Sayfa |i S a y f a | ii BAYRAK YAYINlARI Salkımsöğüt Sk. No: 9/ A 34410 Cağaloğlu / İSTANBUL Tel: 514 01 65 (3 Hat) Fax: 514 01 73 S a y f a | iii S a y f a | iv Başlangıcından 1950'ye ORTADOĞUDA AMERİKAN POLİTİKASI Prof. Dr. Mehmet CAN İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Istanbul-1990 Sayfa |v Bayrak Yayınları: 25 Bu eserin butun yayın ve telif haklan Bayrak Yayınlarına aittir. İzinsiz her türlü mekanik, optik çogaltma yasaktır. ISBN 975-95398-6-1 Bu eser Bayrak Yayımcılık ve Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Masaüstü Yayıncılık Servisinde ofsete hazırlanmış ve Bayrak Yayımcılık ve Matbaacılık San. ve Tic. Ltd.Şit'nde basılöış, ciltlenmiştir. Haztran1993 Tel.: 528 60 29 S a y f a | vi ÖNSÖZ 1976 yılı sonbahannda Robert Kolej'den henuz dönüşmüş Boğaziçi Üniversitesi'ne çıkan merdivenleri ilk defa tırmanırken, dünyanın öteki ucundan gelip bu tesisleri bir asır önce inşa ederek bırakıp gidenlere kaşı merak duymaktan kendimi alamıyordum. Daha sonraki haftalarda ve aylarda kütüphanesinin Ortadoğu Koleksiyonu 'nda bulduğum kitaplarla bu merakımı giderme imkanını fazlasıyla buldum. Artlk o mekanda dolaşırken gördüğüm hemen her taşın bence bir anlamı vardı. Tesislerin hayat hikayelerini öğrenirken bir husus kuvvetle dikkatimi çekti. İlk, orta, lise ve hatta üniversite tahsilim sırasında ben de herkes gibi, hatta pek de üstünkörü sayılmayacak şeki1de bir dikkatle tarih dersi okumuştum. Ancak Osmanlı İmparator1uğu'nun parçalanmasmda ve genç Cumhuriyet'in yeni esaslar uzerine kurulmasmda Amerika Bir1eşik , Devletleri'nin bu denli bir rolün sahibi olduğunu duymamıştım. Dr. Seçi1 Akgün'ün General Harbord Raporu hakkındaki eseri de düşüncelerimdeki boşluk1arın dolmasını sağladı. Artlk yaklil tarihimizi ders kitaplarından okurken zihnimde oluşaan bir çok cevapsız soru cvaplanmış buluyordu. Ne tarihçiydim, ne de sosyal bilimci. Sadece okuduklarımı, bu kaynaklara ulaşma imkanı bulamayanlara aktarnak için kuvvetli bir arzu duyuyordum, o kadar. Sokaktaki adamlardan biri tarafmdan yine sokaktaki adamın istifadesine sunulan bu kitabın hiç bir iddiasl yoktur. İnsanımızın yakm tarihi hakkında kafasını takdığı sorulardan birine cevap verebildigi takdirde, kitap kendisini amacına ulaşmış sayacaktır. Prof, Dr. Mehmet CAN İSTANBUL 1993 S a y f a | vii S a y f a | viii İÇİNDEKİLER I. BÖLÜM. Giriş II. BÖLÜM. ABD'nin Ortadoğu İlgisinin Başlangıç Dönemi: 1819-1876 1. İlk İlişkiler 2. Protestan Misyonerlerin Orta Doğu ve Türkiye Üzerindeki Kültür Politikaları. 3. İlk Osmanlı-ABD anlaşması. 4. Misyonerler Hıristiyan Tebadan İlgi Görüyor. 5. Maslahatgüzar Porter Brown Masondu. III. BÖLÜM. 1876-1900 Yılları Arasında Orta Doğu'da Menfaat ve Politikaları. ABD 1. Ondokuzuncu Yüzyılın Mirası 2. Birleşik Devletler ve Orta Doğu 3. Bu Dönemde Ortadoğu İle İlgilenen Amerikan Kuruluşları. a. Misyonerler b. Kolejler c. İş Çevreleri ç. Diğer İlişkiler S a y f a | ix IV. BÖLÜM. Birinci Dünya Harbi Eşiğinde ABD ve Ortadoğu 1. Ortadoğu'ya Reform Mayası 2. Amerikan Menfaatlerinin Bu Dönemdeki Niteliği 3. Misyonlar 4. Kolejler 5. İş Hayatı 6. Göçmenler 7. Diğer İlişkiler 8. Milliyetçilik ve Devrim 9. ABD'nin O Dönem Filistin Politikası 10. Şark Meselesi 11. Türkiye'de Dolar Diplomasisi: Chester Projesi, 1908-1913 V. BÖLÜM. Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılması Döneminde ABD'nın Ortadoğu Politikası 1914-1920 1. Osmanlı-ABD İlişkilerinin Üç Basamağı 2. Wilson'ın Anadolu'yu Sömürgeleştirme Planı 3. Türk Toprağından Ermeni Vatanı 4. Wilson Bugünkü Sınırlarımızı Çiziyor 5. Mondros Mütarekesi ve İzmir'in İşgali 6. Paris Barış Konferansı Sayfa |x 7. Amerikan Mandası 8. Amerika Bilim Adamlarına Anadolu'yu İnceletiyor 9. King-Crane Komisyonu 10. General Harbord Anadolu'da 11. Mustafa Kemal-General Harbord Görüşmesi 12. General Harbord Heyeti'nin Raporu 13. ABD Senatosu Türkiye Mandasını Onaylamıyor VI. BÖLÜM. İki Dünya Savaşı Arasında Türkiye- ABD İlişkileri 1. Osmanlı-ABD İlişkilerinin İki Dönemi 2. Bu Dönemde Türkiye'deki Amerikan Diplomatik Teşkilatı ve Personeli 3. Lozan'da ABD 4. Genç Cumhuriyet Avrupa Yolunda 5. Genç Cumhuriyette Kültürel ve Dini Amerikan Kurumları 6. Türkiye ile ABD Arasında Normal İlişkilerin Kurulması 7. Batılıların Rus Korkusu ve Montrö Anlaşması VII. 1939-1950 Yılları Arasında Türkiye-ABD İlişkileri S a y f a | xi VII. BÖLÜM. İkinci Cihan Savaşı Sırasında Türk-Amerikan İlişkileri 1. Kahire Konferansı ve İsmet İnönü 2. Türkiye Üzerindeki Amerikan Baskısı Artıyor a. Sovyetlerin Haziran 1945 İstekleri b. Potsdam Konferansı c. 2 Kasım 1945 Tarihli Amerikan Notası ç. Yine Boğazlar 3. Amerikan Yardımı, Truman Doktrini 4. Marshall Planı ve Türkiye'ye İktisadi Yardım Sayfa |1 I. BÖLÜM. GİRİŞ Türk-Amerikan ilişkilerinin başlangıç noktası Amerika Birleşik Devletleri'nde birliğin henüz sağlanmamış olduğu 1774 tarihine kadar geri uzanmaktadır. Birliğin kuruluş hazırlıklarının yapıldığı yıllarda, birliğin kurucularından Benjamin Franklin ve daha sonra ABD cumhurbaşkanlığı yapan Thomas Jefferson ve John Adams, ileride diplomatik ilişki kurabilecekleri ve anlaşmalar yapabilecekleri devletler arasına Osmanlı imparatorluğunu da katıyorlardı. İlk resmi adım 1796-1843 yılları arasında İngiltere'de ABD elçisi olarak bulunan Rufus King'in, Osmanlı elçisi ile görüşmesi ile atılmıştır. Bundan sonraki teşebbüs 1820 yılına rastlamış ancak Yunan isyanının başlangıç günlerine rastladığından herhangi bir anlaşma imzası ile sonuçlanmamıştır. 1823 yılında anlaşma sağlayabilecek incelemelerde bulunmak üzere George P. English, Amerikan hükümetince resmen görevlendirildi (1). English raporunda, Osmanlı İmparatorluğu ile anlaşma imkânlarının Avrupanın büyük devletleri, özellikle İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından sabote edilmekte olduğunu bildirdi. Önerisi, Amerika'nın Akdeniz filosu kumandanı ile Osmanlı Kaptan Paşası arasında gizli bir anlaşma yapılmasıydı. Bu amaçla 1825 de Amiral John Rogers görevlendirildi. Tasarının kapsamında Amerika'ya Osmanlı limanlarında serbest ticaret imkânı sağlanması, Çanakkale'den serbest geçiş ve Amerika'nın istediği Osmanlı limanlarında konsolos bulundurabilmesi vardı. Sayfa |2 8 Şubat 1830 da başlayan görüşmeler 10 Mayısta anlaşmanın imzası ile Sonuçlandı. Bu anlaşma Osmanlı topraklarında yaşayan Amerikalıları çok sevindirdi. Türk-Amerikan ilişkilerinin ilk yılları, ABD'nin gerek Amerika kıtasında ve gerekse Avrupa'da ilişkilerini, Başkan James Monroe tarafından 2 Aralık 1925 günü Kongre'ye mesajında açıkladığı Monroe doktrinine göre düzenlediği yıllardır. Monroe doktrininin esasları şu iki ilkede toplanmıştır: 1. Bağımsızlığını kazanmış Amerika Kıtası toplumlarının Avrupa sömürgesi olması ve Avrupa devletlerinin kontrolüne alınması onaylanamaz ve bu tür davranışlar dostluk dışı olarak nitelenir. 2. Amerika Birleşik Devletleri'nin Avrupa devletlerinin sorunları ile ilgisi yoktur ve bu sorunlara karışmayacaktır. Ancak ABD'nin Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa'nın taraf olmadığı ilişkilerinde bu ilkeler genellikle uygulanmamıştır. Kitap okunduğunda açıkça görüleceği gibi, 1819 yılından itibaren Protestanlığı yaymağa, Osmanlı tebaası Müslüman ve Hıristiyan kültür gurupları içinde, onlarda kendi devletlerini kurma arzusu doğuracak tarzda kültürel ve politik faaliyet göstermeğe başlayan misyonerlere arka çıkmak, Hıristiyan Osmanlı tebaasını Osmanlı devletine karşı kollamak, İmparatorluğun dağılma döneminde onlara Osmanlı topraklarından pay koparıvermek amacıyla sık sık bu doktrinle bağdaştırılamayacak girişimlerde bulunmuştur. 1819 yılı sonunda Amerikalı misyonerler İzmir limanından karaya çıktıktan sonra ilk zamanlar Müslüman ahaliden din çerçevesinde kaldıkları sürece hiçbir tepki görmediler. Misyonerler İmparatorluğun herhangi bir bölgesine yerleşebileceklerini kısa zamanda anladılar. Asıl tepki bazı Ermenilerin Protestanlaşarak misyonerlerle birlikte çalışmağa başlamaları üzerine Ermeni Patriği'nden geldi. Ancak zamanla misyonerlerin kültürel faaliyetleri Ermeni milliyetçiliğinin kuvvetlenmesine ve Ermeni kıpırdanmalarına yol açınca, misyonerler ABD hükümetinin şemsiyesine şiddetle ihtiyaç Sayfa |3 duymağa başladılar. Misyonerlerin çoğunun bağlı olduğu Amerikan Board teşkilatının ABD’deki merkezi, ABD yönetimini Osmanlı İmparatorluğu ile ne konuda olursa olsun bir anlaşma yapmak konusunda ikna etti. Bunun sonucunda 1830 anlaşması doğdu. Misyonerler kolay çalışma ortamı buldukları Osmanlı topraklarına dalgalar halinde gelmeğe devam ettiler. 1831 de gelen grup İstanbul'da, 1834 de gelenler İzmir'de iki istasyon açtılar ve Bursa ile Trabzon'da da birer şube kurdular. Kısa zamanda misyonerlerin işlettiği okulların sayısı 426’yı, öğrencilerin sayısı 25.000’i ve hastane sayısı da 9’u bulmuştu. 19. yüzyılın ortalarında Hıristiyanlık inancını yaymak için iyice teşkilatlanan misyonerler Asya ve Afrika'da yoğun bir faaliyet göstermeğe başlamışlardı. Ancak çeşitli misyoner kuruluşları arasında görüş ayrılıkları vardı ve tartışmalar uzayıp gidiyordu. Tartışılan konular arasında hiçbiri "eğitim" kadar dikkat çekici olmadı. Yine bu konulardan hiçbiri eğitimdekiler kadar misyoner teşkilatları arasında geniş görüş ayrılıkları doğurucu olmadı. Bu tartışma ortamına gelinceye kadar işbaşındaki misyoner eğitimciler, müesseselerinin etkinliğini artırmanın ve gittikçe daha geniş müfredat programları yürürlüğe koymanın gayreti içinde idiler. 1854 yılında American Babtist Board misyoner teşkilatı, Dr. Crainger ve Dr. Peck'i Hindistan'a gönderdi. Ertesi yıl American Board misyoner teşkilatı da Dr. Anderson ve Dr. Thompson'u Hindistan ve Türkiye'ye yolcu ediyordu(2). Bu iki delegasyonun çalışmaları sonunda hazırladıkları raporlara dayanılarak misyoner eğitim kurumlarının tamamında reform yapıldı. Bu okullarda o güne kadar devam ettirilmekte olan İngilizce öğretim kaldırılıp, yerli dillerle eğitime önem verildi. Etkinliklerini yitirmiş okulların bir kısmı kapatıldı, bu yeni politikaya ayak direyen misyonerler geriye, Amerika'ya çağırıldı. Sayfa |4 Sebep olduğu sürtüşmelere rağmen yeni sistem tavizsizce uygulandı. Hiçbiri de içinde misyoner faaliyeti gösterilen ülkenin hayrına olmayan üç türlü eğitim tezi tartışılıyordu o günlerde. Bunlardan geçici olarak misyoner teşkilatlarının eğitim politikalarına hâkim olan ve birçok tartışmalara ve sürtüşmelere sebep olan birincisi, eğitim kurumlarında öğretimin, öğrencilerin ana dillerinde yapılmasını öngörüyordu. Misyoner teşkilatlarının politikalarını çizenler, Osmanlı İmparatorluğu, İran, Hindistan gibi çeşitli kültür gruplarının aynı bir millet halinde yaşadıkları topraklar üzerinde, bu kültür guruplarının etrafında fakat kendi kontrollerinde birçok küçük devletçiklerin doğmasını sağlamak amacıyla, bu etnik gurupları kendi etnik dillerinde eğitip, onlara ayrı bir millet olma şuuru vermeği planlıyorlardı. "Birçok köyü Dr. Riggs (Amerikalı misyoner) in Bulgar İncil’ini satın almışlardı. ...(Bulgar) alfabenin bir harfini bile bilmiyorlardı ama günün birinde çocukları öğreneceklerdi. Böyle bir inanç dağları devirir."(3). Misyoner teşkilatlarının bu tezi savunurken kullandıkları resmi dilde bu plan "öğretmenlerin ve mahalli papazların kendi etnik dillerinden başka dile ihtiyaçları yoktur. Yabancı dil öğrendiklerinde, yetiştirildikleri işlerde çalışmayıp, başka sahalara kaymaktadırlar. Bu olmazsa, kendi insanlarına karşı üstünlük duygusu ile şiştiklerinden ruhi temizliklerini kaybetmekte ve insanlarına faydalı olamamaktadırlar" diye takdim edilir. Osmanlı İmparatorluğu içindeki Rum, Ermeni, Bulgar, Süryani gibi Hıristiyan kültür guruplarına mensup çocukların hemen on yıldan beri okutulduğu Bebek Semineri, çocukların İstanbul'un kozmopolitliğinin etkisinde yozlaştıkları ve toplumlarından koptukları mülahazası ile 1864 yılında Merzifon'a taşındı. İngiliz dili ile eğitimin savunucularından olan ve Bebek Semineri'ni ilk gününden beri İngilizce eğitim üzerine çalıştıran Cyrus Hamlin, American Board'daki görevinden istifa ederek Robert Kolej üzerinde çalışmağa koyuldu. Merzifon Semineri'nde Rum, Ermeni, Rus ve Türk öğrenciler kendi dillerinde eğitim görüyorlar ve kendi edebiyatları ile tarihlerini tanıyorlardı (4). Neticede buradan Ermeni ve Rum ihtilallerinin önderleri yetişti. Sayfa |5 Tutulmayan ve kısa zamanda unutulan ikinci görüş: "Misyonerlerce hiçbir eğitim faaliyeti yapılmamasını, toplumların eğitim işlerine karışılmamasını, sadece İncil'in tebliği ile yetinilmesini öngörmektedir. Az sonra bütün misyonerlerce benimsenecek olan üçüncü görüş ise misyon sahalarında hem kız ve hem de erkeklere Hıristiyan tahsilinin en mükemmelinin verilmesini savunmaktadır. "Bu tahsil, bilgi edinme ihtiyaçlarından, anlayışlarından girerek inanç yapılarına ulaşmak amacıyla ve ümidiyle henüz Hıristiyanlığı kabul etmemiş çocuklara ve hatta erginlere verilmelidir."(5). Türk-İslam medeniyet camiasına mensup bir ferdin ya da toplumun Hıristiyanlaşması, yaşayışındaki yeni kültür sistemine aykırı unsurları teker teker bırakmasını gerektirecektir. Fert ve toplum ise bu ayırımı yapabilme imkanına pek sahip değildir. Bu sebepten yeni medeniyetin, sadece nasların yani İncil'in tebliği ile ilkahı mümkün değildir. "... İngiliz dili, bilim, edebiyat ve Hıristiyanlık inancının zengin bir mağazasıdır. Eğer misyonerler Hindistan'ın kafa yapısı üzerinde bir şey yapabilmişlerse, eğitim, basın, konferans ve toplum vaazları yoluyla Hıristiyan inancını yayarlarken, İngiliz dilinin kendilerine sağladığı kolaylığı küçümseyemezler."(6). Diğer taraftan Hıristiyanlaştırılmak istenen toplum Müslüman ise, aslı Kur'an tarafından tasdik edilen fakat hükmü kaldırılan İncil'in tebliği hiç bir ilgi uyandırmayacaktır. Zaten misyonerler bir nesilde bütün İslam âlemini Hıristiyanlaştırabilecekleri ham hayaliyle yola çıktıklarından, Müslümanların kendilerine küçümseyen bakışlarla bakmaları, "Allah hidayet versin" diye dua etmeleri karşısında paniğe kapılmışlardı. İslam alemini iyi tanımış Cyrus Hamlin: "İngiliz dilinin önemini küçümseyen(misyoner)ler kısa zamanda dize geldiler ve İngiliz dili tekrar layık olduğu yere oturtuldu. "(7)"... (Batı) entelektüel eğitiminin en iyisini ve (Amerika'nın) New England (eyaleti) Sayfa |6 kolejleri kadar geniş kültür sağlayacak bir Hıristiyan koleji... o günün ihtiyaçlarını karşılayacaktı. ... ders kitapları dini ve ahlaki öğreti bakımından Hıristiyanlığın otorite kaynaklarına dayanacak, İncil açık ve aslına uygun bir şekilde anlatılacak, İncil okutturulacak, sabah akşam dua ettirilecek fakat (bu çeşitli inanç ve ırktan öğrencilerin kendi) inançlarına ait hakları saklı tutulacaktı. Bu kolej (dış görünüşünde) genç insanları meslek hayatına hazırlayan (öz itibariyle) Hıristiyan bir kolej olacaktı." (8) diyerek misyonerlik faaliyetini Robert Kolej'de devam etti. İngiliz diliyle öğretim öğrencileri Hıristiyanlık kadar JudeoGrek orijinli, materyalist Batı Medeniyeti ile tanıştırıyor ve bu sonuncusu daha nüfuzkâr oluyordu. Bu sonucu gören misyonerler "bu dinsiz toplulukları önce Batılı yapalım, sonra Hıristiyanlaştırırız" diyerek kendilerini avutup eğitim faaliyetlerini sürdürdüler. Amerikan hükümetleri de bu çalışmaların kendi nüfuz alanlarının gelişmesine yardımcı olduğunu gördüklerinden hem finansman ve hem de dış politika imkânları ile bu çalışmalara yardımcı oldular. Hatta misyonerleri dış politikanın bir aracı olarak kullandılar. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru ise, ABD'nin Avrupa işlerine karışmama ilkesinden eser kalmamış, Monroe prensiplerinin yerine Wilson doktrini geçmiş ve savaş sonrası Avrupasının haritasını belirlemek üzere ABD, 2 Nisan 1917 de savaşa girdi. Osmanlı topraklarının dağıtılmasında ve kalan topraklar üzerinde kurulacak Türk Devleti'nin özellikleri konusunda belirleyici rol oynadı.İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ise ABD'nin Ortadoğu'da artık vazgeçilmez petrol menfaatleri ve kendini savunmasına adadığı bir İsrail Devleti vardı. Bu tarihten itibaren ABD'nin kendini savunma hattı Ortadoğu'yu da içine alıyordu. Sayfa |7 II. ABD'NİN ORTADOĞU İLGİSİNİN BAŞLANGIÇ DÖNEMİ 1819-1876 1. GİRİŞ. Türk-Amerikan ilişkileri 1832 de imzalanan ticaret anlaşmasından çok önce başlamıştı. Amerikan tacirleri İzmir'den Yemen'e kadar birçok Osmanlı limanında ticaret yapıyorlardı ama, doğu Akdeniz'e özel bir önem verdikleri yoktu. Amerikalı fabrikatörler ise dünya pazarlarını paylaşmış Avrupalılarla rekabet edecek yerde kendi memleketlerinin ihtiyaçlarını karşılamakla yetiniyorlardı. Bu bölgelerden ticari raporlar toplamak, yakında gelişecek Amerikan ticaretine yardımcı olmak için temsilcilikler kurmak işiyle meşgul olmayı arzulayan sadece hükümetti. Bu faaliyetler cümlesinden olmak üzere ABD hükümeti hemen sonuç beklememekle birlikte İstanbul'da bir temsilcilik açmıştı. Bu temsilcilik vasıtasıyla da birçok konsolosluk açıldı. Amerikan sanayicileri dünyaya açılmağa hazır değillerdi. Ancak Amerikalı misyonerler bütün dünyayı Hıristiyan yapma hırsı ile yanıp tutuşuyorlardı. Daha 1800 başlarında merkezini Boston'da açmış bulunan Amerikan Board, az sayıda fakat çok iyi yetiştirilmiş bir grup adamı büyük bir projeyi gerçekleştirmek Sayfa |8 üzere Osmanlı topraklarına göndermişti. 1828 yılında Müslümanlara Hıristiyanlığı takdim etmek üzere papaz Bird ve Goodell, aileleriyle birlikte Lübnan'a gönderildiler. Bu misyonerler için hiç de iyi bir yıl değildi. İç isyanlar başladığından ve Misyonerler de yabancı güçlerin temsilcileri durumunda olduklarından Sultan II. Mahmut bütün misyonerlerin ülkesini terk etmelerini emretti. Bu emir İngiliz misyonerlerini otuz yıla yakın bir süre İmparatorluk toprakları dışında tuttuysa da Amerikan misyonerlerine pek tesir etmedi. Papaz Goodell Malta adasına kapandı ve 1831 sonbaharına kadar ortalarda gözükmedi. Bu tarihte İstanbul'a geldi. ABD’nin İstanbul'daki ilk temsilcisi Commodore Porter'ın evinde, onun misafiri olarak oturdu. Böylece daha başından beri Amerikan misyoner faaliyetleri, İmparatorluktaki Amerikan temsilciliği ile yakın bir bağlantının içine girmiş bulunuyordu. 2. PROTESTAN MİSYONERLERİN KÜLTÜR POLİTİKALARI ORTA DOĞUDAKİ Birçoklarının çok iyi bildikleri gibi, Amerikalıların Türkiye'nin insanları ile ilgileri, on dokuzuncu yüzyılın başlarında çabucak yükselen bir yabancı misyoner hareketinin meddi olarak başladı. Bu Amerika'nın o günkü sosyo-politik durumu göz önüne alındığında tabii bir başlangıçtı. Hıristiyanlığı yayma gibi bir davaya kendisini adamış kimselerden başkaları bu uzak diyarın insanları ile, onların halleri ile neden ilgilensin idi. Bu dünyanın menfaatlerine tapan insanlardan hiçbiri bu işin ciddî zorluklarına ve tehlikelerine katlanmaz, kifayetsiz ücrete ve misyoner öncülerin yetindiği dar imkanlara kanaat etmezdi. Bu günlerde ABD de yaygın olan tarikatlar Kalvenizm ve Puritanizm'di. Bu mezhepler, insanın doğuştan delalette olduğu ve doğuştan günahkârlığı, insanların ilahî kurtuluşa erdirilmeleri ve Hz. İsa ve ondan sonrasının tarihi, her insanın teker teker büyük değeri oluşu, vicdan hakimiyeti, ebedî mükafatlar ve kurtarılmışların ruhları için cennet ile hesap gününün geleceği gibi doktrinleri derinleştirmişlerdi. Bu Sayfa |9 konulardaki kuvvetli inançları ve dinledikleri vaazlar, ateşli genç Hıristiyanlara, hayatlarını bu mukaddes hizmete vakfetmeleri için bir davet niteliği taşıyordu. Diğer macera unsuru taşıyan akımlar gibi bu da Amerikan kolejlerine yayıldı. 1806 yılında gök gürültülü bir sağanaktan, kuru ot ve saman yığınlarının karaltısına saklanmış bir gurup Williams Koleji öğrencisi; ihtiyaçları, Hıristiyan olmayışı sebebiyle günahkârlığı ve acıları ile geniş Asya topraklarından konuşuyorlardı. Bunların arasından beş genç bilhassa Hindistan üzerinde durarak misyonerliğe karar verdiler. Dört yıl sonra da 1810 da Boston'da daha yaşlılar tarafından American Board of Comissioners for Foreign Missions A.B.C.F.M. Kuruldu. Kurucular esas itibariyle Kongregasyon mezhebinden idi ama diğer mezhep mensuplarına da çalışmak istedikleri takdirde davetli oldukları bildirilmişti. Bir müddet sonra Williams Koleji'nin başkanlığına getirilecek olan Mark Hopkins, Kolej öğretmenlerini temsilen bu teşkilata girmişti ki bu kolejin öğretmenleri, öğrencilerini yabancı ülkelerde misyonerlik yapabilmeleri için sıkı bir eğitime tâbi tutuyor ve onları bu konuda teşvik ediyorlardı. İşte çok küçük bir grubun başlattığı bu hareket, dünyanın Amerika'dan çok uzak köşelerine önce izcilerini (scout) sonra da yetişmiş ve gittikleri yere yerleşecek elemanlarını (host) göndermeğe başladı. O zamanlar Osmanlı İmparatorluğu 8 milyon kilometre karelik bir sahayı kaplıyor ve bu topraklar üzerinde kırk milyon kadar insan yaşıyordu. Bu insanların büyük çoğunluğu Müslüman ve bir kısmı da doğu Hıristiyanları idi. İstanbul gibi dünyanın en eşsiz etki merkezi İmparatorluğun başşehri, Kudüs, Mekke, Medine, Bağdat ve Kahire gibi mukaddes şehirler de topraklarının içindeki mukaddes şehirlerdi. Misyonerlerin ilk durakları Kudüs'tü ama İmparatorluğun diğer bölgeleri ve bu bölgelerde yaşayan kültür gurupları da gözden uzak tutulmuyordu. İzciler (scout), yani öncü misyonerler tarafından keşif seyahatleri 1919 dan itibaren kesintisiz sürdürüldü. Kudüs ve S a y f a | 10 civarındaki mukaddes topraklar ziyaret edildi. İngiliz kontrolünde olan Malta adasında bir matbaa kuruldu. Misyonerlerin kullanacağı propaganda malzemesi burada hazırlandı. Yunan Klasikleri ve Yeni Ahid'in Yunancası, bütün yeniden düzenlenmiş Amerikan Protestan kiliselerinde ve İncil okullarında okutulduğundan, bilhassa Yunanlıların Osmanlı İmparatorluğu’na isyan ettikleri 1821 yılından itibaren Amerika'da güçlü bir Yunanlı sevgisi vardı. Misyoner öncülerinin Anadolu içlerinde, Kafkaslara ve İran'a kadar yaptıkları keşif gezileri, onları Ermenilerle de temas haline getirmişti. İstanbul misyonerler için ikametgah ve Amerikan Board için de 1831 yılında bir istasyon olarak seçildi. İzmir'e zaten daha önceden yerleşilmişti. Dost görünümlü, Hıristiyanlık içinde mezhep farklılığı gütmeyen ve gayrı-siyasi olma iddialı bir misyoner nüfuzu; hükümet kontrolü, Amerika'nın ticari nüfuzu ve misyoner teşkilatı kültür işleri otoritelerinin tayin ettiği coğrafya çizgileri boyunca Osmanlı İmparatorluğunun dört bir bucağına yayıldı. Stratejik mevkilerde misyoner istasyonları ve ileri karakollara teşkil edildi. İlk öncülerin arasında bulunan Cyrus Hamlin, 1840 yılında İstanbul'da Bebek'te gayrı-Müslimlerin çocukları için, kendi kültür toplulukları arasında İncil hizmetkârları, vaizler, İncil ve diğer Hıristiyanlığa dair kitapları satacak seyyar propagandistler ve öğretmenler yetiştirmek üzere tarihi okulunu açtı. İmparatorluğun her yanında misyoner merkezleri teşkil edilirken bu tip okulların sayıları da arttı. Dört İncil'e birlikte inanan Amerikan Evangelistleri gibi bu okullar da Protestanlığı temsil etmedikleri gibi diğer mezhep mensuplarını Protestan yapmağa da çalışmıyorlardı. O zamanlar Türkiye'de Protestan kilisesi yoktu. Böyle bir kiliseye ihtiyaç duyulmadığı gibi kurmak için arzu duyan da yoktu. Misyonerlerin bir azınlığı için tek ve basit amaç, kendi kültür grupları arasında öğrendiklerini yayacak, yetenekli genç insanlara Hz. İsa örneği bir insanlık kazandırmak, İncil'i öğretmek amacıyla eğitim sağlamaktı. S a y f a | 11 Misyonerlere göre, eski Doğu Kiliseleri ile onların mensupları bu gayretlere büyük ilgi duyuyorlardı. Bu insanlar kalpleri ve ruhları ile, güç ve kuvvetleri ile bir uyanışın içindeydiler. Fakat aslında uyanan milliyetçilik duyguları ve politik kimlik arayışıdır. Bu çalışmalara ilk ilgi gösterenler daha ziyade Ermenilerdi. Ancak Ermeniler Hıristiyanlığı kabul ettikleri ilk andan itibaren kendi bağımsız kiliselerini kurmuşlar ve diğer mezheplere hiç iltifat etmemişlerdi. Ermeni Kilisesinin başı Patrik İstanbul'da oturuyor ve Fatih Sultan Mehmet zamanından beri kendisine tanınan hakları kullanarak Ermeniler üzerinde aynı zamanda bir siyasi lider gücüne sahip bulunuyordu. Ermenilerin eğitimi de Patrikhane tarafından düzenleniyordu. Evangelist misyonerler her ne kadar Ermenileri mezhep değiştirmeğe davet etmiyorlarsa da onların Ermeni camiası içindeki çalışmaları Patrik'in dini otoritesini sarstığından, çok geçmeden misyonerler bu camianın kuvvetli muhalefeti ile karşılaştılar. Buna rağmen imparatorluğun çeşitli yerlerinde Evangelist kiliseler tesis edildi. Sene 1846 oldu. 1877 Osmanlı-Rus savaşı ve bu savaştan Osmanlı İmparatorluğu'nun Hıristiyan bir topluma yenilmiş olarak çıkması, Hıristiyan kültür gruplarının bağımsızlıkları için kıpırdanmağa başlamalarına sebep oldu. İlk misyonerler geldiğinde, Hıristiyan çocuklarının eğitimi kiliselerde sadece ilahiyat ve kendi kültür gruplarının dilini öğrenmekten ibaretken, şimdi bu kültür gurupları, bilhassa Protestan olanlarının öncülüğünde yeni kiliseler ve okullar açmak üzere hızlı bir yarışın içine girmişlerdi. Protestan olan gruplar nispeten daha uyanık, gelişimden yana ve refah içinde kimselerdi. Müslüman toplum içinde de diğer mezhep mensuplarından daha fazla rağbet görüyorlardı. 1864 yılında Türkiye Batı Misyonu, Hamlin'in Bebek'teki okulunun Anadolu'nun daha içindeki vilayetlerine taşınmasına karar verdi (9). Ancak daha 1860 senesinde Hamline bu teklif yapılmış, o da Misyoner teşkilatındaki görevinden istifa ederek Robert'in sağladığı para ile Rumeli Hisarı sırtlarındaki arazide Robert Kolej'i inşa etme işine koyulmuştu. 1863 yılında da Bebek'teki okul bu yeni tesislere taşınarak Robert Kolej adını S a y f a | 12 almıştı. Bu sebeple Merzifon'daki misyoner okulunda uzun yıllar öğretmenlik yapan George E. White'ın hatıralarında, bu taşınmadan neyi kastettiğini anlamak güçtür. Bu devirde misyoner okullarının hükümetten açılış izni almaları bazı formalitelere bağlanmıştı. Ancak bir kere açılış izni verilen bir okul faaliyetine ara verse de bu izni sonuna kadar kullanabiliyordu. Bu sebeple bu taşınmadan kastın, aynı müsaadenin Anadolu'da açılacak yeni bir misyoner okulu için kullanılmağa başlanması olduğu anlaşılıyor. Misyon bu kararına gerekçe olarak din adamı olarak yetişecek genç öğrencilerin bu dünyaya açık ve kozmopolit merkezden uzaklaştırılıp hizmet edecekleri kültür guruplarına yaklaştırılmalarının daha faydalı olacağını gösteriyordu. Açılacak yeni misyoner okulu için Merzifon birçok bakımlarda müsait bir yer olarak tespit edilmişti. J.Y. Leonard zaten karısı ile beraber Merzifon'da idi. Mr. Dodd karısı ile birlikte onlara katılmak için İzmir'den ayrıldı. Ayrıca bu istasyona katılmak üzere Amerikadan John Smith ile karısı yola çıkarıldı. Daha sonra Kız Okulu'na otuz seneye yakın müdirelik yapacak olan Eliza Fritcher de geldi. Antep istasyonundan Avedis Assadorian ve daha sonra da Garabed Thoumayan adlı iki öğretmen getirildi. 1880 lerde Türkiye'deki misyonerlerin imkanları bir hayli artmış, Batı Misyonunun yanı sıra, Doğu, Merkezi Anadolu ve Avrupa Yakası Misyonları da teşkil edilmişti. Batı Misyonu'nun sahası yine en geniş olanıydı İzmir'den Toros dağlarına ve oradan da Kuzeyde Samsun ve Trabzon’a kadar uzanıyor, Merzifon'u da içine alıyordu. Bu saha içinde misyoner faaliyetleri 60-70 kadar Amerikalı ile onlara candan yardım eden iki yüz kadar yerli Hıristiyan tarafından yürütülüyordu. Yüz kadar noktada ve dört bin kadar talebesi bulunan yüzü aşkın okulda Evanjelik vaazlar veriliyor ve öğretim yapılıyordu. Kız ve erkeklere öğretim yapan ortaokul, lise ve seminerlerde bulunan altı yüz kadar öğrenci ile bu sayı beş bine yaklaşıyordu. Bütün Batı Türkiye Misyon sahası içinde bu sistemin çalışmasını mümkün kılmak için öğretmen yetiştirebilen tek S a y f a | 13 müessese Robert Kolej idi. Robert Kolej'in patronluğunu ise çoğu zengin iş adamları ile Amerikan dışişlerinde ve diğer resmi kuruluşlarında görevli memurlar oluşturuyordu ve büyük çoğunluğu Türkiye'ye yabancıydı. Küçük Asya'nın kuzey doğusunda faaliyet gösteren Doğu Misyonu'nu Harput'ta açtığı Fırat Koleji ile Güneydoğuda faaliyet gösteren Merkezi Misyon Antep'te açtığı Merkezi Türkiye Koleji ile başlangıçlar yaptılarsa da Batı Anadolu'dan koptular ve uzak düştüler. Beyrut'taki Suriye Protestan Koleji ise daha sonra Amerikan üniversitesi adını alarak inkişaf etti. 1880 yılında Batı Misyonu'nun altı misyoner istasyonundan gelen temsilciler İstanbul'da bir araya geldi. Normal yıllık toplantılardan biri olan bu toplantıda yüksek tahsile büyük önem verilmesi konusunda karar alındı. Misyonerler netice itibari ile ülkenin yabancıları idiler. Bu gibi yüksek tahsil kuruluşlarını para ile destekleyecek kiliseler, okullar, bunları yönetmekte çalışacak olanlar ise mahalli kültür gurupları idi ve onların elindeydi. Misyonerlerin açmış olduğu İlahiyat Seminerlerinde tahsil görmüş papazların yönettiği topluluklar böyle yüksek tahsil verecek Kolejlerin açılmasına sempati gösteriyor ve bunların kurulup geliştirilmesinde hizmet etmeğe arzulu görünüyorlardı. İşte Merzifon’daki Rum ve Ermeni cemaati bu daveti yaptı ve bunun sonucunda orada Anadolu Koleji açıldı. Misyonerleri Osmanlı İmparatorluğu içinde ilk karşılayanlar Ermeniler olduğu gibi, bu Kolej fikrini ilk benimseyenler de Ermeniler olmuştu. Ermeniler İmparatorluğun her tarafına dağılmış olarak yaşıyorlardı. Ne üniversiteleri vardı ne payitahtları ve ne de kültür merkezleri, çocuklarını okutmak için açılmış ve resmen tanınmış yaygın eğitim kurumları, dünyaya açılan bir limanları, ordusu donanması da yoktu Ermenilerin. İşte Merzifon'da açılan bu Hıristiyan Koleji, bağımsızlıklarına kavuşma arzusu ile yanan ve bu yüzden nesillerini gözü açık ve bilgili olarak yetiştirmek isteyen Ermenilerin gençlerine yüksek tahsili sağlıyordu. Bu yüzden Ermeniler bu okula büyük rağbet gösterdiler. Ancak bu yüksek okulun diploması resmen tanınmış değildi. S a y f a | 14 Merzifon'daki Kilise'nin önderliğinde Pontus Evanjelik Cemiyeti, misyoner teşkilatına bir mektup yazarak, Merzifon'daki okul Kolej düzeyine çıkarıldığı takdirde 1000 Osmanlı lirası yani 4400 dolar yardımda bulunacağını bildirdi. İstanbul'da toplanan Batı Misyonu da zaten yukarıda belirttiğimiz gibi bu doğrultuda bir karar almıştı. Neticede Boston'daki Amerikan Board yılda 1200 dolar yardım yapmayı kabul etti. Sultan II. Mahmut, İmparatorluğu içinde bulunduğu gerileme sürecinden kurtarmak, büyük güçler arasına katmak istiyordu. Yardım için Batı'lı güçlere gözünü çevirdi. Bu sırada İngiltere, Fransa, Rusya ve Avusturya, İmparatorluğun dünya ticaret yollarının kavşağına kurulmuş, stratejik bakımdan dünyanın en önemli mevkii kabul edilen topraklarına bakıyorlar, bu ülke üzerindeki nüfuzlarını artırmak için birbirleriyle kıyasıya rekabet ediyorlardı. Sultan II. Mahmut, çağa ayak uydurmaya çalışan diğer toplumların liderleri gibi, egemenlik haklarından bir şey kaybetmeden Batılı güçlerden yardım sağlamak gibi pek dar bir yoldan yürüyordu. Batılı güçlerin rekabeti ise ona daha fazla esnek hareket etme imkânı veriyordu. ABD de bu ortam içinde ilişkilerini geliştirmek ve Batı'lı güçler arasındaki itibarını artırmak için ABD'nin Osmanlı İmparatorluğu'ndaki temsilcisi Commodore Porter vasıtasıyla bu rekabete katıldı. Temsilcilik ABD hükümetinden pek seyrek talimat alıyor ve Başkan Washington'un "işlere bulaşmayın, kendi hallerinde gelişmelerini bekleyin ve dost edinmekle meşgul bulunun" sözü üzerine hareket ediyordu. Papaz William Goodell misyonerlerin güçsüz, çevrelerine etkisiz ve hatta müsaadesiz olarak İstanbul'da oturup durduklarını yazarak yakınıyordu ama bu durum ABD temsilciliğinde çalışanlar için de doğruydu. 1832 de imzalanan anlaşma, diplomatik temsilciler ve tacirler için gerekli oturma iznini veriyordu ama misyonerlere bu hak tanınmış değildi. Onların ülkedeki çalışma güvenlikleri Amerikalı olmalarından ileri geliyordu. Yeni bir ülkenin yaşlı bir kıtadaki temsilcileri olarak S a y f a | 15 ABD büyükelçilikleri ülkelerinin itibarını bu topraklarda yeniden kurma işi ile karşı karşıya kaldılar. 3. OSMANLI İMPARATORLUĞU İLE İLK ANLAŞMA Avrupa'nın büyük devletleri itibarlarını askeri zaferleri üzerine kurmuşlardı. Amerikan maslahatgüzarı İstanbul'a geldiği sıralarda Avrupa’nın askeri üstünlüğünün farkında olan sultan II. Mahmut, Avrupa esasına göre ordunun yeniden düzenlenmesini düşünüyordu. Osmanlı sarayının zihnindeki Amerika kavramı muğlaktı. Avrupalı güçler ise Amerika'nın dünya siyasetindeki niyetleri konusunda pek bir şey anlayamamışlardı. Osmanlı toprakları üzerindeki planlarını bozabilecek olan bu davetsiz misafire karşı endişeli bir umursamazlık içinde bulunuyorlardı. Sultan ve tebaasının, ilkeleri ve gücü ile birlikte Amerika'yı tanımaları isteniyorsa bu hususta kendilerine malumat takdim edilmeliydi. Sultan ve vezirleri Amerika'yı merak ediyorlardı ama bu kadar uzaktaki bir ülkeye karşı pek öyle fazla ilgili de değillerdi. Askeri ve diplomatik bakımdan bölgeye ağırlığını koyamayacak kadar uzak olduğunu düşündüklerinden, Amerika ile yapılacak bir anlaşmayı sırf ticareti geliştirebileceği düşüncesi ile arzuluyorlardı. İşte bu sebepten 1832 anlaşması ticari mahiyette idi. ABD dışişleri Bakanlığı'nın yeni tesis edilmiş maslahatgüzarından istediği şey de anlaşmayı ikmal edip ticaretin gelişimine çalışması idi. İstanbul’daki Amerikalılar, maslahatgüzar Commodore Porter'ın ailesi ile misyonerlerden meydana gelmişti. Bunlar Amerika'nın Osmanlı İmparatorluğu'na gücünü de göstererek yaklaşması görüşündeydiler. Amerika'nın itibarı ve nüfuzu ancak bundan sonra gelebilirdi. Bu sebeple Porter diğer S a y f a | 16 Avrupalı güçlerin cesur, müreffeh, debdebeli ve askeri kahramanlıklarını açıkça teşhir eden yollarını kullanmaya karar verdi. Anlaşmanın ikmal edilmesi Porter'ın önündeki birinci iş idi. Sultan anlaşmanın karşılıklı eşit şartlarda olmasını istediği halde, Porter'dan evvel anlaşma için çalışan ABD heyetleri daha ziyade ABD lehine bir anlaşma kaleme almışlardı. Ancak Babıâli bu anlaşmayı kabul etmeyince Porter büyük bir isteksizlikle bu anlaşmaya yazılı bir mutabakat eklemek zorunda kalmıştı. Bu yazılı mutabakata göre Porter ve onun yerine geçecek olanlar, askeri ikmal maddeleri, harp malzemelerinin ve vasıtalarının yapımı ve askeri eğitim konularında "dostça yardım" larını esirgemeyeceklerdi. ABD, Babıâli üzerinde nüfuz kazanmak istiyorsa bunun yolu o günlerde mutlaka askeri teknolojiden geçiyordu. Amerikalıların bu konudaki başarıları çok çabuk gerçekleşti ama uzun ömürlü olmadı. Ordu ve donanmanın yeniden teşkiline büyük önem veren Sultan II. Mahmut, o günlerde Rusya'nın etkisinde bulunuyordu. Ancak Rusya'nın gemi teknolojisi, Sultan'ın bu konuda yardım için İngiltere'ye yönelmesini önleyecek bir düzeyde değildi. Amerikan maslahatgüzarı olarak bir deniz binbaşısının tayin edilmiş olması sanki Ruslar tarafından planlanmış bir işti. çünkü İngiliz kralını kontrol edebilecek pençe, ancak ABD'ninki olabilirdi. Eğer Amerika, İngiltere'nin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki ticaretini ve nüfuzunu zayıflatma doğrultusunda çalışırsa, Rusya'yı kendisine müttefik bulması çok tabii idi. Ancak İngiliz-Amerikan rekabeti hiçbir zaman gerçekleşmedi. Amerika bu sularda henüz ticaret açısından kendisini İngiltere ile rekabet edecek düzeyde görmediğinden Rusya'ya karşı İngiltere ile ideolojik müttefik olarak kalmayı tercih etti. ABD'nin, Rusya'nın takdim ettiği inisiyatifi eline almamasının sebebi, doğrudan doğruya Rusya'nın Babıâli nezdindeki itibarını 1838 de birden bire kaybetmesiydi. ABD oynadığı rolü büyütüp genişletememişti. Bu konuda arzusunu belirtmiş ama dev güçlerle rekabet etmek için gerekli ekonomik kuvvet gösterisini başaramamıştı. Osmanlı İmparatorluğu ile ilgisinin ilk yedi S a y f a | 17 senesinde askeri teknoloji ve denizcilik teknolojisi konusunda güvenilir münasebetler kurmuş, ancak bu münasebetler 1866 yılında sivil harp sonucunda açığa çıkan askeri malzemenin bir bolluk meydana getirmesine kadar kısır kalmıştı. 1831 yılında Porter, ABD’nin önde giden denizcilik şirketine müracaat ederek Osmanlı İmparatorluğunun talepleri ile ilgilenmesini rica etti. Eckford, Sultan'a 1833 yılında Amerikan yapımı bir Uskuna (10) sattı ve iki tanesinin daha yapımını üzerine aldı. Bunlardan biri tamamlandı fakat ikincisi bitmeden Eckford öldü. Commodore Porter'ın yakın ilgisi sayesinde Eckford'un iş arkadaşı Rhodes bu ikinci uskunayı da tamamladı ve teslim etti. Bu Rhodes daha sonra Osmanlı Donanması'na 60 kişilik bir firkateyn, 22 kişilik bir brik, iki tane de 12-kişilik filika sağladı. İşte ABD'nin doğudaki deniz lerde nüfuzunu artırma çalışmaları da bundan ibaret kaldı. Rhodes 1839 yılında Sultan II. Mahmut'un ölümü üzerine Babıâli'deki İngiliz nüfuzu yeniden artınca Amerikaya döndü. Hatta Amerikalı'ların denetiminde İstanbul'da inşa edilmekte olan 300 beygir gücündeki buharlı firkateynin inşaatı da Amerikalı mühendis John Reeves'in ülkesine dönmesi üzerine yarım kalmıştı. Ancak gemi inşası Babıâli’nin tek meselesi değildi. Yeni harp vasıtalarını kullanacak insan gücünün de eğitilmesi gerekiyordu. Porter 1836 yılında Osmanlı Donanma Kumandanı Kaptan Paşa'nın Foster Rhodes'ten "Commadore Osmanlı Donanması'nın düzenlenmesi için Amerikalı deniz subayları getiriversin" talebinde bulunması üzerine ABD hükümetinden talepte bulunmuştu. Ancak ABD hükümetinin cevabı olumlu olmadı. Yedi ay sonra, emekliye ayrılmış Amerikalı deniz subaylarının Osmanlı Donanması'nın eğitiminde vazifelendirilmelerini talep etti. Daha sonraki yıllarda da yine Porter tarafından kabiliyetli Osmanlı deniz subaylarının Amerikan Bahriyesi'nde eğitimleri teklifi yapıldı. ABD hükümetinin bu sürekli çekimserliğini anlamak Porter için mümkün olmuyordu. Amerika'nın o zamanlar çok sıkıntısını çektiği ekonomik darlık ile birlikte bu tutumun asıl sebebinin, Amerika'nın dünyanın bu tarafındaki işlere bulaşmak istememesi olmak gerekir. S a y f a | 18 Bununla birlikte Porter Padişah'a ve saray erkânına Amerikan yapımı el silahları hediye ederek Amerikan askeri teknolojisinin üstünlüğünü vurgulama gayretlerini sürdürdü. 1840 yılında Osmanlı İmparatorluğu içinde en ücra köşelere kadar bir konsolosluklar sistemi kurulmuştu. Ancak bu konsolosların bir kısmı da bizzat misyonerlerdi. Bilhassa Ermenilerin bulunduğu yerleşme merkezlerinde, Doğu Kiliseleri'nin reforma ihtiyacı olduğunu ileri sürerek Ermenilerin Protestan yapılma gayretlerinde Amerikan Bayrağının kullanılması Ermeni kilisesini rahatsız etmiş, Ermeniler kendilerini tutan İngiliz ve Ruslar aracılığı ile durumu ABD dışişlerine duyurmuşlardı. Bunun üzerine 1840 başlarında alınan bir Dışişleri Bakanlığı emrinde İstanbul, İzmir ve İskenderiye dışındaki bütün konsolosluklar acentelikler haline getiriliyordu. Emirde bu fikrin, ABD Başkanı'nın diğer konsoloslukların çalışmalarının verimli olmadığı doğrultusundaki düşüncesinden çıktığı belirtiliyordu. İngiliz sempatizanı bir idare saraya yerleşince İmparatorluk üzerinde İngiliz nüfuzu adamakıllı artmış ve bu nüfuzdan cesaretlenen azınlık kültür grupları kıpırdanmaya başlamışlardı. Porter'a göre böyle bir zamanda Amerika zail olmaya başlayan itibarını yeniden kurabilirdi. Ancak ABD başkanı bu azınlık kültür gruplarının bulundukları yerleşim merkezlerindeki konsolosluklarını kapatmakla tamamen ters bir davranışta bulunmuştu. PorterABD Dışişleri Bakanı'na endişelerini şöyle ifade ediyordu:(11) "Konsolokluklarımız olmazsa vatandaşlarımızın, Türkiye ile anlaşma yapılmasından önce olduğu gibi, İngilizlerin himayesine sığınmak zorunda kalmaları konusundaki endişelerimi belirtmeme müsaade edin." Gerçekten de Konsoloslukların himayesine muhtaç yegane Amerikalılar olan misyonerler, İngiliz himayesine sığınmak zorunda kaldılar. İşin garibi İngilizlerin kendi misyonerleri ülkede faaliyet gösteremiyorlardı. 1820’lerde başlayan faaliyetleri 1828 yılında Padişah'ın bütün Protestan S a y f a | 19 misyonerlerinin ülkeyi terk etmeleri konusundaki emri mucibince ayrılmışlar, bir daha da dönememişlerdi. Daha önce de bahsettiğimiz gibi bundan bir yıl sonra Boston'da merkezini kuran Amerikan Board'a bağlı Papaz Goodell ve Papaz Bird Lübnan'a gelmişler, fakat ortamın çok karışık olduğunu görerek bir müddet için Malta adasına yerleşmişlerdi. Malta adasında faaliyetlerinde kullanacakları propaganda dokümanlarını ve mahalli dillerdeki İncilleri basmakla vakitlerini geçiren misyonerler, Türk-Amerikan anlaşmasının verdiği cesaretle yeniden Lübnan'a döndüler ve Lübnan Dağı'nda oturmalarına izin verilen mevkie yerleştiler. Aynı anda Papaz Goodell, İstanbul'da da bir merkez açtı. Karşılaştıkları birçok güçlüğe rağmen misyoner faaliyetleri hızla yayılıyordu. Bu başarının asıl sebepleri arasında iyi organize olmaları ve azimli halleri bulunmakla birlikte Amerikan maslahatgüzarı ile sıkı bir temas halinde olmalarının ve maslahatgüzarın onların imparatorluk içindeki faaliyetlerine gerekli kanuni desteği sağlamasının rolünü azımsamamak gerekir. Porter Babıâli’ye başvurarak imparatorluk içinde bulunan bütün Amerikan vatandaşlarının korunmasını ve kanunlar karşısında Müslüman tebaa ile farksız muamele görmelerini talep etmiş ve bu talebi kabul edilmişti. Bu duruma göre misyonerlerin Hıristiyanlığı yaymak için giriştikleri faaliyet suç sayılmıyor sadece diğer Osmanlı tebaasının işleyebileceği adi suçlardan birini işlerlerse, Osmanlı mahkemelerinde aynı kanun hükümlerine tabi oluyorlardı. Aslında bu misyonerler için çok büyük bir imtiyazdı. Misyonerler Müslüman halktan hiçbir tepki görmüyorlardı. Müslüman halk kendi inancını Hıristiyanlıktan üstün gördüğünden ve Müslümanlığın Hıristiyanlığı nesheden bir din olduğunun şuurunda olduğundan misyonerlere ehemmiyet vermiyordu. Bu sebepten misyonerler halkın kendi inançlarına duydukları sempati sebebiyle değil de, ilgisizlikten doğan hoşgörü sebebiyle tepkilerden masun bulunuyorlardı. Misyonerler Osmanlı İmparatorluğuna dinsizler olarak nitelendirdikleri Müslümanları Hıristiyanlaştırmak amacıyla gelmişlerdi. Ancak Müslüman halkın kendilerine yönelen acıma bakışları altında küçüldüler. Hıristiyanlar asıl itibariyle S a y f a | 20 toplumda Müslümanlardan sonra gelen bir kültür grubu muamelesi görüyorlardı. Askere alınmıyorlar ve mahkemelerde şahitliğe çağırılmıyorlardı. Misyonerler Müslümanlara tesir edebilmek için halis Hıristiyanlık örnekleri göstermek gerektiğine inanmışlardı. Ancak onlara göre bütün İmparatorlukta bu gibi örneklerin sayısı hiç de fazla değildi. Bütün Doğu Hıristiyanlığı kiliseleri ile birlikte reforma muhtaçtılar. Mevcut Hıristiyanlara yeni bir ümit ve iyimserlik duygusu verilebilirlerse, Müslüman'ların dikkatlerini Hıristiyanlık inancı üzerine çekmek mümkün olabilirdi. Müslümanlara böyle iyi Hıristiyan örnekleri takdim etme konusunda misyonerlerin karşısında İmparatorluk içindeki Hıristiyan kültür grupları, bilhassa Ermeniler ve Rumlar uygun bir malzeme olarak duruyorlardı. Ermeni'ler kendi patrikleri ve azınlık kültür grubu hakları ile ayrı bir yaşayış sürdürüyorlardı. 1830’larda Ermeni Kilisesi’nin başında bulunan mülayim bir Patrik, Amerikan misyonerlerinin Ermeni cemaati ile birlikte Müslümanlar arasına dini akınlar yapmasına izin verdi. Misyonerlerin çalışmalarını kolaylaştıran bir husus da bu gün bizim öğrenci velilerimizin yabancı okulların önünde yüzlerce metre kayıt kuyruğu oluşturması gibi birçok Ermeni'nin kız ve oğlan çocukların Batı normlarında eğitime tabi tutma konusundaki arzularıydı. Aynı arzuyu daha sınırlı olmakla birlikte Babıâli de gösteriyordu Doğu-Batı rekabeti sebebiyle Batı'nın fen ve teknolojisine dair dersler Osmanlı gençliği için de çok elzemdi. Papaz Roodell İstanbul'a gelir gelmez Hükümet, misyonerlerin Batı öğretim esaslarına göre resmi okulların açılmasında yardımcı olmalarını talep etmişti. Batı tipi eğitim yöntemlerinin ithali kâfi değildi. Babıâli bunun yanında ders kitapları ve araç gereç de istiyordu. çok geçmeden Osmanlı Devleti hizmetinde çalışan binlerce genç, Batı tipi eğitim ve kurslara tabi tutuldular (12). Papaz Goodell'in başarısı, onun insanları Hıristiyan yapma tasarılarına mani olmadığı gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda Amerikan itibar ve nüfuzunun artmasına da sebep olmuştu. Açılan yüzlerce misyoner okuluna şimdi daha çok Ermeni çocuklarını severek gönderiyordu. Müslümanları Hıristiyan, S a y f a | 21 Ermenileri Protestan yapma arzuları Papazları gayrete getiriyor, bu okullarda çocuklar ve gençlere, başka bir yolla karşılayamadıkları eğitim ihtiyaçları, Hıristiyanlık telkin ve eğitimi ile birlikte takdim ediliyordu. Ancak 1840 başlarında Sultan II. Mahmut'un yerine geçen genç padişah zamanında II. Mahmut'un Batılılaşma arzusu sebebiyle seslerini çıkaramayan ülema ağırlığını koymuş ve misyoner faaliyetlerini dizginlemişti. Ermeni cemaati de İmparatorluğun zayıfladığını görerek istiklal ümidini kuvvetlendiriyordu. Böyle bir zamanda Ermenilerin milli hislerini zayıflatan, onları Amerika sempatizanı haline getiren misyonerler ve onların cemaat içinde faaliyet göstermesine izin veren zayıf Patrik, Ermeni ihtilali taraftarlarının düşmanlığını topluyorlardı. Ermeniler patriklerini değiştirdiler. Sultan Abdülmecit İmparatorluğun iç ve dış müşküllerini halletmek arzusu ile İngiltere'ye ve Sir Stratford Canning'e döndü. Tabii misyonerler de öyle yaptılar. Sultan bu arada bütün misyonerlerin İmparatorluğu terk etmelerini emretti. Onlar ABD maslahatgüzarı Porter’ın, Amerikan vatandaşları olmaları hesabiyle bütün gücünü kullanarak kendilerini savunacağını umuyorlardı. Ancak Porter, Sultan'ın talebini yerine getirmeyi uygun buluyordu. Misyonerlerin başı Goodell "Amerikan vatandaşları olan misyonerlerin kanunları ihlal etmedikçe sınır dışı edilemeyeceklerini" Sultan'a hatırlatması konusunda Porter’ı ikna etti. Ancak misyonerler Osmanlı topraklarında sade birer Amerikan vatandaşı olmaktan öte bir faaliyet içindeydiler. Ne var ki faaliyetlerini yavaşlatmak şartı ile kalmalarına izin verildi. Ancak misyonerler hiç de sinecek gibi değillerdi. Bu sefer destek için İngiltere'ye ve Sir Stratford'a bakmağa başladılar. İngiltere başlangıçta dini faaliyetlere bulaşmak niyetinde değildi, ancak çok geçmeden Amerikan misyonerlerinin pek ala İngiliz menfaatlerine hizmet edebileceklerini fark ettiler. Osmanlı İmparatorluğu içindeki Hıristiyan kültür grupları S a y f a | 22 arasında hem Rusların ve hem de Fransız'ların papazları faaliyet halindeydiler. Bu papazlar Hıristiyanları kendi kültür gurupları içinde bütünleşmekle birlikte İmparatorluk içindeki Rus veya Fransız faaliyetlerini desteklemeleri konusunda ikna ediyorlardı. Vaazları ile oldukça etkili oluyorlardı. İmparatorluk içinde misyoner faaliyetleri olmayan İngilizler, Amerikan misyonerlerinin aynı amaçla kullanılabileceğini gördüler. Amerikan konsolosluklarının bulunmadığı ücra köşelerde bile bu misyonerleri desteklediler, nüfuzlarını yaydılar. ABD parlamentosunda ve Dışişleri Bakanlığında misyonerlerin önemli ağırlıkları vardı. Daha sonra da göreceğimiz gibi maslahatgüzarların tayininde misyoner faaliyetlerine yardımcı olacak nitelikte olup almadıkları çoğu kere esaslı bir ölçü oluyordu. Daha önce Dışişlerini konsolosluklar kurma konusunda sıkıştıran misyonerler, İngiliz desteğinde rahata kavuşunca, ABD maslahatgüzarının kapatılan konsoloslukları yeniden açtırama gayretleri de semeresiz kalmıştı. Ancak Amerikan misyonerleri politik hareket ediyorlar, meselelerini önce kendi maslahatgüzarlarına götürüyorlardı. Ancak o sıralarda ABD Dışişleri bütün diğer sahalardaki kıtlığı paylaşıyordu. ABD, İstanbul'daki temsilcilerine yeterli tahsisat gönderemiyordu. Commodore Porter aylığı ile geçinebilmek için şehir dışında Yeşilköy taraflarında kalıyor, davet edildiği resmi kabullerin karşılıklarını yapamıyor, bazen gideceği yerler için Rus sefaretinin kayığını ödünç aldığı bile oluyordu. ABD temsilcileri İstanbul'daki maslahatgüzarlar sosyetesinin dışında yaşamak zorunda kalmışlardı. Amerikan iç savaşı doların değerini düşürürken, Kırım Savaşı da İstanbul'daki ihtiyaç maddelerinin fiyatlarını yükseltmiş, Amerikan maslahatgüzarlığı mensupları bu ikisi arasına kısılıp kalmışlardı. Amerikan geleneğine göre maslahatgüzarlığın veya konsolosluğun tahsisatı sorumlu elemanına yıllık olarak veriliyor, temsilciliğin bütün masrafları, maaşlar da dahil olmak üzere buradan ödeniyordu. Babıâli ile ilişkilerin kurulması sırasında adet veçhile verilen hediyeler de bu tahsisatlardan alınmak zorundaydı. Temsilcilik, misyonerlerin işlerine yardımcı olmak ve efkârı umumiye önüne Amerika ismini çıkarmak için açık tutuluyordu. Amerika'nın Akdeniz filosundan ara sıra S a y f a | 23 İstanbul'u ziyaret eden birkaç gemi, hakkında fikir vermeğe çalışıyordu. Amerika'nın gücü Bu sırada Commodore Porter ölmüş ve maslahatgüzarlığı yönetmek üzere Dabney Carr tayin edilmişti. İmparatorluk'un güney eyaletlerinde isyanlar başlamıştı. Lübnan ve Suriye'deki Amerikalı misyonerlerin faaliyetleri için gerekli güvenliği sağlamaya maslahatgüzarlığın gücü yetmiyordu. 1845 Ağustosunda maslahatgüzar Carr, bir yıllığına izinli olarak ABD'ye dönmüş, yerine Commodore Porter'ın yeğeni John Porter Brown bakıyordu. Bu sene içinde Türk-Amerikan ilişkileri 1838 öncesindeki seviyesine çıkmıştı. Babıâli, başka bir süper gücün pençesine düşmeden İngiliz nüfuzundan kurtulmak istemiş ve bir kere daha ABD kurtuluş yolu olarak görünmüştü. Sultan Abdülmecit temel ekonomik değişiklikler yapma yerine Avrupa pazarlarında para edecek yeni ihraç ürünleri yetiştirmeyi düşünmüştü. 1846 yılı başlarında Brown, Sultan'ın katibi Şefik Bey'i ziyaret ederek Amerikan Pamuğunu Türkiye'de deneyebileceklerini söyledi. Ne var ki iki yıllık deneme, yapılan yanlışlıklar yüzünden ümit verici olamadı. Ancak bu ilk ziyaretinden bir ay sonra Brown yeniden Şefik Bey tarafından çağırılmıştı. Bu sefer kendisiyle görüşmek isteyen, Sultan'ın eniştesi, Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Paşa idi. Brown tarafından yapılan, üç bahriye subayının deniz mühendisliği öğrenimi görmek üzere ABD'ye gönderilmeleri teklifine ilgi gösterdi. Birkaç subayın da seyrüsefer tecrübelerini artırmak için Amerika'nın Akdeniz filosuna katılabileceklerini söyledi. 1846 Mayısında da Reşit Paşa aynı konuda yeni taleplerde bulundu. Brown ABD Dışişleri Bakanlığı'na şöyle yazdı: "Türklerin ülkemizi daha yakından tanımaları ve iki ülke arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi için bu teklifleri ben teşvik etmiş bulunuyorum." Ancak daha sonra ne ABD hükümeti ve ne de Osmanlı Hükümeti bu mesele üzerinde durmadı. Misyonerler Batı'da ilk defa ortaya çıkışından üç yüz yıl sonra, Doğu Hıristiyanlarına reform götürmeğe çalışıyorlardı. S a y f a | 24 Misyonerlerin dilleriyle reddetmelerine rağmen görünüş o idi ki, Protestanlığı kabul edenler kendi cemaatlerinden kopuyorlar ve ayrı bir Protestan kültür gurubunun teşkiline yöneliyorlardı. İngiltere'nin İstanbul maslahatgüzarı Sir Stratford Canning ise böyle bir kültür gurubunun varlığını tescil ettirmenin şampiyonu olmuş, diğer Protestan ülkelerin nüfuzunu da yanına almıştı. 1846 yılında biriken olaylar böyle bir cemaatin teşkili meselesini ortaya çıkardı. 1844 yılında yumuşak Ermeni patriği değişmiş, yerine Ermenilerin bölünmekte oluşlarını sezen ve bunu önleyen azimli Matteos, Stephan III ün yerine geçmişti. 23 Mart 1844 de Padişah tarafından İmparatorluk içindeki hiçbir Hıristiyan’ın mezhebini değiştirmek için zorlanmamasını buyuran bir emirname yayınlandı. Bu emirname aslında Ermeni patriğinin mezhep değiştiren Ermenilerin kendilerinden alışveriş etmeme, ilişki kesme vs. gibi cezalarla cezalandırmasını önleme amacı ile çıkarılmıştı ama fazla bir tesiri olduğu söylenemez. 1844 Mayısında Erzurum, Trabzon ve Bursa'da, Amerikan misyonerlerinin faaliyetleri hakkında Ermeni patriğince vuku bulan şikayeti cevaplamak üzere Amerikan Maslahatgüzarlığına bakan Porter Brown Babıâli'ye gitti. 1845 Ocağında da Beyrut’tan aynı yolda bir şikayet geldi. Reşit Paşa Tanzimat Reformları'nda İngiliz sefirinin önerdiği reformlara yer vererek onun yanında yer aldığı halde, Osmanlı İmparatorluğu'na müdahalelerine zemin teşkil edecek bir Protestan Cemaati teşkil etmelerinde İngilizlere gerekli müsaadeyi vermek istemiyordu. Nisan ayı başında Reşit Paşa ayrı bir Protestan Cemaati kurmağa çalışanların sınır dışı edileceklerini ilan etti. Amerikan maslahatgüzarlığına bakan Porter Brown, ayrı bir İngiliz Protestan Cemaati teşkil etmeğe imkan kalmadığına kanaat getirerek Ermeni Patriği Matteos'u görmeğe gitti. Patriğ'e ABD hükümetinin bir resmi mezhebinin bulunmadığını, Protestanlığın yayılmasıyla ilgilenmediğini, ancak Protestan Ermenilerin Patrik tarafından eza edilmesine de seyirci kalmayacağını anlattı. Patriğin de bu işe aklı yatmıştı. 1846 Mayısında yayınladığı bir beyannamede Protestan Ermenilerin de Ermeni kiliselerine devam S a y f a | 25 edebileceklerini duyurdu. Ancak bu, Brown'ın düşündüğü nihai çözüm değildi. Bağımsız bir Protestan kültür grubunun varlığı resmen tescil edilmedikçe misyonerlerin dertleri bitmeyecekti. Ancak böyle bir cemaatin kurulmasında İngiltere inisiyatifi elinde bulunduruyordu. Bu ara, Sir Canning izinli olarak ayrılmış ve yerine İngiliz maslahatgüzarlığına bakmak için Lord Cowley geçmiş ve Protestan Cemaatinin tanınması için Babıâli ile pazarlıkları sürdürmüştü. Nihayet Baş Vezir tarafından 15 Kasım 1846 da bir ferman yayınlandı. Bu fermana göre "Osmanlı İmparatorluğu'nun Protestanlığı benimsemiş tebaası" bundan böyle ayrı bir cemaat teşkil edeceklerdi. 1850 yılında yayınlanan bir Padişahlık fermanı ile bu cemaat resmen tanınmış oldu. Amerikan misyonerlerinin şimdi karşılaştıkları güçlüğün kaynağı, Fransızların ve Ermeni Kilisesi'ne bağlı Ermenilerin muhalefetiydi. Osmanlı İmparatorluğu ile harp halinde olan İran, imparatorluğun o günkü yöneticileri ve Rusya, bölgede İngilizlerin yerini Amerikalıların almasını arzu ederken, İngilizler de Amerikalıların kendi pençelerinin bir uzantısı olarak hareket etmelerini istiyorlardı. İngiltere ayrıca Amerikan misyonerlerinin korunması işinde bir hayli ileri gitmiş ve İmparatorluk azınlık kültür grupları arasında insancıllık şampiyonluğunu elinden bırakmamıştır. Ancak İngiltere'nin uzantısı olarak görünmek Amerika'ya, onun düşmanlarının düşmanlığını kazandıracağı halde bu dostluktan eline pek bir şey geçmeyecekti. Bununla birlikte o an için ABD maslahatgüzarı Carr, misyonerler ve İngiliz maslahatgüzarı Canning hepsi de İngilizlerin ileri sürdüğü çözümde birleştiler. Carr, ABD açısından görevini layığı ile yapamadığı halde buradaki görevinin 1849 dan itibaren bir dört sene daha uzatılması konusunda misyonerlere güveniyordu. 1848 Kasımında Rufus Anderson'a müracaat ederek dört sene daha İstanbul'da kalabilmesi için nüfuzunu kullanmasını rica etti. Misyonerleri daha fazla memnun etmek için 1849 yazında Suriye ve Mısır'a bir tetkik gezisine çıktı. Ancak bunlar kafi S a y f a | 26 gelmedi, 29 Mayıs 1849 tarihli geri çağırılma mektubu eline, Temmuz ayında Suriye'de gezide iken geçti. Carr'ın yerine 1850 Martında George P. Marsh maslahatgüzar olarak geldi. Bu arada ABD maslahatgüzarlığında 14 seneden beri tercüman olarak çalışmakta olan Porter Brown altı aylık bir izinle ABD'ye gitmeğe karar vermişti. Bu seyahat başlamazdan birkaç hafta evvel Brown'un ABD'ye gideceğini öğrenen Sultan, Amerikan müesseselerinin ve kaynaklarının durumunu tetkik ettirmek için bir heyet göndermeğe karar vermişti. Heyet Bahriye Binbaşısı Emin Bey, Bahriye teğmeni Hasan Bey ve bir de misyonerlerden İngilizce öğrenmiş Ermeni tercümandan meydana gelmişti. Heyet, 20 Mayıs 1850 de Erie vapuru ile yola çıktı. Kruvazör birçok limana uğradığından Amerika'ya ancak 12 Eylülde varabilmişlerdi. New York'ta fazla eğlenmeden altı gün sonra Washington'a geçtiler. 5. PORTER BROWN MASONDU Uzun yıllar İstanbul'da Amerikan maslahatgüzarlığına bakan Porter Brown kıdemli bir mason idi. Amacı Amerikalıların dikkatini Osmanlı toprakları üzerine çekmekti. Bir seneye yakın süren bu tetkik gezisi sırasında Brown, heyetin basınla ilişkilerini üzerine aldı. Emin Bey'in konuşmalarını kalabalıklara tercüme etti. Gazetelerde yazılar yazdı. Brown'un on yıldan beri yazdığı Scioto Gazette başyazı olarak şöyle diyordu: "Emin Bey'in ziyareti insanlarımızın zihninde onun memleketi, hükümeti ve aynı inancı paylaşan insanları hakkındaki yanlış kanaatlerin düzeltilmesine yardımcı olacaktır. Türkiye bazılarının düşündüğü gibi barbar bir ülke değildir. Emin Bey'in şahsında bir numunesini gördüğümüz Türkler bu güne kadar zannettiğimiz gibi kana susamış korkunç insanlar değillerdir şüphesiz. Aslında dünya inkişaf etmekte ve medeniyet uzak doğuya doğru düzenli adımlarla ilerlemektedir. Eskiden olduğu gibi İncil'in ve eski peygamberlerin diyarına ışık tutuluyor. Yeni ziyaretçimize bütün samimiyetimizle hoş S a y f a | 27 geldin diyoruz. Uzak Doğu'nun artık bu güne kadar olduğu gibi bizden bu kadar uzak kalmasına müsaade etmeyeceğiz."(13) Emin Bey'in Amerika'yı tetkik gezisi, Brown'un faaliyetleri ile Amerikalıların Emin Bey'i ve onun şahsında Osmanlı İmparatorluğu'nu tetkik gezisi haline gelmişti. Washington D.C. de bahriye bandosu kaldıkları otelin önünde çalıyor ve kalabalıklar "Türk" görmek için birbirini çiğniyordu. Emin Bey onlara karşı kısa bir hitabede bulundu ve Brown da bu konuşmayı kalabalıklara tercüme etti. Gittikleri her yerde bu böyle sürüyordu. Brown basın organlarına Türkiye'deki yaşayış ve adetler konusunda malumat veriyordu. Emin Bey'i kalabalıklara, üzerinden barbarlığın bütün izleri silinmiş modern bir Türk olarak takdim ediyordu. Brown'un anlatmak istediği, Emin Bey, yeniden hayata kavuşturulmuş daha iyi bir Türkiye’ye geçişin mümkün olduğunu gösteren örnekti.(14) Emin Bey daha ziyade eğitim kurumları ve tersanelerle ilgilendi ve bu bir sene içinde Amerikan müesseseleri hakkında genel bir görüş sahibi de oldu. 1851 yılının 11 Martında heyete ABD başkanı tarafından bir yemek verildi. 9 Nisanda Boston'dan bir yelkenli gemi ile güneye doğru yola çıkmak ve tetkik gezisini burada devam etmek planlanmıştı. Ancak bu noktada Brown ile heyet arasında anlaşmazlık baş gösterdi ve Brown'lar heyetten ayrılarak New York'ta kaldılar. 20 Nisanda da İngiltere'ye müteveccihen yola çıktılar. Mayısın ortalarında İngiltere'ye vardılar. Burada bir ay kadar gezdiler. Emin Bey de bu arada güney gezisini tamamlamış, İngiltere'ye gelmişti. Emin Bey'i almak için Sultan tarafından gönderilen gemiye binmeleri gerekirken Brown ve annesi otelden çıkarken geçirdikleri bir kazayı bahane ederek gemiye binmediler ve İstanbul'a ayrı geldiler. Misyonerlerin korunması işinde birlikte hareket ettikleri halde, İngiltere ile Amerika arasında rekabet baş göstermeğe başlamış, Amerikalıların Yemen, Basra Körfezi ve Hindistan S a y f a | 28 sahasında ticarete girmeleri İngilizleri taciz eder olmuştu. Amerika İran ve Osmanlı İmparatorluğu ile münasebetlerini geliştirirse, İngilizlerin ticaret yolları tıkanabilirdi. Amerika'nın Osmanlı Donanması'na gemi inşa etmesi için görüşmeler de başlamıştı. Emin Bey'in Amerika ziyareti de Osmanlı-Amerikan yakınlaşmasını artırdığından, İngiliz nüfuzu tehlikeye düşmüştü. Protestan Ermenilerin başından geçen birçok olay, 1846 yılında onları artık ayrı bir cemaate doğru götürmüştü. Amerikan misyonerleri ilk geldiklerinde bu ihtiyaç hissedilmişse de artan faaliyetleri yüzünden bu kaçınılmaz hale gelmişti. 1846 yılı başlarında misyonerler böyle düşünürlerken, 1843 Aralığı ile 1844 Martı arasında Rufus Anderson'un vaki ziyareti bunu daha da çabuklaştırmıştı. Misyonerler bu sırada Ermeni Kilisesi'nin parçalanmasının kaçınılmaz olduğunu biliyorlardı. Ancak kendilerinin insanları kurtarmağa çalıştıklarını, kiliselerin bölünmesi işi ile bir ilgileri bulunmadığını açıklıyorlardı. Anderson, misyonerlerin siyasete bulaştıklarını, hem de bunu siyaset üstü olduklarını ilan ederken yaptıklarını görüyordu. Biraz da saf düşünceli olan bu misyonerler, kimseye fark ettirmeden bir ülkenin siyasi çehresini değiştirebiliyorlardı. Anderson misyonerlere, İngiliz politikasını desteklemekten sakınmalarını ima yollu tavsiye etti. Ancak bu arada Canning, Rusların Ortodoks, Fransızların Katolik cemaat vasıtasıyla yaptıkları gibi Protestan cemaat vasıtasıyla nüfuzunu genişletmek ve Osmanlı İmparatorluğu'nun iç işlerine karışmak için bir bahaneye sahip olma fırsatını kaçırmayacaktı. İnsaniyet namına harekete geçerek Babıâli’yi sıkıştırmağa başladı. Kırım savaşı sırasında İngiliz askerlerini ve mühimmatını taşımak üzere birçok Amerikan gemisi Boğazlardan geçmişti ama harbin bitmesi ile görünmez olmuşlardı. Akdeniz filosu gemileri bile çok seyrek uğruyordu. Ancak Porter Brown Amerika'nın itibarını artırmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Ne zaman Boğaz'a bir harp gemisi demirlese, Osmanlı Askeri yetkililerini muhakkak bu gemiye davet eder, gösterirdi. Hatta 1853 yılında Comberland firkateyni ile Bahriye Binbaşısı S a y f a | 29 Stringham İstanbul’a gelince, araya Hariciye Nazırı Reşit Paşayı koyarak ne yapmış etmiş, binbaşıyı Sultan'ın huzuruna çıkarmıştı. Bu vesileyle kendisi de Sultan'ın bazı Amerikan şehirlerinde temsilcilikler açmasını söyledi ve bu konuda ikna edici tarzda konuştu. Sultan bu temsilciliklerin getirecekleri faydanın masraflarını korumayacağını söyleyerek kabul etmedi. Ancak neticede 1864 yıllarında Boston, New York ve Baltımore'da konsolosluklar ve Washington'da maslahatgüzarlık açıldı ama Maslahatgüzar Edward Blacque adlı bir gayrı Müslim, konsoloslar da ABD vatandaşları oldu. Bu sırada Marsh'ın yerine Caroll Spence tayin edildi. İran bu sırada İngiltere ile Rusya arasına sıkışmış çırpınıyordu. <158>ah Spence'e müracaat ederek bir Amerika-İran anlaşması istedi. Amerikan donanmasının Basra Körfezi'ndeki İran donanmasını korumasını, bunun uygulaması zor olursa İran harp gemilerinin başları sıkışınca Amerikan Bayrağı çekmelerine izin verilmesini ve ilave olarak Amerikan yapısı harp gemilerinden subay ve mürettebatı ile birlikte satılmasını talep ediyordu. Şah, İngilizlerden o derece yılmıştı ki daha da ileri gidebilirdi. Nitekim bir müddet sonra Amerika'nın Paris ve Londra maslahatgüzarlarının buradaki İran maslahatgüzarlarına kefil ve danışman olmalarını istedi, öyle de oldu. 1858 de Reşit Paşa'nın ölümü ve Sir Stratford Canning'in Türkiye'den ayrılması yenileşme hareketlerini başsız bırakmıştı. Bu sırada Amerikan maslahatgüzarlığına E.Joy Morris getirildi. Papaz Hamlin ile damadı Washburn ise o sıralarda, Rumeli Hisarı'ndaki araziye Robert Kolej'i inşa etmekle meşguldüler. Morris ABD Dışişlerine yazdığı mektupta şöyle diyordu: "18 aydan beri Mr. Hamlin, Amerika'dan toplanacak yardımlarla inşa edebileceğini umduğu, dini mahiyeti olmayan kolejin inşaat müsaadesini almak için Babıâli ile uğraşıp duruyor. Ben Osmanlı Maarif Encümeninden kolej için gerekli S a y f a | 30 izni almıştım ama, Hamlin inşaatı ille o tepede yapmakta ısrar ederek her şeyi altüst etti... İnşaatı burada yapma dediler ama o ısrar etti. Hükümet de kolejin bu stratejik noktada inşasına izin vermedi. Aslında Amerikalıların bu kolej ile, onun açılışına yardım etmekten daha ileri bir ilişkileri yok ve ben de Hamlin'in binaları o istediği yerde yapmasını sağlamak için bütün gücümü kullanmış bulunuyorum"(15). Morris, Hamlin ile Washburn'un da kendi pasifliğinden yakınmış olabileceklerini tahmin ederek, Dışişleri Bakanlığı'na Amerikan himayesinin suiistimal edilmesine izin verilmeyeceği doğrultusunda bir mektup daha yazmıştı. Ancak misyonerler kendi hatalarını kabul edecek gibi görünmüyorlardı. Washburn, Amerikan Board yetkililerinden Rufus Andersen'e yazdığı mektupta Hamlin'in şikayetlerini Amerikan Board'a iletiyordu: "Arkadaşlarıma İstanbul'daki maslahatgüzarımız hakkında az çok genel manada birkaç şey de söylemek istiyorum. Burada durum gittikçe kötüleşiyor. Bay Morris her fırsatta misyonerleri açıkça itham ediyor. Geçen gün Hamlin'e misyonerlerin 'ömründe gördüğü en cahil ve Hıristiyanlıktan uzak kimseler' olduğunu haykırıyordu."(16). Morris ayrıca Yunan taraftarıydı. Girit isyanında Amerika'nın müdahalede bulunması için elinden geleni yaptı. Fakat muvaffak olamadı. Sultan aleyhinde de sözler sarf edince Hariciye Nezareti vekili Halil Bey, Washington'daki Osmanlı maslahatgüzarı Blacoue'ye bir mektup yazarak, Morris'in alınmasını istedi. Haziran ayında istifa mecburiyetinde bırakılan Morris, Kasımda halefi Wayne Mac Veagh'ın göreve başlaması üzerine İstanbul'dan ayrıldı. 10 Haziran 1871'de, daha geleli birkaç ay olmuşken, maslahatgüzar Mac Veagh izne ayrıldı ve sefaret tercümanlığı ile birlikte maslahatgüzarlığa bakmak üzere yaşlı Porter Brown bırakıldı. Brown'un çevresi değişiyordu. Türk-Amerikan ilişkilerini birlikte geliştirdikleri simalar birer birer mekân değiştiriyorlardı. 1858 yılında Resit Paşa, 1869 da Fuad ve 6 Eylül 1871’de de Ali Paşalar ölmüşlerdi. S a y f a | 31 III. BÖLÜM: 1876-1900 YILLARI ARASINDA ORTADOĞUDA AMERİKAN MENFAAT VE POLİTİKALARI 1. ONDOKUZUNCU YÜZYILIN MİRASI Yirminci yüzyılın gelişiyle Birleşik Devletler, gelecek yarım yüzyıl içinde tam anlamıyla bir dünya gücü haline gelebilmek için ilk basamakları atlamış bulunuyordu. 1890’ların Kader Manifestosu (Manifest Destiny)’nun kökü en azından 1870’lere kadar gitmesine rağmen, Amerikalılara köşeyi dönüp imparatorluğa götüren yeni yolda bulunduklarını ve dünya güçlerine katılmış olduklarını hissettiren şey, dramatik sonuçlarıyla beraber İspanya-Amerika Savaşı olmuştur. Başlangıçta, yeni denizaşırı ilgiler ve sorumluluklar, büyük ölçüde Batı Yarıküreyi (bilhassa Karayipler) ve Pasifik Okyanusunu içine alıyordu. On sekizinci yüzyıl sonu ile on dokuzuncu yüzyıl içinde şekillenen Avrupa kavgalarına katılmama politikası hâlâ çok katı şekilde uygulanmaktadır. (17). AMERIKA'NIN DIŞ POLİTİKASI VE ORTA DOĞU Bu çalışmanın hedefi göz önüne alındığında Orda Doğu: Türkiye, İran ve Mısır'ın batı sınırından Irak'ın doğu sınırına kadar olan Arap Dünyasını, Arap Yarımadası dahil, içine almaktadır. Bu bölgeye çoğu zaman aşağı Balkanlar da katılmak suretiyle I. Dünya Savaşı'ndan önce, genellikle Yakın Doğu deniyordu. Fakat "Orta Doğu" deyimi, II. Dünya Savaşından beri yaygın bir şekilde benimsenmiştir. S a y f a | 32 ABD halkını, ilişkilerini ve menfaatlerini dünyanın her yerinde koruma azmindedir. Fakat bu ilişkiler büyük ölçüde kültürel, insancıl ve ticari olup, Amerikalıların milli miraslarından dış politikalarına akseden iki ana noktayı vurgular; pratiğin ve idealin bir karışımıdır bunlar. Altı Avrupa devleti (Büyük Britanya, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Rusya) politikalarıyla Doğu Sorunu'na karışarak tezatları daha da artırmaktaydılar. Onlar için Orta Doğu, üç kıtanın birleştiği yerde bir geçit olarak, stratejik bir yer olması dolayısı ile büyük politik önemi haizdi. Türkiye'nin Boğazlarından Karadeniz'e veya Karadeniz'den Akdeniz'e geçiş, Avrupa ile Uzak Doğu arasındaki binlerce millik yolculuğu kısaltan Süveyş Kanalı'ndan geçişler, Avrupa dışı koloni bölgelerindeki beynelmilel ticari ve politik rekabet çağında Orta Doğu'ya özel bir önem kazandırmıştı. Mamafih, önemli bir kavşak oluşu Orta Doğu'daki hâkimiyet pozisyon kavgasını tek başına izah edemez. Orada güçler millî, dinî ve kültürel sahalarda boy ölçüşmüşlerdir. Meselâ Osmanlı İmparatorluğundaki Katoliklerin koruyuculuğuna Fransa, Ortodoks Hıristiyanların koruyuculuğuna ise Rusya kendi kendilerini tayin ettiler. Birleşik Devletlerle Avrupa'nın Orta Doğu'ya bakışındaki önemli farklılıklar, Orta Amerika'da açılması düşünülen kanal meselesiyle su yüzüne çıktı. Çünkü bu kanal, taşıdığı problemlerle, Türk Boğazları ve Süveyş Kanalı'yla büyük benzerlikler taşır. Gerçekte, bu su yolları üzerindeki Amerikan kontrolü, yetersiz olup, Panama'da Amerikan kontrolü altında bulunan kanalın yapımında ve savunmasında Amerika'nın gösterdiği ateşli ilgiye karşılık, bu su yolları üzerinde Amerikan ilgisizliğini simgelemektedir. Amerikan ileri gelenlerine bir göz atacak olursak, Başkan William McKinley'in 1898 de, 1894-1896 isyanı katliamı süresince misyonerlere ait emlâkin gördüğü zararı tespit etmek üzere Türk sularına Amerikan gemilerinin gönderilmesini öneren bir teklife verdiği cevabı görürüz. McKinley, bir işadamı filantropist (insancı) olan ve Orta Doğu'daki Amerikan kolej ve misyonlarına derin ilgi duyan William E. Dodge'a, zora S a y f a | 33 başvurmak niyetinde olduğunu fakat Küba meselesinin kendisini, deniz güçlerini Amerikan sularında bulundurmak zorunda bıraktığını söyledi. Gerçekte Başkan, Türkiye'ye karşı gambot diplomasisi uygulamak arzusunda değildi ve muhtemelen, Küba meselesinin, müdahaleden kaçınmaya bir vesile olduğuna memnun da olmuştur. 1887-1889 tarihleri arasında Türkiye'de elçi olarak bulunan ve McKinley'in İstanbul elçilik heyetine başkan olarak seçtiği Oscar Straus, "Türkiye ile uğraşmanın tek yolu harp gemilerini yollamak ve Sultan'ın pencerelerini zangırdatmak idi" diye ısrar edenlerin izini takip ettiği taktirde yüz yüze geleceği tehlikelerin, McKinley'in "uykularını kaçırdığını" kaydetti. McKinley'in bu mübalağalı ve mutaassıp vatansever ruhu Theodore Roosevelt'in Türkiye'ye karşı tutumunda da görülür. Roosevelt, Küba savaşına askerî asistan sekreter olarak katılmak üzere görevinden istifa etmeden biraz önce şunları yazdı: "İspanya ile Türkiye, dünyadaki diğer ülkelerden, daha ziyade ezmek, parça parça etmek istediğim iki güçtür." McKinley, 1898 baharında Straus'tan İstanbul elçiliğini kabul etmesini rica etti ve onu, Amerikan savaş gemilerine karşı baskı tehlikesini ortadan kaldırarak bir başka "Maine" faciasının önüne geçebileceğine inandırdı. Straus, İstanbul'a hareket etmeden önce, Türkiye meseleleri ile ilgili bir dizi konferans için, Ağustos ayında, McKinley ve Hükümet yetkilileri ile görüştü, Türkiye'ye karşı büyük bir deniz tatbikatı yapılması için gürültü koparan harp taraftarlarına karşı onları uyardı. McKinley'i, kıskanç Avrupa güçlerinin Birleşik Devletlerin "güçler ittifakını dengeleyen milletlerin koyu düşmanlığını hesaba katmaksızın Avrupa'nın bu hiddet merkezine girmesine" izin vermeyeceklerini hatırlattı. Straus, günlüğüne şunu not etti: "Başkan benimle tam olarak mutabık oldu ve "bana kılavuzluk edeceksin, seni destekleyeceğim... Sen istemedikçe Türkiye'ye hiçbir gemi gönderilmeyecek, sen talep ettiğin takdirde ancak gönderilecek dedi" McKinley'in doğu Akdeniz'de olacak bir deniz tatbikatını emretmeye isteksiz oluşu, selefi Grover Cleveland tarafından ört bas edilmiştir. Cleveland, 1895-1896 yılları arasında, müdahale etmek için ağır misyoner baskısına karşı çıkmıştı. S a y f a | 34 Birleşik Devletler ile Orta Doğu 1900’lerde, zaman ve mesafeden daha fazla olarak, yaşama tarzı ve görüş açısı bakımından "ayrı dünyalar" idi. Doğu ile batı arasındaki farklılık açıktır. Fakat aşikâr olan bir husus da, pek çok Amerikalının kafasındaki bulanık Arap Dünyası, Türkiye ve İran'a karşılık Orta Doğu'da da Birleşik Devletler hakkında bilgi azlığı ve bilgi yanlışlığı hüküm sürmektedir. Pek çok Amerikanlının şuuruna yerleşen imaj, Pazar okulunun, "Arap Geceleri"nin ve eski Dicle-Fırat ve Nil vadisi medeniyetlerinin yanlış olarak anlatıldığı ders kitaplarının ürünüdür. 1890'lardaki Ermeni isyanı, özellikle misyonerler tarafından tek yanlı yayılarak, hayatını kaybeden Ermenileri İdealleştirerek Türkleri "korkunç", "ağza alınmaz" Türk diye nitelendirerek, Amerikan kamuoyu etkilenmiştir. Bir Amerikalının zihnindeki silinmez Arap imajı, kum tepeleri, devletler ve haremler arasında bir göçebe iken; İran, güzel kadınların ve muhteşem bahçelerin bulunduğu, zevk düşkünü bir ülkedir. Değişik insan ve değişik gruplara göre Amerika değişik bir şeydi. Hıristiyan azınlıklar, bilhassa Osmanlı İmparatorluğundaki azınlıklar için Amerika, kendilerine misyoner, öğretmen ve doktorlar gönderen büyük bir ülkeydi. Aynı zamanda Amerika Ermeni, Süryani ve Rum göçmenleri fakirlikten kurtarmak için cezbeden güçlü bir mıknatıs idi. Hıristiyan olmayanlar da Amerikan misyonerlerinin insancıl tıp hizmetlerinden yararlandılar. Fakat böyle yardımların, zihinlerdeki Birleşik Devletler imajına ne ölçüde etki ettiğini öğrenmek zordur. Diğer taraftan Osmanlı yönetici sınıfı Amerikanlara, İmparatorluğun iç kavgalarıyla, çok dilli imparatorluğun azınlıklarıyla uğraştıkları için, büyük şüphe besliyordu. Buna rağmen Birleşik Devletlerle Türkiye arasındaki resmî ilişkilerin dostça olmadığını söylemek zordu. Diğer dış güçlerle karşılaştırıldığında, Birleşik Devletler politik olarak tarafsız görünüyordu. Osmanlı ve İran resmi makamları Birleşik Devletleri'ni ekonomik gelişmeleri için bir yardım kaynağı telakki ediyorlardı. S a y f a | 35 Ermeniler ve Araplar arasındaki milliyetçiler de dahil olmak üzere, reformcular için Birleşik Devletler, Liberal milliyetçiliğe gidişte bir ülkü ve yol gösterici bir deniz feneri idi. Her iki taraftaki izlenimler, Orta Doğu ile direkt ilgilenen birkaç Amerikalının ürünü idi. Diplomatlar, misyonerler, öğrenciler, işadamları ile bu yörelerde yaşayan Amerikalılar, vatanlarındaki insanlara, izlenimlerini çok çeşitli şekilde naklettiler. Birleşik Devletleri çok az Türk, Arap veya İranlı ziyaret ettiği için de, Orta Doğu halkının pek çoğu Amerika'nın ne olduğu hakkındaki düşüncelerini aralarında oturan Amerikalılardan edindiler. Süryani ve Ermenilerden Amerika'ya göçmüş olanlara Orta Doğu'daki akraba ve komşularından gelen mektuplarda buraları kıpkızıl renklerde tasvir edildi. Orta Doğu'yu ziyaret edenler de Birleşik Devletlerin en çarpıcı yönlerini, romantize ederek, ağzı açık kalan akraba ve dostlarının gözleri önüne serdiler. BU DÖNEMDE ORTA DOĞU İLE İLGİLENEN AMERİKAN KURULUŞLARI A) MİSYONERLER Orta Doğu'da, on dokuzuncu yüzyıl boyunca faaliyet gösteren Amerikalılardan en önemli sonuçları elde edenler, bu yörenin çeşitli kısımlarına sızan Protestan misyonerleridir. Bu misyonerler, vatanlarından parasal ve moral destek istedikleri her defasında bir ayna uzattılar; Amerikalılar, bozuk olan bu aynadan Orta Doğu'yu seyrettiler. Onlar Hükümet yetkililerinden sık sık diplomatik destek talep ettiler; desteği elde ettiler de. Misyonerlerin milletlerince desteklenmeleri şu gerçeği en kesin biçimde ortaya koydu: Amerikan tarafsızlığı kültürel ilişkilerde geçerli değildi çünkü Amerikanların kendi medeniyetlerinin en üstün olduğuna dair sahip oldukları hararetli inanç onları, ideoloji ve yaşama şekillerini, talihsiz olarak mütalaa ettikleri insanlara taşımaya yöneltti. S a y f a | 36 1900 yılında Amerikan misyonerleri beş bölgede faaliyet gösteriyorlardı: Anadolu ve Avrupa Türkiye’si, Suriye, İran, Mısır ve İran körfezi bölgesi. Daha önce gördüğümüz gibi bu hareket 1819 da, James Monroe'nun başkanlığı döneminde ve Metternich devrinde, Dış Misyonlar için Amerikan Komisyoner Kurulu (Amerikan Board of Commissioners for Foreign Missions) nun, ki bu kurul Kongrecileri (Congregationalist) ve Presbiteryenleri (Presbyterian) temsil etmektedir, Doğu Akdeniz ülkelerinde çalışma imkanları aramak üzere, Reverend Pliny Fisk ile Levi Parsons'ı görevlendirmesiyle başladı. Amerikalı öncüler, birkaç Avrupalı Hıristiyan misyonerin Orta Doğu'nun bazı bölgelerine daha önde gittiklerini keşfettiler. Yirmi yıl içerisinde Amerikan Board misyonerleri Türkiye'nin batısında, Suriye'de ve Batı İran'ın Urmiye gölü çevresinde karakollar kurdular. 1870'dePresbiteryenler Amerikan Board'dan ayrıldığı zaman, Doğu Akdeniz ve İran misyonlarını elinde tutan Presbiteryenler ile Anadolu ve Avrupa Türkiyesinde kalan Kongreci Amerikan Board arasında dostane bir işbölümü vardı. (United Presbyterian Church) Birleşik Presbiteryen Kilisesi Mısır'da ilk Amerikan Misyonuna 1854'te, bir tek misyoner göndererek başladı. Asrın son on yılında Amerika'daki Reforme edilmiş Hollanda Kilisesi (Dutch Reformed Church), İran Körfezi bölgesine hareket etti. "Bu nesil dünyasına İncil'i öğretmek" sloganı ile teşvik edilen misyoner yayılması on dokuzuncu yüzyılda oldukça ileri gitti. 1900 yılında Amerikan Board'un, Avrupa Türkiyesi'nde ve Anadolu'da 21 merkezi vardı. Bu merkezlerdeki 162 misyonere (karıları ve doktorlar dahil) 900 den fazla yerli yardım etti. Misyonerler gerçekten çok meşgul idiler. çünkü 36 yatılı ve yüksek okulda 2700 den fazla erkek ve kız çocuk, 398 ilkokulda yaklaşık 15,000 çocuk, dört dinî mektepte 22 öğrencileri vardı. 31 Ağustos 1900 tarihinde sona eren bir ders yılı içinde, bu faaliyetler için Amerikan Board yaklaşık 200,000 dolar harcadı. Presbiteryenler gayretlerini batı İran'dan doğuya genişlettiler; S a y f a | 37 Urmiye'deki (1835) ilk merkezlerinden Tahran (1872), Tebriz (1873) ve Hemedan'a (1880) kadar uzandılar. Batı İran Misyonu da Musul'da, 1892 de bir merkez kurdu. Bunların 42 misyoneri, karıları ve doktorlar, yaklaşık 250 İranlı yardımcı ile birlikte, 128 merkez dışı yere nezaret ettiler. Bunlara ait 108 okul (Pazar okulları hariç) 2600 öğrenci barındırdı, üç hastane ile on dispanser 24,000 hastaya baktı. İran misyonunun desteklenmesi için, Presbiteryen Heyeti, 1899-1900 yılında 64,000 dolar harcadı. Heyetin daha küçük olan Suriye misyonu, Beyrut'taki (1823) ana merkezden beslenerek, 38 misyonerli beş merkez oluşturdu. Burada İran'daki (95) okuldan daha az okul fakat iki katı (5300) öğrenci vardı. Sağlık hizmetleri İran'daki kadar yoğun değildi. Bu da şüphesiz mezhepsel olmayan Suriye Protestan Koleji (1920 den sonra Beyrut Amerikan üniversitesi adını aldı)’nde tıp okulunun gelişmesi yüzündendi. Bu misyona ait iki hastane ile bir dispanser ise, bir yıl içinde on binden fazla hastaya baktı. Heyet'in bütçesinin yüzde beşi (48,000 dolar) Suriye misyonunu desteklemede kullanıldı. Mısır'daki Birleşik Presbiteryenler 1901 de "6,500 kilise üyesi, bir kilise meclisi, 4 birleşik meclis, 220 merkez ve kilise, 50 yerli vaiz, 14,000 öğrencili 200 okulları olduğunu" iddia etti. Yirminci yüzyıl başında sadece on yaşında olan küçük Arap misyonunu iki adam - James Cantine ile Samuel M. Zwemer ile temsil ediliyordu. Bu iki kişi, Suriye'deki ilk dil çalışmalarından sonra, 1890 da İran Körfezi sahasında çalışmaya başladılar. İran Körfezi'nin tepesinin yakınındaki Basra'da bir merkez kurdular ve birkaç yıl içinde Bahreyn Adaları ile Muskat'a kadar genişlediler. 1894 te Amerika'daki Reforme edilmiş Hollanda Kilisesi ayrı düşen bu bir avuç dolusu misyoneri kanatları altına aldı. Yirminci yüzyıl başlarında, Orta Doğu'da, bu beş Amerikan misyoner faaliyeti merkezinin kısa istatistik özeti, misyonerlerin teşebbüslerinin boyutlarını ve yayılmalarını biraz da olsa anlatsa bile; misyonerlerin sarf ettikleri emeğin tesirinin kalitatif bir analizi yerine geçemez. Maalesef, misyoner hareketlerinin ilmi araştırması henüz çok yüzeyde S a y f a | 38 olup etraflı bir değerlendirmeyi mümkün kılmamaktadır. Elimizde, misyonerlerin raporlar, hatıralar, biyografiler v.s. şeklinde bizzat yazdıkları, şaşılacak kaynaklar vardır. Fakat bunlar çok şey anlatmış olsalar bile, Orta Doğu'da toplam hayatta misyoner faaliyetinin tam görünümünü vermez. Mamafih, faaliyetlerin genel tabiatını ve oturtuldukları mantık çerçevesini izah etmek, önemleri hakkında deneme yargılamalar yapmak mümkündür. Bir kimsenin vatanını, ailesini ve arkadaşlarını terk etmesi; acayip dilli, farklı usulleri bulunan, bazen düşman olan insanların arasına yerleşmesi; elverişsiz iklim, bazen tehlikelerle dolu bir çevrede, her türlü konfordan uzak bir hayat sürmesi, bütün bunların hepsi bir sebep ve büyük bir fedakârlık ister. Hatta, seçilmiş misyonerlerin hayatlarının üstünkörü bir incelemesi, Onların Hıristiyan inancı ve Hıristiyan yaşama tarzını paylaşmak için kuvvetli bir istek duyduklarını gösterir. Misyoner heyetlerinin en önde gelen amacı Müslümanları dinlerinden döndürmekti. Kısa zaman içinde elle tutulur bir başarı elde edememiş oldukları halde, iyi bir hazırlıktan sonra din değiştirme gününün geleceğine dair olan ümidi asla kaybetmediler. 1900'da Amerikan Heyeti'nin batı Türkiye misyonu şunları gözledi: "Büyük ruhsal değişik kaydedilemedi. Genel bir araştırma ruhu ve Protestan topluluğuna çok fazla giriş yok. Tek kelime ile küçük kazançlar günü. İnanç ve gayretle çalışmak gerek. Cesaretsizlik Yok. Misyonerler hissederler ki bu şartlar değişkendir ve İncil'in gücü çeşitli şekillerde zuhur etmekte fakat bu zuhuratın birçoğu gözle görülmemektedir. Ancak durum hiç de öyle değildi. Müslümanlar kendi inançlarını üstün tuttuklarından Hıristiyanlaşmıyorlardı. Şüphesiz mevsimi gelince harman gözükecektir."(17). Sonuçta, misyonerler, Müslüman dünyasını Hıristiyanlaşmada ilk adım olarak güçlerini, Orta Doğu'nun düşük, yerli Hıristiyan tarikatlarının - Ermeni ve Rum Hıristiyanların, Nesturiler ve Kıptilerin yeniden doğmalarına ve canlanmalarına kanalize etmek zorunda kaldılar. S a y f a | 39 Bu Doğu Hıristiyanları, Amerikan misyonerleri için sırt kemiği oldu. Bu Hıristiyan azınlıklara ulaşabilmek için, Amerikan Protestanları bu sefer de Roma Katolik ve Ortodoks rahipler sınıfının kendi dinlerine çevirme gayretleri ile rekabet etmek zorunda idiler. Suriye misyonunun kaydettiği gibi "Müslümanlar, Moskoflar ve Keşişler bize karşı çıkmada paylarına düşeni sergilerler." Misyonerler, tıpbî ve eğitimsel teşebbüslerle dost oldukları kimselere Hıristiyanlık prensiplerini uygulatarak Müslümanlar ve yerli Hıristiyanların direncini kırmayı umdular. Suriye Misyonu'nun 1900 yılına ait raporunda izah ettiği gibi, bu gayretler zaman zaman cesaretsizlik getirdi: "Bir adam çocuğunu bizim okullara gönderebilir ve bizimle ibadet etmeye gelebilir. Fakat kendini bize açmaz çünkü bu zıt tesirlerin bir araya gelip yüzleşmesi olur ki bu, Hıristiyan toplumunda yaşamakta olan birinin hayal edebileceğinden çok daha çetindir." (17). İncili öğretmek misyonerlerin ana meselesi olarak kaldı. şehirlerde, kasaba ve köylerde kiliseler kurmak, uzak taşra bölgelerini ziyaret etmek, kutsal kitap ve diğer Hıristiyan edebiyatını basmak ve yaymak suretiyle bu gerçekleştirilmeye çalışıldı. Fakat insanları kazanabilmenin en önemli vasıtaları misyoner okulları, hastaneler ve dispanserler oldu. Misyonerler tarafından Orta Doğu'nun pek çok kısımlarına uygulanan Batı tipi eğitim ve tıp şüphesiz, bir maya etkisi yaptı. Misyoner eğitimlerinden yararlanan, kültür guruplarına az sayıda fakat önemli yerli liderler yetiştirildiğine şahit olan Hıristiyan azınlıklar, misyonerlere karşı sempati duymağa başladılar. Misyonerler, öğrencilerinin bilgi ve hünerlerine aşırı ihtiyaç duyan kendi toplumlarına hizmet etmelerini istediler. Fakat bunların pek çoğu dış dünyanın, bilhassa batı yarıkürenin maddi cazibesine kendilerini kaptırmışlardı. On dokuzuncu yüzyılın misyonerlik tarihi, Ermeni ve Süryani gençlerinin ABD'ye göçlerinden yakınmalarla doludur. Kadınların misyonerlik hayatındaki aktif rolü Müslüman Orta Doğu'daki kadınların konumuyla kesin tezat arz ediyordu. Daha ziyade eş ve anne olan, erkeklerin iş ve sosyal hayatlarına girmekle kalmayıp toplu çalışmalara da katılan, bu örtüsünü açmamış işçilerin yalın varlığı, Müslüman kadının toplumdaki S a y f a | 40 yerinin ne olması hakkındaki düşünceyi aşındırmaya hizmet etti. Misyonerler, Orta Doğu kadınının statüsünde evrim yapan etkilerden sadece biri olduysa da, oynadıkları rol inkar edilemez. Muğlak fakat gerçek olan bir husus da, Amerikanların, içinde yaşadıkları halk kesimi arasında, daha iyi yaşama standartları elde etme emeli uyandırdıkları idi. Basit tarım aletlerinin, dikiş makinelerinin ve Batı yaşayışının diğer gereçlerinin, yaşamları çok zor ve konforları çok az olan insanları cezp etmemesi mümkün değildi. Amerikan Board ve misyonerleri 1819 da faaliyetlerine başladıklarında, Orda Doğu'da yaşayanların dillerini ve adetlerini öğrenmenin zaruri olduğunu anladılar. Böyle bir yetişme, insanlara İncil'in mesajını ulaştırmak için bir ön şarttı. Fakat, yazıları halkların dillerine çevirmek için yıllar süren itinalı çalışmalara gerek duyuldu. George Antonius, bu gayretlerin Arap edebiyatını nasıl etkilediğini ve modern Arap milliyetçiliğinin entelektüel kaynaklarını nasıl ortaya çıkardığını anlatmıştı. B) KOLEJLER 1900 yılında, henüz, İran ve Suriye'deki Presbiteryen kuruluşlarının hiçbiri Amerika seviyesinde bir üniversite statüsüne ulaşmamışlardı. 1865 te Mısırda Assiut College'ı kurdular. Amerikan Board da çeşitli kolejler işletti. Üsküdar'da erkek ve kadınlar için bir tane, İzmir'de Erkekler için Beynelmilel Kolej (International College) ve kızlar için Amerikan Üniversite Enstitüsü (American Collegiate Institute), Merzifon'da Anadolu Koleji (Anatolia College), Ayıntap'ta (Gazi Antep) erkekler için Türk Merkez Koleji (Central Turkish College), Maraş'ta Kızlar için Türk Merkez Koleji (Central Turkish College For Girls), Tarsus'ta St. Paul Enstitüsü (St. Paul's Institute), Harput'ta Fırat Koleji (Euphrates College). Kolej adını alan bu kurumlarda eğitim daha ziyade hazırlık ve birinci sınıf seviyesinde idi. S a y f a | 41 On dokuzuncu yüzyılın son yarısı süresince üç bağımsız Amerikan koleji kuruldu. Bunları İstanbul'da Robert Kollej, Kadınlar için İstanbul Koleji (Constantinople College For Women) ve Beyrut'ta Suriye Protestan Koleji (Syrian Protestant College) olup yörelerinde çaplarının çok üstünde tesir icra ettiler; Orta Doğu'da Batılılaşma doğrultusunda politik, ekonomik, sosyal ve kültürel değişmeye; ABD politikasına şekil vermede yardım edebilecek elit millî liderliği oluşturdular. Bu kolejlerin misyoner faaliyetleriyle yakın bağlantısı olmasına, misyonerlerden aldıkları hızla yollarına devam edebilmelerine ve Hıristiyan motivasyonu ile aşılanmış olmalarına rağmen, salt misyoner kuruluşları olarak sınıflandırılamazlardı. Robert Kolej ile Suriye Protestan Koleji'nin bağımsız mütevelli heyetleri vardı. Fakat Kadınlar için İstanbul Koleji, Amerikan Board ile bağlılığını devam ettirdi; Başkan Mary Mills Patrick'in 1908'e kadar tam olarak koparamadığı bir bağdır bu. Robert Kolej kapılarını 1863'te, Cyrus Hamlin'in başkanlığı altında açtı. Cyrus Hamlin, İlk Amerikan Board misyoneri olup, New York tüccarlarından Christopher Robert'in desteğini kazanmıştı. Hamlin'in yerine damadı George Washburn geçti ve 1878'den 1903'e kadar başkan olarak hizmet gördü. 18 99-1900 yılında kaydedilen 297 öğrencinin yüzde 74’ü Rum ve Ermeni, yüzde 13 ü Bulgar idi. öğrencilerin yüzde beşinden az bir kısmı Türk idi. Washburn, 1903 yılıyla birlikte kolej hakkında şunları yazdı: "öğrenci alma kapasitemizin sınırına geldik. Sahip olduğumuz bütün binalar aşırı kalabalıklaştı." Genişleme problemi ile yüz yüze gelindiğinden, eski mütevelli heyetinden daha fazla sorumluluğu olduğu farz edilen yeni bir mütevelli heyeti kuruldu. Öğrencilerinin çoğu Robert'a geldiklerinde İngilizce bilmedikleri için Kolej, hazırlık bölümünü elzem gördü. Öğrencilerin ev disiplini o kadar fazla idi ki disiplini kolayca kabul ettiler. Başkan Washburn onları kontrol etmenin, Amerikan çocuklarını kontrol etmekten daha kolay olduğunu düşündü. Washburn şunu da gözledi: Zekâ bakımından bir milliyet öbüründen daha üstün değildi. S a y f a | 42 Robert'ın şöhreti, ilk kırk yılı süresince Balkanlar ve Orta Doğuda çok yaygınlaştı. Bunun sebebi öğrencilerinin ve mezunlarının özellikleri, bilhassa Bulgaristan'ın bağımsızlığını kazanmasında rol almış pek çok genç Bulgar Liderinin yetişmesindeki tesiridir. Washburn onlara müşavir olarak da hizmet etti ve Avrupa'daki hatırı sayılır nüfuzunu bu kimselerin millî emellerine kavuşmaları için kullandı. 1866'da 16 öğrenci ile kurulan Suriye Protestan Koleji (Syrian Protestant College) beş kişilik ilk mezunlarını 1870 verdi. Kuruluşundan sonraki on yıl içinde kurumun dili Arapça idi, fakat sonra İngilizceye çevrildi. İlk başkan Daniel Bliss'in, 1903'te yerine oğlu Howard geçinceye kadar olan idareciliği süresince, pek çoğu Presbiteryen olan zengin ve nüfuzlu mütevelli heyeti üyelerinin yardımıyla tedrici bir genişleme oldu. 1870’lerde kurulan tıp okulu, başlangıcından itibaren, modern tıbbı Orta Doğu'ya getirmede önemli bir rol oynadı. 1902 yılının girmesiyle birlikte altı bölümde 600 öğrenci vardı: hazırlık, kolej, tıp, ezacılık, ticaret, İncil'le ilgili arkeoloji ve filoloji Robert Kolej'de olduğu gibi, öğrencilerin çoğu gayriMüslim idi; 1905 yılında 750 öğrenciden sadece 98'i Müslümandı. Kolej, mezunlarının tahsillerinin meyvelerini toplamak için dışarı gitmeyip Orta Doğu'da kalmasıyla gurur duydu. 1903'te 221 tıp mezunundan dokuzu 118 eczacılık mezunundan sekizi ve 237 sanat mezunundan kırk üçü Orta Doğu'yu terk etti. Son kırk üç kişinin bir kısmı dışarıda mezuniyet üstü çalışma yapıyordu. Kadınlar için İstanbul Koleji (Canstantinople College for Women)’nin başlangıcı, Robert ve Suriye Protestan kolejlerinden daha mütevazi oldu. 1871'de üç öğrenci ile kızlar için hazırlık okulu olarak açıldı. Kısa zaman sonra Boğaz'ın Asya tarafında, Üsküdar’da bir kampus kurdu. Yavaş fakat ümit var bir büyüme gösterdi. Başkanı Mary Mills Patrick ve diğerlerinin gayretleri, Massachusetts meclisinin 1890'da okula kolej imtiyazı vermesi ile mükâfatlandırıldı. Haberi ileten telgraf İstanbul'a geldiğinde büyük bir sevinç doğdu : "Gayretli öğrenciler binayı süslediler, akşamüstü tahtayı Türkçe ve diğer dillerde "Kolej çok yaşa" kelimeleriyle doldurdular, sınıflar bir gün için tatil edildi, Türkçe, İngilizce, Fransızca, Rumca ve S a y f a | 43 Ermenice beliğ konuşmaların yapıldığı bir ziyafet verildi." Kolej 1900 yılında 146 öğrenci kaydetti. C) İŞ ÇEVRELERİ Osmanlı imparatorluğu ile ticari münasebetler ilk Amerikan misyonerlerinin İmparatorluğa varışına kadar iner. On sekizinci yüzyılın sonundan itibaren İzmir, Amerikan gemilerinin Amerikan pazarlarına İzmir inciri ve kuru üzümü taşıdıkları bir ambar idi. Amerikan gemileri, hurma ve diğer yerli ürünleri toplamak için Arabistan Yarımadası limanlarına da uğradılar. Orta Doğu ile ticaret mütevazı hacimde olsa bile birkaç Amerikalıyı bu bölge ile temas ettirdi ve onlara yöresel çıkarları tattırdı. Yerlilerini ve adetlerinin bir kısmını tanınmalarına vesile oldu. 1900 yılında Amerika'nın Osmanlı İmparatorluğu'na ihracatı yarım milyon doların biraz üstünde idi fakat Türkiye'den aldıklarının tutarı, meyan kökü, halılar, meyve, fındık, yün, afyon ve deri dâhil, bu miktarın yaklaşık on dört katı idi. On dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru İran-Amerikan ticareti o kadar az idi ki ayrı listesi bile yapılamadı. Amerika'nın Mısır'la olan ihmal edilebilecek küçüklükteki ticareti uzun lifli pamuk, deriler, Arap sakızı, sinameki ve soğanlardan ibaretti. Amerika'nın en büyük ihracatı petrol ve petrol ürünleri, bilhassa kerosen, ve küçük bir miktar da endüstri ürünleri üzerineydi. Ç) DİĞER İLŞKİLER On dokuzuncu yüzyılda Amerikan işadamları, misyonerleri ve eğitimcilerinin devam eden faaliyetlerine ilave olarak, farklı şekiller altında fazla temas olmamıştır. Amerikan arkeologlar eski medeniyetlerin kalıntılarına karşı ilgi duymaya başlamışlardı Kitab-ı Mukaddes öğrencisi olan Edward Robinson, Orta Doğu'daki Amerikan arkeologlarının öncüsü sayılabilir. Onun Filistin'de 1838'de yapmış olduğu dikkatli topoğragik çalışmalar hala arkeologlar tarafından takdir edilir. S a y f a | 44 1900 yılında, Kudüs'teki Amerikan Doğu incelemesi Okulu (Amerikan School for Oriental Studies) Kutsal topraklarda Amerikan arkeoloji araştırmalarında yeni bir çağ açtı. Mezopotamya'da 1889 ve 1890 yılları boyunca bir Amerikan gezi heyetinin dikkatini çekti. Amerikanlar, Mısır'a (Egyptology) da ilgi göstermeye başladılar. Bunun başlıca sebebi İngiliz kontrolündeki Mısır Keşif Fonu (Egypt Exploration Fund)nun parasal desteği idi. 1883 ile 1902 yılları arasında, bu fondan 126,000 dolar aldılar. 1900 yılının girişiyle Amerikan Mısıroloji (Egyptology) de yeni bir nesil ortaya çıktı. James H. Breasted, George Reisner ve A.M. Lythgoe ile arkeolojide yeni bir devir başladı. İlk büyük Amerikan gezisi, Kaliforniya üniversitesi (University of California) tarafından, 1899'da gerçekleştirildi ve Mrs. Phoebe Hearst tarafından finanse edildi. Askerî gemilerin ziyaretleri ve Amerikanların özel teknik hünerlerle ilgili sergiler, Birleşik Devletler ile Orta Doğu arasındaki diğer ilişkilere dâhildirler. Yirminci yüzyılın başlarında bazı zengin Amerikanlar Osmanlı İmparatorluğu'na, Mısır'a, bilhassa Kutsal topraklara ticaret yapmak için giden turist sayısını kabartıyorlardı. Yeni dünyanın vaatkarlığı çok sayıda Osmanlı vatandaşını Birleşik Devletlere gitmek üzere vatanını terk ettirdi. Göç edenlerin çoğu Ermeni ve Süryani idi fakat önemli sayıda Rum ile birkaç Türk de ata diyarlarını bırakıp gittiler. Başka bir temas şekli de Amerika'daki Yahudiler ile Filistin'deki Yahudi kolonisi arasındaki temas idi. Dini veya hissi sebeplerle oralarda yaşamayı seçen Amerikan milliyetli bazı kişiler de buna dahildir. Amerikan Yahudileri, bilhassa zengin olanlar, Filistin'deki dindaşlarına derin bir yakınlık duydular ve onlara cömertçe yardım ettiler. Yüzyılımıza yaklaşırken, Amerikan Yahudiliği, Filistin'deki Yahudi toplumu için Amerika'da toplanan yardımların dağıtımı üzerine çıkan ve büyüyen iç ihtilaflardan çok çekti. Mamafih, henüz başlangıç halinde bulunan modern Siyonist hareket Amerikan Yahudiliğini pek derinden rahatsız etmedi; 1900 yılında toplanan Amerikan Siyonistler Federasyonu'na (the Federation of American Zionists) seksen bir üye katılmıştı. S a y f a | 45 4. AMERİKAN DİPLOMASİSİNİN ORTA DOĞUDAKİ ORGANİZASYONU, POLİTİKALARI VE PROBLEMLERİ Yukarda sayılan çeşitli faaliyetleri yürüten Amerikan vatandaşlarının korunması için hükümet (State Department) Orta Doğu'da bir anlaşmalar şebekesi, kordiplomatik ve konsolosluk acentaları kurdu. İlk teşebbüsten yıllar sonra, 1830 da, Birleşik Devletler ile Osmanlı İmparatorluğu en fazla tercih edilen millet (most favored nation) anlaşması imzaladılar. Bu anlaşma ile Birleşik Devletlere, daha sonraları pek çok ihtilafa sebep olacak önemli kapitülasyon hakları verdi. Bunun takip eden yılda, hava tuğgenerali David Porter, heyetin maslahatgüzarı oldu ve 1834'ten 1843'te ölümüne kadar orta elçi olarak kaldı. Bundan sonraki yıllarda önemli Amerikan şahsiyetleri (General Levr Wallace, Oscar S.Straus ile Michigan üniversitesinin Başkanı James B.Angell dahil) İstanbul heyetine başkanlık ettiler. Osmanlı İmparatorluğunun diplomatik sinir merkezi İstanbul'da bir başkonsolosluk faaliyete geçirildi; oralarda yerleşik Amerikan misyonerlik ve ticaret ilgililerine hizmet etmek için İskenderun, Beyrut, Erzurum, Harput, Kudüs, Sivas, İzmir ve Bağdat'a sekiz konsolosluk kuruldu. Kahire'deki bir baş-konsolosluk Mısır'da Amerikan menfaatlerini korudu. Bu ülkedeki Milletlerarası karma Mahkemelerde (International Mixed Courts) Amerikan hakimler de görev yapıyorlardı. İran ile 1856'da bir anlaşma yapılmış olmasına rağmen 1883 yılına kadar bir heyet oluşturulmadı. Ancak Presbiteryen misyonerlerinin kuzeybatı İran'da yayılmaları kongre üyeleri uyardıktan sonradır ki bu iş gerçekleşti. 1900 yılında İran'a gönderilen elçi, baş-konsolos olarak da görev yaptı. Diğer Amerikan konsoloslukları Arabistan Yarımadası'ndaki İngiliz demir atma limanları olan Aden ve Muskat'ta kuruldu. Bu Amerikan diplomatların resmi görevleri, Orta Doğu'yu güç ve mevki yarışında büyük bir arena olarak değerlendiren Avrupa Güçlerinin manevralarıyla karşılaştırıldığında, daha S a y f a | 46 uysal göründü. Amerika, bu milletlerarası rekabetten uzakta kalmak için, uğraştı durdu. Hiçbir şeye karışmama aslında Amerikan politikasının olumsuz yönü oldu. Olumlu yönü ise Amerikan vatandaşlarının ve onların birey veya grup menfaatlerinin korunabilmesi oldu. Bu ikizleri ihtiva eden Amerikan politikası, hiçbir şekilde Almanya'nın hedefleri özenle hazırlanmış Orta Doğu politikasıyla karşılaştırılamazdı. Mesela 1898 yılında Alman Kayzeri sırf Almanya'nın ekonomik nüfuzunu ilerletmek için, İstanbul'a yakışıksız bir ziyaret yapmıştı. Karmaşık güç mücadelesinden kaçınma, Amerikan diplomasisini ve diplomatlarını İstanbul ve Tahran'da ikinci plana attı. Bu ikinci sınıf pozisyonun sembolü İstanbul'daki heyet karargahının genel görünüşü idi. 1898 de John Riddle heyetin sekreterlik görevinden ayrılırken, kendi yerine geçecek olan Lloyd Griscom'a, ikinci katı Amerikan heyetine karargah görevi gören, üzerinde dişçi tabelası olan kılıksız evi işaret ederek "işte Amerikan heyeti, pek etkileyici cazibeli değil, değil mi?" demişti. Griscom, Washington'dan gelen emir üzerine, Amerikan heyetini elçiliğe yükseltme meselesini Sultan'a açtığında, Sultan'ı isteksiz buldu. Belki bu, kısmen daha güçlü olan komşuları Rusya ve Almanya'ya duyduğu saygıdan ötürü idi. Osmanlı İmparatorluğundaki Amerikanlar hep, Amerikan diplomasisinin zayıflığından yakındılar. Robert Kolej ile Beyrut Koleji'nin başkanları Washburn ile Bliss, pek çok konuda Osmanlı makamları ile doğrudan görüşerek, "İşini kendin gör" diplomatları haline geldiler. Hatta sözde sulhsever misyonerler bile arasıra, Türklere istedikleri yönde baskı yapmak üzere Washington'dan harp gemileri ile deniz tatbikatı yapmalarını bizzat talep ettiler. Fakat Washington onların istediği karşılığı vermedi. Amerikan misyonerleri ve eğitimcileri bazen İngiliz yabancı servislerinden yardım istediler ve Amerikan diplomatları bazen İngiliz yararına çalıştılar. Mesela Oscar Straus, İngiliz öksüzler yurdunun tekrar açılmasında Babıâli’nin tarafsız kalması için, gayri resmi arabuluculuk yapmıştı. Resmi düzeyde, yüzyılın S a y f a | 47 değişmesiyle İngiliz-Amerikan işbirliği, iki ülkenin "iyi münasebetler tesis etme" gayretleri ile büyük bir uyum içine girdi. Amerikan ve diğer Batılı diplomatların problemlerine Sultan Abdülhamit II'nin temkinliliği de eklendi. 20. yüzyılın başlamasıyla Sultan, İmparatorluğun ve rejiminin yaşaması konusunda çok hassastı. Amerikalı diplomatlar Doğu sorunu ile ilgili yüksek politika meseleleriyle nadiren ilgilendiler. Esas görevleri, hem Osmanlı tebaası ve hem de Amerikan uyruklu olan Amerikalıların menfaatlerini ve menfaatlerini kapitülasyonlar yoluyla korumaktı. Politik, ekonomik ve kanuni yönleri olan bu kapitülasyonları, Batı ülkeleri kendi milletleri için daha önceleri elde etmişlerdi. Amerikan vatandaşlarının kayırılmalarını öneren Amerikan anlaşma taslağını Osmanlı otoritelerinin reddetmiş olmalarına rağmen, Birleşik Devletler açıkça kabul edilmemiş olan kapitülasyon haklarını, 1830 da imzalanan Türk-Amerikan Anlaşması'ndaki 'en fazla tercih edilen millet' kaydına dayandırdılar. 1900 yılında Türkiye ile anlaşmaya varılmayan diplomatik mesele, 1894-1898 Ermeni isyanında Anadolu'da zarara uğrayan misyonerler için Amerika'nın Türkiye'den ödemesini istediği tazminat meselesi idi. Amerikan misyonerlerinin ABD Dışişlerine, Dışişlerinin de İstanbul'daki ABD heyetine, Osmanlı devlet ricalini etkilemeleri hususunda baskı yapmış olmalarına rağmen, aradan seneler geçmiş ve Amerikan misyonerleri hala bir sonuç alamamışlardır. 1898 de Oscar Straus geldiğinde, kendisinden önce gelen elçi Alexander W. Terrell ile James B.Angel'in baskısıyla meseleyi ele aldı. 1890 da ayrılmasından biraz önce Straus meseleyi halledemediği için düştüğü hayal kırıklığını ve teessüfü ABD Dışişleri Sekreteri Hay'e yazdı. Fakat çeşitli güçlüklerden sonra Osmanlı Devletinden ödeme vaadini aldı. Bu miktar, Avrupalı güçlerin aynı iddialarla kopardıklarından daha fazla idi. Straus'un hazırlık mahiyetindeki çalışmaları sayesinde Lloyd Griscom 1901 yılında yaklaşık 90.000 dolarlık ödemeyi yaptırmayı başardı. Fakat sonuca varmak için sabır, şahsi S a y f a | 48 sevimlilik, tehdit ve bir Amerikan savaş gemisi vermek gerekti. Sultan, yüzü kurtarmak için, tazminatı Filadelfiya'nın Cramp gemi yapım firmasından satın aldığı bir kruvazörün bedelinin bir kısmı imiş gibi işlem yapılmasında ısrar etmişti. Misyonerler Ermeni isyanlarından sonra sadece şahıslarının ve mallarının güvenliği ile ilgilenmediler. Eğitimcilerin yaptığı gibi onlar da faaliyetlerine konan sınırı kaldırabilmek için diplomatik yardım talep ettiler. Harput'ta Ermeni isyanı sırasında harap olan misyon binalarının tamiri, Robert Kolej'de ek binaların inşası için gerekli izni almak için heyet yıllarca çalıştı. Bu çalışmalar Maraş'taki dini seminerin tekrar inşa edilmesinde ve Dr. William S. Dodd'un misyoner hastanesinin Kayseri'de faaliyete açık bırakılmasını da sağladı. Amerikan resmi memurları anavatan-doğumlu Amerikalıların haklarıyla ilgilenirlerken, Osmanlı uyruğunu kabul etmiş Amerikalıların haklarını savundukları zeminden daha çetin bir zemin üzerinde bulunuyorlardı. Türkiye yabancı uyrukluların haklarını her defasından Sultan'a danışıyor, onun rızasına göre değerlendiriyordu. 19. yüzyılda, Birleşik Devletlere gitmek isteyen Ermenilerin baskısı ile Amerikan memurları, Ermenilerin ayrılmaları için gerekli izni sağlamak ve gitmeyi kolaylaştırmak için (Bazen Amerikan uyruklu biri ile nişanlamak suretiyle) çok çaba sarf ettiler. Bu daire, göç edenler için ABD'den gönderilmiş olan seyahat fonunun dağıtımına da aracılık etti. S a y f a | 49 IV. BİRLEŞİK DEVLETLER VE ORTA DOĞU, 1900-1914 Bu dönemde Orta Doğu'da yabancı unsurların ve kuruluşların eleştiriye uğramağa başlaması, bölgenin geleceği ve Batı dünyası ile ilişkileri bakımından çok çeşitli neticeler doğurabilecek hareketleri tahrik etti. Bölgenin kendi meselelerinde batı müdahalesine son verilmesine yönelik reform talepleri, yabancı menfaatin istediği kurumları değiştirmeye başladı. Pek çok Amerikan, düzeltilmesi unutulan fakat eninde sonunda değişecek olan sahalarda aktif iken hazırlanan değişikliklerin anlamını çok az kimse, bulanık bir biçimde anladı. Mamafih, Washington'daki politikacılar, ananevi diplomatik yaklaşımların yerinde olduğu, yerel şartları değiştirmek suretiyle dikte ettirilecek uyuşmalar için uzun vadeli ciddi girişimler yapmanın uygun olmadığı inancını korudular. 1. ORTA DOĞU'YA REFORM MAYASI Birinci Dünya Savaşı'ndan önceki on yıllarda, Batı dünyasının kendini adamış olduğu ilerleme ve Batı normlarında insan mükemmelliği idealleri, Orta Doğu'da bazı liderlerce de makbul sayıldı. Hali hazırdaki düzenden tatminsizlik duyguları, Batı’nın etkisiyle giderek büyüyen, insanın yaşam şeklinin temel esaslarına kendinin şekil verebileceği inancıyla birleşerek İslam toplumundaki hâkim bir düşünceye, hali hazırdaki durumun Allah'ın isteğinin bir yansıması olduğu düşüncesine meydan okudu. Orta Doğu'da reform için iç baskıların şüphesiz, bir tek karakteristiği vardı: İlerleme arzusu. Bu yıllar, dünyayı yirminci yüzyılda da sallamaya devam edecek olan ihtilaller S a y f a | 50 veya ihtilalci hareketlerin tahrik yılları idi. Sadece Rusya, Çin ve Meksika'da değil, Türkiye ve İran'da da eski rejimler, eski kurumlar ve eski fikirler sallanıyordu. Bu sallantılara, o zaman pek düşünülmeyen fakat Asya, Afrika, Pasifik adaları ve Karayiplerdeki menfaatlerini de tehdit eden, Batı emperyalizmine karşı protestolar refakat ediyordu. Daha sonraları antikoloniyalizm adını alacak olan ilk gümbürtüler, yabancı egemenliğine karşı olan yerlerde duyulabiliyordu. Birleşik Devletler, koloniyel bir güç olarak, Karayipler ve Pasifik'teki toplumlara tahakküm ederken çözümü güç problemlerle yüz yüze geldi. Bunlara bir de endüstri çağının gerektirdiği reformları yapmak gerekliliği eklendi. Bu iki problem o kadar büyük boyutlara varmıştı ki Amerika'nın Avrupa veya Orta Doğu'nun gürültüpatırtısına karışmaya takati kalmamıştı. 2. AMERİKAN MENFAATLERİNİN NİTELİĞİ Orta Doğu'da Amerikan menfaatleri, kültürel, insancıl ve ticari sahalarda, 1900-1914 yılları arasında mütevazi bir genişleme gösterdi. Birleşik Devletlerin resmi politikası, Doğu Sorununa lakaydilik olarak devam etti. Bir tek istisna vardı: "Dolar Diplomasisi"nin sahipleri Başkan William H. Taft ve Dışişleri Sekreteri Philander C.Knox, 1909-1911 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu'nda dev bir demir yolu projesi ile diğer ekonomik kalkınma projelerini içeren Chester Projesi'ni desteklediler. Amerikanın ekonomik sızmasını hızlandırmak fiyasko ile neticelenince ABD Dışişleri çabucak geri çekildi. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki nüfuzlarından endişe eden Avrupa güçleriyle yaptıkları ciddi çarpışmalar, Amerika'nın dünyanın bu uzak ve ayaklanmış kısmında beynelmilel politikadan elayak çekmesinin ne kadar akıllıca olduğunu ona gösterdi. Yeni tomurcuklanan Amerikan menfaatlerini ananevî yollardan korumak mümkündü. ABD'nin kültürel ve ekonomik faaliyetleri, Orta Doğu'da nüfuz pozisyon için yapılan milletlerarası kavgadan ayrı kompartımana kapatılıp mühürlenebilirdi. Ancak Amerikan menfaat grupları diplomatik S a y f a | 51 koruma isteklerinde ve bu menfaatler Büyük menfaatleriyle çakıştığında sık sık çatışmalar oldu. Güçler'in 3. BU DÖNEMDE MİSYONLAR Misyonerler ve Küçük Asya, Suriye, İran, Mısır ve İran Körfezi sahalarındaki çalışmaları, hala Amerika'yı en çok ilgilendiren şeylerdi. Bu yıllar misyonerlerin büyük iyimserlik yılları idi. En azından, daha kalabalık Müslüman muhatap bulma isteklerine karşılık İslam toplumunun engellerini kırdıklarını düşünüyorlardı. Mesela İran misyonerleri, misyoner okullarına kayıt olanların artması karşısında çok sevindiler. Fakat az sayıda Müslüman öğrencinin devam etmesi, bu gelişmenin anlamı üzerine duyulan hisleri karıştırıyordu. Yirminci yüzyılın girmesiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu topraklarında ve diğer Ortadoğu ülkelerinde pek çok yönlerde reform hareketleri görüldü. Bunların arasında eğitim reformu hareketleri de yer aldı. Medreselerin ve özel yerli okulların metod ve programlarının doğurduğu tatminsizlik kendini pek çok sahada gösteriyordu. Daha iyi metod önermek ve programı fen, coğrafya ve günün diğer konularıyla zenginleştirmek için girişimler yapılıyordu. Bu ihtiyaçla İran halkı misyoner okullarına daha büyük sayıda öğrenci göndermeye başladı. Bundan sonra, misyoner okulları sadece azınlık okulları olmaktan çıktı. Müslüman öğrencilerin bütün misyon okullarına akını, Hıristiyanlık dersi hatırına değildi. Onları çeken şey fen, bilimsel metod ve öğretim kadrosunun yeterliliği idi. Hıristiyanlık dersi programda seçme değil zaruri ders idi. Hükümetin engellemelerine rağmen Orta Doğu'da misyonerlerin her çalışma alanında ilerlemeler oldu. Presbiteryenler İran'da Reşt'te, 1902 yılında, Hazar denizi kıyısı operasyonları için bir merkez, 1905'te güneye sarkarak Kirmanşah'da yeni bir merkez, altı yıl sonra doğuya bir atlama yaparak mukaddes S a y f a | 52 İslam şehri Meşhed'de bir merkez daha kurdular. Meşhed'de ilk çalışma yıllarında bir tek misyoner bulunuyordu. Genişleme operasyonunun göstergesi sadece bu yeni merkezler değildi. 1900 yılında Tahran misyonu Kazvin'de bir şube açtı. İkinci Dünya Savaşı sıralarında Ruslara ödünç levazımat transferi için bu merkez kuzeye taşındı Aynı yıl Tahran'daki okul lise haline geldi, 1913’te birinci sınıf (Junior) kolej statüsünü kazandı. Bu ilerletmelere eş bir ilerleme tıp sahasında da oldu. Dr. Mary Eddy ilk tüberküloz sanatoryumunu Osmanlı imparatorluğunda, Beyrut yakınlarında 1908 yılında, Presbiteryen himayesinde kurdu. 1914 yılının girmesiyle Amerikan Board dokuz hastane ile on dispanser açtı. Buralarda yaklaşık kırk bin hastaya bakıldı. Kayıtlar gösteriyor ki misyonerler dar kafalı ve mutaassıp olabilmektedir. Bilhassa yardım için Birleşik Devletlere başvurduklarında İslam'a kara sürmekte mübalağa ettiler. Mesela, Amerikan Board, Rockefeller Vakfı'na, Türkiye'deki girişimlerini iki veya üç yıllık periyotlarla desteklemesi için 1,385.000 dolar talep ettikleri 1915 Martında, İslam hakkında şümullü bir iddianameyi Vakıf'a sundu. Heyetin Tedbir Komitesinin raporunda; "Bütün tarihi boyunca İslam, hükmedegeldiği insanların entelektüel gelişimlerine düşman olagelmiş, sağlığın korunması için kullanılması gerekli tüm modern aletlere karşı gerici tavır takınmıştır". diyerek İslamiyet'e haksızlık etti. Tarihçiler misyoner tarafgirliğine ve genellikle Hıristiyan tarafgirliğine dikkatleri çekmelidir. Çünkü yedinci yüzyıldan beri, bilhassa, İslam ve İslam toplumunu az ve kötü tanıyan Haçlılardan bu yana Batı daima tarafgirdir. Mahalli otoritelerin misyoner yayılmasına karşı tedbirler almaları misyonerleri rahatsız etti ve misyonerler diplomatik müdahale istediler. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Amerikan diplomatları, son yıllarda idarî emirlerle hayli aşınmış olan Amerikan antlaşma haklarını kullanarak müsamaha temin etmeye çalıştılar. Avrupalı milletlerin misyonerleri de S a y f a | 53 İmparatorluğun sınırlayıcı politikasından etkilendi. 1901 yılında Fransa, Fransız misyonerliğine müsamaha edilmesi için Türklere baskı yapmak için, İstanbul'daki dok haklarını bir manivela olarak kullandı. Bundan sonra Rusya, kendi misyonerleri için aynı hakları koparmayı başardı. Türkler, aynı müsamahayı Amerikan misyonuna ve kolejlerine tanımayı reddedince, Elçi John G.A. Leishman bu ayrımı şiddetli bir şekilde protesto etti. Roosevelt idaresi, elçiyi desteklemek için birçok kereler deniz filosu gönderdi. Leishman'ın büyük gayretlerine rağmen, Türk müdahalesi bu yıllarda da misyonerlerin hızlarını kesmeye devam etti. Seyahat izni sonuçlanmadı, Kutsal Kitap satışlarında sınırlamalar vardı, protestolar sonucu 1908 de kaldırıldı. Türk resmî otoriteleri misyonerlerin haberleşmelerini de kontrol altında tutuyorlardı. Misyoner Ellen Stone Mekadonyalı çeteciler tarafından 1901 Eylül başlarında kaçırıldı. İsyanların yer yer patlak verdiği Makedonya'da Bulgar eşkiyalar, kendi politik hedeflerini gerçekleştirmek için Osmanlı hükümetini taciz etme yollarını aradılar. Politik hedefleri imparatorluktan ayrılmak, bağımsız bir devlet kurmak veya muhtemelen Bulgaristan ile birleşmek üzere, idi. Bu yüzden, Bayan Stone'un rehin tutulmasında, rehineye karşılık alacakları yüklü paranın yanı sıra politik sebepler de yer alıyordu. Washington resmî makamları karışık Balkan manzarasını yanlış anlamaktan dolayı bir hataya düşerlerken, Stone için Amerikan kilise çevresinde ayinler yapılıyordu. Bu arada, Bayan Stone'un rehineliği için yaklaşık yedi bin dolar, Birleşik Devletlerde halkın iştirakiyle toplandı. Bu para, İstanbul’daki Amerikan Heyeti'nden Dr. William W. Peet vasıtasıyla eşkiyalara 1902 şubatında ödendi ve zorbalar Bayan Stone'u iki hafta içinde serbest bıraktılar. Birleşik Devletler hükümeti Türkiye'yi karşısına almadı. Bunun sebebi, kısmen Makedonya Devrim Komitesinin bu kaçırma olayını, Türkiye ile Birleşik Devletler arasındaki meseleleri alevlendirmek için planladığı şüphesi idi. Profesör Alfred Dennis,durum hakkındaki dokümanları etüd ettikten sonra şu S a y f a | 54 neticeye vardı: "Miss Stone'un Amerika'daki misyoner arkadaşlarının gösterdiği histerik heyecan ve Amerikan basını, ödemek zorunda kalınan büyük miktarın esas sorumlusuydular". Robert Kolej'in Başkanı George Washburn, olayın ilk basamaklarda "kötü idare edildiğini" ifade ederek Amerikan gazetelerinden verilen haberlerin, zorbaları fidye parasını istemeye yönelttiği fikrine katıldı. Böylece basın kopardığı yaygara ile, Bayan Stone'un ele geçirildikten sonraki birkaç gün içinde ve az bir para karşılığında salıverilmesini ihtimalini yok etmişti. Bu arada Osmanlı resmî makamları, imparatorlukta bulunan Ermenilerden giderek daha fazla şüphelenir hale geldiler. çünkü Ermeniler, gizli cemiyetlerinin faaliyet sahasını genişlettiler ve Ermeni milliyetçiliği açıkça konuşulur hale geldi. 1909 yılında ikinci bir Ermeni isyanı dalgası, Amerikan misyonerleri ile çok yakından kaynaşmış olan bu Hıristiyan azınlığının emelleri için Amerikan'ın gücünden istifade ediyordu. Bütün bu yıllar boyunca, misyonerlerin çok yönlü çalışmaları ile ilgili haklarını korumak için Amerikan diplomatları Osmanlı İmparatorluğu'na karşı kesintisiz mücadele verdiler. Türkiye'de üçüncü görevini (1909-1910) yapmakta olan Oscar Straus, Amerika'nın dini, insani ve eğitim müesseselerini, 1908-1909 ihtilalinden sonra Jön Türk rejiminin çıkardığı Cemiyetler Kanunu'ndan muaf tutturmayı en önemli görevi addetti. 4. KOLEJLER Amerikan Kolejleri bu dönemde de Orta Doğu'ya tekrar şekil vermede oynayacaklardı rolün bilincinde idiler.1900 yılı ile birlikte Robert Kolej, Kadınlar İçin İstanbul Koleji (Constantinople College for Women) (genellikle Kadın Koleji deniyordu) ve Suriye Protestan Koleji sıkıntılı yıllarını aştılar ve 1914 yılıyla birlikte de önemli gelişmeler gösterdiler. 1903 yılında Robert Kolej, Türkiye'de Amerikan Board misyoneri olarak yirmi yıllık, Harput’taki Fırat Koleji başkanı olarak da S a y f a | 55 sekiz yıllık tecrübesi olan Caleb Frank Gates'i kazandı. 1912 yılında bir mühendislik okulunun açılması Robert'ın büyümesinin bir simgesi oldu. Bir Purdue mezunu olan genç Lyon Scipio, Nebraska üniversitesinden, yeni mühendislik derslerini başlatması ve dekan olması için çağrıldı. Otuz yıl sonra emekliye ayrıldığında, ilk yıllarda karşılaştığı inanılmaz problemler hakkında ilginç anılar anlattı. Dersleri yönetmek, materyal ve aletlerin kullanım yerleri inşa ettirmek, yarım binaları tamamlamak zorundaydı. Öğrenciler arasında el gücünün alçaltıcı bir şey olduğu kanaatini yıkarak, arkadaşlarını şaşırttı. İlk sınıflarında, bir tek İngilizce konuşan öğrenci vardı ve tercüme ediyordu. Fakat az sonra, matematik sembollerin de yardımıyla öğrenciler dersi takip edecek hale geldiler. Kız Koleji (Women's College) nin başında, enerjik bir kadın olan Mary Mills Patrick vardı. Mary Mills Patrick 1908 yılında, uzun süren bir mücadeleden sonra Amerikan Board ile olan bağlarını koparmayı başardı. Koleji özel merakları haline getiren pek çok Amerikalı kadının desteği ile Common Wwealth of Massachusetts'den bir imtiyaz belgesi elde edildi ve artan fon neticelerini verdi. Boğazın Avrupa yakasında yeni bir kampus kurmak için yıllarca sürdürülen çaba meyvesiz kalmıştı. Fakat 1914 yılıyla birlikte yol açıldı ve kolej yeni yerine yerleşti. Hemen ilk yıllarda bir hazırlık okulu açıldı. Beyrut'taki Suriye Protestan Koleji, hatta savaştan önce, önemini Orta Doğu'da hissettirmişti. Mezunları, Orta Doğunun her yanında pekçok modern dükkanlar, önemli acentalar açtılar, bankalar ve ticari teşebbüsleri idare ettiler. Kolej'in başında ikinci başkanı Dr.Howard Bliss bulunmaktaydı. Dr.Howard Bliss 1902 de babasının yerine geçmişti. Eski idarecilerin hepsi değiştirildi ve Birleşik Devletlerdeki mütevelli heyeti ile çok yakın ilişkiler içine girildi. Tıp okulu gelişti ve Osmanlı otoriteleri tarafından en sonunda, tanındı. Bu sonuç elde edilmeden önce, 23 kişiden oluşan bir heyet bu iş için Washington'a Başkan Theodore Rossevelt'i görmek için gitmişti. Başkan ve sekreter Hay, Amerika’nın eğitim, kültürel ve insani çıkarlarını korumak için, hükümet birinci sekreteri John Foster'e, İstanbul'daki Büyük elçi John Leishman'a, Amerika’ S a y f a | 56 nın isteklerini sağlam bir ifade ile dikte ettirmesini söylediler. Leishman, kendi mezunlarının Fransız veya diğer tıp enstitülerinin mezunlarıyla eşit sayılması için çok titiz ve başarılı bir şekilde çalıştı. Tıbbi imkânların genişlemesi, bir kadın hastanesinin açılması bu yılların gelişmelerindendir; 1910’da da bir dişçilik okulu açılmıştı, Kolejin mezunlarından çoğu Orta Doğu'da kaldılar. 1902-1910 yılları arasında tesiri fazla olan öğrenci cemiyetleri kurdular, 1910 yılında bir kolej magazini çıkardılar ve bu magazin daha sonra, fakültenin düşüncelerini ve Arap milliyetçiliği düşüncelerini ihtiva eden, "Orta Doğu Forumu" ile birleşti. Amerikan kolejlerine eğitimdeki etkinlik sebebiyle kaydolan Müslüman öğrenciler 1909 yılında, kiliseye devam mecburiyeti ile Kitab-ı Mukaddes (Bible) sınıfına devam mecburiyetini protesto ettiler. Son başkanlardan Bayard Dodge, yıllar önce, 1913 de fakülteye geldiği günleri hatırlar: öğrencilerin çoğu misyoner okullarından gelmişlerdi. Bunların büyük bir çoğunluğu ise Lübnan Dağı'nın Hıristiyan topluluklarından gelen köy çocuklardı. Bunun yanında tıp öğrenmeye gelen ve Küçük Asyalı olan Ermenilerle, Mısır ve Filistin’den gelen zengin aile çocukları da vardı. "Beyrut'ta hayat çok basitti. Gece kulüpleri veya eğlence yerleri yoktu. Sadece şehrin iyi semtlerinde kahvehaneler ile daha aşağı yerlerde kırmızı ışıklı meyhaneler vardı. Öğrenciler arasında, genellikle, içki içme veya kumar oynama gibi alışkanlıklar yoktu. Kolej'de, yürüme ve yüzme gibi Batı eğlenceleri gittikçe daha yaygın hale geliyordu ve yıllık bahar eğlencelerine yüksek hükümet yetkilileri de katılıyorlardı. Öğrenciler için seyahat etmek hala ilkel ve karmaşık idi. Lübnanlı öğrenciler katırla veya eski model arabalarla geliyorlardı. Kuzeyden gelen Ermeniler Halep'e kadar hayvanlarla, ondan sonra da trenle seyahat ediyorlardı. Mısır, Filistin, Trablus, Lazkiye veya Yunanistan'dan gelen öğrenciler gemiyle geliyorlardı. Fakat Irak ve İran'dan gelen birkaç öğrenci çok zor durumda idiler. Bahtiyari kabilesinin emiri Hamedan'dan oğlunu getirdiğinde "yedi yıl dolmadan oğlunu gelip götürmeyeceğini" söylemiştir. S a y f a | 57 Akademik çalışmaların kalitesi iyi idi Bunun yanında bazı dersler, üç yıl için anlaşma yapmış, tecrübesiz Amerikan öğretmenleri elindeydi. Başkan Dodge daha sonradan şunları yazar: "1913 yılında kolejimiz oturmuştu ve önümüzdeki yıllar için planlar yapabiliyorduk."(17). 5. İŞ HAYATI Misyonerlerin ve eğitimcilerin iyimserliği, Orta Doğudaki Amerikan iş çevrelerinin potansiyelini görenlerin umutlarıyla uyuşuyordu. Amerikalıların endüstriye dayalı ekonomileri harp öncesinde yüksek düzeyine ulaştığı için, Amerikan ticaretinin dış ülkelere yayılması, bilhassa Taft'ın idaresi yıllarında, çok ilgi toplamıştır. I. Dünya savaşından on yıl kadar önce, (1903’ lerde), Osmanlı İmparatorluğu'ndan ithal edilen tütün ithalatta ilk sıraya yükseldi. Osmanlı Amerikan ticaretinde ticaret rakamları çok yavaş bir yükselme gösterdiği sıralarda, 1902 de Birleşik Devletlerin ithalatında Türkiye'nin payı yüzde 1 iken 1902 de yüzde 1-2 oldu;Amerika'nın ihracatında da Türkiye'nin payı 1902 de yüzde 0,05'den 1912 de yüzde 0,17'ye çıkmıştır. 1913 yılından ise Türkiye'nin Amerika'dan ithal ettiği mal yüzde 2 iken Amerika'ya gönderdiği mal, ihracatının yüzde 23'ü oldu. Orta Doğu'daki Amerikan yatırımları, Batı Yarıküre ile karşılaştırıldığında azdır ve çoğu Osmanlı İmparatorluğu'na tahsis edilmiştir. En önemlileri de tütün, meyan kökü ile petrol ürünlerinin ve dikiş makinelerinin pazarlanmasıdır. 1912’lerde Amerikan Tütün Şirketi (American Tobacco Company) Türkiye'de tütün almak ve hazırlamak için yılda 10 milyon dolar sarf ediyordu. Sigaralar Amerikan tütünü ile harmanlanarak yapılıyordu ve bu tip sigara çok popüler hale gelmişti. Birleşik Devletlere 1913 de İzmir'den ihraç edilen tütünün değeri 2387814 dolardı. 1912 yılında fabrikanın işçi sayısı Kevalla'da 1750, İzmir'de 1000, Samsun'da 800, İzmit'te 250 idi....... 1912 yılında, hepsi Türkiye'den olmak üzere ve MacAndrews ve Forbes adına Birleşik Devletlere 1258299 dolarlık bir mal transferi olmuştur. Firma, Avrupa ticaretinde kullanmak üzere meyan kökü özü de imal ediyordu.... S a y f a | 58 I. Dünya savaşından önce, Standard Drill Company of New York (Socony), ürünlerini pazarlamak için, (bilhassa gazyağı) Mısır'da, Doğu Akdeniz'de, ve Küçük Asya'da geniş ihraç pazarları tesis etti. Vacum Drill Company ile birlikte çalışan Socony 1898 de Mısır kolunu harekete geçirdi ve bu kol, Doğu Akdeniz kıyılarına da hizmet etti. 1911 yılında Socony İstanbul'da bir dağıtım acentesi kurdu ve hem İstanbul da hem İzmir'deki tankerlerini ve depolarını tamamladı. Bu yeni imkânlar, ısıtma ve yemek pişirmede kullanılan gaz sobalarının yaygınlaştığı Doğu Akdeniz'de satışların artmasına yardım etti. Bu yüzden, ilk anlarda aydınlatmada kullanılan gazyağı için yeni tüketim alanları ortaya çıkmış oldu. Romanya ve Rus petrol ürünlerinin rekabeti Mısır pazarını parçaladı, fakat Anadolu ve Doğu Akdeniz'de Amerikalıların satışı gittikçe arttı. Singer Dikiş Makineleri (Singer Sewing Machine Company) Şirketinin kayıtlarına göre, 1918 yılında Asya Türkiyesinde bu şirketin yaklaşık iki yüz acente veya dükkânı vardı. Mesela İzmir'de bunların sayısı dörttü. Bu makineler hemen hemen her şehre ve önemli kasabalara, hatta içlere kadar girmişti. Mesela Küçük Asya'da kırk asıl acente ile seksen yan acente vardı. Makineler ya doğrudan Birleşik Devletlerden ya da Liverpool ve Hamburg'daki depolarından satılıyordu. Singer'in başkanı Douglas Alexander, Asya Türkiyesinde normal olarak bir yılda bir milyon dolarlık iş yaptığını hesapladığını söylemiştir. Amerika'nın diğer bir yatırımı da İngiliz ve Fransız firmalarıyla ortaklaşa olarak kurdukları ve İstanbul telefon sitemini ele alan, Western Electric Company of Chicago'dur. 1912 yılında, Amerikan mallarının İzmir bölgesinde daha çok sürümünü sağlamak üzere, küçük çapta bir yatırım daha (American Trade Develogement Corporation) yapılmıştır. Harpten önce bu şirket ayak kabı, yağ, deri, fırın, kasa, ilaç ve ecza ithal ediyordu. Savaş öncesi yıllarında, dört milyon hurma ağacının bulunduğu Umman'daki Muskat limanından Birleşik Devletlere önemli miktarda hurma gitmeye devam etti. Gemi ile Birleşik Devletlere hurma taşımanın bir kaynağı da şatt-el-Arap üzerindeki Basra Limanıdır. S a y f a | 59 1912’de Türkiye'den Birleşik devletlere ihraç edilen hurmaların değeri yaklaşık 600 000 dolar tutarındaydı. Bu değer, 1913’te 700 000 doları aştı. Harpten önce Birleşik Devletlere giren kuru incirlerin hemen hepsi İzmir'den geliyordu ve 25000 tonluk yıllık tutarın üçte birini teşkil ediyordu. Kaliforniya'da yetişen bir cins incirin rekabetiyle bu rakam harpten önce biraz düşüş göstermiştir. Birleşik Devletlere gelen sultaniye kuru üzümü İzmir'den yola çıkmaktaydı. İzmir Kaynaklı kuru üzüm Birleşik Devletlere 1913 yılında 96 000 dolara mal oldu ise de bu rakam dış kaynaklı kuru üzümün on beşte birini teşkil etmekteydi. Amerikan ticaret ve yatırımı mütevazı olsa bile, Orta Doğuda Amerikan ticaret ve sermayesinin geleceğine dair büyük ümitler beslenmekteydi. Ticari açıdan hayati bir gelişme, 1911 yılında İstanbul'da American Chamber of Commerce'in kurulmasıyla ve Türkiye ile Birleşik Devletler arasında sefer yapan buharlı gemi şirketlerinin organizasyonu ile başlatılmış oldu. American Chamber of Commerce İzmir, Beyrut, Kahire ve Selanik gibi büyük ticari merkezlerde şubeler açtı. Bu şirket 1912 de beş yüz bayisi olduğunu iddia ediyordu ve çok önemli Amerikan ticaret şehirlerinde şubeler açmak istiyordu. Bölgedeki Amerikan ticari menfaatleri ile ilgilenmek üzere, bu şirket üç aylık Levant Trade Review dergisi basmaya başladı. İlki de 14 Ağustos 1911 de basıldı. Amerika'nın Orta Doğu ile yaptığı ticaret, ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, yabancı gemilerle ticaret yaptığı için, maniayla karşılaştı. 1899 da, Barben Steamship Company, İngilizlerin "gemi seferi" sayısının altındaki bir sayıda NewYork ile Türk limanları arasında sefer yapmaya başladılar. İngilizler buna hiç te hoşgörüyle bakmıyordu. S a y f a | 60 6. GÖÇMENLER; Savaş öncesinde nakliyatın gelişmesi, Osmanlı İmparatorluğundan binlerce Ermeni, Süryani ve Rumun Amerika'ya göçmesine sebep oldu. 1890’ların ortalarında Ermeni isyanından sonra bu damla bir dere oldu. 1899 başlarında Türkiye'den Birleşik Devletlere gelen Ermenilerin sayısı 16.000 idi. 1899 ile 1914 arasında 46.000'i buldular. 1899 dan önce Birleşik Devletlere 40000-60000 Süryani gelmişken 1899-1914 arasında 86000 Süryani Birleşik Devletlere yerleşmiştir. Kendilerine dayanak olan yerli Hıristiyan halkın göç etmesi misyonerler için acı bir olaydı. Suriye'de uzun süre misyonerlik yapan Dr. Herury H. Jessup, "Suriye en aktif gençliğini kaybediyor" demiştir. Amerikan Board Anadolu'daki istasyonlarından, Presbiteryen Heyeti batı İran'dan gönderdikleri raporlarında, aynı şeylerden şikayet etmişlerdir. Nasiplerini Birleşik Devletlerde veya başka yerlerde arayanların yurtlarındaki akrabalarına gönderdikleri paralar, önemli meblağlara ulaşmıştı. Sadece Anadolu'nun Harput yöresinde, Amerika'ya giden Ermenilerin akrabalarına gönderdikleri para 600.000 dolardı. Department of Commerce'in bir acentesi olan Oscar Campbell raporunda şöyle diyordu: "Bu göçmenler Amerikalıların hayatında önemli rol oynadıkları gibi, göçmenlerin Amerika'da biriktirdikleri para da, Amerikan mallarına karşı duyulan gittikçe büyüyen talebin çekirdeğini oluşturuyordu." 7. DİĞER İLİŞKİLER Amerikalı diplomatlar, Amerikalı arkeologların Orta Doğudaki çalışmalarına da yardım ediyorlardı. Yirminci Yüzyıl başlarında Birleşik Devletlerde kültürel hayatın gelişmesinin bir sonucu olarak üniversitelerdeki lisans sonrası eğitim ve meslekî eğitim ile müze gibi kurumlar genişletilmekteydi. Kudüs'teki Doğu çalışmaları için Amerikan Okulu (The American School for S a y f a | 61 Oriental Studies) (Bu okul 1900 yılında kurulmuştu), bölgede pek çok kazı gerçekleştirdi ve Filistin'de arkeologlar için bir yetişme okulu oldu. 1908 yıllarında Harvard üniversitesi, Samimiye'de kazılara başladı. Suriye'de Amerikan himayesindeki arkeoloji çalışmaları 1899-1900 yılında başladı ve 1904 ve 1905 yılları boyunca Princeton üniversitesi bu çalışmaları devam ettirdi. Bu çalışmalarda mimari eserlerin Roma ve Hıristiyan çağlarına ait olanlarını ayakta tutmaya önem verildi. Birkaç Nabatacan ve birkaç Helenistik yapı buna dâhildi. Mezopotamya'daki ilk Amerikan araştırmaları (1889-1900) I.Dünya Savaşı geçinceye kadar yeniden ele alınmadı. 8. MİLLİYETÇİLİK VE DEVRİM Osmanlı İmparatorluğu'nda, İran ve Mısır'da iç huzursuzluklar baş göstermişti. Sultan, rejimi korumakla yükümlü olarak, sınır boylarından aşınmaya başlayan çok uluslu ülkeye başkanlık etmekteydi. Bilhassa Ermeniler, Araplar, Siyonist Yahudiler, ve Rumlar arasında milliyetçilik ruhu, gizli cemiyetlerin himayesinde ortaya çıktı ve büyüdü. İran, Kacar hanedanının otokratik idaresindeki İran'da Kabile ve dil farklılıkları, merkezî idareyi güçleştirse bile, dinsel farklılıklar ve milliyetçi hareketler Osmanlı İmparatorluğu'ndaki kadar kuvvetli durumda değildi... Biriken tatminsizlik ilk defa İranda devrim şeklinde patladı Muzaffer el-Din şah, 1906 yılında bir meclis kurmaya ve 1 Şubat 1907’de de (ölümünden az önce) anayasayı imzalamaya mecbur edildi. Yeni Rusofil (Rus dostu) şah Muhammed Ali, Milliyetçiler ile şahçılar arasında sivil harbe dönüşen kanlı bir karşı devrimi organize etti. 1909 da Meclis tekrar açılıncaya kadar, milliyetçi hükümetin bir sonuç alması için dört yıllık bir kavga dönemi gerekmişti... Bu dönemde İran'da faaliyet gösteren Presbiteryen misyonerleri, ABD hükümetlerinin ilgisizliğine tepki gösterdiler. İçgüdü S a y f a | 62 ve gelenekleri bu misyonerleri avlarını, sivil savaşın çaresiz ve ezilen kurbanları arasında aramaya yöneltti. Yirmi bir yaşında, bir Princeton mezunu olan ve Tebrizdeki presbiteryen okulunda öğretmenlik yapan Howard Baskerville, Amerikan konsolosluğundan ve misyon görevlerinden ihtar geldikten sonra dahi meşrutiyetçilere aktif olarak yardıma devam etti. Hatta öğretmenlikten istifa etti ve 1909 Nisanında şahçıların bir barikatına karşı yapılan saldırıyı idare ederken öldürüldü. Bu arada, Osmanlı İmparatorluğu'nun ordusundaki gizli cemiyetlere girmiş olan subaylar İstanbul'da hükümet değişikliği planlıyorlardı. Temmuz 1908 deki Jön Türk devrimi sırasında Sultan II. Abdülhamit 1876 anlaşmasını tekrar kabul etti ama 1909 İlkbaharındaki devrim hareketiyle yenik düştü ve yerine V.Mehmet geçti. İttihat ve Terakki Komitesi'ndeki Jön Türklerin Türkiye'ye yeni şekil verme iddiaları ilk anlarda, Türkiye'deki Amerikalıları sevindirmiş ve Amerikalılar eski düzenin gerçekten bittiğini sanmışlardı. Diplomatlar, misyonerler ve diğerleri, eski din ve ırk düşmanlarının gösterdiği dostluğu şaşkınlık içinde gözlüyorlardı. Ülkeyi iyi tanıyan birkaç Amerikalı ise temkini elden bırakmıyorlardı. Van misyonundan Dr. Clarence Ussher 1908 Ekiminde bir Brooklyn mülakatında "Jön Türk Partisinin sloganı 'Türkiye Türklerindir" demiştir. Başkan Taft, 1909’un 7 Aralığında verdiği yıllık beyanatında "Osmanlı İmparatorluğu Hükümeti'nin mutlakıyet yönetiminden meşruti yönetime geçişine ve gelişmeci reform politikalarına değindi. Ve bunu "zamanın en önemli olayı" olarak niteledi. Aynı mesajında İran'daki meşruti hükümetin ilerlemelerini de alkışladı. "Bu olaylar bütün gözleri yakın doğuya çevirmiştir" dedi. Taft'ın bu olayları Birleşik Devletler açısından önemini belirtirken yeni şartların bize "Yakın Doğu ticaretinde daha büyük pay" almasını sağlayacağını kaydetti. Taft aynı konuyu 1911 deki yıllık mesajında tekrar ele aldı ve Türkiye'deki yeni rejimin Birleşik Devletlerle daha yakın ilişkiler içinde olması dileğinde bulundu. Birleşik Devletler hükümetinin veya halkının, Mısırın meselelerine karışan İngilizleri protesto eden Mısır S a y f a | 63 milliyetçilerine gerçekten sempati duyduklarına dair bir iz yoktu. Gerçekte, 1910 yılında Afrika ormanlarından, çıkan Theodore Roosevelt Kahire'ye gitti ve Mısır'daki İngiliz idaresini, medeniyete hizmet olarak niteledi. Mısır milliyetçiliğin çok cılız olduğunu ve kendi ayakları üzerinde durmaya hazır olmaktan uzak olduğunu ileri sürdü. Osmanlı İmparatorluğu'nun bütünlüğünü sarsan en önemli üç milliyetçi hareketten - Ermeni, Siyonist, ve Arap- (MakedonyaBulgaristan muhalefeti hariç) Amerikan sempatisini en fazla çeken Ermeni hareketi idi. Bunun sebebi de bu Hıristiyan azınlığın Amerikan misyonerlerine gösterdikleri yakın ilgidir. Amerikalıların düşüncesine göre Türkler Ermenilere karşı kötü davranıyorlardı, halbuki Ermeniler İmparatorluğun omurgası ve en gelişmiş azınlık grubu idi; bu yüzden Türklerin davranışlarını resmi olarak protesto etmek ABD için uygun bir hareketti. Misyonerler Ermenileri bazen doğrudan bazen de dolaylı yoldan desteklediler. Pek çok Ermeniyi Batılı normlara uygun olarak yetiştirdiler. Bazı müfrit Ermeniler misyonerleri, Ermeni bağımsızlık karakterini yeterince desteklememekle suçladılar. Hatta, bu aşırı uç, dış müdahaleyi sağlamak için misyonerlere saldırı yapılması için tahrikte bile bulundular. 9. ABD'NİN FİLİSTİN POLİTİKASI Amerikan vatandaşı oluşları sebebiyle ABD, Filistin’de oturmakta olan Yahudilerin durumu ile ilgilenmeye devam etti. Fakat 1907 Amerikan göç yasası Filistin’deki Amerikan Yahudilerini güç duruma soktu. Bu yasa, Yahudileri Amerika’nın koruyabilmesi için, uzun süre Amerika'da kaldıklarını belgelemek üzere kayıt yaptırmalarını istiyordu. Konsolos Thomas R. Wallace, bu kütüğe geçirme işini üç yıl uzattı. Wallace bilmekteydi ki Yahudileri Amerika’nın korumasını reddettikleri takdirde Osmanlı Otoritelerinin kavuşturmasına konu olacaklardı. Jön Türkler iktidara geçince, S a y f a | 64 Amerikan Yahudilerinin konsolosluk nezdinde korunmalarına karşı sıkı bir mücadele verdiler. 1900 de Amerikan Yahudiliğinde ihmal edilebilir bir faktör olan Siyonizm, sonraları daha fazla taraftar kazanmaya başladı. Siyonistler, ABD hükümetinden sempati gösterisi elde etmeye çabaladıkları zaman adeta bir taş duvara çarpıyorlardı. Profesör Frank Manuel'in deyimiyle, pek olmasa bile, anti-semitizm diye de ifade edebilir. Siyonist hareketin politik neticeleri, Türkiye’nin meselelerine karışmama şeklinde olan Amerikan politikasıyla çatışacaktı. ABD Dışişleri, harpten az önce Filistin’de Siyonist tarım topluluklarının büyüdüğünü biliyordu. Ancak Yakın Doğu'yu içine alan stratejik planı yoktu, ve Türkiye’nin meselelerine karışmama eğilimindeydi. Ona göre Filistin'deki Yahudi problemi dıştan gelen, can sıkıcı bir problemdi; Amerika'nın milli menfaatleriyle yakından hiçbir ilgisi olmayan mücerret prensipler uğruna Birleşik Devletleri sıkıntıya sokuyordu. Bundan daha zayıf bir konu ise, Amerikanın bu sahadaki yeraltı Arap milliyetçilik hareketi ile ilgisiydi. On yıl önce, Amerikan misyonerleri ve eğitimcileri klasik Arap edebiyatının canlanmasını teşvik etmişler, ve böylece modern Arap milliyetçiliğine zemin hazırlanmasına yardım etmişlerdi. Yirminci yüzyılın başlarında bir program etrafında toplanan milliyetçi gruplar Amerika'yı Hürriyet Heykeli olarak sembolize ettiler. Lübnanlı-Amerikan şair Emin Rihani'nin bu ruhu aksettiren şiiri Lübnan'da yüksek okul öğrencileri tarafından ezberlendi. Emin hürriyet heykeline dönerek şöyle sesleniyordu: Yüzünü ne zaman Doğu ya çevireceksin Ey Hürriyet? İstikbal, Piramitlerin yanında bir hürriyet heykelini asla görmeyecek mi? S a y f a | 65 Akdeniz üzerinde senin bir kız kardeşin olmak bize nasip olacak mı? 10. BİRLEŞİK DEVLETLER VE ŞARK MESELESİ Stratejik önemi sebebiyle Balkanlar ve Orta Doğu'da olanlar, güçler dengesini ciddi şekilde etkileyebilirdi. Ancak Theodore Roosevelt idaresi 1908 Balkan krizi sırasında kılını kıpırdatmadı. üç yıl sonra, İtalyan-Türk Harbi patlayınca ve İtalya Osmanlının Libya eyaletini ele geçirince Taft idaresi arabulucu rolü oynamak istedi. Harbin başladığı gün birinci Elçi Straus, Dışişleri Sekreteri Knox'a aracılık önermesini söyledi. American Peace Union, Archaeological Institute of America, American Board of Commissioners for Foreign Missions, Massachusetts Peace society, Boston Patriotic Association, W.C.T.U., League of Peace, Law and Order Union of New York State, World Peace Foundation, Men and Religion Forward Movement, ve New Hampshire Peace Society ve daha birçok şahıs ve kuruluş ABD'nin arabulucu olmasını istedi. Başkan Taft Knox'a 1911 Aralığında Amerika'nın aracı olması konusunu müzakere etmek istediğini yazdıysa da State Department Türkiye’nin arabuluculuk işini geri çevirdi. Yaklaşık bir yıl sonra Taft arabuluculuk ihtimalini tekrar ele aldı fakat ABD Dışişleri buna hala karşıydı. Asistan Sekreter Huntington Wilson, şunu gözledi: Yakın Doğu özel olarak bir Avrupa sahasıydı, öyle ki Birleşik Devletler kendilerini bu meseleye enjekte etmekle genel bir kızgınlık hasıl olabilirdi. Wilson, Batı Yarımküreye karışmak için Avrupa'ya herhangi bir özür öne sürmenin tavsiyeye şayan olmayacağını söyleyerek uyardı. 1912 yılında İtalyanlar Beyrut'u bombaladıklarında, Amerikan Koleji sığınak olarak hizmet etmek için yiyecek stokunu arttırdı. Ancak Balkan müttefikleri yarımadanın daha fazla kısmının Türk hâkimiyetinden kurtulması için harbe başvurdukları zaman, Türkiye İtalya'nın şartlarını kabul etti. ABD Dışişleri S a y f a | 66 Balkan'ın patlamaya hazır durumundan haberdar olduğu için Elçisi Rockhill'e, Birleşik Devletlerin bu bölgede hiçbir politik probleme katılmadıklarını hatırlatarak, Amerika'nın arabuluculuk yapmasını isteyen Türk teklifini geri çevirmesini söyledi. Birleşik Devletlerin Cezayir Konferansına katıldıkları sırada ortaya çıkan 1905-1906 birinci Fas krizi sırasındaki Theodore Ruosewelt'in yaptığını yapamayan ABD idaresi Avrupa'da güçler dengesini sağlamada başarılı olmadı. 1912, 1913 Balkan Savaşları sırasında Birleşik Devletler, Batılı Milletleri ve onların menfaatlerini korumak için savaş gemileri yolladı. Başkan Taft'ın 1912 de 3 Aralıktaki yıllık mesajında ülkesinin resmi tavrı şöyle yansıtıldı: Birleşik Devletler bu konuda ne doğrudan ne de dolaylı olarak taraf olmadığı için, mutlak nötr ve politik bakımdan tamamen ilgisiz olma özelliğini devam ettirmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun katıldığı ikinci savaşta can kaybı ve bunun ardından her iki taraftaki sıkıntılar ürkütücü bir hal almıştı. Böylece Birleşik devletler kızıl haçın tarafsız ortamında her iki tarafta acı çekenlere yardım ederek insancıl ve tarafsız yapısını ortaya koymuştu. Bunun ötesinde, Birleşik Devletlerin hükümetinin çabası bu tedhiş ortamında yaşayan kendi vatandaşlarını korumak içindi. Bu son görevleri ifa edebilmek için, yabancıların hayatları ve menfaatleri tehlikeye girdiği anda kullanılmak üzere, iki silahlı kruvazörden oluşan bir özel servis filosu gönderildi. Boğazdaki büyük Avrupa savaş gemileri filosunun yanı sıra, Amerikan kruvazörleri de Akdeniz kıyılarında serbest dolaşma hakkı elde etti; İzmir ve Beyrut civarında pek çok Amerikan menfaatine etki edebilecek umulmadık olayların önüne geçmek bu suretle mümkün olacaktı. 11. TÜRKİYEDE DOLAR DİPLOMASİSİ: CHESTER PROJESİ, 1908-1913 Yirminci yüzyıl başlarında, Amiral Colby M. Chester ve arkadaşları Asya Türkiyesinde demiryolu ve maden işleri için S a y f a | 67 dev bir program hazırladılar. Bunlar, Osmanlı İmparatorluğu'nda, Amerikalılar için büyük ticari ve endüstriyel menfaatlerin bulunduğu düşüncesindeydiler. Bu düşünce, Latin Amerika ve Uzak Doğu'da Amerika'nın ekonomik teşebbüsleri için beslenen büyük ümitlerin serabına benziyordu. Her üç halde de danışmanlar, Amerika'nın endüstriyel artık-değerleri için yabancı pazarlar buldukları hususunda çok iyimser idiler. Amiral Chester, Osmanlı İmparatorluğu'nda ekonomik imkânlar keşfetmeye başladığında, buradaki Amerikan menfaatleri büyük ölçüde misyonerlik ağırlıklı idi. Birleşik Devletler açısından politik, askeri ve stratejik endişe yoktu. İş yatırımları ihmal edilebilir düzeyde ve 19. yüzyıl boyunca ticaret mütevazı idi. Birleşik Devletler Türkiye'de, hayatî politik kazanç veya büyük ihtiras peşinde olmayıp insani bir iz bıraktığı için Türkler arasında Amerika'nın prestiji yüksekti ve Türkler Amerikan işadamları ile gittikçe genişleyen ticari ve mali bağlar kurmak istiyorlardı. Türkiye meselesinde, hem Washington'daki politikacılar, hem de Amerikan işadamları yüzeysel bir merak gösterdiler. Osmanlı İmparatorluğu üzerine süper güçlerin politikalarının tabiatını çok müphem bir şekilde anladılar. Avrupa'nın "hasta adamı" olarak isimlendirilen Osmanlı İmparatorluğu'nu, birkaç on yıldır, bölünme savaşları zayıflatmıştı. İmparatorluk parçalandığı zaman, altı Avrupa gücünden (Büyük Britanya, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan ve Rusya) hiçbirinin bir rakibin pozisyonunu kuvvetlendirmesini istememesi, Osmanlı İmparatorluğu'na bir rakibi diğer rakibe karşı oynamak suretiyle, biraz daha yaşama şansı verdi. Bu rakipler, Birleşik Devletlerin ortaya çıkmasına iyi gözle bakmadılar. 1908 Temmuzunda iktidara gelen Jön Türkler, ülkeyi modernleştirme planlarının arasında ekonomik gelişmeyi liste başına koymuşlardı. Yaygın demir yolu ve karayolu yapımı, limanların geliştirilmesi, sulama projeleri, halk hizmetleri ve mineral çıkarmaları bunlar arasındaydı. Türkiye'de yerli sermayenin ve yatırım hünerinin olmaması, yardım için dışa bakmasını gerektirdi. Türkiye'ye sermaye akıtmakta hevessiz S a y f a | 68 davranınca Amerika'nın durumunun menfaat-gözetmez görünümlü oluşu yüzünden pek çok Türk Avrupa’nın politik emellerini dengelemek üzere Amerikan sermayesini kullanmayı bir fırsat telakki ediyorlardı. Halep'ten Akdeniz'e gidecek Amerikan yapımı bir demiryolu planı, Alman ilgililerin Berlin'den Bağdat'a projelerinde belirtilen bir yöreden geçtiğini ileri sürerek protesto etmeleriyle tehlikeye düştü. Fakat Jön Türklerin Amiral'in teklifine verdikleri samimi cevapla cesaretlenmiş olarak, Chester projesi, bundan sonraki birkaç ay içinde, daha istekli bir şekilde demir yolu yapımı ve mineral yataklarını işletme işlerini içine alarak, genişletildi. 1909'un son yazında Chester firmalar birliği, doğuya doğru Sivas'tan başlayan ve Harput, Ardahan, Diyarbakır, Musul, ve Kerkük yoluyla İran sınırındaki Süleymaniye'ye giden yolların yapımı için başvuruda bulundu. Ana yoldan Karadeniz'deki Samsun Limanı'na, Halep yoluyla Akdeniz'e, Bitlis yoluyla da Van'a giden tali yolların da projesi yapılmıştı. En azından iki bin kilometre tutan bu yolların uzmanlarca hesaplanan değeri yüz milyon dolardan fazlaydı. Projenin rotası, mineralce zengin bölgelerden geçiyordu; böylece yatırım sahipleri tren yolunu kullanmış olacaklardı. Bazı iştirakçilere en cazip gelen şey, tren yolunun yapımı için gerekli cihazların kendileri tarafından satılacağı ümidiydi. S a y f a | 69 V. OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN DAĞILMASI DÖNEMİNDE ABD'NİN ORTADOĞU POLİTİKASI 1914-1920 1914 yazı Avrupa'sında diplomatik buhran hüküm sürerken, İstanbul'daki küçük Amerikan kolonisinin üyeleri 4 Temmuzu kutlamak için konsoloslukta toplandılar. Büyükelçi Henry Morgenthau, katledilen Avusturya arşidükü Franz Ferdinand ve düşesi için Osmanlı Hükümetince düzenlenen törene katıldı. Amerikalılardan bazıları yaklaşan Avrupa harbinden habersiz idi. Robert Kolejin dekanı Lynn A. Scipio'nun daha sonraları ifade ettiği gibi, Orta-Doğu'da Amerikalılar, "dört yıl sürecek olan ve insan hayali dışında bir açlık ve yıkımın henüz başında" idiler, ve kısa zaman sonra bunu deneylerle öğreneceklerdi. Savaş, Orta-Doğu'daki Amerikan menfaatlerini sarsacak ve 1919 yılıyla birlikte Birleşik Devletler Hükümeti, daha önce rüyalarında dahi görmedikleri şekilde, Doğu Meselesi'nin girdabına düşeceklerdi. 1908-1909 Jön Türk devriminin meydana getirdiği iç kargaşaya Balkanlardaki kriz de eklendi ve 1911-1912 İtalyan-Türk Savaşı ile Osmanlı imparatorluğu Libya üzerindeki kontrolünü kaybetti. Nefes aldırmadan gelen iki Balkan Savaşı, Türkler açısından çok elverişsiz sonuçlar doğurdu. Bu anda, İstanbul’daki Alman nüfuzunun en önemli sonucu, Almanların Türk iç politikasını ele geçirmeleri ve Alman emelleri için kullanmaları oldu. Bunun neticesinde Jön Türkler arasındaki birkaç lider, Almanya safında savaşa girmek suretiyle imparatorluğun mezarını kazdılar. S a y f a | 70 1. OSMANLI-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN ÜÇ BASAMAĞI 1914-1920 I. Dünya savaşı süresince ve savaştan hemen sonra, Birleşik Devletlerin Osmanlı imparatorluğu ile ilişkileri üç basamaktan geçti. 1917 Şubat dönemi olan birincisinde Amerikan politikası tarafsız kalmaktı. Bu hedef çerçevesinde, ABD Dışişleri ve onun acenteleri, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Amerikalıları ve Amerikan menfaatlerini korumak için kuvvetli baskı uyguladılar; fakat Avrupalı müttefiklerden farklı olarak, stratejik planlar yapmadılar. İkinci basamak, 1917 Nisanında harbin ilanı ile başladı. Aynı ay içinde Türkiye, Birleşik Devletler ile diplomatik münasebetlerini kesti, fakat Kongre içinde ve dışında ara sıra eleştiri konusu yapıldığı halde Birleşik Devletler, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmedi. Üçüncü basamak savaşın bitmesiyle başladı, 1919 Paris Barış Konferansını içine alarak 10 Ağustos 1920'de Müttefikler ile Türkiye arasında Sevr Anlaşması'nın imzalanmasına kadar devam etti. Bu dönem Amerika'nın en fazla işe karıştığı dönemdir, çünkü Başkan Woodrow Wilson, Türkiye'nin yenilmesi ve İmparatorluğun parçalanması ile ortaya çıkan meselelere, müdahale etmeye kararlıydı. Buna ek olarak müttefikler, işgal etme ve kuvvet kullanma konusunda en büyük sorumluluğu Birleşik Devletlere tevdi etmeye çalıştılar. Birleşik Devletlerin ananevi Orta Doğu Politikasına karışmama prensibinden ayrılışı, Wilson'un Paris'i 1919 Haziranında terk etmesinden önce en yüksek noktasına ulaştı; bundan sonra Birleşik Devletler, yaz boyunca hızla geri çekildi ve "Katılmama" politikalarına döndüler. 1919 yazından sonra, Orta Doğu'da, arzu edilmeyen politik sorumlulukları yüklenmeksizin Amerika'nın misyonerlik, eğitim, kültürel ve ekonomik menfaatlerinin nasıl korunacağı konusu, Amerikan politikacılarının tek problemi oldu. S a y f a | 71 1914 Ağustosu ile 1914 Aralığı arasında Orta Doğu'nun manzarasındaki hızlı değişimler, Osmanlı İmparatorluğu ile olan ilişkilere, bu tarafsızlık basamağında, renk katıcı nitelikteydi. Büyükelçi Morgenthan, 1914 Ağustosunda, İttihat ve Terakki Partisi'nin kilit noktalarındaki muazzam Alman etkisinden haberdar olduğu halde, Savaş Bakanı Enver Paşa'nın İmparatorluğu, Alman isteklerine nasıl tamamıyla ipotek ettiğini anlayamadı. Morgenthan, filizlenen kavgada, Osmanlı makamları üzerindeki tesirini kullanmak suretiyle onları tarafsızlaştırmayı düşündü ise de Hükümet sekreteri (Secretary of State) William Jennings Bryan büyük elçiye, böyle bir teklifi yapmaya ön-ayak olmamasını söyledi. Hali hazırda Türkleri Alman kampından çekip almak için artık geç olmuştu, çünkü 2 Ağustosta Türkler Almanya ile gizli bir ittifak imzalamışlardı ve ABD Birinci Cihan Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik ilişkilerini kesmekle yetinip, Osmanlı toprakları üzerindeki kültürel faaliyetlerini boş yere tehlikeye düşürmemek için harp ilanından kaçındığın-dan, Türkiye Cumhuriyeti ile barış anlaşması imzalaması söz konusu olmamıştı. Bununla birlikte Lozan Sulh Konferansı'na müşahit sıfatı ile gönderdiği heyetten şu iki hususu kesin olarak garantiye kavuşturmasını istemiştir: 1. Kapitülasyonların Amerikan Misyoner ve eğitim faaliyetlerinin çalışma bağımsızlığını koruma korumak üzere muhafazası, 2. Boğazların bütün devletlerin ticaret gemilerinin geçebileceği bir statüye kavuşturulması. Türk murahhas heyeti kapitülasyonların kaldırılması konusunda baştan sona kararlı görünmüştür. Ancak Amerika'nın gözlemci murahhasları ve beraberinde danışman olarak götürdükleri misyoner ve eğitim temsilcileri, Türk murahhas heyetinden çalışmalarının serbestçe devamı için yazılı garanti almadıkça direnmelerinden vazgeçmemişlerdir. S a y f a | 72 2. WİLSON'IN ANADOLU MANDASI PLANI I. Dünya Savaşı, Avrupa ülkelerinin emperyalizm ve sömürgecilik isteklerinden doğmuştur. Bu ülkelerle başlıca ilişkisi kapitülasyonlar dolayısıyla olan Osmanlı İmparatorluğu. Fransa'ya ilk kapitülasyonların verildiği 16’ncı asırdan başlayarak yakınlaşmasını durmadan geliştirmiş ve zorunlu olarak ekonomik alanın dışına çıkmıştır. Bu ayrıcalıklar yüzünden Avrupa ülkelerine gitgide daha bağımlı hale gelmiş, özellikle dış borçlanmalara da başlayıp bunları ödeyemez duruma geldikten sonra da Avrupa devletlerinin İmparatorluğun iç işlerine karışmasına artık iyice ses çıkaramaz olmuştu. İmparatorluğu yıpratan 19. yüzyıl savaşlarının üzerine Trablusgarp ve Balkan Savaşları çöküntüsü de eklenmişti. Osmanlıların 1914'de I. Dünya Savaşı'na üçlü İttifak Devletleri'nin yanında girmesi ve müttefikleriyle birlikte yenilgisi, İmparatorluğa öldürücü darbeyi vurdu. İşte bu çöküş anında. Osmanlı İmparatorluğu'nu uzun bir zamandır "hasta adam" olarak niteleyip ölümüyle mirasını paylaşmayı bekleyen Avrupa büyük devletleri, parçalama zamanının geldiğini görerek hisselerini ayırmaya başladılar. Bu savaşta sömürgeciliğe dayanan emperyalizm fikriyle gizli anlaşmaları oluştururken batı devletlerinin emeli, yalnız İmparatorluğun Müslüman olmayan bölgelerinin bulunduğu yerleri taksim değildi. Türk halkının kendi yaşam bölgesi olan Anadolu'unun da taksimi, hesapları içindeydi. Ancak, bu gizli anlaşmaların açıkça ortaya serilmesi, savaş sonunda oldu. Kendi iç savaşı ve Bolşeviklerin yönetime el koymasıyla savaştan çekilen Rusya, bu anlaşmaları açıkladı. 1915 yılı Mart ayında Fransa, İngiltere ve Rusya arasında İstanbul Andlaşması imzalandı. Bu andlaşmaya göre İstanbul, serbest şehir olacaktı ve Boğazlardan ticaret gemileri serbestçe S a y f a | 73 geçeceklerdi. Mekke ve Medine İslâm yönetiminde bırakılacak, ancak Halifeliğin de bir gün Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılarak, Kutsal Yerlerin tümünün Arap yönetimine bırakılmasına çalışılacaktı. Midye - Enez hattı, Bulgar sınırı olacak, İran da 1907'de İngiltere ve Rusya'nın kararlaştırdıkları sınırlar içinde kalacaktı. 26 Nisan 1915, Fransız - Rus - İngiliz andlaşmasına İtalya'nın da katılmasıyle Londra Andlaşması'nın imzalandığı tarihti. İtalya, müttefiklerin yanında savaşa giriyor, karşılığında 12 adaya İtalyan hakimiyeti söz veriliyordu. Ayrıca, Libya'da da Osmanlı İmparatorluğu'nun tüm haklarına sahip olacaktı. Kutsal Yerler'in bağımsız İslâm Hükûmeti altında toplanması kabul edilecekti. Ayrıca, İtalya merkezî devletlerle herhangi bir andlaşma yapmayacak, bu andlaşma da taraflar arasında gizli kalacaktı. İngiltere, Fransa, Rusya 9 - 16 Mayıs 1916'da Sykes-Picot Andlaşması'nı imzaladı. Yine son derece gizlilikle Sir Mark Sykes ve George Picot tarafından imzalanıp Rusya'nın da onayı karşılığı bazı çıkarlar edindiği bu andlaşmaya göre Rusya'ya Erzurum, Trabzon, Van, Bitlis ve Güneydoğu Anadolu'da bir bölge verilecekti. Fransa, Suriye sahilleri ve Adana: İngiltere de Güney Mezopotamya ve Bağdat'ı alacak, suriye'deki Hayfa ve Akka limanlarını kontrol edecekti. Fransız ve İngiliz bölgeleri arasında arazi, müttefiklerin gözetiminde bağımsız Arap devleti, veya Arap devletleri konfederasyonu olacaktı. İskenderun serbest liman olacak, Filistin ve Kutsal Yerler andlaşma devletlerinin kararıyle ayrı bir rejime sokulacaktı. Taraflar yeni ele geçirdikleri bölgelerde eskiden uygulanan ayrıcalıkları olduğu gibi onaylamaya ve Osmanlı borçlarından kendi hisselerine düşecekleri üstlenmeye karar verdiler.(17). Sykes-Picot Andlaşması, savaş sonunda Osmanlı İmparatorluğu tarafından kabul edilecek Sevr Andlaşması'nın temelini oluşturmaktaydı. Son olarak. 17 Nisan 1917'de İngiltere, Fransa ve İtalya arasında St. Jean de Maurienne Andlaşması imzalandı. SykesPicok Andlaşması karşılığı İtalya'ya Anadolu'da çıkarlar S a y f a | 74 sağlayan bu andlaşmaya göre; Antalya, İzmir, Adana ve Konya, İtalya'ya veriliyordu. Gizli Andlaşmaları açıklayan Rusya'ya bu andlaşmalarda haklar tanınmıştı. Amerika Birleşik Devletleri ise gerek Monroe Doktrini dolayısıyle kendi kıtasına çekilip kaldığından, gerekse Avrupa sorunlarıyle andlaşmalar döneminde pek ilgilenmediğinden, paylaşılan yerlerde bir hisse sahibi olamamıştı. Zaten andlaşmalardan haberdar olması da ancak savaşa girme kararından sonraydı. Amerika, savaşa ilk yıllarında girmemiş, 19. yüzyıldan beri izlediği Monroe Doktrini'ne bağlı kalmıştı. Yine de savaş başlangıcından beri Avrupa devletlerine gerek silâh ve cephane, gerek yiyecek ve ham madde sağlayarak ticaretini sürdürmüştü. Ayrıca, bu ülkelerin alış gücünü ayakta tutabilmek için büyük ölcüde borç para da veriyor, krediler açıyordu. Trafsızlığı süresince İtilâf devletlerine verdiği borç toplamı, 2,262,821,544 doları buldu (18). Bu suretle gerek Fransa, gerek İngiltere, Almanya'nın çektiği sıkıntıları paraca olsun pek çekmiyorlardı. Fakat bu ülkelerin savaşta başarısızlığa uğramaları, yıpranmaları, veya barışın gecikmesiyle yatırımlarını savaşa yönelik tutmaları, hem Amerika'nın borçlarının ödenmesini geciktiriyor, hem de bu ülkelerle yapmak istediği çok yönlü ticareti engelliyordu (19). Oysa Amerika, ülkesinde savaşan Avrupa'nın üretemeyeceği tüketim mallarına yönelik büyük yatırımlar yapmıştı. Bunların getireceği ve getirmekte olduğu geçici refah ve güveni yurttaşlarının yitirmesini istemiyordu. Amerikan Başkanı Wilson, kendi ülkesinin çıkarları açısından, ayrıca dünya barışına olan isteğinden, savaşın biran önce bitmesini istiyor. I. Dünya Savaşı'nın savaşan güçleri arasında savaşı yumuşatmak, bitirmek yolunda Amerika'nın arabuluculuk yapabileceğine güveniyordu. Ancak olaylar, itilâf devletleri sempatizanı olduğunu kanıtlamış olmakla birlikte, başlangıçta tarafsızlığını korumuş olan Amerika'yı savaşa sürükledi. S a y f a | 75 Amerika'nın savaşa girmesini etkileyen olayların başında, Almanya'nın İngiltere ile birbirlerine uyguladıkları abluka ve her türlü ticaret - ulaşım - yardımı denizlerden engelleme taktiği sonunda başlayan denizaltı savaşları gelmektedir. Amerika'yı İtilâf Devletleri yanına iten bu savaşlardı, 1915 yazında ilkin iki Amerikan yolcu gemisi, Lusitanya ve Arabic, Alman denizaltıları tarafından batırıldı ve pekçok Amerikan yurttaşı hayatlarını kaybetti. Bu olaya Amerika'nın sert protestosuna Almanya, olayın tekrarlanmayacağı yanıtını verdi. Fakat çok geçmeden, 1916'da, bu kez Sussex adlı yolcu gemisi, içindeki pekçok Amerikalı sivil yolcuyla birlikte batırıldı. Amerikan - Alman ilişkileri de kuşkusuz, çok gergin bir aşamaya girdi. Amerika için sorun sadece vatandaşlarının ölmesi değildi. Bel bağladığı, büyük yatırımlar yaptığı ve ülkesinin refahını sağlayan Avrupa ile ticareti, bu savaşlarla engelleniyordu. Limanlarında yük dolu gemileri beklerken, vatandaşları da günden güne güç duruma düşüyor, ürettiklerinin karşılığını görememenin huzursuzluğu ve yoksulluğu içinde bocalıyordu. Ekonomik refahını itilâf devletlerinin kaderine bağlamış olan Amerika'nın ticaretini, denizaltı savaşları büyük ölçüde etkiliyordu. Amerika'yı savaşa iten bir başka olay da, Almanların Amerika ile ilişkileri pek iyi olmayan Meksika ile dostluk geliştirmesi, bu dostluğa Japonya'yı da katıp Amerika'ya cephe almasıydı. Ayrıca, Meksika'yı New Meksika, Arizona ve Texas eyaletlerini Amerika Birleşik Devletleri'nden alarak kendi topraklarına katmasına teşvik eden bir belge Alman Dışişleri Bakanı Zimmerman'ın telgrafı, bu ara İngilizlerin eline geçmiş ve şifresi de çözülmüştü. Artık Amerika, Almanya'ya tüm güvenini yitirmişti. S a y f a | 76 3. TÜRK TOPRAĞINDAN ERMENİ VATANI Amerika'nın bu savaşla ilgili tüm kararlarında, Wilson'un büyük rolü olduğu kuşkusuzdur. 1912 yılında Taft'ı ezici bir çoğunlukla geride bırakıp Reisicumhur olan Wilson, Theodore Roosevelt'in "laissez faire" prensibini bırakmak gerektiğini anlamıştı. Kayıtsızlığın ve herşeyi geçerli görmenin, Demokrat Parti siyaseti olarak doyurucu olmayacağını, olayların bilfiil içinde olmak gerektiğini görüyordu (20). Wilson daha ilk konuşmasında, emperyalizme karşı olduğunu belirtmişti. Ancak, emperyalist bir savaş olan. I. Dünya Savaşı'na geç de olsa girmekle, sözünün nazariye olmaktan öteye gidemeyeceğini kanıtlıyordu kanıtlıyordu. 1916 seçimlerini az farkla da olsa kazanmasında, seçim kampanyasında halkı savaşa sokmamış olmasını işlemesinin rolü büyüktü. Seçim sloganı "Halkı Savaşa Sokmadı" olduğu halde, bu tutumundan geri döndü. Tarafsız görünümünü sürdürebilmek amacıyla Wilson bu kez de Senato'ya 22 Ocak 1917 tarihli bir mesaj sundu. "Zafersiz Barış" önerisin taşıyan bu mesajında, èzoraki barışın toplumlara açılar, kötü anılar ve kinden başka birşey getirmeyeceğini söylüyordu (21). Başkan, tüm ülkeleri "kuvvetler dengesi" etrafında değil de, "Milletler Cemiyeti" çevresinde toplamak ümidini de açıkladı. "Tüm ülkelerin birbirlerine karşı kuvvet rekabetinden" uzaklaşarak, kendi kendilerini yönetim. silâhlanmada kısıtlama ve denizlerin tarafsızlığı ilkelerinde birleşmelerini isted (22). Wilson savaşa bu kadar karşı göründüğü halde, yukarıda açıklanan nedenlerle, aynı yıl savaşa girme kararını verdi. Wilson, bu konudaki düşüncelerini Kongre görüşmesinden bir gece önce New York World Gazetesi sahibi Frank Cobb'a açıklamış ve "Amerika, Almanya'ya karşı savaşa girerse, Almanya kesinlikle yenilir. Bu öyle bir yenilgi olacaktır ki, sonunda barış koşulları kendisine yalnız dikte edilecektir" S a y f a | 77 demiştir (23). Nitekim, Amerika'nın savaşta izlediği başlıca politika, Almanya'nın gücünü kırmak, yenilmesini sağlamak olmuştur. Almanya'nın müttefiki olan Bulgaristan ve Türkiye'ye ise, savaş ilân etmedi. Amerika, 2 Nisan 1917'de Senato'nun 6'ya 82, Temsilciler Meclisi'nin de 50'e karşı 373 oyuyla, İttifak Devletleri'ne savaş ilân etti. (24). Bu olayın, özellikle kendi iç savaşı dolayısıyle savaştan çekilen Rusya'nın itilâf devletleri yanındaki yerinin boşaldığı bir dönemde, savaşı yüzde yüz etkileyeceğine hiç kuşku yoktu. Amerika, taze kuvvetleri ve 2 milyon askeriyle, dört yılın savaş yorgunu itilâf devletlerinin yanında yer alınca Almanya'ya hiç ümit kalmadı. üstelik Amerikan ordusu savaşa sadece sayı olarak katılmakla kalmıyor, yıllardır çeşitli savaşlarla uğraşmaktan teknik alana eğilememiş Avrupa devletlerinin karşısına teknik yeniliklerle çıkıyordu. Bunun yanına ekonomik gücünü de katınca, savaş dengesi, itilâf devletleri tarafına ağır basıyordu. Amerika'nın savaşa katılma kararı üzerine, savaşta daha etkili olmasını sağlamak amacıyle İngiltere Dış İşleri Bakanı J.A. Balfour'un İngiliz Komisyonu'na başkanlık ettiği bir İtilâf Devletleri Heyeti, Amerika'ya gitti. (25) Heyet, gerek Müşavir House, gerek Wilson ile ilk olarak gizli andlaşmaları görüştü. Avrupa devletleri, bu andlaşmalardaki paylarından özveride bulunmak istemiyorlardı. Wilson'un da kuvvete karşılık toprak kazancına taraftar olmayan barış ilkelerinde israr edeceğini biliyorlardı. Wilson'sa gizli andlaşmaların hepsinden haberdar bile değildi. Balfour. gerek House. gerek Wilson ile defalarca görüştü. House ile görüşmelerinde, kendisine gizli andlaşmalara ilişkin bilginin çirkinliği ve ikinci bir dünya savaşına bu andlaşmaların neden olabileceği söylendi (26). Yine de itilâf devletlerinin sıkı sıkıya sarıldıkları bu andlaşmalardan pek ödün vermeye niyetli olmadıkları anlaşılıyordu. Haberi olmadan bölüşülen topraklar üzerinde hiçbir pay sahibi olmamak da, savaşa süper güç olarak S a y f a | 78 girmiş, İtilâf Devletleri'nin cankurtaranlığını yapan Amerika'nın işine gelmiyordu. Gizli andlaşmaları "ayıyı öldürmeden postunu paylaşmak" diye niteleyen House, bunların birer metnini Wilson'a vermesini Balfour'dan istedi (27). Metinler 18 Mayıs'ta Wilson'a gönderildi. Bunlar, Sykes-Picot ve èLondra Andlaşmaları'nın metinleriydi. Tümü hakkında ise ancak Paris Barış Konferansı'nda bilgi sahibi olundu. Zaten andlaşmaların Rusya'yı ilgilendiren kısmı 22 Kasım 1917'de, müttefikleri utandırmak amacıyle Komünist Hükûmet tarafından açıklanmıştı. Bu anlaşmalar çoğu gazetelerde, mesela, New York Evening Post'ta 19 Ocak 1918'de; Manchester Guardian'da 11 Mayıs 1918'de;(28) London Daily Tribüne'de, aynı günlerde yayınlanmıştı. Wilson'a barış için başvuran yenik İttifak Devletleri olmasına rağmen, tüm savaşçılar dikkate alınınca Wilson, barış koşullarını saptayacak güçlerin lideri durumundaydı. ülkesinin savaşa girmesinden önce bile, Dünya barışı amaçlamakta olan Wilson, barış görüşmelerine "Milletler Cemiyeti" fikri ile gidip, geleceğin savaşlarını da bu birliği kurarak önlemek çabasındaydı. Uluslararası barışı korumak için bir araya gelmek, "Milletler Cemiyeti" (Cem'iyyet-i akvâm) ile başlamış değildi. Son 500 yılda bu tip 9 atılım yapıldığı saptanmıştı. İlk gerçek adım olarak de 1814 Viyana Kongresi'nin Kutsal İttifak'ı gösterilmekteydi (29) Ancak, Wilson bu ilkeyi dönem koşullarına uygun biçimde onaylatmayı istiyordu. Bu yönde girişimlerini, dünyaya "14 Madde" adı altında sunduğu Barış Prensipleri'yle tanıtmaya çalıştı. Balfour'un gizli andlaşmalar üzerinde açıklamalarından sonra Wilson, ilk başta 38 madde olarak saptadığı barış ilkeleri hakkında şunları söylemişti: "Amerika, Avrupa siyasetiyle değil, Amerika - Avrupa arasındaki işbirliğiyle ilgilidir. Avrupa barışı ile değil, dünya barışı ile ilgilidir"(30) Demokrasiye, toplumların kendi kendilerini yönetmelerine son derece önem verip özgür devletlere inanmakta olan Wilson, bu inancını S a y f a | 79 "Dünyanın demokrasi için güven altında olması ve barışın da demokrasinin temeli siyasal özgürlüklerin birinci gereksinmesi olduğunun akıldan çıkmaması gereklidir" sözleriyle belirtiyordu (31). 4. WİLSON PRENSİPLERİ BUGÜNKÜ SINIRLARIMIZI ÇİZİYOR Wilson, savaşın bitiminden önce, 8 Ocak 1918'de barış koşullarını dünyaya açıkladı. "Wilson'un 14 Maddesi" olarak tanınan bu ilkelerin, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili olanı şöyleydi (32). "Madde 12: Hâli hazırdaki Osmanlı İmparaorluğu'nun Türk olan aksamına bilâitiraz bir hakimiyet temini, fakat elyevm Türk boyunduruğuna tâbi bulunan diğer milliyetlere emniyeti mutlaka içinde mevcudiyetleri ve mezakimsiz olarak tamamii inkişafları imkânının tahtı tefekküle alınması. Çanakkale Boğazı'nın beynelmilel teminat altında bütün milletlerin sefaini ticariyesinin serbestçe müruru için açık kalması". Bu 12. maddenin konuş sebebini anlayabilmek için Osmanlı topraklarındaki Amerikan dini ve kültürel yatırımlarının genişliği hakkında fikir sahibi olmak gerekmektedir. Amerika'nın Türkiye'de pek çok misyoneri vardı. Bunlar vasıtasıyla Osmanlılarla oldukça sıkı ilişkiler sürdürmüş, onların faaliyetleri sonucu Osmanlı toplumunun değişim sürecini etkiliyerek bölgedeki nüfuzunu artırmıştı. şimdi bu birikimi kollamaya çalışıyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Türkiye ile Amerika, karşı devletler olmakla birlikte, savaşmamışlardı. Hattâ, Enver Paşa, ülkelerin siyasal ilişkilerini kesmelerinden önce, Amerikan Elçisi Morgenthau'ya Türk Hükûmeti'nin. Amerikan kurumlarına veya Amerikalılara karşı bir niyeti olmadığını temin etmişti (33) Wilson'un Türkiye hakkındaki İtilâf Devletleri'nin S a y f a | 80 emellerini ve gizli andlaşmalarını bilerek hazırladığı bu 12 nci Madde, çok nazik bir durum oluşturuyordu. Gizli andlaşmaların uygulanması, bu madenin etkinliğini yitirmesi demek olacaktı. İşte bu kritik duruma getirilen yaklaşım, "Manda" sistemi olacaktı. Gerek "Manda" sisteminin getirilmesi, gereksi İtilâf Devletlerinin gizli andlaşmaların uygulanması konusunda Amerika'nın yaklaşımı, Mondros Mütarekesi koşulları içinde ele alındı. Osmanlıların yenilgisiyle saptanan Mondros Mütarekesi koşullarıyle. Avrupa ülkeleri, 12 nci Maddeye ters düşse bile, emellerine kavuşacaklardı. 3 Mart 1918'de yeni Rus Hükûmeti, "Zafersiz Barış" ilkesiyle, Amerika'nın düşüncesine uygun bir biçimde savaştan resmen çekildi. "İlhaksız, tazminatsız barış" isteyerek Brest-Litovsk Andlaşması'nı imzaladı. Zaten İhtilâlden sonra Rus kumandanlarının ordu üzerinde etkisi kalmamış, ordu dağılmaya başlamıştı. 5. MONDROS MÜTAREKESİ VE İZMİR'İN İŞGALİ Rus İhtilâli ve dağılan ordular, Rus Ermenistanı'nda Ermenilerin durumunu süratle etkiledi. Dağılan orduların da silâh ve cephanelerini ele geçiren Ermeniler, silâhlarını Müslüman Türkler üzerinde kullanmaktaydılar. I. Dünya Savaşı'nda, Rus ordusunda zaten pekçok muntazam Ermeni askeri bulunmuştu. Yaklaşık 180.000 civarındaki bu askerlerden Kafkasya Savaşı'na 150.000 kadarı katılmıştı. Filistin'deki İngiliz ordusunda bile 4.000 gönüllü Ermeni çarpışmaktaydı (34). Bu Ermeniler, geçtikleri köylerde Türkleri kesip öldürmekteydi. Bu başıbozuk durumdan yararlanan Ermeniler, ayrıca Gürcüler ve Azerbaycanlılar, bağımsız devletler halinde örgütlenerek üç yeni Cumhuriyet oluşturdular. Bu cumhuriyetleri tek tanıyan ülke, Türkiye oldu (35). Doğudaki harap durum, Osmanlı İmparatorluğu'nun müttefiklerinin batıdaki yenilgileriyle daha da ümitsiz duruma gelince, Eylül ayında Wilson'a barış için başvurulduğundan söz etmiştik. Osmanlı İmparatorluğu ise, yurt savunması için tüm olanaklarını yitirmiş durumdaydı. Bunun üzerine, S a y f a | 81 Kütülamâre'de esir alınmış olan İngiliz. Generali Townshend'in aracılığıyla, 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandı. Mütarekeyi, galip devletler adına İtilâf Devletleri tarafından yetkili kılınan İngiliz Hükûmeti Karadeniz Donanması Başkumandanı (36) Ferik Amiral Arthur Calthrope, Osmanlı Hükûmeti adına da Bahriye Nâzırı Rauf Bey, Hariciye Müsteşarı Reşat Hikmet Bey ve Erkanı Harbiye-i Umumiye Kaymakamlarından Sadullah Beyler imzaladı. Mütarekenin 7 nci ve 24 üncü maddeleri, silâh bırakışmasıyla teslimini doğrulayan Osmanlı Devleti'nin parçalanmasına yol açacak olan maddelerdi. Ayrıca, 4 üncü Madde ile de Osmanlılara siyasî müdahalede bulunuyordu. Bu maddeler şöyleydi (37). "Madde 4: İtilaf Devletleri'ne mensup üserayı harbiye ile Ermeni üsera ve mevkufini İstanbul'da cemedilecek ve bilakayduşart İtilaf Hükümetleri'ne teslim edileceklerdir. Madde 7: Müttefikler, emniyetlerini tehdit edecek vaziyet zuhurunda herhangi sevkülceyiş noktasını işgal hakkını haiz olacaklardır. Madde 24: Vilâyatı sittede iğtişaş zuhurunda mezkûr vilâyetlerin herhangi bir kısmının işgali hakkını itlâf devletleri muhafaza ederler." I. Dünya Savaşı galibi Avrupa Devletleri. 7 ve 24 üncü maddelere dayanarak, barış andlaşmasından önce Anadolu'nun paylaşılmasına giriştiler. Oysaki eylemleri, üç Büyüklerin, Wilson, Lloyd George ve Clemancau'nun Mütareke yılı başlangıcı sözleriyle ayrıca, Wilson'un 12 nci maddesiyle büyük bir çelişki oluşturuyordu: 5 Ocak 1918 tarihinde Lloyd George, "Biz Türkiye'yi ne başkentinden, ne de çoğunlukla Türk olan Anadolu'nun ve Trakya'nın zengin ve ünlü topraklarından yoksun bırakmak için dövüşmüyoruz (38) diyordu. Türklerin toprak bütünlüğünü korumaları ve yönetim hakkından yoksun bırakılmamaları konusunda, Curzon şöyle diyordu: Türklere de kendi mukadderatlarını kendilerinin tayin etmeleri hakkı tanımak (self determination) ve Türklerin asıl vatanı olan S a y f a | 82 Anadolu'nun hürriyet ve istiklâliyle toprak bütünlüğünü garanti altına almak, fakat Avrupa'daki yerleri Türklerden alıp İstanbul ve Boğazlar'ın idaresini de başkalarına vermek gereklidir(39) Bu söz her ne kadar Anadolu'da Türk bütünlüğünü ve eğemenliğini kapsıyorsa da, Curzon'un esas emelini ortaya seriyordu. Clemencau da aynı fikirdeydi. Böylece, amaç gerçekleşecek. Türkler Avrupa'dan çıkarılırken, Boğazlar ve İstanbul da Türlerin elinden alınacaktı(40). Mondros Mütarekesi'nden sonra Anadolu'da başlayan işgallerle birlikte, Osmanlı topraklarında mandahimaye fikri de belirdi. Osmanl hükümeti, İngiliz veya Fransız himayesini kabul eğilimindeydi. Taksimin dışında kalarak hiçbir ülkeye göz dikmemiş görünen Amerika'ya Wilson'a gözlerini çeviren bir grup da ortaya çıkmakta gecikmedi. Bu kimselerin 1918 yılı Aralık ayında kurdukları "Wilsoncular Birliği" Wilson'dan Türkiye'ye 25 yıl süreyle müşavirler göndererek maliye ve ekonomi alanında yardımcı olmasını istiyorlardı (41). Oysa Wilson, 14 maddesinde ortaya koymaya çalıştığı gibi barışçı bir görüşün sahibi olsa bile, ülkelerin bütünlüğü ve milliyet esasları kavramını ayrıcalıksız bir uygulamayla sürdüremiyordu. Bunun en en belirgin kanıtını İzmir'in isgali göstermekteydi. İzmir ve civarının Yunanlıların sözde eski yurtlarında egemen olabilmeleri için Yunanistan'la birleştirilmesi, hem de Türkiye'deki Rumların korunması için Venizelos'un İzmir'e iki üç tümen çıkarması isteğini, Clemencau ile birlikte, derhal onayladı (42). 15 Mayıs 1919'da gerçekleştirilen İzmir'in işgali, büyük bir vahşetle birlikte gelişti. Tepki olarak Türklerin örgütlenmeleri ve Milli Mücadele'ye başlamaları sürerken, durum, Avrupa devletleri ve Amerika'da da heyecan èuyandırdı. Bu işgal, Paris Barış Konferansı'nın toplantıda olup ülkelerin haklarını korumak üzere Milletler Cemiyeti'nin örgütlenmekte olduğu bir sırada gerçekleşmişti. Hem de bu hakların baş savunucusunun onayıyla. Türkiye ile savaşan uluslarda bile bu haksız işgale karşı koymalar olmuştu. Fransa'da yayınlanan Le Populaire S a y f a | 83 gazetesi, 18 Mayıs 1919 baskısında "Türkiye, hattâ Asya Türkiye'si bile barışın imzası ile ömrünü doldurmuş olacak. Türkler, artık kendi mukadderatlarını bizzat kendileri tayin hakkından mahrum kalacaklar. Onların mukadderatını Yunanlılar, İngilizler, Amerikalılar ve Fransızlar tayin edecek. "Milletlerin hakları" için girişilen savaş, işte böyle cinai bir düzen getirmektedir"(43)diyordu. Amerikan, İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinin oluşturduğu Amerikan delegesi ve İstanbul Fevkalâde Komiseri Amiral Bristol'un başkanlığında bir heyet, İzmir ve Ege'de işgalin haklı olup olmadığını ilişkin bir araştırma yapmakla görevlendirildiler. Heyetin tarafsız soruşturmaları ürünü, bölgede çoğunluğun tartışmasız Türk olduğu ve Paris Konferansı'na iletildiği gibi Türklerin Rumları katletmekte olduğu gibi bir durumun asılsızlığı saptandı. 12 Ekim 1919 raporuyla heyet, bölgede Yunan askeri yerine müttefik askerlerin görevlendirlimesini öngörmekteydi (44). Böylece Wilson'un, kendi prensipleri çevresinde olmayan bir işgale tarafgir bir şekilde onay verdiği kanıtlanıyordu. Yine de Türkiye'deki işgalleri gerçekleştiren kuvvetlerin arasında Amerikan askerlerinin bulunmaması yüzünden, yurdun güvenliği için tek ümidi Amerika'da gören, Amerika himayesine sığınmak isteyen aydınların oluşturduğu bir grup da gittikçe kalabalıklaşmaktaydı. 6) PARİS BARIŞ KONFERANSI 4 yıl sürmüş olan I. Dünya Savaşı'na sonuç getirmek, savaşan devletleri barış koşulları çevresinde toplamak amacıyla Paris Barış Konferansı'nın toplanması kararlaştırıldı. Konferansta İtilâf Devletleri, yenik devletlerin savaş sonrası durumunu ele alacaktı. Almanya, Avusturya - Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu arasında, hâlâ üç kıtada toprakları olan ve tüm S a y f a | 84 ülkelerin gözlerini üzerinde toplayan Osmanlı Devleti, apayrı bir yer tutuyordu. Toplumsal yapısı ve stratejik durumu başka ülkelerinkinden büyük ayrıcalık gösteren bu ülkenin sorunlarının savaş sonu koşullarında değerlendirilmesi, ister istemez ayrı tutuldu ve gizli andlaşmalarla ortaya çıkan değişik koşulların değerlendirilmesinden sonraya bırakıldı. Türklerin, İzmir'in işgaline tepkisi çok büyük olmuştu. Bu durumu dikkate alan İtilâf Devletleri komiserlerinin ülkelerini uyarmaları üzerine, Konferansa Osmanlı Hükûmeti'nin de çağırılması kararlaştırıldı. Osmanlı Hükûmeti'ne yapılan çağrı üzerine Konferansa katılacak temsilciler heyeti; Ferit Paşa başkan olmak üzere, eski Sadrazam Tevfik Paşa, Maliy Nazırı Tevfik Bey, Osman Nazım Paşa, Hariciye Nezareti Musteşarı Keçicizade Fuat Paşa, Harbiye Nezareti Umuru Siyâsiye Müdır-i Umumisi Reşit Bey olarak belirlendi (45). Önce Ferit Paşa heyeti, daha sonra da Tevfik Paşa hareket ettiler ve peşpeşe Paris'e vardılar (46). Ancak çağrının yapılması ve heyetlerin gitmesi, konferansın toplanmasından birkaç ay sonraydı. Bu zamana kadar olaylar gelişmiş, Konferans'ta Türk topraklarında "manda" fikri benimsenmeye yüz tutmuştu. Mondros Mütarekesi ile Türk topraklarında da yabancı "himayesi" fikri uyanmış ve gelişmekteydi. Konferansa bizzat katılmaya karar veren Amerika Reisicumhuru Wilson da bu konuda kendisine özgü fikirler geliştirmekteydi. Savaş galibi ülkelerin başarılarının Amerika sayesinde olması nedeniyle, Wilson, konferansta kendi etkinliğinin büyük olacağı kanısındaydı. Konferansın çalışmalarını kolaylaştırmak üzere Amerika Reisicumhuru, Dışişleri Bakanı, İngiliz, Fransız ve İtalyan Başbakan ve Dışişleri Bakanlarıyla iki Japon temsilciden oluşan 10 kişilik bir heyet belirlendi. Ancak, heyet üyeleriyle birlikte gelen temsilci ve yardımcılarla, kararlaştırılan 10 kişi, S a y f a | 85 aşıldı. Mart ayına ise, Wilson'un önerisiyle, kendisi ve üç başbakan, Lloyd George, Clemancau ve Orlando'yu kapsayan "Dört Büyükler" heyeti ortaya konuldu (47). Wilson'un düşüncesi, konferansı 14 maddesi çevresinde geliştirirken, büyük ideali olan "Milletler Cemiyeti"ni de onaylatmaktı. Ancak bu suretle küçük devletlerin ezilmekten kurtulup hakkın egemenliğinin kurulabileceği inancındaydı. ülkesinde, bir Reisicumhurun görevi başında bulunması gerektiği görüşünün yerleşik olmasına rağmen ayrılmasının doğuracağı tepkileri göze alarak, konferansa bizzat katılmaya karar verdi. Konferansta Osmanlı İmparatorluğu'ndan özellikle 1914-15 olayları üzerine Amerika'ya göç etmiş Ermenilerin de durumlarını çözümlemeye kararlıydı. Amerika'da yerleşen bu göçmenler, Amerikan kamuoyunda büyük etkiler yapmış, olaya yalnız bir Türk-Ermeni anlaşmazlığı değil, MüslümanHıristiyan anlaşmazlığı havası gelmişti. Sözde mağdur olan, ezilen yüzlerce Hıristiyan için bir atılım bekleniyor, Müslüman ülkede Hıristiyanların karşılaştıkları ezâ-cefaya son verilmesi, zulümün durdurulması, önlenmesi isteniyordu. 7. TÜRK TOPRAKLARINA AMERİKAN MANDASI Paris'e varmadan önce Wilson, eskiden Rus ve Alman İmparatorluklarını oluşturan haklar ve yaşadıkları topraklarla, Alman sömürgeleri üzerinde birtakım düzenlemeler de amaçlamıştı. Bu halklar arasında, özellikle Alman sömürgelerinde gelişmemiş toplumlar da bulunmaktaydı. Değişikliği, konu edilen yerlere "manda" adı altında bir rehberlik dönemi olarak düşünmüştü. Mandaların küçük, tarafsız ülkelere, örneğin İskandinav ülkelerinden birine veya Hollanda'ya verilmesini tasarlamaktaydı (48). S a y f a | 86 Amerika halkının barışla ilgili olarak üzerinde en çok durduğu sorunlardan biri de bu manda meselesiydi. Konu yalnız ekonomik çıkarlarla bağıntılı görülmemekte, uluslararası ilişkilere ahlaki bir boyut getireceği savunuluyordu. Bu döneme kadar geri kalmış ülkeler, büyük devletler tarafından bencilce sömürülmüştü. Sömürgeler devamlı olarak devletlerarası anlaşmazlık konusu olmuş, bu anlaşmazlıklar çoğu kez savaşları doğurmuştu. Paris Barış Konferansı'na kadar sömürgeler üzerinde, sömürenler arasında bir anlaşmaya varılmasına da girişilmemişti. Wilson, manda görüşünü bu soruna bir yaklaşım olarak tasarlamaktaydı. Barış Konfeansı'na gitmekte olduğu George Washington adlı gemide Wilson, bu görüşünü birlikte seyahat ettiği müşavirleri John Hopkins üniversitesi profesörlerinden İsiach Bowman'a, ve Yale üniversitesi profesörlerinden Charles Seymour'a da açıkladı. Aynı düşünce, Barış Konferansı'na Güney Afrikalı general Jan Christian Smuts tarafından da sunuldu. Bu nedenle, manda konusunda pekçok kaynak, Wilson'un da kavramı, Smuts'dan benimsediğini belirtmekteyse de, Smuts'un fikirlerinin Wilson'ın Avrupa'ya varıp bu görüşü gerek gemide gerekse Avrupa'da açıklamasından sonra yayınladığı, Hoover tarafından yazılmıştır (49). Yine de kesin olan husus, kavramın Avrupa devletlerinde filizlenmediğidir. Gerek Wilson, gerek Smuts, Avrupa kıtası ve düşüncesi dışında kimseler olarak "manda" kavramını düşünmüş ve geliştirmişlerdir. Wilson, I. Dünya Savaşı'nı bitirecek konferansa, 14 maddesini benimseterek "toprak kazancı gözetmeme" prensibini kabul ettirmek istiyordu. Bu nedenle, resmî adı "toprak kazancı" olmayacak bir şekil olan mandayı sunuyordu. Smuts'un manda önerisi ise daha önce Afrika'daki İngiliz sümörgelerinin birleştirilmesi için çalışmalarını ve Alman sömürgelerine karşı Güney Afrika savaşlarını ve Alman sömürgelerine karşı Güney Afrika savaşlarının bir tür geliştirilmesiydi. "Manda" adıyle, Güney Afrika Birliği'ne büyük çapta Afrika arazisi katmak amacıydı. S a y f a | 87 Manda fikri, uygulanacağı ülkeleri üç ayrı grupta ele alarak geliştirildi. Bunlar, toplumların kültürel, sosyal ve coğrafya koşulları gözetilerek, A.B ve C mandası olarak adlandırılan sınıflara konuldu. A mandası, bir zamanlar kendi başına devlet olmuş, uygar olmakla birlikte, ulusçuluk esasında örgütlenmemiş halklar üzerindeydi. Bu gruba bağımsızlık tanınıyor, ancak geçici olarak mandater ülkenin de yönetimi öngörülüyordu. A mandası, eskiden Osmanlı İmparatorluğu olan topraklar üzerinde düşünülmüştü. Manda hakkındaki fikir ve öneriler, adı geçen bölgelerde söz sahibi olmak isteyecek ülkelerin savaşa girme nedeni olan emperyalist isteklerine ters düşmekteydi. "Manda" sorumluluğunu almaksa, kuşkusuz, büyük mali yük getirecekti. İtilâf Devletleri, zaten savaşın ülkelerine getirdiği büyük mali yükün altında ezilmekteydiler. Savaşa giren bütün ülkeler büyük ölçüde zarar görmüşlerdi. Yaralarının sarılmasını, ve biran önce ülkelerinin ekonomilerinin düzelmesini istiyorlardı. Savaş kaybetmiş ülkelerin durumları, konferansta teker teker ele alınacak, er biriyple sağlanan barışla, İtilâf Devletlerinin yükleri de hafifleyecekti. Savaşı kaybetmiş Türkiye hakkında Wilson'un politikası. Barış Konferansı'nın görüşlerini "manda" sistemine çevirtmekti. Osmanlılarla barışın Milletler Cemiyeti ilkelerine dayalı olarak sağlanması, Amerika'yı Türkiye ile savaşıp yenmemiş olmasına rağmen, Türkiye'de söz sahibi yapacak, hem de manda sistemi güç kazanacaktı (49). Özellikle mandater devlet Amerika olursa, zaten Osmanlı toprakları üzerinde yıllardır ticarî ve kültürel faaliyet göstermiş olan Amerika, bu bölgeyi her iki bakımdan da kendine bağımlı kılabilecek, özellikle ekonomik alanda, bu bölgeden hem kaynak hem de pazar olarak yararlanabilecekti. üstelik, ülkenin coğrafya konumu bakımından kıtaları birleştiren köprü durumunda olması, Amerika'nın başka ülkelerle bağlantısı ve ticareti yönünden son derece yararlı olacaktı. Türkiye'deki manda konusunda Lloyd George da acele etmekteydi, çünkü Türkiye'de savaşın bitmiş olmasına rağmen büyük sayıda asker bulunduruyordu. S a y f a | 88 Bu da İngiltere'ye ağır mâlî yük bindirmekteydi. Dolayısıyle, u duruma biran önce son vermek istiyordu. Aslında, gerek İngiltere, gerek Fransa, Türk bölgelerinden ziyade, Arap bölgeleri üzerinde emeller besliyorlardı. Bu bölgelerin mandaterliğini bir an önce sağlayabildikleri takdirde, savaşsız bu isteklerine kavuşabileceklerdi. Bu çözüme ivedilik getirebilmek için, Wilson'a Osmanlı topraklarında mandaterlik öneriyorlardı. Savaşa son anda, 26 Haziran 1917'de giren Yunanistan savaş girerken kendisine söz verilen İzmir'e göz dikmişti. Savaşta Rus ordularıyla birlikte savaşmış olan Ermeniler, müttefiklere önemli yardımda bulunmuşlardı. Katkılarının ödülü olarak, Karadeniz'den Akdeniz'e kadar uzanan bağımsız bir Ermenistan devleti istiyorlardı. Ermenilerin bu isteği, zaten savaşla belirmiş değildi. Daha önce de Doğu Anadolu'da hak iddia ediyor, her vesileyle bunu haykırıyorlardı. Ancak, şimdi karşılarına bizzat temsilci de göndermek suretiyle seslerini duyurabilecekleri bir Barış Konferansı olanağı çıkmıştı. Bundan yararlanarak amaçlarını gerçekleştirebilecekleri inancındaydılar. Ne var ki, Ermenilerin Konferansta devamlı temsilci bulundurmaları Müttefiklerce onaylanmadı. Halbuki Ermeniler, Boghos Nubar Paşa başkanlığında "Avrupa Millî Ermeni Delegasyonu", Aharonian'ın başkanlığında "Ermeni Cumhuriyeti Delegasyonu" ve Ermeni Patriği Monsenyör Terziyan başkanlığında da "Din Adamları Delegasyonu" olmak üzere üç ayrı delegasyon hazırlanmış ve Paris'e göndermişlerdi bile(50). Ermeni delegasyonlarından Boghos Nubar ve A. Aharonian, 26 Şubatta verdikleri muhtırayla, Ermeni isteklerini maddeler hâlinde açıklıyorlardı. Bu açıklamaya göre istekleri, sadece toprak isteklerini kapsamıyordu (93). 1. Kafkas Ermeni Cumhuriyeti arazisi ile beraber Kilikya ve 7 ilden oluşan bağımsız Ermenistan kurulması, 2. Ermeni Hükûmeti'nin Amerika veya Cemiyyet-i Akvâm kefaleti altına konulması. S a y f a | 89 3. Bir dönem için devletlerden birine özel manda verilip mandater devletin Ermeni konferansı mütalasıyle seçilerek en çok 20 yıllık olması, 4. Ermenistan, Osmanlı İmparatorluğu'nun Düyûn-u Umûmiye'sine katılmaya hazırdır. Mandayı kabul eden devlet, şunları yapacaktır: Türk memur ve askerlerini boşaltmak; halkın silâhtan tecridi; katliamlara iştirak edenlerin, tecavüzde veya yağmada bulunanların cezalandırılması; İslâm muhacirlerinin çıkarılması, zorla İslâm edilip de Ermeniler arasına sokulmuş çocuk, genç kız, vs. nin eski dinlerine dönmesi; Türklerin zorla müsadere ettikleri malların eski sahiplerine iadesi." Ermeni istekleri Fransız işgalindeki Kilikya'yı da kapsayınca, Fransızlarla Ermenilerin arası açılırken, İngilizler, Ermenileri desteklediler. Rusların Akdeniz'e inmelerinden çekinen İngilizler, Rus ilerlemesini durdurabilecek, kendilerine dost bir tampon devlet kurulması fikri, oldukça sevindirmekteydi (51). Bu istekler gerçekleştiği takdirde, Wilson prensiplerinin dayanmakta olduğu "self determination" milletlerin kendi kendilerini yönetme ilkesi. Türkiye açısından geçersiz kalacaktı. Ermeniler, Wilson'un bu ilkesini terkedip kendilerini desteklemesi ve en kalabalık oldukları yerlerinde bile 1/4 oranında azınlıkta oldukları Türk topraklarındakendilerine bir Ermenistan kuruvermesi için baskı yapıyorlardı. Wilson'un özel ilgisi ve kişisel çabasıyla gerçekleştirilen Milletler Cemiyeti karara bağlanana kadar pek çok değişikliklere uğradı. Konferansın bu konuyu görüşmekte olduğu sıralar, Cemiyet'in kurulmasıyla manda konusuna da açıklık getirilip uygulamaya konulacağını bilen Ermeniler, seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Kendilerine Türklerce sözde devamlı zulüm yapıldığını belirtmeye çalışıyor, tarafsızlıktan uzak konferansta da etkili oluyorlardı. Le Progres de Lyon adlı Fransız Gazetesi, 5 Ocak 1919'da "Yetkili kaynaklarca bildirildiğine göre, Türk ordusu, Kafkasya'da işgal ettiği yerleri boşaltırken, Mütareke hükümet- S a y f a | 90 lerini hiçe sayarak Ermenilere karşı amansız eziyetlerde bulunmaktadır. Aslında bazı Türkler, Ermenilere öldürücü darbeyi vurma ve ırklarını yük etme şeklindeki Türk politikasını taçlandırma niyetini açıkça söylemektedir" (52) gibi propaganda haberleri yazıyordu. İngiliz basınında, Doğu Anadolu'da Kürtlerle Türklerin çoğunlukta olma nedeninin katliamlar olduğu yazılmaktaydı: Sözde âdilane olmayan bu durumda, Ermenilere bu bölgede kendi kendilerine yönetim hakkı verilirse, ènüfuzlarının zamanla artacağı öne sürülmekteydi. Yerlerini terketmek zorunda bırakılmış Ermenilerle birlikte Amerika, Mısır, Singapur, Hindistan, Doğu Hind Adalarından buraya yerleşmek üzere pek çok Ermeninin geleceği belirtiliyordu. Bu bölgedeki mandanın pahalı bir manda olmakla birlikte, yetenekli kimselere yönelik olacağından, kısa zamanda kendini telâfi edeceği yazıyordu (53). Ümidini Amerika ve Wilson'a bağlamış olan Osmanlı Hükûmeti ise kaderini saptayacak kararı beklemekten başka bir şey yapmıyordu. Basında, Amerika'ya duyulan güven övgülerle belirtiliyordu. İstanbul'da yayınlanmakta olan Ati Gazetesi, "Makadderatı Cihan ve Amerika" başlıklı makalesinde, yalnız Osmanlı Devleti'nin değil tüm dünyanın barış ve huzur için güvencesinin Amerika olduğunu. Başkan Wilson'un görüş ve prensipleri sayesinde bunun biran önce sağlanabileceğine duyulan ümidi belirtiyordu (54). Toplantı sürerken. Mondros Mütarekesi hükümetlerinin uygulanması konusunda. aris Konferansı'nın yaklaşımları da görüldüğü gibi, tarafsızlıktan uzak sayılabilecek durumdaydı. Barış Konferansı'nın kararının, sözde Anadolu'da saptanan koşullara göre olması istenmekteydi. Buna ilişkin olarak yapılan girişimlerden biri de İngiliz Yarbayı Rowlinson'a, Doğu Anadolu'da verilen soruşturma ve denetleme göreviydi. 22 Nisan 1919'da on kadar askerle Erzurum'a Mütareke koşullarını kontrol için gitmiş olan Rowlinson, bölgede gözlemlerde bulunup daha çok ordu mensuplarıyla ilişki kurdu. Görüşleri, bin yıldır Türklerin egemen olduğu bu bölgede başka unsur müdahalesinin getireceği büyük tepkiyi belirtiyordu (55). S a y f a | 91 Hiç de Türk sempatizanı sayılmaya İngiliz yarbayın bu uyarısı da etkili olmadı. 28 Nisan 1919'da Milletler Cemiyeti, konferansta onaylandı. Mandaya ilişkin 22 nci Maddesinde, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili olarak şöyle deniyordu (56). "Evvelce Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı bulunan bazı cemaatler, belirli bir gelişme derecesine erişmişlerdir. Kendilerinin bağımsız milletler olarak nevcudiyetleri kendi kendilerine yeterli hâle gelinceye kadar bir mandater devletin idarî bakımdan yol gösterme ve yardımına bağlı olmak üzere şartlı olarak tanınabilir. Bu cemaatin arzuları mandater devletin seçiminde göz önünde bulundurulacak birinci derecede hususlar olmalıdır." Bunun sonucu, uluslararası bir komisyon kurularak 1919 yazında Londra'da çalışmalara başlamıştı. Komisyonda Lord Milener ve Lord Cecil İngiltere adına; Fransa Müstemlekeler Nazırı simone, Japonya adına Vikont Chinda, İtalya adına Guglielma Marconi ve Amerika adına da Albay House ve danışmanı olarak George louis Beer bulunuyordu. Amerikan mandasının özellikleri şöyle saptanmıştı: Bu manda, mümkün olduğu kadar çabuk kalkınma sağlanması için iyi işleyecek biçimde hazırlanıyordu. Hükûmet yönetimi olanak olduğunca, yerlilerce hazırlanıp yapılacaktı. Askerî kadro ve hava kuvvetleri kurulup yönetilebilecekti. Tahkimat ve deniz üsleri kurulacaktı. Sadece düzenin sağlanması için yerel bir jandarma kuvveti bulunacak (asker mandater devletin). Tam bir vicdan özgürlüğü ve dinsel törenlerde tam serbestlik sağlanacaktı. Vatandaşlar arasında din-ırk ayrımı gözetilmeyecekti. Mandacı devlete de uyruk haklarıyla ilgili çok önemli koşullar yükletilmişti. Bu devlet, kendi vatandaşına manda yönetiminde tanıdığı ikâmet, mülk edinme, ticaret yapma haklarını, buradaki Milletler Cemiyeti'ne bağlı devletlerin vatandaşlarına da tanıyacak, kendi vatandaşlarına ayrıcalıklı davranmayacaktı. Milletler Cemiyeti'ne bağlı bütün ülkelerin vatandaş- S a y f a | 92 larına çalışma, ticaret, iktisat ve sanat yönünden tam bir eşitlik sağlanacaktı. Manda yönetimindeki ülkelerin doğal servetlerinin geliştirilmesi için, Milletler Cemiyeti ülkeleri vatandaşlarına ayrıcalıklar verilebilecekti (57). Bu koşullar, manda kurulacak devleti, adetâ uluslararası bölge yapıyordu. "Cemiyyet-i Akvâm'a üye" devletlerin tümüne çeşitli yararlar sağlıyordu. Fakat bu uluslararası durum göstermelikti. Yine bu koşullardan yararlanacaklar, ancak büyük ve güçlü devletler olacaktı. Osmanlı toprakları için İstanbul ve Boğazlar,Anadolu, Doğu Anadolu (Vilâyat-ı sitte) olmak üzere üç bölgeli bir manda kurulması fikri ağırlıktaydı.Ermenilerin Doğu Anadolu'daki 6 ili kapsayan manda bölgesinde bağımsız bir Ermeni devleti kurma planları ise, pek açıklanmamakla birlikte, Wilson'dan olur almıştı. Barış Konferansı'nda Osmanlılarla ilgili sorunların tartışılmasına, Wilson'a Amerika'nın mandayı kabul etmesi önerisi resmen yapıldıktan, yani 21 Mayıs'tan (58) sonra başlandı. Osmanlı Sadrazamı Ferit Paşa, konferansa, ülkesi ile ilgili en belirgin nokta olarak, hanedan ve İmparatorluğun devamının sağlanması ilkesiyle gitmişti. Ermeni Devleti'ni ise kabul ediyordu. Amerika'ya bu öneriyi Lloyd George 23 Martda yaparken hem İstanbul, hem de Ermenistan'ın Amerika tarafından işgali gerektiğini öne sürmüştü. İngiliz Mareşalı Wilson da Başkan Wilson'a İstanbul ve Boğazlar için 1, Ermenistan içinse 5 büyük Amerikan tümeni gerektiğini belirtiyordu (59). 8) AMERİKA ANADOLU'YU İNCELETİYOR. Gerçekte Amerika, I. Dünya Savaşı sırasında ülkesine Ermeni tehcirleriyle göçen Ermenilerin etkisiyle Türk sorunuyla girift olmuştu. Daha önceden bahsettiğimiz gibi, bu tarihe kadar S a y f a | 93 Osmanlı-Amerikan ilişkileri, kültürel ve ticarî ilişkiler olarak yürümüştü. Bu iki husus ve gizli andlaşmaların öğrenilmesi, ABD'de Osmanlı toprakları üzerinde "manda" idaresi kurmaarzusu uyandırdı ve Amerika, Türkiye üzerine daha başka niyetlerle eğilmeye başladı. Amerika Dış İşleri Bakanlığı, Wiscounsin üniversitesi profesörlerinden Wesserman'ı, Türkiye'de incelemeler yapmakla görevlendirdi. 1917 yılı Ekim ayında ise, Amerika'da Türkiye'nin yeniden örgütlenmesini içeren bir komite kuruldu. Bu komitede, Wiscounsin. Princeton, Yale, Harward California üniversiteleri profesörlerinden Türkiye ve Yakın Doğu ile ilgili olanlar görev aldılar. Kendi çalışma alanlarına göre Türkiye'nin tarihi, dini; eğitim, sağlık, maliye sorunları; sulama, enerji gücü olarak su sorunu, ulaştırma ve endüstri konularında veriler toplayıp, anketler yapıp, uzmanlarla görüştükten sonra monografiler hazırladılar. Bu hazırlanan monografiler. 3 Haziran 1918'de ilgili makamlara bir rapor halinde sunuldu. Raporda önerilene göre Amerika'nın Türkiye hakkında savaş sonrası davranışı şöyle saptanacaktı: 1. Türk halkı, Türk yönetici sınıfıyla karıştırılmamalıdır. Yönetici sınıf çok kısıtlıdır, ve tasfiye edilmelidir. 2. Arabistan ayrıldıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu'nun geri kalan toprakları, Avrupa devletleri arasında paylaşılmamalı ve sömürgeleştirilmemelidir. 3. Türkiye, muhtariyetle yönetilen bir devlet olmamalıdır, veya bu şekilde devletlere bölünmemelidir. Eğer muhtar bir Ermenistan kurulmasına kalkışılacak olursa, 3/4 ü Türk olan bölgede Türklerin yönetimi, 1/4 olan Ermenilere bırakılırsa, bu Amerika'nın geleneklerine, demokrasi anlayışına veya sağlam bir yönetim kurulmasına da ters düşer. 4. Türkiye, kendini demokratik yöntemle yönetebilinceye kadar, belki bir müddet, Amerika'nın vesayetine verilebilir (60). Amerikalı uzmanların 22 Haziran'da konferansa sundukları raporda da "Ermenistan'ın henüz işgal edilmeyen kısmını işgal etmek için Ermenilere verilmek üzere 50.000 silâha: S a y f a | 94 Ermenilerin dönmesini sağlamak için de 60.000 kişilik bir orduya, Ermeni Hükûmeti'ne yardım ve asayişi korumak üzere de yıllarca en az 30.000 kişilik kuvvete gerek olduğu (61) açıklanıyordu. Bu görüş ve açıklamar, mandanın getireceği sorumluluğu ve maddi külfeti daha yakın bir şekilde ortaya seriyor, kararın daha düşünceli alınması gereğini duyuruyordu. Wilson, manda önerisini yaparken gerçek gayesini gizleme ihtiyacı duymuş, Ermenistan ve Türkiye gibi ülkelerin, geleceklerinin parlak olduğunu, kısa zamanda kendi kendilerini idare edebilecek duruma gelebilecklerini, amacının Amerika için bir pay almak olmadığını açıklamıştı. Ancak, İstanbul ve Boğazlara ilişkin olarak, bölgenin uluslararası olması ve serbest liman yapılmasını düşünmekteydi. Amerika'nın da bölgeye yerleşip kalmayacak, görevini iyi niyetle sürdrebilecek tek ülke olduğunu da iddia ediyordu (62). Fakat manda üzerindeki raporlar ve tartışmalar, Wilson'u adamakıllı ürkütmüştü. Kararı kendi başına veremiyeceğini, Amerikan Senatosu'nun onayı gerektiğini anladı. Amerika'nın prensip olarak mandater devlet olmayı kabul etmesi, ayrıca, toplum olarak da "manda" ile birlikte ulusa yönelecek madddîve manevî özverileri üstlenmeye hazır olması gerekiyordu. Lloyd George, Clemancau ve Orlando'nun önerileriyle Wilson, bu fikri oldukça benimsemiş olarak, 27 Haziranda ülkesine döndü. Manda sorunuyla, bu bölgenin yardım işleri yönticisi olan Herbert Hoover'i görevlendirmek istedi. Tasarı daha başlangıçta gerek kamuoyunda, gerekse Amerikan Senatosu'nda büyük karşı koymalara yol açtı. üstelik, Hoover da bu fikri desteklemiyordu. Kendisi bölgeyi iyi tanımaktaydı ve manda atılımının sebep olacağı çetin aşamaların farkındaydı. Hoover'a bu öneri, ilk defa Mayıs ayında Albay House tarafından yapıldı. Hoover, yanıtında Rus Ermenistanı'nın, eski Rusya'dan bağımsızlık kazanmış olan Ermenilerden oluştuğunu söyledi. Aslında, Doğu Anadolu'da 1.500.000 olan Ermeni nüfusunun S a y f a | 95 400.000 den fazlasının Türklerden korunmak için Ermenistan'a kaçtığını, 400.000 civarında Ermeni'nin de hâlen Türkiye'de bulunduğunu açıkladı. Ermenistan'ın 150.000 kişilik yabancı karakol kuvveti olmadan kendisini Türk ve Azerbaycanlı komşularından koruyamayacağı görüşündeydi. Ayrıca, eski Türk - Ermeni bölgesinin tümünü ve Güneydoğu Anadolu'nun bir bölümünü tarımsal amaçla kullanabilmek üzere sınırları kapsamına almadığı ve Gürcistan'dan Karadeniz'e bir çıkışı olmadığı takdirde, kendi kendine yeterli olamayacağını açıkladı. Bu koşullar altında Mandayı kabul etmezden önce, sorunu yerinde incelemek üzere Ermenistan'a bir heyet gönderilmesini ilkin Albay House'a, sonra da Başkan Wilson'a önerdi. Heyetin başkanlığı için de Genel Kurmay Başkanı General Harbord'un uygun olacağını bildirdi (63). Hoover'ın görüşlerinin benimsenmesi üzerine, heyetin atanması çalışmaları başladı. 9. KİNG-CRANE KOMİSYONU SURİYE'DE Bu ara, Suriye'de manda sorununu inceleyecek benzeri bir heyetin araştırma için Orta Doğu'ya gönderilmesi, Paris'te 4 Büyükler tarafından kararlaştırılmıştı (64). Ancak, bu konuda sonradan fikir değiştirilmesi üzerine, Wilson tarafından Oberlin Koleji Rektörü Henry C. King, ve özel sektörden Charles Crane'in başkanlığında "King-Crane Komisyonu" (65) Suriye'de manda idaresi kurmanın getireceğiyükler ve sağlayacağı çıkarlar üzerinde incelemelerde bulunmak üzere görevlendirildi. "Türkiye Mandaları Komisyonu Amerika Şubesi (The Ameikan Section of the International Commission on Mandates in Turkey) (66) olarak tanınan "King -Crane Komisyonu", 1919 yılı Temmuz - Ağustos aylarında Suriye ve Filistin'de incelemelerde bulunmak üzere 3 Haziran'da İstanbul'a gelip inceleme bölgelerine hareket etmeden önce, bir bildiride bulundular. Bildirilerinde "vekâleten idare" ya da "manda" sorununun önemine ve güçlüğüne değinerek, Amerikan halkının görüşünün de kararda etkili olacağını bildirdiler (67). S a y f a | 96 Heyetin İstanbul'a geldiği sıralarda, Paris Konferansı'nda belirmiş olan manda fikri gerek Osmanlı Hükümet çevrelerinde ve gerekse aydınlar arasında çeşitli doğrultularda yayılıyordu. King - Crane Komisyonu'nun İstanbul'a gelişinden önce, 1 Haziran'da İstanbul'da ikamet eden Miralay İsmet Bey(İnönü), Erzurumdaki karargahında bulunan 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabiker Paşa'ya yazdığı mektubunda, Karabekir'i heyetin gelişinden haberdar etmekte, ve İstanbul'daki durumu anlatmaktaydı. İsmet Paşa, heyetin manda konusunda kamuoyu yoklaması yapacağını, İstanbul'da da tartışmaların İngiliz mandası mı, Amerika mandası mı olmalı konusunda sürdüğünü anlatmaktadır. Kendi çevresindekilerin, Amerikan mandasını, parçalanmamamış bir Türkiye sağlayacağı kanısıyla yeğlediğini, bu meydana Alemdar ve Türkçe İstanbul gazetelerinin İngiliz: - Fransız karışımı bir manda yanlısı olduğunu yazmaktaydı. "Manda" hakkında da "zamanın yaldızlı hapı" (68) sözünü kullanmaktaydı. Bu söz, mandaya karşı beslenen ümidi ve tek kurtuluşu mandada bulanların, bu arada İsmet Bey'in psikolojisini yansıtmaktaydı. 7 Haziran günü Havza'dan Kâzım Karabekir'e mektup yazan siyasiyat Şubesi Müdürü Hüsrev Bey de, İsmet Bey'in mektubundaki gibi kimilerinin İngiliz, kimilerinin de Amerikan mandasının uygunluğu fikrinde olduklarını, kimsenin "tam bağımsızlığı" imkan dahilinde görmediğini yazıyordu. Amerika'yı oldukça tarafsız gördüğünü söyledikten sonra "en ehveni şer"in Amerikan "himayesi değil, fakat murakabe tarzında manda"sı, "en son çare-i halas" (69) olabileceğine ilişkin görüşünü bildiriyordu. Temmuz sonunda İstanbul'a dönen heyet, İstanbul'da azınlık cemaat temsilcileri, taşra eşrafı ve fırkaları davet ederek görüşmeler yaptı. Daha sonra manda konusunda bir beyanat vererek, Amerika'nın gerek Avrupa, gerekse Orta Doğu'da hiçbir siyasal emeli olmadığını anlatıp, Doğuda bağımsız bir Ermenistan'ın Türkiye açısından yararlı olacağını iddia etti (70). S a y f a | 97 Heyet, Şehremini Cemil Paşa ile Amerikan Sefarethanesi'nde yaptığı görüşmedeyse. Cemil Paşa'nın 950 bin nüfuslu İstanbul'un 750 bininin İslâm olduğunu söylemesi üzerine, manda konusunun Türkleri gereksiz yere korkutmaması, bunun "himaye" demek olmadığı, büyük devlet yardımının gerekli olduğu, ilerleme kaydedilince de Milletler Cemiyeti kontrolündeki mandanın kaldırılacağı konuşuldu (71). Türk Hükûmeti'nin kaygıları, İngiliz basınında da yer almaktaydı. The Observer, Türk Hükûmeti'nin, manda kararının ülkenin mandater devlete ilhâkına yol açacağından kuşkulandığını, bu nedenle de Ermenilerle ilgili bağlayıcı kararlardan çekindiğini yazmaktaydı. King-Crane Komisyonu, Amerika'ya sunduğu raporda, Ermeni Mandası kurulması fikrini desteklemekteydi. Türk devleti için ayrı bir manda önerirken, İstanbul'un da Türklerden alınması gerektiğini öne sürüyordu. Tüm Anadolu, Ermenistan, İstanbul ve Türk Devleti'ni kapsayan tek èbir genel manda kurulup Amerika'ya devredilebileceğini de (72) bildiriyordu. Yine raporda, Arabistan'daki kamuoyu yoklamasıyla, Arapların Lübnan'ı da içeren birleşik bir Arap devleti istediklerinin öğrenildiğini, ancak, bunun gerçekleştirilemediği takdirde, İngiliz veya Amerikan mandasını istediklerini açıklıyorlardı (73). King - Crane Komisyonu, Türk Toprakları üzerine manda kurulmasına ilişkin görüş bildirdiği halde fikirlerini ve gözlemlerini esas Türkiye'de değil, Suriye ve Mezopotamya'da oluşturmuştu. Amerika, Türkiye'yi eski esasa dayanarak iki bölümde görüyordu. Bu nedenle, bir bölümü üzerinde karar almak üzere gönderdiği King - Crane heyetine ilâveten, Türkiye'nin esas Türklerin yaşamakta olduğu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgesinde bu konuda kesin karar sahibi olabilmek için de söz ettiğimiz öneri ve hazırlıklardan sonra. General Harbord'u görevlendirdi. S a y f a | 98 10. GENERAL HARBORD ANADOLU'DA General Harbord'un kuracağı heyetin görevlendirilip yola çıkması için gerekli çalışmalara vakit geçirilmeden başlandı. Bu heyet, Amerika Birleşik Devletleri için gerçekten önemli bir kararın öncüsü olacaktı. ABD'de özellikle son yıllarda göçlerle yerleşmiş pek çok Ermeni vardı. Bunlar, öteden beri Ermenilere hoşgörü besleyen Amerikan toplumunu oldukça etkilemişti. I. Dünya Savaşı bitmiş olduğu halde savaşın sürmekte olduğu, özellikle Ermenilerin bağımsız bir devlet kurmak istedikleri Doğu Anadolu'da, Türklerin Ermenilere zulümde bulundukları öne sürülüyordu. Hattâ bu verilere dayanarak Wilson, 21 Ağustos 1919'da Damat Ferit Paşa'ya bir nota bile göndermişti. Bu notada, Kafkasya ve başka bölgelerde Ermenilerin öldürülmesi engellenmezse, Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk bölgelerinden, Wilson Prensiplerinin 12 nci maddesiyle tanınan bağımsızlığın geri alınacağı ve barış koşullarının Türkler aleyhine değiştirileceği bildirilmekteydi (74). Türkler, Kafkasya'daki olaylardan bile sorumlu tutuluyor, kendilerine karşı takınılan önyargılı tavırlar, bir kez daha kanıtlanıyordu. Bütün bunların bir'an önce yerinde incelenmesi için 3 temmuz 1919'da Amerikan Dışişlerinden John Foster Dulles ile Herbert Hoover, Wilson'a bir telgraf çekerek Harbord Heyeti'nin ivedilikle görevlendirilmesini istediler. Hoover Başkan'a, heyette bulunmak üzere kendi yardımcılarından William B. Poland, Jamesi Mc. Knight ve Harold W. Clark'ı da Harbord'un emrine verebileceğini bildirdi. Hazırlık aşamalarından sonra heyet, 15 Ağustos günü Avrupa'ya vardı (75). General Harbord Heyeti'nin görevlendirildiği sıralarda, Türkiye'deki Ermenilerin tehlikede olduğu, Türklerin İzmir'in işgalinin acısını onlardan çıkarmak üzere hazırlıklar yatıkları söylentileri dolaşmaktaydı. Ayrıca, Rus sınırına devamlı yığınak yapıldığı, buradan da Türklerin èsaldırıya hazırlanmakta oldukları söylentileri yaygındı. İddiaya göre sorun yalnız S a y f a | 99 Türkiye'de Ermenilerin yaşamakta olduğu doğu Anadolu bölgesinde değil, Gürcistan ve Azerbeycan'da da büyüktü. Tehcirler dolayısıyle buraya pekçok Ermeni göç etmişti. Her yerde olduğu gibi, bu bölgelerde de nüfus yığılması, açlık, sefalet ve günden güne artan sağlık sorunlarına neden oluyordu. Bu durum. Mayıs ayında Yardım Yöneticisi Hoover tarafından Kafkasya'da incelemelerde bulunmak üzere gönderilmiş Yüzbaşı Green tarafından bildirilmekteydi (76). Yaz boyunca Rus Ermenistanı'nda kalan Green ve yine oraya Müttefikler Komiseri olarak atanan Albay Haskell, bölgedeki 50 bin kusur Ermeni'nin durumuna ilişkin haberler iletmekteydiler. Yüzbaşı Green, Temmuz sonunda müttefiklere, Türklerin 1915 olaylarından daha büyük olaylara hazırlanmakta olduklarını, İngilizlerin de, Batum'dan geri çekmek üzere oldukları kuvvetlerini yerinde bırakmadıkları takdirde büyük bir Ermeni soykırımına girişilebileceğini bildirmekteydi (77). İşte bu olayların devamlı kendisine yansımasıyladır ki Wilson, biran önce aldığı haberlerin doğruluğu ve abartma payının ne olduğunun saptanması amacıyla Paris'e telgraf çekerek, General James G. Harbord'un başkanlığındaki inceleme heyetini resmen görevlendirdi. Wilson tarafından görevlendirildiği sıralarda General Harbord (1866 - 1947), 53 yaşındaydı. Kansas Ziraat Koleji mezunu olup 1899'da Amerikan ordusuna katılmıştı. Bütün ömrü askerlikle geçmiş, Filipinler'de güvenlik kuvvetlerine başkanlık yapmış, Soissons ve Chateau - Thierry'de Amerikan birlikleri kumandanlığında bulunmuştu. 1917 - 18'de Genel Kurmay Başkanlığı yapmış, 26 Mayıs 1919'da bu görevine yeniden atanmıştı. Daha sonra. 1921 - 22 yıllarında Genel Kurmay Başkan Yardımcılığı da yapan Harbord, Amerikan Savaş Bakanı Newton D. Baker tarafından Pershing'in Başkomutanlık görevinden ayrılması durumunda, bu göreve en uygun aday olarak saptanmıştı (78). Bu da gösteriyor ki daha önce de Türkiye'de bulunmuş olan Harbord, Amerikan ordusunun en gözde komutanları arasında bulunmaktaydı. General Harbord'a seçeceği yardımcılarla birlikte Orta Doğu'ya giderek Amerika'nın manda konusunda kesin karar S a y f a | 100 alabilmesini sağlamak üzere incelemelerde bulunması, şu emirle bildirilmekteydi (79): "Vakit geçirmeden, bir devlet aracıyle, İstanbul, Batum ve Ermenistan'ın çeşitli bölgelerine, Rus Trans - Kafkasyası'na (80) ve Suriye'ye gitmek ve daha önce görüşülmüş olan talimatlara ilişkin incelemeler yapmak üzere yola çıkılacaktır. Bu bölgelerde Amerika'nın siyasî, askeri, coğrafî, idarî ve ekonomik açıdan karşılaşabileceği sorumluluklar ve çıkyar sağlayabileceği hususlar üzerine araştırma yapıp rapor vermeniz istenmektedir." Bu emir üzerine Harbord, derhal saptayıp konu ile ilgili bilgi toplamaya èbaşladı. Gerekli gördüğü tüm araç - gereçler, kendisine Amerikan Hükûmeti'nce sağlanacak, General Pershing tarafından da askerî personelini seçmede kolaylık gösterilecekti. Asker ve sivil uzmanlardan oluşan heyete birhaberleşme taburu birkaç fotoğrafçı, Fransız Hükûmeti de bir ahçı atadı. 46 kişilik General Harbord heyetinin asker üyelerinin isimleri şöyleydi: Tümgeneral James G.Harbord: Heyet Başkanı Tuğgeneral Frank R.McCoy: İkinci Başkan Tuğğeneral George V. Horn Moseley Tabip Albay Henry Beeuwkes İstihkamcı Yarbay John Price Jackson Yargıç Yarbay Jasper Y. Brinton Piyade Yarbay Edward Bowditch Jr. Deniz Kuvvetlerinden Komutan W.W Bertholf S a y f a | 101 Genel Kurmaydan binbaşı Lawrence Martin Levazım Yüzbaşısı Stanley K. Hornbeck Sivil üyeler: William B. Polland: Belçika ve Kuzey Fransa Amerikan Yardım komisyonu Başkanı. W.W Cumberland: Wiscounsin üniversitesi Profesörü Amerikan Barış Görüşmeleri Komisyonu Mâli Danışmanı. Elliot Grinnel Mears: Ticaret Bakanlığı Ticarî Danışmanı. Ayrıca subaylar, kâtipler ve tercümanlar da bulunuyordu (81). Heyetin Ermenice çevirmenleri, Binbaşı Şekerciyan ve Teğmen Kachodoruan adlı Ermeni asıllı Amerikan subaylarıydı (82). Türk Tercüman ise, Robert Kolej'in Türk Müdürü (83) Hüseyin Pektaş'dı (84). Heyet Fransa'dan yola çıkmadan, Ortadoğu Amerikan Yardım Komitesi raporlarını, Amerikan Barış Heyeti raporlarını, Amerikan Barış Heyeti raporlarını ve Kongre Kütüphanesi'nin sağladığı, bölgenin çeşitli koşullarını içeren yayınları inceledi. Gidilecek bölgelerde daha önceleri bulunmuş, Barış Konferansı'na katılan heyetlerle ve bireylerle görüşmeler yapıldıysa da, bunlar umulduğu kadar yararlı olmadı. Harbord, Ermenilerin yoğun oldukları bölgeler ve manda konusunda uzman olarak karşısına çıkarılanların Orta Doğu ile ilgilibilgilerinin, kitap bilgisi ve propaganda ürününden oluştuğundan yakınmaktaydı. Paris Barış Konferansı'nda Ermeni Delegasyonu'na başkanlık eden Boghos Nubar ile yaptığı görüşmede Ermeniler ve Ermenistan kurulması konusunda da denli yetkili bir kimsenin "hiç Ermenistan'da bulunmadığı" nı öğrenmek Harbord için büyük bir hayal kırıklığıydı. Görüşmelerinde Boghos Nubar'ın ailesinin Mısır'da yaşamış olduğunu ve babasının da Mısır ileri gelenlerinden Nubar Paşa olduğunu öğrenmişti. Ancak, B.Nubar, Harbord'un "Ermenistan'da son ne zaman S a y f a | 102 bulundunuz?" sorusunu hiç gitmemiş olduğu şeklinde yanıtlamıştı (85). Konferansta Ermeniler adına söz sahibi olacak kadar ileri bir mevkide olan kimsenin "Ermenistan" olduğunda ısrar ettiği, bu kavramın savunuculuğunu yaptığı bölgeyi hiç görmemiş olması düşündürücüydü. İngiltere, Fransa, Rusya ve nihayet Amerika'nın,Ermenilerle Türker arasında o sıralarda vukubulan çekişmeleri bir Müslüman-Hıristiyan çatışması olarak ele alıp, bunu Haçlı ruhuyla Osmanlı İmparatorluğu üzerine baskı sebebi yapmalarının altında yüzyıllardır besledikleri emeller gizliydi. Bu gerçekleri görebilmek, ayrıca Amerikan halkına ne türlü bir yükümlülüğe girmekte olduklarını anlatmak isteğiyle General Harbord, görevini elinden geldiğince yansız bir şekilde gerçekleştirmek istemekteydi. Buna rağmen, seyahatte ön yargıyla başladığını sonradan belirtmekten de çekinmemişti: "Herhalde hiçbir araştırma grubu, bu işe bizim gibi başlamamıştır. Yola çıkarken, gerçekten bir Ermenistan ve katliamlar göreceğimizi sanmıştık" (86) demekteydi. Harbord, Doğu Anadolu'daki gözlemleriyle, burada öne sürüldüğü gibi, bir "Ermenistan" olmadığını da anlamıştır. Heyetin "Ermenistan" kavramına ilişkin başka bir ilgi çekici nokta, üç general üyeden biri olan General Moseley'in raporunda göze çarpmaktadır. General Moseley, Harbord'a sunduğu "Askerî açıdan Mandaterlik Sorunları" konulu raporunda "Ermenistan Nerededir?" başlıklı bir bölüme yer vermiştir. İncil'de geçen Ermenistan sınırları bu bölümde tanımlandıktan sonra, "Ermeni delegelerinin bizim kabul etmemizi istedikleri Ermenistan; Kuzeyine Karadeniz, Azerbeycan ve Gürcistan'ı alarak güneye doğru uzanıp Akdeniz'de Mersin ve İskenderun'u da kapsıyor. Türk Ermenistanı ve Rus Ermenistanı olarak adlandırılan iki bölümden oluşuyor. Elimizdeki demografik rakamların doğru olduğu varsayılırsa tüm Ermeni nüfusu 1.5 milyon sayılabilir. Şimdiki duruma göre, Ermenilerin yeni devletleri için önerdikleri bölgede çoğunlukta oldukları kuşkuludur. Hele Türkiye'deki bölgede çoğunluk olmadıkları, kesindir" demektedir. Ermenilerin her bölgeye yerleştiklerini de S a y f a | 103 belirttikten sonra, İstanbul, Tiflis, İzmir gibi kentlere yerleşmiş, iş hayatında başarı sağlamış Ermenilerin, iyi koşullar altında yaşamakta oldukları bu kentleri bırakarak, kurulması önerilen yeni devlete gitmeye hiç niyetleri olmadıklarını eklemektedir (88). Daha yola çıkmadan yapılan görüşmeler ve elde edilen tutarsız bilgi, heyete pek sağlam temellere dayanmadan işe başladıklarını anlatmaya yetmişti. bundan sonraki incelemelerini tamamiyle kendi gözlemleri ve kuracakları ilişkilere dayanarak değerlendirmeleri gerektiği anlaşılmıştı. Zaten bu işle görevlendirilme nedeni de, yıllardır bu konuda ele geçen bilgiden duygusal yönlerle abatmaları ayırmak, ve manda kurma işini gerçeklere dayanarak karara götürmekti. 21 Ağustos'ta Paris'ten ayrılan General Harbord Heyeti'nin, şimdiye kadar Orta Doğu'da incelemelerde bulunmuş heyetlerden farklı bir biçimde, Ermenistan ve Kafkasya'da tüm koşulları incelemekle görevlendirildiği, 22.8.1919 tarihli Le Temps Gazetesi'nde yer alıyordu. Heyet, 24 Ağustos'ta Brest'den hareket ederek İstanbul'a geldi (88). Dört gün kalarak çeşitli görüşmeler yaptığı bu kentte, raporun temel noktalarını oluşturan hususlara ilişkin veriler toplamaya çalıştı. Bu veriler, Ermenilerin tarihsel kökeni ve Birinci Dünya Savaşı sonundaki siyasal durumlarını ve öngörülen yeni manda statüsü hakkındaki önerilerini, mandanın konusunu ve koşullarını, bu topraklarda kurulacak bir manda idaresinin karşılaşacağı sorunları, mandanın ABD tarafından kabulüne veya reddine sebebolabilecek nedenleri kapsamaktaydı (89). Amerika Birleşik Devletleri, Birinci Dünya Savaşı'na girince, Türkiye'deki elçisi Elkus'u geri çekmişti. ülkenin diplomatik ilişkilerini sürdürmede İstanbul'daki İsviçre temsilcisi yetkili kılınmıştır. Heyetin resmi nezaket teması için başvurusunun Türk Hükumeti'ne eriştiğinden bile kesinlikle emin olmayan Harbord'a, Sadrazam'a resmî ziyaret yapmayıp İsviçre temsilciliği èaracılığıyle bir kartvizit göndermesi önerilmişti. İstanbul Hükûmeti'yse, Sadrazamla Harbord'un resmî ziyaretlerde bulunduğuna ilişkin haberin gazetelerde yer S a y f a | 104 almasını sağlamıştı (90). Generalin gelişi, şöyle bildirilmekteydi: "Ahiren Ermenistan'a gitmek üzere şehrimize gelen General Harbord, dün öğleden sonra Ayasofya'yı ve Topkapı Sarayı'nı ziyaret etmiştir. Amerikalı General bundan 15 sene evvel bir kere daha şehrimize gelmiş, bir müddet ikamet etmiştir. Dün Harbiye Müsteşarı İsmail Cenani Bey, Amerika Sefareti'ne giderek Harbold'a iadei ziyaret etmiştir (91). Harbord'un Osmanlı Hükûmeti ile resmî ilişkilerde pek bulunmamasının bir nedeni de, gidecekleri bölgelerde hükumetin etkinliğinin azaldığı, hemen hemen bütün yetkilerin ulusal harekette rol alanlarda olduğunu öğrenmesiydi. Kendisine emirlerin Mustafa Kemal'den alınıp ona rapor edildiği de söylenmişti. Dolayısıyle İstanbul'daki Kuvayı Milliye temsilcilerine başvurmayı uygun görmüştü. Yol güzergahlarını soran Kuvayı Milliyeciler, kendilerine, istedikleri bilgiyi sağlamakta yardımcı olunacağı ve heyetin gidişinden de memnunluk duyulacağını bildirmişlerdi (92). Basın mensuplarından kaçınarak yapılan resmî ziyaretlerde, Hıristiyan cemaat başkanları, İstanbul Patriği, Ermeni Cemâat Reisi ile görüştü. Bu görüşmeler de gazetelerde yer alıyordu: "General Harbord'u Ziyaret: Muhtelif Ermeni rüesayı ruhaniyesi ile Rum Patrikhanesi'nden izam edilen bir heyet, şehrimizde bulunan General Harbord'u ziyaret etmişlerdir" (93). Bu ara Harbord, Amiral Bristol ile de özel olrak görüştü. Bristol, Washington' 13 Eylül 1919 tarihli yazısıyle, heyetle özel görüşmeler sırasında General Harbord ve General McCoy ile birlikte, Türk Hükûmeti'ne resmen başvurmamayı kararlaştırdıklarını yazmıştı. Amiral Bristol, daha önce de değindiğimiz gibi, Türkler ve Türkiye hakkında incelemelerde bulunmuş, bu konuda Amerikan Hükûmeti'ne bir de rapor sunmuştu. Türkiye hakkında gözlemlerde bulunduktan ve Türkleri tanıdıktan sonra, ülke hakkında görüşlerini değiştiren yalnız Amiral Bristol olmamış, eşi de bu konuda yeni görüşler edinmiş ve bunu açıklamaktan çekinmemişti. Bu değişikliği, İzmir'de S a y f a | 105 Yenigün Muhabiri'ne belirtmiş, hattâ görüşleri dış basında da yer almıştı (94). Bristol, heyetin seyahat süresinede bir zorlukla karşılaşacağı kanısında olmadığnı, kendilerine kolaylık bile gösterileceğine emin olduğunu söylemişti. "Zorluk" la belirtilmek istenen Türkiye'dre başlamış olan Kurtuluş Savaşı'nın ve güçlerinin heyet çalışmalarını engelleme olasılığıydı. Bristol'un bu kanıya varmasında manda yanlısı birçok Türk aydının, özellikle Amerikan mandasını desteklemekte olduklarını bilmesi etkili olmuştur. Ayrıca, Osmanlı Hükûmeti'nin de bilmekte olduğu bu gerçek, heyetin kendilerine başvurmaması karşısında şaşkınlığa düşmeme nedeni olabilir. Kuvayı Milliyecilere gelince, iyi haber alan kaynaklarıyla Mustafa Kemal, zaten heyetin yola çıktığından haberdar edilmişti. Ayrıca, General Harbord'un da kendilerine müracaatı vardı. Bu konuyla ilgili şu yazışmalar bulunmaktadır (95): 20 Ağustos 1919 "Ermenice gazeteler General Pershing'in Erkân-ı Harbiye Reisi bulunan General Harbord'un Ermenistan'a müteveccihen Brest'den hareket eyleyeceğini yazıyor. General Harbord, Cumhurbaşkanı Wilson tarafından Ermenistan'daki varidatı tetkik ederek mufassal bir rapor vermek üzere memur edilmişti. Mümaileyhin refakatinde bir torpito filosu bulunduğu halde Amerika sefinesiyle şehrimize gelecektir. Maiyetinde zabitan ve erbab-ı ihtisasdan mürekkep bir heyet bulunacaktır." Yine basın özeti olarak İstanbul'dan (Harbiye) Mahreçli Mustafa Kemal Paşa'ya gönderilen diğer bir raporda da: Anadolu ve Ermenistan'a azimet etmek üzere Dersaadette bulunan General Harbord, maiyetinde bir hayli zabit ve mütehassıslarla 7 Eylül/335 (1919) da Pozantı'ya gittikten sonra otomobillerle seyahatine devam ve esnay-ı râhda Maraş, Malatya, Sivas, Diyarbekir, Harput, Hasankale, Muş, Erzurum şehirlerini ziyaret ve ahvâl-i umumiyeyi birer birer tedkik ve hey'et Erzurum'da tekrar trene binip Kafkasya dahilinde ve Ermenistan'da tedkikatına devam edecektir. 10/9/335 (1919) XX. Kor. K.V. Mirliva Ali Fuad" S a y f a | 106 Heyetin inceleyeceği hususlar arasında, sağlık sorununa da büyük önem veriliyordu. Türkiye'deki sağlık sorunu konusunda yapacağı temaslarla ilgili şöyle bir haber, gazetelerde yer alıyordu: "General Harbord, şehir sıhhat-i umumiyesini öğrenmek istiyor: Dün Amerikan Sefarethanesi'nden vilâyeti Sıhhiye Müdürlerine müracaat eden bir memur, General Harbold'un şehirin vaziyet-i sıhhiyesi hakkında mâlumat almak istediğini bildirmiş ve bu gün saat 9.30'da kendisine lâzım gelen mâlûmatı almak için Sıhhiye Müdürü Ekrem Bey'e gitmesi kararlaştırılmıştır" (96). İstanbul'daki görüşmelerden sonra heyet, ikiye ayrıldı. Hükûmet, sağlık, maliye, ticaret ve bu gibi konuları bir raporla saptayacaklara gerekli veriler. İstanbul ve Tiflis'te bulunmaktaydı. Dolayısıyle, heyetin bir kısmı, İstanbul'daki değerlendirmeyi bitirdikten sonra Martha Washington gemisi ile ve Karadeniz yoluyla Tiflis'e geçmek üzere, İstanbul'da kaldı. Geri kalan 30 kişi ise, 7 Ağustos'ta Bağdat Demiryoluyla Anadolu'ya hareket etti. İstanbul'da kalanlar, ilk araştırmaların sağlık konusunda sürdürmeye devam ettiler. İleri gazetesinde, "Amerikalılar Türkiye'nin Sıhhatini öğreniyor" başlığıyla yer alan habere göre, Amerika Sefareti'ne giden Ekrem Bey'e sağlık kurumları, doktor-operatör sayıları, hastahanelerin yatak sayısı, dispanserlerin savaş öncesi ve sonrası fiyatları hakkında sorular sorulup istatistikler ve şemalar istendiği yazıyordu. Heyetin Anadolu'ya giden kısmıysa, seyahatlerini tren, otomobil ve at sırtında yapacaklardı. Güvenlik açısından, heyete dikkatli olmaları, halk ve haydutlar tarafından saldırılara uğrayabilecekleri birçok kez tekrarlanmıştı. Son uyarıyı da İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri yapmıştı. Ancak Harbord, raporunda bu gibi olaylarla karşılaşmadıklarını bildirmişti (97). Programları, Haydarpaşa'dan trenle hareket ederek, İzmitKonya-Adana üzerinden Tarsus, Mersin, İskenderun, Halep'ten Mardin'e; oradan otomobille Diyarbakır, Harput, Malatya, S a y f a | 107 Sivas, Erzincan, Erzurum, Kars, Erivanve Tiflis'e gitmekti. Sonra yine trenle, Baku üzerinden Batum'a geçilip Karadeniz yoluyla İstanbul'a dönülecekti (98). Gruptan ayrılan bazı heyet üyeleri de, arabayla Ulukışla üzerinden sivas'a, yolda Merzifon'a uğrayarak samsun'a, Trabzon'a ve Erzurum'a; atla Horasan'dan Beyazıt'a, Erivan'dan İran sınırında Nakcivan'a gideceklerdi. O tarihte erişilmesi çok zor olan Van ve Bitlis kentleri dışında bütün doğu illerini kapsayan gezide, bu iki kente ilişkin verileri, kısa bir süre önce atla o bölgelerde dolaşmış olan İngiliz Yüzbaşısı Niles'dan almışlardı (99). Anadolu ve Kafkaslar ötesinde 30 gün geçiren heyet, yol üzerinde hükûmet temsilcileriyle görüştüler. Ayrıca, Türk, Ermeni, Yunan, Tatar, Gürcü, Rus, İranlı, Yahudi, Arap, İngiliz, Fransız ve gittikleri yerlerde yerleşmiş Amerikalılar da olmak üzere pekçok kişiyle görüştüler. Amerika tarafından destek gören birçok din, eğitim ve hayır kurumlarının da görüşlerini aldılar. Kendilerine İzmit'den başlamak üzere pekçok izzet-ikramda bulunulması her gittikleri yerde kendi aç ve sefil durumlarına rağmen, heyete yiyecek ve içecek sunan halkla karşılaşılması üzerine heyet, konak yerlerini şehir ve köylerin girişinde seçmeyi uygun gördü. Böylece, halkın kendilerinin çok zor bulduğu gıda maddelerini ikram olarak kullanmalarını engelleyebiliyorlardı (146). Değerlendirmelerini yol boyunca yapılan soruşturma ve incelemelere dayandırmak üzere heyetin İstanbul'dan yola çıktığı sıralarda, Türkiye'de Milli Mücadele'ye başlamış ulusal güçler örgütlenmekteydiler. 15 Mayıs 1919'daki İzmir'in işgali, Türklere düşman saldırılarının artık Türklerin anayurdu olan Anadolu'ya sıçradığını gösteriyordu. İzmir'in işgali işgali üzerine Anadolu'da başlayan hareket, Mustafa Kemal Paşa'nın Milli Mücadele'yi örgütlemek için 19 Mayıs'ta Anadolu'ya geçişi ile, tam anlamıyla kuvvetlenecekti. Bu arada, ülkenin birçok yörelerinde, müdafaa-i hukuk cemiyetleri ve düşman işgaline karşı yöresel örgütlenmeler oluyordu. Adana, Trakya - Paşaeli, Vilâyat-ı Şarkie Müdafâa-i Hukuk, İzmir Reddi İlhak, Trabzon S a y f a | 108 ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyetleri gibi kuruluşlar ortaya çıkmıştı. örgütlenmenin ilk toplu adımını oluşturacak Erzurum Kongresi, bu ortamda hazırlandı. Mustafa Kemal'in Anadolu'ya geçişinden sonra ilk örgütlenme hareketi olan ve onun tarafından 21/22 Haziran'da yayınlanan Amasya Genelgesi'nde, Doğu illeri adına 10 Temmuz'da Erzurum'da bir Kongre toplanacağı dabildiriliyordu. Bu kararın alınmasından önce, 17 Haziran 1919'da Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, ilk kongresini yapmıştı. Kongre'de Doğu Anadolu'nun parçalanmaması esas alınmış, karar olarak 1- Bir Ermeni saldırısı karşısında son kişinin ölümüne kadar savaşmak; 2- Osmanlı camiasından ayrılmamak için her fedakarlığı göze almak benimsenmişti (100). Gecikmeler nedeniyle, Erzurum Kongresi kararlaştırılan zamandan iki hafta sonra, 23 Temmuz - 7 Ağustos tarihleri arasında Erzurum'da bir ilkokulda toplanabildi. Mondros Mütarekesi'nin 7 inci maddesine dayanarak Avrupa devletlerinin Anadolu'yu işgalleri başlamıştı. Bu sıralarda Doğu Anadolu'da bağımsız Ermenistan fikri de Ermeniler arasında gitgide geçerlik kazanıyordu. Doğu Anadolu'da yaşamakta odukları yerlerden ayrılmış veya ayrılmaya zorlanmış Ermenilerin de eski yerlerine dönmekte olmaları, tasarıya kuvvet kazandırıyordu. Bu dönüş, yabancı basında da yer almakta ve gerek Ermenileri, gerekse bölge halkını manda yönünde etkiliyordu. "The Observer" adlı İngiliz gazetesi, Van ve Erzurum'a dönmekte olan Ermenilerin 250-300 bin civarında olduğunu yazıyordu (101). Ermenilerin çoğunlukta olduğu öne sürülen 6 Türk ilinin de yeni Ermeni devleti sınırları içinde kalması tasarlanmaktaydı. Barış Konferansı'nda bu illerin Ermeni nüfusunun % 15'i bile bulmadığının Osmanlı delegeleri tarafından açıklanması, İtilaf Devletleri temsicilerince suç sayılmış ve Türkler bu yüzden sorumlu tutulmuştu (102). S a y f a | 109 Anadolu'da işgal edilen bölgeler, doğul olarak düşmana karşı koyuyor, bu amaçla da örgütleniyordu. Erzurum Kongresi de Mondros'un 7 nci maddesine karşı tüm doğu illerinin örgütlenmesini sağlamak amacıyle toplanmıştı. Doğu Anadolu illerinden ve kazalarından seçilen temsilcilerin katıldığı kongre, her ne kadar bölgesel görünümdeyse de, aldığı kararlar, yurt çapında etkili ve Kurtuluş Savaşı'nın çatısını oluşturucu durumdaydı. Kongre'nin amacının Harbord Heyeti'ne yansıma şekli ise, Türk kanı taşıyan bütün yörelerde Turancı amaçla, Türk İmparatorluğu'nun ve Halifeliğin korunması çabasıyle, tüm dünya Müslümanlarını Pan İslâmist ülkü etrafında toplamaya yönelik bir çalışma yapmak olduğu idi. Heyet, Mustafa Kemal'i çanakkale Zaferi'yle tanımakta, karargahını Erzurum olarak bilmekteydi. Kendilerine bazı çevrelerce hareketin Genç (Jön) Türklerin İttihat ve Terakki dönemini canlandırma amacıyle başlattıkları, bazılarınca da İstanbul Hükûmeti'nden destek görmekte olduğu söylenmişti. Bir kısım kimseler de İstanbul Hükûmeti'ne tamamen karşı bir eylem olduğunu bildirmekteydiler (103). Kongrenin topandığı sıralarda Türkiye'de Amerikan mandası sorunu yeni ortaya çıkmıştı. Bu konuda araştırmalar yapmış olan daha önce de söz konusu ettiğimiz King-Crane heyeti de İstanbul'dan henüz ayrılmamıştı. Belirttiğimiz gibi, Türklerin selâmetini mandada, özellikle Amerikan mandasında gören pekçok Türk aydını vardı. King-Crane Heyeti'nin görüşleri, bu kimseleri fikirlerine daha sıkı sarılmaya itti. Bunlardan bazıları, manda lehindeki fikirlerini haykırırken, bir kısmı da bu görüşü savunarak Erzurum Kongresi'ne katılmaktaydı. Ayrıca, Erzurum Kongresi'ne mandanın kabulünü öneren ve destekleyen telgraflar çekmeye, Kongreyi etkilemeye çalışıyorlardı. Paris Konferansı'nca benimsenen Doğu illerinde "manda" kurulması kararına karşılık, Erzurum Kongresi, aldığı kararlara manda ve himaye kabul olunamayacağına ilişkin madde koymuştu; Kongre Beyannamesi'nin 7 nci maddesi şöyleydi; S a y f a | 110 "Milletimiz insanî, asri gayeleri tebcil ve fennî, sınaîve iktisadîhâl ve ihtiyacımızı takdir eder. Binaenaleyh, devlet ve milletimizin dahili ve harici istiklâli ve vatanımızın tamamisi mahfuz kalmak şartıyla altıncımaddede musarrah hudud dahilinde milliyet esaslarına riayetkar ve mülkümüze karşı istilâemeli beslemeyen herhangi devletin fennî, sınai, iktisadı muavenetini memnuniyetle karşılarız ve bu şerait-i âdile ve insaniyyeyi muhtevi bir sulhun da acilen takarruru selâmet-i beşer ve sükûn-ı alem namına ahhass-ı âmâl-ı milliyemizdir" (104). Mondros Mütarekesinde alınan manda kararı, özellikle Doğu Anadolu'da büyük heyecan uyandırmıştı. Erzurum Kongresi toplandığı sıralarda da bölgenin en güncel olayı sayılmaktaydı. Bu ara İngilizler, Kars ve Ardahan bölgesinde Ermenilerin Türklere karşı eylemlerini destekleyerek Sivas'a yürümelerini sağlamak, aynı zamanda, Türkleri de silâhsızlandırmak peşindeydiler. Bu amaçlarına İstanbul Hükumeti de bilmeyerek yardımcı oluyor, Mütareke koşullarını hatırlatarak, Türk kuvvetlerini silâhlarını teslime çağırıyordu. Kafkasya'daki Müslümanlara da çeşitli zulümler yapılmaktaydı. Hatta Sarıkamış ve batısındaki Müslümanlara karşı Ermenilerin örgütlenmekte olduğu (son günlerde 500 süngü, 4 top ve savaş gereçleri topladıkları) öğrenilerek 15. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir tarafından Harbiye Nezareti'ne bildirilmişti (105). Karabekir, 28.8.1919 tarihli şifreyle de Erzurum'daki İngiliz temsilcisi Rawlinson'un 27 Temmuz'da kendisiyle manda hakkında görüşme yaptığını bildiriyordu. Rawlinson, Paris Konferansı'nda Amerika'nın, Türkiye ile Ermeni, Azerbeycan ve Gürcü mandalarını kabul etmesine rağmen, Amerikan meclisinin bunu onaylamaması hâlinde, herhalde, İngiltere'nin bu mandayı üsleneceğini bildirmişti. Ayrıca, İngiltere'nin İslâm âlemine yakınlığı dolayısıyla daha başarılı bir mandater olabileceğini de kendi görüşü olarak eklemişti. Kurulabilecek mandaya ilişkin "Meselâ Kafkasya'da büyük bir kumandanlığımız bulunur, ayrıca da, Azerbaycan'da, Gürcü ve Ermeni Cumhuryietleri nezdinde birer kumandan ve erkânı harbiyesi bulunur. Tabiî âsâyişi temin ve arzu edilen yönetimin uygulanması için de bir miktar kuvvetimiz olur" S a y f a | 111 diyerek, Mısır, èIrak ve hindistan'da İngiltere'nin çalışmalarını örnek vermişti (106). Karabekir, manda sözünün benimsenmesiyle, devlete sadece ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan kalkınmaya yardımdan çok farklılık taşıyan bu açıklamaları. Hükûmete şifreyle bildirmişti. Askeri kuvvet bulundurmayı, güvenliğin sağlanmasına müdahele ettirmeyi kabullenmek, ister istemez, siyasal müdahalede getirecekti. Siyasal müdahaleye yetkili ülkenin siyasal doğrultusuna girmekse, bu durumda kaçınılmaz olacaktı. Dolayısıyle, ülkenin bağımsızlıkla yakından uzaktan bir ilişkisi kalmayacaktı. Kâzım Karabekir derhal İstanbul Hükûmeti'ne mandanın kapsamı hakkında bilgi sahibi olup olmadıklarını sordu. Kuşku ile de, yoksa hükûmetin "damla damla yok olma şıkkını kabul edip millî namusdan dahi yoksun olarak teslimiyeti" mi düşündüğünü anlamak istedi (107). Erzurum Kongresi sırasında, yine aydınlardan oluşan bir grup, ülkenin bütünlüğünü sağlayabilmek için "manda" yı araç olarak görmekteydiler. Bu kimseler, daha önce de bahsettiğimiz gibi, Amerikan mandası yanlısı ve İngiliz mandası yanlısı olanlar olmak üzere iki ayrı grup oluşturuyorlardı. İngiliz mandası yanlıları, genellikle "İngiliz Muhipleri Cemiyeti" adlı örgütte toplamışlardı. Bu kimseler, İngilizlerin Müslüman halka yakınlığını önce sürerek, İngiliz mandası altında İslâm birliği bile sağlanabileceği düşüncesindeydiler. İngiliz mandası yanlısı olanlar, genellikle hükûmet destekçileriydi. Bu kimseler, Amerikan mandası fikrine karşıydılar. Bu konudaki görüşleri, General harbord'un Türkiye'ye gelişinin ertesi günü yayınladıkları duyuruyla kanıtlanmaktaydı: "İngiliz Muhipleri Cemiyeti Manda İstemiyor" "Mezkûr Cemiyet'ten varid olmuştur: Cemiyet'in maksadına dair çıkarılan şayialar üzerine, Cemiyet'in vatan sever, İngiliz sever, fakat değil İngiliz veya herhangi bir manda istiklâle dokunacak en ufak bir müdahaleye taraftar olamaz, olmayacaktır" dedikten sonra, İngiliz dostluğunun ülkeye "cemiyet" yoluyla geçmeyip, tarihsel S a y f a | 112 kökeni olduğunu, özellikle büyük İslâm topluluklarıyle çok yakın ilişkide bulunan İngilizlerin, Türklerle dostluklarına kıymet verdiklerini de yazmaktaydı (108). Oysa bu Cemiyet'in bildiri ve programında İngiltere'den "kavm-i necip" diye bahsederek, Osmanlıların bu ülkenin ilmî, edebî, sosyal ve ekonomik gelişmelerinden yararlanabileceği, ülkenin bütünlüğünün devamının ancak "İngiliz muaveneti" ile yürüyebileceği ileri sürülüyordu (109). İngiltere, kuşkusuz yardımlarını karşılıksız yapmayacaktı. Amaçladığı çıkarları vardı. Buna karşın, İngiliz yanlıları, bu bağımlılığı, özellikle Amerika mandası girişimi öncesinde Harbord'un geldiği günü seçerek, örtbas etmek, kendilerini de bağımsızlık simgesi olarak göstermek istiyorlardı. İngiltere'de ise gerek Kurtuluş Savaşı girişimi, gerekse Erzurum Kongresi, tamamiyle başkaldırı havasında basına yansıyordu. "The Observer", Erzurum Kongresi'nden "Kanun kaçağı Türk Paşası" tarafından yönetilen bir toplantı olarak bahsediyordu ve "yasa dışı Türkler, manda ve bölünme sorunlarına karşı toplanıyor" şeklinde habere yer veriyordu (110). Kongrede kavranmış bir gerçek, Doğu Anadolu'da Manda'nın istenmediğiydi. 15 Ağustos günü Kâzım Karabekir'in evinde Mustafa Kemal, Rauf Bey ve Kâzım Paşa'nın görüşmesinde, kongrece de benimsenmediğinin Amerikan heyetine Mustafa Kemal tarafından bildirilmesi kararlaştırılmıştı (111). Erzurum Kongresi'nin aldığı kararlar, Doğu Anadolu'yu Ermenistan fikrine karşı koymada daha büyük dirence itmişti. Doğu Anadolu basını "Vilâyat-ı Şarkiye Ermenistan Olamaz" başlıklı makaleyle, protestosunu haykırıyordu (112). Erzurum Kongresi'yle Doğu illerinin vatanın bölünmez parçaları olup bu illerin anavatandan ayrılmamaları için karar verilirken, daha geniş kapsamlı ikinci bir kongrenin, Batı illerinden gelecek temsilcilerle, en güvenli bölge görülen Sivas'ta toplanması hazırlıkları da başlamıştı. S a y f a | 113 Sivas Kongresi hazırlıkları, ülkenin kurtuluşu için savaşların bu çok belirgin görüş ayrılıkları arasında yapılıyordu. General Harbord'un Türkiye'ye gelişi ise, yine bu döneme rastlamaktaydı. Kuşku götürmeyen bir husus, durumun kötülüğünün kavranmış olup bunun düzeltilmesi için çabalamakta olduğuydu. Ancak, güvensizlik pek büyük boyutlara erişmişti. Bunun yanısıra, illerden gelen temsilciler de ne kadar aydın sayılırsa sayılsınlar, yine de pek bilinçli oldukları öne sürülemezdi. Kongre ilerledikçe, özellikle manda hakkında görüşmelerde bu durum, öne çıkmaktadı. ve General Harbord'a "Türkler mandayı bir ağabey nasihatı, himayesi gibi görüyorlar" dedirten durum ortaya seriliyordu. Bu tarihe kadar Amerika'nın manda karşılığında Türkiye'den bir beklentisi olabileceği ve bu beklentiyi gerçekleştirmek için mandayı onaylayacağı görüşünü uzaklaştırıyordu. Kongre'de yaptığı konuşmada Ahmet nuri Bey , zaten aralarında anlaşmazlık bulunan itilaf devletlerinin, manda konusunda da tam anlaşma halinde olamadıkları, Wilson'un "Sabık Türkiye İmparatorluğu" şeklinde Türkiye'yi andığı sırada, Türklerle ilgil ibarış maddelerinin kesinleşmesi için erteleme kararları alındığını anlatıyordu ve "evvelâ, manda kelimesinin tamamen reddini talep èedirim" dedikten sonra, "fakat unutmayalım ki vekâlet-i idareyi demek, sen idareye muktedir değilsin, ben muktedirim demektir" dedikten sonra, Amerikan Senatosu manda önerisini onaylamadığı takdirde çok bozuk durumda kalacağımıza dikkati çekti. Amerika'nın manda önerisini onaylamadığı takdirde çok bozuk durumda kalacağımıza dikkati çekti. Amerika'nın demokrasi anlayışının bu kavramı kabul edeceğine kuşkularını belirttikten sonra. Amerika'ya heyet gönderme önerisine katıldığını bildirdi. Amerika'ya manda teklifi yapan Avrupa ülkelerinin, bunu Osmanlı topraklarını kendi istedikleri gibi paylaşabilmek için bir kandırmaca olarak öne sürdüklerini söylüyordu. Fakat tam bağımsızlık açısından, o da diğer ülkelerin, tam bağımsızlığı sağlandığı takdirde. Türkiye'yi rahat bırakmayacakları kuşkusunda idi. Türkiye'ye bir "tetkik heyeti" gönderilmesini istemeyi de en uygun çözüm buluyordu (113). S a y f a | 114 Kongrenin sonuçlandığı 11 Eylül günü, kongre dağıldıktan sonra kararları yürütmek ve Anadolu Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni temsil etmek üzere 16 kişilik bir "Heyet-i Temsiliye" seçti. Heyet-i Temsiliye'nin seçileceği, kongre bildirisinde de yer alıyordu. Toplantının dağıldığı tarihte, Anadolu'da gezisine başlamış olan Harbord'un sunacağı raporun, manda konusunda Amerikan Senatosu'nun kararını luşturacağı da biliniyordu. Bu nedenle, Heyeti Temsiliye, Harbord'un gezisini yakından izlemekteydi. Ayrıca, tarafsızlık içinde karar alabilmesini de sağlamak istiyordu. Bunun için göreve başlar başlamaz, şu kararları yayınladı (114). Sivas Kongresi Beyannamesi incelendiğinde göze çarpan, kesinlikle tam bağımsızlık ilkesinin hakim olmasıydı. Kurtuluş Savaşı'nın sürmekte ve vatan bölünmezliğinin esas tutulmakta olduğu bu heyecanlı günlerde, özellikle savaşı yönetenler arasında görüş ayrılıkları, savaşın başarısı yönünden kuşkusuz çok sakıncalı olabilirdi. Bu konu söz konusu edildiğinde, kongre'de mandacı görüşte pekçok kimse görülmekteydi. Bunlar kadro dışı bırakılamaz, kestirip atılamazdı. Koşullar kimsenin harcanmamasını gerektiriyordu. Bu durumda yapılacak şey mandacılara, Kongre'ye karşı bir tutum takınmalarını önlemek için "manda" ya karşı olunduğu belirlenmiş olmakla birlikte, karşı tarafa da söz bırakıldığını kanıtlamaktı. Amerika Birleşik Devletleri'nden bu tür bir heyet isterken, General Harbord Heyeti, Türkiye'de görevliydi. Ancak, bu heyet, Wilson'un atamasıyle gönderilmiş bir heyetti. Bu durumda ise, Amerikan Kongresi'nden bir heyet istenecek ve onların bu isteğe yaklaşımları beklenecekti. Büyük bir olasılıkla da, ikinci heyetin formaliteleri yerine gelene kadar, zaten Harbord Heyeti ve onun kanalıyla yapılan incelemeler sonucu. Amerika'nın manda konusunda tutumu, kesinlik kazanmış olacaktı. Kongre süresinde İngiltere ile ilgili duruma gelince, başta İzmir'in haksız işgali, sonra Temmuz ayındaki Amiral Bristol Raporu, King-Crane Heyeti'nin incelemeleri, bundan sonra da General Harbord'un Türkiye'de yapmakta olduğu gezisi, S a y f a | 115 Amerikan ve Avrupa kamuoyuna Ermenilerle Türk ilişkilerini daha tarafsız ve sağlıklı bir biçimde göstermeye başlamıştı. Yine Avrupa'da, özellike İngiltere'de halâ Türklerin Ermenilere sözde zulümler yapmakta olduğundan bahsediliyordu. "The Times" adlı İngiliz gazetesinde Cemiyet-i Akvâm'a Ermenilerin koruyuculuğunu èüstlenmesi gerektiğine ilişkin bir öneri getirilmekte olduğu yazıyordu (194). Ancak, bunun yanısıra, Türklerin de ermeniler tarafından ne denli hırpalanmakta olduğuna değinen haberler de yayılıyordu. İngiliz gazetelerinde ise, Wilson'un ilkin Doğu Anadolu veya İstanbul'da Amerikan mandası sağlanması görüşünde olup yavaş yavaş durumun tersine döndüğü, Amerikan Senatosu fikrini açıklamadan Türkiye ile ilgili bir hususun Sevr'de yer almayacağı yazılıyordu (115). 11. MUSTAFA KEMAL-GENERAL HARBORD GÖRÜŞMESİ General Harbord'un Sivas'a gelişi, bu atmosferdeyi. Harbord Heyeti İstanbul'dan yola çıktığında, Sivas Kongresi toplantı halindeydi. Gezi Sivas bölgesini de kapsayacağına göre, bu yöreye gediklerinde toplantı başkanına baş vurması, resmi olmayan bir şekilde önerilmişti (116). 13 Eylül'de Mardin'den hareket eden heyet, yol boyunca umduklarından çok daha iyi karşılanarak, Diyarbakır'dan Harut'a geldiler. Kendilerine Mardin'de katılan Yarbay Kâni Bey'in rehberliğiyle bu yörede büyük bir sorunun yabancı tahrikleriyle gelişen ayaklanmalar olduğunu öğrendiler. Malatya'ya geldiklerinde, aynı gelişmelerin orada da yer aldığını öğrendiler. Bölgede dikkatlerini çeken bir özellik. Müslüman kadınların peçe takmamalarıydı. Heyet, seyahat ettikleri bütün bölgelerde, sosyal yaşam, halkın giyim, gıda ve sağlık durumlarıyla özellikle ilgileniyor, her yörenin diğer yörelerle karşılaştırılmasını da yapıyorlardı. S a y f a | 116 Mardin'e gelir gelmez, burada ve Doğu Anadolu'da gittikleri her bölgede bütün sivil ve asker görevlilerin, tüm emirleri Sivas'tan almakta olduklarını farkettiler (117). Kâni Bey'de bütün faaliyetin yalnız Sivas'ın onayıyle yapıldığını söylemişti. Hattâ Sivas'a giderken heyete gerekli benzin için bile bu onay gerekmişti. Malatya'dan 18 Eylül'de yola çıkan heyet, milliyetçilerin kendilerini iyi kabul edeceği teminatıyla, Sivas yoluna koyulduğunda Harbord, İstanbul Hükûmeti'ne baş kaldırarak eylemini sürdüren Mustafa Kemal'in kendisini Sivas'da resmen karşılayan heyette bulunmamasını bir şifreyle istemişti (202). Harbord Sivas'a varmadan önce, heyetten bir binbaşı ve bir yüzbaşı. Sivas'a gelerek Mustafa Kemal ve Rauf Bey ile görüşmüş, heyetin gelişini bildirmişlerdi. Bu görüşme, Sivas gazetesinde yer almaktaydı: 20 Eylül'de Sivas'a varan heyet, Mustafa Kemal Paşa hariç, tüm sivil ve asker yetkililer tarafından karşılandı. Mustafa Kemal'in ulusal savaşa önderlik etmek amacıyle askerlikten istifasını da duymuş olan heyet, milliyetçi kadronun niteliklerini beğeniyle karşılamıştı. İmparatorluk hükûmetlerinde söz sahibi olmuş kimseler, Bahriye Nazırlığı yapmış Rauf Bey, eski Washington Büyükelçisi Rüstem Bey, eski Halep Valisi Bekir Sami Bey, hep aynı amaç çevresinde toplanmışlardı. Heyeti bu kadro gibi, Sivas'taki askerî birliklerde gördükleri, yalın ayak olmalarına rağmen, düzgün giyim de olumlu biçimde etkilemişti. Mustafa Kemal ile görüşme ise, 21 Eylül günü Vali'nin Heyet'e verdiği resmî öğle yemeğinden sonrabir kulüpte tertiplenmişti. Harbord Heyeti'nden, General'in yanısıra, General McCoy ve Moseley, ayrıca çevirmen olarak da Hüseyin bey bulunmaktaydı. Karşılayanlarsa, Mustafa Kemal Paşa, Rüstem, Rauf ve Bekir Sami Beylerdi. Harbord, gayet itinalı, sivil giysilerle kendisini karşılayan Mustafa Kemal'i, "çıkık elmacık kemikleri, açık renk saç ve kurşuni gözleriyle, ufak tefek olmasına rağmen "çerkez" tipine benzetmişti. Görüşme sırasında o zamana kadar karşılaştığı Türklerin ev içinde bile başlarından feslerini çıkarmamalarına karşın, açık başla oturmasını şaşırtıcı bulmuştu. S a y f a | 117 Yaklaşık 2.5 saat süren görüşmede çoğunluk Mustafa Kemal konuşurken, Hüseyin Bey de çevirmenlik yapmaktaydı. Mustafa Kemal'in konuşma yöntemini gayet akıcı ve seri, Hüseyin Bey'e hitabının gayet hakim olduğunu tanımlayan Harbord, Mustafa Kemal'in elinde bir sıra tesbihi durmadan çekmesinden sonra, huzursuz görünümünün nedeninin bir süre önce sıtma geçirmiş olup görüşme sırasında yüksek ateşli olması yüzünden olduğunu öğrendiğini yazmaktaydı. Harbord, dünyaya milliyetçilerin tasarı ve amaçlarına yönelik pekçok karmaşık haberler yansıdığını, bu konuda gerçekleri öğrenmek istediğini söyledi. Mustafa Kemal de yanıtında İzmir'in işgali ve Türk halkına yapılan zulümden sonra ülkede kurulmaya başlayan müdafâai hukuk cemiyetleri, bunların toplanan kongrelerle, özellikle son Sivas Kongre'siyle bütünleştirildiklerini anlatmıştı. Kısacası hareketin, Osmanlı Hükûmeti'nin bütünlüğünün tarafsız bir ülkenin, tercihan Amerika'nın mandası altına koyulması amacına yönelik bir eyleme girişmiş olduğunu anlatmıştı (118). Harbord, görüşme sırasında bağımsızlık kavramı çevresindeki konuşmalardan, "manda" kavramı üzerinde ayrı görüşlere sahip olduklarını anlamıştı. Terminolojinin kapsamının taraflarca anlaşılmasında çelişki bulunmaktaydı. Bu nedenle Harbord "... onların manda sözü ile anladıkları, bizim görüşümüzden farklıdır. Onlara göre manda, ağabeyin kardeşine önerileri gibi bir şey. İç işlerine veya uluslararası ilişkilere karışmadan, herhangi bir otorite ortaya koymadan uygulanan bir çeşit yardım ilişkisi" (119) demekteydi. Mustafa Kemal Milli Mücadelenin hedefinin sınırlarını General Harbord'a anlatmak için: "Turanizmin zararlılığına inanıyoruz (120). Sınırlarımız dışındaki amaçları için maddî ve manevi güçlerimizi dağıtmakla anavatanın kalbi ve varlığımızın düğümü olan hilafet ve saltanat makamının savunması için gereksinme duyduğumuz kuvveti zayıflatmış olacağımızı düşünüyoruz" (121) demişti. Harbord'un, Mustafa Kemal'den üzerinde mutabık kaldıkları hususları yazılı olarak kendisine iletmesini istemesi üzerine, sözü geçen dökümanın hazırlanarak Samsun'a dönüşünde eline geçmek üzere gönderileceğine söz verildi. S a y f a | 118 Bekir Sami Bey de Amerikalıların geliş nedeninin, neler yapılmakta olduğunu görüp atılımın ciddiyetini ölçmek olduğu kanısında, Reşit Paşa ile beraberdi. Rauf Bey de, "Teşebbüsümüzün ciddi olduğunu ve èmuaffak olacağımızı onlar da bilirler. Herhalde Temsiliye ile temasa geçmek istiyorlar" diyerek, kendi görüşünü de belirtti (122). 12. HARBORD HEYETİNİN RAPORU General Harbord'un "Orta Doğu'da Durum" başlıklı, Amerikan Kongresi'ne sunmak üzere hazırladığı rapor, 16 Ekim tarihini taşımaktadır. İlk 29 sayfa rapor kısmını, geri kalan 15 sayfa da ekleri oluşturmaktadır. "Misyonumuz, Amerikan Deniz Kuvvetleri Amirali Yüksek Komiser vis Amiral Mark L.Bristol'a, İstanbul Amerikan Konsolosu General G.B. Ravndal'a, Halep Konsolosu Jackson'a Tiflis Konsolosu Doolittle'a, Rus Ermenistanı'nda Amerikan Yüksek Komiseri Albay W. N. Haskel'a yardımları için müteşekkirdir. İstanbul Kız Koleji Müdürü Dr. Mary Mills Patrick, Robert Koleji yetkilileri, özellikle Prof. Hüseyin Bey ve Berta, Chambers, Christie, Riggs, Partridge, National University'den Prof. Robert P.Blake, Tiflis ve Kafkaslar ötesi Amerikan Siyasal Entelijans Misyonu Başkanı Benjamin Burgess ve Orta Doğu Yardım Komitesi'yle Misyon Merkezleri elemanlarına. Bn. Graffam ve Fenange'ye de ayrıca şükranlarını iletir. Bu vefakar misyonerler. bu ülkenin gelişmesi için hayatlarını vakfederek burada yıllar geçirmişler ve bulundukları bölge halkından yalnız sevgi ve saygı görmekle kalmayıp tanıştıkları tüm yabancı yetkililerde de aynı insancıl izlenimleri bırakmışlardır. Amerikan misyonerlei ve okulları yüz yıldır Türkiye'de şaşırtıcı ilerlemeler kaydetmiş ve Amerika'nın öğüncü olmuştur. S a y f a | 119 Misyonumuz seyahati boyunca dolaştığı bütün ülkelerin kendilerine büyük yardımlarda bulunmuş olan tüm hükûmet yetkililerine de ayrıca teşekkür eder." Heyet, manda konusunda, tüm Türk toprakları üzerinde eğer kurulursa, tek bir manda öngörmektedir. İstanbul'un bu tarihe kadar Balkan anlaşmazlıklarının beşiği oduğuna dikkati çekerek, Cemiyet-i Akvâm'ı bu konuya hakim olmaya çağırmaktadır. öneri, Türkiye'nin Avrupa yakasının ilkin mandacılığa, sonra uluslararası statüye sokulması, veyahut da Boğazların, büyük devletlerce tarafsızlığı garantilenen muhtar bir duruma getirilmesidir. Türklerin Kurtuluş Savaşı'nı daha çok doğuda örgütlediklerine dikkati çekerek, Türkiye'nin Avrupa'dan çıkarılması için en olumlu ortamda bulunduğunu bu çıkarmayı isteyen ülkelere hatırlatmaktadır. İstanbul gibi büyük bir ganimet ortadan kalkarsa, Avrupa barışının yıllarca garantilenebileceğini öne sürmekte ve Anadolu'da da uzun yıllar mandaya gereksinme duyulacağını öne sürmektedir. "Yüzyıllardır asker olan Türkler, özellikle fanatiklikleri uyarıldığında cesur ve iyi savaşçıdırlar. Cahil olduklarından, Türkler disipline teslim olurlar. Zekâ ve insiyatiften yoksun olup genellikle subaylarına bağlıdırlar" (123) denilerek bunların, manda için esas olan Türk özellikleri olduğu iddia edilmektedir. General Moseley, Harbord'un adı ile sunulan rapor dışında geniş kapsamlı rapor yazmış tek heyet üyesidir. Heyet kuruluşundaki görev taksimine göre, Harbord Raporu'nun oluşmasına incelemeleriyle katkıda bulunanlar, Harbord'a görüşlerini bireysel olarak sunmuşlardır. Bunların tümünden de söz konusu rapor oluşmuştur. Manda konusunda söz konusu kimselerin hemen hemen hepsi, hem olumlu, hem olumsuz görüşler ortaya koymuşlardır. İçlerinden yalnız Elliot Grinnell Mears, Orta Doğu'da bir sorumluluk almanın, Monroe Doktirini'ne ters düşeceğini, Avrupa'nın emperyalist bir süreçte olduğunu, bu bölgede mandaterliğin bu yüzden sonsuz sorunlar yaratacağını öne sürerek, mandaya tamamiyle karşı çıkmıştır. Profesör W, W. Cumberland'a göre ise, Avrupalıların emperyalist süreçte olmaları, manda kabulüne neden olabilmektedir. Ermenilere yardımın sadece Amerikan hümanist ve idealist S a y f a | 120 görüşleri ürünü olduğunu ve Amerika'nın bu yardımı karşılıksız yapabileceğini öne sürerken, mandanın aleyhine beliren görüşlere de kayıtsız kalmamaktadır. (124). Yarbay Jasper Y. Brinton, sonuca kendince hümanist açıdan bakarak, Ermenilerin ancak Amerika'dan gelecek dış yardım sayesinde millet olarak kalabileceklerini, dolayısıyle mandaterliği kabulün Amerika'nın uygarlığa karşı görevi olduğunu, mandayı kabul etmemek içinse hiçbir neden göremediğini belirtmiştir (125). Yarbay John Price Jackson gözlemlerini iki açıdan değerlendiriyordu. Birincisi, "Şeref, insanlık, dostların yanında bulunmak" gibi duygusal temellere dayanan görüştü. İkincisinde ise sadece mandanın yükleyeceği mali külfetin değerlendirilmesiydi. Birincisinde kabul eğiliminde, ikincisinde ise, kuşkuluydu. Albay Henry Beeuwkes'e göre, İngiltere üstlenmediği takdirde, Amerika mandayı kabul etmeliyidi. Ancak, İngiltere'nin kabul etmesini de kuvvetle ummaktaydı. Albay Edward Bowditch, kabul taraftarıydı. William B. Polland'a göre manda, büyük bir olanak, aynı zamanda da büyük bir dertti. Misyonun Siyasal Danışmanı Stanley K.Hornbeck'in görüşü akılcı olmakla beraber, redde eğilimliydi. Hornbeck. General Harbord'un raporunda kullandığı manda lehinde ve aleyhinde sıralanmış 13 karşılaştırmalı maddeyi yazmış, ve tam olmamakla birlikte, büyük bir yüzdeyle manda hakkında olumsuz görüş sunmuştu (126). Bu 13 nokta Harbord raporunun, kanımızca en can alıcı noktasını oluşturmaktadır. Amerikan Senatosu da kendisine sunulan raporda bu faktörlerin toplu eliştirisini bulmuş, kararını buna göre oluşturmuştur. Bu maddeler toplanırken, heyetin gezi boyunca yapmış olduğu geniş kapsamlı görüşmeler, ülkenin demografik, ekonomik, siyasal, sosyal ve coğrafya koşulları ayrıntılı olarak incelenmiş, ve maddeler ortaya koyulmuştur. Maddeler şöyledir: (127) S a y f a | 121 TÜRKİYE MANDASININ ABD'YE SAĞLAYACAĞI YARARLAR 1. Milletler Cemiyeti'nin kurucularından olan Amerika, mandater ülke olmanın zorunluk ve sorumluluklarını mânen yüklenmek durumundadır. 2. Tarihin başlangıcından beri dünyanın kavşak noktası olan bu bölge, savaş tohumlarının atıldığı yöredir. 3. Orta Doğu, devrimizin en büyük insancıl atılım olanağını temsil etmektedir. Böyle bir görev için de Amerika, en uygun ülkedir. Ekonomik gelişmeni yanı sıra, halkın değişimini de sağlayan ABD politikası, Cuba, Porto Rico, Filipinler ve Hawaii örnekleriyle de etkinliğini kanıtlamıştır. 4. Sözü edilen halkların tümü, Amerika'yı tercih etmekte ve ümitlerini Amerika'ya bağlamaktadır. 5. Amerika, zaten Türkiye ve Transkafkasya'nın açlıktan kırılan halkına yardım için milyonlar harcamaktadır ve bu yardımı, kontrollü bir şekilde yürüttüğü takdirde çok daha iyi olanaklar sağlayabilir. Bu bölgede mandater devlet her kim olursa olsun, bizden yine de bu yükümlülükleri sağlamamız beklenecektir ve büyük bir olasılıkla, ekonomik gelişmenin sermayesi de tarafımızdan sağlanacaktır. 6. Amerika, Ermenilerin tek ümididir. Düşündükleri ikinci devlet, İngiltere'den de, topraklarında milyonlarca Müslüman barınması nedeniyle, kendi çıkarlarının, bunlara feda edilebileceği kuşkusuyla korkmaktadırlar. ötekiler de İngiltere'nin emperyalist siyasetinden ve bayrağını dalgalandırdığı her yerde yerleşmeye kalkmasından korkmaktadırlar. Amerika'nın mandater devlet olması, yalnız bölge halkının değil, büyük devletlerin de kendilerinden sonra tercihidir. Amerika'nın kuvveti yeterli, sicili temiz (!) ve harekâtı kuşkuya yer vermeyecek biçimdedir. S a y f a | 122 7. Beş yılı geçmeyecek bir başlangıç döneminden sonra manda, kendi mâlî yükümlülüklerini yüklenecektir. Tren yolları yapımı, sermayemize yeni olanaklar yaratacaktır. Ayrıca, yalnız manda bölgesinde değil, yaınlığı dolayısıyle Rusya ve Romanya ile de ticaret çıkarları sağlayacaktır.Amerika, Cüba ve Panama'da yaptığı gibi bu mikrop ve kir yatağını (!) da temizleyecektir. 8. Bu müdahale, halkımıza bir tür eğitim olacak, dünya siyasetini tanıtacak, yeni ruh ve dinamizm getirerek iyi bir örnek sunacaktır. 9. Mutlaka Ermeni ve öteki Hristiyan unsurların katliamını durduracak ve Türklere, Kürtlere, Yunanlılara ve geri kalan halklara adalet getirilecektir. 10. Hareket, Amerika'nın yurt dışında kuvvet ve prestijini artıracak, ABD'de Orta Doğu'nun yeniden kurulmasına duyulan ilgi alevlenecektir. 11. Amerika, misyonerleri ve kolejleri dolayısıyla bölgeye manevi bağlarla da bağlıdır. 12. Amerika bu bölgede sorumluluk yüklenmezse, Türklerin kötü yönetimini sürdürmelerine neden olacak, uluslararası kıskançlıklar türeyecektir. 14. İşte bütün dünyanın, Amerika'nın gerçekleştirmesini istediği önemli bir iş. üstelik Amerika, bunu başaracak para ve insan gücüne de sahip. Kendi halkını da yoksul bırakmayacak. Geleneksel kabuğuna çekilme politikası, Amerika'yı Büyük Savaş'a katılıp başarmaktan alıkoymadı. Şimdi "Amerika yeni ve güç görevler yüklenmekten çekiniyor" dedirtmeli mi? S a y f a | 123 TÜRKİYE MANDASININ ABD'YE YÜKLEYECEĞİ YÜKLER 1. Amerika, hem daha önemli ve yakın dış sorunlarla karşı karşıyadır, hem de savaş sonucu ortaya çıkmış olan iç sorunlarını çözümlemek zorundadır. 2. Yüzyıllardır bu bölge, militarizm ve emperyalizmin savaş alanı olmuştur. İhtiraslı ülkelerin bu bölgenin kontrolünü ele geçirmeye çabalıyacakları kesindir. Bu çabalara karşı bir atılım, ABD'nin Monroe Doktrinini çiğnemesi, hem de Rusya ile karşı karşıya kalması demek olacaktır. Bu bölgede manda sahibi olmak, Amerika'yı eski dünya'nın siyasetine karıştıracak, böylece geleneksel Doğu yarımküresi sorunlarına uzak kalma siyasetine ters düşecektir. 3. İnsancıllık, ana vatanda başlamalıdır. Amerikan yarıküresinde zaten var olan pek çok sorun, uzun zamandır Amerika'nın bunları çözümlemek için eyleme geçmesini beklemektedir. 4. Amerika ne bu bölgenin siyasal, sosyal ve ekonomik çöküşünü etkilemiştir, ne de bundan sorumludur. Kendisine yapılan çağırıyı reddetmesi uygundur. 5. Amerikan hayırseverliği ve yardımı dünyaya yayılmıştır. Böylesine bir siyaset gütmek, bu özelliğimizi zorlayıcı boyutlara ulaştıracak ve bizi de karıştırıcı duruma getirecektir. 6. Başta İngiltere ve Rusya olmak üzere, öbür güçler, Eremin sorununa devamlı ilgi göstermişlerdir. İngiltere, hem tecrübe, hem de hükûmet olarak uygundur ve gerek maddî olanakları, gerekse eğitilmiş personeli açısından da yeterlidir. Ermeni emellerine yeterince anlayışlı görünmemekle birlikte yönetimi güvenlik ve adalet sağlayacaktır. 7. ABD'nin manda idaresiyle her hâlde ordu ve deniz gücünü sayıca da geliştirmesini gerektiren pekçok mâlî külfet yüklenecektir. Tehlikeli ve mikroplu hastalıkların yaygın olduğu bu bölgede, birçok Amerikalı görev yapacaktır. Demiryollarının da yapımı çok zor olacak, karşılığının alınmasıysa yıllar sürecektir. Hükûmet garantisi olmazsa, S a y f a | 124 demiryolları için gerekli sermaye, bölgeye gidemez. Rusya ve Romanya ile ticaret ümidiyle harcanacak güç ve para, ABD'ye yakın ülkelerle ticarete yatırılırsa, çok daha büyük karşılıklar getirir. Yakınlık ve rekabet, ABD'nin şimdi dost olduğu ülkelerle rakip olmasına sebep olarak arasının açılması olasılığını doğuracaktır. 8. ABD enerji ve canlılığıyla hem içinde ve hem de güney ve batısındaki topraklarda yeni iş sahları bulabilir. Orta Doğu'ya karışmak, onu Atlantik'te belirebilecek kuvvetlere karşı sahip olduğu stratejik avantajlardan yoksun bırakacaktır. Yönetimimiz başarısız olursaAdillik konusundaki ünü zedelenecektir. Böylesine uzak yerden manda kontrolü, güç veya imkansız olabilir. Ayrıca, ABD'nin dünya sorunları konusunda daha fazla eğitime ne gereksinimi, ne de isteği vardır. 9. Büyük devletlerin herhangi birisi de bölgede mandater olup barış ve adâlet kurabilir. 10. Amerika kıtasında ve Uzak Doğu'daki ABD çıkarları için saklanması gereken kuvvet bu bölgede harcanacaktır. ABD'nin İstanbul'la bağlantısı, büyük devletlerin (özellikle, Cebelitarık ve Malta dolayısıyle İngiliz deniz kuvvetlerinin) işine yarayacaktır. 11. Türkle,r ABD'nin dini ve kültürel kurumlarına gerek savaş sırasında, gerek iç isyanlar döneminde saygılı davranmışlardır. Dolayısıyle, öteki mandacı devletler de bu kurumlara aynı saygıyı göstereceklerdir. 12. Barış Konferansı, Türkiye'yi manda altına girme tehlikesinin bulunduğu konusunda uyarmıştır. Milletler Cemiyeti'nin burada, değerini yitirmiş bir hükûmetin yönetiminin süregelmesini hoş görmeyeceği kesindir. 13. Amerika'nın birinci derecede görevi, kendi milletine ve komşularınadır. ABD bu maceraya karışırsa, en azından bir nesil, bu işle ilgili olacaktır. Maliyeti konusunda da, Türk ve Transkafkasya vergilerini karşılayabilecek kadar bir meblağı S a y f a | 125 Kongre en azından ilk beş yıl için göndermeye hazırlıklı olmalıdır. Bunun tutarı ise; İLK YIL Genel Hükûmet Ulaşım-tren yolu Yardım, iade, eğitim, v.s. Ordu-donanma Sağlık 100.000.000 20.000.000 50.000.000 88.500.000 17.000.000 275.500.000 İKİNCİ YIL Genel Hükumet Ulaşım - tren yolu Yardım-eğitim, vs. Ordu-donanma Sağlık, vs. 75.000.000 20.000.000 13.000.000 50.000.000 7.264.000 174.264.000 ÜÇÜNCÜ YIL Genel Hükûmet Ulaşım-tren yolu Yardım - eğitim, vs. Ordu-donanma Sağlık 6.000.000 50.000.000 20.000.000 4.000.000 44.000.000 123.750.000 DÖRDÜNCÜ YIL Genel Hükûmet Ulaşım-trenyolu Yardım-eğitim vs. Ordu-donanma 25.000.000 20.000.000 4.500.000 44.250.000 S a y f a | 126 Sağlık 3.000.000 96.750.000 BEŞİNCİ YIL Genel Hükûmet Ulaşım-tren yolu Yardım-eğitim Sağlık 2.000.000 15.000.000 20.000.000 4.500.000 85.750.000 ÖZET Birinci Yıl Toplam İkinci Yıl Toplam üçüncü Yıl Toplam Dördüncü Yıl Toplam Beşinci Yıl Toplam Genel Toplam 75.500.000 174.264.000 123.750.000 96.750.000 85.750.000 756.041.000 dolardır. Hatırlanacağı gibi, Heyetin bir görevi de, Doğu Anadolu illerinde bağımsız bir Ermenistan kurulması konusunda araştırmalar yapmaktı. Hem bu konuda, hem de manda konusunda demografik incelemelerde vardığı sonuç, bölgenin, öne sürüldüğü gibi Ermeni çoğunluğunda olmadığıydı. Heyette Ermenilerin söz konusu bölgelerde Birinci Dünya Savaşı'ndan önce çoğunlukta olduğu ve tehcirler sonunda azınlığa düştüğü inancı uyandırılmıştı. Araştırmalar sonunda heyetin görüşü ise, bu yörede bir Ermeni devleti kurulursa, göçmüş olanlar geri dönseler bile, Türk çoğunluğa, Ermeni azınlığın egemen olacağıydı. Bu görüş, birçok kez belirtilmiştir (128). Heyet, incelemelerinde 1915 olayları tehcirler, ölüm ve Rus ordusunda savaşmak üzere ayrılmalarla Doğu Anadolu'daki Ermenilerin çok azaldığını, yeni devlet kurulursa, çeşitli bölgelere dağılmış olanların, yeni yerleşik ayrılıp geri dönmeyeceklerine dikkati çekiyordu. Ayrıca S a y f a | 127 buralarda Ermeniler, yine Türkler, Kürtler, Tatarlar, Gürcülerle birlikte yaşayacak, dolayısıyla sorunlar hiçbir zaman azalmayacaktı (129). üstelik, bağımsız Ermenistan kurulursa, Karadeniz'den Akdeniz'e kadar düşünülen sınır boyu için, Amerika Anadolu mandasını kabul ederse, büyük ölçüde asker bulundurmak, ub sınırda görevlendirmek durumunda kalacaktı. Kuşkusuz, bu bölgenin olayları da eksik olmayacak, güvenlik sağlanması gerekecekti. Türk topraklarından bağımsız bir Ermenistan'ın çekilip alınamayacağına bir engel olarak da bu durum gösterilmekteydi. Heyet, incelemeleri sonunda Türklerle Ermenilerin, dış etkiler olmadan, yüzyıllarca bir arada ve gerçekten barış ve güvenlik içinde de birlikte yaşamış olduğuna inanmıştı. Bu, kendilerine Erzurum Valisi tarafından da tekrarlanmıştı (130). General Harbord raporunda ayrı bir Ermenistan kurulmasına kesinlikle karşı çıkarken, Ermenilerin genellikle birlikte yaşadıkları ırklara kendilerin èsevdirmediklerini; yine de Türklerle aynı manda altına konulursa "komşu", "Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurduklarında ise "rakip" olacaklarını, sınır olaylarının ardının kesilmeyeceğini, ancak tek bir gücün egemenliğinde bu gibi sorunların ortadan kalkabileceğine dikkati çekmiştir (131). King-Crane Komisyonu önerisi, üç ayrı bölgenin üç ayrı eyalet gibi, bir manda altında toplanmasıyken, Harbord kesinlikle sınır ayırmadan tek manda öneriyordu. Adil bir plebisit yapılırsa oylamanın, mandanın Amerika'ya verilmesi şeklinde sonuçlanacağını belirtiyordu (132). Harbord özetle, manda kabul edilirse, Amerika'nın en az bir nesil bu yükü duyacağını belirtmekteydi. Siyasal etkilenmeler dışında kalmaya çalışarak, en seçkin adamlarını bu bölgeye adayacaktı. Bu bölgeye atananlar, ancak yurt içi siyasetine âlet olmadıklarına inanırlarsa kendi ülkelerindeki görevlerini bırakıp bu uzak yerlerde görev alırlardı. Sıralanan özelikler dikkate alınırsa, hiçbir tarafsız ülkenin sadece insancıl özverilerle mandayı üstlenmesinin beklenemeyeceği raporda açık seçik önüne seriliyordu. S a y f a | 128 Modern dünyanın hiçbir ülkesinin, bu denli büyük dış sorumluluklar altına girerek, üzerine kendisine nüfuz etmek isteyecek pek çok da göz çekerek, başarısızlık riskine de girmesinin beklenemeyeceği, Harbord'un görüşüydü (133). General Harbord, raporunun sonuç bölümünde, özetle, raporun tarafsız ve doğru bilgilerle hazırlandığını belirtiyordu. Gözlemlerinde, Türk askerlerinin sınırlarda yığınak halinde ve saldırmayı bekler durumda olmadığını tekrarlıyordu. Heyet başkanı olarak her belli başlı merkezde, halkla olduğu kadar Türk yetkililriyle de görüşmüştü. Hıristiyan cemâatlerle de anketler yapmıştı. Her olanakta, sözde Ermeni tehcir ve katliamlarına uğramış, bölgeden göçmüş ve sonradan geri dönmüş kimselerle görüşülmüştü. Görüşmelerin tümünde, Türk yetkililerini, ülkelerinin dünya önünde yargılanmakta olduğuna inandırdığını belirtmişti. Amerika'nın mandayı kabulünün, sadece Cemiyet-i Akvâm'ın oy birliğiyle teklifi karşısında ve bir uluslararası görevi yerine getirmek amacıyla olabileceğini, ancak, gerekli koşullar önceden sağlanmazsa, başarsızlıkla sonuçlanacağını öne sürüyordu. Bu koşullar, manda kabulünden önce, Amerika tarafından hazırlanmalıydı. Uluslararası karışıklık doğurabilecek etgenlere karşı da önlemler alınmalıydı. Bu konuda, şunlar önemle belirtilmekteydi (134). - İmparatorluğun dış ilişkileri tamamiyle kontrol altına alınmalı. Türkiye ile hiçbir ülkenin elçi, maslahatgüzar, veya temsilci alış verişi olmamalıydı. - Devletin yararına olduğu öne sürülen ayrıcalıklar, ayrıca incelenmeliydi. - Mandater ülkenin istemediği, üzerinde çalışılmaya başlanmamış tasarılar, iptal edilmeli, gerekli hallerde bunların yerini alabilecek başka tasarılar konulmalı. - Belirli amaçlara yönelik olarak saptanmış vergi sistemi kaldırılmalı, tüm vergiler, hazine tarafından kontrol edilip kredi alacakların tümü, ödeme mercii olarak yalnız hazineyi tanımalı. S a y f a | 129 - Türk maliyesinden tüm yabancı kontrolü, bu arada Duyûn-u Umumiye İdaresi kaldırılmalıdır. Ancak, bu yönetimde görev almış bazı kimseler, Osmanlı maliyesine yatkınlıkları dolayısıyle, danışman olarak yararlanılabilecek durumda kalmalı. - İmparatorluğun yabancılarla olan tüm anlaşmaları kaldırılıp gereken yerlerde tazminat verilmeli. - Suriye, Mezopotamya gibi Türk İmparatorluğu'ndan toprak alan bölgelere, kendi kağıt para hisseleri, ayrıca, İmpartorluğun girmiş olduğu taahhütlerden kendi bölgelerine düşen pay, verilmeli. - Türklerin bağımlı olduğu tüm ticaret anlaşmaları, önceden duyurularak kaldırılmalı. - Mandater devletin saptayacağı tarihte, bütün yabancı hükûmet ve kuvvetleri, manda sınırlarından çekilmeli. 13. AMERİKAN SENATOSU TüRKİYEDE MANDA İDARESİ TEKLİFİNİ REDDEDİYOR Bu yükümlülüklere kolaylıkla onay sağlanmayacağı, belirgindir. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında pekçok ülke, çeşitli mali denetimlere sahiptir. Bunları da kaybetmek istemiyecektir. Borçlar, mikdarda belirli indirimler yapmak kaydıyla ödenmelidir. Aksi takdirde, Amerika'nın karşılaşacağı protestolar karşısında kesin tutum belirlenemezse, ülkenin prestiji büyük ölçüde sarılacaktır. Raporda, bu hususlar dikkate alınarak, Heyetin, Orta Doğu'da Amerika birleşik Devletleri'nin mandayı kabul etmesini tavsiye etmediğini bildirilmekteydi. Heyet, gerek İstanbul ve Anadolu'daki çeşitli görüşmeler üzerine, gerekse Mustafa Kemal Paşa ile Sivas'ta, Kâzım Karabekir Paşa ile de Erzurum'daki görüşmeleriyle, Türkiye'nin S a y f a | 130 yoğun sorunlar içinde olduğunu anlamıştı. İstanbul'da görmezlikten gelinen bir hükûmet vardı. Anadolu'da da İstanbul tarafından "gayrı meşru" ilân edilmiş bir eylem vardı. Fakat yapılan görüşmeler, Anadolu'daki hareketin başarı yolunda yürümekte olduğuna kuşku bırakmamaktaydı. üstelik. Anadolu'da Heyetin geçirdiği süre, kaygıların tersine, güvenlik içinde geçmişti. Oysa Rus Ermenistanı'nda, arabaların ateş edilmiş, heyetin yarısından fazlası, bir gece tutsak kalmıştı (135). Bu da, Anadolu'da otoritenin kuvvetliliğini kanıtlamaktaydı. Heyetin Anadolu'da görüştüğü Mustafa Kemal ve diğer bazı yöneticiler, manda kabul edebileceklerini söylerlerken, "manda" dan anladıkları, Amerika'nın gerçekleştirmeyi düşünebileceği mandaya ters düşüyordu. Hele yukarıda sıralanan esaslar da dikkate alınınca, mandanın bağımsızlık zedelemeyeceği bir yöntem olabilmesi akla getirilemiyordu. Nitekim. Mustafa Kemal de, o zamanki kanılarını belirttiği Büyük Nutkunda "herhangi bir devletin fenni, sınaî, iktisadi muavenetini memnuniyetle karşılarız" (136) derken mandadan yardım sağlamayıanladığı görülmektedir. General Harbord, Ekim ayı sonunda Paris'e varmıştır. Bu konuda Albayrak gazetesi: "General Harbord Paris'e Vasıl olmuştur" başlıklı haberinde, heyetin bazı üyelerinin manda lehinde, asker üyelerininse, Amerika'ya getireceği mali yük açısından karşısında bulunduğunu ve düzenlenen raporun Amerikan Reisicumhuru'na gönderileceği yazıyordu (137). Amerika Birleşik Devletleri Reisicumhuru Wilson'un Raporu Amerikan Senatosu'na getirmesi ise, 1920, yılının 24 Nisan'ını bulmuştur. Wilson, bu tarihe kadar kuşkusuz Türkiye'deki gelişmeleri izlemekteydi. Mustafa kemal ile görüşmesinin etkisiyle General Harbord, raporunda, Türkiye'deki Kurtuluş Savaşı gelişmesinden ayrıntılı bir şekilde bahsetmişti. Bunun küçümsenmemesi gerektiğine de özellikle dikkati çekmişti. Wilson'un Türkiye'deki durumu Amerikan temsilcileri kanalıyla gün gün izlemekte olduğu kesindir. İstanbul'da Osmanlı Meclisi Mebusanı'nın son toplantısını yapması, sonra dağılması, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanmasını sağlamak için yapılan çalışmalar, Amerika'nın gözünden kaçmamıştır. S a y f a | 131 Türkiye'de olanların Wilson'u da son derece etkilediği, kuşku götürmemektedir. Türkiye'deki durumun kesinlik kazanmasına ilişkin aldığı haberler sonunda, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış günü olan 23 Nisan'dan bir gün sonra Wilson'un, General Harbord'un hazırladığı raporu Amerikan Senatosu'na sunması, başka düşünceye yer bırakmamaktadır. Wilson'un onaylanacağından hiç kuşku duymadan senatoya sunduğu Türkiye'de manda idaresi kurma teklifinin reddedilmesi onun için tam bir sürpriz olmuştu. Senatonu Harbord raporuna dayanarak aldığı karar şöyledir: "Başkan’ın 24 Mayıs 1920 tarihli mesajıyla sunduğu Ermenistan Mandaterliği'nin Yürütme Organınca kabulünü, Kongre, ret eder. Kongrenin kararı reddinden önce Meclis tarafından hiçbir işleme geçilmemiştir". S a y f a | 132 S a y f a | 133 VI. İKİ DÜNYA SAVAŞI ARASINDA TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ 1. TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİNİN İKİ DÖNEMİ Amerikan tarihçilerinin büyük çoğunluğuna göre ABD dış politikasını iki ana döneme ayırmak mümkündür: 1. 1783 yılından 1898 yılına kadar süren birinci devre boyunca Amerikan idarecilerinin bütün çalışmaları, kendi kıtaları üzerinde, Avrupa devletlerinin nüfuz ve baskılarından uzak, kuvvetli bir birlik kurma yönünde olmuştur (138). ABD'ni Avrupa nüfuz ve baskısından uzak tutabilmek için Amerikan idarecileri iki ana ilkeye dayanmışlardır: I. Başkan Washington'un veda mesajında verdiği öğütlere uygun olarak, Avrupa devletlerinin siyasi düzenlerine katılmaktan kaçınmak, II. Başkan Monroe'nin kurduğu doktrin gereğince, Avrupa devletlerinin Amerika işlerine karışmasına müsaade etmemek. İç savaş sonunda kurulan birlik ve kıta üzerinde genişleme sonunda artan tabii kaynaklar Amerikan ticaretinin hızla kabarmasına yol açmıştır. Amerika ile Avrupa arasında gittikçe sıklaşan ticari bağların siyasi sonuçlar doğurmaması için ABD devlet adamları büyük gayret sarf etmişlerdir. Aynı sebeplerden dolayı ABD bağımsızlığının sağlandığı XIX. yüzyıl başlarında Osmanlı-Amerikan münasebetleri, Amerikanın imparatorluk üzerindeki zayıf ticari faaliyetini desteklemekten ziyade Osmanlı topraklarındaki güçlü Amerikan kültür S a y f a | 134 ve misyonerlik çalışmalarını korumak amacıyla tesis edilmişse de; ABD, bu Avrupa diplomasisinin en dikenli meselesine bulaşmamak için bu münasebetleri kuvvetlendirmekten kaçınmıştır. 7 mayıs 1830 tarihli anlaşmanın birinci maddesi Amerikan tüccarlarına "en ziyade müsaadeye mazhar devlet" imtiyazı sağlarken, 4. maddesi Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren Amerikan eğitimcilerine ve misyonerlerine kapitülasyonların getirdiği haklardan faydalanma imkanı sağlıyordu. Ancak bu anlaşmanın Osmanlıca metni, Osmanlı topraklarında suç işleyen Amerikanlıların yargılanmasını Osmanlı adli makamlarına, bu makamların verdiği cezaların infazını ABD maslahatgüzarlığına verdiği halde, İngilizce metnini kaleme alanlar her iki yetkiyi de Amerikan müesseselerine vermişlerdir. Uygulamada bu çelişki güçlüklere sebep olunca 1862 yılında anlaşma yenilenmiştir. Ancak bu anlaşma da ihtiyaçlara yetmeyince 1884 yılında Babıâli bu anlaşmayı tek taraflı olarak yürürlükten kaldırmış ve münasebetler 1830 anlaşmasına göre sürdürülmüştür. Daha önceki bölümlerde de açıklığa kavuşturduğumuz gibi Amerikan hükümeti ile kurulan ticari ilişkilerden de önemli olanı Amerika'nın Osmanlı toprakları üzerindeki kültürel faaliyetleridir. Amerikan Kiliseleri'nin "Amerikan Board of Comimissioners for Foreign Missions" misyonerlik teşkilatı aracılığı ile 1830’lardan itibaren yoğunlaştırdıkları kültürel faaliyetler, özellikle Anadolu'daki Ermeni ve Rum kültür gurupları üzerinde istiklal arzularını kamçılar mahiyette vahim sonuçlar doğurmağa başlayınca, Babıâli 1860 yılından itibaren bu kültürel faaliyetleri denetlemek ihtiyacını hissetmiştir. Amerikalılar tarafından Ermeni yerleşiminin nispeten yoğun olduğu bölgelerde açılan okulların Ermeni isyanını destekledikleri tespit edilince Babıâli bu okulları kapatmak istemiş, bu haklı tedbir ABD-Osmanlı ilişkilerinin birinci dünya savaşına kadar sık sık bozulmasına sebep olmuştur. 2. 1898 yılından 1939 yılına kadar uzanan devrede ABD dünya siyaseti alanında kuvvetli bir devlet olarak belirmiştir. Bu devre içinde Amerikan idarecileri ABD'nin gelişme ve güvenliğinin artık yalnız kendi ülkeleri üzerinde sağlanamayacağını anlamışlar, ülkelerini geniş bir nüfuz bölgesi ile desteklemek S a y f a | 135 amacı ile gözlerini dışarıya çevirmişlerdir. ABD’nin Büyük Okyanus ile Batı Hint Adaları'nda toprak sahibi olması, Latin Amerika ülkeleri ile sıkı ilişkiler kurması ve Orta Doğu ile Uzak Doğu'da nüfuz kazanmaya başlaması hep bu dönemdedir. Bu genel gelişim çizgisine rağmen ABD dış politikasına yön verenler eski alışkanlıkların tesiriyle ABD'yi uzun süre milletlerarası meselelerin dışında tutmağa gayret etmişlerdir. Birinci Cihan Savaşı, geleneklerin yıkıldığı ilk olaydır. Osmanlı İmparatorluğu Birinci Cihan savaşına bilindiği gibi 1914 Ekiminde Almanya saflarında katılmış, savaşa katılması arifesinde de İstanbul’daki kapitülasyon anlaşmalarında taraf olan devlet temsilciliklerine bu arada ABD temsilciliğine kapitülasyonları ilga edeceğine dair birer muhtıra yollamıştır. ABD, 6 Nisan 1917 de Almanya'ya harp ilan edince, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler kesilmiş fakat ne gariptir ki ABD'nin İmparatorluk içindeki kültürel faaliyetleri bundan çok az etkilenmişlerdir. 2. TÜRKİYEDEKİ AMERİKAN DİPLOMATİK ORGANİZASYONU VE PERSONELİ Washington'daki Amerikan dış politikasının karar merkezinde Türkiye işleri 1909 yılında tesis edilen Yakın Doğu Masası'nda görüşülüyordu. Bu masa 1913-1920 yılları arasında varlığını hayatsız olarak devam ettirdiği ve bunu izleyen iki yıl da geçici yöneticilerin elinde kaldığı halde, 1922-1926 yılları arası Allen W. Dulles'i başkanlığında yeniden canlandı. 1926-1929 arasında G. Howland Shaw ve 1929-1942 arasında da Wallace S.Murray'ın başkanlığında da aynı canlılığı gösterdi. ABD Dışişlerinde, Savaşların arasındaki yıllarda Türkiye'deki Amerikan Delegasyonu'na baş olarak gönderilen sırasıyla Amiral Bristol, Joseph C.Grew, Charles H. Sherrill, Robert P. Skinner ve John Van A. Mac Murray'da genellikle isabet edildiği kanaati vardır. S a y f a | 136 Bunlardan Grew daha Lozan'da Türk delegasyonundan Türkiye'deki Amerikan misyoner eğitim faaliyetlerinin geleceğini garanti eden belgeyi koparmasını bilmiş ve Lozan'da İsmet Paşa ile kurduğu dostluğu sonuna kadar kullanmıştır. İşlerin, bilhassa misyoner faaliyetlerini destekleme işini gayrı resmi yollardan yürütmekten hoşlanırdı. İşi resmiyete dökerek yeni yöneticilerin izzitinefislerini rencide etmekten çekinirdi, İstediğini de alırdı. Ufak tefek jestlerle kalp kazanmasını bilirdi. Harf devriminde konsolosluk arabalarının plakalarını hemen yeni harflerle yazdırarak bu alfabeyi ilk kullanan olmuştu. Kızının düğününü, Türk düğün geleneklerine göre yaparak ilgi çekti. 1919 da müttefik donanması ile gelen ve İstanbul’un bir bölgesini müstevli olarak yönettikten sonra 1927 de ayrılan Bristol gibi Grew de, altı senelik hizmetten sonra 1933 te Türkiye'den ayrıldı. Yerine gelen Charles H.Sherill Türkiye'ye daha ziyade Ayasofya'nın mozaikleri üzerine hazırlamakta olduğu kitabına malzeme toplamak için gelmişti ve bir seneden daha az bir zaman kaldı. Sherill'i 36 yıl dışişlerine hizmet etmiş bir gedikli, Robert P. Skinner izledi. 1933-1936 yılları arasında Türkiye'de kaldı ve tazminat meselesi ile bazı ticari anlaşmalar onun zamanında sonuçlandı. Amerikan firmalarının Türkiye'ye uçak ve silah satmaları için yaptığı girişimler ise akim kaldı. 1936 yılında Skinner'in yerine gelen Mac Murray, 1907 den beri doğu Avrupa ve Asya'nın muhtelif yerlerinde çalışmıştı. 1942 ye kadar Türkiye'de kaldı. Amerikan Büyükelçiliği'nin Ankara'ya taşınabilmesi için Ankara’da arsa onun zamanında alındı ve inşaata başlandı. S a y f a | 137 3. ABD VE LOZAN ANLAŞMASI: ABD birinci Cihan Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu il diplomatik münasebetlerinin kesmekle yetinip, Osmanlı toprakları üzerindeki kültürel faaliyetlerini boş yere tehlikeye sokmamak için harp ilanından kaçındığından, Türkiye Cumhuriyeti ile barış anlaşması imzalaması söz konusu olmamıştı. Bununla birlikte Lozan Sulh Konferansı'na müşahit sıfatı altında gönderdiği heyetten şu iki hususu kesin olarak garantiye kavuşturmasını istemiştir: 1. Kapitülasyonların Amerikan Misyoner ve eğitim faaliyetlerinin çalışma bağımsızlığını korumak üzere muhafazası, 2. Boğazların bütün devletlerin ticaret gemilerinin serbestçe geçebileceği bir statüye kavuşturulması. Türk murahhas heyeti kapitülasyonların kaldırılması konusunda baştan sona kararlı görünmüştür. Ancak Amerika'nın gözlemci murahhasları ve beraberinde danışman olarak götürdükleri misyoner ve eğitim kurumları temsilcileri, Türk murahhas heyetinden çalışmalarının serbestçe devamı için yazılı garanti almadıkça direnmelerinden vazgeçmemişlerdir. 4. GENÇ CUMHURİYET AVRUPA YOLUNDA Genç Cumhuriyetin, Osmanlı devlet tecrübesini bir yana bırakarak hareket eden yeni yöneticilerinin idaresindeki Türkiye'de, toplumun izlemekte güçlük çektiği hızlı değişimler ardı ardına gelmeğe başlamıştı. 1926 yılında İsviçre'den medeni kanun, İtalya'dan ceza kanunu ve Almanya'dan ticaret kanunu alınarak yeni bir hukuk sistemine geçildi. 1928 yılında anayasa tadil edilerek Türkiye'nin bir İslam Devleti olduğu ibaresi silindi. S a y f a | 138 Yeni rejim eğitim sistemini de değiştirmek istiyordu. 1924 yılında çıkarılan bir kanunla yabancı okulların içlerindeki bütün dini sembollerin kaldırılması buyruldu. Bir ay sonra da bütün İslami okulları kapatarak ülkedeki tüm öğretimi Maarif Vekaleti tekeline aldı. 1928'de çıkarılan bir kanunla İslami harfler kaldırılıp okuma yazma için Latin alfabesi kabul edildi. 1931 yılında ilköğretim devlet eliyle okutulmak üzere mecburi kılındı. Üniversite düzeyinin altındaki yabancı okullarda Tarih. Coğrafya, Yurt Bilgisi, Türkçe, Türk dili ve Edebiyatı gibi derslerin Türkçe olarak, Türk öğretmenler tarafından ve Türkçe kitaplardan okutulması emredildi. Hükümet politikasına hakim olanlar Batı'nın modernliğini istiyorlardı ama sadece modernlik hatırı için değil. Batı teknolojisi, kültürün maddi olmayan unsurlarını Türkleştirmekte bir hizmetkar olarak vazife görecekti. Genç Cumhuriyet'in önderlerinin Batı'ya karşı tavırları, 600 yıllık Osmanlı tecrübesinin kazandırdığı temkin ve dikkatten uzaktı. İslami Osmanlı Kültürü'nün mirasını reddediyorlar ve toplum kültürünü İslamiyet’ten önceki Türk kültürüne dayandırmağa çalışıyorlardı. İslam'dan önceki Türk kültürünün, bütün dünya medeniyetinin ceddi olduğu iddiası bizzat Mustafa Kemal tarafından resmen ortaya atıldı. Güneş Dil Teorisi diye anılan ve bütün dünya dillerinin Türkçeden türediğini iddia eden nazariyeyi ispat etmesi için Türk Dil Kurumu ve bütün dünya insanlarının asıllarının Türk olduğunu ispat etmesi için de Türk Tarih Kurumu kurduruldu. 15 Haziran 1939’da ABD anayasasının 150. yıldönümü münasebetiyle Türkiye Postaları, Amerika haritasının üzerinde Atatürk ile George Washington'u İnönü ile Roosevelt'i yan yana gösteren iki seri pul yayınladığı halde, Orta Doğu'daki misyonerlik faaliyetlerine yardım toplayabilmek için Türkleri yamyam-barbar olarak tanıtan misyonerlerle, olaylardan en az Türkler kadar sorumlu Ermeni'lerin propagandalarının kamuoyunda yaptığı uzun vadeli ve derin tesir sebebiyle ABD, Türkiye'deki bu gelişmelere bigane kalıyordu. S a y f a | 139 Amiral Bristol ve Allen Dulles, Atatürk ile İnönü'nün yeni bir yönetici kuşağına ait olduklarını ilk fark edenlerdir. ABD’nin Orta Doğu Politikasında önemli sorumluluklar alarak Lozan Sulh Konferansı'na katılıp burada İnönü ile tanışan Grew de aynı kanaate varmıştı. Robert Kolej'in başkanı Caleb Frank Gates de Yeni Türklere, Osmanlı İmparatorluğu diplomatlarına uygulanan yöntemlerle yaklaşmağa çalışmanın lüzumsuz ve faydasız olduğunu ilk anlayanlardan idi (139). Lozan Sulh anlaşmasının Amerikan Kongresi tarafından tasdikinden önce American Board bünyesinde çalışan misyonerler, yeni rejime karşı takınılacak tavır konusunda ikiye ayrılmışlardı. American Board'ın dış münasebetler sekreteri James L. Barton, yeni rejimle işbirliği yapmak için onlarla yarı yolun biraz daha ötesinde karşılaşmayı kabul etmek gerektiğini anlamış ve teşkilatına da bu görüşü benimsetmişti. Bilhassa Türkiye'de misyonerlik teşkilatları bulunmayan Episcopalian'lar ve Methodist'ler; Congregational teşkilatının bu tutumunu fırsatçılık olarak niteliyor ve kınıyorlardı. Barton'un bu pragmatist politikasının, yeni şartlara uyamamanın doğuracağı sonuçları hesaba katmakta olduğu inkar edilemez. Amerikan Board Misyoner teşkilatı, yüz yıllık çabanın sonucunda ele geçirdiği mevzileri, emlaki ve Türkiye’de çalışma imkanını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya idi. Türkiye’de yıllanmış misyonerler ise bu taktik değişikliğini gerektiren şartları kabul etmekte isteksiz davranıyorlardı. 1923 yılında Massachusets'in Springfield şehrinde yapılan Board toplantısında Barton'un gerekli uyarlamaları yaparak Türkiye'deki misyoner faaliyetlerini sürdürme konusundaki tavsiyesi kabul edildi. Bunu izleyen birkaç sene içinde yaşlı misyonerlerin bir kısmının ölmesi, bir kısmının da emekliye ayrılması sebebiyle direnme azaldı ve misyonerler Türkiye’nin yeni şartlarında da pekala çalışabileceklerini tecrübe ile öğrendiler. 1923 ile 1927 arasında daha önce de anlatıldığı gibi Lozan Sulh Anlaşmasının Amerikan Senatosu tarafından tasdiki bir mesele S a y f a | 140 olmuştu. Başta Misyonerler olmak üzere Türkiye'deki Amerikan menfaat gurupları, anlaşmanın tasdiki konusunda büyük çaba harcamışlardı. Bu misyoner kuruluşları arasında American Board, Robert College, İstanbul College for Women, Near East College Association, Genç Hıristiyan Erkekler Cemiyeti Y.M.C.A. ve Genç Kadın Hıristiyanlar Cemiyeti Y.W.C.A. sayılabilir. Lozan Sulh Anlaşması'nın Amerikan Senatosu'nda tasdikini bir dizi ticaret anlaşması izledi. Amerika ticaret bakımından en çok kayırılan ülkeler arasına alındı. Amerikan ticaret gemilerinin Türkiye karasuları içinde Türk gemilerinin yararlandığı bütün haklardan yararlanmaları kabul edildi. Bu sırada savaşlar dolayısı ile zarara uğrayan ABD uyrukluların haklarının tazmini meselesi gündeme getirildi. ABD Dışişlerinin bu işlerdeki uzmanı Fred K. Nielsen Amerikan delegasyonuna başkanlık ediyordu. Amerikan Dışişleri'ne yapılan birçok müracaattan 23'ünü görüşme masasına çıkardı. Bunların toplamı bir milyon doları buluyordu. Tazminatın eşit taksitlerle 13 ayda ödenmesi kabul edilince Türk heyetinin itirazı kalktı ve Forbes'e 600.000 dolar, Amerikan Board'a 192 000 dolar, Socony-Vacuum Oil Company'ye 147 000 dolar ödenmesi karar altına alındı. Bu tazminatın bir kısmı ile İzmir'deki American Collegiate İnstitude (İzmir Amerikan Kız Koleji) için bina yapıldığını öğreniyoruz. 5. İKİ DÜNYA SAVAŞI ARASINDA TÜRKİYEDE AMERİKAN DİNİ VE KÜLTÜREL KURUMLARI Amerika'nın Türkiye Cumhuriyeti'nde konsolosluk açması ve yeni Sulh Anlaşması ile ilgilenmesinin sebebi, bu topraklar üzerindeki Amerikan menfaatleri idi. Bu menfaatler arasında Congregationalist American Board teşkilatının Türkiye'deki misyoner istasyonları, İstanbul'da bağımsız iki okul, Amerikan iş adamlarının ticaret ve yatırımları, münferit Amerikalılar ve özel kuruluşların yapmış olduğu, üniversiteler tarafından da desteklenen arkeolojik kazılar da dahil olmak üzere diğer kültürel teşebbüsler bulunuyordu. S a y f a | 141 Birinci Dünya harbi ve onun sonuçları, American Board misyoner teşkilatının Türkiye'deki faaliyetlerinde kesikliğe sebeb olmuştu. Bilhassa faaliyetlerin daha ziyade Ermeni unsuruna dayandığı iç ve doğu Anadolu'daki faaliyetler akim kalmıştı. 1922’lerde Türkiye'de faaliyet gösteren 137 yetişmiş misyoner vardı. 1920’lerde misyonerlerin önleri karanlıktı. Lozan Konferansına kaybolan emlaklerini ve haklarını geri alacak ve içinde çalıştıkları azınlıkların varlıklarını savunacak bir madde konmazsa, işleri çok zor olacaktı. Lozan'ı izleyen 1923 sonbaharında müttefikler yeni hükümetin kendi evinin efendisi olduğunu kabul etmiş ve kapitülasyonları devam ettirecek maddeyi anlaşmaya koyduramamışlardı. Misyonerlerin çalışma alanı olan azınlıklar etrafa saçılmışlardı. Şayet misyonerler bu yeni devlet içinde kalacaklarsa, faaliyetlerinin maddi yükünü Müslüman Türklere yüklemek zorunda kalacaklardı ki bu misyonerlerin çoğuna imkansız geliyordu. American Board misyoner teşkilatı, bir asırlık emeği yabana atmaktansa, yeni yönetimle uzlaşıp ülkede kalmağa karar verdi. Teşkilatın yıllık raporu karşı karşıya kaldıkları zorlukları şöyle anlatıyor: "Kapitülasyonların kaldırılmasının üzerimizdeki etkisi çok derin oldu. Bir kere Türkiye'de misyonerlikle meşgul herkesin zihniyetini değiştirmesi gerekir. Artık kurumlarının ecnebi ve yabancı devlet himayesinde olduğunu akıllarından çıkarsınlar. Bu kurumlar ülkenin kanunlarına ve herkese karşı aynı olan adalete göre kendilerini yeniden düzenlesinler. Hayatlarının ve mülklerinin ülkenin diğer insanlarınınkine göre hiçbir üstünlüğü yoktur. Artık misyonerler kendilerinin dışarıdan teminat altına alınmış bir adaletin imtiyazlı savunucuları oldukları fikrini bıraksınlar. İnsanların içinde inşa edilen adalet duygusunun cazip destekleyicileri olsunlar. Misyoner teşkilatımıza maddi-manevî yardımda bulunanların, Türk yönetimi altındaki Amerikan misyonerlerinin bu yeni durumlarına karşı tavırlarını yeniden ayarlamaları imkansız değilse de güç olacaktı” (140). S a y f a | 142 Ne var ki misyonerler Türkler hakkında çoğunluğunu kendilerinin türetip Batı'ya yaydıkları masallardan ve düşmanca duygulardan kendilerini kurtaramıyorlardı. Türkiye'deki faaliyetlerine fazla yardım toplayabilmek için Amerika’daki destekçilerine insanımızı dinsiz-barbar-canavar olarak tanıttıklarından, bu yeni davranış tarzına Amerika’daki destekçilerin de anlayış göstermesine imkan yoktu. Zaten misyonerler kalma kararı verirken "henüz ortalık bulanık, yıllarca hayal kırıklıkları ve beklenmedik olaylarla karşılaşmamız beklenir" diyorlardı. Hemen arkadan gelen yıllar gerçekten misyonerler için yorucu idi ve her şey, yeni yöneticilerin göz yummalarına bağlıydı. Yabancılardan ürktükleri bir ortamda, Türk liderleri ile karşı karşıya geldiler. Türk halkının yeni ideolojisi olarak milliyetçilik seçilmişti. Milliyetçilik, dini tahtından indirecek ve hatta onun yerine geçecekti. çoğu ruhbanlığa karşı hızlı milliyetçilerle, Hıristiyani etkilere karşı hassas Müslüman aydınlar arasında misyonerlik, iki taraftan sıkışmıştı. Bu yıllarda Türk makamları misyoner hastanelerinin ve okullarının önüne kanuni bazı engeller koydular. Savaştan önce Türkiye'de çalışmamış doktorlara ruhsat verilmedi. Antep hastanesi bir süre için kapandı. Yeni yönetim, halkın devlete olan bağlılığını zaafa düşürecek bütün tesirlerine karşı yabancı okulları gözaltına almış olduğundan, bazı yabancı okullar kapatıldı, bazıları da bir süre için faaliyetlerine ara vermek zorunda kaldılar. Açık kalmasına izin verilen okullarda sadece Müslüman talebeler Hıristiyan dinine mahsus dini merasimlere zorlanmamakla kalmayacak; tarih, coğrafya, yurt bilgisi, Türk dili ve edebiyatı dersleri Hükümet tarafından tayin edilecek öğretmenlerce, Türkçe olarak okutulacaktı. Bu derslerin kitapları da Hükümet'çe tayin edilecekti. Aslında bu tedbirler sadece Amerikan okullarına karşı alınmamaktaydı. Hükümet bütün eğitimi laikleştirmek için kendi milli eğitiminde de İslam inancının tesirlerine karşı aynı tedbirleri uyguluyordu. Müslümanlar Hükümet'in bu tutumunu eleştirmiş ve Hıristiyan okullarının durumuna dikkati çekmişlerdi. S a y f a | 143 Hükümet kendini savunma babında bu okullarda görülecek herhangi bir din değiştirme olayını sert karşılayacağını belli ediyordu. Bu tutumun en açık uygulaması Bursa'da oldu. öğrencilerin ihbarı üzerine yapılan teftişte, üç kız öğrencinin din değiştirdiği tespit edilmiş ve bunun üzerine okul kapatılıp, misyoner öğretmenlerden üçü hapsedilmişti. Bu geçiş yıllarında Amiral Bristol ile Büyükelçi Grew'in en önemli işlerinin, kapatılan misyoner okullarını açtırmak ve tutuklanan misyonerleri serbest bıraktırmak olduğunu söylemek yanlış olmaz. Misyonerler ve öğretmenler, Hıristiyanlığın tebliğini sınıf ve ders saatlerinin dışında tutmak için gerçekten gayret gösteriyorlardı artık. Hıristiyan ahlakının ve toplumsal yapısının anlatımına, bilhassa kurulacak sıkı dostluklar vasıtasıyla anlatımın etkili kılınmasına ümit bağlıyorlar, dinimizi "yaşayarak" yayacağız diyorlardı. "Kuruluşlar, kişisel ilişkiler kadar etkili değildir, sınıfta öğretim yerine şahsi arkadaşlık netice alır, misyonerlik faaliyetlerinin meyveleri, bu dine dönmüşler değil, İsa'nın yaşayış biçimini izleyecek olanlardır" diyorlardı. Milliyetçi basın ara sıra misyoner faaliyetleri üzerine ışığını gezdirdi ise de, Lozan'da Grew'e verilen söz mucibince hükümetler, bu Hıristiyanlığı adını koymadan yayma çalışmalarını görmezlikten gelmeyi tercih etti. İzmir'deki Amerikan Koleji, Cumhuriyet'ten evvel Hıristiyan azınlıkları arasında Protestanlığı yayma çalışmaları yapıyordu. Yunanlıların denize dökülmesi ile birlikte öğretmenlerin bir kısmı karşıya geçip Atina'da buradan giden talebeleri ile yeni bir kolej açtılar. Geride kalanlar da okulda bazı değişiklikler yaparak Müslüman çocuklarını kabul etmeğe başladılar. Ne var ki bilhassa bozulmuş kaçan Yunan ordusunun marifeti olan 1922 yangını ve katliamından sonra İzmirliler Yunan'a ve bu arada Hıristiyanlara karşı büyük bir nefret duymağa başlamıştı. Bu hava üzerine o zamanlar adı İzmir International College olan bu okulun mütevelli heyeti okul faaliyetini S a y f a | 144 durdurdu. 1934 yılında mütevelli heyeti bu kararı aldığında İzmir'de yayınlanan Birlik Gazetesi haberi "İzmir'deki akrep yuvası Amerikan Koleji kapandı" diye veriyordu. Buradan Beyrut Koleji'ne giden öğretim elemanları, orada bir hazırlık okulu ile Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin Ziraat Fakültesi'ni faaliyete geçirdiler (142). Aradan zaman geçtikçe genç Türk Cumhuriyeti'nin yabancılara karşı hassasiyeti de azalıyordu. 1930 da vakıflardan ve bağışlardan ağır vergi alınmasını mümkün kılan bir kanun vardı ki eğer hükümet Amerikan okullarının tümünü birden kapatmak isteseydi, bu kanunun uygulaması yetecekti. Grew'in başbakan İsmet İnönü'ye bu kanunun uygulanması halinde bütün Amerikan okullarının kapı dışarı edilmiş olacağını belirtmesi üzerine yetkililer bu kanunu Amerikan okullarını istisna edecek bir biçimde yorumlamışlardı.(143). Misyonerler halkın dikkatlerini okulları üzerine çekebilmek için, daha ziyade ziraat, ev ekonomisi, sağlık, ticaret ve teknik konularda öğretim yapan okullar açmağa başladılar. Bilhassa Robert Kolej bu konuda ileri giden okul oldu. Hükümet de bu okullara devlet burslusu öğrenciler gönderdi. Misyonerler hükümetle tam arayı düzeltmişlerdi ki, büyük ekonomik kriz Amerika'daki yardım kaynaklarını kuruttu. 1932 den 1939’a kadar yardım miktarı sürekli düşüş kaydetti. Bu yıllarda hükümet ilk tahsili devlet tekeline alarak misyoner ilkokullarının kapatılmasını emredip mali yükün hafiflemesine sebep olduysa da durumun idaresi için başka tedbirlerin alınması gerekti. 1939’da Antep'te 40 yataklı bir hastane faal haldeydi. 1934’te resmen kapatıldığı halde Adana hastanesinde de bazı faaliyetler sürüyordu. Talas'ta bir Amerikalı doktor tıbbi ve dini faaliyetini sürdürüyor, Mardin'de bir bakire misyoner bayan, okuma salonu çalıştırıyor, Tarsus'ta American Colleğe For Boys, İzmir Göztepe'de American Collegiate Institude, üsküdar'da American Academy for Girls, Kayseri Talas'ta Boys'Trade School, İstanbul'da bir basımevi, Türkiye'de Amerikan misyoner S a y f a | 145 kuruluşlarının geri kalanları oluyordu. Bu işleri çevirmek için ülkede kalmış misyoner sayısı ise 54'e düşmüştü. Robert College ve İstanbul College for Women, başlangıçları itibariyle misyoner kuruluşları oldukları halde daha sonra maliyeleri bakımından American Board'dan ayrı olduklarından daha laik bir gelişim çizgisi izlemişlerdir. Misyonerler, "madem ki bu paralar Hıristiyanlığın yayılması amacı için bize veriliyor..." diyerek Hıristiyanlık çalışmalarına her şart altında devam ederlerken, öğretmenlerini daha geniş bir çevreden seçme imkanı bulan bu iki bağımsız kolej, Amerikan yaşayış tarzının yayılmasını yeterli buluyorlardı. 6. ABD İLE TÜRKİYE ARASINDA NORMAL MÜNASEBETLERİN KURULMASI: Türkiye'deki Amerikan Eğitim ve ticaret çevreleri faaliyetlerini kanuni bir çerçeveye oturtmak amacı ile 1923 yılında Koramiral Bristol aracılığı ile Ankara Hükümeti ile üzerinde mutabık kalınan bir anlaşma metnini Amerikan Kongresi'nin tasdikine sunmuşlardı. Robert Kolej başkanı Gates bizzat Amerika'ya giderek bu anlaşmanın tasdiki için propaganda kampanyasına katılmıştı. Ne var ki Ankara Hükümeti, Amerikan misyonerlik ve eğitim kuruluşları için gerekli garantiyi ek olarak verdiği halde anlaşma maddeleri arasına kapitülasyonların devam edeceğine dair bir madde koydurtmağa yanaşmamıştı. Yeni Hükümet açısından Ermeni meselesi diye bir mesele de kalmamıştı. Amerika'daki Ermeni lobisi, kapitülasyonların kaldırılmasını da kullanarak, Amerikan kamuoyunda anlaşmanın tasdiki aleyhinde şiddetli bir kampanya başlattı. Neticede ABD Senatosu 1927 yılında bu anlaşmanın tasdikini reddetti. Bunun üzerine 17 Şubat 1927 yılında mektup teatisi yoluyla geçici bir anlaşma imzalandı ve ilk ABD Ankara temsilcisi Joseph C.Grew 1927 Eylülünde itimatnamesini sundu. S a y f a | 146 Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk ABD temsilcisi de 1927 Kasımında New York'ta Ermeni'lerin taşkınlıkları ve aleyhte gösterileri ile karşılandı. ABD, Birinci Cihan Savaşı'nda aktif rol oynadığı halde sulh konferansında pasif kalmış ve anlaşmadan sonra yeniden inziva politikası uygulamağa başlamıştır. Daha önce de söz konusu ettiğimiz gibi, İki Cihan savaşı arasında iki ülkeyi karşı karşıya getiren ilk olay, Bursa Amerikan Kolejinde öğrenciler üzerinde sürdürülen yoğun Hıristiyanlaştırma faaliyeti sonunda bazı öğrencilerin Hıristiyan olmaları ve yapılan tahkikat sonunda, olayın sabit görülerek Amerikan Koleji'nin hükümetçe kapatılmasıdır. ABD, Lozan'da Ankara'dan aldığı telgrafa dayanarak İsmet İnönü tarafından verilen ve Türkiye'de Amerikan misyoner ve eğitim faaliyetlerinin bağımsızlığı konusunda garanti veren mektubu öne sürerek şiddetle itiraz etti. Ortaya çıkan anlaşmazlık uzun görüşmeler sonunda izale edilebildi (144). Bu meselenin kapanmasından sonra iki devlet 1 Ekim 1929 tarihinde ilk ticaret anlaşmalarını imzaladılar. Türkiye'de hükümet, kalkınma için Amerikan sermayesine ümitler bağlamıştı. Nitekim 1931 yılı başlarında bir heyet, 50-100 milyon dolarlık bir kredi temin etmek ve Amerikan mali çevreleri ile Türkiye'de yapacakları yatırımlar konusunu görüşmek üzere amerika'ya gönderilmişti. Ancak bu gayretler Amerikan mali çevrelerinin dikkatini Türkiye üzerine çekmeğe yetmemiştir. 1 Nisan 1939 da da iki devlet arasında yeni bir ticaret anlaşmasının imzalandığını görüyoruz. S a y f a | 147 7. BATILILARDA RUS KORKUSU VE MONTRÖ ANLAŞMASI: Boğazlar, Lozan'da imzalanan bir sözleşme ile askerden tecrid edilmiş, tonaj bakımında bazı sınırlamalar getirilmekle birlikte barış zamanı ile Türkiye'nin taraf olmadığı savaşlarda bütün devletlerin harp gemilerine Boğazlardan geçiş serbestliği tanınmıştı. Ticaret gemilerinin geçişi konusunda ise hiçbir tahdit getirilmemişti. Aynı sözleşme gereğince Türk temsilciliğinin başkanlığında kurulacak milletler arası bir komisyon, bu serbestliğin uygulanmasını denetleyecekti. Bu sözleşmeye uyulmadığı takdirde ise müeyyide, Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından uygulanacaktı. Ancak 1936 yılına gelindiğinde Türkiye boğazlardan geçen harp gemilerinin geçişini sınırlamak istemiş, 11 nisan 1936 da Lozan Boğazlar Sözleşmesine taraf olan devletlere birer muhtıra vererek, tadilat için konferansa davet etmiştir. 22 haziran 1936 da imzalanan Montreux Anlaşması'na göre Boğazlar komisyonu kaldırılarak Türkiye'nin Boğazları tahkim etmesi kabul edilmiş, Türkiye'nin tarafsız kaldığı savaşlarda boğazların bütün harp gemilerine kapatılması ve Türkiye'nin taraf olduğu harplerde de boğazların kontrolünün tamamen Türkiye'ye bırakılması kabul edilmiştir. Aslında Montreux Anlaşması Sovyetlerin Akdeniz’ e savaş gemisi çıkarmalarını tahdit etmek için, Batılı devletler tarafından teşvik edildiği halde, Rusya şiddetle direnerek Karadeniz'de sahili bulunan devletlerin bu tahditlerden muaf tutulmasını talep etmiştir. Neticede İngiltere'nin karşı itirazı da değerlendirilerek Karadeniz’de sahili bulunan devletlere ayrıcalık tanınmıştır. ABD, harp gemilerinin boğazlardan geçişi ile ilgili olmadığını, sadece ticaret gemilerinin geçişi ile ilgilendiğini, bunun da Montreux gündeminde bulunmadığını söyleyerek konferansa katılmamış, daha sonra imzalanan anlaşmayı aynen kabul ettiğini beyan etmişti. S a y f a | 148 VII İKİNCİ DÜNYA HARBİ SIRASINDA TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİ 1. KAHİRE KONFERANSI VE İSMET PAŞA İkinci Cihan Savaşı sırasında Türk Dış politikasını idare edenler başlangıçta hem Sovyet dostluğunu ve hem de İngilizFransız bağlılığını devam ettirmek istiyorlardı. Ancak çok geçmeden bunun mümkün olamayacağı anlaşılmış ve Türkiye ile Sovyetler Birliği'nin yolları ayrılmıştı. Sovyetler Birliği Türkiye ile İngiltere ve Fransa arasındaki anlaşmaların teşvikçisi iken, kendisi Almanya ile anlaştıktan sonra, Türkiye'yi bu bağlılığından koparıp kendi nüfuzu altına almak için çalışmağa başlamıştır. Rus-Alman ilişkilerinin bozulmağa başlaması üzerine Türk-Rus münasebetleri iyileşmeğe doğru gitti. İkinci Cihan Savaşı içinde Türkiye, Almanya'dan emin olmak için 1941 Haziranında Almanya ile saldırmazlık anlaşması imzalayınca, İngiltere ve Amerika, böyle bir anlaşmanın kendi inisiyatifleri dışında imzalanmasına çok öfkelendiler ve Amerika tepkisini Türkiye'ye yapmakta olduğu yardımı keserek gösterdi. Türkiye'nin Almanya ile 1941 Ekiminde, Amerika'nın arzusu hilafına bir krom anlaşması yapması öfkelerin daha da artmasına sebep olduysa da, 1941 yılı sonunda Pearl Harbour baskını sonunda ABD İkinci Cihan Savaşı'na fiilen katılınca, Türkiye'yi kaybetme endişesi ile ödünç Verme ve Kiralama Kanunu çerçevesi içinde Türkiye’ye doğrudan yardımını yeniden başlattı. S a y f a | 149 Savaş bütün hızı ile devam ederken 19-30 Ekim 1943 tarihleri arasında Moskova'da toplanan Rus, İngiliz ve Amerikan dışişleri bakanları konferansında Rus dışişleri bakanı Molotof, Türkiye'nin harbe girmesi için baskı yapılmasını istemiştir. Amerikan dışişleri Bakanı Cordell Hull başta buna itiraz ettiği halde, konferans sona ereceği günlerde İngiltere'nin 12 Ada Harekatı'nın kötüye gitmesi üzerine Eden, 2 Kasım 1943'te Ruslarla, Türkiye'den hava ve deniz üsleri istemek ve bu devletin en kısa zamanda harbe girmesini sağlamak konusunda mutabık kaldı. Birkaç gün sonra ABD Başkanı Roosevelt de bu karara katıldığını açıkladı. Bundan sonra 15 Şubat 1944 tarihinde Tahran'da bir araya gelen üç ülkenin devlet başkanları Türkiye'nin 15 şubat 1944 tarihine kadar savaşa katılması konusunda görüş birliğine vardı. Bu karar konferans sona erdikten sonra Roosevelt ve Churchill tarafından Kahire'ye çağırılan İsmet İnönü'ye bildirilmiş, İnönü de savaşa katılmayı prensip olarak kabul etmiştir. Ancak Kahire'de İnönü, Türkiye'nin savaşa katılmak için hazırlıklı olmadığını da belirtmiş ve bu tereddüt, Rusya ve İngiltere ile Türkiye'nin harbe katılması konusunda anlaştığını beyan eden ABD başkanı Roosevelt tarafından anlayış ile karşılanmıştır. ABD dış politika yazarlarına göre bu olay ABD nin Türkiye üzerinde söz sahibi olmağa başlamasını işaretlemektedir. Türkiye'nin savaşa katılması; Yalta'da üç büyükler tarafından, Birleşmiş Milletler Konferansına kurucu üye olarak katılacak üyelerin, Almanya'ya karşı harp ilan etmiş olmaları şartı koşulması üzerine, 23 Şubat 1945 yılındadır. 2. TüRKİYE üZERİNDEKİ AMERİKAN BASKISI ARTIYOR a) Sovyetler Birliği'nin Türkiye'den Haziran 1945 İstekleri ve ABD Süresi 7 Kasım 1945 de bitecek olan 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet dostluk ve saldırmazlık anlaşmasının yenilenmesi için Türk hükümetinin yaptığı müracaata karşılık Rusya, bu S a y f a | 150 anlaşmayı esaslı surette tadil etmeden yenilemeyeceğini 19 Mart 1945 tarihli notası ile açıklamıştır. Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotov, 7 haziran 1945 te Türkiye'nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper'le yaptığı bir görüşme sırasında baklayı ağzından çıkarmış, 16 Mart 1921 tarihli Moskova Anlaşması ile tespit edilen sınırda Rusya lehine tadilat yapılmadan ve Boğazlarda Ruslara üs verilmeden yeni bir anlaşmanın yapılamayacağını belirtmiştir. Türkiye'nin bu şartlarda bir anlaşma yapmayı kesin olarak reddetmesi üzerine de Sovyetlerin siyasi baskısı artmaya başlamıştır. Böylece Türkiye ilk defa İngiltere'nin diplomatik desteğini aramış ve Sovyetlerin Balkanlar üzerindeki savaş sonrası emellerini anlamaya başlayan İngiliz Hükümeti 18 Haziran 1945’te Amerikan Hükümeti'ne müracaat ederek, üç büyükler arasında yapılması kararlaştırılan Potsdam anlaşmasından önce artan gerginlik konusunda İngiliz-Amerikan tutumunun tesbit edilmesi için görüşme istemiştir. Ancak İngiltere'nin bu teşebbüsü sonuçsuz kaldığı gibi, Türkiye'nin bu konu üzerindeki görüşünü dünya kamuoyuna açıklaması için Amerika'ya yaptığı müracaat da boşa çıktı. ABD Dışişleri bu konuyu ön şartsız olarak Potsdam'da konuşmaya karar vermiş görünüyordu. b) Potsdam Konferansı ve Boğazlar Birleşik Amerika ile İngiltere'nin, Sovyetler birliği ile birlikte dünyayı yönetme amacıyla yaptıkları yeni bir deneme olan Potsdam Konferansı, 17 Temmuz 2 Ağustos 1945 tarihleri arasında Berlin'de toplanmıştır. Konferansın başında İngiltere, Sovyetlerin boğazlar meselesine yalnız Ruslarla Türkleri ilgilendiren bir mesele olarak bakmasına itiraz etmiş, Sovyetlerin Boğazlarda üs sahibi olmasına razı olamayacağını beyan etmiştir. Churchill'in bu görüşüne Truman da katılmış ve Boğazlara milletlerarası bir suyolu statüsü verilmesini istemiştir. Ancak Stalin'in ısrarı sebebiyle görüşleri birleştirmek mümkün olmamıştır. S a y f a | 151 c) 2 Kasım 1945 Tarihli Amerikan Notası Potsdam konferansının üzerinden çok geçmeden, Amerika'nın Boğazlar konusundaki görüşünün değiştiği tespit edilmiştir. Daha İkinci Cihan Savaşı içinde Rusya'nın niyetlerini anlamağa başlayan İngiltere ile Boğazlara milletler arası suyolu statüsü verilirse, boğazların iki yakasında geniş bir mıntıkayı silahsızlandırmak gerekeceğini, bunun da boğazların savunmasını güçleştireceğini, halbuki boğazların kontrolü Türkiye'ye verilir ve Türkiye üzerinde de kuvvetli Amerikan nüfuzu kurulursa, boğazların kontrolünün ABD eline geçebileceğini hatırlatan askeri uzmanların, bu karar değişikliğinde önemli rol oynadığı görülmektedir. Bu yeni tutumu bildirmek için ABD'nin verdiği 2 Kasım 1945 notasında yalnız Montreux anlaşmasının ticaret gemilerinin geçişi ile ilgili hükümlerinde bazı değişikliklerin yapılması istenmekte, Boğazların milletlerarası suyolu yapılması konusunda hiçbir teklif yapılmadığı gibi Boğazların savunmasına yeni bir yöntem de getirilmemektedir Bu notayı cevaplamak için 5 Aralık 1945’te bir basın toplantısı yapan Başbakan Şükrü Saraçoğlu: ".... gerek savaşta ve gerek barışta ticaret ve harp gemilerinin (Boğazlardan) serbestçe geçiş haklarına dair Montreux Sözleşmesi'nde mevcut hükümleri Türk güvenliği ve egemenliği ile en iyi bağdaştıracak esaslar... bir milletlerarası konferansta tayin ve tespit edilecektir... Amerikan görüşünün esas bakımından iyi olup, tatbikata ait şekil ve kayıtları zamanında tetkik edilmek üzere bir tartışma ve görüşme zemini olarak kabule değer olduğu şüphesizdir. Herhalde müstakbel konferansta Amerika'nın yer almasını hem Hükümetimizin hararetli bir arzusu, hem de bir zaruret olarak telakki etmekteyiz." diyordu. S a y f a | 152 ç) Boğazlar konusu yine Gündeme Geliyor. Amerikan, Rus, Fransız ve İngiliz Dışişleri Bakanları'nın, İkinci Cihan Savaşı'ndan mağlup çıkan devletlerle imzalanacak barış anlaşmalarının hazırlanması için Paris'te yaptıkları toplantıdan bir ay sonra, Ağustos 1946'da Sovyetler Birliği, Türk Hükümeti'ne yeni bir nota vererek boğazların kontrolünde söz sahibi olma isteğini tekrarladı. Bu olay ABD için Türkiye üzerinde nüfuz artırmanın iyi bir vesilesi idi. ABD Dışişleri Sekreteri Acheson görüşmeler sırasında bu Sovyet notasının Türkiye'yi boyunduruk altına almak için verildiğini söylemiş, Başkan Truman da bu fikre katılmıştır. 15 Ağustos 1946 da Beyaz Saray'da Başkan Truman, Acheston, Forrestal, Harp Sekreteri Yardımcısı Kenneth, C. Royall ile Eisenhower bir araya geldi. Türkiye'nin Sovyet hakimiyeti altına girmesi, Yunanistan'ın da aynı akıbete uğramasına sebep olacaktı. Böylece Amerika için Akdeniz'deki ulaşım yolları kapanıyor ve nüfuzu büyük bir tehlikeye düşüyordu. Bu bakımdan silahlı bir çatışma pahasına da olsa Birleşik Amerika, bu Sovyet isteklerine karşı kesin bir tavır takınmalı ve Sovyetler Birliği'nin Türkiye'ye yerleşmesine engel olmalıydı. Bu toplantının hemen ardından Washington'da Akdeniz'e büyük bir deniz kuvveti gönderileceği açıklandı. Recep Peker Hükümeti de Amerika'nın desteğini sağladıktan sonra Sovyetlere verdiği cevabi notada "Boğazların birlikte savunulması" teklifini reddetti. Ancak Sovyetler 24 Eylül 1946 da isteklerini tekrarladılar. ABD'de 9 Ekim 1946 tarihinde Sovyetler Birliği'ne verdiği nota ile Türkiye'nin yanında olduğunu tekrarladı. Türk Hükümeti de 18 Ekim 1946 tarihinde Sovyetler Birliği'ne verdiği nota ile talebi yeniden reddetti. S a y f a | 153 3. TRUMAN DOKTRİNİ ASKERİ YARDIMI VE TÜRKİYE'YE AMERİKAN Arka arkaya Sovyetler Birliği ile teati edilen notalar, ABD'nin savaş sonu dünyasını Sovyetler Birliği ile beraber yönetme ümitlerini söndürmüş, Sovyet yayılmasını önlemek için Avrupa ve Doğu Akdeniz'de kuvvetli bulunmanın gereğini Amerikan yöneticilerine anlatmıştı. Truman, Dışişleri Sekreteri Yardımcısı Acheson'a emir vererek, Doğu Akdeniz'de Amerikan nüfuzunun sağlanması konusunu araştırttı. Dışişleri, Donanma ve Harp Sekreterlikleri uzmanlarının dört günlük çalışmaları sonucunda. 1. İthalat-İhracat Bankası'nın, ödünç verme işlemini güçleştiren bütün tahditleri bir yana bırakarak Türkiye'ye kredi açması, 2. Hükümete Türkiye'ye uzun süreli mali yardım yapma yetkisi verilmesi için Kongre'ye bir kanun teklifi yapılması, 3. Mevcut kanuni imkânlardan faydalanmak suretiyle Türkiye'ye mümkün olan her türlü askeri yardımın yapılması ve Kongre'ye bu konuda yeni kanun teklifleri verilmesi tavsiye edildi. Başkan Truman bu tavsiyeleri aynen benimsedi ve 12 Mart 1947'de parlamentonun müşterek toplantısında Truman Doktrini olarak anılan mesajını okudu. Bunu takip eden bir iki gün içinde her iki meclise verilen kanun teklifi ile: a. Başkan'a, Türkiye ve Yunanistan'a iki devletin ordularını eğitecek askeri uzmanlar gönderme yetkisinin verilmesi, S a y f a | 154 b. Bu iki ülkeye yardım yapılabilmesi için Başkan'ın emrine 400 milyon dolarlık bir tahsisat ayrılması istenmiştir. Amerikan kamu oyunda da geniş yankılar uyandıran "Yunanistan ve Türkiye'ye Yardım Kanunu Tasarısı" meclislerden geçtikten sonra 22 Mayıs 1947 de Truman'ın imzasından çıkarak yürürlüğe girmiştir. Amerika'da çıkarılan yardım kanunundan sonra, bir ay kadar süren görüşmeler neticesinde, 12 Temmuz 1947 tarihinde, iki ülke arasında "Türkiye'ye Yapılacak Yardım Hakkında Anlaşma" imzalandı. General Oliver'in başkanlığında Türkiye'ye gelen Amerikan askeri tetkik heyeti, ülkenin askeri ihtiyaçları için bir rapor hazırladı. Bundan sonra yardım başladı. Amerikan yardımı bir yıl kadar bağımsız bir program çerçevesinde devam ettikten sonra, 3 Nisan 1948 de onaylanarak yürürlüğe giren "Dış Yardım Kanunu" içine alındı. 1949 yılı ise ABD Dış politikasında yeni bir dönemin başlangıcıdır. ABD Sovyet yayılmasını durdurmak için Avrupalılarla birlikte Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı NATO'yu bu yıl içinde kurmuştur. Bu anlaşmaya katılan devletlere askeri yardımda bulunabilmek için 6 Ekim 1949 da yürürlüğe giren bir kanun kabul etmiş ve 500 milyon dolarlık tahsisat ayırmıştır. Aynı yıl içinde Türkiye'ye yapılmakta olan yardım "Karşılıklı Savunma Yardımı Kanunu" içine alınmış Yunanistan’la birlikte Türkiye'ye toplam 211 370 000 dolarlık tahsisat verilmiştir. Türkiye Nato'ya girinceye kadar bu fondan yardım görmeğe devam etmiştir. S a y f a | 155 4. MARSHALL PLANI VE TÜRKİYE'YE İKTİSADİ YARDIM Amerikan Dışişleri Sekreteri General Marshall'ın önderliği ile 1947 yılından itibaren, İkinci Cihan Savaşı'ndan bitkin çıkan Avrupa ülkelerine ABD tarafından iktisadi yardım yapılmağa başlanmıştır. Askeri yardımların Türk ekonomisine ferahlatıcı bir etkisi olmadığını, üstelik gelen araç gerecin yedek parça vs. gibi eksiklerinin tamamlanmasının bütçeye yeni bir yük olduğunu ileri süren Türk Hükümeti yetkilileri, 1947 Temmuzunda Paris'te toplanan iktisadi işbirliği konferansına katılmışlar ve yardıma olan ihtiyaçlarını anlatmışlardı. Amerikalı uzmanlar başlangıçta Türkiye'ye iktisadi yardım yapılmaması doğrultusunda rapor verdilerse de, Türk Hükümeti'nin Washington'a bizzat başvurması üzerine, Avrupa İktisadi İşbirliği Anlaşması imzalanmadan Türkiye'nin Marshall Planı içine alınmasına karar verildi ve 5 Temmuz 1948 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması ile yardım başladı. Türkiye'ye yapılan toplanabilir: Amerikan yardımları dört gurupta 1. Hibeler: Bu yardımlardan dolayı hükümet herhangi bir borcun altına girmiş olmaz. Ancak yapılan yardımların "İktisadi İşbirliği İdaresi"nin onaylayacağı yerlerde kullanılması mecburiyeti vardır. ABD bu idarenin devamı süresince 19481951 yılları arasında 62 376 000 dolar hibe etmiştir. 2. ödünç: Türkiye 1948-1951 yılları arasında %2,5 faizle 72 840 000 dolar ödünç almıştır. 3. Dolayısı ile yardım: Avrupa ülkeleri arasındaki döviz sıkıntısı sebebiyle aksayan ticareti düzenlemek için yapılan bu yardım şeklinde alışverişlerin karşılığı, ABD tarafından döviz olarak mal satanlara ödeniyor, malı alan ise bedelini kendi parası cinsinden ABD adına kendi milli bankalarından birinde bloke S a y f a | 156 ediyordu. Milli bankalara yatırılan bu paranın %95'i iktisadi İşbirliği idaresinin onaylayacağı sahalarda aynı hükümet tarafından yatırımda kullanılmak üzere serbest bırakılıyor ve bu miktar ya hibe ya da ödünç statüsü altında ABD nezdinde işlem görüyordu. Bu paranın % 5 i ise İktisadi İşbirliği İdaresinin o ülke içindeki özel misyonları tarafından harcanıyordu. 4. Teknik Yardım: ABD'den getirilecek Teknik uzmanlarla, yardım gören ülkeden tahsil staj ve tetkik gezisi gibi amaçlarla ABD'ye gönderilen elemanların masraflarının karşılanması şeklinde uygulanan bir yardımdı. 1948-1951 yılları arasında Türkiye 3 000 000 dolar tutarında teknik yardım görmüştü. S a y f a | 157 KAYNAKLAR (1) Dr. Seçil Akgün, General Harbord'un Anadolu gezisi ve raporu, Kervan Kitapçılık san. Tic. İstanbul 1981,sh.10. (2) Cyrus Hamlin, Among the Turks, London 1878, sh.274. (3) a.g.e. sh.269 (4) George E. White, Adventuring With Anatolia College, Iowa 1940 (5) Cyrus Hamlin, a.g.e.sh.277. (6) Dr. Wilson, Cyrus Hamlin'in adı geçen eserinden naklen, sh.282. (7) a.g.e. sh. 283. (8) a.g.e.sh.285. (9) George E. White, Edventuring With Anatolia College, Herald-Register Publishing Company, Grinnell, Iovva, birinci baskı 1940.s.10. (10) Uskuna: İki veya üç direkli, yandan yelkenli deniz aracı. (11) Letter, David Porter to John Frsyth, June 9, 1840, USDD (Turkey, Vol.IX) Cary Corvvin Conn, Father of TurkishAmerican Relations, The Ohio State University, 1973’ten naklen. (12) Edward D.G. Prime, Forty Years in The Turkish Empire, New york, Robert Carter and Brothers, 1876, s. 164. S a y f a | 158 (13) Sciotto Gazette, (Chillicothe, Ohio) Nov. 27,1850,s.2. (14) Father of Turkish-American relations, Cary Corwin Conn. The Ohia State Univ. 1973 s. 110-11. (15) Letter, E. Joy Morris to William Seward (Private) Sept. 18,1862, USDD (Turkey, Vol. XVII) (16) Letter, George Washburn to Rufus Anderson, oct. 3,1862, (17) Akgün, Dr. Seçil: General Harbord'un Anadolu Gezisi ve Ermeni Meselesine Dair Raporu (Kurtuluş Savaşı Başlangıcında), Tercüman Tarih Yayınları, İstanbul 1981. (18 Fleminç D. F.,The Origins and Legacies of World War I. sh.224. (19) Renouvin, Pierre, I. Dünya Savaşı Tarihi, s.: 80 (20) Seymour, Charles: American History, s: 281 (21) Seymour, Charles: A.g.e.s: 281 (22) Fleming, D.F.: A.g.e.s: 281 (23) Evans, Laurance: The Partition of Turkey s: 52 (24) Renouvin, Pierre: A.g.e.s: 79 (25) Hoover, Herbert: Ordeal of Woodrow Wilson sh. 89 (26) Evans, Laurance: A.g.e.s: 57 (27) Evans, Laurance: A.g.e.s. 59-60 (28) Hoover, Herbert: A.g.e.s: 89 (29) a.g.e: s: 186 (30) a.g.e: s: 39 S a y f a | 159 (31) a.g.e: s: 31 (32) Türkgeldi, Ali: Mondros ve Mudanya Mütarekeleri, s: 14 (33) Gordon, L: A.g.e.s: 198 (34) Karabekir, Kazım: İstiklal Harbimizin Esasları, s: 11 (35) Harbord, Gen James: Investigating Turkey and TransCaukasia World's Work, Vol XL, No:1, sh. 12 (36) Metinde, (s.69) açık olarak "Bahri Siyah" denmektedir. (37) Türkgeldi. Ali: A.g.e.s: 69-73 (38) Bıyıklıoğlu, Tevfik: Atatürk Anadolu'da s: 2 (39) a.g.e.: s: 3 (40) Kinross, Lord: Atatürk, s: 139 (41) Bıyıklıoğlu, Tevfik: a.g.e.s: 7 (42) a.g.e, s: 3 (43) Akyüz, Yahya: Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu s: 46 (44) Türkgeldi, Ali: A.g.e.s: 118 (45) İleri, 3 Haziran 1919 (46) İleri, 13-15 Haziran 1919 (47) Hoover, Herbert: A.g.e.s: 91 (48) a.g.e..: s: 229 S a y f a | 160 (49) Evans, Laurance: A.g.e.s: 132 (50) Akyüz, Yahya: Kurtuluş Savaşımız ve Fransa'da Ermeni Propagandası, Belgelere Türk Tarihi, Sayı 66, s: 22 (51 Shaw, Stanford and Ezeì Kural, History of the Ottoman Empire, sh. 330-331 (52) Akyüz, Yahya: a.g.e. s:48 (53) The Manchester Guardian, 14 Mart, 1919 (54) Ati, 24 Nisan, 1919 (55) Dursunoğlu, Cevat: Milli Micadelede Erzurum, s:71 (56) Erol, Mine: Türkiye'de Amerikan Mandası Meselesi, s:4 (57 House, E. M. and Seymour C. What Really Happened in Paris. s:117 (58) Erol, Mine: a.g.e. s:18 (59) Bayur, Hikmet. Türklüğün Acun Siyasası Üzerinde Etkileri sh:160 (60) Karal, Enver Ziya, Generaì Harbord ve Atatürk, VI. TTK Bildirisi (yayınlanmamış) (61) Bıyıklıoğlu, Tevfik: a.g.e. s:4 (62) Hoover, Herbert: a.g.e. s:332-333 (63) Hoover, Herbert: a.g.e. s:235 (64) Lord, Kinros: a.g.e. s:88 (65) Shaw, Stanford and Ezeì Kural, a.g.e. s:331 (66) Erol, Mine: a.g.e. s:61 S a y f a | 161 (67) İleri, 5 Haziran, 1919 (68) Karabekir, Kazım: İstiklal Harbimiz, s: 59-60 (69) a.g.e: s:60-61 (70) İleri, 1 Ağustos, 1919 (71) İleri, 3 Ağustos, 1919 (72) Sonyel, Selahi: Türk Kurtuluş Savaşı, s:158 (73) Shaw, Stanford and Ezeì Kural, a.g.e. s:332 (74) Bıyıklıoğlu, Tevfik: a.g.e. s:5 (75) Hoover, Herbert: a.g.e. s:235-236 (76) a.g.e: 142-143 (77) Gidney, James: A Mandate of Armenia, s:170 (78) a.g.e.: s:171 (79) Harbord, Maj. Gen. James G. Report on the American Military Mission to Armenia, s:3 (80) Rus Transkafkasyası deyimiyle Amerikalılar, Batum 1871¸ Savaşı sonunda Rus sınırları içinde kalan Kars, Ardahan, Oltu gibi Türk topraklarını da kastediyorlardı. (81) Harbord, Maj. Gen. James G.: a.g.r. s:3 (82) Gidney, James: a.g.e. s:172 (83) Yalman, Ahmet Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, c:2, s:41 (84) General Harbord raporunda heyetin tüm üyelerinin adlarını açıklamıştır. Bununla birlikte, heyetteki ikisi subay (tercüman) üç Ermeniden söz etmemesi dikkat S a y f a | 162 çekicidir. (85) Harbord, Maj. Gen. James G.: a.g.m. s:36 (86) a.g.e: s:36 (87) Moseley, Gen. James: Mandatory Over Armenia-Report, s:8 (88) Harbord, Maj. Gen. James G.:A.g.m.s: 36 (89) Harbord, Gen. James G: A.g.r.s: 10 (90) Harbord, Maj. Gen. James G.: A.g.m.s: 38 (91) İleri, 5 Eylül 1335 (1919) (92) Harbord, Maj. Gen. James G.: A.g.m.s: 38 (93) İleri, 6 Eylül 1919 (94) Mme. Bristol'un 15 Ekim'de Antant gazetesindeki görüşleri, Bk: Ek: 2 (95) Tevetoğlu, Fethi: Gn. Harbord Raporu, Türk Kültürü s80, 529-30 (96) İleri, 10 Eylül, 1919 (97) Harbord, Maj. Gen. James: A.g.r.s: 9 (98) Harbord Heyeti'nin yolunu gösterir harita Ekler bölümündedir. (99) Harbord, Maj. Gen. James: A.g.r.s: 3-4 (100) Koçaş, Sadi: Tarih Boyunca Ermeniler ve Türk-Ermeni ilişkileri, s: 229 (101) The Observer, 5 Temmuz, 1919 (102) Sonyel, Selahi: A.g.m.s: 34 S a y f a | 163 (103) Harbord, James: A.g.m. s: 181 (104) Baykal, Bekir Sıtkı: Erzurum Kongresi ile İlgili Belgeler, s: 24-25 (105) Karabekir, Kazım: İstiklal Harbimizin Esasları s: 72-73 (106) a.g.e.: 50 (107) a.g.e.: 51 (108) İleri, 4 Eylül, 1919 (109) Karabekir, Kazım: İstiklal Harbimiz, s: 150-157 (110) The Observer, 2 August 1919 (111) Karabekir, Kazım: a.g.e. s:121 (112) Albayrak, 12.8.1919 (113) İldemir, Uluç: Sivas Kongresi Tutanakları s:33 (114) Baykal, Prof. Dr. Bekir Sıtkı Heyeti temsiliye Kararları, s:3 (115) The Observer, 20 Eylül 1919 (116) Harbord, James: A.g.m. s: 181 (117) a.g.e: s:181 (118) Harbord, James: A.g.r. s: 186 (119) Harbord, James: A.g.m. s: 186 (120) Bu cümle, muhtıranın Tamim Telgraf ve Beyannameler'de Yayınlanan Türkçe şeklinde geçmemektedir. (121) Harbord, Gen. James. A.g.r.s: 35 S a y f a | 164 (122) Kansu, Mazhar Müfit: A.g.e.s: 347-48 (123) Moseley, Gen. George Van Horn: A.g.m.s: 13-16 (124) Gidney, James B: A.g.e.s: 186 (125) a.g.e, s: 186 (126) Gidney, James B.: A.g.e.s: 186-87 (127) Harbord, Maj. Gen. James: A.g.r.s: 25-27 (128) Harbord, Gen. James: A.g.r.s: 18 (129) Moseley, Gen. George Van Horn: A.g.r.s: 8-9 (130) Harbord, Maj. Gen. James: A.g.r.s: 10 (131) a.g.e: 18-19 (132) a.g.e: 19 (133) a.g.e: 20 (134) a.g.e: 24-25 (135) a.g.e.: 10 (136) Nutuk, Cilt I, s: 112-113 (137) Albayrak, 30 Ekim,1919 (138) Ülman. A. Haluk, Türk-Amerikan diplomatik Münasebetleri, 1939-1947, Sevinç matb.(1963) (139) Jonh A. De Novo, American Interests and Policies in the Middle East, North Central Publishing Comp. ST. Paul, (1963), sh. 235. (141)-(143) deki kaynaklar J. A. De Novo'nun bu eserinden S a y f a | 165 naklen verilmektedir. (140) American Board of Commissionaries on Foreign Missions (ABC), Annual Reports (AR) 1923,sh. 9-10, 51-55. (141) ABC, AR 1927, sh. 55. (142) The Missionary Review of World, 57 (eylül 1931), sh. 420 (143) ABC, AR 1927, sh. 60-62. (144) Grew, Joseph C.,The Turbulent Era,A Diplomatic Record of Forty Years, 1904-1945 2 cilt, Boston, Houghton Mifflin Co. 1952. Not: 18-137 numaralı kaynaklar, Dr. Seçil Akgün'ün adı geçen eserinden Naklen verilmiştir. S a y f a | 166