Burhan 47:Burhan.qxd

advertisement
editör’den
O kadar basit ki bir insanın ayaklarının kayması tahmin bile
edemezsiniz. Kendini beğenme belasına düşme, “ben” pazarlama,
“ben”den âlâsı mı var narsistliğine bürünme… Kısaca şu “ben” olayı
ayaklarımızın kaymasına yetip artıyor günümüzde… O “ben”in
yüzünden bizden önceki muazzam bir geçmiş siliniyor, o “ben”in
yüzünden ayaklar kayıyor kaymakla kalmayıp başkalarının da
ayaklarının kaymasına sebep olunuyor. “Ben böyle düşünüyorum”
zavallılığı kendinden önceki sünneti ve muazzam bir sistem olan
rivayeti (isnad) bir anda yok sayıyor. Böylece o kişi ıssız çölde kendi
hevasının, arzularının kulu olarak yapayalnız kalıyor.
Zamanımızda her şey birbirine karışmış durumda. Mesele “din”
olunca apayrı bir önem kazanmakta. Dinimizi kimden nasıl
öğreneceğimiz sorusunun cevabını çok iyi bilmeliyiz. Kendisinden
başkasını göremeyen, “ben” duygusu tavan yapmış, nebevî ahlakın
zerresinden nasiplenmemiş, kendisinden önceki ulemaya arsızca dil
uzatmayı “özgürlük” sayan, her şeyin en iyisini kendisinin bildiğini
zanneden ekran “ulu a’ma”larına çok dikkat etmeliyiz.
Kimin ne dediği çok önemli. Bu din bizlere gelene dek bizden
öncekiler çok büyük meşakkatlere katlandılar. Allah’a hamd olsun ki
“Ehl-i sünnet yolu” bizden öncekilerin çaba ve gayretleriyle bize kadar
ulaştı. Şimdi günümüzde bir insanın akidesinin ve Ehl-i sünnete
bakışının nasıl olduğunun cevabını onun şu konulardaki inancına
bakarak öğrenebiliyoruz: İman esaslarının yanında kabir azabı
konusunda ne diyor, kadere iman konusunda ne diyor, hayızlı
kadınların oruç tutması konusunda ne diyor, nüzulü İsa konusunda ne
diyor, hadis, sünnet, icma konusunda ne diyor, bizden önce yaşamış
olan ehl-i sünnet alimleri hakkında ne diyor, “Sabır ve namaz ile
Allah'tan yardım isteyin. Elbette bu, huşu sahiplerinden
başkasına ağır gelir.” (el-Bakara;45) âyetini, “Direnerek ve dik durarak
yardım isteyin. Ancak bu, Allah'a saygı duyanlardan başkasına ağır
gelir.” misalinde olduğu gibi ayet-i kerimeleri “hevasına” göre
yorumlama konusunda ne diyor?
Dikkat edilirse verdiğimiz örnekler hakikaten insanı tehlikeye
götüren örnekler. Öyleyse kimi okuduğumuzu, kimi dinlediğimizi, kimin
takipçisi olduğumuzu çok iyi bilmeliyiz. Her dinden bahseden,
ekranlarda tefsir yaptığını zanneden, güzel ve süslü şairane konuşanı
gördüğümüzde kanmamalıyız. Ehl-i sünnet inancını çok iyi öğrenmeli,
uyanık olmalı ve bu inanca sıkı sıkıya bağlı kalmalıyız. Ehl-i sünnet
çizgisinden zerrece şaşan kim olursa olsun, “adı, sanı, unvanı ne
olursa olsun” asla itibar etmemeliyiz. Kurtuluşumuz ehl-i sünnet
çizgisinde sebat etmekle mümkündür. Ehl-i sünnet çizgisinin takipçisi
olan her türlü yayını mümkün mertebe takip etmeli ve desteklemeliyiz.
Dolu dolu bir “Burhan” dergisiyle yine sizlerleyiz. Beğeneceğinizi
umuyoruz. Daha güzel “Burhan”larda buluşmak dileğiyle Allah’a
emanet olunuz.
içindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 4 Sayı: 47
Ağustos 2009
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
4 YENİ EVLENECEK GENÇLERE
44 Nimet ve İkbâl
TAVSİYELERİM
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
12 RAMAZAN AYINI İYİ
DEĞERLENDİRELİM
Mehmet TALU
46 Seyyid Ahmed er-Rüfâî
Hazretlerinin Allah’ın Mahlûkâtına
Karşı Şefkati
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Mustafa ÖZKAYA
18 Bazı Hadis Kavramları ve Hadislere 50 Ümmî Üveysî
Yaklaşımda Güncel Problemler
Ahmet HALİLOĞLU
Talha Hakan ALP
Umut BULUT
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
DAĞITIM ORGANİZASYONU
26 Gözümüzün nuru: “Namaz”
Salih AYDIN
54 YEGANE DİN, İSLAM
Ersan BİLGİN
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
6 Aylık Abone: 36 TL
31 TÜKENİŞ
58 Muhabbet Bahçesi
Halil ATİK
Yusuf ELİBOL
32 Altayların Hallacı: Osman Batur
60 Hasan Çelebi: “Hat Sanatı İçin
Ahmet HALİLOĞLU
Kültürel Altyapı Şart”
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 291928-1
Mehmet Nuri YARDIM
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
36 HASEN ve SAHİH HADİSLERDEN
SEÇMELER 27
64 SİZE MUTLULUK YAKIŞIR
Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
Ayşe BAĞCİVAN
38 KUYULANMAK
67 MAZLUMLARIN FERYADI
Mehmet DEMİRCİ
Mustafa AKCAN
40 PEYGAMBERLER, MUCİZELER…
68 BURHAN ÇOCUK
YAYIN TÜRÜ
(5)
Musa KARACA
Aylık Süreli Yayın
Osman KARABULUTOĞLU
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
burhandergisi@hotmail.com
burhandergisi@mynet.com
burhandergisi@gmail.com
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
70 DOĞU TÜRKİSTAN’IN SESSİZ
42 İnsanın İniş Serüveni
ÇIĞLIĞI
Aydın BAŞAR
Hasan BAŞAR
Yeni Evlenecek Gençlere Tavsiyelerim
4
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Ramazan Ayını İyi Değerlendirelim
12
Mehmet TALU
Gözümüzün nuru: “Namaz”
26
Salih AYDIN
Altayların Hallacı:
Osman Batur
32
Ahmet HALİLOĞLU
50
Hasan Çelebi:
“Hat Sanatı İçin Kültürel Altyapı Şart”
Mehmet Nuri YARDIM
70
Ümmî Üveysî
Ahmet HALİLOĞLU
60
Doğu Türkistan’ın Sessiz Çığlığı
Hasan BAŞAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
mustafaagirman@gmail.com
YENİ
EVLENECEK
GENÇLERE
TAVSİYELERİM
Yüce Allah, insanlığı bir erkek ve
bir kadından yaratmıştır. Hz. Âdem,
(a.s) hepimizin babası; Hz. Havvâ da
hepimizin annesidir. İnsanlık, bu ikisinin evlenmesi neticesinde çoğalmıştır. Evlilik ilk insanla birlikte var olan tabiî ve kutsal bir kurumdur.
Evlenmekten maksat, ana ve baba
olup çocuk yetiştirmektir. Her baba,
kendi çocukları için bir Âdem; her anne
de kendi çocukları için bir Havvâ’dır.
Evlilik, Yüce Allah’ın emri1, bütün peygamberlerin ve özellikle de Hz.
Peygamber efendimizin sünnetidir.2
Evlilik neticesinde kurulan âile yuvası,
cennet köşelerinden bir köşedir. Bu
köşede yetişen çocuklar da kuş gibi
hafif ve gül gibi sevimlidir. Kurulan âile
yuvalarının cennet köşelerinden bir
köşe veya cennet bahçelerinden bir
bahçe olabilmesi için âile yuvasını kuran beylere ve hanımlara bir takım görevler ve sorumluluklar düşmektedir.
Biz, bu yazımızda evlenmek üzere
olan gençlere veya evlenmiş olan beyAğustos 2009
4
lere ve hanımlara biraz nasîhat edeceğiz. Okuyucularımız da bu nasîhatlara kulak verirlerse kendileri için iyi
olur diye düşünüyorum. Nasîhatlarımızı anlaşılır bir şekilde, bir beyefendiye bir de hanımefendiye yaparak yazımızı devam ettireceğiz inşâallah.
Önce beyefendiden başlıyoruz:
Beyefendi oğlum!
Evlendiğin gelin hanımın büyümesinde ve yetişmesinde senin hiçbir
katkın ve zahmetin olmadı. Babasının
ocağında ve annesinin kucağında bir
gül gibi yetişen ve evlilik çağına gelen
hanımına Yüce Allah’ın izni ile yani nikâh ile sahip oldun. Aranızda gerçekleşen nikâh akdi ile bu kızcağız senin
hanımın oldu. Babasının evinde ve annesinin elinde sana böyle bir hanım
yetiştiren Yüce Allah’a hamdetmeyecek misin? Güzel bir âile yuvası kurabilmen için sana bir hanım lütfeden
Yüce Allah’a hayat boyu secde etmeyecek misin? Evinde, işyerinde ve bü-
BAŞYAZI
tün hayatında onun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçmayacak mısın? Ben, sana bunca nimetleri veren Yüce Allah’ı görüyor gibi O’na inanmanı ve seni senden daha iyi düşünen yüce
Allah’tan gelen her emre değer vermeni, O’nun bütün yasaklarından kaçınmanı tavsiye ederim.
Hanımefendi kızım!
Evliliğe adım attığın gün, doğup büyüdüğün
baba ocağını ve anne kucağını terk etmiş; eşinin
evine taşınmış oluyorsun. Şöyle de diyebiliriz: Şimdiye kadar yanlarında geçici olarak kaldığın annenin ve babanın evinden ayrılıyor ve yaptığın evlilikle
kendi evine taşınıyorsun. Eşinin evi, senin evindir.
Sana, geldiğin bu yeni eve yani senin asıl evine
“Hoş geldin!” diyor ve şunu hatırlatıyorum:
“Kızım! Sen, geldiğin bu evde anneni ve babanı temsil edeceksin. Eşinin âilesinin yanında annenin ve babanın temsilcisi olacaksın. Sana, anneni ve babanı iyi temsil etmeni tavsiye ederim.”
Eşin ve eşinin âilesi: “Gelin hanım! Seni yetiştiren
anadan ve babadan Allah râzı olsun! Annen, baban
nûr içinde yatsınlar! Makamları ve mekânları cennet olsun!” derlerse; sen, anneni ve babanı iyi temsil etmiş olursun.
Hanımefendi kızım!
Sen evleninceye kadar bulunduğun çevrede
“falanca beyefendinin veya falanca hanımefendinin
kızı” olarak biliniyor ve tanınıyordun. Evlendikten
sonra da “falanca beyin hanımı” olarak tanınacaksın. Sana eşini de iyi temsil etmeni tavsiye ederim.
Bilmiş ol ki, siz hanımlar, annelerinizi, babalarınızı
ve eşlerinizi temsil etmektesiniz. Her iki tarafı da iyi
temsil etmeni tavsiye eder ve bu konuda sana bol
bol duâ ederim. Rabbim yardımcın olsun! Allah
utandırmasın! (Âmin)
Beyefendi oğlum!
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de: “Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdır.”3 buyurarak, erkeğe âile içinde idârecilik görevi vermiştir. Yani dinimize göre evin reîsi erkektir. Bu sebepten dolayı
evin her türlü idâresi ve masrafı erkeğe aittir. Âyette
geçen “kavvâm” kelimesi, “koruyup kollayıcı” olarak
tercüme edilmiştir. Yüce Allah tarafından erkeklere
koruyup kollama görevinin verilmiş olması, iki cins
arasında bir eşitsizlik gözetilmiş olmasından değil;
erkeklerin güç, kuvvet ve fizikî yaratılış bakımından
farklı bir yapıya sahip bulunmalarındandır. Bu durum, kadını erkekten aşağı bir konuma düşürmez;
sâdece erkeklere, âilenin geçimini ve yönetimini
sağlamak gibi ağır bir sorumluluk yükler. Buna göre
hanımını ve çocuklarını en güzel şekilde geçindirmek senin asıl görevindir. Yaşadığın bölgenin hayat şartlarına uygun bir biçimde ve en güzel şekilde
onları geçindireceksin. Hanımına geçim sıkıntısı
çektirmeyecek, çocuklarını başkalarının eline baktırmayacaksın. Senin en güzel ve en hayırlı paran,
eşine ve çocuklarına harcadığın paradır. Çünkü
Sevgili Peygamberimiz, kocaların hanımları için
harcadığını sadaka olarak nitelendirmiş ve Sa’d b.
Ebî Vakkâs’a nasîhat ederken şöyle buyurmuştur:
“Allah rızâsını düşünerek yaptığın harcamalara,
hatta yemek yerken eşinin ağzına koyduğun
lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfâtını
alacaksın.”4 Beyefendi oğlum! Sen, evine harcama yaparken sadaka vermiş gibi sevap kazanıyorsun. Bunu bilmeni isterim.
Hanımefendi kızım!
Sen de tutumlu olacaksın. Kocanın malını ve
eve getirdiklerini har vurup harman savurmayacaksın. Bileceksin ki, “Yuvayı dişi kuş yapar.” Evet,
bizim böyle bir atasözümüz var, değil mi? Atalarımız ne kadar da doğru söylemişler. Gerçekten, yuvayı dişi kuş yapar. Bir de “İşten artmaz, dişten artar.” demişler. Yani yapılan işlerden ne kadar çok
para kazanılırsa kazanılsın, kazanılan para ölçülü
harcanırsa artar, demek istemişler. Bizim milletimizin bu konuda çok güzel atasözleri vardır. Bunlar5
Ağustos 2009
dan birkaçı şöyledir: “Sakla samanı gelir zamanı.”
“Ak akçe kara gün içindir.”
Evet, hanımefendi kızım! Güzel günlerinde
ve geniş günlerinde biriktirecek ve saklayacaksın ki,
bu biriktirdiklerin dar gününde eline gelsin. Rabbim,
hiç kimseye dar gün göstermesin; sana da bana da
göstermesin. Ama kızım! Bilmiş ol ki, biz insanız. İnsanın başına her türlü sıkıntı gelebilir. “Düşüp kalkmayan bir Allah’tır.” diye bir atasözümüz var bizim,
değil mi? Ne kadar doğru bir söz! Çünkü insan, yıkılır ve düşer. Biz de insan olduğumuza göre biz de
bir gün yıkılır ve düşebiliriz. Düştüğümüz zaman
bizi ayağa kaldıracak bir birikimimizin olması lazım
gelir, diyor ve seni devamlı dibine, köşene, sandığına, hesabına bir şeyler atarak biriktirmeye dâvet
ediyorum. Böyle yaparsan hem ölçülü yaşar hem
de ileride rahat edersin.
Beyefendi oğlum!
Sana, evine bağlı olmanı tavsiye ederim.
Evine, eşine ve çocuklarına bağlı ve onları çok seven bir âile reisi olmanı tavsiye ederim. Sen ya
işte, ya evde veya câmide olmalısın. Bu üç mekân
arasında gidip gelmelisin. İşine değer veren ve iyi
çalışan, evine bağlı ve ev halkını seven, câmiye ve
cemaate devam eden ve İslâmî hizmetlere koşuşturan bir er kişi olarak yaşamanı tavsiye ederim. Bu
üç mekânın dışındaki yerlere uğramamalısın. Uğrarsan kendine ve âilene yazık edersin. Özellikle
yemek saatlerinde evinde olmalısın. İş îcâbı öğle
yemeğine gelemiyorsan hiç olmazsa sabah kahvaltısı ve akşam yemeğinde evde bulunmalısın.
Hem biliyor musun? Senin yediğin en güzel ve en
lezzetli yemek, evinde eşinle ve çocuklarınla birlikte
yediğin yemektir. Bilmiş ol ki, evde yediğin kuru ekmek dışarıda yediğin dönerden, kebaptan, baklavadan ve her türlü yemekten daha lezzetlidir.
Evet, beyefendi oğlum! Evlenmek demek, hanımın ve çocukların sorumluluğunu üstlenmek demektir. Onlara çok vakit ayıracak ve onlarla çok ilgileneceksin. Özellikle çocuklarınla çok ilgilenecek
ve onları geleceğe hazırlayacaksın. Bazı erkekler,
evlerini otel ve lokanta olarak kullanıyorlar. Yani
karınları acıktığı zaman evlerine gidiyorlar, bir de
gece yatmak için gidiyorlar. Böyle bir erkek olmak
ne kadar kötü, değil mi? Umuyorum ki, sen böyle
olmayacaksın. Seni, evini her şeyin üstünde tutan
sorumlu bir ev reîsi olmaya dâvet ediyorum.
Hanımefendi kızım!
Bilmiş ol ki, erkeği eve bağlayan hanımdır, hanımın ilgisi ve becerisidir. Hanımın, eşinin kendisi
Ağustos 2009
ile ilgilenmesini istediği kadar, erkek de hanımının
ilgisini ve alakasını bekler. Bu sebepten dolayı bütün hanımların, güler yüzlü ve tatlı dilli olması gerekir. Erkeği ile ilgilenmesi ve kendini sevdirmesi
gerekir. Bak bu konuda sana bir-iki tavsiyede bulunacağım bunları yerine getir.
Kızım! Her sabah eşini duâ ile uğurla. Yolcu
ederken ona şöyle duâ et: “Allahım! Benim eşimi ve
bütün müminleri koru. Sağ ve selâmet evine döndür. Onu başımızdan eksik etme. Kendisine uzun
ve bereketli ömür ver. Öldükten sonra bizi cennette bir araya getir.” Sen her sabah içten ve gönülden böyle duâ edersen, Yüce Allah senin duânı
elbette kabul eder. Hem biliyor musun? Yüce Allah,
samîmî ve içten yapılan duâların hepsini kabul
eder.5 Sana, eşin ve çocukların için devamlı duâ etmeni tavsiye ederim. Bir de onlara karşı çok nâzik,
ince ve kibar olmanı tavsiye ederim. Özellikle çocuklarına karşı tatlı dilli olman için yalvarırım sana.
Sakın, onlara kötü bir söz söyleme; bedduâ etme.
Beni dinlemez de onlara kötü sözler söyler ve bedduâ edersen sonunda ağlayan sen olursun. Çünkü
Yüce Allah, siz kadınların ve özellikle de siz annelerin hem duâlarınızı hem de bedduâlarınızı kabul
eder. Ben, sana diyorum ki, ağzı duâlı ol! Beni
kırma, e mi? Nasîhatlarımı tut ve sözümü dinle.
6
İnan ki, ben senin iyiliğin için konuşuyorum. Kurduğun yuvanın cennet köşelerinden bir köşe olması için çalışıyorum. Beni anla ve bana kulak ver!
Ne demiştik? Sabahleyin eşin evden çıkarken
onu duâ ile uğurla, demiştik. Buna ilâve olarak, akşam eve geldiğinde de güler yüzle karşıla, diyoruz.
Hanımefendi kızım, siz kadınlara iki şey hiç yakışmaz. Bunlardan biri kötü söz, diğeri de asık surat.
Benim sana tavsiyem odur ki, her zaman güler
yüzlü olasın. Hele eşine karşı hiç surat asma,
dâima güler yüzlü ol. Akşam eve geldiğinde onu güler yüzle ve tatlı dille karşıla. Eşin, akşama kadar
senin için ve çocukların için çalışıp yoruluyor. O,
eve geldiğinde senin güler yüzünü görür ve tatlı dilini dinlerse bütün yorgunluğunu unutur. Eğer onu,
asık surat ve ekşi bir yüzle karşılarsan yorgun adamın bütün dünyası yıkılır. Bu böyle devam ederse
eşin, işten çıktıktan sonra eve gelmek istemez;
kahveye, kumarhaneye ve daha başka kötü yerlere
takılır. O zaman da sana ve çocuklarına yazık olur.
Ben, sana ve çocuklarına yazık olmasını istemiyorum. Bunun için çırpınıyorum. Artık bundan sonra
sen de, eşini her sabah duâ ile uğurlayacak ve akşam da güler yüzle karşılayacaksın, değil mi benim
güzel kızım? Bizim peygamberimizin, tatlı dilli ve
güler yüzlü olma konusundaki sözlerini hatırlatayım
sana:
lerindir. Eşinin yakınlarını kendi yakınların gibi göreceksin. Herkese lâyık olduğu değeri verecek ve
hepsi ile ilgiyi devam ettireceksin. Herkesi lâyık olduğu makama oturtacaksın. Yalnız, öz annenin
makamının herkesin makamından üstün olduğunu
bileceksin. Yani senin en çok hürmet edeceğin ve
saygı duyacağın insanın annen olduğunu bileceksin. Beyefendi oğlum! Bilmiş ol ki, annenin yerini hiç
kimse tutamaz.
“Anne başta tâc imiş
Her derde ilâc imiş
Bir evlâd pîr olsa da
Anneye muhtâc imiş.”
sözü boşuna söylenmemiş. “Ağlarsa anam ağlar,
gayrısı yalan ağlar.” sözü de ne kadar doğru bir
söz, değil mi? “Ana gibi yâr olmaz, Bağdat gibi diyâr olmaz” sözünü de unutmayalım.
Yani demek istiyorum ki, annen ile kayınvâlideni birbirine karıştırma. Kayınvâlidene hürmet et,
ama onu annenin makamına oturtma. Böyle yaparsan anneni darıltmış olursun. Annesini darıltanın
da bu dünyada da öbür dünyada da hali perişandır.
Perişan olmak istemiyorsan anneni el üstünde tut;
onun sözünden çıkma.
Hanımefendi kızım!
“Din kardeşini güler yüzle karşılamak gibi
(tabiî ve doğal) bir iyiliği bile sakın küçük
görme!”6
“Din kardeşine karşı güler yüzlü olman
sadakadır.”7
“Yarım hurma vermek sûretiyle de olsa
kendinizi cehennem ateşinden koruyunuz. O
kadarını da bulamayanlar, güzel bir sözle olsun
kendilerini korusunlar.”8
“Güzel söz, sadakadır.”9
Beyefendi oğlum!
Şimdi sen beni iyi dinle! Evlilik, insanın akraba
çevresini daraltan değil, genişleten bir kurumdur.
Evlilikle yeni akrabalar edinirsin. Bu yeni akrabalar
senin için güç kaynağıdır. Sana güç kaynağı olan
bu insanlarla iyi geçinmeni, senden büyük olanlara
saygı, küçük olanlara da sevgi göstermeni tavsiye
ederim. Eşinin babası, senin baban yerinde; annesi
de annen yerindedir. Babana saygı ve hürmet gösterdiğin gibi kayınpederine de saygı ve hürmet göstereceksin. Anneni saydığın kadar da kayınvâlideni
sayacaksın. Kayınbirâderlerin kardeşin, baldızların
da bacılarındır. Onların çocukları da senin yeğen-
Şimdi sen dinle! Sen, evleninceye kadar annenin ve babanın sözünden dışarı çıkamazdın ya,
şimdi de eşinin sözünden dışarı çıkmayacaksın.10
Evlendikten sonra, annenin ve babanın senin evine
karışma haklarının olmadığını bilmeni isterim. Böyle
söylememden, annene ve babana hürmet etmeyeceksin ve onları dinlemeyeceksin manasını çıkarmazsın, herhalde. Ben demek istiyorum ki, evlendikten sonra kocan senin her şeyindir. Sen
hayatını artık onunla paylaşıyorsun. Her derdini ve
sıkıntını ona açacaksın. Onunla istişare edecek ve
onu dinleyeceksin. Bilmiş ol ki, o senin kötülüğünü
ve zararını istemez. Ona saygı duy ve onu sev; onu
anlamaya çalış. Onu, kendi annesine ve senin annene şikâyet etme; hiç kimseye şikâyet etme. Sıkıntılarınızı birlikte çözmenin yollarını arayın. Derdinize siz çâre olun. Çâreyi kendinizde arayın.
Hanımefendi kızım! Bu dünyada senin, sözünü ilk
dinleyeceğin ve saygı duyacağın insan eşin; eşinin
de ilk önce saygı duyacağı ve sözünden çıkmayacağı insan annesidir. Sana, eşinin annesine yani
kayınvâlidene saygı göstermeni tavsiye ederim.
Sen onun annesine saygı duy ki, o da senin annene
saygı duysun. Kayınvâlideni bir öğretmen ve tecrübeli bir anne olarak görmeni isterim. Onun bilgi,
görgü ve tecrübelerinden faydalanman seni hayata
7
Ağustos 2009
iyice hazırlar. Unutma ki, kayınvâlideni bir yük olarak görürsen gün geçtikçe yükün artar; bir öğretmen olarak görürsen her gün ondan bir şeyler öğrenirsin. Yine bilmiş ol ki, kayınvâliden senin
çocuklarına senden daha iyi bakar. Onları en güzel
şekilde besler ve büyütür. Beşikte olan çocuklarına
ninniler söyler, büyümekte olanlarına masallar ve
hikâyeler anlatır. Biliyor musun, çocuklar geçmişi ve
geçmişle ilgili hâtıraları dedelerinden ve ninelerinden öğrenirler. Onlar, dedelerine ve ninelerine çok
düşkündürler; dedeleri ve nineleri de torunlarını
çok severler. Yalvarırım size, bu ilgiyi koparmayın;
bu bağı kesmeyin.
Beyefendi oğlum!
Şunu bilmiş ol ki, Hazreti Peygamber ve onun
yolunu takip eden seçkin Müslümanlar, hanımlarını
hiç dövmemiş ve onlara bir fiske bile vurmamışlardır. Onların yollarını takip eden bizler de, eşlerimizi
dövmemeli ve incitmemeliyiz. Kadın dövülmez yavrum. Çünkü kadın anadır; analar da dövülmez.
Anaların eli öpülür. Analar, çocuk yetiştirdiklerinden
dolayı cennet onların ayakları altındadır. Eşinin
yanlışları ve hatâları varsa nasîhat edersin, anlatırsın, öğretirsin ve yetiştirirsin. Kadını dövmek er kişinin kârı değildir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de
şöyle buyurur:
“Hanımlarınızla iyi geçinin.”11
“İyi hanımlar itaatli olanlardır. Allah, onların haklarını nasıl koruduysa; onlar da erkeklerinin haklarını öylece korurlar. Baş kaldırmalarından korktuğunuz hanımlara önce öğüt verin.
Vazgeçmezlerse, kendilerini yataklarında yalnız bırakın. Yine yola gelmezlerse (hafifçe) dövün. Eğer size itaat ederlerse, onların aleyhine
başka bir yol aramayın.”12
Beyefendi oğlum!
Biz müminler için her işimizde ve hayatımızın
her ânında uyulması gereken en güzel örnek Hz.
Peygamber’dir. Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlayan ve
İslâm’ı en güzel yaşayan O’dur. Bu âyet-i kerîmeyi
en iyi anlayan da şüphesiz ki O’dur. Kesin olarak biliyoruz ki O, ömründe bir defa olsun elini kaldırıp eşlerinden herhangi birine vurmamıştır. Eşleri ile çok
iyi geçinmiş ve ümmetine de bunu tavsiye etmiştir.
Vedâ hutbesinde ve vefâtından önceki rahatsızlık
günlerinde ashâbına ve dolayısıyla ümmetine son
tavsiyelerini yaparken, erkeklere kadınların haklarını korumalarını tavsiye etmiş ve bu konuda Allah’tan korkmaları gerektiğini de özellikle vurgulamıştır. Sevgili peygamberimizin bu konudaki hadîs-i
şeriflerinden bir kaçı şöyledir:
Ağustos 2009
“Müminlerin îmân bakımından en mükemmeli, huyu en iyi olanıdır. Sizin en hayırlınız da
hanımlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır.”13
“Ashâbım! Hanımlarınıza iyi davranmanızı
tavsiye ederim. Vasiyyetimi tutunuz. Biliniz ki
onlar, sizin idârenize ve himâyenize verilmişlerdir.
Kesin olarak bildiğiniz bir ahlâksızlık yapmadıkları takdirde, onlar üzerinde zorbalık kurmaya hakkınız yoktur. Eğer ahlâk dışı bir hareket yaparlarsa, onları yataklarında yalnız
bırakın. Bir yerlerini incitmeyecek şekilde (hafifçe) dövün. Şayet size itaat ederlerse, artık
onlara zarar verecek bir şey yapmayın.
Şunu bilin ki, sizin kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde
hakları vardır.
Sizin onlar üzerindeki haklarınız, yatağınızı
yabancılardan korumaları, istemediğiniz kimseleri evinize almamalarıdır.
Onların sizin üzerinizdeki hakları ise, giyim-kuşam ve yeme-içme konularında kendilerine iyi imkânlar sağlamanızdır.”14
“Mümin bir kimse eşine kin beslemesin.
Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.”15
Eşlerinden dayak yiyen birçok hanım, durumların Hz. Peygamber’in eşlerine arz ettiler. Hz.
Peygamber de şöyle buyurdu: “Birçok kadın Muhammed âilesine gelerek kocalarını şikâyet ediyorlar. Hanımlarını döven o kimseler, sizin hayırlınız değildir.”16
Hz. Peygamber, eşlerini döven erkekleri azarlıyor ve şöyle buyuruyor: “Sizden biriniz, eşini
köleyi döver gibi dövmeye kalkışıyor. Belki de
akşam onunla aynı yatakta yatacaktır.”17
Beyefendi oğlum!
Yukarıdaki âyet-i kerîmede ve hadîs-i şerîfte
geçen “onları (hafifçe) dövün” sözünü şöyle anlamalıyız: Kadının, evlilik sorumluluklarını yerine getirmemek, kocasının haklarını gözetmemek, onun
kişilik ve onurunu zedeleyici tavırlar sergilemek
veya iffet ve nâmûsunu tehlikeye sürükleyebilecek
durumlara düşmek gibi olumsuz davranışlara girmesi halinde, âile yuvasının devamını sağlamaktan
birinci derecede sorumlu olan kocanın, içine düştüğü mecbûriyetten dolayı bazı tedbirlere başvur8
ması elbette doğaldır, tabiîdir. Bu tedbirler, zaman,
mekân, sosyal şartlar ve muhâtaba göre farklılık
gösterebilir. Âyette ve hadîste son seçenek olarak
zikredilen dövme meselesi de çok istisnâî bir tedbirdir. Böyle bir tedbirin fayda getirmeyeceği, tam
tersine zarar getireceği bilinen durumlarda, İslâm
âlimleri, kesinlikle bu seçeneğe başvurulmaması
konusunda söz birliği etmişlerdir.
Beyefendi oğlum ve hanımefendi kızım!
Sizin her ikinize de, misâfirlerinizi güler yüzle
karşılamanızı, onlara bolca ikrâmlarda bulunmanızı
ve onları iyi bir şekilde ağırlamanızı tavsiye ederim.
Çocuklarınıza da misâfir karşılamayı ve onlara hizmet etmeyi öğretin. Kızınız bayan misâfirlerle, oğlunuz da erkek misâfirlerle ilgilenmeyi ve onlarla
sohbet etmeyi öğrensin. Beyefendi oğlum! Sen,
eşin tarafından gelen misâfirlere çok yakınlık göster ve onlarla çok yakından ilgilen ki, eşin de senin
tarafından gelen misâfirlerle daha yakından ilgilensin ve onlara senden daha çok hizmet etsin.
Her ikiniz de bilmiş olun ki, misâfiri bol olan evlerin
bereketi de bol olur. Misâfir ağırlamanın ne kadar
güzel bir iş olduğunu daha iyi anlamak için hep birlikte Hz. Peygamber efendimize kulak verelim ve
onu can kulağı ile iyi dinleyelim. Bakınız! O yüce
peygamber ne buyuruyor:
“Allah’a ve âhiret gününe îmân eden
kimse misâfirine ikrâm etsin. Allah’a ve âhiret
gününe îmân eden kimse akrabasına iyilik etsin. Allah’a ve âhiret gününe îmân eden kimse
ya faydalı söz söylesin veya sussun.”18
“…Misâfirlik üç gündür. Misâfiri üç günden fazla ağırlamak ise sadakadır.”19
Beyefendi oğlum ve hanımefendi kızım!
Sizin her ikinize, komşularınıza da karşı çok
iyi davranmanızı tavsiye ederim. Çünkü, komşularımıza karşı iyi davranmak bizim hem insânî görevimiz hem de dînî bir vecîbemizdir. Bu konuda
sevgili peygamberimiz şunları buyurur:
“Cebrâil bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya
mirasçı kılacak sandım.”20
“ Ey Ebû Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy. Sonra da komşularını gözden
geçir ve gerekli gördüklerine güzel bir şekilde
sun!”21
“Yapacağı kötülüklerden komşusu güven
içinde olmayan kimse cennete giremez.”22
9
Ağustos 2009
“Ey müslüman kadınlar! Komşu hanımlar
birbiriyle hediyeleşmeyi küçümsemesin! Alıp
verdikleri şey basit bir şey olsa bile!”23
“Sizin en hayırlınız çevresi ile iyi geçinen
ve çevresinin de kendisi ile iyi geçindiği kişidir.”27
Hanımefendi kızım!
“Allah’a ve âhiret gününe îmân eden
kimse komşusunu rahatsız etmesin.”24
“Allah’a ve âhiret gününe îmân eden
kimse komşusuna iyilik etsin.”25
“Yüce Allah’a göre arkadaşların hayırlısı,
arkadaşına faydalı olandır. Yine Yüce Allah’a
göre komşuların hayırlısı, komşusuna faydalı
olandır.”26
Hanımefendi kızım!
Doktorlar her türlü hastalığa çare bulmaya
çalışıyorlar, ama iki hastalık var ki, bunların bir türlü
çaresi bulunamadı. Sana, bu iki hastalığa yakalanmamanı tavsiye ederim. Bunlardan biri huysuzluk, diğeri de özenti hastalığıdır. Huysuzluk, yani
geçimsizlik sana yakışmaz. Eşinle ve çevrenle çok
iyi geçinmeni tavsiye ederim. Bizim peygamberimiz
bu konuda şöyle buyurur:
Ağustos 2009
Huysuzluk, sahibini yiyip bitiren bir illettir. Atalarımız “Keskin sirke küpüne zarar verir” demişler.
Ne kadar da doğru demişler! Gerçekten öyledir.
Huysuz ve geçimsiz insanları hiç kimse sevmez. Bu
gibi insanlar toplum tarafından dışlanır, yalnız kalır
ve rahatsız olurlar. Bu sebepten dolayı ben sana
herkesle iyi geçinmeni tavsiye ederim.
Hanımefendi kızım!
Özenti hastalığı, zoraki başkalarına benzeme
hastalığıdır. Bunun da ilacı ve çaresi yoktur. Bu
hastalığa yakalananlar, başkalarında gördükleri her
şeye heveslenir ve onları taklid ederler. Başkaları
gibi giyinmeye, başkaları gibi yemeye ve içmeye
özenir; kendilerini unuturlar. Bu da çok kötü bir
hastalıktır. Bu hastalığa yakalanan da iflah olmaz.
Başkalarında gördüğün şeylerden dolayı eşini rahatsız etme. “İlla onlardan ben de isterim” diye
adamı sıkboğaz etme. Ev eşyasının çokluğu ile, gi10
yim-kuşam ile huzur olmaz. Huzur, insanın içindedir. Başkalarına benzeme hastalığına yakalanan,
huzuru kaybetmiş demektir. Sana, kendin olmayı,
özün olmayı ve kendine benzemeyi tavsiye ederim.
Bak, o zaman nasıl rahat edeceksin!
Beyefendi oğlum!
Biz, bu dünyaya cenneti kazanmak için geldik. Yüce Allah, bizim hepimizi cennete dâvet ediyor. Bilmiş ol ki, cennete giden yol dünyadan geçer.
Dünyanın merkezi de evdir.Evini cennet köşelerinden bir köşe haline getiremeyenlerin öbür dünyada
cennete girmeye hakları yoktur. Evini, sen cennet
köşelerinden bir köşe haline getireceksin. Çünkü,
evin reîsi sensin. Şimdi ben, sana bunun formülünü
vereceğim. İki maddeden ibâret olan bu formüle
iyice kulak verecek ve bunu uygulayarak evini cennet haline getireceksin. İyi dinliyorsun değil mi?
çok da evdedir. Çünkü evde onun cennet hûrisi ve
cennet meyveleri vardır. Bunu sağlayan bir erkek,
dinlenmek için tatile çıkmaz, eğlence yerlerine gitmez. Çünkü onun evi, gidebileceği her yerden daha
güzeldir. Ben, sana işte böyle bir yuva kurmanı
tavsiye ediyorum. Böyle bir yuvan olursa, balığın
suyun içinde rahat ettiği gibi rahat edersin. Böyle bir
yuvan olmazsa, sudan çıkmış balık gibi çırpınır durursun. Sana ve eşine duâ ediyorum. Rabbim yâr
ve yardımcınız olsun. Allah’ım dünyanızı ve âhiretinizi mâmur eylesin… (Âmin!)
....................................................................................................................
1 Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de konu ile ilgili olarak şöyle buyurur: “İçinizden bekâr olanları, kölelerinizden ve câriyelerinizden iyileri (durumu nikâha müsâid olanları) evlendirin.
Eğer (evlendireceğiniz bu kimseler) yoksul iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (Kur’ân-ı Kerîm, en-Nûr sûresi, 24/32)
2 Rasûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde konu ile ilgili olarak şöyle buyurur: “Nikâh benim sünnetimdir. Kim, benim sünnetimle amel etmezse benden değildir. Evleniniz, çünkü
Formülün birinci maddesi şu: Eşine dünya
güzeli ve cennet hûrisi gözüyle bakacaksın. Yani
her erkek kendi eşini dünya güzeli ve cennet hûrisi
olarak görecek. Bak yavrum! Bütün hanımlar güzeldir. Hanımlar çiçek gibidir. Çiçeklere bir bak.
Lâle var, sümbül var, menekşe var, papatya var,
daha nice çiçekler var. Bunların birinin rengi güzel,
birinin kokusu güzel, birinin görüntüsü güzel… Yani
hepsi güzel. Hanımlar da böyledir. Üstad Bedîüzzaman hazretleri: “Güzel bakan güzel görür.” der.
Gerçekten öyledir. Eşine nasıl ve ne niyetle bakarsan öyle görürsün. Ben, sana diyorum ki, ona
dünya güzeli ve cennet hûrisi olarak bak. Bu gözle
bakarsan Allah da onu sana öyle gösterir. Sen de
eşini daha çok sever ve evine bağlanırsın. Tabiî,
eşine dünya güzeli olarak bakabilmen için gözünü
bütün kadınlara kapatman gerekir. Sana, harama
bakmamanı tavsiye ederim. Harama bakmadan
yaşarsan hem gönlünde hem de evinde huzur bulursun. Söz dinlemez harama bakarsan bu dünyada
huzursuz olur, öbür dünyada da yanarsın.28 Şunu
bileceksin ki, eşinin dışındaki bütün kadınlar senin
anan, bacın ve kızındır.
ben (kıyâmet gününde) diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim. Kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Evlenme gücü bulamayan da oruca devam etsin. Çünkü
oruç, onun için (harama karşı) bir kalkandır.” (İbn Mâce, Nikâh 1)
Rasûlullah (s.a.v.) bir başka hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurur: “Ey gençler topluluğu!
Sizden kimin evlilik yükümlülüklerine gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik gözü ve ırzı harama karşı daha fazla koruyucudur. Kimin evlenmeye gücü yetmezse oruca devam etsin.
Çünkü oruç onun için bir kalkandır.” (Buhârî, Nikâh 2; Müslim, Nikâh 1; Ebû Dâvûd, Nikâh 1; Tirmizî, Nikâh 1)
3 Kur’ân-ı Kerîm, en-Nisâ sûresi, 4/34., 4Buhârî, Nafakât 1; Müslim, Vasiyyet 5., 5 Yüce
Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana duâ edin ki, duânızı kabul edeyim.” Kur’ân-ı Kerîm, el-Mü’min (el-Ğâfir) sûresi, 40/60. “Rabbinize yalvara
yakara ve sessizce duâ ediniz Çünkü O, haddi aşanları sevmez.” Kur’ân-ı Kerîm, el-A’râf
sûresi, 7/55. “Kullarım beni sana sorduklarında, (bilsinler ki) ben onlara çok yakınım. Bana
duâ edenlerin duâlarını kabul ederim.” Kur’ân-ı Kerîm, el-Bakara sûresi, 2/186. “Darda kalanların, kendisine yalvardıkları zaman duâsını kabul eden ve onları sıkıntıdan kurtaran
kim?”
6 Müslim, Birr 144; Ebû Dâvûd, Libâs 24., 7 Tirmizî, Birr 36., 8 Buhârî, Edeb 34; Müslim, Zekât 66., 9 Buhârî, Cihâd 128; Müslim, Zekât, 56., 10 Bu konuda Sevgili Peygamberimizin birçok tavsiyesi vardır. Onlardan birkaçı şöyledir: “Kocasını memnun ederek ölen
kadın cennetliktir.” (Timizî, Rada’ 10; İbn Mâce, Nikâh 4) “Kadınların en hayırlısı, kendisine baktığın zaman seni sevindiren, emrettiğin zaman sana itaat eden ve senin yokluğunda kendisini ve senin malını koruyan kadındır.” (Ebû Dâvûd, Zekât 32; İbn Mâce, Ni-
Formülün ikinci maddesi de şu: Çocuklarına,
Allah armağanı ve cennet meyvesi olarak bakacaksın. Evet, çocuklar cennet meyvesidir. Onlar,
evimizin gülüdür; gözümüzün nûrudur. Onlar, bizim
geleceğimizdir, istikbalimizdir. Onları gözümüz gibi
korur, canımızdan daha ileri derecede severiz. Onlar, evimizin ve hayatımızın neşe kaynağıdır; ağzımın tadıdır. Bak şimdi yavrum! Bir erkek bu formülün iki maddesini de uygularsa, onun evi cennet
köşelerinden bir köşe olur. Evi cennet köşelerinden
bir köşe olan erkek, dışarılarda boş vakit geçirmez. O, ya iştedir, ya câmidedir veya evdedir. Daha
kâh 5) “Kadınların, kocalarıyla iyi geçinip onların hoşnutluğunu kazanmaları, erkeklerin
yaptığı birçok nâfile ibâdete denktir.” (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 19), 11 Kur’ân-ı Kerîm,
en-Nisâ sûresi, 4/19., 12 Kur’ân-ı Kerîm, en-Nisâ sûresi, 4/34., 13 Tirmizî, Radâ 11. , 14
İbn Mâce, Nikâh 3. , 15 Müslim, Radâ 61., 16 Ebû Dâvûd, Nikâh, 42., 17 Müslim, Cennet 49; İbn Mâce, Nikâh 51. , 18 Buhârî, Edeb 31; Müslim, Îmân 74. , 19 Buhârî, Edeb
31; Müslim, Lukata 14., 20 Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr 140, 21 Müslim, Birr 143, 22 Müslim, Îmân 73., 23 Buhârî, Hibe 1. , 24 Buhârî, Edeb 31; Müslim, Îmân 74.
25 Müslim, Îmân 77., 26 Tirmizî, Birr 28., 27 Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 400., 28 Yüce
Allah, şöyle buyurur: “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar.” (Kur’ânı Kerîm, en-Nûr sûresi, 24/30). “Allah, gözlerin hâin bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.”
(Kur’ân-ı Kerîm, el-Mü’min (el-Ğâfir) sûresi, 40/19).
11
Ağustos 2009
Mehmet TALU
RAMAZAN AYINI İYİ
DEĞERLENDİRELİM
Yüce ALLAH’ın lütfu ile sağlık ve
esenlik içinde, Müslümanlar olarak
arınma ve yenilenme bilincimizin tazelendiği, ferdi hayatta dindarlığın, sosyal hayatta huzur, dayanışma ve
kaynaşmanın yoğun olarak yaşandığı,
manevi derecesi çok yüksek ve kazancı pek büyük olan af, mağrifet ve
bereket mevsimi yeni bir Ramazan
ayına ulaşmış bulunuyoruz, elhamdulillah…Hepimize mübarek olsun!
Ramazan! Mübarek ay... Hoş
geldin! Evlerimize, yüreklerimize, dünyamıza şeref verdin. Semadan yere
inen meleklerin kanadında gelen rahmet ve bereketi yağdır üzerimize.
Dualarımız arşa ulaşsın. Gözyaşlarımız temizlesin bizleri. Ramazan! Mübarek ay... Hoş geldin! Kimsesizlerin
kimsesi, çaresizlerin çaresi, Rabbimizin rızasını getir bizlere. Kelamullahla
arındır yüreklerimizi, zihinlerimizi, Ramazan! Mübarek ay....Mahyalarımızı
nurlandırdığın gibi yüreklerimizi de
nurlandır. Bayrama coşkuyla kavuştur
Ağustos 2009
12
bizleri. Bayram edenlerden, bayramı
bayram gibi yaşayanlardan eyle bizleri. Rabbimizin ikramı bayramı hak
edenlerden eyle bizleri. Ramazan!
Hoş geldin! Evlerimize, yüreklerimize,
dünyamıza şeref verdin! Mübarek Ramazan-ı Şerif geldi. Hoş geldi, safâ
geldi. Başımız gözümüz üstünde yeri
var.
Yüce ALLAH'ın engin rahmet,
mağfiret ve bağışlamasının diğer zamanlara göre daha fazla olduğu, sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın
güzel örneklerinin verildiği Ramazan
Ayına bir kez daha erişmenin, sahura
kalkarak bu ayın manevi atmosferine
girmiş olmanın mutluluğunu yaşıyoruz.
Maddi ve manevi sayısız güzelliklerin yaşandığı ve yapılan amellerin
mükafatlarının sınırsız olarak verildiği
Ramazan ayına tekrar kavuşmanın
sevincini yaşıyoruz. Kendi ailemizin
nafakası ile birlikte ihtiyaç içerisinde
bulunan insanların yokluklarıyla da ilgilenmenin
verdiği hazzı tadıyoruz. Rahmet ve merhamet ayı
olan Ramazan'da hem gönül soframızı, hem ocağımızı insanlara açmak suretiyle paylaşmanın ve
yoklukta var olmanın mutluluğunu taşıyoruz.
Bu mübarek ayın geceleri de, gündüzleri de
çok iyi değerlendiril-meli, elden geldiğince ibadete,
hayır ve hasenata ağırlık verilmelidir. Çünkü, çok
kârlı bir uhrevî kazanç mevsimidir.
Ramazan ayı, rahmet, mağfiret ve kurtuluş
ümidinin tazelendiği, ibadet ve nefis muhasebesi
ile gönüllerin arındığı, yardımlaşma, dayanışma,
birlik ve beraberlik ruhunun canlanarak ayrı bir sosyal bütünleşmenin yaşandığı müstesna bir zaman
dilimidir. Eriştiğimiz bu Ramazanın ayının, her bir
mü’min için getirdiği rahmet, mağfiret ve kurtuluş
müjdesinden bütün mü’minlerin ve insanlığın hissedar olmasını; bütün milletimize, İslâm âlemine ve
insanlığa hayırlar getirmesini Yüce Rabbimizden
niyaz ediyorum. Teravih namazları, iftar sofraları,
okunan mukabeleler, davetler vb. davranışlar ile
adeta "Sosyal Barışın" da sembolü olan Ramazan
ayımızı tebrik eder, bütün güzelliklerin hepimizin olmasını temenni ederiz.
Yıl içerisinde gönüllerin yumuşadığı, rahmet
kapılarının açıldığı geceler, günler ve aylar vardır.
İşte bunlardan biri de Hz. Peygamber (S.A.V.)Efendimizin "Evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu
cehennemden azad olmaktır."1 diye haber verdiği Ramazan ayıdır. Bu bakımdan Ramazan ayı;
bir müjdeleme, bir uyarma, bir toparlanma, bir daha
iyiye gitme ayıdır.
Bu ay, öğrenmek, anlamak ve gereklerini yerine getirmek üzere okuyan herkesin zihninde ve
kalbinde farklı, kalıcı ve derin izler bırakan yeryüzünde en çok okunan Kur'an-ı Kerim'in indirildiği;
ve aynı zamanda nimetlerin kadrinin bilinmesine
vesile olan, insanda şükran hisleri uyandırarak,
yoksulların çaresizlerin halinden anlama şuuru
veren ve maddenin esaretinden kurtararak “sabır”
denilen en yüksek ahlaki bir meziyete eriştiren bir
ibadet olan oruç ibadetinin farz kılındığı bir aydır.
Ramazan sabır ve tahammül ayıdır. Bu ayda öfkelenmeyelim, kimsenin kalbini kırmayalım. Haklı da
olsak, bazı haklarımızdan vaz geçelim, fitne ve
fesat çıkmasını önleyelim.
Öyle bir güzel bir aya kavuştuk ki, kıymetini
bilenlere ne mutlu!.. İçinde, İslâmın en mühim farzlarından biri olan Oruc'un bulunduğu Ramazan Ayı,
dinî hayatımızda çok ehemmiyetli, müstesna bir
yere sahip. Her Müslümanın onun kıymetini bil-
mesi, feyiz ve bereketinden istifade etmesi, akıl,
zekâ ve inancının gereği, manevî yönden yücelmesinin de en önde gelen şartlarından biri.
Ramazan Ayı diğer aylara nispetle dinî ve
sosyal hayatımızda çok önemli bir yere sahiptir. Bu
ayın ulviyeti; Kur'an-ı Kerim’in bu ayda inmiş olması, onu diğer aylardan daha hayırlı kılan "Kadir
Gecesi"nin bu ayın içinde bulunması, bu ayda tutulan orucun bir arınma ve takva vesilesi olması,
kulun ALLAH'a olan iman ve bağlılığını bu ibadet
vasıtasıyla kendi nefsinde yaşayarak tecrübe edebilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu hakikati
Kur'an-ı Kerim bize şöyle bildirmektedir:
“Ramazan ayı öyle bir aydır ki, onda
Kur'an-ı Kerim, insanlara sırf bir hidayet ve
Hakk'a ileten dosdoğru yolun ve hak ile batılı
ayırt eden hükümlerin apaçık delilleri olarak indirildi. Artık sizden her kim o Ramazan ayına
erişirse onun orucunu tutsun. Ve her kim de
hasta olur veya sefer-yolculuk halinde bulunur
da orucu tutamaz sa, tutamadığı günler sayısınca, diğer günlerde oruç tutar. ALLAH Teâlâ,
size kolaylık diler, size güçlük istemez. Kolaylık
istemesi o sayıyı kaza borcunuzu ikmal etmeniz, tamamlamanız ve sizi hidayete erdirdiği,
muvaffak kıldığı o şeyden dolayı ALLAH Teâlâ'yı tek¬bir etmeniz, yüceltmeniz içindir. Ve
taki şükredici olmanızı ümit edebilesiniz."2
ALLAH Teâlâ Hazretleri, bu ayeti celilesinde
oruç ayı olan Ramazan-ı şerifi diğer aylar arasından özellikle medhetmektedir. Şöyle ki: Mevla
Teâlâ, Ramazan-ı şerifi diğer aylardan, Kur'an-ı Kerim'i o ayda indirmekle seçtiğini beyan etmiştir.
Diğer peygamberlere indirilen ilahi kitapların da bu
ayda indirildiği hususunda rivayetler vardır.
Ramazan ayı ayların efendisidir. Kur'an-ı Kerim'in inişi bu ayda başlamıştır. Ramazan ayı ALLAH'a itaat ve ibadet, iyilik ve ihsan, mağfiret,
rahmet ve rıdvan ayıdır. Ramazan ayı içinde, bin
aydan hayırlı olan Kadir gecesi bulunmaktadır. Ramazan ayı mü'min kulun din ve dünya işlerinin düzeltilmesine yardımcıdır. Ramazan ayı duaların
çokça kabul edildiği bir aydır.
Selman-ı Farisi (R.A.)den rivayete göre, Resûlullah (S.A.V) Efendimiz, Şaban-ı şerifin son
günü hutbe okuyarak şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Çok büyük ve mübarek bir
ay sizi gölgeledi, gelmesi çok yaklaştı. O, kendisinde bin aydan daha hayırlı Kadir gecesi bulunan bir aydır. ALLAH Teâlâ, onun orucunu
13
Ağustos 2009
farz, gecesinin kıyamını, Teravih namazının kılınmasını da nafile kıldı. Her kim, onda bir hayırla ALLAH'a yaklaşırsa, nafile bir ibadet
yaparsa, diğer aylarda bir farz eda etmiş gibi
olur. Onda bir farz işleyen ise, diğer aylarda yetmiş farz eda etmiş gibi olur. O, sabır ayıdır; sabrın karşılığı ise cennettir. O, iyilik ayıdır; o,
kendisinde müminin rızkı artan bir aydır. Her
kim, onda bir oruçluyu iftar ettirirse, günahlarına mağfiret ve kendisinin cehennemden kurtulmasına
vesile
olur
ve
oruçlunun
mükafatından bir şey eksiltilmeksizin, iftar ettirene de onun bir misli verilir. Dediler ki:
- Ya Resûlellah! Hepimiz, oruçluya iftar ettirecek bir şey bulamaz ki… Bunun üzerine Resûlullah (S.A.V)Efendimiz şöyle buyurdu:
- ALLAH Teâlâ; bir hurma, bir yudum su
veya süt ile oruçluyu iftar ettirene de bu sevabı
verir.3 O, bir aydır ki, başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden azad olmaktır. O
ayda her kim kölesinin, işçisinin işini-yükünü
hafifletirse,azaltırsa; ALLAH da onu mağfiret
eder ve cehennemden azad eder.O halde, onda
dört şeyi çokça yapınız. Bunların ikisiyle Rabbinizi razı edersiniz, diğer ikisine de mutlaka
muhtaçsınız. Rabbinizi kendisiyle razı edeceğiniz iki şey: La ilahe illALLAH kelime-i tevhidini
söylemeniz ve O’na istiğfar etmenizdir. Mutlaka
onlarsız duramayacağınız diğer ikisi ise: ALLAH'tan cennet isteyip cehennemden ona sığınmanızdır. O ayda her kim, bir oruçluyu
doyurursa; ALLAH Teâlâ da ona, benim Kevser
havzımdan öyle bir içirirki, cennete girinceye
kadar bir daha susamaz. ”4
Bu hadis-i şeriften anlaşılıyorki: İnsan Ramazan ayında rahmete giriyor. Yani, şimdi biz
ALLAH'ın rahmeti içinde yüzüyoruz elhamdülillâh...
Suçluyuz, günahkârız, yüzümüz kara, mâzimiz karanlık... Eksiğimiz kusurumuz çoktur amma, oruç
tuta tuta ayın ortasında ALLAH günahları mağfiret
ediyor. Ramazanın sonu da cehennemden âzad olmaktır. “Ey kulum, sen ramazanı tuttun, ben
seni affeyledim, mağfiret eyledim, cehenneme
de atmayacağım; hadi bakalım âzâd oldun!" diyecek ALLAH Teâlâ Hazretleri. Kime? Tabii ki Ramazanı güzel geçirenlere...
Rabbimizi râzı edeceğimiz, Rabbimizin rızâsına ereceğimiz iki iş nedir: “La ilahe illALLAH”
kelime-i tevhidini çokça söylemek. İkincisi de, ikinci
olarak yapılması gereken, istiğfar etmektir. Demek
ki, bu Ramazan ayında ne yapacağız?.. "Lâ ilâhe
illALLAH"ı çok söyleyeceğiz; bir... Estağfirullah'ı
Ağustos 2009
çok söyleyeceğiz, ikii.. Kendisinden müstağni kalamayacağımız öteki iki iş: ALLAH'tan cennetini istememiz
ve
cehennemden
ALLAH'a
sığınmamızdır. Tamam, bunu da yaparız: "Yâ
Rabbi, bizi cennetine dahil eyle!.. Yâ Rabbi bizi
cehenneminden âzâd eyle!.." diye de çok dua
edeceğiz.
İmam Rabbani (K.S.) Hazretleri, mektubatında şöyle buyuruyor:
"Bilinmelidir ki, Ramazanı şerif ayı çok
büyük bir aydır. Bu ayda, namaz, zikir, sadaka
gibi, yapılan her nafile ibadet Ramazanın dışında yapılan bir farzı edaya denktir. Bu ayda
bir farz eda eden ise, diğer aylarda yetmiş farz
eda etmiş gibidir. Kim bu ayda bir oruçluyu iftar
ettiririse, günahları affolur, boynu cehennemden azat olur ve iftar ettirdiği kişinin ecrinden
bir şey eksilmeden, bir mislini de iftar ettiren
alır.
Bu ayda, kölesinin ve işçisinin işini hafifleteni ALLAH Teâlâ affeder ve cehennemden
azat eder. Ramazan ayı girdiğinde Resûlullah
(S.A.V.) Efendimiz, bütün esirleri salar ve isteyene izin verirdi. Bu ayda hayırlara muvaffak
olan kişiye, senenin tamamında Allâh Teâlâ'nın
muvaffak kılması refik yani yoldaş olur. Bu ay,
huzuru kalp olmaksızın, dağınıklık üzere geçerse bütün sene dağınıklık üzere geçer. O
halde bu ayı ganimet bilerek bunda huzuru
kalbi kazanmaya çok çalışmak lazımdır.
ALLAH Teâlâ, Ramazan ayının gecelerinden herbirinde cehenneme girmeğe layık
olmuş kişilerden binlercesini mağfiret eder ve
bu ayda cehennem kapıları kapanır, şeytanlar
zincire vurulur, rahmet kapıları açılır. İftarı acele
yapıp sahuru geç yapmak sünnetlerdendir.
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, bu hususta
çok mübalağa göstermiştir. Çünkü bu hal, ihtiyacı ortaya koymaktan ibarettir ki kulluk makamına da bu yaraşır. Hurma ile iftar etmek de
sünnettir.
Teravih namazını eda etmek ve bu ayda
Kur'an-ı Kerim'i hatmetmek, sünneti müekkede
yani kuvvetli sünnetlerdendir ve çok büyük bereketler kazandırır. ALLAH Teâlâ, bizi Habibi
hürmetine muvaffak eylesin. Amin!"
ALLAH Teâlâ, bizi böyle bir aydaki hayır ve
bereketlere muvaffak kılsın ve bizi en büyük bir nasiple merzuk eylesin. Amin!..
14
Ramazan-ı şerif ayı, çok büyük bir aydır. Bu
ayda: Namaz, zikir, sadaka gibi, yapılan her nafile
ibadet, Ramazanın dışında yapılan bir farzı eda etmeğe denktir. Diğer aylardaki iyilik ve ibadetlere
bire on, bire yüz sevap sözkonusu olurken, Ramazan ayında durum aynı değil. Onda yapılan tüm iyilik ve ibadetler için bire yedi yüz ve daha
fazlasından başlayan sevaplar. Bunun içindir ki zekatlar da, fitreler de diğer bütün ibadetler ve iyilikler de bu ayda daha çok yerini bulur.
Zira Ebu Mesut el-Gifari (R.A.) den rivayete
göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
"Eğer kullar, Ramazan'da neler olduğunu
bilseydiler, elbette ümmetim, bütün senenin
Ramazan olmasını temenni ederdi" buyurdu.5
Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
"Ümmetime, Ramazanı şerif ayında beş haslet yani özellik verilmiştir ki, onlar kendilerinden
evvel hiç bir ümmete verilmemiştir.
a- Oruçlunun ağız kokusu ALLAH indinde misk
kokusundan daha hoştur.
b- İftar edinceye kadar melekler onlar için istiğfar eder.
c- ALLAH Teâlâ her gün cennetini süsler, sonra
ona hitaben: Yakında salih kullarım, kendilerinden
sıkıntı ve eziyetleri atıp sana varacaklar, buyurur.
d- O ayda azgın şeytanlar zincire vurulur. Binaenaleyh başka ayda yaptıklarına o ayda ulaşamazlar.
e- Ramazanı şerifin son gecesinde, oruç tutan
kullar affolunurlar.
- O zaman, ya ResûlALLAH! O gece Kadir gecesi midir? diye sorulunca, Resûlullah (S.A.V.)
Efendimiz:
"Hayır! Lakin çalışan kişiye ücreti, işini bitirdiği zaman verilir." buyurdu."6
Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz buyurdu ki: "Ramazan
ayının birinci gecesi olunca, şeytanlar ve cinlerin şirretleri zincire vurulur. Cehennemin kapıları kapatılır ve hiç bir kapısı açılmaz. Cennetin
kapıları açılır ve hiç bir kapısı kapatılmaz ve bir
münadi: Ey hayır dileyen! Hakka ibadete gel!
Ey şer dileyen! Günah işlemekten vazgeç, artık!
diye çağırır. ALLAH'ın bu ayda, iftar saatlerinde
cehennemden azat ettiği nice kimseler vardır
ve bu, her gecedir." 7
Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
"Beş vakit namaz, bir cuma diğer cumaya
kadar, Ramazan da diğer Ramazana kadar
büyük günahlardan sakınıldığı takdirde aralarındaki gühahlar olurlar."8 buyurdu.
Mübarek Ramazan-ı şerif ayı, bütün hayırları
ve bereketleri kendinde toplamıştır. Bu ayda hayırlara muvaffak olan kişiyi, senenin tamamında
ALLAH Teâlâ muvaffak kılar. Her kim bu ayı huzuru
kalple geçirir ve bu ayın hayır ve bereketlerinden
nasibini alırsa, senenin tamamını huzuru kalple geçirmeğe muvaffak olur ve bu ayda bulunan bütün
hayır ve bereketlere nail olur. Bu ay, kalp huzuru
olmaksızın, dağınıklık üzere geçerse bütün sene
dağınıklık üzere geçer. O halde bu ayı ganimet bilerek bunda kalb huzurunu kazanmaya çok çalışmak lazımdır.
Ramazan ayı, Kur'an-ı Kerîm'ın emri olan:
Nefsi Tezkiye, Ahlakı Tehzib, Rezaili Tasfiye Ve
Fezaili Tekmil'in pratikteki yolu ve çaresidir. Ramazan ayında, oruç tutarken, Müslümanların hiç
unutmamaları gereken başlıca hakikat işte budur.
Oruç asla, sadece yeme-içmeden kesilmekden
ibaret değildir; bilakis her Müslüman, orucun nefsi emmareyi yenme, iradeyi kuvvetlendirme ve neticede takvâyı kendine hâl edinme ana gayesine
hizmet eden bir idman ve egzersiz olduğunu daima
göz önünde tutmalıdır. Mü’minlere erdem ve olgunluk kazandıran, diğer bir ifadeyle ruhu besle
mek için bedenlerin aç bırakıldığı Ramazan
ayında nefsâni arzular değil, insani mezi yetler öne
çıkmalıdır. Demek ki oruçtan hedef takvadır.
Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
"Ey iman edenler! Oruç tutmak, sizden önceki ümmetler üzerine yazılıp farz kılındığı gibi,
sizin üzerinize de yazılıp farz kılındı. Bu, öteden
beri uygulanan ilâhi bir kanundur. Taki oruç sebebiyle günahlardan sakınmanızı, müttekî olmanızı ümid edebilesiniz. Oruç sayesinde
nefsinize ve şehvetlerinize hâkim olma alışkanlığını elde ederek günahlardan, tehlikelerden sakınıp takva mertebesine erebilesiniz.9
Bu ayet-i kerimeden anlaşılıyor ki: Bütün ibadetlere ve bilhassa oruca devam etmekten takva
meydana gelir, yani bütün ibadetlere devam, sahibine takvayı, ALLAH korkusunu, ALLAH saygısını
kazandırır. O halde ibadetsiz kişilerden takva beklenemez. Zira takva, ibadetin mahsulüdür. Takvayı
kazandıramayan oruç ve diğer ibadetler ALLAH
Teâlâ katında makbul değildir. Nitekim Ebu Hureyre
(R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz:
15
Ağustos 2009
“Oruç tutan nice insan vardır ki, ellerine
geçecek olan sadece açlık ve susuzluk çekmektir. Teheccüd namazını kılan nice insan vardır ki, kârları sadece uykusuzluktur.10
buyurmuşlardır.
Orucun dünyaya bakan sayısız faydaları olabilir. Oruç bedenin yılda bir kez bakıma alınmasıdır.
Vücudun kendisini yenilemesidir, sinir sisteminin
düzelmesidir, midenin dinlenmesidir, abur cubur
yeme alışkanlıklarının düzenlenmesidir, sabır eğitimidir, fakirlerin halinin anlaşılmasıdır, toplumsal
birlik ve beraberlik eğitimidir, sağlığın ve nimetlerin
bir şükrüdür, vs… Bunların hepsi doğrudur ve orucun sadece dünyaya bakan daha pek çok faydası
vardır. Biz onların bir kısmını bilebiliyoruz bir kısmını ise hala anlamamış olabiliriz. Bunlar da doğrudur. Ama oruç tutmanın asıl amacı bunlar
değildir. Orucu niçin tutmamız gerektiğini bize
orucu farz kılan ayet söylemektedir: " Taki oruç
sebebiyle günahlardan sakınmanızı, müttekî olmanızı ümid edebilesiniz.". O halde bir soru daha
sormalıyız: Takvalı olmak ne demektir? Takva, kelime anlamı ile ‘korunma’ demektir. Ama bir terim
olarak "takva", ALLAH’ın öğrettiği yollarla kişinin
kendisini ALLAH’ın azabından ve gazabından korumasıdır. Görüldüğü gibi "takva", ancak ALLAH’ın
öğrettiği yollarla, yani yapılmasını istediği şeyleri
yapmak, yapılmamasını istediği şeyleri de yapmamakla olabilir. Bu da bu şeyleri bilmeyi gerektirir.
Öyleyse takva bilgisiz olmaz. Şişedeki sıvının asit
olduğunu bilmeyen birisi su yerine onu içebilir ve
helak olur. Takvada da yanlış uygulamalar kişiyi korumaz, bel ki daha kötü durumlara götürebilir.
Takvanın aslı, nefsi hesaba çekmektir. İlim,
ALLAH korkusunu, zühd de gönül rahatlığını meydana getirir. Güzel ahlâk; eziyetlere tahammüldür,
gazabın azlığıdır, rahmetin bol bol gelmesi ve yayılmasıdır, sözün güzelliğidir. Her şeyin bir cevheri
vardır, insanın cevheri de aklıdır. Aklın cev-heri de
sabırdır. Zalim, pişmandır, kendisini insanlar övse
bile. Mazlum ise selamettedir, insanlar tarafından
kötülense bile. Kanaatkâr olan zengindir, aç kalsa
bile. Hırslı ise yoksuldur, servete sahip olsa bile.
Her kim ki nail olduğu nimetten dolayı ALLAH Tealâ’ya şükretmezse o nimetin yok olmasını istemiş
olur.
Oruç tutmanın amacı takvalı olmaktır. Yani
oruç insanı ALLAH’ın azabından ve gazabından
koruyucu bir kalkandır. Orucun asıl gayesi budur.
Ağustos 2009
Bununla beraber orucun dünyaya bakan ve yukarıda değindiğimiz faydaları da küçümsenmeyecek
kadar çoktur. Hatta sadece bu faydaları için bile
oruç tutmaya değer. Ama o zaman da böyle bir
oruç ibadet olmaktan çıkar. Çünkü ibadetler ancak
niyetlerle ibadet olur ve niyetin de ALLAH rızası olması gerekir.
Oruç, ALLAH’ın verdiği helâl nimetleri, sırf
ALLAH rızası için belli bir zamanda terk etmektir.
Oruç, kul olmanın gereği, iman etmenin sonucudur. Oruç, sabretmeyi, direnmeyi, istekler karşısında hür olmayı öğretir. Kişinin en özgür olduğu
an; isteklerine, şehvetine ve kızgınlığına yenilmediği andır. İşte oruç bu özgür iradeye kapı açar.
Oruç, mü’minin duygu ve düşüncelerini inceltir, yardım duygularını artırır, şefkat ve merhamet
ahlâkını geliştirir. Açlık çekmenin zorluğunu gösterir. Fakirleri, zorluk ve darlık çekenleri düşünmeyi
sağlar. Kendini nimetlerde yüzdüren Rabbine şükrünü artırır. Oruç, günahlara karşı perde, Cehennem’e karşı kalkandır.
Aşırı ihtiraslardan uzak bulunmak ve kanaat
sahibi olmak, Ruhun Orucu’dur. Heva ve heveslere
aykırı hareket etmek, Aklın Orucu’dur. Yeme, içme
ve harama karşı perhizkâr olmak ise, Nefsin Orucu’dur.
İnsan oruç sayesinde nefse ve nefsin arzularına hakim olmak melekesini kazanır. Kötü meyillerden, kötü arzulardan, masiyet ve günahlardan,
manevi tehlikelerden sakınır, takva mertebesine
erer. Nefsimizi kötüleyelim. Süleyman Daranî hazretleri (K.S. = ALLAH yüce sırrını takdis etsin) gibi
yapalım. Ne demiş? “Bütün dünya halkı beni kötülemekte bir araya gelseler, benim kendimi kötülediğim kadar kötüleyemezler...” Nefs-i emmâremizin
en büyük düşmanımız olduğunu bilelim. Kibir,
gurur, benlik, büyüklenmek âfetlerinden kaçalım.
Ülkemizin, İslâm dünyasının, insanlık âleminin durumu parlak değildir. Kötü günler yaşıyoruz.
Nice İslâm ülkesinde, kardeşlerimiz öldürülüyor,
yaralanıyor, damları başlarına yıkılıyor. Zulüm,
açlık, sefalet, hıyanet, rezalet, yalan dolan, tufan
gibi dünyayı kaplamış. Bunca fitne ve fesat içinde,
rahat yaşamak mümkün değildir. Üzülelim, toparlanalım, kendimizi, ailemizi, çevremizi, emrimizdekileri ıslah etmek için çalışalım; emr-i maruf ve
nehy-i münker yapalım, ağlayalım, dua edelim. Ba16
kalım bu Ramazan’da ağlayabilecek miyiz bir miktar. Kendimize ağlayalım, Türkiye için ağlayalım,
İslâm dünyasına ağlayalım, insanlığın haline ağlayalım. Günde en az beş-on dakika Türkiye’deki ve
İslâm dünyasındaki Müslüman kardeşlerimizin hali perişanına üzülelim, ağlayalım, geliyorsa gözümüzden yaş akıtalım. Çünkü Müslümanlar
gerçekten perişan durumdadır. Taş kalplilerin gözlerinden yaş çıkmaz ki...
Âhir zamanda bulunduğumuzu bir an bile hatırımızdan çıkartmayalım. Küçük alâmetlerin hepsi,
büyük alâmetlerin bir kısmı zuhur etmiştir. Dünya
fitne, fesat, zulüm, savaş yangınları içindedir. İslâm
dünyasına karşı bir savaş başlatılmıştır. Korkunç
fırtına ve kasırgalar, dehşetli zelzeleler, azgın seller, önüne geleni silip süpüren korkunç deniz dalgaları dünyanın çeşitli yerlerinde büyük felaket ve
facialara yol açmaktadır. İstanbul büyük bir zelzele
beklemektedir. Bizde, İstanbul’da deprem olacağı
biliniyor, yıllardır bekleniyor. Hiçbir tedbir alınmıyor.
İstanbul Teknik Üniversitesi’ne yaptırılan rapora
göre şehirde 40 bin bina yerle bir olacakmış. Her
binada en az on kişi olsa dört yüz bin kişi eder.
Kaldı ki, bazı binalarda 10’dan fazla insan yaşıyor.
ALLAH İstanbul’u ve Türkiye’yi idare edenlere akıl,
fikir, vicdan ihsan buyursun. Amin.
Önümüzdeki karanlık günler için azık hazırlayalım. İçimden bir ses, ileride dindar ve samimî
Müslümanlara büyük zulümler yapılacağını söylüyor. ALLAH’a sığınmak, sadaka vermek, tedbir
almak gerek. Belâ ve felâketleri sadaka ile, dua ile
önlemeye çalışalım. İsyandan itaate, fısk u fücurdan salâha, bid’atten sünnete, cimrilikten cömertliğe, câhillikten ilme, nifaktan ihlasa, şerden hayra
hicret edelim. Gaflet içinde aldatıcı keyifler sürmeyelim. Bu dünyayı kendimize yalancı bir cennet haline getirmek sapıklığına kapılmayalım. Dünya
mihnet, çile, imtihan, deneme yeridir.
Ramazanı nurlu ve feyizli şekilde geçirebilmeyi umud ediyoruz. Oruçlar tutup, teravihler kılıp,
ibadetler ve hayırlar işlemeğe çalışacağız. Kabul
olunmalarını ve hudutsuz sevaplar kazanmayı da
istiyoruz. Ramazan boyu ince hesaplar yaparak,
hiç bir hayrı atlamamaya çalışarak geçecek günlerin ardından, güzel hâl ve hareketlerimizin kabulünün en bariz ve sağlam alâmeti, bu durumun
ramazandan sonra kesilmemesi, aynı hassasiyetin devam edebilmesidir.
Ramazanın ayının gönüllerimize huzur, iftar
sofralarımıza bereket, hayatımıza düzen,yaşantımıza samimiyet ve dindarlığımıza yüksek bir seviye getirmesini Cenab-ı Haktan niyaz ediyorum.
Milletimizin ve İslam aleminin Ramazanını tebrik
ediyor, Yüce ALLAH'tan bu ayın mana ehemmiyetine uygun olarak kulluk görevini yerine getirmek
isteyenlere kolaylıklar sağlamasını, Ramazan ruhunu diğer aylara taşımasını niyaz ediyor, İslam
dünyası için hayırlara, insanlık alemi için hidayete
vesile olmasını diliyorum. Ramazan ayının nefsimiz, ailemiz, milletimiz, ülkemiz ve bütün insanlık
için hayırlara vesile olmasını, bizleri olgunlaştırmasını ve yüceltmesini Cenab-ı ALLAH'tan niyaz
ediyorum.
ALLAHım! Bildiğim tüm dillerde sana dua
etmek istiyorum. Senin bize öğrettiğin tüm şekillerde sana kulluk yapmayı arzuluyorum. Efendimize, ki sevgilindir, sevgilimizdir tüm sevgi dolu
sözcükleri adamak istiyorum. Olan biteni, ki malumundur, arz ediyorum: Madden ve manen büyük
bir buhran yaşıyoruz. Benliğimizi yitirdik, birliğimizi
kaybettik, onurumuzu yitirdik.
Ey Yüce Rabbim! Şüphesiz varlık senin kudret ellerinde. Dilediğin gibi evirir çevirir, dilediğin
şekle sokarsın. Şartları lehimize döndür, bize
maddi ve manevi zaferler nasip eyle.
ALLAHım! Dünyadaki tüm kardeşlerimize
yardım et, bu mübarek Ramazan hürmetine sıkıntılarımızı gider, bize uyanış, kurtuluş ve diriliş bahşeyle. Ve:
"De ki: Dua ve ilticanız olmasaydı, Rabbim
size değer verir, itibar eder miydi?" demeyi
öğrettin bize, bundan cesaret alarak dua ediyoruz,
yalvarıyoruz. Sonsuz gücüne secde ediyoruz, af
diliyoruz. Af Diliyoruz Yâ Rab!..
Bizlere mübarek kıldığın bu Ramazan ayında
“Hüzün Peygamberi”nin, hüzünlü ümmeti olarak
af diliyoruz Sen’den Yâ Rab. Bütün varlığımızla,
her ne kadar affa layık olmasak da; kabulümüzü intizar ediyoruz, kabule layık olmasak da...
...............................................................................
1 Beyhekî, Şuabü’l-İman, 3/305,N0:3608, 2 Bakara suresi: 185, 3 Görülüyor ki; iftarın
mükellef sofralar ve ziyafetler şeklinde düzenlenmesi şart değildir. Bir lokma ekmek,
bir hurma veya bir yudum su ile de olsa aynı sevabı alır. Yeter ki ikramlar, ALLAH rızası
için yapılmış olsun. İftar davetlerinde lüks ve israftan kaçınılmalı ve bu davetlerde
fakirlere de yer verilmelidir., 4 İbn-i Huzeyme; Sıyam; 8; No: 1887; 3/191; Beyhekî,
Şuabü’l-İman, 3/305,N0:3608, 5 İbn-i Huzeyme, Sıyam:7; No:1886; 3/190, 6 Ahmed
b. Hanbel, 2/292, 7 Tirmizi, Savm:1, Nesei: Siyam: 3, İbn-i Mace, Siyam: 2, 8 Müslim; Taharet: 5; No:16, 1/209, 9 Bakara Sûresi:183, 10 İbn-i Mace: Sıyam;21; No:1690;
1/539
17
Ağustos 2009
Talha Hakan ALP
Bazı Hadis Kavramları ve
Hadislere Yaklaşımda
Güncel Problemler
İslamî ilimlerin oluşum ve gelişimi gözden geçirildiğinde, Hz. Peygamber Efendimiz’in sünnetiyle ilgili
çalışmaların başlıca iki alanda temerküz ettiğini söylemek mümkündür.
Bunlar sünneti tespit ve muhafaza çalışmaları ile mevcut sünnet birikimini
anlama, yorumlama ve hayatın muhtelif alanlarına tatbik çalışmalarıdır.
Sünneti tespit ve muhafaza çalışmaları, muhaddislerin öncülüğünde
İslam’ın ilk yıllarından itibaren yürütülmüş, kendi içinde sistemli biçimde
muhtelif dallara ayrılarak geniş bir
alana yayılmıştır. Sünnetin tespiti açısından bakıldığında, bu alanda yapılan çalışmalar her ne kadar ilk
yüzyıllarda tamamlanmış olsa bile,
sonraki yüzyıllarda doğan ihtiyaçlara
paralel olarak, özel alanlara (tahricü’lhadis alanı gibi) kaymak suretiyle olsa
da, günümüze kadar varlığını korumuştur.
Ağustos 2009
18
İkinci alanda icra edilen çalışmalar, kendi içinde tutarlı ve sağlam bir
anlam projesi üzerinden Tefsir, Fıkıh,
Kelam ve Tasavvuf gibi hemen bütün
İslamî ilimleri kapsamaktadır. Mevcut
hadis birikimi, ayetleri tefsir eden müfessir için ne ifade ediyorsa, bir fakîh,
bir mütekellim ve bir sûfî için de aynı
değeri ifade etmiş, anılan ilimlerin sistem ve teferruatının oluşumunda hadisler daima etkin bir mevkie sahip
olmuştur.
Hadisleri tespit ve muhafaza çalışmaları ilk yıllarda yoğun olarak hadisleri zapt (zapt-ı sadr ve zapt-ı kitap)
faaliyeti olarak tezahür etse de, sonraki dönemlerde hadislerin belli kıstaslara göre tasnifi de ilgili çalışmalar
içinde önemli bir yer işgal etmiştir.
Özellikle hicrî üçüncü (ve kısmen dördüncü) yüzyılda bu nevi tasnif çalışmalarında bir artış görülmüştür.
Bu dönemde hadisler, sübût
mertebesine göre Sahih, Hasen ve
Zayıf olmak üzere başlıca üç kısma ayrılmıştır. Nitekim dönemin bazı hadis imamları sadece sahih
hadislerden oluşan kitaplar telif etmişlerdir. Sahihi Buharî ve Sahih-i Müslim bunlar arasından ilk akla
gelen örneklerdir. Yine bu dönemde sahih, hasen
ve zayıf hadislerin hepsini içeren ve daha çok fıkhın temelini oluşturan hadisleri toplama gayesiyle
kaleme alınan “Sünen” tarzı kitaplar telif edilmiştir.
Tirmizî, Ebû Dâvûd ve Nesâî’nin sünenleri bunların
ilk akla gelen örnekleri sayılabilir.
Aynı dönemde özellikle usul ve kelam tartışmaları bağlamında hadislerin Mütevatir ve Âhâd
olmak üzere ikili bir taksime tabi tutulduğuna şahit
olunmaktadır.
Bu yazıda hadis tarihinde geliştirilen bu tasniflerden, belirtilen bu iki tasnif ele alınacaktır. Bu
meyanda önce Mütevatir ve Âhâd, sonra Sahih,
Hasen ve Zayıf hadisler ana hatlarıyla ele alınacaktır. Yine bu yazıda söz konusu hadislerin gerek
tariflerine gerekse hükümlerine ağırlıklı olarak muhaddislerin perspektifi esas alınarak temas edilecektir.[1]
Hadislerin Mütevatir ve Âhâd diye ikiye taksimi temelde rivayetlerin tarik/varyant adedi ile alakalıdır. Sahih, Hasen ve Zayıf diye üçe taksimi ise
hadislerin metin ve senet durumuna bağlı olarak
güvenilirliğiyle alakalı bir taksimdir. Bu bakımdan
söz konusu iki taksim aslında birbirinden ayrı ve
bağımsız taksimlerdir. Bu taksimlerde zikredilen kısımlar da aynı maksime/küllîye ait kısımlar değildir.
Ancak konuya başka açıdan bakarak bu taksimleri birbirlerine eklemek de mümkündür. Şöyle
ki, önce hadisleri tarîk adedine göre Mütevatir ve
Âhâd diye ikiye taksim edip daha sonra Âhâd hadisleri de metin ve sened durumuna bakarak Sahih,
Hasen ve Zayıf diye üçe taksim etmek mümkündür. Bu son taksim şeklini esas alarak konuya ilgili
hadis kavramlarının tarifleriyle girelim.
Mütevatir Hadis: Sözlükte bu kelime, peş
peşe gelmek, ard arda olmak anlamına gelen “tevatür” kelimesinden türemiş bir sıfat ismidir. Kelime
“arka arkaya gelen” anlamında kullanılır.[2] Araplar
yağmur sağanağını ifade için “tevâtera’l-mataru”
ifadesini kullanırlar.
Bir terim olarak mütevâtir kelimesi, örfen,
yalan üzerinde söz birliği etmiş olmalarına ihtimal
verilemeyecek sayı ve keyfiyeti haiz kimselerin/topluluğun rivayet ettiği haber manasındadır. Biraz
daha tafsilata inecek olursak şöyle diyebiliriz. Mütevâtir haber, kaynağından itibaren her tabakasında kalabalık gruplar tarafından rivayet edilen ve
rivayet edenlerin söz konusu haberi uydurduklarına
âdeten/normal şartlarda imkan verilemeyen haberlerdir. Burada şunu da ifade edelim ki, bir haberin
mütevatir olabilmesi onun muhtevasıyla da alakalı
19
Ağustos 2009
Usulcüler bir haberin mütevatir
olabilmesi için genelde dört şart
ararlar:[4]
• Haberi nakleden râviler çok olacak
• Bu çokluk senedin bütün tabakalarında bulunacak
• Genel tecrübe (âdet) bu çokluktaki râvîlerin ilgili haberi uydurmuş
olabileceklerine ihtimal veremeyecek
• Her bir râvî haberi kaynağından
bizzat kendisi duymuş olacak
bir husustur. Haberin muhtevası hissî/duyusal olmalı, bir iş ya da oluş bildirmelidir.[3]Bu bakımdan
Allah’ın varlığı, birliği, kemal sıfatları, âlemin sonradanlığı gibi insan his ve müşahedelerinin ötesinde olan aklî önermelerde tevatürden
bahsedilemez. Nitekim Kelam kitaplarımızın bu konulara hasredilen ilk bahislerinde hadislerle ihticac
edilemeyip yoğun aklî istidlallere yer verilmesi de
bununla alakalıdır.
Usulcüler bir haberin mütevatir olabilmesi için
genelde dört şart ararlar:[4]
• Haberi nakleden râviler çok olacak
• Bu çokluk senedin bütün tabakalarında bulunacak
• Genel tecrübe (âdet) bu çokluktaki râvîlerin
ilgili haberi uydurmuş olabileceklerine ihtimal veremeyecek
• Her bir râvî haberi kaynağından bizzat kendisi duymuş olacak
Mütevâtir Hadisin Kısımları: Mütevatir hadisin lafzî ve manevî olmak üzere iki kısımda mütalaa edildiği bilinen bir husustur. Şöyle ki, bir hadisin
lafzı üzerinde tevatür oluşursa buna “Mütevatir-i
Lafzî” denir. Muhaddisler, Hz. Peygamber Efendimiz’den –aynı lafızla -[5] yetmiş küsur sahabî aracılığıyla nakledilen “Her kim kasıtlı olarak benim
Ağustos 2009
söylemediğim sözü bana isnat ederse cehennemde oturacağı yeri hazırlasın.” hadisini bu kısma
dâhil görür .[6]
Bazen hadisin lafzı âhâd olmakla beraber
manası mütevatir olabilir. Yani bir konu hakkında
muhtelif münasebetlerle birçok sahabî tarafından
çeşitli hadisler rivayet edilir. Bazen lafız itibarıyla
birbirlerinden farklı olan bu rivayetlerin ortak bir
noktası bulunur. Mesela Allah Resulü’nün dua sırasında ellerini kaldırdığına dair bu yönde mütevatir haberler bulunmaktadır. Her biri farklı hadiseleri
anlatsa da, sonuçta Allah Resulü’nün dua sırasında ellerini kaldırdığını haber veren yaklaşık yüz
civarında hadis bulunmaktadır. [7]İşte her ne kadar
lafızları farklı olsa da ortak noktaya temas itibarıyla
bu rivayetler tevatür derecesine varabilir. Bu nevi
rivayetlere “Mütavatir-i Manevî” denir. Büyük muhaddis İbn-i Hacer, şefaat, havz-ı kevser ve ru’yetüllah gibi konularda farklı bağlamlarda ve muhtelif
lafızlarla nakledilen hadislerin tevatür derecesine
vardığını ifade etmektedir . [8]Ne var ki, lafızlarında
ittifak olmadığı için bu tür mütevatir hadislerin sadece mana itibarıyla mütevatir olduğu bildirilmiştir.
Son dönem muhaddis ve fakihlerinden Enver Şâh
el-Keşmîrî’nin bu konuyla ilgili taksimi hem daha
geniş hem daha derinliklidir. el-Keşmîrî mütevatir
haberleri anlatırken önce “Mütevatiru’l-İsnad”dan
bahseder. Bu, muhaddislerin senedlerini sayarak
tespit ettiği mütevatir haberlerdir. Yukarıda Allah
Resulü’ne asılsız söz isnad etmeyle ilgili hadis
buna misal olabilir. Daha sonra “Mütevatiru’t-Tabaka”dan bahseder. Kuran-ı Kerim’in rivayeti bu
yolla tevatür etmiştir. Yani ümmet-i Muhammed
Kuran-ı Kerim’i, Allah Resulü’nden itibaren sayı ve
senede gelmeyecek kalabalıkta tabakadan tabakaya/kuşaktan kuşağa nakledegelmiştir. El-Keşmîrî bu ikisinin yanında bir de “Mütevatirü’l-Amel
ve‘t-Tevarus”tan söz eder. Namaz, oruç gibi başlıca ibadetler ve bunların başlıca rukünleri yine
Allah Resulü’nden itibaren kalabalık kitleler tarafından amel/uygulama olarak tevarüs edilmiştir. ElKeşmîrî’nin talebeleri ve eserlerinden faydalanan
birçok Hind muhaddisi bu üç kısmın yanında –yine
el-Keşmîrî’nin beyanlarına dayanarak- bir de “Mütevatir-i Kadr-i Müşterek” kısmını zikrederler
.[10]Bu kısım yukarıda “Mütevatir-i Manevî” adıyla
zikrettiğimiz kısmın aynısıdır.
Mevcut hadis mecmuaları içinde mütevatir
sayılabilecek mahiyette hadisin bulunup bulunamayacağı konusu gerek geçmişte gerekse günümüzde tartışma konusu olmuştur. Eskilerden
İbnü’s-Salah, bu mahiyette bir hadisi bulmanın çok
zor olduğunu ifade eder ve buna ancak Hz. Peygamber Efendimiz’e asılsız söz isnad etmeyle ilgili
20
yukarıda da zikrettiğimiz hadisin misal olabileceğini söyler. İbn-i Hacer el-Askalânî, İbnü’s-Salâh’ın
bu görüşünü tenkit etmiş ve bunun hadis sened ve
ricaline dair inceleme ve bilgi eksikliğinden kaynaklandığını ifade etmiştir. İbn-i Hacer, ilim ehlinin
ellerinde tedavül eden ve müelliflerine nispeti sahih
olan meşhur hadis mecmualarının ittifakla rivayet
ettiği ve yukarıda belirtilen ölçülerde çokça tarîki/varyantı bulunan hadislerin bulunabileceğini ve
hatta bunun meşhur hadis mecmualarında çok denebilecek kemmiyette olduğunu ifade etmiştir. Nitekim birçok muhaddis mütevatir hadisleri
toplamak üzere hususi telif çalışmalarına girişmiş
ve en son el-Kettânî örneğinde olduğu gibi bu
alanda ortalama üç yüz civarında hadis tespit etmişlerdir.[11]
Ancak daha sonraki dönemlerde birçok muhakkık alim[12] İbnü’s-Salah’la İbn-i Hacer arasındaki bu görüş farkını lafzî bulmaktadır. Onlara göre
İbnü’s-Salah’ın bulunması zor dediği mütevatir hadisler lafzî mütevatirlerdir. İbn-i Hacer’in çokça bulunabileceğini ifade ettiği hadisler ise manevî
mütevatirlerdir. Şu halde maksatları farklı olduğundan aradaki görüş ayrılığı manada değil sadece ifade biçimindedir. Zaten el-Kettânî’nin zikri
geçen kitabında yer alan hadislerin çoğu bizzat
müellifinin beyanıyla ma’nen mütevatirdir.
Yalnız konuya dair günümüzdeki tartışmalar
maksadı ve keyfiyeti itibarıyla önceki tartışmalardan hayli farklıdır. Bir defa bu konuyla alakalı günümüz tartışmaları, biraz sonra anlatacağımız
üzere kat’îlik bildiren rivayetler olarak mütevatir haberlerin bulunamayacağını ispata yöneliktir. Mütevatir haber bulunamayacağını savunanlar, ağırlıklı
olarak Fıkıh ve Akaid gibi İslamî ilimlerde yer alan
hükümlerle ilgili şüphe uyandırmak amacıyla bu
fikri savunmakta ve modern dönem insanı için bağlayıcı dinî hükümleri azaltmak adına ellerinden geldiğince
mütevatir
haberin
şartlarını
zorlaştırmaktadırlar. Ayrıca keyfiyet ve üslup olarak da günümüz tartışmaları eskilerinden ayrılmaktadır. Günümüzde bu tartışmalar kafa
karışıklığına yol açacak biçimde, ekseriya spekülasyonlar üzerine kurulu ve İslam dışı bir bakışla
yapılmaktadır.
Ayrıca kadim muhaddisler Mütevatir-i Lafzî
ile Mütevatir-i Manevî arasında sadece tevatürün
vuku ciheti haysiyetinden ayrıma gitmişlerdir.
Yoksa hüküm olarak bu iki kısım arasında bir fark
bulunmadığı çok açıktır. Onlara göre ister lafzî
olsun ister manevî olsun bütün mütevatir haberler
katîdir ve yakîn ifade ederler. Şu halde kadim muhaddislerin, lafzî mütevatirin bulunmadığı ya da
Mütevâtir Hadisin Hükmü:
Râvîlerinin yalan üzerinde sözbirliği yapmış olma ihtimali bulunmadığından mütevatir hadislerin
gerçekliğinden şüphe duyulamaz.
Bu bakımdan mütevatir haberler
muhtevalarına dair kat’î bilgi ifade
etmekte, ifade ettikleri hükme tereddütsüz iman etmek gerekmektedir. Bu hadislerin muhtevasını inkar
etmek, bunları bizzat Allah Resülü’nün ağzından duyup da inkar
etmek anlamına gelir. Bu Hz. Peygamber Efendimiz’i yalanlamaktır,
küfürdür.
çok az bulunduğu yönündeki görüşleri, mütevatirin
hükmü ve buna bağlı olarak tevatürle sabit birçok
dinî hüküm açısından genel çerçeveye ters düşmemektedir. Oysa günümüzde mütevatir hadisin
bulunamayacağını savunanlar aslında katîlik bildiren hadislerin bulunamayacağını savunmakta ve
bunun üzerinden tevatürle sabit birçok konu üzerinde şüphe uyandırmaktadırlar. Bu bakımdan onların İbnü’s-Salah ve benzerlerini referans olarak
kullanması, ilmî usullerle de ilim ahlakıyla da örtüşmeyen bayağı bir çarpıtmadan başka bir şey
değildir.
Mütevâtir Hadisin Hükmü: Râvîlerinin yalan
üzerinde sözbirliği yapmış olma ihtimali bulunmadığından mütevatir hadislerin gerçekliğinden
şüphe duyulamaz. Bu bakımdan mütevatir haberler muhtevalarına dair kat’î bilgi ifade etmekte,
ifade ettikleri hükme tereddütsüz iman etmek gerekmektedir. Bu hadislerin muhtevasını inkar
etmek, bunları bizzat Allah Resülü’nün ağzından
duyup da inkar etmek anlamına gelir. Bu Hz. Peygamber Efendimiz’i yalanlamaktır, küfürdür. Bu konuda Lafzî Mütevatir ile Manevî Mütevâtir arasında
bir fark bulunmamaktadır . Zira mütevatirin bu her
iki kısmında da yalan söylemiş olma ihtimali bulunmayan kalabalık bir kitle yer almaktadır.
Bu iki kısım arasındaki farkı günlük hayatımızdan bir misalle şöyle anlatabiliriz. İstanbul’un
21
Ağustos 2009
Sahih Hadisin Hükmü:
Genelde sahih hadisle amel
etmek vaciptir. Ancak
itikadiyyât alanında huccet
olarak kullanılabilmesi için
hadisin sadece sahih olması
yetmez. Bunun yanında
ma’nen de olsa tevatür
derecesine ulaşmış olması
gerekir.
bir muhitinde büyük bir yangın olduğuna dair bize
toplamda kalabalık bir kitle oluşturacak sayıda ayrı
ayrı kimselerden haber ulaştığını iki şekilde düşünebiliriz. Birincisi, söz konusu kimseler ayrı ayrı
bize gelirler ve sadece ilgili muhitte yangın olduğunu bildirirler. Bunlarla olan diyalogumuz münhasıran ilgili yangın üzerinedir. İkincisi, söz konusu
kimseler yine bize ayrı ayrı gelirler ve bu defa kimi
mesela ilgili muhitte bir arkadaşının yanına uğradığını o sırada yangın olduğunu söyler, kimi ilgili
muhitten geçmekte iken yangına şahit olduğunu
söyler, kimi zaten ilgili muhitte oturmaktadır ve söz
konusu yangından bahseder. Ama sonuçta her birisi birbirlerinden bağımsız olarak o gün yaşadıklarını anlatırken bir vesileyle aynı yangından söz
ederler. İşte burada da kalabalık bir kitlenin ortak
bir noktada kesiştiğini görüyoruz; o da söz konusu
muhitte olan yangındır. Bizim olaydan haberdar olmamızla alakalı veya haberin bize ulaştırılmasıyla
alakalı bu iki tarzın birincisi Mütevatir-i Lafzî’yi, diğeri Mütevatir-i Manevî’yi temsil etmektedir. Şimdi
gerek birinci suretle gerekse ikinci suretle bize bu
yönde bir haber ulaştığında ilgili muhitte yangın olduğuna dair kafamızda nasıl bir şüphe ve tereddüt
olmazsa, aynı şekilde ama lafzî olsun ama manevî olsun Allah Resûlü’nden bize nakledilen mütevatir haberlerde de, acaba Allah Resulü böyle bir
şey demiş midir, dememiş midir; ya da böyle bir
şey yapmış mıdır, yapmamış mıdır, şeklinde en
ufak bir şüphe ve tereddüd olmaz.
Ağustos 2009
Âhâd Hadis: Âhâd kelimesi “bir” anlamına
gelen “ehad” kelimesinin cemisidir. Istılahta bu kelime, haber-i vâhid manasında kullanılır. Haber-i
vâhid, tevatür mertebesine varmayan hadisler demektir. Tevatürde aranan şartlar kendisinde bulunmayan hadislere genel olarak Haber-i Vahid,
Haber-i Âhâd ve Âhâd Haberler gibi isimler verilir.
Buna göre râvî sayısı, ilk tabakadan itibaren, yalan
söyleme ihtimallerini ortadan kaldıracak kesrete
ulaşmayan haberler her ne olursa olsun Haber-i
Vahid’dir. Çoğunluk hadis mecmualarında bir veya
birkaç senetle nakledilen hadisler hep Haber-i Vâhid’dir.
Âhâd Hadisin Hükmü: Âhâd hadisler, senetleri makbul olmak şartıyla zann-ı gâlip ifade ederler, yakîn bildirmezler. Sahih senetle naklolunsa
bile, senetteki râvîlerin yüzde bir de olsa yalan söylemiş ya da sözü yanlış anlamış olma ihtimali vardır. Bu sebeple teorik olarak âhâd hadislerin yakîn
bildirmediği görüşü Ehl-i Sünnet âlimlerinden kabul
görmüştür. Bu bakımdan genelde âhâd hadislerin,
sahih olsalar bile kelam alanında huccet olarak kullanılamayacağı hususu da hemen bütün kelamcılar tarafından kabul edilmiştir.
Burada şunu da ifade etmenin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Âhâd hadislerin Kelam kitaplarında huccet olarak kullanılmaması, muarızları
ilzamla alakalı bir durumdur ve bu tutum kelamcıların tamamıyla münazara ve cedel şartlarına riayet etme hassasiyetini göstermektedir. Tartışmada,
yüzde bir dahi olsa içine şüphe karışan bir delille
muarızı ilzam edemezsiniz, o kimse görüşünüzü
kabullenmemek ya da kendi fikrine sahip çıkmak
adına söz konusu şüpheyi bir fırsat olarak kullanmak isteyecektir. Bu sebeple itikat esaslarının ağırlıklı olarak aklî ve cedelî/diyalektik yöntemlerle ele
alındığı Kelam ilminde haber-i vahidler de haliyle
huccet olarak kullanılamazlar. Ancak normal şartlarda bir müminin Allah Resulü’nün hadisleri karşısındaki tavrı bu olmamalıdır. Her bir mümin, usul-i
hadis ve usûl-i fıkıh ilimlerinde ortaya konan sened
ve metinleri değerlendirme yöntemlerine bağlı olarak âlimler tarafından tenkid edilmemiş âhâd hadisleri kabul etmek, muktezasınca hareket etmek
mecburiyetindedir. Aksi bir tavrı Müslüman sağduyusu zaten kaldıramaz.
Bugün kelamcıların tutumunun günümüz modernist İslamcıları tarafından istismar edildiğini görüyoruz. Bunlar, âhâd hadisler itikatta huccet
değildir, söyleminin arkasına sığınarak birçok dinî
mesele üzerine şüphe uyandırmakta, ilgili söylemin ne manada ve hangi sâikle söylendiği yönündeki hakikatleri gözden kaçırarak Müslümanlarda
kafa karışıklığına yol açmaktadırlar.
22
Modernist kesime yönelttiğimiz bu tenkitlerle
kesinlikle önümüze gelen senedi sahih her âhâd rivayeti itikadımızı belirleyeceğimiz yegane delil olarak görmemiz gerektiğini savunmuyoruz. Bunu
savunmadığımızın ve savunmaya da ihtiyacımızın
bulunmadığının en büyük teminatı da Usul-i fıkıh
ve Kelam tarihinde muhakkık âlimlerin rivayetlerin
kabul ve red ölçülerine dair ortaya koydukları
sübût, delalet ve istinbat sistemidir. Nitekim bu sistem dahilinde senedi sahih bile olsa bazı rivayetler
ne itikad ne de fıkıh alanında delil kabul edilmemiş,
makul sebeplerle tenkit edilmiştir.
Burada şunu da ifade edelim. Birçok muhakkık âlim, karinelerle desteklenmesi durumunda
haber-i vâhidlerin de (haber-i vâhid muhteff bil-karâin) yakîn ifade edeceğini ileri sürmüşlerdir. Bu bakımdan ümmetin/âlimlerin ihtilafsız kabul ettiği bazı
âhâd hadisler yakîn ifade ederler. Âlimlerin bu gibi
hadisleri ihtilafsız kabul etmeleri onların gerçekte
sabit olduğunu gösteren önemli bir karinedir. Nitekim “Vârise vasıyyet yoktur.” hadisi -mütevatir olduğunu düşünen âlimler bir yana- seleften halefe
bütün müctehidlerin kabul ettiği ve gereğince hükmettiği bir rivayet olması bakımından kat’î bilgi
ifade etmektedir. [15]
Hadislerin metin ve sened durumu itibarıyla
başka bir taksime tabi tutulduğunu daha önce belirtmiştik. Bazı hadislerin senedleri külliyen sika râvilerden oluştuğu halde, bazı hadislerin
senedlerinde sika olmayan kimseler bulunabilir. Bu
durumu göz önünde bulunduran muhaddisler hadisleri Sahih, Hasen ve Zayıf olmak üzere üç kısma
ayırmışlardır. Aşağıda bu hadislerin her birinin tarifi
verilecektir.
Sahih Hadis: Şaz ve illetli olmamakla beraber, senedi kesintisiz ve râvîleri âdil ve zâbıt olan
hadislerdir. Tarif dikkatlice incelenirse bir hadisin
sahih olabilmesi için beş şey aranır:
1.
2.
3.
4.
5.
Râvîleri âdil olacak
Râvîleri zâbıt olacak
Senedi kesintisiz olacak
Şaz olmayacak
İlletli olmayacak
Râvînin âdil olması; Müslüman olmak, akıllı
olmak, buluğa ermiş olmak, fâsık olmamak ve mürüvvete muhalif işlerden uzak olmak gibi hadis ilminde adalet için gerekli görülen şartları haiz
olmasıdır. Zâbıt olması, eğer hadisleri ezberinden
rivayet ediyorsa, rivayetleri orijinal haliyle nakledebilecek hıfz kabiliyetini haiz olmasıdır. Eğer rivayetlerini, zamanında hadislerini kaydetmek için
kullandığı defterlerinden naklediyorsa bu defterlerin aynıyla muhafaza edilmiş olması ve içindeki
hadisleri dikkatlice nakletmesi gerekir. Bir râvînin
pratik olarak zâbıt oluşunu tespit için muhaddislerin formülü, onun rivayetlerini sika ravilerin rivayetleriyle karşılaştırmaktır. Eğer rivayetleri çoğunluk
sika râvîlerin rivayetleriyle örtüşen biri ise o kişi
zâbıt, değilse zâbıt değildir. Bir hadisin sahih olabilmesi için mutlaka senedinin baştan sona kadar
kesintisiz olması gerekir. Senedinde kopukluk bulunan hadis sahih olamaz.
Hadisin şaz olmaması, kendisinden daha
makbul/güvenilir bir rivayetle çelişmemesi demektir. Makbul bir râvinin kendinden daha makbul bir
râviye muhalif olarak rivayet ettiği hadise ıstılahta
şaz denir. Bir hadisin sahih olabilmesi için bu durumda olmaması gerekir.
Hadisin illetli olmaması, senedin zahirinde
dikkati çekmeyen ama hadisin sıhhatine mani teşkil eden gizli bir kusurun/hatanın bulunmamasıdır.
Genelde, aslen mürsel bir hadisin mevsûl olarak,
mevkûf bir hadisin merfû’ olarak rivayet edilmesi
nev’inden illetlere rastlanmaktadır. İlk bakışta hadisin senedinde veya metninde bir problem görülmemekle beraber, hadisin diğer tarikleri cemedilip
ehli tarafından dikkatle incelendiğinde bazı hadislerde râvînin ince bir hataya/vehme düştüğü tespit
edilebilmektedir. Bunun gibi bazen râvînin gizli hatası hadisin metninde de olabilir. Hadisin senedi
sağlam olmakla beraber metninde bir problem olabilir. Bunu da özellikle fıkıh birikim ve kabiliyeti yetkin olan muhaddisler tespit edebilmektedir. Gerek
senedde gerekse metinde olsun, bu tür hatalara
hadis dilinde İllet denir, böyle hadislere de Muallel
adı verilir. Bir hadisin sahih olabilmesi için bu durumda da olmaması gerekmektedir.
Buharî ve Müslim gibi munhasıran sahih hadislerden teşekkül eden kitaplarda misallerine
sıkça rastlanabileceği için sahih hadise örnek vermeye lüzum görmüyoruz.
Sahih Hadisin Hükmü: Genelde sahih hadisle
amel etmek vaciptir. Ancak itikadiyyât alanında
huccet olarak kullanılabilmesi için hadisin sadece
sahih olması yetmez. Bunun yanında ma’nen de
olsa tevatür derecesine ulaşmış olması gerekir.[16]
Fıkıh alanında bir hadisin senedinin sahih olduğu tespit edildiğinde, eğer metninde bir problem
bulunmazsa bu hadisle amel etmek gerekir. Ancak,
hadisin neshedilmiş olması, bir başka sahih hadisle
metninin taâruz edip tercih edilmemiş olması gibi
daha çok metinle alakalı teknik tafsilat sebebiyle
23
Ağustos 2009
olmakla beraber, Cafer bin Süleyman adında nispeten zaptı zayıf bir râvî bulunduğu için hadisin
hasen olduğunu bildirmiştir.
Hasen Hadisin Hükmü: Arada
derece farkı olmakla beraber
gereğiyle amel konusunda
sahih hadisle hasen hadis
arasında hiçbir fark yoktur.
Hasen hadisler de ahkâm
konusunda bağlayıcıdır.
söz konusu hadisle amel edilmemiş de olabilir. Şu
halde Buharî veya Müslim gibi sahih hadisleri câmî
kitaplarda fakihlerin fetvalarına muhalif hadislerle
karşılaşıldığında acele karar vermeyip bu konuda
fakihlerin anılan konudaki istihracını iyi tespit
etmek gerekir. İlgili konuda mezhep imamlarının
mezkûr hadisle niçin amel etmediklerinin usûlî gerekçelerini özel olarak araştırmak gerekir.
Hasen Hadis: Şaz ve illetli olmamak kaydıyla,
senedi kesintisiz ve râvileri âdil ve sahihten biraz
az derecede zâbıt olan hadistir. Dikkat edilirse
hasen hadisle sahih hadis arasındaki tek fark ravinin zaptı konusundadır. Sahih hadiste râvinin tam
anlamıyla zâbıt olması gerekirken hasen hadiste
râvinin, temelde zapt ehli olmakla beraber sahih
hadisin râvisine göre zaptı daha zayıf olan biri olması yeterli görülmüştür. Zaptla ilgili bu farkın dışındaki konularda sahih hadisle hasen hadis
arasında bir fark yoktur. Ancak bu tarif hasen lizatihi içindir. Bir de aslen zayıf olup da –ravilerinde
fısk ve yalancılık bulunmamak kaydıyla- diğer tariklerle takviye edilip hasen mertebesine çıkan ve
hasen li-gayrihî diye anılan hadisler de vardır. Bunlar tarifin dışındadır.
Hasen hadise bir örnek olarak Tirmizî’nin Ebu
Musa el-Eş’arî kanalıyla rivayet ettiği “Cennetin kapıları kılıçların gölgesi altındadır…” hadisini gösterebiliriz. Tirmizî, senedindeki bütün râvîler sika
Ağustos 2009
Hasen Hadisin Hükmü: Arada derece farkı olmakla beraber gereğiyle amel konusunda sahih
hadisle hasen hadis arasında hiçbir fark yoktur.
Hasen hadisler de ahkâm konusunda bağlayıcıdır.
Zayıf Hadis: Ne sahih hadis için ne de hasen
hadis için aranan şartlar kendisinde bulunan hadislerdir. Buna göre zayıf hadisin tarifi sahih ve
hasen hadislerin tariflerine bağlıdır. Bu iki hadis için
aranan beş şarttan biri kendisinde bulunmayan
hadis zayıf kabul edilmektedir. Bir hadisin zayıf olabilme sebebi birden fazla olduğundan zayıf hadis
çeşitleri de çoktur.
Genelde muhaddisler hadisin zayıf olmasını
iki şeye bağlarlar: Senette kesinti, râvide kusur.
Hadisin senedinde kesinti bulunursa bu hadis
munkatı kabul edilerek zayıf kısmına girer. Kesintinin senetteki yerine ve adedine göre, Muallak ve
Mu’dal gibi Munkatı hadislerin de muhtelif kısımları vardır. Râvinin kusuru adaletle ilgili olursa
hadis yine zayıf olur. Bu durumda hadis Münker,
Metrûk veya Mevzu’ gibi farklı isimler alabilir. Râvinin kusuru zapt sahibi olmayışından kaynaklanıyorsa hadis yine zayıf olur. Bu durumda söz
konusu hadis, Münker, Muallel, Muzdarip gibi farklı
kısımlara ayrılır.
Zayıf hadise bir misal olarak Tirmizî’nin Ebu
Hureyre kanalıyla rivayet ettiği “Her kim (hayızlı
veya değil) bir kadına arkadan yaklaşırsa veya kahine giderse Muhammed’e indirileni inkar etmiş
olur” hadisini gösterebiliriz. Tirmizî, senedinde bulunan Hakim el-Esrem adlı râvîden dolayı hadisin
zayıf olduğunu bildirir. Nitekim anılan şahsı cerhtadil uleması taz’ıf etmiş, onun zapt ehli olmadığını
belirtmiştir.
Zayıf hadisin hükmü: Zayıf hadisler zann-ı
mercuh bildirirler. Zahirde bu gibi rivayetlerin Peygamber Efendimiz’e nispeti mercuhtur/düşük ihtimale dayanır. Bu bakımdan haram-helal/ahkâm
konusunda zayıf hadisle amel edilmez. Ancak menâkıb ve fedâil-i amâl konusunda şu üç şartla birlikte zayıf hadisle amel etmeyi bir çok âlim tecviz
etmiştir. Bu şartlar şunlardır: Hadisin (mevzu, metrûk ve münker gibi) za’fı şiddetli olmayacak, hadisin muhtevası şeriatın genel ilkeleriyle örtüşecek
ve kendisiyle amel edilirken Hz. Peygamberimiz’den kesin olarak sabit olduğu kanaati taşınmayıp ihtiyat payı bırakılacak.
24
Âlimler zayıf hadisle amelin dışında bu gibi
hadislerin rivayetinin ancak belli şartlar dâhilinde
gerçekleştirilebileceğini belirtmişlerdir. Bu şartlara
göre, ilgili hadisin akâide ve haram-helal gibi ahkâma taalluk etmemesi gerekir. Eğer bir zayıf hadis
akâid veya haram-helal gibi ahkâma müteallik ise
onu rivayet etmek doğru değildir. Bunun dışında
vaaz, terğîb-terhîb ve kıssalara müteallik hadisleri,
Hz. Peygamberimiz’e ait olduğunu gösteren kesin
ifadeler kullanmaksızın rivayet etmek caizdir.
Ancak bütün bunlar mevzu/asılsız hadislerin dışındadır. Eğer rivayet mevzu olursa bunu ancak
mevzu olduğunu bildirmek için rivayet etmek caizdir, bunun dışında rivayet etmek caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz “yalan olduğu
bilinen bir şeyi rivayet eden de yalancılardan biridir”
buyurmuştur .[17]
Son olarak günümüzde zayıf hadisler karşısında biri ifrat diğeri tefrit olmak üzere iki zıt uçtan
aşırılık örneği sergilenmektedir. Bir kesim, zayıf
hadisleri herhangi bir hudut tanımadan olduğu gibi
kabullenmektedir. Bu kimseler, bu hadisler üzerine
gerek hükümler bina ederek gerekse bunları bir
kısım bidat uygulamalara mesnet tutarak adeta
zayıf hadisler üzerine yeni bir İslamî hayat inşasına
kalkışmaktadırlar. Bir diğer kesim de, bu nevi hadisler karşısında son derece laubali bir tavırla kökten red yolunu seçmiş, onca hadisin, İslamî hayata
sağlayacağı faydadan mahrum kalmıştır.
Selamet, ifrat ve tefrit gibi uç noktalardan
uzakta itidal yolundadır.
....................................................................
Dipnotlar:
Sonuç olarak Allah Resulü’nün hadisleri kitaplarda gelişi güzel derlenmiş ve üzerine bir yığın
hurafe eklenerek günümüze kadar gelmiş değildir.
Özellikle muhaddislerin hadis tespitinde geliştirdikleri sistemle Allah Resulü’nün hadisleri günümüze
kadar asli kimliğiyle muhafaza edilebilmiştir. Bu sistem içinde çeşitli amaçlarla hadisler belli tasniflere
tabi tutulmuştur. Râvilerinin kemmiyyeti açısından
yapılan tasnife göre ortaya çıkan mütevatir ve âhâd
gibi hadis kısımları/kavramları hadis rivayetlerinin
kat’îlik ve zannîlik zemininde ifade ettiği değeri birinci dereceden tespit imkanı sağlamaktadır. Bu
bapta mütevatir kategorisine giren hadisler doğrudan kat’î bilgi ifade ederler. Bu yönüyle her türlü
sened incelemesi ya da ilmî kritiğin üstünde bir
mevkii haizdirler. Bunun yanında sahih, hasen ve
zayıf şeklinde karşımıza çıkan hadis kavramları da,
bu kesinlikte kabul imkanı bulunmayan diğer rivayetlerin sened ve metin incelemesi sonrasında güvenilir olup olmadığı konusunda önümüzü
aydınlatmaktadır.
1. Bu yazıda özellikle kaynak belirtilmeyen yerlerde eski kaynaklardan, hadis ilimlerine ait birikimi
en sıhhatli biçimde ele aldığını düşündüğümüz Şerhu Nuhbetü’l-fiker, Tedrîbü’r-râvî, Zaferu’l-emânî
gibi eserlerden faydalanılmıştır. Yeni kaynaklardan üslûb ve derlemedeki üstün mahareti sebebiyle
Mahmut et-Tahhan’ın Teysîru Mustalahi’l-Hadis isimli eseri ağırlıklı kaynak olarak kullanılmıştır.
Makalede yer alan meselelerle ilgili daha geniş malumat isteyenler zikredilen eserlere müracaat edebilirler.
2. Kelimenin, bir zaman aralığıyla birbiri ardına gelmek anlamına geldiği de lügatçiler tarafından
ifade edilmiştir. Anılan lügatçilere göre söz konusu şeylerin tek tek gelmesi kadar gelişleri arasında
bir fetret, zaman aralığı olması da gerekmektedir. Bkz., el-Kettânî, Nazmu’l-mütenâsir s. 11; el-Cezâirî, Tevcîhü’n-nazar, c. 1, s. 108.
3. el-Askalânî, Şerhu nuhbetü’l-fiker, s. 169
4. el-Leknevî, Zaferu’l-emânî, s. 36-38. el-Leknevî belirtilen yerde bunlara ilaveten, bazı muhaddis ve usulcülerin ileri sürdüğü iki şarttan daha bahsetse de bu şartlar muhaddislerin geneli tarafından kabul görmediğinden burada onları zikretme ihtiyacı duymuyoruz.
5. el-Irâkî zikredilen hadisin aynı lafızla yetmiş küsûr sahabi tarafından rivayet edildiğini bildiriyor.
Fakat Allah Resulü’ne asılsız söz isnad etmeyle ilgili genel anlamıyla yüz civarında sahabînin rivayeti bulunduğu da ayrıca bildirilmiştir. Bkz., es-Suyûtî, Tedrîbü’r-râvî, c. 2, s. 104. el-Leknevî’nin
ifadeleri de aynı istikamettedir. Bkz., Zaferu’l-emânî, s. 54. Biz mütevatir-i lafzîye misal verdiğimiz
için burada yetmiş küsur sahabi tespitini esas aldık.
6. Nazmu’l-mütenâsir, s. 40-50.
7. es-Suyûtî, Tedrübü’r-râvî, c. 2, s. 106.
8. Zaferu’l-emânî, s. 49.
9. el-Keşmîrî, İkfâru’l-mülhıdîn, s. 5.
10. Şebbîr Ahmed el-Osmânî, Fethu’l-mülhim bi şerhi Sahihi’l-İmam Müslim, c. 1, s. 25.
11. el-Kettânî mezkur hadisleri “Nazmü’l-mütenâsir fi’l-hadisi’l-mütevatir” adını verdiği müstakil bir
Bunlardan sahih ve hasen olanlar haramhelal gibi fıkhî konularda delil olarak kullanılabilmektedir. Zayıf rivayetlere gelince rivayete olan
güveni kökten sarsacak bir kusur olmadıkça
haram-helal konularının dışında bir yere kadar delil
olarak kullanılabilmektedir. Bu bakımdan bir hadisin zayıf olması, senedinde bulunan teknik bir sorundan kaynaklanan ve âlimlerin çekinceyle
yaklaşmasına sebep olan bir yapı arz etmesi demektir. Yoksa bunlar, kökten reddedilmesi gereken
asılsız rivayetler değildir. Ancak, makalenin ilgili bölümünde açıklandığı üzere rivayette bulunması
muhtemel bazı kusurlar vardır ki bunlar söz konusu
rivayete hiçbir surette güvenilemeyeceğini göstermektedir. [18]
kitapta toplamıştır.
12. Molla Ali el-Kârî ve Abdulhayy el-Leknevî bunlardandır.
13. Burada şunu da ifade etmeliyiz. Mütevatir rivayetlerle bize ulaşan bilgilerin muhtevası kapalı olur
da lügavî şartlara göre tevile ihtimali bulunursa burada bir tafsil bulunmaktadır. Eğer bir kimse bu
rivayetleri kökten inkar ederse bu küfürdür. Ancak bu rivayetlerin sübutuna kail olduğu halde sadece
makul teville mana ve muradının başka olduğunu iddia ile zahir manayı reddederse bu küfür olamaz. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz., el-Keşmîrî, İkfâru’l-mülhıdîn, s. 9.
14. Şerhu Nuhbeti’l-fiker, s. 179, 180; Zaferu’l-emânî, s. 39; Muhammed Hasan Can, Ahsenü’lhaber fî mebâdî ilmi’l-eser, s. 22.
15. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz., el-Kevserî, Makâlâtü’l-Kevserî, s. 62.
16. Ancak Kelam kitaplarında yer alan bazı konular, İslamî fırkalar arasında tartışma konusu olmuş
sünnet-bidat ayrımına medar olan konulardır. Bu gibi konular iman-küfür ayrımına medar olmadığı
için tevatüre varmamış meşhur haberlerle de ihticac edilebilmektedir. Ayrıca zaman zaman aklî delillerle sabit bir itikad meselesine, sırf takviye için haber-i vahid düzeyinde rivayetlerle delil getirilebilmektedir.
17. Sahih-i Müslim, Mukaddime, s. 14.
18. Bunlara Hadis ıstılahlarında “Zaifun Cidden” denmektedir.
25
Ağustos 2009
Salih AYDIN
salihiaydin@hotmail.com
Gözümüzün
nuru:
“Namaz”
Namaz kılmak İslâm'ın şartlarından ikincisi ve ibadetlerin en önemlisidir. Günde beş vakit olarak her
müslüman için farzdır. Beş vakit
namaz tek başına ve topluca (cemaatle) kılınabilir. Namaz kılmak için yapılan câmiler İslâm mimarisinin en
önemli yapılarıdır. Haftada bir cuma
namazları topluca camilerde kılınır.
Yılda iki defa kılınan Bayram namazları da aynı şekilde toplu olarak kılınır.
Cemaatla kılınan namazlar dînin sosyalleşmesinin en belirgin örnekleridir.
Bir hadiste: "Evimizin önünden akan
bir nehir olsa, günde beş defa bu
nehirde yıkansanız, üzerinizde kirden pastan hiç eser kalır mı? İşte
beş vakit namaz böyledir, günahları
siler süpürür."1 buyurulmuştur. Yani
namaz insanın ruhunu yıkar, kalbini
saf ve temiz hale getirir.
Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle, yerdeki ve gökteki bütün varlıklar Allah 'ı
tesbih ederler, (İsra 17/44) yani kendi dilleAğustos 2009
26
riyle O'na ibadet halindedirler. İşte
namaz onların hepsinin ibadet şekillerini içinde toplamaktadır. Metafizik bir
bakışla, dağların dikey, hayvanların
yatay vaziyette; bitkiler kökleriyle besinleri aldıkları için onların da başları
aşağıda olarak, hal diliyle fiilen Allah 'a
ibadet ve tâatte bulundukları söylenebilir.2
İnsan namazda kıyamda iken
dikey, rükûda yatay bir halde bulunur.
Secdede ise başı yerdedir. Bu sonuncu halde iken Allah 'a âzamî derecede yaklaşır. Secde vaziyeti insanın
Rabbine en yakın olduğu haldir. İnsan
Allah karşısında maddî olarak ne
kadar eğilir ve küçülürse, mânen o nisbette büyür ve yücelir.
Namaza başlama tekbiri sırasında "Allah 'ü Ekber" diyerek elini kaldıran insan sanki şunu demek ister:
"Ben şu anda bütün dünyevî kaygıları
ve maddî düşünceleri, kısacası
Hak'tan gayri her şeyi elimin tersiyle arkaya atıyor
ve yüce Mevlâ'nın huzuruna çıkıyorum." Bu niyet
ve duyguyla ibadete başlayan kişi; namaz sırasında Allah 'a tam bir yakınlık içinde olacaktır.
Onun için "Namaz mü'minin mîracıdır."3 buyrulmuştur. Mîraç sırasında Sevgili Peygamberimiz
nasıl ki, Allah yakınlığının son noktasını yaşamışsa, müslüman için de namaz, Allah 'la beraber
olmanın yoludur.
Kur'an-ı Kerim'de namazın kötülüklere engel
olacağı belirtilir (Ankebut 29/45). Namaz kıldığı halde ahlâksız davranışlardan geri kalmayan kimse, büyük
ihtimalle zamanla düzelecektir. Bunun örnekleri az
değildir.
Namazın özü: a) Allah 'ın huzurunda kalbin huşu ile yani saygı ve korku ile dolması, b)
Dil ile Allah 'ın anılması, c) Bedenle O'na âzamî
derecede tâzim ve saygı tavrı sergilenmesinden
ibarettir. Bu üç unsur öteki dinlerin ibadetlerinin de
özü sayılır. Bu üçü arasında en önemli olan ise birincisidir. Dilsiz kimse ikincisini, kötürüm kimse de
üçüncüsünü yerine getiremeyebilir. O halde namazda özün özü kalbteki Allah 'a yöneliş, O'na olan
sonsuz saygı ve sevgi duygusunu canlı tutuştur.4
Allah 'ı seven ve sayan O'nun emirlerine uyup
yasaklarından kaçacaktır. Sahibini ahlâksızlık sayılan tutum ve davranışlardan vazgeçirmeyen
namaz faydasızdır. Kur'an'da gaflet içinde ibadet
edenler için "Yazıklar olsun o namaz kılanlara"
"(Mâun Sûresi) buyrulur. Hadiste: "Nice namaz kılanlar vardır ki, kıldıkları namazdan ellerine
geçen sadece uykusuzluk ve zahmettir."5 denir.
Yunus Emre şöyle der: "Bir kez gönül yıktın ise bu
kıldığın namaz değil / Yetmiş iki millet dahi elin
yüzün yumaz değil."6
nen o asıl namaza ulaşabilmek için ihlâs ve samimiyetle gayret göstermeye devam etmelidir. Hep
aynı noktada çakılıp kalmak, bir gelişme göstermemek hoş değildir. "İki günü biribirine eşit olan
ziyandadır."
Namazdaki hareketleri ve taşıdıkları mânâları
biraz daha yakından ele alalım. İ. Hakkı Bursevi
başlama tekbiri alırken iki elin birden kaldırılmasını
şöyle yorumlar: "İşin gerçeği şudur: Sağ el âhiretten, sol el dünyadan ibârettir. Elleri kaldırmak ise,
dünya ve âhiret ilgisini elden çıkarıp arka tarafa
atmak ve her ikisi sebebiyle de büyüklenmeyi yok
etmek anlamını taşır." Aynı müellifimiz, abdesti mâsivâdan ayrılmak, namazı ise Hakk'a kavuşmak
olarak değerlendirir (Vudu ki mâsivâdan infisal,
salât ki Hakk'a ittisaldir).7
Namazda ilk okunan dua olan "Sübhâneke"
kelimesinin anlamı " Allah’ ım seni tesbih ve tenzih
ederim, sen en yücesin, sen en büyüksün" demektir. Bu düşünce ve duygularla Allah 'a yönelen
kul, O'nu içinde duymaya çalışır.
Daha sonra "Fâtiha" suresi okunur. Burada
Rab'la bir konuşma sözkonusudur. Önce Allah 'a
hamdedilir. O'nun âlemlerin Rabbi olduğu, her
şeyin sahibi ve hâkimi bulunduğu belirtilir. "Yalnız
sana kulluk ederiz." denir. Bu, tasavvufta "fark" ma-
"Evinizin önünden akan bir
nehir olsa, günde beş defa bu
Kur'an-ı Kerim' de namaz "zikir", yani Allah 'ı
anma, O'nu hatırlama olarak da ifade edilir (Ankebut
29/45). Bir kimsenin namazı, o sırada Allah 'ı hatırlaması ölçüsünde değer taşır. Gaflet içinde kılınan
namaz şeklen namaz olsa bile, gerçek namaz olmaktan uzaktır. Bununla birlikte namaz sırasında
bir an bile Allah 'ı hatırlayıp, kendini O'nun huzurunda hissetmek dahi bir başarıdır. İnsan namaz
kılarken en azından böyle bir huzur ânını yakalamayı düşünmelidir. Bu büyük bir mutluluktur. Bu
ânın başlama tekbiri sırasında yakalanması daha
uygun ve kolay olur.
nehirde yıkansanız,
üzerinizde kirden pastan hiç
eser kalır mı? İşte beş vakit
namaz böyledir, günahları
siler süpürür."1
Gerçek namaz mîrac olmaya aday namazdır.
Gündelik namazlarımız onun taklidi sayılır. Özle27
Ağustos 2009
"Ben namazdaki
Fâtiha suresini
kulumla kendi
aramda yarı yarıya
bölüştürdüm,
kulumun istediği
onundur." der ve
şöyle devam eder:
Kul "Elhamdü lillâhi
Rabbi'l'âlemîn" dediği
zaman, Allah: "Kulum
beni senâ etti" der.
Kul: "Mâliki
yevmiddîn" dediği
zaman, "Kulum beni
övdü" der. Kul
"İyyakena'budu ve
iyyakenestain" dediği
zaman: Allah: "Bu
kulumla benim
aramdadır ve
kulumun istediği
hakkıdır" der. Kul:
"İhdine'ssırâta'lmüstakîm
sırâtallezine en'amte
aleyhim gayri'lmağdubi aleyhim ve
le'ddallîn" dediği
zaman Allah: "İşte bu
kulumundur ve
kulumun istediği
hakkıdır" buyurdu."9
kamının ifadesidir. Daha sonra "Yalnız senden yardım dileriz."
denir. Bu ise "cem" makamının simgesidir.8 Yani bana kulluk
etme imkan ve gücünü veren de sensin demektir. O halde: "Ya
Rab, ben sana sığınıyorum. "Bizi sırât-ı müstakîme (doğru yola)
ilet." diye dua ve niyazda bulunulur.
Bir kudsi hadiste Yüce Allah şöyle buyurur: "Ben namazdaki Fâtiha suresini kulumla kendi aramda yarı yarıya bölüştürdüm, kulumun istediği onundur." der ve şöyle devam
eder: Kul "Elhamdü lillâhi Rabbi'l'âlemîn" dediği zaman,
Allah: "Kulum beni senâ etti" der. Kul: "Mâliki yevmiddîn"
dediği zaman, "Kulum beni övdü" der. Kul "İyyakena'budu
ve iyyakenestain" dediği zaman: Allah: "Bu kulumla benim
aramdadır ve kulumun istediği hakkıdır" der. Kul: "İhdine'ssırâta'l-müstakîm sırâtallezine en'amte aleyhim gayri'lmağdubi aleyhim ve le'ddallîn" dediği zaman Allah: "İşte bu
kulumundur ve kulumun istediği hakkıdır" buyurdu."9
"Rükû" eğilmek demektir. Allah 'a saygının, Onun büyüklüğünü itiraf etmenin fiilî şeklidir. İnsan aziz (izzet sahibi, değerli)
bir varlıktır. Başka fâni varlıklar karşısında eğilmek ona yakışmaz. Allah 'ın huzurunda eğilip, kulluğun sâdece O'na âit olması
gerektiğini bilenler, başkaları önünde eğilmezler. "Hakîkî hürriyet ubûbiyyettedir."10 Bir tek kapıya, yani yalnızca Allah 'a kul
olmasını bilenler başka kulluklardan; insana, paraya, mevkiye,
şöhrete kul olmaktan yakalarını kurtarmış olurlar.
Rükûda Allah 'ın azamet ve yüceliği dile getirilirken, doğrulunca da şükrün O'na mahsus olduğunu belirten sözler söylenir. Bir hadiste Allah 'ın bu sözleri işittiği müjdesi verilir.11
Secde hâlinin, namazda insanın Allah'a en yakın vaziyet
olduğuna evvelce değindik.12 Namazın sonuda okunan "Ettahiyyâtü" duasıyla ilgili şöyle bir görüş vardır: Bu dua, Miraç'ta
Hz. Peygamber'le Yüce Allah arasında geçen bir konuşmanın
hâtırasıdır.13 O mutlu anda Resulullah "Her türlü selâmın, duanın, güzelliğin Allah 'a yönelik olduğunu" söyler. Allah da: "Ey
Peygamber selâm/esenlik, rahmetim ve bereketim sana olsun."
diye mukabelede bulunur. Bunun üzerine Hak Resûlü: "Esenlik
ve güzellikler aynı zamanda Tanrı'nın iyi kullarının da üzerine
olsun." der. Ve şehâdet kelimesiyle duasını bitirir.
Namazın mü'min için mîraç olduğunu söylemiştik. Namazını bu duygularla kılabilen kişi, Tahiyyat duasını okurken, onun
anlamını da düşünerek aynı şuur ve aynı düşünceyi kafasında,
gönlünde canlandırmaya çalışır.14 Böylece Rabbiyle konuşmasını devam ettirmiş olur. Bir hadiste, namaz sırasında Allah 'ın
kıble ile bizim aramızda olduğu belirtilir.15 Burada elbette maddî
bir keyfiyet sözkonusu değildir. Okuduğu sure ve duaların mânâlarını da göz önünde bulunduran kişi, namazda Rabbiyle karşı
karşıyaymış, O'nunla konuşuyormuş gibi bir yakınlık duygusu
hissetmeye çalışmalıdır.
Bu seviyeyi yakalayamamak namazdan vazgeçmeyi gerektirmez. Gönül ehli şöyle diyor: "Önünde beklediğiniz kapıyı
Ağustos 2009
28
cevap almak için çalınız. Cevap gelmeyince vazgeçen muhtaç değil demektir. Bu durumda ev sahibi ona ilgi göstermez. Bu yüzden namaz
terkedilirse mânevî kayıp büyük olur."
Namazda Allah 'ın huzurunda bulunduğunun
farkında olmayan ve aklı fikri ticaretinde veya
başka dünyevi işlerinde takılıp kalan kimse, gerçek
anlamda namaz kılmış sayılmaz. Hz. Ali'nin, bacağına saplanan bir okun çıkarılması sırasında, onun
vereceği acıyı hissetmemek için namaza durduğu
ve o esnada çıkarma ameliyesinin yapıldığı söylenir.16 Gerçekten, zihin daha önemli bir şeyle ciddi
şekilde meşgul olursa, fiziksel acılar duyulmaz.
Bu yönden namazın öteki ibadetlerden farklı
bir özelliği vardır. Namaz kılan kimse, görünüş olarak da başka hiçbir şeyle meşgul olamaz. Namazı
onu diğer işlerden alıkor. Meselâ oruç tutan bu sırada alış veriş yapabilir, Hac ibadetinin yapıldığı
günlerde de bu mümkündür. Namaz sırasında ise
bu kabil şeyler söz konusu değildir. Yûnus Emre
şöyle der: "Bir dona kan bulaşacak yumayınca
mismil olmaz / Gönül pası yumayınca namaz
edâ olmayısar."17
İsmail Hakkı Bursevî beş vakit namaz için
şöyle bir sıralama yapar:
Sabah namazı sırr 'ın payıdır. Çünkü o, gecenin karanlığına yakın bulunması dolayısıyla,
öteki namazlara göre "gayb"tır. Nitekim "sır" da sair
kuvvelere göre gaybdır.
Öğle namazı rûh 'un payıdır. Çünkü ora
rûhun zuhûru mikdârınca tam zâhir oluş vardır. Ruh
âlem-i halktandır. Zira her ne kadar bizzat görülmezse de, uzuvlar ve kuvvelerdeki tezahürleri cihetiyle eserleri müşahede edilir.
İkindi namazı kalb 'in payıdır. Çünkü o orda
namazdır, nitekim kalb de uzuvların ve kuvvelerin
ortasındadır. Bunun içindir ki "Kalb iyi olduğu
zaman bütün ceset iyi olur, o bozulduğu vakit bütün
ceset bozulur."18
Sufî müfessirimiz, namaz vakitlerini meleklerin kanatlarına benzetir, insanın onlarla mâna âleminde uçtuğunu söyler. Cesedi göklere
yükselmeye yetmeyen için mânevî mîrâcı tahsil
etmek üzere namaz konulmuştur. Mânevî kanat
maddî kanattan daha güçlüdür. Namaz rekâtları,
organların hareketine muhtaç bulunmak itibâriyla
her ne kadar maddî bir görünüme sahipse de,
sahip oldukları hususlar ve onlardan hâsıl olan neticeler manevîdir.
Namazda asıl olan "iki rekât" olarak kılınmasıdır. Bu da Allah 'ın Cemâl ve Celâl'ine işarettir.
Daha sonra bu iki rekât üzerine bir veya iki rekât
ilâve edilmiştir. Şöyle ki:
Akşam namazı, kendisinde nurun batması
dolayısıyle nefs'in payıdır. Nefs, "emmâre" mertebesinde karanlık ve siyahtır. "Levvame"de karanlığı hafifler. "Mülheme"ye intikal ettiği zaman
aydınlanmaya başlar. Nihayet "mutmainne" olunca
onun hali, güneşin doğuşu sırasındaki insan durumuna benzer.
Sabah namazı iki rekât olarak farz kılınmıştır. Öyle bir vakitte ki: Bir taraf gecedir, gece Zâtî
Celâl mertebesi olan "Lâ taayyün" mertebesine işaret eder; bir tarafı gündüzdür. Gündüz vücûdî ve
hakîkî Cemal mertebesi olan "Taayyün" mertebesine işaret eder. Ayrıca sabah namazının birinci rekâtı Celâl mertebesine, ikinci rekâtı Cemâl
mertebesine işarettir. İki rekâtın toplamının birliği,
kendisinde bu iki mertebenin toplandığı Kemâl-i
Zâtîye işarettir.
Yatsı namazı, tabiat 'ın payıdır. Çünkü yatsı,
tabiatın vasıflarından olan uyku vaktidir.19
Akşam namazı sabah namazının aksidir.
Çünkü Ahadiyyet-i câmia onda gizli bunda açıktır.
29
Ağustos 2009
Nitekim akşamda birinci rekât Celâl'e, ikincisi Cemâl'e, üçüncüsü ise Kemâl-i câmia işarettir.
Yatsı namazı, dört rekâtıyle "Lâ taayyün"e
işarettir. Burada gecenin vücûdu için celâl mertebesinde bilkuvve; zat, isimler, sıfatlar ve fiiller olarak dört taayyün söz konusudur.
Öğle namazı, dört rekâtı ile gündüzün vücûdu
için cemâl-i ilâhî mertebesinde bilfiil aynı dört taayyüne işarettir.
İkindi namazı, dört rekâtı ile, bu vakitte başkalaşma (tegayyür) olduğu için bilfiil cemâl-i kevnîye işarettir. Bu tasnifte bir ölçüde namaz
vakitlerinin özelliğine de değinildiği görülür.20
Müellifimiz namazın sonundaki selâmlar hakkında şu beyanda bulunur: "Namaz kılan, vuslat ve
cem'in ancak tevhid ile gerçekleşeceğine işaret
olmak üzere, namaza tekbirle girer; ayrılık ve
fark'ın ikilikte olacağına işareten namazdan iki selâmla çıkar. Tevhîde girdiği zaman vuslat âlemine
girmiş olur. Buradan namazın maddî şekli ile elde
edilen mânevi mîracın değeri anlaşılmış olur.
Bunun için Peygamber (as), daimî mîraçta olmasına rağmen "Bizi rahatlat ey Bilâl!"21 buyurmuşlardır."
Serrac'a (ö.378/988) göre namazda kıyam
edebi, Allah 'ın huzurunda bulunma şuurudur. KıAğustos 2009
raat edebi, Kur'an âyetlerini gönül kulağıyla dinliyormuş gibi, yahut da Allah 'a okuyormuş gibi bir
duyguyla okumaktır. Rükû edebi, Allah 'ı yüceltmek, kendisini bir toz zerresi gibi görmek, "Semi
Allah ü limen hamideh" sözünü Allah 'ın işittiğini bilmektir. Secde edebi, Allah 'a en yakın olma halini
hissetmek ve O'nu aziz bilmektir.22
Hucviri (465/1072) namazın şartlarıyla ilgili
olarak şu yorumları getirir: "Zahirde necâsetten,
bâtında şehvet ve süfli arzulardan arınmak ve temizlenmektir. Zahirde elbiseyi necasetten temizlemek, bâtında bu elbiseyi helâl yoldan temin
etmektir. Zahir kıblesi Kâbe, batın kıblesi Arş, sırrın
kıblesi müşahededir. Nefs mücahedesi ile uğraşmak namazdaki kıyam gibidir. Zikr-i dâim namazdaki kıraat gibidir. Namazda huşûun şartı sağında
solunda
kimin bulunduğunu bilmemektir."23
................................................................................
DİPNOTLAR: 1. Müslim, Mesacid, 283. 2. Bu konuda bk. M. Hamidullah, İslâma Giriş, 85; A. Avni
Konuk, Fususu'l-Hıkem Terceme ve Şerhi, IV, 337, İstanbul, 1992. 3. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an
Dili, IV, Yûnus suresi 10. âyetin tefsiri. 4. Bk. ?ah Veliyyullah Dehlevî. Huccetullahi'l-Baliğa. I, 286,
çev. Mehmet Erdoğan, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994; S. Uludağ, age, 82. 5. İbn Mâce, Sıyam, 21.
6. Yunus Emre Divanı (M.Tatçı), 133. 7. İsmail Hakkı Bursevi, Kitâbü'n-Netice II, 62, Hazırlayanlar: Ali Namlı - İmdat Yavaş, Însan Yayınları, İstanbul ,1997. 8. Kuşeyrî, Risâle, çev. Süleyman Uludağ, 155, Dergâh Yayınları, İstanbul 1978. 9. Müslim, Salât, 37; İbn Arabî, Mişkâtü'l-Envâr, çev.
Mehmet Demirci (Nurlar Hazînesi), 98-100, İz Yayıncılık, 2. baskı, İstanbul, 1994. 10. Bk. Kuşeyrî,
Risale terc. "Hürriyet" bahsi, s.316. 11. Müslim, Salât, 62; Nurlar Hazinesi, 98, 12. Müslim, Salât,
215. 13. Bk. Ahmet Naim, Tecrîd-i Sarih terc, II, 876. Tahiyyat duasının bu mânâda yorumu için bk.
Halûk Nurbaki, Tek Nur, 144, İstanbul 1989. 14. Bk. Sühreverdi, Avârifü'l-Maârif, çev. H.Kâmil Yılmaz - İrfan Gündüz (Tasavvufun Esasları) s. 393, Erkam Yayınları, İstanbul 1989. 15. Buhari, Salât,
33; Tecrid-i Sarih terc. II, 353. 16. Benzeri bir olay için bk. Hucviri, age, 441. 17. Yunus Emre Divanı (M.Tatçı), 56. Beytin yorumu için bk. Mehmet Demirci, Yunus Emre'de İlâhî Aşk ve İnsan Sevgisi, 127, 2. baskı, Kubbealtı neşriyatı, İstanbul, 1997. 18. Buhari, İman, 39; Müslim, Müsakat, 20.
19. İ.H.Bursevî, Ecvibe-i Hakkıyye, vr. 49/a-b, Süleymaniye K. Es'ad Efendi no. 152/2. 20. Bursevi, Ecvibe, vr. 53/a 21. Ebu Davud, Edeb, 86; Ahmed b. Hanbel, V, 371. 22. Ebu Nasr Serrac etTûsî, el-Luma, çev. H. Kâmil Yılmaz (İslâm Tasavvufu), 160, Altınoluk Yayını, İstanbul, 1996. 23.
Hucviri, Keşfü'l-Mahcub terc; (Hakikat Bilgisi) 436.
30
TÜKENİŞ
Halil ATİK
Bir dünya düştü senle arama
Şu dünya sensiz ne dar ama
Binbir yerden kanayan yarama
Serpmeye tuz tükendi...
Baharın yalanında tüm yürekler
Hep gelmeyecek olanı bekler
Dalından düşmüş tüm dilekler
Sararmaya güz tükendi...
Ahımda nefes bulur güneş
Bu firâktır ve ölüme eş
İçimde sitem,içimde ateş
Yana yana köz tükendi...
Riyâ damladı her yere
Gönül değil hoş,değil sâre
Her şekle gire gire
Benlikte öz tükendi...
Vesileler yaslandı huduta
Yağmuru bağladık buluta
Hep unuta unuta
Menzile iz tükendi...
Hayat ibaret bir seher yelinden
Gençlikde uçar gider elinden
Bir pişmanlık ki en derinden
Vura vura diz tükendi...
Hak canı satın ala
Gül vurgun ala
Ölüme ramak kala
Söylemeye söz tükendi...
31
Ağustos 2009
Ahmet HALİLOĞLU
Altayların
Hallacı:
Osman Batur
Müslümanların tarih boyunca
çektiği zulümleri bir kitap haline getirsek herhalde ciltlere sığmaz. Sadece
on dokuz ve yirminci asır da Müslümanların bağımsızlık mücadelelerinde uğradıkları katliamın dünyada
eşi menendi yoktur. Bu acımasız katliamların bir kısmı Bosna Hersek gibi
dünyanın gözü önünde gerçekleşmiş
kimisi de Doğu Türkistan gibi ümmetin unuttuğu coğrafyada vuku bulmuştur. Kızıl Çinlilerin bir defa daha
ellerini kana boyadıkları Doğu Türkistan’daki son katliam haberini okuduğumda ilk kez bir parça olsun
vicdanım rahattı. Kimsenin Doğu
Türkistan ismini zikretmediği dönem
de Dergimiz Burhan Barat Hacı yazısı ile katliamın ayak seslerini sizlere
arz etmişti. Bu kez de bir başka Doğu
Türkistanlı mücahidi ve mazlumu sizlere arz edeceğiz.
Ağustos 2009
32
Asıl ismi Osman İslamoğlu’dur.
(Babasının ismi İslam Bey’dir. Doğu
Türkistanlıların deyimiyle tam adı
Osman bin İslam’dır). Doğum Tarihi
konusunda iki rivayet vardır. 1890 ve
1899. Ancak yaptıklarına bakarsak
asıl doğum tarihinin 1890 olması
daha akla yatkındır. Göçebe Kazak
Türklerine mensup bir aile de dünyaya gelir. Orta Asya’da göçebe
Türkler ve bilhassa Kazak ve Kırgızlar Pir-i Türkistan Hace Ahmet Yesevi
eliyle Müslüman oldukları için tasavvufi neş’eleri zirvededir. Dedesi de
bölgenin hatırı sayılır hocalarından
birisidir. Batur lakabı Kazak Türklerinin liderlerine verdikleri kahraman
manasına gelen bir mahlastır.
Osman bin İslam; bölgedeki
Altay Kazaklarının âdeti üzerine on
yaşındayken ata binmeyi ve ok at-
mayı öğrendi. 12 yaşında Kazakların o dönemki
lideri Böker Batur’un bağımsızlık ordusuna katıldı. İki yıl sonra Böke Batur’la beraber büyük
yenilgiyi tattı ve köyüne geri dönüp çiftçilikle uğraşmaya başladı. Böle Batur ise halifenin memleketi Osmanlı’ya hicret etmek için yollara düştü,
Tibet’te yakalandı ve bu kahramanın başı kesilerek idam edildi.
1940 yılı ise Altay Türklerinin yeniden kıyama kalktıkları devredir. Çinliler Altaylardaki
İslam izlerini silmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Camiler işgal ediliyor, Kur’an-ı Kerim’ler
yakılıyordu. İlk Müslüman Türk Devleti’nin kurucusu Abdulkerim Satuk Buğra Han’ın evlatlarının bu zulme seyircisiz kalması beklenemezdi.
Nitekim Kazak Türkleri bir kez daha zalimleri şaşırtarak kıyam ettiler. Çin’in tepkisi her zamanki
gibi sert oldu. Kimseye acımadan insanları tutuklamaya, mahkeme etmeden idam etmeye
başladılar. Halkın elindeki silahları almaya başladılar. Kimileri silahlarını teslim ederken;
Osman Batur tam tersi tepki verdi. Kerbela’daki
Hz. Hüseyin gibi tek başına silahıyla dağa çıktı.
Sonuç belli de olsa da akıbet güzeldi. Biliyordu
ki şehit olduğunda kendisini Şehitlerin Efendi
Hazreti Hüseyin karşılayacaktı. İşaret fişeği atılmıştı; kendisine ilk katılanlar büyük oğlu Şerdiman ve arkadaşı Süleyman Bey’ler oldu.
Altay Kazakları kıyamın başladığını haber
alır almaz Müslüman Türk ordusuna katılmak
üzere koşturuyorlardı. Camiler de çekik gözlü
aksakallı kocalar gözyaşları ile süsledikleri duaları ile mücahitlere destek oluyordu. Altay Dağlarının karlı doruklarında Osman Batur ve
arkadaşları bir yandan komünist Ruslara diğer
yandan kızıl Çin’e karşı mücadele ederken, dua
orduları da boş durmuyor; Allah’ın görünür ve
görünmez ordularını Altaylara çağırıyordu. 1941
yılının Ekim ayında başlayan fiili cihat 1943 yılının Temmuz ayında sona eriyordu ve Altay Türkleri bağımsızlıklarını kazanmışlardı. Bir tek Çin
askeri kalmamıştı. Altay Geçici Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Daha sonra bu cumhuriyetle beraber Osman batur; Doğu Türkistan İslam
Cumhuriyetine katıldı ve bu cumhuriyette Altay
Valisi olarak vazife aldı.
1945 senesi Asya Müslümanlarının en sıkıntılı devresinin başlangıcı olmuştur denebilir.
Sovyetler Birliği ile anlaşan Çin artık bölge Müslümanlarına tarihin görmediği zulmü gerçekleştirmeye başlayacaktır. Önce Ahıska Türkleri bir
gece de evlerinden sürüldüler. (Ahıska Muhacirlerinin acısı hala bitmedi). Sonra Kırım Tatarları,
Çeçenler, İnguşlar, Kabardey Türkleri, Balkar
Türkleri ve Nogay Tatarları. Yurtlarından Sibirya’ya ve Orta Asya’ya sürüldüler. Müslümanların Orta Asya’daki acıları bununla bitmemişti.
Sovyetler Birliğinden destek alan Çin; binlerce
yıllık Türk yurdunun bağımsızlığını kazandığını
anlayınca tarih boyunca yaptığını tekrar etmeye
hazırlandı.
İlk iş olarak büyük bir ordu oluşturdu. Tamamen Han Çinlilerinden oluşan bu kızıl ordu
vicdanlarını karartmış bir şekilde Doğu Türkistan’a hücum etti. Doğu Türkistanlı mücahitlerden
on kat daha büyük olan bu ordu devrinin en modern silahları ile donatılmıştı. İki asra yakın bir
zaman Çin işgalinde yaşayan Doğu Türkistanlıların doğru düzgün silahı bile yoktu. Onların asıl
gücü kalplerindeki imandı. Buna rağmen Doğu
Türkistanlılar yılmadılar.
1949 yılında Çin işgali bütün Doğu Türkistan’ı inletmeye başladı. Yeryüzünde Müslümanlar bir kez daha emsali görülmemiş bir zulme
maruz kalıyorlardı. Osman Batur’un ordusu kırıla kırıla otuz binden üç bine düşmüş, yirmi yedi
bin şehit Altay Dağlarında ölümsüzlük şerbetini
içmişlerdi. Üstelik bu üç bin rakamına kadın ve
çocuklar da dahildi. Bir yandan Çinliler diğer
yandan kara kış Osman Batur’u çok zor durumda bırakmıştı. İlikleri donduran ayaz, dizi
aşan kar hayvanların dağlarda barınmasına
imkan tanımıyordu. Mecburen dağların eteklerine indiler.
1950 yılının Kasım ayında artık mücadelenin sonu görünmüştü. Komünist Çinliler yaptıkları baskınla Osman Batur ve pek çok mücahide
hanımı esir etmişlerdi. Düşman ne zaman mert
olmuştu ki şimdi mert olsundu. Osman Batur ve
arkadaşları ; Bedir’de Hazreti Resulullah’ın emri
33
Ağustos 2009
Son şanlı Doğu Türkistan Kıyamının yaşandığı şehir. Bekar Müslüman genç kızların
Çin’in iç bölgelerine çalışmaya gönderilmesi
üzerine Müslümanların kıyama kalktıkları şehir.
İki binden fazla müslümanın cesetlerinin sokaklarda kaldığı şehir. İşte Osman Batur; atın üzerinde elleri bağlı olarak dolaştırılırken bile
davasını düşünüyordu. Çinlilerin içini korkudan
titreten, imanın gücünü gösteren o devasa sözünü Urumçi’de söyledi : “Ben ölebilirim ama,
dünya durdukça benim milletim mücadeleye
devam edecek”. İşkencelerden geçmiş, elleri yakaları bağlı, parayla tutulmuş hainlerin hakaretleri arasında yükselen bu çığlığı orada kendi
kulaklarımla duymak isterdim. Acaba bu sözü
duyan Çinliler nasıl titremiştir. Yaşlı dünya daha
idamının üzerinden elli sene geçmeden Osman
batur’un haklı olduğuna şahitlik ediyordu. Urumçili Müslümanlar; liderlerini haklı çıkardılar.
Müslümanların “İnsan Hakları Evrensel
Beyanname”sini unutturacak ilkeleri vardı.
gereği kadınlara, yaşlılara ve çocuklara dokunmuyordu. Ancak Çin için bağlayıcı hiçbir kural,
vicdani hiçbir değer, insani hiçbir kıymet yoktu.
Komünizm vicdanları dondurmuş, insanlıkları
unutturmuştu. Kadınlar ve kızlar esir alınmıştı.
Osman Batur; kendi kızı Azpay’ın da esir
olduğu Müslüman kadınları götüren iki yüz kişilik kafileye bir dağ geçidinde tek başına hücum
etti. Cephanesi bitene kadar savaştı. En sonunda esir düştü. Altaylardaki cihat şimdilik durmuştu.
Elleri ayakları zincirlenerek zindana atıldı.
Medrese-i Yusufiye’de her gün işkence görüyor,
kendisi ile beraber hareket eden mücahitlerin
isimlerini vermesini isteniyordu. Ama nafile… İşkencelerin fayda etmeyeceğini anlayan Çinliler
bir atın üzerine bindirilip Urumçi Şehrinde “Türkistan’ı, Çinlilerden kurtaracağım diyen adamın
hâline bakın” diyerek sokak sokak dolaştırdılar.
Urumçi’yi hatırladınız değil mi?
Ağustos 2009
Ama Çin’in hiçbir kuralı yoktu. Resulullah;
Bedir’de esir alınan Mekkeli Müşriklere laf söylemeye kalkan bir sahabe’yi susturup, incitilmesini engellemişti. Bütün Müslümanlar da tarih
boyunca esirlerine aynı davranmışlardı. Ama
Çinliler, işkenceden geçirdikleri Osman Batur’u
at üzerinde dolaştırıp Urumçi Müslümanlarına
kendilerince korku verdikten sonra; mübareği
mahkemeye sevk ettiler.
19 Nisan 1951 tarihinde mahkeme kararını
açıkladı. “Devrim düşmanlığı suçundan
idam…” Ne devrimi mi diye sordunuz? Ne devrimi olacak Komünist Devrim. Halbuki daha
gençken Osman Batur; komünizmi derinden derine tektik etmiş; bu sistemin İslam’a aykırı olduğunu tespit etmiş ve halkını bu konuda
bilinçlendirmişti. Komünizmin iki ana felsefesinden biri olan materyalizm; Allah’ın yaratması
hükmüne tersti. Ateizm ise zaten din düşmanlığıydı. Böyle bir fikre Osman Batur gibi; daha çocukluğundan beri dağlarda cihat eden bir
müslümanın kapılmayacağı aşikârdı.
34
29 Nisan 1951 günü karar infaz edildi.
Önce kulakları, sonra kolları kesildi. Uhud Meydanındaki gibi. Uhud’da Hazreti Hamza, Hazreti
Musab gibi sahabeler de aynı zulme maruz kalmışlardı. Şimdi Uhud Meydanı bin dört yüz yıl
sonra Altaylarda kurulmuştu. Allah Resulunun
sahabilerine uygulanan zulüm şimdi bir başka
Müslüman lidere Osman Batur’a uygulanıyordu.
En son olarak da kulakları ve kolları kesilmiş
halde kurşuna dizilerek ruhunu teslim etti.
Osman Batur’un şehit edilmesi ile mücadelenin sona ereceğini düşünen Çinliler yanıldılar. Davanın liderliği bu kez yine İslam Hoca’nın
diğer oğlu Delihan Bey’ geçti. Çinliler şok üstüne
şok yaşıyorlardı. Uhud Meydanını andıran katliamdan sonra Kazakların bir daha isyan etmesini
akılları almıyordu. Delihan Bey de yakalandı ve
idam edildi.
Ailenin maruz kaldığı eziyet bununla bitmedi. Osman Batur’un ikinci eşi ve beşi kız
olmak üzere sekiz çocuğunu tutukladılar. İs-
lam’ın ilk günlerinde Mekke-i Mükerreme’de
Yasir Ailesinin başına gelen şimdi Altaylarda tekrar vücut buluyordu. Arif Nihat Asya merhumun
dediği gibi şeytan kıtalar dolaşıyordu. Asr-ı Saadette Ebu Cehili, Ümeyye bin Halef’i kullanan
şeytan şimdi Çinlileri kullanıyordu. Osman Batur’un 18 yaşındaki Kabiyra ile 14 yaşındaki oğlu
Baybolla doğranarak, 11 yaşındaki oğlu Kariy ve
9 yaşındaki kızı Sapiyan, 20 metre derinliğindeki
kuyuya diri diri atılarak anneleri Mamey Hatun’un gözü önünde şehit edildiler. Mücahide
hanım bu derin acıya dayanamayarak şuurunu
kaybetti. Çocuklarını bile şehit edecek kadar
Osman Batur’un şahsında Müslümanlara düşman olan Çinliler bu biçare kadına da acımadılar ve O’nu da nehre atarak şehit ettiler.
Müslümanlar; Yasir Ailesi’nden on dört asır
sonra bir aileyi daha şehit vermişlerdi. Ancak
Yasir ailesinin hayatta kalan oğlu Ammar; nasıl
davasından dönmediyse; Osman Batur’un oğulları Şerdiman, Nimetullah ve Nebî de davalarından dönmediler.
35
Ağustos 2009
Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
HASEN ve SAHİH
HADİSLERDEN SEÇMELER 27
“Boy Abdesti (Gusül) ile İlgili Hadisler”
179- Şakik’ten rivayet edilmiştir. Dedi ki: “Abdullah ve Ebu Musa ile oturuyorduk. Ebu Musa dedi
ki: Ya Eba Abdirrahman, bir adam boy abdesti alması lazım gelirken, bir ay su bulamazsa namazı
ne yapar? Abdullah dedi ki: Suyu bir ay bulamazsa
yine teyemmüm etmez. Ebu Musa dedi ki: Şu ayet
hakkında ne dersin? “Eğer su bulamazlarsa
temiz toprakla teyemmüm etsinler.” (Maide, 6) Abdullah dedi ki: Bu ayette ruhsat var, o da temiz toprakla teyemmüm etmesidir. Ebu Musa, Abdullah’a
dedi ki: Ammar’ın sözünü duymadın mı? Resulullah beni bir ihtiyaçtan dolayı bir yere göndermişti.
Orada boy abdesti almam gerekli oldu. Su bulamadım. Temiz toprakta hayvanların yuvarlandığı
gibi yuvarlandım. Sonra Peygamber’e gelip durumu anlattım. Peygamber dedi ki: “Sana ellerini
bir defa yere vurman, sonra sağ ile sola meshetmen, sonra ellerini yere vurman, bu sefer de sol
ile sağını, tekrar yere vurup yüzünü ve ellerinin arkasını meshetmen kafidir.” Ammar’ın bu sözüyle
Hz. Ömer’in ikna olmadığını görmedin mi? (Abdullah ibn Mesut’a göre suyu buluncaya kadar teyemmüm edip namaz kılınmaz. *Bu görüş kitap ve
sünnete muhalif olduğundan dolayı tercih edilmemiştir*)” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
180- Ebu Said el-Hudri’den rivayet edilmiştir.
Dedi ki: “Resulullah Cuma günü büluğa ermiş
her kişinin boy abdesti almasının gerekli olduğunu söylemiştir.” Hadis müttefakun aleyhdir.
181- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Dedi ki:
“Resulullah yedi günde yani haftada bir defa
yıkanmanın gerekli olduğunu söyledi. Öyle ki,
bu yıkanmada başını ve bedenini yıkar.” Hadis müttefakun aleyhdir.
EZAN
182- Abdullah ibn Zeyd’den nakledilmiştir. Dedi
ki: “Hz.Peygamber ibadet yapılması için çan çalınmasını ve insanların namaz için toplanmasını
emretmişti. Ben uyuyordum, bir adam çanı yüklenmişti, ben dedim ki, ey Allah’ın kulu o çanı satar
mısın? Dedi ki, bunu ne yapacaksın? Dedim ki,
bununla insanları namaza çağıracağım. Dedi ki,
Ağustos 2009
ondan daha hayırlısını sana göstereyim mi? Ben
de, evet göster dedim. Dedi ki --Şöyle de: ‘Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, Eşhedu enlailaheillallah, Eşhedu enlailaheillallah,
Eşhedu enne Muhammederresulullah, Eşheduenne Muhammederresulullah, Hayyealesselah,
Hayyealesselah, Hayyealelfelah, Hayyealelfelah,
Allahuekber, Allahuekber, Lailaheillah.’ Çok geçmeden dedi ki, namazı kılmak istediğin zaman
şöyle dersin: ‘Allahuekber, Allahuekber, Eşheduenlailaheillallah, Eşheduenne Muhammederresulullah,
Hayyealesselah,
Hayyealel
felah,
Kadkametisselah, Kadkametisselah, Allahuekber,
Allahuekber, Laileheillallah.’ Sabah olunca Peygamber’e geldim. Gördüğüm rüyayı O’na haber
verdim. Peygamber dedi ki: “İnşallah o, hak rüyadır. Kalk, Bilal’e uğra, gördüğünü ona söyle.
Ezanı böyle okusun. Onun sesi senin sesinden
daha gürdür.” Ben de gördüğümü ona anlattım. O
da ezanı benim tarif ettiğim gibi okudu. Bunu Ömer
ibn Hattab duydu. O sırada evinde idi. Cübbesini
sürüterek çıktı ve şöyle diyordu: Ya Resulallah,
seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a
yemin ederim ki, ben de bunun benzerini rüyamda
gördüm. Peygamber dedi ki: “Allah’a hamdolsun.” Hadisi Ebu Davut ve İbn Huzeyme kitaplarında zikretmişlerdir.
183- Osman ibn Ebi’l-As’dan nakledilmiştir.
Dedim ki: “Ya Resulallah, beni kavmimin imamı
yap. Dedi ki: “Sen kavminin imamısın. Onların
en zayıfını gözeterek namaz kıldır. Bir de bir
müezzin edin. Ezanından dolayı ücret almasın.” Hadisi İmam Ahmet, Ebu Davut, Nesai kitaplarında zikretmişlerdir.
184- İbn Ömer’den rivayet edilmiştir. O şöyle
dedi: “Peygamber’in zamanında ezan ikişer ikişer, kamet de birer birer okunurdu, ancak, Kadkametisselah iki kere okunurdu.” Hadisi Ebu Davut, Nesai
ve Darimi kitaplarında zikretmişlerdir.
185- Ebu Mehzure’den nakledilmiştir. “Hz. Peygamber ezanı ondokuz, kameti onyedi kelime
olarak öğretti.” Hadisi İmam Ahmet, Tirmizi, Ebu Davut, Nesai kitaplarında zikretmişlerdir.
36
186- Ebu Said el-Hudri’den nakledilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini nakletmiştir: “Müezzinin
sesinin ulaştığı yere kadar cin, insan ve başkası duyarsa kıyamet günü şahitlik edecektir.”
veya bir gaflet sebebiyle kılamazsa hatırladığı
zaman kılsın. Zira Allahu Teala bir ayette şöyle buyurmuştur: ‘Namazı beni zikretmek için kılınız.’
(Taha, 14) ” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. (Bu ayet namazların kaza edilmesi lazım
Hadisi Buhari rivayet etmiştir.
geldiğini gösteriyor.)
187- Abdullah İbn Amr İbnu’l-As’dan nakledilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini nakleder:
“Siz müezzinin ezanını duyduğunuz zaman
onun gibi söyleyin. Sonra bana salat okuyun.
Kim bana bir salat ederse Allah da ona on salat
eder. Sonra Allah’tan benim için vesile isteyin.
Vesile, cennette bir yerdir. O ancak Allah’ın
bazı kulları için verilir. Ben de ümit ederim ki
onlardan olayım. Kim benim için vesile isterse
şefaatim ona helal olur.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
193- Abdullah ibn Amr ibn el-As’tan nakledilmiştir. O dedi ki: “Resulullah’a namaz vakitleri soruldu.
Peygamber dedi ki: “Sabah namazının vakti güneşin doğmasına kadardır. Öğle namazının
vakti güneşin gökyüzünü ortalayıp batıya meyletmesinden güneşin sararmasına kadar, ikindinin vakti güneşin sararmasından güneşin
batmasına kadar, akşam namazının vakti güneşin batmasından şafağın kaybolmasına
kadar, yatsının vakti gecenin yarısına kadardır.” Hadisi Müslim, Nesai ve İmam Ahmet rivayet etmişlerdir.
188- Cabir bin Abdillah’tan nakledilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini zikretmiştir: “Ezanı duyduğu zaman bir kimse şu duayı okursa
kıyamet günü şefaatım ona helal olur: Allahumme Rabbe hazihitdavetittammeti vessalatil kaimeti ati Muhammeden el vesilete vel
fazilete veb’eshu mekamen Mahmuden elllezi
veadtehu hellet lehu şefaati yevmel kıyameti.
(Ey tam olan şu davetin, kılınacak namazın
Rabbi olan Allah’ım, Muhammed’e vesile ve fazile isimli cennetteki makamları ver ve O’nu
makamı Mahmut’a ulaştır.) Bu hadisi Buhari, Tirmizi, Nesai kitaplarında zikretmişlerdir.
189- Ukbe ibn Amir’den nakledilmiştir. Ukbe dedi
ki: “Üç saat vardır ki, Resulullah o saatlerde
namaz kılmamızı veya ölülerimizi defnetmemizi
yasak etmiştir: güneşin doğduğu zamanda kerahat vakti çıkıncaya kadar, öğle sıcağının en
şiddetli zamanında güneş batıya meyledinceye
kadar ve bir de güneşin batmaya hazırlandığı
zamandan batıncaya kadar.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
194- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini nakleder: “Bir kimse sabahın bir rekatına güneş doğmadan
kavuşursa, sabaha kavuşmuş demektir. Yyine
bir kimse güneş batmadan ikindinin bir rekatına kavuşursa, ikindiye kavuşmuş olur.” Hadis
müttefakun aleyhtir.
195- Zeyneb es-Segafiyye’den nakledilmiştir. O
dedi ki: Resulullah şöyle buyurmuştur: “Sizden
biri mescide geleceği zaman güzel koku kullanmasın.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
196- Ebu Humeyd yahut Ebu Useyd’den nakledilmiştir. Dediler ki: Resulullah şöyle buyurdu:
“Sizden biri mescide çıktığı zaman şöyle
desin, Allah’ım benim için rahmet kapılarını aç;
mescidden çıktığı zaman, Allah’ım senden fazilet ve lütuf istiyorum, desin.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.
190- Abdullah ibn Muğaffel’den nakledilmiştir. O
Resulullah’ın şöyle dediğini zikretmiştir: “Her iki
ezan arasında bir namaz vardır. İki kere bu
sözü tekrar etti. Üçüncüde dileyen bu namazı
kılsın.” Hadis müttefakun aleyhtir.
197- Enes, Hz.Peygamber’den şöyle nakletmiştir: “Ön safı tamamlayın, ondan sonra, gelen
safı tamamlayın. Safta noksanlık olacaksa sondaki safta olsun.” Hadisi İmam Ahmet, Ebu Davut, Nesai ve İbn Hib-
191- Hz.Ali’den nakledilmiştir. Hendek savaşı sırasında Hz.Peygamber şöyle demiştir: “Bizi orta
namazda güneş batıncaya kadar meşgul ettiler. Allah onların kabirlerine, evlerine ateş doldursun.” Sonra bu namazları akşamla yatsı
arasında kıldılar.” Hadisi Buhari ve Nesai zikretmişlerdir.
198- Abdullah ibn Ömer’den rivayet edilmiştir. O
dedi ki: Resullah’ın iki müezzini vardı. Birisi Bilal,
diğeri İbni Ümmi Mektum (gözleri kör idi) idi. Resullah dedi ki: “Bilal geceleyin ezan okur.(biraz
erken okur) İbni Ümmi Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyip için. (tam vaktinde okur)”
Sonra Abdullah dedi ki: Onların arasında şu merdivenden inip çıkacak kadar zaman vardır. Hadisi Müs-
192- Enes’ten rivayet edilmiştir. Resulullah dedi
ki: “Sizden biri uyku uyuyarak namaz kılmazsa
ban rivayet etmişlerdir.
lim rivayet etmiştir.
37
Ağustos 2009
Mehmet DEMİRCİ
KUYULANMAK
İnsan tarih sahnesine çıktı çıkalı
kuyularla yüzleşti. Bazen susuz,
bazen kuru, bazen necis, bazen de
zemzem olup dikildi insanın önüne.
Nice insan gelip geçti ama hepsi bu
kuyu havanlarının birinde dövülüp
durdu. Kuyular, kuyular, kuyular. Kimi
için mezar olup çıktı. Kimi için gül bahçesi, kimine de anlamsız bir çukur göründü. Hayat aktı mecrasına. Kuyular
o hayat denilen serüvende birer durak
olarak hep bulundu. Bazen yolcular
indi bazen yolcular katıldı hayat trenine. Yol uzun seyahat yorucu. Nerede ineceğini bilmeyen hangi kuyuya
uğrayacağını kestiremeyen nice insan
vardı. Kuyular müjdenin habercisi. Kuyular benlikten sıyrılıp hiçlik gömleğiyle Hakk’a yürümenin adıydı. Evet,
kuyu değerliydi. Niçin mi? En güzel
şeyler kuyularda saklanır. Zahireler
kuyulanır, bahara ulaştırılır. Baharla
Ağustos 2009
38
birlikte yeni bir varlık bahşedilir kâinata. Toprak gizler benliği. Heva ve
hevesi alır. Asıl gayeye ulaştırır. Toprak korur, korunan şeyde ise hikmet
vardır. Hikmete vasıl olmak içinse kuyulanmak gerekir.
Seyr ü sefer edelim geçmişe. Tâ
ilk insana, insanlığın atasına gidelim.
O ki Âdem (A.S). Cennetten dünya kuyusuna inzal oldu. Kuyu eritti benliği.
Sonra hikmetler sıralandı. Gözyaşlarıyla yakarışlar yükseldi semaya. Hikmetin adı tevbe, anahtarı nedamet ve
gözyaşı. Tüm insanlık için hata edene
işte böyle bir kuyuya düşüp hikmeti
bulmanın yolu gösterildi. Onun için
Âdem den adam olmaya insanlığın serüvenin başlangıcı oldu. Nuh (A.S)’ın
kuyusu bambaşka. O, küfür ve inkârın
kol gezdiği bir çağda imanın imkân olduğunu müjdeliyordu insanlığa. İma-
nın hem dünya ve hem de ahirette kurtuluşun kaynağı olduğunu haber veriyordu. İnsanlık ovaları
mesken tutarken o dağın zirvesinde gemi inşa ediyordu. Çünkü amaç zirveye ulaşmak değil mi? Kuyulardan bile yukarı tırmanarak kurtulmuyor muydu
insan. Nuh (A.S)’ ın kuyusu küfürle çevrili, o kuyuda imanını kavileştirdi. İman eşsiz bir hikmetti.
Hikmete yolculuk gemi ile. Ve bir de iman ne büyük
nimet ki zıt olanlar bile bir yerde. Sayfalar çevrilir
tarihte. İnsan yine yolunu şaşırmıştır. Kendi eliyle
yaptıklarına, onun acizliğini kutsayarak aciz olana
tapınmaya başlamıştır. İbrahim (A.S) çıktı tarih
sahnesine. Her taraf putlarla kaynıyordu. O, çöl
ateşi içinde aklıselim ile yolunu buldu. İnsanlığa aklını en güzel biçimde kullanabilme becerisini gösterdi. Onun kuyusu ateşti. Ateş kavurucu, ateş
yakıcı, ateşin fıtratında hararet, ateşin yapısı kasvet vardı. İsteyince Allah inanan kuluna serin eyler
ateşi. Güller açtırır küllerinde. Yeter ki insan İbrahimî bir akılla rabbini bulmaya, idrak etmeye çalışsın. Kuyunun adı ateş. Hikmetin adı aklıselim,
yolun adı muhakeme. İşte insanlığa yeni bir ilahi
kılavuz ve yol haritası. Yolda yürümek isteyen
gönül erlerine. Yusuf (A.S), güzelliği ile insanlığın
çehresinde nur. Ama Hakk’a en ufak bir benlik iddiasıyla varılmıyor. Onun zamanında ortalık fitne
kazanı. Kardeş kardeşe düşman. Onun kuyusu
fitne bataklığında arınmanın adı. O, kuyuya atıldığında daha küçücükken iffet gömleğini buldu o kuyuda. Kuşandı çağının tüm ahlaksızlığına karşı.
İnsanlığın onuru bir kez daha onun omuzlarındaydı. Eğer iffet gömleğiniz varsa Allah size hem
dünya hem de ukbanın kapılarını açar. Eğer iffet
gömleğiniz varsa âmâlara şifa dağıtırsınız. İffet
gömleğiniz varsa şeytanın tuzakları elbet boşa
çıkar. Kuyu; fitne, hikmet; iffet, anahtarı ise gariplik.
Musa (A.S)’ a gidelim. O sarayın bağrında büyüyen insan. İlahi inayet dilesin yeter, küffarın sarayında gül yetiştiren onurlu insanlar var eder. İşte
Musa (A.S). O, kendini bir anda küfrün içinde
buldu. Onun kuyusu saray. Nefse hoş gelen her
şey var. Ama o nefsin tevessül ettiği her şeyden
uzak. Kendisine uzatılan altını almayıp kora uzanır elleri. Onun kuyusu saray, hikmeti şecaat. Eğer
insan, ilahi hitaba uysun denizler yol olur. Allah insanı sayısız nimetlerle donatır. Her çağda her
asırda bir kılavuz düştü insanlığın bağrına. Her biri
kendince o çağda makul bir yol gösterdi insanlığa.
Şimdi ise gidelim, Rahmeten lil âlemin olan Efendimiz Muhammed (S.A.V)’ in asr-ı saadetine. O insanlığın en karanlık çağında bir dolunay gibi doğdu
insanlığa. O sığamadı kabilesine. Tıpkı diğer peygamberler gibi. Garip kaldı. Öksüz ve bir de yetim.
Ama Allah sizinleyse ne garip ne öksüz ne de yetimdi insan. O, dünyaya bağlayan bağlardan uzak
Gar-ı Hira’da huzuru ilahiyleydi. Varlık ve benlikten
arınıktı o. O Mekke küffarının sıkıntıları içinde kuyulanmıştı. Dar geldi dünya inananlara. Dilese
Allah Mekke’yi yerle bir ederdi. Ama o, alemlere
rahmetti. Rahmetinin gereğini yaptı. Bilseler yapmazlardı. O, merhamet timsaliydi. Efendimizin kuyusu Mekke ve dayanılmaz sıkıntılar. Evet, onun
insanlığa bıraktığı en büyük miras sünneti seniyye
ise hicret. Hicret; kendinden kendine, aklından kalbine, zerreden küreye, dünyadan âleme, imandan
amele, benlikten hiçliğe, hiçlikten Hakk’a hicret.
Hicret, dar geldiğinde yeryüzü değiştirmek yeri
yurdu. Çünkü ilahi hitap gereği Allah’ın arşı geniştir. Allah’ın arşı engin. Efendimizin hikmeti; geçerseniz maldan mülkten Allah’ın emrine boyun
eğerseniz Allah size sahip olduğunuzdan kat kat
fazlasını verir. Yeter ki sadıklardan olun ey insanlar.
Hayat hep tecrübedir. Tecrübe edilmişi tekrar
denemek ise ahmaklık olur. İnsanlık tarihinin abide
şahsiyetleri bize yaşantılarıyla örnek oldular. Onların kılavuzluğunda hayatı kucaklarız ve onların rehberliğinde
sonsuzluğa
adım
atabiliriz.
Her
peygamberden almamız gereken hikmeti alıp çağımıza taşımalıyız. Çünkü yaşadığımız çağda tarihin biriktirdiği çirkefliğin her türlüsünü görmekteyiz.
Bundan dolayı hayatımızı peygamberlerin izinden
giderek sürdürmeliyiz. Tesbih taneleri tek başına
bir anlam ifade etmez. Ama bir olunca sayısız
anlam içerir ve bütünlük arz eder. İşte peygamberler de böyledir. Onların tecrübesiyle yola çıkmalı,
hayatı yeniden inşa etmeli, hakikate vasıl olmak
için gayret göstermeliyiz. Peygamberleri kendine
kılavuz edinen, Efendimizi canından üstün tutan,
onun hitabını hayatına titizlikle taşıyan gönül erlerine selam olsun.
39
Ağustos 2009
Osman KARABULUTOĞLU
PEYGAMBERLER,
MUCİZELER… (5)
Aziz okuyucu dergimizde ‘Peygamberler,
Mucizeler…(4)’ olarak yayımlanan sözlerden
hareketle şunu söylemeyiniz: ‘Her yangın hadisesinde ateşin yanan cisimle birlikteliğini açıkça
görüyoruz, öyle ise yangın hadisesinde failiyyet
fiilinin illetlinin ateş olduğunda tereddüt etmek,
zahir ve bahir bir hükme karşı ekâbirlikten başka
bir şey değildir.’
Çünkü bunların arasında şahit olunan sürekli birliktelik ve yakınlık bağı, illiyyetle maluliyet
arasındaki bağdan başka olabilir.
Biz burada Allah’ın (CC) varlığını itiraf
edenlerle nübüvveti, enbiyayı ve onların mucizelerini konuşuyoruz ki, bunlar aynı zamanda Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu da kabul
ediyorlar.
Niye böyle söylemeyiniz? Zira biz diyoruz
ki senin bu hükmün hangi katî delile dayanıyor?
Eğer tecrübe ve müşahedeye dayanıyor diyor
isen, ‘illiyyet’e (nedensellik) tecrübe ile şahit
olunmaz; zira ‘illiyyet’ gizli bir şeydir, görülmez.
Tecrübe ve müşahedenin delalet ettiği şey, ateşin, yangın hadisesi ile beraber yanan cisimle
bu olayın devamı müddetince birlikte oluşundan
ibarettir.
İşte her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın,
yakma fiilinin de yaratıcısı olma ihtimali ve
O’nun iradesinin yanma hadisesinin illeti, yanma
olayı ise o illetin malulü ve yanma olayı ateşten
kaynaklanan değil de, O iradenin eseri olduğu
devam ettikçe, mantık, yangın hadisesinin illetinin ateş olduğunu itiraf etmez.
Ateşin, yanma hadisesi ile beraber bulunuşu, sadece sıradan bir şarttan dolayıdır;
yoksa ateşin failinin ona ihtiyacı yoktur. Yani bu
sıradan olan şart, failine nisbetle değil de kullara
nisbetle şart; o kullar ki o şarta uymaya muhtaç,
fakat o fiilin faili ona muhtaç değil; yani Allah
(CC), yanma fiilini ateşle de, ateşsiz de yarata-
Yok, eğer bu hükmü, tecrübe ve müşahedeye değil de, mantıkî bir delile dayandırıyorsan
mantık: Bir şeyin bir başka şeyle devamına delaleti ve birbiriyle sürekli birlikteliğini, illetin malulü ile irtibatında olduğu gibi birinin diğeri ile
devamlı beraberliğini kabul etmez;
Ağustos 2009
40
bilir; bu husus O’nun kudret ve iradesine nisbetle
müsavidir. Eğer yakmayı su ile söndürmeyi ise
ateşle yapmayı dilese idi elbette öyle yapardı.
Bir önceki paragrafta belirtilen ihtimal var oldukça
ve yanma fiilini yapanın ateş olma ihtimaline karşı
O’nun tercihi söz konusu ise vaz ettiği nizamı, nerede ise kâinatta var olanların adedince failin ortaya çıkaracağı karmaşa ve karışıklıktan
korumasının seçiliş ihtimali süreklilik arz ettikçe,
kâinatın failinin teke indirgenme ihtimali devam ettikçe bu böyledir.
Bizim neticeye müessir olarak gördüğümüz
sebeplere gelince, daha doğrusu sebebe benzeyen hususlar, hakiki sebebi örten zahiri şeylerden
ibarettir; hakiki sebep ise Allah’ın iradesidir.
Tevhit dininde sebeplerle hükmetmek caiz
değildir; ancak aslî değil de müstear olarak kullanmak hariç, yine bunları değişim kabul etmez olarak görmek de caiz değildir.
Kâinatta var olan herhangi bir şey için denilemez ki, bunun varlığı kendindendir; bölünmez
parçalanmaz; böyle bir iddiayı ancak, ya Allah’ı
(CC) inkâr eden veyahut da ihtiyarsız bir ilaha inan
kişi sadece söyler. İşte bundan dolayı yukarıda adı
geçen filozof Malbranş ‘Mezahip ve Metalip’ adlı kitabın marifet bahsinde diyor ki: ‘Hakiki illet tektir,
çünkü hak olan ilah birdir; tabiat ve her şeyde olan
güç, Allah’ın iradesinden ibarettir; mesela: Güneşin eşyaya hareket ve hayat verdiğine inanmak
şirk, mukarrep meleklerin bir araya gelseler bile bir
yaprağı hareket ettireceklerini itiraf tenakuzdur.
Malbıranş’tan önce de Eş‘arî kelamcılar şu
güzel sözü söylemişlerdir: ‘Kâinatın varlığının tamamı vasıtasız Allah’a (CC) müstenittir.’
Burada daha önce ruh ve beden ilişkisini tartışırken Leibnız’ın koyduğu prensiplerden ‘Takdire
uygunluk’ “Armoni pre etablî” olarak isimlendirdiği
ve alemde bulunan parçaların birbiri ile münasebetini, durumunu zikretmek uygun olur ki, ona
göre: Eşyanın birbirini etkilemesi söz konusu değildir. Zira bunların her biri basittir, birinin “Monad”
diğerinde etkisi Allah’ın müdahalesi iledir, parçalar
arasında uyum ve tesanüt bu şekilde sağlanır.
Bu hususta Hume’de şöyle diyor: ‘İlk etapta
bir şeye baktığımız da o şeyi ifade edeni, o şeyi belirteni, anlatanı idrak edemeyiz. Kainattaki herhangi
bir şeyin gücünü tahmine kadir olamayız. Yine biz
bu şu kuvvetin malulüdür demeye de güç yetiremeyiz. Hadise, hadiseyi takip eder; lakin bizler bu
hadiseler arasındaki gücü hissedemeyiz; maddi cisimlerden herhangi birinin kendine has özelliğini
göremeyiz.
Mesela, ateşle alakalı olarak bütün bildiğiniz,
ateşin hararetidir. Hararetle ateş arasındaki gereklilik bize kapalıdır’
Hume şunu demek istiyor: Eşyanın sıfatlarından herhangi bir sıfat veya özellik o eşyanın arasındaki ilişkiyi aklen zorunlu kılacak veya
ayrışmalarını muhale dönüştürecek bir hususu
içermez.
Biz, şeker niye tatlı, tuz niye acı, zehir niçin
öldürücü, ateş hangi sebepten dolayı yakıcıdır, bilmiyoruz. Bunları bilmediğimiz gibi tecrübe etmeden önce eşyanın özellikleri de bilinmez, dıştan
bakıldığında belirtilen eşyanın bu manalardan hangisini ifade ettiği de bilinmez.
Hatta zehiri görmeyen birinin aklına, onun insanı öldüreceği gelmeyeceği gibi onu yemeyi de
düşünmez; bütün bunlar bize gösteriyor ki; eşyanın arasında, dördün çift oluşu, üçün tekliğinde olduğu gibi ayrışmamayı zorunlu kılan bir durum söz
konusu değildir.
Kişi tecrübe etmeden de 3’ün tek olduğunu,4’ün de çift oluşunu bilir. Zira bunlar matematiksel meselelerdir, aklî esasa istinat ettiğinden
katî ve zaruridir. Eşyanın birbiri arasındaki meseleler ise tabiîdir bunların delaleti zaruret derecesine
ulaşmaz, aksi de akla muhalif değildir.
İşte bundan dolayı, yani tabiî ilimler tecrübeye dayalı olduğundan vakıanın katiyetine delalet
etse de zorunlu katiyete delalet etmez. Bu prensipte dolayı da Hume tabiî kanunları inkar etti de
dedi ki: ‘Bunlar hadiselerin neticelerini gösteren
adetlerdir; hadiselerin ardı ardına oluşmasını zorunlu kılan ezelî işlerden değildir.’
Mülhit olan bu adamın sözü Alman Bohner’in
sözünden daha dakiktir ki; biz kitabımızda konunun olanca uzunluğuna rağmen tecrübî ilme güvenen ve onu aklî ilmin üstünde tutanların iddialarının
batıl olduğuna tembihte bulunduk. Öyle ki bu düşünce inkarcı asrın esasıdır.
seçimler münasebeti ile uzun bir aradan
sonra bu yazıyı kaleme alışımdan ötürü gerek dergimiz yönetiminden ve gerekse okuyucularımdan
ayrı ayrı özür dilerim
41
Ağustos 2009
Aydın BAŞAR
aydin_basar@hotmail.com
İnsanın İniş
Serüveni
Bir insanın yaratılışını veya başka bir ifadeyle
dünyaya iniş macerasını merak etmesi ve “Beni buraya
kim bıraktı?” diye sorması o kimsenin “yaratılış”ın temeli hakkında düşündüğünü ve varlığını anlamlandırmaya çalıştığını gösterir. Bu sorunun cevabında
Kur'an’da bize bildirildiğine göre Hz Adem’in ve ehlinin
“inin aşağı” hitabıyla azarlanarak dünyaya gönderilmesi gerçeği bulunmaktadır. Böylece insan bir iniş sürecinin ardından “dünya” serüvenine geçmiş olur.
Daha önceden ona eşyanın isimlerinin öğretilmesi, kâinatı tanıması ve anlamlandırması içindir. Bu
öğretilen isimleri bilmek, kâinatı tanımak veya hayatı
çözümlemek için beklide ilk adımdır. İnsan bu adımı atmalıdır ki mahlûkatın varlığından Halık’ını bilmeye
doğru yol alabilsin. Yüce Allah Hz Adem’e ve bütün insanlara yaratılış hikmetlerini keşfedebilmeleri ve bu
yoldan giderek Yüce Allah’ın varlığını anlayabilmeleri
için “akıl” vermiştir. Yani akıl ubudiyetin ifa edilmesi için
vardır.
İnsana “akıl” verdiğine göre Yüce Allah bizim insan dışındaki yerde emekleyen varlıklar gibi nereye
Ağustos 2009
42
doğru gittiğini bilmeyerek yeryüzünde şuursuzca
dolaşmamızı istemiyordur. Çünkü O bizi aynı zamanda kendisine “halife” olarak seçmiştir. Hilafet
görevi hayvanlara veya bitkilere değil yalnızca insanlara layık görülmüştür. İnsan ise bilinçli olarak
yeryüzünü imar edebilen tek varlıktır. Şu halde insan yeryüzünde bir düzen kurmalı ve bu düzeni “hilafet” göreviyle bağdaştırmalıdır. Bu düzen Yüce Allah’ın düzenine müdahale edilmeden, O’nun
egemenliği tanınarak, hak ve hukuka riayet edilerek, gerçek adalet temellerine uygun olarak kurulmalıdır.
İnsanın secdesi ve zikri kâinatı
titretir, melekleri mutlu ve hoşnut eder.
İşte bu da insanın Yüce Allah’ı “tespih” etmesi ile başlayan “yükseliş”
serüvenidir ki dağların taşıyamadığı
yükü yüklenen insanın “akl”ını kullanarak evrendeki zıtlıkları çözmesi ve
Galu- bela sözleşmesinde insana bütün hakları Yüce Allah tarafından verilmiştir. Yüce Allah
halifelik makamına oturan insana bir “özgürlük
alanı” vermiştir. Buna cüzî irade de denilir. Buna
karşın insana Rabb’ini bilmesi ve O’na ibadet etmesi gibi bir mükellefiyet yüklenmiştir. Fakat O’nu
gözleriyle göremez ve duyuları ile algılayamaz.
O’nu bilebilmesi için öncelikle kendini ve kâinatı
bilmesi gerekir. Yaratılandan dolayı Yaratan’ı bilmeye doğru bir gidiştir bu. Şöyle ki mahlûkat varsa
onların mutlaka bir de Halık’ı vardır. İşte bu çıkarımı
yapabilmesi için eşya veya kâinat yaratılmıştır. Bu
bağlamda insana eşyanın isimlerinin öğretilmesi
demek belki de ona kâinatı ve kendisi dâhil her şeyi
bilme yetisinin verilmesi demektir. Artık insana her
şeyin isimleri öğretilmiş ve bu onun Rabb’ini tanımasını sağlamıştır. Zira Yüce Allah’ı tanımasına
sebep olmayacak bir öğretinin Hz. Adem’e öğretilmiş olması bir anlam ifade etmez. Çünkü her nesne
aslında Rabb’in tecellilerinden ibarettir. “Akıl sahibi
olması, isimleri öğrenmesi, özgür olması.” Bu üçü
birbiriyle alakalıdır. İsimleri öğrenme yetisine sahipse akıl sahibidir, akıl sahibiyse özgürdür.
böylece kâinattaki müthiş uyumu sezmesiyle alakalıdır. Bütün bunlar ne
içindir? İnsanın farkına varması ve
Rabb’ini tesbih etmesi içindir.
lakis insanın erdemli olmasını sağlayan şey; onda
potansiyel halinde kötülüğün bulunmasıdır. Buna
rağmen insan iradesini ortaya koyduğunda, secde
edebilen ve Rabb’ini övgüyle tespih edebilen bir
varlıktır. Onun secdesine kıymet veren olgu, içindeki ters yöndeki potansiyeldir.
İnsanın secdesi ve zikri kâinatı titretir, melekleri mutlu ve hoşnut eder. İşte bu da insanın Yüce
Allah’ı “tespih” etmesi ile başlayan “yükseliş” serüvenidir ki dağların taşıyamadığı yükü yüklenen insanın “akl”ını kullanarak evrendeki zıtlıkları çözmesi ve böylece kâinattaki müthiş uyumu
sezmesiyle alakalıdır. Bütün bunlar ne içindir? İn-
“İnin” hitabıyla başlayan “iniş” sürecinin bir
de “çıkış” aşaması vardır ki bu da kulluk ve ibadet
ile mümkündür. Daha önce melekeler insanın kan
dökücü bir varlık olduğunu söylemişlerdir. Oysa insanın fıtratında “esfeli safilîn”e “inme” eğilimi olduğu kadar “ahseni takvîm”e “yükselme” kabiliyeti
de vardır. Akıl sahibi insan isterse yeryüzünde kan
dökebilir, isterse kan dökücü bir varlık olma özelliğini potansiyel halinde öylece saklayabilir. Daima
içinde taşıdığı bu potansiyel, kendisinin Yüce
Allah’ın boyasıyla boyanmasına engel değildir. Bi-
sanın farkına varması ve Rabb’ini tesbih etmesi
içindir. Tekrar yükselmesi için ibadet şarttır.
Hz Adem’in Cennet’ten kovulma sebebine
baktığımızda onun ve ehlinin işledikleri günahın
buna sebep olduğunu görüyoruz. Demek ki günah
insanın “iniş” sürecini tetikleyen başlıca amildir. Yeniden yükseltecek olan amil ise ibadettir. İsyan ve
günahkârlıkla “iniş”; itaat ve kullukla “yükseliş” düz
orantılıdır.
43
Ağustos 2009
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden
Nim e t ve İ kbâ l
Allah’a muhtaç olmak (iftikâr), ilahî himayeyi istemekten vazgeçerek gönül tokluğu göstermektir. Hakk’ın dostluğu için ilahî himayeyi ummaktan, Hakk’ın yardımı için dostluğunu istemekten ve
Hakk’a giden yolu bulmak için yardım beklemekten, isteyerek vazgeçmektir.
Ferâgati olmayanın himayesi olmaz, himayesi olmayanın dostluğu olmaz, velâyeti olmayanın yardımı olmaz, yardımı olmayanın
da hidâyeti olmaz.
Ey oğul!
Yaratılmışların, Hakk’a muhtaç olan fakirlik içindeki esirler olduğunu bil! Yaratılmışlar O’nun iradesi karşısında, esirdir; O’nun ilmi
ve kudreti karşısında zayıflardır; kendilerine ve başkalarına, ne
fayda ne zarar, ne zillet ne şeref, ne ölüm ne de hayât vermeye muktedirdirler.
Onlar, nimet ve okları arasında durup, sonları kendilerinden
gizlenmiş bir halde meşakkat ve mahrumiyet arasında beklerler.
Bundan dolayı korkarlar, ümit ederler, muhtaç olurlar, dua ederek
yalvarırlar ve ağlarlar. Böylelerinden daha fâkir, onların bu hâlinden
daha kötü bir hâl olabilir mi?
Ey oğul!
Fakrın, muhibbînin (Hak yoluna meyledenlerin) en yüce mertebesi, münîbin (Hakk’a yönelenin) en yüksek menzili, müritlerin en
ileri hâli, evvâbinin (Hakk’a dönenlerin) en yüksek vasıtası, tövbe
edenlerin en üst makâmı ve mukarreblerin (Hakk’a yakın olanların)
en yüce vesilesi olduğunu bil!
Fakr, kulluğun aslı, ihlâsın özü, takvânın başı, doğruluğun merkezi ve Hak yoluna erişmenin esasıdır. Fakr sahiplerinin zümresine
girmek isteyen kimsenin, ailesinin ve kendisinin menfaatini önemsememesi, Allah’ın huzurunda yalvarıp yakarması ve sadece Allah’a
ihtiyaç duyarak maşivadan ümitsiz olması gerekir.
Fakr sahibin hâli, tıpkı, karanlık bir kuyunun içine düşmüş bir
adamın hâli gibidir. Kuyunun üzeri örtülü, girişi de kapalıdır. Kuyunun içinde ne bir arkadaş ne de kendisine yardım edecek bir kimse
vardır. Bunların yanı sıra oradan çıkabileceği bir geçit de yoktur. Hâl
böyle iken, bir insanın, ricası, yalvarması ve ihtiyacını arz etmesi
Mevlâsından başka kime olabilir?!
ALLAH’TAN YARDIM İSTEMEK
Şöyle bir hikâye anlatılır:
Salih kullardan biri, çölde kör bir kuyunun içine düşer. Bir müddet sonra oradan geçen bir yolcu kervanı, kuyunun başında durur ve
kuyunun içinde kurtarılmayı bekleyen bir olması ihtimaliyle kimse
var mı diye seslenirler. Salih kul, kurtuluş ümidi ile orada olduğunu
Ağustos 2009
44
bildirmek için seslenecekken gaipten bir ses, “Benden başkasını
imdada çağırma, ben yardım isteyenlerin imdadına yetişenim!”
yolcuları, kuyunun içine kimse düşmesin diyerekten kuyunun ağzını
kapatıp giderler. Salih kul, kuyunun ağzının kapatılmasıyla hayâttan ümidini keser. Artık, Allah’tan başka kimsenin kendisine yardım
edemeyeceğini inanarak şöyle yalvarmaya başlar: “Allah’ım! Artık
senden başkası kalmadı, ben sana muhtacım!” Salih kulun bu yalvarışının ardından Allah, bir aslanı kuyunun başına gönderir. Aslan
kuyunun ağzını açar, aşağıya iner. Salih kul, aslanın kuyruğunu
tutup kuyunun dışına çıkar. Sonra şöyle bir ses işitir: “Fırsatlar kaçtı
diye, seni kurtaran Rabbinden ümidini kesme!”
Allah Teâlâ, kulluk borcunu sadakatle yerine getirmenin nihai
noktasının sırrını, “Yalnız Sana ibadet ederiz…” âyetinin ardına saklanmıştır. Kulun, acziyet ve zayıflığın zirvesinde bulunduğu sırrını, iki
cihanın hayrını kendinde toplayan şu cümlenin içerisine koymuştur:
“ve yalnız Senden yardım dileriz”.
Allah’ın kul üzerindeki tüm hakkı, “Yalnız sana ibadet ederiz”
ayetinde, kulun Allah’a olan ihtiyacı da “yalnız senden yardım dileriz” ayetinde saklıdır.
Anlatıldığına göre bir bedevî Arafat’ta vakfeye durmuşken
şöyle dua ediyordu:
“Allah’ım! Ben, evimden, yurdumdan çıkıp Sana geldim, hâlbuki beni Sen getirdin. Burada huzurunda vakfeye durdum, hâlbuki
beni durduran, Sensin. Ben, emrine isyan ettiğimde hâlde, Sen beni
rüsvay etmedin. Bütün bunların karşısında ne bir özrüm ne de bir
bahanem var. Bana merhamet edersen ve beni bağışlarsan,-çünkü
Sen ihsan sahibisin-, kapında benden daha muhtaç bir kul yoktur.
Ey benim Efendim! Ey benim dostum!”
Allah Teâlâ, kulluk sınırını aşıp rububiyet sınırına dayanmamaları, aklî isteklerini bırakıp dünyevî isteklerin peşine, ruhanî saflığı bırakıp nefsânî bulanıklığın peşine ve yüce gayeleri bırakıp
bayağı hedeflerin peşine düşmemeleri için kullarından tam manasıyla fakr ehlinden olmalarını emretmiştir.
İşte bu manâları anlatmak için Allah Teâlâ, Resullah (s.a.v)
Efendimize şöyle buyurdu: “Bu işte senin bir payın yoktur.”,
“Bütün işler Allah’a aittir…”, “…Fakat bütün işler Allah’ındır.”,
“Bilesiniz ki; yaratmak da, emretmek de O’na mahsustur.”
Evet! Kulun kurtuluşu Allah’a muhtaç olduğunun şuuruna varmasıyla (iftikâr) olur. Kul, yalnız Allah’tan yardım dilemesi gerektiğini bilerek ilahî yardıma nail olur. Allah’a vasıl olmak hidayet
yolundan geçer. Veliler zümresine dahil olmak, ancak fakr’la olur.
45
Ağustos 2009
SEYYİD AHMED ER-RÜFÂÎ
HAZRETLERİNİN
ALLAH’IN MAHLÛKÂTINA KARŞI
ŞEFKATİ
Nakledilir ki, Hz.Seyyid dünyevî bir şeye
sâhip değildi. O kadar ki, bir misâfiri gelse, evlerin
kapılarında dolaşır onun için birkaç yiyecek toplardı. Der ki: Benden sonra Hak Teâlâ size dünyalık verecek. Bu konuda da Hz. Peygamber’e (a.s.)
tâbi olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber’in zamanında ashâbın dünyâlığı yoktu ve o (a.s.) buyurmuştu ki: Benden sonra Hak Teâlâ size birkaç
dünyâlık verecek. Tâif bölgesi sizin tasarruf elinizde olacak. Hz. Seyyid’in tam bir istiğnâ (ihtiyaçsızlık)
hali
vardı.
Meclisinde
dünyâyı
zikretmezlerdi. Dünyevî mallara el uzatmazdı. Buyururdu ki: El avucunda kalbe bağlı bir damar vardır. Eli dünyevî bir şeye götürdükleri zaman onun
zararı kalbe ulaşır. Bu çok gizli bir zarardır. İnsanlar onu anlayamaz. Derdi ki: Allah Rasûlü (a.s.) buyurmuştur ki: Dünya sevgisi bütün kötülüklerin
başıdır.
İnsanlarla en güzel şekilde geçinirdi. Yetimlere baba gibi şefkatli idi. Dul kadınlara da şefkatli
idi. Fakirlerin gönlünü alırdı. Bütün yaratılmışlarla
samimiyeti vardı. Onun hilmi ve yumuşaklığı
kemâl derecesinde idi. Aslâ hiçbir şeyden öfkelenmezdi. Mübârek başı dâimâ öne eğikti. Eğer bir kişi
ona bir sırrını söylerse, onu ifşâ etmezdi. Müslümanlara çok hayır duâ ederdi. Bir kimse ondan
uzaklaşırsa, tekrar berâber ve yakın olmaya çalışırdı. Kendisine zulmeden kişiyi afvederdi. Eğer bir
kişi kendisine kötülük ederse, karşılığı olarak o kişiye iyilik yapardı. Derdi ki: Bana, kötülüğe karşı
iyilik yapma vazifesi verildi. Birine kötülük yapan
kişi aslında kendine yapmaktadır. İyilik de böyledir.
Bunun delili şu âyettir: Eğer iyilik yaparsanız kendinize yapmış olursunuz. Kötülük yaparsanız da
kendinize. (el-İsrâ,17/7). Dervişlere şöyle diyordu:
Her kim size kötülük yaparsa, bu kötülük sebebiyle
Ağustos 2009
Allah’a âsî olmuş olur. Siz onun karşılığı olarak iyilik yapınız. Bu sâyede Allah’ın emrini tutma nîmetini kazanmış olursunuz.
Açları doyurur, çıplakları giydirir, kendileri de
hasta olsa bile başka hastaları ziyâret ederdi. Eğer
(hastaların) evleri uzak ise, Hak Teâlâ onun için
mesâfeyi kısaltırdı, o ise aynı şekilde yola koyulur
ve tahammül ederdi. Cenâzelere iştirak ederdi.
Büyük ve küçük kiminle karşılaşsa önce selam verirdi. Hasta ve körlerin başını ve elbiselerini yıkar,
onlarla birlikte oturur ve onlardan kendisi için duâ
etmelerini isterdi. Bunlar, ziyâret etmeyi sevdiğim
gruptur, derdi. Körlerin elinden tutarak onları evlerine götürürdü. Geceleri Dicle (nehri) kenarında
durur, âciz birini görürse onu sudan geçirirdi. Geceleri fakirlerin evlerine gidip gelir, onlara yiyecek
götürürdü. Ama onlara kendisini tanıtmazdı. Tuluma su doldurur, mübârek omzuna alır ve dul kadınlarla fakirlerin evlerine götürürdü. Sefer
dönüşünde Ümmü Abîde’ye yaklaşınca biraz odun
(dal, çalı) toplar, mübarek başına koyar ve gece
olunca dervişlere, dul kadınlara ve hastalara verirdi. Berâberinde yolculuk eden dervişler o hazretin başının üstüne odun koyduğunu görünce onlar
da ona uyarak her biri birer demet yapıp şehre götürürlerdi. Hepsi fakir, hasta ve dulların işleriyle
meşgul olurdu. Ümmü Abîde halkı: Bizim odun taşıyıcımız var, derler ve bununla Hz. Seyyid’i kasdederlerdi. (Hz. Seyyid) İttifâkı (birleşme, uyma,
yardım) severdi ve Allah Rasûlü’nün (a.s) şöyle buyurduğunu söylerdi: Müslüman kardeşlerinden birinin bir arzusunu yerine getiren kişiye Hak Teâlâ
binlerce iyilik yazar, defterinden binlerce kötülüğü
siler ve derecesini binlerce kat yükseltir. Allah Teâlâ
ona üç Cennet verir: Cennet-i Huld, Cennet-i Firdevs ve Cennet-i adn.
46
Halkın menfaati için yolların başında dururdu.
Bir kimse kendisine kötülük yaparsa ona nasihat
ederdi. (Nasihat) ona tesir etmezse sabrederdi.
Eğer etkisi olursa ona bağışta bulunurdu. Kendisini talep eden kişi ile yola düşer, nereye gitmek
gerektiğini sormaz, aslâ beni niçin çağırıyorsun,
demezdi. Mescid ve revakı kendi eliyle temizlerdi.
İnsanların neşesi ile neşelenir, kederi ile kederlenirdi. İnsanları iyi işlere ve hayırlar kazanmaya teşvik eder, onlara güzel ahlâkı öğretirdi. Bir şeyden
hoşlanırsa tebessüm eder, kahkahayı mekruh sayardı. Kendisinden özür dileyen kişinin özrünü
kabul ederdi. Bâzen o kişi özür dilemeden önce
onu affederdi. Onun kederi, neşesinden çoktu. Kederi gönlünde, mutluluğu ve neşeyi ise yüzünde tutardı. Nefesinden, yanık ciğer kokusu gelirdi. Yolda
yürüdüğü zaman sağa sola ve hiçbir yere bakmaz,
yalnız mübârek ayağını koyacağı yere bakardı. Bir
söz söylemek istediği zaman konuşacağı konuyu
düşünür, söylemekte hayır varsa söylerdi ve nefeslerinden birini bile zâyi etmezdi. Allah Teâlâ’nın
Hz. Dâvûd’a (a.s.): “Beni zikretmediğin saat, yok
(boşa geçmiş, adem) gibidir” dediğini söylerdi.
Bütün zamanını Hak Teâlâ’ya sarfetmişti. Dünyevî
menfaat sağlayan işlerle uğraşmazdı. Derdi ki:
Herkes bir şeyle meşgul oluyor, o iş onun (âhirete)
işine yaramayacak ama ondan yiyecek elde ediyor,
kârı odur. Tıpkı virdlerden bir vird gibi, kişi ondan
gıdâlanır.
Derdi ki: Keşki dökülmüş bir kan parçası olsaydım. Ben hiçbir şeyim, hiçbir şeyim. Her zaman
üzüntülü idi. Ömürden azıcık kaldı, der şu iki beyti
okurdu:
Ey nefesleri sayılı olan kişi, sayıların tamamlanacağı gün yakındır.
Şüphesiz yarın gecesi olmayan bir gündüz,
ya da gündüzü olmayan bir gecedir.
Yani, ya bir gündüz ya da gece ömür sona
erecek.
Namaz vakti gelince dünyâ işinden hiçbir
şeyle meşgul olmazdı. Bir kere içmek üzere su istedi, namaz ezanı mübârek kulağına ulaşınca:
Allah’ın hakkı zâhir olunca, nefsin hakkı bâtıl oldu,
buyurdu. Namaza durunca mübârek yüzü sarardı.
Sabah namazını edâ ettikten sonra boynu bükük
olarak namaz yerinde oturur ve güneş doğana
kadar duâlarla meşgul olurdu. Sonra İşrâk ve Duhâ
namazlarını kılar, ardından ma’bedine (tekkesine)
giderek ibâdet ve mücâhede ile meşgul olurdu. Bununla birlikte şöyle derdi: Gönlümde halvet (yalnızlık) hasretinden başka hasret yoktur. O hazret
çok ağlar ve bâzen halvette yalnız kalır, şu beyti
okurdu:
Vallahi ruhum kime bağlı olduğunu bilseydi,
Ayağı bırakır, başı üzerine dikilirdi.
Bir kişi tevbe edince çok mutlu olur, Allah’a
şükreder ve o kişiyi överdi. Beşikteki çocuklara
tevbe ettirir ve derdi ki: Allah Teâlâ’yı sana şâhid
tutuyorum ki sen bu söz üzeresin. O hazrete: Niçin
böyle diyorsun? diye bu durumu sordular. Buyurdu
ki: Onun hiç günâhı yok ki tevbe ettireyim. Ben
ezelî ahiddeki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
Evet, dediler (el-A’râf,7/27) sözünü hatırlatıyorum.
Buyururdu ki: Tevbenin gereklerinden biri, câhillerden ayrılmak ve ehlullah ile arkadaş olmaktır.
Dâimâ abdestli bulunur ve insanlara abdestli bulunmayı tavsiye ederdi. Yolculukta ve ikâmet döneminde bir mescide varınca iki rek’at namaz
kılardı. Eğer yolda bir necâset görürse kendi mübârek eliyle onu ortadan kaldırarak yolu temizler,
sonra elini yıkardı. Eğer dervişler bu konuda konuşurlarsa onlara hayır duâ eder ve: Elimi bundan
başka ne ile daha şerefli kılayım, derdi. Bir kişi ona
hediye getirse, hediye bir tane hurma bile olsa onu
aslâ küçük görmezdi. Bir kimse onunla musâfaha
yapmak isterse ona elini uzatır, ancak öpmemeleri
için gayret gösterirdi. Ayakkabılarını kaldırmalarına
müsâade etmez ve dervişlerine kendisine hizmet
etmelerini aslâ emretmezdi. Onun huzûrunda namazın farzı ve sünneti arasında kimse boş söz konuşamazdı. Ka’be’ye öyle hürmet ederdi ki, aslâ
sırtını kıbleye dönmezdi. Otururken ve ayakta iken
Allah Teâlâ’yı zikrederdi. Hiç kimseyi dünyâ pâdişahlarına şikâyet etmez ve şöyle derdi: Onlara (pâdişahlara) meyletmek, Allah’tan uzaklaşmaya ve
Cehennem ateşine girmeye sebeptir. Buna şu âyet
47
Ağustos 2009
delil gösterirdi: Zulmedenlere meyletmeyin; sonra
size ateş dokunur.(Hûd,11/113)
Avâm halkın gönlünü muhâfaza etmeyi emreder ve: Bunlar müellefe-i kulûp (kalpleri İslâm’a
ısındırılacak) gruptandır, derdi. Bir derviş cemaatle
namaza gitmezse hâlini sorardı. Eğer o derviş bir
hastalık sebebiyle cemaati terk ise (hâlini) bizzat
sorar ya da bir kişiyi gönderirdi. Eğer bir iş ve fayda
sebebiyle cemaati terk etmiş ise ihtiyâcını gidermesi için ona yardım ederdi. Yemek yerken acele
eder ve: Bu işi ve ihtiyâcı bitirelim ki başka bir işle
meşgul olalım, derdi. Derviş, yemeği ibâdete güç
kazanmak için yemeli, derdi. Yanmış ekmek yemeyi, (kirlenen) eli ekmekle silip temizlemeyi ve misâfir için yiyecek konusunda külfete girmeyi
mekrûh sayardı. Halkı tokluktan (çok yemekten)
men eder ve şöyle derdi: Tokluk âfetlerin sebebidir. Allah Teâlâ’ya, açlık ve susuzluktan daha sevimli bir iş yoktur. Derdi ki: Allah Rasûlü (a.s.)
Âişe’ye (r.a) buyurdu ki: Dâimâ Cennet’in kapısını
çalmakla meşgul olun ki onu sizin için açsınlar.
Cennet’in kapısını sürekli çalmak nasıl olur, diye
sordular. Açlık ve susuzlukla, buyurdu. Hz. Seyyid
derdi ki: Açlıktan kalbin saflaşması ve basîretin icrâsı (nüfûzu) elde edilir. Gönlü daraltırlar (üzerler)
ki Allah’a yalvarışın lezzetini duyabilsin. Nefsi horlayıp alçatırlar ki ondan kibir ve azgınlık zâil olsun.
Nefsi azâp ile mübtelâ ederler ki Allah’ın nîmetini
müşâhede etsin. Nefsi, açlıktan daha çok kıran bir
şey yoktur. Tokluktan kalp katılığı basîretin (ince idrâkin) yok olması hâsıl olur. Derdi ki: Emîru’lmü’minîn Ali (r.a) şöyle buyurmuştur: Her ne
zaman doyduysam, benden Allah’ın emretmediği
(istemediği) bir şey sudûr etti ya da bir günah işlemeye niyet ettim.
Hz. Seyyid ekmek kırıntılarını toplayıp yemeyi âdet edinmişti. Bir kişi yemeği bitirdiği zaman
ellerini yıkaması için ona su dökmeye kalkarlarsa
bunu uygun görmez, mekrûh sayar ve: Saygı görmekten kaçınan bir insana saygı ve hürmet göstermek ahmaklıktır, derdi. Evde ekmek pişerse
komşuların nasîbini gönderir ve onlara çok ihsânda
bulunurdu. Komşuluk hakkını yerine getirir ve şöyle
derdi: Allah Rasûlü buyurdu ki: Komşu, komşu olmayan akrabâya göre ihsân ve ikrâma daha layıkAğustos 2009
tır. Yine buyurdu ki: Cebrâîl komşu konusunda
bana o kadar tavsiyede bulundu ki, mirasçılar grubuna dâhil olacak zannettim. Yine buyurdu ki: Allah’a ve âhiret gününe inanan herkes komşusuna
ikrâm etmeli.
Nakledilir ki, bir şahıs Hz. Seyyid’i (k.s.) ziyâfete çağırdı. O: Benim bir komşum bir sıkıntı içinde
iken ben ziyâfetle nasıl meşgul olayım? dedi. Bu
komşusundan maksadı, Heret nâhiyesine giden bir
öğretmen idi.
Hz. Seyyid (k.s.) buyurdu ki: Yûsuf-i Haddâd
dünya ve âhirette benim komşumdur. (Hz. Seyyid)
Bir ekmek parçası ya da üzerine Allah Teâlâ’nın
ismi yazılmış bir şey görse öfkeyle gider ve kaldırırdı. Âdeti, suyu üç nefeste içmekti. Yenleri, parmak uçlarına kadar gelirdi. Sarığı kısa idi. Kışın ve
yazın bir takımdan fazla elbisesi yoktu. Çoğunlukla
beyaz elbise giyerdi. Yeni bir elbise giyince eskisini
fakirlere verirdi. Tırnaklarını keseceği zaman sağ
elinin işâret parmağıyla başlar ve aynı elin baş parmağı ile bitirirdi. Halkı, sâlihler ve imamlarla sohbete teşvik eder, câhillerin sohbetinden men
ederdi. Derdi ki: bir kişi kötü insanların sohbet ve
arkadaşlığına mübtelâ olmuşsa, onlara tahammül
etmelidir. Halkı ilim öğrenmeye teşvik ederdi. Dervişlerin bir rahatsızlığı (hastalığı) olunca onlara tedâvi olmalarını emrederdi. Zararlı şeylerden
sakının, derdi. Dervişlere: Allah’tan yardım isteyin
ki nefse gâlip gelebilesiniz, derdi. Onlara fakirliği,
dünyevî işleri azaltmayı, hırka(yamalı) giymeyi ve
ilimden öğrendikleriyle amel etmeyi emrederdi.
Derdi ki: Bir iş (meslek) ile meşgul olun ki, insanlara muhtaç kalmayın. Yöneticilerin yanında olup
elinizde âsâ olmaktansa, bir iş ile meşgul olup elinizde kürek olması daha iyidir. Müsebbe’ât-ı Aşer1
iyi bir sermâyedir. Başka hiç işiniz (evrâdınız) yoktur. Sabah akşam onu okuyunuz.
Onlara (dervişlere) gece kalkıp ibâdet etmeyi,
anne babaya iyilik etmeyi, onlara saygı gösterip
dîne aykırı olmayan konularda emirlerine uymayı
emrederdi. Anne babaya iyilik etmek, ölüm acılarını kolaylaştırır, buyururdu. Kendisi de anne ve babasına iyilik ederdi. Cehennem ateşini söndürmek
ve Allah Teâlâ’nın gazabını gidermek için sadaka
48
veriniz, derdi. Ahlâkınızı güzelleştirin, güzel ahlâk
insanları Allah’a yaklaştırır, derdi. Rasûlullah’a
(a.s.) çok salavât getirir ve: Hz. Peygamber’e çok
salavât getirin, zîrâ salavât kişiyi Sırât’tan geçirir
ve salavât sebebiyle duayı kabul ederler, derdi.
Dervişleri abdestte ve namazda vesveseden sakındırırdı. Hamama gitmeyi mekrûh sayardı. Çalışıp kazanmayı gücü yeten bir kişinin başkalarından
bir şey istemesini mekrûh sayardı. Kadınlara, kocalarına itaat etmeyi emrederdi. Yalan söyleyen kişiyi (Hak’tan) uzaklaşmış sayardı. Dervişleri acele
yemekten, boş konuşmaktan ve zalimlerle sohbet
etmekten menederdi. Sürekli mizahı (şakayı) mekrûh sayar ve: Düşmanlık doğurur, saygınlığı giderir, utanma duygusunu yok eder, derdi. İyi bir haslet
(huy, sıfat, âdet) gördüğü zaman dervişlerine onu
yapmalarını söylerdi.
Kusur işleyen bir dervişin (tekkede) ayakkabı
çıkarılan yere gönderilmesini (ve bu şekilde cezalandırılmasını) yasaklardı. Bir kişi, ağaçtan düşen
hurmayı sâhibinden izin almadan alırsa onu menederdi. Bir defasında o hazretin hizmetçisi bir kişiye seslenip: Ey İbn-i Âl (aile oğlu)! dedi,
babasının ismini tam olarak söyleyemedi. Hz. Seyyid bu duruma kızdı ve bir süre o kişiyi hizmetten
uzaklaştırdı. Bir kişiden eğer çirkin bir şey görse
ona: Allah seni bu fiille (yanına) almasın, derdi.
Âsla kendisi için öfkelenmezdi. Öfkesi Allah içindi.
Fayda ve zarar onun nazarında birdi. Korkanların
ve fakirlerin oturduğu gibi otururdu. Bir işle meşgul
olmadığı zamanlar otururken ayaklarını (dizlerini)
diker, ellerini de onların etrâfına sarardı. Yanına fazîletli insanlardan biri gelince yerinden kalkar ve
onu kendi yerine oturturdu. İnsanlara, onlar istemeden iyilik yapar ve: (İyilik yapmaya) benim ihtiyâcım var, dervişin değil, derdi. Yeni tahıl evine
gelmeden önce, eski tahılı fakir ve zayıflara verirdi.
Bir mektup yazarken başında ve sonunda Hz. Peygamber’e salavât yazardı. Perşembe günü sabah
ve öğle ile ikindi arasında vaaz ederdi. Dervişler
onun vaazından kalktıklarında hepsi sarhoş gibi
olurdu ve yolda giderlerken birbirleriyle aslâ konuşmazlardı. Açlık, çıplaklık, zillet ve fakirlik ile
mutlu olurlardı. Dervişlerde bu dört özellik oluşursa
mutlu olurdu. Onlara (dervişlere) bu konuda sabır
vermesi için Allah’a duâ ederdi. Bu dört şey dervişlerin alâmetidir, derdi.
Yaşlı bir müslüman gördüğü zaman ona tevâzu gösterir, elini öper, ondan duâ ister, bâzen birkaç adım yürüyerek onu karşılardı. Ona: Allah bu
beyaz saçı mükerrem ve değerli kılsın, derdi. Allah’a itaatla meşgul olan bir genç görünce elini
öper, yanına oturur ve ona: Benim için duâ et,
çünkü sen tevbe eden gençsin, derdi. Küçük bir
çocuk görünce onu öper, yanına (önüne) oturtur ve
ondan duâ isterdi. Derdi ki: Müslüman çocuklar
bülûğ çağına erişinceye kadar melek onlara günah
yazmaz. Kendisinden zâlimlere bedduâ etmesini
istedikleri zaman şöyle derdi: Allah’ım Rahmetinle
onları ıslâh et, doğru yolu göster, onlara tâatini ve
zikrini ilhâm et, sevdiğin şeyleri yapmayı onlara
nasip et, ey merhametlilerin en merhametlisi.
Hava normal iken yolculuğa çıkardı. Ne çok
soğuk, ne de çok sıcakta yolculuk ederdi. Bir şehre
ulaşınca oranın en âciz kişisinin evine misâfir
olurdu. Halk Hz. Seyyid’in, o kişinin evinde kaldığını görünce mutlu olurlar, ondan başka sâlih olmadığını düşünüp ona hürmet ederlerdi. Seyyid
onlara (fakirlere) hürmet gösterirdi. Dervişlere derdi
ki: Dîvâneler ve fakirlerin avâmına ziyâfet verdiğiniz zaman onları eve götürmeyin, mescidlerde doyurun. Duâlarından bereket umun. Bir dervişi bir
kişiye söverken görse, onu azarlar ve diğer dervişlere: O derviş tevbe edip söylediğinden pişman
oluncaya dek ondan uzaklaşın, derdi. O hazretin
âdeti, vâlinin emrine uymayı ve çağıranın dâvetini
kabul etmeyi güzel saymaktı. Buyururdu ki: Hak
Teâlâ şöyle buyurmuştur: Misâfirliğe çağrılan kişinin davete gitmesi gerekir. Meclisinde hazır bulunan dostlarından (mürîdlerinden) biri âh eder, biri
ağlar, biri feryâd ederdi. Dervişler yanındayken semâvî bir izin gelmedikçe ata binip oturmazdı. Dar
(ince) elbise aslâ giymezdi. Derdi ki: Hak Teâlâ din
imamlarına (önderlerine) elbise konusunda külfet
ve zahmete girmemeyi emretmiştir ki zenginler onlara uysunlar ve dervişler de gönlü kırık olmasınlar. Derdi ki: Elbisesi dar (ince) olanın îmânı da dar
olur. (eş Şifaul eskam’dan)
.................................................................................
1- NOT: Müsebbe’ât-ı Aşer; Müsebbe’ât-ı Aşer: Fâtiha, Felak, Nâs, İhlâs, Kâfirun,
Âyete’l-kûrsi, salli-bârik, Allâhümmağfirlî ve livâlideyye…, sûre ve duâlarını 7’şer defa;
Yâ Cebbâr ve Yâ Mütekebbir esmâlarını da 21’er defa okumaktan oluşan bir virddir.
49
Ağustos 2009
Ahmet HALİLOĞLU
Ümmî Üveysî
Ehlullah; yeryüzünde aşkın ve
muhabbetin temsilcisidir. Onların anıldığı yere (1) baran-ı rahmet katre katre
değil seller gibi, nehirler gibi akar.
Onlar öyle kimselerdir ki; “Huzuruna
varıldığı zaman gamın, kederin gider,
içinde bir ferahlık uyanır. (2) Salihlerin
hayatları bizleri Allah Resulüne götüren güzel örnekler ile doludur. Ancak
bir de ümmi/üveysi veli olarak isimlendirilen olanları vardır ki; bu isimler
kamet şahsiyetlerdir.
Üveysilik ; Yemenli Üveys elKarni ile başladı. Kendisi muhadramundandır.
Allah
Resulü’nün
döneminde iman etmiş fakat Alemlerin
Efendisi ile görüşememiş olmasına
rağmen kalbi aşk-ı Resulullah ile pare
pare olmuş; kemalatı, insan üstü insan
olma yollarını bu aşk ve muhabbetle
bulmuştur. Üveysilik “allameni rabbi” (3)
Ağustos 2009
50
sırrına ermektir. Üveysilik kah ümmilik
ile beraber kullanıla gelmiştir. Ümmi ;
Anasından doğduğu gibi kalan; yeni
bir bilgi edinmemiş olan; okumayazma bilmeyen. "Ümm" kelimesinin
ism-i mensubu "ümm"e mensup olan,
Arap dilinde "ümm"; anne, bir şeyin
aslı gibi anlamlara gelir.
Ümmilik aynı zamanda Efendimiz sav’in de vasfı olması hasebiyle
Elmalılı Hamdi Yazır Efendi Hazretleri
bu hususta şöyle demektedir : “ Ümmî
okuyup yazmaya uğraşmamış manasına bir vasıftır. Ümmîlik alelade kimseler hakkında âdeten ilim eksikliğini
ifade eden bir noksan sıfat iken bir
ümmînin okuyup yazanlardan fazla
âlim olması Allah tarafından hilaf-ı
âdet olarak bilâ kesbin mevhub bir
kemal-i fıtriyeye delalet eder. Ve binaenaleyh kemalat-ı ilmiyle ve ameli-
yesi okuyup yazanları âciz bırakan bir peygamber
hakkında her türlü şüpheyi kat eden ve onun doğrudan doğruya Allah tarafından gönderilmiş bulunduğunu biz zarure isbat eden harikulade bir sıfat-ı
kemal, yani bir mucizedir “ (4)
Efendimiz sav için mucize olan ümmilik; veliler ve ümmet-i Muhammed için de bir ikram-ı rabbani, bir nimet-i ilahıdır. Elmalılı Hamdi Efendi
Hazretlerinden yaptığımız nakilde de görüleceği
üzere ümmîlik; Allah’ın adetinin hilafına herhangi
bir çalışma ile elde edilen bir mertebe değil, bizatihi Mevla Teala’nın ikramı olan bir fıtri kemalattır.
Hususi olarak yetiştirilen bu ümmi/üveysi veliler tarih boyunca yukarıda da belirttiğimiz gibi
kamet şahsiyetler olmuşlardır. Hz. Cafer-i Sadıktan üveysi olarak yetişen Beyazid-i Bistami,
O’ndan üveysi olarak yetişen Ebu’l Hasanil Harkani, İmam-ı Ali’den (kv) üveysi olarak yetişen
İmam-ı Gazali bu hususta en mühim şahsiyetlerdir. Üveysi/ümmi veliler en sıkıntılı dönemler de
varis-i Nebi olarak en güzel hizmetleri gerçekleştirmişlerdir. Bunların son dönemdeki örneklerinden
birisi de Ladikli Ahmet Ağa’dır. Ladikli Ahmet
Ağa’nın kemalatına şahitlik eden en önemli isim Ali
Ulvi Kurucu Hocaefendidir. (5)
Ancak biz ümmi velilerin en son örneklerinden birisi ile sizlere ümmiliği anlatmaya çalışacağız. Bayburtlu Hacı Şaban Efendi Hazretlerinin
şahsında ümmîliğin en güzel örneğini görmek
mümkündür. Günümüzde Kur’an’ı yüzünden okuyamayan, turuk-u aliyye’leri ifsad eden ve sözde
ümmi şeyhler ile Hacı Şaban Efendi Hazretlerini
kıyas ettiğimiz de hakikat gün gibi aşikar olacaktır.
Allah’ın ledün ilmi bahşettiği zevat-ı aliyyenin
şer-i şeriften ayrılması elbette düşünülemez. Hacı
Şaban Efendi Hazretlerini hayatta iken görme bahtiyarlığına erenler şeriata olan bağlılığını özellikle
anlatıyorlar. Günümüzde kendini şeriattan azade
hissedenler, farzları ve haramları bile kafalarına
göre tevil edenleri gördükçe Müslümanların Hacı
Şaban Efendi Hazretlerine ne kadar muhtaç olduğu daha iyi anlaşılıyor.
51
Ağustos 2009
Tasavvuf yolunun bütün kamil ve mükemmil
şahsiyetlerinin ısrarla, durup bıkamadan sürekli
tekrarladıkları bir cümle var : “ İtikaden Ehl-i Sünnet olmak.” Anadolu’dan binlerce kilometre ötede
İmam-ı Rabbani’den, İstanbul’da Mustafa İsmet
Garibullah’a kadar tüm ehlullah bu meseleyi vurgulamıştır. Hacı Şaban Efendi Hazretlerinin de bu
konuya özel bir vurgu da bulunduklarını görüyoruz:
"Amelde noksanı imam ederiz ama imanda
noksan olanı imam edemeyiz!". Günümüzde itikadi sapmaların doruk noktaya ulaştığı varsayılırsa; Şaban Efendi merhumun ne kadar güzel bir
sefine-i rabbani, bir ilahi sığınak olduğu daha güzel
anlaşılacaktır. "Yahudiler 71 fırkaya bölündü, Hıristiyanlar 72 fırkaya. Ümmetim ise 73 fırkaya bölünecek. Biri dışında hepsi ateşte olacak. Kurtulan
fırka benim ve ashabımın yolundan gidenlerdir. (6)
“hadisi şerifinin en güzel tahakkuk edişini bu uygulama da görmekteyiz. Bugün itikadi umdeler açısından Ehl-i Sünnet’e muhalif olanları tenkit
edenlere yönelik “ niye eleştiriyorsunuz” sorusunun
en güzel misalini de yukarıdaki uygulama izah etmektedir. Ehemmiyetine binaen bir kez daha tekrar
etmek istiyoruz : "Amelde noksanı imam ederiz
ama imanda noksan olanı imam edemeyiz!" Ümmî
olan Hacı Şaban Efendi Hazretleri bu konuda tam
anlamıyla Hanefi mezhebinin görüşü ile amel etmektedir ki daha detaylar fıkıh kitaplarında mevcuttur. (7)
Bugün ümmi şeyh geçinenlerin ulum-u diniyye’ye ve ulemaya karşı lakaytlığı maalesef bilinen
bir gerçek. Hatta bendeniz Simavnalı Şeyh Bedreddin’i tutup Osmanlı’nın müfessir Şeyhülislamı
Ebu’s Suud Efendi Hazretlerine dil uzatma cüretini
gösterenlere şahit oldum. Ancak ümmi şeyhlerin
son asır temsilcisi Hacı Şaban Efendi Hazretleri bu
tür piyasa şeyhlerinin tersine ilme ve alime özel bir
ihtimam sergiler, “önden buyurun, âlimin önüne geçilmez!” diyerek yaşı küçük olsa bile alime yol vermektedir. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın
"Allah ilmi (verdikten sonra), insanların (kalbinden)
zorla söküp almaz. Fakat ilmi, ulemayı kabzetmek
suretiyle alır. Ulema kabzedilir, öyle ki, tek bir alim
kalmaz. Halk da cahilleri kendine reis yapar. Bunlara meseleler sorulur, onlar da ilme dayanmaksızın (kendi reyleriyle) fetva verirler, böylece hem
Ağustos 2009
kendilerini hem de başkalarını dalâlete atarlar." (8)
hadisi ile karşılaştığı her alimden istifade etmeyi ve
ilmin yayılması için her türlü gayreti sarf etmeyi
Hacı Şaban Efendi’nin en mühim düsturlarından birisi olarak görmekteyiz. Dervişanı kuru vahdet-i
vücud vaazları/kitapları ile oyalayan, tasavvufun
ilimsiz olamayacağını bilmeyen sahte şeyhlerin aksine Hacı Şaban Efendi Hazretleri dervişanı ilmihal kitaplarına yöneltmiştir.
Cemaat taassubunun varlığı ruhlarımızı incitmektedir. İttifak edilmesi elzem olan hususlarda
bile zor bir araya gelirken ;bu tefrikanın ve ihtilafın
ilacını hususi olarak yetiştirilen Şaban Efendi Hazretlerinde bulmaktayız : "Nerede Allah deniliyorsa
iştirak edin ve siz de onlarla birlikte Allah’a zikredin” düsturu ile müminlerin ancak kardeş olduğunu
hatırlatmaktadır.
Hacı Şaban Efendi’nin “ Müslümanlık 2 şeyde
belli olur; “Beyaz baldır, kırmızı lira da” sözü bugün
içinde yaşadığımız sıkıntıları özetleyen bir diğer
kelam-ı kibarıdır. “Her insan için önünden ve arkasından takip edenler vardır. Allah'ın emrinden dolayı onu gözetirler. Allah bir kavme
verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir kavme de kötülük
murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de
imkan yoktur. Onlar için Allah'dan başka bir veli
de bulunmaz.” (Ra’d,11) ayeti celilesinin tefsiri daha
da iyi anlaşılacaktır. Makam/mevki elde ettikçe
eşinden ayrılan veya zengin oldukça namazla,
dinle, diyanetle alakasını kesenlerin hükmünü vermektedir. Bir de artık siz posta oturup da para pul
toplayan, kendisinden atmış yaş küçük eş edinenlerin durumunu anlayın.
Bayburtlu Hacı Şaban Efendi Hazretlerinde
sünneti seniyyenin tüm uygulamalarını görmek
mümkündür. Dosta vefayı O’nda kamilen bulabilirsiniz. Diyanet İşleri Eski Başkanı Lütfü Doğan Hocaefendi; Allah rızası için siyasete girince; Hacı
Şaban Efendi Hazretleri yetmiş dokuz yaşında olmalarına rağmen, Ezurum’un, Bayburt’un köylerinde seçim çalışmalarına iştirak etmiştir. Bunda
Lütfü Doğan Hocaefendi’ye vefasının yanı sıra, siyasetin doğru ellerde olmasına gösterdiği itina da
mevcuttur.
52
Kuşluk, Evvabin, Teheccüd ve işrak namazlarını terk etmeyen Hacı Şaban Efendi Hazretlerinin sarıksız namaz kıldığını görmek kabili mümkün
değildir. Sarık Müslümanların izzeti olması hasebiyle; Efendimiz sav devrinden beri ümmetin alimlerince şiar sünnetlerden sayılmıştır. Hatta bidat
fırkalardan Şia mezhebinde bile bu şiara hususi
özen gösterilmektedir.
Sizlere Hacı Şaban Efendi Hazretlerini anlatmaya çalışmadık. Anlatamaya çalıştığımız acizane
O’nun şahsında bir ümmi şeyhin nasıl olduğudur.
Çünkü ümmi şeyhler başta da belirttiğimiz gibi hususi olarak yetiştirilmiş kimselerdir. Onlar da ruhun
estetiğini, imanın ziynetini görebilirsiniz. İşte Şaban
Efendi Hocamız da böyle bir kimsedir. Günümüzde
ümmetini saptıran, Sünneti Seniyye’ye ittibası olmayan, itikadi umdeleri bir kalem de silip atabilenler gözümüzün önüne geldikçe Şaban Efendi
merhumun değeri daha da iyi anlaşılmaktadır. İnşallah bu yazımız sahte ümmi şeyhlerin peşinden
gidenler için güzel bir numune olarak kalır.
Sözün sonuna gelmişken bu yazıyı tashih
ederken yaşadığım bir meseleyi de sizlere arz etmeden geçemeyeceğim. Bendeniz Hacı Şaban
Efendi Hazretlerini hayatta görme lütfuna eremedim. Kendisine muhabbetim vardır. Zaten ahirette
ki en büyük umudum da Allah’ın dostlarına ve alimlere beslediğim muhabettir.
Yazının son teslim gününde son kez tashih
ediyordum. Birkaç defa kalbim kabz haline girdi.
Hatta telefon ile kamil bir hocamızdan dua dahi istedim. Ancak bir anda elektrikler kesildi. Çalışma
odamdaki lamba ve modemin elektriği kesilmesine,
netimin gitmesine rağmen bilgisayarım kapanmadı.
Bu iş ancak ehline malumdur. Ancak şu kadarını
diyebiliriz : Kim demiş aşıklar ölür ? Ölen hayvan
imiş, aşıklar ölmez. (Yunus Emre)
..........................................................................................................
1) Keşfü'l-Hafa, 2/70-1772
2) Miftahul Kulub, 46
3) Yusuf Suresi 37 , “ Bana Rabbim Öğretti”
4) Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili VI, 22-98
5) Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar C III, 199
6) Tirmizi, İman,18; İbnu Mace, Fiten, 17
7) İbn Abidîn,I/563
8) Buhari, İlim 34, İ'tisam 7
53
Ağustos 2009
Ersan BİLGİN
YEGANE
DİN,
İSLAM
“ŞÜPHESİZ ALLAH (cc) KATINDA YEGANE HAK DİN, İSLAM’DIR.” (Al-i İmran,19)
İslam, ilk insan ve ilk peygamber
Hz. Adem’den, Peygamberimiz Hz.
Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’e kadar bütün Nebi ve Rasuller’in
Dini’dir. Hz. Muhammed (sav), Rabbimiz’in ifadesiyle Peygamberlerin Sonuncusu (Hatem’ül Enbiya) ve
Efendisi’dir. Peygamberler atadan kardeştirler ve (şeriatlarında bazı farklılıklar olsa da) dinleri bir’dir. O da
İslam’dır. (Buhari) Yüce Allah (cc) bu
hususta şöyle buyuruyor: “SİZİN İÇİN
DİN OLARAK İSLAM’I SEÇTİM.”
(Maide,3) Bütün peygamberlerin bir olan
çağrısı TEVHİD’tir.
“İslâm kelimesi ve türevleri,
genel olarak Hz. Muhammed'den önceki semâvî tevhid dinleri ve mensupları için de kullanılmıştır. Çünkü
vahy'in kaynağı bir olup, o da Yüce
Ağustos 2009
54
Allah'tır. O’na ve peygamberlerine
"tabi ve teslim olma" niteliği önceki
dinlerde de vardır. Kitabımız Kur’an-ı
Kerim bunu kesinlikle teyid etmektedir.
Yüce Allah celle celeluhu, Kur’an’da,
mealen (Hz. Nuh’un diliyle) şöyle buyuruyor: “Ben teslim olanlardan olmakla emrolundum.” (Neml,91) Yine Hz.
İbrahim ve Hz. İsmail’in diliyle Rabbimiz şöyle buyuruyor: “EY RABBİMİZ,
BİZİ YALNIZ SANA TESLİM OLANLARDAN KIL.” (Bakara,128) Hz. İsa’nın
Havarilerinin dilinden de şöyle buyuruluyor: “Biz Allah’a iman ettik ve
sen şahit ol ki, biz gerçekten teslim
olanlardanız.” (Al-i İmran,52)
Cenâb-ı Hak Nûh (a.s)'a vahyettiği gibi Hz. Muhammed'e de vahyettiğini bildirmiş (en-Nisâ, 4/163), Hz.
İbrahim ve ondan sonra gelen peygamberleri ve mensuplarını "müslüman" olarak nitelemiştir. "Bir zaman
Rabbi ona: "İslâm ol" dediğinde, İbrahim: "ALEMLERİN RABBİ OLAN
ALLAH’A TESLİM OLDUM” demişti.
İbrahim, İslâm ümmetinden olmayı oğullarına da
vasiyet etti. Ya'kub da onu tavsiye ederek: "Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. O halde sizler sadece müslümanlar olarak can verin" dedi.
Yoksa siz, Yakub'a ölüm geldiği sırada yanında mı
bulunuyordunuz? O zaman o, oğullarına: "Benden
sonra neye tapacaksınız?" demiş, oğulları
da:"Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın
ilâhı olan tek ilâha kulluk edeceğiz. Bizler O'na
teslim olduk" demişlerdi" (el-Bakara, 2/131-133).
Şu ayet-i kerîmede peygamberlerin mesajının temelde bir ve aynı olduğu ve bunun da İslâm'dan ibaret bulunduğu şöyle ifade buyurulur:
"Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Mu-
sa'ya ve İsa'ya verilen ve diğer peygamberlere
Rab’leri tarafından verilene iman ettik. Onlar
arasında bir ayrım yapmayız, biz de Allah'a teslim olanlarız, deyin" (el-Bakara, 2/136). Ancak daha
sonra yahudi ve hıristiyanlık dininin bozulduğu ve
mensuplarının şirke düştükleri bir önceki ayette
şöyle anlatılır: "Kitap ehli: " Yahudi ve hristiyan
olun ki, doğru yolu bulasınız" dediler. Ey Muhammed! De ki:"Hayır, biz bâtılı bırakıp, hakka
yönelen İbrahim'in dinine uyarız. O, Allah'a
ortak koşanlardan değildi" (el-Bakara, 2/135).
Diğer yandan teslis (üç ilâhı bir sayma) inancının onları küfre düşürdüğü de ifade edilir: "Gerçekten, Allah Meryem'in oğlu İsa'dır, diyenler
kâfir olmuşlardır" (el-Mâide, 5/72). "Şüphesiz ki: Allah
üç ilâhtan biridir, diyenler, kâfir olmuştur. Oysa
tek bir ilâhtan başka, hiçbir ilâh yoktur" (el-Mâide,
5/73). "Yahudiler, Üzeyr Allah'ın oğludur, hristiyanlar da İsâ Allah'ın oğludur, dediler. Bu, onların
ağızlarında
geveledikleri
câhilce
sözleridir" (et-Tevbe, 9/30).
Yine Kur'an-ı Kerîm'de Hz. İbrahim'den söz
eden on kadar ayette, O'nun "hanîf (Hakk’a dönen,
tam teslim olan, ibadet eden)" bir peygamber olduğuna yer verilir. "İbrahim ne yahudi idi, ne de
hristiyandı. Fakat o, dosdoğru (doğruya yönelmiş, hanîf) bir müslümandı. Müşriklerden de
değildi" (Âl-i İmrân, 3/67). "Şüphesiz ki ben, Hakk’a eğilerek yüzümü gökleri ve yeri Yaratan’a çevir-
dim. (eslemtü) Ben Allah'a ortak koşanlardan
değilim " (el-En'âm, 6/79).
Bütün peygamberlerin tevhid dinine dair vurgulamalarını (ayetleri) çoğaltmak mümkündür. Görüldüğü gibi bütün Peygamberler müslüman’dı ve
dinleri de İslam’dı. İslam, vahiyle gelen Allah’ın
emirlerine ve yasaklarına teslim olmaktır. Nebi ve
rasuller diğer insanlardan daha çok Allah’a teslim
olan Müslümanlardı.
Yüce Kitabımız Kur’an’ın gelmesiyle önceki
kitapların hükmü tamamen ortadan kalkmıştır.
Kur’an, kendinden evvelki kitapları ve peygamberleri tasdik eder, fakat onlarla amel etmeyi emret55
Ağustos 2009
mez ve yasaklar. Kur’an’dan başka rehber, İslam’dan başka din yoktur. Bütün insanlığa hitabeden ve evrensel bir mesaj getiren son tevhid dini,
en mükemmel düzeye ulaştırılmıştır. "BUGÜN DİNİNİZİ SİZİN İÇİN İKMAL EDİP, ÜZERİNİZE NİMETİMİ TAMAMLADIM VE SİZE DİN OLARAK
İSLAM’I SEÇTİM” (el-Mâide, 5/3), “Deki; 'Ey kitap ehli,
sizinle aramızda ortak olan şu söze geliniz: Sırf
Allah'a kulluk edelim, hiçbir şeyi O'na ortak
koşmayalım ve Allah'ı bırakıp birbirimizi ilâh
edinmeyelim.” (Al-i İmran,64)”
Ilımlı İslam gibi uydurma tanımlamalar yapmak veya bu tür tanımlamaların peşine düşmek,
bunlardan medet ummak abesle iştigaldir ve hiçbir
müminin asla işi değildir. Mümin şahsiyet (hayatının merkezinde para, makam, şöhret ve şehvet
değil Allah (cc) ve Rasulu’nun (sav) emir ve yasakları olan insan) bir kelime ile ifade edecek olursak şayet, ancak ve ancak “SALİH AMEL” ile
meşgul olur. Salih amel odur ki, kişi yaptığı zaman
onu Allah’ın rızasına götüren fiillerdir.
Din; hayat tarzı,bakış açısı gibi manalara
gelir. Peki, İslam Dini nedir? İslam Dini, her şeye
Allah Teala’nın baktığı yerden bakmaya azmetmektir. Hayatın merkezine Allah ve Rasulü’nü koymaktır. İslam, her şart ve her zamanda tek
doğrunun adıdır. İslam, hem dünyadır, hem de ahirettir. İslam bütün emir ve yasaklarıyla bir bütündür. İslam sadece ahlaki prensipler manzumesi
değil iman, ilim, ahlak, ibadete dair ilkeleri olan yegane hayat nizamıdır. İslam, insanların her çağ ve
her zamanda yaşantılarına yön veren dosdoğru
sistemdir. İslam’ın sahibi de, kainatın, içindekilerinin, mekanın ve zamanın sahibi de, yaratan ve yaşatan Yüce Allah’tır.
Salih amel denilen yapıldığı takdirde kişinin
veya topluluğun iki cihan saadetine vesile olacak
dünyanın en güzel işine örnek verecek olursak namaz’ı ikame etmek (dosdoğru kılmak), fiili ve kavli,
samimi ve gözyaşı ile dua etmek, hakkı ve sabrı
tavsiye etmek, emin ve güvenilir bir şahsiyet olmak,
iyilik ve hayırda yardımlaşmak, “Ancak Müminler
kardeştir” ayetine sımsıkı sarılmak, iyiliği emretmek, kötülüğü nehyetmek (en azından kötülüğe ve
yanlışa buğzederek, tavır alarak prim vermemek)
ve bu gaye için çaba harcamak, yollardaki (maddi
ve manevi alemimizde) manileri ve engelleri kaldırmak, diğergam olmak, maddi ve manevi sıkıntı
ve acılara rağmen mümin kardeşinden tebessüm
ve güleryüzü esirgememek, kendimiz ve insanlığın
faydası için ilim ile meşgul olmak, akletmek, , istişare ve danışmaya önem vermek, planlı ve disiplinli olmak, günlük, haftalık ve aylık yaptığımız
program paralelinde yalnız ve topluca Kur’an’ı
uyanık bir halde okumak, anlamaya gayret etmek
ve en önemlisi de Kur’an’ın sunduğu hayat çerçevesinde yaşamaya cehdetmek, nezaket ve güzel
ahlak sahibi olmak, zalime ve zulme engel olmak,
şehadeti arzulamak öz ifade ile Allah ve Rasulu’nun istediği gibi Müslümanca Yaşamak ve Müslümanca Düşünmek, Salih Amel’dir.
Yüce Allah (cc), kullarını yarattığı gibi onlara
hayatın bütün kanun ve müeyyidelerini de en güzel
şekliyle beyan buyurmuştur. Bir makinayı-cihazı
üreten mühendis-firma nasıl ki onu herkesten iyi
bilir ve bu doğrultuda “kullanma talimatını”da yanında verirse, tek güç ve kudret sahibi- her şeyi
yaratan ve yaşatan Allah (cc) da en mükemmel şekilde yarattığı kullarının durumunu, onlar için neyin
gerekli, neyin gereksiz olduğunu en iyi bilen ve bu
çerçeve de Kur’an’ı ve Rasulu’nu gönderendir.
İslam, yaratıcı Yüce Allah ile insan, insan ile
insan ve insan ile diğer mahlukat- çevre arasındaki
ilişki ve iletişimi en güzel şekilde düzenleyen, en
mükemmel ve en son yegane Hak Din’dir. İslam,
Rabbimiz Yüce Allah’ın insanlar için gönderdiği sistemin bütünüdür, asla beşeri bir nizam değildir. Yaratanımız ve yaşatanımız BİR olduğuna göre
O’nun insanlar için seçtiği ve beğendiği din de elbette bir tanedir, o din de şüphesiz İSLAM DİNİ’dir.
Ta ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’den, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) kadar gelen
bütün Tevhidi İnanışların ismi İSLAM (Allah’a teslimiyet ve barış ve esenlik yolunda olmak)’dır. Üç
ayrı din olmadığı gibi İslam’ın ılımlısı (light) veya
ılımsızı da olmaz, İslam İslam’dır. Tarih bu ve benzeri birçok sapık ve uydurma girişimlere şahit olmuştur, ancak hiç biri ilgi ve alaka görmemiş, yer ile
yeksan olmuştur.
Ağustos 2009
Sonuç itibarıyla Batı ve onun uzantıları, Müslümanları ve İslam ülkelerini “yumuşak lokma” haline getirmek gayesiyle “lıght (ılımlı) İslam” vb.
projeleri uygulamaya koymaya ve bunun için coğrafyaları, kültürleri, halkları, eğitim ve öğretim sistemlerini, siyaseti, medyayı, ekonomiyi içini
boşaltarak yeniden dizayn etmeye çalışıyorlar. Ve
Müslümanlar asıllarından yani İslam’ın ahlakından,
ibadetinden, hukukundan, edebinden, kardeşliğinden, müslümanca düşünmek ve müslümanca yaşamak bilincinden uzaklaştıkça da Batı
Emperyalizmi zulümde ve vahşette başarılı oluyor,
maalesef. Batı’nın ise en belirgin özelliği emperyalizm’dir. İnsanı maddeye kul yapmak, esir etmek,
yer altı ve yer üstü kaynaklarını, kültürleri ve dahi
insanlığı sömürmek ama hep sömürmektir.
56
İslam ise, onurlu, şahsiyetli ve özgür fertler
ve toplum tesis eder. Allah’a kulluk en büyük özgürlüktür. Müslüman ne zulmeder ne de zulme
uğrar. Daha fazla sömürülmemek ve ezilmemek
için yapılacak şey, yıkıldığımız yerden ayağa kalkmaktır, birlik ve beraberliğe, sevgi ve kardeşliğe,
iyilik ve hayra, namaza ve duaya, nezaket ve güleryüze, sadaka ve infaka, adalet ve dürüstlüğe,
ilim ve ahlaka, Kur’an’a- İslam’a dönmektir.
O halde kurtuluş, İslam’dan başka bir şeyde
aranmamalıdır. Rabbimiz şöyle ferman ediyor:
"KİM, İSLAM’DAN BAŞKA BİR DİN ARARSA,
ONUN DİNİ ASLA KABUL EDİLMEYECEK VE O,
AHİRETTE BÜYÜK ZARARA UĞRAYACAKTIR”
(Âl-i İmrân, 3/85) , “Kim, kendisine doğru yol besbelli
olduktan sonra Peygamber'e karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse onu
döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız.
Orası ne kötü bir gidiş yeridir.” (Nisa,115)
Yine Ebu Sa'îd (radıyallahu anh)’den; "Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: "KİM, RAB OLARAK ALLAH’I, DİN OLARAK
İSLAM’I,
RASUL
OLARAK
HZ.
MUHAMMED’İ SEÇTİM (kabul edip, tabi oldum)
DERSE CENNET ONA VACİP OLUR.” (Ebu Dâvud,
Salât)
HAYAT, ANCAK
GÜZEL AHLÂKLA GÜZELLEŞİR
Kardeşim;
- “Emrolunduğun gibi Dosdoğru Ol”
(Hud Su-
resi)
- “Yalandan sakının, çünkü yalancılık insanı
kötülüğe, kötülükte cehenneme götürür…” (Buhari)
"Kitap ehli: " Yahudi ve hristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız"
dediler. Ey Muhammed! De ki:
"Hayır, biz bâtılı bırakıp, hakka yönelen İbrahim'in dinine uyarız. O,
Allah'a ortak koşanlardan değildi"
- “Hile yapıp, aldatan bizden değildir.”
- Daima verdiğin sözde dur, sözüne sadık ol,
vefalı ol, çalışkan ol, tembel olma.
- Emaneti koru, emanete ihanet etme, unutma
can, mal, evlat, aile, dünya, çevre hepsi emanet…
- İyilerle ve iyiliklerle beraber ol,
- İyilik ve hayır için çalış, koştur.
- Her zaman doğrudan ve haklıdan yana ol,
mazlumu koru.
- Zalimi destekleme, işbirlikçilik yapma.
- Kötülüklere yaklaşma, kötülüklere engel ol,
arkadaşını ve çevreni de bu konuda uyar, uyandır
- Açık sözlü, tevazu sahibi, dürüst, samimi,
sevgi dolu, tatlı sözlü, güleryüzlü, vefalı, cömert
olmak aklın, vicdanın ve İslam’ın beğendiği güzel
ahlaktandır, bunlara sarıl, sakın güzel ahlakı bırakma.
- Dedikodu, gıybet, gösteriş, iki yüzlülük, yalakalık, yalan, hile, hırsızlık, kıskançlık, iftira, büyüklenmek, başkalarını hor görmek, alay etmek, kötü
zanda bulunmak, insanların özel hayatlarıyla ilgilenmek, saygısızlık, kul hakkı yemek, öfkelenmek,
israf, alkollu içki kullanmak, kumar oynamak aklınvicdanın ve İslam’ın kabul etmediği kötü davranışlardır, bu kötü davranışlardan şiddetle kaçın…
- "İyilik güzel ahlâktır; fenalık da, kalbin yatışmadığı ve halkın duymasını hoş görmediğin
şeydir."
- "İnsanların en hayırlısı ahlâkça en güzel
olanıdır."
- "Kıyâmet günü müminin mîzanında güzel
ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz ve her
halde Allah, çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez. "
- "İmânı en olgun kimseler, en güzel ahlâklılardır. En hayırlılarınız, kadınlarına hayırlı olanlardır."
- "Bir mümin güzel ahlâkıyla gece ibâdet
eden, gündüz oruç tutan kimselerin derecelerine erişir.",
- "Güzel ahlâk güler yüz hayırlı işlerde el
açıklığı, bir de kimseye eziyet etmemektir. "
- "Kendinizden aşağı olana bakın. Sizden
daha üstün olana bakmayın. Çünkü bu türlü hareket Allah'ın size olan nimetini küçümsememeniz için daha uygundur."
- "Biriniz mal ve yaratılış (hilkât)ça kendinden üstün birini gördü mü, kendinden aşağı
olana bakıversin." (Buhârî, Rikâk, 30; Müslim, Zühd, 8; Tirmizî, Libas,
38)
- Nevvâs b. Sem'ân (r.a.) Allah Rasûlü'ne birr
ve ism'in anlamını sormuş, o, şu cevabı vermiştir:
"Birr, ahlâk güzelliğidir. İsm ise, kalbini rahatsız eden ve başkalarının bilmesini istemediğin
şeylerdir." Vesselam.
57
Ağustos 2009
Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
ŞEHZADE İLE ARKADAŞLARI
Anlatırlar ki; dört kişi arkadaş oldular bir yolda: biri şehzade, ikincisi tacir oğlu, üçüncüsü yakışıklı
bir asilzade dördüncüsü bir çiftçi
oğluydu. Hepsi de ihtiyaç halindeydiler, gurbet elin sıkıntısı bunları sarmış, büyük zarara
uğramışlar, elbiselerinden başka
bir şey kalmamıştı üzerlerinde..
Yolda yürürken durumlarını düşünüyorlardı. Herkes kendi bildiğince
düşünüyor, kendi karakterine
uygun bir çözüm sunuyordu.
Şehzade dedi ki:
—Dünyanın her işi kaza ve kader
iledir. İnsana ne takdir edilmişse o
gelir başına kaza ve kadere sabretmek ve neticeyi beklemek en
hayırlısıdır.
Tacir oğlu:
—Akıl her şeyden üstündür!
Asilzade:
—Güzellik, söylenen şeylerden de
üstündür.
Çiftçi oğlu:
—Bir işte çalışmaktan daha üstün
bir şey yoktur dünyada!
Neyse, bu dört arkadaş Mıtrûn
kentine yaklaşınca bir kenara oturup istişare ettiler ve çiftçinin oğluna:
—Haydi git, çalış da bu günümüzün rızkını getir yanımıza! dediler.
Çiftçi oğlu kalkıp gitti; bir araştırma yaptı, tek başına dört kişinin
yiyeceğini sağlayacağı bir iş var mı
diye. Herkes ona "bu şehirde en
kıymetli iş odunculuktur!" dedi.
Odun şehirden üç mil ötedeydi.
Çiftçi oğlu gitti bir yük odun yaptı,
şehre getirip sattı bir dirheme;
onunla yiyecek satınaldı ve şehrin
kapısına şöyle yazdı:
"İnsanın bir gün boyunca durmadan çalışması bir dirhem ediyor!"
sonra aldığı yiyecekleri arkadaşlarına götürdü, beraberce yediler.
Ağustos 2009
Ertesi gün dediler ki:
—Bu gün "güzellikten daha değerli
bir şey yok" diyen devralsın nöbeti!
Asilzade şehre doğru yola çıktı,
kendi kendine şöyle düşünüyordu:
"Ben hiç bir şeyi beceremem! Bilmiyorum niye gireceğim bu
şehre?" Ama arkadaşlarının yanına yiyeceksiz dönmekten utandı,
onlardan ayrılmasına üzüldü. Epey
bir yürüdükten sonra durdu, sırtını
bir ağaca dayayıp uyuya kaldı.
Şehrin ayan tabakasından birinin
hanımı ona rastladı, yakışıklılığına
hayran kaldı. Cariyesini salarak
onu yanına getirmesini emretti.
Câriye delikanlının yanına vardı,
hanımına gelmesi için kendisini
takip etmesini söyledi ona. Delikanlı tüm gününü bu zengin hâtûnun yanında neşeli bir şekilde
geçirdi.Akşamleyin kadın ona beşyüz dirhem verdi! Asilzade oradan
çıktı, şehrin kapısına:
"Burada güzelim bir gün, beş yüz
dirhem ediyor" diye yazdı. Paralan
arkadaşlarına getirdi.
Üçüncü gün şehre tacir oğlunu
saldılar:
— Haydi sen de iddia ettiğin gibi
aklınla ve ticâretinle günümüz için
bir şeyler ara! Tâciroğlu çıktı: yürüdü, yürüdü nihayet rıhtımda içi
mallarla dolu bir ticâret gemisi
gördü. O sırada bir grup tacir mallan satın almak amacıyla gemiye
çıkmış istişare ediyorlardı bir köşede. Birbirlerine dediler ki:
— Bugün dönelim, hiç bir şey almayalım! İyice değeri düşsün bu
malların! Böylece ucuza satarlar.
Gerçi mutlaka alacağız, ihtiyacımız
var bu mallara ama elbirliğiyle
ucuzlaştırsak iyi kâr ederiz! Uzaktan bunu işiten tâciroğlu yolunu değiştirdi, geminin sahiplerine geldi.
Gemideki tüm malları veresiye olarak yüz altına satın aldı! Sonra
58
malı başka bir kente taşıyacak bir
tâcirmiş gibi gösterdi kendini.Öteki
tacirler bu haberi alınca, malın ellerinden gitmesinden korktular,
onun satın aldığı malı bin dirhem
kâr bırakarak ondan satın aldılar!
100 altın bir dirhem ödediler.
Bizim tacir oğlu gemi sahiplerine
parayı ödedi, öteki tacirleri gemi
sahiplerine havale etti, eldeki kârı
alıp arkadaşlarına döndü ve kent
kapısına şöyle yazdı.
"Bir günün aklî bedeli, bin dirhemdir."
Dördüncü gün şehzadeye dediler ki:
—Haydi koş, kaza ve kaderinle
çalış bize! Şehzade yürüyerek kent
kapısına vardı. Orada bir peykeye
oturdu. O bölgenin hükümdarı
ölmüş, geriye ne çocuk ne de akraba bırakmıştı. Hükümdarın cenazesinde herkes bizimkinin
önünden geçti. Bunca kederli
insan arasında onun sükûneti herkesi şaşırtmıştı. Kapıcı onu azarladı:
—Sen kimsin alçak herif? Bakıyorum hükümdarımızın ölümüne
üzülmüyorsun, burada öylece duruyorsun?Bu laflardan sonra kapıdan kovdu onu. Kalabalık gidince
şehzade tekrar geldi ve aynı yere
oturdu. Cemaat hükümdarı defnedip dönünce kapıcı onu yine
gördü, öfkeyle bağırdı:
—Bak, bak... Ben sana buraya
oturmanı yasaklamadım mı?
Onu kıskıvrak yakalayan kapıcı
durmadı, hapse attı! Ertesi gün
kent halkı kimi başa geçireceklerini
konuşmak üzere toplandılar. Ama
her biri tahta göz diktiği için anlaşamadılar. O zaman kapıdaki görevli dedi ki:
—Dün bizim kederimize katılmayan birini gördüm! Şu kapının ya-
nında oturan o delikanlıya ne söylediysem cevap vermedi. Ben de
kapıdan kovdum. Döndüğümde o
yine orada oturuyordu. Onu casus
sandığım için zindana attım.
Kentin ileri gelenleri adam saldılar, şehzadeyi getirdiler; niye şehre
geldiğini sordular. O da anlattı:
—Ben Fevîran hükümdarının oğluyum. Babam ölünce kardeşim
üstün çıktı bana... Ben de canımı
kurtarmak için kaçtım. Nihayet bu
ormana geldim. Delikanlı kendisiyle ilgili şeyleri anlatırken kalabalık arasından evvelce onun
babasının ülkesine gidip gelenler
tanımaya başladılar onu, babasının iyiliklerini anlatarak övdüler ve
ayan takımı bu delikanlıyı hükümdar yaptı kente!
Memleket halkının bir âdeti
vardı. Başlarına geçen hükümdarı
beyaz bir file bindirip kent etrafında
dolaştırırlardı. Ona da bunu yaptılar. Delikanlı kent kapısına geldikte
şöyle yazdırdı:
"Çalışmak, güzellik ve akıl...
Dünyada hayır ve şer olsun, insanın başına ne gelirse ancak ve
ancak Allah'ın izni, kaderi ve kazası iledir. Bu hakikat Hak Teâlâ'nın bana yaptığı ihsanda da
açıkça görülmüştür."
Böylece yeni hükümdar, divânına gitti; tahtına kuruldu; eski arkadaşlarına adam gönderdi.
Hepsine görev verdi: akıllı tacir oğlunu vezir yaptı, rençber oğluna
toprak verdi, yakışıklı asilzadeye
de epey mal verdikten sonra oradaki kadınların kalbini çalmasın
diye sürgüne gönderdi! Sonra ülkesinin akıllı adamlarını topladı ve
bir nutuk çekti:
— Benim dostlarım, Hak Teâlâ'nın,
kendilerine lütfettiği kazancın ve
hayrın ancak bir kaza ve kader ile
gerçekleştiğini kesin olarak anladılar. Sizin de bunu bilmenizi ve
inanmanızı istiyorum: Rabbimin
bana bahşettiği her şey kader ile-
dir. Ne güzellik ne akıl, ne de çalışmakla oldu bunlar. Kardeşim
beni kovduğu zaman böyle bir
tahta oturmak bir yana doğru dürüst hayâtımı kazanacağımdan
dahi emin değildim!
Hele burada olmak hiç aklıma
gelmedi. Çünkü bu ülkede benden
daha güzel, daha yakışıklı, daha
akıllı, daha çalışkan kimseler gördüm. Rabbimin evvelce verdiği
kaza (hüküm) beni şevketti yücelik
yoluna, kaderim sayesinde. O toplantıda yaşlı bir adam da vardı.
Ayağa kalkıp dedi ki:
—Sen aklın ve hikmetin gerektirdiği sözü söylüyorsun! Seni buraya
getiren aklının kemâli ve samimiyetidir. Hakkında zannettiğimiz hususlar hakikat oldu, sana
bağladığımız ümitleri boşa çıkarmadın. Anlattığına inandık ve sana
güvendik. Allah'ın verdiği akıl ve
ileri görüşlülük sayesinde hükümdarlığa layık oldun. Dünya ve âhirette en bahtiyar kişi, Hak Teâlâ'nın
akıl ve basiret ihsan ettiği kişidir.
Hükümdarımız vefat edince Rabbimiz bize büyük bir lûtufta bulunarak seni çıkardı karşımıza!
Sonra bir gezgin ihtiyar kalktı, Allah'a hamdetti ve dedi ki:
—Ben seyehatlarıma başlamadan
önce eşraf takımından birine hizmetçi idim. Dünyayı terketme,
zühde yönelme meyli doğdu
bende ve o adamdan ayrıldım. O
bana ücret olarak iki altın vermişti.
Birini fakire vermek, diğerini kendime ayırmak istedim. Böylece
çarşıya indim. Avcılardan biri çıktı
karşıma. Elinde bir çift tavus kuşu
vardı. Onunla pazarlığa oturdum.
İki altından aşağı inmedi. Bir altına
satması için uğraştımsa da kabul
etmedi.
Kendi kendime:
"Birini alıp diğerini bıraksam..."
diye düşündüm ama sonra ekledim: "Belki de o iki kuş bir çifttirler,
erkek dişi... Onları ayırmış olurum,
yazık!" Onlara acıdım, Allah'a te59
vekkül ettim ve iki altına satın
aldım ikisini de. Sonra düşündüm:
"Bunları bir yerleşim bölgesine salarsam bu açlık ve zafiyetle uçamazlar,
mutlaka
avlanırlar."
Başlarına geleceklerden endişe ettiğim için insanlardan ve binalardan uzak, otu ve ağacı bol bir yere
götürdüm kuşları; orada salıverdim. Uçtular ve meyveli bir ağacın
üzerine kondular. Ağacın tepesine
yerleşince bana teşekkür ettiler, biri
diğerine diyordu ki:
—Şu seyyah bizi belâdan kurtardı,
ölümden döndük... Bize yakışan
onu mükâfaatlandırmaktır. Bu ağacın dibinde altın dolu bir çömlek
var. Onu gösterelim de alsın değil
mi?
Ben aşağıdan seslendim:
—Siz tuzağı görmediniz ve yakalandınız! Böyle bir haldeyken kimsenin görmediği, gözlerden ırak bir
hazîneyi nasıl göstereceksiniz?
Kuşlar cevap verdi:
—İlâhî kaza vuku bulunca gözler
başka yere çevrilir ve perdelenir.
Evet kaza bizi perdeledi tuzak esnasında. Ama sen faydalanasın
diye de bu hazîneyi göstermişti evvelce bize... Ben durmadım kazdım, altın dolu çömleği çıkardım.
Kuşların sıhhati, selâmeti için dua
ettim ve şöyle dedim onlara:
— Allah'a hamd olsun ki siz havada uçuyorken yerdekini gösterdi
size ve bana haber verdiniz bu hazînenin yerini!
Kuşlar dediler ki:
—Ey akıllı adam! Kaderin her şeye
hakim olduğunu ve kimsenin onu
asla aşamayacağını bilmez misin?
(İhtiyar hikâyesini şöyle toparladı):
İşte böyle sultanım... Size gördüğümü haber verdim. Eğer zât-ı âlîleri emrederlerse o serveti oradan
çıkarır ve hazînelerine katarım.
Hükümdar cevap verdi.
—O senindir, hayrını gör!
Ağustos 2009
Mehmet Nuri YARDIM
Hasan
Çelebi:
“Hat Sanatı İçin
Kültürel Altyapı
Şart”
“Hüs-ü Hat”, yani “Güzel Yazı”,
yani Hat sanatımız bizim zirveyi yakaladığımız bir yerde duruyor. Geçmişten bugüne incelerek süzülen bu
seçkin sanat, Türklerin el maharetlerini gösteren biricik uğraş alanımız olmuştur. Osmanlı’dan günümüze bu
zarif sanatı daha da mükemmel hale
getiren hattatlarımız, dün olduğu gibi
bugün de toplumun en çok itibar ettiği
sanatkârlar arasında olagelmiştir.
Bugün bütün ömrünü Hat sanatına
vakfeden değerli bir sanatkârımız var:
Hasan Çelebi… Hem ismi, hem de
soy ismiyle müsemma bu müstesna
sanatkâr, yetiştirdiği talebeler, verdiği
eserlerle gönüllerde taht kurmuştur.
Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları
Derneği (ESKADER)miz de geçen yıl
Şeyhül Hattatîn Hasan Çelebi Hocayı
“Klâsik Türk Sanatları” dalında ödüllendirmiştir. Aslında o zaten eserleri ve
talebeleriyle hepimizi her zaman müAğustos 2009
60
kâfatlandırıyor. Çocukluğundan beri
kâğıtların ve Hat sanatının cazibesine
kendisini kaptıran Hasan Çelebi’nin
ciddî olarak Hat sanatına merakı köydeki caminin yazılarına ilgi duyması ve
taklit etmesiyle başlar. Daha sonra İstanbul’a gelip Halim Özyazıcı, Hamit
Aytaç ve Kemal Batanay gibi büyük
sanatkârlardan ders alır. Hat’tı bütün
çeşitleriyle meşk eder. Sanatı hiç bırakmayan ve halen ders verip talebe
yetiştiren Hasan Çelebi’yi Sanatalemi
editörleriyle birlikte Üsküdar’daki atölyesinde ziyaret ettik. Mülâkatımız hat
sanatına, bu sanatın dünü, bugünü ve
yarınına dâir oldu. Severek okuyacağınızı ümit ediyoruz.
YARDIM: Hat çalışmalarına ne
zaman ve nasıl başladınız?
ÇELEBİ: Bu sual bana çok sorulan bir sual, cevap vermesi de zor olan
bir sual bu. 1964 senesi bilfiil başlama zamanımdır.
Birdenbire başlamıyor, çocukluk yaşlarımda alerjik
derecede bir sevgim vardı. Denize atılanbir tahta
parçası gibi dalgalar sahile vuruyor vuruyor, nereye
gideceği belli olmuyor. Önce hattat Halim Efendi’den ders aldım. Hamit Aytaç beni Hattat Abdülhalim Özyazıcı’ya gönderdi. Topkapı dışında
Sabancı Ticaret Merkezi’nin yanında Abdülhalim
Bey’in evi vardı. Bağları vardı. Orada ders alıyordum. Eskiden Tercüman gazetesinin olduğu yere
yakın bir yerdeydi. O zamanlar Üsküdar’da Şeyh
Mustafa Efendi Caimii’nde imam olarak vazifeliydim. Üsküdar’dan Topkapı’ya kadar gidiyordum.
Vapurla karşıya geçip oradan çoğunlukla yürüyerek Topkapı’ya, Cevizlibağ’a gidiyordum. Abdülhalim Efendi’nin vefatından sonra bir müddet
muallakta kaldım. Ondan sonra tekrar Hamit Aytaç
Efendi’den ders almak istedim. Ömer Nasuhi Bilmen’in oğlu Avni Bilmen’e müracaat ettim. Bana
“Babamın selâmını söyle seni kabul eder.” dedi.
Onun selâmıyla Hamit Bey’den ders almaya başladım. Hattat Hamit Aytaç “Abdülhalim Beyin yolu
benim yoludur.” deyip beni öğrenciliğe kabul etti.
Aralarında hocalık talebelik ilişkisi olduğu için beni
rahatlıkla kabul etti. Onun vefatına kadar hiç ayrılmadık. Ondan sonra da Hat sanatı başımıza kaldı.
İyi yaptığımı iddia etmiyorum. Bu işin yeniden canlanması için gayret ediyorum.
Nesih ise Kur’an yazılarıdır. Kemal Batanay bana
“Sülüsü iyi yazarsan ötekileri de iyi yazarsın.” dedi.
Haftada bir gün Kemal Batanay’a gidiyordum.
1966-1974 yılları arasında Kemal Batanay’dan
ders aldım. Kemal Batanay’dan Ta’lik ve Rik’a yazısını öğrendim. Kemal Batanay Rik’ayı Karınabadi
Hasan Efendi’den öğrenmişti. Son zamanda Muhammed İzzet Efendi’den hat dersleri almıştı. İzzet
Efendi’nin yazısına bugün dünyada ulaşılamamıştır. Kemal Batanay onu örnek almıştı. Ta’lik’te ise
Hulusi Efendi’den ders almıştı. Biz de ondan bu sanatı meşk ettik. Sekiz sene Kemal Batanay’dan
ders aldıktan sonra icazetimi aldım.
YARDIM: Üç değerli hattat dışında ders aldığınız hattatlar var mı?
ÇELEBİ: Hayır bu üç hocamın dışında başka
hocam olmadı. Başkasından ders almadım.
YARDIM: Hat sanatımız, niçin İstanbul dışında revaç bulmamıştır?
ÇELEBİ: 18 sene Hamit Efendi’den ders
aldım. İcazetimi aldıktan sonra fazla yanına gitmedim. Ondan sonra müşkülüm olmadıkça yanına
fazla gitmedim. Bazı hususları sormak, fikrini
almak üzere yanına gidiyordum. Sonra hocam hastalandı. Haftada bir iki gün ziyaretine gittim. Kendisinin vasiyeti üzerine Karacaahmet’te Şeyh
Hamdullah’ın yanına defnettirdik. Karacaahmet’te
Dokuzunca Ada’da medfundur. Hattat Hamit Efendi
19 Mayıs 1982 tarihinde vefat etmiştir. Her zaman
kabri başında toplanıp kendisini ziyaret ediyor, rahmetle anıyoruz.
ÇELEBİ: İstanbul’un dışında o günden bugüne hattat yetişmedi. Bulgaristan’da bazı yerlerde
hattat yetişse de İstanbul’un dışında hattat yetişmedi. Bu sanat İstanbul’da neşv-u nema bulmuştur. Sebebi ise İstanbul’un havasının buna müsait
olmasıdır. Burada haftada bir mürekkebi ayarlama
ihtiyacı hissediyoruz. Bu, İstanbul dışında her gün
yenilenmek zorundadır. İstanbul'un havası Hat sanatı için müsait olduğu için bu sanat İstanbul dışında bu kadar gelişmemiştir. Meselâ Hat kalemi
(kamış) İstanbul'da dayanırken Erzurum'un havasına dayanamayıp çatlamaktadır. Eskiden İran’da
güzel Hat kalemleri oluyordu. Çeşitli sebeplerden
dolayı oradan kalem getiremiyorduk. Şimdi ise
giden gelen dostlarımızla oradan sipariş edebiliyoruz. Hat sanatını icra etmek için kültürel altyapının
da müsait olması gerekiyor. İstanbul bu iş için müsait bir zemin çünkü adım başı bir kültür hazinesiyle karşılaşıyorsunuz. Bu anlamda her tarafı bir
müze gibi diyebiliriz. Bu da bizim sanatımızı besleyen bir unsur haliyle...
YARDIM: Hamit Hoca’nın dışında Kemal
Batanay’dan da ders aldığınız sanırım?
YARDIM: Niçin Mısır'da Arabistan'da değil
de bu sanat İstanbul'da zirveye ulaştı?
ÇELEBİ: Hamit Bey’den Sülüs ve Nesih yazıları öğrendim. Sülüs yazı camilerdeki yazılardır.
ÇELEBİ: Osmanlı bütün hizmetleri ibadet
saymıştır. Sanatı icra ederken ibadet şuuruyla icra
YARDIM: Hamit Hoca ile kaç sene birlikte
çalıştınız?
61
Ağustos 2009
kadar iyi değilim. Biraz da bu işlerde marifet iltifata
tabi oluyor galiba.
YARDIM: Sizin özel bir besmeleniz olduğunu duyduk bize, bundan bahseder misiniz?
ÇELEBİ: Benim Divanî olarak yaptığım özel
bir besmelem var.
YARDIM: Hep hocalarınızdan bahsettik
bize biraz da öğrencilerinizden bahseder misiniz? Kimler var meselâ?
etmiştir. Onun için de bu sanat bizde tekamül etmiştir. Araplarda bu yoktur. Biz bu işin snata yönünü ibadet aşkıyla önemsemişiz. Kemmiyet
keyfiyet meselesi yani onlar işin sanat yönüne bakmıyor. İRCİCA'nın düzenlediği müsabakalarda da
gördük ki biz bu işi önemsiyoruz. Türk sanatkarlar
hep bir adım önde gitmektedir. Osmanlı'da hattatlar bu işi ibadet neşvesiyle yaptıkları için de bizde
bu sanat zirveye ulaştı. O zamanın hattatlarından
en az yazanı 10 tane Kur’an-ı Kerim yazmıştı meselâ... Matbaanın olmadığı zamanlarda Kur’an ve
diğer dinî eserler hep elde yazıldığı için hattatlık
önemli bir uğraştı. İnsanlar hem ibadet ettiklerini
hem de çalışıp maişet temin ettiklerini düşünüyordu. Daha sonra 1928 harf inkılabından sonra bir
kalemde 350 tane hattatın dükkan kapattığını bir
düşünün Bu durum hat sanatını kısa bir dönem de
olsa akamete uğratmıştır. Arada bir fetret dönemi
yaşanmış olsa da şimdi Allah'a şükür bu sant ölmedi ve hala canlılığını muhafaza ediyor.
YARDIM: Siz bütün türlerde yazıyor musunuz? Özellikle tercih ettiğiniz belli bir tür var
mı?
ÇELEBİ: Normalde hat sanatı altı kalemdir.
Sülüs, Nesih, Ta’lik, Rik’a, Divanî ve Celi divanî
olmak üzere... Ben bunların ilk dördünü hocalarımdan talim ettim. Son ikisi Divanî ve Celi Divanî
dediğimiz türlerse bakarak yapılan türlerdir.
YARDIM: En çok hangi türlerde çalıştınız?
ÇELEBİ: Sülüs en çok talim ettiğim türdür. İnsanlar daha çok dekoratif işlere rağbet ediyor. Ben
de onun için Sülüs yazılara rağbet ettim. Rik’a’da o
Ağustos 2009
ÇELEBİ: Benim esas eserlerim öğrencilerimdir. Dünyanın dört bir tarafına dağılmış talebelerim var. Japonya’dan Amerika’ya kadar dağılan
bu öğrencilerim bu sanatı tüm dünyaya yayıyorlar
şimdi. 27si Türkiye’den olmak üzere 60 tane talebeme icazetim var. İlk aklıma gelen Davut Pektaş,
Ferhat Kurlu ve Efdalettin Kılıç sayabileceğim talebelerimdir.
YARDIM: Hat sanatıan büyük bir alaka var.
Keyfiyet olarak nasıl gelecek adına ümitvar mısınız?
ÇELEBİ: Artık bu iş ölmekten kurtuldu. İnsanlar işin ciddiyetini anladılar. Marifet iltifata tabi
dedik ya. Bir fetret devri atlatıldı. Zor dönemleri atlattık elhamdülillah. Gençlik cesur ve bu işe sahip
çıkıyor. Bu gün de artık bu iş para ediyor. Sanatkâr
işten beslendikçe verimli de oluyor bana göre. Bir
diğer önemli nokta ise Avrupalı henüz bu işe nüfuz
edemedi. Onun nüfuz ettiği her şeyi bozduğunu bildiğim için şükrediyorum ki Hat sanatımıza müdahale edemedi. Onun için de bu sanat bu zamana
kadar bikrini muhafaza etti. Hattın orijinal mürekkebi var kalemi var işçiliği var. Avrupalı kendi boyasını buna katmış olsaydı mutlaka bu sanatı iğfal
ederdi.
YARDIM: Üniversiteler hat sanatına nasıl
bakıyor?
ÇELEBİ: Dört dörtlük olmasa da yeni yeni kıpırdanmalar var. Sahip çıkmaya başladılar ama yeterli delil tabi. Hat sanatı adına güzel işler oluyor
inşallah bundan sonra da olacak. Bu işe gönül vermek lazım. yoksa haftada bir saat ders görmekle
olacak iş değil bu.
62
YARDIM: Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
ÇELEBİ: Ben teşekkür ederim.
HAT SANATINI YAŞATIYOR
Hasan Çelebi, 1937 yılında Erzurum'un Oltu
ilçesinin İnci köyünde dünyaya geldi. Babası Tahsin
Efendi, annesi Sakine Hanım’dır. Çocukluğu yokluk ve sıkıntı içinde geçen Çelebi, okul çağına geldiğinde ise II. Dünya Savaşı başlar ve Türkiye bir
buhranla karşı karşıya kalır. Anadolu'nun bir çok
yerinde olduğu gibi İnci köyünde de okul ve öğretmen yoktur. İlim ve irfan sahibi bir şahsiyet olan
Yusuf Altaş, o dönemde yayımlanan Köroğlu ve
Köylü gazetelerini muntazaman köye getirip halk
istifade etsin diye meydanda duvarlara asmaktadır. Kâğıda ve kaleme karşı aşırı bir sevgisi olan
Çelebi, bu gazeteler vasıtasıyla kendi gayretleriyle
okumayı öğrenir. 1946’nın Ocak ayında ilk defa
köyde “hafızlık cemiyeti” tertip edilir. Altı çocuk,
Kur'an-ı Kerim’i ezberlemiş, onlara köyde büyük bir
kutlama yapılmıştır. Okula gidemeyen Çelebi, bu
merasimden çok etkilenir ve dayısından Kuran-ı
Kerim öğrenmeye ve hâfızlığa başlar. Çelebi,
Kur'an ilimlerini tahsil maksadıyla 1954’te İstanbul’a gelir. Bir hemşerisi vasıtasıyla Üçbaş Medresesi'ne yerleştirilir. Burada 6 ay boyunca Arapça ve
din derslerine devam eder. Oradan da Üsküdar Çinili Medresesi'ne naklolur. 15 Mayıs 1956'dan itibaren de Mihrimah (İskele) Camii'inde müezzin
olarak görev yapmaya başlar. 1957-58 yıllarında
askerlik vazifesini ifa eder. Askerlik dönüşü bir süre
Mehmet Nasuhi Camii’inde imamlık yapar. 27
Mayıs 1960 ihtilaliyle birlikte üç yıl İstanbul’dan ayrı
kalır. Bu süre zarfında Artvin’in Yusufeli ilçesinde
müezzin olarak bulunur. Müezzinlik yaptığı sırada
Müftü Hâfız Bekir Efendi’yle tanışır. Bu karşılaşma
Çelebi’nin yeniden İstanbul’a dönmesini sağlayacaktır. Bekir Efendi aracılığıyla Hasan Çelebi, 15
Ağustos 1963 yılında Üsküdar Sultan Tepesi Mehmet Said Efendi Camii’ne imam tayin edilir. 1964'te
Şeyh Camii’ne, 1974 senesinde de Fıstıkağacı Selami Ali Camii’ne naklolur. 1987'de emekliye ayrılır.
İstanbul'a tekrar döndükten sonra görev yaptığı
Sultantepe'de taş ustası Yusuf Efendi ile tanışır. Bu
tanışma Çelebi'nin hayatında yeni bir sayfa açar.
Yusuf Efendi vasıtasıyla Hattat Hamit Aytaç’la
(1891-1982) görüşür ve Hamid Bey’e kendisine hat
dersi verip veremeyeceğini sorar. Hamit Bey de ce-
vaben "Görüyorsun çok meşgulum, ama benim talebem Halim var, ona git o öğretir” der. Hasan Çelebi bu tavsiye üzerine
Topkapı dışında Çırpıcı Çayırı'nda oturan
Hattat Halim Özyazıcı’dan (1898-1964) meşke
başlar. Bu onun hat sanatıyla olan serüveninin başlangıcıdır. Dört ay sonra Halim Bey bir trafik kazasında hayatını kaybeder. Dört aylık bir dersin
sonunda hocasını kaybeden Hasan Çelebi ne yapacağını bilmez bir halde ortada kalmıştır. Tekrar
Hamid Bey’e gitmeye cesareti yoktur, çünkü ilk teklifinde reddedilmiştir. Bu esnada Diyanet eski Reisi
Ömer Nasuhi Bilmen’in oğlu Avni Bilmen'le karşılaşır. Üzüntüsünü ona anlatır. Avni Bilmen, Hamid
Bey’e gitme konusunda Çelebi’yi cesaretlendirir.
Hamid Bey’e gidip kendisinin selâmını götürmesini
ve talebini yinelemesini söyler. Çelebi o şevkle bir
daha Hamid Bey’in huzuuna çıkar ve bu sefer
derse kabul edilir. 6 yıllık bir çalışmanın sonunda
Hamid Bey’den icazet alır. 14 Ekim 1964’te başlayan bu birliktelik Hamid Bey’in vefatına kadar 18 yıl
devam eder. Çelebi’nin ikinci bir icazeti daha vardır.
Çelebi, Hamit Aytaç’dan sülüs neshi meşkettiği sırada; 1966 senesinde merhum Kemal Batanay’la
tanışmış ve ondan da ta’lik ve rik’a dersleri almaya
başlamıştır. Batanay; mutedil, halim selim, geleni
geri çevirmeyen, mütevazı bir kişiliğe sahiptir. Çelebi’nin talebelik arzusunu geri çevirmemiş, hemen
kabul etmiştir. Aynı zamanda hâfız, tanburî ve bestekâr da olan Batanay, Galata Mevlenihanesi’nde
yedi yıl cuma imamlığı ve na’athanlık yapmıştır.
Çok sayıda klâsik besteleri mevcuttur. Vakit namazlarını dahi hatimle kılacak derecede ileri bir hâfızlığı vardır. Hasan Çelebi, 1975 senesinde Ta’lik
yazının üstadlarından Veliyyüddin Efendi’nin bir
Ta’lik kıtasını takliden yazıp Kemal Batanay’dan
icazetini alır.
63
Ağustos 2009
Ayşe BAĞCİVAN
SİZE MUTLULUK YAKIŞIR
Biz kadınlar bazen hayatı kendimize ve ne yazık ki etrafımızdaki
bireylere çekilmez hale getiriyoruz.
Oysa öyle olsun istemedik hiçbir
zaman. Yani ne kendimizi üzmek
nede etrafımızdakileri… Lakin oluyor
işte bazen istemesek de sonra çok
pişman olsak da oluyor yinede…
Belkide fıtratımız böyle. Belkide hep
etrafımızdakiler yüzünden Belkide
onlar bizi mecbur bırakıyor…
Ne çok “Belkide “sıraladık.
Hayır, asıl olan böyle değil. Bunlar
bizim bahanelerimiz sadece. Duymak istediğimiz kelimeler. Hayat bu
imtihanlar dünyası. Bazen evliliklerimiz çıkmaza girer, bazen eşimizin
bizi sevmediğini düşünürüz, bazen
ilgisizlikten şikâyet ederiz, bezende
evde ki işlerimizden. Ancak eğer gerçekten mutlu bir evliliğimizin olmasını istiyorsak ki size mutluluk yakışır
o zaman evliliğimizi tekrardan ilk
Ağustos 2009
64
günkü hale getirelim. Evimizi Cennete çevirelim.
Nasıl mı?
SEVGİ…
Sevgi, aile mutluluğumuzu besleyen ana damarımızdır. Bu damarın
tıkanması durumunda aile hayatımız
tehlikeye girer. Sevgide daim olmak
için ona kutsallık atfetmek gerekir.
Eşimize muhabbetle bakmalı güzel
sözlerde bulunarak ona ne kadar
değer verdiğimizi belli etmeliyiz.
Böyle olunca o da, aynen hatta daha
fazlasıyla mukabelede bulunur. Yeri
geldiğinde özür dilemeyi bilmeli eşimize bunu sadece söz ile değil hoş
hediyelerle göstermeliyiz. Sevgimizi
her an ve her gün dimdik tutmalıyız.
Yemekler yapmalıyız mesela ancak
görevimiz olduğu için ya da yapmak
zorunda olduğumuz için değil sevgi
ile baktığımız eşimiz için. Yalnızca ona özel
hayat arkadaşımıza en kötü günlerde bir tek yanımızda onu bulduğumuz sevgili eşimiz için. Üstelik sadece sevdiği yemekleri de değil hiç
bilmediği daha önce hiç tatmadığı yemekleri
yapmalıyız. Kendimize, eşimizin nasıl davranmasını istiyorsak öyle davranmalıyız. Yani önce
kendimize biz değer vermeliyiz ki eşimizden de
aynı değeri bekleyelim. Narin ve alıngan olduğumuzu önce biz kabul edelim ki sonra o kabullensin.
Efendimizin hadisinde belirttiği gibi “şüphesiz kadın, erkeğinin şakayıdır” yani gelinciğidir. Hani şu çok narin nahif ve zarif olan çiçek.
Bildiğiniz gibi gelincik çiçeğini dalından koparıldığında hemen yapraklarını salıverir. Canlılığını
ve güzelliğini yitirir. Yapraklarından birini kopardığında diğer yaprakları kendini bırakır sarkar.
Elinizle yapraklarından birine vurduğunuzda zedelenir solmaya yüz tutar. En küçük şiddet ve
sarsıntıda bile yara alıp zedelenen bu çiçeğin kadına benzetilmesi özelliklede erkeği tamamlayan
eş olarak nitelendirilmesi elbette ki çok mesaj
doludur. Erkekler söyleyecekleri her kötü sözde
ya da kıracakları her kötü davranışta eşlerinin bir
gelincik misali yapraklarını solduracaklarını bilmeli ve ona göre uygun muamelede bulunmalıdırlar.
Sevdiğinizi dile getirmekten çekinmeyin.
Karşınızdaki bir ömürü paylaştığınız eşiniz. Sürekli dile getirin bu sihirli kelimeleri. Eşinizi anlayabilmek için gayret edin, sürekli anlaşılmak için
beklemeyin. Eşinizin hasassiyetlerini dikkate
alın.
Siz sevginizi tüm gücüyle yansıttığınızda
izdüşümlerini mutlaka görürsünüz…..
SABIR…
Evlilik hayatı bazen engebeli yokuşlarla
dolu bir yol, bazen de iki yanı ağaçlarla kaplı
dümdüz yürüdükçe yürünen bir yoldur. Öyle ise
yokuşlarla karşılaşınca “ben bu yokuşu çıkamam”demeyin. Bu yokuşlar sabredene cennetin
anahtarıdır. Âlemler sultanı Efendimiz şöyle buyurmaktadır “Huysuz bir kocanın kahrına sabreden bir kadına Cenab-ı Allah tarafından,
Firavun’un eşi Asiye’ye verilen ecrin bir benzeri
verilir. Buna karşın huysuz eşine sabreden erkeğe de Eyüp Aleyhisselam’a verilen ecrin bir
benzeri verilir.”Yeter ki sabredin hem en ideal bir
yuvada bile bazı olumsuzluklar yaşanabilir.
Ancak sabredipte halledilmeyecek hiçbir şey
yoktur. Hayatın yaşanır olabilmesi için evliliğimizde mutlu olabilmemiz için sabırlı olmak gerekiyor.
Bir baba ile kızı dertleşiyormuş. Kız babasına, çok sıkıntı çektiğinden, sorunlarla baş edemediğinden bahsetmiş. Babası kızını dinlemiş,
dinlemiş ve “Gel, sana bir şey göstereceğim!”
diye kızını mutfağa götürmüş. Ünlü bir aşçı olan
baba, ocağa üç tane eşit büyüklükte kap koymuş, üçüne de eşit su koymuş ve üçünün de altını aynı miktarda yakmış. Ve birinci kaba bir
havuç, diğerine bir adet yumurta, diğerine ise bir
avuç çekilmemiş kahve çekirdeği koymuş. Ve
her üçünü de tam yirmi dakika pişirmiş. Daha
sonra ateşi kesmiş. Sonra masaya iki tane tabak
bir tane de boş bardak koymuş. İlk önce haşlanmış havucu alıp bir tabağa koymuş. Sonra pişmiş yumurtayı diğer tabağa koymuş. Sonra da
suya iyice sinmiş ve tam kıvamında kahve görüntüsü olan kahveyi de alıp bir bardağa boşalttıktan sonra kızına dönerek,
– Kızım ne görüyorsun? Kızı ;
– Havuç, yumurta ve kahve.
65
Ağustos 2009
Kızını masaya iyice yaklaştıran baba bunlara daha yakından bakmasını istemiş. Kızının
şaşkınlığını gören baba, anlatmasına devam
etmiş:
– Havuç haşlandığı için yumuşak bir hal aldı.
Yumurta, artık pişmekten içi katılaşmış sert bir
hale geldi. Kahve ise, (bir yudum alarak) harika
olmuş. Tadı da çok hoş. Kız, iyice şaşırarak;
– Baba, bunu bana niçin gösteriyorsun?”diye
sormuş. “Bak” demiş babası,
– Hepsi aynı şekil kapta, aynı sıcaklıkta, aynı
dakika pişti. Fakat hepsi bu etkiye farklı tepki
verdiler. Havuç ilk başta sertti, güçlü idi; ama
kaynatılınca yumuşadı, güçsüzleşti, çözüldü. Yumurta çok kırılgandı, hafifçe dokunsan çatlayabilirdi; ama kaynatılınca içi sertleşti, hatta
katılaştı. Bir avuç çekilmemiş kahve ise yine
sertti, hepsi birbirine benziyordu. Fakat ısıtılınca
ne oldu; bu kahve çekirdekleri, ısındılar, gevşediler ve içinde oldukları suya yayıldılar. Koku
yaydılar, tadı yaydılar ve suyu “eşsiz tad”da bir
kahveye çevirdiler.”Ve kızına,
Ağustos 2009
– Kızım sen hangisisin? Diye sormuş adam.
– Zorluklarla karşılaştığın zaman nasıl tepki
gösteriyorsun? Havuç gibi sıkıntılara, problemlere rastgelince çözülüyor musun, benliğini koruyamıyor musun? Yoksa yumurta gibi
katılaşıyor, başta kendin olmak üzere kimseye
faydan dokunmuyor mu? Yoksa sen kahve
misin? Kendini bitirmek uğruna, kendini ateşe
atma pahasına diğer insanlara mutluluk veren,
huzur veren, ağızlarına lezzet veren bir sevgi
kaynağı mısın? Karar ver yavrucuğum ve bence
sen bir kahve ol hayatta. Kahve bulunduğu çevreyi değiştirir, mutluluk soluklarını etrafına yayar.
Gerçekten de öyle yani eğer bir insan her
zaman mutlu ise bu durum karşısındaki kişiyi de
etkiler. Ne dersiniz sizce evlilik hayatında ne
olunmalı?
Sabrın; ecrini ve mükâfatını düşünüp, hayatın tüm güzelliklerini eşinizle birlikte tatmak,
ömür boyu mutlu olmak için “KAHVE” olunmalı…
66
Mazlumların Feryadı
Mazlum diyarlardan gelmekte, sesim,
Onlar birleştiler bizse ayrıldık,
Canlar parça parça susuz nefesim,
Onlar güçlendiler bizse dağıldık,
Acıyla gözyaşı hep oldu dersim,
Onlar çalıştılar bizse âtıldık,
Bizleri anlayan olacak mı ki?
Gafillere yardım olacak mı ki?
Ümmet dağılmış bozulmuş birlik,
Zulme uğrayanın çoğu Müslüman
İçimize düşmüş nifak ikilik,
İşte Çeçenistan ve Afganistan
İlahi mesajda birlik ve dirlik,
Filistin, Irak, Doğu Türkistan
Yürekten hisseden olacak mı ki?
Onlar da bağımsız olacak mı ki?
Biz ölürken onlar seviniyorlar,
Gözler yaşlı, mahzun eller semada
Çocuk öldürmekle övünüyorlar,
Çığlıklar ne için duyulmamakta
Zalimler zalime güveniyorlar
Zulme dur diyecek yok mu dünyada?
Zulmedenler emin olacak mı ki?
Kınamalar çare olacak mı ki?
Hani Firavunlar, hani Nemrudlar
Gün gelir bu devran tersine döner
Hakka savaş açmış hain tağutlar
Zalimlerin zulmü mum gibi söner
Sakın övünmesin zalim despotlar
Mazlumların ahı acısı diner
Onlara rahmeden olacak mı ki?
Gözlerimiz şahit olacak mı ki?
Bu insanlık nice acılar gördü
Herkes yaptığından hesap verecek
Tarih, acıları toprağa gömdü
Mazlumlar cennete elbet girecek
Yer gök utancından kızıla döndü
Zalimler; zulmünü ikrar edecek
Utanmazlar mutlu olacak mı ki?
Azapları hafif olacak mı ki?
Hata ve yanlışlar çilemiz oldu
Güçsüzleri ezmek acep kâr mı ki?
Goncalar açmadan dalında soldu
Gücüne güvenmek iftihar mı ki?
Sırat-ı Müstakim tek doğru yoldu
Allah’tan başka galip var mı ki?
Gitmeyene huzur olacak mı ki?
Ekabirler âbad olacak mı ki?
Mustafa AKCAN
(Emekli Öğretmen)
67
Ağustos 2009
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
mkaraca_rehber@hotmail.com
Sevgili arkadaşlar, bu
sayımızda sizlerle günde
beş vakit namazda
yöneldiğimiz Kâbe’yi
tanıyacağız.
Kâbe’yi kimler inşa etti?
Kâbe’nin içinde neler
var?... Sizde merak ediyor
musunuz? O zaman
hemen sayfamızı okumaya
başlayabilirsiniz….
KÂBE’NİN KELİME ANLAMI
Sözlükte dört köşeli veya küp şeklinde olmak anlamlarındaki kâb kökünden
gelen kâbe "Küp şeklinde nesne" demektir.
KÂBE’NİN İNŞASI
Sevgili arkadaşlar, Kâbe, Mekke'de, Mescid-i Haram'ın yaklaşık olarak merkezinde bulunan
namaz kılarken yüzümüzü ve yönümüzü döndüğümüz kutsal bir yapıdır. Hacca gidenler Kâbe’yi
tavaf ederler.
Kâbe, Kur'an-ı Kerim'de adı geçen tek binadır. İbrahim (a.s.) Mekke'ye, Allah’u Teâlâ’nın, Kâbe'yi inşa emrini yerine getirmek için geldi ve oğlu İsmail'e: "Yavrucuğum, Allah Teâlâ bana bir şey
emretti" dedi. Bunun üzerine İsmail: "Rabbin ne emrediyorsa yerine getir babacığım" dedi.
İbrahim (a.s.) da ona: "Bu konuda bana yardımcı olur musun?" diye sorunca, İsmail (a.s.): "Elbette
olurum babacığım" diye cevap verdi. Bunun üzerine İbrahim (a.s.) yüksek bir yeri işaret ederek: "Allah’u Teâlâ, bana burada bir bina inşa etmemi emretti" dedi. İşte orada Kâbe'nin duvarlarını inşa
ettiler.
İsmail (a.s.) taş taşıyor, İbrahim (a.s.) da duvarları örüyordu. Duvar insan boyu yükseldiğinde,
İsmail (a.s.) getirdiği taşlardan bir merdiven yaptı. İbrahim (a.s.) bu yığın taşların üzerine çıkıp İsmail'in uzattığı taşları örüyor ve şöyle dua ediyorlardı: "Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur, şüphesiz Sen hem işitir, hem bilirsin. Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da Sana
teslim olan bir ümmet ver. Bize nasıl ibadet edeceğimizi göster, tevbemizi kabul buyur; çünkü tevbeleri daima kabul eden, merhametli olan sadece Sen'sin. Rabbimiz! İçlerinden, onlara senin ayetlerini okuyan, Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder.
Doğrusu sen Aziz ve Hakim'sin."
Ve sonunda Allah Teâlâ, Kâbe'nin inşasını Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’e nasip etmiştir.
Ağustos 2009
68
KÂBE'NİN İÇİNDE NE VAR?
Kâbe’nin duvarları siyah taşlardan yapılmıştır. 25 cm yükseklikte ve 30 cm kadar çıkıntılı bir
mermer kaide üzerinde bulunmaktadır. Kâbe’nin içinde tavana çıkmak için bir merdiven ve üç ağaç
sütun bulunmaktadır. İç duvarlar ve yerler mermerle kaplıdır. Tavanda altın ve gümüş kandiller
asılıdır. Yerden 2 metre kadar yükseklikte altın kapısı vardır.
KÂBE’NİN FİZİKSEL ÖZELLİKLERİ VE KONUMU
Duvarlarında kullanılan taşlar Mekke tepelerindeki granit taşlardır. Tavanı ahşaptandır.
Yeryüzünde yapılmış ilk mescit ve ilk binadır. Üzeri altın işlemeli hat yazıları bulunan siyah bir
örtü (sitâre) ile örtülüdür. Örtüsü her sene hac mevsiminde yenilenmektedir.
Kâbe'nin köşeleri yaklaşık olarak dört ana yönü gösterir. Köşelerden her birinin ayrı ismi
vardır. Doğu köşesine "Hacer-i Esved" taşı bulunduğundan aynı isimle veya "Şarki" ismiyle anılır.
Kuzey köşesine "Irakî", batı köşesine "Şâmî" ve güney köşesine de "Yemânî" denir.
Kâbe'nin yapısı sade fakat heybetlidir. Üzerindeki örtü, ipekli bir kumaştan dokunmuş olup,
üzerine Kelime-i Şehadet işlenmiş, çatıya yakın kısmında çevresine altın işlemeli bir şerit
geçirilmiş; kemer biçiminde olan bu şeritte de Kur'an ayetleri işlenmiştir.
YEMEK ÂDÂBI
1- Tabağımıza yiyebileceğimiz kadar yemek almalıyız. Tabağımıza aldığımız yemekleri bitirmeliyiz.
Tabakta bırakılan yemek israf olur.
2- Yemeği ve ekmeği küçük lokmalar halinde yemeliyiz.
3- Yemeğimizi çabuk çabuk yememeliyiz. Lokmaları ağzımızda iyice çiğnedikten sonra yutmalıyız.
4- Ortaya konan yemekleri kendi önümüzden yemeliyiz. Yemeğin üzerine eğilmemeliyiz.
5- Çok sıcak yememeliyiz. Yemeğe üflememeli çünkü nefes alırken oksijen alıp karbondioksik
vermekteyiz dolayısıyla üflediğimizde yemeğe karbondioksik üflemiş oluruz buda sağlığa zararlıdır.
Yemeğin soğumasını beklemeliyiz.
6- Yemeğe büyükler başladıktan sonra başlamalı.
7- Karnımızı tıka basa doyurmamalıyız. Sevgili peygamberimiz, midemizin sonuna kadar
doldurulmamasını tavsiye etmiştir.
8- Yemek seçmemeli, sağlıklı beslenmenin her tür besinden az da olsa yenmesiyle olacağını
unutmamalı. Bu yiyecekleri bulamayan insanları düşünmeliyiz.
ASLAN
FIKRA
Temel
hayvanat
bahçesinde
gezerken açık bulduğu bir kafesten içeri
dalmış.
- Hoop, dur ne yapıyorsun, orası
aslan kafesi, diye bağırmışlar. Temel
geri dönmüş,
- Sanki aslanınızı yedük, demiş.
Temel
İngiltere’ye
gitmiş.
Arkadaşları Temel’e:
- “ İngilizce bilmezdin İngiltere’de çok
sıkıntı çektin mi? ” demişler,
Temel:-
“Hayır,
sıkıntıyı
asıl
İnciluzler çekti”
69
Ağustos 2009
Hasan BAŞAR
DOĞU TÜRKİSTAN’IN
SESSİZ ÇIĞLIĞI
“Güzel Türkistan sana ne oldu?
Seher vaktinde güllerin soldu,
Çemenler solmuş kuşlar hem feryat
Hepsi mahzun, olmaz mı dil şad?
Bilmem niçin kuşlar uçmaz bahçelerinde”
( Abdülhamit Süleyman ÇOLPAN)
Çinlilerle Müslüman Uygur Türklerinin mücadelesi asırlara dayanıyor.
Nüfus olarak Uygurlardan katbekat
üstün olan bu zalim Çin devletiyle yapılan mücadelede ata yurdu kardeşlerimiz
çoğu
zaman
kendisini
ezdirmemiştir. Zaman zaman Çin hâkimiyetine girse de varlıklarını devam
ettirmeyi başarmışlardır. Hatta bağımsızlığını dahi kazanmıştır. Ta ki Rusya
işin içine girginciye kadar. Çin, Doğu
Türkistan’la yaptığı mücadeleyi kaybedince Rusya’dan yardım istemiştir.
Hem Ruslarla hem de Çinlilerle mücadele etmek zorunda kalan ata yurdu
Doğu Türkistan bu mücadeleyi kaybetmiş ve 1949 yılında Çin hâkimiyeti
Ağustos 2009
70
altına girmiştir. Yani ata yurdu kardeşlerimiz 60 yıldır zalim Çin devletinin
hâkimiyeti altında ölüm kalım mücadelesi vermektedir.
Bu mesele Çin devletinin iç meselesi diyecek kadar basit bir mesele
değildir. Çünkü Uygurlar, ne Çinlidir ne
de isteyerek Çin hâkimiyeti altında bulunmaktadır. Dini, dili ve kültürü ile
apayrı bir millettir. Yani Müslüman
Türk milletidir. Bugün ki Türk dünyasının ilk ana yurdudur. Ata yurdu Doğu
Türkistan, Türk tarihinde önemli yeri
bulunana Kağşarlı Mahmut, Yusuf Has
Hacip, Satık Buğra Han gibi şahsiyetleri yetiştirmiştir. Türk milletinin İslamiyet’le ilk şereflendiği topraktır Doğu
Türkistan. Gözden ırak olan gönülden
de ırak olur misali, Doğu Türkistan
coğrafi olarak bizden uzakta olunca
yaşadığı baskı ve zulümden de bihaberiz. Çin gibi zalim bir milletle tek başına mücadele etmek zorunda
kalmıştır. Bundan dolayı da zaman
zaman Türk ve Müslüman dünyasına serzenişte de
bulunmuşlardır.
yaratmaktadır. Bireylere uygulanan işkencelerden
bazıları şunlardır:
“Ben kaldım yavru balaban, kanat açamam,
Uçam diye davransam bir türlü uçamam,
Yön bulduran, yol gösteren can kalmadı;
Yavuz düşman koyar mı şimdi beni vurmadan?”
......
“Kardeşim! Sen o yanda, ben bu yanda,
Kaygıdan kan yutuyoruz vatanda.”
( Mağcan Cuma BAYULI)
— Şal Usulü İşkence: Tahtalardan bir dikdörtgen
yapılır. Dikdörtgenin ortasında boğazı sıkacak şekilde bir delik vardır. İşte bu alete şal denir. Bu şal
suçlunun boğazına geçirilir. Mahkeme sonunda şal
giydirilen mahkûm cezaevine gönderilir. Gündüzleri de boynunda şal olduğu halde sokaklarda teşhir edilir. Yemek verilmez, dilencilik yapmak
suretiyle geçinmesi söylenir. Gece ise cezaevine
alınır. Fakat yatacağı zaman başını yere koyma imkânı yoktur. Eğer mahkûm dışarıdan para temin
Doğu Türkistan’da ki Müslüman Türk kardeşlerimizin nasıl bir zulüm altında olduğunu anlamak
için Çinlileri daha yakından tanımamız gerekiyor.
Doğu Türkistan’ın bağımsızlığı için mücadele
etmiş İsa Yusuf ALPTEKİN bakın Çinliler için ne
diyor; “ Çin milleti şövenist, fanatik, insafsız, haris,
hilekâr, mütekebbir, pervasız, zalim, gaddar, kelimenin tam anlamıyla emperyalist bir millettir. Dini,
dili, âdeti, düşüncesi ve karakteri bakımından hiçbir millete benzemez nevi şahsına münhasır bir
millettir. İşte dünya Türklüğünün ana yurdu olan
Doğu Türkistan böyle emperyalist bir milletin esareti altındadır.
Çin devleti amacına ulaşmak için bireylere ve
topluma işkence uygulayarak korku imparatorluğa
edebilirse cezaevi müdürüne rüşvet vermek suretiyle sarkık başının altını doldurabilecek tarzda bir
yastık temin edebilirdi. Aksi halde mahkûm sabaha
kadar acılar içinde kıvranır, birkaç gün sonra da dayanamayıp ölürdü.
— Kütük Usulü İşkence: Mahkûmun bir ayağı taşıması imkânsız derecede ağır kütüklere geçirilir.
Kütük önce iki eşit parçaya bölünür. Her ayrılan
parçanın ortası iki taraftan bacağı sıkacak şekilde
oyulur. Daha sonra bu parçalar bacağı içine alarak
iki taraftan vida ile sıkıştırılırdı. Bacağın diz ve
topuk arası kütüğün içinde kaldığından hareket
etmek imkânsızdır. Bu halin sonu ya kötürüm kalmak ya da ölümdür.
71
Ağustos 2009
— Çıkrık Usulü İşkence: Bu işkencede mahkûmun en çok elleri ezaya maruz kalırdı. Mahkûm hareket etmesin diye önce sıkıca bağlanırdı. Daha
sonra elleri çıkrığın deliğine sokularak çıkrığın kolu
çevrilmeye başlanır. Kol çevrildikçe eller sıkışır. Bir
taraftan da iğne batırılarak kan akıtılır. Çoğu zaman
parmaklar ve bilek kemikleri kırıldığından insanlar
sakat kalırlardı.
Bu saydıklarımız şahıslara uygulanan binlerce işkenceden sadece birkaçıdır. Oysa bundan
daha tehlikeli olanı ise bir milleti yok etmeye yönelik sistemli işkencelerdir. Çin’in en büyük amacı
Uygur Türklerini asimile etmektir. Yani dünya yeni
bir Endülüs vahşeti yaşamaya doğru gidiyor. Çin’in
Uygurları asimile etmek için kullandığı yöntemlerden bazıları şunlardır:
İkiden fazla çocuk yapılması yasak. Bu kurala uymayan kadınların çocukları anne karnındayken öldürülüyor. Ve kadınlar akıl almaz
işkencelere maruz kalıyorlar. Dini ve milli bayramların kutlanılması yasak. Uygurca konuşulması
yasak. Ağır vergiler uygulayarak ekonomik bakımdan kalkınmalarını engellemek. Milli ve manevi yerlerin yıkılması. Genç kızlar ailelerinden zorla alınıp
zor şartlarda ve uygunsuz yerlerde ahlaklarını
bozma amaçlı çalıştırılması. Genç erkekler potansiyel bir suçlu gibi görünmekte ve çok sıkı takiplere
tabi tutulmaktadır. Lise çağına gelmiş gençler ailelerinden zorla alınıyor ve Çin okullarında eğitime
tabi tutuluyorlar. Doğu Türkistan’a dışarıdan Çinliler getirilerek Doğu Türkistan’daki nüfus yoğunluğunu
Çinlilerin
lehine
döndürülmesi
amaçlanmaktadır. Bu ve buna benzer daha nice
yöntemler uygulamaktadır.
Doğu Türkistan’ın işi çok zor ve geleceği tehlike altındadır. Doğu Türkistan’ın varlığını devam
ettirmesi dış güçlerin desteğine bağlıdır. Bütün yüzyıllar boyunca Çin’le mücadele etmek zorunda
kalan Uygur Müslüman Türkleri bu zamana kadar
bu mücadeleyi başarıyla sürdürmüştür. Ama artık
bu direnç kırılmaya başlanmıştır.
Çünkü mücadele ettiği devlet hem nüfusça
çok üstün hem de zalimlikte sınır tanımayan bir millettir. Hiçbir insani ölçüsü yoktur. Ve üstelik bu zalim
millet dışarıdan yapılacak baskılara da pek kulak
asacak değildir. Hoş dünyada da pek tepki verecek
gibi gözükmüyor. Amerika menfaatinden başka bir
şey düşünmez, Avrupa kendi sırca köşkünde dış
dünyayla pek ilgilenmez, onların insanlık anlayışı
kendi insanı ile sınırlıdır. Müslüman dünyasına geAğustos 2009
lince durum içler acısı, kendisine bile faydası yok.
Hal böyle olunca bütün Müslüman coğrafyası perişan bir haldedir. Bizim gibi duyarlı olan milletler vicdanımızı biraz rahatlatmak için çıkarız sokaklara
biraz slogan atarız. Kendin çal kendin oyna hesabı.
Yaptıklarımızı küçümsemiyorum, hiçbir şey yapmamaktan iyidir elbet. Ama önemli olan neticeye
gitmektir, bir şeyleri değiştirmektir. Bakıyoruz değişen bir şey olmuyor. Niye? Kusura bakmayalım
ama Müslüman dünyasını kimse dikkate almıyor.
Uluslar arası arenada geçerli olan kural güçtür.
Güçlüysen istediğin her şeyi yapma hakkına sahipsin. Gücün varsa dikkate alınırsın. Güçlü bir
devlette de olması gereken unsurlar da şunlardır:
- Güçlü bir ekonomi. Onun için peygamberimiz(sav) “Veren el alan elden üstündür.” demiştir.
Güçlü bir ordu. Yine peygamberimiz(sav)
“Düşmanın silahı ile silahlanın” demiştir.
Bir de nüfusun fazla olması. Yine peygamberimiz(sav) “Ben ümmetimin çokluğu ile övünürüm.” demiştir.
Bugün bizler Çin’e savaş açamayacağımıza
göre, oraya gidip savaşamayacağımıza göre ne
yapabiliriz? Bizim yapabileceğimiz hem yurt içinde,
hem de yurt dışında kamuoyu oluşturarak mümkün
olduğu kadar insanlığın dikkatini Doğu Türkistan’daki vahşete çekmeye çalışmaktır. Bütün dünyaya bu Müslüman Türk kardeşlerimizin haklı
mücadelesini gösterebiliriz. En azından onlara
moral olup cesaretlendirebiliriz. Yalnız olmadıklarını hissettirebiliriz. Ata yurdu Doğu Türkistan’daki
kardeşlerimizin 150 yıllık sessiz çığlığını artık bütün
dünyaya duyurmalıyız. Uğradıkları zulme bile gözyaşı dökme fırsatı tanınmayan bu ata yurdu kardeşlerimizin sesi olabiliriz. Modern dünyanın etkin
propaganda tekniklerini kullanabiliriz
Yukarıda belirttiğim gibi güçlü devlet olmanın
şartlarından biri de güçlü ekonomidir. Çin mallarını
alarak Çin’in daha da büyümesine sebep oluyoruz.
Çin büyüdükçe uyguladığı baskı ve zulümde artacaktır. Bu durumda yapılması gereken Çin mallarını almayarak ekonomik ambara uygulamaktır.
72
Download