OSMANLI TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ 5. CİLD İçindekiler Tablosu 5. Cild (Mâliye-Oruç).................................................................... 3 MURÂD HAN-III ................................................................ 251 MÂLİYE TEŞKİLÂTI ............................................................. 4 MURÂD HAN IV ................................................................ 265 MALKOÇOĞULLARI .......................................................... 10 MURÂD HAN-V ................................................................. 283 MATBÛÂT ............................................................................ 14 MURÂD-I MÜNZÂVÎ ......................................................... 286 MECELLE ............................................................................. 20 MUSTAFA BEHÇET EFENDİ ........................................... 290 MECLİS-İ UMÛMÎ ............................................................... 31 MUSTAFA HAN-I............................................................... 291 MEDRESE ............................................................................. 41 MUSTAFA HAN-II ............................................................. 296 MEHMED HAN-I (Bkz. Çelebi Sultan Mehmed) ................. 52 MUSTAFA HAN-III ............................................................ 307 MEHMED HAN-II (Bkz. Fâtih Sultan Mehmed) .................. 52 MUSTAFA HAN-IV ............................................................ 324 MEHMED HAN-III ............................................................... 52 MUSTAFA REŞÎD PAŞA (Bkz. Reşid Paşa) ...................... 327 MEHMED HAN-IV ............................................................... 65 MÜDERRİS ......................................................................... 328 MEHMED EMÎN TOKADÎ ................................................... 88 MÜFTÎ (Bkz. Şeyhülislâm) .................................................. 332 SULTAN MEHMED REŞÂD HÂN ...................................... 91 MÜHENDİSHÂNE-İ BAHR-I HÜMÂYÛN (Bkz. Bahriye Mektebi) ............................................................................... 332 MEHMED VAHİDEDDÎN (Bkz. Vahideddîn Han) ............ 105 MEHTER VE MEHTERHÂNE ........................................... 105 MEKTEB-İ HARBİYYE-İ ŞÂHÂNE (Harb Okulu) ........... 109 MENZİLHÂNE .................................................................... 115 MERCİDÂBIK MUHÂREBESİ .......................................... 117 MERKEZ EFENDİ .............................................................. 122 MERZİFONLU KARA MUSTAFA PAŞA ......................... 126 MESCİD (Bkz. Câmi) .......................................................... 131 MEŞRÛTİYET .................................................................... 131 MEVLÂNÂ HALİD-İ BAĞDADÎ ....................................... 141 MEZOMORTO HÜSEYİN PAŞA ....................................... 147 MİDHAT PAŞA................................................................... 153 MİHRİMÂH SULTAN ........................................................ 161 MİMÂR SİNAN ................................................................... 163 MÎMÂRÎ .............................................................................. 168 MOHAÇ ZAFERİ ................................................................ 181 MOLLA FENÂRÎ ................................................................ 186 MOLLA GÜRÂNÎ ............................................................... 190 MOLLA HÜSREV ............................................................... 194 MONDROS MÜTÂREKESİ ............................................... 196 MUALLİM NÂCİ ................................................................ 202 MUHAMMED ABDUH ...................................................... 206 MUHTESİB (Bkz. İhtisab)................................................... 210 MUKÂTAA ......................................................................... 210 MURÂD HAN-I (Hüdâvendigâr) ......................................... 214 MURÂD HAN-II (Gâzi) ...................................................... 231 MÜHENDİSHÂNE-İ BERR-İ HÜMÂYÛN ........................ 332 MÜHENDİSÎN-İ MÜLKİYE MEKTEBİ ............................ 334 MÜLÂZEMET (Bkz. Müderris) .......................................... 337 MÜLTEZİM (Bkz. Mukâtaa) ............................................... 337 MÜNİF PAŞA ...................................................................... 337 MÜSTAKİMZÂDE.............................................................. 340 MÜTERCİM ÂSIM EFENDİ .............................................. 343 MÜTERCİM RÜŞDÎ PAŞA ................................................ 346 NÂBİ .................................................................................... 349 NÂİMÂ ................................................................................ 353 NAKÎB-ÜL-EŞRÂF ............................................................. 355 NÂMIK KEMÂL ................................................................. 357 NAVARİN FÂCİASI ........................................................... 362 NEDÎM................................................................................. 364 NEF’Î ................................................................................... 367 NEŞRÎ .................................................................................. 370 NEVŞEHİRLİ DÂMÂD İBRÂHİM PAŞA ......................... 372 NİĞBOLU MEYDAN MUHÂREBESİ ............................... 375 NİŞANCI.............................................................................. 381 NİYÂZÎ MISRÎ .................................................................... 384 NİZÂM-I CEDÎD ................................................................. 386 NÛREDDÎN CERRÂHÎ ....................................................... 392 NÛRUOSMÂNİYE CAMİİ ................................................. 394 ORHAN GAZİ ..................................................................... 395 ORUÇ REİS ......................................................................... 406 5. Cild (Mâliye-Oruç) KAPAKTAKİ RESİMLER: [1] Selimiye: Mimar Sinân’ın ustalık eseri. Osmanlı mimarisinin yadigâr bıraktığı cihanın en ender eserlerinden biridir. Edirne'de şehre hâkim bir düzlükte 1572 metre karelik bir alana yerleştirilmiştir. 31 metre 28 cm çapındaki ve 43 metre 28 cm yükseklikteki kubbesi ile bu dev eser, 1569-1575 yılları arasında sultan ikinci Selim Han adına inşâ edilmiştir. Üçer şerefeli dört minaresi vardır. Eser, zirveye çıkmış olan Osmanlı san'atının her alanda en mükemmel şaheseri olarak yapılmıştır. Çok nadide olan çinileri, Doksanüç Harbi esnasında Edirne'ye giren Ruslar tarafından çalınıp Moskova'ya götürülmüştür. [2] Sultan Dördüncü Murâd Han (1609-1640): On yedinci Osmanlı pâdişâhı, seksen ikinci İslâm halifesi. 1623 'de pâdişâh oldu. Kıymetli devlet adamlarını işbaşına getirip memlekete çeki-düzen verdi. İranlı Şâh Abbâs'dan Bağdâd ve Tebriz'i aldı. Bağdâd'da İmâm-ı a'zam'ın ve diğer büyüklerin türbelerini tamir ettirdi. Sel baskınında hasar gören Kâbe-i muazzamayı tamir ettirmekle şereflendi. Bağdâd ve Revân seferlerinin hâtırasına Revân ve Bağdâd köşklerini yaptırdı. Cesur ve yiğit olan sultan Murâd Han, ilme ve âlimlere hürmet eder, memleket mes’elelerinde çok sert davranmakla beraber, adalet ve merhameti de elden bırakmazdı. [3] Sultan Birinci Mustafa Han (1592-1639): On beşinci Osmanlı sultânı, sekseninci İslâm halifesidir. Ağabeyi birinci Ahmed Han'ın vefâtı üzerine zoraki pâdişâh oldu. Üç ay süren bir saltanat sonunda tahttan indirilip, yerine yeğeni ikinci Osman Han geçirildi. Fakat işi iyiden çığırından çıkarmış olan bâzı yeniçeri zorbaları, asayişi yola koymaya çalışan Genç Osman'ı şehid ettiler (1622). Birinci Mustafa Han'ı, istemediği hâlde, ikinci defa olarak tahta çıkardılar. İç kargaşalıkta bir seneden fazla tahtta kaldıktan sonra hal' edilip Topkapı Sarayı'nda on altı sene münzevi bir hayat yaşadıktan sonra, 1639 yılında vefât etti. Yumuşak huylu, merhametli bir insandı. Zamanında Osmanlı donanması Akdeniz'de zaferler kazandı. [4] Mihrimâh Sultan Câmii: Istanbul-Edirnekapı 'da 1562-1565 yılları arasında Mimar Sinân 'a yaptırıldı. Kânûni' nin kızı Mihrimâh Sultan'ın hayratından olan câmi, medrese, hamam ve diğer müştemilâtıyla bir külliye hâlinde inşâ edilmiştir. Kubbe yüksekliği 37 metre olup, tek minaresi vardır. 1714 ve 1894 yıllarında tamir görmüştür. MÂLİYE TEŞKİLÂTI Osmanlı Devleti’nin gelir ve giderlerini idare eden ve devlet işletmelerinin faaliyetleri ile ilgili çalışmaları yürüten teşkilât. Osmanlı Devleti’nde ilk mâliye teşkilâtı, Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın emriyle Çandarlı Kara Halîl ve Kara Rüstem tarafından kuruldu. Sonraki yıllarda hududun genişlemesi, ihtiyâcın fazlalığı, muhtelif hizmetlere lüzum hâsıl olması üzerine, gelir ve giderlerin mikdâr ve çeşitleri de arttı. Osmanlı Devleti’nde şer’î ve örfî olarak başlıca iki çeşit vergi vardı. Şer’î vergi olan zekât, öşür, harac, cizye ve bunların teferruatı olarak seksen çeşit vergi toplanırdı. Şer’î vergiler arasında ganîmetten alınan pay olan pençik (beşte bir) resmi, ilk zamanlarda devletin gelirleri içinde mühim bir yekûn tutardı. Bir müddet sonra devlet, örfî vergiler koyma ihtiyâcını da duydu. Zirâ harpler, kesilmeksizin devam ediyor, yeterli ganimet elde edilemediği için savaşların yüklediği masraflar karşılanamıyordu. Çok mikdârda askerin beslenmesi, donanmanın hazırlanması gibi zaruretler, devleti buna zorluyordu. Harpler sıkıntılı günler yaşayan hazîneyi daha da zor durumlarda bırakıyordu. İşte bunun için avârız ve tekâlif denilen örfî vergiler konuldu. Resmî adı avârız-ı dîvâniye olan avârız vergisi, aslında olağanüstü hâllerde halka yüklenen mâlî, aynî ve bedenî bir vergi olup, zamanla sürekli hâle geldi. Bunlar donanma için kürek yapmak, kürekçi vermek başta gelmek üzere, ot, saman, zahire vermek, kale, köprü, yol tamirlerinde bedenen çalışmak gibi şeylerdi. On altıncı yüzyıldan başlamak üzere bu cins mükellefiyetler yavaş yavaş belli bir mikdâr para vermeye döndü ve buna avârız akçesi denildi. Yine rüsûm-ı örfiyeden olup, tekâlif adı altında toplanan vergileri ise şunlar teşkil ediyordu: Mücerred, çift, bennak, ispençe, bâdıhava, arusiyye, cürüm ve cinayet, ihtisah, çift bozan, tapu, bağ, bahçe ve bostan, kovan, çift ve ağıl, yaylak ve kışlak, kaçkun, gümrük vs. Bu vergilerin mikdârı her eyâlete göre o eyâletin kânunnâmesiyle tespit ve tâyin edilirdi. Nisbeten mâlî ve idâri muhtar (otonom) olan eyâletler de, gelir ve gider hesap özetleri çıkarıyorlardı. Eyâlet denilen idâri taksimatın başında bir beylerbeyi ve onun emrinde de merkezdeki defterdârlık teşkilâtı tarafından tâyin edilen hazîne defterdârı bulunurdu. Bunun idaresi altında çalışan eyâlet mâliye dâirelerinde tezkireci, muhasebeci, veznedar, mukabeleci, rûznâmeci vb. müdürler ve bunların me’murları, toplanan şer’î ve örfî vergileri, bu vergilerin harcanabileceği yerlere göre kısım kısım ayırırlardı. Daha sonra eyâletin giderleri hesaplanır ve gelir fazlası, bir liste hâlinde ortaya çıkardı. Beylerbeyiler, her yıl sonunda bu mahallî gelir fazlalarını merkeze göndermek zorundaydılar. Eyâletlerin gelir fazlalığı, İstanbul’da gerek hazîneye bakan, gerekse devletin arazî kayıtlarının bulunduğu defterdârlık teşkilâtına gelirdi. Burada hazînenin giriş ve çıkış kayıtlarını tutan rûznâmçe-i evvel ve sânî kalemleri tarafından eyâlet me’murlarına makbuzlar verilerek teslim alınan gelirler deftere kaydedilir ve gelen meblağ hazîneye aktarılırdı. Osmanlılarda hazîne, iç (enderûn) ve dış olmak üzere iki türlüydü. Sarayın enderûn kısmında muhafaza edilen ve kıymetli eşya, mücevherat, sikke çubukları ve sikkeleri ihtiva eden bir kaç alt hazîneden meydana gelen iç hazîne pâdişâhın malıydı. Pâdişâhın ve sarayın bütün giderlerinin karşılandığı bu hazîneden, devletin sıkışık zamanlarında dış hazîneye aktarma yapılırdı. Başlıca kaynakları bâzı has, mukâtaa ve vakıf gelirleri, Mısır irsaliyesi, darphâne gelirleri ile çeşitli hediye ve caizeler teşkil ederdi. Rûznâmçe kalemi tarafından kayıtları tutulan ve sorumluluğu sadrâzam ile defterdârın üzerinde olan dış hazîne ise devlet hazînesiydi. Devletin bütün harcamaları, kapıkulu ocaklarının maaşları, me’mur maaşları, savaş giderleri vs. buradan karşılanırdı (Bkz. Hazîne). Mâliyenin Gelir ve Gider Kalemleri Muhâsebe-i evvel (Baş muhasebe): Osmanlı mâliye teşkîlâtının en mühim kalemi olan muhâsebe-i evvel diğer kalemlerin de bağlı bulunduğu yer idi. Dâire başkanına muhâsebe-i evvel veya baş muhasebeci denirdi. Devletin bütün cizye, mukâtaa ve bâzı eyâlet gelirleri, darphâne, matbah, tersane, arpa eminlikleri, baruthâne ve bunların emsali ve nüzul emânetleri, kasabbaşılık ve bina emini hesapları, hep bu dâirede tedkîk edilir, denetlenirdi. Yânı Osmanlı Devleti’nin bütün gelir ve giderleri baş muhasebede kayıtlı idi. Cizye muhasebesi: Esas olarak hıristiyan ve yahûdîlerden alınan cizyenin her türlü idarî ve mâlî işine, cizye kâğıtlarının hazırlanıp dağıtımına ve özellikle cizye vergisinin tahsîline bakardı. Toplanan cizyelerin makbuz ve senetleri bu kalemde hazırlanır, zamanı gelince mühürlenerek torbalar içinde mühürlü olarak cizye me’murlarına verilir ve bu torbalar Muharrem ayı başlarında şer’î mahkemelerde kâdıların huzurunda açılırdı. Harameyn muhasebesi: Bu kalem, selâtin câmilerle mukaddes beldelerin (MekkeMedîne, Kudüs) evkafı gelirlerinin tahsîl ve sarfı ile uğraşırdı. Güneydoğu Anadolu’da Mardin, Nusaybin, Kilis, Birecik, İskenderun; Batı Anadolu’da, Aydın, Menemen, Suğla ve Güney Anadolu’da Antalya gümrüğü gelir kaynakları bu kalemce denetlenirdi. Harameyn mukâtaası: Harameyn muhasebesi kaleminin konusuyla ilgili bâzı gelir kaynakları bunun denetimindeydi. Bâzı mütekâid ve duâcı vazîfeleriyle has tevcihleri bu kalemde yapılırdı. Mevkûfât: Bu kalem, özellikle bedel-i nüzül ve bedel-i sürsat denilen ordunun zahîre ihtiyâcını karşılamaya yönelik, alınan avârız türü vergilerin idaresi ile görevliydi. Bu bakımdan rüsum kalemi de denilmektedir. Ayrıca bütün hudut boylarındaki debboylar, harp zamanında vilâyetlerin askerlere verdikleri tahsîsât, sefer hâlindeki askere verilecek iaşe vesâiti ve devletin iaşe için verdiği ot, saman, yem ile paşalara ve ordunun arkasından giden sivillere verilen para işlerine bu büro bakardı. Mukâtaa-i evvel (Baş mukâtaa): Özellikle Rumeli’de; Rusçuk, Silistre, Yergöğü vs. gibi yerlerdeki nezâret ismi verilen çiftlikler ile, Filibe, Tosya, Tatarpazarı ve diğer yerlerden alınan pirinç resmi; Enez, Ahyolu, Selânik ve diğer memleketlerden alınan tuz resimleri, Karadeniz ve Akdeniz’deki balık avı ve resimleri, baltalık ve ormanların iltizâma verilmesi gibi vazifelerinin yanında bu bölgelerdeki bâzı vazîfe, has ve sâlyâne tahsislerini denetlerdi. Mâden mukâtaası: Mâden iltizâmı kalemi de denilen bu büro, Eflak ve Boğdan’ın, Bohemyalı göçebelerin vergilerini, altın ve gümüş mâdenleri iltizâm gelirlerini, tütün zirâatı üzerine konan vergileri ve yine aynı eşya üzerine konan transit rüsumunu, İstanbul dâhil Rumeli eyâletlerinden alınan gümrük resmini, Rumeli kıptîlerinin cizye ve ispençe vergilerini denetlerdi. Bursa mukâtaası: Bursa, Biga, Bolu, Adapazarı, Kastamonu, Çankırı’daki bâzı mukâtaalarla mîzân-ı harîr (ipek kapanı) mukâtaasının ve Akdeniz adalarındaki çeşitli mukâtaaların gelirlerini denetler, Rumeli’deki bâzı kale muhafızlarının mevâcib hesaplarını tutardı. İstanbul mukâtaası: Payitaht ile Edirne’nin iaşe işleri ve ihtisâbı, Selanik, Yenişehir, Tırhala mukâtaaları işlemlerine bakardı. Memleketin ipeklerinden alınan mîzân rüsumu ve altın ve gümüş mamulleri üzerine konan resimlerle de bu kalem ilgilenirdi. Avlonya ve Ağriboz mukâtaası: Bu kalem, Arnavutluk, Tesalya bölgelerindeki bâzı mukâtaa gelirlerini denetlemekteydi. 1748’de Bursa mukâtaası ile birleştirildi. Kefe mukâtaası: Kırım ile Ege sahil ve adalarındaki bâzı mukâtaaların gelirleri ile bâzı kale mevâcibleri (kapıkulu askerlerine üç ayda bir verilen ücret), vazifeler ve sâlyâne harcamalarını denetler, İzmir, Aydın ve Kırım’daki bâzı önemli mukâtaaların hesabını tutardı. 1733’de İstanbul mukâtaası ile birleştirildi. Haslar mukâtaası: Vezir vs. gibi devlet adamlarına has olarak verilen mukâtaa gelirlerini denetler, âdet-i ağnam gibi gelir kaynaklarının hesabını tutar, özellikle Rumeli ve Güneydoğu Anadolu’daki bâzı mukâtaaları, mahallî kalemleri ve bunların gelirlerinden, vezir vs. haslarına karşılık ayrılan tahsisatı yönetirdi. Anadolu muhâsebat kalemi (Anadolu muhâsebesi): Bu büro 100-200 bin akçelik küçük bir gelir kalemine karşılık ülkenin Anadolu ve Suriye taraflarında kalan kalelerindeki neferlerle, mütekâid ve duâcıların maaş ve hesaplarına bakardı. Ağnam mukâtaası: özellikle Rumeli’ndeki koyun vergileri (âdet-i ağnam ve ağnâm-ı celebkeşân) hesaplarına bakardı. Piskopos halîfesi kalemi: Osmanlı Devleti sınırları içindeki Hıristiyanların manastır ve kiliselerine âid işlere bakardı. Yeniçeri kalemi: Merkez ve taşra kalelerinde muhafız olarak görev yapan yeniçerilerle, acemi oğlanlara, saray bahçeleri görevlilerine, baltacılara yapılan ödemeler bu kalemin sorumluluğu altındaydı. Piyade mukabelesi: Merkez ve kalelerdeki cebeci, topçu, top arabacılarla, alemdar, hassa terzileri, çamaşırcılar, matbah, kiler hizmetçileri, çadır mehterleri, ehl-i hiref (san’atkâr) gibi görevlilere verilen mevâcib yâni aylıklara bakmak bu kalemin vazîfesi idi. Süvari mukabelesi: Kapıkulu ocaklarının; sipâhî, silahdâr, sağ ve sol ulûfeciler, sağ ve sol garîblerden meydana gelen süvari bölüklerinin mevâciblerine bakardı. Büyük ve Küçük kale (Tezkire-i kal’a-i evvel, tezkire-i kal’a-i küçük): Bu kalemler, hemen hepsi Rumeli’deki bâzı kalelerin vilâyet (yerli kulu) askerlerinin defterlerini tutar, mevâcibleriyle ilgilenirdi. Küçük rûznamçe: Rikâb ağaları, emekliye ayrılmış enderûn ağaları, müteferrikalar, hazîne me’murları, bâzı defterhâne kâtipleri, dîvân kâtipleri, hassa tabibleri gibi aylık alan bâzı görevlilerin maaş hesaplarını tutardı. Teşrifat kalemi: Protokol ile ilgili olup, elçi tahsisatları, giydirilen hil’atlara yapılan harcamalar ile bütçelerin ihracât bölümünde yer alan bâzı harcamalar gibi gider hesaplarını tutardı. Sâlyâne mukâtaası: Bu büro, ümerâ-i deryânın (deniz beyleri), Akdeniz ve Tuna donanmaları kaptanlarının, Tatar sultanlarının sâlyânelerinin (yıllık tahsîsâtının) hesaplarını tutar ve onlara gerekli ödemeleri yapardı. Bâzı sâlyâne giderlerinin mukâtaa şeklindeki gelir kaynaklarını denetlemek de bu büronun görevleri arasındaydı. Bunların yanında; diyanet me’murlarının, vakıfları idare edenlerin, vakıflardan para alanların beratlarının tertip ve tanzîm olunduğu mâliye kalemi, hayrat müesseselerine bağlı olanların tahsîsâtlarıyla uğraşan küçük evkaf muhasebesi, mâliye kalemlerinden çıkan resmî evraka târihleri atan tarihçi kalemi, arâzî-i emîriyyeden kayd-ı hayât şartı ile iltizâma verilen malikânelerin kontroluyla görevli baş muhasebe kalemine bağlı mâlikhâne halîfesi kalemi, devletin alacaklarını tahsil ile mükellef olan baş muhasebe kalemine bağlı zimmet halîfesi kalemi, kayd-ı hayât şartıyla iltizâma verilen çiftliklerden alınan yüzde on kalemiye resmini tahsîl eden mevkûfât kalemine bağlı kalemiye dâiresi, müsadere olunan mallar ile hükümdara âid veraset işlerine bakan baş muhasebe kalemine bağlı muhâlefât halîfesi kalemi, hayvanlarla yapılan posta ve menzil işlemlerine bakan mevkûfât kalemine bağlı menzil halîfesi kalemi gibi bürolar da bulunuyordu. Ayrıca defterdârlıkla halk arasındaki ihtilâfları halletmekle görevli, mâliyeye bağlı fakat dâvaları Rumeli kazaskeri tarafından tedkîk edilen mâliye mahkemesi de faâliyet gösteriyordu. Eyâletler Mâliyesi Osmanlı Devleti idarî yapısı içinde kırkdan fazla eyâlet, muhtar yönetim ve yan bağımsız hürriyete sâhib tâbi devletler vardı. Eyâletler ise, mâlî açıdan has ve sâlyâne ile idare edilenler olarak ikiye ayrılırlardı. Has ile idare edilen eyâletler: Bu eyâletlerin toprakları, hazîne tarafından mültezim ve voyvodalara verilerek işletilen havâss-ı hümâyûn (pâdişâh hasları), vezir, beylerbeyi ve kumandan hasları ile daha alt rütbelerde olanlara verilen zeamet ve tımar olarak üç bölümdü. Kendilerine has, zeamet veya tımar verilen askerî personelin temel görevi seferlere katılmaktı. Herhangi bir sebeple bu görevi yerine getirmedikleri takdirde kendilerinden bedel alınırdı (Bkz. Tımar). Bu eyâletler merkez mâliye teşkilâtına düzenli olarak avârız haneleri yoluyla bağlıydılar. Bu hânelere göre toplanan avârız ve bedel-i nüzül gelirleri merkeze gönderilirdi. Her eyâlette, merkezî hazîneye gönderilecek gelirlerle ilgili bir defterdâr ile tımar gelirlerini denetleyen bir tımar defterdârı bulunurdu. Pâdişâh hasları ile sahipsiz kalan zeamet ve tımarların gelirleri defterdârlar tarafından toplanıp hazîneye gönderilirdi. Has ile idare edilen yirmi dört eyâlet vardı. Bunlar: Rumeli, Anadolu, Karaman, Diyarbakır, Şam, Sivas, Erzurum, Van, Budin, Cezâyîr-i bahr-i sefîd, Halep, Maraş, Kıbrıs, Girid, Bosna, Tameşvar, Trablus-ı Şam, Trabzon, Kefe, Rakka, Şehrizûr, Çıldır, Kars ve Musul idi. Sâlyâne ile idare edilen eyâletler: Bu eyâletlerin beylerbeyilerine dirlik tahsîs edilmediğinden, bu beylerbeyiler başında bulundukları eyâletin hazînesinden, umumiyetle mikdârı kanunnâmelerle tesbit edilmiş nakit sâlyâne (yıllık) alırlardı. Bu statüdeki bölgeler tımar sisteminin dışında olduklarından bütün vergi gelirleri doğrudan devlete âiddi. Bu eyâletlerin gelirleri, defterdârlar tarafından toplanıp, beylerbeyine, sancak beylerine bu meblağdan sâlyâne ve kul taifesi için ulufe ayrılır, fazlalık olması hâlinde, bu; irsaliye adı altında merkeze gönderilirdi. Sâlyâne ile idare edilen eyâletlerden sâdece; Mısır, Bağdâd ve Basra eyâletleri her yıl düzenli olarak İstanbul’a irsaliye gönderirlerdi. Sâlyâne ile idare edilen yerler; merkezî hazîneyi besleyen en önemli eyâlet olan Mısır beylerbeyi ile sancakbeylerinin çoğu sâlyâneli olmakla beraber, bâzı sancakbeyleri haslı olan Bağdâd, Bağdâd’ın fethiyle Osmanlı ülkesine katılan ve iltizâm suretiyle beylerbeyilerine tevcih edilen Basra, devlete üç yılda bir hediye gönderen Garb ocakları, gelirleri sâlyâneyi dahi karşılamadığı için Mısır hazînesinden desteklenen Habeş, Bağdâd’ın fethiyle Osmanlı idaresine geçen Lahsa, nazarî olarak sâlyâneli eyâletler arasında olan fakat on yedinci yüzyıldan îtibâren mahallî imâmlar tarafından yönetilen ve gelirleri beylere ve Mekke muhafız kuvvetlerine tahsis edilmiş olan Yemen, Girid, Kaptanpaşa eyâleti de denen Cezâyir-i bahr-i sefîd’in sancaklarından üçü (Sakız, Nakşa, Mehdiye), Kıbrıs eyâletinin üç sancağı (Girne, Baf, Magosa), Haleb’in iki, Şam’ın üç sancağından ibaretti. Tâbi devletler: Bunlar her yıl Osmanlı Devleti’ne belli bir mikdâr vergi veren ve ihtiyâç ânında askeriyle birlikte orduya katılmak zorunda olan Kırım hanlığı, Osmanlı Devleti sınırları içinde olan ve her sene cizye ödeyen Eflak ve Boğdan voyvodalıklarıyla Erdel krallığı, iç işlerinde serbest, dış işlerinde Osmanlı Devleti’ne bağlı olan ve her sene cizye ödeyen Dobrovnik Cumhuriyeti (Adriyatik kıyılarında), Kafkasya’da bulunan ve devlete her yıl vergi veren yarı müstakil, Gürcü, Dadyan, Açıkbaş krallık ve melikliklerinden ibaretti. 1) Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı; sh. 319 v.d. 2) Osmanlı Mâliyesi (A. Tabakoğlu) 3) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 1455 MALKOÇOĞULLARI Osmanlılar zamanında hizmetleri ve kahramanlıklarıyla meşhur akıncı ailesi. Malkoçoğullarının merkezi Silistre’dir. Yıldırım Bâyezîd, Fâtih Sultan Mehmed, sultan İkinci Bâyezîd ve Yavuz Sultan Selîm Han zamanlarında önemli hizmet ve kahramanlıkları görülen bu ailenin atası Malkoç Mustafa Bey’dir. Turhan Beyoğulları, Mihaloğulları ve Evrenosoğulları gibi, Rumeli’ye sefer yapan ve akınlar düzenleyen Malkoçoğulları, kısa zamanda ün kazandılar. Yıldırım Bâyezîd Han, şehzâdesi Çelebi Süleymân’ın yerine Malkoçoğlu Mustafa Bey’i Sivas vâliliğine tâyin etti. 1402’de Tîmûr Han’ın Anadolu’ya düzenlediği sefer sırasında Sivas’ı on sekiz gün savunan Malkoç Mustafa Bey sonunda kaleyi teslim etti. Fakat Tîmûr Han’ın askerleri tarafından şehîd edildi. Malkoç Mustafa Bey’in oğlu Bâli Bey sayesinde, ailenin ünü Fâtih Sultan Mehmed Han ve sultan İkinci Bâyezîd Han zamanında da devam etti. Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından 1456’da Eflak prensliğine tâyin edilen ve Kazıklı Voyvoda olarak bilinen Vlad, Pâdişâha bağlı kalacağına dâir söz vermesine rağmen, sözünde durmayarak Osmanlılar aleyhine Macarlarla anlaştı. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın Trabzon seferini fırsat bilerek, Tuna’yı geçti ve Bulgaristan topraklarını yağmaladı. Daha sonraki bir zamanda da Tuna kenarında bulunan Osmanlı kuvvetleri üzerine baskın düzenleyerek, kumandanlarından Yûnus Bey’i şehîd, Hamza Bey’i de esir aldı. Daha sonra da Hamza Bey’i şehîd ederek başını Macar kralına gönderdi. Aldığı esirlerin hepsini kazıklattıktan sonra, Osmanlılara âid bir takım şehir ve kasabaları tahrîb etti. 25.000 esir alarak memleketine döndü. Hamza Bey’in ve bir çok Türk’ün pek vahşice şehîd edildiğini haber alan Fâtih Sultan Mehmed Han, Vlad’ın üzerine yürümeye karar verdi. 1462 baharında Vidin’e kadar nehir yolu ile geldi. Fakat Kazıklı Voyvoda’ya tesadüf edemedi. Bunun üzerine Evrenosoğlu Ali Bey’in oğlu Ali Bey’i Eflak içlerine akına me’mur etti. Kazıklı Voyvoda Osmanlı akıncılarını vurmak üzere kuvvetler gönderdi. Mahmûd Paşa tarafından muhârebe düzenine sokulan ve sağ kanatta Malkoçoğlu Bâli Bey’e bağlı birliklerin de yer aldığı akıncı kuvvetleri, ağaçlıklar altından birdenbire ortaya çıkarak Eflaklıları bozguna uğrattı. Yapılan muhârebede, yedi bin kişi olduğu tahmin edilen bu kuvvetlerin pek azı kurtulabildi. Daha sonra yapılan muhârebelerde Eflak tamamen Osmanlı hâkimiyetine girdi. Fâtih Sultan Mehmed Han 1475’de Malkoçoğlu Bâli Bey’i Macaristan üzerine akına gönderdi. Semendire ve civarının muhafızı Malkoçoğlu’nun emrine kapu halkından iki bölük garip yiğit ile Rumeli beylerinden Hasan Beyoğlu Îsâ Bey de gönderildi. Malkoçoğlu Semendire civarından Tuna’yı geçerek, Szerem ovasına yâni Tuna ile Sava arasındaki zengin bölgeye girerek akınlar düzenledi. Geri dönecekleri sırada yolları üzerinde Macar kuvvetlerinin toplandığını duydu. On bin kişi kadar olan Macar kuvvetleri, Türk akıncı kuvvetlerinin yorulmasını bekliyorlardı. Kendi yolları üzerinde Macar kuvvetlerinin toplandığını anlayan Malkoçoğlu harbe girmekte tereddüd etmedi. Akıncıların bir kısmı Malkoçoğlu Bâli Bey’in idaresi altında pusuya girerken diğer kısmı Hasan Beyoğlu Îsâ Bey’in idaresinde harbe atıldılar. Fakat savaş Türklerin aleyhine bir hâl aldı. Hattâ savaşa kumanda eden Hasan Beyoğlu Îsâ Bey atından düşürüldü, Îsâ Bey tam bu anda; “Hay Bâli! Hay Bâli!” diye haykırdı. Bu sesi duyan Malkoçoğlu Bâli Bey kuvvetleri pusudan fırlayarak Macarları beklemedikleri anda bozguna uğrattılar. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın 1478’deki İşkodra seferine katılan ve Venedik dolaylarına akınlarda bulunan Malkoçoğlu Bâli Bey, 1479’daki Macaristan seferinde kahramanlıklar gösterdi ve önemli hizmetlerde bulundu. Sultan İkinci Bâyezîd Han zamanında Kili ve Akkerman alınmış, Osmanlılar Boğdan prensliğiyle Karadeniz arasına girerek, Boğdan’ın deniz yolunu kapamışlar, bu sebeple prensliğin ekonomik varlığı tehlikeye düşmüştü. Boğdanlılar bu iki kalenin geri alınmasını düşündüler. Kalenin zabtından sonra, Akkerman’da kalmış olan bâzı Boğdanlılar, Boğdan prensine haber gönderip, onu kalenin alınması için davet ettiler. Boğdanlılar, kale muhafızlarının gafletinden istifâde ile ipler takarak bir kısmı kaleye çıktı. Bir kısmı da iplerin üzerinde iken muhafızlar haber alarak kaleye girenleri yakalayıp, diğerlerinin de iplerini kestiler. Boğdan beyinin bu hareketi üzerine Rumeli beylerbeyi Hadım Ali Paşa’ya Boğdan seferine çıkması emredildi. Hadım Ali Paşa 1485 Eylül’ünde Boğdan’a girdi. Boğdan prensi ise mukavemet edemeyeceğini anlayarak hem yardım istemek hem de hayâtını kurtarmak için Lehistan kralı Kazimir’in yanına gitti. Hadım Ali Paşa kuvvetleri döndükten sonra memleketine varan Boğdan prensi, 1486’da Kili ve Akkerman taraflarına tekrar taarruz etti. Bunun üzerine akıncı kumandanı ve Silistre sancakbeyi Malkoçoğlu Bâli Bey, Boğdan harekâtına me’mur edildi. Malkoçoğlu Bâli Bey’in Boğdan’a girmesi üzerine Boğdan prensi Stefan Çel Mare, Leh ve Macar krallarından yardım istedi. Onlar da birtakım yardımcı kuvvet gönderdiler. Prut nehri üzerine köprü kuran Malkoçoğlu Bâli Bey, kendi akıncılarıyle orada durup tımarlı sipâhî kuvvetlerini ileri gönderdi. Bu sırada düşman gözcü kuvvetleri, Malkoçoğlu üzerine baskın yaptıysa da hiç telaş göstermeyen bu tecrübeli kumandan, bir taraftan hücumlara karşılık verdi, diğer taraftan da bir kısım kuvvetlerini bayrakları ve mızraklariyle beraber pusuya yatırarak yanındaki az askerle bir müddet çarpıştı. Sonunda, pusudaki askerlerini birdenbire çıkararak, yeni kuvvet geldi zannıyla düşmanın maneviyâtını sarsıp, onları bozguna uğrattı ve bir hayli ganîmet topladı. Boğdan prensi Stefan Çel Mare, Osmanlılarla başa çıkamıyacağını anlayınca; dört bin altın vergi vermek suretiyle Osmanlı hâkimiyetine girdi. Lehistan kralı Jan Albert, Osmanlı himayesinde bulunan Boğdan üzerine 1497 senesinde taarruz etti. Osmanlı hükümeti daha önce Lehlilerle imzalanmış andlaşmanın hükmü kalmadığını ileri sürerek Silistre sancakbeyi ve akıncıbeyi Malkoçoğlu Bâli Bey’i 1498 senesi ilkbaharında kırk bin kişilik bir kuvvetle Lehistan’a yolladı. Malkoçoğlu’nun idaresindeki Osmanlı kuvvetleri, Turla yâni Dinyester suyunu nehir gemileri üzerine kurdukları köprüden geçerek Lehistan’a girdiler. Bâli Bey büyük oğlu Ali Bey’i askerine ardçı ve küçük oğlu Tur Ali Bey’i de öncü yaparak Leh topraklarında ilerledi. Dinyester üzerindeki Karkova veya Sorukhisarı daha içeride Dreşni, Glagori, Cinanca, Gelebanya ile Leh kralının sayfiyesi olan Braklav kalelerini fethetti. Muhkem bir kale olan Radimin hisarı alınamadı. Bâli Bey burada kalarak, oğlu Tur Ali Bey ile Yahyâpaşazade bâzı yerleri ele geçirdikten sonra geri döndüler. Hasan Voyvoda ismindeki bir akıncı beyi de, bir günlük yere akın yaptıktan sonra, bir çok ganimetle geri döndü. Bu sırada düşman, Dinyester nehri üzerindeki köprüyü yıkmış, köprüden sonra geçilecek olan dar derbendi (vadiyi) tahkim etmiş ve Bâli Bey’in dönüş yolunu kapatmıştı. Mevsimin ilerlemesi sebebiyle geri dönmeye hazırlanan ve köprünün yıkıldığını haber alan Bâli Bey, Hasan Voyvoda’yı gönderip Dinyester nehri üzerine yeni bir köprü kurdurdu. Köprü geçildikten sonra iki gün içinde cereyan eden çarpışmalar neticesinde, derbend zapt olunarak, asker orayı selâmetle geçti. Daha sonra, bâzı zor durumları da tecrübesi ve cesaretiyle aşan Bâli Bey, Akkerman yoluyla huduttan içeri girdi. Bu sefer de pek çok ganimet elde edilmiş, sefer esnasında hizmet ve sadâkat gösteren Boğdan voyvodası Stefan Çel Mare, samur kürklü hil’at, beylerbeyliği rütbesi ile iki tuğla sancak ve bir de başına giymek üzere yeniçeri orta kumandanlarının serpuşu olan ve kuka denilen tüylü serpuş ile taltif olundu. Yavuz Sultan Selim Han’ın Çaldıran (İran) seferine katılan Malkoçoğlu Bâli Bey’in iki oğlu Ali ve Tur Ali beyler önemli kahramanlıklar gösterdiler. Bâli Bey’in küçük oğlu Silistre beyi Tur Ali Bey, muhârebe esnasında bizzat Şâh İsmâil tarafından şehîd edildi. Sofya sancak beyi olan Ali Bey de bu muhârebede şehîd düştü. Malkoçoğulları sülâlesinin son nesillerinden en önemlisi Yavuz ünvânıyla tanınan Malkoçoğlu Ali Paşa’dır. 1603’de Yemişçi Hasan Paşa’nın yerine sadrâzamlığa getirildi. Mısır’da bulunan Malkoçoğlu Ali Paşa, kırk günde İstanbul’a gelip vazîfesine başladı. İlk iş olarak İran mes’elesini ele aldı. O sırada kaptanpaşa olan Cağalzâde Sinân Paşa’yı kaptanpaşalığı üzerinde kalmak üzere serdârlığa tâyin ederek, İran üzerine yolladı. Ertesi sene de kendisi, ordunun başında serdâr olarak Macaristan seferine çıktı. Sofya’ya ulaşıldığı sırada sağlığı bozulmaya başladı. Belgrad’a vardıktan dört-beş gün sonra vefât etti. Böylece Malkoçoğlu sülâlesinin şöhreti de son buldu. 1) Münşeât-üs-salâtîn; cild-1, sh. 41 2) Târihi Peçevî; cild-1, sh. 36 3) Fâtih’in Askeri Faaliyetleri; sh. 166, 186, 213 4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 183, 268, 269 5) Tâc-üt-tevârih; cild-2, sh. 268 6) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-4, sh. 302 MATBÛÂT Basılmış şeyler, basılı her türlü şey. Belirli veya belirsiz aralıklarla yayınlanan her türlü gazete, mecmua (dergi), salnâme, broşür, kitap ve benzeri yayınların hepsi. Baskı makinaları ile çoğaltılarak geniş kitlelere ulaştırıldığı için umûmî olarak matbûât denilmiştir. Matbûât iki kısımda İncelenebilir: Birincisi; günlük, haftalık, aylık, yıllık gibi belirli veya belirsiz aralıklarla yayınlanan her türlü cerîde (gazete), mecmua (dergi), salname (yıllık) ve broşür gibi süreli yayınlardır (Bkz. Basın). İkincisi ise; belli bir süreye bağlı olmaksızın belli ihtisas dallarında ve ilmî konularda yazılmış ve basılmış olan kitap ve benzeri süresiz yayınlardır. İnsanların anlaşma ve haberleşme vâsıtalarından biri olan yazı, insanlık târihiyle yaşıttır. İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâma Allahü teâlâ tarafından gönderilen suhuf (sayfalar) yazılı idi. Diğer peygamberlere gönderilen kitaplar da böyle idi. Âdem aleyhisselâm kayalar ve kerpiçler üzerine yazı yazmışdı. İlk olarak kalem ile yazı yazan ve insanlara öğreten İdris aleyhisselâm idi. İnsanlar arasında anlaşma vâsıtası olan yazı, toplumların bulundukları kültür ve medeniyet seviyesine göre yer yer değişiklikler göstermiştir. Bu değişiklikler neticesinde çeşitli yazı çeşitleri ve biçimleri gelişmiştir. Farklı dinlere inanan ve çeşitli yazıyı kendi aralarında anlaşma ve haberleşme vâsıtası olarak kullandıkları gibi, araştırarak buldukları ilmî gelişmeleri, târih ve kültür değerlerini kendilerinden sonraki nesillere aktarma vâsıtası olarak da kullanmışlardır. Târihî mâhiyetteki yazılı belgeler ve kitabeler bunun ifadesidir. Zamanla ilmin ve kültürün yayılması için kitaplar yazıldı ve geniş kitlelere hitab edebilmek için kitabların baskı tekniğiyle çoğaltılmasına geçildi. Baskı tekniğinin ilk doğuşunun Çin ve Kore’de olduğu söylenirse de bugünkü anlamda baskı tekniği Almanya’nın Mainz şehrinde Johann Gutenberg tarafından 1450 senesinde kullanıldı. Baskı tekniğinin gelişmesi yâni matbaanın keşfiyle kitaplar daha ucuza mal edilebildi ve daha geniş bir okuyucu kitlesine sunuldu. Kitapların hattatlar tarafından yazılması sebebiyle Osmanlı Devletı’nde matbuaya ilk zamanlar fazla ihtiyâç hissedilmedi. Bununla beraber, Osmanlı Devleti’nin çeşitli şehirlerinde on altıncı yüzyılın başından îtibâren gayr-i müslim tebea tarafından basit matbaalar kuruldu. Rum, Ermeni, Romen ve Mûsevîlerin kurdukları matbaalarda, Türkçe, Arabça, Farsça eserler basıldı. Fakat resmî ve husûsî bir Türk matbaası kurulmadı. Avrupa’daki Rönenans hareketleri neticesinde ortaya çıkan bâzı ilmî ve teknik gelişmelerin alınmağa başlandığı on sekizinci yüzyılın başından îtibâren Avrupa’ya çeşitli vazifeliler gönderildi. Sultan üçüncü Ahmed Han zamanında 1718’de sadrâzam olan Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa, İstanbul’da matbaa kurmak istedi. Paris’e büyükelçi olarak gönderilen Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi ve oğlu Sa’îd Mehmed Efendi Paris’te gördükleri matbaayı yerinde incelediler. Sa’îd Mehmed Efendi, Paris’ten döndükten sonra, sadâret mektubcusu olarak bulunduğu sırada, aslen Macar olup Osmanlı hizmetine girmiş olan İbrâhim Müteferrika ile anlaşarak bir matbaa kurmayı kararlaştırdılar. 1727 Temmuz’unda zâten bu işe tarafdâr alan sadrâzam Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa’ya matbaanın önemini ve faydalarını anlatan bir lâyiha hazırlayıp sundular. Şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Efendi’nin dînî eserler hâricinde diğer kitapların basılabileceği matbaa kurulmasına dâir verdiği fetva üzerine, Sa’îd Mehmed Efendi ile İbrâhim Müteferrikaya bir müsâde fermanı verildi. Şirket-i müdârebe ismiyle sözleşme imzalandıktan sonra, “Dâr-ut-Tıbâat’il-Âmire” adıyla kurulan ilk matbaa, sultan Selîm semtinde İbrâhim Müteferrika’nın evinde faaliyete geçti. Bu matbaada ilk olarak Arapça’dan Türkçe’ye iki cildlik Vankulu Lügati 1729 senesinin Ocak ayında basıldı. Bundan dört ay kadar sonra da Kâtip Çelebi’nin Tuhfet-ül-Kibâr fî-esfâr-il-Bihâr adlı eseri tab’edildi. Târih-ul-hind-el-garbî el müsemmâ bi hadîs-i nev, Kitab-ı iklim-i cedîd, Târih-i Tîmûr Gürkân ve Eddürret-ül-yetîme fî evsâf-i Mısr il-kadîme ve ikinci kısım Mısr-ı cedîd adlı eserler bu matbaada ilk basılan eserlerdir. 1731de Gülşen-i Hulefâ adlı eserle, Türkçe, Fransızca kavâid ve mükâleme kitabı basıldı. Sultan üçüncü Ahmed ve Dâmâd İbrâhim Paşa zamanında kurulan bu matbaa, Patrona Halîl isyânından ve sultan birinci Mahmûd Han’ın cülûsundan sonra da faaliyetini sürdürdü. 1732’de Usûl-ül-Hikem fî nizâm-il-âlem ve Füyûzât-ı Mıknatisiyye gibi eserlerle Kâtip Çelebi’nin Cihânnümâ adlı eseri basıldı. Bu matbaada 1733’de Kâtip Çelebi’nin Takvîm-üt-Tevârih kitabı, 1734 Haziran ve Ekim’inde iki cildlik Nâimâ Târihi, 1741de Râşid Târihi ve Küçük Çelebizâde Âsım Efendi’nin bu târihe olan zeyli basıldı. 1742’de ise, Farsça’dan Türkçe’ye bir lügat olan Ferheng-i Şuûrî basıldı. Kuruluşundan beri matbaanın idaresini elinde tutan İbrâhim Müteferrika, 1745’de vefât edince, Rumeli kâdılarından İbrâhim Efendi ve Anadolu kâdılarından Ahmed Efendi müştereken matbaayı işletmek üzere izin istediler. Bunun üzerine, 1747 târihli olarak daha önce İbrâhim Müteferrika’ya verilen fermanın aynısı bunlara da verildi. Matbaalarda basılan kitapların daha ucuza mâl edilmesi için daha önce İran, Hint, Türkistan, Çin ve Avrupa’dan alınan kağıt yerine yerli kâğıt üretimi düşünüldü. Hekimoğlu Ali Paşa’nın sadrâzamlığı sırasında bir kâğıt fabrikası kurulması kararlaştırıldı. Lehistan’dan mütehassıslar getirtilmesine teşebbüs edildi ise de, Hekimoğlunun sadâretten azli üzerine bu teşebbüs bir müddet durdu. Daha sonra yapılan çalışmalar neticesinde 1746’da Yalova’da ilk kâğıt fabrikası kuruldu. Lehistan’dan getirtilen ustalar tarafından kurulan ve çalıştırılan fabrikada, Avrupa’daki kaliteli kâğıtlara rekabet eden kâğıt yapıldı. Fakat bir müddet sonra kapandı. Kadı İbrâhim ve Ahmed efendiler işletme izni aldıktan sonra matbaa bir müddet duraklama devri geçirdi. Vankulu Lügati’nin mevcudu kalmadığından, 1755’de yeniden basıldı. Fakat İbrâhim ve Ahmed efendilerden sonra kitap basılmadı. Bu durum, 1784’de Halîl Hamîd Paşa’nın sadâreti zamanına kadar sürdü. Beylikçi Râşid Efendi ile vak’anüvis Vâsıf efendiler hükümete müracaat ederek matbaayı işletmeye müsâde istediler. Sadrâzam Halîl Hamîd Paşa sultan birinci Abdülhamîd Han’a arz ederek, ferman çıkarttırdı. İşte bu suretle Râşid ve Vâsıf efendilerin işlettiği matbaada 1784’de ilk olarak Çelebizâde Âsım’a zeyl olarak yazılan Sami, Şâkir, Subhi Vekâyînâmeleri, Subhî Târihi olarak basıldı. Ertesi sene de Vak’anüvis Süleymân İzzî Efendi’nin târihi basıldı. Yine bu sene Güzelhisarlı Zeynîzâde Hüseyin Efendi’nin nahivden Kâfiye üzerine yazmış olduğu İ’râb-ül-Kâfiye adlı eseri basıldı. Sultan üçüncü Selîm Han zamanında da harb ve istihkâmcılığa dâir fennî lağım ve muhasaraya dâir Fransızca’dan çevrilen eserler basıldı. On Sekizinci yüzyılın sonlarına doğru İstanbul-Kâğıthâne’de kurulan ikinci kâğıt fabrikası da kısa bir müddet içinde kapandı. Üçüncü kâğıt fabrikası ise 1804’de Beykoz’da kuruldu. 1832’ye kadar üretim yapan bu fabrika da teknolojide meydana gelen gelişmeler neticesinde Avrupa’da üretilen ucuz kâğıtla rekabet edemiyerek kapandı. İbrâhim Müteferrika’nın kurduğu ilk Osmanlı matbaasından sonra ikinci matbaa 1795’de açılan Hendesehâne matbaasıdır. On dokuzuncu yüzyılın hemen başında devlet tarafından yeni bir matbaa daha kuruldu. 1802’de faaliyete geçen bu matbaa Dâr-ütTıbâat-ul-Cedîde adını taşır. Üsküdar’da kurulduğu için Üsküdar matbaası adıyla da bilinen bu matbaa, 1831’de Üsküdar’dan Bâyezîd’e taşındı. Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından 1831’de resmî gazete hüviyetinde çıkarılan, Takvîm-i Vekâyî gazetesi için kurulan Takvimhâne-i Âmire ile birleştirilerek Matbaa-i Âmire adını aldı. Taşbasma tekniğini ülkeye getiren Kayoller’in İstanbul’da kurduğu matbaa ile, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Mısır’da kurduğu Bulak Matbaası da bu dönemde faaliyete geçti. Okuyucuların basma kitaba ısınmasında önemli rol oynayan bu matbaada basılan 243 kitabın 125’i Türkçe’dir. İstanbul’da 1831’de kurulan Matbaa-i Bâb-ı Hazret-i Seraskeriye ile 1835’de kurulan Maçka Mekteb-i Harbiye Matbaası da bu döneme matbaacılık açısından hareket getirmiştir. Tanzîmâtın ilk yıllarında pek hızlı gelişme gösteremeyen matbaacılıkta taşbasma tekniğinin geliştirilmesine çalışıldı. Daha önce Mısır’da kullanılan ta’lik yazı stilindeki harfler, Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’nin hattıyla ilk olarak 1842’de İstanbul’da kullanılmaya başlandi. Bunu Râsih Efendi’nin hazırladığı 24 puntoluk ta’lik harfler ve yine Mustafa İzzet Efendi’nin hazırladığı 24 puntoluk nesih harfler tâkib etti. Bu arada 1846’da üretime geçen İzmit kâğıt fabrikası da 1860’a doğru kapandı. İlk matbaanın kurulduğu 1727 senesinden 1840 senesine kadar çeşitli ilim ve fenlere dâir 500 kadar kitap basıldı. Matbaacılığın ve matbûâtın gelişmesi, resmî devlet gazetelerinden başka, özel gazetelerin de çıkmasıyla gittikçe hızlandı. Basının gelişmesiyle bir çok matbaa kuruldu. Devlet tarafından mahallî basının teşvik edilmesi her vilâyet merkezinde bir matbaa kurulması, matbaacılığın tanınmasına ve matbûâta karşı ilginin artmasına sebeb oldu. Tanzîmât’ın îlânından 1860’a kadar yavaş gelişen matbaacılık, bu târihten sonra hem sayı hem de basım tekniğindeki gelişmeler bakımından oldukça ilerleme gösterdi. 18401870 seneleri arasında çeşitli gazete ve dergilerin yanında 1300 kadar kitap basıldı. Bunların çoğu devlet eliyle basılmış ders kitapları ve resmî yayınlar ile tek tek kişilerin veya kitapçıların (sahhâfların) bastırdıkları kitaplardır. Henüz bir yayınevi meydana gelmemiştir. Hukukî açıdan, önceleri izne bağlı olmaksızın kurulan matbaalar dışarıya da iş yapan Matbaa-i Âmirenin gelirinin azalması üzerine, 1856’da yayınlanan bir irâde ile özel matbaaların bastıkları kitapları Takvimhâne nezâretine bildirmeleri ve gelirleri üzerinden vergi alınması kararlaştırıldı. 26 Ocak 1857’de çıkarılan Matbaa nizamnâmesiyle de matbaa açma isteği Meclis-i meârif ve zabtiye nezâretinin incelemesinden sonra, sadâretin uygun görmesine bağlandı. Nizâmnâmeyle, matbaaların gazete dışındaki her türlü yayını basmadan önce Meclis-i meârife inceletmeleri, herhangi bir mahzur görülmediği takdirde ve sadâretin izniyle basabilmeleri hükmü getirildi. Aynı yıl çıkarılan Te’lif nizamnâmesiyle de matbaaların, müellifin (yazarın) izni olmadan kendi nam ve hesaplarına kitap bastırmaları yasaklandı. 1870’den sonra Şinâsî’nin çıkardığı Tasvir-i Efkâr gazetesinde sonradan kesilerek forma hâline getirilebilecek biçimde risaleler yayınlandı. Ahmed Mithat Efendi’nin 1870’den itibaren Letâif-i Rivâyat adlı 25 kitaplık külliyâtı ilk seri yayınlardandır. 1878’de Tercüman-ı Hakikât tefrikalarından mütehassıl yeni kütüphâne adlı seri tâkib etti. 1879’da Matbaacı Mihran ile birlikte Cep kütüphânesini kuran küçük boyda ve her sahada bilgileri İhtiva eden 30 kadar kitabı neşreden Şemseddîn Sami’yi, 1879’da başladığı salname ve takvim yayımcılığını, 1881’de kitap yayımcılığıyla genişleten Ebüzziyâ Tevfik tâkib etti. Kurduğu Kütübhâne-i Ebüzziyâ’da ise, 114 kitap yayımlandı. 1880’den îtibâren Bâb-ı âlî civarında yerleşmiş gayr-i müslim olan, Kasbar, Krikor ve Ohannes Kayseryan gibi, özellikle ermeni kitabcılar da yayımcılığa başladılar. Kasbar, Tedrisât Kütüphânesi; Krikor, Asır Kütüphânesi; Orhannes de Vatan Kütüphânesi adıyla kitaplar yayımladılar. 23 Ocak 1888’de çıkarılan Matbaa nizâmnâmesine yeni hükümler eklendi. 1890’dan sonra Ahmed İhsân tarafından kurulan Servet-i fünûn dergisinin yanısıra te’lîf ve tercüme kitaplar yayımlandı. Bu arada, sultan İkinci Abdulhamîd Han 1893 de İstanbul Beykoz’da Hamîdiye kâğıt fabrikasını kurdurdu. Osmanlı-İngiliz Şirketi biçiminde organize edilen bu fabrika, ortaklar arasında çıkan anlaşmazlık sebebiyle kısa bir müddet üretim yapabildi. İkdâm gazetesi sahibi Ahmed Cevdet (Oran) 1895’de Kütüphâne-i İkdam adı altında daha ziyâde târihî ve edebî bir dizi kitap yayımlandı. İbrâhim Hilmi’nin 1896’da kurduğu Kütüphâne-i İslâm daha sonra gelişerek Kütüphâne-i İslâm ve Askerî ve Kütüphâne-i Hilmî adını alarak yayınına devam etti. Malûmat gazetesi sahibi Tâhir Bey de Malûmat Kütüphânesi adı altında kitap yayımcılığı yaptı. Bunların dışında Bâyezîd’teki Hakkâklar Çarşısı (Bugünkü Sahhâflar Çarşısı), Kapalı Çarşı’daki Sahhâflar Çarşısı ile Bâyezîd ve Bâb-ı âlî’deki kitapçılar da kitap ticâretinin yanısıra yayıncılık alanında da etki gösterdiler. İkinci Meşrûtiyetin ilânından sonra kitap yayımcılığında hızlı bir artış oldu. Fakat gerek maddî sıkıntılar, gerekse İttihâd ve Terakkî’nin uyguladığı baskı rejimi neticesinde kurulan yayınevleri kapanmak zorunda kaldı. Zaman Kütüphânesi, Cihân Kütüphânesi, Gayret Kütüphânesi, Kanâat Kütüphânesi, İkbâl Kütüphânesi, Maârif Kütüphânesi, İçtihâd Kütüphânesi bu devirde faaliyet gösteren yayınevlerindendir. 1911’de Matbûât ve matbaalar kânunu çıkarıldı. 1913’den sonra iktidarı büsbütün eline geçiren İttihâd ve Terakkî döneminde basın hürriyeti tamamen kullanılmaz oldu. İLK MATBAA İbrâhim Müteferrika, zamanın şeyhülislâmı Yenişehirli Abdullah Efendi’ye matbaa açmak, kitap basmak hususunda; “Kitap basma san’atını iyi bildiğini söyleyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerlerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıdların üzerine basarak bu kitapların benzerlerini elde ederim derse, bu kimsenin böyle kitap basmasına şeriat izin verir mi?” diye sorunca, cevâb olarak; “Kitâb basma san’atını iyi bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıdlara basmakla, bu kitaptan az zamanda kolayca çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebeb oluyor. Faydalı bir iş olduğundan şeriat bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir. Kitâbda yazılı ilmi bilen bir kaç kişi önce tashih etmelidir. Tashihten sonra basılırsa, güzel bir iş olur” diye fetva verdi. Pâdişâh da izin verince, 1729 senesinde İbrâhim Müteferrika ilk matbaayı kurdu. 1) Türkiye’de Matbûât İdareleri (Server İskit, Ankara-1943) 2) Basın ve Yayın Târihi (H.R. Ertuğ; İstanbul-1955) 3) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı; cild-4, kısım-2, sh. 513 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-11, sh. 121 5) Türkiye’ye Matbaanın Girişi (Osman Ersoy-İstanbul, 1959) 6) Âlimler ve San’atkarlar (Ahmed Refik); sh. 279 7) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh. 2445 8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 514 MECELLE Tanzîmâtın ilânından sonra, medenî hukuk sahasında, Hanefî mezhebinin muamelâta (alış veriş, şirketler, hîbe v.b.) âid hükümlerinin maddeler hâlinde tertibinden meydana gelen kânunlar veya bu kânunları ihtiva eden mecmua. Asıl adı Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye olan ve İslâm hukukunun bir kısmını ihtiva eden Mecelle’nin; yeni bir kânun tekniği, veciz bir şekilde hazırlanmış olması ve ihtiyâçlara cevap vermekteki pratikliği en mühim husûsiyetlerindendir. Mecelle, her müslümanın bilmesi lâzım gelen biri fıkhın târîfi, doksan dokuzu kavâid-i külliye (genel hükümler) olmak üzere yüz maddelik bir mukaddime (önsöz-giriş) dâhil, on altı kitâbdan meydana gelir. Tamâmı birbirini tâkib eden 1851 madde olup, 1877 yılında Abdulhamîd Han zamanında tatbik edilmeye başlanmış, 1926’da yürürlükten kaldırılmıştır. Osmanlı Devleti’nde, Mecelle’den önce medenî hukuk sahasında olduğu gibi, diğer sahalarda da müracaat kaynağı; İslâm hukuku (fıkıh) kitapları ile bunlara uygun olarak verilen fetvaları toplayan kitaplar ve bunların ışığı altında, şeyhülislâmın tasdîki alınarak çıkarılan kanunnâmelerdi (Bkz. Hukuk ve Kânûnnâme) Osmanlı Devleti sınırları içinde müslümanlarla gayr-i müslimler arasındaki dâvalar, on dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğine kadar, İslâm hukukuna göre hüküm veren şer’î mahkemelerde görülüyordu. Ancak din bilgileri ile millî his, düşünce ve meziyetlerden mahrum olan Mustafa Reşîd Paşa; Devlet-i aliyye’nin selâmetini, batılı devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç ve dış işlerine müşterek olarak müdâhale etmelerinde görüyordu. Bu sebeble 1838’de İngilizlerle, Osmanlı sanayi ve ticâret hayatına ağır darbe vuran Baltalimam andlaşmasını imzaladı. Bir sene sonra da (1839), iyi niyetli fakat tecrübesiz bir pâdişâh olan Abdülmecîd Han’ı aldatarak, tamamen Avrupa’nın istekleri istikâmetinde Tanzîmât fermanını ilân ettirdi. Bu ferman ile geniş haklar elde eden gayri Müslimler ve Osmanlı ülkesine ticâret için gelen ecnebiler müslümanlarla, aralarındaki dâvaların kendi mahkemelerinde görülmesini istemeye başladılar. Ayrıca, Tanzîmât fermanının getirdiği batılılaşma düşüncesi neticesinde, Avrupa’nın bilhassa Fransa’nın ticâret kânunları alınmaya başlandı. Alınacak bu kânunların uygulanacakları şer’î mahkemelerden ayrı olarak, önce ticâret, sonra Nizamiye mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemelerde kânun ve nizâmların tatbîki sırasında bâzı zorluklar ortaya çıktı. Mahkemede tatbik edilen, medenî hukuka dayanan ticâret kânunları, Roma hukukunu esas alan Avrupa kânunları idi. Medenî hukuk ise, İslâm hukukuna dayanıyordu. Bu bakımdan, kaynak itibariyle, birbirinden tamamen ayrı oldukları için iki hukuk arasında uyum sağlanamıyordu. Ayrıca ticâret, temyiz ve nizamiye mahkemelerinde çalışan hâkimler de yalnız Avrupa kânunlarını öğrendiklerinden, ana hukuku teşkil eden İslâm hukukuna başvurarak mes’eleleri halledemiyorlardı. Bu durum karşısında özellikle bu mahkemelerdeki hâkimlerin faydalanacağı bir medenî kânuna ihtiyâç duyuldu. Zâten Tanzîmât’tan sonra hukuk sahasındaki düzenlemelerde, medenî kânun mevzûu mühim bir mes’ele olarak ortaya çıkmıştı. Avrupa kültürü te’sirinde kalan bir kısım devlet adamları bu mahkemelerde Avrupa, bilhassa Fransa medenî kânunlarının uygulanmasına tarafdâr idiler. Hâlbuki bu kânunlar; batı insanının, aile, cemiyet, iktisâd ve siyâset anlayışının birer aynası durumunda olduğundan, Osmanlı cemiyetinin yapısına ters düşüyordu. Cevdet Paşa’ya göre, bir milletin temel kânunlarını böyle değiştirmek o milleti imha etmek (yok etmek) demekti. Netîcede devrin âlimleri böyle bir teşebbüsün karşısına çıktılar. Bunun üzerine, Vekiller arasında medenî kânun ihtiyâcını karşılamak için 1855 (H. 1272) senesi başlangıcında fıkıh ilminin muamelât kısmına dâir, Metn-i metîn ismiyle bir kitap yazılmasına karar verildi. Rüşdî Molla Efendi’nin başkanlığında, aralarında Ahmed Cevdet Paşa’nın da bulunduğu devrin ileri gelen âlimlerinden teşekkül eden bir hey’et çalışmaya başladı. Alış-veriş bahsini Kitâb-ul-büyû’u hülâsa olarak hazırladı ise de, Metn-i metîn tamamlanmadan cemiyet dağıldı. Bilâhare 1867 yılında İngiltere, Avusturya, Fransa ve Rusya o zamana kadar yapılanları yetersiz bulduğundan, şer’î mahkemeler dışında kurulan mahkemelerin ve buralarda tatbik edilecek kânun yapma çalışmalarının daha da geliştirilip, genişletilmesi için son haddine varan tazyiklerde bulundular. Yeni yapılacak kânun mevzuunda iki görüş ortaya çrktı. Birisi; Batı kültürü ve hukukunu benimseyen Âlî, Fuâd, Ticâret nâzırı (bakanı) Kabûlî ve Midhat paşaların müdâfaa ettiği görüş; o zamanlar pek çok devletin hukukuna te’sir eden Fransız medenî kânununun alınmasıydı. İstanbul’daki Fransız elçisi Marqui de Mousteir, Âlî Paşa’nın yakın arkadaşı olup, Fransız Code civil’i (medenî hukuku) hakkında malûmat vererek onların bu mevzuda fikirlerini destekliyordu. Aslında onlara bu fikri veren ve müdâfaa ettiren de Marqui de Mousteir idi. Bunların karşısında, kendilerinin de ilmini takdir ettikleri hatta Alî Paşa’ya ders vermiş olan meşhur hukukçu ve tarihçi, zamanın Adliye nâzırı Ahmed Cevdet Paşa ve beraberindekiler bulunuyordu. Onlara göre, hukukun en mühim unsurlarından olan Medenî kânunu, hıristiyan bir ülkeden almak mahzurluydu. Bunlara müslüman halkın uyabilmesi çok zordu. Bu sebeple İslâm medenî kaidelerinin sistemli bir şekilde bir araya toplanması kâfi idi. Hazırlanacak eser, müslümanlar için dînin hükmü, müslüman olmayanlar için ise kânun hükmünde olacaktı. Nihayet iki fikirden birisini tercih maksadıyla, bir kısım vekillerin de iştiraki ile, husûsî bir komisyon kuruldu ve iki taraf dinlendi. Uzun süren münazaralardan sonra, Ahmed Cevdet Paşa gurubunun görüşü uygun bulundu. Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında bir komisyon kuruldu. Hanefî mezhebinden alınacak en uygun hükümleri ihtiva edecek bir kitap hazırlamak üzere 1868 yılında Mecelle Cemiyeti adlı resmî bir kurul meydana getirildi. Zaman zaman geçici vazifelerle ayrılmakla beraber, cemiyetin başkanlığını Ahmed Cevdet Paşa yaptı. Mecelle’nin bütün kitablarının hazırlanmasında ifâde kuvveti ve üslûb güzelliğinde Cevdet Paşa’nın rolü büyükdür. Mecelle cemiyeti tutanağında Cevdet Paşa, şöyle der: “Fıkıh ilminden asrın ihtiyâçlarına göre her gün ortaya çıkan hâdiselere tatbîki yetebilecek bir eserin vücûda getirilmesi işi, âcizlerine havale buyrulmuş olduğundan, irâde gereğince Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliye dâiresinde toplanılarak, fıkhın muamelât kısmından vukuu çok olan ve asrın muamelelerine göre gereği açık olan maddeler konusunda büyük Hanefî hukukçularının muteber söz ve reyleri toplanarak çeşitli kitaplara ayrılmak ve Ahkâm-ı adliyeye verilmek üzere bir Mecelle hazırlanmıştır.” Mecelle cemiyetinin diğer azaları şunlardır: 1- Ahmed Hilmi Efendi: Mecelle’nin bütün kitaplarının hazırlanışına iştirak etmiştir. Kastamonulu olup, tahsilini İstanbul’da yapmıştır. Fıkıh ilminde mütehassıs idi. 1888 yılında vefât etmiş olup, Fâtih türbesi hazîresinde medfûndur. 2- Seyfeddîn İsmâil Efendi: Mecelle cemiyeti çalışmalarının tamâmında bulunmuştur. Harputludur. Ahmed Cevdet Paşa’nın ders arkadaşı idi. Müderrislik ve kazaskerlik payesini kazandı. 1882’de İstanbul’da vefât etti. Kabri Haydarpaşa’dadır. 3- Filibeli Halîl Efendi: Ailesi aslen Bursa’lı olup, Filibe’ye göç etmeleri üzerine o da burada doğdu. Zamanın sayılı âlimlerinden idi. Huzur derslerine iştirak etmiş, sultan Abdülmecîd Han’ın teveccühünü kazanarak saray hocalığı yapmıştır. 4- Şirvânîzâde Ahmed Hulûsî Efendi: Amasya’da doğdu. Mecelle’nin on üçüncü kitabının hazırlanmasında büyük emeği geçti. Galata kâdılığı yaptı. Anadolu kazaskerliği payesini kazandı. 1899’da Amasya’da vefât etti. 5- Kara Halîl Efendi: O zaman Amasya’ya bağlı Mecitözü kazasında doğdu. Konya’da meşhur Vidinli Mustafa Efendi ile Abdurrahmân Efendi’nin derslerinde bulunarak icazet aldı. Fetvâ eminliği yaptı, önce, İstanbul kâdılığı, sonra da Anadolu kazaskerliği payesini kazandı. Osmanlı Devleti’nin 114’üncü ve sultan ikinci Abdülhamîd Han’ın ilk şeyhülislâmı idi. 1880’de İstanbul’da vefât etti. Fâtih Câmii avlusunda medfûndur. 6- Ahmed Hâlid Efendi: İstanbul’da doğdu. 117’nci şeyhülislâm Mehmed Cemâleddîn Efendi’nin babasıdır. Mecelle’nin dokuz kitabında imzası vardır. İstanbul kâdısı oldu. Anadolu kazaskeri payesini kazandı. 1882’de vefât etti. Fâtih Câmii avlusunda medfûndur. 7- Alâaddîn Efendi (İbn-i Âbidînzâde): Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimi Seyyid İbn-i Âbidîn hazretlerinin oğludur. Şam’da doğdu. Tahsîlini orada tamamlayıp, İstanbul’a geldi. 1868 senesinde Mecelle cemiyeti azâlığına tâyin edildi. Mecelle’nin ilk beş kitabının tedvinine iştirak etti. 8- Ömer Hilmi Efendi: İstanbul’da doğdu. Fetvahane eminliğine tâyin edildi. Çeşitli ilmî rütbeleri kazanarak, hukuk mekteblerinde Mecelle ve İslâm hukuku ile ilgili dersler verdi. Temyiz mahkemesi reîsi iken vefât etti (1889). Ömer Hilmi Efendi, Mecelle’nin son dört kitabının hazırlanmasında emeği geçmiş ve kendisinden çok istifâde edilmiştir. 9- Muhammed Emin Efendi (Bağdâdlı): Bağdâd’da doğdu. Tahsîlini Bağdâd’da tamamladı ve orada müftî oldu. 1867’de İstanbul’a tâyin olundu. Mecelle azâlığına seçildi, ilk kitaptan îtibâren Mecelle’nin dört kitabının hazırlanmasında vazife gördü. 1891’de İstanbul’da vefât etti. 10- Ömer Hulûsî Efendi (Gerdan-Kıran): Gümüşhânelidir. Tahsîlini ikmâlden sonra müderrislik yaptı. Şehzâdelere hocalık yaptı. İstanbul kâdısı oldu. Anadolu ve Rumeli kazaskerliği payelerini kazandı. Mecelle hey’etine seçildi. Mecelle’nin beşinci kitabından itibaren dört kitabın meydana getirilmesinde bîlfiîl çalıştı. Bir ara Cevdet Paşa reislikten uzaklaştırıldığında, cemiyete reislik etti. 11- Yûnus Vehbi Efendi: İstanbul’da doğdu. Tahsîlini ikmâlden sonra, Isparta kâdısı oldu. Mecelle komisyonuna seçildi. 12- Abdüssettâr Efendi: Kırımlıdır. Müderris olarak tedris hayâtına atıldı. Hukuk mektebinde müderrislik yaptı. Fıkıh sahasında derin bilgisi vardı. 13- Abdüllatîf Şükrü Efendi: Mecelle’nin 6, 7 ve 8. kitaplarının hazırlanmasında vazîfe gördü. 14- Îsâ Ruhî Efendi: Şirvan’da doğdu. Tahsîlini tamamlayıp Meclis-i tedkîkât-ı şer’iyye âzâlığına tâyin olundu. Mecelle cemiyetinde vazîfe alarak Mecelle’nin beşinci kitabı olan Kitâb-ür-Rehn’in hazırlanmasında vazîfe gördü. İstanbul’da vefât etti. 1885 târihinden itibaren, fetva emîni Muhammed Nûrî Efendi, Meclis-i maârif reisi Ali Haydar Efendi, Meclis-i tahkikat âzasından El-Hac Muhammed Efendi, Sadreyn müsteşarı Abdullah Şâkir Efendi de, yeni üye olarak cemiyetin çalışmalarına iştirak etmişlerdir. Mecelle hey’eti muayyen günlerde toplanır, yazılacak mevzûların tertib ve tahrîri görüşülerek, kaleme alınmak üzere içlerinden birine havale olunurdu. Karar yazıldıktan sonra da tekrar kısım kısım maddeler üzerinde bir daha görüşülür, sonra kabul olunan şekilde tesbit olunur ve her madde yazılış bakımından, reis Cevdet Paşa’nın tashîhinden geçerdi. Her kitap hazırlandıkça eshâb-ı mucibe (gerekçe) mazbatasıyla (tutanağıyla) meclis-i vükelâya (vekiller meclisi) takdîm olunur, meclis-i vükelâ da iyice müzâkereden sonra bâzı mühim maddelerin esbâb-ı mûcibesi gösterilerek arz tezkeresiyle (yazısıyla) hilâfet makamına takdîm edilirdi. “Mucibince (gereğince) amel oluna” irâdesi çıktıktan sonra mâbeyn-i hümâyûn (saray) baş kâtipliğinden çıkan irâde, sadrâzamlık makamına tebliğ edilirdi. Mecelle’nin kitapları muhtelif târihlerde, ayrı ayrı neşredilerek yürürlüğe konmuştur. Mukaddime ile bey ve şirâ (alış-veriş) mevzuunu ihtiva eden ilk kitabı 1870’de, on altıncı ve sonuncusu olan kaza kitabı da 1877’de neşredilmiştir. On altı kitabın isimleri ve içerisindeki madde mikdârı şöyledir: 1- Kitâb-ul-büyû’ (alış-verişle ilgili hükümler): Bir mukaddime ile yedi bâbdan teşekkül eder. 2- Kitâb-ul-İcâre (Kira ile ilgili hükümler): Bu mukaddime, sekiz babı ihtiva eder. Altı yüz onbirinci maddeye kadardır. 3- Kitâb-ul-Kefâle (Kefalet ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ile üç bâbdan meydana gelir. Altı yüz yetmiş ikinci maddeye kadardır. 4- Kitâb-ul-Havale (Havale ile ilgili hükümler): Bir mukaddime, iki bâbtır. Yedi yüzüncü maddeye kadardır. 5- Kitâb-ür-Rehn ve Kitâb-ül-Vedîa (Rehin ve vedîa ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ile dört bâbtır. Yedi yüz altmışbirinci maddeye kadardır. 6- Kitâb-ül-Emânât (Emânet ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ile üç bâbtır. Sekiz yüz otuzikinci maddeye kadardır. 7- Kitâb-ül-Hîbe (Bağışlama ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ile iki bâbtır. Sekizyüz seksen ikinci maddeye kadardır. 8- Kitâb-ül-Gasb vel-İtlâf (Başkasının malına el koyma ve ziyân etme ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ile iki bâb’a taksim olunmuştur. Dokuz yüz kırkıncı maddeye kadardır. 9- Kitâb-ul-Hacr vel-ikrâh veş-Şufa (Tasarrufdan men, icrah ve şuf’a ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ile üç babı ihtiva eder. Bin kırk dördüncü maddeye kadardır. 10- Kitâb-üş-Şirket (Ortaklıklarla ilgili hükümler): Bir mukaddime ile sekiz bâbtır. Bindört yüz kırk sekizinci maddeye kadardır, 11- Kitâb-ül-Vekâle (Vekâletle ilgili hükümler): Bin beş yüz otuzuncu maddeye kadardır. 12- Kitâb-üs-Sulh vel-İbrâ (Sulh ve ibra ile ilgili hükümler): Bin beş yüz yetmiş birinci maddeye kadardır. 13- Kitâb-ül-İkrâr (İkrarla ilgili hükümler): Diğer kitaplarda mevcûd olan mukaddime kısmıbu kitapta yoktur. Dört bâb üzerine tedvîn edilmiştir. Bin altı yüzon ikinci maddeye kadardır. 14- Kitâb-üd-Da’vâ (Dâva açma ve dâvaların görülmesi ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ve iki bâbtır. Bin altı yüz yetmişbeşinci maddeye kadardır. 15- Kitâb-ul-Beyyinât vet-Tahlîf (Deliller ve yeminle ilgili hükümler): Bir mukaddime ile dört bâbtır. Bin yedi yüz seksen üçüncü maddeye kadardır. 16- Kitâb-ül-Kazâ (Hüküm verme ile ilgili hükümler): Bir mukaddime ile dört babı ihtiva eder. Bin sekiz yüz elli birinci maddeye kadardır. Görüldüğü gibi Mecelle’de mevzular, kitab başlığı altında toplanmıştır. Her kitab ile alâkalı ıstılahlar (terimler) o kitabın mukaddimesi (girişi) olarak verilmiş, sonra bu kitaplar, mevzuları içerisindeki farklılıklara göre bâblara, bâblar da fasıl denen kısımlara ayrılmıştır. Bir kitabda yeri geldikçe yakın alâka ve irtibatından dolayı başka kitabın mevzûundan bahsedilmiştir. Bu, tertip bakımından bir kusur değildir. Nitekim fıkıh kitaplarında ve bugünkü kânûnî mevzûâtda da durum böyledir. Kitaplardaki hükümler maddeler hâlinde sıralanmış, bâzı maddeler, fetva kitaplarından misâl olarak alınan mes’elelerle îzâh edilmiştir. Mecelle’de kazuistik (mes’eleci) bir metod tâkib edilmiştir. Bu sebeble mes’eleler ayrı ayrı ve teferruatlı bir şekilde tanzim edilmiş, her mes’eleye göre ayrı ayrı kaideler ihtiva eden kânunlar hazırlanmıştır. Mecelle’nin bu metodla hazırlanmasında kaynaklık eden fıkıh kitaplarının da aynı tarzda hazırlanışı yanında, kaidelerin mes’elelere tatbik edilmiş olarak ortaya konması ve tatbîk edici mevkiindeki hâkimlere kolaylık olması gayesinin güdülmesi de rol oynamıştır. Bütün bunların yanında Mecelle’ye muhteva olarak bakıldığında ekseriyetinin borçlar hukuku ile az bir kısmın eşya ve kaza (yargılama) hukukuna âid olduğu görülür. Mecelle cemiyeti tarafından hazırlanan mazbatada (tutanakda) da ifâde edildiği gibi, Mecelle’nin hazırlanmasında birinci derecede maksad; gelişen ticarî muamelelerle, ortaya çıkan problemleri hâlletmek, şer’î mahkemelerden çok, Nizamiye mahkemelerindeki hâkimlerin işlerini kolaylaştırmak, mümkün olduğu kadar İslâm hukukuna uymalarını te’min etmek olduğundan; fıkıh ilminin sâdece muamelât kısmı (kısmen borçlar, aynî haklar, şahsın hukuku ve usûl) tedvin edilerek (derlenip, toparlanarak) modern mânâda medenî hukuk tâbirinin ihtiva ettiği, aile, mîrâs ve diğer mevzuat ile ilgili mes’eleler, İslâm hukukuna göre dâvalara bakan şer’î mahkemelerde görüldüğünden bu mevzuların Mecelle’ye dâhil edilmesine lüzum görülmedi. Fakat sonraki târihlerde bu mevzuat üzerinde de çalışma yapıldı. Mecelle cemiyeti, on altıncı kitabdan sonra, Mecelle’nin ikmâli ve lüzumlu değişiklikler ve izâhların konması mânâsında tâdiller yapmıştır. Bu suretle Mecelle cemiyeti, Mecelle ile ilgili çalışmasını 1888’e kadar devam ettirmiştir. Mecelle cemiyeti bundan sonra hukuk mahkemesi usûlüne dâir 157 maddelik bir kânun lâyihası hazırladı ve Şûrâ-yı devlete takdîm etti. Fakat Şûrâ-yı devlet, müzâkere sırasında, Fransa ceza muhakeme usûlünü esas alarak değişiklikler yaptığı için, Mecelle cemiyeti bunu kabul etmedi. Harb sebebiyle Meclis-i meb’ûsân da çalışamadığından bu lâyiha kânunlaşamadı. Bu sırada Mecelle cemiyetinin çalışmaları yavaşladı. Nitekim İkinci Abdülhamîd, Ahmed Cevdet Paşa’dan ne ile meşgul olduklarını sorduğunda, cemiyetin önceki çalışmalarından bahsettikten sonra, hâlen haftada bir toplandıklarını arz edince, Sultan, cemiyetin ihtiyâç hâsıl olduğunda tekrar toplanabileceğini ifâde ile kapattı (1889). Daha sonra, Mecelle aile kânununa yer vermediği için, duyulan ihtiyâç üzerine 1917’de yine İslâm hukukuna göre 157 maddelik bir Hukûk-ı Aile Kararnamesi çıkarılmışsa da, 1919’da yürürlükten kaldırılmıştır. 1921’de yine, Mecelle’ye, lüzumlu görülen ilâve tadilât yapmak üzere bir Mecelle ta’dîl komisyonu kuruldu. Komisyonun ilâve ettiği maddeler arasında; “îcâb ve kabul, telefon ve telgrafla dahî olur” gibi yeni maddeleri vardır. Bundan sonra 1923’de Ahkâm-ı şahsiyye ve aynı yılda kurulan Usûl-i muhâkemât, ikmâl ve Kânûn-ı medenî, Ukûd ve Vâcibât komisyonları Mecelle üzerindeki çalışmalarını devam ettirdi. 1926’da bâzı değişikliklerle tamamen tercüme ettirilen İsviçre medenî kânunu ile bu kânun içinde yer alan borçlar hukuku kabul edilip, yürürlüğe girdi. Böylece 57 seneden beri tatbik edilen Mecelle, tatbikat kânununun; “Kânûn-ı medeniyye borçlar kânununa muhalif olan ahkâm ile Mecelle mülgadır” diyen 43. maddesiyle mer’iyyetten kaldırılmış oldu. Bununla yalnız Mecelle değil, İslâm hukukunun kaldırıldığı îlân edilmiş oldu. Mecelle ilk kitabının mer’iyyete giriş senesi olan 1869 (H. 1286)’dan itibaren o târihte Osmanlıya bağlı Mısır, Hicaz, Suriye, Ürdün, Lübnan, Kıbrıs ve Filistin’de tatbik olunmaya başladı. Hattâ Bulgaristan emareti teşekkül ederken Mecelle’yi kendi lisanlarına tercüme ederek kânunlarına esas kabul etmişlerdir. Ürdün’de 64 sayılı Muhâkemât-ı hukûkiyye kânunu ve 1928’de yapılan bâzı tadilâta rağmen Mecelle hükümleri mer’iyyette kalmıştır. Pek çok tadilâta rağmen, Irak’da Mecelle’nin izlerine rastlanır. Bilhassa İsrail, Mecelle’nin tatbîkâtına Osmanlı hâkimiyetinde iken başlamış, 1922 senesine kadar devam etmiştir. Daha sonra İngilizler burayı işgal etmişler, fakat Mecelle’yi yürürlükteki kendi hukukî mevzuatları ile karışık olarak tatbike devam etmişlerdir. Hattâ İsrail müstakil idareye kavuştuktan sonra da Mecelle’yi yürürlükten kaldırmamıştır. Bugün Mecelle’nin te’siri müslüman devletlerden daha çok, İsrail’de görülür. İsrail Devleti tarafından hazırlanan kitabın giriş kısmında bugünkü İsrail hukukçularının Osmanlı hukuk sistemini bilhassa Mecelle’yi iyi bilmeleri îcâbettiği ve bunların bir çok dâva ve mes’elelerde müracaat olunacak hükümler taşıdığı ifâde edilmektedir. Yine 1965’de hazırlanan İsrail ceza kânununda da Mecelle hükümleri kendisini hissettirmektedir. Ayrıca İsrail aynî haklar kânununun pek çok hükümlerinin de Mecelle ahkâmını ihtiva ettiği bilinmektedir. Lübnan 1932, Mısır ve Suriye 1949, Irak ise 1953 yılında Mecelle’yi sâdece mer’iyyetten kaldırmalarına rağmen, yeniden tedvîn ettikleri mevzuatta, Mecellenin izlerini tamamen silememişlerdir. Hattâ 1951’de Ürdün’de aile hukuku ve 1953 senesinde Suriye’de şahsî hukuk, Osmanlı aile hukukunun yerini alıncaya kadar yalnız Mecelle değil, diğer bir kısım Osmanlı hukuku mevzuatı da mer’iyyette (yürürlükte) idi. Mecelle’ye muhtasar (kısa, öz) ve mufassal (geniş) çeşitli dillerde şerhler yazılmıştır. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1- Dürer-ül-Hukkâm Şerhu Mecellet-ü-Ahkâm: Bu şerh, Temyiz mahkemesi reîsi, fetva emini, İstanbul Hukuk Fakültesi Mecelle hocası ve adlîye vekîli Ali Haydar Efendi tarafından yazılmıştır. Mecelle şerhleri içinde en meşhuru ve en genişidir. Dört cild olan eser, Arapça’ya da tercüme edilmiştir. 2- Rûhu Mecelle: Musul vâlisi Hacı Reşîd Paşa’nın sekiz cild olarak tâb olunmuş kıymetli bir şerhidir. 3- Mir’ât-ı Mecelle: Kayseri müftîsi ve fıkıh âlimi Mes’ûd Efendi tarafından Arapça olarak yazılmıştır. Mecelle’nin kaynakları hakkında yazılmış kitapların en genişidir. 4- Şerh-ul-Mecelle: Lübnanlı Salim İbn Rüstem Baz tarafından Arapça olarak te’lif edilmiştir. 5- Mecelle-i Ahkâm-ı Adlîye şerhi: H. M. Ziyâeddîn Türkzâde tarafından yazılmış geniş bir şerhtir. 6- Evkâf-ı Hümâyûn İdare Meclisi reisi Kuyucaklızâde Mehmed Atıf Bey tarafından başlanılan Mecelle Şerhi, şarihin vefâtı üzerine tamamlanamamış ve Kitâb-üş-Şirket’te kalmıştır. Eksik olmasına rağmen Mecelle şerhleri içinde meşhurdur. 7- Tatbîkât-ı Mecelle: Mansûrizâde Mehmed Sa’îd Bey tarafından te’lif edilmiştir. 8- G. Sinapran’ın Fransızca olarak kaleme aldığı Code Civil Ottoman isimli eseri de Mecelle şerhlerindendir. Bunları okuyan garb bilginleri, İslâm hukukuna ve İslâm dînindeki sosyal bilgilerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadırlar. Ayrıca Mecelle’nin İngilizce tercümesi de vardır. MECELLE’NİN ÜSTÜNLÜĞÜ Mecelle bir şaheser olup, Avrupalı hukukçular da takdirlerini ifâde etmişlerdir. Ahmed Cevdet Paşa bu hususda şöyle der: “Avrupa kıt’asında en evvel tedvin olunan kanunnâme, Roma kânûnnâmesidir ki, Kostantiniyye (İstanbul) şehrinde bir cemiyet tarafından tertib ve tedvin olunmuştu. Avrupa kanunnâmelerinin esâsıdır. Fakat Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye’ye benzemez. Aralarında pek çok fark vardır. Çünkü o, beş-altı kânun bilen kişi tarafından yapılmıştı. Bu ise, İslâm hukukunu bilen, fıkıh âlimi olan zâtların marifetiyle, Allahü teâlânın koymuş olduğu yüce İslâm dîninden alınmıştır. Avrupa hukukçularından olan ve bu defa Mecelle’yi mütalaa ve Roma kanunlarıyla mukayese eden ve her ikisine de sâdece birer insan eseri nazarıyla bakan bir zât dedi ki: “Dünyâda, ilmî bir cemiyet vasıtasıyla iki defa kânun yapıldı. İkisi de İstanbul’da oldu. İkincisi tertibi, düzeni ve içindeki mes’elelerin hüsn-i temsil ve irtibatı dolayısı ile evvelkinden çok üstün ve müreccâhtır (tercih olunur). Aralarındaki fark da insanın o asırdan bu asra kadar medeniyet âleminde kaç adım atmış olduğuna bir ölçüdür.” 1) Dürer-ül-hükkâm (Ali Haydar Efendi) 2) Medenî Hukuk Cephesinde Ahmed Cevdet Paşa (Ebü’l-Ûlâ Mardin) 3) Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı (Fâtıma Aliyye) 4) Mecelle (A. Himmet Berki) 5) Osmanlı Hukuk Târihinde Mecelle (O. Öztürk), 6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ehediyye 7) Rehber Ansiklopedisi. 8) An Introduction to Islamic Law; sh. 93 MECLİS-İ UMÛMÎ Osmanlı Devleti’nde birinci Meşrutiyet’in ilânından sonra kurulan Meclis-i âyân ile Meclis-i meb’ûsân’ın birleşmesiyle meydana gelen meclis, parlamento. Birinci Meşrûtiyet’in ilânından sonra, daha önce hazırlanıp îlân edilen geçici bir talimata (Tâlimât-ı muvakkateye) göre ilk meb’ûs seçimleri 1877 yılının başında yapıldı. Bu talimata göre seçilen 69’u müslüman 46’sı gayr-i müslim 115 meb’ûs ile kırk üye yerine yirmi altısı tâyin edilen Âyân meclisinden meydana gelen ilk Meclis-i umûmî, 20 Mart 1877’de Dolmabahçe Sarayı’nın Dîvân-ı hümâyûn salonunda mâbeyn başkâtibi Mehmed Sa’îd Bey’in (Paşa) Pâdişâh’ın nutkunu okuduğu ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın da hazır bulunduğu törenle açıldı. Dîvân yeri denilen yerde, Topkapı Sarayı’ndan gelen taht kuruldu. Tahtın sağında bakanlar, meb’ûslar ve âyân meclisi üyeleri, Osmanlı birleşik milletleri rûhânî reisleri (Patrik ve hahambaşı), devlet şûrası ve Adliye erkânı yer aldı. Tahtın sol tarafında şeyhülislâm, kazaskerler ve diğer ilmiye erkânı, gerilerinde de ferikler yer almışlardı. Bunların hizasında, önlerinde İran elçisi bulunduğu hâlde, İstanbul’daki yabancı devlet elçileri ve maiyyetleri yer aldı. Teşrifat nâzırı Kâmil Bey’in idare ettiği açılış merasimine, az bir müddet kala, sultan İkinci Abdülhamîd Han, sol tarafında velîahd Reşâd Efendi ve şehzâde Kemâleddîn Efendi olduğu hâlde, salondaki yerini aldı. Hazırlamış olduğu açılış konuşması metnini başkâtip Sa’îd Paşa’ya verdi. O da öpüp başına koyduktan sonra bu metni okudu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu metinde, birinci defa toplanan Meclis-i umûmîyi açmaktan duyduğu memnuniyeti belirttikten sonra, devletin idaresinde aslolanın adalet olduğunu, Osmanlı tebeasının din ve mezhep hürlüğünü altı yüz yıldan beri bu sayede muhafaza ettiğini ifâde ediyordu. Açılış töreninden sonra, âyân ve meb’ûsân meclisleri Ayasofya civarındaki eski Darülfünûn binasında, kendilerine ayrılan yerlerde çalışmaya başladılar. “Pâdişâhıma, vatanıma ve Kânûn-i esâsî hükümlerine, bana verilmiş olan vazifeye saygı gösterip, aksine hareket etmekten, sakınacağıma yemîn ederim” şeklinde üyelerinin Kur’ân-ı kerîm üzerine yemîn ettiği Meclis-i meb’ûsâna ilk başkan olarak Ahmed Vefik Paşa tâyin edildi. Bu meclisde müslümanlardan başka azınlıklara mensûb ve gayr-i müslim olan çok sayıda üye mevcûddu. Müslüman olduğu hâlde, seçildiği bölgenin devlet aleyhine olan isteklerini savunanlar da vardı. Daha ilk toplantılardan itibaren meb’ûslar arasında memleket ve devlet işleriyle ilgili önemli görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Meb’ûsân meclisi 28 Haziran 1877’de çalışmalarını tamamlayarak dağıldı. Umûmî meclisin ikinci devre çalışması 13 Aralık 1877’de başladı ve 16 Şubat 1878’e kadar sürdü. Meclisin ikinci devre çalışması sırasında Doksanüç harbi diye bilinen Osmanlı-Rus harbi patlak verdi. Ruslar, Tuna’yı aldılar ve Plevne’yi Gâzi Osman Paşa’nın şanlı müdâfaasına rağmen ele geçirdiler. Balkanlarda, Şıpka önlerine gelerek Sofya üzerine yürümeye hazırlandılar. Doğuda da Erzurum’u kuşattılar. Karadağlılar ise, çıkardıkları karışıklıklarla Bosna ve Hersek havalisini kana boğdular. Meclis-i umûmî yaptığı tartışmalı ve gürültülü toplantılarda, memleket faydasına olan kararlar almak şöyle dursun, memleketin durumunu daha çok tehlikeye sokacak tartışmalara girdi. İkinci devre çalışmaları daha hareketli ve çekişmeli geçmeye başladı. Memleket ve millet faydasına çıkacak kânun çalışmalarını ve harb ile ilgili olarak alınacak tedbirleri bir tarafa bırakan Meb’ûsân meclisi, hükûmet çalışmalarını tenkid etmekle ve seçildikleri bölgelerin bölücü isteklerini savunmakla meşgul oldular. Böylece asırlardır birlik ve beraberlik içinde yaşayan Osmanlı tebeasının birbirine düşmesine ve Osmanlı ülkesinin parçalanmasına hizmet ettiler. Azınlıkta kalan, vatanın bütünlüğü ve milletin birliğini savunan meb’ûsların sözleri de te’sirsiz hâle geldi. Bu şartlar karşısında sultan İkinci Abdülhamîd Han Kânûn-i esâsî’nin 43. maddesine dayanarak, 14 Şubat 1878’de Umûmî meclisin kapatılmasını emretti. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın Meclis-i meb’ûsânı kapatma karârı, meclisin 14 Şubat 1878 tarihli toplantısında okundu. Meb’ûslar dağıldılar. Böylelikle Birinci Meşrûtiyet dönemini bitirmiş oldu. Asırlardır Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına çalışan Rusya ve hıristiyan Avrupa devletlerinin tahrikleri ve Avrupa’ya devlet parasıyla tahsile gönderilip, yabancı fikirlerin te’sirinde kalarak Pâdişâh’a, Osmanlı Devleti’ne ve Bâb-ı âlî hükümetlerine karşı çıkan, sözde aydınlardan meydana gelen İttihâd ve Terakkî komitesi, halkı, Pâdişâh ve hükümet aleyhine kışkırttı. Ordudaki subayların grublara ayrılması sebebiyle memlekette otorite boşluğu meydana geldi. İleri görüşlü bir devlet adamı olan sultan İkinci Abdülhamîd Han, vuku bulacak tehlikeleri önlemek maksadıyla 30 sene, beş ay, dokuz gün sonra 23 Temmuz 1908’de, ikinci Meşrûtiyeti ilân etti. Kânûn-i esâsî hükümlerine göre Kasım ayı başında meb’ûs (milletvekili) seçimlerinin yapılacağını, ilgili makamlara ve vilâyetlere tebliğ etti. 1908 yılının Kasım ve Aralık aylarında yapılan meb’ûs seçimlerine İttihâd ve Terakkî fırkasıyla, Ahrâr fırkası katıldı. Ordu içindeki subaylardan destek alan İttihâd ve Terakkî fırkası, rakîbinin seçimlerde ekseriyeti kazanmaması için her türlü tedbîre baş vurdu. Hattâ etkisi altında bulundurduğu hükümet ve idare mekanizmalarından faydalanmak suretiyle, şiddet ve baskıya başvurmaktan da çekinmedi. Bu teşebbüslerinde de muvaffak olarak, İttihâd ve Terakkî fırkasının çoğunluğuna dayanan bir meb’ûslar meclisi teşekkül etti. Kânûn-i esâsî gereğince Pâdişâh tarafından seçilen Âyân meclisi ile Meb’ûslar meclisinden meydana gelen Meclis-i umûmî 4 Aralık 1908’de açıldı. Meb’ûsân meclisinde çoğunluğa sâhib olan, İttihâd ve Terakkî ile hükümetin arası kısa bir müddet içinde açıldı. 31 Mart vak’asından sonra sultan İkinci Abdülhamîd Han tahttan indirilerek Selânik’e gönderildi. Yerine de beşinci Mehmed Reşâd getirildi. Ekseriyeti İttihâd ve Terakkî tarafdârı, gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlardan meydana gelen Meclis-i meb’ûsân, Mayıs 1909’da Kânûn-i esâsî üzerinde değişiklikler yaptı. Meclis-i âyân ve Pâdişâh tarafından da tasdik edilen değişikliklerin, Meclis-i meb’ûsânda görüşülmesi esnasında çok sert tartışmalar oldu. Bu değişikliklerle Pâdişâh’ın ve Âyân meclisinin yetkisi daraltılıyor, Meclis-i meb’ûsânın yetkileri fazlalaştırılıyordu. 1911 yılının Kasım ayında İstanbul’da yapılan ara seçimi, İttihâd ve Terakkî fırkası kaybetti. Bu seçimi kazanan Hürriyet ve îtilâf fırkası, mecliste, hükûmetin Trablusgarb’ı savunmadaki başarısızlığı ile ilgili bir genel soruşturma istedi. Bâzı İttihâdçı meb’ûslar da muhalefete katıldı. Meclisin kontrollerinden çıkmak üzere olduğunu gören İttihâd ve Terakkî fırkası ile gelenleri, sadrâzam Saîd Paşa’dan meclisi fesh etmesini istediler. Bunu yapmak için Kânûn-i esâsî’nin 7 ve 35. maddelerini değiştirerek; pâdişâha, meclisle kabîne arasında bir tartışma olmadan da meclisi fesh hakkı yeniden verilmek istendi. Hürriyet ve îtilâf fırkası, pâdişâhın yetkisini güçlendirmek için bu tedbîrin alınmasını daha önce kendisi istediğinden karşı çıkmadı. Buna rağmen değişiklik teklifi mecliste reddedildi. Böylece meclisle kabîne arasında görüş ayrılığı çıktı. Bu durum değiştirilmek istenen 35. madde ile çözüldü ve pâdişâh 18 Ocak 1912’de Meclis-i meb’ûsânı fesh etti. Sopalı seçim olarak anılan yeni bir umûmî seçim yapılarak yeni Meclis-i meb’ûsân 18 Nisan 1912’de toplandı. Mayıs ayı içinde Kânûn-i esâsî’de yapılması istenen değişiklik tasarıları tekrar meclise getirildi. Bu tasanlar Meclis-i meb’ûsân dan geçtiyse de, Âyân meclisinin ve Pâdişâh’ın tasdikinden bâzı siyâsî olaylar sebebiyle geçmedi. Memleket ve millet faydasına kânunlar çıkarmaktan uzak olan Meclis-i meb’ûsân, kısır tartışmaların uzaması ve netîce alınamaması üzerine, sadrâzam Gâzi Ahmed Muhtar Paşa tarafından 5 Ağustos 1912’de fesh ettirildi. Yeniden umûmî meb’ûs seçimlerinin yapılması kararlaştırıldı. Fakat bu sırada Balkan harbi patlak verdi. Bunun üzerine, genel seçimler tehir olunarak memlekette örfî idare (sıkıyönetim) îlân edildi. Balkan harbi sırasında, Hürriyet ve İtilâf ağırlıklı Kâmil Paşa hükümeti kuruldu. 23 Ocak 1913’de meydana gelen kanlı Bâb-ı âlî baskınından sonra iktidara gelen İttihâd ve Terakkî, 1914 seçimlerine tek parti olarak girdi. Dolayısıyla İttihâd ve Terakkî fırkası, Meclis-i meb’ûsânda tek parti olarak faaliyet gösterdi. Birinci Dünyâ savaşı boyunca faaliyetini sürdüren Meclis-i meb’ûsân, savaşın mağlûbiyetle bitmesinden sonra imzalanan Mondros mütarekesiyle birlikte 21 Aralık 1918’de sultan Vahideddîn Han tarafından yeniden seçim yapılmak üzere fesh edildi. Yapılan seçimden sonra ilk toplantısını 12 Ocak 1920’de yapan son Meclis-i meb’ûsânın açılışına, sadrâzam Ali Rızâ Paşa katıldı. Bu toplantıya ancak 27 meb’ûs geldi. Ömrü kısa olan bu meclis, 16 Mart 1920 günü İstanbul’un İtilâf devletleri tarafından işgal edilmesi üzerine 11 Nisan 1920 târihinde Pâdişâh’ın irâde-i seniyyesi ile yeniden seçilmek üzere fesh edildi. Böylece Birinci Meşrûtiyetin ilânından îtibâren altı defa teşekkül etmiş olan Meclis-i meb’ûsân, târihe karışmış oldu. 1876 Kânûn-i esasisinde Meclis-i umûmî olarak bildirilen meclis, âyân ve meb’ûsân olmak üzere iki ayrı hey’etten meydana geliyordu. 1- Âyân Meclisi: Hey’et-i âyân adı da verilen bu meclisin üyeleri, pâdişâh tarafından seçiliyordu. Bu hey’etin üye sayısı Meclis-i meb’ûsân’ın üçte birinden fazla olamaz ve Meclis-i meb’ûsânın hazırladığı bütçe ve tasarılarını görüşerek karâra bağlar, lüzumu hâlinde tekrar görüşülmek üzere geriye gönderirdi. Kabul ettiği kânun tasarılarını, tasdik ederek, icra (uygulama) için sadrâzama gönderirdi. Âyân meclisi üyeleri ömür boyu olmak şartıyla seçilirdi. Bu meclise üye olabilmek için; geçmişi ve görevi bakımından herkesin güvenini kazanmış, devlet hayâtında değerli hizmet ve eserler vermiş ve kırk yaşını doldurmuş olmak gerekliydi. Âyân meclisi üyeliğine; vekillik, vâlilik, mareşallik, kazaskerlik, elçilik, patriklik, hahambaşılık vazifelerinde bulunmuş olan kimselerle, kara ve deniz ferikleri (korgeneral ve orgeneral) ve gerekli sıfatlara sâhib kişiler seçiliyordu. Üyelerin aylık maaşı, on bin kuruş idi. Âyân meclisi, Meb’ûsân meclisi toplanmadıkça toplanamazdı. Fevkalâde hâllerde, pâdişâhın isteği veya meb’ûsların salt çoğunluğunun yazılı isteği ile vaktinden önce toplanabilirdi. Birinci Meşrûtiyetin îlânından sonra ilk olarak teşkil olunan Meclis-i umûmîde 40 kadar Âyân meclisi üyesinden ancak 26’sı tâyin edildi. Bunların 21’i müslüman, diğerleri ise başka dinlerden olan kimselerdi. İlk Âyân meclisi başkanlığına Server Paşa getirilmişti. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın, Birinci Meşrûtiyet Meclis-i meb’ûsânını fesh etmesinden sonra, Âyân meclisi üyeleri hiç bir vazifeye tâyin edilmeyip normal maaşlarını aldılar. 1908’de İkinci Meşrûtiyet’in ilân edilmesi sırasında Âyân meclisi üyelerinden üç kişi hayâtta kalmıştı. Bu üyeler İkinci Meşrûtiyet’ten sonraki Âyân meclisinde de yer aldılar. Kadrosu zaman zaman değişen Âyân meclisinin vazifesi, mütâreke devrinden İstanbul’un îtilâf devletleri tarafından işgal edilmesine kadar devam etti. İşgal üzerine Meb’ûsân meclisi dağıldı ve vazife yapamaz duruma düştü. Âyân meclisi, 4 Kasım 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulunca tamamen hükümsüz hâle geldi. 2- Meb’ûsan Meclîsi: Meclis-i umûmînin ikinci kısmını teşkil eden, Hey’et-i meb’ûsân adı da verilen bu meclisin üyeleri halk tarafından seçilirdi. Meb’ûsan meclisinin üye sayısı her 50.000 Osmanlı vatandaşına bir temsilci düşecek şekilde tesbit ediliyordu. Seçim gizli oyla yapılmaktaydı. Osmanlı vatandaşı olmayan, özel bir durum gereğince geçici olarak yabancıların hizmetinde bulunan, Türkçe bilmeyen, 30 yaşını tamamlamamış, iflâs ile mahkûm olup da itibârı henüz iade edilmemiş olan, kötü hâli ile şöhret bulan, daha önce hacir altına alınmasına hükmedilmiş olup da hâlen hacir altında bulunan, medenî haklardan mahrum olan ve başka devletin vatandaşı olduğunu iddia eden kimseler, bu meclise üye seçilemezdi. Ayrıca yapılacak seçimlerde meb’ûs seçilebilmek için, Türkçe okumak ve mümkün olduğu ölçüde yazmak şartı aranıyordu. Meb’ûs seçimi her dört senede bir yapılır; seçilen tekrar seçimlere katılabilirdi. Hey’et-i meb’ûsân üyeleri sâdece kendini seçen bölgenin vekili olmayıp, bütün Osmanlıların vekîli hükmündeydi. Hey’et-i meb’ûsânın başkanlığına hey’et tarafından çoğunlukla üç; ikinci ve üçüncü başkanlıklara üçer kişi olmak üzere dokuz kişi seçilerek pâdişâha sunulur, bunlardan biri başkanlığa ikisi de başkan vekilliklerine, pâdişâhın iradesiyle, tercih ve tâyin olunurlardı. Meb’ûslar meclisinin görüşmeleri alenî olup, bâzı hâllerde görüşmelerin gizli yapılmasına karar verilebilirdi. Meb’ûs genel seçimine Hey’et-i meb’ûsânın toplantı târihinin başlangıcı olan Kasım ayından asgarî dört ay önce başlanacaktı. Seçmenler, meb’ûsları mensûb oldukları vilâyet ahâlisi içinden seçmek zorundaydı. Üyeliklerde herhangi bir sebeble (ölüm, meclise devamsızlık, istifa ve mahkûmiyet veya bir me’mûriyete tâyin edilmek gibi) boşalma durumunda, gelecek toplantıya katılabilmesi için, boşalan üyeliğe bir başkası usûlüne uygun olarak tâyin olunurdu. Boşalmış olan üyeliğe seçilecek üyenin görev müddeti bir sonraki genel seçime kadar sürerdi. Meb’ûslara toplantı için her yıl hazîneden 20.000 kuruş, aylık olarak da 5.000 kuruş maaş ödenirdi. Ayrıca maaşa, ek olarak seyahatler için harcırah da verilmekteydi. Bir kişi hem Âyân hem de Meb’ûsân meclisine aynı anda üye olamazdı. Meclis-i umûmînin çalışma esasları: Kânûn-i esâsî hükümlerine göre; Meclis-i umûmîyi meydana getiren Âyân ve Meb’ûsân meclisleri her yıl Kasım ayı başında pâdişâhın irâdei seniyyesi ile toplanır ve Mart ayı başında yine pâdişâhın irâde-i seniyyesi ile çalışmalarını tamamlardı. Meclis-i umûmînin açılışında bizzat pâdişâh veya pâdişâhı temsîlen sadrâzam, Vekiller hey’eti ile Hey’et-i âyân ve Hey’et-i meb’ûsânın bütün üyeleri hazır bulunurdu. Resmî açılış töreni yapılır, gelecek yıl için devletin iç durumu, dış münâsebetleri ve bu hususlarda alınması gereken tedbirlerle ilgili pâdişâhın nutku okunurdu. Hey’et-i meb’ûsânın toplantı müddeti boyunca üyelerinden hiç biri, hey’et tarafından suçlanmasına yeterli delil bulunduğuna dâir çoğunlukla karar verilmedikçe, tutuklanamaz ve mahkemeye verilemezdi. Meclis-i umûmî üyeleri görüş, oy ve beyânlarında tamamen serbest olup, hiç bir üye, gerek meclis görüşmeleri sırasında ileri sürdükleri görüşlerden, gerekse kullandıkları oylardan dolayı tamamen hür olup hiç bir şekilde itham edilemezlerdi. Yalnız bir üye, meclisin iç nizâmnâmesine aykırı hareket ederse, o takdirde söz konusu nizâmnâmenin hükümlerine göre hakkında muamele yapılırdı. Meclis-i umûmî üyelerinden birinin ihanet ve Kânûn-i esâsîyi ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlarından biri ile suçlu olduğuna, mensubu olduğu hey’etin (meclis) üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile karar verilirse, mahkûm olan bir üyenin üyelik sıfatı düşerdi. Meclis-i umûmînin her iki hey’eti de üye tam sayılarının yarısından bir fazlası olmaksızın görüşmelere başlayamazdı. Üçte iki çoğunluk şartı aranmadığı her konuda, o sırada hey’ette hazır bulunan üye sayısının çoğunluğu ile karar verilir, oyların eşit olması hâlinde, hey’et başkanının oyu iki oy sayıldığından, başkanın oyunun bulunduğu taraf oylamayı kazanmış olurdu. Her hey’etin iç düzeni o hey’etin başkanı tarafından sağlanırdı. Meclis-i Umûmînin yetkileri: Memleket ve millet faydasına olan kânunları çıkarmakla vazifeli olan meclis-i umûmîyi toplantıya çağırmaya ve tatil etmeye, gerektiği zaman Hey’et-i mebûsânı fesh etmeye pâdişâh yetkiliydi. Vekiller hey’eti (Bakanlar kurulu) Meclis-i umûmîden güven oyu istemediği gibi, yalnızca pâdişâha karşı sorumlu olup, meclis-i umûmîye karşı bir mes’ûliyeti yoktu. Ancak Hey’et-i meb’ûsânın vazife sahasına giren bir konudan dolayı, vekiller hey’etinden bir üyenin mes’ûliyet sahasıyla ilgili bir şikâyette bulunduğu takdirde, şikâyet konusu önce Hey’et-i meb’ûsân başkanlığına verilirdi. Başkan tarafından en geç üç gün içinde ilgili şubeye gönderilir, söz konusu şube tarafından gereken soruşturma yapılır, şikâyet edilen vekilin savunması alınırdı. Şikâyet konusunun görüşülmeye değer olduğuna çoğunlukça karar verildiği takdirde, düzenlenen kararname Hey’et-i meb’ûsânda okunur, gerekli görülürse şikâyet edilen vekil, Hey’ete davet edilerek konuyla ilgili açıklamaları dinlenirdi. Hey’etin üye tam sayısının üçte ikisi şikâyetin haklılığını kabul ederse, vekilin yargılanmasını taleb eden önerge sadârete sunulur ve ilgili vekil, pâdişâhın irâde-i seniyyesi ile Dîvân-ı âliye sevk edilirdi. Bu husus daha, sonra Kânûn-i esâsîde yapılan değişiklikle değiştirilmiştir. Vekiller hey’eti ile Hey’et-i meb’ûsân arasında uyuşmazlık zuhur edince, uyuşmazlık konusu olan kânunun kabulünde Vekiller hey’eti israr ederse, konu Hey’et-i meb’ûsânda tekrar görüşülürdü. Kânun, Hey’et-i meb’ûsân tarafından çoğunlukla ve ayrıntılı biçimde gerekçesi ile belirtilerek, yeniden reddedilmesi hâlinde, vekiller hey’etinin değiştirilmesi veya zamanında yeniden seçilmek üzere, Hey’et-i meb’ûsânın fesh edilmesi pâdişâhın yetkisindeydi. Meclis-i umûmî toplantıda olmadığı zamanda devleti bir zarardan veya umûmî emniyeti bozucu bir durumdan korumak gerektiği ve bu konuda çıkarılması gereken kânunun görüşülmesi için meclisin toplantıya çağırılmasına da zaman uygun olmadığı takdirde, Kânûn-i esâsîye aykırı olmamak üzere vekiller hey’eti tarafından alınan kararlar, Hey’et- i meb’ûsânın toplanıp da bu konuda alacağı karâra kadar, irâde-i seniyye ile geçici kânun hükmünde ve gücünde sayılırdı. Vekillerden (bakan) her biri istediğinde Hey’et-i meb’ûsân ve Hey’et-i âyânın toplantılarında bulunabilir veya maiyyetinde bulunan yüksek dereceli bir me’muru temsilci olarak gönderebilir. Hey’etlerde konuşma yapabilir, konuşma sırasında hey’et üyelerinin önünde yer alırdı. Herhangi bir konuda vekillerden açıklama istenebilmesi için Hey’et-i meb’ûsânda çoğunlukla karar verilir ve vekil hey’ete davet edilirdi. Vekil ya bizzat kendisi katılır veya maiyyetindeki yüksek dereceli me’murlardan bir temsilci gönderir, o da sorulan sorulara cevap verirdi. Yeni bir kânun veya mevcûd kânunlardan birinin değiştirilmesi için teklif verme yetkisi Vekiller hey’etine aitti. Hey’et-i âyân ile Hey’et-i meb’ûsân ise kendi vazîfe sahalarına giren konularda kânun yapmak ve mevcûd kânunlardan birinin değiştirilmesini teklif etmek için önce sadâret makamı aracılığıyla pâdişâhdan onay alınması, yâni pâdişâhın irâde-i seniyye yayınlaması gerekirdi. Bu takdirde, kânun konusunu ilgilendiren dâirelerden alınacak açıklamalar üzerine, kânun teklifi Şûrâ-yı devlet tarafından hazırlanırdı. Şûrâ-yı devlette görüşülerek hazırlanan kânun teklifi, önce Hey’et-i meb’ûsânda, daha sonra da Hey’et-i âyânda görüşüldükten sonra kabul edildiği takdirde, pâdişâhın tasdikiyle yâni irâde-i seniyyenin yayınlanmasıyla yürürlüğe girerdi. Söz konusu hey’etlerin herhangi birinde kesinlikle reddedilen bir kânun teklifi, o yılın toplantı müddetince bir daha görüşülemezdi. Hey’et-i âyân, Hey’et-i meb’ûsândan kendisine gelen kânun ve bütçe tekliflerini inceler, eğer bunlarda, dîne, pâdişâhın hukukuna, kânûn-i esâsî hükümlerine, devletin toprak bütünlüğüne, memleketin emniyetine, vatanın savunma ve korunmasına, umûmî ahlâka aykırı ve zararlı bir nokta olduğunu görürse, görüşünü de belirterek, teklifleri ya kesinlikle red veya değiştirilmek ve düzeltilmek üzere Hey’et-i meb’ûsâna iade eder, kabul ettiği kânun tasarılarını ise, onaylayarak sadârete sunardı. Meclis-i meb’ûsânın kânun yapmak yetkisinde mevcûd olan bu şartlar 1909’da kaldırılarak, meclis normal kânun teklif etme yetkisine kavuştu. Keza, bakanların pâdişâha karşı değil, meclise karşı sorumlu olması kuralı benimsendi. Ayrıca meclisin pâdişâh tarafından feshi zorlaştırıcı (Bkz. Kânûn-i Esâsî). Bu döneme âid tartışılan en önemli mes’ele Meclis-i meb’ûsânın İkinci Abdülhamîd tarafından tatil edilmiş olmasıdır. Esasen 1878 yılında kabul edilen meşrûtiyet, Osmanlı Devleti gerçeklerine hiç uygun değildi. O dönemde getirilmek istenen meşruti rejim, Avrupa ülkelerinde bile o düzeyde değildi. İngiltere, geniş anavatan dışı topraklarını tam bir sömürge gibi idare ediyordu. Örnek demokrasi olarak gösterilen İngiltere’de durum bu şekilde olduğu gibi, diğer batı devletlerinde de böyleydi. Alman İmparatorluğu gibi homojen bir devlette bile parlamentonun rolü oldukça zayıftı. Meselâ hükümeti düşürme yetkisi bile yoktu. İmparatorluğu devlet başkanı ve şansölye (başbakan) mutlak yetkilerle idare ediyordu. Rusya’da değil azınlıklara, henüz Ruslara bile seçim hakkı tanınmamıştı. İlk Rus parlamentosu ancak İkinci Meşrûtiyetten 3 yıl önce kurulabilmişti. Birinci Meşrûtiyet parlamentosunda gayr-i müslimler ve azınlıklar daha etkili idi. Birinci Meşrûtiyet meclisi zabıtları Çırağan yangınında tamamen yok olduğu için, meclisin o günkü havası tam olarak bilinmemektedir. Fakat Hakkı Târık Us’un hazırladığı zabıtlar okunursa görülür ki, müzâkerelerde, yalnız rum, bulgar, ermeni, yahûdî, romen, makedon, sırp, mârûnî gibi gayr-i müslim milletvekilleri değil; arap, arnavud, çerkeş, abaza, boşnak gibi müslüman fakat Türk olmayan milletvekilleri de garip isteklerde bulunmuşlardır. Bunlardan rum, ermeni ve arnavutlar kendi dillerinin de Türkçe yanında resmî dil olmasını ileri sürerken, bir kısmı daha da ileri giderek, muhtariyet, bağımsızlık istemişlerdir. Hattâ bâzı rum milletvekilleri, Türkiye’nin Girid’i ve Tesalya’yı Yunanistan’a bırakmasını söylemekten çekinmemişlerdir. Nitekim ermeni patriği Narses, Grandük Nikola’yı Yeşilköy’deki umûmî karargâhında ziyaret ederek, Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan Devleti’nin teşekkülü için Rusya’nın yardımını istemiştir. Bunu yapan kişi, bir Türk vatandaşı ve Pâdişâh’ın bir tebeasıdır. En liberal Avrupa devletlerinde böyle bir ihaneti işleyenlerin, idamdan başka bir cezaya çarptırılmadıkları bir zamanda, bu gibi şahıslar Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde ellerini kollarını sallayarak gezmişler, devletin bütünlüğünü parçalamak için çalışmışlardır. Bu manzara karşısında İkinci Abdülhamîd Han’ın birinci Meclis-i meb’ûsânı süresiz tatilini, yapmış olduğu en büyük hizmetlerden biri olarak kabul etmemek büyük hatâ olur. Zamanının en büyük devlet adamı ve politikacısı olan bu Pâdişâh, Meclis-i meb’ûsânı kapatmakla memlekete o gün yapılması gereken büyük ve en mühim hizmeti yapmıştır. Çünkü, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Avrupa’da kızgın ve saldırgan bir emperyalizmin hüküm sürdüğü 1878’de tasfiye edilmekten kurtarmıştır. İmparatorluk o târihte parçalanmış olsaydı, 1922’de İstanbul’u ve İzmir’i değil, ancak Konya ve Sivas’ı savunmak durumunda kalınabilinirdi. Nitekim 30 yıl sonra, 1908’de kurulan İkinci Meşrûtiyet’i İttihâd ve Terakkî fırkası ancak 10 yıl yaşatabilmiştir. O da her türlü baskı, zulüm ve entrika ile geçmiştir. Tecrübesiz ve beceriksiz bir ekip, imparatorluğun da sonunu getirmiştir. İkinci Abdülhamîd’in Meb’ûsân meclisini dağıtması teşebbüsünü Almanya şansölyesi ve devrin sayılı devlet adamlarından prens Bİsmark, müşir Ali Nizamî Paşa’ya; “Bir devlet, millî birliğe sâhib olmadıkça, parlamentosunun faydasından ziyâde zararı olur” diyerek, Osmanlı imparatorluğu’nda meclisin dağılmasını yerinde bulmuştur. 1) Türkiye’de Siyâsî Rejim ve Anayasa Prensipleri (A. Fuâd Başgil) 2) Amme Hukukunun Ana Hatları (Recâi Gâlip Okandan) 3) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-4. sh. 3294 4) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 293 5) Meclis-i Meb’ûsân; 1293-1877 (H.T. Us - İstanbul-1939) 6) Mirat-ı Hakîkât; sh. 202 MEDRESE İslâm medeniyetinde öğretimin yapıldığı müesseseler. Arabça “Derase” kökünden gelen medrese kelimesi; talebenin ders alıp ilim öğrendiği yer mânâsında mekân ismidir. Umûmî olarak sıbyan mekteblerinin (ilk okulun) üstünde, orta ve yüksek tahsîl yapan bir eğitim ve öğretim müessesesidir. Medrese tâbiri ilk olarak Nişâbûr havâlisinde kurulan eğitim ve öğretim müesseseleri için kullanıldı. Önceki devirlerde bu seviyede eğitim ve öğretim müesseseleri varsa da bunlar için medrese tâbiri kullanılmamıştır. Eğitim ve öğretim müesseseleri, ilk insan Âdem aleyhisselâmdan îtibâren mâbedler etrafında teşekkül etmiştir. Bunlar önce dînî eğitim gayesiyle kuruldu ise de zamanla bütün ilim şubelerini içine aldı. Bi’setten yâni Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem ilk vahy geldikten sonra, İslâmiyet’i kabul eden ilk mü’minler, Sahâbe-i kiramdan hazret-i Erkam’ın evinde gizlice toplanır ve Peygamber efendimizin rehberliğinde İslâmiyet’i ve Kur’ân-ı kerîmi öğrenir, gelişmeleri değerlendirirlerdi, İslâmiyet’de mektep ve medresenin bu şekilde doğduğu söylenebilir. Hicretten sonra Peygamber efendimiz Medîne-i münevverede İslâm devletinin temellerini atınca, orada te’sis edilen Mescid-i Nebevî, İslâmî eğitim ve öğretimin merkezi hâline getirildi. Bu eğitim sistemi ve teşkîlâtı bundan sonra kurulan câmi içi ve dışı eğitim müesseselerine model teşkil etti. Camilerde başlayan eğitim ve öğretim faaliyetleri, câmi dışı müesseseler kurulduktan sonra da devam etmiş, küçük çocukların eğitim ve öğretimi, onların câmi ve mescidleri temiz tutamayacakları düşüncesi ile ilk devirden beri daha çok mâbedlerin dışında yürütülmüştür. Yetişkinlerin eğitim ve öğretiminin câmilerde yürütülmesi, dört halîfe devrinde de aynen devam etmiştir. Emevîler devrinde ise, çocuklar için müstakil ve mükellef (zamanına göre her türlü teknik ve kültürel yeniliklerle donatılmış) mektepler açılmıştı. Sekizinci asırda üç bin talebeyi barındıran Belhli Ebü’l-Kâsım Dehhâk’ın mektebi, ilköğretimde önemli bir merhale kabul edilebilir. Bu nevî mekteblere, küttâb veya mekteb, öğretmenlerine de muallim denirdi. İslâm tarihçilerinin medresenin ilk kurucusu olarak Nizâm-ül-mülk üzerinde birleştikleri ileri sürülürse de, daha önce Nişâbûr’da Beyhekiyye Medresesi’nin kurulduğu bir gerçektir. Gerçi Nizâm-ül-mülk’ten önce Gazneli Mahmûd’un Gazne’de ve kardeşi Nasır bin Sebüktekin’in 1033 senesinde Nişâbûr’da medrese yaptırdığı bilinmektedir. Ancak, bunlardan önce de bâzı husûsî mâhiyette medreselerin varlıkları bilinmektedir. Kendi kütüphânesini medrese hâline getiren Ebû Hatim el-Büstî, yanına da yabancı talebelerin barınacakları bir te’sis kurmuştu. Husûsî medreseler çoğunlukla o devirde yaygın olan râfizîlik cereyanına karşı Sünnîliği müdâfaa ve yaymak için kurulmuş müesseselerdi. İslâm dünyâsında medrese teşkilâtının kuruluş ve gelişmesinde en büyük hisse, şüphesiz Büyük Selçuklu Türklerine aitti. Gerçekten medreselerin geniş anlamda, devlet eliyle kurulması, tahsilin parasız olması ve medrese teşkilâtının en küçük ayrıntılara kadar tesbîti, Selçukluların eseridir. İlk Selçuklu medresesini, büyük vezir Nizâm-ülmülk, Nizamiye Medresesi adı ile Bağdâd şehrinde 1064 senesinde kurmuştur. Bundan sonra İslâm dünyâsında medrese kurma faaliyetleri hızlanmaya ve köylere kadar yayılmaya başladı. Türk milletinin bu örnek müesseseleri, küçük farklarla, İslâm dünyâsının her tarafına birer feyz kaynağı olarak yayıldı. Böylece umûmî medreselerden ayrı olarak, ihtisas eğitimi yapan medreseler de kuruldu. Bu ihtisas medreseleri, hizmet ve gayeleri bakımından, dârülhadîs, dârülkurrâ ve dârüttıb olmak üzere üçe ayrıldı. Gerek yapı ve gerekse teşkilât bakımından Büyük Selçuklu medreselerini örnek alan Türkiye Selçukluları ile Anadolu’nun çeşitli yerlerinde hâkim olan Türkmen beyleri, daha sonra Osmanlı medreselerine basamak olacak medreseler te’sis ettiler. Osmanlılar mütevazı bir beylik olarak târih sahnesine çıktıklarından îtibâren, imkânları nisbetinde çeşitli eğitim müesseseleri kurarak ilmi ve ilim adamlarını himayeye başladılar. Osmanlı ülkesinde ilk medrese 1332 yılında Orhan Bey zamanında İznik’de açıldı. Orhan Bey’in bu ilk medresesi daha önce Selçuklular devrinde açılmış olan medreselerin gerek bina ve gerek öğretim bakımından bir devamı durumundaydı. Bu ilk medresenin ilk başmüderrisi, naklî ve aklî ilimlerde mütehassıs bir âlim olan Dâvûd-ı Kayserî idi. Orhan Gâzi’den sonra Murâd-ı Hüdâvendigâr, Bursa Çekirge’de eski kaplıca civarında bir câmi, medrese ve imâret yaptırdı. Yıldırım Bâyezîd Han, hisar dışında bir câmi ve medrese yaptırmakla, Bursa’nın bir ilim ve irfan merkezi hâline gelmesini ve şehrin hisar dışına doğru genişlemesini te’min etti. Çelebi Sultan Mehmed’in Bursa’da kurduğu medrese diğerlerine nazaran ayrı bir hususiyete sahiptir. Sultaniye Medresesi denilen bu tahsîl müessesesinde ilk müderris, Molla Şemseddîn Fenârî’nin oğlu Mehmed Şâh Efendi idi. Sultaniye Medresesi kurulduktan sonra, İznik Medresesi ikinci dereceye düştü ve Bursa ilim merkezi olmak bakımından birinci dereceye yükseldi. Bu durum, sultan ikinci Murâd Han’ın Edirne’de Üç Şerefeli Câmi yanındaki Saatli Medresesi’ni kurmasına kadar devam etti. Edirne külliyesinde bir de dârülhadîs olup, medreselerin en yüksek derecede olanı idi. Zâten Osmanlıların ilk bir buçuk asır içinde yaptırdıkları medreselerin derece ve sınıf îtibâriyle en mühimleri; İznik, Bursa ve Edirne’de idi. Edirne külliyesinin statüsü İstanbul’da Sahn medreselerinin kurulmasına kadar devam etti. Bu sırada Osmanlı sultanlarının daha ilk yıllarından itibaren ilme ve ilim adamlarına gösterdiği derin hürmetini duyan âlimler; Mâverâünnehr, İran, Mısır, Suriye ve diğer bölgelerden kalkıp Anadolu’ya geldiler. İlk devir Osmanlı âlimlerinin yetişmesinde bu seyyah âlimlerin büyük faydası oldu. Ayrıca ilk Osmanlı âlimlerinin yetişmesinde seyahatler de önemli rol oynadı. Birçok Anadolu Türk çocuğu İslâm âleminin belli başlı ilim merkezlerine giderek oralarda yetişmişler, gelip Anadolu’da açılmakta olan medreselere müderris tâyin olmuşlardı. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden sonra câmi ve başka medreseler yaptırmaya karar vererek iyi bir tahsîl gören sadrâzam Mahmûd Paşa’yı bu işe tâyin etti. Sekiz senede sekiz medrese ve bu medreselerin yanında talebe yetiştirmek için tetimme ismiyle ayrıca sekiz medrese daha yaptırıldı. Fâtih Câmii’nin doğu ve batı taraflarına yaptırılan sekiz medreseye Medâris-i semâniyye, daha sonra da Sahn medreseleri dendi. Sahn medreselerinin ders programlarını, Mahmûd Paşa ile meşhur astronomi ve matematik âlimi Ali Kuşçu hazırladı. Bu medreselerin odalarının toplamı yüz elli iki olup, her türlü ihtiyâçları devlet tarafından karşılanırdı. Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde ihtiyâçları göz önüne alınarak mevcuda ilâveler yapıldı. Kanunî de, Mîmâr Sinân’a İstanbul’un en yüksek yedi tepesinden birine Süleymâniye Câmii ile medreselerini ve diğer te’sisleri yaptırdı. Süleymâniye Câmii külliyesi; dârülhadîs, tıb, tabîiyye, riyâziyye vesâir dînî, hukukî ve edebî tedrisâtı yapmak için altı medrese ile hastahâne, imâret, tabhâne, hamam ve sâir müştemilâttan meydana gelmişti. Bu altı medreseden derece itibariyle en yükseği dârülhadîs medresesi idi. Bütün İslâm âleminde olduğu gibi, Osmanlılarda da eğitim ve öğretim, umûmî ölçüde medreselere dayanmakta idi. Ancak medreselerin dışında bâzı yerlerde, muhtelif seviye ve sistemlerde eğitim faaliyetleri yürütülmüştür. Saray içinde şehzâdelerin yetiştirilmesine verilen husûsî îtinâ, mülkî, idâri ve diğer bâzı elemanların yetiştirildiği Enderûn-i hümâyûn, kapıkulu askerlerinin yetiştirildiği acemi oğlanlar ve yeniçeri ocakları, sıbyan mektebleri ve her sınıftan halkı İslâmî disiplin altında yetiştirmeyi hedef alan tekkeler, bunlardandı. Talebe yetiştirmeleri bakımından medreselere temel teşkil eden sıbyan mektebleri, büyük şehirlerin her mahallesine açılırdı. Okuma çağına gelen 5-6 yaşlarındaki çocuklar bu mekteblere devam ederdi. Sıbyan mekteblerindeki tedrisât elif-bâ, yazı, okuma, Kur’ân-ı kerîm ve a’mâl-i erbaa denilen dört işlemin öğretilmesinden ibaretti. Öğretmenine muallim, yardımcısına kalfa denirdi. Sıbyan mektebleri köylere varıncaya kadar devlet tarafından yayıldı. Evliyâ Çelebi; on beş ve on altıncı asırlarda, sâdece İstanbul’da iki bin sıbyan mektebi bulunduğunu haber vermektedir. Aynı devirlerde tapu ve evkaf kayıtlarına göre tedrisât yapan medrese sayısı bini aşkındır. On beş ve on altıncı asırlarda Rumeli eyâletinin merkez sancağında 60, Anadolu eyâletinde 154, Amasya’da 200, Erzurum’da 110 sıbyan mektebi bulunduğu da kaynaklarda belirtilmektedir. Osmanlı medreselerinde talebelerin sıbyan mektebini bitirerek veya o seviyede husûsî bir öğretim görerek medreselere girdikleri anlaşılmaktadır. Zîrâ en aşağı derecedeki Hâşiye-i tecrid medreselerinin derslerini anlayabilmek için en azından okuyup yazma ile ilmihâl bilgilerini öğrenmiş olmak lâzımdır. Böylece Hâşiye-i Tecrid medreselerinde bir müderrisin dersine başlayan talebe oradaki dersleri okuduktan sonra hocasından icazetle (diploma) otuzlu bir medresedeki (Miftah) müderrislerin derslerine devam ederdi. Oradan icazetle Kırklı bir medreseye ve sonra icazetle Ellili bir medreseye ve oradan da icazetle Sahn-ı semân’a veya Süleymâniye’ye girer ve bitirerek mülâzemet için sıraya dâhil olurdu. Bu devre içinde mülâzımlar görev almak istedikleri branşlarda staj görürlerdi. Medreselerde tâlim ve terbiye sabah namazından sonra başlar, çok defa öğle namazına kadar devam ederdi. İlk zamanlarda Cuma ve Salı günleri hâriç olmak üzere beş gün olan ders günleri vakfiyelerde belirtilmişti. Ancak Molla Şemseddîn Fenârî ders günlerinde bir değişiklik yaparak bu günlere Pazartesi’yi de ekledi. O zaman talebelere okutulan kitapların başında, te’min etmek pek kolay olmamasına rağmen, Molla Teftâzânî’nin eserleri geliyordu. Kitaplarını rahatça istinsah (yazarak çoğaltma) edebilmeleri için talebelere kolaylık olsun diye Molla Fenârî, Pazartesi günü de ders yapmazdı. İlk Osmanlı medreselerinden başlayarak talebe bütün Osmanlı târihi boyunca kurulan te’sislerin vakfiyelerinde tesbit edildiği şekilde burs almış ve yiyecek yardımı görmüştür. Eğitim-öğretim işinde ana unsurlardan biri olan talebe, Osmanlıların her devrinde himaye altında idi. Bunlar medrese vakfiyelerinde açıkça belirtilmektedir. Medrese vakfiyelerinde talebelere tahsis edilen maaşlar genellikle toplu olarak zikredilmiş, bâzan da oda başına hesab edilmiştir. Nitekim Orhan Gâzi İznik’teki medresesi için tanzîm ettiği Arapça vakfiyesinde; medresede her gün ders okunacağından ve gelirin altıda birinin talebeye tahsis edildiğinden bahsetmektedir. Medreselerde müderrisin derslerini tekrarlayıp îzâh eden yardımcılara muîd denirdi. Muîdin, müderris ile talebe arasında bir derecesi vardı. Muîdlere, vazifeleri müderrisin dersi bittikten sonra başlaması bakımından, müzakereci de deniliyordu. İlk devir Osmanlı medreselerinde muîd, önceki İslâm devletlerinde kullanıldığı mânâda medresede müzâkerecilik eden müderris muavinleri için kullanılıyordu. Fakat Fâtih devrinden sonra ve ilk defa Sahn medreselerinde olmak üzere medreselerde oda sahibi olanlar bu adı almaya başladılar. Muîdin medresede müderris yardımcılığından başka, gördüğü ek vazîfelerden en mühimi, medresedeki talebeye namaz vakitlerinde namaz kıldırmasıdır. Fâtih medreselerinde oda sahibi olan muîdler eser te’lif edebilecek kadar ilmî bakımdan ilerlemiş bulunuyorlardı. Muîdlerin yanlarında kendilerine yardım eden ve müstecid denilen gözde talebeler vardı. Medreselerde bütün talebenin ortak ders yapabileceği umûmî ve büyük bir dershane ile onun etrafında dizilmiş her talebenin ayrı bir odası vardı. Müderrisler, umûmî mevzuları ortadaki büyük dershanede anlatır, daha sonra tek tek her talebe hücresine çekilir ve müderrisi ile başbaşa kendi sahasında çalışırdı. Belli bir tahsilden sonra icazet, mülâzemet ve beratla medreselerde ders veren kimselere müderris denirdi. Müderrisler imtihanla alınırlardı. Tek dershaneli medreselerde bir, Sahn-ı semân ve Süleymâniye medreseleri gibi birden fazla dershanesi olan medreselerin her dershanesi için, birer müderris bulunurdu (Bkz, Müderris). Osmanlı medreseleri, teşkilâtlanmada kendinden önceki İslâm medreselerinde olduğu gibi, gaye ve gördüğü hizmet bakımından birbirinden farklı özellikler göstermiş olsalar da, esasta umûmî ve ihtisas medreseleri olarak ikiye ayrılmıştır. Umûmî medreseler; kâdı, müderris ve müftî yetiştirmek maksadıyla kurulmuşlardı. Kendi arasında müderrislerin yevmiyelerine göre yirmili, otuzlu, kırklı, ellili, altmışlı ve altmış üstü medreseleri olarak çeşitli kısımlara ayrılmışlardır. Yirmili medreseler: Bu medreselerde ders kitabı olarak kelâmdan Hâşiye-i Tecrîd okutulduğu için bunlara Hâşiye-i tecrîd medreseleri de denilmiştir. Bunların tahsîl müddeti 1526’da iki sene iken, 1575’de en az bir yıl ve 1597’de ise üç ay olarak tesbit edilmiştir. Bu medreselerde; belagat dersinde Mutavvel, kelâmda Hâşiye-i Tecrîd, fıkıhda Şerh-i Ferâiz eserlerinden Mutavvel ve Şerh-i Ferâiz tamamen, Hâşiye-i Tecrîd ise başından Umûr-i âmme bölümüne kadar okutulurdu. Ancak talebelerin bu ilim ve kitapları anlayabilmeleri için sarftan; Emsile, Bina, Maksûd, İzzî, Merâh, nahivden; Avâmil, İzhar, Kâfiye gibi gramer kitapları, Şerh-i Şemsiyye, Şerh-i Tavâlî’, Şerh-i Metali’, Şerh-i î İsâgûcî gibi mantık kitabları ve usûl-i fıkha âid Telvîh gibi eserlerin tamâmı veya bir kısmı okutuluyordu. Otuzlu medreseler: Bu medreselerde belagattan Şerh-i Miftâh’ın okutulmasından dolayı bunlara Miftâh medreseleri de denilmiştir. Bu medreselerin tahsîl müddeti önceleri iki sene iken sonraları bir seneden daha aza düşürülmüştür. Buralarda ders kitabı olarak fıkıhta Tenkîh ve Tavdih, belagatta Şerh-i Miftâh, kelâmda Hâşiye-i Tecrîd, hadîsde Mesâbîh, Hâşiye-i Tec-rîd’den Umûr-i Ammeden vücud ve imkân bahsine kadar, Sadr-üş-şerîa’dan Kitâb-ı Büyû’a kadar. Şerh-i miftâh’dan Mebâhisi icâb ve itrâb’a kadar ve Mesâbih iki kere okutulurdu. Kırklı medreseler: Bu medreselerin tahsîl müddeti ilk zamanlar iki-üç sene arasında değişirdi. Sonradan bu müddet kısaltıldı. Bu medreselerde okutulan ders kitabları; belagatta Miftâh-ul-ulûm, usûl-i fıkıhta Tavdîh, fıkıhta Sadr-üş-şerîa’, hadîste Meşârik ve Mesâbîh idi. Bunlardan başka ayrıca başlangıçta meânîden Şerh-i Miftâh’ın ortasına kadar, kelâmdan, Şerh-i Mevâkıf ve sonraları ise, fıkıhta Hidâye ile İbn-i Hâcib’in nahve âid El-Kâfiye fi’n-Nahv adlı eseri okutulurdu. Ellili medreseler: Bu medreseler Hâric ve Dâhil medreseler olmak üzere ikiye ayrılırlardı. Hâric medreselerinde okutulan ders kitabı; fıkıhta Hidâye, kelâmda Şerh-i Mevâkıf, hadîste Mesâbîh idi. Dâhil medreselerinde ise, ders kitabı olarak fıkıhta Hidâye, usûl-i fıkıhta Telvîh, hadîsde Buhârî, tefsirde Keşşaf ve Beydâvî okutuluyordu. Sahn-ı Semân medreseleri: Bu medreselerde, önceleri tahsîl müddeti bir sene iken sonradan altı aya indirilmiştir. Bu medreselerde okutulan ders kitabı fıkıhta Hidâye, usûl-i fıkıhta Telvîh ve Şerh-i Adud, hadîsde Sahîh-i Buhârî, tefsîrde Keşşaf ve Beydâvî idi. Bu eserlerden Sahîh-i Buhârî baştan sonuna kadar, Hidâye’nin Kitâb-ı Nikâh bölümünden Kitâb-ı Büyû’a kadar olan kısmı ve Telvîh’den Taksim-i Evvel’den Mebâhis-i Ahkâm’a kadar, Kâdı Beydâvî tefsîri’nden de başta Bekara sûresi olmak üzere belli sûreler okutulurdu. Altmışlı medreseler: Bu medreselerin de tahsil müddeti bir senedir. Bunlarda okutulan ders kitapları arasında fıkıhta, Hidâye ve Şerh-i Ferâiz, kelâmda Şerh-i Mevâkıf, hadîsde Buhârî, tefsîrde Keşşaf, usûl-i fıkıhta Telvîh adlı eserler yer alıyordu. Bu eserlerden Buhârî’nin üçte biri, Hidâye’nin Kitâb-ı Büyû’dan, Kitâb-ı Şifâ’ya kadar olan kısmı, Telvîh’ten Mebâhis-i ahkâm’dan sonuna kadar olan bölümü, başından tashîh bahsine kadar Şerh-i Ferâiz ve Şerh-i Mevâkıf’ın tamâmı okutulurdu. Altmış üstü medreselerde de durum, aynı altmışlı medreselerdeki gibiydi. Osmanlı medreselerinde yüksek din bilgileri yanında, zamanın yüksek fen bilgileri de öğretiliyordu. Fen bilgilerinden şu kitaplar okutuluyordu. Hendesede (geometri); Allâme Şemseddîn Semerkandî’nin Eşkâl-üt-te’sîs isimli geometri prensipleri ve üçgenlerin hususiyetlerini anlatan eseri, aritmetik ve cebirde; yine aynı müellifin Muhtasar filHisâb isimli eseri, hesapta; Risâle-i Bahâiye adı ile anılan meşhur hesab kitabı ve meşhur âlîm Ali Kuşçu’nun Risâle-i Muhammediyye adlı eseri, hey’ette (astronomi); Caymînî’nin El-Mülahhas isimli eseri ile şerhleri ve Ali Kuşçu’nun Arabça Risâle-i fethiyye’si okutulurdu. Tıbda, Edviye-i Müfrede, Kitâb-ı Tıb, Müntehabât-ı Şifâ, Kitâb-ı Tıb (Sinoplu Mü’min bin Mukbil), Tezkire-i Antâkî ve Enmûzec-üt-tıb okutulmuştur. İhtisas medreseleri ise, ihtisası gerektiren ulûm-i İslâmiye’den birini, yahut da ulûm-i dâhileden birini hedef alan ve o ilmin tahsiline mahsus metodla öğretim faaliyetinde bulunan medreselerdir. Bu ihtisas medreseleri de kendi aralarında Dâr-ül-hadîsler, Tıb medreseleri ve Dârülkurrâlar olmak üzere üç gruba ayrılırlardı. Dârülhadîsler: Peygamber efendimizin söz, fiil ve takrirlerinden meydana gelen hadîslerin tahsîl edildiği yerdir. Osmanlılarda ilk dârülhadîs, sultan birinci Murâd zamanında Çandarlı Hayreddin Paşa tarafından İznik’te ve ikinci Murâd tarafından Edirne’de yaptırılmıştır. Bunları takiben, daha sonraki asırlar içinde çeşitli dârül hadîsler te’sis edilmiştir. Kurulan dârülhadîsler içerisinde en önemlisi, İstanbul’daki Süleymâniye dârül hadîsiydi. Dârülhadîslerde hadîs ilminden rivayet, dirayet, İsnâd, terâcim-i ahvâl ve tenkîd-i ahvâl-i rivayete dâir mevzular okutulur ve senetleriyle birlikte ezberlettirilirdi. Hadîs kitaplarından ise, Osmanlı dârülhadîslerinde Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslim ve Meşârık gibi eserlerle bunların şerhleri ve usûl-i hadîse dâir eserler okutulurdu. Öğretim üyelerine de hadîsle meşgul olduklarından dolayı muhaddis denirdi. Buralarda talebe olabilmek için umûmî medreseleri okuyup tamamlamak gerekirdi. Tıb medreseleri: Diğer medreselerde olduğu gibi Osmanlı dâruttıbları da İslâm dünyâsında daha önce kurulmuş olan dârüşşifâlar ve bilhassa Anadolu Selçukluları dârüşşifâları örnek alınarak te’sis edilmişlerdir. Osmanlılarda ilk dârüşşifâ, Yıldırım Bâyezîd tarafından Bursa’da te’sis edilmiştir. Daha sonra İstanbul’da Fâtih Sultan Mehmed, Edirne’de ikinci Bâyezîd, İstanbul’da Haseki Sultan, Atik Vâlide ve Manisa’da Vâlide Sultan dârüşşifâları kurulmuştur. Süleymâniye Tıb medresesinin te’sisi ise, dârüttıblar târihinde bir merhale kabul edilebilir. Zîrâ bu zamana kadar, dârüşşifâlar içinde yapılan tıb öğretimi, bu medrese ile müstakil bir medreseye kavuşmuş ve dârüşşifâ tatbikatı yeri olarak kullanılmaya başlanmıştır. Tıb medreselerinden; dâhiliye, göz ve diş doktoru ile eczacılar yetişirdi. Bu medreselerde daha önceki devirlere âid eserler ve şerhlerin okutulduğu gibi, Osmanlı devri tabiblerince yazılmış olan eserler de okutulmuştur. Eğitim ve öğretim tatbîkâtlı olarak yapılırdı. Dârülkurrâlar: Osmanlı eğitim ve öğretim sistemi içinde yer alan ihtisas medreselerinden biridir. Bu medreselerden câmi hizmetlileri yetişirdi. Sıbyan mektebini bitiren bir öğrenci, önce aşağı seviyede bir dârülkurrâya alınır, burada Kur’ân-ı kerîmi ezberledikten sonra yüksek seviyedeki dârülkurrâlara devam ederdi. Buralarda ilm-i kıraat ve ilm-i mehâric-il-hurûf (tecvid ilmi ile hafızlık) öğretilirdi. Buradan diploma alanlar hafız, hatîb, imâm ve müezzin olurlardı. Bu medreselerde ilm-i kırâattan Ebû Muhammed eş-Şâtıbî’nin Kasîde-i Lâmiye ile Cezerî’nin ona yazdığı Feth-ül-vâhid adlı şerhi de okutulurdu. Evliyâ Çelebi’nin yazdığına göre, Osmanlılarda ilk dârülkurrâ Yıldırım Bâyezîd’in Bursa’da açtığı dârülkurrâdır. İstanbul’da ise, bütün selâtîn câmilerinin yanında birer dârülkurrâ vardı ve içlerinde en önemlisi Süleymâniye dârülkurrâsı idi. Dârülkurrâlarda okunan dersler, tekrar suretiyle ve câmilerde tatbîkâtlı yapılırdı. Medreselerde eğitim ve öğretim, bir sınıf ve zümre imtiyazı olmaktan çıkarılarak, toplumda sosyal adalet, fertler arasında fırsat ve imkân eşitliği sağlanırdı. Talebenin ve öğretim elemanlarının masraflarını zenginler ve çok defa bu maksatla kurulmuş vakıflar karşılardı. Böylece eğitim ve öğretimin mâlî ihtiyâcı içinde devletin yükü, mümkün mertebe hafif tutulurdu. Medreselerde devrin ilim dili olan Arabça çok iyi bir şekilde öğretilirdi. Medreseden me’zûn olanlar rahatlıkla kitap ve risale yazacak derecede Arapçayı kullanırdı. Medreseler, sâdece din ve dünyâ ilimlerini öğretmekle kalmamış, rûh ve beden terbiyesini birlikte yürütmüşlerdir. Bu sebeple medreselerde; yüzme, güreş, koşu, ok atma, cirit oyunu, ata binme gibi sporlara da yer verilmiştir. Bunlardan başka medreselerde yine başta hüsn-i hat, tezyinat, hitabet ve kitabet olmak üzere çeşitli bediî (estetik) faaliyetlere de mühim yer verilmiştir. Kültür ve medeniyet târihimizde şerefii birer yer tutan hattatlar, nakkaşlar, mîmârlar, hatibler vs. hep medreselerden yetişmiştir. Memleketimizde; pâdişâhların, sadrâzamların, vezirlerin ve diğer devlet adamlarının kurduğu pek çok medrese vardı. Bu durum, günümüzde devlet okulları ile özel okulların kuruluş şekline model olmuştur. Osmanlılarda medreseler parasız olduğu gibi, talebelerine ayrıca yatacak yer, para ve yemek verilirdi. İnsanlığın bugün sâhib olduğu ilim ve teknik seviyedeki en büyük pay, İslâm memleketlerinde kurulan medreselerde yetişen müslüman âlimlerindir. Tıb, matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji gibi bir çok ana ilim dalında İslâm dünyâsında asırlar boyunca yazılmış ve hepsi çok kıymetli bilgilerle dolu kitaplar, dünyânın meşhur kütüphânelerinin en kıymetli eserleri olarak muhafaza edilmektedir. İslâmiyet’in doğuşundan îtibâren on sekizinci asra gelinceye kadar İslâm memleketlerinde yetişen âlimlerin, bir ibâdet vecdi içinde geceli-gündüzlü yaptıkları çalışmalar ile dünyâ her bakımdan aydınlanmış, yeni yeni ilmî keşif ve teknik buluşlar insanlığa hediye edilmiştir. On yedinci asırdan îtibâren; iç karışıklıklara medreselerin de katılması ile, bu müesseseler hercümerc içine girdiler. Bâzı yetersiz düzeltme girişimlerine başlandı. Lâle devrinden sonra başlanılan ıslâhat hareketleri sırasında, medreselerde köklü bir değişiklik yapılmayarak, bunların yanında yeni usûle göre eğitim yapan mektepler açıldı. 1759 senesinde sultan üçüncü Mustafa, medreselere bir canlılık kazandırmak, bu arada medresede okutulan ilimleri teşvik etmek için huzur derslerini başlattı. Bu gelenek Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar devam etti. On dokuzuncu asırda, medreseler yeni açılan okullar yanında önemini kaybetti. 1867 senesinde medrese öğretim üyelerinden toplanan on beş kişilik bir hey’et, medreselerin düzeltilmesi ve eski günlerine getirilmesi için gerekli gördükleri tedbirleri bir rapor hâlinde devlet idaresine sundu. Fakat yapılan ıslâhat başarıya ulaşamadı. Meşrûtiyet döneminde ise, medreseler kendi geleneklerine bırakılmış, ciddî bir düzenleme faaliyeti yapılmayarak, yeni öğretim kurumlarına önem verilmiştir. Tanzîmât’a yakın, Osmanlıların Avrupa’ya tahsîl maksadıyla gönderdikleri bir kısım kimseler, orada kendi şahsiyetleri ve millî hislerini unutacak kadar Avrupa kültürünün te’siri altında kaldılar. Bunlar sonraki yıllarda Avrupa devletlerinin himaye ve baskısı ile Osmanlı Devleti’nin kilit noktalarına yerleştirildiler. Bu kimseler bulundukları makamlardan istifâde ederek, Avrupa devletlerinin de kendilerini desteklemesiyle; medreselerden önce fen, arkasından da yüksek din bilgilerini kaldırdılar. Böylece medrese ve müderrisler fonksiyonlarını kaybettiği gibi, Osmanlıların ilim ve fende Avrupa’dan geri kalmasına ve Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına zemin hazırlandı. Bu dönemde medreseler gerçek anlamda yüksek öğrenim kurumları olmaktan çıkarıldı. İkinci Meşrûtiyet’ten sonra medreseler ıslâh edilerek üniversiteleştirilmek istendi ise de, bunda başarılı olunamadı. Cumhuriyetin îlânından sonra çıkarılan Tevhîd-i Tedrîsât kânunu ile medreseler kaldırıldı. 1) Osmanlı Devleti İlmiye Teşkilâtı; sh. 1 v.d. 2) Osmanlı Medreseleri (Cahit Baltacı); sh. 1 v.d. 3) Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-10, sh. 291 4) Târih-i Cevdet; cild-1, sh. 109 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 311 6) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-7, sh. 148 7) Osmanlı Târihi Deyimleri; cild-2, sh. 436 8) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-3, sh. 835 9) Osmanlı Târihi ve Teşkilâtı Ders Notları; sh. 128 10) Fâtih Külliyesi ve Zamanı İlimleri; sh. 7 v.d. 11) İlk Osmanlı Medreseleri (M. Bilge) 12) Osmanlı Türklerinde İlim (A. Adıvar); sh. 10-12 13) Kamus Tercümesi (Âsım Efendi); sh. 238 14) Fezleke-i Kâtip Çelebi); cild-1, sh. 145 15) Sultan Orhan Gâzi Vakfiyesi; Ali Emîri Kütüphânesi Nr. 4474 MEHMED HAN-I (Bkz. Çelebi Sultan Mehmed) MEHMED HAN-II (Bkz. Fâtih Sultan Mehmed) MEHMED HAN-III Babası ............................. : Üçüncü Murâd Han Annesi ............................. : Safiye Vâlide Sultan Doğumu ........................... : Mayıs 1566 Vefâtı .............................. : 20/21 Aralık 1603 Tahta Geçişi ..................... : Ocak 1595 Saltanat Müddeti ............... : 8 sene 10 ay 25 gün Halîfelik Sırası ................... : 72 Osmanlı sultanlarının on üçüncüsü ve İslâm halîfelerinin yetmiş ikincisi. Sultan üçüncü Murâd Han’ın oğlu olup, 26 Mayıs 1566 târihinde Safiye Vâlide Sultan’dan Manisa’da doğdu. Şehzâdeliğinde; yüksek din, fen, idarî ve askerî ilimleri, kıymetli âlimlerden öğrenerek yetişti. İlk hocası İbrâhim Cafer Efendi’dîr. Haydar Efendi, Pir Mehmed Azmi Efendi, Sultan Selim Medresesi müderrisi Nâsûh Nevâlî Efendi’den de tahsîl ve terbiye gördü. Târihe geçen muhteşem bir sünnet merasimi ile sünnet edildi. 1583’de Manisa sancağı vâliliğine tâyin edildi. Kumandanlık ve devlet idaresi siyâsetini iyice öğrenmek için Manisa’ya gönderildiğinde, yanına müderris Nâsûh Nevâlî Efendi, Lalası Sipâhî Bey, defterdâr baş rûznâmecisi Hasan Beyzade, Nişancı Lala Mehmed Paşa, reisülküttâb olarak da Abdurrahmân Çelebi ve diğer, vazîfeliler verildi. 1595 senesinin Ocak ayına kadar Manisa’da vâlilik yaptı. Şehzâde Mehmed, babasının vefât haberini alır almaz Manisa’dan hareket ederek 27 Ocak 1595’de İstanbul’a geldi ve Osmanlı tahtına geçti. Yeni sultana ilk bîat eden Hâce-i Sultânı, meşhur tarihçi Hoca Sâdeddîn Efendi oldu. Aynı gün ikindi namazından sonra, sultan üçüncü Murâd Han’ın cenaze namazı kılınarak, Ayasofya Câmii avlusunda babası ikinci Selîm Han’ın türbesinin yanına defnedildi. Sultan üçüncü Mehmed ilk olarak ulemâdan Sâdeddîn Efendi’yi hocalığa, sadâret kaymakamı Ferhad Paşa’yı sadrâzamlığa, Halil Paşa’yı da kapdân-ı deryalığa tâyin etti. 1593 senesinden beri devam eden Avusturya harpleri sırasında, papa sekizinci Clement’in teşvik ve propagandalarıyla, ahâlisi hıristiyan olan Osmanlı Devleti’ne tâbi Erdel, Eflâk ve Boğdan voyvodalıkları Türklere karşı isyân ettiler. Bunun üzerine sadrâzam Ferhad Paşa, Eflak seferi için serdâr-ı ekrem tâyin edildi. Ancak askerin yeni serdâr-ı ekremi istemeyerek, isyân hareketi başlatmaları üzerine, Ferhad Paşa azledilerek yerine Koca Sinân Paşa dördüncü defa sadârete getirildi. Osmanlı ordusu iç çekişmeler ve sadâret değişiklikleri ile vakit kaybederken, Eflâk prensi Mihâil, bölgeyi ateş ve kan gölü hâline getirdi. Alman ve Erdel kuvvetlerinden yardım alan Mihâil; Rusçuk, Ziştovi, Silistre, Varna, İbrâil, İsmail, Akkerman ve İsakçı’da yaşayan müslümanları katletti. Bu yüzden bir çok müslüman dağlara çıktı. Sadârete getirilen Sinân Paşa, Mihâil’e gereken dersi vermek için 18 Temmuz 1595’de İstanbul’dan sefere çıktı. Sadrâzam sefere çıkmadan bir süre önce, seksen bin kişilik Alman kuvvetleri Estergon kalesini kuşatmıştı. Sinân Paşa, Eflâk üzerine yürürken, oğlu Mehmed Paşa’yı Avusturya cephesine gönderdi. Mehmed Paşa’nın maiyyetinde yirmi bin kişilik bir kuvvet bulunuyordu. Mehmed Paşa elindeki bu kuvvetin bir kısmını kaleye soktu. Plânına göre, kendi kuvvetleriyle kaleye koyduğu kuvvetler düşmanı iki ateş arasında bırakacaktı. Hâlbuki kuvveti çok olan düşman bunu fırsat bilerek, bir mikdâr kuvvetini kalenin muhasarasında bırakıp, bütün şiddetiyle serdârın üzerine yüklendi. Bu saldırıdan korkan serdâr en yakınlarını dahi haberdâr etmeden Budin’e doğru kaçtı. Bu sırada düşmana bâzı darbeler vuran Anadolu beylerbeyi Lala Mehmed Paşa, serdârın kaçtığını ve gerisinin düşman tarafından çevrildiğini görünce, bin dört yüz mevcuduyla Estergon kalesine girmeye mecbur kaldı. Neticede Estergon bir ay muhasaradan sonra yardımdan ümidini keserek teslim oldu. Bundan sonra Budin’in kuzeyinde ve Tuna kenarındaki Vişegrad da düşman eline geçti. Diğer taraftan sadrâzam Sinân Paşa komutasındaki kuvvetler Eflâk prensi Mihâil karşısında başlangıçta bâzı muvaffakiyetler elde ettiler. Osmanlı kuvvetleri Bükreş ve Tergovişte’yi geri aldı. Satırcı Mehmed Paşa Bükreş’e kale komutanı tâyin edildi. Eflâk’ın beylerbeyilik olarak idaresi kararlaştırıldı. Ancak bu sırada Eflâk prensi Mihâil’in saldırıları devam ediyordu. Sinân Paşa, Eflâk’ta hâkimiyeti tam olarak te’sis edemedi. Nitekim Paşa’nın ayrılmasından hemen sonra bölgeye hâkim olan Mihâil, Osmanlı kuvvetlerini takibe başladı. Nihayet Osmanlı ordusu Yergöğü’den Rusçuk tarafına Tuna’yı geçmesi sırasında sadrâzamın esir vergisi almak için askeri oyalaması, düşmanın yetişmesine sebebiyet verdi. Önce top ateşi ile köprüyü yıkan Mihâil, Osmanlı askerine büyük zâyiât verdirdi. Sonra da henüz karşıya geçmemiş bulunan akıncı kuvvetleri üzerine saldırdı. Bu, Osmanlı akıncı birliklerinin düşmana karşı son muhârebesi oldu. Akıncılar son neferine kadar düşmana karşı savaşarak şehâdet şerbetini içtiler. Böylece Türk akıncı ocağı, bir daha altından kalkamıyacağı bir darbe yedi. Sinân Paşa ve oğlu Mehmed Paşa, arka arkaya Türk ordusunun mağlûbiyetlerine, on binlerce asker ve halkın ölmesine sebeb olmuşlardı. Bu yüzden Sinân Paşa İstanbul’a gelirken, Küçükçekmece yakınlarında görevinden azledildi ve Malkara’da mecburî ikâmete tâbi tutuldu. Yerine tâyin edilen Lala Mehmed Paşa, çok hasta olduğundan bu makamda ancak dokuz gün kalabildi. Lala Mehmed Paşa’nın yerine sadârete tekrar Sinân Paşa getirildi. Sinân Paşa, bu son sadâretinde hatâlarını örtebilmek için Pâdişâh’ı sefere çıkmaya teşvik ve iknâ etti. Hoca Sâdeddîn Efendi de Pâdişâh’ın sefere çıkması tarafdârı idi. Yeniçeriler de, başlarında Pâdişâh olmadan sefere gitmeyeceklerini açıkladılar. Bu durum üzerine üçüncü Mehmed Han, sefer hazırlıklarını başlattı. Sefer hazırlıkları sırasında Sinân Paşa öldü ve yerine Dâmâd İbrâhim Paşa getirildi. 20 Haziran 1596 günü Dâvûdpaşa ordugâhına gelen Sultan, ertesi gün buradan Eğri seferine çıktı. Yanında sadrâzam ve serdâr Dâmâd İbrâhim Paşa, Hoca Sâdeddîn Efendi, Çağalazâde Sinân Paşa, nişancı Hamza Çelebi, yeniçeri ağası Ali Ağa, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri de bulunuyordu. Ordu-yı hümâyûn Edirne, Filibe, Sofya yoluyla 30 Temmuz’da Niş’e vardı. Bu sırada Bosna beylerbeyi Ahmed Paşa tarafından gönderilen esirlerin ordugâha gelmesi zafer müjdesi olarak kabul edildi. Sultan, 21 Eylül’de Eğri ovasına vardı ve otağ-ı hümâyûn kuruldu. Eğri kalesi Budin’in 137 kilometre uzağında, Eğri suyunun kenarında müstahkem bir mevki idi. Sultan, kale kumandanına ve halkına hitaben bir ferman göndererek, İslâmiyet’e davet ve teslim olmalarını teklif etti. Kale komutanı bu teklifi reddederek, fermanı götüren askeri de habsetti. Bunun üzerine Pâdişâh hücum emrini verdi. Kale beş koldan kuşatıldı ve bu kollara sadrâzam Dâmâd İbrâhim Paşa, Cerrah Mehmed Paşa, Hadım Cafer Paşa, Rumeli beylerbeyi Sokulluzâde Hasan Paşa ve yeniçeri ağası Veli Ağa kumanda ediyordu. Yirmi üç muhasara topu, sesi bir an bile susmayacak şekilde ateşleniyor ve gülleler birbiri ardına Eğri kalesine yağıyordu. 4 Ekim günü dış kale düştü. Üç kat surla çevrili dış kalenin düşmesi, düşmanın savunmasını büyük ölçüde sarstı. Ertesi gün iç kalenin muhasarası başladı. 12 Ekim günü de iç kale teslim oldu. Kale komutanlığına Erzurum beylerbeyi Sinân Paşa tâyin edildi. Eğri kalesine yardıma gelen Avusturya arşidükü Maximilien komutasındaki büyük ordu, kalenin Osmanlı Devleti’nin eline geçmesi üzerine, Eğri’den ayrılacak olan ordu-yı hümâyûna baskın yapmak için tertibat aldılar. Bu durumu öğrenen sultan Mehmed Han, vezir Hadım Cafer Paşa’yı on beş bin kişilik bir kuvvet ile öncü tâyin etti. Cafer Paşa, düşman ordusu ile Haçova’da karşılaştı. Düşmanın çokluğuna rağmen Rumeli beylerbeyi Veli Paşa ile birlikte kahramanca düşman üzerine atıldı. Fakat soğuk hava ve düşmanın çokluğundan askerin fazla zâyiât vermesi üzerine Veli Paşa geri çekildi. Cafer Paşa ise, verilen emri yerine getirmek için canla başla savaştı. Yanındaki askerin sayısının azalması yüzünden geri çekilmek mecburiyetinde kaldı (22 Ekim 1596). Bu küçük çaptaki muhârebeden dört gün sonra arkadan gelen büyük Osmanlı ordusu, Avusturya ordusu ile karşılaştı. Osmanlı ordusunun merkezinde üçüncü Mehmed Han, sağ kolda vezir Mehmed Paşa, sol kolda ise vezir Sokulluzâde Hasan Paşa bulunuyordu. Muhârebenin başlamasıyla birlikte, düşman, uzun menzilli toplarıyla hücuma geçti. Osmanlı ordusunun merkezine tazyik yapmaya başladı. Bir anda Türk askeri arasında bir kargaşa başlayarak kanadlar arasındaki birlik bozuldu ve düşman Pâdişâh’ın otağını sardı. Vaziyet tehlikeli bir hâl aldı. Düşman kuvvetleri çadırlar arasına girmiş ve yağmaya başlamıştı. Bu durumu gören at oğlanı, yâni seyis, aşçı, deveci, katırcı, karakullukçu denilen ordunun gerisinde vazîfeli hizmetliler, düşman üzerine kazma, kürek, balta, odun gibi şeylerle hücuma geçtiler ve aynı zamanda da “Düşman kaçıyor” diye bağırarak askerleri geri döndürmeyi başardılar. Bu sırada ön kol komutanı Çağalazâde de süvarileriyle hücuma geçerek, ordunun sağ kanadını bozmuş olan yirmi bin düşmanı bataklığa sürerek imha etti. Bu hengâmede üçüncü Mehmed Han’ı dimdik atının üzerinde, Hoca Efendi’yi de onun yanı başında atının gemlerini tutmuş gören akıncılar ve Kırım atlıları, zaferi kazandığını sanan düşmana dehşetli bir darbe indirdiler. Düşmanın elli bin kadarı kırıldı. Böylece kaybedilmiş sayılan Haçova savaşı; Pâdişâh’ın teslimiyet ve sebatı, Hoca Sâdeddîn Efendi’nin duâsı, askerin şecaati ile zaferle neticelendi. Sultan üçüncü Mehmed Han bu seferin sonunda Eğri Fâtihi ünvânını aldı (Bkz. Haçova Meydan muhârebesi). Haçova’da kazanılan büyük zaferden sonra 22 Aralık 1596’da İstanbul’a dönüldü. İstanbul’da, kazanılan zaferlerin sevinciyle, üç gün üç gece merasim ve şenlikler yapıldı. Şâir Baki dâhil, bir çok şâir bu zaferlerden dolayı kasîdeler, manzum târihler ve zafernâmeler sundular. Osmanlı ordusunun yokluğundan faydalanan Avusturyalılar ise, Yanık kalesini muhasara etmişlerdi. Bunun üzerine sultan üçüncü Mehmed, Satırcı Mehmed Paşa’yı Avusturya cephesine serdâr tâyin etti. Satırcı Mehmed Paşa’nın bölgeye geldiğini haber alan Avusturya kumandanı, Yanık muhasarasını kaldırarak geri çekildi. Satırcı Mehmed Paşa kuvvetleri 1 Kasım günü Tuna kıyısında bulunan elli bin kişilik Avusturya ordusu ile karşılaştı. Çok kanlı geçen muhârebe sekiz gün sürdü. Kış şartlarının ağırlaşması üzerine, Osmanlı ordusu Belgrad’a çekildi. Serhad boylarını boş bulup istediği gibi hareket eden Avusturyalılar, 1598 senesi Mart ayında baskın düzenleyerek Yanık kalesini ele geçirdiler. Burçlardan birinde bulunan üç yüz kadar Türk askeri ise, kurtulma imkânı olmadığını görünce barut mahzenini ateşleyerek şehîd oldular. Bu haber İstanbulda büyük üzüntü uyandırdı. Satırcı Mehmed Paşa, İstanbul’dan yardım aldıktan sonra 29 Ağustos günü harekete geçti. Toplanan harb meclisinde Varad kalesi üzerine yürünmesine karar verildi. Osmanlı ordusunun Erdel taraflarına gitmesini ve Varad’ı kuşatmasını fırsat bilen Avusturya kumandanı Mathias, yetmiş-seksen bin kişilik bir kuvvetle Budin kalesini kuşattı. Diğer taraftan âsî Eflâk voyvodası Mihâil, Tuna muhafızı Hadım Hâfız Ahmed Paşa’ya isyândan vazgeçtiğini bildirerek, görüşmeye geleceğini söyledi. Hâfız Ahmed Paşa da voyvodaya inanarak ordusuyla Niğbolu önlerine gelip, otağ kurdu. Bu sırada Mihâil yirmi bin kişilik bir kuvvetle âni bir baskın düzenleyerek, üç bin Türk askerini öldürttü. Dağılan birliklerini toplayan Hâfız Ahmed Paşa, Niğbolu’yu kuşatan Mihâil üzerine yürüdü. Mihâil iki ateş arasında kalacağını anlayarak Bükreş’e kaçtı. Satırcı Mehmed Paşa’nın Varad kuşatması mevsim şartları yüzünden sürüncemede kaldı. Bu sırada Avusturyalıların Budin muhasarası da bütün şiddetiyle devam ediyordu. Kale müdafilerinin kahramanlıkları yanında bilhassa, Szolnak sancak beyi Kulaksız Ömer Bey’in, Peşte müdâfaası ve kahramanlıkları dillere destan olmuştu. Mevsimin ilerlemesi Avusturya ordusunu muhasarayı kaldırmaya mecbur etti. Ertesi gün de Osmanlı ordusu Varad muhasarasını kaldırdı ve Belgrad kışlığına çekildi. Savaş mevsimi boşuna harcanıp düşmanın derlenip toparlanmasına imkân verildiği için, Satıra Mehmed Paşa azledilerek yerine sadrâzam Dâmâd İbrâhim Paşa serdâr tâyin edildi. Avusturya serdârı tâyin edilen Dâmâd İbrâhim Paşa, 15 Mayıs 1599’da Uyvar seferi için İstanbul’dan hareket etti. Ordu Belgrad’a vardığı zaman Uyvar taraflarına gidilmesine karar verildi. Ciğerdelen’e gelindiğinde Avusturyalılar sulh için müracaat ettiler. Vaç kasabasında yapılan sulh görüşmelerinde bir neticeye varılamadı. Oyalama taktiği olan sulh isteğinden sonra, Avusturya ordusu Kornan’a çekildi. Kırım süvarilerinin düşman topraklarına karşı yaptıkları akınlarda istenilen netice alınamadı. Belgrad kışlağına çekilen İbrâhim Paşa, büyük gayret sarf ederek orduda disiplini sağladı. Bölgede hıristiyan reâyaya karşı âdilâne muamelede bulunan İbrâhim Paşa, onların itaatlerini te’min ederek, reâyadan topladığı milis kuvvetleriyle, senelerce o bölgede zulüm yapan, Heidük denilen eşkıyaların kökünü kuruttu. Sadrâzam İbrâhim Paşa, 1600 senesi baharında tekrar sefere çıkarak Kanije üzerine yürüdü. Müstahkem Kanije kalesi 12 Eylül’de muhasara edilmeye başlandı. Kenarından nehir geçen kalenin etrafı bataklıktı. Bu yüzden kaleye yanaşmanın ve lağım açmanın imkânı yoktu. Muhasara zor şartlar altında devam ediyordu. Nihayet içerde habsedilen Türklerin, canlarını feda ederek yanlarındaki barut deposunu havaya uçurmaları, kalenin harâb olmasına yol açtı. Barutsuz kalan düşman top ateşini kesmek mecburiyetinde kaldı. Buna rağmen kale müdafileri teslim olmamakta direniyordu. Bu arada Philippe Emmanuel komutasında yirmi bin kişiden fazla yardım kuvveti Kanije önlerine geldi. İki ateş arasında kalma tehlikesi gösteren Osmanlı ordusu kahramanca çarpıştı. Yardıma gelen düşman ordusu, 14 Ekim günü geri çekildi. Yardım kuvvetlerinin geri çekilmesi üzerine, 12 Ekim günü kale komutanı teslim oldu. Yapılan andlaşmaya göre ateşli silâhlar müstesna olmak şartiyle, kale halkı dilediği eşyasını alarak serbestçe çıkıp gidecekti. Kanije, beylerbeylik hâline getirilip, Tiryâki Hasan Paşa’ya verildi. İstanbul’da üç gün üç gece şenlikler yapıldı. Belgrad’a kışlamak için çekilen Dâmâd İbrâhim Paşa, ertesi sene sefere çıkacağı sırada vefât etti. Yerine sadâret kaymakamı olan Yemişçi Hasan Paşa tâyin edildi. Yeni sadrâzam, biraz gecikmeli olarak Belgrad’a hareket etti. Ordu daha Belgrad’a ulaşmadan, İstolni-Belgrad’ın düşman eline geçtiği haberi geldi. Buraya asker gönderildi ise de, ordu yenik düştü. Tam bu sırada arşidük Ferdinand, Kanije’yi muhasaraya başladı. Ancak Kanije komutanı Tiryâki Hasan Paşa’nın Türk târihinde kahramanlık, askerî sevk ve idarede bir maharet örneği olan müdâfaası sonunda, muhasara Avusturya askerinin hezîmeti ile neticelendi. Hasan Paşa, kalede top olmadığı intibaını uyandırarak, öncü kuvvetlerini aldatmış ve muhasara başladığı zaman açtırdığı şiddetli top ateşiyle düşmana büyük zâyiât verdirmişti. Ayrıca sık sık huruç hareketleri yaptırarak düşmanı yıpratmıştı. Zaman zaman hîleli haberlerle düşman ordugâhını yanıltmış ve zamanın geçmesini sağlamıştı. Serdâr Yemişçi Hasan Paşa, Kanije’den aldığı haberler doğrultusunda, yardıma gitmeye karar verdi. Fakat yeniçerilerin mevsimin soğuk olması yüzünden, Kanije’ye gidemiyeceklerini bağırarak söyleyip, serdârın çadırını yıkmaları üzerine yardımdan vazgeçerek Belgrad’a dönmek mecburiyetinde kaldı. Kanije kalesinin müdâfaaya gücü kalmadığı ve mühimmatın bitmek üzere olduğu bir sırada, sağnak hâlinde bir yağmur, korkunç fırtına ve nihayet tahammül edilmeyen bir soğuk yüzünden el ayak tutmaz olmuştu. 17 Kasım gecesi düşman ordugâhı bu tabiî âfetle pençeleşirken, ordu içinde Yemişçi Hasan Paşa’nın gelmekte olduğu haberi yayıldı. Avusturya ordusunda başlayan büyük panikten yararlanan Tiryâki Hasan Paşa, huruç hareketiyle düşmanı büsbütün perişan etti. Her şeyi bırakıp selâmeti kaçmakta bulan arşidük Ferdinand, canını zor kurtardı (18 Kasım 1601). Bu zafer ile kırk yedi top, on dört bin İtalyan tüfeği ve bir çok harb malzemesi ele geçirildi. Haber İstanbul’a ulaşınca, şenlikler yapıldı. Sultan, Tiryâki Hasan Paşa’ya vezirlik payesi verdi ve çeşitli hediyeler gönderdi. Sultan üçüncü Mehmed ayrıca gönderdiği hatt-ı hümâyûn ile kahramanları kutladı (Bkz. Kanije Müdâfaası). Arşidük Ferdinand, Kanije’yi muhasara ederken, Avusturya ordusunun diğer bir kolu İstolni-Belgrad kalesini kuşatarak ele geçirmişti. Rumeli beylerbeyi Lala Mehmed Paşa’nın gayretleriyle 1602 Ağustos’unda İstolni-Belgrad geri alındı. Bu sırada Erdel voyvodası, Avusturyalıların baskısı karşısında serdâr Yemişçi Hasan Paşa’dan yardım istedi. Hasan Paşa, hemen Erdel taraflarına gitmeye karar verdi. Fakat diğer taraftan arşidük Mathias’ın kumandasında büyük bir Avusturya ordusunun Budin’i kuşatma ihtimâli vardı. Budin beylerbeyi ve kâdısının bütün ricalarına rağmen, Hasan Paşa verdiği karardan dönmeyerek Erdel’e hareket etti. Türk ordusunun Erdel’e hareketini fırsat bilen Mathias, Peşte’yi kuşattı. Durumu haber alan Hasan Paşa, derhâl geri döndü. Tuna’nın ikiye böldüğü Budin’in Buda tarafı Avusturyalılar, Peşte kısmı da Osmanlılar tarafından muhasara ediliyordu. Osmanlı ordusunda yiyecek sıkıntısı başgösterdi ve Peşte kuşatması kaldırıldı. Budin’deki asker ise, huruç hareketleriyle düşmana çok zâyiât verdirdi. Eski Budin vâlilerinden Dev Süleymân Paşa’nın keşfi olan ve içleri demir parçaları ile dolu olan bombalar düşmana doğru yuvarlanarak düşman oyalandı ve yağmur mevsimi beklendi. Sürekli yağmurlar yağmaya başlayınca, arşidük geri çekilmek mecburiyetinde kaldı. Savunmada büyük yararlılıkları görülen Lala Mehmed Paşa, üçüncü vezirliğe terfî ettirilerek Macaristan seraskerliğine tâyin edildi. Uzun süren Avusturya-Osmanlı savaşları ve devletin üst kademelerindeki mevki mücâdelesi yüzünden, Anadolu’da yer yer şakilik hareketleri baş gösterdi. Kuvvetlenen eşkıya zümresi, Karayazıcı Abdülhalîm tarafından teşkilâtlandırıldı. Karayazıcı’nın çevresinde şekavetleri sebebiyle Cağalazâde Sinân Paşa tarafından dirlikleri kesilen tımar ve zeamet sahipleri ile hükümete küskün muhteris devlet adamları da bulunuyordu. Karayazıcı, emri altında bulunanları, aynen Osmanlı sultanlarının kapıkulu teşkilâtına benzer bir surette, tertib ettikten sonra, Sivas’tan Urfa’ya kadar uzunan sahada halka zulmetmeye başladı. Bu arada Urfa’yı zabt ile hükümdarlığını îlân ederek etrafa; “Halim Şâh Muzaffer Bâda” ibaresini ihtiva eden tuğralı fermanlar gönderdi. Sultan üçüncü Mehmed tarafından üzerine gönderilen Sinân Paşaoğlu Mehmed Paşa ile Hacı İbrâhim Paşa kuvvetlerini bozdu. Bu başarılarından dolayı Karayazıcı’nın etrafında otuz bin kişi toplandı. Vaziyetin gittikçe tehlikeli bir hâl aldığını gören sultan Mehmed, Bağdâd vâlisi vezir Sokulluzâde Hasan Paşa’yı Anadolu serdârlığına tâyin etti. Sokulluzâdenin Elbistan taraflarında sabahtan ikindiye kadar yaptığı muhârebede mağlûb ettiği Karayazıcı, Samsun taraflarına çekildi. Sokulluzâde, Karayazıcı’yı tâkib etti ise de kış yüzünden askerine izin vererek Tokat kışlağına çekildi. Celâlîlerin başı olan ve etrafında Anadolu’nun her tarafından binlerce sekban, sipâhî zorbası ve beylerin kapularını terkeden âsî kapıağalarını toplayan Karayazıcı, o kış Canik dağlarında öldü. Sokulluzâde Hasan Paşa, Karayazıcı’nın ölümü ile celâlî gailesi bitti diyerek işi gevşetince, yerine geçen kardeşi Deli Hasan, biraderinin maiyyetindeki sergerdelerden kethüda Şahverdi, Yularkaptı, Tavîl Ahmed gibi şahıslarla Sokulluzâde Hasan Paşa’yı Tokat’ta muhasara etti. Kuşatma sırasında Hasan Paşa 20 Nisan 1602 sabahı kale burçlarında dolaşırken, celâlîlerden birinin attığı kurşunla vuruldu. Bunun üzerine Sultan, Diyarbekir beylerbeyi Hüsrev Paşa’yı vezâret rütbesiyle Celâlîler üzerine serdâr olarak gönderdi. Ayrıca üçüncü vezir Hâfız Ahmed Paşa’yı da mühim bir kuvvetle Tokat üzerine yolladı. Fakat Hâfız Ahmed Paşa da, Deli Hasan kuvvetleri ile başa çıkamayarak Tokat kalesine kapandı. Kazandığı başarılar Deli Hasan’ın cesaretini daha da artırdı, saflarına katılanlar fazlalaştı. Sonunda Ankara üzerinden Anadolu beylerbeyliğinin merkezi Kütahya üzerine yürüyerek şehri yaktı ve Afyonkarahisar taraflarına çekildi. Avusturya muhârebelerinin devamı sebebiyle, Pâdişâh Anadolu’daki isyânları bastırmak için âsiler üzerine yeterli kuvvet gönderemedi. Asîlerin elinden kaçarak İstanbul’a gelen bir kısım Anadolu şehir ve köylüsü de dîvânda perişan vaziyetlerini dile getirdi. Bunun üzerine Sultan, Anadolu’nun durumuna tam manâsıyla eğilemiyeceği için Deli Hasan işini sulh ile halletmeyi uygun buldu. Deli Hasan’a Bosna beylerbeyliği ve maiyyetindeki elebaşılara sancak beyliği ile kapıkulu süvârîliği verilerek soygun ve zulümleri önlendi. Deli Hasan Paşa’nın devlet hizmetini kabul ederek Rumeli tarafına geçirilmesiyle Anadolu’daki Celâlî hareketleri sona ermedi. Zîrâ Deli Hasan’ın devlet hizmetine girmesi ile muhalifleri Tavil Ahmed ve Saçlı gibi celâlîler faaliyetlerini sürdürdüler (Bkz. Celâlîler). Uzun süreden beri devam eden celâlî isyânları yüzünden, Anadolu tam bir anarşi ve huzursuzluk içinde idi. Bu sırada merkezde de sipahiler isyâna başlamışlardı. Sadrâzam Yemişçi Hasan Paşa isyânla alâkalı görülerek azl ve îdâm edildi (1603). Avusturya savaşları ve celâlî isyânları Osmanlı Devleti’ni zor duruma getirdi. Bunu fırsat bilen ve 1603’de tahta çıkan Safevî hükümdarı birinci Abbâs, Avrupa devletleriyle Osmanlı Devleti aleyhine bir ittifak akdine teşebbüs etti. Daha sonra sudan bir sebeple harb îlânına lüzum görmeden Tebriz üzerine yürüdü. Karnı-Yarık muhârebesinden dönen Tebriz beylerbeyi Ali Paşa, Sofya mevkiinde Şâh’ın ordusu ile karşılaştı. Büyük kahramanlık gösteren Ali Paşa şehîd oldu. Daha sonra Şâh Abbâs Tebriz kalesini muhasara etti. Çok ümidsiz bir hâlde olan kale müdafileri, Şâh Abbâs’ın teslim teklifini önce reddettiler, fakat daha fazla mukavemet imkânı kalmadığı için üç gün sonra vire ile teslim oldular. Vire ile teslim olan kale halkının can ve malına dokunulmamak esas madde olmasına rağmen, Şâh, şehirde sünnî müslümanlar üzerinde büyük katliâm yaptı (21 Ekim 1603). Tebriz’in sükûtundan (düşmesinden) altı gün sonra Nahcivan kalesi de teslim oldu. Şâh, Nahcivân’dan Erivan kalesine yöneldi. Kale kumandanı Şerîf Mehmed Paşa idi. Şâh 15 Kasım’da Erivan’ı kuşattı. Şerîf Mehmed Paşa üç huruç hareketi yaparak Satevî ordusunu bozdu. Durumu öğrenen Pâdişâh, Trabzon’da bulunan Saatçi Hasan Paşa’yı İran seferi serdârlığına tâyin etti. Avusturya ve İran cephelerinde başarı kazanmak için çâreler araştıran üçüncü Mehmed Han, üzüntüsünden 1603 senesinin 21-22 Aralık gecesi vefât etti. Ertesi gün üçüncü Mehmed’in cenaze namazı şeyhülislâm Mustafa Efendi tarafından kılındıktan sonra, Ayasofya yakınında babası üçüncü Murâd’ın yanına defnedildi. Sultan üçüncü Mehmed Han, çok nâzik, halim, selîm, vakur, kerîm, edip, sâlih ve âbid (çok ibâdet eden) bir şahsiyete sahipti. Sancak beyliğinden saltanata gelen son Osmanlı pâdişâhıdır. Bütün Osmanlı pâdişâhları gibi hassas bir şâir olan üçüncü Mehmed Han’ın şiirde hocaları Nevâlî ve Nevî’dir. Şiirlerinde Adlî mahlasını kullanmıştır. Beş vakit namazını cemâatle kılardı. Devrin kaynakları; dindarlığını, hazret-i Muhammed, dört halîfe, Eshâb-ı kiram ve âlimlere hürmetini yazar. Bunların adı bahsedildiği an hürmeten ayağa kalkardı. Kolayca üzüntüye kapılır, yemekten-içmekten kesilirdi. Celâlî isyânları ile İran savaşlarının sürmesi onu büyük üzüntü içinde bıraktı. İçkiyi sıkı bir şekilde yasaklayıp, bütün meyhaneleri kapattı. Sultan üçüncü Mehmed Han’ın, Handan Sultan’dan; Mahmûd, Ahmed, Cihângir, Mustafa ve Selîm isimli oğullarıyla, iki kızı olmuştur. Mahmûd, Cihângir ve Selîm sağlığında vefât etmiştir. BERHUDAR OLASIN!.. Kanije müdâfaasında büyük kahramanlık örneği gösteren Tiryâki Hasan Paşa’ya sultan üçüncü Mehmed Han’ın gönderdiği zaferle ilgili Hatt-ı hümâyûn şöyledir; “Sen ki, Kanije beylerbeyi ihtiyar kulum ve tedbirli vezirim Hasan Paşa’sın!.. Bu tâli’li senede ikbâlin kılavuzluğu, cenâb-ı Hakk’ın tevfîki ümmet-i Muhammed’e yaver olup, eylediğin hizmet bana bildirilip, esirgemediğin çalışma şükranla karşılandı ve adın, güzel adlar defterine yazıldı. Berhudar olasın. Sana vezirlik verdim ve seninle beraber kalede muhasara edilmiş kullarım ki, manen oğullarım demektir, yüzleri ak olsun. İstenilenden ziyâde çalışıp canlarını ve başlarını din ve memleket uğruna esirgemediler. Bir insanın yapabileceğini yaparak hak yolunda çok çalışmışlar, su ve ateş arasında kâh boğulmak, kâh yanmaktan çekinmeyip, kule ve duvarların üzerinde tâyin olunan yerlerden ayrılmamışlar ve bâzan savaş meydanına çıkan küffârı kaçırıp ve küffâr cenkçilerini kırıp umûmî hücum yaptıklarından, demirlere kuşanmış düşman askerlerini kaçırmışlar ve mal ve ganimetlerini döküp saçmışlar... Bundan böyle dahi senin sözüne râm olup itaat üzere olmaları benim rızâ-yı hümâyûnuma sebeptir. Bu öğütlerimi gâzî kullarım huzurunda okuyup “Allaha ve Resulüne ve büyüklerinize itaat ediniz” mânâ-yı şerifini onlara bildiresin. Seninle muhasarada olan kullarıma verdiğin ganimet tamamen makbûlüm olmuştur. Cümlenizi cenâb-ı Hakk’a ısmarladım.” Sultan Üçüncü Mehmed Han Devri Kronolojisi 16 Şubat 1595 : Ferhad Paşanın ikinci defa sadârete getirilmesi. 27 Nisan 1595 : Sadrâzamın Eflâk seferine hareketi. 1 Temmuz 1595 : Estergon kalesinin düşman tarafından kuşatılması. 7 Temmuz 1595 : Ferhad Paşa’nın azli ve Sinân Paşa’nın dördüncü defa sadârete getirilmesi. 28 Ağustos 1595 : Bükreş’in düşmandan geri alınması. 2 Eylül 1595 19 Kasım 1595 : Estergon kalesinin düşmesi. : Sinân Paşa’nın azli ve Lala Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 1 Aralık 1595 : Sinân Paşa’nın beşinci defa sadârete getirilmesi. 3 Nisan 1596 : Sinân Paşa’nın ölümü. 4 Nisan 1596 : Dâmâd İbrâhim Paşa’nın sadârete getirilmesi. 20 Haziran 1596 : Sultan’ın Eğri seferine hareket etmesi. 12 Ekim 1596 : Eğri’nin fethi. 26 Ekim 1596 : Haçova zaferi. 27 Ekim 1596 : Dâmâd İbrâhim Paşa’nın azli ve Cağaloğlu Sinân Paşa’nın sadârete getirilmesi. 5 Aralık 1596 12 Ekim 1597 : Dâmâd İbrâhim Paşa’nın ikinci defa sadârete getirilmesi. : Tata-Dotis kalesinin düşmandan geri alınması. 3 Kasım 1597 : Hadım Hasan Paşa’nın sadârete getirilmesi. 9 Nisan 1598 : Yeni Câmi’nin temel atma merasiminin yapılması. 6 Ocak 1599 : Dâmâd İbrâhim Paşa’nın üçüncü defa sadârete getirilmesi. 2 Ekim 1599 : Şeyhülislâm Hoca Sâdeddîn Efendi’nin vefâtı. 7 Nisan 1600 : Büyük şâir Bâkî’nin vefâtı. 5 Eylül 1600 : Bobofça kalesinin fethi. 22 Ekim 1600 : Kanije kalesinin fethi. 10 Temmuz 1601 : Sadrâzam Dâmâd İbrâhim Paşa’nın vefâtı. 22 Temmuz 1601 : Yemişçi Hasan Paşanın sadârete getirilmesi. 9/10 Eylül 1601 : Düşmanın Kanije kalesini kuşatması. 18 Kasım 1601 : Kanije müdafileri karşısında dayanamayıp, düşmanın geri çekilmesi. 6 Ağustos 1602 : İstolni-Belgrad kalesinin düşmandan geri alınması. 18 Kasım 1602 : Peşte’yi alıp Budin’i kuşatan Avusturya ordularının kaçması. 26 Eylül 1603 : İranlıların Tebriz’i işgali. 16 Ekim 1603 : Malkoç Ali Paşa’nın sadârete getirilmesi. 15 Kasım 1603 : Erivan’ın düşman eline geçmesi. 1) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 115 2) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4210 3) Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-5, sh. 8 4) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-3, sh. 142 5) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-8. sh. 109 6) Nâimâ Târihi; cild-1, sh. 279 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 330 8) Sultan Mehmed-i Sâlis (Mehmed Celâl, İstanbul-1308) 9) Şakâyık-ı nu’mâniyye zeyli (Atâî); sh. 390 10) Künh-ül-ahbâr (Üniversite Kütüphânesi, No: 5959) vr. 574 11) Târihi Peçevî; cild-2, sh. 189 12) Fezleke (K. Çelebi); cild-1, sh. 83 13) Eğri Fetihnamesi (Tâlikzâde, hazırlayan, Vahit Çubuk, Neşredilmemiş Doktora Tezi) 14) Devleti Osmâniyye Târihi (Hammer); cild-7, sh. 98 15) Hadîkat-ül-cevâmi; cild-1, sh. 6 16) Hulâsat-ül-eser; cild-4, sh. 216 MEHMED HAN-IV Babası ............................. : İbrâhim Han Annesi ............................. : Hadîce Turhan Sultan Doğumu ........................... : 1/2 Ocak 1642 Vefâtı .............................. : 6 Ocak 1693 Tahta Geçişi ..................... : 8 Ağustos 1648 Saltanat Müddeti ............... : 38 sene 3 ay Halîfelik Sırası ................... : 84 Osmanlı sultanlarının on dokuzuncusu ve İslâm halîfelerinin seksen dördüncüsü. Sultan İbrâhim Han’ın oğlu olup, 1/2 Ocak 1642’de Hadîce Turhan Sultan’dan İstanbul’da doğdu. Doğumuna çok sevinilip, donanma şenlikleri yapıldı. Şehzâdeliğinde, İmâm-ı Şâmî Yûsuf Efendi, Şâmi Hüseyin Efendi ve diğer kıymetli hocalardan ders alarak yetiştirilmeye başlandı. Babası İbrâhim Han’ın âsîler tarafından tahttan indirilmesi üzerine 8 Ağustos 1648’de sultan olan dördüncü Mehmed Han yedi yaşında idi. Tahsîl ve ta’limine saltanatı zamanında da devam etti. Sultan dördüncü Mehmed Han’ın çocukluğundan istifâde eden devlet kademelerindeki kişiler, idarede daha çok söz sahibi oldular. Sadârete getirilen Sofu Mehmed Paşa, mâlî işlerde tecrübeli bir devlet adamı idi. Mehmed Paşa, Devlet hazînesinin zor durumda olması yüzünden sadâretinin ilk günlerinde bâzı kararlar alarak hazînede bir dereceye kadar denge sağlamaya çalıştı. Masrafları azaltma çalışmalarına saraydan başladı. Gümrük, tuzla gibi mukâtaalardaki vazîfe sahihlerinin yoklamasını yaparak, müstahak olmayanlara berat vermedi ve beratlarındaki istihaklarını da azalttı. Sadrâzam bu arada kapıkuıu süvarilerine senelerden beri verilmeyen gulâmiyelerini dağıttı ve Girid seferine katılmak şartıyla bölüklerinden çıkarılan kapıkullarını tekrar deftere kaydettirdi. Bu ihsânları az gören sipâhîler çeşitli yerlerde toplanarak, isyân hazırlığına başladılar. Diğer taraftan dış saraylarda bulunan ve celeb denilen acemi oğlanları isyân etti. Pâdişâh cülûsunda, her beş veya yedi senede bir İbrâhim Paşa Sarayı, Galatasarayı, Edirne Sarayı ile Enderûn’dan acemi çıkmaları olurdu. Bunlar kabiliyetlerine göre yeni saraya veya kapıkulu süvârî bölüklerine alınırdı. Sultan İbrâhim zamanında, çıkma zamanları geçmesine rağmen çıkarılmadıkları gibi, yeni cülûsta da ihmâl edilmişlerdi. 28 Ekim günü ayaklanan acemi oğlanlarına bir kısım sipâhî de katılmıştı. Şeyhülislâm Abdurrahîm Efendi’nin isyâncıların katledilmeleri hakkında verdiği fetva, işi daha da karıştırdı. İsyâncılar ayak dîvânı istediler. Sadrâzam ve şeyhülislâmın idamını isteyen âsîler, yeniçerilerin kendilerine karşı gelmeleri üzerine, bir yeniçeri zabiti, sipâhîler tarafından öldürüldü. Böylece devletin atlı ve piyade sınıfı askerleri devlet adamlarının şahsî ihtirasları yüzünden karsı karşıya geldiler ve Sultanahmed meydanında birbirlerine girdiler. Başlangıçta bozulan yeniçeriler, daha sonra insafsızca sipahileri öldürmeye başladı. Sipâhî isyânının kanlı şekilde bastırılması, yeniçeri ağalarını devlet yönetiminde söz sahibi hâline getirdi. Sadrâzam, ağalara sormadan bir iş yapamaz oldu. Yeniçeri ağaları sefahate dalarak çok zengin oldular. Ağaların nüfuzunu kaldırmak isteyen Sofu Mehmed Paşa, ağaların başı olan Kara Murâd ile çatıştı. Bu sırada eski kapıkulu süvarilerinden Gürcü Abdünnebî, ödediği iltizâmın verilmeden mukâtaasının geri alınması üzerine isyân etti. Gürcü Abdünnebî etrafında topladığı sipâhîler ile Konya’ya gelerek, etrafa korku ve dehşet saçtı. Üsküdar yakınlarına kadar gelen âsîler, halka eziyet edip, yağmaya kalkışınca, üzerlerine gönderilen bostancılar, Abdünnebî kuvvetlerini ağır yenilgiye uğrattı. Abdünnebî, Anadolu’ya kaçarak canını zor kurtardı. Mudurnu taraflarında eşkıyalığa başladı. Bu sırada kapdân-i derya Voynuk Ahmed Paşa komutasında boğazdan çıkan donanmanın Venediklilere yenilmesi üzerine, donanmaya gerekli önemi vermediği gerekçesiyle Sofu Mehmed Paşa sadâretten alınarak, yerine Kara Murâd Ağa sadrâzamlığa getirildi (1643). Kara Murâd Paşa, sadrâzam olduktan sonra, isyâncı arkadaşları ile arası açıldı. Sadrâzam, devletin en yüksek mevkiinde bulunmasına rağmen istediği gibi hareket edemiyordu. Yeniçeri ağaları Murâd Paşa’yı öldürmeyi plânladıkları bir toplantıda, ocaktan Bektaş Ağa mâni olarak, paşanın sadâretten çekilmesini teklif etti. Diğer ağaların bunu kabulü üzerine, Kara Murâd Paşa, Pâdişâh’a mührü teslim ederek istifasını sundu. Yerine Melek Ahmed Paşa tâyin edildi. Melek Ahmed Paşa hükümet işine ocak ağalarının müdâhele etmemesi şartıyla mührü kabul etti. Buna rağmen ağaların her işe burnunu sokmaları üzerine aralarına soğukluk girdi ise de tekrar düzeldi. Melek Ahmed Paşa, bütçe açığını kapatmak için ayarı bozuk akçe (züyûf akçe) bastırıp tedavüle çıkardı. Esnafa dağıtmaya karar verilen bu züyûf akçelerin 118 tanesi bir altına karşılık geliyordu. Bunu kabul etmeyen yaklaşık on bin esnaf, durumu sadrâzama bildirmek için Paşa kapısına gittiler. Onları dinleyen sadrâzam isteklerini kabul etmedi. Bunun üzerine esnaf topluluğu şeyhülislâma gitti. Şeyhülislâmı bir ata bindirip saraya doğru yürüdüler. Bâb-üs-seâde kapısı önüne gelen esnaf topluluğu, küçük Pâdişâh’ı ayak dîvânına çağırdı. Ayak dîvânına çıkan Pâdişâh’a durumlarını arz ettiler. Sultan Mehmed topluluğa; “Size böyle zulüm olmasına benim rızâm yoktur” dedi ve işin aslını öğrenmek için sadrâzamı saraya davet etti ise de, Melek Ahmed Paşa korkusundan gelemedi. Bunun üzerine küçük Pâdişâh, esnafa; Kânûnî Sultan Süleymân devrindeki kânuna aykırı vergi ve tekâlifin affedildiğine dâir bir hatt-ı hümâyûnu verdi. Esnaf ayrıca Pâdişâh’dan, sadrâzamın azlini ve ocak ağaları olan ve devlet işlerine karışan Kara Çavuş, Bektaş Ağa, Kethüda Bey, Samsuncu Sarı Kâtip ve Deli Birader’İn katlini istediler. Bu durumu öğrenen ocak ağaları yeniçeriyi At meydanına çıkararak köşebaşlarını tutup halkı sindirdiler. Pâdişâh tarafından azledilen Melek Ahmed Paşa’nın yerine Siyâvuş Paşa getirildi. Diğer taraftan, Abaza Hasan Paşa, vazifeden azledilmesini bahane ederek Kastamonu’da ayaklandı. İzmit’i ele geçirip, yol keserek yağmaya başladı. Daha sonra Kastamonu’ya geri çekildi. Sivas vâlisi tâyin edilen Karaman beylerbeyi Katırcıoğlu Mehmed Paşa, isyânı bastırmakla görevlendirildi. Ancak eski Sivas vâlisi İbşir Mustafa Paşa ile birleşen Abaza Hasan Paşa, üzerlerine gelen kuvveti Aksaray civarında bozguna uğrattı. Abaza Hasan Paşa bu muvaffakiyetten sonra, halktan zorla vergi toplamaya başladı. Eskişehir çevresini idaresi altına alıp, İstanbul’dan bâzı isteklerde bulundu. İstanbul’dan Boynueğri Mehmed Paşa başkanlığında bir hey’et gönderildi. Giden hey’et sipâhîler ile yeniçeriler arasındaki anlaşmazlığı giderdi ve Abaza Hasan Paşa’yı isyândan vazgeçirip Türkmen voyvodalığını verdi, İbşir Mustafa Paşa da Halep beylerbeyliğine tâyin edildi. İstanbul’da ve Anadolu’da bütün bunlar olurken, sultan İbrâhim Han devrinde başlatılan Girid harbi bütün şiddetiyle devam ediyordu. 1651’de Girid’e gönderilen yardım malzemesi taşıyan yetmiş dört parçalık donanma, Nakşa adası açıklarında Venedik donanmasının âni baskınına uğradı. Altı kalyon dolusu asker ve önemli mikdârda mühimmat, top, Venediklerin eline geçti. Bu yüzden Girid’de çarpışan Türk kuvvetleri zor durumda kaldılar. Donanmanın mağlûb olduğu sırada, Topkapı Sarayı’ndaki bostancılar bir Ramazan günü ayaklanarak iftardan sonra Sultan’ın babaannesi Mâhpeyker Kösem Vâlide Sultan’ı perde ile boğarak öldürdüler. Durumu öğrenen Sultan, sadrâzamı saraya davet ederek dîvân akdedip, suçluların cezalandırılmasını istedi. Ulemâdan Hanefî Efendi ile Hocazâde Mes’ûd’un tavsiyeleriyle sancak-ı şerif çıkarıldı ve muhalefet edenlerin katline dâir fetva veri idi. Halk ve asker sancak-ı şerîf altında toplandı. Davete uymayan ve yalnız kalan yeniçeri ağaları sonlarının geldiğini anlayarak saklandılarsa da idamdan kurtulamadılar. Böylece üç seneye yakın devlet işlerinde her şeye müdâhale eden ve ortalığı karıştıran dört kişiden kurtulan Sultan, rahat bir nefes aldı. Ağalar devri kapandıktan sonra, sultan dördüncü Mehmed Han, Siyâvuş Paşa’yı sadâretten alarak yerine Tarhuncu Ahmed Paşa’yı getirdi. 20 Haziran 1652’de sadrâzam olan Tarhuncu Ahmed Paşa, bu vazifeyi, mâlî tedbirlere kimsenin müdâhale etmemesi şartı ile kabul etti. Bütçedeki mâlî durumu yakından tâkib etmiş olan Ahmed Paşa, hâl çarelerini de iyi biliyordu. Yapacağı işleri bir plân dâhilinde şöyle sıraladı: Girid’in fethini tamamlamak, donanmayı ıslâh etmek, hazîne için gerekli parayı sağlamak ve hazîneye borcu olanlardan parayı tahsîl etmek. Hatır ve gönüle bakmadan çalışan yeni sadrâzam, haksız kazanç yollarını kapadı. Bu sırada defterdârlığa getirilen ve vergilerin toplanmamasından şikâyetçi olan Mustafa Paşa, buna bir çâre bulunmasını istedi. Neticede Sultan’ın hâzır bulunduğu bir toplantıda Erzurum, Çankırı, Kastamonu, Manisa gibi eyâlet ve sancakların iltizâma bağlanmasına ve vâlilerin bu iltizâmdan muayyen bir kısmını hazîneye göndermelerine karar verildi. Ayrıca has, zeamet, tımar ve paşmaklıklardan gelen gelirden bir mikdârın hazîneye alınması kararlaştırıldı. Bundan başka bütün dirliklerin hesaplarının dökümünü ihtiva eden bir defter sadrâzam tarafından Pâdişâh’a sunuldu. Bütçe açığını kapamak için masraflar kısıldı. Maliyeciler, kaynaklarda Tarhuncu bütçeleri veya lâyihaları olarak geçen iki bütçe hazırladılar. Masrafların kısılması bâzı devlet erkânının hoşuna gitmedi ve bunlar sultan dördüncü Mehmed Han’a sadrâzamın kendisini tahttan indirerek yerine şehzâde Süleymân’ı çıkaracakları iftirasında bulundular. Neticede Tarhuncu Ahmed Paşa 30 Mart 1653’de görevinden azledilerek, yerine kapdân-ı derya Derviş Mehmed Paşa getirildi. Bu arada Derviş Mehmed Paşa’nın yerine kapdân-ı derya olan Çavuşoğlu Mehmed Paşa, Çanakkale boğazının çıkışında Venedik donanmasının bulunmamasından faydalanarak Girid’e yardımcı kuvvet ve mühimmat götürdü. Dönüşte Rodos’a uğradığı sırada Venedik donanması üzerine geldi ise de muhârebeye cesaret edemedi. Çavuşoğlu da taarruza cesaret edemiyerek İstanbul’a döndü. Bu hareketi Çavuşoğlu’nun azline sebeb oldu. 1653 senesi Aralık ayında Budin vâlisi Kara Murâd Paşa kapdân-ı deryalığa tâyin edildi. Kara Murâd Paşa 1654 senesi Mayıs’ında sefere çıkarak, Çanakkale boğazı çıkışında bekleyen Venedik donanması üzerine hücum etti. Mağlûb olan Venedik donanmasının gemilerinin çoğu battı. Düşman amirali ölenler arasında idi. Bu başarıdan sonra Girid’e mühimmat götüren Kara Murâd Paşa, sonbahara doğru İstanbul’a döndü. Bu sırada geçirdiği felç yüzünden sadâretten alınan Derviş Mehmed Paşa’nın yerine Haleb vâlisi İbşir Mustafa Paşa getirildi. İbşir Paşa, meşhur Abaza Mehmed Paşa’nın yeğeni olup, yanına topladığı sekban ve levendlerle etrafa zulüm yapan, söz dinlemeyen bir vezirdi. Abaza Hasan Paşa isyânında, bu âsinin yanında yer aldığından isyânın bastırılması için İbşir Paşa’ya vâlilik verilmişti. Onu sadrâzam yaparak İstanbul’a getirmek suretiyle, her an çıkarabileceği bir isyânın önüne geçilmek istenmişti. Fakat İbşir Paşa, hemen İstanbul’a hareket etmedi. İstanbul’daki nüfuzluların emrine girmek istemediğinden Anadolu’daki karışıklığı düzelttikten sonra geleceğini bildirdi. Haleb’den ayrılan İbşir Paşa, kalabalık bir ordu ile Konya’ya geldi. Şam, Haleb ve Bağdâd vâliliklerine kendi adamlarını tâyin etti. İstanbul’a geldiği zaman maiyyetinde yirmi bin kadar asker vardı. İbşir Paşa’nın İstanbul’daki hoşa gitmeyen icrâatlarına Anadolu’dan gelen şikâyetler de katılınca, durumu nâzikleşti. Yanında getirdiği sipahilere vâdettiğini veremeyince de, bunlarla arası açıldı. Sadrâzamın Anadolu’da bıraktığı adamları halkı ezdiklerinden İstanbul’a şikâyetler yağıyordu. İbşir Paşa’nın bu sırada kapdân-ı derya Kara Murâd ile de arası açıldı. Murâd Paşa sadrâzamın kendisini donanma ile İstanbul’dan uzaklaştırıp sonra da azlettireceğini öğrenince, İbşir Paşa’dan memnun olmayanları türlü vâdlerle kendi yanına çekti. Sonra da asker taifesini İbşir Paşa aleyhine kışkırttı. Nitekim Yeniçeriler ile sipahiler, 10 Mayıs 1655’de At meydanında toplanarak, İbşir Paşa, şeyhülislâm ve İbşir Paşa’nın adamı kul kethüdasının katlini istediler. Şeyhülislâm ve sadrâzam saraya sığındı. İsyancılar sadrâzamın Ayasofya’daki konağını hücum ile yağmaladılar. Ertesi günü de şeyhülislâm Ebû Saîd Efendi’nin konağını talan edip Hasan Can ailesinin yüz elli seneden beri biriktirdikleri eşya ve kitapları yağmaladılar. Durumun yatışmadığını anlayan Sultan, İbşir Paşa’yı azlederek yerine Kara Murâd Paşa’yı getirdi. Fakat âsîler sadrâzamın katlinde diretince, idâm edildi. İkinci defa sadârete getirilen Kara Murâd Paşa, bol vâdlerde bulunarak iş başına geldiğinden, hazîne işlerini ve devlet itibârını alt-üst etti. Kapıkulu süvarilerinin veledeş denilen paralarını ödediği gibi, Revan ve Bağdâd seferlerinde isimleri defterden çıkarılan sipahileri tekrar deftere kaydettirdi. Tarhuncu Ahmed Paşa’nın, ölümü bahasına büyük bir gayretle yirmi beş bine indirdiği sipâhî mevcudu elli, elli bine indirilen yeniçeri sayısı da tekrar seksen bine çıkarıldı. Bu durum devlet hazînesine büyük darbe vurdu. İbşir Paşa’nın idamı üzerine Türkmen voyvodası Abaza Hasan Paşa, Anadolu’da karışıklık çıkarmaya başladı. Olayları önliyemiyeceğini anlayan Sadrâzam, hacca gitmek gayesiyle 19 Ağustos 1655’de istifa etti ve Şam vâliliğine tâyin edildi. Yerine Süleymân Paşa sadârete getirildi. Süleymân Paşa, sadârete geldikten sonra Anadolu’da kargaşalık çıkaran Abaza Hasan Paşa ve müttefiki Seydi Ahmed Paşa’yı Boğazhisar’ın muhafazası ile vazifelendirerek Anadolu’dan uzaklaştırdı. Sadrâzam bütçenin dengesizliği ve devlet işlerine her taraftan gelen müdâhalelerden ne yapacağını şaşırmıştı. Bozuk ve karışık akçe sebebiyle esnaf, halk ve asker arasında çekişme eksik değildi. Devlet idaresine tam olarak sâhib olamayan Süleymân Paşa, ihtiyarlığını ileri sürerek yüz doksan yedi günlük sadâretten sonra 27 Şubat 1656 günü istifa etti. Sadrâzamlığa Girid serdârı Deli Hüseyin Paşa, sadâret kaymakamlığına da Zurnazen Mustafa Paşa tâyin edildi. Ancak yedi gün sonra sadâretten azledilen ve Girid’de bulunan Deli Hüseyin Paşa sadârete tâyinini ve azlini öğrenemedi. Bu sırada Vak’a-i vakvakiye (Çınar vak’ası) diye târihe geçen meşhur hâdise zuhur etti. İsyanın tek sebebi mâlî bozukluk idi. Askerin bir kısmına züyûf veya kızıl akçe ismi verilen değeri düşük akçelerin verilmesi ve bir kısmına ise maaş verilmemesi bu isyânın en büyük sebebi idi. Bu akçeleri İstanbul esnafı almıyor, alanlar ise tehdîdle kabul ediyordu. Bu sırada Girid’den dönen bir kısım yeniçeri dokuz aydır maaş almadıklarını şikâyet için gittikleri Ağakapısında, kul kethüdası Osman Ağa’nın hakaretine uğrayınca, ocağa dönüp diğer yeniçerilere durumlarını anlattılar. Mağdur durumda olan sipâhî ve yeniçeriler bir toplantı yaparak, buna sebeb olan ve hazîneyi yağmalayıp servet biriktiren saray ağaları ile devlet erkânından otuz kişiyi tesbit ettikten sonra At meydanında toplandılar. İdamını istedikleri kişilerin bulunduğu listeyi Sultan’a takdim ile ayak dîvânı istediler (4 Mart 1656). Bu durum karşısında Sultan yeniçeri ağası ile kul kethüdasını değiştirdi. Ancak asîler tatmin olmadı. Sonunda Pâdişâh ayak dîvânını kabul edip, vezirler ve ulemâ yanında olduğu hâlde Alayköşkü’nde toplanan askerlerle konuştu. Ayak dîvânında asîlerin aralarında seçtikleri temsilciler, Pâdişâh’ın yaş îtıbâriyle işleri alabilecek çağa geldiğini, Girid’de askerin çaresizlik içinde olduğunu, memleketin harâblığı, köylünün zulümden bıktığını, askerin maaş yüzü görmediğini, verilenlerin de geçmez akçe olduğunu, vergilerin ve defterdârın saltanat şeriklerinden korktuklarından hakîkati arzedemediklerini, Sultan’a yakın olan ağa ve musahiplerin devletin işine karışarak çok mal topladıklarını, hazînede iki senelik açık bulunduğunu, duruma sebebiyet verenlerin temizlenmesi gerektiğini söyleyerek, bu cüretlerinden dolayı aflarını istediler. Ayrıca ulûfe diye verdikleri akçe budur diye bir avuç züyûf akçeyi Sultan’a arz ettiler. Listesini verdikleri otuz kişinin îdâmını istediler. Pâdişâh, listede isimlen bildirilenlerin mallarının alınıp sürgün edileceklerini dört saat önce sadrâzam olan Zurnazen Mustafa Paşa ile askere tebliğ etti ise de âsîler hep birlikte; “Hayır katlolunmadıkça dağılmayız ve seni de istemiyoruz” diye bağırdılar. Bunun üzerine istekleri kabul edildi. Zurnazen Mustafa Paşa sadrâzamlıktan alınarak yerine Silistre vâlisi Siyâvuş Paşa tâyin edildi. Sadâret kaymakamlığına da kubbe vezirlerinden Yûsuf Paşa getirildi. Asîlerin sundukları listede bulunanlar yakalandıkça îdâm edilip Sultanahmed meydanındaki Çınar ağacına asıldılar, isyân, idamlar tamamlanıncaya kadar devam etti. Cesedler, çınar ağacında günlerce asılı kaldığından bu isyâna, târihte Vak’a-i vakvakiye denildi. Sadrâzamlığa ikinci defa getirilen Siyâvuş’un bu görevi uzun sürmedi. Hastalığı yüzünden ancak iki defa dîvân toplantılarına katılabildi. Siyâvuş Paşa bir ay yirmi iki günlük sadâretinden sonra ölünce, yerine Boynueğri Mehmed Paşa getirildi. Çınar vak’asında öldürülen saray ağalarının yerini halkın meydan ağaları adını verdiği sipâhî ağaları almaya başladı. Henüz Şam’dan gelmemiş olan yeni sadrâzam yerine devlet işlerini kendi bildikleri gibi yönetiyorlardı. Meydan ağalarının rezaleti İstanbul’da herkesi canından bezdirdi. Devlet erkânı bunların rezaletine nasıl son verileceğini gizli gizli günlerce görüştü. Bu sırada sipâhî ağaları, Anadolu’da Seydi Ahmed Paşa’nın zulmü ve ele geçirdiği sipâhîleri öldürmesi yüzünden Sultan’ın bizzat Anadolu seferine çıkmasını istediler ve bunda direndiler. Bunun üzerine Pâdişâh Anadolu seferine çıkmayı kabul etti. Sefer için tuğlar çıkarılarak cephanelik önüne dikildi. Sefer hazırlıkları görüşülmek üzere devlet erkânı yeniçeri ve sipâhî ağaları saraya davet edildi. Görüşmeler sırasında, sipâhî ağalarının hiddetle ortaya atılıp edep ve terbiye dışı bir takım sözler sarfetmeleri üzerine, ocak ağalarından Hüseyin Ağa, şeyhülislâma; “Efendim, pâdişâh üzerine hükm ile memleket nizâmını bozup ortalığı karıştıranların cezası nedir?” diye sordu. Şeyhülislâm da şerîat kılıcı ile cezalandırılmalarının lâzım geldiğini söyleyince, Sultan dördüncü Mehmed’in işareti ile toplantıya gelen dört sipâhî ağası öldürüldü. Bunu duyan diğer ağalardan kaçan yirmi kadarı yakalanarak îdâm edildi. Böylece meydan ağaları devri sona erdi. İstanbul’da arkası arkasına sadrâzamlar değişip, isyânlar birbirini tâkib ederken, Anadolu’da yer yer ayaklanmalar oluyordu. Bu sırada en büyük tehlike, Çanakkale boğazı çıkışında bir zamanlar Akdeniz’deki müttefik devletler donanmasını yenen Osmanlının Venedik donanmasına mağlûb olması idi. Uzun süren Girid savaşı yüzünden, buraya yardım için giden Osmanlı donanmasının boğaz dışında bekleyen Venedik donanması ile çarpışması âdet olmuştu. 1656 Haziran’ında Girid’e yardıma çıkan kapdân-ı derya Dâmâd Kenan Paşa komutasındaki donanma, Çanakkale boğazı çıkışında ters esen rüzgâr yüzünden mağlûb oldu. Yetmiş dokuz gemiden sekizi düşman eline düştü. Çoğu yanan gemilerden pek azı kurtulabildi. Bu, İnebahtı yenilgisinden sonra donanmanın uğradığı en büyük mağlûbiyet idi. Donanmanın bu yenilgisi üzerine Venedikliler, Bozcaada ve Limni gibi asker’i önemi fazla adaları kuşatarak ele geçirdiler. Bu durum İstanbul’da büyük heyecan uyandırdı. Venediklilerin Rumeli sahillerine taarruz etmesi üzerine, tâyin olduğu Silistre eyâletine gitmekte olan Seydi Ahmed Paşa, durumu öğrenir öğrenmez, derhâl sahillerin muhafazasına koştu. Karaya çıkan düşman askerini geri püskürttü. Bu başarısından sonra görevden alınan Kenan Paşa’nın yerine kapdân-ı deryalığa getirildi. Donanmanın mağlûbiyeti yüzünden çıkabilecek herhangi bir karışıklığın önüne geçmek için 15 Eylül’de devlet erkânı ve ulemâ Yalı köşkünde bir toplantı yaptı. Bu toplantı neticesinde Manisa ve Aydın sancakları ile Anadolu ve Karaman eyâletlerine sancak beyi ve vâliler tâyini ile bunların İzmir, Sakız, İstanköy gibi ada ve sahillerin muhafazalarına me’mur edilmeleri, tersanede yeni gemilerin hızla yaptırılması, herkesten imdâdiye adı ile para alınması ve iç hazîneden bir mikdâr para çıkanlması kararlaştırıldı. Sultan dördüncü Mehmed, önceki sadrâzamlar gibi paraya düşkün olan Boynueğri Mehmed Paşa’nın icrâatından memnun değildi. Yalı köşkünde yapılan ikinci toplantıda Sultan sefere hazırlanması için emir vermesine rağmen, sadrâzam acz gösterince bir karâra varamayan meclis dağıldı. Sultan dördüncü Mehmed Han, devlet idaresinde başarılı olamayan Boynueğri Mehmed Paşa’nın yerine dirayetli bir vezir aramaya başladı. Vâlide kethüdası Mîmâr Kâsım Ağa’nın tavsiyesi ile göngörmüş, tecrübeli vezir Köprülü Mehmed Paşa saraya çağrıldı. Köprülü Mehmed Paşa, bu görüşmede devletin içinde bulunduğu güçlükleri îzâh ederek, bunların altından ancak olağanüstü yetkilerle donatılmış olma hâlinde kalkabileceğini, aksi takdirde muvaffakiyetinin mümkün olmadığını arzetti. Bunun üzerine dördüncü Mehmed Han, yaptığı işlere müdâhale edilmeyeceği, aleyhindeki şikâyetleri kendi görüşünü almadan değerlendirmeyeceği, devlet me’mûriyetlerinde yapacağı tâyin ve azillere karışmayacağı gibi, büyük yetkilerle Köprülü Mehmed Paşa’ya sadrâzamlık mührünü verdi (14 Eylül 1656). İstanbul’da kudret ve iktidarını kısa sürede gösteren Köprülü Mehmed Paşa, Venedikle olan uzun ve yıpratıcı savaşı sona erdirmeye, Çanakkale ablukasını kaldırmaya ve Girid’in fethini tamamlamaya karar vererek sefer hazırlıklarına girişip yeni bir donanma hazırlattı. Fakat bütün bu çalışmalara rağmen kapdân-ı derya Topal Mehmed Paşa, Çanakkale boğazındaki ablukayı kaldıramayınca cezalandırıldı. Bir süre sonra Venedik amirali Osmanlı baştardelerini zaptetmek için Kum kalesi önünden geçerek taarruz etti. Venedik amiral gemisi tarafından Osmanlı baştardesi ele geçirileceği sırada Kum kale metrislerinden Kara Mehmed adındaki bir topçu tarafından atılan bir gülle, Venedik amiral gemisinin barut mahzenine isabet etti. Düşman amirali gemisinin berhava olması, bozulmuş olan kuvve-i mâneviyenin düzelmesini sağladı ve Osmanlıların galebesini te’min etti. Nihayet Bozcaada ile Limni adası geri alınarak boğazın ablukası kaldırıldı. Bundan sonra Köprülü, ilk olarak Girid’in fethini düşünmekte idi. Ancak Erdel ve Anadolu’da isyânların çıkması, bu teşebbüsün gecikmesine sebeb oldu. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu karışıklıktan ve Venedikle meşgul olmasını fırsat bilen Erdel prensi Gyürgy Rakoczy, katoliklere karşı protestan direnişinin lideri olduğunu îlân ederek İsveç kralı yanında Eflak ve Boğdan prensleriyle de anlaşarak Macaristan ve Lehistan’ı ele geçirme hayâllerine kapıldı. Durumun vehâmetini bilen Köprülü, Kırım tatarlarının bölgeye gönderilmesi için Pâdişâh’dan bir hatt-ı hümâyûn aldı. Büyük bir güçle gelen Kırım Hanı, Erdel’i itaat altına aldı. Rakoczy, Varşova’dan çekilmek zorunda kaldı. Buna rağmen Rakoczy Sultan’a bağlılığını tekrarlamaktan kaçınınca, Köprülü Mehmed Paşa büyük bir ordu ile Erdel seferine çıktı (23 Haziran 1658). Osmanlı ordusu Eylül 1658’de Erdel krallığının merkezi olan Erdel Belgrad’ını ele geçirdi. Prens Avusturya topraklarına kaçtı. Yerine Acos Barccai prens îlân edildi. Osmanlı birlikleri Yanova, Sebeş ve Lagos kalelerine yerleşerek Erdel’in tekrar ayaklanmasına mâni oldular. Bu sırada Köprülü Mehmed Paşa’nın ve ordunun Avrupa’da bulunmasından istifâde eden Abaza Hasan Paşa, çıkardığı büyük bir isyân hareketi ile İstanbul’a yürüdü. Bu tehlikeli durum üzerine Erdel isyânını bastıran Köprülü, hızla İstanbul’a gelerek orduyu Üsküdar’a geçirdi. İsyanın elebaşlarına gizlice adamlar yollayarak aralarını açmaya çalıştı. Baskıyı hisseden Abaza Hasan Paşa, Eskişehir’e çekilirken, adamlarının çoğunu sadrâzamı öldürmek için Osmanlı ordusuna katılmak üzere gönderdi. Köprülü ise, sayısı altı bini bulan bu sahte askerleri tesbit ederek hepsini öldürttü. Sonra harekete geçerek Abaza’nın üzerine yürüdü. Bu arada durmadan gerileyen Abaza Hasan Paşa her geçen gün kuvvet kaybediyordu. Bu yüzden bir süre sonra barış çağrısında bulundu. Köprülü Mehmed Paşa ise bu barış çağrısına uymuş görünerek tertiplediği ziyafette Abaza Hasan Paşa dâhil bütün isyâncı elebaşlarını ele geçirerek cezalarını verdi. Anadolu’da huzuru sağladıktan sonra İstanbul’a dönen Köprülü Mehmed Paşa, Fransızların Girid’de Venediklilere yardım ettiklerini öğrenince, İstanbul’daki Fransız uyrukluları hapsedip Fransa ile münâsebeti kesti. Bu sırada rahatsızlanarak 30 Ekim 1661’de vefât etti. Yerine tavsiyesi üzerine oğlu Fâzıl Ahmed Paşa tâyin edildi. Köprülü Mehmed Paşa’nın Anadolu isyânları yüzünden tam bir istikrar sağlayamadan döndüğü Erdel’de, Avusturyalılar kanşıklık çıkarmaya devam ettiler. Bunun üzerine İstanbul’da yapılan toplantıda Erdel’e sefer açılmasına karar verildi. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra 12 Nisan 1663’de sadrâzam Fâzıl Ahmed Paşa’nın serdâr-ı ekremliğinde ordu sefere çıktı. Fâzıl Ahmed Paşa Belgrad’a geldiği zaman Avusturya elçileri anlaşmak için geldiler. Fâzıl Ahmed Paşa ise, eski vaziyetin iadesini ve Kânûnî Sultan Süleymân Han devrindeki gibi 30.000 altın verginin ödenmesini istedi. Şartlarının kabul edilmemesi üzerine Uyvar üzerine yürüyen sadrâzam, 17 Ağustos’da Uyvar’ı kuşattı. Sekiz günlük kuşatmadan sonra kale emân ile teslim oldu. Uyvar’ın fethiyle kalenin ehemmiyeti gündeme geldi. Bunun sağlanması için civardaki bir takım kale ve palangaların fethi gerekiyordu. Bunların en önemlisi olan Novingrad yirmi yedi günlük bir muhasaradan sonra ve bilâhare diğerleri de fethedildi. Kış mevsiminin yaklaşması üzerine Belgrad kışlağına dönen sadrâzam, baharda yeni bir sefer açmayı plânlıyordu. Fakat kış mevsimi başlar başlamaz Avusturya ordusu Zigetvar üzerine yürüdü. Bunu haber alan Fâzıl Ahmed Paşa, Halep beylerbeyi Gürcü Mehmed Paşa’yı öncü gönderdikten sonra, kendisi de büyük bir kuvvetle yola çıktı. Düşman Zigetvar kuşatmasını kaldırıp geri çekildi. Bunun üzerine Fâzıl Ahmed Paşa civardaki bir kaç kaleyi fethetti. Uyvar’ın fethinden sonra peş peşe gelen başarılar, Avrupa’da heyecanın artmasına sebeb oldu. Fâzıl Ahmed Paşa, Saint Gotthart mevkiine geldiğinde mareşal Montecuculi kumandasındaki müttefik kuvvetler ile karşılaştı. İki ordu arasında sâdece Raab nehri vardı. Alman komutanı, Osmanlı kuvvetlerinin köprü kurarak karşıya geçmesini bekledi. Türk topçusunun bombardımanı üzerine nehir kenarındaki Avusturya kuvvetleri ormana çekildi. Fâzıl Ahmed Paşa müsâid bir yerden nehri geçip düşmanı baskına uğrattıktan ve Raab veya Yanıkkale’yi aldıktan sonra Viyana’ya gitme plânını tatbik etmek istiyordu. Fakat yapılan köprü, askerin geçirilmesi esnasında yıkıldı. Yağan şiddetli yağmur, karşıya geçen asker ile bağlantının zamanında yapılamamasına sebeb oldu. Sabahtan ikindiye kadar devam eden harbin ilk safhası Osmanlıların galibiyeti ile bitti. Ancak ormana kaçan düşman tâkib edilerek veya gerekli tedbirler alınarak elde edilen başarı değerlendirilemedi. Bunu fırsat bilen düşman kumandanı, şiddetli bir taarruzla dört bin kadar Osmanlı askerini şehîd etti. Bu taarruzda Avusturya ordusunun da askerce zâyiâtı çok oldu. Fâzıl Ahmed Paşa’nın bu muvaffakiyetsizliği muahedeye te’sir etmedi. Hiç ümid edilmeyen bir zamanda kazanılan Sen Gotar muhârebesinden sonra düşman kuvvetleri bir adım ileri gidemedi. Osmanlı ordusu da Vasvar’a döndü. Burada Avusturya murahhasları ile yapılan görüşmeler sonunda, Vasvar barışı imzalandı. Bu andlaşmaya göre Avusturyalılar Erdel’de işgal ettikleri topraklardan çekilecekler, Erdel prensi Apafi yerinde kalacak ve prenslik Osmanlı himayesinde bulunacaktı. Yıkılan kaleler tekrar yapılmayacak, karşılıklı elçiler ve hediyeler gönderilecek, iki devlet arasında bundan önce imzalanan andlaşmalar da yürürlükte kalacaktı. Ahmed Paşa bu andlaşmadan sonra bölgeden ayrılmayıp, Viyana’dan gelecek tasdikli muahede metnini bekledi ve metin geldikten sonra, Belgrad’a döndü. Muahede hükümlerinin tatbikatına nezâret etmek üzere 1665 kışını da Belgrad’da geçirip sonra Edirne’ye döndü (15 Temmuz 1665). Sultan İbrâhim devrinde başlayan Girid’in fethi, iç karışıklıklar, Avrupa seferleri sebebiyle zamanında yardım gönderilememesi ve Venedik donanmasının nakliye gemilerine taarruzu yüzünden uzamıştı. Ayrıca henüz fethedilemiyen kalelerin durmadan tahkim edilmesi, mücâdeleyi Osmanlı aleyhine etkiliyordu. Avusturya cephesindeki savaş bir andlaşmayla neticelendikten sonra sadrâzam hazırlıklara başladı ve Girid serdârı Ankebûd Ahmed Paşa’nın imdâd mektubu üzerine, toplanan mecliste mes’elenin halledilmesi için karâr alındı. Mühimmat ve donanma tedârikine başlandı. Tehlikeyi sezen Venedikliler, barış teklifinde bulundular, ancak elçileri huzura kabul edilmedi. Sultan dördüncü Mehmed Han, Girid serdârlığına sadrâzam Fâzıl Ahmed Paşa’yı getirdi. Hazırlıklarını tamamlayan sadrâzam 15 Mayıs 1666’da Edirne’den hareket etti. Tesalya’ya vardığında asker toplanması için bir kaç ay kaldı. Bu arada Ağrıboz adasıyla Benefşe ve Selanik’ten donanma muhafazasında Girid’e asker, mühimmat ve cephane nakledildi. Fâzıl Ahmed Paşa 3 Kasım’da Benefşe limanından yola çıkıp, 6 Kasım’da Girid’e vardı. Kışı Hanya’da geçirip, 25 Mayıs 1667’de Kandiye muhasarasını başlattı. Yirmi altı ay süren uzun ve şiddetli çarpışmalar sonunda Kandiye 5 Eylül 1669’da vire ile teslim olunca, Girid’in fethi tamamlandı (Bkz. Girid ve Seferleri). Sultan Mehmed Han, 1669 Haziran’ında Yenişehir yaylasında bulunduğu sırada, Ukrayna kazakları hatmanı Doreşenko bir elçi göndererek Leh kralı ve Kırım hanından şikâyetle himaye edilmesini ve Avrupa tarafına olan seferde Osmanlı ordusunda hizmetinin kabulünü istedi. Bu isteği kabul eden sultan Mehmed Han, kendisine bayrak, tuğ ve mehterhane gönderdi. Fakat bu sırada Leh kralı, Doreşenko üzerine saldırılarını yoğunlaştırarak bir kaç palangayı zaptetti. Bunun üzerine Lehistan’a karşı harekete geçmeye karar veren dördüncü Mehmed Han, Fâzıl Ahmed Paşa’yı da yanına alarak Edirne’den yola çıktı. Birinci Lehistan seferi denilen bu sefer sırasında Podolya’nın merkezi ve Lehistan’ın müstahkem kalelerinden biri olan Kamaniçe dokuz günlük kuşatmadan sonra fethedildi (27 Ağustos 1672). Düşman bu kaleyi kaybetme şoku içinde iken Halep vâlisi Kaplan Paşa, Kırım hanı Selîm Giray ve Doreşenko’nun komutasındaki birlikler, Lehistan ordusunun savunma hatlarını yararak Lehistan içlerine girdiler ve irili ufaklı bir çok kaleyi ele geçirdiler. Neticede Lehistan çok ağır şartlar altında andlaşma imzalamak mecburiyetinde kaldı. 18 Ekim 1672’de Bucaş’da imzalanan bu andlaşmayla Podolya, Osmanlı Devleti’ne bağlı bir eyâlet hâline getirildi. Ukrayna, Osmanlı Devleti’ne bağlı Kazak hatmanı Doreşenko’ya bırakıldı ve Lehistan’ın Osmanlı Devleti’ne her sene 220 bin duka altın ödemesi kararlaştırıldı. Bu muahede Lehistan’a çok ağır geldi. Lehistan diyet meclisi bu andlaşmayı tasdîk etmediği gibi, harac göndermeyip, kaleleri de teslim etmedi. Bunun üzerine 1673’de ikinci Lehistan seferine çıkıldı. Lehistan savaş hazırlıkları yaparken, Avusturya’dan da yardım alıyordu. Bunun yanında Eflak ve Boğdan voyvodaları baş kaldırarak, Lehistan safına geçti. Leh ordularının Hotin’i muhasara etmeleri üzerine Sultan, Fâzıl Ahmed Paşa’yı serdâr tâyin ederek bölgeye gönderdi. Kendisi ise, Babadağı kışlağına döndü. Turla nehrinin karşı yakasında Hotin’i korumakla görevli Sarı Hüseyin Paşa, Jan Sobieski kumandasındaki 80.000 kişilik düşman ordusunun taarruzuna uğrayınca, kuvvetleri dağıldığından, kale, Lehliler tarafından zaptedildi (Kasım 1673). Bunun üzerine Kırım kuvvetleri de beraberinde bulunan Fâzıl Ahmed Paşa, Hotin önlerine gelerek, kaleyi kolayca geri aldı. Lehistan seferine devam edildiği sırada Kazak hatmanına yardım edilmek üzere, Osmanlı ordusu Ukrayna’ya girdi. Bâzı kale ve palangalar alındı. Leh elçisi gelip, Podolya ve Ukrayna’nın iadesi şartıyla andlaşma istedi ise de kabul edilmedi. Bu arada Fâzıl Ahmed Paşa’nın hastalanması üzerine 1675’de Lehistan serdarlığına İbrâhim Paşa tâyin edildi. Sultan, Fâzıl Ahmed Paşa ile Edirne’ye döndü, İbrâhim Paşa, kısa sürede kırk sekiz kale ve palangayı fethedince, Lehistan tekrar andlaşma istedi. 27 Ekim 1676’da Zarawno’da imzalanan andlaşma ile 220 bin duka altın haractan vazgeçilmek şartıyla, daha önce Fâzıl Ahmed Paşa tarafından akdedilmiş olan Bucaş muahedesinin esasları aynen kabul edildi. Lehistan’la barış imzalandığı sırada hasta olan Fâzıl Ahmed Paşa vefât etti ve yerine, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa sadârete getirildi. Bu sırada Lehistan seferlerine sebeb olan Kazak hatmanı Doreşenko’nun, Osmanlı himayesinden çıkıp, Rus himayesine girmesi ve Ukrayna’nın merkezi olan Çehrin kalesini Ruslara teslim etmesi, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında harbe yol açtı. Sultan, Doreşenko’yu Kazak hatmanlığından azlederek yerine Yorgi Himilnitski’yi tâyin etti. Lehistan serdârı İbrâhim Paşa’ya ferman göndererek Kırım hanından da yardım alıp Ukrayna’yı fethetmesi ve Yorgi Himilnitski’yi yerine geçirmesini emretti, İstanbul’dan silâh ve cephane yardımı alan İbrâhim Paşa, 1677 Mayıs’ında Tuna’yı geçerek, Ukrayna topraklarına girdi ve Haziran ayında Çehrin kalesini kuşattı. Üç tarafı bataklık olan ve bir yönden kuşatılan kale, devamlı yardım alması yüzünden ele geçirilemedi. Kuşatmanın yirmi üçüncü gününde Rusların büyük bir orduyla geldiğini öğrenen İbrâhim Paşa, iki ateş arasında kalmamak için Bender’e çekildi. Bu haberin İstanbul’da duyulması üzerine toplanan dîvânda, Çehrin’in fethi için büyük bir sefer açılmasına karar verildi. Bu sırada barış için İstanbul’a gelen Rus elçisine, Çehrin’in Osmanlı Devleti’ne teslimi şartı ile barış görüşmeleri yapılabileceğini, yoksa büyük bir Osmanlı ordusunun Çehrin önüne geleceği bildirildi. Sultan dördüncü Mehmed Han, 30 Nisan 1678’de Çehrin seferi için Dâvûdpaşa kışlasından hareket etti. Silistre’ye kadar giden Sultan, buradan geri döndü ve sadrâzam Kara Mustafa Paşa’yı serdâr tâyin etti, 21 Temmuz’da Çehrin önüne varan Sadrâzam kaleyi kuşattı. Muhâsara’nın üçüncü gününde Rus başkumandanı prens Romonovski’nin büyük bir ordu ile Çehrin’e yaklaşması üzerine Sadrâzam, Kırım hanı ve Halep beylerbeyi Kara Mahmûd Paşa’yı Rus ordularını karşılamak için gönderdi. Yardım kuvvetlerinin gelmesinden cesaretlenen kale müdafileri huruç hareketi yaptılar ise de büyük kayıplar vererek geri çekildiler. Kırım hanı ve Halep beylerbeyi, yardıma gelen Rusları durdurdular ise de mağlûb edemediler. Yardıma gelen Rus ordusu ile Osmanlı ordusu arasındaki çarpışmalar mevzî harbi şeklinde sürdüğü sırada, gece karanlığından faydalanan Romonovski kaleye on sekiz bin askerini sokmayı başardı. Sadrâzam geri çekilen Osmanlı askerini kurulan köprüler vâsıtası ile ordugâha çektikten sonra köprüleri yıktırdı ve Rus kuvvetlerinin geçmesini önledi. Serdârın kaleyi feth etmeden geri dönülmeyeceğini bildirmesi ve bir aralık Osmanlı mevzilerine yaklaşan beş bin Rus’un bir kaç yüz Türk askeri tarafından perişan edilmesi, askerin gayrete gelmesine yol açtı. Muhasaranın otuz üçüncü gününde lağımlar patlatmak suretiyle kale bedenlerinde açılan büyük gediklerden Türk askeri kaleye girdi. Kalede bulunan Rus askerlerinden bir kısmı kaçarken bataklıkta boğuldu. Ancak kayıklarla kaçabilenlerden bâzıları kurtuldu. Kara Mustafa Paşa, sefer müddetince yanında bulunan Himilnitski’yi Namirye kalesine gönderdi. Yanına iki bin tatar muhafız bıraktıktan sonra, ordu ile Babadağ kışlağına döndü. Haleb vâlisi Kara Mehmed Paşa’yı serdârlığa tâyin eden Sadrâzam 20 Kasım 1678’de Edirne’ye geldi. Bir süre sonra Rusların savaşa devam etme arzusunda oldukları ve hazırlıklara başladıkları haberi İstanbul’a geldi. Bunun üzerine, toplanan dîvânda Rusya üzerine Pâdişâh’ın da katılacağı ikinci bir sefere karar verildi. Bizzat Pâdişâh’ın sefere çıkması Rus çarını telaşlandırdı. Kırım hanına elçiler göndererek sulhe hazır olduğunu bildirdi. Barış görüşmeleri Kırım’da Bahçesaray’da yapıldı. Kırım Hanı tarafından barış esasları Edirne’ye gönderildi ve tasvib olundu. 12 maddeden meydana gelen andlaşma yirmi sene yürürlükte kalacaktı. Bu andlaşmaya göre Özi suyu Osmanlı Devleti ile Rusya arasında hudûd olacaktı. Kırım Hanı, Rus topraklarına akınlar yapmayacak ve esirler mübadele edilecekti. Rusya ile barış andlaşması yapıldıktan sonra, Avusturya’ya karşı isyân edip tekrar Osmanlı Devleti himayesini isteyen Tököly İmre, sadrâzam tarafından Orta Macaristan kralı îlân edildi. Tököly İmre’ye yardım etmek için Budin beylerbeyi Arnavud İbrâhim Paşa görevlendirildi. İbrâhim Paşa, kısa sürede bütün Orta Macaristan’ı fethederek, Osmanlı Devleti’ni matbu tanıyan Tököly İmre’ye bıraktı. Batıda Fransa ile uğraşan Avusturya imparatoru Leopold, Orta Macaristan’ın fethi ile büyük telâşa düştü. Henüz müddeti bitmemiş olan sulh muahedesini yenilemek üzere İstanbul’a elçi gönderdi. Sadrâzam tarafından yapılan teklifleri Avusturya imparatorunun kabul etmemesi üzerine Avusturya seferine karar verildi. 1683 Nisan ayı başlarında, dördüncü Mehmed Han’ın komutasında Edirne’den hareket eden ordu, 3 Mayıs’da Belgrad’ın karşısındaki Zemun sahrasına geldi. Burada kalan Pâdişâh, ordunun komutasını Kara Mustafa Paşa’ya bıraktı. 27 Haziran’da İstolniBelgrad’da toplanan harp meclisinde ordunun Yanıkkale ile Komaron kalesinin fethi ve Avusturya içine akınlar yapılması görüşülürken, sadrâzamın ortaya attığı Viyana üzerine yürünmesi fikri, Kırım Hanı Murâd Giray ve Budin beylerbeyi Arnavud İbrâhim Paşa’nın karşı fikir beyân etmelerine rağmen, kabul edildi. Meclisin aldığı karar bir telhisle Sultan’a bildirildi. Sultan durumu öğrenince, sadrâzamın kendisine danışmadan Viyana’yı muhasaraya karar verdiğine hayret ederek; “Kasdımız Yanık ve Komaron kaleleriydi. Viyana kalesi dilde yoktu. Paşa ne acip saygısızlık edip, bu sevdaya düşmüş. Hoş imdi Hak teâlâ âsân getüre. Lâkin önceden bildireydi rızâ vermezdim” diye üzülerek bu emrivâkiyi istemeye istemeye kabul etti. Kara Mustafa Paşa, 14 Temmuz 1683’de Viyana önlerine varıp kaleyi kuşattı. Viyana’ya gelebilecek yardımları önlemekle Kırım hanı görevlendirildi. Muhasara bütün şiddetiyle devam ederken, Kırım hanının ihmâli yüzünden yardım kuvvetleri Viyana önlerine geldi. Kuşatmayı kaldırmayan Sadrâzam yardım kuvvetleri ile karşılaştı. Osmanlı ordusunun sağında Budin vâlisi İbrâhim Paşa, merkezde Sadrâzam, sol kanatta ise, Kırım hanı ile Sarı Hüseyin Paşa bulunuyordu. Osmanlı ordusunun gerisine inmek isteyen düşman, plânında muvaffak olamadı. Düşmanın harb levâzımâtı fazla olduğundan, aralıksız topçu atışlarına devam etmesi üzerine ordunun sağ kanat birlikleri kısa zamanda bozuldu. Düşman ordunun içinde yol bularak Osmanlı ordusunun merkezine hücum edince askerde bir panik başladı. Bunu fark eden Leh kralı doğrudan sancak-ı şerif üzerine yürüdü. Sadrâzam yerinden kımıldamayıp beş altı saat mücâdele etti. Durumun vehâmeti üzerine Osmanlı ordusu bütün ağırlıklarını Viyana önlerinde bırakarak Yanıkkale taraflarına çekildi (Bkz. Viyana Kuşatması). Kara Mustafa Paşa, Yanıkkale yakınlarına döküntü hâlinde gelen ordu efradını topladı. Muhârebede kusurları ve kayıtsızlıkları görülenleri cezalandırıp, düşmanın gelmesi ihtimâli olan kale ve palangalara muhafız kuvvetler yolladı. Aldığı tedbirlerle perişanlığı önleyerek orduda disiplini yeniden sağladı. Viyana muvaffakiyetsizliği, Sultan’ın, sadrâzama olan îtimâdını sarsmadı. Fakat sadrâzamın muhalifleri hummalı bir faaliyete girişerek, Pâdişâh’a Viyana hezimetinin yegâne müsebbibinin Kara Mustafa Paşa olduğuna inandırdılar. Böylece hezimetin kayıplarını telâfi edebilecek bir şahıs olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Belgrad’da îdâmına sebeb oldular. Yerine Kara İbrâhim Paşa sadârete getirildi. Dördüncü Mehmed Han, Osmanlı Devleti’ni en geniş hudûdlarına kavuşturmasından sonra, Viyana bozgunu üzerine geri çekilişiyle, Avusturya orduları kısa zamanda Macaristan’ı ele geçirdi. 15 Temmuz 1684’de büyük bir düşman ordusu Budin’i kuşattı. Aylarca süren kuşatmada Türk kuvvetleri büyük bir cesaret örneği göstererek kaleyi müdâfaa ettiler. Kırım kuvvetlerinin kaleye yardıma geldiklerini öğrenen Avusturya ordusu, iki ateş arasında kalmamak için, Kasım ayının üçünde bütün ağırlıklarını kale önünde bırakarak geri çekildi. Bunun üzerine Budin vâlisi İbrâhim Paşa serdârlığa tâyin edildi. Kışı Belgrad’da geçiren İbrâhim Paşa, üç cepheden Osmanlı topraklarına saldıran Avusturya kuvvetlerine karşı 1685 baharında harekete geçti. Düşman tarafından muhasara edilmekte olan Uyvar’ın yardımına gitmek için yola çıktı ise de Budin’de toplanan harp meclisinde Estergon’un kuşatılması karârı alındı. Estergon kalesinin kuşatıldığını öğrenen düşman kuvvetleri kaleye yardıma geldi. Düşman süvarilerinin plânlı hareketleriyle Osmanlı ordusu mağlûb oldu. İbrâhim Paşa Budin’e çekilmek zorunda kaldı. Bu sırada Uyvar kalesi de 19 Ağustos’da vire ile teslim oldu. Bu yenilgiler ve kayıplar üzerine sadrâzam İbrâhim Paşa görevden alınarak yerine Sarı Süleymân Paşa getirildi. Sarı Süleymân Paşa, 1686’da serdâr olarak Avusturya cephesine hareket etti. Bu sırada Avusturya ordusu Budin’i üç yandan kuşattı. Budin’in düşmesine ihtimâl vermiyen Paşa ağır davrandı. Ancak 2 Eylül’de yapılan umûmi hücum neticesinde Budin kalesi düşman eline geçti. Budin’in düşmesi düşman kuvvetlerinin daha içerilere sarkmasına sebeb oldu. 1687 senesinde Avusturya cephesinde Osmanlı ordusunun aldığı mağlûbiyetler, devleti çok zor durumda bıraktı. Orduda isyânlar başladı. Sadrâzam sancak-ı şerifi alarak Belgrad’a çekildi. İsyâncılar vezir Siyâvuş Paşa’yı sadrâzam îlân ederek, sultan Mehmed’i tahttan indirmeye karar verdiler. Bunun için de Eylül ayında İstanbul’a hareket ettiler. İsyancılardan önce İstanbul’a gelen Sarı Hüseyin Paşa, mühr-i hümâyûnu Sultan’a takdim etti. Sultan, mühr-i hümâyûnu Siyâvuş Paşa’ya gönderip; Belgrad’dan ileri gelinmiyerek cephenin boş bırakılmamasını emrettiyse de dinlenmedi ve İstanbul’a doğru yola çıkıldı. Bu durumdan faydalanan düşman, Belgrad önüne kadar ilerledi. Diğer taraftan Venedik, Avusturya ile anlaşarak Osmanlı Devleti’ne karşı cephe açtı ve adaların pek çoğunu ele geçirdi. Dalmaçya kıyıları ile Yunanistan’da Patras, Korent, İnebahtı ve Miziştre gibi önemli kalelere ve Atina’ya hâkim oldu. Pâdişâh’ı tahttan indirmekte kararlı olan asker, Silivri önlerine kadar geldi. Siyâvuş Paşa ocak ağalarını ve zorbacılan toplayarak, sultan dördüncü Mehmed’in tahttan indirilerek kardeşi Süleymân’ın tahta geçirilmesine dâir karar aldılar. Bu mahzar (karar metni) bütün devlet erkânının hazır bulunduğu toplantıda dile getirildi. Bunun üzerine sarayda tertibat alınarak Kasım 1687’de şehzâde Süleymân’a bîat edildi. Tahttan indirilen sultan dördüncü Mehmed Han, Edirne Sarayı’na gönderildi. 6 Ocak 1693 târihinde vefâtına kadar Edirne’de oturdu. Cenazesi İstanbul’a nakledilerek, yeni Câmi’deki annesi Turhan Vâlide Sultan’ın türbesine defnedildi. Osmanlı Devlet’nde Kânûnî Sultan Süleymân Han’dan sonra en fazla tahtta kalan pâdişâh olan dördüncü Mehmed Han, yaradılış îcâbı mutedil, kadirşinas ve vefâkâr olup, verdiği söze sâdık bir şahsiyete sâhibti. Orta boylu, tıknaz, beyaz tenli ve yanık çehreli idi. Ata çok bindiği için vücûdu öne meyilli idi. Ava, edebiyata, târihe merakı olup, sohbet dinlemeyi severdi. Beş vakit namazı cemâatle kılardı. İçkiyi yasak edip, imalathaneleri kapattırdı. Dîne sonradan karıştırılan bütün hurafelerin kaldırılması için uğraştı. Kahvehaneleri kapattırıp, oyuncu ve çalgıcıları İstanbul’dan uzaklaştırdı. Sadrâzamlığı Köprülü ailesine verip, idareden memnun olunca, savaşlardan zaman kaldıkça çok sevdiği sürek avlarına devam etti. Ava merakından Avcı lakabı verilmiştir. Zamanında Osmanlı Devleti en geniş hududlarına kavuşarak, dünyâ siyâsetinde faal rol oynadı. Dördüncü Mehmed Han devrinde, kıymetli ilim adamları ve san’atkârlar yetişti. Her türlü sahalarda kıymetli eserler yazılıp, yapıldı. Seyyid Feyzullah, Ayşî Mehmed, Hibrî Ali, Ebü’l-Bekâ Eyyûb bin Mûsâ, Şuûrî Hasan efendiler kıymetli fıkıh, edebiyat, lügat ve diğer ilimlere âid eserler yazdılar. Dördüncü Mehmed devrinde inşâası tamamlanıp, ibâdete açılan Yeni Câmi, Osmanlı mimarisinin şaheserlerindendir. Yeni Câmi yanındaki Mısır Çarşısı, bu câmiye vakıf olarak yapılmıştır. Dördüncü Mehmed Han’ın hanımları; Emetullah Râbiâ Gülnûş Sultan, Cihânşâh, Düriye ve Nevme sultanlardır. Bu hanımlarından Mustafa, Ahmed ve Bâyezîd isminde üç oğlu; Hadîce Sultan, Fatma Sultan, Ümmü Gülsüm Sultan isminde de üç kızı olmuştur. ONLAR BENÎM KULLARIM DEĞİLDİR! Sultan dördüncü Mehmed Han, Köprülü Mehmed Paşa’yı büyük yetkilerle iş başına getirdiği zaman, Anadolu’nun durumu çok fena idi. Hükümet merkezindeki yeniçeri ve sipahi ayaklanmalarına vâlilerin isyânları da katılmış, fermanlar dinlenmez olmuş, neticede Anadolu’da emniyet ve âsâyiş nâmına bir şey kalmamıştı. Halk köyleri boşaltıp şehir ve kasabalara göç ediyordu. Pâdişâh’dan geniş selâhiyet alarak işe başlayan Köprülü Mehmed Paşa, kapıkulu askerleri arasında isyâna karışanları temizledi. Daha sonra Erdel kralının isyânı üzerine Köprülü bizzat serdâr olarak ordunun başında sefere çıktı. Bu arada sipahi taifesinden bâzıları kaçarak Haleb vâlisi Abaza Hasan Paşa’nın yanına sığındılar. Abaza Hasan Paşa yeni sadrâzamın sefer dönüşü Anadolu üzerine yürüyeceğini tahmin ediyordu. Bu sebeple yanına topladığı otuz bin kişilik kuvvetle isyân ederek Konya ovasına geldi. Bu sırada Bursa muhafazasına tâyin olunan Topal Sarı Kenan Paşa da, Köprülü’ye karşı olduğundan, Abaza ile mektuplaşıyor ve el altından âsîlere barut, kurşun ve zahire yolluyordu. Nitekim kolayca Bursa’ya gelen âsîler, Bursa kâdısı Hâşimzâde ile eşrafdan bâzılarını; Köprülü Mehmed Paşa’nın azli ve idamı, yerine Bağdâd muhasarası sırasında şehîd olan vezîriâzam Tayyar Paşa’nın oğlu Ahmed Paşa’nın sadrâzamlığa getirilmesi teklifi ile Edirne’ye gönderdiler. Ayrıca dilekleri kabul edilmedikçe itaat etmeyeceklerini de bildirdiler. Sultan Mehmed Han gelen hey’eti kabul ettikten sonra; “Sizi kim gönderdi?” diye sordu. Onlar da; “Abaza Hasan Paşa kulunuz ile yanındaki kullarınız gönderdi” diye cevap verdiler. Âsîlerin gönderdikleri hey’etin “Kullarınız” tâbirini kullanmalarına çok kızan sultan Mehmed Han onlara; “Hâşâ, onlar benim kullarım (tebeam) değildir. Veziriazamım kâfir üzerine cihâd eder iken bunlar mü’min ve muvahhid ve pâdişâh-ı İslâm kuluyuz diyerek isyân ederler. Ehl-i din ehl-i îmâna lâyık olan bu mudur ki vesvese-i şeytaniye ile baş korkusuna düşüp bu kadar adamı kendüne uydurub küfrân-ı nimet ede. Bu tarafa gelmekden korkarlarsa Bağdâd muhafazasına varsınlar, yahut cemiyetlerini dağıtıp herkes vilâyetlerine gitsin. Vezir azlonunacak zaman değildir. Allah adına yemin ederim ki, bundan sonra söz dinlemezlerse hepsini kılıçtan geçirip hiç birisini sağ koymayacağım. Sizleri de katlederdim. Lâkin elçiye zeval yoktur. Varın yıkılın gidin” demiştir. Böylece sultan dördüncü Mehmed Han, pâdişâhlığına da mâlolması ihtimâli olan bu tehlikeli anda sebat ve metanetle hareket ederek, âsîlere yüz vermemiş ve çok geçmeden de orduyu Anadolu üzerine göndererek, âsîlerin perişan edilmesini sağlamıştır. ETİN OKKASI SEKİZ AKÇE! Sultan dördüncü Mehmed bir dîvân toplantısında sadrâzama; “Yaptığım tedkîklere göre etin okkası 8 akçeye satılır, fakat yine de et bulunmazmış sebebi nedür?” diye sorunca, sadrâzam; “Hünkârım et ve ekmek, zamân-ı devletinde pek çoktur. Artış yoktur. Var diyen size yalan söylemiştir” dedi. Dîvânda hazır bulunan Hocazâde Mes’ûd Efendi; “Devletlü vezir asıl yalanı imdi siz söylediniz” dedikten sonra, Pâdişâhla dönerek; “Şevketlüm, hâlâ narha takyit yoktur. Şehirde bir okka et bulunmaz. Bulunursa 8 akçedir. Hattâ semiz etler gizlice 10-12 akçeye satılır. Fukara muzdaribtir. Fukarası muzdarib olan bir ülkede bolluktan bahsetmek abestir” dedi. Bu sözleri üzerine sadrâzam onu susturmak istedi ise de Hocazâde; “Burada da mı sus dersiniz. Bu huzûr-ı hümâyûndur. Hak ne ise onu söylemek gerekir. Bunda yalan ve hatır için söz, din ve devlete hıyanettir” dedi. Sultan Dördüncü Mehmed Han Devri Kronolojisi 18 Ağustos 1648 : Sultan İbrâhim Han’ın öldürülmesi. 21 Mayıs 1649 : Kara Murâd Paşa’nın sadârete getirilmesi. 5 Ağustus 1650 : Melek Ahmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 21 Ağustos 1651 : Siyâvuş Paşa’nın sadârete getirilmesi. 3 Eylül 1651 : Mâhpeyker (Kösem) Sultanın öldürülmesi. 27 Eylül 1651 : Gürcü Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi 20 Haziran 1652 : Tarhuncu Ahmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 21 Mart 1653 : Derviş Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 28 Ekim 1654 : Dâmâd İbşir Paşa’nın sadârete getirilmesi. 11 Mayıs 1655 : Kara Murâd Paşa’nın ikinci defa sadârete getirilmesi. 19 Ağustos 1655 : Dâmâd Süleymân Paşa’nın sadârete getirilmesi. 28 Şubat 1656 : Gâzi Deli Hüseyin Paşa’nın sadârete getirilmesi. 4 Mart 1656 : Vak’a-i vakvakiyenin meydana gelmesi. 5 Mart 1656 : Zurnazen Mustafa Paşa’nın altı saat sonra da Siyâvuş Paşa’nın ikinci defa sadârete getirilmesi. 26 Nisan 1656 : Boynueğri Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 14 Eylül 1556 : Köprülü Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 15 Kasım 1656 : Limni adasının geri alınması. 23 Haziran 1658 : Sadrâzam Köprülü Mehmed Paşa’nın Erdel seferine çıkması. 13 Kasım 1658 : Köprülü’nün Anadolu’daki celâlîler üzerine sefere çıkması. 16 Şubat 1659 : Abaza Hasan Paşa’nın îdâmı. 12 Temmuz 1659 : Ruslara karşı Konotop zaferinin kazanılması. 12 Kasım 1659 : Eflak isyânının bastırılması. 27 Ağustos 1661 : Varad kalesinin fethi 30 Ekim 1661 : Köprülü Mehmed Paşa’nın vefâtı ve oğlu Fâzıl Ahmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 12 Nisan 1663 : Fâzıl Ahmed Paşa’nın Avusturya seferine çıkması. 24 Eylül 1663 : Uyvar kalesinin fethi 4 Kasım 1663 : Novigrad’ın fethi. 8 Şubat 1664 : Yeni Câmi’nin ibâdete açılması. 7 Mayıs 1664 : Fâzıl Ahmed Paşa’nın ikinci Avusturya seferine çıkması. 30 Haziran 1664 1 Ağustos 1664 : Serinvar kalesinin fethi. : Sen Gotar meydan muhârebesi. 10 Ağustos 1664 : Avusturya ile Vasvar andlaşmasının imzalanması. 15 Mayıs 1666 : Fâzıl Ahmed Paşa’nın Girid serdâr-ı ekremi tâyin edilmesi. 27 Eylül 1669 : Kandiye’nin fethi. 4 Haziran 1672 : Sultan dördüncü Mehmed’in Birinci Lehistan seferine çıkması. 27 Ağustos 1672 : Kaman iç kalesinin teslim alınması. Eylül 1672 18 Ekim 1672 7 Ağustos 1673 27 Ekim 1676 3 Kasım 1676 : Podolya ve Galiçya’nın fethi. : Bucaş muahedesinin imzalanması. : Dördüncü Mehmed Han’ın ikinci Lehistan seferine çıkması. : Zoravno barış andlaşmasının imzalanması. : Fâzıl Ahmed Paşa’nın vefâtı ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın sadârete getirilmesi. 30 Nisan 1678 : Sultan’ın Rusya seferine çıkması. 21 Ağustos 1678 : Çehrin kalesinin fethi. 29 Ekim 1680 : Sultan’ın ikinci Rusya seferine çıkması. 11 Şubat 1681 : Osmanlı-Rus barış andlaşmasının imzalanması. 1 Nisan 1683 : Sultan’ın üçüncü Avusturya seferine çıkması. 14 temmuz 1683 : Viyana’nın kuşatılması. 12 Eylül 1683 : Osmanlı ordusunun Viyana önlerinde mağlûb olması. 15 Aralık 1683 : Kara Mustafa Paşa’nın idamı ile Kara İbrâhim Paşa’nın sadârete getirilmesi. 18 Haziran 1684 : Vişegrad kalesinin elimizden çıkması. 19 Ağustos 1685 : Uyvar kalesinin elimizden çıkması. 18 Ekim 1685 : Sarı Süleymân Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini. 15 Haziran 1686 : Navarin’in düşman eline geçmesi, 2 Eylül 1686 : Budin’in düşman eline geçmesi ve Macaristan’ın kaybedilmesi. 12 Ağustos 1687 : Mohaç’ta Osmanlı ordusunun bozulması. 8 Kasım 1687 : Sultan dördüncü Mehmed Han’ın tahttan indirilmesi. 1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4211 2) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-4, sh. 413 3) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1 sh. 240 4) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-5, sh. 347 5) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danışman); cild-9, sh. 267 6) Târih-i Nâimâ; cild-4, sh. 343 v.d. 7) Fezleke (Kâtip Çelebi); cild-2, sh. 342 v.d. 8) Devleti Osmaniye Târihi (Hammer); cild-10, sh. 261 v.d. 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 332 10) Râşid Târihi; cild-1, sh. 345 v.d. 11) Vekâyinâme (Abdi Paşa, Topkapı Sarayı, Koğuşlar kısmı No: 915) 12) Seyahatname (E. Çelebi); cild-1, sh. 276 13) Târih-i Gılmânî; sh. 23 14) Silâhtar Târihi; sh. 567 15) Sicilli Osmânî; cild-1. sh. 31 MEHMED EMÎN TOKADÎ Osmanlı âlimlerinin meşhurlarından ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mehmed Emîn bin Hasan Ömer Nakkaş Tokâdî’dir. Azîz Mahmûd Urmevî dervişlerinden bir zâtın oğludur. Lakabı Cemâleddîn, künyesi Ebü’l-Emâne ve Ebû Mansûr’dur. 1664 (H. 1075)’de Tokat’da doğdu. 1745 (H. 1158)’de İstanbul’da seksen üç yaşında vefât etti. İstanbul’da medfûn evliyânın en meşhûrlarındandır. Kabri, Unkapanı’na inen cadde ile Zeyrek yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanındadır. Kendisini vesile edenlerin, yaptıkları duâların kabul edildiği bilinmektedir. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri ilim tahsîline memleketinde başladı. Sonra İstanbul’a gitti. Şeyhülislâm Mirzâzâde Şeyh Muhammed Efendi’den uzun müddet ders alıp ilimde çok iyi yetişti. Yedikuleli hattat Abdullah Efendi’den hat dersleri alıp, değişik hat çeşitlerinde maharet sahibi oldu. Reîsülküttâb makamının yazı işlerinde, kâtiblik vazîfesi aldı. Bu arada talebelere ders verdi. Etrafında pek çok talebe toplandı. Ali İzzet Paşa ve Yeğen Mehmed Paşa gibi meşhur zâtlar da derslerine devam ederlerdi. Bir müddet kâtiplik yaptığı Edirne’den hacca gitmek üzere ayrıldı. Ayrılırken kendisiyle görüşmek üzere dergâhına davet eden Kasabzâde Şeyh Muhammed Efendi ona yaradılıştan çok yüksek bir kabiliyete sâhib olduğunu ve büyük nimetlere kavuşacağını müjdeledi. Mekke’ye varınca büyük velî Ahmed Yekdest Cüryânî’nin sohbetine gitmesini tavsiye etti. 1702’de Mekke’ye gidince ilk günü Kabe’yi tavaf ve ziyaretle geçirdi. Ertesi gün sabah namazını kıldıktan sonra mübarek bir zâtın, talebeleriyle Harem-i şerîfde sohbet ettiğini görünce, oturup dinledi. Sohbetten sonra dinlediği zât; “Hoş geldin Emîn Efendi” dedi. Bu zât Ahmed Yekdest hazretleri idi. Böylece asıl hocasına kavuşmuş oldu. Üç sene derslerine ve sohbetlerine devam edip tasavvufta kemâle erdi. Sonra İstanbul’a döndü. İstanbul’da beş sene talebelere ders verdi. Daha sonra Ahmed Yekdest hazretlerinin kıymetli talebesi Muhammed Kumul Efendi ile birlikte vazifeli olarak Kudüs’e gitti. Bu seyahati sırasında hadîs âlimlerinden Ahmed Nahlî Mekkî’den, hadîs ilminde icazet aldı. Kudüs’de bir sene kaldıktan sonra Mekke’ye gitti. Muhammed Kumul Efendi, Mekke su yollarının tamiri vazîfesini yürütüyor; Mehmed Emîn Efendi de kâtiblik yapıyordu. Birlikte Medine’ye giderek, Dârüsse’âde ağası Hacı Beşir Ağa ile tanıştılar. 1717 senesinde Hicaz’dan İstanbul’a dönünce, bir müddet Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin türbesinde türbedarlık yaptı. Daha sonra Peygamber efendimizin mübarek türbesinde hizmet etme vazifesi verildi. Bu hizmetlerinden sonra İstanbul’a dönüp ilim öğretmekle meşgul oldu. Pek çok âlim yetiştirdi. Müstakimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi ve Seyyid Yahyâ Efendi talebelerinin meşhûrlarındandır. Evliyanın meşhurlarından İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri, vefâtına yakın bir zamanda talebelerinden İvaz Mehmed Paşa, Yeğen Mehmed Paşa ve el-Hac Ahmed Paşa’yı, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine gönderip, bunların tasavvufta yetiştirilmesini rica etmişti. Bu ricayı kabul edip, gönderilen kişiler ile ilgilendi. Bunlardan sultan birinci Mahmûd Han’ın sadrâzamı olan Yeğen Mehmed Paşa, çeşitli devlet hizmetlerinde bulundu ve 1737 senesinde Avusturya (Nemçe) seferine iştirak etti. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri insanlara rehberlik edip onları İslâm’ın güzel ahlâkı ile süslerken, bir taraftan da kıymetli eserler yazdı. Bu eserlerinden bir kısmı şunlardır: İrşâd-üs-sâlihîn, Risâlet-ül-etvâr, Şerh-i kasîde-i Askalânî, Suâl-cevâb, Metâli- ül-meserrât tercümesi, Savâik-ul-Muhrika tercümesi, Risâle-i sülûk ve diğerleri... Buyurdu ki: “Bu dünyâya geliş sebebini ve bundan maksadın Allahü teâlâya kulluk yapmak olduğunu bilmelidir. Can bedende iken marifettullahı isteyip, dünyâ ve âhiret saadetine mazhar olmalıdır.” “Dünyâ dostu, mal dostu, güzellik dostu ve diğer şeylerin dostu çoktur. Allah dostu, iksîr-i a’zam (her derde deva) gibi nâdir bulunan çok kıymetli bir şeydir.” Yine buyurdu ki: “Bir nefesde iki nimet vardır. Bunun için her nefeste iki şükür lâzımdır. Yirmi dört saatin her saatinde bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere kırk sekiz bin şükür olur. Bir insan bütün işlerini bıraksa, şükür, şükür diyerek Allahü teâlâya hamd ve şükretse, yine şükrün hakkını edâ edemez. Malum oldu ki, Allahü teâlâya şükrün binde birini edâ edemez”. ELİNE NE GELİRSE VER! Sadrâzam Yeğen Mehmed Paşa, ordusuyla İstanbul’dan sefere çıkmadan önce hocası Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin huzuruna gidip, duâsını aldı. Hocası kucaklayıp bağrına basarak, bir müddet öyle tuttu. Sonra gözyaşları içinde zafer kazanmaları için duâ etti. Fâtihâ-yı şerif okudu. Yeğen Mehmed Paşa sohbetlerinden çok istifâde ettiği, kalbine hizmet ve cihâd aşkını yerleştiren hocasından duâ aldıktan sonra, sefer hazırlıklarını tamamladı. Emrindeki gazâ ordusu ile Avusturya seferine çıktı. Hocası Mehmed Emîn Efendi, ordu İstanbul’dan ayrıldıktan sonra, tam yirmi gün geceleri de uyumayıp devamlı duâ etti. Bu sebeble tedaviye ihtiyâç duyacak derecede rahatsızlandı. Talebesi Seyyid Yahyâ Efendi şöyle demiştir; “Bir sabah huzuruna gittim, hastalanmış gördüm. İlâç istedi, te’min ettim ve ilâcı kullandı. Sonra beraberce talebelerinden Kafesdâr Abdülbaki Efendi’nin evine gittik. Hocam çok neş’eli idi. Evine gittiğimiz talebesi onun neş’eli halini görünce; “Hamdolsun İslâm askeri zafere ulaşmış. İnşâallah bir kaç güne kadar fetih haberleri gelir” dedi. Dört gün sonra Ada kalesinin Osmanlı ordusu tarafından fethedildiği haberi geldi. Bir müddet sonra da muzaffer İslâm ordusu İstanbul’a döndü. Herkes birbirinin gazâsını tebrik ederken, sadrâzam Yeğen Mehmed Paşa, hocası Mehmed Emîn Efendi’nin ziyaretine gidip sevinç gözyaşları içinde ellerine kapandı. Savaşta vuku bulan Hadiseleri anlattı. Sonra koynundan içi altın dolu iki atlas kese çıkardı. Savaş sırasında, bu altınları fakirlere sadaka olarak dağıtmayı adadığını söyledi. Buyurun siz dağıtınız diyerek, hocasına verdi. Mehmed Emîn Efendi ise, şöyle buyurdu: “Bizzat sen kendin dağıt. Haftada iki gün kıyafet değiştirerek dışarı çık. Her çıktığında cebini bu altınlarla doldur. Yedikule civarından fakirlere dağıtmaya başla. Orada çok fakir evi var. Kapılarını çal, karşısına çıkana saymadan eline ne gelirse ver. İki hafta devam et. İnşâallah iki haftada dağıtırsın.” Böylece içi altın dolu keseleri tekrar sadrâzam Yeğen Mehmed Paşa’ya verdi. O da hocasının buyurduğu şekilde hareket etti. 1) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 34 2) Tuhfe-i hattatîn; sh. 9, 10, 11 3) Osmanlı müellifleri; cild-1, sh. 36 4) Risâle-i sülûk (Mehmed Emin Tokâdî) Atıf Efendi Kütüphânesi No: 283, varak 19a, b; 20-a; 35-a, b, 5) Tezkire-i salim; sh. 97 6) Risale (Mehmed Emîn Tokadî) Süleymâniye Kütüphânesi Es’ad Efendi bölümü, No: 3430 7) Risale, Mehmed Emin Tokâdî’nin menâkıbı (Seyyid Yahyâ Efendi) 8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1078 9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 61 10) Rehber Ansiklopedisi; cild-16, sh. 298 SULTAN MEHMED REŞÂD HÂN Babası ............................. : Sultan Abdülmecîd Han Annesi ............................. : Gülcemal Kadın Efendi Doğumu ........................... : 1/2 Kasım 1844 Vefâtı .............................. : 3 Temmuz 1918 Tahta Geçişi ..................... : 27 Nisan 1909 Saltanat Müddeti ............... : 9 sene 2 ay 6 gün Halîfelik Sırası ................... : 100 Osmanlı sultanlarının otuz beşincisi ve İslâm halîfelerinin yüzüncüsü. Sultan Abdülmecîd Han’ın oğlu olup, 1/2 Kasım 1844 târihinde Gülcemal Kadın Efendi’den İstanbul Çırağan Sarayı’nda doğdu. Osmanlı Sarayı’nda husûsî olarak iyi bir tahsil ve terbiye ile büyüdü. Yüksek din ve fen bilgileri okudu. Uzun şehzâdelik devrinin çoğunu okumakla geçirip, doğu dillerinden- Farsça ve Arabça ile batı dillerinden Fransızcayı en mükemmel şekilde öğrendi. Ağabeyi sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın, İttihâdcılar tarafından tahttan indirilmesiyle 27 Nisan 1909’da tahta geçti. Tahta çıkınca, Tevfik Paşa’nın başkanlığındaki kabîne usulen istifâsını takdim etti. Ancak yeni pâdişâh kabinenin vazifeye devamını istedi. Tevfik Paşa’nın sadâreti İttihâdcıların istedikleri gibi hareket etmelerine fırsat vermediğinden onun sadâretini, istemiyorlardı. Yapılan baskılar sonunda, 5 Mayıs 1909’da Tevfik Paşa istifa etti ve Sultan da istifayı kabûl etti. Yerine İttihâdcıların adamı olan Hüseyin Hilmi Paşa getirildi. Hüseyin Hilmi Paşa’nın ikinci sadâreti sırasında örfî harb dîvânı tarafından 31 Mart olayı ile alâkalı olanlar hakkında verilen îdâm, sürgün ve hapis gibi cezalar infaz olundu. Aynı zamanda Yıldız Sarayı’nda bir araştırma yapılarak sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın şahsî servetine el konuldu. Yabancı bankalarda çıkan mevdûâtı ise zorla Birinci ve Üçüncü ordulara verdirildi. Yeni kabîne üyeleri ile İttihâdcıların arası kısa süre sonra açıldı. Baskılar artınca bu üyeler istifa ettiler ve yerlerine İttihadcı meb’ûslar getirildi. Böylece devlet idaresi tamamen İttihâdcıların eline geçmiş oldu. 1909 bütçesinde 5,5 milyon açık mevcuttu. Bu açık, Osmanlı bankasından % 4 faiz ve % 83,5 ihracât geliri ve yedi milyon altınlık bir dış borçla kapatılmaya çalışıldı. Bir takım vilâyetlerin koyun vergisi, bu borca karşı gösterildi. Böylece sultan Abdülhamîd Han’ı dış borç alarak, devleti büyük bir yük altına soktuğunu iddia eden İttihâdcıların ilk icrâatı, dış borç almak oldu. Devletin mâlî müşkîlâtı yanında, Arnavutluk’taki ayaklanma hareketleri ve ittihâdcıların yerli yersiz hükümet işlerine müdâhale etmeleri sadrâzamı zor duruma soktu. Neticede İttihâdcıların her istediğini yerine getiren Hüseyin Hilmi Paşa dayanamayarak, 28 Aralık 1909’da istifa etmek mecburiyetinde kaldı. İttihâdcıların adamlarından Roma elçisi Hakkı Paşa, 12 Ocak 1910’da sadârete getirildi. İttihâd ve Terakkî idareye tamamen hâkim olduğu andan itibaren, memlekette apaçık bir zümre saltanatı kuruldu, cemiyete mensup olmayanlara hiç bir hak tanımadılar. Bu particilik hareketleri bütün şiddetiyle sürerken, Meclis-i meb’usanın reisi Ahmed Rızâ, Çırağan Sarayı’nı meclis binası yapmak istedi. Buna tarafdâr olmayan Sultan, ısrarlar sonunda kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Yıldız Sarayı’nın en güzel ve muhteşem eşya ve tabloları Çırağan Sarayı’na nakledildi. Bu güzelim saray, meclis olduktan kısa bir süre sonra şaibeli bir şekilde yandı. Yanan evrak arasında 93 meclisinin zabıtları da vardı. Yangından sonra meclis, Fındıklı Sarayı’na taşındı. İttihâd ve Terakkî, partizanca faaliyetlerini İstanbul dışındaki eyâletlerde de sürdürdü. Tâyin ettikleri idarecilerin tecrübesizlikleri yüzünden yapılan hatâlar, çeşitli ırk ve milliyetten şikâyetçi duruma getirdi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, her milletin karakterine göre tedbir alır; zamanında okşamasını, bâzan sert davranmasını, yahut müsamahakâr olmasını bilir ve milletlerin devletle alâkasını devam ettirirdi. Câhil ve tecrübesiz, buna karşılık her şeyi bildiklerini zanneden itti’hâd ve Terakkî üyeleri çeşitli milletlerin mizaçlarını dikkate almaksızın körü körüne bir yol tutturdular. Arnavud milliyetçileri, 20 Ağustos 1909’da Elbasan kongresinde Arnavutça’nın tedris (eğitim) lisanı olmasına ve Latin harflerinin kabulüne karar vermişlerdi. Bu sırada, İttihâd ve Terakkî tarafından Arnavutluk’a vâli olarak tâyin edilen Mazhar Bey, lüzumsuz ve yersiz bir takım icrâata başvurdu. Osmanlı Devleti’nin hiç bir bölgesinde tatbik edilmeyen dahilî gümrük vergisini tatbik etmek istedi. Bu hareket Arnavutluk’ta derin bir tepki meydana getirdi. Partizana icrâat ve dış teşvikler neticesinde İpek’te isyân çıktı ve mutasarrıf İsmâil Hakkı Bey isyâncılar tarafından yaralandı (1 Mayıs 1910). Arnavutluk bölgesi meb’ûsları hükümete müracaat ederek, şiddet hareketlerine başvurulmadan, bölgeye bir nasîhat hey’etinin gönderilmesini istediler. Fakat İttihâd ve Terakkî üyeleri şiddetten yana idi. Harbiye nâzırı Mahmûd Şevket Paşa seksen iki Piyade taburu ile bizzat Arnavutluk seferine çıktı ve şiddetle ayaklanmayı bastırdı. Daha sonra halkın elinden silâhlarını topladı. Arnavutlar ise özellikle silâhlarına ve mallarına çok bağlı bir milletti. Neticede, Balkanlarda Osmanlı Devleti’nin beraberce hareket edebileceği yegâne tebeası olan Arnavutluk gözden çıkarılmış oldu. Böylece İttihâd ve Terakkî fırkasının siyâsî iktidarı ele geçirmesinden sonra, Balkanlardaki hareketler tamamen Osmanlı Devleti’nin aleyhinde gelişmeye başladı. Bilhassa Bulgarlar ve Sırplar Makedonya’yı alarak aralarında bölüşmek gayesinde idiler. Yunanistan da bâzı istilâ ve ilhak ihtirasları içinde idi. Ancak bunların hiç birisi tek başına Osmanlı Devleti’ne saldırmaya cesaret edemiyordu. Bir de aralarındaki kilise ihtilâfı birleşmelerine mâni idi. Ortodoks olan Rumlar ile Bulgarlar uzun süreden beri geçinemiyorlardı. Bulgar kilisesinin Ortodoks kilisesinden ayrılarak millî bir kilise kurması üzerine, Fener Rum patriği bunu kabul etmedi ve Bulgar kilisesini afaroz etti. Bir taraftan Sırplarda millî kilise dâvası güderek, papazlarının Sırp olmasını ve duâların Sırpça yapılmasını istiyorlardı. Diğer taraftan da Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Makedonya’da bulunan manastır, kilise ve mekteplerin hangi cemâate âid olacağı hususunda bu milletler arasında halli mümkün olmayan bir çatışma vardı. Bu kasd-ı mahsûsla bu işi hâlletmeyen İkinci Abdülhamîd Han, bu milletlerin Osmanlı Devleti aleyhine birleşmesine senelerce mâni oldu. Siyâsî kabiliyeti olmayan İttihâd ve Terakkî partisi, inanılmaz hareketle Balkanlardaki bu kilise ihtilâfını hâlletmek suretiyle, gayr-i müslim unsurların birbirleriyle iyi geçinip devlete bağlılıklarının artacağına inandıklarından, 3 Temmuz 1910’da Kiliseler kânununu neşrettiler. Bu kânunla ihtilâfa mevzu olan mektep, manastır ve kiliselerin hangi cemaata âid olacağı tâyin edildi. Kânuna göre Ortodoks cemâatine âid dînî bir müessese, o yerde hangi cemâat nüfus bakımından çoğunlukta bulunuyorsa, ona âid olacaktı. Hükümetin kontrolü altında bu müesseseler, çeşitli milletler arasında teslim ve tesellüm edildi. Böylece bu kânunla Balkan milletleri arasında hiç bir ihtilâf kalmadığından, Osmanlı Devleti aleyhine kolayca birleştiler. Bu birleşme bir süre sonra Balkan harbinin başlamasına sebeb oldu. Arnavutluk isyânının kuvvet zoru ile bastırılması, bölge halkını, devletten tamamen soğuttu. Bunun üzerine sultan Reşâd Han Osmanlı Hânedânı’nın prestijini ortaya koyarak, Arnavudların gönlünü almak ve Makedonya’daki çeşitli unsurların devlete daha sıkı bağlanmasını sağlamak için 5 Haziran 1911’de Barbaros zırhlısı ile Balkan seferine çıktı. Zırhlıya küçük bir filo refakat ediyordu. Yanında şehzâde Ziyâeddîn ve Ömer efendiler bulunuyordu. Velîahd şehzâde Yûsuf izzeddîn Efendi ise Pâdişâh ve hükümet nâmına İngiltere kralı beşinci Corc’un tac giyme töreninde bulunmak için Londra’ya gitmişti. 7 Haziran 1911’de Selânik’e varan Sultan, ertesi gün Üsküp’e hareket etti. Üsküp’te parlak bir törenle karşılandı. Gece sadrâzam İbrâhim Hakkı Paşa, halka hitaben, tebea arasında birliğin korunması hakkında bir konuşma yaptı. Sultan 15 Haziran’da Priştine’ye vardı. Ertesi gün Cuma namazını, 1389’da birinci Kosova meydan muhârebesinde zafer sonrası Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın şehîd edildiği yerde, yüz bin kişilik bir cemâatle kıldı. Balkan müslümanlarının ve Arnavutların asırlar öncesi Osmanlı hâkimiyetine girişlerindeki adalet hissini sultan Reşâd Han’ın, “Baba” davranışıyla tekrar ve daha ziyadesiyle yaşadı. Arnavutluk’daki yüzbinlerce müslüman, Halîfe-i müslimîn ve Osmanlı sultânı Reşâd Han’ı görebilmek için bütün sıkıntılara katlanarak yollara düştü. Sultan 17 Haziran’da Selânik’e geri döndü. Bölgede incelemelerine devam eden Sultan, 25 Haziran’da İstanbul’a dönmek için Selanik’ten ayrıldı. Sultan Reşâd Han, bu seyahati sırasında din ve millet farkı gözetmeden bütün halka bol ihsânlarda bulundu. Bu seyahat ile Arnavutluk’da sükûnet sağlanıp, tekrar Osmanlı Devleti’ne bağlandıysa da, İttihâdcılar bu durumdan faydalanamadılar. Sultan Reşâd Han’ın şahsında Osmanlı Hânedânı’nın asırlık prestiji sayesinde halledilen Arnavutluk mes’elesi ardından, Kuzey Afrika ve Bedevi hâdiseleri çıktı. İttihâdçıların tecrübesizliği, gaflet ve akıl almaz icrâatları Arab ülkelerinde de hoşnutsuzluklara sebeb oldu. Osmanlı sultanlarının ve devlet adamlarının Arabistan’daki hassas siyâsetleri İttihat ve Terakkî mensuplarınca bozulup, ahâli ile idarenin karşı karşıya gelmesinden İngilizler ve İtalyanlar faydalandı. İngiltere, Arabistan yarımadası ve diğer Arap ülkelerinde vehhâbîliği destekleyip, bütün imkân ve propaganda vasıtalarıyla Osmanlı ve Türk düşmanlığı, İtalya da Kuzey Afrika’nın Akdeniz sahilindeki Trablusgarb’ı istilâ ve ilhak etme faaliyetine başladı. İtalya’nın Trablusgarb üzerindeki istilâ fikirleri, İttihâd ve Terakkî mensubu devlet adamları tarafından bilinmesine rağmen, burayı korumakla görevli bir tümen Yemen’e gönderilince, bölgede bir kaç bölük dışında asker kalmadı. Diğer taraftan Trablusgarb vâlisi Müşir İbrâhim Paşa eski devrin adamı olduğu için azledildi ve koskoca ülke başsız bırakıldı. Bu durumda fırsatı eline geçiren İtalya, Trablus vilâyeti ile Bingâzi sancağının kendisine verilmesini istiyen 23 Eylül 1911 tarihli bir notayı Osmanlı Devleti’ne verdi Bu nota getirildiğinde sadrâzam, “Osmanlı hizmetinde çalışan İtalyan Robilan Paşa ile briç oynuyordu. Notaya cevap verilmediği için, İtalya 29 Eylül’de Osmanlı Devleti’ne harb ilân etti. 1 Ekim’de Trablusgarb açıklarına gelen İtalyan donanması, iki gün sonra şehri bombardımana başladı. Ancak bir kaç bölük askerin bulunduğu eyâlet sahilleri İtalyanlar eline geçti. Fakat muazzam güçlerine rağmen bu sahillerden bir kilometre içeri giremeyerek devamlı askeri başarısızlığa uğradı. Bu yüzden Osmanlı Devleti ile anlaşma yolları aradı. Devleti anlaşmaya zorlamak için donanma ile boğazlara karşı harekette bulundu ise de şiddetli bir mukavemet karşısında geri çekildi (18 Nisan 1912). Daha sonra bu donanma Ege adalarını ve Rodos’u ele geçirdi. Trablusgarb ve Bingâzi meb’usları, Trablus’un işgaliyle neticelenen İtalyan harbinin başlamasından önce, büyük bir gaflet eseri olarak, o havalideki askeri Yemene, mühimmatı İstanbul’a naklettiren sadrâzam Hakkı Paşa ve diğer mes’ûller hakkında meclis tahkikatı açılması için teşebbüse geçtiler. Bunun üzerine, güç durumda kalan İttihâd ve Terakkî fırkası, Meclis-i meb’ûsânı feshettirerek, sadrâzam Hakkı Paşa ve diğer İttihâd ve Terakkî erkânını, Trablus faciasından dolayı Dİvân-ı âlî’ye sevk edilmekten kurtardı. Sadârete Saîd Paşa getirildi ise de, ordudaki subaylar, İttihatçılar ve Halâskârân-ı zâbitân olmak üzere ikiye ayrılınca, kısa bir süre sonra istifa etmek mecburiyetinde kaldı. 22 Temmuz 1912’de Âyân reisi Gâzi Ahmed Muhtar Paşa sadârete getirildi. Ayrıca İttihâd ve Terakkî fırkası tarafından bir şiddet vâsıtası olarak kullanılan örfî idare de kaldırıldı. İstanbul’da sadâret değişiklikleri olurken, Trablus’da tam bir başarı elde edemeyen İtalya, harbi bir an evvel sona erdirmek ve Osmanlı Devleti’ni İtalya lehine sulhe zorlamak için, Balkanlarda Osmanlılar aleyhine bir harekâtın ve ittifakın vücûda gelmesini destekliyordu. Rusya’nın teşvik ve desteği ile Bulgaristan, Makedonya’yı Osmanlı Devleti’nin elinden koparmak, hattâ Edirne’yi alarak Ege denizine inmek suretiyle büyük emellerini tahakkuk ettirmek hülyasındaydı. Bunu başarabilmek için de Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan ile anlaşarak ittifak kurmaya çalıştı. Sırbistan, Bulgaristan’ın genişlemesine tarafdâr olmadığı için bu ittifaka karşı idi. Bunun için de Osmanlı Devleti ile ittifak kurmaya çalıştı. Buna Osmanlı hükümeti aldırış bile etmedi. Osmanlı Devleti ile anlaşmaktan ümidini kesen Sırbistan, 13 Mart 1912’de Bulgaristan’la ittifak kurdu. Harb için sür’atle hazırlanmaya başladı. Avrupa’dan aldığı seri ateşli topları Saîd Paşa hükümetinin gafletinden faydalanarak, Selanik yoluyla ülkesine naklettirdi. Diğer taraftan Yunanistan da, Sırp-Bulgar ittifakını istemiyordu. Fakat İttihat ve Terakkî hükümetinin mânâsız ve gafil siyâseti karşısında Osmanlı Devleti ile anlaşmaktan ümidini kesince, 29 Mayıs 1912’de Bulgaristan ile bir ittifak andlaşması imzaladı. Sırbistan-Bulgaristan-Yunanistan üçlü ittifakına Karadağ da katılınca, Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifakı meydana geldi. Bütün bunlara, Bâb-ı âlî hükümetinin ilgisizliği sebeb oldu. Ayrıca Rusya’nın Osmanlı hâriciye nâzırı Noragindiyan Efendi’ye bir harb olmıyacağına dâir te’mînât vermesi üzerine Bâb-ı âlî hükümeti Rumeli’deki 120 tabur eğitimli askeri terhis etme gafletinde bulundu. İttihâd ve Terakkî fırkasının kışkırttığı bir mikdâr darülfünûn öğrencisi ellerinde bayraklar olduğu hâlde Bâb-ı âlî önüne gelerek “Harb isteriz” diye bağırmaya başladı. Bunun üzerine, dışarıya çıkan Harbiye nâzırı talebeleri güçlükle yatıştırdı. Daha sonra 21 Eylül 1912 Cuma günü harb isteyenler, Sultanahmed meydanında miting düzenlediler. Sadrâzam Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, üniversite talebelerini ve halkı sükûnete davet etti ve ikna ederek dağılmalarını sağladı. Bu hâdisenin ertesi günü Karadağ sefaretinin kapısındaki armanın sökülmesi üzerine, zâten harbe hazır olan Karadağ, 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devleti’ne resmen harb îlân etti. Bunun arkasından Karadağ’ın müttefikleri Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan da, Osmanlı Devleti’ne harb îlân ettiler. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Trablusgarb’da harb hâlinde bulunduğundan, İtalya ile anlaşmak mecburiyetinde kaldı. 15 Ekim 1912’de İsviçre’nin Lozan şehrinin iskelesinde yapılan Ouchy andlaşması ile; Osmanlı sultânının Nâib-üs-sultan ünvânlı temsilcisi bulunmak ve hutbelerde halîfe adını okumak, yılda doksan bin altın İstanbul’a gönderilmek şartı ile Trablus ve Bingâzi İtalya’ya; Rodos ve Oniki ada Osmanlı Devleti’ne bırakılacaktı. Osmanlı hükûmeti, Balkan harbine hazırlıksız yakalanmıştı. Terhis edilip, Anadolu’ya gönderilen 120 taburu, savaşın sonunda bile silâh altına alamadı. Erzurum, Şam ve Bağdâd’da bulunan ordulardan kuvvet getirilemedi. Subaylar, İttihadcı ve Halaskar olmak üzere, birbirlerine tam manâsıyla düşmandılar. Ancak bütün bu olumsuz şartlara rağmen merkezleri İstanbul, Edirne ve Selanik olan birinci, ikinci ve üçüncü ordularla kalelerdeki müstakil kuvvetlerin dört küçük Balkan devletini kolayca ezmesi lâzımdı. Buna rağmen Nâzım Paşa’nın, hiç bir hazırlığı olmayan orduyu hemen Bulgarlara taarruza geçirmesiyle hezîmet başladı ve artık arkası alınamadı. Bulgarlar Edirne ile Kırklareli arasında Süloğlu ve Pınarhisar muhârebelerini kazanarak kısa bir müddet içerisinde Edirne önlerine geldiler. İlerleyen Bulgar ordusu, 15-19 Kasım 1912’de Çatalca müstahkem hattı önünde durdurulabildi. Garb cephesi ise, Makedonya ve Arnavutluk olup, bu cephenin başkumandanı Ali Rızâ Paşa idi. Osmanlı ordusunun durumu bu cephede de parlak değildi. Ardı ardına alınan mağlûbiyetler neticesinde, düşman Üsküp’e kadar olan bölgeyi ele geçirdi. Perişan ve bitkin bir hâle gelen Osmanlı ordusunun anavatanla irtibatı kesildi. Bu durum müttefiklerin hareketlerini kolaylaştırdı ve Balkan şehirleri birbiri ardınca düşmanın eline geçti. Yunanlıların Selanik kapılarına dayanmaları üzerine, artık hâkân-ı sabık diye anılan sultan İkinci Abdülhamîd Han, 1 Kasım 1912’de Selânik’in düşmesinden daha doğrusu tek bir kurşun sıkılmadan Yunanlılara tesliminden 8 gün önce İstanbul’a getirildi. Pâdişâhın Selânik’deki ikâmeti üç yıl 6 ay sürmüştü. Bu müddet içinde Osmanlı devleti; Bulgaristan ve Doğu Rumelinin, Bosna, Hersek ve Yenipazar’ı, Libya’yı, Girit’i, Rodos ve Oniki adayı, Arnavutluk’u, Epir’i ve Trakya’yı kaybetti. Sultan Abdülhamîd’i Selanik’ten almaya, nâzırlardan vezir Dâmâd Germiyanoğlu Arif Hikmet ve vezir Dâmâd Çavdaroğlu Mehmed Şerîf paşalar geldiler. Gazete okuması yasak olduğu için kulaktan aldığı bilgi dışında siyâsî durumu etraflı bilmeyen sabık Hakan, dört Balkan devletinin ittifakına ve bu ittifakın haber alınmamasına hayret etmiştir. Makedonya’daki kiliseler mes’elesinin hâlledilmesini devlete hıyanet olarak vasıflandıran Sultan, Balkan ittifakı kurulurken bizim elçilerin ve ateşelerin ne yaptıklarını sormuştur. Sultan Abdülhamîd büyük bir teessür içinde gemiye binerken; “Allah bu hâllere sebeb olanları Kahhâr ism-i şerîfiyle kahretsin, devleti batırdılar” demiştir. Öte yandan Sırp ve Karadağ kuvvetleri ise, hiç bir mukavemetle karşılaşmadan bütün Arnavutluk’u işgal ettiler. 29 Kasım 1912’de Arnavutluk istiklâlini îlân etti. Büyük devletler kısa süre sonra Arnavutluk’un istiklâlini tanıdılar. Osmanlı hükûmeti barış için büyük devletlerin arabuluculuğunu istedi ise de, netîce alınamadı. Doğrudan Bulgara müracaat eden hükûmet, ateşkes talebinde bulundu. Çok çetin ve ağır şartlarla mütâreke imzalandı. Ağır şartları kabul edilmeyen Yunanistan mütârekeye katılmadı ve Yanya muhâsarasıyla harbe devam etti. Bu sırada Bâb-ı âlî’de, sadrâzam Kâmil Paşa’nın başkanlığında toplanan vükelâ meclisi Balkan devletlerinin, barış görüşmeleri kesilmesi yüzünden verdikleri notanın tedkîki için, 23 Ocak 1913 Perşembe günü öğleden evvel toplantıda bulunduğu sırada, İttihâd ve Terakkî komitesinin ileri gelenlerinden Enver ve Talat beyler Bâb-ı âlî’yi basarak harbiye nâzırı Nâzım Paşa’yı öldürdüler ve Kâmil Paşa hükümetini istifa etmek mecburiyetinde bıraktılar. İttihâdçı Mahmûd Şevket Paşa sadrâzamlığa getirildi (Bkz. Bâb-ı âlî Baskını). Yeni hükümetin başa geçmesinden kısa bir süre sonra Bulgarlar mütârekeyi bozarak tekrar muhârebeye başladı. Beş ay beş gün muhasaraya dayanabilen Edirne müdafii Şükrü Paşa, 26 Mart 1913’de teslim oldu. Edirne’ye gelen kral Ferdinand, muhasara sırasında gösterdiği başarıdan dolayı Şükrü Paşa’ya kılıcını iade etti. Osmanlı ordusu bütün cephelerde hızla savaşı kaybetti. Osmanlı hükümeti, barış görüşmeleri ile ilgili olarak, büyük devletlerin arabuluculuğunu kabul edeceğini bildirince, 31 Mart 1913’de İstanbul’daki elçiler dört maddelik bir nota verdiler. İttihâd ve Terakkî hükümeti ertesi gün notayı kabul ettiğini bildirdi ve Bulgarlarla yeniden bir mütâreke imzalandı. Barış görüşmeleri Londra’da yapılarak 30 Mayıs 1913’de imzalandı. Yedi maddelik barış andlaşmasına göre; Midye-Enez hattı sınır olarak kabul ediliyor, Edirne Bulgarlara veriliyor, Arnavutluk hudutlarının tâyini ve adaların geleceği büyük devletlere bırakılıyor ve Osmanlı Devleti, Girid üzerindeki bütün haklarından vazgeçiyordu (Bkz. Balkan Harbleri). Balkan harbinin mağlûbiyetle sonuçlanmasından bir süre sonra sadrâzam Mahmûd Şevket Paşa, 11 Haziran 1913 Çarşamba günü, harbiye nezâretinden Bâb-ı âlî’ye gelirken Dîvânyolu’nda, otomobilin durmasını fırsat bilen suikastciler tarafından öldürüldü. Ertesi gün Mısırlı Halim Paşa sadârete getirildi. Mısırlı Halim Paşa’nın sadâreti ile, İttihâd ve Terakkî’nin en şiddetli tedhiş devri başladı. Osmanlı Devleti, sultan Reşâd Han’ın bilgisi ve rızâsı dışında idare edilmeye başlandı. Bu sırada bütün Makedonya’yı almak isteyen Bulgaristan ile müttefikler arasında anlaşmazlık çıktı ve ikinci Balkan harbi başladı. Bunu fırsat bilen Osmanlı hükümeti Edirne’yi geri almak için harekete geçti. Bulgarların boşalttığı Edirne’ye Osmanlı Ordusu tek kurşun atmadan girdi. Beş cephede savaşmak mecburiyetinde kalan Bulgaristan, 10 Ağustos 1913 Bükreş muahedesi ile harbi bıraktı. 29 Eylül 1913’de Türkiye ile Bulgaristan arasında İstanbul muahedesi, 14 Kasım 1913’te Türkiye ile Yunanistan arasında Atina muahedesi, 14 Mart 1914’de Türkiye ile artık sınırı olmayan Sırbistan arasında İstanbul muahedesi imzalanarak kesin sulh yapıldı. Kısa bir süre sonra Saîd Halim Paşa kabinesinde önemli değişiklikler yapıldı. Üç önemli nezâret, üç ittihâdçının eline geçti. Enver Bey, yarbaylıktan paşalığa terfi ettirilerek Harbiye nâzırlığına getirildi. İstanbul muhafızı Cemâl Paşa, Bahriye nâzırı oldu. Talat Bey zâten kabinede dâhiliye nâzırı olduğundan, hükümetin idaresi böylece tamamen Enver-Talat-Cemâl üçlüsüne geçti. Avrupa’da Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya’dan meydana gelen üçlü ittifak ve İngiltere, Fransa ve Rusya’dan meydana gelen üçlü îtilâf bloklarının kurulması ve savaş hazırlıklarının devam ettiği sırada, Trablusgarb ve Balkan savaşlarından yenik çıkan Osmanlı Devleti, ordu ve donanmasını ıslâha çalışması yanında, bloklara ayrılmış Avrupa’da kendisini siyâsî yalnızlıktan kurtarma teşebbüslerine girişti. Hükümeti ele geçiren İttihâd ve Terakkî fırkasının ileri gelenlerinden Cemâl Paşa, Fransız dostluğundan faydalanarak Osmanlı Devleti’ni îtilâf devletleri safına sokmak istediyse de, netîce alamadı. Çünkü Osmanlı Devleti’nin, İtilâf devletleri yanında yeralması, Fransa ve İngiltere’nin müttefiki olan Rusya’nın işine gelmiyordu. İtilâf devletleri arasında yer alma teşebbüsleri netîcesiz kalan İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, Enver Paşa’nın Alman hayranlığı sebebiyle Almanya’nın yanında yer almak için teşebbüse geçtiler. 28 Temmuz 1914 günü Avusturya-Macaristan veliahdı arşidük Fransuva Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırplı tarafından öldürülmesi üzerine Avusturya, Sırbistan’a karşı harb îlân etti. Rusya Sırbistan’ın, Almanya da Avusturya’nın yanında harbe girdi. Böylece kısa bir süre içinde Avrupa, dünyâ çapında bir harbe sürüklendi. Harbin başlamasından beş gün sonra, 2 Ağustos 1914’de sadrâzam Saîd Halim Paşa, harbiye nâzırı Enver Paşa, dâhiliye nâzırı Talat Paşa ve Meclis-i meb’ûsân reîsi Halil beylerden meydana gelen dörtlü grup, Fransa tarafdârı olan Cemâl Paşa ve diğer vükelâ ve Meclis-i meb’ûsânın haberi olmadan Osmanlı-Alman ittifakını imzaladılar. Daha önceki bütün harbler, Meclisi meb’ûsân ve hey’et-i vükelâdan başka, sarayda toplanan fevkalâde harb meclisinin kararıyla îlân edilirdi. Birinci dünyâ harbine girişin ilk basamağı olan bu ittifak andlaşması, pâdişâhdan bütün meclislerden ve yetkililerden gizli olarak imzalanmak suretiyle, Osmanlı Devleti’nin yıkılışı hazırlandı. Hiç bir millî menfaat sağlamayan, fakat pek çok yükümlülükler getiren bu ittifak anlaşmasının imzalanmasından sonra, ihtiyat tedbiri olarak ertesi günden başlamak üzere, seferberlik îlân edildi. Harb hazırlıklarına vakit bulabilmesi için zahirî olarak tarafsızlığını îlân eden İttihâd ve Terakkî, 11 Ağustos Salı günü Goeben ve Breslav isimli Alman zırhlılarının İngiliz takibinden kurtulmak üzere Çanakkale boğazından girmelerine müsâade etti. Bu gemilerin boğazdan girmesinden ve Osmanlı Devleti’nin satın almasından Pâdişâh’ın hiç haberi olmadı. Bu durum üzerine Osmanlı Devleti’nin tarafsız olduğunu kabul eden İtilâf devletleri, tarafsız kalmasını ve harbe girmemesini sağlamak için gayret sarfettiler. Fransa ve İngiltere büyükelçileri, sadrâzamı ziyaret ederek protesto notası verdiler. Almanya ise, doğu Avrupa’daki Rus kuvvetlerinin bir kısmını üzerinden atabilmek için Osmanlı Devleti’nin bir an önce harbe girmesini istiyordu. Enver, Talat ve Cemâl Paşa dışındaki diğer Osmanlı idarecileri ise, devletin mâlî ve askerî durumunun iyi olmadığını ileri sürerek harbe girişin geciktirilmesini istiyorlardı. Enver Paşa’nın izni ile amiral Souchan donanmayı alarak 2930 Ekim 1914 gecesi Karadeniz’e çıktı. Odesa ve Sivastopol gibi Rus limanlarını bombaladı. Böylece fiilen harbe giren Osmanlı Devleti’ne karşı İtilâf devletleri harb îlân ettiler. Resmen Birinci Dünyâ harbine giren Osmanlı Devleti, îtilâf devletleri ile çeşitli cephelerde savaştı. Kafkas cephesinde Enver Paşanın bizzat idare ettiği Sarıkamış taarruzu, Ruslardan çok karakışın te’siriyle, büyük bir kayıpla bitti. Üçüncü ordunun nemen hepsi heba oldu (Bkz. Sarıkamış Harekâtı). Ruslar, şarkî Anadolu’yu ellerine geçirdiler. Filistin cephesinde çarpışan Türk askeri, İngilizler karşısında başarılı oldu. Fakat Nablus meydan muhârebesinde İngilizlerin oyunlarına aldanan bedevilerin ihaneti neticesinde, yenildi ve Suriye Filistin, Şam, Haleb ve Beyrut elimizden çıktı. İngilizlerin 1 Kasım 1911’de Basra körfezine asker çıkarmaları üzerine açılan Irak cephesinde Osmanlı ordusu galip geldi ise de, bundan istifâde edilemedi. İngilizlerin bu havalideki askerleri tamamen temizlenmeden İran seferine girişilip, kuvvetler dağıtıldı. Bunu fırsat bilen düşman, takviye kuvvetleri alarak 11 Mart 1917’de mukavemet görmeden Bağdâd’ı ele geçirdi. Şehrin düşüşü ile Irak bölgesi de elimizden çıktı. Birinci Dünyâ savaşı esnasında önemli savaşların olduğu diğer bir cephe ise Çanakkale idi. Goeben ve Breslav gemilerinin Osmanlılara sığınmasından sonra, düşman, Çanakkale’ye, yüklendi. Kirte, Zığındere ve Anafartalar, Kocaçimen, Conkbayırı, Kanlısırt, Kirtepe, Kanlıtepe, Aslantepe muhârebeleri cereyan etti. Düşmanlar muvaffak olamayacaklarını anlayınca, belli etmeden gizlice çekilmeye başladılar ve 1916 Ocak’da tamamen çekilip gittiler. Türk milletinin târihinde ayrı bir önem taşıyan ve 9 aya yakın süren Çanakkale muhârebelerinde; 250.000 civarında şehîd verilmiş, Sultan Hamîd devrinde yetiştirilen kültür bakımından çok yüksek bir nesil burada erimiştir. Neticede Türk cesareti İngiliz soğukkanlılığını, Türk azmi, İngiliz inadını ve Türk” vatanseverliği İngiliz gururunu yenmiş, şanlı târihimize “Çanakkale geçilmez” ibaresini yazdırmıştır (Bkz. Çanakkale Savaşları). 1918 yazı sonlarına doğru îtilâf devletlerinin bütün cephelerde umûmî taarruza geçmeleri merkezî devletlerin sonunu getirdi. Bunun üzerine ittifak devletleri barış istedi. Böylece dört yıldır Anadolu Türk erkeklerini cepheden cepheye koşturan, yüz binlerce şehîd veren, gâlib fakat mağlûb sayılan Osmanlılar, mütâreke istemek mecburiyetinde kaldılar. Osmanlı hükümeti, Bozcaada yanında Limni adasındaki Mondros limanında demirleyen İngilizlerin Akdeniz donanması amirallik gemisi Agamemnon zırhlısı içinde, dikte ettirilen mütâreke şartlarını 30 Ekim 1918 günü imzalamak mecburiyetinde kaldı. Osmanlı Devleti bu mütâreke sonunda Hicaz, Yemen, Asır, Irak, Suriye, Filistin, Lübnan ve Mısır’ı kaybetti. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünyâ harbindeki asker zayiatının yekünü ise üç milyon sekiz yüz kırk iki bin beş yüz seksen kişidir. Dört milyona yaklaşan bu müthiş yekûnun beş yüz elli bini şehîd, sekiz yüz doksan bir bin üç yüz altmış dördü malûl, yüz üç bin yedi yüz otuz biri kayıp, iki milyon yüz altmış yedi bin sekiz yüz kırk biri yaralı ve yüz yirmi dokuz bin altı yüz kırk dördü esirdir (Bkz. Birinci Dünyâ Savaşı). Birinci Dünyâ harbi sonları yaklaşırken, Selanik’ten İstanbul’a getirilerek İttihâd ve Terakkîciler tarafından Beylerbeyi Sarayı’na kapatılan sultan İkinci Abdülhamîd Han, rahatsızlığından dolayı 10 Şubat 1918 Pazar günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. Devlet erkânının ve kalabalık halk topluluğunun iştirak ettiği bir merasimle ikinci Mahmûd Han’ın türbesine defnedildi. Sultan Abdülhamîd Han’ın vefâtından dört ay yirmi üç gün sonra, 4 Temmuz 1918’de beşinci sultan Mehmed Reşâd Han da vefât etti. Cenazesi kendisi tarafından hazırlanmış olan Eyyûb’deki türbesine defnedildi. Sultan Reşâd Han; halim, selîm ve merhametli bir şahsiyet olup, yaradılışta zekî idi. Terbiye ve nezâketi, her türlü ölçünün üstünde bulunuyordu. Maiyyetine karşı çok şefkatli davranır, biri rahatsızlanınca, iyileşinceye kadar defalarca hatırını sorardı. Hafızası çok kuvvetli idi. Daha önce geçen hâdiseleri en ince teferruatına kadar hatırlar ve naklederdi. Boş zamanlarında kitap okurdu. Saray âdetlerine, teşrifat ve protokollere hassasiyetle riâyet ederdi. Dînî vecîbelerini geciktirmeden yapardı. Cuma namazını değişik câmilerde kılardı. Meşrûtiyet anayasası çerçevesinde devleti idare etmek istemişse de, İttihâdcıların Osmanlı Devleti aleyhindeki faaliyet ve icrâatlarının önüne geçememiştir. Devrinde, Târih-i Osmânî encümeni kurularak millî târih ile alâkalı araştırmalar yapıldı. Osmanlılara âid târihî eserlerin muhafazası için cemiyet kuruldu. Sultan Reşâd Han’ın saltanat devri, İttihatçıların keyfî ve mes’ûliyetsiz icrâatları neticesinde büyük hâdiseler ile geçti. Üç kıt’a, yedi denize hâkim Osmanlı Devleti’nin, dünyâ çapında faaliyet gösteren yıkıcı ve bölücü teşkîlâtların plânlı, sinsi çalışmaları netîcesinde sonu hazırlandı. Osmanlı Devleti, hiç yoktan milyonlarca kilometre kare toprak kaybına, hesaplanması ve tamiri mümkün olmayacak kadar büyük maddî ve manevî zararlara sebeb olan 1911-1912 Trablusgarb, 1912-1913 Balkan, 1914-1918 Birinci Cihân harblerine sokuldu. İttihâd ve Terakkî’nin yurtiçi ve yurtdışı icrâatı ve faaliyetleri Türkiye ve Türklere çok şeyler kaybettirdi. Sultan Reşâd Han, tehlikeleri önleyecek siyâsî hak ve iktidardan mahrum bırakıldı. Türkiye’de; Talat Paşa telgraf me’muru iken başbakanlığa; Enver Paşa, yarbay iken harbiye nâzırlığına; İsmâil Canbolat jandarma teğmeni iken, iç işleri bakanlığına; ilim ehli olmayıp İttihatçı ve mason olan Mûsâ Kâzım gibilerin şeyhülislâmlığa getirilmeleriyle yıkılma başladı. Liyâkat, ehliyet, tecrübe ve milletin sevgisinden, örfünden, maddî ve manevî kıymet hükümlerinden mahrum partizan şahısların devlet kadrolarına hâkimiyeti felâketi hızlandırarak, üç kıt’aya hâkim Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını hazırladı. Hâl böyle olmasına rağmen sultan Reşâd Han, Meşrûtiyet anayasası çevresinde hükümdarlık etmeye çalıştı. Kânuna dayanan veya dayanır görünen iktidarların tekliflerini, telkin ettikleri surette yerine getirmeye çalıştı. Teşebbüs kabiliyetine sâhib, cesaretli, kurnaz, fakat devlet ve millet menfâatini şahsî çıkar ve arzularına değişen şahsiyetler, hürriyet ve meşrûtiyet perdesi arkasından memlekete yapılmaması gerekenlerden daha fazlasını yaptılar. Türkiye, milletlerarası menfaat teşkilâtlarının emirleri istikâmetinde hâdiselerin içine çekilip, hıyanet ve acz içindeki İttihâdçılarca idare edildi. Sultan Mehmed Reşâd Han’ın, Mihrengiz Kadın Efendi, Kâmres, Dürriaden ve Nâzperver isimli hanımlarından; Ziyâeddîn, Mehmed, Necmeddîn, Ömer Hilmi adında dört oğlu ile Rukiye isminde bir kızı olmuştur. HAYIRSIZ VE BAHTSIZ İSEM! Uzun yıllar mesane hastalığından ıstırap çeken sultan beşinci Mehmed Han’a ölümünden iki yıl önce, Alman profesörü İsrâil tarafından başarılı bir ameliyat yapılmıştı. Pâdişâhsın sâdık hizmetçisi bu konuda şunları anlatır: “Yıldız Sarayı’nda bitkin hâlde yatmakta olan Pâdişâh’ı ameliyat odası hâline getirilen salona götürdüm. Kendileri omuzuma dayanarak zorlukla yürümekteydi. Emirleri üzerine hekimler ve yardımcıları yanındaki salonda bekliyorlardı. Ameliyat odasına girdiğimiz zaman, Pâdişâh oradaki bütün Türk doktorlarla ayrı ayrı helalleşti. Sonra kıbleye dönerek; “Ey büyük Allah’ım! Eğer ben milletim ve vatanım için hayırsız ve bahtsız isem beni şu ameliyat masasının üzerinden sağ kaldırma” diye duâ etti. Büyük bir cesaret ve tevekkülle ameliyat masasına uzandı. Doktorlar derhâl masanın başına toplandılar ve görevlerine başladılar. Yapılan ameliyat neticesinde sıhhate kavuştu.” Sultan Mehmed Reşâd Han Devri Kronolojisi 5 Mayıs 1909 12 Ocak 1910 1 Nisan 1910 : Hüseyin Hilmi Paşa’nın sadârete getirilmesi. : Roma sefiri Hakkı Bey’in sadârete getirilmesi. : Arnavutluk isyânının başlangıcı. 28 Eylül 1911 : Trablus savaşının başlaması. 29 Eylül 1911 : Saîd Paşa’nın sekizinci defa sadârete getirilmesi. 22 Temmuz 1912 : Gâzi Ahmet Muhtar Paşa’nın sadârete getirilmesi. 8 Ekim 1912 : Balkan savaşının başlaması. 15 Ekim 1912 : Ouchy Muâhedesi’nin imzalanması. 29 Ekim 1912 : Kâmil Paşa’nın dördüncü defa sadârete getirilmesi. 23 Ocak 1913 : Bâb-ı âli baskını ve Mahmûd Şevket Paşa’nın sadârete getirilmesi. 30 Mayıs 1913 : Balkan Savaşını sona erdiren Londra Barış anlaşması. 11 Haziran 1913 : Sadrâzam Mahmûd Şevket Paşa’nın öldürülmesi. 12 Haziran 1913 : Saîd Halim Paşa’nın sadârete getirilmesi. 21 Temmuz 1913 : Bulgarların elinde bulunan Edirne’nin geri alınması. 3 Ocak 1914 : Dâmâd Enver Bey’in paşalığa yükselmesi ve Harbiye nâzırlığına gelmesi. 11 Kasım 1914 : Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünyâ savaşına girmesi. 14 Kasım 1914 : Cihâd-ı Ekber, Büyük savaş ilân edilmesi 18 Mart 1915 : Çanakkale zaferinin kazanılması. 3 Şubat 1917 10 Şubat 1918 : Kudüs’ün düşmesiyle Filistin’in elden çıkması. : Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın vefâtı. 3 Temmuz 1918 : Sultan Mehmed Reşâd’ın vefâtı. 1) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 252 2) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-14, sh. 6 v.d. 3) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. Hâmi Danişmend); cild-4, sh. 380 4) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-6, sh. 3456 5) 31 Mart Vak’ası (İ. Hami Danişmend); sh. 195 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 296 MEHMED VAHİDEDDÎN (Bkz. Vahideddîn Han) MEHTER VE MEHTERHÂNE Osmanlı Devleti’nde; hazerde (sulhde) askerî ruhu canlı tutmak, seferde askerin cesaretini arttırıp düşmana korku vermek için kurulan askeri mızıka teşkilâtı. Mehter kelimesi pek ulu mânâsına olup, çoğulu mehterhândır. Bütün İslâm devletlerinde hükümdarlık alâmetlerinden biri olan tablhâne (mehterhane), Osmanlı Devleti’ne Türkiye Selçuklu Devleti’nden geçti. Selçuklu sultânı üçüncü Alâeddîn Keykûbât, Osman Gâzi’ye 1299’da beylik alâmeti olarak sancak ile beraber davul vs. de göndermişti. Osmanlı Devleti’nin istiklâlinin başlangıcı da kabul edilen bu târihten itibaren nevbet vurulurken (çalınırken) Fâtih Sultan Mehmed Han’a kadar bütün pâdişâhlar, Selçuklu hükümdarına hürmeten ayağa kalkarlardı. Fâtih Sultan Mehmed Han; “İki yüz yıl evvel vefât etmiş bir pâdişâha ayağa kalkmak lüzumsuzdur” diyerek, mehter çalınırken ayağa kalkma âdetini kaldırdı. Mehter takımı her gün pâdişâhın bulunduğu yerde; yâni pâdişâh seferde ise çadırın önünde, değilse saraydaki muayyen yerinde ikindi namazından sonra nevbet vururdu. Bundan başka yatsı namazından sonra üç fasıl mehter çalınıp pâdişâha duâ edilir, sabaha karşı dîvân halkını namaza kaldırmak için yeniden nevbet vurulurdu. Ayrıca, Yedikule, Eyyûb, Kasımpaşa, Galata, Tophane, Beşiktaş, Anadoluhisarı, Üsküdar ve Kızkulesi’nde aynı saatlerde mehterhane çalınırdı. Buralarda vazife gören mehterlerin mevcudu bin kadardı. Devlet merkezinin dışındaki kalelerde de muayyen vakitlerde mehterhane çalardı. Ayrıca sadrâzamların, derya kaptanlarının, vezirlerin, beylerbeyilerin mehter takımları bulunurdu. Bilhassa sefer zamanlarında askeri coşturmak ve düşmanın maneviyâtını bozmak hususunda mehterlerin büyük hizmeti ve faydası görüldü. Hükümdâra mahsus mehterhane on iki katlı, yâni her âletten on iki tane çalınırdı. Diğerleri ise, çalındığı yerin seviyesine göre yedi katlı veya dokuz katlı olurdu. Pâdişâh sefere giderse, mehter takımı iki misline çıkarılırdı. Kösler yalnız pâdişâhların mehterhanelerinde bulunur, sadrâzam ve şâir vezirlere âid mehterlerde bulunmazdı. Hükümdâr sefere gittiği zaman, pâdişâh mehterhânesi saltanat sancaklarının altında durup çalınırdı. Sefer esnasında önce pâdişâhın, yoksa serdârın mehterhanesi ve sonra üç tuğlu paşaların yâni vezirlerin, daha sonra ikişer tuğluların (beylerbeyilerin) mehterhânelerinin çalınmaları kânundu. Muhârebe zamanında düşmana yaklaşıldığı zaman mehterin sesi arttırılır, bu sırada davul çalanlar “Yekdir Allah yek” diye bağırırlardı. Mehterhane emîr-i alem’e bağlı olup, pâdişâha mahsus mehterhaneyi idare eden zâta mehterbaşı denirdi. Kendisi aynı zamanda İstanbul’da bulunan bütün mehterlerin âmiri idi. Ayrıca her cins çalgıyı çalanların bir başı vardı ki, onlar da çalgılarına göre sertabbâl (davulcubaşı), sernefirî (borucubaşı), sernakkarezen, serzurnazen, serzinciri (zilcibaşı), serkösî diye anılırlardı. Mehterlerin başlıca usûl ve makamları; ahlâtî, halilevî, kalenderî, peşrev, türkî, sakil, çenber, küçük hafif, büyük hafif, nakış, revânî, def usûlü, yarım ahlâtî, perişan, değişme, kısmı sakil, murabba, devri hindî, kara batak, ezgi, sofiyen, semaî, çengi harbî, zammı devir ve saf idi. Mûtâd zamanları dışında; pâdişâh cülûslarında, kılıç alaylarında, zafer haberi geldiği zamanlarda, arife dîvânlarında, düğünlerde, şehzâde ve sultânın doğumu gibi hâllerde mehterhanelerin nevbet vurması kânundu. Mehter nevbet vuracağı zaman mehter taktmı hilâl şeklini alır, nakkarazenler oturup diğerleri ayakta dururdu. Kösler hilâlin orta ilerisine yerleştirilirdi. İç oğlan başçavuşu mehter faslı başlamadan önce dâireden çıkarak ortaya gelir ve; “Vakt-i sürür u sefa, mehterbaşı ağa! Hey! Hey!” diye bağırırdı. Bu sırada hâzır bulunanların dikkatlerini çekmek için nakkarelerle sofyan usûlünde üç tempo atılırdı. Nakkareler çalarken de mehterbaşı ağa mehterin önüne gelir; “Merhaba ey mehterân!” diyerek mehteri selâmlardı. Mehterân da hep beraber koro hâlinde; “Merhaba, mehterbaşı ağa!” diyerek karşılık verirlerdi. Daha sonra mehterbaşı ağa; “Hasduuur!” diyerek çalınacak marşın adını söylerdi. (Meselâ Cihâd-ı ekber marşı gibi). Hemen arkasından; “Haydi yâ Allah!” diyerek mehteri icraya geçirirdi. Nevbet bitince mehter gülbankı (duâsı) okunur ve fasl sona ererdi. Mehterin kendine has bir yürüyüşü olup, üç adımda bir durur, yarım sağa ve yarım sola dönerdi. Yürüyüş esnasında mehter efradı, hep bir ağızdan; “Rahîm Allah, kerîm Allah” derlerdi. Mehter takımının yürüyüş nizâmında merasime iştiraki şu sıraya göre tertib edilirdi: önde çorbacıbaşı ünvânını taşıyan ve başında üsküf bulunan mehterân bölüğü komutanı, onun arkasında sol tarafta zırhlı muhafızı ile birlikte yeşil sancak, ortada İstiklâl alâmeti olan ak sancak, başta ise zırhlı muhafızı ile birlikte kırmızı sancak bulunurdu. Sancakların arkasında ise, üçerli koldan üç sıra hâlinde dizilmiş dokuz tuğ gelirdi. Sağ tarafta kırmızı sancağın arkasında ise, yeniçeriler tarafından taşman hücum tuğu yer alırdı. Tuğlardan sonra ortada mehterbaşı bulunurdu. Mehterbaşından sonra ise, sıra ile; mehterin iki katı adedince cevgenler (okuyucular), zurnazenler, boruzenler, nakkareler, zilzenler ve davul çalanlar gelmekteydi. En arkada ise, bir at sırtında taşınan kös bulunmaktaydı. Mehter Harp Duâsı (Harp Gülbankı): Eûzübillâh, Eûzübillâh... Hûda’ya şükr-i bîhad, lâilâhe illallah! El-Melikü’l-Hakk-ul-mübîn! Muhammed-ür-Resûlullah, Sâdık-ül-Va’dül emîn! İnnâ Fetahnâ leke fethan mübînâ ve yensurekallâhu nasran azîzâ! Ey pâdişâh-ı halîfetullah, el-İslâmu aleyke avnullah! Sensin harîs-i dîn-i mübîn, harîs-i Şerîatullah! Uğrun açık olsun ey Pâdişâhım! Emr-i ikbâlin mecid! Hüdâ kılıcını keskin eylesin, nûr-ı şan satvetine gün gibi medîd! Rûh-ı pâk-ı Fahr-i âlemi hoşnûd etsin, Hak gazâ-yı ekberin etsin mübarek ve saîd... Takımın içinden evvelce seçilmiş dik ve güzel sesli biri tîz perdeden Eûzü besmele çekip; “Nasrunminallahi ve fethün karib. Ve beşşir-il-mü’minîn” âyet-i kerîmesini okur. Üç defa “Allah” diyecek kadar dururdu. Sonra bütün âletlerle beraber davullar ve kösler hafif vurarak ve devamlı teramole yaptığı sırada hep bir ağızdan “Allah Allah” deyince susarlar, gülbank devam ederdi. “Eli kan, kılıcı kan, sînesi üryan, ciğeri püryân. Meydan-ı şehâdette Allah yoluna revân, Gazâ-yı şühedâya Cemâl-i Hak görünür âyân. Kahrımız, gazâbımız düşmana ziyan! Yâ Rahman” denilerek, eyyâm-ı âdiye gülbankındaki Resûl-i enbiyâ kısmı; “Allah Allah, Celîl-ül-cebbâr, Muîn-üs-settâr, Hâlik-ül-leyl ven-nehâr, Lâyezâl, Zülcelâl, birdir Allah! Ânın birliğine, Resûl-i enbiyâ peygamberimiz cenâb-ı Ahmed ü Mahmûd-u Muhammed Mustafâ âl-i evlâd-ı Resûl-i müctebâ imdâd-ı rûhâniyetine pîrân, mürşidin, âşikîn, kur’âgerîn, vâsilîn, hamele-i Kur’ân, güzeştegân, ehl-i îmân ervahına, avn ü inayetine! Halîfet-ül-İslâm es-sultân İbni’s-sultân bilcümle İslâm’ın nevât ye saâdet ve selâmetine, pîrler, erenler, üçler, yediler, kırklar, göçenler demine devrânına hû diyelim hû” şeklinde okunduktan sonra bütün mehter takımı, davul ve zilleri şiddetli vurarak dokuz defa “Hû” derlerdi. Sonra da üç defa kös vururlardı. Bunun arkasından bâzan; “Yekdir Allah” bâzan da; “Yâ Fettâh!” diye haykırırlar ve baş eğerek geriye dönüp dağılırlardı. Yüzyıllar boyunca Osmanlı askerini coşturup, düşmana korku veren mehterhane, 15 Haziran 1826’da yeniçeri ve diğer kapıkulu ocaklarıyla beraber ikinci Mahmûd Han tarafından ilga edildi. Mehterhanenin önemine binâen yerine Mızıka-yı hümâyûn isminde askerî mızıka teşkilâtı kuruldu. Ahmed Muhtar Paşa ve Celâl Esat (Arseven), mehteri yeniden canlandırmak gayesiyle 1911’de yeni bir takım kurdular. Bu takım 1914 yılında teşkilâtlandırılarak, mehterhâne-i hâkânî adını aldı. Mehterhâne-i hâkânînin kurulduğu, Birinci Dünyâ harbinde orduya tamîm edildi. İstiklâl harbinde de hizmet verdi. Cumhuriyetin ilânından sonra Millî savunma bakanı, mehteri saltanat alâmeti sayarak lağvetti. 1) Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı; sh. 273, 449 2) Rehber Ansiklopedisi, cild-11, sh. 335 3) Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri: cild-2, sh. 444 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 58, 324 5) Hayat Târih mecmuası (sene-1966, sayı-11); sh. 38 MEKTEB-İ HARBİYYE-İ ŞÂHÂNE (Harb Okulu) Osmanlı ordusuna kara subayı yetiştiren okul. Osmanlı Devleti’nde asker ihtiyâcı tımarlı sipahiler hâricinde, devşirme usûlü ile karşılanıyordu. Devşirme ocağına alınan ve kendilerine acemi oğlanı denilen çocuklar önce bir Türk köylü ailesinin yanına veriliyordu. Burada Türkçe öğreniyor, İslâm dîninin ve Türk terbiyesinin icâplarına göre yetiştiriliyorlardı. Sonra acemi oğlanların kışlalarında askerî terbiyeleri başlıyordu. Burada sağlam ahlâk ve disiplinle en modern askerî bilgileri alıyorlardı. Neticede, yeniçeri neferi adını almaya hak kazanıyorlardı. Görüldüğü gibi, Osmanlı Devleti’nde ayrıca subay yetiştiren bir okul bulunmuyordu. Ocakta ve savaşlarda istidâd ve kabiliyetli kimseler gösterdikleri başarılara göre yükselmek suretiyle yayabaşı, bölükbaşı, baş karakollukçu, baştüfekçi, tüfenkcibaşı, avcıbaşı, tâlimhânecibaşı, zenberekçibaşı, baş bölükbaşı, peykbaşı, asesbaşı, başyayabaşı, muhzırbaşı, başçavuş, başhaseki, solakbaşı, zağarcıbaşı, samsoncu başı, turnacı başı, yeniçeri kâtibi, sekbanbaşı ve nihayet yeniçeri ağası olurlardı. Bugünkü subaydan genârele kadar rütbe karşılıkları olan bu görevlerde bulunanlar, ancak başarıları karşılığında yükselebilirlerdi. Yeniçeri ağası, pâdişâh tarafından seçilirdi. Âmiri sadrâzamdır. Sadrâzamla yeniçeri ağası arasında başka bir kumanda, kademesi yoktu. Ayrıca devşirmelerden; iyi aile mensupları, uzun boylu, yakışıklı, terbiyeli olanlar, yüksek devlet adamlarının çocukları ve zekâ seviyesi yüksek Türk çocukları pâdişâh irâdesi ile Enderûn-ı hümâyûna alınarak, buradaki mekteb-i enderûnda tâlim ve terbiye görürlerdi. Bir nevî saray üniversitesi de denilen bu mektepten çıkanlar san’atkâr olsun, subay olsun parlak istikbâle namzettiler. Bunlar arasından pek çoğu sadrâzam, vezir, beylerbeyi ve sancakbeyi olmuştur. On yedinci asrın sonlarına kadar dünyânın birinci devleti, dünyâ siyâsetine yön veren, karada ve denizde büyük bir güce sâhib olan Osmanlı Devleti’ni askerî sahada daha ileri sistemler ve usûller bulmaya sevkedici ve zorlayıcı sebebler yoktu. Bu sebeble Osmanlı Devleti, asker ve subayını mevcûd teknik usûllerle yetiştirmekte devam ediyordu. Bu sırada Avrupa’nın durumu tamamen farklı idi. Karşılarında İslâmiyet’in en kuvvetli temsilcisi güçlü bir Osmanlı Devleti vardı. Osmanlı’nın fetihlerini ve İslâmiyet’in yayılışını durdurmak için çok çalışan bir Avrupa görülüyordu. Avrupanın harbler ve ticâret münâsebetiyle uzun zamandan beri İslâm memleketlerini tanıyarak buralardaki ilmî faaliyetlerden faydalanıp Rönesans hareketini başlattılar. İlim ve teknikte büyük adımlar attılar. Ayrıca Osmanlıların Akdeniz hâkimiyetini ellerine geçirmesiyle, doğunun zenginliklerinden istifâde edemediler. Atlas okyanusundan doğuya ulaşmak için yollar aradılar ve sonunda vardılar. Bu sırada pek çok coğrafî keşifler yaptılar. Gerek Rönesans ve gerekse coğrafî keşifler ile elde ettikleri bilgi ve tecrübeleri askerî sahada tatbîk ettiler. Bu bilgileri daha sistemli bir hâle getirmek için askerî okullar açtılar. Buralarda modern bilgilere sâhib subaylar ve diğer askerî personeli yetiştirdiler. Bu okullardan yetişen subayların muhârebelerin kazanılmasında büyük rolü oldu. Osmanlı Devleti’nin, Avrupa’daki bu gelişmelerden faydalanarak askerî teşkilâtında düzenleme yapma ihtiyâcını hissetmemesi, 1683 Viyana bozgununa kadar sürdü. Bu târihde devlet yine dünyânın birinci devletiydi. Bundan sonra 1770’lere kadar bir asır boyunca esas işi elindekini muhafaza etmekten ibaret oldu. Her mağlûbiyet, yeni düzenlemeler yapılmasını ve tedbirler alınmasını istediğinden, Viyana mağlûbiyeti ile de orduda aynı durumlar bahis mevzuu oldu. Bununla beraber, bozulmuş olan yeniçerilerden çekinildiği için, orduda yeni bir düzenlemeye hemen gidilemedi. Bununla birlikte orduda ıslâhat yapılmasına kesin olarak inanılmıştı. Ancak üçüncü Ahmed zamanında askerî teknik bilgiler ve bunların öğretildiği okullar açıldı. Orduda modern tarzda askerî eğitim 1728’de humbaracı (topçu) sınıfında başladı. 1734’de birinci Mahmûd zamanında istihkâm (lağımcı) subayı yetiştirmek için Üsküdar’da Mühendishâne-i hümâyûn (Askerî teknik okul) açıldı. Burada uzun müddet askerî mühendis yetiştirildi. Mekteb, 1759’da üçüncü Mustafa zamanında Karaağaç’a nakledildi. Sultan üçüncü Mustafa, Mühendishâneyi, Mühendishâne-i bahr-i hümâyûn ile Mühendishâne-i berr-i hümâyûn olmak üzere iki kısma ayırdı. Mühendishâne-i bahri hümâyûn bir deniz harb okulu olduğu hâlde, Mühendishâne-i berr-i hümâyûn bugünkü kara harb okulu olmayıp, Askerî teknik üniversite idi ve bugünkü teknik üniversitenin çekirdeğini teşkil ediyordu. Burada yalnız istihkâm, topçu ve haritacı subay yetişiyordu. Ordunun esâsını teşkil eden süvari ve piyade subayları eskisi gibi kışla tâlimi ile yetişiyordu. Ancak bu okul, ileride açılacak olan kara harb okuluna bir başlangıç teşkil ediyordu. Askeriyede bu kısmî düzenleme devam ederken, 1768’de Osmanlı-Rus harbi başladı. Ruslar Çeşme’de Osmanlı donanmasını yaktı. 1774’de Kaynarca andlaşması ile Osmanlı mağlûbiyeti tescil edilmiş oldu. Böylece Osmanlı Devleti birinci devlet olma vasıflarını kaybetti. Arka arkaya gelen mağlûbiyetler devletin yeni askerî bilgilerle mücehhez subay ve diğer personele sâhib olmasının bir zaruret olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. 1784’de birinci Abdülhamîd zamanında Mühendishâne-i berr-i hümâyûn daha fazla ilâvelerle geliştirildi. Topçu ve istihkam subayı ile mühendisleri yetiştirilmeye devam edildi. 1793’de üçüncü Selîm zamanında, orduda öncekilere nazaran daha esaslı düzenlemeler yapıldı. Nizâm-ı cedîd adı verilen ordu kurulmaya, modern süvârî ve bilhassa piyade yetiştirilmeye başlandı. Bunun yanında orduya teknik eleman yetiştiren Mühendishâne-i berr-i hümâyûn Eyyûb’deki Bahariye Sarayı’na, sonra Hasköy’e (Bugünkü Halıcıoğlu), daha sonra Maçka’ya taşındı. 1796’da mektebe dört yıl okumak üzere kırk subay alındı. Okulda cebir, ilm-i müsellesât, trigonometri, cerr-i eşkâl (mekanik), fenn-i remy (atıcılık), hey’et (astronomi), târih-i harb (harb târihi), hendese (geometri), coğrafya ve her çeşit istihkâmcılık dersleri vardı. Fransızca ve Arabca mecburî olup, Farsça ihtiyarî (seçmeli) idi. Okuldan ordu için mühendis yetişiyordu. Üçüncü Selîm teşvîk için, me’zun olan teğmenlere yüzbaşı, pek iyi derece ile me’zûn olanlara binbaşı rütbesi veriyordu. Üçüncü Selîm’in son yıllarında çok iyi Fransızca öğrenmiş topçu ve istihkamcı subay ve mühendisleri yetişti. Pâdişâh, Mühendishâne için mütehassıs Fransız öğretmen subaylar getirtti. Sultan üçüncü Selîm, devletin istikbâlinin, güçlü ve modern bir ordu kurmakla mümkün olduğunu çok iyi tesbit etmişti. Bu fikirleri bilen sultan İkinci Mahmûd da, bu asırda batının üstünlüğünü sağlıyan ordu ve donanmadan işe başlamak istedi. Senelerden beri sabırla beklediği yeniçeri ocağının ilgasını 1826’da gerçekleştirerek Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’yi kurdu. Yeni ordu için bir talimhane yapıldı. Güçlü bir ordu kurmak için canla başla çalışan pâdişâh, askeri teşvik ve gayrete getirmek için kışın kar altında çamurlar içinde bizzat tâlime çıkıyordu. Yine 1831’de Selîmiye kışlasındaki Sübyan bölükleri de, batı tekniklerine uygun olarak, orduya subay yetiştirmek için kuruldu. Bunlar daha sonra kurulacak harb okulunun temelini teşkil etmekte idi. Nihayet sultan İkinci Mahmûd 1834’de ordunun esâsını teşkil eden piyade ve süvârî subaylarının yetişeceği bir Kara Harb okulunu kurmaya karar verdi. Çünkü devleti ayakta tutacak ordu, orduyu da ayakta tutacak subay idi. Sultan İkinci Mahmûd Han, Avrupa’da okumuş, hassa ordusunda vazife yapmış fahr-i yaveri olan ve 1832’de paşalığa yükselen Nâmık Paşa’yı huzuruna davet ederek; “Paşa, kesin olarak anladım ki bir milletin yaşaması, harb bilgisini iyi öğrenmiş kumanda hey’etiyle ve bu kumanda hey’etiyle yetişmiş askerlerin kudretiyle mümkündür. Böyle subaylar yetiştirecek bir Mekteb-i harbiyye-i şâhâne (Kara Harb Okulu) açılmasını isterim ne dersin?” diye sordu. Avrupa’da askerî okulları tedkîk etmiş olan Paşa; “Sultânım! Bundan önce açılan talimhane olsun, sıbyan bölükleri olsun mektep değildir. Yarım tedbirlerle gayeye varılamaz. Subayın, ordumuzun ihtiyâçlarına cevap verecek şekilde yetişmesi önemlidir. İyi subay yetiştirmek için ayrı bir binaya, ders programlarının tanzimine, en iyi öğretici ve idarecileri, ders âletlerini te’min etmeğe ihtiyaç ve zaruret vardır” deyince, Sultan; “Ziyâde memnun oldum. Harb okulunun inşâsını ve açılmasını, burada hangi bilgilerin okutulacağını, Avrupa’dan hangi ders âletlerinin getirileceğini sizden beklerim. Bu hususta Ahmed Fevzi Paşa ile birlikte çalışınız” emrini verdi. Bunun üzerine Nâmık Paşa, Ahmed Fevzi Paşa ile birlikte çalışmalara başladı. Müşir Ahmed Fevzi Paşa’nın Selimiye’de hassa ordusunda bulunan erlerin genç ve kabiliyetli olanlarından kurduğu sıbyan bölükleri 1834’de Maçka kışlasına taşındı. Sultan İkinci Mahmûd Han, 1 Temmuz 1835’de Mekteb-i harbiyye-i şahaneyi öğrenim ve eğitime açtı. Öğretmenlere mahsûs kürsiye çıkarak târihî konuşmasını yaptı: “Sizler ki. Mekteb-i harbiyyenin idarecileri ve öğrencilerisiniz. Nazarlarım dâima sizlerin üzerindedir. Ümitlerim sizlerdedir. Askerliğin bütün îcâblarını öğretiniz ve öğreniniz. Sizler için sarf olunan maddî ve manevî para ve emekleri dâima hatırınızda tutarak ve bilerek çalışınız. Talebelerim! Sizlerden de himmet ve gayret beklerim.” Sonra İmâm Zeynelâbidîn Efendi’ye duâ etmesini işaret etti. O da, resmen açılışı yapılan Mekteb-i harbiyyenin millet için hayırlı olması niyazında bulundu. Bundan sonra okulun adına Mektebri harbiyye-i şâhâne, talebelerine de harbiyeli denildi. Sultan Abdülmecîd Han (1839-1861) devrinde, 1844’de kabul edilen kânunla Harb okuluna dört yıl daha ilâve edilerek, öğrenim lise seviyesinin üzerine çıkarıldı. Sonraki yıllarda müessesenin harb bilgisi veren dört yıllık bir meslek okulu hâline getirilmesi kararlaştırıldı. Burada imtihandan geçirilen öğrencilerden üstün başarılı olanlar, Mektebi ulûm-ı harbiye, orta derecede başarılı olanlar ise Mekteb-i fünûn-ı idâdîye öğrencisi kabul edildiler. 1845’de Harbiye öğrencileri Küçük Taksim’de yapılan binada, idâdî öğrencileri de Maçka kışlasında, geçici olarak öğrenime devam ettiler. Her iki okul kendi binalarında, 10 Ekim 1846’da Abdülmecîd Han tarafından resmen açıldı. Bu târihlerde büyük devletlerin ordularında kurmay sınıfı kurulmaya başlayınca, 1848’de sultan birinci Abdülmecîd, Mekteb-i erkân-ı harbiye-i şâhâne-yi (Harb akademileri) kurdu. Mekteb ilk me’zûnunu 1849’da verdi ve bunlardan üçü müşir oldu. Zamanla Osmanlı ordusu kurmay subayların sevk ve idaresine geçmeye başladı. 1909’a kadar, Mekteb-i harbiyye-i şâhâne ile Mekteb-i erkân-ı harbiyye-i şahanenin kumandanı aynı idi. Ondan sonra ayrıldı. Galip Paşa’nın harb okulu kumandanı olduğu 1873-1875 yılları döneminde, öğrenim üç yıla indirildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han (1876-1909) devrinde, uzun zaman okul kumandanlığı yapan Mustafa Zeki Paşa (1904-1908), öğrencilerin iyi yetiştirilmesini îtinâ gösterip, Trablusgsrp (1911-1912), Balkan (1911-1913), Birinci Dünyâ (19141918) İstiklâl (1919-1922) savaşlarına katılan kıymetli subayları me’zun ettirdi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, İstanbul’dan başka Bağdâd, Edirne, Erzincan, Manastır, Şam illerinde de harb okulları açtırdı. Harp okullarına mütehassıs ilim adamları ve öğretim üyeleri tâyin edildi. Ders âlet ve edevatları ile laboratuvar, kütüphâne, spor salonu, manej (süvari sınıfı için at eğitim alanı) ihtiyaçları lâyıkıyle te’min edildi. Avrupa’dan kitaplar getirtilip, tercüme edildi. İttihâd ve Terakkî cemiyetinin bu okullarda yürüttüğü siyâsî faaliyetleri netîcesinde, 1907-1908 yıllarında Bağdâd, Edirne, Erzincan, Manastır, Şam Harb okulları kapatıldı, yalnız İstanbul Harb okulu, faaliyetine devam etti. 1914’de Birinci Dünyâ savaşının çıkmasıyla; Harb okulu ikinci sınıf öğrencileri asteğmen olarak kıt’aya katıldı. 1913 ve 1914’te me’zun olan ve staj için birliklere gönderilen öğrenciler birleştirildiler. Harp Okulu 9 Ağustos 1914 - 5 Nisan 1915 târihleri arasında İstanbul Pangaltı’daki binâda öğrenim gördükten sonra Kartal Maltepe’de Endaht okuluna taşındı. Kartal’daki Endaht okuluna Maltepe ihtiyat zabit namzetleri tâlimgâhı adı verildi. 30 Ekim 1918 Mondros mütârekesinin imzalanmasından sonra bu okul kaldırıldı ve yerine muvazzaf zabit namzetleri talimgahı kuruldu. Okul, 12 Ekim 1918’de İtilâf devletlerince işgal edilince, talimgah Bostancı’ya taşındı. Bu da 5 Ağustos 1919’da lağvedildi. Aynı târihte Bostancı’da Edirne ve Kuleli askeri lisesinden gelen öğrencilerden iki bölüklü Harb okulu taburu kuruldu. 20 Aralık 1919’da Topçu harbiyesi ile birleştirilerek Halıcıoğlu’na taşındı. Burası da İngilizler tarafından işgal edilince, 20 Nisan 1920’de yine kapatıldı. Dağıtılmış olan öğrenciler Kuleli’de toplandılar. 5 Temmuz 1920’de Kuleli’nin işgalinden sonra öğrenciler Kâğıthane’deki çadırlı ordugâha, buradan Eyyûb’deki iplikhâne’ye, Maçka kışlasına, sonunda da Zeytinburnu kışlasına tasındılar. Okul, Eylül 1921 Ağustos 1922 târihleri arasında burada kaldı ve bir süre sonra da lağvedildi. Harb okulu öğrencilerinden bir kısmı millî mücâdelede Anadolu’ya geçip, Ankara’da Âbidîn Paşa köşkünde şimdiki cumhuriyet devri harp okulunun temeli olan Ankara talimgahında bir araya geldi, 1 Nisan 1923 de Muhtelife zabit namzetleri talimgahı harp okulu adını aldı. Harb okulu, Türk milletinin, devletinin ve ülkesinin gurur ve güven kaynağı olarak hizmetine devam etmektedir. 1) Harp Okulu Târihi (Tahsin Önal, Belgelerle Türk Târihi Dergisi; sayı-8); sh. 19 v.d. 2) Târih-i Lütfî; cild-1, sh. 198 3) Takvîm-i Vekâyî; sene-1251, sayı- 107 4) Mir’ât-ı Mekteb-i Harbiye (M. Es’ad, İstanbul-1310) 5) Büyük Türkiye Târihi; cild-9, sh. 464 MENZİLHÂNE Osmanlı Devleti’nde merkezle idâri birimler arasında haberleşmeyi sağlamak, emir ve fermanları istenilen yere zamanında ulaştırmak için kurulan konak merkezleri hakkında kullanılan bir tâbir. Osmanlı Devleti’nde dîvân-ı hümâyûndan çıkan emirleri zamanında ilgililere yetiştirmek önemli bir işti. Hazîne gelirlerinin büyük bir kısmını meydana getiren vergilerin vaktinde toplanması, asker sevki ve benzeri bütün işlerin halli, merkezden gönderilen emirlerle yaptırılmaktaydı. Bu emir ve fermanların istenilen yere zamanında ulaştırılması için ana yolların geçtiği şehir ve kasabalarda uygun aralıklarla Menzilhâne denilen durak evleri yapıldı. Böylece çok geniş bir alanda yayılmış bulunan Osmanlı Devleti, haberleşmeyi menzil teşkilâtı ile sağladı. Osmanlılarda menzil teşkilâtının on altıncı asırdan itibaren hizmet verdiği bilinmektedir. Devletin kuruluş yıllarında haberleşmenin ulaklar vasıtasıyla yapıldığı ve bunların belirli yerlerde mola verme ve at değiştirmeleri için özel ulaşım merkezleri bulunduğu bilinmekte ise de teşkîlâtı hakkında hiç bir bilgi yoktur. On altıncı yüzyıldan itibaren menziller ve bu teşkilâtın görevlileri, defderdâr kapısının mevkûfât kalemine âid, menzil halîfeliğine bağlıydılar. Burada bulunan menzil halîfesi kalemi, hayvanlarla yapılan posta ve menzil muamelâtına bakardı. Haber getirip götüren ulaklar menzillerde dinlenir, ihtiyâçlarını görür ve at değiştirirlerdi. Menzilhânelerde, menzilci denilen bir idareci ile hayvanların bakımı ile uğraşan hademeler vardı. Ayrıca menzillerde koruyuculuk görevi yapan ve sürücülere yol gösteren kimseler de olup, bunlara kulaksızlar denilirdi. Menzilhânelere menzilci tâyini konusunda o şehrin veya kasabanın idarecileri ile eşraftan bâzı kimseler görevlendirilirdi. Bu görev bir yıl süreyle ve çoğunlukla şehrin ileri gelenlerinden birisine verilirdi. Bir yere menzilci tâyin edilenler, görevleri bitince aynı yerde vazîfelendirilebilirlerdi. Menzilci görev süresi bitmeden ölürse, yerine akrabası geçip eksik süreyi tamamlıyabilirdi. Menzilhânelerde menzilcilerin ne kadar at ve kılavuz bulunduracakları ve yıllık beygir ücretleri ile diğer masrafları, menzilci tâyini sırasında açıklanırdı. Her menzildeki at ve kılavuz sayısı değiştiği gibi, masraflarda buna göre artıp eksilirdi. Menzil masraflarının bir kısmı menzil nerede kurulmuşsa, o yer halkının avârız akçesinden, bir kısmı ulaklardan, önemli bir bölümü de Hazîne-i âmireden karşılanırdı. Posta görevini yürüten ulaklar, tatar ocağı neferleri arasından üstün ve güvenilir olanlardan seçilirdi. Bu sebeple ulaklara tatarlar da denilmiştir. Ellerinde menzil tezkeresi olan devlet tatarları ve buyruldusu olan vezir ve beylerbeyilerin tatarlarından başkaları tatar kıyafeti giymediği gibi menzil beygiri de alamazdı. Menzil yolları stratejik ve askerî ihtiyaçlara göre değiştirilirdi. Meselâ, Rumeli’deki menzilhâneler, o bölgedeki savaşlar sebebiyle çok zorlandı ve 1691’de Köprülüzâde Mustafa Paşa’nın buyruldusu ile yeniden düzenlendi. On sekizinci yüzyılda menzil teşkilâtında bâzı bozukluklar ve usulsüzlükler görülmeye başlandı. Ulaklar menzillerinde at bulamadıklarından şikâyet ediyorlardı. Menzilciler de ulakların fazla at isteyerek devlet hazînesine zarar verdiklerini belirtiyorlardı. Bu arada âyânlar da bâzı sancaklarda menzil olmadığı hâlde menzil ücreti alıyorlardı. Bu durumlar üzerine sultan ikinci Mahmûd Han, 1824 yılında menzilhânelere yeni düzenlemeler getirdi. Devletin dört bir tarafına gönderdiği fermanda, menzilhânelerin bundan böyle kira usûlü ile idare edilmesini bildirdi. Buna göre Rumeli ve Anadolu taraflarında aynen uygulamak kaydıyla ulaklara, kira ile saati yirmişer paradan beygir verilecekti. Devlet işi için gönderilecek tatar ve diğer görevlilere, kira ücretleri hazîneden ödenecekti. Eyâlet ve sancaklarda bulunan vâli, mütesellim ve voyvodalar, İstanbul’a veya sağa-sola gönderdikleri tatarların yol harçlıkları ile birlikte, menzil kiralarını da kendi hazînelerinden ödeyeceklerdi. Eğer kendi eyâlet veya sancakları dâhilinde bir yere gönderecekler ise, menzilhâne hayvanlarından faydalanamıyacak, kendi imkânlarıyla gidip dönmeleri sağlanacaktı. Bu târihten sonra menzilciye kirâcıbaşı denilmeye başlandı. 1834 yılında ise, menzil sisteminin yanısıra posta teşkilâtı kurulmaya başlandı. Nitekim Üsküdar’dan İznik’e kadar olan yol tamir edildikten sonra, ilk posta arabası bu arada çalıştırıldı. 1839 yılından sonra öncelikle İstanbul-Edirne ve İstanbul-İzmir arasında, sonra da diğer vilâyetlerle İstanbul arasında posta teşkîlâtı kurulmaya başlanmış, böylelikle menzil usûlü târihe karışmıştır. 1) XVIII yüzyılda Osmanlı Kurumları; sh. 291 2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 479 3) Posta Teşkilâtı Kurulmadan önce Osmanlı İmparatorluğunda Menzilhâne ve Kirâcıbaşlık (Mûsâ Çadırcı; Ankara-1976); sh. 1359 4) The Ottoman Menzilhâne and Ulak System in Rumeli in the 18 th. Century (Colin J. Hewood; Ankara-1980); sh. 179 5) Osmanlı Menzil Teşkilâtı (Y. Halaçoğlu) MERCİDÂBIK MUHÂREBESİ Osmanlılar ile Memlûklüler arasında yapılan muhârebe. Osmanlı sultânı Yavuz Sultan Selîm Han’ın Çaldıran muhârebesinde Şâh İsmail’e vurduğu darbe ile Ortadoğu’daki hâkimiyetini genişletmesi; Suriye, Filistin, Arabistan yarımadası, Mısır ve Kuzey Afrika’nın doğusuna hâkim Memlûklü sultânı Kansu Gavri’yi harekete geçirip tedbir almaya sevketti. Bu sırada Şâh İsmâil de Memlûk sultânı Gavri’ye elçiler göndererek sıranın Memlûklülere geleceğini bildirdi. Bunun üzerine Kansu Gavri, Şâh İsmâil ile ittifak kurdu. Yavuz Sultan Selîm Han istihbarat teşkilâtı vasıtasıyla Şâh İsmâil-Kansu Gavri ittifakını haber alınca, vezîriâzam Sinân Paşa’yı kırk bin kişilik bir kuvvetle Safevîler üzerine gönderdi. Sinân Paşa, Diyarbakır’a kadar gelerek, burada orduyu dinlendirecek ve geriden gelecek olan sultan Selîm Han’ı bekleyecekti. Sinân Paşa ordu ile Maraş’a geldi. Maraş’tan sonra, Diyarbakır’a gidebilmesi için Memlûk hâkimiyetinde bulunan Malatya’dan geçmesi gerekiyordu. Sinân Paşa, Fırat nehrini geçip, Diyarbakır’a gitmeye me’mur olduğunu, hududdaki Memlûk beylerine bildirerek izin istedi. Memlûk sultânı Kansu Gavri buna izin vermediği gibi elli bin kişilik bir ordu ile Şam’a geldi. Sinân Paşa, durumu Yavuz Sultan Selîm Han’a bildirdi. Bunun üzerine Selîm Han, harb dîvânını toplayıp; müslümanlara işkence ve eziyet edip, Eshâb-ı kiram (r. anhüm) ve Ehl-i sünnet âlimlerini kötüleyenlere karşı sefere giderken buna mâni olmak isteyen müslüman bir devlete karşı girişeceği seferin meşruluğuna dâir fetva istedi. Devrin meşhur âlimlerinden olan şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi; “Mülhidlere (sapıklara) yardım eden de cezalandırılır” mânâsında fetva verdi. Yavuz Sultan Selîm Han fetvayı almış olmasına rağmen, Memlûklülere Bursa kâdısı Zeyrekzâde ile Karaca Paşa’yı elçi olarak gönderdi. Ancak elçi hey’etinin Haleb’de Memlûk sultânı tarafından hakarete uğraması ve hapsedilmesi üzerine Yavuz Sultan Selîm derhâl ordusunun başında sefere çıktı. Donanmayı da Suriye sahillerine sevketti. Mısır sultânı bu vaziyet karşısında işin ciddiyetini kavradı ve Moğolbay’ı mes’elenin sulh yolu ile halli için Osmanlı Sultâm’na elçi olarak gönderdi. Ancak diplomasi kaidelerine büyük önem veren Osmanlı Sultânı kendi elçilerine yapılan muamelenin karşılığını, Moğolbay’ın kafasını traş ettirip, üstüne eski bir elbise ve altına topal bir eşek verip göndermekle çıkardı. Bu sırada Sultan’ının Mercidâbık’ta hazır olmasını söylemeyi de ihmâl etmedi. Selîm Han ordusuyla yirmi beş günde Konya’ya ulaştı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddîn-i Konevî ve Şems-i Tebrîzi hazretlerinin kabr-i şeriflerini ziyaret ederek, mübarek ruhlarından yardım istedi. Onları Allahü teâlâya vesîle ederek ordusunun muzaffer olması için duâ edip, gözyaşı döktü. Selîm Han, yirmi bin kişilik ordusuyla Konya’dan Kayseri’ye oradan da Elbistan’a geçerek Sinân Paşa’nın kuvvetleriyle birleşti. Bu arada Şam’a gelmiş olan Mısır sultânı ordusuyla Mercidâbık ovasına hareket edip karargâh kurdu. Sultan Selîm Han da yol üzerinde bulunan Malatya’yı aldığı gibi Gâzianteb’i geçerek Tel-Habeş mevkiine geldi. Memlûk ordusuna bir günlük yol kalmıştı. Sultan Selîm Han; “İnşâallahü teâlâ yarın cenk günüdür. Herkes niyetini kavi eylesin ve zafer için duâ etsin” buyurdu. Sinân Paşa ise; “Sultânım yârın büyük bir gün olacak. Korkarım ki, heyecana gelip, her zamanki gibi düşmanın ortasına yalnız başınıza yalın kılıç dalar, kendinizi ateşe atarsınız. Size zarar gelürse yüreğimiz dilhûn olur (kan ağlar)” dedi ve Selîm Han’ın geride durmasını tavsiye etti. Bunun üzerine Sultân’ın şimşek gibi çakan gözleriyle karşılaştı. Sultan; “Sinan! Sen bizi ne sanırsın? Biz Cennet mekân dedemiz Fâtih Sultan Mehmed Han’ın torunuyuz. Çadır içinden savaş idare etmeyiz” dedi. Osmanlı ordusu Halep’ten geçerek Dâvûd aleyhisselâmın makamı önünden Mercidâbık çölüne indi ve bir su kenarında karargâh kurdu. 24 Ağustos 1416 târihinde iki ordu Mercidâbık sahrasında karşı karşıya geldi. Her iki ordu da altmış bin civarında idi. Osmanlılar; ateşli silâhlar, teşkîlât, kumanda hey’eti, sevk ve idare; Memlûklüler de, süvari kuvvetleri bakımından üstündü. Muhârebe günü Osmanlı ordusu hilâl şeklinde bir tertib aldı. Sultan Selîm Han, İskender Bey, yeniçeriler ve azaplar ile merkezde idi. Sağ kanada Anadolu Beylerbeyi Zeynel Paşa kumanda ediyordu. Karaman beylerbeyi Hüsrev Paşa, Şehsuvaroğlu Ali Bey ve Ramazanoğlu Mahmûd Bey, Zeynel Paşa’ya yardım edeceklerdi. Sol kanada, Rumeli beylerbeyi Küçük Sinân Paşa kumanda edecekti. Diyarbakır beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa, İsfendiyâroğlu Mehmed Paşa, Mengli Giray’ın oğulları Saadet ve Mübarek Giray da Sinân Paşa’ya yardım edeceklerdi. Piyade önünde üçyüz top zincirlerle birbirine bağlanmış bir hâlde zamanı gelince ateşlenecekti. Memlûklü ordusunda ise Sultan Kansu Gavri ordu merkezinde; Haleb naibi Hayırbay sağ kolda, Şam naibi Sibay ise kuvvetleriyle sol kolda yer almıştı. Muhârebe günü sabah namazından sonra Yavuz Sultan Selîm Han, âlimlere ve velîlere duâ etmek ve Kur’ân-ı kerîm okumak üzere vazife verdi. Dâvûdî sesli hafızlar Fetih sûresini okumaya başladılar. Asker birbirleriyle helâllaşıyor, biraz sonra başlıyacak olan harbe hazırlanıyorlar; “Allahü teâlânın rızâsı için ya şehîd ya gâzi” diyerek niyetlerini düzeltiyorlardı. Güneşle birlikte kösler vurmaya, mehter cenk marşlarını söylemeye başladı. Osmanlı yiğitleri heyecanla sultan Selîm Han’ın son emrini bekliyordu. Bu sırada Yavuz Sultan Selim Han’ın; “ölmek, yok olmak değildir. Eğer şehîdlik müyesser olursa âhiretde seâdet bizimdir. Şayet gâlib gelirsek dünyâda devlet bizimdir” buyurduğu askerlere bildirildi. Selîm Han atından inerek kıbleye karşı döndü ve ellerini açarak; “Yâ Rabbî! Senin dînini yaymak, mübarek ismini yüceltmek için buradayız. Sonsuz kuvvet ve kudret sahibi ancak sensin. Ehl-i sünnet îtikâdını yaymak için bize yardım eyle. Ordumuza zafer ihsân et” diye duâ ettikten sonra, atına bindi. Atının üzerinde kılıcını havaya kaldırıp; “Yâ Allah! Bismillah, Allahü ekber” diyerek hücum emrini verdi, önce her iki taraftan beşer-onar sipâhî er meydanına çıktı ve birbirlerine girdiler. Ardından iki ordu büyük bir hızla karşılıklı hücum ederken, Osmanlı topları gürledi. Tekbir sesleri yeri göğü inletiyordu. Her iki tarafın askeri de iyi muhârebe ediyordu. Bir ara, Osmanlı ordusunun sağ ve sol kanadında bir gerileme görüldü. Merkezdeki yeniçeriler bir anda yalın kılıç savaşa girdiler. Osmanlı toplarının gürlemesi ile binlerce Mısırlı asker telef oldu. Topların iştiraki savaşın seyrini değiştirdi. Mısır ordusunda gerileme başladı. Bir ara Mısırlıların mızraklarının uçlarına Kur’ân-ı kerîm sahîfelerini bağladıkları görüldü. Bununla Osmanlı ordusuna manevî bir set çekmek istemişlerdi. Osmanlı yiğitlerinin Kur’ân-ı kerîme olan saygılarından kılıçları havada kaldı. Memlûklü askerini vuramaz oldular. Sultan Selîm Han derhâl ileri atılıp; “Bunlar hem râfizîye yardımcı olurlar, hem de Kur’ân-ı kerîmi hîlelerine hüccet iderler” diyerek hücum emrini verdi. Memlûklü askeri perişan oldu. Bu sırada askerinin perişan hâlini seyreden Kansu Gavri, üzüntüsünden iki defa bayıldı. Bir kısım beyleri savaştan çekilip kaçtılar. Son olarak huzuruna kumandanlık elbiseleri parçalanmış bir hâlde Hayırbay geldi. Ordunun mağlûbiyet haberini verdi. Kansu Gavri’nin kederinden kalbi durup öldü. Akıbeti hakkında çeşitli rivayetler vardır. Mevcut asker, sultanlarının öldüğünü duyunca Haleb’e doğru kaçmaya başladı. Muhârebede Mısır ordusundan altmış civarında emir öldürüldü. Bu emirlerin idare ettiği askerlerden çoğu esir edildi. Haleb naibi Hayırbay ile Dulkâdirli Abdürrezzâk Bey kaçarken Yûnus Paşa tarafından yakalanıp sultan Selîm Han’a getirildiler. Canberdi Gazâlî de, Sultan’ın huzurunda idi. Yavuz Sultan Selîm Han bunlara çok ikrâmda bulundu, önce Hayırbay’a Rumeli’deki Köstendil sancağını verdi ise de, sonradan Gazâlî ve Hayırbay istekleri üzerine Memlûklü ordusuna iltihâk etmeleri için serbest bıraktı. Yavuz Sultan Selîm Han, esîr alınan son Abbasî halîfesine oldukça hürmet gösterdi ve onu Kâhire’ye gönderdi. Savaş gününün ikindisinde sultan Selîm Han kesin bir zafere kavuşması sebebiyle Allahü teâlâya şükür secdesine vardı. Şehîdleri defnettirip yaralıların yaralarını sardırdı. Muzaffer İslâm ordusu 28 Ağustos’da Haleb’e girdi. 27 Eylül’de de Şam’a gelerek Mısır’ın fethini gerçekleştirecek sefer hazırlıklarına başladı. Mercidâbık’ta kazandan zafer; Osmanlı Devleti’ne dînî, siyâsî, askerî, iktisadî pek çok faydalar sağladı. Hilâfetin, Osmanlı Hânedânına geçme yolu açıldı. Doğuda Osmanlı Devleti’nin son rakîbi Mısır-Memlûk Devleti ortadan kaldırılma sınırına geldi. Suriye, Lübnan ve Filistin Osmanlı hâkimiyetine alındı. Mısır ve Arabistan yarımadası yolu açıldı. Güneydoğu Anadolu’nun ülke topraklarına katılmasıyla Türk birliği tamamlandı. 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 7 2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 36 3) Fetihnâme-i Diyâr-ı Arab (Silahşor) 4) Tâc-üt-tevârlh; cild-2, sh. 250 v.d. 5) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 284 6) Bedâyi-uz-Zuhûr (İbn-i İyas); cild-5, sh. 62 7) Cihânnûmâ (Kâtib Çelebi, İstanbul-1145); sh. 609 8) Münseât-üsselâtîn; cild-1, sh. 434 9) Târih-i Mısr-ı Cedîd (Süheyli, İstanbul-1142); sh. 11 10) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 27 11) Osmanlı Devleti Târihi; cild-4, sh. 1119 12) Büyük Türkiye Târihi; cild-3, sh. 229 13) El’Feth-ul-usmânî liş-Şâm ve Mısır ve Mukaddemâtihi (Dr. Ahmed Fuâd Mütevellî, Kâhire-1982) 14) Ricâlu Mercidâbık (Salah Ayâdî, Kâhire-1983) MERKEZ EFENDİ Osmanlılar zamanında İstanbul’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mûsâ olup, Merkez Muslihuddîn lakabıyla meşhur oldu. 1463 (H. 868) yılında Denizli’nin Buldan ilçesine bağlı Sarımahmûdlu köyünde doğdu. Uşak’ta doğduğunu iddia edenler de vardır. Hatvetiyye yoluna mensûb, Sünbül Sinân hazretlerinin yanında yetişti. 1552 (H. 959) yılında İstanbul’da vefât etti. Cenaze namazını “Dünyâda bu kimseyi riyasız olarak görmüştük” buyuran şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi kıldırdı. Nâşı büyük bir kalabalık tarafından uzun bir süre omuzlarda taşınıp, Topkapı surlarının dışında kendi yaptırdığı câminin türbesine defnedildi. Merkez Efendi küçük yaşta memleketinde yaptığı ilk medrese tahsilinden sonra, Bursa ve İstanbul’daki medreselerde okudu. Ahmed Paşanın derslerinde bulundu. Tefsir, hadîs, fıkıh ve tıb ilminde yetişti. Kâdı Beydâvî tefsirinin büyük bir kısmını ezberledi. Medrese tahsîli esnasında tekkelere gidip, oradaki âlimlerin sohbetlerine de katılarak feyz ve bereketlere kavuştu. Otuz yaşına geldiğinde medrese tahsilini tamamlayıp çevresinde sayılan büyük bir âlim oldu. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’nin hürmet ve muhabbetini kazandı. 1512 (H. 911-912) târihinde Bursa’ya, sonra Karaman veya Amasyaya gitti. Tekrar İstanbul’a döndüğünde Etyemez Şeyhi’nin kızı ile evlendi. Bu arada, Koca Mustafa Paşa’daki bir tekkede şeyhlik yapan Sünbül Sinân hazretlerinin, şöhretini işiten Merkez Efendi, bâzı kimselerin onun hakkında yaptıkları dedikodular sebebiyle, bir türlü gidip, onun sohbetine katılamamıştı. Bir gün rüyasında Sünbül Efendi’nin, kendi evine geldiğini gördü. Sünbül Efendi’yi içeri almamak için hanımı ile kapının arkasına pek çok eşya dayadılar ve üzerine oturdular. Fakat Sünbül Efendi kapıyı zorlayınca, kapı arkasına kadar açıldı ve onlar da yere yuvarlandılar. Bu sırada uyanan Merkez Efendi, yaptığı hatâyı anladı ve sabahleyin Sünbül Sinân hazretlerinin huzuruna gitmeye karar verdi. Sünbül Sinân’ın câmisine gidip, vâz ettiği kürsînin arkasına, o görmeden oturdu. Sünbül Sinân hazretleri, vâz esnasında Tâhâ sûresinin bâzı âyet-i kerîmelerini tefsire başladı. Tefsirden sonra; “Ey cemâat! Bu tefsirimi siz anladınız. Hattâ, Merkez Efendi de anladı” buyurdu. Sonra aynı âyet-i kerîmeleri daha yüksek mânâlar vererek tefsîr ettikten sonra tekrar; “Ey cemâat; Bu tefsirimi siz anlamadınız, Merkez efendi de anlamadı” buyurdu. Merkez Efendi, hakîkaten ikinci defa anlatılanlardan bir şey anlamamıştı. Sünbül Sinân hazretleri, o gün Tâhâ sûresini yedi türlü tefsîr etti. Merkez Efendi’nin kürsî arkasında olduğunu, zahiren görmediği hâlde anlamıştı. Vâz bitti, namaz kılındı, herkes câmiden çıktı. Sâdece Sünbül Efendi kalınca; Merkez Efendi huzura varıp elini öptükten sonra af diledi. Sünbül Efendi de: “Ey Muslihuddîn Mûsâ Efendi! Biz seni genç ve kuvvetli biri sanırdık. Meğer sen ve hanımın çok yaşlanmışsınız. Akşam bizi kapıdan içeri sokmamak için gösterdiğiniz gayrete ne dersiniz? Fakat, neticede kapı açıldı ve ikiniz de yere yuvarlandınız!” diye buyurunca, Merkez efendi iyice şaşırdı. Pek çok özürler dileyerek ağlamaya başladı, affına sığınıp talebeliğe kabul edilmesi isteğinde bulundu. Sünbül Efendi de kendisini kabul ettiğini, dergâhta hizmete başlamasını söyledi. Bundan sonra Merkez Efendi, her gün Sünbül Sinân’ın dergâhına gelip ondan ders almaya ve hizmete başladı. Sünbül Efendi’nin sohbetleri ile yetişip evliyâlık makamlarına yükseldi. İcazet (diploma) aldı. Daha sonra İstanbuI-Aksaray’da Kovacı Dede dergâhında talebe yetiştirmeye başladı. Çok kerâmetleri görüldü. Merkez Efendi, hocası Sünbül Sinân’ın kızı Rahîme Hâtûn ile evlenmek isteği olduğunu bildirince, Sünbül Efendi; “Bir deve yükü altın getirebilirseniz kızımızı veririz” dedi. Merkez Efendi, bir devenin üzerine iki çuval toprak doldurdu. Devenin yularını çekerek Sünbül Efendi’nin kapısına getirdi. Çuvalları kapıda boşalttığında, çuvaldan toprak yerine çil çil altınlar döküldü. Sünbül Efendi ve çocukları, altınlara dönüp bakmadılar bile. Fakat hocası, Merkez Efendi’ye; “Ey Mûsâ Efendi! Maksadımız altın değildi. Evdekilerin de derecenizin yüksekliğini anlamalarıydı. İmtihanı kazandın” buyurdu. Sünbül Efendi, çok sevdiği kızı Rahîme Hâtun’u, yine çok sevdiği talebesi Merkez Efendi’ye nikâh etti ve evlendirdi. Yavuz Sultan Selîm Han’ın kızı Şâh Sultan, zevci sadrâzam Lütfî Paşa ile Yanya’dan İstanbul’a gelirken, yolda eşkıyanın baskınına uğradılar. Bu kötü durumdan nasıl kurtulacaklarını düşünürlerken, o anda Allahü teâlânın izni ile, zamanın evliyâsından Merkez Efendi orada görünüverdi. Önceden orada olmadığı hâlde, bir anda karşılarında Merkez Efendi’yi gören şakîler, şaşkına döndüler. Haydutların reîsi, Merkez Efendi’nin heybeti karşısında selâmeti kaçmakta bulunca, diğerleri de kaçarak orayı terketti. Eşkıyanın orayı terk etmesiyle, Merkez Efendi de bir anda oradan kayboldu. Bu hâli hayretle seyreden Lütfî Paşa ve zevcesi Şâh Sultan, Merkez Efendi’yi tanımışlardı. Şâh Sultan, Merkez Efendi’nin bu kerâmetinden dolayı, İstanbul’da Eyyûb Bahariye’de onun adına bir câmi ve yanına medrese yaptırdı. Merkez Efendi buraya tâyin edildi. Bir müddet orada talebe yetiştiren Merkez Efendi’ye Kanunî Sultan Süleymân Han, Topkapı surlarının dışında yaptırdığı tekkede vazîfe verdi. Orada da talebe yetiştiren Merkez Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın annesinin isteği ve Sünbül Efendi’nin tenbîhi üzerine Manisa’ya gitti. Vâlide Sultan’ın Manisa’da yaptırdığı imâretin yanındaki dergâhta hocalık yaptı. Tıb bilgisi kuvvetli olan Merkez Efendi, Manisa’da bulunduğu sırada kırk bir çeşit baharattan meydana gelen bir mâcûn yaptı. Hastalar, bu mâcûnu yiyerek şifâ bulurdu. İlkbaharda yetişen çiçeklerden de istifâde edilerek yapılan bu mâcûnu almak için, çevre kasabalardan gelirlerdi. Mesîr mâcûnu diye şöhret bulan bu mâcûn, şimdi dahî yapılmaktadır. Merkez Efendi, talebelerini iyi yetiştirmek için çok gayret gösterirdi. Talebelerine zahirî ilimleri öğrettiği gibi, nefslerini terbiye etmek için riyazet ve mücâhedeler yaptırırdı. Çocuklara karşı çok şefkatli idi. Cebinde şeker, yemiş gibi şeyler bulundurur, çocukları gördüğü yerde dağıtarak onları sevindirirdi. Çocuklara buyururdu ki; “Benim için hayır duâ ediniz. Siz günahsız masumsunuz. Sizin duâlarınızı cenâb-ı Hak kabul eder. Bu yüzü kara, sakalı ak ihtiyar için duâ ediniz ki, kıyamette yüzü ak olsun.” Çocuklar duâ edince de; “Yâ Rabbî! Bu masumların duâlarını redeyleme” diye Allahü teâlâya yalvarırdı. Bütün hayvanlara karşı da çok merhametli idi. Merkebe suyunu verir, tavuklara yem atardı. Merkez Efendi, bulûğ çağına geldiği günden, ömrünün sonuna kadar, hiç cemâatsiz namaz kılmamıştır. Eğer öğle ve yatsı namazlarında cemâate yetişememiş ise, namazını kılmış olanlardan bir kaç kimseye; “Hayâtımda hiç cemâatsiz farz namaz kılmadım. İmâm olayım da sizlerle namaz kılalım. Aynı namazı tekrar kılmanın zararı olmaz. Sonra kıldığınız nafile olur” buyururdu. Bir tarafa giderken, yolda bir çiftçiyi tarlasında çalışırken görse, yanına varır ve; “îmânı bilir misin? Namazın farzları hakkında malûmatın var mı?” der, bilmiyorsa anlatır. “Mü’min ile kâfiri ayıran fark, namazdır” hadîs-i şerîfini naklederdi. Hayvanlara merhamet etmesini, götürebilecekleri kadar yük yüklemesini, onları aç bırakmamasını da tenbih ederdi. İşe başlarken; “Yâ Rabbî! Bütün müslümanlara faydalı olmak, çocuklarıma helâlinden rızk kazanmak için çalışıyorum” diye niyet etmesini, böyle niyet ederse, her adımına sevâb verileceğini ve günâhlarının affolunacağını, yetiştirdiği mahsûlün her bir tanesinin boşa gitmeyeceğini, hepsinin fayda sağlayacağını ve mahsûlün uşrunu vermenin farz olduğunu anlatırdı. Bu şekilde, gördüğü insanlara mesleğiyle ilgili nasihatler verirdi. Merkez Efendi’nin ömrü; hep ibâdet etmekle, insanlara hakkı, doğruyu anlatmakla, Ehl-i sünnet itikadını yaymakla, hayr ve hasenat yapmakta halka önayak olmakla, fakir ve zayıfları himaye etmekle geçti. Merkez Efendi, senelerce dergâhta talebelere ders vererek, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Zaman zaman İstanbul’un çeşitli câmilerinden halka vâz ve nasîhatlerde bulundu. Vâzında câmiler dolar taşar, boş yer kalmazdı. NİYET KUYUSU Merkez Efendi bir gün dergâhın bahçesinde namaz kılarken, secdeye vardığı bir sırada, yerden bir ses işitti; “Ey Merkez Efendi! Yedi senedir yer yüzüne çıkmak için emrini bekliyorum. Beni bu hapishaneden kurtar. Zîrâ Allahü teâlâ, beni, sıtma hastalığına şifâ olarak, yarattı” diyordu. Merkez Efendi namazdan sonra talebelerine; “Burayı kazınız. Sıtmalılara şifâ olacak bir su çıkacak” buyurdu. Kazdılar, kırmızımtırak bir su çıktı. Kuyu hâline getirttiler. “Niyet kuyusu” ismi verilen bu kuyudan, sıtma hastaları su alır içerlerdi. Bu suyu içen hastalar, Allahü teâlânın izniyle şifâ bulurlardı. 1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 197 2) Merkez Efendi Sempozyumu (Manisa-1989) 3) Tıbyânu Vesâil-ü-Hakâik (Harîrizâde, Süleymâniye Kütüphânesi, İbrâhim Efendi Kısmı No: 430); vr. 11, 144 4) Hadîkat-ül-Cevâmî’; cild-1, sh. 257 5) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 160 6) Seyahatnâme (Evliya Çelebi); cild-1, sh. 372 7) Şakâyık-ı nu’mâniyye Tercümesi; sh. 522 8) Sefînet-ül-evliyâ; cild- 3, sh. 268 9) Tezkire-i Halvetiyye (Yûsuf Sinân, Es’ad Efendi Kısmı No: 1372) vr. 24 b 10) Lemezât (Hulvi M.C. Üniversite Kütüphânesi T.Y. No: 1894) vr. 165 v.d. MERZİFONLU KARA MUSTAFA PAŞA On yedinci yüzyıl sadrâzamlarından. 1634’de Merzifon yakınlarındaki Marınca köyünde doğdu. Sultan dördüncü Murâd’ın Bağdâd’ı fethinde şehîd olan süvârî subaylarından Oruç Bey’ın oğludur. Dört yaşında yetim kalan Kara Mustafa, babasının yakın arkadaşı olan Köprülü Mehmed Paşa’nın himayesinde ve kendisiyle yaşıt Fâzıl Ahmed Paşa ile beraber büyüdü. İyi bir tahsîl görüp kıymetli bir asker olarak yetişti. Köprülü Mehmed Paşa’ya dâmâd oldu. Köprülü Mehmed Paşa sadrâzam olunca, Kara Mustafa onun silâhdârı, sonra telhîsçisi oldu. 1658 Erdel seferine telhîsçi olarak katıldı ve dördüncü Mehmed Han’a Yanova fethinin müjdesini getirdi. Bunun üzerine 1658 Eylül ayında küçük mîrahûrluğa, bir buçuk sene sonra da Silistre beylerbeyliğine tâyin edildi. Bir yıl sonra yirmi beş yaşında iken vezir pâyesiyle Diyârbekir beylerbeyliğine getirildi. Köprülü Mehmed Paşa vefât edip yerine Fâzıl Ahmed Paşa sadrâzam olunca, Kara Mustafa Paşa, 23 Aralık 1661’de kapdân-ı derya olarak dîvân-ı hümâyûna girdi ve burada dört yıl bir ay on dört gün hizmet etti. 6 Şubat 1666’da ise üçüncü vezirliğe yükseldi. Fâzıl Ahmed Paşa’nın Uyvar ve sonra da Girid seferleri boyunca uzun yıllar sadâret kaymakamı olarak görev yaptı. Kudretli şahsiyetiyle iyi bir idareci olarak tanındı ve nüfuzu arttı. Dördüncü Mehmed Han’ın her iki Lehistan sefer-i hümâyûnuna Fâzıl Ahmed Paşa ile beraber katılarak Podolya’nın merkezi Kamaniçe’nin fethinde büyük yararlıklar gösterdi. Fâzıl Ahmed Paşa hastalanıp Kemerburgaz’daki çiftliğinde istirâhate çekilince, tekrar sadâret kaymakamlığı yaptı. Fâzıl Ahmed Paşa’nın, 3 Kasım 1676’da vefât etmesi üzerine yanında bulunan kardeşi Fâzıl Mustafa Bey mühr-i hümâyûnu alıp, Edirne’de dördüncü Mehmed Han’a teslim etti. Pâdişâh ise hemen üçüncü vezir ve sadâret kaymakamı olan, Kara Mustafa Paşa’yı davetle mührü ona teslim edip; “Seni kendime vekîl-i mutlak eyledim ve cümle ibadullahı sana emânet ve seni dahi Hak celle ve alâ hazretlerine emânet verdim, mu’în ve yardımcın olsun” dedi. Kara Mustafa Paşa’nın sadârete geldiği günlerde Lehistan serdârı İbrâhim Paşa, Lehistan kralı Jean Sobieski’yi, İzvançe kalesinde muhasara etmiş, yirmi günlük bir kuşatmadan sonra da Podolya ve Ukrayna’nın Osmanlı Devleti’ne bırakılmasını karâra bağlayan bir andlaşma imzalamıştı. Lehistan cephesinde barış henüz sağlanmışken Kazak hatmanı Doroşenko’nun Osmanlı himayesinden çıkıp, Rus himayesine girmesi ve Ukrayna’nın merkezi olan şehrin kalesini Ruslara teslim etmesi, Osmanlılarla Ruslar arasında harbe yol açtı. Bunun üzerine harekete geçen Osmanlı hükümeti, Doroşenko’yu Kazak hatmanlığından azlederek yerine Yorgi Himilnitski’yi tâyin etti. lehistan, serdârı İbrâhim Paşa’ya ferman gönderilerek, Kırım hanı Selîm Giray’dan da yardım alıp Ukrayna’yı fethetmesi ve Yorgi Himilnitski’yi yerine geçirmesi emredildi. İstanbul’dan gemilerle gönderilen top ve mühimmatı aldıktan sonra 1677 Mayıs’ında Tuna’dan karşıya geçen İbrâhim Paşa, Ukrayna toprağında ilerlerken Selîm Giray’la birleşip Haziran ayının sonlarında Çehrin’i kuşattı. Üç tarafı bataklık olduğundan sâdece bir yönden tazyik edilebilen ve diğer taraflardan devamlı yardım alabilen kaleyi düşürmeye muvaffak olamadı. Muhasaranın yirmi üçüncü günü büyük bir Rus ordusunun üç saatlik mesafeye kadar yaklaştığını öğrenen İbrâhim Paşa, iki ateş arasında kalmamak için Bender’e çekildi. Bu haber İstanbul’da duyulunca, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; vezirler, şeyhülislâm, devlet erkânı, yeniçeri ağası ve ocak ihtiyarları ile bir toplantı yaparak Çehrin mes’elesini görüştü. Neticede Çehrin’in zaptı için büyük bir sefer açılmasına karar verildi. Bu arada barış için gelmiş olan Rus elçisine, şayet dostluk isteniyorsa Çehrin’in Osmanlı Devleti’ne terk edilmesinin gerektiği, böyle yapılmadığı takdirde büyük bir Osmanlı ordusunun Çehrin önüne geleceği bildirilip geri gönderildi. 30 Nisan 1678’de sultan dördüncü Mehmed ve Kara Mustafa Paşa’nın da dâhil olduğu ordu, İstanbul Dâvûdpaşa kışlasından hareket etti. Silistre’ye kadar gideh dördüncü Mehmed Han buradan Edirne’ye döndü ve orduya bundan sonra Kara Mustafa Paşa kumanda etti. Yolda Özi nehrini geçip Çehrin’e yardım etmeye gelen Rus kuvvetleri ile kanlı muhârebelerde bulundu ve 20 Temmuz 1678’de Çehrin’i muhasara etti. Bu arada yardımcı Rus kuvvetlerinden bir kısmı kaleye girmeye muvaffak olduğundan, Osmanlı askeri arasında ümitsizlik başgösterdi ise de Mustafa Paşa’nın azim ve irâdesi sayesinde bu tehlikeli vaziyet önlendi. Çehrin’in Ağustos sonlarında başlayan ciddî şekildeki muhasarası nihayet Osmanlı ordusunun zaferi ile neticelendi ve kale Eylül başlarında fethedildi. Rus kuvvetleri, Özi sahillerine kadar tâkib edildi ise de mühim bir netice elde edilemedi. Bundan sonra Çehrin kalesini tamamen tahrib eden Kara Mustafa Paşa, sefer müddetince yanında bulundurduğu Himilnitski’yi, Namirve kalesine oturtup Ukrayna’yı Osmanlı himayesinde idare etmek üzere tenbihâtta bulunduktan sonra, yanına iki bin tatar muhafız askeri verip geri dönmek için harekete geçti. Ordu Babadağı kışlağına çekildikten sonra, Haleb vâlisi Kara Mehmed Paşa’yı vezâretle bölgeye serasker tâyin eden Merzifonlu, maiyyetiyle 20 Kasım 1678’de Edirne’ye gelerek sancak-ı şerifi Pâdişâh’a teslim etti. Rusya ile barış imzalanmadığı için savaş hâli devam ediyordu. Bu sebeple yaz mevsiminde tekrar sefere çıkmak için hazırlıklara başlandı. Bunu öğrenip telaşlanan Rus çarı, barış için elçi gönderdi. Bu arada Avusturya’da çıkan Macar isyânı sebebiyle o cepheye dönmek isteyen Kara Mustafa Paşa, barış görüşmeleri için Kırım hanı Murâd Giray’ı me’mur etti. Bahçesaray’da 11 Şubat 1681’de imzalanan andlaşmayla Rusya’yla savaş sona erdi. Bu arada Avusturya’ya karşı isyân edip Osmanlı Devleti’nin himayesini isteyen Tököli İmre’nin bu müracaatını fırsat bilen Kara Mustafa Paşa, onu orta Macaristan kralı îlân etti. Biryandan kendisi sefer hazırlıklarına başlarken, diğer taraftan Budin beylerbeyi Arnavud İbrâhim Paşa’yı serdârlıkla görevlendirip, kısa sürede Honod, Orta Macaristan’ın merkezi Kaşav, Eperjes, Leutschau ve Fülek de dâhil bütün Orta Macaristan’ı fethederek Osmanlı Devleti’ni matbu tanıyan Tököli İmre’ye bıraktı. Batıda Fransızlarla meşgul olan Avusturya, Osmanlı Devleti ile savaşa girmeye çekindiği için elçiler gönderip barış istedi. Kara Mustafa Paşa ise Avusturya seferine hazırlandığı için, harcanan masrafların ödenmesi, Yanıkkale’nin Osmanlı Devleti’ne terki ve mezheb ayrılığı sebebiyle Protestan Macarlara zulm edilmemesi şartlarıyla barış yapılabileceğini bildirdi. Avusturya bu şartları kabul etmeyince, sefer hazırlıkları hızlandırıldı. 1683 Nisan ayı başlarında dördüncü Mehmed Han’ın komutasında Edirne’den harekete geçen ordu, 3 Mayıs’da Belgrad’ın karşısındaki Zemun sahrasına geldi. Pâdişâh burada sadrâzam Kara Mustafa Paşa’yı serdâr-ı ekremlik ile sefere me’mûr etti ve Yanıkkale’nin fethi ile vazifelendirdi. Ancak ordu kumandasını eline alan serdâr-ı ekrem, 27 Haziran’da İstolni-Belgrad’da topladığı harb meclisinde Pâdişâh’ın isteğine aykırı olarak Viyana üzerine yürünmesini kararlaştırdı. Dîvânda sadrâzamın görüşünün aksine Kırım hanı Murâd Giray, Yanık ve Kamoran kalelerini alarak etrafa akınlar yapılmasını tavsiye etti. Mustafa Paşa ile Murâd Giray arasındaki ufak çapta tartışma, ikisi arasında bir soğukluk meydana getirmiş ve bu durum Viyana kuşatmasında Kırım hanının isteksiz davranmasına yol açmıştır. Neticede, Köprülü Mehmed ve Fâzıl Ahmed paşaların sadâretinde yükselme devirlerine eş değerde bir kudret kazanan Osmanlı Devleti’ni, Kânûnî Sultan Süleymân’ın eriştiği mertebenin üstüne yükseltmek ve Alman İmparatorluğunun gücünü kırıp Türk hâkimiyetini Avrupa’nın ortalarına kadar yaymak isteyen Kara Mustafa Paşa, muazzam bir ordunun başında Viyana üzerine yürüdü. Ancak 14 Temmuz 1683’de başlayan ve 12 Eylül’e kadar devam eden kuşatma, vezîriâzamın ağır topları getirmemesi ve mevsimsiz bir zamanda kuşatmayı başlatması gibi tedbirsiz hareketleri ve Kırım hanının hıyaneti yüzünden büyük bir bozgunla neticelendi (Bkz. Viyana Kuşatmaları). Buna rağmen sadrâzam döküntü hâline gelen orduyu Yanıkkale’de toparlamaya ve bir düzen vermeye muvaffak oldu. Bu arada Avusturya ordusu önünde gayretsizliği görülen ve harb alanını ilk defa terkeden Budin vâlisi İbrâhim Paşa’yı cezalandırdı. Bu arada müttefik ordularının Kamoran ve Estergon üzerine yürüdüğünü haber aldığından, derhâl o kalelere de takviye gönderdiği gibi, düşman üzerine de 30.000 askerle yeni Budin beylerbeyi Kara Mehmed Paşa’yı gönderdi. Mehmed Paşa, Tuna’nın Ciğerdelen tarafında Leh kralının kumanda ettiği ordunun 24.000 kişilik öncü kuvvetlerini bozarak büyük bir kısmını kılıçtan geçirdi. Asıl ordu karşısında az bir kuvvetle tutunamayacağını anlayınca da geri çekildi. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bunun yardımına gitmesini emrettiği hâlde, Kırım hanının gitmek istememesi üzerine, Murâd Giray’ı azlederek yerine ikinci Hacı Giray’ı tâyin etti. Viyana önlerindeki muvaffakiyetsizlik dördüncü Mehmed Han’ın Kara Mustafa Paşa’ya karşı beslediği îtimâdı sarsmadı. Hattâ ona, kılıç ve kaftan göndererek gönlünü aldı. Fakat bir süre sonra Kara Mustafa Paşa’nın muhalifleri, Pâdişâh’ın çevresinde öyle bir hummalı faaliyete girdiler ki, kısa sürede Pâdişâh’ı, Viyana hezimetinin yegâne müsebbibinin Kara Mustafa Paşa olduğuna inandırdılar. Böylece hatâlarına rağmen hezimetin kayıplarını telâfi edebilecek kudrette bir devlet adamı olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın, Belgrad’da îdâmına sebeb oldular. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, zekî, irâdesi sağlam, azîm sahibi, işten anlar değerli bir devlet adamı idi. Tedkîk edilen olaylara, gerek Türk, gerekse yabancı kaynaklara göre; otorite sahibi olup, sevk ve idare kabiliyeti ile bozgunu durdurarak felâketi önleyecek kudrette idi. Hattâ Budin beylerbeyi ihtiyar vezir İbrâhim Paşa bile, Mustafa Paşa ile arasının iyi olmamasına rağmen, onun îdâm edilmeyip, bu işin sonuna kadar görevde bırakılmasını tavsiye etmişti. Nitekim Mustafa Paşa’dan sonra gelen serdârların ehliyetsizlikleri mağlûbiyetlerin senelerce devamına ve düşmanın Balkanlara kadar sarkmasına sebeb oldu. Kara Mustafa Paşa’nın bir çok hayır ve hasenatı vardır. İstanbul’da Galata ve Yedikule dışında birer mescid ve Sirkeci’de bir câmi yaptırdı. Çarşı kapısındaki medrese, mescid, mekteb, sebil ve medrese talebesi için olan kütüphânesi, vefâtından bir yıl sonra tamamlanmıştır. Kayseri civarında eşkiyâ yatağı olan incesu denilen yere câmi, hamam ve medrese yaptırdıktan sonra koyduğu kırk muhafızı ile asayişini de te’min etmişti. Ayrıca doğumyeri olan Merzifon’un Marınca köyünde, annesi Âbide Hatun tarafından yaptırılan mescidi genişletmiş ve oraya bir câmi ile mekteb yaptırmıştır. 1679’da da Merzifon’un ortasında sağlam, kârgîr bir câmi-i şerif, onun önünde bir muvakkithâne, bir kütüphâne, bir dershane ve bir şadırvan inşâ ettirmiş, su yolu yaptırarak Taşan (Tavşan) dağından kasabaya su getirmiş, otuz kadar kârgîr çeşme yaptırarak kasabayı ihyâ etmiştir. 1) Osmanlı Târihi; cild-3/1, sh. 428 v.d. 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 268 3) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 2131 v.d. 4) Büyük İslâm Târihi; cild-11, sh. 67 v.d. 5) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; cild-1, sh. 294 6) Amasya Târihi (Abdizâde Hüseyin Hüsâmeddîn) 7) Hadîkat-ül-vüzerâ; sh. 109 MESCİD (Bkz. Câmi) MEŞRÛTİYET Siyâsî bir rejim olup, hükümdarın başkanlığı altındaki anayasalı parlamento idaresi. Bu idare şeklinde tamâmı veya bir kısmı halk tarafından seçilen bir meclis vardır. Osmanlı târihinde, 23 Aralık 1876’dan 13 Şubat 1878’e kadar ve 23 Temmuz 1908’den 16 Mart 1920 târihine kadar olan devreye meşrûtiyet devri adı verilir. Kuvvetler ayrılığı prensibinin hâkim olduğu idare tarzı şeklinde gelişen meşrûtiyet, ilk önce İngiltere’de ortaya çıktı ve daha sonra da diğer Avrupa devletlerinde tatbik edilmeye başlandı. 1789 Fransız ihtilâlinin Avrupa’ya yaydığı milliyetçilik fikirleri neticesinde millî devletler kurulmaya başladı. Bu ülkeleri idare eden ve hiç bir makama ve kimseye karşı sorumluluğu olmayan, emir ve yasakları kânun olan İmparator ve kralların nüfuzlarının sınırlandırılmasına yönelik hareketler ortaya çıktı. Geniş halk kitlelerinin ülke idaresinde söz sahibi olmasına yarayan parlamentolar teşkil edilerek, kuvvetler ayrılığı prensibi iyice tatbik edilmeye başladı ve bâzı ülkelerde demokrasinin gelişmesine zemin hazırlandı. Yasama ve yürütme kuvvetlerinin ayrı grub ve fertlerde bulunması, Avrupa’da parlamentoların te’sirliliğini arttırdığı gibi, kralların ve imparatorların halk üzerindeki hâkimiyetini de azalttı. Zaman ilerledikçe hükümdarlar icra selâhiyetlerini kaybedip, birliğin ve milletlerin sembolü hâline geldiler. Avrupa’da meydana gelen bu gelişmeler büyük kanlı mücâdeleler neticesinde ortaya çıktı. Bu çağda Avrupa milletleri zâlim diktatörlerin ve kralların zulmü altında inim inim inlemekteyken, çeşitli milliyetlere ve dinlere mensûb kitleleri çatısı altında toplayan ve huzur içinde kardeşçe yaşamalarına çalışan Osmanlı Devleti, adaletle hüküm sürmekteydi. Birliğin ve kuvvetin sembolü olan devletin başında bulunan pâdişâh ve diğer devlet adamları da, İslâmiyet’in emir ve yasaklarına göre hareket ettikleri için ülkenin her köşesinde adalet, sulh, sükûn ve huzur hâkimdi. Avrupa’daki krallar ve hânedânlar keyfî idareleri ile halkı asırlarca zulüm altında inlettikleri gibi, onları emniyet, adalet ve huzur kaynağı olan İslâmiyet gibi yüce bir dinden de mahrum bıraktılar. Osmanlı pâdişâhları ise, her yaptıkları işin İslâmiyet’in emir ve yasaklarına uygun olup olmadığını bilerek ölçülü hareket ettikleri için keyfilik ve zulüm söz konusu değildi. Yerine göre pâdişâhlar da mahkeme huzuruna çıkarılırdı. Meşrûtiyet hareketleri Avrupa’da geniş halk kitlelerinin kanlı mücâdeleleri neticesinde ortaya çıktığı hâlde, Osmanlı Devleti’nde halktan gelen bir hareket olmaktan çok uzaktı. Avrupa’daki Rönesans hareketleri neticesinde ortaya çıkan ilmî ve teknik gelişmelere ayak uydurmak isteyen Osmanlı pâdişâhları, pek çok ilmî ve teknik buluşu Osmanlı ülkesine getirmek için gayret sarf ettiler. On yedinci yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’da meydana gelen sanayileşme inkılâbına ayak uydurmak isteyen üçüncü Mehmed, Genç Osman, üçüncü Selim, ikinci Mahmûd, Abdülmecîd ve Abdülazîz Han gibi pâdişâhlar Osmanlı devlet müesseselerinin işleyiş şekillerinin çağın şartlarına uygun yeni fonksiyonlar kazanarak verimliliklerinin arttırılması için gayret sarf ettiler. Ancak her defasında başlatılan çalışmalar içerden ve dışardan gelen baltalamalar sebebiyle neticesiz kaldı. Genç Osman ve üçüncü Selîm Han’ın yeniçeri isyânları neticesinde şehîd edilmeleri, ikinci Mahmûd Han devrinde devletin karşılaştığı büyük gaileler, Abdülmecîd Han devrinde başlatılan ıslâhat hareketlerinin hüviyetinin değiştirilmesi ve Abdülazîz Han’ın tahttan indirilip şehîd edilmesinin altında yatan esas sebeb buydu. Avrupa’da meydana gelen ilmî ve teknik gelişmeleri tâkib etmek ve ilim tahsil etmek üzere devlet tarafından gönderilen kimseler, Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve yıkmak için asırlardır türlü tuzak ve hilelere başvuran hıristiyan Avrupa devletlerinin etkisinde kaldılar. Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında asırlardır emniyet ve huzur içinde yaşayan çeşitli milliyet ve dinlere mensûb azınlıklar da Rusya, İngiltere, Fransa gibi hıristiyan devletlerin kışkırtma ve teşvikleriyle bağımızlık veya muhtariyet iddiasında bulundular. Londra ve Paris büyükelçiliklerinde bulunduğu sırada İngilizlerle anlaşan Mustafa Reşîd Paşa ve arkadaşları tarafından hazırlanarak ilân edilen Tanzîmât fermânıyla gayr-i müslimler, kazandıkları imtiyazlarla müslümanlara eşit sayıldılar. Mustafa Reşîd Paşa’nın yetiştirmesi olan Alî Paşa tarafından İngiliz ve Fransız elçileriyle birlikte 1856 yılında hazırladığı Islâhat fermânıyla gayr-i müslimlere verilen imtiyazlar daha da arttırıldı. Önceleri hâkim unsur müslümanlar iken, hâkimiyet gayr-i müslimler eline geçmeye başladı. Fransızlar Katoliklerin, İngilizler Protestanların, Ruslar Ortodoksların hâmiliğini üstlendiler. Rusya, Balkanlarda; İngiltere, Mısır, Yunanistan ve Doğu Anadolu’da; Fransa, Suriye ve Lübnan’da Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına yönelik bölücü faaliyetlere giriştiler. Tanzîmât ve Islâhat fermanlarıyla verilen imtiyazlara dayanarak Suriye, Lübnan, Doğu Anadolu, Yukarı Mezopotamya ve diğer bölgelerde açılan İngiliz, Fransız ve A.B.D. gibi yabancı okulları, azınlıkları eğiterek milliyetçilik histerini daha da canlandırdılar. Mustafa Reşîd Paşa, Âlî ve Fuâd paşalar gibi Tanzîmâtçıların idaresine karşı faaliyete geçen, Jön Türkler diye de bilinen Yeni Osmanlılar, meşrûtiyet fikirlerini savunmaya başladılar. Şinâsî, Ziya Paşa, Nâmık Kemâl, Ebüz’ziya Tevfik, Ali Süâvî gibi batı kültürünün te’sirinde kalan şahıslar meşrûtiyet gelince bütün mes’elelerinin çözüleceğini, devletin içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulabileceğini, yurt içinde ve yurt dışında çıkardıkları gazete ve dergilerde müdâfaa ettiler. Bu sırada veraset haklarından mahrum edildiği için Paris’e giderek Pâdişâh aleyhine çalışmaya başlayan Mısırlı prens Mustafa Fâzıl Paşa, Alî Paşa’nın baskısıyla yurt dışına kaçan Jön Türkleri maddî yönden destekledi. Böylece Paris ve Londra’da çıkardıkları gazete ve mecmuaları, yabancı devletlerin özel postahâneleri vasıtasıyla yurda sokarak meşrutiyetçi fikirleri yaymaya çalıştılar. Ancak Mustafa Fâzıl Paşa, sultan Abdülazîz Han’ın Fransa seyahati esnasında Pâdişâh’dan özür dileyerek kendini affettirip İstanbul’a döndü. Maddî yönden desteksiz kalan Jön Türkler, İngiltere ve Fransa tarafından finanse edilmeye başlandılar. Yurt dışına kaçan ve Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını istiyen düşmanlarla işbirliği yapan Jön Türkler, yabancılar tarafından tasvip ve destek görerek, Osmanlı Devleti ve Bâb-ı âlî hükümetleri aleyhindeki faaliyetleri sürdürdüler. Eylül 1871’de Alî Paşa’nın ölümü üzerine yurda dönen ve meşrutiyetçi fikirleri savunan Jön Türklerin bir kısmına devlet kademelerinde vazifeler verildi. Bir kısmı ise devlet teşkilâtında vazîfe alamıyarak, çıkardıkları gazete ve mecmualarla fikirlerini müdâfaaya devam ettiler. Bu sırada Balkanlardaki milliyetçilik fikirleri daha da yaygınlaştı. Temmuz 1875’de Bosna-Hersek ayaklanması başladı. Ayaklanmalar Bulgaristan’a sıçradı. 6 Mayıs 1876’da Selanik’teki hâdiseler büyüyerek Fransa ve Almanya konsoloslarının öldürülmesiyle neticelendi. Suçluların dış baskılarla yargılanıp îdâm edilmesi, müslüman ahâliyi galeyana getirdi. Diğer tarafdan Jön Türklerin kışkırtmalarıyla 10 Mayıs 1876’da Fâtih, Bâyezîd ve Süleymâniye medreselerindeki talebeler ayaklanarak Bâb-ı âlî’ye yürüdüler. Midhat Paşa tarafından kışkırtılan bu talebeler, sadrâzam Mahmûd Nedîm Paşa’nın ve şeyhülislâmın azlini istediler. İki gün sonra sadrâzam ve şeyhülislâm azledildi. Mütercim Hayrullah Efendi şeyhülislâmlığa, Midhat Paşa da Şûrâ-yı Devlet reisliğine getirildi. Hıristiyan Avrupa devletlerinin dışarıdan, Jön Türklerin içerden kışkırtmaları neticesinde meydana gelen hâdiseler birbirini tâkib etti. Mayıs 1876’da serasker Hüseyin Avni Paşa, Bahriye nâzırı Kayserili Ahmed Paşa, askerî mektepler nâzırı Süleymân Paşa’dan meydana gelen darbeci asker grubu, Dolmabahçe Sarayı’nı kuşattırarak sultan Abdülazîz Han’ı tahttan indirdiler ve beşinci Murâd’ı tahta çıkardılar. Sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa ile serasker Hüseyin Avni Paşa, Pâdişâh’ın yetkilerinin sınırlandırılmasına tarafdâr olmakla birlikte, meşrûtiyete karşıydılar. Midhat Paşa ve askerî mektepler nâzırı Süleymân Paşa ise meşrûtiyet tarafdârıydılar. Darbeciler daha sonra sinsî ve hâince plânlar tertipleyerek sultan Abdülazîz Han’ı şehîd ettiler. Sultan Abdülazîz Han’ın şehîd edildiğini duyan beşinci Murâd’ın sinirleri bozuldu. Bu sırada vukua gelen Çerkez Hasan vak’ası netîcesinde, serasker Hüseyin Avni öldürüldü. Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesi, Midhat Paşa lehine bir gelişme oldu. Sultan beşinci Murâd’ın rahatsızlığının gittikçe artması üzerine, İkinci Abdülhamîd Han, 31 Ağustos 1867de tahta çıkarıldı. Abdülhamîd Han, 10 Eylül 1876’da okunan Cülûs hatt-ı hümâyûnuyla Kânûn-i esâsî hazırlanması için bir komisyon teşkil ettirdi. Meşrûtiyet tarafdârlığı İngiliz hayranlığından ve ölünceye kadar sadârette kalma sevdasından kaynaklanan Midhat Paşa, hiç bir devletin anayasasını incelemediği gibi, meşrûtiyet idaresi hakkında esaslı fikirlere sahip değildi. Bu çalışmalara sâdece kurulacak yeni rejimin mîmârı olduğunu göstermek ve makam sahibi olmak isteğiyle girmişti. Kânûn-i esâsî; on altısı yüksek mülkiye me’muru, on kişisi ulemâ, ikisi de ferik olan bir komisyon tarafından hazırlandı. Bu komisyonda Ziya Paşa ve Nâmık Kemâl gibi kimseler de vardı. Esas maddeleri tesbit edilen Kânün-i esâsî metni, Mütercim Rüşdî Paşa’nın istifası üzerine sadrâzamlığa getirilen Midhat Paşa’nın başkanlığındaki vekiller hey’etinin (bakanlar kurulu) tedkîkine sunuldu. Buradaki görüşmelerde Kânûn-i esâsî üzerinde bâzı değişiklikler yapıldı. Özellikle Pâdişâh’ın şiddetli muhalefetine rağmen, pâdişâha sürgüne gönderme yetkisi tanıyan 113. madde eklendi. Hey’et-i vükelâ tarafından değiştirilerek kabul edilen Kânûn-i esâsî tasarısı Pâdişâh’a arz olundu. Pâdişâh sultan ikinci Abdülhamîd Han tarafından kabul ve tasdîk edilen Kânûn-i esâsî, sadrâzam Midhat Paşa’ya gönderildi. 23 Aralık 1876 günü Bâb-ı âlî’de yapılan bir merasimle Kânûn-i esâsî îlân edilerek, Osmanlı târihinde birinci Meşrûtiyet dönemi başlamış oldu. 121 maddeden meydana gelen, pâdişâhın, Hey’et-i âyân, Hey’et-i meb’ûsân, Hey’et-i vükelânın, mahkemelerin ve hâkimlerin yetkileriyle Osmanlı tebeasının; devlet me’murlarının hukukunu ve devletin mâlî ve idarî yapısını düzenleyen Kânûn-i esâsînin kabul ve îlân edilmesinden sonra, daha önce düzenlenen geçici bir talimatla (Tâlimât-ı muvakkate) ilk meb’ûs seçimlerinin 1877 yılının başında yapılması kararlaştırılmıştı. Sadrâzamlığı sırasında Bosna-Hersek eyâletinde başlayan hıristiyan isyânını durdurmak için Türk bayrağındaki ay yıldızın yanına haç ilâve edilmesini emir ve tatbik eden Midhat Paşa, devlet adamına yakışmayan sözlerle Sultan’a ve devlet adamlarına hakaretten, içki meclislerinde devletin sırlarını ifşadan ve şahsına bağlı millet askeri nâmı ile husûsî asker toplamak gibi kânun dışı hareketlerinden dolayı, Kânûn-i esâsînin 113. maddesindeki yetkiye dayanarak, sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından, 1877 yılı Şubat ayında, sadâretten uzaklaştırıldığı gibi, İtalya’ya sürgün edildi. Bu sırada yukarıda belirtilen talimata göre yapılan seçimlerden sonra Meclis-i umûmî 20 Mart 1877’de açıldı. Azınlıkların ve gayr-i müslim unsurların çoğunlukta olduğu Meclis-i meb’ûsan, birinci dönem çalışmalarını bitirerek, 28 Haziran 1877’de dağıldı. İkinci devresi 13 Aralık 1877’de başlayıp, 16 Şubat 1878’e kadar süren bu meclisde; Rum, Bulgar, Romen, Ermeni, Yahûdî, Sırp gibi gayr-i müslim meb’ûslar (milletvekilleri) olduğu gibi, müslüman fakat Türk olmayan meb’ûslar da vardı (Bkz. Kânûn-i esâsî ve Meclis-i umûmî). Bu sırada Osmanlı-Rus harbi başladı. Memleket ve millet faydasına olan kararlar alması gereken Meclis-i meb’ûsanda, memleketin durumunu daha çok tehlikeye sokacak tartışmalara girildi. Rum ve Ermeni patriği Narses, Rus çarına başvurarak Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan devletinin kurulması için yardım yapılmasını istedi. Diğer azınlıklara mensûb meb’ûslar da temsil ettikleri bölgenin ve tebeanın istekleri doğrultusundaki bölücü fikirlerini açıkça savundular. Durumun Osmanlı Devleti’nin geleceği açısından tehlikeye gittiğini gören, ileri görüşlü devlet adamı sultan İkinci Abdülhamîd Han, 1 yıl 1 ay 21 gün süren bir müddetten sonra, 13 Şubat 1878’de Kânûn-i esâsî’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak Meclis-i meb’ûsânı süresiz tatil etti. Böylece birinci Meşrûtiyet dönemi sona erdi. Fakat Kânûn-i esâsî kaldırılmadı, meb’ûsların vazîfeleri sona ermesine rağmen, Âyân meclisi üyelerinin vazifelerine son verilmedi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Kânûn-i esâsî’nin 23. maddesindeki yetkilerine dayanarak, Meclis-i meb’ûsânı toplantıya çağırmadı. Yürürlükte olan Kânûn-i esasinin uygulanmasını otuz sene beş ay dokuz gün askıya aldı. Bu müddet içinde çeşitli bahanelerle Avrupa’ya kaçan Jön Türklerle sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı çıkanlar, Kânûn-i esâsînin yeniden yürürlüğe konulması ve Meşrûtiyet’in ilân edilmesi için çeşitli faaliyetlere giriştiler. İstanbul’da İttihâd-ı Osmânî adıyla kurulan, Mülkiye, Harbiye ve Tıbbiye talebeleri arasında yaygınlaşan cemiyet, Pâdişâh’a ve Bâb-ı âlî hükümetlerine karşı harekete geçti. Avrupa’daki Jön Türklerle irtibat kuran cemiyetin zararlı faaliyetleri tesbit edilince dağıtıldı. Tâkib edilince üyelerinin büyük bir kısmı yurt dışına kaçtı. Paris, Napoli, Cenevre ve Londra’da çıkardıkları gazete ve dergilerle hükümet aleyhine, meşrûtiyetin ilânı lehine yazılar yazıp bu gazeteleri gizlice yurda soktular. İttihâd ve Terakkî adını alan İttihâd-ı Osmânî cemiyeti yurt içinde ve yurt dışında gizli şubeler açarak sultan Abdülhamîd Han’a karşı komitacılık faaliyetlerine girişti. İlk kongresini 1902’de Paris’te yapan İttihâd ve Terakkî’nin bu kongresine Jön Türkler, Prens Sebahaddîn ve tarafdârlarıyla, Sırp, Bulgar ve Ermeni komitacı reisleri katıldılar. Meşrûtiyetin îlânı için işbirliği yapmak ve Osmanlı Devleti’nde milliyetlere göre mahallî muhtariyetlerin kurulmasını sağlamak gibi hususlarda görüş birliğine vardılar. Fakat bu kongrede bâzı görüş ayrılıkları da ortaya çıktı. Ahmed Rızâ ve tarafdârları, İttihâd ve Terakkî cemiyeti adıyla; prens Sebahaddîn ve tarafdârları ise Adem-i merkeziyet ve Teşebbüs-i Şahsî cemiyeti adıyla birbirlerinden ayrıldılar. İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya gibi devletlerin teşvik ve desteğiyle hareket eden çeşitli hıristiyan azınlıklarla işbirliği yapan İttihâd ve Terakkî cemiyeti, ordudan da kendine destek buldu. Osmanlı ülkesinin çeşitli yerlerinde şubeler açtı. Yerli müslüman halkı sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı ayaklandırdı. Enver ve Niyazi beyler etraflarına asker toplayarak dağlara çıktılar ve çetecilik faaliyetlerine giriştiler. Bu hareketler neticesinde Ferizovik, Manastır ve Selanik’te 20 Temmuz 1908’de Meşrûtiyet ilân edildi. Rumeli’de büyük gösteriler tertiplendi. Kardeş kanının dökülmesini istemeyen, idaresi altında yaşayan insanların huzur ve sükûn içinde yaşamasını isteyen sultan İkinci Abdülhamîd Han, 23 Temmuz 1908’de Kânûn-i esâsîyi tekrar yürürlüğe koyarak ikinci meşrûtiyeti îlân etti. Saraydan vilâyetlere gönderilen bir emirname ile Kânûn-i esâsînin yürürlüğe girdiği belirtilerek, birinci Meşrûtiyet meclisinin kabul ettiği seçim kânununa göre seçimlerin yapılarak meb’ûsların İstanbul’a gelmesini istedi. Fikir ve doktrin hareketi olmaktan çok uzak olan, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını isteyen iç ve dış düşmanların tahrik ve teşvikleri sebebiyle çıkan olaylar üzerine îlân edilen ikinci Meşrûtiyetle birlikte, Pâdişâh’ın yetkileri kısıtlandı. Liderden ve programdan mahrum olan İttihâd ve Terakkî’nin gizlilik içinde hareket etmesi sebebiyle memlekette otorite boşluğu meydana geldi. Anarşi ve cinayetler yaygınlaştı. Yeni Kurulan hükümetlerde vazife almak istemeyen İttihâd ve Terakkî mensupları, hükümetleri dışarıdan kontrol altına almaya çalıştılar. Gayeleri mevcûd nizâmı yıkmak olan ve Terakkîcilerle hıristiyan Avrupa devletlerinin destek ve teşvikiyle hareket eden gayr-i müslim azınlıklar, Meşrûtiyetin verdiği serbestlikten istifâde ederek her gün yeni tertip ve hileye başvurdular. Gösteri ve yürüyüşler yaygınlaştı. Meşrutî sistemin gereği olarak kurulan siyâsî partilerin didişmeleri ve Pâdişâh ile Bâb-ı âlî hükümetleri aleyhinde neşriyat yapan gazetelerin tutumları, memleketi daha da kötüye götürdü. Kasım-Aralık 1908’de meb’ûs seçimleri yapıldı. İttihâd ve Terakkî fırkasıyla, Ahrâr fırkasının katıldığı seçimlerde; İttihâd ve Terakkî, baskı ve şiddet yoluyla ekseriyeti elde etti. Kânûn-i esâsî gereğince pâdişâh tarafından seçilen Âyân meclisi ile birlikte yeni seçilen meb’ûsân meclisi 4 Aralık 1908’de açıldı. Kısa bir müddet içinde, hükümetlerle İttihâd ve Terakkî’nin arası açıldı. Çeşitli hile ve tuzaklarla hareket eden İttihâdcılar tarafından tertiplenen 31 Mart vak’asından sonra, sultan İkinci Abdülhâmîd Han tahttan indirilip, Selânik’e gönderildi. Yerine Sultan beşinci Mehmed Reşâd tahta geçti. Sultan Abdülhamîd Han’a bağlı devlet adamları ve askerler çeşitli bahanelerle tasfiye edildiler veya sülkastler tertiplenerek öldürüldüler. İkinci Meşrûtiyet’ten bir şeyler bekleyenler beklediklerini bulamadılar. Îlân edilen umûmî af ile yurda dönen Jön Türkler ve dağlardan inen komitacıların da katıldığı sun’î kardeşlik havası fazla sürmedi. Yeni toplanan Meclis-i meb’ûsân birinci Meşrûtiyet meclisi gibi azınlıkların mücâdele sahası hâline geldi. Balkanlarda Osmanlı Devleti’ne başkaldıran altı Bulgar çete reisi, Sandansky de dâhil olmak üzere, meb’ûs seçildiler. Sason isyânı tertipçilerinden ermeni komite reisi Hamporsam Boyacıyan ve Damadyan, Kozan meb’ûsu oldular. Balkan harbinde İşkodra müdafii Hasan Rızâ Paşa’yı arkadan vuran, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın hal’ini bildirmeye me’mur dört kişiden biri olan Arnavud Draç meb’ûsu Es’âd Toptanî de bu meclisin hatipleri arasındaydı. Sultan Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden sonra Kânûn-i esâsî üzerinde çok büyük değişiklikler yapıldı. Pâdişâh’ın yetkileri önemli ölçüde sınırlandırıldı. Pâdişâh’ın veto yetkisi kaldırılarak, nâzırlar Meclis-i umûmîye karşı mes’ûl hâle getirildi. Bundan sonra sembolik bir makam hâline getirilen pâdişâhlık, devletin idaresi ve geleceği üzerinde söz sahibi olmaktan uzaklaştırıldı. Meşrûtiyet sistemi 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali ile birlikte son buldu. Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen çeşitli unsurlardan meydana gelen birinci Meşrûtiyet meclisi, devletin Doksanüç Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus harbine girmesine karar vererek pek çok vatan toprağının elden gitmesine sebeb oldu. İkinci Meşrûtiyet’in îlânından sonra yine çok sesli ve çok renkli unsurlardan meydana gelen Meşrûtiyet meclisi, Osmanlı Devleti’nin Balkan harbine girmesine karar vermek suretiyle, Rumeli’nin elden gitmesine sebeb oldu. Yine oldu-bittiye getirilerek girilen Birinci Dünyâ harbi de, meşrûtiyetin îlânıyla başa geçen İttihâd ve Terakkî iktidarı zamanında oldu. Böylece Anadolu haricindeki bütün Osmanlı toprakları elden çıktı. Birinci Dünyâ savaşına girme karârı o kadar gizli kapaklı alındı ki, meclisin hiç haberi olmadığı gibi, hükümet üyelerinin birçoğu da bilmiyordu. Esasen imparatorluğun o günkü hâli, savaşa girmeye de müsâid değildi. Meşrûtiyetin verdiği serbestlikten istifâde eden azınlıklar, daha önceden var olan muhtariyet ve bağımsızlık isteklerini açıkça savundular. Başgösteren ayaklanmalar ve isyânlar neticesinde, Osmanlı Devleti parçalandı. Hâkim olan müslüman ahâlî, azınlıkların ve Türk olmayan unsurların oyuncağı hâline geldi. Meşrûtiyet; Bismark’ın; “Bir devlet, millet-i vâhideden (tek bir milletten) mürekkep olmadıkça, parlamentosunun faydasından ziyâde zararı olur” dediği gibi faydadan çok zarar getirdi. Balkanlarda görülen Bulgar ve Yunan mezâlimi, ermenilerin müslüman Türklere uyguladıkları toplu kıyım hareketleri bu gelişmelerin neticesi olarak ortaya çıktı. Garblılaşmak, Avrupai tarzda idarî, siyâsî, hukukî alanlarda yenileşmek adıyla girişilen meşrûtiyet hareketi, aşağıdan gelen bir hareketten değil, yukarıdan gelen ve kendini empoze eden bir teşebbüsün sonucu olarak meydana gelmiştir. Bu sebeple dayandığı temel çürük olmuştur. Meşrûtiyetin ilânından sonra çıkan olaylar da Midhat Paşa’nın bütün ümidlerine rağmen kendisi sadrâzamlıktan ikinci defa uzaklaştırılarak memleketten sürüldüğü zaman, kendisinin arkasında var olduğuna güvendiği halk, bir reaksiyon göstermemiş ve hiç bir tepki meydana gelmemiştir. Celâl Nuri Bey bu durumu şöyle ifâde eder: “Kânûn-i esâsî’nin halk için avcılık nizâmnâmesinden pek farkı yoktur.” Dolayısıyle Kânûn-i esâsî mevcut siyâsî sistemde radikal bir değişiklik yapmamıştır. Meşrûtiyet dönemi ve Kânûn-i esasinin asıl başarısızlık sebebi meşrûtiyeti îlân ettiren bu aydın geçinen kesimin tutumu olmuştur Gerçekten iktidara hâkim olan İttihâd ve Terakkî fırkası kısa zamanda otokratik bir düzen kurmak isteyen bir siyâsî parti hâline geldi. Hak ve hürriyet gerçekleştirip, te’minât altına almak için kurulduğunu iddia etmesine rağmen, muhaliflerini çeşitli yollarla sindirmek, sinmezlerse yok etmeyi iktidarda kalmak için geçerli bir yöntem olarak kabul etmiştir. Nitekim üç gazeteci, iktidarın gözü önünde öldürülmüş ve katiller cezasız kalmıştır. Meşrûtiyet devri, tipik bir tek parti örneği vermiştir. İttihâd ve Terakkî başta olduğu sürece fert hak ve hürriyetleri sâdece Kânûn-i esâsî’nin metninde ve Kânûn-i esâsî de fiilen askıda kalmıştır. Neden böyle olmuştur? Niçin hürriyet vâdeden İttihâd ve Terakkî fırkası keyfî bir düzen kurmak istemiştir? Çünkü İttihâd ve Terakkî liderleri demokrasi, hak ve hürriyet deyimlerinin mânâsını ve ruhunu kavramadan, bâzı şeklî belirtilerini öğrenmişlerdir. Demokrasinin her şeyden önce karşılıklı saygıyı gerekli kılan bir rejim olduğunu anlayarak, faaliyetlerini bu anlayışa göre düzenlememişlerdir. Şu hâlde, meşrûtiyet döneminde, faktör ve sebepler ne olursa olsun bir baskı rejimi uygulanmıştır. Bu sebeple, Süleymân Nazîf, Tevfîk Fikret gibi bâzı edipler, bu baskıyı veren ve daha önce muhalif oldukları Abdülhamîd Han’ı öven pişmanlık şiirleri yazmışlardır. Kânûn-i esâsî’nin ve meşrûtiyet döneminin başarıya ulaşamamasının bir sebebi de bu anayasanın o günkü Türk toplumunun bünyesine uymamasıydı. Gerçekten Kânûn-i esâsî batı esâsına dayanıyordu, dolayısıyle memleketimizde tatbik sahası bulunamamıştır. Zîrâ memleketimizin sosyal yapısına uymuyor ve dağınık olup, demokratik bir ortamda nasıl tatbik edileceği, hangi kurumlara dayanacağı düşünülmemiştir. Jön Türkler, İttihâd ve Terakkî mensupları o kadar batı hayranı idiler ki, bu onlarda aşırı bir komplekse sebeb olmuştu. Nitekim Midhat Paşa; “Gâlibâ hıristiyan olmaktan başka çâre yok” diyebilmiştir. Keza Abdullah Cevdet de; “Medenîleşmek için, Batı’dan damızlık adam getirmek lâzım” diyecek kadar âdîleşmiştir. ABDÜLHAMÎD HAN’A GÖRE MEŞRÛTİYET Osmanlı Devleti’nin çağın şartlarına ayak uydurması için kendini yenilemesi gerekliydi. Ancak ilmî ve teknik alandaki yeniliklerin ikinci plâna itilerek, sâdece Osmanlı toplumunun bünyesine uymayan idarî ve hukukî alanda yeniliklere yönelmek yanlış bir yoldu. Yanlış ve zamansız olarak seçilen bu yol, devleti ve milleti bir takım badirelere sürükleyebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu husustaki görüşlerini Hâtırat’ında şöyle dile getirmişti: “Meb’ûsân meclisini ikinci defa açarken ilk kapanışın sebebini milletin gerekli olgunluğa erişmemiş olmasına bağlamıştım. Bu sözlerimi o kadar ayıplayarak tenkit edenler, otuz seneyi aşkın bir zaman sonra gelen ve içlerinde, öncekilerle mukayese edilemiyecek kadar okumuş, aydın adamlar bulunan meb’ûslar daha mı olgun ve doğru çıktı? Birinci dönem toplantı şöyle böyle geçebilmişti, ikincisi karmakarışık. Bu tereddüd o dereceye vardı ki, Trablusgarb elden giderken, muhalifler sevinçlerinden meclis salon ve koridarlarında hora teptiler. Sonra da hükûmetten yana olanlar alkışlarla savaşı kabul ettiler... Milletin hayâtı ile ilgili işlerin en önemlisini millî murakabe ile görevli olanların bir ticâret, hem de âdi, kanunsuz bir ticâret şekline, hâline getirmeleri de gösterdi ki, ben meşrûtiyetle idare edilmek için gerekli olgunluk ve doğruluğu milletimin daha kazanamadığını tahmin etmekte hiç de hatâ etmemişim!.. Meşrûtiyet ilân edildi de ne oldu? Devletin borcu mu azaldı? Memleketin yolları, limanları, okulları mı çoğaldı? Kânunlar şimdi daha akıllıca, daha mantıklı mı düzenleniyor? Kişilik hakları evvelkinden daha mı çok sağlandı? Ahalî daha mı dört başı mâmur? Ölümler azaldı da doğumlar mı çoğaldı? Dünyâ kamuoyu daha mı bizden yana? İşte, bir sürü soru ne kadar çoğaltılsa hiç birine müsbet karşılık verilemez. Meşrûtiyetle yönetilmeye karşı olduğum ve hele böyle bir fikir ve kanâatim olduğu sanılmasın. Doktor olmayan veya kullanmasını bilmeyen adamların elinde şifalı ilâç bile öldüren zehir olur. Üzülerek söylüyorum ki, hâdiseler pek az zaman içinde beni doğruladılar (1 Nisan 1333 (1917).” 1) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 250 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 136 3) Büyük Türk Klasikleri; cild-8, sh. 111 4) Eshâb-ı Kiram; sh. 374 5) Resimli Târih Mecmûsı; sayı-67, sh. 3974 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 36 7) Üss-i İnkılâb; cild-2, sh. 321 8) Modern Türkiye’nin Doğuşu; sh. 162 9) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-6, sh. 3289 10) Amme Hukukumuzun Ana Hatları; sh. 134 11) Türkiye’de Çağdaşlaşma; sh. 299 MEVLÂNÂ HALİD-İ BAĞDADÎ Osmanlı Devleti’nde yetişen büyük İslâm âlimi ve meşhur velî. Silsile-i aliyye ismi verilen âlimler ve velîler zincirinin yirmi dokuzuncusudur. Asrının müceddîdi idi. Lakabı Ziyâüddîn’dir. Babası hazset-i Osman’ın, annesi de hazret-i Ali’nin soyundandır. 1778 (H. 1192)’de Bağdâd’ın kuzeyindeki Zûr şehrinde doğdu. 1826 (H. 1242)’de Şam’da vefât etti. Türbesi, Şam’da Kasiyûn dağının eteğinde bir tepe üzerinde olup, bulunduğu kabristanda, peygamberler ve pek çok sahâbînin medfûn olduğu rivayet edilmiştir. Küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Devrinin meşhur âlimlerinden Muhammed bin Âdem-i Kürdî, Salih-i Kürdî, Abdurrahîm Berzencî ve kardeşi Abdülkerîm Berzencî’den, Abdullah-ı Harpânî’den ve daha pek çok âlimden ilim öğrenip icazet aldı. Keskin zekâsı, kuvvetli hafızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı ile aklî ve naklî ilimlerde üstün derecelere ulaştı. Sarf, nahiv, beyân, me’ânî, bedî, vad’, aruz, edebiyat lügat, usûl, mantık, hikmet (fen), hey’et (astronomi), geometri hesâb ilimlerini, tefsir, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf ilimlerini ve diğer ilimleri öğrendi. Fîrûzâbâdi’nin büyük cildler hâlindeki Kâmûs’unu yâni Lügat kitabını ezberledi. Bütün ilimlerde, din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sâhib oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlüğü ve geniş bilgisi sebebiyle zamanının bütün âlimleri ve velîlerinin takdirlerini kazandı. Hangi ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun, derhâl cevâbını verirdi. Zekâsı ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi. 1788’de hocası Seyyid Abdülkerîm Berzencî, taundan şehîd olarak vefât edince, talebeleri boş kalmasın diye yirmi bir yaşında iken ders vermeye başladı. Her taraftan âlimler ondan ders almak için toplandı. Her müşkili çözer, derdlere deva olurdu. Dünyâ malına önem vermez, gece-gündüz ibâdet eder ve ilimle meşgul olurdu. Ulemâya ve ilim talebesine yedi sene ders verdi. 1805 senesinde hacca gitti. Yolculuğu sırasında Şam âlimlerinden çok saygı ve ikrâm gördü. Allâme Muhammed Kuzberî’den hadîs-i şerif rivayet etti, Mustafa Kürdî’den, tasavvufda Kâdirî yolunda icazet aldı. Şam’da bir müddet kaldıktan sonra Hicaz’a gitmek üzere yola çıktı. Kalbi, Peygamber efendimizin muhabbeti ile yanıyordu. Medine’ye vardığı zaman, Kasîde-i Muhammediyye adlı Fârisî bir manzume yazdı. Farsça olan bu kasîdesi meâlen şöyle başlar; “Gül, rûy-ı Muhammed’e gıpta eder Kokusunu O’nun terinden aldım der...” İyilik kaynağısın, dermanlar deryâsısın Bir damla lütfet bana, derde devâsız kaldım. ………….. Derdlilere tabîbsin; bense gönül hastası Kalb yarama devâ için, kapını çalmaya geldim. Bu hac yolculuğu ile, hayâtında yeni ve bambaşka bir safha başlamıştı. Medine’de bulunduğu sırada tasavvufda yetişmiş yüksek bir âlim, kâmil bir velî bulup ona teslim olmak arzusunda idi. Bir gün Yemenli fazilet sahibi bir zâta rastladı. Sohbet ederken o zât; “Ey Hâlid! Mekke’ye varınca edebe uymayan bir hareket görürsen hemen reddetme!” dedi. Mekke’ye gittiğinde bir Cuma günü Kâbe-i şerife karşı Delâil-i hayrât okuyordu. Bu sırada siyah sakallı ve mütevâzî kıyafetli birinin Kabe’ye sırt çevirip kendine baktığını gördü. İçinden şu kişi Kabe’ye sırt çevirmiş. Edebi gözetmiyor” diye düşündü. Bu sırada o zât; “Mü’mine hürmet, Kabe’ye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Medine’deki zâtın nasihatini unuttun mu?” dedi. Bu sözleri söyleyen zâtın, evliyânın büyüklerinden biri olduğunu anlayıp af diledi; “Beni talebeliğe kabul et” diyerek, tasavvufda ona talebe olmak için yalvardı. O zât da; “Sen burada olgunlaşamazsın” dedi. Hindistan tarafını göstererek; “Senin işin orada tamam olur” dedi ve kalkıp gitti. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri hac ibâdetini yaptıktan sonra memleketi Süleymâniye’ye döndü. Talebelere ders vermeye devam etti. Fakat gece-gündüz Hindistan’ı düşünüyordu. Bir gün Hindistan’dan, Mirza Abdürrahîm adında bir zât Süleymâniye’ye çıka geldi. Bu zât, Hindistan’ın Delhi şehrinde bulunan ve zamanın evliyâsının en büyüklerinden olan, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin talebesi idi. Gelen bu misafir, Abdullah-ı Dehlevî’nin; “Mevlânâ Hâlid’e selâmımızı söyle, bu tarafa gelsin” dediğini bildirdi. 1809 senesinde gelen bu zâtla birlikte, İran ve Afganistan üzerinden Hindistan’a gitmek üzere yola çıktılar. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakarak aniden ayrılışına, talebeleri ve halk çok üzüldü. Gitmemesi için yalvardılar. Nihayet gözyaşları içinde yolcu edildi. Yolculuk sırasında pek çok şehre uğradılar. Uğradıkları yerlerdeki evliyâ kabirlerini ziyaret ettiler. Alimlerle sohbette bulundular. Uğradıkları her şehirden ayrılırken şehrin ileri gelenleri ve halk tarafından çok sevilip saatlerce yolcu edildiler. Yolculuk aylarca sürdü. Delhi’ye bir senede vardılar. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine kavuşunca bu kavuşmayı dile getiren beytler yazdı. Bu beytler, şâirleri hayran bırakan dîvânında toplanmış olup, bâzı beytlerin tercümesi şöyledir: “Allahü teâlâya hamd ü senalar olsun ki, beni arzu ve maksadların en yücesine eriştirdi. Çok fazîletli kâmil mürşide kavuşmayı nasîb etti.” “O; hidâyet yıldızı, karanlık gecelerin dolunayı, takva ummanı, feyzler definesi ve kerâmetler hazînesıdir.” “Ey yüce Rabbim! Uhrevî kurtuluşu te’min edecek bir tarzda hocam benden razı, bende ondan razı olarak canımı al.” Delhi’ye vardığında ne kadar eşyası varsa hepsini fakirlere dağıttı ve Abdullah-i Dehlevî hazretlerinin huzuruna çıktı. Nihayet asıl hocasına kavuştu. Talebeliğe kabul edilip, nefsinin terbiyesi için, dergâhı temizleme vazifesi verildi. O kadar ilmine rağmen hiç îtirâz etmeden hizmete başladı. Her gün defalarca kuyu ile dergâh arasında gidip gelir, su taşıyıp abdest suyunu depolara doldurur ve dergâhı temizlerdi. Bu hizmeti aylarca yaptı ve su taşımaktan omuzları yara oldu. Yine bir gün su taşırken hocası Abdullah-ı Dehlevî ile karşılaştı. Hocası, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin omuzlarından Arş’a doğru muazzam bir nurun yükseldiğini ve meleklerin onu gıpta ve hayranlıkla seyrettiklerini görünce, onu bu işten alıp devamlı yanında bulunmasını emretti. Bundan sonra da canla başla hocasının huzurunda hizmet etti. Ağır mücâhedeler ve çetin riyazetler çekti. Beş ay hizmet edip, hocasının sohbetleri ve bereketli nazarları ile evliyâlık saadetine kavuştu. Tasavvufda kemâle erdi. Müceddîdiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye, Çeştiyye yollarında icazet aldı. Hocası Abdullah-ı Dehlevî’nin kalbindeki bütün sırlara, manevî üstünlüklere mazhâr oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, kavuştuğu bu yüksek nîmeti bir mektubunda anlatırken şöyle demektedir: “Allahü teâlâ bize hidâyet vermese, doğru ve hakîkî yolu göstermese biz kendiliğimizden hidâyete kavuşamazdık. Hocamın feyz ve bereket yuvası olan yüksek kapısının toprağını ümid gözümün sürmesi eyledim. Gece-gündüz aşikâre nûr deryası olan huzurunda bulundum... Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar bir ömürle Eyyûb aleyhisselâmın sabrı gibi bir sabırla, o cihân sultânının kapısının süpürgesi olsam haklarını ödeyemem.” Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin derslerinden ve sohbetlerinden feyz alıp kemâle erdikten sonra, Abdullah-ı Dehlevi; “Ey Halîd! Şimdi memleketine ve Bağdâd’a git! Orada Hak âşıklarını, Allahü teâlâya kavuştur” buyurdu. Memleketine gitmek üzere ayrılacağı zaman bütün talebeleri ve sevenleriyle birlikde dört mil (8 km.) mesafeye kadar uğurladı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri gittikten sonra da; “Hâlid bürd” yâni “Hâlid her şeyi götürdü” buyurdu. Yolda hocasının ziyaret etmesini söylediği evliyânın büyüklerinden bir zâtı ziyaret etti. O zât da; “El Hâlid! Senin fütûhatının ve irşadının yayılma yeri Bağdâd’dır” buyurdu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, 1811 senesinde memleketi Süleymâniye’ye gitti. Âlimler, şehrin ileri gelenleri, talebeler ve halk sevinç ve neş’e içinde karşılamaya çıktılar. Onun teşrifi ile Süleymâniye’de bir bayram havası yaşandı. Bir müddet kalıp sonra Bağdâd’a geçti. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin dergâhına yerleşip beş ay kadar insanlara doğru yolu göstermekle vâz ve nasîhatla meşgul oldu. Sonra Süleymâniye’ye döndü. Orada, ilme susamışlara Hak ve hakikati anlattı. Bu arada bâzı hasedciler, şöhret ve itibârını çekemeyerek ikinci Mahmûd Han’a şikâyette bulunduklarında, Sultan; “Din adamlarından devlete zarar gelmez diyerek” buna kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, Bağdâd’daki bu hizmetlerinden sonra, Süleymâniye’ye döndüğünde yeni bir dergâh inşâ ettirip, talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Uzak memleketlerden pek çok âlim ve fazîfet sahibi kimseler ile ilim âşıkları, derslerine ve sohbetlerine koştu. Sayısız âlim ve velî yetiştirdi. Dört bin talebesine ilimde ve tasavvufda icazet verdi. Bunların içinde en kıymetlileri büyük âlim ve velî Seyid Tâhâ-yı Hakkârî, Seyyid Abdullah Geylânî Şemdînî, Şeyh Muhammed Hâfız Urfâlı, Şeyh Ahmed Eğribozî, Feyzullah Erzurûmî, Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimi İbn-i Âbidîn, senelerce İstanbul halkını irşâd eden ve İstanbul’da medfûn bulunan evliyânın büyüklerinden Abdülfettâh-ı Akrî hazretleri idiler. Mekke, Medîne, Kahire, Kudüs, Şam, Haleb, Irak, Bağdâd, Basra, Kerkük, Erbil, İmâdiye, Cezire, Şemzin, Mardin, Ayıntab, Urfa, Diyarbakır, Anadolu’nun bir çok şehirleri, İstanbul, Hindistan, Afganistan, Dağıstan (Kafkasya), Mâverâünnehr, Mısır, Umman, Mağrib, Girid ve diğer İslâm memleketleri Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin yetiştirdiği talebeler vasıtasıyla irşâd edilmiştir. Anadolu’da Ehl-i sünnet itikadının yerleşmesi; her yere gönderdiği talebeleri ile olmuştur. İslâm dünyâsında târih boyunca yapılan her muhteşem eserin ve gösterilen her başarının, kahramanlığın arkasında hep büyük âlim ve velîler yer almıştır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri de bunların en meşhûrlarındandır. Ecdadımız, yaptığı her câmi medrese, kervansaray, çeşme ve insanları hayran bırakan daha binlerce eseri yaparken koyduğu her taşı bir aşk ve şevkle yerleştirmiştir. Bütün bu hizmetlerinde Allhü teâlâ’nın rızâsını aramıştır. Her evlâdını iyi bir müslüman, faydalı bir insan olarak yetiştirmeyi gaye edinmiştir. Taşı, mermeri hamur gibi yoğurarak emsalsiz eserler yapan mîmârın, savaşlarda arslanlar gibi kükreyip at koşturan, kılıç sallayan mücâhidlerin kalbine bu aşkı yerleştiren ve bu şevki veren hep büyük velîler, yetişmiş ve yetiştirebilen âlimler olmuştur. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin kıymetli kitabları vardır. Bir kısmı şunlardır: İrâde-i cüz’iyye, Rabıta risalesi, îtikâdnâme; bu eseri Hakikat Kitabevi tarafından Herkese Lâzım Olan Îmân ismiyle neşredilmiştir. Ayrıca bu eserin Almanca, Fransızca, İngilizce ve Arapça tercümeleri de Hakikat Kitabevi tarafından İstanbul’da yayınlanmıştır. Bir eseri de Câliyet-ül-ekdâr’dır. Arabî ve Fârisî mektûbâtı, Fârisî dîvânı ve bir çok esere yazdığı şerh ve haşiyeler vardır. Kerâmetleri ve menkıbeleri pek çok olup, Şems-üş-şümûs ve Mecd-i tâlid adlı eserlerde uzun yazılmıştır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri buyurdu ki: “Bu fakirin dostlarına ve sevenlerine nasîhatı şudur ki, herkes elinden geldiği kadar Rabbine dönsün. Dünyâ, para ve giyecekler değildir. Kul neye rağbet eder, neyi elde etmeye canla başla çalışırsa onun dünyâsı o olur. Sevdiklerimiz için Allahü teâlâdan istediğimiz, dâima Hakk’ın divânında yüzlerini ak edecek amellerle meşgul olmalarıdır. Yüzleri sarartan o dehşetli günden el aman! Sâlih amel işleyen kendine, kötü iş yapan da yine kendine etmiştir. Vesselam.” Yine buyurdu ki: “İhlâsı olan kurtulur, ihlâs ne kadar çok olursa, evliyânın yardımı o kadar ziyâde olur.” “İnsanoğlu, dünyâyı (dünyalık) elde etmek uğruna nice sonsuz nimetleri ve seâdetleri kaçırdı!” ANALAR EVLÂDINI UNUTUR!.. Mevlânâ Hâlid’i Bağdadî hazretlerinin Bağdâd’ı ikinci defa teşrif inde pek çok kimse ona talebe oldu. İrşâd nûrları her tarafa yayıldı. Bağdâd’da kendisine ilk talebe olan Bağdâd müftîsi Seyyid Abdullah Hayderî Efendi’dir. Bu müftî, vâli Saîd Paşa’nın yardımıyla Îhsâniye Medresesi’ni tamir ettirip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerine arzettiler. Bu medreseye yerleşip ilim ve güzel ahlâkı neşretmeye başladı. Medresede ders verip, sohbet ettiği sırada bir gün Bağdâd vâlisi Saîd Paşa da huzuruna geldi. Pek çok âlimin ve talebenin başları eğik ve edeble onu dinlediklerini gördü. Vâli de heybetini görüp titremeye başladı. Yere diz çökerek oturdu. Sonra duâ istedi. Vâliye duâ edip; “Kıyamet günü herkes nefsinden sorulacak, sen ise hem kendi nefsinden hem de emrin altında olanlardan sorulacaksın. Hak teâlâdan kork! Çünkü öyle bir gün vardır ki, o gün evlâdına süt veren analar evlâdını unutur...” buyurarak nasihat etti. Vâli Saîd Paşa bu nasihatleri dinlerken ağladı. 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1066 2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 125 3) Şems-üş-şümûs tercümesi (Hasan Şükrü) İstanbul-1302 4) Mecd-i tâlid tercümesi (İbrâhim Fasih Hayderî), Hüdâvendigâr vilâyeti (Bursa1308) 5) Reşehât ayn-ül-hayât (Muhammed Murâdi Kazâni); sh. 160 6) Hadîkat-ül-evliyâ, İstanbul-1318; sh. 155 7) Dîvân (Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî) 8) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 162 MEZOMORTO HÜSEYİN PAŞA On yedinci yüzyılın ikinci yarısında deniz muhârebelerindeki kahramanlıklarıyla meşhur, denizcilik târihimizin mühim şahsiyetlerinden Osmanlı kaptân-ı deryası. İsmi, Hüseyin’dir. Gençliğinde Venediklilerle yaptığı bir deniz muhârebesinde sekiz-on yerinden yaralanıp öldüğü sanılırken, iyileşmesi üzerine Venedikliler tarafından kendisine Mezomorto (yarı ölü) lakabı verilmiş ve sonradan bütün Akdeniz’de bu sıfatla anılmıştır. Bâzı kaynaklarda Mağribli olduğu kaydedilirse de doğum yeri ve târihi kesin bilinmemektedir. Ömrünü İslâmiyet’i yaymakla geçirip, 1701 yılında Paros (Bare) adasında vefât etti. Nâşı, Sakız adasına götürülüp defnedildi. Vefât târihi hakkında başka rivayetler de vardır. Hüseyin Reis, denizciliğe çok genç yaşta levendlikle başladı. Cesur, gözünü budaktan esirgemeyen bir kimse idi. Akdeniz’de İspanyol, İtalyan ve Venediklilerle çetin deniz muhârebeleri yaptı. 1674 yılından itibaren ünü bütün Akdeniz’i sardı. Cezâyir’in en mümtaz sîmâlarından biri oldu. 1671 yılına kadar Akdeniz’deki denizcilerimizin reisi Cezâyir beylerbeyi idi ve bunlar İstanbul’dan tâyin edilirdi. 1671’den sonra beylerbeyleri Cezâyir levendleri arasından seçildi ve kendilerine Cezâyir dayısı denildi. Cezâyir dayısı emrindeki levendler bir nevî deniz akıncıları idi. Bunlar gözünü budaktan, esirgemeyen, fırtınalara göğüs geren denizcilerdi. Mezomorto Hüseyin Reis de bu kahramanlardan biri olup, cesaret ve denizcilik bilgisi sayesinde Cezâyir levendleri reîsi seçildi. 1683 yılında Fransızların büyük bir donanma ile Cezâyir kuşatmaları esnasında büyük kahramanlıklar gösterip, düşman donanmasını perişan etti. Kânûnî devrinden beri Osmanlı Devleti Fransızları himaye etmiş, Cezâyir levendlerine, Akdeniz’de Fransız gemilerine, dokunulmamasına dâir emir bile göndermişti. Bu sebeple Fransız ticâret gemileri Akdeniz’de serbestçe dolaşmak imkânını bularak çok para kazanmışlardı. Zîrâ, o zamanlar hiç bir milletin ne harp ne de ticâret gemileri Akdeniz’e açılamıyordu. Bu iyiliğimize rağmen Fransızlar nankörlük yaptılar. Kralları on dördüncü Lui’nin emri ile 1682 yılında Cezâyir’e hücum ettiler ve Cezâyir önlerindeki küçük bir adayı zaptettiler. Müstahkem bir kalesi de olan bu ada, tam dört ay Fransızların elinde kaldı. Fakat bir gün Cezâyir levendlerinin hücumu ile ada tekrar ele geçti. Kral on dördüncü Lui, adanın tekrar Türkler tarafından alınmasını bir türlü hazmedemedi. 1683 yılında büyük bir donanma ile bir ordu teşkil ederek Cezâyir’e sevketti. Fransız ordusu Cezâyir şehrine yakın bir yere çıktı. Donanma da Cezâyir limanının önlerinde demirledi. Plân mükemmeldi. Akdeniz’deki levendlerin yatağı ve merkezi olan Cezâyir şehri karadan ve denizden tam bir muhasara altında tutularak zaptedilecekti. Karadaki Fransız ordusu, arada bir Cezâyir’den çıkan Türk levendlerinin palalarının şiddetine dayanamayıp bozuldu ve geri çekildi. Fakat denizdeki durum öyle değildi. Üç yüzden fazla gemiden müteşekkil Fransız donanması, Cezâyir’i kahpece ve insafsızca bombardıman ediyordu. Cezâyir bombardımanları olarak târihe geçen ve hep geceleri yapılan bu bombardımanları yabancı tarihçiler bile; “Hunharca yapılan zâlim bombardımanlar” olarak vasıflandırdılar. Bu bombardıman sırasında yüzlerce kadın, çocuk ve yaşlı insan şehîd oldu. Bu sırada Cezâyir dayısı olan beylerbeyi Baba Hasan Dayı’nın asker üzerinde fazla bir otoritesi yoktu. Bu sebeple muhasara karşısında âciz kalıyordu. Nitekim bu acizliği sonucu Fransız donanması kumandanı Duquesne’in isteği üzerine başta Mezomorto Hüseyin Reis olmak üzere bir çok reisi rehin olarak gönderdi. Ancak Mezomorto Hüseyin Reis, Fransız amirâli ile görüşmesinde Cezâyir’e dayı olması hâlinde kendilerine tâbi olacağını söyleyerek, diğer reislerle beraber serbest bırakılmalarını sağladı. Neticede zâten Baba Hasan Dayı’nın idaresinden hoşnut olmayan yeniçerileri de yanına alarak Cezâyir’de idareyi ele geçirdi ve dayı seçildi. Mezomorto Hüseyin Reis, Cezâyir dayısı olduktan sonra, ilk olarak şehirde bulunan ve savaşamayacak durumda olan kadın, çocuk ve ihtiyarları kaleden çıkartarak emin bir yere götürdü. Sonra da denizde sonucu beklemekte olan Fransız donanması üzerine ateş açtırdı. Fransız amirali Duquesne büyük bir öfkeye kapılarak bir müddet daha muhasaraya devam etti ise de hiç bir şey elde edemedi. Bir avuç Cezâyir donanması karşısında mağlûb ve perîşan olarak geri çekildi. Mezomorto Hüseyin Reis’in Cezâyir’i Fransız muhasarasından kurtarması, Pâyitâht’ta büyük sevince sebeb oldu. Sultan dördüncü Mehmed Han, gönderdiği bir fermanla onu Cezâyir beylerbeyliğine getirdiğini bildirdi. 1686 yılında Tunus’ta çıkan karışıklıkları önlemek için görevlendirilen Mezomorto Hüseyin Paşa, buraya İbrâhim Hoca idaresinde bir kuvvet gönderdi. Tunus’da sükûneti sağlayan Hüseyin Paşa, 1688’de mareşal d’Estrees emrindeki Fransız filosunun Cezâyir’i topa tutması üzerine emrindeki kuvvetler ile Fransız sahillerini ve ticâret gemilerini vurarak mukabele etti. Fransızlar yeni Osmanlı sultânı ikinci Süleymân Han’a müracaat ederek sulh akdine muvaffak oldular. İkinci Süleymân Han, Mezomorto Hüseyin Paşa’yı gösterdiği muvaffakiyetlerden dolayı 1690’da Tuna kaptanlığına tâyin etti. Bu yıllarda Venedik donanmasının Akdeniz’deki faaliyetleri artmıştı. 1690’da Osmanlı ordusunu karadan destekleyerek Vidin’in kurtarılmasında büyük rol oynadı ve Karadeniz donanması kaptanı oldu. 1691 yılında mîrî kalyonlar kaptanlığı ile kendisine Rodos sancağı verildi. Bu sırada Venedik donanması 145 parça kalyon ve çektiri ile 8 Eylül 1694 günü Sakız adasına hücum etti. Fâtih devrinden beri sulh ve sükûn içinde adaletle idare edilen kaledeki hıristiyan halk silâha sarılıp, gizli ve açık ihanetlerle kale muhafızı Hasan Paşa’yı zor durumda bıraktılar. Netîcede Sakız, Venediklilerin eline geçti. Sakız adasının Venedikliler tarafından işgal edilmesi, sultan İkinci Ahmed Han’ı çok üzdü. Veziriazam Ali Paşa’ya gönderdiği hatt-ı hümâyûn; “Madem ki Sakız düşman elindedir, bütün Ungurus (Macaristan) memleketini fethetsen makbûlüm değildir” diyerek Sakız’ın kış esnasında Venedik donanmasının faaliyetten mahrum kaldığı sırada zaptedilmesini emreyledi. Üçüncü Ahmed Han ordunun dönüşünden sonra da sadrâzama; “Sakız ahvâli, derûnumı (içimi) yaktı. Teshiri murâdımdır (zaptını dilerim). Îcâb edenlerle görüşüp ne yapmak lazımsa bildir. Bu kış Sakız elde edilmezse, şöyle bilin ki bütün reisleri şiddetle cezalandırırım” diye kat’î emir verdi. Dîvân-ı hümâyûn toplantısında kapdân-ı deryalığa Amcazade Hüseyin Paşa getirildi. O da ilk iş olarak Mezomorto Hüseyin Paşa’yı çağırtıp kendisine yardımcı yaptı ve kalyonlar kaptanı olarak derya beylerbeyi (oramirâl) tâyin etti. Donanma-yı hümâyûn 1695 yılının ilk günlerinde, Derseâdet’ten hareket etti... Ayrılmadan önce Barbaros Hayreddîn Paşa’nın, Beşiktaş’taki türbesi ziyaret edildi. Yasinler, Fatihalar okundu... Kurbanlar kesildi... Fukaraya sadaka dağıtıldı. Sonra da levendler, hep bir ağızdan: Mekânımız derya deniz... Venedikli, gelen biziz. Öcümüz komaz, alırız... Bize Hayreddînli derler. diye, güneye dümen kırdılar. Bütün deniz erleri, erenleri, İzmir’de toplandı. Mezomorto Hüseyin Paşa, uygun hava gözledi. Nihayet bir seher vakti tekbir-i kebîrle deryaya açıldılar. Venedik amiralinin kumandasında Toskona, Matta ve Papalık gemilerinden mürekkep büyük bir donanma mevcuttu. 1695’de Koyun adaları civarında cereyan eden iki deniz muhârebesinde Mezomorto Hüseyin Paşa yaptığı mâhirâne manevralar ile zaferin kazanılmasında büyük bir rol oynadı. Bu deniz savaşında Venedik donanmasının kapudâne, patrona ve diğer yüksek rütbeli komutanları öldürüldü. Bu büyük zaferin sonunda Sakız tekrar Osmanlıların eline geçti. Ancak sultan İkinci Ahmed Han çok arzu ettiği Sakız’ın kurtuluşunu göremeden vefât etti. Yeni Osmanlı sultânı İkinci Mustafa Han Sakız’ın geri alınmasında büyük gayret ve mahareti görülen Mezomorto Hüseyin Paşa’yı kapdân-ı deryalığa getirdi. Daha sonra Mezomorto Hüseyin Paşa Venediklileri Adalar denizinden atmak için faaliyete geçti. 19 Eylül 1695’de Sakız ve İstanköyü vurmak üzere gelen 96 gemilik Venedik donanmasını Midilli adasının Zeytinburnu karşısında mağlûb etti. Bu muhârebede Venediklilerin on kalyonu battı, diğerleri ise ağır hasara uğradı. 1697-1698 yıllarındaki muhârebelerde Venedikliler deniz güçlerini büyük ölçüde kaybettiler. Mezomorto Hüseyin Paşa, hayâtının sonlarına doğru son seferinden dönüşünde iki ay kadar hasta yattı. Daha sonra sultan İkinci Mustafa Han’ın huzuruna çıkıp pâdişâh duâsı aldı. Hastalığının ilerlemesi üzerine etrafına eski ve yeni levendleri toplanmıştı. Yaşlı bir levend ağlayarak Yâsîn-i şerîf okuyordu. Hüseyin Reis’in gözleri yaşlandı ve; “Levendlerim! Sanırsınız ki biz ölümden korkarız. Vallâhî Rabbim şâhidimdir. Ölümü nice zamanlar kendi arzumla aradım. Beni yıkan, böyle kaba bir döşekte ölmektir” dedi ve Kelime-i şehâdet getirerek ruhunu teslim etti.(1701). Mezomorto Hüseyin Paşa, kazandığı deniz muhârebelerinin yanında Osmanlı bahriyesinin ıslâhı için de büyük gayret sarfetti. Kalyon filolarının kıymetini takdîr ederek bunları Osmanlı donanmasının en esaslı bölümü hâline getirdi. Vefâtında kalyon mikdârı 40’a çıkmış idi. Osmanlı bahriyesinde bir dönüm noktası teşkil eden kanunnâmesi Mezomorto Hüseyin Paşa’nın vefâtı üzerine kısa bir süre sonra Abdülfettah Paşa’nın derya kapdânlığı zamanında îlân ve tatbik olundu. Hazırladığı kanunnâmesi özetle şöyleydi: 1- Derya kaptanı bütün derya beylerinin, kaptanlarının ve bütün bahriyenin âmiridir. 2- Derya beyleri denizlerde tecrübe sahibi bahriyenin rütbelileri arasından seçilir. 3- Kapdân-ı deryalığa denizcilikten ve deniz muhârebe tekniğinden mahrum kara paşaları hiçbir suretle getirilemez. O sırada kapudâne makamında bulunan, derya kaptanlığına getirilir. 4- Muhârebe zamanı kaptanpaşalar baştardeye binmeyip büyük kalyona binecekler ve üç fener ile üç bayrak çekeceklerdir. Kaptan paşa sulh zamanında baştardede bulunur. Mezomorto Hüseyin Paşa, hazırlattığı bu kanunnâme ile deniz kuvvetlerinin bahriyeden yetişme ellerde bulunmasını te’min etmek istemiş, aynı zamanda terfi ve tekâüdlük (emeklilik) mes’elelerini de yoluna koymuştur. Vefâtına kadar 6 yıl kaptân-ı deryalıkta kalan Mezomorto Hüseyin Paşa, açık fikirli ve doğru sözlü idi. Her işinde Allah rızâsını arardı. Korku nedir bilmez, düşmanın çokluğundan asla endişeye kapılmazdı. Nitekim Venedik’in eline geçen Khio adasını sekiz kadırga ve dört sultan gemisiyle kurtarabileceğini söylediği zaman, kaptân-ı derya Amcazade kendisini fazla hayalci bulmuştu. Ancak denizcilik bilgisi ve donanma idaresi mükemmel olan Hüseyin Paşa, kısa sürede Venediklileri adadan çıkarmaya muvaffak oldu. Mezomorto Hüseyin Paşa, rüzgârın cereyanını incelemeden ve bulunduğu yerin konumunu bilmeden, kolay kolay savaşa girmezdi, Bu arada düşmanın hareketlerini aralıksız olarak tâkib ettirirdi. Onun bu tedbirleri muvaffakiyetlerinde büyük rol oynamıştır. 1) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh 577-579 2) Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Târihi (D. Kontemur); sh. 251. 259 3) Türklerin Deniz Muhârebeleri (F. Kurtoğlu); cild-2 4) Nusret-nâme (Silâhdâr Mehmed Ağa), Veliyyüddîn Efendi Kütüphânesi, No: 2369, v. 217, 217a. 5) Nâimâ Târihi (Mustafa Nâimâ Efendi); cild-2, sh. 62 6) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 523 7) Koyun Adaları önündeki Deniz Harbi ve Sakız’ın Kurtarılışı, TOEM; cild-1, sh. 150177 MİDHAT PAŞA Tanzîmât devri Osmanlı sadrâzamlarından. Rusçuklu Hâfız Mehmed Eşraf Efendi’nin oğlu olup, 1822’de İstanbul’da doğdu. Asıl adı Ahmed Şefik’tir. Me’mûriyeti esnasında Midhat mahlası verildiği için, bu adla tanındı. 1833’de Ağa Hüseyin Paşa’nın Vidin vâliliği sırasında babası nâib tâyin edilince, babasıyla birlikte Vidin’e gitti. 1834’de İstanbul’a döndü. Bu arada Reîsülküttâb Akif Paşa’nın aracılığı ile Dîvân-ı hümâyûn kalemine çırak girdi. Dîvânî hattını altı ayda öğrendi ve kendisine Midhat mahlası verildi. 1835’de babası Lofca nâibliğine tâyin olununca babasıyla birlikte gitti. Ertesi yıl tekrar İstanbul’a döndü. Dîvân kalemine devam etmekle birlikte çeşitli hocalardan özel dersler aldı. Fârisî öğrendi. 1838’de Bâb-ı âlîdeki genç kâtiplerin devam ettirildiği Mekteb-i irfâniyeye ve özel hocalardan ders almaya devam etti. 1840’da sadâret mektûbî kaleminde vazife aldı. 1842’de 2.500 kuruş maaşla Şam tahrîrât kitabeti refakatine tâyin edildi. İki buçuk sene kadar Şam’da ve Sayda’da kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. 1845’de Bekir Sâmi Paşa’nın dîvân kâtibi olarak Konya’ya, 1847’de de Kastamonu’ya gitti. Bir müddet sonra İstanbul’a gelerek evlendi. 1849’da Meclis-i vâlâ mazbata kalemine girdi. Akranları arasında yükselerek, 1850’de mümeyyizliğe terfi ettirildi. Şam ve Haleb civarı gümrükleriyle ilgili tahkîkâtı yürütmekle vazifelendirildi. Vazifesini tamamlayarak altı ay sonra geri döndü. Mustafa Reşîd ve Âlî paşaların takdîrini kazandı. Mustafa Reşîd, Âlî, Mütercim Rüşdî ve Sâdık Rifat paşaların başkanlıklarında toplanan mühim meclislerin zabıt kâtipliğinde bulundu. 1851 yılında, Anadolu ikinci kâtipliğine rütbe-i ûlâ sınıf-ı sânîsi verilerek, tâyin edildi. 1856’dan sonra Vidin ve Silistre vâliliklerinin tahkikatını yapmak için gönderildi. Yapmış olduğu tahkikatın aleyhinde bâzı dedikodular çıkması üzerine, 1858’de bir müddet istirahat etmek üzere Avrupa’ya gitti. Paris, Londra, Viyana ve Belçika taraflarını gezip, incelemelerde bulundu. Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve yıkılmasına yönelik Avrupai fikirlerin te’sirinde kaldı. 1859’da yurda döndü ve Meclis-i vâlâ başkâtipliğine getirildi. 1861’de vezirlik rütbesi verilerek Niş vâliliğine tâyin edildi. 1862’de birinci rütbe mecîdi nişanı verildi. Niş vâliliği sırasında Avrupalıların dikkat ve iigisini çeken Midhat Paşa’nın faaliyetleri hakkında medhiyeler yazıldı. Yaptığı çalışmaların, Vidin ve Silistre vilâyetlerinde de uygulanmasına karar verildi. Avrupa hayranı Âlî ve Fuâd paşalar, Midhat Paşa’yı İstanbul’a çağırdılar. 1864’de Silistre, Vidin ve Niş eyâletleri birleştirilip, Tuna adıyla yeni bir eyâlet kuruldu ve vâliliğine de Midhat Paşa tâyin edildi. Bu vilâyette yaptığı bâzı çalışmalar da Avrupa devletleri tarafından takdir edilerek övüldü. 1868 yılında Şûrâ-yı devlet reisliğine getirilen Midhat Paşa, buradaki keyfî idaresi, serkeşliği ve lâubalilikleri sebebiyle sadrâzamla arası açıldı ve bu sebeple 1869’da Bağdâd vâliliği vazifesiyle İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Bağdâd ve civarında bâzı imâr faaliyetlerinde bulunan Midhat Paşa üç sene kadar kaldıktan sonra, yeni sadrâzam Mahmûd Nedîm Paşa tarafından Bağdâd vâliliği vazifesinden alındı. İstanbul’a dönünce, etrafını, Mahmûd Nedim Paşa’ya düşman kimseler sardı. Bu durumdan rahatsız olan Mahmûd Nedîm Paşa onu Edirne vâliliğine gönderdi ise de, aleyhinde gelişen havayı değiştiremedi. Tuna ve Bağdâd vâliliklerindeki bâzı çalışmalarından dolayı, Avrupa basını tarafından göklere çıkarılan ve İngiliz hayranı olan Midhat Paşa, Edirne vâliliğine gönderildikten beş gün sonra Mahmûd Nedîm Paşa’nın azledilmesi üzerine 31 Temmuz 1872’de sadrâzamlığa getirildi. İlk iş olarak Mahmûd Nedîm Paşa’nın İstanbul’dan uzaklaştırdığı adamları İstanbul’a çağıran Midhat Paşa, üç ay kadar sadârette kaldı. İcrâatında başarısız olduğu kısa müddet içinde ortaya çıktı. Pâdişâhın huzurunda lâübâlî hareketlerde bulundu. Mısır hidivi İsmâil Paşa’ya hârici istikraz yâni Avrupa’dan borç alabilmek yetkisi tanıdı. Bu ferman için Hidiv İstanbul’daki hükümet adamlarına, binlerce altın rüşvet dağıttı. Açığı bulunan devlet bütçesinde, gelir fazlalığı bulunduğu şeklinde ve yalan beyânda bulundu. Bu hareketi onun ne kadar pervasız olduğunu gösterir. Zîrâ Osmanlı geleneğinde pâdişâha yalan söylemek çok büyük suç sayılırdı. Bütün bu uygunsuz ve beceriksiz davranışları ve yalanının ortaya çıkması sebebiyle 19 Şubat 1873’de sadrâzamlıktan azledildi. 20.000 kuruş mâzuliyet maaşı bağlandı. Aynı sene içinde Es’ad Paşa’nın sadâretinde Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nezâretine tâyin edildi. Dış politika üzerinde bilgi ve tecrübesi olmayan, batı kültüründen ve din bilgilerinden mahrum olan Midhat Paşa, sadrâzamlıktan azledilmesi sebebiyle sultan Abdülazîz Han’a kin beslemeye başladı. Yeni Osmanlılarla birleşerek, Sultan’ın aleyhinde çalıştı. Yeni Osmanlıların, Alî Paşa’nın yerine düşündükleri Mahmûd Nedîm Paşa’nın başarısız olması üzerine, Cemiyet’in sadrâzam adayı oldu. Mütercim Rüşdî Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Müfsid İmâm lakabıyla tanınan Hasan Hayrullah Efendi ile Abdülazîz Han’a karşı birlikte hareket ederek onu tahttan indirmek için plânlar hazırladılar. Vazifesi olmayan işlere karıştığı için Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nâzırlığından da azledilen Midhat Paşa, 1873 yılı içinde Selanik vâliliğine gönderildi. Selânik’de bulunduğu sırada pâdişâhın aleyhinde çalıştığı için bu vazifeden de azledildi. İstanbul’a geldi. İstanbul’da bir buçuk sene açıkta kaldı. 1875’de ikinci defa Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nâzırlığına tâyin olundu. Kısa bir müddet sonra yazdığı istifa dilekçesinde; “Ekser-i evkâtım taşra me’mûriyetinde geçmesi sebebiyle bu kadar karışık işlerin içine girmemiş ve emsalini görmemiş olduğum efkâr ve iktidâr-ı acizâneme muvafık (uygun) ve muvazin (denk) diğer bir hizmet ihsân buyrulması ümitline mütevessilen istidâ-yı merhamet ve şevkât-ı veliyyinîmete mecburiyet hâlinde bulundum” diyerek iyi ve başarılı bir devlet adamı olmadığını kendisi de ifâde etti ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nezâretinden ayrıldı. Sultan Abdülazîz Han’ı tahttan indirmek isteyen Hüseyin Avni Paşa ve arkadaşlarıyla birlikte pâdişâhın aleyhinde çalışmaya devam etti. Fâtih, Bâyezîd ve Süleymâniye medreselerindeki talebeleri ayaklandırdı. Derslere girmeyen talebeler saraya doğru yürüyüp, sadrâzam ve şeyhülislâmın azledilmesini istediler. Kan dökülmesini istemiyen sultan Abdülazîz Han da onların isteklerini kabul ederek Mahmûd Nedîm Paşa’yı sadrâzamlıktan alarak yerine Mütercim Rüşdî Paşa’yı getirdi. Hüseyin Avni Paşa’yı seraskerliğe, Midhat Paşa’yı da önce Meclîs-i aliyye daha sonra da Şûrâ-yı devlet reisliğine getirdi. Şeyhülislâmlığa da Hasan Hayrullah Efendi’yi getirdi. Böylece talebelerin gösterileri son buldu. Devletin durumunun düzelmesi için mutlaka meşrûtiyet rejiminin kabul edilmesi gerektiğini savunan Midhat Paşa ve arkadaşları, kurdukları hîle ve plânlarla sultan Abdülazîz Han’ı tahttan indirdikten sonra sultan beşinci Murâd’ı tahta geçirdiler. Abdülazîz Han’ı şehîd ettirip, devlete hâkim diktatörlük hey’eti durumuna geldiler. Sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa, şurâ-yı devlet reîsi Midhat Paşa ve şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi; Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesini işitince korkudan aklı bozulan, tedavisine imkân olmadığı doktor raporuyla bildirilen sultan beşinci Murâd’ı da tahttan indirip, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahta geçirilmesine karâr verdiler. Bunun üzerine Mütercim Rüşdî ve Midhat Paşa, Kâğıthane’ye gelerek Abdülhamîd Han’la görüştüler. Abdülhamîd Haa mevkiinden başka bir şey düşünmeyen Mütercim Rüşdî Paşa’ya, kendisini iş başından ayırmayacağından bahsetmiş, Midhat Paşa’ya da; “Usûl-i meşrûtiyet ve meşverete mübtenî olmıyacak (dayanmayacak) bir hükümeti kabul etmem” diyerek kol düğmelerini hediye etti. Bundan sonra Bâb-ı âlî’de yapılan cülûs merasiminde okunan hatt-ı hümâyûn ile Abdülhamîd Han, Midhat Paşa’yı Kânûn-i esâsî’yi hazırlamakla vazîfelendirmiştir. Bu fermandan sonra, Kânûn-i esâsî’ye hazırlık olmak üzere yirmiye yakın proje hazırlandı. Bunların içinde en ilgi çekicisi Midhat Paşa’nın hazırladığı proje idi. Elli yedi madde ve dokuz bölümden meydana gelen ve Kânûn-i cedîd adı verilen bu proje, dengesiz bir meşrûtiyet rejimi öngörüyordu. Bu projede icra yetkisi sâdece Pâdişâh’a verilmesine rağmen, yapılanlardan Pâdişâh sorumsuz olacak ve bütün icraat onun adına vekiller tarafından yürütülecekti. Pâdişâh’ın kânuna uygun emirlerine îtiraz eden ise ceza görecekti. Proje sekseni seçimle, kırkı hükümetçe tâyin edilecek yüz yirmi kişilik bir meclis ihtiva ediyordu. Bu meclis mutlak yasama yetkisine sâhib değildi. Seçilen meb’usların görev süresi üç yıldı. Hükümetçe tâyin edilenler yerinde bırakılabilirdi. Yapılacak kânunlar, Şûrâ-yı devlette görüşüldükten sonra karara bağlanacak ve meclisin tasdikinden sonra icra makamına arz edilecekti. Pâdişâh tasdik ederse yürürlüğe girecek, reddettiği takdirde, meb’uslar yenilenmedikçe tekrar görüşülemeyecekti. Meclis sâdece devlet bütçesini düzenleyebilecekti. Görüldüğü gibi Midhat Paşa, hazırladığı projede meclise fazla bir yetki vermemiş, bütün yetkiyi icrada toplamıştı. Bu durum meşrûtiyeti savunan Midhat Paşa’nın aslında bunu kendisi için istediği şeklinde îzâh olunmaktadır. Daha sonraki olaylar da bunu te’yîd etmektedir. Bir hey’et tarafından hazırlanan projelerden ayrıntıları tesbit edilen Kânûn-i esâsî metni, 19 Aralık 1876’da ikinci defa sadrâzam olan Midhat Paşa başkanlığındaki vükelâ hey’etinde incelendi. Buradaki görüşmelerde Kânûn-i esâsî metni üzerinde bâzı değişiklikler yapıldı. Pâdişâh’ın karşı çıkmasına rağmen 113. madde eklendi. Vükelâ meclisi tarafından değiştirilerek kabul edilen Kânûn-i esâsî tasarısı, Pâdişâh’a arz olundu. Sultan Abdülhamîd Han tarafından da kabul ve tasdîk olunan Kânûn-i esâsî îlân edilmek ve uygulanmak üzere Midhat Paşa’ya verildi. İngiliz hayranı olan ve meşrûtiyet hakkında köklü bir bilgisi de bulunmayan Midhat Paşa, nâfiâ (bayındırlık) müsteşarı Odyan Efendi’yî İngiltere’ye göndererek, meşrûtiyet rejiminin Avrupa devletlerince garanti altına alınması talebinde bulundu. Osmanlı Devleti’nin dahilî idaresini yabancı devletlerin kefaleti altına sokmak için gayret etti. O sırada İstanbul’da toplanan Tersane konferansına da aynı teklifi yaptı. Fakat kabul ettiremedi. Meşrûtiyetin îlânından sonra pâdişâh, bir sene beş ay kadar devlet idaresine karıştırılmadı. Midhat Paşa ve arkadaşlarının basiretsizlikleri yüzünden 24 Nisan 1877’de Doksanüç harbi diye bilinen Osmanlı-Rus harbine girildi. Bu savaşa girilmesini sultan İkinci Abdülhamîd Han istemediği hâlde, Midhat Paşa ve arkadaşlarının meşhur olma hayâlleri sebebiyle girildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın, Abdülazîz Han ve beşinci Murâd’ın tahtan indirilmelerinde birinci derece rol oynayan, sultan Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesi hâdisesine sesini bile çıkartmayan, pâdişâhın hukukunu hattâ şahsiyetini umursamayan Midhat Paşa ile işbirliği yapmasına imkân yoktu. İçki sofralarında devletin sırlarını ulu orta ifşa eden Midhat Paşa; “Bu âna kadar Âl-i Osman denildi, bundan sonra âl-i Midhat denilse ne olur” gibi sözler sarf etti. Osmanlı hânedânından hayır gelmeyeceğini söylerek, devlet ordusundan başka müslim ve gayr-i müsiim gençlerden meydana gelen kendisine bağlı bir ordu kurmaya teşebbüs etti. Millî geleneklere aykırı davranarak, Bosna-Hersek eyâletinde Türk bayrağındaki ayyıldızın yanına bir haç ilâve edilmesini emreden ve bu emri tatbik ettirerek müslümanları kalbinden yaralayan Midhat Paşa, Pâdişâh’a karşı çeşitli kaba hareketlerde ve saygısızlıklarda bulundu. Bir defasında evine çekilip birkaç gün işlere bakmadı ve Pâdişâh’ı aklının ermediği şeyleri yapmakla suçlayarak; “Ben istifa edecek değilim. Pâdişâh beni azl ederse etsin. Lâkin bu defâki infisâlim (ayrılmam) sabıklarına (öncekilere) kıyas olunmaz. Halk gelip beni evimden alarak makâm-ı sadârete oturtmak isteyecekler. Sonra iş de müşkilâta düşecek. Böyle bir mahzura tesadüf etmemek için işte şu çantada param var. Bir de vapur kiralatacağım. Azlimle ilgili haberi alır almaz, ona binip Midilli adasına gidip ikâmet etmeyi isteyeceğim” demişti. Sadrâzamlığı sırasında daha önce Pâdişâh’a karşı birlikte çalıştıkları Ziya Paşa, Nâmık Kemâl gibi arkadaşlarına da vefâsızlık göstererek sürgüne gönderen Midhat Paşa, bir kaç gün konağında oturduktan sonra, bâb-ı âlî’ye geldi. Ertesi sabah yâni 5 Şubat 1877’de Pâdişâh’ın daveti üzerine saraya gitti. Kendisine sadâretten azl edildiği ve memâlik-i Osmâniyyeden çıkıp gitmesi emri tebliğ edildi. Azl emrini kendisine tebliğ eden Sa’îd Paşa’ya; “Eğer beni buradan tard ve teb’îd ederseniz, alimallah memleket mahv olur. Beşikler körfezindeki donanma üç güne kadar buraya gelir. Bunları iyi düşünmelidir” deme cür’etinde bulundu. Sadâret mührü elinden alındıktan sonra, memâlik-i Osmâniyye hâricinde nereye isterse gönderileceği bildirildi. Brendizi’ye gönderilmesini ve kendisine para verilmesini istedi. Vapura götürülürken de; “Yazık, devlet ve millete yazık!” diyerek devlet ve milleti kendiyle kâim zannetmekte olduğunu göstermiştir. Beş yüz altın verildikten sonra hazırlanan vapurla İstanbul’dan hareket etti. Gelibolu’dan geçerken İhtilâl olup olmadığını sorarak hâlâ hayellerden kurtulamadığını gösterdi. Kendi koydurduğu Kânûn-i esasinin 113. maddesinde belirtilen; “Memleketin bir tarafında ihtilâl zuhur edeceğini te’yid eder mâhiyette âsâr ve emare görüldüğü hâlde hükümetin o mahalle mahsûs olmak üzere muvakkaten örfî idare ilânına hakkı vardır. Hükümetin emniyetini ihlâl ettikleri idâre-i zabıtanın tedkîkât-ı mevsûkası üzerine sabit olanlar, hükümdar, Osmanlı ülkesi hudutları dışına sürgün edebilir” hükmüne istinaden sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından sadâretten azledilip, yurt dışına yollanan Midhat Paşa, İzzeddîn vapuru ile Brendizi’ye ulaştı. Daha sonra Napoli’ye gitti. Bir ay kaldıktan sonra Endülüs’e (İspanya) geçti. İki ay sonra da Paris’e ve Londra’ya gitti. Avrupa’nın çeşitli yerlerini dolaştı. İngilizlerden pek fazla iltifat gördü. İskoçya’da bulunduğu sırada, Pâdişâh tarafından affedildiği kendisine bildirildi. Ailesiyle birlikte Girid’de ikâmet etmesine müsâde edildi. 200 altın lira maaşla Hanya’da ailesiyle birlikte bir müddet ikâmet etti. Kısa bir müddet sonra Suriye vâliliğine tâyin edildi. Yaşının ilerlemesi sebebiyle Suriye vâliliğinden affedilmesini, mümkün ise, İstanbul’daki evinde, yâhud Midilli’deki Viranhânede yerleşmesine izin verilmesini istedi. Fakat isteği reddedildi. Suriye vâliliği zamanında, Lübnan’daki Maruniler ve Dürziler arasında kanlı olaylar zuhur etti. Saltanat ve hükümet aleyhine bâzı faaliyetleri üzerine Ağustos 1880’de Aydın vâliliğine nakledildi. Aydın vilâyeti merkezi olan İzmir’e ulaşan Midhat Paşa, Pâdişâh’a ve devlete sadâkatini bildirdi. Bu sırada sultan İkinci Abdülhamîd Han, Abdülazîz Han’ın hal’i ve şehîd edilmesiyle ilgili olarak tahkikat yapılması için ilgili mahkemeye dâva açtı. Bu dâva ile ilgili görülen Midhat Paşa’nın da sorgulanması gerekiyordu. Midhat Paşa’nın İstanbul’da bulunan arkadaşları açılan bu dâvada suçlu çıkacağını düşünerek haber gönderdiler, bâzı Avrupalı dostları da Avrupa’ya gitmesini tavsiye ettiler. Midhat Paşa, bu haberlere aldırış etmedi. Yapılan tahkikat neticesinde, sultan Abdülazîz Han’ın hal’i ve şehid edilmesinde rolü olduğu tesbit edildi. Kendisini kuşkulandırmadan tutuklamakla Mayıs 1881’de binbaşı Hüsnü Bey vazifelendirildi. Sivil olarak İzmir’e giden Hüsnü Bey, ertesi günü akşam oraya vararak Kordon’dakî Otel Pates’a misafir oldu. Son zamanlarda bâzı şeylerden şüphelenmeye başlayan Midhat Paşa, İzmir’e gelen ve giden vazifelileri özel ve gizli bir surette tesbit ve tâkib ettiriyordu. Hüsnü Bey’in peşine de adam takarak tâkib ettirdi. Bir kaç gün İzmir’de kalan Hüsnü Bey, 4 Mayıs 1881 akşamı saray erkânının emriyle Mirliva Hilmi Paşa ile beraber sorgulanmak üzere Midhat Paşa’yı tutuklamak için faaliyete geçti. Midhat Paşa, Hüsnü Bey’i takibe me’mur ettiği adamları vasıtasıyla durumdan haberdâr oldu. Hükümet konağının askerler tarafından kuşatılmasından önce komşu kapısından arka sokağa çıktı, sür’atle uzaklaşarak Fransız konsolosluğuna sığındı. Osmanlı târihinde yabancı bir kapıya sığınarak iltica eden ilk sadrâzam Midhat Paşa oldu. Fransız konsolosluğu Midhat Paşa’nın himayesini kabul ettiğini açıkladı. Bâb-ı âlî hükümeti faaliyete geçerek Midhat Paşa’nın sorgulanmak üzere teslim edilmesini istediyse de, Fransız konsolosluğu, Midhat Paşa’nın yalnız Fransız konsolosluğunun değil, bütün devletler konsolosluklarının himayesine girdiğini, durumun kendi hükümetine bildirildiğini ve cevap beklendiğini, şu anda Midhat Paşa’ya mevkuf (tutuklu) gözüyle bakılamıyacağını açıkladı. Bâb-ı âlî hükümeti, Midhat Paşa’yı vâlilikten azl ederek yerine sabık şûrâ-yı devlet reisi Âlî Paşa’yı tâyin etti. Yeni vâli vazifeye başlayıncaya kadar da Hilmi Paşa vâli vekili oldu. Konunun netîcelendirilmesiyle de Adliye nâzırı Cevdet Paşa vazifelendirildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tehdidi üzerine Fransa, Paşa’yı himayeden vaz geçti. Bunun üzerine Midhat Paşa, vâli vekili ve İzmir kumandanı Hilmi Paşa’ya teslim oldu. İstanbul’a getirilen Midhat Paşa’nın Yıldız Sarayı’nda çadır köşkünde tutuklu olarak, Sürûrî Efendi, Abdüllatif Bey ile Râgıb Bey’den meydana gelen sorgu hey’eti önünde ifâdesi alındıktan sonra, Haziran 1881’de diğer zanlılarla birlikte muhakeme edildi. Sultan Abdülazîz han’ın şehîd edilmesinde suç ortağı bulunarak diğer suçlularla birlikte idama mahkûm edildi. Bu hüküm üzerine kabine üyeleri, eski sadrâzamlar, müşir ve feriklerden teşekkül eden fevkalâde bir temyiz hey’eti karar verdi ise de, Pâdişâh azınlıkta kalanların reylerini tercih ederek îdâm hükmünü sürgüne çevirtti. İzzeddîn vapuru ile Cidde üzerinden Taife sürgün edilen Midhat Paşa, üç yıl kadar sürgün hayâtı yaşadı. Sürgünde bulunduğu sırada sırtında çıkan şirpençe çıbanı mahallî tedavi ile iyileşti. Zindan muhafızları kendileri için büyük bir mes’ûliyet kaynağı olan sürgündeki paşaların öldürülmeleri için bir yüzbaşı idaresinde, bir üstteğmen, bir çavuş ve beş erden meydana gelen ölüm mangası hazırladılar. Bu ölüm mangası 8 Mayıs 1884 gecesi Paşa’nın kaldığı odayı basarak, erlerden berber İsmail, Midhat Paşa’yı boğarak öldürdü. Aynı şekilde öteki odada bulunan Mahmûd Paşa da tüfek kayışı ile boğulmuş olarak bulundu. Midhat Paşa’nın cenazesi Tâif kalesi surları dışındaki kabristana defnedildi. 26 Haziran 1951’de kemikleri Tâif’den getirilerek İstanbul’da Hürriyet-i ebediye tepesinde gömüldü. Garp kültüründen ve İslâmî bilgilerden mahrum olan Midhat Paşa, zekî bir kimse idi. Sosyal konular üzerinde bâzı hizmetleri olmakla birlikte, kendisinin de bâzı vesilelerle îtirâf ettiği gibi iyi bir siyâset adamı değildi. Yurt dışına sürgün edilişinin ve başına gelenlerin temel sebeplerinden biri; bugün bile hiç bir devlet başkanının tahammülüne imkân olmayan, şahsen tahammül etse bile, temsil ettiği devletin şerefinin tahammül edemeyeceği; “Evvelâ zât-ı mülûkânelerine âid olan vezâif-i hükümdârânenizi mutlaka bilmelisiniz. Zira bilcümle harekâtınızda millet nazarında mes’ûl olacaksınız: Usûl-i meşveretle idare olunan bir millette nizâm nedir bilir misiniz! Binâ-yı devleti tamire çalıştığımız sırada siz adetâ yıkmak istiyorsunuz” gibi sözler söylemesidir. Sorumluluktan çekinmeyen ve kibirli bir kişi olan Midhat Paşa, devlet sırlarını en olmadık kimselere söylemekten çekinmezdi. Siyâsî tecrübeden de mahrum olduğu gibi, memleketin kurtuluşu için tek çârenin meşrûtiyet rejimi olduğuna inanmıştı. Henüz tam manâsıyla teşekkül etmemiş olmasına rağmen halk efkârının (kamu oyu) kendisini kurtaracağı, verilen hakları koruyacağı kanâati ve basiretsizliği sebebiyle, sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı cephe almıştı. Bu hususta sultan İkinci Abdülhamîd’de en küçük bir kusur olmadığına işaret etmek gerekir. Bütün kusur, İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl İnal’ın tabiriyle; “önünü ardını gözetmez, yaptığı işi düşünmez” bir adam olan Midhat Paşaya âiddir. Meşrûtiyete taçlı demokrasi, kendisine de hayât boyu iktidar (sadâret) te’min edecek bir vâsıta gözüyle bakan Midhat Paşa, faizle çalışan ve Avrupa usûlünde olan ilk Zirâat Bankası’nı kurdu. İstibdada meyilli bir kimse olup, ilk sadâretinde kendisiyle aynı fikirleri savunan Nâmık Kemâl’i Magosa’ya sürdüğü gibi, İkinci sadâretinde de birçok devlet adamını şahsî emirle sürdürdü. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi için çalışan Yeni Osmanlılarla (Jön Türkler) birlikte hareket eden Midhat Paşa, içki sofralarında Yeni Osmanlılarla devlet ve rejim üzerinde kararlar alan bir hayalperest idi. 1) Büyük Türkiye (Y. Öztuna); cild-7, sh. 138 2) Midhat Paşa ve Tâif mahkûmları 3) Bir Darbenin Anatomisi; sh. 28 4) Son sadrâzamlar; cild-1, sh. 320 5) Târih Enstitüsü Dergisi (Prof. Tayyib Gökbilgin, sene, 1981-82); sayı-12, sh. 279 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 160 7) Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi 8) Mir’ât-ı Hakikat; sh. 104 v.d. 9) Midhat ve Rüşdî Paşaların Tevkiflerine Dâir Vesîkalar 10) Eshâb-ı Kiram; sh. 293 11) Tabsıra-i İbret (Ali Haydar Midhat, İstanbul-1325) 12) Mir’ât-ı Hayret (Midhat Paşa-İstanbul-1325) 13) Midhat Paşa (M. Z. Pakalın, İstanbul-1940) MİHRİMÂH SULTAN Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın, dînine bağlılığı ve hayırseverliliği ile meşhur kızı. Annesi, Haseki Hürrem Sultan’dır. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Annesi tarafından İslâm terbiyesi üzere yetiştirildi. Evlenme çağına gelince, Enderûn’da yetişen zekî ve kabiliyetli Diyarbakır beylerbeyi Rüstem Paşa eş olarak seçildi. Düğünleri 11-26 Kasım 1539 târihinde kardeşleri Şehzâde Bâyezîd ve Cihângir’in sünnet düğünleri ile birlikte yapıldı. Bu izdivacdan Ayşe Hanım Sultan adında bir kızı ile iki oğlu oldu. Mihrimâh Sultan 1578 yılında İstanbul’da vefât etti. Süleymâniye’deki babasının türbesine defnedildi. Zevci Rüstem Paşa ise Şehzâde Câmii türbesinde medfûndur. Dînine bağlılığı ile tanınan Mihrimâh Sultan, bütün servetini hayır işlerine tahsîs etti. Mîmâr Sinân’a kendi adı ile anılan İstanbul’da Edirnekapı Câmii ile Üsküdar’da İskele başındaki câmiyi yaptırdı. Ayrıca Mekke-i mükerremede Ayn-ı Zübeyde (Zübeyde su kaynağı) te’sislerini tamir ettirdi. Üsküdar Mihrimâh Sultan Câmii: Külliye hâlinde olup; câmi, medrese, imâret, tabhâne ve sıbyan mektebinden meydana gelir. Bu geniş külliyeden zamanımıza câmi, medrese ve sıbyan mektebi ulaşmıştır. Sıbyan mektebi bugün çocuk kütüphânesi olarak kullanılmaktadır. Medrese ise sağlık merkezi olup, pek çok değişiklikler yapılmıştır. 1548 yılında bitirilen câminin inşâatına hangi târihte başlandığı kesin olarak bilinmemektedir. Câmi, 27,30 x 21,80 metrelik bir sahaya oturtulmuştur. Yapının kanatları ve mihrâb tarafı yarım kubbelerle beslenmiştir. Çapı 11,40 metre, merkezi 24,20 metre yüksekliğinde olan ana kubbe, dört kollu ayaklara binen sivri kemerlere oturur. Kıble duvarının köşelerinde, küçük kubbeler vardır. Son cemâat yerinin iç revakı yüksek ve beş kubbelidir. Bunun denize bakan tarafında güzel bir şadırvan bulunmaktadır. Câminin kuzey köşelerinde ise, tek şerefeli iki minaresi vardır. Bunların her ikisinin kapısı son cemâat yerine açılır. Câminin kitabesinde özetle şunlar yazılıdır: “Bu câmi-i şerîf, hakanlar hakanı şark ve garbın sultânı, yeryüzünü adâletle ve emniyetle mâmur eden, ehl-i îmân için emniyet ve eman te’min eden sultan oğlu sultan Selîm Han’ın oğlu sultan Süleymân Han’ın kızı hayırlar ve iyilikler sahibi Hanım Sultan Allahü teâlâ onun iyiklerini ziyâde eylesin- tarafından H. 954 senesi, Zilhicce ayında yaptırılmıştır.” Edirnekapı Mihrimâh Sultan Câmii: Yanında çeşme, medrese ve haman olup, külliye halindedir. Câmi, şehrin en yüksek, en hâkim yerlerinden biri olan Edirnekapı’da 15621565 yılları arasında yapıldı. Kubbe yüksekliği 37 metre olup, tek minarelidir. Külliye, 1714 ve 1894 yıllarındaki zelzelelerde zarar görmüş, sonradan tamir edilmiştir. 1) Pâdişâhların Kadınları ve Kızları; sh. 38 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 101 3) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-2, sh. 1314 4) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4500 5) Târih-i Solakzâde; sh. 534 MİMÂR SİNAN Türk’e şeref, cihâna ise yüzlerce medenî eser veren bir san’atkâr olarak târihe geçen büyük Osmanlı mîmârı. Koca Sinân diye de anılır. Tahmînen 1490 senesinde Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğdu. Babası Abdülmennân olup, bu ismi sonradan almıştır. Yavuz Sultan Selîm Han’ın zamanında devşirme olarak İstanbul’a geldi. Burada iyi bir eğitim ve öğretim gördükten sonra acemi oğlanlar kışlasına verildi. Acemi oğlanlar ocağındaki gençler çok sıkı bir askerlik eğitiminin yanında bâzı işlerde çalıştırılırlardı. Bu işler genellikle büyük inşâatlarda çalışmak veya gemilerde hizmet etmekti. Böylece, bazı acemi oğlanlar bu sırada askerliğin yanısıra bir de meslek öğrenirlerdi. Mîmâr Sinân neccârlık (marangozluk) mesleğini hayâtının bu devresinde öğrendi. Acemi oğlanlık devresini dokuz yılda tamamlayan Sinân, 1521 yılında Kânûnî Sultan Süleymân’ın Belgrad seferine yeniçeri olarak katıldı. Büyük kabiliyeti sebebiyle yeniçerilikte sık sık terfî etmeye başladı. 1522’de Rodos seferine atlı sekban olarak katılıp, 1526 Mohaç meydan muhârebesinden sonra, gösterdiği yararlıklar sebebiyle takdir edilerek acemi oğlanlar yayabaşılığına (bölük komutanı) terfî ettirildi. Daha sonra kapıyayabaşı olup, 1534 Alman ve Bağdâd seferlerine zemberekçi başı olarak katıldı. 1533 yılında Kânûnî Sultan Süleymân’ın İran seferi sırasında Van gölüne geldiklerinde, sadrâzam Lütfi Paşa karşı sahile gitmek ve düşmanın ahvâlini gözetlemek istedi. Bu maksadla Mîmâr Sinân’a kadırga yapması emredildi. Mîmâr Sinân’ın iki hafta gibi kısa bir sürede üç adet kadırga yapıp, donatmasına çok memnun olan Lütfi Paşa, gemilerin idaresini de ona verdi. Bu başarısından dolayı büyük bir îtibâr kazandı. İran seferinden dönüşte, yeniçeri ocağında itibârı yüksek olan hasekilik rütbesi verildi. Bu rütbeyle, 1537 Korfu, Pulya ve 1538 Kara Boğdan (Moldavya) seferlerine katıldı. Katıldığı bu seferlerde batının ve doğunun mîmârî tarzını tedkîk imkânını buldu. Bu iki üslûbu birleştirerek orijinal eserler verdi. Kendisi bu hususu hatıratında şöyle anlatmaktadır: “Asker ocağına girdikten sonra önce marangozluğa merak ettim, iyi ustalar yanında çalışıp, yetiştim. Bıkıp usanmadan çalışarak bu san’atın bütün inceliklerini öğrendim. Kendimi göstermek için fırsat gözlemeye başladım. Bilhassa ülkeler gezip görgümü arttırmak istiyordum. Bu fırsat çıktı. Sultan Selîm Han’ın ordusunda Acem ve Arab diyarlarını baştan başa gezdim. Mimarlığı ve hendeseyi öğrendim. Gördüğüm her binadan, harabeden ibretle dersler aldım.” Son seferlerinden olan Kara Boğdan seferinde, ordunun Prut nehrini geçmesi için bir köprü yapılması gerekiyordu. Zemin kaygan olduğundan bu işi kimse başaramadı. Bunun üzerine Lütfi Paşa, Kânûnî Sultan Süleymân Han’a bunu ancak haseki Sinân’ın yapabileceğini arzetti. Pâdişâh’ın verdiği emir üzerine harekete geçen Sinân, ordudaki bütün mîmâr ve neccârları toplayarak on üç gün gibi kısa bir sürede köprüyü yapıp ordunun karşıya geçmesini sağladı. Bu olaydan bir müddet sonra, gerek hassa başmîmârı Acem Ali, gerekse vezîriâzam Ayas Paşa vefât ettiler. Ayas Paşa’nın türbesini yapmak için yeni bir başmîmâr tâyin edilmesi gerekiyordu. Lütfi Paşa bu sefer de Sultan’a gidip, bu iş için en uygun kimsenin Mîmâr Sinân olduğunu söyledi. Böylece 1538 yılında Mîmâr Sinân, hassa başmîmârı oldu. Mîmâr Sinân’ın, mîmârbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, onun san’atının gelişmesini gösteren basamaklar gibidir. Bunların ilki, İstanbul Şehzâdebaşı Câmii ve külliyesidir. Dört yarım kubbenin ortasında merkezî bir kubbe tarzında inşâ edilen Şehzâdebaşı Câmii, daha sonra yapılan bütün câmilere de öncülük etmiştir. Külliyede ayrıca imâret, tabhâne (mutfak), kervansaray ve bir sokak ile ayrılmış medrese bulunmaktadır. Süleymâniye Câmii, Mîmâr Sinân’ın İstanbul’daki en muhteşem esendir. Kendi tabiriyle kalfalık döneminde yapılmıştır. Yirmi yedi metre çapındaki büyük kubbe, zeminden îtibâren tedricen yükselen binanın üzerine gayet nisbetli ve ahenkli bir şekilde oturtulmuştur. Sükûn ve asaleti ifâde eden bu sâde ve ahenkli görünüşü ile Süleymâniye Câmii, olgunlaşmış bir mimarîyi temsil etmektedir. Sekiz ayrı binadan meydana gelen Süleymâniye Câmii ve külliyesi, Fâtih’ten sonra şehrin ikinci üniversitesi olmuştur (Bkz. Süleymâniye Câmii). Mîmâr Sinân’ın en güzel eseri, seksen yaşında iken yaptığı ve ustalık eserim diye takdim ettiği Edirne’deki Selimiye Câmii’dir. Bu câmi için bizzat Mîmâr Sinân şöyle der: “Bunun minareleri hem nâzik, hem de üç yollu olmakla gayet müşkil olduğundan, san’attan anlayanlar takdir eder. Ayasofya kubbesi gibi bir kubbenin İslâm ülkelerinde yapılmadığını söyleyip duran kefere-i fecerenin mîmâr geçinen takımına cevâb olmak üzere Allah’ın yardımı ile Selimiye kubbesinin altı zra’ (bir zra’ 50,8 cm) çapını ve dört zra’derinliğini ziyâde eyledim” (Bkz. Selimiye Câmii). Mîmâr Sinân, mimarbaşı olduğu sürece birbirinden çok değişik konularla uğraştı. Zaman zaman eski eser korumacısı gibi davranmak zorunda kaldı. Bu konudaki en kesif çabalarını Ayasofya için harcadı. 1573’de Ayasofya’nın kubbesini onararak çevresine takviyeli duvarlar yaptı. Bu günlere sağlam olarak gelmesine sebeb oldu. Eski eserlerle âbidelerin yakınına yapılan ve onların görünümlerini bozan yapıların yıkılması da onun görevleri arasındaydı. Bu sebeplerle Zeyrek Câmii ve İstanbul hisarı civarına yapılan bâzı, ev ve dükkanların yıkımını sağladı. İstanbul caddelerinin genişliği, evlerin yapımı ve lağımların bağlanması ile uğraştı. Sokakların darlığı sebebiyle ortaya çıkan yangın tehlikesine dikkat çekip bu hususda ferman yayınlattı. Günümüzde bile bir problem olan İstanbul’un kaldırımlarımla dahi bizzat ilgilenmesi çok ilgi çekicidir. Bu konuya ne kadar önem verdiği, vakfiyesinde, İstanbul’un kaldırımları için para bırakmasından anlaşılmaktadır. Hassa başmîmârı olarak çok değişik konularla ilgilenmek zorunda kalan, aynı anda bir çok eseri plân hâline getirip yapımlarını sürdüren Mîmâr Sinân, en geniş çaptaki yapım işlerinin en ufak detaylarıyla bile kendisi ilgilenirdi. Fakat bu işler altında ezilmezdi. Bütün bu başarılarıyla beraber, İslâm ahlakıyla ahlâklanmış mütevazı bir insan idi. Mühründe bulunan; “El-hakîr-ül-fakîr Mîmâr Sinân” yazısı, bunu en iyi şekilde isbât eder. Türk mimarîsinin yetiştirdiği, İslâm âleminin bu büyük mîmâr ve mühendisi doksan yılın üzerinde, faal bir hayat sürdü. Sâî Mustafa Çelebi’nin Tezkiret-ül-ebniye’de belirttiği gibi, 364 yapıya imzasını attı. Eserlerinin büyük bir kısmı İstanbul’dadır. Osmanlı ülkesinde damgasını vurmadığı bir köşe yok gibidir. 1538’de İstanbul’da vefât edip, Süleymâniye Câmii’nin yanında kendi yaptığı mütevazı ve sâde türbeye defnedilen Sinân, uzun bir ömrün arkasından yüzlerce eserini İslâm âlemine yadigâr bırakarak ebedî âleme göç etti. Mîmâr Sinân durup dinlenmeden çalışıp, el emeğiye alın teriyle elde ettiği helâl mal ve servetini bir çok sosyal ve kültürel müesseselere (cami, mescid, medrese, çeşme, kervansaray gibi) vakfettiği görülmektedir. Vakfiyesinde Mîmâr Sinân’ın aile fertlerini, oturduğu mahalle ve çevre sakinlerini, doğup büyüdüğü yöre halkını ve bütün müslümanların yanısıra insanların ötesinde diğer bir çok canlıları da düşündüğü anlaşılmaktadır. Nitekim köyü olan Ağırnas’da yapıp vakfettiği çeşmeye, su içmek üzere gelen hayvanların dinlenmesi için çeşmenin etrafında geniş bir alanı da vakfettiği anlaşılmaktadır. Din eğitiminin yanında dil eğitimini, dünyâ îmârının yanında âhiret hazırlığını, yakınlarının yanında yabancıları ve insanların yanında hayvanları ihmâl etmeyen Mîmâr Sinân, yine vakfiyesinde; Allah rızâsının dışında bir şey düşünmeyip, ölümünden sonra rahmet ve hayır duâ ile anılmaktan başka bir şey gözetmediğini belirtmektedir. Mîmâr Sinân, resim, fresk ve heykel gibi san’at alanlarına yönelen muasırı Avrupalı rönesans san’atçılarından farklı bir şekilde, İslâm san’atına bağlı kalarak bütün san’atların içinde bütünleştiği mimarlığa ağırlık verdi. Askerlik mesleğinden gelen tecrübe ve teknik bilgisinin de mimarlık mesleğine kazandırdığı çok önemli bâzı hususlar vardı. Bunlar, ordu ile beraber sefere giderken; Arab, Selçuk, Roma, Bizans ve Orta Avrupa gibi medeniyetlere âid örnekleri görme şansı elde etmesi, kendisinin üstün analiz etme kabiliyeti ile bunları incelemesi, hassa başmîmârı olarak büyük bir teşkilâtı idare edecek ve bir çok eserin yapımını birden yönetecek idâri güç, disiplin ve organizasyon yeteneğine sâhib olması şeklinde sıralanabilir. Mîmâr Sinân’ın başmîmârlığa getirildiği dönemde Osmanlı Cihân Devleti, bir Türk-İslâm devleti olarak ekonomisi, müesseseleri, adaleti ve sosyal yapısı bakımından dünyânın en güçlü devleti idi. Böyle kudretli bir devletin güçlü bir san’atçısı olan Sinân da, yaklaşık elli senelik mimarlık döneminde kendisine düşeni hakkıyla yerine getirdi. Mîmârî dehâsı yanında, güçlü organizasyon ve disiplin kabiliyeti ile o günlerde dünyânın hiç bir yerinde görülmeyen bir hassa mimarları teşkilâtı geliştirildi. Bu teşkilât, Sinân’dan itibaren, devletin her tarafına İstanbul’un mîmârî kaidelerini götürdü. Sarayda, mimarînin her alanında atölyeler kurdu. Bu atölyeleri mimarbaşı, hattatbaşı, doğancıbaşı gibi büyük devlet me’murları yönetti. Bu atölyelerden, Sultanahmed Câmii’ni yapan sedefkâr Ahmed Ağa ve Dâvûd Ağa gibi mimarlar yetiştirildi. Sinan, Selçuklu dönemi yapılarını, dekoratif anlamdaki taş işçiliğini çok yakından bilmesine rağmen, eskiyi körü körüne taklîd etmekten çok, kendi sentezlerine değer verip uyguladı. Bu sebeple eserlerindeki süsleme, yalnızca mukarnaslar ve kapı kenar motifleri üzerinde yoğunluk kazandı. Kullandığı malzeme yeknesak, ağır başlı ve sâde bir anlatım içinde kaldı. Yine Selçuklu dönemi ile İran ve Arab mîmârilerinde çok rastlanan dekoratif seramik malzemelerine özellikle dış cephelerde hiç yer vermedi. Konstrüksiyon araştırmalarının üzerinde durup her eserinde ayrı bir sistem analizine yöneldi. Kare prizma üzerine yarım kürenin çeşitli varyantlarını tek tek denedi. Statik endişeden kaynaklanan kalın taşıyıcı duvarların kesitlerini inceltip, yapıda modül sistemini kullandı. Farklı renk ve dokuda çeşitli malzemeler kullanmak yerine, aynı malzemeyle ışık gölge oyunlarına tâbi tutarak çeşitli zenginlikler ortaya koydu. Bu amaçla düzlemden eğri yüzeylere geçerken uygulamaya koyduğu mukarnaslar, kapı çevrelerinde yer verdiği sâde taş bordürleri sık sık kullandı. Mekân içinde özellikle konstrüksiyona yönelik yapı elemanlarını belirleyici bir malzeme kullanımına gidip, sâdece dekoratif bir görüntü elde etme gayesine yönelik malzeme kullanımına gerek duymadı. Kubbenin beden duvarına oturuşunda veya cephe kuruluşunda eskinin masîf ve boşluksuz anlayışını tamamen değiştirdi. Geliştirdiği teknik çözümlerle bu noktalarda birbirini tâkib eden diziler hâlinde pencere boşlukları meydâna getirip, iç mekânın ferah, aydınlık olmasına îtinâ gösterdi. Kullanılan pencerelerde işin önemine göre alçı çerçeve içinde renkli cam uygulamalarına yer verdi. Hiç bir zaman fonksiyon dışında bir malzeme kullanımına gitmedi. Bu özelliği ile yapı elemanları bina bütününde birbirlerini tamamlayarak gelişti ve yapı; onu taçlandıran, adetâ boşlukta yüzen görünümündeki bir kubbe ile noktalandı. Sinân, her mîmârî eseri kendine has bir biçimi ile ele almak, yapıda form ve konstrüksiyon beraberliğini kurmak, dış mekân ve kuruluşunun iç mekâna bütünlük kazanmasını sağlamak, mevcut teknolojik imkân ve malzeme denemelerinin üstünde, onları kendi istekleri doğrultusunda kullanmayı bilmek, akılcı ve sâde bir malzeme kullanma anlayışına sâhib olmakgibi günümüzde de geçerli mimarlık ilkelerini bundan dört asır önce eserleriyle ortaya koydu. Bu sebeple dâima san’atı ile asırlar ötesi bir mîmârî dehâ olarak anıldı ve anılacaktır. Mustafa Sâî Efendi’nin Tezkiret-ül-ebniye kitabında yazdığına göre, Mîmâr Sinân; seksen dört câmi, elli iki mescid, elli yedi medrese, yedi dârülkurrâ, yirmi türbe, on yedi imâret, üç dârüşşifâ, beş su yolu, sekiz köprü, yirmi kervansaray, otuz altı saray, sekiz mahsen ve kırk sekiz adet hamam olmak üzere üç yüz altmış dört eser vermiştir. 1) Mimar Sinân Dönemi Türk Mimarlığı ve Sanatı; sh. 59, 113, 251 2) II. Uluslararası Türk-İslâm Bilim ve Teknoloji Târih Kongresi (Çağrılı bildiriler ve Kongre Faaliyetleri, İTÜ-1986); Cild-2, sh. 3 3) Mimarbaşı Koca Sinân Yaşadığı Çağ ve Eserleri-I (İstanbul-1988) 4) Mimâr Koca Sinân (Prof. Dr. A. Âfet İnan) 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 132 6) Tezkiret-ül-Ebniye (Mustafa Sâî) MÎMÂRÎ İnşâ yâni yapı san’atı. Toplumların dînî, siyâsî, içtimaî ve iktisadî özelliklerine göre meydana getirilen güzellik, estetik, sağlamlık ve kullanışlılığı kendinde toplayan; mesken, mâbed, medrese, hamam, kervansaray, çeşme, köprü, su yolu, bend, türbe, imâret, hastahâne, çarşı, bedesten, kütüphâne, saray ve kabristan gibi eserlere mîmârî eserler denir. Kültür, iklim ve teknik imkânlara bağlı olan mimarlık san’atı ve mîmârî eserler devirden devire, milletten millete, iklimden iklime değişiklik göstermektedir. Kullanılan malzemenin cinsine ve özelliğine göre inşâatın şekli ve tatbik edilen usûller de ayrıdır. Mîmârî bir eserde tertip tarzı, büyüklük, ölçülerin birbirine nisbeti ve uygunluluğu gibi unsurlar sayesinde güzellik sağlanmaya çalışılır. Bu maksatla eserlerin ölçülerinde nisbetlerini esas alan matematikle ilgili formüller kullanılır. Mîmârlıkta göz önüne alınması gereken bir husus da kullanışlılıktır. Yâni yapılan eser kullanış gayesine uygun olmalı, bina içindeki sirkülasyon (hava akışı) ve akustik (ses yayılma) özelliklen iyi bir şekilde sağlanmalı, çeşitli ihtiyâçlar imkânlar nisbetinde karşılanmalıdır. Mimarlık, ihtisas sahalarına göre; dînî mimarlık (cami, mescid, kilise mimarlığı), askerî mimarlık, sivil mîmârlık (mesken, sanayi, ticâret, içtimâi ve siyâsî mîmârlık), şehir mimarlığı ve bahçe mîmârlığı gibi şubelere ayrılır. Mîmârlık târihi insanlık târihiyle yaşıttır. Yeryüzünde ilk mîmârî eser, ilk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâmın, Allahü teâlânın emriyle inşâ ettiği Kabe’dir. Kâbe-i muazzamayı ikinci defa Şit aleyhisselâm, Nuh tufanından sonra da İbrâhim ve oğlu İsmâil aleyhimesselâm yeniden inşâ ettiler. İslâmiyet’ten önceki devirlerde insanların barınma ihtiyâcı sebebiyle mesken mimarîsi gelişti. Dînî merkezler olan çeşitli mâbedler, krallar ve hükümdarlar için şato ve saraylar, düşman hücumundan korunmak için kaleler ve etrafını çeviren surlar, eğlence yerleri ve tiyatrolar, büyük şehirler, bu şehirlere su sağlayan su kemerleri, temizlik için hamamlar yapıldı. İslâmiyet’in gelmesinden sonra büyük bir medeniyet kuran müslümanlar, her sahada olduğu gibi mîmârlıkta da eşsiz eserler meydana getirdiler. Kısa zamanda Hindistan’dan İspanya’ya kadar uzanan üç kıt’a üzerine yayılıp, geniş toprakları bu yeni kültürün eserleri ile süsleyip damgalarını vurdular. Bu eserleri meydana getirirken, o güne kadar çeşitli milletler tarafından kullanılan mîmârî usûllerini en iyi şekilde tatbik ettikleri gibi, daha evvel görülmemiş birçok yeni teknikler de geliştirdiler. Peygamber efendimiz ve dört halîfesi, Emevîler, Endülüs Emevîleri ve Abbasîler devirlerinde; câmiler, hanlar, ribat adı verilen kale görünüşlü savunmaya yönelik binalar, câmiler, minareler, medreseler, hastahâneler ve saraylar yapıldı. Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları da hâkimiyet kurdukları geniş memleketler üzerinde câmi, medrese, türbe, çok maksatlı olarak kullanılan külliyeler, bîmârhâne (hastahâne), aşhane ve hamamlar inşâ ettiler. Ticâret yolları üzerinde kervansaraylar, dârüşşifâ adı verilen hastahâneler yaptırdılar. Bilhassa Moğol baskın ve yağmalarına karşı şehirlerin etrafını surlarla çevirdiler. Hindistan’da kurulan Tîmûroğulları (Gürgâniye) Devleti zamanında da çeşitli mîmârî eserler ortaya kondu. Delhi’deki Şâh Cihân Câmii, Agra’da yaptırılan Taç Mahal, Hindistan’da meydana getirilen önemli eserlerdendir. İlim ve feyz kaynağı olan dergâhlar da, Hindistan mimarîsinde özel yer tutmaktadır. 1299 yılında kurulan, 1453’de İstanbul’un fethinden sonra büyük bir devlet hâline gelen Osmanlılar zamanında da, daha önceki İslâm devletlerinde görülen mîmârî eserlere daha yenileri eklendi. Osmanlı mîmârîsi; Türk târihinde belirli bir yeri olan, büyük ve heybetli eserleri meydana getiren Osmanlı Türklerinin insanlık san’at târihinde mühim yer tutan san’at eserlerinin toplamıdır. Osmanlı mîmârîsi basit, kullanışlı, âbidevî ve az tezyinattı olması ile dikkat çeker. İnce, zarif, vakur ve heybetlidir. Tamamen âbidevî şaheserler olan câmilerin çevreleri, külliye tâbir edilen bir çok sosyal müesseselerle çevrilmiştir. Fevkalâde îmârcı bir devlet olan Osmanlılar zamanında, kendine âid olmayan eserler bile ihtimamla korunmuştur. Îmâr teşvik edilmiş, İmâr görmeyen Osmanlı toprağı kalmamıştır. Mütevâzî mahalle zenginleri bile bir mescid yaptıramadığı takdirde, bir çeşme yaptırmış veya bir mekteb tamir ettirmiştir. En küçük yapıda bile, sağlam, dürüst, nâmuslu bir şekilde büyük bir san’at zevkîyle ve toplum heyecanı ile çalışmayı; aldığı terbiyenin esâsı sayan Osmanlı mîmârları, belli bir eğitim sisteminden geçerdi. Mimarlar, devlet tarafından îmâr ve mühendis akademisi hüviyetinde olan Hasbahçe’de nazarî olmaktan çok pratik usûllerle yetiştirilirdi. Mîmârlar; hassa (devlet) mîmârları, sermîmâr (başmîmâr), hassa sermîmâr (hassa başmîmârı) veya sermîmâr-ı mîmâran-ı hassa denilen yüksek vazifeliye bağlıydılar. Bu zât bir nevî bayındırlık bakanı sayılırdı. Bâzı durumlarda dîvâna katılır ve îzahatlarda bulunurdu. Osmanlı mimarları büyük görgü ve tecrübe kazanarak her medeniyete âid âbideleri, teknik ve san’at bakımından inceleyerek yetişirlerdi. Plân ve maket üzerinde çalışırlar, hazırladıkları plân ve maketlere göre eserlerini inşâya başlarlardı. Pâdişâhlar önce mimarların hazırladıkları maketleri görürlerdi. Ayrıca âbidenin nakışları da önce kâğıda yapılır, sonra son şekli verilirdi. Küçük inşâatlar için de resim ve plânlar çizilirdi. Mîmâr, yaptığı binanın muhasebesi ile meşgul olmaz, bu iş için o binaya nâzır veya binâ emîni denilen bir maliyeci, yapı küçükse bir kâtip tâyin edilirdi. Hassa mimarları, şehirde nizâma aykırı olan inşâata izin vermemekle, eğer yapılmışsa yıktırmakla da vazifeliydiler. Başlıca yasak bölgeler İstanbul surlarının içe ve dışa doğru 5’er arşın (3 metre) yakını, câmi ve mescidlere 5 arşından fazla yaklaşmış binalar, caddeleri daraltacak inşâatlardı. Bütün yasaklara ve kontrollere rağmen, zaman zaman yapılan binalar yıktırıldı. Surlara yapılan evler, 1539’da bir defâ yıktırıldığı hâlde tekrar yapılmış, 1559’da Mîmâr Sinân tarafından tekrar yıktırılmıştı. Şehir kaldırımlarını inşâ ve tamir ettirmekle de vazîfeli olan hassa mimarları, kaldırımcılara yaptırdıkları kaldırımlar bozulursa, üç yıl içinde bedava onanırlardı. Taşrada da devletten maaş alan hassa mîmârları vardı. Eyâletlerde beylerbeyilerin emrinde bayındırlık müdürü vazifesi yapan mimarlar, bulundukları yerlerdeki devlet inşâatından, husûsi inşâatın nizâmına uygun olmasından, usta ve işçilerin durumlarından ve eserlerin işe yarar hâlde tutulmasından mes’ûldüler. Hassa mimarlarının tasvib etmediği hiç bir kimse husûsi mimarlık yapamazdı. Hassa sermîmârlığı 1831’e kadar devam etti. Bu târihte sultan İkinci Mahmûd Han tarafından Ebniye-i hassa müdüriyeti kuruldu. 1836’da Meclis-i umûr-i nâfia, 1839’da Umûr-i ticâret ve nâfia nezâreti yâni bayındırlık bakanlığı kuruldu. Ebniye-i hassa müdüriyeti de bu nezârete bağlandı. Böylece hassa mimarları ocağının sönmesiyle, Hasbahçe mektebi de sona erdi. Mektepten yetişen kaliteli mimarlar azaldı. Askerî mekteblerdeki mühendislere mimarlık verildi. Mimarlığın ve mimarî eserlerin yok olmakta olduğunu gören büyük devlet adamı sultan ikinci Abdülhamîd Han, 1881’de bugünkü Güzel San’atlar Akademisi demek olan Sanâyi-i Nefise mekteb-i âlîsini mîmârî bölümüyle birlikte kurdu. 1299 yılında devlet hâline gelen Osmanlılar, mîmârî eserlerini en evvel ilk başşehirlerinden olan Bursa’da ortaya koydular. Daha çok Selçuklu mimarisinin izlerini taşıyan ve Orhan Gâzi zamanında Bursa’da; Orhan Gâzi’nin kardeşi Alâaddîn Bey tarafından yaptırılan Alâaddîn Câmii, Orhan Bey Câmii, Edebâli’nin kardeşinin oğlu tarafından yaptırılan Ahî Hasan mescidi, Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanında yaptırılan Hüdâvendigâr Câmii, Şehâdet Câmii, Hayreddîn Paşa Câmii, Nilüfer Hâtûn Câmii, İzzeddîn Câmii ve Kara Ali Câmii ile Yıldırım Bâyezîd zamanında yapılan Yıldırım Câmii, Ali Paşa Câmii, Demirtaş Câmii, Ertuğrul Câmii, Molla Fenârî Câmii, Gâzi Tîmûrtaş mescidi, Somuncubaba Câmii ve 20 kubbeli, ortasında on altı köşeli büyük bir şadırvan bulunan, minberi ceviz ağacından, oyma duvarları, en güzel yazı motifleriyle süslü Ulu Câmii bunların belli başlılarındandır. Çelebi Sultan Mehmed devrinde yapılan câmiler ise; Şaheser Câmii ismiyle de anılan, nefis İznik çinileriyle süslü, çinilerindeki hâkim renk yeşil olduğu için bu adı alan Yeşil Câmii, Çelebi Sultan Mehmed’in kızları Selçuk Hâtûn ve Hafsa Hâtûn tarafından yaptırılan Selçuk Hâtûn Câmii ve Bedreddîn Câmii’dir. Sultan İkinci Murâd Han zamanında da; Muradiye Câmii, Abdal Câmii, Zeynîler Câmii yaptırılmıştır. Aynı zamanda türbeler şehri de olan Bursa’da ilk altı Osmanlı pâdişâhının ve yakınlarının türbe ve kabirleri yer almaktadır. Bir mîmârî eseri olarak ortaya çıkan ve İstanbul’un fethine kadar yapılan türbeler ise şunlardır Osman Gâzi türbesi, Orhan Gâzi türbesi, Murâd-ı Hüdâvendigâr türbesi. Yıldırım türbesi, Çelebi Sultan Mehmed türbesi de denilen Yeşil türbe, sultan İkinci Murâd türbesi, Süleymân Çelebi türbesi, Hadîce Sultan türbesi. Her biri birer san’at eseri olan türbelerde çeşitli mîmârî üslûb ve motiflere yer verilmiştir. Bu türbeler daha çok Orta Asya ve Selçuklu san’atı izlerini taşırlar. İstanbul’un fethinden önceki devirde; Lala Şahin Medresesi, Hüdâvendigâr Medresesi, Çelebi Sultan Mehmed’in Yeşil Medresesi gibi ortada bir avlu, bunun üç tarafı revak, kıble tarafı yüksek kubbeli dershanelerden meydana gelen medreseler de yaptırılmıştır. Orhan Gâzi ve Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanlarında Bursa’da bugünkü ordu evinin bulunduğu yerde bir saray yaptırılmıştır. Çelebi Sultan Mehmed Han zamanında İpek Hanı, Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanında Kapan Hanı, Orhan Gâzi zamanında Emir Hanı gibi hanlar ve kervansaraylar yaptırılmıştır. İstanbul’un fethinden önceki devirde, Osmanlı Devleti’nin ikinci başkenti olan Edirne’de de pek çok mîmâri eserler meydana getirildi. Sultan İkinci Murâd Han tarafından yaptırılan Üç Şerefeli Câmi, Bursa Orhan Câmii örnek alınarak yapılan Muradiye Câmii, Çelebi Sultan Mehmed zamanında yaptırılan Eski Câmii bu eserlerden bâzılarıdır. Sultan İkinci Bâyezîd tarafından Mîmâr Hayreddîn’e yaptırılan ikinci Bâyezîd Câmii, Beylerbeyi Câmii ve Edirne’nin en eski câmisi olan ve Yıldırım Bâyezîd Han tarafından yaptırılan Yıldırım Câmii’dir. Gâzi Mihâl Bey ve Ayşe Kadın câmileri de bu devirde yapılmıştır. Birinci Murâd Han tarafından 1414’de Eski Câmii yanında yaptırılan bedesten, 1420’de yaptırılan Gâzi Mihât köprüsü, 1435’de ikinci Murâd Han tarafından yaptırılan dârülhadîs medresesi, Tahtakale hamamı, 1440’da yaptırılan Topkapı (Alaca) hamamı, Yıldırım Bâyezîd Han tarafından yaptırılan Saray hamamı, bu devre âid mîmârî eserlerden bâzılarıdır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan İstanbul’un fethine kadar olan, kuruluş dönemi mimarisinde, Osmanlı mimarisinin bâzı temel özellikleri ortaya çıkmıştır. Câmi mimarisinde uygulanan değişik plân kuruluşları bu dönemin ana özelliğidir. Bu dönemde inşâ edilen câmiler: tabhâneli câmiler, tek kubbeli câmiler ve çok kubbeli câmiler olarak üç bölüm hâlinde ortaya çıkmıştır. Dînî ve sosyal bir yapı olan tabhâneli (misâfirhâneli) câmiler, yapı ekseni üzerinde kıble yönünde uzanan, umumiyetle üzerleri birer kubbe ile örtülü geniş bir kemerle birbirine açılan, arka arkaya iki büyük mekan ve iki yanda yapı eksenine paralel sayılan değişen yan odalardan meydana gelmiştir. Girişteki birinci kısım umumiyetle, şadırvanlı ve üstü aydınlık fenerli kubbeyle kapalıdır, ikinci kısım ise, câmi kısmıdır. Tabhâneli câmiler Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında yaygın olarak yapılmıştır. Tek kubbeli câmilerde ise; ön kısımda kare plânlı kubbe örtülü kısım, geride ise üç bölümlü bir son cemâat yeri yer almıştır. Mermer ve çini işlemeciliğinin de bulunduğu bu câmilerin minareleri sırlı tuğla ve çinilerle kaplıdır. Çok kubbeli câmilerde ise; mekan eşit bölümlere ayrılmış, her bölüm bir kubbe ile örtülmüştür. Yapı ekseni üzerindeki her bölüm, aydınlık fenerli bir kubbe veya bir şadırvanla avlu geleneğini yaşatmıştır. Bu devirde yapılan medreseler ise, umûmî olarak dikdörtgen plânlı olup, girişin karşısındaki kenara bitişen kubbeli ve camekanlı olan erkekler bölümü, dört eyvanlı ve dört köşe mekanlı; kadınlar bölümü ise, camekan dışında küçük bir ılıklık ve iki hacimli bir sıcaklık bölümünden meydana gelmiştir. Ticarî maksatlı olarak inşâ edilen avlulu şehir hanları; kare plânlı, iki katlı, alt katı mal ve eşyanın depolandığı revaklı penceresiz mekan, üst katı revakların tekrarlandığı pencereli ve ocaklı odalar hâlinde inşâ edilmiştir. Yapı ekseni üzerinde giriş kanadının karşısında yapıya bitişik enine dikdörtgen plânlı ahır yer almıştır. Alış-verişlerin yapıldığı bedestenler ise, umûmî olarak altı ayak üzerine yerleştirilmiş on dört kubbeli dört kapılı olarak inşâ edilmiştir. Dışta mahzenli dükkânları olan bu yapılarda umumiyetle altmış dükkân ve bu sayıya yakın da mahzen yapılmıştır. Bu dönemde yapılan türbeler ise sekizgen plânlıdır. Yüksek kasnak, yapıya iki kademeli bir görünüş verir. Yapının yüzleri çinilerle veya çeşitli motiflerle kaplıdır. Kapı kanatları ve pencere kapakları Türk ağaç san’atının önemli eserleri arasında yer alır. Bu dönemde inşâ edilen külliyeler; câmi, medrese, mekteb, imâret, şifâhâne, türbe, hamam ve hanları içine almıştır. Bu yapılar belli bir eksen düzeni olmadan, dağınık olarak kurulmuşlar, inşâatta arazinin özellikleri, yüksek ve alçakta kalan alanlar değiştirilmeden kullanılmıştır. Câmi ve medrese yapıları birbirine yakın olarak yerleştirilirken, hamam ve han yapıları bunların uzağına inşâ edilmiştir. Bu dönemdeki mîmâri eserlerde çini, önemli bir süsleme unsuru olarak kullanılmıştır. Geometrik süsleme örnekleriyle, sülüs ve kûfî yazı motiflerinde yer aldığı süsleme örnekleri, umûmî olarak nebatî motiflerden meydana gelmiştir. İstanbul’un fethinden sonra cihân devleti olan Osmanlılar; diğer sahaların yanında, mimarlıkta da üstün eserler verdiler. Üç kıt’aya yayılan ve pek çoğu bugün de yaşamakta olan bu âbide eserler hâlâ Osmanlı medeniyetinin ihtişamını aksettirmektedir. İstanbul’u feth etmekle dünyâ târihinde yeni bir çağ açan Fâtih Sultan Mehmed Han, derhâl İstanbul’un îmârına başladı. Ayasofya’yı kiliseden câmiye çevirip ilk Cuma namazını kıldı. Sahâbe-i kiramdan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (r. anh) kabri üzerine türbe ve yanına Eyyûb Sultan Câmii’ni yaptırdı. Daha sonra Mîmâr Atik Sinân (Sinâneddîn Yûsuf bin Abdullah) ile Mîmâr Ayas’a da Fâtih Câmii’ni ve külliyesini inşâ ettirdi. Fâtih külliyesinde; kütüphâne, 16 medrese, imaret, kervansaray, tabhâne, dârüşşifâ ve hamam bulunuyordu. Yedikule Câmii, Kireç İskelesi Câmii, Şehremini Câmii ve Rumeli Hisarı, Eski Saray (Bugünkü Üniversite merkez binasının yeri), Topkapı Sarayı, üstü kubbe ve kemerle örtülü olan Kapalı Çarşı, Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde yaptırılan mîmârî eserlerden bâzılarıdır. Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında bir çok kütüphâne, medrese, imâret, hamam, çarşı ve kervansaray gibi mîmârî eserler de yaptırıldı. Edirne, Bursa, Amasya, Trabzon ve diğer merkezlerde de mîmârî eserler meydana getirildi. Bu devirde câmiler ve çeşitli hayır binaları şeklinde gelişen mîmârî eserler, şehirlerin merkezî ve hâkim noktalarına yapıldı. Bu eserlerde zarîf, sâde fakat, süzülmüş bir zevk mahsûlü olan çini, mermer, tahta veya sıva üzerine nakış gibi tezyînât ile bedîî değerlerin bir bütün olarak düşünüldüğü görülür. Selâtin Câmii tâbir edilen ve pâdişâhlar tarafından yaptırılan câmilerde bu bütünlük daha iyi göze çarpar. Evliya Çelebi, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından yaptınlan Fâtih külliyesinde yer alan Fâtih hastahânesiyle ilgili şu bilgileri verir: “70 oda 80 kubbelidir. 200 kişi hizmet eder. Hekimbaşı bilginlerdendir. Ayaküstü tedavi edilenler de, yatırılarak tedavi edilenler de vardır. İlâçları bedavadır. Yatanlara çok iyi bakarlar. Zîrâ Allah rızâsı ve pâdişâhın ruhu selâmeti içindir. Vakıfı olan hazret-i Fâtih böyle şart koymuştur. Hastalara, sarılmalı diba kumaş ve ipekten gecelikler giydirirler. İki defa nefis yemek çıkar. Vakıfları o kadar zengindir ki, hastalara en iyi av kuşlarının etlerini yedirirler. Üç bölüktür. Bir bölükte erkekler, diğerinde kadınlar, üçüncüsünde de gayr-i müslimler tedâvî edilirler.” Sultan ikinci Bâyezîd Han zamanında yetişen Mîmâr Hayreddîn ise, Edirne ve İstanbul’da Bâyezîd külliyelerini yaptı. Edirne’nin büyük câmilerinden olan İkinci Bâyezîd Câmii’nin yedi bölümden meydana gelen külliyesindeki dârüşşifâda akıl hastaları; su sesi, psikolojik telkin, meşguliyet ve ilâçla tedâvî edilirdi. Sultan İkinci Bâyezîd Han zamanında Bursa’da, İstanbul’daki Fâtih Câmii’nin küçük bir benzeri olan Emîr Sultan ve Üftâde câmilerinine benzer câmiler yaptırıldı. Amasya’daki Sultan Bâyezîd Câmii’nin kapısı, mihrabı ve minberi üzerindeki yazıların san’at değeri çok kıymetlidir. Külliye hâlinde yaptırılan câminin etrafında, kütüphâne, bedesten, medrese, dârülkurrâ, imârethane, fırın gibi sosyal te’sisler yer almaktaydı. Yavuz Sultan Selîm Han devrinde yetişen ve Acem Ali diye bilinen Mîmâr Alâeddîn Ali Bey tek kubbesiyle İstanbul’daki Sultan Selîm Câmii’ni yaparak Osmanlı mimarisine azamet ve vekarı getirdi. Sekiz senelik kısa bir saltanat dönemi olan Yavuz Sultan Selîm Han, doğu seferleriyle meşgul olmasına rağmen îmâr faaliyetlerinde de bulundu. İstanbul’un fethinden, Mîmâr Sinân’ın mimarbaşı olarak vazîfe aldığı 1535 yılına kadar uzanan dönem, Osmanlı mimarisinin gelişme dönemidir. Bu dönemde câmilerden başka; medrese, hamam, ticarî yapı, türbe, saray, kale ve köprüler yeni üslüblarla inşâ edildi. Kurulan külliyelerle şehircilik alanında yeni görüşler ve değerler ortaya kondu. Bu dönemde merkezî kubbeli câmilerin yanında, tabhâneli (misâfirhâneli) câmiler, tabhâneli câmi özelliği gösteren câmiler, tek kubbeli, çok kubbeli ve çatı örtülü câmiler inşâ edildi. İstanbul’un fethinden Mîmâr Sinân dönemine kadar inşâ edilen medreseler, plân kuruluşları ile daha öncekilerin tekrarıdırlar. Yaygın olarak inşâ edilen geniş U plânlı üç kanatlı medreseler ve avluları ile dikdörtgen bir plân kuruluşu gösteren medreselerde umûmî olarak, kesme taş duvarlarla inşâ edilmişlerdir. Bu dönemde, İstanbul’da Fâtih Câmii’nin dış avlusunu doğudan ve batıdan çevreleyen Semâniye medreseleri dörder yapı olarak aynı eksen üzerinde sıralanmışlar, revaklı avluları ile dikdörtgen plânlı yapılar olarak inşâ edilmişlerdir. İstanbul’un fethinden Mîmâr Sinân’a kadar gelen dönemde inşâ edilen şehir hanları ve bedestenlerde de daha önceki mîmârî özelliklere yer verilmiştir. İki kattı, kare veya dikdörtgen plânlı, revaklı avlulu şehir hanları ve dışta dükkanlı bedestenler aynı esaslarla ancak belirli bir gelişme ile inşâ edilmişlerdir. Şehir hanlarının üst kat revakları kubbelidir. Avlu ortasında ayaklar ve kemerler üzerinde yükselen, altında, şadırvan bulunan mescid yer almıştır. Ahırların bulunduğu ikinci bir avlu da mevcûddur. Bu dönemde inşâ edilen türbeler ise, sekizgen plânlı olup, altta-düz atkılı, üstte hafif sivri kemerli pencereleriyle dikkat çekerler. Ayrı bölümler hâlinde incelenen tabhâneler, imaretler, dârüşşifâlar ve kervansaraylar, külliyelere bağlı yapılar olarak belirli plân kuruluşlarıyla inşâ edilmişler, bir çok külliyede bu yapılara mektebler de ilâve edilmiştir. Mahalle mescidleri, dârülhadîs, dârülkurrâ yapılan ve tekkeler de bu dönemde inşâ edilen yapılardır. Köprüler ve kaleler kendi mîmârî özelliklerini korumuşlar; saraylar ise, belirli bir geleneğe bağlı olarak inşâ edilmişlerdir. Çeşme ve sebiller de, cadde, sokak ve meydanlara yerleştirilmiştir. Bu dönemde meydana getirilen eserler, renkli sır tekniği ve sır altına boyama tekniğindeki çinilerle süslenmiştir. Ağaç işleme san’atı gelişmesini sürdürmüş, kündekârî tekniği ile yapılan eserler, oyma süslemeli sedef, bağa ve fildişi kakma yüzeylerle yeni görünüşler kazanmıştır. Osmanlı Devleti’nin, sınırlarının en geniş hududlara dayandığı, maddî ve manevî bütün sahalarda zirveye ulaşıldığı Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın, 1535’den sonraki döneminde eserleriyle iftihar duyduğumuz, medeniyet âlemine kazandırdığı eserlerle müslüman-Türk’ün dehâsını ortaya koyan büyük dâhi Mîmâr Sinân yetişmiştir. Mîmâr olduğu kadar, sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya da önem veren, devamlı olarak yenilikler peşinde koşan, başarılı bir plânlamacı, dünyâsı gibi âhiretini de gözeten basîret sahibi ihlâslı bir müslüman olan Mîmâr Sinân, san’at değeri çok yüksek mîmârî eserler meydana getirdi. Kendisinden önce gelişen Osmanlı mimarisini erişebileceği en son noktaya çıkarttı. Önce askeri mesleğe giren, burada zenberekçibaşılığa kadar yükselen Mîmâr Sinân, gerek Yavuz Sultan Selîm’in, gerekse Kânûnî Sultan Süleymân’ın bütün seferlerine katıldı. Bu seferlerde köprü kurma vb. maharetlerle çevresinin dikkatini çekti. Lütfi Paşa’nın sevkiyle Kânûnî’ye tanıtıldı. Bu vezirin sadrâzamlığı sırasında 1539’da mîmârbaşılığa getirildi. Devletin sınırlarının uzandığı her yerde; Kırım, Macaristan, Budin, Yunanistan, Tırhala, Bulgaristan, Sofya, Şam ve Halep’te, Mekke-i mükerreme ile Mescid-i Haramda pek çok kıymetli eserler ortaya koydu. Câmiler, mescidler, medreseler, türbeler, su yolları, kemerler, köprüler, hanlar, hamamlar, kervansaray ve saraylar inşâ etti. İstanbul dışındaki eserlerinin tamâmına baş mimar olarak bizzat gidemediyse de nezâret için maiyyetindeki bir hassa mimarını gönderdi. Bu yapılar hep onun çizdiği plânlara göre yapıldı. Mîmâr Sinân vücûda getirdiği eserlerinin çoğunu pâdişâhlar, vezirler, paşalar, ilmiye mensûbları ve hanım sultanların siparişi üzerine yaptı. Kânûnî Sultan Süleymân, oğlu şehzâde Mehmed’in genç yaşta vefât etmesi üzerine, çıraklık dönemi eseri olarak bilinen Şehzâde Câmii ve külliyesini yaptırdı. Mîmâr Sinân, Kânûnî Sultan Süleymân’ın sipârişiyle kalfalık eseri olarak Süleymâniye Câmii ve 18 ayrı binadan meydana gelen Süleymâniye külliyesini, Mekke-i mükerremede medrese, Şam’da câmi ve imâret, Çorlu’da medrese ve imâret, Kefe’de hamam inşâ etmiştir. Kânûnî Sultan Süleymân’ın zevcesi Haseki Hurrem Sultan’ın sipârişiyle bugünkü Haseki külliyesini yaptı. Bu külliyede; câmi, medrese, imâret, dârüşşifâ, mekteb ve şadırvan yer almıştır. Sultan ikinci Selîm Han’ın isteği üzerine ustalık dönemi eseri olan Edirne Selîmiye Câmii’ni ve külliyesini yaptı. Mîmârlık târihinin en muhteşem eserlerinden biri olan Edirne Selimiye Câmii’nden başka, Konya’nın Karapınar kazasında bir câmi ve hamam, Topkapı Sarayı’ndaki mutfak ve kiler mahzenlerini, sultan ikinci Selîm Han’ın Ayasofya hazînesindeki türbesini de Mîmâr Sinân yaptı. Sultan üçüncü Murâd Han’ın pâdişâhlığının ilk on yılında da başmîmar olarak vazife gören Mîmâr Sinân, Pâdişâh’ın emriyle Manisa’da bir külliye inşâ etti. Muradiye Câmii’nin plânını çizdi, fakat yaşı bir hayli ilerlediğinden yerine hassa mimarlarından Mahmûd Ağa’yı gönderdi. İnşâatı bu zât başlattıysa da, vefâtı üzerine yerine tâyin edilen Mehmed adlı başka bir mîmâr tarafından tamamlandı. Üç pâdişâh devrinde mimarbaşı olarak vazife yapan Mîmâr Sinân’a; Lütfi Paşa, Dâmâd Rüstem Paşa, Kara Ahmed Paşa, Semiz Ali Paşa, Sokullu Mehmed Paşa, Hadım Mesih Paşa, Ferhad Paşa, Siyavuş Paşa gibi vezîriâzamlar; Haseki Hurrem Sultan, Mihrimah Sultan, Nurbânü Sultan, Şah Sultan gibi hanım sultanlar; vezirler, paşalar, ilmiye mensûbları ve şeyhler, kalemiye mensûbları (nişancı ve defterdârlar), saray vazifelileri ve diğer şahıslar tarafından pek çok mîmârî eserler yaptırılmıştır. Tezkîret-ül-ebniye adlı eserde Mîmâr Sinân’ın bütün eserlerinin 364 olduğu zikredilmiştir. Büyük bir kısmı İstanbul’da olan bu eserlerinden 84’ü câmi, 52’si mescid, 57’si medrese, 7’si dârülkurrâ, 20’si türbe, 17’si imâret, 3’ü dârüşşifâ, 5’i su yolu, 8’i köprü, 20’si kervansaray, 36’sı saray, 8’i mahzen, 48’i hamamdır (Bkz. Mîmâr Sinân). Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde Mîmâr Sinân’la başlayan mîmârî hamle, sonraki asırda da devam etti. Üsküdar’da Vâlide-i Atik Câmii ve üçüncü Murâd Han’ın vâlidesi Nurbânû Sultan tarafından câmi, medrese, dârülhadîs, dârülkurrâ, hastane, imaret, misafirhane, ilk mekteb ve çeşme yaptırıldı. Mîmâr Dâvûd, Mîmâr Dalgıç Ahmed Ağa’dan başka, Mîmâr Sedefkâr Mehmed Ağa yetişti. Dalgıç Ahmed Ağa’dan boş kalan hassa mîmârbaşılığına, 11 Ekim 1605’de getirilen Sedefkâr Mehmed Ağa, sultan birinci Ahmed Han’ın iltifatına kavuştu. Sultan birinci Ahmed Han yaptırmak istediği muhteşem câmiyi inşâ etmekle, Sedefkâr Mehmed Ağa’yı vazifelendirdi. Sultanahmed Câmii’nin inşâatını yedi senede tamamlayan Mehmed Ağa bu sırada bir çok yapının inşâsını devam ettirdi. Câmiye bitişik kasr-ı hümâyûn, hastahâne, türbe, han, mekteb, sebil, odalar ve dükkanlar sultan birinci Ahmed Han tarafından inşâ ettirildi. Câminin süslemesinde mavi çiniler kullanıldı. Mîmâr Dâvûd tarafından 1598’de temeli atılan sultan üçüncü Mehmed Han’ın annesi Safiye Sultan tarafından Eminönü’nde yaptırılacak olan Yeni Câmii’nin inşâsı on yedinci yüzyılın ortasında sultan dördüncü Mehmed’in annesi Hatice Turhan Sultan tarafından tamamlatıldı. Vâlide Câmii de denilen bu câminin bütün yazılarını meşhur hattatlardan Tenekecizâde İbrâhim Efendi yazdı. Câminin çinileri ise İznik’de yapıldı. On yedinci asır başlarından itibaren, klâsik Osmanlı mimarîsi, Mîmâr Sinân mektebinden ayrılmaya başladı. Bu farklılıklar Sultanahmet Câmii’nde kendisini gösterdi. On sekizinci yüzyılda ise, Mîmâr Sinân tarzındaki sadelikten uzaklaşıp, Selçuk ve İran mimarîlerinde olduğu gibi, devrin zevkine göre gül, lâle, kâse içinde yemişler yapılmak suretiyle süslü bir şekle yer verildi. Topkapı Sarayı Bâb-ı hümâyûn karşısındaki sultan üçüncü Ahmed çeşmesi ve sebili ile Azapkapı ve Bereketzâde çeşmeleri, Tophane’de ve Üsküdar iskele meydanındaki çeşmeler bu asırdaki yeni tarz Osmanlı mimarisinin önde gelen eserleridir. On sekizinci asırda başlayan garblılaşma hareketleri neticesinde Osmanlı mimarisinde de garba yöneliş başgösterdi. Bu asır ortalarından îtibâren Avrupa’daki Barok mîmârisine âid eserler, Osmanlı mîmârisinde de görülmeye başladı. Fakat Osmanlı mîmârları tamamen Avrupalıları taklîd etmeyip millî bünyeden de ilâveler yaptılar. Barok mîmârî tarzına göre yapılan ve 1756’da açılan Nûr-i Osmaniye Câmii, 1763’de sultan üçüncü Mustafa Han tarafından inşâ ettirilen Lâleli Câmii, Üsküdar’daki Ayazma Câmii, Sultan birinci Abdülhamîd Han tarafından yaptırılan Beylerbeyi Câmii bu yeni üslûbun özelliğini taşırlar. Evvelce birinci Abdülhamîd imâretinin köşesinde iken, oraya vakıf hanının yapılması üzerine Soğukçeşme’de Gülhâne Parkı kapısının karşısına yapılmış olan sebil ve çeşme, Aydın’daki Cihânoğlu Câmii, Yozgat’daki Çapanoğlu Câmii ve Gülşehir Kara Vezir Câmii de Barok usûlünde yapılan eserlerdendir. On dokuzuncu yüzyılın başında sultan üçüncü Selîm Han tarafından Nizâm-ı cedîd askeri için Üsküdar’da Selimiye kışlası ve câmii yaptırıldı. Selimiye’nin önemi en başta subay lojmanlarından meydana gelen bir sitesi, hamamı, dükkanları, sıbyan mektebi, kütüphânesi ve matbaasıyla birlikte yapılmış olmasındadır. Bu yüzyılda dînî yapıların yanında, askeri ve sivil yapılarda da önemli bir artış kaydedilmiştir. Kışlalar, hastahâneler, saraylar ve zarif köşkler inşâ edilmiştir. Sultan üçüncü Selîm’in kız kardeşi Hadîce Sultan’ın Defterdârburnu’nda inşâ ettirdiği saray, on dokuzuncu yüzyıl başında meydana getirilen eserlerdendir. Tanzîmât’la her sahada olduğu gibi, mîmârîde de batılılaşma iyice belirginleşmiş, daha önceki devirlerdeki hassa mîmârları ocağının yerine kurulan Ebniye-i hassa müdürlüğü, Umûr-ı ticâret ve nâfia nezâretine bağlanmıştır. Ebniye nizâmnâmesi düzenlenerek îmâr işleri yeni bâzı esaslara bağlandı. Hassa mimarları ocağı kapatıldığı ve mîmârlık eğitimine önem verilmediği için bu asırda yeni ve büyük mimarlar yetişmedi. Büyük ve önemli yapı yatırımlarının meslekî hizmetleri, bir kısmı kendiliğinden İstanbul’a gelmiş, bir kısmı da çağrılmış olan yabancı mimarlar veya yabancı ülkelerde eğitim görmüş gayr-i Müslim mîmârlar tarafından yürütüldü. Mühendislik ve mimarlık alanında ortaya çıkan teknolojik gelişmelerin, yeni malzeme kullanımlarının, yeni yaklaşım ve düşüncelerin belirdiği 19. yüzyıl sonunda sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından mîmâr yetiştirmek için Sanâyi-i Nefîse mektebi (Güzel san’atlar akademisi) açıldıysa da, Avrupa’yı taklidden öteye gidemeyen bu müesseseden de mîmâr yetişmedi. On dokuzuncu yüzyılda; Gümüşsüyü kışlası ve Silâhhânesi, Mecidiye kışlası (Taşkışla), Taksim Topçu Nümûne alayı kışlası; köy ve mahallelerde sıbyan (ibtidâî); kasabalarda, rüşdiye; büyük kasabalarda idâdî; vilâyet merkezlerinde sultanî mektebleri ve darülfünûn ile harbiye veya kuleli gibi askeri okullar yapıldı. Sultan Abdülhamîd Han’ın annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultan 1843’de Yenibahçe’de Bezm-i Âlem Gurâbâ-i müslimîn Hastahânesi’ni yaptırdı. 1843’de Yıldız Parkı girişinde Mecidiye Câmii, 1853’de Dolmabahçe Câmii, aynı yıl Ortaköy Câmii, 1870’de Pertevniyal Vâlide Sultan Câmii yapıldı. Eskiye nisbetle daha küçük plânda yapılan câmilerde tek kubbeli ve kare plânlı ibâdet yerinin yanında, Cuma selâmlığı ve bunun gerektirdiği kalabalık maiyyet için hünkâr mahfeli ayrı bir bölüm olarak ilâve edildi. On dokuzuncu yüzyılda yapılan saraylar, Osmanlı mimarisinin son yapılarıdır. Dolmabahçe sarayı, Yıldız sarayı, Cemile ve Münîre Sultan sarayları, Göksu kasrı, Beylerbeyi sarayı, Çırağan sarayı, Kalender kasrı gibi sarayların büyük kısmı Boğaziçi kıyılarında inşâ edilmiştir. Ihlamur köşkleri, Çağlayan (Kâğıthane) kasrı, Alemdağ köşkü gibi yapılar ise, sayfiye ve mesire yerlerinde yazlık olarak yapılmışlardır. Osmanlı Devleti’nin son yıllarında tamamen Avrupalıların insiyâtifine terk edilen Osmanlı mimarisinde bâzı resmî devlet binaları vücûda getirildi. Haydar Paşa Garı ve İstanbul’daki Büyük Postahâne bu dönemde inşâ edildi. Bu asırda ortaya çıkan betonarme inşâ tarzı mimarlıkta yeni bir çığır açtı. Bu sebeple fazla katlı binalar yapılmaya başlandı. Böylece kendinden önceki İslâm ve Türk mimarisini sentez yaparak gelişen, kendine has üslûb ve plânlar ortaya koyarak zirveye ulaşan Osmanlı mimarisi, on sekizinci ve on dokuzuncu asırlarda Avrupa mimarisinin te’sirinde kalarak, kendi üslûbundan uzaklaşmış, tamamen Avrupaîleşerek Osmanlı Devleti’nin yıkılışıyla son bulmuştur. 1) Büyük Türkiye Târihi; cild-11 sh. 157 2) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım 2, sh. 552 3) Rehber Ansiklopedisi; dîd-12, sh. 124 4) Mimarbaşı Koca Sinân 5) Edirne’de Osmanlı Devri Âbideleri (O. Aslanapa; İstanbul-1949) 6) Türk Mimârî Anıtları (S. Çetintaş, İstanbul-1946) MOHAÇ ZAFERİ Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın 29 Ağustos 1526 târihinde Mohaç ovasında haçlılara karşı kazandığı zafer. Osmanlı Türkleri; Rumeli’ye ayak bastıkları târihten îtibâren, bir buçuk asırdan fazla bir devirde, karşılarında ya hasım veya hasma yardımcı olarak hep Macarları görmüşlerdi. 1521 yılında sefere çıkan Kânûni Sultan Süleymân Han, Belgrad’ı fethederek Macarlara ağır bir darbe indirdi. Kânûnî’nin daha sonra Mısır isyânı ile uğraşmasını fırsat bilen Macar kralı Layoş, Osmanlıları Avrupa’dan atmak için yeni ittifaklar aramaya başladı. Bir taraftan şiî Safevî Devleti ile anlaşmak isterken, diğer yandan Alman imparatoru Şarlken ile dostluk te’sis etti. Osmanlı hakimiyetindeki Eflak ve Boğdan prensliklerini de kışkırtmaya başladı. Bu durum üzerine Macarlara kesin bir darbe vurmak isteyen Kânûnî Sultan Süleymân Han, Rumeli’deki ordu kumandanı ve devlet adamlarına gönderdiği fermanda ilkbahara Sofya’da toplanmalarını bildirdi. Anadolu beylerbeyi Behram Paşa ile Bosna sancakbeyi, Kırım hanı Saadet Giray ve diğer kumandan ve devlet adamlarının da sefere hazırlanmalarını istedi. 1526 baharında bütün hazırlıklarını tamamlayan Kânûnî Sultan Süleymân Han, önce hazret-i Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin, Şeyh Vefâ’nın, dedesi sultan Bâyezid Han’ın ve babası Yavuz Sultan Selim Han’ın türbelerini ziyaret etti. Bunların rûhâniyetlerinden yardım ve duâ istirham eyleyip, onları cenâb-ı Hakk’a vesile yaparak zaferin müyesser olması için Allahü teâlâya yalvardı. 1526 yılı Nisan ayının 23’ünde yola çıkan ordu, Edirne-Filibe-Sofya-Niş üzerinden Belgrad yolunu tâkib etti. Sofya’da, Anadolu askerinin de katılması ile Osmanlı ordusunun kadrosu tamamlandı. Sofya’dan îtibâren sadrâzam İbrâhim Paşa kumandasında öncü kuvvetleri çıkarıldı. Bu sırada Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın üzerlerine yürüyeceğini haber alan Macar kralı bir taraftan savaş hazırlıklarına başlamış, öte yandan Avrupa’nın bütün devletlerine başvurarak yardım etmelerini istemişti. Bu arada Osmanlıların hedefinin Budin olduğunu bilen Macar meclisi, kralı bizzat ordunun başında görevlendirdi. Petervaradin ve Ösek kalelerinin alınmasından sonra Osmanlı ordusu Tuna’yı tâkib ederek yola devam etmek için gemiler üzerine kurulan köprüden Drava nehrini geçerken, Macar öncü kuvvetlerinin saldırısına uğradı. Fakat Osmanlı topçusunun zamanında ateş açması üzerine bu baskın püskürtüldü. Alınan esirler konuşturularak, Macar ordusunun Zigetvar’ın doğusundaki Mohaç ovasında bulunduğu öğrenildi. Osmanlı ordusu hem ağır yürüyor hem de harp tertibatı alıyordu. Sağ kolda vezîriâzam ve Rumeli beylerbeyi İbrâhim Paşa, sol kolda Anadolu beylerbeyi Behram Paşa, merkezde pâdişâh, yeniçeri ağası ve kapıkulu askerleri her seferdeki gibi yerlerini almışlardı. Macar süvarileri birbirlerine zincirlerle bağlı ve atları da talimli olduğundan, hücum edecekleri cepheleri alt-üst edebilirlerdi. Hele 40-50 bin kişilik bir süvârî kuvvetinin önünde durulamıyacagını tecrübeli akıncılar iyi biliyorlardı. Fakat bunların hücumlarının ancak, önlerinden kaçıp, sür’atle gerilerinden ve yanlarından vurmakla önlenebileceğini öğrenmişlerdi. Mohaç sahrasında toplanan harp meclisinde Semendre beyi Yahyâ Paşazade Bâli Bey’in bu tarzdaki îkâz ve tavsiyesi üzerine ordu yeni bir harp nizâmı aldı. Evvelâ ordunun ağırlıkları geride bırakıldı. Savaşta ise, ordunun iki kanadını açarak Macar süvârî kitlesinin içeri alınıp topların önüne çekilerek geriden ve yandan vurulması kararlaştırıldı. Yeniçeriler bu defa geriye alındı. Bunların önlerine zincirle birbirlerine bağlı toplar yerleştirildi. Kapıkulu süvarisi ile Bosna beyi Hüsrev Bey’in deli (akıncı) kuvveti ihtiyatta kalıp ihtiyâç olmadıkça harbe iştirak etmiyeceklerdi. Bu toplantıdan sonra komutanlar, emrindeki kuvvetleri harp meydanına yerleştirerek düzene soktular. Muhârebe öncesi Osmanlı ordusunun mevcudu iki yüz elli bin, Macarlarınki ise iki yüz bin civarında idi. Macar kralı, kumandası altındaki Macarlardan başka, Alman, Leh, Çek, İtalyan ve İspanyollardan mürekkep yetmiş bin kişilik zırhlı şövalyelere de çok güvenmekte idi. Her zamankinin aksine Osmanlı askeri hemen hücuma geçmeyip, yerlerinde kımıldamadan beklediler. Bu durum düşman komutanlarını şaşırttı. İkindi vaktine kadar bekleyen birleşik haçlı kuvvetleri, daha fazla sabredemeyerek hücuma geçti. Macarların gelişini, İngiliz yazarı Fair Fax Dovvney şöyle anlatmaktadır: “... Macar süvârî alayları, başlarında krallık bayrağına sarılmış kral Louis olduğu hâlde, hücuma kalktılar. Zırhlı gömlekli şövalyeler, sanki bir cirit oyununda yarış yerinde geçit yapıyorlarmış gibi, savaş meydanına girdiler... Fevkalâde iyi işlenmiş olan zırhları, her bir atlıyı, müteharrik bir çelik kale hâline getirmişti. Gökte top top olmuş bulutlar, bayrakların, flamaların parlak renklerini sönükleştiremiyor, çelikten göğüs siperlerinin ve at koşumlarının parıltısındaki parlaklığı kararlamıyordu. Bunların karşısında ise gösterişten uzak, sultanlarına tam itaatli, şehid olmayı büyük bir arzu ile bekleyen, yalçın kayalar gibi sert, dudaklarında duâlar eksik olmayan Osmanlı ordusu vardı. Macarlar önce tırıs, sonra dört nala saldırdılar. Sanki çelikten bir çığ, gümbürdiyerek yuvarlandı da, toprak bunun altında sarsıldı. Çatal bayraklar rüzgârla şakırdarken, mızraklar düşmana doğru sivrilmişti. Binlerce at nalının yere vurmasından hâsıl olan korkunç bir uğultunun dalga dalga yayılması ile keskin savaş naraları yükseldi. Ehl-i Sâlib’in ruhu kıyam etmiş, ortalığı sarsıyordu.” Böylece Macarlar bu son Osmanlı plânına vâkıf olmadıkları için, altmış bin kişilik zırhlı süvarileriyle eski Osmanlı plânı zanniyle asıl merkeze hücum ile işi hâlledeceklerini ümit etmişlerdi. Osmanlılar ise Macarları merkeze çekmek suretiyle imha etmek istiyorlardı. Macar kumandanlarından Piyer Pereney ile Papaz Pol Tomori bütün kuvvetleriyle vezîriâzam kumandasındaki Rumeli askeri üzerine hücum ettiler. Osmanlı merkez kuvvetleri plân mucibince geri çekilip düşmanı içeriye aldılar. Anadolu kuvvetlerinin yandan tazyiki ile Macar kuvvetleri daha içeri alınıp, topların önüne getiriliyordu. Bâli Bey kuvvetleri ise, sür’atle düşmanın arkasını çevirerek Macar süvarilerini ikiye ayırdılar. Bundan başka Macarların bizzat kral Layoş kumandasındaki ikinci kolu Anadolu kuvvetleri üzerine yâni Pâdişâh’ın bulunduğu ordugâhın kalbine doğru hücum ettiler. Kendisini muvaffak olmuş gören düşman iyice içeri girdi. Bu arada Pâdişâh’ı esir veya öldürmeye yemin eden Markzali ismindeki şövalyenin kumandasındaki kırk kişilik fedaî müfreze tarafından Pâdişâh’ın üzerine ok yağdırıldığı, hattâ zırhına bir kaç isabet olduğu hâlde sultan Süleymân yerinden kımıldamıyordu. Hattâ Markzali ve iki arkadaşı Pâdişâh’ın yanına kadar gelmeye muvaffak oldu. Kânûnî kılıcını çekerek, bu namlı üç Macar şövalyesini öldürdü. Macarların kral kumandasındaki kuvvetleri de içeriye alınıp topların önüne çekildikten, gerileri de akıncı ve deli kuvvetleri tarafından çevrildikten sonra, üç yüz top birden ateşe başladı. Kendisini muzaffer olmuş sanan Macar ordusu karma karışık bir hâle geldi. Panik başladı. Beraberlikleri kaybolan Macar tümenleri küçük müfrezeler şeklinde kendi başlarına çarpışmaya başladılar. Kânûnî, umûmî kumandaya tamamen hâkimdi. Bir taraftan Bâli Bey, diğer taraftan Hüsrev Bey, Kânûnî’nin emri gereğince iki taraftan kıskacı kapatıyorlardı. Bu andan îtibâren yarım saat içerisinde ortada Macar ordusu diye bir şey kalmadı. Osmanlı kılıcından kurtulabilenler gece karanlığında bilmeyerek bataklığa saplanıp boğuldular. Bizzat kral ikinci Layoş da kendini kurtaramadı ve atıyla beraber bataklığa sürüklenip boğuldu. Bir Fransız tarihçisi Mohaç muhârebesini anlatırken; “Târihte hiç bir savaş gösterilemez ki, Mohaç’da olduğu gibi, bir tek muhârebe bütün bir milletin istikbâlini asırlar boyunca ortadan kaldırsın!..” demektedir. Gerçekten de Mohaç zaferinin neticesi pek mühim olmuş, 637 yıllık büyük Macar krallığı târih ve siyâsî coğrafyadan silinmiştir. Zaferin diğer bir parlak cephesi ise, Türk zayiatının pek az olmasıdır. Osmanlı târihlerine göre Türk şehîdleri çok az idi. Yaralılar ise bir kaç bini geçmiyordu. Buna mukabil düşmandan kaçıp kurtulabilenler hemen hemen hiç yoktu. Cihân târihinin en kesin imha muhârebelerinden olan Mohaç zaferinin kazanılması, birinci derecede başkumandan olarak Kânûnî Sultan Süleymân’a, ikinci olarak Bâli Bey’e aitti. 31 Ağustos’ta yâni muhârebeden iki gün sonra, Mohaç sahrasında Türk ordusu muazzam bir geçit resmi yapmış ve muzaffer başkumandanını selâmlamıştır. Ertesi gün 1 Eylül’de Pâdişâh, akıncılar başta olmak üzere, orduya Macaristan’ın ve başkent Budin’in fethini emretmiş, halkın esir alınmasını ve yağmayı menetmiştir. Nitekim Mohaç savaşı ile Orta Avrupa’nın açılan kapısından giren Osmanlı ordusu, 3 Eylül sabah namazından sonra, Tuna’nın batı kıyısından kuzeye doğru hareket etmek suretiyle, Macaristan’ın fethine giriştiler. BİR TEK OT KOPARMADILAR! J. Michelet adlı Fransız yazarı, Mohaç seferine giden ordudaki disiplini ve mükemmelliğini, hayranlıkla şöyle belirtiyor: “... Başta Yavuz Sultan Selîm Han ve Kanunî Sultan Süleymân Han olmak üzere bir çok pâdişâh devrinde, Türkler, hıristiyanlara harpte itidal ve zaferde yumuşaklık göstermeyi öğretmişlerdi. 1526’da 200.000 kişi, ekilmiş tarlalara ayak basmadan ve bir tek ot koparmadan, yaya olarak ülkeyi bir baştan öbür başa kat etmiştir.” ÖLÜRSEK ŞEHÎD, KALIRSAK GÂZÎ! Kânûnî Sultân Süleymân, gece geç vakitlere kadar namaz kılıp, secdede göz yaşı dökerek Allahü teâlâya yalvardı. Askerinin muzaffer olması için Yâsîn-i şerifler okuyarak, âlim ve evliyâyı cenâh-ı Hakk’a vesile eyledi. 29 Ağustos 1526 sabahı, namazdan sonra birlikte yerlerini aldılar. Pâdişâh zırhlı elbisesini giymiş ve bir ak ata binmişti. Başında bir tolga ve tolganın üzerinde de üç sorguç görülüyordu. Savaş kıyafeti ile orduyu son bir defa teftiş etti. Dalgalanan şanlı sancak altında, ellerini gök yüzüne açarak yaşlı gözlerle; “Yâ Rabbî! Kudret ve kuvvet senden! İmdât ve himaye senden! Ümmet-i Muhammed’e yardım et” diye duâ etti. Bütün mücâhidler, Pâdişâh’ın bu duâsına “Âmîn!..” dediler. Sonra mücâhid Gâzilerine dönerek; “Ey şu mübarek sancak-ı şerîf (sevgili Peygamberimizin sancağı) altında toplanan müslümanlar!.. Ey yeniçeriler, azaplar, sipahiler!.. Humbaracılar, çarhacılar, akıncı beylerim!.. Erlerim, erenlerim, askerlerim! Cümle âlem bilir ki, müslümanlar, yalnız ve sâdece Allah rızâsını kazanmak için cenk ederler. İşte biz buralara kadar, İslâm dîninin yayılmasını engelemek isteyen fitnecilerle savaşmaya geldik. Ölürsek şehîd, kalırsak gâzi... Gayri göreyim sizi...” deyince, gâzileri coşkun bir yiğitlik dalgası ve alev alev yakan bir îmân rüzgârı sardı. 1) Târih-i Peçevî; cild-1, sh. 113 2) Mohaç Meydan Muhârebesi (Geza Perjes, çev. Şerif Baştav, Ankara-1988) 3) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 324 4) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 115 5) Büyük Türkiye Târihi; cild-3, sh. 353 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 178 7) Kânûnî ile 46 Yıl; sh. 29 8) Münşeât-us-selâtîn; cild-1, sh. 569 MOLLA FENÂRÎ Osmanlı Devleti’nin ilk şeyhül-islâmı. Adı Muhammed, lakabı Şemsüddîn olup, babasının ismi Hamza’dır. 1350 (H. 751) senesi Safer ayında Fenâr köyünde dünyâya geldi. Bu köyde doğduğundan veya babasının fenercilik san’atıyla meşgul olmasından Fenârî nisbesiyle meşhur oldu. Ömrünü dînine ve devletine hizmetle geçirip, 1431 (H. 834) senesi Receb ayında Bursa’da vefât etti. Kabr-i şerifi Bursa’da, Keşiş dağı eteğindeki Maksem adı verilen semtte yaptırdığı mescidin yanındadır. Câminin yanında bir medresesi ve pek çok hayır eseri vardır. Molla Fenârî, aklî ve naklî ilimlerde zamanın bir tanesi idi. Alâüddîn-i Esved’den, Cemâleddîn Aksarâyî’den ve Mısır’da Ekmelüddîn-i Bâbertî’den ilim tahsil etti. Babasından ve Somuncu Baba diye meşhur büyük evliyâ Şeyh Hamîdüddîn-i Kayserî’den de tasavvuf marifetlerini elde etti. Din ilimleri yanında, fizik, matematik, astronomi ve diğer fen ilimlerinde de üstün bir dereceye yükseldi. Tahsilini tamamladıktan sonra Anadolu’ya dönerek, Bursa’ya yerleşti. Müderrislik ve kâdılık yaptı. Sultan İkinci Murâd Han’ın iltifat ve teveccühlerine kavuştu. Sultan onu, müftîlik ve kâdılık makamının en yüksek derecesi olan şeyhülislâmlık vazifesine tâyin etti. Pâdişâh’ın her hususda en has müşaviri oldu. Herkesin hürmet ve takdirini kazandı. Sultan Yıldının Bâyezîd ve Çelebi Sultan Mehmed Han zamanında Bursa’da çok talebe okutup binlerce âlim yetiştirdi. Adı ve şöhreti her tarafa yayıldı. Sultanlar, kumandanlar ve büyük âlimler kendisine hürmet ve itibâr gösterdiler, ilim ve irfan taleb edenler, her taraftan koşarak gelip, onun derslerine devam ettiler. Molla Fenârî (r.aleyh) ders okutma yanında fetva işlerini ve Bursa kâdılığını da yürüttü. Molla Fenârî bir ara Bursa’dan Konya’ya gitti. Karaman Beyi ona çok ihsân ve iltifatlarda bulundu. Ders okutması için ricada bulundu. Bir müddet orada ders verip, Yâkûb-i Asfâr ve Yâkûb-i Esved gibi, ilimde yüksek derecelere ulaşan talebeler yetiştirdi. Molla Fenârî 1419 (H. 822) yılında bir defa Hicaz’a gidip hac yaptı. Hacdan dönerken Mısır sultânı Melik Müeyyed, memleketinde kalarak ders vermesini rica etti. Bir müddet kalıp bir çok ulemâ ve evliyâ ile sohbet, ilmî müzâkere ve fikir alış verişinde bulundu. Bu yolculuğu esnasında Kudüs-i şerifi ziyaret etti; daha sonra Çelebi Sultan Mehmrd Han’ın daveti üzerine Bursa’ya geldi. Bu haccında Medîne-i münevverede iken orada vefât eden büyük velî Şâh-ı Nakşibend’in halîfesi Muhammed Pârisâ’nın cenaze namazında bulundu. Molla Fenârî hazretleri Bursa’da ilim öğretme yanında kazzâzlık (ipekçilik) yaparak nafakasını te’min etmeye çalıştı ve kazancı ile çok hayrat ve hasenatta bulundu. Kale’de, Manastır mahallesinde ve Debbağlar semtindeki mescidler yanında, Pınarbaşı’ndaki Dârülhadîs onun yaptırdığı eserlerdendir. Kudüs’de de bir medreseyi satın alıp masraflarını Anadolu’da yaptığı vakıfların gelirinden karşılamıştır. Molla Fenârî, Bursa’da inşâ ettirilen Ulu Câmii’nin açılışında bulundu. Câminin açılışında ilk Cuma hutbesini okuyan hocası Hamîdüddîn-i Kayserî’nin duâ ve iltifatına kavuştu. Molla Fenârî, İskender Târihi’ni nazm eden Mevlânâ Ahmedî ve tıb ilminde Şifâ kitabının sahibi tabîb Hacı Paşa ile birlikte Mısır’da Ekmelüddîn-i Bâbertî’nin huzurunda ders arkadaşı idiler. Bir gün bir evliyâyı ziyarete gitmişlerdi. Evliyâ zât onlara bakıp; Mevlânâ Ahmedî’ye; “Sen vaktini şiire harcarsın.” Hacı Paşa’ya; “Sen ömrünü tıbda harcarsın.” Molla Fenârî’ye de; “Sen de ömrünü din yolunda harcar ilim ve takvayı birlikte bulundurursun” buyurdu. Gerçekten buyurduğu gibi oldu. Molla Fenârî, Karaman Beyi’nin kızı Gül Hâtûn ile evlenmiş olup, iki oğlu iki kızı olmuştur, iki oğlu da kendisi gibi âlim olarak yetişmişler, onlar da Bursa’da kâdılık yapmışlardır. Onun soyundan gelen Ali bin Yûsuf İstanbul-Aksaray’da Vatan Caddesindeki kiliseyi câmi yapmıştır. Îsâ Efendi câmiye çok vakıf yaptığından, Fenârî Îsâ Mescidi denilmiştir. Bu zât Bursa’da kâdı iken 1497 yılında vefât etmiştir. Ahfadından (torunlarından) Muhyiddîn bin Muhammed Fenârî, Osmanlı Devleti’nin on üçüncü şeyhülislâmı olmuştur. O da Beykoz’a bağlı Dereseki köyünde ve Rumeli hisarında birer mescid yaptırmış, 1547 yılında vefât etmiştir. Kabri Eyyûb Sultan’dadır. Molla Fenârî hazretlerinin eserleri pek çok olup bunlardan bâzıları şunlardır: 1- Ayn-ül-a’yân: Fâtihâ sûresinin tefsiridir. 2- Füsûl-ül-bedâyî’ fî usûl-is-serâyî’: Fıkıh usûlüne dâir olup, otuz senede tamamlanmıştır. 3- Îsâgûcî Şerhi: Mantık ilmine dâir bir günde yazdığı çok kıymetli şerhtir. Bu eserine birgün sabahleyin başlamış güneş batarken bitirmiştir. Bu mantık kitabı Osmanlı medreselerinde uzun zaman ders kitabı olarak okutulmuştur. 4- Enmûzec-ül-ulûm: Yüze yakın ilme âid mes’eleleri ihtiva eden ansiklopedik bir eserdir. Bu eser oğlu Muhammed Şâh tarafından şerhedilmiştir. 5Ferâiz-i Sirâciyye Şerhi, 6- Şerh-i Mevâkıf üzerine Ta’lîkât, 7- Esâs-üt-tasrîf, 8Risâletünn menâkıb-iş-Şeyh Behâüddîn-i Nakşibend, 9- Şerhu Fevâid-il- Gıyâsiyye, 10- Şerh-uî misbâh, 11- Hâşiyetün alâ Şerhây-is-Seyyid ves-Sa’d lil Miftâh, 12- Uveysât-ül-efkâr fî ihtiyari ülil-ebsâr: Aklî ilimlere dâir olup, fen ilimlerinde zor problemlerin çözüm şekillerine karşı itirazları İnceler. 13- Mukaddimetüs-salât. TÂHÂ SÛRESİNİ TEFSİR EYLE! Molla Fenârî (r. aleyh), tasavvufta Zeyniyye tarîkatine mensûb idi. Çok kerâmetleri görüldü. Ömrünün sonlarına doğru gözlerine perde geldi. Göremez oldu. Bir gece rüyasında Resûlullah efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz ona; “Tâhâ sûresini tefsir eyle” diye buyurdukta; “Yüksek huzurunuzda Kur’ân-ı kerîmi tefsir etmeye gücüm olmadığı gibi, gözlerim de görmüyor” demişti. O zaman, âlemlere rahmet olan Resûlullah efendimiz mübarek hırkasından bir kaç pamuk ipliği çıkarıp, mübarek ağız suyu ile ıslattıktan sonra gözleri üzerine koymuştu. Molla Fenârî uyanıp pamuğu gözlerinin üzerinde bulmuş, kaldırınca görmeye başlamıştı. Allahü teâlâya hamd ve şükür etmiş, bu iplikleri saklayıp vefâtında gözleri üzerine konmasını vasiyet etmiştir. Gözlerinin açılmasının bir şükrânesi olarak 1429 (H. 833) yılında Şam yolu ile ikinci defa hacca gitmiştir. 1) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 3 2) Şakâyık-ı nu’mâniyye tercümesi; sh. 47 3) Bugyet-ül-vu’ât; cild-1, sh. 97 4) Fevâid-ül-behiyye; sh. 167 5) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-5, sh. 3436 6) Miftâh-us-seâde; cild-2, sh. 124 7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1060 8) Kıyamet ve Âhiret; sh. 123 9) Eshâb-ı kiram; sh. 339 10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 293 11) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh. 328 MOLLA GÜRÂNÎ Osmanlı Devleti’nin dördüncü şeyhülislâmı ve Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hocalarından. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî olup, lakabı Şerefüddîn ve Şihâbüddîn’dir. 1410 (H. 813) yılında Suriye’nin Gürân kasabasına bağlı bir köyde doğdu. Doğduğu yere nisbetle Gürânî denildi. 1488 (H. 893) yılında İstanbul’da vefât etti. Kabr-i şerifi Aksaray-Topkapı arasındaki kendi yaptırdığı câminin önündedir. Molla Gürânî, daha küçük yaşta iken kendi memleketinde ilk tahsilini yaptı. Bundan sonra Bağdâd, Diyarbakır, Hıms ve Hayfa şehirlerine ve on yedi yaşında da Şam’a gidip, tanınmış âlimlerin derslerine devam ederek ilmini arttırdı. Şam’dan Kâhire’ye gitti ve o devrin en meşhur âlimi İbn-i Hacer Askalânî’den hadîs ve fıkıh ilmine dâir eserler okudu. Bu hocasından okuduğu eserler arasında Sahîh-i Buhârî ve fıkıh ilminde meşhûr eserler vardı. Molla Gürânî bu minval üzere tahsilini tamamladıktan sonra; tefsir, kıraat, hadîs ve fıkıh ilimlerinde değerli bir âlim olarak yetişti. Yavaş yavaş tanınmaya ve Kâhire’deki medreselerde ders vermeye başladı. Memlûk Devleti hükümdar ve devlet ileri gelenlerinin kurdukları ilim meclislerine katılıp, münazaralara girdi. İlmi ve fesahati, güzel konuşmasıyla dikkat çekip tanındı. Hattâ Kâhire’de herkese açık bir ders de verdi. Dersini dinleyen âlimler, onun ilimdeki üstünlüğünü takdir ettiler. Sahîh-i Buhârî’yi gayet güzel bir maharetle okuttuğunu bizzat görüp şâhid olan hocası İbn-i Hacer Askalânî ona icazet verdi. Bundan sonra hayâtının bir bölümünü Kahire ve Şam taraflarında geçirip Anadolu’ya geldi. Anadolu’ya gelişi, hayâtında başka bir safha olmuştur. Molla Gürânî’nin Anadolu’ya gelişi şöyle vuku bulmuştur: O devrin meşhur Osmanlı âlimlerinden Molla Yegân hacca gittiğinde, Kâhire’ye uğradı. Orada Molla Gürânî’yi tanıyıp, onun dîne bağlılığını ve ilimdeki yüksek derecesini görünce, Anadolu’ya getirmek istedi. Lütuf ve iltifat göstererek beraber gelmesini söyledi. O da bu teklifi kabul ederek, Molla Yegân ile birlikte geldi. Meşhur âlim Molla Yegân, hacdan döndüğünde sultan İkinci Murâd Han’ın otağına gidip, bir sohbet yaptı. Sohbet sırasında Pâdişâh; “Gezip gördüğün yerlerden bize ne armağan getirdin” diye sordu. Bunun üzerine Molla Yegân; “Tefsir, hadîs ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim” diyerek hiçbir milletin kültür târihinde görülmeyen durumu bildirdi. “Şimdi nerededir?” deyince; “Dışarıda beklemektedir” cevâbını verdi. Bunun üzerine Pâdişâh, onu içeri getirmelerini söyledi. Molla Gürânî içeri girip selâm verdi. Sohbet sırasında Molla Gürânî’nin konuşması ve hâli, Pâdişâh’ın hoşuna gitti. Onu hemen dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzi’nin eski kaplıcadaki medresesine müderris olarak tâyin etti. Daha sonra da Yıldırım Medresesi’ne müderrislikle vazifelendirildi. Bir müddet de bu vazifede kalan Molla Gürânî, sultan İkinci Murâd Han’ın oğlu şehzâde Mehmed’in, yâni Fâtih’in yetiştirilmesi ile görevlendirildi. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın, yetişmesinde, Molla Gürânî’nin büyük emeği geçti. Bu bakımdan Fâtih, şehzâdeliğinden beri hocasını çok sever, saygı ve hürmette kusur etmezdi. Babası ikinci Murâd’dan sonra tahta geçen Fâtih Sultan Mehmed Han, Molla Gürânî’yi vezir yapmak istedi. Molla Gürânî bu teklifi kabûl etmeyip; “Huzurunuzda, size devlet işlerinde çok hizmet edenler vardır. Onların ciddî çalışmaları; vezirliğe, sadrâzamlığa kavuşmak ideallerine bağlıdır. Veziriniz onlardan başkası olursa, kalbleri muğber olur ve sultânımıza zarar gelir” dedi. Sultan bu sözü beğendi ve onu kazasker yapmak istediğini bildirince, bunu kabul etti. Ayrıca müderrislik görevini de yürüttü. Daha sonra, evkaf idaresi ve kâdılık vazîfesi ile Bursa’ya gönderildi. Bursa’da bir müddet hizmet etti. Daha sonra bâzı sebeplerle Anadolu’dan ayrılıp, Mısır’a gitti. Molla Gürânî Mısır’a vardığında, Mısır sultânı Kayıtbay’dan tam bir kabul ve pek çok ikrâm, hürmet gördü. Bir müddet sonra Fâtih Sultan Mehmed Han, Mısır sultânı Kayttbay’a, Molla Gürânî’yi göndermesini rica etti. Kayıtbay, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın bu ricasını Molla Gürânî’ye bildirerek; “Gitme, ben sana onunkinden daha çok ikrâm ve ihtiram ederim” dedi. Molla Gürânî; “Evet inanıyorum, sizden çok fazla ikrâm gördüm. Ancak, benimle onun arasında baba ile oğul arasındaki gibi büyük bir sevgi vardır. Aramızdaki bu hâdise ise, bir başka şeydir. Bu sebepten tabiî olarak ona meyledeceğimi bilir, Eğer ona gitmezsem sizin tarafınızdan gönderilmediğimi zanneder ve aranıza düşmanlık girebilir” cevâbını verdi. Bu cevâbı çok beğenen sultan Kayıtbay kendisine çok para ve yolda lâzım olabilecek eşyaları verip, büyük hediyelerle Fâtih Sultan Mehmed Han’a gönderdi. Molla Gürânî İstanbul’a gelince, Sultan ona çok hürmet gösterip, ikinci defa Bursa kâdılığına, sonra yeniden kazaskerliğe tâyin etti. Müderrislik ve eser yazmakla meşgul olan Molla Gürânî, 1480 (H. 885) senesinde şeyhülislâmlık makamına getirildi. Fâtih Sultan Mehmed Han ona; maaş, hizmetçi ve diğer yardımları yanında pek çok hediye vererek, ikrâm ve hürmet gösterdi. Sekiz sene şeyhülislâmlık yaptı ve hakka, adalete uymakta titizlik göstererek, gayet güzel bir şekilde vazifesini yerine getirdi. Fâtih Sultan Mehmed Han’a çok nasihat eder, işlerinde yardımcı olurdu. Ona karşı duyduğu samîmi sevgi ve alâka sebebiyle, yeri geldikçe tenkîd etmekten, uyarmaktan çekinmezdi. Hattâ giydiği ve yediği şeylere dikkat etmesinde, dâima dînin emirlerine uygunluk isterdi. Nasîhatlerini sert sözlerle söylemekten çekinmezdi. Molla Gürânî; heybetli, vakur, sarsılmaz bir ilim haysiyet ve ahlâka sâhib idi. Uzun boylu, doğru ve açık sözlü idi. Vezirleri adlarıyla çağırır, Sultan’ın huzuruna girince, yüksek sesle selâm verip müsâfeha yapardı. Davet edilmedikçe ve bayram günlerinden başka zamanlarda saraya gitmezdi. Müderrislikten resmen ayrıldıktan sonra da ilim öğretmeye devam etti. Pek çok âlim yetiştirdi. Günlerini ders vermek, kitap yazmak ve ibâdetle geçirirdi. Çok hayır ve hasenat yapmıştır. Vakıf olarak; dört câmi, bir dârülhadîs medresesi ile bir hamam ve binalar yaptırmıştır. Molla Gürânî, vefât ettiği senenin bahar mevsiminde bir bahçe satın aldı. Kışa kadar o bahçede kaldı. Vezirler haftada bir bu bahçeye ziyaretine gelirlerdi. Kış geldiğinde iyice hâlsizleşti. İstanbul’daki konağına göçtü. O günlerde sabah namazını kıldıktan sonra, kendisine bir yatak hazırlanmasını istedi. Yatak hazırlandı. Kuşluk namazını kıldıktan sonra kıbleye dönerek, sağ yanı üzerine yattı. O gün, kendisinden Kur’ân-ı kerîm ve kıraat ilmini öğrenen hafızların, yanında toplanmasını istedi. Bu arzusu yerine getirildi. Yanına toplanan talebelerine; “Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamanı bu gündür, ikindi vaktine kadar benim üzerime Kur’ân-ı kerîm okumaya devam ediniz, ikindiden fazla uzamaz” dedi. Talebeleri, Kur’ân-ı kerîm okumaya başladılar. Durumu öğrenen vezirler de yanına geldi. Bunlar arasında bulunan Dâvûd Paşa, Molla Gürânî hazretlerini çok sevdiği için hâlini görünce dayanamayıp, ağlamaya başladı. Molla Gürânî bu hâli görünce; “Niye ağlar durursun ey Dâvûd!” dedi. Dâvûd Paşa; “Sizi böyle zayıf görünce kendimi tutamadım” cevâbını verdi. Bunun üzerine; “Ey Dâvûd! Kendi hâline ağla! Ben dünyâda rahat ve huzur içinde yaşadım. Allahü teâlâdan ümîdim odur ki, ömrümün sonunda ve son nefesimde de selâmet üzere olurum” dedi. Sonra vezire dönüp; “Benden Bâyezîd’e (ikinci Bâyezîd Han) selâm söyleyin, namazımı bizzat kendisi kıldırsın ve borçlarımı, defnimden önce ödesin” dedi. Sonra; “Size vasiyetim olsun! Beni kabrin yanına koyunca, ayağımı tutun ve beni kabrin başına çekin, sonra kabre koyun” dedi. Öğle namazını îmâ ile kıldı. Sonra; “İkindi ezanı ne zaman okunacak?” dedi. İkindi vakti gelince, müezzinin ezan okumasını bekledi. Müezzin, Allahü ekber diye ezan okumaya başlayınca, Molla Gürânî hazretleri; “Lâ ilâhe illallah...” diyerek vefât etti. Sultan ikinci Bâyezîd Han, namazında bulundu ve borçlarını ödedi. Cenaze namazı çok kalabalık olup, İstanbul ahâlisi bu büyük âlimin vefâtına ziyadesiyle ağladı. Cenazesi kabrin başına getirilince vasiyetine rağmen kimse ayağından tutup çekmeye cesaret edemedi. Cenazesini bir hasır ile kabrin yanına çektiler ve kabre indirip defnettiler. Arabca kaynaklarda, Diyâr-ı Rum yâni Anadolu’nun âlimi olarak zikredilen Molla Gürânî, kıymetli eserler yazmış olup, eserleri şunlardır: 1- Gâyet-ül-emânî fî tefsîr-i Seb’ilmesânî, 2- El-Kevser-ül-cârî alâ riyâd-il-Buhârî: Hadîs-i şerîf kitaplarının en kıymetlisi olan Sahîh-i Buhârî’ye yazdığı şerhdir. 3- Keşf-ül-esrâr an kirâat-ileimmet-il-ahyâr, 4- Şerh-i cem’ul-cevâmî: Usûl-i fıkha dâirdir. 5- Aruz ilmiyle ilgili bir kasîde. ŞEHZÂDE DÖVEN HOCA! Sultan İkinci Murâd Han, oğlunun (Fâtih’in) yetişmesi ve eğitilmesi için pek çok âlimi ona hoca olarak göndermişti. Fakat şehzâde Mehmed, zekî ve celalli olduğundan, giden hocalar onu bir türlü derse yanaştıramamıştı. Bu sebeble pâdişâh ikinci Murâd Han, oğlunu yetiştirecek heybetli bir muallim arıyordu. Molla Gürânî’nin heybetli ve vakur bir âlim olduğunu görerek onu bu işe tâyin etti. Oğlunun iyi bir eğitimden geçmesini istediğini söyleyip, gerekirse dövebileceğini de işaret etti. Bunun Üzerine Molla Gürânî, Manisa’ya gönderildi. Molla Gürânî, şehzâde Mehmed’in (Fâtih’in) yetişmesi için ders vermeye başladı. Gördüğü gevşeklik karşısında, vakur ve sert tutumuyla, şehzâdenin hırçınlığını yatıştırdı. Hattâ ders sırasında; “Darabtühû te’dîben” (terbiye etmek, eğitmek için onu dövdüm) mânâsındaki Arabca cümleyi dil bakımından incelettirdi, tahlil ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında şehzâde Mehmed derslere devam edip, kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi hatmetti ve ilim öğrendi. Pâdişâh ikinci Murâd Han, oğlu şehzâde Mehmed’in Kur’ân-ı kerîmi hatmettiğini öğrenince, çok sevinip, hocası Molla Gürânî’ye çok mikdârda hediye gönderdi. 1) Mu’cem-ül-müellifin; cild-1, sh. 166 2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1038 3) Ed-Dav-ül-lâmi’; cild-1, sh. 241 4) Şakâyik-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdi Efendi); sh. 102 5) Tabakât-üs-seniyye fî terâcim-il-hanefiyye; cild-1, sh. 280 6) Brockelmann; Sup-2, sh. 319 7) Devhat-ül-meşâyih; sh. 10 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 185 9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 188 MOLLA HÜSREV Osmanlı Devleti’nin üçüncü şeyhülislâmı ve Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hocası. İsmi, Muhammed bin Ferâmuz bin Ali Rûmî’dir. Sivas ile Tokat arasındaki Kargın köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası bir Fransız subayı iken müslüman olmuş, kızını Osmanlı emirlerinden Hüsrev adında bir zâta vermiştir. Babasının vefâtı üzerine eniştesi Hüsrev Bey’in yanında yetişti ve Hüsrev Kaynı diye çağırıldı. Daha sonra kayını kelimesi de kaldırılıp Molla Hüsrev adıyla meşhur oldu. 1480 (H. 885) yılında İstanbul’da vefât etti. Cenaze namazı, Fâtih Câmii’nde kılındıktan sonra Bursa’ya götürülüp Emir Sultan’ın doğusunda kendi yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi. Mezar taşında; “Menbâ-ı ilm-ü hüner, Vâris-i ulûm-i Hayr-ul-beşer, Fâzıl-ı hurşîd-i eser Sâhib-üd-Dürer vel gurer Mevlânâ Muhammed Hüsrev” yazılıdır. Molla Hüsrev, Burhâneddîn Haydar Hirevî ve zamanın diğer âlimlerinden ilim tahsîl etti. Tahsilini tamamladıktan sonra, Edirne’de Şah Melik Medresesi’nde sonra da kardeşinin vefâtıyla boşalan Çelebi Medresesi’nde müderrislik yaptı. Sultan İkinci Murâd Han devrinde Varna savaşından önce 1429 yılında kazaskerliğe tâyin edildi. Molla Hüsrev, Fâtih Sultan Mehmed Han tahta geçince de bu vazifeye devam etti. Sultan İkinci Murâd Han memleketi iç ve dış huzura kavuşturduktan sonra tahttan çekilmiş, yerine oğlu Fâtih Sultan Mehmed’i oturtmuştu. Ancak düşmanlar, sultânı çocuk yaşta görüp sefer hazırlıklarına başladılar. Bunun üzerine ikinci Murâd Han tekrar tahta geçti ve Fâtih Sultan Mehmed’i Manisa’ya gönderdi. İlim adamlarının çoğu birer bahane ile Manisa’ya gitmek istemediler. Molla Hüsrev kazaskerlikten istifa ederek şehzâde ile birlikte Manisa’ya gitmeye karar verdi. Fâtih onun bu karârını duyunca; “Vazifenize devam edin, zira memleketin size ihtiyâcı var” dediyse de Molla Hüsrev; “Tahttan ayrılıp Manisa’ya giderken, sizi yalnız bırakmam uygun olmaz. Müsâde buyurun geleyim” diyerek samimiyetini bildirdi ve birlikte Manisa’ya gitti. Fâtih Sultan Mehmed bu muhterem âlimden çok istifâde etti. Daha sonra Fâtih tahta geçince, Molla Hüsrev de Sultan’ın yanına geldi. İstanbul’un fethinden sonra Galata ve Üsküdar kâdılıklarına tâyin edildi. Bu arada Ayasofya Müderrisliğini de yürüttü. Bir ara Bursa’ya gidip medrese kurdu ve ilim öğretmekle meşgul oldu. Bu sırada Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından İstanbul’a davet edilen Molla Hüsrev, ikinci Osmanlı şeyhülislâmı Fahreddin-i Acemi’nin vefâtı üzerine 1460 yılında şeyhülislâmlığa tâyin edildi. Molla Hüsrev, devletin bu en üstün ve en şerefli fetva makamında yirmi sene adalet ve hakkaniyetle vazife yaptı. Molla Hüsrev, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın takdir ve iltifatına kavuştu. Fâtih, Molla Hüsrev’den söz ettiği zaman; “Zamanımızın Ebû Hanîfesi’dir” diyerek teveccüh ve sevgisini belirtirdi. Bir düğün yemeğinde hocası Molla Gürânî’yi sağ yanına Molla Hüsrev’i sol yanına alarak, iltifatta bulunmuştu. Molla Hüsrev orta boylu, gür sakallı, kıymetli elbise giyen, heybetli, tevazu sahibi bir zât idi. Güzel ahlâk, vakur, yüksek ilim ve İslâm dînine uymaktaki titizliğiyle halkın ve devlet adamlarının sevgisini kazandı. Bu büyük, âlim yalnızlığı ve kendi işini kendisi görmeyi severdi. Konağında hizmetçileri olduğu hâlde hiç bîrini kendi hizmetinde kullanmaz odasını kendi süpürür, lâmbasını kendi yakardı. Molla Hüsrev bir çok talebe yetiştirdi. Fıkıh âlimi ve şâir olarak şöhret yaptı. Önceki âlimlerin kitaplarından her gün iki yaprak yazmayı âdet hâline getirmişti. Vefât ettiğinde kendi el yazılarıyla yazılmış pek çok nefis eserler görüldü. Ömrünü ilim öğretmek ve yazmakla geçiren Molla Hüsrev’in kıymetli eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- Ed-Dürer-ül-hükkâm fî şerhi Gurer-il-ahkâm: Fıkıh ilmine dâir olan ve sık sık müracaat edilen bu en önemli eseri, asırlardır Osmanlı medreselerinde şerhleri ile beraber ders kitabı olarak tâkib edilmiştir. Molla Hüsrev’in 1477 yılında Fâtih Sultan Mehmed Han’a takdim ettiği bu eserin asıl nüshası İstanbul Köprülü Kütüphânesi’nde mevcûddur. 2- Şerh-ul-Miftâh, 3- Şerh-ut-Telvih, 4- Şerh-i Usûl-ül-Pezdevî, 5Hâşiyetü evâil-i Tefsîr-i Kâdı Beydâvî, 6- Hâşiyet-ü Mutavvel li-Teftâzânî, 7Mir’ât-ülusûl fî şerh-i mirkât-il-Vüsûl, 8- Nakîd-ül-efkâr fî redd-il-enzâr, 9Şerh-u Telhîs-il-miftâh lil-Kazvînî. 1) Devhat-ül-meşâyih; sh. 8 2) Ed-Dav’ul-lâmî; cild-8, sh. 279 3) Şâkâyık-ı nu’mâniyye tercümesi; sh. 135 4) Şezerât-üz-zeheb; cild-7, sh. 342 5) Fevâid-ül-behiyye; sh. 187 6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1038 7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 302 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 186 MONDROS MÜTÂREKESİ Birinci Dünyâ harbinden sonra Osmanlı Devleti’yle İtilâf devletleri arasında 30 Ekim 1918’de Limni adasındaki Mondros limanında demirli bulunan Agememnon İngiliz zırhlısında imzalanan ateşkes andlaşması. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden sonra, İttihâd ve Terakkî iktidara geldi. İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, maceracı isteklerini tatmin etmek ve Rusya, İngiltere ve Fransa’dan meydana gelen İtilâf devletleri karşısında Almanya’nın yükünü hafifletmek için Osmanlı Devleti’ni Birinci Dünyâ harbine soktular. Osmanlı Devleti Almanya, Avusturya ve Macaristan üçlüsü ile ittifak kurmak suretiyle, İtilâf devletlerinin karşısında harbe girdi. Kafkasya, Irak, Sûriye-Mısır ile Çanakkale cephelerinde harbe giren Osmanlı Devleti yüz binlerce müslüman-Türk evlâdını şehîd verdi. Rusya 1917’de Bolşevik ihtilâlinin zuhur etmesiyle savaştan çekildi. Bu durum İtilâf devletlerinin aleyhine oldu. Bu dönemde bütün devletlerde bir yorgunluk ve bıkkınlık başgösterdi. Rusya ile Brestlitovsk andlaşmasını imzalayan Osmanlı Devleti, doğudaki topraklarını istilâdan kurtardı. 1917 Hazîran’ında Yunanistan, îtilâf devletleri safında savaşa girdi. Ayrıca 1918 yazı sonlarına doğru îtilâf devletleri bütün cephelerde umûmî bir taarruza geçtiler. İttifak devletleri yanında savaşa giren Bulgaristan, Fransız taarruzları karşısında yenilince, mütâreke isteyerek savaştan çekildi. Böylece Almanya’nın doğuya açılan yolu kesildi. İstanbul ise, Trakya yönünden gelebilecek bir saldırıya açık duruma geldi. Sayısı dokuza çıkan ve uzaklarda çarpışan Osmanlı orduları da cephane ve gıda sıkıntısı yüzünden yorgun ve bitkin bir hâle geldi. Gerek bu durum, gerekse Suriye cephesindeki mağlûbiyet, yıllardır zafer vadiyle aldatılan millete İttihâd ve Terakkî siyâsetinin başarısızlığını gösterdi. Savaşa devam etmekte hiç bir fayda yoktu. Mart 1918’de sadrâzam olan İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelenlerinden Talat Paşa, mütârekeyi imzalayacak bir hükümetin kurulmasına imkân vermek için, 7 Ekim 1918’de sadrâzamlıktan istifa etti. Sadrâzam olan Ahmed İzzet Paşa, Bağdâd-Kerkük arasındaki Küt-ül-Amare’de Osmanlılarca esir alınan ve Büyükada’daki kampta bulundurulan İngiliz generali Towshend aracılığıyla Londra’ya baş vurarak mütâreke istedi. İngiltere mütâreke teklifini kabul etti. Bunun üzerine Limni adasının Mondros limanında demirli bulunan Agememnon ismindeki İngiliz zırhlısında mütâreke (ateşkes) görüşmelerine başlandı. Görüşmelerde İngiltere’yi, Akdeniz donanması başkumandanı visamiral Calthorpe, Osmanlı Devleti’ni ise, bahriye nâzırı Rauf Bey (Orbay), Hâriciye nâzırı müsteşarı Reşat Hikmet Bey ile erkân-ı harb kaymakamı Sâdullah beyler temsil ettiler. Pâdişâh sultan altıncı Mehmed Vahîdeddîn Han, Dâmâd Ferîd Paşa’yı bu hey’etin başında göndermek istediyse de, sadrâzam ve vekillerin karşı çıkmaları üzerine vazgeçti. Pâdişâh, gidecek murahhaslara (delegelere); “Hilâfet, saltanat ve hânedân hukukunun korunmasını, bâzı eyâletlere verilecek muhtariyetin sâdece idarî olup, siyâsî olmamasını; siyâsî muhtariyetin, âlem-i İslâm’a ihanet sayılacağını tenbîh ediniz” diye söylemesini sadrâzamdan istedi. Pâdişâh’ın bu arzusu üzerine sadrâzam; “Biz şimdi mütâreke akdediyoruz, muahede değil. Bunları muahede müzâkerelerinde düşünürüz” diye cevap verdi. 24 Ekim 1918’de gece yarısından sonra bir vapurla Mondros’a hareket eden hey’etin mütâreke görüşmeleri dört gün sürdü. İmzalanan bu andlaşmayla, dört seneden beri büyük bir mahrumiyetle devam eden ve milyonlarca müslüman-Türk evlâdının şehid olmasına sebeb olan harbe son verildi. İngiltere hükümeti, müttefiki Fransa’ya bile haber vermeden Akdeniz başkumandanı visamiral Arthur Calthorpe (Kaltrop)’a Londra’dan telsizle bildirdiği yirmi beş maddelik Mondros mütârekesini Osmanlı temsilcilerine dikte ettirerek hiç bir îtirâza yer vermiyecek şekilde imzalattı. Osmanlı târihinde görülmemiş bir esaret ve teslim oluş vesikası olan bu mütârekenin imzalanmasını tâkib eden günlerde keyfî idareleri, ikbâl ve makam hırsları sebebiyle, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına sebeb olan İttihâd ve Terakkî’nin, üç paşası Talât, Enver ve Cemâl paşalar ile diğer ileri gelenleri yurt dışına kaçtılar. Sâdece Birinci Dünyâ harbine değil, batılı devletlerin tabiriyle 618 senelik Büyük Türk Devleti’ne de son veren yirmi beş maddelik Mondros mütârekesinin maddeleri özetle şunlardır: 1- Karadeniz’e geçişi sağlamak üzere boğazlar açılacak ve geçiş güvenliği için Çanakkale ve İstanbul boğazlarındaki istihkâmlar îtilâf devletleri tarafından işgal edilecek. 2-3Osmanlı sularındaki bütün mayın tarlaları ve öteki engeller gösterilecek; bunların taranmasına ve kaldırılmasına yardım edilecek. 4- İtilâf devletleri tebeasından olan esirlerle, Ermeni esirleri İstanbul’da toplanacak ve kayıtsız şartsız îtilâf devletlerine teslim edilecek. 5- Sınırların korunması ve içgüvenliğin sağlanması için taraflarca kararlaştırılacak gerekli sayıda askerî kuvvetten fazlası, hemen terhis olunacak ve bunların silâh, cephane ve teçhizatı îtilâf kuvvetlerine teslim edilecek. 6- Emniyeti sağlamakla vazifeli tekneler dışındaki bütün Osmanlı savaş gemileri belirlenerek îtilâf kuvvetlerine teslim edilecek ve Osmanlı limanlarından dışarı çıkmayacak. 7- îtilâf devletleri güvenliklerini tehlikede gördükleri herhangi bir stratejik bölgeyi asker çıkarmak suretiyle işgal edebilecek. 8-9- Osmanlı Devleti’nin bütün liman ve tersaneleri îtilâf devletleri gemilerinin faydalanmasına açık bulundurulacak. 10- Toros tünelleri îtilâf devletlerince işgal edilecek; (böylece güneydeki Türk kuvvetlerinin geri çekilmesini önlemek ve Güney Anadolu’yu işgal öngörülüyordu). 11- Kafkasya ve İran’ın kuzeybatısında Türk kuvvetleri savaştan önceki yerlerine çekilecek, (Bu bölgede bir Ermenistan devleti kurulmasını öngören madde). 12- Hükûmet haberleşmeleri dışındaki her türlü haberleşme, îtilâf devletlerince denetlenecek, 13- Askerî ve ticarî kara ve deniz vâsıtaları ve malzemesi tahrip edilmeyecek. 14- Ülkenin ihtiyâcından fazla olan kömür, akaryakıt ve deniz levâzımâtı, îtilâf devletleri tarafından satın alınacak, 15- Bütün demiryolları îtilâf devletleri me’murlarınca denetlenecek; Kafkas demiryollarını ise, doğrudan doğruya îtilâf devletlerinin me’murları idare edecek ve Batum’un işgaline karşı durulmayacak. 16- Sûriye, Irak, Hicaz, Yemen, Trablus ve Bingâzi’deki Türk kuvvetleri en yakın îtilâf kumandanına teslim olacak. 17- Trablus’da ve Bingâzi’de bulunan Osmanlı zabitleri en yakın İtalyan muhafaza kıt’asına teslim olacak. Osmanlı hükümeti teslim emrine itaat etmedikleri takdirde muhâberât ve yardımlaşma kesilecek. 18- Mısır da dâhil olmak üzere Trablus ve Bingâzi’de işgal edilmiş bütün limanlar, îtilâf kuvvetlerine teslim edilecek. 19- Almanya ve Avusturya uyruklu sivil ve asker bütün vazifeliler bir ay içinde Osmanlı ülkesinden ayrılacak. 20- Ordunun terhis edilmesi üzerine elde kalacak silâh ve cephane, îtilâf devletlerinin talimatına göre muhafaza edilecek. 21- Îtilâf devletleri vazifelilerin çıkarlarını kollamak üzere, iaşe nezâretinde kontrol memurları bulunacak. 22- Îtilâf devletlerince esir alınmış Türkler hemen iade edilmeyerek şimdilik bulundukları yerlerde muhafaza edilecek. 23- Osmanlı Devleti merkezî hükümetlerle bütün münâsebetlerini kesecek. 24- Vilâyât-ı Sitte’de (Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Elazığ, Van, Bitlis) herhangi bir karışıklık çıkacak olursa, Îtilâf devletleri bu bölgede önemli gördükleri yerleri işgal edebilecek. 25- Taraflar arasında ateşkes durumu 31 Ekim 1918 günü öğle vakti başlayacaktır. Mütâreke (ateşkes andlaşması) olmaktan ziyâde muahede (barış andlaşması) hüviyetinde olan ve Osmanlı Devleti’ni îdâm sehpâsına çıkaran Mondros mütârekesinden sonra, kendi menfaatlerini düşünen, harbin sonunda aslan payını ele geçirerek dünyâ siyâsetinde ön plânda rol oynamak isteyen İngiltere’nin tâkib ettiği siyâset, diğer îtilâf devletleri tarafından hoş karşılanmadı. Osmanlı Devleti’ni paylaşmak hususunda çıkar çatışmasına düşen müttefik devletlerin arası açıldı. Fransa, Almanya’nın parçalanmasını ve Alsas Loren’in kendisine verilmesini istedi, İngiltere ise, harb gücü ve donanmasını kaybeden Almanya’nın parçalanmasını istemiyordu. Çünkü, Avrupa’nın dengesi Fransa lehine bozulmuş olacaktı. Böylece İngiltere’ye Avrupa’dan gelebilecek en büyük tehlike Fransa’dan gelebilirdi. Bu sebeble İngiltere, parçalanmış bir Almanya değil, birleşik bir Almanya olmasını müdâfaa etmeye başladı. Almanya’nın parçalanmasını istemeyen Amerika ile de karşılaşan Fransa, İngiltere’ye karşı çıkmaya başladı. İngiltere’nin yakın şarkta tâkib ettiği İslâm âlemini parçalayarak himayesine almak isteğini de kendi menfaati açısından hoş görmeyen Fransa, kendi hissesine Suriye ve Kilikya’nın ayrılmasına rızâ göstermedi. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin parçalanması veya yıkılması durumunda, kapitülasyonlar sebebiyle en çok zarar görecek olan Fransa, İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ni yıkma siyâsetine de karşı çıktı. İtalya’nın ise, gerek sömürgeler gerekse yakın şarkın taksimi hususunda İngiltere’yle arası açıldı. Harbden sonra İngiltere’de iktisâdi bir buhran ve işsizlik baş gösterdi. Gizli emellerine Yunanistan’ı âlet etmek isteyen İngiltere, Yunan gelişmesini te’min ederek menfaat mikdârını arttırmak ve kendi menfaatlerini tehlikeye sokan belki de mâni olacak olan Türk mukavemetini kırmak, Türkleri de isteğine boyun eğdirmek için, İzmir’i Yunanistan’a bırakarak onu Anadolu’ya saldırtmak istedi. Harbden çekilmiş olan Rusya’nın, Doğu Anadolu’da terk ettiği arazî hususunda da görüş ayrılıkları ortaya çıktı. İngiltere burada bir Ermenistan ve Kürdistan devletinin kurulmasını menfaatlerine uygun buluyordu. Fransa ve İtalya ise, aynı düşüncede değillerdi. Fransa kendisine mâl ettiği Kilikya’yı ermenilere terketmek istemediği gibi, ermeniler de İngiltere’nin kendilerine bahşetmek istediği yerleri kâfî görmüyorlardı. Menfaat için çarpışan, harbi kazandıktan sonra en büyük menfaatleri ele geçirmek isteyen emperyalist İtilâf devletlerinin vaktiyle kendilerinden istifâde etmek için istiklâl ve hürriyet vâd ettikleri milletler de haklarını istediler. Mondros mütârekesinin imzalanmasından sonra 8 Kasım 1918 günü Ahmed İzzet Paşa sadrâzamlıktan istifa etti. Yerine Tevfik Paşa sadrâzam tayin edildi. Hiç bir sebeb yok iken mütârekenin yedinci maddesini tatbike koyup 13 Kasım 1918’de İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan gemilerinden meydana gelen İtilâf donanması karaya asker çıkararak İstanbul’un muhtelif yerlerini işgal ettiler. Şehirdeki rumların-çılgın gösterileri ve Yunan bayrakları arasında “Zito=Yaşa” sesleriyle Îtilâf askerleri şehre girip yerleştiler. İtilâf kuvvetleri İstanbul’a girdikten sonra mütâreke muahedesi artık bir hiç oldu. Haydarpaşa’dan Ankara’ya kadar olan tren yolu güzergâhındaki istasyonlar; Karadeniz boğazından Batum’a kadar olan limanlarımız îtilâf devletleri tarafından işgal edildi; Zonguldak ve Ereğli’yi Fransızlar; Samsun, Merzifon, Batum ve Bakü’yü İngilizler işgal ettiler. İngilizler 19 Nisan 1919’da Kars’ı işgal ederek, ermenilere verdiler. 20 Nisan’da Gürcüler Ardahan’ı, 29 Nisan’da İtalyanlar Antalya’yı, Yunanlılar 11 Mayıs’da Fethiye’yi, 15 Mayıs’da da İzmir’i işgal ettiler. Yunan barbarları karaya çıkar-çıkmaz fes giyen yahut “Zito Venizelos” demiyen masum ve silâhsız insanların hepsini hunharca katletmeye başladılar. O sırada otuz Türk zabiti şehîd edildikten sonra halktan bâzı kimseler denize atıldı ve dükkanlar yağma edildi. Bütün gün katliâm ve yağma ile geçti. Irzlara tecâvüz edildi. Kendilerini medenî sayan Avrupa ve Amerika ise, bu müdhiş sahneyi zevkle seyrettiler. İzmir’i işgal etmekle iktifa etmeyen Yunanlılar; Manisa, Salihli, Denizli ve çevresini de işgâl ettiler. İtalyanlar ise, Kuşadası’ndan başlayarak Muğla, Antalya ve Konya civarını işgale başladılar. İngiltere ve Fransa da taksim sonunda kendi hisselerine düşen yerleri işgal ettiler. Bu işgallerle beraber Millî Kurtuluş hareketi başladı. 1) Mondros’tan Mudanya’ya (S. Tansel); cild-1, sh. 25 v.d. 2) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 450 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 357 4) Türk Siyâsi Târihi (T. Ünal); sh. 473 5) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-14, sh. 153 6) Görüp İşittiklerim; sh. 153 7) İki Devrin Perde Arkası; sh. 170 MUALLİM NÂCİ Tanzîmât’tan sonraki yeni edebiyat dönemi şâir ve edebiyatçılarından, gazeteci, muharrir, tarihçi. Dil, edebiyat, edebiyat târihi çalışmaları, tenkid ve tercüme sahalarında şöhret kazanmıştır. Asıl adı Ömer’dir. Babası, Saraçhânebaşı’nda saraçlık yapan Ahmed Ağa’nın oğlu Ali Bey’dir. Ömer, ailesinin üçüncü çocuğu olarak 1850 yılında doğdu. Tahsîline Fevziye mektebinde başladı, ilk önce Kur’ân-ı kerîmi ezberleyerek, kardeşi ile birlikte din bilgilerini öğrendi. 1858 yılında İstanbul’a ticâret için gelen dayısı kalaycı Ahmed Ağa’nın daveti üzerine, annesiyle birlikte Varna’ya giderek bir süre orada kaldı. İstanbul’a dönüşlerinden bir müddet sonra henüz çocuk yaşta iken babası vefât edince, yeniden dayısının isteği üzerine Varna’ya gittiler. Ömer, İstanbul’da başladığı tahsîlini, Varna’da, önce hattat ve müderris olan Müftîzâde Abdülhalîm Efendi’den; Arabça, sülüs ve nesih dersleri alarak sürdürdü. Hattatlıkta icazet aldı. Hocasının verdiği Hulûsî mahlası ile bâzı yazılar, hattâ bir Mushaf-ı şerîf yazdı. Varna’da da rüşdiye mektebi açılıp, hocası Abdülhalîm muallimliğine getirilince, o da muallim-i sânîliğe (ikinci muallim) getirildi (1867). Bu târihten sonra kendi kendini yetiştirmek için gece-gündüz çalışan Ömer, Celiloğlu Halîl Efendi’den Arabça; Hoca Hâfız Mahmûd Efendi’den de Farsça dersleri aldı. Arab ve Fars edebiyatı ile ilgilendi; bu arada hocasıyla birlikte Gülistan’ı okudu. Aynı günlerde Giridî Azîz Efendi’nin Muhayyelât’ındaki Kıssa-i Naci Billâh ve Şahide hikâyesindeki Naci’yi çok beğenip, bu ismi kendisine mahlas olarak aldı. Böylece bir yandan bütün gayret ve çalışmalarıyla adım adım edebiyatın içine girerken, çevresindekilerin de dikkatini çekiyor, diğer yandan da Varna’ya yeni gelen Kavalalı Hüseyin Efendi’den aruz ve telhîs, Varna’daki hükümet tercümanı Komyeno Efendi’den de Fransızca dersleri alıyordu. Yayınlanan ilk yazıları, 1874’de Rusçuk’ta çıkan Tuna gazetesine gönderdiği okumanın faydalarını anlatan fıkralarıdır. Bu gazetede yayınlanan mektuplarından birisi, İstanbul’da Basiret gazetesi tarafından iktibas edilip yayınlandı. Kalem redifli manzumesi ise, Tuna okuyucularına parasız olarak dağıtıldı. Bağdâdlı Ruhî ve Ziya Paşa’ya nazire olarak kaleme aldığı Terkîb-i bend’i yine aynı günlerde küçük bir risale olarak yayınlandı. Naci, Varna rüşdiyesinin teftişi sırasında tanıştığı ve Varna, mutasarrıflığından Tulçi’ye tâyin edilen Süleymâniyeli Kürt Saîd Paşa’nın husûsî kâtipliğini kabul ederek muallimlikten ayrıldı (1876). Tülçi’ye gittikten az sonra, Doksanüç harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının çıkması üzerine, Sa’îd Paşa ile Tırnova, Osmanpazarı ve Varna yoluyla İstanbul’a geldi. Sa’îd Paşa bir süre sonra Yenişehir Feneri’ne tâyin edilince, Naci’yi de yanında götürdü. Burada vazîfeli olduğu cinayet mahkemesi kâtipliğinden sıkıldı ve istifa etti. Bu istifadan sonra İstanbul’a döndü. Bu sırada Siirt mutasarrıflığı yapan Sa’îd Paşa’nın İstanbul’a dönmesi sonunda Anadolu müfettişliğine getirilmesiyle Naci de onunla birlikte seyahat etmeye başladı. Haleb ve Diyarbakır üzerinden Erzurum’a kadar uzanan ve Trabzon’da biten bu dokuz aylık seyahat esnasında, Nusaybin’de Bir Vadi ve Dicle gibi meşhûr şiirlerini yazdı. Böylece şöhretinin ilk basamaklarına çıktı. 1881’de Sa’îd Paşa’nın Cezâyir-i Bahr-i Sefîd vâliliğine tâyini üzerine, onunla beraber Sakız’a gitti. Buraya geldiğinde başlayan kuvvetli bir zelzelenin Naci üzerinde büyük te’siri oldu. Bundan aldığı ilhamla; Feryâd, Mehtâb, Sakız’da Bir Harabede, Bir Sevdâzede, Kebister ve Serzeniş şiirlerini kaleme aldı. Sakız’da kaldığı bu yıllarda Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevîsi’ni çok okudu ve etkilendi. Hayâtın manasızlığını, basitliğini anlayıp bu duygularını; “Nedir o nevha şu viranenin civarında” mısrâlarıyla başlayan şiirinde dile getirdi. Bu arada İstanbul’da yayınlanan Tercümân-ı hakikat gazetesinin sahibi Ahmed Midhat Efendi ile yazışmaya başladı. Sakız’da bulunduğu sürece bâzan imzasız, bâzan da Ahmed Mes’ûd, Bir Hâneberdûş, Bir Firkatzede ve Naci müstear isimleriyle şiirler gönderip gazetede yayınlattı. Bu şiirlerle de edebî hüviyetinin tam anlamıyla teşekkül ettiğini isbât etti. Mayıs 1882’de Sa’îd Paşa hâriciye nâzırlığına tâyin edilince, onunla birlikte İstanbul’a döndü. Hâriciye mektûbî kalemi halîfeliğine getirildi. Bir müddet sonra da istifa etti. Aynı günlerde Berlin sefaretine elçi olarak tâyin edilen Sa’îd Paşa’nın beraber gitme teklifini kabul etmedi. Ahmed Midhad Efendi’nin dâvetine uyup, Tercümân-ı hakikat gazetesinin edebî sütununu idare etmeye başladı (1883). Bu gazetede bâzan Naci, bâzan Mes’üd-ı Harabâtî imzasıyla şiirler, gazeller ve başka yazılar neşretti. Aynı imza ile kendi gazellerine de nazireler söyledi. Fransızca’dan manzum, mensur kuvvetli tercümeler yaptı. Bir müddet sonra Midhat Efendi’nin kızıyla evlenerek ona dâmâd oldu (1884). Naci’nin o yıllarda çok okunan bu gazetede neşrettiği gazeller; dil, teknik ve ahenk bakımından kuvvetli manzumelerdi. Bunlar, öteden beri hasret çektikleri ve bir türlü kopamadıklan dîvân şiirinin bu kadar kuvvetle canlanması karşısında büyük heyecan duyanları harekete geçirdi. Gazetenin bu sütununa sayısız nazîreler ve tahmisler yazılmaya başladı ve hâdise dîvân şiirine doğru adetâ yeni bir akım hâlini aldı. Bu durum, dîvân şiirini iyi kötü her tarafıyla yıkmak isteyenlerin harekete geçmelerine ve yeni edebiyatın alemdarı bildikleri Recâizâde Ekrem’in kanatları altında birleşip Naci’ye karşı cephe almalarına sebeb oldu. Naci ise, kendi temiz ahlâkından, tam bir ihlâsla inandığı İslâm terbiyesinden ve Türk şiirinin kendi mazisine bağlı kalması lüzumuna verdiği ehemmiyetten aldığı cesaretle kendine has bir yenilik içinde dîvân edebiyatını korumaya devam etti. Bunun üzerine yeni edebiyatçıların da tahrikiyle Ahmed Midhat Efendi’nin kaleme aldığı ihtar mahiyetindeki bir yazı üzerine Tercümân-ı hakikat’dan ayrıldı (Ağustos 1885). Bir müddet Saadet ve Mürüvvet gazetelerinde çalışan Naci; Şeyh Vasfi, Necib Nâdir ve Abdülkerîm Sâbit’in çıkardığı İmdâd-ül-midâd mecmuasının kurucuları arasında yer aldı. Selânikli Tevfik’le de Teâvün-i aklâm’ı çıkardı (1886). Bu târihlerde Mekteb-i sultanî’de ve Mülkiye mektebinde edebiyat dersleri de okutuyor, talebelere düzgün bir lisan öğrettiği gibi, Türkçe’nin inceliklerini tanıtıyordu. Daha sonra Mekteb-i hukuk’da ders almış ve kudretli muallimliğine burada devam etmişti. 1887’de tek başına Mecmûa-i muallim’i çıkaran Naci, 1890’da da Mürüvvet gazetesinde baş makaleler yazdı. 1891’de Osmanlı Devleti’nin kurucusu Ertuğrul Gâzi’nin hayâtını menkıbevî bir şekilde destanlaştıran bir manzumesi dolayısiyle, devrin pâdişâhı İkinci Abdülhamîd Han tarafından, Târih-nüvis-i selâtîn-i âl-i Osman ünvânıyla taltif edildi. Rütbe ve nişan verilerek saraya alınıp maaş bağlandı. Böylece geçim sıkıntısından kurtulan Nâci, resmî görevinden ayrılarak bütün vaktini Osmanlı târihini yazmaya ayırdı. Hayâtının son günlerinde Fâtih’de mütevazı bir evde oturan Naci, geçirdiği kalp krizi sonucu 1893’de vefât etti. Cenaze masrafları İkinci Abdülhamîd Han’ın emriyle hazîne-i hassadan (saray hazînesi) karşılanarak, Ayasofya’da kılınan cenaze namazından sonra Dîvânyolu’nda sultan İkinci Mahmûd Türbesi hazîresine defnedildi. Manzûm-mensûr, te’lif ve tercüme irili ufaklı elliye yakın eserin sahibi olan Muallim Naci’nin eserlerini; şiir, tenkîd, dil ve edebiyat târihi, okul kitapları olmak üzere bir kaç grupta toplamak mümkündür. Şiir: 1- Terkîb-i Bend-i Muallim Naci (1874), 2- Âteşpâre (1883-88) 3- Şerâre (1884), 4- Fürûzân (1886), 5- Sünbüle (1890), 6- Mir’ât-ı Bedâyî: Mesnevî-i Muallim Naci adıyla da bilinen bu risale, elli dört beyti sultan İkinci Abdülhamîd Han’a medhiye olmak üzere doksan beytten ibaret bir mesnevîdir (1896). 7- Yâdigâr-ı Naci: Gazete ve dergilerden toplanarak bir araya getirilen şiirleri. Manzum destan denemeleri: 1- Mûsâ bin Ebî’I-Gâzân yâhud Hamiyyet (1882), 2Ertuğrul Bey Gâzi: Yüz yetmiş altı beyttir. 3- Hazîne-i fünûn. Dil, edebî tenkid ve lügat: 1- Yazmış bulundum (1884), 2- Muallim (1886), 3Demdeme (1887), 4- Müdâfaanâme (1886) 5- Istılâhât-ı edebiye: Yazı kaideleri ile edebiyat terimlerini, devrinde en iyi açıklayan kitaplardan biri (1889), 6- Lügat-i Naci: Fetva kelimesine kadarını yazmıştır (1890). 7- Esâmî: İslâm dünyâsında tanınmış kadın-erkek sekiz yüz elli kişi hakkında kısa bilgiler verir (1891). Mektep kitapları: 1- Tâlîm-i kıraat (1885), 2- Mekteb-i edeb (1885), 3- Vezâif-i ebeveyn (1887). Tercüme: 1- Hürde-i fürûş (1885), 2- Muammâ-yı ilâhî: Fahreddîn-i Râzî’nin Mefâtih-ül-gayb adlı eserinden faydalanarak hazırlanmıştır (1885). 3- Sânihât-ülArab (1886), 4- Sâib’de söz (1886), 5- Emsâl-i Ali: Hazret-i Ali’nin sözleri ve tercümeleri (1887), 6- Hikem-ür-Rufâî: Seyyid Ahmed Rufai’nin tasavvufî konularda söylediği bâzı sözlerin tercümesi (1887), 7-Hulâsat-ül-ihlâs: İhlâs sûresinin tefsiri (1887). 8- Sânihât-ül-Acem (1887), 9- Ubaydiye (1888), 10- Nümûne-i Suhan (1891), 11- İnşâ ve İnşâd (1891). Tiyatro: Heder; trajedidir. Diğerleri: 1- İ’câz-ı Kur’ân: Kur’ân-ı kerîmin mucize olduğunu, yine Kur’ân-ı kerîmden aldığı bâzı âyetlerle isbatlayan risale (1884). 2- Medrese hâtıraları (1886), 3Yâdigâr-ı Avnî (1886), 4- Nevâdir-ül-Ekâbir (1887), 5- Mehmed Muzaffer Mecmuası (1889), 6- Sünbüle Ömer’in çocukluğu: Sekiz yaşına kadarki hayât hikâyesidir (1890). 1) XIX. Asır Türk Edebiyatı Târihi (A. H. Tanpınar); sh. 596 2) Resimli Türk Edebiyatı Târihi (N. S. Banarlı); cild-2, sh. 982 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 214 4) Büyük Türk Klasikleri (Ötüken); cild-8, sh. 392 5) Yakın Çağ Târih Kültür ve Edebîyâtı Üzerine Araştırmalar II, (Prof. Dr. Kaya Bilgegil) 6) Türk Edebiyatından Seçme Parçalar (Cevdet Kudret); sh. 234 7) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-2, sh. 1318 MUHAMMED ABDUH Mısırlı muharrir ve din adamı. 1849 (H. 1265)’de Mısır’da doğdu. 1905 (H. 1323)’de yine burada vefât etti. Zirâatle uğraşan orta seviyeli bir ailenin çocuğu olan Abduh, on yaşında Tanta şehrine giderek mektebe başladı. Fakat derslerden zevk alamadığı için köyüne döndü. Evlenip bir müddet zirâatle meşgul oldu. Babasının ısrarı ile tekrar tahsile karar verdi. Bu maksatla Tanta’ya giderken yolda, akrabasından Şâziliye tarikatına mensub bir zâtla tanıştı. Ondan tasavvufa dâir bâzı şeyler öğrendi. Tanta’ya gidince, Câmi-i Ahmedî’de okudu. 1882’de Kâhire’ye gitti ve Câmiülezher Medresesi’ne girdi. Bu sırada Âlî Paşa tarafından İstanbul’a davet edilen ancak, Ehl-i sünnet îtikadına aykırı sözleri yüzünden kovulup 1872’de Mısır’a gelen Cemâleddîn Efgânî ile tanıştı (Bkz. Cemâleddîn Efgânî). Ondan kelâm, usûl-i fıkıh, mantık, felsefe, eski ve yeni astronomiye dâir kitaplar okudu. Bu esnada Cemâleddîn Efgânî ona din ve siyâsette ıslâh adını verdiği reformcu fikirlerini aşıladı. Onu yavaş yavaş mutezilenin nakil ile bilinebilecek mevzularda bile akılla serbestçe hareket edebilme anlayışına doğru çekti. Bu suretle Abduh, İslâm âlimlerinin nakli esas alıp, aklı ona hizmetçi yapan yolundan ayrıldı. Bundan sonra dînî mes’elelerde, İslâm âlimlerine bağlı kalmadan kendi görüşüyle konuşmaya, hüküm vermeye başladı. Efgânî’nin de teşvikiyle Fransızca’yı öğrendi ve bu dille yazılmış eserleri okudu. Bunun neticesinde Avrupalı müsteşriklerin te’sirinde kaldı ve İslâm âlimlerinin eserlerini okumaya rağbet etmeyerek, daha çok felsefî fikir ve yorumlarla yazılmış kitaplara yöneldi. Bu eserler, Efgânî’nin aşıladığı fikirleri pekiştirdi. Efgânî onu siyâsî ve içtimaî mes’elelerle meşgul olmaya, bu mevzularda makaleler yazmaya ve konuşmalar yapmaya da teşvik etti. Abduh Mısır’da bulunduğu müddetçe Efgânî’den hiç ayrılmadı ve konferanslarını hiç kaçırmadı. O’nun teşvikiyle 1872’de kelâm ve tasavvufa dâir olan Risâlet-ül-vâridât adlı eserini yazdı. İslâm âlimlerinin bildirdikleri kaide ve kurallara uygun olup olmadığına bakmadan, kendine has aklî izahlarda bulundu. 1876’da Akâid-i Adûdiyye’ye yaptığı şerhde de aynı usûlü tâkib etti. Aynı sene Mısır’ın önde gelen gazetelerinden olan El-Ahrâm’da yazılar da yazdı. Evinde özel dersler de veren Abduh, ilk derslerinde, bozuk fikirleri meşhur Kindî ve Fârâbî’nin talebesi olan İbn-i Miskeveyh’in Tehzîb-ul-ahlâk’ını okuttu. 1879’da Dârülulûm’a hoca olarak tâyin edildi. Bu yıl dînî ve siyâsî konulardaki bozuk fikirleri sebebiyle, Cemâleddîn Efgânî Mısır’dan sürüldü. Abduh ise köyüne gönderilip, buradan çıkması, makale yazması ve konuşma yapması yasaklandı. Bir müddet sonra, hidiv İsmâil Paşa çekilip, yerine hidiv Tevfik Paşa gelince, Abduh, Matbûât gazetesi muharrirliğine getirildi. Bilâhare tahrîr hey’eti reisliğine (başyazarlığa) tâyin edildi. 1881’de zuhur eden Arabî Paşa isyânı ile alâkası bulunması ve hidiv Tevfik Paşa’nın azline dâir fetva vermesi üzerine üç ay hapisden sonra Suriye’ye sürüldü. Ancak yazıları senet olan âlimlerin bildirdiklerine uymayan konuşmalara devam etmesi üzerine, Ehl-i sünnet âlimlerini karşısında buldu ve burada da tutunamadı. Daha önce Mısır’dan sürülünce Hindistan’a giden Cemâleddîn Efgânî, deniz yoluyla Avrupa’ya giderken 1883’de Abduh’a bir mektup yazarak yanına gelmesini istedi. Abduh, hayranı olduğu Efgânî’nin isteğini kabul ederek Paris’e gitti. Burada buluştuktan sonra, müslümanları reformcu fikirleri etrafında toplamak maksâdıyle El-Urvet-ül-vüskâ adıyla bir cemiyet kurdular ve bu isim ile bir de gazete çıkarıp, fikirlerini buradan yaymaya başladılar. Sekiz ay içinde 18 sayı çıkardıktan sonra yayın durduruldu. Bunun üzerine gizli konferanslar vererek fikirlerini yaymak için birbirinden ayrıldılar. Abduh, 1884 senesinde Tunus’a gitti. Yaptığı reformcu konuşmalara âlimlerin îtirâzı sebebiyle burada da tutunamadı ve Beyrut’a döndü. Üç bucuk sene burada kalıp Tevhîd risalesini yazdı. Gâzi Ahmed Muhtar Paşa ve başkalarının aracılığı ile hidiv Tevfik Paşa tarafından affedilmesi üzerine, 1888’de tekrar Mısır’a döndü. Fransız kânunlarına göre dâvalara bakan İstinaf ve diğer bâzı mahkemelerde vazîfe yaptı. Ayrıca İngilizlerin desteği ile kendisine Mısır müftîliği verildi. 1899’da Câmiülezher Medresesi idare hey’etine girdi. İlk işi Ezher’in mevcûd ders programını değiştirmek oldu. Üniversite kısmındaki dersleri kaldırıp, lise ve orta kısımdaki kitapları yüksek sınıflarda okutturarak, derslerin kalitesini düşürdü. Ezher’e masonluğu da sokan Abduh, ayrıca masonluk ruhunun Arab memleketlerine yayılması için de çalıştı. Osmanlı Devleti’nde mason Reşîd Paşa da Tanzîmât döneminde medreselerden fen derslerini kaldırıp din adamlarını yüksek fen bilgilerinden mahrum ederek aynı şeyleri yapmıştı. Abduh, bu faaliyetleri yanında, Ezher’de; İslâm âlimlerinin asırlardan beri müslümanların dinlerini muhafaza etmek için dört mezhebden birine bağlanmak, âlimlerin sözlerine tâbi olmak, dinde akla geldiği gibi konuşmamak hususunda gösterdikleri hassasiyeti ve bu konularda bildirdikleri kaideleri, İslâmî ilimleri dondurmak olduğunu iddia etti. Talebelere önceki âlimleri taklidden kurtulup, nakli bırakarak, hür bir akılla hareket etmeyi tavsiye etti. Medeniyet-i İslâmiye târihi müellifi Corci Zeydan da onun hakkında; “Eskilerin sözlerine bağlanmamış, onların koyduğu kaidelere değer vermemiştir” der. Abduh, Ezher’deki konuşmalarında daha ileri giderek; kendisinden önce gelen binlerce İslâm âliminin, mantık, matematik, târih, coğrafya ve astronomi ilimlerinde pek kıymetli eserler verdikleri hâlde, onların bunlardan haberi olmadığını, İslâm’ı anlıyamadıklarını söyliyerek gözden düşürmeye çalışmış, aklı ile dîni ilk defa kendisinin birleştirdiğini iddia etmiştir. Bu görüşlerini kabul ettirdiği talebeleri kendisine müceddîd (dînin yenileyicisi) ve imâm gibi lakablar vermişlerdir. Aslında o, müceddîd ve imâm değil, bir dinde reformcu idi. Selefîlik ve mezhebleri birleştirmek gibi reformcu cereyanlar, onun talebeleri ve hayranları tarafından günümüze kadar devam ettirilmiştir. Muhammed Abduh, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şeriflere kendi aklı ile garblılaşmaya uyacak mânâlar vererek, önceki tefsîr âlimlerine muhalefet etti. Maddî mucizelere inanmadığı için Fil sûresinde zikri geçen Ebabil kuşlarını sivrisinek, attıkları taşları da mikrop diye te’vil ederek âyet-i kerimenin zahirî mânâsını kabul etmeyerek ona gelinceye kadar binlerce İslâm âlimine muhalefet etti. Mûsâ aleyhisselâmın âsâsı ile denizi yarması mucizesini, med ve cezir hadisesidir diye te’vil ederek, din bilgilerini, zamanın fen bilgilerine, felsefecilerin o günkü düşünüşlerine uydurmaya çalıştı. Zilzâl sûresinin; “Her kim zerre mikdârı hayır işlerse onun karşılığını görür ve her kim de zerre mikdârı kötülük işlerse karşılığını görür” mealindeki 7 ve 8. âyet-i kerîmelerini kendi görüşüne göre te’vil ederek; “Müslim olsun, kâfir olsun, sâlih amel işleyen herkes, Cennet’e gidecektir” diyerek Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymadı. Câmiulezher’in müdürlerinden Şaltût ile yaptığı Kur’ân-ı kerîm tefsirinde banka faizinin meşru olduğuna fetva verdi. Daha sonra din adamlarının ve çevresinin ağır baskısı altında kalarak bu fetvasından döndüğünü söyledi. Âyet-i kerîmelerle varlığı sabit olan cinleri İnkâr etti. Yine bedenen sağ olarak göğe çıktığı âyet-i kerîme ve hadîsi şerif ile sabit olan hazret-i Îsâ’nın öldüğünü ve ruhunun göğe çıkarıldığını iddia edip, Kirâmen ve Kâtibîn meleklerini de inkâr etti. Abduh, Kur’ân-ı kerimden sonra İslâmiyet’te en kıymetli kitablar olan Buhârî ve Müslim’deki bâzı hadîs-i şeriflerin zayıf veya mevzu olduğunu iddia ederek, binlerce hadîs âlimine muhalefet etmiştir. Muhammed Abduh’un, Elh-i sünnet âlimlerine muhalif olan fikirleri Muhammed Arabî’nin Mekke’de basılan İfâdet-ül-ahyâr, şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin Mevkıf-ül-akl vel-ilm vel-âlem kitabında ve Câmi-ul-Ezher Medresesi yüksek ilim kurulu üyesi Yûsufü Decvî’nin 1966’da Mısır’da çıkan Câmi-ul-Ezher Mecellesi’ndeki yazılarında kuvvetli delîllerle red edilmektedir. Ayrıca, Muhammed Hüseyin Zehebî, Ebû Hâmid Merzûk, Zâhid-ül-Kevseri ve Ahmed Dâvûdoğlu gibi selâhiyetli âlimler tarafından da Muhammed Abduh’un fikirleri delilleriyle çürütülmüştür. 1876 yılından itibaren El-Vekâyi-ul-Mısriyye, El-Urvet-ül-Vüskâ, El-Menâr gibi dergi ve gazetelerde yayınlanan makaleleri, talebesi Reşid Rızâ tarafından Abduh biyografisinin ikinci cildinde toplanmıştır. Abduh’un bozuk fikirlerini ihtiva eden, reformcular tarafından, büyük âlimin kitapları diye tanıtılan bâzı eserleri vardır. 1) El-A’lâm; cild-6, sh. 152 2) Tefsîr-ul-menâr, cild-2, sh. 49 3) Tevhîd risalesi tercümesi; sh. 1-69 4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediye sh. 1021 5) Fâideli Bilgiler; sh. 358 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 235 7) Abduh ve Reşîd Rızâ’nın cumhura muhalif fikirlerinin tahlili ve tenkidi 8) Dîni Tamir Dâvâsında Din Tahripçileri (Ahmed Dâvûdoğlu) MUHTESİB (Bkz. İhtisab) MUKÂTAA Hazînenin gelir kaynaklarından biri. Devlete âid bir arazi veya bir varidatın (gelirin) bir bedel mukabilinde kiraya verilmesi veya geçici olarak temlikidir. İslâm devletlerinde mukâtaa usûlü eskiden beri kullanılmakta idi. Osmanlılarda mukâtaalar, devlete âid gelirlerin tahsili veya bir tekel hâline getirilen herhangi bir kuruluşun işletme hakkı veya yeraltı servetlerinden devlet payına düşen kısmı toplamak veya gerektiğinde bu kaynakları işletenlerden çıkardıkları mâdeni satın alma tekeli kurmak şekillerinde işletilen üretim birimleridir. Devlet, uygun gördüğü her türlü ziraî, ticarî ve sınaî kuruluşu, mukâtaa konusu teşkil edebilirdi. Kara ve deniz gümrükleri, darphâneler, mâdenler ve şaphaneler buna örnek olarak verilebilir. Gelirleri çoğunlukla devlete âid olmakla birlikte, vakıflara tahsis edilen, ulufe karşılığı veya ocaklık olarak verilebilen veya has olarak tahsis edilebilen mukâtaalar da vardı. Mukâtaa gelirlerinde ve bunların toplam bütçe gelirlerine oranlarında bâzı dalgalanmalar görülmüştür. Bunların bütçe içerisindeki payı yüzde 24 ile yüzde 37 arasında değişmiştir. Osmanlılar mukâtaaları üç yöntemle işletirlerdi. Bunlar; iltizâm, emânet ve on yedinci yüzyılın sonlarından itibaren malikânedir. İltizâm Usûlü Mukâtaalar: Osmanlı Devleti’nde iltizâm usûlü kuruluş yıllarından îtibâren görülmüş ve tımar sistemi ile bir bütünü tamamlayan unsur olarak varolmuştur. On altıncı yüzyılın ortalarına doğru iltizâm usûlü para ekonomisinin gittikçe değer kazanması sonucunda tımar sistemini de içine alarak daha yaygın bir duruma geldi, önceleri ticâret maddelerine konan resimler ve pâdişâh haslarının gelirleri, hâsılatı nakit olarak te’min etmek amacı ile iltizâma verilirken, sonraları bütün dirlik sahipleri tasarrufları altındaki gelir kaynaklarını iltizâma vermeye başlamışlardı. İltizâm usûlünde; mâden ocağı, tuzla, darphâne, gümrük, ispençe, dalyan v.b. mukâtaaların yıllık gelirinin asgarî değeri, mâliye tarafından tesbit edilip, hazîne defterlerine kaydedilirdi. Sonra bu mukâtaaların muayyen bir yıl için te’min edebileceği azamî kıymeti de düşünülerek, arttırma usûlü ile peşin veya kısmen peşin, kısmen taksitle belli bir meblağ karşılığında satılacağı (iltizâma verileceği) umûmî efkâra îlân edilirdi. Bu gelirleri satın almak isteyen kişiler (mültezimler) artırma konusu olan mukâtaayı; getireceği gelir, sebeb olacağı masraf ve bırakacağı kâr hakkındaki yaptığı araştırmaların sonucuna göre, kıymetlendirdikten sonra, devlete yıllık olarak ödemeyi kabul edebilecekleri mikdârı ihtiva eden tekliflerini yaparlardı. Hazîne ise; öncelikle âdil, iyi tanınmış ve iyi bir terbiye ile yetişmiş olanları seçer, bunlar arasından da en yüksek teklifi yapan mültezime, genellikle üç senelik bir devre için o mukâtaayı vergilendirme hakkını devrederdi. Verilen bu süre içerisinde mültezim, devletin sağladığı mâlî, idâri ve adlî kolaylıklardan faydalanarak, kânunların çizdiği sınırlar içinde tam bir müteşebbis gibi hareket eder, arttırmada belirlenen mikdârı hazîneye ödedikten sonra kalan kısmını kendi şahsî ve meşru kârı olarak kazanırdı. Mukâtaanın önemine göre, mültezim, bir şahıs olabileceği gibi, bir ortaklık da olabilmekte veya bir kaç mukâtaa topluca bir mültezime verilebilmekteydi. Mukâtaalar her ne kadar üç yıllık süreler içinde mültezime veriliyorsa da, bu süre dolmadan mukâtaa gelirlerinde fevkalâde bir artış olması durumunda, mukâtaa daha yüksek bir bedel teklif eden bir başka mültezime verilebilirdi. Böylece devlet, mukâtaaları için daha kârlı bir teklif geldiği zaman, üç yıllık iltizâm süresini istediği yerde keserdi. Mültezim parasını peşin ödemişse, kalan dönem için olan mikdârı kendisine iade edilirdi. Mukâtaanın mültezime taksitle verildiği durumlarda hazîneye ipotekli sayılırdı. Bu durumda mültezimler tahvîl süreleri içinde hiç bir şeylerini satamazlar, başkasına devredemezlerdi. İltizâm bedelini zamanında ödemeyen mültezimlerin, gerekirse kefillerinin malları müsadere edilirdi (el konurdu). Emânet Usûlü Mukâtaalar: Devletin iktisadî hayâtının istikrarsız olduğu yıllarda zarar ihtimâli bulunduğundan, mukâtaalar için mültezim bulma zorlaştı. Bu durumda Devlet, mukâtaaları kapatmaktansa emânet yoluyla işletmeyi tercih etti. Çoğu defa böyle durumlarda işletme başına gelen kimseler, emin kalmak şartıyla belli bir meblağın ödenmesini üzerine alırlardı. Böylelikle iltizâm yoluyla emânet (emânet ber-vech-i iltizâm) adını alan karma bir düzen meydana getirilip, işletme başında bulunan kişi de kendinde me’mûriyetle özel teşebbüsü birleştirmiş olurdu. Emîn sıfatıyla maaşlı bir me’mûr, belli bir meblağı ödemeyi üzerine aldığından, işletmenin kâr veya zararından sorumlu bir kişi olarak görünürdü. Malikâne Usûlü Mukâtaalar: Muhtelif gelir kaynaklarının bir kimseye varidatından hayâtı boyunca istifâde etmek, lâkin satamamak şartıyla verilmesine denilmektedir. On yedinci yüzyıyılın başlarından îtibâren; mültezimlerin, vergi kaynaklarının korunması ile ilgilenmemeleri sonucunda, mukâtaalar iktisadî bünyeyi tahrip edici bir şekil almıştı. Bu sebeple gelecek yılların mâlî kaynaklarını yıpranmaktan korumak ve reâyanın güvenliğini sağlamak için bâzı mukâtaalar kayd-ı hayat şartıyla iltizâma verilmeye başlandı. Bu sistemde mukâtaa gelirleri bir mikdâr peşin (muaccele) ve her yıl ödenecek taksitler (müeccele) karşılığında özel kesime satılmaktaydı. Nitekim bu sistemin uygulanması ile reâyanın ve toprağın korunması, zirâi verimin artması sağlandığı gibi, savaş harcamaları için ek bir finansman imkânı da ortaya çıktı. 1695’den başlayarak yüz-yüz elli yıllık Osmanlı mâlî ve iktisadî târihinin gelir getiren önemli bir kaynağı olarak hayatiyetini sürdüren malikâne sistemi, ilk olarak, ömür boyu ziraî iltizâmların öteden beri geçerli olduğu Mısır’a yakın Suriye, Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde uygulamaya kondu, zamanla yaygınlaştı ve eyâletlere malikâne verilmesine kadar genişledi. Nitekim 1746 yılında sırasıyla Adana, Trablusşam eyâletleri, Aydın muhâssıllığı (vergi tahsildarlığı), Rakka eyâleti, Kıbrıs ve Mora muhassıllıkları malikâne olarak özel şahıslara verilmişti. Malikâne sistemi mâdenlerden esnaf kethüdâlığına, tuzlalardan damga resmine kadar; cizye ve avârız hâriç, devletin vergi aldığı bütün faaliyetlere yayılmıştı. Fakat kısa süreli iltizâm dönemlerinde, taahhüd ettiği iltizâm bedelini kârıyla çıkarmaktan başka şey düşünmeyen mültezimin, işletmesi ile ilgilenmesini, üretimi arttırmak için, çeşitli yatırımlar yapmasını sağlamak için uygulamaya konulan mukâtaa sistemi de istenilen şekilde uygulanamadı. Ömür boyu tasarruf etmek için mukâtaayı alan mâlikâneciler, işletmeleri başına gitmeyerek malikânelerini ikinci şahıslara iltizâma verme yoluna gittiler. Böylece malikâne sisteminde de bir iltizâm kademelenmesi ortaya çıktı ve mukâtaa sistemiyle düzeltilmesi düşünülen aksaklıklar giderilemedi. Mukâtaadan hâsıl olan gelirler günü gününe tutulur, mukâtaa kâtipleri bunları mukâtaa defterine işlerler, sonra da rûznâmçe kalemine teslim ederlerdi. Mukâtaa defterleri kubbe altında bitişik binada saklanırdı. Bunların muhafazasından sır kâtibi sorumlu idi. İltizâma verilen mukâtaa beratları üzerine ise, kubbe vezirleri tuğra çekerlerdi. Mukâtaa gelirleri 1826 yılında yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine yerine kurulan Âsâkir-i mansûre-i Muhammediyye ocağının giderlerine ayrıldı. Tanzîmâttan sonra 1858 yılında çıkarılan arazî kânunu ile mîrî arazinin halka tapu karşılığı satılmasıyla, tımar ve zeamet sahipleri, mültezim ve muhâssıllar yerine resmî devlet me’mûrları ikâme edilerek mukâtaa sistemi kaldırıldı. 1) Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Mâliyesi; sh. 120 2) Osmanlı imparatorluğunda Desantralizasyon (Yaşar Yücel); sh. 680 3) Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri (İlgili Maddeler) 4) Osmanlı Toprak Düzeni ve Bu Düzenin Bozulması (Doç. Dr. Halil Cin) 5) Osmanlı Târihi (E. Ziyâ Karal); cild-6, sh. 198 6) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye MURÂD HAN-I (Hüdâvendigâr) Babası ............................. : Orhan Gâzi Annesi ............................. : Nilüfer Hâtûn Doğumu ........................... : 1326 Vefâtı .............................. : 1389 Tahta Geçişi ..................... : 1360 Saltanat Müddeti ............... : 29 sene Osmanlı pâdişâhlarının üçüncüsü, velî ve ahî şeyhi. Orhan Gâzî’nin oğlu olup, Osman Gâzi’nin vefât ettiği ve Bursa’nın fethedildiği sene olan 1326’da Nîlûfer Hâtun’dan doğdu. Şehzâde Murâd, küçük yaştan îtibâren devrin âlimleri tarafından sağlam bir îtikâda, mükemmel bir bilgiye sâhib olması için tam bir ihtimâmla yetiştirildi. Bir müddet sonra Lala Şahin Paşa’nın yanına verilip idare ve harp bilgileri öğretildi. Bursa çevresinde sancak beyliğine tâyin edilip, tecrübe kazandırıldı. Ağabeyi Rumeli fâtihi velîahd şehzâde Süleymân Paşa’nın 1359 senesinde vefâtı üzerine velîahd tâyin edildi. Rumeli’deki ordunun kumandası kendisine verildi. Kısa bir müddet sonra da babasının vefâtı üzerine Bursa’ya davet edilip, Osmanlı tahtına geçti (1360). Murâd Han ilk önce şehzâdeler mes’elesini hâlledip, Bizans’ın Karadeniz kıyısındaki son kalelerinden biri olan Ereğli’yi, sonrada Ankara’yı fethetti. Ayrıca Sultanönü denilen; Eskişehir, İnönü, Seyitgâzi, Karacahisar ve havalisinden mürekkep geniş mıntıkayı zaptedip Bursa’ya döndü. Lala Şahin Paşa’yı Rumeli beylerbeyi tâyin etti. Devletin iç işlerini düzene koyduktan sonra Rumeli’ye yöneldi. Süleymân Paşa gibi cevval bir kumandanın ve hemen arkasından Orhan Gâzî gibi azim ve kudretli irâde sahibi bir hükümdarın vefât etmesi, Rumeli fütûhatının gelişmeye başladığı bir zamana rastlamıştı. Orhan Gâzi’nin yerine geçen Murâd Han’ın ilk elde Anadolu’da harekâta girişmesinden ümitlenen Bizanslılar; Burgaz, Çorlu ve Malkara’ya saldırıp geri aldıkları gibi, sahil şehirlerini de elde etmeye çalışıyorlardı. Ancak Rumeli’de Osmanlı kuvvetlerine kumanda etmekte olan Lala Şahin Paşa, Hacı ilbeyi ve Evrenos Bey telâş göstermeyerek, yeni Sultan’ın Anadolu vaziyetini düzeltip avdetine kadar, müdâfaayı ellerindeki az sayıda askerle, soğukkanlılıkla idare etmeleri, vukuu muhtemel bir paniğin önüne geçti. Anadolu’daki işleri yoluna koyan Murâd Han, Rumeli’ye geçer geçmez faaliyete başladı. İlk olarak Rumeli fütûhatı sırasında askerî ehemmiyetini takdir ettiği Edirne’yi fethe karar verdi. Bundan dolayı Edirne’nin gerisini emniyet altında bulundurmak ve İstanbul tarafından gelecek bir Bizans taarruzuna mâni olmak için Çorlu, Keşan, Dimetoka, Pınarhisar, Babaeski ve Lüleburgaz’ı fethederek, Anadolu’dan Türk göçmenler getirip bölgeye yerleştirdi. Murâd Han’ın bütün kumandanları davetiyle, Lüleburgaz’da toplanan bir harb meclisinde alınan karar üzerine Lala Şahin Paşa mühim bir kuvvetle Edirne’ye gönderildi. Bulgarların Rumlara yardım etmeleri ihtimâline karşı sağ koldan Karadeniz sahiline doğru ilerleyen bir kısım kuvvetler, Kırklareli’ni ele geçirip o kısmı tuttular. Diğer taraftan Serez ve Drama taraflarında bulunan Sırpların da müdâhaleleri düşünülerek, sol kola me’mur edilen Evrenos Bey kuvvetleri de Dımetoka’nın batısına doğru sevkedilerek müdâfaa tertibatı aldılar. Nihayet Babaeski ve Pınarhisar arasında Sazlıdere mevkiine gelmiş olan Rum ve Bulgar kuvvetleri ile yapılan kat’i bir meydan muhârebesinde düşman bozuldu ve Edirne zaptedildi (1363). Sultan Murâd, Edirne’nin idarî işlerini yoluna koyduktan sonra, Dimetoka’ya giderek, bir müddet için burayı kendisine karargâh yaptı. Lala Şahin Paşa’yı kuzeyde Filibe ve Zağra taraflarına sevk ettiği gibi, Evrenos Beyi de Batı Trakya’ya Gümülcine’nin zaptına me’mur etti. Edirne’nin fethinden sonra, kısa sürede pirinç zirâatiyle meşhur olan Filibe ve Gümülcine ile o havalideki bâzı yerlerin Osmanlıların eline geçmesi; Bizans, Bulgar ve Makedonya’daki Sırpların birbirleriyle irtibatlarını kestiği gibi, bu memleketleri de tehdîd edıyorou. Bundan dolayı Filibe ve Edirne’nin geri alınmasını zarurî gören Balkan devletleri, buna hazırlanmaya başladılar. Düşmanın er geç toplu olarak üzerine geleceğini tahmin eden Murâd Han, fethedilen yerlere mütemadiyen Anadolu’dan göçmen naklederek bölgede müslüman nüfûsun artmasını sağladı. Osmanlının âdil idaresinden memnun olan hıristiyan ahâliden beklediği yardımı göremeyen Bizans, bir sene sonra Osmanlı Devleti’yle anlaşıp fütûhatını tanıdı. Ayrıca bu bölgeleri geri almak için herhangi bir harekâta girişmeyeceğini, Osmanlıların Anadolu’da yapacakları herhangi bir harekâtta onlara yardım etmeyi de taahhüd ediyordu. Bugünlerde elde edilen yerlerin, Osmanlı Devleti’nin ilerde yapacağı büyük fütûhatlara temel teşkil edeceğini bilen Murâd Han, teşkilâtlanma çalışmalarına hız verdi. Fütûhatın genişlemesi sebebiyle askerî sınıfların şer’î işlerine bakmak ve hükümdarla seferlerde bulunmak ve aynı zamanda ilmiye sınıfının en yüksek derecesi olmak üzere, kazaskerlik me’mûriyetini ihdas etti. İlk kazasker olarak da Bursa kâdısı Çandarlı Kara Halîl Efendi tâyin olundu. Fütûhatın sür’atle gelişmesi sebebiyle asker ihtiyâcı arttığından, Orhan Gâzi zamanındaki yaya ve müsellem teşkilâtını vücûda getiren Çandarlı Kara Halil’in tavsiyesiyle, muhârebelerde esir edilen hıristiyan gençlerden istifâde edilmek üzere, yeni bir asker ocağı kuruldu. Bu suretle, on sekizinci asra kadar devam etmiş olan yeniçeri ocağı ile bu ocağa alınacak çocukları terbiye edip yetiştiren acemi ocağının temeli atıldı (Bkz. Kapıkulu Ocakları, Yeniçeri Ocağı). Vezîr Sinâneddîn Yûsuf Paşa’nın yerine, sultan Murâd Han’ın hocası ve kazaskeri Çandarlı Kara Halîl, Hayreddîn Paşa ünvânıyle vezîr tâyin edildi. Karamanlı Molla Rüstem’in teklifi ve sultan Murâd Han’ın müsâdesiyle vezîr Hayreddîn Paşa tarafından mâlî teşkilâtta düzenlemelere gidilip, gelirler arttırıldı. İslâm hukukuna göre muhârebelerde ele geçen ganimetlerin beşte biri devletin hakkı olduğundan, pençik kânunu çıkarıldı. Zaptedilen yerlerde Osmanlı devlet teşkilâtı te’sis edildi. Fethedilen yerlerin tahrici yapıldı. Kimse aç ve açıkta bırakılmayıp, fakir-zengin, müslim-gayr-i müslim herkes huzura kavuşturuldu. Sultan Murâd Han teşkilât işleriyle uğraşırken, Filibe’nin fethi sırasında kaçan Rum komutan, Sırp kralı beşinci Uroş’a sığınıp, Osmanlıların faaliyetleri hakkında geniş bilgi verdi. Osmanlı ilerleyişinin, durdurulmadığı takdirde, Avrupa devletleri ve hıristiyanlık âleminin aleyhine çok büyük hâdiselerin meydana geleceğini bildirdi. Balkan milletlerinin korkularını değerlendiren papa beşinci Urban’ın da teşvikiyle; Macar kralı Layoş, Sırp kralı Uroş, Bosna kralı Tıvartko, Eflaklılar ve Bulgarlar birleşerek bir haçlı ordusu topladılar. Sultan Murâd Han’ın Bursa’da bulunmasından istifâde eden müttefik haçlı kuvvetleri sür’atle Edirne üzerine yürüdüler. Edirne’de bulunan Rumeli beylerbeyi Lala Şahin Paşa bu tehlikeli hâli Pâdişâh’a bildirdi. Ayrıca, Hacı İlbeyi komutasındaki on bin kişilik bir keşif kuvvetini düşmana karşı göndererek müttefiklerin vaziyetini öğrenmek istedi. Müttefikler, Meriç nehrini geçmelerine rağmen, hiç bir mukavemetle karşılaşmamanın verdiği sevinçle zafer şenlikleri yapıyorlardı. Düşmanı uzaktan tâkib eden Hacı İlbeyi, yiyip-içip sarhoş olduktan sonra uyumaya başlayan düşmanın gafletinden istifâde ederek, gece yarısı üç koldan âni bir baskın yaptı. 10.000 kişilik Osmanlı askerinin hücumu ile neye uğradıklarını şaşıran ve paniğe kapılan müttefik haçlı askerleri, büyük bir bozguna uğradılar. Düşmanın büyük kısmı Meriç sularında boğuldu. Macar kralı Layoş’la beraber kurtulabilen çok az bir kısmı da kaçtı (Bkz. Sırp Sındığı Zaferi). Murâd Han, müttefiklerin Edirne üzerine geldiklerini haber alınca, kuvvetlerini toplayıp, icâbında Rumeli’den dönerken korsan gemileriyle kendilerini tehdîd edebilecek olan ve Katalanların elinde bulunan Biga’yı kendisi karadan, Gelibolu’dan getirttiği donanma ile de denizden kuşattığı sırada, düşman ordusunun hezimet haberini aldı. Muhasaraya devam ederek Biga’yı aldıktan sonra Bursa’ya döndü (1365). Sırp Sındığı zaferinden sonra, Osmanlı Devleti’nin başşehri Bursa’dan Edirne’ye nakledilerek, şehirde; câmiler, mescidler, medreseler, saray dâhil kültürel ve sosyal müesseselerin te’sisine başlandı. İslâm ilim ve san’at eserleriyle süslenen Edirne, İstanbul’un fethine kadar Osmanlı başşehri olarak kaldı. Osmanlı iskân siyâseti tatbik edilip, Anadolu’dan bölgeye göçürülen müslüman Türklerle, Balkanlar şenlendirildi. Osmanlının herkese hak ve adalet dağıtan âdil idaresi ve hayır müesseseleri te’sis edildi. 1366’da Gelibolu, Bizans kayserinin dayısı Savua kontu Amadee tarafından işgal edildiyse de bir yıl sonra tekrar zaptedildi. 1367’de sultan Murâd Han’ın başlattığı Balkan fütûhâtıyla Tîmûrtaş Paşa, Bulgarlardan güneyde Kızılağaç’ı ve kuzeyde Yanbolu’yu, Lala Şahin Paşa da İhtiman ile Sofya’nın güneyindeki Samakov’ı fethettiler. 1368’de bizzat sultan Murâd, Balkan dağlarının güneyinde Burgaz yakınındaki, Bulgarlara âid Aydos’dan başlayarak Karirâbâd, Sözepof (Işepol) ve daha sonra Bizanslıların idaresindeki Hayrabolu’yu ve 1369’da Pınarhisar ile Vize’yi aldı. Evvelce zaptedilip sonradan elden çıkmış olan Kırkkilise’yi (Kırklareli) de tekrar fethettikten sonra, Doğu Trakya fütûhatını tamamladı. Bizans imparatoru Vize’yi geri almak için harekete geçtiyse de muvaffak olamadı. Osmanlılar bölgeye gelinceye kadar, Tuna nehrinden Rodob Balkanlarına dek, Orta ve Güney Bulgaristan’a ve Trakya’ya sâhib olan Bulgar kralı Yuvan Şişman, Türklerle başa çıkamayacağını anladığından, sulh yaparak kızkardeşi prenses Marya’yı sultan Murâd’a verdi; Buna rağmen, Bizans İmparatoru beşinci Yoannis Paleolog’un teşvikiyle Sırp kralı Uğliyaşa ile de görüşüp Osmanlı Devleti’ne karşı ittifak ettiler. Nitekim 1372’de Samaku mevkiinde Sırp kralının ordusuyla birleşerek Lala Şahin Paşa’nın kuvvetleriyle muhârebeye tutuştu. Müttefik ordusunu Samaku’da büyük bir bozguna uğratan Lala Şahin Paşa, Köstendil kalesini zaptetti. Her iki devletin kralının da maktul düştüğü bu savaşla, Balkanlardaki mukavemet kırılarak Osmanlı Devleti’ne Makedonya kapıları açılmış oldu. Bu zaferden sonra, Çatalca ve havalisindeki bâzı kalelerin fethini tamamlayan sultan Murâd, Evrenos Bey komutasında gönderdiği kuvvetlerle ikinci defa olarak, Gümülcine’yi, Borla, İskeçe ve Marolye kasabalarını; vezir Kara Halîl Hayreddîn Paşa’yı da mühim kuvvetlerle göndererek Kavala, Drama, Zihne ve Makedonya Sırp krallığının mühim şehirlerinden olan Serez ve daha sonra da Karaferye’yi fethettirdi. Serez uç sayılarak, akıncı kumandanı Evrenos Bey’e verildi ve buraya da Anadolu’dan aşiretler getirildi. Mühim bir şehir olan Serez’i geri almak için imparatorun oğlu Selanik despotu Manuel, şehirdeki rumları tahrik ederek bir ayaklanmaya sebeb oldu ise de Hayreddîn Paşa kumandasındaki kuvvetler zamanında gelerek isyânı bastırdı. Bundan sonra Selanik önlerine gelerek şehri kuşatan Hayreddîn Paşa, burayı kısa sürede fethetti. Bu arada harekât hâlindeki Osmanlı akıncıları Vardar’ı geçip; Sırbistan, Bosna, Arnavutluk ve Dalmaçya’ya kadar uzanarak Adriyatik denizine dayandılar. Tesalya’yı geçerek Yunanistan’ın Atik havalisine kadar inen akıncılar; düşman arazisini tahrib edip maddî gücünü kırmak, ânî baskınlarla düşmanı rahatsız edip moral bozmak, keşif harekâtları yapmak, düşmanın pusu kurmasına engel olmak, ganîmet ve esir almak, yol ve köprüleri emniyet altında bulundurmak, hududlara Osmanlı adaletini tanıtmak gibi mühim vazîfeler icra ettiler. Osmanlı kuvvetlerinin Makedonya’ya girerek Köstendil’e kadar gelmesi ve akıncıların geniş akın hareketleri, Yukarı Sırbistan despotu Lazar Grebliyanoviç’i sultan Murâd’la anlaşmaya mecbur etti. Lazar da Osmanlı ordusuna yardımcı kuvvet göndermeyi ve yıllık vergi vermeyi kabul etti. Bu suretle kral, prens ve despotların Osmanlı Devleti’nin yüksek hâkimiyetini tanıyarak vergi ve aynı zamanda muhârebelerde yardımcı kuvvet vermeleri geniş ölçüde fütûhat harekâtına girişen Osmanlı Devleti’ne büyük faydalar te’min etti. 1373’de Vize sancak beyi Şirmend Bey’den gelen haberde Bizans imparatorunun, kuvvet sevkiyle Vize etrafını yağmalattığı haberi öğrenilince, hemen Gelibolu’ya geçip kuvvetlerini Malkara’da toplayan Murâd Han, önce İpsala civarındaki Farecik kalesini, sonra da Çatalca taraflarına yürüyerek İnceğiz ve Çatalburgaz Polonya kalelerini aldı. Lala Şahin Paşa da Firecik kalesini aldığından Bizans imparatoru sulhe mecbur oldu ve Murâd Han iç işleri düzeltmek, teşkilâtlandırma çalışmalarına hız vermek için ihtiyâcı olan bir barış devresine kavuştu. Rumeli ve Anadolu’da fetihler devam ederken bâzı mâlî, idâri, askerî ihtiyâçları karşılamak için kurulan timâr teşkilâtı; Kara Tîmûrtaş Paşa’nın tavsiyesiyle tâdil ve ihtiyâca göre ıslâh edildi. Yaya, müsellem ve yeniçerilere ilâveten kapıkulu askerinden maaşlı süvari (kapıkulu süvarileri) ocağı kuruldu. Seferlerde levazım muhafazası ve süvarilerin hayvanlarına bakmak üzere voynuk sınıfı teşkîl olundu. Fethedilen şehir ve kasabalar dînî, ilmî ve içtimâi müesseselerle süslenerek buralara Türk-İslâm damgası vuruldu. Yine bu sulh devresinde Murâd Han’ın oğlu velîahd şehzâde Yıldırım Bâyezid ile Germiyan beyi Süleymân Şah’ın kızı Devlet Hâtun’un nişanı, bir müddet sonra da düğünleri yapıldı (1378). Süleymân Şâh kızının çeyizi olarak Kütahya, Tavşanlı, Emed (Eğriöz), Simav gibi yerleşim bölgelerini Osmanlı Devleti’ne terk edip, kendisi Kula’ya yerleşti. Hâmidoğlu Hüseyin Beyden de seksen bin altın karşılığında Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Seydişehir ve Karaağaç satın alındı. Bu suretle Osmanlı Devleti Karamanoğullarıyla hem kuzey, hem de batıdan sınır komşusu oldu. İç teşkilâtlandırma ve îmâr faaliyetleri sebebiyle Rumeli’de geçici bir zaman için durdurulan fetih harekâtı 1380’de tekrar başladı. Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki durumunu sağlamlaştırması için Sofya, Niş ve Manastır’ı alması lüzumlu idi. Sofya’nın zaptı, Osmanlı hâkimiyetinin Bulgaristan’da tutunmasını emniyet altına almak demek olup, Niş ve Yukarı Sırbistan’ın kapısı idi. Vardar nehri ötesindeki hareketlerin akın harekâtı seviyesinde kalmayıp, fütûhatın Arnavutluk’a doğru genişletilebilmesi için de Manastır’ın alınıp hareket üssü olarak elde bulundurulması gerekiyordu. Bu durumu değerlendiren Murâd Han, Rumeli’den evveı Makedonya’da harekete geçilmesini emretti. Böylece 1380’de Vardar’ın sol sahilindeki İştip alındı. Daha sonra büyük bir ordu ile Vardar nehrini geçen Tîmûrtaş Paşa, 1382’de Manastır’ı haraca bağladı ve Pirlepe’yi aldı. Bir sene sonra da Arnavutluk ve Bosna taraflarına akınlar yapılarak askerin bölgeyi tanıması sağlandı. Sofya üzerine sevkedilen ince Balaban Bey de uzun süren bir muhasara savaşından sonra şehri zaptetti. Bunun ardından Tîmûrtaş Paşa’nın oğlu Yahşî Bey’in Yukarı Sırbistan tarafına yaptığı harekât sonunda Niş fethedildi. Önceleri akıncılar tarafından alınıp sonra terkedilen, ticâret yolu üzerinde ve Sırbistan’ın kapısı mesabesinde olan Niş’in Osmanlı kuvvetleri tarafından kat’î şekilde alınması üzerine tehlikeli duruma düşen Sırp despotu Lazar, evvelce bir muahede ile Osmanlı ordusuna vermeği taahhüd ettiği asker mikdârını arttırdığı gibi, daha fazla vergi ödemeyi kabul etti. Bu arada Bursa’da Murâd Han’a karşı ayaklanıp saltanatını îlân eden şehzâde Savcı Bey, Kete ovasında yapılan savaşta mağlûb edilip yakalandı ve cezalandırıldı. 1385 senesinde vezir Çandarlı Halîl Hayreddîn Paşa, beraberinde akıncı kumandanı Evrenos Bey olduğu hâlde, Makedonya’dan batıya doğru harekâta başladı. Bir kaç sene evvel Tîmûrtaş Paşa tarafından haraca bağlanıp sonra elden çıkmış olan Manastır’ı zaptettiği gibi, arkasından Ohri’yi aldı. Çandarlı Halîl Hayreddîn Paşa’nın Ohri’yi fethiyle Osmanlı kuvvetleri Arnavutluk hududuna yerleşti. Kuzey Arnavutluk prensi Balsa ile Draç ve Orta Arnavutluk dukası Şarl Topia arasında meydana gelen muhârebede, Draç dukası Hayreddîn Paşa’dan yardım isteyince, Hayreddîn Paşa, Draç prensine yardım ederek Savra’da galibiyetini te’min etti. Bu muhârebede prens Balsa öldürüldü. Bu zaferden sonra 1386’da Osmanlı kuvvetleri Venediklilerin elinde olan Kroya ve İşkodra’yı zaptetti. Fakat Murâd Han her iki şehri de tekrar Venediklilere bıraktı. Çünkü Philippe de Mezieres bir haçlı seferi hazırlanması için Avrupa’da vâzlar ederken, Akdeniz’de kuvvetli bir donanmaya sâhib olan Venediklilerle mes’ele çıkarmak istemiyordu. Muvaffakiyetin yalnız kılıçla kazanılmayacağını Anadolu beyliklerine karşı kullandığı politika ile isbat etmiş olan Murâd-ı Hüdâvendigâr, Venediklilerin Osmanlı Devlet aleyhine bir mücâdeleye katılmasına sebeb olmamaya dikkat ediyordu. Sultan Murâd Han’ın Balkanlardaki gazâ ile meşgul olduğu bu yıllarda Karamanoğulları Beyliği’nin başında Alâüddîn Ali Bey bulunuyordu. Bu zât 1381’den önce Murâd Han’ın kızı Melek Hâtun’la (Nefîse Sultan) evlenmiş ve bu suretle Osmanlılarla akraba olmuştu. Fakat Osmanlı Devleti’nin kuzeyden Ankara ve daha sonra Akşehir’i ve batı tarafından Yalvaç, Karaağaç, Beyşehir ve Seydişehir’i alarak Karamanoğullarıyla komşu olmaları ve Rumeli’den başka Anadolu’da da genişlemeleri, Alâeddîn Bey’i korkutmuştu. Bundan dolayı, sultan Murâd’ın Hâmidoğulları Beyliği’nden satın aldığı şehirleri kendisi almak istiyor ve bu maksadını gerçekleştirmek için Osmanlı hükümdarı Sultân-ı Muazzam Murâd Han’ın Rumeli’de meşgul olmasını bekliyordu. Bunun için de Balkanlarda hüküm sürmekte olan prens ve kralları Osmanlılara karşı kırşkırtmaktan geri durmuyordu. Nitekim Osmanlı ordusunun Rumeli’de bulunmasından istifâde düşüncesiyle harekete geçen Karamanoğlu Alâeddîn Bey, 1386’da taarruza geçerek batı hududunda Hâmidoğullarından satın ahnan ve Osmanlılara âid olan Beyşehir ve havalisini işgal etti. Karamanoğlu’nun Osmanlı topraklarına tecâvüzünü Edirne’de haber alan sultan Murâd’ın, etrafındakilere şöyle dediği rivayet edilir: “Şu ahmak zâlimin yaptığına bakın hele! Ben din gayretiyle Allah yolunda bir aylık mesafede kâfirler içine girdim, ömrümü gece-gündüz gazâya verdim, çok mihnet ve sıkıntı çektim. Hâlbuki o gelip müslümanları yağmaladı. Söyleyin ey Gâziler!.. Ben cihâdı bırakıp da ehl-i İslâm’a nasıl kılıç çekeyim?” Fakat kâfirin ekmeğine yağ süren hainliği cezalandırmak ve bir daha bu nevî hareketlere girişilmemesini te’min etmek gerekiyordu. Hazırlıklarını tamamlayan Murâd Han, Rumeli’de vezir Çandarlı Halîl Hayreddîn Paşa’yı bırakıp, onun oğlu kazasker Ali Çelebi’yi vezir yaparak yanına alıp Anadolu’ya geçti. Yanında Osmanlı kuvvetleri ile birlikte; Bizans imparatoru, Sırp despotu, Kötendil Sırp beyinin ve Saraç Tatarlarının muahede mucibince vermeyi taahhüd ettikleri askerler, Osmanlı himayesinde bulunan Candaroğulları Beyliği kuvvetleri de vardı. Kışı Bursa’da geçirdikten sonra Karamanoğlu’nun üzerine yürüdü. Bu arada sulh isteğiyle gelen bir elçinin Karamanoğlu’ndan; “Barış istersen barışalım, olmazsa benim de senin kadar kuvvetim vardır, cenk ederiz” haberini getirdi. Bunun üzerine Murâd Han; “Var Karamanoğlu’na di. Var kuvvetin bâzûsına getürüp her ne sözi ve hüneri varsa idüp er olsun, erlik gostersün. İşi bir yana idelüm dedi. Bana her yıl gazâya mâni olmaya kasdider. Mâni-i gazâya gazâ, gaza-ı ekberdir. Bu yıl kâfirle gazâdan kaldık, bari onun şerrini defidelüm” sözleriyle elçiyi geri gönderdi. Karamanoğlu üzerine yürüyen Osmanlı ordusunun mevcudu yetmiş bin civarında idi. Karamanoğlu Alâeddîn Bey de kendi kuvvetinden başka Turgut, Varsak, Bayburd Türkmenleriyle, Tebrek, Samagar, Barımbay, Çaygazan, Sağa ve Tosboğa tatar kuvvetlerini toplamıştı. Bu kuvvetler, Osmanlı kuvvetlerinin sayıca üstündeydi. Osmanlı ordusu Karaman hududunu aşıp Konya’ya doğru ilerledi. İki ordu arasında bir konak yer kalınca, savaş tertibatı alındı. Sultan Murâd ordunun merkezinde yer alıp, yaya askerini öne ve süvariyi arkaya koydu. Velîahd şehzâde Bâyezîd’i sol kola verip Fîrûz Bey’i ve Kastamonu askeriyle iki bin Sırp askerini onun kumandasına verdi. Küçük şehzâde Yâkûb Bey’i de sağ cenahın başına verip, Anadolu beylerbeyi Sarı Tîmûrtaş Paşa’yı yanına verdi. Bunlardan başka Karasi, Eğridir kuvvetlerini, Saraç Tatarlarıyla Köstendil askerini de bu kolda görevlendirdi. Kara Tîmûrtaş Paşa, Rumeli askeriyle merkezde Pâdişâh’ın yanında yer alırken, diğer bir Tîmûrtaş Bey de ardçı olarak görevlendirilmişti. Karamanoğlu Alâüddîn Bey de ordusunun merkezinde durup Samagar, Çaygazan, Barımbay, Tasboğa tatarlarını sol kola, Varsak Türkmenletini de sağ kola koymuştu. Konya önlerinde meydana gelen şiddetli muhârebede, Karamanoğlu’nun toplama aşiret kuvvetleri Osmanlıların talimli, tecrübeli ve muntazam kuvvetleri karşısında darmadağın oldu. Alâüddîn Bey ordugâhını terk ederek Konya’ya kaçtı. Bu muhârebede büyük gayret gösteren ve her tarafa yetişen velîahd şehzâde Bâyezîd’e, Yıldırım ünvânı verildi. Ordu, yoluna devam ederek Alâüddîn Bey’in sığındığı Konya’yı kuşattı. Kısa zaman sonra mukavemet imkânının kalmadığını anlayan Alâüddîn Bey, sultan Murâd’ın kızı olan zevcesi Melek Hâtun’u şefaatçi gönderip sulh istedi. Bilâhare Osmanlı ordugâhına gelip kayın babasının elini öpünce iş tatlıya bağlandı. Alâüddîn Bey bir daha Osmanlılara saldırmayacağına, seferlerinde asker yardımında bulunacağına dâir söz verdi. Bu şekilde Karamanoğullarının da Osmanlı hâkimiyetini tanıması, batıda olduğu gibi doğuda da sultan Murâd Han’ın itibârını arttırdı. Bir müddet sonra Konya’dan ayrılıp Beyşehir üzerine giden sultan Murâd, bir kaç günde orayı aldıktan sonra, Bursa’ya döndü (1387). Murâd Han, Anadolu’da Karamanoğlu ile meşgulken, Balkanlarda öteden beri Osmanlılara karşı birleşme çalışmaları meyvelerini vermeye başlamıştı. Yıllarca önce Rumeli’ye geçen Türk kuvvetleri Bizanslılara âid toprakları zaptettikten sonra ileri hareketlerine devam edince, İslav unsuru ile karşılaşmıştı. Balkanlarda kalabalık bir kütle teşkil eden Bulgar, Sırp ve Bosnalı gibi İslav unsurları, aralarındaki geçimsizlikleri bir tarafa bırakarak, Türk fütûhatına karşı koymak için, sıkı bir şekilde birleşememişlerdi. Murâd Han bölgede sürdürdüğü dâhiyane siyâsetle, ayrı parçalar hâlinde kalmalarını te’min ettiği bu ülkelerin fethedilmesi plânlarını aksatmadan sürdürdü. Bulgaristan ve Yukarı Makedonya’nın zaptından sonra bilhassa Sırplar arasında kıpırdanmalar görülmeye başlanmış ve tehlikenin gittikçe büyümesi, Sırpların birleşik: mukavemet hissini kamçılamışsa da Osmanlı kudreti karşısında duyulan korku ve hareketlerin kuru bir niyetten öteye, fiile geçmesini engellemeye yetmişti. O sırada Sırplar kuvvetli bir liderden de mahrumdu ve başlarında bulunan kral Lazar Grebliyanoviç tek başına Balkan ittifakının kurucusu ve lideri olabilecek kabiliyette değildi. Zâten Murâd Han’ın baskılarından yılarak bir süre, önce Osmanlı himayesini kabul etmek zorunda kalmıştı. Ancak başkasının kuracağı bir ittifaka katılmak için fırsat kollamaktan geri kalmazdı. Sırplar bu hâldeyken, 1376’dan îtibâren muhitindeki nüfuzunu arttırıp Dalmaçya kıyılarına kadar hâkimiyetini genişlettikten sonra, Bosna ve Sırbistan kralı ünvânını takınan, Macarlara karşı Venedik tarafından desteklenen Bosna kralı Tvartko’nun yıldızı parlamaya başladı. Tvartko, Osmanlı tehlikesinin hızla yaklaştığını görüyor, kendi muhitinde kazandığı muvaffakiyetlerden cesaretlenerek Türklere karşı müşterek bir cephe te’sisine çalışıyordu. Balkanlardaki hıristiyanlara ve bilhassa Bosna kralına bu hususta cesaret veren bir olay da Karamanoğullarının Sırpları teşviki ve aralarındaki ittifak idi. Sultan Murâd, Balkanlardaki kıpırdanmaları dikkatle tâkib etmekle beraber, onları Osmanlılara karşı çıkmaya teşvik eden Karamanoğulları mes’elesini daha mühim gördüğünden, önce Karaman seferini yaparak bu çıban başını koparmaya karar vermişti. Nitekim yapılan muhârebede Karamanoğullarını ağır hezimete uğratıp sulh imzalattı. Anadolu cephesinde sulh te’min edilince de Tîmûrtaş Paşa emrine 20.000 kişilik kuvvet vererek Bosna krallığına karşı gönderdi. Fakat Tîmûrtaş Paşa emrindeki akıncılar Bosna arazisine doğru ilerlerken, Bosna kralı Tvartko, Lazar Grebliyanoviç ile birleşti ve o zamana kadar kendisini tanımayan bâzı Sırp sergerdelerini de etrafına toplayarak 30.000 kişilik bir kuvvet meydana getirdi. Tvartko ve Lazar idaresindeki 30.000 kişilik Sırp ve Bosnalı kuvvetleri, Tuna’nın kollarından Morava nehrine karışan Toplıça çayı vadisinde Ploşnik mevkiinde Tîmûrtaş Paşa idaresindeki kuvvefleri baskınla bozguna uğrattılar. Bu bozgunda, yirmi bin akıncıdan ancak beş bini kurtulabildi. Türk kuvvetlerinin Ploşnik’te uğradığı acı mağlûbiyet, yıllardan beri seri Türk darbeleri altında şaşkına dönen Balkanlılar arasında umûmî bir sevince sebeb oldu. Yeniden ilk zamanlardaki gibi Osmanlıları Balkanlardan atabileceklerine inanmaya başladılar. Tvartko ve Lazar’ın müşterek muvaffakiyeti, yalnız bunların idaresindeki İslav unsurunun değil; Bulgar, Ulah ve hattâ bir kısım Arnavut prenslerinin Osmanlı aleyhine birleşmelerine sebeb oldu. Ploşnik mağlûbiyetinden önce gizlice hazırlanmakta olan Balkanlı hıristiyanların ittifakı, bu defa öğünülerek açığa vurulmaya başlanıp, hareket bir haçlı seferi hazırlama şekline dönüştü. Bütün Sırp azilzâdeleri bu galibiyet üzerine Lazar’ın etrafında toplanmaya başlamışlardı. Bosna kralı Tvartko ve Bosnalılarla beraber bir kısım Sırp beyleri de kuvvetlerini birleştirmeye muvaffak oldular. Aralarında Jorj Kastriyota da dâhil olmak üzere bâzı Arnavut beyleri de ittifaka katıldılar. Dobruca mıntıkasındaki Bulgar prensi Dobrotiç’in oğlu İvanko ile Şişman, Murâd Han’a sadâkatlerinden dönerek müşterek mücâdele için asker vereceklerini bildirdiler. Eflâk beyi de asker göndereceğine dâir te’mînât verdi. Sultan Murâd’ın Ploşnik mağlûbiyetinin acısını Mora üzerine yürüyerek çıkarmak isteyeceğini düşünen Venedikliler de, Islavlara; ittifaka dâhil olduklarını bildirdiler. Fakat her şeyden evvel kendi çıkarlarını düşünen, zaman ve zemîne göre ihtiyatlı hareket eden Venediklilerin ittifakı, Murâd Han’ın da ustaca siyâsetiyle, fiile dökülmediğinden vâd’den öteye gitmedi. Bu arada Macarların bâzı hudûd kumandanları da kendiliklerinden ittifaka dâhil olup, asker yardımı yapacaklarını bildirdiler. Balkanlarda hummalı bir şekilde ittifak çalışmaları sürüp giderken, bu olayları günü gününe tâkib eden Murâd Han da muhtemel bir tehlikeyi önlemek ve Ploşnik felâketini telâfi için faaliyete geçmiş bulunuyordu. İlk önce Balkan ittifakının meydana getireceği kudreti, askerî ve siyâsî yollardan küçültmeye gayret etti. Aldığı siyâsî tedbirlerle Arnavutluk prenslerinden Balşa’nın ittifaka dâhil olmasına mâni oldu. Bir taraftan da Bulgarların diğer müttefiklerle birleşmesini önlemek ve îcâbında Osmanlı himayesinde bulunanların da karşı tarafa katılmalarına fırsat vermemek için, babası Çandarlı Halîl Paşa’nın vefâtı üzerine vezîriâzam olan Çandarlı Ali Paşa’yı 30.000 kişilik kuvvetle Bulgaristan üzerine sevketti. Babası gibi kudretli bir şahsiyet ve iyi bir kumandan olan Çandarlı Ali Paşa, Murâd Han’ın emriyle 1388 baharında Bulgaristan’a hareket ederken, hem Balkan ittifakına girmelerini önlemek, hem de Bulgaristan’ın fethini tamamlamak vazifesini yüklenmiş bulunuyordu. Çandarlı Ali Paşa, Edirne’den hareketinden sonra Aydos’un kuzeyindeki Nadir geçidinden geçerek Balkanları aştı. Pravadi şehrini bir gece hücumu ile aldıktan sonra Şumnu’yu zaptetti. Bundan sonra doğu istikâmetinde ilerlemeye başlayan Ali Paşa, Karadeniz kıyısındaki Varna’yı zaptetmek istediyse de Cenevizlilerin ricası üzerine, bir de Murâd Han’ın Cenevizlilerle dost geçinme siyâsetini bildiğinden geri döndü. Şumnu’nun güneybatısında bulunan, Bulgarların eski merkezi Tırnova’ya yürüyerek kısa bir muhârebeden sonra şehri zaptetti. Sonra Tırnova’dan kuzeye doğru harekâtına devam etti. Bulgar kralı Şişman ise, Osma suyunu tâkib ederek, Tuna yoluyla erzak ve sâire yardımının yetiştirilmesi kolay ve bu sebeple uzun bir muhasaraya dayanması mümkün olan müstahkem bir mevkideki Niğbolu kalesine kapandı. Ali Paşa’nın haber vermesiyle durumu öğrenen Murâd Han, büyük kuvvetle Niğbolu’ya gelip kaleyi kuşattı. Pâdişâh’ın bu kadar kısa zamanda geleceğini tahmin etmeyen kral Şişman, vaziyetinin ciddiyetini anlayarak mukavemetten ümidini kesip aman diledi. Verdiği yıllık haraca devam etmesi ve Tuna kıyısındaki bir kaleye Osmanlı askerinin yerleştirilmesi karşılığında affedildi. Bulgar kralı Şişman, sultan Murâd’ın Niğbolu önünden güneye doğru inmesini müteâkib son bir defa daha ahde vefâsızlığa yeltenince, vaziriâzam Ali Paşa derhâl bölgeye gönderildi. Kısa zamanda Silistre, Rusçuk ve Niğbolu’yu zapteden Ali Paşa, Şişman’ı da yakalayarak çocukları ile birlikte Murâd Han’ın huzuruna getirdi. Murâd Han Şişman’ı tekrar affedip, kendisini bir Osmanlı vâlisi durumuna getirerek serbest bıraktı. Böylece Bulgaristan tam itaat altına alınarak Balkan ittifakının cephesine büyük bir darbe indirilmiş oldu. Böylece Osmanlı ordusunun gerisi güvenlik altına alındı. Murâd Han ve Çandarlı Ali Paşa, Bulgaristan taraflarıyla meşgulken, Osmanlı himayesini kabûl etmesi için haber gönderildiğinde red cevâbı veren Kosova tekfurunun üzerine, akıncı kumandanlarından Yaralı Doğan Bey kumandasında bir kaç bin kişilik kuvvet sevkedilmişti. Doğan Bey Kosova tekfurunun idaresindeki toprakları baştan başa vurup çok mikdârda esir alarak düşmanı manevî olarak çökertti. Bu arada Tîmûrtaş Paşazade Yahşî Bey de Sırp memleketlerine bir akın düzenlemek istemişse de, Balkanlı hıristiyanların ittifak hareketini geniş çapta tamamlamaları sebebiyle, Murâd Han bütün Osmanlı kuvvetlerinin kendi kumandası altında birleşmesini emrettiğinden, akın hareketini durdurdu. Bulgaristan hareketini hâlleden vezîriâzam Ali Paşa, Yanbolu’ya dönerek Murâd Han’ın kuvvetlerine katıldı. Bu arada bir müddet önce hacca giden tecrübeli akıncı kumandanı Evrenos Bey’in dönüp orduya katılması, askerin maneviyâtını yükseltti. Osmanlı kuvvetleri düşman üzerine yürüdü. Bu sırada Sırp elçisi, meydan okuyup muhârebeye hazır olduklarını bildirdi. Elçinin hakîki geliş sebebi Osmanlı ordusunun vaziyetini öğrenmekti. Elçi geri gönderildikten sonra, harb meclisi toplandı. Evrenos Bey’in tavsiyesiyle düşmandan evvel varıp iyi yer tutmak üzere ileriye gidilmesine karar verildi ve Sırp despotu Lazar’ın merkezi olan Priştine’ye doğru yüründü. Osmanlı ordusu Yanbolu’da Tatarpazarcığı yoluyla Sofya’ya geldi. Güneybatıya sapılarak Köstendil’e gelindi ve bu istikâmette bulunduğu bildirilen büyük haçlı ordusuna doğru yüründü. Önde Gâzi Evrenos Bey ve Paşa Yiğit’in akıncıları gidiyordu. 8 Ağustos 1389’da Priştine’nin güneybatısındaki Kosova sahrasında müttefik haçlı ordusu ile Osmanlı ordusu karşı karşıya geldi. Müttefikler büyük devletler olarak; Macaristan ve Lehistan, ikinci derecede devletler olarak da Sırbistan, Bosna krallığı, Eflak (Romanya), Boğdan (Moldavya), Hırvatistan. Bohemya, Macaristan’a tâbi Arnavutluk prenslikleri kuvvetlerinden meydana gelen 100-150.000 kişilik bir orduya sahipti. Türk ordusu ise; Karaman, Aydın, Menteşe, Saruhan, Hamîd, Teke ve Candaroğulları beyliklerinin yardımcı kuvvetleri de dâhil 60.000 kişi civarında idi. 9 Ağustos 1389 sabahı başlayan ve Osmanlı Devleti’nin ilk defa top kullandığı, sekiz saat süren şiddetli bir meydan savaşından sonra, müttefik ordusu hemen hemen tamamen imha edildi. Müttefiklerin mağrur komutanı Lazar da ölüler arasındaydı (Bkz. Kosova Meydan Muhârebeleri). Muhârebenin sonuna doğru artık zafer tamamen belli olunca, Murâd Han, zaferin şükrânesi olarak muhârebe sahasını gezdiği şırada, bir şey söylemek isteğiyle yanına sokulan yaralı Sırp azilzâdesi Lazar’ın dâmâdı Miloş Obiliç tarafından hançerle kalbinden vurularak şehîd edildi. Cenazesi Bursa’ya getirilip Çekirge semtinde bulunan Murâd-ı Hüdâvendigâr Câmii karşısındaki türbesine defnedildi. Şehîd edildiği yere Meşhed-i Hüdâvendigâr ismiyle meşhur bir makam yaptırıldı. Eski târihlerin kayıtlarına göre Murâd Han; orta boylu, yuvarlak yüzlü, irice burunlu, boynu uzun, parmakları iri ve enli, sakalı sık değil, cesur disiplinde babasından daha sert, hiddetli, harekâtında sür’atli bir hükümdardı. Halkı ve askeri tarafından çok sevilip, Sultân-ül-Guzât vel-Mücâhidîn, Melîk-ül-Meşâyih, Gıyâs-üd-Dünyâ ved-Dîn, Şihâbüddîn, Gâzi, Hünkâr, Hüdâvendigâr, Leys-ül-İslâm, Ebü’l-Feth, Giyâs-ül-Müslimîn, Es-Sultânül-Adl, Sultân-ı Muazzam gibi lakablar verildi. Yirmi dokuz sene süren hükümdarlığı zamanında zaferden zafere koşmuş ve hepsinde muvaffak olarak mağlûbiyet yüzü görmemişti. Babasından bir beylik olarak devraldığı devleti İmparatorîuk hâline getirmiştir. Gibbons’un da pek güzel tarif ettiği gibi Osman Gâzi etrafına bir ırk toplamış, Orhan Gâzi bir devlet vücûda getirmiş, fakat imparatorluğu Murâd-ı Hüdâvendigâr kurmuştur. Zamanındaki hâdiseler ve bunlara karşı takındığı tavırlar dikkatle incelendiğinde, azîm, irâde, vakar ve ciddiyet sahibi olan Murâd Han; din farkı gözetmeksizin tebeasına karşı çok şefkatli ve merhametli idi. Samîmi şahsiyeti ile içte ve dışta sevgi ve saygı uyandırmış büyük bir Türk hükümdarı idi. Kendi gayretleri yanında, Çandarlı Halîl Hayreddîn ve onun oğlu Ali paşalar gibi iki şahsın gayret ve faaliyetleri ile hukukî, mâlî, askeri sahalarda esaslı teşkîlât yaparak, devleti aşîret hâlinden kudretli bir devlet hâline getirmişti. En tehlikeli zamanlarda bile itidalini muhafaza eder, ne suretle hareket edeceğini bilir ve vereceği kararı mutlak surette tecrübeli beyleriyle müzâkere ettikten sonra verirdi. Kendi mütâlâasına aykırı mütâlaaların isabetini takdir edince onu kabul eder, îtirâzlara ehemmiyet verir ve dinlerdi. Bu hâli, başarılarında çok etkili olmuştur. Ağabeyi Süleymân Paşa’nın başlattığı Rumeli fütûhatını büyük bir siyâsî dehâ ile kısa zamanda geliştirdi. Anadolu’daki Türkmen aşiretlerini fethettiği bölgelere yerleştirerek, bölgede Türk nüfûsunun çoğunluğu ele geçirmesini sağladı. Bu göçler sayesindedir ki, Osmanlı Türkleri fütûhatı Viyana önlerine kadar ilerleyerek, Rumeli’de Osmanlı Devleti beş yüz yıl hâkimiyetini devam ettirdi. Anadolu beylikleriyle de kısmen akrabalık bağları, kısmen de Karamanoğulları örneğinde olduğu gibi, zorla hâkimiyet kurarak, bu beyliklerin potansiyel askerî güçlerini Balkan fütûhatında geniş şekilde kullandı. Fethedilen yerlerde îmâr faaliyetlerine de önem veren Murâd Han, hükümet merkezini Bursa’dan Edirne’ye taşıyarak, yeni fethetmiş olduğu Edirne’yi, yaptırdığı câmi, medrese, han, hamam, saray gibi eserlerle Türk-islâm beldesi hâline getirdi. Memleketin çeşitti yerlerini hayır eserleri ile donattı. MURÂD-I HÜDÂVENDİGÂR’IN DUÂSI!.. Sultan-ı Muazzam Murâd Han, 8 Ağustos 1389’da Berât gecesinin gününde Kosova sahrasında düşmanla karşılaştığında, askeri yorgun olduğundan o gün istirahat vermişti. Fakat o sakin yaz gününde akşam olup karanlık basınca, öyle bir fırtına çıktı ki, ortalığı tozu dumana verdi, kimse kimseyi seçemez oldu. Hava böyle giderse sayıca üstün olan kâfirin işine gelecekti. Bu durumda duâ etmekten başka çâre yoktu. Sultan Murâd, bu mübarek Berât gecesinde, abdest alıp iki rek’at hacet namazı kıldu Sonra ellerini açıp cenâb-ı Hakk’a göz yaşları içinde şöyle yalvardı: “Ey ilâhî! Seyyidî! Mevlâyî!. Bunca kerre hazretinde duâmı kabul ettin. Beni mahrum etmedin. Gene benim duâmı kabul eyle! Bir yağmur verip, bu zulümâtı ve gubârı (tozu) def edip âlemi nûrânî tul, tâ ki kâfir leşkerini rahat görüp, yüz yüze ceng edelim! Yâ ilâhi! Mülk ve kul senindir. Sen kime istersen verirsin. Ben dahî bir âciz kulunum. Benim fikrimi ve esrarımı sen bilirsin. Mülk ve mal benim maksadım değildir. Hemen hâlis ve muhlis senin rızânı isterim. Yâ Râb! Beni bu müslümanlara kurban eyle! Tek bu mü’minleri küffâr elinde mağlûb edip helâk eyleme! Yâ ilâhî! Bunca nüfûsun katline beni sebep eyleme! Bunları mensur ve muzaffer eyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim. Tek sen kabul eyle! Asâkir-i İslâm için teslîm-i ruha razıyım. Tek bu mü’minler ruhuna benim ruhumu feda kıl! Evvel beni gâzi kıldın, âhir şehâdet rûzî (nasîb) kıl! Âmîn!” Çok geçmeden rahmet bulutları peyda oldu. Gelip Kosova sahrası üzerine boşandılar. Rüzgâr dindi. Toz sindi. Göğün yüzü açıldı. Bundan sonra Osmanlı askerinin, İslâmiyet’i yok etmeye gelmiş haçlıları dağıtmasıyla, Osmanlı kılıcının keskinliğini bir kez daha gören düşman kaçmaya başladı. Bu büyük zafer Üzerine sultan Murâd Han, Rabbine şükrederek gazâ meydanını dolaşırken, sinsi bir saldırı sonucunda ağır bir yara aldı. Duâsının kabul olunduğunu görmenin huzuruyla bir kaç saat sonra şehâdet şerbetini içti. ECNEBİ GÖZÜYLE MURÂD-I HÜDÂVENDİGÂR! Devrin Bizans tarihçisi Halkondil (Chalcondyle), Histoire de la decadence de L’Empire grec et l’Etabiissement de celui des Turcs adlı kitâbı yirmi dokuzuncu sayfasında Murâd-ı Hûdavendigâr hakkında şöyle demektedir: “Sultan Murâd, hayâtında bir çok tehlikeler atlatmış, bir çok hayırlı işler görmüş, Rumeli ve Anadolu’da otuz yediden ziyâde büyük müşkil harpleri idare ederek dâima muzaffer olmuştur. Düşmana yerini terk ettiği ve arka çevirdiği asla görülmemiştir. İşlerini güzel tanzim ile münâsip vakitte menfeatlerini elde etmesini bilirdi. Kemâl-i şehâdetle harb eder, şaşırmaz ve asla telaş göstermezdi. Askerini bir müddet istirahat ettirmeyi arzu ettiği zamanlarda vaktini avla geçirir, istirahat nedir bilmezdi. Bu hususta kendinden önceki pâdişâhları geçmiştir. Gençliğinde olduğu gibi, ihtiyarlığında da çalışkanlığını, çeviklik ve cevvâliyeti ile sertliğini kaybetmemiştir. Her şeyden evvel iyice düşünür, maksad ve meramını te’mîn için hiç bir şeyi ihmâl etmez ve unutmazdı. Kemâl-i sükûnetle boyun eğen milletlere ve sarayındaki ecnebi çocuklara yumuşaklık, sükûnet ve şefkatle muamele ederdi. Mükâfatta da sür’atli idi, herkesi adıyla çağırmak âdeti idi. Harbe girileceği zaman askerini münâsib nutukla cesaretlendirir ve yapılan en küçük yanlış hareketleri dahi müsâmahasız bir şiddetle cezalandırırdı. Dediği söze riâyet ve hürmet etmekte başta gelen hükümdarlardandı. Aleyhine çalışanlar elinden kurtulamamıştı. Murâd Han, maiyyetini heybet ve şiddetiyle titretirdi. Bununla beraber onlara hiç bir kumandanın gösteremiyeceği yumuşaklık, şefkat ve muhabbetle muamele ederdi...” Birinci Murâd Han Devri Kronolojisi 1360 : Murâd Han’ın tahta’geçmesi, Yıldırım Bâyezîd’in doğumu, Karadeniz Ereğlisi, Ankara ve Sultanönü civarının fethi. 1363 : Çorlu, Keşan, Dimetoka, Pınarhisar, Babaeski, Lüleburgaz, Edirne, Gümülcine, Eski Zağra ve Yenice’nin fethi, yeniçeri ocağına temel olan pençik kânununun çıkarılması. 1366 : Sırp Sındığı Zaferi, Biga’nın fethi. 1367 : Dubrovnik Cumhuriyeti’nin Osmanlı hâkimiyetine girmesi. 1368 : Kızılağaç Yenicesi, Yanbolu ve İslimye’nin fethi. 1369 : Karınova, Aydos ve Burgan’ın fethi 1370 : Vize, Kırkkilise (Kırklareli) ve Süzebolu kalelerinin fethi, Edirne’nin başkent olması. 1373 : Sultan Murâd’ın Sırp-Bulgar kuvvetlerini bozarak Samaku ve İhtiman kalelerini alması, Köstendil Bulgar prensi Kostantin’in teslim olması ve Çirmen zaferi. Sırp hükümdarı Lazar’ın Osmanlı hâkimiyetini kabulü. 1374 : Adriyatik denizi ve Yunanistan civarına büyük akın hareketlerinin yapılması. Çatalca, İnceğiz ve Firecik’in fethi. 1376 : Çandarlı Halil Paşa’nın Selanik zaferi. 1377 : Niş’in fethi. 1378 : Bulgaristan’ın Osmanlı hâkimiyetine girmesi. Şehzâde Bâyezîd’in Germiyan beyi Süleymân Şâh’ın kızı Devlet Hâtûn’la evlenmesi dolayısıyla geline çeyiz olarak Kütahya, Simav, Eğriöz ve Tavşanlının Osmanlılara verilmesi; Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Seydişehir ve Karaağaç’ın Hamîdoğullarından satın alınması. 1382 : Sofya, Niş ve İştip’in alınması. 1385 : Ohri’nin fethi, Arnavutluk’ta Savra zaferi. 1386 : Osmanlı-Karaman savaşı ve Karaman’ın Osmanlı hâkimiyetini kabulü. 1387 : Çandarlı Halil Paşa’nın vefâtı. 1389 : Kosova zaferi ve Murâd Han’ın şehîd olması. 1) Osmanlı Târihi (İ. Uzunçarşılı); cild-1. sh. 159-260 2) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 98 v.d. 3) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4250 4) Tâc-üt-tevârih 5) Neşri Târihi 6) Âşıkpaşazâde Târihi 7) Bezm-ü-rezm (İstanbul-1928); sh. 383 8) Ed-Devlet-ül-Osmâniyye (Zeynî Dahlan, İstanbul-1283); sh. 118 9) Münşeât-üs-Selâtîn (Feridun Bey, İstanbul-1283); cild-1, sh. 11 10) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-2, sh. 153 11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-10, sh. 322 12) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 311 13) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-2, sh. 285 v.d. 14) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 33 v.d. 15) Halkondil (Chalcondyle), Histoire de la decadence de L’Empîre grec et L’Etablissement de celui des Turcs; sh. 29 MURÂD HAN-II (Gâzi) Babası ............................. : Çelebi Mehmed Han Annesi ............................. : Emine Hâtûn Doğumu ........................... : 1404 Vefâtı .............................. : 3 Şubat 1451 Tahta Geçişi ..................... : 25 Haziran 1421 Saltanat Müddeti ............... : 29 sene 7 ay 3 gün Osmanlı sultanlarının altıncısı. Çelebi Sultan Mehmed Han’ın oğlu. 1404 senesinde Amasya’da Dulkadiroğlu Süli Bey’in kızı Emine Hâtun’dan doğdu. Çocukluğu Amasya, Bursa ve Edirne’de geçti. Ailesinin yanında ilk terbiye ve eğitimini tamamlayınca, devrin âlimlerinden ders aldı. 1415 yılında idâri ve askerî bilgileri öğrenip tecrübe kazanması ve devlet yönetimine hazırlanması gayesiyle lalası Yörgüç Paşa’nın yanında Amasya sancakbeyliğine gönderildi. Şehzâde Murâd, Amasya’dayken, 1417’de lalası Biçaroğlu Hamzâ Bey’le beraber Cenevizlilerden kâfir Samsun’u aldı. 1420’de vezîriâzam Bâyezîd Paşa ile beraber Börklüce Mustafa ve Torlak Kemâl isyânlarını bastırdı. Babasının 1421’de vefâtı üzerine, on sekiz yaşındayken 25 Haziran 1421’de Bursa’da tahta geçti. Murâd Han’ın tahta geçmesinden kısa bir süre sonra saltanatını kutlamaya gelen Bizans elçileri aynı zamanda imparator Manuel Paleogos’un bir mesajını getirdiler. İmparator mesajında; Osmanlı târihlerinde Düzmece Mustafa şeklinde geçen, Yıldırım Bâyezîd’in oğlu Mustafa Çelebi’nin kendi yanında olduğunu belirttikten sonra, Murâd Han’ın kardeşleri Mahmûd ve Yûsuf beyleri rehin olarak istiyor, aksi hâlde saltanat iddiasında bulunan Mustafa Çelebi’yi serbest bırakıp, ona destek vereceği tehdidinde bulunuyordu. Sultan Murâd Han, İmparator’un şehzâdeleri dilediği zaman kendisine karşı koz olarak kullanacağını bildiği için bu isteği şiddetle reddetti. Bunun üzerine Bizans İmparatoru, Limni adasında tuttuğu Mustafa Çelebi ile Aydınoğlu Cüneyd Bey’i serbest bıraktı ve Dimitrios Leontarios kumandasında on beş gemiden meydana gelen bir filo ile onları Gelibolu önlerine çıkardı (Eylül 1421). Bu arada Murâd Han’a cephe alan Bizans imparatoru ve Mustafa Çelebi yanında yer alan Anadolu beylikleri de Osmanlı tabiiyyetini tanımamak suretiyle ayaklandılar. Nitekim Germiyanoğlu ikinci Yâkûb Bey, Murâd Han’ı tanımayarak Mustafa Çelebi tarafını tuttuğu gibi, Hamîd ili de Karamanoğlu tarafından işgal edildi. Diğer taraftan Menteşeoğullarından Ahmed ve Leys beyler, bağımsızlıklarını îlân ederek adlarına bastırdıkları paralara Osmanlı pâdişâhının adını koymadılar. Bu arada Aydınoğlu ile Saruhanoğlu eski topraklarından bir kısmını ellerine geçirmişler, İsfendiyâr Bey de Çankırı, Kalecik ve Tosya’da Osmanlı Devleti himayesinde hüküm süren oğlu Kâsım’ı buralardan kovmuştu. Murâd Han, Mustafa Çelebi’nin (Düzmece Mustafa) Gelibolu’ya çıkıp Rumeli’de saltanatını îlân ettiği bu günlerde, bu oldu bittilere razı olmak mecburiyetinde kaldı. Bizans imparatoru Manuel’in yardımıyla Gelibolu’ya çıkan Mustafa Çelebi, Gelibolu dâhil olmak üzere, İstanbul’un kuzeyinden Eflak’a kadar uzayan sahaları İmparator’a vermeyi ve; oğlunu rehine olarak bırakmayı taahhüd etti. Osmanlı tahtının meşru vârisi olduğunu söyleyen Mustafa Çelebi’ye, ilk önce Gelibolu ve çevresi ahâlisi iltihâk etti. Ancak Gelibolu kale komutanı Şahmelek, Murâd Han’a bağlı olduğunu bildirip kaleyi teslim etmedi. Mustafa Çelebi, Aydınoğlu Cüneydle Bizanslı komutan Leontarios’u bu kale önünde bırakıp kendisi Aynaroz taraflarına doğru yürüdü ve bâzı yerleri ele geçirdi. Vardar-Yenicesi’nden sonra Edirne’yi de ele geçirmek suretiyle Rumeli’ne hâkim oldu. Mustafa Çelebi’nin bu isyânını bir an önce bastırmak isteyen Murâd Han, vezîriâzam Bâyezîd Paşa’yı vazifelendirip Rumeli’ne gönderdi. Güzelcehisar (Anadolu hisarı) yakınlarından boğazı geçen Bâyezîd Paşa, Sazlıdere mevkiinde Mustafa Çelebi’nin kuvvetleriyle karşılaştı. Fakat askeri Mustafa Çelebi tarafına geçince, Paşa, yalnız kaldı ve; Mustafa Çelebi kuvvetlerince yakalanıp öldürüldü. Mustafa Çelebi’nin kazandığı bu başarı üzerine Gelibolu kalesi de teslim oldu. Daha önce verdiği söz sebebiyle Bizans askeri kaleye yerleşmeye başlayınca, bölgeye gelen Mustafa Çelebi, bunları kaleden çıkarıp kendilerine artık ihtiyâcı olmadığını belirtip, imparatora gönderdi. Mustafa Çelebi bu şekilde Rumeli’ne tamamen hâkim olunca, Edirne ve Serez’de kendi nâmına para bastırdı. Edirne’de saltanat sürmeye başladı. Mustafa Çelebi, Rumeli’de hükûmet sürdüğü bu ilk günlerde Anadolu’da hâkimiyeti elinde bulunduran yeğeni Murâd Han’ı pek önemsemedi. Fakat Gelibolu mes’elesinden dolayı kendisine olan desteğini çeken ve ikinci Murâd’la anlaşmak teşebbüsünde bulunan Bizans imparatoru Manuel’in gayreti yanında, Murâd Han’ın Foça’daki Cenevizlilerin komiseri Giovanni Andorno ile bâzı ticarî imtiyazlar mukabili olarak anlaştığı haberini alınca, Aydınoğlu Cüneyd Bey’in de teşvîkleriyle 20 Ocak 1422’de Gelibolu’dan Lapseki’ye geçerek Bursa’yı almak üzere Ulubat gölü kenarına kadar geldi. Amcasının harekâtından haberdâr olan Murâd Han da kuvvetlerini toplamış, Mustafa Çelebi Bursa’ya ulaşmadan onu karşılamak istemişti. Ulubat’a daha önce gelen ikinci Murâd, Ulubat suyu üzerindeki köprüyü yıktırdı. Suyun bir tarafında Mustafa Çelebi’nin, öte tarafında da sultan Murâd’ın kuvvetlen mevzî aldılar. Sultan Murâd Han, babası Çelebi Mehmed Han’ın son zamanlarında yaptığı bir hatâ sebebiyle Tokat’ta mahbus olan akıncıların pîri Mihâloğlu Mehmed Bey’i yanında getirmişti. Mihâloğlu Mehmed Bey, geceleyin Ulubat çayı kenarına gelerek Rumeli akıncı beylerini çağırmaya başladı. Rumeli akıncı beyleri Mihâloğlu’nun ölmüş olduğunu sanıyorlardı. Çay kenarına gelip sesini duydukları zaman sağ olduğunu anlayıp, çok sevindiler ve emrine âmâde olduklarını bildirdiler. Mihâloğlu ise, onlara sultan Murâd gibi bir Sultan’ı bırakıp bir düzme hükümdara tâbi olduklarını ve tez kendilerine katılmalarını söyledi. Böylece Mihâloğlu Mehmed Bey, Mustafa Çelebi’nin yanındaki Rumeli akıncılarının kendi taraflarına geçmesini sağladı. Vezir Hacı İvaz Paşa da çeşitli vâdlerle Aydınoğlu Cüneyd Bey’i Mustafa Çelebi’nin yanından ayırdı. Mustafa Çelebi’nin yanında kalan Rumeli azablarından beş bin kişilik bir kuvvet, nehrin geçit yerinden geçerek Murâd Han’ın karargâhına gece baskını yapmak istedilerse de, durumu zamanında öğrenen Murâd Han gerekli tedbirleri alarak bunları da saf dışı bıraktı. Böylece ordusunun kendiliğinden dağıldığını gören Mustafa Çelebi kaçmaktan başka çâre bulamadı. Sâdık bir avuç adamıyla hızla Lapseki’ye gelip Gelibolu’ya geçti. Mustafa Çelebi’yi tâkib ederi sultan Murâd, daha önce anlaştığı Foça Cenevizlilerinin gemileriyle Rumeli’ne geçti. Gelibolu’yu zaptedip, önce Bolayır, sonra Edirne’ye çekilen Mustafa Çelebi’yi tâkib ederek Edirne’ye girdi. Mustafa Çelebi kısa bir süre sonra Eflak’a kaçmak isterken, Kızılağaç Yenicesi’nde yakalanarak Edirne’ye getirildi ve kale burçlarından birine asıldı (1422). Mustafa Çelebi vak’asında iki yüzlü siyâset tâkib ederek Osmanlı Devleti’ni bölmeye çalışan Bizans’a iyi bir ders vermek isteyen Murâd Han, hemen hazırlıklara girişip Mihâloğlu Mehmed Bey’i 10.000 akıncı ile öncü olarak İstanbul üzerine gönderdi (10 Haziran 1422). Çok geçmeden kendisi de 50.000 kişilik bir ordunun başında İstanbul önlerine gelip kuşatmayı başlattı. İmparator Manuel, önemli bir para teklifi ile kuşatmanın kaldırılmasını istediyse de kabul etmedi. Kara tarafından tamamen sarılan şehrin çıkış kapılarının karşılarına isabet eden sahalara siperler kazdırıldı. Surlar toplarla dövüldü. İkinci Murâd Han’ın yaptığı bu muhasara Türklerin şimdiye kadar tatbik ettiği muhasaraların en şiddetlilerindendi. Kuşatmaya, Yıldırım Bâyezîd’in dâmâdı olan büyük âlim ve velî Seyyid Emir Buhârî’nin de 500 dervişiyle birlikte katılması askerin maneviyâtını arttırıyordu. Nitekim 24 Ağustos’da, Emir Sultan’ın da yer aldığı umûmî hücum çok şiddetli oldu. Muhasara Eylül ayı ortalarına kadar sürdü. Fakat bu sırada yine Bizans’ın entrikalarıyla sultan Murâd’ın küçük kardeşi eski Hamîd ili sancakbeyi Mustafa Çelebi’nin saltanat dâvasına kalkması sebebiyle kuşatma kaldırıldı. Mustafa Çelebi lalası İlyâs Paşa’yla beraber Karaman ve Germiyanoğlu’nun verdiği kuvvetlerin başında Bursa üzerine yürüdü. Bursa halkının şiddetle karşı koyması ile şehre giremeyen Mustafa Çelebi, İznik’i kuşattı. Murâd Han’ı durumdan haberdâr eden kale müdafii Fîrûzoğlu Ali Bey, kırk gün dayandıktan sonra teslim oldu. İznik’de vezîriâzam İbrâhim Paşa’nın sarayına yerleşen Mustafa Çelebi, hükümdarlığını ilân etti. Fakat İstanbul muhasarasına çok az bir kuvvet bırakıp harekete geçen Murâd Han, Mustafa Çelebi’nin lalası İlyâs Paşa’ya mektup yazıp mansıp vâdedip oyalarken, Mihâloğlu Mehmed Bey’i önden İznik’e gönderdi. İznik’e âni bir baskın yapan Mihâloğlu Mehmed Bey, meydana gelen çarpışmalarda ağır yaralandıysa da Mustafa Çelebi yakalanarak gerekli cezaya çarptırıldı (1423). İç isyânlar me’selesini hâlledip devlete tek başına hâkim olan sultan Murâd Han, Osmanlı Devleti’nin iç karışıklıklarından istifâde ile bâzı şehirleri geri almış olan beyliklere yöneldi. Önce Candaroğulları üzerine yürüyüp zaptettikleri topraklardan çıkardı ve beyliği Osmanlı Devleti’ne bağladı. Karaman ve Eflak beyleri ile andlaşma yaptı. Bizans’ın Ege ve Karadeniz kıyılarındaki topraklarını aldıktan sonra, yıllık 30.000 duka altın haraca bağladı. İzmir, Menteşe ve Teke beylikleri Osmanlı hâkimiyetine geçti. Erkek çocuğu olmayan Germiyan hükümdarı ikinci Yâkub Bey, vefâtından bir sene önce Edirne’ye gelip Murâd Han’a misafir oldu ve ölümünden sonra mülkünün Osmanlı Devleti’ne katılmasını vasiyyet etti (1428). Böylece, Murâd Han’ın yaklaşık beş yıl süren uzun ve yorucu mücâdeleleri sonunda Anadolu birliği tekrar sağlanmış oldu. Murâd Han, şehzâde Mustafa mes’elesini hâllettikten sonra Anadolu’da birliği tekrar sağlamak için çalışmalara başlarken, bir yandan da Rumeli’ndeki fetih hareketlerinin devamı için tedbirler almış, düşmanın maddî gücünü yıkmak için Fîrûz Bey komutasındaki akıncıları Eflak’a, Evrenosoğlu Îsâ Bey komutasındaki akıncıları da Arnavutluk ve Mora üzerine göndermişti. Fîrûz Bey, sık sık Osmanlı ülkesine akınlar yapan Eflak prensi Drakul’u mağlûb edip, Osmanlı Devleti’ne tâbi olmasını sağlamış ve iki oğlunu da rehin almıştı. Evrenosoğlu Îsâ Bey ise, büyük bir kuvvetle çıktığı seferde Arnavutluk hâkimi Gion Kastriyota’yı mağlûb edip itaat altına aldıktan sonra Mora taraflarına geçip Lakedemonya havalisini zaptetmişti (1423). Murâd Han 1424 yılında Aydınoğlu Cüneyd Bey’in çıkardığı isyân hareketini de bastırdıktan sonra Bergama-İzmir yoluyla gittiği Ayaslug’da (Selçuk) çeşitli ülkelerden gelen elçileri kabul etti. Sırp kralı Stefan, Lazareviç ile Eflak voyvodası Vlad-Drakul bizzat Edirne’ye gelerek Pâdişâh’a arz-ı tazimatta bulunup eski muahedelerini yenilediler. Cenevizlilere tâbi olan Midilli ve Sakız beyleri ve Rodos şövalyelerinin elçileriyle de andlaşmalar imzalandı. Yıldırım Bâyezîd zamanında fethedilen, fakat fetred devrinde Bizanslılar tarafından geri alınan Selânik’i satın alan Venediklilerle andlaşma imzalanmadı. Genç Pâdişâh, Venedikli heyetine; “Selanik babamdan kalma mülkümdür. Büyük babam Bâyezîd bazusunun kuvvetiyle burasını Rumlardan aldı. Arzunuzla aradan çekiliniz, yoksa hemen geliyorum” cevâbını verdi. Bu suretle elçiler bir iş göremeden geri döndüler. 1427’de Sırbistan kralı Stefan Lazareviç’in ölmesi üzerine yerine Jorj Brankoviç geçti. Brankoviç, Osmanlı dostu olan Lazareviç’in siyâsetini değiştirerek, gerektiğinde Osmanlılara karşı kendisini müdâfaa etmek ve Türk taarruzlarını kuzeye yâni Macaristan’a geçirmemek için Alman imparatoru ve Macaristan kralı Sigismund’a kendi topraklarından bâzı mühim yerler verdi. Bu yerlerden birisi de Sırpların merkezi olan Semendire ile Orşova arasında ve Tuna nehri kenarında bulunan Kolombac (Güvercinlik) idi. Hâlbuki önceki kral Lazareviç burayı on iki bin duka borcuna mukabil beylerinden birine vermişti. Sigismund bu parayı vermeden şehri almak isteyince, Sırp beyi yardım isteyip şehri Osmanlı Devleti’ne bıraktı. Sigismund, büyük kuvvetlerle gelip kaleyi kuşattıysa da Rumeli beylerbeyi Sinân Bey’in uç beyleriyle yaptığı bir baskın sonunda canını zor kurtardı. Sigismund’un yenilmesi üzerine, çaresiz kalan Sırp kralı Brankoviç, Osmanlı Devleti’yle anlaşmak zorunda kaldı. Her yıl elli bin duka vergi vermeyi, Macarlarla münâsebetini kesmeyi ve seferlerde Osmanlı ordusuna asker göndermeyi taahhüt ettiği gibi, kızı Marya’yı da Pâdişâh’a vermeyi vâdetti (1427). Sırbistan işlerinin hallolmasından kısa bir süre sonra da Anadolu’daki birliğin sağlanmasını tamamlayan Murâd Han, Venediklilerden Selânik’i almak için hazırlıklara başladı. Venedikliler alelacele mevcûd durumun muhafazası için İmparator’a müracaat edip onun tavassutunu rica etti. Ancak Osmanlı pâdişâhını Selânik’i alma karârından döndüremediler. Nitekim Murâd Han, İmparator’un elçilerine, Selanik İmparator’a âid olsa idi orasını hiçbir vakit zaptetmek istemiyeceğini, fakat Venediklilerin imparatorun arazisiyle kendi arasına yerleşmesine de müsâde etmiyeceğini bildirdi. 1430 yılı Şubat ayında hazırlıklarını bitirip büyük bir kuvvetle Selanik seferini başlatan Murâd Han, Mart ayı başlarında kaleyi kuşattı. Venedikliler bütün güçleriyle kaleyi savunmaya çalıştılarsa da, ısrarla hücumlarını sürdüren Murâd Han’ın da ön saflarda katıldığı 29 Mart günü yapılan umûmî hücum sırasında merdivenlerle surlara çıkıldıktan sonra kale kapılarının açılması üzerine Selanik ele geçirildi. Fetihten sonra şehri yeniden iskân etme çârelerini arayan Murâd Han, fidyelerini ödeyen esirlerin şehirdeki evlerinde oturmalarına müsâde edip, Vardar-yenicesi’nden getirttiği bir kısım Türk halkını da şehre yerleştirdi. Yapılan îmâr çalışmaları sonunda, Selanik, çok geçmeden bir Türkİslâm şehri hâline geldi. Venedikliler Selânik’in düşmesi üzerine Epir sahillerinde bulunan donanmalarını Gelibolu üzerine gönderip, Boğazlarda Osmanlıların her türlü ticarî ve askerî ulaşımını kesmeye yönelik faaliyetlere giriştilerse de netîce alamadılar. Osmanlı donanması karşısında bozguna uğrayıp geri çekildiler. Bunun üzerine 1430 Temmuz’unda Anadolu beylerbeyi Hamzâ Bey’le bir andlaşma yapmak zorunda kaldilar. Bu andlaşmaya göre Selanik üzerindeki Osmanlı hâkimiyetini tanıdıkları gibi, Arnavutluk’ta ellerinde bulunan şehirlerle Mora’daki Lepanto (İnebahtı) için harac vermeyi kabul ettiler. Yine 1430 Nisan ayında Murâd Han henüz Selanik’teyken, Osmanlı adaletini duyan ve başlarında bulunan İtalyan Tocco ailesinin kendi aralarındaki iktidar kavgalarından bıkan Yanya halkı, bir hey’et göndererek Türk idaresine geçmek istediler. Bunun üzerine Karaca Paşa buraya gönderilerek şehir Osmanlı hâkimiyetine alındı. Osmanlıların yardımıyla amcası Ali Bey’i yenip Karaman tahtına oturmuş olan İbrâhim Bey, mevkiini kuvvetlendirdikten sonra, Osmanlı Devleti’ne terk ettiği yerleri geri almak için hummalı hazırlıklara girişmiş, fırsat kollamaya başlamıştı. 1432’de Macaristan kralı ve Sırp despotuyla beraber Osmanlılar aleyhine ittifak edince, harekete geçip, Beyşehir’i ve Hamîdeli taraflarını sıkıştırmaya başladılar. Karamanoğlu üzerine gitmek isteyen Murâd Han, iki taraflı saldırı üzerine Edirne’de kalıp, her iki tarafı da kontrol etmeye başladı. Macarlar üzerine Rumeli beylerbeyi Sinân Paşa kumandasında kuvvet sevketti. Vidin Sinânı diye meşhur olan Sinân Paşa, şiddetli bir muhârebeden sonra Macar kuvvetlerini bozguna uğrattı. Kaçabilen çok az sayıdaki Macar askerinin kalanları Türk kılıcı altında ve Tuna nehri sularında can verirken kral kaçmayı başardı (1433). Bu muvaffakiyet üzerine vezir Saruca Paşa’yı Edirne’nin muhafazası için Rumeli’de bırakan Murâd Han, Anadolu’ya geçip Karamanoğlu üzerine yürüdü. Akşehir, Konya, Beyşehir ve Seydişehir’i alıp Bozkır’a geldi. Karaman hükümdarı İbrâhim Bey, Taşili’ne sığındı ise de, Osmanlı kuvvetleri kendisini orada da tâkib ettiler. Murâd Han, İbrâhim Bey’i yakalayıp mes’eleyi kökünden hâlletmek istediyse de, Macarların Alacahisar taraflarına akın harekâtına girişmesi üzerine, vazgeçerek büyük âlim Mevlâna Hamzâ ile kız kardeşi olan hâtûnunu göndererek sulh talebinde bulunan İbrâhim Bey’in ricasını kabul etti. Bununla beraber bir ihtiyarî tedbir alarak Hamîdeli arazisini, yanında bulunan İbrâhim Bey’in kardeşi Îsâ Bey’e verdiği gibi, Dulkadiroğlu Nâsırüddîn Mehmed Bey’le birlikte Kayseri’yi kuşattı. Ancak Malatya’yı ellerinde bulundurup, güneydeki beylikler üzerinde nüfuz sahibi olan Memlûklüler, Orta Anadolu’da cereyan eden bu gibi olayları tepki ile karşıladılar. Memlûklü sultânı Melik el-Eşref Baybars’ın bizzat sefere çıkması bahis konusu oldu. Bunun üzerine Avrupa’da İslâmiyet’i yaymak dururken, müslüman kanı dökülmesini istemeyen Murâd Han, kardeşine yenilip vefât eden Îsâ Bey’in durumunu da dikkate alarak bir daha itaatten çıkmayacağına dâir yemin eden İbrâhim Bey’le anlaştı (1437). Bu andlaşma gereğince Akşehir, Beyşehir ve havalisi Osmanlı Devleti’nde kaldı. Karamanoğlu mes’elesinin halledilmesinden sonra sıra Karamanoğlu’yla Macar kralının ittifakına vâsıta olan Sırp despotu Brankoviç’e gelmişti. Durumun vehâmetini anlayan Brankoviç bir elçi gönderip Pâdişâha vâdettiği kızının çeyizinin tamamlandığını ve aldırılmasını istedi. Bu teklifi devlet erkânıyla görüşen Murâd Han, şimdilik gelini almaya ve bilâhare münâsib bir zamanda despotun hakkından gelmeye karar verdi. Evrenosoğlu Ali Bey’i büyük bir akıncı koluyla ittifakın üçüncü ayağı olan Macaristan üzerine gönderdi. Ali Bey, Rumeli akıncılarıyla Tuna’yı geçip Temaşvar havalisini kırk gün vurdu ve külliyetli mikdârda ganîmetle döndü. Maddî yönden büyük tahribata uğrattığı bu bölgenin fethinin kolay olacağını arzetti. Bunun üzerine hazırlıklarına hız veren Murâd Han, 1437’de bizzat mühim bir kuvvetle Semendire yakınında Tuna’yı geçerek Transilvanya’ya girdi. Bu seferde Sırp despotu Brankoviç ve Eflak prensi Vlad Drakul da mevcûd askerleriyle Osmanlı ordusuna iltihak ettiler. Zibin şehrine kadar gidilip bir çok kale fethedildiği hâlde, Macar kralı ortada görünmüyordu. Kırk beş gün süren seferin sonunda ordu geri döndü. Evrenosoğlu Ali Bey ise Arnavutluk taraflarına akına gönderildi. Murâd Han, seferden sonra Eflak voyvodası Vlad Drakul ile Sırp despotu Brankoviç’i Edirne’ye davet ederek Sırbistan’ın merkezi Semendire’nin anahtarlarını da beraberinde getirmelerini bildirdi. Brankoviç bizzat gelmeyerek bir oğlunu gönderdi ise de, Semendire’nin anahtarlarını göndermediği gibi, şehri tahkim ettirdi. Şehrin müdâfaasına Graguvar adındaki oğlunu bırakıp kendisi Lazar isimli diğer oğluyla beraber Alman imparatoru ve Macar kralı Albert’in yanına kaçtı. Sunun üzerine 1438’de harekete geçen Murâd Han, üç aylık bir kuşatmadan sonra Semendire’yi fethedip, despotun oğlu Greguvar’ı yakaladı ve öteki kardeşiyle beraber Tokat’a hapsetti. Semendire muhasarasına gelen Eflak prensi Vlad Drakul’u tevkif edip iki oğlunu rehin aldıktan Sonra serbest bıraktı. Semendire’nin fethinden sonra bir Macar ordusunun meydana çıkması üzerine, vazifelendirilen Gâzi İshak Bey ile Tîmûrtaş Paşa torunu Osman Bey kanlı bir muhârebeden sonra büyük bir başarı elde ettiler. Pek çok esir ve ganîmetle döndüler. Sırbistan’a karşı yapılan bu hareketten sonra Macar ordusunun da yenilmesi Bosna kralı Tvartko’yu korkuttuğundan, Osmanlı Devleti’ne vermekte olduğu yıllık haracı yirmi binden yirmi beş bin dukaya çıkardı. Bu son başarı üzerine Macaristan’a kat’î bir darbe vurmak isteyen Murâd Han, 1439’da Belgrad kalesini zapta teşebbüs etti. Önce Evrenosoğlu Ali Bey kumandasında bir ordu gönderdi. Sonra da kuvvetli bir orduyla papas Zovan tarafından müdâfaa edilen Belgrad önüne gelerek muhasarayı şiddetlendirdi. Yüzden fazla kürekliden meydana gelen ince bir nehir filosu da kuşatma faaliyetine katıldı. Bir ara açılan gedikten asker kaleye girmeyi başardıysa da karşılaştıkları şiddetli savunma sebebiyle geri çekildi. Muhasara altı ay kadar devam etti. Fakat kale düşürülemedi. Neticede kış mevsiminin gelmesi ile muhasara kaldırıldı. Belgrad muhasarasının başarısızlıkla neticelenmesi üzerine 1440 baharında Erdel voyvodası Drakul ve Macar orduları başkumandanı bulunan Jan Hunyad, karşı taarruza geçerek Bosna’daki Îsâ Bey’i mağlûb ettiler. Ertesi yıl da Erdel’e akın yaparak Szentİmre mevkiinde piskopos Lepes György kumandasındaki Erdel kuvvetlerini mağlûb eden uç beyi Mezîd Bey’e karşı Hermanştad’da kati bir zafer kazandılar ve bu savaşta Mezîd Bey şehîd oldu. Aynı yılın sonbaharında harekete geçen Rumeli beylerbeyi Hadım Şahâbeddîn Paşa (Kula Şahin) Anadolu askeri ve yeniçerilerin de katıldığı Rumeli askeriyle Silistre üzerinden Eflak’a girdi ise de, Vlad Drakul ile birlikte hareket eden Jan Hunyad tarafından Vazağ mevkiinde baskına uğrayarak mağlûb oldu ve hayâtını güçlükle kurtardı (1441). Derhâl beylerbeylikden azledilerek yerine Kâsım Paşa Rumeli beylerbeyi oldu. Osmanlılara karşı kazanılan bu savaşlar, hıristiyan âleminde büyük sevinçle karşılanıp haçlı seferi hazırlıkları başlatılırken, Erdel’deki bozgun haberini alarak Osmanlılar aleyhine harekete Geçen Karamanoğlu İbrâhim Bey, ertesi yıl Akşehir ve Beyşehir üzerine yürüdü. Rumeli’de durum karışıkken kuvvetlerinin bir kısmını bırakıp Anadolu’ya geçen Murâd Han, Konya ve Lârende (Karaman) taraflarına sefere çıktı. Fakat Rumeli’de durumun karışık olması sebebiyle, aldığı yerleri geri vermeyi kabul eden İbrâhim Bey’le anlaşıp Edirne’ye döndü. Öte yandan Karamanoğlu’nun hareketlerinden vaktiyle haberdâr olan Jan Hunyad, yanında Sırp despotu Brankoviç ve yeni Lehistan ve Macaristan kralı Vladislas olduğu hâlde Tuna’yı aşmış, Rumeli kuvvetlerini bozduktan sonra, Niş ve Sofya’yı alarak yerli Bulgarlarla işbirliğine başlamıştı. Hunyadi Yanoş’un Balkan geçitlerine dayandığını gören Murâd Han, onu İzladi derbendinde karşıladı. Bir kaç gün süren kanlı çarpışmalardan sonra ağır kayıplar veren Jan Hunyad, geri çekilmek zorunda kaldı. Fakat Osmanlı kuvvetleri de ağır kayıplar vermiş, vezîriâzam Çandarlı Halil Paşa’nın biraderi Mahmûd Bey dâhil pusuya düşürülen bir kısım asker düşmana esir düşmüştü. Bu arada İzladi savaşlarının yapıldığı sırada Arnavutluk’a kaçan İskender Bey, isyâna başlamış ve sahte bir fermanla Akçahisar’ı eline geçirmişti. Tam bu sırada Amasya sancakbeyi veliahd şehzâde Alâeddîn’in vefâtı haberi geldi. Murâd Han bu üzüntü içindeyken, Karamanoğlu İbrâhim Bey fırsatı kaçırmayarak, söz vermiş olmasına rağmen, müttefiklerinin işlerini kolaylaştırmak için taarruza geçti. Sivrihisar, Beypazarı, Ankara ve Karahisar’a kadar ilerleyerek pek çok tahribatta bulundu. Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü bu buhran üzerine Macarlarla temasa geçen Murâd Han barış istedi. Bu teşebbüs üzerine Macar kralı ile Jan Hunyad ve Sırp despotu Brankoviç’in elçileri 1443 Mayıs ayı sonlarında Edirne’ye gelerek 12 Haziran’da bir anlaşmaya vardılar. Bu andlaşmaya göre eski tâbilik vazifelerini yerine getirmek şartıyla, despota eski toprakları ve Tokat kalesinde rehin bulunan iki oğlu geri veriliyor, iki taraf da Tuna’yı aşmamayı taahhüd ediyorlardı. Yine aynı andlaşmaya göre Pâdişâh’ın Bulgaristan üzerindeki hâkimiyeti tanınıyor, Eflak voyvodası Vlad Drakul’un Pâdişâh’a tâbi olmakta devam etmesi kabul olunmakla beraber, bizzat Edirne’ye gelme mükellefiyetinden affediliyordu. On beş yıl süre ile geçerli olan bu andlaşma (12 Haziran) Edirne’de Murâd Han tarafından yeminle tasdîk edilmiş olmakla beraber, kral, Jan Hunyad ve despot tarafından da Osmanlı elçisi önünde yeminle tasdiki şart koşulmuştu. Nitekim bu maksatla Segedin’e giden Kapucubaşı Baltaoğlu Süleymân’ın da hazır bulunduğu toplantıda onlar da yemin ettiler (4 Ağustos 1444). Murâd Gâzi’yi bu kadar fedâkârlıklar karşılığı barış müzâkerelerini kabule sevkeden asıl sebep, Anadolu’da durmadan taarruz eden Karamanoğlu’na karşı serbest kalmak, dolayısıyla Rumeli kuvvetlerini o tarafa geçirmek endişesiydi. Murâd Gâzi, Karamanoğlu’nu bertaraf eder etmez sıkı bir hazırlanma devresine girecek ve bütün kuvvetleriyle geri dönüp, Sırbistan ile Macaristan’ı ezecekti. Rumeli’nde barışı sağlayan Murâd Han, Anadolu’ya geçti ve devrin İslâm âlimlerine başvurarak, Karamanoğlu üzerine yapılacak bir seferin meşru olacağına dâir fetva istedi. Murâd Han’ın bu haklı müracaatı üzerine Şafiî kâdılkudâtı şeyhülislâm İbn-i Hacer el-Askalânî, Hanefî kâdıt-kudâti Sa’deddîn Deyrî, Abdüsselâm Bağdadî, Mâlikî âlimlerinden Bedreddîn Tenisî ve Hanbelî âlimlerinden Bedreddîn Bağdadî, Karamanoğlu’na karşı eli silâh tutan herkesin savaşmasının vâcib olduğunu belirterek, kanının bile helâl olduğunu beyân ediyordu. Osmanlıların Rumeli’ni kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kaldıkları çok buhranlı bir dönemde Karamanoğlu İbrâhim Bey’in giriştiği şiddet ve tahrip hareketleri Ortadoğu İslâm âleminde de büyük tepki ile karşılanmış, devrin ulemâsı onu müşkil durumda bırakan vâzlara başlamışlardı. İslâm âlimlerinden alınan fetvalar üzerine harekete geçen Murâd Han, Rumeli’nin tehlikeli durumunu göz önünde tutarak oğlu Mehmed’i Edirne’de bıraktı. Yanında beşaltı bini aşmayan kapıkulu askeri olduğu hâlde 12 Temmuz’da boğazı geçip, Anadolu askeriyle birleştikten sonra, Karaman üzerine harekete geçti. İslâm âleminden gelen kesîf baskı ve Murâd Gâzi’nin hızla üzerine gelmesi üzerine panik içinde Taşili’ne kaçabilen İbrâhim Bey, Eskişehir’de bulunan Murâd Han’a Server Ağa’yı elçi gönderip çok tâviz karşılığı sulhe tâlib oldu. Murâd Han, İbrâhim Bey’in hanımı olan kız kardeşi ve bütün suçu Turgutoğullarına yükleyen Server Ağa’nın ısrarları üzerine, ileri süreceği şartları yerine getirmesi şartıyla, Karamanoğlu’yla anlaşmayı kabul etti. İbrâhim Bey de yeminle te’yîd ettiği bir sevgendnâme (yeminnâme) akdederek ileri sürülen ağır şartları kabul etmek zorunda kaldı. Türkçe olarak kaleme alınan bu sevgendnâmeye göre İbrâhim Bey, Osmanlılara karşı düşmanca hareketlerde bulunmayacağını Kur’ân-ı kerîm üzerine yemîn etmek suretiyle belirtiyor; Murâd Han’la oğlu Mehmed Çelebi’nin (Fâtih Sultan Mehmed) düşmanlarına düşman, dostlarına da dosi olmayı kabul ederek, savaş sırasında oğlu emrinde yardımcı kuvvetler göndermeyi taahhüd ediyordu. Bu analaşmadan anlaşılacağı üzere İslâm dünyâsında suçlu duruma düşen ve bundan endişe duyan İbrâhim Bey, Osmanlı Devleti’nin Rumeli’deki mukadderatını tâyin edecek olan Varna savaşına da oğlu kumandasında yardımcı kuvvetler göndermek suretiyle kendisini affettirmeye çalıştı. Temmuz sonlarında Karamanoğlu ile yaptığı anlaşmadan sonra, Ağustos başlarında Yenişehir’den Mihaliç ovasına gelen Murâd Han, burada Kapıkulu ve beyleri önünde henüz on iki yaşında genç bir şehzâde olan oğlu Mehmed lehine tahttan feragat ederek kendisini Bursa’da (Bâzı kaynaklarda Manisa’da) ibâdete vakfetti. Murâd Gâzi’nin tahtı daha çocuk sayılacak yaştaki oğluna bırakması fırsatını kaçırmayan Bizans imparatoru ile Venedik senatosu, Osmanlıları Rumeli’nden çıkarmanın zamânının geldiği iddiasıyla, Macar kralı Vladistas’a verdiği yemini bozdurdular. Yeminin bozulmasında, papanın adamı kardinal Cesari’nin; “Müslümanlara verilen yeminlerin hiç bir kıymeti yoktur” şeklindeki sözleri çok etkili oldu. Sonunda bu fikirlere kendisi de inanan Vladislas, en kısa zamanda haçlı seferine çıkacağını îlân etti. Zâten hazır olan ordusunun yanında Leh, Ulah, İtalyan, Çek, Litvanya, Hırvat, Fransız, Alman, Venedik askerlerinin de katılmasıyla büyük bir haçlı ordusu vücûda getiren Vladislas, ordu komutanlığına Jan Hunyad’ı getirip Eylül’ün sonlarına doğru Tuna’yı aşarak kuzey Bulgaristan üzerinden Varna civarına kadar sokulduğu gibi, kuvvetli bir Venedik donanması da Gelibolu boğazını ablukaya aldı. Bu tehlikeli durum üzerine telâşa düşen devlet ricali ile yaptığı toplantı sonunda alınan karar gereğince, babası Murâd Han’ı göreve davet eden Mehmed Han, babasından pâdişâhı olduğu ülkeyi savunması yolunda tavsiyeler alınca şu mektubu gönderdi: “Pâdişâh siz iseniz geliniz, ordularınıza kumanda ediniz; yok pâdişâh biz isek, emrimize itaat edip ordularımızın başına geçiniz!” Bu mektup üzerine Bursa’dan (Bâzı kaynaklarda Manisa’dan) yola çıkan Murâd Gâzi, Venedik ve Bizans donanmalarının engelleme çalışmalarına rağmen, boğazı geçip 40.000 kişilik ordusuyla beraber Varna önlerinde 10 Kasım 1444’de düşman ordusuyla karşılaştı. Sabah başlayıp akşama kadar sürene şiddetli bir meydan savaşından sonra Macar kralı Vladislas’ın öldürülmesi üzerine düşman bozuldu. Düşmanın ölü sayısı 65.000’den fazla iken Osmanlı ordusu 15.000 şehîd vermişti. Bozgunun başlaması üzerine kaçan düşman başkomutanı Jan Hunyad, iki gün tâkib edildiyse de, yakalanamadı (Bkz. Varna Meydan Muhârebesi). Bu savaş sonunda Macarların yetiştirdiği en büyük komutan sayılan Jan Hunyad’ın mağlûb olması, Osmanlıların daha önceki mağlûbiyet lekelerini sildiği gibi, Türklerin Rumeli’den atılamıyacağı da kesin olarak anlaşılmış oldu. Varna zaferinden sonra Edirne’ye dönen Murâd Gâzi, Anadolu’ya geçmeyerek bir sene kadar oğlu ile beraber kaldı. 1445 senesinde oğlu Mehmed’i Edirne’de bırakıp kendisi Manisa’ya çekildi. Ancak Zağanos Paşa ile Çandarlı Halîl Paşa arasında cereyan eden bâzı hâdiseler sebebiyle Edirne’ye gelerek yeniden devletin başına geçti. Murâd Han tahta geçer geçmez ilk iş olarak Mora mes’elesiyle meşgul oldu. Zîrâ Varna savaşı sırasında Mora despotu Kostantin (1448’den îtibâren Bizans imparatoru) Güney Tesalya’da Osmanlılara tâbi toprakları işgal ederek Osmanlı tarafdârı Atina prensi ikinci Nerio Acciajoli’yi de kendisiyle birleşmeye zorlamıştı. Murâd Han işgal edilen toprakların boşaltılmasını istediyse de Kostantin bunu kabul etmedi. Bunun üzerine bölgeyi iyi tanıyan akıncı beyi Turahan Bey’i mühim bir kuvvetle önden gönderen Murâd Han, kendisi de sefere çıktı. Osmanlı kuvvetleri Serez’de toplanarak sür”atli bir yürüyüşle, 27 Kasım 1446’da Korent berzahını kapayan Hexamihon (Kesmehisarı) suru önünde göründü. Şiddetli top atışlarıyla surlar yarılıp akıncılar yarımadanın her tarafına yayıldılar. Bu suretle cür’etli tecâvüzlerde bulunan Kostantin ile kardeşi Thomas tekrar Osmanlı tâbiiyyetini tanıdılar. Murâd Han’ın bu muvaffakiyeti üzerine Osmanlılara yanaşmak isteyen Eflak prensi Vlad Drakul, Jan Hunyad tarafından öldürüldü. Öte yandan Macar kralı ve papa ile münâsebette bulunan Arnavut iskender Bey, Arnavutluk yolu üzerindeki Kucacık hisarı zaptetmiş, fakat Venedik ile de arası açılmıştı. Bu durumu değerlendiren Murâd Han, 1448 yazında büyük bir kuvvetle sefere çıkarak kaleyi İskender Bey’den aldı. Fakat az sonra Albert’in küçük oğlu Ladislas’a nâib olarak Macaristan’ı idare eden Jan Hunyad’ın Macar, Eflak, Bohemya ve Almanya’dan topladığı 90.000 kişilik bir ordu ile Sırbistan’a doğru yürüdüğünü haber alarak Sofya’ya çekildi ve ordusunu yeniden düzene soktuktan sonra, güney yoluyla Kosova ovasına inerek, düşmanı savaşa mecbur etti. İkinci Kosova savaşı 17-20 Ekim 1448 târihleri arasında üç gün sürdü. Çatışmanın ilk günü hafif kuvvetler arasında çok şiddetli çarpışmalar oldu. Umumiyetle kendine has savaş taktikleri deneyen Osmanlı ordusu, sağ ve sol kolların geri çekilmesini te’min ettikten sonra merkeze saldıran düşmanı dört bir yandan sardı. Plânın uygulanmasında özellikle sağ kol kumandanı Turahan Bey’in büyük yararlılığı görüldü ve savaş Osmanlı ordusunun kesin zaferi ile sonuçlandı. Murâd Han, Karamanoğlu İbrâhim Bey’in yardımcı kuvvet olarak oğlu komutasında gönderdiği ve ekseriya Turgut ve Varsak boylarından derlenmiş kuvvetleri ordunun disiplinini bozar endişesiyle savaşa sokmadı. Jan Hunyad, 1444 Varna savaşında olduğu gibi güçlükle kaçıp canını kurtardı. Fakat haçlı ordusu savaş meydanında, aralarında Macar asilzadeleri de bulunan on yedi bin ölü bıraktı (Bkz. Kosova Meydan Muhârebeleri). Sırp despotu Brankoviç, Jan Hunyad ile işbirliğinde bulunmadığı için, savaştan sonra elindeki topraklarını muhafaza etti. Buna mukabil Jan Hunyad ile anlaşarak Niğbolu’dan geçip Osmanlı topraklarına taarruz eden Eflak beyi Drakul’un oğlu Dan cezalandırıldı. Nitekim 1449’da Rumeli beylerbeyi Dayı Karaca Bey, Yergöğü’yü geri aldığı gibi, Turahan Bey idaresindeki akıncı kuvvetleri de Eflak’a girdiler. Eflak’a karşı yapılan bu hareketler yanında Murâd Han da ikinci Arnavutluk seferine çıktı. Akçahisar’ı kuşatıp toplarla dövmeye başladıysa da hisarın müdâfaasını Vrana’ya bırakıp dışarıdan ânî hücumlarda bulunan İskender yüzünden zabta muvaffak olunamadı. Bu arada Jan Hunyad’ın yeniden taarruza geçtiği şayiası çıkınca, Murâd Han, Ekim soğuklarına kadar devam ettiği hâlde netice alamadığı kuşatmayı kaldırdı ve Edirne’ye döndü. Sultan Murâd, Arnavutluk seferinden dönüşünde Bizans işleriyle meşgul oldu. İmparator sekizinci Joannes 13 Ekim 1449’da ölmüştü. Onun ölümü sırasında Mora despotu olan Dimitrios, biraderi Kostantin ile imparatorluk için mücâdele ediyordu. Kostantin Dragazes, mâbeyncisi olan devrin tarihçisi Françes’i defalarca Murâd Han’a göndererek, Bizans imparatorluğunu alabilmesi için desteğini isteyince, Murâd Han onun Bizans imparatoru olmasını sağladı. Murâd Gâzi bundan sonra istikbâlin fâtihi olacak olan oğlu şehzâde Mehmed’in, Dulkadir beyi Süleymân Bey’in kızı Sıtti Hâtûn ile düğünlerini yaptı. İkinci Murâd Han, pek hareketli geçen pâdişâhlığı süresince, bir an durup dinlenme imkânı bulamamış, Anadolu’da Türk birliğini korumak, Rumeli’de bütün Avrupa hıristiyan âlemine karşı memleketi müdâfaa ve tabiî hudutlar içinde korunmasını mümkün hâle getirerek, devletin temelini kuvvetlendirmek için uğraşmış ve çok yıpranmıştı. Bu sebeple tahtını bir ara oğluna bıraktıysa da bunu fırsat bilip anlaşmalar hilâfına zuhur eden yeni haçlı saldırıları sebebiyle tekrar kumandayı ele almış, Varna ve Kosova’da büyük haçlı kuvvetlerini bozguna uğratarak, memleketi Asya ve Avrupa’da geçilmez bir kale hâline getirmişti. Bu huzur içinde ve 47 yaşında olduğu hâlde 3 Şubat 1451 günü şan ve şeref dolu hayâtı sona erdi. Hakk’ın rahmetine kavuştu. Vefâtı on üç gün gizlendi. Şehzâde Mehmed, Manisa’dan gelip Edirne’de tahta geçtikten sonra vasiyeti üzerine Bursa’da, oğlu Alâeddîn Ali’nin yanına yaptırdığı türbesine defnedildi. Sultan Murâd büyük bir sarsıntıdan yeni çıkmış olan bir devletin hükümdarı olduğu zaman çok gençti. Anadolu’da Tîmûr Han’ın ihya ettiği Türk beyliklerinin; Rumeli’de devletin zaafından istifâde etmek için fırsat gözleyen Balkan ve Avrupa devletlerinin korkunç ihtiraslarıyla karşı karşıya idi. Bizans, devletin başına her gün yeni bir gaile, bir iç buhran açmak için sinsi sinsi çalışıyordu. Böyle buhranlı bir devirde devlet idaresini eline alan sultan Murâd Han, bütün hayâtı boyunca, Anadolu’da Türk birliğinin kökleşmesi, Rumeli’de tabiî hududlar içinde yaşamayı tercih etmesine rağmen, memleket menfaati îcâb ettiği vakit asla vazifeden kaçmayan, rahatını değil, hayâtını bu uğurda fedâdan çekinmeyecek kadar cesur, metin iradeli, azimkar idi. Hayâtı boyunca, o devirdeki en büyük Türk hâkânı olan Tîmûr Han oğlu Şahruh’a karşı çıkmayıp, çatışmamak için çok ince bir siyâset güttü. Böylece iki sünnî devletin karşı karşıya gelmesini önledi. İç ve dış gailelerle geçen hükümdarlık hayâtı sonunda, sâde siyâsî ve askerî bakımdan değil, medeniyet bakımından da yeni çağı açacak olan oğlu sultan Mehmed’e mâmur ve hertürlü ilmî gelişmeye âmâde bir ülke bıraktı. Halkının kendisine karşı duyduğu sevgi ve tazimden dolayı Koca Murâd Bey, Koca Murâd Gâzi isimleriyle andığı Murâd Han, ince ruhlu, hassas, lütufkâr, âdil, merhametli olup sözüne sâdık, cesur ve tedbir sahibi, kumanda kabiliyeti yüksek bir devlet adamıydı. On iki yaşında şehzâde iken başlayan muhârebe hayâtı, vefâtına “kadar devam etti. İlmî sohbetleri sever, âlimleri himaye eder ve onların ihtiyâçlarını karşılardı. Haftanın iki gününü ilim meclisinde sohbetle geçirirdi. Kendisinin de ilmi ve ibâdeti çok; zühd, verâ ve takvası pek fazlaydı. Tek kaygı ve düşüncesi; son nefesini îmân ile vermek, mahşer günü Allahü teâlânın huzuruna alnı açık, günâhtan pâk olarak çıkabilmekti. Nitekim oğlunu ve kızlarını evlendirdikten sonra, veziri Çandarlı İbrâhim Paşa’ya dönmüş; “Koca Çandarlı! Bu dünyâda arzulanan nedir ki! Oğul evermek, kız çıkarmak... Bunları Allahü teâlânın izniyle yerine getirdik. Geriye îmân ile gitmek kaldı” demişti. Hemen bütün ömrünü gazâ meydanlarında geçirdiği hâlde, îmâr işlerine ehemmiyet verip çok eser bıraktığı için Ebü’l-Hayrât diye anıldı. Bursa, Edirne ve başka şehirlerde, yoksullar için imâret ve ulemâ için medrese yaptırdı. Edirne’de Dârülhadîsini ve buna gelir olarak Tahtakale hamamı, Alacahamam ve Üç Şerefeli Câmi’ni yaptırıp, bunları bir çok vakıflarla destekledi. Bursa’da Muradiye semtinde câmi, medrese ve imâret yaptırdı. Edirne’de Ergene civânnda bir köprü yaptırıp, Uzunköprü kasabasını kurdu. Selanik ve İpsala’da da câmiler inşâ ettirdi. Her yıl Kudüs, Halîl-ür-Rahmân, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere yoksulları için otuz beş bin altın gönderirdi. Ankara bölgesinde Balıkhisarı adlı büyük bir subaşılığın köylerini; Mekke yoksullarına vakfetmişti. Bulunduğu şehirde her yıl on bin altını kendi eliyle seyyidlere paylaştırırdı. Tebeasının hakkına ziyadesiyle riâyet eder, kul hakkından pek sakınırdı. Babası Çelebi Sultan Mehmed Han’dan kalma, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere fakîrlerine Resul-i ekrem efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem komşularına hediye gönderme âdetini devam ettirdi. Bir sene Molla Yegân başkanlığında bir sürre alayı gönderecek oldu. Kendi şahsî parası gönderilecek hediyeye yeterli gelmedi. Çandarlı Halîl Paşa’dan ödünç borç para alıp, onu gönderdi. Gerçi-kim haddim değüldür bû seni kılmak dilek, Arif olan çün bilür ânı ne lâzım söylemek. gibi ustaca şiirler yazabilecek kadar kuvvetli bir şâir olan sultan İkinci Murâd Han, ilme ve âlimlere çok hürmet edip evliyâya izzet ve ikrâmda kusur etmediği için, memleketi âlim ve evliyâ yurdu oldu. Herkesin duâsını aldı. Pek kıymetli eserlerin yazılmasma, tercüme edilip Türkçe’ye kazandırılmasına ve kıymetli ilim müesseselerinin inşâsına vesîle oldu. Yazılan eserlerde açık bir dil kullanılmasını emrederek Türkçe yazmak hususunda titizlik gösterdi. Devrinde Osmanlı sarayı, âlim ve şâirlerin buluştuğu bir yer oldu. Büyük âlim Molla Yegân bile ona hac dönüşünde hediye olarak, Fâtih’in hocası âlim Molla Gürânî’yi getirmişti. Bu husus hiç bir milletin kültür târihinde rastlanılmayan eşsiz bir hâdise olup, ikinci Murâd Han’ın ilme verdiği değeri de gösterir. Osmanlı Devleti’nde, devrinde en çok eser yazılan pâdişâh olması bakımından dikkat çeker. Gerçekten onun devrinde manzum, mensur pek çok eser yazılmış ve Osmanlı sarayı eserler hazînesi durumuna gelmiştir. Yine tezkirelerin kaydettiğine göre, Osmanlı pâdişâhları içinde şiirleri ilk defa kaydedilen pâdişâhtır. Devrinde şuarâ tezkirelerine temel teşkil eden bâzı nazîre mecmuaları da onun adına ithaf edilmiştir. Ayrıca adına ithaf edilen pek çok eser vardır ve hemen hepsinde İrşâdül’-Murâd ilel-Murâd, Mesnevî-i Murâdiyye gibi bu Pâdişâh’ın ismi geçer. Hâsılı devrinde geniş tabanlı bir kültür faaliyeti vardır ve bu hareket daha sonraki asırlara temel teşkil etmiştir. KİN BESLEMEZDİ!.. Sultan Murâd hakkında doğu ve batı tarihçileri hemen hemen aynı kanâatte birleşirler ve onun büyüklüğünü, değerini belirtirler. Türk düşmanlığıyla meşhur olan zamanın Bizanslı tarihçisi Dukas bile, sultan Murâd aleyhinde söylenecek bir söz bulamadığından onu şu sözlerle anlatmıştır: “Murâd, düşmanlarına karşı babamdan da daha mülayim davranır ve kin beslemezdi. Allah bilir ki, Murâd, halka karşı dâima teveccühkâr ve fukaraya karşı cömerd idi. Bu lütuflarını, yalnız kendi ırkından ve dininden olanlara değil, hıristiyanlara da gösterirdi. Hıristiyanlara karşı yaptığı yeminli muahedelerin hükümlerine riâyet ederdi. Murâd’ın hiddet ve şiddeti çok sürmezdi. Muzafferiyetten sonra o, düşmanı tâkib etmezdi ve herhangi bir milleti sonuna kadar mahvetmek istemezdi... Harpten nefret eder ve sulhu severdi.” VARNA FETİHNAMESİNDEN... Fetihnâme-i Sultân Murâd-ı Sânî: Nimetleri, ihsânları bütün mahlûkâtı kuşatmış olan Allahü teâlâ hazretleri, müslümanları idare etme, onları rahat ve huzura kavuşturma gücünü ve meselelerini hâlletme, müşkilâtını def etme vazifesini bizim hükümdarlığımıza bağışlayınca, rabbanî inayeti, sübhânî himâyesiyle devletimizi sarsılmaz, saltanatımızın temellerini köklü ve muhkem, memleketimizin nizâmını ahenkli eyledi. Bizlerin bu hizmet ile izzet ve rif’at sahibi olmamızı diledi. Her lâhza ve ânımızda bizlere envai yardımlarını gönderdi. Bizleri bilgili, görgülü, merhametli ve keremli kıldı. Ankebût sûresi 69. âyet-i kerimesindeki ilâhî fermanını gönlümüze yerleştirdi ve Âl-i İmrân sûresi 169. âyet-i kerimesindeki; “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayınız. Onlar, o şehîdler diridirler. Rablerinin katında rızıklandırılırlar. Fadlı ve keremi ile Rablerinden gelen nimetleri ile huzur ve ferahlık içindedirler” müjdelerine mazhâr eyledi. Bizler de O’nun bu sonsuz, ebedi ihsânlarının şükrünü yerine getirebilmek için bütün günlerimizi, senelerimizi İslâm dînine hizmete, Allahü teâlânın bize vediası (emâneti) olan insanları rûh, düşünce, beden ve dünyalık bakımından saadet ve selâmete kavuşturmaya adadık. İnsanlığın dünyevi ve uhrevî huzur ve saadeti, yalnız İslâm dînine uymakla tahakkuk edebileceğinden, biz de bütün ömrümüzü, her şeyimizi Muhammed aleyhisselâmın dininin sancağını yüceltmeye, O’nun dînini bütün insanlara ulaştırmaya, O’nun sallallahü aleyhi ve sellem sünnet-i seniyyesini yayıp canlandırmaya gayret ettik. Dünyâda yegâne gayemiz ve maksadımız, halisane olarak budur. Bu hâlis niyet ile beldeler zabtettik. Allahü teâlâ’nın kullarının dertlerine çâre, yaralarına merhem ulaştırdık. Allah yolunda cihâd için gerekli her türlü âlet, edevat ve silâhın en iyisini hazırlayıp yer yüzünde fitne ve fesâd çıkaranlar ile harb edebilmemiz için lâzım gelen her şeyi te’minde dakika gecikmedik, bir ânımızı boş yere harcamadık, idaremiz ve mes’ûliyetimiz altında bulunan her nevi millet ve insana adalet ile ve insaf ile muamelede asla kusur etmedik. Dâima şefkat ve merhamet duyguları ile davrandık. Bu mübarek devletin kuruluşundan şu âna gelinceye kadar, niyetimiz ve hâlimiz hep böyle olmuştur. Bizim hükümranlığımız altında milyonlarca insan saadete kavuşdu, dünyâda da huzur ve refah ve adalet ve şefkat ile muamele gördü. Mübarek kılıcımızı ve her türlü silâh ve teknik imkânlarımızı bu yolda seferber ettik ve inâdcı, hâin, ahmak din düşmanlarına, yere batasıca küffâr üzerine sevkettik. Cenâb-ı Hak o alçakların başarılarını yerlebir etsin! Mağlûbiyet ve her çöküntüyü başlarına yıksın! Öyle ki, o mel’ûnlardan tek bir dânesi şu yer yüzünde kalmayıp, eserleri ile birlikte yok olsunlar... Netice olarak, bütün âleme, bütün müslümanlara farz-ı ayn olan şudur ki, bu büyük fethi bildiren fetihnameyi minberlerde bütün müstiimanlara îlân edip bildireler. Allahü teâlânın bu muazzam nimetini düşünüp kıymetini iyi anlayıp güçleri, imkânları nisbetinde Allahü teâlâya şükredeler. Hayır ve hasenat işleyip sadakalar vereler, Allahü teâlâ dîn-i İslâm’a yaptığı bu yardımı artırsın. Dinimizi ve devletimizi daha muhkem hâle getirsin. Bizi bu saâdetden ayırmasın! Bu fetih bütün müslümanlara bildirilsin, bu mübarek saadetimizin ve devletimizin devamı için duâ buyursunlar. Duâdan asla geri durmasınlar. Vesselam.” TÖVBE ET, ÇÜNKÜ ÖLÜMÜN YAKINDIR!.. Murâd Han vefâtından önce bir gün gezmeye çıkmıştı. Köprünün başında bir dervişe rastladı. Selâm verdi. Derviş, yaklaşıp; “Hey Pâdişâhım! Tövbeye niyetlen, çünkü vâden yakındır!” dedi. Pâdişâh, dervişe teşekkür edip, duâlarda bulundu. Kendisine ölümü hatırlatanı çok sever, Allahü teâlânın rızâsı için yapılan nasihatleri can kulağı ile dinlerdi. Yanında bulunan İshak Bey’e, dervişi sordu. Emir Sultandın mürîdlerinden olduğunu söyledi. Emir Sultan adını duyan Pâdişâh; “Bunda bir hikmet var” dedi. Tövbe-i nasûh eyledi. Yanındaki bey ve paşalarına dönüp; “Yârın mahşer gününde şahidim olun. İşte bütün günâhlarıma tövbe ediyorum” dedi. Dervişe de izzet ve ikrâmda bulundu. Geriye dönüp sarayına geldi. Daha kapıdan girerken başına bir ağrı düşüp hastalandı. Her müslüman gibi hazırladığı vasiyetnamesini çıkardı. Veziri Çandarlı’ya verdi. Vasiyetnamesinde, kendisinden sonra oğlu şehzâde Mehmed’in (Fâtih’in) sultan, Çandarlı’nın vezir olmasını arzu ediyordu. Vefât edince Bursa’ya götürülmesini ve orada medfûn olan büyük oğlu Alâeddîn Ali’nin yanına defnini istedi. “Vücûdumu doğrudan doğruya toprağa gömün. Cenâb’ı Hakk’ın rahmeti, yağmuru üstüme yağsın. Hükümdarlar gibi üstüme kubbe yapmayın. Mezarımın çevresine Kur’ân-ı kerîm okuyanların oturması için yerler yapsanız yeter. Cuma günü defnolunmak arzumdur” dedi. Mekke ve Medine fukaralarına gönderilmek üzere ve türbesi için kendi öz malından bir mikdâr para ayırdı. Vasiyetinin sonuna doğru da şöyle dedi; “Ve dahî vasiyet eyledük ki: Bir yakut yüzüğümüz vardır, bir yanında delüği olup, 95.000 akçeye alınmışdur. Vezni (ağırlığı) bir miskâlden ziyâdedür. Anı (yüzüğü) satalar ve kabrimiz yanında Kur’ân-ı kerim tilâvet idenlere sarf ideler. Tâ ki, dükeninceye dek... Ve dahi vasiyet iderem ki: Bir elmas taşlı yüzüğümüzi dahi satup, günde 70.000 kerre (Kelime-i tevhîd) çekdüreler. Bir nice yidi gün buna devam ideler. Badehu satıp borcumuzı ödeyeler...” dedi. Vezirlerini şâhid tutup, herbirine imzalattı. Üç gün hasta yattıktan sonra vefât edip, Hakk’ın rahmetine kavuştu. Sultan İkinci Murâd Han Devri Kronolojisi 25 Haziran 1421 Mustafa Çelebi isyânı. : Sultan İkinci Murâd Han’ın tahta geçmesi, şehzâde Düzmece 1422 .......... : Mustafa Çelebi isyânının bastırılması. 1423 .......... : Arnavutluk ve Mora akınları, İstanbul kuşatması, Murâd Han’ın kardeşi Küçük Mustafa Çelebi’nin isyânı ve bastırılması. 1425 .......... : Menteşe Beyliği’ne son verilmesi. 1426 .......... : Teke Beyliği’ne son verilmesi. 1427 .......... : Güvercinlik’in alınması. 1428 .......... : Germiyan ülkesinin Osmanlı Devletine katılması. 1429 .......... : Çandarlı İbrâhim Paşa, Hacı Bayram-ı Velî ve Emir Sultan hazretlerinin vefâtı. 1430 .......... : Selâniklin fethi, Gelibolu’da Venediklilere karşı ilk deniz zaferi, Yanya’nın Osmanlı hâkimiyetine geçmesi. 1438 .......... : Sırbistan’ın başkenti Semendire’nin fethi. Alman imparatoru ve Macar kralı ikinci Albert’in yenilmesi. 1439 .......... : Belgrad’ın kuşatılması. 1441 .......... : Mezîd Bey ve Kula Şahin Paşa’nın Jan Hunyad’a yenilmeleri. 1442 .......... : Karamanoğlu üzerine sefere çıkılması. 1443 .......... : İzladi savaşları, Arnavut İskender Bey’in isyânı, Segedin sulhu, Murâd Han’ın Osmanlı tahtını oğlu Mehmed (Fâtih) lehine tahttan feragati. 10 Kasım 1444 : Varna zaferi. 1445 .......... : Sultan Murâd’ın ikinci defa Osmanlı tahtına geçmesi. 1446 .......... : Mora seferi. 17 Ekim 1448 : İkinci Kosova zaferi. 1449 : Arnavutluk seferi. 3 Şubat 1451 : Murâd Han’ın vefâtı. 1) Âşık Paşazade Târihi 2) Mir’ât-ı Kâinat; 6. kısım, sh. 40 3) Münşeât-ı Selâtin-i Feridun Bey 4) Tevârih-i Âl-i Osman (İbn-i Kemâl Paşazade) 5) Gazâvât-ı Sultan Murâd Han 6) Tâc-üt-tevârih 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 314 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 349 9) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 375 vd. 10) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-3, sh. 271 v.d. 11) Büyük İslâm Târihi (Çağ Yayınları); cild-10, sh. 181 v.d. 12) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 184 v.d. 13) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 266 v.d. 14) Büyük Türkiye Târihi; cild-2, sh. 387 v.d. 15) XIII-XVl Asır Eserlerinin, Anadolu Sahasında, Yazılış Sebepleri ve Bu Devir Müelliflerinin Türkçe Hakkındaki görüşleri (Kemâl Yavuz, Türk Dünyâsı Araştırmaları, 1983, sayı-27, sh. 9-54) MURÂD HAN-III Babası ............................. : İkinci Selîm Han Annesi ............................. : Nûr-Bânû Sultan Doğumu ........................... : 4 Temmuz 1546 Vefâtı .............................. : 15/16 Ocak 1595 Tahta Geçişi ..................... : 22 Aralık 1574 Saltanat Müddeti ............... : 20 sene 15 gün Halîfelik Sırası ................... : 77 Osmanlı sultanlarının on ikincisi ve İslâm halîfelerinin yetmiş yedincisi. Sultan İkinci Selîm Han’ın oğlu olup, 4 Temmuz 1546’da Nûr-Bânû Sultan’dan Manisa’nın Bozdağ yaylağında doğdu. Babasının şehzâdeliği zamanında Manisa’da değerli hocalar huzurunda tahsîl ve terbiye gördü. 1558 senesinde babasının Manisa sancak beyliğinden Karaman vâliliğine tâyin edilmesi üzerine, dedesi Kânûnî Sultan Süleymân tarafından Alaşehir sancak beyliğine tâyin edildi. Dedesinin vefâtı ve babasının tahta geçmesi üzerine Manisa sancakbeyliğine getirildi. Bu vazifesi sırasında kıymetli hocalardan askerî ve idarî bilgileri öğrendi ve İslâm ilimlerini tahsile devam etti. 15 Aralık 1574’de babası sultan İkinci Selîm Han’ın ölümü üzerine, Manisa’dan İstanbul’a giderek 22 Aralık 1574 gününe denk gelen Ramazân’ın sekizinci günü Osmanlı tahtına oturdu. Sultan Murâd Han, tahta geçtikten on dört gün sonra, 5 Ocak 1575’de Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesini ziyaret etti ve kılıç kuşandı. Daha sonra dedelerinin ve babasının türbelerini ziyaret ederek saraya döndü. Sultan’ın cülûsunu tebrik etmek için Venedik, Avusturya ve İran elçileri gelip hediyeler takdim ettiler. Venedik ile sultan İkinci Selîm zamanında yapılan sulh anlaşması yenilendi. Sultan üçüncü Murâd Han tahta çıktığı sırada, İspanyolların himayesine girmiş olan Fas emiri Mevlâ Abdullah ölünce haleflerinden Abdülmelik, Osmanlı Devleti’ne sığınarak, tâbi olmak şartıyla, Fas tahtını istedi. Bunun üzerine dîvân-ı hümâyûn, Abdülmelik’i Osmanlı donanması ile Cezâyir’e gönderip, beylerbeyi Ramazan Paşa’ya yardım etmesi için ferman yazdı. Ramazan Paşa, Abdülmelik ile beraber on beş bin kişilik kuvvetle Fas üzerine yürüdü. Mevlâ Mehmed Mütevekkil altmış bin kişilik ordusuyla karşısına çıktı ise de önceden Abdülmelik tarafından gizlice elde edilen kumandanlar, askeri ile beraber Osmanlı ordusu tarafına geçince, Fas ordusu mağlûb oldu ve Abdülmelik Fas hükümdarı îlân edildi. Ramazan Paşa, yeni hükümdarın yanına bir mikdâr kuvvet bırakarak Cezâyir’e döndü. Abdülmelik yardımcı kuvvetler ile birlikte Merakeş’e çekildi. Devrik hükümdar Portekiz kralından yardım isteyince, bu teklifi bekleyen genç kral Don Sebestiano, üç yüz altmış top ve yaklaşık seksen bin kişilik bir ordu ile Tanca yakınlarında Afrika sahillerine çıktı. Papalık, Fransa ve İspanya’nın da desteklediği Portekiz ordusunu karşılamak vazîfesi, Dîvân-ı hümâyûn tarafından Ramazan Paşa’ya verildi. İki ordu Vâdi’s-Seyl ovasında karşı karşıya geldi. Ramazan Paşa’nın askerî dehâsı sayesinde Portekiz ordusu mağlûb edildi. Yirmi bin ölü, kırk bin esir bırakarak kaçan Portekizliler, sahilde bekleyen donanmalarına bindiler, ölüler arasında kralları, Portekiz’in en büyük asilzadeleri ve devlet adamları da vardı (4 Ağustos 1578). Diğer taraftan donanma ile kaçmaya çalışanlara da Sinân Reis büyük bir darbe vurdu. Bir çok Portekiz gemisi batırıldı. Vâdi’s-Seyl zaferi ile ele geçen muhteşem Portekiz hazînesinden ve 360 toptan başka, deniz zaferinden de çok ganimet elde edildi. Ramazan Paşa, savaş meydanında heyecandan ölen sultan Abdülmelik’in yerine Mevlâ Ahmed’i Fas sultânı îlân etti. Osmanlı Devleti’ne tâbi olan Mevlâ Ahmed, Osmanlı Devleti’nin tâkib ettiği siyâseti tâkib etti. Osmanlı Devleti, İspanyollara karşı Fas melikine yardım ederken, Tunus beylerbeyliğine bağlı Fizan sancak beyi Mahmûd Bey, bir keşif seferi yaparak Cad gölünün güneyine kadar indi. Güney Sahra’nın güneyinin büyük kısmı, şimdiki Nijer ve Çad devletleri topraklarının önemli birer parçası, Fizan sancağına bağlandığı gibi, daha güneydeki Bornu müslüman devleti de Osmanlı’ya tâbi oldu. Böylece Orta Afrika’daki Osmanlı hâkimiyeti onuncu meridyene kadar indi. Osmanlı Devleti, Kuzey Afrika’da Portekiz ile muhârebe ederken, sultan Murâd Han, İran Safevî Devleti’nin, Osmanlı topraklarındaki yıkıcı ve bölücü faaliyetlerine karşı İran’a savaş açılmasını emretti. Serdâr-ı ekrem tâyin edilen vezir Lala Kara Mustafa Paşa, 5 Nisan 1578’de Üsküdar’daki ordugâha geçerek sefere çıktı. Yaklaşık yedi-sekiz bin yeniçeri ile sefere çıkan serdâra; yolda Diyarbakır, Erzurum, Haleb, Karaman beylerbeyileri kuvvetleriyle katıldılar. Kırım Han’ı ise Kafkasya üzerinden gelerek sefere iştirak edecekti. Ordu Konya’da iken Gürcistan hükümdarlarının, İran tâbiiyyetinden çıkıp, Osmanlı Devleti’ne bağlandıklarına dâir birer mektub geldi. 2 Temmuz’da Erzurum’a gelen serdâr, yirmi gün burada kaldıktan sonra, bir kısım kuvvetlerini Erzurum’un emniyeti için kalede bırakarak, Gürcistan içlerine doğru harekete geçti. Diğer taraftan Van beylerbeyi Köse Hüsrev Paşa, Emir Han komutasındaki İran ordusunu mağlûb etti. Gürcistan’ın her tarafından Osmanlı hâkimiyetini kabul eden itâatnâmeler geliyordu. Altı Gürcü kalesi kolaylıkla zabtedildi. Ardahan’dan Gürcistan’a giren Kara Mustafa Paşa, İran serdârı Tokmak Han ile Çıldır sahrasında karşılaştı. Osmanlı ordusu, şiddetle cereyan eden muhârebeden sonra parlak bir zafer kazandı (9 Ağustos 1578). Bunun üzerine Safevîlere tâbi olan Gürcistan kralı Davut, başkent Tiflis’i Osmanlı fethine açık bırakıp, İran’a kaçtı. Gürcü prenslerinden bâzıları, Osmanlı Devleti’ne tâbi oldular. 24 Ağustos’da hiç bir mukavemetle karşılaşmayan Osmanlı ordusu, Tiflis’e girdi. Tiflis, eyâlet merkezi hâline getirilerek derhâl îmâr edildi. Beylerbeyi olarak, Kastamonu sancakbeyi Mehmed Paşa tâyin edildi. Bu sırada Koyun geçidi mevkiinden Kür nehrini geçen Tokmak Han, Çıldır hezimetinin acısını çıkarmak için, bölgeye yayılmış olan hayvanları gasb etti. Serdâr Mustafa Paşa Tokmak Han’ın Türk müfrezeleriyle yaptığı savaşları kazanması üzerine, Özdemiroğlu Osman Paşa komutasında bir orduyu, Koyun geçidine gönderdi. Burada yapılan muhârebede, İranlılar ağır şekilde mağlûb edildi. Kaçanlar Konak nehrini geçerken köprünün yıkılması üzerine düşüp boğuldular (9 Eylül 1578). Serdâr-ı ekrem, sefere devam ederek Şirvan üzerine yürüdü. Buranın merkezi olan Semahı ele geçirilerek Demirkapı, eyâlet merkezi yapıldı. Şirvan eyâletine, Diyarbakır beylerbeyi Özdemiroğlu Osman Paşa tâyin edildi ve serdâra ekrem Kara Mustafa Paşa, kışın yaklaşması üzerine geri döndü. Zayıf kuvvetler ile Şirvan muhafazasında kalan Özdemiroğlu Osman Paşa, Lala Mustafa Paşa’nın ayrılmasını müteâkib, Safevî hükümetinin Şirvan’ı geri almak için hazırlıklarda bulunduğunu öğrenince, beylerbeyi Kaytas Paşa’yı Ereş’te bırakarak kendisi Şemahı’yı tahkim etti. Çok geçmeden eski Şirvan vâlisi Aras Han, Semahı üzerine yürüdüğü gibi Karabağ hâkimi İmam Kulu Han da Ereş’i muhasara etti. Muhârebeyi şehir dışında kabul eden Kaytas Paşa, üstün kuvvetler karşısında bozguna uğradı. Şehir zoptolunarak sünnî halk kılıçtan geçirildi. Ereş’i müteâkib diğer Şirvan kasabalarının yağma ve tahribi başladı. Özdemiroğlu Osman Paşa ise, 30 bin kişilik bir kuvvetle Semahı’yi kuşatan Aras Han karşısında şehri üç gün üç gece kahramanca müdâfaa etti. Safevî kızılbaş kuvvetleri çekilmek üzere iken Kalgay Adil Giray komutasındaki Kırım kuvvetlerinin baskını, kaleden de Özdemiroğlu’nun taarruzu neticesinde bozguna uğradılar. Aras Han tutulan esirler arasında idi. Âdil Giray bozgundan canını kurtaranların sığındığı ve Aras Han’ın otağının bulunduğu Kür üzerindeki adayı da basarak pek çok esir ve ganimet aldı. Ancak bu sırada İran kuvvetlerinin hezimet haberini alan velîahd Hamza Mirzâ ile vezir Mirza Selman, büyük bir ordu ile yetişerek Âdil Giray’ın kuvvetlerini bozdular ve Kalgay’ı esir ettiler. Bu durum karşısında, az sayıda muhafız ile dayanamıyacağını anlayan Özdemiroğlu, Demirkapı mevkiine çekildi. Şirvan’ı geri alan İran kuvvetleri, Tiflis’i ele geçirmek için harekete geçti ve 30 Mart 1579’da şehri kuşattı. Askerlerinin yarısının kaçmasına rağmen Tiflis muhafızı Mehmed Paşa, yanında kalan askeri ile açlığa, susuzluğu ve mühimmatsızlığa rağmen büyük bir kahramanlıkla kaleyi dört ay müdâfaa etti. 1 Ağustos 1579’da gönderilen yardımcı kuvvetlerin kaleye gelmesi üzerine, İranlılar Tiflis kuşatmasını kaldırdılar. Diğer taraftan Dağıstan cephesinde Özdemiroğlu Osman Paşa ile Azak sancak beyi ve Kırım hanının kuvvetleri birleşti. Özdemiroğlu’nun teklifi üzerine Mehmed Bey Hazar denizinde ilk donanmayı kurmakla sadrâzam tarafından görevlendirildi. Böylece Osmanlı Devleti denizyolu ile İran’ın kuzeyini kontrol edecekti. Özdemiroğlu komutasındaki Osmanlı-Kırım kuvvetleri 11 Ekim 1579’da Şirvan üzerine yürüdü. Ordunun bir kolu Bakü şehrini kuşatarak ele geçirdi. Diğer kolu, ise İran Şirvan vâlisi Mehmed Han’ın kuvvetlerini mağlûb ederek, Kür nehrinin güneyine çekilmeye mecbur bıraktı. Özdemiroğlu daha sonra 23 Ekim’de Şemahî’ye girerek Şirvan’ı ikinci defa Osmanlı topraklarına kattı. Daha sonra Kür nehrini geçen Özdemiroğlu; Karabağ, Mugan, Kızılağaç’a kadar bütün kuzey Azerbaycan’ı itaat altına aldı. Ancak bu zaferlerden sonra Kırım Han’ı Mehmed Giray’ın, bütün ısrarlara rağmen Şirvan’da kalmayıp Kırım’a dönmesi ile Özdemiroğlu güç duruma düştü. İran cephesinde savaş devam ederken, Sokullu Mehmed Paşa’nın ölümü üzerine yerine Arnavud Ahmed Paşa sadârete getirildi. Kafkas harekâtı sırasında Lala Mustafa Paşa’nın tavır ve hareketleri, Özdemiroğlu tarafından İstanbul’a bildirilince, Lala Mustafa Paşa serdârlıktan alınarak yerine Koca Sinân Paşa tâyin edildi. Sinân Paşa, 1580 baharında İran âeferine çıktı. Bu sırada ölen sadrâzamın yerine Lala Mustafa Paşa vekil-i saltanat ünvânı ile sadrâzam oldu. Ancak, üç ay sonra vefât etti (25 Ağustos 1580). Sadârete İran serdârı Koca Sinân Paşa getirildi. Sinân Paşa, Gürcistan’da teftişe benzeyen bir sefer yaptıktan sonra, kışın gelmesi üzerine Erzurum’a çekildi. Ertesi sene İran sulh istedi. İran’ın sulh isteğine ve bunun için İstanbul’a elçi gönderilmesine aldanan sadrâzam Sinân Paşa, ordusuyla İstanbul’a döndü. Aslında İran’ın bölgedeki harekâtı devam ediyordu. Nitekim Safevî kuvvetleri karşısında Gâzi Giray kuvvetleri mağlûb olmuş, kendisi de esir düşmüştü. Safevîler bu muvaffakiyetle Şabran ve Kuba’ya kadar olan yerleri işgal ettiler. Bu vaziyet karşısında Dağıstanlılar da Osmanlılardan yüz çevirdiler. Çok güç bir durumda kalan Özdemiroğlu Osman Paşa, kuvvetlerini Demirkapı’da topladıktan sonra İstanbul’a adam gönderip vaziyeti anlattı. Sultan Murâd Han Özdemiroğlunun gönderdiği haberleri dikkatle değerlendirdikten sonra, Sinân Paşa’nın gâfilâne hareket ettiğini ve yanlış bilgiler verdiğini anlayarak derhâl azletti. Yerine sadrâzamlığa getirdiği Ferhad Paşa’yı 60 bin kişilik bir kuvvetin başında İran üzerine sefere me’mur etti. Bu durumu öğrenen Safevî Gence beylerbeyi İmâm Kulu Han, bu kuvvetler gelmeden Özdemiroğlu’nun kuvvetlerini ezmek isteyip, 50.000 kişilik kuvvetiyle Şirvan ile Dağıstan arasındaki Samur ırmağının güney kıyısına gelerek, Bilasa ovasına indi. Burada üç gün üç gece süren savaş sonunda, Özdemiroğlu Osman Paşa büyük bir zafer kazandı. Meş’aleler yakılarak gece savaşıldığı için, bu savaşa Meş’aleler savaşı da denildi. Zafer haberi üzerine, Ferhad Paşa, Revan üzerine yürüyüp şehri feth ettikten sonra, Bakü’yü alıp asker yerleştirdi. Meş’aleler savaşı Şirvan’daki Osmanlı hâkimiyetini kat’îleştirdi. Semahı kalesi yeniden inşâ ve tahkim edildi. Civardaki Gürcü melikleri hediyeler göndererek serdâra itaatlerini arzettiler. Bu arada üçüncü Murâd Han, İran seferinin başından beri orduya yardım hususunda gevşek davranan Mehmed Giray Han’ı cezalandırmasını Özdemiroğlu’ndan istedi. Yanına yeni Kırım hanı İslâm Giray’ı da alan Özdemiroğlu Osman Paşa, süratle gelerek Kefe üzerine saldıran Mehmed Giray kuvvetlerini bozguna uğrattı. Yakalanan Mehmed Giray îdâm olundu (23 Mayıs 1584). Kırım tahtına İslâm Giray’ı oturttuktan sonra İstanbul’a gelen Özdemiroğlu, ikinci vezir olarak dîvâna girdi ve 20 Receb’de (28 Temmuz 1584) sadrâzam tâyin edildi. Osman Paşa’nın sadârete gelmesinden kısa bir süre sonra Kırım karıştı, öldürülen Kırım hanının oğulları, babalarının intikamını almak için harekete geçerek, yeni han olan amcaları İslâm Giray’ın üzerine yürüdüler. İslâm Giray yaralanarak kaçtı. Durumu öğrenen Sultan, Kırım’a bir ordu sevketti. Ordu kumandanlığına kendi isteği ile sadrâzam Özdemiroğlu getirildi. Kış olmasına rağmen 2 Kasım günü Osman Paşa karadan hareket etti. Donanmaya Sinop’tan binecekti. Kastamonu’ya geldiği sırada, Kırım mes’elesinin halledildiğini öğrendi ve gitmesine lüzum kalmadığından, orada kaldı. Osman Paşa, bir hatt-ı hümâyûnla doğu serdârlığına tâyin edildi. Bunun üzerine eyâlet vâlilerine Erzurum’da toplanması için tamimler gönderdi. Toplanan eyâlet askerleri ile Kastamonu’dan hareket eden Osman Paşa, 1 Ağustos 1585’de Erzurum’a vardı. 150.000 kişilik ordusuyla 7 Eylül’de Tebriz’i kuşatan Özdemiroğlu, 25 Eylül’de şehri beşinci defa fethetti. Kaleyi muhkem hâle getirip, içine yedi-sekiz bin kişilik bir muhafız kuvveti yerleştirdi. Bir süredir hasta olan Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Şenb-i Gazan’a geldiğinde rahatsızlığı arttı. Bu arada yanlış bir istihbaratla Özdemiroğlu’nun öldüğünü duyan Safevî velîahdı Hamzâ Mirza, 30.000 atlıyla gece baskını yaptıysa da başarılı olamayarak geri çekildi. Bir zafer daha kazanan Özdemiroğlu aynı gece vefât etti (30 Ekim 1585). Sadârete Mesih Paşa, serdârlığa ise Ferhad Paşa getirildi. Ferhad Paşa hazırlıkları sür’atle tamamladıktan sonra, İran seferine çıktı. Sekiz-on aydan beri İran birlikleri tarafından muhasara edilen Tebriz’e yardım için giden Ferhad Paşa, buraya zahire ve on iki bin kişilik kuvvet bıraktı. Bu sırada İran şahı sulh isteyerek, elçi hey’eti gönderdi. Bu isteğin bir oyalama taktiği olduğunu anlayan Ferhad Paşa, her ihtimâle karşı durumu İstanbul’a bildirdi. İstanbul’dan gelecek cevâbı beklediği sırada, Gürcü beylerinden bâzılarının baş kaldırmaya başlaması üzerine Kars’a gelen Ferhad Paşa, 1588’de sultan üçüncü Murâd’ın kesin emri üzerine Gence’yi fethetti. Şehrin etrafına kale yaptırdı. Valiliğe Hadım Hasan Paşa tâyin edildi. Böylece bölgedeki Osmanlı hâkimiyeti iyice yerleşmiş oldu. İran harblerinin devam etmesi Osmanlı hazînesini zor durumda bırakmıştı. Bu yüzden, akçenin değeri düşürüldü. Böylece, askere dağıtılan maaş aynı olduğu hâlde dağıtılan paranın değeri, öncekinin yarısı nisbetinde idi. Bunun üzerine bâzı devlet adamları tarafından kışkırtılan yeniçeri ayaklandı. Düşük akçe basılmasında suçlu olarak baş defterdâr Mahmûd Efendi ile müsâhib Doğancı Mehmed Paşa görüldüğü için başları istendi. Bu, ocağın kuruluşundan beri yeniçerilerin saray basarak ilk defa kelle istemeleri idi. Sultan Murâd Han, sarayda savunma tertibatı alarak istenen kelleyi vermeyi reddetti. Fakat vezirler, Sultan’a istediklerinin âsilere verilmesi hususunda ısrar ettiler. Israrlar üzerine bu işte hiç kabahati olmayan Mehmed Paşa’yı âsîlere teslim etti. Ancak Sultan, âsîleri desteklediğini anladığı devlet erkânından, başta sadrâzam olmak üzere bir çoğunu vazifeden azletti. Bu isyânından sonra yeniçeri ocağı devlet işlerine karışmaya başladı ve muhteşem devletin yıkılmasında önemli roy oynadı. İran savaşının Irak cephesindeki savaşlar, kuzeydeki kadar olmamakla beraber, Osmanlı üstünlüğü burada da devam etti. 1586’da Dînever, Muhammere, Şüster, Dizful bölgeleriyle Basra körfezinin kıyıları Osmanlı hâkimiyetine geçti. Bağdâd beylerbeyi Elvendzâde Ali Paşa, Dizful meydan muhârebesinde Safevîleri bozunca, Batı İran’da Şafiî mezhebindeki bölgeler, kabîleler, beyler birer birer gelip Osmanlı Devleti’ne itâatlarını bildirdiler. Böylece güneyden kuzeye Hûzistan, Lûristan, Kirmanşah, Ardeşen eyâletleri Osmanlı hâkimiyetine geçti. 30 Ekim 1587’de Irak cephesinde Çağalazâde Sinân Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri, Hemedan Safevî vâlisi Korkmaz Han emrindeki kuvvetleriyle Câmâsab çayı kenarında yaptığı meydan muhârebesini kazandı. Safevîlere ağır kayıplar verdirerek Korkmaz Han’ı esir etti. Bu sırada Horasan’da hüküm süren sünnî Şeybânî hükümdarı Abdullah Han da Meşhed’i muhasara edip fethetti. Hindistan’daki Ekber Şâh’la da arası bozuk olan Şâh Abbâs üç ateş arasında kalınca, sulh istemek zorunda kaldı. Şâh Abbâs, yeğeni Haydar Mirzâ’yı bir elçilik hey’etiyle beraber sulh rehinesi olarak gönderdi. 14 Ekim 1589’da Ferhad Paşa tarafından Hasankale’deki umûmî karargâhda karşılanan Şehzâde, 28 Ocak 1590’da İstanbul’a geldi. Hey’et başkanı Mehdî Kulu Han, üçüncü Murâd Han tarafından kabul edildiğinde, Şâh Abbâs’ın bütün Osmanlı fütûhatını tanıdığını ve her iki devletin elinde bulunan yerlerin kendilerinde kalması şartıyla, sulh istediğini belirtti. Ayrıca Abbâs’ın, Osmanlı pâdişâhlarının, saltanat süren kulları arasında bulunduğunu söyledi. Yapılan sulh müzâkereleri neticesinde 21 Mart 1590’da İstanbul muahedesi imzalandı. Bu andlaşmaya göre İran, sünnî tebeasının mezheb hürriyetine saygı göstermekten başka, sünnî büyüklere dil uzatmamayı da kabul ediyordu. Sultan üçüncü Murâd Han tahta geçtikten sonra, Avusturya ile eski muahede yenilenmişti. Fakat Bosna ve Macaristan sınırındaki Türklerin, Uskok isimli haydutların taarruzlarına mâruz kalmaları üzerine, Bosna vâlisi Telli Hasan Paşa, Avusturya’nın Hırvatistan topraklarına akınlar yaptı. Hrastoviçe, Gora ve Bihke’yi zapt ederek Petrine bölgesinde bir kale inşâ ettirdi. Bunun üzerine Avusturya imparatoru, İstanbul’a elçi göndererek sulhun Türkler tarafından bozulduğunu iddia etti ve verdiği vergiyi göndermeyeceğini bildirdi. Bu sırada Telli Hasan Paşa da Avusturya’nın savaş hazırlığı yaptığını bildirerek, İstanbul’dan yardım istedi. Bunun üzerine yardım için Rumeli beylerbeyi Kirli Hasan Paşa vazîfelendirildi. Yardım kuvvetlerinin geleceğini öğrenen Telli Hasan Paşa, askerî öneme hâiz Siska’yı kuşattı. Fakat İstanbul’daki sadâret değişikliği ve yeni sadrâzam Koca Sinân Paşa’nth yardımı iptal etmesi, Telli Hasan Paşa’nın mağlûbiyetine yol açtı. Neticede perişan bir şekilde geri çekildi. Avusturya cephesi sınır hareketleri devam ederken, 26 Ocak 1593’de yeniçerilere özenen sipâhîler, üç ayda bir aldıkları maaşlarının geç verilmesini bahane ederek, isyân ettiler ve sadrâzam Siyâvuş Paşa ile başdefterdâr Emîr Paşa’nın öldürülmesini istediler, istedikleri para derhâl iç hazîneden gönderilerek dağılmaları istendi ise de yeniçerilere özendiklerinden, isteklerinde ısrar ettiler. Bunun üzerine sultan üçüncü Murâd; “Şu edebsizleri sürsünler, inâd ederlerse vursunlar” diye emredince, saray muhâfızlarının silâhlı mukabelesi karşısında, üç yüze yakın ölü veren sipahiler dağıldı. İkinci defa sadârete getirilmiş olan Siyâvuş Paşa, bu isyânın bastırılmasından sonra azledilerek yerine Koca Sinân Paşa getirildi. İstanbul’da büyük bir üzüntüye sebeb olan Telli Hasan Paşa’nın mağlûbiyeti üzerine Sultan’ın istememesine rağmen, sadrâzam Sinân Paşa’nın ısrârı ile Avusturya’ya karşı on üç sene devam edecek harb ilân edildi. Serdâr-ı ekrem tâyin edilen Sinân Paşa, 29 Temmuz 1593’de sefere çıktı ve 4 Eylül’de Belgrad’a vardı. Sınır tecâvüzlerinde Avusturyalıların üs olarak kullandıkları Pespirim ve Palata kaleleri feth edildi. Sinân Paşa’nın gayesi, kışı Budin’de geçirip, ilkbaharda taarruza geçmekti. Fakat asker bunu istemeyince Belgrad’da kışlamaya mecbur kalındı. Böylece kapıkulu arasında disiplinsizlik başladı. Osmanlı ordusunun kışlamağa çekilmesini fırsat bilen Avusturya kumandanları, ordularını bir araya toplayarak İstolni-Belgrad kalesini muhasara ettiler. Budin beylerbeyi Sokulluzâde Hasan Paşa hemen yardıma koştu. Kanlı bir muhârebe sonunda Hasan Paşa kuvvetleri mağlûb oldu ve yaralı olarak Budin’e çekildi. Kış mevsimi olmasına rağmen durumdan istifâde eden İstirya vâlisi Teuffenbach; Fülek, Kekoc, Hollokoc kalelerini tahrip etti. Bâzı küçük kaleler düşmana teslim olmak mecburiyetinde kaldı. Bu arada muhasara edilen Hatvan ve Estergon kaleleri iyi müdâfaa edildiği için, düşmana teslim olmadı. Baharın gelmesi ile Sinân Paşa, 6 Nisan 1594’de harekete geçti. Büyük bir ordunun üzerlerine geldiğini öğrenen Arşidük Mathias ve Teuffenbach telaşlandılar. Sokulluzâde Hasan Paşa ve Sinân Paşazade Mehmed Paşa, Hatvan’ı kurtarmak için bu kale üzerine yürüdüler. İki ateş arasında kalacağını anlayan Teuffenbach muhasarayı kaldırıp, ağırlıklarını bırakarak kaçtı. Osmanlı ordusu tarafından 17 Temmuz’da Tata-Dotais ve 29 Temmuz’da Saint Martin kaleleri feth edildi. Arşidük Mathias, ordusuyla Tata kalesi civarında olduğu hâlde, Osmanlı ordusuyla karşılaşmaya cesaret edemedi. Ordu-yı hümâyûn 7 Ağustos’ta Türklerin Yanık dedikleri Raab kalesi önüne geldi. Viyana’nın anahtarı sayılan bu kale, Kanunî tarafından feth edildi ise de, tekrar düşmanın eline geçmişti. Muhasaranın başladığı sırada Arşidük Mathias, 100 bin kişilik ordusuyla Tuna’nın kuzey kıyısında bulunmasına rağmen, taarruza cesaret edemediği için uzaktan seyrediyordu. Osmanlı ordusu köprü kurarak karşı yakaya geçti ve büyük bir meydan muhârebesi başladı (13 Eylül 1594). Kesin Türk galibiyetiyle biten muhârebe sonunda düşman bozularak kaçtı. Düşmanın bütün ağırlıkları Osmanlı askerinin eline geçti. Bu mağlûbiyet Yanık kalesindeki müdâfîlerin moralini bozdu ise de kale iki hafta daha dayandı. 27 Eylül’de vire ile teslim oldu. Yanıkkale bir eyâlet merkezi yapıldı ve beylerbeyiliğine İşkodra sancakbeyi Osman Paşa tâyin edildi. Papa kalesi, Kırım hanının kuvvetleri tarafından feth edildi. Burası Sinân Paşa tarafından eyâlet merkezi yapıldı ise de, dîvân tarafından kabul edilmeyerek, sancak merkezine çevrildi. Sinân Paşa, 16 Ekim’de Komoron kalesini muhasaraya başladı. Fakat mevsim şartlarının ağırlaşması üzerine sekiz gün sonra muhasarayı kaldırarak, kışı geçirmek için, Belgrad’a çekildi. Bu sırada hıristiyan devletleri arasında Papa’nın manevî himâyesi altında mukaddes ittifak kuruldu (5 Kasım 1594). Papa, Erdel, Eflak ve Boğdan voyvodalarını da ittifaka sokarak, bağlı bulundukları Osmanlı Devleti’ne karşı isyân etmeleri için ikna etmeye çalıştı. Bir süre sonra bu voyvodalar da Sinân Paşa ve sadâret kaymakamı Ferhad Paşa’nın şahsî ihtirasları yüzünden, Osmanlı Devleti’ne karşı mukaddes ittifaka gizlice katıldılar. 13 Kasım 1594’de, Sinân Paşa Belgrad’da kışlarken voyvodalar fiilen isyâna başladılar. Eflak ve Boğdan’daki Türk ve rum azınlığın çoğunluğu kılıçtan geçirildi. Eflak ordusu, 1 Ocak 1595 günü İbrail kalesini muhasaraya başladı. Muhasaraya on altı gün dayanabilen kale komutanı Mehmed Bey, askeriyle çekilip gitmek şartıyla, teslim oldu. Eflak ordusu İbrail’i yakıp yıktı. 6 Ocak’ta Eflak voyvodası Mihail, Silistre’ye taarruz etti ise de sancakbeyi Mustafa Bey’in karşı taarruzu üzerine mağlûb olarak kaçtı. Batı cephesinde isyânlar devam ederken, sultan üçüncü Murâd Han 15/16 Ocak gecesi vefât etti. Cenaze namazı Topkapı Sarayı’nda Helvahane önünde kılındıktan sonra Ayasofya Câmii yanındaki babası ikinci Selîm Han’ın türbesine defnedildi. Sultan Murâd devrinde, Lehistan krallığı Osmanlı hâkimiyeti altına girdi. Devletin dış münâsebetleri daha iyi düzenlendi. İngiltere ile ilk defa temasa geçildi. Lübnan’da Derezîler, Yemen’de Zeydîler, Trablusgarb’da Mehdîlik iddiasında bulunanlar ile, Kiğı’da Şâh İsmâil yanlıları, ordunun seferde olmasını fırsat bilerek, isyân ettiler. Ancak isyânların hepsi bastırıldı. Sultan üçüncü Murâd Han, Arabça ve Farsça’yı çok iyi bildiği gibi, İslâmî ilimlerin tamâmına vâkıf olup, bâzı ilimlerde mütehassısdı. Üçüncü Murâd Han tedbirli hareket eder, ifrattan ve küçük bir haksızlık yapmaktan çok sakınırdı. Şâir bir sultan olup Murâdî mahlasıyla şiirler yazmıştır, ikisinde Türkçe, ikisinde Arabça ve Farsça şiirlerinin toplandığı dört dîvân’ı vardır. Fütûhât-ı Sıyâm isimli tasavvufa dâir bir eser yazdığı rivayet edilir. Türkçe dîvânını Şemseddîn Sivâsî açıklamıştır. Dîvânlarındaki gazeller, şâir ve edipler tarafından açıklanarak yayınlanmıştır. Murâd Han, Halveti yolunun büyüklerinden Şeyh Şucâ’dan feyz almıştır. Ayrıca Nakşîbendîlerden Şeyh Şa’ban ile de sohbet etmiştir. Devrinde Osmanlı Devleti en geniş sınırlara erişti. Üçüncü Murâd Han Osmanlı topraklarında pek çok bayındırlık eseri ile ilim, kültür ve san’at merkezleri inşâ ettirdi. Bu alanda ilk olarak Mekke’de Kâbe-i şerîf duvarlarını mermerden yaptırdı ve Harem-i Şerifin su yollarını temizletti. Medine’de bir medrese, mektep, zaviye ve büyük bir imâret yaptırdı. Harem-i Şerîf’de tamir ve kubbelerini kagir olarak inşâ ettirdi. Manisa’da ise, şehzâdelik döneminde câmi, medrese, imâret, tabhâneden meydana gelen Muradiye külliyesini, İstanbul’da Toptaşı Tımarhanesini yaptırdı. Topkapı Sarayı’nda da bir takım ilâvelerde bulundu. Sarayın etrafını çeviren duvarlar üzerine köşkler inşâ ettirdi. DÜNYÂ OTURMA YERİ DEĞİLDİR!.. Hoş-hısâl ol bakmagıl sen herkesün güftârına Kalbimi kıl bahr-âsâ gözle kim her kârı ne Mâ’il-i câ vü haşem olma sebat olmaz ana Zuhr-ı uhrâ kıl taleb bakma cihân etvârına Cây-i süknâ olmadı pes bir rıbât-ı köhnedür Bu cihânun her ki geldi kendi göçdi dârına Zahir ü bâtında ma’mûr ol budur devlet sana Ol mücâhid girmeyesin tâ ki dûzah nârına. Açıklaması; “Güzel huylu ol! Sen herkesin sözlerine kanma. Kalbini deniz gibi geniş tut. Herkesin işinin ne olduğuna bak. Makamına ve maiyyetindeki adamlarına güvenme. Çünkü onlar geçicidir. Âhiret hayâtını iste. Dünyânın işlerine bakma. Dünyâ oturma yeri değildir. Sâdece köhne, geçici bir konaktır. Bu dünyâya her kim geldiyse, kendi yurduna göçtü. Maddî ve manevî ilimleri öğren. Sana büyük rütbe olarak bu yeter. Cehennem ateşine girmemek için çok çalış,” Mekân senden tolu yâ Rab velîkin bî-mekânsın sen Vücûdunla zaman memlû velîkin bî-zamânsın sen Sen ol sultân-ı âlemsin tolar na’mân ile âlem Cihânı var iden sensin velîkin bî-cihânsın sen Senündür kuvvet ü satvet senündür izzet u nusret Ayânsın cümleye şâha velîkin bî-ayânsın sen Aceb kudret durur bu hâl aceb hikmet durur bu kâr Beyân eyler seni eşya velîkin bî-beyânsın sen Murâdî bil bu deryanın kenarın bulmadı kimse Nazar ederse sana bil ki bahr-ı bî-gerânsın sen. Açıklaması; Yâ Rabbî! Mekân senden dolu ama, sen mekândan münezzehsin. Zaman senin varlığınla dolu ama, sen zamandan da münezzehsin. Sen ol âlemin sultânısın, âlem senin ihsânınla dolu. Cihânı var eden sensin, fakat sen cihândan münezzehsin. Kuvvet ve güç, izzet ve nusret senindir. Sultânım, sen her ne kadar gizliysen de yine herkese aşikârsın. Bu iş garib bir hikmet, bu durum şaşılacak bir kudrettir ki, her şey seni ortaya çıkarır, fakat sen kelimelerle ifâde edilemezsin. Ey Murâd, bu denizin kenarına kimsenin erişemediğini bil. Sana bakarsa bil ki, sen uçsuz bucaksız bir denizsin. Sultan Üçüncü Murâd Han Devri Kronolojisi 8 Ağustos 1575 1 Ocak 1577 : Osmanlı-Venedik barışının yenilenmesi. : Osmanlı-Avusturya muahedesinin yenilenmesi. 30 Temmuz 1577 : Osmanlı-Lehistan muahedesinin imzalanması. 28 Nisan 1578 9 Ağustos 1578 : Lala Mustafa Paşa’nın Şirvan ve Gürcistan seferine çıkması. : Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Çıldır zaferini kazanması. 24 Ağustos 1578 : Tiflis’in fethedilmesi. 9 Eylül 1578 : Koyungeçidi zaferinin kazanılması. 12 Eylül 1578 : Şirvan’ın fethedilmesi. 11 Kasım 1578 : Özdemiroğlu Osman Paşa’nın birinci Şemahı zaferini kazanması. 27 Kasım 1578 : Özdemiroğlu Osman Paşa’nın ikinci Şemahı zaferini kazanması. 27 Temmuz 1579 : Kars kalesinin temelinin atılması. 12 Ekim 1579 : Sadrâzam Sokullu Mehmed Paşa’nın ölümü. 13 Ekim 1579 : Ahmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 28 Nisan 1580 : Ahmed Paşa’nın vefâtı ile Lala Mustafa Paşa’nın Vekîl-i Saltanat ünvâniyle sadârete getirilmesi. 7 Ağustos 1580 : Lala Mustafa Paşa’nın vefâtı. 25 Ağustos 1580 : Koca Sinân Paşa’nın sadârete getirilmesi. 24 Aralık 1582 29 Mart 1583 : Kanijeli Siyâvuş Paşa’nın sadârete getirilmesi. : İIk İngiltere sefirinin İstanbul’a gelmesi. 11 Mayıs 1583 : Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Meş’ale savaşını kazanması. 17 Aralık 1583 : Şehzâde Mehmed’in Manisa vâliliğine tâyin edilmesi. 28 Temmuz 1584 : Özdemiroğlu Osman Paşa’nın sadârete getirilmesi. 18 Aralık 1584 : Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Kırım isyânını bastırması. 23 Eylül 1585 : Tebriz’in teslim olması ile Azerbaycan’ın Osmanlı Devleti’ne ilhak edilmesi. 20/30 Ekim 1585 : Özdemiroğlu Osman Paşa’nın vefâtı. 15 Nisan 1586 1 Aralık 1586 8/9 Nisan 1588 : Siyavuş Paşa’nın ikinci defa sadârete getirilmesi. : Hadım Mesih Paşa’nın sadârete getirilmesi. : Mîmâr Sinân’ın vefâtı. 2 Nisan 1589 : Sinân Paşa’nın ikinci defa sadârete getirilmesi. 21 Mart 1590 : Osmanlı-İran sulh muahedesinin imzalanması. 1 Ağustos 1591 : Ferhad Paşa’nın sadârete getirilmesi. 4 Nisan 1592 : Siyâvuş Paşa’nın ikinci defa sadârete getirilmesi. 28 Ocak 1593 : Koca Sinân Paşa’nın üçüncü defa sadârete getirilmesi. 29 Temmuz 1593 : Sadrâzamın Avusturya seferine çıkması. 27 Eylül 1593 6 Ocak 1595 : Yanık kalesinin fethi. : Erdel, Boğdan ve Eflak voyvodalarının isyânı. 15/16 Ocak 1595 : Sultan üçüncü Murâd Han’ın vefâtı. 1) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-3, sh. 1 2) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-4, sh. 342 3) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4253 4) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman) 5) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3, sh. 1304 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 317 7) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, sh. 111 8) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Zeyli (Atâî); sh. 372 9) Târih-i Selânikî; sh. 129 v.d. 10) Devleti Osmâniyye Târihi (Hammer); cild-7, sh. 24 v.d. 11) Zafernâme-i Sultan Murâd Han (Harîmî, Üniversite Kütüphânesi, T. Y. No: 2372) 12) Târihi Peçevî; cild-3, sh. 75 13) Künhul-ahbâr; vr. 387’a. 14) Münşeât-üs-selâtîn; cild-3, sh. 249 MURÂD HAN IV Babası ............................. : Birinci Ahmed Han Annesi ............................. : Mâhpeyker Kösem Sultan Doğumu ........................... : 27 Temmuz 1612 Vefâtı .............................. : 8/9 Şubat 1640 Tahta Geçişi ..................... : 10 Eylül 1623 Saltanat Müddeti ............... : 16 sene 4 ay 29 gün Halîfelik Sırası ................... : 82 Osmanlı sultanlarının on yedincisi ve İslâm halîfelerinin seksen ikincisi. Sultan birinci Ahmed Han’ın oğlu olup, 27 Temmuz 1612’de Mâhpeyker Kösem Sultan’dan doğdu. En mümtaz mürebbiyelerin nezâretinde terbiye edildi. Enderûn mektebindeki hocalardan husûsî dersler aldı. Kösem Sultan, oğlu Murâd’ın diğer şehzâdelerden her yönü ile üstün olması için çok gayret gösterdi. Şehzâde Murâd da kendisine gösterilen alâkayı boşa çıkarmadı. İlim öğrenmekteki sür’ati, plânlı yaşayışı, spor ve silâh tâlimlerindeki başarısı, atik ve çevikliği, çabucak serpilip yetişmesi ile dikkati çekti. Hüsamzâde, Sarı Solak ve Hacı Süleymân efendilerden ok atmayı, Cündî Halil Paşa’dan ata binmeyi öğrendi. Zekeriyyâzâde Yahyâ Efendi gibi zamanın önde gelen âlimlerden fıkıh dersleri aldı. Babasının da hocası olan Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerini, küçük yaşta Üsküdar’daki dergâhında ziyaret etmeye başladı. Babası sultan Ahmed Han’ın vefâtıyla, memlekette devlet otoritesi sarsılmış, İslâm düşmanları her taraftan hücuma geçmişti. Binlerce yeniçeri, başı bozuk bir güruh hâline gelmişti. Velîahd şehzâde Murâd, daha on yaşında İstanbul’da kıyafetini değiştirerek dolaşır, halkla te’sis edeceği işbirliği netîcesi, ilerde yapacağı işlerin plânlarını kurardı. Kimden nasıl istifâde edeceğini, kimi nasıl cezalandıracağını tek tek defterine kaydederdi. Şehzâde Murâd, rahatsız olan amcası Mustafa Han’ın tahttan indirilmesi üzerine 10 Eylül 1623’de sultan dördüncü Murâd ünvânı ile Osmanlı pâdişâhı oldu. Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesinde hocası Azîz Mahmûd Hüdâî’nin elinden kılıç kuşandı. Yaşı küçük olduğu için, devleti bilfiil idare edemeyeceği görüşü hâkim olarak, annesi Mâhpeyker Kösem Sultan saltanat nâibesi tâyin edildi. Sultan Murâd, çocuk denecek yaşta olmasına rağmen, saltanat işlerine yabancı kalmamak için her işi öğrenmek ve mâhiyyetini anlamak istiyordu. Çok zekî ve serî anlayışlı ve hafızası kuvvetti olduğundan, yaşı ilerledikçe devlet işlerine alâkası artıyordu. Diğer taraftan ilim öğreniyor, târih kitaplarını okuyor, dedelerinin hâl ve hareketlerini, çeşitli durumlar karşısında aldıkları tedbir ve tavırları tek tek inceliyordu. Dedelerinden Yavuz Sultan Selîm Han’a özeniyor, onun gibi olmak için her yönden kendisini yetiştiriyordu. Onun gibi bilgili, onun gibi güçlü kuvvetli, onun gibi korkusuz olmak için çırpınıyordu. Zaman zaman halkın içine girer, değişik kıyafetlerle onların sohbetlerini dinlerdi. Halkın derdini halktan bir kimse olarak yerinde incelerdi. İnsanların kimden nasıl zarar gördüğünü, zulüm merkezlerini tek tek tesbit etti. Sultan Murâd’ın tahta geçmesinden kısa süre sonra merkeze bağlılığını gevşetmiş vilâyetlerden biri olan Bağdâd’ın, subaşısı Bekir ve azaplar ağası Mehmed Kanber, yönetimi zorla ele geçirdi. Diyarbakır beylerbeyi Hâfız Ahmed Paşa, Sultan tarafından Bağdâd’daki karışıklığı bastırmakla görevlendirildi. Bekir Subaşı’nın, safevîlerden yardım isteyeceğini ve bu zemini hazırlamış olduğunu öğrenen Hâfız Ahmed Paşa, Sultan’a Bekir Subaşı’nın Bağdâd vâliliğine getirilmesini arzetti. Teklif uygun görüldü. Bu sırada Bekir Subaşı, Safevî hükümdarından yardım istedi. Vali olduğuna dâir emirname Bekir Subaşı’ya gönderilince, İran askerlerini Bağdad’dan kovdu. Bekir Subaşı’nın bu hareketine kızan Şâh Abbâs, Bağdâd üzerine yürüyerek, şehri ele geçirdi ve Bekir’i îdâm ettirdi (28 Kasım 1625). Halkın silâhlarını topladıktan sonra, binlerce Ehl-i sünnet müslümanı öldürdü. Şehrin büyük kısmını tahrib etti ve İmâm-ı a’zam ile Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin türbelerini yıktırdı. Bağdâd İran’ın eline geçtiği sırada Abaza Mehmed Paşa, sultan Osman’ın intikamı uğruna ayaklandığını îlân ederek, etrafına asker topluyor ve yakaladığı yeniçerileri işkencelerle öldürüyordu. Anadolu’da çeşitli şehirleri ele geçiren Abaza, ordusunu, Osmanlı ordusu gibi altı bölüğe taksim etmişti. Maran beylerbeyi Kalavun Paşa ve Tayyar Mehmed Paşa, Abaza Mehmed Paşa’ya katılmışlardı. Sadrâzam Çerkes Mehmed Paşa büyük bir ordu ile Abaza’nın isyânını bastırmak için sefere çıktı. Kardeş kanı dökmek istemeyen sadrâzam, Abaza ile anlaşabilmek için yirmi gün kadar Konya ovasında bekledi. Anlaşma olmayınca iki ordu Kayseri ovasında Karasu civarında karşılaştı. Savaşın en şiddetli olduğu sırada Murtezâ ve Tayyar Mehmed Paşa, sadrâzamın tarafına geçti. Bunun üzerine mağlûb olan Abaza, Erzurum’a çekildi. Kış geldiğinden sadrâzam ile Abaza arasında yapılan anlaşmaya göre Abaza, Erzurum vâliliğinde bırakıldı. Sadrâzam da Tokat’a çekildi. Abaza isyânının bastırılmasından kısa bir süre sonra, Balıkesir civarında Cennetoğlu adlı bir celâli geniş ölçüde faaliyet göstermeye başladı. 1624 Aralık ayında sadâret kethüdası vezir Kanlı Mehmed Paşa, Cennetoğlu üzerine serdâr tâyin edildi. Manisa yakınlarında geçen muhârebede yenilen Cennetoğlu, Denizli’ye kaçtı ise de burada yakalanıp, îdâm edildi. Sadrâzam Çerkes Mehmed Paşa, Tokat kışlağında, Bağdâd üzerine gitmek için beklerken, 28 Ocak 1625’de Tokat’ta öldü. Yerine Hâfız Ahmed Paşa sadârete getirildi. İran seferine çıkan Hâfız Ahmed Paşa, bizzat Safevî ordusuna kumanda eden Şâh Abbâs’a karşı muvaffak olamadı. Bağdâd’ı kuşattı. İran ordusunun şehre yardıma gelmesi, Osmanlı ordusunu iki cephede harbe mecbur bıraktı. Yorgun Osmanlı ordusu, hastalık ve açlıktan bir hayli sarsıldığı için, Hâfız Ahmed Paşa kuşatmayı kaldırmak mecburiyetinde kaldı. Bunun üzerine azledilerek yerine Dâmâd Halil paşa ikinci defa sadârete getirildi. Dâmâd Halil paşa sadârete geldiği sırada Abaza Mehmed Paşa, tekrar isyân ederek, eline geçirdiği yeniçeriyi öldürdü. Bunun üzerine Sadrâzam, Abaza üzerine sefere çıktı. 7 Ağustos 1626’de Diyarbakır’a gelen Halîl Paşa, Abaza ile müzâkerelerde bulundu. İran serdârlığını isteyen Abaza, bu görevi kumanda edeceği orduda yeniçeri bulunmamak şartı ile kabul ediyordu. Halîl Paşa, Abaza’nın bu tekliflerini kabûl etmeyerek, Dişlek Hüseyin Paşa’yı beş bin askerle Abaza’nın üzerine gönderdi. Diğer taraftan İstanbul’dan gönderilen sekiz yüz yeniçeri Erzurum’a gidip, Abaza’nın maiyyetine girdi. Bunların kendisine suikast yapacaklarını öğrenen Abaza, hepsini öldürttü. Dişlek Hüseyin Paşa’nın Abaza’ya yenilmesi üzerine 12 Eylül 1627 günü Erzurum önüne gelen sadrâzam Halîl Paşa, şehri kuşattı. Kırk bir gün süren kuşatmada kalenin düşmemesi üzerine muhasarayı kaldıran sadrâzam, Tokat kışlasına çekildi. Halîl Paşa Abaza isyânını bastıramaması üzerine 6 Nisan 1627’de azledilerek yerine Boşnak Hüsrev Paşa tâyin edildi. Boşnak Hüsrev Paşa, İstanbul’dan ayrılarak Tokat’a gitti ve 22 Temmuz 1628’de Abaza’nın üzerine hareket etti. 30 Ağustos’da Erzurum önlerine gelerek şehri kuşattı. Hüsrev Paşa, Erzurum kalesine casuslar sokarak, Abaza’nın askerine itaat şartı ile mükâfat vâdetti. Bunun üzerine Abaza’nın bir kısım askeri Erzurum’dan gizlice çıkarak sadrâzamın ordusuna katıldılar. Ancak on dört gün muhasaraya dayanabilen Abaza, affedilip İstanbul’a gönderilmesi şartıyla 22 Eylül’de teslim oldu. Böylece altı senedir devam eden Abaza mes’elesi sona erdi. Hüsrev Paşa, yanında Abaza Mehmed Paşa olduğu hâlde, 9 Aralık 1628’de İstanbul’a döndü. Huzura kabul edilen Abaza Mehmed Paşa, affedilerek Bosna beylerbeyliğine tâyin edildi. Hüsrev Paşa, İstanbul’da yedi ay kaldıktan sonra 10 Haziran 1629’da Üsküdar ordugâhına geçerek, İran seferine çıktı. Asıl gayesi Bağdâd’ı almak olan Hüsrev Paşa, iki buçuk sene kadar Anadolu’da dolaştığı sırada bir sadrâzama yakışmayan icrâatta bulunuyor, ondan güç alan bir çok zâlim de halka zulmediyordu. Bu duruma çok üzülen sultan Murâd, Hüsrev Paşa’yı sadrâzamlıktan azletti. Şeyhülislâm Yahyâ Efendi nezâretinde ve Pâdişâh’ın huzurunda yapılan mahkeme neticesinde Hüsrev Paşa’nın îdâmına hükmedildi ise de Paşa’nın sipahiler üzerinde büyük nüfuzu bulunduğundan, hüküm tatbik edilemedi. Yerine sadâret kaymakamı ve ikinci vezir olan Recep Paşa tâyin edilmeyip, âdete muhalif olarak üçüncü vezir Hâfız Ahmed Paşa’ya sadrâzamlık verildi. Hüsrev Paşa’nın azli, sipâhî zorbalarının işini bozdu. Zîrâ bunlar, paşaya güvenerek serbest hareket ediyorlardı. Bunlar, Hâfız Paşa’yı sadârete getirmiş olanların haklarından gelerek Hüsrev Paşa’yı tekrar sadrâzam yapmak için anlaştılar. Bu sırada, Hâfız Paşa başkanlığında devlet erkânıyla yapılan toplantıda, taşrada kışlayan askerin İstanbul’a getirilmesi kararlaştırıldı. Bunun için davet fermanı gönderildi. Bunun üzerine Hüsrev Paşa’nın zorbaları İstanbul’a doldu. Herbiri bir başka zulüm çeşidini ortaya koyuyordu. Yeniçeri ve sipahiler işi iyiden azıtmışlardı. Halk galeyana gelmiş, ancak gözü dönmüş katil zorbaların etrafı talan etmelerinden çekinmişlerdi. İkinci vezir olan Recep Paşa, çok hırslı ve kindar bir adamdı. Kendisine sadrâzamlık verilmemesini hazmedemeyip yeniçeri ocağını ve Hüsrev Paşa tarafdârlarını kışkırttı. Fırsatı kaçırmayan sipâhîler Atmeydanı’nda toplanarak; Hüsrev Paşa’nın azline sebeb olanlar, Pâdişâh’ın ve devletin dostu değildir diyerek on yedi kişinin başını istediler. Sultan, sarayın önüne kadar gelen yeniçeri taifesine haber gönderip, isteklerinin görüşüleceğini bildirerek dîvân topladı. Dîvân âzalarının fikirlerini öğrenen sultan hiç kimseyi feda etmek niyetinde değildi. Üç defa peş peşe Pâdişâh değiştiren asker, iyice azıtmış, isteklerine kavuşmadan yerini terketmiyordu. Bu şekilde bir-iki gün geçti. Kendilerine yarın cevap verilecek denilince, Atmeydam’na gelip, geceyi orada geçirdiler, işi tamamen çığrından çıkartan zorbalar, Pâdişâh’ı ayak dîvânına çağırdılar. Hâfız Paşa, bu sırada dışarda bulunuyordu. Sarayın Bâb-ı hümâyûn denilen birinci kapıdan içeri girince, asker ikiye ayrılarak “Bire vurun” diye kendisini taşa tutup atından yıkmışlar ise de maiyyet hademesi olan şatırlar yerden kaldırarak hastalar koğuşundan içeriye alıp kaçırdılar. Hâfız Paşa, huzura girerek sadâret mührünü teslim etti. Sultan üzülerek mührü kabul etti. Askerin sesini yükseltmesi üzerine sultan Murâd, ayak dîvânı için Bâbüsseâde kapısı önüne muhâfızsız olarak çıktı. Asker; “Pâdişâhım istediğimiz on yedi kelleyi ver, yoksa sayı on sekize çıkar” diyerek bizzat Pâdişâh’ı tehdîd etti. Sultan Murâd onları nisbeten teskin ederek zaman kazanmaya çalıştı. Fakat askerin söz dinlemediğini gören Sultan, kızarak içeri girdi. O sırada sarayda bulunan Topal Recep Paşa; isyâncıların susturulması için isteklerinin verilmesi gerektiğini Sultan’a telkine çalıştı. Bir süre sonra Sultan dışarı çıkarak tahtına oturdu ve iki yeniçeri ve iki sipâhî olmak üzere dört kişiyi huzuruna çağırarak nasihat etti ise de kâr etmedi. Asker istediğini almadan gitmeyecekti. Durumun vehâmetini gören Hâfız Ahmed Paşa, Pâdişâh’ın yanına geldi. “Bu aksakalım ve ileri yaşımla artık bir işe yaramam. Kellesi istenen diğer on altı müslümanın da yerine beni onlara teslim edin. Devlet bu belâdan kurtulsun. On altı müslüman da din ve devletine hizmet ile meşgul olsun” dedi. Abdestini tazelemiş, başına bir sarık sarmış olan Hâfız Ahmed Paşa, Besmele çekip askerin arasına girdi. Elebaşı durumuna gelmiş zorbaların kışkırtmaları, askeri temelli yoldan çıkarmıştı. İran’dan sızan bozuk görüşlü insanların da te’siri ve siyâsî propagandalarının etkisi ile asker adetâ kudurmuştu. Hâfız Ahmed Paşa, oracıkta şehîd edildi. Yapılanları gören Pâdişâh kendinden geçerek ağladı. Bu yaptıklarını yanlarına bırakmayacağını kapalı olarak ifâde etti. Zorbalar, Pâdişâh’tan bâzı isteklerde daha bulundular. Pâdişâh, isteklerini yerine getireceğine söz verince dağıldılar. Sultan Murâd Han, Recep Paşa’yı sadârete getirdi, Özi beylerbeyi Murtezâ Paşa’ya bir hatt-ı hümâyûn vererek Tokat’taki Hüsrev Paşa’nın derhal îdâm edilmesini emretti. Murtezâ Paşa ferman gelir getmez merkezde sipâhî ve yeniçerileri her fırsatta kışkırtan Hüsrev Paşa’yı yakalıyarak îdâm etti. Hüsrev Paşa’nın îdâm haberi İstanbul’a gelince, asker yeniden isyân etti. Sadrâzam Recep Paşa, isyânı tahrik ederek Sultan’ın yakın çevresindeki mümtaz şahısları ortadan kaldırmak istiyordu. Ayaklanan asker, Sultan’ı ayak dîvânına davet ettiler ve yeniçeri ağası Hasan halîfe, Pâdişâh muhasibi Mûsâ Çelebi ve defterdâr Mustafa Paşa’nın kellesini istediler. Daha da ileri giderek; “Sen Hüsrev Paşa’yı nahak yere öldürdün, şehzâdelere de kıyarsın. Bize şehzâdeleri göster” diye bağırmaya başladılar. Sultan, istedikleri şahısları vermek istemeyince; “Bu dediklerimizi vermezsen bize pâdişâhlığa lâzım değilsin” dediler. Âsîler her tarafa, Sultan şehzâdeleri öldürdü diye yayınca, Sultan Murâd, şehzâdeleri çıkartıp gösterdi. Âsîler Sultan’ı sindirmek için şehzâdelerden velîahd şehzâde Bâyezîd’e büyük tezahürat yaptılar. Daha sonra âsîler, şehzâdelerin hayatlarından emin olmadıklarını, kefil istediklerini bildirdiler. Sadrâzam Recep Paşa ile şeyhülislâm Ahîzâde Hüseyin Efendi, şehzâdelerin hayâtına kefil oldular. Bunun üzerine dağılan âsîler, istediklerini bulmak için saklandıkları yerleri haber verenlere vâadlerde bulundular. Mehterhanede bulunan Hasan Halîfe, Atmeydanı’na getirilerek öldürüldü. Defterdâr Mustafa Paşa, Vefâ meydanı civarında yakalanıp, sadrâzamın bulunduğu konağa getirilerek öldürüldü. Mûsâ Çelebi ise, sadrâzamın bir oyunu ile saraydan çıkartılarak âsîlere teslim edildi ve Atmeydanı’nda öldürüldü. Sultan Murâd, yaptığı tahrik ve oyunlar ile bütün isyânların Recep Paşa tarafından planlandığını öğrendi. Sultan, karârını vererek, bu defa ne olacaksa olsun iş bitsin şeklinde hareket etmeye karar verdi. Zîrâ, zorbalar tâviz verdikçe şımarıyor, şımardıkça çoğalıyordu. Sultan, halk arasına saldığı adamları vâsıtası ile kamuoyu meydana getirdi. Zâten yıllardır bir çok zorbanın elinden çekmediği kalmamış olan İstanbul halkı, Pâdişâh’ı sonuna kadar desteklemek arzusunu gösterdi. Sadrâzam Recep Paşa, durmadan, zorbalara tâviz verilmesini tavsiye ederek, Pâdişâh’ın kalbine korku vermeye ve Pâdişâh’ın kendisine muhtâc olduğunu hissettirmeye çalışıyordu. Sipâhî ve yeniçerilerin İstanbul’da bayram dolayısı ile yaptıkları taşkınlıklar son hadde varmıştı. 18 Mayıs 1633’de yapılan Dîvân toplantısından sonra, huzura çağrılan Recep Paşa’nın kapıdan girer girmez îdâmı emredildi. Bostancılar tarafından derhâl kemendle boğuldu. Cesedi sarayın dış kapısı önünde bekleyen ve sadrâzamın koruyuculuğunu yapan sipâhî zorbalarının önüne atıldı. Başsız kalan zorbalar ne yapacaklarını şaşırıp dağıldılar. Artık insiyatif Pâdişâh’ın eline geçmişti. Tabanıyassı Mehmed Paşa sadârete tâyin edildi. Ellerindeki bütün kozları kaybedeceklerini anlayan zorbalar, Recep Paşa’nın idamından kısa bir süre sonra Sultanahmed meydanında toplandılar. Zorbalıkla ele geçirdikleri vazifelere berât verilmesini istiyorlardı. Sultan Murâd Han, Sinân Paşa köşkünde derhâl bir ayak dîvânı teşkil edilmesini emretti. Sadrâzam, şeyhülislâm Ahizâde Hüseyin Efendi, kazasker Karaçelebizâde Mehmed Efendi ve Hocazâde Abdullah Efendi, nakîbüleşrâf Allâme Şeyhî Efendi, Ayasofya Câmii vaizi Kâdızâde ve diğer âlimler, yeniçeri ağaları, altı hassa süvârî bölükleri ağaları, dîvânda hazır bulundular. Pâdişâh tahtına oturduktan sonra; “Eğer sipahilerim bana itaatkâr iseler ve bana inanıyorlarsa aralarından bir kaç ihtiyarı seçip göndersinler” dedi. Pâdişâh’ın bu sözleri Atmeydanı’ndaki sipahilere tebliğ edildi. Aralarından seçip gönderdikleri bir kaç nefer, tahtın karşısına gelip durdular. Ahâli de dîvânhânenin karşısında yerini almış, her taraf dolmuştu. Yeniçeriler ve yeniçeri ağası Pâdişâh’a sâdık olduklarını bildirdiler. Daha sonra Sultan, uzun bir konuşma yaptı. Askerin Sultan’a tam itaat etmediği taktirde devletin elden gideceğini, kendisine atalarından emânet olan devleti yıkmamak için elinden geleni yapacağını, zorbalık taslayanları derhâl yok edeceğini söyledi. Pâdişâh’ın konuşmasının te’sirinde kalan asker ve ahâlî, Sultan lehinde tezahürat yapmaya başladı. Bu durumun geçici olduğunu bilen sultan Murâd Han, yeniçeri ve sipâhî ağalarını yanına çağırttı. Yeniçeri ağaları Sultan’ın emirlerinden çıkmayacaklarına, getirilen Kur’ân-ı kerîm üzerine yemîn ettiler. Yeminleri hemen deftere geçirilip tescil edildi. Daha sonra sipâhî ağaları da Kur’ân-ı kerîm üzerine yemîn ettiler. Sultan, daha sonra ulemâya hitâb ederek, haklarında şikâyetler olduğunu, bundan sonra dikkatli olmaları ve iyi hizmet etmelerini söyledi. Sipahilerin vakıf mütevellîliği, kâtiplik hizmetlerine mülâzım yazılmamaları ve umûmun asayişinin muhafazası için sipâhîler ve yeniçeriler tarafından yemin edilmiş olduğundan, aykırı hareket edenlerin Allahü teâlânın, peygamberlerin, meleklerin ve bütün müslümânların lanetine mazhar olacağını bildiren bir senet tanzim edildi. Hazırlanan bu senedi, pâdişâh, sadrâzam, şeyhülislâm, vezirler ve nakîbüleşrâf imzaladı. Şeyhülislâmdan fetva da alarak destek alan Sultan, zorbaları sindirmek için bütün kozları eline geçirmişti. Üç gün içinde zorbaların elebaşıları yakalanarak ortadan kaldırılmaya başlandı. Âsîlerin üzerlerine gönderilen bey ve paşalar, ellerinde listelerle gidiyorlar, ölümü haketmiş olanlara, yakaladıkları an cezalarını veriyorlardı. Ayrıca âsîlerin birbirleri ile araları açılarak, kendi kendilerini ezmeleri de sağlandı. 1633 senesinde Cibâlî kapısında teçhiz edilmekte olan bir gemide yangın çıktı. Ondan diğer gemilere, gemilerden evlere sirayet eden yangın, yaklaşık yirmi bin evin yanmasına sebeb oldu Yangının tütün yüzünden çıktığı söylendi. Yangında yeniçeri, sipâhî ve halkın dikkatsizlik ve ilgisizliğini gören sultan Murâd Han, hepsini topyekün terbiye etmek maksadıyla, yangın sebebiyle halkın dedikodu merkezi hâline gelen, daha çok zorbalar tarafından açılıp işletilen, bir de halktan çok zorba taifesinin tütün içip dedikodu yaparak vakit geçirdikleri kahvehaneleri kapattı. Zamânın âlimleri, bu yasak üzerine; Pâdişâh’ın yasakladığı bir şeyi yapmanın caiz olmayacağına dâir fetva vererek halkı uyardılar. Tütün yasağını ve büyük İstanbul yangınını bahane eden sultan Murâd Han, zorbaları tamamen ortadan kaldırıp kötülüklerini yok etti. Zorbaların meyhanelerini yıktırdı. İçkiyi yasakladı ve yasağın tatbikini bizzat kendisi tâkib etti. İstanbul’da asayişin sağlandığı sırada, bir kısım İran kuvvetlerinin hududu geçerek Van’ı muhasara etmeleri üzerine, Anadolu beylerbeyi Mehmed Paşa, bölgeye gönderildi. Fakat Mehmed Paşa, sefere daha çıkmadan İranlıların mağlûb oldukları haberi geldi. Buna rağmen Sultan’ın hayâlinde İmâm-ı a’zam hazretlerinin şehri Bağdâd olduğundan, 1633 Ekim’inde sadrâzam Tabanıyassı Mehmed Paşa’yı İran seferine me’mur etti. Sefer hazırlıklarını bizzat kontrol eden Pâdişâh, ihmâlini gördüğü dört vezîri görevden azlederek sürgüne gönderdi. Üsküdar’dan hareket eden ordu, hem Anadolu’daki zorbaları cezalandırmak, karışıklıkları düzeltmek, hem de İran seferine hazırlık yapmak için yola çıkarılmıştı. Bu arada Osmanlı Devleti içinde karışıklıkların düzeldiğini, sultan Murâd’ın güçlü bir pâdişâh olduğunu gören Avrupa kavimleri, korkularından ne yapacaklarını şaşırıp, vermedikleri vergileri gönderdiler. Ancak Leh kralı vergiyi geciktirmişti. Bosna beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa’ya verilen bir emirle, Lehistan içlerine büyük bir akın tertiplendi. Çok ganîmet alındı. Bunun üzerine İstanbul’a gönderilen Leh elçisi sulh istedi. Yıllık vergi ödemek ve Turla üzerindeki Leh kaleleri yıkılmak şartıyla Dîvân-ı hümâyûn Lehistan’ın sulh teklifini kabul etti. Fakat Leh kralı, bu defa da taahhüdlerini yerine getirmedi. Bu durum karşısında Lehistan’a savaş açıldı. 8 Nisan 1634 günü Sultan, Dâvûdpaşa ordugâhına geçti. Sultan, 27 Nisan’da Edirne’ye geldiği sırada, savaşı göze alamayan Leh kralının anlaşma taleb etmesi üzerine seferden vazgeçildi. Üç ay süren müzâkereler neticesinde yedi maddelik bir muahede imzalandı. Bu andlaşmaya göre Lehistan, hem Kırım Han’ına, hem Pâdişâh’a yıllık vergi verecek, ancak Turla üzerindeki kalelerini yıkmayacaktı. Edirne’den geri dönen sultan dördüncü Murâd, bu arada İstanbul ve çevresinde asayişi düzeltmek için faaliyetlerine devam etti. İzmit yolu ile Bursa’ya gitti. İzmit kâdısının hizmetlerini bizzat yerinde görüp, takdîr etti. Ömrü boyunca bu vazifeden alınmaması için eline hatt-ı hümâyûn verdi. İznik kâdısını da suçlu bularak cezalandırılmasını emretti. İstanbul’dan çıkışının dördüncü günü Bursa’ya varan Sultan’ı, halk sevinç içinde karşıladı. Sultan ilk önce dedelerinin, daha sonra Emir Sultan’ın kabirlerini ziyaret etti. Fakirlere sadaka dağıttı. Millete çok zulüm yapmış olan Hasankeyfli Mehmed Ağa’yı îdâm ettirdi. Devletin Avrupa tarafını anlaşmalarla nisbeten sağlamlaştıran sultan Murâd, 1635 senesi Mart ayında birinci Revan seferine çıkmak için Üsküdar’daki ordugâha geçti. Pâdişâh öteden beri bozulmuş olan sefer düzenini de tekrar eski hâline döndürmek için çok dikkatli davranıyor, askerin kanunsuz hiç bir hareketini hoş karşılamıyor, ânında cezalarını verdiriyordu. Yolda yakalanan âsîler hakkında hükümler verilip, gereken cezalar ânında tatbik ediliyordu. Ordu Konya’ya vardığı zaman Sultan, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesini ziyaret etti. Sefer sırasında askeri ile aynı zorluklara göğüs gerdi. Askeri ile dâima hemhal, adetâ arkadaş gibi idi. Sultan, Haziran ayı ortalarında Bayburd’a geldiğinde, sadrâzam tarafından karşılandı. Sadrâzam sancak-ı şerifi Pâdişâh’a teslim etti. 50.000 askeri Erzurum’da bırakan Sultan, 200.000 asker ve 130 muhasara topu ile yola çıktı. Pâdişâh’ın Revan üzerine yürüdüğünü sezen Şâh, son anda eyâlet beylerbeyi Tahmasbkulu Han’ın savunduğu kaleye 12.000 tüfekli piyade sokup savunmayı çok güçlendirmişti. Şâh kendisi de ordusuyla yakında olmasına rağmen, savaşı göze alamadığından ortaya çıkmadı. 27 Temmuz’da kaleyi kuşatan sultan Murâd, vaktiyle Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın alamadığı kaleyi on bir günde aldı. Ordu, kale alındıktan sonra halktan tek kişinin burnu bile kanamadan şehre girdi. Kaleyi tamir ettirerek, içine on iki bin asker ve cephane konup, muhafızlığı vezir Murtezâ Paşa’ya bırakıldı. Buradan hareketle Safevî ordusunun peşine takılan dördüncü Murâd Han, Aras boyunca, güneye doğru inmeye başladı. Büyük hızla geri çekilen İran ordusu yakalanamadı. 1 Eylül’de Hoy’a gelen Sultan, 11 Eylül’de otuz iki yıl önce Safevîlerin eline geçen Tebriz’e girdi. Bu, Tebriz’in Osmanlılarca altıncı fethiydi. Tebriz’de dört gün kalan Sultan, rahatsızlığı sebebiyle İsfehan’a gitmekten vazgeçip Diyarbakır üzerinden İstanbul’a döndü. Osmanlı ordusu çekilir çekilmez, harekete geçen Şâh Safî, büyük bir ordu ile Revan’ı kuşattı. Diyarbakır’da bulunan sadrâzam durumu öğrenince, Revan’a yardım göndermek için harekete geçti ise de kış yüzünden muvaffak olamadı ve üç ay süren çetin bir müdâfaa savaşı veren Murtezâ Paşa’nın şehîd olması üzerine kale teslim oldu. Safevî ordusu Tebriz ve Azerbaycan’ın büyük kısmını geri aldı. Daha sonra güneye doğru inen Şâh’ın karşısına az bir kuvvetle çıkıp kahramanca savaşan Şam beylerbeyi Küçük Ahmed Paşa şehîd düştü (2 Eylül 1636). Sadrâzam Revan’ın yardımına koşmadığı için azledildi ve yerine Bayram Paşa tâyin edildi. Sultan Murâd Han, en büyük hayâli olan Bağdâd’ın fethi için hazırlıkları başlattı. Kendisinden önce, sadrâzam Bayram Paşa’yı gerekli tertibatı alması için Anadolu’ya gönderdi. Pâdişâh sefere çıkmadan önce İstanbul’da memleketin dört bir tarafına tâyin edilecek kâdıların imtihanına katıldı. Her birine pek çetin sorular sordu. En lâyık olanına vazîfe verilmesini te’min eyledi. Mecliste hâzır bulunan ulemâ, Pâdişâh’ın fıkıh bilgisine hayran kaldı. Sivaslı Abdülmecîd Şeyhî Efendi’nin elinden hazret-i Ömer’in kılıcını beline kuşanan Pâdişâh, ordusunun başında İstanbul’dan yola çıktı. Hareketinden önce halka hiç bir suretle zulüm edilmemesine ve âdilâne hareket olunmasına dâir her tarafa bir ferman gönderdi. Yanında şeyhülislâm Yahyâ Efendi ve Kâdızâde gibi âlimler de vardı. Osmanlı ordusu şehirlerden tam bir nizam içerisinde geçerek Konya yoluyla Haleb’e doğru hareket etti. Ordu, Birecik’te iken sadrâzam Bayram Paşa vefât etti. Pâdişâh bu kıymetli devlet adamının vefâtına çok üzülüp ağladı. Sadârete Tayyar Mehmed Paşa getirildi. Ordu, Musul’a geldiği sırada, Hindistan elçisi geldi. Fil kulağından yapılmış, üzerine gergedan postu geçirilmiş, mermi ve kılıcın kâr etmeyeceği söylenen bir kalkanı da, hediye getirmişti. Pâdişâh elinde bulunan bir mızrakla kalkanı deldi ve üzerine koyduğu beş yüz altınla elçiye geri verdi. İstanbul’dan hareketin yüz doksan yedinci günü olan 16 Kasım günü Bağdâd önlerine varıldı. İmâm-ı a’zam’ın türbesinin bulunduğu kısım daha önceden ele geçirilmişti. Pâdişâh’a İmâm-ı a’zam’ı ziyaret etmesi teklif edildiğinde; “Bağdâd, sapıkların pis ayaklarıyla kirlenirken, gidip o yüce imâmı ziyaretten hayâ ederim” cevâbını verdi. Derhâl tertibat alarak muhasaraya başladı. Şehirde Bektaş Han Türkmen’in kumandasında 40.000 kişilik kuvvetli bir Safevî garnizonu bulunuyordu. Şâh Safî ise, atlı kuvvetleriyle Kasr-ı Şîrîn’de olup Osmanlı muhasarasını gün gün tâkib etmesine rağmen müdâhaleye cesaret edemiyordu. Sultan Murâd Han, 12.000 sipâhîyi İran içlerine sokup Şehriban bölgesini çiğnettiği hâlde, Şâh’ı savaş meydanına çekemedi. Şâh, Bağdâd’daki büyük kuvvetlerine güveniyor, Pâdişâh’ın muhasaradan bıkınca çekilip gideceğini zannediyordu. Pâdişâh’ın ve seksen altı yaşındaki şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin de ön safta olduğu bu kuşatmada dehşetli vuruşmalar oldu. Muhasaranın otuz yedinci gününde ön saflarda yalın kılıç kahramanca çarpışarak askeri coşturan sadrâzam Tayyar Mehmed Paşa, bir kaç kuleyi ele geçirdiği sırada alnından yediği bir kurşunla şehîd oldu. Yerine sadârete getirilen Kemankeş Mustafa Paşa, selefi gibi gayret edip bir kaç- kuleyi daha ele geçirdi. Muvaffakiyet üzerine muhasaranın otuz dokuzuncu günü umûmî taarruza karar verildi. Sabah erkenden başlayan şiddetli hücum karşısında kale teslim oldu. Kaledeki İran askerlerinin serbestçe gitmelerine müsâde edildiği hâlde baruthâneyi ateşe vererek masum kimseleri öldürmeye kalkışmaları üzerine, gereken cezaya çarptırıldılar. Bu arada teslim olup af dileyen Bektaş Han da karısı tarafından zehirlendi. On dört sene on bir ay önce bir ihanet sebebiyle Safevîlere geçen Bağdâd artık kesin olarak Osmanlı idaresine geçti. Sultan dördüncü Murâd Han, ilk iş olarak İmâm-ı a’zam ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabr-i şeriflerini ziyaret etti. Bu büyük zâtların türbeleri, sapık düşünceli Safevîler tarafından tahrîb edilmiş ve eşyaları yağmalanmıştı. Pâdişâh emir verip bütün kabirlerin ve eserlerin tamirini bildirdi. Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’yi de bu işleri nezâret etmekle vazifelendirdi. Dördüncü Murâd Han, bu zaferden sonra Bağdâd fâtihi diye anıldı. Pâdişâh, ordu ile sadrâzam Mustafa Paşa’yı Bağdâd’da bırakarak İstanbul’a döndü. Sadrâzam Kemankeş Mustafa Paşa, büyük bir kuvvetle İran içlerine doğru harekete geçtiği sırada Şâh’ın barış isteği ile gönderdiği elçiler geldi. Sadrâzam Kemankeş Mustafa Paşa ile İran murahhasları Saru Han ve Muhammet Kuli Han arasında yapılan görüşmeler sonrasında, aşağı yukarı bugünkü Türk-İran sınırının tesbit edildiği Kasr-ı Şîrîn andlaşması imzalandı (17 Mayıs 1639). Bu anlaşmaya göre; Bağdâd, Basra ve Şehr-i zor havalisinden mürekkep Irak-ı Arab Osmanlılarda, Erivan Safevîlerde kaldı. Ayrıca Safevîlerin gerek Irak ve gerekse Kars, Ahıska ve Van taraflarına saldırmayacakları, Eshâb-ı kiramı kötülemeyecekleri de anlaşma şartları içinde açıkça ifâde edilmişti (Bkz. Kasr-ı Şîrîn Andlaşması). Sefer dönüşü Pâdişâh, ulemâ ve devletin ileri gelenleri İzmit’te karşılandılar. Karşılayanlar arasında Pâdişâh’ın annesi Vâlide Sultan da vardı. Sultan Murâd Han, İzmit’ten gemilerle İstanbul’a geldi. Yıllardır böyle bir zafer merasimine hasret olan halk, gözyaşlarını tutamıyordu. Fakat damla hastalığından muzdarip olan sultan ızdırap içindeydi. Çünkü her geçen gün ızdırâbı artıyordu. Sultan Murâd Han, kendisi doğuda İran’la meşgulken, batıdaki hâdiselerden de günü gününe haber alıyordu. Bilhassa Venediklilerin yaptıkları haddi aşmıştı. Venedik Cumhuriyeti ile bütün ticarî münâsebetlerin kesilmesini ve hemen savaş açılmasını emretti. Dîvân bu emri pâdişâhın hastalığı sebebiyle çeşitli bahanelerle on üç gün geciktirdi. Bu arada Venedik elçisi gelip, dîvânın bütün şartlarını kabul etti ve savaş durduruldu. Nitekim çok geçmeden Pâdişâh’ın hastalığı daha da artarak 8/9 Şubat 1640 günü, güneş battıktan sonra imâm Yûsuf Efendi Yâsîn-i şerîf okurken vefât etti. Sultanahmed Câmii avlusunda şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin imâmlığında müezzinlerin; “Er kişi niyyetine!” nidaları ve müslümanların gözyaşları arasında kılınan cenaze namazından sonra, babası sultan birinci Ahmed Han’ın türbesine defnedildi. Ömrü boyunca vakitlerinin her ânını devletine hizmet ve Allahü teâlânın emir ve yasaklarına itaatle geçiren sultan dördüncü Murâd Han, diğer milletlerin hayâl bile edemiyecekleri şekilde yalanlarıyla meşhur olan Acemlerin, en büyük düşmanlarından olduğu için onların bir çok iftiralarına mâruz kaldı: Kendilerinde bulunan zilletleri bu büyük Pâdişâh’a da bulaştırmaya kalkıştılar, insanlara zulüm ettiğini ve içki içtiğini bilesöyleyecek kadar ileri gittiler. Hâlbuki devrinin kaynaklarında içki içtiğine dâir hiç bir bilgi yoktur. Sultan dördüncü Murâd Han, kendisinden elli dokuz yaş büyük olan şeyhülislâm Yahyâ Efendi’ye; “Baba” diye hitâb eder, baba olarak bilir ve her türlü sözünü îtirâzsız kabul ederdi. Dînin hükümlerini çok iyi bilirdi. Arabça ve batı dillerine hâkim idi. Her türlü memleket mes’elesine vâkıftı. İlmi ve ilim adamlarını çok sever, fırsat buldukça ilim meclislerine gider, onları teşvik ederdi. Evliyâ Çelebi ve Kâtip Çelebi gibi âlimler, teşvik ettiği kimseler arasında idi. Kur’ân-ı kerim okumayı ve ibâdetlerini hiç ihmâl etmezdi. Dedesi Yavuz Sultan Selîm Han gibi o da Hırka-i seâdet dâiresinde Kur’ân-ı kerim okurdu. Bir çok tarihçinin Kânûnî sonrası en büyük Osmanlı pâdişâhı olarak kabul ettikleri dördüncü Murâd Han, hep dedesi Yavuz Sultan Selîm Han’a benzemeye çalışırdı. Gerçekten de bir çok vasıfları onunla uyuşurdu. Fakat Yavuz’un sâhib olduğu kıymetli devlet adamlarına ve tecrübeye mâlik değildi. Tahta geçtiğinde hazîne bomboştu. Vefâtında ise, on beş milyon altın olup, gümüş paranın hesabı yoktu. Avrupa baştan başa istihbarat ağı ile örülmüştü. Avrupalıların en gizli sırları, Osmanlı sarayına günlük ulaşıyor, yabancı diyarlarda adetâ kuş uçurtulmuyordu. Tahta çıktığında neye yaradığı belli olmayan yüz bin yeniçeri varken, vefâtında itaat altına alınmış otuz beş bin yeniçeri bulunuyordu. Dördüncü Murâd Han, bozulmuş devlet nizâmını yoluna koymak için mülâzimlikleri kaldırdı. Tımar sistemini yeniden düzene koydu. İsrafın önüne geçmek için kânunlar çıkarttı. Sipahilerden zorbalıkla ele geçirdikleri evkaf idaresini ve diğer hükümet hizmetlerini aldı. Sipahileri intizam ve itaat altına alarak, bunların ve bir takım bozguncuların toplandığı yerler olan kahvehaneleri kapatarak asayişi te’min etti. Yeniçerilik tahsisatının şuna buna yemlik olması sûistimâlini kaldırarak, yeniçeriliği ıslâh etti. Asayişin tamamen bozulduğu, kudretin zorbaların elinde bulunduğu bir zamanda başa geçen Sultan Murâd, vefâtında, içte ve dışta huzurlu ve itibarlı bir devlet bırakmıştı. Avrupa’ya hiç sefer yapmadığı hâlde, masumları katletmekle meşhur olan Avrupa devletleri bu muhteşem Sultan’a itaat etmek için biribirleriyle adetâ yarıştılar. Sultan Murâd Han’ın cesareti, her türlü zorluğa tahammülü, keskin zekâsı, hünerleri askerî dehâsı, atıcılık, binicilik, silâhşörlükteki başarısı, askerleri ve tebeası tarafından çok takdîr ediliyordu. İki yüz okkalık gürzleri kolayca kaldırır, hızla giden iki atın birinden diğerine atlar, attığı ok, tüfek mermisinden uzağa düşerdi. Devrinin bütün silâhlarını en iyi şekilde kullanırdı. En küçük suçları bile memleketin selâmeti için cezalandırmaktan çekinmeyen sultan Dördüncü Murâd Han’ın merhameti çoktu. Savaş esnasında otağının yanına kurdurduğu seyyar hastahânelerdeki yaralı ve hastaları bizzat ziyaret eder, onlarla yakından ilgilenirdi. Memleketin her tarafındaki imârethanelerin vakıf şartlarına uygun şekilde çalışması, fakir ve yetimlerin aç ve açıkta kalmaması için gayret gösterir, emrine uymayanları şiddetle cezalandırırdı. Din ve devlet menfaatine iş yapanı hemen mükâfatlandıran sultan Murâd Han, pek çok hayırlı işin yanında, Topkapı Sarayı’nda Revan ve Bağdâd köşkü gibi nadide eserler, köprüler, kervansaraylar, hanlar ve benzeri hayır eserlerini de inşâ ettirdi. Boğazda bir saray yaptırıp, oğlu Muhammed’in doğumunda yedi gece kandiller asılıp şenlikler yapıldığından, buraya Kandilli denildi. Kavaklar’daki kaleleri yaptırdığı gibi, pek çok şehrin de surlarını tamir ettirdi. Bağdâd’ı feth edince, İmâm-ı a’zam ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin türbelerinin tamirini yaptırdı. Kâbe-i muazzamayı su basması üzerine, Ankaralı Mehmed ile Rıdvan Ağa’yı Kâbe-i muazzamayı tamirle vazifelendirdi. Din ve devletin menfaatine ters düşen en küçük hatâları bile af etmeyen bilhassa zulüm ve hıyaneti, emre itaatsizliği şiddetle cezalandıran sultan Murâd Han, hassas ve ince bir kalbe sahipti. Çok güzel şiirler yazdı ve şâirleri koruyup himaye etti. Sultan dördüncü Murâd Han devrinde kazanılan zaferlerin yanında pek çok âlim, şâir, tarihçi ve san’atkâr yetişerek kıymetli eserler meydana getirmişlerdir. Bunlardan bibliyografya, târih, coğrafya sahasında Kâtib Çelebi ve Vekâyi-nâme sahibi Topçular kâtibi Abdülkâdir, Ravdat-ül-ebrâr ve Zafernâme sahibi Karaçelebizâde Abdülazîz, Târih-i Gılmânî sahibi Mehmed Halîfe, teşkilât ve idare sahasında Koçi Bey, şâirlerden Nefî, Azimzâde Haleti Efendi başlıcalarıdır. GEL BERU TOPAL ZORBABAŞI Sultan dördüncü Murâd Han çocuk yaşta tahta geçtiği için, yeniçeri ve sipahilerin zorbalıkları artmıştı. Hüsrev Paşa ve Topal Recep Paşa gibi vezirler de el altından bu zorbaları destekliyor ve onların gücü sayesinde mevkilerini elde ediyorlardı. Nitekim sultan Murâd, Hâfız Ahmed Paşa’yı sadrâzam yaptığı zaman, askeri ayaklandıran Topal Recep Paşa sadrâzamlığı ele geçirdiği gibi Hâfız Ahmed Paşa, Hasan Halîfe ve Pâdişâh’ın çok sevdiği muhasibi Mûsâ Çelebi’yi türlü desiselerle (hilelerle) öldürttü. Cihân Pâdişâhı, zamanın kahramanı sultan dördüncü Murâd Han, Mûsâ’nın katlini işittikte acı bir ah çekip; “Yâ Râb! Bu mazluma kıyan zâlimlerin haklarından gelmeye sen bana kuvvet ver” diyerek ağladı. Nihayet yirmi yaşını dolduran Pâdişâh; vücutça çok kuvvetli, demir pençeli, gözü pek, nüfuz-ı nazar sahibi bir yiğit oldu. O zamana kadar geçen olayları dikkatle takip ile ders almıştı. Recep Paşa’nın yaptığı tahrikler, desiseler hakkında iyi bilgi edinmiş ve bunun melanetlerini Rum Mehmed Paşa ile yeniçeri ağası Köse Mehmed de doğrulamışlardı. Bütün isyân hareketlerinin Recep Paşa’nın başı altından olduğuna Pâdişâh’ın şüphesi kalmamıştı. Bu sebeple bir gün (28 Şevval 1041-18 Mayıs 1632’de) vezîriâzam Recep Paşa saraya davet edildi. Her zaman olduğu gibi yanında 10-15 sipahi zorbası olduğu hâlde saraya gelerek onları dış kapı önünde bıraktıktan sonra, Pâdişâh’ın huzuruna çıktı. Recep Paşa, Pâdişâh’ın eteğini öpeceği sırada, sultan Murâd: “Gel beru topal zorbabaşı” diye seslendi. Çünkü Recep Paşa nikris hastalığından dolayı topallıyarak yürürdü. Bu sözden canı başına sıçrayan Recep Paşa: “Hâşâ Pâdişâh’ım! Razı olduğun şeylerin dışında zerre kadar hareketim yoktur” diyerek yemin billâh etmeye başladı ise de artık sabrı taşan Pâdişâh: “Bre mel’ûn abdest al!” diye bağırdı. Çünkü Recep Paşa, ayak dîvânı günü Pâdişâh dışarı çıkacağı zaman; “Pâdişâh’ım abdest alıp öyle dışarı çıkın” sözleriyle sultan Murâd’ın öldürülme ihtimâlinin bulunduğunu imâ etmişti. Sultan Murâd Han: “Şu hâinin tiz başını kesin” diye haykırınca, zülüflü baltacılar kemend atıp boğdular, ölüsünü dışarı çıkarıp bâb-ı hümâyûn önünde bekleyen adamlarının önüne atınca, heriflerin kalbine öyle bir korku düştü ki nereye kaçtıkları bilinemedi. YÜZ KALEYE DEĞERDİN!.. Sultan dördüncü Murâd Han, İmâm-ı a’zam ve Abdülkâdir-i Geylânî gibi mübarek zâtların türbelerinin bulunduğu Bağdâd’ı, şiî Safevîlerin elinden almak için muazzam ordusuyla şehir önüne gelmişdi. Ancak günler birbirini kovaladığı hâlde şehir bir türlü düşmüyordu. Muhasaranın otuz yedinci günü yapılan umûmî hücum çok şiddetli geçtiği hâlde kale yine alınamadı. Bu hücum sırasında sadrâzam Tayyar Mehmed Paşa da şehîd düştü. “Âh Tayyar! Bağdâd kalesi gibi yüz kaleye değerdin” diyen sultan dördüncü Murâd Han, büyük bir üzüntü içerisinde iken ve gâzilerin içlerini sıkıntı basarken, askerler garip bir kimseyi Sultûn’ın huzuruna getirdiler. Elbisesi lime lime, elinde dalından yeni koparılmış akasya ağacından bir değnek, yüzünde tâ ayaklarından farkedilen fevkalâde bir nûr vardı. Bakışları, karşısındaki kimseyi hemen te’sir altında bırakıyordu. Bu zât, Aziz Mahmûd Hüdâî hazretlerinin yakınlarından olan, mübarek birisi idi. Sultan dördüncü Murâd Han’a saygı ile tane tane konuşarak; “Pâdişâh’ım! Hocamın emriyle İstanbul’dan buralara geldim. Gayretle çalışın, Bağdâd’ı Pazartesi’nden önce fethedin, sonraya kalırsa sele dûçâr olursunuz, fetih müyesser olmaz, Mevlâm sizi muhafaza etsin” deyip çadırdan çıktı. Hocasının bu isteğini Bağdâd’ın fetih müjdesi olarak gören sultan Murâd Han, ertesi gün ordunun başında hücum emrini verdi. Pâdişâh’ının hücum emrini alan, din uğrunda cana başa bakmaz Osmanlının cîvanbaht yiğitleri surlara öyle bir tırmandılar ki, kısa süre içerisinde kaleye şerefli sancaklarını dikmekle şereflendiler (24 Aralık 1638). Ertesi gün çıkan fırtınanın akabinde öyle bir yağmur yağdı ki, Bağdâd çevresinde günlerce seller aktı. Sultan Murâd Han, gözleri yaşlı, hocasına Fatiha okuyarak bu manzarayı seyrediyordu. Sultan Dördüncü Murâd Han Devri Kronolojisi 11/12 Ocak 1623 : Bağdâd’ın Safevîlerin eline geçmesi. 3 Nisan 1623 28 Ocak 1625 : Çerkes Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi : Çerkes Mehmed Paşa’nın vefâtı üzerine Hâfız Ahmed Paşa’nın sadârete getirilmesi 13 Kasım 1625 1 Aralık 1626 : Sadrâzam Hâfız Ahmed Paşa’nın Bağdâd’ı kuşatması. : Hâfız Ahmed Paşa’nın azli ile sadârete Halîl Paşa’nın getirilmesi. 6 Nisan 1628 22 Eylül 1628 5 Ekim 1630 14 Kasım 1630 : Halîl Paşa’nın azli ile sadârete Hüsrev Paşa’nın getirilmesi. : İsyâncı Abaza Mehmed Paşa’nın teslim olması. : Bağdâd’ın ikinci defa kuşatılması. : Başarısızlıkla sonuçlanan Bağdâd muhasarasının kaldırılması. 25 Ekim 1631 : Hâfız Ahmed Paşa’nın ikinci defa sadârete getirilmesi 10 Şubat 1632 : Hâfız Ahmed Paşa’nın sipahiler tarafından şehîd edilmesi ve Dâmâd Recep Paşa’nın sadârete getirilmesi. 18 Mayıs 1632 : Dâmâd Recep Paşa’nın îdâmı ve Tabanıyassı Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 2 Eylül 1633 : Büyük İstanbul yangını. 16 Eylül 1633 5 Ağustos 1634 : Sultan’ın tütün yasağı koyması. : Sultan’ın içki yasağı koyması. 23 Ağustos 1634 : Abaza Mehmed Paşa’nın îdâm edilmesi. 10 Mart 1635 : Sultan’ın Revan seferine çıkması. 8 Ağustos 1635 : Revan’ın fethi. 2 Şubat 1637 : Bayram Paşa’nın sadârete getirilmesi. 8 Nisan 1637 : Sultan’ın Bağdâd seferine çıkması. 26 Ağustos 1638 : Bayram Paşa’nın vefâtı ile Tayyar Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 23 Aralık 1638 : Tayyar Mehmed Paşa’nın şehâdeti ve Kara Mustafa Paşa’nın sadârete getirilmesi. 24 Aralık 1638 : Bağdâd’ın fethedilmesi. 20 Ocak 1639 : Birinci sultan Mustafa’nın vefâtı. 17 Mayıs 1639 : Kasr-ı Şîrîn Andlaşmasının imzalanması. 12 Haziran 1639 : Sultan’ın İstanbul’a dönmesi. 16 Temmuz 1639 : Venedik-Osmanlı arasında İstanbul sulhunun imzalanması. 8/9 Şubat 1640 : Dördüncü Murâd Han’ın vefâtı. 1) Târih-i Peçevî 2) Fezleke (Kâtip Çelebi) 3) Ravdat-ül-ebrâr (Kara Çelebizâde Abdülazîz Efendi) 4) Târih-i Solakzâde; sh. 737 5) Târih-i Nâimâ; cild-3, sh. 171 6) Târih-i devlet-i Osmaniye (Hammer) 7) Evliyâ Çelebi seyahatnamesi; cild-1, sh. 255, 460 8) Hadîkat-ül-cevâmi’; cild-2, sh. 143 9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 957 10) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 177 11) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4254 12) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-5, sh. 205 13) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-3, sh. 325 14) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danişman); cild-9, sh. 105 15) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 318 16) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 189 17) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-4, sh. 1854 MURÂD HAN-V Babası ............................. : Sultan Abdülmecîd Han Annesi ............................. : Şevkefzâ Kadın Efendi Doğumu ........................... : 21 Eylül 1840 Vefâtı .............................. : 28 Ağustos 1905 Tahta Geçişi ..................... : 30 Mayıs 1876 Saltanat Müddeti ............... : 93 gün Halîfelik Sırası ................... : 98 Osmanlı sultanlarının otuz üçüncü ve İslâm halîfelerinin doksan sekizincisi. Sultan Abdülmecîd Han’ın oğlu olup, 21 Eylül 1840’da Şevkefzâ Kadın Efendi’den doğdu. Tahsilini özel olarak yapıp, Türkçe yazı ve inşâ, Arapça ve Farsça ile birlikte babasının tavsiyesi üzerine Fransızca öğrendi. Babasının 25 Haziran 1861’de vefâtından sonra Abdülazîz Han pâdişâh olunca, velîahd oldu. Nezâketi, kibarlığı, çağına göre bilgisi ve yumuşak huyluluğu ile sevildi. Amcası Abdülazîz Han’ın 1863 Mısır ve 1867 Avrupa seyahatlerine katıldı. Bu gezilerde, davranışları ile Osmanlı hânedânının asaletini temsil ederek takdîr topladı. Velîahdlığı zamanında, Abdülazîz Han, Kurbağalıdere’deki köşkünü şehzâde Murâd’a tahsis etti. On beş senelik velîahdlığında zamanının çoğunu burada geçirmekle beraber; bâzan kış aylarında Dolmabahçe Sarayı’ndaki velîahd dâiresine geldiği gibi, bâzan da Bebek’teki Nisbetiye köşküne giderdi. 1867 senesinde, Osmanlı Türk kültür ve terbiyesiyle yetişmiş dirayetli, fevkalâde zekî, ileri görüşlü ve tedbirli kişi olan Abdülazîz Han’a istedikleri şeyi yaptıramayanlar ve çeşitli sebeplerle ona kin besleyen başta serasker Hüseyin Avni Paşa olmak üzere Midhat, Mütercim Rüşdî ve Kayserili Ahmed paşalar gizli toplantılar yaparak Pâdişâh’ı tahttan indirmeye karar verdiler (Bkz. Abdülazîz Han). Sultan Abdülazîz Han aleyhinde akla hayâle gelmedik yalanlar ve iftiralarla halkı Pâdişâh’dan soğutmaya çalıştılar. Son zamanlarda devlet işlerinin kötü gidişinden kendileri ve Mahmûd Nedîm Paşa mes’ûl oldukları hâlde, bütün kabahati Abdülazîz Han’a yüklediler. Fakat Pâdişâh’ı çok seven halk bu iftiralara aldırış etmeyince; “Abdülazîz Han’a suikast düzenleneceğini, bunu önlemek için Dolmabahçe Sarayı’nin çepe çevre sarılacağını, bu şerefli işin de kendilerine düştüğünü” söyleyerek kandırdıkları donanma askeri ve harbiye öğrencileriyle sarayı çevirip Abdülazîz Han’ı tahttan indirerek velîahd Murâd’ı getirip bîat ettiler. Abdülazîz Han’ı tahttan indiren paşalar, yerine beşinci Murâd’ı tahta geçirmekle, onun yumuşak huyluluğundan, kibarlık ve nezâketinden istifâde ederek devleti istedikleri gibi yöneteceklerini zannediyorlardı. Fakat tahttan indirilen amcasına karşı yapılan edebsizliklere çok üzülen ince ruhlu Sultan, saltanatının beşinci günü de yine Hüseyin Avni ve Kayserili Ahmed paşaların tertibiyle Abdülazîz Han’ın fecî şekilde şehîd edildiğini ve annesi Pertevniyâl Sultan’a hakaretler yapıldığını öğrenince, iyice sarsıldı ve bu felâket yolunun sonunu düşünmekden aklı bozuldu. Derin bir sükûta dalar, kimse ile konuşmazdı. Bütün bunların üstüne doktor Capoleone’nin cahilane ve yanlış teşhis ve tedavisi ile hastalığı iyice arttı. Viyana’dan getirilen ve meşhur tıp otoritelerinden olan doktoru Laydersdorf, hasta Pâdişâh’ı diğer doktorlarla beraber umûmî bir muayeneden geçirdikten sonra hastalığının iyileşileceğini, bunun için Viyana’daki kliniğinde sürdüreceği altı haftalık bir tedâvîsüresinin yeterli olduğunu bildirdi. Fakat Pâdişâh’ın Viyana’ya gönderilmesi mahzurlu görüldüğünden, bu mümkün olmadı. Pâdişâh’ın devlet işleriyle meşgul olacak şuûra mâlik olmaması, sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa’nın işine geliyordu. Kimseye hesap vermeden devleti yönetiyor, durmadan Kânûn-i esâsî’nin îlânını isteyen Midhat Paşa’ya böyle bir zamanda bunun sırası olmadığını söyleyerek kulak asmıyordu. Bu sırada başlayan Sırp-Karadağ muhârebesi ve mâlî zorluklar, başsız kalan devletin büsbütün perîşân olmasına sebeb oluyordu. Ulemâ arasında ise, şuûru yerinde olmayan bir pâdişâhın ülkenin başında duramayacağına dâir sözler dolaşmaya başlamıştı. Velîahd Abdülhamîd Efendi (İkinci Abdülhamîd Han), bu hâlleri dikkatle tâkib ediyor, devletin daha fazla başsız kalmaması için vükelâ ile görüşmeler yapıyordu. Nihayet vükelâ da Pâdişâh’ın tahttan indirilmesi zaruretine inanınca, Murâd Han şeyhülislâm Hayrullah Efendi’nin hal’ fetvasıyla saltanatının doksan üçüncü günü tahttan indirilip, yerine İkinci Abdülhamîd Han geçti. Murâd Han, saltanattan hal’inden sonra ailesiyle beraber kendisine tahsis edilen Çırağan Sarayı’na yerleşti. Abdülhamîd Han’ın bizzat ilgilenip zamanın meşhur doktorlarını göndererek tedâvî ettirmesi üzerine bir müddet sonra tamamen iyileşti. Vefât edinceye kadar yirmi sekiz yıl ikâmet ettiği Çırağan Sarayı’nda vaktini, okumak ve torunlarını okutmakla geçiren Murâd Han, Abdülhamîd Han’ın nazikâne hatır sormasını, dâima teşekkürle cevaplandırırdı. 1905’de şiddetini arttıran şeker hastalığı bildirilince, Abdülhamîd Han doktor Ali Rızâ Paşa ile Etfal hastahânesi başhekimi İbrâhim Paşa’yı tedavisi için görevlendirdi. Fakat bütün uğraşmalara rağmen kurtarılamayarak 28 Ağustos 1905 Pazartesi gecesi vefât etti. Cenazesi hânedâna mahsus törenle kaldırılıp, Hidâyet Câmii’nde namazı kılınarak Yeni Câmii türbesinde, annesi Şevkefzâ Kadın Efendi’nin yanına defnedildi. Murad Han’ın, Selâhaddîn Efendi adlı bir şehzâdesinden başka; Hadîce, Fehîme, Fatma ve Âliye Sultan olmak üzere dört kız çocuğu vardı. 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 321 2) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, Sh. 265 3) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-12, sh. 257 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 110 5) Hayat Târih Mecmuası (1972/1, sayı-1, ilâve: İstanbul’da Yarım Asırlık Vekâyi-i Mühimme); sh. 27 MURÂD-I MÜNZÂVÎ İstanbul’da medfûn en büyük üç evliyâdan biri. İsmi, Muhammed Murâd bin Ali bin Dâvûd Hüseynî Özbekî Buhârî Keşmirî’dir. 1644 (H. 1054) yılında Buhârâ’da doğdu. 1719 (H. 1132) senesi Rebîul-âhir ayının on ikinci günü İstanbul’da vefât etti. Cenaze namazı büyük bir kalabalık tarafından kılınıp, Edirnekapı dışındaki, Münzâvî Câmii karşısında sultan birinci Mahmûd Han’ın şeyhülislâmlarından Ahmed Ebü’l-Hayr Efendi tarafından yaptırılan medresenin dershanesine defnedildi. Murâd-ı Münzâvî’nin babası Semerkand beldesinin nakîb-ül-eşrâfı (seyyid ve şeriflerin işleriyle ilgilenen makam) idi. Üç yaşında ayakları felç oldu. Kötürüm bir hâlde kaldı. Fakat ayakları sağlam olanlardan daha çok dünyâyı dolaştı. Tahsil yaşına gelince, ilim, fazilet ve kemâl (olgunluk) elde etmek için Keşmir’e gitti. Din ve fen ilimlerini tahsîl etti. Sevenlerinin yardımı ile Kâbe-i muazzamayı ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerifini ziyaret etti. Sonra Hindistan’a gitti. Aklî ve naklî ilimleri maddî ve manevî kemâlâtı kendisinde toplayan Silsile-i aliyye büyüklerinden evliyânın gözbebeği Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretlerine talebe oldu. Sohbetleri ve bereketli nazarları ile kemâle geldi (olgunlaştı). İcazet (diploma) aldı. Mürşîd-i kâmil (yetişmiş ve insanları yetiştirebilen) bir zât olarak tekrar Hicaz’a geldi. Daha sonra Bağdâd, İsfehan, Buhârâ, Belh ve Semerkand’ı ziyaret edip hacca gitti. Hac vazifesini edadan sonra Mısır, Kahire ve buradan da Şam’a geçti. Şam’da ikâmet edip evlendi. Osmanlı sultanlarından ikinci Mustafa Han kendisine Şam’da bir köy verdi. Bu köy hâlâ onun adıyla meşhurdur. Şam ve civarı Murâd-ı Münzâvî’nin bereketiyle mâmur oldu. Zâlimler ıslâh olup zulmü terketti. Murâd-ı Münzâvî, her türlü günâh işleyenlerin barındığı bir evi zulmetten kurtarıp, Murâdî Medresesi diye anılan bir ilim yuvası hâline getirdi. Ayrıca Saruca sokakta da bir medrese yaptırdı ve okuyan talebelerin ihtiyâçları için vakıflar yaptırdı. Murâd-ı Münzâvî, 1681 yılında otuz yaşında iken İstanbul’u teşrîf etti. Eyyûb Sultan semtinde, Eyyûb Sultan hazretlerinin kabr-i şerifi civarında ikâmet etti. Bu arada tekrar dördüncü defa hacca gitti. Hac dönüşü Şam’a gelip beşinci defa Hicaz’a gitti. Bir müddet Mekke-i mükerremede tâliblere ilim ve edeb öğretti. 1708 (H. 1120) yılında ikinci defa İstanbul’u şereflendirdi. Bu defa, Yavuz Selîm’de Bıçaklı Efendi menzilinde ikâmet etti. Halk akın akın sohbetine koştu. Murâd-ı Münzâvî bir ara Bursa’ya gitti. Dönüşünde Eyyûb’da Reîsületibbâ Nuh Efendi yalısında kaldı. Eyyûb Sultan ile Edirnekapı arasında Nişancı Mustafa Paşa caddesindeki Şeyh Murâd dergâhında İstanbul halkına yıllarca ilim ve edeb öğretip feyz saçtı. Kerâmetleri her yere yayıldı. Huzuruna gelenler her ne kadar inkarcı da olsalar, mutlaka onun feyz ve bereketine kavuşur, başka bir hâl kazanırlardı. Murâd-ı Münzâvî dergâhının banisi (yaptıranı) şeyhülislâm Minkârîzâde Yahyâ Efendi’nin dâmâdı Çankınlı Mustafa Efendi idi. Burası medrese olmak üzere bina edildi. Vakfeden zâtın oğlu da Ebü’l-Hayr Ahmed Efendi olup, 1731 yılı Şaban ayı sonlarında şeyhülislâm oldu, 1741 (H. 1154) senesi Zilhicce ayında vefât edince dergâhta pederi yanına defnolundu. Sultan Mahmûd Han’ın şeyhülislâmlarından olan Ebü’l-Hayr Ahmed Efendi, Murâd-ı Münzâvî vefât ettiğinde onu medresenin dershanesine defnettirdi. Medreseyi de dergâh hâline getirdi. Murâd-ı Münzâvî’nin (r. aleyh) kabrini ziyaret edenler, orada rûhânî bir zevk ve lezzet duyarlar. Celvetî büyüklerinden büyük âlim İsmâil Hakkı Bursavî hazretleri Ahidnâmesinde; “İlâhî aşk sahiplerine Murâd-ı Münzâvî’nin kabrini ziyaret etmek lâzımdır. Bereketi görülen makamlardandır” buyurmuştur. Zamanındaki ve sonraki âlimler Murâd-ı Münzâvî’yi medh ü sena etmişler ve üstünlüğünü bildirmişlerdir. Ariflerden Mustafa Bekri (r. aleyh) Süyûf-ül-Haddâd kitabında Murâd-ı Münzâvî hazretleri hakkında şöyle demektedir: “Onun simasında (yüzünde) Allah adamlarının (evliyanın) alâmetlerini gördüm. Sâlihleri görmek büyük saadettir. Murâd-ı Münzâvî, Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî’nin mümtaz (seçilmiş) bir talebesidir.” Şeyh Hasan Dağıstânî; “Murâd-ı Münzâvî (r. aleyh) uykudan uyandığında hizmetçisi abdest alacağı suyu geciktirdiği zamanlarda oracıkta toprakla teyemmüm etmek suretiyle abdest alır, asla abdestsiz dolaşmazdı” demektedir. Murâd-ı Münzâvî’nın eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- El-Müfredât-il-Kur’âniyye tefsiri, 2- Silsilet-üz-zeheb fis-sülûkî vel-edep, 3- Risale fit-tasavvuf. Murâd-ı Münzâvî hazretleri buyuruyor ki: “Allahü teâlâ insanın yüreğine rûh âleminden bir gönül yâni kalb yerleştirmiştir. Bu gönlün; bilmek, tanımak, istemek, sevmek gibi hususiyetleri vardır. Meselâ bu gönüle birbirine zıt iki şeyin sevgisi sığmaz. Bu gönüle; kendisini yaratanı bilmek, O’nu sevmek, rızâsına kavuşmayı arzu etmek, Allahü tealânın rızâsına kavuşmanın yolu olan Resûlullah’a sallallahü aleyhi ve sellem her bakımdan tâbi olmak, O’ndan başka her şeyden alâkayı kesmek, bu geçici dünyâda kalb huzuru içinde vakti Allahü teâlâya ibâdetle geçirmek ve Allahü tealânın rızâsına muvafık şekilde konuşmak lâyıktır. Böyle bir gönüle sâhib olmayan kimse, insan suretinde bir mahlûktur. Böyle bir saadetten mahrum olan kimse, kat’î olarak hastadır. Bunun ilâcı ise, gafletten uyanıp pişman olmak, af ve mağfiret etmesi için Allahü teâlâya yalvarmak, kabulünü ve yardımını istemek, üzerinde bulunan Allahü tealânın ve kulların haklarını ödemek, hak sahiplerini razı etmektir. Eğer o anda bu hakları ödemek gücüne sahip değilse, bunları gücü yettiği zaman ödemeye kat’î karar vermeli, sünnet-i seniyyeye uyup, işlerinde azimetlere (nefse zor gelen şeylere) sarılmalı, bid’at ve ruhsatlardan sakınmalı yâni her işinde ve her hâlinde Resûl-i ekreme sallallahü aleyhi ve sellem ve O’nun Eshâb-ı kirâmına tâbi olmalıdır. İtikâdda ehl-i hak, yâni Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı üzere bulunup, bilinmesi zarurî olan fıkıh bilgilerini öğrenerek onlara uygun amel etmelidir. Kalbinde Allahü tealânın rızâsından başka bir şey bulunmaması için doğruluk ve ihlâsta kemâl sahibi kimseler ile konuşmalı, onların sohbetinde bulunmalı, dilde ve gönülde dâima Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmalıdır. Allahü teâlâdan başkası hâtıra geldikçe istiğfar okumalı, mâsivâdan kurtulması için Allahü teâlâya yalvarmalıdır. Bu şekilde kalb huzuruna kavuşmaya çalışmalı, zorlama ile de olsa mâsivâyı (Allah’tan başka her şeyi) unutmaya gayret etmelidir. Zahirde halk ile bâtında Hak ile bulunmalı, böylece gönülde Allahü tealânın rızâsından başkası kalmamalı, mâsivâyı tamamen unutmalı, nefsi de benlik dâvasından kurtarıp, kalb huzuru ve rahatlığı ile kulluğa dâir bütün vazifeleri yapmalıdır. Böylece Allahü tealânın lütuf ve ihsânı ile fânî-fillah ve bâkîbillah olunur ve Allahü tealânın pek çok feyz ve marifetlerine kavuşulur. Bu mertebeye erişebilmek için, nefy ve isbâtı kendisinde bulunduran Kelime-i tayyibeyi yâni “Lâ ilahe illallah Muhammedün resûlullah”ı çok söylemelidir. Mânâsı; hak olan ma’bûd yalnız Allahü tealânın zât-ı pâkidir. O’nun rızâsından başka hakîkî bir maksûd yoktur. Muhammed aleyhisselâm Allahü tealânın resulüdür. O’na tâbi olmak vâcibdir. İşte ancak bu kelime-i tayyibe ile bahsedilen saadete kavuşulur.” 1) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-12, sh. 214 2) Silk-üd-dürer; cild-4, sh. 129 3) El-A’lâm; cild-7, sh. 199 4) Câmiu kerâmât-il-evliyâ; cild-1, sh. 205 5) Esmâ-ül-müellifîn; cild-2, sh. 424 6) hâh-ül-meknûn; cild-2, sh. 530 7) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 55 8) Brockelmann sup-2, sh. 663 9) Hadikat-ül-cevâmî’; cild-1, sh. 282 10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1049 11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 125 MUSTAFA BEHÇET EFENDİ Hekimbaşı, Osmanlı Devleti’nde modern tıbbın kurucularından. 1774’de İstanbul’da Eyyûb Sultan’da doğdu. Hâcegândan Mehmed Emin Şükûhî Efendi’nin oğlu olup, üçüncü Mustafa Han devri hekimbaşılarından Büyük Hayrullah Efendi’nin kızı tarafından torunudur. Yine hekimbaşı Abdülhak Molla’nın ağabeyi, şâir Abdülhak Hâmid’in amcasıdır. Süleymâniye tıb medresesini bitiren ve hekim olan Mustafa Behçet Efendi, bir kaç yabancı dil öğrenerek bu dillerdeki tıp kitaplarından tercümeler yaptı. 1800’lerde bir fizyoloji kitabı ile Bouffon’un Histoire Naturelle adlı eserini Türkçe’ye tercüme etti. Bu faaliyetleri o devir Osmanlılarında hâkim olan tıp ve biyoloji anlayışı dışına çıkma temayülü gösteren ilk çalışmalar oldu. 1803’de Mes’ûd Efendi’nin yerine hekimbaşı tâyin edildi. Hacca giden müslümanlar için sağlık rehberi niteliğindeki Tertîb-i Ecza adlı esere bir bölüm ekleyerek, 1817 yılında Türkçe basılan ilk tıb kitabını ortaya koydu. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi, 22 Aralık 1826’da sultan birinci Mahmûd Han’a, yeni kurulan ordunun hekim ve cerrah ihtiyâçlarının karşılanması için, bir tıp okulu açılmasını teklif etti. Teklifinin uygun bulunması üzerine, 14 Mart 1827’de Şehzâdebaşı’nda yeniçerilerden boşalan Tulumbacıbaşı konağında Tıbhâne-i Amire ve Cerrahhâne-i Amire adlı iki bölümü bulunan bir tıp okulu açıldı. Okulun tıbhâne bölümünde İtalyanca, cerrahhâne bölümünde Türkçe öğretim yapılıyordu. Mustafa Behçet Efendi, bu okulun nâzırlığına tâyin edildi. O sıralarda mikrobu henüz keşfedilmemiş olan kolera hakkındaki epidemiyolojik müşâhadelerini 1831 yılında yayınladı. Bilhassa epidemilerin çıkış noktası hakkındaki gözlemleri dikkati çektiğinden, bu risalesi Almanca’ya tercüme edildi. Jenner’in Aşı risâlesi’ni, Yukan’ın Ameliyât-ı Tıbbiye’sini, Burne’nin Hikmet-i Tabiiyye’sini Türkçe’ye tercüme eden Mustafa Behçet Efendi, Risâle-i Rûhiye’yi yazmış ve Bouffon’un Mârifet-i Arz ve Tercüme-i hayvanât adlı eserlerini dilimize kazandırmıştır. Yine Risâle-i İllet-i Efrenc de tıbla ilgili tercüme eserlerindendir. Avrupa dillerinin yanında Arabça’yı da çok iyi bilen Mustafa Behçet Efendi, Mısır ulemâsından Şeyh Abdurrahmân Cebertî’nin Mazhar-üt-Takdîs bi-Hurûc-i Tâifet-ilFransis adlı, Fransızların Mısır’ı işgalini anlatan eserini Türkçe’ye tercüme etmiştir. Üçüncü Selîm ve İkinci Mahmûd Han zamanında iki defa hekimbaşılık yapan Behçet Mustafa Efendi, 1832 yılında vefât ederek Üsküdar’daki Nasûhî dergâhına defnedilmiştir. 1) Sicill-i Osmanî; cild-2, sh. 31 2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 203 3) Türkiye’de Maârif Târihi; cild-1, sh. 336 4) Mustafa Behçet Efendi (F.N. Uzluk, Ankara-1954) 5) Mustafa Behçet Efendi’nin Fizyoloji Tercümesi adlı kitabı; Çağında Avrupa’da ve Bizde Fizyoloji Çalışmaları (E. Kâhya, Doçentlik tezi, Ankara, D.T.C.F. -1976) 6) Osmanlı İmparatorluğunda Tıp Zoolojisi ve Parazitoloji (E.K. Unat, 1970); sh. 10 7) Osmanlı Türklerinde İlim; sh. 217 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 306 MUSTAFA HAN-I Babası ............................. : Üçüncü Mehmed Han Annesi ............................. : Handan Sultan Doğumu ........................... : 20 Ocak 1638 Vefâtı .............................. : 21 Kasım 1617 (1. defa), 19 Mayıs 1622 (2. defa) Tahta Geçişi ..................... : 22 Kasım 1617 Saltanat Müddeti ............... : 19 ay Halîfelik Sırası ................... : 82 Osmanlı sultanlarının on beşincisi ve İslâm halîfelerinin seksen ikincisi. Sultan üçüncü Mehmed Han’ın oğlu. 1591 senesinde Handan Sultan’dan Manisa’da doğdu. Her şehzâde gibi sarayda iyi bir eğitim gördü. Ağabeyi birinci Ahmed Han’ın vefâtı üzerine 22 Kasım 1617 günü ilk defa ekberiyet kaidesine göre, yâni hânedânın en yaşlı mensubu olarak tahta çıkarıldı. Sultan Mustafa Han, devlet mes’eleleri ile meşgul olmağa hazır olmadığını ifâde ederek saltanatı kabul etmedi ise de, devlet erkânı tarafından dinlenmedi. Bu yüzden kısa bir süre sonra devlet işleri karıştı. Yeni Sultan’ın acemiliğinden faydalanmak isteyenler ortaya çıktı. Hâkimiyet yeniçeri ağalarının eline geçti. Devletin geleceğini düşünen bâzı devlet adamları, durumun böyle devam etmesini istemiyerek, hal’ine fetva aldılar ve tahta geçtikten doksan altı gün sonra 26 Şubat 1618 günü sultan Mustafa’yı tahttan indirerek yerine Genç Osman’ı geçirdiler. Yenilik taraftarı olmayanların tahrikleri, neticesinde isyân eden yeniçerilerin 19 Mayıs 1622’de Genç Osman’ı tahttan indirmeleri üzerine sultan Mustafa ikinci defa tahta geçirildi. Bütün istekleri yerine getirilen âsiler çok şımardılar. Veziriazam tâyin ettirdikleri Kara Dâvûd Paşa, Genç Osman’ı Yedikule zindanlarında şehîd ettirdi (Bkz. Genç Osman). Bunun üzerine sipahiler ayaklandılar. Kara Dâvûd Paşa, sultan Osman’ı Pâdişâh’ın emriyle öldürttüm demesi üzerine ayaklananlar dağıldılar. Yeniçeri halkın gözünden iyice düşmüştü. Onları gören halk; “Sultan Osman’ın katilleri” diye laf atıyordu. Bir süre sonra sarayda bulunan şehzâdelerin öldürüleceği haberi duyulunca, yeniçeri ve sipâhî ayaklanıp, Kara Dâvûd Paşa’nın konağı önünde toplanarak; “Sultan Osman’ın acısı yüreğimizde iken, şehzâdeleri öldürmek reva mıdır?” diye bağırdılar. Karışıklığın daha da ileri gideceğini fark eden şeyhülislâm Yahyâ Efendi, Sultan’a Kara Dâvûd Paşa’yı azletmenin lüzumunu anlattı. Sükûneti sağlamak için Kara Dâvûd Paşa 13 Haziran 1622 günü azledildi. Yerine Mere Hüseyin Paşa getirildi. Fakat sükûnet sağlanacağı yerde, karışıklık daha da artti. Bunun üzerine yirmi beş gün gibi kısa bir süre sadârette kalan Mere Hüseyin Paşa azledilerek, yerine Lefkeli Mustafa Paşa getirildi ise de bu makamda iki buçuk ay kadar kalabildi ve kendi isteği ile ayrılınca yerine Gürcü Mehmed Paşa tâyin edildi. Osmanlı Devleti’nin iç karışıklıklarından istifâde etmek isteyen Lehistan kazakları, daha önce imzalanan anlaşma şartlarına uymayarak Şayka adı verilen yüz elli civarında küçük gemi ile Osmanlı kıyılarına saldırdılar. Kazakların üzerine gönderilen Karadeniz serdârı Dâmâd Recep Paşa, kazakları tâkib ederek Kilgra önünde bir çok gemilerini batırdı ve 21 gemiyi zabt ettikten sonra beş bin esir ile İstanbul’a döndü. Diğer taraftan Anadolu’da Genç Osman’ın şehîd edilmesi nefretle karşılandı. Önce Trablusşam beylerbeyi Yûsuf Paşa isyân etti. Eyâletinde bulunan yeniçerileri öldürttü. Ardından Erzurum beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa başkaldırarak, bölgesinde bulunan yeniçerilerin bir kısmını öldürttü. Genç Osman’ın intikamını alacağım diye and içen Abaza, İstanbul’a gelmek için yola çıktı. Bâzı Anadolu vâlileri de kendisine katıldı. Kırk bin kişilik bir kuvvet ile Ankara’yı muhasara etti. Daha sonra Bursa’yı kuşatan Abaza, şehrin suyunu kesti. Şehri ele geçirdi ise de, kaleyi alamadı. Kış geldiği için Niğde’ye çekildi (Bkz. Abaza Mehmed Paşa). Anadoludaki ayaklanmalar ve Genç Osman’ın şehîd edilmesi yüzünden halk arasına çıkacak yüzü kalmayan sipâhîler, 17 Kasım 1622 günü dîvânın toplandığı sırada ayaklanarak sultan Osman’ın katillerinin bulunmasını istediler. Yolda yakalanan cebecibaşı, Genç Osman’ın su içtiği çeşmenin başında, halkın ağır hakaret ve lanetleri arasında îdâm edildi. Bir samanlıkta yakalanan Kara Dâvûd Paşa ve Kalenderoğlu denilen kişiler de yakalanarak îdâm edildi. Bu sırada ikinci defa sadrâzam olan Mere Hüseyin Paşa, çıkan isyânları bastırmak için bir çok âsiyi İstanbul dışına sürdü ve bir kısmını ortadan kaldırmak istedi. Bunun öğrenen sipâhîler tekrar ayaklandılar. Bu durum üzerine Mere Hüseyin Paşa, 20 Ağustos 1623 günü sadâretten çekildi ve Kemankeş Ali Paşa getirildi. Ali Paşa sadârete gelirgelmez, Osmanlı Devleti’ni düştüğü durumdan kurtarmak için harekete geçti. Osmanlı Devleti mutlâkiyetle idare edildiğinden; başta kudretli, azimkar, zekî bir pâdişâhın bulunması gerekiyordu. Bu yüzden Ali Paşa, şeyhülislâm Yahyâ Efendi ve diğer devlet erkânını toplayarak, sultan Mustafa’nın artık makâm-ı saltanatta kalmaması gerektiğini delîlleriyle ortaya koydu. Bütün devlet erkânı, pâdişâhın hal’i hususunda aynı kararda idi. Fakat yeni cülûsta yeniçeriye bahşiş verilmesi gerekiyordu. Hâlbuki hazînede para yoktu. Ali Paşa, askerin ileri gelenleri ile anlaşarak, bu sefere mahsûs olmak üzere bahşişten vazgeçmelerini te’min etti. Verilen fetva ile 10 Eylül 1623 günü sultan Mustafa ikinci defa tahttan indirilerek eski dâiresine götürüldü. Sultan Mustafa Han, son derece dindar bir kimse idi. Sık sık türbeleri ziyaret eder ve çokça sadaka dağıtırdı. Saraydaki hayâtını ibâdet ederek, dînî eserler ve Kur’ân-ı kerîm okuyarak geçirmişti. İkinci defa tahta geçmesi için davet edildiği zaman odasında Kur’ân-ı kerim okuduğunu bir çok kaynak yazmaktadır. Hâl sahibi olan sultan Mustafa Han, saltanatta gözü olmadığı için her iki defâki hal’inde de en küçük bir memnuniyetsizlik göstermemiş ve tahttan sevinçle feragat etmiştir. 20 Ocak 1630 günü Topkapı Sarayı’nda vefât eden Sultan Mustafa Han, Ayasofya Câmii karşısındaki türbesine defnedildi. CANLI KUZU Bâzı tarihçilerin kerâmet gösterdiğini yazdıkları Sultan Mustafa Han çok dindar bir pâdişâhtı. Bir gün sultan Mustafa, saray bahçesinde gezerken, bostancıbaşıyı yanına çağırttı. İlerde bir tümseği göstererek; “Şu tümseği kaz, altında canlı bir kuzu bulacaksın, kuzuyu al, bana getir” dedi. Buna şaşıran bostancıbaşı çekingen davrandı. Fakat pâdişâh emrinde ısrar etti ve; “Bre, tümseği kaz dedik, emrimiz niçin dinlenmez?” deyince; bostancıbaşı, hemen kazma kürek bulup, istemeye istemeye orayı kazdı. Gördüğü şey karşısında şaşırıp kaldı. Toprağın altından gerçekten de nazlı nazlı bakan canlı bir kuzu çıktı. Şaşkınlıktan kurtulmaya çalışarak kuzuyu kucağına aldı ve Pâdişâh’a getirdi. Sultan kuzuyu bir müddet okşadıktan sonra, bostancıbaşıya vererek; “Al bunu besle!” dedi. Sultan Mustafa Han Devri Kronolojisi 22 Kasım 1617 : Mustafa Han’ın ilk saltanatı. 26 Şubat 1618 : Mustafa Han’ın hal’i ve Geriç Osman’ın pâdişâh olması. 19 Şubat 1622 : Mustafa Han’ın ikinci defa pâdişâh olması. 19 Mayıs 1622 : Kara Mustafa Paşa’nın sadrâzam olması. 20 Mayıs 1622 : Genç Osman’ın şehîd edilmesi. 22 Mayıs 1622 : Sipahilerin ayaklanması. 13 Haziran 1622 : Kara Dâvûd Paşa’nın azli ve Mere Hüseyin Paşa’nın sadârete getirilmesi. 8 Temmuz 1622 : Hüseyin Paşa’nın azli ve Lefkeli Mustafa Paşa’nın sadrâzamlığı. 21 Eylül 1622 : Gürcü Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 17 Kasım 1622 : Abaza Mehmed Paşa isyânı. 31 Aralık 1622 : Sipahilerin ikinci defa ayaklanması. 3 Ocak 1623 : Genç Osman’ın katillerinden Cebecibaşının îdâmı. 8 Ocak 1623 : Kara Dâvûd Paşa ve Kalenderoğlu’nun îdâmı. 30 Ağustos 1623 : Kemankeş Ali Paşa’nın sadrâzamlığı. 10 Eylül 1623 : Sultan Mustafa’nın ikinci defa tahttan indirilmesi. 1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4309 2) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-3, sh. 268 3) Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-5, sh. 149 4) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-9, sh. 5 5) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, bölüm-1, sh. 127 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 330 7) Nâimâ Târihi; cild-2, sh. 708, 817 8) Hülâsat-ül-Eser; cild-4, sh. 363 9) Tûgi Târihi; (Belleten); sayı-43, sh. 50 MUSTAFA HAN-II Babası ............................. : Sultan Mehmed-IV Annesi ............................. : Râbia Gülnûş Sultan Doğumu ........................... : 5 Haziran 1664 Vefâtı .............................. : 20 Aralık 1703 Tahta Geçişi ..................... : 6 Şubat 1695 Saltanat Müddeti ............... : 8 sene 6 ay 14 gün Halîfelik Sırası ................... : 87 Osmanlı sultanlarının yirmi ikincisi ve İslâm halîfelerinin seksen yedincisi. Sultan dördüncü Mehmed Han’ın oğlu. 5 Haziran 1664 günü Râbia Gülnûş Sultan’dan İstanbul’da doğdu. Devrin âlimlerinden iyi bir tahsîl gördü. Baş hocaları, büyük âlim Hâce-i Sultanî Vânî Mehmed Efendi ve onun dâmâdı Seyyid Feyzullah Efendi idi. Ayrıca devlet idaresini ve harb oyunlarını çok iyi bir şekilde öğrendi. Ok atmada mahir ve iyi bir silâhşördü. İstanbul ve Edirne saraylarında serbest bir hayat yaşayan şehzâde Mustafa, babası ile sefer-i hümâyûnlara katılarak bilgi ve tecrübesini arttırdı. Daha sonra iki amcası sultan İkinci Süleymân ve sultan İkinci Ahmed zamanlarında, devletin uğradığı felâketleri ve yetersiz devlet adamlarının birbirine takiben iktidara gelmelerini dikkatle tâkib etti. Bu sebeble devlet idaresini, babası ve amcaları gibi vezirlere emânet etmemede kararlı idi. Amcası İkinci Ahmed Han’ın 6 Şubat 1695 günü vefâtı ile yirmi ikinci Osmanlı sultânı olarak tahta geçti. Pâdişâh olduğunda Osmanlı Devleti, on iki seneden beri Avusturya, Lehistan, Rusya ve Venediklilerle harp hâlinde idi. Gayretli ve kahraman ruhlu bir hükümdar olan sultan Mustafa, henüz tahta geçtiğinin üçüncü günü sadrâzama gönderdiği fermanda: “Cenâb-ı Hak, bu âciz ve günahkâr kuluna bir cihân pâdişâhlığı ihsân etti. Devleti idare edenlerin hangisi zevk ve sefaya, kendi nefsinin rahatına düşmüş ise, eli altındaki memleket ve tebeasının huzuru ve rahatı kaçmıştır. Biz, bugünden zevki ve sefayı kendimize haram kıldık. Düşmana karşı ceddim (Kânûnî) Sultan Süleymân gibi kendim sefere çıkmaya kat’î niyet ettim. Sizler ki vezîriâzamım, vüzerâ, ulemâ, vükelâ ve ocak ağalarısınız; cümleniz bir yere gelip, bu hatt-ı hümâyûnumu okuyup düşününüz; gazâya gitmem mi mâkul, yoksa Edirne’de oturup kalmamız mı münâsib? Din, devlet ve halka hangisi faydalı; Allah için söyleşüp, doğruyu bana bildiriniz vesselam...” dedi. Sadrâzam; Pâdişâh’ın Edirne’de kalmasının iyi olacağını, sefer-i hümâyûnun büyük masraflar îcâb ettirdiğini, hele bozgun olursa, adının pâdişâh yenilmiş diye çıkacağını arzetmesi üzerine, sultan Mustafa irâdesini şu hatt-ı hümâyûn ile açıkladı: “Bana hazîne lâzım değil. Kuru ekmek yerim. Vücûdumu din uğruna feda ederim. Her ne denlü meşakkat arz olunsa, sabr ve tahammül ederim. Hizmet-i ibadullah (halka hizmet) tamâma ermeyince seferden dönmem, elbette sefere bizzat çıkarım...” Bu hatt-ı hümâyûnlar devlet adamlarını, âlimleri, kumandanları, askerleri ve ahâliyi ziyadesiyle sevindirdi. Derhâl hazırlıklara başlandı. Bu sırada sultan İkinci Ahmed’in büyük bir gayretle düzenlediği Sakız seferi devam etmekteydi. Serdâr, eski kapdân-ı derya ve Trablusgarb beylerbeyi vezir İbrâhim Paşa idi. Donanmanın başında kapdân-ı derya vezir Hüseyin Paşa var ise de, bu zât denizci olmadığı için donanmanın idaresi, eski kapdân-ı derya ve büyük denizci Mezomorto Hüseyin Paşa’da idi. Mezomorto, 48 parçalık donanma ile 9 Şubat 1695 günü Karaburun ile Sakız adasının Kuzeydoğusu arasında Koyun adaları mevkiinde, Venedik gemileri ile karşılaştı. Venedik donanması amirali Molino Kontarini’nin bulunduğu kalyon, alabanda ateş etmek suretiyle saf dışı bırakılınca, Venedik donanması Sakız limanına doğru kaçtı. Muhârebenin bu birinci safhası olan Koyun adaları zaferi altı saat sürdü. Dokuz gün sonra yeni tertibat alınarak, Tırfıl limanına yapılan baskında Venedikliler ikinci defa mağlûb edildi. Venedik donanması Sakız’da tutunamıyarak, adaya atlı ve yaya olarak bin kadar asker çıkardıktan sonra İstendil adasına kaçtı. Mezomorto Hüseyin Paşa, Venediklilere karşı kazandığı bu zaferden sonra tekrar kapdân-ı deryalığa yükseltildi. Düşman donanmasının mağlûb edilmesi üzere, Anadolu sahilinde Çeşme limanında beklemekte olan İbrâhim Paşa kumandasındaki asker Sakız’a geçirildi. Sakız kalesi mukavemet göstermeden teslim oldu (21 Şubat 1695). Sefer hazırlıkları tamamlandıktan sonra, sultan İkinci Mustafa, 30 Haziran 1695 günü Avusturyalıların işgalindeki Macaristan’ı kurtarmak için ilk Avusturya seferine çıktı. Bu sefere istisnaî olarak şeyhülislâmlığa getirdiği hocası Seyyid Feyzullah Efendi de katılıyordu. Ordu-yı hümâyûn, Filibe ve Sofya üzerinden kırk gün sonra Belgrad’a vardı (9 Ağustos 1695). Burada toplanan harb dîvânında; Janova-Lippa, Lagos’un ve havalisinin işgalden kurtarılmasına karar verildi. 7 Eylül günü ordu Lippa önüne geldi. Şevk ve heyecan içinde olan ordu derhâl hücuma geçti. Lippa kalesi, Türk’ün savaş gücü ve îmân kuvveti karşısında iki gün dayanabildi. Lippa’da, Avusturyalıların Tameşvar’ın zaptı için yığdıkları mühimmat ele geçirildi. Kale tamamen tahrîb edilerek, zahîre ve mühimmat Tameşvar kalesine taşındı. Bu sırada Kırım hanı Selîm Giray orduya katıldı. 21 Eylül günü Osmanlı ordusu Lagos kalesi önlerine geldi. Avusturya kumandanı general Veteran, Lagos kalesi yakınında Temes suyu kenarında ordugâhını kurmuş ve etrafını iyice tahkîm etmişti. Avusturya ordusu, etrafı bataklık ve arkası ormanlık bir yerde mevzilenmişti. Osmanlı askeri, büyük bir azimle düşman üzerine hücum etti. Kırım hanı Selîm Giray da aldığı emir üzerine düşman ordusunun arkasına geçerek çevirdi. Sultan Mustafa bizzat ordunun başında kılıç sallıyordu. Muhârebe üç saat sürdü. Avusturya ordusu müthiş bir hezimete uğradı. Avusturya askerlerinin ekserisi öldürüldü. Kalanı ise esir alındı (22 Eylül 1695). Avusturya kumandanı ve Lehistan prensi ölüler arasında idi. Büyük zaferden sonra Lagos kalesi de zapt edildi. Bu zaferden sonra sultan Mustafa, sefer mevsimi geçtiği için 28 Eylül 1695 günü geri dönmek için yola çıktı. Niğbolu üzerinden 1 Ekim günü Edirne’ye 14 Ekim günü Dâvûd Paşa sahrasına geldi. 18 Ekim günü parlak bir zafer alayı ile İstanbul’a girdi. Diğer taraftan Karadeniz’de bir liman sahibi olmak isteyen Rus Çarı Petro, 10 Temmuz 1695 günü yaklaşık üç yüz bin kişi ile Azak kalesini kuşatmıştı. Muhasara 3 ay dört gün sürdü ve çok kanlı ve şiddetli geçti. Türklerin akıllara durgunluk veren şanlı müdâfaaları karşısında, kalenin düşmesinden ümidlerini kesen Ruslar, 13 Ekim 1695’de elli bin ölü vererek Azak’tan çekildi. Kefe beylerbeyi Mustafa Paşa ve Kırım velîahdı Kaplan Giray’ın takibi sonucunda, Rus ordusunun asker ve mühimmat kaybı daha da arttı. Mustafa Han, Avusturya üzerine ikinci seferine 20 Nisan 1696 günü çıktı. Ordu Sofya’ya geldiği zaman, Alman ordusunun Budapeşte ve Erdel’de toplandığı öğrenildi. 3 Ağustos günü sultan Mustafa Belgrad’a girdi. Bu sırada Saksonya kralı Nalkıran Fredric ile general Heisler kumandasındaki düşman kuvvetlerinin Tameşvar kalesini kuşattığı haberi geldi. Bunun üzerine ordu Tameşvar’a hareket etti. Osmanlı ordusunun yaklaştığını gören düşman kumandanı, dokuz günden beri sürdürdüğü muhasarayı kaldırarak, Tisa suyuna karışan Belga boylarında Olaş mevkiine geldi. 27 Ağustos günü Osmanlı ordusu da buraya gelerek mevzîlendi. Muhârebe, Türk taarruzuyla başladı. Sultan Mustafa ordunun önünde olduğundan, askerin şevki daha da arttı. Muhârebenin en şiddetli ânında sadrâzam Elmas Mehmed Paşa on iki bin serdengeçti ile düşmana öldürücü darbeyi vurdu. Düşman ordusu perişan bir hâle geldi. General Heisler ve Caprara ölüler arasındaydı. Osmanlı ordusundan da sadrâzam Elmas Mehmed Paşa’nın kardeşi Mustafa Paşa, yeniçeri ağası Baltazâde Mehmed Paşa şehîd düşenler arasında idi. Sultan Mustafa, Kırım atlılarını, düşmanın ardına göndererek, ric’at (geri dönme) yolunu kapatmıştı. Gece düşmanı tâkib eden Kırım atlıları, Almanlara pek çok zâyiât verdirdiler. Bu zaferden sonra Osmanlı ordusu 31 Ağustos günü Tameşvar’a ulaştı. Gerekli mühimmat bırakılarak kale tahkim edildi. 17 Eylül günü Daltaban Mustafa Paşa tarafından Morevik zaptedildi. Daha sonra Belgrad’a dönen Sultan, buranın muhafızlığına Amcazade Hüseyin Paşa’yı tâyin ederek, 28 Eylül günü İstanbul’a dönmek için yola çıktı. Sultan Mustafa ikinci Avusturya seferinde iken, Rus çarı Petro, 3 Haziran 1696 günü tekrar Azak’ı kuşattı. Bu sırada Azak garnizonu henüz değiştirilmemiş ve kale tamir edilmemişti. Çarın hareketi duyulunca, İstanbul’dan üç paşa komutasında yardım kuvveti gönderildi. Fakat bunda çok geç kalınmıştı. Bâzı iç hâdiselerden dolayı da Kırım hanı vaktinde yardıma yetişemedi. Kalede beş yüz civarında Türk askeri vardı. Bu kadar kuvvetle kale, düşman muhasarasına karşı tam iki ay üç gün müdâfaa edildi. 6 Ağustos günü kalede sağ kalan Türkler yardımdan ümidlerini kestikleri için, vire ile kaleyi teslim ettiler ve Kırım’a çekildiler. Azak kalesinin düşmesi, sultan Mustafa ve bütün ülkenin büyük üzüntüsüne sebeb oldu. Azak kalesinin ikmâlini ihmâl eden ve yardıma me’mur edilip zamanında yetişmeyen kumandanlar cezalandırıldı. Osmanlı hükümeti tarafından Kuban nehri ağzına Açu kalesi yaptırıldı. Böylece Moskof yayılmasının önüne geçme çâreleri düşünüldü. Diğer taraftan kapdân-ı derya Mezomorto Hüseyin Paşa, 66 parçalık donanma ile 13 Mayıs 1696’da denize açılmıştı. 24 Ağustos günü Kiklad takımadalarından Andros önlerinde Venedik donanması ile karşılaşan Mezomorto, düşman gemilerini hasara uğrattı ise de fazla zâyiât verdiremedi. 18 Eylül günü donanma tekrar Venedik donanması ile karşılaştı. Amiral Steineau’nun gemisinin batması, Osmanlı kuvvetlerinin üstün gelmesini sağladı. 13 Venedik gemisi batırıldı. Türk donanması ise altı gemi ile üç yüz şehîd vermişlerdi. Daha sonra İstanbul’a dönen donanmayı, ikinci Viyana seferinden dönen sultan Mustafa, yalı köşkünden seyretti. Donanma-yı hümâyûn bütün topları ateşliyerek Sultân’ı selâmladı. Serhatlerde ordusunun başında bulunmaktan zevk alan sultan Mustafa, Nemçe seferi kasdıyla 17 Haziran 1697 Pazartesi günü Edirne’den hareketle, 10 Ağustos günü Belgrad’a vardı. Burada, ordunun ne tarafa sevk edileceği hakkında karara varmak için biri pâdişâhın huzurunda olmak üzere iki harb dîvânı toplandı. Bu toplantılarda iki görüş ortaya kondu. Birinci görüş; Sava’dan Zemun sahrasına geçerek Peter-Varadin kalesini kuşatmak idi. Bunu sadrâzam Elmas Mehmed Paşa, Belgrad muhafızı Amcazade Hüseyin Paşa, Mısırlızâde İbrâhim ve Bostancı Mehmed Paşalar müdâfaa ediyordu, ikinci görüş ise; Tuna’dan Tameşvar yakasını geçerek düşman ordusuna taarruz etmekti. Bunu da Tameşvar müdafii Koca Cafer Paşa ile diğer erkân istemişti. İkinci plân tehlikeli idi. Amcazade Hüseyin Paşa, hududda bulunması sebebiyle düşmanın durumuna vâkıf olduğundan, ikinci plâna göre hareket edilirse üç nehir geçmek gerektiğini, düşmanın ilk anda nehirleri geçerken mâni olmayacağını, fakat geçişten sonra veya geçiş sırasında ânî baskın yapabileceğini, muvaffakiyet olsa bile büyük külfet yükleyeceğini, aksi olduğu takdirde, fena neticeler doğuracağını savundu. Ancak ekseriyet ikinci görüşü desteklediğinden, Tameşvar tarafına gitmeye karar verildi. Osmanlı ordusu; Tuna ve Temş nehirlerini geçtikten sonra, Tise nehri kıyısına vardı. Avusturya ordusu, prens Öjen do Savua kumandasında Tise yakınlarında idi. Bu sırada Pâdişâh, Segedin üzerine gidilmesine karar verdi. Bâzı devşirme ve dönmeler vasıtasıyla, ordunun hareketini öğrenen prens Öjen, acele Segedin’e kuvvet gönderdiği gibi, Sultan’ın Segedin üzerine gitmekten vazgeçerek Zenta’da Tise’yi geçip, Macaristan ve Erdel taraflarına gideceğini öğrendi. Bunun üzerine Osmanlı ordusunu Tise nehrini geçerken yakalamak için sür’atle hareket etti. Zenta mevkiine geldiği zaman, Osmanlı ordusu nehri geçiyordu. Geçiş esnasında ordu erkânı arasındaki ihtilâf askere de sirayet etmiş düzen bozulmuştu. Ayrıca düşmanın geldiği haberi üzerine âsâyiş daha da bozuldu ve asker emir ve kumanda dinlemeden karşı tarafa geçmeye başladı. Karşı tarafa geçen askerin sayısı az olduğu için, müdâfaa hattı daraltıldığı sırada durumdan haberi olmayan asker, düşman bastı zanniyle paniğe kapılarak köprüye ve nehre doğru çekildiler. Ancak sadrâzam yalın kılıç köprü başına koşup kaçanları önledi ve sipere soktu. Düşman, Osmanlı ordusunun bu hâlinden cesaretlenerek ikindi vakti yeni metrise hücuma başladı. Büyük bir sür’atle hareket ederek Osmanlı kuvvetlerini nehir kenarında sıkıştırdı. Askeri kurşun yağmuruna tutarak bunalttı. Bu durum üzerine sadrâzam, köprüye ve nehre doğru kaçan askere mâni olmak istedi. Asker, sadrâzama saldırarak parçaladı ve köprü önünde toplandı. Ancak köprü yıkıldığından kurtuluş ümidi yoktu. Bu durumda Osmanlı askeri ile düşman arasında korkunç, kanlı ve ümitsiz bir boğuşma oldu. Ordunun büyük kısmı şehîd düştü ve kalanı nehirde boğuldu. Osmanlı ordusunun zayiatı çok fazla idi. 20.000 asker karada, 10.000 asker ise nehirde boğularak şehîd oldu. Târihe Zenta faciası olarak geçen bu muhârebede Sadrâzam şehîdler arasında olduğu için ilk defa mühr-i hümâyûn düşman eline geçti. Askerin emre itaatsizliğinden doğan bu büyük faciadan sonra sultan Mustafa Han, ordudaki bâzı kumandanların teklifi ile bütün ağırlıklarını bırakarak Tameşvar’a çekildi. Osmanlı ağırlığını ilk önce yeniçeri yağmaladı. Tameşvar’da on gün kadar kalan Sultan, Amcazade Hüseyin Paşa’yı sadârete getirdi. Sultan, Tameşvar kalesinde, mevcud kuvvete ilâveten, mühim mikdârda asker bırakarak Belgrad’a çekildi. Buranın da takviyesini yaptıran Sultan, 30 Eylül 1698’de Edirne’ye hareket etti. Sultan İstanbul’a dönerken Bosna muhafızı Mehmed Paşa vefât etmiş ve başsız kalan askerin disiplini bozulmuştu. Bunu fırsat bilen prens Öjen, Zenta muhârebesinden bir ay sonra açık bir şehir olan Bosna kasabasına girdi. Bütün şehri yağma ve tahrib ederek baştan başa harabe hâline getirdi... Bu haber üzerine Pâdişâh; o tarafa kuvvet sevketti ve prens alelacele çekildi. Bosna vâliliğine de Daltaban Mustafa Paşa tâyin edildi. Sadrâzamlığa Amcazade Hüseyin Paşa’yı tâyin eden sultan Mustafa yeniden büyük bir ordu hazırlattı. Zenta faciasının izlerini silmek için hazırlatılan seferin önüne geçmek isteyen İngiliz ve Hollanda elçileri müttefikleri, Avusturya lehine anlaşmaya zemin aradılar. Sultan, elden çıkan yerlerin hiç olmazsa bir kısmını almadıkça sulhe yanaşmak istemiyordu. İngiliz ve Hollanda elçilerinin ısrarlı faaliyetleri netîcesinde ve sulh anlaşmasının lüzumlu olduğuna inanan sadrâzam bu hususta pâdişâh ve diğer devlet erkânı ile görüşerek, on altı seneden beri devam eden muhârebenin devleti her yönden bozduğunu, muhârebeye devam için asker ve mühimmat tedârik edilmesinin imkânsızlığını söylemesi üzerine sulhe karar verildi. Karlofça’da anlaşma görüşmeleri devam ederken, Sultan, hudut tecâvüzlerine karşı serdar tâyin (edilen sadrâzam Amcazade Hüseyin Paşa komutasındaki yüz bin Osmanlı ve otuz bin Kırım askerini Belgrad’a gönderdi. Akdeniz, Karadeniz ve Tuna donanmaları yeni gemilerle takviye edilerek sefere hazır hâle getirildi. Semendire ve Belgrad önlerinde bekleyen Osmanlı ordusu, uzun süren görüşmeler üzerine 1698 Kasım’ında geri döndü. İngiltere, harb hâlinde olduğu Fransa’ya karşı desteklediği Avusturya, Venedik, Lehistan ve Rusya ile Osmanlı Devleti aleyhine 26 Aralık 1699’da Karlofça andlaşması imzalandı (Bkz. Karlofça Andlaşması). Bu andlaşmaya göre, Macaristan ve Erdel Avusturya’ya terk edilerek Sava ve Unna nehirleri hudut kesildi. Mora, Dalmaçya ve Aya Mavri adası Venediklilere; Ukrayna ve Podolya Lehistan’a verildi. Karlofça’da Ruslarla bir anlaşma yapılmamasına rağmen üç senelik bir mütâreke imzalandı. Ruslarla sulh görüşmeleri İstanbul’da devam etti. İki devlet arasında 15 Temmuz 1700’de andlaşma imzalandı. Bu andlaşmaya göre; 1- Azak kalesi Rusya’ya terk edildi. 2- Ruslarla yapılan son muhârebeler sırasında Rusların eline geçen kaleler Osmanlı Devleti’ne terk edildi. 3- Rus kazakları Karadeniz’e inmeyecek, Kırımlılar da Rusya’ya akın yapmayacaklardı. 4- Rus çarının, Kırım hanlarına verdikleri harac kaldırıldı. Osmanlı Devleti, ilk defa Karlofça andlaşmasıyla taksim edilmiş oldu. O âna kadar Avrupalılar, Osmanlı ordusunun mağlûb edilemez kanaatini taşıyorlardı. Bu andlaşmadan sonra Avrupalılar, Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve Avrupa’dan atmak; Osmanlı Devleti de, önce kaybettiklerini geri almak ve sonrada bu hâli muhafaza etmek siyâsetini tâkib eder oldular. Karlofça andlaşmasından sonra, Osmanlı Devleti bir sulh devresine girdi. Bu dönemde felâketlerin sebebleri üzerinde durularak, idare ve askeriyedeki bozuklukların bu mağlûbiyetlere sebeb olduğu anlaşıldı ve bir takım değişiklikler yapılmaya karar verildi. Sadrâzam Hüseyin Paşa, sultan Mustafa Han’ın muvafakati ile bir takım düzenlemeler yapmaya başladı. Eldeki toprakların muhafazası için, ilk iş olarak, mevcûd hududlar takviye edifdi. Yepyeni ve mütecaviz bir düşman olarak ortaya çıkan Rusya’nın, Karadeniz’e inmemesi için Azak denizinin ağzında bulunan Yeni kale tahkim edildi. Uzun süren savaşlar, Anadolu halkının üzerinde çok kötü te’sirler bırakmıştı. Zirâat, sanayi ve her türlü istihsâl faaliyetleri durmuştu. Halk ağır vergilerle zor duruma düşmüştü. Anadolu’da yer yer isyânlar meydana gelmekte idi. Sultan Mustafa bunlara karşı bir tedbîr olarak, Sarıca ve Sekban teşkilâtını kaldırdı ve vâlilerin bundan sonra bu çeşit asker beslemelerini yasakladı. Harp vergilerini kaldırdı. Islâhat hareketlerinin en önemlisi orduda yapıldı. Uzun savaşlar sebebiyle askere olan ihtiyaçtan dolayı, kapıkulu ocağına gereğinden fazla asker yazılmış ve bunların tâlim ve terbiyesine dikkat ve ihtimam gösterilmemişti. Bu maaşlı askerin sayısının çokluğu, hazîneyi de çok zor durumda bırakıyordu. Bundan sonra ocağa yeni asker yazılmamasına, mevcudun da azaltılmasına çalışıldı. Bundan dolayı sayıları 70.000’e çıkmış olan asker 34.000’e indirildi. Kapıkulunun diğer sınıflarında da sayı azaltılmasına gidildi. Sipahiler üzerinde de duruldu. Bütün tımarların beratları gözden geçirildi. Sipahilerin muhakkak eyâletlerinde oturmaları, ancak savaş zamanı alaybeyleri ile sefere iştirak etmelerine dâir emirler verildi. Donanmada da esaslı bir yenilik yapılarak kürekli gemilerin yerine, yelkenli gemi olan kalyonların sayısının artırılmasına önem verildi. Donanmaya, denizcilikten yetişme personelin alınmasına dikkat edildi. Bütün bu yeni düzenlemeler yapılırken, bâzı sebeplerden dolayı Amcazade Hüseyin Paşa sadrâzamlıktan istifa etti (4 Eylül 1702). Amcazâde’nin yerine, yeniçerilikten yetişmiş Daltaban Mustafa Paşa getirildi. Karlofça andlaşması sırasında Kırım hanı, Selîm Giray’ın oğlu Devlet Giray idi. Devlet Giray kardeşi Gâzi Giray ile geçinemediğinden, İki kardeş arasında kanlı bir muhârebenin vukua gelmesi an mes’elesi idi. Fakat Özi vâlisi Yûsuf Paşa ile Kefe vâlisi Murtezâ Paşa olaya müdâhale ederek böyle bir duruma mâni oldular. Gâzi Giray İstanbul’a getirilerek Rodos’a sürgün edildi. Karlofça andlaşması, Kırım Hanlığına büyük bir darbe olmuştu. Zîrâ Kırım hanları ve halkı, gelirlerini Rusya ve Lehistan içlerine yaptıkları akınlardan aldıkları esirler ve ganimetlerle sağlarlardı. Bu andlaşma gereğince, Osmanlı Devleti Kırım tatarlarının bu iki ülkeye akın yapmamalarını taahhüd etmişti. Devlet Giray uzun süre buna dayanamıyarak Rusya içlerine akın yapmak için fırsat kollamaya başladı. Kırım Han’ı, siyâsî duruma tamamen vâkıf olamayan Daltaban Mustafa Paşa ile el altından Rusya’ya akın yapmak için anlaştı. Devlet Giray, Rusya içlerine asker gönderirken, İstanbul’a, Rusların Kırım yakınlarında kuvvetli bir kale inşâ ederek, Kırım’a tecâvüz niyetinde olduklarını bildirdi. Bu haber devlet erkânını şüphelendirdi. Bölgeye gönderilen hey’et, durumun böyle olmadığını dîvâna bildirdi. Bu haber üzerine dîvân, Kırım hanından, akına giden kardeşi Saadet Giray’ı derhâl geri çağırmasını ve akınlardan vazgeçmesi emrini gönderdi. Devlet Giray’ın bu emri dinlememesi üzerine, babası İslâm Giray, 26 Aralık 1702 günü dördüncü defa Kırım Hanlığı’na tâyin edildi. Bu durum karşısında Devlet Giray isyân etti. Akkerman, Kili ve İsmâil taraflarına akınlar yaparak yağmaya başladı. Hattâ sadrâzamın da kendisiyle beraber olduğunu îlân etti. Sultan Mustafa, Özi vâlisi Çelebi Yûsuf Paşa’yı Devlet Giray üzerine gönderdi. Daha fazla mukavemet edemeyeceğini anlayan Devlet Giray, Çerkezistan’a iltica etti. Bu sırada hâdiseye adı karışan Daltaban Mustafa Paşa sadâretten azledildi. Yerine Rami Mehmed Paşa sadrâzam oldu. Bu sırada Gürcistan’ın Goril, Dadyan ve Açıkbaş beylikleri, Osmanlı Devleti’ne karşı itaatsizlikte bulunmaya başlamışlardı. Goril ve Dadyan beyi Mamya, hükümet tarafından Açıkbaş beyliğine getirilmiş olan Simon ve Görgi’yi öldürdüğü gibi bir kaç seneden beri vergisini göndermiyordu. Bunun üzerine Erzurum vâlisi Köse Halil Paşa, Gürcistan üzerine gönderildi. Ayrıca İstanbul’dan; yeniçeri, topçu ve cebeci ocaklarından bir mikdâr asker gönderilmesine karar verildi. Cebeciler, birikmiş maaşlarını almadan sefere gitmeyeceklerini bağıra bağıra söylemeleri üzerine bir isyânın öncüsü oldular. İsyan hareketinin alevlenmesinde, şeyhülislâmla arası açılan sadrâzam Rami Mehmed Paşa büyük rol oynadı. Cebecilerin maaşlarının bir kısmı ödendi. Kalanının ise daha sonra verileceği açıklanmasına rağmen, tamâmını istemekte direnerek Atmeydanına yürüdüler. Cebecilerin toplu hâlde İstanbul sokaklarından geçmeleri sırasında, halktan da çok kimse katıldı. Durum Atmeydanında bir isyân havasına büründü. Sadâret kaymakamı Abdullah Paşa’nın işi biraz ağırdan alması üzerine; isyân hareketi sür’atle genişledi ve yeniçeriler, topçular ve esnaf da iştirak edince, yirmi iki bin kişilik bir asker ve elli bin kişiye yakın halk topluluğu meydana geldi. Sekban başı nasîhat etmek istedi ise de, âsîler tarafından öldürüldü. Büyük bir kalabalık hâlini alan âsîlerin bir başı yoktu. Bu sırada, daha önce dirliği kesilmiş olan Karakaş Mustafa adında bir tımarlı sipâhî, memleketine gitmekten vazgeçerek, tantana, beceriklilik ve güzel konuşmasıyla âsîlerin başı hâline geldi. İstanbul’u ele geçiren âsîler, daha önce şeyhülislâmlık yapmış olan İmam Mehmed Efendi’yi şeyhülislâm, Kavanoz Ahmed Paşa’yı da İstanbul kaymakamı yaptılar. Daha da ileri giderek, yazdıkları bir arıza ile Pâdişâh’dan; şeyhülislâm Feyzullah Efendi, nakîbüleşrâf Fethullah Efendi ve Rumeli kazaskeri Dede Efendi’nin azl edilerek İstanbul’a gönderilmelerini ve Pâdişâh’ın da derhâl İstanbul’a gelmesini istediler; istekleri kabul edilmediği takdirde Edirne üzerine yürüyeceklerini bildirdiler. Durumun ciddiyetini anlayan sultan Mustafa, hocası Feyzullah Efendi ve dört oğlunu deniz yoluyla Erzurum’a gitmeleri için Varna’ya gönderdi. Yanlarına muhafaza için elli kadar atlı bostancı verdi. Diğer taraftan Pâdişâh İstanbul’a haber göndererek; şeyhülislâm ve oğullarının görevden azl edildiklerini ve Erzurum’a gönderildiklerini, cemiyet dağıldıktan sonra Pâdişâh’ın da İstanbul’a geleceğini, âsîler tarafından tâyin edilen Anadolu ve Rumeli kazaskerlerinin derhâl İstanbul’a gönderilmesini istedi. Fakat âsîlerin sayısı arttıkça istekleri değişti. Bir süre sonra sultan Mustafa’nın hal’i ağızlarda dolaşmaya başladı. Kendilerine Kavanoz Mehmed Paşa’yı sadrâzam tâyin ettiler ve isteklerini zorla yaptırmak için Edirne’ye yürümeye karar vererek Dâvûd Paşa sahrasında toplandılar. Durum İstanbul’dan kaçmaya muvaffak olan Mirahor Selîm Ağa tarafından Pâdişâh’a bildirildi. Pâdişâh, Rumeli ve Arnavut askerlerinin derhâl Edirne’ye gelmelerini emretti. Asîlerin üzerine yürüyecek ordunun başına, Rami Mehmed Paşa serdâr tâyin edildi. Asîler yaklaşık otuz bin kişi ile Edirne’ye hareket ettiler. Yörük Hasan Paşa kumandasındaki Edirne öncü kuvveti 17 Ağustos 1703 günü Çorlu’da âsîlerle karşılaştı. Asîlere nasîhat için giden hey’et; “Bütün isteklerinin kabul edildiğini, yaptıkları tâyinlerin tasdîk edildiğini ve cemiyet dağılır dağıtmaz Sultan’ın İstanbul’a geleceğini bildirdi ise de, âsîler, Sultan’ın hal’ edilmiş olduğuna dâir fetvayı Edirne’ye gönderdiler. Cevâbı beklemeyen âsîler, Edirne üzerine yürüyüşlerini devam ettirdiler. Rami Mehmed Paşa kumandasındaki ordu ile âsîler Babaeski civarında karşılaştılar. Aynı günün akşamı Edirne kuvvetleri de isyân ederek âsîlere katıldı. 22 Ağustos günü Edirne’ye giren âsîler, sultan Mustafa’nın kardeşi üçüncü Ahmed’i tahta geçirdiler. Bu sırada Varna’ya gitmekte olan Feyzullah Efendi yoldan çevrilerek, Edirne’ye getirildi ve âsîler tarafından hunharca katledildi (Bkz. Feyzullah Efendi). Mustafa Han, yeni sultan üçüncü Ahmed tarafından İstanbul’a getirildi. Yeni Sultan, âsîlerin elebaşılarını ve Feyzullah Efendi’nin katillerini îdâm ettirdi. Sultan Mustafa Han 29 Aralık 1703 günü üzüntüsünden İstanbul’da vefât etti. Yeni Câmii yanındaki Vâlide Sultan türbesine babasının yanına defnedildi. Dokuz seneye yakın Osmanlı sultanlığı yapan ikinci Mustafa Han muktedir, gayretli, vatanperver, çalışkan ve değerli bir pâdişâhtı. Ordularının başında sefere giden son Osmanlı sultânıdır. Âlimlere ve hocasına hürmeti o kadar çoktu ki, bu hal tahttan indirilmesine sebeb oldu. Aynı zamanda sultan Mustafa iyi bir şâirdi. Şiirlerinde önceleri Meftûnî, daha sonraları İkbâli mahlasını kullanmıştır. Devrinde devlet adamları ve âlimler, kıymetli ilmî ve sosyal müesseseler yaptırmışlardır. Hocası Feyzullah Efendi, Fâtih’te bir medrese ve değerli kitapların toplandığı bir kütüphâne; sadrâzam Amcazade Hüseyin Paşa, Saraçhane’de bir medrese, kütüphâne ve çeşme; sadrâzam Rami Mehmed Paşa, Eyyûb’de bir çeşme ile mektep; Dâmâd Ali Paşa bir kütüphâne yaptırmışlardır. Sultan’ın silâhdârı olan Çorlulu Ali Paşa tarafından Tersane içinde iki katlı câmi yaptırılmıştır. Sultan İkinci Mustafa’nın; Ahmed, Hasan, Hüseyin, Selîm, Mahmûd, Osman, Mehmed, Murâd, İsâ isminde dokuz oğlu ve; Emetullah, Emine, Zeynep, Safiye, Ayşe, Atike, Ümmü Gülsüm, Fatma isminde sekiz kızı olmuştur. Hanımları Şehsuvar Sultan, Sâlihâ Sultan ve Alicenâb Kadın’dır. Sultan İkinci Mustafa Han Devri Kronolojisi 16 Şubat 1695 2 Mayıs 1695 : Koyun Adaları zaferi. : Elmas Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 30 Mayıs 1695 : Sultan Mustafa’nın birinci Avusturya seferine çıkması. 18 Eylül 1695 : Donanmanın Zeytinburnu zaferi. 22 Eylül 1695 : Lugos zaferi. 6 Ağustos 1696 20 Nisan 1696 : Azak kalesinin düşmesi. : İkinci Avusturya seferi. 27 Ağustos 1697 : Olaş zaferi. 17 Haziran 1697 : Üçüncü Avusturya seferi. 11 Eylül 1697 : Amcazade Hüseyin Paşa’nın sadârete getirilmesi. 26 Ocak 1699 : Karlofça andlaşmasının imzalanması. 14 Temmuz 1700 : Osmanlı-Rus barış andlaşması. 21 Temmuz 1700 : Kapdân-ı Derya Mezomorto Hüseyin Paşa’nın vefâtı. 4 Eylül 1702 24 Ocak 1703 : Daltaban Mustafa Paşa’nın sadârete getirilmesi. : Rami Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi. 22 Ağustos 1203 : Edirne Vak’ası ve ikinci Mustafa’nın tahttan indirilmesi. 1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4320 2) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-3, sh. 476 3) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-6, sh. 174 4) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-10, sh. 137 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 330 6) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 555, cild-4, kısım-1, sh. 1 7) “Bir Medeniyeti Tasfiye Teşebbüsleri” A.Ü. Edebiyât Fakültesi Araştırma Dergisi (Kaya Bilgegil, Ankara-1978); sayı-8, sh. 3 8) Nusretnâme (Silâhtar Fındıklı Mehmed Ağa) Veliyyüddîn Efendi Kütübhânesi, No. 2469 9) Râşid Târihi, (İstanbul-1282); cild-1, sh. 71, cild-2, sh. 293, 298 10) Netâyic-ül-Vukuat (Mustafa Nûri Paşa İstanbul-1327); cild-3, sh. 10, 97, 98 MUSTAFA HAN-III Babası ............................. : Üçüncü Ahmed Han Annesi ............................. : Mihrişâh Sultan Doğumu ........................... : 28 Ocak 1717 Vefâtı .............................. : 21 Ocak 1774 Tahta Geçişi ..................... : 30 Ekim 1757 Saltanat Müddeti ............... : 16 sene 2 ay 20 gün Halîfelik Sırası ................... : 91 Osmanlı sultanlarının yirmi altıncısı ve İslâm halîfelerinin doksan birincisi. Sultan üçüncü Ahmed Han’ın oğlu olup, 28 Ocak 1717’de Mihrişâh Sultan’dan doğdu. Şehzâdeliğinde iyi bir eğitim ve öğretim gördü. Yüksek din ilimleri, edebiyat, târih, coğrafya, nücûm (astroloji), tıb, devlet idâresi ve askerî bilgileri devrin meşhur âlimlerinden tahsîl etti. Üçüncü Mustafa Han, üçüncü Osman Han’ın vefât etmesi üzerine 30 Ekim 1757’de hükümdar oldu. Çalışkan ve azîm sahibi bir kimse olup, olgunluk çağında bulunuyordu. Devlet işlerini iyi tâkib ederek mâlî ve askerî sahalarda ıslâhat yapmak istiyordu. Üçüncü Osman’ın son sadrâzamı, değerli bir devlet adamı olan Koca Râgıb Paşa’yı görevinde tuttu. İç ve dış siyâsette temkinli hareketi tercih etti. Avrupa’da 1756-1763 târihleri arasında vuku bulan yedi yıl harplerinde bütün devletler Osmanlı Devleti’nin kendi saflarında savaşa katılmasını istedilerse de kabul etmeyip savaşa girmedi. Kaypak bir politika tâkib eden tarafların menfaatkâr ve gayet plânlı hareketlerini yerinde teşhis edip ustalıkla onları oyalama yoluna gitti. Cülûsunu müteakip devlet işlerini eline alan üçüncü Mustafa Han, îlân ettiği Adâletnâme ile reâyayı koruyup kollamanın yanında ehl-i örf taifesine (ihtisâb ağası gibi me’murlara) bir çeki düzen vermek istedi. Bunun yanında bâzı idarî tedbirler almaktan da geri kalmadı. Diğer taraftan evkaf mallarının idaresinde görülen sûistimallere ve reâyanın mâruz kaldığı tazyike son vermek ve düzene koymak için tedbirler alırken, Haremeyn vakıflarını da iltizâma dâhil etti. Hazîneye ek gelir sağlamak için tasarrufa da giden üçüncü Mustafa Han, esham adı ile bir gümrük vergisi koydu. Tütün gümrüğünü kontrol altına aldı. Para cinslerinde görülen karışıklık ve züyûf akçe mes’elesini ele alıp, marbaş denilen sikkenin ıslâhı yoluna gitti. Bu arada, devlet mâliyesine zarar veren, zahmetsiz kârlar peşinde koşan yahûdî ve hırıstiyan taifesinin sıkı kontrol altına alınmasını sağladı. Üçüncü Mustafa Han, Osmanlı Devleti’ni askerî bakımdan da kalkındırmak için harekete geçti. Bunun için önce topçu sınıfını ıslâh, tophaneyi tanzim ve mühendis mektebini te’sis yoluna gitti. Zamanın en yeni tekniğini kullanacak tarzda bir topçu ocağının teşekkülü için bir Macar asilzadesi olan ve Fransız ordusunda hizmet görmüş bulunan Baron de Tott’tan istifâde etti. Baron de Tott, Tophane’yi ıslâh ile ağır toplar yerine beygirlerle çekilebilen hafif toplar döktürdü. Artan top ihtiyâcına cevap vermek üzere Hasköy’de modern bir top dökümhanesi kuruldu. Bu arada Üsküdar’daki Humbarahâne ve Mühendishâne mekteplerinin talebeleri Kâğıthane’de mühendislik tahsiline başladı. İhtiyâca kâfi gelmiyen donanma da ele alınıp gemi inşâsı hızlandırıldı. Sultan Mustafa Han’ın ilk yıllarında Mısır’da, merkezî idareye karşı kıpırdanmalar başladığından, irsaliye hazînesi ile gılâl-ı haremeyn bir müddettir gönderilmez olmuştu. Devlet bir nizâmnâme neşrederek bu işi halletti. Bu arada hac yolunu tehlikeye sokan Urban eşkıyasından Benî Harb kabîlesi ve reâyaya zulmeden Çorum beyi Feyzullah te’dîb, aynı suçları işleyen Eflak voyvodası da hapsedildi. Çıldır, Kars, Karaman, Aydın, Kıbrıs, Bosna ve Karadağ’da meydana gelen bâzı disiplinsizliklere karşı tedbirler alındı. Ayrıca bir kaç seneden beri Niğde taraflarında reâyaya zulmedip günden güne kuvvetlenen Kâdıoğlu üzerine Çapanoğlu Ahmed Paşa gönderildi. Ahmed Paşa, Kâdıoğlu’nu yakalayarak büyük itibâr kazandı. Fakat bir müddet sonra itibârını kötüye kullanarak müstakil harekete ve halka zulme yeltenince ortadan kaldırıldı. Üçüncü Mustafa Han, kıtlık zamanları için İstanbul’da zahire depoları inşâ ettirdi. Ayrıca reâyanın büyük şehirlere yerleşmesine mâni olmaya çalıştı. Aldığı iktisâdi tedbirlerin yanında yabancıların muahede ve mevzuata riâyet etmeleri için ihtimam göstererek, kumaş ithalâtının önüne geçip, yerli sanayii teşvik etti. İmarcı bir pâdişâh olan üçüncü Mustafa Han, bilhassa 22 Mayıs 1766 zelzelesinden sonra İstanbul’u ihya etti. Târih boyunca İstanbul’un gördüğü en büyük bir kaç zelzeleden biri olan bu faciada iki dakika içinde hasar görmedik bina kalmayıp, Fâtih ve Eyyûb Sultan câmileri gibi en büyük ve sağlam âbideler bile yıkıldı. Bu iki câmi (ki her ikisini de Fâtih sultan Mehmed Han yaptırmıştır) başta olmak üzere, Mustafa Han yüzlerce âbide ve evi çoğu eski modellerinde olmak üzere bir kaç yıl içinde yeniden yaptırdı. İstanbul’un suyunu bollaştırmak için yeni bir bent inşâ ettirdiği gibi zelzeleden hasar gören eski su yollarını da tamir ettirdi. Bunlardan başka Tersâne-i âmirenin kereste ve İstanbul’un odun ihtiyâcının daha çabuk ve kolay te’mini için Sakarya nehrinin, Sapanca gölü üzerinden İzmit körfezine bağlanmasına teşebbüs etti. Açılacak kanalın güzergâhını tesbit ve keşfinin yapılması için mübâşîr ve su yolu ustalarını görevlendirdi. Bir müddet sonra kanal kazılmaya başlandıysa da, kışın gelmesiyle vazgeçildi. Ancak ertesi sene Rusların sınır tecâvüzlerinde bulunması dolayısıyla işe devam edilemedi. Bu yıllarda üçüncü Mustafa Han tâkib ettiği sulhperver siyâsete rağmen Rusya ile dâima bir İhtilâf mevcuttu. Rusya’nın Osmanlı toprakları üzerinde beslediği emellerden dolayı her an fırsat kollayan bir hâli vardı. Nitekim Gürcistan’ın iç işlerine müdâhale ederek, yerli ahâliyi isyâna teşvik etti. Bundan başka, Yunanistan, Karadağ, Arnavutluk, Eflak ve Boğdan hıristiyanları arasında da tarafdâr kazanmaya çalışıyordu. Ayrıca muahedeler hilâfına yeni kaleler inşâ ediyor, askerî hazırlıklar yapıyordu. Avrupa’da yedi yıl savaşları sonunda Lehistan kralı öldü. Bunu fırsat bilen Rus çariçesi ikinci Katherina, Prusya ile anlaşıp Lehistan’ı işgal etti ve dostu Kont Stanislas Poniatovvski’yi Lehistan tahtına çıkarttı. Osmanlı Devleti ile Almanya ve Rusya arasında bir tampon bölge vazifesi gören Lehistan, bu üç devlet arasında gerçek bir denge unsuruydu. Bu unsurun ortadan kalkması ile dengenin temelden sarsılacağını göz önüne alan Osmanlı Devleti, bu durumu tanımadı ve Rusya’yı protesto etti. Henüz Osmanlı Devleti ile karşı karşıya gelmek istemeyen ikinci Katherina, Rus işgalinin geçici olduğunu bildirerek, kısa zaman sonra çekileceklerini bildirdi. Üçüncü Mustafa Han buna inanmamakla beraber ordudaki yenileşmeyi tamamlayamadığı için savaşa girmek istemediğinden, sınır kalelerini tahkim etmekle iktifa etti. Fakat Rus işgalini ve yeni kralı tanımayan Leh asilleri, devamlı şekilde Lehistan’ın eski koruyucusu ve metbûu Osmanlı Devleti’nden yardım istiyorlardı. Ruslar, Confederation de Bar adı altında teşkilâtlanan Leh vatanperverleri üzerine yürüyüp, perişan ettiler. Rus kuvvetleri önünden kaçan milliyetçiler de Osmanlı sınırını geçerek; Podolya’da, Bug ve Dinyester ırmakları arasında bir Osmanlı şehri olan Balta’ya sığındılar. Ruslar, Lehlerin arkasından Balta’ya girdiler ve Leh milliyetçileriyle beraber kasabanın müslüman ahâlisini de kılıçtan geçirdiler. Bunun üzerine istemediği hâlde savaşa girmek mecburiyetinde kalan üçüncü Mustafa Han, Rusya’nın İstanbul elçisi Obreskov’u tevkif ettirip, Yedikule’ye hapsettirdi ve 8 Ekim 1768’de Rusya’ya harb ilân etti. Kırım hânına nâme göndererek Rusya içlerine akında bulunması emrini verdi. Osmanlı hudut kaleleri böyle bir savaş için hazırlıksızdı. Bu yüzden savaşın geciktirilmesini isteyen sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa istifa etti. Fakat, Lehistan’daki Rus nüfuzuna göz yummak, bir müslüman kasabasının alt üst edilmesine aldırmamak, aynı zamanda halîfe olan pâdişâh üçüncü Mustafa Han’ın yapabileceği bir iş değildi. Ayrıca yıllardır giriştiği mâlî ıslâhat hareketleriyle büyük bir ihtiyat hazînesi biriktirmiş olan Mustafa Han, 1768-69 kışı içinde yeterli seviyede olmasa da hazırlanabileceği düşüncesindeydi. Üstelik Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya yenilmesi hemen hemen imkânsız sayılıyordu. Çünkü o târihe kadar bir, hattâ iki büyük devletin Türkiye’ye karşı başarı kazandıkları görülmemişti. Ancak Rus ordusu modern Prusya ordusu modeline göre çok iyi hazırlanmıştı. İkinci Katherina, Osmanlı Devleti’ni yenmeden Lehistan’dan toprak koparmanın mümkün olmadığını, Karadeniz’e inmeden de Rusya’nın İngiltere ve Fransa derecesinde Avrupa’da sözü geçen bir büyük devlet sayılamıyacağını çok iyi kavramıştı. Bunun için de ilk olarak yüzyıllardır kendilerine hiç rahat bırakmıyan Kırım’ı yutmak istiyordu. Kırım’ın iç durumu da buna müsaitti. Kırım’da birbirlerini yemekle meşgûl olan ve hattâ Osmanlılara karşı hareket edip Rus tehlikesini göremeyen asiller çoğunluktaydı. Bu günlerde Kırım’ın başında dirayetli bir han bulunmakla beraber, o öldürülürse iş hayli kolaylaşırdı. Osmanlı ordusu ise, iyi bir durumda değildi. Disiplin, tâlim ve savaş tecrübesi son yıllarda hayli azalmış, kapıkulu ocakları girişilen ıslâhat hareketlerine direndikleri için esaslı bir revizyona gidilememişti. Savaş fiîlî olarak 30 Ocak 1769’da başladı. Pâdişâh’ın akın emrini alan Kırım hanı Gâzi Giray Han, 100.000 atlıyla çıktığı büyük akında Ukrayna’yı alt üst ederek sayısız esir ve hayvanla Kırım’a döndü. Bu müthiş Tatar hücumuna karşı koymaktan âciz kalan çariçe ikinci Katherina, Siropulu adında hâin bir Rum doktor vasıtasıyla bu değerli Kırım hânını zehirleterek öldürttü. Yerine geçen Devlet Giray Han ise; temiz ahlâklı dürüst bir insan olmasına rağmen kudretli bir harp adamı değildi. Bu arada Rus orduları muhtelif kollardan büyük askerî harekâta başlamış bulunuyordu. İkinci Katherina, bütün kış kesif bir faaliyet sarfederek hazırlıklarını tamamlamıştı. 65.000 kişilik bir Rus ordusu prens Galitsin kumandasında Podolya’da toplanarak Hotin üzerine yürüdü. Kont Romanzov kumandasındaki 60.000 kişilik diğer bir kuvvet Dinyeper (Özi) nehri ile Azak denizi arasındaki arazinin muhafazasına ve 1739 Belgrad muahedesinden beri tahrip edilmiş olan Azak kalesinin yeniden inşâsına me’mur edildi. Kuban ve Kabartay taraflarına da general Maden tâyin edildi. General Tod Heben ise Kafkasya üzerinden Tiflis, Erzurum yolu ile Trabzon havalisini işgal edecekti. Böylece Osmanlı Devleti kuzey, doğu ve batı hudutlarından büyük kuvvetlerle hücuma mâruz kalmış bir vaziyetteydi. Osmanlı tarafında ise, sadrâzam ve serdâr-ı ekrem Yağlıkçızâde Mehmed Emîn Paşa, 27 Mart 1769’da Dâvûdpaşa ordugâhına geçti ve 3 Nisan’da hareket etti. 1 Mayıs’da Dobruca’nın kuzeyinde Tuna kıyısındaki İsakçı’ya vardı. Askerlikten yetişmeyip komutanlık vasıfları olmayan Mehmed Emîn Paşa, burada yirmi beş gün boş yere vakit geçirirken, Rusların taarruzuyla Hotin çevresinde savaş başlamıştı. Hotin, Lehistan’ın kapısı olan çok mühim bir Türk kalesiydi. Bu kalenin Rusların eline geçmesi, Lehistan’ı Rus istilâsına karşı açık bırakmak demekti. Hattâ bu kalenin düşmesi Rusların Besarabya, Moldavya ve Podolya’nın Osmanlıların elinde bulunan kısmına karşı da çok müsait bir duruma geçmesine sebeb olurdu. Rusların ilk hedef olarak seçtiği ve prens Galitsin kumandasında 65.000 kişilik bir orduyu gönderdikleri stratejik ehemmiyeti bu derece büyük olan Hotin’de ise durum içler açışıydı. Kalenin asker olmaktan çıkmış muhafızları, kumandanları Çeteci Yeğen Hasan Paşa’yı öldürmüşler ve onun muavini olan Ahıskalı Hasan Paşa’yı da istememişlerdi. Kendilerine Dukakin sancakbeyi Kahraman Paşa’yı kumandan seçen âsîler, Hotin’deki sivil Türkleri yağmalayacak derecede işi ileri götürmüşlerdi. Bu akıl almaz olaylar, Ruslar Hotin’e yaklaşırken cereyan ediyordu. Bu durumda çok iyi yetişmiş 65.000 kişilik bir Rus ordusunun Mayıs’ın ilk günü umûmî taarruzu halkın da gayretiyle püskürtüldü. Ruslar o derece bozuldular ki, geri dönüp Dinyester’i geçerken kaledeki az sayıda asker tarafından tâkib edildiler (1 Mayıs 1769). Ruslar Hotin’e karşı ikinci teşebbüslerini ancak üç ay on iki gün sonra yapabildiler. Bu geçen zamanda kale muhafızı Kahraman Paşa âsî askerle işbirliği yaptığı için asılmış, yerine Ahıskalı Hasan Paşa tâyin edilmişti. İkinci muhasarayı 12 Ağustos’da başlatan Ruslar, Hasan Paşa’nın şehîd olmasına rağmen, şiddetli bir savunmayla karşılaşınca, yine yenildiler. Hiç bir şey yapmadan orduyla Dobruca ve Besarabya’da vakit geçiren sadrâzam Mehmed Emîn Paşa’nın Edirne’ye çağırılıp cezalandırılmasından sonra yerine geçen sadrâzam ve serdâr-ı ekrem olan Moldovancı Ali Paşa, Kırım hanı dördüncü Devlet Giray’la Rusları tâkib ettiler ve ağır zâyiât verdirdiler. Moldovancı Ali Paşa, ikinci Hotin muvaffakiyetinden sonra, maneviyâtı yükselen ordunun bir kısmını 9 Eylül’de Dİnyester nehrinde güçlükle kurduğu bir köprü üzerinden karşı yakaya geçirdi. İlk geçen müfreze Ruslar tarafından püskürtülmesine rağmen ordunun bir kısmı daha karşıya geçti. Rus kuvvetleri ormanlıklara yayıldıkları için Osmanlı kuvvetleri de muhtelif müfrezelere ayrılarak Ruslara iyice zâyiât verdirdi. Fakat 16 Eylül günü nehrin sulan yükselmeye başlayıp, köprü çöktü. Köprü üstündeki bir çok asker telef olduğu gibi, bu hâdise orduda karışıklığa sebeb oldu. Rus kumandanı da bundan istifâde ederek derhâl taarruza geçti. Karşıda kalan az sayıda Türk kuvvetlerinden atlı olanlar Bender taraflarına çekilirken, bir kısmı kayık ve sallarla nehri aşıp geri gelebildiler. Bölgede kalanlar ise üstün Rus kuvvetleriyle çarpışa çarpışa şehîd oldular. Bu muvaffakiyetsizlik sonrasında, serdâr-ı ekrem olan Moldovancı Ali Paşa kışlamak üzere orduyu İsakçı’ya çekince, Hotin muhafızları kaleyi terkedip orduya katıldılar. Kale kumandanı vezir Abaza Paşa’nın çevresinde ancak bir kaç kişi kaldı. Bunun üzerine sadrâzam, Abaza Paşa’ya kaleyi olduğu gibi bırakıp kendisine katılmasını emretti. Böylece Rus kumandanı prens Galitsin, büyük kuvvetleriyle iki defa kuşattığı hâlde yenilip geri çekildiği, fakat şimdi içinde bir tek Türk kalmayan, 300 top ve muazzam cephanesi bulunan Hotin’i 21 Eylül 1769’da işgal etti. Ancak başarısız bir kumandan olduğundan, çariçe Katherina tarafından azledilerek yerine Ukrayna’da Kırım cephesi kumandanı olan kont Romanzov getirildi. Hotin’in düşmesinden bir süre sonra 12 Aralık’da Moldovancı Ali Paşa da azledilip yerine Ivazzâde Halîl Paşa sadrâzam ve serdâr-ı ekrem oldu. Böylelikle Osmanlı başarısıyla başlayan savaş, 1769 sonbaharına girerken Rus üstünlüğüyle gelişti. Ruslar, Kafkasya’da da Osmanlılara tâbi bir çok yerleri işgal ettiler. Kırım’daki başarısızlıkları üzerine on bir aylık hanlıktan sonra 25 Şubat 1770’de Devlet Giray da azledilerek yerine ikinci Kaplan Giray getirildi. İkinci Katherina modern bir Rus donanması kurmuştu. Karadeniz kapalı bir Türk gölü olduğu için bu donanma Baltık kıyılarında üstleniyordu. 1768 sonlarında Osmanlı Devleti Rusya’ya harb îlân eder etmez, Rus donanması çariçenin emriyle Baltık denizinden çıkıp, Kuzey denizini ve Atlas okyanusunu geçerek Cebetitârık’dan Akdeniz’e girdi. Donanmanın başında resmen kont Ateksy Orlov’la kardeşi ve amiral Spiridof olmakla beraber, gerçekte, donanmayı İskoçyalı amiral Elphinton’la, Gregg ve Dugdale gibi İngilizler idare ediyordu. Donanma yirmi dört savaş gemisiyle bir çok yardımcı gemiden müteşekkildi. Kendi siyâsî çıkarları sebebiyle Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne karşı başarı kazanmasını istemeyen Fransa, İstanbul’daki büyükelçisi Saint-Priest kontu kanalıyla bu durumu Bâb-ı âlî’ye bildirdiyse de, vezirlerden hiç biri Rusların böyle büyük bir deniz seferini başaracağına ihtimâl vermediği gibi, durumu Pâdişâh’a bildirmeyip herhangi bir tedbir de almadılar. Ancak devlet adamlarının bu gafleti Osmanlı Devletine pahalıya mâloldu. Mora’ya gelen Rus donanması karaya asker çıkartarak yerli halkı isyân ettirdi. Rus ve âsî Rum askerleri tarafından Koron muhasara edildiyse de kale teslim olmadı. Müdafaasız kalan diğer kasabalardan kaçan müslüman ahâli Tripolice şehrine sığındılar. Canlarına dokunulmamak şartıyla teslim olan Mizistra müslüman halkı katliâma uğratıldığı gibi, küçük çocukları minarelerden aşağıya atıp parçalayacak şekilde vahşet gösterildi. Rus donanması Mora’ya çıkıncaya kadar böyle bir şeyin olabileceğine inanmayan vezirler, nihayet Rusların Mora’ya asker çıkarması ve isyânların başlaması üzerine üçüncü Mustafa Han’ı durumdan haberdâr ettiler. Derhâl donanmanın hazırlanmasını emreden Mustafa Han, eski sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa’yı da Mora seraskerliğine tâyin etti. Emrine verilen İskenderiye sancak beyi Mehmed Paşa, Rodos beyi Cafer Bey ve Selanik mutasarrıfı vezir Ali Paşa’yı alıp bölgeye gelen Muhsinzâde Mehmed Paşa, alelacele etraftan toplayabildiği kuvvetlerle Tripolice’nın yardımına koştu (9 Nisan 1770). Kasabada bulunan 10.000 kadar müdâfaa kuvveti ve kendi toplama askeriyle 50.000 kişi civarındaki âsî kuvvetini ve yanlarında bulunan 500 Rus askerini imha etti. Muhsinzâde’nin bu muvaffakiyeti âsîleri ümitsizliğe düşürdü. Fakat asırlardır âdil Osmanlı idaresi altında huzur ve refah içinde yaşamakta olan ve ilk fırsatta hıyanet etmekten çekinmeyen Rumların vahşet ve müslüman düşmanlığı sönmemişti. Arkadi’de teslim olan Türk halkını binâlara doldurarak yaktılar. Patras kasabası da Rumlar tarafından muhasara edildi. Ancak kale, susuzluğa rağmen müdâfaaya devam etti. Bu sırada Kastil muhafızı Mustafa Paşa’nın gönderdiği yardım kuvveti yetişince kaleden çıkış yapan müdâfîler, Rum muhasara kuvvetlerine şiddetli bir darbe indirdiler. Bu sırada Ruslar, yerli Rumlarla da birleşerek 36 top ve mühim mikdârda mühimmatla Modon üzerine yürüdüler. 30.000 kişiden müteşekkil âsî ve Rus askerine karşı 300 kişiden ibaret olan Modon muhafızları, Mayıs ayına kadar kahramanca mukavemet etti. Bu arada diğer yerlerdeki isyânlarla meşgul olan Muhsinzâde Mehmed Paşa, Çatalcalı Ali Ağa kumandasında alelacele 7.000 kişilik bir imdat kuvveti gönderdi. Bu kuvvet gelir gelmez kaleden çıkan 300 fedainin de iştirakiyle yapılan şiddetli bir hücum neticesinde Rusların ekserisi imha edildiği gibi, top ve mühimmatları da ele geçirildi. Âsî Rum askeri de büyük zâyiât vererek perişan bir hâlde kaçtı. Mora’daki Osmanlı kuvvetlerinin bu başarıları sürerken, üçüncü Mustafa Han’ın emriyle hazırlıklarını bitirip 6 Mayıs’da İstanbul’dan hareket eden kapdân-ı derya Hüsâmeddîn Paşa kumandasındaki on kalyon, bir baştarde, on iki çektiri ve firkateynden müteşekkil Osmanlı donanması, 24 Mayıs’da Mora sularına girdi. Bu arada Rodos sancağı mutasarrıfının yaklaştığını haber alan Ruslar, isyân ettirdikleri Rum halkını yüz üstü bırakarak üstlendikleri Navarin kalesini tahliye ettiler. Böylece Navarin’e çıkan Osmanlı askeri Rusları tamamen Mora’dan temizledi. Mora’nın güneydoğusunda bulunan Menekşe (Benefşe) limanı önünde ve daha sonra da Anapoli’de karşılaşan Osmanlı ve Rus donanmaları, buralarda yapılan her iki muhârebede de birbirlerine üstünlük sağlayamadılar. 6 Temmuz 1770 sabahı iki donanma Sakız boğazının kuzeyinde Koyun adaları açıklarında karşılaştı. Donanmalar derhâl karşılıklı top ateşine başladılar ve kısa zamanda bir Osmanlı ve bir Rus savaş gemisi battı. Türk toplarının üstünlüğü karşısında tutunamayan amiral Elphinston geri çekildi. Muhârebe dört saat sürmüştü. Batan Rus gemisi, amiral Spiridov’un gemisiydi. Bu gemideki 700 Rus ölmüş, amiral Spiridov’la başkumandan Orlov’un kardeşi kont Fedor Orlov, denizden güçlükle kurtarılmışlardı. Osmanlı donanmasından ise, Cezâyirli Hasan Bey’in gemisi batmış ve Hasan Bey yüzerek hayâtını kurtarmıştı. Kapdân-ı derya Hüsâmeddîn Paşa, Rusların yeniden muhârebeyi göze alamayacaklarını düşünüp, Riyale kaptan Cafer Bey’in teklifiyle gün batarken Çeşme limanına girdi. Cezâyirli Hasan Bey’in şiddetle karşı çıkmasına rağmen Cafer Bey, gemileri sıkışık nizamda limana soktu. Osmanlı donanması çok tehlikeli bir hedef teşkil edecek duruma gelmişti. Nitekim Osmanlı donanmasının bu fena durumundan istifâde eden Ruslar, akşam karanlığından da faydalanarak Çeşme limanına girdi ve yağlı paçavralarla tutuşturduğu Osmanlı donanmasını yakarak imha etti (Bkz. Çeşme Vak’ası). Çeşme faciası Avrupa’da büyük akisler yaptı ve Rusların prestijini arttırdı. Durum İstanbul’da duyulunca kapdân-ı derya Hüsâmeddîn Paşa azledilip durum tam bilinemediğinden, yerine Çeşme faciasının asıl müsebbiblerinden olan Cafer Bey getirildi. 36 gemiden müteşekkil bir donanma hazırlanıp Cafer Paşa’nın emrine girmek üzere İstanbul’dan yola çıkarıldı. Çeşme’de zafer kazanan Ruslar ise, Limni adasına gelip Mondros limanını muhasara ettiler. Fakat iki ay boyunca kuşatma altında tutmalarına rağmen alamadılar. 22 Ekim’de 23 parça gemiyle Mondros limanına gelen Cezâyirli Hasan Bey, düşman donanmasını geri çekilmeye mecbur bıraktı. Rus donanması Baltık denizine dönmek üzere Ege denizinden ayrıldı. Limni’de kazandığı zafer üzerine Cezâyirli Hasan Bey’e Gâzi ünvânı verilip kapdân-ı derya yapıldı. Ege denizinde Osmanlı-Rus mücâdelesi bu şekilde sona ererken, Avrupa’da durum hiç de parlak değildi. Devletin başında vatanperver, çalışkan ve memleketin o günkü durumundan üzüntü duyan, gittikçe büyüyen bir tehlike olarak siyâset sahasında ilerlemesinden endişe eden ve bu düşüncelerle Rus tehlikesini önlemek için her çâreye başvurmaktan çekinmeyen üçüncü Mustafa gibi bir hükümdarın bulunmasına rağmen, devlet ricalinin cehaleti, kâbiliyetsizlikleri, ordunun artık iş göremez hâle gelmesi sebebiyle birbiri üstüne gelen felâketlerle savaş devam etmekteydi. Hotin’in düşmesinden sonra muhtelif kollardan büyük kuvvetlerle Tuna boylarına doğru ilerleyen Ruslar, Eflâk ve Boğdan’ın büyük bir kısmını işgal etmişlerdi. Kont Panin kumandasındaki 60.000 kişilik bir Rus ordusu Bender kalesini muhasara etmek için ilerlerken, Rusların o devirde yetiştirdiği değerli bir kumandan olan Romanzov kumandasındaki 30.000 kişilik diğer bir Rus ordusu da Tuna’nın sol sahilindeki Isakçı mevkiinin karşısındaki Kartat sahasına yakın müstahkem bir mevkide bulunuyordu. Bu sırada vezîriâzam ve serdâr-ı ekrem İvazzâde Halil Paşa idi. Rus ordusu üzerine önce Kırım hanı Kaplan Giray ile Rumeli beylerbeyi Abdi Mehmed Paşa’yı, daha sonra da yeniçeri ağası Kapıkıran Mehmed Paşa’yı gönderdi. Fakat gönderilen bu kuvvetler geri çekilerek bizzat serdârın harekete geçmesini istediler. Bunun üzerine İvazzâde Halîl Paşa, İsakçı’dan Kartal sahrasına geçti (27 Temmuz 1770). Serdâr-ı ekremin Kartal sahrasına geçmesi üzerine çenber içine düşen Romanzov, disiplini iyice bozulmuş ve kendisinden sayıca çok üstün olan Osmanlı kuvvetlerine karşı şiddetli top ateşiyle saldırdı. Akşam üzeri başlayıp sabaha kadar süren muhârebe sonunda Osmanlı kuvvetleri bozguna uğradı. Çenberi yaran Ruslar, bozgun hâlde bulunan 50.000 Türk askerini kılıçtan geçirdi. Güçlükle kurtulan serdâr-ı ekrem, Beydağı’na çekildi. Çeşme’de donanmasını, Kartal’da da ordusunu kaybeden Osmanlı Devleti çok kötü duruma düştü. Cephede mühim bir Osmanlı kuvveti kalmamasından istifâde eden Ruslar; İbrâil, Bender, Akkerman, Kili, İsmâil ve Bükreş kalelerini sıra ile işgal ettiler. Bender’i kuşatan Rus komutanı kont Panin, Temmuz sonundan beri uğraştığı hâlde kaleyi düşürememişti. Kaleyi savunan Türk muhafızlar cesaretle karşı koyduğundan bütün çabaları boşa çıkıyordu. Fakat bir süre sonra kalede başlayan veba salgınında, serasker vezir Mehmed Paşa’nın vefâtı, meş’ûm salgın yüzünden askerin günden güne azalması durumu iyice kötüleştirdi. Nihayet Ruslar iki ay süren kuşatmadan sonra general Elemten ve general Kennekamp’in, kumandasında karanlık bir gecede yapılan baskın sonunda 27 Eylül 1770’de kaleyi ele geçirdiler. Fakat muhasara sırasında çok kayıp veren Ruslar, intikam için kadın ve çocukları katledip evleri yakıp yağmaladılar. Peş peşe gelen bu yenilgiler üzerine sadrâzam İvazzâde Halil Paşa azledilerek yerine Silâhdâr Mehmed Paşa getirildi. Bir müddet sonra Aralık ayı içinde Kırım hanı Kaplan Giray da azledilip yerine üçüncü Selîm Giray Han getirildi. Ruslar, 1770 sonlarında artık savaşı kazanmış durumdaydılar. Kış mevsimi geçtikten sonra, 1771’de Kırım’a inebilir ve Karadeniz’e çıkabilirlerdi. Nitekim 1771 baharının son haftalarında prens Dolguruki kumandasındaki 30.000 Rus ile 60.000 Nogay ve Tatar kuvvetlerinden meydana gelen 90.000 kişilik büyük bir kuvvetle Kırım’ın girişindeki Orkapı’yı muhasaraya başladılar. Karadeniz’le Azak denizinin birbirine çok yaklaştığı yerdeki bu kale, Osmanlı serdengeçtilerinin mukavemetiyle bir müddet müdâfaa edildiyse de, Rusların yalanlarına kapılan kaledeki Tatarlar tarafından, kale kapılarının açılması ile Ruslar kaleyi işgal edip Kırım yarımadasına ayak bastılar (8 Temmuz 1771). Bu sırada Rus propagandalarına kanan Kırımlılardan bir kısmı, içlerinde Cengiz hânedânına mensup prensler de olduğu hâlde, Ruslara karşı koymamak karârındaydılar. Rus vaadlerine göre güya Kırım işgal edilince, Osmanlılar kovulacak ve Kırım istiklâline kavuşacaktı. Osmanlılardan ayrılıp on beşinci yüzyıldaki gibi bağımsız bir devlet olursa, daha bahtiyar yaşayacaklarını ve her zaman Rusya ile çatışan Osmanlıların yanında savaşa girmek mecburiyetinden kurtulacaklarını düşünüyorlardı. Bu düşüncelerle Osmanlılara karşı Ruslara yardım eden bu prensler, Rusların; Kazan, Astırhan ve Başkırdistan gibi on altıncı asrın ikinci yarısından beri ele geçirdikleri Türk ülkelerinde tatbik ettikleri zulümleri bilmezlikten geliyor, tam bir gaflet içinde bulunuyorlardı. Diğer cephelerdeki kötü gidişat sebebiyle hiç bir taraftan yardım alamadığı gibi, içerden de Kırım prenslerinin ihanetine uğrayan değerli ve vatanperver bir kumandan olan Kırım seraskeri İbrâhim Paşa, mücâdeleye devam etmesine rağmen, büyük bir ye’se düşmüştü. Bu yüzden Kefe’ye çekilerek burasını müdâfaaya karar verdi. Bu arada Kırım’a giren Ruslar, Sahip Giray’ı Kırım hanı ve Şahin Giray’ı da kalgay (velîahd) ilân etmişlerdi. Şahin Giray, emrindeki Tatar askeriyle İbrâhim Paşa’nın yanına gelerek Ruslarla yaptıkları muahedeyi resmen îlân etti ve İbrâhim Paşa’nın Osmanlı askeriyle birlikte çekilip gitmesini, aksi takdirde yağma edeceğini bildirdi. İbrâhim Paşa bunu şiddetle reddettiyse de Kefe vâlisi Mehmed Paşa ve bir kısım asker kayıklara binip Kefe’den ayrıldıklarından bir süre sonra Taman ve Karasu tarafından gelen Rus kuvvetlerine esir düştü. Bu hâl üzerine Kefe, Yeni kale, Kerç gibi müstahkem yerler Ruslar tarafından işgal olundu. Kırım hanzâdeleri, beyleri, hattâ Kırım hânının oğulları Petersburg’a gidip İkinci Katherina’ya sadâkat yemîni ettiler, Rusların İbrâhim Paşa’yı esir almaları, Kırım’ın tamâmını ele geçirmeleri yarımadada dehşetli karışıklığa sebeb oldu. Binlerce insan sahile dökülüp buldukları deniz vasıtalarıyla Anadolu sahillerine göçmeye başladılar. Osmanlı hükümeti Kırım’ın işgalinden sonra burasının harben veya sulhen geri alınmasına kadar Kırım hanı tâbirini kaldırıp, Rumeli’de bulunan Tatarlara bir han tâyinini münâsib gördü. Bu hanın bir kuvvet tedâriki ile hududa yakın bir yer olan Rusçuk’da bulundurulması kararlaştırılıp, Tatar hanı tâyin edilen Maksud Giray bölgeye gönderildi. Ruslar Kırım’ı işgal etmekle beraber Karadeniz’in kuzey kıyılarındaki Osmanlı kalelerini düşüremediler. Bunların en mühimi olan Odesa’nın (Hocapaşa) az batısında bulunan Özi, vezir hazinedar Ali Paşa’nın parlak savunmasıyla kurtuldu. Ağır zâyiât veren Ruslar, 2 Ağustos 1771’de muhasarayı kaldırıp geri çekildiler. Kılburun kalesi de Abdullah Paşa’nın savunmasıyla muhasaradan kurtuldu. Eflak’ı işgal eden Ruslar, Yergöği kalesini de alıp Türkleri Tuna’nın kuzeyinden de atmak istediler. Fakat 12 Eylül’de saldırıya geçen Rus generali Essen, takviye edilen Osmanlı kuvvetleri tarafından sıkıştırılınca, 500 ölü, yüzlerce yaralı vererek top ve ağırlıklarını bırakarak çekilmek mecburiyetinde kaldı. Buna karşılık Vidin seraskerliğine tâyin edilen eski sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın Bükreş’i almak istemesi bir sonuç vermedi. Kumandanlar arasındaki ihtilaf ve askerin başıbozukluğu mağlûbiyete sebeb oldu. Bunun üzerine düşman 30 Ekim’de Tuna deltasının güneyine atlayıp Dobruca’ya girdi ve Tulça kalesini alarak Babadağı’na kadar uzandı. Veziriazam Silahdâr Mehmed Paşa karargâhını Babadağı’ndan kaldırarak güneyde Varna’nın kuzeyindeki Hacıoğlu Pazarı’na çekildi. Büyük bir Türk şehri olan Babadağı Ruslar tarafından yağma edildi. Babadağı ordugâhının muhârebesiz terki üzerine vezîriâzam Silâhdâr Mehmed Paşa azledilerek, yerine Rusçuk’a çekilmiş bulunan Muhsinzâde Mehmed Paşa getirildi. Yeni Sadrâzam, Hacıoğlu Pazarı’nda kışlamayı münâsib görmeyerek Şumnu’yu karargâh yaptı (11 Aralık 1771). 1772 yılında mühim bir askerî harekât olmadı. Ruslar son güçlerini harcamışlar ve güçleri kesilmişti. Üç yıldır uzayıp giden savaş, büyük Avrupa Devletlerini de endişeye sevkediyordu. Prusya ve İngiltere Rusya’yı, Fransa ve Avusturya (Almanya) da alttan alta Osmanlı Devleti’ni destekliyorlardı. Lehistan, Kırım ve Romanya’nın Rus işgalinde kalması bu ülkelerin büyük bir kısmında gözü olan Viyana’da büyük memnuniyetsizlik doğuruyordu. Üçüncü Mustafa Han gibi, çariçe ikinci Katherina da bütün ihtiyat hazînesini savaşa harcadığından, Prusya ve Avusturya’nın aracılığı ile 10 Haziran 1772’de Yergöği’nde Osmanlı-Rus mütârekesi imzalandı. 19 Ağustos’da Romanya’da Fukşani’de sulh konferansı açıldı. Fakat müzâkerelerden bir sonuç alınamadı. Rusların aşırı isteklerini Osmanlı Devleti kabul etmedi. Sulh konferansı 9 Kasım’da bu defa Bükreş’te toplanmaya başladı. Bu görüşmeler de sonuçsuz kalınca, iki taraf son sözlerini söylemek üzere yeniden askerî hazırlığa başladı. Kırım gibi bir Türk ülkesinde bile istiklâl propagandaları ile başarı sağlayan Ruslar, aynı metodlarla Mısır ve Suriye’de de faaliyete giriştiler ve Türk Memlûk beylerini istiklâl pahasına Osmanlı Devleti’ne baş kaldırmaya teşvik ettiler. Memlûklülerden büyük bir servete sahip olup Kâhire’de belediye reîsi olan Cin Ali Bey bu propagandaya kapıldı. Mısır beylerbeyi Gürcü Mehmed Paşa, Ali Bey’in durumunu ve Ruslarla muhabere ettiğini Bâb-ı âlî’ye bildirdi ve Memlûk beyini ortadan kaldırma emrini aldı. Ancak başarı kazanamadı. Fakat kendini Mısır, Suriye, Lübnan ve Filistin sultânı ilân eden Ali Bey’in dâmâdı Ebû Zeheb devlete sâdık kalarak Osmanlı askeriyle kayınpederinin üzerine yürüdü ve onu bir çok defalar yendi. Suriye’ye kaçıp bir müddet orada kalan Ali Bey, Ruslardan 400 kişilik bir yardımcı kuvvet alarak 6.700 kişiyle Kâhire’ye yürüdü. Fakat yine yenildi ve aldığı yaralar sebebiyle bir hafta sonra öldü. Mısır gailesi bu şekilde halledilirken, Ruslar Bulgaristan’a kadar inmiş, Yergöği’nin de düşmesiyle Romanya ile bağlantı kesilmişti. Yergöği’nin karşısındaki Rusçuk’ta üstlenen serasker vezir Dağıstanlı Ali Paşa’nın gayretine rağmen, şehir geri alınamadı. Bu defa Ruslar Rusçuk’a saldırdılar. Fakat Martin Meyelen muhârebesinde Ali Paşa’ya yenilip, büyük zâyiât vererek geri çekildiler. Ünlü Rus kumandanı prens Pepnin, 1.200 düşman askeriyle esir edilip İstanbul’a gönderildi. Varna muhafızı vezir Nûman Paşa ise, Babadağı’nın güneyinde düşmana yenildi. Bunun üzerine mareşal Romanzov’un kumandasındaki Ruslar, Güney Dobruca’da Tuna’nın güney kıyısı üzerindeki Silistre’yi muhasaraya başladılar. Serasker vezir Osman Paşa ve Silistre muhafızı vezir Hasan Paşa, 29 Haziran’da mareşal Romanzov kuvvetlerini bozdular. 8.000 ölü ve 1.000 yaralı veren Ruslar, Silistre muhasarasını kaldırdılar ve ağırlıklarını bırakıp Romanya’ya çekildiler. Üçüncü Mustafa Han, bu başarısı üzerine Osman Paşa’ya Gâzi ünvânını verdi. Taarruzlarına devam eden Ruslar, general Ungur kumandasındaki kuvvetlerle Ekim ayında Hacıoglu Pazarı’nı yakarak, Varna üzorine yürüdüler. Fakat burası tahkim edilmiş ve Kelleci Osman Paşa da donanma ile limanda bulunuyordu. Düşman, ateş altına alınıncaya kadar mukabele edilmeyip, tam kale altına gelince, bombardıman edilmek suretiyle fena hâlde bozularak yirmi kadar top, büyük mikdârda ağırlık ve zâyiât vererek kaçtı (20 Ekim 1773). General Ünger’in Varna önlerindeki hezîmetiyle, Bulgaristan’ı ele geçirmekten ümidini kesen Ruslar, işgal ettikleri Dobruca ve Kuzeydoğu Bulgaristan’daki Osmanlı şehir ve kasabalarını akıl almaz barbarlıklarla tahrib ettiler. Ellerine geçen müslümanları cins ve yaş farkı gözetmeksizin, küçük bebeklere varıncaya kadar, türlü işkencelerden sonra kılıçtan geçirdiler. Osmanlı-Rus savaşının bütün bu acılarını yaşayan üçüncü Mustafa Han, yıllardır süregelen savaşın Osmanlı Devleti için bir dönüm noktası olduğunu kavramış ve son bir kaç başarı ile az bir zararla bu savaştan çıkmak istemişti. Fakat vazîfe başına getirdiği komutanlarına sağladığı bütün imkânlara rağmen, başarısız olmalarından sükût-ı hayâle uğrayan Sultan, son olarak göreve getirdiği Muhsinzâde Mehmed Paşa’dan çok şeyler bekliyor, son bir hamle için ona güveniyordu. Bunun için de memleketin dört bir tarafına gönderdiği fermanlarla halkın vatanseverlik hislerine müracaat ediyordu. Hakîkaten halk da geniş ölçüde fedâkârlıkda bulunuyor, cephelere asker ve malzeme gönderiyordu. Fakat uzun zaman gerektiren eğitim verilemediği için bunlar kuru kalabalıktan öteye gitmediği gibi, ard arda gelen başarısızlıklar, askerin maneviyâtını da bozuyordu. Üçüncü Mustafa Han hasta olduğu hâlde bizzat sefere çıkıp askerin maneviyâtını yükseltmeyi düşündüyse de Rusların giriştikleri katliâm haberlerini duyunca, hastalığı iyice arttı ve 21 Ocak 1774’de Cuma günü öğle ezanı okunurken hayâta gözlerini yumdu. Lâleli Câmii yanında bulunan türbesine defnedildi. Ruslar, 1774 baharında devamlı teklif ettikleri sulh müzâkerelerine te’sir edebilmek için bir kaç teşebbüs daha yaptılar. Mareşal Romanzov’un Şumnu’ya yaklaşması ve başkumandanlık karargâhını burada kurmuş olan sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın ağır hasta olması yüzünden, Osmanlı Devleti, Rusya’nın sulh tekliflerini kabul etti (Bkz. Abdülhamîd Han-I). Sadâret kethüdası meşhur diplomat Resmi Ahmed Efendi başmurahhas ve reîsülküttâb İbrâhim Münib Efendi ikinci murahhas oldu. Rusları prens Renin ve mareşal Romanzov temsil ediyordu. Konferans Tuna kıyısı yakınlarında Küçük Kaynarca’da açıldı (Bkz. Küçük Kaynarca Andlaşması). Üçüncü Mustafa Han, dindar, çalışkan, âdil, hamiyyetü bir pâdişâhtı. Verdiği vazifeleri tâkip eder mes’ullerden hesab sorardı. Büyük bir ihtiyat hazînesi toplayan Mustafa Han, memleketin îmârı yolunda da bir hayli işler yapmıştır. İstanbul’da ve memleketin diğer yerlerinde sık sık vuku bulan büyük yangın ve zelzele tahribatı için kendi şahsî hazînesinden de olmak üzere 220 bin (11 milyon akçe) sarfetmiştir. Edirne Sarayı’nın inşâatını da tamamlattı. Üçüncü Mustafa Han, hükümranlık mes’ûliyetini iyice kavramış, devletin mutlak bir ıslâha muhtâc olduğunun şuuruna ermişti. Saltanatı boyunca devleti kalkındırmakla uğraşmış, fakat ne yazık ki bu hususlarda kendisine yardımcı olacak değerli devlet adamları bulamamıştı. On altı senelik saltanatı boyunca özellikle Koca Râgıb Paşa’nın vefâtından sonra devlet adamı bulmakta büyük sıkıntı çekmiş ve bu sıkıntılarını şu kıt’asıyla dile getirmişti: Yıkılıpdur bu cihân sanma ki bizde düzele, Devleti çerh-i denî verdi kamu mübtezele, Şimdi ebvâb-ı saadetde gezen hep hazele, İşimiz kaldı hemen merhamet-i lem-Yezel’e. Üçüncü Mustafa Han her an çıkması muhtemel bir Rus savaşı için uzun zamandır görülmeyen zenginlikte bir ihtiyat hazînesi toplamış, askeri ıslâhata girişmiş, fakat bunu gerçekleştiremeden savaşa girmek mecburiyetinde kalmıştı. Sultan Mustafa, pâdişâhlığı zamanında sonradan çıkan Rusya harbinden dolayı memlekette başlayan sıkıntı ve buhrana rağmen, evvelce başladığı hayır ve îmâr işlerini mümkün olduğu kadar ihmâl etmemeye çalıştı. Barış devresinde yaptırdığı bir kaç câmi ve diğer hayratından başka, çeşitli sebeplerle harâb hâle gelen ata yadigârlarının ihyâsına, savaşın sebeb olduğu her türlü güçlük ve sıkıntılar sırasında da devam ederek, onların da tamamlanmasında muvaffak olmuştu. 1757-1760 seneleri arasında vâlidesi Mihrişâh Sultan ile ağabeyi şehzâde Süleymân’ın ruhları için Üsküdar’da inşâ ettirdiği Ayazma Câmii’nden sonra, 1761’de Kadıköyü’nde ve 1763’de Paşabahçesi’ndeki câmileri inşâ ettirmiştir. 1764 senesinde, 1760’dan başlattığı ve kemerlerle üçe ayrılmış geniş bir çarşı üstüne yaptırmakta olduğu Lâleli Câmii ile etrafındaki medrese, imâret, türbe ve sebilini de ikmâle muvaffak oldu. Soğukkuyu’daki (Gülhâne parkının giriş kapısı karşısı) Zeyneb Sultan Câmii de zamanında tamamlanmış, sırf Allah rızâsı için yaptırdığı bütün bu eserlerin hiç birine kendi adını vermemiştir. Üçüncü Mustafa Han, 1766’da meydana gelen büyük İstanbul depremi sırasında harâb olan Dâvûdpaşa kasrını, Kapalıçarşı’yı, surları, Baruthâne’yi, Saraçhane’yi, yeniçeri odalarını, Tophane’yi, Kızkulesi’ni sonraları başlayan savaşa rağmen derhâl onarttığı gibi, yine bu depremde zarar gören Fâtih ve Eyyûb Sultan câmilerini de ihya etmiştir. Sultan Üçüncü Mustafa Han Devri Kronolojisi 30 Ekim 1757 : Üçüncü Mustafa Han’ın tahta geçişi. 8 Nisan 1763 : Hamza Hamîd Paşa’nın sadrâzamlığı. 1763 : Koca Râgıb Paşa’nın ölümü. 1 Kasım 1763 : Bahir Mustafa Paşa’nın üçüncü sadrâzamlığı. 9 Mart 1764 : 10 Nisan 1760’da temeli atılan Lâleli Câmii’nin açılışı. 28 Mart 1765 : Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığı. 22 Mayıs 1766 : İstanbul’u yerle bir eden deprem. 7 Ağustos 1768 : Hamza Mahir Paşa’nın sadrâzamlığı. 8 Ekim 1768 : Rusya’ya harb îlânı. 20 Ekim 1768 : Hacı Mehmed Emîn Paşa’nın sadrâzamlığı. 30 Ocak 1769 : Kırım hanı Kırım Giray Han’ın büyük akınıyla savaşın fiilen başlaması. 1 Mayıs 1769 : İlk Hotin zaferi. 12 Ağustos 1769 : İkinci Hotin zaferi. 16 Ağustos 1769 : Moldovancı Ali Paşa’nın sadâreti. 21 Eylül 1769 : Hotin’in düşman eline geçmesi. 12 Aralık 1769 : İvanzâde Halil Paşa’nın sadâreti. 9 Nisan 1770 : Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın Tripolice zaferi. 7 Temmuz 1770 : Çeşme faciası. 1 Ağustos 1770 : Kartal mağlûbiyeti. 27 Eylül 1770 : Bender kalesinin düşmesi. 22 Ekim 1770 : Limni adasının kurtarılması. 25 Ekim 1770 : Silâhdâr Mehmed Paşa’nın sadâreti 8 Temmuz 1771 : Kırım’ın Rusya tarafından işgali. 2 Ağustos 1771 : Şanlı Özi zaferi. 12 Eylül 1771 : Yerköy zaferi. 11 Aralık 1771 : Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın ikinci sadâreti. 10 Haziran 1772 : Yerköy mütârekesi. 19 Ağustos 1772 : Fokşanı sulh konferansının açılışı. 29 Haziran 1773 : Şanlı Silistre zaferi. 20 Ekim 1773 : Varna zaferi. 21 Ocak 1774 : Üçüncü Mustafa Han’ın vefâtı. 1) Vâsıf Târihi 2) Enverl Târihi (Üniversite kütüphânesi, T. Y. No: 5994) 3) Osmanlı Târihi; cild-4, 1. bölüm, sh. 341 v.d. 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 333 5) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 347 6) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-11, sh. 16 7) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 40 8) Mufassal Osmanlı târihi; cild-5, sh. 2552 MUSTAFA HAN-IV Babası ............................. : Birinci Abdülhamîd Han Annesi ............................. : Âişe Sîneperver Vâlide Sultan Doğumu ........................... : 11 Eylül 1779 Vefâtı .............................. : 15/16 Kasım 1808 Tahta Geçişi ..................... : 29 Mayıs 1807 Saltanat Müddeti ............... : 1 sene 2 ay 94 Halîfelik Sırası ................... : 94 Osmanlı sultanlarının yirmi dokuzuncusu ve İslâm halîfelerinin doksan dördüncüsü. Sultan birinci Abdülhamîd Han’ın oğlu olup, 8 Eylül 1779 târihinde Aişe Sîneperver Vâlide Sultan’dan doğdu. Doğum merasiminde üç gün top şenliği yapıldı. Şehzâdeliğinde yüksek din ve fen bilgileri öğretilerek yetiştirildi. Amcası sultan Selîm Han’ın ıslâhat fikirlerine karşı çıkan bâzı devlet adamları yeniçerileri tahrik ettiler. Rumeli kavağında Kabakçı Mustafa’nın sevk ve idaresinde ayaklanan yamaklar, sultan üçüncü Selîm Han’ı tahttan indirerek şehzâde Mustafa’yı 29 Mayıs 1807’de sultan îlân ettiler. Sultan dördüncü Mustafa’yı tahta çıkaran âsîler, işi çığırından çıkararak halkın mallarını yağmaladılar. İsyanın teşvikçisi Köse Mûsâ Paşa, sultan üçüncü Selim tarafdarlarını birer birer ortadan kaldırdı. Kabakçı Mustafa isyânına katılan âsîler, dördüncü Mustafa Han’dan korktuklarından, isyâncıların ele başıları hayatlarından emin olmak için 31 Mayıs’da ulemâya birer hüccet hazırlatarak, Pâdişâh’a imzâlattılar. İstanbul’daki isyân, Rus cephesindeki ordunun disiplinini bozdu. Orduda bulunan sultan Selîm tarafdârları Rusçuk âyânı Alemdâr Mustafa Paşa’nın yanına sığındı. Bu hâdiseler üzerine sadrâzam Hilmi Paşa azledilerek, Çelebi Mustafa Paşa sadârete getirildi. İsyân tarafdârlarının orduda işi çığırından çıkarmaları üzerine, Alemdâr Mustafa Paşa, beş bin kişilik bir kuvvetle ordu-yı hümâyûnun bulunduğu Silistre’ye giderek, ordunun intizâmını sağladı. Daha sonra tekrar Rusçuk’a döndü. Ordunun bu durumundan faydalanan Ruslar, bâzı kaleleri ele geçirdiler ise de, bu sırada savaş halinde bulunduktan Fransa imparatoru Napoleon karşısında zor duruma düşünce, Osmanlı Devleti ile 20 Ağustos 1807’de sekiz aylık bir mütâreke imzaladı. Bu mütârekeye göre, Rusya otuz beş gün içinde Eflâk, Boğdan ve diğer zaptettiği yerleri tahliye edip çekilerek, bir anlaşma imzalanana kadar Osmanlı orduları bu topraklara girmeyecekti. İstanbul’da isyâncılar baskınlarını gün geçtikçe artırıyordu. Yeniçeriler söz vermelerine rağmen her işe karışıyordu. Hâdiseleri dikkatle tâkib eden sultan Mustafa Han, âsîlerin bir kısmını çeşitli bahane ve vazifelerle saraydan uzaklaştırdı. Âsîleri bütünüyle ortadan kaldırmanın çârelerini aradı. Diğer taraftan Rusçuk yârânı Alemdâr Mustafa Paşa’nın yanına giden üçüncü Selîm Han’ın tarafdârları, onu, sadrâzamlığı ele alması için teşvik ediyorlardı. Alemdâr Mustafa Paşa, bu nâzik işi yapabilmek için sultan dördüncü Mustafa’nın ve sadrâzamın îtimâdlarını kazanmaya çalıştı. Bu gaye ile Refik Efendi’yi İstanbul’a, Behiç Efendi’yi de Edirne’ye sadrâzamın yanına gönderdi. Bunların vazîfesi, Alemdâr Mustafa Paşa’nın Kabakçı Mustafa’yı cezalandırmaktan başka niyeti olmadığına ilgilileri inandırmaktı. Bunlar bu görevlerini başarı ile yaptılar. Bu sırada kapdân-ı derya Seyyid Ali Paşa da Alemdâr’ın tarafına geçmişti. Sadrâzamla arasının düzelmesi üzerine Alemdâr Mustafa Paşa sefer işlerini görüşmek için Edirne’ye çağrıldı. Yapılan görüşmeler neticesinde ordunun İstanbul’a dönüp, eksikliklerinin tamamlanması kararlaştıranca, Edirne’den ayrılan sadrâzama, Alemdâr Mustafa Paşa 16.000 kişilik sâdık askeriyle yoldaşlık etti. Ordu İstanbul’a girmeden önce, Pınarhisar âyânı Hacı Ali Ağa, Alemdâr’ın emri ile Boğaz nâzırlığı yapmakta olan Kabakçı Mustafa’yı öldürerek kafasını sadrâzama yolladı. Kabakçı’nın öldürülmesi, saray erkânı ve yeniçeriler arasında büyük telâşa sebeb oldu. Sultan dördüncü Mustafa Han, 19 Temmuz 1808’de devlet ricali ile birlikte seferden dönen sancak-ı şerifi, İnciliDâvûdpaşa arasında karşıladı. Aynı gün Alemdâr İstanbul’a girdi. Yamaklar korkularından kaçacak delik aradılar. Kısa zamanda İstanbul süt liman oldu. Zorbalar ortadan kaldırılmaya, fesatçılar sürülmeye başlandı. Sadrâzam Çelebi Mustafa Paşa, Alemdâr Mustafa Paşa’nın çalışmalarından memnun, fakat artan nüfuzundan tedirgin idi. Bu yüzden geriye dönmesini istedi. Alemdâr Mustafa Paşa da bunun üzerine 28 Temmuz günü on beş binden fazla askeri ile Bâb-ı âlîyi bastı. Sadrâzamın mührünü alarak kendisini ordugâhına gönderdi. Sultan Selîm’i tahta çıkarmak için saraya gitti. Bu esnada zorbaların baskısı ile sultan dördüncü Mustafa, üçüncü Selîm ve şehzâde Mahmûd’un öldürülmesi için ferman çıkarttı ve tahttan çekilmek istemediğini Alemdâr’a bildirdi. Bunun üzerine Alemdâr, zor kullanmaya karar verdi. Saray kapısı kırılmaya başlandı. Zorbalar, harem dâiresinde ibâdetle meşgul olan sultan Selîm’e alçakça saldırdılar. Sultan Selîm, Nizâm-ı Cedîd çalışmalarında olduğu gibi, canını müdâfaada da yalnız kaldı. Hançer darbeleriyle son nefesini veren üçüncü Selîm’in vücûdunu Alemdâr’ın kırdırdığı kapının önüne bıraktılar. Kapı açılınca Sultan’ın cesedi ile karşılaşan Alemdâr çük üzüldü. Hizmetkârlarının yardımı ile hayâtını kurtaran şehzâde Mahmûd’u pâdişâh îlân etti. Alemdâr, ulemâ, devlet ricali ve ocak ağaları, sultan İkinci Mahmûd’a bîat ettiler. Dördüncü Mustafa Han, Topkapı Sarayı’na yerleştirildi. Dördüncü Mustafa Han 14-15 Kasım gecesi meydana gelen Alemdâr Mustafa Paşa vak’ası sırasında yeniçerilerin saraya saldırmaları ve kendisini tekrar başa geçirmeye teşebbüs etmeleri olayı ile ilgili görüldüğünden şeyhülislâmın verdiği fetva gereğince öldürüldü. Dördüncü Mustafa Han, zekî ve tedbirli olmasına rağmen, üçüncü Selîm Han’ın başlatmış olduğu îmâr ve ıslâhatlara karşı olan devlet adamlarının te’sirinde kalmıştır. Nitekim bu sebeple onu tahta çıkaran zorbaların hakkından gelemedi. Keselerini doldurmak ve her biri bir mansıp kapmak isteyen zorbalar, devlet hazînesini yağmaladılar. Üçüncü Selîm’in Rusya seferine gönderdiği ordu başarılı neticeler alırken, Kabakçı isyânı ile Nizâm-ı cedîd tarafdârlarının öldürülmeye başlanması, orduda ikilik çıkardı ve hezimete dönüştü. Netîcede ordudaki ikilik, Alemdâr’ın İstanbul’a gelmesi ve ikinci Mahmûd Han’ı tahta çıkarmasıyla son buldu. Sultan Dördüncü Mustafa Han Devri Kronolojisi 31 Mayıs 1807 : Pâdişâhla Kabakçı Mustafa arasında muahede imzalanması. 18 Haziran 1807 : Sadrâzam İbrâhim Hilmi Paşa’nın azli ile Çelebi Mustafa Paşa’nın sadârete getirilmesi. 25 Ağustos 1807 : Osmanlı-Rus mütârekesinin imzalanması. 28 Temmuz 1808 : Alemdâr Mustafa Paşa’nın sarayı basması, üçüncü Selîm’in şehîd edilmesi ve dördüncü Mustafa’nın tahttan indirilmesi. 15/16 Kasım : Dördüncü Mustafa Han’ın öldürülmesi. 1) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-4, sh. 88 2) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh 2818 3) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-6, sh. 416 4) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-11, sh. 174 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 334 6) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4310 7) Târihi Cevdet; cild-8, sh. 203 v.d. 8) Târih-i Âsım; cild-2, sh. 47. MUSTAFA REŞÎD PAŞA (Bkz. Reşid Paşa) MÜDERRİS Medrese veya câmide talebeye ders okutan hoca. Arapça bir kelime olup tedris mastarından ism-i faildir. Müderrisler devrin mektep ve medreselerinde tahsîlini tamamlayıp, icazet (diploma), mülâzemet (bekleme süresi) ve berât aldıktan sonra müderrislik makamına tâyin edilirlerdi. Müderris tâbiri onuncu yüzyıldan sonra yaygınlaştı. Medreselerde ders veren müderrise Dersiam da denirdi. Kur’ân-ı kerîmin öğretilmesi, İslâm eğitimi ve öğretimi bakımından ilk sırayı teşkil eder. Kur’ân-ı kerîmi ilk öğreten Peygamber efendimiz olduğuna göre, İslâm târihinde ilk muallim ve müderris de, Allahü teâlânın âlemlere hidâyet rehberi olarak gönderdiği bu son Peygamberdir. Din ilimlerinin eğitim ve öğretimi dört halîfe ve sonraki devirlerde de bütün canlılığıyla devam etti. Âlimler, sâlihler ve velîler, câmilerde ve onların etrafında teşekkül eden müesseselerde (medrese, dâr-ül-hadîs, dâr-ül-kurrâ, dâr-üt-tıb) ders okuttular. Müslüman Türk devletleri (Karahanlılar, Selçuklular, Türkiye Selçukluları ve bilhassa Osmanlılar) din ve fen bilgilerinin tahsil edildiği müesseselere ve buralarda ders okutan müderrislerin seçimine büyük önem verdiler. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi ve diğer Osmanlı sultanları, devletin idarî ve askerî sahada muvaffak olabilmesi için; îmân, ilim, fen ve teknikte ileri bir seviyede olmanın lüzumunu kavradıklarından, günün imkânları nisbetinde askerî teşkîlâtlar, medreseler, câmiler, zâviyeler gibi ilmî teşkîlâtlar kurup geliştirmeye başladılar. Buralarda yetişen âlimler devlet teşkilâtının kurulmasında ve dolayısıyla İslâm medeniyetinin yayılmasında büyük hizmetlerde bulundular. Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarındaki âlimler ve müderrisler daha ziyâde Türkiye Selçukluları ve civar Türk beyliklerinde yetişerek Osmanlı beyliğine intikâl etmişlerdi. Devletin genişleyip büyümesiyle ilim adamları yetişmeye başladı. Gün geldi, Osmanlı medreselerinde yetişen Kâdızâde-i Rûmî ve başka bâzı âlimler ders vermek üzere başka İslâm memleketlerine gittiler. Bu hususta Fransız tarihçisi Lamartin, sultan birinci Murâd Han devrinden bahsederken: “Sultan birinci Murâd Han devrinde yetişen matematikçiler, fen âlimleri ve şâirler, Bursa’da doğup gelişen ilim ve edebiyatı İran’a, Orta Asya’ya kadar götürüyorlardı. Bursa kâdılarından birinin oğlu olan Kâdızâde-i Rûmî, Semerkand’a geometri öğretmeye gittiğinde, dersleri o kadar ilgi çekici oluyordu ki, ders verdiği saatlerde bütün şehrin kürsileri boşalıyor, hattâ müderrisler bile gelip talebesi oluyorlardı. Yine Bursalı âlimlerden Cemâleddîn Efendi, Arap lügatini ezbere biliyordu ve vazîfesi, sultan Murâd’ın medreselerinde dil öğretmekti.” Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişme yıllarında hizmet veren ilk müderris ve ilim adamlarından bâzıları şunlardır: Dursun Fakîh, Karacahisar’da Osman Gâzi adına ilk Cuma hutbesini okuyan zât olup, ilk Osmanlı kâdısı (hâkimi) idi. Dâvûd-ı Kayseri, Orhan Gâzi’nin İznik’te manastırdan çevrilen ilk medreseye ilk tâyin ettiği müderristi. Şeyh Tâcüddîn Kürdî, Dâvûd-ı Kayserî’nin yerine müderris tâyin oldu. Alâüddîn-i Esved, İznik Medresesi’nin bir diğer müderrisi idi. Sinânüddîn el-Fakîh, Orhan Gâzi zamanında Bursa’ya ilk tâyin edilen zât idi. Kara Halîl (Çandarlı), Kâdızâde-i Rûmî’nin babası Koca Efendi ve Kâdızâde-i Rûmî, Osmanlı Devleti’nin ilk müderrisleri idi (Bkz. Kâdızâde-i Rûmî). Molla Fenârî’yi (r. aleyh) yetiştiren Şeyh Cemâleddîn Aksarâyî de, Murâd-ı Hüdâvendigâr devri âlimlerinden olup, Aksaray Zincirli Medresesi müderrisi idi. İbn-i Melek İzzüddîn Abdüllatîf, Tire Medresesi’nde müderris idi. Yıldırım Bâyezîd bu bölgeyi kendisine bağlayınca ona iltifat edip, aynı vazîfede bıraktı. İlk Osmanlı şeyhülislâmı Molla Şemseddîn Fenârî Bursa kâdılığında bulunmuş ve elli yıl kadar da tâlim ve tedrisle (müderrislikle) meşgul olmuştur. Yüzden fazla eseri olup, özellikle mantık kitabı asırlarca medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Osmanlılarda tek dershaneli medreselerde bir, Sahn-ı semân ve Süleymâniye medreseleri gibi birden fazla dershanesi olan medreselerin her dershanesi için birer müderris bulunurdu. Medreselerde bütün talebenin ortak ders yapabileceği umûmî ve büyük bir dershane ve onun etrafında dizilen odalar vardı. Her talebenin ayrı odası olurdu. Müderrisler umûmî mevzuları ortadaki büyük dershanede anlatır; daha sonra her talebe odasına çekilir ve müderrisi ile başbaşa kendi sahasında çalışırdı. Müderrisler okuttukları derslerden herhangi bir konu üzerinde talebelerine münazara yaptırırlar, sonunda iki taraf arasında hâkem olup görüşlerini söylerlerdi. Dânişmendler arasından seçilen muîdler (yardımcılar, doçent veya asistanlar) hem müderrisin dersini tekrarlar hem de dânişmendlerîn disiplini ile meşgul olurlardı. Sahn-ı semân muîdleri, ayrıca tetimme medreselerinde talebelere ders verirlerdi. Muîdler ellili medreselerden aşağı seviyelerdeki medreselere tâyin ile getirilirlerdi. Dânişmendler arasında muîd olabilecek vasıfta bulunanların seçimi müderrisler tarafından yapılmakta olup, en az iki sene muîdlikte kalınmakta idi. Muîdlik, Osmanlılarda 1908 İnkılâbından sonra Sultanîlerde de aynı vazîfeyi görmek için ihdas edilmişse de sonradan kaldırılmıştır. Danişmendliğin son kademelerinde muîdlikten sonra sıkı bir imtihandan geçen talebelere icazetname ve temessük denilen diploma verilirdi. Bunlarda umûmîyetle talebenin okuduğu dersler ve hocalar yazılır, sonra da icazetnameyi veren hocanın adı kaydedilir ve onun da hocalarının silsilesi sayılarak meşhur bir âlime kadar uzanırdı. Henüz muîdliğe çıkamamış talebelerin de bir hocanın dersini bitirdikten sonra diğer bir hocaya (müderrise) devam edebilmeleri için ellerinde temessük (o dersi bitirdiğine dâir belge) bulunması şarttı. Osmanlı medrese teşkilâtında Hâriç ve Dâhil medreselerindeki dersleri gören talebe, Fâtih ve Süleymâniye medreseleri seviyelerinde tedristen sonra me’zun olur ve Anadolu’da vazife alacaksa, Anadolu kazaskerinin; Rumeli’de vazîfe alacaksa Rumeli kazaskerinin muayyen günlerdeki meclislerine devam ederek, matlab denilen deftere (rûznâmeye) mülâzim kaydedilir. Sırası geldiğinde en aşağı derecedeki Hâşiye-i Tecrîd (yirmili) medreselerinden birine günlük 20 akçe ile tâyin edilerek müderrisliğe geçerdi. Böylece mülâzemetten sonraki normal muameleye göre yirmili bir medreseye tâyin olan müderris, sıra ile Terakkî ederek, otuzlu, kırklı, ellili, altmışlı ve daha yüksek payelere çıkabilirdi. Osmanlı medreselerinin yirmili, otuzlu, kırklı, ellili vb. isimlerle anılması, müderrislerin aldığı yevmiyelere göre idi (Bkz. Medreseler). Müderrislerin medreselerde kalış müddetleri on yedinci yüzyıla kadar üç yıl olarak görülmektedir. Bu zamandan sonra bütün ilmiye sınıfı ile beraber müderrislerin de daha az zamanda terakkî ederek paye kazandıkları anlaşılmaktadır. Bir müderris, bulunduğu seviyeden üst payedeki bir medreseye terakkî ederken, şâyet boş (münhal) bir medrese mevcut ve başka istekli de yoksa, hemen tâyin edilirdi. Birden fazla istekli bulunması hâlinde aralarında imtihan yapılırdı. Rumeli ve Anadolu kazaskerleri huzurunda ve genellikle Zeyrek, Ayasofya ve Vefâ câmilerinde yapılan imtihanlar sözlü ve yazılı olmak üzere iki şekilde olurdu. Yazılı imtihan için müderrislere bir mes’ele üzerinde risale (tez) yazdırılırdı. Mülakatta ise, hem hazırladığı risaleden ve hem de muteber bir fıkıh kitabı olan Hidâye’nin bölümlerinden okutulup sorulur, kim üstün gelirse, münhal medrese ona tevcih edilirdi. İmtihanda muvaffak olamayanlar başka bir yerin açılmasını ve ikinci bir imtihanı beklerdi. Bütün müderrislerin tâyinleri önceleri kazaskerlerin pâdişâha arz etmeleriyle yapılırdı. On altıncı asır ortalarından itibaren Hâşiye-i Tecrîd, miftah ve kırklı medreselerin müderrislerinin kazaskerler ve daha yukarı medreselerin müderrislerinin tâyinleri, şeyhülislâmın sadrâzam vasıtasıyla inhası üzerine olmuştur. Hiç bir müderris vakıf şartlarına aykırı olarak medreseye tâyin edilemezdi. Ayrıca vakfiyede müderrise yevmiye olarak kaç akçe tesbit edilmişse ondan aşağı yevmiye verilemezdi. Ancak medresenin payesi yükseltilerek müderrise daha yüksek bir yevmiye verilebilirdi. Bu durumda yükselen yevmiye, vakfın geliri müsâidse ondan, değilse başka vakıfların fazlalıklarından veya devlet hazînesinden verilirdi. Müderrislerin azledilmeleri, haklılığı kabul edilen sebeblere dayanılarak, tâyini arzeden makamın teklifi ve tâyin eden makamın tasdiki ile olurdu. Müderrislerin meşru özür olmaksızın zaviyeyi terketmek, âmirlere karşı çirkin davranmak ve edebe uymayan sözler söylemek, muîdlik ve mülâzimliği bir ticâret metâı hâline getirmek gibi hâlleri azil sebebi sayılıyordu. Müderrisler, almakta oldukları son akçe üzerinden tekaüde (emekli) ayrılırlardı. Osmanlı Devleti’nde başta pâdişâh ve devlet adamları, ilim sahiplerine (âlimlere, sâlihlere, velîlere) karşı büyük bir saygı ve hürmet duyuyordu. Çünkü âlimler Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde medh ü sena edilmişlerdi. Bu saygı ve anlayış devam ettiği müddetçe, devlet ve millet gelişip güçlendi, yükselmeye devam etti. İlim adamları da âlimliğin şeref ve haysiyetini ayağa düşürecek hareketlerden sakındılar ve devlet adamlarına gereğinden fazla ve yersiz iltifatlarda bulunmadılar. Ancak vazifeleri îcâbı ihtiyâç kadar onlarla birlikte oldular. Diğer zamanlarda onlardan uzak durmayı ve ilimle meşgul olmayı tercih ettiler. Medrese ve müderrisler, insanı dünyânın esîri yapmadan onun fâtihi ve sahibi yapma vazîfesini gördüler. Osmanlıda bu temeller üzerinde din ve devlet adamlarının en mükemmel bir şekilde yetiştirilmesi ana gaye oldu. Ferdî kabiliyete göre ferdî öğretim yapmayı hedef alan plân ve programlardan daha mükemmel bir metod geliştirerek tatbik etti. Bugünkü modern pedegojinin de tavsiye ettiği bir tarzda, sınıf geçme yerine ders geçme yolunun seçilerek, me’zuniyeti yıllara değil, kabiliyet ve çalışkanlığa bağladı. Dolayısıyla medreselerde okuma süresi hoca (müderris) ve talebelerinin gayretine bağlı olarak uzayıp kısaldı. Zekî ve çalışkan bir talebe, tahsilini çabuk tamamlayıp kısa zamanda me’zun olmuş, ancak devlet me’muru olabilmesi için, belli bir yaş aranmıştır. Medreselerde umûmî derslerin yapıldığı sınıflarda talebe sayısı yirmiyi geçmemiştir. Bu durum, derslerin tekrarlarla karşılıklı soru ve cevaplarla daha iyi anlaşılma imkânını hazırlamış ve talebeye ufuklar açmıştır. 1) Târih-i Cevdet; cild-1, sh. 110 2) Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı; sh. 55 3) Osmanlı Medreseleri; sh. 26 4) İlk Osmanlı Medreseleri; sh. 17 5) Târih-ut-terbiyyet-il-islâmiyye (A. Çelebi, Beyrut-1954) 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 354 8) Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri; cild-2, sh. 598 9) Fâtih Külliyesi ve Zamanı İlim Hayâtı; sh. 80 v.d. MÜFTÎ (Bkz. Şeyhülislâm) MÜHENDİSHÂNE-İ BAHR-I HÜMÂYÛN (Bkz. Bahriye Mektebi) MÜHENDİSHÂNE-İ BERR-İ HÜMÂYÛN Topçu ve istihkâm subayı yetiştiren okul. Osmanlı Devleti yükselme devrinden sonra, bilhassa başta 1683 Viyana bozgunu olmak üzere, birbirini tâkib eden mağlûbiyetlerle karşılaştı. Bu durum, askerî sahada yeni bilgilerle mücehhez bir orduya sâhib olma zaruretini doğurdu. Bu sebeple orduda ilk defa modern bilgilerle tâlim ve terbiye, 1728’de sultan üçüncü Ahmed zamanında hunbaracı (topçu) sınıfında başladı. Sonra 1734’de sultan birinci Mahmûd, Üsküdar’da bir Mühendishâne (Mühendis mektebi) açtı. Mühendishâne 1759’da Kâğıthane’de Karaağaç’a nakledildi. 1784’de birinci Abdülhamîd zamanında Mühendishâne-i Bahr-i hümâyûn ve Mühendishâne-i Berr-i hümâyûn olmak üzere ikiye ayrıldı. Mühendishâne-i Berr-i hümâyûn, topçu ve istihkâm subayı, askerî mühendis yetiştirmeye devam etti. 1793’de Kasımpaşa’dan Eyyûb’deki Bahariye Sarayı’na, sonra Hasköy’e daha sonra Maçka’ya taşındı. 1796’da üçüncü Selim zamanında Mühendishâne’ye kırk talebe alındı. Cebir, trigonometri (ilm-i müsellesât), mekanik, atıcılık (fenn-i remy), hey’et (astronomi), harb târihi, hendese, coğrafya ve istihkâmcılık, okunan dersler arasındaydı. Mühendishâne, yüksek matematik okutan tek mekteb olduğundan ve asker arasında yüksek matematik okuyanlara Erkân-ı Harb denildiğinden, Mühendishâne’nin ilk me’zunları, sultan İkinci Mahmûd zamanında kurulan Asâkir-i Mensûre-i Muhammediyye ordusunda, Erkân-ı Harblik (kurmaylık) vazifesine tâyin edildiler. Mühendishânenin başında nâzır denilen bir yetkili bulunmakla beraber, esas sevk ve idareyi baş hoca adındaki vazîfeli yapardı. Baş hoca, baş mühendis ve mühendishânenin en bilgili ve lisan bilen subayı idi. Talebenin tâlim ve terbiyesi (eğitim-öğretim) ve idaresi ile meşgul olurdu. Mühendishâne’de başhocalık yapanlar arasında en meşhuru İshak Efendi’dir. Fen ilimlerinde mütehassıs, lisan bilen bu zâtın koyduğu fennî ıstılahlardan bâzısı, dilimizde hâlâ kullanılmaktadır (Bkz. İshâk Efendi). 1830 senesinde sultan üçüncü Selîm’e Mühendishâne’nin ıslâhı hususunda bir lâyiha (rapor) vermiştir. Mühendishâne’nin (mektebin) iki kat üzerine dört dershanesi, hocalara mahsus odaları, kütübhânesi ve matbaası vardı. 1834 (H. 1250)’de Harbiye mektebi açıldığında Harbiye’ye ve Mühendishâne’ye hoca, askerî fabrikalara teknik eleman yetiştirmek üzere Mühendishâne hocalarından iki zabit (subay) ile on talebe tahsil için Avrupa’ya gönderildi. Dönenler orada öğrendiklerini öğretmeye ve tatbîke başladılar. Avrupa’da tahsîlini tamamlayıp dönen tophane nâzırı Bekir Paşa’nın teklîfi ile bir nizâmnâme çıkarıldı. Buna göre, 64 senelik Mühendishâne, topçu ve mîmar yâni İstihkâm mektebine çevrildi. Mevcut mekteb idâdî kabul edilip, ayrıca dört senelik Harbiye ve mîmâr sınıfları açıldı ve binaya ilâveler yapılarak, Avrupa askerî mekteblerindeki gibi fen dersleri okutulmaya başlandı. Yine mektebin hoca ihtiyâcını gidermek için çeşitli târihlerde Avrupa’nın muhtelif merkezlerine pek çok zabit (subay) gönderildi. Bununla beraber topçu mektebini daha da geliştirmek için Avrupa’dan mütehassıslar getirildi. 1864’de bütün askerî idâdilerin Galatasaray’da birleştirilmesi karârı üzerine, topçu mektebi de Galatasaray’a nakledildi. Ancak 1867’de Galatasaray’daki idâdî-i umûmî, Kuleli kışlasına kaldırılarak Galatasaray’da sivil mâhiyette ve Mekteb-ı sultanî adı ile umûmî bir idâdî açıldı. 1871’de ise, harbiye öğrencileri, tatbîkâtlı tâlim yaparak mesleklerinde yetişebilmeleri için Harbiye mektebine nakledildiler. 1878’de Harbiye’deki topçu ve istihkâm sınıflar tekrar Harbiye’den ayrılıp mekteblerine döndüler. Mühendishâne-i Berr-i hümâyûn, Yüksek Mühendis mektebi adıyla kurulup, 1944’de İstanbul Teknik Üniversitesi adını alan okulun çekirdeğini teşkil etmiştir. 1) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 602 2) Türkiye’de Maârif Târihi; cild-2, sh. 273. 3) Mir’ât-ı Mühendishâne; sh. 18 4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 482 5) Târih-i Cevdet; cild-3, sh. 85 MÜHENDİSÎN-İ MÜLKİYE MEKTEBİ Osmanlı Devleti’nde mühendis yetiştirmek için açılan okullar. Bayındırlık hizmetlerini yürütmek için 1839’da kurulan Nâfia nezâretinin, belediye ve mîmârî işlerde hizmet görmek üzere mühendisler yetiştirilmesi için bir mühendis mektebinin kurulmasını istemesi üzerine, 1867’de Mühendisîn-i Mülkiye ve Islâh-ı Sanâyî mektebi adıyla senede otuz mühendis yetiştirecek bir mekteb açıldı. Dîvânyolu’ndaki eski darülfünûn binasında faaliyetlerini sürdüren bu okulun kaç sene eğitim yaptığı ve me’zun verip vermediği belli değildir. 1874 senesinde dârülfünûn-i sultanî içinde Mühendisîn-i Mülkiye tekrar açıldı. Ertesi sene yapılan sınıf geçme imtihanı sonunda iyi netîce alınınca okul, turuk (yol) ve meâbir (geçit) mühendisliği derecesine yükseltilerek, talebe seviyesinin Avrupa’da mühendislik tahsîli yapanlara rekabet edebilecek hâle gelmesi kararlaştırıldı. Lise me’zunlarının alındığı bu okulun dört yıllık eğitimini tamamlayarak me’zun olan mühendisler, doktor ünvânı alırlardı. Bunu başaramayanlara ise, basit bir imtihana tâbi tutularak, mühendis yardımcılığı ve tekniker mânâsına gelen kondöktür diploması verilirdi. Turuk ve meâbir mektebinde okutulan dersler arasında şunlar yer alıyordu: Müsellesât-ı küreviyye (küresel trigonometri), cebr-i a’lâ, hendese-i halliyye (analitik geometri), hesâb-ı tefâzuli (diferansiyel hesâb), hesâb-ı temamı (integral hesâb), hendese-i resmiyyenin (tasarı geometri) kısm-ı sânîsi, hey’et ve taksîm-i arazî (kadastro), İlm-i hikmet-i tabîiyye, ilm-i kimya, cerr-i eşkâl-i aliyye, makine-i tatbikiyye, topografya ve makina eşkâli (makine ressamlığı), ilm-i miyâh (hidroloji), jeoloji, ayrıca inşâata âid bir çok dersler. Bir süre Nâfia nezâretine bağlı olarak öğretime devam eden bu mühendislik fakültesi, daha sonra maârif-i umûmiyye nezâretine devredildi ve nezâretçe yapılan yeni düzenlemelerle yeniden eğitime başladı. 1878’de 43 öğrencisi olan bu okul, beş senelik bir çalışmadan sonra, kapatıldı. Hendese-i Mülkîye Mektebi Sivil hizmetler için teknik eleman ihtiyâcının artması üzerine pâdişâhın emri ile 3 Kasım 1883’de Mühendishâneye bağlı, Hendese-i Mülkiye mektebi açıldı. Halıcıoğlu’ndaki Mühendishâne binalarının bir bölümünde öğretime başlayan bu okul, sivil olmakla beraber, eğitim Mühendishâne-i Berr-i hümâyûnun subay ve hocaları tarafından yürütüldüğü gibi idarî bakımdan da buraya bağlı idi. Yedi senelik bir öğretim yapan okulun ilk üç senesi lise olup, dört senesi de mühendislik eğitimi veren fakülte idi. Okula; Mekteb-i Sultanî, Dârüşşafaka, askerî ve sivil rüşdiye me’zuntarı ile Maârif nezâretinin teftîş ve yönetimi altında olan okullardan tedrisâtça yukarda yazılı mekteplere denk olanlardan me’zunlar imtihanla alınırdı. Giriş imtihanları, Mühendishâne-i Berrî-i hümâyûn Maârif meclisi tarafından düzenlenirdi. Eğitim sırasında her üç ayda bir ara imtihanı ve her sene sonunda bitirme imtihanı yapılırdı. Bu okulun talebesi evlenemezdi ve tahsilini yarıda bıraktığı zaman tazmînât öderdi. Öğretim yönetimi bakımından Fransızların Ponts et Chousstes okulu örnek alınmasına rağmen, sonraki senelerde Almanların etkisi ağırlık kazandı. Hendese-i Mülkiye’de okutulacak dersler 1883 senesinde yayınlanan nizâmnâme ile şöyle belirlenmiştir: I. sene: Cebr-i âdî, hendese ve tatbikatı, Osmanlı coğrafyası, müsellesât-ı müsteviyye (düzlem trigonometri) ve küreviyye, kitâbet-i Osmâniyye, Fransız lisanı, eşkâl-i hendesiyye tersîmi, resm-i mücessem (teknik resim), arazi üzerine hendese, II. sene: Topografya, hendese-i resmiyye (tasarı geometri) ile tatbikatı, fizik, cebr-i âlâ, hesâb-ı temâmî (integral) ve tefâzuli (diferansiyel), kitâbet-i Osmâniyye, Fransızca. III. sene: Cerr-i eşkâl ile umûmen tatbikatı, turuk-i âdiye, fenn-i kısm-ı arazi, muhtasar ilm-i hey’et ve kimya, kitâbet-i Osmâniyye, Fransızca, resm-i mücessem, üm-i tabakat-il-arz (jeoloji), IV. sene: Demiryolları, alelumûm köprüler, nakl-i miyâh (su getirme), fenn-i mîmârî, inşâat ve usûl-i keşf, Fransızca. Hendese-i Mülkiye ilk me’zunlarını 1888 senesinde on üç kişi olarak verdi. Okulun me’zunlarının özellikle, demiryolu yapımında ve işletmesinde, yol yapımında büyük emekleri olmuştur. Devletin kendi imkânlarıyla inşâ ettiği Hicaz demiryolu bu okuldan me’zun mühendislerin eseridir. İkinci Meşrûtiyet’in îlânından sonra Mühendishâne-i Berrî-i hümâyûna bağlı olan Hendese-i Mülkiye, bu idareden ayrılarak Nâfia nezâretine bağlandı. Bu değişiklikle, yatılı ve müstakil mühendis mektebi isimli bir fakülte kuruldu. Almanya ve AvusturyaMacaristan’dan yabancı öğretim üyeleri getirildi. Tahsîl müddeti bir ihtiyat sınıfı, olmak üzere, altı seneye indirildi. Birbirini tâkib eden Balkan, Birinci Dünyâ savaşları ve mütâreke döneminde okul gelişemedi. 1915 ve 1921 senelerinde savaş yüzünden hiç me’zun veremedi. 1916 senesinde ise sâdece dört kişi me’zun oldu. 1909’dan 1923 senesine kadar geçen on dört sene içinde okul yedi kere yer değiştirdi. Cumhuriyetin ilânından sonra, okul bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi’nin bir binasını teşkil eden, Gümüşsüyü kışlasına taşındı. 1928’de çıkarılan bir kânunla okulun adı Yüksek Mühendis okulu oldu. Yol, demiryolu, su, inşâat şubeleri açıldı. Bu kânun aynı zamanda okula tüzel kişilik verdi. 1936’da çıkarılan kânunla tüzel kişiliği geri alındı. 1941’de Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. 1944’de ise İstanbul Teknik Üniversitesi olarak yeniden teşkilâtlandırıldı. Mühendisîn-i Mülkiye Mektebleri; Hendese-i Mülkiye zamanında 239, Mühendis Mektebi zamanında 237, Yüksek Mühendis Mektebi döneminde ise 297 me’zun vermiştir. 1) Türk Maârif Târihi; cild-3-4, sh. 1151 2) Mir’ât-ı Mühendishâne; sh. 152 3) Maârif-i Umûmiyye Nezâreti; sh. 168 4) Uluslararası Türk-İslâm Bilim ve Teknolojisi Târihi Kongresi; cild-3, sh. 121 5) Târih Deyimleri; cild-1, sh. 801 MÜLÂZEMET (Bkz. Müderris) MÜLTEZİM (Bkz. Mukâtaa) MÜNİF PAŞA Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde yaşamış devlet adamı, şâir ve yazar. Babası Antep ulemâsından Abdünnâfî Efendi’dir. 1828’de Antep’de doğdu. Tahsilini Antep Nûruosmânî Medresesi’nde yaptı. Arapça ve Farsça öğrendi. Babasıyla birlikte Mısır’a gitti. Kahire Kasr-ı âlî ve Şam Emevîye medreselerinde yüksek tahsilini tamamladı. Arapça ve Farsçasını, dînî ilimlerle birlikte husûsî dersler alarak ilerletti. 1851’de Şam (Suriye) eyâleti Meclis-i kebîr kâtipliği ile me’mûriyet hayâtı başladı. 1852’de İstanbul’a gelip, Bâb-ı âlî tercüme odasında Arapça ve Farsça mütercimi oldu. Mühtedî Emîn Efendi’den Fransızca öğrendi. 1854’de Gelibolu Asâkîr-i muavine komisyonu başkâtibi, ertesi sene de Berlin sefareti ikinci kâtipliğine tâyin edildi. Berlin’de üç yıl kaldı. Almanca öğrendi ve üniversiteye devam etti. Burada bulunduğu sırada Avrupaî fikirlerin te’sirinde kaldı. Berlin sefiri Kemâl Paşa’nın vazifeden alınması üzerine İstanbul’a döndü. Tercüme odasına girerek, bu defa İngilizce öğrenmeye çalıştı. 1858’de Karadağ sınırı için çalışan hey’ette başkâtiplik yaptı. 1860’da İstanbul ticâret mahkemesi reis muavini oldu. Cerîde-i havâdis’de yazılar yazdı. Tercümân-ı Ahvâl gazetesinin rekabeti üzerine bu gazeteye Rûznâme-i Cerîde-i havadis adı ile her gün iki sayfa ilâve etti. 1862’de Bâb-ı âlî’de başmütercim oldu. Avrupa’da tahsîl görmüş bâzı kimseleri etrafında toplayarak İngiltere’deki Royal Society ile 1859’da İskenderiye’de açılan Mısır Enstitüsü’nü örnek alarak Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye adıyla bir cemiyet kurdu. Mecmûa-ı fünûn dergisini çıkardı. Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin yayın organı olarak çıkarılan Mecmûa-ı fünûn Türkçe basılan ilk dergi olup, ilk sayısı Temmuz 1862’de çıktı. Dergi, birinci ve ikinci yıllar on ikişer sayı olarak yayınlandı. 1864’de çıkan büyük kolera salgını yüzünden yayını durdurdu. 1866’da yeniden yayına başladıysa da 14 sayı çıktıktan sonra, 1867 Haziran’ında yayımına son verildi. Münif Paşa, 1883 yılında yeniden yayınlamaya başladı ise de, kısa bir müddet içinde tekrar kapandı. Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de yaptığı bir konuşmada alfabede reform mes’elesini ortaya atan Münif Efendi, ıslâh edilmiş bir Arapça matbaa yazısı kullanılmasını teklif etti. Bu faaliyetleri ile şöhreti fazlalaştı. O yıllarda sadrâzam olan Avrupa hayranı Âlî, Keçecizâde Fuâd ve Mütercim Rüşdî paşalar tarafından destek gördü. 1867’de zaptiye müsteşarlığına, bir yıl sonra Dîvân-ı temyiz reisliğine getirildi. 1869’da vazifeden alındı. Aynı yıl Meclis-i maârif reisi oldu. Eğitimde köklü değişiklikler yapmak istedi, fakat meclisi ikna edemedi. Kendi tâbiri ile maârifi değil, maârif meclisi resmî kâğıtlarının başlığını bile değiştirmeye muvaffak olamadan 1872’de Tahran sefaretine tâyin edildi. 1877’de Maârif nâzırı oldu. Bu sırada Dans mektebi açılmasını teklif etti. Daha sonra Ticâret nâzırlığına geçti. Üç ay sonra da vazifeden azledildi. 1878’de ikinci defa Maârif nâzırı oldu. 1879’da vezirlik rütbesi verildi. 1880’de nâzırlıktan ayrıldı. Bir müddet açıkta kaldıktan sonra, Meclis-i sıhhiye reisliğine getirildi. 1884’de üçüncü defa Maârif nâzırı oldu. 1892’de azledildi. 1896’da İran şahı Nâsırüddîn’in ellinci cülûs yılını tebrik için Tahran’a gönderildi. Az sonra ikinci defa Tahran büyükelçisi oldu. Kızının ölümü üzerine emekliliğini isteyerek İstanbul’a döndü. Mekteb-i hukûk’da; Hikmet-i hukuk, Edebiyat, İlm-i Servet gibi dersler okuttu. 1910 yılında İstanbul Erenköy’de öldü. Sahrâ-yı Cedîd mezarlığına defnedildi. Tanzîmât sadrâzamlarından Alî Paşa ile yakın münâsebeti bulunan Münif Paşa, bu sebeple, Alî Paşa’nın hasımlarının hücumuna mâruz kalmıştır. Kendisi mason olup, devamlı olarak Avrupaî tarzda yenileşme fikirlerini savunmuştur. Filozof tabiatlı, eskileri ve kendi devrindeki ricalden kimseyi beğenmeyen, kendisine ve bilgisine fazla güvenen Münif Paşa, maârifle ilgili birtakım yenilikler yapmak istemiş, bâzılarını gerçekleştirmiş ise de, millî bünyemize uymadığı için pek çoğunu tahakkuk ettirememiştir. Zamanın siyâsî hareketlerine doğrudan katılmamış, rejim değişikliğinden ziyâde; gazete, mecmua, kitap, mektep yolu ile Avrupalılaşmak gerektiğini savunmuştur. Maârifdeki vazifeleri sırasında kitap yayımını ve mecmuaları himaye etmiştir. Bâyezîd Kütüphânesi’nin açılışında ve dârülmualimînin gelişmesinde gayret sarf etti. Batı kültürünün memlekete sokulmasında teşvîk olması için, batı dillerinin yaygınlık kazanmasına çalıştı. Bildiği batı dilleri ile batıdan öğrendiği bilgileri memlekette yaymak için yazıp çizdi. Zamanına göre sâde bir üslûbla yazılar yazmış olan Münif Paşa, şiirle de uğraşmasına rağmen, şâir olarak tanınmamıştır. Şairliği pek çekici değildir. Gazelleri, nazireleri kuvvetli sayılmaz. Münif Paşa, gerek gazete ve mecmualarda neşr edilen yazılarında, gerekse Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 600. yıl dönümü sebebiyle söylediği Dâsıtân-ı âl-i Osman adlı eserinde çok sâde ve tabiî bir Türkçe kullanmıştır. Halk destanlarının klasik on birli vezni yerine halk şiirinde az kullanılan on’lu vezinle yazdığı Dâsıtân-ı âl-i Osman’da her dörtlük sonunda kullanılan kâfiye, son asırlarda halk destanlarına intikal eden ve halk söyleşilerinde sıkça rastlanan dîvân kâfiyesini kullanmıştır. Her pâdişâh için bir dörtlük ayrılan destanda, zamanının pâdişâhı olan sultan İkinci Abdulhamîd Han için söylenen kısım daha fazladır. Münif Paşa’nın hukuk, iktisâd, târih, edebiyat ve başka sahalara âid 27 eseri vardır. Bunlardan bâzıları yayınlanmamıştır. Fenellon, Fontelle, Volter gibi kimselerden topladığı diyaloglardan meydana gelen Muhâverât-ı Hikemiye adlı eserinde; insan, şöhret, ferdî ihtiras, vatan sevgisi, cemiyet ahlâkı, kadın terbiyesi gibi konularda, o zamana kadar gelen kendi târih ve kültürümüzden kaynaklanan hâkim görüşler dışında yeni Avrupaî görüşler ortaya koymuştur. Basılmış olan eserleri; Dâsitân-ı âl-i Osman, Telhis-i Hikem-i Hukuk, Târih-i Hükemâ-yı Yunan, İlm-i Sarf ve Nahiv, Medhal-ı ilm-i Hukuk, Ilm-i Servet, Hikmet-i Hukûk’dur. Basılmayan eserleri ise, Mecmûa-yı eş’âr, İlm-i Belagat, İran’a giden Ricâl-i Osmaniye hakkında Ma’Iûmat, İran Rûz-nâmesi’dir. Münif Paşa’ya âid olduğu söylenen ancak ele geçmeyen 22 adet eser, Osmanlı Müellifleri eserinde sayılmaktadır. Son asır Türk Şâirleri adlı eserde bâzı fıkraları ile şiirlerinden örneklere yer verilmiştir. 1) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 240 2) Resimli Türk Edebiyatı; cild-2, sh. 956 3) XIX. Asır Türk Edebiyatı Târihi; sh. 150 4) Modern Türkiye’nin Doğuşu; sh. 422 5) Son Asır Türk Şâirleri; sh. 996 6) Münif Paşa (Hayat Târih Mecmuası, sene-1980, sayı-1); sh. 18 MÜSTAKİMZÂDE Osmanlı âlimlerinin meşhurlarından. Adı Süleymân Sa’deddîn’dir. 1719 (H. 1131) senesinde İstanbul’da doğdu. 1787 (H. 1202)’de aynı şehirde vefât etti. Kabri, İstanbul Unkapanı’na inen cadde ile Zeyrek yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanında, hocası Mehmed Emin Tokâdî hazretlerinin ayak ucundadır. Babası Müstakim Emin Efendi’ye izafeten Müstakimzâde nâmıyla tanınmıştır. Künyesi, Ebü’l-mevâhip; lakabı Ma’sûmî ve Emînîdir. İstanbullu olduğu için de İstanbulî nisbesi verilmiştir. Müstakimzâde önce babasından ilim öğrendi. Daha sonra devrin âlimlerinden Fâtih Câmii imâmı Seyyid Yûsuf Efendi’den kıraat ve fıkıh tahsîl etti. Pâdişâhın has tabiblerinden baş tabib Hayâtizâde Mustafa Feyzî Efendi’den ilim öğrendi. Yine meşhur âlimlerden Yemliha Hasan Efendi’den, saray hocalarından Hâfız Mehmed, Babadağlı Süleymân ve Seyyid Mehmed efendilerden çeşitli ilimleri; Şeyh Abbâs Râsim Efendi’den Fârisî’yi öğrendi. Sonra Üsküdar Vâlide Câmii vâizi Îsâzâde Şeyh Mehmed Salih Efendi vasıtasıyla Abdülganî Nablüsî Şâmî hazretleri silsilesinden hadîs-i şerîf ilmini öğrendi. Fındıkzâde İbrâhim Efendi, Edirnekapılı Mehmed Râsim Efendi ve Kâtibzâde Mehmed Refî Efendi’den hat dersleri alıp hat (yazı) san’atında yetişti. Zahirî ilimleri öğrendikten sonra, bâtını ilimlerde Şeyh Mehmed Salih Sahavî’ye talebe oldu. Müstakimzâde bütün bu tahsîl hayâtından sonra, hayâtından önemli bir safhaya büyük bir âlim ve yüksek bir velî olan Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerini tanımakla başladı. Böyle büyük bir âlimi, zahirî ve bâtınî ilimlerde yetişmiş ve yetiştirebilen, tasavvufun yüksek derecelerine ulaşmış, kıymetli rehberi tanıması şu şekildedir: Müstakimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi, şeyhülislâm Hamid Efendi Medresesi’nde ilim tahsîli ile meşgul iken, bir gün ders esnasında dershaneye nûr yüzlü mübarek bir zât geldi. Bu zât Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri idi. Dershanede ders veren hoca, onu eskiden beri tanıyıp çok sever ve hürmet ederdi. Teşrifi üzerine hürmeten dersi tehir etti. Müstakimzâde bu zâtı daha önce şahsen görmüştü. Fakat ismen tanımıyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri dershanede sohbete başladı. Mübarek ağzından adetâ nûr saçılıyor; latîf cevherleri ve kıymetli bilgileri dinleyenlerin zihinlerine ve kalblerine nakşediyordu. Bu zâtın sohbetinde ilk defa bulunan Müstakimzâde, bu kıymetli sohbeti can kulağı ile dinlerken bambaşka bir âleme daldı ve kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Muhabbet ve iştiyakla gözyaşları dökerek emsaline az rastlanan kıymetli sohbeti dinledi. O zât sohbetini bitirip medreseden ayrıldı. Müstakimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi, kalbini cezbeden ve kendisine hayran olup, muhabbetle bağlandığı bu zâtın kim olduğunu sorup öğrendi. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri de dergâhına gidince, Müstakimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi’yi kasdederek; oradaki dostlarına; “Hayli zamandır ortalıkta dolaşan bir av vardı. Onu sâadet tuzağına düşürmek niyetindeyiz” buyurmuştu. Müstakimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi, çok sevip tutulduğu bu zâtın evini öğrendi. Nihayet dayanamayıp bir seher vakti Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin evine gitmek üzere yola çıktı. Kapısına varınca, kapıyı çalmadan o mübarek zât tarafından kapıda karşılanıp içeri kabul edildi. Bu ilk ziyarette çok ikrâm ve iltifata kavuştu. Kendisini talebeliğe kabul edip önce zahirî ilimlerde ders verdi. Bundan sonra senelerce derslerine ve sohbetlerine devam etti. Tasavvufta Ahrâriyye yolunda yetiştirdi. Hadîs ilminden çeşitli hadîs kitablarını ve Buhârî-i şerifi okuttu ve bu ilimde icazet verdi. Müstakimzâde, hocası Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin vefâtından sonra da ilmî çalışmalar yaptı. Pek çok eser yazdı. Yazdığı kıymetli eserlerden büyüklü küçüklü yüz otuz adedi, İstanbul kütüphânelerinde mevcûddur. Eserleri çeşitli ilimlere âid olup, değişik mevzûlardadır. Bâzı kıymetli eserleri Türkçe’ye tercüme etmiştir. İslâm dünyâsında yazılan eserler arasında bir benzeri daha bulunmayacak derecede kıymetli bir eser olan Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî’yi kuddise sirruh ve Mektûbât-ı Mâsûmî’yi altı cild hâlinde Osmanlıca’ya tercüme etti. Eserlerinden bir kısmı şunlardır: Dîvân-ı hazret-i Ali, Devhut-ül-meşâyıh, Tuhfet-i hattatîn, Terceme-i fikh-ı ekber, Risâle-i ebeveyn, Menâkıb-ı Eshâb-ı Bedr, Akîdet’üssûfiyye, Mürşîd-ül-müteehhilîn tercümesi, Terâcim-i abvâl. Bunun yanında ayrıca şiirleri de vardır. Bir şiiri şöyledir: “Yâ Rab! Kalemim mûy-i fenadan sakla Tahrîrimi ta’n-ı süfehâdan sakla Tevfîkin idüp kanda gidersem rehber Şâhrâh-ı şeriatte hatâdan sakla!” (Ey Allahım! Kalemimi fena kılından uzak tut ve yazdıklarımı alçakların kınamasına fırsat verme. Bana tevfîkinle nereye gidersem kılavuz eyle. İslâmiyet’in parlak olan ana caddesinde yürüt ve günâha yaklaştırma.) 1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 150 2) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 168 3) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 47 4) Tuhfe-i Hattatîn; sh. 3 5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1078 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-16, sh. 300 MÜTERCİM ÂSIM EFENDİ Lügat, kelâm, hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. On ikinci asrın ikinci yarısında Antep’de doğdu. Babası, Antep şer’iyye mahkemesi başkâtiplerinden Seyyid Mehmed Cenânî’dir. Âsım Efendi, 1820 (H. 1236)’da Üsküdar’da vefât etti. Nuhkuyusu Kabristanına defnedildi. Aile çevresinde, âlimlerin çoğunlukta olması sebebiyle, küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı, Ömerzâde Hâfız Efendi ve Hacızâde Efendi’den âlet (yardımcı) ilimleri öğrendi. Zamanında Anteb’in ileri gelen âlimlerinden Hoca Necîb Abdullah Efendi ile Hacı Mehmed ve Ahmed efendilerden fıkıh, kelâm, tefsîr, hadîs gibi yüksek ilimleri tahsîl etti. Devrinin güçlü ilim merkezlerinden biri olan Antep’de, daha bir çok âlimin ilminden istifâde ederek kendisini yetiştirdi. Kilisli şâir Ruhî Mustafa Efendi’den ve babasından Farsça’yı öğrenip, edebiyat bilgilerini genişletti. Bir müddet şer’iyye mahkemesi kâtipliği yaptı. Zekâ ve hafızası, bitmez-tükenmez çalışma azmi ve kabiliyetleri ile, kısa zamanda Anteb’in ileri gelenlerinin takdirine mazhâr oldu. Anteb mutasarrıfı Battal Paşazade Seyyid Ahmed Paşa’nın, dîvân kâtibi oldu. Bir isyân netîcesinde Anteb’in ileri gelen otuzkırk âlimi ile birlikte Kilis’e gitti. Baba ve dedelerinden gelen pek çok kıymetli kitaplarının bulunduğu kütüphânesi isyâncılar tarafından yağmalandı. Bir müddet Kilis’te kaldıktan sonra, ailesini tekrar Anteb’e bırakıp, 1789 senesinde gittiği İstanbul’da ulemâ arasına karıştı. Ancak müderrislik için sıra bekleyen medrese me’zûnlarının çokluğu, Âsım Efendi’nin işini bir hayli zorlaştırdı. Kazasker Tatarcık Abdullah Efendi ile tanışıp takdirlerine mazhâr oldu. 1796 senesinde müderrislik imtihanını kazanıp, rüûs adı verilen berâtı aldı. Bu arada hem ilim sahiplerinin ilminden istifâdeye çalışıyor, hem de Farsça’dan, Farça’ya en meşhur lügat kitabı olan Burhân-ı kâtı’ı Türkçe’ye tercüme ediyordu, Bu tercümenin ilk bölümünü bir vesile ile sultan üçüncü Selîm Han’a takdîm etti. İlme ve ilim ehline düşkün olan Pâdişâh, Âsım Efendi’yi takdîr ve taltîf ederek, sefaret hâdiselerinin kaydı, resmî mektupların yazılması gibi münâsip hizmetlerde bulunmasına, kendisine bir ev ve üç yüz kuruş maaş verilmesine dâir emir verdi ve atiyye (hediye para) de bulundu. Daha sonra sıkıştığı anlarda, devamlı şekilde pâdişâh’ın yardımlarını gördü. Bu arada Burhân-ı kâtı’ın tercümesini tamamladı. Arabca öğrenenlere yardımcı olmak için manzum Tuhfe-i Âsım adlı eseri yazdı. Râgıb Paşa Hocası nâmıyla bilinen İbrâhim Halebî’nin, Siyer-i Halebî isimli Arabca manzum eserini Türkçe’ye tercüme ve şerhederek, Pâdişâh’a takdîm edip, hacca gitmek ve dönüşte ailesini getirmek için izin aldı. Gemiyle Mısır’a oradan Mekke-i mükerremeye gitti. Hac vazîfesini îfâdan sonra Medîne-i münevvereye gidip, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kabr-i şerifini ziyaret etmekle şereflendi. Orada, Antep’deki hocası Necîb Efendi ile görüştü. Hocası Firûzâbâdî’nin Kâmûs’unu tercüme etmesini tavsiye etti. Resûlullah efendimizin huzurunda murakabe yapıp, bu hizmetinde muvaffakiyeti ve eserinin Allahü teâlânın dînine hizmette kullanılması için duâ etti. Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem şefaatini taleb etti. Hac dönüşü Şam ve Haleb’e uğrayan Âsım Efendi, Anteb’deki ailesini alıp İstanbul’a döndü. 1805 senesinde Kâmûs’un tercümesine başladı. 1807 senesinde istifa eden Âmiri Efendi yerine, Osmanlı Devleti’nde geçen, günlük mühim hâdiseleri kaydetmek ve geçmiş olayların târihini yazmakla yâni vak’anüvislikle vazifelendirildi. Kendinden önceki vak’anüvislerin eserlerini ve vesîkaları görüp, inceledi. Sultan üçüncü Selîm Han’ın tahttan indirilmesi üzerine, büyük bir hamisini kaybetti ve ilk zamanlar bir hayli sıkıntı çekti. Sultan dördüncü Mustafa han’ın bir yıllık saltanatı sırasında da Pâdişâh’ın huzurunda dersler verdi. Bu arada İstanbul’a, Osmanlı elçisi Seyyid Refî Efendi ile birlikte İran’dan bir elçilik hey’eti geldi. Elçi, Hoy’daki din adamlarının başı olan Ak İbrâhim adında, Eshâb-ı kiram düşmanı azgın bir sapıktı. Acemlere yakışır bir yüksekten bakma edasıyla, Osmanlı diyarında âlim bulunmadığı iddiasında bulundu. Fakat Seyyid Refî Efendi’den Âsım Efendi’nin Kâmûs’u tercüme ettiğini duyunca hayret etti. Âsım Efendi ile görüşmek istedi. Âsım Efendi, tercümesinin bir kısmını çantasına alıp, Refî Efendiyle beraber Ak İbrâhim’in yanına gitti. Yapılan görüşme ve ilmî sohbetler sonunda Âsım Efendi’nin ilmini takdir etti. Bu hâdiseden çok duygulanan Osmanlı elçisi Refî Efendi dışarı çıkar çıkmaz ilminin yüksekliğini gördüğü ve oradaki sohbetinden çok istifâde ettiği Âsım Efendi’nin ellerini öptü. Elçi, şeyhülislâmı ziyareti esnasında, fevkalâde beğendiği Âsım Efendi’nin lügati basıldığında, Bağdâd vâlisi vasıtasıyla hiç olmazsa bir nüshasının gönderilmesi için istirhamda bulundu. Sultan İkinci Mahmûd’un tahta çıkmasından bir müddet sonra tekrar îtibârı artan Âsım Efendi, Süleymâniye Medresesi müderrisliğine tâyin edilip, büyük bir ev verildi. 1810’da bitirdiği Kâmûs’un tercümesini Pâdişâh’a takdim etti. Tekrar gözden geçirildiği tahmin edilen eser, daha sonra 1814 senesinde zamanın şeyhülislâmı tarafından pâdişâha arzedilip kitap hâlinde basılmasını tavsiye edildi. Bu arada Âsım Efendi’ye mühim me’mûriyetlerden Selanik kâdılığı verildi. Kâmûs’un basılması isteği derhâl kabul edilerek, bu işle Abdürrahîm Muhib Efendi vazifelendirildi. Eser 1815-1818 seneleri arasında basıldı. Pâdişâh’ın emriyle her kütüphâneye birer nüsha dağıtıldı. 1820 senesinde Selanik’teki me’mûriyet müddeti biten Âsım Efendi, İstanbul’a döndü. Çok geçmeden Üsküdar’daki evinde vefât etti. El-Okyanus-ul-basît fî tercümet-il-Kâmûs- il-muhît, Burhân-ı kâtı tercümesi, Siyer-i Halebî tercümesi, Emâlî şerhi, Tuhfe-i Âsım, Abdurrahmân Cebertî’nin Mısır’ın Fransızlarca işgali ile ilgili olarak yazdığı Muzhîr-it-takdis bi-hurûci tâifet-ilFransis adındaki Arabça risalenin Türkçe’ye tercümesi, Târih-i Âsım adlı eserleri ve şiirleri ile Allahü teâlânın dînîne ve Türk kültürüne büyük hizmetlerde bulunan Âsım Efendi, çok zekî ve çalışkan bir şahsiyetti. Vakitlerini hep faydalı işlerle değerlendirir, ya öğrenici veya öğretici olurdu, ilim ve ibâdetten arta kalan zamanı olmaz, uykuyu daha iyi ibâdet edebilmek için uyur, yemeği Allahü teâlânın dînine hizmet için, kuvvet kazanmak niyetiyle yerdi. Osmanlı Devleti içinde yeni başlayan Avrupa hayranlığına şiddetle karşı çıkar, Fransa’ya gidenlerin, onların tekniklerinden önce; dînimize, yaşayışımıza uygun olmayan örf ve âdetlerini aldıklarını söylerdi. Bilhassa devletin dış münâsebetlerinde güvenilemeyeceğini söyleyerek, Fransızca bilen gayr-i müslim tercüman kullanılmasını şiddetle tenkid ederdi. Bilhassa Rum beylerinden bir kısmının Fransız, bir kısmının da Rus tarafdârı olduğunu ifâde ederdi. Kendisi ilmi ile âmil bir zât-ı muhterem olan Seyyid Ahmed Âsım Efendi, mühim işlerinde, Peygamber efendimizin sünnetine uyarak ehil kimselerle istişare yapar, istiharede bulunurdu. Âsım Efendi, pâdişâh ve devlet adamlarına emr-i mârufta bulunur, işlere ehil kimselerin getirilmesini, ilim ve İrfan sahiplerine gereken alâkanın gösterilmesini, sahte din adamlarına iltifat edilmemesini sık sık anlatırdı. Bilhassa büyüklerin yolunda olduğunu iddia edip, İslâmiyet’in emir ve yasaklarına uymayan sahte şeyhleri şiddetle tenkid eder, onlara yüz verilmemesini isterdi. Tarihçiler tarafından çok ehemmiyet verilen Târih’inde, İbn-i Haldun ve Nâimâ’nın te’siri görülür. Eserinde devletin düzelip, nizâm ve intizâmın sağlanması için bâzı tavsiyelerde bulunurdu. Bu hususta şöyle demiştir: “Pâdişâh ve onun emrindeki teşkilât, bütün kuvvet ve kudretiyle selâhiyeti elinde bulundurmalı, İslâmiyet’in emir ve yasaklarına uyarak kesin bir adalet tatbîk edilmelidir. Devletin varlığına ve müslümanların huzuruna kasdeden, zorba ve eşkıyaya, rüşvetçi ve dalkavuklara asla fırsat verilmemelidir. Avrupalılara ve gayr-i müslim vatandaşlara kat’iyyen güvenilmemelidir. Hele ahlâk, örf ve âdetlerde onlara benzemeye çalışmak, memleket için çok kötü neticelerin ortaya çıkmasına sebeb olur. Emr-i mâruf ve nehy-i anilmünker yapıp, Allahü teâlânın emir ve yasaklarının yayılmasıyla meşgul olmadan geçen bir hayât, toplumun cihâd ve cengâverlik duygularını köreltir, israf ve sefahate yol açar. Osmanlı Devleti’ndeki duraklama ve gerileme bundan dolayıdır.” 1) Tercümet-ül-Kâmûs (Ahmed Âsım Efendi) mukaddimesi. 2) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 374 3) Sicilli Osmânî; cild-1, sh. 283 4) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 183 5) Son Asır Türk Şâirleri (İbn-ül-Errûn Mahmûd Kemâl, İstanbul-1330); cild-1, sh. 66 6) Âyine-i zürefâ (Cemâleddîn Efendi); sh. 65 7) Eshâb-ı Kiram; sh. 309 8) Tam İlmihâl Seâdeti Ebediyye; sh. 980 9) Târih-i Âsım, İstanbul, baskı târihi yok, muhtelif sayfalar. 10) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 120 11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 350 MÜTERCİM RÜŞDÎ PAŞA Tanzîmât dönemi Osmanlı sadrâzamlarından. Sinop’un Ayandon (Ayancık) ilçesinden Hacı Hasan Ağa adında fakir bir kayıkçının oğludur. 1811 yılında Ayandon’da doğdu. Üç yaşında ailecek İstanbul’a geldiler. İlk tahsilini mahalle mektebinde yaptı, Vak’a-i hayriye denilen yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra, Tophane’de açılan Asâkir-i muntazama taburuna girdi. Zamanla yükselerek mülâzim (teğmen) oldu. Maaşının bir mikdârıyla özel hoca bularak, biraz Arabî, Fârisî ve Tanaş Efendi adlı birinden Fransızca öğrendi. Yine Hüsrev Paşa’nın aracılığıyla bâzı askerî kitapları Fransızca’dan Türkçe’ye çevirmek üzere sultan İkinci Abdülhamîd Han’a takdîm edildi. Seraskerlik dâiresinde Nâmık Paşa’nın yanında tercüme işiyle görevlendirildi. Nâmık Paşa’nın Londra’ya gönderilmesinden sonra tek başına tercüme işini yürüttüğü için Mütercim diye meşhur oldu. Kolağalık rütbesiyle dokuz sene Rumeli, Anadolu ve Suriye taraflarında çeşitli vazifelerde bulundu. Sırasıyla; binbaşı alay emîni, kaymakam (yarbay) rütbelerine terfî etti. 1839’da miralay (albay), 1843 senesinde Rumeli ordusuna mirliva, daha sonra da Dâr-ı şûraya âzâ oldu. 1845’de ferik, bir müddet sonra da redif kuvvetlerinin kuruluşuyla vazifelendirildi. 1847’de Hassa ordusu müşirliğine, 1848’de Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî reis-ürrüesâlığına ve 1851’de de seraskerliğe tâyin edildi. 1852’de birinci rütbe mecîdî nişanı verildi. 1853’de ikinci defa hassa ordusu müşiri oldu. 1853’de istifa etti. Bir müddet sonra Şam eyâleti vâliliğine ve ordu müşirliğine tâyin olundu, fakat kabul etmedi. 1854’de Meclis-i âlî-i Tanzîmât âzâlığına, 1855’de ikinci defa seraskerliğe tâyin edildi. Sultan Abdülmecîd Han ona iki kere kapudanlık ve bir kere de sadâret teklifinde bulunduysa da, Rızâ ve Mehmed Ali paşalarla çalışmaktan kaçındığı için, bu teklifleri kabul etmedi. 1856’da seraskerlik vazifesinden alındı. 1857’de üçüncü defa seraskerliğe getirilen Mütercim Mehmed Rüşdî Paşa, 1858’de tekrar vazîfeden ayrıldı ve Tophane müşiri oldu. Aynı sene içinde Meclis-i âlî-i Tanzîmât reisi oldu. 1859 yılında Kıbrıslı Mehmed Emîn Paşa’nın vazîfeden alınmasından sonra, sultan Abdülmecîd Han tarafından sadrâzamlığa getirildi. Abdülmecîd Han, Mütercim Mehmed Rüşdî Paşa’yı sevmediği hâlde, sadâret makamının Alî ve Fuâd paşaların tekelinde kalmaması için, bu vazifeyi kerhen verdi. Rızâ ve Âlî paşalarla arası açık olan Mütercim Rüşdî Paşa, muhaliflerinin dedikoduları üzerine sadâretten ayrılmak istediyse de istifası kabul edilmedi. 1860’da sadâretten azledilerek yeni kurulan Meclis-i Hazâin reisliğine getirildi. Aynı sene içinde gözlerindeki rahatsızlığı tedavi ettirmek için Berlin’e gitti. Paris ve diğer Avrupa şehirlerini de gezdikten sonra İstanbul’a dönen Mütercim Mehmed Rüşdî Paşa, 1861’de sultan Abdülazîz Han tarafından kabul edildi. Dördüncü defa serasker oldu. Sultan Abdülazîz Han’a karşı sadrâzam Fuâd Paşa, hâriciye nâzırı Âlî Paşa, Meclis-i vâlâyı Ahkâm-ı adliye reisi Yûsuf Kâmil paşalarla birlikte hareket ederek seraskerlikten istifa etmeye karar verdi. Ancak daha sonra onlarla birlikte bulunmaktan ve istifa etmekten vaz geçti. Fakat daha sonra, askerî masrafların bütçeyi sarsması sebebiyle, seraskerlik vazîfesinden azledildi. 1865’de Mecâlis-i âliyyeye me’mûr oldu. 1866’da Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyye reisliğine, aynı sene içinde, Fuâd Paşa’nın sadrâzamlıktan ayrılması üzerine ikinci defa sadârete getirildi. Girid ayaklanması karşısında başarısız olması üzerine sadâretten ayrıldı. 1867’de beşinci defa seraskerliğe getirildi. 1868’de bu vazîfeden tekrar ayrıldı. 1870’de Meclis-i âliyyeye me’mur edildi. 1871’de Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nâzırı oldu. Sadrâzam Mahmûd Nedîm Paşa’nın diğer devlet ricaline karşı uyguladığı keyfî muameleler sebebiyle, Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nâzırlığından ayrıldı. 1872’de üçüncü defa sadârete getirilen Mütercim Rüşdî Paşa, dört ay kadar bu vazifede kaldıktan sonra ayrıldı. 1876 senesinde sadrâzam Mahmûd Nedîm Paşa’nın, Midhat Paşa ve yardımcılarının tahrikiyle medrese talebelerinin gösterilerde bulunması sebebiyle, sultan Abdülazîz Han tarafından vazifeden azledilmesi üzerine dördüncü defa sadârete getirildi. Sultan Abdülazîz Han’ın tahttan indiritişi esnasında sadrâzam olup, Midhat ve Hüseyin Avni paşalarla birlikte hareket etti. Sultan beşinci Murâd Han’ın pâdişâhlığı sırasında da sadârette kaldı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın pâdişâhlığının ilk zamanlarında da bir müddet yerini korudu. Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesinden sonra devletin tek hâkimi durumuna geldi. Meşrûtiyet idaresine karşı olan Mütercim Mehmed Rüşdî Paşa, Kânûn-i esâsî çalışmaları sırasında sadârette kaldı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın kılıç alayı törenine hastalığını bahane ederek katılmadı. Tersane konferansında Pâdişâh’ın tebliğ ettiği tedbirlere îtibâr etmeyerek, konferansın aleyhimize cereyan etmesine sebeb oldu. Sultan Abdülhamîd Han’a karşı olan bâzı davranışları sebebiyle hastalık ve ihtiyarlığını ileri sürerek 1876’da sadâret vazifesinden istifa etti. Ali Süâvî vak’asından sonra, Sâdık Paşa’nın sadâretten azl edilmesi üzerine, 1878’de beşinci defa sadrâzam olan Mütercim Mehmed Rüşdî Paşa, Pâdişâh’ın îtimâdını kaybeden Sâdık Paşa’yı dâhiliye nâzırı yapmak, sultan Abdülazîz Han’ın hal’inde önemli rol oynayan Kayserili Ahmed Paşa’yı İstanbul’a çağırmak istemesi, Pâdişâh’a sûikasd tertipleyen Ali Süâvî’nin adamlarını affettirmek çabasına düşmesi sebebiyle, bir hafta sonra vazîfeden azledildi. Pâdişâh’a karşı olan bâzı hareketleri sebebiyle İstanbul’dan uzaklaştırılarak Manisa’ya gönderildi. Sultan Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesiyle ilgili dâvâdâ İzmir’e getirtilerek sorguya çekildi. Yıldız Mahkemesince mahkûm edildi. Sultan tarafından sürgüne çevrilen cezasını çekerken bulunduğu Manisa’da, tutulduğu sinir hastalığından kurtulamıyarak 27 Mart 1882’de öldü. Hâtûniye Câmii bahçesine defnedildi. Mütercim Mehmed Rüşdî Paşa kendi çalışma ve gayretiyle seraskerlik ve sadrâzamlık makamlarına ulaşabilmişti. Ancak sorumluluktan kaçan ve çekingen bir kişiliğe sâhib olması sebebiyle zaman zaman aldığı vazifelerden istifa etmiş, sultan Abdülazîz Han’a karşı hâince plânlar tertipleyerek tahttan indiren ve şehîd eden kimselere âlet olmuştu. Köklü bir tahsîli olmayıp, Avrupa kültürünün te’sirinde kalmış olan Mehmed Rüşdî Paşa, Pâdişâh’a karşı iki yüzlü bir yol tâkib etti. Kendini düşünen, ortaya atılan her fikre karşı çıkan, riyakar, kibirli bir kişiliği vardı. İktidar mevkiinde kimsenin varlığına tahammül edemez, kendinden başka kusursuz adam bulunmadığını kabul eder, kimsenin aklını beğenmezdi. İşret ve fuhşiyâta düşkün olduğu hâlde, hâlini herkesten gizler, insanlara iki yüzlü muamelede bulunurdu. İstanbul’dan uzaklaşmaktan pek korkardı. Defalarca sadârete getirildiği hâlde devlet ve millet faydasına ciddî bir iş görmemişti. Bir iki askerî talimnameden başka bir tercümesi de bilinmemektedir. 1) Son Sadrâzamlar; cild-1, sh. 101 2) Târih-i Lütfî; cild-5, sh. 143 3) Sultan İkinci Abdülhamîd ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar; sh. 273 4) Bir Darbenin Anatomisi; sh. 34 5) Osmanlı imparatorluğu Târihi; cild-13, sh. 241 6) Midhat ve Rüşdî Paşaların Tevkiflerine Dâir Vesikalar 7) Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi; sh. 221 NÂBİ On yedinci yüzyılda yetişen şâir ve velî. 1642 senesinde Urfa’da doğdu. Asıl ismi Yûsufdur. Çocukluğunda iyi bir tahsîl görüp, Arabça ve Farsça’yı şiir yazabilecek derecede öğrendi. Yâkûb Halîfe ismindeki Kadiri şeyhine talebe oldu. Bir müddet bu hocasının ilmi ve feyzinden istifâde ederek kemâle erdi. 24 yaşına geldiğinde hocasının ve yakınlarının teşvikiyle İstanbul’a geldi. Vezir Musâhib Mustafa Paşa’ya takdîm ettiği bir medhiye sonrasında dîvân kâtibi oldu. Şiir yazmada gösterdiği başarılarla dikkati çekti. Sultan dördüncü Mehmed’in maiyyeti arasına girdi. 1671 senesinde Sultan’ın da çıktığı Lehistan seferine katıldı. Kamaniçe kalesinin fethi üzerine yazdığı bir şiir, Sultan tarafından beğenilerek şehrin kapısına hakkedildi (kazınarak yazıldı). Mustafa Paşa’nın tavsiyesi üzerine yazdığı Kamaniçe fetihnamesi sayesinde, Sultan’ın teveccühünü kazanarak takdîr ve iltifatına mazhâr oldu. Nâbî artık devamlı surette ve hemen her vesîle ile doğan şehzâdeler, Mustafa Paşa’nın çocukları, inşâ edilen saraylar ve başka hususlarda kasîdeler söylüyor, târihler düşürüyordu. 1768 senesinde hac farizasını yerine getirdikten sonra, İstanbul’a dönen Nâbî, Mustafa Paşa’nın kethüdası oldu. 1682’de Tuhfet-ül-harameyn adlı eserini yazdı. Mustafa Paşa’nın kapdân-ı deryalıkla saraydan uzaklaştırılması ve daha sonra Mora’ya gönderilmesi sırasında yanında bulundu. Paşa, Boğazhisar muhafızlığına tâyin edildikten sonra, vefât edince, Nâbî de Haleb’e gitti. Halep’de uzun yıllar kalarak Hayriye ve Hayrâbâd adlı eserlerini yazdı. Dîvân’ını tertib etti. Yakın dostu Halep vâlisi Baltacı Mehmed Paşa, 18 Ağustos 1710 senesinde ikinci defa sadrâzam olunca, Nâbîyi de İstanbul’a getirdi. Yaşının yetmişi geçmesine rağmen vatanına ve milletine hizmet etmek istediğinden, kendi isteğiyle darphâne eminliğine, sonra da Anadolu muhasebeciliği ve mukâbele-i süvari reisliğine tâyin edildi. Vazifesinden artan zamanlarda şiir ve çeşitli eserler kaleme aldı. Silâhdâr Ali Paşa’nın ısrarı ile toplanan Münşeât’ını tedkîk edip, bir de önsöz yazdı. 10 Nisan 1712’de vefât etti. Kabri, Üsküdar’da, Karacaahmed Mezarlığı’nda Miskinler Tekkesi civarındadır. Nâbî, şiirlerinde, dâimâ iyiyi ve doğruyu vermeye çalıştı. Osmanlı Türk edebiyatında hikemî şiir mektebinin ustası olarak tanındı. Kendisini bu yolda Koca Râgıb Paşa gibi dîvân şâirleri tâkib etti. Şahsî duyguları, gönül arzularını aştı, hakîkî bir müslümanın hayâtını hem yaşadı, hem de şiirlerinde dile getirdi. Geçici olan dünyânın hâllerine aldanmamak, kimseye haksızlık ve zulmetmemek, hep müşfik, merhametli olmak, gurur ve kibirden sakınmak, şiirlerindeki nasîhatlerinden en çok rastlananlarıdır. Şiir dili kısmen sâde, söyleyişi düzgün, rahat ve çekicidir. En güçlü şiirlerini gazel tarzında vermekle beraber, rubâî, kıt’a, kasîde, na’t ve mesnevî de yazdı. Eserleri: a) Manzum eserleri: 1- Türkçe Dîvân: Muhtelif yazmalarından başka, Bulak’da (1841) ve bir defa da İstanbul’da (1875) basılmıştır. 2- Dîvânçe-i Gazeliyyât-ı Fârisî, 3Tercüme-i Hadîs-i Erbain: Molla Câmî’nin Farsça nazmettiği 40 Hadîs’in Türkçe’ye tercümesidir. 4- Hayriyye, 5- Hayrâbât, 6- Surnâme. b) Mensur eserleri: 1- Fethnâme-i Kamaniçe, 2- Tuhfet-ül-Harameyn, 3- Zeyl-i Siyer-i Veysî: On yedinci asır nesir üstadı Veysî’nin Bedr gazâsına kadar yazdığı siyer kitabına, Mekke’nin fethine kadar yapılmış bir ilâvedir. 1832’de Mısır’da basıldı. 4Münşeat. SAKIN TERK-İ EDEBDEN!.. 1678 senesinde hacca gitmek ve sevgisiyle yanıp tutuştuğu peygamberimiz Muhammed Mustafâ’nın sallallahû aleyhi ve sellem makâm-ı şerifine yüz sürmek için Sultan’dan izin alıp yola çıktı. Beraberinde yola çıktığı hac kafilesi Osmanlı devlet ricalinden meydâna geliyordu. Medine’ye yaklaştıkları bir gece, kafiledeki bir devlet büyüğünün, ayaklarını Ravda-i mütehhara’ya doğru uzatarak uyuduğunu gören Nâbî, üzülüp o anda yetkiliyi uyandıracak bir ses tonuyla şu na’tı söyledi: Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-ı Huda’dır bu, Nazargâh-ı ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu. “Edebi terketmekten sakın. Zîrâ burası Allahü teâlânın sevgilisi olan Peygamber efendimizin sallallahû aleyhi ve sellem bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak teâlânın nazar evi, Resûl-i ekremin makamıdır.” Habîb-i Kibriya’nın hâb-gâhıdır fazîletde, Tefevvuk-kerde-i arş-i cenâb-ı Kibriya’dır bu. “Burası cenâb-ı Hakk’ın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir. Fazilet yönünden düşünülürse, Allahü teâlânın arşının en üstündedir.” Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i adem zâil, İmâdın açdı mevcudat dü çeşmin tûtiyâdır bu. “Bu mukaddes yerin mübarek toprağının parlaklığından, yokluk karanlıkları sona erdi. Yaradılmışlar iki gözünü körlükden açtı. Zîrâ burası kör gözlere şifâ veren sürmedir.” Felekde mâh-ı nev Bâb-üs-selâmm sîne-i çâkidir, Bunun kandili cevzâ matlaı nûr-ı ziyâdır bu. “Gökyüzündeki yeni ay, O’nun kapısının, yüreği yaralı âşığıdır. Gökyüzündeki oğlak yıldızı bile O peygamberin nurundan doğmaktadır.” Mürâat-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha, Matâf-ı kudsiyâdır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu. “Ey Nâbî! Bu dergâha, edebin şartlarına riâyet ederek gir. Zîrâ burası, büyük meleklerin etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin hürmetine eğilerek öptüğü tavaf yeridir.” O yüksek rütbeli kişi, Nâbî’nin bu na’tını duyunca, kendisine söylendiğini anladı ve hemen doğrularak ayaklarını kıble yönünden çevirdi. Biraz sonra kafile yola koyuldu ve sabah ezanına yakın Mescid-i Nebî’ye vardı. Mescid-i Nebî’deki müezzinler, minarelerden Ezân-ı Muhammedi’den evvel Nâbî’nin; “Sakın terk-i edebden” diye başlayan na’tını okuyorlardı. Nâbî ve yüksek rütbeli kişi şaşırdılar. Çünkü bu na’tı ikisinden başka kimse bilmiyordu. Nâbî ve diğer zât, sabah namazını kıldıktan sonra, müezzinleri buldular. Nâbî müezzine; “Allah aşkına, Peygamber aşkına ne olursun, söyle! Ezandan önce okuduğun na’tı, kimden, nereden ve nasıl öğrendin?” diye sordu. Müezzin gayet sakin bir şekilde şu cevâbı verdi: “Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi vesellem bu gece Mescid-i Nebî’deki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek buyurdu ki: “Ümmetimden Nâbî isimli biri beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üstündedir. Bu gün sabah ezanından önce, onun benim için söylediği bu na’tı okuyarak, Medine’ye girişini kutlayın.” Biz de Resûhullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin emirlerini yerine getirdik!” Nâbî ağlayarak; “Sahiden Nâbî mi dedi? O iki cihânın Peygamberi, Nâbî gibi bir zavallıyı, günahkârı ümmetinden saymak lütfunu gösterdi mi?” dedi. “Evet” cevâbını alınca da sevincinden kendinden geçti. 1) Büyük Türk Klâsikleri; cild-5, sh. 267 2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 137 3) Nâbi, Hayâtı, Şahsiyeti (Abdülkâdir Karahan, Ankara-1988) 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 11 5) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 263 6) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4534 7) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-2, sh. 587 NÂİMÂ On yedinci asrın meşhûr târihçisi. İsmi, Mustafa Nâim Efendi’dir. 1655 (H. 1065)’de Haleb’de doğdu. 1716 (H. 1128)’de Mora’da Ballubadra (Paliopatras) kasabasında vefât etti. Genç yaşta Haleb’den İstanbul’a gelip Saray-ı hümâyûnda baltacılar koğuşuna girdi. Haleb’de başladığı tahsilini İstanbul’da Enderûn mektebinde devam ettirdi. Daha sonra Dîvân kalemi kâtibliği vazifesini ve bu arada Nâimâ mahlasını aldı. Genç yaştan beri ilmî araştırmalara büyük merakı olan Nâimâ, sarayda ve İstanbul’da bulduğu iyi imkânları değerlendirerek, târih, astroloji ve edebiyat dallarında bilgisini genişletti. Bu gayretleri neticesinde 1682’de Dîvân-ı hümâyûn kâtipleri arasında vazîfe aldı. Bu vazîfede iken reîsülküttâb Râmî Mehmed Paşa ile Rumeli kazaskeri Yahyâ Efendi tarafından himaye gördü. Târih ilmine karşı çok meraklı idi. Ayrıca Haleb kütübhânelerindeki târih kitablarından öğrendiği bilgiler ona ayrı bir vasıf kazandırmış ve îtibâr sağlamıştı. Nâimâ 1700 senesinde Amcazade Hüseyin Paşa tarafından resmî târih yazıcılığı yâni vak’anüvistlik vazîfesine tâyin edildi. Sadrâzam Amcazade Hüseyin Paşa Şârih-ül- Menâr adlı eseri verip, esas kabul etmek suretiyle, bir târih yazmasını istedi. Bunun üzerine Osmanlı târihinde meşhur bir eser olan “Ravdat-ül-Hüseyn fî Hülâsâ-i Ahbâr-il-Hâfikayn” adlı eserini yazdı. Bu eseri yazmasında ve diğer hususlarda kendisine çok yardımı dokunan sadrâzam Amcazade Hüseyin Paşa’ya çok minnetdâr kaldı. Meşhur eserini de ona ithaf etti. O da kendisine takdim edilen bu eseri beğenip, müellife ihsânlarda bulundu. Nâimâ’nın yazdığı bu târih kitabı, 1574 senesinden 1659 senesine kadar seksen seneye yakın bir dönemin hâdiselerini anlatmaktadır. Nâimâ, Edirne vak’asına kadar Amcazade Hüseyin Paşa’nın maiyyetinde çalıştı. Edirne vak’asından sonra Dâmâd Molla Hasan Paşa ve Dâmâd Ali Paşa’nın yanında çalışmaya başladı. Maîyyetinde çalıştığı devlet erkânı, başarılı ve verimli çalışmasını beğendi. Bu sebeple güven ve sevgi kazandı. Netîcede 1704’de Dîvân-ı hümâyûn kâtibliğinden defter emînliğine birkaç ay sonra da Anadolu muhâsibliğine tâyin edildi. Kısa zamanda yüksek makamlarda vazîfe alan Nâimâ, rivayete göre zamanının devlet idarecileri hakkında bâzı sözleri sebebiyle 1706’da Hanya kalesine sürgün edildi. Çorlulu Ali Paşa’nın yardımıyla sürgün yeri Bursa’ya çevrildi. Bilâhare affedilerek tekrar İstanbul’a döndü. Bir müddet devlet idaresinde çeşitli vazifeler yaptıktan sonra, ilme çok meraklı olan Dâmâd Şehîd Ali Paşa’nın emrine verildi. Nâimâ onun yanında kısa zamanda yükselip, 1709’da tekrar Anadolu muhasebecisi oldu. 1712’de yeniden defter emînliğine 1713’dede baş muhasebecilik vazîfesine tâyin edildi. Bu vazîfelerindeki başarısı ile, Ali Paşa’nın güvenilir maiyyeti arasına girdi. Bu sırada sadrâzam Aii Paşa, Mora üzerine bir sefer yapmayı kararlaştırdı. Nâimâ bu seferin neticesinden endişelendiği için sefere tarafdâr olmadı. Ancak sefer yapılıp, Mora yarımadası fethedildi. Bundan sonra Nâimâ Mora’da iken tenzîl-i rütbe kabilinden tahrîr kâtibliğine tâyin edildi. Buna çok üzülen Nâimâ bu vazifede iken 1716’da Baltubadra (Paliopatras)’da vefât etti. Kabri oradaki Fethiye Câmii civarındadır. Nâimâ’nın yazdığı Osmanlı târihi, şehnâmelerden sonra Osmanlı vak’anüvisleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Nâimâ Târihi diye de tanınan bu eserine, doğu ve batının haberlerinin hülâsası, Hüseyin’in bahçesi mânâsında Ravdat-iü-Hüseyin fî hülâsâti ahbâr-ı hâfıkayn adını vermiştir. Eseri yazarken asrının kendinden önceki meşhur tarihçilerinden, târih hâdiseleri yaşamış olan güvenilir kimselerden istifâde etmiştir. Kaynakları, Kâtib Çelebi’nin Fezleke’si, Düstûr-ul-amel ve Mîzân-ül-hak adlı eserleri, İbn-i Haldun’un Mukaddime’si, Âlî’nin Nasîhatüsselâtîn’i, Peçevî, Abdi Paşa Vakayinamesi, Karaçelebizâde Abdülazîz ve Vecîhî târihleri’dir. Asıl kaynağı ise, Şârih-ül-menârzâde Târihi müsveddeleridir. Çeşitli dillere tercüme edilen eser, 1734’de İbrâhim Müteferrika tarafından iki cild hâlinde basıldı. 1843, 1863 ve 1866 senelerinde tekrar basıldı. 1863 baskısı altı cild halindedir. Nâimâ, eserinde yaşadığı devrin sosyal hayâtını tasvir etmiş ve hâdiselerin iç yüzünü aydınlatmayı ihmâl etmemiştir. Eseri îmâlı ve sâde üslubuyla Dünyâ ve Türk tarihçilerinin takdirlerini kazanmıştır. 1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4593 2) Büyük Türk Klasikleri; cild-7, sh. 151 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 18 4) Âlimler ve San’atkârlar; sh. 207 5) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-2, sh. 694 6) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-2, sh. 594 NAKÎB-ÜL-EŞRÂF Osmanlı devlet teşkilâtında seyyidlerin ve şeriflerin doğum ve vefât kayıtlarını tutan ve işleri ile ilgilenen müessesenin idarecisi. Hazret-i Fâtıma ile hazret-i Ali’nin çocuklarından hazret-i Hüseyin’in soyundan gelenlere seyyid, hazret-i Hasan’ın soyundan gelenlere Şerîf denir. Evlâd-ı Resul olan bu kıymetli insanlara daha önceleri olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de hürmet gösterilmiştir. Ayrıca onlara âid işleri görmek için vazifeli me’mûr tâyin edilmiştir. Nakîb-ül-eşraf adı verilen bu me’mûr, Peygamber efendimizin torunlarının işlerine bakar, neseblerini kayd ve zapteder, doğumlarını ve vefâtlarını deftere geçirir, onları âdî işlere ve şânlarına uygun olmayan san’atlara girmekten menederdi. Fena hâllere düşmelerine mâni olur, haklarını korurdu. Fey ve ganimetten onların hisselerini alıp aralarında dağıtırdı. Bu sülâleden olan kadınların küfvî, dengi olmayanlarla evlenmelerini men eylerdi. Nakîb-ül-eşrâf bütün bu vazîfeleriyle, Peygamber efendimizin torunlarının umûmî bir vâsisi durumunda idi. Osmanlı sultanları, Osmanlı topraklarına gelen seyyid ve şeriflere, başka hiç bir memlekette misâli görülmeyen bir sevgi ve saygı göstermişlerdi. Onların rahat ve huzur içinde yaşamaları için gereken her türlü hizmeti yapmışlardı. Onları her çeşit vergiden muaf tutarak bunları belgeleyen birer berât vermişlerdir. Osmanlı Devleti’nde Nakîb-ül-eşrâf olarak ilk tâyin edilen zât, evliyânın büyüklerinden Emir Buhârî’nin talebelerinden olan Seyyid Ali Natta bin Muhammed’dir. Seyyid Ali Natta, sultan Yıldırım Bâyezîd Han zamanında, devlet dahilindeki sâdâtın (seyyidlerin ve şeriflerin) Osmanlı Devleti’yle münâsebetlerini te’mine başlamıştır. Tâyin berâtı ile birlikte bu zâta Bursa’daki İshâkiye zaviyesi vakfının idareciliği de verilmiş ve bu idarecilik (tevliyet) vazifesi evlâtlarına intikâli şart olarak, beratta belirtilmiştir. Seyyid Ali Natta’nın vefâtından sonra yerine Seyyid Zeynelâbidîn tâyin edildi. Nakîb-ül-eşrâflık bir ara lağvedildiyse de, seyyid ve şerif olmadıkları hâlde hürmet görmek için bu iddiada bulunan bâzı sahtekârların ortaya çıkması üzerine, sultan İkinci Bâyezîd Han devrinde 1494 senesinde yeniden ihdas edildi. Nakîb-ül-eşrâf ismi de bu târihte verildi. Bu teşkilâtın başına Seyyid Mahmûd tâyin edildi. Nakîb-ül-eşrâflık müessesesi ilmiye sınıfından olmakla beraber, tâyinler on yedinci asırda mutlaka yüksek dereceli ulemâdan olmazdı. Bu asırdan îtibâren seyyid ve şerîf olup da, İstanbul kâdısı veya kazasker olanlardan emekliye ayrılan zâtlar Nakîb-ül-eşrâf tâyin edilmeye başlandı. Bu makamda kalmanın muayyen bir süresi olmadığından, tâyin edilenler uzun müddet vazîfe yaparlardı. Nakîb-ül-eşrâflık vazîfesine yeni tâyin edilecek olan zât, Paşa kapısına yâni Bâb-ı âli’ye davet edilir, burada sadrâzam tarafından ayakta karşılanır; kahve, gülsuyu ve buhur ikrâm edildikten sonra, samur erkân kürkü giydirilerek, me’mûriyeti îlân edilir ve berâtı kendisine takdîm edilirdi. Nakîb-ül-eşrâfın resmî kıyafetleri kazaskerlerin kıyafetinin aynısı olup, sarıkları farklı idi. Kazaskerler örf denilen sarık sararlar, nakîb-ül-eşrâflar ise küçük tepeli denilen sarığı, sâdâta (seyyidlere ve şerîflere mahsus) yeşil renkli tülbentle sararlardı. Seyyid ve şerîfler ise, halk arasında belli olmaları ve gerekli hürmetin gösterilmesi için, kıyafet olarak yeşil sarık sarar ve yeşil cübbe giyerlerdi. Bu usûl ilk defa Harun Reşîd ve oğlu halîfe Me’mûn zamanında âdet olmuştur. Zamanla unutulmuşsa da Türk Memlûklü sultanlarından Melik Eşref Şaban, gerekli hürmeti görmelerini te’min için yeniden yeşil sarık sarmalarını istemiştir. Yeşil sarık ve cübbe an’ânesi Osmanlı Devleti’nde de devam etmiştir. Osmanlılar seyyidlerin başlarına sardığı yeşil sarığa emir sarığı ismini vermişlerdir. Osmanlı Devleti’nde sâdâttan biri şeyhülislâm olursa, ancak o zaman yeşil sarığını çıkarıp şeyhülislâmlık makamına mahsûs beyaz sarık sarardı. Nakîb-ül-eşrâfların resmî dâireleri kendi konaklarında bulunur, maiyyetinde çalışanlarda bu konaklarda hizmet ederlerdi. Taşrada da yine sâdâttan olmak üzere, Nakîb-ül-eşrâf kaymakamları, seyyid ve şerîflerin isimlerini ihtiva eden defterler tutardı. Merkezde ve taşrada tutulan bu defterlere Secere-i Tayyibe defteri denilirdi. Buraya bütün seyyidlerin ve şeriflerin isimlerini Peygamber Efendimize kadar silsileleri, evlâdı, ahfadı, ikâmetgâhları kaydedilirdi. İstanbul’da Nakîb-ül-eşrâf dan sonra en yüksek rütbe alemdârlık idi. Vazifeleri, sefere çıkılacağı zaman pâdişâh tarafından Nâkib-ül-eşrâfa teslim edilen sancak-ı şerifin taşınması idi. Pâdişâh sefere gittiğinde Nakîb efendi, beraberinde seyyid ve şerifleri de götürürdü. Sefer sırasında Nakîb-ül-eşrâf Sancak-ı şerifin dibinde yürürdü. Savaş sırasında seyyid ve şerîfler Sancak-ı şerîf altında tekbir ve salevât-ı şerife getirirlerdi. Nakîb-ül-eşrâflar yaptıkları kıymetli hizmet dolayısı ile iltifat görürlerdi. Pâdişâhlar tarafından kendilerine yazılan ferman ve beratlarda, makamlarına ve yaptıkları hizmetlerin üstünlüğüne uygun tazim ifâdeleri kullanılırdı. Onlara sikâyet yâni zemzem dağıtma vazifesi ve dîvân-ı mezâlim yâni adalet dîvânı reisliği gibi yüksek me’mûriyetler verilirdi. 1) Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı; sh. 161 2) Medeniyet-i İslâmiyye Târihi; cild-1, sh. 21 3) Tableau General de L’Empire Ottoman (D’Ohsson Paris-1842) cild-4, sh. 559 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 21 NÂMIK KEMÂL Tanzîmât devrinin meşhur gazeteci, siyasetçi, şâir ve yazarı. 21 Aralık 1840’da Tekirdağ’da doğdu. Mehmed Kemâl adı verildi. Daha sonraları Nâmık mahlasını aldı. 1889’da mutasarrıflık yaptığı Sakız adasında öldü. Bolayır’a gömüldü. Sultan İkinci Abdulhamîd Han’ın emriyle kabri üzerine türbe yaptırıldı. Nâmık Kemâl’in baba tarafından bilinen en büyük atası Konyalı Bekir Ağa’dır. Bunun oğlu sadrâzam Topal Osman Paşa, onun oğlu Kapdân-ı derya Ahmed Râtib Paşa, onun oğlu Şemseddîn Bey, üçüncü Mustafa Han’ın mâbeyncilerindendir. Şemseddîn Bey’in oğlu Yenişehirli Mustafa Âsım Bey, Nâmık Kemâl’in babasıdır. Annesi Fatma Zehra Hanım, Arnavud Abdüllatîf Paşa’nın kızıdır. Küçük yaşta annesini kaybetti. Çocukluk ve ilk gençlik çağı, dedesi Abdüllatîf Paşa’nın yanında geçti. Abdüllatîf Paşa, kaymakam ve vâli olarak devamlı dolaştığı için, Nâmık Kemâl, düzenli bir tahsil görmedi. Önce husûsî dersler aldı. Sonra kendi kendini yetiştirmeye çalıştı. Dedesiyle 12 yaşında önce Kars’a, bir yıl sonra ise Sofya’ya gitti. Dedesini taltif için kendisine hâcelik rüûsu verildi. 18 yaşına kadar Sofya’da kaldı. İlk şiirlerini burada yazdı. Tasavvufla ilgilendi. On altı yaşında Râgıb Efendi’nin kızı Nesîme Hanım’la evlendi. 1857’de İstanbul’a geldi. Hâriciye nezâreti tercüme kaleminde çalışmaya başladı. Burada Fransızcasını ilerlettiği gibi eski edebiyat geleneğini devam ettiren şâirlerle tanıştı. Aynı kalemde çalışan Leskofçalı Gâlib Bey’le yakın dostluk kurdu. Onun te’siri altında kaldı. Bu te’sir dîvân tarzı şiirlerinde, hayâtının sonuna kadar sürdü. 1861’de kurulan Encümen-i şuarâda yer aldı. Burada Şinâsî ile tanıştı. 1862’de Tasvîr-i Efkâr’da yazılar yazmaya başladı. Şinâsî Paris’e gidince, Tasvîr-i Efkâr-ı Nâmık Kemâl’e bıraktı. Böylece gazetecilikle beraber siyâsete de atıldı. Önceleri yayınları ile hükümetten takdîr aldı. Fakat zamanla iç ve dış olaylar hakkındaki sert tutumu ve yerinde olmayan tenkidleri, bir de Jön Türkler ve Genç Osmanlılar diye bilinen gizli ihtilâl cemiyetine üye olması, Âlî Paşa hükümetini harekete geçirdi. Gazetesi kapatılan şâir, Erzurum vâli muavinliğine tâyin edildiyse de, gitmeyerek; Mısırlı prens Mustafa Fâzıl Paşa’nın daveti ve destek vâdi üzerine; Ziya Paşa, Ali Süâvî ve diğerleriyle beraber Paris’e kaçtı. Böylece ne derecede bir vatan şâiri olduğunu gösterdi. Bunlar önce Paris’de Muhbir, sonra Londra’da Hürriyet gazetelerini çıkararak, yurtdışından hükümete muhalefete devam ettiler. 1870’de İstanbul’a dönünce, iki sene yazı yazmadı. Sadrâzam Âlî Paşa’nın ölümünden sonra arkadaşlarıyla İbret gazetesini çıkardı. Az sonra kapatılınca, mutasarrıf olarak Gelibolu’ya gönderildi. Fakat kısa zamanda bu vazîfeden azledildi. Tekrar İstanbul’a dönerek İbret’in başına geçti. Gazete tekrar kapatılınca tiyatro ile ilgilenmeye başladı. Güllü Agop’un Gedikpaşa’daki tiyatrosunda 1 Nisan 1873 gecesi oynanan Vatan Yahut Silistre piyesinde çıkan siyâsî olaylar neticesi İbret gazetesi bir daha açılmamak üzere kapatıldı ve Nâmık Kemâl Magosa’da ikâmete mecbur edildi. Abdülazîz Han’ın tahttan indirilmesi üzerine, siyâsî mahkûmlar için çıkarılan aftan istifâde ederek 38 ay kaldığı Magosa’dan İstanbul’a döndü. Magosa hayâtı, yazar için rahat geçti. Burada serbestçe dolaşabiliyor, dışarısıyla mektuplaşabiliyor, bâzı ziyaretçileri ağırlayabiliyordu. Roman, tiyatro ve tenkîde dâir bir çok eserlerini burada yazdı. Edebî çalışmalara ayıracak en çok zamanı burada bulabildi. Beşinci Murâd tahta geçmesi ile 1876’da sürgün dönüşünde, İstanbul’da bir kahraman gibi karşılandı. İkinci Abdülhamîd Han tahta çıkınca, Nâmık Kemâl’i önce Şûrâ-yı devlet üyesi yapdı, sonra Kânûn-i esâsîyi hazırlayacak komisyona tâyin etti. Nâmık Kemâl, bir sözünden dolayı suçlu bulunarak, önce altı ay hapis, sonra beş bin kuruş maaşla Midilli adasında ikâmete mecbur edildi. İki buçuk yıl sonra aynı adaya mutasarrıf yapıldı. Buradan Rodos mutasarrıflığına (1884-1887), daha sonra da Sakız mutasarrıflığına tâyin edildi. Adalarla ilgili lâyihalar sundu. Bu bölgede müslümanların haklarını müdâfaa etti. Bir Pazar günü orada öldü. Vasiyeti gereği, mezarı Bolayır’a nakledildi. Osmanlı Devleti’nin son devresinde yaşayan Nâmık Kemâl, Tanzîmât prensiplerini Osmanlı Devleti için kurtuluş reçetesi olarak gören Batı kültürü hayranı Şinâsî, Ziyâ Paşa gibi yazarlarla beraber bu prensipleri savundu, bunların yerleşmesine ve yayılmasına çalıştı. Heyecanlı, kavgacı mîzâcı, akıcı ve parlak üslûbu ile, diğer tanzîmât yazarlarından daha fazla tanındı. Kendinden sonra gelen yazarları etkiledi. Şinâsî ile tanışıncaya kadar dîvân tarzında şiirler yazdı ve Encümen-i Şuarâ içinde yer aldı. Siyâsetten uzak durdu. Fransızca öğrenmesi ve Şinâsî ile tanışması hayâtında bir dönüm noktası oldu. Bu devrede Nâmık Kemâl, kaynağını Fransız ihtilâlinden alan yeni düşüncelerin, edebiyat, siyâset ve sosyal hayatta ateşli bir savunucusu olarak hareketli bir hayat yaşadı. Avrupaî düşüncelerin bayraktarlığını yaptı ve batı kültürü yanlısı kimselerin gözünde kahramanlaşdı. Nâmık Kemâl, bütün tanzîmât yazarları gibi; ne sistemli bir fikir adamı, ne bir fikir çilesi mahsûlü kendine mahsûs düşünceleri olan bir mütefekkir, ne de büyük bir sanatçıdır. Her şeyden önce gazeteci ve politikacıdır. Sonradan öğrendiği Fransızca’sıyla batı kültürünü tam manâsıyla öğrenip hazmetmemiştir. Siyâsî, sosyal ve edebî bir ihtilâlci (devrimci), Avrupa hayranı, bir taklidcidir. Görüşlerinin çoğu, 18. yüzyıl Fransız filozoflarından ve romantiklerinden iktibasdır. İlim, fen, teknik ve kültürde gelişme modeli İngiltere; siyâsî yönetim modeli ise Fransız meşrutî teşkilâtıdır. Siyâsî düşüncelerini gerçekleştirmek için İtalyan Karbonari derneğinin tüzüğü esas alınarak kurulan Jön Türkler veya Genç Osmanlılar isimli gizli ihtilâl cemiyetine girmiş, onun en ileri gelen üyelerinden olmuştur. Zâten, kendisi de tanınmış masonlardandı. Fransız edebiyatının üstünlüğünü kabul eden Nâmık Kemâl, Osmanlı edebiyatı yerine Fransız edebiyatı etkisinde, onun benzeri bir edebiyat kurmaya çalıştı. Bu akımın en şöhretli temsilcisi, öncüsü oldu. Bu yönde bir kadrolaşma hareketine girişti. Genç yazarları bu doğrultuda etkiledi. Fransız edebiyatı tarzında ilk mensur edebî örnekleri verdi. Bir tarafdan yeni fikirleri yaymaya çalışırken, bir yandan da dîvân edebiyatına şiddetli hücumlarda bulunarak gözden düşürmeye, yıkmaya çalıştı. Edebiyatı, yeni fikirlerin propaganda aracı olarak kullandı. Eserlerinde “Sanat cemiyet içindir” görüşü hâkimdir. Bütün yazılarında; gelişme, vatanseverlik, hürriyet, meşrûtiyet, siyâsî bağımsızlık, Osmanlıcılık, İslamcılık, maârif, iktisad, kahramanlık gibi sosyal konular üzerinde durdu. Vatan, millet, milliyet, hürriyet gibi kelimeleri Fransız İhtilâlinden doğmuş mânâlarıyla ilk defa o kullandı. Eskiden vatan, millet, hürriyet kelimeleri başka mânâlarda kullanılırdı. Millet, din; mezhep, bir dîne bağlı insan topluluğu; hür kelimesi ise, âzâd edilmiş köle mânâsına gelirdi. Bir taraftan gazetelerde günlük siyâsî ve sosyal konulardaki görüşlerini işlerken, bir taraftan da aynı konu ve temaları, edebî eserlerde dile getirdi. Bu faaliyetlerinde geniş halk kitlelerinde etkili olabilmesi için, diğer tanzîmât yazarlarıyla beraber dil ve ifâdenin sadeleşmesine gayret etti. Şiirin yanısıra tenkîd, biyografi, tiyatro, roman, târih ve makale türlerinde eserler verdi. Eserlerinin sayısı yirmi civarındadır. Eserlerinde, bilhassa şiirlerinde, şekil olarak pek bir yenilik olmamakla beraber muhteva, (konu ve tema) değişiklikleri yaptı. Genelde aruz veznini, bir-iki şiirinde ise hece veznini kullandı. Fakat genç yazarlara hece veznini ve yeni nazım şekilleri kullanmayı tavsiye etti. Şâir olarak asıl başarısı, dîvân tarzında yazdığı şiirlerindedir. Bunlar, kendinden sonra kitap hâlinde yayınlandı. Edebî tenkîdlerinde kavgacı bir mizaca sahip olup, yapıcı bir tenkîd anlayışından uzaktır. Bunları, eskiyi kötüleme ve yenilik taraftarlarını müdâfaa için kaleme aldı. Tahrîb-i Hârâbat ve Tâkib; Ziya Paşa’nın Harâbât’ını tenkid için, Magosa’da yazılmıştır. İrfan Paşa’ya mektub, Renan Müdâfaanâmesi; Ernest Renan’ın İslâmiyet ve Maârif konulu konferansına reddiyedir. Nâmık Kemâl, İntibah yahut Sergüzeşt-i Ali Bey (Son Pişmanlık) ve Cezmi ismiyle iki roman yazdı. Dil, ifâde ve teknik yönden bir çok noksanlıklar taşıyan bu eserlerin tek özelliği, o devirde yazılan romanlardan daha başarılı olmasıdır. Tiyatroyu yeni fikirlerini yaymak için iyi bir vâsıta kabul eden yazar, altı tiyatro eseri yazdı. Bunlardan en çok tutulan Vatan Yahut Silistre’de vatanseverlik temasını işledi. Konusunu târihten alan Celâleddîn Harzemşâh piyesinin yanısıra, aile içi problemlerin işlendiği Karabelâ, Akif Bey ve Zavallı Çocuk piyeslerinde ise sosyal konuları dile getirdi. Gülnihâl piyesinin konusu siyâsîdir. Nâmık Kemâl, batı hülyasına kapılan diğer tanzîmât yazarları gibi aile ve evlenme konusunda mevcut bâzı Osmanlı âdetlerini eserlerinde tenkîd etti. Avrupa karşısında aşağılık kompleksine düşen Nâmık Kemâl, konusunu eski şanlı devir ve târihî şahıslardan alan, târihî ve biyografik eserler kaleme alarak teselli bulmaya çalıştı. Devr-i istîlâ’sı, Selâhaddîn Eyyûbî, Fâtih, Sultan Selim adlı monografilerini topladığı Evrâk-ı Perişan, Tiryâki Hasan Paşa’yı anlatan Kanije bunlardandır. Çeşitli makale ve mektupları da vardır. Bunların bir kısmı toplanarak sonradan yayınlanmıştır. Edebî mülâhazalar bir kenara bırakılırsa, târihî ve siyâsî bir şahsiyet olarak Nâmık Kemâl, dâima his ve heyecanlarına mağlûb, çabuk kandırılabilen, neye inanıp bağlanacağını tam kestirememiş şöhret ve kahramanlık arzularıyla dolu bir insandı. Dostluğunda ve düşmanlığında sebatı yoktu. Şiirlerinde, devlet hizmetinde çalışmayı, insafsız bir avcıya köpeklik yapmaya benzeterek, en tantanalı bir dil ve üslûpla kötüler ama, pâdişâhın ufak iltifat ve ihsânları karşısında her şeyi unutur, kendisiyle birlik olup, ihanet şebekelerine hizmet edenleri ihbar ederdi. İkinci Abdülhamîd Han’a yazdığı çok aşırı saygı ve bağlılık ifadeleriyle dolu mektupları, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde mevcut olup, neşredilmiştir. Midhat Paşa’nın;” Âl-i Osman olur da niçin âl-i Midhat olmaz” sözü üzerine aklı başına gelmiş ve yaptıklarına pişman olarak, sultân ikinci Abdülhamîd’e bağlanmak ihtiyâcını duymuştur. 1) Yakın Çağ Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerine Araştırmalar-2, Müteferrik Makâleler1 (Kaya Bilgegil, Erzurum-1980); sh. 61 2) On dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Târihi (A. H. Tanpınar); sh. 321 3) Yeni Osmanlılar Târihi (Ebüzziyâ Tevfik); sh. 159 4) Nâmık Kemâl (Ali Ekrem, İstanbul-1930) 5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1113 6) Son Asır Türk Şâirleri (İbn-ül-Emîn Mahmûd Kemâl İnal, İstanbul-1970) 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 30 8) Büyük Türk Klâsikleri; cild-8, sh. 370 9) Hârâbat Karşısında Nâmık Kemâl (K. Bilgegil, İstanbul-1975) 10) Nâmık Kemâl, Şahsı-Sanatı-Eserleri (Necip Fâzıl, T.D.K. Yayını, İstanbul-1941) 11) Eski Edebiyat Karşısında Nâmık Kemâl (K. Bilgegil, Basılmamış Doçentlik Tezi, Ankara-1965) 12) Nâmık Kemâl, Hayâtı ve Şiirleri (S. Nüzhet Ergün, İstanbul-1933) 13) Nâmık Kemâl (Rızâ Nûr, Revü Bilig, İskenderiyye-1936) NAVARİN FÂCİASI Fransa-İngiltere ve Rusya’nın müttefik filoları tarafından 20 Ekim 1827’de Navarin’de Osmanlı donanmasına yaptıkları baskın. Osmanlı kaynaklarında Avarin veya Anavarin olarak geçen Navarin, Mora’da olup eskiden beri önemli bir şehirdi. Bir kale ile korunan ticâret merkezlerinden ve üs olarak kullanılan yerlerden idi. Burası 1460 senesinde Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında Osmanlı idaresi altına alındı. Sonra Venediklilere geçti. İki devlet arasında bir kaç defa el değiştiren şehir, sonra 1573’de kesin olarak Osmanlı hâkimiyeti altına geçti. Artık Navarin Osmanlı donanmasının Akdeniz’de bir üssü oldu. On sekizinci asra kadar Osmanlı idaresinde kaldı. 1768’de başlayan Osmanlı-Rus savaşı sonunda Navarin, Mora sahillerine gelen Rus donanması tarafından alındı ise de, Ruslar burada fazla kalmadan çekildiler. 1821’de çıkan Mora isyânında Rum eşkıyasının hücumuna ilk uğrayan yerlerden biri Navarin oldu. Navarin kalesi ve ahâlisi dört aydan fazla mukavemet etti. Yiyecek ve yardım ümidi kalmayınca aman dileyerek âsilere teslime mecbur oldular. Eşkıya kaleye girdiğinde, mevcut andlaşmaya ve söze rağmen kalede bulunan müslüman halkın tamâmını şehîd ettiler. Bu fecî olay üzerine sultan İkinci Mahmûd Han, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı isyânı bastırmakla görevlendirdi. Bu sırada Hicaz’da vehhâbîler ile uğraşan Mehmed Ali Paşa, oğlu İbrâhim kumandasında 25 gemi ve 7.000 askerden mürekkep bir filoyu Mora’ya gönderdi. İbrâhim Paşa ilk iş olarak şiddetli muhârebelerden sonra, Navarin’i teslim alarak âsilerden temizledi (1825). Navarin’in kurtarılması Mora’da duyulur duyulmaz, Rumlar arasında büyük heyecan uyandırdı. Âsilerden kaptan Tsamados, Navarin’i tekrar ele geçirmek üzere ve bu uğurda ölmeğe yemin ederek kale önüne geldi. Sphakteria adasını zapt ederek muhasarayı buradan idare etmek istedi. Ancak kaledeki Osmanlı kumandanlarından Süleymân Bey, adanın yakınındaki sahil üzerine toplarını yerleştirerek onları bu adada barınamıyacak hâle getirdi ve gemileri ile kaçmaya mecbur etti. Kaptan Tsamados ise ölüler arasındaydı. Bu durum; Fransa, İngiltere ile Rusya’nın birlikte Osmanlı Devleti’ne karşı cephe almalarına sebeb oldu. Mora’dan Osmanlı askerinin çekilmesini isteyen notaya, sultan Mahmûd Han hükümranlık prensibiyle uyuşmadığı için red cevâbı verdi. Zîrâ bu durum Osmanlıların iç mes’elesiydi. Baltık denizine açılan Rus donanmasından bir filo İngilizlerle birleşip, Akdeniz’e girdi. Rus-İngiliz gemilerine Fransa filosu da katıldı. İngiliz amirali Cangrington kumandasındaki Fransa-İngiltere-Rusya müttefik donanması, Eylül 1827’de Navarin önüne geldiler. Bu arada Osmanlı-Mısır donanması Navarin limanında demirli bulunmakta idi. Fransız ve İngiliz amiralleri İbrâhim Paşa ile görüşerek, 25 Eylül’de bir mütâreke akdettiler. Buna göre Osmanlı donanması Navarin’i terketmeyecek idi. Zanto ve Milo adalarına çekilen müttefik donanması âni olarak 20 Ekim’de dostâne bir havayla Navarin limanına girdiler. Osmanlı ve Mısır gemileri hilâl şeklinde birbirine rampa etmiş, üç sıra halindeydiler. Limana giren müttefik gemileri savaş için bahane aramaya başladılar. Ateş gemisinin başka yere alınmasını istediler. Kabul edilmeyince, Mısır gemilerinden kendilerine ateş açıldığını ileri sürerek, savaşı başlattılar. Karşılıklı üç saat süren top ateşi sonunda elli yedi Osmanlı-Mısır gemisi ile altı bin asker kaybedildi. Müttefiklerin kaybı ise bin askerdi. Daha önce, donanmada bulunan Çengeloğlu Tâhir Paşa’nın limandan çıkıp denize açılması teklifini kabul etmeyen İbrâhim Paşa’nın eniştesi Mısır kapudânı Muharrem Bey’in yanlış plânı hezîmette büyük rol oynadı. Hilâl şeklinde üç sıra hâlinde demirlenmiş bulunan Osmanlı donanmasının yarısı savaşa dahi giremeden batırıldı. Navarin deniz muhârebesi, Mora’da Türk kuvvetlerini üstün durumdan yenilmiş duruma soktu. Avrupa’da halk, Navarin olayını çılgın sevinç gösterileriyle karşılarken, Osmanlı Devleti’nin İslâm halkı arasında Navarin, bir haçlı savaşı kabul edildi. Osmanlı hükümeti, ortada harp durumu olmadığı hâlde, donanmasını batıran üç devletten tazmînât ve taziye (özür dileme) istedi. Üç devletin İstanbul’daki elçileri Navarin olayının sorumluluğunu Türk kaptanlarına yükletmek için açıklamalarda bulundular. Ancak açıklamaları reddedilince İstanbul’u terketmek zorunda kaldılar. Böylece Osmanlı Devleti ile Fransa, İngiltere ve Rusya arasında siyâsî münâsebetler kesilmiş oldu. Fransa ve İngiltere Osmanlılarla harbe girmek niyetinde değildi. Bu nedenle iki devlet Mora isyânının ortadan kaldırılması için anlaştılar. Rusya ise, Nisan 1828’de Osmanlı Devleti’ne harp îlân etti (Bkz. Osmanlı-Rus Münâsebetleri). 1) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 112 2) Osmanlı Deniz Harp Târihi; cild-2, sh. 230 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 7 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 52 5) Târih-i Cevdet; cild-11, sh. 155 NEDÎM On sekizinci yüzyıl dîvân edebiyatı şâirlerinden. 1680-81 yıllarında İstanbul’da doğdu. Asıl ismi Ahmed’dir. Nedîm lakabını sonradan aldı. Babası Kâdı Mehmed Efendi, annesi ise Karaçelebizâde ailesinden Sâlihâ Hâtûn’dur. Nedîm, İstanbul’da kültürlü bir muhitte büyüdü. Zamanın büyük hocalarından kuvvetli bir medrese tahsili görerek yetişti. Arab, Fars dil ve edebiyatlarını öğrendi. Şeyhülislâm Ebezâde Abdullah Efendi’nin de bulunduğu bir imtihanda üstün başarı göstererek iyi bir dereceyle müderris oldu. Bu yıllarda şiir yazmaya başlayan Nedîm, Şehîd Ali Paşa’ya, 1713’de sadrâzam olması ve 1715’de Mora zaferini kazanması gibi vesilelerle kasîdeler sundu. Edebiyat çevresinde tanınmaya başladı. Ali Paşa’nın 1716’da Varadin’de şehîd olmasından sonra İbrâhim Paşa’ya; mirahûrluk görevine tâyini, rikâb-ı hümâyûn kaymakamlığına getirilmesi, Pasarofça andlaşması, sadrâzam olması vesîleleriyle sunduğu kasîdeler ve düşürdüğü târihlerle kendini tanıtıp, 1720 yılında Paşa’nın özel kitaplığının müdürlüğüne getirildi. İlmiyle de kendisini göstermeye başlayan Nedîm, bu yıllarda, Müneccimbaşı Târihi’ni Türkçe’ye çevirecek komisyona dâhil edildi. 1723 yılı Ramazan’ından itibaren sadrâzam Dâmâd İbrâhim Paşa’nın konağında Beydâvî tefsiri dersleri verdi. Bu derslerindeki başarısı sebebiyle İbrâhim Paşa onu sultan üçüncü Ahmed Han’a tanıttı. Bu târihlerden sonra Nedîm iyice tanınmaya başladı. 1726’da Mahmûdpaşa mahkemesi naibliğine getirildi. Behâeddîn-i Aynî’nin umûmî İslâm târihi olup, Kaşgarlı Mahmûd’un Dîvân-ı Lugat-it-Türk’ünden me’hazlar aldığı çok kıymetli eseri Ikd-ül-Cümân’ı tercüme eden hey’ette bulundu. Medresedeki derecesinde de yükselerek 1727’de Molla Kırımî, bir yıl sonra da Sadî Efendi ve Eski Nişancı Paşa, 1729’da Sahn-ı semân ve 1730’da Sekban Ali medreseleri müderrisliklerine getirildi. Son görevinde iken meydana gelen Patrona Halîl isyânında vefât etti. Kabri Üsküdar’da, Tunusbağı kabristanına yakın yerdeki Çiçekçi mevkiindedir. Nedim’in şiirinde zevk, neş’e ve coşkunluk vardır. Hayâtı, hep tatlı ve neş’eli yanlarıyla görmüş, üzüntü, acı ve kederi şiirine sokmamıştır. Dîvân şiirinin çoğunda belirli bir mekân olmamasına karşılık, şiirlerinde günlük hayâta dâir pek çok sahneye yer vermiş, adetâ İstanbul’un tabiî ve bediî güzellikleri ile doldurmuştur. İki kasîde nesîbinde bu şehri konu ettiği gibi, o devrin mesire yerleri olan Haliç, Kâğıthane, Göksu, Hisar, Çubuklu gibi yerlerde yapılan Sâdâbâd, Hurremâbâd, Hüsrevâbâd, Şerefâbâd, Feyzâbâd, Aşfâbâd, Kasr-ı cinân, Kasr-ı neşât gibi kasrlar; Tavanlı, Nevpeydâ, Cisr-i sürür adlarındaki köprüler; Hayrâbâd tekkesi, çeşmeler, hamamlar, kanal ve havuzlar hep İstanbul’dan birer parça olarak şiirlerine girdi. On yedinci asırda başlayan mahallîleşme cereyanının on sekizinci yüzyılda belli başlı temsilcilerinden olan Nedîm, şarkılarının yanında, hece vezninde bir türkü de yazmıştır. Kullandığı dil kısmen açık bir İstanbul Türkçesidir. Bunun yanında tasavvufî unsurlara açık gazelleri de vardır. İstanbul’u anlatırken; Bu şehr-i Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır Bir sengine yekpare Acem mülkü fedâdır. beyti kadar güçlü ifâdelere başka şâirler de pek rastlanmaz. Nedîm’in İstanbul ile bütün Acem (İran) mülkünü bu şekilde mukayese etmesi, doğuda her türlü Osmanlı mülkünün baltalayıcısı olan İran’a sitem etmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Tecellî dağı gibi câmiler, Maârif kumaşı satılan sokaklar gibi benzetmeleri de bol bol kullanarak, İstanbul’un zengin bir dekorunu çizmektedir. Bu husûsiyetiyle İstanbul’un gelişmiş kültürünü çok güzel temsil etmekte, sâdece şiirlerinin konusu bakımından değil, üslûbu açısından da İstanbul şâiri ünvânını haketmiştir. Ruhî muhteva bakımından çok zengin olan dîvân edebiyatı, Nedîm ile beraber dışa açılmaya, tabîata da yönelmeye başladı. Nedîm, devrinin ve çevresinin içtimaî hayâtı içerisine girip, san’atını; dîvân şiirinin esaslarından fedâkârlık yapmamakla beraber, onun katı kaidelerinden ölçülü bir şekilde kurtulabilmiş, bilhassa halk zevkini, halk ruhunu, halkın yaşama neş’esini benimsemiş, halk deyimlerinden, halk söyleyiş inceliklerinden seçmeler yapıp, dîvân edebiyatına bu kıymetleri getirmeye cesaret edebilmiş, serbest ruhlu, bilgisinden, zevkinden, zekâsından emîn bir şâirdi. Ayrıca şâir, okuyup düşündüğü, görüp heveslendiği, sevip benimsediği, ayrılıp özlediği her güzel şeyi, zarîf ve hayâl dolu ruhunun en ince ürperişleriyle birleştirerek, şiiri öylece söylemiştir. Bütün bunları çok ince, çok keskin ve neş’eli bir tabiat ile birleştirmesi, şiirine bir ahenk ve sevimlilik vermiştir. Nedîm yine bu sebeplerle, sırası geldikçe dîvân şiiri kaidelerinden ustalıkla ayrılmış, vezinden kâfiyeye, şekilden söze ve söyleyişe kadar kendini serbest kabul etmekten çekinmemiştir. Ancak onun klasik kaidelerden uzaklaşırken, büyük tabiîlikle yakınlaştığı lisan, halk dili ve söyleyişi olmuştur. Hattâ bu kaide genişletici yönü sebebiyle devrinin bâzı san’atkârları Nedîm’i büyük şâir kabul etmek bir yana hiç kıymet vermemiş, şâirler arasında ismini bile anmamışlardır. Nedîm’in iki büyük târihin Türkçe’ye çevrilmesine katkıları dışında tek eseri Dîvânı’dır. 1719 yılında Müneccimbaşı Derviş Ahmed Efendi’nin Sahâif-ül-Ahbâr ya da Câmi-üddüvel adlı eserinin Türkçe’ye çevrilmesi için meydana getirilen kurula Nedîm de alınmış ve kendisi 1868 yılında İstanbul’da üç cild olarak basılan bu eserin bir kısmını Türkçe’ye çevirmiştir. Ayrıca Nedîm, Bedreddîn Aynî’nin Ikd-ül-Cümân fî târihi ehl-iz- zaman adlı Arabça eseri için 1726 yılında kurulan kırk beş kişilik kurula da katılmıştır. Nedîm’in bütün şiirlerini topladığı Dîvân’ı beş defa olmak üzere; birincisi Dîvân-ı Nedîm ismiyle Bulak matbaasında, İkincisi aynı isimle 1874’de İstanbul’da, üçüncüsü Nedîm Dîvânı ismiyle 1919-21 yıllarında, dördüncüsü 1951’de ve sonuncusu da 1972’de İstanbul’da basılmıştır. Son üç baskının başlarında Nedîm ve şiirleri hakkında bir inceleme ve sonlarına birer sözlük eklenmiştir. Dîvân’ın son baskısına otuz dokuz kasîde (on bir tanesi Sultan Ahmed, on dokuzu Dâmâd İbrâhim Paşa, dördü hem pâdişâh hem sadrâzam, üçü şehîd Ali Paşa, ikisi de kapudan Mustafa Paşa hakkında), yüz elli dokuz gazel, iki müstezâd, bir muhammes, üç tahmis, bir müseddes, bir tesdîs, iki taştîr, yirmi yedi şarkı, bir türkü, bir terkîb-i bend, çoğu târih olan seksen iki kıt’a, on rubâî, üç mesnevî, yirmi yedi beyt vardır. 1) Büyük Türk Klasikleri; cild-6, sh. 241 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 67 3) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-2, sh. 753 4) Nedîm (Yûsuf Ziya, İstanbul-1932) 5) Edebiyat Üzerine Makaleler(A. H. Tanpınar); sh. 178 6) Edebiyat Târihi Dersleri (A.Sırrı Levend, İstanbul-1938); sh. 321 NEF’Î On yedinci yüzyıl dîvân şâirlerinin önde gelenlerinden. 1572 senesinde Erzurum’un Hasankale ilçesinde doğan şâirin asıl adı Ömer’dir. Babası Kırım hânının nedimi, şâir Mehmed Bey, dedesi Ali Paşa’dır. Nef’î iyi bir tahsîl görüp Arabça ve Farsça’yı öğrendi. Genç yaşta şiir yazmaya başladı ve büyük istidadı ile dikkati çekti. Kırım hânı Canibey Giray’ın tavsiyesiyle, birinci Ahmed Han devrinde, Kuyucu Murâd Paşa’nın himayesinde İstanbul’a geldi. Kısa zamanda tanınan şâir, sunduğu kasîdeler sayesinde birinci Ahmed Han’dan iltifat gördü ve onun maiyyetinde Edirne’ye gitti. Daha sonra Muradiye mütevellîliğine tâyin edilip bir müddet bu görevde kaldı. Birinci Ahmed Han ve sultan Genç Osman’a, Kuyucu Murâd, Nasûh, Dâmâd Mehmed ve Halil paşalara müteaddid kasîdeler yazan Nefî, şöhretinin zirvesine dördüncü Murâd Han zamanında ulaştı. Sultan Murâd Han; Nefî’yi sever, onu has meclislerine çağırır, sohbetlerine dâhil ederek şiirlerini büyük ihsânlar ve pek değerli hediyelerle mükâfâtlandırırdı. Sevdiği ve büyük bildiği kimselere kasîde söylemekte üstâd olan Nef’î, hicivlerıyle de meşhurdur. Devrin en nüfuzlu devlet adamlarını da hicvetmekten geri durmadı. Nitekim söylediği bu hicviyelerden dolayı 1632’de boğdurularak öldürüldü. Nefî, Osmanlı şiir dilinde kuvvetli bir ahenk vermeye, onu kulaklarda devamlı yankılar bırakan bir ses san’atı hâline getirmeye çalışmıştır. Şiirlerini bir takım gür sesli mısra’larla söylemiş ve bu mısra’larda kuvvetli bir ses ve söz anlaşması sağlamıştır. Nefî’ye göre şiirin, estetik zevki yükselmiş kişiler tarafından beğenilmesi ve mânâ bakımından olduğu kadar söz bakımından da kusursuz olması gerekir. Şiirlerinde İran etkisinde bir söyleyiş, fakat ısrarlı bir açıklık vardır. Yabancı kelimelerle ördüğü mısra’larında bile, cümle yapısının sağlam ve doğru bir Türkçe ile kurulduğu görülür. Yabancı kelimeler yerine Türkçe karşılıkları konunca bu şiirler kolaylıkla anlaşılır. Nef’î dîvân edebiyatında İran şiirini çok yakından kavramış şâirlerden biridir. Bu sebeple üslûbunda İran çeşnisi görülür. Fakat bu çeşni, taklid derecesinde değildir. Nefî, İran’ın belli başlı kasîde ve gazel üstâdlarına hayran olmakla beraber, kendisinin de onlar derecesinde hattâ daha üstün olduğuna inanır. Nefî’nin asıl san’atkârlığı, kasîdelerinde ve bu kasîdelerin tasvir bölümlerinde görülür. Kasidelerinde bir harp tasviri yapıyorsa; kelimeler, o çağlardaki savaşların kılıç şakırtılarını verir gibidir. Bahardan söz ediyorsa şiirinde İstanbul’un zengin bahar âlemlerinin ses, koku ve çiçekleri ile esen serin rüzgârını yaşatır. Şâir, dîvân edebiyatında bir kasîde üstadı olarak tanınmıştır. Kasidelerinde yaşanılan âlemden çok, yaşamak istenen zengin; güzel, iyi bir âlemin hayâli vardır. Bu âlem bir doğu şâirinin aşırı hayalciliği ile ve doğu efsâneleriyle süslenmiştir. Kasidelerinde övdüğü insanların parlak şahsiyetleri karşısında, güneşi bir zerre gibi gösterecek kadar mübalağalı, dar görüşlüleri şaşırtacak ölçüdedir. Şâir hemen her methiyesinde, bir devlet adamını, görmek istediği ideâl bir büyük adam olarak düşünmüş, yeryüzünde gördüğü insanlardan ziyâde kendi hayâlinde yaşattığı kahramanları övmüştür. Şâirin, kasîdeciliği ölçüsünde kuvvetli bir tarafı da, hicviyeciliğidir. Asrının büyüklerinde bir yükseklik görmek isteyerek onları övmüş, hayâlindekileri bulamayıp, şahsiyetlerinde hayâl kırıklığına uğradığı insanları ise kötülemiştir. Hicviyeleri bâzan kaba ve çirkin denecek kadar san’attan, hele şâirin kendi san’at anlayışından uzak söyleyişleridir. Bâzı güzel hicivleri ise, keskin zekâsının eseri kuvvetli birer hiciv örneği olarak zamanımıza kadar gelmiştir. Eserleri: 1- Türkçe Dîvânı: Sözüm redifli meşhur na’tla başlar. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini medheden bir kasîde ile devam eder. Bundan sonra elli yedi kasîde vardır. Bunlardan on ikisi dördüncü Murâd, sekizi birinci Ahmed, beşi şeyhülislâm Mehmed Efendi, dördü genç Osman, dördü ise Nasûh Paşa hakkında olup, diğerleri yine mühim şahsiyetler için yazılmıştır. Bu manzumeleri terkîb-i bend şeklinde yazılmış bir Sakînâme ile pâdişâhın ok atışı, Kandilli kasrı, şeyhülislâm Yahyâ Efendi, musâhib Mûsâ Çelebi vb. için kaleme alınmış olan dokuz manzume tâkib eder. Yüz on dokuz gazel, bir müseddes-i mütekerrir, kıt’alar, matla, on beş rubâî ile dîvân tamamlanır. Dîvân’ın umûmî kütüphânelerde pek çok nüshası vardır. Biri Bulak matbaasında 1836’da, diğeri İstanbul’da 1852’de olmak üzere iki defa basılmıştır. 2- Farsça Dîvân: Türkçe dîvânına nisbetle daha az şiirden meydana gelir. Dîvân’da, sekiz na’t, sekiz kasîde, bir sakînâme, bir fahriyye, yirmi bir gazel, yüz yetmiş bir rubâî bulunmaktadır. Türkiye ve Avrupa kütüphânelerinde bir çok yazma nüshası mevcuttur. Türkçe’si 1944’de İstanbul’da neşredilmiştir. 3- Sihâm-ı Kazâ: Hicivlerini bir araya toplayan mecmua henüz basılmamıştır. Yazma nüshaları birbirinden farklıdır. Hicviyelerinden bâzıları nezîh ve nükteli olmakla beraber, bâzıları kaba, çirkin ve edeb dışıdır. 4- Tuhfet-ül-Uşşâk: Doksan yedi beytlik Farsça bir kasîdedir. 1) Büyük Türk Klasikleri; cild-5, sh. 105 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 68 3) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-2, sh. 653 4) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4596 5) Edebiyat Târihi Dersleri (A. Sırrı Levend, İstanbul-1938); sh. 238 6) Nefî (Prof. Dr. Abdülkâdir Karahan, KTB) 7) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-3, sh. 1622 NEŞRÎ Osmanlı tarihçilerinin meşhurlarından. Cihân-nümâ adlı eseriyle tanınan Neşrî’nin hayâtı hakkında kaynaklarda geniş bilgi yoktur. Doğum târihi bilinmemektedir. Karaman’da, Germiyan veya Edirne’de doğduğu rivayet edilmektedir. 1512 veya 1519 (H. 918-926)’da vefât etmiştir. Gençliğinde Bursa’da bulunduğu ve orada tahsîl gördüğü rivayet edilmiştir. Neşrî, sultan ikinci Murâd, Fâtih Sultan Mehmed ve ikinci Bâyezîd Han devirlerini yaşamış ve hâdiselere şâhid olmuştur. Sultan ikinci Bâyezîd Han’ın pâdişâhlığının son senelerinde Bursa Sultaniye’sinde müderrislik yapmıştır. Yazdığı Cihân-nümâ adlı târih, sekiz kısımdan meydana gelen bir dünyâ târihidir. Ancak bu eserinin sâdece Osmanlı hânedânı ile ilgili olan altıncı kısmı zamanımıza kadar intikâl etmiştir. Bu bölümü de Târih-i Âl-i Osman adı ile meşhurdur. Bu altıncı kısım üç bölüm hâlinde olup, Evlâd-ı Oğuz Han, Rum Selçukluları ve Osmanlı Hânedânı şeklindedir. Osmanlı hânedânı ile ilgili kısım, sultan İkinci Bâyezîd Han devrine kadar vuku bulan târihî hâdiseleri ihtiva etmektedir. İkinci Bâyezîd Han’ın başardığı büyük işlerden, inşâ ettirdiği binalardan, uzak diyarlara gönderdiği elçilerden, vezirlerden, âlimlerden, velîlerden ve dervişlerden bahsetmiştir. Kendinden sonra gelen tarihçilere büyük ölçüde faydalı ve te’sirli olan Neşrî, bu meşhur eserini, sultan İkinci Bâyezîd Han’ın saltanatının ortalarına kadar vuku bulan hâdiseleri anlatarak bitirmiş ve Bâyezîd Han’ı medheden bir kasîde de eklemiştir. Umûmî bir Türk târihi olarak yazılan Cihân-nümâ’nın bulunmayan kısımlarında Oğuz Han ve çocuklarından, Türk devletlerinden, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklularından bahsedildiği tahmin edilmektedir. Neşrî’nin bu eseri yazıldığı zamandan îtibâren muteber tutulmuştur. İdrîs-i Bitlîsî, Hoca Sa’deddîn Efendi, Solakzâde, Rüstem Paşa, Âlî ve Müneccimbaşı gibi meşhur tarihçiler onun eserinden çok faydalanmışlardır. Neşrî eserinin mukaddimesinde, Türkçe bir târih kitabı yazmayı arzu ederek bu işe başladığını kaydetmiştir. Hâdiseleri anlatırken ihtiyatlı davranmış ve sâde bir dil kullanmış olup, ifâdeleri sâde Anadolu Türkçesi’dir. Hâdiseleri tarafsız, ağırbaşlı ve îtimâd edilir bir üslûbla anlatmıştır. Yer yer yazdığı latifelere rağmen ciddî târih üslûbundan ayrılmamıştır. Neşrî eserinde Osmanlı sultanlarını, inanmış mücâhidler olarak, büyük bir gazâ ruhu ile savaşan, vazifesini yerine getirmiş sultanlar olarak vasfeden nâdir tarihçilerdendir. Osmanlı sultanlarının, İslâmiyet’i tanımayan ülkeleri bu din ile şereflendirmek için çalıştıklarını ve bu uğurda gâzi veya şehîd olmayı arzu eden kıymetli sultanlar olduklarını anlatmıştır. Fethedilen yerleri derhâl îmâra başladıklarını, ahâlinin refahını te’min için, çalıştıklarını zikretmiştir. Bu iş için derhâl câmiler, medreseler, imâretler, hanlar, hamamlar ve kervansaraylar yaptırdıklarını anlatmıştır. İslâm medeniyetinin yayılıp kökleşmesi için verdikleri hizmetleri dikkatle tâkib edip, yazmıştır. 1) Kâmus-ül-a’lâm; cild-8, sh. 4577 2) Büyük Türk Klasikleri; cild-2, sh. 325 3) Kitâb-ı Cihân-nümâ (Neşr: F. R. Unat, M. A. Köymen; Ankara 1987) 4) Neşrî’nin Hayâtı ve Eserleri (Fahriye Arık, İstanbul 1936) 5) Neşri Târihi Üzerine Yapılan Çalışmalara Toplu Bir Bakış (Faik Reşit Unat Ankara1943) NEVŞEHİRLİ DÂMÂD İBRÂHİM PAŞA Sultan üçüncü Ahmed Han ve Lâle devrinin meşhur sadrâzamı. Enderûn-ı hümâyûndan yâni Osmanlı saray üniversitesinden yetişen sadrâzamların on üçüncüsü ve bütün sadrâzamların yüz otuzuncusudur. İzdin (Zeytin) voyvodası Ali Ağa’nın oğlu olarak Nevşehir’de doğdu. İş bulmak için İstanbul’a geldiğinde, eski saray masraf kâtibi Mustafa Efendi’nin tavsiyesi ile 1689’da önce sarayın helvacı, daha sonra eski saray baltacı ocağına kaydoldu. İbrâhim Efendi, hizmetleri ile yükselip Dârüsseâde ağası yazıcı halîfesi olarak pâdişâhın bulunduğu Edirne’ye gitti. Şehzâde Ahmed’in pâdişâh olmasından sonra 1703’de Dârüsseâde ağası yazıcılığına tâyin edildi. Bu vazîfede iken pâdişâhın îtimâd ve teveccühünü kazandı. Ancak o sırada sadrâzam olan Çorlulu Ali Efendi, bir sebeple onu Edirne’ye gönderdi. 1715’de Mora seferine çıkan sadrâzam Şehîd Ali Paşa, İbrâhim Efendi’yi mevkufatçı olarak beraberinde götürdü. Buranın alınmasından sonra da tahrîr (kâtiplik) işi ile vazifelendirildi. 1716 senesinde Avusturyalılar ile yapılan Varadin muhârebesinde bulunan İbrâhim Efendi, Osmanlı ordusunun mağlûb olması üzerine durumu pâdişâha arzetmek üzere bir arîza ile Edirne’ye geldi. Sultan üçüncü Ahmed çok güvendiği İbrâhim Efendi’yi geri göndermeyerek, mîrahorlukla yanında bıraktı. Kısa bir süre sonra da 3 Ekim 1716’da vezirlik rütbesi ile sadâret kaymakamlığına tâyin edildi. İbrâhim Paşa, 1717’de Şehîd Ali Paşa’nın ölümüyle dul kalmış olan üçüncü Ahmed Han’ın kızı Fâtımâ Sultan ile evlenerek, dâmâd oldu. İbrâhim Paşa, Avusturya ile sulh tarafdârı olduğu için, bu kanâatini pâdişâha bildirdi. Nişancı Mehmed Paşa’dan sonra sadâret makamına getirildi. Avusturyalılarla Pasarofça muahedesini imzaladı. Aynı sene Venediklilerle de sulh yapıldı. Nevşehirli İbrâhim Paşa, tabiatı itibariyle harpten, mücâdeleden nefret eden, memleketin sulh ve sükûn içinde ilerlemesini istiyen bir kişi idi. Sadrâzam olduktan sonra da Pâdişâh’ın teveccühünü kazanmaya devam etti ve bütün devlet işlerini elinde topladı. Sadâretinin ilk beş senesi tam bir sulh içinde geçti. Çırağan, Sâdâbâd ve diğer mesire yerlerinde lâle yetiştirilmesi, helva sohbetleri düzenlenmesi bu dönemde başladı. Bu yüzden İbrâhim Paşa’nın 1718’de sadrâzam olmasından 1730 senesinde ölümüne kadar olan zamana daha sonra Lâle devri denilmiştir (Bkz. Lâle Devri). 1722 senesinde İran Safevî hânedânı son zamanlarını yaşıyordu. Afgan Üveysî hânedânı İsfehan dâhil İran’ın büyük kısmına hâkim olmuştu. Aynı sene Dağıstan, İran tâbiyetinden çıkarak, resmen Osmanlı tâbiyetine geçmişti. Böylece Osmanlı hâkimiyeti bir defa daha Hazar kıyılarına ve Kuma ırmağına dayandı. Sulh tarafdârı olan sadrâzam İbrâhim Paşa, Osmanlı Ordusunu İran topraklarına sokup fütûhat yapmak istemiyordu. Fakat, Rus çarı büyük Petro’nun İran’a müdâhalesi, Osmanlı Devleti’nin doğu siyâsetinin temelden değişmesine ve İran’la aralıklı olarak devam eden uzun bir savaşın çıkmasına sebeb oldu. Erzurum beylerbeyi vezir silâhdâr İbrâhim Paşa, Kafkas serdârı oldu ve 1723 yazı başında Gürcistan’a girdi. Diğer taraftan Van beylerbeyi vezir Köprülüzâde Abdullah Paşa Güney Âzerbaycana’a girerken, güneyde Bağdâd beylerbeyi vezir Hasan Paşa da; Luristân, Ardelân, Kirmanşâh ve Hemedan eyâletlerini aldı. Kısa bir süre sonra İran’ın büyük kısmını ele geçiren Osmanlı kuvvetleri, 3 Ağustos 1727’de Tebriz’e girdi. Böylece Güney Azerbaycan’ın büyük kısmı ile Kuzey Azerbaycan’ın Gence kesimi, Ermenistan, Nahcivan ve Hemedân’ı ele geçiren Osmanlı Devleti, sultan üçüncü Murâd devrindeki sınırlarına yeniden ulaştı. 4 Ekim 1727 Hemedân muahedesi ile Eşref Şâh tarafından Osmanlı Devleti’nin fütûhatı kabul edildi ise de İran’ın bir kısmında hâlâ Safevî hânedânı hüküm sürdüğü için Eşref Şâh tek başına muahede imzalamaya selâhiyetli değildi. Bu yüzden Osmanlı fütûhatı sağlam temele dayanmıyordu. Nitekim safevîleri desteklemek bahanesiyle ortaya çıkan Nâdir Han Avşar, Eşref Şâh’ı yenip İran’ın büyük kısmını ele geçirdi ve 2 Temmuz 1730’da Osmanlıların elinde bulunan Nihâvend’i alıp Hemedan üzerine yürüdü. Hemedan beylerbeyi Abdurrahmân Paşa, Nâdir Han’a karşı koymaksızın geri çekildi. Bu durum İstanbul’da siyâsî krizin başlamasına sebeb oldu. Sadrâzam İbrâhim Paşa’nın muhalif ve düşmanları baş kaldırmak için fırsat bekliyorlardı. İhtilâl hazırlayıcıları, sadrâzamın İran fütûhatını sattığından ve sefere çıkmak istemediğinden bahsediyorlardı. 3 Ağustos 1730 günü pâdişâh tuğları Üsküdar’a dikildi. Hareket biraz gecikince aynı senenin Eylül ayında Patrona Halîl ismindeki devşirme, etrafına topladığı bir grup ile isyân etti. İsyancılar sadrâzam İbrâhim Paşa ve bâzı devlet adamlarının başını istiyorlardı. 1 Ekim 1730 günü isyânın bastırılması için İbrâhim Paşa bâzı devlet adamları ile beraber öldürüldü. İsyancılar saray içlerine girerek her türlü zorbalığa baş vurdular. İbrâhim Paşa ve diğer devlet adamlarının naaşları istekleri üzerine âsîlere teslim edildi. Bunlar da, İstanbul sokaklarında dolaştırarak, her türlü hakareti yaptılar (Bkz. Patrona Halîl isyânı). İbrâhim Paşa, devlet işlerine vâkıf, düşünceli, mutedil, kadirşinas, kabiliyetli, insanların kadrini bilen bir devlet adamı idi. Kendisine fenalık yapanlara dahi iyilikte bulunurdu. İbrâhim Paşa’nın hayır eserleri oldukça fazladır. Bunların başında hanımı Fâtımâ Sultan’la beraber İstanbul’da Şehzâde Câmii yakınında yaptırdıkları Dârülhadîs, talebeye mahsûs odalar, sebil ve kütüphâne gelir. İstanbul’un muhtelif yerlerinde çeşme, sebil ve mesire yerleri yaptırmıştır. Ayrıca doğum yeri olan ve o târihde Niğde’ye bağlı bulunan Muşkara köyüne başka yerlerden ahâlî getirtip, iskan ile burayı kaza yaptı ve kasabayı sur ile genişletti. Muşkara adını kaldırıp Nevşehir diye adlandırdığı bu yerde iki câmi, bir medrese ve medrese talebesiyle fakir halk için imâret yaptırdı. Dâmâd İbrâhim Paşa, iyi bir tahsil görmüş, mütâalayı sever, ilmî sohbetlere düşkün bir zât olup, muhtelif ilimlerde, şiir ve edebiyâtda şöhreti olan şahsiyetleri etrafına toplamıştı. Meclisine devam eden ilim ve fikir adamlarıyla sohbet edip herhangi bir mevzuda onlara münazara ettirir ve icâbında kendisi de bu münazaralara iştirak ederek, kanâatini söylerdi. Teşkil ettiği ilmî bir encümen ile umûmî târihe ve İslâm târihine ait bir hayli kıymetli eserleri Türkçe’ye çevirtmiştir. İstanbul’da kitap satan esnafta bulunan nadide kitapların, ucuz fiyatla satın alınarak Avrupa’ya gönderildiğini öğrenen İbrâhim Paşa, bu eserlerin yurt dışına çıkışını yasaklayıp, kütüphâneler te’sis etti. Ayrıca İstanbul’da ilk matbaa, çini fabrikası ve çuha fabrikasının yanında, Hatayi ismi verilen kumaş fabrikasının te’sisi İbrâhim Paşa’nın gayret ve çalışmalarıyla olmuştur. İbrâhim Paşa, Avrupa’yı tanımanın Osmanlı dış politikası için önemli olduğuna inanan sadrâzamlardan idi. Bunun için İstanbul’daki yabancı devlet elçileri ile düzenli bir ilişki kurdu. İik defa yurt dışına Osmanlı elçileri göndermeye başladı. İbrâhim Paşa, askerî alanda ve devlet idaresinde bâzı yenilikler yaptı. Devrinde disiplin ve verimliliği sağlamak ve hazîneye olan yükleri hafifletmek için yeniçeri, bürokrat ve me’murların sayısı azaltıldı. Şehirlerde ve kırsal kesimde gelir kaynaklarının kadastro sayımları yapıldı. 1) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-4. bölüm-1, sh. 147 2) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; sh. 318 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 49 4) Râşid Târihi; cild-3, sh. 261 5) Hadîkat-ül-Vüzerâ; sh. 29 6) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna) cild-6, sh. 290 NİĞBOLU MEYDAN MUHÂREBESİ Niğbolu önünde Osmanlı ve haçlı orduları arasında 25 Eylül 1396 târihinde yapılan meydan muhârebesi. Osmanlı Devleti’nin Avrupa kıt’asındaki fetihleri, başta Papa olmak üzere bütün hıristiyan devletlerini telaşlandırıyordu. Osmanlı Devleti, Bulgaristan ve Sırbistan’ı fethederek, Tuna boylarına ve Macar krallığı hudutlarına dayanmıştı, Doğu (Hıristiyanlığının temsilcisi Bizans kayserliği küçültülüp, İstanbul ve çevresi surların içine sıkıştırılarak, Anadolu ve Trakya’dan kuşatılmış vaziyette idi. Osmanlı akıncıların, Bosna ve Arnavutluk’a yaptıkları akınlarla fethedilen bölgelere yerleşmeleri, Boyana nehri ve Drac limanına doğru yayılmaları, Latinleri ve buralarda nüfuz sahibi Venediklileri de telaşlandırdı. Bundan başka, Ege denizi sahilindeki beylikleri elde ettikten sonra bu beyliklere mensup korsan gemilerinin faaliyetleri de bu telaşlarını artırıyordu. Ancak asıl tehlikeyi hisseden Macarlardı. Kralları Sigismund ile Bizans kayseri İkinci Manuel’in Avrupa’dan yardım isteyerek Papa dokuzuncu Bonifacius’u bir haçlı seferine davet etmeleri, tahtlarını tehlikede gören kralları, şato, malikâne sahibi derebeyleri, hıristiyan keşiş, papaz ve İslâm hilâlinin haçlı salîbini ezeceği kuşkusuna kapılanları harekete geçirdi. Bunları gozönünde bulunduran Macar kralı Sigismund, Avrupa’nın muhtelif memleketlerine elçiler yollayarak, kurulacak haçlı ordusu teşkili için konuşmalar yaptı. Sigismund’un talebine karşı bilhassa Fransa’dan geniş çapta ilgi gösterilmesi haçlı ordusunun bir an önce hazırlanmasında hayli müessir oldu. Bütün Avrupa milletleri silâha sarıldı ve İngiltere ile Fransa arasındaki harbe son verildi. Fransa, İngiltere, İskoçya, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya, İsviçre, Belçika ve diğer Avrupa memleketlerinden ve Venediklilerle Rodos şövalyelerinden meydana gelen yüz binin üzerinde büyük bir ehl-i salîb (haçlı) ordusu toplandı. Fransız kuvvetleri Bourgogue dukası Philippe’nin büyük oğlu Nevers kontu (Jean san Peu = Korkusuz Jean)’ın kumandasında toplandılar. On bin kişiyi bulan Fransız kuvvetlerinin binini prensler ve asilzadeler meydana getiriyordu. Fransız kuvvetleri Fransa’dan hareketle Bavyera-Viyana yoluyla Budin’e geldi. Almanya’dan geçerken Alman prensleri idaresindeki Alman kuvvetleri de onlara katıldı. Rodos şövalyeleri ve diğer haçlı kuvvetleri ise daha önce Budin’e gelmişlerdi. Bunlara İngiliz, Flaman, Leh, Çekler de katıldılar. Osmanlı himayesinden kurtulmak için fırsat kollayan Eflak voyvodası Mirça da on bin kişilik kuvvetleriyle iştirak edince, haçlı ordusu harekete geçebilir hâle geldi. Haçlılar Macaristan’dan itibaren iki kola ayrıldı. Macar kralı Sigismund’un idaresindeki asıl büyük kol, önce Sırbistan istikâmetinde yürüyerek Tuna vadisine ulaştı ve nehrin sol sahilini tâkib ederek Osmanlı toprağına girdi. Sonra Tuna’yı geçerek Vidin, Orsava ve Rahova şehirlerini zaptederek buralardaki Türkleri kılıçtan geçirdiler. Sonra da Niğbolu önüne geldiler. Nevers kontu Jan’ın idaresindeki Fransızlar, Budin’den sonra Erdel üzerinden Eflak’a geçerek, Eflak voyvodası ile birlikte Niğbolu’da diğer kuvvetlerle birleşti. Haçlılar ilerlerken, katoliklik taassubuyla, Balkanların ortodoks hıristiyanlarını da öldürüp mallarını yağma ettiler. Osmanlıların müsamahalı idaresine bağlanan Balkanların yerli hıristiyan ahâlisi; can, mal, ırz tecâvüzüne uğrayarak, çok zarar gördü. Niğbolu’ya gelen haçlılar, Osmanlı kumandanlarından Doğan Bey’in muhâfızlığındaki Niğbolu kalesini karadan ve nehirden kuşattılar. Niğbolu kuşatmasının on altıncı gününe kadar sultan Bâyezîd Han ve Osmanlı ordusunun görünmemesi, haçlıları ümitlendirdi. Macar kralı Sigismund burada ünlü şövalyeler, prensler ve seçme askerlerine verdiği zafer ziyafetinde, Suriye’nin işgaliyle Kudüs’ün alınmasından bahseden şu konuşmayı yaptı: “Sultan Bâyezîd ister gelsin, ister gelmesin. Biz gelecek yaz Suriye’ye girecek, Yafa ve Beyrut’u Araplardan alacağız. Suriye’ye inmek için başka şehirlerle Kudüs’ü ve bütün arz-ı mukaddesi zaptedeceğiz.” O sırada Sigismund, sultan Bâyezîd Han’ın Asya içlerine giderek muhtelif müslüman kavimlerden kuvvet toplamakta olduğunu zannediyordu. Avrupa’daki haçlı hazırlıklarını öğrenip ordularının Osmanlı hududunu geçtiklerini haber alan sultan Bâyezîd Han ise, İstanbul kuşatmasını te’hir ederek, kuvvetlerini Edirne’de topladı. Kara Tîmûrtaş Paşa ile şehzâdelerinin kumandasındaki Anadolu askerleri sür’atle toplanarak Boğazlardan geçip, Edirne’de Pâdişâh’a yetiştiler. Rumeli askerleri de Edirne’de Bâyezîd Han’a katılmışlardı. Yıldırım Bâyezîd Han, adına yakışan bir sür’atle Tuna boylarına doğru yürüdü. Osmanlı ordusu Filibe-Şıpka geçidi yoluyla Niğbolu’ya ilerlerken, Tırnova’da gıda maddeleri tedârik eden haçlılar ile karşılaştı. Bunları esir alıp, kaçanlar Osmanlı ordusunun sür’atle geldiği haberini ulaştırdılar. Bu beklenmeyen bir hâldi. Mareşal Bubiko, Bâyezîd Han’ın Tırnova’ya gelebileceğine bir türlü ihtimâl veremiyordu. Türklerin harp kabiliyetlerini iyi bilen kral Sigismund haberin doğruluğunu tetkîk için ileriye keşif kuvvetleri gönderdi. Bâyezîd Han’ın Gâzi Evranos kumandasındaki öncüleri, Sigismund’un keşif kollarını te’sirsiz hâle getirdiler. Osmanlı ordusu Niğbolu’nun on kilometre kadar güneyine sokuldu. Cephesini kuzeye vererek ordugâh kurdu. Niğbolu’ya yaklaşan Osmanlı ordusu, keşif kollarıyla ovaya yayılmaya başlamıştı. Birdenbire Osmanlı ordusunu karşılarında gören haçlılar silâhbaşı ettiler. Kral Sigismund derhâl bir harb dîvânı toplayıp muhârebe nizâmını tesbit etti. Osmanlıların harb nizâmını iyi bilen Macar kralı, Eflak prensi kuvvetlerini ileri sürerek, asıl ordunun Osmanlı merkezindeki yeniçerilere karşı kullanılmasını, böylece Fransızların geride bulunarak Osmanlı merkezine yüklenmeleriyle büyük haçlı zaferinin kazanılmasını istedi. Türkleri tanımayan ve Osmanlı ordusunu ancak Fransız kuvvetlerinin yenebileceğini iddia eden Fransız Korkusuz Jean, krala zafer şerefini almak için harp nizâmını tesbit ettiğini söyleyince, Sigismund bu teklifi kabul etmek zorunda kaldı. 25 Eylül 1396 sabahı Avrupa’nın dört köşesinden toplanmış 120.000 kişilik haçlı ordusu ile bunun yarısı mikdârındaki Osmanlı ordusu karşı karşıya geldikleri zaman, Osmanlı ordusunun harb nizâmı şöyleydi: Birinci hatta Saruca Paşa kumandasında hafif piyadeleri teşkil eden azap askerleri, solda şehzâde Süleymân Çelebi kumandasında Rumeli askeri, sağda şehzâde Mustafa Çelebi ve Anadolu beylerbeyi Kara Tîmûrtaş Paşa kumandasında Anadolu askeri, ortada yeniçeriler vardı. Tımarlı sipâhîler sağ ve sol yanlara yerleştirilmişti. Sadrâzam Ali Paşa, Rumeli beylerbeyi Fîrûz Bey, Malkoç Bey, sol kanattaki kuvvetlerin arasında bulunuyordu. Ön hatlara piyadeleri koyup kat’î neticeyi atlı askere bırakan Osmanlı harp nizâmına mukabil, netîceyi yaya askere yükleyen haçlı ordusu ise, önde birinci hatta atlı şövalyeler, ikinci hatta Macar kralı, sağ yanda Stefan Laskoviç kumandasında Hırvatlar, solda voyvoda Mirça kumandasında Ulahlar olmak üzere tertibat almıştı. Ayrıca gerisini Tuna nehrine ve kuşatmakta olduğu Niğbolu şehrine dayamıştı. İki ordu bu harb düzeninde karşılaştılar. Fransız süvarileri muzaffer olmak hissiyle taarruz ettiler. İlk taarruz sultan Bâyezîd Han’ın kumanda ettiği merkez kuvvetlerine yapıldı. Merkez kuvvetlerinin önündeki hafif yaya askeri olan azapları geçtiler. Yeniçeri askeriyle karşılaştılar. Yeniçerilerin ok yağmuruna tuttuğu Fransız süvarilerinin büyük bir kısmı imha edildi. Sol koldan şehzâde Mustafa ve Anadolu kuvvetlerinin yandan taarruzuna uğradılarsa da, plân gereğince Osmanlı merkez kuvvetleri bir mikdâr geri alındı. Osmanlı ordusunun geri çekilişi Fransızların kaybını daha da artırıp, kurulan kıskacın içine girdiler. Osmanlı harb taktiğini bilen Sigismund’un tavsiyelerini dinlemeyip, daha da ilerlediler. Plân gereğince, üçüncü muhârebe hattı da iki kola ayrıldı. Fransızlar, Osmanlıların çekildiği tepeyi işgal edince, zafer kazandıklarını zannettikleri anda, sultan Bâyezîd Han’ın kumandasında olan pusudaki kuvvetlerle karşılaşınca şaşırdılar. Zafer sarhoşluğu ile yaya olanlar atlarına tekrar binmek istedilerse de, hilâlin kıskacı kapandığından geri dönemediler. Macar kralı Sigismund’un, müttefiki Fransızları kurtarmak için gönderdiği kuvvetler de kayıp vererek geri çekilmek mecburiyetinde kaldı. Kıskacın içindeki haçlı kuvvetlerinin karşı koyanları imha edilip, kalanlar esir alındı. Üç saat içinde bütünüyle perişan edilen haçlıların, en gözde birliklerine sahip Fransızların mağlûbiyeti, diğerlerinin taarruzuna imkân vermedi. Eflak prensi Mirça, muhârebe neticesinin haçlılar için hüsran olacağını tahmin ederek, memleketine çekildi. Karşı taarruza geçen Osmanlı ordusu, sür’atle Sigismund’un üzerine hücum etti. İhtiyat kuvvetlerini bile muhârebeye sokan Macar kralı, Osmanlılar karşısında hiç bir başarı sağlayamıyordu. Sultan Bâyezîd Han, kesin neticeyi almak için Osmanlı kuvvetlerinin hepsine taarruz emri verdi. Haçlılar paniğe kapılıp dağıldılar. Kalabalık haçlı ordusu ile Niğbolu’ya gelmekte iken, ordusunun muazzam sayısına bakarak; “Gök çökecek olsa mızraklarımızla tutarız” diyerek böbürlenen ve Osmanlıya atıp tutan Sigismund, Venedik kadırgasına binerek İstanbul boğazı-Marmara ve Ege denizi yoluyla Mora’daki Modon limanına, sonra da Dalmaçya’da karaya ayak bastı. Oradan memleketine geçti. Haçlılardan, muhârebeye katılmayanlar ve kaçanlar, kendilerini Tuna nehrine atıp boğuldular. Muhârebede pek çok asilzade, kumandan ve şövalye esir alındı. Thvvorocz adlı Avrupalı tarihçi, kral Sigismund’un kaçışını şöyle anlatmaktadır: “Eğer kral kurtuluşunu bir gemiye sığınmakta bulmamış olsaydı, yıkılan göğün tazyiki altında değil, Türk kılıçlarının uçları ile öldürülecekti.” Yine muhârebe şahidi bir hıristiyan Dlugosz, Türk korkusunun haçlılar üzerindeki te’sirini şöyle anlatmaktadır: “Swantos Laus adında Polonyalı bir şövalye de suda idi. Sigismund’un bindiği gemiye çıkmaya çalıştı. Fakat geminin yükü artar korkusuyla gemiciler onun ellerini kestiler.” Başta Papalık ve Bizans olmak üzere, bütün hıristiyan âleminin Osmanlıları Avrupa kıt’asından atmak için olanca imkânlarını seferber ederek hazırladıkları büyük haçlı ordusu, sultan Bâyezîd Han’ın karşısında mukavemet bile edememişti. 25 Eylül 1396 târihinde Niğbolu’da kazanılan zaferle, Osmanlı himayesindeki Vidin-Bulgar krallığına son verildi. Macaristan’a büyük bir akın yapılarak çok mikdârda esir alındı. Haçlılardan alınan pek çok ganimetle ülkede îmâr faaliyetleri, sosyal yardım müesseseleri ve san’at eserleri yapıldı. Esirleri önce Edirne’ye, oradan Gelibolu’ya gönderen, sonra da Bursa’ya gelince yanına getirten sultan Bâyezîd Han, Fransız hânedânından henüz yirmi iki yaşındaki Korkusuz Jean’a şöyle dedi: “Jean, haber aldık ki sen memleketinde önemli bir kimsenin oğlu imişsin. Şimdi seni serbest bırakıyorum. Gidiyorsun, bir çok yıllar ileriye bakamıyacaksın ve ilk silâh tecrübendeki başarısızlıktan dolayı takbih edilebilirsin (ayıplanabilirsin). Bu lekeyi silmek ve şerefini tekrar kazanmak için belki bana karşı sevketmek ve benimle harbetmek için kuvvetli bir ordu toplarsın. Eğer senden korkmuş olsam seni ve arkadaşlarını bana karşı kat’iyyen silâh kaldırmamanız için dîniniz ve şerefiniz üzerine yemîn ettirebilirim. Fakat hayır, böyle bir şey düşünmüyorum. Bilakis memleketinize döndüğünüz zaman da bir ordu toplayarak buraya sevk edersen memnum olacağım. Beni dâima hazır ve harp meydanında seni karşılayacak vaziyette bulacaksın. Şimdi bu söylediklerimi istediklerine de tekrar et.” Sultan Bâyezîd Han, esir edilen Korkusuz Jean ve diğer prensleri ve kumandanları fidye karşılığında serbest bıraktı. Niğbolu zaferi, gönderilen fetihnamelerle memleketin her tarafına, Asya’daki hükümdarlara, Mısır sultânına, Irak ve Acem beylerine, Tatar hânına, Bursa kâdısına müjdelendi. Mısır’da bulunan Abbasî halîfesine gönderilen zafernâmeye verdiği cevapta, Abbasî halîfesi Bâyezîd Han’a; “Sultan-ı İklim-i Rûm” ünvânı ile hitâb etti. O günden îtibâren Osmanlı hükümdarlarına sultân denilmesi âdet oldu. BRE DOĞAN, BRE DOĞAN… Yıldırım Bâyezîd Han, Niğbolu kalesi ve Doğan Bey’den haber alamamıştı. Kendisi yetişmeden kalenin düşüp teslim olmasından endişe ediyordu. Alman esirlerinden, çok kalabalık bir haçlı ordusunun Niğbolu kalesini dört yandan kuşattığı öğrenildi. Kale erzakı, mühimmatı ve Doğan Bey’in mukavemetini öğrenmek için kaleye birisini gönderip haber almak lâzımdı. Bütün bunları düşünen Yıldırım Bâyezîd Han hiç kimseye haber vermeden bu vazifeyi kendi yapmaya karar verdi ve karanlık bir gecede atına binerek sarp vadilere sürdü. İçkili haçlı devriyeleri arasından geçerek, kale duvarının altına geldi. Korkunç bir sükûnetin hâkim olduğu bu karanlık gecede, kaleye doğru (Bre Doğan! Bre Doğan!..” diye haykırdı. Gece-gündüz kale duvarlarının üstünde tetikte duran, düşmanı kollayan kale kumandanı Doğan Bey, bu sesi duydu. Ama bir mânâ veremedi. Bu ses Sultân’ın sesine benziyordu. Ama yüz binden fazla haçlı ordusu ile muhasara edilmiş bir kalenin yanına nasıl gelinebilirdi. Hayâl olduğunu sandı, kulaklarına inanamadı. Fakat aynı ses, daha hâkim, daha vakur bir kerre daha tekrarlanınca, Doğan Bey ne yapacağını şaşırdı. Kaleden aşağıya baktı. Karanlıkta hünkârın atı üstünde dikildiğini gördü. Göğsünde hıçkırıklar düğümlendi. Böyle bir hünkâra nice hizmet edilmezdi. Yıldırım Bâyezîd Han gereken talimatı verdikden sonra, karanlıklar arasına süzülüp kayboldu. Yıldırım Bâyezîd ile Doğan Bey arasındaki konuşmayı düşman devriyeleri de duymuş, fakat bir mânâ verememişlerdi. Müfrezedekiler vakit geçirmeden durumu komutanlarına anlattılar. Nihayet hâdiseyi mareşal Bubiko ve kral Sigismund öğrendi. Muhafızlar sorguya çekildi. İçkili oldukları anlaşılınca, orduda yalan yanlış haber yayarak moral bozmaya sebebiyet vermekten ve nöbette içki içerek hayâl görmekten elli kırbaç, üç gün de katıksız hapis cezası verildi. Askerler kırbaçları yerken doğru söylediklerine yemin ediyor, fakat trampetler seslerini boğuyordu... 1) Kitâb-ı Cihân-nümâ; sh. 70 2) Tevârîh-i Al-i Osman (Âşıkpaşazâde) 3) Tâc-üt-tevârih; cild-1, sh. 143 4) Devlet-i Osmâniyye Târihi (Hammer); cild-1, sh. 283 5) The Crusade in the later Middle Ages (A.S. Atıya, London-1938); sh. 435 6) Osmanlı Devletinin Kuruluşu (Gibbous); sh. 184 7) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 279 8) Îzahlı Osmanlı Kronolojisi; cild-1, sh. 101 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 101 10) Bizans Târihi (Ducas); sh. 31 NİŞANCI Osmanlı devlet teşkilâtında dîvân-ı hümâyûn üyelerinden olup, pâdişâh adına yazılacak fermanlara, berâtlara, nâmelere hükümdarın imzası demek olan tuğrayı çekmekle görevli olan me’mur. Bâzı târihî kaynaklarda muvakki, tevkiî ve tuğrâî isimleriyle anılır. Pâdişâhın emri bulunan ve baş tarafında tuğra çekilmiş olan vesîkalar, Osmanlı teşkîlât dilinde, nişân-ı şerîf-i sultânı, nişân-ı hümâyûn, tuğrâ-yı garrâ-i hâkânî, tevkî-i hümâyûn gibi isimlerle anılırdı. Ancak, bunlara nişan denmesi daha yaygındı. Ayrıca on sekizinci yüzyılın başına kadar nişancılar, devlet tarafından yeni çıkarılan kânunların İslâm hukukuna uygunluğunu kontrol ettiklerinden, kendilerine müftî-i kânun da denirdi. Ayrıca devlet arazi kayıtlarını ihtiva eden tahrir defterlerindeki düzeltmeler ve değiştirmeler de önemli vazîfeleri arasındadır. Hazret-i Ömer, istidaları (dilekçeleri) bizzat kendisi cevaplandırırdı. Bir defasında Amr bin Âs’a (r. anh); “Emirin senin hakkında nasıl olmasını istiyorsan, sen de halk hakkında öyle ol!” diye yazmıştı. Abbasîler devrinde tevkî’yazılması için dîvân-ül-inşâ denilen dâire kurulmuştur. Bu dâire Büyük Selçuklu Devleti’nde tuğra kelimesi kullanılarak dîvân-ı tuğra ismini almıştır. Türkiye Selçuklu Devleti’nde büyük dîvânda bulunan ve arazi defterlerine bakan ve dirlik tevcih beratlarını hazırlayan dâire başkanına pervaneci denilmiştir. Orhan Gâzi zamanında pâdişâha âid berat ve tuğraların mevcudiyetinden, nişancı denen görevlinin bu târihten îtibâren var olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı târihinde tesbit edilebilen ilk nişancı olan meşhur İslâm âlimi Cezerî’nin oğlu Muhammed Asgar’dan îtibâren bu me’mûriyette vazîfe yapan bütün nişancılar, devletin nizamlarına, teşkilâtına ve müesseselerine dâir kânunların toplanıp neşredilmesinde başlıca rolü oynadılar. Leyszâde Mehmed bin Mustafa, Fâtih Kanunnâmesi diye bilinen kânunnâme-i Âl-i Osman’ın bir araya getirilmesinde ve yazılmasında en büyük pay sâhiplerindendir. Nişancılık vazifesinde bulunanların, teşkilâtın işleyişine dâir bir hizmetleri de, dîvândan çıkan fermanların tertîb, imlâ ve inşâ hususunda koydukları kaidelerdir. Konulan bu kaideler, haleflerince de aynen tatbik edilmiştir. Bununla beraber, meselâ Tâcizâde Cafer Çelebi, Koca Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi, Ramazanzâde’nin kendilerine mahsus ferman ve meşhur yazış tarzları vardır. Nişancılar, on altıncı asır başlarına kadar ilmiye sınıfı arasından ve inşâsı yâni kalemi (yazma san’atı) kuvvetli olanlardan seçilirdi. Fâtih Kânunnâmesi’ne göre nişancıların dâhil müderrisleriyle Sahn-ı semân müderrislerinden tâyin edilmeleri kânundu. On altıncı asrın başlarından îtibâren dîvân kalemi hey’eti arasında yetişmiş olanlardan nişancılık yapabilecek reîsülküttâb varsa, onlar nişancı olurlar, bulunmazsa müderrisler arasından seçilirlerdi. Nişancıların tâyininde kendi me’mûriyetlerine âit berat verilmez, pâdişâhın şifahî iradesiyle tâyin edilirlerdi. Çünkü bunlar bizâtihî îtimâda lâyık addedilmişlerdi. On altı ve on yedinci asır kanunnâmelerinde nişancının vazifeleri kaydedilmektedir. Bunlara göre; nişancı tuğra-i şerîf hizmetiyle me’murdur. Önce nişancı dâiresinde kânunla ilgili hüküm yazılırdı. Mümeyyizi (müsveddeyi yazan kâtip) tashîh ettikten sonra nişancı tuğralarını çekerdi. Nişancılar Arapça ve Farsça olarak İslâm devletlerinden gelen nâmeleri tercüme ederek sadrâzama takdim ederlerdi. Nişancılar yalnız kendi dâirelerinde tuğra çekmeyip, dîvân-ı hümâyûnda da tuğra çekerlerdi. İşleri fazla olursa kubbe vezirlerinden en kıdemsizi kendisine yardım ederdi. On altıncı yüzyılda nişancı, dîvân kaleminin şefi olup, reîsülküttâb ile defter emîni onun maiyyetinde bulunurdu. Nişancılar protokolde sadrâzamın sağında, vezirlerin alt yanında yer alırdı. Rütbesi vezir olan nişancı, baş defterdârdan önceydi, vezîr değilse, derece bakımından sonra gelirdi. Nişancı, Dîvân-ı hümâyûn üyesi olmasına rağmen vezir rütbesine sahip olmadıkça, kânuna göre arz günleri pâdişâhın huzuruna kabul edilmezlerdi. Devlet teşkilâtında önemli yeri olan nişancıların, kendilerine mahsus kıyafetleri vardı. On yedinci asır sonlarında kaleme alınmış olan Tevkiî Abdurrahmân Paşa kanunnâmesinde, nişancılara mahsus olan kıyafet şöyle tarif edilmektedir: Mücevveze sarık sarar, saf (yün) üstlük, lokmalı kutnî (pamuk) iç kaftanı ve orta abayı giyer. Ayrıca bu kanunnâmede nişancıların 400 akçelik hasları olduğu ve sadrâzamla her zaman görüşebildikleri yazılıdır. On sekizinci yüzyıla kadar önemini muhafaza eden bu me’muriyetîn îtibârı sonradan azaldı. On sekizinci yüzyıl sonlarında vazîfeleri yalnız sadrâzamların mührünü basmaktan ibaret oldu. 1836 yılında kaldırılan nişancılığın görevi, defter eminliğine verildi. Mühim fermanların üzerine tuğralar, Bâb-ı âlî (Bkz. Bâb-i âlî); diğerleri defter emîni tarafından vazifelendirilen me’murlarca çekildi. 1838’de defter eminliği ile Bâb-ı âlî tuğranüvisliği (tuğra yazıcılığı), Bâb-ı âlî’de bulunan bir me’mura verildi. Tanzîmât’tan sonra nişancılığın vazifeleri bir kaç me’mûriyete dağıtıldı. Aslî vazîfeleri mâbeyn başkâtipliği ile hâriciye nâzırlığına devredilirken, ikinci derecedeki vazîfeleri mâliye ve defter-i hâkânî dâirelerinde görülmeye başlandı. 1) Osmanlı Târihi Lügati; sh. 336 2) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı; sh. 214 3) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 697 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 135 NİYÂZÎ MISRÎ Evliyanın büyüklerinden. Halvetî yolunun Mısriyye kolu kurucusu ve şeyhidir. Asıl adı Muhammed, mahlası Niyâzîi’dir. 1618 yılında Malatya’nın Soğanlı köyünde doğdu. Başka bir yerden gelip Malatya’ya yerleşen babası Ali Çelebi, Nakşibendî yoluna mensûb âlim ve fâzıl bir zâtdı. Muhammed Niyâzî, Malatya’da, önce İslâmî ilimlere âid temel bilgileri, sonra da medrese tahsiline başlayıp, tefsir, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini öğrendi. Medreseden icazet alıp çıkınca, çeşitli câmilerde verdiği vâzlarla halkın dikkatini çekti. Bu arada Malatya’daki Halvetî şeyhi Hüseyin Efendi’ye intisâb edip feyz aldı. Hüseyin Efendi’nin kısa bir süre sonra vefât etmesi üzerine anne ve babasından izin alıp uzun bir seyahate çıktı. Diyarbakır-Mardin yoluyla Bağdâd’a gelip bir müddet burada ilim tahsil etti. Burada dört yıl süren tahsilini tamamladıktan sonra Mısır-Kâhire’ye gelen Muhammed Niyâzî, Şeyhûniyye denilen yerde Kâdiriyye tarikatı büyüklerinden bir zâtın dergâhına yerleşti. O zâta talebe oldu. Hocasının bereket ve himmetiyle kemâle erdi. Mısır’da uzun yıllar kalarak ilmini ilerletti ve Câmiülezher’de ders verdi. Mübarek günlerde câmilerde vâz etti. Muhammed Niyâzî, devamlı ibâdet ve tâatta bulunduğu günlerde bir gece, rüyasında Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri onu yanına çağırıp; “Senin nasîbin diyâr-ı Rûm’dadır. Mısır’da değildir” buyurdu. Rüyasını hocasına anlatınca, hocası ona hilâfet verip duâ etti ve Mısır’dan ayrılmasına izin verdi. 1646 yılında İstanbul’a gelen Muhammed Niyâzî, Sultanahmed civarındaki Sokullu Mehmed Paşa dergâhına yerleşti ve uzun süre riyazette kaldı. Sonra devrin tanınmış âlim ve mutasavvıflarıyla görüştü. Mısır’da uzun yıllar kaldıktan sonra İstanbul’a geldiği için, buna nisbetle Niyâzî Mısrî diye tanındı. Bir süre İstanbul’da kaldıktan sonra Bursa’ya geçen Niyazi Mısrî, Ulu Câmi yakınlarındaki bir medreseye yerleşerek inzivaya çekildi. Halkın isteği üzerine, Şeker Hoca Câmii’nde Cuma geceleri vâz verdi. Buradan Uşak’a geçerek, Elmalılı Şeyh Yûsuf Sinân’ın halîfesi Şeyh Mehmed’in dergâhına yerleşti. Daha sonra Ümmî Sinân’la tanışarak bütün varlığıyla ona bağlandı. Hocasıyla beraber Elmalı’ya gidip vâzlar verdi, dergâhın hizmetlerinde bulundu. Bir müddet sonra tekrar Uşak’a oradan da Çal ve Kütahya’ya geçen Niyâzî Mısrî, hocasının vefât haberi üzerine Uşak’a tekrar döndü. Fakat üzüntüsünden burada kalamayıp Bursa’ya gitti. Bursa’ya yerleşerek burada evlenen Niyâzî Mısrî, Ulu Câmi’de devamlı vâzlar verdi. Şöhreti bütün ülkeye yayıldı. 1665’de sadrâzam Fâzıl Ahmed Paşa’nın daveti üzerine Edirne’ye gitti. Dönüşte İstanbul’a uğradığında, bâzı câhillerin tasavvuf aleyhine estirdikleri hava sebebiyle, sultan dördüncü Mehmed, âlimler ve tasavvuf büyükleri ile devlet erkânının da toplandığı bir gün Ayasofya Câmii’nde vâz verdi. Bu vâzında; tasavvuf yolunun hak olduğunu, tasavvuf ehlinin yaptıkları zikrin İslâm’a aykırı olmadığını en açık şekilde îzâh etti. Herkes ilmine hayran olup, tasavvufun, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını seve seve yapmaya yardımcı olduğunu anladı. Bu şekilde tasavvuf aleyhine olan faaliyetleri durduran Niyâzî Mısrî, tekrar Bursa’ya döndü. Bu günlerde şeyhi Uşaklı Mehmed Efendi’nin vefâtı üzerine Halvetiyye yolunun Mısriyye kolunu kurarak irşada başladı. Sultan dördüncü Mehmed, Kamaniçe seferine çıkmadan önce, şöhretini duyduğu Niyâzî Mısrîyi ordunun mânevi gücünü yükseltmek gayesiyle Edirne’ye davet etti. Üç yüz talebesiyle beraber Edirne’ye gidip sefere katıldı. Seferden dönüşte Edirne’de verdiği vâzlar sebebiyle 1673’de Rodos adasına sürgüne gönderildi. Dokuz ay sonra 1674’de Rus savaşı sebebiyle affedilip, halkı sefere teşvik etmek için talebeleriyle beraber Edirne’ye geldi. Savaş sonrasında yaptığı bir vâzında, savaşların millet ve devlet üzerindeki acı te’sirlerini anlatması yanlış anlaşılarak, rikâb-ı hümâyûn kaymakamı tarafından önce Gelibolu’ya oradan da Limni adasına sürgün edildi. Limni’de 1677’den başlayarak on beş yıl boyunca çileli bir hayat yaşadı. Vefâtından bir yıl önce 1692 yılında affedilerek Bursa’ya, oradan da Edirne’ye geldi. Selîmiye Câmii’nde vâz ederken devlet işleriyle ilgili söylediği bâzı sözler sebebiyle tekrar Limni’ye gönderildi. Adaya gelişinden bir kaç ay sonra vefât etti ve oraya defnedildi. Türkçe ve Arabça, manzum ve mensur on cildden fazla eseri bulunan Niyâzî Mısrî, daha çok mutasavvıf şâir olarak meşhur olmuştur. Aruzla yazdığı şiirlerde genellikle Nesîmi ve Fuzûlî, hece ile yazdıklarında ise Yûnus Emre’nin te’siri altında kalmıştır. Birçok yazma nüshası bulunan Dîvân’ı, hicrî 1259’da Bulak matbaasında basılmıştır. Dîvândaki şiirler çok içli ve yanıktır. Diğer eserleri şunlardır: 1- Mevâid-ül-irfân avâid-ül-ihsân, 2- Şerh-i Esmâ-i hüsnâ, 3- Risâle-i eşrâtüs-sâa’, 4- Suâller ve Mısrî’nin cevapları, 5- Tefsîr-i sûre-i Yûsuf, 6- Risâle-i Mebde’ ve Me’âd, 7- Risâle-i Mısrî, 8- Tefsîr-i Fâtihâ, 9- Risâlet-üt-tevhîd, 10- Es’ile ve Ecvibe-i Mutasavvıfâne, 11Şerh-i Nutk-ı Yûnus Emre, 12- Tâbirname, 13- Risâle-i Haseneyn, 14- Dîvân-ı İlâhiyyât, 15- Mektûbât, 16- Risâle-i Hızriyye, 17- Risâle-i hilye-i hazret-i Hüseyin, 18- Sûre-i Nûr tefsiri, 19- Risâle-i Belgrat, 20- Risâle-i Vahdet-i vücûd. 1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 184 2) Büyük Türk Klasikleri; cild-6, sh. 66 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 139 4) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-2, sh. 702 NİZÂM-I CEDÎD Sultan üçüncü Selîm Han devrinde kurulan talimli asker ocağına verilen ad. Nizâm-ı cedîd, geniş ve dar mânâda olmak üzere iki şekilde tarif edilmiştir. Dar mânâda; sultan üçüncü Selîm Han zamanında Avrupai tarzda yetiştirilmek istenen asker. Geniş mânâda ise; yine aynı Pâdişâh devrinde devlet teşkilâtının bütününde yapılmak istenilen yeniliklerdir. Nizâm-ı cedîd; yeni düzen ve nizâm demektir. Osmanlı Devleti’nde on sekizinci yüzyıldan itibaren bâzı ıslâhat hareketlerine başlandı. Gaye, Yavuz ve Kânûnî dönemine dönmek, aksayan idâri düzeni eski hâline kavuşturmaktı. Sultan İkinci Osman ile başlayan ıslâhat hareketleri sultan dördüncü Murâd, Köprülü ailesi ve sultan üçüncü Mustafa ile devam etti. Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa, sadrâzamlığı sırasında gayr-i müslimlerden alınan cizyenin bir elden toplanması için yaptığı yeniliklere Nizâm-ı cedîd adı vermiştir. İlim adamları ile istişare ederek bu yenilikleri tatbîkat sahasına koymuştu. Bu yenilikler sultan üçüncü Selîm Han devrinde daha geniş bir plân ve programla sürdürüldü. Bu pâdişâh, şehzâdeliği ve velîahdlığı esnasında yapılan ıslâhat teşebbüslerini yakından tâkib etmişti. Bu devirde eski usûl ve teşkilât için Nizâm-ı kadîm denilmeye başlanmıştı. Nizâm-ı cedîd hareketi, sultan üçüncü Selîm’in tahta çıkışıyla beraber belli bir tertib içinde uygulanmaya başlandı. Böyle yeni bir sistemin konulması için, öncelikle bâzı yönlerden örnek alınacak Avrupalıların ilerlemesinin sebeplerinin incelenmesi ve devlet adamlarıyla âlimlerden teşekkül edilecek bir danışma meclisinin kurulması îcâb ediyordu. Pâdişâh, meşveret (danışma) meclisi teşkîliyle, yeni fikrin, bir şahsın değil, devletin malı olması gayesini güdüyordu. Islâhat için ikisi Avrupalı olan yirmi iki devlet adamından, bu konudaki düşüncelerini açıklayan birer rapor istedi. Osmanlı ordusunda çalışan bir subay olan Bertrauf ile, İsveç konsolosluğunda çalışan D’Ohosson ve Türk devlet adamlarının belli başlılarından olan sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, Velî Efendizâde Emin, Defterdâr Şerif Efendi, Tatarcık Abdullah Efendi, Çavuşbaşı Efendi ve tarihçi Enver Efendi bunlar arasında idi. Diğer taraftan Ebû Bekir Râtib Efendi, o devir için Avrupa’nın güçlü devletlerinden olan Avusturya’nın başşehri Viyana’ya sefaret vazifesiyle gönderildi. Gönderilen bu elçiden, Avusturya’nın bütün müesseselerini incelemesi ve rapor etmesi istendi. Sekiz aylık bir seyahat neticesinde yazılan bu sefâretnâmede, alınması gereken başlıca tedbirler şöyle sıralandı: 1- Hazînenin dolu ve düzenli olması, 2- Askerin itaatli olması, 3- Devlet adamlarının doğru ve sâdık kimseler olması, 4- Halkın refah ve himayesinin te’mini, 5Bâzı devletlerle ittifak andlaşmalarının yapılması. Ebû Bekr Râtib Efendi’ye göre, örnek seçilecek bir devletin askerî kânunları ve nizamları iktibas edilerek, kendi bünyemize uydurup, ihtiyâcımıza cevap verecek bir Nizâm-ı cedîd ordusunun kurulması gerekiyordu. Pâdişâh’ın düşüncelerine te’sir eden bu sefâretnâme, Nizâm-ı cedîd programının hazırlanmasının bir safhasını teşkil ediyordu. Kendisinden önceki pâdişâhların, ıslâhat hareketleri düşüncelerinden faydalanmasını bilen sultan üçüncü Selîm Han, sultan üçüncü Ahmed Han devrinde yapılmak istenilen ıslâhatın, devlet adamlarından gizli olmasının zararlarını gördüğünden, devlet adamları ve âlimleri yanına çağırarak, onların düşüncelerinden faydalanma ve memleketlerin durumunu daha iyi tahlil etme imkânını ele geçirmek istedi. Ancak lâyihaları kaleme alan kimselerin askerlik sahasında tecrübe sahibi kişiler olmaması, köklü tekliflerin gelmesine mâni oldu. Verilen lâyihalar, başlıca üç görüş üzerinde toplanıyordu: 1- Ordunun, Kânûnî Sultan Süleymân kânunlarına göre ıslâh edilmesi, 2- Sultan Süleymân kânunlarına, Avrupa nizamlarını tatbik ederek yeniden ordu teşkili, 3- Yeniçeri ocağı tamamen kaldırılarak, Avrupa usûllerine göre yeni bir ordunun kurulması. Üçüncü düşüncede olanlara göre, devletin eski kânunları ihtiyâca cevap veremez hâle gelmiş, yeniçeriye fesâd karışmış, bu da ordunun bozulmasına sebeb olmuştu. Bu sebeplerden dolayı yeniçeri ocağını bir tarafa bırakarak, tamamen Avrupa usulleriyle yeni bir ordu kurulmalıydı. Sultan üçüncü Selim Han, bunlardan üçüncüyü seçti. Programın uygulanması için tertîb edilen hey’etin başına, İbrâhim İsmet Bey gibi dirayetli bir şahsı getirdi. Bu zât, işin başlangıcında olabilecek tehlikeleri dile getirmişti. Islâhat hey’etinin hazırladığı program, yetmiş iki maddeden meydana geliyordu, öncelikle askerlikle ilgili maddelerin tatbikatına geçildi. Yeniçeri ocağının birdenbire kaldırılmasının devlete vereceği zarar ortada olduğundan, bu ocağın ıslâh edilmesi sırasında yeni ordunun kurulması çalışmalarına başlandı. Yeniçeri ocağına haftada bir kaç gün mecburî tâlim konuldu. Humbaracı, topçu, lağımcı ve top arabacı ocaklarının yeni kanunnâmeleri hazırlandı. Bunlar, ordunun teknik sınıflarını teşkil edeceklerdi. Yeni ordunun teşkili ise, sadrâzam Koca Yûsuf Paşa’nın Ziştovi ve Yaş andlaşmalarından sonra cepheden İstanbul’a dönmesi ile başladı. Sadrâzamın Avrupa’dan subay da getirmesi, talimli piyade askerinin teşkilini hızlandırdı. Pâdişâh bu ordunun yeniçerilerden bağımsız olmasın ve genç yeniçerilerin buraya alınmasını istiyordu. Ancak bunun mahzurları düşünüldüğünden yeni ordunun bostancı ocağına bağlı, on iki bin mevcûdlu ve örnek bir ordu gibi teşkili yoluna gidildi. Levend çiftliği kanunnâmesi ile yeni ordunun kadroları ve diğer mes’eleleri açıklanmış oluyordu. Nizâm-ı cedîd ordusunun kuruluşunda ortaya çıkan diğer bir problem ise; yeniçeri taraftarlarının çıkaracağı taşkınlıktı. Bunun için halk arasında muteber bilinen devlet adamlarından faydalanma yoluna gidildi. Yapılan propagandada, yeni ordunun İstanbul’da Rus tehlikesine karşı muhafaza için kurulduğunu, İstanbul’a karşı bir tehlike esnasında Anadolu ve Rumeli’ne dağılmış olan, çiftçilikle uğraşan askerin geç gelmesinin doğuracağı tehlikeler anlatıldı. Pek te’sirli olmamakla beraber yapılan propaganda neticesi, ilk andaki tepkiler önlenmiş oldu. Sessizlikten istifâde etmek isteyen devlet, Anadolu’da asker yetiştirme hareketine girişti. Bu harekette, Karaman vâlisi Kâdı Abdurrahmân Paşa ile Amasya sancakbeyi Cabbarzâde Süleymân Bey’in gayretleri semeresini verdi. Ancak yeniçeri ocağına tâlim mecbûriyeti konması, hâriçten Esamî satın alarak ulufeye kaydolanların işine gelmedi. Ocak içinde usulsüz âidât toplıyanların, kanunnâme ile engellenmesi, çıkarcıları zor duruma soktu. Yapılan karşı propaganda neticesi önce yeniçeriler tâlime çıkmamaya başladı, sonra da Nizâm-ı cedîde kaydolanların dağılmaları, devlet adamlarına Nizâm-ı cedîdin asker kaynağının sâdece ordu olduğunu anlatmış oldu. Bu esnada Levend’den başka Üsküdar’da Kâdı Abdurrahmân Paşa’nın askerlerinden teşekkül eden yeni bir ordu te’sis edildi. Nizâm-ı cedîd ordusunun kurulmasının yanı sıra; Tophane, Tersane ve Mühendishâne’nin de yeniden organizasyonuna başlandı. Tophane mensupları elenerek yenilendi. Avrupa’dan top döküm ustaları getirilerek yeni top imalâtına başlanıldı. Çok ihmâl edilmiş olan donanma ve tersanenin ıslâhatına girişildi ve bu konu, Küçük Hüseyin Paşa’ya verildi. Alınan tedbirler neticesinde donanma her yönden güçlendi. Fennî eğitimde tahsîl ve terbiyenin ilerlemesi için, 1773’de açılan Mühendishâne-i Bahr-i hümâyûn genişletilerek, 1794’de Teknik üniversite mahiyetindeki Mühendishâne-i Bahr-i hümâyûn kuruldu. Bu okullarda, geniş ölçüde yabancı öğretmenlerden faydalanıldı. Okulların kitap ihtiyâcını karşılamak için de Üsküdar matbaası yeniden tesîs edildi. Yapılan değişiklikler, devlet bütçesine ağır yük getiriyordu. Yükün kaldırılması için, sâdece Nizâm-ı cedidin giderlerini karşılayacak İrâd-ı cedîd denilen yeni bir hazîne kuruldu. Ayrıca İrâd-ı cedîd, ilerde meydana gelebilecek harplerin giderlerini de karşılayacaktı. İki yüz bin kese değerinde olacak bu hazînenin gelir kaynaklarını, Rüsûm-ı Zecriye denilen tütün, kahve ve benzeri emtiadan yeni mültezime verilen mukâtaalardan ve her sene yenilenen beratlardan alınan vergiler teşkil ediyordu. Hazînenin hesaplarını görmek için de talimli asker nâzırı, İrâd-ı cedîd defterdârı tâyin edildi. Nizâm-ı cedîd hareketi, askerî sahadaki yeniliklerin yanı sıra idarî, siyâsî ve ticarî sahalarda aynı istikâmette bir takım teşebbüsleri beraberinde getirdi. İdarî sahada Anadolu ve Rumeli, yirmi sekiz vilâyete bölündü ve vezir sayısı buna uygun hâle getirildi. Menfî ve ehliyetsiz kişilere vezirlik ve idarecilik verilmemesine dâir kanunnâme çıkarıldı ve tâyinlerin yapılması hakkı, pâdişâh ve sadrâzama verildi. Vezirlerin me’muriyet süresi, en az üç, en çok beş yıl arasında sınırlandırıldı. Kâdıların durumu tımar nizâmnâmesi düzenlenerek, yapılacak muamelelerin kanunnâmeye uygun olmasına dikkat edildi. Osmanlı Devleti’nin iktisadî, idarî, siyâsî sahalarında yapılan yenilik ve ıslâhatlar, yapılan menfî propaganda, içteki ve dıştaki başarısızlıklar sebebiyle istenilen neticeyi veremedi. Islâhatları tatbik edenler arasında, pâdişâha tam olarak itaat edenlerin sayısının az olması da bunda rol oynadı. Hârici düşmanlar, yapılan savaşlar, Arabistan’da Vehhâbî, Mora’da Rum, Balkanlarda Sırp isyânları ile diğer küçük çaptaki isyânları bastırmakta güçlükle karşılanılmasının suçu, devamlı Nizâm-ı cedîd askerine yüklendi. Yeniçeri ocağı mensublarının da Nizâm-ı cedîd askerinin çoğalmasıyla kendi maaşlarının ellerinden gideceği korkusu, karşı çıkmalarına sebeb oldu. Fransa’nın Osmanlı Devleti aleyhine cephe alıp, İstanbul’daki Fransız sefirinin el altından yeniçerileri, “Maaşlarınız alınıp, devlet ileri gelenlerine dağıtılacaktır” şeklindeki tahrikleri de etkili oldu. Bu hareketin başarısızlığında bâzı kötü tesadüflerin, korkak ve ehliyetsiz devlet adamlarının da rolü vardı. Devlet bütçesinden yapılan masrafların artması, hîleli sikke kesilmesi veya yeni yeni vergilerin konulmasına bağlı olarak, eşya fiyatları arttı. Taşradaki vergi tahsildarlarının suistimalleri, halka büyük sıkıntı getirdi. Bu sebeblerden, yeniliğe karşı olanlar Nizâm-ı cedîdî yıkmak için fırsat arar hâle geldiler. Napolyon’un Mısır seferi sırasında Akka kalesinin önündeki savaşta başarı kazanan Nizâm-ı cedîd ordusundan, Sırp isyânlarına ve Rusya ile savaş tehlikesine karşı faydalanılmak istendi ve ordu Rumeli’ne geçirildi. Ancak bu durumdan şüphelenen Rumeli âyânına, ordunun Sırp isyânını bastırmakla vazîfelî olduğu ilân edildi. Fakat, sadrâzam İsmâil Paşa’nın, yeniliğe muhalif olanların Rumeli âyânı ve yeniçerileri tahriki, olayların başlangıcı oldu. İlk hâdise Tekirdağ’da meydana geldi. Burada kurulacak Nizâm-ı cedîd ordusuna dâir fermanı okuyan kişiyi, yeniçeriler öldürdüler. Askeri Edirne’ye götüren Kâdı Abdurrahmân Paşa’ya mukavemet edilmesi, iç harp tehlikesi derecesine ulaştı. İngiliz donanmasının İstanbul’u yakmakla tehdîd ettiği ve düşmanın sınırlara asker yığdığı sırada böyle bir isyânın başlaması devletin selâmeti açısından kötü netîceler doğuracağı aşikârdı. Bu sebeble üçüncü sultan Selim Han, Abdurrahmân Paşa’yı geri çağırdı. Arzu edilen neticenin aksine, muhaliflerin taşkınlıklarını artırmaktan başka bir işe yaramadı ve yenilik düşmanlarının şımarmalarına sebebiyet verildi. İstanbul’da Boğaz yamakları isyân etti. Edirne’deki hâdiseden sonra merkezde yapılan değişiklikler, fayda yerine zarar getirdi. Yeni tâyinlerde, Nizâm-ı cedîdi ister görünen muhalifler makam sahibi oldular. Bunların da kışkırtmasıyla ordunun İstanbul’da bulunmayışını fırsat bilen yeniçeri ve yenilik muhalifleri, Nizâm-ı cedidi ortadan kaldırmaya karar verdiler. Bundan habersiz olan pâdişâh, Boğaz yamaklarını Nizâm-ı cedîde dâhil etmeye çalışıyordu. Köse Mûsâ Paşa ise el altından haber göndererek, bu askerleri; “Eğer, Nizâm-ı cedîd elbisesi giymezseniz ocaktan atılırsınız. Belki de Nizâm-ı cedîd sizi öldürecektir” diye tahrik ediyordu. Tahrikler sonucu yeniçeriler 26 Mayıs 1807 târihinde Büyükdere çayırında toplanarak isyânı başlattılar. Başlarına reis olarak seçtikleri Kabakçı Mustafa denilen serkeş de İstanbul halkına, yaptıkları işin mukaddes bir hareket olduğu yolunda propaganda yaptı. Bu esnada kaymakam Köse Murâd Paşa, bir taraftan pâdişâha isyânı önemsiz gibi gösterirken, diğer yandan, isyâncıları bastırmaya hazırlanan topçu ocağına, karşı gelmemeleri için emir gönderiyordu. Neticede isyân programı düzenli olarak tatbik edilmeye başlandı. İsyancılar Etmeydanında (Aksaray semti) toplandıktan sonra, devlet adamlarının içinde bulunan Nizâm-ı cedîd muhalifleriyle anlaştılar. Pâdişâh durumdan haberdâr olduğunda iş işten geçmişti. İsyanın bastırılması için Nizâm-ı cedîdin kaldırıldığına dâir bir ferman yayınladıysa da, âsîler bu defa, Pâdişâh’dan on bir kişinin kendilerine teslimini istediler. Kendisine on bir kişinin isimlerinin listesi verildiğinde çok üzülen Pâdişâh, bütün bunlara sebep, kendi yumuşak huyluluğu olduğunu söylemiştir. Kan dökülmemesi için âsîlerin istekleri kabul edildi. Âsîler verdikleri listede olan kişileri katlettikten sonra daha da ileri giderek, yeni bir istekle ortaya çıktılar. Sıra nihayet Nizâm-ı cedidin mîmârı olan sultan üçüncü Selîm’e gelmişti. Neticede Pâdişâh iyi huyluluğu, şefkati ve temiz ahlâkı yüzünden şehîd edildi. İsyanın neticesinde de memleket, Avrupa’ya yetişmek yolunda uzun bir süre geri bırakıldı (Bkz. Kabakçı Mustafa, Alemdâr Mustafa Paşa). 1) Târih-i Râşid; cild-2, sh. 148 2) Târih-i Cevdet; cild-3, sh. 51 3) III. Selîm’in Hattı Hümâyûnları ve Nizâm-ı Cedîd (E.Z. Karal, Ankara-1946) 4) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 704 5) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; cild-1, sh. 351 6) Silahlı Kuvvetler Dergisi (Sene, 1985, sayı-299); sh. 68 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 141 8) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-5, sh. 63. 9) Büyük Türkiye Târihi; cild-9, sh. 441 NÛREDDÎN CERRÂHÎ Evliyanın büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Abdullah’dır. 1671 (H. 1082) senesi Rebî’ul-evvel ayının on ikinci gecesi, Cerrahpaşa Câmii’nin karşısındaki Yağcızâde konağında doğdu. 1720 (H. 1133) senesi Zilhicce ayının dokuzunda Pazartesi günü İstanbul’da vefât etti. Cenaze namazı, Fâtih Câmii’nde öğle namazından sonra kalabalık bir cemâat tarafından kılındı. Kabri Karagümrük semti civarındadır. Nûreddîn Cerrâhî’nin soyu, Ebû Ubeyde bin Cerrâh’a (r. anh) ulaştığı için, Cerrahî denilmiştir. Cerrahpaşa’lı olduğu için öyle denildiği de söylenmiştir. Çoğunluk birinci rivayette ittifak etmişlerdir. Nûreddin Cerrahî, daha küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi, Cerrahpaşa mektebinde öğrendi. Kur’ân-ı kerîm hocası Yûsuf Efendi’dir. Tahsilini tamamlayan Nûreddîn Cerrahî, zahirî ilimleri öğrenmek için medreseye gitti. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra, genç yaşta Mısır kâdılığına tâyin edildi. Nûreddîn Cerrahî Mısır’a gitmeden önce, veda etmek için Üsküdar’daki dayısı Hüseyin Efendi’nin konağına gitti. Hava iyi olmadığı için bir süre burada kaldı. Bir gece dayısı, onu evin karşısında bulunan Selâmi dergâhına götürdü. Yatsı namazından sonra dergâhta ders veren Ali Efendi’nin yanına gittiler. Nûreddîn Cerrahî, Ali Efendi’nin elini öpünce Ali Efendi; “Oğlum Nûreddîn! Safa geldiniz” diye ismini söyledi. Bunun üzerine Nûreddîn Cerrahîyi bir muhabbet ve cezbe hâli kapladı. Daha sonra Allahü teâlâyı zikrederken vecde geldi. Nûreddîn Cerrahî, daha sonra Ali Efendi’den kendisini talebeliğe kabul etmesini rica etti. Alî Efendi de, onun ricasını, kabul buyurup; “Oğlum Nûreddîn! Mâsivâdan (Allahü teâlâdan başka şeylerden) sıyrılıp abdestini tazele” diye uyardı. Bunun üzerine kendisine verilen Mısır kadılığı vazifesini kabul etmeyerek, tâyin fermanını şeyhülislâma geri gönderdi. Nûreddîn Cerâhî, Ali Efendi’ye tam teslim oldu. Ali Efendi Nûreddîn Cerrâbî’yi abdest aldıktan sonra halvete koydu. Onda büyük bir huzur hâli, meydana geldi. Ali Efendi, bir müddet sonra ona icazet vererek hırka giydirdi. Sonra Ali Efendi; “Oğlum Nûreddîn! İstanbul’a git. Karagümrük yakınında ve dört yol ağzında, Kethüda Canfedâ’nın yaptırdığı Câmi-i şerifin yanında Bakkal İsmâil Efendi isminde bir zât senin için bir oda yaptırdı. O odada ibâdetle meşgul ol. Umulur ki, senin için o civarda bir dergâh yapılır. O zaman insanlara doğru yolu göstermeye çalış. Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn efendiler senin yanında kemâle gelecekler” buyurdu. Nûreddîn Efendi, hocasının emri ile Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn yanında olduğu hâlde Karagümrük’e gittiler. İsmâil Efendi, hocasının bahsettiği odanın anahtarını Nûreddîn Cerrâhî’ye teslim etti. İsmail Efendi bu odayı rüyada gördüğü Resûl-i ekremin emri ile yaptığını söyledi. 1703 senesinde kapı kethüdalarından Bekir Efendi’nin vefât etmesi üzerine, Karagümrük civârında bulunan konağı boş kaldı. Dârüsseâde ağası Beşir Ağa, bu konağı alacağı sırada rüyasında Nûreddîn Efendi’yi gördü. Konağı satın almamasını söyledi. Aynı gece sultan Ahmed Han’a da rüyasında Nûreddîn Efendi’nin ihtiyâcını gidermesi emredildi. Pâdişâh ertesi gün, boş kalan konağı satın alsınlar diye, Yahyâ Efendi’yle Nûreddîn Cerrâhî’ye üçyüz altın gönderdi. Nûreddîn Cerrahî bu altınları kabul etmedi. Bir dergâh yaptırsalar, daha makbûle geçeceğini söyledi. Yahyâ Efendi, huzurundan ayrılırken, Nûreddîn Cerrâhî’nin ellerini öpeceği sırada, Nûreddîn Efendi’nin Ali Efendi’ye talebe olması sırasında meydana gelen manevî hâlin aynısı, Yahyâ Efendi’de de meydana geldi. Bu sırada Yahyâ Efendi, Nûreddîn Efendi’den kendisini talebeliğe kabul etmesini rica etti. Yahyâ Efendi, getirdiği paraları başka birisi vasıtasıyla Sultan’a gönderdi. Bunun üzerine Sultan o konağı aldırarak, orayı dergâh hâline getirdi ve Nûreddîn Efendi’ye tahsis etti. Nûreddîn Cerrâhî, burada ibâdet yapmak ve insanlara doğru yolu göstermek için çalıştı. Nûreddîn Cerrâhî’nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- Mürşid-i Dervişân Risalesi, 2Nutk-ı şerîf, 3- Nasîhat-ı âli. Ayrıca çok güzel ilâhîleri vardır. 1) Sefînet-ül-evliyâ; cild-5, sh. 40 2) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 178 3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 193 NÛRUOSMÂNİYE CAMİİ On sekizinci yüzyıla âid büyük sultan câmilerinden. İstanbul’da Çemberlitaş ile Kapalıçarşı ve Cağaloğlu arasındadır. Câmi; medrese, imaret, kütübhâne, sebil, çeşme, dükkânlar ve hanlardan meydana gelen bir külliyenin içindedir. Bu câminin yerinde daha önce şeyhülislâm Hoca Sâdeddîn Efendi’nin hanımı Fatma Hanım’ın mescidi bulunmaktaydı. Zamanla terk edilen bu mescid yıkıldı ve çevresindeki bir çok dükkân kamulaştırıldı. Nûruosmâniye Câmii, 1748 (H. 1161) yılında sultan birinci Mahmûd Han zamanında yaptırılmaya başlandı. Onun vefâtı üzerine sultan üçüncü Osman Han câminin inşâatını devam ettirdi. 1755 (H. 1169) yılında câmi tamamlandı. Vakıfları ve vazifelileri tâyin edildi. Sultan üçüncü Osman Han bu câmiye ecdadının adını vermekle, kendi ve ecdadının isminin hayırla anılmasına sebeb oldu. Câmi, Ahmed Efendi adında bir bina emininin idaresinde Mîmâr Mustafa ağa ve yardımcısı Simon kalfa tarafından inşâ edilmiştir. Cami barok üslûbta yapılmış olup, klâsik üslûbdan tamamen ayrı bir karakter taşımaktadır. Câmi bu özelliği ile Osmanlı mîmârisinin yeni üslûbunun ilk büyük ve mühim eseridir. Mîmârî bakımdan câmi, yüksek bir kaide üzerinde inşâ edilmiştir. Plânı kare olup, mihrabı dışarı çıkıntılıdır. Yüksek ve geniş çaplı kubbe, yan duvarlardaki büyük kemerlere oturur. Câminin iç avlusu yarım dâire şeklinde olup, on iki sütuna oturan kubbelerin örttüğü revakı, şadırvansız olan bu avluyu çevreler. Câminin içi, yüz yetmiş beş pencereden ışık almaktadır. Cümle kapısı üzerinde müezzin mahfeli, yanlarda da yan mahfeller, mihrabın sol tarafında ise, dıştan büyük bir rampa ile çıkılan ve odaları da bulunan hünkâr mahfeli bulunmaktadır. Câminin beş gözlü son cemâat yerinin iki yanında dışarı doğru çıkıntı yapan çok zarif birer minaresi vardır. Minareler ikişer şerefelidir. Caminin içi de son derece güzel ve gösterişli bir tezyinata sahiptir. Mihrabı, minberi ve câminin içindeki silmeler barok üslûbta ve son derece güzel olarak yapılmıştır. Câminin içini süsleyen kısımlardan, yazılar hâriç diğer yerleri; güzel görünüşlü renkli taşlarla süslenmiştir. İçini süsleyen yazılar ise devrin tanınmış hattatlarından Râsim, Yedikulelizâde Abdülhalîm, Bursalı Mezehhib Ali ve Kâtipzâde Ahmed Refî efendiler tarafından yazılmıştır. Nûruosmâniye Câmii’nin yanındaki kubbeli türbede sultan İkinci Mustafa Han’ın zevcesi ve sultan üçüncü Osman Han’ın annesi Şehsuvâr Vâlide Sultan, Hibetullah Sultan, Sultan İkinci Mahmûd Han’ın kızı ile bâzı şehzâdeler medfûndur. 1) Hadîkat-ül-cevâmî; cild-1, sh. 22 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh.164 3) Eminönü Câmileri 4) Nûruosmâniye Câmii (Orhan Bahâeddîn, Hayat Târih, sene-1966, sayı-11, sh. 58) ORHAN GAZİ Babası ............................. : Osman Gâzi Annesi ............................. : Mâl Hâtûn Doğumu ........................... : 1281 Vefâtı .............................. : 1360 Tahta Geçişi ..................... : 1326 Saltanat Müddeti ............... : 34 sene Osmanlı pâdişâhlarının ikincisi. Sultan Osman Gâzi’nin oğlu olup, dedesi Ertuğrul Gâzi’nin vefât ettiği 1281 senesinde Söğüt’de doğdu. Annesinin, Osman Gâzi’nin iki hanımından Mâl Hatun veya Bâlâ Hâtun’dan hangisi olduğu hakkında değişik rivayetler vardır. Ancak ilk Osmanlı kaynaklarının çoğu annesini Mâl Hâtûn olarak gösterirler. Orhan Gâzi küçük yaştan îtibâren tam bir disiplin ve intizam ile istikbâlin beyi olarak yetiştirilmeye gayret edildi. Dedesi Şeyh Edebâli’den ve Dursun Fakih gibi âlimlerden ilim öğrenip, feyz aldı. Babasının arkadaşları yanında silâh tâlimleri ile yetişti. Gâzilerin gazâlarını, meşhur İslâm mücâhidlerinin, evliyâ ve âlimlerin menkıbelerini dinledi. Devrinin silâhlarını maharetle kullanmasını öğrendi. Küçük yaştan îtibâren devletin teşkilâtlanması ve müesseseleşmesinde lâzım olan tecrübelere sâhib oldu. Orhan Gâzi, gençliğinden îtibâren Bizans tekfurlarıyla olan gazâlara katıldı. Muhârebelerde gösterdiği muvaffakiyetlerle, babasının ve gâzilerin takdîrini kazandı. 1298’de Bizans tekfurlarının tertiplediği, Osman Gâzi’nin de davet edildiği sû-i kasd plânlı düğüne katıldı. Tedbirli hareket eden Osman Bey, Yarhisar ve Bilecik’i fethederken gelin olarak Bilecik Beyi’nin oğluna verilecek olan Yarhisar Beyi’nin kızı Holofira’yı da esir aldı. Holofira, İslâmiyet’i kabul edip, müslüman oldu ve Nilüfer ismini aldı. Orhan Gâzi, Nilüfer Hâtun’la evlendirildi. Osman Gâzi, 1299 senesinde istiklâlini îlân ederek, devleti idâri bölgelere ayırdı. Oğlu Orhan Gâzi’yi 1301’de Sultanönü (Karacahisar) bölgesinin beyliğine tâyin etti. Orhan Gâzi, 1302’de Yenişehir ile İznik arasındaki Köprühisar’ın fethinde görevlendirildi. Köprühisar fethinin ertesi senesinde Germiyanlı ülkesinde oturan Candarlı aşiretinin, Osmanlı hududuna tecâvüzlerine mâni oldu. 1315’de Çavdar Bey’i esir alınıp, Çavdarlı beyliğindeki suçlular cezalandırıldı. 1317’de Karatekin, Ebesuyu, Karacebiş, Tuzpazarı, Kapucuk ve Kestaneci kalelerinin fethine katıldı. Osman Gâzi 1320 senesinden îtibâren yaşının ilerlemesi ve nikris (romatizma) hastalığının şiddetlenmesi üzerine oğlunun idaresini görmek istedi ve Orhan Gâzi’yi ordu komutanı tâyin etti. Orhan Gâzi, 1321’de Mudanya ve Gemlik üzerine düzenlenen seferde, Mudanya’yı feth ederek Bursa’nın denizle irtibatını kesti. 1325’de Bursa’nın güneyindeki Atranos’u fethedince, 1326 senesinde Bursa’nın Pınarbaşı mevkiine gelerek karargâh kurdu. 1315’den beri yakınına yapılan kalelerle adetâ abluka altında olan Bursa kalesini kurtarmaktan ve yardım gelmesinden ümîdini kesen kale kumandanı, Gâzi Mihal Bey vasıtasıyla bâzı şartlar ileri sürerek Bursa’yı teslim etti. Orhan Gâzi 6 Nisan 1326 târihinde Bursa’ya girdi. Kale komutanı Evrenos, İslâmiyet’i kabul ederek Osmanlı hizmetine girdi. Osman Gâzi, Bursa’nın fethini işitince, memnun olup, Orhan Bey’i Osmanlı hânedânına vâris tâyin etti. Diğer evlâdlarının ve kumandanlarının Orhan Bey’e bîat edip, ona karşı itaatli olmalarını bildirdi. Osman Bey’in Bursa’nın fethinden önce, fetih sırasında veya fetinden sonra öldüğüne dâir kaynaklarda muhtelif rivayetler mevcuttur. Ancak bu kaynakların çoğuna göre Osman Gâzi Bursa’nın fethinden hemen sonra vefât etmiş ve Gümüşlü Künbed’e defnedilmiştir. Osmanlı Devleti’nin ikinci sultânı olarak tahta geçen Orhan Gâzİ, Alâeddîn Paşa’yı vezir tâyin etti. Osmanlı Devleti’nin merkezi, Yenişehir’den Bursa’ya nakledildi. Askerî ve idâri faaliyetlere ağırlık verildi. Yeni tâyinler yapılıp, Akça Koca’ya, Kandıra; Kara Mürsel’e, İzmit körfezinin güneyi; Abdurrahmân Gâzi’ye ise, yeni fethedilen Aydos ve Samandra’nın idaresi verildi. Bu kumandanlar, bulundukları mevkilerde yeni fetihlerle de vazifeliydiler. Osmanlıların boğaz sahillerine kadar genişlemesi, Bizans’ı telaşlandırdı. Osmanlı kuvvetlerinin, Sakarya ırmağı sahillerinde Karadeniz’e doğru ilerlemesini durdurmak ve uzun süreden beri devam eden İznik kuşatmasını kaldırmak için, Bizans imparatoru üçüncü Andronikos ordu hazırlayıp 1329’da İstanbul’un Anadolu yakasına geçerek Floken’de karargâh kurdu. Orhan Gâzi, İznik kuşatmasına bir mikdâr asker bırakarak, sekiz bin kişilik kuvvetle Bizans imparatoruna karşı harekete geçti. Maltepe (Pelekanon) mevkiinde düşmanla karşılaştı. 1329 Mayıs’ında meydana gelen Osmanlı-Bizans muhârebesi, sabahtan akşama kadar sürdü. Bizans kayseri bir günlük muhârebenin sonunda büyük ümidlerle Rumeli’den Anadolu’ya geçirdiği ordusunun, Osmanlılar karşısında dayanamıyacağını anlayınca, gece karanlığından istifâde ederek muhârebe meydanından, karargâhına doğru çekilmeye başladı. Orhan Gâzi, fırsatı kaçırmadı. Gece muhârebe şartlarını iyi bilen Osmanlı ordusu, Orhan Gâzi’nin emriyle düşmanı takibe geçti. Bizans ordusu, gâzilerin taarruzu karşısında paniğe kapılarak, birbirine girdi. Bizans kayseri yaralı olarak kaçıp canını kurtarabildiyse de, ordusu perişan oldu. Orhan Gâzi, Pelekanon zaferini kazanınca, yıllardan beri devam eden İznik muhasarasını şiddetlendirdi. İznik kalesinin kumandanı, Pelekanon muhârebesinin neticesini öğrenince, yardım alamayacağını bildiğinden, Osmanlıların adaletine sığınarak teslim oldu. Kaleyi teslim alan Orhan Gâzi, ahâliden arzu edenlerin, eşyalarıyla birlikte gitmesine müsâade etti. Ayrıca İznik halkının, tebea olarak kalıp, yalnız cizye vermek şartıyla âdet ve an’anelerini muhafaza edebileceklerini îlân etti. Halkın büyük çoğunluğu Osmanlı idaresini tercih etti. Muhârebe ve kuşatmada beyleri ölen kadınlar, Orhan Gâziye müracaat edip, sahipsiz kaldıklarını, müslüman olup, Osmanlılardan istiyenlerle evlenebileceklerini söylediler. Orhan Gâzi, İznik’in yerli kadınlarının arzularını îlân edip isteyenlerin bunlarla evlenebileceklerini ve bunlarla evlenenlerin İznik muhafazasında vazifelendirileceğini açıkladı. İznik feth olunduktan sonra, devletin geçici merkezi hâline getirildi. Şehir îmâr edilip, İslâmî eserlerle süslendi. Orhan Gâzi, İznik’in en büyük kilisesini câmiye çevirip, burada Cuma namazını kıldı. Manastırını da medreseye çevirtti. Şehirde ayrıca zevcesi Nilüfer Hâtûn tarafından bir imâret, oğlu Süleymân Paşa tarafından da bir medrese inşâ edildi. Böylece İznik kısa zamanda bir Türk şehri hâlini aldı. İznik’in fethinden sonra, Orhan Gâzi, İzmit kuşatmasını şiddetlendirdi. Bizans kayseri deniz yoluyla İzmit’in yardımına geldi. Bunun üzerine Orhan Gâzi, Osmanlı Devleti’nin ilk sulh andlaşmasını Bizans kayseri üçüncü Ahdronikos ile yaptı ve İzmit kuşatmasını kaldırdı. Anadolu’da fetihlere devam eden Orhan Gâzi, 1331’de Taraklı, Mudurnu ve Göynük kasabalarını Osmanlı topraklarına kattı. 1333’de Gemlik, 1336’da Kirmasti, Mihaliç ve Ulubat kasabaları fethedildi. 1337’de ise şiddetli bir şekilde tekrar kuşatılan İzmit teslim olmak zorunda kaldı. İzmit’in fethi ile Kocaeli yarımadasının tamâmı Osmanlıların eline geçti. Daha sonra Hereke, Yalova ve Armutlu’nun da fethedilmesiyle Osmanlı Devleti’nin hududu boğaz sahiline dayandı. Bizans’ın Anadolu ile irtibatı sâdece Şile ve Boğaziçi’nde kalmıştı. Orhan Gâzi’nin Bizans’ı iyice sıkıştırması, kayser üçüncü Andronikos’u andlaşmaya mecbur etti. 1341’de imzalanan Osmanlı-Bizans andlaşmasına göre, Anadolu’daki Şile ve Üsküdar, Orhan Gâzi’nin akınlarından emin olmak şartı ile Bizans’a, diğer yerler Osmanlı Devleti’ne kaldı. Diğer taraftan Karesi Beyinin ölümü üzerine, babasının yerine geçen Demirhan’a muhalefet eden kardeşi Dursun Bey, ölüm korkusu yüzünden Orhan Gâziye sığındı. Dursun Bey, biraderinin yerine hükümdar olmak için Orhan Gâzi’den yardım istedi. Şayet yardım edilirse Balıkesir ile beraber diğer bâzı şehirleri Osmanlılara vermeyi vâd etti. Bunun üzerine Orhan Gâzi, Karesi üzerine sefere çıktı. Demirhan Bey, Orhan Gâzi’nin üzerine geldiğini duyunca, Balıkesir’den Bergama’ya kaçtı. Bergama’nın muhasarası sırasında Dursun Bey kaleden atılan okla öldü. Teslim olmaya mecbur kalan Demirhan Bey Bursa’ya getirildi. Balıkesir, Manyas, Edincik, Kapıdağı ve havalisi Osmanlı topraklarına katıldı. Bu sırada Bizans’ta saltanat mücâdelesi kızışmıştı. Taht için mücâdele edenler Orhan Gâzi’nin desteğini sağlamak istedi. Altıncı Yuannis Kantakuzen, kızı Teodora’yı Orhan Gâziye vererek, yardımını sağladı. Orhan Gazı, beş bin Osmanlı askerini Trakya’ya geçirip, Kantakuzen’e yardımcı gönderdi. Trakya’ya geçen Osmanlı askeri, bölgede keşif yaparak çevreyi tanıdı. Orhan Gâzi’nin desteği ile Bizans tahtına sâhib olan altıncı Yuannis Kantakuzen, 1347’de damadını Üsküdar’a davet ederek görüştü. Orhan Gâzi Üsküdar’da üç gün misafir kaldı. Kantakuzen, Bizans tahtındaki yerini sağlamlaştırınca, Osmanlı Devleti’ne ihanet edip, dâmâdı Orhan Gâzi’ye karşı papayla gizli münâsebet içine girdi. Akdeniz, Ege, İstanbul ve Karadeniz’de koloni rekâbetindeki Venediklileri Bizans kayseri destekleyince, Orhan Gâzi de Cenevizlilere yardım etti. Orhan Gâzi Bizans imparatorunun papa ile gizli anlaşmasını haber alınca, 1352’de Üsküdar, Kadıköy ve adalarını fethettirdi. Kantakuzen aleyhine Bulgarlar ve Sırplar, batıdan harekete geçince, Osmanlılara karşı papalık ile ittifak içinde olmasına rağmen, Orhan Gâzi’den yardım istedi. Orhan Gâzi, Kayser’den Gelibolu yarımadasındaki kalelerden birinin sözünü alınca, oğlu vezir Süleymân Paşa kumandasında on bin kişilik Osmanlı kuvvetini yardıma gönderdi. Kantakuzen, Osmanlı askerinin yardımıyla Dimetoka’da Bulgar ve Sırplara karşı başarılı muhârebeler yaptı. Orhan Gâzi’nin oğlu Süleymân Şâh, Anadolu’ya dönerken, Bizans kayserinin Gelibolu yarımadasında Osmanlılara verdiği Çimbe kalesine asker bıraktı. Osmanlıların 1353’de Çimbe kalesine yerleşmeleriyle, Rumeli’deki fetihler için üsse sâhib olmaları, bölgenin kontrolünü sağladı. Türkiye Selçukluları zamanında önemli vilâyetlerden olan Ankara, daha sonra İlhanlılar devrinde Anadolu umûmi vâliliğinin batı bölgelerinden idi. Sivas’ı kendisine merkez yapmış olan Alâüddîn Eratna zamanında, Ankara, Eratna beyliğinin toprakları içinde idi. Alâüddîn Eratna’nın 1352’de ölümü üzerine, yerine geçen oğulları zamanındaki karışıklıktan istifâde eden Orhan Gâzi, 1354’de oğlu Süleymân Paşa kumandasında sevketmiş olduğu kuvvetlerle şehri zabtettirdi. Süleymân Paşa aynı sene Biga’da topladığı bir orduyu Güney Marmara kıyısındaki Kemer Limanından gemilerle karşıya naklederek Bolayır’ı ele geçirdi. Gelibolu Yarımadası’nın en dar geçit yerini bu askerlerle tutarak bir taraftan Gelibolu’ya diğer taraftan da Trakya’ya karşı iki uc kuran Süleymân Paşa, muntazam gazâ akınlarına başladı. Bir zelzele neticesinde Gelibolu kale duvarlarının ve bu havalideki diğer kalelerin yıkılması üzerine (2 Mart 1354) Osmanlılar bu şehir ve kasabaları ele geçirdiler ve Gelibolu yarımadasının fethini tamamladılar. Süleymân Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetlerinin Tekirdağ’a kadar bütün Marmara kıyılarına hâkim olmaları, Bizans kayserini telaşlandırdı. Osmanlıları bölgeden çıkarma faaliyeti içine giren Kantakuzen Orhan Gâzi’ye haber gönderip on bin altın mukabilinde Çimpe’yi satın alacağını ve Türk kuvvetlerinin Gelibolu’yu terketmelerini ve İzmit’te kendisiyle görüşmek istediğini bildirdi. Orhan Gâzi, imparatorun kendisine verdiği Çimpe’yi para mukabilinde terk edebileceğini kabûl ettiyse de Gelibolu’yu kendisi almış olduğundan dolayı orasını veremiyeceğini ve hastalığı sebebiyle de görüşmiyeceği cevâbını yolladı. Bunun üzerine Kantakuzen, Balkan ve hıristiyan devletlerle ittifak kurmak istediyse de müttefik bulamadı. 1355’de Kantakuzen’in tahttan indirilmesi üzerine tahta geçen Yuannis, Osmanlıların Avrupa kıt’asındaki hâkimiyetine karşı koyulamıyacağını bildiğinden, Orhan Gâzi ile iyi geçinmeye çalıştı. Orhan Gâzi’nin Cenevizliler tarafından kaçırıılan oğlu Halil’i korsanlardan kurtarıp, kızı ile evlendirmeyi kararlaştırdı. Yuannis, papalık ile de münâsebetlerde bulunarak, Bizans’ı Ortodoks mezhebinden katolikliğe geçirmeyi başarırsa, latin devletlerinden yardım alabileceğini zannetti. Bizans’ın Osmanlı aleyhindeki faaliyetlerine karşılık, Orhan Gâzi de fetih harekâtını arttırdı. Süleymân Paşa, 1356’da Doğu Trakya’ya geçerek, Malkara, Keşan ve Çorlu’yu aldı. Bölgedeki Osmanlı hâkimiyetini kuvvetlendirmek için, Anadolu’dan Türk-İslâm nüfûsu getirilerek, iskân siyâseti tatbik edildi. Rumeli fütûhatında, Osmanlıların yerli ahâliye iyi muamele edip, din, mezheb ve dil hoşgörüsü ile, can, mal ve ırz emniyeti sağlaması, bölgeye sulh, sükûn, huzur ve refah getirdi. Trakya’da bu son fetihlere kardeşi Murâd Bey ile beraber devam eden Süleymân Paşa, 1359 senesinde bir avı takibi sırasında düşerek kırk üç yaşında vefât etmesi üzerine, Rumeli fethine Gâzi Murâd Bey tâyin edildi. Oğlunun vefâtına ziyadesiyle üzülen Orhan Gâzi rahatsızlandı. 1360’da rahatsızlığı artarak vefât etti. Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’e defnedildi. Şahsiyeti nesillere örnek mâhiyette olan Orhan Gâzi, halîm selîm olup, son derece merhametliydi. Kolay kızmaz, kızınca da belli etmezdi. Askerlerini ve tebeasını kendisinden fazla korurdu. Muhârebelerde zâyiât durumuna dikkat ederdi. Zayiata sebeb olacak mevkilerin fethini kuşatmayla kolaylaştırıp, teslimini beklerdi. Çok âdildi. Dîni bütün bir müslüman olup, ülkede İslâm hukukunu tereddütsüz tatbik ettirirdi. Orhan Gâzi’nin İslâm ahlâkına hayran olup, adaletine gıbta eden hıristiyanlar, kendi soyundan ve dîninden hânedânların yerine, Osmanlı idaresini tercih ederlerdi. İyi bir teşkîlâtçı, cesur bir kumandan olduğu gibi, mükemmel bir idareciydi. İlme, âlimlere ve gönül sultânı manevî şahsiyetlere hürmetkardı. Âlimlerin sohbetinde bulunup, onlarla istişare ederdi. İmâr ve iskân siyâsetine önem verip, devrinde fethedilen beldelere Türkİslâm nüfûsu yerleştirirdi. Osmanlı ülkesinin nüfuzunu arttırıp, devleti müesseseleştirdi. Devletin topraklarını altı misli büyüten Orhan Gâzi’nin vefâtı sırasında Osmanlı Devleti şu şehir ve kalelere hâkim bulunuyordu: Bilecik, Bursa, Balıkesir, Bolu ve civarı, Kocaeli, Sakarya, Eskişehir, Çanakkale, İstanbul’un bir kaç kalesi hâriç Anadolu yakası, Ankara, Ayas, Beypazarı, Nallıhan, Kızılcahamam, Haymana, Polatlı, Soma, Kırkağaç, Domaniç, Bergama, Dikili, Kınık, Marmara adaları, Trakya’da Tekirdağ, Lüleburgaz, İpsala, Keşan. Orhan Gâzi, sultan olunca, devlet teşekküllerini kuvvetlendirdi ve yenilerini kurdu. Saltanatının üçüncü yılında hükümdarlık alâmetinden olarak ilk defa Osmanlı akçesini Bursa’da gümüşten kestirdi. Akçenin bir tarafında Kelime-i şehâdet ile Hulefâ-i Râşidîn’in (r. anhüm) isimleri yâni; “Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali” yazılı idi. Diğer tarafında; Orhan bin Osman, basıldığı yer olan Bursa, basıldığı târihi olan H. 727 târihi ve Osmanlıların mensub olduğu Kayıboyu’nun damgası vardı. Hulefâ-i Râşidîn’in isimlerinin söylenmesi ve yazılması Ehl-i sünnetin yâni Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshâbının (r. anhüm) yolunda gidenlerin şiarı idi. Osmanlıların ilk bastıkları paralara Kelime-i tevhîdle beraber, bu mübarek isimleri yazmaları, onların tâ başlangıçta Selef-i sâlihînin yolu olan Ehl-i sünnet yoluna ne derece bağlı olduklarını açık seçik göstermektedir. Osmanlı Devleti’nde ilk fütûhatı yapanlar aşiret kuvvetleri olup, hepsi atlı idi. Bu kuvvetler uzun süre muhasara hizmetlerinde bulunamadıkları için muvaffakiyetler gecikiyordu. Orhan Gâzi, bu yüzden Bursa’nın fethinden sonra, askerî teşkilâtta yenilikler yaptt. Türk gençlerinden daimî ve esaslı yaya denilen piyade sınıfına orduda yer verildi. Askerî birliklerden onluk sistem tatbik edildi. Piyade askerler, onar, yüzer kişilik manga ve bölüklere ayrıldı. On kişiye onbaşı ve yüz kişiye yüzbaşı zabitler tâyin edildi. Bin mevcutlu kuvvetlerin başındakilere de binbaşı rütbesinde subaylar tâyin edildi. Müsellem denilen süvari kuvvetinin otuz askeri, bir ocak kabul edildi. İlk plânda biner kişilik birlikler hâlinde kurulan yaya ve müsellem askerlerinin sayıları zamanla arttırıldı. Günlük birer akçe olan ücretleri, iki akçeye çıkartıldı. Ayrıca muhârebe dışında işleyebilecekleri araziler de verildi. Tımar sisteminin tatbîkiyle askerî hizmete tâyin edilenlerin mikdârı, tertîb edilen kadroyu çok geçtiğinden, bunların nöbetle sefere gitmeleri ve sefere gidenlere, gitmeyenlerin yardımcı olmaları kânun hâline getirildi. Sefere gitmeyenlere Yamak denildi. Yamaklara yardım karşılığı ücret verilirdi. Osmanlı devlet teşkîlâtı ilk defa Orhan Gâzi zamanında teşkil olundu. İlk devlet teşkilâtında Anadolu Selçukluları ile İlhanlıların teşkilâtları örnek alınarak bir hükümet mekanizması kuruldu. Bunun esâsı Beylik merkezindeki dîvândı. Bu dîvâna devlet reisi olan pâdişâh başkanlık ettiği gibi icâbında pâdişâh adına vezir de başkanlık yapabilirdi. Osmanlı Devleti’nin ilk veziri, Orhan Gâzi’nin tayin ettiği Hacı Kemâleddîn oğlu Alâaddîn Paşa idi. Vezirler Paşa ünvânını taşırlardı. Devletin askerî ve idarî bütün işlerinde pâdişâha yardımcı olurlardı. Şehir ve kazalar, kâdı ve subaşıların idâresindeydi. Kâdı, idarî ve adlî; subaşı da, âsâyiş ile askerî işlere bakarlardı. Orhan Gâzi devrinde en yüksek kâdılık makamı Bursa kâdılığı olup, tâyinlere de bakardı. Orhan Gâzi devrinde fethedilen beldeler, ilmî, mîmârî ve sosyal te’sislerle süslendi. İznik fethedilince, Manastırını medreseye çevirterek ilk Osmanlı medresesini kurdu. Yine İznik’te yaptırmış olduğu imâretin açılışında kendi eliyle fakirlere ve gâzilere aş dağıttı. Ahâlisinden; müslim ve gayr-i müslim hiç kim senin aç ve açıkta kalmamasına gayret etti. Bursa’da, câmi, imâret, tabhâne, yol, köprü ve hamamlar yaptırdı. Hanımı Nilüfer Hâtûn da; İznik’te bir imâret, Nilüfer çayı üzerinde köprü ve çeşme gibi pek çok hayrat inşâ ettirdi. İlk Osmanlı medresesi olan İznik Medresesi’nin müderrisliğine zahirî ve bâtınî ilimlerde derin âlim Dâvûd-i Kayseri tâyin edildi. Dâvûd-i Kayseri, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Füsûs-ül-Hikem adlı eserini, Matla-ı husûs-ü-kilem fî şerh-i Füsûs-ül-hikem adıyla şerh edip, talebelerine okuttu. Bu eser, güzel İslâm ahlakının Osmanlı topraklarında yayılmasında rol oynadı. Orhan Gâzi, gâzilerin yetişmesinde, yeni fethedilen yerlerin İslâm beldesi olmasında, fetih öncesi hazırlıkların yapılmasında, cihâd esnasında askerin şevke getirilmesinde büyük emekleri geçen âlimler ve dervişlere de hürmet edip, onların barınmaları ve hizmetlerini kolayca îfâ edebilmeleri için, tekke ve zaviyeler yaptırdı. Bu dervişlerden Geyikli Baba ve Derviş Murâd meşhurdur. Orhan Gâzi öldüğü zaman; Murâd, İbrâhim ve Halîl ismindeki üç oğlu hayatta idi. Süleymân Paşa ve Kasım isimlerindeki oğulları kendisinden önce vefât etmişlerdi. Süleymân Paşa ile Murâd Bey, Yarhisar tekfurunun kızı Nilüfer Hâtun’dan; Halîl Bey ve Kâsım Bey, Bizans kayseri Kantakuzen’in kızı Teodora’dan; İbrâhim Bey ile Fatma Sultan, Rum prensesi olan Aspurça’dan doğmuştur. ORHAN GÂZİNÎN VASİYYETİ “Oğul! Saltanatına mağrur olma. Unutma ki hazret-i Süleymân’a kalmamıştır. Unutma ki, dünyâ saltanatı geçicidir, lâkin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamberimizin aleyhisselâm şefaatine mazhariyet için, bu fırsatı iyi değerlendir! Dünyâya âhiret ölçüsüyle bakarsan; ebedî saadeti feda etmeye değmediğini göreceksin. Oğul! Rumeli fethini tamamla! Konstantiniyye’yi (İstanbul’u) ya fethet, yahut fethe hazırla! Civardaki Türk beyleriyle mes’ele çıkarmamaya çalış. Ahâli her ne kadar bizi istese de, başlarında bulunan beyler, beyliklerinden geçme tarafdârı gözükmez. Daha bir zaman idare edecekler, lâkin sonunda olmuş meyva gibi avucuna düşeceklerdir. Anadolu’da gaile çıkmazsa, Rumeli işini rahat halledersin. Bu yüzden, Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et. Cennet mekân babam Osman Gâzi Han, Söğüt ve Domaniç’ten ibaret bir avuç toprağı beylik yaptı. Biz, Allah’ın izniyle beyliği hanlığa, sultanlığa ikmâl ettik. Sen daha da büyüğünü yapacaksın! Osmanlıya iki kıt’a üstünde hükmetmek yetmez. Zîrâ İ’lâ-yı kelimetullah azmi, iki kıt’aya sığmıyacak kadar yüce bir azimdir. Selçuklunun vârisi biz olduğumuz gibi, Roma’nın vârisi de biziz! Oğul! Kur’ân-ı kerîmin hükmünden ayrılma! Adaletle hükmet! Gâzileri gözet! Dîne hizmet edenlere hizmeti şeref say! Fakirleri doyur! Zâlimleri cezalandırmakta tereddüt gösterme! Adaletin en kötüsü geç tecellî edenidir. Sonunda hüküm isabetli bile olsa, geciken adalet zulümdür! Oğul, biz yolun sonuna geldik. Sen daha başındasın. Cenâb-ı Mevlâ saltanatını mübarek kılsın.” GEYİKLİ BABA Orhan Gâzi gittiği illerde, garîbleri, dervişleri arar sorardı, inegöl yöresinde, Keşiş dağı aralığında hayli derviş bulunduğunu işitti. Oradaki baba dostu Korkut Alp’e haber gönderdi. Korkut Alp çok ihtiyârlamıştı. Bir adam yolladı. Adam; “Korkut Alp’in selâmı bâkidir. Bizim yörede, bir garip derviş vardır. Dağda, belde dolaşır. Kurtla, geyikle söyleşir. Mübarek bir kişidir” dedi. Orhan Gâzi; “Acep kimin talebesi, kendisinden sorun” deyince, sordular. O da; “Hacı İlyas talebesiyim. Seyyid Vefâ tarîkiyim...” diye cevâb verdi. Orhan Gâzi bu dervişin incitilmeden getirilmesini istedi. O zât daveti kabul etmediği gibi, Orhan Gâzi’nin yanına gelmesini de istemedi. Orhan Gâzi bunun sebebini sorunca; “Dervişler, kalb ehli olur. Gözetirler. Vakti dolunca gelirler ki, duâları makbûl ola” dedi. Orhan Gâzi boyun bükerek babasının vasiyetleri icâbı derviş kalbi kırmadı ve beklemeye başladı. Uzun bir süre sonra derviş, bir kavak ağacını kökünden çıkararak, Bursa’ya gitti. Sarayın avlusuna kavağı dikti. Durumu hemen Orhan Gâzi’ye bildirdiler. Orhan Gâzi derhâl avluya çıktı. Derviş; “Bû bizim hediyemizdir. Durdukça, dervişlerin duâsı erişir” dedikten sonra duâ etti. Sonra geri dönerek kendi dağına gitti. Orhan Gâzi de arkasına düşerek, onunla konuşmak istedi ve ona; “Derviş Koca... Şu İnegöl yöresi tümüyle senin olsun...” dedi. O da; “Mülk Allah’ındır... Sen, onu ehline ver” dedi. Orhan Gâzi; “Ehli kimlerdir?” diye sorunca, derviş; “Hak teâlâ, dünyâ mülkünü, senin gibi hanlara ısmarladı. Sen de onu, iş ehline ısmarla ki, Allah’ın kulları birbirleriyle işlerini göreler...” dedi. Bunun üzerine Orhan Gâzi çok rica etti ve arkadaşları için bir parça bir şeyler kabul etmesini istedi. O da; “Peki kalbin kırılmasın! Şu tepecikten berisi, dervişlerin avlusu olsun” dedi. Orhan Gâzi çok sevinip duâ alarak geri döndü. O derviş vefât edince, kabrinin üzerine bir türbe, yanına bir mescit yaptırdı. Şimdi oraya Geyikli Baba denilmektedir. Orhan Gâzî Devri Kronolojisi 1326 : Şehzâde Murâd’ın doğumu, Alâeddîn Ali Bey’in vezir olması, Aydos ve Semendire’nin feth edilmesi, ilk Osmanlı parasının basılması. 1327 : Akça Koca ile Konur Alp’in vefâtları. 1328 : Yaya isimli ordunun kurulması, Maltepe (Pelekanon) zaferinin kazanılması. 1330 : Bizans’la ilk barış andlaşmasının imzalanması. 1331 : İznik’in feth edilmesi, İznik Ayasofya kilisesinin câmiye çevrilmesi, vezir Alâeddîn Paşa’nın vefâtı, şehzâde Süleymân Paşa’nın vezirlik makamına tâyin edilmesi, Taraklı Göynük ve Mudurnu kasabalarının fethi. 1332 : Büyük tarihçi Âşık Paşazâde’nin vefâtı. 1333 : Gemlik’in fethedilmesi. 1336 : Kirmasti, Mihaliç ve Ulubat kasabalarının fethedilmesi, Karesi Beyliğinin Osmanlı topraklarına katılması. 1337 : İzmit, Hereke, Yalova ve Armutlu kalelerinin fethi. 1346 : Bizans imparatoru altıncı Kantakuzen’in kızı ile Orhan Gâzi’nin evlenmesi. 1352 : Üsküdar, Kadıköy ve Marmara adalarının feth edilmesi. 1354 : Ankara’nın ilk fethi, Gerede Beyliğinin Osmanlı Devletine ilhakı, şehzâde Süleymân Paşa’nın Rumeli’ye geçmesi. 1359 : Şehzâde Süleymân Paşa’nın Trakya’da bütün Marmara kıyılarını ele geçirmesi ve vefâtı. 1360 : Orhan Gâzi’nin vefâtı. 1) Osmanlı Târihi (İ.H. Uzunçarşılı); cild-1, sh. 117 2) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-2, sh. 91 3) Âşık Paşazade Târihi; sh. 42 4) Meşâhir-i İslâmiyye; cild-1, sh. 72 5) Tam İlmihâl Seâdeti Ebediye; sh. 1056 6) Rıhlet-i İbn-i Battûta; Beyrut-1960, sh. 308 7) Rehber Anaihhpedisi; cild-13, sh. 262 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-10, sh. 364 9) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna) cild-2, sh. 265 10) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ. Hâmi Danişmend); cild-1, sh. 15 11) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 68 12) Kitâb-ı Cihân-nümâ (Neşri); sh. 158-159 13) Tâc-üt-tevârih; cild-1, sh. 43 ORUÇ REİS Büyük Türk denizcisi. 1470 (H. 875)’de Midilli’nin Bonova köyünde doğduğu tahmin edilmektedir. 1518 (H. 924)’de Cezâyir’de şehîd oldu. Babası Yâkûb Ağa adında bir sipâhî olup, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın 1462’de Midilli’yi fethine katıldı. Fetihden sonra Bonova köyü, Yâkûb Ağa’ya tımar olarak verildi. Burada yerleşip evlendi. İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adında dört oğlu oldu. Bu dört kardeş iyi bir tahsil gördüler. İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Latince ve Yunanca’yı öğrendiler. Oruç Reis gençliğinde gemiciliği ve deniz ticâretini en iyi şekilde öğrendi. Zekâsı, çalışkanlığı ve cesareti ile kısa zamanda gemiler sahibi bir denizci oldu. Suriye, Mısır, İskenderiye, Trablusşam’a mal götürüyor, satın aldığı malları da Anadolu’ya getirip ticâret yapıyordu. Bir seferinde Trablus’a gitmek üzere küçük kardeşi İlyas ile Midilli adasından hareket ettiler. Yolda Rodos şövalyelerinin savaş gemileri ile karşılaştılar. Aralarında çıkan bir deniz savaşı neticesinde kardeşi İlyâs şehîd oldu. Esir düşen Oruç Reis ise zincirle bağlanıp Rodos adasına götürüldü. Bu acı haberi Midilli adasındaki kardeşi Hızır işitince çok üzüldü. Esir düşen ağabeyi Oruç Reis’i kurtarma çâreleri aramaya başladı. Oruç Reis’in zor ve sıkıntılı şartlar altında üç sene kadar esir kaldığı rivayet edilmiştir. Oruç Reis’in kardeşi Hızır, Krigo adında bir gayr-i müslim vasıtasıyla onu Rodos şövalyelerinin elinden satın aldırmak istedi. Bu iş için pek çok para teklif etti. Ancak bir tüccar olan Krigo, bu iş için aldığı on sekiz bin akçeyi dolandırdığı gibi, kurtarma teşebbüslerini de açıkladı. Bunun üzerine Oruç Reis’e öncekilerden daha çok eziyet etmeye başladılar. Ellerinden, ayaklarından ve boynundan zincirle bağlayıp bir zindana kapattılar. Zindanda ağır işkenceler yaptılar. Oruç Reis Çaresiz bir hâlde, balçık kaplı zindanda çok zor durumda idi. Bir gece ızdırap hâlinde ağlayarak şöyle duâ etti: “Ey yüce Rabbim! Kimsesiz ve çaresiz kalmışlara derman sendedir. Habîbin Muhammed aleyhisselâm hakkı içün ben bîçâre kuluna imdâd eyle! Beni kısa zamanda bu kâfirlerin zulmünden kurtar!” Oruç Reis o gece takatsiz kalıncaya kadar duâ etti. Sonunda dermanı tükenip zindanın balçık kaplı zeminine düşüp, bitkin bir hâlde uyuya kaldı. Rüyasında nûr yüzlü bir mübarek zât karşısına çıkıp; “Ey Oruç! Gönlünü ferah tut. İslâmiyet’e hizmet uğrunda çektiğin eziyetlere katlanıp, sabret! Mahzun olma, kurtulman yakındır” dedi. Oruç Reis büyük bir sevinç içinde uyandı. Kederi ve sıkıntısı dağılıp ferahladı. O sabah Rodos kaptanları, Oruç Reis’in durumunu görüşmek üzere toplandılar. Neticede onu zindandan çıkarıp, bir teknede forsa olarak, kürek çekmekle vazifelendirdiler. Zindandan çıkıp çok sevdiği deniz hayâtına esir olarak da olsa kavuşmasından dolayı Allahü teâlâya çok şükretti. Akdeniz üzerinde Rodos şövalyelerine forsalık yapıyordu. Bu sırada Osmanlı pâdişâhı sultan İkinci Bâyezîd Han’ın ağabeyi sultan Korkud, Antalya’da vâli idi. Her sene Rodos’dan yüz esir Türk’ü satın alıp, Allah rızâsı için serbest bırakarak hürriyetlerine kavuştururdu. Oruç Reis’in deniz üzerinde esir olarak çalıştırılmaya başlandığı sene de kapıcıbaşını Rodos’a gönderip yüz esir satın aldırdı. Yapılan sözleşmeye göre satın alınan bu yüz esiri Antalya sahiline götürmek üzere Oruç Reis’in esir olarak çalıştırıldığı tekne seçildi. Oruç Reis, Rodoslular için önemli bir esir olduğundan, onu satılan esirler arasına dâhil etmediler. Oruç Reis hoş mizaçlı birisi idi. Rumca’yı da gayet iyi bildiğinden gemisine gelen Rodoslu kaptanlar ile sohbet ederdi. Bir gün Rodoslu kaptanlar ona; “Ey Türk! Sen hoş sözlü bir kimsesin. Bizim lisanımızı da iyi biliyorsun. Gel müslümanlıktan dön, bizim dînimize gir! Aramızda meşhur bir kimse olursun!” dediler. Oruç Reis bu saçma teklif karşısında hiddetlenip; “Ey akılsız ahmaklar! Bugün İslâmiyet’ten başka hak bir din yok ve benim peygamberim Muhammed aleyhisselâm en üstün peygamberdir. Hiç sizin bozuk dîninize döner miyim!” dedi. Bu cevap karşısında Rodoslu hıristiyan kaptanlar; “O hâlde böyle esir kal. Bakalım peygamberin ve dînin seni bizim elimizden nasıl kurtarır. Sen şimdilik kürek çekedur” dediler. Vazifeli olduğu teknede bir de papaz vardı. Bu papaz; “Oruç Reis denilen bu adama dikkat edin. Okumuş ve bilgili bir kimseye benziyor. Müslümanlığı gayet iyi biliyor. Ben papaz olduğum hâlde dînimiz hıristiyanlığı, onun kendi dîni İslâmiyet’i bildiği kadar bilmiyorum. Gafil olmayın, hepinizi tepetaklak eder!” diye tembih etti. Bir taraftan gemi Antalya sahillerine doğru yol alıyordu. Nihayet gemi yanaşıp satın alınan Türk esirler Antalya sahilinde bırakıldı. O gece rüzgâr şiddetli ve ters istikâmetten estiği için, Oruç Reis’in vazifeli olduğu gemi geri dönemedi. Sabahı beklemeye karar vererek tekneyi demirlediler. Teknenin sandalını indirip balık avlamak için tekneden uzaklaştılar. Ancak rüzgârın şiddetlenmesi üzerine sandalı tekneye yanaştıramadılar. Bu arada şiddetli fırtınayı ve karanlığı fırsat bilen Oruç Reis, bağlı olduğu zincirleri kırıp; “Bismillâhirrahmânirrahîm” diyerek kendini denizin dev dalgalan arasına atarak yüzmeye başladı. Dalgalar arasında çetin ve uzun bir mücâdeleden sonra, yüze yüze Antalya sahiline çıktı. Artık esirlikten kurtulmuştu. Vatan toprağında secdeye kapanıp Allahü teâlâya şükretti. Sonra sahilden karaya doğru yürüyerek bir köye vardı. Karşısına ihtiyar bir Osmanlı nine çıkıp; “Ey evlâd! Müşkil bir yoldan gelmişe benzersin. Seni misafir edeyim” diyerek misafir etti. Oruç Reis vardığı bu köyde on gün kaldı. Köylüler onu misafir etmek için birbirleriyle yarıştılar. Rodoslu kaptanlar ise, sabahleyin Oruç Reis’in yerinde olmadığını görerek kaçıp kurtulduğunu anladılar. Şaşkınlıktan ve hayretten dona kaldılar. Oruç Reis bulunduğu köyden ayrılıp üç gün sonra Antalya’ya ulaştı. Orada Ali Reis adında, Oruç Reis’in şöhretini duymuş bir denizci ile tanıştı. Ali Reis onu gemisine ikinci kaptan olarak aldı. Oruç Reis kaptan olduğu gemiyle İskenderiyye’ye varınca, Midilli’de bulunan kardeşi Hızır’a (Barbaros Hayreddîn Paşa) bir mektup göndererek kurtulduğunu bildirdi. Oruç Reis’in şöhretini duyan Mısır sultânı onu yanına çağırıp hizmet teklif etti ve donanmasına kaptan tâyin edip emrine gemiler verdi. Oruç Reis on altı gemiyle Payas’a gitti. Rodoslular onun Mısır sultânının emrine girdiğini işitip Payas’a geldiğini öğrenince, büyük bir donanma ile üzerine hücum ettiler. Oruç Reis durumun çok tehlikeli olduğunu anlayıp, emrindeki gemileri karaya oturtarak, leventleriyle birlikte gemileri terkedip, oradan uzaklaştı. Leventler memleketlerine, Oruç Reis de Antalya’ya gitti. Antalya’ya varınca Piyâle Bey nâmında bir eski dostuyla görüştü, hâlini anlattı. Piyâle Bey, Oruç Reis’in durumunu sultan Korkud’a anlatıp; “Oruç Reis mücâhid bir tebeanızdır. Gece gündüz kâfirle cenk edip nice zaferler kazanmıştır. Şimdi teknesini kaybetmiştir. Bu mücâhide bir tekne ihsân etmenizi arzederiz” dedi. Daha önceden Oruç Reis’in şöhretini bilen sultan Korkud, bu isteği memnuniyetle kabul etti ve Oruç Reis’i huzura çağırıp, ikrâm ve iltifat göstererek; “Ben seni teknesiz komam; elem üzre olma!” dedi. Sonra da İzmir kâdısına şöyle bir ferman yazdı: “Bu ferman sana ulaşır ulaşmaz, Oruç Reis oğlumuza dilediği üzre mükemmel bir tekne yaptırasın. Varsın yüce dînimiz uğruna kâfirlerle savaşsın, öcünü alsın. Hânedânımızı rahmetle ansın.” Oruç Reis’in durumunu sultan Korkud’a arzeden dostu Piyâle Bey de İzmir kâdısına şöyle bir mektup yazdı: “Oruç Reis dünyâ âhiret karındaşımdır. Size geldikde hemen hizmetinizi eksik etmeyin. Yirmi iki oturak bir tekne yapılmasına nezâret edip, tez zamanda Oruç Reis’e teslim eyleyin. Teknenin donanması için her türlü masrafı, efendim sultan Korkud’un hesabına yazın.” Oruç Reis İzmir’e gitti; üç buçuk ay içinde, bir sultan Korkud adına, birde Piyâle Bey adına iki tekne yapılıp hediye edildi. Oruç Reis bu tekneleri alarak denize açılıp Foça’ya geldi. O sırada Manisa’da bulunan sultan Korkud’un huzuruna çıktı. El öpüp duâ aldı. Sultan Korkud; “Cenâb-ı Hak seni her işinde muvaffak etsin” diye duâ edip, uğurladı. Oruç Reis Foça’ya dönüp o geceyi ibâdetle ve zafer için duâ ederek geçirdi. Ertesi gün erkenden teknelerine demir aldırıp denize açıldı. Bir kaç gün sonra Fulya sahillerinde iki Venedik gemisi ile karşılaştı. Çıkan çarpışmada ikisini de zaptetti. Bu gemilerde yirmi dört bin altın vardı. Bu parayı ve diğer ganîmetleri leventlerine taksim etti. Oradan Rumeli sahillerine geçip Eğriboz adası civarında üç Venedik gemisi ile daha karşılaştı. Aralarında şiddetli bir deniz savaşı başladı. Oruç Reis düşman gemilerini top ateşine tuttu. İyice yaklaşan Venedik gemilerine atlayan leventler, kahramanca savaşıp, gemilerle beraber yüz seksen beş kişiyi de esir aldılar ve çok mikdârda ganîmet elde ettiler. Sonra zafer şenlikleriyle Midilli’ye döndüler. Bu sıralarda Yavuz Sultan Selim Han, Osmanlı pâdişâhı oldu. Oruç Reis onun tahta çıktığı sırada bir ara Mısır sultânına gidip pek çok hediyeler takdim ederek daha önce onun verdiği gemileri zayi etmesi sebebiyle af diledi. Mısır sultânı bu vefâkârlığından ziyadesiyle memnun kalıp affetti. O kışı İskenderiyye’de geçirerek sefer hazırlıklarını tamamlayan Oruç Reis, ilkbaharda Yahyâ Reis ve diğer maiyyeti ile birlikte hareket etti. Kendisine bir merkez ve hareket üssü yapmak isteyen Oruç Reis, bu iş için Cerbe’yi seçti ve kısa zamanda adayı ele geçirdi. Bu sırada Kardeşi hızır da gelerek kendisine katıldı. Bundan sonra iki kardeş Akdeniz’i; Ceneviz, İspanyol ve Venedik gemilerine dar etmeye başladılar. Oruç Reis, kahramanlığı, kararlığı, sebatı, güzel sevk ve idaresi ve hele akılları hayrete düşüren cesareti ile düşmanı dize getiriyor, büyük savaş gemilerini bir bir ele geçiriyordu. Meselâ denizcilik târihinde görülmemiş başarılarından biri, İtalyanlarla yaptığı bir deniz savaşında kürekle sevk edilen çektiri ile İtalyan donanmasının amiral gemisini (baştarde) ele geçirmesidir. Bu savaşta amiral gemisini ele geçirince kendisi dâhil bütün leventlerine bir harp hilesi olarak İtalyan askerlerinin elbisesini giydirdi. Bu hîle ile üzerlerine gelen İkinci İtalyan savaş gemisini de kolaylıkla ele geçirdi. Çünkü ateş başlayıncaya kadar İtalyanlar Oruç Reis’in gemisini kendi gemileri zannetmişlerdi. Oruç Reis bütün bu başarılarından sonra Cezâyir’de bir devlet kurmaya karar verdi. Kısa zamanda bu toprakları ele geçirdi. İspanya kralı Şarlken, Oruç Reis’i Cezâyir’den çıkarmak için bir donanma ile hücum etti ise de başaramadı. Oruç Reis zaferler kazanmaya devam etti. Becâye kuşatması sırasında sol kolundan ağır bir yara aldı. Hekimler, kolunun dirsekten kesilmesi gerektiğini söylediler. Sol kolu dirseğinden kesildi. Kahraman Türk denizcisi Oruç Reis artık bir kolunu kaybetmişti. Fakat o haliyle cihâd aşkından, gazâ şevkinden hiç bir şey kaybetmeden yarası kapanınca tekrar denize açıldı. Yine pek çok düşman gemisi ve ganîmetler elde etti. O sırada hıristiyanların zulmü altında pek müşkil duruma düşmüş olan Endülüs’de müslümanlara yardım etti. Binlerce müslümanı Kuzey Afrika’ya taşıdı. Bu hizmeti, İslâm âleminde sevinçle karşılanıp, çok duâ almasına vesîle oldu. Oruç Reis kendisi gibi kahraman birer denizci olan kardeşleri İshak ve Hızır Reis’le birlikte Kuzey Afrika’yı hıristiyanlara karşı savundu. Oradaki zulümden kurtulmak, için gelen müslümanları himaye edip, barındırdı. Her türlü sıkıntılarını giderdi. O târihde bir hıristiyan devleti olan İspanyollar, Avrupa’nın pek çok ülkesini ellerinde bulunduruyorlardı. Ayrıca Amerika müstemlekelerine de hâkim durumda idiler. Devrin büyük denizcisi Oruç Reis ve serdengeçtiler, İspanyollar ile pek çetin mücâdelelere girişti. Bitmek bilmeyen bu mücâdelelerinde tek gayesi cihâd edip müslümanları zulümden kurtarmak ve İslâmiyet’i yaymaktı. Yine bu cihâdlarından birinde Cezâyir’in doğusunda bulunan ve İspanyolların hâkimiyeti altında olan Tlemsan’ı ele geçirdi. Tlemsan emîri İspanyollar’dan yardım almasına rağmen, Oruç Reis ele geçirdiği bu yeri kahramanca müdâfaa etti. Yedi ay süren müdâfaadan sonra yerli halkın ihaneti üzerine Cezâyir’e dönmek için hareket etti, Fakat kendisini düşman muhasara etmişti. Bu kuşatmayı yarıp geçmek için düşmanla çarpıştı. Kırk levendi ile düşmana karşı mücâdelesi, düşman kuşatmasını yarıp geçmeleri târihin destanlaşan kahramanlıklarındandır. Oruç Reis ve leventlerinden bir kısmı, muhasaradan kurtularak, Rio Solado ırmağının karşısına geçmeye muvaffak oldular. Ancak ırmakda İspanyollarla ümidsizce bir mücâdele içerisine düşen ve karşıya geçemeyen evlâdı gibi sevdiği leventlerinin ona; “Baba bizi bırakma!” diye haykırışları kalbini parçaladı. Nitekim, büyük bir vefâ ve şefkat ile yardıma koşmak için tekrar ırmağa daldı ve leventleriyle beraber çarpışa çarpışa şehîd oldu (1518). Şehîd olduğunda kırk sekiz yaşında olduğu tahmîn edilmektedir. Oruç Reis; cömert, âlicenâb, yadım sever, merhametli, dirayetli ve ciddî bir kahraman idi. Bütün leventleri tarafından bir baba gibi sevilir ve kendisine “Baba Oruç” denirdi. Mükemmel ve cesur bir mücâhid idi. Tehlikeli ve nâzik anlarda en iyi çâreleri bulmakta emsaline az rastlanan bir Türk denizcisi idi. Bütün gayesi; İslâmiyet’i insanlara duyurmak, onların müslümanlık ile şereflenmesini sağlamak idi. 1) Deniz Kuvvetleri Dergisi; sene-1975, sayı-490 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 257 3) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-2, sh. 1079 4) Tuhfet-ül-kibâr; sh. 25 5) Gazevât-ı Hayreddîn Paşa (Üniversite Kütüphânesi; T.Y. No: 2639); vr. 5 6) Esfâr-ı bahriye-yi Osmaniye (M. Şükrü, İstanbul-1306); sh. 36, 364 7) Türklerin Deniz Muhârebeleri (F. Kurdoğlu, İstanbul-1932); sh. 213