiye, ta
niha!.. Ma zalimê girtîgeha Amedê
Esat Oktay Yildiran bi pesindayîn
nedigot; “Ev der dibîstan e!..?” Belê
girtîgeh û dibîstan ew qas di zik hev
de ne ji bo polîtîkayên desthilatdariya dewletê. Û zarok, jin, keç…
li wir tên tecawizkirin û mirovahî
hawara wan nabihîze… lê belê
mixabin li wir mirovahî tê tecawizkirin. Tecawizên ku di girtîgeha
Amedê de ji aliyê leşkeran ve hatine
kirin, hê jî dadgeh di hewldana
vaşartina wan de ye… Belê, di
girtîgeha Amedê de ji aliyê leşkeran
ve tecawizkarî pêkhatiye û dadgeh
ew bûyer bi zanebûn nuxumandiye;
hawar, hawar gidî!..
Di girtîgeha Pozantiyê de dewlet
hate tecawizkirin û dewlet tecawizî
zarokan kir…
EW ZAROK IN di şûna li malê,
li cem dê û bavê xwe bin; DI
GIRTÎGEHAN DE JI ALIYÊ
DEWLETÊ VE TÊN TECAWIZKIRIN…
09.03.2012
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
PONTUS: Antikçağ'dan Günümüze
Karadeniz'in Etnik ve Siyasi Tarihi
Savaş Kalenderidis Öcalanın
Türkiyeye teslimi olayında ŞamAtina-Moskova Roma-MoskovaAtina-Nairobi arasında geçen ve
devletler arasında bir diplomasi
savaşı haline gelen, sonuçta CIATürkiye mutabakatıyla İmralıda
son bulan hikayenin an be an tanığı
olmuş, Yunan Genelkurmayı tarafından görevli bir milli casustur.
Türkiyede okur bu tarihi olayın
perdesini ilk kez bu kitapla ve
bütün detaylarıyla
Osmanağa Mah. Pavloya Sok.
Nuhoğlu İşhanı No: 10/6
Kadıköy-İstanbul
tel: 0216-414 64 41
pencereyayinlari@hotmail.com
ISBN 978-605-4049
Özhan Öztürk
Bu kitap, Karadeniz çevresinde beliren ilk yaşam izlerinden günümüze
dek gerçekleşen tüm tarihî gelişmeleri jeopolitik odaklı değerlendiren
bir tarih anlayışının yanı sıra; coğrafya, arkeoloji, etnoloji, folklor,
hatta genetik kaynaklar da kullanılarak oluşturulmuş disiplinlerarası
bir çalışmadır. Karadeniz kıyısında
ortaya çıkan yerleşimleri; otokton
halklar ile istilacılar arasında doğal
kaynakların paylaşımına paralel olarak gelişen yerleşim ve çatışma ilişkisini; Karadeniz’e egemen olmak
isteyen güç odaklarının mücadele ve
yönetim modellerini; zaman içinde
yaşanan göç, sürgün ve çatışmaları;
mümkün olduğunca 20. yüzyılın ideolojik kurgularından uzak durmaya
çalışılarak okuyucuya sunulmaktadır. Dolayısıyla Pontus: Antikçağ’dan
Günümüze Karadeniz’in Etnik ve
Siyasi Tarihi, Türk arşivlerindeki
verileri pek alışılmadık bir biçimde
İngiliz, Yunan, Ermeni, Rus arşiv ve
kaynaklarıyla kıyaslayarak ele alan,
güncel makale ve bulguların yanı
sıra yerel dil ile folklorik arşivleri
de yorumlayarak kullanan devrimci
bir çalışma olup tarih, arkeoloji ve
etnoloji meraklıları kadar Karadeniz
havzasının jeopolitiğini anlama bağlamında kapsamlı içeriğiyle siyaset
öğrencilerine de özgün bir vizyon
kazandıracak niteliktedir.
Yayıncı: Genesis Kitap,
Yüksel cad. 34/A Kızılay Ankara
Tel: 433 50 41 - 433 77 17
Bugün 'soykırım' kavramı, sözcük dağarcığımızın kopmaz bir
parçası oldu. Bazı okurlar her gün
benzeri ölçüde insan hakları zedelenmeleri gözümüzün önünde
dururken, bizim neden 'unutulmuş' bir soykırımla uğraştığımızı
merak ederek sorabilirler. Eğer
biz unutulmaması gerekeni unutacak olursak, gelecekte de buna
benzer veya daha berbat olaylarla karşılaşabiliriz. Çiçero şöyle
demişti. 'Historia... Est magistra
vitae' (Tarih yaşamın öğretmenidir.) Bunun gerçekten de doğru
olmasına karşın, insanlık tarihten
çok az şey öğrenmiştir. Çünkü
tarih sık sık tahrif edilmekte ve
pek çabuk unutulmaktadır. Prof.
Dr. Rudolf Macuch
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
TUTUKLU
ÖĞRENCİLER
Fırat Yurtsever
Çoğunluğu Kürt gençlerinden oluşan,
özellikle büyük şehirlerde ki sayılı üniversitelerde ailelerinden uzakta birçok
maddi manevi sıkıntı içinde eğitim hayatına devam etmekteyken, üniversiteli
olmanın gerektirdiği bilinç birikim ve
politik duruş ile, mevcut demokrasi anlayışına ters olarak ifade edebileceğimiz
demokratik düşünce sistemine sahip bir
çok öğrenci, KCK operasyonuna paralel
olarak gerçekleştirilen tutuklamalar sonucunda, suçlu oldukları kanıtlanmadan
eğitim ve yaşam hakları gasp edilerek yıllardır cezaevlerinde tutulmaktalar.
Tutuklamalar çoğunlukla telefon dinlemeleri, kitap bulundurma, gizli tanık (X)
ifadeleri, 1 Mayıs etkinliklerine katılma,
8 Mart Dünya Kadınlar Gününde halay
çekme gibi nedenlerden yapılmaktadır.
Tutuklamalar devam etmekte olduğu
için , Adalet Bakanlığından’ da resmi bir
açıklama yapılmadığından net sayı kesin olarak bilinmemekle beraber 600’ e
yakın öğrencinin tutuklu olduğu tahmin
edilmektedir.
Uzun tutukluluk süreleri, mahkeme sürecinin çok yavaş ilerlemesi ise bir hayli
düşündürücü ve tepki gösterilmesi gereken bir olaydır. Galatasaray Üniversitesi
öğrencisi Cihan Kırmızıgül 2 yıl da sadece 7 kez hakim karşısına çıkabilmişdir.
Cihan Kırmızıgül polis tutanaklarında
‘Boynun da puşi olan eylemci’ olarak
geçmektedir. Cihan, aleyhinde ki tek delil olay yeri yakınında puşi ile dolaşmasıdır. Otobüse bineceği sırada gözaltına
alınmıştır.
Öğrenciler, henüz yargılama süreci bitmemiş olmasına rağmen “Yasadışı kurumlara üye olma ve onlar adına faaliyette bulunma” iddiaları ile okuldan da
atılarak bir kez daha mağdur ediliyor.
İstanbul Üniversitesinden bir öğrenci tutuklu olarak yargılanmakta, dava henüz
iddianame aşamasında olmasına rağmen
aynı anda örgüt propagandası yaptığı sebebiyle okuldan atılmıştır. Benzer olarak
Adana, Manisa ve Muğla’da okulda her
hangi bir fiili eylemde bulunulmadığı
halde öğrenciler okuldan atılmıştır.
Aynı zaman da cezaevlerinden sınavlarına girebilmeleri için öğrencilerin çok
yüksek miktarlarda paralar ödeyerek
ring aracı kiralamaları gerekiyor.
Üniversiteli öğrencilerin dışında cezaevlerinde çocuklar ve liseli gençler de bulunmaktadır. Fiziken daha büyük gösteren çocuklar yaşıtlarından ayrı tutularak
adli suçluların bulunduğu kısımda tutularak çocuklara uygulanan işkencenin
önü açılmakta, çocukların kendilerini
savunmaları birlikte hareket etmeleri engellenmektedir.
Son günlerde Pozantı cezaevinde siyasi
çocuk tutuklulara gardiyanlar ve koğuş
mümessilleri tarafından gerçekleştirilen
dayak ,taciz ve tecavüz olaylarının gündeme gelmesi cezaevlerinin nasıl zihniyetlerin kontrolünde olduğunu çok açık
göstermektedir.
Hükümet sözcüsü Bülent Arınç; çocukların iddialarının (dayak, tecavüz.işkence, zorla bayrak öptürme vb) doğrulanamadığını ve Pozantı Cezaevinin sadece
fiziki şartların yetersizliğinden dolayı kapatılacağını açıklaması ise tıpkı tutuklu
gazetecilerin tecavüz ve cinayetten dolayı
cezaevlerinde bulunduklarını savunması
gibi AKP’nin demokrasi anlayışını gözler
önüne sermektedir.
Cezaevine ilk girişte insanlar çırılçıplak
soyularak hakaretler edilerek, korkutulmaya çalışmakta itirafçı olmaya zorlanmaktadırlar. Bu uygulama tutuklu avukatlara dahi yapılmıştır.
YDG tutukluları, yıkılan Bayrampaşa
Cezaevinde, yatacak yer olmadığı için
koridorlarda kendi imkanlarıyla yarattıkları karton yatakların üzerinde nöbetleşe uyumaktaydılar. Kendilerine ait
bir dolapları bile olmayan Bayrampaşa
tutukluları için yeni bir cezaevine sevk
edilmek adeta bir müjdeydi.
F Tipi Cezaevlerinde öğrencilerin aileleri ile telefonda Kürtçe konuşmalarına
izin verilmiyor, bazı cezaevleri Kürtçe
mektuplara izin vermemekte izin verilenlerde ise öğrencilerden tercüman ücreti alınmaktadır. Öğrenciler bu durumu
protesto etmekte ve uzun süredir telefon
görüşmelerine çıkmamaktalar.
Haftada 2 saat olan sohbet saatlerinin ye-
tersiz olmasından dolayı öğrenciler, birbirlerini görebilmek sohbet etmek adına
İngilizce ve bilgisayar kurslarına devam
etmekteler, bu tür kurslara katılım bile
kısıtlanmaktadır.
Koğuşlar arasında iletişim kesik, Görüş
günlerinde ise, 5-6 aramadan geçip görüş alanına ulaşabilmekteler. Öğrenciler
2 saatlik sohbet izinlerine giderken üst
araması için çırılçıplak soyuluyor buna
direnip karşı koyanlar ise disiplin cezası alıyor. Gelen mektuplarda tarihi ya da
siyasi bir tahlil yapıldığında mektubun
gönderildiği öğrenci disiplin cezası almakta yani görüşlere ya da sohbetlere
katılması yasaklanıyor. Gardiyanların
tutumuna karşı gelenlere, slogan atanlara
ve türkü söyleyen öğrencilere hücre cezası verilmekte, öğrenciler 5 m² lik hücrelerde bir haftadan başlayan ve 15 ila 20
güne kadar süren cezalar almaktalar.
Tekirdağ, Edirne, Midyat, Kocaeli ve Tokat cezaevleri önde olmak üzere öğrencilere sürekli taciz ve hakaret edilmekte,
öğrenciler üzerinde psikolojik baskı yaratılmaya çalışılmaktadır.
Bilinçli olarak, hücrelere güneş girmesini
engelleyecek şekilde duvarlara paneller
yerleştirilmiştir. Çoğu öğrencilerde kemik erimesi ve romatizma gibi hastalıklar belirti göstermekte, Öğrencilerin bitki
yetiştirmesine izin verilmemektedir.
Puşi takan, parasız eğitim isteyen, basın
açıklamalarına katılan öğrenciler, bilim
insanları, gazeteciler ve avukatlar TMK(
Terörle Mücadele Kanunu) gerekçe gösterilerek tutuklanmakta kısacası muhalif
insanlar susturulmaya çalışılmaktadır.
Bu yazı toplumsal farkındalık yaratmak
adına cezaevlerinde ki öğrencilerin uğramış oldukları hukuk ihlallerine biraz
da olsa dikkat çekebilmek için yazılmıştır. Bu desteği sağladıkları için Kızılbaş
Dergisine ve emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Bu yazı ve ilerleyen
yazılar öğrencilerin demokratik kürsüsü
olacaktır. Öğrencilerin muhatap kaldığı
her türlü sorun bu dergi köşesinden dile
getirilecektir.
Tutuklu bulunan bayan öğrenci arkadaşların 8 Mart Dünya Emekçi Kadınları gününü ve tüm arkadaşların Newroz Bayramını kutluyorum., Newroz Piroz Be!
Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mi?
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...
Ahmed ARİF
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Mesud Barzani'den Önemli Mesajlar
Irak Kurdistanı başkenti Hewlér'de 19
Şubat pazar günü yapılan Mehabad
Kurdistan Cumhuriyeti'nin 66. Kuruluş Yıldönümü toplantısında bir konuşma yapan Kurdistan Bölgesel Yönetimi
Başkanı Mesud Barzani çok önemli siyasal mesajlar verdi.
da bu kardeşliği gözümüzün nuru gibi
koruyacağız. Evet devletlerle savaşın
milletlerle savaşmaktan farkı çok büyüktür.
Konuşma birçok Kürt TV kanalında
ve medyada yer aldı. Ama her nedense
Türk basınında ve Türkçe yayın yapan
Kürt medyasında önemine layık bir yer
bulamadı.
Geçen yüzyıldan bizlere çok çok büyük bir tecrübe miras kaldı. Ne biz bu
devletlerden birini yenebildik, (yıkabildik- ki bazen bu devletlerden biri
yıkılmışsa bile Kürtler bu devletlerin
alternatifi olmamıştır.)
Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani'nin
mesajının Hewlér Valisi Nevzad Hadi
tarafından okunduğu toplantıda, BDP
Genel Başkanı Selahaddin Demirtaş,
Suriye Kürtleri Encümeni adına Suriye
KDP sekreteri, İran KDP ve bazı diğer örgüt temsilcileri de birer konuşma
yaptı.
Ayrıca Kurdistan Cumhurbaşkanı Qadı
Muhammed'in oğlu Ali Qadı da kısa
bir konuşma yaparak, Kurdistan bayrağının bir gün bütün Kurdistan sathında
dalgalanacağına olan inancını dile getirdi.
Misafirlere, ''Kurdistan'ın başkenti
Hewlér'e hoş geldiniz, baş göz üstüne geldiniz'' diyerek başlayan Mesud
Barzani'nin, önemli siyasal mesajlar
içeren konuşmasını Gelawej okuyucuları için Türkçeye çevirdik.
Irak Kurdistan'ı Bölgesel Yönetimi
Başkanı Mesud Barzani;
''Bugün bütün Kürtlerin ve benim de
şahsen gönlünde aziz bir yeri olan kutlu bir olayı anmak için toplanmış bulunuyoruz. Kurdistan tarihinde önemli
bir yeri ve çok değerli bir tarihi fırsat
olan, ömrü kısa olmakla beraber büyük bir öneme sahip olan Kurdistan
Cumhurıyeti'nin 66. kuruluş yılını anıyoruz. Kurdistan Cumhuriyeti'nin ne
yazık ki ömrü çok kısa oldu, ama etkisi
bu güne kadar da kalmıştır ve Kürtler
yaşadıkça da bu tarihi önemini koruyacaktır.
Halkımızın tarihi acı ve tatlı olaylarla,
iniş ve çıkışlarla doludur.
Ne biz devletleri yenebildik ne de onlar
bizi...
Tarihte Kurdistan halkına büyük haksızlıklar yapıldı.
Bize sorulmadan ülkemiz bölünüp,
parçalandı.
Tarih boyunca Kürt milletinin mücadelesi de devam etti. Bir dönemler mücadelemiz silahlı bir mücadele idi. Varlığımızı ve ulusal kimliğimizi korumak
için bu yolu seçmek zorunda bırakıldık.
Çok şükür Allaha, aziz şehitlerimizin
vermiş olduğumuz kurbanlarımızın sayesinde o dönemi aştık ve onurlu bir şekilde geride bıraktık. Biz bu mücadele
ile varlığımızı ispat edip, kimliğimizi
koruduk.
Şimdi haklarımızı elde etme zamanıdır...
Ben, bize hak verilmesini değil, haklarımızın teslim edilmesi gerektiğini
düşünüyorum. Çünkü bizi yaradan Allah bu hakları bize özgürce yaşamamız
için vermiştir...
Zorla, şiddetle, savaşla bu haklar yok
edilemez, ancak gasp edilebilir...
Ne yazık ki silahlı mücadele dönemlerinde bizler de kardeş milletler de zarar
uğradık. Çok değerli canlar kaybedildi.
O dönemlerde, Kürt-Arap, Kürt-Türk,
Kürt-Fars çatışması, savaşı çıkarmak
için çok uğraşıldı, elhamdülillah o gayretler başarılı olamadı.
Bizler komşu milletlerle kardeşliğimizi korumasını bildik ve bundan sonra
Ne de bu devletler savaş uçaklarıyla,
tanklarıyla her türlü silahlarıyla Kürt
milletini yok edip, yenebildi.
Bu gerçek de gösteriyor ki, bizim milletimizin sorunu zorla, şiddetle, savaşla
çözülemez...
Bu gün olmazsa, yarın mutlaka barışla
çözülecektir...
Bence hepimiz barış yoluna ne kadar
erken yaklaşırsak, tümümüz için en
doğru ve başarılı olanı yapmış oluruz.
Kürt sorun zorla, şiddetle çözülemez...
Az önce söylediğim gibi, bir dönem
varlığımızı korumak için kendimizi savunduk ama çok kan döküldü...
Artık dönem o dönem değil. Şimdi diyalog, barış ve demokrasi yolunda yürümemiz gerekir. Barış yolunu seçmemiz gerekir.
Hatta eğer devletlerin yaklaşımı bu duruma uygun olmasa da, ümidimizi yitirmemeliyiz. Nefesimiz geniş olmalı.
Sabırlı olmalıyız. Çünkü gördüğünüz
gibi dünya hızlı bir değişim içindedir.
Hem de çok hızlı bir değişim...
Bizler de Kurdistan halkı olarak, Kürt
ulusu olarak kendimizi değişimlere hazırlamalıyız...
Kendi kaderimizi tayin hakkımız vardır...
Bu hak doğal bir haktır... Bu hakkı Al-
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lah bize vermiştir...
Ancak sorun bu hakkın nasıl elde edileceğidir. İşte burada çok yetkin (hekimane) ve doğru yaklaşım önemlidir. Bu
hakkı elde etmek için nasıl adım atılacaktır?
Bence, her parça kendi özelliklerine
göre bu hakka yaklaşmalı (hareket etmelidir)...
Bizim de bütün milletler gibi kendi kaderimizi tayin etme hakkımız vardır.
Bu hakkımızı barış ve diyalog yoluyla
elde etme imkanımız oldukça, bu yolu
seçmede tereddüt edilmemelidir. Sorun
zorla şiddetle çözülemez.
İçinden geçtiğimiz bu süreçte, her parçanın kendi farklı özelliklerine göre,
ama barış ve demokrasi yoluyla Kürt
sorunu bir çözüme kavuşturulmalıdır...
Sorunumuz ulusal bir sorundur...
Öte yandan, bizim sorunumuz ulasal
bir sorundur. Halkımızın devrimlerinin, başkaldırılarının tarihine bakacak
olursak, bu hareketlerin tümünün liderliğinin şeyhlerden, seyyidlerden ve
mellelerden oluştuğunu görürüz.
Bizim sorunumuz Hiçbir zaman dini
bir sorun olmamıştır. Hareketlere önderlik eden bu şeyhler ve melleler her
zaman ulusal haklar için mücadele etmişlerdir.
Eğer şimdi bazıları bizim milletimizin
dini bir sorunu varmış gibi gösterme
çabası içine giriyorlarsa, bu gerçekleri
çarpıtmaktan başka bir şey değildir.
Bizim sorunumuz dün olduğu gibi, bu
gün de ulusal bir sorundur.
Biz bir ulusuz ve sorunumuz da birdir...
Ancak parçalanmışlıktan dolayı, her
parçanın kendine has farklılıkları vardır. Bu gerçeği de göz önüne almak gerekir.
Başka bir noktaya daha değinmek istiyorum.
Düşmanlarımız milletimizin iradesini
öldürmek, yok etmek için çok uğraştılar, ama başaramadılar. Kürdistan
halkının kurtuluş hareketinin içine el
atmak istediler, başaramadılar. Önemli
sorunlarla karşılaştık ama tümünü aşmasını bildik.
Allaha çok şükür şimdi birliğiz.
Her şeyden daha önemlisi,
Kürtlerin kanının Kürtler tarafından
akıtılması zamanı geçti.
Artık kimse bunu hayal etmesin.
Şimdi de başka bir deneme gündemdedir. Ama biz bunların kimler tarafından, hangi amaçla yönlendirildiklerini
çok iyi biliyoruz.
Satılmış bazı tipler, liderlerimiz arasındaki tarihi ilişkileri tahrif edip, başka
bir şekilde yansıtmaya çalışıyorlar...
Güya Ölümsüz Önder'le, Ölümsüz Barzani arasında sorun varmış!
Ben kaç kez Barzani'den ve yoldaşlarından -ki çoğu artık aramızda değilşahsen dinlemişim.
Önder diyor ki, ''Barzani yabancı birisi
değildir. Kardeşinin evine gelmişti...''
Mahkeme Başkanı sonra diyor ki, bu
bayrağı görüyor musun ve (haşa mb.)
bayrağa tükürüp yere atıyor. Ayrıca
bayrak da Kurdistan bayrağı değil o zamanki Sovyet bayrağı imiş. Tabi bunlar
mahkemede olup bitiyor.
Önder de Mahkeme Başkanına, ''sen
edepsiz ve ahlaksız bir kişisin Hiçbir
milletin bayrağına hakaret edilmez...
Ayrıca bu senin korktuğun bayrak değil, senin korktuğun bayrak emin ellerdedir... Ve o bayrak bir gün gene yükselecektir...''
Kurdistan Cumhuriyeti uluslararası
planlar sonucu yıkıldığında, Barzani
Mehabad'da Qadı'yı ziyaret edip, ''Ben
sağoldukça size bir şey olmaz. Sizi korumak için her şeyi yaparız...'' diyor.
Önder'de ''...Ben halkımızın zulme zorbalığa uğramasını istemiyorum, ben
Mehabad'da kalıyorum... Buyur kutsal
Kurdistan bayrağı sana emanet...'' diyor.
Barzaniler 1945'te Doğu Kurdistan'a
gitmek için karar veriyorlar. Sayın
Şeyh Ahmed (Barzani) öyle kardeşçe
ve coşkulu bir şekilde -özellikle sınıra
yakın şehir ve kasabalarda- karşılanıp,
Barzaniler Mehabad'ın bütün evlerinde
misafir olarak sıcak bir kabul görüyorlar.
Bu tarihi gerçekleri tahrif etmek isteyenler boşuna hayal görüyorlar...
Bu konuda bizzat Önder Qadı
Muhammed'in bütün kurumlara gönderdiği kendi fermanı var. Sözkonusu
fermanda, ''Barzaniler çok değerli kardeşlerimizdir, çok sıcak karşılanmalıdırlar'' yazıyor.
Başkanımızdır. Önderimizdir...
Bazı aşiret liderleri sorun çıkarmak
istediklerinde, Barzani ve Barzaniler
silahlarını kuşanıp, aşiret liderlerini
alıp, birlikte Mehabad'a Önder Qadı
Muhammedin huzuruna getiriyorlar...
Ve Barzani onlara diyor ki, ''.
Bu Kürtler için tarihi bir fırsattır, Önder hepimizin önderidir ve ben de bu
Cumhuriyetin bir neferiyim.''
Önder mahkeme edilirken (yargılanırken) -şimdi onun belgesi de var- Mahkeme Başkanı soruyor, ''Neden Barzani
gibi yabancı birinin Mehabada gelmesine müsaade ettin?''
Tarihi gerçek şudur, sayın Barzani
Kurdistan Cumhuriyetini bir nefer gibi
Mehabad'da savundu. Önder Qadı Muhammed başkan olarak kabul edilmiştir.
Önder Qadı Muhammed, Şeyh Mahmudé Hefid, Şeyh Saidé Piran, Seyyid
Ali Rıza, Şeyh Ahmedé Barzani, Şeyh
Abdulselamé Barzani, Melle Mustafa
Barzani...
Bunların tümü bizim önderlerimizdir.
Biz onların öğrencileriyiz.
Ve sonuna kadar da onların yolunda
yürümeye devam edeceğiz...
Tekrar hoş geldiniz.
Çok teşekkürler..
Kaynak:
http://www.gelawej.net
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
TBMM Gizli
Oturumlarında
Neler
Konuşulur?
na kamuoyunu inandırmak için” böyle
bir gizli oturum yapılmasına ihtiyaç
duyulmasıyla açıkladı.
150.000 Peşmerge!..
Başbakan, sıkıyönetim ilanının “ ..sebebi, 100-150 000 civarında ve kısmen
ağır silâhlarla donatılmış büyük bir
kütlenin, ani denebilecek bir süratle
vatanımızın içine girmesinden
Re c e p Ma r a ş l ı
konusunda anlaştıklarıydı.
Kinyas Kartal: “Atatürk, Barzani’nin
sığınma talebini kabul etmişti”
TBMM Gizli oturumlarında neler konuşulur? Neden gizlidir? Kamuoyunun bilmemesi gerektiği düşünülen
bilgi veya görüşler nelerdir?
Türk politikacılarının siyasal aklı ve
Kürt sorununa yaklaşımları hakkında
dünden bugüne neler değişti?
İşte tipik bir örnek: Yıl 1975...
TBMM, 27 Mart 1975 günü “Gizli
Oturum” kararı aldı. Konu Hakkâri,
Mardin, Siirt ve Diyarbakır illerinde
bir ay süreyle sıkıyönetim ilan edilmesi hakkında Bakanlar Kurulu kararının onaylanması.
İran Şahı Rıza Pehlevi ve Irak Baas Lideri Saddam Hüseyin, 6 Mart1975’de
imzaladıkları Cezayir Antlaşması ile
aralarındaki Şattülarap anlaşmazlığını çözmüşler; İran yönetimi de
Irak’tan aldığı tavizler karşılığında
o güne kadar lojistik ve siyasi destek
verdiği Barzani önderliğindeki Kürt
hareketine kapılarını kapatmıştı. Yalnız bununla da kalmamış Irak ordusunun İran topraklarını kullanıp arkadan
çevirerek Peşmerge güçlerine karşı
ortak askeri harekat yapmasını sağlamıştı. Bunun anlamı iki devletin, 1971
özerklik anlaşmasının yerine getirilmesi için 1974’de yeniden silaha başvuran Kürt ulusal devrimini boğma
Peşmerge birlikleri ağır bir yenilgi ile
karşı karşıya kalmışlardı. Peşmergenin uğradığı bu yenilgi üzerine ilerleyen Irak ordusunun katliam tehditleri
karşısında on binlerce insan iltica talebiyle Türkiye sınırına dayanmıştı.
Türkiye hükümeti iltica taleplerini
kabul etmemiş, aralarında silahlı peşmerge grupları da bulunan mülteciler,
eğer hükümet kendilerine sığınma
hakkı tanımazsa zorla giriş yapmak
zorunda kalacağını bildirmişti. Onbinlerce insan sınır boylarında bekleşiyordu.
O günlerde geçici bir formülle başbakanlık yapan bağımsız Sadi Irmak
hükümeti kitlesel mülteci akını karşısında “meydana gelebilecek olayları
önlemek” gerekçesiyle 27 Mart 1975’te
Hakkâri, Mardin, Siirt ve Diyarbakır
illerinde sıkıyönetim ilan etti.
Gizli Oturum kararı Sıkıyönetim ilanının TBMM tarafından onaylanması görüşmeleri sırasında “hükümetin
sıkıyönetim ilanı için kamuoyuna
açıklanmasında mahzuru olabilecek
gerekçeleri olabilir” görüşüyle alındı.
Mecliste çoğunluğu CHP olmak üzere
MSP, AP, DP, CGP grupları bulunuyordu.
Başbakan Ord.Prof.Dr. Sadi Irmak sıkıyönetim gerekçesini açıkladı. Basına yapılan resmi açıklamalardan farklı
bir şey söylemedi. Görüşme sırasında
O günün siyasi normlarına göre bile
“gizli”liği gerektirecek hiçbir şey olmadığı ortaya çıktı. Bu durumu CHP
milletveki Turan Güneş, anlamsız bir
gerekçeyle ilan edilen sıkıyönetimin
“çok önemli gizli gerekçeleri olduğu-
doğabilecek tehlike, yani memleketimizin içinde silâhlı bir çatışma, başka
bir deyimle bir savaş halinin mevcut
olabilmesi ihtimali...” olduğunu söylemişti.
Konuşmacılar, Barzani’nin 150.000
silahlı Peşmergesi bulunsa Türkiye’ye
sığınmayıp Irak ordusuyla savaşacağını söyleyerek bu gerekçeyi inandırıcı
bulmamışlardı:
TURAN GÜNEŞ (Kocaeli Milletvekili) (CHP) “Barzani kuvvetleri bozulmuşlar, yani
şimdi, kuvvetleri birdenbire 150 000’e
çıkarıp... Arkadaşlarım, 150 000 füzeli, Samlı, bilmem ağır makineli falan...
Eğer bu kadar topu tüfeği olsaydı, Barzani Iraklıların hakkından gelirdi. Arkadaşlarım, adam mağlûp oldu insaf
ediniz, yani işi mübalâğa etmeyelim.”
KİNYAS KARTAL (Van) (AP) “Sayın milletvekilleri, çok şükür, hepimizin aklı selimi vardır. Aklı seliminize hitap ediyorum. Barzani’de
150 000 mevcutlu asker olmuş olsa idi,
bugün Irak Hükümetini yok ederdi.
Petrol kuyularını tahrip ederdi ve yarın akşama Sovyet ve Amerikan devletleri yanında olurlardı. Bunun aslı
ve astarı yok.” (C. H. P. sıralarından
alkışlar ve «Bravo» sesleri.)
İHSAN ATAÖV (Antalya Milletvekili) (AP) —
“Oradan kitlevari 150 bin silâhlı; top-
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lu, tüfekli, füzeli... Ben zannediyorum
ki, Barzani’nin 150 bin füzeli askeri
olsa elinde, hiç bize sığınmaya kalkmaz, Irak’la savaşır, toplu tüfekli. (C.
H. P. sıralarından «Bravo» sesleri.)
“Sıkıyönetim ilanı bölge halkına güvensizlik mi?”
Tartışılan bir konu da sıkıyönetim
ilanının “Bölge halkına güvensizlik”
olup olmayacağıydı. Konuşmacı herkes “Doğu ve Güneydoğu halkının vatanın ve milletin bölünmezliğine bağlı
ve vatansever olduğu” nu ifade etmekte yarışmaktadır.
BAŞBAKAN SADİ IRMAK
(Cumhurbaşkanınca S. Ü.) — “ Tekrar tavzih etmek isterim ki; ilân edilen durumun, bizzat kendi vatanımız
içerisinde, kendi Doğu ve Güneydoğu
bölgemiz halkı bakımından bir gerekçesi, bir sebeb’i mevcut değildir; sadece o bölgemizde silâhlı bir çatışmayı
tam olarak önleme amacına ve kısa zamanda önleme amacına matuftu.”
askerleri silâh altına almak için onlara
çağrıda bulunduğumuzda, iki günde
iştirak nispeti yüzde 98 oldu» dedi.
TURAN GÜNEŞ (Kocaeli) - “ Değerli arkadaşlarım, biz sıkıyönetimi
İstanbul’da, İzmir’de ilân ederken hiç
bir sorumlu gelip; «Bu, İstanbul’daki halkımızın, İzmir’deki halkımızın
davranışları sebebiyle ilân edilmemiştir» dedi mi? Demedi. Güneydoğu
halkımız için ayrıca bunu belirtmeyi
yersiz ve isabetsiz sayıyoruz. (C. H. P.
sır-alanndan «Bravo» sesleri, alkışlar)
MÎKAİL İLCİN (Hakkâri Milletvekili)(CHP) — “Kıbrıs Harekâtında şehit
düşenlerin mezar taşlarını okusunlar.”
KİNYAS KARTAL (Van)- (AP) “ ...
10 000 kuvveti geçmeyen Barzani askerlerine, kuvvetine karşı bu tedbiri
almak, bence, ancak o vilâyetteki halka olan itimatsızlıktır. (C. H. P. sıralarından alkışlar.)
İDRÎS ARIKAN (Siirt Milletvekili)
— Benim naçizane kanaatim şudur:
Bu konudaki temel düşünce, sıkıyönetimin ilânı istenen bölge halkına karşı
duyulan güvensizliktir. (...) Bu neticeye nasıl varıyorum? Sayın Başbakan,
böyle bir tenkitle karşılaşacaklarını
ümit ederek, (konuşmalarını dikkatle
dinledim) iki defa tekrar etmişlerdir.
Demişlerdir ki: «Sıkıyönetim ilâm
isteğinin temelinde, bu Doğu ve Güneydoğu bölgesinin halkına karşı duyulan herhangi bir düşünce veya Doğu
ve Güneydoğu halkını ilgilendiren
bir mef hum yoktur.» işte biz, bu düşüncelerinden ve bu konuşmalarından
bu neticeye varıyoruz. Öyle ya, geçen
sene ve evvelki senelerde de aynı şekilde Batı illerimizde, en son Kıbrıs
Harekâtı sırasında yine Batı ve Güney
illerimizde sıkıyönetim ilân edilmiştir
ve o sıkıyönetimin ilânı konusunda
izahat veren Başbakanların hiç birisi
bu şekilde bir ifade kullanmamışlardır.
Güneydoğu bölgesinde yaşayan vatandaşlarımızın hepsi «Türk Devletinin,
ülkesi ve milletiyle bölünmezliği» ilkesine herkesin sahip olduğu dereceden daha fazla bir ölçüde bağlıdırlar.
Milliyetçilik duyguları, millî hisleri,
tahmin edilemeyecek kadar çoktur.
Sayın Başkandan müsaade isteyerek
bir konuyu daha belirtmek istiyorum,
Bu yaz mevsiminde seçim bölgeme
gittiğimde, Siirt Askerlik Şubesi Başkanıyle görüştüm. Sayın Başkan bana
aynen şu beyanı söyledi: «Ben bu bölge halkı hakkında kanaatlerimi yüzde yüz değiştirdim» dedi. Niye, diye
sorduğum da şu cevabı verdi. Dedi ki:
«Kıbrıs olayları sebebiyle silâh altına
alınan askerlerden, bir kur’a önce terhis edilen
TEVFİK FİKRET ÖVET (Sinop) —
Üç tane şaki kürtten mi korkuyoruz?
İltica Hakkı...
Birleşmiş Milletler’in “iltica hakkı”
ile ilgili Sözleşmelerini de imzalamış
olan Türkiye’nin Kürt sığınmacılara
kapısını kapatması ve bunu durdurmak için sıkıyönetime başvurmasının
çelişki yaratacağının farkında olan
iki konuşmacı Prof Turhan Feyzioğlu
ve Prof. Turan Güneş, sıkıyönetimin
“ilticaları önlemek” gerekçesine bağlamanın Türkiye’yi zor durumda bırakacağını söyleyerek, hükümeti uyarmaktadırlar.
TURHAN FEYZÎOĞLU (Kayseri)
Yalnız bir etnik terim kullanılarak,
iltica istemişlerdir ve ret ediyormuşuz
gibi, insan olarak ve insanî geleneklere büyük saygısı olan bir devlet olarak sanki Türkiye sınırlarına silâhsız
birtakım masum insanlar, ötede belki
ciddî tehlikelerle, hayatî tehlikelerle
karşı karşıya bulunan insanlar sadece iltica etmek istemişler, biz de iltica
hakkı tanımamışız; bunun için sıkıyönetim ilân ediyormuşuz gibi bir intiba
yaratmamak lâzımdır. Bu gerekçeyle
sıkıyönetim savunulmaz duruma düşer de, onun için böyle söylememek
lâzımdır. Hiç değilse basına intikal etmiş olan şekliyle, sanki bir iltica hakkı
talebi karşısındaymışız intibaı yaratılmıştır.
TURAN GÜNEŞ (Devamla) — Şimdi
arkadaşlarım, ötekilere gelelim. İltica
hakkı istemiş, almamışız. Böyle bir
durumda alınacak askeri tedbirleri,
onun, bunun gözünden saklamaya lüzum yok. Biz, hudutlarımızdan içeriye
insan girmesine mani olmaya çalışıyoruz.
Düşünün, bir bozulmuş gerilla örgütü
hudutlarımıza gelecek; Mardin’den,
Hakkâri’den hudutlarımız içine girmeye çalışacak ve bizim ordumuz,
bu illerde sıkıyönetim ilân edilmeden
buna karşı koyamayacak... O halde
yakında Hükümetten. Kırklareîrnde,
Edirne’de vesairede sıkıyönetim ilân
edilmesi lâzım geldiği hakkında bir
Öneri beklememiz icabeder. Çünkü,
sanki Bulgaristan’ın Türkiye hakkındaki niyetleri, bir zavallı, perişan olmuş Barzani’nin niyetlerinden daha
iyi veya Bulgaristan Barzani’den daha
zayıf... Bunlara kimseyi inandırmak
mümkün değildir.
Bu itibarla Cumhuriyet Halk Partisi
Grupu, bu illerde sıkıyönetim ilânım
onaylamayacaktır. Saygılarla arz ederim. (C. H. F. sıralarından «Bravo»
sesleri, alkışlar)
Feyzioğlu’ndan Barzani hareketinin
yenilgi değerlendirmesi
C. G. P. (Cumhuriyetçi Güven Partisi)
GRUPU ADINA Genel Başkanı Prof.
TURHAN FEYZİOĞLU’nun değerlendirmesi:
“Irak’ta uzun süreden beri devam eden
ve son derecede kanlı, ıstırap Verici bir
savaş var. İnsanlar ölüyor. Barışsever
bir millet olarak bundan ıstırap da du-
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yuyoruz, bunun barışçı yollardan çözülmemiş olmasından acı duyuyoruz,
ama bir tehlikenin de sınırlarımızın,
hemen sınır taşının ötesinde aylardan
beri devam edegeldiği bir sıcak savaşın devam ettiği muhakkak.
Bir taraftan Rus silâhlarıyle teçhiz
edilmiş Irak ordusu, bir taraftan, İran
üzerinden sevkedilrniş, Amerikan
silâhlarıyle teçhiz edilmiş «Peşmerga» adı verilen Barzani kuvvetleri arasında kıyasıya ve basit çapta değil, iki
büyük ordunun savaşması şeklinde bir
savaş cereyan edip gidiyor. Bu savaşın, Irak içinde durması ihtimali, belirdi. Saddam Hüseyin’le İran Şahının
Cezayir’de buluşmalarından, OPEC
dolayısıyle buluşmalarından, petrol
ihraç eden ülkeler toplantısı zirvesinde buluşmalarından yararlanan Cezayir Devlet Başkanı Bumedyen, uzun
yıllardan beri aralarında mücadele
olan, resmî radyolarından birbirlerini en ağır kelimelerle tahkir eden iki
devletin yöneticilerini, «ihtilâflarınızı
çözünüz» diye bir araya getirmeye
çalıştı ve buna muvaffak oldu. Uzun
yıllardan beri çözülemeyen Şatdülarap ihtilâfını çözdüler. Uzun yıllardan
beri çözülemeyen diğer ikili ilişkilerde, Irak’la İran’ı birbirine düşüren
meseleleri çözdüler. Burada, Irak bazı
tavizler verdi; fakat İran Şahı da, Irak
üzerinde, kendi memleketine Irak’taki Baas Partisi yöneticilerinden yönelebilecek Şatdülarap’la ilgili, Basra
Körfezi ile ilgili, oradaki emirliklerle
ilgili, Kuveyt’le ilgili çeşitli yayılma
emelleri karşısında, bir nevi müttefik
veya destek: olarak kullandığı Barzani kuvvetlerini desteklemekten vazgeçmeyi taahhüt etti. Aslında, îran
Şahı, bir süreden be’-i Varidi emelleri, Basra körfezine müteveccih, petrole müteveccih kendi emelleri için
bir destekleme durumunda idi. Buna
karşı da Irak, îran Şahiyle ve İran
Devletiyle çeşitli konuda çatışma halinde idi. Bu anlaşma çok daha büyük
menfaatler üzerinde oldu. Bir pazarlık
yaptılar ve bu arada, belki de savaşa,
belki de ayaklanmaya, harekete teşvik
edimiş olan Barzani kuvvetlerini İran
Şahı yüzüstü bıraktı. Bu gibi emperyalist diyebileceğim birtakım emeller
uğruna harekete geçen devletlerin şu
veya bu şekilde kışkırtmasına uymak
ve buna inanmak yüzünden başlarına,
şimdi, gerçekten terkedilmişlikten doğan bir ciddî sorun çıktı.”
Diyarbakır Sıkıyönetim yargılamalarından örnekleme
1971 yılında Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesindeki yargılamalarda bazı sanıkların duruşmalarına avukat olarak
girdiği için, MİT’in, Savcıların bölge halkına nasıl baktıkları hakkında
gözlemleri olduğunu söyleyen İDRÎS
ARIKAN (Siirt Milletvekili ) gözlemlerini şöyle aktarıyordu:
“ Bir noktaya daha değinerek sözlerime son veriyorum; Hükümet ilgililerini ve Sayın Başbakanı da yanıltan
(naçizane kanaatime göre), Millî Emniyetin bu bölge halkı hakkında verdiği yanlış istihbarat raporlarıdır. (C.
H. P. sıralarından «Bravo» sesleri, alkışlar)
1971 yılından sonra, Diyarbakır ve
Siirt illerinde ilân edilen sıkıyönetim
sebebiyle, kurulan sıkıyönetim mahkemelerinde muhakemesi yapılan bazı
sanıkların müdafiliğini, avukat olarak
o zaman yapmıştım ve o zamanlar müşahede ettim ki, mahkemelerde, Millî
Emniyetin vermiş olduğu raporlara
istinaden, hukuk ilkeleri, şahıs hak ve
hürriyetleri ayaklar altına alınmakta
ve çiğnenmektedir.
diyorduk ki, «Peki bu sanık hakkında, sanıkla ilgisi olduğu iddia edilen
bu mektuplar nereden ele geçirilmiş?
Ne zaman yakalanmış? Kimin evinde
tutulmuş? Bu sanığın evinde yapılan
aramalarda böyle bir şey ele geçmiş
mi? diye sorduğumuzda, sıkıyönetimin savcıları bize şu cevabı veriyorlardı; diyorlardı ki: «Bu konuda tahkikat
istemek, Millî Emniyetin istihbarat
çalışmalarını öğrenmeye matuf kasıtlı
bir beyandır, bu nedenle bunu araştırmaya lüzum yoktur» diyorlardı.”
İdris Arıkan’ın Meclis zabıtlarına geçen bu tanıklığı 1971-72 Diyarbakır
Sıkıyönetim Yargılamalarındak Türk
devletinin tutumunu daha önce eleştirel biçimde ortaya koymuş olan tespitleri güçlendirmektedir.
Konuşulanların satır araları bile didiklense “gizli” olabilecek, o günler
için bile önemli sayalabilecek hiçbir
belirlemeye rastlamıyoruz. Neden bir
“gizli oturum” dur bu? Tam bir “hayal
kırıklığı”... Buna karşılık tutanakların
arasında unutulup kalmış bir bilgi var
ki, Kürt yakın tarihi açısından da bir
tanıklık olarak kayda geçmekte fayda
var.
Kinyas Kartal; “Atatürk Barzani’ye sığınma hakkı verdi...”
Muhterem arkadaşlar, bir avukat olarak şu müşahedemi arz ediyorum; O
duruşmalarda aynen şu durumla karşılaşmışımdır.
BAŞKAN — Sayın Arıkan lütfen tamamlayınız, süreniz doldu.
ÎDRİS ARIKAN (Devamla) — Sözlerimi bağlıyorum efendim.
Dosyada, Millî Emniyetin beyaz bir
kâğıda yazılmış bir ibaresi var. Diyor
ki: «Bu şahsın, Irak’ta falankesle ilişkisi olduğu tespit edilmiştir, bu adama şu tarihte şu mektup gelmiştir, bu
adam şu tarihte şu mektubu göndermiştir ve Irak’ta bulunan bazı kişilere
yardım vaadinde bulunmuştur» diye
mücerret bazı beyanlar yer almaktaydı
o raporlarda ve altlarında sadece kuru
bir mühür yatmaktaydı. Sıkıyönetim
mahkemelerinde, işte o altlarında kuru
mühür yatan o belgelere istinaden, şahıs hak ve hürriyetleri kısıtlanmış,
cezalar verilmiştir. Biz avukat olarak
o zamanlar sayın mahkeme heyetine
Van Milletvekili Kinyas Kartal, sıkıyönetim ilanına karşı çıkarak, Kürt
sığınmacılara iltica hakkı verilmesini
savunurken, “Beyler, Atatürk önderimizdir, Atatürk şefimizdir, Atatürk
büyüğümüzdür. (C. H. P. sıralarından
alkışlar ve «Bravo» sesleri.) Merhum
Atatürk buyurmuşlardır ki; «Kürt kavmi namında bir kavim yoktur. Bunlar
Türktür.» (C. H. P. sıralarından alkışlar ve «Bravo» sesleri)” diyerek resmi
görüşe gönderme yaptıktan sonra “iltica etmiş, 10 000 kişiyi geçmeyen fakir, zavallı Türklere kapıları kapamak,
Türklük şerefiyle bağdaşmaz” diyerek
bir yanıyla ironiye işaret etmiş oluyor.
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kinyas Kartal, iltica isteklerinin kabulünü desteklemek için Meclis zabıtlarında kalan bir başka olguyu
da şöyle ifade ediyordu: “Zamanın
Cumhurreisi sayın Atatürk, 1933 veya
34’de Barzani Irak’taki mücadelesine
devam ederken Türkiye’ye ilticasını
kabul etti”... Yaklaşık 15 yıllık bütün Parlamenterlik yaşamı boyunca
Kinyas Kartal’ın gündem üzerine söz
alarak yaptığı tek konuşmanın da bu
olduğunu belirtelim.
KİNYAS KARTAL (Van) — “Tarihini iyice hatırlayamıyorum, 1935’ten
evveldi; ya 1933 veya 1934 yıllarında;
yine Barzani Irak’taki mücadelesine
devam ederken Türkiye’ye iltica etti.
Zamanın Reisicumhuru sayın Atatürk bu isteği kabul etti ve Barzani
kuvvetleri Van’a kadar geldiler. Fakir,
perişan, yoksul, aç ve sefil insanlardı.
Devlet onların iaşesini temin etti. Aklımda kaldığına göre de, Eskişehir’e
yerleştirmek üzere yola çıkarıldılar.
Müteakiben, orada kalmış olan ağabeyi Şeyh Ahmet, Iraklılarla tekrar
anlaştı ve bunlar yarı yoldan dönüp
Irak’a gittiler... “[1]
Kinyas Kartal, söylediği gibi tarihte
küçük bir yanılsama yapsa da (1933-34
değil 1932) olguyu doğru hatırlıyordu.
Çünkü 21 Haziran 1932’de Şeyh Ahmed Barzani sınırı geçip 400 adamıyla
Türkiye’ye sığındığında Molla Mustafa Barzani ve ailesini evinde misafir
edenlerden biri de Kinyas Kartal’dı.
Gazeteci-Yazar Hulusi Turgut’a o günleri şöyle anlatıyordu;
”Hükümetimizin kararı ile Türkiye’ye
iltica etmişlerdi. Şemdinli bölgesinden
giriş yapmışlar. Molla Mustafa’nın
yanında zannedersem iki ağabeyi de
bulunuyor. Ayrıca eşleri ve çocukları
da vardı bize misafir oldular. Van’da
birkaç gün konakladılar. Biz kendilerini mütevazı imkanlarımız ile misafir
ettik. Daha sonra Erzurum-Kars istikametine gittiler.” [2]
1932 yılında Irak’taki İngiliz Manda yönetimi sona erip yönetimi Arap
Emirliğine terk etmeye hazırlandığı
süreçte Şeyh Ahmed Barzani önderliğindeki Kürt ulusal başkaldırı hareketi, İngiliz bombardıman uçaklarının
yardımıyla bastırılmış, Barzani güçleri aileleri ile birlikte Türkiye’ye iltica
etmek zorunda kalmışlardı.
Şeyh Ahmed Barzani, Muhammed Sadık Barzani ve Hacı Taha İmadi’den
oluşan bir heyet Türkiye’ye sığınma
koşulları ve tertibatları Türk yetkili-
lerle görüşmek üzere 20 Haziran’da
sınırdaki Gerane köyüne gittiler. Türk
hükümeti kendilerini mülteci olarak
kabul edeceklerini, ancak girişte silahlarını teslim etme şartını koşmuşlardı.
Anlaşma sağlandı ve böylece üç peşmerge komutanı ve 1.700 kişilik büyük
kısmı da silahlı mülteciler Türkiye’ye
sığındılar. [3] Grup kafileler halinde
Van’daki Gerane köyünde silahlarının bir kısmını saklayıp, bir kısmını
da Bnb. Şükrü Kanatlı yönetimindeki
Türk askeri birliğine teslim etmişler,
buna karşılık iyi karşılanmışlardı.
Mültecileri birbirinden ayıran ve lider
konumunda olanları tecrit politikası
güden hükümet Şeyh Ahmed, Mehmet Sıddık, Babo, Ali Mıh ve Molla
Mustafa Mustafa Barzani’nin ailelerini Van üzerinden Erzurum’a sevketti.
Yolda Şeyh Ahmet, Ali Mıh ve Hacı
Taha’yı ayırarak Ankara’ya gönderdiler. Erzurum’a varan ailelerin bir
kısmı da daha sonra Erzincan’a gönderildi.
Mela Mustafa Barzani de bu sığınma
olayını anlatırken;
“Biz Türkiye’de asılmayı bekliyorduk. O tarihlerde İngilizlerle Türkler
ve Iraklılar iyi ilişkiler kurmuşlardı. İngilizlerin talebi üzerine Türkiye bizi asabilirdi. Ancak biz seve
seve Türkiye’de ölüme gelmiştik. Fakat Türkiye’de beklediğimiz akıbet
bizi karşılamadı. Nitekim orada iyi
muamele gördük. Bizi şehirden şehire alıp götürdüler. Daimî bir yerde
oturtmadılar. Büyük ağabeyim Şeyh
Ahmed’i Erzurum’a gönderdiler. Bizi
birbirimizden ayırıyorlardı. Herhangi
bir harekette bulunmamızdan endişe
olunuyordu. Bunu seziyorduk. Bize iyi
muamele ettiler.” demektedir.
“ Atatürk’ün Barzani’ye sığınma hakkı tanıdığı” ifadesi kulağa yabancı gibi
gelse de, 1930’lu yılların koşullarında
böylesi bir ilticanın kabulü ve uygulanan tedbirlerden Atatürk’ün haberi
ve onayı olmadığı düşünülemeyeceğine göre Kinyas Kartal’ın belirlemesi
doğruyu yansıtıyor demektir. Hem de
1975’deki Kürt silahlı güçleri ve kitlelerin sınıra yığılarak sığınma talep
etmesiyle benzerlik göstermesi açısından da uygun bir örnek oluşturuyor.
Bu konuda Atatürk’ün görüşleri nasıl
alındı, konu nasıl değerlendirildi, anılara yansıyan bir bilgi yok. Bnb Şükrü
Kanatlı’nın daha sonra Atatürk’ün çok
önem verdiği Hatay meselesinde 1938
Temmuzunda şehri teslim alan Türk
birliklerinin başında olması ve Kara
Kuvvetleri Komutanlığına (1951) kadar yükselmesi bu kişiye önem verildiğini gösteriyor.
Türkiye’nin bir yandan Ağrı’da Kürt
ulusal direnişçilerine karşı ağır bir tedip ve tenkil harekatı yürütürken, -ki
o günlerde Adana’daki İstiklâl Mahkemesi 26 Ağrı direnişçisini ölüme mahkum etmişti (1931)- bir yandan da bir
başka Kürt direniş hareketinin silahlı
ve önder kadroları da dahil kitlesel
olarak ilticalarını kabul etmesi çelişik
ve mantıksız gibi görünebilir.
İlkin Osmanlı’nın politik devamı olarak Cumhuriyet yönetimi de “Musul
meselesi” üzerinde pazarlık gücünü
artıracak biçimde Berzenci hareketine olduğu gibi onun takipcisi durumundaki Kürt hareketlerine İngiltere
karşısında himayeci biçimde yaklaşmıştı. 1937 yılında Tirkiye, İran ve
Irak arasında imzalanan Sadabat Paktı sonrasında da temkinli olmuş ama
karşısına da almayaya özen göstermiştir. Bu hareketler doğrudan kendisini
hedef almadıkları için yakın bir tehlike olarak da görmüyorlardı. İran ve
Irak sınırları icindeki Kürt hareketleri
de Türkiye’yi hedef alan bir pozisyon
takınmaktan sürekli kaçınıyorlardı.
İkincisi potansiyel olarak tehlike gösterseler de, silahlarını bırakarak iltica
eden bir isyan hareketi, somut anlamıyla kendini Türkiye’ye “teslim”
etmiş olacağı için, bu, politik açıdan
reddedilecek değil maddi ve manevi
ağırlık kurmak bakımdan yararlanılacak bir durum olarak görülüyordu.
Dolayısıyla politik olarak bir bütünlük
ifade eden bir yaklaşımdır. Kaldı ki
mülteciler yaşam tehdidi altında olmamakla beraber, kendilerine çıkarılan
bir çok zorluk ve engelle mücadele etmek zorunda kalmışlardı.
devamı ...
Bu yüzdendir ki Kürt mültecilerin
varlığı uzun süreli olmadı.
Hükümet zaten bir kısım aileleri o tarihlerde Irak’la aralarında imzalanmış
olan “suçluların iadesi anlaşması”na
dayanarak daha başından Irak’a geri
göndermişti. Türk istihbaratına göre
Ağrı direnişiyle irtibatlı görünen birçok kişiyi de tutukladılar. Kalan aileleri ve aile büyüklerini de birbirinden
ayırmışlardı.
Mela Mustafa Barzani’nin anlattığına göre ailelerin birleştirilmesi ve
Şemdinli’de toplanmaları için izin ve-
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
rilmesi isteklerine önce olumlu yanıt
verilmemiş; sonradan da güçlük çıkarılmamışsa da hiçbir kolaylık da gösterilmeyerek gitmelerine izin verilmişti.
Aileler 1932 yılının Ekim ayından
itibaren, büyük yokluklarla mücadele
ederek Hakkari mıntıkasına gitmeye
çalıştı. Yurtsever Kürt köylüleri ve
aşiretlerin destek ve dayanışması ile
Şemdinli’ye ulaşabildiler. Barzani bu
yardım ve dayanışmadan övgüyle ve
minnetle söz etmektedir. [4] Kinyas
Kartal’ın adı geçmemekle beraber,
dayanışma ve misafirperverlikle ilgili
anlatımlar birbirini desteklemektedir.
Irak hükümetinin girişimleri ve af
vaadinde bulunması üzerine Türkiye
1933 yılının baharında Şeyh Ahmed
Barzani’yi Cizre-Zaho yoluyla Irak’lı
yetkililere teslim etti. Bunun üzerine
diğer mülteciler Barzan’a geri dönme kararı aldı ve Türkiye sınırlarını
terk ettiler. Irak hükümeti de Ağustos
1933’de Şeyh Ahmed’in memleketine
dönmesine izin verdi.
[1] T. B. M. M. Tutanak Dergisi, Kapalı Oturum, 27 Mart 1975, B : 7 27 .
3 . 1975 0 :2
[2] Nevzat Çiçek, “BARZANİ AİLESİ
TARİHİ”; http://nevzatcicek.blogcu.
com/barzani-ailesi-tarihi/11383832
[3] Mesud Barzani, “Barzani ve Kürt
Ulusal Özgürlük Hareketi I”, Doz
Yayınları, İstanbul, 2005, s.47
[4] Mesud Barzani, y.a.g.e., s.50-53
Kaynak: http://www.gelawej.net
İçişleri bakanı
bu pankartın önünde konuştu
Hocalı kurbanlarını anma mitingi Ermenileri hedef gösteren, Dink’in katillerinin lehine slogan atılan ırkçı gösteriye dönüştü. Ermenistan ve Azerbaycan arasında 1992 yılında yaşanan savaş sırasında meydana gelen Hocalı Katliamı’nın
20. yılında İstanbul Taksim Meydanı’nda düzenlenen protesto mitingi ırkçı bir
gösteriye dönüştü.
Ermenilere yönelik nefret ve saldırganlık içeren sloganların atıldığı mitinge,
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin de katılarak bir konuşma yaptı. Hrant Dink’in
katillerinin lehine sloganların atıldığı mitingde, beyaz bereler takmış bir grup
da Agos gazetesinin önüne yürümek istedi ancak polis tarafından engellendi.
Hocalı Katliamı’nı protesto etmek için bazı partilerle derneklerin organize ettiği mitingin duyuruları haftalar öncesinden yapıldı. Dün öğle saatlerinde Galatasaray Lisesi önünde toplanan grup, Taksim Meydanı’na yürüdü. Türkiye ve
Azerbaycan milli marşlarının okunduğu yürüyüşte taşınan pankart ve atılan
sloganlar dikkat çekti. Mitingde, “Bugün Taksim yarın Erivan bir gece ansızın
gelebiliriz” yazılı pankart ile “Hepiniz Ermenisiniz hepiniz piçsiniz”, “Türk’e
kefen biçenin ölümü korkunç olur” dövizleri dikkat çekti. Dink’in katillerine
övgüler içeren sloganlar atıldı.
Şahin: Bu kan yerde kalmayacak
Grup Fransız Konsolosluğu’nun önüne gelince polis güvenlik önlemlerini artırdı. Konsolosluk önünde vatandaşlara “Sarkozy tuvalet kağıdı” yazan tuvalet kağıtları dağıtılırken “Sarkozy pisliğini temizle” sloganı atıldı. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin okunduğu mitingde konuşma yapan Bakanı Şahin’in sözleri
mitingin şoven havasına uygundu. Şahin konuşmasında “20 yıl önce bugün kan
içicilerin, katillerin, acımasızların ve merhametsizlerin, yüreksizlerin, korkakların Hocalı’da 613 insanın, kadın, çocuk, yaşlı, haklı ve haksız demeden kanını
içtiğini” söyledi. Bakan Şahin, “Bu kan, o günden bu yana yerde kalmadı ve
kalmayacak” ifadelerini kullandı. Şahin, şunları söyledi: “Yeryüzünde herhangi bir zulüm, haksızlık Türk milletine yapılmış gibidir dedi. Afrika ve Asya’da,
Balkanlarda da olsa Türk milletini ilgilendirir. Çünkü biz sadece kendimiz için
değil tüm canlılar tüm insanlık için çalışan onları seven ve kabul eden milletiz”
dedi. Miting olaysız sona erdi.
Kaynak: http://www.ilkehaber.com
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Taksim Mitingi
Sloganlarını
Kınama
Dr.med.Sarkis Adam
Protesto mitingleri,halklar arasında nefret tohumları ekmemeli.
Acıları paylaşmak, insanlığa karşı
işlenen suçları, zulmü, işkenceyi,
eziyeti protesto etmek, kınamak,
lanetlemek, çağımız sağduyulu
insanının, en ulvi, en mukaddes
temel haklarından biridir. Ancak
bu protestolar, ırkçı ve radikal
akımların bir gövde gösterisine
dönüşmemeli, halklar arasında
nefret ve ayırımcılık tohumları ekmemelidir. Potesto edilen,
lanetlenen veya kınanan, “Şiddet
ve İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar”
olmalıdır.
Hiç bir katliam, acı veya insanlığa
karşı işlendiği kabul edilen suç,
diğerinin bahanesi asla olamaz ve
diğerinden üstün de olamaz.
Protesto gösterileri, milletlere,
topluluklara veya uluslara hakaret
etmemeli, onurunu zedelememeli,
halkları birbirine düşman kılacak
şekilde kullanılmamalıdır. Bu
tür davranış ve tutumlar, çağdaş
dünyamızda İnsanlığa karşı işlenen
suçlar kapsamında kabul edilmektedir, zira aksi hallerde, eski
acılar, dindirilmesi çok güç olan
yeni acılar doğurabilir.
İnsanların ve toplumların acıları
asla ve asla başka bir şeye malzeme olarak kullanılmamalıdır.
25.02.2012 tarihinde İstanbul
Taksim meydanında, Hocalı Olaylarının mazlumları ve hayatını
kaybedenleri anısına düzenlenen
protesto mitinginde, kitleleri suça
teşvik eden, Ermeni halkına yönelik nefret, ayırımcılık ve saldırganlık içeren davranışları, atılan
sloganları, bu doğrultudaki konuşmaları, toplumların ve insanların
acılarının popülizme malzeme
yapılmasını şiddetle kınıyor ve
lanetliyorum.
Saygılarımla.
Suç Duyurusu
Basına ve Kamuoyuna: İçişleri Bakanı ve “Hocalı Katliamını
Anma” Mitingi Tertip Komitesi Aleyhine Suç Duyurusu
26 Şubat 2012 Pazar günü Taksim’de İçişleri Bakanı’nın bizzat
katılımıyla “Hocalı Katliamı”nı anma bahanesiyle kitleler suça
teşvik edilmiştir. “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz”,
“Ermenisiniz, işgalcisiniz, katilsiniz” pankartları taşınmış,
Hrant Dink’in katilleri lehine sloganlar atılmış, saldırgan
sloganlar eşliğinde AGOS gazetesine doğru yürünmek istenmiştir… İHD İstanbul Şubesi, Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı
Komisyon, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De girişiminin
desteğiyle bir basın açıklaması yapacak ve ardından İstanbul Adliyesi’ne İçişleri Bakanı ve 26 Şubat 2012 Pazar günü
Taksim’de “Hocalı Katliamı’nı Anma” mitinginin tertip komitesi aleyhine suç duyurusunda bulunacaktır. Tarih: 28 Şubat
2012. Saat: 11.00. Yer: İstanbul Adalet Sarayı’nın önü. Çağlayan-İstanbul
********
26 Şubat 2012 Pazar günü Taksim’de İçişleri Bakanı’nın bizzat katılımıyla “Hocalı Katliamı”nı anma bahanesiyle kitleler
suça teşvik edilmiştir. “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz”, “Ermenisiniz, işgalcisiniz, katilsiniz” pankartları taşınmış, Hrant Dink’in katilleri lehine sloganlar atılmış, saldırgan
sloganlar eşliğinde AGOS gazetesine doğru yürünmek istenmiştir. Taksim’de toplu halde, İçişleri Bakanı’nın nezaretinde
suç işlenmiştir.
İHD İstanbul Şubesi, Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon,
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De girişiminin desteğiyle bir
basın açıklaması yapacak ve ardından İstanbul Adliyesi’ne
İçişleri Bakanı ve 26 Şubat 2012 Pazar günü Taksim’de “Hocalı Katliamı’nı Anma” mitinginin tertip komitesi aleyhine suç
duyurusunda bulunacaktır.
İHD İstanbul Şubesi
Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon
TARİH : 28 Şubat 2012
SAAT : 11:00
YER
: İstanbul Adalet Sarayı’nın önü
Çağlayan, Kağıthane – İSTANBUL
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
26-27 şubat 1992: «HOCALI KATLiAMI»
YALANININ ANATOMİSİ!
”Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi !” Can Yücel
1918’den beri Azerilerle Ermeniler
arasında varolan anlaşmazlığı silahlı mukavemete vardıran ilk adım, 12
şubat.1988’de Dağlık Karabağ Özerk
Bölgesi Sovyet Parlamentosu’nun,
Sovyet Sosyalist Ermenistan Cumhuriyeti Parlamentosu’na yaptığı «BİRLEŞME» isteğinin birkaç gün sonra dönemin politik merkezi Sovyet
Prezidyumu’na Moskova’da yapılan
resmi başvuruyla atıldı denilebilir.
1923’ten beri Sovyet Sosyalist Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı, fakat
o yıllarda toplumunun % 95’i, 1989
nüfus sayımındaysa % 75’ine yakını etnik Ermeni olan Dağlık Karabağ
Özerk Bölgesi politik yönetimi, bu
başvuruyla «ulusların kendi kaderini
özgürce kendileri tayin etme hakkından» yararlanarak, artık Azerbaycan’a
bağlı olarak yaşamak istemediğini
resmen belirtmiş oluyordu. SSCB’nin
çöküşünü hızlandıran en güçlü hak ve
halk hareketinin yaratılmasıyla tarihe
imzasını atan Karabağ Ermeniliği, bu
sancılı ulusal soruna Sovyet anayasasına harfi harfine uyan hukuki-politik bir çözüm aramaktayken, 20.şubat.1988 günü başkent Stepanakert’te
yapılan ve neredeyse halkının tüm
katmanlarının görülmemiş katılımıyla
gerçekleştirilen yığınsal mitinge cevap olarak Azerbaycan’ın ırkçı-faşistleri 27.şubat.1988 günü Hazar denizi
kıyısındaki endüstriyel Sumgait şehrinde yaşayan Ermenileri hedef alan
kanlı saldırılarda bulunarak, Sovyet
yönetiminin suçlu sessizliğinden yararlanarak üç gün süren bir pogromla
cevap vermeyi yeğlemişlerdi. Hak arama amaçlı pasiv bir mitingine cevaben
vuku bulan Sumgait katliamında onlarca Ermeni insanı vahşice öldürüldü, 600’e yakın insan ağır yaralandı,
yüzlerce kadın tecavüze uğradı.
Sumgait katliamının akabinde, Sovyet
Azerbaycanı’nın değişik şehirlerinde
yaşayan Ermenilere karşı aynı türde
kanlı saldırılarda bulunulması sonrası
(bunlardan en önemlileri başkent Bakü
ve ikinci büyük şehir Kirovabat’da yapılanlardır), 1989 ve 1990 yıllarında
yaklaşık yarım milyon Ermeni, mal
ve can güvenliği bulunmadığından
Ermenistan’a göç etmek zorunda bırakılmıştı. Ancak Dağlık Karabağ
Özerk Bölgesi’nde yaşayan Ermeniler binyıllardır üzerinde yaşadıkları
atatopraklarından uzaklaşmayı kabul
etmediklerinden, Bakü tarafından düzenlenen ve giderek daha da vahşi boyutlara vardırılan baltalı-bıçaklı barbarca saldırılarına karşı halkın mal ve
can güvenliğini, yani insanca yaşam
hakkını savunma amacıyla artık bir
direniş hareketinin örgütlenmesi ihtiyacını karşılama çabasına girişmişti.
1990 ilkbaharında temelli olarak yerleştiğim Sovyet Ermenistanı’nda komşu Sovyet Azerbaycanı’nda yaşam
güvenliği bulunmadığından zorla yerinden-yurdundan edilmiş yüzbinlerce Ermeni göçmenin acısıyla yüz yüze
gelip, sülalemin Der-Zor artığı yaşlılarının 1915 ile ilgili anlattıklarını kendi gözlerimle görme bahtsızlığını da
yaşamıştım. 1988 aralığında yaşanan
deprem felaketinin ardından, şimdi
de hemen hergün Dağlık Karabağ’ın
şu veya bu Ermeni köyünde, 24 saat
sürekli baskı ve korku altında yaşamaktansa, insanca özgür bir yaşamı
yeğlemek dışında başka da hiç bir
suçu olmayan 150 binden fazla masum
insana karşı yapılan taşlı, baltalı, kılıçlı saldırılarda kaydedilen kayıplara
maruz kalmayı sineye çekerek, ortaçağ barbarlığını aratmayan facianın
neredeyse günlük bir yaşam tarzına
dönüşmesine DUR demek için hem
Ermenistan, hem de Karabağ’daki Er-
meniliğin «1915:Bir daha asla» ortak
hafızasının yeniden canlanması ve
ulusal bir uyanışın şafağını hatırlatan o günlerde, biri birinin ardından,
kendiliğinden organize edilen, gönüllü
paramiliter direniş grupları oluşmaya
başlamıştı. Komutanlığını Radyo-Fizik dalında pek namlı bir bilim adamı
olan ve dedeleri Kars göçmeni değerli
insan Leonide Azgaldian’ın üstlendiği, «Kurtuluş Ordusu» adlı, yaklaşık
yüz kişiden oluşan bir grubun gönüllü
askerlerinden biri de ben oldum.
1988 kışından başlamak üzere, 1992
kışına kadar geçen tam dört yıllık dönemde neredeyse tek taraflı Azeri saldırılarına maruz kalan Karabağ Ermenileri, sivil toplumun yaşam hakkını
savunma amacıyla kurulan bu gönüllü
grupların varlığı ve desteğiyle yalnız
olmadığını görüp, kardeşçe dayanışmadan moral destek ve güç alarak
kendi savunmasını da örgütlemeye
başlamıştı. Benim de içinde bulunduğum grup Karabağ’ın en kuzeyinde
adını tarihte önemli bir figür olan ve
«Kaf kasların Lenin’i» olarak tanınan
Stepan Şahumyan’dan alan (Dağlık
Karabağ’ın başkenti 60 bin nüfuslu
Stepanakert de bu yiğit komünistin
adını taşımaktadır) ŞAHUMYAN bölgesinde bulunmaktaydı. Orada sadece altı ay gibi kısa bir zamanda Azat,
Kamo, Getaşen, Mardunaşen adlı köy
ve kentleri Ermeni köylerini kuşatma
altına alıp, Ermeni olmak dışında başkaca bir suçu olmayan binlerce insa-
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
nın silahlı saldırılara nasıl yiğitçe direnmekte olduğunu gördüğüm halde,
bölgedeki Sovyet askeri birliklerinin
yandaşlığından yararlanarak, tankıtopu olan karşı güçlere karşı ne kadar
çaresiz ve umutsuz bir kavga verdiğinin de şahidi oldum. Adını verdiğim
bu köyler gibi daha onlarca Ermeni
köyü çok kısa bir zaman zarfında binyıllık sahiplerinden boşaltılarak, yaklaşık 40 bin insanın Şahumyan bölgesinden zoraki göçe maruz bırakılma,
-kelimelerle anlatılması çok zor- acısını da onların çok uzaklardan gelen bir
soydaşı, aslında kader ortağı olarak
günbegün yaşadım.
Dağlık Karabağ denilen bölgenin bir
ada misali, dört tarafı dıştan zaten
Azerilerle çevrili olması yetmiyormuş
gibi, içerisi de başta başkenti Stepanakert olmak üzere tüm diğer şehirleri ve önemli kavşak durumunda,
stratejik değerdeki hemen tüm yollar
mutlaka Azeri nüfusa sahip yerleşim
bölgelerinden oluşuyordu. Hocalı denilen yer de Karabağ’ın küçük ama tek
havaalanına yapışık küçücük bir köyken 1988-1992 arasındaki kısacık bir
zaman zarfında, (buna Azerilerle hiç
bir ilgisi olmayan ve orta Asya cumhuriyetlerinden “cennetlik iyi yaşam
şartları” sözleriyle kandırılarak temelli göç davetine tabi tutulup kandırılan
Meskhetler de dahil olmak üzere) Kuzey Kıbrıs misali, dışarıdan binlerce
insanın getirilip yerleştirildiği bir kasabaya dönüştürülen ve Bakü tarafından ileride Karabağ’ın yeni başkenti
yapılması arzulanan yerdi. Hocalı,
aynı zamanda sadece Ermenilerin yaşadığı başkent Stepanakert’i Şuşi ile
beraber iki taraftan abluka altına alarak yerle bir etmeyi öngören haince bir
planın aylardan beri gerçekleştirilmesinin merkezi iniydi de !...
Ben 1991-1992 arası iki kez Hocalı’dan
arabayla geçmiş biri olarak etraf-tarafta başka da hiçbir yerde görmemiş
olduğum çaplarda gerçekleştirilen
inanılmaz bir inşaat çalışmasının da
şahidi olmuştum, çevre köylerdeki Ermeniler “orada gece-gündüz hiç durmadan çalışıp yeni binalar yapıldığını”
anlatırken kendileri için hazırlandığı
besbelli bu mezar kazıcılarının giderek çoğalmasından haklı olarak dehşete kapılıyorlardı. Niyet, sözüm meclisten dışarı, «aptala bile malum olan»
cinstendi, HOCALI çok yoğun bir Ermeni nüfusun yaşadığı Stepanakert’in
celladı olmaya hazırlanıyordu ve bu
durum zaten 1991 sonbaharından 1992
kışına dek başkent Stepanakert’in her
gün Şuşi ve Hocalı’dan bombardıman
altına alınarak tüm halkın korku içerisinde bodrum katlarına sığınarak
yaşamaya zorlandığı yıllara mukabil
ettiğinden reddedilmez bir gerçek olarak gün gibi ortada duruyordu.
Karabağ Ermenilerinin başlattığı özgürlük hareketinin başarıya ulaşması
için Hocalı ve Şuşi’de yığılan askeri
cephane ve savaş gücü mutlaka bertaraf edilmeliydi ve ben bu amaca sadece üç aylık bir hazırlık sonrası dört
ay gibi kısa bir zaman içerisinde ulaşılmasının iahitlerinden oldum. 1992
yılının, 26 şubatını 27’sine bağlayan
gece Hocalı, 8 mayısı 9’una bağlayan
sabahı da Şuşi, Ermeni gönüllü birliklerince kurtarıldı. Bu anlatımımı, o
zaman zarfında Dağlık Karabağ Özerk
Bölgesinde yaşanan durumun Polaroid
bir fotoğrafı olarak resmetmenizi öneririm.
Ancak, durumun çok daha iyi anlaşılması için o zaman Azerbaycan’da
birkaç yıldan beri gövde gösterisinde bulunan, ırkçı-faşist Halk Cephesi örgütünün kafatasçı başı Ebülfez
Aliev (Elçibey) adlı bir Adolf Hitler
benzerinin “T.C.” destekli bir darbe
girişiminin hazırlıklarını bitirmekte
olduğunu da görmek zorundayız. 1988
kışından beri Azerbaycan’ın yığınsal
Ermeni nüfusa sahip değişik şehir ve
köylerinde her tür saldırı ve katliamı
gerçekleştirerek, lafta bile olsa “70 yıl
boyunca sosyalist geçinen” bir yönetim zamanında sadece “dostlar alışverişte görsün” diye büfe vitrininde
bulundurulan kullanılmaz eşya misali
varolan içeriği boşaltılmış «YAŞASIN
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ» türü
ajitasyon ve propagandasından bile payını alamamış, karanlık ortaçağ cahillerinin seviyesinde kalakalmış, ırkçıfaşist ideolojinin arkasına takılmaya
hazır bir toplum içerisinde, “yağmur
sonrası bitiveren mantar gibi” etraftarafta bitmeyi başaranların aslında
kimler olduğunun iyice anlaşılması
gerekiyor.
Ankara tarafından beslenen bu insanlık düşmanı faşist ideoloji yandaşlarının, Bakü’deki komünist etiketli politik yönetimi devirmeleri için gerekli
her türlü sinsi planın bir değil muhtemel birkaç varyasyonlarından biri
çerçevesinde gerçekleştirilmesi amacıyla varedilmek istenen yalanların en
kuyruklusu «Hocalı katliamı» denen
olayda üstlendiği başrolün bilinip-bellenmesi ve iyice anlaşılması çok ama
çok önemlidir. Siyasal erki elde etmeye hazırlanan bu ırkçı-faşist örgütlenmenin toplum gözünde meşruluk ve
güven kazanması için anlı-şanlı Goebels faşistinin «Yalan söyle, bir daha
söyle, daha da inanılmazını söyle ve
yay, yayabildiğin kadar yay, yalanının
izi mutlaka kalır» diye bildiğimiz ve
dünyayı ne tür bir felakete sürüklediği hepimizce malüm denenmiş bu
yönteminin “OLMAZSA OLMAZI”
olmaya aday bir vukuatın olması, gerçekleşmesi gerekiyordu. Bu olay için
hemen her şartın oluşturulduğu en uygun yerin, yani çekilmesi gereken film
için planlanan sahneler için en ideal
mekanın Hocalı olması aslında hiç de
tesadüfi falan değil, iyice düşünülerek seçilmişti. Hocalı’nın geçmişinde
onyıllığına bile olsa üzerinde yaşayan
yerli bir halkı olmadığı gibi, şimdiki
“sakinlerinin” sadece son birbuçuk-iki
sene zarfında Orta Asya cumhuriyetlerinden getirilip oraya yerleştirilen
Meskhet toplumundan oluşuyor olması, gerçekleştirilmesine hazırlanılan
plan için aslında “bulunmaz Hint kumaşıydı” !
1991 ağustos sonu, kaşarlı faşist Ebulfez ALİEV (Elçibey)’in doğum yeri
olan Nakhiçevan’ın Ordubat kentinden getirilme, kendisine en sadık
ALİEVLER aşiretinin, “T.C.” ordusu
subaylarınca üç aylık özel komando
eğitimlerinden geçirilerek “alıştırılma Bozkurtlarından” 500’ün üzerinde fanatik iki grubunun, Hocalı ve
Şuşi’ye yerleştirilmesiyle başlatılan
“İKTİDARA DOĞRU İLK ADIM”
operasyonu, kasım ayından şubat sonuna kadar Karabağ’ın başkentini
tam dört ay boyunca bombardıman
ateşine tutmasıyla, yaklaşık 60 bin
Ermeni insanını sürekli abluka altında yaşamaya mecbur etmişti. Başkent
halkının herhangi bir yere kıpırdayabilme olanağı yoktu, elektrik, su, en
temel gıda maddeleri, tuz, şeker ve en
önemlisi ilaç sıkıntısının had saf haya
ulaşmış olduğu halde, total abluka altında yaşam savaşı veren bu insanlara
yavaş soykırım tatbik edilirken, «SU
BAŞINI DEVLER TUTMUŞ» olduğundan, kuzey ve güneye giden tüm
yollar Hocalı ve Şuşi’den geçmek anlamına geldiğinden kullanılamaz hale
getirilmişti. Baharda yapılması planlanan büyük taarruz planlarını Ulusal
Cephe’nin Bozkurtları adına bizzat
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yönetmek için Azerbaycan’ın üçüncü
büyük şehri olan Karabağ’a yapışık
Hocalı’dan sadece on kilometre uzaklıkta bulunan Ağdam şehrine üs kuran
Ebulfez Aliev Elçibey, “T.C.”-nin hafif
eliyle, oraya olağanüstü çaplarda askeri teçhizat ve cephane yığılmasını da
örgütleyebilmişti. Eğer herşey planlandığı gibi gerçekleştirilecek olsa
«bir taşla iki kuş vurulacak», Karabağ Ermenileri kan ve ateş içerisinde
yok edilirken, Bakü’de iktidar «tereyağından kıl çekercesine» bir kolaylıkla, ırkçı-faşistlerin eline geçecekti.
Elçibey, iktidara giden yolun HocalıAğdam’dan geçtiğiyle ilgili rüyasını
gerçekleştirmek için tüm hazırlıklarını tamamlamış olduğundan, 20 şubattan itibaren Stepanakert’e yapılan Alazan tipi uzun menzilli roket saldırıları,
24 saatlik yoğunlukla hiç durmaksızın
sürdürülmekteydi. Eğer panturancı
Elçibey’in kafatasçı planları, yani korkunç rüyası gerçekleşebilseydi, ardından her fırsatta bas-bas bağırılan «Bir
millet, iki devlet» yerine “T.C.” ile tek
vücut, yani «Bir millet, bir devlet» olduklarını beyan etmesi gelecekti !
Sovyetler Birliği’ne saldıran Alman
faşistlerinin 1941 eylülünde başlatılarak 1944’ün ocak ayı sonuna kadar
abluka altında tuttuğu Leningrad şehri halkının yiğit direnişini daha okul
sıralarından bilen Stepanakert şehri
ve civarındaki 20’den fazla köyde yaşayan Ermenilerin, 4 aydan fazla bir
zaman akılalmaz zorluklara göğüs gererek dayanmaya çalıştıkları gayr-ı insani bu faşist karakterli ablukayı kırıp,
planlanan vahşetten kurtulabilmeleri
için yapılacak tek şey, maruz kaldıkları saldırı ateşlerinin ocaklarını söndürmek, her ne pahasına olursa olsun
tehlikeyi bertaraf etmekti.
Hocalı’da, çoğunluğu Orta Asya’dan
getirilme Meskhet göçmenler olmak
üzere yaklaşık olarak 2 bin civarında
sivil insan ve 600’ün üstünde muhalif
Ebulfez Elçibey’in emrindeki Azeri
faşistleri bulunmaktaydı. Ermenilerin
hazırlandığı kurtuluş operasyonuna
katılacak tüm gönüllü birliklerindeki
insan sayısı 500’ü bile bulmazken, ellerindeki otomatik tüfeklerle, gerekenin de çok altında kurşun ve cephane
yetersizliği sıkıntısından duydukları
başka da tasaları yoktu. 24 şubat gecesi bir kolu Stepanakert, diğer kolu
Baluca yakınlarından Hocalı’ya giden iki yol üzerindeki kontrolü ellerine geçiren Ermeni gönüllü grupları,
aynı zamanda kuzeyden Askeran’dan
Ağdam’a giden yolun Azeriler tarafından kullanılmasını da engellemeyi başarmışlardı. Ermenilerin bu kadar az
insanla bir karşı atağa geçip, Hocalı’yı
neredeyse ablukaya alan bir kuşatmayı
becermelerinden paniğe kapılan halk,
aylardan beri kendilerinin Stepanakert ve civarı Ermeniliğine uyguladığı
kuşatmanın bir benzerine uğramaktan
korktukları için köyden uzaklaşmak
ve bir an evvel Ağdam’a ulaşmak için
alelacele kamyon ve otobüslere doluşmaya başlamıştı bile !...
Sivil halkın korkup paniğe kapılarak
Hocalı’yı terketmek istemesinden rahatsız olan Elçibey’in Halk Cephesi’ne
ait askeri mangaları, köyden dışarı çıkan dört yol ağzına barikatlarla
kurmuş, Ermenilere karşı “kutsal cihada” katılmaktan korkanları alenen
kendilerinin infaz edip öldürecekleri
tehdidinde bulunup, korkutmaya çalışmışlardı. 25 şubat günü, Ermeni
güçleri radyo telsizlerle sürekli olarak
Hocalı’da kent sorumlusu yöneticiler ve silahlı grup şefleriyle görüşüyor ve “Sivil halkın sorunsuz olarak
şehri terkederek Ağdam’a gitmeleri
gerektiği ve bunun için insani bir koridorun açık olduğunu” bildirdikleri
halde, karşılığında hakaret ve küfürler duyuyorlardı. Bir taraftan Ermeni
güçlerinin ardı arkası kesilmeyen üstelemesiyle, tüm gün boyunca süren
görüşmelerde masum insanların kirli
savaş nedeniyle mağdur olmasını engelleme yönlü hümanist çabalardaki
ısrarı, diğer taraftan aynı zamanda
Azerbaycan Parlamentosunda milletvekili de olan Hocalı belediye başkanı
Elman Mamedov’un sağduyulu davranma kararlılığı sayesinde, beklenen
sonuca ulaşılmıştı. Himayesi altında
bulunan sivil halkın can güvenliğiyle ilgili kaygıları sonucu, Bakü’deki
merkezi yönetimle ilişkiye girmesinin akabinde, Stepanakert’in önerdiği
insani koridordan yararlanılarak sivil
halkın kenti terketmeye hazırlanmasında mutabık kalınmıştı. Bakü’deki
yönetimin Ermenilerin insani teklifini
büyük bir sağduyu ile olumlu ve hümanist bir adım olarak değerlendirerek,
Hocalı sakinlerinin kenti terketmesine
karar kılınmasına kudurduğu için, sinsi planlarının suya düştüğünü hisseden merkezi yönetim düşmanı muhalif
Halk Cephesi’nin ırkçı-faşist militanlarınca silahlandırılan gözü dönmüş
fanatikler, gruplar halinde Hocalı sa-
kinlerini encide eden, kışkırtma ve
provokasyonlara başvuruyorlardı. Bu
esnada Ağdam’da bulunan askeri komutanlıkta görevli bazı üst subayların
emirlerine de karşı gelip, itaatsizlik
gösteren bu kesimle, halktan insanlar
arasında ciddi sorunlar yaşanmış ve
halka gözdağı verme kararlısı bu fanatikler zavallı köylülerden kendilerine karşı koymaya cesaret eden birkaç
insanı, herkesin gözü önünde kurşunlayarak delik-deşik edip, güç gösterisinde bulunmuşlardı.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen, 26
şubat günü onlarca kamyon, otobüs,
minibüs ve otomobillerle çoğunluğu
yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan
birkaç yüz insanın bulunduğu konvoy, Hocalı’dan kuzeyde Ermenilerin
Askeran kentinden geçen otoyolunu
rahatça kullanarak, yani Ermenilerce
bırakılan insani koridordan yararlanarak, Azerilerin ikamet ettiği Ağdam’a
ulaşmıştı. Bir gece öncesindeyse, ellerinde beyaz bayraklar taşıyan küçük
gruplar halinde yaklaşık kırk kadar
Meskhet ve Azeri, Baluca keni tarafındaki tepelerde siperlenmiş Ermeni savunma güçlerine gönüllü olarak
teslim olmayı tercih etmiş, Şuşi veya
Ağdam’a nakledilmek istediklerini
bildirmişlerdi (Stepanakert’e ulaştığım 28.şubat.1992 günü, bu «gönüllü
esirlerden» altısıyla şahsen tanışma ve
görüşme imkanına sahip olmuş ve 3
mart günü onların da içinde bulunduğu 34 kişilik bir grup insanın Ağdam’a
yollanmasının şahidi de olmuştum).
26 şubat sabahı şafak vakti, Hocalı’daki fanatik silahlı grupların Ağdam’a
doğru kuşatmayı yarma amacıyla beklenmedik bir saldırıya geçmesine karşılık veren Ermeni özsavunma güçleri
ağır kayıplar verdikleri halde, yardıma
gelen diğer gönüllü birimlerin de yardımıyla kentin kuzey mahallelerinden
birini ele geçirebilmişlerdi. Beklenmedik bu haber her iki tarafı da şaşkınlık
içerisinde bıraksa bile, Azerilerden
sayıca çok az olan Ermeni gönüllüler
için bu başarı büyük bir moral kaynağı
olmuştu. Stepanakert’teki askeri özsavunma komitesi, Bakü ve Ağdam’daki
devlet yöneticileriyle yeniden ilişkiye
girerek, «sivil halkın insani koridordan yararlanarak kenti acilen terketmesi koşulunun hemen yerine getirilmemesi halinde, askeri operasyon
gerçekleştirileceğini ve masum halktan olası can kaybı için Azerbaycan
tarafının sorumlu olacağını» bildir-
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
miş, hatta Hocalı’nın boşaltılması için
«köye yapışık havaalanından yararlanılması, halkın helikopter ve uçaklarla
taşınması» önerisinde bile bulunmuştu. Tam dört yıldan beri Azerbaycan
ve Karabağ Ermenilerine karşı tek
taraflı barbarca saldırılarda bulunmuş
Azerbaycan iktidarına yapılan bu uyarıdan sadece dakikalar sonra, Stepanakert şehri güneyden Şuşi, kuzeyden
Hocalı olmak üzere aralıksız dört saat
süren uzun menzilli roketli saldırı ve
top atışına tutulmuştu. Stepanakert’te
askeri operasyonları koordine eden
merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ, üç saat boyunca radyo yayını ve
telsizlerle Hocalı’ya taarruzun başlayacağı haberinin olası tüm adreslere
bildirilmesinin hemen ardından da
saldırıya geçme emrini alan hal-i hazır bekleyen Ermeni gönüllü birlikleri
Hocalı’nın kurtuluşu için üç yönden
eyleme geçmişlerdi. Kentin en doğusundaki dördüncü yön istikametinde
bekleyen birliklerin orada sadece sivil
halk için bırakılan insani koridorun
denetim altında tutulmasını sağlamak
görevi olduğundan, bu operasyona katılması özel bir emirle engellenmişti.
26 şubat akşam saatlerine doğru, köyden çıkarak asfalt yol yerine, köyün
hemen yanından geçen çayın öte yanındaki eski toprak yoldan Ağdam’a
doğru yollanan binden fazla sivil insanın Hocalı’dan ayrılmakta olduğu
haberinin alındığı andan başlamak
üzere sadece 9 saat sonra, yani 27 şubat sabahının ilk saatlerinde, köyün en
doğusundaki mahallesi dışında hemen
tümü Ermeni güçlerinin eline geçmişti. Günün aydınlanmasıyla Azeri
tarafının bire beş fazla kayıp verdiği
ve insan kaybının 60 civarında olduğu ancak öğle saatlerinde öğrenilebilmişti. Ermeni tarafından değişik
ağırlıkta elliye yakın yaralı varken,
Azeri tarafındaki yaralı sayısının bilinmemesi, onların son barınağı olan
Hocalı’nın doğu mahallesine sığınmış
olmalarıyla açıklanabilirdi. Başarılı geçen askeri operasyonun ardından Stepanakert’ten edinilen yeni bir
emirle Hocalı doğu mahallesinin sadece ses bombalarıyla taciz edilmesi
sayesinde kalanları kaçmaya teşvik
etmeye paralel olarak, köye getirilen
bir kamyona yerleştirilen hoparlörle,
evlerin bodrumlarına sığınmış, korku
içerisinde ölümü beklemekte olan masum insanlara, Azerice ve Rusça «bir
gün evvel köyü terkedenlerin güvenlik
içerisinde Ağdam’a ulaştıkları» söyleniyor ve «bu bilgiyi doğrulamak için
Ağdam’dakilerle telefon bağlantısı
kurmaları ve gereksiz yere insan kaybına sebep olmamak için köyü acilen
terketmeleri» telkin ediliyordu. Ne iyi
ki bu propaganda arzulanan meyvesini vermiş ve artık Halk Cephesi’ne
ait silahlı cengaverlerin tehditlerine
kulak vermeyip, onlara isyan eden
köylüler, ellerine geçirdikleri telsizlerle doğrudan Ermenilerle bağlanıp,
«önümüzdeki 12 saat için ateşkes yapılması halinde köyde kalanların toplu
halde Ağdam’a gideceklerini» belirtilmişti. Bu görüşmelerden sadece bir
saat kadar sonra da, Hocalı’nın doğu
mahallesine sığınmış olan bu insanlar kendilerinden bir gün evvel, çayın
öte tarafındaki eski toprak yolu tercih
ederek Orta Asya’dan jkandırılarak
getirildikleri bu uğursuz yeri, bir daha
geri dönmemek üzere terketmişlerdi.
Bu askeri operasyon sonrası HOCALI
köyünden çıkan akılalmaz çaplardaki
askeri techizat ve cephane sayesinde,
Karabağ Direniş Birliklerinin kurulabilmiş olduğunu neredeyse bir itiraf
olarak ifade ederken, Merkezi ÖZSAVUNMA KOMİTESİ’nin o günden
sadece 2,5 ay sonra, ele geçirilmesi
imkansız sayılan kale şehir Şuşi’yi,
8.mayıs.1992’de akılları durduran bir
operasyonla kurtarmasını belirtmek
de övgüye değer olmasının yanında
çok yerindedir. Bu bağlamda, günümüze dek varolan Dağlık Karabağ Savunma Kuvvetlerinin «asıl kurucusu
o dönemde Bakü’deki politik iktidara
karşı muhalif olan Halk Cephesi adlı
o ırkçı-faşist harekettir» demeye kalksak çok yanılmış olmayız sanıyorum...
Hocalı askeri operasyonunun hikayesi işte bundan ibaret olup, Ermeniler
açısından düzenli bir savunma ordusu
kurulmasının da en önemli temelini
teşkil etme özelliğine sahip olmasından dolayı bir o kadar da öğreticidir !
Burada, kısa bir parantez açarak 27
şubat sonrası, Hocalı dışında vuku
bulan vahşetten de kısa olarak bahsetmek gerekir düşüncesindeyim, çünkü,
20 yıldan beri Azerbaycan tarafından
tüm dünyaya söylenen modern tarihin
herhalde en kuyruklu yalanlarından
birinin uydurulmasına sebep teşkil
eden bu sahtekarlığın temeli, işte o zaman ve Ağdam yakınlarında Azeri askeri güçlerinin kontrolü altında bulunan tepelere kazılı çukurlarda atılmış
olduğunu, elini vicdanına koymayı
becerebilen her insanın öğrenmesi ve
bilmesi bir insanlık görevidir düşüncesinin de inatçı bir savunucusuyum.
Bence, tırnak içerisine alarak bahsedilmesi gereken «Hocalı Katliamı» ile
ilgili günümüze kadar tüm dünyaya
sözümona reddedilmez ispat olarak
gösterilen her çeşit fotoğraf ve video
filmlerinde görülen en primitif türden
bir zaman ve mekan uyuşmazlığı dışında, bahsedilen katliamın mağduru
olarak gösterilen kurbanların bazen
Hocalı’dan binlerce kilometre ötedeki
Bosna, bazen biraz daha yakında bulunan Van, bazen Kosovo, bazen de
dünyanın başka bir ülkesinde vuku
bulan çatışmalar, doğal afet veya başka bir insani felaketten kopyalanan
“Copy-Paste”, yani «KOPYALA-YAPIŞTIR» metoduyla sunulmaya yeltenilen bir yutturmacadan başka birşey
olmamasının traji-komikliği bile, o
haltı yiyenler tarafından örnek alınan tek değerin, 1933-1945 faşist Almanya’sında Hitler’in yamağı, Halkın
Eğitimi ve Propaganda’dan sorumlu
Bakanı, totaliter rejimler arası kıyaslamada dahi, dünyanın gelmiş-geçmiş
en büyük halk yığınlarının nasıl manipülasyona uğratılması konusunda BİR
NUMARALI uzmanı, ne duyulmuşne de görülmüş olan her türden demagojilerin «eline su dökülmez» ustası
olarak bilinen, Dr. Paul Joseph GOEBBELS olduğu kolayca anlaşılmaktadır.
Tarihin çöplüğünü intihar ederek çoktan boylamış olan insanlık düşmanı bu
faşistin, «Yalan söyle, tekrarla ve yay...
izi kalır mutlaka !» yöntemini örnek
alarak, en iyi şekilde uygulayan ülke
olmakta Azerbaycan’la kim yarışabilir bilebilmek oldukça zor olsa dahi,
o devletle suç ortaklığında bulunmuş
“T.C.”-nin «Hocalı katliamı» yalanının beslenip-büyütülmesindeki rolü,
1992 haziranında Bakü’de Halk Cephesi tarafından yapılan darbe sonrası,
iktidarı elde etmesi örneğinde olduğu
gibi yadsınmaz bir gerçektir.
Ve Dağlık Karabağ’ın Hocalı köyünde
işlerine çok geldiği halde, Ermeniler
tarafından yapılmasını planlayıp çok
arzuladıkları pek kanlı bir katliamın
gerçekleşmesini sağlayıp da beceremediklerini anladıktan sonra bile,
insanlıkdışı sinsi amaçlarından vazgeçmeyen Halk Cephesi faşistlerinin
sağ-salim Ağdam’a varan masum insanları, yedekte sakladıkları daha da
iğrenç bir Plan B gereği, kirli oyunlarına alet ve kurban ederek, ellerini
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
soydaş kanına bulamaktan bile çekinmedikleri de bir o kadar gerçektir.
Yukarıda belirtilen iğrençliği açıklayanların Ermeni tarafını temsil
edenler kişilerden değil de, o dönem
Azerbaycan hükümetinin en sorumlu
yerlerinde bulunan politik şahsiyetlerden oluşuyor olması da reddedilmez bir gerçektir. Bu konuda kuşkusu olan herkesin, benim de naçizane
katkım olan sadece iki kaynakla tanışmasını / HOCALI: A show of unseen forgery and falsifications) www.
xocali.net ve HOCALI DOKÜMANTASYONU
http://www.youtube.
com/watch?v=7ef3f5Ngkck / ve asrın sahtekarlığının ne kadar ilkel bir
düzmece olduğunu kendi gözleriyle
görmelerini öneriyorum. Bu kaynaklarda, Azerbaycan’ın ilk Devlet
Başkanı Ayaz Mutalibov, Parlamento
Başkanı Yakup Mamedov, Hocalı Belediye Başkanı ve Milletvekili Elman
Mamedov, Hocalı Olaylarını Araştırma Komisyonu Başkanı Ramiz Fataliyev, İnsan Hakları Savunucusu Arif
Yunusov, “Memorial” adlı İnsan Hakları Merkezi Örgütü’nün 28.mart.1992
Bildirgesi, politik tutuklu ve muhalif
gazeteci Eynullah Fatullayev, 26-27.
şubat günleri sıradan bir sakini olarak
Hocalı’da yaşayan Salman Abbasov ve
daha onlarca kişinin şahitliklerini görüp, öğrendikten sonra şapkanızı önünüze koyup da, başkasının değil, kendi vicdanınızın sesini dinleyeceğinize
inanıyorum.
Yazıma, değerli şair Can Yücel’den bir
sözle başlamıştım, onu yine o değerli
insanın «ve herşeyi öğrendiğin kadar
bilirsin, bunu da öğren» sözüyle noktalamak isterim. “Her gece iki gündüz
arasındadır” doğrusundan hareketle,
bu dünyayı hep ve sadece HERŞEYİ
ÖĞRENMEK İSTEYEN insanoğlu insanların elleri üzerinde tuttuğuna olan
samimi inancımdan zerre kadar geri
adım atmadan, hiç ödün vermeden,
21.inci yüzyıl Goebbels’leriyle aynı
safta bulunmadığıma şükrettiğime de
inanmanızı diliyorum.
Saygılarımla,
Sarkis HATSPANIAN
(1991-1994) Karabağ Kurtuluş Mücadelesi Muharibi 26-27.şubat.2012 –
DOĞU ERMENİSTAN
P.S.: Yazım, mahpusane yıllarımda
kaleme almaya başladığım hatıralarımın «Dağlık Karabağ Gerçeği» yazı
serisinin üçüncüsüdür.
'Bir 6-7 Eylül daha yaşanabilirdi'
Taksim'de Ermenilere yönelik ırkçı
gösteriy...e dönüşen Hocalı protestosunu değerlendiren Ermeni Vakıf
Okulları Yöneticisi Garo Paylan,
"2012 yılının 6-7 Eylül olayını yaşadık" dedi. "Tamamen bir devlet
operasyonu" diyen Paylan, Ermeni
sorununda adalet mücadelesi veren
insanlara gözdağı verilmek istendiğini kaydetti.
Taksim'de Hocalı olayını protesto etmek için düzenlenen gösteri,
Ermenilere karşı ırkçı gösteriye
dönüştü. Mitinge katılan İçişleri
Bakanı İdris Naim Şahin'in, "kardeşçe" ve "sevgi dolu" bir gösteri
olarak tanımladığı ırkçı eylemde, "Bir gece ansızın gelebiliriz",
"Kana kan intikam" gibi sloganlar
atıldı, Ermeni halkı hedef alındı.
Taksim'de
yapılan
gösteriyi
ETHA'ya değerlendiren Ermeni
Vakıf Okulları Yöneticisi Garo
Paylan, ırkçı gösteri sırasında tesadüfen orada olduğunu söyledi.
'ERMENİ KİMLİĞİMİ BİLSELERDİ, PARÇALARLARDI'
Çoğunluğu 18-20 yaşındaki gençlerden oluşan kalabalığın, bir katliamda ölenleri anmak, katliamı
kınamaktan ziyade ırkçı gösteri
düzenlediklerini kaydeden Paylan,
"Atılan sloganlar tüylerimi diken
diken etti. Ermeni kimliğimi bilselerdi, beni parçalayacak bir güruh
vardı orada" dedi.
"Sorun şu; bir katlimda ölenleri
anmayı, buna ilişkin üzüntümüzü
ortaya koymayı bile beceremiyoruz. Topluma karşı katliam yapan
bir devleti kınamayı beceremedik.
Yapılan gösteriyle bunu görmüş olduk" diyen Paylan, tersine gösterinin başka bir etnik unsura yönelik
nefret, ırkçı ve faşizan gösteriye
dönüştüğünü vurguladı.
'BİR 6-7 EYLÜL OLAYI DAHA
YAŞANABİLİRDİ'
Aynı zamanda HDK Halklar ve
İnançlar Komisyonu üyesi olan
Paylan, "2012 yılının 6-7 Eylülü'nü
yaşadık" dedi ve ekledi: "Çünkü
o kalabalık kiliseye ve Agos gazetesine doğru yürümeye başladı.
Emniyet güçleri olmasaydı bir kere
daha 6-7 Eylül olayı olurdu."
'DEVLET OPERASYONU'
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in,
ırkçı dövizler önünde konuşma
yaptığını hatırlatan Garo Paylan,
"Bunun tamamen bir devlet operasyonu olduğunu düşünüyorum, milliyetçiliği bir kez daha örgütlemek
üzerine. Ermenilere karşı soykırım
ile ilgili adalet arayan bizim gibi
insanlara gözdağı verilmek için yapıldığını düşünüyorum" dedi.
Bunun kısmen de olsa başarıldığını
belirten Paylan, "Çünkü milliyetçiliği sokaklara çıkarmak çok kolay.
Üç kuşak, milliyetçi tedrisattan
geçti ve doğruları bilmeyen insanlar. Irkçı faşizan bir söylemde çok
kolay bindirilmiş kıtalar sokaklara
çıkarılabiliyor, dün orAda böyle
insanlar çoktu. Her an bir nefret
suçu işleyebilecek bir kitle vardı.
O açıdan bir kez daha umutsuzluğa
kapıldım, hayal kırıklığı yaşadım"
diye konuştu.
ETHA
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Süryanilerin Diyarbakır Belediye Başkanı
Baydemir’den soykırım anıtı talebi
Soykırım Araştırmalar Merkezi, Seyfo Center’in girişimiyle, uluslararası
yüze yakın tanınmış kurum ve araştırmacının imzasının olduğu birer mektubu İsrael olmak üzere Ermenistan
Cumhurbaşkanı ve Parlamentolarına
göndererek Süryani Soykırımını tanımalarını istedi.
Yaklaşık bir sene önce Sydney’de
büyük bir Süryani Soykırımı anıtı
dikilmişti. İkinci büyük anıt ise önümüzdeki Nisan ayında Ermenistan’ın
başkenti Yerevan’da dikilecektir. Fakat bunların en anlamlısı olacak ise
soykrımın yaşandığı bölgelerden biri
olan Diyarbakır’da böylesi bir anıtın
dikilmesidir. Bunun için Seyfo Center
Başkanı, Yazar Sabri Atman, Diyarbakır Belediye Başkanı Sayın Osman
Baydemir’e bir mektup göndererek bu
yöndeki taleplerini iletti. Atman’ın
mektubu şöyle:
’Sayın
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir,
Soykırım sözcüğünün Türkiye’de epeyce kullanılıyor olması tesadüfi bir olay
değildir. Bu sözcük insanlığa karşı suç
işlemiş bütün ülkelerde kullanılıyor.
Özellikle bir çok katliama imza atmış,
tarihiyle hesaplaşmamış ve demokrasiyle tanışmamış ülkelerde daha fazla
kulllanılması anlaşılır bir durumdur.
Özellikle geçtiğimiz günlerde Fransız
senatosunda Soykırım ile ilgili gündeme gelmesiyle ilgili Türkiye’de büyük
bir yaygara koparıldı. Fransa’da soykırım inkarını suç sayan yasanın parlamento ve senatodan çıkması üzerine,
Türkiye Cumhurbaşkanı ve Başbakanı
olmak üzere, şövenizmden nasibini almış en küçük kurum ve bireylere kadar
tüm kesimler Fransa Cumhurbaşkanı
ve fransız demokrasisi hakkında demediklerini bırakmadılar. Oysa çıkarılan yasa genel anlamda soykırımın
inkarını suç sayıyordu, herhangi bir
şekilde bir ülkeyi açıkça ifade etmiyordu.
Yasanın ifade özgürlüğüne ve demokrasiye karşı olduğunu söylediler. Oysa
Türkiye, düşüncelerinden dolayı hapishanelerinin dolu olduğu ülkelerin
başında geliyor. Dahası, bunların
soykırım gibi bir suçun inkarının ifade özgürlüğü ile ilişkisinin olmadığını
kavramaları zaman alacaktır. Benzer yasa yakın gelecekte İsveç olmak
üzere Avrupa Parlamentosu’nda da
gündeme gelecektir. Türkiye’nin yöneticileri ise bunlara, sözüm ona ifade özgürlüğünün ve demokrasinin ne
anlama geldiğini anlatmaya devam
edecektir.
Sayın Baydemir,
Türkiye’nin resmi tezi, bu konunun
tarihe ve tarihçilere bırakılmasıydı.
Türkiye’nin son yıllara kadar resmi
tezi yaşanan soykırımın katı bir inkarına dayanıyordu. Son yıllarda dillendirilmeye başlanan “bu konunun
tarihe ve tarihçilere bırakılması” konuyu politik zeminden çıkarıp akademisyenler arasında bir polemik boyutuna çekmeyi hedefliyordu. Oysa konu
sadece tarihi bir olay değildir ki tek
başına tarihçiler tarafından çözülebilsin; konu politik bir sorundur ve ilk
etapta da politikacılar tarafından çözülmelidir. Ne var ki, Türkiye’yi yanlış politikacılar yönetiyor. 1915’den
bu yana hala Talat Paşa geleneğini
sürdüren anlayışlarla bu sorunu çözemez. Bu yüzden ümidimiz sağduyu
sahibi dünya kamuoyu ve kimlik mücadelesi veren sizlersiniz.
Ermeni, Süryani ve Rum halklarına
karşı Birinci Dünya Savaşı’nda gerçekleştirilen soykırım, birçok yazılı-sözlü tarihi belge ve araştırma ile
kanıtlanmış bir gerçekliktir. Bu konunun yaşanan derin trajediye rağmen
inkarı, sözde bilimsel üslup ile inkarı bu soykırımın mağduru insanların
acılarına daha fazla acı katmaktadır.
Bu nedenle konu tarihçilerin meselesi olmaktan çıkmış, siyasi iradelerin
tarihsel kararlarına kalmış durumdadır. Soykırım mağdurları için; Fransa
Parlamentosu ve senatosunun aldığı
karar, bu nedenle doğru yönde alınmış
bir karardır
1915 Soykırımında, gerici Kürt aşiret-
lerinin (bu günkü karşılığı korucular)
katılımı ve desteğiyle de, Ermeniler,
Süryaniler, Rumlar ve Yezidiler katledildi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu katliamın üzerinde kuruldu.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu soykırımı gerçekleştiren İttihat’çı çete
ile hesaplaşma yönünde bazı adımlar
atılmış gibi görünse de, bu politik çizgi kısa bir süre içerisinde yerini, yine
katı bir soykırım inkarcılığına bırakmıştır. Türkiye’de yaşayan
beyaz
Türk’lerin dışındaki tüm etnik kimlikler yok sayılmıştır. Günümüz Türkiye’sinin demokratikleşememesinin en
önemli sebeblerinden biri bu zihniyetin Türk siyasi yaşamındaki hegemonyasıdır. Bu zihniyetle hesaplaşmayı
başaramamış bir Türkiye günümüzde
Kürtlere de siyasal ve kültürel bir soykırım yapmaktan çekinmemektedir.
Sayın Baydemir,
Bu aşamada size de ağır sorumlukluklar ve yükümlülükler düştüğünü söylememize izin verin. Yüz yıldır kan akan
bu topraklarda, demokrasi ve barış
için dayanışma içersinde hep birlikte
çalışmalıyız. Çünkü, İttihat ve Terakki
Partisi yöneticisi ve soykırım mimarlarından Dr. Reşit Şahingiray’ın valiliğini yaptığı Diyarbakır’in şimdiki
Belediye Başkanı sizsiniz. Dr. Reşit
soykırım yaşayan halkların tarihinde
kara bir lekedir. Onun onayı ve örgütlenmesiyle bölgedeki Süryaniler ve
Ermeniler hunharca katledilmiştir.
Süryani halkının ve bölgedeki soykırım yaşayan halkların dostu olan
sizlerden bir talebimiz var. Senede
bir gün uğrayıp çiçek bırakacağımız
ve atalaramızı anacağımız bir anıtın
belediyeniz tarafından dikilmesi, soykırım inkarına bir cevap olacağı gibi,
barış ve demokrasi kültürüne de hizmet edecektir.
Saygılarımla
Sabri Atman
Süryani Soykırım Araştırmalar Merkezi Başkanı’
Haber Kaynağı:
CHAK Dokumentation Center
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
t.b.m.m anayasa uzlaşma komisyonu başkanlığına
Türkiye Cumhuriyeti iç dinamikleriyle
kaydettiği gelişmelerle bölgesel ve küresel düzeyde meydana gelen değişimlere uyum sağlamak amacıyla yeni bir
anayasa yapma sürecindedir. Ortaya
çıkan bu durum Türkiye’nin gelecekte
ulkusal ve uluslararası düzeyde ilerleyeceği yol haritasının niteliğini de
ortaya koyacaktır. Dolayısıyla tarihsel
ve güncel sorunlara, ihtiyaçlara çözüm
getirme tutumu da netleşecektir. Birçok halkın ve değişik düşüncelere sahip olan toplumsal kesimlerin bir arada
yaşama ve kendilerini ifade etme zemini de bu şekilde oluşturulacaktır.
Cumhuriyet tarihi boyunca yok sayılan ve herhangi bir hukuksal dayanağa sahip olmayan biz Süryani (AsuriKeldani-Arami)‘ler her alanda mağdur
edildiğimiz için, içinde bulunduğunuz
bu çalışma sürecine büyük bir önem
veriyoruz. Ayrıca bu sürecin herkes
gibi bize de görevler yüklediğinin bilinciyle haraket ediyoruz. Bu temelde
düşünce, öneri ve katkılarımızı dikkatinize sunuyoruz.
Yeni Anayasa’ya İlişkin Öneri ve Taleplerimiz;
1- Anayasa’da yazılacak bir giriş bölümüyle, İnsan onurunun en büyük değer
olarak tanımlanması ve koruma altına
alınması, dilinden, dininden, ırkından,
cinsinden dolayı hiç kimsenin baskı
görmemesi, belirtilmelidir.
2- Anayasa’da Türkiye Cumhuriyeti’nin
üzerinde kurulduğu coğrafyada, tarihi
süreç içerisinde ortaya çıkan ve yaşayan bütün toplumsal ve kültürel değerlerin sahiplenilmesi, korunması ve
geliştirilmesi gerekliliği önemle ortaya
konulmalıdır.
3- Bilindiği gibi Türkiye Cumhutriyeti
değişik onlarca etnik ve kültürel halk
grubundan oluşmaktadır. Dolayısıyla
yeni anayasada bu kimliklerden tektek söz etmek mümkün değildir. Ancak
Türkiye’nin bu zenginliğine vurgu yapılmalıdır.
4- Türkiye Cumhuriyeti, belli bir ırka,
etnik ve kültürel yapıya, din ve ideolijiye dayandırılmamalıdır. Bu anlamda
herkesin kendi kimliğini özgürce ortaya koyabilmeli ve koruyabilmelidir.
5- Yaşanan olumsuz olaylardan dolayı
göçertilen ve göç eden herkese, koşulsuz dönüş hakkı verilmesi ve haklarının iade edilmesi.
6- Değişik dönem ve biçimlerde gasp
ve işgal edilen, vakıf malları dahil bütün değerlerin sahiplerine veya mirasçılarına geri verilmesi. Vakıf malları
Anayasal güvence altına alınmalı.
7- Ülkemizdeki bütün kültür, dil ve
inançların kendilerini var etme ve yarınlara taşıma hakları anayasada güvence altına alınmalı, bu konuda kamusal sorumluluklar tanımlanmalı ve bu
doğrultuda yapılacak çalışmalara genel
bütçeden pay ayrılmalıdır.
8- Anadil hakkı temel bir hak olarak
kabul edilmeli, ana diller anayasal güvence altına alınmalı, ana dilde eğitim-öğretim, ana dilin kamusal alanda
kullanımı, ana adilde radyo-televizyon
yayını yapma ve ana dilde isim-soy
isim ve köy/yer isimleri kullanma hakkı anayasada güvence altına alınmalıdır.
9- Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde bulunan ve yok olma tehdidi
altındaki diller koruma altına alınmalı
ve bu dillere pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.
10- Kültür, dil ve inançlar ile toplumsal yaşam ve kamusal alanda halklara
yönelik uygulanan her tür ayrımcılık
ve ırkçı söylem ortadan kaldırılmalı,
yasalardaki „kin ve nefret suçları“ tüm
kültürel, etnik ve dinsel aidiyetleri kapsayacak şekilde genişletilmeli, „kin ve
nefret suçlarının“ önlenmesi için anayasaya hüküm konulmalıdır.
11- Tarih ile yüzleşmenin, hesaplaşmanın temel koşulu olarak, halklara karşı işlenmiş suçların ortaya çıkarılması
için yapılacak çalışma ve araştırmalara
hiçbir şekilde sınırlama getirilmemelidir.
12- Devletin dini biçimlendirme aracı
olarak işlev gören Diyanet İşleri Başkanlığı ve zorunlu din dersi kaldırılmalı, inanç sembolleri üzerindeki her
türlü baskıya son verilmeli, inanç ve
ibadet inananların vicdanına bırakılmalıdır.
13- Cami, Cemevi, Kilise, Siagog ve
diğer ibadethaneler hiçbir ayrımcılığa
maruz kalmadan yerleri yasal statüye
kavuşturulmalı ve devlet tarafından el
konulmuş ibadet yerleri gerçek sahiplerine iade edilmelidir.
Sonuç olarak; Süryaniler, yerli halk
olma özelliklerine ve Lozan Antlaşması gibi, Türkiye’nin kuruluşuna dayanak olan uluslararası antlaşmalara
rağmen, bugüne kadar herhengi bir
tanımlanmaya sahip bulunmamaktadır.
Bu da hem bireysel hem de grupsal olarak Süryaniler’in sürekli baskı altında
olmasına neden oldu. Yapılacak yeni
anayasada bu durumun giderilmesi konusunda gerekli çabanın sarfedilmesini, yeni anayasa yapma çalışmalarında
halkımızın hak ettiği yeri ve haklarını
elde ettiğini görmeyi umud ediyoruz.
Bu hak aynı zamanda Türkiye’yi oluşturan diğer bütün yapılar için de yerine
getirilmelidir.
Bizler; ancak bu şekilde Türkiye’de
halklar arasında ortaya çıkan güvensizlik ortamının aşılabileceğine ve
kendisiyle barışık bir toplumsal yapı
oluşturulabileceğine inanıyoruz. Geçmişte açılan yaralarla büyük bir kan
kaybı yaşayan Süryaniler, göç ettiği
diaspora’da birçok hak ve imkanlara
sahip olmasına rağmen, yüreği hala
binlerce yıllık ülkesi için atmaktadır.
Türkiye’de ve yurtdışında yaşayan
yüzbinlerce Süryani; atılacak bu yeni
adımları heycanla beklemektedir. Bu
heyecanı karşılıksız bırakmayacağınıza olan inancımızla başarılarılar diliyoruz.
Saygılarımızla
Avrupa Süryaniler Birliği - ESU
Süryani Dernekleri Federasyonu Türkiye
Mezopotamya Kültür ve
Dayanışma Derneği - İstanbul
Keldani-Asuri Dayanışma Derneği İstanbul
Almanya Süryani F
ederasyonu - HSA
Turabdin Kalkındırma Dernekleri
Federasyonu - DETA - Almanya
İsveç Süryani-Asuri Dernekleri
Federasyonu
İsviçre Süryani Meclisi
TÜRKİYE'DE BİR İLK
Süryaniler olarak Türkiye'de aylık gazete çıkarıyoruz.
Gazete Sabro
gazetesabro@hotmail.com
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
70 YILDA, KEMALİZMİN, KÜRT ALUVİLER
ÜZERİNDE, BIRAKTIGI DERİN TAHRİBAT.
ASİMİLASYON:
Farklı kökenden gelen azınlıkları veya
etnik grupları, bunların kültür birikimlerini, kimliklerini baskın doku ve
yapı içinde eriterek yok etme sürecinin
sonu.
2. toplumun bir kesimini iradesi dışında sindirme, genele uyumlaştırma...
Evet Cumhuriyetin kuruluşunda sonra
konuyu ele alalım. Tabiki TC nin kuruluşu...
ile bu asimilasyon davası başlamadı
Osmanlı başlatı ama bir türlü başarı
şansı yoktu.
Kemalizmin Türkiyede Hakimiyetini
kurduktan sonra, sıra Kürt Aluvileri
dizayın etmeye
Gelmişti. Yuzlerce yıldır, aynı topraklarda beraber yaşayan Türk Aluviler ve
Kürt Aluviler
Tümden yok etmek imkansızdı. Dez
enformasyonla birbirine karşı tepkili
bir hale getirilen
Kürt Aluveler ve Kürt müslümanları
bu sayede birleşmeleri imkansız gibi
görünüyordu. Buda kemalizmin işini
kolaylaştırıyordu. Katliamlara çeşitli
gerekceler yaratarak sinsice planlarını
tek tek pratikte uygulamaya koyuyordu. TC kuruluşunda Kürtlere, Aluvilere özgürlük hak eşit vatandaşlık federasyon, vaat ederken, Mustafa Kemal,
iktidarını sağlamlaştırdıkca, içini kusmaya başladı. Tek millet ilkesini hayata
geçirmeye çalıştı. Karşı çıkan Aluvileri
ilk hedef seçti 1921 de Koçgiri soykırımını yaparak, 20000 Kürt Aluvi sivil
yaşlı bebek kadın demeden toplu katletti. Artık bu ülkede Tek din, Tek ırk.
Tek dil ilkesi vardır demeye başladı.
Buna karşı cıkan herkesi öldürdü.
Genelde Kürtleri kontrol altına almak
için heryerde karakollar kurulmaya
başlandı. Bir kaç köye bir karakol kuruldu. Asimilasyonu etkili hale getirmek için her köye okul yapıldı yada
birbirine yakın olan bir kaç köye bir
okul yapıldı. Asimilasyonu hayata geçirmek için özel seçilmiş öğretmenler
eğitilmeye başlandı buna çok önem ve
destek verildi. Zamanla her Aluvi Kürt
köye bir ırkcı öğretmen gönderildi. Görevi hep asimilasyon aynı zamanda köy
halkı hakında düzenli olarak ayrıntılı
bilgi aktarımı yapılacak. Yazılı olarak verilecek bu bilgi ilçe yada illerde
bulunan, eminiyet müdürlüklere verilecektir. Türkçe özendirilecek, Kürtçe
aşağılanacak ve kürtçe konuşmaları
yasaklanacak. Kemalizim övülecek
hergün anlatılacak. İlk okul düzeyinde
başlatılan bu uygulama, derinleşerek
devam etti. Ölümle sindirilen Aleviler
artık
Özünde uzak bir boşluktalar. Okularda
Kendi halkına özüne ruhuna düşman
bir nesil yetiştiriliyor. 1970 lere gelindiğinde, artık bu nesil kör sağır olmuştur.
Evde kürtçe konuşurlar ama hiç merak
etmez neden kürtçe konuşuyoruz. Kendince algılama şekli herhalde eskide
devleti sevmiyenler konuşurdu bu dili
diye bir karara varır. Bilinci köreltilmiş bu nesil, kendi değerlerini horluyor
aşağılıyor sen kürtmüsün kelimesi ona
aşağılık duygusunu hatırlatıyor. Yabancı birisi sorsa Aluvimisin karşısında
aynı hislere kapılıyor. Bu komlekslerle
yaşayan bu nesil, Ağırlığını güzel türkçe konuşmaya veriyor. Ne kadar güzel
türkçe konuşursa o kadar yüceldiğini görüyor. Köyde artık dikkat ediyor
güzel türkçe konuşmaya özen gösteriyor. Kendini herkesten farklı görmeye
başlıyor. Konuştuğu kürtçe şivesini
bile değiştirmeye başlıyor. Kürtcenin
içinde ne kadar türkçe kelime olursa
o kadar iyi oluyor Artık komşu köylere karşı diyor bizim kürtçe türkceye
benziyor sizinki doğuya. Evet herkes
doğusunu artık KRO lar diye referans
gösteriyor. Ona göre Kürt olmak demek cahil olmaktır, aşağılık olmaktır,
insanda sayılmayan demektir, Bu derin
asimilasyon dalgası, bütün Aluvi kürtleri sarmıştır. Özünde yoksun bu nesil,
kendi öz değerlerine düşman olmuştur.
Gerçekler karşısında kör sağırdır. Devlet olgusunu Aluviler üzerinde özendirmek için, bazı asimüle olmuş insanları
küçük memur veya öğretmen yapmaya
başlamışlardır. Bu asimile olmuş, öğretmenler ayakları yere değmiyor yüce
devletin yüce memurudur. Artık Kürt-
çe konuşmayı bırakmıştır. Bu asalaklar
kendini yaşadığı toplumda ayrı bir yere
koyuyor. Ona göre Aluvilik Horasanda
gelen türkmenlerde oluşuyor. Aluvilerin özüde islamdır. Ona göre Atatürk
devrimleri ile dünyada nerdeyse ilk
demokrasiyi kuran aydın çağdaş laik
biridir. İlk okulda tut eğitim enstütisine kadar aldığı birikim buydu. Şimdi
onu kusma zamanı gelmiştir. Devlet
kavramı ona göre kutsaldır. Yüce ve
kutsal devletin yüce ve aydın memuru.
Devlet Aluvi toplumun içine fitne fesat
sokmuştur. Satın aldığı bazı kişiler eli
ile topluma kötü alışkanlıklar özendiriliyor, birliği bozmak için bazı ufak
oyunlarla kimse kimseye güvenmesin
diye bazı insanları karakola götürüp
dövülüyor. Kimsenin kimseye güveni
yoktur. Köylerde bile birlik sağlamak
zor hale gelmiştir. Artık asalak birbirine kinli birbirini istemez birbirlerini
düşürmek için, yeni bir nesil var edilmiştir. Bugün hiç okula gitmemiş 50
yaşındaki cobanla konuşun, öğretmen
olmuş bir asalakta daha mantıklı düşündüğünü göreceksiniz. Hiç olmasa
kendi özüne düşman değildir bu coban.
Bu hastalıklı ruh hali onları özünde
boşaltmış, kişiliksiz yapmıştır. Kendi
özünü horlayan kabul etmeyen, birer
aşağılıklı komleksli kişiler yapmıştır.
Kendinde aşağı gördüklerini horlayan,
kendinde üstün gördüklerine kuyruk
sallayan birer mağluk yapmıştır Bu
hasta ruh hali toplumu sarmıştır. 1978
de Maraş katliamı ile Aluvi toplumu
derinde sarsılıyor. Daha propaganda
yapar halinde olan PKK, Maraşın Aluvi ağırlıklı olan ilçelerinde en kısa zamanda büyük örgütlenmeyi sağlıyor.
NOT: ALUVİ kulandım. Asıl kulanılan
Aluvileri ifade eden kelimedir. Kemalizimin gelişinde sonra Alevi kelimesi
kulanılmıştır. Alevilerin ataları Luvilerden beri gelen alevileri ifade eden
kelimede ‘’ALUVI’’ dir. Her ne kadar
1500 yıllarında sonra Şah İsmail zamanında Kızılbaş kelimesi kulanılsada,
Ondan önce Aluvi özüne uygun olarak
hep ışık, ateş, Aluvi, olarak tanımlanmıştır. Alevi kelimesi bile ateşi ifade
ediyor. Türkçede Alev ateştir.
Biz artık Aluvi olarak ifade edelim.
Özünede uygundur.
03.03.2012
Enel Hak
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
"Cumhuriyet’in ‘azınlık raporu’"
çalışan ve Türkçe yazı diline hâkim olmayan gayrımüslimler işten çıkarılmaya başlandı. Bu yönetmelik uyarınca işten çıkarılan Rumların sayısı beş bindi.
Hrant Dink Davası’nda çıkan karar aslında beni şaşırtmadı. Çünkü bu topraklardaki gayrımüslim düşmanlığının
köklerinin ne kadar derinde, dallarının
ne kadar yaygın olduğunu biliyorum.
22.01.2012Okunma: 706412 Yorum1
Bekleyen Yorum
Hrant Dink Davası’nda çıkan karar aslında beni şaşırtmadı. Çünkü bu topraklardaki gayrımüslim düşmanlığının
köklerinin ne kadar derinde, dallarının
ne kadar yaygın olduğunu biliyorum.
İktidar partisinin tepkileri yatıştırmak
için kullandıkları “Yargıtay aşaması”
sürecinin nasıl biteceğini de tahmin
ediyorum. Çünkü hem AKP’nin Ergenekonlaşmış bu devletle giderek nasıl bütünleştiğini görüyorum, hem de
Yargıtay’ın Pınar Selek, Uğur Kaymaz,
Baskın Oran, N.Ç. başta olmak üzere
daha nice dava hakkında verdiği kararları biliyorum. Bu hafta Cumhuriyet tarihi boyunca, devletin gayrımüslimlere
karşı işlediği suçların özet bir dökümünü yapacağım. Böylece işimizin ne kadar zor olduğunu görüp tekrar derlenip
toparlanalım.
» 16 Mart 1923’te, Mustafa Kemal
Adana’da esnafa yaptığı konuşmada
“Memleket en sonunda yine gerçek
sahiplerinin elinde karar kıldı. Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve
öz Türk memleketidir” dedi. Böylece
Cumhuriyet’in azınlık politikalarının
çerçevesi belirlenmiş oldu.
» Haziran 1923’te, Yahudi, Rum ve
Ermeni memurlar işlerinden çıkartılarak yerlerine Müslümanlar alınmaya başladı. Gayrımüslim azınlıkların
Anadolu’da serbestçe dolaşımları kısıtlandı. Karar öyle ani olmuştu ki, pek
çok kişi kısıtlamalar yüzünden memleketine dönemedi, gittiği yerde mahsur
kaldı. Bu yetmezmiş gibi Yahudilerin
Filistin’e göçmelerine de engeller konuldu.
» Eylül 1923’te, Kilikya (Adana havalisi) ve Doğu Anadolu’dan savaş sırasında göç eden Ermenilerin geri dönüşünü
yasaklayan bir kararname çıkarıldı.
» Aralık 1923’te, Çorlu’da yaşayan bir-
» 17 Şubat 1926’da, Medeni Kanun’un
kabulünden sonra, Ermeni, Yahudi ve
Rum cemaatleri, birbiri ardı sıra, Lozan Barış Antlaşması ile kendilerine
tanınan azınlık haklarından vazgeçtiklerini açıklamaya zorlandılar.
kaç yüz kişilik Yahudi cemaatine şehri
48 saat içinde terk etmesi emredildi.
Hahambaşılığın müracaatı üzerine
karar ertelendi ancak benzer bir karar
Çatalca için alındı ve hemen uygulandı.
» 24 Ocak 1924 tarihli Eczacılar Hakkındaki Kanun’la eczane açma yetkisi
“Türk bulunma” meselesine bağlandı.
» 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat
Kanunu uyarınca 40 kadar Fransız ve
İtalyan okulu kapatıldıktan sonra sıra
azınlık okullarının binalarının onarımında, genişletilmelerinde, yeni binalar yapmalarında kısıtlamalara geldi.
Okul programları ve sınavlar MEB tarafından denetlenmeye başladı.
» 3 Nisan 1924’te, kabul edilen Avukatlık Kanunu uyarınca 960 avukat iyi ahlaklı olup olmadığı açısından değerlendirildi ve sonuçta 460 avukatın çalışma
izni iptal edildi. Böylece Yahudi avukatların yüzde 57’si, Rum avukatların
üçte biri işsiz kaldı. (İşsiz kalan Ermeni
avukat sayısı öğrenilemedi.)
» 29 Ocak 1925 gecesi, Fener Rum Patrikliğine seçilen Araboğlu Konstantinos bir trene bindirilerek Selanik’e
gönderildi. Suçu, hükümetin hoşuna
gitmeyen biri olmasıydı. Bu durum,
Yunanistan tarafından Lozan’ın ihlali olarak La Haye Adalet Divanı’na ve
Milletler Cemiyeti’ne götürüldü ancak
Türkiye’nin “Patrikhane’yi de sınırdışı
etme” tehdidi savurması üzerine Yunanistan şikâyetlerini geri çekti ve Patrik
“kendi isteğiyle istifa etmiş” gibi yapılarak konu kapatıldı.
» 22 Nisan 1926’da, ticari yazışmalarda
sadece Türkçe kullanılmasını mecburi
kılan kanundan sonra idari kadrolarda
» 1 Ağustos 1926’da, devletin Lozan
Barış Antlaşması’nın yürürlüğe girdiği
23 Ağustos 1924’ten önceki tarihlerde
gayrımüslimlerce edinilmiş tüm malları müsadere etme hakkına sahip olduğu
ilan edildi.
» 17 Ağustos 1927’de, Elza Niyego adlı
22 yaşındaki Yahudi kızı, kendisine
âşık olan ve uzun süredir taciz eden
evli ve torun sahibi Osman Ratıp Bey
tarafından öldürüldü. Olayın devlet tarafından örtbas edilmeye çalışıldığını
gören Yahudi cemaatinin ilk kez sesini çıkarmaya cesaret etmesi üzerine,
gazetelerde yoğun bir Yahudi düşmanı
kampanya başlatıldı. Bazı Yahudiler
“Türklüğe hakaret ettikleri” gerekçesiyle mahkemeye verildiler.
» 13 Ocak 1928’de, rejimin gözüne
girmek isteyen bir grup Darülfünun
(İstanbul Üniversitesi) Hukuk Fakültesi öğrencisinin aldığı karar uyarınca,
birden vapur, tramvay gibi toplu taşıma
araçlarına “Vatandaş Türkçe Konuş!”
yazılı pankartlar asılmaya başladı. Dönemin gazetelerinde “Türkçe Konuş!”
hitabına tahammül edemeyen “sözde
vatandaş”lardan şikâyet ediliyordu. Bu
tarihten itibaren kampanyanın gereklerine uymadıkları gerekçesiyle pek çok
gayrımüslim hakkında Türklüğü tahkir
davası açıldı.
» 11 Nisan 1928 tarihli Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarz-ı İcrasına Dair
Kanun’la doktorluk “Türk olma” şartına bağlandı. Böylece gayrımüslimler
doktorluk yapamaz oldular.
» Eylül 1929’de, Defterdarlık, Yahudi
okullarını, Or Ahayim Hastanesi’ni,
Ortaköy Yetimhanesi’ni ve sinagogları
ticari müessese sayarak bunlara yapılan
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bağışları ve intikalleri vergilendirmeye
karar verdi. Uygulama geriye doğru,
1925 yılından başlatıldı. Bu yüksek
vergileri ödeyemeyen Hahambaşılığa
haciz geldi. Hükümetin baskıları sürdü
ve bağışlar sıkı takibe alındı.
» 1929-1930 arasındaki 18 ay içinde Türkiyeli Ermenilerden 6.373 kişi
Suriye’ye göç etmek zorunda kaldı.
» 18 Eylül 1930’da, Adalet Vekili Mahmut Esat Bozkurt, Ödemiş Yaylası’nda
“Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu
memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk
olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle
olmaktır” şeklindeki ünlü vecizesini
söyledi.
» Ekim 1930’daki Belediye seçimleri
sırasında yeni kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) listesinde altı
Rum, dört Ermeni ve üç Yahudi olması
üzerine, iktidardaki CHF şiddetli bir
gayrımüslim karşıtı kampanya başlattı.
Parti kuruluşundan 99 gün sonra kendini feshetmek zorunda bırakıldı ama
gayrımüslimlere kızgınlık bitmedi.
» 11 Haziran 1932’de, yürürlüğe konan
Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkındaki Kanun’la
yabancıların bazı mesleklerde çalışmaları yasaklandı. Bu durum özellikle
Yunan uyruklu serbest meslek erbabını, küçük esnaf ve sokak satıcılarını
kapsıyordu.
» Kasım 1932’de, İzmirli her Yahudi’ye
Türk kültürünü benimsemeye ve Türk
diliyle konuşmaya söz veren birer taahhütname imzalatıldı. İzmir Yahudilerini Bursa, Kırklareli, Edirne, Adana,
Diyarbakır, Ankara Yahudileri izledi.
» 1933’te, Mardin’deki Süryani Patrikliği, gizli ve açık baskılara dayanamayarak “cemaatin arzusu doğrultusunda”,
“görülen lüzum üzerine”, “muvakkaten” (geçici olarak) Mardin’den Suriye’deki Humus’a taşındı. Ancak o günden beri geri dönmesi mümkün olmadı.
» 14 Haziran 1934’te, kabul edilen
ve ülkeyi “Türk kültüründen olan ve
Türkçe konuşanlar” (has Türkler),
“Türk kültüründen olan ve Türkçe konuşmayanlar” (Kürtler) ve “Türk kültüründen olmayan ve Türkçe konuşmayanlar” (gayrımüslimler ve diğerleri)
olarak üçe bölen İskân Kanunu’ndan
sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki
Rumlar ve Ermeniler, kendileri için uygun görülen bölgelere sürüldüler.
» 21 Haziran-4 Temmuz 1934’de, Irkçı
Cevat Rıfat Atilhan ve Nihal Atsız gibi
ırkçı yazarların Yahudi aleyhtarı ve
ırkçı yazılarla galeyana gelen kitleler,
Çanakkale, Gelibolu, Edirne, Kırklareli, Lüleburgaz, Babaeski’de Yahudilere saldırdılar. Olaylarda Yahudilere
ait evler ve mağazalar yağmalandı,
kadınlara tecavüz edildi, bir haham
öldürüldü. CHF Trakya teşkilatının
örgütlediği anlaşılan olaylar sonucu 15
bin Yahudi, mal ve mülklerini geride
bırakıp can havliyle başka şehirlere,
ülkelere kaçmak zorunda kaldı. Olaylar yatıştığında bilanço ortaya çıktı.
CHF’nin hazırladığı bir rapora göre
Trakya ve Çanakkale’de yaşayan 13 bin
Yahudi’den üç bini İstanbul’a göçmüş,
pek çok kişi mallarını yağmalarda,
mülklerini ise yok pahasına sattıkları
için kaybetmişlerdi.
» 24 Temmuz 1937 tarihli Cumhuriyet
gazetesinde çıkan bir ilana bakılırsa,
Ankara Askerî Baytar Mektebi’ne alınacak öğrencilerde aranan özelliklerden biri “Türk ırkından olmak” idi.
» 6 Eylül 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesinde çıkan Türk Kuşu
Direktörlüğü’ne alınacak tayyare öğretmenlerine dair bir başka ilanda ise
ifade biraz daha rafine hale gelmiş ve
“Türk soyundan olmak” haline dönmüştü.
» Ağustos 1938’de, hükümet “Tebaası oldukları devlet arazisinde yaşama
ve seyahat bakımından baskılara tâbi
tutulan Musevilerin bugünkü dinleri
ne olursa olsun Türkiye’ye girmeleri
ve ikametleri yasaktır” diyen 2/9498
numaralı kararnameyi çıkardı. Ülkenin tek resmî haber ajansı Anadolu
Ajansı’nda çalışan 26 Musevi personelin işine son verildi. Gazete ve dergilerde genel olarak azınlıkları, özel olarak
da Yahudileri ülkenin çektiği sıkıntıların sorumlusu gösteren yazı ve karikatürlerde patlama oldu.
» 1938-1939’da, yaklaşan savaşta milli güvenliği tehdit edecekleri gerekçesiyle, Anadolu’nun kırsal bölgelerinde
yaşayan gayrımüslimler büyük şehir
merkezlerine nakledildiler. Büyük şe-
hirlerin yaşam koşullarına ayak uyduramayanlar ülkeden göç etmek zorunda
kaldı.
» Temmuz 1939’da, Hatay’ın Türkiye’ye
katılması sırasında bölgedeki Ermeniler baskılar sonucu Suriye’ye göç ettiler.
» 8 Ağustos 1939’da, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden topladığı 860 Yahudi mülteciyi Filistin’e taşırken, yolda
karşılaştığı bazı sorunlar yüzünden
İzmir’e sığınmak zorunda kalan Parita
gemisi, yolcuların “Bizi öldürün ama
geri göndermeyin” haykırışlarına rağmen 14 ağustosta iki polis motorunun
refakatinde limandan çıkarıldı. Gemi
çıkarılırken CHP’ye yakın Ulus gazetesi “Serseri Yahudiler İzmir’den gitti”
diye başlık atmıştı.
» 28 Aralık 1939’da, Erzincan’daki büyük depremde onbinlerce kişinin öldüğünü duyan Tel-Aviv, Hayfa, Buenos
Aries, New York, Cenevre, Kahire ve
İskenderiye’deki Yahudi cemaatleri
aralarında topladıkları paraları, giyim
eşyalarını Türkiye’ye yolladılar. Ancak
gazetelerde Yahudilerin bu tavrını alaya alan, altında kötü niyet arayan yazılar, karikatürler boy gösterdi.
» 12 Aralık 1940’ta, Romanya’nın
Köstence limanından aldığı 342 Yahudi mülteci ile İstanbul’a varan “yüzen
tabut” namlı Salvador’un (aslında 40
kişilik bir tekneydi) bir mil bile gidecek hali olmadığı açık olduğu halde
Türk makamları, gemiyi yoluna devam
etmesi için zorladı. Sonuç hazindi: 13
aralık günü Silivri açıklarına şiddetli
fırtınaya yakalanan Salvador’un parçalarından tam 219 ölü toplandı.
» 22 Nisan 1941’de bir gün kapılarında
beliren jandarmalar tarafından 12 bin
gayrımüslim erkek, sivrisinek kaynayan ve sıtma yayan bataklığın, rutubet, çamur ve aşırı sıcağın bunalttığı,
su darlığı çekilen altyapısız kamplara
gönderildiler. “İstanbul’u unutunuz!”
diye bağıran çavuşları ve subayların
sesi dönemi yaşamış tüm azınlıkların
belleğine yerleşti. 20 Kur’a İhtiyatlar
denen bu “askerler”, Zonguldak’ta tünel inşaatlarında, Ankara’da Gençlik
Parkı’nın yapımında, Afyon, Karabük,
Konya, Kütahya illerinde taş kırma, yol
yapma gibi ağır işlerde çalıştırıldılar
ve ancak 27 Temmuz 1942 günü terhis
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
edildiler.
» 15 Aralık 1941, Köstence limanından aldığı 769 Romen Yahudi’sini Nazi
zulmünden kaçırıp Filistin’e götürmek
isteyen Struma gemisi Türk makamlarının yolcuların karaya çıkmalarına
izin vermemeleri üzerine, 2,5 ay Sarayburnu açıklarında hastalıkla ve ölümle
pençeleştikten sonra zorla Karadeniz’e
çıkarıldı. 23 mil açıkta, motorsuz, yakıtsız, yiyeceksiz, susuz, ilaçsız kaderine terk edilen Struma 24 Şubat 1942
günü, saat 02:00’de kimliği bilinmeyen
denizaltılarca batırıldı. Faciadan sadece bir kişi kurtuldu. Parita, Salvador
ve Struma gibi mülteci gemilerine reva
görülen muamele, aynı zamanda Türkiye Yahudilerine verilmiş bir mesajdı.
» 11 Kasım 1942’de, Şükrü Saracoğlu
Hükümeti, savaş sırasında ortaya çıkan mali sorunları aşmak gerekçesiyle
Varlık Vergisi’ni çıkardı. Vergi mükelleflerinin yüzde 87’si gayrımüslimdi.
Ermeni tüccarlar kapital güçlerinin
yüzde 232’si, Yahudi tüccarlar, yüzde 179’u, Rum tüccarlar yüzde 156’sı,
Müslüman-Türk tüccarların ise sadece
yüzde 4,94’ü oranında vergilendirilmişlerdi. Vergilerini ödeyemeyenler
Aşkale, Sivrihisar, Karanlıkdere kamplarına gönderildiler. Mart 1944’e kadar
süren “Varlık Vergisi Faciası” sırasında
kimi malını, kimi canını, kimi onurunu, kimi Türkiye’ye inancını yitirdi.
» 1946 yılında ilk kez üniversite mezunu gayrımüslimlerin yedek subay olarak askerlik yapmasına izin verildi. Bu
demekti ki, daha önce gayrımüslimlere
bu yol kapalıydı. Ancak o tarihten bu
yana TSK’da gayrımüslim bir komutana rastlanmadı.
» 1946’da, CHP’nin 9. Bürosu tarafından yayımlanan “Azınlık Raporu”nda
“İstanbul’da özellikle Rumlara karşı ciddi tedbirler almalıyız. Bu anlamda söylenecek tek bir cümle var:
İstanbul’un fethinin 500. yıldönümüne
kadar bu şehirde tek bir Rum bile kalmamalıdır” deniyordu. Rapora göre bu
sorunun çözümüne geçilmeden önce
Anadolu’nun geri kalan kısmı da gayrımüslimlerden arındırılmalıydı.
» 1948’de, Yahudiler yeni kurulan
İsrail’e, Ermeniler ise Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne göç etmeye kalkınca, yıllardın onları kaçırtmak için her
şeyi yapan devlet ve devlet güdümlü
basın bu sefer de göçmek isteyenleri
“hain” gösteren yayınlara başladılar.
Türk yöneticisi her gün göreve gitmekte. Patrikhane de okulu açık tutmak
için masraf yapmaya devam etmekte.
» 6-7 Eylül 1955 günlerinde, Kıbrıs’la
ilgili olarak Londra’da toplanacak üçlü
konferansta Türkiye’nin “elini güçlendirmek” için ağırlıklı olarak İstanbul
Rumlarına yönelik büyük bir yağma
harekâtı örgütlendi. Ancak olaylar İzmir, Adana, Trabzon gibi merkezlere de
yayıldı ve sadece Rumlar değil Ermeniler ve Yahudiler de saldırılardan nasiplerini aldılar. Kimi kaynaklara göre üç,
kimine göre 11 kişi öldü, yaklaşık 300
kişi yaralandı, yüzlerce kadına tecavüz
edildi. Resmî rakamlara göre 5.300’ü
aşkın, gayrı resmî rakamlara göre yedi
bine yakın bina saldırıya uğradı. Hasarın mali portresi konusundaki en düşük
tahmin o günün değerleriyle 150 milyon lira, en yüksek tahmin bir milyar
liraydı.
» 1964’te, Kıbrıs Olayları’nın etkisiyle Türk-Yunan ilişkilerinin gerginleştiği ve ünlü Johnson Mektubu’nun
Türkiye’yi köşeye sıkıştırdığı günlerde, Atatürk ve Venizelos arasında 1930
yılında imzalanan “Dostluk Antlaşması” bir hükümet genelgesiyle, Türk
hükümetince tek taraflı olarak iptal
edildi. Türkiye’de doğup büyümüş,
burada ticaret yapan, esnaflık yapan,
emekçilik yapan Yunanistan vatandaşı on binlerce Rum sınırdışı edildiler.
Sürgünlerin yanlarına bir bavul ve 200
lira almalarına izin verilmişti. Onlarla
evli Türk vatandaşı Rumların da ülkeyi
terk etmesiyle Rum cemaati yok olma
noktasına geldi.
» 1985-1990 arasında PKK’ya karşı korucu olmayı reddettikleri için topraklarına el konularak yerlerinden edilen
“Melek Tavusa Tapan” Yezidiler kitlesel olarak Batı ülkelerine göç etmek
zorunda kaldı.
» 1974’te, İstanbul’daki Balıklı Rum
Hastanesi Vakfı Yönetim Kurulu ile
Hazine arasındaki bir dava nedeniyle Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun
verdiği bir kararda Türkiye’deki gayrımüslim vatandaşlar “Türk olmayanlar”
olarak değerlendirildi.
» 1984’te, Fener Rum Patrikhanesi,
Heybeliada Ruhban Okulu’nun masraflarını karşılayamadığını söyleyerek
kapatılması için izin istedi ancak o
güne kadar okulu kapatmak için elinden geleni yapan hükümet, Lozan Barış Antlaşması, diğer ikili anlaşmalar
açısından ve “mütekabiliyet ilkesi” açısından bunun mümkün olmadığını ileri
sürerek, bu talebi kabul etmedi. Bugün
bir tek öğrencisi olmadığı halde Milli
Eğitim Bakanlığı’nca atanan okulun
» 2000’li yıllarda Milli Güvenlik Kurulu toplantılarının önde gelen konularından biri “Misyonerlikle mücadele” idi.
» 15 Kasım 2003, Şişli’deki Beth İsrail
Sinagogu ile Galata’daki Neve Şalom
Sinagogu’na iki Müslüman Türk teröristi tarafından intihar saldırısı yapıldı, eylemciler de dâhil 25 kişi öldü,
300’den fazla kişi yaralandı.
» 5 Şubat 2006, Trabzon’daki Santa
Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea
Santoro 16 yaşında bir genç tarafından
bıçaklanarak öldürüldü.
» 19 Ocak 2007’de, AGOS’un başyazarı Hrant Dink öldürüldü.
» 18 Nisan 2007, Malatya’da yedi “milliyetçi” genç Hıristiyanlıkla ilgili yayın yapan Zirve Yayınevi’ni basarak üç
büro çalışanını vahşice öldürdüler.
Şimdi bu tarihçeye bakınca Hrant Dink
Davası’ndan çıkan karara şaşırılır mı?
Sizi bilmem ama başta da dediğim gibi
ben şaşırmadım.
Taraf GAZETESİ
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kadınlar günü de
vatana millete hayırlı uğurlu ola!.
kadınların özgül ve toplumsal
ortak sorunlarının çözümlerinde birinci elden kendileri
sorumludurlar. erkeklerden
ve devletten çözüm beklemek
biraz fazlaca saflık değil mi?
önerimiz; kadınların siyasal
örğütlenmeleridir. erkek
örgütlerinden ayrı ve de
bağımsız olmalıdır.
siyasal alana çıkıp iktidarı
paylaşmalıdırlar.
bu işlerin yapılmasına
biz kızılbaş dergisi olarak
kadınların siyasal örgütlenmelerine kürsü verebiliriz.
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 12 - mart 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Tanrı Yanılgısı
Şiir, edebiyatı şekillendirme kalıplarının en güzeli olmaktan öte insan
diline ait ifade gücü en yüksek olanıdır da. Onunla sadece şairin sanatsal
becerisi değil, kullandığı dilin canlılığı da toplumun gösterdiği saygıdan
tamamen bağımsız bir şekilde belirir.
Onun için önünüzdeki kitapta derlenmiş olan ve ilk kez yayımlanan Sey
Qaji’nin manileri ve kılamları belagati yüksek (derin anlam, anlatım,
estetik ve stilistik içeren ) bir belge
olma özelliği taşır. Şairin anadilinin henüz resmiyette dil olarak bile
algılanmadığı bir zamanda oluşmuş
eserler olarak, Zazaca’nın muktedir
ifade derinliğinden yakın bir perspektif sunmaktadır. Kitabı yayımlayana Sey Qaji’nin biricik eserlerinin
unutulmasını önlediği ve kamuoyuna
ulaşır kıldığı için içten bir teşekkürü
borç biliriz. (Prof. Dr. Jost Gibbert)
Hem Dımılki/Kırmancki halk müziği
icracısı, hem de derlemeci ve araştırmacı olarak Dersim folkloru üstüne çalışmalarıyla tanınan Dr. Daimi
Cengiz; yaklaşık otuz yıllık bir alan
çalışması sonucu, Dersim’in efsanevî
şairi, halk filozofu ve manzum tarihçisi olarak adlandırabileceğimiz
Sêy Qaji üstüne derli-toplu bir çalışma yapmış bulunuyor. Sêy Qaji’nin
1860-1936 yılları arasında yaşadığı
kabul edildiğine göre, demek ki bu
çalışmayla,Dersim’in yaklaşık yetmiş yıllık toplumsal ve siyasal tarihi
gözler önüne seriliyor.
(Mehmet Bayrak)
ISBN : 978-605-4091-07-2
"Bu çalışmanın I. bölümünü "Ortak Bir
Tarih Denemesi" oluşturuyor. Ermeni tarihi
bilinmeden Kürt tarihinin, Yunan tarihi
bilinmeden Ön Asya'nın ve bütün bunlar
Son zamanlarda, Discover dergibilinmeden de Türk egemenliği tarihinin
si, evrimi sert ve
etkili savunduğu
anlaşılamayacağını
düşünüyorum.
için
Richard
Dawkins'i
"Darwin'in
II. bölüm, "Ermeni Ulusal Demokratik
Rottweiler"i
anmaktadır.
Hareketi"
başlığınıolarak
taşıyor. Ermeni
ulusal
hareketinin
Türk,onu,
Yunan,
Kürt,
Prospect oluşumu,
dergisi ise
(umberto
Asur
ilişkibirlikte)
ve etkiEcoveveBalkan
Noamtoplumlarıyla
Chomsky ile
leşimleri
içinde
çalışılıyor.biri
dünyanın
ilk ele
üç alınmaya
halk aydınından
"Jenosit
1915"
başlığını
taşıyan
III. bölüm,
olarak seçti. Bu kez Dawkins
keskin
tümüyle Soykırım olgusunun oluş ve sonuçzekâsını
din
üzerine
çevirir,
dinin
halarına odaklanıyor. Tehcir kanunu ve uytalı
mantığını
ve
yol
açtığı
acıları
ifşa
gulanışı, Soykırım'daki siyasi, toplumsal ve
eder. sorumluluklar; İttihat ve Terakki,
kurumsal
Teşkilat-ı Mahsusa, Hamidiye Alayları,
Alman
bu bölümün
tartışEski Askeri
Ahit'invarlığı,
cinsiyet
takıntılı
tiratığı
başlıklar.
Bu bölümde düşünürlerince
üç ayrı örnek
nından,
Aydınlanma
olay
üzerinde
olarak durulmakta:
müşfik
(amaayrıntılı
hala mantık
dışı) Kutsal
"Bediüzzaman'ın Teşkilat-ı Mahsusa ile ilşDüzenleyici olmasına kadar Tanrı'yı
kisi", "Hacı Musa Bey prototipi" ve "Sabiha
bütün örnek
formlarıyla
Gökçen
olayı"... eleştirir. Dine ilişkin
bütün
önemli
IV. bölümde "Kemalistargümanları
İktidar ve Batıdidik
didik eder ve
doğaüstü
bir varlığın
Ermenistan'ın
İşgali"
başlığı altında,
olamazlığını
açık
seçik Savaşı'nın
ortaya koyar.
Bolşevik
Devrimi,
I. Dünya
sona
ermesi,
Sevrtarihsel
ve Lozanve
barış
görüşmeleri
ile
Konuları
çağdaş
kanıtlargelişen
süreçlerde
Kemalist
hareketin
gelişla destekleyerek, dinin nasıl savaşı
mesi,
Bolşeviklerin
ilişkileri, Kürt-Ermeni
ateşlediğini,
bağnazlığı
kışkırttığını,
ittifak arayışları, Kürt ulusal başkaldırılaçocukları istismar ettiğini gösterir.
rının başlaması gibi olgular yer alıyor.
Böyle yaparak,
inancının
sa"Cumhuriyet'in
EtnikTanrı
Yok etme
ve Yayılma
dece
akil
dişi
(irrasyonel)
değil,
ayni
Politikaları" başlığı altında V. bölümde
zamanda potansiyel
ölümcül
Nasturilerin
Hakkari'denolarak
çıkarılması;
"Mübadele"
ile Ön Asya'daki
olduğu seklinde
zorlayıcıRum
bir vardurum
lığının
silinmesi; Antakya'nın [Hatay]
yaratmaktadır.
ilhak edilmesi; Kürt direnişlerinin "tedip
veDawkins'in
tenkil"i, "Mecburi
ve asimilasdini iskan"
çürütmeye
yönelik
yon politikaları; "Varlık Vergisi", "Struma
ateşli
ve
şiddetli
tarzı,
Kutsal
Kitap'ı
olayı", Türkiye'nin "Kristal Gece"si 6-7 Eylül
delik
deşik
eden
tutarsızlık
ve
zalimOlayları", Kıbrıs'ın kuzeyinin işgal edilmesi
likler
durmadan
dilealıyor.
getiren, "mahagibi
konu
başlıkları yer
retli
tasarım"ın
ya veda
VI.
bölümde
"Sonuç" anlamsızlığı
olarak "Soykırım
Etnik
etme Politikalarının
can Yok
çekişen
Orta Doğu Tartışılması"
veya Orta
yer
almakta.köktendinciliği karşısında
Amerika
Kitabın
"İsmiolan
Değiştirilen
Yerletüylerisonunda
diken diken
herhangi
biri
şim Yerlerinin Etimolojik Kökenleri" başlığı
tarafından bağrına basılacaktır.
taşıyan "Ek" bölümde, isimleri Türkçeleştirilmeye çalışılan yerleşim yerleri isimlerinin asılları; Ermenice, Kürtçe, Yunanca,
Süryanice, Arapça, Farsça öz anlamları
verilmeye çalışılmaktadır."
Cemil Gündoğan`in yeni
kitabı: Dönemeç Yazıları
Vete Yayinevi'den çıktı!
Kürt hareketi yakın bir zaman
öncesine kadar, devlet ve hakim
medya tarafından dış mihrakların
Türkiye’ye karşı kullandığı bir güç
olarak sunulurdu. Şimdilerde, giderek iktidarla muhalefetin birbirine
karşı kullanmaya çalıştığı bir güç
olarak işlem görüyor.
Onun, Türk siyasal alanı-nın dışından içine doğru bu şekilde yer
değiştirmesini mümkün kılan tek
faktör, bu hareketteki iç değişim ve
dönüşümler değildir. Türk toplumunda ve siyasetinde yaşanan derin
yarılma ve çatışmalar ile Türkiye’nin
dış dünyayla yaşadığı sorunlar da
bu yer değiştirme üzerinde etkide
bulunmaktadırlar.
Cemil Gündoğan’ın bu kitabı, Kürt
sorununu derinden etkileyen bu tür
değişme, gelişme ve faktörleri analiz
eden denemelerden oluşuyor. Bir
kısmı ilk kez bu kitapta yayımlanan
makaleler, Ergenekon davasından,
yazarın deyimiyle "
Avrupai Türkler"le "Asyatik Türkler" arasında yaşanan ayrışma ve
çatışmaların Kürt hareketi bakımından yarattığı siyasi fırsatlara kadar
görece geniş bir yelpazeye yayılıyor.
Kürt hareketini ve Kürt sorununu,
güncel siyasi çekişmelerin ötesine
geçerek düşünmek ve tartışmak
isteyenler için.
La Qoçgiri xeberek hat
Min hakır ku Zarifa hat
Gotin Zarife kuştune
Dinya Alam la mın teng hat
Raba raba ảne rabe
Raba raba Zarifa raba
Derdi welati gırana
Xayin pıre, ne yar pıre
La Qoçgıri xeberek hat
Mın hakır ku Elişer hat
Gotin Elişer Kuştune
Dinya alam la mın teng hat
Raba raba piro raba
Raba raba Elişer raba
Derdi Welati gırana
Xayin pıre, ne yar pıre
La Amed’e xeberek hat
Min hakır ku Şeyh Sait hat
Gotin Şeyh ba dare xıstın
Dinya alam la mın teng hat
Raba raba piro raba
Raba raba Şeyh Sait rabe
Derdi welati gırana
Xayin pıre, ne yar pıre
La Dersime xeberek hat
Mın hakır ku Seyid Rıza hat
Gotin Seyit ba dare xıstın
Dinya alam la mın teng hat
Ermeni, Pontus, Koçgiri, Piran, Dersim kırım
ve soykırımlarındaki atalarımıızın siyasetleri
objektif bilimsel metotla eleyip, tarihimiz ile
açıkça yüzleşmedikçe sağlıklı, demokratik
bir gelecek kuramayız.
Tarihsel gerçekleri kirletip içi boş kuramlarına
uygun siyaset yaptığını sananlar asla haklının
yanında olamazlar. “Ya bendensin ya düşmansın”
anlayışı bunun ürünüdür. Onurlu direniş simgemiz
olan Ali Şer ve Zarife şahsında direnişleri anıyoruz.
KIZILBAŞ DERGİSİ
Raba raba piro raba
Raba raba Seyid Rıza raba
Derdi welati gırana
Xayin pıre, ne yar pıre
Ahmet Güven
Download