MİKOZİS FUNGOİDES HASTALARINDA SİTOMEGALOVİRÜS

advertisement
T.C
Sağlık Bakanlığı
Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Dermatoloji Kliniği
Şef: Uzm.Dr.A.Tülin Mansur
MİKOZİS FUNGOİDES HASTALARINDA SİTOMEGALOVİRÜS
İMMUNOGLOBULİN -G DÜZEYİ VE ETYOLOJİDEKİ ROLÜ
(UZMANLIK TEZİ)
Dr. Ayşe Gül Erdoğan
İstanbul-2005
Uzmanlık eğitimime bilgi ve deneyimleriyle değerli katkılarından dolayı sayın
hocam Şef.Uzm. Dr.A. Tülin Mansur ve Doç. Dr. Adem Köşlü’ ye,
Eğitimim süresince bilgi ve deneyimlerini esirgemeyen, her zaman ilgi ve
manevi desteğini gördüğüm şef yardımcılarımız sayın Uzm. Dr. Aynur Karaoğlu ve
Uzm.Dr. Deniz Balaban’ a ; başasistanımız sayın Uzm.Dr. Kadriye Koç’ a,
Rotasyonlarım sırasında eğitimime katkılarından dolayı II. Dahiliye klinik şefi
sayın Doç. Dr. Zekai Kuyubaşı ile İnfeksiyon hastalıkları klinik şefi sayın Uzm. Dr.
Özcan Nazlıcan’ a,
Birlikte uyum ve hoşgörü içinde çalıştığım değerli uzman ve asistan
arkadaşlarım, klinik hemşire ve personeline,
Bana her konuda ve her zaman manevi desteğini esirgemeyen sevgili eşim ve
aileme,
Sonsuz saygı ve teşekkürlerimi sunarım.
Dr. Ayşe Gül Erdoğan
2
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ VE AMAÇ
4
GENEL BİLGİLER
7
HASTALAR VE METOD
36
BULGULAR
37
TARTIŞMA
40
SONUÇ
44
ÖZET
45
KAYNAKLAR
47
3
GİRİŞ VE AMAÇ
Kutanöz lenfomalar, deride malign lenfositlerin klonal proliferasyonuyla
karakterize heterojen neoplastik hastalıklar grubudur. Deride ilk olarak başlayan ve
tanı konulduktan sonra altı ay içerisinde ekstrakutanöz tutulum saptanmayan olgular
primer kutanöz lenfoma olarak kabul edilir. Primer kutanöz lenfomalar T ve B
lenfositlerinden kaynak almalarına göre iki grup altında incelenirler. Bu iki grup
klinik, histopatolojik, immunofenotipik ve prognostik açılardan anlamlı derecede
farklılıklar göstermektedir. Kutanöz lenfomaların %65’i T, %25’i B hücreli
lenfomalardır. Kutanöz T hücreli lenfomaların (KTHL) en sık karşılaşılan iki alt tipi
mikozis fungoides (MF) ve Sezary sendromudur. Yıllardır KTHL etyolojisinde,
kronik antijen uyarısı ile oluşan yaygın inflamatuvar cevap sonrasında epidermisde Thücrelerinin çoğalmasıyla malign klonal proliferasyon suçlanmaktadır. Hala etyoloji
tam olarak aydınlatılamamıştır. Ancak etyolojide rol alabilecek birçok ajan ve risk
faktörleri öne sürülmüştür. Bu risk faktörlerinden birisi de virüslerdir (1-10).
Araştırıcılar Herpes simpleks virüs (HSV) ile MF arasında ilişki kurmuşlardır.
HSV primer olarak deri ve sinir hücrelerini hedefler.T lenfosit ile epidermis arasında
immunolojik bir ilişki olması, KTHL’nin primer olarak kutanöz bir süreç içinde
başlaması HSV’nin potansiyel rolünü akla getirmektedir. Lezyonlarda hem HSV
DNA’sı, hem de HSV’ye özgül antijenler gösterilmiştir. Sınırlı sayıda araştırmada
Epstein Barr virüs (EBV) DNA’sı T-hücreli lenfomalarda izole edilmiş, anti EBV
antikorları kontrollere göre yüksek bulunmuş, kültüre MF lenfositlerde EBV
gösterilmiş, ancak diğer virüslerde olduğu gibi EBV ile lenfoma arasında doğrudan bir
4
ilişki gösterilememiştir. Diğer suçlanan virüs ise HTLV-1’ dir. Bunun rolünü
destekleyen bulgulardan biri, HTLV-1 ile kültürlenmiş MF hücrelerinin ölümsüz hale
gelmesi ve elektronmikroskopik olarak HTLV-1’den ayrılamayan viral partiküller
görülmesidir. PCR tekniği ile sıklıkla perifer mononükleer hücrelerde HTLV
komponentleri gösterilmiştir. Dolaylı olarak ELİSA testi ile bazı olgularda HTLV’ ye
karşı antikor saptanmıştır. KTHL’ li olguların B lenfosit ve Langerhans hücrelerinde
HTLV-1 proviral DNA’sı gösterilmiştir. Son yıllarda HIV ile KTHL arası ilişkiye
yönelik çalışmalar da bulunmaktadır. HIV pozitif olgularda MF gelişebilmesi,
AIDS’li olgularda MF de görülebilmesi böyle bir ilişkiyi akla getirmekle birlikte,
direkt olarak HIV’in rolünden çok, immünsüpresyonun rolü üzerinde durulmaktadır
(1-10). Sınırsız klonal T hücre çoğalmasının mekanizması henüz tam olarak
açıklanamamıştır, ancak sürekli antijen uyarımı ve gen mutasyonu sonucu MF’in çok
aşamalı bir patogeneze bağlı geliştiği kabul edilmektedir. MF, deride bulunan ve
diğer T hücrelerinden farklı olarak yüzeylerinde kutanöz lenfosit antijeni reseptörü
taşıyan T hücrelerinin habisleşmesinden kaynaklanır. Kronik antijen uyarısı,
süperantijen ve/ya da gen mutasyonu sonucu moleküler değişikliklerin ortaya çıkışıyla
bağışıklık sistemi cevabı bozulur (1-10).
Son yıllarda, MF’ in latent virüs infeksiyonlarında olduğu gibi sürekli bir
antijenik stimülasyona maruz kalma ile deride apoptotik özellikten yoksun T
hücrelerinin klonal çoğalması ve toplanması sonucunda gelişebileceği üzerinde
yorumlar yapılmaktadır. MF etyopatogenezinde rol oynayabilme potansiyeline sahip
bir başka virüs ise Sitomegalovirüs (SMV)’dür. Özellikle son yıllarda bağışıklık
sistemi yetmezliği olan hastalarda neden olduğu ağır infeksiyöz klinik tablolar
nedeniyle gündeme gelen bir virüstür. İnfeksiyon sağlıklı bireylerde genellikle
asemptomatik seyreder. İlk infeksiyonun ardından insan sitomegalovirüsü vücutta
5
bağışıklık sistemiyle kurduğu bir dengede yaşam boyu latent kalır. Bu latent kalma
virüsün içinde bulunduğu Herpes ailesinin en önemli özelliğidir. MF populasyonunda
SMV’ nin olası rolünü göstermenin yollarından biri de, vücutta uzun yıllar latent
kalabilen bu virüse karşı gelişen total immunoglobulin G düzeyinin belirlenmesidir.
İmmun sistemi sürekli uyarma yeteneğine sahip ve antijenik stimulasyona neden olan
SMV’ nin de MF etyopatogenezinde rolü olup olmadığı kanıtlanmamıştır. Ülkemizde
de bu ilişkiyi araştıran bir çalışmaya ihtiyaç vardır. Ülkemiz sosyoekonomik, genetik
ve çevresel faktörlerden dolayı diğer gelişmiş batı toplumlarından farklılık arz eder.
Bu yüzden o toplumlarda rastlanan risk faktörleri bizim toplumumuz için önemli bir
risk unsuru oluşturmayabilir. Bu yüzden hem literatürde yeterli veri olmaması, hem de
ülkemizde prevalansı yüksek sayılabilecek bir virüs olan SMV’ nin Türk MF
populasyonundaki seropozitiflik ve antikor düzeyinin bilinmesi önem taşımaktadır.
Bu temel bilgiler ve düşünceler doğrultusunda MF etyopatogenezinde SMV’
nin olası ilişkisini ortaya koymak için düzenlediğimiz çalışmamızda, MF ve
yaş/cinsiyet uyumlu kontrol hastalarında SMV immunoglobulin G antikor düzeyleri
kantitatif olarak belirlendi ve aralarındaki istatistiksel farklılık araştırıldı.
6
GENEL BİLGİLER
Kutanöz lenfomalar
Lenfomalar lenfoid dokunun neoplastik hastalıklarıdır. İmmunolojik ve
histopatolojik farklılıkları nedeniyle Hodgkin ve non-Hodgkin lenfomalar şeklinde
ikiye ayrılırlar. Non-Hodgkin lenfomalar klinik ve morfolojik görünümlerinin yanında
immunolojik belirteçlere ve prognoza göre sınıflandırılmışlardır. Ekstranodal nonHodgkin lenfomaların primer gastrointestinal lenfomalardan sonra en sık karşılaşılanı
primer kutanöz lenfomalardır. Primer kutanöz lenfomalar B ve T lenfositlerinden
kaynak almalarına göre iki grup altında incelenirler. Bu iki grup klinik, histopatolojik,
immunofenotipik
ve
prognostik
açılardan
anlamlı
derecede
farklılıklar
göstermektedirler. Kutanöz T hücreli lenfomaların en sık karşılaşılan iki alt tipi
mikozis fungoides (MF) ve Sezary sendromudur. 1806 yılında Fransız dermatolog
Alibert ilk kez mantar şeklinde deri tümörü olan bir hastada MF’i tanımlamıştır (1).
MF klinik görünümleri:
MF gelişim evresine kadar fark edilemeyen uzun bir dönem geçmektedir.
Erken lezyonlar ekzemayı taklit eden bir dönemden geçerler ve tanıyı bu dönemde
koyabilmek için sık sık biopsi yapmak gerekir (2). Nonspesifik skuamlı deri
lezyonlarının görüldüğü ve birkaç aydan birkaç yıla kadar (ortalama altı yıl) süren premikotik evreden sonra MF tanısı konur (3). Pre-mikotik evredeki lezyonlar topikal
kortikosteroidlere
cevap
verebildiği
gibi,
tedavi
edilmese
bile
ortadan
kaybolabilmektedirler. 1876’da Bazin MF ‘in üç evrede incelenebileceğini öne
sürmüştür. Ancak, bu lezyonlara eritrodermik formun da eklenmesi gerektiği de
bildirilmiştir (1). Bunlar sırasıyla:
a) non-spesifik eritematöz patch (yama) ya da pre-mikotik evre,
7
b) infiltre plak (likenoid)
c) tümör (fungoid) olarak tanımlanırlar.
Yama (patch) evresi: MF yıllarca yavaş seyir gösterir ve klinik olarak fark
edilmeyebilir. Lezyonlar yavaş büyüyen yuvarlak, oval, polisiklik veya serpijinöz
görünümde, kırmızı violese renkte, net sınırlı yamalar şeklinde karşımıza çıkarlar. Bu
evrede lezyonlar tek veya multipl olabildikleri gibi eritematöz, hafif skuamlı ve
merkezi atrofik görünümlü de olabilirler. MF tipik olarak vücudun kapalı
bölgelerinde; “mayo bölgesi”olarak da ifade edilen; kalçalar, baldırlar, alt abdomen,
aksilla ve göğüsleri içine alan bölgede görülür (1-3). Lezyonların merkezinde ince
kırışıklıklar görülebilir ve bu atrofi ile karışabilir. Hastalık nadiren akneiform, büllöz,
papillomatöz, hipopigmente ve hiperkeratozik atipik lezyonlarla başlayabilir. Yama
lezyonlar asemptomatik olabildiği gibi yoğun kaşıntılı da olabilirler. Tekrarlayan
ekskoriasyonlar sıklıkla sekonder likenifikasyona sebep olurlar (3).
İnfiltre plak evresi: Bu dönemde MF tanısı daha kolay konabilir. Plaklar iyi
sınırlı, deri yüzeyinden kabarık, kırmızı kahverengi renkte ve eritematözdürler (2).
Plakların yüzeyi skuamlı, kurutlu veya sağlam olabilir. Plaklar yama lezyonları
üzerinden veya normal görünümlü deriden gelişebilirler. Anüler, köşeli veya
serpijinöz olabilirler. Kaşıntı belirginleşir. Plaklar deri kıvrımlarını atlayarak
yayılırlar. Plaklar oldukça persistandır ve zaman içinde birbirleri ile birleşebilirler.
Bazen spontan regresyon da görülebilir. Plakların periferinde aktivasyon varken,
merkezi iyileşme gösterebilir. Büyük plakların merkezinde keskin sınırlı sağlam deri
adacıklarının bulunması MF’i akla getiren bulgulardandır. Bu evrede lenfadenopati
görülebilir, ancak sıklıkla dermatopatiktir. Saçlı deri tutulumu sonucunda alopesi
görülebilir. Hastalık göz kapaklarına ve dış kulak yoluna yayılma gösterebilir (3).
Avuç içi ve ayak tabanlarında hiperkeratoz ve fisürasyonlar gözlenebilir (3, 4).
8
Tırnaklarda distrofi, poikiloderma ve hipopigmentasyon oluşabilir (3). Hastalarda
tipik olarak yoğun kaşıntı mevcuttur.
Tümör evresi: Tümörler yama ve plak lezyonlarından gelişebileceği gibi, de
novo da oluşabilirler. Diğer evrelere göre daha nadir görülür. Tümörler en sık yüz,
saçlı deri ve vücudun kıvrım yerlerinde görülürler. Yüz tutulumu sonucunda aslan
yüzü görünümü ortaya çıkabilir. Kaşıntı tümör lezyonlarında daha hafiftir. Tümörler
sıklıkla birkaç cm çapında, deriden kabarık, yumuşak, morumsu kırmızı ya da kırmızı
kahverengi, yarım küre şeklindedirler. Nekroz ve ülserasyon gösterebilirler, infekte
olabilirler. Ağrı görülebilir. Sistemik hastalık bulguları da bu dönemde belirginleşir
(7).
Diğer klinik görünümler:
MF d’emblee: Vidal ve Brocq (5) 1885 yılında hızlı gelişen ve öncü lezyon
saptanmayan büyük tümöral lezyonların görüldüğü “tumeur d’emblee” klinik formunu
tanımlamışlardır. Bu form seyrektir ve MF hastalarının % 5-10‘dan daha azında
görülür (2). Bazı araştırıcılar bunun lenfomaya bağlı sekonder deri tutulumu olduğunu
iddia ederken, bazıları da ayrı bir hastalık olarak kabul edilmesi gerektiği
görüşündedirler ( 2,6,7).
Eritrodermik MF: Bazı hastalarda yaygın eritroderma görülebilir. Eritroderma
de novo gelişebileceği gibi MF sonrası da gelişebilir. Deri belirgin olarak eritemli,
skuamlıdır ve tipik olarak simetrik sağlam deri adacıkları gözlenir. Bu sağlam
görünen deri adacıkları abdomen, antekübital ve aksiller bölgeler gibi sıklıkla deri
katlantıları ve kıvrım yerleridir. Buna “şezlong” belirtisi denir. Yüz tutulumu ile
kıvrımların belirginleşmesi sonucu “aslan yüzü” oluşabilir. Saçlı deri ve diğer vücut
kıllarında alopesi, palmoplantar hiperkeratoz, fissürasyon, onikodistrofi, ektropiyon
tabloya eklenebilir. Hastalarda şiddetli kaşıntı vardır ve kaşıntıya bağlı olarak
9
ekskoriyasyon, eksüdasyon görülebilir (7,10). Bu tabloya lenfadenopati ve
hematolojik parametreler eklenince Sezary sendromundan bahsedilir. Sezary
sendromu eritrodermi, lenfadenopati (dermatopatik veya neoplastik) ve periferik
kanda mm3 ‘de 1000’nin üzerinde atipik lenfosit (= serebriform nükleuslu Sezary
hücreleri) görülmesi ile tanımlanır (7).
Poikilodermik MF:
Hastalarda özellikle göğüs ve kalçaların en fazla
etkilendiği yaygın poikiloderma mevcuttur. Hiper-hipopigmente alanlar, telenjiektazi
ve atrofi belirgindir. Kaşıntıdan çok yanma hissi vardır (8).
Bunların dışında MF klinik olarak farklı dermatozlara benzer görünümlerde
karşımıza çıkabilir. Bunlar akantozis nigrikans, alopesi, büllöz erupsiyon, komedon,
epidermal kistler, saçlı deride dissekan selülit, dizidroz, eritema multiforme, akkiz
iktiyoz, görünmeyen dermatoz, pigmente purpurik dermatoz, iskemik ayak, keratozis
likenoides kronika, nekrobiyozis lipoidika, perioral dermatit, porokerotozis,
palmoplanter püstülöz, piyoderma gangrenozum, sarkoidoz, sarkoma, vezikülobüllöz
erupsiyon, vitiligo, psoriazis, pitriyazis alba, eritem anüler santrifüj’dür (9). Sistemik
bulgular ise dermatopatik ya da neoplastik lenfadenopati, diğer organ metastazlarına
ait bulguların yanında zayıflama, halsizlik gibi semptomlardır.
Ayırıcı tanı: Yama ve plak evresinde MF birçok selim dermatozla karışabilir. Atopik
dermatit, kontakt dermatit, seboreik dermatit, mantar enfeksiyonları, psoriazis,
parapsoriazis, intertrigo, anüler eritemler, liken planus ve alopesi başlıcalarıdır.
Tümoral evrede pseudolenfoma, lenfomatoid papüloz, leukemia cutis ve B hücreli
lenfoma ile karışabilir. Eritrodermik görünümde ise ilaç reaksiyonları, pitriyazis rubra
plaris, psoriazis, seboreik dermatit ve atopik dermatit ile ayırıcı tanı yapılmalıdır (7,
10).
Epidemiyoloji:
10
MF insidansı ABD’ de yaklaşık 0.5-1/100 000 düzeyindedir. Yıllar geçtikçe
insidansda belirgin artış gözlenmektedir. Bu artış hem tanısal yöntem ve kriterlerle
bağlantılı, hem de erken tanı ve tedavi seçeneklerinin getirdiği sürvi artışıyla
ilişkilidir. MF tipik olarak yaşlıların hastalığıdır ve tanı konduğunda ortalama yaş 55
dolayındadır. Artan yaşla orantılı olarak prevalans da artar. Afrika kökenli Amerikalı’
larda ve erkeklerde, beyazlara ve kadınlara kıyasla iki kat daha sık gözlenir (1).
Etyopatogenez:
Yıllardır kutanöz T-hücreli lenfomaların (KTHL) etyolojisinde, kronik antijen uyarısı
ile oluşan yaygın inflamatuvar cevap sonrasında epidermisde T-hücrelerinin
çoğalmasıyla malign klonal proliferasyon suçlanmaktadır. Hala etyoloji tam olarak
aydınlatılamamıştır (10). Ancak etyolojide rol alabilecek birçok ajan ve risk faktörleri
öne sürülmüştür.
Mesleki ve çevresel faktörler:
Petrokimya, tekstil, metalurji ve mekanik sanayide çalışanların kronik antijenik
stimulasyona maruz kaldığı düşünülmüştür. Bazı araştırmacılar çevresel kontakt
allerjenlere KTHL’ daki atipik T-hücrelerinin proliferasyonla yanıt verdiğini iddia
etmişlerdir (4). Bu görüş, kontakt allerjenlerin etyolojik faktör olmayıp, belki de
hastalığın gelişimine katkıda bulunabilecek bir faktör olduğunu düşündürmektedir.
Ancak vaka-kontrol çalışmasında MF ve kimyasal ajana maruz kalma arasında bir
ilişki ortaya konamamıştır (11).
Heredite:
Ailesel olgular bildirilmesine rağmen, KTHL’ nin genel olarak sporadik olduğu,
gerçek herediter geçiş özellikleri göstermediği kabul edilmektedir (4).KTHL
11
olgularında az sayıda sitogenetik çalışma olmasına rağmen, çok sayıda yapısal ve
sayısal kromozomal bozukluk bildirilmiştir.
Onkogenler:
17. kromozomda lokalize tümör baskılayıcı gen olan p53’ün nokta mutasyonu ve
hücrede birikmesi yüksek grade KTHL’de belirginken, düşük grade KTHL’ da
değişiklik göstermemektedir. P53 mutasyonu, apoptozisi baskılamaktadır. Bu durum,
KTHL patogenezinde genetik/moleküler düzeydeki tümör baskılayıcı fonksiyonun
defekte uğramasının KTHL gelişimine etkisi olabileceğini düşündürmektedir (12).
İnflamatuvar deri hastalıklarında da ekspresse edilebilen , apoptozis yavaşlatıcı etkiye
sahip bcl-2’ nin artmış ekspresyonu sonucu apoptozisin baskılanmasıyla hücrelerin
ölümsüzleşmesi, lenfomalardaki
patogenetik mekanizmalardan biri olabilir. Bu
noktada apoptozisin KTHL’daki moleküler/genetik regülasyonuna yönelik daha ileri
çalışmalar önem kazanmaktadır (4,13).
Risk Faktörleri:
Radyasyon ve immünosüpresyonun KTHL’da risk faktörü olabileceğine ilişkin
çalışmalar
olmakla
birlikte
(14,15),
epidemiyolojik
çalışmalar
bu
görüşü
desteklememektedir (16).
Bakteriyel Süperantijenler:
Stafilokokus aureus kolonizasyonunun KTHL’ da hastalığın aktivasyonuna neden
olduğu, antibakteriyel tedavinin Sezary sendromu eritrodermisini hafifletebileceği ve
süperantijenik ekzotoksinlere Sezary hücrelerinin yanıt verdiği gösterilmiştir (4,17).
KTHL’ li olgularda superantijenlerin malign hücre aktivasyonuna nasıl neden olduğu
tam açıklanamamakla birlikte S. Aureus’ un ürettiği bir superantijen olan toksik şok
sendrom toksini-1 ‘in selektif olarak Vß-2 ekspresse eden CD-4 pozitif hücrelerinin
proliferasyonunu tetiklediği düşünülmektedir (18). Bu bulgular superantijenin
12
lenfositik infiltrasyonu arttırdığı ve T-hücre klonal çoğalmasına sebep olacak kronik
antijenik uyarıyı oluşturduğunu göstermektedir.
Virüsler:
Erişkin T-hücreli lenfomanın HTLV-1 ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir (19).
HTLV-1’ in rolünü destekleyen bulgulardan biri, kültürlenmiş MF hücrelerinin
ölümsüz hale gelmesi ve elektronmikroskopik olarak HTLV-1’den ayrılamayan viral
partiküllerin görülmesidir. PCR tekniği ile sıklıkla perifer mononükleer hücrelerde
HTLV komponentleri gösterilebilir. Dolaylı olarak ELİSA testi ile bazı olgularda
HTLV’ ye karşı antikor saptanabilir. KTHL’ li olguların B lenfosit ve Langerhans
hücrelerinde HTLV-1 proviral DNA’sı gösterilebilir. Tüm bu verilere karşın HTLV1’in kendisi hala gösterilememiş ve bazı araştırıcılar KTHL tanısı almış ve HTLV-1’e
ilişkin pozitif veri bulunmuş olguların bir kısmının inceleme yöntemlerinin
gelişmesiyle daha sonradan lenfoma tanısı aldıklarını göstererek HTLV-1 teorisini red
etmişlerdir (20). Bazıları ise MF ve SS’ li olguların kan ve doku örneklerinde HTLV1 DNA’sını gösterememişlerdir. Bu uyumsuz bulguların KTHL’ nin çok geniş bir
spektrum göstermesi ve inceleme yöntemlerinin farklılığına bağlı olabileceği
düşünülebilir. Ayrıca KTHL ile ilişkili immunsupresyon sonucu sekonder viral
bulgular da ortaya çıkabilir (19). KTHL’de defektif veya varyant HTLV-1 benzeri
provirüs de suçlanmıştır, ancak bu olgularda antikor yanıtı oluşamamakta veya çok
sınırlı oluşmaktadır. Bu defektif HTLV-1’in proviral genomunun olmadığı
gösterilmiştir (19). KTHL’ de B hücre ve Langerhans hücresinde viral enfeksiyon
şüphesinin bulunması, viral enfeksiyonunun T-hücre çoğalması için kronik stimulatör
faktör olarak rol oynayabileceğini, fakat T hücrelerinin tek klonunu büyüten T hücre
enfeksiyonu olmadığını düşündürmektedir. Yani, defektif HTLV-1 varlığı tümör
gelişiminde provokatör faktör olabilir (19). HTLV-1 ile ilgili çok çelişkili bulgulara
13
rağmen sonuç olarak, KTHL’ de düşük oranda HTLV-1’e ait serolojik veriler vardır.
Langerhans hücresi ve B hücrelerinde retrovirüs olabilir. HTLV-1 benzeri
retrovirüslerin rolünü işaret eden moleküler veriler bulunmaktadır. HTLV-1’in
proviral genomunun olmayışı, defektif HTLV-1 olasılığını düşündürmektedir. Ancak,
HTLV’ yi destekleyen veriler birincil etyolojik faktör olmaktan çok KTHL’de görülen
immunsupresyona ikincil viral enfeksiyonların devreye girdiğini ve tümör gelişiminde
stimulatör bir faktör olarak rol oynayabileceğini düşündürmektedir.
Bir grup araştırıcı ise Herpes simpleks virüs (HSV) ile ilişki kurmuşlardır. HSV
primer olarak deri ve sinir hücrelerini hedefler.T lenfosit ile epidermis arasında
immunolojik bir ilişki olması, KTHL’nin primer olarak kutanöz bir süreç içinde
başlaması HSV’nin potansiyel rolünü akla getirmektedir. Lezyonlarda hem HSV
DNA’sı, hem de HSV’ye özgül antijenler gösterilmiştir (21). Fakat, HSV infeksiyonu
ile malign lenfoma gelişimi arasında doğrudan ilişki gösterilememiştir (4). HHV-6
ile ilişkiyi araştıran bir çalışmada, lenfomatoid papülozis ve MF’li olgularda HHV-6
düşük oranda gösterilmiş ve önemli bir rolü olmadığı düşünülmüştür (22).
Sınırlı sayıda araştırmada Epstein Barr virüs DNA’sı T-hücreli lenfomalarda izole
edilmiş, anti EBV antikorları kontollere göre yüksek bulunmuş, kültüre MF
lenfositlerde EBV gösterilmiş, ancak diğer virüslerde olduğu gibi EBV ile lenfoma
arasında doğrudan ilişki gösterilememiştir (4, 23).
Son yıllarda HIV ile KTHL arası ilişkiye yönelik çalışmalar bulunmaktadır (4,
24). HIV pozitif olgularda MF gelişebilmesi, AIDS’li olgularda MF de görülebilmesi
böyle bir ilişkiyi akla getirmekle birlikte, direkt olarak HIV’in rolünden çok,
immünsüpresyonun rolü üzerinde durulmaktadır (4, 19). Sonuç olarak; başta HTLV-1
olmak üzere KTHL gelişimiyle pek çok virüsün ilişkisi araştırılmıştır. Ancak,
14
bulguların hiçbirisi virüsün primer bir etyolojik faktör olduğunu gösterememekte,
olası provokatör bir faktör olabileceğini düşündürmektedir.
Patofizyoloji:
Sınırsız klonal T hücre çoğalmasının mekanizması henüz tam olarak
açıklanamamıştır, ancak sürekli antijen uyarımı ve gen mutasyonu sonucu KTHL’ nin
çok aşamalı bir patogeneze bağlı geliştiği kabul edilmektedir.
KTHL, deride bulunan ve diğer T hücrelerinden farklı olarak yüzeylerinde kutanöz
lenfosit antijeni (KLA) reseptörü taşıyan T hücrelerinin habisleşmesinden kaynaklanır.
Deri endotelinde oluşan E-selektine bağlanan hafıza T hücrelerinde KLA sentezi artar.
KLA ise hücre yüzeyinde yer alan bir glikoproteindir ve perifer kandaki lenfositlerin
% 20’ den daha azında saptanırken, deriyi ilgilendiren inflamatuvar cevapta yer alan
lenfositlerin % 85’ inde bulunmuştur. Ancak, tüm T hücreleri KLA üretme
kapasitesine sahiptirler ve belirli uyaranlar ile KLA üretimi indüklenebilir (10). KLA,
KTHL dışında kronik kutanöz inflamatuar olaylardaki T lenfositlerde de vardır. KLA,
inflame deride endotelyal hücrelerde E- selektine bağlanır ve sonuçta inflame deriye
ekstravaze olurlar. Erken dönem KTHL’ da keratinositlerde artmış olan intersellüler
adezyon molekülü-1 (ICAM-1) ekspresyonu ve lenfositlerde mevcut lenfosit
fonksiyonu ile ilişkili antijen-1 (LFA-1) sonucu lenfositler keratinositlere bağlanma
eğilimindedir. T hücre reseptörlerine bağımlı aktivasyonla lenf nodlarında antijen
prezantasyonu olur ve bu noktada T hücreleri CD45RO ekspresse ederler. En tipik
malign T hücreler CD3+, CD4+, CD45RO+, ve KLA+ lenfositlerdir (25, 26). CD4+ T
lenfositleri Th-1 ve Th-2 olmak üzere ikiye ayrılırlar. Erken dönem veya iyi seyirli
KTHL’ larda Th-1, agresif seyirli lenfomalarda Th-2 hakimdir. Th-1 lenfositler
poliklonal proliferasyon gösteren non-malign T lenfositler olup, tümör infiltre eden
lenfositler (TİL) olarak da adlandırılırlar. Th-2 lenfositler ise, monoklonal
15
proliferasyon gösteren malign T lenfositlerdir (4, 25, 26). Th-1’ den Th-2’ ye
dönüşümün moleküler ya da genetik mekanizmaları açık değildir. Kronik antijen
uyarısı, süperantijen ve/ya da gen mutasyonu sonucu moleküler değişikliklerin ortaya
çıkışıyla bağışıklık sistemi cevabı bozulur (26, 27). KTHL’ de epidermis ve dermisde
antijen sunan hücreler (Langerhans hücreleri) artmıştır. Bu hücreler tarafından aktive
olan T-hücrelerinin, non-malign poliklonal T hücreleri olduğu düşünülmektedir.
Malign T hücreleri ise antijenden bağımsız yolla aktive olurlar. Langerhans hücreleri
sitokinler aracılığıyla fonksiyonel programlarını değiştirip, non-malign T hücreleri
üzerine aşırı oranda uyarıcı etki gösterirler (28). Sitokinler immun yanıtta önemli rol
oynarlar. Th-1 kaynaklı sitokinler immun sistemde antitümör etki göstererek, pozitif
immun yanıta; Th-2 kaynaklı sitokinler ise negatif immun yanıta yol açarlar. Th-1
kaynaklılar IL-2, INF- γ , ve TNF ‘ dir. Th-2 kaynaklılar ise IL-4, IL-5, IL-6, IL-10 ve
IL-13 ‘ dür. KTHL patogenezinde temel kusur Th-2 kaynaklı sitokin üretimindedir.
Bunun sonucunda sitotoksik hücrelerin aktiviteleri azalır; antijen ve mitojenlere T
hücre yanıtı bozulur; IgE artar ve eozinofili görülür (26, 27). IL-2’ nin antitümoral
potansiyeli vardır ve IL-4 ile IL-10 tarafından baskılanır (25). INF- γ, antitümoral
etkilidir. IL-4 proliferasyon üzerine etkilidir. İleri KTHL’ de hem doku, hem de
dolaşımdaki düzeyleri artmıştır. IgA, IgE artışına ve eozinofiliye neden olur. Klonal
proliferasyonu inhibe eden antitümör mekanizmalarda supresyona neden olarak,
KTHL’ nin ilerlemesine yol açar (26, 27). IL-6, lenfosit göçünü ve T hücre üretimini
artırır. IL-7 ise keratinosit kaynaklı bir sitokindir. T hücre üretimini uyarır. KTHL için
güçlü bir büyüme faktörüdür. Malign T hücrelerinin IL-7 ile ilişkili olduğu
bilinmektedir (26). IL-10 tümör gelişimine INF- γ ve IL-2’ yi baskılayarak yol açar.
IL-12 ise sitotoksik T hücrelerinin güçlü aktivatörüdür. Antitümoral etki gösterir. IL10 tarafından inhibe edilir. KTHL’ de IL-12 üretiminde hata vardır. IL-12, INF- γ
16
üretimi için gereklidir (25). Ayrıca, KTHL’ de malign T-hücrelerde TGF-beta reseptör
sayısında azalma sonucu, bunun antitümöral etkinliği gösteremediği ve bu etkiye
malign T hücrelerin direnç kazandığı da gösterilmiştir (29).
Histopatoloji:
MF
tanısında
değerlendirmesidir.
en
Erken
önemli
yaklaşım
yama evresindeki
deri
biyopsisinin
lezyonların
histopatolojik
nonspesifik
kronik
inflamasyonlardan ayırımları histopatolojik olarak güçlük yaratmaktadır. Kesin tanı
için birden fazla biyopsi alınması gerekebilir. MF lezyonları içinde epidermal
ülserasyon, sekonder bakteriyel infeksiyon ve foliküler müsinozis gibi sekonder
değişiklikler histopatolojik görünümü değiştirebilir. Topikal kortikosteroid kullanımı
tanıda zorluk yaratabilir, bu yüzden biyopsiden bir ay önce hasta steroid kullanımını
kesmelidir. Hastalarda mekloretamin, elektron beam veya PUVA tedavileri esnasında
histolojik değişiklikler oluşabilir. Biyopsi örnekleri daha fazla atipi, belirgin fibrozis,
artmış melanofaj ve spongiozis gösterebilir. Yama evresinde papiller dermiste hafif
bir fibrozis bulunur. Fibrozisin derecesi ve kollajen demetlerin kalınlığının artışı
kabaca lezyonun yaşı ile orantılıdır. Dermal infiltrat yoğundur ve lenfositlerden
oluşur. Bu lenfositlerden bazıları atipi gösterebilir. Epidermisde hafif akantoz, hafif
hiperkeratoz ve odaklar halinde parakeratoz ile karakterize psoriaziform hiperplazi
görülür. Hafif sponjiyoz ile beraber düzensiz nükleuslu lenfositler epidermisin içinde
görülebilir. Bu lenfositler bazal membranın epidermal tarafına çizgisel tarzda
yerleşerek inci kolyeye benzerler. Poikilodermik tipte epidermisde düzleşme ve atrofi,
bazal tabakada vakuolizasyon ve epidermisin altında bant şeklinde mononükleer hücre
infiltrasyonu görülür. Plak dönemi lezyonlarında histopatoloji oldukça tanısaldır. Plak
döneminde dermal infitrat başlangıçte üst dermisde lokalize, yaygın veya bant
şeklindedir. Nonspesifik kronik inflamasyon tarzındadır. Zamanla alt dermise doğru
17
yayılır. İnfiltratın içinde lenfosit, histiyosit, bazen eozinofil ve plazma hücreleri ile
değişik derecede MF hücreleri bulunur. MF hücreleri hiperkromatik, düzensiz sınırlı
nükleusları olan hücrelerdir. Geç dönemde bazı MF hücreleri atipi gösterir, bunlar
gerçek MF hücresi olarak adlandırılır. Epidermotropizm epidermis içinde dağınık, tek
tek mononükleer hücreler görülmesidir. Nükleusları genellikle bir halo ile çevrilidir.
Bu hücrelerin bir vakuol ile sarılarak, bir arada bulunmalarına Pautrier mikroabsesi
denir. Epidermotropik hücrelerin bazıları MF hücreleridir. Tümoral evrenin
histopatolojisinde iki temel özellik vardır. Bazı hastalarda plak dönemindekine benzer
polimorf bir infiltrat vardır. Ancak, infiltrat daha yoğundur ve subkutan yağ dokusuna
kadar uzanır. Tümör eğer plaklardan gelişmiş ise tek tük epidermotropizm görülebilir.
Bazal membran ile infiltrat arasında papiller dermisde infiltrasyonun gözlenmediği
alan (=Grenz zonu) mevcuttur. Tümör hücreleri pleomorfik, hiperkromatik nükleuslu
hücreler olup büyüklükleri farklıdır. Küçük orta büyüklükte serebriform hücrelerdir
veya çentikli nükleusu olan büyük lenfositlerdir (1,3, 30).
İmmunofenotip:
İmmunhistokimyanın, MF’ de değeri sınırlıdır. Immunhistokimyada parafin
içine gömülü kesitlerle, T hücre göstergeleri CD2, CD3, CD4, CD8; B hücre
göstergesi ise CD20 ve aktivasyon göstergesi CD30 çalışılmaktadır. MF’ de erken T
hücre göstergesi olan CD7 silinmiş olabilir, ancak hastaların 1/3 ‘de pozitiftir. Genel
olarak olguların çoğunluğu CD45RO+ CD4+ CD7- özelliktedir. Erken evre MF, diğer
birçok yardımcı T hücre infiltrasyonu ile giden benign inflamatuvar hastalıklarda
olduğu gibi normal T hücre infiltrasyonu içerdiğinden bu iki hastalık grubunun
immunhistokimya ile ayrımı güçtür. CD4/CD8 oranında artış MF için özgüldür ve bu
immun boyama ile kolayca gösterilebilir (1, 30,31).
Sınıflama:
18
KTHL sınıflamasında henüz tam bir fikir birliği sağlanamamıştır (Tablo 1).
1994’ de morfolojik, immünolojik ve genetik özelliklere dayanan bir sınıflama
oluşturulmuştur. Bu sınıflama gözden geçirilmiş Avrupa-Amerikan lenfoma
sınıflaması (REAL) olarak bilinir. Daha sonra EORTC sınıflaması oluşturulmuş ve bu
spesifik olarak primer kutanöz lenfomaları klinik ve biyolojik durumlarına göre ele
almıştır (32).
Tanı ve Değerlendirme:
Hastaların öncelikle ayrıntılı anamnezleri alınmalıdır. Daha sonra lezyonların
dağılım yerlerine göre lenf nodu, dalak ve karaciğer muayenesi de dahil olmak üzere
fizik muayeneleri yapılmalıdır. MF tanısı öncelikle deri biyopsisi ile yapılmaktadır.
Klinik olarak şüpheli lezyonlara her 6-12 ayda tekrarlanan biyopsiler yapılmalıdır.
Biyopsi dışında laboratuar testleri ( tam kan sayımı, Sezary hücreleri için kan
yayması), flow sitometri ve immunoperoksidaz yöntemleri (yüzey marker kayıpları
gösterilir) ile tanı desteklenir. Fizik muayenede palpabl lenfadenopati saptanırsa
biyopsi veya ince iğne aspirasyonu yapılmalıdır. İç organ tutulumu olan olgularda
buna yönelik görüntüleme yöntemleri ve histolojik değerlendirmeler yapılmalıdır.
Evrelendirme:
Klinik değerlendirme ve histopatoloji MF tanısını koymada genellikle yeterli
olmaktadır. Ancak, hastalığın tümör- lenf nodu- metastaz (TNM) sınıflaması ile
evrelendirilmesi yapılmalıdır. Bu evrelendirme MF ve Sezary sendromu için 1979 ‘da
MF Cooperative Group tarafından önerilmiştir. Bu sistemde evrelendirme tutulan
vücut yüzeyi oranı, deri görünümünün tipi, lenf nodu ve iç organ tutulumlarına göre
yapılır. Periferik kan tutulumu bu evrelendirmede yer almaz (3, 33, 34). Günümüzde
kullanılan evreleme sistemi ise TNM modifikasyonu olan ve Sausville ve ark.(34)
tarafından önerilen TNMB sınıflamasıdır. Burada periferik kan tutulumu da
19
evrelemeye dahil edilmiştir. Tablo 2’ de MF için TNMB sınıflaması ve Tablo 3’de
ise klinik evrelendirme gösterilmiştir. Modifiye TNM ve evreleme sınıflamasında T2,
T2a ve b olarak ayrılmaktadır (Tablo 4). Şiddetli yama ve plak lezyonlu olgularda
sürvi açısından önemli farklılıklar saptanmış ve böyle bir sınıflama yapılmıştır. T2a,
% 10’ dan fazla yama, T2b ise % 10’dan fazla plak lezyonu tanımlamaktadır (1, 7, 10,
34).
Tablo 1. REAL, EORTC ve KIEL sınıflamalarının karşılaştırması
T veya B hücre
T hücre
T hücre
T hücre
T hücre
T hücre
T hücre
T hücre
T hücre
T hücre
T hücre
B hücre
B hücre
B hücre
B hücre
B hücre
EORTC
Mikozis Fungoides
MF ilişkili foliküler müsinozis
Pagetoid retikülozis
Granulomatöz sarkık deri
Sezary sendromu
Lenfomatoid papulozis
CD30+ büyük T hücre lenf.
Anaplastik
Pleomorfik
Immunoblastik
CD30- büyük T hücre lenfoma
Pleomorfik büyük hücre
Immunoblastik
Pleomorfik, küçük-orta
Subkutan panikülit benzeri T
hücre lenfoması
Folikül merkez hücreli
lenfoma
Immunositoma/marjinal zon
B hücreli lenfoma
Plazmasitoma
Bacağın büyük B hücreli
lenfoması
REAL
Mikozis Fungoides
KIEL
Küçük hücre, serebriform
Sezary sendromu
Küçük hücre, serebriform
Anaplastik büyük hücre lenf.
Perifer T hücre lenfoma
Perifer T hücre lenfoma
Perifer T hücre lenfoma
Büyük hücre,anaplastik
Pleomorfik
T immunoblastik
Perifer T hücre lenfoma
Subkutan panikülit T hücre
lenfoması
Folikül merkez hücreli lenfoma
1.Ağırlıklı küçük hücre
2.Karışık küçük ve büyük hücre
3.Ağırlıklı büyük hücre
Yoğun büyük B hücre lenfoma
Pleomorfik
T immunoblastik
Pleomorfik, küçük hücre
Sentroblastik/sentrositik
Sentroblastik
Monomorfik
Multilobule
Sentrositoid
Immunositoma
Ekstranodal marjinal zon B
hücre lenfoma
Plazmasitoma
Plazmasitoma
Yaygın büyük B hücre lenfoma Sentroblastik
Monomorfik
Polimorfik
Multiloblu
Sentrositoid
B immunoblastik lenfoma
Intravasküler büyük B hücre
lenfoma
20
Tablo 2. MF için TNMB sınıflandırması
T (Deri)
T0
T1
T2
T3
T4
N (Lenf nodu)
N0
N1
Klinik ve histopatolojik olarak şüpheli lezyon
Sınırlı yama/plak (tüm deri yüzeyinin< % 10)
Yaygın yama/plak (tüm deri yüzeyinin> % 10 )
Tümör
Yaygın eritrodermi
Lenf nodu klinik olarak tutulmamış
Lenf nodu büyümüş, (reaktif/dermatopatik)
histolojik tutulum yok
Lenf nodu klinik olarak palpabl değil,
histolojik tutulum var
Klinik olarak büyümüş,
histolojik olarak tutulum var
N2
N3
M (İç organ)
M0
M1
B ( Periferik kan)
B0
B1
İç organ tutulumu yok
İç organ tutulumu var
Periferik kanda atipik (Sezary) hücresi yok (<%5)
Periferik kanda atipik (Sezary) hücresi var (>%5)
Tablo 3. MF için klinik evrelendirme
Klinik evreler
IA
IB
IIA
IIB
III
IVA
IVB
T
T1
T2
T1-2
T3
T4
T1-4
T1-4
N
N0
N0
N1
N0-1
N0-1
N2-3
N0-3
M
M0
M0
M0
M0
M0
M0
M1
Tablo 4. MF için modifiye TNM’ye göre klinik evrelendirme
Klinik evreler
IA
IB
IIA
IIB
IIIA
IIIB
IVA
IVB
T
T1
T2a
T1-2a
T2b
T3
T4
T1-4
T1-4
N
N0
N0
N1
N0-1
N0-1
N0-1
N2-3
N0-3
M
M0
M0
M0
M0
M0
M0
M0
M1
21
Prognoz:
Çok merkezli 152 hastayı içeren bir çalışmanın sonuçları, prognostik açıdan üç
alt grup olarak hastaları tasnif etmenin yararını göstermiştir (34). İyi riskli grup (evre
IA, IB, IIA) yama ve plak lezyonlarını içerir. Bu grubun ortalama sürvisi 12 yıldan
fazladır. Orta riskli grup ( IIB, III ve IVA) plak, tümör veya eritrodermi lezyonlarını
içerir. Periferik kan ve lenf nodu tutulumu vardır. Bu grubun ortalama sürvisi 5 yıldır.
Kötü riskli grup ( IVB), iç organ tutulumu ve lenf nodu tutulumları vardır. Ortalama
sürvileri 2,5 yıldır. MF’de sürvi için en önemli belirleyici T evresidir. T1 evresi (deri
tutulumu) mükemmel bir prognoza sahipken, T3 (tümör) ve T4 (eritrodermik) evreleri
kötü prognoz gösterirler. Benzer olarak, lenf nodu veya iç organ tutulumu veya Sezary
hücresinin varlığı da kötü prognoz göstergesidirler. Diğer tanımlanmış kötü prognoz
göstergeleri ise kutanöz tümörlerin varlığı, yaygın eritrodermi, palpabl lenf nodları,
Sezary hücresi, eozinofili ve iç organ tuıtulumudur. Diğer bağımsız değişkenler ise
serum laktat dehidrogenaz enzim yüksekliği ve deri infiltrasyonunun kalınlığıdır.
Yaşlılar (35 yaşından büyükler) daha kötü prognoza sahiptirler denilebilir. İç organ
tutulumu olanların ortalama yaşam süresi 25 aydır. Deri dışı en sık tutulum lenf
nodlarındadır; bunu akciğer, karaciğer ve dalak izler. Anaplastik büyük hücre
lenfomasına transformasyon 2 -19 ay arasında değişen yaşam süresi sağlar (35,36).
Tedavi:
Günümüzde KTHL’nin kesin tedavisi yoktur. Tablo 5’de MF’de baş vurulan
çeşitli tedavi seçenekleri gösterilmiştir. Bu tedavi seçenekleri malign hücre tahribatına
yol açan ve hastanın immun sistem cevabını arttırmaya yönelik tedavilerdir. Tedaviye
cevap, hastalığın evresine ve tedavi seçeneğine göre değişir. Yan etkileri azaltmak için
hastalığın erken evresinde konservatif tedavi tercih edilirken, hastalığın ileri
evrelerinde agresif tedavi uygulanır. Tedavinin başarısı alınan cevaba göre
22
değerlendirilir. Tam cevap, lezyonların 1 aydan daha uzun süre ile kaybolmasıdır.
Kısmi cevap ise yine 1 aydan daha uzun süreli dönem içinde %50’den fazla gerileme
olarak tanımlanır. Hastalığın evresi ve deri dışı tutulum varlığı tedaviye cevabı
belirleyen en güvenilir göstergelerdir. Hastalık seyrinde nüksler sık görülür (1). MF’de
evreye göre tedavi seçimi ise (37):
Evre IA, IB, IIA (erken evre); topikal mekloretamin, karmustin ya da fototerapi
(PUVA, geniş bant UVB ve son yıllarda dar bant UVB) seçilebilir. Bu yöntemlere
yanıt alınamazsa elektron beam ya da mekloretamin ve PUVA’nın birlikte kullanımı
denenebilir. Bunlara karşı yanıtsızlık ya da progresyon durumunda ise ek olarak
interferon (İF) veya retinoidler kullanılabilir, ya da tek ajanlı kemoterapi kullanılabilir.
Evre IIB’de topikal kemoterapi ve PUVA’nın birlikte kullanımı ya da elektron
beam seçilebilir. Dirençli olgularda İF ya da retinoidler tedaviye eklenebilir. Buna
karşın hızla büyüyen lezyonlarda ise çok ajanlı kemoterapi ya da lokal radyoterapi
kullanılabilir.
Evre III’de fotoferez, mono- ya da poli-kemoterapi, elektron beam, PUVA ile
birlikte topikal kemoterapi kullanılabilir. Klinik yanıt yetersiz ise IF ve retinoidler
eklenebilir.
Evre IV’de ise çok ajanlı kemoterapi ya da topikal kemoterapi ve PUVA
kombinasyonu seçilebilir. Yanıt yetersiz ise fotoferez, IF ya da retinoidler eklenebilir.
23
Tablo 5. MF tedavisinde baş vurulan tedavi seçenekleri (1)
Topikal tedavi
Fototerapi
Radyoterapi
Kortikosteroid
Ultraviole
(UVA,UVB)
PUVA
Lokal yüzeyel
tedavi
Total
deri Beksaroten
elektron beam
tedavisi
Purin analogları
Mekloretamin
(Nitrojen
mustard)
Karmustin
Fotodinamik
tedavi
Beksaroten jel
Sistemik
kemoterapi
Retinoidler
Klorambusil
Siklosporin
Doksorubisin
Etoposid
Somatostatin
analogları
Immunoterapi
Monoklonal
antikorlar
Interferonlar
Interleukin-2
füzyon toksini
Interleukin -12
Aşı tedavisi
Kemik iliği nakli
Sitomegalovirüs infeksiyonu
Sitomegalovirüs (SMV) özellikle son yıllarda bağışıklık sistemi yetmezliği
olan hastalarda neden olduğu ağır infeksiyonlar nedeniyle daha da önem kazanmış bir
virüstür.
SMV pediyatrik ve yetişkin çağda çok değişik klinik tablolara sebep
olmaktadır. İnfeksiyon sağlıklı bireylerde genellikle asemptomatik seyreder. İlk
infeksiyonun ardından insan sitomegalovirüsü vücutta bağışıklık sistemiyle kurduğu
bir dengede yaşam boyu latent kalır. Bu latent kalma virüsün içinde bulunduğu Herpes
ailesinin en önemli özelliğidir (38). Sağlıklı görünümde olan kadınların servikslerinde
% 10 oranına kadar bulunabilen ve yenidoğanlarda ağır konjenital anomalilere yol
açabilen bu virusun neden olduğu hastalığın histolojik karakteri, başta tükrük bezleri
olmak üzere akciğerler, karaciğer, böbrekler, endokrin bezleri ve bazen beyin gibi
çeşitli organ hücrelerinde büyük bazofilik bazen eozinofilik intranükleer inklüzyonlar
ile intrasitoplazmik küçük inklüzyon cisimciklerinin bulunmasıdır. İmmünosüpresif
24
sağaltım gören erişkin kişilerde ağır infeksiyonlara neden olduğu da sık sık
saptanmaktadır (39).
Etyoloji :
SMV insan herpes virüslerinin en büyüğüdür (İnsan Herpesvirus 5). Diğer
Herpes virüslerinden farklı olarak hem nükleer, hem de sitoplazmik inklüzyonlar
oluşturur. SMV yaklaşık 200 nm. çapında çift sarmal bir DNA virüsüdür. DNA
içeren çekirdek 162 kapsomerden oluşmuş, ikozahedral yapıda bir kapsitle sarılmıştır.
Kapsid major ve minör olmak üzere iki ana yapı proteini içerir. Kapsidi lipid içeren
180 nm. çapında bir zarf çevreler. Bu zarf kompleks bir yapıdadır ve en az 6
glikoprotein içerir (39). Konak hücresine tutunan virüs hücre zarını geçer ve
sitoplazmik bir vakuol içinde yer alır. Daha sonra bir virüs vakuolün iç kısmıyla
birleşir ve DNA içeren kapsid bilinmeyen bir yolla çekirdeğe ulaşır. Novo Protein
sentezinin olmadığı durumda, virüse özgü RNA bu basamakta gösterilebilir.Bu
basamaktan sonra değişik yapıda proteinler sentezlenir. Sırasıyla alfa, beta, gama veya
en erken, erken ve geç ismini alırlar (38,39). SMV infeksiyonlarında hücrede görülen
histopatolojik değişiklikler hem nükleusta hem de sitoplazmada görülen sitomegalik
inklüzyon cisimcikleridir. İnklüzyon cisimcikleri yuvarlak veya oval görünümdedir.
Nükleus içindeki inklüzyonlar nükleer membrandan daha açık renklidirler. Bu
görünüme “ Owl’s eye = baykuş gözü” denilmektedir. Nükleer inklüzyonlar
histokimyasal boyalarla DNA olumluluğu ve karbonhidrat içeren sitoplazmik
inklüzyonlar ise periyodik asit şif ( PAS ) boyası olumluluğu gösterirler. İleri boyama
tekniklerinde, SMV olumluluğu gösteren hücreler tüm doku içine dağıldıklarından,
rutin kesitlerde az sayıda olumlu hücrenin atlanabileceği düşünülmelidir (38,39).
25
Epidemiyoloji:
İnsan, SMV’ nin bilinen tek infeksiyon kaynağıdır. Virüs tüm dünyada yayılım
göstermektedir. ABD’ de her yeni doğandan %1’i SMV ile infektedir. Bu oran az
gelişmiş ülkelerde daha yüksektir. Hijyenik koşulların yeterli olmadığı yerlerde
virüsün yayılımı daha erken yaşlarda olmaktadır. Bilinen bulaşma yolları plasenta
yolu, cinsel ilişki, kan transfüzyonu, solid organ ve kemik iliği transplantasyonu ve
virüsü çıkaran kişi ile yakın ilişkidir. Tükrük salgısı ile doğrudan veya kullanılan
gereçlerle dolaylı olarak bulaştığı henüz kesinlik kazanmamıştır. SMV infeksiyonu
geçiren bireylerde virüsün idrar, oral ve genital salgılar ile salınması SMV’ nin
toplumda yaygın olarak görülmesine neden olmaktadır. Bu yolla virüsün salınımı
sürekli veya tekrarlayan şekillerde görülmektedir (38,39).
Epidemiyolojik açıdan SMV infeksiyonlarının iki önemli dönemi vardır:
1. Perinatal dönem
Bu dönemde bulaşım;
a) Annenin viremisi varsa transplasental olarak
b) Bebeğin serviks uteriden geçişi sırasında
c) Laktasyon döneminde süt ile
d) Bebeğin çevresinde yakın ilişkide olduğu diğer bebekler ve insanlarla
olur.
2. Daha ileri yaşlardaki dönem (özellikle püberte sonrası)
Püberte sonrasında cinsel aktivitenin artması ile hem homoseksüel hem de
heteroseksüel ilişkiyle geçiş artmakta ve seroprevalans yükselmektedir. Bu dönemde,
yine virüsü çıkaran kişilerle yakın ilişki bulaşmada önemlidir (38,39).
26
Bir bölgede SMV prevalansı o toplumun sosyoekonomik koşullarına, coğrafi
durumuna, cinsiyet ve hijyenik koşullarına göre farklılıklar göstermektedir. Bu
prevalans % 40-100 arasında değişmektedir. Örneğin ABD’ de % 45-70 iken,
Filipinler ve Uganda’ da % 100’ dür (39). Ege bölgesinde 1971 yılında kompleman
fiksasyon yöntemiyle 286 serum örneğinde yapılan bir seroepidemiyolojik çalışmada
antikor titresinin yaşla birlikte arttığı ve serum örneklerinde SMV antikorlarının %
88.9 oranında pozitif olduğu saptanmıştır (40). 1980 yılında Alaçam ve ark.,
Ankara’da yine kompleman fiksasyon yöntemi ile % 80-96 ve Ustaçelebi ve ark. (41)
da ELİSA ile 128 hamile kadında % 87.5 oranında seropozitiflik bildirmişlerdir. Yine
İzmir’de 1985’te total anti-SMV pozitifliği ELİSA ile %91.7, 1991 yılında ise 300 kan
vericisinde %95 olarak bulunmuştur (42,43). İstanbul Tıp Fakültesi poliklinik
hastalarında yapılan bir çalışmada seroprevalans % 92.75 olarak tespit edilmiştir (44).
Cengiz ve ark. (45) üst solunum yolu infeksiyonlu 100 hastada SMV IgG pozitifliği %
47 oranında saptamıştır. Tosun ve ark. (46) 1977’de çocuklarda yaptıkları bir
taramada kız çocuklarında % 91 ve erkek çocuklarında % 80 oranında SMV IgG
pozitifliği belirlemişlerdir. Diğer bazı çalışmalarda genelev kadınlarında % 100,
eşcinsel ve transseksüellerde % 88.9, infertil kadınlarda % 91.1, kan vericilerinde %
45.9 ile % 95.1 gibi SMV seroprevalansı değerleri bildirilmiştir (47-51). Türkiye’nin
değişik yörelerinde yapılan bu çalışmalar SMV infeksiyonunun küçük yaşlarda
başladığını ve büyük bir olasılıkla asemptomatik geçirildiği, olgunluk yaşlarında da
seropozitifliğin bu nedenle çok arttığını göstermektedir (39).
Patogenez ve Patoloji:
Konjenital SMV infeksiyonu annenin primer infeksiyonu sırasında veya
infeksiyonun reaktivasyonu sonucu oluşmaktadır. Bununla beraber fetus veya
yenidoğan hastalığı özellikle primer maternal infeksiyonla ilgilidir. Konjenital
27
infeksiyonun ağırlığını etkileyen faktörler bilinmemektedir. Hastalığın ağırlığı
presipitan antikorların oluşumundaki kapasite yetersizliği ve SMV’ye karşı T hücre
cevabındaki yetersizlik ile ilgilidir. Çocukluk ve olgunluk yaşındaki ilk infeksiyon
genellikle kuvvetli bir T lenfosit cevabı ile olmaktadır. Bu da Epstein Barr virüsü ile
oluşan mononukleoz sendromuna benzer bir tablonun oluşmasına neden olur.
Periferik kanda atipik lenfositler görülür ki, bunlar da T lenfositlerinin aktivasyonu ile
oluşmaktadır. SMV infeksiyonunda virüsün B lenfositlerini poliklonal aktivasyonu
sonucu romatoid faktör ve otoantikorlar oluşabilmektedir (39,52). Semptomatik veya
asemptomatik seyreden bir infeksiyonu takiben SMV konağın dokularında devamlı
olarak bulunur. Bu kişilerden yapılan kan ve organ nakilleri sonucu SMV
yayılabilmektedir. Otopsi çalışmaları salgı bezleri ve barsakların latent infeksiyon
alanları olduğunu göstermektedir (39). Eğer konağın T hücre yanıtı bazı hastalık veya
iyatrojenik sebeplerle baskılanacak olursa, latent virüs reaktive olarak çeşitli
sendromlara neden olabilmektedir. Kronik bir antijenik stimulasyon ki, bu doku
nakillerinden sonra olur, SMV hastalığının oluşmasına neden olur. SMV, T
lenfositlerinin hipoaktivasyonuna neden olduğu için diğer fırsatçı patojenlerin de
süper infeksiyon oluşturmasına neden olur (38,39). İn vivo sitomegalik hücrelerin
infekte epitel hücreleri olduğu tahmin edilmektedir. Bunlar çevredeki hücrelerden 2-4
defa büyüktürler ve genellikle 8-10 mikrometre kadar intra- nükleer inklüzyon
cisimcikleri içerirler, çevrelerinde nükleer membranla açık renk görünümü veren bir
boşluk vardır (= baykuş gözü). Bazen daha ufak granüler sitoplazmik inklüzyonlar da
gösterilebilir. Sitoplazmik hücreler salgısal bezler, akciğer, karaciğer, böbrek,
pankreas, barsak, adrenal bezler, santral sinir sistemi gibi birçok organda da
bulunabilir. İnfeksiyona karşı hücresel inflamatuvar yanıt, plazma hücreleri, lenfositler
ve monosit-makrofajlardan oluşmaktadır. Granulamatöz reaksiyonlar özellikle
28
karaciğerde görülür. Böbrek nakli yapılan hastalardaki granulopatilerin de SMV ile
ilgili olduğu bildirilmektedir (39,52).
Klinik belirtiler ve bulgular:
Genç ve erişkinlerde hastalığın kuluçka süresi 4-8 haftadır. Konjenital SMV
infeksiyonunda gebeliğinde infeksiyona yakalanan annelerin infekte fetüslerinin % 5’
inde sitomegalik inklüzyon hastalığı görülmektedir. Sarılık, karaciğer ve dalak
büyümesi
ile
peteşiyal
kanamalar
sıklıkla
görülür.
Kalsifikasyonlu
veya
kalsifikasyonsuz mikrosefaliler, intrauterin gelişme geriliği ve erken doğum % 30-50
görülür. Beyin kanamaları, konvülziyon, mental ve motor gerilik ile pnömoni ve
siyanoz gibi patolojik belirtiler daha azdır. Laboratuvar tetkiklerinde IgM artışı, atipik
lenfosit ve transaminazlarda yükselme, trombositopeni, hiperbilirübinemi görülebilir.
Prognoz hastalığın ağır seyrettiği çocuklarda iyi değildir. Daha az olarak da ileri
yaşlarda duyu kaybı ve kişilik bozuklukları olabilir. Ayırıcı tanıda sifiliz, kızamıkçık,
toksoplazmoz, herpes simplex, enterovirüs, bakteriyel sepsisler düşünülmelidir.
Doğumda belirti vermeyenlerde ileride psikomotor, işitme, görme ve dental
anomaliler görülebilir (39). Perinatal SMV infeksiyonu: Birçok kadının gebelik öncesi
dönemde doğal olarak SMV ile infekte oldukları ve gebeliklerinin son döneminde
servikslerinden
bu
virüsleri
salgıladıkları
bilinmektedir.
Böyle
kadınların
doğumlarında çocuk doğum kanalından geçerken ya da anne sütünden ve diğer
sekresyonlardan, kanında transplasental olarak geçmiş antikorlar bulunmasına rağmen
infekte olabilirler. Bu çocukların yaşamlarının ilk haftalarında idrarlarında virüsü
salgıladıkları saptanmıştır. Hatta bunların bir bölümü yıllarca virüsü çıkardıkları halde
klinik olarak hiçbir hastalık belirtisi göstermeyebilirler. Seronegatif bebeklere kan
nakli ile de bulaşma olabilmektedir. SMV infeksiyonlarının bir bölümü infeksiyöz
mononükleoza
benzer
bir
tablo
görünümünde
olabilir,
bu
tabloya
SMV
29
mononükleozisi adı verilmektedir. Bu hastalık bazen kendiliğinden bazen de kan
naklinden sonra da görülebilir. Her yaşta görülebildiği gibi seksüel aktivitesi olan
gençlerde daha çok görülmektedir. Bunlarda kuluçka süresi 20-60 gün kadardır.
Uzamış yüksek ateş, üşüme, titreme, aşırı yorgunluk, halsizlik karakteristiktir.
Eksüdatif farenjit ve servikal adenopati nadirdir. Ampisilin alan hastalarda kızamıkçık
benzeri döküntüler de olabilir. Az olarak interstisyel veya segmental pnömoni,
myokardit, plörit, artrit veya ensefalit de görülebilir. Çok nadir olarak Guillain-Barre
sendromu da olaya komplike olabilir. Laboratuvar olarak lenfositoz vardır ve bunların
%10 kadarı atipik lenfositlerdir. Total lökosit sayısı düşük, normal ve çok yüksek de
olabilir. Sarılık belirgin olmasa da serum transaminazları ve alkalen fosfatazda
genellikle orta derecede yükselme vardır. Heterofil antikorlar yoktur. Ayrıca
kriyoglobulin, RF, soğuk aglütininler ve antinükleer antikorlar da görülebilir (53).
Hastaların çoğu 2-6 haftada sekelsiz olarak iyileşirler. Postviral asteni aylarca devam
edebilir. SMV sekresyonu idrar, genital salgılar ve tükrük ile aylar ve yıllarca devam
eder. Seyrek olarak bazı hastalarda ateş ve halsizlik ile zaman zaman nüksler de
görülebilir. Hastalık erişkinlerde ender görülmekle birlikte, kötü huylu hastalıkları
olan, immunosupresif sağaltım gören veya genel durumu bozan kronik hastalıkları
olan kimselerde sekonder bir olay olarak karşımıza çıkabilir. Bu gibi durumlarda
pnömoni, hepatit ve hastalığın yayılması sık olarak görülen tablolardır. Bu tür
hastalarda virus kaynağı olarak daha önceden varolan latent infeksiyon sorumlu
tutulmaktadır. Aynı hastalık tablosu organ transplantasyonlarından sonra da
görülmektedir (38,39). Bağışıklık yetmezliği olan konakta SMV infeksiyonu: Organ
transplantasyonlarında SMV, sıklıkla komplikasyonlara sebep olan ciddi bir viral
patojendir. Böbrek, kalp, akciğer ve karaciğer transplantasyonu yapılan kişilerde ateş,
lökopeni, hepatit, pnömoni, özofajit, gastrit, kolit, retinit gibi çok çeşitli rahatsızlıkları
30
içeren sendromlara neden olur. Bunlar transplantasyonu takiben 1-4 ay içerisinde
çıkabilir. Sadece retinit daha sonra görülebilir. SMV hepatiti karaciğer, SMV
pnömonisi de genellikle akciğer transplantasyonlarından sonra görülür ve %84-88
oranında ölümcül olur. Hastalık riski en çok transplantasyondan sonraki 4 ile 13.
haftalar arasında oluşmaktadır (39). AIDS hastalarında da SMV en önemli
patojenlerden birisi olarak bilinir, her zaman ve genellikle de retinit ve dissemine
hastalıkla ölüme neden olur. Bağışıklık yetmezlikli konakta SMV sendromu genellikle
uzamış ateş, halsizlik, yorgunluk, gece terlemeleri, artralji veya adale ağrıları ile
başlar. Hastalık ataklarında karaciğer fonksiyon testlerinde anormallikler, lökopeni,
trombositopeni ve atipik lenfositler görülebilir. Takipne, hipoksi ve nonprodüktif
öksürük akciğerlerin de tutulduğunu gösterir. Radyolojik olarak bilateral veya
retikülonodüler
infiltrasyonlar
bronkoalveoler
lavaj
dikkati
tetkikleriyle
çeker.
konur.
Tanı,
Bağışıklık
akciğer
biyopsisi
yetmezlikli
veya
hastalarda
gastrointestinal sistemde de SMV infeksiyonları görülebilir. Özofagus, mide, ince ve
kalın barsak ülserlerine, kanamalara ve perforasyonlara neden olabilir. Ülseratif kolitli
hastalarda eksaserbasyonlar olur. Hepatit gelişir ve hatta kolesistit oluştuğu
bildirilmiştir. Bu hastalarda meningoensefalit ve poliradikulopati görülebilir. Bunlarda
sağaltıma erken başlanırsa iyileşme mümkün olur. Ağır olgularda bakteri, mantar ve
protozoonlar da olaya karışır. Otopsilerde SMV nedeniyle diğer organlarda olduğu
gibi, adrenal nekrozlar görülebilir (53).
Tanı:
SMV infeksiyonlarında tanı klinik olarak pek sağlıklı konulamaz, güvenilirliği
azdır. Uygun klinik örneklerden virüs izolasyonu ile beraber birer hafta ara ile alınan
serumlarda antikor titresinin dört kat arttığı gösterilebilirse tanı daha sağlıklı konmuş
olur. Tanıda öykü ve fizik muayene rutinde laboratuvar incelemeleri ile birlikte
31
değerlendirilmeli ve bunlar birbirini desteklemelidir. Klinik örneklerde karakteristik
inklüzyon içeren hücreler araştırılır. Bu örnekler başta idrar olmak üzere tükrük, süt ve
diğer vücut salgıları, biyopsi ve nekropsi örnekleridir (39).
İdrarda inklüzyon cisimcikleri pozitif ise anlamlıdır, negatif ise anlamlı
değildir. Yeni doğan dönemi geçince bu testin tanı değeri azalmaktadır. Aynı zamanda
çeşitli viral ve diğer herpes virus infeksiyonlarında da benzer inklüzyon cisimleri
görülebilmektedir (39, 54, 55).
Elektron mikroskobunda SMV infeksiyonlarına ait görünüm diğer herpes virus
infeksiyonlarına benzerlik gösterdiği için özgül tanı açısından anlamlı değildir (39).
SMV türe özgüldür, deney hayvanlarında infeksiyona neden olmaz. İnsan embriyonik
fibroblast kültürlerinde en iyi ürer. Kültürler 1-4 haftada sitopatik etki gösterirler.
Sitopatik etki görüldüğünde doğrulama testleri olarak kompleman fiksasyon ve
immunfloresan antikor testleri de yapılır. Virüs izolasyonunun pozitif olduğu
durumlar yorumlanmalıdır. Sağlıklı bireylerde kültürler negatiftir. Ancak infeksiyonu
semptomatik ve asemptomatik geçirmiş bazı bireyler kronik taşıyıcı olabilirler.
Kadınlarda serviks örneklerinde virüs saptanabilir. Özellikle cinsel yaşamda çok eşli
olanlar veya hayat kadınlarında, homoseksüel erkeklerde semende virüs saptanabilir.
Akut infeksiyon geçiren kişilerin idrar ve tükrüklerinde aylarca pozitif kalabilir.
Transplantasyon alıcıları, sağaltım altındaki immun yetmezlikli hastalar ve
AIDS’lilerin idrar ve tükrük örneklerinde yıllarca kronik virüs taşıyıcılığı görülür (39).
Serolojik testler olarak nötralizan testler (NT), kompleman fiksasyon (CF),
immunfloresan antikor testi (IFA), indirekt hemaglütinasyon testi (IHA), latex
aglütinasyon testi (LAT), enzim immunassay (EIA-ELISA), radyo-immunoassay
(RIA) ve anti-kompleman immunfloresan testi (ACIF) gibi testler kullanılmaktadır
(56). Ayrıca dokularda ve hücrelerde monoklonal antikorlar kullanılarak viral
32
antijenler gösterilebilir. Bu monoklonal antikorlar en erken, erken ve geç proteinlere
karşı geliştirilmiştir (38,39).
Moleküler hibridizasyon yöntemleri de tanıda kullanılmaktadır. SMV, viral
DNA ve nükleik asitler saptanabilmektedir. Burada in situ veya dot-blot hibridizasyon
gibi yöntemler kullanılmaktadır.
Son yıllarda birçok infeksiyonlarda olduğu gibi örnekte az olan DNA’nın
çoğaltılarak
saptanması
temeline
dayanan
polimeraz
zincir
reaksiyonu
ile
çalışılmaktadır (39).
Tedavi:
SMV infeksiyonlarının tedavisinde önceleri alfa interferon, transfer faktör,
asiklovir, vidarabin ve hiperimmunglobulinlerle çalışmalar yapılmış ancak başarılı
sonuçlar alınamamıştır. Şimdilerde SMV infeksiyonlarının tedavisinde lisans alan
gansiklovir ve cidofovir gibi antiviral ajanlar ile foscarnet vardır. Bu üç antiviral
ajanda SMV DNA’sının sentezini viral DNA polimerazı inhibe ederek etkili olurlar.
Ölümcül seyreden ve özellikle kemik iliği transplantasyonu alıcılarında sık görülen
SMV pnömonisinin sağaltımında gansiklovirin insan immun serumu ile kullanımında
başarılı sonuçlar bildirilmiştir (39).
HIV’de görülen retinit ve gastrointestinal sistem infeksiyonlarında gansiklovir
tedavisi ile sonuçlar başarılıdır. Retinit sağaltımında rutin olarak kullanılmaktadır.
Ancak relapslar görüldüğü için idame dozda sağaltıma devam edilmelidir. İlacın
parenteral formu kullanılmalıdır. Kullanım kolaylığı nedeniyle oral formları
geliştirilmeye çalışılmaktadır. Dozaj genellikle 5mg/kg IV 12 saat ara ile ve 14-21 gün
süreyledir. İlacın kullanımında granülositopeni, trombositopeni, erkekte sterilite, deri
döküntüleri ve bazı MSS belirtileri görülebilir. Foscarnet (foscarnet, trisodyum
fosforoformat) ise herpes virüslerinde viral DNA polimerazı, HIV-1’de ise revers
33
transkriptaz yapımını inhibe etmek suretiyle etkili olmaktadır. Bu ürün günümüzde
özellikle AIDS’lilerde görülen SMV retinitinin ve gansiklovire dirençli SMV
infeksiyonlarının bir alternatifi olarak önerilmektedir. Bu tür olgularda foscarnet
damar içi yolundan 3 hafta süre ile günde 3 kez 60mg/kg ve daha sonra 90mg/kg/gün
olarak verilmektedir (39, 57-59).
34
HASTALAR VE METOD
Çalışmaya İstanbul Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi (n=20) ve İ.Ü.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dermatoloji Kliniklerinde (n=9) takip ve tedavileri
yapılmakta olan toplam 29 MF hastası ile yaş ve cinsiyet uyumlu 29 kontrol bireyi
alındı. Biopsi ile tanıları konmuş MF grubundaki hastalar PUVA, interferon ve
retinoik asit tedavi protokolleri altında izlenmekteydiler. Kontrol grubu ise iç
hastalıkları ve dermatoloji polikliniklerine baş vuran öncesinde herhangi bir
operasyon ve kan nakli yapılmamış bireylerden oluşmaktaydı. Çalışmaya alınan tüm
bireyler araştırma hakkında bilgilendirildi ve sözlü onayları alındı. Çalışma
olgularının tümünden 5 cc venöz kan örnekleri alındı ve bekletilmeden serumları
ayrıldı. Örnekler çalışma gününe kadar – 20 C ‘de derin dondurucu içinde saklandı.
Çalışma günü tüm serum örnekleri ve test reaktifleri oda ısısına getirildi. Serumlarda
mikro-ELISA (enzyme linked immunosorbent assay) yöntemiyle anti-SMV IgG
antikor düzeyleri Meddens Diagnostics (Vorden, The Netherlands) kiti yardımıyla
kantitatif olarak araştırıldı. Kantitatif sonuçlar AU (ünite) / ml olarak bulundu ve
bunlar 0.443 sabit sayısına bölünerek immun status ratio (ISR) değerleri elde edildi.
SMV IgG antikor düzeyinin normal değeri <1.1 ISR’ dir. Çalışmada sayısal sonuçlar
ISR olarak verildi ve karşılaştırıldı.
İstatistiksel analiz:
Değerler ortalama ± SD olarak verildi. Bağımsız gruplardaki sayısal
değişkenlerin
istatistiksel
karşılaştırılmasında
Student-t
testi
ve
kategorik
değişkenlerin karşılaştırılmasında ise Ki-Kare ve Fisher kesin Ki-Kare testi kullanıldı.
İstatistiksel anlamlılık sınırı p< 0.05 olarak kabul edildi.
35
BULGULAR
Hasta grubunda (n=29) kadınların sayısı 11 (% 38) iken, kontrol grubunda
(n=29) kadınların sayısı 14 (% 48) olarak bulundu (p>0.05). Hasta grubunun yaş
ortalaması 51,8 ± 14,6 (yaş aralığı 26-84 yıl) saptanırken, kontrol grubunun ise 53,7 ±
12,7 (yaş aralığı 32-78 yıl) olarak bulundu (p>0.05). Kontrol grubu bireylerinden 25
hastada (% 86) antikor düzeyi normal değer olan 1.1 ISR’ den fazla ölçüldü. Hasta
grubunda ise tüm bireylerde (% 100) antikor düzeyi 1.1 ISR’ den yüksek bulundu
(p>0.05). Hastaların SMV IgG antikor düzeyleri ortalaması 4,6 ± 1,2 ISR (aralık 2,66,6 ISR) bulunurken, kontrol grubu bireylerinde 4,1 ± 1,7 ISR (aralık 0.9-6,5 ISR)
saptandı (p>0.05) (Tablo 6). Hasta ve kontrol grubu bireylerinde bulunan SMV IgG
antikor düzeyleri ise tablo 7 ‘de gösterilmiştir. Tablo 8’ de ise evrelerine göre
sınıflandırılmış MF hastalarının ortalama anti-SMV IgG antikor düzeyleri verilmiştir.
Tablo 6. Grupların ortalama SMV IgG antikor düzeyleri karşılaştırması
MF hasta grubu
(n=29)
51,8 ± 14,6
Yaş (yıl)
18/11
Cinsiyet (E/K)
SMV IgG antikor 4,6 ± 1,2
düzeyi (ISR)
Kontrol grubu
(n=29)
53,7 ± 12,7
15/14
4,1 ± 1,7
P değeri
p>0.05
p>0.05
p>0.05
36
Tablo 7. Grupların demografik özellikleri ve SMV IgG antikor düzeyleri
Kontrol
MF
Hastaları Yaş/CinsiyetSMV IgG Hastaları Yaş/Cinsiyet Evre SMV IgG
n=29
(ISR)
n=29
(ISR)
S.Y
70/K
4,6
K.S
84/E
IB 5,4
Y.B
46/E
1,1
A.Ö
36/E
IB
2,9
F.T
54/K
3
L.C
52/K
IIA
4
A.K
67/E
5,7
M.B
48/E
IB
3,9
İ.K
63/E
1,4
V.İ
53/E
IB
4,8
Z.D
57/K
4,8
M.B
53/K
IB
6,5
A.İ
74/E
3,5
M.G
55/E
IB
5,1
M.Y
72/K
6,5
Z.B
26/E
IB
3,1
R.Ç
32/K
1
M.B
30/E
IA
3,8
A.A
55/K
6
Y.Y
62/E
IB
4,8
M.B
33/E
1
Y.Ç
71/E
IB
4,2
A.D
38/K
5,8
S.T
33/E
IB
2,6
H.K
65/E
6,4
E.Ö
50/E
IA
5,7
A.Ö
63/E
4,9
H.H
76/E
IB
5
R.K
58/E
5,3
H.Ç
39/K
IB
6,6
A.Ç
52/K
4,3
F.K
43/K
IA
6
V.B
45/K
5,3
F.Y
31/K
IA
5,3
A.K
61/E
3,1
H.Ç
64/K
IB
4,5
F.K
46/K
5,2
M.G
62/E
IA
2,9
R.Ö
52/E
3,3
F.A
30/K
IB
5,4
F.İ
46/K
5,4
R.A
61/K
IA
6,3
E.E
38/K
3,9
İ.D
44/E
IA
2,8
N.D
40/K
5,4
H.Ö
50/K
IA
4,6
M.A
52/E
5
İ.Ö
52/E
III
3,5
İ.Ö
53/E
5
İ.Ş
62/E
IB
3,8
A.E
32/K
0.9
Z.H
63/K
IB
5,3
İ.Ü
78/E
3,2
F.E
50/E
IB
4,2
H.Y
61/E
2,7
N.Ç
53/E
IA
6,2
İ.K
55/E
3,9
C.A
70/K
IB
4,1
Tablo 8. Evrelerine göre MF hastalarının ortalama SMV IgG antikor düzeyleri
MF evresi
IA
IB
IIA
III
Hasta sayısı
(n = 29)
9
18
1
1
Ortalama SMV IgG
düzeyi (ISR)
6 ± 0.4
5 ± 0.6
4
3.5
37
TARTIŞMA
Çeşitli virüslerin MF etyolojisindeki olası rolleri üzerinde yapılmış
çalışmaların ortaya koydukları bulgular, kronik immun yanıta neden olan, vücutta
uzun yıllar latent kalma potansiyeline sahip ve toplumda prevalansı yüksek bir virüs
olan
SMV‘nin
de
doğurmaktaydı.
Bu
MF
etyopatogenezinde
varsayımdan
sorumlu
yola çıkarak
olabileceği
düzenlediğimiz
kuşkusunu
çalışmamızın
sonucunda, Türk MF hastalarında SMV’ ye karşı oluşan kronik immun yanıtın bir
göstergesi olan SMV IgG antikor düzeyinin, kontrol hastalarında saptanan düzeyden
farksız olduğu ortaya çıktı.
SMV ile oluşan primer infeksiyonu uzun süreli bir latent dönem izler. Birçok doku
latent
dönemdeki
SMV’
yi
barındırabilir.
SMV
immun
yanıttan
çeşitli
mekanizmalarla kaçarak ve korunarak yıllarca latent kalabilir. SMV seropozitifliği yaş
artışıyla iyi korelasyon gösterir. Bir bölgede SMV prevalansı o toplumun
sosyoekonomik koşullarına, coğrafi durumuna, cinsiyet ve hijyenik koşullarına göre
farklılıklar göstermektedir. Özellikle Türk toplumu gibi sosyoekonomik düzeyi alt
sınırlarda olan ve hijyenik koşulları yeterli olmayan toplumlarda virüs insanlar
arasında kolaylıkla yayılabilmektedir (39). Ustaçelebi ve ark. (41) Türkiye’ de ELİSA
ile 128 hamile kadında %87.5 oranında seropozitiflik bildirmişlerdir. Yine İzmir’de
1985’te total anti-SMV pozitifliği ELİSA ile %91.7, 1991 yılında ise 300 kan
vericisinde %95 olarak bulunmuştur (42,43). İstanbul Tıp Fakültesi poliklinik
hastalarında yapılan bir çalışmada seroprevalans %92.75 olarak tespit edilmiştir (44).
Ancak, seroprevalansın toplumda yüksek olması bu virüsün o toplumdaki bireylerde
KTHL etyopatogenezindeki olası rolü için bir gösterge oluşturmayabilir. Virüslere
karşı oluşan immun yanıtın derecesinin esas belirleyicisi sadece seropozitiflik değil,
38
kantitatif olarak belirlenen antikor titresidir. Yüksek antikor titrelerinin latent SMV
infeksiyonun reaktive olduğunu ve sürekli bir immun yanıt oluşturduğunu, aynı
zamanda fazla miktarda oluşan antijen-antikor immun kompleks depositlerinin de
doku hasarına yol açtığı üzerinde durulmaktadır. Sürekli bir antijenik uyarının
varlığında aktive olan T
lenfositleri çoğalarak klonal proliferasyona zemin
hazırlayabilir (60). Virüslerin etyolojideki rollerini araştıran çalışmalar, ya virüsle
infekte hücrelerde doğrudan virüs partiküllerini ve DNA’ sını gösterme ya da bu
virüse karşı oluşan immun yanıtın derecesini (yüksek antikor düzeyi) araştırma
esasına dayanmaktadır. Söz konusu suçlanan virüslerden biri Herpes simplex
virüsü’dür (HSV). HSV primer olarak deri ve sinir hücrelerini hedefler. T lenfosit ile
epidermis arasında immunolojik bir ilişki olması, KTHL’nin primer olarak kutanöz
bir süreç içinde başlaması HSV’nin potansiyel rolünü akla getirmektedir. Lezyonlarda
hem HSV DNA’sı, hem de HSV’ye özgül antijenler gösterilmiştir (21). Fakat, HSV
infeksiyonu ile malign lenfoma gelişimi arasında doğrudan ilişki gösterilememiştir
(4). HHV-6
ile ilişkiyi araştıran bir çalışmada, lenfomatoid papülozis ve MF’li
olgularda HHV-6 düşük oranda gösterilmiş ve
önemli bir rolü olmadığı
düşünülmüştür (22). Epstein Barr virüsü (EBV) ise batı ülkelerinde yetişkin
populasyonun % 95’ inde seropozitiflik oluşturur. Lenfoproliferatif bozukluklarla
ilişkilidir. Sınırlı sayıda araştırmada EBV DNA’sı T-hücreli lenfomalarda izole
edilmiş, anti EBV antikorları kontrollere göre yüksek bulunmuş, kültüre MF
lenfositlerde EBV gösterilmiş, ancak diğer virüslerde olduğu gibi EBV ile lenfoma
arasında doğrudan ilişki gösterilememiştir (4, 23). MF ve Sezary sendromu ile EBV
etyolojisini araştıran bir çalışmada 64 hasta üzerinde anti EBV antikor düzeyleri
kantitatif olarak kontrol grubuyla karşılaştırılmıştır. MF hastalarında kontrollere göre
anti VCA (viral capsid antigen) antikor titreleri anlamlı olarak daha yüksek
39
saptanmıştır (61). Patolojik durumlarda örneğin aktif kronik mononukleozda viral
replikasyon devam eder ve bunun bir göstergesi olan anti VCA antikor titresi de
sürekli yüksek düzeyde kalır. Bu viral enfeksiyonun kontrol altında olmayıp,
replikasyonun devam ettiğinin indirekt bir bulgusudur (61). Yüksek antikor titresi de
doğal olarak, devam eden ve sürekli bir antijenik uyarının varlığını destekler.
MF etyolojisinde yukarıda sayılan birçok virüs suçlanmışken, SMV ile ilgili yeterli
veri mevcut değildir. SMV’ nin MF etyolojisinde olası rolünü ve risk faktörü olup
olamayacağını araştıran başlıca klinik çalışma Herne KL ve ark. (62) tarafından
yürütülmüş
araştırmadır. Bu çalışmada biyopsi ile doğrulanmış toplam 116
MF/Sezary sendromlu hasta üzerinde, SMV, EBV, HIV-1 ve HTLV-1,2 seropozitiflik
yüzdeleri, kalitatif olarak yaş/cinsiyet uyumlu kontrol bireyleriyle karşılaştırılmıştır.
Hastaların % 97.4’ de anlamlı düzeyde pozitif SMV IgG tespit edilmiştir. Kontrol
grubunda ise bu oran % 57.3 olarak bulunmuştur. Hem erken, hem de geç evre MF
hastalarında yüksek oran saptanmıştır. EBV antikoru bakılan 13 MF hastasının
tümünde anti EBV seropozitifliği bulunmuştur. Hiçbir hastada HIV’e karşı antikor
saptanamazken, 114 hastanın sadece birinde HTLV-1,2’ye karşı antikor pozitifliği
tespit edilmiştir. Bu çalışma özellikle SMV ve EBV’ nin MF etyopatogenezinde
önemli risk faktörleri olabileceklerini desteklemektedir.
SMV’ ye karşı yüksek antikor titreleri koroner arter hastalığı olanlarda da
saptanmış ve anjiyoplasti sonrası restenoz ile yüksek anti SMV IgG (>1/800) arasında
pozitif korelasyon tespit edilmiştir (63-65). Bu çalışmaların da vurguladığı gibi
yüksek antikor titresi olası sık tekrarlayan SMV aktivasyonlarını akla getirmektedir ki,
bunlar sürekli bir immun yanıt oluşturarak, hem inflamasyonu hem de düz kas hücresi
proliferasyonunu aktive ederler. MF etyopatogenezinde hem EBV, hem de SMV
serolojik değişiklikleriyle ilişkili olabilecek iki mekanizma üzerinde durulmaktadır.
40
Bunlardan birincisinde, süpresor ya da sitotoksik T hücrelerinin ve doğal öldürücü
(natural killer) hücrelerinin yetersizliği ya da disfonksiyonu sonucu hücresel ve
hümoral immun yetersizlik gelişir. Böylece virüsün replike olduğu infekte hücreler
tahribattan korunur ve canlılıklarını sürdürürler. İkincisinde ise, antikor titrelerinin
yükselmesi yoğun bir viral çoğalmaya karşı cevap olarak gelişir. Sonuçta, immun
cevabın yetersizliğinden korunan EBV ya da SMV ile infekte keratinositler, sitokinleri
ya da ekspresse ettikleri viral proteinler aracılığıyla dermal T lenfositlerinin
aktivasyonuna ve proliferasyonuna yol açarlar (61).
Çalışmamızın sonucunda ortalama anti SMV IgG antikor titresinin ve
seropozitifliğin kontrol bireylerinden anlamlı farklılık göstermediği ortaya çıktı.
Herne KL ve ark. (62) çalışmasında yukarıda bahsedildiği üzere Amerikan MF
hastalarında SMV seropozitifliği yüksek oranda saptanmıştı. Bizim toplumumuzda ise
yaygın seropozitiflik olmasına rağmen, MF sık tanı konulan bir hastalık değildir.
Yukarıdaki çalışma ile bizim çalışmamızın sonuçlarını irdelediğimizde, verilerin
benzer çıkmamasının en önemli nedenlerinden birinin iki toplumun genetik yapısının
farklı olmasıdır diyebiliriz. Bir başka olası faktör ise SMV enfeksiyonu ile Amerikan
toplumundan farklı olarak çocukluk ve genç erişkinlik çağlarında karşılaşmamızdır .
Bundan dolayı erişkin yaşlarda virüs ile infekte olma veya yüksek seropozitiflik
gösterme, MF etyopatogenezinde etkili olabilir. Ayrıca yardımcı virüslerin varlığında
SMV sinerjistik olarak MF etyolojisinde rol alabilir. Bir başka açıklama ise farklı
SMV genotiplerinin dünyanın değişik yerlerinde uygun genetik zemin olduğunda MF
oluşturabilmesidir (66).
41
SONUÇ
Çalışmamızdan elde edilen bulgular, Türk toplumunda MF tanısı almış
hastaların kan örneklerindeki anti SMV IgG titrelerinin, kontrol bireylerinden anlamlı
farklılık göstermediğini ortaya çıkardı. Tartışmada belirtildiği üzere ve elde ettiğimiz
bulgular doğrultusunda, Türk toplumunda MF ile SMV arasında bir ilişkinin
varlığından söz etmek mümkün değildir. Ancak bu konuda Türk toplumunda çok
merkezli ve daha geniş hasta grubunu kapsayan çalışmalara ihtiyaç vardır.
42
ÖZET
İmmun sistemi sürekli uyarma yeteneğine sahip ve antijenik stimulasyona
neden olan SMV’nin, MF etyopatogenezinde rolü olup olmadığı tartışmaya açıktır.
MF populasyonunda SMV’ nin olası rolünü göstermenin yollarından biri de, vücutta
uzun yıllar latent kalabilen bu virüse karşı gelişen total immunoglobulin G düzeyinin
belirlenmesidir. Ülkemiz sosyoekonomik, genetik ve çevresel faktörlerden dolayı
diğer gelişmiş batı toplumlarından farklılık arz eder. Bu yüzden o toplumlarda
rastlanan risk faktörleri bizim toplumumuz için önemli bir risk unsuru
oluşturmayabilir. Dolayısıyla hem literatürde yeterli veri olmaması, hem de ülkemizde
prevalansı yüksek sayılabilecek bir virüs olan SMV’ nin Türk MF populasyonundaki
seropozitiflik ve antikor düzeyinin bilinmesi önem taşımaktadır. Bu temel bilgiler ve
düşünceler doğrultusunda MF etyopatogenezinde SMV’ nin olası ilişkisini ortaya
koymak için düzenlediğimiz çalışmamızda, MF ve yaş/cinsiyet uyumlu kontrol
hastalarında SMV immunoglobulin G antikor düzeyleri kantitatif olarak belirlendi ve
aralarındaki istatistiksel anlamlı farklılık araştırıldı. Çalışmaya biyopsi ile tanıları
konmuş ve tedavi altında takip edilen 29 MF hastası ve 29 da kontrol olgusu dahil
edildi. Hasta serumlarında mikro-ELISA (enzyme linked immunosorbent assay)
yöntemiyle anti-SMV IgG antikor düzeyleri Meddens Diagnostics (Vorden, The
Netherlands) kiti yardımıyla
kantitatif olarak araştırıldı. Kantitatif sonuçlar AU
(ünite) / ml olarak bulundu ve bunlar 0.443 sabit sayısına bölünerek immun status
ratio (ISR) değerleri elde edildi. SMV IgG antikor düzeyinin normal değeri <1.1 ISR’
dir. Çalışmada sayısal sonuçlar ISR olarak verildi ve karşılaştırıldı. Kontrol grubu
bireylerinden 25 hastada (% 86) antikor düzeyi normal değer olan 1.1 ISR’ den fazla
ölçüldü. Hasta grubunda ise tüm bireylerde (% 100) antikor düzeyi 1.1 ISR’ den
43
yüksek bulundu (p>0.05). Hastaların SMV IgG antikor düzeyleri ortalaması 4,6 ± 1,2
ISR (aralık 2,6-6,6 ISR) bulunurken, kontrol grubu bireylerinde 4,1 ± 1,7 ISR (aralık
0.9-6,5 ISR) saptandı (p>0.05). Çalışmamızdan elde edilen bulgular, Türk toplumunda
MF tanısı almış hastaların kan örneklerindeki anti SMV IgG titrelerinin, kontrol
bireylerinden anlamlı farklılık göstermediğini ortaya çıkardı. Tartışmada belirtildiği
üzere ve elde ettiğimiz bulgular doğrultusunda, Türk toplumunda MF ile SMV
arasında bir ilişkinin varlığından söz etmek mümkün değildir.
44
KAYNAKLAR
1. Kim-James HY, Heffernan MP. The diagnosis, evaluation, and treatment of
cutaneous T-cell lymphoma. Curr Probl Dermatol 2001; 13:301-40.
2. Dalton JA, Yag-Howard C, Messina JL, Glass LF. Cutaneous T-cell lymphoma.
Int J Dermatol 1997; 36: 801-9.
3. Hoppe RT. Mycosis fungoides and the Sezary syndrome: pathology, staging and
treatment. Curr Probl Cancer 1990; 295-361.
4. Diamandidou E, Cohen PR, Kurzrock R. Mycosis fungoides and Sezary
syndrome. Blood 1996; 88: 2385-409.
5. Vidal E, Brocq L. Etude sur le mycosis fungoide. Le France Medical 1885; 2:946.
6. Blasik LG, Newkirk RE, Dimond RL, Clendenning WE. Mycosis fungoides
d’emblee: a rare presentation of cutaneous T-cell lymphoma. Cancer 1982; 49:
742-7.
7. Braun-Falco O, Plewig G, Wolff HH, Burgdorf WH. Dermatology. 2nd ed. Berlin,
Springer, 2000; 1617-23.
8. Özarmağan G. Lösemi ve lenfomalar. Tüzün Y, Kotoğyan A, Aydemir EH,
Baransü O (eds). Dermatoloji, 2. Baskı, Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul, 1994;
685-692.
9. Zackheim HS, Mc Calmont TH. Mycosis fungoides: the great imitator. J Am Acad
Dermatol 2002; 47: 914-8.
10. Latkowski JA, Heald P. Cutaneous T Cell Lymphomas. In: Freedberg IM, Eisen
AZ, Wolff K, (eds). Fitzpatrick’s Dermatology in General Medicine, Vol 2, 6th ed.
New York: Mc Graw Hill, 2003; 1537-1558.
45
11. Whittemore AS. Mycosis fungoides in relation to environmental exposures and
immune response: A case control study. J Natl Cancer Inst 1989; 81: 1560.
12. Lauritzen AF, Vejlsgaard GL, Hou-Jensen K, et al. P 53 protein expression in
cutaneous T-cell lymphomas. Br J Dermatol 1995; 133: 32-6.
13. Dummer R, Michic SA, Kell D, et al. Expression of bcl-2 protein and ki-67
nuclear proliferation antigen in benign and malignant cutaneous T-cell infiltrates. J
Cutan Pathol 1995; 22: 11-7.
14. Pascual J, Torrelo A, Teruel JL. Cutaneous T cell lymphomas after renal
transplantation. Transplantation 1992; 53: 1143-45.
15. Kaufman D, Gordon LI, Variakojis D. Succesfully treated Hodgkin’s disease
followed by mycosis fungoides: A case report and review of the literature. Cutis
1987; 39: 291-6.
16. Weinstock MA. Epidemiology of mycosis fungoides. Semin Dermatol 1994; 13:
154-9.
17. Tocura Y, Heald PW, Yan SL, Edelson RL. Stimulation of cutaneous T- cell
lymphoma cell with superantigenic staphylococcal toxins. J Invest Dermatol 1992;
98: 33-7.
18. Musette P, Bachelez H. Cutaneous T-cell lymphomas and bacterial superantigens.
Blood 1997; 90: 472-3.
19. Lessin SR, Vowels BR, Rook AH. Retroviruses and cutaneous T-cell lymphoma.
Dermatol Clin 1994; 12: 243-53.
20. Zucker FD,Pancake BA. The role of human T-cell lymphotrophic viruses (HTLV1 and 2) in cutaneous T-cell lymphomas. Semin Dermatol 1994; 13: 160-5.
21. Duvie M, Magee K, Storhz KH. İn situ hybridization for HSV in mycosis
fungoides and alopecia areata. J Invest Dermatol 1989; 92: 423.
46
22. Brice SL, Jester JD, Friednash M, et al. Examination of cutaneous T-cell
lymphoma for HHV by using the polymerase chain reaction. J Cutan Pathol 1993;
20: 304-7.
23. Lee PYP, Charley M, Tharp M, Jegasothy BV, Deng JS. Possible role of EBV
infection in cutaneous T-cell lymphoma. J Invest Dermatol 1990; 95: 309-12.
24. Nahass GT, Kraffert CA, Penneys NS. Cutaneous T cell lymphoma associated the
acquired immunodeficiency syndrome. Arch Dermatol 1991; 127: 1020-2.
25. Pişkin G, Anadolu R. Kutanöz T hücreli lenfomanın immünolojisi. Türkderm
1997; 31: 192-202.
26. Rook AH, Heald P. The immunopathogenesis of cutaneous T cell lymphoma.
Hematol Oncol Clin North Am 1995; 9: 997-1010.
27. Herrick C, Heald P. The dynamic interplay of malignant an benign T-cells in
cutaneous T-cell lymphoma. Dermatol Clin 1997; 15: 149-57.
28. Hensen ER. Immunoregulatory events in the skin of patients with cutaneous T-cell
lymphoma. Arch Dermatol 1996; 132: 554-61.
29. Nowell PC, Moore JS. Aberrant responses of human lymphocytic neoplasms to
cytokine regulation. Immunol Res 1998; 17: 171-7.
30. Le Bott PE, Mc Calmont TH. Cutaneous lymphomas and leukemias. In Elder D
ed. Lever’s Histopathology of the Skin. 8th edition. Philedelphia: LippincottRuven, 1997: 820-7.
31. Wolff-Sneerdorf A et al. Analysis of T cell receptor b chain genes by southern
blotting in known and suspected cutaneous T cell lymphomas. Clin Exp Dermatol
1995; 134: 282.
32. Willemze R, Kerl H, Sterry W, Berti E, et al. EORTC classification for primary
cutaneous lymphomas: a proposal from the cutaneous lymphoma study group of
47
the European Organization for Research and Treatment of Cancer. Blood 1997;
90: 354-71.
33. Bunn PA, Lamberg SI. Report of the comittee on staging and classification of
cutaneous T cell lymphomas. Cancer Treat Rep 1979; 63: 725-7.
34. Sausville EA, Eddy JL, Makuch RW, et al. Histopathologic staging at initial
diagnosis of MF and the Sezary syndrome. Ann Int Med 1988; 109: 372-82.
35. Crowley JJ, Nikko A, Varghese A, Hoppe RT, Kim YH. Mycosis fungoides in
young patients: clinical characteristics and outcomes. J Am Acad Dermatol
1998;38:696-701.
36. Kuzel TM, Roenigk HH, Rosen ST. Mycosis fungoides and the Sezary syndrome:
a review of pathogenesis, diagnosis, and therapy. J Clin Oncol 1991;9:1298-313.
37. Ergun T, Yücelten D. Derinin T-hücreli lenfomasında tedavi. Türkderm 1997; 31:
94-102.
38. Crumpacker CS: Cytomegalovirus. In: Mandell GL, Douglas RG, Bennet JE eds.
Principles and Practice of İnfectious Diseases. Fifth Ed. Philadelphia; Churchill
Livingstone 2000; 2 : 1586-99.
39. Günhan C: Cytomegalovirus infeksiyonları. Wilke Topçu A, Söyletir G, Doğanay
M. İnfeksiyon hastalıkları ve mikrobiyolojisi. Nobel Tıp Kitabevleri, 2002; 2:
1191-7.
40. Günhan C. Ege Bölgesinde Sitomegalovirüs Enfeksiyonu ve Epidemiyolojik
Durumu. EÜ Tıp Fak. Mec.1971;10: 425.
41. Ustaçelebi Ş, Köksal İ, Cantürk H. Hamilelikte Torch etkenlere karşı antikorların
saptanması. Mikrobiyoloji Bült.1986;20:1.
42. Yılmaz Ö: İzmir Yöresinde Toplumun Değişik Kesimlerinde Sitomegalovirüs
Enfeksiyonu İnsidansı. Doktora Tezi, 1988.
48
43. Tüzün Hİ: Toplumumuzda Anti-CMV Yaygınlığı. Uzmanlık Tezi, 1991.
44. Erden S, Büyüköztürk S,Sargın D, Kardeş BA, Yılmaz G, Badur S, Karan MA.
Poliklinik hastalarında sitomegalovirüs seroprevalansı. Türk Mikrobiyol Cem
Derg 1999;29(3-4):191-4.
45. Cengiz AT, Ataoğlu H, Kıyan M, Kılıç H. Cytomegalovirus IgM and IgG
antibodies in the sera of patients with acute and chronic upper respiratory
infections. Mikrobiyol Bul 1990;24:307.
46. Tosun YT, Özbakkaloğlu B, Benzergil S. Çocuklarda SMV infeksiyonu. 8. Türk
Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Kongresi 1997, Kongre Programı
ve Özet Kitabı s:458 özet No: c-65.
47. Cengiz AT, Kıyan M, Cengiz L, Aksoy AM, Uğurel MŞ, Kara F, Kılıç H. Steril
infertil kadınların serumlarında sitomegalovirüs IgG ve IgM’in ELİSA ile
gösterilmesi. Türk Mikrobiyol Cemiyeti Derg 1993; 7(3-4):239.
48. Durupınar B, Özkuyumcu C, Dikmen N. Kan vericilerinde sitomegalovirüs IgG ve
IgM araştırılması. İnfek Derg 1992:6:261.
49. Kılıç NB, Evliyaoğlu N, Altintai U, Kılıç AB. Is the cytomegalovirus screening
test necessary for blood donors. 7th International Congress for Infectious Diseases.
Özetler Kitabı 1996;116:10-13.
50. Kıyan M, Cengiz AT, Kendi Ö, Bilge Y, Tümer AR, Uğurel MŞ. Homoseksüel ve
transseksüellerde cytomegalovirüs IgG’nin ELİSA ile gösterilmesi. İnfeksiyon
dergisi 1991;5:261.
51. Poyraz Ö, Özçelik S, Saygı G, Çekiköz A. Genelev kadınlarında herpes simplex
virüs
ve
sitomegalovirüs
antikorlarının
araştırılması.
İnfeksiyon
Dergisi
1995;9:161.
49
52. Sissons JGP, Carmichael AJ, Mc Kinney N, et al. Human CMV and
immunopathology. Springer Seminars in Immunopathology 2002; 24: 169-85.
53. Martin SH: Cytomegalovirus Infection. In: Isselbacher KI, Braunwald E, Wilson
JD, et al. Harrison’s Principle of Internal Medicine, 13th ed. New York, Mc GrawHill Book Company 1994:794.
54. Hamprecht K, Mikeler E, Jahn G. Semi-quantitative detection of CMV DNA from
native serum and plasma by nested PCR: influence of DNA extraction procedures.
J Virol Methods 1997;69:125-35.
55. Yan SS, Fedorko DP. Recent advances in labratory diagnosis of human CMV
infection. Clin and Applied Immunol 2002.
56. Preiser W, Brauninger S, Schwedtfeger R, Ayliffe U, Garson JA, Brink NS,
Franck S, Doerr HW, Rabenau HF. Evaluation of diagnostic methods for the
detection of CMV in recipients of allogeneic stem cell transplants. J Clin Virol
2001; 20: 59-70.
57. Camara R, Fernandez-Ranada JR. Does high-dose prophylactic acyclovir add
benefit in allogeneic marrow transplant recipients receiving prophylactic or
preemptive ganciclovir? J Infec Dis 1999; 180:570-1.
58. Garrett Nichols W, Boeckh M. Recent advances in the therapy and prevention of
CMV infections. J Clin Virol 2000; 16:25-40.
59. Razonable RR, Cruijsen HV, Brown RA, Wilson JA, Harmsen WS, Smith TF,
Paya CV. Dynamics of CMV Replication during Preemptive Therapy with Oral
Ganciclovir. J Infect Dis 2003; 187:1801-8.
60. Mc Kie RM. Initial event in mycosis fungoides of the skin is viral infection of
epidermal Langerhans cells. Lancet 1981; 8: 283-5.
50
61. Jumbou O, Mollat C, Guyen JMN, et al. Increased anti – Epstein Barr virus
antibodies in epidermotropic cutaneous T-cell lymphoma: a study of 64 patients.
Br J Dermatol 1997; 136: 212-6.
62. Herne KL, Talpur R, Mc Ham JB, et al. Cytomegalovirus seropositivity is
significantly associated with mycosis fungoides and Sezary syndrome. Blood
2003; 101: 2132-6.
63. Blum A, Giladi M, Weinberg M, et al. High anticytomegalovirus IgG antibody
titer is associated with coronary artery disease and may predict post coronary
baloon angioplasty restenosis.Am J Cardiol 1998; 81: 866-8.
64. Blum A, Peleg A, Weinberg M. Anti cytomegalovirus IgG antibody titer in
patients with risk factors to atherosclerosis. Clin Exp Med 2003; 3: 157-60.
65. Nieto FJ, Adam E, Sorlie P, et al. Cohort study of cytomegalovirus infection as a
risk factor carotid intimal medial thickening, a measure of suclinical
atherosclerosis. Circulation 1996; 94: 922-7.
66. Ghosh K. CMV seropositivity and mycosis fungoides- the Indian perspectives.
Blood 2003; 102: 2706-7.
51
Download