Burhan 34:Burhan.qxd

advertisement
Selam ile
Annelerin ayaklarının altına yüz sürülen bir kültürden geliyoruz. “Ana” denildiği vakit akan suların
durduğu bir kültürden besleniyoruz. Her şeyin temeline “ana” kavramını yerleştiriyoruz: Ana vatan,
anayasa, ana tema gibi… Ana kavramının kutsal olduğu bir medeniyetin temsilcileriyiz. Ana, bizde cennet
ayaklarının altına serilen yüce bir varlıktır. Üzerimizde herkesten daha çok hakkı bulunan bir kişidir
analarımız. Bizi dokuz ay boyunca karınlarında taşıyan, canlarıyla, kanlarıyla bizleri besleyen, sonra en
şiddetli doğum sancılarıyla bizi doğuran, bebekliğimiz döneminde hizmetin, sevginin, şefkatin en yücesini
gösteren, ta ki büyüyüp ayaklarımız yere sağlam basana kadar hatta ömrümüzün ahirine kadar bize kol
kanat geren, bizim koruyucu meleklerimizdir annelerimiz. Onlar babalarımızla birlikte ailenin temelidir.
Tüm bunlara rağmen nasıl oldu, ne oldu da son zamanlarda anne ve baba katilleri türedi? Eksik olan ne?
Eğitim diye çocuklara ve gençlere “din” vermezseniz ve dinî eğitim taleplerini “irtica” çığlıklarıyla
bastırmaya çalışıp “dindarlaşmayı” gericilik diye itham ederseniz sonuçta “anne ve baba katili üreten” bir
sistem oluşturursunuz. Kalıbını, midesini doldurup ruhunu aç bıraktığınız bu nesil kimin eseridir? Gönlüne
Allah korkusunu koymadığınız, ahiret inancından soyutladığınız ve kendisini sadece bu dünyaya ait
hisseden bir gençlik yetiştirince aynı zamanda anne ve baba katili yetiştirdiğinizi ne zaman anlayacaksınız?
Kendisini secde de, Allah’a kullukta aramayan gençlik nerede arayacaktır? Anne kalbi, baba kalbi kırmanın
ne demek olduğunu bilmeyen bir gencin eline bıçağı siz veriyorsunuz. O genci suça siz itiyorsunuz. Sonra
da bu ahlaksızlıktan şikâyet ediyorsunuz. Medyadaki köşelerinizden bu milletin diniyle, tarihiyle, kültürüyle
savaşacaksınız sonra da boşluğa attığınız kurbanlarınızı ahlaksızlıkla, şununla bununla suçlayacaksınız.
Dünyanın neresinde kendi eserini suçlayan insan görülmüştür. Ey köşelerinden gençlerin yüzde altmışı
Cuma namazına gidiyormuş deyip namaza dolayısıyla dine kin kusan azılı güruh! Bu milletin dininden,
tarihinden kültüründen elinizi çekin. Bırakın, bırakında bu millet aslî mayasına dönsün. Dönsün de görün
insanlığı, görün edebi, görün erdemi…
Saygıdeğer okurlar,
Medyadaki bir takım yayınlarla aile yapımız tarumar edilmek istenmektedir. Özellikle bünyemize
uygun olmayan televizyon dizileriyle, filmleriyle aile yapısı aile ortamı adeta dinamitlenmektedir. Günden
güne toplumumuzda aile kurumu yozlaştırılmaktadır. Bunlar toplumumuzun “dönüştürülme” projeleridir.
Her geçen gün aranmaktadır. Bu konuya dikkat çekmek için bizde Burhan dergisi olarak bu ayki dosyamızı
“aile” olarak sizlere sunuyoruz. Dosya yazıları ve diğer yazılarla hakikaten dergimiz bu ayda dolu dolu…
Beğeneceğinizi umuyoruz.
Daha iyi Burhan’larda buluşabilmek dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 3 Sayı: 34
Temmuz 2008
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
içindekiler
4 HAZRETİ PEYGAMBER’İN ÂİLESİ
42 HÜKÛMETLERİN HADİS
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
RİVAYETİNDE TESİRİ YAHUT EMEVÎ VE
ABBASÎ İKTİDARLARI DAHLİ (1)
8 AİLE REİSLİĞİ KAÇINILMAZDIR
Osman KARABULUTOĞLU
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
46 TASAVVUFTA ASLOLAN MADDEYE
10 AİLE HAYATI ÜZERİNE BİR KISIM
Umut BULUT
NÜFUZ ETMEKTİR
MÜESSESE MÜDÜRÜ
Osman MERT
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
İhsan AKTAŞ
Mustafa ÖZKAYA
Semi HAFIZOĞLU
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
MÜLÂHAZALAR
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
UZUN DEĞİL
14 PEYGAMBERİMİZ (s.a.v)’in AİLE
HAYATI
Kamil ABDULLAHOĞLU
18 AİLE HAYATIMIZ, CENNETİMİZ YA
DA CEHENNEMİMİZ
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 291928-1
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
burhandergisi@hotmail.com
burhandergisi@mynet.com
burhandergisi@gmail.com
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
Aydın BAŞAR
52 Seyyid Ahmed er Rufai
Hazretlerinden
Ramazan ÇAKIR
Fiyatı
Tek Sayı: 6 YTL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL
6 Aylık Abone: 36 YTL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
48 ÖMÜR HEP ARAYACAK KADAR
54 ALEMLERE RAHMET
HZ.MUHAMMED MUSTAFA (S.A.V)
Ersan BİLGİN
20 AİLE HAYATINDA HUZURUN
57 EY DERDE DERMAN
REÇETESİ İSLÂMİYET’TİR
Niyaz-ı Mısri
Mehmet TALU
58 MUHABBET BAHÇESİ
30 İSLÂMÎ NESLİN DEVAMI
Hüseyin SELAMCI
32 MERKEZDEN BİR ŞUBE: AİLE
Yusuf ELİBOL
60 NAMAZ’IN BİZİ KILMASI İÇİN
Sezgin ÇAKIR
Halil ATİK
65 SATIRLIK HAKİKATLER
34 HISIM VE AKRABAYI ZİYARET
Yard. Doç. Dr. Abdülmecid OKCU
66 EVİNİN SULTANLARI
Zeynep GÜLOĞLU
36 İSLAMOFOBİ GERÇEĞİ
Hasan BAŞAR
39 HASEN VE SAHİH HADİSLERDEN
SEÇMELER 17
68 "Varlığın anlamına, Eşyanın
hakikatine, köklerimize"
RIHLE DERGİSİ
Ömer Faruk TOKAT
Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
70 BURHAN ÇOCUK
40 YENİDEN DİRİLİŞİN ÖNEMLİ
DELİLLERİNDEN BİRİ OLARAK
İNSANIN YARATILIŞ EVRELERİ
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
Musa KARACA
72 Hz.Pîr Ahmed Er-Rufai
Hazretlerinin Salavât-ı Hamsesi
HAZRETİ PEYGAMBERİN AİLESİ
4
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
PEYGAMBERİMİZ
(S.A.V)’İN AİLE HAYATI
14
Kamil ABDULLAHOĞLU
AİLE HAYATINDA HUZURUN REÇETESİ
İSLÂMİTE’TİR
20
Mehmet TALU
İSLAMOFOBİ GERÇEĞİ
36
Hasan BAŞAR
TASAVVUFTA ASLOLAN
MADDEYE NÜFUZ ETMEKTİR
46
Umut BULUT
ÖMÜR
HEP ARAYACAK KADAR
UZUN DEĞİL
48
Aydın BAŞAR
60
NAMAZ’IN BİZİ KILMASI İÇİN
Sezgin ÇAKIR
Otuzdört
mustafaagirman@gmail.com
DOSYA
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
HAZRETİ
PEYGAMBER’İN
ÂİLESİ
4
Burhan
Mekke’de iki kişinin
yaşadığı bir evde ve
kalabalık bir âile
ortamında dünyaya gelen
Hz. Peygamber, Medîne’de
kalabalık bir evde ve
kalabalık bir âile
ortamında vefat etti. O,
hiçbir zaman kendisi için
yaşamadı; hayatını âile
fertlerine ve ümmetine
vakfetti. Yakınlarıyla ve
âile fertleriyle çok
yakından ilgilendi. Gecegündüz ümmeti için
çalıştı. Her konuda olduğu
gibi, bu konuda da bize
örnek oldu. Cennet’te
Onunla beraber olmak
isteyenler, O’nun âile
yaşantısını ve âilesine
olan bağlılığını örnek
almalıdırlar.
Burhan
5
z. Peygamber efendimiz, Kureyş kabîlesinin
Hâşim oğulları koluna mensuptur. Babası Abdullah, Hâşim oğullarından; annesi Âmine de Zühre
oğullarındandır. Abdullah ve Âmine çiftinin, evliliklerinden
sonra el-Bereke adında Habeşistanlı bir de hizmetçileri
vardı. Bilindiği gibi babası Abdullah, kendisi doğmadan
önce vefat etmişti. Hz. Peygamber doğmadan önce annesi Âmine, evin hizmetçisi el-Bereke ile aynı evde birlikte
yaşıyordu. Bu iki hanımefendi, dede Abdülmüttalib’in himâyesinde hayatlarını devam ettiriyorlardı. Abdülmüttalib’in çok kalabalık bir âilesi vardı; çocukları çoktu. Hz.
Muhammed (s.a.v.), işte böyle geniş bir âile ortamında ve
iki kişinin yaşadığı bir evde dünyaya geldi.
H
Mekke’de yeni doğan bütün çocuklar, yüksek yerlerde yaşayan âilelere süt emmek için verilirdi. Mekke’nin
rakımı çok düşük ve etrafı dağlarla çevrili olduğu için havası çok sıcak ve boğucudur. Yeni doğan bebekler bu sıcaktan çok rahatsız olurlardı. Âileleri onların sağlıklarını
düşündükleri için yüksek yerlerde ve serin bölgelerde oturan âilelerden bir sütanne bulur; çocuklarını oraya gönderirlerdi. Sütanneye verilen Mekkeli çocuklar iki yıl
sütannelerinin yanında kalır, sonra öz annelerinin yanına
dönerlerdi. Hz. Muhammed de, Hevâzin kabîlesinin Sa’d
oğulları kolundan Halîme adında bir hanımefendiye verildi. Halîme, Hz. Muhammed’i kendi oğlu Abdullah ile birlikte emzirdi.
Hz. Muhammed’in sütannesi Halîme’nin Şeymâ,
Enîse ve Abdullah adında üç çocuğu vardı. Eşi ve çocuklarının babası Hâris’le birlikte evin nüfusu beş kişiydi. Hz.
Muhammed ile birlikte bu nüfus altı oldu. Süt emzirme
müddeti olan iki yılın sonunda Hâris ve Halîme, Hz. Muhammed’i getirip öz annesi Âmine’ye teslim ettiler. Ücretlerini alıp evlerine dönecekleri zaman Âmine, Halîme’ye
“Ey Halîme! Şu anda Mekke’de salgın bir çocuk hastalığı
var. Götürüp yavruma biraz daha bakar mısın?” dedi. Halîme, Âmine’nin bu teklifinden çok memnun oldu. Zaten,
bu çocuktan bir türlü ayrılmak istemiyordu. Çünkü bu
çocuk, evlerine ve bölgelerine bereket getirmişti. Çocuğu
alıp yaylalarına geri döndüler.
Sütannesi Halîme’nin evine geri dönen Hz. Muhammed, dört yaşına kadar burada kaldı. Sütkardeşi Abdullah, süt ablaları Enîse ve Şeymâ ile çok güzel günler
geçirdi. Açık havada, kırda, bayırda birlikte oynadılar.
Şeymâ kardeşlerine hem ablalık hem de annelik yaptı;
onlarla çok yakından ilgilendi.
Hz. Muhammed (s.a.v.), dört yaşında öz annesi
Âmine’nin yanına geldi. O gelinceye kadar evde iki hanım
birlikte yaşadılar. Hz. Muhammed, iki yıl, evin üçüncü kişisi olarak onlarla birlikte yaşadı. Belki de hayatının en
güzel günlerini işte bu iki yıl içerisinde annesi Âmine ve
dadısı el- Bereke ile birlikte geçirdi. Hz. Muhammed, altı
yaşına gelince bu üç kişi birlikte Medine’ye gittiler. Bir tica6
ret yolculuğundan dönerken Medine’de vefat eden ve dayıları tarafından oraya defnedilen Abdullah’ın kabrini ziyaret edip Mekke’ye döneceklerdi; öylede yaptılar.
Abdullah’ın kabrini ziyaret ettiler; biraz da akrabaları olan
Neccar oğullarında misafir kaldılar. Sonra da Mekke’ye
dönmeye karar verdiler. Dönüş yolunda Ebvâ denilen
köyde Âmine Hâtun rahatsızlandı ve orada vefat etti.
Yetim olarak dünyaya gelen Hz. Muhammed, şimdi de
annesini kaybetmiş ve öksüz kalmıştı. Yetim ve öksüz Hz.
Muhammed’i Ebvâ’dan Mekke’ye getiren el-Bereke, onu
dedesi Abdülmüttâlib’e teslim etti ve ona iki yıl da dedesinin evinde baktı.
Hz. Muhammed, altı yaşında dedesinin evine geldiğinde amcası Abbas sekiz (veya dokuz) yaşlarında,
diğer amcası Hamza da dokuz (veya on) yaşlarındaydı.
Hz. Muhammed, dedesinin evinde kaldığı iki yılını bu amcaları ile birlikte aynı çatı altında geçirdi. Kendisi sekiz yaşına geldiğinde dedesi Abdülmüttâlib vefat etti. Bu sefer
de öz amcası Ebû Tâlib onu himâyesine aldı. Haşim oğulları, Habeşistanlı esmer hizmetçi kızcağız el-Bereke’ye
evlenme izni verdiler. O da Ubeyd ile evlendi. Ondan
Eymen adında bir oğlu olduğu için kendisine Eymen’in annesi mânâsında “Ümmü Eymen” künyesi verildi.
Sekiz yaşında, amcası Ebû Tâlib’in evine gelen Hz.
Muhammed, Hz. Hatîce ile evlendiği yaş olan yirmi beş
yaşına kadar amcasının evinde kaldı. Amcası Ebû Tâlib
ve amcasının hanımı Fâtıma bint Esed, evlerinin devamlı
misafiri Hz. Muhammed’i kendi çocuklarından ayırmadılar, on yedi yıl bu yetim ve öksüze kendi çocukları gibi baktılar. O sırada, Ebû Talib ve Fâtıma çiftinin kendi çocukları
da vardı. Hz. Peygamber’in bu evdeki çocukluk ve gençlik yılları amcasının çocukları Tâlib, Ümmü Hânî, Akîl ve
Câfer ile birlikte geçti. Hz. Muhammed amcasının evinde
kendi evindeymiş gibi yaşadı. Amcasının çocukları ile birlikte büyüdü. Yaşı biraz ilerledikten sonra amcasına yardımcı oldu, onun hayvanlarını güttü. On iki yaşında,
amcası Ebû Tâlib ile Şam’a; on yedi yaşında da diğer amcası Zübeyir ile Yemen’e seyahat etti. Amcaları, yeğenleri
Hz. Muhammed’i çok severlerdi.
Amcası Ebû Tâlib, yirmi beş yaşına gelen Hz. Muhammed’i, Hz. Hatîce ile evlendirdi. Artık onun da bir evi
ve huzurlu bir yuvası vardı. Hz. Hatîce, onun için kıymetli
bir eş, doğacak çocukları için de tecrübeli bir anneydi.
Kâsım, Abdullah, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve
Fâtıma bu yuvanın öten bülbülleri ve kokan gülleri oldular.
Kâsım ve Abdullah küçük yaşlarda vefat ettiler. Zeyneb,
teyzesinin oğlu Ebu’l-Âs ile, Rukiyye ise Hz. Osman ile evlendiler. Hatîce annemiz, diğer iki kızının evliliğini göremeden Mekke döneminde, peygamberliğin onuncu
yılında vefat etti. Hz. Hatîce, peygamber evinin direğiydi.
Kendisi ilk Müslüman’dı. Hz. Peygamber’in en büyük destekçisiydi. Vefalı, sâdık bir eş; cefakâr bir anneydi. Mümin
ve Müslüman hanımların onu çok iyi tanımalarını ve kenBurhan
disini örnek almalarını tavsiye ederim. Günümüz hanımlarının, Hz. Peygamber’i ve onun dâvâsını çok iyi anlayan
ve ona yardımcı olan bu hanımefendiden öğrenecekleri
çok şey var.
Hz. Hatîce vefat ettiği zaman Hz. Peygamber’in
evinde kendisi ile birlikte dört kişi vardı. Kendisi, iki kızı, bir
de evinin devamlı misafiri Hz. Ali. Bilindiği gibi Hz. Ali, Hz.
Peygamber’in amcası Ebû Tâlib’in oğludur. Peygamberimiz otuzbeş yaşlarındayken amcası Ebû Tâlib’in maddî
durumu bozulmuştu. Amcası Abbas ile birlikte Ebû Tâlib’e
gittiler, onun oğullarından birer tane alıp evlerine getirdiler.
Abbas, Cafer’i aldı yanına; Hz. Peygamber’de Ali’yi aldı.
Hâşim oğulları âilesi birbirlerine çok tutkun idiler. Âile içindeki yetim ve öksüzlere sahip oldukları gibi, maddî durumu bozulanlara da yardımcı oluyorlardı. Hz.
Peygamber, küçük yaşlarda yanına aldığı Ali’yi besledi,
büyüttü ve kızı Fâtıma’yı onunla evlendirdi.
oldu. Hanımlarından Hz. Hatîce ve Hz. Zeyneb bint Huzeyme’yi kaybetmenin üzüntüsünü yaşadı. Bütün bunlar,
O’nun âile saâdetini ve mutluluğunu eksiltmedi.
Hz. Peygamber’in, dul olarak evlendiği eşlerinden
ikisinin önceki eşlerinden çocukları vardı. Bunlardan
Ümmü Seleme annemizin birinci eşi Ebû Seleme’den dört
çocuğu; Ümmü Habîbe annemizin de ilk eşi Ubeydulllah
b. Cahş’tan bir çocuğu vardı. Hz. Peygamber bunlarla çok
yakından ilgilendi; kendilerini besledi, büyüttü ve her birini
uygun ve münâsib kişilerle evlendirdi.
Hz. Peygamber, Mekke’den Medîne’ye hicret
edince altı- yedi ay kadar Ebû Eyyûb el- Ensârî’nin evinde
misafir kaldı. Bu zaman zarfında da şehir merkezinde bir
mescit yaptırdı. Bu mescidin üç ana bölümü vardı. Birinci
bölüm namaz kılınan yer, ikinci bölüm suffa, üçüncü bölüm
de Hz. Peygamber için yapılan odalar (evler) idi. Bu odalar (el-hucurât), mescidin doğu duvarına bitişik bir şekilde
yapıldı. İlk önce Sevde annemiz için bir oda, sonra da nişanlısı Hz. Âişe için bir oda yapıldı. Sonradan evlendiği
annelerimiz için de birer oda ilave edildi. Hz. Peygamber
efendimizin hanımları için yaptırdığı bu odalar, mescidin
doğu duvarına bitişik ve birbirlerine bitişik bir şekilde yapıldı. Hz. Peygamber’i arayanlar O’nu, ya mescidde ya
suffada veya odalarından birinde bulabilirlerdi.
Ayrıca Hz. Peygamber, hanımlarının kardeşleri (kayınbiraderleri) ve yakınlarına da ilgi ve alaka gösterdi. Hz.
Hafsa’nın bekar kardeşi Abdullah, zaman zaman ablasının evinde misafir olarak kalırdı. Hz. Aişe’nin ablası Esmâ’nın oğlu Abdullah b. Zübeyr ve Hz. Meymûne’nin
ablası Lübâbe’nin oğlu Abdullah b. Abbas, sık sık teyzelerinin yanında kalırlardı. Bilindiği gibi Abdullah b. Zübeyr’in
annesi Esmâ, Hz. Peygamber’in baldızı; babası Zübeyr
de Hz. Peygamber’in Halası Safiyye’nin oğludur. Yani Abdullah, hem annesi hem de babası tarafından Hz. Peygamber’in yakınıdır. Abdullah b. Abbas da böyledir. Onun
annesi Lübâbe, Hz. Peygamber’in baldızı; babası Abbas’da Hz. Peygamber’in amcasıdır. Bu üç Abdullah, Hz.
Peygamber’in evinin fertlerinden sayılırlar. Her birinin, Hz.
Peygamber ile ilgili çok güzel hâtıraları vardır. Hz. Peygamber’in hayatını kameraya alıp bize nakleden bu güzel
insanlar, Hz. Peygamber’in evinde yetişmiş delikanlılardır.
Bunlardan biri ablasının, diğer ikisi de teyzelerinin yanında
yetişmişlerdir. Basit malzemelerden yapılmış bu odaların
içinde dünyayı aydınlatacak insanlar yetişti. Onlar, dünyaya tapmadan dünyayı değiştiren insanlardı. Bu evdeki
saâdeti bütün dünyaya yaydılar. Mescidin duvarına bitişik
bu odalar, hem ev, hem mektep hem medrese hem de
mâbed idi. Orada nice güzel insanlar yetişti. Onlar mutluluğu, yemede-içmede ve eşyada değil; iç dünyalarında
bulan şanslı insanlardı. Onların evlerin de İslâm adına bir
hareketlilik vardı. Hareketin olduğu yerden de bereket
zuhur etti.
Hz. Peygamber, mescidin duvarına bitişik bu odalarda çok mutlu bir âile hayatı yaşadı. Kızları Rukiyye ve
Fâtıma’yı buradan gelin etti. Hanımları, hanımlarının önceki eşlerinden olan çocukları ve torunları ile, basit malzemeden yapılmış olan bu yuvada çok mutlu bir hayat
yaşadı. O’nun iki hanımından çocukları olmuştu. Hz. Hatîce’den altı çocuğu, Mısırlı Mâriye’den de oğlu İbrâhim olmuştu. Yedi çocuğundan üçü erkek, dördü kızdı. Üç oğlu
da küçük yaşlarda vefat etti. Kızlarının üçü de kendisi hayatta iken vefat ettiler. Yani Hz. Peygamber, altı çocuğunun
ölüm acısını kalbine gömdü. Torunlarının vefatına şâhid
Mekke’de iki kişinin yaşadığı bir evde ve kalabalık
bir âile ortamında dünyaya gelen Hz. Peygamber, Medîne’de kalabalık bir evde ve kalabalık bir âile ortamında
vefat etti. O, hiçbir zaman kendisi için yaşamadı; hayatını
âile fertlerine ve ümmetine vakfetti. Yakınlarıyla ve âile fertleriyle çok yakından ilgilendi. Gece-gündüz ümmeti için
çalıştı. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da bize örnek
oldu. Cennet’te Onunla beraber olmak isteyenler, O’nun
âile yaşantısını ve âilesine olan bağlılığını örnek almalıdırlar.
Hz. Peygamber efendimiz, Hz. Hatîce’nin vefatından sonra yaşlı bir hanım olan Hz. Sevde annemizle evlendi. Sevde annemiz, evdeki çocuklara da annelik yaptı.
Hicret esnasında müşrikler, Hz. Peygamber’in evini kuşattıkları zaman Sevde annemiz, evde ve çocukların başındaydı. Hz. Peygamber’in o gece evi terk etmesinden
sonra Hz. Ali, emânetleri sahiplerine verdikten sonra Mekke’den ayrılmış; evde Sevde annemiz, Ümmü Gülsüm ve
Fâtıma kalmışlardı. Onlar da altı ay sonra Medîne’ye hicret etti ve oraya yerleştiler.
Burhan
7
Otuzdört
DOSYA
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
AİLE REİSLİĞİ
KAÇINILMAZDIR
“Allah’ın, insanlardan bazısını bazısına
üstün kılması sebebiyle ve ailenin geçiminden
sorumlu olmalarından dolayı erkekler; kadınların yönetcisidir.” (Nisa(4)/34)
“Ey iman edenler! Kendinizi ve aile fertlerinizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun...” (Tahrim(6)/66)
nsan, Allah’ın dünyada halifesi olmakla beraber,
fıtrat/yaratılış itibariyle zayıf bir varlıktır. Dar gönüllüdür, sıkıntıda feryad eder, iyilik yapma mevkiinde olduğunda cimrileşir. İyiliğe doymaz, kötülükle
karşılaştığında ümitsizliğe düşer ve perişanlık sergiler. Zulmü bitmez ve cehaletinin sonu gelmez.
İ
8
Hâl böyle olunca; nerede insan varsa, orada
problem var demektir. İşte idareci bundan dolayı;
insan hayatı ve toplum düzeni için “olmazsa olmaz”
dır.
Aile, cemiyetin en küçük birimidir. Bazen 3–5 kişiden, bazen de daha fazla kişiden teşekkül eder.
Hatta bizim eski aile yapımızın uzantısı mahiyetinde
devam eden aileler bünyesinde 10 kişiyi de geçtiği
olur. Netice itibariyle; sadece aile çatısı altında değil,
her nerede birden fazla insan, bir arada müşterek bir
hayatı devam ettirme durumunda iseler; muhakkak
sözü dinlenecek birisine ihtiyaçları olacaktır.
Burhan
rektiren hallerdir. İşte bütün bunlardan, üstesinden
gelmeye aday birisi sorumlu olacaktır ki, biz buna
aile reisi diyoruz.
Aile reisinin, fizyolojik dünyasının da, psikolojik dünyasının da yukarıdaki meselelerin üstesinden
gelmeye müsait olması icap etmektedir. Bu kimse
de normal şartlarda erkektir, babadır. Burada erkeğin reisliği, fıtrata uygun bir seçimdir. Rabbimiz de
bu seçimi böylece yapmış olup, gerekçelerini de
bize, konu başında geçtiği gibi açıklamaktadır:”
Ailede reis erkektir. Çünkü:
a. Erkek, idari özellikler hususunda kadından
üstün yaratılmıştır.
b. Ailenin geçimi erkeğe havale edilmiş bir görevdir.”
İdarecilikte, hissi davranmamak, duyguları ile
harekete geçmemek, refleks şeklinde mukabelede
bulunmamak Ve serinkanlılığını muhafaza etmek,
başta gelen hususiyetlerdir. Bu konulardaki erkek
farklılıkları konusunda, istisnalar hariç tutulursa kadınlar da erkeklerle hemfikirdirler.
Öyleyse; İslam aile yapısında, aile reisliği müessesesi vardır ve bunun başkanı da erkektir. Burada ne erkeğin çalım satması ve ne de hanımların
eziklik hissine kapılması; bahis konusudur. Sosyal
hayatta nice erkekleri, erkek idarecilerin yönetmesi
bir çalım satma konusu değilse ve nice hanımların
da, erkeklerin idaresi altında çalışıyor olmaları bir
sınıf farkı olarak algılanmıyorsa; aile hayatında hiç
de problem olmayacaktır. Aksi düşünce ve telakkiler; medyatik olduruşa gelmenin ta kendisidir.
İnsan topluluklarında; ilk sözü söylemek veya
görüş beyan etmek herkese tanınması gereken bir
hak ise de, “son sözü” şüphesiz (1) kişi söyleyecektir. İşte o (1) kişi; reistir, baştır, başkandır ve bezeridir.
Değil 50–60 seneli hayat yolculuğu, günübirlik seyahatlerde bile, iki kişinin ihtilafa düşmemesi
için, birinin diğerine uyması ve uyum göstermesi
icap eder. Kaldı ki, evlilik; normalde hem süresi
uzun hem de meşakkat ve çileleri bitmeyen bir beraberliktir.Ailenin geçimi, eğitimi, hukukun kollanması, disiplinin sağlanması, zuhur edecek beklenen
ve beklenmeyen problemlerin çözüme kavuşturulması, sabır gereken yerde sabır, tehlikeyi göze
almak gereken yerlerde cesaret, soğukkanlılık icap
eden durumda serinkanlılık,… hepsi hepsi reisi geBurhan
Aile, madem çatısı altında müşterek bir hayat
sürülen müessesedir; burada bir yöneticinin olması
kaçınılmazdır. Bu yönetici; düşünüp-danışacak
sorup-soruşturacak ve bu müşterek çatı için bir yönetmelik tespit edecek ve buna uyulmasını isteyecektir ki; nizam olsun da düzensizlik yaşanmasın.
Trafik nizamnamesindeki; “kırmızıda dur”, “park
yapma”, “ters yönden gelme”: ikazlarını nasıl yadırgamıyorsak aile reisinin ocağın selameti için koyduğu kuralları da yadırgayamayız.
Müdür ve amirinden izin almak nasıl emrindekileri küçültmüyorsa; aile reisinden izin istemek
de hiçbir zaman bir onur konusu olarak düşünülemez. Bu işin başka kültürlerde, Avrupa’da ve Amerika’da nasıl olduğu da bizi hiç mi hiç alakadar
etmez. Biz İslam’ın insanıyız ve sadece ailemizin
değil, bütün dünyanın asayişi bizden sorulur.
9
Otuzdört
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
DOSYA
AİLE HAYATI
ÜZERİNE BİR
KISIM
MÜLÂHAZALAR
10
Burhan
Aile hayatı ilk insan ve ilk peygamberden beri
devam ede gelmektedir. Bütün dinlerin kabul ettiği
aile müessesi toplumun bir çekirdeği hükmündedir.
Aile sağlam olursa toplum sağlam ve güçlü olurken,
tam tersi ailenin bozulması ile birlikte o toplum hayatı tefessüh etmeye, bozulmaya ve dağılmaya
mahkûmdur. Zira bozuk bir çekirdekten sağlam ve
meyvedar bir ağaç beklemek mümkün değildir. Bu
bakımdan aileye dinimiz de ayrı bir önem vermektedir. Bir aile hayatının ayakta kalması, sağlam bir
duruş sergilemesi için gerekli tedbirleri almış, bir
takım emirlerin yanında bir kısım da yasaklamalar
koymuştur. Gelecek nesillerin daha iyi ve güzel olması için en güzel prensipler vazetmiştir.
Efendimiz (a.s.v.): “Evlenin çoğalın, kıyamet
günü ümmetimin çokluğuyla iftihar edeceğim.1”
buyurarak evlenmeye teşvikte bulunmuştur.
Kur’ân’da Yüce Rabbimiz, evlenmeye gücü yetmeyecek durumda muhtaç olan gençlere diğer
müminlerin yardımcı olmalarını tavsiye etmiştir2. Evlilik öncesinde, sağlam bir aile hayatının kurulabilmesi için Hz. Peygamber pek çok
tavsiyelerde bulunmuştur. Mesela Hz. Muhammed
(a.s.v.), evlenecek olan adaylara ölçü olarak, ne
güzellik, ne mal ve mülk ve ne de soy ve sopu
tavsiye etmez. Onun tavsiyesi, dindar ve ahlaklı
olanın tercih edilmesidir3. Bu tavsiyeleri hadîs
mecmualarında ve aile hayatını konu alan kitaplarda bulmak mümkündür. Evlilik olsunda nasıl
olursa olsun mantığı doğru değildir. Bu açıdan
temiz nesillerin yetiştirilebilmesi için evliliğe hazır
olmak, okumak, öğrenmek, bilgi sahibi olmak başta
gelen görevlerden biridir.
İslam’ın inanç esasları ailenin daha sağlam
oluşunda büyük rol oynar. Allah’a inanan ve iman
eden bir kişi ailesinin kendisine verilmiş bir emanet
olduğunu kabul eder. Bu emanete ne denli sahip
çıktığının, onlara karşı nasıl davrandığının Allah tarafından kendisine sorulacağını bilir. Ahiret inancı
ile de her söz, fiil ve tavrından hesap vereceğini bildiği için de aile efradına daha iyi ve samimi davranır. Her ne kadar eşi, yaş ilerledikçe ihtiyarlıyor ve
gençlikteki güzelliğini kaybediyor olsa da, o bu güzelliğe bedel asıl güzelliğin âhiret hayatında, cennette olacağını hatta hurilerden de güzel olacağını
bilir. Dolayısıyla eşine ebedi hayat arkadaşı gözü
ile bakar.
Dünyevi güzellikler kişiden er ya da geç gideceğinden sadece fiziki güzellik üzerine kurulan aile
hayatı sağlıklı değildir. Beden gençlikte latif, zarif ve
güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlıkta bu durumunu kaybeder. Ancak Allah’ın rızası dairesinde
geçirilen bir ömür, zahiren yok olsa da adeta bir toBurhan
humun çürüyerek sümbül vermesi gibi, cennette
ebedi bir hayat olarak kendisine dönecektir. Dolayısıyla ebedi hayatta da beraber olacağı eşine daha
iyi davranacak ve ileride pişman olabileceği davranışlardan kaçınacaktır. Böylece onun aile hayatı
cennetin küçük bir numunesi olacaktır.
Aile fertlerini bir arada tutan en önemli değer
karşılıklı muhabbet ve emniyettir. Fertler arasında
sevgi, muhabbet ve emniyet, itimat olduğu sürece o
aile ilelebet devam edecektir. Muhabbet Yüce Rabbimizin insanların kalplerine yerleştirdiği en güzel
bir duygudur. Âyette Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:
“O’nun varlığının belgelerinden biri de sizi eşler
olarak yaratması ve aranıza meveddet ve rahmeti yerleştirmesidir. Birbirinizle huzur ve
sükun bulasınız diye. Andolsun ki düşünen bir
toplum için bunda büyük ibretler vardır.”4.
“O’nun varlığının belgelerinden
biri de sizi eşler olarak
yaratması ve aranıza meveddet
ve rahmeti yerleştirmesidir.
Birbirinizle huzur ve sükun
bulasınız diye. Andolsun ki
düşünen bir toplum için bunda
büyük ibretler vardır.”
Sevgisiz bir hayat, zindandır, perişanlıktır. Sevginin zıddı olan düşmanlık ve nefret aile içinde olursa
kişi, ne kendisi huzur bulur ne de karşısındakine huzur
verir. Böylesi bir aileden de sağlıklı nesillerin yetişmesi
ve dolayısıyla huzurlu bir toplum hayatının tesisi mümkün değildir. İnsanın içinde Rabbimizin ihsanı ile koymuş olduğu muhabbet duygusunun gereği insan
mutlaka sevecek. Ancak öncelikle bizi yoktan var eden
ve muhabbet duygusunu içimize derceden Allah sevilecek, sonrasında varlık sebebimiz olan ve her türlü
güzelliği kendisinden öğrendiğimiz Allah Rasulü Hz.
Muhammed sevilecek, sonrasında da yaşayanlar
içinde ana-baba, eş ve çocuklarımız sevilecek. Bu
sevgi ile aile hayatiyetini devam ettirecek.
Aile hayatında karşılıklı emniyet ve itimat vazgeçilmez bir unsur oluşundan dolayıdır ki, eşler arasında bu unsuru sarsabilecek, zaafa uğratabilecek
11
her türlü söz, tavır ve davranışlar dinimizce yasaklanmıştır. Özellikle bu hususta namus ve iffet son
derce önemlidir. Konu asla tek taraflı düşünülmemelidir. En az kadın kadar erkeklerin de bu hususta
dikkatli olmaları gerekmektedir. Zira Yüce Yaratıcı
şöyle buyuruyor: “Mü’min erkek ve kadınlara
söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar.”5. Madem ki aile büyükleri, çocuklar ve gençler üzerinde etkilidirler, öyle ise her
konuda olduğu gibi karşılıklı itimat konusunda da
örnek olmalıdırlar.
İslami ahlakın egemen olduğu ailede sürekli
mutluluk hüküm sürer. Zira Kur’ân ve hadislerde eşlerin karşılıklı hakları, evde olması muhtemel olan
yaşlılara karşı merhametli olmaya emir, küçüklere
sevgi, büyüklere saygı tavsiyelerinin her bireri huzur
ve mutluluk için altın prensiplerdir. Hz. Peygamber’in veda hutbesinde beyan buyurduğu her bir
cümle insanlığın daha huzurlu olması için gerekli
kurallardır. Veda hutbesinde yer alan bir husus da
eşler ile ilgilidir. Eşler arasındaki karşılıklı haklara
işaret eden Hz. Peygamber şöyle der: “Kadınları12
nızın üzerinizde sizin hakkınız, sizin üzerinizde
de kadınlarınızın hakları vardır.” Evdeki, yaşlı ana
baba da berekete sebep olup, onlar asla yük olarak
görülemezler. Kaldı ki, her insan yaşlı olmaya adaydır. Kişi, genç yaşta ölmediği, eceli gelmediği takdirde yaşlanacak, ihtiyarlanacaktır. Onun için de kişi
ileride kendisine nasıl davranılmasını istiyor ise,
yaşlılarına öylece davranmalıdır. Bir hadiste Hz.
Peygamber, adeta üzerine basa basa, insanların
içerisinde iyi davranmaya en layık olanın “analar”
olduğuna üstelik de üç defa peş peşe söyleyerek
vurgulamıştır. Ondan sonra da “babaları” zikretmiştir6. Bir hadisinde de “ana-babasının beraber ya
da herhangi birinin yaşlılığına ulaşıp da onlardan dolayı cennete girmeyen kişinin burnu sürtülsün7” diyerek, onlara iyi muamelede
bulunulmasını istemiştir.
Evde bulunan çocuklar da Allah’ın birer emaneti olmaları nedeni ile fiziki ve ruhi yönden iyi yetiştirileceklerdir. Bu ana-baba üzerine bir görevdir.
Kaldı ki eşler, başlangıçta âyetin diliyle şöyle dua
Burhan
ve temennide bulunurlar: “…Ey Rabbimiz… Bize
zevcelerimizden ve nesillerimizden gözbebeğimiz olacak (salih insanlar) ihsan et. Bizi takva
sahiplerine rehber kıl”8. Çocuklar olduktan sonra
da sorumluluklarını yerine getireceklerdir. Zira bir
hadiste “Haberiniz olsun ki hepiniz çobansınız
ve her biriniz idaresi altındakilerden sorumludur: İnsanların yöneticisi olan kimse çobandır
ve eli altındakilerden sorumludur. Erkek, ev halkının çobanıdır ve eli altındakilerden sorumludur. Kadın, evi ve çocuklarının çobanıdır ve
ailesinden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin
malının çobanıdır ve ondan sorumludur. Haberiniz olsun, her biriniz birer çobandır ve elinin
altındakilerden sorumludur.”9 buyrularak herkese
bir sorumluluk yüklenmiştir. Çocuklar, gençler bulundukları zamanın gereğine göre, ilim, fen ve teknik açıdan imkanlar ölçüsünde yetiştirilecektir.
Ayrıca Peygamberimiz (a.s.v.)’in ahlakı ile gençler
manen donatılacaklar, güzel şeylere teşvik edilirken, tüm kötülüklerden uygun bir dille uzaklaştırılacaklardır. Böylece toplumun çekirdeği olan aile
Burhan
sayesinde, hem ailenin hem de toplumun huzur ve
mutluluğu sağlanmış olacaktır.
Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz: Toplum hayatının bir özü ve çekirdeği olan aile ne kadar güçlü
ve sağlıklı olursa cemiyet de, millet de o denli güçlü
ve sağlıklı olur. Aile hayatının da özü sevgi ve emniyettir. Onun için evliliği teşvik eden dinimiz, eş seçimine önem verir. Evde mevcut olan kişilerin
birbirlerinin hakkını ve hukukunu korumalarını tavsiye eder. Eşler, çocuklar ve yaşlılar arasında tatbik edildiğinde, kişiye dünya ve ahiret saadet ve
mutluluğu sağlar.
Rabbimizin aile kurumumuzu koruma noktasında yardımcımız olması dileği ile…
...........................................................
* Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
1 Nesai, Nikah 11; İbn Mâce, Nikah 8., 2 Nur, 24/32., 3 Ebû Davud, Nikah 2; İbn Mâce,
Nikah 6., 4 er-Rûm, 30/21., 5 Nur, 24/30-31., 6 Buhari, Edeb 2; Müslim, Birr 1., 7 Müslim, Birr 9, (251); Tirmizî, Daavât 110 (3539)., 8 Furkan, 25/74., 9 Buhari, Ahkâm 1;
Müslim, İmâret 20.
13
Otuzdört
DOSYA
Kamil ABDULLAHOĞLU
Peygamberimiz (s.a.v)’in
AİLE HAYATI
slam’dan önce Araplarda bir aile düzeni vardı.
Kadınlar sosyal statüye göre sınıflandırılmış olup
belli bir kesimin söz hakkı bulunuyordu. Genel
anlamda evlendirilecek olan kızlarla istişare edilerek onayları alındıktan sonra evlendirilirlerdi. Kızların evlenmeleri hususunda annelerin de rolü
büyüktü. Efendimiz (s.a.v)’in kızı Hz. Zeyneb’in
Ebu’l-Asla evlenmesi Hz. Hatice validemiz’in teklifi
ile olmuştur. Yine Araplarda nesep erkeğin soyundan devam ettiği gibi, kadının soyundan da devam
ederdi.
İ
Araplarda kadınlar sosyal statü olarak üç
kısma ayrılırlardı:
14
1- Hür kadınlar: Eşraftan değilse yemek yapar,
elbise diker, çadır tamir eder vb. işler yapardı.
2- Hür eşraftan olanlar: Bunların hizmetçileri
olurdu. Evlenmeye kendileri karar verirlerdi. Bu hanımlar boşanma yetkilerini kullanırlar ve başkalarına eman verirlerdi. Ayrıca cahiliye döneminde hür
kadınların mülkiyet hakları da vardı.
Hür kadınlar bu gibi sosyal konumları yanında
bazı hususlar da hakları kısıtlanmıştır. Kocası ölen
bir kadının yakınları isterlerse onun başkasıyla evBurhan
lenmesine engel olurlardı. Üvey anne, babanın mirası içinde oğla intikal eder, oğul isterse kendi bile
onunla evlenebilirdi.
3- Cariyeler: Cariyeler köle olmaları hasebiyle
nerde ise insan sınıfından kabul edilmezlerdi. Hürriyetleri olmadığından mülkiyet hakları da yoktu.
Hizmetçi olarak çalışırlardı.
Böyle bir anlayışın hakim olduğu toplumda
Hz. Peygamber (s.a.v)’in aile yaşantısına bir nebze
olsun göz atmamız, O’nun getirdiği dinin hak olduğunu ve kendilerinin de ne kadar yüce bir insan olduğunu ortaya koyacaktır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in aile yaşantısı başlı
başına devasa bir konudur. Biz yalnızca bu yazımızda Sevgili Peygamberimizin bir eş, bir aile reisi
olarak hanımlarına karşı davranışlarından bazı örnekler sunmaya çalışacağız…
Hz. Peygamber’in aile fertlerine ilgi gösterdiği,
onlara değer verdiği bilinen bir husustur. Bu noktada bahsi geçen ilgi ve değerin hangi boyutta olduğu, bir önder ve yol gösterici olarak Hz.
Peygamber’in nasıl bir uygulamayı seçtiği, hanımlarına sevgisini nasıl izhar ettiğidir? Resulullah
(s.a.v.) örnek modelimiz olduğuna göre, bunları bilmek hayatımızı kolaylaştıracağı gibi hareket alanımızı da genişletecektir…”
Öncelikle hemen ifade edelim ki, “Erkeğin
hanımına harcadığı her şey sadakadır…” “Erkek
hanımına su bile içirse ecri vardır…” “Sizin en
hayırlınız, ehline karşı hayırlı olandır. Ehline
karşı en hayırlınız benim…” buyuran Resulü Ekrem’in eşlerine karşı çok müşfik davrandığı, onları
koruyup kolladığı, onlara sevgisini izhar ettiği bir
gerçektir. Hele hele günümüzde pek çok kadının ve
çocuğun mağdur olduğu “dayak” gibi son derece
itici olan davranışlara yine Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
asla prim vermediği de bir gerçektir. Nitekim Hz.
Aişe annemizin, Resulullah’ın hayatı boyunca hiçbir
kadına ve hiçbir çocuğa elini dahi kaldırmadığına
şahadeti son derece önemli bir kayıttır. Hal böyle
olunca onun ümmetinin bireyleri olan müminlerin de
davranışlarını, hareket tarzlarını yeniden gözden
geçirmeleri bir zarurettir. Çünkü ahiret günü hesaba
çekildiğimizde kadın bağlamında sınavdan geçeBurhan
memek vardır, Resulullah’ın şefaatinden mahrum
kalmak vardır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in evlilik hayatını incelediğimizde hanımlarına karşı davranışlarında
örnek almamız gereken şu hususlara rastlıyoruz:
— Hz. Peygamber her fırsatta hanımına karşı faziletlerini söylerdi…
— Hz. Peygamber eşine sevdiğini ifade ederdi…
— Hz. Peygamber, hanımını bineğine alırdı… Dahası, hanımının deveye binmesine yardımcı olur ve
dizine bastırarak bineklerine binmelerine yardımcı
olurdu…
“Erkeğin hanımına harcadığı
her şey sadakadır…”
“Erkek hanımına su bile içirse
ecri vardır…”
“Sizin en hayırlınız, ehline karşı
hayırlı olandır. Ehline karşı en
hayırlınız benim…”
Hz. Safiye annemiz anlatıyor: “Resulullah, bir
gece yolculuğunda beni devesinin arkasına almıştı.
Yolda uyuklamaya başladım. Uyumamı önlemek
için bir yandan beni konuşturuyordu, bir taraftan da:
Hey! Ey Huyey’in kızı, ey Safiye! Uyuma diyordu…”
— Hz. Peygamber, kendisine Sahabenin yaptığı
yemek davetine hanımının da olması kaydıyla icabet ederdi…
— Hz. Peygamber, sevgisinin bir nişanesi olarak
eşinin su içtiği bardağı alarak onun ağzına değdirdiği yerden su içerek sevgisini izhar ederdi…
— Hz. Peygamber, bazen eşiyle yemek yerken
onun yediği şeyi onun elinden alarak onun yediği
yerden yer ve aralarında ünsiyeti kavileştirirdi.
15
Hz. Peygamber eşiyle şakalaşırdı.
Hz. Peygamber, “vefatından önceki
rahatsızlığının başladığı bir gün bile,
Hz. Aişe ile şakalaştığını
görmekteyiz. O gün Hz. Aişe’nin
nöbetiydi. Hz. Peygamber (s.a.v.)
kapıdan içeri girdi. Şiddetli bir baş
ağrısı çeken Hz. Aişe’nin “Vay
başım!” diye baş ağrısından
yakındığını görünce, gerçekten
büyük bir ıstırap çekmekte olan -ve
bazı muhaddislerin ifadesine görevefat edeceği kendisine bildirilen
Resulü Ekrem (s.a.v.) o esnada bile
şaka yaparak buyurdu ki: -Asıl ben
vay başım, demeliyim. Sen benden
önce ölsen, seni elimle yıkasam,
kefene koysam, namazını kıldırsam
ve kabre defnetsem olmaz mı? Bunu
duyan Hz. Aişe: -Vay başıma
gelenler! Vallahi öyle sanıyorum ki,
sen gerçekten benim ölmemi
istiyorsun. Eğer ben ölürsem, sen o
günün akşamı hanımlarından birini
çağırırsın deyince, Hz. Peygamber
(s.a.v.) tebessüm buyurdu.
16
Burhan
— Hz. Peygamber yemeğe hanımından önce
başlamazdı.
— Hz. Peygamber üzüntülü anlarında eşini tes-
— Hz. Peygamber geceleyin namaz kılmak için
kalkerken eşinden izin isterdi.
— Hz. Peygamber eşiyle koşu yarışı yapardı.
kin eder ve onun üzüntüsünü paylaşırdı. Üzüntüden
ağlayan eşinin göz yaşlarını kendi mübarek eliyle
silerdi.
— Hz. Peygamber hanımlarıyla sohbet ederdi.
Hz. Peygamberin eşleriyle olan davranışları
elbette bunlarla sınırlı değil. Eve her girdiğinde
“eşini selamlaması, sevgisinin nişanesi olarak onu
öpmesi, elini onun omzuna koyması” gibi daha pek
— Hz. Peygamber ev işlerinde hanımına yardım
çok örnek söz konusudur. Çünkü Hz. Peygamber
ederdi. Bu noktada “evini süpürür, ayakkabı tamiri,
elbise yamaması, elbise temizliği” gibi işleri o da ya-
hanımlarıyla sevgi bağlarını pekiştirecek, yakınlığı
pardı… Yine bu minvalden olmak üzere “hayvan-
artıracak hal ve hareketlere özel bir önem atfetmiş-
lara ot verir, deveyi bağlar, koyunun sütünü
sağardı”.
tir. Rahmet Peygamberi olarak zaten bu davranışlar
ümmetine miras bıraktığı davranışlardır.
— Hz. Peygamber, eşiyle istişare ederdi.
Bu nokrada neden hanımlarıyla değil de ha— Hz. Peygamber, çocuk bakımında eşine yardımcı olurdu…
nımıyla şeklinde tekil ifade kullanmamızın nedeni
ise, Resulullah’ın davranışlarının çoğunlukla Hz.
— Hz. Peygamber, çocuk bakımı sırasında onla-
Aişe annemiz olmak üzere, davranış şekillerinin
rın kirinden tiksinmez, onların yüzlerindeki, burun-
farklı annelerimiz tarafından aktarılmış olmasın-
larındaki kirleri hemen temizlerdi…
dandır.
— Hz. Peygamber eşiyle şakalaşırdı. Hz. Peygamber, “vefatından önceki rahatsızlığının başladığı bir gün bile, Hz. Aişe ile şakalaştığını
Şu bir hakikattir: “Horlanan, ruhu olup olmadığı tartışılan, fikrine başvurulmayan, hatta eve alın-
görmekteyiz. O gün Hz. Aişe’nin nöbetiydi. Hz. Peygamber (s.a.v.) kapıdan içeri girdi. Şiddetli bir baş
mayan, pişirdiği yemek yenilmeyen, hiçbir söz hakkı
ağrısı çeken Hz. Aişe’nin “Vay başım!” diye baş ağ-
olmayan, sadece tatmin vasıtası olarak muamele
rısından yakındığını görünce, gerçekten büyük bir
ıstırap çekmekte olan -ve bazı muhaddislerin ifa-
gören kadını, İslâm dini layık olduğu konuma yük-
desine göre- vefat edeceği kendisine bildirilen Re-
seltmiş ve Hz. Peygamber (s.a.v.) de aile yaşantısı
sulü Ekrem (s.a.v.) o esnada bile şaka yaparak
noktasında bunun en mükemmel örneğini ortaya
buyurdu ki: -Asıl ben vay başım, demeliyim. Sen
benden önce ölsen, seni elimle yıkasam, kefene
koyarak eşsiz bir misal oluşturmuştur…”
koysam, namazını kıldırsam ve kabre defnetsem
..................................................
olmaz mı? Bunu duyan Hz. Aişe: -Vay başıma ge-
“KAYNAK:
lenler! Vallahi öyle sanıyorum ki, sen gerçekten
*Geniş bilgi için bkz: Hz. Peygamber ve Aile Hayatı, (İsmail L. Çakan), Ensar Yayın-
benim ölmemi istiyorsun. Eğer ben ölürsem, sen o
günün akşamı hanımlarından birini çağırırsın deyince, Hz. Peygamber (s.a.v.) tebessüm buyurdu.”
Burhan
ları, İstanbul 1998. Ayrıca bkz. İbrahim Canan, Aile Reisi ve Baba olarak Hz. Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul 2005.
17
Otuzdört
ramazancakir76@mynet.com
DOSYA
Ramazan ÇAKIR
AİLE HAYATIMIZ,
CENNETİMİZ YA DA
CEHENNEMİMİZ
ile, kişinin kendilerinden sorumlu olduğu eşi, çocukları, ev halkından oluşan insan topluluğudur.
A
Toplumları bir bütün olarak düşünürsek aile, küçük bir
toplum olarak büyük-genel toplum bütününün en küçük organizması, hücresidir. Toplumlar bu aile gruplarından oluşur;
aileler bu bakımdan toplumların birer birimleridir. Eğer toplumun her birimi sağlıklı ise toplum da sağlıklıdır, eğer birimlerde hastalık varsa toplum da hastadır. Bu sebeple İslam
aileye büyük önem vermektedir. Evlenmek, aile kurmak Allah’ın da bir emridir: “O, sizi bir tek candan yarattı ve kendisiyle durulup yatışması için ondan eşini var etti.” (Araf, 189)
“İçinizden bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden
uygun olanları evlendirin.” (Nur, 32)
İslamî aile daha ziyade anne-babayı, dede ve nineleri,
erkeği ve hanımını, çocukları içine alan geniş bir modeldir.
İslamî aile, ataerkil bir yapıya sahip olarak evin geçimini yetişkin erkeğe bıraktığından ailenin bekâr bireyleri genç yaşta
evlendirilir, evlenmesi için yaşının geçmesine bakılmaz. Maalesef bugün Müslüman gençlik, tehlikeli bir şekilde Batılılaştırılma sonucunda, ekonomik bağımsızlıklarını elde etmeye
çalışma düşüncesiyle evliliği ertelemekte, bu durum epeyce
yaygınlaşmaktadır. Bu Müslüman gençlik tehlikeli bir gelişmedir. Çünkü bu düşüncenin mutlaklaştırılması ilk başta
Müslümanlar arasında maddeciliğin yaygınlaşmasını getir-
18
mektedir. Evliliklerini geciktiren gençler arasında ahlaksızlık
artmakta, yaygınlaşmaktadır. Gençler evlenmeye teşvik edilmeli, evlenmeleri kolaylaştırılmalı ve aile bilinci geliştirilmelidir.
Aile, erkek ve kadını soylu bir düşünce etrafında, sağlam bir niyet ve heyecanla birleştiren, bedeni sükûna, ruhu
huzura erdiren bir müessesedir: “İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi Allah’ın varlığının delillerindendir.
Bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Rum, 21)
Aile, bir eğitim yuvasıdır. Çocuğa sevginin, şefkatin,
saygının, fedakârlığın, cesaretin, adaletin, doğruluğun… Öğretildiği, İslamî kardeşliğin kavratıldığı, Allah’ın ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in sevdirildiği, tanıtıldığı bir eğitim yuvası…
Aile yuvası okuldur, mescittir: “Evinizde okunan Allah’ın
ayetlerini ve hikmeti düşünün.” (Ahzap, 34) “Bir baba evladına iyi terbiyeden daha güzel bir miras bırakamaz.” (Hadis)
Aile, hammadde halindeki küçük yavruların işlenerek
en güzel şekilde gelişmelerini sağlayan, şahsiyetli ve Allah’a
kul olma şuuruyla yetiştiren, sorumlu Müslüman fertler yetiştiren fabrikadır.
Aile içinde her ferdin çeşitli hakları ve yapmaları gereken görevleri var. Bu yazıda bu konuya girmeyeceğiz; yalnız
Burhan
hem anne ve babanın, hem de diğer aile büyüklerinin en kutsal ve en büyük görevi hiç şüphesiz çocuklardır. Kısaca
bunun üzerinde durmaya çalışacağız:
İslam’da evlenme, aile kurma emrinin mutlaka birçok
hikmeti ve sebebi vardır. Ama bu sebeplerden belki de en
önemlisi çocuk dünyaya getirmek, yetiştirmek ve ümmetin
hem sayıca hem de nitelikçe güçlenmesine vesile olmaktır.
Hz. Peygamber(sav): “Evleniniz, çoğalınız. Ben kıyamet
günü ümmetimin çokluğuyla iftihar edeceğim.” buyuruyor.
Çocuk anne ve babasının imtihanı; cenneti ya da cehennemidir: “Doğrusu mallarınız ve evlatlarınız sizin için
birer fitne ve imtihandır.” (Teğabün, 15) Bu imtihanı güzel bir sonuçla geçmek sorumluluğumuzu yerine getirmekle mümkündür. Evet, anne ve babanın çocuğuyla ilgili çeşitli
sorumlulukları vardır ve sorumluluklarını yerine getirdiği
oranda imtihanı kazanacaktır. Anne ve babaların çocukları
üzerindeki başlıca sorumlulukları şunlardır:
1-Güzel isim vermek: “Siz kıyamet gününde kendi
isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız.
Öyleyse çocuklarınıza güzel isimler verin.” (Hadis)
2-İyi terbiye: İyi terbiye, Hz. Peygamber Efendimiz
(s.a.v) tarafından babanın çocuğuna bırakacağı en güzel
miras olarak nitelendirilmiştir. Çocuğunun yiyeceğini, elbisesini alan; ona evler, arabalar bırakan ancak çocuğuna iyi terbiye vermemiş bir anne-baba çocuğunun sadece hamallığını
yapmış demektir.
3-Evlendirme: “Daha erken, hele şu evi bir yapalım,
borçlarımızı bir verelim, arabayı değiştirelim de çocuğu
öyle eveririz.” diyenler Hz. Peygamber (s.a.v)’in şu hadisine
iyi kulak vermeli: “Çocuk buluğa erince babası onu evlendirsin; aksi halde çocuk günah işleyebilir. Onun bu
günahı babaya da ait olur.”
4-Eşit muamele: “Allah’tan korkun ve çocuklar arasında adaleti gözetin.” (Hadis)
Anne ve babanın bu temel sorumlulukların dışında
doğduğunda kulağına ezan okumak, akika kurbanını kesmek, saçını tıraş ettirip sadakasını vermek, sünnet ettirmek
gibi kısa zamanlı sorumlulukları da bulunmaktadır. Ayrıca
anne-babanın çocuğunun yiyeceğini, elbisesini alma, takip
etme gibi maddi ihtiyaçlarını sağlama sorumluluğu da bulunmaktadır ve bu sorumluluk büyük bir sorumluluktur. Bu
sorumluklar yerine getirilirken sevgi ve şefkati her zeminde ve
zamanda sağlama görevini de es geçmemelidir.
Ailenin büyükleri çocukları eğitirken şu noktalara özellikle dikkat etmelidirler:
1-Büyükler çocukları her zaman önemsemeli ve çocukların duygularını anlamaya çalışmalıdır: Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v): “Çocuğu olan onunla çocuklaşsın.”
buyurmaktadır.
Burhan
2-Çocuklara her şeyden önce Allah’ı, Resul’ünü sevdirip; tevhidi gönüllerine yerleştirecek bilgiler verilmelidir. Çocuklara şu başlıklar altında temel bazı bilgiler verilebilir:
a- İtikat ve ibadetle ilgili temel bilgiler,
b- Ahlak, adab-ı muaşeret, edeple ilgili bilgiler,
c- Kuran bilgisi
d- Siyer-i Nebi
e- Geçmiş ya da hala yaşayan Büyük Müslüman liderlerin mücadeleleri, hayat hikayeleri
f- Genel kültür bilgileri …
3-Aile büyükleri her yönüyle örnek insanlar olmalı. Unutulmamalıdır ki, çocuklar daha çok gördüklerinden etkilenir
ve gördükleri davranışa dönüşür.
4-Aile büyükleri tutarlı ve doğru bir biçimde imrendirme
ve korkutma yöntemlerini dengeli bir şekilde kullanmalıdır.
Evlerimiz bir cennet bahçesi ya da cehennem çukuru
olabilir. Bu Allah’ın izniyle bizim elimizde. Bugün yakın ya da
uzak çevremize baktığımızda ailenin can çekiştiğini görüyoruz ve gelen tehlikeyi hissediyoruz. Bu tehlikeli gidişin önüne
önce kendi ailemizle kendi evimizden başlayarak geçebiliriz.
Bugün maddeci mantıkla dünya hâkimiyetini sağlamaya çalışan Batı düşüncesi İrlandalı Filozof Charles Handy’nin dediği gibi insanı sayısal verilere dönüştürdü: “Bu dünyaya boş
yağmurluklar, maaş listelerindeki isimsiz kahramanlar, rol kapanlar, iktisat veya sosyolojinin hammaddesi, hükümet raporlarının istatistikleri olmak için gönderilmedik. Eğer ödenen
bedel buysa, o zaman ilerleme boş bir vaatti. Paradoks şu ki,
başımıza geleni daha çok biliyor gözüktüğümüz an daha
fazla karışıyor aklımız; teknik kapasitemiz arttıkça güçsüzleşiyoruz. İhtiyacımızdan fazla yiyecek üretiyor fakat açları doyuramıyoruz. Galaksilerin esrarını çözüyoruz da ailelerimizin
sırlarına aklımız ermiyor. Nefislerimizin ötesindeki uhrevi bir
şeylere saygıyı yeniden keşfetmek! Öyle bir insanüstü manevi düzene ihtiramla yönelmeden, içinde gerçekten adam
olabileceğimiz toplumsal yapıları kuramayız.” Charles
Handy’nin çözüm olarak sunduğu “insanüstü manevi düzen”
gerçekte İslam’dan başkası da değil. Çünkü tek kurtuluş İslam’dır.
Evlerimizi en büyük düşmanımız şeytana ve onun işbirlikçileri Batılı düzenlere kaptırmadan “İçinde Allah’ın
ayetlerinin okunduğu, hikmetinin düşünüldüğü ve konuşulduğu (Ahzap, 34); kendileriyle huzur bulduğumuz eşlerimizin olduğu, bunlarla sevgi ve rahmetin var olduğu,
bu vesileyle Allah’ın hatırlandığı (Rum, 21) mekânlara, kısaca
cennet bahçelerine” çevirmek zorundayız.
Ey Rabbimiz! Bizim imtihan vesilemiz olan ailemizi,
evimizi rızanı kazanma vesilesi kıl. Neslimizi senin rızana
uyan insanlar yap. Allah’ım bize hem bu dünyada, hem de
ahirette güzellik ver. Bizi cehennemin azabından koru.
Âmin…
19
Otuzdört
DOSYA
Mehmet TALU
AİLE HAYATINDA
HUZURUN
REÇETESİ
İSLÂMİYET’TİR
20
Burhan
ayatı daha yaşanabilir kılma ve
birbirimizin yükünü azaltmak
için neler yapmamız gerekir?
Toplumları derinden sarsan sayısız sorunların yaşandığı günümüzde, insanlık onuruna yakışır aydınlık geleceğin
inşası için birey, aile ve toplum olarak
hepimize ciddî görevler düşüyor. Bu
yüzden hayatı daha yaşanabilir kılma
ve birbirimizin yükünü azaltmak için
sosyal yardımlaşma ve paylaşmayı,
sevgi ve saygıyı temel alan bir hayat
tarzını sürdürmek durumundayız. Huzurlu toplum ve huzurlu aile istiyorsak,
İslamiyetin emirlerine uymalı, kısacası
İslamiyeti yaşamalıyız. Bu husustaki
sorular ve cevapları:
H
AİLE NEDİR?
- Çeşitli disiplinlere göre çok
yönlü ve farklı tarifi olan aile kavramı en
genel anlamda, kan ve evlilik yoluyla
birbirlerine bağlanan fertlerin bir araya
getirdiği en küçük toplum birimi şeklinde
tarif edilmektedir. Aileyi oluşturan fertler
dönemlere, bölgelere, sosyal ve iktisadi
yapıya göre her zaman değişmektedir.
İslâm dini, ailenin tanımında sayısal nitelikten öte kurumsal önemine dikkat
çekmektedir. Zira aile, kültürel kimliği ve
insani değerleri koruyan temel kurumdur.
AİLE KURUMUNUN
FERDE VE TOPLUMA
FAYDALARI
AİLEVÎ VAZİFELER
Aile hayatı, bir toplumun başlangıcıdır. Müslümanlıkta aile teşkilâtı pek
önemlidir. Aile fertleri, başlıca karı ile kocadan ve bunların çocuklarından ibarettir. Bunların karşılıklı vazifeleri ise,
şunlardır:
Kocanın başlıca vazifeleri: Hanımı ile güzel geçinmek, onu himaye
etmek, onun nafakasını temin ederek,
kendisine sadakattan ay-rılmamaktır.
Bir hadis-i şerifte:
“Sizin hayırlılarınız, kadınları
hakkında hayırlı olanlarınızdır.” buyurulmuştur.
Diğer bir hadis-i şerifte de:
“Kadınlara ancak kerim olanlar ikram, kötü olanlar da ihanet
eder.” buyurulmuştur.
Burhan
NELERDİR?
Aile, bedensel ve ruhsal ihtiyaçların denetim ve tanziminde, güzel
ahlâk ve adabın kazanılmasında çok
önemli bir misyona sahiptir. Diğer taraftan aile, hem kişinin huzur bulduğu bir
ortam, hem neslin devamı için bir vesile hem de kişiyi dince günah sayılan
kötülüklerden alıkoyan bir vasıtadır. Kişiliğin kazanılması, geliştirilmesi ve olgunlaşması için ferde en uygun iklimi
sağlayan aile, bir nevi yüksek ahlâk
okuludur.
AİLENİN HAYATİYETİNİN
KORUNMASI NELERE
BAĞLIDIR?
Ailenin temel işlevinin ve varlığının sürdürülebilmesi, onun düzenli ve
uyumlu olmasına, dinî ve ahlâkî değerlerle mücehhez kılınmasına bağlıdır. Bu
değerler üzerine kurulmuş aileler, toplumumuzun en büyük güvencesidir.
EVLİLİĞİN AİLEDEKİ
ROLÜ NEDİR?
Özellikle eşlerin karşılıklı sevgi,
saygı, sadakat, sabır, hoşgörü, iffet,
haya, vefa, güven gibi ahlâkî değerlere
önem vermeleri, aile hayatlarında
huzur ve mutluluğu yakalamalarında
önemli bir etkendir. Nitekim Kur’ân-ı
Kerîm’de de evlilik ve ailenin karşılıklı
sevgi ve rahmet üzerine kurulduğuna
işaretle bunun ALLAH’ın varlığının belgelerinden biri olduğu ifade edilmektedir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
"Size nefislerinizden, kendilerine ısınmanız için hanımlar yaratmış olması, aranızda bir sevgi ve
merhamet yapması da O'nun ayetlerindendir. Şüphe yokki bunda fikrini iyi kullanacak, etraflıca çok iyi
düşünecek bir topluluk için elbette
ibretler vardır."
AİLEYİ OLUMSUZ
ETKİLEYEN
FAKTÖRLERİ İZAH
EDER MİSİNİZ?
Aile sevgi, şefkat, sadakat, samimiyet ve güven gibi değerlerle kurulan dinî ve ahlâkî öğretilerle varlığını
sürdüren bir birimdir. Aile mefhumunun
taşıdığı anlam ve yüklendiği misyonun
aile bireyleri tarafından yeterince bilinmemesi veya benimsenmemesi aileyi
olumsuz olarak etkilemektedir.
EKONOMİK SIKINTILAR,
AİLEYE VE TOPLUMA
NASIL YANSIYOR?
Çağımızdaki hızlı sosyal, ekonomik ve yapısal değişmeler tüm toplumsal kurumlarla birlikte aile kurumumuzu
da kötü etkiliyor. Aile hayatında ciddi
Kadınların başlıca vazifeleri:
Kocasının meşru emirlerini tutmak,
onun namusunu, haysiyyetini koruyup
haline kanaat etmek israftan kaçınmak,
ev hanımı olacak bir vaziyette bulunmaktır. Mes’ud bir halde yaşamanın birinci yolu budur.
Babalar hürmet, analar da yardım etmek bakımından önceliklidir. Bununla beraber ananın hakkı, babaya
göre iki kattır. Bir hadis-i şerifte:
Çocukların babalarına, analarına karşı başlıca vazifeleri: Onlara hürmet ve itaat etmektir, kendilerinin
hayatlarına vesile olan, kendilerini senelerce bir muhabbet ve şefkatla kucaklarında
beslemiş
bulunan
babalarına, analarına karşı “of” demeleri bile caiz değildir. Ba-basına, anasına bakmayan, onların meşru
emirlerini dinlemeyen, on-ların îhtiyaçlı
zamanlarında yardımlarına koşmayan
bir çocuk hayırlı evlât olmak şerefinden
mahrum kalır, toplumun fertleri arasında kıy-metli bir uzuv sayılamaz, Hak
Teâlâ’nın azabına müstehak olur.
Hayırlı çocuklar, yalnız babalarına değil, belki onlardan sonra on-ların
dostlarına, kabirlerine de hürmette
kusur etmezler. Çünkü bu hür-met de
babaya, anaya hürmet kısmındandır.
“Cennet anaların ayakları altındadır” buyurulmuştur.
Babaların ve anaların çocuklarına karşı başlıca vazifeleri: Dünyaya gelmelerine sebeb oldukları bu
yavrularını güçleri yettiği ölçüde beslemek, terbiye etmek, okutup bir kazanç
yoluna sevketmektir.
Baba ile ana, çocuklarına karşı
eşit derecede davranmalı, çocukları
bakıp okşamak hususunda eşit tutma-
21
problemlere sebep oluyor. Neslin sağlıklı yetişmesini zorlaştırıyor. Diğer taraftan aile içi şiddet ve boşanmalara
zemin hazırlıyor. Gençlerin dini, ahlâki
değerlerden uzak yaşama ve zararlı
alışkanlıklara kolayca yönelmesine
neden oluyor. Eşlerin birbirini dinleme
becerisi aralarındaki sevgiyi güçlendirir.
Sosyal bir varlık olan insan, yaşantısını
başka insanlarla paylaşma ihtiyacı
duyar. Bu ihtiyaç, evlilik ve aile kurumunu doğurmuştur. Lakin modern kültürle gelen iş yoğunluğu, vakitsizlik, aşırı
yorgunluk, TV, internet, chat ve çeşitli
meşguliyetler dikkatli olunmadığı
zaman evlilikleri tehdit edebiliyor.
göstermesi gerekir. Konuşurken birinin
cümlesi bitmeden diğerinin konuşmaya
başlayarak hemen çözüm önerileri getirmeye çalışması, muhatabın nezaketini istismar etmek demektir.
Başkalarının nezaketini istismar edenler, dinlemekten çok konuşmaya yeltenenlerdir. Bu durumda kişi iletişim
kuramaz. Onun yaptığı sadece karşıdakine iletmektir. Beyan gerektiği şekilde dinlenmezse kelimelerden geçen
duygular akıp gider ve kişi bunun farkına varamayabilir. İlişkilerinizde yeter
ki dinlemeye hazır olun. Birçok problemin kendiliğinden çözüldüğüne şahit
olacaksınız.
Eşlerin birbirlerine kendilerini rahatça ifade edebilmesi ve birbirlerini
dinleme becerisi, evliliğin kalitesini ve
evlilik doyumunu etkiler.
Kadın ve erkek, farklı donanımlarla yaratılmıştır. Sözgelimi kadınlar
şefkatin ve sevginin sembolü iken erkekler gücü ve otoriteyi temsil eder. İnsanın doğasında var olan psikolojik
farklılıkları anlamak, tarafların beklentilerine cevap bulabildiği ve kendini ifade
edebildiği kaliteli bir ilişki zemini oluşturur. İlişkilerde kadınların önceliği anlaşılmak ve kendini ifade edebilmektir. Bu
konuda sorunlar yaşayan hanımlar ilk
etapta kendini gözyaşlarıyla ifade eder.
Sorun devam ederse psikiyatrik rahatsızlıklarla istem dışı olarak bedeni konuşmaya başlar.
Evli kadınların en çok şikâyet ettiği durum, erkeklerin onları dinlemediği
ve anlamadığı konusudur. Erkekler minicik bir çabayla bunun önüne geçebilir. Ancak anlamak ve anlaşmak için
dinlemek öncelikli şarttır. Erkeklerin, hanımları yargılamadan, bilgiçlik taslamadan, samimi ve içten dinlemeleri çok
önemlidir. Tarafların birbirlerine zaman
ayırarak dinlemeleri; aralarındaki sevgi
bağını güçlendirir; kızmışsa, öfkelenmişse bunu ifade etmelerini sağlar. Konuşarak rahatlar ve anlaşılmış olmanın
huzurunu, güvenini yaşar. Eşlerin karşılıklı olarak birbirini anlamak için çaba
lıdır ki, aralarında bir gücenme, bir rekabet duygusu meydana gelmesin.
Ana ile baba, çocuklarına merhamet ile muamele yapmalı, kendi-lerini isyana sevk etmeyecek tarzda
terbiyeye çalışmalı ve kendilerine karşı
güzel bir fazilet örneği halinde bulunmalıdırlar. Dokuz yaşına gi-ren çocuklarını kendi yataklarından ayırmalı, on
üç yaşına girdikleri halde namaz kılmayan çocuklarını hafifçe dövmeli, on altı
yaşına giren çocuklarını da mahzur yok
ise, evlendirmeye çalışmalıdır. Salih
çocuk-lar, Hakk’ın birer kıymetli ihsanı
demektir.
Kardeşlerin başlıca vazifeleri:
Birbirini sevmek, birbirine yardım edip
hürmet ve şefkatta bulunmaktır. Kardeşlerin aralarında pek kuvvetli bir bağlılık vardır. Bunu daima korumalıdır.
Hele büyük kardeşler, baba ve ana ye-
22
İnsanın her anı bir olmayabilir.
Sevinç, hüzün, gözyaşı, öfke, evlilik sürecinde farklı zaman aralıklarında yaşanabilir. Önemli olan, mutlulukların
paylaşımı ve yaşanması kadar eşlerin
birbirlerinin öfke ve kızgınlıklarına da tahammül edebilmeleridir. Tarafların sabır
kapasiteleri ve öfke anında sakinleştirici bir rol oynamaları evliliğin seyrine
etki eder. Ancak bu durum, yaşanan
sorunların çözüme kavuşturulmadan
üstünün kapanması olarak algılanmamalıdır. Sabır ve tahammül, o anki yaşanan kriz durumunu daha da içinden
çıkılmaz bir hale getirmemek ve tarafların çözüm aramak için rahat, sakin ve
aklıselim düşünebileceği bir vakte ulaştırmak adına geçici bir çözümdür.
NİŞANLILIK NE
DEMEKTİR? NE KADAR
GEREKLİDİR?
İnsanlar birbirlerini tanımak için
evlenmeden önce "nişanlanıyorlar".
Nişan, evlilik demek değildir. Bu nedenle İslami kurallar çerçevesinde görüşmeler olabilir. Evlenmek isteyen
taraflar muhakkak görüşmeli. Fakat bu
görüşmelerde üçüncü bir şahıs da bulunmalı. Sık sık ve uzun görüşmeler sakıncalıdır.
Nişanlılık, tehlikeli bir süreçtir.
Her an patlayabilir. Birisi nişanlanmıştı.
Nişanlandığı kızla alışverişe çıkmışlar.
Bir ara kızın ağzından kaba bir ifade
çıkmış. Sonra benim yanıma gelip,
"Hocam, bu iş burda bitti! Ben o kızdan
ayrılıyorum!" dedi. Kız, ağladı yalvardı
fakat o bitirdi meseleyi. Bu gibi misalle-
rindedirler. Bunlara karşı büyük bir
saygı göstermelidir.
AİLEDE HUZUR
ESASTIR
Maddî bir menfaat yüzünden birbirine düşman kesilen kardeşler, iyi
ruhlu kimseler sayılmaya layık olamazlar. Birbirine tutkun olan kar-deşler, hayatta daima muvaffak olurlar.
Karı–koca karşılıklı olarak birbirlerine nazikâne şekilde hitap edip, zerafet ölçüsünde davranmalıdırlar.
Birbirlerine karşı; “efendi”, “bey”;
“hatun”, “hanım” gibi nazikâne ifadelerle
hitap etmelidirler.
Şunu da ilâve edelim ki hizmetçiler de aile efradından sayılırlar. Bunlara karşı da lütuf ile, gönül alıcı
muamelede bulunmalıdır, kendilerine
güçleri yetmeyecek işleri yüklememelidir.
Hizmetçiler de insanlık bakımından efendilerine müsavidirler. Bunların
da mümkün mertebe terbiyelerine, güzelce yaşamalarına bakmalıdır, kusurlarını affederek kendilerini güzel bir
tarzda ıslaha çalışmalıdır.
Bizde yerleşmiş örfe göre, erkek
yabancıların yanında hanımının isminden bahsetmez. Hanımından bahse
mecbur kaldığı yerde; “refikam”, “ayalim”, “çocuklarımın anası”, v.b. gibi ifadeler kullanır. Hanım da kocasından
bahsederken; “bizim bey”, “bizimki”,
“bizim efendi” gibi tabirler kullanır.
Karı-kocanın birbirlerini kıskanmaları gayet normaldir. Ebu Hureyre
(R.A.)den rivayete göre Sa’d b. Ubade
(R.A.):
Burhan
rin sayısı çoktur. Evliliği zorlaştırmak da
İslam'a aykırıdır zaten. Evlenmeye
hazır olan, bir an önce kıydırmalıdır nikahı.
NİŞANLIYKEN DİNİ
NİKAH KIYDIRMAK
DOĞRU MUDUR?
Şimdilerde nişanlananlar, resmi
nikahtan önce dinî nikâh yaptırıyor.
Bana gelip, "Hocam biz nişanlıyız. Birkaç ay sonra evleneceğiz. Dinî nikâhımızı şimdiden kıydıralım mı?" diye
soranlara cevabım "Hayır!" Çünkü bu
devirde resmî nikâh olmaksızın evlenmek bir nevi hileli iş yapmak demektir.
Kadını oyuncak etmek demektir.
Resmî nikâh olmazsa, hukuk da
olmaz. Kadın bir hak iddia edemez.
Resmi nikah kanunlara uygun olduğundan, çiftler kanunlardan istifade
ederler. Bu nikâh yoksa, kanunlardan
istifade etme de yoktur. Bu durumda en
fazla kadın mağdur olur. Dînî nikâh, nişanlıları şımartıyor.
KADINDAN ÇALIŞIP
PARA KAZANMASI
BEKLENMELİ Mİ?
Hayat, rolleri dağıtmış. ALLAH iş
bölümü yapmış. Erkek doğum yapamadığı gibi, kadından da çalışıp para
kazanması beklenemez. Evini geçindiremeyecek erkek, evlenmese daha iyi.
Çünkü sonuçları kötü olur. Kadın hem
- Ya Resûlellah! Ben hanımımla
birlikte bir adam bulsam, dört şahit getirinceye kadar ona dokunmayacak
mıyım? Diye sordu. Resûlullah (S.A.V.)
efendimiz:
“Evet!” buyurdu. Sa’d b. Ubade
(R.A.):
- Kesinlikle hayır! Dedi. Seni hak
din ile gönderen Allah'a yemin ederim
ki ben, şahid aramazdan önce kılıncımı
indiririm, dedi. Resûlullah (S.A.V.) efendimiz:
“Şu efendinizin söylediğine
bakın! Evet biliyoruz ki o kıskanç bir
adamdır. Ama ben ondan da kıskancım, Allah da benden kıskanç.!”
Buyurdu.
Hz. Ali (R.A.) de kıskanmayanları kınayarak şöyle demiştir: İşittiğime
göre kadınlarınız çarşı ve pazarlarda
Burhan
evde hem işte çalışacak. Olur mu böyle
şey. Kadının huyu ne kadar iyi olursa
olsun, aşırı yorgunluk insanı isyana götürür. İslamiyet diyor ki, tutumlu olun.
Geliriniz giderinize denk olsun. Böyle
yaparsanız kadınlar çalışmak zorunda
kalmaz. İsrafa dağ dayanmaz. İsraf yüzünden gelir, gideri karşılamıyor. Bu
şartlar içinde çalışan kadın, huzurlu
değil huzursuzdur. Kadın çalışacaksa,
onları daha iyi şartlarda nasıl çalıştırabiliriz? Bunu düşünmek lazım.
dir. Aileyi güçlendiren mesaj verilmeli.
Kamu ve sivil toplum kuruluşları birlikte
hareket etmeli. Aile yapımızdaki gelişme ve değişmeler iyi takip edilmeli.
Aile bağlarının pekişmesi için çalışmalar artırılmalı, özellikle görsel yayınlarda,
aile yapımızı koruma ve güçlendirmeye
yönelik mesajlar ön plana çıkartılmalıdır.
GEÇİMSİZLİĞİ NASIL
ÇÖZERİZ?
Toplumumuzun ruh sağlığına
özellikle gençlerimizi zararlı alışkanlıklara karşı uyarmak için irşat hizmetlerini arttırmak gerekir. Vaaz ve
hutbelerde de zararlı alışkanlıklardan
toplumu koruma, imkanı olan gençlerin
evlendirilmesi, aile içi iletişim konularına
ağırlık vermek gerekir. Zaman zaman
çeşitli vesilelerle yapılan etkinliklerinin
ana teması “Aile ve Gençlik” olarak belirlenmeli; ülke çapında panel, konferans, sempozyum konuları, aile birliğini
sağlamanın önemi ve gençliğin zararlı
alışkanlıklardan korunması konularında
yoğunlaşmalıdır. Herkesin istifade edebileceği şekilde “Aile ve Gençlik, zararlı
alışkanlıklar, Hıristiyanlık Propagandası
ve Misyonerlik, Alkollü İçkiler, Sigara ve
Diğerleri, Satanizm, Ateizm ve Eleştirisi” ve benzeri konularda eserler hazırlanmalıdır. Ayrıca yurtdışında yaşayan
soydaş ve yurttaşlarımızın ailelerine yönelik de irşat ve eğitim programları hazırlamak gerekir.
Geçimsizlik sabırla, özür dilemekle, tebessümle ve hediyeyle çözülür. Bir de şöyle düşünülecek, "Eşim
benim hangi davranışlarıma kızıyor?"
Sonra da dikkat edecek o hallerine, düzeltmeye uğraşacak. Kavga demek,
bagajın iplerinin kopması demektir. İpler
tamamen koptu mu, bagaj dağılır.
Aile yapımızı tahrip eden faktörlerden korumak için neler yapılması gerekir? Huzurlu ve mutlu toplumun
oluşması için neler yapmalıyız?
Dini ve millî değerlerimizin yaşatılmasında ve kuşaktan kuşağa devam
ettirilmesinde olmazsa olmaz bir değeri
olan aile kurumunun olumsuz faktörlerden korunması için gerekli çalışmaların
yapılması hususunda toplumun bütün
kesimlerine önemli görevler düşmekteerkekler arasında gezip dolaşıyorlar.
Sizde kıskançlık duygusu yok mu?
Şunu bilin ki kıskanmayan kimsede
hayır yoktur.
EVLİLİKLERİN SAĞLIKLI
OLMASI
Genellikle evliliğin ilk yılları evliliğin gidişatı açısından çok önemlidir. Bilimsel çalışmalar da evliliğin ilk yıllarının
ailenin temelini oluşturması açısından
önemli olduğunu göstermektedir. Evlilik
ekonomik, duygusal, sosyal… pek çok
yönü içine aldığından eşlerin bu konulardaki değerleri, kalıplaşmış düşünceleri açısından ilk yıllar bir uyum
dönemidir ve bazıları için zor geçebilir.
Bu uyum döneminde her iki tarafın ailesi önemli rol oynar. Aile, kişinin hayata
bakışında davranışlarında sahip olduğu değerlerin ve kalıplaşmış düşün-
Gençlerimizin alkol ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklardan korunması için neler yapmalıyız?
celerin birinci dereceden belirleyicisidir.
Kişinin düşünce yapısında hayat felsefesinde arkadaşlarının, aldığı eğitimin,
okuduğu kitapların etkisi olsa da en etkili kaynak ailedir.
AİLELERİN UYUMU
ÖNEMLİDİR.
Evliliğin ilk yıllarındaki sorunları
çoğu ailelerin kültürel farklılıklarından
kaynaklanabilmektedir. Bununla beraber bazı durumlarda yakın akraba evliliklerinde sorunlar görülebilirken
birbirine yabancı ailelerde sorun olmayabilir. Bunda kişisel farklılıklar ve ekonomik durum etkili olmaktadır.
FARKLILIKLARI KABUL
ETMEK
Evliliğin başında yaşanan sorunlar kişinin bütün evlilik hayatında derin
23
Aile yapımızın korunması ve son
yıllarda belirgin bir şekilde ortaya çıkan
bireyi ve aileyi tehdit eden problemler
ile ilgili toplumu bilinçlendirerek problemlerin çözümüne katkıda bulunmak
ve bu alanda ortaya çıkan olumlu ve
olumsuz gelişmeleri takip etmek amacıyla çeşitli çalışmalar yapılmalıdır.
TOPLUMDAKİ
SEVGİSİZLİĞİ NASIL
YOK EDEBİLİRİZ?
Toplumları derinden sarsan sayısız sorunların yaşandığı günümüzde,
insanlık onuruna yakışır aydınlık geleceğin inşası için birey, aile ve toplum
olarak hepimize ciddî görevler düşüyor.
Bu yüzden hayatı daha yaşanabilir
kılma ve birbirimizin yükünü azaltmak
için sosyal yardımlaşma ve paylaşmayı, sevgi ve saygıyı temel alan bir
hayat tarzını sürdürmek durumundayız.
Çünkü birbirimizin sorunlarıyla
dayanışma içerisinde hayatı paylaşma,
birçok bireysel ve toplumsal sorunumuzu çözebilir ve bunların çözümü hayatı kolaylaştırır, huzur ve mutluluğu,
arzu ettiğimiz birlik ve beraberliği sağlar.
Aksi takdirde, birbirimizin dert ve sıkıntılarına duyarsız kalıp sırt çevirme, şefkat ve merhamet duygularından
uzaklaşma, nemelazımcı tavırlar takınma, paylaşma ve dayanışmanın güzellik ve erdeminden uzaklaşma; aile
izler bırakabiliyor. Çatışma hayatın bir
parçası olsa da seviyeli olması önemli.
Ailelerin birbirine gösterdiği saygı kadar
eşlerin birbirinin ailesine karşı gösterdiği
saygı da etkili olmaktadır.
ve toplumumuzdaki ahengi bozar, sorunlarımızı artırır, çevremizdeki akraba
ve dostlarımızı azaltır, servet ve gücün
yetmediği durumlarda, bizleri telâfisi
mümkün olmayan çaresiz durumlara
düşürebilir.
Huzurlu aile ve huzurlu toplum
için Yüce dinimiz İslamiyet’in emir ve
tavsiyelerine uymak, sevgi, saygı, sadakat, paylaşma ve yardımlaşma gibi
prensiplere kulak verip, aile ve toplum
olarak birbirimize karşı yerine getirmemiz gereken birtakım görev ve sorumlulukların bilincinde olarak, omuz
omuza verip, hayatı acı ve tatlısıyla
paylaşarak, mutlu ve huzurlu yarınlara
hep birlikte kavuşabiliriz. Huzurlu toplum ve huzurlu aile için reçete budur.
MEDYA ŞİDDETİ
KÖRÜKLÜYOR
Aile yapımız emperyalistlerin
kullandığı medya ve onun yaydığı kötü
alışkanlıklar tarafından bombardıman
edilmektedir. İslam’ın cemiyet hayatından uzaklaştırılmasıyla beraber, aile içi
şiddet, boşanmalar, parçalanmış aileler, dramlar, sevgisiz büyüyen çocuklar,
cinnet geçirenler artmıştır. Geleneksel
aile dayanışmasının yok olmasının
artık sıradan ve garipsenmeyen olaylar haline gelmiştir. Boşanmalar, şiddet
ve hatta aile içi cinsel taciz ve tecavüzlerin artmıştır. Boşanma olayları korkunç boyutlara vardı. Toplumsal
şekilde iletişim becerisine sahip olmak,
evliliğin ilk yıllarından itibaren sağlam
temeller üzerine oturmasını sağlamaktadır.
ARKADAN
KONUŞMAYIN
EŞLERİN, EŞLERİNİN
AİLELERİNE SAYGI
DUYMASI
Hiç kimse arkasından konuşulup
eleştirilmek istemez. Bununla beraber
maalesef bu insanlar arasında sıklıkla
yapılmaktadır. Bazen yaşlılık, bazen
ruhsal hastalıklar ya da düşünmeden
hareket etme sonucu anne-babası ve
eşi hakkında konuşan kişi bunu yerine
göre anlayışla dinlese de eşine bunu
yansıtmamalıdır. Eşi ailesi hakkında
konuşursa bunu da kibarca engellemelidir. Bu tür hatalar evliliğin ilk yıllarında ciddi sorunlara ve sevgi
eksikliğine sebep olmaktadır. Eşiyle ailesi arasında sevgi ve saygıyı artıracak
Evlilikte yapılan en büyük hatalardan birinin eşlerden birinin diğerinin
ailesini olumsuz şekilde eleştirmesidir.
Ailesi eleştirilen eş bu durumda ya kendisi de eşinin ailesini eleştirmekte ya da
savunucu pozisyona geçmektedir.
Böylece ya tatsızlık büyümekte ya da
kişi eşine hak verir görünse de içine atmakta ve bu birikim oluşturmaktadır.
Kişi her ne kadar kendi ailesinden birisinin hatalı olduğunu bilse de bunun
yüzüne karşı söylenmesi üzücü olmaktadır.
24
çöküntünün temelinde ekonomik, kültürel, eğitim yetersizliğinin rolü varsa da,
en büyük sebep milli ve manevi değerlerden giderek uzaklaşmak. Türk aile
yapısında giderek artan yozlaşma, ahlaki çöküntü, gençliğin uyuşturucu bağımlısı olması ve bunun 10 yaşına
düşmesinin en büyük sebebi televole
yayınlar. Gençler, idealistler yerine idolları örnek alıyor. Televizyon programlarının yüzde 60’ı şiddet ihtiva ediyor. Her
4 lise öğrencisinden 1’i televizyon bağımlısı.”
Aile yapımız medya bombardımanı altındadır. Medya kitle imha silahı
gibi. Geçmişe nazaran ailede huzursuzluk, boşanmalar, şiddet ve hatta aile
içi cinsel taciz ve tecavüzler artıyor. Boşanma ve benzeri hadiselerde; geçmişe nazaran korkunç bir patlama
yaşanıyor. Toplumdaki çürümenin temelinde ekonomik, kültürel, eğitim yetersizliğinin rolü varsa da, en büyük
sebep milli ve manevi değerlerden giderek uzaklaşmak.
İslam’ın toplumsal hayattan
uzaklaştırılmasıyla beraber, aile içi şiddet, boşanmalar, parçalanmış aileler,
dramlar, sevgisiz büyüyen çocuklar,
cinnetler gün geçmiyor ki TV ekranlarına ya da gazete manşetlerine çıkmasın. Geleneksel aile dayanışmasının
yok olması ne yazık ki artık sıradanlaşan ve garipsenmeyen olaylar haline
geldi. Televizyon seyredenler iliklerine
EŞİNİZİN YANINDA
OLUN
Bazı aileler stresli ailelerdir. Evliliklerde az sayıda da olsa psikolojik
problemlere bağlı olarak yüze karşı hakaret ve yersiz eleştiriler gibi hiç olmaması gereken durumlar görülmektedir.
Bu da ne kadar uygun şekilde engellenir ve mağdur olan yalnız bırakılmazsa
evlilik o kadar seviyeli bir şekilde devam
eder.
EVLİLİKLERDE
YAPILAN YANLIŞLAR:
KİŞİLİĞİNİ
ELEŞTİRMEYİN
Eşinin kişiliğini küçük düşürücü,
onur kırıcı sözler sarf etmek sevgiyi zedeler. "Sen hep böylesin, hep beceriksizsin." suçlamalarına sitemkar ve biraz
Burhan
kadar televole kültürü afyonu veya zehriyle uyuşmuş vaziyetteler.
TV’de ünlü oldu, fuhuş baskınında gözaltına alındı. “Gelinim Olur
musun?” ve “Biri Bizi Gözetliyor” yarışma programlarıyla tanınan ünlü isimler fuhuş yaptıkları iddiasıyla gözaltına
alındı. Her şey 'BBG' ve 'Gelinim Olur
musun?' ile başladı Sosyeteyi sarsan
'Barbie' baskınında 23 kişi gözaltında.
Olayların 'Gelinim Olur musun?' ve 'Biri
Bizi Gözetliyor' gibi programların etkisiyle gelişmesi dikkat çekti. Fuhuş yaptıkları iddiasıyla düzenlenen 'Barbie'
adlı baskında aralarında manken
…………. de bulunduğu 23 kişi gözaltına alındı.
EROTİK SİTELERE
DİKKAT!
İnternet kullanımında edep kurallarına dikkat edilmesi gerekir. E-lektronik iletişimde edeb: "Utanılacak hal
ve hareketlerden kaçınmak, terbiye ve
ahlak kurallarına riayet etmek" anlamına gelir. İnternet ortamının bireye tanıdığı özgürlük, kimi zaman ahlaki
kurallara uygun akılcı ve yapıcı amaçlarla maalesef kullanılmamaktadır. İslam’ın yasakladığı ve mahrem saydığı
hususlardaki sayfalar açılmamalı, ahlaki kurallarla bağdaşmayan sayfalara
girilmemelidir. Zira Rabbimiz bizim gizli
ve aşikar bütün yaptıklarımızdan haberdardır.
da hakaret içeren "Hep kendi bildiğini
okudun. Beni dinlemedin." sözleri suçlayıcı eleştirilerdir.
İŞİ YOKUŞA SÜRMEYİN
Günün birinde eşlerden birinde
olumlu bir değişiklik olmuştur veya gittikleri doktor dinlenilmiş ve kişi olumsuz
bir davranışından vazgeçmiştir. Diğer
eş "On yıldır sana söyledim ama beni
dinlemedin, başkası deyince daha mı
kıymetli oluyor?" biçimindeki konuşmalar eşi üzen ve geriye döndürebilecek
tarzdadır.
GEÇMİŞİ
HATIRLATMAYIN
Evlilik hayatı boyunca insanların
olumsuz hatıraları olmuştur. Kavgalar,
tartışmalar, atışmalar ya da unutulan
anlar, yapılan yanlış davranışlar olagelBurhan
SİSTEM SIRTIMIZI
SIVAZLIYOR
Medyada, haberlerden tutun da
bu tür eğlence programlarına kadar yapılan iş, küçük insanların dünyasını yaldızlayıp süsleyip, bu dünyayı ve bu
dünyada yaşayanları izleyiciye, okuyucuya satmaya dönüştü. Küçük insan,
sıradan insan yani bizler toplum çoğunluğunun çalışarak, sebat ederek,
insani değerleri de öğreten, kazandıran
bir eğitimden geçerek değil; kısa yoldan, şans faktörüne bağlı olarak ya da
"ünlenip" satışa hazır duruma gelmeye
çalışarak bu sistemin içinde kendimize
daha iyi bir yer edinme düşleri kuruyoruz. Medya da bizi bize satıyor. Bu yapılan iş, sıradan insanın yani modern
toplumsal sistemin içinde kenara itilmişlikten kurtulmak için çırpınan bizlerin
"sırtını sıvazlamak", "Siz böyle de güzelsiniz. Bekleyin en umutsuz olduğunuz anda sistem size de şans
tanıyacaktır" demek anlamına geliyor.
Olayı sistemin bütününden soyutlayıp
şu, bu TV kanalı, şu veya bu magazin
basınının kötü niyetine bağlamaya çalışıyoruz. Oysa medya sistemin içerisindedir. Sistem kendisini muhafaza
edebilmek için toplumun "atomize edilmiş" "kefeni yırtmak için" bir çok şeyi
yapmaya hazır duruma getirilmiş insanlarını, bizlere yani yarınki kurbanlarına satmak oluyor.
miştir. Evlilik hayatı boyunca bu kötü
hatıraların eşler tarafından tekrar tekrar
ısıtılarak ortaya konulması ilişkileri zedeler.
GENELLEMELER
YAPMAYIN
Eşinize bir kalıp biçerek o kalıba
sokan ifadeler kullanmak, onu kötü bir
fiille damgalamak da büyük hatalardan
biridir. "Ben senin için değiştim, sen
benim için hiçbir şeyden vazgeçmedin.
Çok bencilsin..." sözleri evliliği yıpratır.
Birbirinizin aklını okumayın
Çiftler arasında iletişim tek
taraflı olmaya başladığında eşler
birbirlerine mesafe koymaya başlarlar. Sürekli iğnelemeler, kavgalar, atışmalar artık kadın ve erkeği
kendi dünyasına itmiştir.
AİLE KURUMU
YIPRATILIYOR
İnsanlar artık çocuklar ile oturup
televizyon izleyemez hale geldi. Ekranlarda hergün birbirini aldatan insanların
görüntülerine yer veriliyor. Aile kurumu
yıpratılıyor. Televizyonların ortaya çıkardığı toplumsal erozyon bu tür olaylara yol açıyor. İbretle okuyun:
İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ)
öğrencilerinin "Yılın Girişimci Sanatçısı"
seçtiği ….. ….., ödülünü üniversitenin
Ayazağa Yerleşkesi’nde düzenlenen
törenle aldı.
Orta yaşlı bir erkek izleyicinin,
"Sizce erkekler eşlerini neden aldatırlar?" sorusuna da ….., espriyle:
- Siz eşinizi aldattınız mı peki?"
sorusuyla yanıt verdi. İzleyiciden:
- evet" yanıtını alan …..:
- Öyleyse siz cevap verin, dedi.
….. …..:
- Bir kere aldatmak çok zevkli bir
şey. İnsanlar bunu birbirlerini kırmadan
yapabildiği sürece bana çok da ters
gelmiyor açıkçası. Bunu çok istedim.
Beğendiğim insanlar oldu ama anne
olma duygusu ve bir Türk kadını olma
duygusu beni engelledi" diye konuştu.
Medyadan seçme haber başlıkları: Şarkıcı Fıskıye ben lezbiyen değilim dedi... Ünlü sanatkar ben homo
Erkek de kadın da kendi dünyasında eşiyle konuşmaya başlar. Kafalarında kurdukları şeyler zaman zaman
birbirlerinin hareketlerine yorumlar çıkarmaya neden olur. "Senin ne demek
istediğini biliyorum. Ben senin bakışından anlarım." gibi sözlerle eşinin mimik
ve hareketlerinden anlamlar çıkarılmaya başlanılır.
KENDİNİZİ HAKLI
GÖRMEYİN
Hatalar, yanlışlıklar iki taraftan da
kaynaklandığı halde kim daha haklı,
adeta "mahkeme" kurulur. Yargısız infazlardan kaçının.
SES TONUNUZU
YÜKSELTMEYİN
İletişimde en önemli husus konuşan insanı sonuna kadar dinlemek,
25
değilim dedi... Manken Feşmekâ-ne
sevgilisinden hamile kaldı, bir önceki
sevgilisi ateş püskürüyor... Yaşasın!
Bazı belediyelerin içki satışını birtakım
Kırmızı Sokak’larla sınırlandırmasını
Danıştay durdurdu... Maaşını alamayan ithal malı futbolcu antrenmana çıkmadı...
BATIRICI KÜLTÜRLER
İstihbarat Servisi’nin “Bu kültür
Türkiye’yi batırır” diye rapor verdiği televole kültürünün ne olduğunu pek iyi
bilmiyorum, çünkü televizyonum yok.
Anladığım kadarıyla ahlâksız, havaî,
aşağı ve bayağı, zevzek, zırzop, fasafiso, ipe sapa gelmez, tahrip edici, sersemletici, çürütücü bir kültür olması
gerekir.
Filmin bundan önceki kısımları:
Râsim ve Sevcen çiftinin mutlulukları
yoktur, Râsim baldızı Teslim’i sevmektedir. Rasim’in babası ilerlemiş yaşına
rağmen çapkınlıktan vaz geçmemekte,
asansörde komşu kızına yiyecek gibi
bakmaktadır. Öte yandan kayınbirader
Tolgaç, evli bir kadına asıldığı için ölüm
tehdidi almış ve evini terk etmiştir. İlköğretim okuluna giden Firkete son günlerde sersem ve mayhoş vaziyettedir,
yakın hısımlardan Törgen lisede bıçaklanmış ve ölümden hayatî müdahale
servisinde geriye dönmüştür. Bütün
bunlar olurken yine de arada bir müzikli
ve içkili toplantılar yapılmakta, felekten
çok gerekliyse aralara girmektir. Dinlemek, anlamak ve kendimizi anlatmamız gerekiyor. Bunun yolu da saygıyla
dinlemek, ses tonunu yükseltmemektir.
ÇOKBİLMİŞLİK
YAPMAYIN
‘Senin hasta olduğunu biliyorum,
nedenlerini de biliyorum. Senin ne zayıflıkların var hepsini keşfettim, ne yapman gerektiğini söylüyorum, beni
dinlesen doktora filan da ihtiyacın
olmaz’ gibi sözler doğru değildir. Eş ne
kadar bilgili, tecrübeli olursa olsun kendini doktor yerine koymamalıdır.
GENÇLERE
TAVSİYELER
Eşinizin şiddet, cinsel taciz, terk,
ihmal gibi olaylar yaşayıp yaşamadı-
26
kâm alınmakta, ha ha ho, hi, hi, hi gürültüleri içinde eğlenilmektedir...
Televole kültürü acaba böyle bir
şey midir? Beni bağışlayın, çok câhilim,
televizyonum yok, seyredemiyorum...Televole kültürü başka da Türkiye’yi batıracak hastalıklar ve kötülükler
vardır.
1- Lüks ve israf: Son otuz yıl
içinde lüks meskenlere, lüks otolara,
lüks ev eşyasına, lüks yazlıklara, lüks
giyim ve kuşama bir trilyon dolardan
fazla harcadık. Ticaret, sanayi, işletmecilik, üretim sahalarında kullanmamız
gereken Sermayeyi hiçbir işe yaramaz
şekilde dondurduk ve sonunda yerli ve
uluslararası faizcilerin kölesi olduk.
2- Eğitimin iflâs ettirilmesi:
Dikkat buyurunuz etmesi demedim, ettirilmesi dedim. Alçak ve popülist politikacılar Türkiye eğitimini batırmış ve
bitirmişlerdir. Okullarda genç nesillere
üç boyut kazandırılır: Bilgi ve kültür boyutu... Ahlâk, karakter, aksiyon boyutu...
Sanat, estetik, güzellik boyutu... Bu
üçünde de iflas etmiş vaziyetteyiz. Bir
toplumu cep telefonları değil, eğitim yüceltir ve kurtarır.
3- Üniversitelerin köleleştirilmesi, dejenere edilmesi: Üniversiteler
ülkenin beynidir, ülkeye ışık tutan, yol
gösteren kurumlardır. Oralarda ilim,
irfan, akıl, vicdan, ciddiyet, vakar, bilgelik hakim olmazsa; onların yerine ideoğına ve ailesiyle ilişkilerine dikkat edin.
- Alkol veya uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklarının olup olmadığına dikkat
edin.
Evlenmenize
anne-babanın
karşı olması ciddi sorun oluşturacaktır.
Taraflardan birinin hami olduğu
durumlarda evlilikler uyumlu sürmez.
Eğitim ve ekonomik düzeylerin
aşırı şekilde farklı olduğu evlilikler sorunlara sebep olur.
AİLE; AHLAKIN
OLGUNLAŞTIĞI
MEKTEPTİR
Aile, yüksek ahlak okuluna benzer. Aile, bedensel ve ruhsal ihtiyaçların
denetim ve tanziminde, güzel ahlâk ve
adabın kazanılmasında çok önemli bir
loji, demagoji, çağdaş dogmatizm, modern hurafeler hâkim olursa ülke batar,
halk perişan olur, devlet ağır yaralar alır.
Bana söyleyiniz, dünyanın hangi ileri,
demokrat, hukukun üstünlüğü ilkesini
kabul etmiş, millî iradeye ve millî kimliğe saygılı ülkesindeki üniversitelerde
başörtüsü yasağı vardır? Fransa’da
mı? Hayır, oradaki üniversitelerde asla
böyle bir yasak yoktur. Dünyanın hiçbir
ciddî ve demokrat ülkesinde bizdeki
gibi bir başörtüsü yasağı yoktur üniversitelerde...
4- Kalitesizlik: Bizde genel bir
kalitesizlik vardır. Kalite konusundaki istisnalar kuralı bozmaz. Politikada kalitesizlik, medyada kalitesizlik, eğitimde
kalitesizlik, üniversitelerde kalitesizlik,
mimarlık ve şehircilikte kalitesizlik... İşte
bu kalitesizlik bizi batıracaktır.
* Tesettürlü kadın gökkuşağı gibi
rengârenk elbiseler ve örtülere bürünmüş... Çok kalitesiz ve rüküş...
* Lise tatil olmuş gençler okul kapısından dışarıya çıkıyor. Gömleğin
üstteki üç düğmesi çözülmüş, kravat
aşağıya indirilmiş, gömleğin etekleri
pantolon üzerine çıkartılmış, ceket ele
alınmış... Ne kadar kalitesiz bir kıyafet,
ne kadar bayağı bir hal ve hareket...
* Liseli kız okuldan çıkınca eteğini belinden kıvırmış, mini etekli
olmuş... Kalitesiz...
misyona sahiptir. Diğer taraftan aile,
hem kişinin huzur bulduğu bir ortam,
hem neslin devamı için bir vesile hem
de kişiyi dince günah sayılan kötülüklerden alıkoyan bir vasıtadır.
HAYATIN ACI VE
TATLISINI
PAYLAŞMALIYIZ
Yüce dinimiz İslamiyet’in emir ve
tavsiyelerine uymak, sevgi, saygı, sadakat, paylaşma ve yardımlaşma gibi
prensiplere kulak verip, aile ve toplum
olarak birbirimize karşı yerine getirmemiz gereken birtakım görev ve sorumlulukların bilincinde olarak, omuz
omuza verip, hayatı acı ve tatlısıyla
paylaşarak, mutlu ve huzurlu yarınlara
hep birlikte kavuşabiliriz. Huzurlu toplum ve huzurlu aile için reçete budur.
Burhan
* Taksim’de Tünel’e doğru yürüyorsunuz. Bir insan seli akıyor... Kılıklar
kıyafetler, konuşmalar, mimikler, gülüşmeler, gülümsemeler, surat asmalar
hep kalitesiz...
* Bir hukukçu, “Laikliği korumak
için din ve inanç hürriyeti kısıtlanabilir.
Esas olan din hürriyeti değildir, laikliktir”
şeklinde konuşuyor... Kalitesiz.
*Çağdaşın biri feryat ediyor, “İrtica ülkeyi tehdit ediyor...” diye avaz
avaz bağırıyor. “İrtica nedir, târif et, iddialarının gerekçelerini göster” diyorsunuz, ne târif edebiliyor, ne de gerekçe
gösterebiliyor... Kalitesiz..
* Günlük bir gazete, materyalistlerin bile artık eskimiş olarak kabul ettikleri Darvinizmi müdafaa ediyor, bu
teori veya ideolojiyi hak ve doğru olarak gösteriyor... Kalitesiz...
Ah bu kalitesizlik Türkiye’yi
batıracak...
İslami ölçülere uyulduğunda aile
yapımızda her şey daha rahat ve daha
kolaydı. Geleneksel âile yapımızda
herkesin rolü belliydi. Bundan dolayı da
fazla sorun çıkmazdı. Teknoloji çağı birtakım kolaylıklarla beraber insanlarımızın teknik vasıtalarla emperyalistlerce
daha kolay esir alınmasını da beraberinde getirdi. Bu teknolojiyi kötü yönde
SAĞLAM AİLE
Bir toplumun en küçük kurumu
ailedir. Aile kurumu sağlam olursa, toplum da o oranda sağlam olur. Aynen bir
duvar misali. Bir duvarın sağlamlığı, o
duvarda kullanılan taş ve çimentonun
sağlamlığı ile orantılıdır. Aileyi besleyen
taş ve çimento ise, ahlâk ve maneviyattır. Sevgi, saygı, şefkat ve muhabbet
gibi aile bağlarını güçlü kılan değerler
ise ancak sağlam bir inanç ile elde edilebilir.
Türkiye toplumunu dirençli kılan
ve nice büyük badirelerin kolayca atlatılmasına sağlayan en önemli özelliğimiz, güçlü ve sağlam aile yapımızdır.
Milletimizin inançlarından kaynaklanan
bu güzel meziyetimiz, düşmanlarımızın
bile hayranlığını kazanmıştır.
Napalyon Bonapart’ın şu sözleri,
bu gerçeği ispatlamaya yetmektedir:
Burhan
kullanan emperyalistler, insanlarımıza
istedikleri gibi yön veriyorlar. Emperyalistlerin silah gibi kullandığı medya, insanlarımızı adeta hipnotize ediyor.
Televole programlarını izleyenler, düşünme yeteneklerini kaybediyor. Lüks
tüketim ve ALLAH Teâlâ’nın haram kıldığı israf körükleniyor. İnsanlarımız
obezite oluyor. Genç kızlar ve erkekler,
dizilerdeki aktörler gibi birbirlerini aldatmaya yöneliyorlar. Bu da aile içindeki
huzuru yok ediyor. Kanaatsizlik aile içi
kavgaları ve huzursuzlukları büyütüyor.
Böyle bir aile yapısı ayakta durabilir mi?
Aile, toplumdaki sevgi, saygı, sadakat,
feragat, fedakarlık, sevinç ve sıkıntıları
paylaşma, mücadele ve tehlikelere
karşı direnmenin asli unsurlarıdır. Aile
bozulursa, toplum ve millet olarak çöküntü meydana gelir.
Alkolizm, uyuşturucu, kumar,
zina, şiddet, aile içi cinsel taciz ve tecavüz gibi ‘kötü alışkanlıklar’ın ‘aile yapımızın temelini yıkan patlayıcı maddeler’
olduğu gibi bunlar, aile gibi cemiyeti de
imha eden gerçek “kitle imha silahı”na
benziyor.
İSLÂM’IN EMİRLERİ
GÖZARDI EDİLMEMELİ
Aileyi Cenab-ı ALLAH’ın kurmuş ve bunun için de ailenin mukaddes bir kurumdur. Cenab-ı
ALLAH buyuruyor ki:
“Türkleri üstün yapan iki büyük meziyet
vardır: Erkeğin cesur, kadının iffetli olması.”
AİLE YAPIMIZ
ÇÖKERTİLMEK
İSTENİYOR
Milletimizi savaş meydanlarında
yenemeyen düşmanlarımız, şimdi sinsi
hile ve tuzaklarla emellerine ulaşmak
istemektedirler. Bugün, şer odaklarının
hedefinde Türk aile yapısının tahrip
edilmesi vardır. Emperyalist çevreler,
aile yapımızı çökertmek için uluslararası düzeyde çalışmalar yapmaktadır.
Aile yapımızı çökertmek için kullanılan
en etkili araç medyadır. Irkçı emperyalistlerin kontrolünde bulunan medya kuruluşları, ahlaki ve manevi değerleri
tahrip etmekte, ahlaksızlığa teşvik edip
özendirmektedir. Yabancı sermayenin
"Ey insanlar! Hakikat biz sizi
bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi
sırf birbirinizle tanışmanız için
büyük büyük cemiyetlere, küçük
küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki
sizin ALLAH katında en şerefliniz
takvaca en ileride olanınızdır. Hakikaten ALLAH her şeyi hakkıyla bilen
ve her şeyden hakkıyla haberdar
olandır."
“Anne-babaya ‘üf’ bile demeyiniz”
İslâm’ın emirlerine uymazsak,
ailede ve toplumda huzur olmaz.
Cenâb-ı Hak:
“Rabbin, sadece kendisine
ibadet, kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir
şekilde emretti. Eğer onlardan biri
veya her ikisi de senin yanında yaşlanırsa, sakın kendilerine “üf” bile
deme; onları azarlama; ikisine de
güzel söz söyle. Onlara merhamet
ederek alçak gönüllülükle üzerlerine
kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle)
merhamet et” diyerek dua et. buyurmuştur. Cenab-ı ALLAH, burada annebabaya nasıl itaat etmemiz gerektiğini
anlatıyor.
medya üzerinde kurduğu denetim ve
tekelleşme, geleceğimizi tehdit eden
boyutlara ulaşmıştır. Yabancıların da
Türkiye’de TV kurmalarına izin veren
yasal düzenlemeler yapılması, milletimizin geleceğini karartmaktan başka
bir sonuç vermemiştir.
Yine, Türk Ceza Kanunu’nda
“suç” sayılan zinanın serbest bırakması, bu milletin maneviyat dünyasına
vurulan en büyük darbe olmuştur.
Aile kurumunu tahrip etmek için
bir kampanya yürütülmektedir. Bu çevrelerin aileye yönelik tahripkar çalışmaları etkili olmakta, en sağlam yapı
taşımız olan aileyi zayıflatmaktadır. Millî
ve manevî değerleri tahribe yönelik bu
ifsat edici faaliyetlere karşı, sağlam karakterli ve güçlü iradeye sahip nesiller
yetiştirilmesi gerekmektedir.”
27
Burada aileyi Cenab-ı ALLAH
kuruyor. Demek ki bizim, yani aile bireylerinin, kadın ve erkek, anne ve
baba ALLAH’a, O’nun gönderdiği peygambere bağlı olmamız gerekiyor.
Bunlara bağlılık koptukça, aile sistemi
bozuluyor. Aile bozulunca toplumun huzuru bozuluyor.
Cenab-ı ALLAH’ın “Anne ve babaya “üf” bile demeyeceksin” emrini
unutanlar ya da inanmayanlar, bırakınız üf demeyi hakaret ediyorlar, hatta
annesinin kolundaki bileziği almak için
kolunu kesiyorlar. Aile fertlerinde iman
olmazsa çocuklar canavarlaşır. Böyle
evlat olur mu? Olmaz. Cenab-ı ALLAH
“üf” demeyeceksin diyor, adam annesinin kolunu kesiyor.
GENÇLER ANNEBABAYI TAKMIYOR!..
Aileyle ilgili bir diğer sorun
da, gençlerin evlenme sorunu. Bilindiği gibi yüce İslâm dini meşrû
evliliği kolaylaştırıp teşvik ediyor.
Hz.Peygamber (S.A.V.)Efendimiz:
"Mahşerde ümmetimin çokluğuyla
övüneceğim" buyuruyor. Bugün
gençlerin çoğu evlilik konusunda,
ana-babalarını devre dışı bırakma
eğiliminde. Hatta giderek zorlaşan
hayat şartlarını bahane göstererek
evlilik dışı hayatı tercih edenler bile
var. Böylece; gençlerimiz uyuştuYeryüzündeki kaostan kurtulmanın yolu ifsat değil, islahtır. Tarihimiz ve
inancımıza göre saadeti istiyorsan
önce aile yapısı sağlam olması lâzım.
Bu sebeple, aile, çocuk ve kadının korunması bir topluma yapılacak en
büyük iyiliktir. İnsanlık saadetinin en
büyük meselelerinden birisidir.
AİLE HAYATI HERKES
İÇİN RAHMETTİR
Ahlâkî ve manevî değerlere göre
kurulmuş aileler herkes için rahmettir.
Kadın, erkek ve çocuklar için bir rahmet
ve iyilik olduğu gibi, ailenin akrabaları
ve bütün insanlık için de bir rahmettir.
Çünkü, böyle bir toplum, kendi içinde
bir denetleme mekanizmasına sahiptir.
Şurası bir gerçek ki, toplum içinde işlenen hırsızlık, çete, mafya, cinayet vb.
suçların önemli bir kısmı, parçalanmış
28
rucu ve kötü davranışların kirli tuzağına düşmekten kurtulamıyorlar.
İşte ürküten tablo! Alkollü içki
tüketiminde dünyada üçüncü sıradayız!
EKONOMİK
SIKINTILARIN KAYNAĞI
İSRAF
Her yıl uyuşturucu yüzünden
Türkiye’de 350 bin kişi ölüyor.
Çanakkale’de vatan için savaşarak
şehit olanların sayısı ise 250 bin kişi. Bu
da içki yüzünden ölenlerin, savaşta
şehit olanlardan daha çok olduğunu
gösteriyor.
Aile yapımızı bozan faktörlerden
birisi de ekonomik sıkıntılardır. Ekonomik sıkıntıların kaynağının da israf olduğuna inanıyorum. Ailede hanımın
vazifesi ekonomiyi idare etmek, israfı
önlemek. İslamiyet ölçüyü koymuş.
Hz.Peygamber (S.A.V.)Efendimiz buyuruyor ki: "Bir hanım pilav yaparken
bir pirinç tanesini dahi çöpe atması
caiz değildir" Niçin? Bereket şifa o pirinç tanesinde ise bir tencere pilav işe
yaramayacak. Bir anne besmeleyle
mercimek çorbası pişirirse çocuklarına
baldan tatlı gelir. Herkes yorganına
göre ayağını uzatacak. Dış etkilere,
nefsin istek ve arzularına göre hareket
eden bir aile bireyleri bir arada duramazlar. Ekonomik denge bozulunca
ahlak ve ailede bozulur. Abdullah b.
Mes’ud (R.A.) den rivayete göre
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz buyuruyor ki: "İktisat eden kimse fakir
düşmez, huzur bulur." Kredi kartları
milleti israfa sürükledi. Adam zaruri
ihtiyaç diye cep telefonu alıyor. Modası
geçince bir milyara aldığı telefonu 500
milyona satamıyor. Vatanını, milletini,
ALLAH’ını seven israf etmez.
ailelerin, sahipsiz ve sıcak aile ortamından uzak yetişen çocukları eliyle işlenmektedir. Bugünkü yanlış ve çarpık
gidişata el atılmazsa, toplum ciddi bir
güvenlik problemiyle karşı karşıya kalacaktır.
Çünkü, paylaşım duygusunun
en ideal verildiği tek kurum ailedir.
Sahipsiz ve başıboş yetişen çocuklar, toplum arasında bir suç makinesi haline gelmektedir.
Hiç kimsenin, hiçbir yavrumuzu
anne baba sevgisi ve aile ortamı sıcaklığından mahrum bırakma yetkisi yoktur.
Son söz olarak, şu çözümün altını çizmek isterim ki; çocuklarımız, kesinlikle İslâmî terbiye ve din eğitiminden
mahrum bırakılmamalıdır.
Şu anda Türkiye, alkollü içki
tüketiminde dünyada üçüncü sırada.
Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre
ülkemizde 30 milyon tiryaki, 25 milyon
alkol dostu, bunların 7 milyonu alkol
bağımlısı, 5-6 milyon da ilaç bağımlısı
olduğu biliniyor. Ülkemizde kişi başına
düşen alkollü içki miktarı 15 litre.
Türkiye de alkol tüketiminin en fazla
olduğu yaş grubunu genç kuşak oluşturuyor. Ondan sonra çocuk kuşağı
geliyor. Yine 839 öğrenci üzerinde
yapılan bir araştırmada Lise çağındaki
gençlerin; yüzde 47.7’si sigara, yüzde
35.5’i alkol kullanıyor. Üniversite öğrencilerinde ise, sigara tiryakilerinin yüzde
66’sını erkekler, yüzde 57.5’ini kız
öğrenciler oluşturuyor."
AILEYI BOZAN
ALIŞKANLIKLAR
İnsanlarda ya ALLAH korkusu,
ahirete ve öldükten sonra dirilişe, yaptığı her türlü kötülüğün hesabını vere-
NEREYE GIDIYORUZ?
Netice itibariyle ne oluyor? Nereye gidiyoruz? Hiç merak ettiniz mi?
Toplumumuz ve özellikle gençlerimiz
arasında boşanmalar, dağılan ve
parçalanan aileler, boşanan eşler
arasında perişan bir duruma düşen
çocuklar, elem ve üzüntü verici daha
birçok olay yaşanıyor. Bu hususta,
gençler üzerindeki baskı ve yönlendirmelerden vazgeçerek, evlilik
konusunda da onlarla daha iyi bir diyalog içine girmemiz lazım. Bu bağlamda
hepimize, her anne-babaya ve bütün
toplumumuza büyük görevler ve sorumluluklar düşüyor.
AILE VE TOPLUM
UÇURUMA GIDIYOR
Kötü alışkanlıklardan alkollü içki
kullanımının topluma verdiği zararlar,
Burhan
ceğine dair iman yok, ya da varsa da
zayıf. İslami yaşayış noksan. Biz;
"Haya duygusu imandandır" buyuran bir Peygamberin ümmeti olduğumuzu unutmuşuz. Çünkü insanlar artık
utanmıyor. Genç kızlar ve kadınlar
örtülmesi gereken yerlerini açıyor.
Sokaklar bu tür canlılarla dolu.
Anayasanın 58. maddesine rağmen
içki fabrikaları kurarsanız, teşvik ederseniz, reklamlarla sevdirirseniz, bu kötü
alışkanlıkların önüne geçmek mümkün
olmaz.
Anayasa’nın 58. maddesi Devlete gençliğin korunması yükümlülüğünü getirdiğini belirterek şöyle
diyor: “Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden,
suçluluk, kumar ve benzeri kötü
alışkanlıklardan ve cehaletten korumak
için gerekli tedbirleri alır.” Demekki
gençliğin geleceğini karartmayacaksınız. Bir yılda alkollü içkilere 11 katrilyon para ödersiniz. Bu para Türkiye
halkının tamamının eğitim ve sağlığa
harcadığı paradan daha fazla. Alkolik
ya da kumarbaz bir baba bırakın ailesine bakmayı içki bulmak ya da kumar
borcunu ödemek için namusunu bile
satar.
ilmi raporların verilerine göre şöyle:
"Irza tecavüzlerin yüzde 80’i, Trafik
kazası yapanların yüzde 61’i, Yangına
sebebiyet verenlerin yüzde 16’sını
alkollü içki kullanan kişiler oluşturuyor.
Bu kişilerin almayanlara göre, 16 kat
fazla düştükleri ve 30 kat fazla zehirlendikleri acı bir gerçek. Dünya
Sağlık Örgütü’nün, ülkemizin de içinde
olduğu 30 ülkeyi kapsayan araştırma
raporunda "ortalama vukuat yüzdeleri"
ise şöyle: Cinayetlerin yüzde 85’i, Irza
Tecavüzlerin yüzde 50’si, Şiddet Olaylarının yüzde 50’si, Trafik kazalarının
yüzde 60’ı, Eşlerini dövenlerin yüzde
70’i, İşe gitmeyenlerin yüzde 60’ı bu
suçlarını alkollü iken işliyor. Akıl hastanelerinde yatanların yüzde 40 ile
50’sinde Genel tutuklamaların yüzde
50’sinde alkol temel sebebi oluşturuyor.
İntihar olaylarında da alkolün etkisi
içmeyenlere oranla 58 kat daha fazla.
Burhan
ALLAH’IN ÖLÇÜLERINE
UYMAMIZ LAZIM
AHLAK DÖNÜŞÜMÜ
SAĞLANMALI
Huzurlu aile ve huzurlu toplum
için: Aslımıza dönmeli, milli ve manevi
değerlerimizi gençlere aşılamalıyız. Aile
binamızı ALLAH’ın ve O’nun Sevgili
Resulünün koyduğu ölçülere uyarak
kurmamız lazım. O zaman aile de
huzurlu olur, toplum da. Arif Nihat
Asya’nın Fetih Marşı’nda söylediği gibi
oğlumuzu ‘Fatih’in İstanbul’u fethettiği
yaştasın’, kızımızı da ‘Kızım sen de
Fatihler doğuracak yaştasın’ diyerek
motive etmemiz gerekir.
Özel televizyonların 1990’lı yıllarda hayatımıza girmesinden beri,
toplumsal yapımızda bir çok değişiklik
meydana geldi. Amerikanvari yaşam
tarzını insanlarımıza dayatan televizyonlar, zihinlerde yaptığı tahribatla ahlak
yapımızı çöküntüye uğrattı. Su gibi
para harcanan renkli eğlence
dünyalarını Televole ve magazin programlarıyla evlerimizin içine taşıyan
ekranlar, "Ben de böyle yaşamalıyım”
zihniyetinde hiçbir ahlaki kaygı taşımayan bir neslin oluşmasına sebep
oldu. Bu konuda dönüşüm sağlayabilmek için yapılması gereken şey,
toplumumuzun çimentosu olan ahlakı
yeniden diriltmek, ruhlarda oluşan
erozyonu durdurmaktır.
EMPERYALIST OYUNU
BOZALIM
Emperyalist güçler ülkemizin
kaynaklarını sömürmek için psikolojik
ve kültürel savaş ile bizi dejenere ediyorlar. Bu savaşta en büyük rolü de
medya, sermaye ve misyonerler
oynuyor. Misyonerin asıl parolası
şudur: “Anadolu Türklere bırakılmayacak kadar zengin ve bizim vaad edilmiş
vatanımızdır.” Milletimizi manevi değerlerinden yani İslamiyet’ten koparma
stratejisini uyguluyorlar. Bunun için de
“Hoş Görü”, “İbrahimi dinler”, “Dinler
arası diyalog” gibi sloganlar kullanıyorlar. Uyanık olalım. Emperyalistlerin oyununu bozalım”
GELECEK NESILLERI
DE ETKILIYOR
Alkolizm öyle bir illet ki, alkollü
içki kullanan kadın ve erkekler sadece
kendilerine değil, doğacak yeni nesillere büyük zararlar veriyorlar. Hamile
iken içkiye devam eden annelerin
çocuklarına vereceği zararları şöyle:
Psikolojik sorunlar: yüzde 89, Konuşma
bozukluğu: yüzde 80, Doku bozukluğu:
yüzde 80, Saldırgan tavırlar: yüzde 72,
Hormonal ve Cinsel bozukluk: yüzde
46, Normalden küçük doğum: yüzde
98, Duyma bozukluğu: yüzde 41, Göz
bozukluğu: yüzde 25, Ortopedik arıza:
yüzde 33, Dudak ve parmaklarda
bozukluk: yüzde 91, Cilt ve tırnak
arızaları: yüzde 30, Kalp zafiyeti: yüzde
29.
Bu durumda içkiye devam eden
hamile annelerin sağlam çocuk
.......................................................
Tirmizi; Raza':11; No:1165;2/386. İbn-i Mace; Nikah:50; No:1978; 1/636.
Ebu Ya'la Müsned; No:5900; 5/258. İbn-i Ebi Şeybe; Edep:2; No:5;
6/88.
Aclûni, Keşfu’l-Hafa; No: 1234; 1/386.
Aclûni, Keşfu’l-Hafa; No: 1078; 1/335. Nesâi; Cihad:6; No:3104; 6/11:
Beyhaki, Şuabu’l-İman; No: 7832; 6/178.
Rûm sûresi:21
Müslim, Liân:16, No:1498; Muvatta, Akziye:17, 2/737; Ebû Dâvud,
Diyât:12, No:4532
Hayatüs-Sahabe, 3/276
Hucurat sûresi:13
İsra sûresi:23-24
Ahmed b. Hanbel, 1/447
doğurma ihtimali sıfır. Alkol kullanan babaların hesabı ise bizim bu tablomuzun
dışında. Yine AMATEM’in raporlarına
göre "Her yıl 1 milyon çocuğun içkiye
başladığı" ifade ediliyor. Yapılan araştırmalar sonucunda:
"Yaşlılık sebebiyle ölü sperm
sayısı yüzde 15 iken içki kullananlarda
ölü sperm sayısı yüzde 55. Normal
evlilerde, yüzde 9’u çocuksuz iken
alkollü içki içenlerde bu oran yüzde 14.
Alkol, ana rahmindeki cenini imha
ediyor. Ana rahmindeki çocuk bir zar
içinde korunuyor. Bu zarı sadece 3 şey
delip geçiyor. Alkol, frengi mikrobu ve
kurşun zehri. Alkollü içki ana rahminde
imha edemediğini, düşüğe sebep
olarak zayi ediyor. Alkol alan kadınların
yüzde 50’si düşük yapıyor."
29
Otuzdört
DOSYA
Hüseyin SELAMCI
İslâmî Neslin Devamı
“İnandığı gibi yaşamayan yaşadığı
gibi inanmaya başlar”
ünyanın üzerinde insan neslinin var
oluşundan bugüne ve kıyamet gününe kadar, insanlar aile mefhumuyla
iç
içe
yaşamak
zorunda
kalacaklardır. Çünkü yüce yaratıcı insanoğlunun gönlüne eşini ve çocuklarını
sevme, onlara sahiplenme gibi kutsal bir
duygu ihsan etmiştir. Her insan bu duygularla aile mefhumuna sahip çıkmaya çalışır.
Eşlerin
birbirini
kıskanması,
ebeveynlerin çocuklarını tehlikelerden koruması da bu duygunun tezahürü olarak
karşımıza çıkmaktadır
D
İnsanlar varoluş mücadelesini verirken de yine bir aileye muhtaç olduklarını
göz ardı etmememiz gerekiyor. Çünkü başarılı her liderin veya işinde başarılı her insanın arkasında ona destek olan mutlaka
aile bireyleri vardır. Yoksa insanın varoluş
mücadelesinde kendi kendine bir şeyleri
başarabilmesi mümkün değildir. Bu başarının sırrını Peygamberlerin hayatlarında da
görmekteyiz. Hz. Hatice annemizin vefatı
bu bağlamda Hz. Peygamberi çok etkilemiştir. Çünkü Hz. Hatice annemiz efendimizin peygamberlik mücadelesinde en
30
Burhan
fazla destek veren, madde ve manasıyla ona yardımcı olarak yanında yer almıştır.
lım bu yollarla elde edilen yiyecekler insanı iffetsiz
yapar.
Evlenen her çiftin öncelikli isteği, evin neşesi
olan çocuklarının olmasıdır. Çünkü her insan neslinin devamı için ailesinin ve çocuklarının olmasını
ister. Önemli olan bu meşru isteğin yanında onları
güzel bir şekilde terbiye edip, yetiştirebilmektir.
Çünkü yetiştiremediğimiz her insan sokağa terkedilmiş patlamaya hazır bomba gibidir. Kime ne
zaman zarar vereceği belli olmaz.
5- Ebeveynler çocuklarıyla saygı ve sevgi ölçüsü
içerisinde davranış kuralı sergilemeliler. Yoksa çocukların haddi aşan davranışlar kazanmalarına
sebep olurlar.
Özellikle İslam toplumlarında aileye düşkünlük, diğer inanç toplumlarından daha fazla görülmektedir. Bunun sebebi ise son din olan İslam’ın,
insanların heva ve hevesleriyle tahrip edilmemiş
mükemmel bir din oluşundandır. Allah (c.c)’ın neslin devamında aileye ayırdığı yerin önemindendir.
Eğer dikkat edilecek olursa, İslam toplumları
yabancı kaynaklı, görüntülü yayınlarla aile mefhumu yıkılmak isteniyor. Çocuğun babasının yanında uygun olmayan bir filmi izlemesiyle başlıyor
asıl yıkımlar. Kültürel bir yozlaşma ile yok ediliyor
aile yuvaları. Bizler ne kadar fazla duyarsızlaşmaya
başlarsak, o kadar çokta değerlerimizi yitirip, kimlik
bunalımına düşmüş olacağız. Unutmayalım ki her
toplum kendi kimliği ile geleceğe bakar. Toplumlar
kendi inanç yaşantılarını fark ettikleri zaman tarih
sahnesinden silinip, başkalarının kimlikleri altında
yaşamaya başlarlar. Kendi yaşam tarzını beğenmeyenler, başkalarının ürettiği zevklere göre yönelmeye aşlarlar. Hz. Peygamber (s.a.v): “İnandığı
gibi yaşamayan yaşadığı gibi inanmaya başlar”
ifadesiyle her şeyi özetlemiş oluyor.
Aile yaşantımızın bizleri ebediyetin cennetlerine götürmesi için;
1- Ebeveynlerin kız olsun, oğlan olsun çocuklarının iffetli ve namuslu yetiştirmeleri için onlara telkinde bulunmalılar. Başkalarının namusuna karşı
duyarlı olmalarını öğretmeliler.
2- Ebeveynler çocuklarıyla edep ve ahlaki yapımızı bozacak filmleri, programları asla izletmemeliler.
3- Ebeveynler çocuklarına Allah (c.c)’ın her an
bizleri görüp gözetlediğini anlayışları ölçüsünde onlara öğretmeliler.
4- Aile reisi olan baba, asla çocuklarına ve eşine
haram ve şüpheli yiyecek götürmemeli. Kul hakkından kaçınmalı. Faiz gibi haram olan yollardan para
kazanarak çocuklarına yedirmemelidir. UnutmayaBurhan
6- Ebeveynler çocuklarının yanında kendi anne
ve babalarına karşı saygıda kusur etmeyerek onlara örnek olmalılar.
7- Ebeveynler komşuluk ilişkilerinde yapıcı ve
komşularının ayıp ve kusurlarını örterek, çocuklarına toplumsal barışı öğretmeliler.
8- Aile yapımızda akrabalık ilişkilerinde duyarlı
olup, akraba ziyaretlerine önem vererek çocuklarımıza bu ilişkinin önemini kavratmalıyız.
9- Aile, evlilik yaşına gelmiş olan çocuklarını evlendirirken, geçmişi temiz, helal lokmayla beslenmiş iffetli insanları tercih etmeleri yönünde yardımcı
olmalılar. Unutmayın duyarsızlık göstereceğiniz her
olay, ileride sizlere pahalıya mal olacaktır.
10- Evli çiftler evliliklerinin devamı için birbirlerini
her zaman hoş görmek zorunda olmaları gerektiğini
bilmeliler. Hiçbir zaman boşanma mefhumunu akıllarına getirmemeliler. “Halk arasında boşananlara
üzülmüyoruz geride kalan çocuklara yazık” bu ifadeye hiçbir zaman katılmıyorum. Çocuklara yazıkta,
boşanan çiftlere yazık değil mi? Birbirlerine namuslarını teslim etmiş olan insanların havadan
sudan bahaneyle boşanması kadar çirkin bir hareket olamaması gerekiyor.
11- Evli çiftler olsun, çocuklar olsun toplum içindeki ve evdeki kıyafetlerine azami ölçüde dikkat
edilmeli. Başkalarını kötülüğe götürecek her davranıştan kaçınmalılar.
Temennimiz aile yapısı bozulmamış bir toplum olarak dünyada bize ayrılan zaman dilimini tamamlayarak, bizden sonraki nesillere sağlam bir
yapı bırakarak ayrılmaktır. Bu duygu ve düşüncelerle yaz ayının ailelerimize getirmiş olduğu imkânlar dâhilinde onların kur’anla, namazla ve
dinlenmeyle daha fazla iç içe olarak istifade etmeleri dileğiyle.
31
Merkezden Bir
Şube: AİLE
Halil ATİK
Bir meyve, dalı olduğu sürece yerinde
durabilir. Bir yıldız, gökyüzü ve karanlık
olduğu zaman manalıdır. İnsanda ailesiyle
yerinde durabilir ve ailesi ölçüsünde mana
taşır ki ailesidir onu harmanlayıp hayata
sunan.
Yaşanılası bir hayat ister her birimiz.
Yetişmek ve yetiştirmek ister. Arkasında
güzel bir isim, güzel bir hayat bırakmak ister.
Bu isteğin ilk adımını oluşturmaktadır bir aile.
Çünkü tohumlar ailede hayat bulur, ailede
filizlenir ve ailede olgunlaşır. Gözümüzü ilk
açtığımız yerdir. Hak katından indirilen bir
nimetken aynı zamanda en çetin sınavlardan
bir şubedir aile.
32
Kopuk
bir
hayat
çevreden,
yalnızlaştırılan bir dünya, hissettirilmeden
yavaş yavaş bir terkediş ardımızda
bekleyenleri. İşte buydu çağımızın en büyük
oyunu. Ve en çok tökezlediğimiz patika. Bu
kanışın
ve
tökezlemenin
sebebine
indiğimizde ise aileden başlayan eksiklikler
göz önüne çıkıyor. Maalesef başıboş
yetişiyoruz. Ailelerde şöyle bir yaklaşım var:
Herkes kendi havasında. Baba işinde, anne
evle başı dertte, çocuklar kendi oyunlarında,
gençlerse bir yıkıp bir yeniden inşâ ettikleri
dünyalarında. İletişim mi? İşte o kayıplarda.
Baba ve anneler evlatlarını tanımıyor. Aynı
dünyalarda buluşamıyorlar. Burada da şöyle
bir sorun çıkıyor: Kültür çakışması. Hangi
kültürün çakışması? Bizler aynı kültürde
büyümedik
mi?
O
zaman
kültür
çakışmasının tekbir açıklaması vardır ki
gençlerin farklı kültürlere özenmesidir bu.
Bunun en büyük sebebi de kendi kültürlerini
bilmemeleridir. Bir babanın tek görevi evi
geçindirmek
değildir.
Bu
sadece
görevlerinden bir tanesidir. Bir annenin
çocuğunun bakımıyla ilgilenmesi onun asıl
görevi değildir. Evlatlarımız okullara gidiyor,
çevreyle irtibatları var. Peki, kimlerle
geziyor. O canımızdan sakındığımız
evlatların nefeslerini nereye harcadığından
ne kadar haberdarız?...
muhtaç simalarımız. Bir hırs ki almış
peşinden sürüklüyor bizleri. İyi bir makam
sevdası, rahat yaşama isteği ve rahat
yaşatma isteği. İyi okullar, iyi bir iş sunmak
istiyoruz gelecek neslimize. Elbette bunu
isteyeceğiz
ama
araçlar
amaç
oldu
günümüzde. İbadet görevimizi mesela bir
dünyalık uğruna belki bir sızıda duymadan
terk edebiliyoruz. Ruh perdemizi kapatmışız
gözlerimizde. Göremiyoruz hiç bir işin aslını.
Maalesef şunu aşılıyoruz arkamızdan
gelenlere: İçi boşaltılmış bir dünya. Günlük
Ailedir dünyada cenneti yansıtan
yahut cehennem çukurlarına misal olan.
Saadetin en güzel yurdudur aile veya
sadece bir yıkık harabe. Aileyi böyle
değerlendirirsek
milletin
atomudur
diyebiliriz. Bir ülke yıkılmak istenirse o
ülkenin çekirdeği olan aile hedef alınır.
Çünkü ailede huzursuzluk başladığı zaman
o dalga kısa zamanda toplumu da içine alır.
Öyle değil mi ki? Suçlu kişileri veya hedefsiz
kalan başıboş kişileri incelediğimizde
hangisi aileden gereken birikimi almıştır?
Dostlar her birey ufak bir topluluğunda olsa
başıdır ve başı olduğu kişilerden
sorumludur. Sorumlu olduklarımıza gereken
dini ve ahlaki bilinci verdikten sonra korkuya
yer yoktur. Çünkü o kişinin ayağı uçurumun
kenarına sürüklense bile söylediğimiz bir
cümle yahut bizde gördüğü örnek bir hâl
vesilesi ile o ayak o uçurumdan
uzaklaştırılır. Toplumu bizden sonrakilere
emanet
edeceğiz.
Emaneti
nasıl
koruyoruz?...
Pencerelerimizden
gül
kokuları
duyulmuyor artık. Sabah namazlarında
yanmıyor ışıklarımız. Abdestin ıslaklığına
menfaatler.
Ve
böylece
eğitiyoruz
filizlerimizi. Sonuçta iste 'diplomalı cahiller'
boy
gösteriyor
kişilik
aynalarında...
Ailelerimizden İslam`ın sıcaklığı çıktığından
beridir üşümeye başladık. Duygularımız
donmaya yüz tuttu. Sıcakkanlılığımızı soğuk
ve sert duvarlar aldı. İçle değil de biçimle
uğraşıyoruz.
Ellerinden
tutarak
gezdirdiğimiz çocuklarımız merhametin
bahçelerinde gezmeye muhtaç. Kopunca
İslam`dan koparıldık hayattan.Farkında
olmadan.
Aramızdaki
bağları
koparmak
isteyenler var. Onların istediği ki sen seninle
kal ben benimle. Bunu kabul edemeyiz işte.
Sen işinde ben işimde bir hayat biçimine ait
değiliz biz. Bütünüz. Büyükçe bir aileyiz.
Merkezimizde İslam olan büyükçe bir aile.
Bir birey olarak sorumlu olduğumuz kişilerle
de o ailenin bir şubeyiz.
Şube merkezden ayrı olur mu?
33
Otuzdört
Yard. Doç. Dr. Abdülmecid OKCU
HISIM VE AKRABAYI
ZİYARET
Y
üce dinimizde sıla-i rahim olarak adlandırılan, eş-dost, hısım-akrabayı ziyaret, dinimizin emirlerindendir. Bununla ilgili olarak hem
Kur’ân-ı Kerimde, hem de, hadîsi şeriflerde bir çok
tavsiyeler vardır. Sadece hısım-akrabayı, eşi-dostu,
değil, arkadaşı, tanış-bilişi, doğduğu yeri, köyünü
mahallesini, muhitini, ziyaret etmek de, bu kapsamdadır. Bunu yapanlar sevap kazandığı gibi,
yapmayanlar da günah kazanırlar. Zira Hz. Peygamber, sıla-i rahim yapan kimsenin ömrünün daha
bereketli olduğunu belirtmiştir. Bir diğer hadîsinde
ise, içlerinde sıla-i rahim yapmayan bir kişinin bu34
lunduğu bir topluma, Allah”ın merhamet etmeyeceğini açıklamıştır. Sıla-i rahimin ömrü bereketlendirdiği, insanı Allah’ın rahmetine yaklaştırdığı,
cehennemden uzaklaştırdığı, yine Hz. Peygamber’in hadîslerinden anlaşılmaktadır. Bazıları, bu
gibi hadîslere dayanarak, sıla-i rahimi terk etmenin
büyük günah olduğu üzerinde durmuşlardır.
Her Cuma günü, camilerde hutbenin sonunda
dinlediğimiz “innellâhe y‘emru” ayetinin anlamı şöyledir. “Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalık
Burhan
ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye
size öğüt veriyor.” Dikkat edilirse, burada üç emir
ve üç yasak vardır. Emirler, adaletli olmak, insanlara iyilik yapmak ve hısım akrabayı ziyaret etmektir. Yasaklar ise, hayasızlık, fenalık ve azgınlıktır.
Bunlar, ibadetler dışında Müslümanların yerine getirmesi gereken en önemli esaslardandır.
Hısım ve akrabalarımıza karşı aile hissi ile
dopdolu olmak, yerine göre onlara hürmet ve şefkat
göstermek, maddi ve manevi yardımda bulunmak,
dini ve ahlâki görevlerimizdendir. Hısım ve akrabalara bağlı kalmak, onlardan uzaklaşmamak, onları
unutmamak ve zaman zaman ziyaret etmek, muhtaç oldukları şeyleri vermek, bir vazife olduğu gibi
güzel söz söyleyerek ve güler yüz göstererek, aileyi kendisine bağlı kılmak da bir vazifedir. Özellikle
aile büyüklerinin bunu çok iyi yapması ve bunu gelecek nesillere bir gelenek olarak aktarması gerekir. Ülkemizde bu geleneği sürdüren, birbirine çok
bağlı aileler olduğu gibi, bütün akrabalık bağlarını
yitirmiş, birbirinden kopmuş aileler de mevcuttur.
Aile bağlarının yüksek olduğu toplumlarda insanlar
arası sevgi, saygı, arkadaşlık duyguları sosyal dayanışma ve yardımlaşma daha ön plandadır. Zengin fakir arasındaki farklılık daha azdır. Daha
homojen bir toplum yapısı söz konusudur. Akrabaya
sevgi ve bağlılığı olmayanlar, toplumda ahlâken iyi
kişiler sayılmazlar. Dinimiz de, bu gibilere iyi bir
gözle bakmaz. Bunun cahiliye dönemi adetlerinden
olduğunu var sayar. Kur’ân-ı Kerîm, hısım ve akrabalar arasındaki alakayı kesmenin, münafık alameti
olduğu vurgulanarak şöyle denilmiştir: “Ey münafıklar, demek idareyi ele alırsanız, hemen yer yüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağlarını
parçalayacaksınız.” (Muhammed-22) Bunlar hakkında
başka bir ayet meali ise, şöyledir: “…Allah’a karşı
gelmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan
sakının”. Diğer bir ayette de: “Allah’a verdikleri
sözü, pekiştirilmesinden sonra bozanlar, Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri (akrabalık
bağlarını) koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya; işte lanet onlara, yurdun kötüsü
(cehennem) de onlaradır”.
Bazılarının anladığı gibi, sıla-i rahim, sadece
başka yerde ikamet edenlerin memleketine yapacağı bir ziyaret, değildir. Aynı yerde oturanların da,
sıla-i rahim yapmaları gerekir. Bunlar, hediyeleşmek, işlerinde birbirlerine yardımcı olmak, bizzat
Burhan
gidip gelmek suretiyle sıla-i rahim yapabilirler.
Başka memlekette oturanlar ise, mektuplaşmak, telefonlaşmak, diğer iletişim vasıtalarıyla görüşmek
yahut bizzat gidip gelmek suretiyle sıla-i rahim yapabilirler. Şüphesiz gücü yeten için bunların en faziletlisi bizzat gidip gelmektir. Ufak tefek takıntılar,
dedi-kodular, kırgınlıklar hısım ve akrabayı birbirinden uzaklaştırmamalıdır. Aralarında cereyan etmiş
olan olumsuz durumlar hiç tekrar edilmeden hemen
unutulmalıdır. Aksi takdirde akrabalar birbirine düşman olur.
Aile, akraba ile güçlenip kuvvetlenir. Aile ve
akrabalık bağları güçlü olan toplumlar, birbirine
bağlı, birbirini seven toplumlardır. Allah birbirini
seven, birbirine yardım eden kullarını sever ve onlara yardım eder. Bu tip toplumlar, dış tehlikelere
karşı da, güçlü toplumlardır. Akrabalık bağlarını
daima canlı tutma konusunda Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: “İki sınıf insan vardır ki, Allah Teâla
onlara kıyamet gününde lütuf ve ihsan gözüyle
bakmaz: Birisi akrabasından kesilip, onları arayıp sormayan, diğeri de, kötü komşudur”.
Büyük İslâm bilginleri, sıla-i rahimde, maddi
ve manevi birçok faydanın bulunduğunu söylemişlerdir: Şimdi bunları sıralamaya çalışacağım:
1-Sıla-i rahim yapan, ilkönce Allah’ın emrini
yerine getirmiş olduğundan sevap kazanacaktır.
2-Sıla-i rahimden dolayı, her iki taraf ta sevinecek mutlu ve mesut olacaklardır.
En hayırlı amellerden birinin insanı sevindirmek olduğu hadislerden anlaşılmaktadır.
3-İnsanlar sıla-i rahim yapan kişiden övgü
dolu sözlerle bahsederler, ona duâ ederler.
4-Allah sıla-i rahim yapan kişinin ömrünü
daha bereketli kılar.
5-İnsanların sıla-i rahim yapmasını istemeyen
şeytanlar, gama yasa bürünürler.
6-Sıla-i rahim, insanlar arasında dostluğu ve
dayanışmayı pekiştirir.
7-sıla-i rahim yapan kişi, kıyamet günü arşın
gölgesine sığınanlardan olacaktır.
35
Otuzdört
Hasan BAŞAR
İSLAMOFOBİ
GERÇEĞİ
slamofobi, son zamanlarda hem Hıristiyan hem
İ
Müslüman dünyasının siyasetine ve düşünce
hayatına yön vermeye başlamıştır. İslamofobi
genel anlamda İslamiyet’ten korkulması olarak karşımıza çıkmaktadır. Son zamanlarda İslam ve Müslümanlar terör, şiddet ve diğer olumsuzluklarla anılır
hale gelmiştir. Artık Müslümanlara karşı bütün
dünya ön yargılı hareket etmeye başlamıştır. Bütün
bu durumlardan sonra kısaca İslam’dan, Müslümanlardan ve onlara dair olan şeylerden duyulan
kaygı ya da korku diye tanımlayabiliriz islamofobiyi.
2001 Eylül’den sonra yani 11 Eylül saldırırsından
sonra İslamiyet’e olan saldırı artmış ve daha sistemli bir hale gelmiştir. Yani 11 Eylül saldırısı islamofobinin miladı olarak kabul edilebilir. Avrupa için
bu takvimin başlangıcı Londra’ya yapılan saldırılardır. Artık Müslümanlar için yeni bir hayat başlamıştır. Zaten zor olan yaşamlarına yeni bir dert daha
eklenmiştir. Londra’da Temmuz ayında yapılan
saldırıların faturası Müslümanlara kesildikten sonra
dönemin içişleri bakanı Charles Clarke konuyla ilgili
olarak şöyle bir açıklama yapmıştır. “İngiltere İs36
Burhan
lam’a karşı en önde mücadele etmektedir. Dünyanın neresinde olursa olsun Müslümanlara tolerans
gösterilmemelidir.”
Danimarkalı milletvekili ve Kopenhag belediye eski başkanı Louise Frevert Müslümanları Danimarka toplumundaki kanserli tümöre benzetmişti.
Ayı şekilde Almanya’da Müslümanlara karşı hoşgörüsüzlük artmıştır. Allensbach Enstitüsü’nün yaptığı bir araştırmaya göre Almaların % 56 si ülkede
camilerin kapatılmasını savunuyor. %62si Müslüman ve Hıristiyan medeniyetleri arasında büyük bir
savaş yaşandığına inanmaktadır.
“Her ne kadar her Müslüman terörist değilse
de her terörist Müslüman’dır.” Danimarka’daki ders
kitabından alınan bu ifade, yeni yetişen nesillere
İslam düşmanlığı aşılandığının en önemli örneğidir. Bu örnek durumun ne kadar vahim olduğunu
göstermesi bakımından önemlidir.
Mehmet Zeki AYDIN ve Müşerref YARDIM’ın
birlikte hazırladıkları “Belçika’da İslamofobi” adlı
makalede Müslümanların maruz kaldığı etnik ayrımcılığı şu şekilde sıralamışlardır. Konut kiralarBurhan
ken ve satın alırken maruz kalınan ayrımcılık, çalışma şartlarında ayrımcı uygulamalar, eğitimde yabancı asıllı öğrencilere kayıtlarda güçlük
çıkarılması ve öğretmen-öğrenci ilişkilerinde görülen karşılıklı ayrımcı eylemler, komşuluk ilişkilerinde ırkçı ve yabancı düşmanlığına dayalı sözlü
taciz, güvenlik güçlerinin Müslümanlara uyguladığı
ayrımcılık, medyada terörle kurulan ilişki ve islamofobik deyimler ile kin, nefret uyandıran konuşma
ve yazılarda yapılan ayrımcılık vs.
Hollanda da bulunan Özgürlük Partisi (PVV)
lideri Geert Wilders ve İşçi Partisi’nin Arap asıllı politikacısı Ehsan Jami, “Nazi faşizmi ne ise, bugünkü
İslamiyet’te odur.” dediler. Üstelik Hz. Muhammet’e(sav) de Hitler benzetmesi yaptılar. “Geçtiğimiz yüzyılda dünya Nazilerden ne çektiyse şimdi
de İslamiyet’ten aynı şeyi çekiyor.” dediler.
2000–2001 yılları arasında gerçekleşen parlamento tartışmalarında İslamı şiddet ve terör ile
birlikte ele alan tehlike vurgulu ifadeler bu tarihte
% 9,4lük paya sahipken 2003–2004 yıllarında bu
oran %24 de yükselmiştir. Medyada ise durum
daha vahim, konu ile ilgili olarak tartışma yaklaşık
2,5 kat daha artmış durumdadır. İslam tartışmala37
rında hoşgörü oranı %45lerden %30lara düşmüştür. Bütün bu sonuçlar gösteriyor ki dünyada İslam
düşmanlığı artmaktadır ve kontrol altına alınmazsa
ürkütücü boyutlara ulaşacaktır.
Evet, şu anda dünyada ilerleyen bir İslam korkusu var ve biz ne yaparsak bu korkuyu yenebiliriz.
Bu işe başlarken ilk olarak Batı ülkelerindeki Müslüman düşünce kuruluşları ve sivil toplum örgütleri,
Müslüman olmayan muadilleri ile yakın diyalog ve
ilişki içine olmaları yönünde cesaretlendirilmelidir.(İslamofobi Gözlemevinin Raporu) Karşı tarafla
diyaloga geçmenin öneminden bahsedilmektedir.
Evet diyalog şart ve olması gereklidir. Fakat bu diyaloga geçtiğimizde karşılıklı olarak fikir alışverişinde bulunabilmemiz için karşı tarafında sizi
dikkate değer bulması gerekir. Müslüman aleminin
gösterdiği bu gayretin karşı taraftan da gelmesi gerekir. Diyaloga geçelim kendimizi daha iyi anlatalım
doğrudur. Ama bu şartlar altında biz ne kadar gayret gösterirsek gösterelim karşıdan bu desteği göreceğimizi sanmıyorum. Bu korku ve endişeleri
ortadan kaldırmak sanıldığı kadar kolay değildir.
Uzun süre ister.
Aslında bu korku yeni meydana gelmedi. Eskiden beri Batı âleminde bu korku hâkimdi. Türkler
İslamiyet’in zirvelerinde dolaşırken bile Avrupa
“Anne! Türkler geliyor.” “Barbar Türkler.” yaftasını
yine yapıştırmışlardır. Onların bizi, yani Müslümanları barbar ve gerici göstermeleri onların genlerinde
vardır.
Müslümanları ve İslamiyet’i bu şekilde göstermelerinin temelinde yatan neden kendi dinlerine
olan inançlarının az olmasıdır. Diğer dinler özelde
Hıristiyanlık İslamiyet’le eşit şartlarda karşılaşamayacağını çok iyi bilmektedir. Bu etkileşimden büyük
ihtimalle yenik düşeceklerdir. Bu saldırganlığın kökünde de bu gerçek yatmaktadır. Saldırganlığın altında aslında kendi dinlerini savunma içgüdüsü
yatmaktadır. İslamiyet’i karalayarak kendi kamuoylarına Hıristiyanlığın üstünlüğünü kabul ettirmeye
çalışmaktadırlar.
Bir Müslüman belki İslamiyet’i az yaşayabilir;
ama Hıristiyanlığa kolay kolay geçmez. Tarihte
bunun örneklerine çok az rastlamıştır. Ama bir Hıristiyan’ın Müslümanlığı tanıdıktan sonra bu dine
geçmesi kuvvetli ihtimaldir. Bunu çok iyi bildikleri
içinde karşılaşmamayı, karşılaşmanın kaçınılmaz
olduğu durumlarda da kendi insanını ön yargılarla
38
donatmayı savunma mekanizması olarak benimsemişlerdir.
Amerika merkezli kamuoyu araştırma şirketi
Gallup 40 ülkede, 50 bin Müslüman katılımı ile dev
bir anket yaptı. Gallup’un altı kıtada 50 bin Müslümanlarla, altı yıl boyunca yaptığı anket batının İslamiyet= şiddet anlayışını boşa çıkardı.
Sonuçlar, “Müslümanları Kim Temsil Ediyor”
adlı kitapta toplanırken, şu şekilde açıklanmıştır.
Müslümanların ezici çoğunluğu ılımlı ve şiddete
karşı. Radikaller daha eğitimli, daha zengin ve sanılanda demokrat. Müslümanların çoğunluğu Amerika’ya yönelik 11 Eylül saldırıları dâhil diğer tüm
saldırırları kınıyor. Yani bu söz 11 Eylül saldırıları
sonrası Amerikan başkanı George W.Bush’un: “Bizden nefret ediyorlar, demokrasiden nefret ediyorlar,
özgürlükten nefret ediyorlar.” sözlerini de yalanlar
niteliktedir.
Bu da gösteriyor ki medeniyetler çatışmasında ortamı geren batı dünyasının kendisidir. Yani
batı dünyası yavuz hırsızı oynamaktadır. Müslümanları onların kutsal değerlerine saldırarak tahrik
etmekte, ardından da haklı olarak tepki veren Müslümanları eleştirmektedir. Müslüman dünyası sağduyulu
hareket
ederek
bu
çatışmayı
körüklememektedir. Yani Avrupa’nın yaptığını gibi
onların yaptıklarına yaptıkları ile karşılık verecek olsalardı, dünya şuanda büyük bir kaosun içinde
olurdu. Müslümanlar yine her zamanki vakarı ile bu
oyunun bir parçası olmayıp kutsal değerlerine karşı
yapılan saldırıya medeni tepkiler vermektedir. Peygamberimize, kitabımıza ve dinimize yapılan bunca
saldırıya rağmen saldırıyı yapanlar hala hayattaysa
bu Müslümanların ne kadar sağduyulu ve duyarlı
olduklarını gösterir. Batı dünyası bu yarayı ne kadar
kaşırsa kaşısın biz bu oyunlara gelmeyeceğiz.
Biz öncelikli olarak kendi içimize dönüp globalleşen dünya ile uyum sağlamaya çalışacağız.
Çünkü İslam dünyası şuan gelişme yoksunluğu ve
globalleşme ile uyumsuzluk yaşamaktadır. Ve maalesef üzülerek ifade etmeliyim ki içinde bulunduğuz
durum Avrupalıların ekmeğine yağ sürmektedir. Bu
geri kalmışlığımızın sebebi İslamiyet değil İslamiyet’i gerçek anlamda özümsemeyişimizdir. Bu anlamda bu çatışmada en önemli suç biz
Müslümanlardadır.
Burhan
Hasen ve Sahih
HADİSLERDEN SEÇMELER 17
Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR
Mucizeler
(devamı)
90-Enes b. Malik’ten şöyle bir rivayet vardır. Benden sonra onu işitip size söylemeyecekleri hadisi, size anlatmayayım mı dedikten sonra şöyle söylemiştir: Rasulullah (S.A.V) şöyle buyurmuştur.
“İlmin kalkması, cehaletin ortaya çıkması, zinanın yaygınlaşması, içkinin içilmesi, erkeklerin
azalıp kadınların çoğalması, hatta elli kadına bir erkeğin koruyucu ve gözetleyici olması, kıyamet alametlerindendir.” Hadisi, Müslim kitabına almıştır.
9l-Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir: Rasulullah şöyle buyurmuştur. “Hiçbir Peygamber yoktur ki kendisine verilen mucizelere, insan iman etmiş olmasın. (Yani mutlaka iman eder.) Ancak
Allah, bana verdiği Kur’an gibi bir vahyi, hiçbir Peygambere vermemiştir. İşte bu nedenle, kıyamette en çok ümmeti olan kişinin ben olacağımı ümit etmekteyim.” Hadis, muttefekun aleyhtir.
92- Abdullah b. Mesud’dan rivayet edilmiştir. Bir adam geldi de şöyle dedi “Ya Rasulallah, Ben
bir kadına cinsi münasebet hariç her çeşit münasebette bulundum. Bunun üzerine Allah Teala şu
ayeti inzal etti. “Gündüzün iki tarafında (sabah-öğle-ikindi) ve gecenin de (gündüze) yakınında (akşam-yatsı) namaz kıl. Şüphesiz, iyilikler kötülükleri giderir.” Hud, 114.” Bu hadisi, Buhari ve İbn
Hibban kitaplarına almışlardır.
93-Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah şöyle buyurmuşlardır: “Mümin kişinin sıhhat halinde ve hayatta iken yaptığı güzel amel ve sadakalar, dünya hayatında olduğu
gibi ölümünden sonra da hayırlı amel olarak devam edecektir: Öğrettiği ve neşrettiği ilim, geriye bıraktığı salih evlat, varislerine bıraktığı Mushaf (dinî eserler), yaptırdığı mescid, sulama
tesisleri (baraj ve su kanalları), malından verilen sadakalar.” Hadisi İbn Mace ve Beyhaki rivayet etmişlerdir.
94- Esma b. Yezid, Rasulullah’tan şu hadisi rivayet etmiştir: “Kıyamet günü insanlar, aynı
toprak parçası üzerinde toplanacaktır. Nida eden, şöyle nida edecektir: --Nerede yanlarını yataklarından uzaklaştıranlar. (Yani yataklarda yatmayıp ibadet yapanlar). Bu işi yapanlar vardır
ama sayıları oldukça azdır. Onlar hesaba çekilmeksizin Cennete girerler. Bunlardan sonra ise
diğer insanların hesaba çekilmeleri emredilir.” Hadisi, Beyhaki rivayet etmiştir.
95- Enes b. Malik’ten rivayet edilmiştir. O, Rasulullah’ın şöyle söylediğini nakleder: “Kıyamet
günü dünya ehlinden en çok nimete sahip olan fakat aynı zamanda cehennemlik olan kişi getirilir ve o ona şöyle sorulur: --Ey insanoğlu! Hayatında hiç nimete sahip oldun mu? –O da der
ki,--Hayır, vallahi Yarabbi, hiçbir nimete sahip olmadım. İnsanlardan dünyada en çok sıkıntıya
maruz kalan aynı zamanda cennetlik olan kişi getirilir. Ona sorulur ki -- Ey ademoğlu hayatında hiç sıkıntı gördün mu? O adam der ki --Hayır, vallahi Yarabbi, hiç sıkıntı görmedim.”
Hadisi, Müslim kitabına almıştır.
Otuzdört
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
Yeniden dirilişin önemli delillerinden biri olarak
İNSANIN YARATILIŞ EVRELERİ
ur'ân-ı Kerim'de, öldükten sonra tekrar dirilişi akıllara yakınlaştırmak, inkârcıları ilzam
etmek için sık sık insanın yaratılış evrelerine,
neden yaratıldığına bakması istenir. Çünkü insanın
yaratılışı Allah'ın sonsuz kudretini açık bir şekilde
akıllara gösteren ve devamlı olarak tekrarlanan
eşsiz bir mucizedir. Böyle bir mucizeye şahid olan,
hakkıyla düşünüp teemmül eden insanın öldükten
sonra diriliş hakkında hiç bir şüphesi kalmaz. Ancak
insanlar böyle mucizelere sathî nazarlarla, ülfet
(alışkanlık) perdesi ardından baktıkları için gerektiği şekilde ders ve ibret alamıyorlar...
K
Kur'an'da insanın yaratılış evreleri zikredilirken çok kere toprak ilk merhale olarak karşımıza
çıkar. Burada akla şöyle bir soru geliyor: "İnsan nutfeden yaratıldığı halde acaba bazı âyetlerde neden
toprak ilk merhale olarak zikrediliyor?" Bu soruya iki
şekilde cevâp vermek mümkündür: Birincisi, İnsanlığın atası ve ilk insan olan Adem (a.s) topraktan yaratıldığı için, onun nesli için de topraktan yaratılma
ifâdesi kullanılabilir. İkincisi, İnsanın meydana gelmesinde rol oynayan anne ve baba hayvanî ve nebatî gıdalarla beslenirler, hayvanî gıdaların da
kaynağı nebatîdir. Nebatât ise, su ile toprağın imtizacından meydana gelir. Dolayısıyla Allah bizleri
menşe itibariyle topraktan yaratmış oluyor. Nutfe40
den yaratılmamız bu gerçeğe aykırı değildir1. Burada şunu da ilâve etmek gerekir ki, ilk insanın ve
daha sonra gelen insanların yaratılışı neticede toprağa dayandığı gibi, insanın bütün gıdaları topraktan geldiği için büyüyüp gelişmesi de toprak
sayesinde olmaktadır. Yani insanın maddî yapısı,
toprağın istihale ve şekil değiştirmesiyle meydana
gelmektedir. Toprağın üzerindeki her canlı için de
aynı şey söz konusu değil midir!?
Bir âyette, öldükten sonra dirilişi inkâr eden
bahçe sahibine arkadaşı şu cevabı veriyor: "Seni
topraktan, sonra nutfeden yaratıp düzgün bir
şekilde adam sûretine sokan rabbini inkâr mı
ediyorsun!?" (Kehf, 37). Bu âyette sanki şöyle deniyor:
"Bu toprak ve su ile bitkiler ve hayvanlar gıdalandı.
Ebeveynin de onları yediler ve sen doğdun. Sen de
onlardan yedin. O gıdalardan kan oluştu, zamanla
düzgün bir insan oldun. Dolayısıyla seni bu şekilde
bir kere yaratan bir kere daha yaratabilir"2.
Bir başka âyette de, insanı topraktan yaratan
Zât'ın onu tekrar toprak haline getirdikten sonra, bir
insan olarak yeniden yaratmaya kadir olduğu şu
vecîz ifâdelerle ispat edilmiştir: "Sizi topraktan yarattık, oraya iâde edeceğiz ve bir kere daha oraBurhan
dan çıkaracağız" (Tâ-hâ, 55). İnsanın ilk yaratılışı toprak olduğuna göre insan ölüp toprağa karıştıktan
sonra neden tekrar yaratılamasın!? Hamura şekil
vererek bir şey yaptıktan sonra, onu bozup tekrar
yapmak mümkün değil midir!? Bilâkis daha kolaydır.
"O'dur ki, sizi çamurdan yarattı, sonra bir
ecel takdîr etti. Bir de, O'nun katında belirlenmiş
bir ecel vardır. Sonra siz hâla şüphe ediyorsunuz" (En'âm, 2). Hayatla hiç alakası olmayan maddeye
hayat izâfe etmeye kâdir olan, hayatla belli bir müddet haşir neşir olmuş maddeye hayat vermeye evleviyetle kâdirdir3.
Kur’ân’da bazen de insanın bir başka merhalesi olan nutfeden yaratılmaya dikkât çekilir: "İnsan
neden yaratıldığına bir baksın! O sırt ve göğüs
kafesi arasından çıkan, atılan bir sudan yaratıldı. O, insanı tekrar diriltmeye de kâdirdir" (Târık,
5-8). Bu âyetteki rec' (dönüş) hakkında değişik görüşler ortaya atılmışsa da, müfessirlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilen görüş, insanın
tekrar diriltilmesi olduğudur4.
İnsanın nutfeden meydana gelişi, Allah'ın varlığını gösteren en açık delîllerden olduğu gibi, ba's,
haşr ve neşrin varlığına da kat'î olarak delâlet eder.
Çünkü, insanın meydana gelişi, valideynin bedenlerinde dağınık halde bulunan, hatta dünyanın her
tarafına yayılmış durumda olan zerrelerin toplanmasıyla olmuştur. Bu dağınık zerreleri toplayarak
nutfe haline getiren, sonra o nutfeden düzgün bir
insan yaratmaya kadir olan Allah, insanın ölümüyle
zerrelerinin dağılmasından sonra da, bu zerreleri
tekrar toplayıp yeniden, daha önceki gibi düzgün bir
insan yaratmaya da kadirdir5.
"Sizi dayanıksız bir sudan yaratmadık mı?!
Sonra onu belli bir müddet için sağlam bir yere
yerleştirdik. Böylece takdir ettik. Biz ne güzel
takdîr edicileriz!" (Mürselât, 20-23) âyetinde de zayıf
hakir bir sudan insan gibi muhteşem bir varlığı en
güzel sûrette yaratan Zât'a hiç bir şeyin ağır gelmeyeceği ifâde olunmuştur.
"Artık bundan sonra mücâzat günü konusunda seni kim yalanlayabilir?!" (Tîn, 7). "İnsanın
nutfeden yaratılması ve akıllara durgunluk verecek, lisanın vasfından âciz kalacağı derecede
mükemmel bir sûret alması ve halden hale sokularak bu şekli alması Allah'ın diriltme ve mücazâta kudretinin yettiğine dâir en açık
delîllerdendir. Artık bu kat'î delîlden sonra insanı hakikati yalanlamaya sevkeden nedir!?"6
Burhan
“... Sizi de annelerinizin karınlarında, üç
karanlık içinde, bir yaratışın ardından diğerine
çevirerek yaratıyor. Rabbiniz olan Allah işte
budur…” (Zümer, 6) âyetinde kat kat karanlıklar içinde
şaşırmadan iş gören sonsuz kudrete dikkat çekilirken, diğer taraftan insanın yaratılış evrelerinden
olan alaka, mudğa gibi safhaların her birisi ayrı bir
yaratılış olarak ele alınıp öldükten sonra dirilişe delil
sadedinde zikredilmiştir.
Şu âyetler de bu konuda güzel birer örnektir:
"Ey insanlar eğer öldükten sonra tekrar dirilme hakkında bir şüphe içinde iseniz, düşününüz, biz sizi topraktan sonra nutfeden, sonra
alakadan (rahim cidarına yapışan nesne), sonra
muhallak ve muhallak olmayan (belirli ve belirsiz)
bir mudğa (bir çiğnemlik et parçası) dan yarattık
ki, size beyân edelim. Ve dilediğimizi belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde tutarız, sonra
sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra da
yetişkinlik çağına... Sizden kimisi vefât eder, kimisi de bir şeyler bilir vaziyetten sonra hiç bir
şey bilmez bir hale gelmesi için erzel-i ömre
çevrilir… " (Hac, 5).
"Andolsun biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu sağlam bir yerde nutfe
haline getirdik. Sonra nutfeyi alaka yaptık, peşinden alakayı mudğaya çevirdik, mudğayı da
kemik yaptık, kemiklere de et giydirdik. Sonra
onu yeni bir yaratılışla inşâ ettik. Ahsenu'l-Hâlikîn olan Allah çok yücedir! Sonra siz, hiç şüphesiz öleceksiniz. Sonra yine siz, hiç şüphesiz
kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz." (Mü'minûn,
12-16).
........................................................
*. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı
ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır.
1. Bkz. Razî, XXII, 61.
2. Cevherî, V, 1. cüz, s.132.
3. Bkz. Yıldırım, Suât, Fatiha ve En'âm Sûreleri Tefsiri, s. 50.
4. Bu manâyı kabul eden tefsirlere misâl olarak bkz. Taberî, XII, 537; Razî, XXXI,119;
Kurtubî, XX,7; Alûsî, XXX, 96; Bursevî, X, 399; Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, VI, 3880 ...
5. Razî, XXXI,119.
6. Alûsî, XXX,177.
41
Otuzdört
akadirkarabulut@hotmail.com
Osman KARABULUTOĞLU
HÜKÛMETLERİN
HADİS
RİVAYETİNDE
TESİRİ
YAHUT
EMEVÎ VE ABBASÎ
İKTİDARLARI DAHLİ
(1)
mevi ve Abbasiler döneminde ki hadis nakli
ile alakalı olumsuz ve mevzu hadisleri ravilerin dirayeti ve ayıklama hususunda ki gayretleri önlemiştir. Şia’nın mevzu hadisleri de
muhaddislerin takibinden kurtaramamıştır.
E
Heykel Paşanın İddiaları:
“İslam’ın 1. asrından sonra ortaya çıkan siyasi
münakaşalar, tarafları kendi düşünce ve hareketlerini teyit sadedinde birçok uydurma hadis rivayet etmelerine yöneltmiştir. Hadisler Emevî’lerin son
dönemine kadar toplanmamıştır. Ömer Bin Abd’ü-lAziz hadislerin toplanmasını emretmiş ise de o dönemde tedvin edilmemiş, sonra Dare Kutni’nin tabiri
42
ile siyah öküzün kılları arasına karışan beyaz kıllar
gibi hadislerin doğrusu yalanına karıştıktan sonra
Memun döneminde tedvin edilmiştir. [1]
İslam’ın ilk asrında hadislerin toplanmayışı
galiba Resulullahın: ‘Benden Kur’an’dan başka bir
şey yazmayınız; kim de Kur’an’dan başka bir şey
yazdı ise onu imha etsin’ sözüne dayanmaktadır.
Ömer Bin Hattab hilafeti döneminde hadisleri
tedarik edip toplamak arzusu izhar etmiş ve Ashaptan görüş istemiş onlar da Ömer’in (r.a) hadisleri toplattırıp yazdırmasını uygun görmüş ancak
Ömer, bu istişare sonrası yaptığı istihare neticesi
bu fikrinden vazgeçip şöyle demiştir:
Burhan
Yukarıda Aktarılanlara
Karşı Mustafa Sabri
Efendi Şöyle Cevap
Veriyor:
“Derim ki eğer ‘Hayatı
Muhammed’ adlı eserin
müellifi iddia ettiği gibi ilmî
bir yol takip etse idi
yukarıdaki cümleleri
söylemez ve yine ö
cümleler içerisindeki
rivayetleri, hadis
kitaplarındaki rivayetlerin
sahih ve itimada şayan
olmadığına delil olarak
nakletmezdi.
Zira eğer Nebi (s.a.v),
kesin-kes sözlerinin
yazılmasını yasaklasa ve
yazılanların imhasını
istese, Ömer (r.a) ta işin
başında ne hadisleri
yazdırmaya yönelir ve ne
de ashaptan bu hususta
fetva ister; şayet istese
bile ashap bu fetvayı
kendisine vermez!
Burhan
43
Bu tavır; ‘Hayatı
Muhammed’ adlı
kitabın müellifinin
hadis ulemasına
sûi zannından öte
“Ben süneni Resulullahı
yazdırmak istedim, fakat asla
kitabullaha hiçbir şeyi karıştırmam’ ve sonra da şehirlere
şu talimatı vermiştir: ‘Kimin
yanında (Sünenden) bir şey
varsa imha etsin.’ Sonra
hadis, hadisi doğurdu ve bu
iş uzayıp gitti. Memûn döneminde de hadisleri toplayanların indinde sahih olanlar
toplandı.” (Hayatı Muhammed, Mahmut Heykel Paşa S. 49-50)
Yukarıda
Aktarılanlara
Karşı Mustafa Sabri Efendi
Şöyle Cevap Veriyor:
bir şey değildir.
Ayrıca
hadislerin yazımı
hususunda ilmî bir
yol takip edene
gerekli olan,
Nebi’nin (s.a.v)
yazımı
yasaklayışını ve
yazılanların imhası
hususunu
düşünmesi
gerekmez mi?
44
“Derim ki eğer ‘Hayatı Muhammed’ adlı eserin müellifi
iddia ettiği gibi ilmî bir yol takip
etse idi yukarıdaki cümleleri söylemez ve yine ö cümleler içerisindeki
rivayetleri,
hadis
kitaplarındaki rivayetlerin sahih
ve itimada şayan olmadığına
delil olarak nakletmezdi.
Zira eğer Nebi (s.a.v),
kesin-kes sözlerinin yazılmasını
yasaklasa ve yazılanların imhasını istese, Ömer (r.a) ta işin başında ne hadisleri yazdırmaya
yönelir ve ne de ashaptan bu
hususta fetva ister; şayet istese
bile ashap bu fetvayı kendisine
vermez!
Sonra eğer Ömer, Süneni
toplama düşüncesinden, Nebi’nin (s.a.v): ‘ Kimin yanında
(benden) bir şey varsa onu
imha etsin’ sözüne ittiba etse ve
elinde yazılı metin bulunanlarda
bu metinleri imha etmiş olsa idi
elbette onlardan sonraki muhaddisler bu hadisleri kitaplarına yazmazdı.
Hâlbuki biz, Muvatta’i Malik’i, Mesanîd’i Ebu Hanife’yi,
Mesanîdi Şafii’yi, Müsned’i
Ahmet Bin Hanbelî, Sahihi Buhari’yi, Müslim’i, Süneni Ebu
Davut’u, Tirmizi’yi, Nesei ve İbni
Mace’yi yazılı olarak görmekteyiz.
Ve yine Allah Resul’ü nehyetsin, bütün ümmet hatta
Ömer ve ashap buna muhalefet
etsin, bu akıl kârımıdır? Mümin
idraki bunu kabul eder mi? Üstüne üstlük muhaddisler sahabenin ‘İcma’ına muhalefet etsin,
onların imha ettiğini yazsın?
Bundan da öte aslı zayi olduktan sonra imha edilenlerinde
kalplarını derpiş etsin?
Bu tavır; ‘Hayatı Muhammed’ adlı kitabın müellifinin
hadis ulemasına sûi zannından
öte bir şey değildir.
Ayrıca hadislerin yazımı
hususunda ilmî bir yol takip
edene gerekli olan, Nebi’nin
(s.a.v) yazımı yasaklayışını ve
yazılanların imhası hususunu
düşünmesi gerekmez mi?
Nebi (s.a.v), acaba söylediklerinden döndü mü? Yoksa
söylediklerinin
sıhhatinden
kuşku duyarak onların yok olmasını veya unutulmasını mı
arzu etti? Müellifin maksadına
uymasa da Resulullah sözlerinin akıl ile uyumunu mu düşündü!?
Son olarak, ilmî bir metot
izleyenin bütün yazılı hadisler
imha edildikten sonra, hadislerin imhası ile alakalı hadis niçin
imha edilmemiş bunu düşünBurhan
mez mi? Veya onun lehine olan hadisler
ona nasıl ulaşmış? Öyle ya imha edildiler!
Hadis kitaplarındaki hadislerin, hepsinde kuşku uyandırmak isteyenlere yukarıda arz edilen sualler sorulmaz mı?
Evet, hadis imamlarının indinde yukarıdaki rivayetler malumdur. Kitabet hususunda ki ihtilafları da bilinmektedir, her iki
tarafın tutundukları deliller vardır. Ancak
müellif, tâ Nebi’nin devrinden beri hadislerin yazılışı ile alakalı delilleri tıpkı garplı
müelliflerin yaptığı gibi kendi düşüncesini
korumak için yazmamaktadır.
İş nerden nereye vardığına baktığınız da, zatı muhterem mucizeleri inkârdan, mucizelerle alakalı hadisleri inkâra,
oradan da mutlak hadisi inkâra, söz burada da kalmıyor hadis yazımını inkâra
gelip dayanıyor. İlmî sandığı yol onu şaşırtıyor. Öyle ki: Nebi (s.a.v) in Veda Hutbesindeki: ‘Size (iki şey) bırakıyorum ki,
onlara sarıldığınız müddetçe ebedi olarak şaşmazsınız, (o iki şey de) Allah’ın kitabı ve Resûl’ünün sünnetidir.’ sözlerini
kitabına yazıyor. (Hayat Muhammed, 2. baskı, S. 484)
Sormazlar mı adama, Resulullah
yasaklamasına rağmen kitabullahın yanında imhasını emrettiği ve yazımını yasakladığı sünnetine sarılmayı nasıl
emreder? İmha hadisi gereği veda hutbesinin de imhası gerekmez mi? ( Ş, İ. M.Sabri
Efendi Mevkıf’ü-l-ilm C. 4 S. 60-62)
...........................................................
[1] Dare Kutnî’nin bu sözü var olanı yok olanla örneklemedir ki bu bir
aşırılıktır. Adı geçen hadisleri bu sözü ile idam ediyor kendisi toplayıcılardan olduğu için bu sözü ile açıkça çelişkiye düşüyor. Garip olan
şu ki saçma Mücessime mezhebinden olan Dare Kutnî hiçbir değeri
olmayan mevzu hadisleri mezhebine mesnet olarak gösterip Allah
hakkında şöyle demektedir: Onun oturuşuna ve yanında oturtulanlara
şaşmayın
Yani demek istiyor ki: O sağına ve soluna dilediğini oturtturur.
Bu sözlerinden anlaşılıyor ki, ‘Beyaz tüy siyah öküzün cildindir.’ Hakikatte kendi naklettiği hadislerdedir. Zira Allah hakkında ipe sapa
sığmaz ve akla uymaz uyduruk şeyler söyleyip duruyor.
Burhan
45
Otuzdört
bulut.umut@hotmail.com
Umut BULUT
TASAVVUFTA
ASLOLAN
MADDEYE
NÜFUZ
ETMEKTİR
46
Burhan
M
addeye sözü geçmeyenlerin manaya
İslam dünyasının heyecanını, aşkını ve
sultan olmaları da büyük bir yalan-
umudunu donduran bir tasavvuf anlayışı, Müs-
dır. Evinin üst katında kaşık ve sü-
lümanlara düşmanlarının dahi yapamadığı kö-
pürge yapıp, alt katta ihvanına tarikat dersi
tülükleri
veren sufilerden, bu günkü milletin sırtına
tekâmüldür. Her gün her an Müslümanlara
yükten başka bir şey olmayan sufilere kaldığımız içindir ki; dünya ve ahiret iki yakamız bir
araya gelmiyor. Bir köşeye çekilmiş dilenci sufiliğini bırakıp, hayatın her alanına müdahil
aktif bir sufiliğe geçemedikten sonra da iki yakamız bir araya gelemeyecektir.
yapmıyor
mu?
Durmak
geri
yeni bir hamle ruhu üfleyecek, heyecanı harekete geçirecek, kışkırtacak, canlandıracak bir
tasavvuf anlayışına ekmekten sudan çok ihtiyacımız yok mu sizce de Bilmemiz gerekirki;
sabır tahammül değil, direnmektir.
Tasavvufun özünde mânanın maddeye
Sabır, mücadeleye ve hamleye hazır-
nüfûzu söz konusudur. Maddeninse manaya
lanma sürecidir. Uyuşuk, köhne, pasif ve ağlak
hizmeti esas alınmıştır. Birbirini besleyen iki
müslümanlığı kendi karanlığında bırakıp,
olgudur madde ve mana... Tasavvufu yaşamak
hamleci, aktif ve müdahil müslümanlığı doğru
iddiasıyla maddeyi ihmal etmek, tek kanatla
bir tasavvuf anlayışıyla tesis etmemiz müm-
uçmaya kalkışmaktır ki; tek kanatla uçmaya
kündür.
kalkışan kuşlara kargaların dahi gülmesi yadırganmamalıdır.
''Kum feenzir'' (AYAĞA KALK VE UYAR!)
Tasavvuf tabiri caizse ne kadar içerdeyse,
o kadar dışardadır.''Ked eflehe men tezekka''
hitabına muhatap olan sadece Peygamber
Efendimiz (s.a.v) olmasa gerektir. İnsan ve
(temizlenen kurtuldu) sırrıyla içini temizler-
Müslüman olan herkes bu hitaba muhataptır.
ken, dışını da ihmal etmemektir. Sofinin cahili
AYAĞA KALK!
şeytanın maskarası olduğu kadar, sofinin dilencisi de kulların maskarası olmaktan kurtulamaz. Para saymayı bilmeyen ellere tesbih
Zikir öğrendiğimiz kadar adap, adap öğ-
çekmeyi öğretmemeli, tarihi tecrübemiz, para
rendiğimiz
saymayı bilen ellere tesbih çekmeyi öğretme-
sonra; Necip Fazıl Üstadın '' Kaba softa ham
nin lüzumuna işaret ediyor. Aksi olursa ne ol-
yobazları'' olmaktan kurtulacağımıza kim ga-
duğu önümüzde koca bir pişmalığın acıklı
ranti verebilir?
kadar
hizmet
öğrenmedikten
hikâyesi olarak durmuyor mu?
İslam dünyasının bu günkü acıklı halini
düşündükçe de ne derece isabetli düşündüğü-
''Cahil ne bilsin kimde hüner var'' hüner,
hem manaya hem maddeye hakim olmaktır.
müzü anlamamak için ya akıldan yana zafiyetimiz olmalı, ya iyi niyetten... İbrahim Edhem
Hazretlerini misal verenlere diyelim ki; İbra-
Unutmayalım ki; Yunus Emre zikir çek-
him Edhem Hazretleri sultanlığı bırakmış olsa
mekle değil, odun taşımakla ''Bizim Yunus'' ol-
da; asla çalışmayı, kazanmayı ve dağıtmayı
muştur. Odun diye kendini taşıyanlarınsa bu
ömrünün sonuna kadar bırakmamıştır.
sırrı anlamaları beklenemez...
Burhan
47
Otuzdört
aydin_basar@hotmail.com
Aydın BAŞAR
Ömür Hep
Arayacak Kadar
Uzun Değil
Hz Ebubekir: “Ben ancak Allah ve resulü
tarafından gösterilen istikameti takip ederim,
yoksa yeni bir yol ihdas edeceklerden değilim.”
Hz. Osman: “Ben tabi olanlardan, taklid
edenlerden ve uyup gidenlerdenim. Size yeni
bir yol gösterecek değilim”
48
Burhan
in konusunda hemen herkesin belli başlı
hassasiyetlere dikkat etmeden üstün körü
konuştuğu bir toplumda, kafa karışıklığı ve
fikir bulanıklığı gibi bir takım sorunlarla karşılaşılır.
Bu tip problemlerin söz konusu olduğu bir ortamda
söyleyecek sözü olanların, lafı eveleyip
gevelemeden, net bir şekilde söylemelerinde fayda
vardır. Net fikirler ve net ifadeler bizleri amaca daha
çabuk yaklaştıracaktır. Bu duygu ve düşüncelerle
bu yazıda felsefe ve tasavvufu “aramak ve
bulmak” ifadeleri ekseninde değerlendirmeye
çalışacağız. Bunu yaparken de konunun çok geniş
ve zor bir konu olması sebebiyle, sadece bir iki
hususa değinmekle yetineceğiz.
D
Tarih boyunca iman hizmetleri ve olgun insan
yetiştirme konusunda, tasavvuf ehlinin çok önemli
gayretleri söz konusudur. Bu nedenle bizim İslam
medeniyetimizde tasavvufun çok müstesna bir yeri
vardır. Tasavvuf tornasından geçmiş olan yani bu
eğitimi almış olan insanlara baktığımızda bir
sükunet, rıza ve teslimiyet halini gözlemlerken,
felsefe ile uğraşanlarda ise genellikle bir kafa
karışıklığı ve huzursuzluk hali dikkatimizi çeker.
Yani bunu kısa bir formül ile anlatmaya çalışırsak,
“tasavvufta bulmanın lezzeti, felsefede ise
aramanın hırçınlığı” vardır.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem açık ve
net olarak “İlmin kapısı Ali’dir” diyor, Felsefeciler
ise o kapının dışındaki her kapıyı zorluyorlar.
Bazen bu kapılar Sokrat ve Dekart gibi biraz büyük
kapılar, bazen de Niçe veya Kant gibi minik kapılar
oluyor. Hatta bazen kapı bile aramadan, Darvin gibi
fare deliklerinden hemen hoppadana ilme girmeye
çalışıyorlar. Sonuç olarak ilim deryasında hamsi
kadar yeri olmayan bu kimseler, devenin kümese
girmeye çalışırken kümesi başına yıkması gibi
vahim bir sonuç ile karşılaşıyorlar.
Felsefeciler bir hikmet arayışı içerisinde
olduklarını söylerler. Doğrusu bu söylediklerine
kendileri de inanmışlardır. Hatta biraz da buna
fazla kaptırmışlardır kendilerini. Hikmet aramak
tabiri çoğu insana sevimli gelir ve böylece bir
felsefe merakı sarar insanları… Elbette felsefe
okumak, o alanda bir fikir sahibi olmak, bazı
konularda ondan yararlanmak veya en azından
felsefi düşünen insanları daha iyi anlayabilmek
amacıyla faydalıdır denilebilir. Bunun yanında belki
daha birçok faydaları da vardır. Ha bir de elbette
birçok önemli zararları da yok değildir. En büyük
Burhan
zararı şu olsa gerektir ki; felsefe deyince bir
“hakikat arayışı” aklımıza gelir. İşte felsefenin
kötülüğü onun bu “arayış”tan ibaret olması ve
arayışın
kendisinin
bir
amaç
olarak
benimsenmesidir. “Aramak” bir amaç olunca da
yapılan iş aslında “hakikat arayıcılığı” falan değil
“filozofçuluk oyunu” olur. Ve bir insanın ömrü şayet
gayesi sadece “aramak” ise henüz aradığını
bulamadan tükeniverir. Yani ömür hep arayacak
kadar da uzun değildir.
Bir soru ile devam edecek olursak, bu hakikat
denilen şey ne kadar gizlidir ki bunca yıldır o kadar
büyük filozoflar hep bunu arayıp durmaktadır?
Belki de onlara göre Yüce Allah, filozoflar arayıp
bulsun diye hakikatlerini hep saklamıştır. Ve yine
onlara göre; haşa ki bu hakikati öyle herkes
Bir soru ile devam edecek
olursak, bu hakikat denilen şey
ne kadar gizlidir ki bunca yıldır
o kadar büyük filozoflar hep
bunu arayıp durmaktadır?
anlayamaz, yalnız kafası çok iyi çalışan büyük
filozoflar anlar, felsefeden anlamayanlar ise; o
garibanlar ne de olsa zaten âvâmdır bunu hiç
anlamazlar,
Aradığını yanlış yerlerde arayanlar bir ömür
boyu bile arasalar bulamazlar. Bu uğurda az
filozofun saçları ağarmamış ve az filozof da telef
olup gitmemiştir. Ne gariptir ki, akıl hastalığına
yakalanarak gencecik yaşta vefat eden, kendine
bile bir menfaati olmayan zavallı filozoflar bile,
bizlere büyük insanlar olarak sunulmaya
çalışılmaktadır.
Elbette Sokrat, Eflatun veya Aristo’dan
öğreneceğimiz çok şey vardır. Fakat açıkçası bir
Müslüman için bütün bu zevat ancak yemeğin
yanında yenen bir salata veya cacığa benzerler.
49
Çünkü asıl hikmet yemeğini bizlere Kuran ve Hadis
sunar. Bu konuda Cüneyid-i Bağdadi hazretleri
şöyle söyler: “Peygamberlerin izini takip
müstesna Allah’a giden yolların hepsi kapalıdır.
Bizim bu ilmimiz kitap ve sünnetin esasları ile
bağlıdır.”1
yoludur. Onlar kendilerinden önce gelen mezhep
imamlarına, şeyhlerine ve pirlerine daima hürmet
eder ve onların aktardıkları bilgileri de birer baş tacı
olarak kabul ederler. Felsefecilere gelince onlar ise
kendisinden önce gelen filozofların fikirlerini
çürütmeye çalışarak ömürlerini çürütürler.
Kuran ve sünnetten sonra ise bu hikmetleri
bize başta Ehli Beyt ve Eshabı Kiram kaynakları
olmak üzere Mevlana; Bektaşi Veli, Yunus Emre,
İmamı Rabbani, İmamı Gazali, Şah Nakşibendi;
Abdulkadir-i Geylani, Ahmed Er Rıfai, Halid-i
Bağdadi, Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi ve Esadı Erbili gibi büyük zatların eserleri sunar. Ki bu
zevat-ı kiram direkt olarak Kuran’dan alırlar
ilhamını. Akıl pehlivanı ile koca hikmet deryasına
karşı güreşmezler. Haddini bilirler.
Biz felsefeden de zaman zaman faydalanacak
ve onun da güzel yanlarını alacak isek eğer, bir
düsturumuz olmalıdır. Ki felsefe hakikati aramada
ne yegâne metot ne de tek yöntemdir. İsmi “ekol”
bile olsa bir felsefi düşünce sistemine bağlanıp
kalmak, acaba aklın gerçek özgürlüğü müdür?
Yoksa aklı yaratanın usul ve yöntemlerini
benimsemek mi gerçek özgürlüktür? Yol icat
etmekle değil, yola tabi olmakla insan özgürlük
menziline vasıl olur. Yolu seyretmek yerine de yola
düşmek gerekir. Hiç mi Hz Ebubekir ve Hz
Osman’dan ibret almayacağız. Onlar hilafet
makamına ilk geçtiklerinde vermiş oldukları
hutbelerde şunları söylediler:
Veliler peygamberlerden sonra hikmet ve
doğru bilgi aktarımı konusunda da bir vazifeleri
bulunan kimselerdir. Bu önemli vazifelerinden
dolayı muhibbisi olan kişiler onların etrafında
halkalanır ve onlardan Kuran hakikatlerini
öğrenirler. Bir veliyi de aktardığı bilgilerin
sahihliğinden veya sözlerindeki hikmetlerinden
tanıyabiliriz. Çünkü Yüce Allah hikmetini kimin
kalbine koyacağını çok iyi bilir ve onun kıymetini
bilmeyecek olan kişilere onu vermez.
Velilerin yolu, Peygamberler, pirler ve hocalar
50
Hz Ebubekir: “Ben ancak Allah ve resulü
tarafından gösterilen istikameti takip ederim,
yoksa yeni bir yol ihdas edeceklerden değilim.”
Hz. Osman: “Ben tabi olanlardan, taklid
edenlerden ve uyup gidenlerdenim. Size yeni bir
yol gösterecek değilim”2
Burhan
Bu yazıyı yazmaktaki amacımız felsefeyi
küçümsemek veya aklı inkar ederek onun lüzumsuz
birşey olduğunu anlatmak değildir. Tam tersine
felsefi miras içerisinde de yitiğimiz olarak kabul
edilebilecek bir takım hikmetler elbette vardır. Fakat
felsefenin yeri konusunda daha söyleyeceğimiz çok
söz kaldı. Şimdi söylediklerimiz ise bazı felsefeyle
ilgilenen kimseleri birazcık kızdırmış olabilir. Fakat
unutmayalım ki felsefeciler hep bize “eleştirel
bakış”ı önerirler ve onlar “şüphe”yi de bir metod
olarak benimserler. Öyleyse herhalde onlara göre;
bizim de felsefeyi eleştirmek ve ondan biraz
şüphelenmek hakkımızdır zannederim. Fakat şunu
da inkâr etmeyeceklerdir ki: Felsefede laf gayet
çoktur. Tasavvufta ise konuşmaya bile hacet
kalmadan birçok tecrübenin ve halin aktarılması söz
konusudur. Nitekim bu konuda Şeyh Ebubekir Vasiti
şöyle söyler: “Sadık bir mürit için pirlerin
susmalarından hasıl olan fayda konuşma ve söz
söylemelerinden hasıl olandan ziyadedir.”3
her şeyi aklıyla halledebileceğine inandıran ve
böylece hayat denizinde kılavuzsuz bırakarak onu
şaşkınlık girdabına sürükleyen azgın bir dalga
olmasıdır.
Gül bahçesinin kapısı, falan düşünürün veya
filozofun sözleri değildir. “La raybe fiyh” olan yani
içerisinde hiçbir şüphe olmayan Kur’an-ı Kerim’dir.
Sevenlerin ve sevilenlerin olduğu bir gül bahçesi ile
acı meyveler veren verimsiz arazi bir olmaz.
Söyler misiniz bana! Evlatlarına miras olarak
şüphelerini bırakan solgun benizli bir baba mı,
yoksa onu şüphelerden kurtararak ona gerçek
hikmetleri öğreten gül yüzlü ve şefkatli bir baba mı
daha hayırlıdır?
Ne mutlu Allah’a dost olma şerefini kazanmış
Sonuç olarak teslimiyeti ve rızayı bir erdem
olarak gören tasavvuf ile şüphe, itiraz ve eleştiri
yöntemini benimseyen felsefe arasındaki en önemli
fark, tasavvufun bütün şüpheleri yok ederek
kalplere ulvi bir heyecan, itminan ve sükunet
duyguları kazandırmak suretiyle bir huzur yolu
olması iken, felsefenin ise asrın tedirgin insanın
zihninden söküp atamadığı şüphelerine yenilerini
de ilave ederek kalpleri huzursuz ettiği halde, insanı
Burhan
evliyalara ve ne mutlu arkasından bir rahmet duası
okutanlara...
...........................................
1 Süleyman Uludağ’ın yazdığı bölüm bkz. Kara, Mustafa, Tekkeler ve Zaviyeler,
İstanbul, 1990, s.25
2 Her iki konuşma için de bkz; Hilafet ve Saltanat, Mevdudi, s. 104, 105; Taberi, c. 2,
s 450
3 Feridüddin Attar, Tezkireü’l – Evliya II, Ter: Süleyman Uludağ, İstanbul, 2002, s. 313
51
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden
Abdullah bin Amr (r.a) anlatır:
Bir defasında Allah resulü (s a v) benim
evime gelmişti.
Bu sırada bana hitaben dedi ki:
— Ey Abdullah bin Amr! Öğrendiğime göre
sen, bütün geceleri namazla, gündüzleri de
oruçla geçiriyormuşsun doğru mu? Ben:
— Evet, öyle yapıyorum dedim; Bunun üzerine buyurdular ki:
— Senin her ayda üç gün oruç tutman kâfidir. İyi ameller, bire on mükâfatlandırılır. Böylece, bütün seneyi oruçlu geçirmemiş olursun.
isteyen Sensin, eğer senin yoluna uydumsa
beni seçen Sensin, eğer sana itaat ettimse
beni buna muvaffak eden Sensin, eğer sana
bağlı kaldımsa beni kollayan Sensin”
Allah Teala irfan sahiplerini, fazlı ve rahmetiyle gerek ibadetlerinde gerekse zikirlerinde
nefislerinin eline bırakmaz. Bilakis onların başına şefkat taçlarını tekrar, onların üzerine
ihsan ve ikram bulutlarından rahmet yağmurlarını yağdırır
Musa (a.s)‘ın şöyle dediği rivayet olunur:
Bu hadis-i şerifte pek çok sıralar vardır.
Onlardan bazılarını zikredelim:
“Ya Rabbi! Vücudumda her kılda,
senin iki lütfun varken verdiğin nimetler için
sana nasıl şükredebilirim?” Musa (a.s) Allah’tan şu cevabı aldı:
Amellerin nurunun kesintisiz bir şekilde
birbirini takip ettiği müjdelenmiştir. Amellerin
arasındaki vakitler uzasa bile aralarındaki bağ
kesilmez.
“Ey Musa! Bana şükretmekten aciz olduğunu anladığım zaman bana şükretmiş
olursun”.
Amellerin karşılığı olarak, Muhammed
ümmetine has bir şekilde kat kat sevabın verilmesidir. Ümmetin kalplerini hayır yapmaya teşvik etmek için her bir iyiliğe on kat sevap verilir
Kula bezginlik ve bıkkınlık verecek şekilde zorlama yapılmaması gerektiği emredilmiştir.
Kalbe gafletin hâkim olmaması için daimi zikre
dalmaktır. Allah’ın vaadine ve ihsanın güzelliğine kesin olarak inanmaktır.
Denildiğine göre, Allah Teâlâ Davut (a.s)’a
“Nimetlerime şükret“ diye vahyeder. Bunun
üzerine Davut (a.s): “İlahi, sana nasıl şükredeyim ki, şükretmek de senin bir nimetindir”
diye niyaz edince, Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Bunu bildiysen kullarımın en çok şükredeni sensin”.
Muhammed bin Semmak (r.a) şöyle der:
Bütün bu hasletler, dünyevi ve uhrevi dertlerin hepsinden sıyrılan ariflerin hasletleridir.
Onların bütün dertleri Rableri olmuştur. Allah
olanın, hiçbir derdi yoktur.
Yahya bin Muaz (r.a) bir münacatında
şöyle niyaz eder:
“Sen zikretmezden evvel seni zikredeni zikret, sen sevmezden evvel seni seveni sev. O seni andığı için sen O’nu
anabildin. O seni sevdiği için sen O’nu anabildin. O seni sevdiği için sen O’nu sevdin”.
“İlahi! Eğer seni tanıdımsa bana bu
yolu göster Sensin, eğer seni istedimse beni
Ebu Bekir Vasıti (r.a) “Hakk’ı anmayı
unutanın aklı başından gider” demiştir.
Bilmen gerekir ki ariflerin vasıflarının en alt
derecesi, maddi bir bağ olmaksızın kalben Allah’la birlikte olmalarıdır. İşte bu sadece, Allah’ı
zikretmekle mümkündür. Allah Teala, “ Elbette
ki Allah’ı anmak (ibadetlerin) en büyüğüdür.”
ayetinde bu sırrı açıklar. Bir diğer ayetinde ise,
şöyle buyurur: “Kullarımdan şükreden azdır!”
Yani O’na şükrederken minnetini gösteren azdır.
Musa (a.s)’ın, münacatında şöyle dediği
hikâye edilir:
“İlahi! Âdemi elinde yarattın, ona ruhundan üfledin, onu cennetine koydun, meleklerine ona secde etmelerini emrettin. Ona
verdiğin bütün bu nimetlere nasıl şükretti?”
Allah (c.c)“Bu nimetleri, benden bildi.
Bana şükrü, bunu böyle bilmesi olmuştur”
buyurdu.
Allah’a itaat eden kimse, O’nun muvaffak
kılmasıyla itaat eder. Bu itaat, kula verilen bir ihsandır. Allah’a asi olan kimse ise nefsinin azmettirmesi ile O’na isyan eder. Bu isyan, onun
aleyhine bir delildir. İtaat edene henüz itaat etmeden Allah’ın ihsanı yetişir. Asi olana ise henüz
isyan etmeden Allah’ın adaleti yetişir. Çünkü
Hak dilediğini yapar.
Rivayet edilir ki İbrahim (as)
“İlahi Sen olmasaydın, Seni nasıl tanırdım?” diyerek niyaz etmişti.
Ebu Abdullah (r.a)’a sordular: “Birinin bizi
medh-ü sena etmesini neden bu kadar çok seviyoruz?” Ebu Abdullah şöyle cevap verdi:
“Çünkü sizler, Allah’ın sizlerle verdiği nimetleri ve hoş ihsanlarını unutuyorsunuz. Şükretmeyi unutan, nimete nankörlük eder ve
bu nimet onun başına bela olur!”
ZİKİR EHLİNİN MERTEBELERİ
Ey oğul!
Allah sana marifet bahşetti. Senin bir müdahalen olmadan ve bu hususta kimseden bir
yardım görmeden O’na ibadet etmeye seni mu-
vaffak kıldı. Bu durumda O’ndan başkasından
karşılık ve yardım talep etmeden, O’nu zikretmeden ve hizmetinde bulunman gerekir.
Zikir ehlinin mertebeleri çeşitlidir. Bazıları
İslam nimetinden dolayı zikreder. Bazıları, sünnet ve cemaatten dolayı, bazıları ise zikrine minnetten dolayı zikreder. Öyle ki kalbi paramparça,
dili lal olur, aklı allak bullak olur. O’nun azameti
karşısında şaşkına döner, ihsanı karşısında kendinden geçer, muhabbeti karşısında hayran olur.
Her şeyin O’nunla kaim olduğunu bilir.
Zikir, zikredende korku ve haşyet uyandıran zikir ve zikredende şevk ve muhabbet uyandıran zikir olmak üzere iki türlüdür. Korku ve
haşyet uyandıran zikir, önünde Allah’ı zikreden
kişinin zikridir. O kişi Allah’ı zikretme sebebinin,
Allah’ın onu zikretmesiyle olduğunu görür. O’nu
zikretmeye ancak yine O’nu zikretmekle kavuşacağını bilir. Diğeri ise hiçbir varlığın, hatta dünyanın dahi olmadığı ezelde Allah’ın zikrettiği
kişinin, yaptığı zikirdir. Akabinde o kişi, Allah’ın
kendisini ezelden ebede zikrettiğini anlar.
Ne var ki bu zikrini nefsanî arzular bulandırmış ve ona gaflet veren şeyler karışmıştır.
Zikrullahı idrak ederek Hakk’ın huzuruna
varan kimse ile O’nun ihsan ve nimetini idrak
ederek Hakk’ın huzuruna varan kimse arasında
büyük fark vardır. Kulun Allah’ı zikretmesinin, Allah’ın kulu zikretmesine bağlı olduğunu bil. Tıpkı
yağmur damlaları altındaki bir toz gibi…
Arifler bu manada şu şiiri söylemişlerdir:
“Ey benim ümidim olan Rabbim, senin
zikrinle özüm, ruhum hayat bulur. Senin beni
zikretmen, benim seni zikretmemden daha
yücedir. Şükrünü eda etme hususunda acizim. Hesapsız nimetlerinin hangi birine şükredeyim?”
53
Otuzdört
Ersan BİLGİN
Alemlere Rahmet
Hz.Muhammed Mustafa (s.a.v)
“Kim, Allah’a ve Rasulü’ne itaat ederse,
Allah o kimseyi altından ırmaklar akan cennetlere koyar…” (Fetih 17)
Rasulullah aleyhisselam; En Mümin ve En
Başarılı Şahsiyet
SÜNNET ve HADİS; kainatın gelmiş geçmiş
en mümin ve hayatta en başarılı insanı olan Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhisselam’ın,
Kur’an-ı Kerim rehberliğinde oluşan sözleri, davranışları ve onaylarıdır.
Peygamberimiz (s.a.v), en mümin şahsiyettir çünkü O’nun Yüce Allah’a teslimiyeti ve itaati
mükemmeldi. Peygamberimiz (s.a.v) insanlığın en
başarılı insanıdır çünkü O (s.a.v), her açıdan karanlığın, cehaletin ve zulmün derekesinde olan insanları dönüştürerek bir inkılap gerçekleştirmiş,
23 yıl gibi kısa bir sürede Saadet Asrı’nı yaşatmıştır.
O halde her alanda ve her zaman maddi ve
manevi anlamda başarılı olmak için Rasulullah’ı
örnek almamız zaruridir.
54
“Onlar, Allah Rasulü’nü Çocuklarını Tanıdıkları Gibi Tanırlar”
Bir Müslüman olarak, Kur’an-ı Kerim’deki şu
ayeti kerimeyi her okuyuşta Peygamberimiz’i gereği
gibi tanıyamayışımdan dolayı hep utanmışımdır.
Sizlerin de aynı duyguyu yaşayabilmeniz için önce
ayetin muhtevasına bakalım: “Bizim kendilerine
kitap verdiklerimiz, O’nu çocuklarını tanır gibi
tanırlar. Kendilerini hüsrana uğratanlar, işte
O’na inanmayanlardır.” (En’am, 6/20, ayrıca bkz. Bakara 2/146)
Ayet bir yönüyle Peygamberimiz’in geçmiş
ümmetler (Yahudiler, Hrıstiyanlar, vs.) tarafından
çocukları gibi tanındığını haber verse de, bir yönüyle de biz Muhammed Ümmetine O’nu öz çocuklarımız gibi tanımamız gerektiği emrediyor. Bu
noktada şu soruyu sormak gerekir;
“En iyi tanıdığımız insan kadar Peygamberimiz’i tanıyor muyuz ve O’nu tanıyıp, O’na benzemeye çalışıyor muyuz?”
Kendisi hayatın her alanında ve anında üsve,
model olan bir insanı, kendi öz benliğimizden daha
iyi tanımalıyız ki; pratiğimizi O’na benzeterek kendimizi mutmain kılıp, ateşten koruyalım. Bizim rehBurhan
ber olarak O’nu tanımaya ve hayatını hayatımızda
güncelleştirmeye her an ihtiyacımız vardır.
Peygamberlerin ve Peygamberimiz’in gönderilmesi, onların hayatı yönlendirmede öncü olup
İslam toplumlarını örgütlemeleri ve bu yapılanmayla
tarihin seyrini değiştirecek önemli olayların gerçekleştirmelerinin adı; “Eyyâm’ullah’tır.” Peygamberimiz’in doğumu da, risaleti de, mücadelesi ve
başarıları da “Eyyâm’ullah’tır.” Yani; Rabbani lütufların bol olduğu, insanlığın nimetlere garkolduğu;
Allah’ın günleridir.
Doğumunu ve risaletini eyyâm’ullah’tan saydığımız Peygamberimiz’le ilgili anma proğramları
O’nun hayatının canlılığını yansıtmalı ve bu hayat,
yaşanabilir bir model olarak da sunulmalıdır. Daha
açık bir ifade ile söylersek; Hz. Peygamber’in hayatını, hayatımızın genişlik boyutunda mektepleştirerek ve kurumlaştırarak yaşamalıyız.
İdeolojik ve seküler düşüncelerden toplumumuzu muhafaza ve İslami olmayan piyasada küfür
virüsü taşıyan neslimizi koruyabilmek için başta
Kur’an-ı Kerim sonra da hadis-sünnet külliyatı
olmak üzere Peygamber Efendimiz’i insanlığın haBurhan
yatına acilen taşımak zorundayız.
O’nun dünyaya bakış tarzı, dünya görüşü olarak tercih edilmedikçe ve O’nun pratiğine bağlı bir
proje uygulanabilir olarak ortaya konulmadıkça insanlık, özelde de Müslümanlar hep hüsranda olacaktır…
Hamd olsun Alemlerin Rabbi olan Allah’a.
HALİD B. ZEYD EBÛ EYYUB
EL-ENSÂRÎ (RA)…
Sahabe’den Eslem b. Ebû İmran anlatıyor:
…İstanbul Kuşatmasında bulunuyorduk.
Büyük bir düşman askeri birliği surlardan saldırdı,
biz de saflar halinde karşılık verdik. Tam bu sırada
Müslümanlar’dan bir mücahid, açıktan düşman saflarına daldı. Bunu gören mücahidler, ahh! ettiler ve
“Sübhanellah!..Göz göre göre kendini tehlikeye
attı”, dediler. Bu sözler üzerine Rasulullah Aleyhisselam’ın sahabisi (ve İstanbulumuz’un kutlu misafiri) Ebû Eyyub (ra), şöyle dedi:
55
“Ey Müslümanlar!.. Sizler bu ayeti (“Allah
yolunda infak edin ve kendinizi kendi ellerinizle
tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah,
iyilik edenleri sever.) (Bakara,195) böyle mi yorumluyorsunuz? Halbuki o ayet, biz Medineli Müslümanlar’(ın yanlış tavrı sonucu) inmiştir.
(Şöyle ki:) Allah Teala, İslam’ı düşmanlarına
üstün kılmış, dinine yardım edecekleri de arttırmıştı.
Bunun üzerine bizden bazıları kendi aralarında, “Mallarımız bakımsız kaldı, ziyana uğradı. Şimdi ise Allah (cc), İslam’ı aziz kıldı ve
yardımcılarını da çoğalttı. Artık biz, mallarımızın başına dönsek, onların ıslahıyla meşgul
olsak” demiştiler. İşte Allah (cc), Rasulü’ne:
“Allah yolunda infak ediniz de kendinizi bile
bile (ellerinizle) tehlikeye atmayınız,…” (Bakara,195) ayetini indirerek, Allah (cc), bizim cihad’tan uzak kalma düşüncemizi reddetti.
Zira gerçek (ve en büyük) tehlike, malların
başında durup, onların ıslahı ile uğraşarak, (ticarete, dünya malına kendimizi kaptırarak,
Allah yolunda) cihad’ı, (tebliğ’i, davet’i ve fedakarlığı) terk etmemizdir.” (Tirmizi)
Cihad, Allah rızası için yapılan çalışma ve
mücadelenin tamamıdır. Cihad; Yüce Allah’ın en
güzel şekilde yarattığı insan ile Yüce Allah’ın en
son ve en mükemmel din olarak gönderdiği İslam
arasındaki engelleri kaldırmaktır. Cihad; fıtrata (yaratılışa, doğal hale) yapılan müdahalelerle yapılan
mücadeledir.
Cihad; her şeyden önce kendi nefsimizin ıslahıyla ilgilenmek, İslam’ı tam manasıyla öğrenmek, anlamak ve yaşamak sonra da başkalarına
bu İlahi Mesaj’ı iletmek, İslam’ı tatlı dil ve güleryüzle tebliğ etmek, gerekirse de, düşmanla dinimiz,
değerlerimiz, canımız, namusumuz, malımız, vs.
için savaşmaktır.
Bu manada cihad etmeyenler ve cihada koşmasını bilmeyenler, zillete talip demektir ki, bu
durum bile bile kendini uçuruma atmaktır ve en
büyük tehlikedir.
ALTI ÇİZİLİ SATIRLAR…
“Biz, İslam’ın, Müslümanlar’ın ve bütün insanlığın hizmetinde olduğumuzun şuurundayız.
56
Vazifelerimiz bize verilmiş birer emanettir. İlimizin
evliyasından da, eşkıyasından da mesulüz.
Görevlerimiz nefsi tatmin aracı değil, insanlığa hizmet aracıdır. Mazeret bulmaya değil iş üretmeye, Allah’ın (c.c.) rızasını zerrede bile olsa
aramaya gayret etmeliyiz.
Çalışmalarımızın en önemli özelliği kader birliği, gönül seferberliği ve ağız tadıyla çalışmaktır.
Kardeşlerimizin her biri muhabbet fedaisi olmalıdır.
Birlikte yürüdüğümüz insanlara çalışma ve iş
yapma hazzını tattırmalıyız. Onların ellerinden
tutup, cennete itekler duruma getirmeliyiz. Bunun
da en güzel yolu, lisanı hal ile örnek olmaktır. İnsan
onuruna yakışan yöntem de budur.
Üstünlük ve gücün, görev ve rütbelerimizden
değil özveri, çalışma ve performansımızdan kaynaklandığını bilmeliyiz. Bütün çalışmalarımız hesabi değil hasbi bir anlayışla yürütülmelidir. Sönük
değil; var olan, dinamik bir gençliğin yetişmesi
amaçlarımızdandır.
Hizmetlerimizi aşkla, azimle, nizamla ve estetik anlayışı ile yürüteceğiz. Hiçbir mazeret, başarının yerini tutamaz. Dedikodunun bulunduğu
yerde rüzgarınız kesilir. Problemler değil aksiyonlar
konuşulacak.
Çalışmalara usulen ve pasif değil fonksiyonel
ve aktif olarak katılacağız. Beyinde negatif bir düşünce taşımamalıyız. Kimin içinde bir eğrilik varsa
bunu düzeltmelidir. Sorgulanmayan hayat, yaşamaya değmez.
Kıymetli taşlar, az olduğu için kıymetlidir.
Dava adamları azdır ve dava adamlığı en önemli
vasıftır. Vazife adamı denildiği zaman görev verildiğinde gözümüzün arkada kalmayacağı, insan anlaşılır.
“İnsanlar yalnız inandık deyip de kurtulacak
ve hesaba çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar?” 50,
60 yıllık ömrümüzde çetin imtihanlardan geçeceğiz. Ömrü yaşanmaya değer kılan şey, dava adamı
olmaktır.”
Burhan
Ey Derde Derman
Ey derde derman isteyen yetmez mi derd derman sana
Ey rahat-ı can isteyen kurban olandır can sana
Yağma edersin varlığın gider gönülden darlığın
Mahveyle sen ağyarlığın yar olısar mihman sana
Sermaye bu yolda heman teslim olur buna inan
Sıdk ile Allah’a dayan etmez mi gör ihsan sana
Tevhide tapşur özünü kimseye açma razunı
Şeyh izine tut yüzünü şeyhin yeter burhan sana
İven kişi yol alamaz maksudu hergiz bulamaz
Bekle maarif kapusun yüz göstere irfan sana
Dünya ile ukbayı ko, ulâ ile uhrâyı ko
Var ol kuru sevdayı ko, matlab yeter Sübhan sana
Candan talep kıl yarini ver canı bul didarını
Yok eyle kendi varını kim var ola canan sana
Çürüklerin hep sağ olur zehrin kamu bal yağ olur
Dağlar yemişli bağ olur cümle cihan bostan sana
Güçtür kati Hakk’ın yolu dergahı hem gayet ulu
Sıdk ile olmazsan kulu etmez yolu âsân sana
Kulluğa bel bağlar isen şam ü seher ağlar isen
Sular gibi çağlar isen tiz bulunur umman sana
Bülbül oluben öte gör gül gibi açıl tüte gör
Aşk oduna can ata gör gülzar olur nirân sana
Yüzün Niyazi eyle hâk derd ile bağrın eyle çâk
Kalbin sarayın eyle pâk şayet gele Sultan sana.
NİYAZİ MISRÎ (1618 – 1694)
Burhan
57
Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
KANUNİ'NİN CEZASI
Kanuni Sultan Süleyman düğünlerde
yetenekli kişilerin gösteri yapmasını çok
severmiş. Yine bir gün, bir düğünde İstanbul’a
Osmanlı
ülkesindeki
bütün
cambazlar,
madrabazlar, ateş üfleyenler vesaire vesaire
hepsi doluşmuşlar. Kanuni gösterileri zevk ile
izlemiş. Birinciye de ihsanlarda bulunacakmış. Bir
adam varmış, dikiş iğnesini 5 metre uzağa
koyuyor, dikiş ipini 5 metre uzaktan atıp iğnenin
deliğinden geçiriyormuş. Kanuni bunu görünce
hayretler içerisinde kalmış:-Tesadüfen attı. Böyle
bir şey mümkün değil, demiş. Adam gösterisini
bir daha yapmış. Dikiş ipliği yeniden 5 metre
uzaktaki iğneni deliğine girmiş. Kanuni şaşkınlık
içerisinde:-Bir daha yap bakalım, demiş. Üçüncü
denemeyi ayakta seyreden Kanuni, katıla katıla
gülmüş ve şu meşhur emrini vermiş:-Bu adama
100 altın verin, 100 de sopa atın. Adam şaşkın:Padişahım 100 altını anladık ama neden 100
sopa? Kanuni cevabını hemen vermiş:-100 altın
maharetin için, helal olsun, 100 sopa da boş işler
ile uğraştığın için. Bu da bana helal olsun. Bre
adam başka işin mi yok? Neye yarayacak bu
yaptığın?
DÜNYANIN EN GÜÇLÜ
DEVLETİ
Tanzimat devrinin ünlü sadrazamı Keçeci
zade Fuat Paşa zekâsı ve hazırcevaplığı ile
meşhurdur. Nükteleri toplansa zarif bir kitap
olabilir. Abdülaziz'in Avrupa seyahati sırasında
Fuat Paşa Dışişleri Bakanı olarak kendisine
refakat etmiştir. Paris'te III. Napolyon’a misafir
oldukları sırada, Fransız vekilleri ile sohbet
ederken şöyle bir mesele ortaya atılmış: Dünyanın en kuvvetli devleti hangisidir? Fuat
Paşa hemen: -Osmanlı Devleti diye cevap
vermiş. Tabii herkes hayret etmiş, birisi de
sebebini sormuş. Paşa gayet ciddi bir şekilde: Dünyada Osmanlı Devleti'nden daha kuvvetli bir
devlet olabilir mi? Yüzyıllardan beri biz içeriden,
58
siz dışarıdan yıkmaya çalıştığımız halde hala
yerinde duruyor!
HACI BAYRAM VELİ VE
SULTAN II. MURAT
Hacı Bayram Velinin gerçek adı Numandır.
Gençliği hakkında pek bir bilgi bilinmemekle
beraber, gençliği ilim öğrenmekle geçti. Hatta
ilerleyen ilmi sayesinde medresenin de müderrisi
olur. Hacı Bayram Veli ilmi seviyesi tartışılmaz
ama içinde bir boşluğun olduğu hissi onu arayışa
itiyor ve bir gün ruhunda yaşadığı gelgitlerle
yaşarken kayseri den Somuncu Babanın davetini
alır. Somuncu Babanın davetini ileten elçi ile
birlikte yola revan olur. Karşısında duran heybetli
Somuncu baba gibi piri faninin karşısında
ruhunun susuzluğunu giderecek kaynağı
bulmanın tesiriyle biat eder, artık Hacı bayram
veli tasavvuf yolunda terbiye olur. Somuncu
babanın işaret ettiği noktalarda manevi
makamlara yükselir. Artık irşad etme zamanı
gelmiştir, bu heyecanla Ankara’ya gelerek irşada
başlar. Kısa zamanda talebeleri artarak ünü hızla
yayılır. Çekemeyenler devrin Padişahına şikâyet
ederler. II. Murat şikâyet üzerine : ‘’tiz getirile,
eğer gelmezse zincire vurularak getirile ‘’ diyerek
birliği görevlendirir. Birliği talebeleriyle birlikte
Hacı Bayram veli Ankara sınırında karşılar.
Padişahın huzuruna geldiğinde II. Murat nur
yüzlü gönül sultanından etkilenir, sabahlara
kadar sohbet ederler. Şikâyetlerin yersiz
olduğunu anlayan padişah uğurlarken hediyeler
vermek istese de Hacı Bayram veli kabul etmez,
tekrar ısrar edince Hacı bayram veli derki:
madem öyle o zaman benim talebelerim
üzerinden vergi ve asker mükellefiyeti kaldırılsın.
Bunun üzerine padişah itirazsız kabul eder ve
onu Edirne den Ankara’ya gitmek üzere uğurlar.
Ankara’ya döndüğünde talebelerin sayısı daha da
artar. Artar artmasına da civar illerin emirleri
padişaha : ‘’ Ankara artık asker vermez oldu.
Vergi de vermez oldu ‘’ şikâyetinde bulunurlar.
Padişah Hacı Bayram veliden talebelerin listesini
ister. Bu istek karşısında ince niyeti anlayan
Burhan
Büyük Veli gizlice bir tepeye çadır kurar ve içine
de iki koyun koydurur. Sabah olduğunda tellala
herkesin tepeye gelmesini duyurmasını söyler.
Heyecanla koşarak gelen halk çadır etrafında
toplanır. Tellal tekrar kalabalığa seslenir: ‘
Şeyhimiz hastadır. Kim şeyhimiz için canın feda
ederse inşallah hastalıktan kurtulacaktır’’.
Kalabalık içerisinde sadece bir kadın birde erkek
çıkar ve çadıra alınır. Koyunlar kesilir, daha önce
çadıra iki koyundan alındığından haberi olmayan
halk akan kanları görünce dehşete düşerler. Şeyh
delirmiş aklını yitirmiş diyerek oradan
uzaklaşırlar. Hacı Bayram veli padişaha benim iki
talebem olduğunu, diğerlerinin üzerinde askerlik
ve vergi muafiyetinin kaldırılmasını, normale
dönmesini bildiren mektubu gönderir. Hacı
Bayram Veli ömrünün son dönemlerinde
padişahın isteği olur: ‘’tasavvuf ta kalıp lezzeti
tatmak istiyorum’’ der. Fakat kabul etmez derki’’
senin bir günlük adaletle ülkeyi idare etmen
altmış yıllık ibadete bedel olduğunu, ülke idaresi
de mühimdir’ diyerek idari mekanizmanın ne
denli önemli olduğunu ortaya koyan bir deha
örneği sergiler. Hacı Bayram Velide her fani gibi
oda Hakka yürür. O şimdi gönüllerde. Ankara’da
medfun bulunan Hacı Bayram Veli’nin türbesi en
çok ziyaret edilen yer olması bakımdan o hala
aramızda, kıyamete kadarda yaktığı ışık
sönmeyecek inşallah
GERİ KALANLARI DA SAY,
VEREYİM!
Bir gün birisi, Fatih Sultan Mehmet Han'ın
yoluna çıkıp:
— Yüz yirmi dört bin peygamberin her birinin
hakkı için bana bir akçe ihsan eyle, demiş.
Sultan:
— Yüz yirmi dört bin peygamberi, bana birer
birer say, her biri için değil birer, onar akçe
vereyim, diye cevap vermiş.
Bu kişi, ancak on beş kadar peygamber
ismi sayabildi. Sultan kendisine, bunların her biri
için onar akçe verdi ve:
— Geri kalanları da say, onlar için de
vereyim…
Burhan
YÖNETİM NE ZAMAN ÇÖKER?
Osmanlı'nın muhteşem zamanlarıdır.
Kanunî Sultan Süleyman devletin akıbetini
düşünür; günün birinde Osman oğulları da inişe
geçer, çökmeye yüz tutar mı diye. Bu gibi
soruları çoğu zaman sütkardeşi meşhur âlim
Yahya Efendi'ye sorduğundan bunu da sormaya
niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu Yahya
Efendi'ye gönderir. Mektupta "Sen ilahi sırlara
vakıfsın. Bizi de aydınlat. Bir devlet hangi halde
çöker? Osman oğullarının akıbeti nasıl olur? Bir
gün izmihlale uğrar mı? Mektubu okuyan Yahya
Efendi'nin cevabı çok kısa ve şaşırtıcıdır; "Neme
lazım be Sultanım!" Topkapı Sarayı'nda bu cevabı
hayretle okuyan Sultan Süleyman buna herhangi
bir mana veremez. "Acaba bu cevapta bizim
bilmediğimiz bir mana mı vardır?" diye düşünür.
Nihayet kalkar Yahya Efendi'nin Beşiktaş'taki
dergâhına gelir ve der ki: – Ne olur mektubuma
cevap ver. Bizi geçiştirme, sorumu ciddiye al.
Yahya Efendi şöyle bir bakar: – Sultanım sizin
sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben
sorunuz üzerinde iyice düşündüm ve kanaatimi
size açıkça arz ettim. – İyi ama ben bu cevaptan
bir şey anlamadım. Sadece "Neme lazım be
sultanım" demişsiniz. Sanki beni böyle işlere
karıştırma der gibi. Yahya Efendi bu cevaptan
sonra şu müthiş açıklamasını yapar: – Sultanım!
Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık şayi olsa,
işitenlerde 'neme lazım' deyip uzaklaşsalar, sonra
koyunları kurtlar değil çobanlar yese, bilenler de
bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, yoksulların,
muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa
da bunu da taşlardan başka kimse işitmese, işte
o zaman devletin sonu görünür. Böyle
durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır,
halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat
hissi gider, halka hürmet duygusu yok olur.
Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale
gelir... Bunları dinlerken ağlayan koca sultan,
söyleneni başını sallayarak tasdik eder. Sonra da
Allah'a kendisini ikaz eden bir âlim olduğu için
şükreder. Bu türlü ikazlardan geri kalmaması için
tembih ettikten sonra oradan ayrılır.
59
Otuzdört
Sezgin ÇAKIR
Namaz’ın Bizi
Kılması İçin
amaz bizi şekillendirir. Namaz bizi kötülüklerden alıkoyar. Ama kıldığımız namazın
bizi iyilerden kılması için namazı namaz gibi
kılmamız gerekir. Namazın kime karşı kılındığını ve
bir tevhidî eylem olduğunu düşünerek, lisanî hal ile
kulluğumuzun sunumunu yaptığımızı bilerek kılmalıyız namazı. Hakkın huzurunda boynu bükük, kalbi
mahzun O’nun rızasını dileyerek durmalıyız. Her
şeyde olduğu gibi namaz kılışımızda da numune-i
N
60
imtisalimiz Efendimiz (s.a.v)’dir. O nasıl kılıyorduysa
bizlerde öyle kılmalıyız namazı.
Ashab-ı Kiram’ın dilinden Peygamber Efendimiz’in namazı şöyle anlatılmaktadır:
“Resûlullah (s.a.v) kıyamda ağırlığını iki
ayağının üzerine verip dimdik dururdu. Rükûda
başını ne yukarıya diker ne de aşağıya büker,
Burhan
ikisi arasında tutardı. Rükûdan kalktığı vakit
iyice doğrulmadan secdeye gitmezdi. Başını
secdeden kaldırdığı zaman iyice doğrulup oturmadıkça ikinci secdeyi yapmazdı.” (Buharî, Ezan 122)
“Resûlullah (s.a.v) namaz kılarken rükû ve secdelerinde üçer kere “sübhânallâhi ve bi-hamdihi” diyecek kadar dururdu.” (Ebû Dâvud, Salât 154).
“Resûlullah (s.a.v) namazda “semiallahu li-men
hamideh” deyip başını rükûdan kaldırınca sanki
secde etmeyi unuttu diyeceğimiz kadar ayakta
uzun süre beklerdi. Sonra secdeye giderdi. Başını secdeden kaldırınca ikinci secdeyi unuttu
diyeceğimiz kadar iki secde arasındaki oturuşu
uzun yapardı.” (Buharî, Ezan 127; Müslim, Salât 196) “Resûlullah (s.a.v)’ın kıyamı, rükûu, rükûdan sonraki
ayakta bekleyişi, secdesi, iki secde arasındaki
oturuşu ve teşehhüddeki oturuşu neredeyse
birbirine denk uzunlukta idi.” (Müslim, Salât 193) “Resûlullah (s.a.v) sabah namazında altmıştan yüz
ayete kadar okurdu.” (Müslim, Salât 172) “Resûlullah
(s.a.v) öğle namazının ilk rekâtında otuz ayet,
ikinci rekâtında onbeş ayet miktarında kıraatte
bulunurdu. İkindi namazının ilk rekâtında onbeş
ayet, ikinci rekâtında ise bunun yarısı kadar kıraat okurdu.” (Müslim, Salât 157) “Öğle namazı başladığı sırada bizden bir kimse Bakî’ mevkiine
giderdi (ki burası halen mescidin yakınında kabristan olarak mevcuttur) ve orada abdestini tazeleyip mescide dönerdi de namazdaki ilk
rekâtın uzunluğu sebebiyle Resûlullah (s.a.v)’ın
birinci rekâtına yetişirdi.” (Müslim, Salât 161)
Namazı hakkıyla kılamamanın vebali var. Bir
mümin namaz kıldıktan sonra “acaba kabul oldu
mu” endişesi içerisinde olmalıdır. Böylesine büyük
bir buluşmanın gereklerini yerine getirebildim mi sorusunu kendisine sıkça sorup nefsini hesaba çekmelidir.
“Huşû içinde kılınmayan, rükû ve secdeleri
tam olarak yerine getirilmeyen namaz (ahirette)
simsiyah zifiri bir karanlık halinde ortaya çıkacak ve sahibine ‘Senin beni zayi ettiğin gibi
Allah da seni zayi etsin!’ diyecektir. Allah’ın dilediği zaman gelince böyle kılınan namazlar, eskimiş elbise (paçavra) gibi dürülüp sahibinin
suratına çarpılacaktır.” (Taberanî, el-Mu’cemu’l-evsat, VII, 183).
Acele ve hızlı bir şekilde kılınan namaz, ancak Şeytanı sevindirir. “Teennî (temkin ve sükûnetle hareket
etmek)
Rahman’dan;
acele
ise
Şeytandandır.” (Tirmizî, Birr 66) hadisi, bu gerçeği ifade
eder. Zira Şeytan, secde etmekten imtina ettiği gibi,
Burhan
insanların da secdeden ve namazdan uzak kalmalarını ister. Hatta bütün gücüyle namazlı-niyazlı insanlarla uğraşarak ibadetten alıkoymaya çalışır.
Şayet buna gücü yetmezse bu defa namazdaki
huşû, huzur, usûl ve erkânı ihlal etmeye çalışır.
Efendimiz (s.a.v) bir hadislerinde bu hususu şöyle
haber verir: “Şeytan, ezan ve kamet okunurken
bunları duymayacağı uzak yere doğru yellenerek kaçar. Sonra geri döner ve namaz kılan kişi
ile kalbi arasına girer. Ona ‘Şunu hatırla, bunu
düşün’ diye aklında daha önce hiç olmayan şeylerle vesvese verir. Öyle ki buna kapılan kişi, kaç
rekât kıldığını (ve ne okuduğunu) bilemeyecek
hale gelir.” (Buharî, Sehv 6; Müslim, Salât 19) Alelacele kılınan
namazda rükünler noksan olmaktadır. Hatta bundan daha vahimi, namazdan çalma, yani namaz hırsızlığı vuku bulmaktadır. Zira Resûlullah (s.a.v)
“Hırsızlığın en kötüsü, namazını çalmaktır.” bu61
şüncelerini temizlese takvâ elbisesine kavuşur. Nefsin hîlelerini
yıkasa, yani onların tuzağına düşmekten arınsa, iç huzuruna ve itmi'nâna ulaşır.
2. Sırrın abdesti: Burada
"sır", rûhun rûhu demek olup;
onun abdesti gösterişten (riyâ),
arzu ve isteklerin esiri olmaktan,
kendini beğenmişlikten, baş olma
tutkusundan, aşırı dünya isteği ve
mevki sahibi olma ihtirasından
arınmaktır. Bunun sonuçları şöyledir: Sır, riyâ ve nefsanî arzular
kirini yıkadığı takdirde, ihlâs nûru
ortaya çıkar. Dünya sevgisinden
arınırsa âhiret sevgisi doğar. Hırs
ve tamahkârlığını yıkasa, kanaat
ve tevekkül nurları görünür.
yurmuş; sahabiler “Ey Allah’ın Resulü, kişi namazını nasıl çalar?” diye sorduklarında ise “Rükûsunu ve secdelerini tamamlamaz.” cevabını
vermiştir (Muvatta’, Kasru’s-salât 72). Bir başka hadislerinde
şöyle buyurur: “Kişi vardır, namazını kılar bitirir
de kendisine namazın sevabının ancak onda biri
yazılır. Kişi vardır, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte
biri yahut yarısı yazılır.” (Ebû Dâvud, Salât 124)
Namazı hakkıyla kılabilmemiz için en başta
helal lokmaya dikkat etmemiz gerekir. Abdestin hakkını ve temizliğin hakkını vererek, ahireti düşünerek
namaza
kendimizi
ve
gönlümüzü
hazırlamalıyız. Tasavvuf ehlinin belirttiği gibi abdest
sadece kuru kuruya bir yıkanma şekli değildir.
Gönlü yıkamadıktan sonra elleri yıkamanın ne
önemi vardır? Abdestte namazda aslında bizlerin
manevî dünyamızı imar eden manevî yıkama şekilleridir.
Ehlullah abdesti şu şekilde değerlendirmiş
ve namaza kendilerini böyle hazırlamışlardır:
1. Rûhun abdesti: Rûhun, hayvanlık seviyesine ait bilgisizlikten ve ALLAH'tan gayri şeyleri
görme gafletinden arınmasıdır. Bunu başarabilen
kimsede Cenâb-ı Hakk'ı müşahede istîdâdı gelişir
ve kalb aynasında tecellî parıltıları yanmaya başlar.
Ruh ALLAH'tan gayrı şeyleri görmekten arınsa,
Gaffar olan ALLAH'ın nûru onu kuşatır. Kötü dü62
3. Kalbin ve gönlün abdesti: İki yüzlülük,
bozgunculuk ve kötü ahlâktan uzak durmaktır. Büyüklenme yıkanınca, alçak gönüllük doğar. Çekememezlik kirleri yıkansa, iyilik; düşmanlık yıkansa,
ALLAH sevgisi görünür. Hıyanet kirleri yıkansa, sözünde durma ve güven nûru doğar.
4. Dilin abdesti: Yalan, dedi-kodu, iftira ve
boş sözden, insanların ayıplarını merak etmekten
ve gizli hallerini ortaya çıkarmaktan, faydasız konuşmaktan uzak durmaktır. Yalan ve koğuculuk yıkansa, doğruluk ve vefâ doğar. İftira ve itham etme
yıkansa, sevgi görülür. Faydasız ve boş söz bırakılsa yararlı şeyler konuşulur veya ALLAH'ın adı
anılır. İnsanların ayıplarını araştırma huyu temizlense hoşgörü ışıkları parıldar.
5. Zâhir abdesti: Bu, bildiğimiz abdesttir. Yani
dînî bilgi olarak öğrendiğimiz şekilde, temiz su ile
abdest organlarını yıkamaktır. Sonuçları ise şöyle
temenni edilir: Abdest alan kimsenin yüzünü yıkaması, mahşer günü yüzünün nurlu olmasına yol
açar. Kolunu yıkayınca cömertlik nurları hasıl olur.
Ayrıca amel defterinin sağ eline verilmesi gibi bir
lûtfa erişir. Ayağını yıkayınca, manevî engelleri kolaylıkla geçme imkânı doğmuş olur. İşte bu tür temizlik ve bu mânâda abdest alış, ALLAH'a
yaklaşmayı ve O'na kavuşmayı sağlar. ( Ahmed Yesevi yolunun temsilcilerinden biri olan Hazînî'nin bu yorumlarının tamamı için bk. Cevâhiru'lebrar, s. 11-16, İÜK T.y. no. 3893.)
Burhan
NAMAZDA TADİL-İ ERKÂN
Ebû Hureyre (r.a.) Asr-ı Saadette cereyan
eden bir hadiseyi şöyle anlatır: Resûlullah (s.a.v)
mescide girmişti. Derken taşradan bir şahıs geldi
ve namaz kıldı. Sonra gelip Resûlullah (s.a.v) ile selamlaştı. Resûlullah (s.a.v) ona, “Dön ve yeniden
namaz kıl; çünkü sen namaz kılmış olmadın!”
dedi. O da dönüp evvelce kıldığı gibi namaz kıldı.
Resûlullah (s.a.v) yine ona dedi ki: “Dön ve yeni
baştan kıl; çünkü sen namaz kılmış olmadın!”
Allah Resûlü (s.a.v) üçüncüsünde de namazı tekrar kılmasını emredince o şahıs: “Seni hak üzere
gönderen Allah’a yemin ederim ki, bu kıldığımdan
başka daha iyi nasıl kılacağımı bilmiyorum. Bana
doğrusunu öğretir misin ya Resûlallah?” dedi.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Namaza durduğun vakit başlangıç tekbirini al.
Kur’ân’dan iyi bildiğin (sûre ya da ayetleri) oku.
Rükûa varınca beden azaların yerleşinceye
kadar bekle. Rükûdan başını kaldırınca bedenin
tamamen doğruluncaya kadar ayakta dur. Sonra
secdeye kapan ve azaların yerleşinceye kadar
orada kal. Secdeden başını kaldırınca azaların
yerleşinceye kadar otur. Ardından tekrar secde
yap ve azaların yerleşinceye kadar orada kal.
Sonrasında ayağa kalk ve dimdik dur. Namazın
bütün rekâtlarında aynen böyle yapmaya devam
et!” (Buharî, Ezan 95; Müslim, Salât 45)
Peygamber efendimiz (s.a.v) namaza durduğu vakit göğsünden tencere sesi gibi sesler gelirdi. Medine sokaklarında dahi bu seslerin
duyulduğu mervidir. İşte bu sorumluluk duygusu ve
görevi yerine getirip getirememe endişesiyle sahabe efendilerimizde namazda bizim tahmin dahi
edemeyeceğimiz bir halet-i ruhiyeye bürünüyorlardı.Hz. Ali (k.v.) namaza duracağı vakit benzi sararır ve vücudu titrerdi.
“Size ne oluyor. Ya Emire’l-Mü’minin?” diye
sorduklarında:
“Allahü Teâlâ’nın, yerlere, dağlara ve göklere arz edip de onların kabulünden kaçındıkları
ve benim boynuma aldığım ilahi emaneti teslim
zamanı gelmiştir, nasıl korkmamayım?” diye
cevap verirdi.
Burhan
Abdest alırken rengi solardı. Bunun sebebini
sorduklarında:
“Kimin huzuruna çıkmak için hazırlandığımı bilmiyor musunuz?” diye cevap verirdi.
Mesnevide Mevlana hazretleri namaz kılan
mü’mini şöyle izah etmiştir.
“ Kurban kestiğin vakit, ALLAH’U EKBER
dersin. Öldürülmeye layık olan nefsin zebhi (boğazlanması) sırasındada öyle diyorsun. Namaz
kılanın cismi İsmail, ruhu da Hz. İbrahim gibidir
ki, ruh ALLAHU EKBER demekle cismin zebhine (boğazlanmasına) tekbir getirmiş olur.” Namazı Hakka kurban olma sırrıyla kılmak… “İşte
namaz müminin miracıdır” sırrı herhalde bu
olsa gerektir ki ruhun eline bıçağı verip nefsi,
dünyayı, Allahtan başka her şeyi kesip sadece
Mevla’yla baş başa kalabilmek… Gerçek namaz
Allah’la baş başa kalabilenlerin kılmış olduğu
namazdır. Gönlünü O’na sunabilenlerin namazı… Secdeye kapandığında “en yakın” olabilenlerin namazı… Kıyama durduğunda gönül
yönü O’na yönelebilenlerin namazı…”
Hatem-i Esam (r.a.)’a namazından sorulduğunda:
“Vakit yaklaşınca güzelce abdestimi alır,
namaz kılacağım yere gider, orada oturur, kendimi maddi ve manevi olarak hazırlar, aklımı başıma alır, sonra namaz için ayağa kalkarım.
Kâbe’yi iki kaşım arasına, Sırat’ı ayaklarımın altına, cenneti sağıma, cehennemi soluma alır, Azrail’i arkamda ve bu namazı son namazım diye
kabul eder, korku ve ümit ile Rabbü’l-alemin’in
huzurunda durur, tahkik ile tekbir alır, ağır ağır
ve manasını düşünerek Kur’an okurum, tevazu
ile rükû eder, huşu ile secdeye kapanırım. Sağ
ayağımı diker, sol ayağımı yatırır, üzerine otururum. Namazımı ihlâs ile kılarım. Ondan sonra da
yine kabul olup olmadığını bilemem.” diye cevap
vermiştir.
Hanefi mezhebine göre tadîl-i erkân vaciptir.
Nitekim İmam Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed,
vâcip olduğuna hükmetmişlerdir. İmam Ebû Yûsuf
63
ise tadîl-i erkânın vâcipten de öte, farz olduğu
görüşündedir.
Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhebine göre
tadîl-i erkân farzdır. Onlar, tadîl-i erkânı namazın bir rüknü ya da rüknün şartı saymışlardır.
Hanefîlere göre tadîl-i erkân sehven
(unutarak ya da hataen) terk edilirse namazın
sonunda sehiv secdesi gerekir. Eğer sehiv
secdesi yapılmamışsa o namazın tekrar kılınması gerekir. Şayet tadîl-i erkân kasten terk
edilirse namazın yeniden kılınması icap eder.
Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhebine göre
tadîl-i erkânın terkiyle namaz bâtıl olur ve
tadîl-i erkâna riayet edilerek yeniden kılınması gerekir.
Bir insanın çabucak namazı kılıp gitmesiyle “tadile erkân”a riayet ederek kılması arasında ne kadar zaman farkı olabilir? On
dakika namaza fazla zaman ayırsak neyimiz
eksilir? Her şeye zamanımız gayet bol. Ama
iş namaza gelince adeta vakit darlığına düşüp
namazın kaşını gözünü yarar gibi namaz kılmak akıl kârımıdır? Nice boş şeylere, dünya
ve ahiretimize faydası olmayan şeylere zamanımızı gayet cömertçe harcıyoruz ama iş
hakkıyla namazı kılmaya gelince kendimize
her türlü bahaneler buluyoruz. Secdede rahatımızı, huzurumuzu aramak varken neden
başka şeylerin peşine düşeriz ki?
“Kıyamet gününde insanların ilk sorguya çekilecekleri amelleri namazdır. Allah
(c.c.) kulun namazlarını tam mı yoksa noksan mı kıldığına bakılmasını emreder. Eğer
namazları tam ise sevabı tam olarak yazılır. Eğer (farz) namazlarında eksiklik varsa
nafile olarak kıldığı namazlarına bakılmasını emreder. Şayet nafile namazları varsa,
bunlarla farz namazların tamamlanmasını
emreder. Sonra kul diğer amellerinden hesaba çekilir”. (Tirmizî, Salât 306).
Kılmış olduğumuz namazların Cenab-ı
Hakkın divanında kabul görmesi dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
64
Burhan
Satırlık Hakikatler
Faziletlerin en üstünü,
sana gelmeyene gitmen,
vermeyene vermen ve
kötülük edene iyilik
etmendir.
Erdem sahibinin değerini,
yine erdem sahibi olanlar
bilir.
(Hadis-i Şerif)
Hz. Ali
Allah’ın seninle bir kimseyi
hidayete ulaştırması, senin
için bütün varlığı ile
dünyadan hayırlıdır.
Anladım işi, sanat Allah’ı
aramakmış; marifet bu, gerisi
yalnız çelikçomakmış
.
Hadis-i Şerif
Necip Fazıl Kısakürek
Allah’ın gülü dikenli yarattığına hayret edeceğiniz yerde,
dikenler arasında gül yarattığına hayret ediniz.
Hikmetli Söz
Maddi hayata tapanlar,
deniz suyu içenlere
benzerler, içtikçe
susuzlukları artar.
Hoştur bana senden gelen
ya gonca gül yahut diken,
ya hıl’atu yahut kefen,
lütfun da hoş kahrın da.
Muhyiddin-i Arabi
Aziz Mahmut Hüdayi
Olgun insan, zenginlere haset değil, nasihat edinme
nazarıyla; fakirlere kibirle değil, tevazu ile; kadınlara
şehvet ile değil şefkatle bakandır.
Marufi Kerhi
Burhan
65
Zeynep GÜLOĞLU
Evinin Sultanları
zeynepgultek@mynet.com
HANGİ KİTAPLARI OKUYALIM ?
1- En başta Kur’an’ı Kerim
okuyalım. Her harfine onbeş sevap
olduğunu düşünerek okuyalım.
2- Eğer tefsir okuyacaksak
hangi tefsiri okuduğumuza, yazarının kimliğine iyi bakalım. Günümüzde önüne gelen tefsir
yazmaktadır. Onun için tefsir okurken mutlaka iyi araştırmalı ve samimiyetine ve ihlâsına inanıp
güvendiğimiz hocaefendilere sorarak tefsir okumalıyız.
3- Okuyunca bizleri asr-ı saadet iklimine götüren Kütüb-i sitte dediğimiz altı kitaptaki hadis-i şerifleri
okuyalım.
4- Kur’an’ı Kerimi ve sünneti
nebiyi anlamamıza yardımcı olacak
olan rabbanî âlimlerin yazdıkları
eserleri okuyalım.
5- Dünya için değil Allah rızası
için yazılmış olan esrleri okuyalım.
Mesela hüccetül İslam İmam Gazalî
hazretlerinin İhyau ulumiddin adlı
muhteşem eserini okuyalım. Bu
eserin özellikle muhlikat (helak eden
şeyler) ve munciyat ( kurtuluşa
sebep olan şeyler) bölümlerini ders
ders okuyalım.
6- Merhum Ömer Nasuhi
Bilmen efendinin Büyük İslam İlmihali adlı eserini okuyalım. Bu
eseri Mehmet Talu hocamız sadeleştirmiştir. Bu sadeleştirme
herkesin okuyup anlayacağı bir
düzeydedir. Bu eser gibi olan,
bize ilmihalimizi öğretecek eserleri okuyalım.
7- Sahih Tasavvufî eserlerden okuyalım. Kuşeyrî risalesi, Avariful mearif, Kutul kulub,
el Luma, el Burhan-ul Müeyyed
gibi tasavvufî klasiklerden okuyalım. Özellikle el Burhan-ul Müeyyed tasavvuf yoluna giren,
tasavvufu seven, tasavvufa
kalbi sıcak bakmayan, karşı
çıkan herkesin okuyup çok faydalar göreceği muhteşem bir
eserdir.
HANGİ KİTAPLARI OKUMAYALIM ?
1-Ehliyeti, liyakati, ilmi, icazeti
olmayan kişilerin yazdıkları eserleri… Yahudilerin Tevratı tahrif ettikleri gibi Müslümanlarında Kur’an’ı
tahrifinden bahseden ve okuduğu
metnin ne demek istediğini anlayamayacak kadar alim!!! Olan zavallıların yazdıkları eserleri…
2- Heva ve re'y üzerine yazılmış tefsirleri…
3-Hatalı tercümelerle dolu
Kur'ân meâllerini…
4- Ehl-i sünnete aykırı inanç
ve görüşler ihtiva eden eserleri…
Özellikle ülkemizde son zamanlarda
hiç dikkat çekilmeden vahhabî ve
şia’nın eserleri piyasada satılmaktadır. Bunlara, ne alıp okuduğumuza
dikkat edelim.
5- Mezhepsizlerin, zındıkların,
yarı mühtedilerin, sahte müçtehidlerin, ajanların telifatını… Bu tür kitaplardan hiçbir fayda temin edilmez.
Manifaturadan baklava alınmaz.
Onun için nerden ne fayda umduğumuza dikkat edelim.
6- İslâmiyeti bir ideoloji gibi
gösterenlerin eserlerini…
7- Şeriatsız bir İslâm çıkarmak için kalem ve vicdanlarını ehl-i küfre ve nifaka
kiralayan hâinlerin yazdıklarını…
8- Sünnî itikad ve Şeriat
hudutları içindeki tarikatları ve
tasavvufu dışlayan ve böylece
ehl-i İslâm'ın bir kanadını kırmak
isteyenlerin kitaplarını...
SABRIN FAZİLETİ
Enes İbni Mâlik radıyALLAHu anh'den
rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallALLAHu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Nebî sallALLAHu aleyhi ve sellem (yine)
şöyle buyurmuştur:
kulunun cezasını da, kıyamet günü günahını
"Mükâfâtın büyüklüğü, belânın şiddetine
göredir. ALLAH, sevdiği topluluğu belâya uğratır.
Kim başına gelene rızâ gösterirse ALLAH ondan
hoşnut olur. Kim de rızâ göstermezse, ALLAHın
gazabına uğrar."
yüklenip gelsin diye, dünyada vermez."
Tirmizî, Zühd 57. Ayrıca bk. İbnî Mâce, Fiten 23
"ALLAH,
iyiliğini
dilediği
kulunun
cezasını dünyada verir. Fenalığını dilediği
66
Burhan
NAMAZI TERKETMENİN
DİNİ CEZASI
Namazı inkar eden kafir olur. Çünkü
kat'i delille sabittir. Umursamayarak yani
tembelliğinden dolayı kasten namazı terk
eden fasık olur. (İbni Abidin, Reddü'l Muhtar, c. 2, s.7).
Farz olduğunu inkar etmemekle birlikte
beraber
tembellikle
namazı
kılmaya
uygulanacak dünyevi cezanın ne olacağı
mezhepler
arasında
mezhepler
EZAN DUASI
Câbir radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu:
"Kim ezanı işittiği zaman: Ey şu eksiksiz davetin ve kılınacak namazın rabbi Allahım! Muhammed'e vesîleyi ve fazîleti ver.
Onu, kendisine vaadettiğin makâm-ı mahmûda ulaştır, diye dua ederse, kıyamet gününde o kimseye şefâatim vâcip olur.”
arasında
fasıktır. Namaz kılıncaya veya ölünceye kadar
Okunuşu: "Allahumme Rebbe hazihi'dda'veti't-tamme. Vesselatil kâimeti ati Muhammedenil vesilete vel fazilete vebashu makamen
Mahmudenillezi veadteh. İnneke lâ tühlifü'lmîâd” Buhârî, Ezân 8, Tefsîru sûre(17), 11. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 37;
hapsedilir ve dövülür.
Tirmizî, Mevâkît 43; Nesâî, Ezân 38; İbni Mâce, Ezân 4
itilaflıdır.
Hanefîlere
Göre;
namazı
kılmayan
Mâlikîlere Göre; vaktin sonuna kadar
beklenir, bu müddet zarfında kılarsa serbest
bırakılır, kılmazsa ceza olarak (kafir sayarak)
öldürülür.
Şâfiîlere Göre; vaktin sonuna kadar
beklenir, sonra tövbeye davet edilir. Tövbe edip
namazını kılarsa, serbest bırakılır. Aksi halde
ceza olarak öldürülür. Öğleyi ve ikindiyi terkten
dolayı güneş batıncaya kadar, akşam ve yatsıyı
Sa'd İbni Ebî Vakkas radıyallahu anh'den
rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
"Kim müezzini işittiği zaman: Tek olan
ve ortağı bulunmayan Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in O'nun kulu ve resûlü olduğuna şahitlik ederim. Rab olarak
Allah'tan, resûl olarak Muhammed'den, din
olarak İslam'dan razı oldum, derse, o kimsenin günahları bağışlanır." (Müslim, Salât 13. Ayrıca bk. Tirmizî, Salât 42; Nesâî, Ezân 38; İbni Mâce, Ezân 4)
terkten fecir, sabahı terkten dolayı da güneş
doğuncaya kadar ceza tatbik edilmez. Ancak
kendisinden namazı vaktinde eda etmesini
AYIN İLGİNÇ VE İBRETLİK SÖZÜ
istemek şarttır.
Hanbelîlere Göre; namazı tembellik
göstererek terk eden kimseyi devlet başkanı
veya naibi namazı kılmaya davet eder. Eğer
sonra ki namazın vakti daralıncaya kadar
kılmazsa katli vaciptir. Fakat üç gün kendisi
tövbeye davet edilmedikçe ceza infaz edilmez.
Mezheplerin
her
birinin
görüşlerini
dayandırdıkları akli nakli deliller vardır.
Burhan
"Seni rahmet, saygı, minnetle, en derin
dostluk hislerimle, en sıcak gözyaşlarımla anıyorum. Mekânın cennet olsun! Yüce Allah’ım bu
ülkeyi Avni Anıllarsız bırakmasın. Cenabı Hak ve
Hz. Peygamber seni alnından öpecektir. Keşke
bütün faniler senin bıraktığın seslerin birazını
olsun bırakabilseydi…
Uçuşun mübarek, makamın Firdevs olsun,
aziz üstadım! "
Yaşar Nuri ÖZTÜRK
Bestekar Avni anıl için
67
Otuzdört
Kültür
Ömer Faruk TOKAT
"Varlığın anlamına,
Eşyanın hakikatine,
köklerimize"
RIHLE DERGİSİ
Rıhle Dergisi
Adını, ilim öğrenmek amacıyla çıkılan yolculuklardan alan "Rıhle", kendi zamanında Selef-i Salihin'in yolculuklarının izini sürmek amacıyla yola
çıkmış bir dergi.
Çekirdeğini Dâru'l-Hikme (Bilgi ve Hikmet Evi
İlim Araştırma Kültür Derneği) kadrosunun oluşturduğu Rıhle, bir "ilim, kültür ve medeniyet dergisi" sıfatıyla, varisi bulunduğumuz muazzam ilim ve edep
mirasının sadık bir öğrencisi olarak, modern zamanların "rıhle"sinin, ait olduğumuz değerlerin idrak
ve ihyası istikametinde gerçekleştirilmesi gerektiği
tesbitinden hareket ediyor.
İlk sayısında dosya konusu olarak din-değişim meselesi ele alınmış. Bu konu etrafında müstakil makaleler yanında yurt içinden ve dışından ilim
adamlarıyla yapılmış bir soruşturma yer alıyor. İlk
yazı Muhammed Zâhid el-Kevserî'nin Makâlât'ından seçilmiş "Din ve Fıkıh" başlıklı makale. Dr. Ebubekir Sifil, Talha Hakan Alp, Dr. Serdar Demirel,
Murat Hafızoğlu, Dr. Nu'man Cağîm dosya konu-
68
suna müstakil makalelerle katkıda bulunan simler.
Soruşturma kısmında Prof. Dr. Orhan Çeker, Prof.
Dr. Cevat Akşit, Prof. Dr. Vehbe ez-Zuhayli, Prof.
Dr. Tahsin Görgün, Prof. Dr. Ekrem Ekinci, Dr. Selman Nedvi ve İsmail Çetin hocaefendinin görüşleri
yer alıyor.
Ayrıca M. Fatih Kaya, Doç. Dr. Bedri Gencer,
Dr. Ebubekir Sifil, Murat Türker ve Murat Hafızoğlu'nun serbest araştırma yazıları derginin ilmî yanını ön plana çıkarıyor.
Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi müdürü Emir Eş'le kitap tadında bir söyleşinin de yer
aldığı dergiye kendine özgü karakterini veren kısımlar arasında, yakın geçmişin odak isimleri arasında yaşanmış ilgi çekici buluşmalara tanıklık
eden Tezâkir; diğer değerlerle birlikte yok olmaya
yüz tutan bediî zevklerimizin ve estetik anlayışımızın yansıtıldığı Bediiyât ve Doğu'da ve Batı'da yapılmış ilmî çalışmalardan haberdar olmamızı
sağlayan Kitabiyât dikkat çekiyor.
Burhan
Rıhle'ye, çıktığı bu kutlu
yolculuğun uzun soluklu olması
temennisiyle başarılar diliyoruz.
Modern
zamanlarda
İslam coğrafyasında yaşanan
derin kimlik krizinin sebebi, ilim
mirasımızla, kültürel birikimimizle ve medeniyet değerlerimizle irtibatımızın koparılmış
olmasıdır. Yaşadığımız zihnî ve
kalbî travmanın, ancak bu irtibatın tesisiyle aşılabileceğini
düşünüyoruz.
Merkezinde Darulhikme
kadrosunun bulunduğu ve
genel yayın yönetmenliğini Dr.
Ebubekir Sifil'in üstlendiği Rıhle
dergisi, Ehl-i Sünnet istikametindeki bu kutlu yolculuğunda
sizi yol arkadaşlığına çağırıyor.
Üç ayda bir yayımlanacak olan ve "Varlığın anlamına,
eşyanın hakikatine, köklerimize" sloganıyla yola çıkan
derginin ilk sayısındaki bazı yazılar:
• Makâlâtu'l-Kevserî'den: Din
ve Fıkıh
• : Akaid-Fıkıh İlişkisi
• : Fıkhın Kaynakları
• : Eski Zamanlarda İlim Yolculukları
• : Makasıd Fıkhının mahiyeti
• : Ahkâmda Değişim
• Bütünsel Bilginin Peşinde Hikmet
• İllet ve Maslahat Açısından İctihad
• Soruşturma
• Söyleşi : Süleymaniye Kütüphanesi
• Tezâkir : Büyük Yürüyüşler “Şeyh Senusi”
• Bediiyât
• Kitâbiyât
• Prof. Dr. Cevat Akşit, Hakan Talha Alp, Dr.
Nu'man Cağîm, Prof. Dr. Orhan Çeker, İsmail Çetin,
Dr. Serdar Demirel, Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci,
Doç. Dr. Bedri Gencer, Prof. Dr. Tahsin Görgün,
Burhan
Rıza Görüş, Murat Hafızoğlu, M. Fatih Kaya, Turan
Kışlakçı, Selman en-Nedvî, Dr. Ebubekir Sifil, Murat
Türker, Prof. Dr. Vehbe ez-Zuhaylî
İrtibat:
Rihle Dergisi:
Hüsambey Mh. İtafiye Cd. Refah Sk. No: 1 Kat 2.
Fatih İstanbul
Tel: 0212 631 24 43 – 531 50 30
Fax: 0212 532 11 34
e-posta: abone@rihledergisi.com
website: www.rihledergisi.com
69
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
mkaraca_rehber@hotmail.com
BİLMECELER
1- Mavi atlas iğne batmaz Makas kesmez terzi
biçmez
2- Su üstünde ıslanmaz yere düşer paslanmaz
3- Ufacık sandık içine un bastık
4- Ateş olmayan yerde ne olmaz?
5- İlk Türk bayrağını kim dikmiştir?
Cevaplar : 1- Gökyüzü 2- Güneş 3- İğde 4- İtfaiye 5 Terzi
Enes bin Mâlik anlatıyor:
"Adamın biri Peygamber Efendimize geldi ve şöyle dedi:
"Ben cihada çıkmak istiyorum,
fakat gücüm yetmiyor."
"Anne babandan hayatta kalan
var mı?" "Evet, annem vardır."
"Git annene hizmet et ve gönlünü al. Böyle yaparsan hem
ANNE
Sevgin bir başkadır içimde anne
Her yerde anar yanarım anne
Sevgiyi sende buldum anne
Özlem, şefkat, merhamet sendedir anne
İçimde bir başkadır senin yerin anne
Kederde ve sevinçte yarensin anne
Hayat bir başka tatlıdır seninle anne
Kanat geren, aman diyen sensin anne
Kelimeler seni anlatmaya yetmiyor anne
Sevgin ancak hissedilerek anlaşılır anne
Senin kadar bizde yansak denizi ateş alır anne
Aman diyen,y avrum diyen sensin anne
Sen ancak bizim için yaşarsın anne
Karşılık beklemez, her şeyi verirsin anne
Keşke insan kıymet bilse anne
Umut veren, his veren sensin anne
hac, hem umre, hem de cihat
Ali Koç
sevabını kazanırsın.
70
Burhan
ANNE BABAMIZA KARŞI SORUMLULUKLARIMIZ
Aile, toplumu oluşturan en küçük birim, ilk eğitim yuvasıdır. İnsan konuşmayı,
yemeyi, yürümeyi, imanı, ibadeti… ilk ailede öğrenir. Çocuklar büyüyene kadar beslenme
ve bakımı anne baba tarafından sağlanır. Dolayısı ile anne babaların evlatları üzerinde
çok hakları vardır. Allah (c.c) anne babalara bakın nasıl davranmamızı istiyor:
“Rabbin, O'ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle
davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa,
onlara: "Öf" bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle”. *
Bu ayeti kerime anne babamıza karşı davranışlarımızda bize ölçü olmalı. Değil onları
üzmek “öf” bile dememeliyiz.
* İsra suresi 23
ANNE BABAYA DUA
Anne babamıza sık sık şöyle dua etmeliyiz:
.. "Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de onları esirge." *
* İsra suresi 24
ANNE VE BABAYA KARŞI
Fıkra
DAVRANIŞLARIMIZDA DİKKAT ETMEMİZ
Bir gün Nasreddin Hoca'nın eşeği
GEREKEN HUSUSLAR
çalınmış. Can sıkıntısı içinde durumu
* Anne ve babaya nezaketle ve saygı dolu bir dille
hitap etmeli.
komşularına anlatınca her kafadan bir
ses çıkmaya başlamış. Birisi :
* Bütün işlerde onların fikirlerine danışmalı (istişare
edilmeli).
-Hocam demiş niye ahırın kapısına iyi
bir kilit takmadın sanki? Bir başkası:
* Onları sevindirecek işlerde bulunmalı ve memnun
-Evine hırsız giriyor da senin nasıl
kalacakları işler yapmalı.
haberin olmuyor? diye konuşmuş. Bir
* Karşılarında yüksek sesle konuşmamalı.
diğeri de :
* Konuşurlarken dinlemeli, sözlerini kesmemeli.
-Hocam demiş, kusura bakma ama
eşeğin çalınmasına en büyük sebep yine
* Sofrada onlardan önce yemeğe başlamamalı.
sensin. Çünkü doğru dürüst bir ahırın
* Anne ve baba huzurunda ayakları uzatmamalı,
bile yok. Nerden baksan dökülüyor.
derli toplu oturmalı.
Hoca kızmış:
-Yahu demiş, iyi güzel de kabahatin
* Çağırdıkları zaman edeple "Buyur" deyip, hemen
hepsi benim mi? Hırsızın hiç mi suçu
yanlarına gitmeli.
yok?
Burhan
71
Hz.Pîr
Ahmed Er-Rufai Hazretlerinin
Salavât-ı Hamsesi
Download