Burhan 66:Burhan.qxd

advertisement
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
EDİTÖR
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)
anlatıyor:
Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın geceleyin namazdan çıkınca şu duayı okuduğunu
işittim: “ÂlIahım! Senden, katından vereceğin öyIe bir rahmet istiyorum ki, onunla
kalbime hidayet, işlerime nizam, dağınıklığıma tertip, içime kâmil iman, dışıma
amel-i sâlih, amellerime temizlik ve ihlâs
verir, rızana uygun istikâmeti ilham eder,
ülfet edeceğim dostumu lutfeder, beni her
çeşit kötülüklerden korursun.
Allahım, bana öyle bir iman, öyle bir
yakin ver ki, artık bir daha küfür (ihtimali)
kalmasın. Öyle bir rahmet ver ki, onunla,
dünya ve ahirette senin nazarında kıymetli
olan bir mertebeye ulaşayım.
Allahım! Hakkımızda vereceğin hükümde lütfunIa kurtuluş istiyorum, (kurbuna
mazhàr olan) şühedâya has makamları niyaz
ediyorum, bahtiyar kulların yaşayışını diliyorum, düşmanlara karşı yardım taleb ediyorum!
Yıl 6
Sayı 66
Mart 2011
Allahım! Anlayışım kıt, amelim az da olsa
(dünyevi ve uhrevi) ihtiyaçlarımı senin kapına
indiriyor (karşılanmasını senden taleb ediyorum). Ràhmetine muhtacım, halimi arzediyorum. (İhtiyacım ve fakrim sebebiyledir ki) ey
işlere hükmedip yerine getiren, kalplerin ihtiyacını görüp şifâyâb kilan Rabbim! Denizlerin aralarını ayırdığın gibi benimle cehennem azabının
arasını da ayırmanı, helâke dâvetten, kabir azabindan korumanı diliyorum.
Allahım! Kullarından herhangi birine verdiğin bir hayır veya mahlukatindan birine vaadettiğin bir lütuf var da buna idrakim
yetişmemiş, niyetim ulaşamamış ve bu sebeple
de istediklerimin dışında kalmış ise ey âlemlerin
Rabbi, onun husülü için de sana yakarıyor,
bana onu da vermeni rahmetin hakkında senden istiyorum.
Ey Allahım! Ey (Kur’ân gibi, din gibi)
kuvvetli ipin, (şeriat gibi) doğru yolun sahibi!
Kâfirler için cehennem vaadettiğin kıyamet gününde, senden cehenneme karşı emniyet, arkadan başlayacak ebediyet gününde de huzur-i
kibriyana ulaşmış mukarrebin meleklerle, (dünyada iken çok) rükü ve secde yapanlar ve ahidlerini ifa edenlerle birlikte cennet istiyorum. Sen
sınırsız rahmet sahibisin, sen (seni dost edinenlere) hadsiz sevgi sahibisin, sen dilediğini yaparsın. (Dilek sahipleri ne kadar çok, ne kadar
büyük şeyler isteseler hepsini yerine getirirsin.)
Allahım! Bizi, sapıtmayıp, saptırmayan hidâyete ermiş hidâyet rehberleri kıl. Dostlarına sulh
(vesilesi), düşmanlarına da düşman kıl. Seni seveni (sana olan) sevgimiz sebebiyle seviyoruz.
Sana muhâlefet edene, senin ona olan adâvetin sebebiyle adavet (düşmanlık) ediyoruz.
Allahım! Bu bizim duamızdır. Bunu fazlınla kabul etmek sana kalmıştır. Bu, bizim
gayretimizdir, dayanağımız sensin.
Allahım! Kalbime bir nur, kabrime bir
nur ver; önüme bir nur, arkama bir nur ver;
sağıma bir nur, soluma bir nur ver; üstüme bir
nur, altıma bir nur ver; kulağıma bir nur, gözüme bir nur ver; saçıma bir nur, derime bir
nur ver; etime bir nur, kanıma bir nur ver; kemiklerime bir nur koy!
Allahım nurumu büyüt, (söylediklerimin
hepsine bedel olacak) bir nur ver, (söylenmiyenleri de kuşatacak) bir nur daha ver!
İzzeti bürünmüş, onu kendine âlem
yapmış olan Zât münezzehtir. Büyüklüğü bürünmüş ve bu sebeple kullarına ikramı bol
yapmış olan Zât münezzehtir. Tesbih ve takdis
sadece kendine layık olan Zat münezzehtir.
Fazl ve nimetler sâhibi Zàt münezzehtir. Azamet ve kerem sahibi Zât münezzehtir. Celal ve
ikrâm sâhibi Zat münezzehtir.”(Tirmizi, Daavât 30).
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 6 Sayı: 66
İÇİNDEKİLER
ZİKİR MECLİSLERİ 4
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Mart 2011
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Tazelendi 7
Şiir
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
Yaratılan Ve Yaratıcının Birbirini Anması Zikir 8
Dr. Ramazan ŞAHAN
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
ALLAH Diyen Mahrum Kalmaz 12
Nihat MORGÜL
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
“Beni Anın, Ben de Sizi Anayım” 16
Fuat TÜRKER
Anılmaya En Layık Olanı Unutmamak: Zikir 20
Sezgin ÇAKIR
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
Redaksiyon
Zikirle Tedavi Olmak 26
Kamil ABDULLAHOĞLU
Mürsel LÜLECİ
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Hepimiz Orhan Çeker’iz 28
Aydın BAŞAR
Fiyatı
Tek Sayı: 6 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
18 Mart Şehitler Günü Ve Çanakkale Destanı 30
Mehmet TALU
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Tasavvuf Ve Pasifizasyon 40
Dr. Ebubekir SİFİL
Muhabbetin Alametleri 46
Seyyid Ahmet er’Rufai Hazretleri
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No: 291928
IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588-5002
IBAN:TR690001001673441655885002
Çeker Hoca; Böhürler Veya Bu İthal Bakıştan
Kurtulamayacak mıyız? 48
Ritim Tutan Dervişler Ülkesi: Senegal 52
Burak ERTÜRK
Ömer Faruk TOKAT
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Mehmet Nuri Yardım “Sanatkârlar, Yazarlar, Güzel
Eserler Bırakanlar Hiçbir Zaman Yitip Gitmezler.” 60
Röportaj Aydın BAŞAR
21.Yüzyıl Mimarlarını, Hayrete Bırakan Şadırvan 66
Mehmet Emin KARABACAK
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
burhandergisi@hotmail.com
burhandergisi@mynet.com
www.burhandergisi.com
Burhan Çocuk 68
Burhan ÇOCUK
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
Mehmet Akif’i Tanıdıkça 70
Hasan BAŞAR
4
Zikir Meclisleri
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
“Beni Anın, Ben de Sizi Anayım”
Fuat TÜRKER
20
16
18 Mart Şehitler Günü Ve
Çanakkale Destanı
Mehmet TALU
Tasavvuf Ve Pasifizasyon
Dr. Ebubekir SİFİL 32
Mehmet Akif’i Tanıdıkça
54 Hasan BAŞAR
Başyazı
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
ZİKİR
MECLİSLERİ
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Z
“Yüce Allah’ın diğer meleklerden ayrı, sadece zikir meclislerini tespit etmek üzere dolaşan
melekleri vardır. Allah’ın zikredildiği bir meclis buldular mı, o
kimselerin aralarına otururlar
ve diğer melekleri oraya çağırarak cemaatin arasındaki boş
yerleri ve oradan dünya semasına kadar olan mesafeyi kanatlarıyla doldururlar.
ikir, hatırlayıp yâd etmek demektir. İbâdet
olan zikir de Yüce Allah’ı çok hatırlamaktan
ibârettir. Kul, Rabbini diliyle, kalbiyle ve bedeniyle hatırlar ve zikreder. Diliyle Kur’ân-ı Kerim
okur, duâ eder, tesbih eder; kalbiyle düşünür ve tefekkür eder; bedeniyle de namaz başta olmak üzere
diğer ibâdetleri yerine getirir. Zikir, bir ibâdettir ve Allah’ın emridir. Yüce Allah, Kur’ânı Kerim’de şöyle buyurur:
“Siz beni anın ki, ben de sizi anayım.”
(Bakara sûresi, 2/152)
“Sabah akşam tevâzu içinde yalvararak,
ürpererek ve sesini yükseltmeden Rabbini an.
Sakın gâfillerden olma!” (A’râf sûresi,7/205)
“Allah’ı zikretmek en büyük ibâdettir.” (Ankebût sûresi, 29/45)
“Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin.
Sabah akşam O’nu tesbih edin.” (Ahzâb sûresi, 33/42)
4
İkisi de Hz. Peygamber Efendimizden çok hadis
rivâyet eden sahâbîlerden olan Ebû Hüreyre ve Ebû
Saîd el-Hudrî radıyallâhu anhümâ’nın nakline göre
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve selem şöyle buyurmuştur:
Bunun üzerine Allah Teâlâ, meleklerden daha iyi bildiği
halde yine de onlara:
“Bir topluluk, Allah’ı zikretmek üzere bir
araya gelirse, melekler onların etrafını sarar.
Ayrıca Allah’ın rahmeti onları kaplar, üzerlerine
sekînet iner ve yüce Allah onları kendi yanında
bulunanlara över.” (Müslim, Zikir 39; Ebû Dâvûd, Vitir 14; Tirmizî, Daa-
“Sübhânallah diyerek seni, ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan tenzih ediyorlar, Allâhu
ekber diye tekbir getiriyorlar, sana hamd ediyorlar ve senin yüceliğini dile getiriyorlar.” Konuşma
şöyle devam eder:
vât 7; İbn Mâce, Mukaddime 17)
Hadiste geçen sekînet kelimesinin mânâsı şudur:
Allah’ı zikreden kimseleri Allah’ın rahmeti kuşatır. Onların gönüllerine derin bir huzur ve rahatlık gelir, kalblerindeki sıkıntılar gider. Allah’a olan saygıları da artar.
Gönüllerine mânevî bir huzur çöken bu bahtiyar insanlar bu sûretle dünya ve âhiret saâdetini elde etmiş
olurlar.
Ayrıca Ebû Hüreyre radıyallahu anh’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Yüce Allah’ın yollarda dolaşıp zikredenleri tesbit eden melekleri vardır. Bunlar Cenâbı Hakk’ı zikreden bir topluluğa rastladıkları
zaman birbirlerine “Gelin! Aradıklarınız burada!” diye seslenirler ve o zikredenleri dünya semâsına varıncaya kadar kanatlarıyla çevirip kuşatırlar.
Mart 2011
“Kullarım ne diyor?” diye sorar. Melekler de
şöyle derler:
-“Peki onlar beni gördüler mi ki?”
-“Hayır, vallahi seni görmediler.”
-“Beni görselerdi ne yaparlardı?”
-“Şayet seni görselerdi sana daha çok ibâdet ederler, şânını daha fazla yüceltirler, ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni daha çok tenzih ederlerdi.”
-“Kullarım benden ne istiyorlar?”
-“Cenneti istiyorlar.”
-“Cenneti görmüşler mi?”
-“Hayır, yâ Rabbi! Vallahi onlar cenneti görmediler.”
-“Ya cenneti görseler ne yaparlardı?”
-“Şayet cenneti görselerdi onu büyük bir iştiyakla isterlerdi, onu elde etmek için büyük gayret
sarf ederlerdi.”
-“Bunlar Allah’a neden sığınıyorlar?”
-“Cehennemden sığınıyorlar.”
5
dururlar. Zikredenler dağılınca onlar da semâya çıkarlar. Yüce Allah daha iyi bildiği halde onlara:
-“Nereden geldiniz?” diye sorar. Melekler de:
“Yeryüzündeki bazı kullarının yanından
geldik. Onlar Sübhânallah diyerek ulûhiyyetine
yakışmayan sıfatlardan seni tenzih ediyorlar,
Allâhü ekber diye tekbir getiriyorlar, lâ ilâhe illallah diyerek seni tehlil ediyorlar, elhamdülillâh diyerek sana hamd ediyorlar ve senden
istiyorlar.” derler. (Konuşma şöyle devam eder):
-“Benden ne istiyorlar?”
-“ Cennetini istiyorlar.”
-“Cennetimi gördüler mi?”
-“Hayır, yâ Rabbi, görmediler.”
-“Ya cenneti görseler ne yaparlardı?”
-“Senden güvence isterlerdi.”
-“Benden neden dolayı güvence isterlerdi?”
-“Peki, cehennemi gördüler mi?”
-“Hayır, vallahi onlar cehennemi görmediler.”
-“Ya görseler ne yaparlardı?”
-“Cehenneminden yâ Rabbi.”
-“Peki benim cehennemimi gördüler mi?”
-“Hayır, görmediler.”
-“Ya görseler ne yaparlardı?”
-“Şayet cehennemi görselerdi ondan daha çok kaçarlar, ondan pek fazla korkarlardı.”
-“Senden kendilerini bağışlamanı dilerlerdi.”
Bunun üzerine Allah Teâlâ meleklerine:
“Sizi şâhit tutarak söylüyorum ki, ben bu
zikreden kullarımı bağışladım” buyurur. Meleklerden biri:
Bunun üzerine Yüce Allah şöyle buyurur:
“Ben onları affettim. İstediklerini onlara
bağışladım. Güvence istedikleri konuda onlara
güvence verdim.”
“Onların arasında bulunan falan kimse
esasen onlardan değildir. O buraya bir iş için
gelip oturmuştu.” deyince Allah Teâlâ şöyle buyurur:
- “Orada oturanlar öyle iyi kimselerdir ki,
onların arasında bulunan kötü olmaz.”(Buhârî, Daavât
66; Ayrıca bakınız: Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 251-252, 358-359)
Müslim’in bir rivâyeti şöyledir:
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet
edildiğine göre Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
“Yüce Allah’ın diğer meleklerden ayrı, sadece
zikir meclislerini tespit etmek üzere dolaşan melekleri
vardır. Allah’ın zikredildiği bir meclis buldular mı, o
kimselerin aralarına otururlar ve diğer melekleri oraya
çağırarak cemaatin arasındaki boş yerleri ve oradan
dünya semasına kadar olan mesafeyi kanatlarıyla dol-
6
Bunun üzerine melekler:
“Yâ Rabbi, çok günahkâr olan falan kul
onların arasında bulunuyor. Oradan geçerken
aralarına girip oturdu.” derler. O zaman Yüce
Allah şöyle buyurur:
“Onu da bağışladım. Onlar öyle bir topluluktur ki, onların arasında bulunan kötü
olmaz.” (Müslim, Zikir 25; Ayrıca bakınız. Tirmizî, Daavât 129)
Yukarıya aldığımız hadisler, Yüce Allah’ı zikretmenin değerini, zikredenlerin kıymetini pek çarpıcı bir
şekilde ortaya koymaktadır. Yüce Allah, “Allah’ı zikredenleri” yani namaz kılan, Kur’ân-ı Kerim okuyan,
hadis okuyan, Allah’a duâ eden, ilim tahsil eden, ilmî
sohbetler yapan kimseleri bağışladığı gibi, onları ziyaret edenleri de bağışlıyor. Öyleyse bize düşen Allah’la
beraber olmak ve bir de Allah’la beraber olanlarla beraber olmaktır.
Mart 2011
Tazelendi
Dertlerime Hak’tan derman dilerken
Eski dertler üzre dert tazelendi
Gönül süruruna derman dilerken
Eski gamlar üzre gam tazelendi
Nice bir dert ile olam mübtela
Sabır eyledikçe artıyor bela
Meğer ki lutf ede yaradan Huda
Ağızda duaya dil tazelendi
Ya Rab ruz-ı mahşer kılma mükedder
Günahkâra affın eyle mukadder
Gönlüm şita olmuş gelmiyor bahar
Erenler bağında gül tazelendi
Ya Rabbi sen artır derdim zikrinle
Daim lisanımı doldur şükrünle
Leyl ü nehar rahm et bize affınla
Çeşmim pınarından sel tazelendi
Zikrî’yi zikrinden ayırma bir dem
Gönlümü meşgul kıl zikr ile her dem
Affınla nazar kıl sakla ağyardan
Dü çeşmim abından kan tazelendi
Zikrî (Abdulğani Efendi Hz.) (1873–1939)
Sanamerli Seyyid Hacı Ahmed Baba Hazretlerinin halifesi
Mart 2011
7
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
YARATILAN
YARATICININ
BİRBİRİNİ
ANMASI
VE
ZİKİR
Dr. Ramazan ŞAHAN
B
ir gün Mekke'den Medine'ye hicret eden müslümanların fakirleri Peygamberimiz’e (s.a.v.) gelerek şöyle dediler:
“İçinde Allah’ın anıldığı ev
ile Allah’ın anılmadığı evin
farkı, diriyle ölünün farkı
gibidir.”
- Ya Resûlullah! Varlıklı müslümanlar cennetin
en yüksek derecelerini ve ebedî nimetleri alıp götürdüler. Bizim kıldığımız namazları onlar da kılıyorlar.
Tuttuğumuz oruçları onlar da tutuyorlar. Fazla malları
olduğu için hac ve umre yapıyorlar, cihad ediyorlar ve
sadaka veriyorlar, biz veremiyoruz.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) onlara:
- Sizden önde gidenlere yetişebileceğiniz, sizden
sonra gelenleri geçebileceğiniz, sizin yaptığınızı yapanlar dışında herkesten üstün olacağınız bir şeyi
haber vereyim mi? diye sordu.
- Evet, söyle ya Resûlallah! dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- Her namazın ardından otuz üçer defa Allah’ı
tesbih eder, O’na hamdeder ve tekbir getirirsiniz.
Sahâbîler bu zikirleri nasıl okuyacaklarını sorunca
Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:
8
- Otuz üçer defa olmak üzere sübhânallah, elhamdülillah, Allâhü ekber, dersiniz.
Birkaç gün sonra fakir muhâcirler Resûlullah’a
tekrar gelerek:
-Zengin kardeşlerimiz bizim yaptığımız zikirleri
duymuşlar. Aynısını onlar da yapıyorlar, dediler.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- Ne yapalım! Artık bu Allah'ın bir lutfudur, Allah
lutfunu dilediğine verir.1
Kur'ân-ı Kerîm’de pek çok yerde Allah’ı (c.c.) zikretmenin önemine vurgu yapılmış, bir ayette “Allah’ı çok zikredin ki, kurtuluşa eresiniz.”2
şeklinde emredilmiştir.
Peygamberimiz (s.a.v.) bir keresinde:
- Müferridler öne geçti, buyurdu. Bunun üzerine
sahâbîler:
- Müferridler ne demektir, yâ Resûlallah? diye
sordular. O da:
- Allah’ı çok anan erkeklerle kadınlardır, buyurdu.3
Ahzab suresinin 35. ayetinde iyi müslümanın
belli başlı özellikleri sayılmış, bunlardan birinin de Allah’ı çokça zikretmek olduğu şöyle belirtilmiştir:
“… Allah’ı çok zikreden erkek ve kadınlar
var ya, işte bütün bunlara Allah mağfiret ve
büyük mükâfat hazırlamıştır.” Aynı surenin 41-42.
ayetlerinde de “Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin. Sabah akşam O’nu tesbih edin.” emri verilmiştir. Buradaki “sabah akşam” ifadeleri aslında
bütün vakitleri içine almaktadır. Demek ki, Allah Teâlâ
kendisini her an ve her fırsatta anmamızı, zikir ve tesbih etmemizi istemektedir. Bir yerde otururken veya
bir yere gidip gelirken yahut tezgâh başında çalışırken
“sübhânallah”, “elhamdülillah”, “Allahü ekber”
demek yürümeye ve iş yapmaya engel değildir. Bazan
bu zikirleri söyleyerek, bazan “lâ ilâhe illallah” diyerek, kimi zaman “lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm” diye tekrar ederek daha hızlı ve
âhenkli yürümek ve şevkle çalışmak mümkündür.
Ayrıca günde beş vakit namazı kılan bir insan
Allah’ı unutmamış ve onu sürekli zikretmiş olur. Zira
Mart 2011
bir ayette “Sana vahyedilen kitabı oku! Namazı
gereği üzere kıl! Şüphesiz ki namaz, insanı,
ahlâk dışı davranışlardan, meşrû olmayan işlerden uzak tutar. Allah’ı zikretmek (onu namazla anmak), elbette en büyük fazilettir. Allah
bütün işlediklerinizi bilir.”4 denilmiş, bir başka
ayette de “Yalnız Bana ibadet et! Beni anmak
için namaz eda et!”5 buyrulmuştur.
Kul rabbini hatırlarsa Rabbi de kulunu hatırlamış olur. Aslında Allah (c.c.) hiçbir zaman unutmaz
ancak kul onu ibadet, dua ve tesbihat gibi güzel amellerle hatırlarsa Allah (c.c.) da onu sevab, rahmet ve
mağfiretiyle hatırlamış olur. Nitekim bir ayette “Siz
beni anın ki, ben de sizi anayım…”6 buyrulmuştur. İnsan Allah’ı ya Kur’an okuyarak, dua ederek, Allah’ı güzel isimleriyle anarak diliyle zikreder; ya
Allah’ın varlığını gösteren delilleri, yani kâinâtı ve
Kur’an’da sözü edilen her şeyi düşünerek kalbiyle zikreder; veya namaz başta olmak üzere bedenle yapılması gereken bütün görevleri yaparak onu bedeniyle
zikreder. Her ne suretle olursa olsun Allah’ı zikretmek
en üstün ibadettir.
Peygamberimiz (s.a.v.) Allah Teâlâ’dan şunu
nakletmiştir: “Ben kulumun beni düşündüğü gibiyim. Beni zikrettiği zaman onunla beraberim.
Eğer beni yalnız başına anarsa, ben de onu yalnız anarım. Şayet beni bir toplulukla beraber
anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk
içinde anarım.”7
“Kulum beni zikrettiği zaman onunla beraberim” ifadesinin anlamı, ona yardım ederim, onu
başta şeytan olmak üzere her türlü kötülükten korurum, ayrıca onun sözlerine değer verir, dualarını kabul
ederim, demektir.
“Eğer beni yalnız başına anarsa, ben de
onu yalnız anarım” demek, beni kimse duymayacak şekilde içinden anarsa, bu hareketinden memnun
olur ve onun mükâfâtını bizzat ben, uygun göreceğim
şekilde gizlice veririm, demektir.
“Şayet beni bir toplulukla beraber anarsa,
ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım” buyurmakla, kendisini mü’minlerle beraber anacak olan kulunu, günahsız, tertemiz, herkesten daha
çok ibadet eden ve ilâhî sırlara vâkıf olan seçkin meleklerinin yanında, belki de peygamberlerinin huzurunda anmak suretiyle mükâfâtlandıracağını îmâ
etmektedir.
9
Genel anlamda her türlü ibadet Allah’ı zikretmek olarak değerlendirildiği gibi özel anlamda da onu
zikretmek için belirli formatta bazı zikir cümleleri, özel
bir takım ifadeler vardır. Bir hadiste “Zikrin en faziletlisi ‘Lâ ilâhe illallah’ cümlesini söylemektir.”8
buyrulmuştur. Bir başka hadiste de Peygamberimiz
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Dile hafif, mîzana konduğunda ağır gelen ve Rahmân olan Allah’ı hoşnut eden iki cümle vardır: ‘Sübhânallahi ve
bi-hamdihî sübhânallahi’l-azîm.’” Yani “Ben Allah’ı onun şanına yakışmayan sıfatlardan tenzih
eder ve O’na hamdederim. Ben Yüce Allah’ı
ilahlık makamına yakışmayan sıfatlardan uzak
tutar onu layık olduğu şekliyle yüceltmeye çalışırım.”9
Yine bir başka zaman Peygamberimiz (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur: “‘Sübhânallâhi velhamdülillâhi velâ ilâhe illallahü vallâhü ekber’ demek,
benim için, üzerine güneş doğan her şeyden
daha kıymetlidir.”10
Peygamberimiz (s.a.v.), sahabeden Ebû Zerr’e:
- Allah’ın en çok hoşlandığı sözü sana bildireyim
mi? diye sorduğu zaman, Ebû Zerr (r.a.):
- Yâ Resûlallah! Allah’ın en çok hoşlandığı sözü
bana bildir, diye sevinmişti. Peygamberimiz (s.a.v.) de
şu açıklamayı yapmıştı:
“Allah’ın en çok hoşlandığı söz, sübhânallahi ve bi-hamdihî demektir”11 “Ben Allah’ı şanına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na
hamdederim” anlamındaki bu son derece muhtevalı
zikri Ebû Zerr (r.a.) bir daha dilinden bırakmamıştır.
Ayrıca Ebû Zerr’in bildirdiğine göre Resûlullah’a:
- Hangi söz (zikir) daha faziletlidir? diye sorulmuştu da Peygamberimiz (s.a.v.):
- Allah’ın melekleri veya kulları için seçtiği sübhânallâhi ve bi-hamdihî sözüdür, buyurmuştu.12
Şüphesiz zikirlerin en üstünü Allah’ın kelâmı
olan Kur'ân-ı Kerîm’dir. Onu okumak ve hele mânasını anlamaya çalışmak suretiyle okumak insana daha
fazla sevap kazandırır. Hadislerde geçen zikirleri Peygamberimiz’e Cenâb-ı Hakk’ın öğrettiğinde şüphe
yoktur. Öyle de olsa, bu zikirleri, sevap bakımından
Kur'ân-ı Kerîm ile mukayese etmek mümkün değildir.
Bununla beraber insan her zaman Kur’an okuyamaz.
İşte bu sebeple bir kimse yakaladığı fırsatları değerlendirmeli, bir iki defa söylemekten ibaret bile olsa Resûlullah’ın öğrettiği zikirleri tekrarlamalıdır.
Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Temizlik imanın yarısıdır. ‘el-Hamdü lillâh’ duası mizanı, ‘Sübhânallahi ve’l-hamdü
lillâhi’ zikri ise yer ile göklerin arasını sevap ile
doldurur.”13
10
Sa‘d bin Ebî Vakkâs’ın bildirdiğine göre Bir bedevî, Resûlullah’a gelerek:
-Bana söyleyeceğim bir zikir öğret, dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) ona şu zikri tavsiye etti:
- “Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh,
Allâhü ekber kebîran ve’l-hamdü lillâhi kesîrâ
ve sübhânallâhi Rabbi’l-âlemîn, velâ havle velâ
kuvvete illâ billâhi’l-azîzi’l-hakîm.” Yani “Tek
olan Allah’tan başka ilâh ve O’nun bir eşi ve
benzeri de yoktur. Kudreti ve saltanatıyla Allah
en büyüktür. Bitip tükenmeyen hamd O’na
mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ı ulû-
Aziz Mahmud Hüdayi (k.s.), zikrin
faziletini anlattığı bir şiirinde şunları söylemiştir:
Dilden kederler dûr olur
M a h z u n o l a n m e s r û r o l u r.
Z u l m e t H ü d a y i n û r o l u r.
Envar-ı zikrullah ile.
İsterse ger kalbin safa.
Zikreyle Hakk’ı daima.
Bîmâr olan bulur şifa.
Timar-ı zikrullah ile.
Bel bağlayanlar hizmete,
Talib olurlar vuslata.
Ermiş Hüdayi vahdete,
Esrar-ı zikrullah ile.
hiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih
ederim. Günahtan kaçacak güç, ibadet edecek
kuvvet ancak Azîz ve Hakîm olan Allah’ın yardımıyla kazanılabilir.” Bunun üzerine bedevî:
- Bunlar Rabbim için söyleyeceğim dua ve zikirlerdir. Kendim için ne söylemeliyim? dedi.
Allah Resûlü ona şunu öğretti:
- Allâhümmağfir lî verhamnî vehdinî verzuknî.
Yani “Allahım, beni bağışla, bana merhamet et,
rızânı kazandıracak işler yaptır ve bana hayırlı
rızık ver”14
Peygamberimiz (s.a.v.) selâm verip namazdan
çıkınca üç defa istiğfâr eder (estağfirullah der) ve “Allâhümme ente’s-selâm ve minke’s-selâm tebârekte yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm” zikrini yapardı. Yani
“Allahım selâm sensin. Selâmet ve esenlik sen-
Mart 2011
dendir. Ey azamet ve kerem sahibi Allahım, sen
hayır ve bereketi çok olansın”15derdi. Ayrıca bu
gün bildiğimiz, Müslümanların Peygamberimizden öğrendikleri, camilerde topluca veya tek başına namaz
kıldıktan sonra yaptıkları farklı dua şekillerinin her biri
de sevap bakımından oldukça değerli olan zikirlerdir.16
Bir hadiste şu müjdeli ifade geçmektedir: “Her namazdan sonra kim otuz üç defa ‘sübhânallah’,
otuz üç defa ‘elhamdülillâh’, otuz üç defa ‘Allâhü ekber’ der, yüze tamamlamak için de ‘Lâ
ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, lehü’lmülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve alâ külli şey’in
kadîr’ derse, günahları deniz köpüğü kadar çok
olsa bile affedilir.”17
memeliyiz. Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: “İçinde Allah’ın anıldığı ev ile Allah’ın anılmadığı evin farkı, diriyle ölünün farkı
gibidir.”22
Bir gün Ebû Hüreyre (r.a.) ağaç dikerken Resûlullah (s.a.v.) onu gördü ve:
- Cennet hazinelerinden bir hazineyi sana bildireyim mi?
- Ebû Hüreyre ne dikiyorsun? diye sordu.
O da:
- Kendim için bir fidan dikiyorum, diye cevap
verdi. O zaman Allah'ın Resûlü:
- Sana bundan daha hayırlı bir fidanı haber vereyim mi? diye sorunca, Ebû Hüreyre:
- Evet, yâ Resûlallah, diyerek ne buyuracağını
merakla beklemeye başladı. Peygamberimiz (s.a.v.):
- “Sübhânallahi ve’l-hamdü lillâhi velâ
ilâhe illallâhü vallâhü ekber”, de! Bu sözlerin her
birine karşılık cennette sana bir hurma fidanı dikilir,18
buyurdu.
Kur'ân-ı Kerîm’de kâinat hakkında derin düşüncelere dalan akıl sahipleriyle ilgili şöyle buyrulmuştur:
“Onlar ayakta iken de, otururken de, yatarken
de Allah’ı anarlar.”19Hz. Âişe validemiz de şöyle demiştir: “Resûlullah (s.a.v.) Allah Teâlâ’yı her halinde zikrederdi.20 Bizler de Peygamberimizi
(s.a.v.) örnek alarak her durumda Allah’ı (c.c.)
zikretmeliyiz. Aksi takdirde zamanla kalplerimiz manevî canlılığını kaybedebilir. Nitekim
Peygamberimiz (s.a.v.) “Rabbini zikredenle etmeyenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir.”21Zikrimizi sadece namaz gibi belli vakitlere değil, her ana
yaymalıyız. Mekân yönüyle de sadece camilerde değil
her yerde zikirle meşgul olmalıyız. Özellikle de çocuklara örnek olma ve evimizin bereketi açısından namaz
kılmak, Kur'ân-ı Kerîm okumak ve diğer tesbihatları
yapmak suretiyle evlerimizi de zikirden mahrum et-
Mart 2011
Bir adam Peygamberimize (s.a.v.) hitâben:
- Yâ Resûlallah! İslâmiyet’in emirleri çoğaldı.
Bana sürekli yapacağım bir şey söyle, dedi.
O da:
- Dilin hep Allah’ı zikretsin! buyurdu.23
Peygamberimiz (s.a.v.) sahabeden Ebû Mûsâ’ya
şöyle dedi:
O da:
- Evet, Yâ Resûlallah, bildir, dedi. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
- Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh. Yani “Günahtan kaçacak güç, ibadet edecek kuvvet
ancak Allah’ın yardımıyla kazanılabilir.”24
DUAMIZ
“Allâhümme einnî alâ zikrike ve şükrike ve
hüsni ibâdetik. = Allahım! Seni anıp zikretmek,
nimetine şükretmek, sana lâyık ibadet etmek
için bana yardım eyle!”
“Allâhümme innî eûzü bi-rızâke min sahatik, ve bi-muâfâtike min ukûbetik, ve eûzü bike
minke, lâ uhsî senâen aleyke, ente kemâ esneyte alâ nefsike. = Allahım! Senin gazabından
rızâna, azâbından affına sığınırım. Ben senden
sana sığınırım. Ben seni lâyık olduğun şekilde
medh ü senâ edemem. Sen kendini nasıl medh
ü senâ etmişsen öylesin.”
......................................................
1)Buhârî, Ezân, 155; Daavât, 18; Müslim, Mesâcid, 142. 2)Cum‘a suresi, 10. ayet. 3)Müslim,
Zikir, 4. 4)Ankebût suresi, 45. ayet. 5)Taha suresi, 14. ayet. 6)Bakara suresi, 152. ayet. 7)Buhârî, Tevhîd 15; Müslim, Zikir 2, 19, 50; Tevbe 1. 8)Tirmizî, Daavât 9. 9)Buhârî, Daavât, 65,
Tevhîd, 58; Müslim, Zikir 31. 10)Müslim, Zikir, 32. 11)Müslim, Zikir, 85 12)Müslim, Zikr, 8485. 13)Müslim, Tahâret 1; Tirmizî, Daavât, 86. 14)Müslim, Zikir, 33-36. 14)Müslim, Mesâcid
135, 136. 15)Buhârî, Ezân 155, İ‘tisâm 3, Kader 12, Daavât 18; Müslim, Mesâcid 137, 138.
16)Müslim, Mesâcid, 146. 17)İbni Mâce, Edeb 56. 18)Âl-i İmrân sûresi (3), 190, 191. 19)Müslim, Hayz 117. 20)Buhârî, Daavât, 66. 21)Müslim, Müsâfirîn, 211. 22)Tirmizî, Daavât 4.
23)Buhârî, Megâzî 38, Daavât 50, Kader 7, Tevhîd 9; Müslim, Zikir 44-46. 24)Ebû Dâvûd, Vitir
26. 25)Müslim, Salât 222.
11
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Diyen
Mahrum
Kalmaz
Nihat MORGÜL
nihatmorgul@gmail.com
İ
Bu kâinat içinde kendi durumunu anlayan, her şeyin her şeyle ve her şeyin
bir şeyle olan irtibatını kavrayan,
alamdeki birliği, düzeni gören insan
Allahu Ekber demekten
kendini alamaz.
12
nsanoğlunu bekleyen en büyük tehlike kanaatimce, unutmasıdır. İnsanın Rabbini unutması, geldiği yeri unutması, insan olarak
ifade ettiği anlamı unutması, hayatın maksadını
unutması ve kendisini bu dünya hayatında yalnız,
sahipsiz, sınırsız ve sorumsuz zannetmesidir. İnsanın kendini yaratanından bağımsız hissetmesi, onu
kibre sevk etmiş ve başı dertten kurtulmamıştır.
Dikkat edilirse insanoğlunun en rahat dönemi benliğinden uzak olduğu dönemlerdir.
Örneğin anne karnındaki çocukta benlik yoktur. Bunun için her ihtiyacı onu var eden tarafından en iyi şekilde giderilir. Çocuk hiçbir gayret sarf
etmeden, barınma, korunma, beslenme ihtiyacı
karşılanır. Dünya’ya gelir gelmez annesinin vücudu
ona göre hazırlanır ve alması gereken tüm gıdalar yapısına uygun olarak anne sütünde hazır edilir. Çocuk
büyüyüp ben ben dedikçe, Allah da onu kendi benliği ile baş başa bırakır ve insan eski rahatlığını kaybeder. Artık tüm ihtiyaçlarını kendisi karşılamak
zorunda kalır.
Büyük âlim Bediuzzaman Said Nursi, risalelerinde besmele’nin yorumunda bir benzetme anlatır. Buna göre bir padişahın iki adamı ülke
durumunu görmek için yolculuğa çıkacaklardır.
Olur ya başlarına bir şey gelir, sıkışırlarsa kullanmak üzere adamlardan biri padişahtan bir berat ve
izinname almış.
Diğeri ise, benim berata, belgeye ihtiyacım
yok, aklım var. Ben kendime yeterim, diyerek izinnameyi almamış. İkisi de ayrı ayrı yolculuğa çıkmışlar. Yolculuk hali bu. Bir sıkıntı anında ilki izin
nameyi göstermiş ve izzet, ikram, hürmet görmüş.
Bir eşkıya ile karşılaşınca ben falancanın adamıyım demiş ve eman bulmuş. Diğeri ise dara düştüğünde nereye girse kovulmuş. Eşkıya ile
karşılaşmış soyulmuş. Ben falancanın adamıyım,
onun tarafından vazifeli gönderildim dese de kimse
ona inanmamış. Aylar sonra ilki gayet bakımlı, sıhhati ve morali yerinde saraya dönmüş. Diğeri ise,
aç susuz, per perişan nice zaman sonra saraya dönebilmiş. Bu kıssadan alınacak ders şudur ki dünya
yolculuğunda her kim kâinatın sahibini ve efendisini unutmadan hareket ederse rahat eder yoksa
musibetlerden kurtulamaz. Gönlünde, ailesinde ve
çevresinde huzur bulamaz.
Allah’ı unutmama, onu daima hatırda tutmanın İslam dinindeki adı zikirdir. Zikir, Allah ile yaşamak, onu daima gündeminde tutmaktır. Kuran
Mart 2011
bir çok ayette insanı çevresine bakmaya, kâinatı incelemeye teşvik eder. O, evrendeki olağanüstülükten bize haber verir.
Kurana göre kâinattaki her şey bize Allah’ı
anlatır. Dolayısıyla insan her nereye baksa orada
Allah’ın eserini bulur. Bu bilinçle hayatını sürdüren
insan Rabbini unutmaz. Rabbini unutmayan insan
kolay kolay hata, isyan ve zulüm işlemez. Onda
gurur, kibir, kendini beğenme olmaz. Nitekim insanı çevresinde olanları düşünmeye davet eden bir
ayette şöyle buyrulur:
“Onlar, ayakta dururken, otururken,
yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı
anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında
derin derin düşünürler (ve şöyle derler:)
Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın.
Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından
koru!” [3.191]
GAFLET, İNSANIN KENDİNE
YAPTIĞI EN BÜYÜK HAKSIZLIKTIR
Allah’ı unutmanın dindeki ifadesi, gaflettir.
Gaflet, -haşa- Allah yokmuş gibi, onu hesaba katmadan yaşamaktır. Gaflet, insanı iman zafiyetiyle
yakalar onu münafıklık ve küfre kadar götürür.
Allah Teala Kuranda Allah’ı az hatırlamayı münafıklık alameti olarak zikreder. “Şüphesiz münafıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar;
13
halbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman
üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı da pek az hatıra getirirler. [4.142]
Bütün İslam âlimlerinin, tüm tasavvuf büyüklerinin talebelerine yaptıkları en önemli tavsiye,
gafil olmamalarıdır. Zaten bizzat Kuran’ın kendisi
müminleri bu konuda uyarır; “Kendi kendine,
yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir
sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden
olma.” [7.205]
Allah’tan gafil olan insan, nefsinin, süfli arzularının, dünya sevgisinin esiri olur. Giderek rahmet
ve merhametten, insani duygulardan uzaklaşır. Her
şeye sahip olsa da huzurlu ve mutlu olamaz. Ruhunda hep bir boşluk hisseder. Çünkü insan ruhundaki boşluğu ancak iman nuru doldurabilir.
Kuran, gönlünü Allah’ın zikri ve manevi duygularla
dolduranlar hakkında buyurur ki; “Bunlar, iman
edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak
Allah'ı anmakla huzur bulur.” [13.28] Her şeyi
olduğu halde bir türlü mutlu olamayan, saadeti
eroinde, uyuşturucuda, alkolde arayan fakat bula-
mayan, aksine her geçen gün gittikçe yalnızlığa gömülen, çaresizleşen insanların televizyonlarda, gazetelerde ve belki çevremizdeki ibretlik hayatları bu
ayetin hakikatini açıkça ortaya koymuyor mu?
Bir ömür iman’ın nuruna, İslam’ın hakikatine sırt
dönmüş insanları tasvir ederken Kuran şöyle buyurur; “Kim de beni anmaktan yüz çevirirse
şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve
biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” [20.124] Ahiretteki bu körlük, gafil olan kimsenin kainatta her şey Allah’ı anlatıp dururken hiçbirini
görmemesinin manevi bir cezası ve karşılığı olsa gerektir. Adeta, insanı uyaran ve ona, Allah’ı anlatan
bunca hakikati görmeyen gözün cennet nimetlerini
görmeye de hakkı yoktur, denmek istenmiştir.
Zikir, En Yüksek Terbiye
Metodudur
Allah’ı hatırda tutmak insanı gafletten, nefsinin esiri olmaktan kurtarır ve onu terbiye eder.
Belki bu yüzden Osmanlıda padişahın katıldığı törenlerde herkes, padişahım çok yaşa, diye seslenirken meşayıh da, gururlanma padişahım senden
büyük Allah var, diyerek onun nefsaniyetini törpülüyorlar ve onu Allah’ı unutup gaflete düşmekten
muhafaza etmeye çalışıyorlardı.
İnsanı geçmişte ve günümüzde meşgul eden,
ömür sermayesini boş şeylerde tüketerek zayi eden
bir çok uğraşlar vardır. Kainat boşluk kaldırmıyor.
İnsanın kafatasında bulunan yedi delik (iki göz, iki
kulak, iki burun ve bir ağız) doğru ve meşru işlere
yönlendirilmezse şeytan ve nefis onları oyalayacak
bir şeyler buluyor. Bir ayette Allah Teala bizi şöyle
uyarır; “Kim Rahmân'ı zikretmekten gafil
olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona
musallat ederiz.” [43.36]
Televizyon dizileri, boş arkadaş sohbetleri,
haddinden fazla yeme içme, isyan ve günah dolu
şarkı türkü, malayani şeyler hep ömrümüzden gidiyor ve kalbimizi meşgul ediyor. Buna karşılık insanın dünya yolculuğunda onu sahil-i selamete
götürecek ve Allah’a ulaştıracak rehberler ve öğretmenler mesabesinde olan tasavvuf büyükleri de
-her tarikatte farklı şekillerde de olsa- bazı usullerle
insanı bu tehlikelerden korumaya çalışmışlardır.
Gözünü, gönlünü haramdan korumak, eline, diline, beline, sahip olmak, kalbini Allah ile, dilini
onun zikri ile meşgul etmek, farzların yanında na-
14
Mart 2011
file ibadetlere devam etmek, bu prensiplerin en başında gelmektedir. Uyarılara dikkat eden ve ev
ödevlerini yapan her öğrenci, bu ahlak, edep ve
insanlık okulundan büyük bir terbiye alarak yoluna
devam etmektedir.
Zikir, Farkında Olmaktır
Hazreti peygamberimiz beş vakit namazların
ardından 33 defa sübhanellah, 33 defa elhamdulillah ve 33 defa Allahu Ekber denmesini ümmetine
tavsiye etmiştir. Bu vazife, bir tarikate mensup
olsun veya olmasın tüm müslümanların günlük asgari zikirlerindendir. Peki, neden bu lafızlar? Bu lafızlardan anlıyoruz ki İslam fark etmeyi ibadet
saymıştır. Müslüman, çevresine bakacak ve oradaki
eşsiz ahengi, ilmi, kudreti görecek, Rabbini hatırlayacak ona hayran olacaktır. Bu hayranlık karşısında söylenecek söz sadece sübhanellah’tır. Yâ
Rabbi seni eksikliklerden tenzih ederim!
Bizler hayret verecek bir işle karşılaşınca sübhanellah deriz. Bu tesbih cümlesi aynı zamanda bir
hayret ifadesidir. Bu manada hayret etmek en insani özelliktir ve ibadettir diyebiliriz. Zira hiçbir
hayvan hayret etmez, hayran olmaz. Detayı gören,
kuvveti, kudreti ve ahengi gören fark eder ve hayreti artar. Hayreti artanın o yaratıcıya hayranlığı
artar. Subhanellah bu halin sözle ifadesidir.
Tüm bu yaratılmışın insan için hazırlandığı ve
düzenlendiğini anlayınca söylenecek söz elhamdulillah’tır. Ya Rab, sana hamdolsun. Bütün bu nimetleri benim için hazırlamışsın.
Bu kâinat içinde kendi durumunu anlayan,
her şeyin her şeyle ve her şeyin bir şeyle olan irtibatını kavrayan, alamdeki birliği, düzeni gören
insan ise Allahu Ekber demekten kendini alamaz.
Allah’ım ne büyüksün! Allah’ım en büyüksün!
İşte bu fark ediş insana manen hayat verir.
Hayatın anlamını kavrar, huzur bulur. Değilse insanın bu evrendeki yerinin ne olduğunu anlamadan her hangi bir canlı gibi yaşamaya devam eder.
Hazreti peygamberimiz, “Rabbini zikreden
kimse ile zikretmeyen kimsenin örneği diri
ile ölü gibidir.” Buhari, 5/2353 buyurarak zikreden bir gönlün bu uyanık hali ile gafilin hiçbir şeyden habersiz olan kalbî durumunu özet olarak
açıklamıştır.
Mart 2011
Büyüklerin Hali
Hatırlıyorum da zikir bizim hayatımızda bir lüks
ve fantezi gibi durmazdı. Tam hayatın içinde doğal
olarak yaşanırdı. Çoğu okuryazar bile olmayan köylü
amcalarımızın, teyzelerimizin, dedelerimizin hep dilindeydi zikir. Onlar çok kızdıklarında bile “lâ havle.. ”
çekerlerdi. Veya “fe sübhanellah, lâ ilahe illallah”
derlerdi. Bir işte birbirlerini coşturmak, bir işe kalkışmak için “haydi Yâ Allah” nidası yeterliydi. Komşu
teyzeler çeşit çeşit zil melodilerinin henüz olmadığı dönemde birbirlerine yine Allah’ın adıyla, “hûû
komşu” diyerek seslenirlerdi. Allah’ın selamıyla birbirlerini karşılar, ayrılırken birbirlerini Allah’a emanet
ederlerdi. Onlar Allah’ı dilinden düşürmedikleri için
Allah’ta onları rahmetinden bereketinden, lütfundan
esirgemiyordu. Çünkü Kuranda vadi vardı; “Öyle
ise siz beni anın ki ben de sizi anayım.” [2.152]
Onun adını zikreden, onun kapısını çalan ne
zaman boş dönmüş ki. Rahmetli annemin bir sıkıntı
anında daima söylediği “Allah diyelim. Allah diyen
mahrum kalmaz” sözü hala kulaklarımdadır. Evet,
bi’t tecrübe sabittir ki, Allah diyen mahrum kalmaz.
15
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
“Beni Anın,
Ben de Sizi
Anayım”
Fuat TÜRKER
ftturker@hotmail.com
Ö
İman eden bir insan günlük hayatın
karmaşası içinde geçici de olsa, Allah'ı
aklından çıkarmaz, Allah ile olan bağlantısını bir an bile koparmaz. İnsan
Allah’ı anmadığı her an zayıf düşer.
O’nu anmak insan ruhunun haz aldığı,
lezzetli ve yemek içmek gibi gerekli
olan bir şeydir. Yiyip içerek bedenini
beslemeyi unutmayan insan, Allah’ı
sürekli anarak ruhunu da besler.
16
yleyse (yalnızca) Beni anın, Ben de sizi
anayım; ve (yalnızca) Bana şükredin ve
(sakın) nankörlük etmeyin. (Bakara Suresi, 152)
Allah’ı zikretmek, insanı nefsanî kötülüklerden arındıran, kalbe güven duygusu ve
huzur indiren, Allah’ın dilemesiyle kurtuluşa
ulaşmaya vesile olacak olan en önemli ibadetlerden biridir. Kuran’da Allah’ı anmanın
önemi "... Allah'ı zikretmek ise muhakkak en
büyük (ibadet)tür..."(Ankebut Suresi, 45) ayetiyle haber
verilir.
İnsanı, ‘Rabb'i ile dost’ kılacak ve O’na yakınlaşmasını sağlayacak önemli yollardan biridir
Allah’ı anmak. Rabb'ini dost edinmeyi amaç edinen insan, günlük yaşamının her aşamasında Allah’ı anmalı, verilen sayısız nimete karşı şükretmeli,
bilerek ya da bilmeyerek yaptığı hataları nedeniyle
bağışlanma dilemeli ve Allah’ın adını yüceltmelidir.
İnsan, yaşadığı her an, Allah’ın nimetini ve rahmetini hatırlayıp O’na yöneldikçe, sürekli ibadet
durumunda olduğundan Allah’a daha da yakınlaşır. Karşılaştığı olaylar nedeniyle paniğe kapılmaz,
öfkelenmez, üzülmez. Allah’ın kendisi için hazırladığı kaderden hoşnut olmadığı anlamına geleceği
için, Rabb'inden gelen her şeyi sabır ve tevekkülle
karşılar. Yüce Allah bir Kur’an ayetinde Kendisi’ni
anmaları konusuna kullarının dikkatini çeker ve
onları gaflet tehlikesine karşı uyarır:
Rabbini, sabah akşam, yüksek olmayan
bir sesle, kendi kendine, ürpertiyle, yalvara
yalvara ve için için zikret. Gaflete kapılanlardan olma. (Araf Suresi, 205)
İman sahibi insan, her sabah bir tür ölüm
hali olan uykudan uyanır uyanmaz Rabb'i kendisine yeniden can verdiği için şükreder; Allah'a
hamd ederek güne başlar. Gününü Allah'a adar;
karşısına salih amellerde bulunabileceği vesileler
çıkarması için dua eder. Amacı Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak olduğundan şevkle yatağından
kalkar. Sabah erken kalkmak birçok insanın nefsine ağır gelir ancak mümin, kalktığı her sabahın
kendisine verilmiş yeni bir fırsat olduğunun bilin-
Mart 2011
cindedir; zinde bir şekilde kalkar. O gün Allah yolunda neler yapabileceğini aklından geçirir.
İnsanın yaptığı işin hikmeti, onu Allah’ın
hoşnutluğunu amaçlayarak yapması ile oluşur. Bu
nedenle mümin, Kur’an’da emredilen ahlakı her
zaman büyük bir dikkatle korumaya çalışır. İman
edenlerin bu özelliği, “(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı
vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'…” (Nur
Suresi, 37)
ayetiyle bildirilir.
Allah'ın zikretme konusunda Peygamberimiz
(sav) şöyle buyurur: “Allah’ın kulunu sevmesinin belirtisi, Allah’ı anmayı sevmektir. Allah’ın kula buğz etmesinin belirtisi ise,
kulun Aziz ve Celil olan Allah’ı anmaktan
hoşlanmamasıdır.” (Câmiü’s-Sağîr, 3/1182)
Ayrıca İmam Ahmed bin Hanbel'in aktardığına göre Peygamberimiz(sav), "Allah'ı anmayı
(zikri) ve Kuran okumayı tavsiye ederim.
Çünkü bu gökteki ruhun, yerdeki zikrindir"
buyurarak konunun önemini vurgular..
17
Bediüzzaman’ın ifadesiyle ise kâinat
baştanbaşa Allah’ı zikretme ve Allah’a şükretme mescidinden ibarettir. (Mesnevî-i Nuriye, s. 23)
Samimi inanan insan, Allah’ın hoşnutluğunu,
sevgisini ve rahmetini kazanma beklentisi içindedir. O’na güvenip dayanır; gökten yere her işi düzenleyip kontrolü altında tutanın Yüce Allah
olduğunun bilincindedir. Yaptığı her işte, izlediği
her görüntüde Allah’ın üstün aklını, hayranlık
uyandıran benzersiz yaratma sanatını ve O’nun
sonsuz gücünü görüp, üzerlerinde derin düşünür.
İnsan için tüm bunları görebilmek, tefekkür etmek,
dile getirmek de büyük bir nimet ve ibadettir.
Allah'ı anmada gösterdiği gevşeklik derecesinde insan, Rabb'inden uzaklaşır. Kur’an ahlakını
yaşamayan kimseler Allah'ı anmadıkları, hatta akıllarına dahi getirmedikleri için Allah’ın sınırlarını
aşar, buyruklarını göz ardı etmeyi yaşam biçimi haline getirirler.
Kur’an dışı sapkın davranışların altındaki neden,
Allah'ı anma konusundaki gevşekliktir. Kur’an’a baktığımızda, Hz. Musa’nın sürülerini sulama işi sırasında
dahi, arada gölgeye çekilip, "..Rabbim, doğrusu
bana indirdiğin her hayra muhtacım." (Kasas Suresi, 24)
sözleriyle Allah’ı andığını görürüz.
Allah'ın buyruklarına karşı duyarlı olmayan
kişi, zaman zaman öyle hatalar yapar ki, kendini
düzelttiğinde, nasıl yaptığına kendi de hayret eder.
Bu olmadık hatalar, kişinin o an Allah’ı unuttuğunun işaretleridir. Allah'ı anma konusundaki gafletin boyutları ise “Kendileri Allah'ı unutmuş,
böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın. İşte onlar, fasık
olanların ta kendileridir.” (Haşr Suresi, 19) ayetiyle
haber verildiği üzere, kişinin imanı için büyük tehlikedir.
Birçok eksiklik ve kusurları olan bir varlıktır
insan; yaratılmıştır ve yaratılmışlara has acizliklere
sahiptir. Eksiklikten ve kusurdan münezzeh olan tek
varlık yalnızca Allah'tır. İnsanın Allah karşısındaki
acizliklerinin en önemlilerinden biri de unutmasıdır. İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için Allah'ın
her an hafızasında tuttuğu bilgilere ihtiyacı vardır.
Allah o bilgilerden bir tane dahi eksiltme yaptığında, insan bu bilgiye yeniden sahip olmaya güç
yetiremeyecektir. Böyle bir acizlik yaşandığında, insanlar;
"... Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve
de ki: "Umulur ki, Rabbim beni bundan daha
yakın bir başarıya yöneltip iletir." (Kehf Suresi, 24)
ayeti gereği Allah'a sığınır ve O'ndan yardım diler-
"Tel tel ve iplik iplik dikseler de ağzımı
Tek ses duysalar; ALLAH... Yoklayanlar nabzımı..."
18
Mart 2011
ler. Her şey gibi, insanın unuttuğu şeyi hatırlayabilmesi de yalnızca Allah'ın dilemesiyle mümkündür.
Allah'ı sürekli akılda tutmak, O'nun ayetlerini
tefekkür etmek insanın aklını ve şuurunu sürekli
açık tutar. Allah'ı her an zikreden insan, Allah karşısındaki aczini ve güçsüzlüğünü daha iyi idrak
eder, yalnızca Allah'tan ister; O’na teslim olur.
Kur’an’da Yunus Peygamber’den söz edilen
ayetlerde, “Derken onu balık yutmuştu, oysa
o kınanmıştı. Eğer (Allah'ı çokça) tesbih
edenlerden olmasaydı, Onun karnında (insanların) dirilip-kaldırılacakları güne kadar
kalakalmıştı.” (Saffat Suresi, 142-143-144) buyrulur. Çok
açıktır ki tıpkı Hz. Yunus gibi Allah'ı çokça zikreden
samimi kullar Allah’ın dilemesiyle- kurtarılacaklardır.
İman eden bir insan günlük hayatın karmaşası içinde geçici de olsa, Allah'ı aklından çıkarmaz,
Allah ile olan bağlantısını bir an bile koparmaz.
İnsan Allah’ı anmadığı her an zayıf düşer. O’nu
anmak insan ruhunun haz aldığı, lezzetli ve yemek
içmek gibi gerekli olan bir şeydir. Yiyip içerek bedenini beslemeyi unutmayan insan, Allah’ı sürekli
anarak ruhunu da besler.
Birçok insan genellikle zorlukta Allah’ı anıp,
kolaylıkta unutur. Ancak mümin zorlukta da anar.
Başına hastalık gelse buna da şükreder. İmtihan anı
geldiğinde de hoşnut olur, zul görmez. Ne kadar
zorluk isabet ederse, insan Allah’a o kadar yakınlaşır.
İnanan insan, Allah’ı çok anar ve hatırlatır.
Bir Kuran ayetinde, (Bu nur,) Allah'ın, onların yüceltilmesine ve isminin zikredilmesine izin verdiği
evlerdedir; onların içinde sabah akşam O'nu tesbih
ederler. (Nur Suresi, 36) ifadesiyle Rabbimiz’in, isminin
yüceltilmesine izin verdiği evlerden söz edilir. O
halde Allah’ın buna müsaade etmesi de çok önemli
şükür vesilesidir.
“Kendileri Allah'ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi
olmayın. İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir.” (Haşr Suresi, 19)
İnsan Rabb'ini unutursa, “…Onlar Allah'ı
unuttular; O da onları unuttu…” (Tevbe Suresi, 67)
ayetindeki ifadeyle, Allah da onu zahiren unutur...
Bunu göze alabilir mi insan..?
Mart 2011
19
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Anılmaya En
Layık Olanı
Unutmamak:
Zikir
Sezgin ÇAKIR
sezginckr@hotmail.com
nmak; onun adını, emrini, nehyini baş tacı
etmek. Anmak hayatımızdaki önceliği hayatı
bize bahşedene sunmaktır. Anmak O’nun arzusu hilafına hiçbir şey yapmamaktır. Anmak Tevhidi
dilden kalbe, kalbten ruha, ruhtan âleme yaymaktır.
Anmak, Kâbe’de Resulullah (s.a.s)’in haykırdığı hakikatı “bütün putlar yok olup din sadece Allah’ın
oluncaya kadar” devam ettirmek ve bu akide üzerine hayatını devam ettirmektir.
A
“ B i r t o p l u l u k , A l l a h ’ ı zik re t mek i çi n o t urduk la rında , m ut laka mel ekle r onla rı s a ra r v e he r
t araflarını ra hm e t b ü r ü r. ”
Unutmamak ve unutulmamaktır. Rabbimizin
buyurduğu: “Öyle ise beni anın (zikredin) ki,
ben de sizi anayım (zikredeyim); bana şükredin,
nankörlük etmeyin.” (Bakara, 2/152) emri ilahisine sıkı
sıkıya sarılmaktır.
Huzur insanlığın huzur kapısıdır zikir. Zikir gönüllerin sükûnet bulması, itminane ermesidir: “Bunlar, iman eden ve kalpleri Allah’ın zikriyle
sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak
Allah’ı anmakla huzur bulur.” (R’ad, 13/28)
Bir türlü doymak bilmeyen nefsin ve o nefsi
20
eline alıp oynayan şeytanın elinden
kurtuluştur zikir. Zikir kurtuluşun reçetesidir. Kurtuluşun ta kendisidir:
“Allah’ çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Cum’a, 10)
Bütün ibadetler zikirdir. Zikirsiz bir ibadet yoktur. Hac en büyük
cemaat zikridir. Namaz, oruç, cihad
hep zikirdir. Onu anmadan yapılan
hiçbir ibadetin anlamı yoktur: “(Ey
Muhammed!) Kitaptan sana
vahyolunanı oku, namazı da
dosdoğru kıl. Çünkü namaz,
insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah’ı anmak
(olan namaz) elbette en büyük
ibadettir. Allah yaptıklarınızı
biliyor.” (Ankebüt, 45)
Dünyanın süsüne püsüne aldırmadan, oyun ve eğlencesine aldırmadan Allah için yaşamak,
Allah için olmanın adıdır zikir: “Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin
verdiği evlerde hiçbir ticaretin
ve hiçbir alış verişin kendilerini, Allah’ı anmaktan, namazı
kılmaktan, zekatı vermekten
alıkoymadığı birtakım adamlar
buralarda sabah akşam O’nu
tesbih ederler. Onlar, kalplerin
ve gözlerin dikilip kalacağı bir
günden korkarlar.” (Nur,36/37)
Gönlü sahibine vermek,
anmak, anılmak ve bütün hal üzere
Allah’ı unutmamak, her an O’nun
murakabesi altında olmaktır zikir:
“Onlar ayaktayken, otururken
ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin
yaratılışı üzerinde düşünürler.
“Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden
uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru” derler.” (Ali imran,191)
Allah’ın mağfiretini talep
etmek ve hazırladığı en büyük mükâfatı hak etmek, Allah’ın istediği
bir hayatı yaşamaktır zikir: “Müslüman erkekler ve müslüman
kadınlar, mümin erkekler ve
Mart 2011
mümin kadınlar, kendini Allah’a ibadete veren erkek ve
kadınlar, samimi ve doğru olan
erkek ve kadınlar, mütevazı ve
Allah’a saygılı erkek ve kadınlar, zekât ve sadaka veren
erkek ve kadınlar, oruç tutan
erkek ve kadınlar, iffetlerini
koruyan erkek ve kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkek ve kadınlar var ya, işte bütün
bunlara Allah mağfiret ve
büyük mükâfat hazırlamıştır.”
(Ahzab,35)
Yediği içtiği nimetten, üzerinde gezindiği toprağa kadar her
şeyin lisani hal ile O’nu zikrettiğini
unutmamaktır zikir: “Yedi gök,
yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler.
Her şey O’nu hamd ile tespih
eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz,
mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsra,44)
Yaratılmış her şeyin kendi lisanı ile O’nu andığını unutmamak
ve kendisinin de bu ilahî koruya
katıldığını bilerek dilden gönüle,
gönülden ruha, benliğini Allah’a
sunabilmektir zikir: “Göklerde ve
yeryüzünde bulunan kimselerle, sıra sıra (kanat çırparak
uçan) kuşların Allah’ı tespih
ettiğini görmez misin? Her biri
duasını ve tesbihini kesin olarak bilmektedir. Allah onların
yapmakta olduğu şeyleri hakkıyla bilendir.” (Nur,41)
Rasulüllah (s.as)in Mübarek
Dilinden Zikrin Faziletleri
Resulullah sallalahu aleyhi ve
selem:
“Müferridler öne geçti”
buyurdu. Bunun üzerine sahabiler:
Müferridler ne demektir, Ya Resulallah? diye sordular.
Resul-i Ekrem de:
“Allah’ı çok zikreden erkeklerle kadınlardır” buyurdu.
(Müslim, zikir 4; Tirmizi, Daavat 128)
“Bir grup, Allah’ın Kitabı’nı okuyup ondan ders almak
üzere Allah’ın evlerinden birinde bir araya gelecek olsalar,
mutlaka üzerlerine sekinet
iner ve onları Allah’ın rahmeti
bürür. Melekler de kanatlarıyla
sararlar. Allah, onları, yanında
bulunan yüce cemaatte anar.”
(Müslim, Zikir, Ebu Davud, Salât, Tirmizi, Kra’a)
“Rabbini zikredenle zikr
etmeyenin farkı, diriyle ölünün
farkı gibidir.” (Buhari, Daavat 66)
“Allah Teala şöyle buyuruyor: Ben kulumun beni düşündüğü
gibiyim.
Beni
zikrettiği zaman onunla beraberim. Eğer beni yalnız başına
anarsa, ben de onu yalnız anarım. Şayet beni bir toplulukla
beraber anarsa, ben de onu
daha hayırlı bir topluluk içinde
anarım.” (Buhari, Tevhid 15; Müslim, Zikir 2, 19)
“Kim, bir yere oturur ve
orada Allah’ı zikretmezse, bu
kendisine Allah’tan bir hasret
ve nedamet olur. Kim bir yere
yatar ve orada Allah’ı zikretmezse, bu kendisine Allah’tan
bir hasret ve nedamet olur.” (Ebu
davud, Edeb, 25)
Herşeyiiyle bizlere örenek
olan efendimiz (s.a.s) zikir konusunda da bizlere örnektir. “Andolsun, Allah’ın Resülünde sizin
için; Allah’a ve ahiret gününe
kavuşmayı uman, Allah’ı çok
zikreden kimseler için güzel
bir örnek vardır.” (Ahzab,21)
Hz.Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah’ı zikreden bir cemaatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar
birlikte oturmam, bana İsmâ-
21
il’in oğullarından dört tanesini
âzad etmemden daha sevgili
gelir. Allah’ı zikreden bir cemaatle ikindi namazı vaktinden güneş batımına kadar
oturmam dört kişi âzad etmemden daha sevgili gelir.” (Ebû
Dâvud, İlm 13).
“Size en hayırlı, Allah katında en değerli, derecenizi en
fazla yükseltecek, sizin için sadaka olarak altın ve gümüş dağıtmaktan daha kazançlı,
düşmanla karşılaşıp da sizin
onların boynunu vurmanızdan,
onlarında sizi öldürmesinden
daha çok sevap getirecek amelin ne olduğunu haber vereyim
mi: Allah Teala’yı zikretmektir.
(Tirmizi, Daavat 6)
Ebu Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim sabah namazının arkasından yüz kere tesbihde ve
yüz kere tehlilde bulunursa,
deniz köpüğü gibi çok bile olsa
günahları affedilir”. (Nesai, Sehv 95).
“Allah’ı
zikretmeden,
fazla konuşmayın; çünkü Allah
zikredilmeden yapılan çok konuşma kalp için kasvettir ve
insanların Allah’tan en uzak
olanı da kalbi kasvetli olanıdır.” (Kenzu’l-Ummal, 1/1840)
Zikir Meclisleri
Hz. Enes (r.a)’dan, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Cennet
bahçelerine uğradığınız zaman
ondan yiyiniz” Biri, “Cennet
bahçeleri nedir” deyince, Resulullah (s.a.v), “Zikir halkalarıdır”
buyurdu. (Tirmizi, İmam-ı Ahmed)
A´meş´in, Ebu Sâlih´ten,
onun da Ebu Hüreyre ve Ebu Said
el-Hudrî´den rivayet ettiklerine
göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ´nın bir grup meleği vardır. Bunlar insanların yap-
22
tıklarını yazıp kaydeden meleklerden başka bir grup olup yeryüzünde gezerler. Bir araya gelip
Allah´ı zikreden bir cemaat gördüklerinde birbirlerini şöyle çağırırlar:
- Aradığınıza geliniz!
Bu davet üzerine meleklerin
hepsi oraya toplanır ve sonra da
zikredenleri çepeçevre kuşatarak
halkalarını tâ göğe varıncaya kadar
genişletip yükseltirler. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara şöyle der:
filân adam vardır ki bu meclise seni
zikretmek veya onlarla beraber
olmak için değil onların herhangi
birisinden ihtiyacını istemek için
katılmıştır. (Onu da mı affettin?)
— Onlar öyle bir kavimdir ki,
kendileriyle beraber oturan bir
kimse asla kötü olmaz. (Buhâri, Daavât 66;
Müslim, Zikr 25; Tirmizi, Daavât 140)
“Bir topluluk, Allah’ı
zikretmek için oturduklarında,
mutlaka melekler onları sarar ve
her taraflarını rahmet bürür.” (Ebu
Davud, Vitr, 14; Tirmizi, Kur’an, 10)
—Kendilerini bıraktığınızda
kullarım ne yapıyordu?
—Sana hamd ü senâ ediyorlardı.
—Acaba o kullarım beni görmüşler midir ki, bana bu şekilde
hamdetmektedirler?
“Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse melekleronların etrafını sarar; Allah’ın
rahmeti onları kaplar; üzerlerine sekinet iner ve Allah Teâlâ onları yanında bulunanlara över.” (Müslim, Zikir
39; Tirmizi, Daavat 7)
—Hayır!
—Peki, beni görmüş olsalardı
ne yaparlardı?
—Daha fazla tesbihte ve hamd
ü senâda bulunurlardı.
—O kullarım hangi şeyden
bana sığınıyorlar?
—Ateşten.
—Acaba onlar ateşi görmüşler
midir ki, ondan bana sığınıyorlar?
—Hayır!
— Peki, onlar ateşi görmüş olsalardı ne yaparlardı?
— Ondan daha fazla kaçar ve
ürkerlerdi.
“Sadece Allah rızası için bir
araya gelip O´nu zikredenlere göklerden şöyle seslenilir: ´Bağışlanmış olarak kalkınız! Ben sizin seyyie
(kötülük)lerinizi hasenelere (sevaplara) tebdil eyledim” (Müslim)
Abdullah b. Amr şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber’e
“Ey Allah’ın Rasûlü! Zikir
meclislerinin ganimeti nedir? Diye
sordum.
“Zikir meclislerinin ganimeti
cennettir cennet!” buyurdular.[ Heysemi X/78 (İmam Ahmed ve Taberani’den); Münziri III/56.]
— Onlar ne istiyorlar?
— Cenneti.
— Acaba onlar cenneti görmüşler midir ki onu istiyorlar?
— Hayır!
— Peki, bir de görmüş olsalardı
nasıl olurdu?
— Onu daha da fazla isterlerdi.
— Ey meleklerim! Sizi şâhid kılıyorum ki, ben o kullarımı affettim.
— Ya Rabb! Onların içinde
— Abdullah b. Mes’ud zikir
meclisleri hakkında şöyle buyurmuştur: “Zikir meclisleri, ilmi diriltir
ve kalplere huşû verir” [ Kenz I/208 (İbn
Asâkir’den)]
"Zikir halkası kurarak oturup
Allah 'ı zikreden bir grup Sahâbî
topluluğunun üzerine Efendimiz
(s.a.v) çıkageldi. Onlara sordu;
- Ne için burada oturup halka
kurdunuz?
Mart 2011
Cevap olarak:
- Yâ Rasûlellah(s.a.v)! Allah
'ı(c.c) zikretmek için, O'na hamd
etmek için oturduk.
Rasûlullah Efendimiz(sav) tebessümle şöyle buyurdular:
-Vallahi şimdi bana Cebrail(a.s)
geldi ve şöyle dedi: Yâ Muhammed(s.a.v)! Allah(c.c) senin bu
grup sahabelerinle meleklerine
karşı övünmektedir." ( Müslim Zikir 40; Nesai,
Kudat 37
İmam Buhârî(r.a) Ebu Hureyre'den (r.a) rivayet ettiği şu
hadîs-i şerif çok önemlidir:
la-şerike leh, lehu’l mülkü ve lehu’lhamdü ve hüve alâ külli şey’in
kadir” duasını bir günde yüz kere
söylerse, kendisine on köle âzad
etmiş gibi sevàb verilir, ayrıca lehine yüz sevab yazılır ve yüz günahı da silinir. Bu, ayrıca üç gün
akşama kadar onu şeytana karşı
muhafaza eder. Bundan daha fazlasını okumayan hiçbir kimse, o
adamınkinden daha efdal bir amel
de getiremez. Kim de bir günde yüz
kere “Sübhânallahi ve bihàmdihi”
derse hataları dökülür, hatta denizin köpüğü kadar (çok) olsa bile.”
(Buhâri, Daavât 54, Bed’ü’l-Halk 11; Müslim, Zikr 28); Muvatta, Kur’ân 20)
"Allah(c.c) buyuruyor ki:
'Ben kulumun zannı üzereyim.
Kulum beni zikrettikçe ben
kulum ile beraberim. Eğer beni
kendi nefsinde zikrederse, ben
de onu kendi nefsimde zikrederim. Eğer beni toplulukta
zikrederse ben onun beni zikrettiği topluluktan daha hayırlı bir toplulukta onu
zikrederim."
Terğib ve Terhib'te İbnü Rezin
el-Ukayli'den gelen hadîs-i şerifte
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) buyuruyorlar ki:
- Yâ Ebâ Rezin! Dünya ve Âhiretin hayrını sende toplayacak bir
yol öğreteyim mi sana?
— Evet, Yâ Rasûlellah (s.a.v)
dedim.
—“Zikir
meclislerine
devam et. Eğer zikir meclisi
dağılırsa sen lisanını tek başına Allah'ın zikriyle hareketlendir.”
Rasulüllah (s.as)in Mübarek
Dilinden Zikir Örnekleri
Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki:
“Kim: “Lâ ilâhe illallâhu vahdehu
Mart 2011
Hz. Ömer (radıyallâhu anh)
anlatıyor: “Resülullah (aleyhissàlâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim
çarşıya girince Lâ ilâhe iIIalIâhu
vahdehu Iâ şerike Ieh, Iehü’Imülkü ve Iehü’I-hamdü yuhyi ve
yümitü ve hüve hayyün Iâ yemütü
bi-yedihi’I-hayr ve hüve aIa külli
şey’in kadir. (AIlah’tan başka ilàh
yoktur, tekdir, ortağı yoktur, mülk
ve hamd ona aittir. Hayatı o verir,
ölümü de o verir. Kendisi hayattârdır, ölümsüzdür. Hayırlar O’nun
elindedir. O her şeye kâdirdir) duasını okursa AIIah ona bir milyon
sevab yazar, bir milyon da günah
affeder ve mertebesini bir milyon
derece yüceltir.”
Bir rivâyette, üçüncü mükâfaata bedel, “Onun için cennette
bir köşk yapar” denmiştir.”
(Tirmizi,
Daavât 36)
Resülullah (aleyhissàlâtu vesselâm)’ın zevcelerinden Cüveyriyye
(radıyallâhu
anhâ)’nin
anlattığına göre, “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz bir
gün sabah namazını kılınca, daha
kendisi namazgâhında iken, erkenden yanından çıkmış, gitmiş, kuşluktan sonra Cüveyriyye (aynı
yerinde zikrederek) otururken geri
gelmiş ve: “Bırakıp gittiğim halde
duruyorsun (hiç yerinden kımıldamadın galiba?)” diye sormuştur.
“Evet” cevabı üzerine şunu söylemiştir: “Ben senden ayrıldıktan
sonra dört kelime(Iik bir dua)yı üç
kere okudum. Eğer bunlardan hâsıl
olan sevab tartılacak olsa, senin
burada sabahtan beri okuduğun
duaların sevabının ağırlığına denk
olur. O dua şudur: “Sübhânallahi
ve bihamdihi adede halkıhi ve rıdâ
nefsihi ve zinete arşihi ve midâde
kelimâtihi. (Allah’ı mahlukatı sayısınca, nefsinin rızasınca, arşının
ağırIığınca, kelimelerinin adedince
tesbih (noksanlıklardan tenzih)
ederim.” (Müslim, Zikr 79; Tirmizi, Daavât 117).
Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu
anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki:
“İki kelime vardır, bunlar dile hafif,
terazide ağır, Rahmân’ada sevgilidirler: Sübhânallahi ve bihamdihi,
Sübhânallâhi’l-azim. (Allahım seni
hamdinle tesbih ederim, yüce Allahım seni tenzih ederim) kelimeleridir.” (Buhâri, Daavât 65; Müslim, Zikr 31).
Ebü Hüreyre hazretleri (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resülullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Lâ havle ve Iâ kuvvete illa
billah. (Güç de kuvvet de ancak
AIIah’tandır) sözünü çok tekrar
edin.”
Mekhül dedi ki: “Kim bunu
der ve sonra da: “Allah (ın gazabın)
dan ancak O (nun rahmeti)’na iltica etmekle kurtuluşa erilebilir”
23
derse, Allah ondan yetmiş çeşit zararı kaldırır ki bunların en hafifi fakirliktir.” (Tirmizi, Daavât 141).
“Bir defa Hz. Musa Allah
Teala’ya şöyle dua etti: “Ya
Rabbi! Bana öyle bir şey öğret
ki, onunla seni zikredeyim ve
onunla sana dua edeyim” Allah
Teala, “La ilahe illallah” de buyurdu. Hz. Musa “Ya Rabbi!
Bütün kulların bunu söylüyor”
deyince, Allah Teâlâ “Lailahe illallah” de buyurdu. Hz. Musa:
“Ya Rabbi! Sadece bana ait
özel bir şey vermeni istiyorum”
deyince, Allah Teala “ Ey Musa,
eğer yedi kat gökler ve yedi kat yerler terazinin bir kefesine, lailahe il-
rike leh lehü’l-mülkü ve lehü’lhamdü ve hüve alâ külli şey’in
kadir. (Allah’tan başka ilah yoktur,
O tektir, O’nun ortağı yoktur, mülk
O’nundur, hamd O’na aittir. O, herşeye kâdirdir) sözüdür.” (Muvatta, Kur’ân
32; Tirmizi, Da’avât 133).
“Canım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, bütün
gökler ve yerler, ayrıca onların
içinde, arasında ve altında bulunanların hepsi mahşerde terazinin
bir kefesine konsa, La ilahe illallah’
ı ikrar etmekte diğer kefesine konsa
bu kelimenin konduğu kefe diğerine ağır gelir.” (Taberani, Dürrü Mensur.)
“Bir kul yüz defa La ilahe illallah derse, Allahu Teala kıyamet
günü, yüzü ayın on dördü gibi parlak olarak onu diriltecektir. Hiçbir
kimse o gün aynısını veya ondan
fazlasını söylemediği müddetçe
ondan daha üstün amel yapmış
olamaz.” (Taberani)
“La ilahe illallah sözünü
hiçbir amel geçemez ve bu kelime hiçbir günah bırakmaz.”
(İbni Mace, Hakim)
lallah terazinin diğer kefesine
konsa, lailahe illalalh kelimesi onlardan ağır gelir” buyurdu. (Nesai,
Hakim)
“Bir kul la ilahe illallah
dediği zaman ona gök kapıları
açılır. Büyük günahlardan sakındığı müddetçe söylediği bu
kelime arşa kadar ulaşır.” (Tirmizi)
Amr İbnu Şuayb an Ebihi an
Ceddihi (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: “Duaların
en faziletlisi àrefe günü yapılan
duadır. Ben ve benden önceki peygamberlerin söyledikleri en faziletli
söz, lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şe-
24
“Zikrin en faziletlisi la ilahe
ilallah’tır.” (Tirmizi, Daavat 9; İbni Maca, Edeb 55)
Hz. Sa’d (radıyallâhu anh)
anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Balığın
karnında
iken,
Zü’n-Nün’un yaptığı dua şu idi:
Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke
inni küntü mine’z-zâlimin. (Allahım! Senden başka ilâh yoktur, seni her çeşit kusurlardan
tenzih edirim. Ben nefsime zulmedenlerdenim.)” Bununla dua
edip de icâbet görmeyen yoktur.”
“Elizzu bi-yâ-ze’l-celâli ve’l-İkrâm.”
(Yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm)i devamlı
söyleyin! (Tirmizi Daavât 99).
Esmâ Bintu Umeys (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resülullah
(aleyhissalâtu vesselâm) bana:
“Sana sıkıntı zamanında okuyacağın bir duayı öğreteyim mi?” diye
sordu ve şu duayı söyledi: “Allâhu,
Allâhu Rabbi lâ üşriku bihi şey’en.
(Rabbim Allah’tır, Allah! Ben ona
hiçbir şeyi ortak koşmam!)” (Ebu
Dâvud, Salât 361; İbnu Mâce, Dua 17).
“Dile hafif, mizana konduğunda ağır gelen ve Rahman
olan Allah’ı hoşnut eden iki
cümle vardır: Sübhanallahi ve
bi- hamdihi sübhanallahi’l
azim.”(Buhari, Daavat 65; Müslim, zikir 31)
“İsra gecesinde İbrahim aleyhisselama rastladım. Bana şunu
söyledi: Ya Muhammed! Ümmetine benden selam söyle ve onlara
cennetin toprağının çok güzel, suyunun tatlı, arazisinin son derece
geniş ve dümdüz, ağaçlarının da
sübhanallahi vel hamdu lillahi vela
ilahe illalahu vallahu ekber’den
ibaret olduğunu haber ver.” (Tirmizi,
Davet 59)
“Sübhanallahi vel hamdulillahi vela ilahe illallahu vellahü ekber demek, benim için,
üzerine güneş doğan her şeyden daha kıymetlidir.” (Müslim, Zikir
32)
“Allah’ın en çok hoşlandığı sözü sana bildireyim mi?
Allah’ın en çok hoşlandığı söz,
sübhanallahi ve bi-hamdihi demektir.” (Müslim, Zikir 85)
(Tirmizi, Daavât 85).
Hz. Enes (radıyallâhu anh)
anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı bir şey üzecek olsa
şu duayı okurdu: “Yâ Hayyu ya
Kayyum, birahmetike estağisu. (Ey
diri olan, ey Kayyüm olan Rabbim
rahmetin adına yardımını talep ediyorum).” Ve keza şöyle derdi:
Ebü Hüreyre (radıyallahu
anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Sübhânallahi, velhamdu lillahi,
velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber
(Allah’ı tesbih ederim, hamdler Allah’adır, Allah’tan, başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür) demem,
bana, üzerine güneşin doğduğu
Mart 2011
şeyden (dünyadan) daha sevgilidir.” (Müslim, Zikr 32; Tirmizi, Daavât 139).
İbnu Mes’ud (radıyallâhu
anh) anlatıyor: “Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Miraç sırasında İbrahim (aleyhisselâm)’le karşılaştım. Bana:
“Ey Muhammed, ümmetine
benden selam söyle. Ve haber
ver ki: Cennetin toprağı temiz,
suyu tatlıdır. Burası (suyu tutacak şekilde) düz ve boştur.
Oraya atılacak tohum da sübhânallah, velhamdülillah, ve
lâilâhe illallah, vallahu ekber
cümlesidir.” (Tirmizi, Daavât 60).
“Bir kimse her gün yüz defa,
La ilahe illallahu vehdehula şerike
leh, lehü-l mülkü velehül hamdu ve
huve ala külli şey’in kadir, derse,
on köle azad etmiş kadar sevab kazanır; ona yüz iyilik sevabı yazılır;
yüz günahı bağışlanır, bu zikir o
gün akşama kadar o kimsenin şeytandan korunmasını sağlar. Bu zikri
ondan daha fazla tekrarlayan
kimse dışında hiç kimse daha faziletli bir iş yapmamışolur.” Resul-i
Ekrem sözüne şöyle devam etti:
“Bir kimse günde yüz defa sübhanallahi ve bihamdihi derse, onun
günahları deniz köpüğü kadar bile
olsa hepsi bağışlanır.” (Buhari, Bed’ü’l halk
11; Müslim, Zikir 28)
İbnu Ebi Evfa (radıyallâhu
anhümâ) anlatıyor: “Bir adam gelerek- “Ey Allah’ın Resülü! dedi,
ben Kur’àn’dan bir parça seçip alamıyorum. Bana kifâyet edecek bir
şeyi siz bana öğretseniz!” “Öyleyse,
buyurdu, Sübhânallah velhamdüIillah, ve lâilâhe illallah, vallahu
ekber, velâ havle vela kuvvete illâ
billâh. (Allahım seni tenzih ederim,
hamdler sana mahsustur. Allah’tan
başka ilah yoktur, Allah en büyüktür, güç kuvvet Allah’tandır) de.”
“Ey Allah’ın Resülü! dedi, bu
zikir Allah içindir. (O’nu senâdır),
kendim için dua olarak ne söyleyeyim?”
“Şöyle dua et: Allahım bana
merhamet et, afiyet ver, hidayet
ver, rızık ver!”
Adam (dinleyip, kalkınca) ellerini sıkıp göstererek: “Şöyle (sımsıkı belledim!)” dedi. Resülullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bunun
üzerine:
“İşte bu adam iki elini de hayırla doldurdu !..” buyurdu.” (Ebü
Davud, Salât 139; Nesâi, İftitâh 32)
“Cennet hazinelerinden
bir hazineyi sana haber vereyim mi: La havle vela kuvvete
illa billahil aliyyil azim” (Buhari Meğazi 38;Müslim, Zikir 44)
Ebu Selâm, Hz. Enes (radıyallâhu anh)’ten naklediyor: “Resülullah (aleyhissalatu vesselâm)’ın
şöyle söylediğini işittim: “Kim akşama ve sabaha erdiği zaman:
“Rabb olarak Allah, din olarak İslâm’a, resül olarak Muhammed
(aleyhissalatu vesselâm)’e razı
olduk” derse onu razı etmek de
Allah üzerine bir hak olmuştur”. (Ebü
Dâvud, Edeb 110; İbnu Mâce, Dua 14)
Havle Bintu Hàkim (radıyallâhu anh ) anlatıyor:
“Resülullah (aleyhissalatu
vesselam) efendimiz buyurmuşlardır ki: “Kim bir yerde konakladığı
zaman şu duayı okursa, oradan ayrılıncaya kadar ona hiçbir şey zarar
vermez: “Eüzü bi-kelimâtillahi’ttâmmât min şerri mâ halâka. (Allah’ın
eksiksiz,
mükemmel
kelimeleri ile, yarattıklarının şerrinden AIlah’a sığınıyorum.)” (Müslim, 54;
lahu ekber der, yüze tamamlamak
için de La ilahe illallahu vehdehula
şerike leh, lehü-l mülkü velehül
hamdu ve huve ala külli şey’in
kadir derse, günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile affedilir.”
(Müslim, Mesacid 146)
“Farz namazların ardından okunan zikirleri okuyan
kimse hiçbir zaman zarara uğramaz. Bunlar otuz üç defa sübhanallah, otuz üç defa elhamdulillah,
otuz dört defa Allahu ekber demektir. (Müslim, Mesacid 144, 145; Tirmizi, Daavat
25)
“Kim bana bir defa salatü
selam getirirse, bu sebeple
Allah Teala da ona on misli
merhamet eder.” (Müslim, Salat 70; Tirmizi,
Vitir 21)
“Kim gönülden bana bir
salavat getirirse, Allah Teala
ona mukabil on mağfiret ihsan
eder, derecesini on kat yükseltir, bu sebeple ona on sevap
yazar ve on günahını siler.”
(Nesai, Taberani)
“Kıyamet gününde insanların bana en yakın olanları
bana en çok salat ü selam getirenlerdir.” (Tirmizi, Vitir21)
“Günlerin en faziletlisi Cuma
günüdür. Bu sebeple o gün bana
çokça salatü selam getiriniz; zira
sizin salatü selamlarınız bana sunulur” buyurunca, ashab-ı kirâm:
-Ya Resulallah! Vefat ettiğin ve
senden hiçbir eser kalmadığı zaman
salatü selamlarımız sana nasıl sunulur? Diye sordular. Bunun üzerine
Peygamber aleyhisselam:
“Allah Teala peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi
toprağa haram kıldı” buyurdu.
(Ebu Davud, Salat 201; Nesai, Cuma 5)
Muvatta, İsti’zân 34; Tirmizi, Daavât 41).
“Temizlik imanın yarısıdır. El
Hamdulillah duası mizanı, Sübhanallahi vel hamdulillahi zikri ise yer
ile göklerin arasını sevap ile doldurur.” (Müslim, Taharet1)
Mart 2011
“Her namazdan sonra kim
otuz üç defa sübhanallah, otuz üç
defa elhamdulillah, otuz üç defa Al-
“Bir kimse bana salatü selam
getirdiği zaman, onun selamını
almam için Allah Teâlâ ruhumu
iade eder.” (Ebu Davud, Menasik 96; Ahmed ibni
Hanbel, Müsned, II,527)
25
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
Kamil ABDULLAHOĞLU
Zikirle Tedavi Olmak
nsanda hastalıklar çeşitlidir. Her hastalığın tedavisi faklılık arzetmektedir. Fiziksel hastalıkların tedavisi tıp doktorlarının işi ve mesleğidir.
Hastalanan biri iyileşmek için hemen doktora koşmakta ve de iyi doktoru bulmaya çalışmaktadır.
Ancak ruhu hastalanan ve manen çöken bazı insanlari her nedense tedavi olmak için herhangi bir
kapıyı çalmamakta ve gayrette de bulunmamaktadır. Hatta hasta olduğunu bile fark etmez.
İ
İnanan bir insan hastalığının farkında olan ve
iyileşmek için çare arayan kişidir. İnsan bedeninin
maddi gıdalara ihtiyacı vardır. Bu gıdalar ne kadar
düzenli ve kaliteli olursa, beden de o kadar sağlıklı
olur. Ruhun gıdası ise manevi hasletlerdir. Bunlardan en önemlilerinden biri de zikirdir.
Zikir, mülk sahibi, yediren-içiren, karşılıksız
veren, bağışlayan, affeden, izzet ve kudret sahibi,
acıyan, adil, son derece lütufkâr ve kulluk yapılmaya layık Yüce Allah’ı unutmamak, hatırdan çıkarmamaktır.
Allah (cc), tek ve yegane olup ortağı olmayan,
desteğe muhtaç olmadan zengin, bütün varlık aleminin kendine muhtaç olduğu halde kendinin hiçbir varlığa muhtaç olmayıp eş ve çocuğu olmayan,
yüceliğinde benzeri bulunmayan, zail olmayan
mülke sahip olan ve tüm yüce sıfatlara haiz yüceler
yücesi zikredilmeyecek ve unutulacakta kim hatırlanacak? Unutulmamak, zikredilmek yalnızca Onun
hakkı değimlidir?
Zikir ruhu aydınlatan ve olgunlaştıran bir ibadettir. Kur’an ı Hakimde: “Bunlar, iman edenler
ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükunete eren-
26
lerdir. Bilesiniz ki, kalpler Allah’ı anmakla
huzur bulur.” (Ra’d, 13/28). İşte ruhları tedavi edenin
zikir olduğu bu ayette ortaya konmaktadır. Kur’an
da zikirle alakalı birçok ayet bulunmaktadır.
İbn Abbas (r.a.)Şöyle demiştir: Allah (cc) emrettiği her farz hükmün belli bir sınırını koymuştur.
Zikirde ise böyle bir sınır konmamıştır. “Ey inananlar! Allah’ı çokça zikredin.” (Ahzab, 33/41) ayeti ile,
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları
üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı zikrederler.” ( Al-i İmran, 3/191) Bunun isbpatıdır. Hasanı Basri
Şöyle demiştir: “Vallahi dünya Allah’ı zikirle,
ahiret ise cennet ve ruyetullahla güzel olur.”
Sehl b. Abdullah ise: “Allah(cc)ı unutmaktan
daha büyük bir musibet yoktur.” Demiştir.
Yahya b. Muaz da: “Allah, Dünyayı ehli gafletle, cehennemi ehli kasvetle, cenneti de ehli
zikirle imar eder.” demiştir.
Muaz b. Cebel (r.a) zikirle alakalı şöyle buyurmuştur: “Cennet ehli cennette hiçbir şeye üzülmeyecekler. Yalnız bir an Allah Tealayı zikirden
gafil oldukları ana üzüleceklerdir.” (Suyuti, ed-Durrul mensur)
Yunus (a.s.) Rabbisinden müsaade almadan vazifeli olduğu bölgeyi terk edince, İlahi emirle bir balık
tarafından yutuldu. Bu bir cezalandırmaydı. Bu cezanın kaldırılmasını Kur’an şöyle anlatır: “Yunus kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu. Eğer
Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.”
(Saffat, 37/142,143,144)
Zikrin insana sağladığı pek çok fayda vardır. Bu faydalardan kısaca bahsetmeye çalışalım:
1 Zikir, Azim olan Allah ile kul arasında açılmış bir kapıdır. Bu kapı kulun gafletiyle kapatılmadıkça hep açık kalır. Hasan’i Basri şöyle demiştir:
“Namaz, zikir ve Kur’an dan zevk almaya çalışın. Eğer zevk alırsanız ne ala. Şayet alamazsanız kapının kapalı olduğunu bilin.” Yüce
Rabbimiz Zikri hakiminde de: “Öyle ise siz beni
(ibadetle) anın ki ben de sizi anayım…” (Bakara,
2/152).
2- Zikir ölü kalpleri diriltir. Bir hadiste Efendimiz (s.a.v) Şöyle buyurmuştur: “Rabbisini zikredenle zikretmeyenin durumu, ölü ile dirinin
durumu gibidir.” (Buhari, Müslim).
3- Zikir kalbin pasını siler. Her şeyi paslatan
bir şey vardır. Kalbi paslandıran ise gaflet ve heva’dır. Kalbi cilalayan da zikir, tevbe ve istiğfardır.
Bir hadiste Efendimiz (s.a.v.): Demirin paslandığı
gibi kalplerde paslanır. Paslanan kalplerin cilası nedir? Ya Resulallah sorusuna; Kur’an
okumak ve ölümü tefekkürdür.” Diye buyurdular.
4- Zikir, Hataları siler ve günahların bağışlanmasına sebep olur. Bir ayette: “…Çünkü iyilikler
kötülükleri (günahları) giderir.” (Hud, 11/114) buyurulmuştur. Bir hadiste de: “Kim bir gün ve bir gecede yüz kere <Subhanallahi ve Bihamdihi>
derse, denizler köpüğü kadarda olsa günahları
bağışlanır.” (Buhari, Müslim).
5- Zikir, Rahmet ve sekinetin inmesine sebep
olur. Bir hadiste: “Herhangi bir topluluk Allah’ın
evlerinden bir evde Kur’an okumak ve
Kur’an’dan ders yapmak için toplanmamış olsunlar ki, böyle bir toplantıdan dolayı üzerlerine bir sekinet inmemiş olsun, onları rahmet
kuşatır, melekler onları çevreler ve Allah onlardan katında olanlara bahseder.” (Müslim, Tirmizi)
6- Zikir, dili gıybet, nemime, yalan, fuhuş ve
batıl söz söylemekten alıkor. Bir insan dilini zikre alıştırırsa boş söz ve işlerden kendini korur. Dilin Allahı
zikrederek kuruması, kötü işlerde ıslanmasına mani
olur.
7- Her bir Zikir, Cennete dikilen bir ağaçtır.
Efendimiz (s.a.v.) bir hadiste şöyle buyurmuştur:
“Kim <Subhanellahi ve Bihamdihi> derse,
onun için Cenntte bir ağaç dikilir. (Tirmizi).
8- Zikire verilecek mükafat pek çok amele ve-
rilmemektedir. Bir hadiste: “Kim bir günde <lailahe İllahu vehdehu Laşerikeleh Lehu’l-Mülku
ve Lehu’l-Hamdu vehuve Ala Külli Şeyin
Kadir> yüz kere söylerse, on köle azad etmiş
kadar mükafat alır. Kendine yüz hasene yazılır,
yüz günahı silinir. O günün akşamına kadar
şeytandan korunmuş olur. Bu zikri fazla yapandan başkası ondan daha iyi amel etmiş
olamaz.” (Buhari, Müslim).
9- Zikre devam etmek, kulun şekavetine
sebep olan nisyandan (unutmak) kurtuluşuna sebep
olur. Kulun Rabbisini unutması ise, kendini ve maslahatlarını unutmasına sebep olur. Bir ayette Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Allah’ı unutan ve bu
yüzden Allah’ında onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan
çıkan kimselerdir.” (Haşr, 59/19)
10- Zikir, Kararmış kalplere şifa kaynağıdır.
Bir adam Hasana, kalbinin kasvetinden şikayette bulundu. Hasan ona, kasveti zikirle erit dedi. Mekhul
de şöyle demiştir; Allah’ı zikretmek şifadır. İnsanlardan bahsetmek ise hastalıktır.
11- Allah (cc) ve Meleklerin salatı zakir üzerinedir. Allah ve Melekleri kimin üzerine salat ederse o
kişi kesin olarak kurtulanlardandır. Yüce Rabbimiz
şöyle buyurmaktadır: Ey inanalar! Allah’ı çokça
zikredin. Ve O’nu sabah akşam tesbih edin.
Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için
üzerinize rahmetini gönderen O’dur. Melekleri
de size istiğfar eder. Allah, müminlere karşı
çok merhametlidir.” (Ahzab, 33/41,42,43)
12- Allah (cc), zikir ehli ile Meleklerine övünür.
Efendimiz (s.a.v.) Mescid’de halka kurarak zikir
yapan topluluğa şöyle demiştir: “…Cebrail (a.s.)
bana gelerek, Yüce Allah’ın sizlerle Meleklere
övündüğünü haber verdi.” (Müslim)
13- Çokça zikretmek insanı nifaktan uzak kılar.
Münafıklar Allah’ı az zikredenlerdendir. “(Munafıklar) Allah’ı da pek az zikrederler.” (Nisa, 4/142). Ayeti
bunua delalet etmektedir. Kab şöyle demiştir: “Kim
Allah’ı çok zikrederse nifaktan uzak olur.” Bundan dolayı da Allah(cc) Münafık suresinde, Münafıklar
bahsini şu ayetle sonlandırıyor: “Ey iman edenler!
Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan
alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münafikun, 63/9)
Zikrin buraya alamadığımız pek çok faydası
vardır. Yüce Rabbimiz bizlere kendini unutturmasın
(Amin).
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Hepimiz Orhan
Çeker’iz
Aydın BAŞAR
rof. Dr. Orhan Çeker son derece kıymetli, son
derce işinin ehli, son derece insani yönü kuvvetli bir alim. İslam fıkhına dair en ince detaylara nüfuz eden bir ilme sahip. Ayrıntı denilebilecek
bir konuyu her boyutundan ele alarak saatlerce anlatacak bir kabiliyeti var.
P
"Âlime hürmet eden bana hürmet etmiş
olur. Bana hürmet eden Allah'a hürmet
Vakur hali, yumuşak huyluluğu ve ehl-i takva
oluşu onu değme ilahiyatçılardan farklı kılıyor. Onu
tanımak, onu dinlemek, onun ilminden istifade etmek
bir ayrıcalık.
etmiş olur. Alimlere hürmet edin çünkü
onlar Allah nazarında yeryüzünün
yıldızlarıdır."
Ben kendi adıma söylüyorum Allah benim ömrümden alsın ona versin. Çünkü onun ilimle geçirdiği
her dakikası insanlık için büyük bir nimet.
Ne yazık ki biz böyle gerçek âlimlerin kıymetini
bilmediğimiz gibi bir de onlara cefa ediyoruz. Tıpkı
Orhan Çeker Hoca’ya yapılanlar gibi..
Üftade Hazretleri talebesi Aziz Mahmut Hüdayi
hazretlerine “padişahlar ardından yürüsün” diyerek dua etmişti ve bu dua padişah Sultan Ahmet’le
gerçek oldu.
28
Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri tam sekiz Osmanlı padişahı gördü ve her birisi ona hürmet ettiler.
Bazı padişahlar bu zatın abdest alırken suyunu ve havlusunu tutuyorlardı. İşte alime hürmet böyleydi.
Ertuğrul Gazi vefat etmeden oğluna bazı nasihatlerde bulundu, dedi ki: “Ey oğul beni kır, Şeyh
Edebali’yi kırma” İşte hocaya verilen değer buydu.
Alimlere böylesine hürmet eden bu padişahlar
demek ki sadece fani dünyanın sultanı değil belki
günül sultanları idi. Çünkü onlar Alemlerin Fahri Efendimiz Sallallahü Aleyhi Ve Sellem’in şu buyruğunun
idrakinde idiler:
"Âlime hürmet eden bana hürmet etmiş
olur. Bana hürmet eden Allah'a hürmet etmiş
olur. Alimlere hürmet edin çünkü onlar Allah
nazarında yeryüzünün yıldızlarıdır."
Sayın Başbakan ve Sayın Cumhurbaşkanı’ndan
ilmin ve alimin şerefi için, İslam’ın izzeti için ve Allah
rızası için Prof. Dr. Orhan Çeker Hocamıza yapılan
haksızlığı gidermelerini rica ediyorum. YÖK başkanı
ve Konya Selçuk Üniversitesi Rektörünün ondan özür
dilemesini istiyorum. Neden?
Önce bir gazetenin çarpıttığı Orhan Çeker Hoca’nın beyanatını hatırlayalım, diyor ki hoca:
"Eğer kadın tacize uğramışsa, kadın dekolte giydiği ve tahrik ettiği için başına geldiyse, suçlu sadece erkek değil, suça kadın da
ortaktır. Fakat kadın vakur şekilde hareket
etmiş, dekolte giyinmemiş buna rağmen bir
erkek tarafından taciz edildiyse, burada yüzde
100 suçlu erkektir ”
Yüzde yüz haklı olan bu açıklama adeta bir olay
oluyor ve altından başka şeyler çıkartılmaya çalışılıyor. Bu açıklamanın İslam fıkhına uygun bir açıklama
olduğunda şüphe yok. Bir ilahiyatçıdan, bir alimden
bundan başka nasıl bir açıklama beklenilebilir ki? Elbette dine göre konuşacaktır.
Saptırılan bu beyanatın ardından YÖK Başkanı
Yusuf Ziya Özcan, Selçuk Üniversitesi Dekanı Süleyman Okudan’ı arıyor, diyor ki: "Süleyman, ne biçim
Dekanın var senin şunla bir konuş." Rektör Süleyman da YÖK başkanı ne dediyse bunu saf saf medyayla paylaşıyor. Ve bir takım talihsiz beyanatlar
veriyor. Yok Orhan Çeker üniversitenin saygınlığını zedelemişmiş, yok Konya’nın imajını bozmuşmuş, Böyle
yorumlara ne gerek varmış, falanmış filanmış…
Mart 2011
Bir kere Rektörün bu denli ağır ifadelerle bir ilahiyat profesörünü, bir İslam alimini yaralamaya hakkı
yok. Bu nasıl bir yönetim anlayışı… En ufak bir şeyde
kendi personeline sahip çıkacağı yerde bir darbe de
kendisi vuruyor. İnsan biraz kendi personeline sahip
çıkar. Siz aynı kurumda çalışıyorsunuz ve meslektaşsınız. Hemen böyle adam harcanmaz. Diğer öğretim
üyeleri de bu olaydan sonra bir sorun çıktığında rektörün kendilerine ne denli sahip çıkacağı konusunda
bir fikir yürütmüşlerdir herhalde.
Diğer taraftan bu rektör nasıl olurda İslamî bir
beyanat veren İlahiyat Profesörünün beyanatına müdahale edebilir? Modern bir ilahiyatçı İslam’ın içini
oyan sapık bir tevil yaptığında kimse sesini çıkartmazken, bir profesör kendi alanıyla ilgili bir açıklama
yapınca ne hakla Hoca hakkında inceleme başlatılıyor?
İslam’ın ilmini bu derece ayaklar altına almaya
hakkınız yok. İslami ilimlerin içinden süzülmüş bir ilmi
veriye dil uzatmaya da hakkınız yok. Bu hakkı size
kimse vermiyor.
YÖK başkanı veya rektör olmanız İslami ilimlerin verilerine müdahale etme yetkisini size vermez. Bu
Müslümanlar açısından züldür. Ayrıca kimsenin de
haddi değildir.
Selçuk Üniversitesi Rektörü, Muhterem Orhan
Çeker Hoca hakkındaki incelemeyi durdurmalı ve Hocadan ivedilikle özür dilemelidir. YÖK başkanı eğer
Prof. Dr. Orhan Çeker gibi bir zat hakkında “şu adam”
gibi bir tabir kullandıysa bundan dolayı da ayrıca özür
dilemelidir.
29
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
18 MART
ŞEHİTLER GÜNÜ
VE ÇANAKKALE
DESTANI
Mehmet TALU
M ILLETIMIZIN
BEKÂSI ŞEHITLIK VE GAZI -
Soru: 18 Mart şehitler günü ve Çanakkale destanı hakkında bilgi verir misiniz?
Cevab: Bismillahirrahmanirrahim.
Şanlı tarihimizdeki kahramanlık destanlarından
biri de Çanakkale Zaferidir.
LIK RUHU KAZANMIŞ BIR KALBE SÂHIP
OLAN NESILLER YETIŞTIRMEKLE
MÜMKÜNDÜR .
LARIMIZA
B UNUN
Ç ANAKKALE
IÇIN ÇOCUK DESTÂNINI VE
Bu zafer, Birinci Dünya Savaşında kahraman
askerlerimizin, cihanı hayrete düşüren bir îman ve
kahramanlık destanıdır.
ARDINDAKI RUHU ANLATMALI AZIZ
VATANIMIZIN KIYMETINI ÖĞRETMELIYIZ .
K ANININ
RENGINI BAYRAĞIMIZA VERMIŞ ,
Bu zafer, milletimizin, iman ve azminin, metanet ve gücünün açık bir göstergesidir.
AZIZ CANINI VATANIMIZ UĞRUNA FEDA
ETMIŞ OLAN ŞEHITLERIMIZ ; BU YÜCE
DEĞERLERIMIZIN KORUNMASINI , SAVUNUL MASINI VE ILELEBET YAŞATILMASINI
BIZLERE EMANET ETMIŞLERDIR .
Bu zafer, tek vücut haline gelmiş imanlı bir milletin; dinini, namusunu, istiklalini, vatanını ve bayrağını korumak için neler yapabileceğini bütün dünyaya
göstermiştir.
Bu zafer, savaşın ve tarihin akışını değiştirmiştir.
Çanakkale'de, donanım ve maddi imkân bakımından
kendisinden güçlü ordulara karşı, inanılmaz bir direniş
gösterilmiş, üstün cesaret ve özveriyle, “ÇANAK-
30
KALE GEÇİLMEZ” dedirten, eşine az rastlanır, anlamlı bir kahramanlık destanı yazılmıştır.
Çanakkale zaferi:
“Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz,
Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa,
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,”1
diyerek bütün gücüyle düşmana karşı koyan milletimizin destanıdır.
Çanakkale zaferi, Yüce Rabbimizin:
"Sizinle savaşanlara karşı ALLAH
Teâlâ'nın yolunda siz de savaşın"2emrine uyarak
cepheye atılan kahraman askerimizin destanıdır.
Çanakkale zaferi, vatanı, bayrağı, milleti, dini ve
devleti için canını ALLAH yolunda feda eden, böylece
ALLAH rızasına eren şehitlerin destanıdır.
Çanakkale zaferi, anaların biricik evladını, şefkat
ve muhabbetle bağrına basıp:
“Oğul, seni yetiştirdim, hizmet eyle vatana
Ak sütümü helal etmem saldırmazsan düşmana”
diyerek cepheye uğurladığı; oğulun da anasının
elini öpüp:
“Hakkını helal et şefkatli ana
Canım feda olsun kutsal vatana”
diyerek karşılık verdiği, cefâkâr analar ile yiğit
ve kahraman Mehmetçiklerin destanıdır.
Çanakkale zaferi; ırkları, renkleri ve dilleri
değişik çeşitli milletlerden oluşan; haçlı ordularının
Müslüman milletimizi yok etmek amacıyla karadan,
denizden ve havadan üzerimize saldıran bir imanküfür mücadelesidir. Çünkü merhum şairimiz Akif'in:
göğsüne bomba ve mermi yağdırmıştır. Yine merhum
şairimiz Akif'in:
"Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;"
dediği gibi, gökler ölüm indirmiş, yerler ölü
püskürmüştür. Kahraman ecdadımız, bu öldürücü
silâhların tehdidine karşı iman dolu göğsünü siper
etmiş, bir gül bahçesine girercesine vatan uğruna
şehid olmayı şeref bilmiştir. Düşmanın gülleleri, mermileri, arslan neferlerimizin göğsünde sönmüş,
Çanakkale Boğazı düşmanlarımıza mezar olmuştur.
Müslümanları düşmanlarına karşı bu denlü cesaretli
kılan husus: Kur’an-ı Kerim'de: “İki güzelden biri”4
şeklinde ifade edilen “şehitlik veya zafer neticesindeki gazilik” inancıdır. Yani, Mü'min için
savaşta iki güzel neticeden biri vardır: Ya öldürülüp
şehit olacak veya galip gelerek gazi olacaktır. İşte bu
inançla, bu savaşta ikiyüz ellibin vatan evladımız şehit
olmuştur. Bu sebeple merhum şairimiz Akif'in:
"Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ.."3
"Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.
dediği gibi çehreleri, renkleri, dilleri ve ırkları
değişik, çeşitli milletlerden oluşan, insan selini andıran
ordular, milletimizin üstüne yürümüş, mehmetçiğin
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!"
Mart 2011
31
diye tanıttığı Anadolu toprakları, kelimenin tam
anlamı ile “şehitler yurdu”dur. Onun için: "Dur
yolcu! Bilmeden gelip bastığın bu toprak, istiklal uğruna, namus yolunda, can veren
Mehmetçiğin yattığı yerdir."
Unutmayalımki, bu topraklar uğruna sadece
Çanakkale’de ikiyüz ellibin vatan evladı, gözlerini bile
kırpmadan düşmanla göğüs göğüse çarpışmış, şehit
olmuştur.
İman, vatan sevgisi, dayanışma, birlik ve beraberlik duyguları, zamanın en güçlü ve donanımlı ordularına karşı koymada en önemli faktörler olmuştur.
Bu zaferin sırrı milletimizin yekvücut olması, birlik, beraberlik hâlinde bölünmez bir bütün oluşturmasıydı.
“Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!”
rûhunun yaşanmasıydı. Yâni Çanakkale'de düşmanı, Mehmetçiğin şahsında bütün bir millet mağlup
etmiştir.
Bugün de milletçe, aynı ruh ve inanca, aynı birlik, beraberlik ve dayanışmaya ihtiyacımız vardır.
Çanakkale’de şahlanan ruh, milletimizin mayasını
oluşturan ruhtur. Bu ruh, dinin, vatanın, namusun,
bayrağın, kısaca bizi biz yapan değerlerin en zor şartlarda bile feda edilemeyeceğini açık bir şekilde ortaya
koymuştur. Bu ruhu yaşattığımız müddetçe ulaşamayacağımız hiçbir hedef, başaramayacağımız
hiçbir iş, üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir sorun,
çözemeyeceğimiz hiçbir problem kalmayacaktır, inşaALLAH.
32
Bizler için böylesi bir öneme sahip olan Çanakkale
zaferinin yıldönümü olan 18 Mart tarihi, 27 Haziran
2002’de 4768 sayılı Kanun’la “Şehitler Günü” olarak
kabul edilmiştir.
Bir 18 Mart Çanakkale Şehitlerini anma
gününde, şehitlik gezilirken, topluluk içinden biri çıkar
ve etrafındakilere yüksek sesle şöyle der:
- Bu nasıl ilkel ve geri bir anlayıştır. İşte tam
burası şehitlik. Bir adam çıkmış diyor ki:
“Kim bu Cennet vatanın uğrunda olmaz ki feda,
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda...”
Kardeşim bu topraktır. Hiç toprak sıkılınca
şüheda fışkırır mı? diyerek, imanı volkan gibi olan İstiklal Marşı şairimiz merhum Akif'in inancıyla ve
sanatıyla alay eder mahiyette yere eğilir, bir avuç
toprak alır ve çevresindekilere:
- İşte bir avuç toprak aldım ve sıkacağım.
Bakalım şüheda fışkıracak mı? der ve toprağı sıkmak
amacıyla elini yummasıyla beraber, parmaklarından
kanlar fışkırmaya başlar. Çevresindekilerin şaşkın
bakışları arasında meydana gelen bu hadise
karşısında adam şok olmuştur. Mesele anlaşılınca
görülmüştür ki, o toprak içinde çok yoğun biçimde bulunan ve Avusturya dikeni denen küçük dikenler, elin
kılcal damarlarını patlatması neticesinde kanlar o
tazyikle fışkırmıştır. Kutsal değerlerle alay eden bu
zavallı da uzunca bir zaman cımbızla dikenleri ayır-
Mart 2011
mak zorunda kalmış ve o dikenler de kendisine iyi bir
ders olmuştur.
Görülüyor ki, ceza bazen apaçık gelir. Aslında
merhum şairimiz Akif, bu hadiseden yaklaşık bir asır
önce sanki olayı görmüş gibi tasvir ediyordu:
“Enbiya yurdu bu toprak; şüheda burcu bu yer;
Bir yıkık türbesinin üstüne Mevla titrer!
Öyle meşbu’-i şehadet ki bu öksüz toprak:
Oh, bir sıksa adam otları, kan fışkıracak!”5
Merhum şairimiz Akif her zaman: “İnsan bir
haddini, bir de hesabını bilmeli.” derdi. Haddini
aşanlar için derler ya...
“Hak sillesinin sadası yoktur
Bir vurdu mu hiç devası yoktur.”
Müslüman varlığını yeryüzünden ebediyen
silmeyi amaç edinen Haçlı zihniyeti, düşmanlar
ülkemizi parçalamak, milletimizi esir etmek maksadıyla, Birinci Dünya savaşının hemen başlarında,
1914 yılı Kasım ayında Osmanlı devletine savaş ilan
ettiler ve Osmanlı İmparatorluğunun başkenti İstanbul'u ele geçirmeye karar verdiler. İstanbul'un ele
geçmesi demek Türk milletinin kalbinden vurulması
demekti. Bu amaçla İngiliz ve Fransız savaş gemilerinden oluşan ve en modern silahlarla donatılan çok
güçlü donanma, Çanakkale boğazının girişine geldi ve
15 Şubat 1915 günü Türk mevzilerini bombardıman
etti. Ancak boğazı geçemedi.
Onlar güçlü donanmalarına ve askerlerinin çokluğuna güveniyorlar, fakat Türk askerinin kahramanlığını hesaba katmıyorlardı. Nitekim Mehmetçiğin
kahramanca direnişi karşısında düşman donanması
geri çekilmek zorunda kaldı.
25 Şubattta tekrar boğazın önüne gelen düşman
zırhlıları Türk mevzilerini yine gülle yağmuruna tuttu.
Daha sonraki günlerde de şiddetli bombardımanlar
devam etti. Onlar boğazı geçip İstanbul'u ele
geçirmekte kararlı idiler. Türkler de vatanı savunmak
ve düşmanı boğazdan geçirmemekte kararlı idi. Düşman 18 Mart'ta bütün gücü ile saldırıya geçti. Bu sefer
kendilerinden emindiler. Onlara göre yaptıkları bombardımanlarla Tük mevzileri yerle bir edilmiş ve
boğazdaki mayınların hepsi temizlenmişti.
Gemiler boğazdan içeri girerek ilerlemeye
başladı. Büyük çapta toplarla donatılan zırhlılar Türk
Mart 2011
mevzilerini bombardıman ediyordu. Bu bombardımanlarla mevzilerimiz büyük hasar görmüş,
toplarımızın bir kısmı da parçalanmıştı.
Düşman Türk savunmasının kırıldığına kanaat
getirmiş, halbuki Türk askeri henüz son sözünü söylememişti. Düşman zırhlıları ilerlemeye devam ederken
Türk topcusunun şiddetli ateşi başladı. Onlar da gemilerden bütün topları ile Türk mevzilerini ateşe tuttular.
Böylece boğaz görülmemiş bir çatışmaya sahne oldu.
Türk Ordusu düşmanın cehennemi andıran
bombardımanına şiddetle karşı koydu, büyük bir
inançla vatanını savundu. Düşman daha önce boğazdaki mayınları temizlemişti. Savaştan bir gece önce
Nusret mayın gemimiz boğaza tekrar mayın döşemiş,
fakat düşman bunu fark edememişti.
İşte topçularımızın isabetli atışları ile düşman
gemilerinin bir kısmı hasara uğrayıp savaş dışı kalırken
bir kısmı da mayınlara çarparak boğazın sularına
gömülmeye başladı. Düşman büyük kayıplar verdi.
Çanakkale boğazı mağrur düşmana mezar oldu.
Kalan gemileri ile kendilerini boğazın dışına atarak
canlarını zor kurtardılar.
ALLAH'ın yardımı ve Türk askerinin kahramanlığı sayesinde dünyanın en güçlü donanması, en
büyük yenilgiyi Türk milletinden aldı. Çanakkale zaferi
33
ile tarihimize yeni bir kahramanlık destanı daha
yazıldı. Bu zafer, Türk milletinin gücünü bir kez daha
bütün dünyaya göstermiş oldu. En güçlü silahlarla
vatanımıza saldırarak savaşı kazanacaklarını sananlar,
yanıldıklarını bir kere daha anladılar.
Boğazdan İstanbul'a ulaşamıyacağını anlayan
düşmanlar, karadan geçmeye karar vererek Gelibolu
yarımadasına asker çıkarmaya başladılar. Fakat
karaya ayak bastıkları yerde Türk askerinin büyük bir
direnişi ile karşılaştılar. Çok güçlü donanmanın desteği
ile karaya çıkan düşman askerleri ile vatanını kurtarmak için ölümü göze alan Türk askerleri arasında
görülmemiş bir boğuşma başladı. Çarpışmalar zaman
zaman göğüs göğüse devam etti.
Ardı arkası kesilmeyen düşman birlikleri ateş
kusan modern silâhları ile yarımadayı adetâ cehenneme çevirdiler. Fakat Mehmetçiğin tarihte benzeri
görülmeyen kahramanca direnişi karşısında karadan
da geçemediler ve büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu savaşta biz de çok sayıda
şehit verdik ama vatanı düşmana çiğnetmedik.
Mehmetçik vatanı için seve seve ölüme gitti ve ölümsüzleşti. Dünya, Türk askerinin yenilmez gücünü ve
hiç bir millette görülmeyen kahramanlığını bir kere
daha anlamış oldu.
Bir yılı aşkın süre devam eden Çanakkale
savaşları sonunda Türk milleti düşmanlara karşı tarihte emsaline rastlanmayan büyük bir zafer kazanmış,
vatan sevgisi ve iman gücünün maddi üstünlükten
daha önemli olduğunu bütün dünyaya ispat etmiştir.
Çanakkale'de maddî gücümüz, düşmanın gücüne nispetle çok az idi. Askerimizin bir çoğunun, ayağında
postalı dahi yoktu. Ancak Mehmetçiğin manevi gücü
34
büyüktü. İngiliz Ordu komutanı General Hamilton'un:
- Bizi Türkler'in maddî gücü değil, mânevî gücü
mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile
kalmamıştı, şeklindeki itirafı bu gerçeği ifade etmektedir. Hakikaten Karşılıklı siperler arasındaki mesafe
sekiz metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına düşüyor. İkinci
siperdekiler onların yerini alıyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkül ile biliyor
musunuz? Ölenleri görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir tereddüt bile göstermiyor.
Sarsılmak yok. Okumak bilenler Kur'an-ı Kerim
okuyor ve Cennete gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler
kelime-i şehadet çekerek yürüyor. Sedye ile götürülen
yaralı bir asker, komutanının yanından geçerken:
“Şehit olamadım paşam!" diyerek üzüntüsünü dile
getiriyor. İşte bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini
gösteren hayret ve tebrike değer bir örnektir. İşte
Çanakkale zaferini kazandıran bu yüksek ruhtur.
Çünkü din, vatan, millet gibi kutsal sayılan
değerlerin korunmasına çalışırken şehit ve gazi olanlar,
ALLAH Teâlâ ve Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz
tarafından övülmüştür:
"ALLAH Teâlâ yolunda öldürülmüş olan
kimseler için ölüler demeyin. Bilakis onlar
diridirler. Fakat siz iyice anlamazsınız."6
"ALLAH Teâlâ yolunda öldürülen kimseleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri
katında diridirler. Öyle ki ALLAH Teâlâ'nın lutf
u inayetinden kendilerine verdiği şehidlik mer-
Mart 2011
tebesi ile hepsi de şâd olarak cennet nimetleriyle rızıklanırlar. Arkalarından henüz onlara
katılamayan şehid dindaşları hakkında da: Onlara hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir, diye müjde vermek isterler.
Onlar da ALLAH Teâlâ'dan gelen bir nimetle,
hatta daha fazlasıyla ve ALLAH Teâlâ'nın,
mü'minlere olan mükâfatını zayi etmeyeceği
müjdesiyle de sevinirler."7
Enes b. Malik (R.A.)den
Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz:
rivayete
Yine:
“Sonra ALLAH, Resûlü ile müminler üzerine sekînetini yani sükûnet ve huzur duygusunu indirdi, sizin görmediğiniz ordular yani
melekler indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu,
o kâfirlerin cezasıdır.”10
göre
“Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri
dönmeyi arzu etmez. Sadece şehid, gördüğü
itibar ve ikrâm sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehid olmayı ister.”8buyurmuştur.
Çanakkale savaşında olağanüstü haller, kerametler,
ilahî yardımlar görülmüştür. Çanakkale Savaşında:
“Andolsun ki ALLAH, birçok savaş alanlarında size yardım etmişti…”9 ayet-i kerimesinde
vaad edildiği gibi, ALLAH ordumuza yardım etmiştir.
“Ey iman edenler! ALLAH'ın size olan
nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı
da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin
görmediğiniz ordular göndermiştik. ALLAH ne
yaptığınızı çok iyi görmekteydi.”11ayet-i kerimelerinde vaad edildiği gibi, ALLAH ordumuza
yardım etmiştir, melekler göndermiştir. Başta
Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin ruhaniyeti olmak
üzere üçler, yediler, kırklar... Ricalullah... Gayb erenleri
evet hepsi o savaşta hazır ve nazır bulunmuşlardır,
Ehl-i İslâm’ın imdadına yetişmişlerdir. Bedir’den,
Huneyn’e Çanakkale’den Sakarya’ya, oradan Kore’ye
kadar birçok savaşlarda ilahi yardım müslüman askerlerimizi hiçbir zaman yalnız bırakmamıştır. İşte
yaşanan örnekler…
Çanakkale savaşlarının en kızgın anında imanlı
bir Osmanlı subayı vurulmuş, yerde yatıyor, can çekişiyor... Kan kaybetmiş, yüzü bembeyaz olmuş...Birden yanındakilere:
- Beni kaldırın! diyor, gözleri bir yere bakıyor, dudaklarından şu cümle dökülüyor: "Ya Resûlellah
zahmet buyurdunuz..." sonra ruhunu teslim ediyor.
Yanındakiler onun gördüğünü görmediler ama o
gördü, ona gösterildi.
Bayram Namazında Askerimizi
Örten Bulutlar
Çanakkale savaşının en çok konuşulan ve
ALLAH Teâlâ’nın bizlere yardımını açıkça ortaya
koyan önemli bir olay da bulutların namaz kılan askerlerimizi örtmesidir. Savaşın başlamasından bitimine
kadar meydana gelen birçok olay nedeniyle yabancılar dahi bunu tasdik etmiştir. 1915 yılının Temmuz ayı ile Ağustos ayları arası Ramazan’dır ve
Mehmetçik oruçlarını aksatmadan tutmuş, mücadelesine devam etmiştir. Bayram yaklaşırken akıllara şu
Mart 2011
35
soru gelir: “Acaba bayram namazı nasıl kılınacak? Toplu halde kılınan bir namaz savaş durumunda uygun olacak mı? Acaba kılamayacak
mıyız?” Bütün bu endişeleri yaşayan bir gazimiz neticeyi şöyle anlatıyor:
-Gelibolu’da oturmakta idim. Çanakkale’de 9.
Tümen teşekkül edince gönüllü olarak kıtaya kaydoldum. Savaş ilerledikçe din görevlilerinin yerleri de
belirsiz olmuştu. Bizim gibi gençler, savaşın içinde
görev yaparken, yaşlılar Sargıyeri ve hastanelerde
görev ifa ediyorlardı. Ben, Seddülbahir Cephesi’nden
savaş bitinceye kadar hiç ayrılmadım. Miladî 1915
yılında Ramazan, 13 Temmuz Salı günü başlamış. 11
Ağustos Çarşamba günü bitiyordu. Arife günü idi
cephe kumandanı Vehip Paşa beni çağırdı.
- Hafız, askerin bir talebi var. Yarın Ramazan
Bayramı, sabahleyin hep beraber bayram namazı kılmak istiyorlar. Eratın toplu bir halde bulunmaları
tehlikeli ve düşman için bulunmaz bir fırsattır. Tekliflerini kabul etmedim. Sen de, münasip bir lisan ile
anlatırsın! dedi.
Paşanın yanından ayrılmıştım ki, ALLAH
Teâlâ’nın veli kullarından bir zat çıktı karşıma. Bana
dedi ki:
- Sakın ola ki erata bir şey söyleme, gün ola,
hayır ola! ALLAH ne derse o, olur!
12 Ağustos 1915 Perşembe günü Ramazan
Bayramı’nın sabahı erken kalktım. Müslüman Türk
askerleri, bayram namazını mutlaka eda edeceklerdi...
Aynı göle dökülen sular gibi; ALLAH sevgisinde birleşen yüzlerce asker de ayakta idi. Hak katında birlikte
secdeye varacaklardı. Hep beraber başımızı göğe
kaldırdık: Büyük büyük beyaz bulutlar göründü. Biraz
sonra da bu bulutlar yere çöktü. Herkes “ALLAHü
Ekber!” deyip yüzlerini toprağa sürdü. Hepimizin
içinde ince bir huzur çiçeklenmiş ve Yüce ALLAH bizi
bulutlar arasında görünmez hale getirmişti. ALLAH
Teâlâ’nın veli kullarından karşıma çıkan bu zat askerin
karşısında en önde durdu; sonra o derin, o tatlı ve
yanık sesiyle, Kur’ân-ı Kerim’den Fetih Sûresi’nin
başından 9. ayet-i kerimesine kadar okudu. Sonra iki
rekat bayram namazı eda edildi. Namaz bitiminde,
yüzlerce asker hep birden, “La ilahe İllALLAH
Muhammedün Resûlullah” sözlerini devamlı
tekrarlıyorlardı. Askerin betleri benizleri kül gibi olmuş,
kimsenin yüreğinde dur durak kalmamıştı. Bu duruma
taş olsa dayanamazdı. Görenler mi, söyleyenler mi
dayanacak? “ALLAH! ALLAH!” diyen kendinden
geçiyor, sanki birlikte göklerde uçmak istiyorlardı.
ALLAH ile bir bütün olmanın ilahi ahengi içinde varlıklarından, benliklerinden soyunmuşlar, kendilerinden
geçmişlerdi.
Zığındere’nin susuz yatağında, bir alçalıp bir
yükselen “La ilahe İllALLAH” sesleri, insanın
kalbini kah varlığın sonsuz ufuklarında koşturuyor, kah
yokluğun takat getirilmez güzelliğinde dinlendiriyordu.
ALLAH Teâlâ’dan başka ilâh yoktu. Tekrarlanan hep
buydu... Sonra, kısa bir sessizlik oldu ve arkasından
düşman siperlerinden yükselen, “ALLAHü Ekber,
ALLAHü Ekber!” sesleri bir uğultu şeklinde bize
kadar perde perde geldi..
Daha sonraki günlerde öğrendik ki, İngiliz
sömürgesinin Müslüman askerleri; Müslüman Türk
askeri karşısında savaştıklarını duyunca isyan etmişler
ve derhal geriye alınıp, cepheden uzaklaştırılmışlardı.
12 Ağustos 1915 tarihinden sonra, Seddülbahir cephesinde durum oldukça sakinleşirken, Anafartalar
cephesinde ise; kan gövdeyi götürmekteydi. Evladım,
bu bulutları yere indirip sis halinde bize gösterilmesi
ancak ALLAH Teâlâ’nın emriyle, dört büyük melekten
biri olan Mikail (A.S.) tarafından yerine getirilmiştir.
Bu olay, ALLAH Teâlâ’nın apaçık bir yardımıydı.
36
Mart 2011
Yine deniz savaşlarının en şiddetli olduğu günlerdi. Bir Türk Bataryasına düşman tarafından açılan
şiddetli ateş sonucunda, orada bulunan cephanelik
patlamıştı. Bununla birlikte müthiş bir sarsıntı oldu.
Şehid olanlar, yaralananlar vardı. Erlerden Seyit de
bunlardan biriydi. Seyit kendine geldiğinde yanı
başındaki Ali’ye sordu:
- Arkadaşlar nerede?
- Arkadaşlar mertebelerini buldular. 14 Şehid,
24 yaralımız var. Yani bir senle ben kaldık. Seyit kalkıp
denize doğru baktı. Düşman gemileri iyice karaya
sokulmuşlardı. Seyit, 270 kg ağırlığındaki tek mermilerini düşman gemisine vurmak istiyordu. Arkadaşına
seslendi:
- Gel Ali... Yardım et de şu gülleyi sırtıma alayım.
- Kaldıramazsın Seyit!
- Bir deneyelim hele!
Sonuçta Seyit sırtına aldığı tam 270 kg ağırlığındaki mermiyi namluya sürmeyi başardı. Kamasını
kapattılar. İşte bu mermi, ölüm kusan meşhur Ocean
zırhlısının işini bitirmeye yetmişti bile...
Deniz savaşlarını yöneten Cevat Paşa durumu
yerinde değerlendirmek üzere yanına geldiğinde Seyit’de hal kalmamıştı. Paşayı görünce kalkıp esas duruşa geçti. Ama gözleri başka tarafa bakıyordu.
Komutan sordu:
- Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?
- Üzülmeyin komutanım gözlerim göreceğini
gördü!...
Durumu anlayan Cevat Paşa da sessiz sessiz
ağlıyordu.
Böyle rivayetleri inançsızlar, pozitivist ve
materyalistler red ve inkâr eder. Müslümanların bir
kısmı da kabul etmez. Böyle şeylerin olması
mümkündür. Bir tek âlem değil, âlemler vardır.
Ruhanîler âlemi vardır. Keşfi, kalp gözü açık Müslümanlar rüyada ve uyanıklıkta Resulullah (S.A.V.)
efendimizi görebilir.
- Yâ Sariye yâ Sariye!.. Cebel cebel... diye
bağırdı. Bir ay uzaklıktaki bir yerde Sariye'nin kumanda ettiği İslâm ordusu düşman kuvvetleri tarafından sarılmak üzereydi. Hz.Ömer (R.A.)ya keşif vaki
oldu, keramet gösterdi ve Sariye'yi ordunun sırtını
dağa vermesi konusunda uyardı. Sariye O'nu duydu,
emredileni yaptı ve ordu kurtuldu.12
Evet görenler görür, duyanlar duyar. İnkarcılar
inkar eder. Peygamberlerin mucizeleri vardır. Velilerin
kerametleri... Velinin kerameti bağlı olduğu Peygamberin mucizesi hükmündedir. Bazen olağanüstü
vak'alar, durumlar olur.
Resûlullah (S.A.V.) efendimizi sevmenin büyük
bereketi vardır. Bu sevgi Müslümanın ufuklarını açar.
Ruhanîler her zaman görünmez, bazen görünür.
Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimizin
ruhaniyeti bu Ümmet-i merhumenin üzerinde Rahmanî bir gölgedir. Allaha ve Resûlüne sadık muhlis
Müslümanlara gaybtan yardım gelir.
Sadece Çanakkale Savaşlarında değil, tarih
boyunca birçok savaşlarda Müslümanlara ilahî
yardımlar gelmiştir.
Benim aziz kardeşim, aklın ermiyorsa körü
körüne inkâr ve tekzib etme. Senin iki yanında iki
katip melek var, onları görüyor musun? Görmüyorsun
ama onlar yaptıklarını deftere yazıyor. Günü gelince
o defterlere göre hesap vereceksin. Seni koruyan
melekleri de görmüyorsun. Ruhanîlerin duaları üzerimize sâyeban olsun.
Hz.Ömer (R.A.) Medine-i Münevverede Mescidi şerifin minberinde hutbe okurken birden:
Ey Müslüman!.. Beden gözüyle göremediklerini
kalp gözüyle görmeye çalış. Başını semaya çevir,
Mart 2011
37
savaştan bahsetmiş; şairler şiirler yazmış, Paşalar
anılarıyla ağlamışlardır... Bu öylesine milli bir yaradır
ki, bu Milletin çocukları, ne zaman Çanakkale Marşını
işitseler:
“Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni”
sözlerini duyar duymaz ruhları irkilir, o günlerin
metafizik koridorlarında adeta kaybolur, dipsiz zamanlara doğru dalıp giderler...
Bütün bunların yanında, Türk Edebiyatı'nı da
yakından etkilemiş olan Çanakkale Savaşı; çok sayıda
şiire, makaleye ve hatıra türü esere konu olmuştur.
Hiç şüphe yokki bunların başında, Çanakkale
Savaşı'nın başladığı günlerde Berlin'de bulunan, zafer
müjdesini de Medine-i Münevvere'de alan milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy gelir. O, Çanakkale Savaşı'nın
sonlarına doğru Hicaz'da görevlidir.
orada sana ötelerden gönderilmiş bir mektup vardır,
onu okumaya, anlamaya çalış.
Eğer bu gün Müslümanlara bu ilahî yardımlar
gelmiyor ve Müslümanlar hezimete uğruyorlarsa, elbette bunun da sebepleri vardır. Bunun üzerinde
tefekkür etmek gerekir. Müslümanlar hallerini ıslah ederse, nasuh tövbesi ile tövbe ederse, cehrî fısk ve
fücurdan uzaklaşırsa, çekişmeyi bırakıp birleşirse Allahın yardımına mazhar olurlar.
Çanakkale Savaşları; bütün dünyada olduğu
gibi, gerek Osmanlı Devleti'nin son yıllarında, gerekse
yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyetinde derin etkiler bırakmıştır...
Kimbilir... Böyle bir savaş olmasaydı, Tanzimat
Dönemi boyunca Darulfünun'da, Hendese-i Humayun'da, Sanayi-i Nefise'de, Mekteb-i Mülkiye-i Şahaniye'de yetiştirdiğimiz binlerce gencimiz şehit
düşmeyecek; yeni kurduğumuz Cumhuriyetimizin
temelleri, çok daha muazzam bir beyin gücü üzerinde
yükselecekti.
Çanakkale'de; ne evlatlar kaybetmiş, ne acılar
görmüştü bu yorgun millet! Bu savaşta nice yiğitler
şehit olmuş, nice eli kınalı gelinler dul kalmış; nice al
yazmalı, gözü yaşlı Anadolu anası, duyanı köz gibi
dağlayan ağıtlar yakmış; insanlar ocakbaşı sohbetlerinde, köy kahvelerinde saatlerce, hatta günlerce bu
38
Şam üzerinden yapılan uzun bir yolculuktan
sonra, Teyma yakınlarında, II. Abdülhamit Han'ın
yaptırdığı Hicaz Demiryolu'nun çöldeki son istasyonu
El-Muazzama'ya varır.
Bu istasyonda, Şam ve İstanbul bağlantılı bir telgraf vardır. O gün makine başında bulunan Eşref bey,
güç bela İstanbul'da Enver Paşa ile irtibat kurunca,
sanki herkes kendini İstanbul'da zannetmiştir. Çünkü
Enver Paşa:
- Çanakkale'de muzaffer olduk. Harp bizim
zaferimizle sonuçlandı. İstanbul şu anda şenlik
içerisinde, yer yerinden oynuyor, müjdesini vermişti.
Bütün bu gelişmeleri Eşref beyden duyan Akif,
adeta yerinde donup kalmıştı. Sanki işittiklerini anlamıyormuş gibi, dalgın dalgın Eşref beyin yüzüne
bakarak güçlükle nefes alıyordu. Gözleri yaşarıyor,
konuşmuyordu. O gece hiç uyumadı. O ıssız kum
deryasının bir köşesinde hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve insanlık tarihinin en büyük destanlarından birisinin beyitlerini yazıyordu:
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
"Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Mart 2011
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam.
Atılan her lâğamın yaktığı; Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak el, ayak
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ'be'yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.”13
Çanakkale Zaferi, bir vatanın, bir milletin kurtuluşudur. Kurtuluş Savaşının ateşleyicisidir. Vatansız,
topraksız kalan milletlerin ne hâle geldiklerini bugün
Filistin örneğinde olduğu gibi çok iyi görmekteyiz.
timizin, bayrağımızın varlığını, istiklâl ve hürriyetimizi;
milletçe namus ve şerefimizle yaşıyor olmamızı,
doğusundan batısına ülkemizin hemen her bölgesinden gelerek, Çanakkale’de canlarını feda eden şehitlerimize borçlu olduğumuzu unutmayalım, gelecek
nesillere de unutturmamalıyız.
Arkadaşlarının öldüğünü görerek ve öleceğini,
şehit olacağını bilerek siperden mermilerin üzerine
kendini düşünmeden atan ecdadımızı unutmak
mümkün müdür? Cepheye mermi taşırken yolda
donarak şehit olan Şerife Bacıları...
Kundaktaki bebeği ile cepheye sırtında,
omuzunda cephane taşıyan, elinde bulunan bez
parçasını bebeğinin yerine top mermisine saran ve
soğuktan bebeğini kaybeden Elif anayı, o yiğit
Anadolu kadınını, yoktan var edilen bir zaferin mimarları olan dedelerimizi, ninelerimizi, hayatının baharında cepheye koşan delikanlıları... Yavrusunu
vatana kurban olsun diye kınalayıp cepheye gönderen
anaları nasıl unuturuz nasıl unutabiliriz.
Şu husus çok iyi bilinmelidir ki, milletimizin
bekâsı şehitlik ve gazilik ruhu kazanmış bir kalbe sâhip
olan nesiller yetiştirmekle mümkündür. Bunun için
çocuklarımıza Çanakkale destânını ve ardındaki ruhu
anlatmalı aziz vatanımızın kıymetini öğretmeliyiz.
Kanının rengini bayrağımıza vermiş, aziz canını
vatanımız uğruna feda etmiş olan şehitlerimiz; bu yüce
değerlerimizin korunmasını, savunulmasını ve ilelebet
yaşatılmasını bizlere emanet etmişlerdir. Bu itibarla
onları gönüllerimizde yaşatarak, emanetlerine ne pahasına olursa olsun sadık kalmalıyız.
Bu kutlu zaferin yıl dönümünde, bu büyük
zafere imza atan, vatanı ve bayrağı için şehit olan
kahraman MEHMETÇİK’leri ve diğer bütün şehit ve
gazilerimizi rahmet, şükran ve minnetle anıyoruz. Aziz
ruhları şad olsun. Yüce ALLAH’ın iltifatına mazhar
olan bu aziz şehit ve gazilerimize fatihalar gönderelim.
Sözü Merhum şairimiz Akif’in şu beytiyle bitiriyoruz:
“Sahipsiz olan vatanın batması haktır.
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.”
......................................................
1)Mehmet Akif Ersoy, Safahat, 305-306, TDV baskısı 2)Bakara sûresi:190 3)Mehmet Akif
Ersoy, Safahat, 385, TDV baskısı 4)Tevbe sûresi:52 5)Mehmet Akif Ersoy, Safahat, 163-164,
Çevremizde çeşitli plânların yapıldığı, oyunların
oynandığı günümüzde, Çanakkale Zaferinin önemi
daha da iyi anlaşılmaktadır. Çanakkale savaşını ve
zaferini çok iyi anlamalıyız. Bugün üzerinde
yaşadığımız bu cennet vatanın, milletimizin, devle-
Mart 2011
TDV baskısı 6)Bakara Sûresi: 154 7)Al-i İmran Sûresi: 169-171 8)Buharî, Cihâd:5, 21; Müslim, İmâret:108, 109, No:1877; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd:13, No:1643; Nesâî, Cihâd:30, 6/32
9)Tevbe sûresi:25 10)Tevbe sûresi:26 11)Ahzab sûresi:9 12)İbn-i Kesir, el-Bidâye ven-Nihâye,
8/131-133; İbn-i Hacer, el-İsâbe, 2/3; Ebu Nuaym, Delâil, 210-211 13)Mehmet Akif Ersoy,
Safahat, 385, TDV baskısı
39
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
MTfTiihY OX
ITf\Y\mTflba
Dr.Ebubekir SİFİL
E-posta adresime gelen maillerin önemli bir bölümü, başlıkta ifade etmeye çalıştığım hususu soruyor.
Tasavvuf insanları dünyadan uzaklaştırmakla hayata ve
topluma ilgisiz mi kılıyor, Tasavvuf ehli olarak bilinen insanların mesela cihada iştirak ettiği vaki midir?...
Osmanlı'nın "beylik" ten
"devlet" e, oradan da "cihan devleti" ne geçiş süreçlerinin her birinde Tasavvuf'un ve muhtelif
meşreplerden Tasavvuf ehlinin
inkârı mümkün olmayan
etkisi/katkısı vardır.
Bu soruya, Osmanlı'nın kuruluşundan itibaren fetihlerin öncü kuvveti olmuş gazi dervişleri, Senûsiyye
hareketini, Hindistan'lı Rabbânî alimlerin ya da Şeyh
Şamil'in cihadı gibi harc-ı alem örnekleri zikrederek kestirmeden cevap verebilirdim.
Ancak Tasavvuf hakkındaki bu iddiaların alabildiğine yaygınlık kazanmış olması, bu meselenin bu köşenin boyutlarının izin verdiği ölçüde detaylandırılmasını
zorunlu kılıyor.
Esas meseleye geçmeden önce bu babda çokça
bahis mevzuu yapılan bir rivayete değinmek istiyorum:
Rivayete göre Efendimiz (s.a.v), bir gazadan
dönen ashabına, "Hayırlı bir gelişle küçük cihad-
40
dan büyük cihada geldiniz" buyurmuş, Sahabe,
"Büyük cihad nedir ya Resulallah?" diye sorunca,
"Kulun, (nefsinin) hevasıyla mücahedesidir" buyurmuştur.
"Küçük cihaddan büyük cihada döndük" lafzıyla daha yaygın olan bu rivayeti el-Beyhakî, "Kitâbu'z-Zühd"de (I, 42) naklettikten sonra, "İsnadında
zayıflık vardır" demiştir. el-Irâkî, Ali el-Karî, el-Münâvî
ve el-Aclûnî de eserlerinde bu ifadeyi nakletmekle yetinmişlerdir. (Bkz. "Tahrîcu Ahâdîsi'l-İhyâ", III, 7, 64; "el-Esrâru'l-Merfû'a", 211-2; "Feydu'l-Kadîr", IV, 511; "Keşfu'l-Hafâ", I, 511-2.)
ez-Zeyla'î, "el-Keşşâf"
hadislerini tahriç ettiği eserinde (III, 395-6), rivayetin "elKeşşâf"ta zikredilen varyantını, "Nebi (s.a.v) gazalarından birinden döndü ve "Küçük cihaddan
büyük cihada döndük" buyurdu" şeklinde verdikten sonra şunları söyler: "Cidden garibdir. Bu rivayeti es-Sa'lebî, bu şekilde senedsiz olarak
zikretmiştir."
Daha sonra el-Beyhakî tarafından "Kitâbu'zZühd"de nakledilen sened ve metni (ki en başta
zikrettiğim gibidir) zikrettikten ve el-Beyhakî'nin,
"İsnadında zayıflık vardır" dediğini naklettikten sonra
sözlerini şöyle sürdürür:
"en-Nesâî, "Kitâbu'l-Künâ"da şöyle der: (…)
Ebû Mes'ûd Muhammed b. Ziyâd el-Makdisî bize, İbrahim b. Ebî Able'nin (Bu zatın adı İbn Receb'in "Câmi'u'l-Ulûm ve'l-Hikem"inde (185) "İbrahim b. Ebî
Alkame" olarak geçmektedir; doğrusu "İbrahim b.
Ebî Able" olmalıdır, E.S.), gazadan dönen insanlara
şöyle dediğini rivayet etti: "Küçük cihaddan döndünüz. Peki büyük cihadı ne yaptınız?" Muhatapları,
"Ey Ebû İsmail! Büyük cihad nedir?" diye sordu,
"Kalbin cihadıdır" dedi."
Buradaki İbrahim b. Ebî Able, Şam'lı Tabiun'dandır.
Bahse konu rivayet, el-Bayhakî tarafından, senedinde peş peşe yer alan üç ravi (İsa b. İbrahim, Yahya
b. Ya'lâ ve Leys b. Ebî Süleym) sebebiyle "zayıf" olarak
nitelendirilmiş olmalıdır. Ancak Rical kitaplarının bu zat-
Mart 2011
lar hakkında verdiği malumattan, zayıflıklarının rivayetin tamamen reddine müncer olacak derecede şiddetli
olmadığı anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla Tebük gazvesinden dönüşte varid olduğunun söylendiğini naklettiği bu rivayet hakkında
"Aslı yoktur" ifadesini kullanan İbn Teymiyye'nin ("Mecmû'l-Fetâvâ", XI, 197)
bu hükmünün "aşırı" olduğunu söylemek
durumundayız. Onun bu hükmünde, rivayetin Tasavvufî çevrelerde yaygın olarak kullanılmasının etkili olduğu akla gelmektedir.
Gerek yukarıda adını verdiğim kaynakların, gerekse daha başka ulemanın, bu rivayeti taz'if ederken
sadece "senedinde zaaf vardır" demekle yetinmiş olması da İbn Teymiyye'nin bu hükmünün isabetli olmadığını göstermektedir.
Sonuç olarak:
Bu rivayetin biri merfu (Hz. Peygamber (s.a.v)'in
sözü), diğeri İbrahim b. Ebî Able'nin sözü olmak üzere iki
şekilde nakledildiği görülmektedir. İbrahim b. Ebî Able'nin sözü olarak sıhhatinde herhangi bir ihtilaf yoktur.
Merfu varyantı ise, senedindeki bazı raviler sebebiyle
zayıf bulunmuş ise de, bu zaaf, rivayeti tamamen "uydurma" veya "asılsız" olarak nitelendirmek için yeterli
değildir.
Tasavvuf'un, müntesiplerini hayattan koparması
şöyle dursun, hayatın merkezinde yer aldığı ve müntesipleri vasıtasıyla toplumsal dokunun adeta bütün hücrelerine nüfuz ettiği, Tabakat kitaplarının, İslam Sanat ve
Medeniyet Tarihi sahasıyla ilgili eserlerin gözden geçirilmesiyle kolayca ulaşılabilecek bir hakikat iken, Tasavvuf'un bireyi ve toplumu tembelliğe, hayata sırt
çevirmeye, atalet ve miskinliğe sevk ettiği iddiası bilgisizlikten değilse, olayı bir "bütün" olarak görememe kusurundan kaynaklanmaktadır.
Özellikle bu topraklarda böyle "miyop" bir anlayışın neşv-ü nema bulması, kendi tarihimize yabancılığımızın ifadesinden başka bir şey değildir. Tarihî ve
coğrafî anlamda çok ötelere gitmeye gerek yok. Yaşadığımız toprakların İslamlaşması süreci hakkında sathî bir
41
düşünce bile, bu iddianın yersizliğini göstermeye yeterlidir. Anadolu coğrafyasının İslam'la ilk tanışmasında olduğu gibi, onun bu topraklarda yerleşip kök salmasında
da Tasavvuf'un, tarikatlerin ve gazi dervişlerin rolü görmezden gelinemeyecek kadar aşikârdır.
Hoca Ahmed Yesevî, Necmüddîn-i Kübrâ gibi tarikat pirlerinin işaretiyle, Anadolu'ya yönelen gazi dervişlerin bu topraklarda başlattığı faaliyet, Selçuklu ve
Osmanlı dönemlerinde dışarıya tebliğ ve cihad, içeriye
muhteşem bir medeniyet olarak yansımıştır. Burada Tasavvuf'un oynadığı vazgeçilmez rolü germemek mümkün müdür?
Anadolu'nun İslamlaşmasında ve bu topraklarda
Müslüman bir medeniyetin teşekkül etmesinde birçok Tasavvufî anlayışın (tarikat) rolü vardır. Bunları kısaca İbn
Arabî, Mevlana, Hacı Bektaş, Ahi Evran ve Yunus olarak
ifade edebiliriz.
Aksiyoner ve mücadeleci tarzıyla dikkat çeken İbn
Arabî, devrin Selçuklu sultanı İzzeddîn Keykâvûs'un kendisine yazdığı bir mektuba verdiği cevapta, onun Müslümanlar'a yapacağı en büyük hizmetin, İslam'ın şanını
yüceltmek ve küfre tahakküm etmek olduğunu açıkça
ifade etmiştir. (Hilmi Ziya Ülken, "Türk Tefekkür Tarihi", II, 135.)
Türkistan ve Horasan bölgesinden Anadolu'ya
yansıyan Hoca Ahmed Yesevî ve Necmüddîn-i Kübrâ etkisi, daha önce de söylediğim gibi "gazi dervişlik" geleneğiyle bu toprakların İslamlaşmasında inkâr edilmez bir
rol oynamıştır. "Abdalân-ı Rum", "Gâziyân-ı Rum",
42
"Alperenler", "Horasan erenleri"… gibi isimlerle anlatılan zümre, özellikle halk tabakasında "fütuhat" ruhunu
işlemek suretiyle henüz "beylik" merhalesinde bulunan
Osmanlı'nın, siyasî nüfuz alanını genişletmesinde aktif bir
belirleyiciliğe sahip olmuştur. Sayısız isimsiz kahramandan Şeyh Edebali, Turgut Alp, Konur Alp, Akçakoca isimleri bu bağlamda ilk akla gelenlerdir. (İrfan
Gündüz, "Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri", 5 vd.; Ekrem Işın, Osmanlı Döneminde Tasavvufî Hayat, "Osmanlı", IV, 453.)
Osmanlı'nın "beylik"ten "devlet"e, oradan da
"cihan devleti"ne geçiş süreçlerinin her birinde Tasavvuf'un ve muhtelif meşreplerden Tasavvuf ehlinin inkârı
mümkün olmayan etkisi/katkısı vardır.
Özellikle "kuruluş" aşamasında Tasavvufî tarikatlerden kimi, Moğol istilalarından ve iç karışıklıklardan bunalan halk kitlelerine moral destek ve ruhî sükûn
sağlayarak aralarında güçlü rabıtalar oluşturan birer sığınak olmuş, kimi de insanları aynı ideal etrafında birleştirerek fütuhata, merkezî otoritenin tesisine ve
müesseseleşmeye katkıda bulunmuştur.
Bir başka şekilde söylersek, binanın kurulması ve
yükselmesi Horasan erenleri vasıtasıyla, nakış nakış işlenerek estetik bir görümüm kazanması da Mevlana hareketi ile olmuştur.
Toplumsal yapı, son derece karmaşık boyutları bulunan ve çok yönlü ilişkilerle şekillenen müesses bir nizamı anlatır. Bu yapı içinde her bireyin, her kurumun ve
her birimin ayrı bir fonksiyonu vardır. Bunlar bir araya
gelerek bütünlüğü ve ahengi oluşturur.
Mart 2011
Bu itibarla Tasavvuf'un toplumda icra ettiği fonksiyon da "tek boyutlu" olmamıştır. Gazi dervişliğin ayrı,
Ahiliğin ayrı, Mevlevîliğin ayrı fonksiyon icra etmiş olması bu bakımdan yadırgatıcı değildir…
Osmanlılar'da devlet-Tasavvuf münasebeti,
Osman Bey'den itibaren adeta sistematik bir yapı arz etmiştir. Osman Bey'in bir Tasavvuf şeyhi olan Edebali ile,
Orhan Gazi'nin Ahi Hasan, Davud-u Kayserî, Abdal
Murad, Abdal Musa, Geyikli Baba ile, Murad Hüdavendigâr'ın –bir "ahi" olan– Sinanüddin Yusuf Paşa ile,
Yıldırım Bayezid'in (aynı zamanda damadı olan) Emir
Buhârî ile, II. Murad'ın Hacı Bayram Veli ile, Fatih'in Akşemseddin ile, III, Murad'ın Şeyh Şaban Efendi ile, Kanuni'nin Şeyh Ebû Sa'îd Efendi ve Baba Haydarî-i
Semerkandî ile… ilişkisi Osmanlı'ya vücut veren yapının "ilmiye" (ulema), "seyfiye" (askerler) ve "kalemiye"
(bürokrasi) yanında dördüncü bir ayağa daha istinat ettiğini gösterir ki, o da "irşadiye" diyebileceğimiz Tasavvuf ehlidir.
Tasavvuf ehlinin, toplumun sadece ruhî ve ahlakî
eğitimine katkıda bulunmakla kalmayıp, aynı zamanda,
yeri geldiğinde düşmanla savaşa (cihada) da fiilî olarak
katıldığını gösteren pek çok örnek vardır. Bugün bunlara dair bazı örnekler zikredeceğim.
Okuyacağınız isimlerden birçoğu, sınır boylarında
bulunan "ribat"larda yaşamış, bir yandan mücahidleri
teşci ederek savaşa hazırlarken, bir yandan da onların
ruhî hayatlarının inkişafına gayret göstermişlerdir.
1. Hâtem el-Asamm: Katıldığı bir seferde, bir dağ
üzerinde nöbet tutarken hayatını kaybetmiştir.
2. Seriyy es-Sekatî: "Ey iman edenler! Sabredin,
(düşman karşısında) sebat gösterin…" (3/Âl-i İmrân, 200)
ayetini tefsir sadedinde, "Savaş anında sebat ve istikamet üzere olmakla sabredin" dediği ve İmam
Ahmed b. Hanbel tarafından cihaddan dönerken övüldüğü nakledilmiştir.
3. Cüneyd el-Bağdâdî: Şöyle dediği anlatılır: "Birgün
bir gazveye çıkmıştık. Ordu komutanı bana nafaka kabilinden bir şeyler göndermişti. Bunu hoş görmedim ve
ihtiyaç sahibi gazilere dağıttım.
4. Ebu'l-Abbas et-Taberî: Tartus'ta mücahidlere vaz
ediyordu. Allah Teala'nın celalinden, azamet ve kudretinden bahsederken baygın düştü ve hayatını kaybetti.
Mart 2011
5. Züheyr b. Şu'be el-Mervezî: Şöyle dediği nakledilmiştir: "Canım et çektiğinde, Bizans ülkesine girinceye kadar yemem. Ne zaman ki onlardan
ganimet elde ederiz. Eti o ganimetlerden yerim."
6. Ali b. el-Hüseyin: İslam ülkesini Haçlılar'dan temizlemeye halkı teşvikte büyük rolü bulunan bu sufinin
ribatına toplanan insanların, oraya bir "kışla" görüntüsü verdiği kaynakların naklettiği bir husustur.
7. "Şam Aslanı" lakaplı Abdullah el-Yuninî: Ttarihçiler
tarafından "Heybetli, kahraman, sürekli zikir ve cihadla meşgul olan bir şeyhti. Keşif ehliydi. Ne
kadar kalabalık olursa olsun düşmanla savaşmaktan çekinmezdi" ifadeleriyle anlatılmıştır.
8. Ebu'l-Abbâs el-Kudsî: Keramet sahibi bir zat olduğu ve Kudüs'e geldiğinde öküz üzerinde savaştığı için
kendisine "Ebû Sevr" lakabı verildiği nakledilmiştir.
9. Hasan b. Yusuf el-Mekzun: Kaynaklarda, bin kişilik müridanıyla Haçlı savaşına katıldığı zikredilmiştir.
10. Abdurrahman el-Celculî: Haçlı savaşlarından birinde Dimeşk (Şam) girişinde şehid olmuştur.
11. el-Haccâc el-Fendulavî: "Allah mü'minlerin
canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın
almıştır" ayetini okuduktan sonra müridleriyle birlikte
yaya olarak Haçlı savaşına katılmış ve şehid olmuştur.
12. Yahya b. Yusuf es-Sarsarî: Moğollar Bağdat'ı istila
43
ettiğinde asasıyla 12 düşman askerini öldürdükten sonra
şehid düşmüştür.
Bu örneklerin çoğunu "çok bilinen" isimlerin teşkil etmediğini biliyorum. Bu bakımdan bu örnekleri burada kesip, "çok bilinen"
isimlerden de birkaç örnek verelim:
1. Necmeddin-i Kübrâ: "Kübreviyye" tarikatının kurucusudur. Sadece Tasavvuf sahasında değil, Hadis ve
Tefsir gibi "zahirî ilimler"de de yed-i tula sahibi idi.
Moğollar Horasan'a girdiğinde Cengiz Han ona,
Harezm'i yerle bir edeceğini bildirmiş ve orayı terk etmesini söylemişti. Şeyh ise bunu reddetti, müritlerini
toplayarak Moğollar'ın karşısına dikildi. Elindeki uzun
kargıyla savaşa fiilen iştirak etti ve vücuduna saplanan
bir okla şehit oldu.
2. İzzuddîn b. Abdisselam: Tasavvuf hırkasını, "Avârifu'l-Ma'ârif" yazarı Şihâbuddîn es-Sühreverdî'den giydi.
Zahir Baybars'ın Moğol saldırısını durdurup geri püskürttüğü ve Moğollar'ı büyük bir hezimete uğrattığı AynCalut savaşının fetvasını o vermiştir.
İslam ordusunun Haçlılar'la Mısır'da giriştiği bir savaşta gösterdiği keramet, Tâcuddîn es-Sübkî'nin "Tabakâtu'ş-Şâfi'iyye"sinde anlatılmıştır.
3. Muvaffakuddîn b. Kudâme: Hanbelî mezhebinin
büyük alimlerindendir. 61 yşında iken Bağdat'a geldi;
Abdülkadir-i Geylanî'nin yanına gitti ve o vefat edene
kadar yanından ayrılmadı. Burada "Kadirî" tarikatına
girdiğini, yine bir sufî alim olan İbnu'l-Mulakkın'ın, Kadirî hırkasının kendisine, Ebû Bekr el-Hanbelî, Ebû
44
İshak el-Vâsıtî ve Muvaffakuddîn b. Kudâme silsilesiyle
Abdülkadir-i Geylanî'den geldiğini söylemesinden anlıyoruz.
Keşif ve keramet sahibi olduğu söylenen İbn Kudâme'nin, düşmanla savaşırken omzundan yara aldığı
kaynaklar tarafından nakledilmiştir. Hz. Peygamber
(s.a.v) ile tevessüle cevaz verenlerden olduğunu da burada bir not olarak düşelim.
4. en-Nevevî: Sufî şeyhi Yasin el-Merrâkeşî (Merrâkuşî)'ye tabi olduğu ve onun edebiyle edeplendiği zikredilen İmam en-Nevevî, Zâhir Baybars'ı Moğollar'la
savaşması için defaatle teşvik etmiştir.
Üzerinde konuştuğumuz meselenin, bu köşede
hall-u fasl edilemeyecek kadar geniş olduğunun farkında
bulunmakla birlikte, serinin bu son yazısında temas edeceğim bir-iki noktanın, önceki yazılarla birlikte ele alındığında Tasavvuf hakkındaki önyargılardan veya bilgi
eksikliğinden kaynaklanan kimi olumsuz değerlendirmelerin bir kere daha gözden geçirilmesine vesile olacağını umarım.
Cihad'ın mana ve maksadında mündemiç olan
"İslam'ın kitlelere ulaştırılması" görevi, temelde bir
"tebliğ ve davet" işidir. Tasavvuf ehlinin, tarih boyunca
gezgin sufiler, ribatlar ve tekkeler vasıtasıyla bu bağlamda icra ettiği fonksiyon ise inkâr edilemeyecek boyuttadır.
Dışarıya yönelik olarak bu faaliyetleri yürüten Tasavvuf ehlinin, içeride de toplumun irşadına dönük çalışmalar yaptığını ayrıca belirtmeye gerek yoktur.
Mart 2011
Öte yandan bir önceki yazıda bir kısım örneklerini zikrettiğim gibi Tasavvuf ehlinin, düşman tasallutu
karşısında cihada, gerek fiilen savaşmak, gerekse halkı
teşvik etmek suretiyle iştirak etmekten geri durmadığı
hakikatine gözlerimizi kapatmamız söz konusu olamaz.
Mağrib'de kurulan Murabitun ve Muvahhidun
devletlerinin temellerinde, tıpkı Osmanlı gibi Tasavvuf
şeyhlerinin harcını görmek şaşırtıcı olmadığı gibi, aynı
tesbiti Eyyubîler, Memlüklüler, kısmen Babürlüler ve
daha birçok devlet hakkında tekrarlamak da yanlış değildir…
Aynı şekilde İslam dünyasının dört bir yanında
geçtiğimiz yüzyılda ve öncesinde verilen kurtuluş savaşlarında Tasavvuf ehlinin oynadığı aktif rolü görmemek
için tarihe ve gerçeğe karşı kör olmak gerekir.
Hint alt kıtası (İmam-ı Rabbânî ve Şah Veliyyullah
çizgisinin varisi Deoband/Diyubend ekolünden gelen
sufi alimler), Kuzey Afrika (Libya'da Senusiyye hareketi,
Cezayir'de Emir Abdülkadir ve Muhammed Haddâd,
Sudan'da Muhammed Ahmed el-Mehdi, Mısır'da
Ahmed el-Arabî, Mağrib'de Muhammed b. Abdülkerim
el-Hattâb…) ve elbette Anadolu bu tesbitin canlı şahitleridir. Kafkasya'da Şeyh Şamil ve bugün Filistin'de adını
"İzzeddin el-Kassâm Tugayları" vasıtasıyla tanıdığımız şehid İzzeddin el-Kassâm da öyle…
Bu noktada biraz durup vakıaya "kuş bakışı" bakalım:
Tasavvuf ehli hakkında ileri sürüldüğü şekliyle "cihaddan geri durup, aşk-meşk işleriyle uğraşma"
iddiasının, mesela "savaştan geri durup, ilim işleriyle ilgilenme" tarzında Muhaddisler, Fakihler, Müfessirler, Kelamcılar vb. için aynı yoğunluk ve boyutta
ileri sürülmediği dikkat çekmektedir. Oysa bu saydığım
sahalarda etkin olmuş ulemanın tamamının cihada fiilen
iştirak ettiğini söylemek mümkün değildir. Durum böyle
diye bu ulemanın da hayattan koptuğunu ve insanları
da peşinden sürükleyerek pasifize ettiğini mi söylemek
gerekir?
Şu halde burada şu soru önem kazanıyor: Bu
iddia niçin özellikle Tasavvuf ehli hakkında ileri sürülmektedir?
Bana kalırsa bunun tek bir cevabı vardır: Önyargı.
"Hayata katılma"nın en somut ve keskin göstergesi olan
"cihad"a fiilen iştirak edip etmeme durumu, hangi meslek ve meşrebe mensup olursa olsun herhangi bir İslam
Mart 2011
büyüğünün yaşadığı döneme, özel ve genel şartlara ve
hizmet etme tarzına bağlı olarak elbette değişecektir.
Öyleyse bu noktada ileri sürülebilecek örneklerden
yola çıkarak "Tasavvuf insanı hayattan koparıyor"
gibi korkunç bir genellemeye ulaşmak büyük bir yanılgı
ve hata olur.
Bu yazıyı teberrüken İmam eş-Şa'rânî'nin konu
hakkındaki sözleriyle bitirelim:
"Resulullah (s. a.v)'e, gazilere ikramda bulunacağımıza, onlara nakdî yardımda bulunamayanlarımızın ise
yiyecek yardımı yapacağına yahut onların aileleriyle ilgileneceğimize dair söz verdik.
"Resulullah (s.a.v)'e, mucahidlerin bulunduğu herhangi bir savaş bölgesine girersek, orada kaldığımız müddetçe gece bekçiliği yapacağımıza (nöbet tutacağımıza)
söz verdik.
"Resulullah (s.a.v)'e, yataklarımızda değil, Allah uğrunda savaşırken şehid olarak ölmeyi dileyeceğimize ve
Allah yolunda savaşmayı nefislerimize kabul ettirmekten
gafil kalmayacağımıza dair söz verdik. Bunu bilfiil gerçekleştiremesek dahi, salih bir niyet sahibi olmamız, Rabbimizin bize ecir vermesini sağlayacaktır.
"Resulullah (s.a.v)'e, cihad etmemiz mümkün
olmazsa, bize şehadeti ve uhrevi sevabı sağlayacak işleri yapacağımıza dair söz verdik."
45
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Muhabbetin
Alametleri
A
llah’ım! Talepleri karşılıksız verdiğin gibi, umduklarımı da
bana ver. Kalplerin arasına yakınlık verdiğin gibi, beni
dostlarınla yakınlaştır.
Nasibi sen olan, nasıl fakir olsun? Dostu sen olan, nasıl yalnız kalsın? Sevgilisi sen olan, nasıl perişan olsun? Derdi sen olan,
nasıl mahzun olsun?
Allah’ım! Senin derdin, bütün dertleri benim gözümde değersizleştirir. Senin sevgin, uykuyla benim arama girer. Sana olan
özlemim, beni dünya zevklerinden men eder. Seninle olan dostluğum, beni Sen’den gayriden uzaklaştırır.
Allah’ım! Sana düşmanlık edene bile yardım edersin. Sana
dost olana nasıl düşmanlık edesin!
Allah’ım! Marifetin beni sana getiren klavuzdur. Muhabbetin ise beni sana getiren vasıtadır.
Allah’ım! Seni sevenler, rububiyetinin mükemmelliğini bilir.
Günahkarlar, işlerini ve kudretinin büyüklüğünü bilirler. Sana teslim olur ve boyun eğerler.
Allah’ım! Beni, senden başkasını dost edinmeyenlerden
eyle! Senden başkasına varan yolu aramayanlardan eyle! Senden
gayrı yardımcı istemeyenlerden eyle!
Allah’ım! Beni, seni cemalinden ve affından mahrum kalanlardan eyleme! Kapını yüzlerine kapattıklarından eyleme! Nefsinin eline bırakıp, himaye yollarını kapattığın kullarından eyleme!
Sen, her şeye kadirsin.
Malik b. Dinar (ra) bir defasında, Kabe’nin örtüsüne yapışıp
şöyle dua eden bir cariyeye rastlar:
46
Mart 2011
“SEN BİZİ GETİRMİŞKEN, BİZ SANA
GELDİK,
BİZE HAYAT VEREN, SENDEN BAŞKA
BİR ŞEY DEĞİLDİR.
SEN BİZE SAHİPKEN, BİZ SENDEN
BİR ŞEY İSTEDİK
BİZE İSTEDİĞİMİZİ VEREN, SENDEN
BAŞKASI DEĞİLDİR.”
Müminlerin emiri Hz. Ali (k.v)’nin rivayet ettiğine göre, Resulullah (sa) şöyle buyurdular:
“Evladın ebeveynine bakışı ibadettir.”
Bu Hadis-i Şerifte, Allah için sevmenin yüce bir iş
olduğundan bahsedilmektedir. Allah için sevmek, sevenlerin gayretiyle Allah’ın katına yükselir. Çünkü
Allah için olan bakışlar bir ibadettir.
Ey Oğul!
Sevenlerin sırlarını bilen ve hasret çekenlerin arzusundan haberdar olan zat ebediyen içinde kalacaklarını zikretmekle cenneti ehline hoş gösterdiği
gibi, oradan ayrılacaklarını zikretmekle de ariflere
dünyayı hoş göstermiştir. Seven için sevgiliye kavuşmaktan daha sevimli gelen bir şey yoktur. Eğer
Allah sevgisiyle içi yananlar için ölümü takdir etmeseydi, onların iştiyaklarının şiddetinden ruhları
bedenlerinde ölürdü.
Enes (ra) anlatır:
Bir gün Resulullah (ra)’e “Allah, dostlarını
(öldürmeyip) dünyada bırakmayı dileseydi ne
olurdu?” diye soruldu. Efendimiz şu cevabı
verdi: “Allah dostlarını dünyada temelli bırakmaya tenezzül etmez. Aksine dostları ve sevdiklerini katında hazırladığı bol ihsanları için
seçmiştir. Bilmez misiniz ki, seven sevdiğine
kavuşmak ister.”
Ruhunu ve rahatını Allah’a kavuşmakta arayanlara ne mutlu!
Ebu Hureyre (ra) bir arkadaşına rastladı. Ona
nereye gittiğini sordu. Arkadaşı, “Ailem için bir
şeyler satın alacağım” cevabını verdi. Ebu Hureyre, “Eğer benim için ölümü satın alman
mümkünse, lütfen bunu yap. Çünkü Rabb’ime
Mart 2011
kavuşmaya duyduğum iştiyak iyice arttı. Ölüm,
benim için susamış birinin soğuk su içmesinden daha sevimli ve baldan tatlıdır.” Dedi ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ah, onu göremediğim
halde beni görene hasretim” dedi ve bayılıp düştü.
Bir gün Veysel Karani (ra)’a nasıl sabahladığını
sorulunca şu cevabı verdi:
“Kalbindeki arzusuna iştiyakı artarak,
sabah olunca akşama varmak istemeyen biri
gibi sabahladım.”
Malik b. Dinar (ra) anlatır:
Basra sokaklarından birinde saçları darmadağın, üstü başı perişan bir halde kıbleye yönelerek
şöyle diyen bir genç gördüm: “Ey gözümün nuru!
Sana olan özlemim öyle çoğaldı ki sana ne
zaman kavuşaçağım? Ne zamana kadar beni
kendinden uzak tutacaktın? Ben “Ey genç, sevenlerin sevgiliyi aradıkları vakit, acaba şuan
mı!” deyince genç şu cevabı verdi: “Sevgili kayıp
değil ki, zaten her an mevcut. Esasında, aşıklar sevgilinin ortaya çıktığı an aşklarından
yanıp tutuşurlar. Bu esnada, arzularına kavuşma özleminin yakıcı heyecanıyla gönüllerinde ki sırlar açığa çıkar.”
Anlatıldığına göre Basra’da Allah’a duyduğu
aşktan dolayı gözleri kör olacak kadar ağlayan bir
adam vardı. Bu haliyle şöyle niyazda bulunuyordu:
“Allah’ım! Sana kavuşmak ne zaman? İzzetinin hakkı için, seninle benim aramda çılgınca yanan bir ateş olsa dahi, sana
ulaşıncaya kadar, senin yardımın ve tevkifinle
senden dönmem. Sen olmazsan, senden razı
olmam!”
Feth Mevsili (ra)’in, irfan sahibi iki kızı vardı.
Kızlar birlikte hacca gittiler. Beytullah’ı gördükleri
zaman biri diğerine “Kardeşim, şimdi bu
Rabb’imin avi mi?” diye sorunca, öteki kız kardeş
“Evet” cevabını verdi. (bu sözlerin ağırlığıyla) kızcağız, bir çığlık attı ve oracıkta ruhunu teslim etti.
Diğer kız ise “Allah’ım! Nefsimi sana şikayet ediyorum, seni çok özledim!” dedikten sonra, “Ah! Ah!..”
diyerek ruhunu teslim etti
47
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Çeker Hoca;
Böhürler Veya Bu
İthal Bakıştan
Kurtulamayacak
mıyız?
Burak ERTÜRK
berturk06@hotmail.com
K
adını cinsel bir meta olarak gören; açılıp saçıldıkça çağdaşlaştığı herzesini bir itikat umdesi
gibi kabullenmiş; İslam’ın sosyal hayata taalluk
eden tüm ahkam ve tezahürlerini ‘gericilik’ olarak yaftalayan; bütün enerji ve motivasyonunu, dine ve onun
temsil ettiği değerlere meydan okumaya borçlu olan ‘tek
dünyalıları’ anlamak çok da zor olmasa gerek…
Dinin hayatın her ünitesine dair hüküm vaz ettiğinden haberdarlar ama demokrasi rüzgarının
bu ölçüde sert estiği bir vasatta “dinin devlet
talebi olmadığı” tekerlemesini dillerinden
düşürmüyorlar.
Ancak, mütedeyyin kimliğiyle boy gösterip, dindar
etiketiyle arz-ı endam ettiği halde,üzerine nereden rız olduğu meçhul bir aşağılık kompleksinin pençesinde kıvranan‘bizim mahalle’nin ‘entelektüellerinin’ duruşunu yoksa
savruluşunu mu demeliydim!?-anlamlandırmak bir hayli
zor görünüyor…
Evet, söylediği sözlerden ötürü son zamanların en
ciddi ‘medyatik lincine’ maruz kalan Orhan Çeker Hoca’ya dönük tepkilerden söz ediyorum.
Burada kalkıp uzun uzadıya, “Hoca ne söylemişti”, “hiç söylemediği halde ona hangi sözler
isnad edilmişti”, “aslında ne demek istemişti”
türünden, meseleyi sündürmeye matuf spekülasyon-
48
lara girecek değilim; bunlar hakkında yeterince sarf-ı
kelam edildi zaten…
nahta cari olan ‘entelektüel eziklik’ ile ciddi alakası olduğunu da bilmek zorundayız.
Ben, modern ezberlere ilişen, ehl-i dünyanın batıl
kabullerini sarsan, bize yedirilmeye çalışılan ladini yaşam
tarzına meydan okuyan, dinin aslını nevzuhur değer yargılarına kurban etmeyen bir çıkış söz konusu olduğunda,
‘bizden biri’ görünümüyle öne çıkan ‘muhafazakar’
okur-yazar kesimde sık rastladığımız ‘fikri dağınıklığa’
çevirmek istiyorum nazarlarımızı…
Bu ‘eziklik’ çok değişik şekillerde tezahür ediyor.
En merkezi vurgusu ise tek dünyalılara sarkıtılan “Biz
sizin bildiğiniz dindarlardan değiliz!” mesajı…
Oldukça problemli, kendi içinde ciddi tutarsızlıklar
yaşayan ve müslüman kimliğiyle temayüz eden çoklarını
esir almış o bildik ‘özür dileyici’ tutumdan bahsediyorum.
Liberal değer yargılarına ram olmuş, modern tasallut karşısında teslim-i silah etmiş, dini olan her olguyu
hakim ve cari kabullere vize ettirme telaşıyla hareket
eden, ahkamdan utanan, dinle modernizmi telif etme
sevdasıyla hakikati eğip büken, modern zihinlere anlatamayacağını düşündüğü dina hükümleri tekellüflü tevillerle rafa kaldıran bir ‘aydın savruluşu’ sizin de gözünüze
çarpmıyor mu?
Bu savruluşun arka planında bir ‘zihna mağlubiyet’in izleri okunuyor. Batı uygarlığının en önemli kazanımının maddi planda ele geçirdiği tartışılmaz üstünlük
olduğunu düşünenler fazlasıyla yanılıyorlar. Meselenin nirengi noktası, bu zahiri terakkinin şualarıyla gözleri kamaşan muhatapların, zihni düzlemde de yenilgiyi kabul
etmiş olmalarıdır. Eğer bugün kendisi dışındaki tüm
medeniyet tecrübelerini hayatın dışına itmiş bir Batı
uygarlığından söz edebiliyorsak, bunun, mağlup ce-
Toplumun fikri olarak ortadan ikiye bölündüğü
mevzularda zihni modern tasallut ile iğfal edilmiş kalabalıkların ve dinin hemen her tezahürüne cephe almış
muannidlerin hoşuna gidecek ‘aykırı’ (!) çıkışlar yapıyorlar. Güya ‘ezber bozuyorlar’. En mümeyyiz vasıfları, içinde yaşadıkları toplumun modern-batıl kabulleri
ile dini değer yargıları çatıştığında, sanık sandalyesine
hep ‘geleneksel’ diye tahfif ettikleri mirası oturtmaları…
Tekere çomak sokan, zihin konforumuzu
bozan, ehl-i dünyanın tepkisini çekebilecek hükümleri, türlü atraksiyonlarla devre dışı bırakmaya çalışmaları bundan…
Nasıl bir zihni dezenformasyonun öznesi haline
geldiklerinin farkında değiller. Ehl-i dünyanın “bu devirde de bu olur muymuş canım!” bayağılığı ile karşıladığı her meselede, onların yanında saf tutuyorlar.
En acınası özellikleri de, Hak ile batıl arasında salınım yapıyor olmaları. Ne yardan ne serden geçebiliyorlar. Müslüman kimlikleri ile modern baskılar
arasında yaşadıkları sıkışmadan, nevzuhur bir ‘orta
yol’ ihdas ederek sıyrılmaya çalışmaları da, ne ölçüde
çaresiz olduklarının göstergesi olarak okunmalıdır.
Kur’an’ın, ‘saliha’ kadını ‘kocasına itaat eden’
kadın olarak tarif ettiğini[1] biliyorlar ama en ucuz feminist söylemlerden de yakalarını sıyıramıyorlar.
Dinin hayatın her ünitesine dair hüküm vaz ettiğinden haberdarlar ama demokrasi rüzgarının bu ölçüde sert estiği bir vasatta “dinin devlet talebi
olmadığı” tekerlemesini dillerinden düşürmüyorlar.
İslam’ın erkeğe içtimai hayat, kadına ev merkezli
bir yaşam tarzı telkin ettiğini bal gibi biliyorlar ama kadının sosyalleşmesinin bu ölçüde terviç edildiği bir
çağda neş’et ettikleri için, “hadislerin tekinsiz olduğu” yalanına bel bağlıyorlar.
Gerek fıkıh kitaplarında karşılığını bulan teorik birikim, gerekse İslam’ın hayata hayat kılındığı uzun asırlardan bu yana yaşanan tarihi tecrübenin önümüze
getirdiği uygulamalar aksini söylediği halde; ‘artık
devrin değiştiği’ balonundan medet umuyor ve
kadın-erkek ihtilatının meşru, hatta kaçınılmaz olduğu
tezine gönül eğdiriyorlar.
Mart 2011
49
raktarlığını yaptıkları türden çarpık bir ‘özgürlük’ anlayışının söz konusu olamayacağını hakikaten bilmiyorlar mı? Biliyorlarsa şu batıl rüzgara kapılıp
“Söyletmen! Vurun!”hoyratlığıyla Hoca’ya yüklenmelerine ne demeli?
Dünyevileşme dalgasının müslümanları da önüne
kattığını, artık bizim de ‘çözülme’ diye bir gündemimiz olduğunu, kadim İslam toplumlarıyla aramızdaki makasın
iyiden iyiye açıldığını, gayr-ı müslimce bir hayat tarzının
bizi esir aldığını müşahede ediyorlar ama ‘açılım’, ‘terakki’, ‘büyüme’ gibi ‘büyülü’ kavramların herkes tarafından kutsandığı bir vasatta, ‘marjinal’ damgası yemeyi
göze alamıyorlar.
Hakkı söylüyor da olsa, modern engizisyonların
mahkum ettiği mü’minlere ne yazık ki ilk taşı hep onlar
atıyorlar.
Şu batıl gidişata dur diyen, birilerini rahatsız da etse
kitabın ortasından konuşan bir alime ‘sataşmayı’, ehl-i
dünya ile yakınlaşma adına fırsat olarak görüyorlar.
Bu ‘ezik muhafazakar’ prototipin hususiyetleri saymakla bitmez; özellikle dini hassasiyetlere sahip kişilerin
kalem oynattığı medyada bunlardan mebzul miktarda
var. Cinsiyete göre de tarzları farklılaşabiliyor: Erkeklerinde acınası bir liberal diskur, kadınlarında çok yüzeysel
bir feminizm jargonu baskın…
Neyse biz konumuza dönelim. Ne demiş Orhan
Çeker Hoca? Mealen, “Taciz gibi aşağılık bir suç
varsa, bunu önleme adına meselenin sebeplerine
eğilelim ve bu sebepleri ortadan kaldırmak suretiyle problemi kökten çözmenin yollarını araştıralım. Çok yaygın bir şekilde, hatta milli bir politika
halinde ahlaki eğitime öncelik verelim. Bu tür
suçları teşvik eden yayınları yasaklayalım. Kadın,
giyim tarzı itibariyle tahrik edici ve davetkar davranıyorsa taciz suçuna ortak olur.”
Bunlardan yanlış olan hangisi?
Şu ‘entelektüel müslüman’ edasıyla ortada dolanan ve ehl-i dine akıl vermeye çalışan naehiller, ideal bir
İslam toplumunda kimsenin kafasına göre başkalarını
tahrik edecek şekilde giyinemeyeceğini, şimdilerde bay-
50
Ne densin istiyorlar? Veya gerçekten neye inanıyorlar? Taciz gibi aşağılık bir suçun bu ölçüde yaygınlaşmasında bu toprakları İslamsızlaştırma projesinin en etkili
amil olduğundan haberdar değiller mi? Ve işbu İslamsızlaştırma projesinin en sinsi boyutunun, dinin içini boşaltarak, liberal tezlere demir atmış bir inanç telakkisini terviç
etmek olduğunu hiç mi düşünmüyorlar? İslam’ın ahkamını ve muamelatını budaya budaya, ibadetten başka
boyutu olmayan tuhaf bir algıyı din diye sahiplenir olduk
ve içten içe çürüyen toplum gele gele bu ölçüde pespaye
bir derekeye geriledi. Bunu hatırlatana çemkirmek niye?
Hoca bu minvalde konuşmuş ama ne hikmetse
Yeni Şafak’tan Ayşe Böhürler de ‘koroya’ katılıp Hoca’ya
‘giydirmek’ için kolları sıvamış ve andığımız yazar profiline
örnek teşkil ettiği izlenimi veren bir yazı yazmış.
Neredeyse dört gündür lehte veya aleyhte yayın
yapan tüm yayın organlarında ve Hoca’nın kendi internet sitesinde, artık bıktıracak şekilde tekrarlanan “Hoca’nın ‘tecavüz’ değil ‘taciz’ dediği” bilgisi ne gariptir,
Böhürler’in görüş alanına hiç girmemiş. Sağır sultanın bile
duyduğu ve meseleyle yüzeysel de olsa ilgilenen basit bir
televizyon izleyicisinin bile vakıf olduğu “tecavüz demedi; taciz dedi” bilgisinden, bu meseleyle ilgili köşe
yazısı kaleme alan bir gazetecinin hiç haberdar olmaması
acı mıdır; yoksa gülünç müdür? Şu satırlar, Böhürler’in o
yazısından: “Ancak İslam Hukuku Profesörü Çeker'in tecavüz gibi Allah'ın kesinkes yasakladığı
büyük günahlardan kabul ettiği bir konuyu, bu
hayvanlığı yapana değil de kışkırtıcı unsurlara
sahip olarak kadına dayandırması, inanan inanmayan hepimizin tepkisini çekti.”[2]
Yazısında “İslam'a göre kadınlara nizam vermeye çalışan erkekler, kadınların nasıl olması gerektiği konusunda tezler yazarlar ama dindar
erkekler nasıl olmalı konusunda yapılmış tek bir
çalışma ya da tez bulamazsınız.” tesbitine yer vermesinden, bütün bir İslam düşünce ve eser geleneğine
vakıf (!) olduğu sonucunu çıkardığımız yazar, “Şunun
şurasında camilerde, "karılarınızı dövmeyin, günahtır!" sözü ancak 3-5 yıldır söylenebiliyor.” türünden ‘orijinal’ değiniler de yapıyor.
Böhürler’e ait bu satırlar bizi şaşırtmadı. Çünkü
bunun öncesi de var. Böhürler’in nasıl bir zihni arka plandan ses verdiğini görmek için okuyalım: (İmla ve cümle
kurgusundaki hatalar yazara aittir)
Mart 2011
“…Eşleri ile ilişkileri de hep muhalifti. Ben yeni hayatımın
içinde sahih olup olmadığını bilemeden eşe itaat hadislerine tıpatıp amel modunda iken beni yoldan onlar çıkardı.
Aile saadeti tanımı ve bunun öncelik haline gelmesi hepimiz tarafından küçümseniyor...[3] (Dinci olmakla suçlanan muhafazakar arkadaşlarından söz ettiği yazısından…
B.E.)
“28 şubatın faydaları da oldu tabii ki... İkiyüzlülerin,riyakarların keşfine turnusol gibi imkan
tanıdı. Gerçek demokratların sayılarının ne kadar
az olduğunu öğrendik,dindar görünen erkekleri
tanıdık. 28 şubat zaferi her kesimden erkeklerin
oldu.”[4]
“Şu anda 70 yaşında kanser hastası, ama
mücadeleden vazgeçmiş değil ne kendisi ne de
toplum için. Hepimizin sıcak evlerinde oturduğu
zamanlarda o köyleri dolaşmış, kendine değil ideallerine öncelik vermiş. Bu nedenle her zaman
saygı uyandırmıştır bende. Hatta Yemen'de başkent Sana'da tamamı yüzleri siyah peçe ile kapanmış kadınları görünce, dönünce derneğine üye
olmayı bile aklımdan geçirmiştim.”[5] (Türkan Saylan’dan bahsettiği yazısından… Vurgu bana ait. B.E.)
“Yani geçmişin korkularını taşımaktan vazgeçsek... Belki o zaman gerçekten anayasayı da,
başörtüyü de tartışabiliriz. İslam devletini demiyorum çünkü Türkiye'de kendisini dindar kabul
eden kesimin arasında bile böyle bir konu ve talep
yok. İslam devleti tartışmalarını 80- 90 yılları arasında islamcı kesim kendi arasında yaptı. Medine
Vesikası bu tartışmaların bir sonucuydu, çoğunluk Rad suresindeki /" siz kendinizde olanı değiştirmedikçe Allah'da bir toplumun durumun
değiştirmez "/ ayetini esas aldı. Bu tartışmalar modasını da önemini de yitirdi. Önemli olan adaletli
olmak, insani bir yönetim anlayışını benimsemek
ve herkesimi kapsayan bir özgürlük alanı oluşturmak fikrinde hemfikir olundu.”[6]
“Günlük hayatın içinde şık olmayı istemek
elbete çok kadınca bir şey ve çok anlaşılır. Fark
edilir olmak, beğenilmek bunların hepsi kadınca
duygular. Yine de insanda bu kadarı da olmaz dedirten durumlar var. Başörtüye gül takmak da
bunlardan birisi bence. Tekbir defilesi, medyaya
yansıyan görüntüler ve en çok son yıllarda başörtülü hanımların şık olmak için başörtü üzerinde
süslenme temayülleri böyle bir yazıya sebep oldu.
Örtülü ama olabildiğine süslü kadınlar "niye örtünüyoruz ki" sorusunu sorduruyor, baba baskısı
söylemini güçlendiriyor. Süslenmeye değil ama
başörtüsünü süslemeye gerçekten itirazım var.”[7]
“1995 yılında Kanal 7'de çalışmaya başladığımda,
oradaki kadın ve erkeklerin birlikte çalışma ortamları
çokça mevzubahis edilir, bunun doğru olup olmadığı tartışılırdı. O dönemde medyada çalışan başörtülü kızların
pantolon giymesi, sigara içmesi gibi birçok konu tartışmanın odağındaydı. Ekrana çıkmaya başladığımda arkadaşım Yasemin Babayiğit'in özgün kreasyonu olan
pantolonlu ama uzun tunikli takımlar için bile ağır eleştiriler almıştım. Kurulduğu ilk günden bu yana Kanal 7'de
çalışanlar arasında kadınların sayısı erkeklere göre hep
daha çok olmuştur ve dindar kesimde birlikte çalışma deneyiminin en iyi örnekleri orada sergilenmiştir. Sadece
kadın erkek değil, farklı görüşlerden inançlardan birçok
insan orada çok rahat çalışma imkânı bulabilmiştir. Kanal
7 ayrıca da birçok yönetmen, yapımcı, sunucu için iyi bir
okul gibi olmuştur ki ben de bu okulun talebeleri arasındaydım. Ekranda bir kadının (başörtülü-başı açık) görünmesine tahammül edemeyen, ayak ayak üstüne atan
kadın konuğu lanetleyen bir kitleye yayın yaptığımız o
günlerden bugüne baktığımızda, aradaki fark çok daha
iyi ortaya çıkıyor. Kadınların ve erkeklerin hayatları arasına duvarlar ören yaklaşım zaman içinde çok değişim
gösterdi. Bu değişimde İslami kesimin medya kurumlarının öncülüğü ve katkısı büyük. Ancak asıl değişimi siyaset yaptı. Siyaset bu duvarların tamamen yıkılmasına
neden oldu.”[8]
....................................................
[1] 4/en Nisa34 [2] “Tecavüzden korunma dini tavsiyeler”; 19.02.2011; Yeni Şafak [3] “Benim
dinci arkadaşlarım!”; 23.12.2006; Yeni Şafak [4] “28 Şubat en çok kadınları vurdu”; 03.03.2007;
Yeni Şafak [5] “Canilerle din kardeşi olamayız”; 21.04.2007; Yeni Şafak [6] “Müslüman olmaktan utanıyor muyuz?” 29.09.2007; Yeni Şafak [7] “Başörtüye gül takmak”; 03.05.2008; Yeni Şafak
[8] “Muhafazakar erkekler”; 21.03.2009; Yeni Şafak
Mart 2011
51
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Ritim Tutan
Dervişler Ülkesi:
Senegal
Ömer Faruk TOKAT
İslam, Senegal’a 11. Yüzyılda Kuzey Afrikalı
Müslüman tüccarlar vasıtasıyla girdi. Kuzey
Afrika'da Murabıtlar devletinin kurulması
Senegal’de İslam’ın yayılmasını hızlandırdı.
14/31/2010 Kurban bayramını İHH görevlisi
olarak Senegal’de geçirdim. Ekip ve yol arkadaşlarım
Yaşar Sekizkardeş ve Şakir Ceydeliler’le birlikte görevimiz, bu ülkedeki kurban kesimini organize etmek
ve denetlemenin yanı sıra oradaki Müslüman kardeşlerimize Türkiyeli Müslümanların selamını iletmek ve onlarla aynı ümmetten olmanın
farkındalığını yaşayarak ümmet bilincine küçük de
olsa katkıda bulunmaktı.
Senegal’de kaldığım süre içinde bir kez daha anladım ki İHH 125 ülkeye aslında sadece kurban eti
göndermiyordu. Bu faaliyetin manevi bereketi yanında, kurban eti neredeyse sembolik bir öğe olarak
silikleşiyordu.
Kurbanlarını İHH’ile Senegal’e götüren Müslümanlar oraya sadece kurbanlarını göndermedi. Senegalli bir hocanın ifadesiyle “Türkiyeli Müslümanlar
Senegal’e aynı zamanda mutluluk, muhabbet ve
kardeşlik gönderdi”. Kurbanlarını teslim alırken
kardeşlik duygusunu duyumsayarak gözleri nemlenen
52
ve o kurbanları gönderenlere, sevinçten buğulanmış
gözleriyle dua eden insanlar gördüm.
Renkler Cümbüşü Bir Şehir: Dakar
Başkent Dakar’daki Uluslararası Léopold Sédar
Senghor havaalanına ulaştığımızda öğleden sonra
saat 3:00 civarıydı. Dakar ülkenin ve Afrika kıtasının
en batısında bulunan Cap-Vert yarımadasında, Atlas Okyanusu kıyısında kurulmuş güzel bir şehir… Senegal’in
en büyük şehri ve iki milyonun üzerinde nüfusu var.
Havaalanında bizi Türkiye’de doktora yapan
elektrik mühendisi Senegalli Momar Diof kardeş karşıladı. Biz bu arada Senegalli kardeşlerimizle kucaklaşmaya başlamıştık bile. es-Selamu aleykum ve
rahmetullah ve berakâtuh ifadesi Senegal’de tam bir
emniyet ve güvenlik parolası.
Selamun aleykum demeniz her zaman yetmeyebiliyor. Çünkü bu selamlamanın Senegal’de çok işe
yaradığını anlayan “beyazlar” da öğrenmiş Selemun
aleykumdemeyi. Ama tabiri caizse Senegalliler yemiyor bunu. O yüzden es-Selamu aleykum ve rahmetullah ve berakâtuh derseniz ikna oluyorlar kardeşi
olduğunuza.
Momar bey, “yorgun olduğunuzun farkındayım ama program gereği hemen Kaolack’a hareket etmemiz gerekiyor” dedi. Dakar’da bir
Lübnan fast-food lokantasında öğle yemeği yedikten
sonra 190 km. mesafedeki Kaolack şehrine hareket
ediyoruz. Bu arada Senegal’e göçmüş Lübnanlılar,
nüfusun % 1’ini oluşturuyormuş.
Mart 2011
Kaolack şehrine giderken uçsuz bucaksız sahra
boyunca yol alıyoruz. Topraktan, sazlardan inşa edilmiş köylerin, tipik Afrika tarzı kasabaların, şehirlerin
ve pazar yerlerinin arasından geçiyoruz. Damları hasırla örtülmüş mescidlerde namaz kılıyoruz.
Yollarda otobüsler ve kamyonlar rengârenk,
hepsinin üzerinde muhtelif Arapça dualar ve “Elhamdülillah” yazılı. Ayrıca araçların içi tarikat şeyhlerinin fotoğraflarıyla süslenmiş.
Medreseler Şehri Koalack (Kavlak)
180.000 nüfuslu Kaolack şehrine saat 21:00 sularında ulaştık. Geldiğimiz yer Kaolack’ta veterinerlik
yapan Malik (Malick) Ndiaye beyin ofisiydi. Burada
hummalı bir çalışma vardı. Malik bey, ekibiyle birlikte,
kurban dağıtılacak yoksul aileleri tesbit çalışması yapıyordu. Burası bir veteriner ofisiydi ve önceden satın
alınmış olan kurbanlık koyunlar ofisin bahçesindeki
ahırlara konulmuştu.
Veteriner Malik bey, bizi Saloum gölünün kenarındaki Le Relais Hotel’e getirdi. Çantalarımızı odalara bıraktıktan sonra otelin bahçesinde bir toplantı
yaparak Kurban programını planladık.
15 Kasım pazartesi sabahı namazdan sonra
Yaşar beyle birlikte çıkıp şehri dolaşmaya başladık.
Öncelikle şehirde hayatın çok erken başladığı anlaşılıyordu. Kafalarının üzerindeki sepetlerde bir şeyler taşıyan kadınlar hep bir yere doğru gidiyorlardı. Merak
53
ettik ve kalabalığı takip etmeye başladık. Bu takip bizi
büyük bir halk pazarına ulaştırdı. Sabahın bu erken saatinde pazarın bu denli kalabalık olması ilgimizi çekmişti.
Saat 08:00 civarı otele döndük ve kahvaltı yaptık. 09:00’da Malik bey otele gelerek bizi Kurban çalışmasını yürüttüğü ofisine götürdü. Burada gündüz
gözüyle hayvanlara baktık. Malik bey ve arkadaşları
çalışmalarını sürdürürken, biz şehri dolaşıp, toplumun
kanaat önderleri ve hocalarıyla görüşmek için gezmeye çıktık. Rehberimiz, Koalack’ta bir camide imamlık yapan ve medresesi olan kırklı yaşlarındaki Muhtar
hocaydı. Kendisi çok iyi Arapça konuşuyordu. “Arapçayı hangi Arap ülkesinde öğrendin?” dedim…
“Senegal’den dışarı çıkmadım” dedi. Bu durum
doğrusu ilgimi çekti. Bu işin nasıl olduğunu araştırmaya başladım ve karşımda yapısal olarak çok mütevazı ve yoksul; ama muhteva ve program olarak
devasa eğitim faaliyetleri yürüten medreseleri buldum.
Aslında Kaolack, Senegal’in medreseler şehri olarak görülüyor. Gerçekten de şehirdeki her camide, hatta ağaç
altlarında bile medreseler kurulmuş ve Senegalli çocuklar/gençler buralarda İslamî ilimleri tahsil ediyorlar.
Moritanya medrese/mahzara geleneğinin etkisinde oluşturulan medrese programında metinler ez-
berleniyor ve Malikî fıkhı tedrisatı yapılıyor. Bu medreselerden mezun olan talebeler klasik metinleri okuyabilecek düzeyde klasik Arapça ile birlikte modern
standart fasih Arapçayı da çok iyi kullanıyorlar. Bizim
Türkiye’de gerek Kürt medreselerinde gerekse Karadeniz usulüyle tedrisat yapılan medreselerde bir
türlü çözülemeyen Arapça sorunu Senegal medreselerinde aşılmış.
Türkiye’de Kürt ve Karadeniz tarzı medreseler…
On yıl Arapça okuduğu halde düzgün bir cümle kurmaktan aciz medrese talebeleri gözümün önüne geldikçe Türkiyeli Müslümanlar olarak acaba nerede
yanlış yapıyoruz sorusunun cevabını tekrar düşünüyorum. Görüştüğümüz Senegalli hocalarla medreseleri ve programlarını konuşuyoruz. Arapça kitaplar satan
bir kitapçıya giderek medreselerde okutulan kitaplardan
Türkiye’de bulamayabileceklerimi satın alıyorum.
Kaolack şehrinin önde gelen kanaat önderlerinden ve bir Ticanî şeyhi olan Baba Süleyman Ken hocayı ziyaret ediyoruz. Süleyman Ken hoca Kaolack
Camii Kebîrinin imamı. Caminin hemen bitişiğindeki
medresesini ziyaret ederek bilgi alıyoruz.
Bir sonraki durağımız yine şehrin ileri gelen hocalarından es-Seyyid Samba Fâl Camii’nin imamlığını
yapan, Ezher mezunu Abdullah Fâl hocanın evi…
Bahçe kapısından içeri girdiğimizde bir duvar dibine sermiş olduğu plastik hasırın üzerinde kitap mütalaa ederken bulduk Abdullah Fâl hocayı.
Abdullah Fâl hocanın evinden çıkıp Kaolack’ın
en büyük camiine doğru yol alırken Muhtar hoca Senegal’i anlatmaya devam ediyor: Senegal’in ikinci en
büyük şehri kırsal alan olarak yönetilmekte olan Tuba
(Touba)’dır ve nüfusu yarım milyonu bulmaktadır.
Tuba devlet içinde devlet gibi bir yer. Defacto olarak
Senegal’in dinî başkenti. Buranın kendine özgü
bir yönetim ve işleyiş tarzı var. Özerk bir şehir statüsünde. Burada alkol, sigara, yüksek sesle müzik dinlemek ve siyaset yasak.
Koalack Ticani tarikatının merkezi ve şehrin en
büyük camii olan Medine Baay Camii’ni ziyaret ediyoruz. Burası aynı zamanda şehirdeki en büyük İslamî
eğitim merkezi olarak kabul ediliyor. 1930 yılında Ticânî tarikatının İbrahimî kolu kurucusu İbrahim Nas
tarafından yaptırılmış bu cami ve külliyesi. Cami, Afrika mimarisinin muhteşem bir örneğini temsil ediyor.
54
Mart 2011
16 Kasım Salı günü sabah saat 09:00’da kurbanların
dağıtılacağı yere yani Malik beyin ofisine gidiyoruz.
Malik bey organizasyon yeteneği çok gelişmiş bir
insan. Büyükçe bir çadırın içine sandalyeler yerleştirmiş. Kurbanlarını almaya gelen yoksul insanlar bu çadırın içinde oturarak bekliyorlar. Program başlıyor.
Şehrin ileri gelen hocalarından Baba Süleyman Ken
hoca bir konuşma yaparak İHH’ya ve Türkiye’li Müslümanlara teşekkür ediyor. Daha sonra ben de kısa bir
konuşma yaparak İHH, Mavi Marmara, Türkiye Müslümanları, İslam kardeşliği ve ümmet olmanın anlamına dair dilimin döndüğünce bir şeyler anlatıyorum.
Bu kısa programdan sonra, oradaki topluluk teşekkür
ettikçe doğrusu ben mahcup oluyorum. Çünkü o
kadar içten teşekkür ve dua ediyorlardı ki buna
layık olup olmadığımızı düşünmekten kendimi alamıyorum.
Günün geri kalan kısmı kurban dağıtımı ve
hasbıhal ile geçiyor.
Türkiye’den farklı olarak, Senegal’de bayram 17
Kasım Çarşamba günü başladı. Sabah erkenden kalkıp bayram namazına gittik. Her taraftan tekbir sesleri
yükselerek şehrin sokaklarına yayılıyordu. Arap fista-
nına benzer bembeyaz yerel kıyafetleri, ellerinde ilginç
tesbihleri ile camilere yönelen siyah Müslüman kardeşler muhteşem bir manzara sergiliyordu. Tekbir sesleri arasında girdik camiye. Cami hıncahınç doluydu.
Namazın akabinde imam uzunca bir hutbe verdi. Hutbenin büyük bir kısmı Arapçaydı. Son bölümde ise
Volofça kısa bir konuşma yaptı.
Senegal Müslümanları Kurban bayramına çok
duyarlı. Malikî mezhebinde Kurban kesmek Sünnet-i
müekkede olsa da buradaki Müslümanların geleneğinde Kurban adeta farz olarak telakki ediliyor. Bu
yüzden herkes mutlaka bir şekilde kurban tedarik etmeye çalışıyor.
Buradaki teamüle göre Kurban bayramının
hemen akabinde öncelikle cami imamının kurbanı kesiliyor. Cami imamının kurbanı kesilmeden kimse kurbanını kesmiyor ve kurban kesim işlemi birinci günün
öğle namazına kadar bitiriliyor.
Caminin önünde herkes gibi biz de imamın kurbanının kesilmesini bekledik. Daha sonra herkes kendi
kurbanını kesmek üzere evlerine yöneldi.
Bayram namazı sonrasında evine misafir olduğum Mandu beyle Senegal Müslümanlarını konuşuyoruz. Ben bayram namazında camide gördüğüm
manzaradan etkilendiğimi söyleyince Mandu bey gülerek şunları söylüyor: Bizde ayrıca Cuma günlerinin
de çok ayrı bir önemi vardır. Haftanın diğer günleri siz
beyazların ifadesiyle [gülüşmeler] tamtamlarla dans
eden Senegalliler bembeyaz elbiselerini giyerek camilere akın ederler. Her Cuma bir bayram tadındadır burada. Geleneksel olarak Cuma namazına tertemiz beyaz
bubulu kıyafet ile gelinir ve uzaklardan camiye doğru
yürüyen dervişler çok hoş bir manzara oluşturur.
Mandu beyle birlikte çıkıp, Kaolack’ın bir kenar
mahallesinde İHH’dan kurban alan evleri ziyaret ediyoruz. Kurban kesimini izliyoruz ve bayramlaşıyoruz.
Tekrar Dakar’dayız
Saat 18:00’da başkent Dakar’a doğru yola çıktık. Yine çok ilginç yol manzaraları arasında Dakar’a
ulaştığımızda saat 22:00 civarıydı. Şehir merkezinde
bir otele yerleşerek istirahata çekildik.
18 Kasım Perşembe günü sabah erkenden kalkarak Dakar’da faaliyet gösteren Türkiyeli vakıfları ve
STK’ları ziyaret etmek için yola çıktık. İlk olarak Atlas
Mart 2011
55
Okyanusu kenarında ofisi bulunan TİKA’yı ziyaret ettik.
TİKA’nın başında Mehmet Yazgan bey var. Kendisinden
TİKA ve faaliyetleri hakkında bilgi aldık. Mehmet bey
kelimenin tam anlamıyla bir hizmet adamı. Yaptığı işin
öneminin farkında. Heyecanla anlatıyor bize Senegal’i
ve Senegal’de yapılması gerekenleri.
Bir sonraki durağımız Fethullah Hoca cemaatine
ait Yavuz Selim Türk koleji oluyor. Kolejin müdürü
Adnan beyle tanışıyoruz. Oradaki eğitim faaliyetlerini
anlatıyor Adnan bey.
Yavuz Selim kolejinden ayrılıp Dakar’ı daha yakından tanımak üzere yola revan oluyoruz.
Şehrin içinde dolaşırken işgal altında olmadığı
halde, Türkiye gibi, Senegallilerin de binalarına ve
devlet dairelerine 50 metrekarelik bayraklar astıklarını
görünce biraz keyfim kaçıyor ama birazdan selamlaştığımız bir Ticanî dervişinin yüzündeki sıcak ifade silikleştiriyor diğer manzarayı.
Çok atletik vücut yapısına sahip güzel insanların yaşadığı bir yer burası. İnsanlar spor yapmayı çok
seviyor. Atlas Okyanus’u kenarında dolaşıyoruz. Batılı
beyazlar (turistler) Okyanus kenarındaki kumsallarda
miskince yatıp güneşlenirken Senegalli gençler harıl
harıl spor yapıyor.
Bir sonraki durağımız meşhur Gore (Gorée)
Adası… Bir diğer adıyla, -utanacaklarsa şayet“uygar” batılılar için bir utanç adası.
Gore Adası
Dakar'ın 400 metre açıklarında bulunan Gore
Adası 19. yüzyılda köle ticaret üssü olarak kullanılmış.
Günümüzde ise bir turizm merkezi olarak tüm dünyaya köle ticaretinin dehşetini gösteren bir ada olarak
turizme açılmış.
Küçük sokakları, kilisesi, camisi, çarşısı ve artık
müze olarak kullanılan Köle Evi (Maison des Esclaves)
ile çok huzur dolu keyifli sempatik bir yer. Ancak adadaki Köle Evine geldiğinizde bir hüzün kaplıyor tüm
benliğinizi. Köle Evi köle ticaretinin tüm dehşetini gözler önüne seriyor. İki katlı bu binanın alt katındaki
demir parmaklıklı küçücük hücrelerde ve mahzenlerde
günlerce hapsedilen insanlar buradan gemilere istif
edilerek ABD başta olmak üzere diğer batılı ülkelere
götürülmüş. Alt katın son bölümünde koridorun so-
56
nunda denize açılan kapı “dönüşü olmayan kapı”
olarak adlandırılıyor. Çünkü o kapıdan çıkarılıp gemilere doldurulan insanlar bir daha dönmeyecekleri bir
yolculuğa çıkarılıyormuş. Sömürgeciliğe çanak tutmuş
dinin temsilcisi Papa, 1992 yılında bu kapının
önünde, artık onu ve dinini pek de önemsemeyen Afrika halklarından ‘özür’ dilemeyi denemiştir.
Üst katta ise zorla buraya getirilip köleleştirilen
insanları bağladıkları demir bukağılar, prangalar ve kelepçeler, yemek yedikleri kaplar ve o günleri anlatan
resimler sergileniyor. Adadaki bu iğrenç köle ticareti
çok eski zamanlarda değil, 1948 yılında bitmiş. Batı
ve ABD’nin en “uygar” yüzünü görüyorsunuz burada. Şirkle kirlenmiş zihinlerin ne iğrençlikler yapabileceğine tüm çıplaklığıyla tanık oluyorsunuz.
Müzede dolaşırken, bu aşağılık ticareti düzenleyenlerle uzaktan yakından hiç ilgim olmasa da, tenimin onca esmerliğine rağmen beyaz olmanın
utancı yüreğimi acıtıyor.
Bu hüzünlü duygular arasında, adanın en uç
noktasında Okyanus’a sıfır bir konumda olan ada camiine giderek ikindi namazını kılıyoruz.
Akşam olunca Osman Nuri (Topbaş) efendiye
bağlı Şefkat Yolu Derneğini ziyaret ediyoruz. Namı
diğer Aziz Mahmud Hüdayi cemaati çok önemli ve
hayatî işler yapıyor burada. Harıl harıl davet ve eğitim
faaliyetleri yapılıyor. Organizatör Hüsnü Bircan bey
çok dinamik bir insan. Coşkuyla anlatıyor bu ülkede
yaptıkları hizmetleri. Şefkat Yolu, henüz sekiz aydır bu
ülkede. Ama bu kısa sürede o kadar bereketli işler
yapmışlar ki! Senegal Milli Eğitim Bakanlığıyla anlaşarak okullarda okutulan din kültür kitaplarını Volofça
ve Fransızca olarak İstanbul’da basmışlar. Ve gemilerle
getirip dağıtmışlar bu ülkenin çocuklarına. Yüzlerce
hocaya maaş bağlamışlar. Bunların bir tek görevi
var… Henüz İslam’la tanışmamış animist ve totemci
kabile bölgelerine gidip İslamî davet çalışması yapıyorlar. Çalışmalardan etkilenen Senegal devleti 2.000
kişi kapasiteli bir okul binasını Şefkat Yolu’na vermiş.
Dernek başkan yardımcısı Necmettin Esat Bilen bey
de derneğin projelerini anlatıyor. Müthiş bir hizmet.
Bir defa daha dua ediyoruz bu hizmeti oralara kadar
götüren Osman Efendiye.
Buradan ayrılıp Süleyman Efendi Cemaatinin
açtığı medreseyi ziyaret ediyoruz. Burada güzel bir eğitim çalışması var. Senegallilere Kur’an ve Arapça eğitimi veriyorlar.
Mart 2011
Senegal’de faaliyet gösteren Türkiyeli Müslümanlarla… Kurban gönderen İHH, Diyanet Vakfı, Dost
Eli, Yardım Zamanı gibi derneklerin temsilcileriyle tanışıyoruz. Türkiyeli Müslümanlar en
azından Senegal’de iyi bir sınav veriyor.
Ümmet adına umutlanıyorum. Çılgın düşlere
seyir ten hayallere kapılıyorum.
Gece geç bir vakitte dönebiliyoruz otele.
Lobide Momar ve Malik beylerle birlikte oturup son toplantımızı yaparak Kurban ve Senegal
programıyla
ilgili
tesbit
ve
değerlendirmeler yapıyoruz.
E mper yalizm S enegalde
Emper yalistler Senegal’e 15. Yüzyılda
gir miş. İlke defa Por tekizliler Senegal Nehri
kıyılarında bazı koloniler kur muşlar. Daha
sonra 1659 yılında Fransızlar gelerek St Louis’e yerleşmişler.
Senegal’in coğrafî konumundan kaynaklanan jeo-stratejik konumu İngilizlerin de iştahını kabar tmış. İngilizler çeşitli zamanlarda
Senegal'e sömürge amacıyla saldırmışlar fakat
1840 yılında Fransa Senegal'i işgal etmiş ve
1895 yılında Fransız Batı Afrika Kolonisinin
bir parçası haline getirmiş. Senegal 1946 yılında Fransız Batı Afrika Kolonisinin diğer par-
çaları ile birlikte Fransa’nın deniz aşırı topraklarından birisi kabul edilmiş.
Emperyalizme Karşı Sufî Direniş
Hareketleri
Senegal Müslümanları emperyalist işgale karşı
direniş hareketleri başlatmışlar. Başta Ticânî tarikatı
olmak üzere diğer sufî Müslüman liderlerin öncülüğünde muhtelif zamanlarda gerçekleştirilen ayaklanmalar, teknolojik üstünlüğü olan emperyalistler
tarafından bastırılmış. Emperyalistler diğer işgal ettikleri bölgelerde yaptıkları gibi Senegal’de de Hıristiyanlığı yayma çalışmalarında bulunsalar da bu
planları tutmamış. Zira ülkedeki sufî direniş hareketleri, onların organize ettiği medreseler ve ulemanın devasa çabaları, emperyalist işgalcilerin Senegal’i
Hıristiyanlaştırma çalışmalarını akamete uğratmış.
Senegal 1960 yılının başlarında Mali ile birleşmiş ve federal bir devlet kurulmuş fakat bu federasyon yalnızca dört ay devam edebilmiş.
Stratejik olarak önemli bir yerde olan Senegal 4
Nisan 1960 yılında bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte Afrika siyasetinde önemli bir rol oynamış. %94'ü
siyah ve müslüman bir millet olarak İslam dünyası ile
Afrika arasında diplomatik ve kültürel bir köprü olmaya devam etmiş.
Bağımsızlığını kazandıktan sonra Senegal, Fransa’nın nüfuzu altında demokratik hayatına girmiş.
Müslüman bir ailenin çocuğu olduğu halde Fransızlar
tarafından Hıristiyanlaştırılan Léopold Sédar Senghor
ilk devlet başkanı olmuş ve o dönemden beri Senegal
Afrika’nın en demokratik ülkesi olarak varlığını sürdürmektedir.
Senegal’de İslam
Yaklaşık 14 milyon insanın yaşadığı Senegal’in
%94'ü Müslüman, %2'si ise Hristiyan… Animist ve
totemci muhtevalı yerli dinler ise geri kalan % 4'ü
oluşturuyor.
Ülkenin resmi dili Fransızca olmakla birlikte birçok kişi Wolof, Pulaar, Jola veya Mandinka gibi yerli
dilleri de konuşmakta.
Senegal 197,000 km2 yüzölçümüne sahip olan
ve Senegal Nehri'nin güneyinde, Batı Afrika'da yer
alan bir ülke.
Mart 2011
57
Ülkenin batı kıyısı Atlas Okyanusu kenarında
kurulu. Kuzeyinde Moritanya, doğusunda Mali, güneyinde ise Gine ve Gine Bissau, Senegal’in
komşu ülkeleri.
Ayrıca atlas okyanusundan başlayarak kendi
içine doğru uzayan ve ülkeyi ikiye bölen Gambiya da
Senegal’in komşu ülkesi. Ne tuhaf ki Senegal’i Fransızlar sömürdüğü için burada Fransızca ve Fransız kültürü egemenken Gambiya’yı İngilizler sömürdüğü için
oradaki yaygın kültür ve dil İngilizce.
İslam, Senegal’a 11. Yüzyılda Kuzey Afrikalı
Müslüman tüccarlar vasıtasıyla girdi. Kuzey Afrika'da
Murabıtlar devletinin kurulması Senegal’de İslam’ın
yayılmasını hızlandırdı. Senegal topraklarında ilk Müslüman devleti, Murabıtların desteklediği Ömer Tâl adlı
Ticani tarikatı şeyhi kurdu.
Şeyh Ömer Tâl’in kurduğu Senegal İslam devleti, sömürgecilerin 1885 Berlin anlaşmasıyla Batı Afrika topraklarını aralarında paylaşmalarına kadar
devam etti.
Karizmatik liderler etrafında halelenmiş ve onların çekim alanında çoğalarak devam eden Sûfîler
Emperyalistlerin Hıristiyanlaştırma ve asimilasyon çalışmaları karşısında sarsılmaz bir duvar olma fonksiyonunu sürdürmektedir.
Mürîdiye Tarikatı ise şeyh Amadou Bamba
(Ahmed Bamba) (1850-1927) tarafından 1880’li yıllarda Senegal’in Tuba (Touba) şehrinde kurulmuş. Tarikat mensuplarının iddiasına göre Mürîdîlik İmam
Gazzalî’nin eserlerinin yanı sıra Ticanî ve Kadirî tarikatlarından esinlenmiş. Tuba şehri bu gün tamamıyla
tarikatın egemenliği altında olup devlet içinde ayrı bir
devlet. Şehirde hükümet, yönetim ve polis gücü yok.
Defacto olarak şehrin liderliğini ve yöneticiliğini tarikatın şu anki şeyhi Serigne Mouhamadou Lamine
Bara Mbacké yapıyor. Şehrin güvenliğini ise dervişler
sağlıyor. Bu şehirde alkol, sigara, yüksek sesli müzik
ve siyaset yasak.
Layene tarikatı ise Seydi Hadj Abdoulaye
Thiaw Laye tarafından Dakar yakınlarındaki Yoff kasabasında kurulmuş.
Bizde nasıl Ahmed, Mehmed isimleri yaygınsa
Senegal Müslümanları arasında da Amadou (Ahmed)
ve Mamadou (Muhammed) isimleri çok yaygın.
Senegal halkı çok yoksul. Yoksul olmasına yoksul ama olabildiğince neşeli insanlar. Senegalli Müslümanlar yaşadıkları onca yoksulluğun içinde dünya
hayatıyla adeta dalga geçiyormuşçasına yüzlerindeki
Senegal Müslümanları şu 4 tarikata müntesip:
Ticaniyye, Mürîdiyye, Kadiriyye ve Layene.
Tîcânî tarikatı, Cezayirli Sidi Ahmed Ticanî (v.
1815) tarafından Fas’ın Fez şehrinde kurulmuş.
Kuzey Afrika merkezli olmakla birlikte daha çok
Batı Afrika ülkelerinde özellikle de Senegal, Mali ve
Moritanya’da çok etkili.
Ticaniliğin Türkiye hikâyesi ise malum. Kemal
Pilavoğlu adında Ankaralı bir esnaf, rivayete göre
1936 yılında, İstanbul’da bir otelde tanıştığı Mısırlı Abdülkadir Medenî’den Ticânî tarikatı icazeti alarak gizlice tarikatı yaymaya başlamış. Sonrası malum.
Ultra-aktivist Ticânîler Atatürk heykellerini parçalamak, ezan-ı Muhammedî’nin yasaklanıp Türkçeleştirildiği dönemde TBMM’de Arapça ezan okumak gibi
cumhuriyet tarihinin en sıra dışı eylemlerini yapmışlar. Sonrasında tutuklamalar, işkenceler, hapisler ve
yok olan bir tarikat.
58
Mart 2011
tebessüm ve ilişkilerindeki sıcaklık had safhada.
Evlerinde yatakları bile olmayan, genelde toprak
ya da plastik hasırlar üzerinde uyuyan bu insanların yüzleri hep gülüyor. Hiçbir telaşın, koşuşturmanın olmadığı, her şeyin yokluğun sınırında esen ılık
bir çöl esintisi kıvamında varlık bulduğu sonsuz bir
rüyayı yaşıyorlar adeta. Bizde ve Arap ülkelerinde
olduğu gibi dünyaya kazık çakarcasına bir göbek
bağları yok dünya hayatıyla aralarında.
Ben bunu biraz oradaki dinî havaya egemen
olan hayatı sufîce algılayış tarzına bağladım. Olabildiğince kendine özgü bir din yorumu şekillendiriyor Senegal Müslümanlarının hayatını.
Ülkeyi bütünüyle egemenliği altına almış olan
tarikatların, özellikle de toplumun ezici çoğunluğunun
intisab ettiği Müridiyye ve Ticâniyye tarikatlarının belirlediği bir din yorumu bu.
Ticaniyye tarikatı bizdeki Nakşibendîler gibi şeriata bağlılık hususunda daha titiz davranmakla birlikte Müridiler biraz mecra dışına taşarak yer yer batıl
mistik öğeleri barındırıyor bünyesinde. Mesela Müridiyye tarikatının merkezi Tuba şehrine olağan üstü bir
kutsallık atfediliyor. Müridîler, Tuba’nın Mekke ve Medine’den sonra en kutsal şehir olduğuna inanıyor. Bu
yüzden burada ölmek ve defnedilmek için olağan üstü
çaba sarfediyorlar. Ayrıca şehirdeki türbelerde bir
takım aşırılıklara tanık olmak mümkün. Tuba şehrinde
gerçekleştirilen “Magal” merasimlerinin ibadet olarak
telakki edilmesi ise diğer bir sorun.
Tasavvuf Senegal Müslümanlarının hayatında
çok belirleyici bir yerde duruyor. Nüfusun %94’ünü
oluşturan Senegal Müslümanlarının ezici çoğunluğu sufî/derviş. Sufilik ülkede o kadar belirgin ki
şehirlerde dolaşırken camilerden yükselen zikir seslerini duyuyorsunuz. Erkeğiyle kadınıyla insanların
çoğu tesbih taşıyor. Ülkenin dört bir yanında; evlerde, dükkânlarda, dolmuşlarda, taksilerde, özel
arabalarda, tişörtlerde, her yerde Tuba yazısına ve
Tuba şeyhlerinin resimlerine rastlamak mümkün.
Şehirdeki duvarları tarikat şeyhlerinin resimleri süslüyor. Grafittiler bile tarikatla ilgili. Ritmik bir tarz
hâkim Senegalli Müslümanların/dervişlerin hayatında. Hayat kendine özgü bir mecrada akıp gidiyor. Bütün olumsuz taraflarıyla birlikte Senegalli
dervişler sarsılmaz bir bend gibi duruyorlar
“beyaz” misyonerlerin Hıristiyanlaştırma faaliyetleri karşısında.
Mart 2011
Senegal’de her an yol boyunca bir ağaç altında
gerçekleşen dini sohbetlere şahit olabilirsiniz. Biz bir
kasabanın içinden geçerken akşam ezanı okunuyordu.
Önde erkekler, arkada hanımlar bir grup insan yüksek
sesle zikir yaparak ve ritim tutarak camiye gidiyordu.
Senegal’de ciddi bir tesettür sorunu var. Bir
çoğu ellerinden tesbihi, dillerinden dua ve zikirleri düşürmeyen, namaz konusunda çok titiz davranan Senegalli hanımlar paradoksal bir şekilde olabildiğince
dekolte giyiniyorlar. Görüştüğümüz Senegalli hocalarla bu durumu konuşuyoruz. “Senegal’de en az 3
ay kalıp bizim kadınlarımızı tanımadıkça ne
söylesek bize hak vermezsiniz. Zira sabah
akşam, gece gündüz tesettürü anlatıyoruz ama
kendi evimizdeki eşlerimize bile anlatamıyoruz” diyorlar.
Nevi şahsına münhasır bir din telakkisi Senegalliler’inki. Resme mesafeli duran bir dinin mensupları oldukları halde evler, araçlar, sokaklar ve duvarlar
tarikat şeyhlerinin resimleriyle dolu.
Arap fistanını andıran yerel kıyafetlerinin ayrılmaz bir aksesuarı ise Tesbih. Kendilerine özgü tasarımı olan derviş tesbihleri bu ülkede çok yaygın
olarak taşınıyor.
Bütün arızalarına rağmen, Senegal’in bu
güzel insanları, siyah Müslüman kardeşlerimin arasında sık sık Zülfü Livaneli’nin bir şarkısındaki şu
dizeler geliyor aklıma:
“Kardeşlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma
Ben Asyalıyım Afrikalıyım
Kardeşlerim bakmayın mavi gözlü olduğuma
Ben Asyalıyım Afrikalıyım
Ve Kara Afrika'ya
Kara çalarken Botha ve adamları
Yüzünü ağartıyor Mandela, Biko ve arkadaşları”
Spartaküs geliyor aklıma, Malcolm X geliyor…
Coğrafî olarak Senegal’in içinde bir ülke olan Gambiya’nın Müslüman Mandinka kabilesinden koparılarak
Amerika’da köleleştirilen Kunta Kinte’yi hatırlıyorum.
Daha bir muhabbetle kucaklıyorum Senegalli kara
kardeşlerimi.
Allah’e emanet Senegal’in coşkun ve ritim tutan
derviş Müslümanları. Allah Teâlâ din konusundaki arızalarımızı ıslah etsin.
59
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
“Sanatkârlar,
Yazarlar, Güzel
Eserler Bırakanlar
Hiçbir Zaman
Yitip Gitmezler.”
Röportaj Aydın BAŞAR
ısa adı ESKADER olan Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği Başkanı Gazeteci
Yazar Mehmet Nuri Yardım Bey’le Türk Basını,
sanat, kültür ve edebiyat üzerine konuştuk. Okurlarımızın istifadesine sunuyoruz.
K
Her sanatkar yaptığı sanatında bir bakıma Allah’ın büyüklüğünü anlatıyor.
Bir ressam bir ağacı tasvir ettiğinde aslında evet o onun ressamıdır ama asıl
sanatkârı Cenab-ı Allah’tır. Dolayısıyla
sanatçı eseriyle Cenab-ı Allah’ı işaret
ediyor. Sanatçı kâinattaki güzelliği
önce kendisi fark ediyor, sonra fark ettiriyor. Bundan dolayıdır ki sanatla uğraşan insanlar güzel insanlardır, ince
insanlardır, kendileriyle barışık insanlardır ve mutlaka topluma bir şeyler
vermek isteyen insanlardır.
60
Türk basınına uzun yıllar emek vermiş bir
yazar olarak “Babıali” denilince ilk olarak aklınıza neler geliyor?
Babıali yani basın, eski tabiriyle matbuat, toplumun bir aynasıdır. Buradan çok temiz nehirler de akıyor, kirli ırmaklar da… Burada yazılar yazılıyor, fikirler
serdediliyor, düşünceler paylaşılıyor. Ben basınımızın
geçmişten bu yana toplumumuzun kanaatlerini, insanımızın düşüncelerini aynen yansıttığı kanaatinde değilim. Genele baktığımızda toplumun değerleri ile
çatışma halinde olduğunu görüyoruz. Bu garip bir tecellidir aslında… Basının, gazetecilerin toplumla çatışan görüşleri, bir takım öngörüleri esasında toplumda
tutmamıştır. Bu durum geçmişte daha da belirgindi.
Ama son zamanlarda basında akl-ı selim sahibi insanların çoğalmasıyla biraz daha iyiye doğru gidilmiştir, biraz daha normale dönülmüştür.
Geçmişten bugüne baktığımızda basın özgürlüğü alanında ilerlediğimizi söyleyebilir
miyiz?
Eskiye nazaran ciddi bir münakaşa zemini
oluşmuştur, fikirler tartışılmaya açılmıştır. Ve eskinin diktacı, baskıcı görüşleri yerine daha hoşgörülü, daha özgür
ve herkesin fikirlerini daha rahat bir şekilde paylaştığı bir
ortama doğru gidilmeye başlamıştır diyebiliriz.
Babıali’deki dostluklar eskisi gibi devam
ediyor mu? Yazarların kendi aralarındaki muhabbetleri nasıl? Münasebetler zayıfladı diyebilir miyiz?
Eskiden basın Cağaloğlu semtindeydi, bütün gazeteler buradaydı, bütün gazeteciler burada çalışırlardı. Ben de bir bölümüne yetiştim, burada bazı
gazetelerde çalışmak nasip oldu. Daha sonra gazeteler peyderpey buradan ayrıldılar. İlk başta Tercüman
ayrılmıştı, sonra diğerleri… Ayrıldıkları zaman da gidip
bir yerde buluşmadılar. Kimi İkitelli’ye gitti, kimi Yeni
Bosna’ya, kimi Güneşli’ye, kimi Cevizlibağ’a… Mecidiyeköy’e gidenler oldu, Levent’e gidenler oldu… Dolayısıyla Babıali dağıldı. İster istemez dostluklar eski
sıcaklığını kaybetti. Eskiden mesela farklı gazetelerde
çalışan gazeteciler yazarlar, öğle aralarında bir araya
gelir, çay simit yer içerler, muhabbet ederlerdi. Ama
şimdi o zemin kalmadı. Maalesef metropol hayatı,
“büyük şehirleşme” ister istemez o yabancılaşmayı
beraberinde getirmiştir. Ben devasa büyük basın binalarında da çalıştım, orada eski Cağaloğlu’ndaki sıcaklık, samimiyet yok. Bırakın diğer gazetelere gidip
gelmeyi aynı gazetelerde çalışan insanlar arasında
bile diyalog zayıflığı var. Her yazar odasına çekiliyor,
Mart 2011
her muhabir köşesine, masasına çekiliyor, orada çalışmasını yapıyor. Artık gazeteciler arasında böyle bir
fikir teatisi, böyle bir diyalog ve böyle bir meşveret zemini kalmamıştır.
Babıali’de dostluklar denilince aklımıza
marmaratörler geliyor. Siz ESKADER olarak
yaşayan marmaratörleri bir araya getirmiştiniz.
Bize marmaratörlerden biraz bahseder misiniz?
Marmara Kıraathanesi Beyazıt’ta 80’li yıllara
kadar devam etti. Burası bir halk akademisiydi, bir
halk üniversitesiydi. Düşüncelerin buluştuğu bir merkezdi. Asıl yetmişli yıllardaki Marmara Kıraathanesi’ne
yetişemedim ama seksenli yıllarda oraya gittiğimde
orası artık son dönemini yaşıyordu. Oraya sürekli
giden yazarların kimisi vefat etti, kimisi yaşlandı, oraya
gidemez oldu. Tabiri caizse böylece Marmara Kıraathanesi devrini tamamladı. Evet, bu kıraathane kapanmıştır ama buna da pek fazla üzülmemek gerekir;
çünkü her müessesenin bir ömrü vardır. O da ömrünü
tamamlamıştır, görevini ifa etmiştir, fonksiyonu bitmiştir. Marmara Kıraathanesi başta Mehmet Niyazi
Bey ve Ahmet Güner Bey’in kitaplarında belirttikleri
gibi çok güzel düşüncelerin ortaya çıktığı velut bir mekândı. Doğu ve Batı düşüncelerinin birleştiği, buluştuğu
bir yerdi. Sıradan bir kıraathane değil, birçok aydını
besleyen, birçok esere ilham veren bir yerdi. Ahmet
Güner’in “Marmara Kitabeleri” ve Mehmet Niyazi’nin “Deliler ve Dahiler” adlı eserlerinde bu kıraathane çok güzel bir şekilde anlatılır. Keşke oraya bir
dönem müdavim olan hayattaki yazarlar da hatıralarını yazsalar. Mesela Üstün İnanç, Emin Işık, Mehmet
Şevket Eygi… O zaman Marmara Kıraathanesi’nin tarihi daha güzel bir şekilde ortaya çıkar.
61
Günümüzde böyle yerler var mı?
Marmara Kıraathanesi modeli alınarak benzer
çalışmalar yapılıyor. Mesela biz Eskader olarak bir senedir Cağaloğlu’nda “Babıali Sohbetleri” adı altında halka açık toplantılar yapıyoruz. Mehmet Şevket
Eygi’den Beşir Ayvazoğlu’na, Üstün İnanç’tan Ziya
Nur Aksun’a kadar birçok fikir, kültür, sanat, edebiyat
adamı buraya geliyor, düşüncelerini açıklıyor, kendisine sorular soruluyor; dolayısıyla Marmara Kıraathanesi modelinde olduğu gibi bugün de aynı güzellikler
devam ediyor.
Marmaratörlerin yeniden buluştuğu bir
toplantı düzenlemiştiniz. Kimler vardı bu toplantıda?
2008’de yaptığımız ödül törenimizde yaşayan
bütün marmaratörleri Cağaloğlunda bir araya getirdik. Hekimoğlu İsmail, Emin Işık, Mehmet Niyazi,
Mehmet Şevket Eygi, Fırat Kızıltuğ gibi önemli isimler
bu programa katılmıştı. Çok güzel bir toplantı oldu.
Zaten düzenlediğimiz Babıali Sohbetleri de bu toplantıdan sonra gün ışığına çıktı. O gün Mehmet Şevket
Eygi Bey “Keşke Marmara Kıraathanesi’ndeki gibi bir
sohbet ortamı olsa da biz de ara sıra katılsak” şeklinde
bir temennisini dile getirmişti.
Eskiye göre edebiyata ve sanata olan ilgi
arttı mı?
Osmanlıyla kıyaslarsak arttı diyemeyiz. Ancak
yirmi otuz sene öncesiyle kıyaslarsak ben arttığını düşünüyorum. Benim çocukluğumda çok az kitap neşredilirdi ama şimdi yüzlerce yayın evi var ve her yayın
evi birçok kitap yayımlıyor. Üstelik baskı kalitesi olarak
da muhteva olarak da iyi… Ümitsizliğe düşmeye gerek
yok. Bence kültür hayatımızda, kitap dünyamızda çok
olumlu gelişmeler var. Sadece kitap piyasası değil, bir-
62
çok belediye, birçok sivil toplum kuruluşu toplantılar
düzenliyor, faaliyetler yapıyor. Bence yeni nesil daha
çok tarihine, ecdadına, kültürüne sanatlarına sahip çıkıyor. Bakın daha düne kadar milli sanatlar pek ilgi
görmüyordu. Yani bin dokuz yüz seksenlerde tezhibe,
hat sanatına, ebruya, minyatüre ilgi çok çok azdı. Ben
o zaman Mustafa Düzgünman’ı ve Süheyl Ünver’i ziyaret etmiştim. Bunlar ebrunun büyük üstatları…
Onlar da şikâyet ediyorlardı, toplumdaki ilginin azlığından. Ama bugün o kadar çok atölye açılıyor ki tezhibi, ebruyu, minyatürü öğrenmek isteyen o kadar çok
insan var ki şaşarsınız. Demek ki durum iyiye doğru gidiyor. Birçok vakıf, dernek belediye, sürekli Osmanlıca kursları açıyor, el sanatları kursları açıyor. Bunlar
son derece iyi gelişmeler. İnşallah bu güzel gelişmeler
artarak devam edecektir.
Hayatınız boyunca kültür dünyasından
birçok isimle röportajlar yaptınız. Bu röportajlardan en fazla etkilendiğiniz hangisiydi?
Yirmi üç yıl gazetecilik yaptım. Saymadım ama
bine yakın isimle röportajlar yaptım. Şairlerle, yazarlarla, sinemacılarla, tiyatrocularla, geleneksel el sanatlarımızı yaşatan üstatlarla mülakatlar yapmak nasip
oldu. Biliyorsunuz ben bu röportajlarımı üç kitapta
topladım: Romancılar Konuşuyor, Dersimiz Edebiyat
ve Türk Şiirinden Portreler. Bunların dışında daha yayımlanmayı bekleyen röportajlar da var. Bence röportaj türü önemli bir türdür. Bir bakıma sanatçının
içini açtığı, düşüncelerini paylaşarak içini döktüğü bir
edebiyat türüdür. Tabi her yazarın, her sanatkârın ayrı
bir yönü vardır. Bu mülakatlarda öğrendiklerim beni
beslemiştir, çok faydası olmuştur. İçlerinden beni en
çok etkileyeni Cavit Ersen’le yaptığım mülakattır.
Çünkü kendisi huzur evinde idi. Kırka yakın eserin sahibi bir yazar olarak unutulmuştu, ihmal edilmişti.
Onunla yaptığım o mülakat hakikaten beni etkiledi.
“Ben bu millete kendimi adadım, ama bugün
Mart 2011
unutuldum” gibi bir sitemi olmuştu. Ama Allah’a
şükür onu unutmayıp gidip bir huzur evinde bulmuştuk. Sonra o huzur evinde vefat ettiğini duyduk.
Bir yazar olarak edebiyat dünyasından bir
yazar vefat ettiğinde neler hissediyorsunuz?
Son olarak arkadaşınız şair yazar Olcay Yazıcı
vefat ettiğinde neler hissettiniz?
Birçok yakınımızı yitiriyoruz. Son on yıl içinde o
kadar çok büyük değer kaybettik ki… Mesela Cavit
Ersen, Necati Sepetçioğlu, Erdem Beyazıt, Olcay Yazıcı, Ziya Nur Aksun bunlardan bazıları. Tabi bu vefatlar bizi hüzünlendiriyor. Ama bu da kader-i ilahidir,
takdirdir, buna isyan etmek mümkün değildir. Çünkü
hepimiz öleceğiz, bütün insanlar vefat edecek. Ama
ben onlara öldü gözüyle bakmıyorum. Onlar hizmetleri ile, eserleri ile yaşıyor. Bugün bir yayın evi Ziya
Nur Aksun’un bütün eserlerini yayımlıyor. Demek ki
Ziya Nur yaşıyor aslında… Yahya Kemal’in eserleriyle
yaşadığı gibi, Akif’in şiirleri ile yaşadığı gibi… Osman
Olcay Yazıcı da şiirleriyle yaşayacaktır. Yücel Çakmaklı
filmleri ile yaşayacaktır. Ömer Lütfi Mete keza senaryolarıyla aramızda olacaktır. Bence sanatkârlar, yazarlar, güzel eserler bırakanlar hiçbir zaman yitip
gitmezler, mutlaka toplumun içinde bir şekilde yaşamaya devam ederler.
Sanatın toplumlar için önemi nedir?
Bence çok önemli, yani bir lüks değil.... Bakın
size şunu söyleyeyim: doktorların yüzde doksanı sanatla uğraşıyor. Neden? Çünkü sanatın insanı rehabilite ettiği, huzura kavuşturduğu, sıkıntılarını
unutturduğu kesindir. Bunu doktorlar bizzat yaşadıkları için önce kendileri sanatla meşgul oluyorlar sonra
da herkese sanatı tavsiye ediyorlar. “Ya ney üfleyin,
ya şiir yazın, ya hat veya tezhip gibi güzel sanatlarla ilgilenin” diyorlar. Bu son derece önemlidir. İnsanoğlunu sanattan ayırmak mümkün değil.
Çünkü Cenab-ı Allah en büyük sanatkârdır. Her sanatkar yaptığı sanatında bir bakıma Allah’ın büyüklüğünü anlatıyor. Bir ressam bir ağacı tasvir ettiğinde
aslında evet o onun ressamıdır ama asıl sanatkârı
Cenab-ı Allah’tır. Dolayısıyla sanatçı eseriyle Cenab-ı
Allah’ı işaret ediyor. Sanatçı kâinattaki güzelliği önce
kendisi fark ediyor, sonra fark ettiriyor. Bundan dolayıdır ki sanatla uğraşan insanlar güzel insanlardır, ince
insanlardır, kendileriyle barışık insanlardır ve mutlaka
topluma bir şeyler vermek isteyen insanlardır.
Sizin bir sanatçı tarifiniz var mı? Kimdir
sanatçı?
Sanatçı iyilikleri güzellikleri keşfeden ve bunları
toplumla paylaşan insandır. Dolayısıyla bir takım
Mart 2011
olumsuz vasıflar sanatçıya yakışmaz. Mesela ben sanatçının kıskanç olmasını hazmedemem. Bence sanatçı diğer sanatçılarla da barışık olmalıdır. Kendisiyle
ve çevresiyle barışık olan bir sanatçı ancak toplumuna
karşı olan görevini ifa etmiş olur.
Sanat ve medeniyet bilinci arasında nasıl
bir ilişki vardır?
Çok köklü bir ilişki vardır. Köklü bir medeniyetten beslenmeyen sanat satıhta kalır. Tarihten, kültürden, medeniyetten bahsetmeyen sanat sadece güne
hitap edebilir. Kısa ömürlü olur. Mesela mimaride diyelim; eğer Türkiye’de yaşayan bir mimar, Mimar Sinan’ı tanımamışsa, ortaya ciddi bir eser koyamaz. Ne
olur? Batı’nın taklidi, ruhsuz bir şeyler yapar. Bir şair
Düşünmek, düşündüklerimizi
kayda geçirmek yani üretmek…
Yazarsak yazımızla, şairsek şiirimizle, sinemacısıysak senaryomuzla
şükrümüzü
eda
edeceğiz.“Güzel gören güzel
düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Evet, güzel
görelim, güzel düşünelim, güzel
eserler ortaya koyalım, inanın
hepimizin hayatı o zaman
daha da güzelleşecektir.
Baki’yi, Fuzuli’yi tanımıyorsa, Akif’i, Yahya Kemal’i
okumamışsa ortaya iyi bir şiir koyamaz. Bu bütün sanatlar için geçerlidir. Yani Yahya Kemal’in o güzel ifadesiyle kökü mazide olan âtî yani gelecek olmalıyız.
Geçmişten istifade edeceğiz ama aynı zamanda geleceğe uzanacağız. Bu irfan köprüsü kurulduğu zaman
gerçek sanat yapılmış olur.
Son günlerde bazı televizyon dizilerindeki
tarih ve kültür köklerimize yapılan saldırıları
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabi ki herkes kendi görevini yapıyor. Birileri tarihi küçültmeye çalışır, padişahları aşağılamak ister; bu
onların görevidir, bunu yapacaklar. Fakat bence her
şeye rağmen toplumda tarihe ilginin artması sevindi-
63
ricidir. Evet bugün yanlış diziler yapılır yarın bunların
doğrusu yapılır. Bu konuda eleştirmekle kalmak yerine bu konuda ehil olan kişilerin ciddi diziler yapmalı
ve topluma güzel alternatifi sunmalıdır. O zaman gerçek tarihe yönelmiş oluruz. Nitekim örnekleri var: Yönetmen rahmetli Yücel Çakmaklı ve romancı Tarık
Buğra el ele verdiler ve o mükemmel dizileri yaptılar.
Nedir o diziler. Dördüncü Murat’tır. Osmancı’tır.
Küçük Ağadır. Bana göre tarihe ilgi bu dizlerle başladı.
Allah’a şükür unutulmayan diziler olarak hafızalarda
yerini aldı. Size ilginç bir şey söyleyeyim. Bahsettiğiniz
o dizilerden sonra şimdi bütün yayın evleri Yavuz Sultan Selim’le ilgili kitaplar yayımlamaya başladılar. Bu
kitaplara ilgi oldu ki bu kitaplar bu kadar çok yayımlanıyor. Kötü niyetle bir şeyler yapılsa bile korkmayın
gerçekler gizlenemiyor. Hatta bu tür şeyler ters tepki
yapıyor…
Son sorumu sormak istiyorum. Birçok
yazar bir döneme geldikten sonra yazmayı bırakıyor, şiirlerini küsüp yakan şairler var. Sizin
ise yoğun bir çalışma temponuz var. Bu motivasyonu nereden alıyorsunuz?
Cenab-ı Allah hepimize bir ömür vermiş, nefes
alıp veriyoruz, bunun şükrünü eda etmek zorundayız.
Yani biz hayata küsemeyiz, topluma küsemeyiz, isyan
edemeyiz, tam aksine görevimizi yapmak zorundayız.
Nedir görevimiz? Düşünmek, düşündüklerimizi kayda
geçirmek yani üretmek… Yazarsak yazımızla, şairsek
şiirimizle, sinemacısıysak senaryomuzla şükrümüzü
eda edeceğiz. Bizim topluma küsmeye hakkımız yok.
Bize verilmiş bazı kabiliyetler var ise onları hayırda,
güzellikte, erdemlilikte kullanıp bu mazlum millete faydalı olmalıyız. Sadece bu millete değil yeryüzündeki
bütün insanlara faydalı olabiliriz. Size büyük bir zatın
bir düsturunu aktarmak istiyorum. Bediüzzaman hazretleri der ki: “Güzel gören güzel düşünür, güzel
düşünen hayatından lezzet alır.” Evet, güzel görelim, güzel düşünelim, güzel eserler ortaya koyalım,
inanın hepimizin hayatı o zaman daha da güzelleşecektir.
Özgeçmiş:
Gazeteci, yazar ve edebiyat araştırıcısı. 23 Nisan
1960 tarihinde Siirt merkezde, yedi çocuklu bir ailenin
altıncı çocuğu olarak doğdu. Babasının adı Nasri, annesinin ise Sabriye’dir. İlk ve orta öğrenimini doğduğu
yerde tamamladıktan sonra 1980’de girdiği İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü’nden 1985’te mezun oldu. İlkokul yıllarında
edebiyata duyduğu ilgi zamanla arttı. 13 yaşında,
henüz ortaokul üçüncü sınıfta iken ilk şiiri Yeni Asya
gazetesinde yayımlandı. 1976’da Elif edebiyat bülteninin hikâye yarışmasında dereceye girdi. 1980’de
Köprü dergisinin Menkıbe Yarışması’nda “Hasiye
Nine” isimli yazısıyla birincilik ödülünü kazandı.1979
yılında başladığı gazetecilik mesleğini Yeni Asya,
Doğuş, Tercüman, Türkiye, Hürriyet, Zaman, Bizim
Gazete, Haber Fatih, Orta Doğu ve Yeniçağ gazetelerinde devam ettirdi. Bu gazetelerde musahhih, editör,
servis yönetmeni, röportaj ve köşeyazarı olarak çalıştı.
Türkiye Çocuk dergisinin haber müdürü oldu
(1994). 2001 yılında basından emekli olduktan sonra
Kubbealtı Akademisi Kültür Sanat Vakfı bünyesinde
çıkan Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın yazıişleri müdürü göreve başladı. Halen bu göreve devam ediyor.
10 Ağustos 2006 tarihinde bir grup arkadaşıyla birlikte kültür sanat sitesi www.sanatalemi.net i kurdu.
Site hergün güncellenen ve Türkiye’nin en çok ziyaret
edilen sitesi oldu. Sanatalemi.net’in iki yıl yayın yönetmenliğini yürüttükten sonra yazar olarak devam
etti. Sanatalemi.net Türkiye Yazarlar Birliği tarafından
2007 yılında “elektronik yayıncılık” dalında Türkiye’nin “en başarılı sitesi” seçildi. İLESAM (Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği),
TYB (Türkiye Yazarlar Birliği), TGC (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti), İstanbul Edebiyat Derneği (İSEDER)
üyesi. İlk iki kuruluşun İstanbul şubeleri yönetiminde
bulundu. 6 Mart 2008 tarihinde bazı yazar, şair ve sanatçı dostlarıyla birlikte kurduğu Edebiyat Sanat ve
Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)’in Genel
64
Mart 2011
Başkanlığı’na seçildi. Halen bu görevine devam ediyor. Bazı ödüllere sahip olan yazar, Ahmet Haşim ve Ziya
Osman Saba’nın mezarlarının kayıp oluşuyla ilgili haberi (Mezarı Kayıp Şairler) münasebetiyle “2000 Yılı
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Kültür Sanat Başarı Ödülü”ne lâyık görüldü. “Kayıp İstasyon” isimli kitabı dolayısıyla da Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 2005 yılında “biyografi” dalında “yılın yazarı” seçildi.
Fatih Kerem (1990) ve Ömer Faruk (1995) isimli iki oğlu bulunuyor. Yazı, araştırma, inceleme ve röportajları
Kubbealtı Akademi Mecmuası, Türk Edebiyatı, Yedi İklim, Hece, Defne, Tarih ve Düşünce, Bizim Külliye, Biyografi Analiz, Dünya Kitap, Varlık ve Kitaphaber dergilerine yayımlandı. Kahraman Yayınları’nın 44 kitaptan
oluşan İslâm Klasikleri’nin, Boğaziçi Yayınları’nın yayımladığı Şairler-Yazarlar dizisinin ve Hikmet Neşriyat’ın
30 kitaptan meydana gelen Türk Klasikleri serisinin editörlüğünü yaptı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından neşredilen ‘Fethin 550. Yılında İstanbul
Şiirleri-Yazıları’ isimli eserin editörlerinden oldu.
YAYIMLANMIŞ ESERLERİ:
Altın Işık (Ziya Gökalp, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul 2006)
Aşina Çehreler (Nesil Yayınları, İstanbul 2007)
Bize Göre (Ahmet Haşim, Yayıma Hazırlık, Damla Yay., İstanbul 2006)
Cahit Öney Hayatı, Eserleri, Hatıraları (Akış Yayınları, İstanbul 2007)
Çağlayanlar (Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Yayıma Hazırlık, Damla Yay., İstanbul 2006)
Çanakkale Arslanları (Fahri Celal Göktulga, yayıma hazırlık, Yarımada Yay., İst. 2007)
Dersimiz Edebiyat (İlk adı Kelâm ve Kalem, Nesil Yayınları, 2.bs., İstanbul 2006)
Doğu Klâsikleri (Erdem Yayınları. 10 kitap, İstanbul 1998)
Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hatıraları (Nesil Yayınları, 6. bs., İstanbul 2006)
Edebiyatımızda Hüzün (Yağmur Yayınları, İstanbul 2009)
Edebiyatımızın Güleryüzü (Selis Yayınları, Genişletilmiş 4. baskı, İstanbul 2006)
Halk Türkülerinden Seçmeler (Bordo Siyah Yayınları, İstanbul 2006)
Karagöz ve Hacivat (Cem Atlı adıyla, Erdem Yay., İstanbul 1985)
Kayıp İstasyon (Selis Yayınları, 2. baskı, İstanbul 2008)
Mehmet Âkif Ersoy Hayatı ve Eserlerinden Seçmeler (Damla Yayınları, İstanbul 2008)
Mevlid-i Şerif (Kahraman Yayınları, ortak yayın, İstanbul 1997)
Mustafa Necati Karaer’e Armağan (ortak, İstanbul Yay. 1997)
Ömer’in Çocukluğu (Muallim Naci, Yayıma hazırlık, Bordo Siyah Yay. İst.2006)
Ömer Seyfettin (Hikmet Neşr., 3. bs., İstanbul 2005)
Refik Halit Karay (Hikmet Neşriyat, 3. baskı. İstanbul 2005)
Romancılar Konuşuyor (Nesil Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2008)
Safahat (Mehmet Akif Ersoy, Yayıma hazırlık, Kahraman Yay. İstanbul 1996)
Safiye Erol Kitabı (Benseno Yayınları, İstanbul 2003)
Sait Faik Abasıyanık (2. bs., Hikmet Neş., İstanbul 2005)
Seçme İlahiler (Kahraman Yayınları, Ortak yayın, 2. baskı, İstanbul 2005)
Sefertası (Erguvan Yayınları, İstanbul 2009)
Tarihimizin Güleryüzü (Nesil Yayınları, İstanbul 2007)
Türk Mânilerinden Seçmeler (Damla Yayınları, İstanbul 2006)
Türk Ninnilerinden Seçmeler (Damla Yayınları, İstanbul 2006)
Türk Şiirinden Portreler (2. bsk., Nesil Yay., İstanbul 2006)
Unutulmayan Edebiyatçılarımız (Nesil Yay., 2. baskı, İstanbul 2004)
Yahya Kemal Beyatlı (Cem Atlı adıyla, Erdem Yay. İstanbul 1986)
Yalnız Efe (Ömer Seyfettin, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul 2006)
Yazar Olacak Çocuklar (Selis Yayınları, 2. baskı, İstanbul 2007)
Yıldızlarla Uyumak (Nar Yayıncılık, İstanbul 2009)
Yûnus Emre Divanı (Yayıma hazırlık, Kahraman Yay. İstanbul 1997)
Yûnus Emre Seçme Şiirler (Bordo Siyah, İstanbul 2006)
Ziya Nur Aksu Kitabı (Marifet Yayınları, ortak, İstanbul 2004)
Ziya Osman Saba (Hikmet Neşriyat, 2. baskı, İstanbul 2005)
Ziya Osman Saba Sevgisi (Nesil Yayınları, İstanbul 2004)
Mart 2011
65
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
21.Yüzyıl
Mimarlarını
Hayrete
Bırakan
Şadırvan
M. Emin KARABACAK
B
ir gün öğle yemeğini yedikten sonra namazı
hangi camide kılalım derken bir arkadaş İplikçi
Cami’sinde kılalım ve size 21. Yüzyılı mimarlarının akıl sır erdiremediği harika bir şey göstereceğim dedi.ü
İslam medeniyetinin temeline baktığımız zaman her
zaman karşımıza sevgi ve
hoşgörü çıkmaktadır. İslam
medeniyetinde hizmetler götürülürken ve yapılırken hiçbir karşılık beklemeden ve
insanları incitmeden yapıldığını hepimiz çok iyi
bilmekteyiz.
66
Kış günü olduğu için abdestlerimizi genelde işyerinde alır o şekilde çıkarız. Camiye gelince arkadaş
cami yerine doğruca şadırvana doğru yöneldi. Biz, caminin tarihi bir özelliğini anlatmasını beklerken arkadaşın şadırvana doğru yönelmesi bizi biraz daha
meraklandırdı. İplikçi Camii’nin şadırvanına gelince
arkadaş; hocam siz şadırvanın bu direğinin altında
dur, bende karşı direğin dibine durup sizinle oradan
konuşacağım. Üç arkadaş direklerin dilberine ayakta
birer birer durduk. Arkadaş benim durduğum direğin
karşındaki direğin dibine durdu ve konuşmaya başladı. O da ne? Sanki arkadaş mikrofonla konuşuyor
gibi. Ses o kadar dolgun ve net ki kulağınızı mikrofon
gibi rahatsız etmiyor. Sesin gelişi o kadar toplu ki yüksek ses bile insanı rahatsız etmiyor. Bu ortamda konuşmak insanı hem mutlu ediyor hem de hayrette
bırakıyor. Bunu diğer direklerde yaptık aynı şekilde ses
yankısı muhteşemliğini sergilemektedir. Biz bunları arkadaşlarla kendi aramızda konuşurken bize burayı
gösteren arkadaş bir taraftan da 21. Yüzyılı mimarlarının bunu yapamadıkları gibi sırrını dahi çözemediklerin söylüyordu. Şadırvanın üstü klasik bir şadırvanı
andırmasına rağmen bu özelliğimin olması gerçektende
akıl sır ermemektedir. (Bize İplikçi Camii’nin şadırvanındaki ses olayını gösterip anlatan dostum Mehmet
ASLAN’a okuyucularım adına teşekkür ederim)
Tarihi camilerde bu ses olayının olduğunu biliyorduk da şadırvanda böyle bir ses olayının olabileceğini aklımızın ucundan bile geçirmiyorduk. İslam
medeniyetinin Selçuklularda yakaladığı bu muhteşem
buluşu günümüzde dahi özelliğini kaybetmeden
devam ettirebilmesi ayrı öneme sahiptir.
İslam medeniyetinin temelinde hizmet anlayışının ön planda olunca böyle güzellikler karşımıza her
zaman çıkabilmektedir. Ağustos ayının yakıcı sıcaklarında normal camileri klimalar dahi serinletmekte aciz
kalırken; İslam medeniyetinden esinlenerek yüzyıllar
öncesi inşa edilen camilerde klimaya bile insan ihtiyaç hissedilmemektedir.
İslam medeniyetinin temeline baktığımız zaman
her zaman karşımıza sevgi ve hoşgörü çıkmaktadır.
İslam medeniyetinde hizmetler götürülürken ve yapılırken hiçbir karşılık beklemeden ve insanları incitmeden yapıldığını hepimiz çok iyi bilmekteyiz.
Yukarıda bahsettiğim şadırvanın ait olduğu caminin de halk arasında ilginç bir hikâyesi vardı.
Öğrencilik yıllarımda ilçeden Konya’ya sınava
geldiğim zaman, sınavdan sonra öğle namazı İplikçi
Cami’sinde kıldım. Normalde tarih derslerinden edindiğimiz bilgilere göre yeni yapılan camilere genelde
sultan ya da padişahların isimlere verilirdi. Tarih bilgimi yokladığım zaman iplikçi diye ne bir padişah ne
sultan ne bir vezir ne de Konyalılarla özdeşmiş birini
hatırlamıyordum. Camini isminin nerden geldiğini bi-
Mart 2011
zimle namaz kılan üniversiteli bir abiye sordum. Abide
hikâyesini şöyle anlattı.
Camiyi yaptıran kişin (padişahta olabilir zengin
bir kişide olabilir) camiyi yaptırırken hiç kimseden yardım alınmaması konusunda etrafındakilere ve çalışanlarına emir vermiş. Cami inşaatı başlamış; fakat bir
süre sonra yaşlı bir teyze birikintilerini camiye yardım
olarak vermek istemiş. Herkese olduğu gibi yaşlı teyzeye de yardımlarının kabul edilemeyeceği söylenmiş.
Teyze her gelişinde ısrar etmesine rağmen değişen hiçbir şey olmamış. Teyzede bakmış olacak gibi
değil gidip elindeki paralara pazardan yün almış. Aldığı yünlerle evdeki yünlerin hepsini eğirtmeciyle bir
güzel ip yapmış. Sonra yaptığı ipleri de küçük küçük
keserek bir çuvala doldurmuş doğruca camini inşaatına gitmiş. Çalışanlar cami için harç kararken yaşlı
teyze hiç kimseye bir şey demeden çuvaldaki ipleri
harcın için hemen boşaltıvermiş. Durum camiyi yaptırana kişi ya da sultana anlatılınca yaşlı teyzeyi huzuruna çağırmış ve davranışının nedenini sormuş.
Teyzede niyetini ve başından geçenleri bir güzel anlatmış. Teyzenin davranışı camiyi yaptıranın çok hoşuna gitmiş ve teyzeyi takdir etmiş. Bir rivayete göre
camiyi yaptıran kişi kadının bu davranışından dolayı
caminin ismi iplikçi koyduğu baş bir rivayette ise bu
olay halk arasında bu şekilde anılmaya başlanmış, camide inşaatını bitince camini ismi bu şekilde kalmıştır.
İşte İslam medeniyetinin temelini oluşturan ruh
budur. Temelinde rıza-i ilahi olan hizmetler hep günümüze kadar ayakta kalabildiği gibi yıllarca da ayakta
kalabileceğini göstermektedir.
Konya’ya yolunuz düştüğü zaman tarih kokan
İplikçi Cami’sini ve şadırvanı ile Mevlana ve Şems
Tebriz-i Hazretlerinin türbesini ziyaret etmeden geçmeyelim Bunların yanında Kapu Cami, Şerafettin
Cami, Sultan Selim Cami, Alaadin Cami gibi tarih
kokan İslam medeniyetinin şaheserlerini olan camilerini de unutmamanız dileğiyle…
67
Musa KARACA
mkaraca_rehber@hotmail.com
Dost Olarak O Yeter
Öyle bir dost istiyorum ki, yanımdan hiç mi hiç ayrılmasın. Bütün dertlerimi, isteklerimi ona
anlatayım. Beni dinlemekten sıkıntılarımı gidermekten hiç sıkılmasın. O yanımdayken kendimi yalnız
hissetmeyeyim. Beni çok seven ve bende onu çok sevdiğim bir dost.
Arkadaşlar! Hepimizin böyle bir dostu var. Fakat biz farkında mıyız? Ona bir adım yöneldiğimizde bize
on adım geliyor, darda kaldığımızda imdadımıza yetişiyor, zorlukları açıp bize kolaylaştırıyor; çünkü onun
her şeye gücü yetiyor. Çokça ikram ediyor, bize verdiği nimetleri saymakla bitiremiyoruz, çok zengin; fakat
hiçbir şeye muhtaç değil. Emirlerine uymayanlara karşı bile çok merhametli ve şefkatle muamele ediyor,
ondan bir şey istediğimizde mutlaka karşılık veriyor, bizleri çok seviyor ve hepimizin iyilik üzere olmasını
istiyor. Hemen anladınız değil mi? İşte bu dost bize şah damarımızdan daha yakın olan rabbimiz Allah’tır
(c.c). O ne güzel dost ne güzel vekildir.
Gecede gündüzde, karanlıkta, aydınlıkta, sesli sessiz söylediğimiz her şeyi işiten ve gören, her an
yanımızda olan rabbimiz. Rabbimiz: “…Kullarım beni sana soracak olursa, muhakkak ki ben
(onlara) pek yakınım…” “…… Biz ona şah damarından daha yakınız.” buyurmaktadır. Bizi hiç
terk etmeyen dostumuzun farkında olalım. Her an O’na sevgimizi ve şükrümüzü sunalım. Sadece ondan
yardım isteyelim.
Seni çok seviyoruz ey rabbimiz. Verdiğin nimetlere sonsuz teşekkür ederiz. Bizleri de nimet verdiğin
dostlar arasına al. Bizlere dost ve vekil olarak sen yetersin. Biz yalnızca sana ibadet eder ve yalnızca
senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların
ve sapmışlarınkine değil.
FEN BİLGİSİ DERSİ
Babası okuldan dönen oğluna:
- Bugün okulda ne yaptınız? diye sormuş.
Çocuk:
- Fen Bilgisi dersinde deney yaptık.
- Peki, yarın ne yapacaksınız?
- Deneyde yıkılan duvarı yapacağız babacığım..
68
Mart 2011
Bilmeceler
1-İtfaiyeciler
neden kırmızı kemer takarlar?
2- Dünyanın
en büyük kirazı nerede yetişir?
3- En
4-
çok acı çeken dağ hangisidir?
Her tarafı sayılarla dolu olan adama ne denir?
5- Bir
duvar bir duvara ne demiş?
6- Bir
Japon ne zaman “ merhaba” der?
7-
Mavi atlas, makas kesmez
Cevaplar: 1- Pantolonları düşmesin diye 2- Kiraz ağacında 3- Ağrı 4- Numaracı 5- Köşede buluşalım 6- Türkçe öğrendiği Zaman 7- Deniz
BULMACA
1- Peygamberimizin (s.a.v) sözleri.
2- Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) söz ve fiillerinin ve takrirlerinin tümü.
3Peygamber
Muhammed’i (sav)
göndermek.
Efendimiz
Hazreti
anmak, O’na selam
4Peygamber Efendimiz’e iman ederek
O'nu gören ve müslüman olarak ölen
kimseler.
5Peygamber
Efendimiz
Muhammed’in (s.a.v) ilk hanımı.
Hazreti
6Peygamber Efendimiz’e ilk vahyin
nâzil olduğu mağara.
7Peygamberimizin,
Kudüs'deki
Mescid-i Aksa'dan, Yüce Allah'ın, manevî
huzuruna yaptığı yolculuk.
8"Doğru sözlü ve güvenilir" mânâsına
gelen Peygamber efendimizin (s.a.v) lakabı.
9Doğumundan ölümüne kadar Hz
Peygamber (s a s)'in hayatını anlatan kitaplar.
10- Medîne-i Münevvere’de, akrabâları ve evleri bulunmayan, Peygamber efendimizin
mescidinde kalan ashâb-ı kirâm.
1- Hadis 2- Sünnet 3- Salavat 4- Sahabe 5- Hatice 6- Hıra mağarası 7- Miraç 8- Emin 9- Siyer 10- Suffa
Mart 2011
69
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Mehmet
Akif’i
Tanıdıkça
Hasan BAŞAR
ehmet Akif Ersoy İslam dünyasının yetiştirdiği son dönemin en önemli din âlimi, edibi,
fikir adamı. Düşünceleriyle, fikirleriyle sadece devrine değil, günümüze de ışık tutan bir edip,
İslam âlimi. Kendisini davasına adamış dava adamı.
Davası İslam. Dava İslam olunca da yaptığı ilk şey
İslam dünyasını yakından tanımak olmuştur. İslam
dünyasını gezerek İslam dünyasının içinde bulunduğu
durumu yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İslam dünyası ki, Akif’in şiirlerinde İslam dünyasından kasıt
Şark’tır. Mehmet Akif’in gördüğü ve yakından tanıdığı
Şark az biraz insafı olan Müslüman için elem vericidir.
Şark’ın içinde bulunduğu içler acısı durumun ıstırabını
ruhunun derinliklerine yaşamış bir İslam aşığıdır o.
İçinde yaşadığı medeniyeti yani Şark’ı yakından tanıdıkça ümitsizliğe kapılmış, yese düşmüş, derin ıstıraplar içerinde kendini kahretmiştir. Ama asla dünyaya
küsmemiş. Sorunların ne olduğunu görmüş, anlatmış,
yetinmemiş çözüm önerileri de sunmuştur. Bunun için
onun fikir ve düşünceleri bizim yani İslam dünyası için
M
Müslümanları ve İslamiyet’i potansiyel suçlu gibi gösteren, kendi kişisel
çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, ülkenin milli ve manevi kaynaklarını sömüren diktatörler ve onların
etrafında çöreklenen mutlu azınlıkların saltanatını yıkarak başladılar. Ve
ben inanıyorum ki bundan sonra
İslam dünyası eskisi gibi olmayacak.
70
önemli bir yere sahiptir. O sadece bizim değil
bütün İslam âlemi için önemli bir değerdir.
Dolaysıyla ona ve onun fikirlerine sahip çıkmak gerekir. Bu anlamda Kültür Bakanlığı ilk
adımı atmış ve 2011 yılını Mehmet Akif Ersoy
yılı ilan etmiştir. Yıl boyunca Mehmet Akif
Ersoy çeşitli etkinliklerle anılacak ve Türk Milletinin onu daha yakından tanıması sağlanacaktır. Buna bu milletin gerçekten ihtiyacı var.
Çünkü bu millet o ve onun gibilerin sözlerini
dinlemiş, fikirlerine önem vermiş olsaydı inanın bugün bu duruma düşmüş olmazdı.
“Ey koca Şark, ey ebedi meskenet!
Sende kımıldanmaya bir niyet et.
Korkuyorum Garb’ın elinden yarın,
Kalmayacak çekmediğin melanet”
“Bunca zamandır uyudun, kanmadın:
Çekmediğin kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştanbaşa,
Sen yine bir kere kımıldanmadın!”
Akif’in o zaman gelecek zaman kipiyle
kullandığı olayları bizler şimdi yaşıyor ve
olaylara yakından tanıklık ediyoruz. Evet,
Müslüman dünyası, sadece Müslüman dünyası değil, bütün dünya Garbın elinden ıstırap çekmektedir. Dünyayı Müslümanların
dışındaki insanlara bıraktığımızda dünya
yalanın, dolanın, zulmün, adaletsizliğin,
pençesinde iniler durur ki söylediğim gibi
bu durumu günümüzde bütün çıplaklığı ile
yaşıyoruz. Mehmet Akif, o zaman bizleri
uyarırken bizler onu dinlemedik. Gaflet uykusundan uyanmadık.
ŞARK
“Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbusu,
Asırlar var ki, İslam’ın muattal, beyni, bâzusu,
“Ne gördün, Şark’ı çok gezdin? ” diyorlar. Gördüğüm yer yer
Harap iller, serilmiş hanümanlar, başsız ümmetler,
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar,
Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar,
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;
Tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler;
Riyalar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler;
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;
Ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar;
Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar;
“Gazâ” nâmiyle dindaş öldüren biçare dindaşlar;
Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;
Emek mahrumu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!...
Geçerken, ağladım geçtim; dururken ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.
Mezarlar, âhiretler, yükselen karşımda dûradûr;
Ne topraktan güler bir yüz, ne göklerden güler bir nûr?
Derinlerden gelir feryadı yüz binlerce âlâmin;
Ufuklar bir kızıl çember, bükük boynunda islâm’ın!
Göğüsler hırlayıp durmakta, zincirler daralmakta;
Bunalmış kalmış üç yüz elli milyon, cansa gırtlakta!
İlâhi! Gördüğüm âlem mi insaniyetin mehdi?
Bütün umranı tarihin bu çöllerden mi yükseldi?
Mehmet Akif Şark’ı ne güzel tarif
etmiş. Mehmet Akif’in yaklaşık bir asır önce görüp de vicdanını sızlatan bu manzaranın günümüzden ne
farkı var. Aslında bu tanımların günümüzdeki Şark tanımından bir farkı yok. Üç aşağı beş yukarı Şark’ın
içinde bulunduğu durum bundan ibaret. Evet, manzara değişmemiş olabilir, durum vahim olabilir; ama
bir fark var artık. Bu ıstırabı sadece Akif değil, Şark’ın büyük çoğunluğu özelliklede gençler görmeye başladılar.
Müslüman coğrafyada yaşanan olaylar gösteriyor ki Akif’in beklediği şarkın dâhisi geldi ve İslami
içinde bulunduğu karanlıktan, bataklıktan çıkaracaktır. Nasıl ki: “Asım’ın nesli… diyordum ya… Nesilmiş gerçek” diyerek asaletinden asla şüphe etmediği necip evlatların geleceğinden ümidini de kaybetmedi. Akif bir asır öncesinden bakın nasıl çağırıyor şarkın dâhilerini. Şerif Muhyiddin için yazdığı
Mart 2011
71
“Şarkın Yegâne Dâhisine” adlı şiirinde Şerif Muhyiddin’in nezdinde bütün Şark’a seslenmekte:
“Yanık bağrında, yıllardır, kanar mızrabının yâdı,
Gel ey biçare Şark’ın, Şark’a küsmüş gitmiş evladı.”
Yeter artık elverir Garb’ın elinden çektiğimiz melanet. Daha ne kadar katlanacağız bu onursuzluğa
derken ses verdi Şark. Kımıldandı ve üzerindeki ezilmişliği attı, ölü toprağını silkeledi. “Dur.” dedi bu
durum daha fazla devam edemez. Yaşanan olaylar
geldiklerinin müjdelerini veriyorlar. Ve ilk olarak işe
kendilerine zulmeden, Müslümanları ezen, Müslüman
devletlerde Müslümanları ve İslamiyet’i potansiyel
suçlu gibi gösteren, kendi kişisel çıkarlarından başka
bir şey düşünmeyen, ülkenin milli ve manevi kaynaklarını sömüren diktatörler ve onların etrafında çöreklenen mutlu azınlıkların saltanatını yıkarak başladılar.
Ve ben inanıyorum ki bundan sonra İslam dünyası eskisi gibi olmayacak. Şark ayaklarındaki prangalardan
sıyrılıyor. Üzerindeki ezilmişliği atıyor. Burada tereddüt edilen bir husus olabilir: “Acaba bu gençler kullanılıyor mu?” Diye. Siyasi aktörler kendi
menfaatleri için sinsi planlar yapabilirler. Ama ben
gençlerin samimi olduğuna inanıyorum. Önemli olan
insanların duyarlı olması, bu hassasiyeti taşıması. Siyasi aktörler veya plan yapıcılar kısa vadede amaçlarına ulaşsalar dahi uzun vadede kazanan bu
coğrafyanın gerçek sahipleri olacaktır.
“B U
HAYBET TEN USANDIK BİZ , BU HÜSRAN ARTIK EL VERSİN !
İ LÂHİ ,
NERDE BİR NEFHAN Kİ , DONMUŞ HİSLER ÜRPERSİN ,
S ERİLMİŞ
SİNELER, KÂBUSU ARTIK SİLKİP ÜSTÜNDEN .
“HAYAT ELBETTE HAKKIMDIR!” desin, dünya
“DEĞİL!” derken “Ve bizler, yani Müslüman
dünyası, yani “Ey koca Şark, ey ebedi meskenet!”“HAYAT ELBETTE HAKKIMDIR!” diyecek
dünya değil dese de. Ve dünya bundan sonra eski
dünya olmayacak. Ve inşallah İslam dünyasının geleceği daha parlak. Ve inanıyorum ki o eski muhteşem
dönemlerine geri dönecektir.
72
Mart 2011
Download