AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ aralık 2015 | yıl 21 | sayı 246 “Esas sorun devletin ya da Sünnilerin kendi varlık alanlarını terk etmiş olmaları ile baş gösteriyor.” s. 44 Avrupa Aleviliği Necdet Subaşı ile Alevi Özne Üzerine Söyleşi s. 32 Kebap Avrupa Değerlerini Tehdit Ederse s. 14 Fuat Mansuroğlu İle Alevilik Tanımı Üzerine Söyleşi s. 40 UMRE 2016 Beytullahʼı ziyarete gidiyoruz! ŞUBAT/MART/NİSAN UMRESİ EMEKLİLER UMRESİ MAYIS/HAZİRAN/RAMAZAN UMRESİ ARALIK (YILBAŞI) UMRESİ • Üniversitelilere ve 25 yaş altı gençlere özel fiyatlar • Çocuklu ailelere eğitmenler eşliğinde kreş hizmetleri • Emeklilere belirli tarihlerde özel fiyatlar • Okul tatilleriyle uyumlu tarihler • Almanca ve Arapça rehberlik eşliğinde müstakil kafileler • Türkiye’den Hennes Tour aracılığıyla yakınlarınızla birlikte umre fırsatı Türkiye Temsilciliği|Hennes Tour T +90 332 3515055 (Konya) T +90 212 6355593 (Istanbul) T +90 312 3113130 (Ankara) info@hennestour.com Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Hadsch-Umra Reisen GmbH Boschstraße 61-65 D-50171 Kerpen T +49 2237 9746-0 F +49 2237 9746-19 www.igmgreisen.com igmgreisen Selamların en güzeli ile K Avrupa Aleviliği Özelinde Aleviliği Anlamak imi zaman İslam’ın özü, kimi zaman İslam dışı bir din, kimi zaman bir erkân ve yol olarak tanımlanıyor Alevilik. Bu farklı tanımlama çabaları esnasında tartışılan sorular oldukça fazla: Aleviliğe ait bir teolojinin olup olmadığı ya da onun bir teolojiden uzaklaştırılmaya çalışıldığına dair sorulara Aleviliğin İslam’ın içinde mi yoksa dışında mı olduğuna dair yorumlar ekleniyor. Bu farklı yorumların sadece teolojik bir yanı da yok üstelik; tüm bu yorumlar aynı zamanda Alevilerin diğer Müslüman gruplarla ilişkileri, Avrupa genelinde İslam ve göç söylemlerindeki pozisyonları ya da Aleviliğin Türkiye’deki konumu gibi siyasi soruların tartışılmasını da beraberinde getiriyor. Oysa Aleviliği, Sünnilik içinde eritmeye çalışan çabalar kadar, onu İslam’dan koparmaya, İslam öncesi motiflerden beslenen münferit bir din olarak tanımlamaya dair çabalar da aynı oranda siyasi. Bu siyasi izler kendisini en çok Aleviliği, dindarlığın (ya da siyasi düzlemde muhafazakârlığın) karşısında konumlandıran sol hareketlerde belirgin hâle getiriyor. İşte tam da bu esnada Aleviliği anlama çabalarının politize olmamış bir zeminde gerçekleşmesi önem arz ediyor. Öte yandan bu tartışmalar Alevilerle Sünniler arasındaki ilişkinin birçok bağlamda “düşman” imgelemi üzerine kurulu olmasıyla kördüğüme dönüşebiliyor. İki tarafta da ön yargıları sarsmamaya kararlı tavırlar var: Biri öbürüne “Sivas’ın katilleri” gözüyle bakarken, öteki diğerine “makbul Müslüman” tekeli üzerinden tahakkümvari bir tavırla yaklaşıyor. İki tarafta da düşmanlık üzerinden kimlik bulan, bu nedenle de o düşmanı tanımak, onunla karşılaşmak, ona dokunmak istemeyen bir damar var. Biz bu damarı yırtmak, bu suni ve lüzumsuz düşman algısını dağıtmak amacıyla bir dosya hazır- ladık. Dosyamızda bütün siyasi-konjönktürel çabaların gölgesinde Alevilerin kendilerini nasıl tanımladığını ele aldık. Bu şekilde Aleviliği “tartışmalı” bir konu olarak addedip kuşatıcı bir iddia ile onu Sünnilik üzerinden okumak yerine, onu kendi kaynakları ve tanımları ile ortaya koymaya çalıştık. Bunun için de Alevilerin kendilerini neye nispet ettiklerini anlamaya gayret gösterdik. Tüm farklı görüşlerin bizzat sahipleri tarafından dillendirilmesi hassasiyetimizi bahsi geçen ön yargılar aşılmadığı için tam anlamıyla gerçekleştiremediğimizi de belirtmeliyiz. Aleviliği daha iyi anlamaya yönelik hazırladığımız dosyada Avrupa Aleviliğini Anadolu Aleviliğinden ayıran noktaları ve diasporada olmanın beraberinde getirdiği kimlik dönüşümünü ele alarak bu örnekliğin diğer Müslüman cemaatlere neler anlatabileceğinin peşine düştük. İlyas Üzüm kavramlara ışık tutarken, Elise Massicard Avrupa’da bir dinî cemaat olarak Alevileri ele aldı. Necdet Subaşı ile klasik Alevi öznenin dönüşümü, Avrupa Ehl-i Beyt Alevi Federasyonu Başkanı Fuat Mansuroğlu ile Alevilik tanımı üzerine konuştuk. Ahmet Taşğın bizlere Aleviliğin erkân ve esaslarını anlatırken Aleviliğin, kamu tarafından Türkiye’deki makbul Müslümanlığın karşısında nasıl bir antitez olarak görüldüğüne açıklık getirdi. Gündem kategorimizde Mehmet Köse’nin 1 Kasım değerlendirmesi ile Murat Gümüş’ün Almanya İslam Konferansına dair yorumları yer alırken, Dünya kategorimizde Myanmar’daki seçimleri Shah Syed analiz etti. Bir dahaki sayımızda görüşmek üzere. Kalbî selamlarımla, » Bekir Altaş İçindekiler 18 GÜNDEM 10 1 Kasım, Diaspora İçin Ne Anlama Geliyor? 22 d o s ya İslam’da “Mezhep” Gerçekliği: Sünnilik, Şiilik, Alevilik, Nusayrilik © Türkiye’de geride bıraktığımız 1 Kasım seçim sonuçları, birçok açıdan sosyolojik ve siyasi analizlere tabii tutuluyor. Bu bağlamda yurt dışında kullanılan oyların analizi de seçim sonuçlarına sayısal etkisinin yanında yurt dışı seçmenin davranışı ve siyasi partilerin diaspora söylem ve politikaları açısından irdelenmeli. Alman İslam Konferansı’nda “Sosyal Hizmet” Tartışması Shutterstock.com/thomas koch GÜNDEM GÜNDEM 28 d o s ya Aleviliğin Avrupa’da Dinî Cemaat Olarak Varlığı neco Fransa’da Béziers Belediye Başkanı Robert Ménard, Avrupa değerlerini korumak adına kebaba savaş açtı. Kebabı “otantik Fransız kültürü”nün karşısında konumlandıran bu anlayış, Fransa’nın farklılıklarla yaşam konusundaki imtihanının da bir parçası. © 14 Kebap Avrupa Değerlerini Tehdit Ederse 32 Kapak Kapak tasarımı: Ali Can Meydan d o s y a / S Ö YL E Ş İ “Klasik Alevi Öznenin Varlık Alanı Çarpıtılıp Dönüştürülüyor.” Boschstraße 61-65 • 50171 Kerpen • Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656-555 | www.igmg. org | E-Mail: perspektif@igmg.org | Herausgeber/Yayıncı: Für die IGMG - Islamische Gemeinschaft Millî İslam Toplumu Millî Görüş Aylık Haber-Yorum dergisi Aralık 2015 Dezember 2015 yıl / JG.: 21 nr. / sayı: 246 Görüş e. V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) das General Sekretariat / İslam Toplumu Millî Görüş adına Genel Sekreterlik | Vertreten durch den Vorstand/Yönetim adına: Kemal Ergün, Vorsitzender/Genel Başkan • Bekir Altaş, Generalsekretär/Genel Sekreter • Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender/Genel Başkan Yardımcısı | Chefredakteur/Genel Yayın Yönetmeni: Bekir Altaş (V. i. S. d. P.) | Editor/Editör: Ahmet Faruk Çağlar, Elif Zehra Kandemir, Ali Çolak Redaktion/Redaksiyon: Ali Mete, Fatma Çamur, İlknur Küçük, Meltem Kural, 36 D O S YA Tasavvuf ve Alevilik 40 D O S Y A / S Ö YL E Ş İ “Biz Aleviler, Kendimizi Arayan Bir Cemaatiz.” 1 S O R U / 3 C E VA P 49 Bir Olmak, Diri Olmak Hz. Hacı Bektaş-ı Veli, “Bir olalım, iri olalım, diri olalım.” der. Yaşadığımız çağda insanların ortak değerler etrafında buluşup düşmanlığı bırakmasının anahtarı ne sizce? 44 D O S Y A / S Ö YL E Ş İ © Flickr.com/carnagenyc “İktidar ve Sünnilik Aynı Düzleme Gelince Aleviler Daha Fazla Kuşatıldılar.” 50 D Ü N YA Myanmar’da Demokrasi Zaferi: Rohingya Müslümanlarını Ne Bekliyor? 54 D Ü N YA Kudüs’te Sömürgeci Şiddet Sürüyor ÜMMET MOZAĞİ 58 Cebeli Tarık’ın İncisi: Fas Afrika ve Avrupa arasında bir ara yüz olarak bilinen ve beşeri yapısı yüzyıllardır süregelen göç dalgaları ile şekillenen bir ülke Fas. Akdeniz’le Atlas Okyanusunu buluşturan Cebelitarık Boğazı ile Avrupa kıtasından ayrılan Fas Krallığı, Batı dillerinde Marocco, Maroc olarak bilinirken, Arapça’da El Mağrip veya El Memleket’ül Mağribiye, Türkçe’de ise Fes şehrinden dolayı Fas diye adlandırılmış. Yaklaşık 33 milyon nüfusu ile Arap ülkeleri arasında en kalabalık nüfusa sahip dördüncü ülke. Önsöz İçindekiler, Künye Okuyucu Mektupları Basında Öne Çıkanlar Gündemden Kısa Kısa Portre Kitap Tanıtımı Rabia Şanlıalp, Rahime Söylemez, Şeyma Karahan • T +49 221 942240-46/47 • F +49 221 942240-21 • E-Posta: info@perspektif.eu, redaktion@perspektif.eu Design/Tasarım • Druck/Baskı: 99names communication GmbH • Im Auftrag der IGMG durch 99names communication GmbH erstellt. / IGMG için, 99names communication GmbH tarafından hazırlanmıştır. • Colonia-Allee 3 • D-51067 Köln • T +49 221 942240-20 • F +49 221 942240-21 | Die Verantwortung für die Artikel liegt bei den ­Autoren. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. | Auflage/Tiraj: 15.000 | Anzeigenservice/İlan Servisi: T +49 221 942240-0 | F +49 221 942240-119 • E-Posta: ilan@perspektif.eu | Abonnement/Abonelik: IGMG Mitgliederbetreuung/Üye Abonelik Hizmetleri: Boschstraße 61-65 • 50171 Kerpen • Deutschland | T +49 2237 656-0 • F +49 2237 656 555 • E-Posta: abone@perspektif.eu | Jahresabonnement/Yıllık abone ücreti: 40,- EURO | Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten. IGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir. Okuyucu Mektupları Perspektif 245/2015 AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ KASIM 2015 | YIL 21 | SAYI 245 “Siyasetçiler korku körükleyip oy hesabı yapmak yerine daha sorumluluk sahibi bir dil benimsemeli.” s. 18 DÖNÜŞÜMÜN TETİKLEYİCİSİ: AZINLIK 08 ETKİSİ 9 772195 547004 İslami Terimler Alman Kamuoyunda Nasıl Tanımlanıyor? s. 26 “Çoğunluk, Kendi Kötü Resmini Aktaracağı Kurbanlar Arar.” Yasalarla Desteklenen Bir Irkçılık: Myanmar s. 36 s. 48 Mültecilerin Güvenli Liman Arayışında Türkiye, AB ve Sivil Toplum Flickr.com/campact Gündem © Mültecilerin Güvenli Liman Arayışında Türkiye, AB ve Sivil Toplum Bu yazdan sonra artık hiçbir şey normale dönmeyecek. Önce deniz yoluyla Yunanistan’a oradan da Avrupa ülkelerine geçen yarım milyon insan bir gerçeği ortaya koydu: Avrupa ve Akdeniz birbirinden ayrı değil, hiçbir zaman da değildi. Son mülteci krizi sadece göç ve mülteci politikalarının değil, aynı zamanda Avrupa’da yaşamanın ve Avrupa vatandaşı olmanın da ne anlama geldiğinin yeniden eleştirel bir gözle değerlendirilmesini sağladı. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verilerine göre bu sene deniz yoluyla Avrupa’ya varan mültecilerin yüzde 53’ünü Suriyeliler oluşturuyor. Azımsanmayacak yüzde 16’lık bir bölümünü Afganistanlı mültecilerin oluşturduğu göçmen akımının geri kalanı ise Eritre, Irak, Nijerya, Pakistan, Somali, Sudan, Gambiya, Bangladeş ve daha başka ülkelerden insanlardan oluşuyor. Bu ülkelerden kaçış yeni bir gelişme değil, zira Irak, Somali ve Nijerya’daki sivil katliamlar 2013’ten beri artarak devam ediyor. Afganistan’da ise güvenlik alanında yaşanan kötüleşme günlük hayatta gıda bulma sıkıntısı gibi pek çok alanda kendisini hissettiriyor. Fakat AB’nin Türkiye, Ürdün ve Lübnan gibi ülkelerin mülteciler konusunda üstlendikleri rolü takdir etmesine neden olan esas şey Suriye’den Avrupa’ya yönelen ve daha önce benzeri görülmemiş mülteci akını. Bilhassa Türkiye şu an dünyada 2.2 milyonunu sadece Suriyelilerin teşkil ettiği, dünyanın en geniş mülteci nüfusuna ev sahipliği yapan ülke konumunda. AB Türkiye’nin mültecilerin bakımı için sarf ettiği masrafları üstlenmek adına 3 milyar Euro tutarında finansal destek vaadinde bulundu. AB’nin bu adımının arkasında yatan neden çok açık: Türkiye’nin Ege’deki mülteci hareketliliğini kontrol altına alması. Bu arada sadece 2015 yılının ocak ve ekim ayları arasında Türk Sahil Güvenlik Güçleri’nin Ege’de 60 bin kadar insanın Yunanistan’a geçmesine engel olduğunu belirtmekte yarar var. Aynı şekilde Yunanistan ve Bulgaristan ile olan toprak sınırları da düzenli olarak korunuyor. Haklı olarak şunu sormak gerekiyor: Türk Sahil Güvenliği aynı anda denize açılan onlarca küçük botu güvenli bir şekilde nasıl durduracak ve sahil şeridi boyunca zeytinlikler arasına saklanan binlerce mülteciyi nasıl tespit edecek? Ve bunu yapmak neden sadece Türkiye’nin sorumluluğunda olsun? Neden mülteciler için alınması gereken küresel sorumluluktan kimse bahsetmiyor? AB liderleri bu konuda dikkat çekici bir sessizliğe gömülmüş durumda. Şansölye Angela Merkel ile yaptıkları bir görüşmenin ardından Başbakan Davutoğlu, Türkiye’nin bir toplama kampı olmadığını ve sırf AB’yi memnun etmek için göçmenleri topraklarında daimi olarak ağırlamaya niyetlerinin olmadığını belirtti. Bu özellikle AB içerisinde ve onun dış sınırlarında olan bitenler ışığında değerlendirildiğinde oldukça önemli bir konu. Bulgaristan ve Yunanistan’ın Türkiye ile olan kara sınırlarını kısmen güçlendirmesi Ege denizinin daha çok tercih edilen bir rota olmasına neden oluyor. Macaristan da Sırbistan’la ve bir AB üyesi olan Hırvatistan’la kara sınırlarını güçK A S I M 2015 • S AY I 245 • P E R S P E K T İ F © P E R S P E K T İ F • S AY I 2 4 5 • K A S I M 2 0 1 5 Flickr.com/Michael Gub MAURIZIO ALBAHARI* 12 Albahari’nin yazısı birçok önemli noktaya değiniyor. AB, sınırlarına dayanan mülteci akınına kollektif bir çözüm üretmediği sürece sığınmacıların sınırlardaki çilesi ve bazı ülkelere orantısız dağılımı, buna bağlı olarak barınma problemleri ve kaldırım kenarlarında, parklarda uyuyan ve yaşayan mülteci ailelerin görüntüleri gelmeye devam edecek. Yazı İşleri, gelen mektupları kısaltma ve değiştirme hakkına sahiptir. Okuyucu mektupları, dergi redaksiyonunun görüşlerini yansıtmamaktadır. Bize görüşlerinizi bildirmek için: Adres Perspektif Colonia-Allee 3, D-51067 Köln Telefon +49 221 942 240 – 46 / 47 Fax +49 221 942 240 21 e-postaokuyucu@perspektif.eu 6 kullanıldığı propaganda örneği, siyasetin sınır tanımayan manipülatif karakterini yansıtan çarpıcı bir örnek. Bilhassa İslam’ın Batı tarafından demonize edildiği günümüzde üzerinde derin araştırmalar yapılması gereken bir konu. Fatih Taşçı, Lyon Kasım ayı dosya konunuz “Azınlığın Etkisi” gerçekten pek çoğumuzun belki de üzerinde düşünmediği oldukça ilginç bir hususa dikkat çekiyor. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde azınlığı teşkil eden bizler bence “sosyal dönüşümün tetikleyicisi”olarak tanımlanan bu potansiyelin farkında değiliz. Dosya ile ilgili tek eleştirim konuyla alakalı yazı içerikleriyle söyleşiler arasında bir bütünlük olmaması. Yazıların kapsamlı ve nesnel içeriğine karşı söyleşiler oldukça bireysel ve cılız kalmış. Kanaatimce dosyada bu konu üzerine çalışmalar yapmış bir araştırmacıyla somut örnekler üzerinden yapılmış bir söyleşiye de yer verilmeliydi. Akif Emre Yağcı, Bern P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 13 Sosyal Dönüşümün Tetikleyicisi: Azınlıklar Dünya üzerinde toplumsal alanda büyük değişimlere neden olan örneğin siyahi sivil haklar ve kadın hakları hareketleri ve hatta toplumları dönüştüren nebevi öğretilerin bile çok küçük bir azınlığın tutarlı ve istikrarlı talepleriyle mümkün olduğunu görüyoruz. Fakat biz günümüz Müslümanlarında bu ruh yok. Kendi cemaat ve kültür çevremizin dışına çıkamadığımız sürece Avrupa’da azınlık içinde azınlıklar olarak kalmaya devam edeceğiz. Meşru hak ve taleplerimiz konusunda bile ortak bir tavır geliştiremedikten sonra şu veya bu hükûmet Müslüman vatandaşları ciddiye almıyor diye sızlanmaya hakkımız yok. Zekeriyya Cansız, Viyana Bu ve benzeri manzaralar da zaten uzun zamandır yükselişe geçen aşırı sağcıların ekmeğine yağ sürüyor. Sivil toplumun mültecilere sunacağı maddi ve manevi desteğin rolü tabii ki yadsınamaz, fakat şu anda en öncelikli ve çözüm bekleyen şey meselenin siyasi boyutu, yani mültecilerin AB ülkelerine eşit dağılımı. Fadime Kaygusuz, Bremen İslami Terimler Alman Kamuoyunda Nasıl (Yeniden) Tanımlanıyorlar? Gündem İslami Terimler Alman Kamuoyunda Nasıl (Yeniden) Tanımlanıyorlar? Avrupa’da birçok ülkede İslami kavramlar siyasi tartışmalar içerisinde anlamsızlaştırılıyor ve içleri boşaltılıyor. “İslam”, “cihat”, “şeriat” gibi kavramların aslında siyasi konjünktüre ve aktörlerin ilgilerine göre nasıl yeniden tanımlandığını en iyi tarihten örnekler gösteriyor: Almanya’da 1. Dünya Savaşı esnasında çıkartılan El-Dschihad gazetesi bu örneklerin en çarpıcıları arasında. MOHAMED SAIF* Dünya çapında önem taşıyan büyük siyasi veya toplumsal olaylar kullanılan dil üzerinde de iz bırakırlar. Bu durum bazı ifadelerin kullanımının ya da kullanılmamasının her zaman toplumsal şartlardan etkilendiği anlamına gelir. “İslam”, “cihat”, “şeriat” ve “Kur’an” gibi İslami kavramların anlamları da Alman dil sahasındaki toplumsal şartlardan etkilenmektedir. Son 50 yıldaki İslam tartışmalarına baktığımızda yurt dışındaki jeopolitik çatışmaların ve aynı şekilde yurt içindeki siyasi tartışmaların bu kavramlar ile ilgili dil kullanımını etkilediğini görürüz. Örneğin 1979/1980 İran Devrimi’nin ardından “molla”, “Ayetullah”, “yeniden İslamlaşma”, “İslami Rönesans”, “İslami uyanış”, “İslami kökten dincilik” ve “İslamcılık” gibi kavramlar İran devrimine bağlı olumsuz çağrışımlar ile dil kullanım sahasına girmiştir. 11 Eylül’den sonra ise “İslam” kavramının “terör” kelime alanı ile bağlantılı hâle getirilmesine yönelik bir eğilim görülmüştür. Söz konusu durum Alman medyasında “İslami terörün tehlikeleri“, “İslami terörle mücadele“, “terörcü İslam“ ve “İslami teröristler“ şeklindeki ifadelerde kendisini göstermiştir. İslam’a dair mevcut diskurdaki dil kullanımı sadece çatışmalar ve çekişmelerden etkilenmez. Bunun ötesinde bir toplumun, topluluğun veya grubun taşıdığı değer yargıları, düşünme biçim- 26 P E R S P E K T İ F • S AY I 2 4 5 • K A S I M 2 0 1 5 leri ve siyasi tutumları da bir konuya dair dil kullanımının şekil ve usulünü etkilerler. Dolayısıyla bir olgunun ele alınış biçimi de toplumsal değer yargılarına, siyasi tutuma ve ilgilere bağlıdır. Aktörlerin siyasi veya ideolojik yönelimleri kavramların içeriğini etkiler. Bir olguya yönelik tutum değiştiğinde de bir “ifade” farklı yorumlanmaya başlar. Konuyu günümüz (Alman) dil kullanımında çok kötü ve aşağılayıcı bir çağrışıma sahip olan “cihat” kavramı üzerinden somutlaştıralım: Bu kavrama şiddet, terör ve benzeri olumsuz çağrışımlar atfedilmektedir. Oysa bunun tam tersi olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında “cihat” kavramı sancaklara yazılıp altında toplanılacak bir ifade olarak kabul edilmekteydi. O zamanlar Almanya’daki Müslüman savaş esirleri için El-Dschihad isimli bir gazete basılıyordu. Gazetenin hedefi askerleri ve onların hâlâ savaşan yakınlarını Alman tarafında savaşmaları için kazanmaktı. Bu bağlamda bir önder kelime olarak araçsallaştırılan “cihat” kavramı da olumlu çağrışımlar ile bağlantılıydı. “El-Dschihad” gazetesi aralarında Arapça, Rusça ve Tatarca’nın da bulunduğu farklı dillerde yayınlanmış, 5 Mart 1915 tarihli ilk Rusça baskısında şu ifadelere yer verilmişti: “Her şeye kadir olan tarafından bize emanet edilen sizleri selamlıyoruz! Bizim düşmanımız olmadığınızı biliyoruz. Bize karşı silah doğrultmaya zorlandığınızın farkındayız. Bizim sizin ile ortak düşmanlarımız Fransızlar, İngilizler ve Ruslardır. Biz size düşman gibi davranmak istemiyoruz; sizi misafirlerimiz olarak görüyor ve bunu davranışlarımızla kanıtlıyoruz. Alman hükûmeti size özel, geleneklerinize ve âdetlerinize uygun bir kamp kurulması talimatı vermiştir. Böylelikle sizlere, İslam’ın oğullarına, peygamberin hükümlerine uygun yaşayabilmeniz için imkân sağlanmaktadır. Verilen yemekler dininizin şartlarına uygundur. Şu anda yüksek minaresinden peygamberinize itaat etmeye davet edebileceğiniz bir cami inşa edilmektedir. Kalpleriniz milletlerinizin refah ve mutluluklarına dair düşünceler ile dolmaktadır. Sizin için yeni ve daha iyi bir yaşam başlamaktadır!”1 Bu metin “cihat” kavramının siyasi amaçların yerine getirilmesi adına ve siyasi yönelimlere göre ne kadar farklı yorumlanabileceğini göstermektedir. O tarihte Müslüman askerlerin Yasalarla Desteklenen Bir Irkçılık: Myanmar savaşmalarını “cihat” olarak adlandırmak günümüzde olduğu gibi kötü bir çağrışıma sahip değildi. Gazete bu kavramı daha ziyade bir slogan olarak kullanmaktaydı. Ayrıca bu metnin sağ üst tarafında günümüzdeki İslam karşıtı tartışmalarda devamlı olarak tekrarlanan bir Kur’an ayeti yer almaktaydı: “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah´ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” (Enfal suresi, 8:39) Metnin sol üst Almanya’da 1. Dünya Savaşı esnasında İslam dünyasının ayaklandırılması konusunda çalışmalar yapan Şark İstihbarat Birimi’nin (Alm. “Nachrichtenstelle für den Orient”) merkezi. © Zeller, Joachim; Zimmerer, Jürgen: Das Oberkommando der Schutztruppen in: Zeller, Joachim; Von der Heyden, Ulrich: Kolonialmetropole Berlin - eine Spurensuche. Berlin-Edition. Berlin 2002. Lizenz K A S I M 2 0 1 5 • S AY I 2 4 5 • P E R S P E K T İ F Kesinlikle oldukça ilginç bir yazı. Evet Batı’nın kendi elleriyle şekillendirdiği düşman imgelerini değişen siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirip dönüştürdüğü bilinen bir gerçek. Bu düşmanın adı 80’lerden önce Komunizm ve Sosyalizm iken sonrasında İslam ve “İslami terör” olarak servis edildi. Fakat I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da “cihat” ve “mücahit” gibi İslami kavramlar ve Kur’an ayetlerinin de 27 Öyle görünüyor ki Müslüman Rohingyalar tamamen kaderlerine terk edilmiş. Irkçı yasalarla desteklenen baskıcı Budist rejiminin azınlıklara uyguladığı zulmün tarifi yok. İnsan hakları örgütleri ve uluslararası kamuoyu meseleye karşı sessiz. Batılı “demokratlar” ise Suu Kyi gibi sahte demokrasi kahramanlarına nobel dağıtıp Myanmar’ın sözde demokratikleşme adımlarını takdir etmekle meşgul. En acısı ise Müslüman ülkelerin bile gündeminde değil bugün Rohingyalar. Bence en fazla üzerinde durulması ve müstakil bir yazıda ele alınması gereken konu bu. Şeyma Nur Arık, Anvers Basında Öne Çıkanlar İsveç Kanada ‘Motivated by hate’: Muslim girls told not to walk alone in Toronto at night* © The Globe and Mail | 17. 11. 2015 *Müslüman kızlardan akşamları Toronto’da yalnız başına yürümemeleri isteniyor. Paris’teki terör saldırılarının ardından Kanada’da tırmanışa geçen Müslüman karşıtı saldırılar Müslüman toplumunu tedirgin ediyor. Toronto’nun kuzeyindeki Darul Khair Islamic Centre adlı bir cami kız öğrencilerin akşam derslerine tek başına gelmemeleri konusunda karar aldı. Söz konusu karar, cami cemaatinden 31 yaşındaki genç bir annenin çocuğunu okuldan aldığı sırada iki erkek tarafından feci şekilde darp edilmesinin ardından alınmıştı. Peterborough şehrinde bir caminin kundaklanması ve ülkenin pek çok yerinde işlenen İslam düşmanı saldırılar Müslüman toplumu endişelendiriyor. En son Montreal’de Joker maskeli bir adam her hafta bir Müslüman veya Arap öldüreceği tehdidinde bulunduğu videoyu internete yüklemiş ve tutuklanmıştı. Hovet öppnar för asylboende* © Dagens Nyheter | 11. 11. 2015 *Kraliyet sarayı mültecilerin konaklaması için açılıyor İsveç kraliyet ailesi saray taşınmazlarının mültecilerin konaklaması için kullanılmasına yeşil ışık yaktı. İsveç Millî Emlak Kurumu Direktörü Johan Zetterberg, kullanılmayan taşınmazların sığınmacıların barınması için kullanılmasının iyi bir fikir olduğunu söyleyerek karardan duydukları memnuniyeti dile getirdi. İsveç hükûmeti mültecilerin barınma ihtiyaçlarının çok acil olduğunu ve sığınmacılara barınacak yer temin etmekte güçlük çektiklerini duyurmuştu. Kraliyet ailesinin bu konuda hassas olduğu ve mültecilere yönelik çalışmalar yürüten kurumlara da destek verdiği biliniyor. İsrail Cop who beat up Palestinian teen gets six weeks community service* Haaretz | 19.11.2015 © *Filistinli çocuğu darp eden İsrail polisine 6 haftalık kamu hizmeti cezası Geçtiğimiz sene Kudüs’te Amerikan vatandaşı 15 yaşındaki Tariq Abu Khdeir adlı Filistinli çocuğu feci şekilde döverken çekilen görüntüleri medyaya sızan İsrail sınır polisi hakkında açılan dava karara bağlandı. Sulh Ceza Mahkemesi Hâkimi Dana Cohen-Lekach’ın polisin gence şiddet uygulamasını gerektirecek hiçbir neden olmadığını belirtmesine rağmen mahkeme söz konusu polisin özrü, sicilinin temiz olması ve zor şartlar altında ülkeye hizmet ettiği gibi gerekçelerle sanığı 45 günlük kamu hizmeti cezasına çarptırdı. Tariq Abu Khdeir fanatik İsrailli yerleşimciler tarafından yakılarak öldürülen kuzeni Mohammed Abu Khdeir için düzenlenen protesto gösterileri sırasında darp edilmişti. Norveç Politiet vil ha slutt på bevæpningen* Aftenposten | 13. 11. 2015 © *Norveç polisi silahsızlanıyor. Norveç İstihbarat Teşkilatı’nın ülkedeki terör tehdidinin azaldığı yönündeki değerlendirmesinin ardından Norveç Emniyet Genel Müdürü Odd Reidar Humlegård yaptığı açıklamada polisin silah taşımasını gerektirecek bir gerekçe kalmadığını ve bu nedenle bir sene önce geçici olarak uygulamaya konulan polislerin silah taşıma yetkisini sonlandırma kararı aldıklarını belirtti. Buna göre artık Norveç polisi bir sene önce olduğu gibi yeniden silahını belinde değil arabasında taşıyacak. Fransa Double menace pour l’espace Schengen* Le Monde | 20.11.2015 © *Schengen bölgesine çifte tehdit Fransa İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve terörizm ve mülteci akınının Schengen bölgesi için iki ciddi tehdit teşkil ettiğini belirterek terör tehdidi sürdüğü müddetçe sınır kontrollerini ngüçlendirileceğini belirtti. Başbakan Manuel Valls ise Avrupa ülkelerinin üstlerine düşen görevi yerine getirmedikleri takdirde tüm Schengen sisteminin çökeceği uyarısında bulundu. Fransa AB’nin dış sınırları kadar AB ülkeleri arasındaki sınırlarda da kontrolün sıklaştırılmasını ve kimlik incelemelerinde Europol ve Interpol gibi uluslararası polis teşkilatlarının veri tabanlarından yararlanılmasını talep ediyor. Perspektif’i sosyal /perspektifeu medyada takip edebilirsiniz! a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 7 Gündem © Flickr.com/World Bank Photo Collection Gündemden kısa kısa 8 Mülteciler Almanya’yı Muhafazakârlaştıracak AB 2015 Türkiye İlerleme Raporu Yayımlandı Gelecek bilimci (fütürist) Horst Opaschowski’ye göre Almanya’ya gelen yüzbinlerce göçmen Almanların değerler hiyerarşisinde esaslı bir dönüşüme neden olacak. Opaschowski bireyselcilik, kendini gerçekleştirme ve özgürleşme gibi postmodern kavramların yerini dürüstlük, edep ve düzgün davranış gibi muhafazakâr değerlerin alacağını belirtti. Artan çokkültürlülüğe bağlı olarak muhtemel toplumsal çatışmalardan duyulan korkunun da artacağını ve bunun önüne geçilmesi için toplumun enerjisini daha fazla para kazanmak yerine birlikte yaşama kültürü oluşturma üzerine yoğunlaştırması gerektiğini ifade etti. Öte yandan uzmanlar Orta Doğu, bilhassa Suriye ve Irak’tan gelen Müslüman mülteciler ile Almanya’daki İslami kimliğin de çeşitleneceğini öngörüyorlar. Bu öngörülere göre Almanya’da en büyük Müslüman azınlığı Türklerin teşkil etmesi ve ülkedeki en büyük İslami kuruluşların Türkiye kökenlilere ait olması hasebiyle şimdiye kadar baskın olan Türkiye yorumlu İslam anlayışı yeni gelen geniş Arap nüfus ile çeşitlenecek. Iraklı Müslümanlar Şii yorumlu yeni İslami cemaatlerin ortaya çıkmasında etkili olurken ülkedeki Müslümanların etnik dağılımında da büyük değişiklikler meydana gelecek. Avrupa Komisyonu’nun kasım ayında yayımladığı 2015 yılı Türkiye İlerleme Raporu Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve AB mevzuatına uyumu gibi çeşitli konularda yapılan değerlendirmeleri içeriyor. Raporda siyasi ve ekonomik kriterler bağlamında gerçekleştirilen reformlardan genel olarak olumlu bir şekilde bahsedilirken, AB müktesebatına uyum konusunda alınan mesafe Avrupa Komisyonu tarafından da teyit ediliyor. Bununla birlikte hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlığı ve basın özgürlükleri ile terörle mücadele gibi konularda raporda sert eleştiriler var. Türkiye tarafından söz konusu eleştirilere özgürlük-güvenlik dengesinin ve yargı alanında yapılan reformların göz ardı edildiği gerekçesiyle tepki gösterilirken, temel haklar ve özgürlüklerin genişletilmesi alanında söz konusu reformların sürdürüleceği kaydedildi. Raporda ayrıca Türkiye’nin dünyanın en kalabalık mülteci nüfusuna ev sahipliği yaptığının altı çizilirken, Suriye ve Iraklı mültecilere göstermiş olduğu insani yardımlardan da övgüyle bahsedildi ve Türkiye ile AB arasında 2013’te başlatılan vize serbestisi ve göç diyaloğunun da başarıyla sürdürüldüğü belirtildi. P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 ABD Eyaletleri Suriyeli Sığınmacı İstemiyor Paris Saldırıları Sonrası İslam Düşmanlığı Tırmanışta ABD’de aralarında Teksas, Arkansas, Alabama ve Florida’nın da yer aldığı toplam 28 eyalet terör potansiyeli taşıdıkları gerekçesiyle Suriyeli mültecileri kabul etmeyeceklerini duyurdu. Dışişleri Bakanlığı ise çoğunluğunda Cumhuriyetçi Parti’nin hâkim olduğu söz konusu eyaletlerin valileri tarafından başlatılan bu girişimin hukuki açıdan mümkün olmadığını ama bu olumsuz tavrın mültecilerin kabulü ve yerleştirilmesinde önemli rol üstlenen hayır kurumlarının çalışmalarını zora sokabileceğini belirtti. Başkan Obama kısa süre önce Suriye iç savaşından kaçanlara kapıları kapamanın Amerikan değerleriyle örtüşmeyeceğini belirterek 2016 yılında 10 bin Suriyeli mültecinin kabul edileceğini duyurmuştu. Suriyeli mülteci kabul etmeyeceğini duyuran eyaletlerden Alabama bugüne kadar hiç Suriyeli mülteci kabul etmemişken bir diğer eyalet olan Michigan’da ise 200 kadar Suriyeli sığınmacının yaşadığı belirtiliyor. 13 Kasım 2015’te Paris’te gerçekleştirilen ve 132 kişinin hayatını kaybettiği terör saldırılarını IŞİD’in üstlenmesi Avrupa’da hâlihazırda var olan Müslüman karşıtı söylem ve saldırıları yeniden alevlendirdi. Son saldırıların tıpkı Charlie Hebdo sadırılarının ardından olduğu gibi politikacılar ve Müslüman karşıtı çevreler tarafından istismar edilmesinden endişe duyduğunu belirten Fransız Müslümanlar bilhassa Suriyeli sığınmacıların sağcı partiler ve ırkçı saldırılar için açık hedef hâline gelmesinden endişe ettiklerini ifade ediyor. Saldırıyı takip eden günlerde birçok Avrupa ülkesinde camilere ve Müslümanlara yönelik gerçekleştirilen saldırılar, sosyal medyada yayımlanan tehdit içerikli İslamofobik paylaşımlar ve siyasilerin kullandıkları ayrıştırıcı dil ise bu endişelerin yersiz olmadığını gösteriyor. Fransa İslamofobiyle Mücadele Derneği, Charlie Hebdo saldırılarını izleyen altı ay içinde Müslümanlara yapılan saldırılarda yüzde 500 artış olduğunu belirtmişti. a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 9 Gündem 1 Kasım, Diaspora İçin Ne Anlama Geliyor? Türkiye’de geride bıraktığımız 1 Kasım seçim sonuçları, birçok açıdan sosyolojik ve siyasi analizlere tabii tutuluyor. Bu bağlamda yurt dışında kullanılan oyların analizi de seçim sonuçlarına sayısal etkisinin yanı sıra yurt dışı seçmenin davranışı ve siyasi partilerin diaspora söylem ve politikaları açısından irdelenmeli. Mehmet Köse* 10 P e r sp s p e kt k t İ f • S ay ı 246 • aralik aralik 2015 2015 Anadolu Images © 1960’larda başlayan işçi göçünün temellerini attığı diasporanın geçmişinde, köken ülke siyasetine katılım Türkiye’nin de demokratikleşmesiyle doğru orantılı olmuştur. Darbeler ve muhtıraların her 10 yılda bir mutat hâle geldiği vesayet dönemlerinde, yurt dışında yaşayan Türk vatandaşlarına oy kullanma hakkı tanınmamıştır. Bu hak ilk defa 1987 yılında gümrüklerle sınırlı olarak verilmiştir. 2002’den itibaren hemen her alanda hayata geçirilen reformlar ve demokratikleşme adımları, diasporanın siyasal katılım beklentilerini de artırmıştır. Bu talep ve beklentiler karşısında siyasi irade 2012 yılında adım atarak, yurt dışında yaşayan Türk vatandaşlarına Türkiye’deki genel seçimlerde ve halk oylamalarında, ikamet ettikleri ülkelerde oy kullanma hakkı getirmiştir. Böylece Türkiye tarihinde ilk defa 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde yurt dışında kurulan sandıklarda oy kullanılmış, 7 Haziran ve 1 Kasım genel seçimlerinde de sahadaki aksaklıkların bir kısmı giderilerek, seçmenlerin bulundukları ülkelerde seçme haklarını kullanmalarına imkân tanınmıştır. 1 Kasım seçimlerinde 1.298.325 kişi 54 ülkede 113 konsolosluk bölgesinde ve 30 gümrük kapısında kurulan sandıklarda oy kullandı. Bu da yurt dışı seçmen kütüğüne kayıtlı seçmenin yüzde 44,78’ine tekabül etmektedir. Yani Türkiye dışında yaşayan yaklaşık 6 milyon vatandaşımızdan oy verme hakkı olan 2,9 milyon kişinin hemen hemen yarısı sandığa gitti. 1 Kasım’da, 7 Haziran’da yapılan seçimlere göre yüzde 22,9, 2011 Genel Seçimlerine (sadece gümrüklerde oy kullanılan dönem) göre ise yüzde 904 daha fazla katılım gerçekleşti. Sandığa gösterilen ilginin boyutu ve katılım oranı, dünyadaki diğer diasporaların oy kullanma trendleriyle kıyaslandığında çok daha rahat anlaşılacaktır. İlk bakışta, toplam katılım oranları ile yurt dışı karşılaştırıldığında yurt dışındaki yüzde 44,8’lik oran çok düşük gibi görülebilir. Ancak bu yanlış bir değerlendirme olacaktır. Zira diasporaların oy kullanma oranları incelendiğinde Türk diasporasının açık ara önde olduğu görülecektir. Örneğin, 1 Kasım seçimlerinden hemen sonra 8 Kasım’da gerçekleştirilen Hırvatistan seçimlerinde yurt dışındaki 400 binden fazla seçmenden sadece 29 bini oy kullanmıştır. Hırvatistan’ın, a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 11 Gündem ayrı bir seçim bölgesi olarak diasporaya 3 vekil kontenjanı verdiği dikkate alındığında, böyle bir imkâna sahip olmayan Türk diasporasının katılım oranı daha iyi takdir edilecektir. Benzer şekilde, yaklaşık 25 milyonluk diasporaya sahip olan Rusya’da 2012 yılında yapılan Devlet Başkanlığı seçimlerinde 1.8 milyon kayıtlı seçmenden sadece 452 bini sandığa gitmiştir. Dünya örneklerinde de görüldüğü üzere yurt dışındaki vatandaş sayısına oranla Türk diasporasının seçimlere katılımı ilk sıralarda gelmektedir. Türk vatandaşlarının anavatandaki seçimlere bu derece yoğun ilgi göstermesi, geldikleri ülke ile bağlarının ve aidiyet duygusunun önemli oranda muhafaza edildiğini göstermektedir. Türk diasporasının görece daha geç oluşması, yani genç bir diaspora olması bağların hâlâ güçlü olmasında önemli etkendir. Aynı şekilde diasporanın sosyal ve kültürel kapasitesi yine seçimlere katılımda etkin olmuştur. Katılımın yüksek olduğu ülke ve şehirler, genel olarak sivil toplum yapılanmalarının güçlü olduğu yerlerdir. STK’ların varlığı, diasporanın kendi aralarında ve anavatanla iletişim ve etkileşiminin yoğunlaşmasını de beraberinde getirmektedir. Yine bu sebeple, Amerika ve Kanada gibi geniş alana yayılmış ve örgütlenme yoğunluğunun düşük olduğu ülkelerde katılım kıta Avrupa’sındaki ülkelere göre düşük kalmıştır. 1 Kasım’da diasporanın siyasi tercihleri sıralama olarak değişmemiş, ancak kullanılan oylar ve oranlar farklılaşmıştır. 7 Haziran’da 519 bin oyla yüzde 49.9 alan AK Parti, 1 Kasım’da 722 bin oy ve yüzde 56.2 oy oranı ile yine diasporanın en çok tercih ettiği parti olmuştur. HDP’nin 211 bin oyu 233 bine çıkarken, aldığı oy oranı yüzde 20.3’den yüzde 18.2’ye inmiş; CHP’nin 179 bin oyu 211 bin olurken, oy oranı ise yüzde 17.2’den yüzde 16.4’e düşmüştür. MHP’nin oyları ise 96 binden 91 bine, oy oranı da yüzde 9.2’den yüzde 7.1’e gerilemiştir. Vatandaşların yoğun olarak yaşadığı ve diaspora yapılanmalarının mesafe kat ettiği ülkelerde seçmenlerin öncelikli tercihi AK Parti olurken, göç toplumunun oluşumunda siyasi ilticanın belirgin olduğu ülkelerde vatandaşlar daha çok HDP’yi tercih etmiştir. Türk diasporasının siyasal eğilimlerini belirleyen etmenlerin neler olduğuna dair detaylı araştırmalar henüz 12 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri ile beraber siyasi partilerin yurt dışı seçmenine verdiği mesajlar daha belirgin olmaya başlamıştır. Artık siyasi partilerin seçim beyannamelerinde diaspora da yer almaktadır. yapılmış değil. Ancak diasporanın siyasi tercihlerinde geldikleri şehirler, sosyal çevre, etnik ve kültürel aidiyet gibi kriterler ile siyasi partilerin diaspora ilgisi ve programlarının etkisinin belirgin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri ile beraber siyasi partilerin yurt dışı seçmene verdiği mesajlar daha belirgin olmaya başlamıştır. Artık siyasi partilerin seçim beyannamelerinde diaspora da yer almaktadır. Siyasi parti başkanları ve teşkilatları Avrupa’da programlar yaparak vatandaşlarla buluştular ve mesajlarını ilettiler. Eğitim, kültür ve ayrımcılıkla mücadele gibi hususlara farklı niteliklerde yapılan vurguların yanında partilerin hepsi artık yurt dışının bir seçim çevresi olması gerektiğini vaat etmektedir. Başlı başına bu bile diaspora ve Türk demokrasisi için çok önemli bir kazanımdır. Yarım asırlık Türk göçünün son on yılında yurt dışındaki vatandaşlara yaklaşımın ve kullanılan dilin farklılaşmaya başladığı görülmektedir. Türkiye ve Türk diasporası arasında yeni dönem başlıyor denilebilir. Bu bağlamda siyasi partilerin elli yıldır yurt dışında yaşayan 6 milyon vatandaşın sosyal yapısını, kültürel değerlerini, ekonomik durumunu, eğitim ve kültürel ihtiyaçlarını, ümitlerini ve korkularını doğru anlamaları ve bütüncül yaklaşım geliştirmeleri gerekmektedir. Partilerin ve özellikle seçimlerde tek başına hükûmet kurma fırsatını yakalayan AK Parti’nin yurt dışı vatandaşlara yönelik hazırladığı seçim beyannamesinde de belirttiği yurt dışının ayrı seçim bölgesi olması ve oy kullanmayı kolaylaştıracak adımların atılması, Türk diasporasının siyasi temsilinin kurumsallaşmasına önemli katkı sağlayacaktır. Mevcut durumda partiler, Türkiye’deki seçim çevrelerinden yurt dışı ile ilişkili adaylar doğumludur. Aile birleşimlerinin vize uygulamaları ile zorlaştırılması da diasporaya Türkiye’den yeni katılımları engellemektedir. Dolayısıyla demografik yapıdaki değişimler kimlik, aidiyet ve anavatan ilgisini etkilemektedir. Yurt dışı seçmeninin siyasal katılım analizinde çeşitli faktörler, birbiriyle ilintili ve çok boyutlu olarak ele alınmalıdır. Ana vatandaki seçimlere katılım oranı, yurt dışında yerleşik toplumun kimliğini muhafaza etmesi ve aidiyetini devam ettirmesi ile doğru orantılıdır. Elbette katılımı zorlaştıran lojistik etkenler de mevcuttur. Fakat bu zorluklar, uygulamaları iyileştirmek suretiyle rahatça aşılabilir. Burada altı çizilmesi gereken husus, artık yurt dışında yaşayan 6 milyon insanı “gurbetçi” kavramına hapsetmeden, “diaspora” kimliğinin getirdiği daha kompleks ve uzun vadeli politikalarla bu insanları anlamaya çalışmaktır. Bu noktada elde edilecek başarı, hem diasporanın ana vatanla bağlarının korunması hem de Türkiye demokrasisinin gelişimi açısından hayati öneme sahiptir. 2015 Anadolu Images *Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı Başkan Yardımcısı. © göstererek seçmenlerin karşısına çıkmaktadır. Aynı şekilde yurt dışında kullanılan oylar Türkiye’deki seçim çevrelerine dağıtılmakta ve tüm illerdeki vekillerin seçilmesini etkilemektedir. Son seçimlerde yurt dışından gelen oylarla AK Parti 3 milletvekili fazladan kazandı. Yurt dışı seçim bölgesi olduğu takdirde, seçmenler doğrudan kendi temsilcilerini belirleme imkânı elde edeceklerdir. Bu durumda partiler, seçmen tercihlerini etkileyecek siyaset üretmeyi daha da geliştireceklerdir. Siyasi partiler yurt dışında kurumsallaşmalarıyla birlikte diaspora gerçekliğine uygun politikalar üretecek, bu toplumun hassasiyetlerine daha fazla dikkat edecektir. Türk toplumunun kimliği, kültürü ve değerleri yanında, içinde bulunduğu toplumda varlığını devam ettirmesi için nitelikli siyaset üretimi elzemdir. Seçmen verileri üzerinden giderek meselenin önemi vuzuha kavuşturulabilir. Yurt dışı seçmeninin yüzde 27’si 18-30 yaş arasında ve sosyalizasyonu büyük oranda yurt dışında gerçekleşmiştir. Aynı şekilde Türkiye doğumlu olanların oranı yurt dışı doğumluların karşısında hızla gerilemektedir. Örneğin Brüksel’de kayıtlı 66 bin seçmenin yaklaşık 38 bini yurt dışı doğumlu, kalan 28 bini ise Türkiye a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 13 Gündem 14 P e r sp s p e kt k t İ f • S ay ı 246 • aralik aralik 2015 Kebap Avrupa Değerlerini Tehdit Ederse Fransa’da Béziers Belediye Başkanı Robert Ménard, Avrupa değerlerini korumak adına kebaba savaş açtı. Kebabı “otantik Fransız kültürü”nün karşısında konumlandıran bu anlayış, Fransa’nın farklılıklarla yaşam konusundaki imtihanının da bir parçası. Hassına Mechaï* Kebap Fransız medeniyetini tehdit mi ediyor? Bu soru Fransa dışında her yerde kulağa şaka gibi gelebilir ama Beziers Belediye Başkanı Robert Ménard bu konuda gerçekten endişeli. Fransa’nın güneyindeki küçük ve şirin Beziers kentinin belediye başkanı Robert Ménard şehrini koruma adına kent merkezinde yeni kebap restoranlarının açılmasına izin vermeme kararı aldı. Ménard, ulusal kanal muhabirlerine verdiği demeçte şöyle demişti: “Beziers çok güzel bir şehir. Şehir merkezinden katedrali görebiliyorsunuz. Beziers’i şimdi olduğundan daha güzel bir şehir yapabilmek isterim.” Ancak asıl rahatsız edici cümleler bundan sonra geliyor: “Fransa Yahudi-Hristiyan bir gelenekten gelen bir ülke, bazıları için bunu kabullenmek zor olabilir ama buna alışsalar iyi olur (...) Biz Fransa’da çok fazla göçmen var diyorsak bu aşırı fazla demektir (...) Dolayısıyla yarın biri benden yeni bir kebap restoranı için onay istediğinde bunu onaylamayacağım, çünkü zaten şehirde hâlihazırda onlardan 20 tane var.” Bu açıklamalar Robert Ménard’ın ilk icraatı değil. Ménard, Sınırsız Gazeteciler Örgütünün (İng. “Reporters Without Borders”) kurucularından ve aşırı sağcı Ulusal Cephe partisinin (Front National) desteğiyle Beziers’in belediye başkanı seçildi. Öyle görünüyor ki başkan bilhassa toplumun belli bir kesimini hedef alan girişimlere destek verme hususunda çok hevesli, zira öncesinde işe “estetik nedenlerden ötürü” ve “Beziers’in yararı” için cam önlerine çamaşır asılmasını kanunen yasaklamakla başlamıştı. Daha sonra saat sabah 10’dan sonra halı silkelemeyi yasakladı. Son olarak ise mülteci krizi sırasında polis eşliğinde bir mülteci barınağını basarak Suriyeli mültecileri Fransa’ya geldikleri için azarlamıştı. Ancak Beziers’in çözüm bekleyen daha önemli sorunları var: 10 kişiden 6’sının sosyal yardımlarla geçinebildiği bir şehirde yeni bir kebap restoranının açılması kimin umurunda olur? “Kebaplaşma” ve “İslamlaşma” Korkusu Beziers’in “Yahudi-Hristiyan yapısı”na sözde tehdit teşkil eden kebap restoranları meselesi her gün biraz daha İslamofobik hâle gelen Fransa’nın ulaştığı vahim noktanın sadece başka bir göstergesi. Gerçekten de her geçen gün daha fazla sağcı belediye başkanı benzer yasal düzenlemeleri hayata geçirmeye ve gündemlerini bu tarz konularla doldurmaya devam ediyor. Bazı belediye başkanları kamusal düzeni koruma, emniyet, güvenlik ve sağlık düzenlea r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp aralik s p e kt ktİf 15 Gündem meleri adı altında açıkça Müslüman Fransızları hedef alan yasal düzenlemeleri onaylamaktan çekinmiyorlar. Bunun için başvurulan “legal” yollar, sonuçta ortaya çıkan düzenlemelerin ayrımcı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Benzer bir şekilde geçen haziran ayında Beaucaire Belediye Başkanı Julien Sanchez de mini marketlere akşam 11’den sabah 8’e kadar çalışma yasağı getirmişti. Başka bir yasakta ise sadece 2 sokakta bulunan tüm dükkânlara akşam 11 ile sabah 5 arası açık olmalarını 16 P e r sp s p e kt k t İ f • S ay ı 246 • aralik aralik 2015 yasaklamıştı. Bu ilk bakışta gayet normal bir düzenleme olarak görülse de, Fransa İslamofobi’ye Karşı Kolektif Mücadele Derneği (CCIF) söz konusu düzenleme ile 6 Müslüman işyeri sahibinin özellikle hedef alındığını belirterek Julien Sanchez hakkında ayrımcılık yaptığı gerekçesiyle şikâyetçi oldu. Geçen ağustos ayında Chalon-sur-Saône belediye başkanı okul menülerinde domuz eti içermeyen alternatif yemeklerin sunulmasını laiklik ilkesini gerekçe göstererek yasaklamıştı. Müslüman Hukuki Savunma Birliği (İng. “The Muslim Judicial Defence League”) ise domuz eti içermeyen alternatif menünün 1984 yılından beri okullarda sorunsuzca sunulduğunun altını çizerek söz konusu kararı mahkemeye taşımıştı. Laiklik Fransa’daki Müslümanlara Karşı İdeal Bir Silah mı? Robert Ménard her ne kadar icraatlarını “Fransa’nın Yahudi-Hristiyan değerlerini koruma amacı” ile gerekçelendirse de, Fransız aşırı sağcı parti Ulusal Cephe, Müslüman Fransızlara saldırmak için daha çok laiklik ilkesini gerekçe gösteriyor. Fransa kilise ile devlet yönetimini birbirinden ayıran yasanın 1905’te yürürlüğe girmesinden bu yana din hususunda “tarafsız”. Fakat bir süredir bu tarafsızlık ilkesinin karaborsa bir tanımının yaygınlık kazandığını görüyoruz. Sanki din hususunda tarafsız olmak artık devletin bir sorumluluğu değil de, tüm vatandaşların kamusal alanda dinî anlamda bir tarafsızlık sergilemek gibi bir mecburiyetleri varmışçasına bir algı oluşturuluyor. Buna bağlı olarak peçe veya bireyin dinî inancını gösteren unsurların kullanımını yasaklayan tüm hukuki düzenlemeler en başta ve çoğunlukla Müslümanları ilgilendiriyor ve onlardan bu dinî duyarsızlığa teslim olmaları bekleniyor. Fransız aşırı sağcı parti Ulusal Cephe ise laiklik tartışmalarını şaşılacak bir şekilde sahipleniyor. “Şaşılacak şekilde”, zira 1905 yılında yürürlüğe girdiğinde bu yasaya en sert muhalefeti yapan Katolik Kilisesi’ne yakınlığı ile bilinen aşırı sağcıların şimdi laikliğin en hararetli savunucuları hâline gelmeleri oldukça ilginç bir durum. Sağcı partiler uzmanı Jean-Yves Camus da aynı değerlendirmeyi yapıyor. Perspektif’e yaptığı değerlendirmede Camus, sağcı partilerin, bilhassa İskandinav ülkeleri ve Hollanda’dakilerin laiklik ve toplumun diğer temel değerlerini sahiplendiklerini, öte yandan “İslam’ın değil fakat İslamcılığın” 21. yüzyılın totaliter sistemi olduğu iddiasında bulunduklarını söylüyor: “Bu partiler İslamcılığı Avrupa ülkeleri için gerçek bir tehdit olarak algılıyorlar, zira onlara göre İslamcılığın hedefi kadınlar, Yahudiler, eşcinseller, dindar olmayan insanlar ve genel olarak dini sorgulayan tüm insanlar.” Camus’a göre aşırı sağcı partiler toplumu yaşayan bir organizma olarak görüyor ve örneğin Ulusal Cephe bu organizmaya dışarıdan dâhil edilecek her hücrenin kargaşa ve şiddete neden olacağına inanıyor. Bu durumda onlara göre kebap restoranları da devam eden bir işgalin farklı bir cephesini teşkil ediyor. Fransız entelektüellerine göre Araplar ve Müslümanlar “gerçek Fransızları” ülkelerinden ediyorlar. Tüm bunların ötesinde helal gıda, namaz, camiler ve kebap restoranları etrafında dönen tüm tartışmalar aşırı sağcıların medya organları üzerinde ne derece etkili olduklarının da bir göstergesi. Aralık ayındaki seçimlerde ilk defa Fransa’nın birçok bölgesini kazanacağı öngörülen aşırı sağcı partinin lideri Marine Le Pen’in ise anketlere göre bir dahaki başkanlık seçimlerinde ikinci tura kalması bekleniyor. Bu durumda kebaplaşma korkusuna benzer tartışmaların Fransa’da süreceğini söylemek pesimist bir tahmin olmayacak. *Cezayir kökenli Fransız gazeteci Mechaï, hukuk yüksek lisansı yapmış ve uluslararası ilişkiler ile Afrika ve Orta Doğu ilişkileri konusunda uzmanlaşmıştır. a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp aralik s p e kt ktİf 17 Gündem Alman İslam Konferansı’nda “Sosyal Hizmet” Tartışması Alman İslam Konferansı İdare Kurulu 11 Kasım 2015’te Berlin’de “Sosyal Hizmetler” başlığıyla toplandı. İslami bir (ya da birkaç) sosyal hizmet derneğinin kurulmasının tartışıldığı konferansın ardından İslami sosyal hizmet meselesinin yeniden gözden geçirilmesi ihtiyacı kendisini gösteriyor. Murat Gümüş* 18 P e r sp s p e kt k t İ f • S ay ı 246 • aralik aralik 2015 Henning Schacht ler konusunun istikrarlı ve kararlı bir şekilde ele alınmaya devam edilmesi katılımcılar arasında oluşmuş olan güven ortamının ve atmosferinin dayanıklılığına işaret olarak yorumlanabilir. AİK çalışmaları kapsamında bir taraftan Almanya’daki sosyal hizmet sistemi tanıtıldı. Bu çerçeve içinde faaliyetlerini sürdüren Caritas, Diakonie ve Almanya Yahudileri Merkezi Sosyal Hizmetler Kurumu gibi dinî; AWO ve Paritätische gibi seküler nitelikli kuruluşların yapıları ve hizmetleri sunuldu. Üçüncü dönem alışma periyodunun belki de en dikkat çeken çalışmalarından bir tanesi Almanya’da faal olan ve AİK üyesi cemaatlerin cami cemiyetlerinde verilen sosyal hizmet çalışmalarını ve buralardaki ihtiyaçları araştırmak amacıyla yapılan geniş kapsamlı anketin sonucu oldu. Araştırmanın sonuçları arasında camilerde çocuklara, gençlere, kadınlara, ailelere ve yaşlılara verilen hizmetlerin çok sayıda ve çeşitli © Almanya Federal İçişleri Bakanlığı’nın başkanlığında Almanya İslam Konferansı (AİK) üçüncü dönemini geçtiğimiz haftalarda tamamlamış oldu. 2006’da dönemin Federal İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble tarafından başlatılan AİK, ilk döneminde ağırlıklı olarak Müslümanlara dair potansiyel tehdit algısından hareketle İslamcılık ve radikalliği/aşırılığı önleyici tedbirler ve bu başlıklar ışığında ikinci döneminde üniversitelerde İslam ilahiyat fakültelerinin/enstitülerinin kurulması ve okullarda din dersi verilmesi konularını ele aldı. Kasım ayında sona eren üçüncü dönemde ise ilk iki dönem konularından farklı olarak Almanya’daki Müslümanların günlük ihtiyaçlarını ele almak üzere “İslam ve Sosyal Hizmetler” konusunu işlendi. 2015 yılı başında Paris’te gerçekleşen terör saldırılarına rağmen AİK’nın ilk iki dönemindeki İslam’a dair potansiyel tehdit algısına geri dönülmemesi, İslami sosyal hizmet- a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp aralik s p e kt ktİf 19 Gündem oldukları, böylece cemiyetlerin aslında Almanya Sosyal Güvenlik Kanunu’nun hedeflediği ve desteklediği hizmetleri zaten sunduğu, her cemaatin sosyal hizmetler bağlamında ciddi bir alt yapıya sahip olduğu gibi tespitler dikkat çekti. Araştırmada öne çıkan bir diğer tespit ise, camilerde ve çatı kuruluşlarında sunulan bu hizmetlerin yüzde 99.9’unun fahri kaynaklar üzerinden sunulduğu ve bu hizmetlerin çok küçük bir boyutunun kamu desteği üzerinden finanse edildiği oldu. Bu veriler göz önünde bulundurularak sosyal hizmetler bağlamında cemaatlerin gençlik, aile, kadın, mülteciler, yaşlılar ve çocuklara yönelik sundukları hizmetleri destekleyebilmek için çok sayıda bilgilendirme toplantısı ve çalıştay düzenlendi. Federal Aile Bakanlığı’nın desteğiyle AİK’ya katılan cemaatlerin birlikte bir yetkinlik merkezi kurmaları ve bu merkez üzerinden camilerin sosyal hizmet çalışmalarının desteklenmesi, altyapılarının güçlendirilmesi, kurum ve kuruluşlar arasında bilgi akımının sıklaştırılması, camilerdeki ve çatı kuruluşlarındaki etken aktörlerin eğitilmesi kararlaştırıldı. Cemaatlerin orta ve uzun vadedeki hedefi ise, bir İslami Sosyal Hizmetler çatı kuruluşunun kurulması. İslami sosyal hizmetlerin bundan sonra destek görecek olması ve Almanya’daki Müslümanların kendi inanç kaidelerine ve bu kaidelerin beraberinde getirdiği hassasiyetlere dayalı hizmetlerin giderek yaygınlaşarak toplumun geneli tarafından kabul göreceği hususu hiç kuşkusuz önemli gelişmeler için kapı aralayacaktır. Ailelere, gençlere, yaşlılara, çocuklara sunulacak olan hizmetler, İslami bir bilinç ve anlayış ile sunulabilecek ve yaygınlaşabileceklerdir. Özellikle Müslümanların bundan sonra sadece hizmet alan değil, eğitim, sağlık ve sosyokültürel alanlarda dinî-kültürel-etnik aidiyet gözetmeksizin hizmet sunan konumuna geçecek olmaları, Müslümanların toplumsal katkısını ve kabulünü de artıracak nitelikte olacaktır. AİK, ilk iki döneminde olduğu gibi Müslümanları toplum ve düzen için potansiyel tehdit olarak algılayıp bu paradigma içinde sözde uyum mekanizmaları kurgulamak yerine, her alanda toplumsal katkıyı teşvik eden sosyal hizmetler konusunu ele almış olsaydı, toplumun huzuruna ve sosyal güvenliğine asıl katkıyı daha erken bir zamanda yapmış olacaktı. 20 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 Bununla birlikte ise, sosyal alanda mezun olmuş kişilere cemaatler istihdam imkanı sunabilecektir ve böylelikle uzman kayıbına karşı da bir enstrüman oluşturmuş olacaktır. İslami sosyal hizmetlerin bundan sonra kabul görmesi ve yaygınlaşması bu hizmetleri sunacaklar ve bu hizmetlerden faydalanacaklar için farklı sorumlulukları da beraberinde getiriyor. Her şeyden önce Diakonie ve Caritas’ın oluşumu ile gelişiminin Hristiyanlar arasında yoğun bir şekilde tartışılan sekülerleşme ve kiliselerin boşalması gibi bazı sonuçlarını bu alanda faal olmak isteyen her Müslüman kuruluşun tedbiren kendi içinde müzakere etmesi ve önlem alması gerekiyor. Hatırlanacak olursa 19. yüzyıl ortalarından 20. yüzyıl başlarına kadar süren ve genelde inancın, özelde Hristiyanlığın kamusal alanın dışına itilme sürecinde, sanayileşmenin beraberinde getirdiği toplumsal sefalete karşı Katolik ve Protestan kiliseleri sosyal hizmet kurumlarını kurarak kendilerine kamusal alanda yeni bir var oluş alanı bulmuş, kamusal alanda varlığını ancak sosyal hizmetler bağlamında devam ettirebilmiştir. Bunu yaparken sunduğu hizmetlerin toplumsal yararını vurgulayarak, zamanla inancın uhrevi boyutunu atıl bırakmış ve ihmal etmeye başlamıştır. Bir süre sonra ise Hristiyanlar Diakonie ve Caritas’ın kurumlarını kiliselerden daha fazla ziyaret eder, bu kurumlardan “medet umar” ve kiliseleri ihmal eder olmuşlardır. Bu durum bu alanda faal olmak isteyen kuruluşlar tarafından dikkatle tetkik edilmek zorundadır. Zira cemaat olarak maddi destek alma imkânı kısıtlı olan bu kuruluşlar, maddi yetersizliklerine karşılık kendi hizmet alanlarının önemli bir boyutunu sosyal hizmet alanına kaydırma ve bundan dolayı zihinsel dönüşümle karşı karşıya kalabilme tehlikesini dikkate almalıdır. Aksi hâlde Hristiyanların yaşadıkları tecrübeyi kendileri de yaşamak durumunda kalabilirler. Sosyal güvenlik ve sosyal hizmetler bağlamında kamu bütçelerinden destek alınabilmesi için ise sunulan hizmetin cemaatlerin hizmet sunduğu “ibadet” alanına girmemesi gerekmektedir. Bu durumda camilerde sunulan hizmetlerin hangisinin ibadet alanına girmediği veya ibadet boyutunun ağır basmadığı ve hangilerinin sosyal boyutunun olduğu veya ağırlığı olduğunun ayırt edilmesi gerekmektedir. Bu soru ve sorunların man kuruluşlar ise bu tecrübeleri kendi içlerinde analiz edebilmelidir. Aksi takdirde benzer durumlarla karşı karşıya kalmaları uzak bir ihtimal olmayacaktır. Cami cemiyetleri haklı olarak toplumun içinde daha fazla yer edinerek daha fazla sorumluluk üstlenebileceklerini gösteriyorlar. Tam da bu esnada ancak imkânlar, tecrübeler ve hassasiyetlerin gerekli titizlikle analiz edilebildiği takdirde ve ölçüde gerçek anlamda hayır işlenebileceği unutulmamalıdır. IMO photothek.net *İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG) Genel Sekreter Yardımcısı ve Almanya İslam Konseyi Genel Sekreteri. © kısa vadeli kazanım ve pragmatik çözüm ayarlı bir bakış açısıyla cevaplanacak sorular olmadığı kesindir. Sosyal hizmetleri bir yapı olarak caminin içinde vermenin bu tarz bir muhtemel olumsuz gelişmeye mani olabileceği düşüncesinin kısır kalabileceği açıktır. Sosyal hizmetler aynı zamanda maddi proje destekleri için sosyal hizmet kurumlarının kıyasıya rekabet içinde oldukları bir alandır. Diakonie, Caritas, AWO gibi sosyal hizmetler kuruluşları, sabitlenen bütçeden oldukça büyük pay alabilmek için birbirleriyle yarışmaktadırlar. Bu rekabet anlayışından hareketle olmayan sosyal sorunları varmış gibi gösteren ve bunlara karşı çözüm üreten projeler oluşturarak maddi destek alındığına çok kez rastlanmıştır. Sorumluluk sahibi Müslü- a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp aralik s p e kt ktİf 21 Dosya 22 P e r sp s p e kt k t İ f • S ay ı 246 • aralik aralik 2015 İslam’da “Mezhep” Gerçekliği: Sünnilik, Şiilik, Alevilik, Nusayrilik Din, mezhep ya da tarikat… Diaspora Aleviliğini anlamak için her şeyden önce temel kavramlara ve belli fenomenlerin birbirlerinden ayrıştıkları yerlere ışık İlyas Üzüm* tutmakta fayda var. a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp aralik s p e kt ktİf 23 Dosya Diğer dinlerde olduğu gibi İslam’da da ilk dönemlerden itibaren çeşitli konularda fikrî ihtilaflar olmuş, bu ihtilaflar süreç içinde kurumsallaşarak “mezhep” adı verilen gruplaşmaları meydana getirmiştir. Sözlükte “gidilen yol” anlamına gelen mezhep, İslam’ın inanç, ibadet ya da siyasi gelişmelerle ilgili olarak ortaya çıkan yorum çevrelerini ifade eder. En genel anlamda mezhep “dini anlama biçimi” demektir. Başka bir ifadeyle mezhep kendisini İslam’a nispet eden grupların bir kurucunun şahsında İslam’ı anlamaya dönük yaklaşım ve yönteminin kurumsallaşmasıdır. Dolayısıyla mezhep ayrı bir din olmadığı gibi mezhep kurucuları da bir din tebliğcisi değildir. Bilindiği gibi İslam temelde itikat, yani inanç ile fıkıh ve ahlak olmak üzere üç alandan oluşur. İhtilaflar ve bunların kurumsallaşması İslam’ın inanç konularıyla ilgili olduğunda bunlar itikadî mezhepleri (Selefîlik, Mu’tezile, Mürcie, Matüridîlik gibi) oluşturur. İhtilaflar ve kurumsallaşma dinin fıkhî/amelî alanı ile ilgili ise bunlar fıkıh mezheplerini (Hanefilik, Şafiilik, Malikilik gibi) meydana getirir. Bu iki alanın dışında ihtilaflar ve kurumsallaşma siyasi konularla ilgili olduğunda, bunlar da siyasi mezhepleri (Haricîlik ve Şiîlik gibi) meydana getirir. Siyasi mezhepler zaman içinde kendilerine has itikadî ve fıkhî anlayış geliştirerek aynı zamanda itikadî ve fıkhî mezhep karakterleri de kazanmıştır. Mesela Şia’da imam sayısını on iki ile sınırlayan İsnâaşeriyye Şiası bir taraftan itikadî bir fırka vasfı kazanırken bir taraftan da fıkhî yönü bakımından Caferîlik diye yapılanmış ve bu adla anılmıştır. Sözü edilen bu üç tür mezhebin ve mezhepleşmenin dışında bir de muhtelif toplulukların İslam’ı, önceki inançlarıyla kaynaştırarak kabul etmeleriyle ortaya çıkan “bağdaştırmacı” yapılar ya da mezhepler vardır. İlgili literatürde bu yapılar ezoterik fırkalar veya batınî mezhepler diye zikredilir. İsmaililik, Alevilik, Dürzilik, Nusayrîlik bu çeşit yapılanmalara örnek teşkil eder. Bir ihtilafın ya da yorumun mezhep vasfı taşıyabilmesi için bir takım asgari şartlar vardır. Bunlardan birisi söz konusu yorumun kendisini İslam kaynaklarıyla temellendirmesidir. Kendisini İslam’la ve İslam kaynaklarıyla irtibatlandırmayan bir yorum çevresini İslami bir mezhep kategori- 24 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 sinde değerlendirmek mümkün değildir. Söz gelimi Bahaîlik her ne kadar İslam coğrafyasında ortaya çıkmış ise de bugün kendisini ayrı bir din olarak değerlendirmektedir. Mezhep realitesinin bir başka belirleyici özelliği İslam’a dair farklı anlayışın sosyal bir taban bulması, yani zümreleşmesidir. Toplumsal bir taban oluşturmayan farklı yorum ve anlayışlar salt düşünce olarak kalır. Kendine özgü anlayışı olan pek çok İslam ilahiyatçısı ya da âlimi böyledir. Nihayet mezhep olgusuna ait bir başka önemli özellik, bir anlayış ya da yorumun kendi içinde tutarlılık iddiasına sahip olması, bir sistem kurması ya da kurma çabası içinde olmasıdır. Bu da söz konusu yapının bilginlerinin olmasını, literatür geliştirmesini gerekli kılar. Literatürü olmayan bir yorumun “mezhep” vasfı kazanması güçtür. İslam tarihinde geçmişten günümüze birçok mezhep ortaya çıkmış, bunların bir kısmı tarihî süreç içinde kaybolmuş, bir kısmı ise günümüze kadar varlığını devam ettirmiştir. Ehl-i Sünnet: Ana Bünyenin Adı Mı, Yoksa Mezhep Mi? Ehl-i sünnet, terim olarak, inanç ve dinî yaşayışını Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünnetine göre gerçekleştiren ana topluluk demektir. Tabirin tam adı “Ehl-i sünnet ve’l-cemaât”tır. Burada “ehl-i sünnet” ifadesi ile Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashabın anlayış ve uygulamaları, “cemaat” sözüyle de Müslümanların ana kitlesi kast edilmektedir. Dolayısıyla ehl-i sünnet inanç ve ibadet konularıyla siyasi alanda Hz. Peygamber’in ve sahabesinin yolunu izleyen Müslüman çoğunluğu ifade etmektedir. Ehl-i sünnet literal anlamda bir mezhep veya bir fırka kabul edilmemiştir. Ancak bu genel çoğunluk içinde farklı grup ve oluşumların ortaya çıkmasıyla birlikte, onlara cevap vermek, onların itirazlarını değerlendirmek ve amelî hayatla ilgili problemleri çözmek üzere itikadî ve fıkhî ekoller vücuda gelmiştir. İtikadî konularda Selefiyye (Ehl-i hadis, Eseriyye), Eş’ariyye ve Matüridiyye olmak üzere üç temel yapı ortaya çıkmıştır. İtikadî ekoller arasında büyük farklılıklar yoktur. Fıkhî konularla ilgili olarak başta Hanefiyye ve Şafiiyye olmak üzere çok sayıda içtihat mektebi kurulmuş, kendi içinde tali kollara ayrılmıştır. Günümüzde Şia ya da Şiîlik denildiğinde On İki İmam Şiîliği akla gelir. Bu fırka ümmetin yönetimi anlamına gelen imameti merkeze aldığı için İmamiyye, imamların sayısını on iki ile sınırlandırdığından dolayı İsnâaşeriyye, görüşlerini altıncı imam kabul edilen Cafer-i Sadık’a dayandırdığı için Caferiyye diye de anılmıştır. Şia’ya göre iman beş esastan oluşur: tevhit, adalet, nübüvvet, imamet ve meâd. Ehl-i sünnetten farklı olarak Şia imameti yani devlet yönetimi konusunu iman esaslarından biri olarak kabul etmiştir. Şia’ya göre Hz. Peygamber kendisinden sonra Hz. Ali’nin yönetime gelmesini istemiştir. Ne var ki sahabe Peygamber’in bu tavsiyesini dikkate almamış, önce Ebu Bekir b. Ebî Kuhafe’ye, onun vefatından sonra da Ömer b. Hattab’a biat etmiştir. Şia’ya göre ilk üç halife hilafeti zorla ele geçirdiği için “gâsıb”, sahabe de Peygamber’in vasiyetini çiğnediği için –çok az bir kısmı hariç- mürtet olmuştur. Ayrıca Şia ehl-i beyt kavramını merkeze almış, Peygamber’in hanımlarından Hz. Ayşe ve Hz. Hafsa’yı şiddetle eleştirmiştir. Şia’ya göre imamların ilki Hz. Ali, sonuncusu Muhammed Mehdi’dir. Muhammed Mehdi on birinci imam Hasan el-Askerî’nin oğlu olup 260/873 yılında gizliğe çekilmiş, hâlâ hayatta, nerede olduğu bilinmemektedir. Günün birinde ortaya çıkacak ve ümmetin başına geçecektir. Şia fıkhî konularda ehl-i sünnetten farklı olarak ezana “eşhedi enne Aliyyen veliyullah” cümlesini, haya ala’l-felah’tan sonra da “haya ala hayrı’l-amel” kaydını eklemiştir. Ayrıca Şia beş vakit namazı cem ederek üç zaman diliminde kılmayı caiz görmüş, abdest alırken ayakların yıkanmasını değil meshedilmesini meşrû saymıştır. Öte yandan Şia muamelat konularından “müt’a” yani geçici nikâhı kabul etmiş, bir erkeğin belli bir süre ile kayıtlandırarak evlilik akdi yapmasını sahih görmüştür. İmamiyye Şiası’nın en yoğun olduğu ülke İran’dır. Ayrıca Irak, Azerbaycan, Bahreyn gibi ülkelerde de çoğunluğu teşkil etmektedir. İslam dünyasının ortalama yüzde 6 ila 12 arası Şiî Müslümanlardan oluşmaktadır. © Shutterstock.com/thomas koch bunlardan dördü hayatiyetini koruyarak ana yapıyı temsil etmiştir. Ehl-i sünnet inanç konularını ayet ve hadislerden yola çıkarak altı madde hâlinde tespit etmiştir: Bunlar Allah’a, meleklerine, ilahi kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere iman etmektir.1 Ehl-i sünnete göre siyasi konular dinin inanç yönüne değil, fürûuna ait konulardır. Hz. Peygamber kendisinden sonra ümmetin yönetimini ümmetin tercihine bırakmış, ümmet de tarihte bilindiği şekilde tutum sergilemiştir. İlk dört halifenin hilafeti meşrudur. Ayrıca Peygamber’in sahabileri adalet ve fazilet sahibi şahsiyetlerdir. Şiilik: Ana Bünyeden Ayrılan En Büyük Fırka Müslüman genel çoğunluk olarak ehl-i sünnet olarak alındığında, ana bünyeden ayrılan en büyük fırka olarak karşımıza Şiîlik çıkar. Tamamen siyasi olaylara bağlı olarak ortaya çıkan Şiîlik, terim olarak Hz. Peygamber’den sonra ümmetin yönetiminin Hz. Ali’ye, sonra da çocuklarına ait olduğu fikrine dayanan grupları ifade eder. Bu gruplar ana fırka olarak Keysanilik, Zeydilik, İmamiyye ve Gâiliyye şeklinde gruplara ayrılır. Bunlardan Keysaniyye tarihe karışmış, Zeydilik Yemen’de varlığını devam ettirmiş, İmamiyye ise imam sayısını on iki ile sınırlandıran İsnâaşeriyye fırkası olarak Şia’yı ağırlıklı biçimde temsil etmiştir. Gâliyye başta İsmailiyye olmak üzere a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 25 Dosya 26 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 Shutterstock.com/Vladimir Melnik Alevilik, X. yüzyıldan itibaren, İslam’ı kabul etmeye başlayan göçebe ve yarı göçebe oymakların, bu yeni dinle birlikte önceki inanç ve geleneklerini bir biçimde bağdaştırdıkları, sonraki dönemde bünyeye bazı Hurufî ve Şiî unsurların katıldığı; “Hak-Muhammed-Ali” anlayışına dayalı, yol mensubunun, dört kapı-kırk makam ile “insan-ı kâmil” olacağını benimseyen; batınî ve tasavvufi özellikleri öne çıkan sosyo-kültürel bir yapıdır. Daha açık bir ifadeyle bugün bazen Alevilik, bazen Alevilik ve Bektaşilik diye anılan yapı, tarihsel olarak başlangıçta Kam geleneğine sahip olan Türkmen oymakların İslam’ı kabul etmesinden sonra eski inançlarıyla İslam’ı bir biçimde bağdaştırmalarıyla ortaya çıkmıştır. Bu yapı ilk dönemlerde Yesevilik, Vefailik, Haydarilik ve Kalenderilik gibi sûfî kalıplar üzerinden varlığını devam ettirmiştir. Erdebil merkezli Safevi tarikatı bir taraftan Şiîleşme, bir taraftan da siyasileşme sürecine girdiğinde bu anlayış söz konusu yapıya da yansımıştır. Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar On İki İmamı kabul edip müritlerine on iki dilimli kırmızı börk giydirmiş, böylece bu oymaklar Kızılbaş diye anılmıştır. İşaret edilen dinî anlayışa sahip göçebe kesimler XI-XIV. yüzyılda Anadolu’ya intikal ettiklerinde kendilerine has dinî anlayışı sürdürmüşlerdir. Bu arada aynı geleneğe mensup olan Hacı Bektaş Veli de muhtemelen Bektaşlu aşireti ile birlikte Anadolu’ya gelmiş, Kırşehir-Nevşehir bölgesine yerleşerek zaviyesini kurmuştur. Onun 1270’lerde vefatından sonra Rum Abdalları tarafından Hacı Bektaş ismi öne çıkartılarak Kızılbaşlara göre merkezi yapı ile biraz daha uyumlu, biraz daha yerleşik hayata yakın Bektaşilik belli bölgelere yayılmıştır. Aslında geniş bir ortak alana sahip olan Kızılbaşlık ve Bektaşilik genellikle Osmanlı yönetimi ile (Bektaşiler belli oranda istisna teşkil eder) gerginlik içinde varlıklarını devam ettirmiştir. Aleviliğin en temel inancı “Hak-Muhammed-Ali” üçleri ile ifade edilen uluhiyet, nübüvvet ve velayet anlayışıdır. Uluhiyet anlayışı bazen genel İslami anlayışla paralel, bazen vahdet-i vücûd, bazen da vahdet-i mevcûd temellidir. Hz. Ali en büyük Tanrı tecellisidir. Aynı zamanda o, velayetin de şahıdır. Nübüvvet anlayışı bakımından Hz. Muhammed’e büyük saygı gösterilir, adı anılınca salavat getirilir. Ancak genellikle Hz. Muhammed’in İslam’ın zahiri yönünü, şeriatı temsil ettiğine, Hz. Ali’nin ise İslam’ın batınî yönünü, tarikatı temsil ettiğine inanılır. Aleviler genellikle Kur’an’a büyük saygı gösterirler. Ancak çoğu bunun eksik olduğu düşüncesindedir. Ahiret inancı belli ölçüde kapalıdır. Bazıları kıyamete, ahirete, cennet ve cehenneme inanırken bazıları bu konuda farklı fikirler ortaya koyarlar. © Alevilik: Batınî-Sufî Bağdaştırmacı Anlayış Aleviler İslam’ın temel ibadetleri olan namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetlere mesafelidirler. Çoğunlukla namaz yerine niyazı yani cemi, ramazan orucu yerine Muharrem orucunu öncelerler. Alevilik’te en önemli kavramlardan birisi “dört kapı-kırk makam”dır. Bunlar talibin Hakk’a yükselip “insan-ı kâmil” olması için kat etmesi gereken basamaklardır. Dört kapı şeriat, tarikat, marifet, hakikat olup her kapının kırk makamı vardır. Alevilik’te merkezî erkân “cem”dir. Cem, Hz. Muhammed’in miraca çıkması, kırklar meclisine uğraması ve kırkların semaha kalkıp Hak aşkıyla dönmesini temsil eder. Cemde on iki hizmet yerine getirilir. Cemin musahiplik cemi, görgü cemi, dardan indirme cemi, Abdal Musa cemi gibi çeşitleri vardır. Bunlardan musahiplik cemi evli iki çiftin birbiriyle yol kardeşliği bağı kurmasını ifade eder. Alevilikte “dede” en büyük yol önderidir. Dedelerin peygamber soyundan geldiklerine inanılır. Evlad-ı resul olmayan bir kimse dedelik postuna oturamaz. Nusayrilik: Arap Aleviliği Tamamıyla batınî ve “bağdaştırmacı” bir yapı olan Nusayrîlik IX. asırda Muhammed b. Nusayr en-Nemiri tarafından kurulmuş ve ona nispetle anılmıştır. Fırkanın Alevi adıyla anılması I. Dünya Savaşı sonrasına dayanmaktadır. Önceki dönemlerde Nusayrîlik yanında, sınırlı oranda Nemiriyye diye de anılan fırka kimi zaman alt grupları ifade eden Haydariyye ve Kilaziyye diye de isimlendirilmiştir. Tarihî arka planı, inanç ve anlayışları bakımından Anadolu Aleviliğinden farklı olan fırkaya Türkiye’de, bu farklılığa işaret etmek üzere Arap Aleviliği de denilmiştir. Zira fırka Arap aşiretlerinden oluşmaktadır; konuşulan dil ve fırkanın temel eserleri Arapçadır. Nusayrîlik, Basra ve Kufe’de yani Irak’ta ortaya çıkmış olmakla birlikte, XI. yüzyılın ortalarından itibaren Lazkiye (Suriye) ve Kilikya (Hatay-Adana-Mersin) bölgelerine intikal etmiştir. Mercidabık Savaşı (1516) sonrasında Osmanlı hâkimiyetine giren Nusayrîlik, bölgedeki siyasi gelişmelerle bağlantılı olarak günümüze kadar gelmiştir. Nusayrîliğin temeli Hz. Ali’ye uluhiyet nispet edilmesine dayanır. Fırkaya göre Hz. Ali’nin konumu tıpkı Hıristyanlık’ta Hz. İsa’nın konumu gibidir. Aşkın bir Allah’a inanılmakla birlikte O’nun Hz. Muhammed zamanında Hz. Ali’de bedenlendiği kabul edilir. Nusayrîlik’te “mânâ-isim-bâb” üçlemesi vardır. Mânâ Hz. Ali’dir. O, bir yönüyle beşer, bir yönüyle ise Allah’ın kendisinde enkarne olduğu şahsiyettir. “İsim” ya da “hicab” Hz. Muhammed’dir. Selman-ı Farisi ise “bâb”tır. Ayn, mim, sin veya AMS (Ali, Muhammed, Selman) fırkanın sembolüdür. Nusayrîler vahiy gerçeğini kabul ederler. Aynı şekilde melek inancı vardır. Ancak önemli bir farklılık olarak Nusayrîlik “tenasüh” inancını benimser. Onlara göre ölen bir insan, dünyadaki yaşayışına bağlı olarak insan veya hayvan şeklinde yeniden dünyaya gelir. Cennet ve cehennem inancı bulunmakla birlikte, yaygın İslami anlayıştan farklıdır. Nusayrîlik, batınî dokusuna paralel olarak temel İslami ibadetleri tevil ederek büyük ölçüde reddeder. Nusayrîlerde namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetler bambaşka şekilde yorumlanır. Mesela oruç, Hz. Peygamber’in babası Abdullah’ın sessizliğini temsil eder ve “batınî” sırların gizlenmesi anlamına gelir. Zekât şeyhlere verilir. Bir takım kutsal kişileri sembolize eden haccın da bilinen hacla ilgisi yoktur. Nusayrîlik’te “batınî namaz” vardır. Bu Kur’ân-ı Kerîm’den fatiha ve ihlas sureleri ile Kitabü’l-mecmu’un ve “kuddâs” adı verilen duaların okunmasından ibarettir. Namazla yükümlü olan erkeklerdir. Kadınların birkaç duadan başka dinî mükellefiyetleri bulunmamaktadır. Nusayrîlikte bayramların özel önemi vardır. Toplam 50 kadar bayram vardır. Bayramda topluca ibadet edilir. Kadınlar ve Nusayrî olmayanlar bayramlara alınmaz. Nusayrîliğin temel metni on altı sureden oluşan Kitabü’l-Mecmu adlı kitaptır. Her Nusayrî erkeği bu metni ezberlemekle yükümlüdür. Belli yaşa gelen erkek çocukları “din amcası”nın yanına giderek bu kitabı ve “kuddâs”ları ezberler. Ayrıca yolun sırlarını öğrenir. Özel bir programla Nusayrîliğe katılan bu erkek çocuğu sırları kimseyle paylaşmayacağına söz verir. Nusayrî din adamları “şeyh” adıyla anılır ve toplumda kendilerine büyük saygı gösterilir. Suriye nüfusunun takriben yüzde 8 ila 12’si Nusayrî olup devletin idari mekanizması büyük ölçüde bu yapıya mensup olanların elindedir. Çok sınırlı oranda Lübnan’da da Nusayrî vardır. Türkiye’de ise Hatay, Adana ve Mersin illerinde Nusayrîler bulunmaktadır. *Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde görev yapan Prof. Dr. İlyas Üzüm’ün Günümüz Aleviliği, Kültürel Kaynaklarına Göre Alevilik, Günümüz Bulgaristan Aleviliği, Tarihsel ve Kültürel Boyutlarıyla Alevilik gibi yayımlanmış çalışmaları vardır. 1 Bk. Müslim, “İman”, 1. a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 27 Dosya Aleviliğin Avrupa’da Dinî Cemaat Olarak Varlığı Anadolu Aleviliğinin hem Türkiye’de hem de Avrupa’da sosyokültürel bir harekete dönüşmesi, dahası Alevilerin Avrupa’da birer dinî cemaat olarak örgütlenmeleri, Alevi kimliğindeki değişimlerin de ana göstergeleri arasında yer alıyor. ElIse MassIcard* 28 P e r sp s p e kt k t İ f • S ay ı 246 • aralik aralik 2015 Shutterstock.com/thomas koch © Alevilik bir Batı Avrupa fenomeni hâline geldi. Günümüzde Alevi dernekleri Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa, Birleşik Krallık, İtalya, Hollanda, Norveç, İsveç, İsviçre, Avustralya, Kanada ve Amerika’da bulunmaktadır. Çoğu Alevi 1960, 1970 ve 1980’lerin başında Batı Avrupa’ya yerleşmelerine rağmen Alevilik, yerleşim ülkelerindeki kamu alanlarında henüz yenice ortaya çıkmıştır. Bu ortaya çıkış da göç süreci nedeniyle değil, kültür ve dinle ilgili sorunlara karşı artan farkındalık nedeniyle gerçekleşmiştir. Aleviliğin Avrupa’da daha görünür bir şekilde varlık göstermesinde bir diğer önemli faktör ise 1980’lerden itibaren hem Türkiye’de hem de yurt dışı yerleşim ülkelerinde gözlemlenen Aleviliğin yeniden dirilişi ve canlanmasıdır. Aleviler Batı Avrupa’ya ne zaman ve nasıl yerleştiler? Burada üç ana safhadan söz edilebilir. İlki, 1960’larda işçi göçü nedeniyle Alevi erkekler Türkiye’den Batı Avrupa’ya, özellikle de Batı Almanya’ya büyük gruplar hâlinde göç etmeye başladılar. İkinci safha 1970’lerin başında işçi göçlerinin son bulmasıyla başlamıştır. Çelişkili bir şekilde işçi göçü dursa da özellikle aile birleşimi için gelen kadın ve çocuklar nedeniyle Türkiyeli göçmenlerin sayısı artmıştır. Üçüncü safha ise 1980 yılında Türkiye’de gerçekleşen askerî darbenin hemen öncesi ve sonrasındaki süreçtir. Bu süreçte işçi göçünden beri en büyük Türkiyeli göçmen akını meydana gelmiş; bu göçmenlerden bir kısmını siyasi sığınmacılar oluşturmuştur. Günümüzde gözlemcilerin tahminlerine göre Almanya’da yaşayan Alevilerin sayısı 400 bin ila 600 bin arasındadır. Kimi araştırmalara göre Aleviler getto denilen azınlık mahallelerinde değil, farklı bölgelerde dağınık şekilde yaşamaktadırlar. Batı Avrupa’ya yerleşen Aleviler ilk zamanlar görünmez kaldılar. Sünniler gibi yerleşim ülkelerinde biçimselleşmiş bir dinî yaşantı kurmadılar. Bunun birinci nedeni göçlerin meyda- na geldiği dönemlerde Türkiye’deki Alevilerin dinî pratiklerinin zaten zayıflamakta olmasıydı. İkinci olarak göç hareketinin kendisi dinî pratiklerin azalmasına sebep oldu; zira Alevilerin dinî pratiklerinin çatısını oluşturan köy toplulukları fiziksel olarak dağıldı. Üçüncü olarak, pek çok Alevi takiyye yapmaya devam etti; yani Türkiye’de olduğu gibi göç ettikleri ülkelerde de kimliklerini halk içinde gizlemeye ya da inkâr etmeye devam ettiler. Hemen hemen hiç biri alenî olarak Alevi kimliğini açıklamadığından, Türkiye’den göçen göçmenler arasında Sünni İslam gözle görülebilen tek din hâline geldi. Türkiyeli göçmenler bu nedenle dinî açıdan homojen kabul edildi; bu durum Türkiye’nin resmî kimliği ve söylemine de uygundu. Son olarak, Avrupa’daki Aleviler, öncelikli olarak Alevi kimlikleri üzerinden örgütlenmediler. Batı Avrupa’da Alevi kimliklerini açıkça ortaya koyan organizasyonlar, Aleviliğin yeniden canlanmaya başladığı 1980’lerin sonunda kurulmaya başladı. Aleviliğin yeniden canlanması ise küresel gelişmelerle, yani hem Türkiye’deki hem de Batı Avrupa’da yaşamakta olan Alevilerin içinde bulundukları koşullarla ilgiliydi. Diğer genel faktörlerin yanı sıra pek çok Alevinin taraftar olduğu sol hareketlerin gerilemesi önemli bir faktördü. Bu gerileme Türkiye’de gerçekleşen 1980 askerî darbesi ile daha da arttı. Aynı zamanda yeni ideolojiler, özellikle de kimlik ve etnisite önem kazandı. Bu durum Kürt sorunu ile alakalı olarak 1980’lerin başında PKK tarafından başlatılan savaş ile Türkiye’de baş gösterdi. Bir diğer faktör ise, 1980 askerî darbesinden sonra cuntanın, dümenini Türk ulusal kimliğine doğru çevirmesi, ulusal bütünlüğü sağlamak amacıyla Sünni İslam’ı vurgulaması oldu. Dahası pek çok Alevi’nin tehdit olarak gördüğü siyasal İslam Türkiye’de ivme kazanmaktaydı. 1993’teki Sivas saldırısı ile 1995’teki Gazi olayları Alevi dirilişini hızlandırdı. Türkiye a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp aralik s p e kt ktİf 29 Dosya ve Batı Avrupa’daki birçok Alevi, Aleviliklerini açıkça ifade etmeye başladı ve çok sayıda Alevi derneği kuruldu. Aleviliğin dirilişi, özellikle Batı Avrupa devletlerinde çokkültürlülük politikaları sayesinde gelişti. 1980’lerde ve hatta 1990’larda çokkültürlülük, İngiltere, Almanya, Hollanda, İsveç gibi ülkelerde ivme kazandı. Bu ülkeler göç meselesine temelde kültürel farklılık olarak yaklaşmaya başlamış; farklı olma ve özgür ifade hakkını desteklemiş, kimlik ve kültür söylemlerine dayalı politikalar uygulamıştır. Çokkültürlülük Aleviliğe böylelikle Alman kamusal alanında ilk kez tanınma fırsatını vermiş oldu. Bu kültürel fırsatın Alevi derneklerinin Avrupa’da kurulma ve gelişmesi açısından önemli sonuçları oldu. Bu fırsatı yakalayan Aleviler, devlet yardımları ya da entegrasyon konularında çoğunluk toplumu ile müzakere etmek amacıyla kendilerinin “Türk kültürü”nden farklılıklarını vurgulamaya ve Aleviliği, korunmaya muhtaç bir kültür olarak tanıtmaya başladı. Örneğin ana Alevi federasyonu AABF (Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu) Aleviliğin kültürel bir versiyonunu ortaya koymuştur. Aynı şekilde Almanya’daki çoğu Alevi derneği Aleviliği demokrasi, hoşgörü ve yardımseverliğe dayalı bir “kültür” olarak görmektedir. Alevi dernekleri gelişmekte ve saz çalmak ve semah tutmak gibi esasında ritüellere dayalı Alevi pratiklerini öğretmektedirler. Bu pratikler Alevi kimliğinin sembolleri hâline gelmiş ve özellikle gençler tarafından benimsenmiştir. Bununla beraber Alevi dernekleri kutlamalar, anma günleri ve konserler gibi kültürel aktiviteler de düzenlemektedirler. Bu aktiviteler halkın ilgisini çekmekte ve dinî merasimlerden daha fazla ilgiyle karşılanmaktadır. Dahası Türk dernekleri gibi Alevi dernekleri de Aleviliğin tanınması için isteklerini dillendirmekte, yerleştikleri ülkelerde Aleviliği tanıtma kampanyaları düzenlemekte, özellikle kültürlerarası ve dindarlararası diyalog projelerine katılmaktadırlar. Bununla birlikte, toplum merkezleri ya da cemevleri kurmak için de çalışmalar yürütmektedirler. Geçtiğimiz yıllarda sayıları giderek artan Alevi dernekleri -özellikle AABF ya da Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’na (AABK) 30 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 bağlı olanlar- Aleviliğin dinî boyutunu vurgulamaya başlamış, daha dinî adlar benimsemiş ve dernek binalarını ibadet yerleri olarak görmeye başlamışlardır. Bu değişim ve geçişi nasıl açıklayabiliriz? Almanya’da devlet ve dinî cemaatler ortaklaşa çalışmalar yürütmekte ve birçok dinî cemaat kamu tüzel kişiliğine sahip bulunmaktadır. Dolayısıyla dinî cemaat (Alm. “Religionsgemeinschaft”) statüsü elde etmek -göçmen olsun ya da olmasın- dinî gruplarca öncelikli bir amaç hâline gelmiştir. Bununla birlikte dinî cemaat olarak resmen tanınmış bir grup, devlet okullarında din eğitimi verme hakkını kullanabilmektedir. Avrupa’daki Aleviliği incelemeye devam ettiğimizde ana akım Sünni Müslümanların tersine Alevilerin Avrupa’da oldukça iyi bir imaja sahip olduğunu görürüz. Aleviler kendilerinin diğer Türk göçmenlerden farklı olduklarını ifade ederek birçok insanın ön yargıyla yaklaştığı İslam’la aralarına mesafe koymaktadırlar. Aleviler arasında İslam’ın tehdit olduğuna dair genel inanışı kabul eden ve hatta İslam’ın “fundamentalist bir tehlike yaydığına dair” kalıp yargının yayılmasına katkıda bulunanlar bile vardır. Buna karşın kendilerini diğer Türk ya da Müslüman göçmenlerden daha modern, liberal ve açık görüşlü olarak tanımlayan Aleviler de mevcuttur. Bu kimseler Aleviliğin cinsiyet eşitliğini savunduğu ve alkol tüketimine izin verdiği iddialarını vurgulama eğilimi gösterirler. Böylelikle Alevi/Sünni farklılığının aslında Alevilik ile Avrupa kültürü arasındaki uyumluluğa işaret ettiği vurgusu ile Alevilerin Avrupa toplumlarındaki entegrasyonunda sorun olmadığı düşüncesi anlatılmaya çalışılır. Bu durum, Alevilerin Avrupa ülkelerindeki toplumlarla iyi ilişkiler geliştirmelerine, bu ilişkilerden hareketle de yerleştikleri ülkelerde kurumsal entegrasyon ve resmî tanınma stratejileri oluşturmalarına neden olmaktadır. Örneğin Almanya’da, AABF’ye bağlı Alevi dernekleri 2000’li yılların başında çeşitli eyaletlerde dinî topluluk olarak tanınmış, bu tanınma Sünni Müslüman derneklerin tanınmasından çok daha hızlı ve kolay olmuştur. Benzer gelişmeler diğer Avrupa ülkelerinde de mevcuttur: 2007 yılında Danimarka’daki Alevi derneği İslam’dan ayrı bir dinî cemaat olarak tanınmış Shutterstock.com/thomas koch © ve böylelikle resmî nikâh kıymak, yurt dışından getirilen din adamlarına çalışma izni sağlamak ve Alevi mezarlıkları oluşturmak gibi pek çok hak elde etmiştir. Farklı ülkelerin birbirinden farklı kurumsal entegrasyon imkânları sağlaması Alevilerin tanınma stratejilerini etkilemiş olsa da (örneğin Danimarka’dakine benzer bir sistem Fransa’da bulunmamaktadır) şu ilginç durum bütün açıklığıyla kendisini göstermektedir: Avrupa’da Aleviler dini farklılıklarını ifa- de etme özgürlüklerine Türkiye’de olduğundan fazlasıyla sahiptir ve bu siyasi, toplumsal ve hukuki çerçeve Avrupa’daki Alevileri dönüştüren en büyük etmenlerden biri olmuştur. *Fransa Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezine (CNRS) bağlı Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsünde (IFEA) araştırmacı olan Massicard’ın uzmanlık alanları Türk politikaları ve Alevilik çalışmalarıdır. a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp aralik s p e kt ktİf 31 Dosya/Söyleşi “Klasik Alevi Öznenin Varlık Alanı Çarpıtılıp Dönüştürülüyor.” 32 P e r sp s p e kt k t İ f • S ay ı 246 • aralik aralik 2015 © neco Necdet Subaşı, Türkiye’deki Alevi Açılımı’nın en önde gelen ismi. Din sosyoloğu ve Alevi Çalıştaylarının koordinatörü olan Subaşı ile değişen Alevi kimliği üzerine konuştuk. Aleviliğe ait bir teolojinin olup olmadığına dair tartışmada farklı pozisyonlar var. Bazıları Aleviliğe yeni bir teoloji üretildiğini söylüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Aleviliğin bir kültür mü mezhep mi yoksa bugün daha sık dillendirildiği anlamda bir ideoloji mi olduğu çokça tartışılan konular arasında yer alıyor. Alevi aktivistler, gelenekte “Dede” etrafında oluşan inanç ve ritüel temelli bir evrenin bugün nasıl sürdürüleceği konusunda geleneğin klasik muhafızlarından kopuk bir şekilde yeni bir inşa denemesine girişmekteler. Özellikle 80’li yıllardan itibaren gözlenen bir yayın patlaması, Aleviliği kendi evveliyat ve müktesebatından ayrıştırmaya yönelik bir hevesle çaba harcandığını göstermektedir. Aleviliği teolojik bir düzeyde tartışmak ya da değerlendirmekten imtina eden yaklaşımlar bugün Aleviliği yeniden kurgulamaya yönelik teolojik bir zemine taşınmaktadır. Hem Aleviler, hem de diğer mezheplerden araştırmacılar Alevilik hakkında farklı saiklerle farklı değerlendirmeler ortaya koyuyorlar. Siz Aleviliğe dair ilahiyat incelemelerinde hangi hataları gözlemliyorsunuz? Aleviliği günümüzdeki siyasi-dinî-ideolojik beklentiler içinde kalarak yorumlama çabası geleneğin kendi dünyasını çarpıtmaktan öteye gitmiyor. Çağdaş düşünce hareketlerinin dâhil olduğu fikrî düzlemde Aleviliği yeniden şekillendirme çabası uzun vadede bildik Alevi öznenin hareketin içindeki özellikli konumunun hırpalanacağına işaret etmektedir. a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 33 Dosya/Söyleşi Ayrıştırmacı-dışlayıcı tanımlamaların bitmesi için diyaloğun, tanışma ve bilişme süreçlerinin artırılması gerek. Sünnilerin Alevilerle ilişkilerinde Sünniliği esas aldıkları ya da üstten bakan bir yaklaşıma sahip olmalarının neticesinde Alevileri asimile gayretinde oldukları iddia edilir. Öte yandan Alevilerin de Sünnilerle ilişkisinde ön yargılar ve tarihten tevarüs edilen düşmanca tavırlar dikkat çekebiliyor. Karşılıklı ön yargıların aşılması nasıl mümkün sizce? Belirttiğiniz gibi, karşılıklı ön yargıların olmadığı söylenemez. Kendini büyük toplumdan her daim ayrıştırma gayreti içinde olan ve bu bağlamda kendini diri tutmak adına sürekli olarak farklılıkların altını çizme çabası içinde olan her yapı sonunda kendine ilişkin bir ön yargı ve merak baskısıyla karşı karşıya gelecektir. Aynı husus merkeze dâhil olma çabasının sürekli püskürtüldüğü ve açıkça marjinalliğe savrulduğu hemen her “azınlık söylemi”nin de benzer şekilde kendi dışındaki varlık ve yapıları belli bir ön yargı temelinde gözlemlemesine yol açmaktadır. Alevi ve Sünniler arasındaki ön yargıların kaldırılması konusunda eğitimden siyasete, ekonomiden dine hemen her alanda dikkatli bir çaba içinde olunması gerekmektedir. Homojen ve yegâne bir Sünnilikten ya da tek bir Alevilikten bahsedilemezken Sünniliğin ortodoksi, Aleviliğin ise heterodoksi olarak görülmesi ne denli doğru bir yaklaşım? Bu tanımlama daha çok hakikati kendi tekelinde tutma iddiası taşıyan gruplardan sadır olmaktadır. Söz konusu kavramların bizim dinî dünyamızda birebir karşılığı olmamakla beraber ana akım dinselliğe dâhil olmayan yapı ve grupların heretik olarak takdim edilmesi daha çok hâkim dinî topluluğun temsil ettiğini düşündüğü hakikate sahip olma kaygı ve endişesinden kaynaklanmaktadır. İslam 34 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 dinî kültür tarihinde daha çok ehli zındık, mülhid, ehli bid’at ya da rafizi kavramlarıyla ifade edilen dinî grupların sonuçta bir şekilde sapkın sayılabileceklerine ilişkin tasavvur kökleşmiş bir bilinçaltının ürünüdür. Bu tür ayrıştırmacı-dışlayıcı tanımlamaların bitmesi için diyaloğun, tanışma ve bilişme süreçlerinin artırılması ve güçlendirilmesi gerekmektedir. Avrupa Alevileri, kendilerini İslam’dan tamamen ayrı bir inanç grubu olarak tanımlıyorlar. Örneğin Almanya’daki Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonuna göre “Bazı Alevilerin kendilerini hem Alevi hem de Müslüman olarak tanımlamaları, Sünni asimilasyon politikasının bir sonucu.” Bu cümleyi ufak değişikliklerle şu hâle getirebilir miyiz: “Bazı Alevilerin kendilerini İslam’dan tamamen kopuk tanımlamaları, Avrupa’nın Alevileri İslam’dan koparma politikalarının bir sonucudur.” Bu konularda kalıcı değerlendirmeler yapmak için resmî kayıtlara ihtiyaç var. Aleviliği İslam dışı bir akım ya da kendi başına bir dinî söylem olarak görme çabası içinde olan birtakım örgütlerin hem İslam’la hem de Aleviliğin İslami kökleriyle hesaplaşma çabası içinde oldukları söylenebilir. Bununla birlikte asıl sorun belki de Avrupa temelinde Alevilerin ilgili devletler nezdinde kendilerini takdim etme sorunlarından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda İslami köklere atıfta bulunarak kendi durumlarını meşrulaştıran Türkiye kökenli Müslüman organizasyonlara katılarak öteden beri vurguladıkları farklılıklarının eriyeceğinden kaygı duyan kimi stratejist Alevi grupları, ilgili ülkelerin kimi ilginç beklentilerini de dikkate alarak bu söylemde karar kılma çabası içindedirler. Ancak ifade etmek gerekir ki Bugün aslolan Aleviliğin kendi gerçekliğinin nasıl korunup geliştirileceğidir. Türkiye Aleviliği bu tür tanımlamaları hem kompleks hem de haince bulmaktadırlar. Gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’da bilhassa sol eğilimli gruplar içerisinde Aleviler çoğunlukta. Bunun nedeni ne olabilir sizce? Aleviliğin öteden beri muhalif bir dil içinde kendi evrimini sürdürdüğü söylenebilir. Cumhuriyet’in radikal laik politikalarında kendi gelecekleri için uygun bir mecra bulmakta gecikmeyen Aleviler, ilerleyen süreçte kendi geleneksel paradigmalarını laik bir tasavvur içinde sürdürememişler ve bu değişim Alevileri her düzeyde sol grup ve motivasyonlarla aynı hizaya getirmiştir. Türkiye’de ve Avrupa’da Alevilerin dinî özgürlükleri kapsamındaki haklarını elde edebilmeleri için önce “Aleviliğin İslam’daki konumu” mu tartışılmalıdır? Aleviliğin İslam içi/dışı bir mezhep olup olmadığı tartışması bir tarafa bırakılarak mesafe katedilemez mi? Bu konunun Sünni ya da diğer dinî oluşumlardan hatta devletten çok Alevilerin düşünmesi gereken bir konu olduğu kanaatindeyim. Bugün yeni zamanların talep ve beklentileri karşısında Aleviliğin bilinen geleneksel-dinî karakterini ne ölçüde sürdürebileceği esaslı bir sorundur. Aleviliği artık etnik temelli bir ideolojik hareket olarak tanımlayanların çabaları klasik Alevi öznenin varlık alanını daraltmaya, çarpıtmaya ve dönüştürmeye başlamıştır. Bugün aslolan Aleviliğin kendi gerçekliğinin nasıl korunup geliştirileceğidir. Aleviliğin modernlikle imtihanı ne şekilde sonuçlandı? Aleviler modernite ile tecrübeleri bağlamında Sünnilerle ne tarz paralellikler/ayrışmalar gösterdiler/gösteriyorlar? Aleviliğin bu süreçten başarıyla çıktığı söylenemez. Bugün Alevilik de Aleviler de hem modernleşme dalgasının hem de şartsız koşulsuz bağlandıkları laik siyaset söylemlerinin etkisi altında kendi manevi miraslarına sağlıklı bir şekilde dönebilme olanaklarını kaybetmişlerdir. Sünni dünyanın modernleşme karşısında ortaya koymaya çalıştığı direncin bir benzerini Alevilerde görmek şimdilik imkânsız gibi görünüyor. Dedenin geleneksel rolü aşındırılmış, belli başlı dinî pratikler arasında yer alan ayin-i cem’in manevi anlamı sekteye uğramıştır. Alevilik ve Alevilerle ilgili tartışmaların siyasi, ideolojik ya da savunmacı bir retoriği aşabilmesinin yolu nedir sizce? Kişisel kanaatim Alevilerin kendi geleneksel temsillerinin yeniden hatırlanması ve ihya edilmesidir. Bu bağlamda dedeliğin, musahipliğin ve düşkünlük mekanizmasının ele alınması gerekir. Hiç kuşkusuz modern akılcılık, küresel sistemin bozucu etkileri, yeni pazar ekonomileri ve farklı entelektüel ve dinî rekabet alanları da Aleviliğin tarihsel donanımını geçmişte olduğu gibi sadece kırsal yaşam ünitelerine göre değil bugün fazlasıyla dâhil olduğu kent gerekliliklerine göre inşa etmesini gerektirmektedir. Demin de vurguladığım gibi klasik kaynaklar yeniden hatırlanmalı ve bütün bunların İslami gelenek içindeki yeni konumları samimi ve dindarane bir çabayla emek verilerek geliştirilmelidir. Bütün bu beklentileri siyasallaşmış Alevi aktivistlerinin gerçekleştirmesi ise asla mümkün değildir. Elif Zehra Kandemir sordu. a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 35 © Flickr.com/Murat Tanyel Dosya Tasavvuf ve Alevilik “Tekke”, “dergâh”, “tarikat” gibi kavramların Cumhuriyet tarihi içerisinde oldukça olumsuz bir bağlamda ele alınması, Aleviliği tasavvufi bağlam içerisinde ele almayı büyük ölçüde engellese de Aleviliği anlayabilmek için önce bu inkâr refleksinden kurtulmak şart. Niyazi Öktem* 36 P e r sp e kt İ f • S ay ı 246 • aralik 2 0 1 5 Sosyal sorunların derininde yatan bilimsel veri ve gerçeklikler bilinmeden çözüm üretmek olanaksızdır. Bu durumda, Anadolu Aleviliğinin tarihsel, dinsel ve sosyal kökenleri konusunda ciddi bilimsel araştırmalara girmediğimiz takdirde ideoloji ve slogan düzeyinde kalarak havanda su dövmekten ileri gidemeyiz. Bu yaklaşımla tartışmaları ana hatlarıyla ele alıp bu bağlamda hem Türkiye’deki hem de diasporadaki Alevilerin konumunu değerlendirmeye çalışalım: Öncelikle Anadolu Aleviliği, bu coğrafya içerisinde yeşeren tasavvufi bir İslam inanç yolu ve yorumudur. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen insanların sayısı en fazla 800-900 bin civarındadır. 11 ila 14. yüzyıllar arasında gerçekleşen bu göç zamanında Anadolu’da yaşayan Ermeni ve Rum ağırlıklı Bizans İmparatorluğunun nüfusu ise en az 5 milyondu. Anadolu’da yüzyıllardan beri yaşamakta olan bu insanlara ne oldu? Buharlaşıp gökyüzüne mi çıktılar? Övünerek anlattığımız İslam misyonerleri, Horasan Erenleri kimleri Müslüman yaptı? Tabii ki Anadolu’nun Hristiyan, heretik ve dağlarda yaşayan pagan nüfusunu... Anadolu Aleviliği de, bu coğrafyada oluşan ırksal ve kültürel alaşımın dinidir. Bin yıllara dayanan zengin Anadolu kültürü değişim sürecine girmiş ve tüm inanç ve antropolojik birikim mirası o topraklara gelenlerin etkisiyle yeni bir din yorumuna bürünmüştür. İslam potası içerisinde yeşeren hümanist, özgürlükçü, birey eksenli bu yeni yapılanmayı başka İslam coğrafyalarında görmek olanaksızdır. Ne yazık ki Türkiye’deki de, diasporadaki Alevi de bahsi geçen bu zengin alaşımın farkında değil gibi görünmektedir. Kimine göre Alevilik Orta Asya’dan gelmiştir, diğeri onu İran Şia’sı içinde eritmeye çalışır, bir diğeri ise Aleviliği Mazdeizmin devamı olarak görür. Başka bir yaklaşım ise olayın sadece kültür boyutuna bakar veya Anadolu’nun 3000 yıllık kendine özgü dini olarak bu inanç yapılanmasını farklı yerlere taşır. Farklı, kendine özgü inanç yorumu Türkiye dışında daha yaygın gibi görünmektedir. Diasporadaki Alevilere göre Alevilik bir kültür ve yaşam biçimidir, dinsel konumu ikinci plandadır. Doğrudur, bu kültür 3000 yıllık bir maziye sahiptir, ama yaşam biçimi olarak çağlar boyunca Manikeizm, Mazdeizm, Hristiyanlık ve de son olarak İslam diniyle senkretikleşme (bağdaşma) sürecine girmiştir. Her gelen yeni dinle eski kültür ve yaşam biçimi farklı senkretik yapılanmaları gündeme getirmiştir. Ayrıca onların ortaya attığı, kendine özgü bu tür bir dine hiçbir dinler tarihi, din sosyolojisi yapıtı değinmemektedir. O hâlde bilimsel metodolojinin değinmediği bu tarz analizlerin ciddiyetinden söz etmek de mümkün olmayacaktır. Bu bağlamda sorulması gereken ilk soru şudur: Anadolu Aleviliğini bu toprakların kültürünün İslam yorumu ve inanç yolu olarak ele aldığımızda kurumsal ve inançsal yapılanmasının analizini nereye oturtabiliriz? Bilindiği gibi İslam dini, Ehl-i Sünnet ve Şia adı altında iki ana kola ayrılmıştır. Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin güçlü iktidarları tarih boyunca Sünni geleneği sürdürmüştür. Buna mukabil, Araplar dışında sonradan Müslüman olan kavimler, yeni dini kerhen benimsemelerinden dolayı genelde güçlü siyasal iktidarlara entegre olamayıp muhalefetin İslam yorumu olan Şia içinde kendilerine yer aramışlardır. Farklı tarihlerde, farklı coğrafyalar içerisinde 30 civarında Şii alt mezhep çıkmıştır. Bunlardan biri de Anadolu Aleviliğidir. 12.-13. yüzyılın Anadolu’sunda yaygın olan tasavvuf ruh ve anlayışının insan ve birey eksenli varoluş felsefesi, ezilen halka hoş ve cazip görünmüş, onlar da bu tür bir yorumun peşine düşmüştür. Anadolu insanının bu yolu tercih etmesi, Anadolu’daki hem Alevi, hem de Sünni inanç boyutlarını daha özgürlükçü hâle dönüştürerek diğer İslam coğrafyalarındaki katı İslam yorum ve yollarından uzak tutmuştur. Ne var ki Sünni özgürlükçü Anadolu yorumları, Yavuz Sultan Selim’in Kahire’nin zaptından sonra El-Ezher ulemasını İstanbul’a taşımasıyla birlikte öz ve esasından uzaklaşarak tutucu bir hâle dönüşmüştür. Anadolu Aleviliği vahdete ulaşma yoludur ki bunun adı tasavvuftur. Bilindiği gibi “tarik”, “yol” demektir. Alevilik de bir yol olduğuna göre, tasavvufi bir tarikat kavram ve olgusu içerisine girer. Ama gelin görün ki, hem Türkiye hem de dia r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 37 Dosya aspora Alevisi tarikat sözcüğüne alerji duymaktadır. Bu alerjiye sahip olanların aklına hemen Devrim Yasaları, irtica ve yobaz tarikatlar gelir. Oysa tüm dinlerin yapılanması mezhepler ve tarikatlar şeklinde oluşmaktadır. Tarikat şeklinde yapılanmanın yasaklanması inanç özgürlüğünün özüne ters düşmektedir. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra tekke ve zaviyelerin kaldırılması, dergâhların kapatılması siyasal bir operasyondu. O dönem için gerekli görülebilirdi. Bu meyanda Alevi-Bektaşi dergâhları da kapatılmıştı. Ancak normalleşme ve demokratik yapılanma süreciyle birlikte yeni bir düzenlemenin gündeme getirilmesi gerekirdi. Zaten günümüzde dergâhlar, tekke ve zaviyeler de iure (hukuken) kapalı olmalarına rağmen de facto (fiilen) açık durumdadırlar. Tarikat yapılanmasının doğurduğu bir başka sorun da inanç mahallinin hukuki konumudur. Bu anlamda şu soru kendisini göstermektedir: “Cemevi mi? Alevi Bektaşi tekkesi mi? Yoksa Alevi dergâhı mı?” Yukarıda belirtiğimiz gibi tekke ve zaviyeler ile dergâhların kurulması Devrim Kanunlarına aykırı olup, anayasal bir suçtur. Bu hukuki düzenlemeyi hem Türkiye, hem de diaspora Alevisi benimsemekten öte hararetle savunmaktadır. Bu düzenlemeyi savunanlar için devrimler kutsaldır, tekke ve zaviyeler ile dergâhlar da Sünni yobazların yuvalanma odaklarıdır. Tekke bağlamında hem Sünni, hem de Alevi ibadet yapılanmalarını mercek altına alalım: Sünni Müslüman camide namaz ibadetini gerçekleştirir, zikir ibadetini ise dergâhın başka bir mekânı konumunda bulunan tekkede yerine getirir. Oysa Alevi Müslüman, namaz ibadetiyle zikir ibadetini birleştirmiş olup her ikisini de aynı mekân ve ibadethanede yerine getirmektedir. Bir Sünni, zikirle namaz ibadetini birleştirmediğinden camideki namazdan sonra zikir için “mecburen” tekkeye geçmektedir. Zikir yapılan tüm ibadethanelerin adı tekkedir. Peki, zikir yapılan yerin adı eğer tekke ise, içinde zikrin de bulunduğu Alevi ibadetinin yapıldığı ibadethanenin adı ne olacaktır? Cumhuriyet’e kadar Alevi ve Bektaşi tekkelerinden söz 38 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 edilirdi. Devrim Kanunları tekkeleri yasaklayınca zorunlu olarak “cemevi” deyimi yaygın hâle geldi. Eskiden bu deyim tekkelerin bulunmadığı köylerdeki küçük mahaller için kullanılmaktaydı. Bu veriler ışığında gerek Türkiye, gerek diaspora Alevi topluluklarının üzerinde durmaları gereken hususları iki açıdan özetleyebiliriz. Birinci hususta tüm Alevilerin ciddi bir şekilde bilimsel çalışmalar içerisine girmeleri, Anadolu’nun tarihsel, demografik, antropolojik, kültürel, sosyal ve inanca ilişkin yapılanmasını incelemeleri gerekliliği kendisini göstermektedir. Bu konuda Sünni kökenli araştırmacıların ve Batılı bilim insanlarının yoğun ve önemli çalışmaları vardır. Bazı Aleviler, Alevilerin kendi kimliklerini kendilerini tanımlamaları gerektiğini söylese de ne yazık ki, kimlik tanımlaması yapabilecek Alevi araştırmacı sayısı çok azdır. Aslında bilim kimsenin tekelinde değildir. Alevi, Sünni üzerinde; Sünni Alevi üzerinde; Protestan Katolik üzerinde çalışma yapma hak ve özgürlüğüne sahiptir. İkinci husus, inanç özgürlüğü konusunda diaspora Alevilerinin de içinde yaşadığı Batılı devletlerdeki demokratik düzenlemeler Anadolu Alevileri için örnek teşkil etmelidir. Diasporada Türkiye’de olduğu gibi “cemevi mi, yoksa tekke mi” türünden tartışmalar var mıdır? İnanç özgürlüğü mutlak haklar içerisine girmektedir. İsteyen, istediği yerde, istediği şekilde, istediği mekânda ibadet eder ve ibadethanesini, ibadethanesinin adını kendi seçer. Hem Türkiye’deki, hem de yurt dışındaki Aleviler sosyal bilimlere, felsefeye, tarihe, dinler tarihi ve inanç sosyolojisi-psikolojisi çalışmalarına sarılmalıdırlar. Ancak bu şekilde tabu ve sloganlardan uzaklaşarak bilimsel veri ve temeller üzerine oturan gerçek kimlikler ortaya çıkabilir. *Fatih Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Niyazi Öktem’in uzmanlık alanı hukuk felsefesidir. Flickr.com/Dennis Jarvis © a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp aralik s p e kt ktİf 39 Dosya/Söyleşi “Biz Aleviler, Kendimizi Arayan Bir Cemaatiz.” Fuat Mansuroğlu yıllarca Dünya Ehl-i Beyt Vakfı’nın önce Almanya, ardından Avrupa koordinatörlüğünü yürütmüş. 2001 yılında kurucu başkanlığını üstlendiği Avrupa Ehl-i Beyt Alevi Federasyonunun aynı zamanda Genel Başkanı olan Mansuroğlu ile kurumun Alevilik tanımı ve diaspora Aleviliği üzerine konuştuk. Alevi kimliği genelde “dışarıdan” tanımlanıyor. Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Alevilik hem dışarıdan, hem de birbirinden tamamen farklı tanımlanıyor. Bunun en temel nedeni Alevi inancının yıllarca baskı altında kalması. Ne yazık ki Alevi toplumu da baskılar neticesinde kendi inancına yabancılaştı. Bunun neticesinde kimileri Aleviliği bir inanç, kimileri başka bir din, kimileri bir hayat biçimi, kimileri bir kültür olarak tanımlıyor. Bir Alevi olarak benim kendi öz tanımım bellidir: Alevilik İslamiyet’in özünden gelen, Peygamberimiz’e, Hz. Ali’ye ve ehl-i beyte sevgiyle bağlı olan bir inanç durumudur. İslam dışında bir Alevilik düşünmek mümkün değildir. İslam’la ilgisi olmayan birinin bırakın Hz. Ali’yi, onun kılıcıyla dahi ilgisi olamaz. İslam için geçerli 5 şart Alevilik için de geçerlidir. Ama siz namazınızı kılar ya da kılmazsınız; bu Allah ile sizin aranızdadır. Ben ve benim temsil ettiğim Alevi cemaat Allah’ın varlığına, Kur’an’a, Hz. Peygamber’e, O’nun sünnetine ve ehl-i beyte inanır, orucunu tutar, namazını kılar. “Ben Alevi’yim.” deyip de bunları reddeden gruplar da var. Bu farklılığa saygı duymakla birlikte, bir ateistin kendisine Alevi diyebilmesini şaşırtıcı buluyorum. Bu durumda sizinle bir Sünni arasında bir fark yok gibi… Bir Alevi’nin bir Sünni’den tek farkı içtihat farkıdır. İçtihat da zenginliktir aslında, fark değil. Fark dediğiniz zaman katı bir inanç farklılığı geliyor aklımıza. İnanç farklılığı olması için kitabımızın, peygamberimizin ayrı olması gerek. Biz eğer Peygamberi, dini, inancı bir insanlardan bahsediyorsak, geriye sadece içtihatta farklılıklar kalıyor. 40 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 Bazı gruplar Aleviliğin İslam’ın içinde tanımlanmasına şu itirazda bulunuyor: “Kendilerini Müslüman zanneden Aleviler, senelerce asimilasyona maruz kaldıkları için böyle düşünüyorlar.” Ne dersiniz? Alevilerin Anadolu topraklarında maruz kaldığı baskı yadsınamaz. Ben bunu çocukluk dönemimde bizzat yaşadım. Bundan 15-20 sene öncesine kadar Türkiye’de, “Aleviyim.” demek bile suçtu. Türkiye’de Alevilik tam anlamıyla yasaklıydı, baskı görüyordu. Dolayısıyla Aleviler de kendi inançlarını saklıyorlardı. Fakat bu baskı, aynı zamanda Alevi toplumunun kendi inanç havzasıyla arasının açılmasına ve kendi kimliğinden uzaklaşmasına da neden oldu. Türkiye’yi ele alalım: Sünni inancını öğreten camiler, imam hatipler, ilahiyat fakülteleri var. Bir Sünni kardeşimiz inancını bir şekilde öğrenebiliyor. Ama Aleviliği öğreten hiçbir kurum ya da neşriyat yok. Aleviler inanç ve kimliklerini kulaktan kulağa anlatarak muhafaza edebiliyorlar ancak. Bu ne denli sağlıklı? Türkiye’de hangi yöreye giderseniz gidin orada mutlaka bir Aleviye rastlarsınız. Fakat onun ibadetleri, düşünceleri ve inanç sistemi ile başka bir yerdeki Alevinin inanç sisteminin tamamen farklı olduğunu görürsünüz. Sorunuza geri dönersek: “Hangisi doğru?” sorusuna cevap verebilmek için bilimsel temellere dayalı açıklamalara ihtiyaç var. Son 20 yıldır Alevilik üzerine çok şeyler yazıldı. Ama bizim için geçerli olan bilimsel temele dayalı çalışmalar. Bugün Almanya’da, kendilerine Alevi diyen bir grup Alevi din dersleri ile ilgili Alman hükûmetinden din dersi hazırlama hakkı aldı. Ama o müfredatta Alevilik ve İslam’la yakından alakası olmayan o kadar çok şey var ki!.. Ben bir Alevi olarak çocuklarımı o derse gönderemem. Bugün Kuzey Ren Vestfalya ve Berlin’de okutulan Alevilik ders kitaplarına bakın, aralarında dünya kadar fark var. Buna karşın, bu iki yerdeki camilerdeki Cuma hutbelerine bakın, çok benzerdir. Çünkü Sünni cemaatin kurumsallaşmış bir inanç perspektifi var. Alevilik’te ise yazılı kültür eksik. Ben bir Alevi olarak çocuğumu hangi şehre göndersem Aleviliğe dair başka bir şey öğrenecek. Alevi inancı bilimsel olarak bir çerçeveye oturtulmazsa, herkes kişisel çıkarlarına göre bir sonuç çıkarmak ister. Aleviliğin coğrafyalar arası bir parçalanmışlığa sürüklenmesinin önlenmesinin yolu, sorunların Türkiye’de çözülmesine dayanıyor. Anadolu sınırlarının dışına çıktığında hangi değişiklikler gözlemlenmiş Alevilikte? Çok ilginç karşılaşmalar olmuş. Örneğin Hacı Bektaş Veli’nin müritlerinden Balkanlara gidenler olmuş. Bugün Kosova’da hâlâ Bektaşiliğin yaşatıldığı yerler var. Buralarda Osmanlı’nın ilk zamanlarındaki dergâh yaşantısı hâlâ aynı şekilde sürdürülüyor. Bulgaristan’da Kara Orman bölgesinde Alevi köyleri var. Bu cemaatlerle Anadolu Alevileri arasında, yaşam tarzları, eğitim ve kültür açısından çok farklılıklar var. Daha çok Makedonya kültüründen ve yerel şartlardan etkilenmişler, aralarında cem yapan da var, namaz kılan da. Bir “Avrupa Aleviliği”nden bahsedilebilir mi ve bu tarz bir kimliğin temel bileşenleri neler? Bugün Avrupa’da Türkiye’nin her vilayetinden, Alevi, Sünni, gayrimüslim her türlü insan var. Hiçbirinin homojen, birbirinin tıpatıp aynısı bir yaşam sürdürdüğünü söyleyemeyiz, birçoğu Türkiye’de sürdürdüğü yaşantısının izlerini taşıyor. Öte yandan Sünnilerde Avrupa’ya geldikten sonra bir kimlik oluşumu daha kolay olmuş, çünkü geldikleri yerden inançlarını ve bu inancın sarmalandığı kültürü alarak gelmiş ve burada örgütlenerek inançlarını idame ettirmişler. Aleviler inançlarını öğrenerek gelmediler buraya. Bu nedenle Türkiye’den geldiklerinde değişik fraksiyonlarda kendilerine göre ibadetlerini yapmaya çalışmışlar. Ama doğru, ama yanlış, bunun tartışmasını din adamları yapabilir. Türkiye’de Alevi kimliğindeki sorunlar diasporadaki Alevileri de etkiledi yani… Elbette. Türkiye’de bugün 23 milyon Alevi var. Alevilerin anavatanı Türkiye, bu nedenle sorunların kaynağı da çözümü de Türkiye’de. Hâl böyleyken siz bu topluma gereken önem ve eğitimi vermezseniz Avrupalı devletler sizin görevinizi üstlenirler. Bugün Avrupa’nın birçok yerinde Alevilik İslam’dan ayrı bir dinî cemaat a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 41 Dosya/Söyleşi olarak kabul görüyor. Almanya’da İslami cemaatler kamu tüzel kişiliğine kavuşmuş değil, ama Alevi din dersi kabul görmüş. Bunlar, Alevilerin sorunlarının Türkiye’de çözülememiş olmasının diasporaya yansımaları… Türkiye’den ne bekliyorsunuz tam olarak? Devlet Alevi bilginleri toplayacak, bir şura oluşturulacak. Aleviliğin özü ve kimliği şekillenecek. Türkiye’de üniversitelerde eğitim kurumları oluşturulacak. Din hizmetlerinden sorumlu olan Diyanet İşleri, bünyesinde Alevileri de barındıracak. Nasıl 80 bin camiye imam atanıyorsa, kaç tane cemevi varsa, oraya da hoca, dede atanmalı. Cemevleri artık bir statü kazanmalı. Vergileriyle ülke genelinde camileri de finanse eden insanlara kendi inançlarını özgürce istedikleri yerde gerçekleştirme hakkını vermeniz gerekir. Bugün dünyanın her tarafında Sünni inancı öğreten kurumlar arasında sadece ufak tefek farklılıklar var. Aleviler söz konusu olduğunda Avusturya’ya, Almanya’ya bakın. Birbiriyle hiç alakası olmayan eğitimler veriliyor. Aleviliğin coğrafyalar arası bir parçalanmışlığa sürüklenmesinin önlenmesinin yolu, sorunların Türkiye’de çözülmesine dayanıyor. Bu demek değil ki devlet Aleviliği tanımlasın, asla! Devlet imkânı sağlasın, baskıyı kaldırsın, hakları tanısın. Alevi önderleri, din adamları bir araya gelsin. Alevilik, ancak Alevi önderlerinin oluşturacağı bir çerçeve içinde tanımlanıp eğitimi de yine aynı çerçevede verilebilir. Benim kastım, Aleviliğin –tüm dünya genelinde- bu doğrultuda bir perspektif içerisinde konumlandırılmasının sağlanması. Aleviler ancak bu şekilde yön bulabilir. Devletin Türkiye’de dinî cemaatlerle mevcut ilişkisinin pek de iç açıcı olmadığını biliyoruz. Bu durumda Aleviler söz konusu olduğunda mevcut sisteme eklemlenmek yerine daha otantik bir model üretilemez mi? Türkiye’de birçok model üzerinde çalışılıyor. Söylediklerim sadece Alevileri kapsamıyor aslında. Ben devletin elini inançtan çekmesi gerektiğini, ancak bunun ardından Alevilere kendilerini bulma ve “Ben kimim?” sorusunu 42 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 sorma imkânı tanınabileceğini söylüyorum. Biz şu anda kendimizi arayan bir cemaatiz. Biri, “Ben Aleviyim ama bizim İslam’la bir alakamız yok.” diyor. Diğeri, “Bizim dinimizin Şamanizm’le etkileşimleri var.” diyor. Devlet gerekli alanı açarak bu arayışımızda bize destek verebilir, belirli bir yol çizerek değil. Türkiye’deki Alevi Çalıştayları bunu başaramadı mı? Birinci çalıştayda masada öyle zıt fikirli insanlar bir araya geldi ki! Fakat önemli olan bu fikirlerin buluşabilmesiydi. İkinci çalıştayda çekişmeler başladı. Herkes herkesi yanlış düşünmekle itham etti. Üçüncü çalıştayda çatışmalar azaldı ve altıncı, yedinci çalıştaya gelindiğinde ortak noktalar belirmeye başladı. Yeterli değildi elbette ama arkası gelmedi bu çalıştayların. Şayet gelseydi ortak noktalar çoğalabilirdi. Çalıştayların amacı Alevilerin temel sorunlarının ve çözümlerin tespiti idi, yedinci çalıştay sonunda sorunlar tespit edildi fakat çözüm sürecine girilemedi. Neden? Bana göre bu siyasi iktidarın sürecin üzerine yeterince eğilmemesinden kaynaklandı. Eğer üzerine gidilseydi bir sonuç çıkabilirdi. Diasporadaki Alevilerle Sünniler arasındaki ilişkinin, Türkiye’deki ilişkilere nazaran daha iyi olduğunu söyleyebilir miyiz? 60’lı, 70’li yıllarda Türkiye’den buraya gelen kesim genelde muhafazakârdı. Onların geldiği Türkiye’de son 10-15 seneye kadar Alevi olduğunu söylemek suçtu. Ben anneme, “Biz Alevi miyiz?” diye sorduğumda, “Sakın böyle bir şeyi başka bir yerde söyleme!” diyerek bir tokat yediğimi hatırlıyorum. Buradaki ilk nesil de geldikleri zaman sahip oldukları ön yargılarla kaldılar. Türkiye’de açılımlar yaşanırken Alevilerle Sünniler birbirlerini daha yakından tanımaya başladı, fakat benzeri bir değişim burada aynı şekilde görülmedi. Buradaki değişim ancak yavaş yavaş kendisini gösteriyor. Diasporadaki Sünni ile Alevi, burada bir dayatma olmadığını gördü. Buradaki Alevi, “Ben Sünniyim.” diyene, “Banane, ben de Aleviyim.” diyebildi. Sünni kardeşimiz de, “Vay sen Alevisin.” diyerek baskı uygulamadı Türkiye’de olduğu gibi. Şimdi diasporadaki Alevilerle Sünniler bu serbestiyet ortamının sağladığı rahatlıkla ön yargıları aşıyorlar. Ama hepimizin acı hikâyeleri var. Örneğin benim eşim Sünni, evleneceğimiz zaman kayınbabam kızını inkâr etti ve, “Gitsin bir gavurla evlensin, Alevi ile evlenmesin.” dedi. Aramızdaki ilişki yavaş yavaş oluşmaya başladığında federasyona ziyarete geldi, orada mescidi görünce, “Siz namaz mı kılıyorsunuz?” dedi. “Evet baba.” dedim. Sonra kapıdaki tabelayı göstererek, “Her şey iyi hoş da şu Alevi kelimesi hoşuma gitmedi.” dedi. Öte yandan çok sevdiğim bir arkadaşımın, “Bize bir Alevinin Müslüman olması için önce Hristiyan olması gerektiği öğretildi.” dediğini hatırlıyorum. “Mum söndü” düşünceleri, “Alevi’nin kestiği yenmez, haramdır” demeler... Alevilere yönelik bu kadar ayrıştırıcı ve aşağılayıcı düşünce neden kaynaklanıyor biliyor musunuz? Birbirimizi tanımıyoruz. Ne Aleviler Sünnileri tanıyabiliyor, ne Sünniler Alevileri tanıyabiliyor. Bilhassa Avrupa’da birbirimizi daha yakından tanımalıyız. Sorunlarımız ortak, çocuklarımız birlikte büyüyor. Artık farklar üzerinde değil, ortaklıklar üzerinde durmalıyız. Cemaatler arasında ortak bir çalışma geliştirilebiliyor mu? Ben 2002’den beri Almanya İslam Konseyine üyeyim. 2006’dan beri de İslam Konseyinin başkan yardımcısıyım. İslam Konseyinde 28’e yakın federasyon var. Bunun içinde Türk, Arap ve Boşnaklar var. Hepsi ile irtibatımız var. Azınlıkları ilgilendiren konularda, Türkçe’nin okullarda okutulmasında, yani ortak sorunlarımızda tüm teşkilat başkanları istişare eder ve ortak kararlar alırız. Bir araya gelemediğiniz kurumlar var mı? Elbette diasporada Alevi cemaatini temsil etme iddiasında olan, fakat politize olmuş, tabiri caizse toplantılarında sadece sloganlar ve siyasi propogandanın hâkim olduğu kurumlar da var. Bu kurumlar senelerce Alevilere ait yegâne organizasyonlar olarak boy göstermişler. Dinî kimliğinden uzaklaşmış bu tarz kurumlar bizim gibi Alevileri “Sünnileşmiş Alevi” olarak tanımlıyorlar. Ben bu tarz yaklaşımlarla bir yere varılamayacağını, siyasi ajandalardan arındırılmış bir Alevilik kimliğini tartışmaya açmamız gerektiğini düşünüyorum. Fatıma Zehra sordu. a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp aralik s p e kt ktİf 43 Dosya/Söyleşi “İktidar ve Sünnilik Aynı Düzleme Gelince Aleviler Daha Fazla Kuşatıldı.” Ahmet Taşğın, Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü Bilim, Danışma Kurulu üyesi ve enstitü tarafından yayımlanan derginin yazarlarından. Yirmi yılı aşkın süreden beri İran, Irak, Suriye, Balkanlar ve Avrupa’da Alevilik araştırmaları yapan, konuyla ilgili birçok makale, bildiri ve kitapları bulunan Taşğın ile Alevilere dair diasporadan Türkiye’ye kadar uzanan tartışmaları konuştuk. 44 P e r sp s p e kt k t İ f • S ay ı 246 • aralik aralik 2015 Nedir Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü? Hangi amaçla, ne zaman, kimler tarafından kurulmuştur? Öncelikle ben Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü adına konuşmadığımı ya da sorularınızı onlar adına cevaplamadığımı vurgulamalıyım. Bu vurgunun ardından şu bilgileri verebilirim: Enstitü, Gülizar Cengiz ve yakın dostları tarafından kuruldu. Enstitünün başkanlığını da Gülizar Hanım yürütmekte. Onursal başkanlığını ise merhum Prof. Dr. Irene Melikoff yürütmekteydi. Enstitü kitap, akademik bir dergi yayını ve sempozyum gibi akademik çalışmalar yapmaktadır. Yine enstitü bünyesinde Bektaşi Dergâhı bulunmakta, burada meydan açılıp erkân yürütülmektedir. Bektaşi Dergâhı, nasipli canların bulunduğu bir erkâna sahiptir. Almanya’da yaşayan Aleviler önce Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) çatısı altında örgütlendiler ve bu bakımdan da federasyon Almanya’da Alevi sorunlarına ilişkin ciddi adımlar attı. Daha sonra federasyonda yönetim değişikliği oldu ve Gülizar Hanımın da bulunduğu bu ilk grup yönetimden ayrıldı. Bütün ısrarlara rağmen de geri dönmedi. Bu değişiklikle beraber giderek derin bir ayrışma meydana geldi. Bu ayrışmanın en temel özelliği Alevi sorunlarına ilişkin siyasi ve ideolojik bir yapıda olmasıdır. Bu farklı siyasi ve ideolojik yaklaşımlar, Alevilerin kamusal alandaki varlıkları üzerine kuruludur. Bu dönem itibariyle federasyon verdiği mücadeleyi daha çok Türkiye’ye yönelik sürdürdü ve bir süre sonra da bu ilişkilerden kısmen vazgeçti. Buna rağmen federasyon konfederasyona dönüştü ve hem federasyon hem de konfederasyon başkanı 7 Haziran 2015 seçiminde İstanbul milletvekili seçildi. Ayrıca Aleviliğin yol ve erkân olarak canlandırılmasına yönelik talepler giderek arttı ve federasyon dışına itildi. Bu talep sahipleri daha küçük ya da dar bir alanda faaliyetlerini sürdürmektedir. Bu talepler federasyon tarafından dikkate alınarak ve yeni bir alan oluşturularak bir dizi çalışmayla üstesinden gelinmeye çalışıldı. Lakin siyasi ve ideolojik kurgu içerisinden yapılan düzenleme ve arayışlar yeni tartışmaları da beraberinde getirdi. Bunlar arasında Aleviliğin İslam içi/dışı oluşundan Sümer ve Hitit kökenlerine kadar birçok başlık tartışma yarattı. Her şeye rağmen federasyon Aleviliğin inanç, ibadet boyutunu dikkate aldı ve İnanç Kurulu, Dedeler Kurulu gibi düzenlemelerle beklentilere cevap vermeye çalıştı. Sonuç olarak 1990 yılından itibaren giderek artan talepler doğrultusunda Almanya’daki Alevi örgütlü yapısının Alevi cemaatinin sorunlarına yaklaşımında farklılık oluştu. Bir bakıma Alevi örgütlü yapısı “federasyon ve diğerleri” şeklinde iki ana gövdeye ayrıldı. Alevilik, oldukça sık bir şekilde “dışarıdan” tanımlanıyor. Sizin Alevilik tanımınız nedir, bu tanımın olmazsa olmazları nelerdir? Ben 1993 yılından beri Alevilik araştırmaları yapan bir akademisyenim. Bu çerçevede İran, Irak, Suriye ve Balkanlar gibi ülkelerde çalışmalar yaptım ve yapmaya da devam ediyorum. “Alevilik dışarıdan tanımlanıyor” ifadesi de iki anlam içermektedir. Birincisi siyasi bir tavır olarak kamunun taleplerine karşı gelmekle, diğeri de gerçekten Aleviliğin tanımının Alevi olmayanlar tarafından yapılmasıyla ilgili. Bu çerçevede kamu ve kamuyu temsil eden kendinden vergili ideolojik aygıtların tamamı resmî ideolojinin çerçevesiyle kendisi dışında kalan her şeyi yeni baştan tanımlamakta; bölücü, aykırı, sapık gibi birçok hazır tanımı yürürlüğe koymaktadır. Alevilerin siyasi bu girişime yine siyasi bir tavırla karşı durduklarını söylemek eksik olmaz. Nihayetinde siyasi ve ideolojik bu güçlü yapı örgütlü bir yapılanmaya ihtiyaç duymakta ve bu ihtiyacı da ilk kuruluşundan itibaren federasyon üstlenmiş durumdadır. İkinci olarak “Aleviliğin dışarıdan tanımlanma” itirazı öncelikli olarak yine Türkiye’ye yöneliktir ve buradan da Diyanet, ilahiyat fakülteleri ve “İslami” grup ve cemaatler kast edilmektedir. “Nasıl olur da sufi çevreler ve dinî gruplar bir başka sufi grubu ve dinî hareketi dışarıdan tarif ederken yanlış yapabilir?” Bu itirazın iki veçhesi var: İlkinde Türkiye Cumhuriyetinde modern dönemin mağdurları olan çevrelerin bir başka mağdur üzerinden kendilerine meşruiyet üretme çabasını görüyoruz. İkincisinde ise “şeriat ve zahir” alanında duranların “marifet ve batın” alanına yönelik hamle yapıp onları kendilerine benzetme çabasını gözlemliyoruz. Doğrusu iktidar ve Sünnilik giderek aynı düzleme gelince Aleviler daha fazla kuşatıldıkları vehmine kapıldılar. Fakat esas sorun devletin ya da Sünnilerin kendi varlık alanlarını terk etmiş olmaları ya a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 45 Dosya/Söyleşi da eksik ve yanlışlıkla kendilerini kurmalarıyla baş gösterdi. Türkiye, en başından Selçuklu ve Osmanlı olmak üzere iki ana hat üzerinde durmakta, doğal olarak bu iki hattın siyasi, kültürel, sosyal, iktisadi, bilgi ve irfan sahasını da temsil etmektedir. Bu hâliyle bakıldığında giderek Emevi ya da Selefi bir Sünniliğin Türkiye Müslümanlığına dönüşmesi veya kuşatması çok büyük bir risktir. Aleviliğe buradan bakış da “dışarıdan” bakışı fazlasıyla yansıtmaktadır. Aleviler için de dışarıdan bakış söz konusudur: Siyasi ve ideolojik çevrelerin Alevi bir ailede doğmayı Alevi olmakla eş değer tutmalarının dışında bu çevrelerin Aleviliğe ilişkin bilgileri de yine “devlet, diyanet, şeriat ve zahir” çevrelerle aynı düzlemde durmaktadır. Hz. Hacı Bektaş Veli’nin Alevi kimliğinin şekillenişindeki etkisi nedir? Hünkâr Hacı Bektaş Veli Hazretleri, Aleviliğin Selçuklu Türkiye’si ya da Anadolu’sunda erkân olarak yeniden toparlanmasını sağlayan kişidir. Doğal olarak Selçuklu göçerlerin Konya ve çevresine yöneldikleri dönemde karşı karşıya kaldıkları sorunlara da çözüm üreten kişidir. Hünkâr Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin bütün bu coğrafyayı ve bu coğrafyada yaşayan toplulukları yapılandırdığı bilinen bir husustur. Günümüz Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında yaşayan Müslümanların ve özellikle Alevilerin Hünkâr Hacı Bektaş Hazretlerinden yeterince istifade ettiklerini söylemek ise zor görünmektedir. Aleviliği öğrenmek isteyen kişi hangi kaynağa başvurmalıdır? Bildiğiniz gibi Kur’ân-ı Kerîm sözlü bir metindir. Söz, Cebrail (a.s.) aracılığıyla âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammet Mustafa’ya sözlü olarak gelmiş ve Rahmeti Rahman kendi sözünü onun kalbine yazmıştır. Alevilik, İslam ve Kur’an kaynaklıdır ve sözlüdür. Bu söz, ehlibeyte sahip çıkıp ona bend, yani talip olup bağlanıp erkânı yürütmekle mümkün olur. Böylece yola giren yani ibnüssebil olan kişi, bu meşakkatli ve zorlu yolculukla meşgul olurken kulluk derecelerini bir bir geçer. Netice itibariyle Marifet ve Hakikat’e ulaşır. Esas mesele Kelam’ın önce ikrar ile kalbe indirilip hak edilmesi, ardından amel ve en sonunda da 46 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 sözle ifade edilmesindeki aşamaları takip etmektir. Bunun için ilk kural ikrar verip yola girmek, yol oğlu olduktan sonra da erkânı yerine getirmektir. Bunun için ehlibeyt soyundan gelen pir ve mürşit olması gereklidir. Bu programı takip edebilmek için kişi ceme cemaate devam etmeli, yıllık görgüsünü ikmal etmelidir. Bu hâliyle Alevilik erkân ve esasları anlaşılabilir ve takip edilebilir. Kaynaklara gelince birinci kaynak mürşit ve pirin aktardığı bilgi ve gösterdiği erkândır. Yanı sıra büyük erenlerin menakıbnameleri, velayetnameler, makalat, fütüvvetnamelerdir. Bu sonuncu kaynak, kimi zaman erkânname, kimi zaman buyruk olarak isimlendirilmektedir. İlk defa İmam Cafer Sadık Efendimiz tarafından tedvin ve tekmil edilmiştir. Bir şekilde kâğıda aktarılmış ve elden ele dolaşan bu kaynaklar da yine mürşit ve pir meydanında ya da marifet sofrasında okunur ve konuşulur. Aleviliği İslam’ın içinde ya da dışında konumlandıran tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tartışmaları kamunun giderek bütün dinî hareketleri dünyevileştirmesi karşısında tersinden bir çıkış olarak değerlendiriyorum. Alevilerden yükselen itiraz, Türkiye Cumhuriyetinin tek din başlığı altında dayattığı anlayışa reddiyedir. Bu reddiyenin bir diğer yönü de Aleviliğin İslam’ın özü oluşuyla ilgilidir. Doğrusu Türkiye Cumhuriyeti ulus devlet olarak kuruldu ve bu kuruluşun gereğini yaptığı dönemde bu kurguya karşı duran direnç noktalarından bir tanesi sufi çevrelerdi. İlk ve etkili hamlelerden bir tanesi de nihayetinde bu çevrelere yönelmiş oldu. Ağır ve kalıcı etkiyle karşı karşıya kalan Aleviler, birçok alanda derin yaralar aldı. Bu müdahaleyi yaşayan Aleviler sekülerizmin yeniden tartışıldığı son dönemde dinî bir hareket olarak ortaya çıktı. Bu defa Alevi aktörler pozitivist akılla kendisine yöneldiğinde kamuya itirazını bu başlık altında gerçekleştirdi. Hâlbuki bu itiraz Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ulus devlet kurgusunun önemli başlıkları altında yer alan tek din konusuyla doğrudan ilişkilidir. Fakat Alevi temsilcilerin düşük yoğunluklu tartışmaları kamusal alana yansıdığında bu tartışmalar etrafında onların, İslam-dışılık ile İslam-karşıtlığı arasına sıkıştırıldığı söylenebilir. Diğer yandan Alevi yeni aktörler, İslam-dışılık ve İslam-karşıtlığı kuşat- masından rahatsızlık duymadılar. Çünkü bu yeni aktörlerin dine ilişkin yaklaşımları Türkiye’ye özgü sosyalist solun okumalarından geçtiği için öncelikli müdahaleleri yerli olana, gelenek ve inançlara karşı gerçekleşti. Bir adım sonrasında Avrupa’daki tartışmalara paralel olarak Aleviler de tartışmayı kültürel bir alandan takip etmeye devam etti. Bir “Avrupa Aleviliği” kimliğinden bahsedilebilir mi ve bu tarz bir kimliğin temel bileşenleri neler? Alevilik bizatihi Türkistan, Horasan, Rum ve Balkanlar dörtlü alanında zuhurlarla devam ettirilmiştir. Temel esasları itibariyle bir değişime uğramamıştır. Zaman ve mekâna uygun yeni erkân geliştirilmiştir. Toplumsal hayatın canlı, farklı oluşu karşısında görülen lüzum, ihtiyaca göre yeni bir programı da beraberinde getirmiştir. Lakin uzun süreden beri Selçuklu ve Osmanlı hattında Müslümanlık anlayışında yaşanan kriz günümüze kadar ulaşmıştır. Bu hususta son beş yüz yıldır Selçuklu ve Osmanlı hattında bir model geliştirilememiştir. Çünkü Türkistan, Horasan, Rum ve Balkan modelinden vazgeçilmiş ve alan terk edilmiştir. Bu açıdan bakıldığında esas krizi yaşayanlar “Sünni” çevrelerdir ve onların terk ettikleri Müslümanlıkları kamusal bir alana ya da formel profesyonel bir modele dönüşmüştür. Sorun yaşadığı düşünülen Alevilerin, Sünni olarak adlandırılan çevrelere göre bu hâlleriyle daha sağlıklı bir yerde durduklarını teslim etmek gerek. En azından yukarıda ifade edilen tarihî coğrafyanın hafızası ve bu hafızanın bileşenleri olan hususların aktarıldığı bir topluluk olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Kanaatime göre çok yakın bir zamanda Almanya’da yaşayan Aleviler, tarihî coğrafya ve hafızayı geri getirecek ve hem İslam dünyasının hem de Avrupa’nın yaşadığı sorunlara umut olacaklar. Alevilik fütüvvet, yani bütün insanları Allah’ın kulları olarak görüp onlara hizmet etmek esası üzerine kuruludur. Özellikle miskin, yetim, esir, aciz ve gariplere hizmet esası üzerine kurulu bir sistem, yıllardır yaşadığı gizliliğini yavaş yavaş ortaya çıkarmaktadır. Avrupa’daki Alevilerin diğer İslami cemaat ve kurumlarla ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Öncelikle Avrupa’ya misafir işçilikle başlayan elli yıllık göç hikâyesinin her aşamasında bu ilişki devam etmiş. Bölünme veya farklı olma hâli topluluklar veya cemaatler arasında keskin hatlarıyla olsa da nihayetinde göçmenler veya yabancılar bir dayanışma içinde. İkinci olarak aynı ülkeden, üçüncüsü aynı dinden insanlar olarak bu iki grup birbirine yakın. Doğrusu Aleviler daha fazla farklı toplulukla temas hâlinde ve bağlantı noktalarını da sürdürüyorlar. Bu husus hem siyasal olarak hem kültürel olarak birden fazla alana uzanıyor. Mesela Türk, Kürt, solcu gibi tartışmaların merkezinde çok yoğun bir şekilde Aleviler yer almış, her çevreyle de bağlantılarını sürdürmüşler. Burada esas sorun diğer dinî grupların Alevilerle olan ilişkilerinin çok zayıf ve çekingen olmasıyla ilgili. Hatta diğer topluluklar kamuyla ve resmî din anlayışıyla aynı paralellikte Alevilere yaklaşmakta, bunun için de bağlantı kurmaya cesaret edememektedir. Bir süre sonra bu ilişkilerin sorunlu ve sorumlu alanı olarak da Alevileri görmektedirler. Aleviliğin İslam içi mi dışı mı olduğuna dair tartışmalar, kamusal bir söylem olarak Alevilerin dışındaki toplulukların bilgi, kurgu, düşünce alaa r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 47 Dosya/Söyleşi Alevi temsilcilerin düşük yoğunluklu tartışmaları kamusal alana yansıdığında bu tartışmalar etrafında onların, İslam-dışılık ile İslam-karşıtlığı arasına sıkıştırıldığı söylenebilir. Diğer yandan Alevi yeni aktörler, İslam-dışılık ve İslam-karşıtlığı ku- şatmasından rahatsızlık duymadılar. Çünkü bu yeni aktörlerin dine ilişkin yaklaşımları Türkiye’ye özgü sosyalist solun okumalarından geçtiği için öncelikli müdahaleleri yerli olana, gelenek ve inançlara karşı gerçekleşti. nında yer almaktadır. Doğrusu makbul Müslüman olarak Alevilik dışı topluluklar, öteden beri kamu, devlet ve profesyonel bir dindarlığın koruyucu, taşıyıcı ve yüklenicisi olarak Aleviliği İslam-dışı olarak görmese bile anlaşılır olarak kabul etmemektedir. Böylece kamusal belirsizliği oluşturan ve tehdit eden kısım da Alevilikle izah edilmektedir. Hâlbuki sorunlu bakışa sahip olan, her ne kadar güçsüz bırakılmış olsa ve kendilerini ifade etmekte güçlük çekseler de Aleviler de değil, Alevilerin dışında kalan ve kendilerine Sünni adını veren çevrelerdir. çevrelerin üzerinde daha fazla yoğunlaştığı husus da budur ve yakın zamanda bu talepler de gelecektir. Bu anlamda Türkiye açısından düşünülecek olursa cemevlerinin yasallaştırılmasına yönelik yeni tartışma ve bu çerçevede beklentiler ciddi bir hayal kırıklığına yol açacaktır. Çünkü Avrupa’da tekke ve zaviye kurmak sorun olarak görülmemekte ama kendi anavatanında böyle bir yapıya dönmek ya da yeniden oluşturmak ciddi bir sıkıntı gibi görünmektedir. Avrupa’da mümkün olan bu talep acaba Alevilerin kendi ülkesinde neden ve niçin mümkün olamamaktadır? Dinî ve muhafazakâr çevreler, neden ve kimden çekinmekte veya neyi korumaktadır? Oysa Alevilerin bugün verdikleri mücadele kamuya sıkıştırılmış Müslümanlığın aslına döndürülmesidir. Alevilere dayatılan model, resmî, kamu denetim ve kontrolünde ve profesyonel bir alan olarak Aleviliktir. Bu çerçevede Alevilerin zorlandığı meşrulaştırma aracı olarak “dernek cemevi” ve “dernek dedesi” modelinin kabulü, bu resmî alanla ve Aleviliğin iç edilmesiyle ilgilidir. Bu ciddi bir sorundur ve yeni sorunlara da yol açacaktır. Sonuç olarak kamusal bir taleple başlayan Aleviliğin kamuya açılan tartışma başlıkları konjonktüreldir. Bu konjonktür üzerinden geliştirilecek politikalar toplumsal dayanışmayı örseleyecektir. Konunun bu kapsamdan çıkarılıp tarihî kültürel coğrafyaya uygun bir model üzerinden ele alınması elzemdir. Bunu yapacak olan da kamu ve kamu imkânlarını elinde tutanlardır. Alevi topluluklar arasında sürüp giden tartışma ve bu tartışmanın bir tarafı olarak kamu ve kamu imkânlarıyla kendilerine yer açanlar, kendi varlıklarına ilişkin de ciddi ucuzlatma içindedir. 2002’de Almanya’da Berlin’de başlayıp bugün birçok eyalete yayılan Alevi din dersi, yeterli çoğunluğun sağlandığı okullarda diğer dersler gibi sınıf geçmeli bir ders olarak veriliyor. Mevcut müfredat Alevi toplumundaki yorum çeşitliliğini yansıtıyor mu? Siz, bu derslerin müfredatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bahsettiğim gibi federasyon İnanç Kurulu ve Dedeler Kurulu gibi organizasyonlarla bu hususa nispeten cevap vermeye çalıştı. Burada akademik bir destek alındığı da unutulmamalı. Fakat esas hazırlığı Alman Devleti ve Alman akademik çevreler yaptılar. İslam ve pedagoji alanında otorite olan kişiler uzun süre bu konu hakkında ciddi çalışmalar yaptı ve bu müfredatın en iyisi hakkında bir program ortaya çıkardılar. Mutlaka eksikleri ve tamamlanması geren yanları var. Fakat bu hâliyle bile Alevilik bir varlık yokluk meselesi olmaktan çıkmış bir konu olarak telakki edilmelidir. Bu saatten itibaren içeriği yenilenebilir, eksikler giderilebilir. Bu derslere destek örgütlü Alevilerden gelmekte ve din dersleri de daha fazla bu çevrelerden aileler tarafından talep edilmektedir. Alevilik din eğitimiyle ilgili örgün eğitim dışında esas eğitim dergâh ve tekke modeli üzerinden yürütülmelidir. Zannederim Avrupa’daki Alevi 48 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 Lale Nihal sordu. 1 Soru/3 Cevap Bir Olmak, Diri Olmak Hz. Hacı Bektaş-ı Veli, “Bir olalım, iri olalım, diri olalım.” der. Yaşadığımız çağda insanların ortak değerler etrafında buluşup düşmanlığı bırakmasının anahtarı sizce nedir? Farklı toplum kesimleriyle diyalog kurmak, yapıcı bir sosyal devrim gerçekleştirmenin başlangıcı. Bence dünya üzerinde tanık olduğumuz savaş, ırkçı eylemler veya cinsiyetçi şiddet gibi düşmanlıkların pek çoğu anlayış ve empati eksikliğinden kaynaklanıyor. Marjinalize olmuş gruplar kendilerini ifade edemiyor ve çoğunluk tarafından görmezden gelinmeye devam ediyorlar. Bu nedenle iktidar sahipleri yaptıkları icraatların doğuracağı sonuçların farkında olmalı ve toplumu yozlaştıran baskıcı yapılarla mücadele etmeli. Bu tabii radikal bir mentalite değişimi gerektiriyor. Şahsen farklı toplum kesimleriyle bir diyalog ortamı oluşturmanın cesur bir vizyon yaratmak, toplumsal özgüveni inşa etmek ve yapıcı bir sosyal devrim gerçekleştirmek için iyi bir başlangıç olacağını düşünüyorum. Bizler sesini yükseltmekten korkmayan, egolarını bir kenara bırakmış ve dünyayı iyi yönde değiştirecek yeni nesil liderler yetiştirmek zorundayız. Nesima Aberra, Washington, yazar ve sosyal medya aktivisti Etrafımızı dayanışma için bilinçlendirmeliyiz. Değişim insanın içinde başlar ve “öteki”ne karşı geliştireceğimiz esaslı bir empati bizi daha iyi bir dünyaya ulaştırır. Hepimiz anlaşılmayı, onurlu ve güvenli bir hayat sürmeyi istiyoruz. İnsani değerlerden uzaklaşmanın toplumsal yaşam için bir zehir olduğunu anlamalı ve kendimizi dönüştürmeye çalışmalıyız. Aynı zamanda etrafımızdaki insanları da dışlanmış kimselere yeniden insani değerleri kazandırma ve böylece gerçek bir dayanışma ortamı oluşturma konusunda bilinçlendirmeliyiz. Namira Islam, Detroit, MuslimArc Anti-Racism Collaborative müdürü Birbirimizin hakkını gözettiğimiz sürece farklı olmanın bir önemi yok. Öncelikle birbirimize güvenmek zorundayız. Hepimizin güvende, sağlıklı ve onurlu bir yaşam sürmek, sevilmek ve değer verilmek gibi temel insani duygu ve ihtiyaçlar taşıdığını unutmamalıyız. Bu anlamda aramızdaki farklılıkların birbirimizin hakkını gözettiğimiz sürece çok da fazla bir önemi yok. Julie Pascoet, Brüksel, Avrupa Irkçılıkla Mücadele Ağı (ENAR) hukuk danışmanı a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 49 Dünya 50 P e r sp s p e kt k t İ f • S ay ı 246 • aralik aralik 2015 Flickr.com/carnagenyc © Myanmar’da Demokrasi Zaferi: Rohingya Müslümanlarını Ne Bekliyor? Myanmar’ın 8 Kasım 2015’te geride bıraktığı seçimler Rohingya Müslümanları açısından da geniş bir değerlendirmeye ihtiyaç duyuyor. Shah Syed* Özgür ve adil bir seçimle bütün dünya Myanmar’ın demokrasi yolunda kat ettiği beklenmedik ilerleyişi gördü. Bu ilerleyiş yalnızca ülkedeki özgürlük sever milyonlarca insan arasında değişim umudunu yeşertmekle kalmadı; bu umudun ışığı, baskıcı anti demokratik askerî rejimlerden dolayı uluslararası toplum tarafından terk edilmiş bir şekilde yaşayan insanların hayatında olumlu bir değişim görmek isteyen dünya toplumları arasında da yaygın bir biçimde görülüyor. Myanmar hakkında en ufak bir fikre sahip herhangi bir insanın zihninde ortaya çıkıveren tüm bu meselelerin ötesinde Rohingya Müslümanlarının zulme uğraması bütün dünyanın meselesi hâline geldi. Gelecek demokratik rejimin Rohingyalara tanınmış bir statü getirme girişimine dair beklentiler ise oldukça büyük. Peki, seçimlerin ardından Rohingya Müslümanlarını neler bekliyor? Bir güneydoğu Asya ülkesi olan Myanmar dünyaya açık görünüyor. On yıllar evvel iktidarı ele geçirmiş olan askerî cuntalar ülkeyi bir paryaya döndürdü. Ülkenin demokratik hareketleri baskılayan, etnik azınlıkları bastıran ve özelde de Rohingya Müslümanlarına sistematik zulüm uygulayan yapısıyla insan hakları ihlalleri konusunda kötü bir geçmişi bulunuyor. Demokrasi ve insan hakları ideallerinin aforoz edildiği ülke uluslararası toplumdan da ayrı bırakıldı. 8 Kasım’da yapılan genel seçimler son 25 yıldaki ilk özgür ve adil seçim olarak adlandırılıyor. Aung San Suu Kyi’nin partisi Demokrasi İçin Ulusal Birlik Partisi (NLD) salt çoğunluğu elde etti ve eğer tarih tekerrür etmezse yeni hükûmeti kuracak. NLD’nin zaferi on yıllardır süren askerî diktatörlüğe karşı değişim arzusunun bir yansıması. Myanmar’ın demokratik seçimleri demokratikleşme alanında elde edilmiş önemli bir ilerleme olsa da daha önemli olan mesele yeni aralik 2015 • S ay ı 246 • P e r sp e kt İ f 51 Dünya hükûmetin insan hakları durumunu olumlu yönde ilerletip ilerletmeyeceği, daraltarak söyleyecek olursak Rakhine eyaletindeki Müslüman azınlık olan Rohingyalara uygulanan ırksal ve etnik şiddeti durdurup durdurmayacağıdır. Etnik gerilimle yaşayan ülke, yıllarca sürecek bir uzlaşma süreci gerektiren çok fazla nefret ve bölünme tohumu ürettiği için bu soruyu cevaplamak göründüğü kadar kolay değil. Son seçimlerde NLD’nin zaferi Budist aşırıcıları mutlu etmiş değil. Seçimlerde ciddi bir yenilgiye uğrayan askerin desteklediği Birlik, Dayanışma ve Kalkınma Partisi (USDP) askeriyede önemli yer edinmiş bulunan Budist aşırıcıların desteğini alıyor. Budist aşırıcılar ise destekçilerini, “Müslümanlar sayılarını arttırıyor ve Myanmar devletini ele geçiriyor.” diyerek artırıyor. Onlara göre Müslümanlar yabancı ve Myanmar toplumundan dışlanmaları gerek. Askerî yöneticiler ise Budistlerin Myanmar’ı “yabancı” Müslüman “mütecavizler”den koruma davasına sıcak bakarak daima Budist ulusalcıları destekledi ve Myanmar’daki Müslümanlara zulmetti. Milyonlarca Müslüman oy vermekten ve Rakhine eyaletinde ya da başka bir yerde kaydolmaktan alıkondu. 8 Kasım seçimlerinde Budist ultra ulusalcı gruplar Aung San Suu Kyi ve partisine karşı geniş çaplı bir propaganda yürüterek onların Müslüman siyasetçilerle iş birliği içinde olduğu ve “tehlikeli” Rohingya Müslümanlarına karşı yeteri kadar sert olmadıklarını belirttiler. Bu askerî-ulusalcı bağlantı açısından NLD’nin zaferi ülkedeki Müslüman karşıtı güçlerin yenilgisi olmuş gibi görünüyor. Pek çok Myanmarlı Müslüman liderin yakınlarda umudunu ifade etmesiyle birlikte demokrasinin askeriyeden kurtulması Müslümanlara karşı şiddetin durmasında hayati önem taşıyor. Ancak Müslüman karşıtı propagandanın seçmenlere hitap etmediğini düşünmek çok safdil bir tutum olur, çünkü tarihte ilk kez hiçbir Müslüman aday meclise girmedi. NLD’nin zaferinde önemli rol oynayan şey daha çok halkın, Myanmar’ı dünyanın geri kalanından ayıran on yıllar boyu süren askerî diktatörlüğü kaldırma arayışıdır. Çok sayıda siyasi analizcinin söylediği gibi NLD’nin iktidara gelişi Myanmar’daki Müslü- 52 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 manların kaderini de değiştirecek. “Demokrasi lideri” olarak anılan Aung San Suu Kyi’nin Rohingya meselesi üzerine gözlemlenen suskunluğuna rağmen Rohingya sempatizanlarının, NLD’nin Rohingyalı Müslümanları vatandaş olarak tanıyarak onlara Myanmarlılarla eşit haklar vermesi için çalışacağı yönündeki beklentilerini göz önüne aldığımızda Myanmar siyasetinin karmaşık denklemindeki bazı noktalara değinme ihtiyacı ortaya çıkıyor. NLD’nin Rohingyalara karşı mevcut politikaları değiştirmeye yönelik herhangi bir girişiminin anayasal olarak meclisteki temsilin yüzde 25’ini işgal eden ve en güçlü üç bakanlığı (İçişleri, Sınır ve Savunma Bakanlığı) kontrol eden askeriyenin sert muhalefetiyle karşılaşacağı aşikâr. USDP ülkeyi yönetme meşruiyetini ciddi anlamda sert Budist ulusalcılara dayandırıyor. Dolayısıyla bu partinin NLD’nin bu tür bir hareketini desteklemek için herhangi bir nedeni de yok. Dahası, NLD’nin Rohingya meselesindeki duruşu belirsiz ve parti politikasının ötesine geçebilirmiş gibi görünmüyor. Aung San Suu Kyi Budist keşişlerin güdümündeki ulusalcıların © Flickr.com/Remko Tanis Rohingyalara karşı işlediği etnik şiddeti kınayan net ifadelerde bulunmaktan kaçınıyor ve Myanmar’ın mutlak kontrolünü elinde bulunduran askerî rejimi kızdırmak istemiyor. Onun sessizliği Rohingyalara yapılan ve tüm dünyanın haykırdığı zulmün de açık bir inkârı anlamına geliyor. Pek çok uzmana göre Rohingya mevzusu Myanmar toplumunu öylesine kutuplaştırdı ki Suu Kyi aşırı bölünme yaratan ve oluk oluk kan akmasına sebebiyet veren bir çatışmada herhangi bir partiyle hareket ederek halk desteğini riske atmayı tercih etmiyor. Ayrıca Suu Kyi, bir yandan ancak halkın egemenliğiyle gerçekleştirilebilecek mevcut demokratik hareketlerini sürdürmek için Myanmar halkının çoğunluğunun desteğini kaybetmekten korkuyor. Öte yandan NLD’ye oy vermekten başka seçeneği olmayan milyonlarca Müslümanın desteğini de cepte tutmak istiyor. NLD’nin siyaseti, iktidarın demokrasi ve insan hakları idealleri üzerine çıktığı kaba bir reel politiği ortaya koyuyor. Bu durum da Suu Kyi ve partisinin demokrasi hareketinin sorgulanmasına neden oluyor. NLD bir seçim stratejisi olarak Müslüman adayların yerine Myanmar’ın etnik gruplarından adayları getirdi. Yani parti, Myanmar halkının Myanmar Müslümanları ve özelde Rohingyalar hakkındaki hassasiyetinden korkuyor. Partiye göre Müslümanları desteklemek hâlâ siyasi bir tabu. Meclisteki koltukların çoğu, Budist aşırıcı gruplarla olan ilişkisi ve Rohingyaların vatandaşlık ve seçme hakkı elde etmesine karşı lobileşmesiyle bilinen bir siyasi grup olan Arakan Ulusal Partisi tarafından kazanılmış olmasına karşın NLD’nin iktidara gelişi Rakhine eyaletinde Rohingyaların uğradığı zulmün yoğunluğunu muhtemelen değiştirecek. Gelgelelim mecliste bir Müslüman vekilin bulunmaması ya da NLD üyesi bir Müslümanın ulusal mecliste partiye katılmaması hâlinde Rohingya politikasının muhafazası veya üzerinde herhangi bir değişiklik yapılması mevzusu Aung San Suu Kyi ve Myanmarlı parti üyelerinin insafına kalacaktır. Red ve dışlama kültürünü değiştirmede Rohingyaların yapabileceği şey sınırlı gibi görünüyor. Rohingya Müslümanları bu marjinalleştirilmiş topluluğun sistematik biçimde zulme uğramasına karşı küresel kamuoyu yaratmak ve Myanmar Devleti üzerinde baskı kurmak için uluslararası toplumun desteğine ihtiyaç duyuyor. Kimliklerinden dolayı ayrımcılığa tabi tutulan ve normal bir hayat sürmekten alıkonan Rohingya etnik cemaati potansiyel terör yuvası olarak işlev görebilir. BM üyesi ülkelerin terörle mücadele çabaları bizzat üye devletler eliyle gerçekleştirilen uluslararası terörizmin ardındaki yapısal nedenlere işaret etmelidir. Rohingya zulmü vakası bunun bir istisnası değildir. Myanmar’da demokrasinin hakiki zaferi insan haklarının itibar gördüğü, etnik topluluklar arasındaki farklılıkların arasının bulunduğu ve şiddetin itidalle yer değiştirdiği bir ortam yaratmakta yatmaktadır. *Bangladeş’te lisans eğitimini, Norveç’te yüksek lisansını tamamlayan Syed, Güney Asya’daki siyasi gelişmeleri takip etmekte ve Bangladeş Barış ve Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü’nde analist olarak çalışmaktadır. a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 53 Dünya Kudüs’te Sömürgeci Şiddet Sürüyor 54 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 Flickr.com/Audrey AK © Geçtiğimiz üç ay boyunca Batı Şeria’daki İsrailli yerleşimciler ile Filistinliler arasında beklenmedik bir şekilde tırmanan çatışmalara dönüşen yeni bir şiddet dalgasına tanıklık ettik. Medya ve İsrailli sağcılar tarafından sıklıkla tanımlandığı şekliyle bir “din savaşı” olmaktan uzak olan bu son olaylar, esasında İsrail’in eskiden beri süregelen Kudüs’ü Yahudileştirme ve yerli Filistinli nüfustan arındırma planlarının sonucu. * Alessandra Bajec a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r sp aralik s p e kt ktİf 55 Dünya Eylül ayı boyunca İsrail polisi ve Filistinli protestocular arasında cereyan eden şiddet içerikli günlük çatışmalar Kudüs’ün tarihî şehir merkezinde yaşandı. 13 Eylül’de, İsrail polisinin iddialara göre Filistinlilerin Yahudilerin ziyaretlerini sekteye uğratma girişimlerini önceden engellemek maksadıyla terör estirmesinin ardından Yahudi yılbaşına saatler kala Müslümanlar Aksa Camii’nde İsrail polisiyle çatıştı. Yine İsrail Savunma Bakanı Moshe Yaalon’un, Aksa’da devriye gezen iki Müslüman grubu cami avlusuna girmekten men etmesinin ardından huzursuzluklar yaşandı. İsrail ilerleyen günlerde Yahudi yerleşimci ve diğer Yahudi grupların kutsal günlerde yaptıkları günlük ziyaretleri kolaylaştırmasına karşın Filistinlilerin kutsal mekâna girişlerini zorlaştırdı. Bu tutum ise daha fazla çatışmayı tetikledi. İsrail’in Aksa külliyesini Müslümanlar ve Yahudiler arasında bölmeye çalışması da Filistinlilerin korkusunu arttırarak yeni çatışmaların yaşanmasına neden oldu. İsrail Başbakanı Netanyahu’nun 1967’den beri yürürlükte olan, Yahudilerin ziyaretlerine izin veren ancak gerilimi engellemek maksadıyla gayrimüslimlerin ibadetlerini kısıtlayan uygulamanın herhangi bir değişikliğe uğratılmayacağı yönündeki teminatı da beyhude görünüyor. İsrail’in niyetleri karşısında Filistinliler arasında bu konudaki derin güvensizlik sürüyor. Zira Harem-i Şerif külliyesi İslam’ın üçünü kutsal mekânı, aynı yer aynı zamanda Yahudilerin de en kutsal yeri. Yıllardır külliye İsraillilerle Filistinliler arasındaki çatışmanın mekânı olageldi, çünkü İsrailli merciler şiddetli çatışmaların yaşandığı bu yeri kimin ne zaman ziyaret edebileceğini denetliyor. İsrail’in artan sayıdaki şiddetli Aksa baskınlarıyla beraber geçtiğimiz yıl boyunca külliyeye girmekle ve Yahudilerin orada ibadet etme hakkıyla ilgili çağrılarda bulunarak mevcut uygulamayı sürekli ihlal eden aşırı Ortodoks Yahudilerin ve sağ kanat kanun koyucuların yaptığı ziyaretler arttırıldı. Radikal Yahudi yerleşimciler, ibadet edenlere sözlü tacizde bulunarak alenen caminin yıkılması çağrısında bulundular. Geçtiğimiz birkaç yıl boyunca yaşanan ge- 56 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 rilimler Yahudi bayramlarıyla çakıştı. Bu yıl da Müslümanların Kurban Bayramı ve Yahudilerin Yom Kippur’u aynı güne denk geldi ve bu nedenle tansiyon her zamankinden yüksekti. Şiddet Kudüs’te, civardaki Arap mahallelerine sıçrarken Filistinlilerin Aksa çevresindeki olaylarda artan öfkesi ekim ayı başında eski şehrin dışında kitlesel gösterilerin yapılmasına neden oldu. İki İsrailli eski şehirdeki bir Filistinli adam tarafından bıçaklandı, bunun ardından başka saldırı ve bıçaklama olayları yaşandı. Daha sonra protestolar Batı Şeria ve İsrail’e yayıldı. İsrail güçleri ve Filistinli taş atanlar arasındaki şiddet, İsrailli yerleşimcilerle Filistinliler arasında 2014’ten beri görülmemiş yeni bir şiddet patlamasına neden oldu. 2014’te Batı Şeria’da üç İsrailli genç kaçırılarak öldürülmüş, buna misilleme olarak Yahudi aşırıcılar gerilimi daha da arttıracak ve İsrail’in yazın Gazze’ye savaş açmasıyla son bulacak olan Doğu Kudüslü bir Filistinli genci diri diri ateşe verme eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu yeni çatışma dalgası ise sürpriz olarak görülmemeli, zira İsrail’in sömürgeci apartheid politikaları, süregiden işgali, Filistinlilere uyguladığı zulmü, zayıflatma politikaları ve sistematik şiddeti İsrail ordusu ve İsrailli yerleşimciler tarafından mütemadiyen sürdürülüyor. Filistinliler on yıllardır işgal altında. 1967’den beri İsrail, Filistinlilerin demografik yayılımını tasarımlayan politikalar ile bir yandan şehirdeki Yahudi varlığını tahkim ederken öte yandan Filistin kimliğinin yok edilmesi ve etnik temizliğini hedefleyen ayrımcı politikalar üzerinden Kudüs’ü Yahudileştirmesini hızlandırıyor. İsrail, şehrin etrafında Batı Şeria’daki İsrail yerleşimleriyle olan coğrafi bağlantıyı sağlamak amacıyla yan yollara bağlanan bir yerleşim halkası inşa ederek Kudüs’ün fiziksel görünümünü de dönüştürdü. 2002’de inşa edilen ve 1967’den önceki ateşkes hattından çok uzakta kalacak şekilde sınırları belirleyen ayrımcılık duvarı, Yahudi çoğunluğu sağlamak amacıyla şehri bölmek ve Filistinlilerin bulunduğu bölgeleri dışarıda bırakmak için tasarlandı. İsrail’in Aksa’ya gerçekleştirdiği saldırılar bağımsız olaylar olmaktan ziyade Kudüslü Filistinlileri dışarı sürerek Kudüs’ü temelden sadece Yahudi şehri yapmaya dönük bir projenin parçasıdır. Kudüs’te yaşanan son huzursuzluklar, öteden beri sürmekte olan özsel meselelerin, yani sömürgeci baskı, kurumsallaşmış ayrımcılık, mülksüzleştirme, toprak hırsızlığı ve İsrail’in şehir üzerindeki üstünlüğünü temin etme eylemlerinin birer sonucudur. Flickr.com/Jonny White *Kahire merkezli serbest gazeteci olan Bajec, 2010-2011 yılları arasında Filistin’de yaşadı. Makaleleri European Journalism Centre, IRIN ve The Majalla gibi dergilerde yayımlandı. © Ayrımcı İsrail politikaları Arap ve Yahudi mahalleleri arasında sağlanan hizmetlerdeki farklılıklarda da görülebiliyor. Filistinliler Yahudi vatandaşlarla aynı miktarda emlak vergisi ödemelerine karşın belediye bütçesinin ancak yüzde 10’undan daha azı Filistinlilerin olduğu bölgeler için ayrılıyor. Kudüslü Filistinliler aşırı yoksulluk, sağlık ve eğitim hizmetlerinin bulunmayışı, yüksek işsizlik oranları ve hayat pahalılığı gibi gittikçe kötüleşen sosyo-ekonomik koşullar altında hayatlarını sürdürüyor. Bu nedenle, Filistinlilerin İsraillilerle olan çatışması, daha geniş bir mücadele bağlamında, İsrail’in işgal, ayrımcılık ve etnik temizliğine karşı direniş eylemleri olarak anlaşılmalı. a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 57 Ümmet Mozaiği Cebeli Tarık’ın İncisi: © Flickr.com/Mhobl © Flickr.com/Mhobl Fas Rabia Şanlıalp Afrika ve Avrupa arasında bir ara yüz olarak bilinen ve beşeri yapısı yüzyıllardır süregelen göç dalgaları ile şekillenen bir ülke Fas. Akdeniz’le Atlas Okyanusunu buluşturan Cebelitarık Boğazı ile Avrupa kıtasından ayrılan Fas Krallığı, Batı dillerinde 58 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 Flickr.com/Evgeni Zotov Flickr.com/Mhobl © © 2014 Lozan’da Filistin’le dayanışma gösterilerinden Marocco, Maroc olarak bilinirken, Arapça’da El Mağrip veya El Memleket’ül Mağribiye, Türkçe’de ise Fes şehrinden dolayı Fas diye adlandırılmış. Yaklaşık 33 milyon nüfusu ile Arap ülkeleri arasında en kalabalık nüfusa sahip dördüncü ülke. a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 59 60 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 © Flickr.com/Mhobl © “Afrika’ya açılan kapı” olarak bilinen Fas, coğrafi konumundan ötürü tarih boyunca Araplar, Yahudiler, Kartacalılar, Romalılar ve Moorlar tarafından birçok kez işgale uğramış ve bugün kültürel olarak birbirinden farklı bu medeniyetlerin izlerini taşımaktadır. Arapça ve Berberice’nin resmî dil olduğu ülkede, Fransız işgalinin ardından ekonomik ve kültürel hayatın yanı sıra devlet dairelerindeki resmî yazışmalarda Fransızca da kullanılmaktadır. Faslıların kullandıkları Darija lehçesi diğer Arap lehçelerinden oldukça farklıdır. Aynı zamanda ülkede yoğun olarak yaşayan Berberilerin de kullandıkları farklı lehçeler bulunmaktadır. Ülkenin kuzey kesiminde tarihsel bağlar nedeniyle İspanyolca konuşanlara da rastlamak mümkündür. Ülkede baskın olan Müslüman-Arap kültürünün etkisiyle Hristiyan, Yahudi ve Paganizm gibi çeşitli dinlere mensup birçok etnik grubun zaman içerisinde İslamlaştığı gözlemlenmiştir. Bugün Faslıların yüzde 98.2’si Müslüman olup Maliki mezhebine mensuptur. Ülkede Araplaşmış Berberlerden sonra asimile olmamış Berberler ikinci büyük etnik grubu teşkil eder. Toplam nüfusa oranı itibarıyla üçüncü sırada gelen etnik unsur ise Moritanya kökenli Moorlar’dır. Bunlardan başka ülkede ayrıca Yahudiler ve İspanyollar başta olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinden Hristiyan azınlıklar da bulunmaktadır. Dün olduğu gibi bugün de yoğun bir göç alan Fas, geçmiştekinden farklı olarak göçmenler için artık bir nihai varış noktası olmaktan ziyade Avrupa’ya yakınlığı dolayısıyla transit bir geçiş köprüsü olarak görülmektedir. Ne var ki Flickr.com/Mhobl Ümmet Mozaiği Avrupa Birliği tarafından birliğe üye ülkelere artan göçün önünü kesmek için getirilen pek çok kısıtlama neticesinde, ekonomik anlamda güçsüz ve siyasi açıdan istikrarsız ülkelerden gelen mültecilerin Sahra’ya doğru göç ettikleri tespit edilmektedir. Bugün Fas’ta 10 bin ila 20 bin arası Afrika kökenli yasadışı göçmenin olduğu tahmin ediliyor. 4 milyon nüfuslu Kazablanka şehrinin orta sınıf kesiminin meskûn olduğu Mâarif semtinde yaşayan El Mehdi evli ve 32 yaşında. Kazablanka ticari ve ekonomik bakımdan Fas’ın ve Afrika kıtasının en büyük metropollerinden biri olarak biliniyor. El Mehdi üniversite eğitimi için 10 sene Almanya’da yaşamış ve İşletme Enformatiği üzerine lisans eğitimi almış. 29 yaşındaki eşi de Fas’ta bilgisayar bilimleri üzerine yüksek lisans eğitimini tamamlamış. El Mehdi çevrimiçi bir Alman firmasında E-Ticaret danışmanı olarak, eşi ise kalite güvence alanında bir yazılım mühendisliği firmasında çalışıyor. Çift ekonomik olarak hayatlarını rahatça sürdürebildikleri bir gelire sahip. El Mehdi’nin ailesi ticaret ile uğraşıyor ve uzun yıllardır ayakkabı ve tekstil üzerine bir mağaza işletiyorlar. Kız kardeşi de eşi gibi bilgisayar bilimleri üzerine yüksek lisans yapmış ve şu anda Paris’te Bilişim Teknolojileri danışmanı olarak çalışıyor. El Mehdi’nin kimya eğitimi alan kayınpederi lise düzeyindeki okullarda müfettişlik görevini yürütüyor. Kayınvalidesi ise sınıf öğretmeni. Aile gün boyu işleriyle meşgul olurken, molalarını namaz vakitlerine göre ayarladıklarını belirtiyorlar. Çift işten sonra genellikle spora gidiyor. Eve geldiklerinde ise eşi akşam yemeğini hazırlarken, Shutterstock.com/danm12 © Flickr.com/Mhobl © Kazablanka ticari ve ekonomik bakımdan Fas’ın ve Afrika kıtasının en büyük metropollerinden biri olarak biliniyor. • • • • 1956’da bağımsızlığına kavuştuktan sonra anayasaya dayalı meşruti bir krallık hüviyetine bürünen Fas’ta Temsilciler Meclisi ve Danışmanlar Meclisi’nden oluşan iki meclisli parlamenter monarşi rejimi hâkimdir. Anayasaya göre resmî dinin İslam olduğu Fas’ta Fas Kralı aynı zamanda “halife” ve “inananların önderi” olarak ülkedeki en yüksek rütbeli dinî liderdir. Yüzde 99’a yakını Müslüman olan Fas toplumunda Hristiyan nüfusun yüzde bir civarı olduğu tahmin ediliyor. Reconquista sonrası İspanya’dan ülkeye sığınan yüzbinlerce Yahudi nüfustan geriye bugün yaklaşık 7 bini kalmış, onlar da toplam nüfusun 0,01’ine tekabül etmektedir. Fas’ta 2011 yılında kabul edilen yeni yasa uluslararası insan hakları teamüllerine ulusal hukuk üzerinde üstünlük tanımaktadır. El Mehdi yüzünde bir tebessümle bazen bu konuda eşine yardımcı olduğunu ekliyor. Fas’ta günün en önemli öğünü çorba, kırmızı et ve tatlıdan oluşan öğle yemeği. Akşam yemeğinde Faslılar öğleye göre daha hafif bakliyat ve hamur işi yiyecekler tüketmeyi tercih ediyor. El Mehdi ve eşi akşam yemeği ve yatsı namazının ardından istirahate çekiliyor. El Mehdi, aile kavramının Fas’ta çok büyük anlam ifade ettiğini ve aile büyüklerine saygının çok önemli olduğunu belirtiyor. Bununla birlikte aile içerisinde bireysel sınırların ve özgürlük alanlarının da mevcut olduğunu, fakat yeri geldiğinde aile büyüklerinin fikirlerine de başvurduklarını aktarıyor. Fas’ta Hz. Peygamber’in bir sünneti olan ve Endülüs’te de etkisi görülen öğle istirahati, İspanyolların deyimiyle “fiesta” gele- neği devam ettiriliyor. Hafta içi her gün sabah 8’den akşam akşam 18.30’a kadar açık olan mağazalar öğlen 12 ile 14.30 arası kapalı. El Mehdi’nin babasının mağazasına gelen müşterilerin yüzde 70’ini Fransız, İspanyol, Alman ve Doğu Avrupalı gayrimüslimler oluşturuyor. Sömürge dönemine göre Avrupalı yerleşimci sayısının oldukça azaldığı Fas’ta yaşayan Avrupalı göçmen nüfus bugün Kazablanka ve başkent Rabat’ta yoğunlaşmış durumda. Bu da ailenin gayrimüslimlerle sıkı arkadaşlıklar kurmasına, saygı ve sevgi dolu diyalog ortamlarının oluşmasına yol açmış. Kazablanka’da yoğun bir Yahudi topluluğun yaşadığını belirten El Mehdi, dedelerinin zamanlarında Yahudilerin Fas’ta barış ve refah içinde yaşadığını ve Müslüman toplumla aralarında sevgi ve saygı dolu bir ilişkinin hüküm sürdüğünü aktarıyor. II. Dünya Savaşı sıa r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 61 Ümmet Mozaiği Almanya’da yaşadığım 10 sene bana her ırka, dine ve sosyal sınıfa karşı saygılı olmayı öğretti. rasında Almanya’nın Fransa işgali sırasında kurulan Fas’taki Vichy rejimi Yahudilere karşı ayrımcı politikalar uygulamaya başlamış. İsrail’in kurulmasından sonra ise Yahudi ve Müslüman toplum arasında yükselen tansiyon nedeniyle birçok Yahudi İsrail’e göç etmiş. 1963 yılında yüz bin civarında Fas Yahudi’si zorunlu göçe tabi tutulmuş. El Mehdi dönemin kralı V. Muhammed’in Yahudi göçüne karşı çıktığını, hatta göçe zorlanan Yahudi halkla birlikte kendisinin de sınır dışı edilmesini talep ettiğini söylüyor. Geçmişe nazaran bugünkü Yahudi-Müslüman ilişkilerinin daha kötü bir durumda olduğunu, bunun başlıca nedeninin ise yaklaşık üç çeyrek asırdır süren Filistin işgali olduğunu belirtiyor. “Almanya’da yaşadığım 10 sene bana her ırka, dine ve sosyal sınıfa karşı saygılı olmayı öğretti” El Mehdi Almanya’da yaşarken farklı tecrübeler edindiğini ve bu 62 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 tecrübelerden hareketle farklı dinî, etnik, kültürel ve sosyal çevrelere mensup insanlarla karşılıklı saygı içerisinde birlikte yaşamayı öğrendiğini belirtiyor. Fas’ta durumun biraz farklı olduğunu vurgularken, hoşgörü ve yardımseverliğin bazen kişinin kendisi için zarara dönüşebildiğini ve insanların iyi niyetinin istismar edildiğini belirtiyor. Yine de bu konuda Allah’a tevekkül ettiğini ve yaşadığı tecrübelere güvendiğini dile getiriyor. Hayattaki en önemli hedeflerinin ahiretlerini süsleyecek mümkün mertebe çokça salih amelde bulunmak, evlat sahibi olmak ve evlat edinmek olduğunu belirten El Mehdi, ayrıca ileride kendi işlerini kurmak istediklerini de ekliyor. Aile, işlerinden arta kalan zamanlarda spor yapmayı, seyahat etmeyi, okumayı, akraba ve arkadaş ziyaretlerinde bulunmayı ve farklı yardım etkinliklerine katılmayı tercih ettiklerini söylüyor. Fas’ta da her Müslüman ülkede olduğu gibi Ramazan ve Kurban bayramları aileyle birlikte vakit geçirilen, aile büyüklerinin ziyaret edildiği ve büyük-küçük demeden herkesin mutlu edilmeye çalışıldığı yılın en önemli günlerinden. Her iki bayramda da, ilk gün bayram namazından sonra büyük bir aile kahvaltısıyla güne başlanıp çeşitli ziyaretler yapılıyor. El Mehdi Ramazan Bayramı’ndan farklı olarak Kurban Bayramı’nın üç gün kutlandığı Fas’ta köylerde bayram kutlamalarının iki veya üç haftaya kadar sürebildiğini belirtiyor. Bunun nedeni ise bu bayramın yıllık izin olarak sayılması ve genellikle köylerden şehre gelen işçi sınıfının bu izinden yararlanıyor olması. Bayram süresince metropollerin boşaldığını, mağazalar ve iş yerlerinin kapandığını aktarıyor El Mehdi. Ramazan Bayramı’nın ise iki günden fazla sürmediğini ve aile ile geçirilen zamanlar dışında bu günleri genellikle deniz © Shutterstock.com/badahos kıyısına veya farklı yerlere seyahat ederek değerlendirdiklerini belirtiyor. Bu iki bayram dışında Fas’ta Hz Peygamber’in doğum gününün kutlandığı Eid al Mawlid adlı bir dinî bayram daha mevcut. 1956’da bağımsızlığına kavuştuktan sonra anayasaya dayalı meşruti bir krallık hüviyetine bürünen Fas’ta parlamenter monarşi rejimi hâkim. 1 Temmuz 2011’de çok yüksek bir katılımla gerçekleştirilen referandumla seçmenin yüzde 98.5’inin evet dediği yeni anayasa, çağdaşlarına uygun, geniş hak ve hürriyetleri garanti altına alan bir nitelikte. El Mehdi Kasım 2011’den beri iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi PJD’nin (Parti de la Justice et du Développement) bilhassa Müslüman kesimin sempatisini kazandığını belirtiyor. Bu sempatinin iktidar partisinin İslami ve demokratik bir siyaset benimsemesinden kaynaklandığını vurgularken, bu siyaset anlayışının Müslümanların gündelik sorunlarına kolaylaştırıcı yaklaşımlar içerdiğini belirtiyor. Buna en basit örnek olarak ise ev satın alma konusunda sağlanan kolaylıkları zikrediyor. Çoğu Müslümanın faizle ev almak istemedikleri için ev sahibi olamadıklarını, bu soruna çözüm bulmak için belli bir kanuni alt yapı gerektiğini ve PJD’nin tam da bu noktada güzel bir siyaset yürüttüğünü öne sürüyor. Bu olumlu siyasi havaya bağlı olarak Müslümanların da siyasete katılımlarının yavaş yavaş arttığını vurgulayan El Mehdi, artık her kesimden insanın oy vermek için sandığa gidiyor olmasının bunun en belirgin göstergesi olduğunu söylüyor. Bu durumun halk, kral ve iktidar arasında gelişen güvenden kaynaklandığını vurguluyor. El Mehdi ve ailesinin ümmetten en büyük beklentileri ise, Müslümanların artık bir olması ve bu birliğin güçlenmesiyle birlik- te artık İslam coğrafyasına barışın hâkim olması. Bunun için Hz. Peygamber’in, “Müslüman Müslümanın kardeşidir ona zulmetmez; onu düşmana teslim etmez. Kim bir Müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah da kıyamette onun bir sıkıntısını giderir. Kim de bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da kıyamette onun bir ayıbını örter.” (Buhârî, Mezâlim 3) hadisini hayat felsefesi olarak benimseyerek, bu ümmet bilincini insani ilişkilere de yansıtmak gerektiğini vurguluyor. Aynı zamanda IŞİD’in sebep olduğu fitne ve zulümlerin İslam âlemi ve Müslümanları çok güç duruma soktuğunu, bu nedenle de geleceğe dair endişe duyduklarını ekliyor El Mehdi. Bu ve benzeri İslam ile alakası olmayan oluşumların İslam’ın Batıda olduğundan çok daha farklı ve kötü algılanmasına neden olduğunu, bunun ise bilhassa Batılı ülkelerde yaşayan Müslümanların hayatlarını git gide zorlaştırdığını belirtiyor. a r a l i k 2015 • S ay ı 246 • P e r s p e k t İ f 63 Portre Bir Arşiv Kuru cusu: Muhammed A bdul Nafi Çele bi Almanya İslam Arşivi Merkez Enstitüsü kuru Almanya’da k cularından ola urumsallaşan n Muhamme Müslüman o den biridir. d Abdul Nafi rganizasyonla Çelebi, r bağlamında en önemli şa hsiyetler» Filiz Keskin 64 P e r s p e k t İ f • S ay ı 246 • a r a l i k 2 0 1 5 17 Aralık 1901 tarihinde Suriye’nin Halep selesi, uluslararası İslami dergiler, yabancı şehrinde dünyaya gelen Muhammed Abdul politikalar kapsamında kilise gibi konularNafi Çelebi, 1923 tarihinde Berlin’e göç etmiş da evraklar bulundurmakta, bunun yanı sıra ve orada bulunan Mühendislik Enstitüsünde arşiv “yan meseleler” olarak 6000 civarında öğrenim görmüştür. konuya ev sahipliği yapmaktadır. Arşiv aynı Kısa sürede Berlin’de bulunan uluslararası zamanda tarihî Almanca Kur’an yayınlarının öğrenci hareketinde önemli rol almıştır. Öyle en kapsamlı arşivi olarak nitelendirilmekteki Berlin’e yerleştikten 4 yıl sonra, 1927’de Al- dir. Arşivin bir diğer hizmeti olan “İslam-Echo” manya’nın en eski İslam arşivi olan Almanya gazetesi Almanya’daki İslami cemaatlere dair İslam Arşivi Merkez Enstitüsünü (Alm. “Zent- olay ve gelişmeler hakkında bilgi içermektedir. ralinstitut İslam-Archiv-Deutschland”) kur- Aynı şekilde 4 ayda bir çıkarılan “Moslemische muştur. Avrupa ve İslam dünyası arasındaki Revue” dergisi kurum tarafından yayımlanyabancılaşmanın açık bir düşmanlığa dönüş- maktadır. meye başladığı bir dönemde İslami bir arşiÇelebi birçok dergi yayımlamış, çeşitli kurumlarda görev almış ve kendi zamanında vin önemini vurgulayan Çelebi, kendisini de dürüst bir aracı olarak nitelendirmektedir. Bu Müslümanların Almanya’da kök salması için kurum için Çelebi öncelikle Almanya ile İslam çalışan en önemli şahsiyet olarak tanınmıştır. dünyası arasında kültür değişimi için manevi Kendisinin tavsiyesi üzerine 1930 yılında Albir merkez olması amacını taşırken aynı za- manya’nın ilk Müslüman organizasyonlarınmanda her iki tarafı da aracı sıfatıyla besleme- dan olan Alman-Müslüman Topluluğu (Alm. “Deutsche Muslimische Gesellschaft) kurulsi gerektiği anlayışını taşımaktaydı. Muhammed Nafi’nin önderliğinde bu ku- muştur. Yine aynı şekilde 1932’de İslami Dünrum Berlin ve çevresinde büyük ve önemli bir ya Kongresinde Alman Komisyonunu kurarken en önlerde yerini almıştır. Muazzam gayreti açılıma vesile olmuştur. Mevkisi 1981’den itibaren Soest olan ve ve başarılı çalışmaları neticesinde 1500 üyesi bulunan İslam Cemaati Berlin ile Ahmediye müdürlüğünü Muhammed Salim Abdullah’ın yürüttüğü arşiv 1739’dan beri kurulan İslami cemaatinin ilişkileri de normale dönmüştür. Çelebi 1933 yılında bir göl kenarında ölü cemaatlerin kuruluş belgelerini muhafaza etmekte, Almanya’daki İslami azınlıklara belge- olarak bulunmuştur. Ölüm sebebi, naaşının sel gözetim ve yardımlaşma hizmeti sunmakta, nereye götürüldüğü ve nereye defnedildiği Müslümanlarla gayrimüslim cemaatler ara- hâlâ bilinmemektedir. 32 yaşında vefat eden sında diyalog çalışmaları gerçekleştirmektedir. Çelebiyle birlikte Almanya Müslüman toplumu Arşivde Almanya, Avrupa ve dünya genelin- en önemli şahsiyetini kaybetmiştir. Almanya deki İslami organizasyonlar, İslami ülkelerde- İslam Arşivi Merkez Enstitüsü Almanya’da yaki Hristiyan azınlıklar, Hristiyan-Müslüman şayan Müslümanlar ile çoğunluk toplumu aradiyaloğu, Müslümanlar arasında Hristiyan sındaki diyaloğu destekleyen çalışmalar yapan misyonları, okul ve din dersleri, Almanya’da kişilere onun adına Muhammed Nafi Çelebi İslam’ın kamu tüzel kişiliğine kavuşması me- ödülü vermektedir. aralik 2015 • S ay ı 246 • P e r sp e kt İ f 65 Kitap Tanıtımı Anadolu Aleviliğinin Senkretik Yapısı İslami Siyasi Düşünürler Niyazi Öktem Truva Yayınları Otuz seneye yakın bir süredir Anadolu Aleviliği üzerine birçok çalışma yapmış olan Prof. Dr. Niyazi Öktem birbirine zıt tanımlamalar içeren ve yıllardır siyasete konu edilen bu Anadolu İslam yorumunu tarihsel gelişim süreci ile ele alıyor. Anadolu Aleviliğini “Anadolu’daki ırksal ve kültürel alaşımın İslam yorumu” olarak tanımlayan Öktem kitabında ayrıca inanç ve sosyal olgu kavramlarının birbirleriyle olan etkileşimini devlet-inanç ve hukuk felsefesi üçgeninde etraflıca işliyor. IGMG App hizmetinizde Cami arama Namaz vakitleri | Ezan fonksiyonu Kur’an Zekât hesaplama Ajanda Evrâd Kitaplık Haberler Kişisel ayarlar 66 P e r sp e kt İ f • S ay ı 246 • aralik 2 0 1 5 www.igmg.org | info@igmg.org | igmgorg (Islamisch-politische Denker: Eine Einführung in die islamisch-politische Ideengeschichte) Dili: Almanca Farid Hafez Peter Lang Edition Siyaset Bilimci Farid Hafez’in siyaset bilimi perspektifinden İslam siyaset geleneğini incelediği kitabında Farabi’den İbn-i Haldun’a, İbn-i Teymiyye’den Hasan El-Benna’ya ve Muhammed Esed’den Yusuf El-Kardavi’ye 20 farklı islam şahsiyetinin görüşleri ışığında İslam siyaset düşüncesinin tarihi ana hatlarıyla ele alıyor. Kitap, içinde yaşadıkları toplumsal, siyasi ve düşünsel arka planın farklı asırlarda yaşamış İslam mütefekkirlerinin ana kavramları yorumlayışlarındaki derin etkileri irdeliyor. Akademisyenlere olduğu kadar sıradan okuyucuya da hitap eden, içerik ve diliyle İslam siyaset geleneği üzerine derin analizler içeren kitap alanında büyük bir boşluğu kapatıyor. Kur’an Çalışması (The Study Quran: A New Translation and Commentary) Dili: İnglizce Seyyid Hüseyin Nasr HarperOne Seyyid Hüseyin Nasr’ın yayıma hazırladığı kısa süre önce çıkan ve alanında bir ilk olarak kabul edilebilecek bu açıklamalı Kur’an tercümesi teolojik, metafizik, tarihî ve coğrafi arkaplanın yanı sıra alanında uzman şahsiyetlerin yorum ve değerlendirmelerini de içeriyor. Sünni ve Şii kaynaklar, hukuki ve teolojik metinler ışığında 1400 yıllık geleneksel İslam yorumlarından yararlanılan bu eser, Kur’an’ı okuma ve anlamada bilimsel bir yaklaşım sunuyor. Bu oldukça kapsamlı ve titiz çalışma İngiliz dil coğrafyasında olduğu kadar Kur’an Çalışmaları alanında da eşsiz bir kaynak teşkil ediyor. BİZ, EN ACILI GÜNÜMÜZDE 300.000 KİŞİYİZ IN SCHWEREN STUNDEN SIND WIR 300.000 HERKES ÖLECEK YAŞTADIR DER TOD KENNT KEIN ALTER BELGE URKUNDE RESMÎ İŞLEMLER BEHÖRDENGÄNGE DİNÎ VECİBELER RELIGIÖSE VORSCHRIFTEN NAKİL ÜBERFÜHRUNG TESLİM ÜBERGABE IGMG Cenaze Yardımlaşma Derneği | Cenaze Hizmetleri IGMG Bestattungshilfeverein e. V. | Bestattungskostenunterstützungsgemeinschaft (BKUG) Boschstraße 61-65 | D-50171 Kerpen | T 0049 2237 97930-11 | F 0049 2237 97930-30 | cenaze@igmgukba.org | www.igmgukba.org Amtsgericht Köln VR 17651 | Kreissparkasse Köln | IBAN: DE37 3705 0299 0149 2829 41 | BIC / SWIFT: COKSDE33 Mazlum ve Mağdurlar İçin El Ele IGMG Sosyal Yardım Derneği T +49 2237 92942-0 | F +49 2237 92942-42 www.hasene.org | info@hasene.org | haseneorg — Havale için banka bilgileri: Hesap Sahibi: IGMG Hilfs- und Sozialverein e. V. Banka: Kreissparkasse Köln IBAN: DE75 3705 0299 0184 2731 64 | BIC: COKSDE 33 Amaç: Destekçi No veya [Adresiniz], 0009972 Zor şartlarda yaşayan mülteciler için ACİL KIŞ YARDIMI Bir battaniye ve kışlık giysi paketi de sen gönder. * Bir battaniye ve kışlık giysi paketi bedelidir. 20€ * 150 DKK | 200 SEK 200 NOK | 25£ | 30 CHF 35 AUD | 35 CAD