Soğuk Savaş Sonrasında BM Güvenlik Konseyi`nin Yetki Alanının

advertisement
Marmara Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü ve TASAM işbirliğiyle düzenlenen
“70. Yılında BM ve Küresel Yönetişim” ana temalı Uluslararası İstanbul Güvenlik
Konferansı
03-05 Aralık 2015
Tebliğin Başlığı
Soğuk Savaş Sonrasında BM Güvenlik Konseyi’nin Yetki Alanının
Genişlemesine Hukukun Üstünlüğü ve Uluslararası Hakkaniyet Açısından
Bir Eleştiri
Prof. Dr. Berdal Aral
Şehir Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
ÖZET
Soğuk Savaş’ın tarihe karışmasıyla birlikte, kabaca 1945-1990 arası döneme tekabül eden Doğu-Batı
kutuplaşmasının yol açtığı tıkanıklığı aşan Güvenlik Konseyi, bu sayede kendisine tedricen yeni yetki alanları
açabilmiş ve hatta bu tarihten sonra uluslararası politikanın önemli bir aktörü haline gelmiştir. Bu bağlamda, söz
gelimi, 1990’ların başlarından itibaren BM Güvenlik Konseyi’ndeki hareketlilik, hususiyetle bu organ içinde
alınan ‘kararlar’ ve ‘başkanlık açıklamaları’ ekseninde büyük bir artış göstermiştir. Daha da ötesi, 1990’lı
yıllarda, dünyanın dört bir yanında, Konsey kararları muvacehesinde önceki kırk yılda olduğundan daha fazla
sayıda barış gücü operasyonu gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, ‘insani müdahale hakkı’ ve ‘barış inşası’ gibi
yetkilerle mücehhez kılınan Güvenlik Konseyi, bunun yanı sıra savaş suçları ile insanlık suçlarının faillerini
yargılayan Uluslararası Ceza Mahkemesi (kuruluş: 1998) bağlamında da bazı imtiyazlar elde etmiştir.
Bu tebliğde önce bu yetki genişlemesi bazı örnek olaylarla birlikte tahlil edilecek, ardından şu soruların
yanıtlarının izleri sürülecektir: BM Güvenlik Konseyi’nin bu genişleyen yetkisi BM Andlaşması ve genel
uluslararası hukuk açısından herhangi bir sınırlamaya tabi midir? Herhangi bir denetime tabi midir? Güvenlik
Konseyi’nin kimi zaman savcı ve yargıç, kimi zamansa yasa koyucu gibi davranması, hukuktaki ‘kuvvetler
ayrılığı’ ilkesi açısından ne anlama gelmektedir? Genişleyen bu yetkiler ne türden ‘keyfiliklere’ kapı
aralamaktadır?
1
1990’ların başlarında Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi
devletlerin dağılmasıyla birlikte, toprak kazanımı, güç mücadelesi ya da etnik hâkimiyet kaygılarının
tetiklediği iç savaşlar yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu süreçte BM bu duruma bigane kalmayarak, Irak,
Somali, Haiti ve Doğu Timor gibi (genellikle vahim insan hakları ihlallerinin eşlik ettiği) iç savaşların
yaşandığı coğrafyalara müdahale etmeye başlamıştır. Bu ‘insani kriz’ noktaları, BM Kurucu
Andlaşması’nın 39. maddesinde ifade edildiği üzere, ‘barışa tehdit’ teşkil ettiği gerekçesiyle genellikle
‘insani müdahale hakkı’ olarak vasıflandırılırken, askeri operasyonların kapısını da aralamıştır. 1
Böylece, Soğuk Savaş’ın tarihe karışmasından sonra, Güvenlik Konseyi, ‘insanî müdahale hakkı’
çerçevesinde aldığı kararlar yoluyla, uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehdit tanımının
kapsamını, bir ülkenin ‘içinde’ patlak veren etnik temizlik, katliamlar, sistematik işkence, ve kitlesel
tecavüz gibi insan onur ve haysiyetine saldırı niteliğindeki suçları da kapsayacak şekilde
genişletmiştir. Böylece, yukarıda sözü edilen 39. maddeye dayanılarak, Konsey’in, ‘vahim’ düzeydeki
insanî krizleri bertaraf etmek için operasyona katılmaya istekli devletlere askerî müdahale yetkisi
vermesine imkân sağlanmıştır.2
Böylece, Soğuk Savaş’ın tarihe karışmasıyla birlikte, kabaca 1945-1990 arası döneme tekabül
eden Doğu-Batı kutuplaşmasının yol açtığı tıkanıklığı aşan Güvenlik Konseyi, bu sayede kendisine
tedricen yeni yetki alanları açabilmiş ve hatta bu tarihten sonra uluslararası politikanın önemli bir
aktörü haline gelmiştir. Bu bağlamda, söz gelimi, 1990’ların başlarından itibaren BM Güvenlik
Konseyi’ndeki hareketlilik, hususiyetle bu organ içinde alınan ‘kararlar’ ve ‘başkanlık açıklamaları’
ekseninde büyük bir artış göstermiştir. Daha da ötesi, 1990’lı yıllarda, dünyanın dört bir yanında,
Konsey kararları muvacehesinde önceki kırk yılda olduğundan daha fazla sayıda barış gücü
operasyonu yürürlüğe konulmuştur.3
Bu noktada, BM Güvenlik Konseyi’nin günümüzde kriz noktalarına müdahale öngören
kararları çerçevesinde hangi tür operasyonların ya da eylem planlarının hayata geçirildiğine bakmakta
yarar vardır:
a)Barış gücü operasyonları4: Barış gücü operasyonlarının (peacekeeping) temel amacı, ‘devletlerarasında’ ya da ‘devletlerin kendi içinde’ zuhur eden çatışmaların tarafsız bir üçüncü aktörün
müdahalesiyle durdurulmasıdır. Burada sözü edilen müdahale, uluslararası bir bağlam içinde ve
Sven Bernhard Gareis & Johannes Varwick, The United Nations: An Introduction, (New York,
Palgrave, 2005), ss. 74-75.
2 Penelope C. Simons, “Humanitarian Intervention: A Review of Literature”, Working Paper 01-2,
http://ploughshares.ca/pl_publications/humanitarian-intervention-a-review-of-literature/#Guicherd
3
Natalie
Reid,
“Informal
Consultations”,
Ocak
1999,
http://www.globalpolicy.org/security/informal/natalie.htm
4 Aslında BM Kurucu Andlaşması’nda böyle bir yetkiden söz edilmemiştir. Ne var ki, zaman içinde
ihtiyaç hâsıl olunca, bu tür operasyonlar BM Kurucu Andlaşması’nın VI. Bölümünde düzenlenen
“uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözülmesi”ne ilişkin hükme dayandırılmıştır.
1
2
çatışmanın taraflarının onayı ile hayata geçirilir.5 Barış gücü operasyonları, öncelikli olarak, sona
ermiş olan bir silahlı çatışma sonrasında barış ortamının tahkim edilmesi amacıyla gerçekleştirilir.
Burada müdahalenin amacı, tarafların yeniden savaşa girmesini engellemek için onları bir masanın
etrafında buluşturmak, gerekirse maddi destek sağlamak, ve ayrıca taraflar arasında iletişimi arttırmak
için güven arttırıcı önlemler almaktır. Öte yandan, Soğuk Savaş sonrasında BM’nin gündemine gelen
‘klasik olmayan’ barış gücü operasyonları, daha ziyade ‘barışın tahkimi’ni amaçlamaktadır. Bu barış
gücü operasyonlarının başlıca amaçları şunlardır: tarafların silahsızlandırılması; bir kısım silahların
imhası; mültecilerin evlerine dönmelerinin sağlanması; güvenlik güçlerinin eğitilmesi; seçimlerin
gözlemcilerce izlenmesi; insan haklarının güçlendirilmesi; kamu kurumlarının ıslah edilmesi ve
güçlendirilmesi; ve toplumun siyasete katılımının teşvik edilmesi.6
b) Barış inşası: ‘Barış inşası’ (peacemaking) bir uyuşmazlığın zuhur etmesinden sonra ilgili taraflar
arasında bir savaşın çıkmasını önleyerek barışçı bir çözümü hayata geçirmek için ortaya konan
diplomatik çabalara denir. İyi niyet girişimi, arabulucuk, diplomatik yalnızlaştırma ve yaptırımlar
gibi faaliyetler barış inşasının önemli vasıtalarıdır. BM Kurucu Andlaşması’nın VI. bölümünde
düzenlenen ‘önleyici diplomasi’ türü girişimler, barış inşası çabaları ile barış gücü operasyonlarının
arasında bir yerde yer almaktadır. Buradaki temel amaçlardan birisi, uluslararası bir krize yol
açabilecek bir uyuşmazlık söz konusu olduğunda, tarafların kabul edebileceği barışçıl nitelikteki bir
çözüm formülünü (soruşturma, diplomatik girişim, uyarı ve teftiş gibi) ilgili aktörlerin önüne getirmek
ve böylece gerilimin ortadan kalkmasını sağlamaktır.7
c) Barışa zorlama: ‘Barışa zorlama’ (peace enforcement), BM Kurucu Andlaşması’nın VII. Bölümü
çerçevesinde silahlı bir çatışmanın ortaya çıktığı bölgelere yeniden barış getirmek için gerçekleştirilen
‘askeri müdahaleler’e denir. Geleneksel anlamı itibariyle, bir çatışmanın sonlandırılması için birçok
devletin katıldığı müşterek askeri operasyonların yapılması zaruret arz eder. Buna karşılık, son
dönemde, insani yardım götürmek amacıyla uluslararası veya ulus-içi mahiyetteki (iç savaş) çatışma
bölgelerine de askeri müdahalede bulunulabileceği yönündeki yaklaşım tarzı yaygınlık kazanmaya
başlamıştır.
Bu
tür
tanımlanabilmektedir.
‘silahlı
insani
yardım’
operasyonları
da
‘barışa
zorlama’
olarak
8
Albert Legault et al, “The United Nations at fifty: regime theory and collective security”,
International Journal, cilt: 50, Kış 1994-5, 71-102, s. 85.
6 A.g.e., s. 85.
7 A.g.e., ss. 84-85.
8 A.g.e., s. 86.
5
3
d) İnsani müdahale: ‘İnsani müdahale’ (humanitarian intervention), ‘barış gücü operasyonları’ ile
‘barışa zorlama’ operasyonları arasında bir yerde durmaktadır. Bu operasyonların amacı, kitlesel bir
insani mağduriyet içinde olan belli bir insan topluluğunu bu durumdan kurtarmaktır.9
BM Güvenlik Konseyi’nin Soğuk Savaş sonrasında kendisine ‘mesele’ ettiği ve hakkında
kararlar aldığı konular adeta ‘geometrik’ olarak artmıştır: iç savaşlara müdahale; kitle imha silahları
bulundurduğu veya elde etmeye çalıştığı gerekçesiyle bir ülkeye karşı yaptırım uygulama; uluslararası
terörizme karşı uluslararası andlaşmalara benzer bir formatta kaleme alınmış kararlar kabul etme;
savaş ve insanlık suçlarını yargılamak için ad hoc (geçici) uluslararası ceza mahkemeleri ihdas etme;
‘askeri zorlama tedbiri’ (savaş yetkisi verme) çerçevesinde işgal ettiği topraklardan çıkarılmış bir
ülkenin ihtilaf halinde olduğu ülkeyle mevcut olan sınır anlaşmazlığını o ülkeye dayatma ve ayrıca
savaş tazminatı ödemeye mahkum etme; yönetime el koyan cunta mensuplarının ülkeyi terk etmesini
talep etme; kitlesel insan hakları kıyımlarına ve açlığa son vermek için belli bir ülkeye yönelik insani
müdahalede bulunma; iç savaşın ya da genel olarak silahlı çatışmaların hüküm sürdüğü ülkelerin,
çatışma sonrasında geçici olarak BM’ce yönetilmesi; savaş ya da insanlık suçu işledikleri gerekçesiyle
bazı faillerin yakalanması için ilgili ülkelere yönelik olarak askeri güç kullanım yetkisi verilmesi;
davranışlarıyla uluslararası barış ve güvenliği tehlikeye attığını iddia ettiği ülkelere karşı askeri,
ekonomik, diplomatik ve mali yaptırımların uygulanması. Bütün bu genişleyen yetki alanları,
hususiyetle, dar anlamlı ‘askeri güvenlik’ten geniş anlamlı ‘insani güvenlik’ kavramsallaştırmasına
geçişle birlikte ivme kazanmıştır. Bu yeni yaklaşım tarzı, bir bakıma günümüz toplumlarının ‘ahlaki
kaygıları’nı güvenlik denkleminin içine sokmuştur.10
O yüzdendir ki, Soğuk Savaş sonrası dönemde BM’nin nezaret ettiği müşterek müdahaleler,
artan ölçüde ‘normatif’ bir çerçevede tanımlanmaya başlamıştır. Soğuk Savaş döneminde, BM’nin
bünyesinde hayata geçirilen dış müdahaleler genellikle mağdur edilen bir devletin ulusal güvenlik
kaygıları ile gerekçelendirilirken, 1990’ların başlarından bu yana bu tür müdahaleler, artan ölçüde,
egemenliğin, insan haklarına riayeti de kapsayacak şekilde
‘koşullu’ olduğu anlayışı temelinde
normatif kaygılara dayalı olarak gerekçelendirilmiştir.11 (Bu normatif boyut aşağıda ele alınmaktadır).
‘Müspet Güvenlik’ Beklentisinden Uluslararası ‘Güvensizliğe’
‘Müşterek güvenlik’ olgusu, devletlerin çıkarları arasında belli bir ‘ortaklığın’ varlığını kabul
eder. Böyle bir sistem içinde her bir devletin güvenliği, sistemin güvenliğine bağlıdır. Bunun nedeni
açıktır: her bir devletin güvenliği, devletlerin beraberce oluşturdukları güvenlik sisteminin bütününe
A.g.e., ss. 85-86.
Martti Koskenniemi, The Politics of International Law, (Oxford and Portland, Oregon, 2011), s. 104.
11 James Goodman, “Humanitarian collective security: restoring order?”, Global Networks, cilt: 13,
sayı: 3, 2013, 345–362, s. 346.
9
10
4
tekabül eden ‘müşterek güvenlik sistemi’yle bütünleşmiştir. İkinci olarak, devletler, böyle bir güvenlik
sisteminde işbirliğine yatkın olduklarından, bunların arasındaki uyuşmazlıklar genellikle ‘barışçıl’
yöntemlerle hal çaresine kavuşturulur.12
Bu sisteme göre, devletler, güvenliklerini, uluslararası hukuka uygun olarak faaliyette bulunan
uluslararası kurumlara emanet ederler. Bu çerçeve içinde, devletler, ‘saldırgan’ bir devlete karşı
topluca hareket ederler. Müşterek güvenlik sistemi içinde, uluslararası toplumun üyeleri, istikrar ve
güvenliği korumak için belli kurallar ve ilkeler etrafında birleşirler. Bunun sonucunda bu sistemin
parçası olan ülkeler ‘saldırgan’ı birlikte defederler.13 Bu sistem saldırgan aktörlere karşı önemli bir
güvence sağladığı gibi, saldırganlığı ‘caydırıcı’ bir uluslararası ortamın şekillenmesini de sağlar.
Böyle bir sistem içinde, devletlerin kendi başlarının çaresine bakmasını zorlayan husumet ve rekabet
ortamı dağılmaya başlar.14 Müşterek güvenlik sisteminde aktörler başka aktörlerin niyetleri konusunda
artan bir güven duyarlar. Müspet bir uluslararası ortamın inşasını kolaylaştıran böyle bir sistem içinde,
devletlerin silahlanmaya daha az vakit ve para harcamaları, kaynaklarını halkın hayat standardını
yükseltme amacına hasretmeleri olasılık dâhiline girer.15
Müşterek güvenlik sistemi, ‘güvenlik açmazı’ (security dilemma) sorununu da makul sınırlara
çektiğinden, beklenmeyen/öngörülmeyen/ani savaş ihtimalini de azaltmış, böylece istikrarı arttırmış
olur. Böyle bir yapılanma içinde, devletler güvenlik dengesi çerçevesinde başka devletlerle
ilişkilerinde, güç rekabeti içinde oldukları bazı devletlere kıyasla ne kazandıkları hususunu merkeze
alan ‘nispi kazanç’a değil ve fakat sadece kendi kazançlarını esas alan mutlak kazanca daha fazla
ağırlık vereceklerdir. Burada vurgulanması gereken önemli bir husus, devletlerin genel olarak mutlak
kazancı esas almalarını mümkün kılan en önemli unsurlardan birisinin, diğer devletlerin nispi
kazancının kendilerine zaman içinde ağır bir bedel ödetmeyeceğine olan inançlarıdır.16
Müşterek güvenlik sistemi içinde devletler, kendilerine doğrudan zarar vermeyen bir
saldırganlık durumunda bile, sistemin istikrarı ve barışın yeniden tesisi için gerekli tedbirlerin
alınmasını isterler. Nitekim böyle bir sistem içinde, devletler, sadece kendilerini eksen alan güvenlik
politikalarının yetersiz olduğunu bildikleri için, birbiriyle güvenlik rekabeti içine girmek yerine,
işbirliğini tercih ederler. Bu işbirliğini teşvik eden bir başka unsur da, müşterek güvenlik sisteminin
yalnızca devletlerin davranışlarını değil, ‘ulusal çıkar’ tanımlarını da değiştirmesidir. Bu öğrenme ve
sosyalleşme süreçlerinde, devletler, ulusal çıkarlarını müşterek çıkarları da gözeterek tanımlayacaktır.
Legault et al, a.g.e., ss. 78-79.
Charles A. Kupchan & Clifford A. Kupchan, “The Promise of Collective Security”, International
Security, cilt: 20, sayı: 1, Yaz 1995, 52-61, ss. 52-53.
14 A.g.e., s. 57.
15 A.g.e., ss. 57-58.
16 A.g.e., s. 58.
12
13
5
O yüzdendir ki, söz gelimi, Almanya NATO ve Avrupa Birliği üyeliği nedeniyle çıkarlarını ‘ulusal’
değil ve fakat ‘Avrupa ölçeğinde’ tanımlama noktasına gelmiştir.17
1945’te BM bünyesinde ihdas edilen müşterek güvenlik sistemi kuşkusuz uluslararası barış
adına çok önemli bir kazanım sayılmalıdır. Evrensel bir ideal olan barış, BM örgütünün de kendisi için
belirlemiş olduğu en aslî hedeftir. Ne var ki, BM Kurucu Andlaşması’nda barış daha ziyade ‘savaşın
yokluğu’ olarak tanımlanmıştır. Elbette BM Andlaşması’nda devletler arasında siyasi, iktisadi ve
sosyal alanda işbirliğinden ya da, sözgelimi, silahsızlanmadan söz edilmektedir. Ne ki, bu alanlardaki
düzenlemeler kapsamlı ve yeterince açık seçik olmaktan uzaktır.18 BM Kurucu Andlaşması’nda,
örneğin, adalete, insan haklarına, ve her halkın kendi geleceğini belirleme hakkına (self-determination)
yapılan vurgunun, tüm dünyada kurulmak istenen barış düzeninin salt savaşın yokluğunun ötesine
geçmesinin istendiğini göstermektedir. Ne var ki, bu hedefleri somut olarak hayata geçirmeye imkân
sağlayacak olan daha detaylı normatif ve/veya kurumsal çerçeve bu andlaşma içinde mevcut değildir.
Barışın olmadığı bir toplumsal ve siyasî ortam içinde, insan haklarından söz etmek anlamlı
değildir. Barış evrensel bir değerdir. Bir insan hakkı olarak barış hakkı konusunda kabul edilen bir
uluslararası insan hakları bildirisinde de ifade edildiği üzere, barış hem insan haklarının en temel
koşullarından birisi, hem de bu hakların hayata geçirilmesiyle ulaşılabilecek bir hedeftir. 19 Barışın,
insan haklarının varlığının en temel ön şartlarından birisi olduğu fikri, 1945 yılında kabul edilen BM
Kurucu Andlaşması’ndan bu yana resmî olarak uluslararası düzeyde kabul edilmiş bulunmaktadır.
İnsan haklarına da atıfta bulunan bu belgede, BM’nin en temel amacının “uluslararası barış ve
güvenliği koruma altına almak” olduğu belirtilmektedir. 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’nin Önsöz’ünde ise, “insanlık ailesinin tüm üyelerinin eşit ve devredilemez haklara
kavuşturulması”nın “dünyada özgürlüğün, adaletin ve barışın en temel dayanağı” olacağı ifade
edilmiştir.20 Kalıcı ve sürdürülebilir barış, sadece insan haklarını değil, adalet ve dayanışmayı da
içermelidir. UNESCO’nun bir dönem Genel Direktörlüğünü yapmış olan Federico Mayor’un
ifadesiyle,
Kalıcı barış, tüm insan haklarının ve yükümlülüklerinin hayata geçirilmesi
için zorunlu bir ön şart niteliğindedir. Bu, sessizliğin barışı değil…
özgürlüğün
–o
yüzden
âdil
yasaların-,
mutluluğun,
eşitliğin,
ve
dayanışmanın barışıdır.21
A.g.e., s. 55.
Antonio Cassese, International Law, ikinci baskı, (Oxford/New York, Oxford University Press,
2005), s. 325.
19 Luarca (Asturias) Declaration on the Human Right to Peace, 30 Ekim 2006, Önsöz, 1. Paragraf,
http://www.comitepaz.org.br/download/Luarca%20Declaration%20English.pdf
20
The
Universal
Declaration
of
Human
Rights,
10
Aralık
1948,
http://www.un.org/en/documents/udhr/index.shtml
21 Federico Mayor, The Human Right to Peace, Declaration by the Director-General of UNESCO, Ocak
1997, http://www.wagingpeace.org/articles/1997/01/01_human-right-to-peace_mayor.htm
17
18
6
Ne var ki, Uluslararası İlişkiler kuramları içinde kendilerini ‘realist’ akıma nispet edenler,
devletlerin, ulusal çıkar arayışında ahlaki kaygıları bir kenara koymaları gerektiğini ileri sürerler.
Devletlerin uluslararası ilişkilerinde adalet arayışına girmelerinin faydasız bir çaba olduğunu, bu
durumun onların aleyhine güç dengesizliğine evrileceğini ve hatta savaşa yol açabileceğini ileri
sürerler. Bu realist kuram mensuplarına göre, devlet, kendi gücünü kendisi ihdas eden ve meşrulaştıran
bir yapıdır.22
Uluslararası ilişkilere realist yaklaşım, bugün de, geçmişte olduğu gibi, bütün
‘değişimci’ söylemlere rağmen, devletlerin dış politikalarındaki başat yaklaşım tarzı olmaya devam
etmektedir. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, Realizmin temsil ettiği refleks, politika ve
tutumların devletlerin dış politikalarında çok derinlere işlemiş bir tür ‘ortak sağduyu’ya tekabül
ettiğinin düşünülmesidir. Koskenniemi’nin gözlediği üzere, zihnimizde zaman zaman bugünkünden
farklı bir uluslararası ilişkiler düzeni tahayyül edebiliriz; lakin bizler ‘devlet’ adını verdiğimiz bir
siyasi topluluğun içinde yaşamaya mecbur ve mahkûmuzdur.23
İşte, BM bünyesinde oluşturulan müşterek güvenlik sistemi, bir bakıma, bir yandan, bu
Westphalian egemenlik anlayışı ve realist dünya algısı, bir yandan da Kantçı bir refleksle ihdas
edilmek istenen ve sürekli barış fikrini ihtiva eden ‘evrenselci’ yaklaşımın bir sentezi niteliğindedir.
Soğuk Savaş döneminde ‘devlet egemenliği’ vurgusu, daha idealist ve kuşatıcı nitelikteki barış, insan
hakları ve adalet arayışları karşısında genellikle öncelikli konumda iken, sosyalist-kapitalist
karşıtlığının ve ideolojik bloklaşmanın sona erdiği 1990’ların başlarından itibaren, devlet güvenliğinin
yanı sıra ‘insani güvenliği’ de merkeze alan ikinci –evrenselci- yaklaşım en azından BM
platformlarında öne çıkmaya başladığı gözlenmiştir. Nitekim Soğuk Savaş sonrasında uluslararası
düzeyde güvenlik kavramı ‘sivilleşme’ yönünde önemli bir dönüşüm geçirmiştir. Bu değişimin başlıca
unsurları şunlardır: birincisi, devletler arasındaki karşılıklı bağımlılığın artması ve askeri teknoloji
alanındaki gelişmeler sonucunda, en başta, devletlerin ülke sınırlarının ihlal edilmezliği ile mutlakçı
egemenlik anlayışlarının yerini daha esnek ve kapsamlı bir güvenlik anlayışına bırakmaya başlamıştır;
ikincisi,
güvenlik,
Soğuk
Savaş
sonrasında
artık
yalnızca
‘askeri’
bir
değerlendirilmemektedir; onun yerine, güvenliği etkileyen unsurlar olarak,
bağlam
içinde
klasik güvenlik
unsurlarıyla birlikte, dış politika, iktisadi ve mali yapı, çevre, ve kalkınma sorunları gibi unsurlar da bu
‘bütünlükçü’ (holistic) güvenlik anlayışının kapsamı içine girmiştir; üçüncüsü, dış dünyayı ana tehdit
unsuru olarak tavsif eden geleneksel tehdit anlayışı dönüşüm geçirmiştir. Bu dönemde menfi/negatif
güvenlik anlayışı yerine, uluslararası toplumun bütününü kapsayan ve ‘ortak’ güvenlik menfaati
olgusundan yola çıkılarak barışı zorlaştıran şartların ıslahını (da) içeren mekanizmaların kurulmasıyla
ulaşılacak bir müspet barış anlayışı öne çıkmaya başlamıştır. Bütün bunların daha barışçıl bir
uluslararası düzen oluşturacağı düşüncesi yerleşmeye başlamıştır.24
Bu bağlamda, denebilir ki,
BM’nin müşterek güvenlik sisteminin güvenilirliği ve başarısı, bu evrensel örgütün sahip olduğu
Goodman, a.g.e., s. 345.
Koskenniemi, a.g.e., 2011, s. 93.
24 Gareis & Varwick, a.g.e., ss. 55-56.
22
23
7
caydırıcı güçten ziyade, barış, adalet, yeni-sömürgeciliğin tasfiyesi, insan hakları ve hukukun
üstünlüğü gibi değer ve ilkelere ne ölçüde riayet edildiğine bakılarak anlaşılabilir.25
O yüzdendir ki, başkalarının acılarına genellikle bigâne kalmayı salık veren ve ulus-devletçi
bir dünya tasavvuruna yaslanan Westphalian egemenlik anlayışı, içinde yaşadığımız dünyada anlamını
büyük ölçüde yitirmiş bulunmaktadır.26 BM adına hazırlanan bir raporda ifade edildiği üzere, bugün en
güçlü ülkeler bile, karşılaştıkları birçok sorunu, bunların ‘küresel’ nitelikli olması itibariyle, kendi
başlarına çözme imkânlarının sınırlı olduğunu anlamış bulunmaktadır.27 Hiç kuşkusuz, küreselleşme,
bölgesel bütünleşme ve toplumlar arasında karşılıklı bağımlılığın böylesine derinleştiği bir çağda, bir
tür ‘aile’ olarak kabul edebileceğimiz bir ‘uluslararası toplum’un varlığından söz etmemiz
mümkündür. Uluslararası toplumun ortaya çıkmasını sağlayan kural ve mekanizmaların, aynı zamanda
‘uluslararası düzen’i şekillendirdiğini de varsayarsak, bu durumda birbirine kenetlenmiş ve dayanışma
içinde işbirliği yapan bir milletler ve topluluklar ‘ailesi’nin varlığını bir veri olarak kabul etmemiz
gerekir. Böyle bir uluslararası toplumun en büyük özlemi ise, tabii olarak, barış, refah ve adaletin
küresel düzeyde tesis edilmesidir.
Güvenlik Konseyi’nin Artan Güç Suiistimali
Barış ve güvenliğe ilişkin uluslararası yaklaşımlar, Soğuk Savaş’tan sonra artan ölçüde
‘insani’ güvenliği de bünyesine almaya başlamıştır. Bu bağlamda, BM, bireylerin kendi ülkelerinde
karşı karşıya kaldığı tehditleri ve insan hakları ihlallerini ilgi alanı içine dâhil etmiştir. Kuşkusuz, bu
yeni doktrin, önceleri uluslararası hukukun yerleşik normlarından olan ‘devletlerin içişlerine
karışılması yasağı’ ile çatışmaktaydı.28 BM Güvenlik Konseyi’nin Soğuk Savaş sonrasında devletlerin
‘iç meselelerini’ de gerektiğinde uluslararası barış ve güvenliğe ‘tehdit’ olarak değerlendirmesi, bir
bakıma, ‘zamanın ruhu’ (zeitgeist) ile uyumludur. Ne var ki, bu yeni aşamada, başta BM Güvenlik
Konseyi’nin sürekli üyeleri olmak üzere, önde gelen güç odaklarının böylesine geniş tanımlanmış bir
barış ve güvenlik yönelimini reelpolitik reflekslerle kendi çıkarları adına suiistimal etmeleri de imkân
dâhiline girmiştir. Ian Hurd’e göre, bu durum bir yandan uluslararası hukukun istikrarına zarar
verirken, bir yandan da Güvenlik Konseyi’nin emperyal politikalar izlemesini kolaylaştırmıştır. Bu
türden yeni yetki alanları ihdası, BM Kurucu Andlaşmasını göz ardı ettiğinden, Konsey üyesi ülkelerin
diğer devletlere dönerek ‘uluslararası hukuka uymaları’ çağrısı yapması açıkça tutarsızlıktır. Hurd’ün
Jose E. Alvarez, “Judging the Security Council”, American Journal of International Law, cilt: 90,
1996, 1-39, s. 31.
26 Richard Shapcott, “International Ethics”, John Baylis, Steve Smith & Patricia Owens (eds.), The
Globalization of World Politics: An Introduction to International Relations, beşinci baskı, (New York,
Oxford University Press, 2011), s. 200.
27 “The United Nations in its Second Half-Century”, The Report of the Independent Working Group on
the Future of the United Nations, 1995, ss. 3-4, http://www.library.yale.edu/un/images/un-secondhalf-century.pdf
28 Paul Taylor & Devon Curtis, “The United Nations”, John Baylis, Steve Smith & Patricia Owens (der.),
The Globalization of World Politics: An Introduction to International Relations, beşinci baskı
(Oxford, Oxford University Press, 2011), 310-325, s. 319.
25
8
keskin ifadesiyle, “BM Kurucu Andlaşmasını bir iç meseleye müdahale yetkisi verir şekilde okumak,
bu andlaşmanın olağan anlamını baş aşağı çevirmek demektir.”29 Hurd’e göre, BM Kurucu
Andlaşması’nın devletlerin içişlerinin uluslararası barış ve güvenliğe tehdit olabilecek biçimde
yorumlanması, Konsey’de bu görüşü savunan ülkelerin kendi menfaatlerini esas aldıklarını ve
uluslararası toplumun bütüncül görüşünü kaale almadıklarını göstermektedir. Oysa uluslararası
andlaşmalar hukuku, en başta, bu türden keyfi davranışları caydırmayı hedeflemektedir. 30 Kuşkusuz
burada yeni yetki aktarımlarını ‘sorunlu’ hale getiren şey, bunların Konsey’in bazı üyelerince
suistimal edilmesini hiç olmazsa zorlaştıran normatif ya da kurumsal frenlerin mevcut olmayışıdır.
Üstelik Konsey’de beş sürekli üyenin sahip olduğu imtiyazlara ‘dokunulmadan’ bu organa yeni
yetkilerin aktarılması, son yirmi beş yıldır gözlendiği üzere onun ancak keyfiliğini ve reel politik
kaygılarla hedef seçilen ‘istenmeyen’ rejimlere ve onların ülkelerine karşı zarar verme potansiyelini
arttıracaktır. Yoksa burada, ilke olarak, BM’nin ve, tabii, onun bir organı olan Güvenlik Konseyi’nin
‘dolaylı yetki’ doktrini31 çerçevesinde uluslararası sorunlarla daha etkili bir şekilde baş edebilme
amacının zaruri kıldığı yetkilerle teçhiz edilmesine itiraz ediliyor değildir. Buradaki itiraz, BM eksenli
bu müşterek güvenlik sisteminin mevcut yapısıyla her türden yetki artışını suistimale müsait bir zemin
teşkil etmesinedir.
Gerçekten de Soğuk Savaş sonrası oluşan yeni uluslararası düzen içinde etkinliği giderek artan
ve daha önce sıkça gözlenen kilitlenmeyi bu dönemde genellikle aşabilen Konsey, pek çok nedenle bu
ayrıcalıklı konumunu pek çok kez istismar edebilmiştir. Bunun bir nedeni, BM’nin olaylara, sorunlara
ve kriz noktalarına dair takdir yetkisinin son derece geniş olmasıdır. Yukarıda da ifade edildiği üzere,
Güvenlik Konseyi’nin 1990’lı yılların başlarından itibaren ‘insani güvenlik’ doktrinini gündemine alıp
kapsamını genişletmiş olması, kuşkusuz, barış adına ‘olumlu’ bir adım sayılmalıdır. Ne var ki, insani
güvenlik kavramsallaştırması temelinde Konsey’in ‘barışa yönelik tehdit’ tanımlaması yapmasına kapı
aralandığında, bu durum, bu kavramın içeriğinin genişliği nedeniyle bu organa adeta uçsuz bucaksız
bir takdir yetkisi vermiş olmaktadır.32 Nitekim Konsey ele aldığı krizlere ilişkin çok farklı hareket
hatları belirleyebilmekte, benzer özellikleri olan krizlerde bile birbirinden çok farklı tutumlar içine
girebilmektedir. Söz gelimi, ‘barışa yönelik tehdit’ olarak tanımladığı bir kriz noktasına ilişkin askeri
müdahale yetkisi verirken, aslında benzer özellikleri olan bir başka krizi görmezlikten gelebilmekte ya
da sadece ‘kınama’ ve ‘uyarı’ ile yetinebilmektedir. Başka bir deyişle, Konsey her durum için ad hoc33
Ian Hurd, “The Selectively Expansive UN Security Council: Domestic Threats to Peace and
Security”, ASIL Proceedings, 2012, 35-38, s. 37.
30 A.g.e.
31 Bu hususta Uluslararası Adalet Divanı’nın 1949 tarihli bir danışma görüşü vardır: “Reparation for
injuries suffered in the service of the United Nations”, Advisory Opinion, I.C. J. Reports, 11 Nisan
1949, http://www.icj-cij.org/docket/files/4/1835.pdf
32 BM Güvenlik Konseyi’nin ‘barışa yönelik tehditleri’ belirleme hususunda hiçbir sınırlamaya tabi
olmadığını ileri süren önemli bir görüş için, bakınız Hans Kelsen, The Law of the United Nations: A
Critical Analysis of Its Fundamental Problems, (New York, Praeger, 1950), s. 727.
33 Her durum için farklı bir davranış tarzı geliştirebilmektedir.
29
9
bir yaklaşım tarzı sergileyebilmektedir. Bunun yol açtığı sakıncalara Aznar-Gómez şöyle işaret
etmektedir:
Çifte standart, eldeki vakıaya farklı düzeyde angaje olma, Güvenlik Konseyi
içinde
eylem (ya
da
eylemsizlik)
öncesi
görüşmelerdeki
gizlilik,
kamuoyunun gözündeki saygınlığını zedeleyerek BM’nin bu yürütme
organının meşruiyetinin sorgulanmasına yol açmaktadır.34
Öte yandan, pek tabii olarak, hukukun pratiğe aktarılmasında mevcut aktörlerin siyasi
tercihleri her zaman önemli bir rol oynamıştır. Bunun en önemli nedeni, hukuk normlarının açık uçlu
olması ve istisnalara yer vermesidir.35 O nedenle, BM Güvenlik Konseyi’nin uluslararası barış ve
güvenliğin tehlikeye girdiği durumlarda BM Kurucu Andlaşması’nı hayata geçirirken, geniş bir takdir
yetkisi olduğunu ve birçok durumda tutarlı davranmayabileceğini akılda tutmak gerekir. Nitekim
uluslararası krizlerin çözümünde BM bünyesinde
‘hukuk’un oynadığı rol her zaman birincil
olmamıştır. 1989-1990 döneminde ülkesi Finlandiya’nın BM delegasyonu içinde uluslararası hukuk
danışmanlığı yapan günümüzün en parlak uluslararası hukukçularından Martti Koskenniemi, o
döneme ilişkin şu önemli gözlemlerini bizlerle paylaşmaktadır:
Irak’ın Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgalinden 1991’deki ikinci Körfez
Savaşına
dek
Konsey’de
yapılan
tartışmalarda
hukukun
oynadığı
ikili/muğlâk rol karşısında çok şaşırmıştım. Bir taraftan, her yerde hukuki
tartışmalar yapılmaktaydı. Öte yandan, değişik tarafların faaliyetlerinin
hukuk tarafından belirleneceğine kimse inanmıyordu.36
Daha da ötesi, Güvenlik Konseyi bir yasama organı olmadığı halde, Soğuk Savaş’tan sonra
birçok meselede fiilen bir yasama organı gibi hareket ederek uluslararası hukukun gelişim yönünü
tayin edici nitelikte kararlar almıştır. Bu durum da, Konsey’e yönelik ‘yetki gaspı’ ve ‘keyfilik’
yaptığına dair suçlamaları arttırmıştır. Öte yandan, BM Andlaşması’na göre, siyasi bir organ olan
Konsey’in uluslararası barış ve güvenliğe zarar verebilecek her tür gelişmeyi ele almak gibi bir
yükümlülüğü olmadığı gibi, gündemine aldığı kriz noktaları konusunda, meğer ki bunlar benzer
nitelikte olsun, özdeş bir tutum almak gibi bir yükümlülüğü de yoktur. Oysa sözgelimi, bir yargı
organının bu tür durumlarda tutarlı ve ilkeli davranması hukukun gereğidir. Konsey için böyle bir
zorunluluk yoktur. Nitekim bu organ İran’ın nükleer programı konusunda son derece aktif ve müdahil
bir tutum almış, 1990’larda Irak’ın elindeki kitle imha silahlarının imhasını sağlamış, ve Kuzey
Kore’nin nükleer silah programını caydırıcı nitelikte tedbirler almıştır. Buna karşılık, aynı Konsey,
Mariano J. Aznar-Gómez, “A Decade of Human Rights Protection by the UN Security Council: A
Sketch of Deregulation?”, The European Journal of International Law, cilt: 13, sayı: 1, 2002, 223-241,
s. 234.
35 Koskenniemi, a.g.e., 2011, s. 97.
36 A.g.e., s. 79.
34
10
Hindistan, İsrail ve Pakistan37 gibi ülkelerin nükleer silahlanması karşısında genellikle pasif bir tutum
içinde olmuştur.38
Günümüzde küresel barışın önündeki en önemli engellerden birisi, BM Güvenlik
Konseyi’ndeki beş sürekli üyenin sahip olduğu veto hakkıdır. Veto hakkının bu hakka sahip olan
devletlerce kendi ulusal çıkarları adına çoğu zaman sûistimâl edildiği bilinmektedir. Uluslararası
hukuk kaygılarını bir tarafa bırakan bu tür davranışların gerçekte BM’nin amaçlarıyla bağdaşmadığı
açıktır.39 Herkesin malumu olduğu üzere, Konsey’in gündemi, çoğu zaman, veto yetkisi de olan
sürekli üyeler tarafından belirlenmektedir. Güvenlik Konseyi’ne sunulan karar taslakları ve bunların
içeriği konusunda adeta tekel kurmuş olan sürekli üyeler, Konsey’de hâkim konumdadırlar. 40 Bu
devletlerin bu ayrıcalıklı konumlarının ve benimsedikleri ulusal çıkar-eksenli yaklaşımlarının küresel
barış ve güvenliğe ne denli zarar verdiği, söz konusu ülkelerin nükleer silahlara ilişkin yaklaşımlarına
bakılarak görülebilir.
Kitle İmha Silahları ve Güvenlik Konseyi’nin İkiyüzlü Tutumu
Bilindiği üzere, BM Güvenlik Konseyi’nin sürekli üyelerinin hepsi nükleer silahlara sahiptir.
Bunların hiçbirisinin bu silahları ortadan kaldırmak gibi bir niyeti de yoktur. Sürekli üyeler olarak
Konsey’in önüne nükleer silahların yok edilmesine ilişkin bir karar tasarısının gelmesi halinde, sürekli
üyelerin veto hakkını kullanacakları dikkate alınırsa, bu konunun bu organın gündemine hiçbir zaman
gelmeyeceği aşikârdır. Üstelik unutmamak gerekir ki, Konsey’in gündemini ve kararların içeriklerini
belirleyenler daha ziyade sürekli üyelerdir. O yüzdendir ki, nükleer silahların yayılmasının
önlenmesine ya da biyolojik ve kimyasal silahların ortadan kaldırılmasına ilişkin olarak, Konsey’in
kendisine hedef seçtiği bir kısım ülkelerin yükümlülüklerine ne ölçüde uyduklarının denetimine ilişkin
alınan kimi kararlar, dünyanın geri kalanının büyük çoğunluğunca kuşkuyla karşılanmaktadır. Bu tür
kararların uluslararası topluma verdiği mesaj aslında açıktır: “dediğimizi yapın, yaptığımızı
yapmayın.”41
Küresel adaleti tesis etmenin en önemli şartlarından birisi, devletlerarasında ve devletlerin
kendi içlerindeki şiddet, savaş ve çatışmayı olabilecek en alt noktaya çekmektir. Ne var ki, bu hedefe
Bu durum, Pakistan’ın, hakim uluslararası medyanın zaman zaman gündeme getirdiği sözüm ona
‘İslam bombası’nın, özellikle 1990’lı yıllarda ve hatta 2000’li yılların ilk yarısında Batılı bazı güçlerce
bu ülkeye yönelik siyasi baskı vesilesi olarak kullanıldığı gerçeğini göz ardı etmemizi
gerektirmemektedir.
38 John Burroughs, “The Role of UN Security Council”, Section 1.3., A Study on the Recommendations
of
the
WMD
Commission,
35-43,
s.
37,
http://wmdreport.org/ndcs/online/NuclearDisorderPart1Section3.pdf
39 Bu durum, bağımsız bir uluslararası komisyonun barış hakkına ilişkin 2009 yılında hazırladığı bir
raporda eleştirilmiştir: Report of Commission 1, “Right to Peace”, The 17th Congress, Hanoi, 6-10
Haziran 2009.
40 “Introduction”, David M. Malone (ed.), The UN Security Council: From the Cold War to the 21st
Century, (USA, Lynne Rienner Publishers, 2004), s. 7.
41 Burroughs, a.g.e., s. 37, http://wmdreport.org/ndcs/online/NuclearDisorderPart1Section3.pdf
37
11
nasıl ulaşılacağı konusunda uluslararası toplumun aktörleri arasında önemli görüş ayrılıkları vardır.
Dünya politikasında hâkim konumda olan güçler, dünyada barış ve güvenliği sağlamak için ellerinde
gerektiğinde kullanabilecekleri silah gücünün olması gerektiğini düşünen, kendilerine Makyavelizm’i
rehber edinmiş realistlerdir. Bu devletlere göre, kendi ellerindeki nükleer silahlar jeopolitik güç
mücadelesinin önemli unsurlarından birisi olup, uluslararası sistem üzerindeki etkisi itibariyle, yapıcı
ve istikrara katkı sunucu niteliktedir. Bu ‘üsttenci’ yaklaşım, sadece ve sadece ‘yanlış ellerde’ olması
halinde nükleer silahların varlığının tehlike oluşturabileceğini kabul eder. O halde hâkim güçler
açısından tüm devletleri kapsayacak nükleer silahsızlanmaya yönelik çağrılar ve çabalar hem
faydasızdır, hem de küresel düzenin olağan işleyişine zarar verecektir.42
Bunun tam tersi olan görüşe göre ise, dünyada barış ve güvenlik, jeopolitik güç mücadelesi
yoluyla değil ve fakat BM bünyesinde ihdas edilmiş olan müşterek güvenlik sistemi vasıtasıyla
güvence altına alınabilir. Realist yaklaşıma karşı geliştirilen bu tezin en zayıf halkası, BM’nin
oluşturduğu alternatif mekanizmanın, Realist felsefeyi daha başlangıçta Güvenlik Konseyi’nin
bünyesine yerleştirmiş olmasıdır. Gerçekten de Güvenlik Konseyi’nde beş sürekli üyenin mevcudiyeti
ve bunlara veto yetkisinin verilmiş olması, bu organın üyeleri arasında görüşmelerin çoğu zaman
kapalı kapılar ardında yapılması, ve Konsey’in dışarıdan hiçbir denetim ve sınırlamaya tabi olmaması,
BM Güvenlik Konseyi’nin hâkim küresel güçlerin jeopolitik ‘oyun alanı’na dönüştüğünü
göstermektedir. Soğuk Savaş döneminde çift kutupluluk, yani Doğu ve Batı blokları arasındaki güç
mücadelesi nedeniyle, bir bakıma atıl kalmış olan Konsey, Soğuk Savaş sonrasında tek kutuplu
jeopolitiğin baş aktörü haline gelen ABD’nin güdümüne girmiştir.43
Sonuç: Uluslararası ‘Güvensizliğin’ Başlıca Nedenleri
Aslında, biraz da bu tür yaklaşımlar yüzünden, Soğuk Savaş sonrasında ‘güvenli bir dünya’
özlemi bugüne dek hayata geçirilememiştir. Birçok gözlemciye göre, Soğuk Savaş’tan sonra, dünya,
pek çok yönden, beklenenin aksine, ‘daha az güvenli’ bir hale gelmiştir. ‘Klasik tehdit’ olarak bilinen,
bir devletin başka bir devletin ülkesine yönelik silahlı saldırısının, saldırı tehdidinin ya da silahlı
müdahalesinin yanı sıra, vahim insan hakları ihlalleri, çevresel tahribatlar, ekonomik felaketler, yaygın
ve öldürücü hastalıklar gibi daha ‘genel’ bağlamda düşünülmesi gereken güvenlik tehditleri de küresel
toplumun önündeki öncelikli sorunlar haline gelmiştir.44 Bütün bunların yanı sıra, Zengin Kuzey ile
Yoksul Güney arasındaki gelir eşitsizliği devam ettiği sürece, dünyada kargaşanın ve gerginliğin sona
ermesini beklemek aşırı iyimserlik olacaktır. İnsanlığın barışa yönelik umutları, ne yazık ki, dünyanın
her yanında pompalanmakta olan savaş kültürü ve uluslararası sistem içindeki dengesiz güç dağılımı
nedeniyle bugüne dek berhava edilmiştir. Küresel barışa engel olan başka birçok sistemik unsur daha
Richard Falk, Human Rights Horizons: The Pursuit of Justice in a Globalizing World, (London &
New York, Routledge, 2000), ss. 32-33.
43 A.g.e., s. 33.
44 Patrick M. Morgan, “National and International Security: Theory Then, Theory Now”, Asian Journal
of Political Science, cilt: 11, sayı: 2, Aralık 2003, 58-74, s. 59.
42
12
vardır: sömürgeciliğin bıraktığı yıkıcı ve çarpık miras; üçüncü dünya ülkelerine yönelik, gizli ya da
açık birçok entrikayı da bünyesinde barındıran yoğun silah akışı; birçok diktatörlüğün ve otoriter
rejimin başta ABD olmak üzere Batılı emperyal güçlerce korunması ve kollanması; uluslararası finans
kurumlarının yapısal programları yoluyla, hususiyetle Üçüncü Dünya ülkelerine, onların bünyesine
uygun düşmeyen yapay ‘reçeteler’ dayatılarak bu ülkelerde sosyal harcamaların kuşa çevrilmesi;
kalkınmakta olan ülkelerdeki yaygın yoksulluk ve sosyal mağduriyet; dünyanın birçok ülkesinde
özellikle alt sınıfların sistematik bir dışlanmaya, mağduriyete ve mahrumiyete mahkûm edilmesi;
kendi halkları üzerinde tahakküm kuran otoriter rejimlerin bugün bile Batı-dışı birçok ülkede
yönetimde oluşu. Hayden’ın tespit ettiği şu unsurlar da, barışa yönelik temel tehditler arasında
zikredilebilir: (Genelde Batı-dışı) Ülkelerin içinde ve dışında cereyan eden silahlı çatışmalar, siyasî
baskı, tahakküm, sömürü ve devlet teröründen kaynaklanan yapısal şiddet.45
Mevcut uluslararası düzeni adeta zehirleyen bu ‘güvensizlik’ unsurları BM Güvenlik
Konseyi’nin çoğu zaman sürekli üyelerin eliyle hayata geçirilen emperyal hedeflerin bir ‘oyun sahası’
olarak kullanılması küresel çözüm gerektiren belki de en temel sorundur. Güvenlik Konseyi’nin
uluslararası barış ve güvenliğe yönelik ‘tehditler’in tanımı ve bunlara ilişkin uluslararası toplumun
benimsemesi gereken hareket hattı hususunda sahip olduğu tekel, barışın ve insan haklarının
‘bayraklaştırıldığı’ günümüzde, ne acıdır ki, yeni insan hakları ihlallerine, zorbalıklara, savaşlara ve
keyfiliklere kapı aralamaktadır.
Patrick Hayden, “Constraining War: Human Security and the Human Right to Peace”, Human
Rights Review, Ekim-Aralık 2004, 35-55, s. 43.
45
13
Download