Başyazı Garanti Bankası ve Kobi'ler... Ergun Özen Bundan tam 2 sene önce yine bu köşede, ekonomimiz henüz çalkantılı dönemden çıkmamışken, "Bankacılık Sorumluluğu" başlığıyla bir yazı yazmıştım. Garanti Bankası olarak, o gün içinde bulunduğumuz zor günlerden ancak birbirimize destek olarak çıkabileceğimizi, üzerimize düşen sorumluluğun da bilinciyle, inisiyatifi ele aldığımızı belirtmiştim. Türkiye'nin ekonomik alanda yaşadığı sorunlara en kalıcı çözüm yollarından birinin, çağdaş üretim ve yönetim araçlarıyla donanmış KOBİ'ler olduğu inancıyla bir dizi eylem planı başlatmıştık. Ticaret ve Sanayi Odaları'yla yaptığımız özel anlaşmalar ve Anadolu Sohbetleri'yle ulaştığımız onbinlerce KOBİ'nin takdirlerini kazandık... O günlerden bugüne ekonomimizde çok olumlu değişimler yaşandı. Türk ekonomisinin bel kemiği KOBİ'lerimiz hak ettiği değeri ve desteği görmeye başladı. Sektörde öncülüğünü yaptığımız çalışmaların başka kurumlarca da benimsenip geliştirilmesinden gurur duyuyoruz. KOBİ'ler Garanti Bankası için her zaman çok farklı bir anlam ifade etti, ediyor ve edecek. Bugün geldiğimiz noktada, kurum olarak KOBİ'lerle ilişkimizi yalnızca finansal değil kültürel açıdan da zenginleştirmek için özel fırsatlar yaratmaya çalışıyoruz. Bu ay Osmanlı Bankası Müzesi 'nde başlayan "Lonca'dan KOBİ'ye: Esnaf ve Sanatkârın Dünü" sergisi de böyle bir arayışın ürünü. Tasarımını Bülent Erkmen'in yaptığı sergi, Prof. Dr. Zafer Toprak'ın metinleri ve Fotoğraf Tarihçisi Engin Özendes'in koleksiyonundaki 52 fotoğrafla, KOBİ'lerin zaman tünelindeki yansımalarını bir araya getiriyor. Sergi, geçmişi ahiliğe ve loncalara kadar uzanan günümüzün KOBİ'lerinin Türk ekonomisindeki yerini ve katettiği mesafeyi değerlendirmek açısından önem taşıyor. Türk girişimcisi, daha 1 yüzyıl öncesinin Türkiye'sinde, ağırlıklı olarak bedensel çalışmaya dayanan bir sistemi, bugün en ileri teknolojilerin kullanıldığı, dünyayla rekabet eden bir sisteme başarıyla dönüştürmeyi başarmış. Sergiyi gezerken bu kıyaslamayı çok net yapabiliyorsunuz. Sanatseverlerin yanı sıra, KOBİ sahibi ve yöneticilerinin de sergiden farklı tatlar alacağını ümit ediyorum. Garanti Bankası'nın müşterisini dinleyen, çözüm üreten ve değer katan kimliğine eklenen bu yaratıcı çalışmada emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Dünyada Ekonomi POLONYA EKONOMİSİNDEKİ GELİŞMELER Yazan: Başar Şener – Kredi Analiz ve Yurtdışı Koordinasyon Yetkilisi Sovyetler Birliği'nin çökmesi ve dünyada komünizmin zayıflaması sonucu 1989'da ilgisini Batı'ya çeviren Polonya, bu tarihten sadece 15 yıl sonra Mayıs 2004'te Avrupa Birliği üyeliğine kabul edilmiştir. Birinci genişleme sürecinde AB'ye katılan 10 ülkenin en büyüğü olan Polonya, geçtiğimiz 15 yıl içinde çok büyük bir değişim yaşamış ve çevre ülkelere örnek olacak şekilde başarılı ekonomik, alt yapısal ve sosyal reformlar gerçekleşmiştir. Devlet kontrolünden serbest piyasa ekonomisine… 1989 yılına kadar merkezi planlamaya dayanan bir ekonomik politika izlenen Polonya'da komünist olmayan ilk partinin hükümete seçilmesiyle serbest piyasa ekonomisine geçiş yönünde emin adımlar atılmaya başlanmıştır. Ülkenin son yıllarda görülen hızlı gelişimi için gerekli temeller sözkonusu hükümetin belirlediği 3 ana karara dayanmaktadır. İlk karar fiyatların serbest bırakılması olmuştur. Sosyalist hükümetlerin uyguladığı devlet tarafından belirlenen sabit fiyat sisteminin bırakılmasıyla serbest piyasa ekonomisinin en temel şartı yerine getirilmiştir. İkinci karar devlet bütçe açıklarının yasal olarak sınırlandırılmasıdır. Kanun dahilinde Merkez Bankası'nın para basarak bütçe açıklarını kapatması da yasaklanmıştır. Üçüncü karar ise para politikasıyla ilgili olup, nominal faiz oranları yükseltilerek yüksek reel faiz uygulamasına geçilmiştir. Bu üç temel kararın uygulamaya alınmasını takiben reform programları kısa zamanda ekonomiyi canladırmış ve 1992 itibariyle ülke büyüme trendine girmiştir. 1990 yılında sadece $60 milyar olan GSYİH 10 yıl içinde iki buçuk kat artarak $158 milyara ulaşmıştır. Ekonomideki hareketlilik üyelik müzakereleri sürecinde oldukça artmış olup, GSYİH 2004'te de %5.3 oranında büyüme göstermiştir. Sosyalist dönemden kalan verimsizlikten dolayı %600'ü bulan enflasyon ilk etapta 1991'de %70'e daha sonra da istikrarlı bir düşüş sonucu 2004'te %2.3'e kadar gerilemiştir. Ekonomideki sağlıklı büyüme özellikle özelleştirmeler ve özel sektörün gelişmesi ile sağlanmıştır. Ekonomik reformlar içinde en önemli rolü özelleştirmeler oynamıştır. 1990-1998 yılları arasında toplam devlet işletmelerinin %70'i (6.129 adet müessese) özelleştirilmiştir. Böylece 7 yıl gibi kısa bir sürede özel sektörün GSYİH'nın %59'unu oluşturması sağlanmıştır. Ancak, özelleştirmeler dışında da özel sektör oldukça hızlı bir büyüme göstermiştir. 1989'da GSYİH'nın sadece %18'ini temsil eden özel sektör 2001 yılına gelindiğinde %72'ye ulaşmıştır. Öte yandan, özel sektör bugün toplam ihracatın %89'unu ithalatın ise %92'sini gerçekleştirir duruma gelmiştir. Devletçiliğin terk edildiği bu dönemde özel sektör istihdamı da büyük ölçüde desteklemiştir. Zira 2004 itibariyle toplam çalışaların %63'ü özel sektörde çalışır hale gelmiştir. Ülkenin yakın geçmişi göz önüne alındığında, sadece 15 yıl içinde böylesi değişimlerin yaşanması son derece başarılıdır. Geçmişten beri en sorunlu alanlardan biri olan sanayii sektöründe de gelişme ve reformlar sürmektedir. 1989 öncesi komünist rejimin de etkisiyle Polonya ekonomisi ağır sanayiye fazlasıyla dayanır duruma gelmiştir. Bu dönemde özellikle kömür, bakır ve sülfür üretimi yapılan ülkede bu tip endüstirilerin yoğunluğundan dolayı çevre kirliliği ciddi ölçüde artmıştır. Ayrıca tüketicilere hitap etmeyen endüstrilerin çoğunlukta olması ülkenin yabancı pazarlada çok fazla aktif olamamasına ve rekabet avantajı sağlayamamasına yol açmıştır. Ancak 1990'lı yılların sonlarına doğru bu durum değişmeye başlamış ve hizmet sektörünün ekonomideki ağırlığı artmıştır. Ekonominin son durumu… Özellikle son 10 yılda çok başarılı bir ekonomik büyüme kaydeden Polonya ekonomisinin göreceli olarak yavaşladığı dikkat çekmektedir. 2005'te büyümenin %4'e kadar gerilemesi beklenmekte olup, iç talepteki ve yatırım harcamalarındaki daralmanın bu durumu tetiklediği düşünülmektedir. Reformlara ilk başlandığı yıllarda enflasyonu frenlemeyi hedefleyen sıkı mali politikalar büyümeyi az seviyede etkilemişti, ancak belli bir olgunluğa ulaşmış olan ekonomi artık bu tip uygulamalardan daha fazla olumsuz yönde etkilenmektedir. Buna paralel olarak ekonominin yavaşlaması sonucu işsizliğin artması dolayısıyla tüketici harcamalarındaki düşüş iç talebin daralmasında önemli rol oynamaktadır. Ancak sıkı mali politikaların sürdürülmesi halen ciddi önem taşımaktadır. Buna örnek olarak cari işlemler açığının oldukça gerilemiş olsa da halen yüksek bir seviyede olması gösterilebilir. 2000 yılında $10 mia seviyesinde olan cari işlemler açığı 2003 yılında $4.6 milyara (GSYİH'nın %2.2'si) kadar gerilemiştir. Bu açığın kapatılmasında yabancı sermayenin önemli rol oynaması beklenmektedir. Ayrıca, gelişmekte olan tüm ekonomilerin sorunu ve aynı anda gereksinimi olan dış borç da yüksek seviyelere tırmanmıştır. 2003 yılında $79 milyar olan borcun %49'u kamuya, %41'i özel sektöre ve %10'u bankalara ait durumdadır. Bu gelişmelerin yanında halen yeni teknolojilerin ülkedeki verimliliği artırması, kalifiye ve deneyimli elemanların şirketleri daha iyi yönetmesi ve yabancı sermaye girişi gibi alanlarda ihtiyaçlar bulunmaktadır. Politik gündem… Başarılı reform programları uygulanmasına rağmen, son yıllarda halkın hükümete desteği giderek azalmış olup, yapılan araştırmalara göre 25 Eylül'de yapılacak olan parlamento ve 9 Ekim'de yapılacak olan başkanlık seçimlerinde ülke yönetiminin tümüyle değişmesi beklenmektedir. Seçimlerde sağ liberal partilerin oluşturduğu bir koalisyonun galip gelmesi beklenirken, dört yıl önce oyların %41'ini alan mevcut hükümetin bu seçimlerde %10 oy toplamasının bile zor olacağı belirtilmektedir. Öte yandan, en yeni AB ülkelerinden biri olan Polonya'nın gündemindeki önemli başka bir konu da 9 Ekim'de başkanlık seçimleri ile birlikte yapılacak olan AB anayasasının referandumu olacaktır. Fransa ve Hollanda'nın AB anayasasını reddetmesinin toplulukta ciddi boyutta bir krize yol açmış olması, Polonya'da yapılacak olan referandum sonucunun merakla beklenmesine yol açmıştır. Ülkede çok sayıda AB karşıtı olmasına rağmen şu anki tahminlere göre referandumdan olumlu sonuç çıkması beklenmektedir. Kısaca özetlemek gerekirse ; son 15 yılda önemli ölçüde gelişen Polonya geçtiğimiz AB genişleme sürecinde topluluğa katılmış ve AB'nin önemli ülkelerinden biri durumuna gelmiştir. Neredeyse Batı ülkeleri düzeyinde bir işleyen piyasa ekonomisi haline gelen Polonya'nın gelecekte değişen AB dengeleri içinde nasıl yer alacağı merakla izlenmektedir. AB'nin ciddi bir kriz içinde olduğu şu günlerde Birliğin İspanya, Portekiz ve Yunanistan'a sağladığı boyutta bir finansal yardımı son katılan 10 ülkeye sağlayıp sağlamayacağı henüz netlik kazanmamıştır. Bu doğrultuda Polonya'nın AB'ye girmesine rağmen gelişme sürecini mevcut hızıyla ne kadar daha sürdürebileceği de önümüzdeki yıllarda görülecektir. Dünyada Bankacılık YENİ "BASEL SERMAYE YETERLİLİĞİ ÇERÇEVESİ" - 2 1988 yılında Bank for International Settlements (BIS) bünyesinde toplanan Basel Committee on Banking Supervision (Komite), "Basel Accord" adlı tasarı ile sermaye yeterliliğine uluslararası bir standart getirmiştir. 1992'de yürürlüğe giren bu tasarı ile birlikte, tanımlanan sermayenin risk ağırlıklı aktiflere oranının minimum %8 olması öngörülmüştür. Zaman içinde uygulamada ortaya çıkan aksaklıklar ve son yıllarda yaşanan global krizlerin uluslararası düzeyde aktif bankaların taşıdığı risklerin boyutunu ortaya çıkarması, düzenlemenin yeterliliği konusunda soru işaretlerinin doğmasına sebep olmuştur. Böylece Komite, 1999'da yeni bir sermaye yeterlilik sistemi önermiş ve yoruma açmıştır. Öneri, 1988-Basel Accord'un sermaye gereğinin risk temeline dayandırılması yaklaşımını korumakta, ancak bankaların üstlendikleri risklerin daha gerçekçi bir şekilde yansıtılmasını ve bu risklerin gözetim ve denetim otoritelerince daha etkin izlenmesini amaçlamaktadır. Tasarı, uluslararası finans çevrelerinde pek çok tartışmayı da beraberinde getirmiş; gelen yorumların değerlendirilmesi sonucunda hazırlanan yeni taslak Ocak 2001'de tekrar görüşlere açılmış, bu tasarıya da pek çok yorum gelmesi sonucunda yeniden revizyona gidilmiştir. Garanti Dergisi Eylül 2001 sayısında bu taslakları detaylı olarak incelemiştik. Bu yazımızda ise 2001 taslağını kısaca hatırlayıp, bu taslak üzerine yapılan son değişikliklere değinmeye çalışacağız. YENİ SERMAYE YETERLİLİK SİSTEMİ İLE HEDEFLENENLER… 1988 tarihli Basel Accord; sermaye kavramının bankaların beklenen ya da beklenmeyen kayıplarını karşılama kapasitesini yeterince ifade etmediği, kullanılan risk ölçütünün yeterli olmadığı ve aktifler arasındaki risk ayrımını gerekli hassaslıkta yapamadığı yönünde eleştirilere hedef olmuştur. Bu eleştiriler üzerine Komite, piyasanın ihtiyaçlarını daha fazla dikkate alan ve öncekine göre daha geniş kapsamlı bir çerçeve üzerinde durmuştur. Mevcut uygulamada olduğu gibi, yeni düzenlemede de öncelikli hedef olarak uluslararası piyasalarda etkin bankalar belirlenmiş olmakla birlikte, diğer bankaların da uygulayabileceği nitelikte olmasına özen gösterilmiştir. Yeni tasarının temel hedefleri şu şekilde belirlenmiştir: Mali sistemlerin güvenliğinin ve sağlının artırılması, Bankalar için rekabet eşitliğinin yaratılması, Riskler konusunda öncekine göre daha kapsamlı bir yaklaşım oluşturulması. OCAK 2001 Taslağı: 1. Minimum Sermaye Gereği: Gelişmiş kredi değerlendirme sistemine sahip bankaların iç risk değerleme modellerini kullanabilmeleri, diğer bankaların ise kredi derecelendirme kuruluşlarının risk ağırlıklarını kullanması (Standart Yaklaşım) öngörülmektedir. A. Standart Yaklaşım: i. Ülkelerin risk ağırlığı: 1999 Taslağı ile aynıdır. ii. Bankaların risk ağırlığı: Yine 2 alternatif sunmaktadır; a. Bankaya uygulanan risk ağırlığının ülkeninkinden bir derece fazla olması, b. Bankaların dış derecelendirme kuruluşlarından aldıkları ratinge ve riskin vadesine göre bir ağırlıklandırma söz konusudur. 3 aydan kısa vadeli işlemlerin risk ağırlığını uzun vadelilere göre daha düşük olması öngörülmüştür. iii. Firmaların risk ağırlığı: 1999 tasarısındaki gibi, risk ağırlığı şirketlerin ratinglerine bağlı hale getirilmiş, ancak not ve ağırlık aralıkları değiştirilmiştir. AAA:AA- A+: A- BBB+: BBB- BB+ : B- B-'den düşük Notsuz Ülkeler %0 % 20 % 50 % 100 % 150 % 100 Bankalar (Alt.1) % 20 % 50 % 100 %100 % 150 % 100 Bankalar (Alt.2-3 aydan uzun) % 20 % 50 % 50 % 100 % 150 % 50 Bankalar (Alt.2-3 aydan kısa) % 20 % 20 % 20 % 50 % 150 % 20 Firmalar AAA:AA- A+: A- BBB+: BB- BB-'den düşük Notsuz % 20 %50 %100 %150 %100 *Teminata ve kredi türüne göre risk ağırlıkları da değişmektedir. B. İç Değerlendirmeye Dayalı Yaklaşım: Özellikle global bankalar tarafından uygulanması beklenen bu metodun kullanımı, Komite'nin geliştirdiği standartlara dayalı olarak denetleme kuruluşlarının iznine bağlı kalmak şartı ile bankalara borçlunun kredibilitesini kendi yöntemleriyle belirleme izni vermektedir. Denetleme kuruluşlarınca dikkat edilecek başlıca kriterler; kredi risklerinin doğru sınıflandırılması, iç değerlendirme sisteminin içeriği ve bankanın faaliyetleri ile uyumu, sağlıklı IT sistemlerine sahip olunması ve bankanın şeffaflığıdır. 2. Sermaye Yeterliliğininin Denetimi: Amaç, bankaların doğru şekilde değerlendirilmiş risklerine karşılık sahip olmaları gereken sermayeyi belirleyecek iç yöntemlere sahip olduklarından emin olabilmektir. Denetim kuruluşları ise, bankaların riskleri oranında sermaye tutmaları konusunda sorumlu olacaklardır ve risk yönetim mekanizmaları gerektiğinde denetim kuruluşlarının müdahelesine açık olacaktır. 3. Piyasa Disiplini: Amaç, bankaların daha şeffaf bir yapıya sahip olmalarını sağlamaktır. Böylece piyasada faaliyet gösteren tüm kişi ve kuruluşların, bankaların sermaye yeterliliği ve risk profili konusunda bugünkünden daha detaylı bilgiye sahip olması sağlanacaktır. İlk taslak bankalara 3 alanda bilgilendirme şartı koyarken, son paket 4 alandaki (sermayenin kompozisyonu, sermayelerin desteklediği kredi, piyasa ve faiz riskleri) verilerin ayrıntılı bir şekilde açıklanmasını bekliyor. Komitenin Ocak 2001 taslağına getirilen yorumlar sonrası Temmuz 2002'de yaptığı değişiklikler: Kredi kartı gibi bazı süreklilik arzeden bireysel krediler için daha riske duyarlı bir İç Değerlendirmeye Dayalı (İÇD) risk ağırlıklandırma eğrisi oluşturulması karara bağlanmıştır. İÇD yaklaşımının en gelişmiş metodunu kullanan bankalar sermayeyi hesaplarken kredinin kalan vadesini göz önünde bulundurmak zorundalar, ancak ulusal mercilerin onayı ile küçük yerel borçlular bu kuralın dışında tutulabilecekler. En çok eleştirilen maddelerden biri olan küçük ve orta ölçekli firmaların kredileri için gereğinden fazla sermaye ayrılması konusu haklı bulunmuş ve gerekli değişikliklerin yapılması onaylanmıştır. Operasyonel risk minumum sermaye yeterliliğini hesaplamada kullanılacak bir gösterge olmaya devam edecek, ancak bazı esneklikler sağlanacak. İÇD yaklaşımı içerisinde iki farklı (Temel ve Gelişmiş Yaklaşım) metodu kullanan bankaların ayıracakları sermayeler arasında oluşabilecek farklılıklar en aza indirgenecek. Komite, ulusal otoriteler ile birlikte Ekim 2002'de bir anket çalışması yapacak. Bankalardan sağlanacak veriler sayesinde firmaların yeni sistemden nasıl etkileneceği belirlenmeye çalışılacak. Piyasa disiplininin gerçekleştirilmesi amacı ile bankaların sermaye yeterliliği ve risk profili konusunda kamuoyunu bilgilendirmesi şartı bankacılar tarafından olumsuz olarak değerlendirilmişti. Komite yaptığı açıklamada her türlü bilginin değil ancak bankanın risk profili konusunda yeterli bilginin verilmesi gerekliliğini vurgularken hangi bilgilerin açıklanması gerekeceği konusunda ayrıntılı bir açıklama yapmamıştır. Komite genel olarak gelen yorum ve değişikliklerden memnun olduğunu ifade etmiş, 2003 son çeyreğinde yeni sermaye yeterliliği çerçevesinin tamamlanacağını ve 2006 yılsonuna kadar 3 yıllık bir adaptasyon sürecine izin vereceğini bildirmiştir. Merve Genç İç Ekonomi EKONOMİDE UZUN VADELİ SORUNLAR Yazan: Sertan KARGIN 2001 sonunda GSMH'nın %78'ine ulaşan dış borçların (kamu+özel) ve GSMH'nın %68'i dolayında gerçekleşen iç borçların sürdürülebilirliği Türk ekonomisinin en önemli sorunudur. Bu noktada, Türk ekonomisinin borç dinamiklerinde (faiz-kur-büyüme-faiz dışı fazla -enflasyon) program hedeflerine yaklaşması gerekmektedir. Öncelikle, ekonomideki tüm kesimler, enflasyon konusunda hassasiyet göstermelidir. Çünkü, iç borcun %84'lük kısmının kısa vadeli faiz oranlarına, dövize ve enflasyon gerçekleşmelerine endekslenmiş olması, enflasyonu bir finansman aracı olmaktan çıkarmış; borç yaratan bir faktör haline getirmiş bulunmaktadır. Enflasyonda hedefin tutturulması bu açıdan büyük önem arzetmektedir. Liberal ekonomiye geçişten 2001 yılının başına kadar TCMB yönetiminde uygulanan kur politikası ve endeksleme, döviz kuru-enflasyon ilişkisine kuvvetli bir atalet kazandırmıştır. Örneğin, döviz kurundan çekirdek enflasyona geçiş oranı %60 civarında seyretmektedir. Bu kapsamda, 2002 yılı enflasyon hedefinin tutabilmesi için USD/TRL kuru, kanımızca, 1.88 milyon TL'i aşmamalıdır.Söz konusu ataletin kırılabilmesi için istikrarlı bir iktisadi ortamda en az 5 yılın geçmesi gerekmektedir. Dalgalanan kur rejiminden dolayı, dış ekonomilerdeki ve siyasetteki gelişmeler döviz kuruna eş anlı yansıdığından, borç dinamikleri dış şoklara açıktır.Döviz yükümlülüklerinin %65'i IMF borçlarından oluşan TCMB'nin döviz rezervi 'şok emici' görevini yerine getirememektedir. Piyasa ekonomisinin işleyişi altında iç borçların çevrilmesi, önümüzdeki 4 yılda kamu maliyesine yıllık ortalama %21'lik bir reel faiz maliyeti yüklemektedir. Söz konusu maliyetin taşınabilmesi ise bu dönemde GSMH'nın %6.5'i gibi oldukça yüksek bir faiz dışı fazla düzeyi ile mümkün olabilecektir. Bu düzeydeki faiz dışı fazla rakamının sağlanabilmesi için iktisat politikalarının istihdam yaratarak ve enflasyonu düşürerek gelir dağılımını iyileştirmesi gerekmektedir. Enflasyondaki ataleti kıracak bir nominal çapa seçeneğinin mevcut olmaması ve programın istihdam ayağındaki işleyişin yetersizliği, faiz dışı fazla hedefini zora sokabilecek bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Sosyal güvenlik açıkları ve sübvansiyonlar, kamu maliyesi üzerinde ağır bir yük olarak kalmaya devam etmektedir. Bu iki transfer kalemindeki sapmadan dolayı 2002 yılı faiz dışı harcama seviyesinde 7 katrilyon TL'lik (4.5 katrilyon TL'si sosyal güvenlik) bir sapma ortaya çıkabilecek gibi görünmektedir. Ziraat bankası ile TCMB'den sağlanan 3.5 katrilyon TL'lik kâr aktarımı bütçeyi bir miktar rahatlatmış gibi görünmektedir. Bu rakamlar çerçevesinde, faiz dış fazla hedefi yakalansa dahi, bir defalık kâr aktarımları ile mevcut olabilecektir ki program hedefinde kâr aktarımları dikkate alınmamıştır. Büyüme tarafına gelince: Bu yıl politik gerginliğe rağmen, özellikle sanayi üretimindeki yüksek performans ile (ilk altı ayda %7.2'lik artış), %3.0'lük hedef aşılabilir durmaktadır. Tahminimiz %4.2. Ancak, 2002 yılı hedefinin tutturulması sürdürülebilir büyüme safhasının başladığı anlamına gelmemektedir. Dış borç stoku belli eşik değerleri aşınca, gelişmekte olan ülkelerin büyüme performansları üzerinde negatif yönde bir baskı oluşmaktadır. Gelişmekte olan bir ülkede 'toplam dış borç/GSMH oranı' %35-40, 'toplam dış borç/ihracat oranı' da %160-170 seviyelerini aştığında, büyümeyi azaltıcı bir etkinin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu bir anlamda, yüksek borçlu bir ülkede yapılacak 1 birimlik yatırımdan (iç veya dış) sağlanacak marjinal getirinin marjinal maliyetin altında kalabileceğine işaret eder. Türkiye'de ise bu oranlar sırası ile 2001 sonunda %78 ve %327 seviyelerinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla, yüksek dış borç stoku yabancı yatırımlar önünde bir engel teşkil etmektedir. Bu ortamda amaç, ekonomideki borçluluk oranını ve dolayısıyla, dış borç ödeme gücünü koruyarak iktisadi atılım yapmak olmalıdır. Neticede, borçluluk yaratmayan doğrudan sermaye girişlerine azami önem verilmelidir. Bu açıdan bakıldığında, Türk ekonomisi önümüzdeki beş yılda yıllık ortalama GSMH'nın %5-7'si arasında doğrudan yabancı sermaye girişi sağlamalıdır. Bir diğer bakış açısıyla, önümüzdeki 5 yılda yabancı sermaye girişlerinin, büyümenin sübvansiyonunda, IMF ve Dünya Bankası kredilerinin yerini alması gerekmektedir. Fakat net yabancı sermayeye ilişkin 2002-2004 hedefleri, bu konuya gereken önemin verilmediğini göstermektedir. Yabancı sermayeye ilişkin (vergi kolaylığı sağlayacak ve bürokrasiyi azaltacak) düzenlemeler henüz yapılamamıştır. Yabancı sermayenin en önemli bacağı olan özelleştirme ise 2002 yılında neredeyse ihmal edilmiş durumdadır (hedef:900 milyon USD). Enerji ihalelerinde kamu kurumları arasındaki koordinasyon kopukluğu nedeni ile yaşanan belirsizlik, yabancı yatırımcıların şevkini kırmaktadır. Ekonomi Haberleri EKONOMİDE SON DURUM 2001 sonunda GSMH'nın %78'ine uluşan dış borçların (kamu+özel) ve GSMH'nın %68'i dolayında gerçekleşen iç borçların sürdürülebilirliği Türk ekonomisinin en önemli sorunudur. Bu noktada, Türk ekonomisinin borç dinamiklerinde (faiz-kur-büyüme-faiz dışı fazla -enflasyon) program hedeflerine yaklaşması gerekmektedir. Öncelikle, ekonomideki tüm kesimler, enflasyon konusunda hassasiyet göstermelidir. Çünkü, iç borcun %84'lük kısmının kısa vadeli faiz oranlarına, dövize ve enflasyon gerçekleşmelerine endekslenmiş olması, enflasyonu bir finansman aracı olmaktan çıkarmış; borç yaratan bir faktör haline getirmiş bulunmaktadır. Enflasyonda hedefin tutturulması bu açıdan büyük önem arzetmektedir. Liberal ekonomiye geçişten 2001 yılının başına kadar TCMB yönetiminde uygulanan kur politikası ve endeksleme, döviz kuru-enflasyon ilişkisine kuvvetli bir atalet kazandırmıştır. Örneğin, döviz kurundan çekirdek enflasyona geçiş oranı %60 civarında seyretmektedir. Bu kapsamda, 2002 yılı enflasyon hedefinin tutabilmesi için US$/TRL kuru, kanımızca, 1.88 milyon TL'ı aşmamalıdır. Söz konusu ataletin kırılabilmesi için istikrarlı bir iktisadi ortamda en az 5 yılın geçmesi gerekmektedir. Dalgalanan kur rejiminden dolayı, dış ekonomilerdeki ve siyasetteki gelişmeler döviz kuruna eş anlı yansıdığından, borç dinamikleri dış şoklara açıktır. Döviz yükümlülüklerinin %65'i IMF borçlarından oluşan TCMB'nin döviz rezervi 'şok emici' görevini yerine getirememektedir. Piyasa ekonomisinin işleyişi altında iç borçların çevrilmesi, önümüzdeki 4 yılda kamu maliyesine yıllık ortalama %21'lik bir reel faiz maliyeti yüklemektedir. Söz konusu maliyetin taşınabilmesi ise bu dönemde GSMH'nın %6.5'i gibi oldukça yüksek bir faiz dışı fazla düzeyi ile mümkün olabilecektir. Bu düzeydeki faiz dışı fazla rakamının sağlanabilmesi için iktisat politikalarının istihdam yaratarak ve enflasyonu düşürerek gelir dağılımını iyileştirmesi gerekmektedir. Enflasyondaki ataleti kıracak bir nominal çapa seçeneğinin mevcut olmaması ve programın istihdam ayağındaki işleyişin yetersizliği, faiz dışı fazla hedefini zora sokabilecek bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Sosyal güvenlik açıkları ve sübvansiyonlar, kamu maliyesi üzerinde ağır bir yük olarak kalmaya devam etmektedir. Bu iki transfer kalemindeki sapmadan dolayı 2002 yılı faiz dışı harcama seviyesinde 7 katrilyon TL'lık (4.5 katrilyon TL'sı sosyal güvenlik) bir sapma ortaya çıkabilecek gibi görünmektedir. Ziraat Bankası ile TCMB'den sağlanan 3.5 katrilyon TL'lık kâr aktarımı bütçeyi bir miktar rahatlatmış gibi görünmektedir. Bu rakamlar çerçevesinde, faiz dış fazla hedefi yakalansa dahi, bir defalık kâr aktarımları ile mevcut olabilecektir ki program hedefinde kâr aktarımları dikkate alınmamıştır. Büyüme tarafına gelince: Bu yıl politik gerginliğe rağmen, özellikle sanayi üretimindeki yüksek performans ile (ilk altı ayda %7.2'lik artış), %3.0'lük hedef tutturulabilir. Tahminimiz %3.4. Ancak, 2002 yılı hedefinin tutturulması sürdürülebilir büyüme safhasının başladığı anlamına gelmemektedir. Dış borç stoku belli eşik değerleri aşınca, gelişmekte olan ülkelerin büyüme performansları üzerinde negatif yönde bir baskı oluşmaktadır. Gelişmekte olan bir ülkede 'toplam dış borç/GSMH oranı' %3540, 'toplam dış borç/ihracat oranı' da %160-170 seviyelerini aştığında, büyümeyi azaltıcı bir etkinin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu bir anlamda, yüksek borçlu bir ülkede yapılacak 1 birimlik yatırımdan (iç veya dış) sağlanacak marjinal getirinin marjinal maliyetin altında kalabileceğine işaret eder. Türkiye'de ise bu oranlar sırası ile 2001 sonunda %78 ve %327 seviyelerinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla, yüksek dış borç stoku yabancı yatırımlar önünde bir engel teşkil etmektedir. Bu ortamda amaç, ekonomideki borçluluk oranını ve dolayısıyla, dış borç ödeme gücünü koruyarak iktisadi atılım yapmak olmalıdır. Neticede, borçluluk yaratmayan doğrudan sermaye girişlerine azami önem verilmelidir. Bu açıdan bakıldığında, Türk ekonomisi önümüzdeki beş yılda yıllık ortalama GSMH'nın %5-7'si arasında doğrudan yabancı sermaye girişi sağlamalıdır. Bir diğer bakış açısıyla, önümüzdeki 5 yılda yabancı sermaye girişlerinin, büyümenin sübvansiyonunda, IMF ve Dünya Bankası kredilerinin yerini alması gerekmektedir. Fakat net yabancı sermayeye ilişkin 2002-2004 hedefleri, bu konuya gereken önemin verilmediğini göstermektedir. Yabancı sermayeye ilişkin (vergi kolaylığı sağlayacak ve bürokrasiyi azaltacak) düzenlemeler henüz yapılamamıştır. Yabancı sermayenin en önemli bacağı olan özelleştirme ise 2002 yılında neredeyse ihmal edilmiş durumdadır (hedef: 900 milyon Dolar). Enerji ihalelerinde kamu kurumları arasındaki koordinasyon kopukluğu nedeni ile yaşanan belirsizlik, yabancı yatırımcıların şevkini kırmaktadır. Bankacılık Sistemindeki Sorunlar ve Çözüm Önerileri: Sürdürülebilir büyüme ve borç dinamikleri açısından bir diğer önemli noktada da bankacılık sektörünün istikrarıdır. Bankacılık sektörünün istikrara kavuşması, güvenin yeniden tesisi, kârlılık ve finansal piyasalardaki volatiliteyi azaltacak mikro düzenlemeler neticesinde mümkün görünmektedir. 2001 yılında ortaya çıkan sistemik kriz tam anlamı ile aşılmadan güvenin oluşması ve iç-dış kredi kanalların tam akışkanlık kazanması beklenemez. Sistemik krizin tamamen sona ermesi ise 'finans kesimindeki yeniden yapılanmanın reel sektörün yapılanması ile tamamlanması' durumunda mümkün görünmektedir. Bu aşamada, bankaları yeniden sermayeledirme planının büyük ölçüde gelecekte yaşayamaz duruma gelebilecek kredilerin sistemde yaratacağı zararların telafisi için dizayn edildiğini dikkate alırsak, özel sektör borç yapılandırması kritik bir noktaya gelir. 'İcra-iflas kanununun' çalışır vaziyete getirilmesine olduğu kadar, firmaların borç ödeme kapasitelerini yükseltecek finansal tekniklere de (borç/sermaye dönüşümü veya düşük getirili bono/sermaye swapı gibi) ihtiyaç duyulabilecektir. Aksi durumda, güven ortamının kurulması gecikebilecektir. Güven ortamı kurulmadan da iç ve dış kredi kanallarının, bir diğer bakış açısı ile kaynak aktarım kanallarının, açılması pek mümkün görünmemektedir. Borcun çevrileceği yer bankacılık sistemidir. Gerek büyümenin ve gerekse kamu finansmanının sürdürülebilir platforma oturtulabilmesi için, bankacılık isteminin güçlü özkaynakla çalışması gerekmektedir. Bunun için de sistemde kesintisiz kârlılık sağlanmalıdır. 1991-2001 yılları arasında, bankacılık sisteminin dolaylı ve doğrudan tabi olduğu toplam mali yükün yıllık ortalaması 3.1 milyar Dolara ulaşmıştır. TCMB, şu anda, TL zorunlu karşılıklara %22, DTH'a ise ortalama %1.2 oranında faiz ödemektedir. Dolayısıyla, söz konusu uygulama gelecek yıllarda da sürdürülürse, bankacılık sistemi, zorunlu karşılıklara faiz uygulamasından, yılda ortalama 350 milyon Dolar dolayında bir kaynak sağlayabilir. Ancak, inancımız, söz konusu ödemelerin AB standartlarında yapılmasının TCMB'nin para politikalarında herhangi bir sorun yaratmayacağı yönündedir. Söz konusu yüklerin, kamu finansman dengesini sarsmadan ve para politikalarının etkinliğini azaltmadan, yıllık ortalama 3.1 milyar Dolar'dan 1.9 milyar Dolar seviyesine çekileceği inancını taşımaktayız. Sonuç olarak, 57. hükümetin bankacılık sistemindeki mali yükleri azaltmak için gösterdiği çaba aksamadan devam etmelidir. Finansal piyasalardaki volatiliteyi azaltacak mikro düzenlemeler: Piyasa Yapıcılığı Sistemi dahilinde, piyasa yapıcısı bankalara getirilen maliyet avantajları ve bono piyasasına ilişkin esneklikler cesaret vericidir. Buna ek olarak, DEK kağıtlarında düz reeskont muhasebe sistemine izin verilmesi, banka kârlılıklarında g özlemlenen dalgalanmaların azalmasını sağlamıştır. (Bankacılık sistemi, önceden, DEK kağıtlarının döviz kağıdı değil de dövize endeksli olmasından dolayı, kupon ödemeleri ve anapara ödemeleri dönemlerinde pozisyon açılmaları ile karşı karşıya kalmakta idi. Bu da kurlarda ani sıçramalara yol açmakta idi). Hazine'nin yeni uygulamaları kendisine göreli bir borçlanma kolaylığı sağlayabilecektir. Ancak, piyasa yapıcılığı kapsamında getirilen yenilikler yeterli değildir. Kamu ve fon bankalarının mevduata yüksek faiz ödemesi nedeniyle Bankaların fonlama maliyetleri yükselmektedir. Mevduattan eksik kalan fonlama ihtiyacını repo veya interbank piyasalarında karşılama arayışına giren özel bankalar, piyasa üzerinde bir fon talebi yaratmaktadır. Bu da TCMB'nin piyasalardan çekileceği yakın gelecekte, faiz piyasalarındaki oranları ve muhtemelen volatiliteyi arttıracaktır. Kaynak maliyetindeki artışlar bankaların, DİBS'lere olan ilgisini azaltabilecektir. Mevduata verilen her ilave yüksek faiz, reel sektöre kullandırılacak kredi faiz oranının yükselmesine sebep olmaktadır. Bu da yatırımların artması, büyüme ve istihdam için engel teşkil etmektedir. Öte yandan, özellikle politik istikrarsızlığın ortaya çıkması ile birlikte, döviz piyasasındaki derinliğin ve likidite piyasadaki işleyişin bankacılık sisteminin finansal yapısı üzerindeki olumsuz etkisi belirginleşmiştir. Fiyatlar ani şekilde aşağı veya yukarı oynamakta; hem gün içi, hem de dönemsel (günlük, haftalık, aylık) volatiliteler kabul edilebilir seviyelerin olduçka üstüne çıkabilmekte, fakat bu fiyatlardan işlem olup olmadığı görülememektedir. Bu nedenle, döviz fiyatının, manüpülasyonlara göre değil, gerçek arz ve talep dengesine göre oluşturulması gerekmektedir. Gözlemlenen aşırı volatilitenin ortadan kaldırılması için bono-tahvil piyasasındaki Piyasa Yapıcılığı Sistemine geçilmesinin gerekli olduğuna inanıyoruz. Bu sistemde, fiyatlar, ithalat ve ihracat işlemlerinde ve yurtdışı müşteri işlemlerinde pazar payı yüksek olan bankalar tarafından verilmelidir. Ödemeler dengesi akımlarını yakından takip edebilecek bu bankaların vereceği fiyatlar, piyasanın manüpülatif hareketler yerine, ekonominin gerçeklerine daha uyumlu hareket etmesini sağlayabilecektir. Bu arada, sistem, kendi başına etkin bir şekilde işlemeye başlayana kadar, TCMB, aracılık görevini sürdürmeye devam etmelidir. Kültür Sanat VENEDİK FİLM FESTİVALİ ÖDÜLLERİ DAĞITILDI Avrupa'nın en eski film festivali olma özelliğini elinde bulunduran ve bu yıl 59'uncusu düzenlenen Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan'ı, yönetmenliğini Peter Mullan'ın yaptığı "The Magdalene Sisters" adlı film kazandı. "The Magdalene Sisters"ın, İrlanda'da yaşayan iki rahibenin tecavüze uğradıktan sonra yaşamlarını konu almasının, Vatikan'daki bazı kesimleri rahatsız ettiği söyleniyordu. Festivalde En İyi Erkek Oyuncu dalında Altın Aslan'ı "Un Viaggio Chiamato Amore" adlı filmdeki rolüyle İtalyan aktör Stefano Accorsi aldı. Accorsi, Ferzan Özpetek'in son filmi Cahil Periler'de de başrol oynamıştı. Todd Haynes'in "Far From Heaven" filmindeki rolüyle Juliana Moore'un En İyi Kadın Oyuncu seçildiği festivalde, Jüri Özel Ödülü yönetmen Shinya Tsukamoto'nun "A Snake of June" adlı filmine, San Marco Ödülü ise Tian Zhuangzhuang'ın "Springtime in a Small Town" adlı filmine verildi. Başkanlığını Çinli aktris Gong Li'nin üstlendiği festivalin jüri üyeleri arasında Türk yönetmen Yeşim Ustaoğlu, Fransız yönetmen ve senarist Jacques Audiard, İtalyan aktris Francesca Neri, Alman yapımcı Ulrich Felsberg, Macar görüntü yönetmeni Laslo Kovaç ve Rus ozan Evgeni Evtusenko yer aldı. Festivalde ayrıca, En İyi Yönetmen Ödülü'ne "Oasis" filmiyle Lee Changdong (Çin), Jüri Büyük Ödülü'ne Andrej Konchalovsij'in "La Maison de Fous" adlı filmi, Mastroianni Ödülü'ne Oasis'deki rolüyle Moon So-ri, En İyi Kısa Metrajlı filmde Gümüş Aslan Ödülü'ne İrina Efteeva'nın "Clown" adlı filmi ve Avrupa'daki En İyi Kısa Metraj Ödülü'ne de Szofia Peterffy'in "Lover of Pirates" filmi layık görüldü. Venedik'de 143 filmin gösterildiği festivalin bu yılki ünlüleri Sofia Loren, Gwyneth Paltrow, Salma Hayek, Tom Hanks, Harrison Ford, modacı Valentino ve Giorgio Armani oldu. Batık Titanic'in Üç Boyutlu Filmi Çekiliyor Ünlü yönetmen James Cameron'un, batık Titanic transatlantiğinin filmini üç boyutlu kameralarla çekmeye hazırlandığı bildirildi. "Denizdibi Hayaletleri" adlı belgeselin parçası olan proje için kardeşi Mike ve filmci Vince Pace'den yardım alan ünlü yönetmenin, üç boyutlu film çekebilen çok hafif sualtı kameraları kullanacağı kaydedildi. Özel olarak geliştirilmiş iki robotun bu kameralarla geminin içine gireceği ve bugünkü halini gözler önüne sereceği ifade edildi. Çekilecek ham filmin 300 saat uzunluğunda olacağı ve ilginç bölümlerinin kullanılacağı söyleniyor. Yepyeni Bir Cameron Diaz Son olarak The Sweetest Thing filminde izlediğimiz Cameron Diaz, artık 30 yaşında ve kendi stilini belirlemiş bir yıldız. Ancak Diaz henüz kariyerinde istediği yerde olduğunu düşünmüyor. Yaptığı her işte yeni şeyler öğrenmenin verdiği haz, onu hayattan daha da fazlasını istemeye itiyor. Cameron Diaz, kendini filmlerinde komik duruma düşürmekten korkmayan bir oyuncu. Ayrıca hayranlarından ve izleyicilerden gelen tepkilere de büyük önem veriyor. Örneğin, The Sweetest Thing'i sinemada hiç tanımadığı insanlarla pek çok kez izlemiş. Güzel oyuncu kendini bu filmde oynadığı karaktere çok benzetiyor. İlişkilerinde son derece verici olduğunu ifade eden Diaz, bu yüzden epey sorun yaşamış. Nitekim kısa süre önce uzatmalı sevgilisi Matt Dillon'dan da ayrıldı. Seyahat etmenin ve yeni kültürler tanımanın kendisi için çok önemli olduğunu vurgulayan Cameron Diaz'a göre, insanların yaşadıkları yerler onların kişiliğinin belirlenmesinde çok önemli bir rol oynuyor. Cameron Diaz'ın bir sonraki film projesi ise, Charlie'nin Melekleri-2. Haziran ayında hazırlıklarına başlanan bu film, Diaz'ın çekimleri sırasında en eğlendiği filmlerin başında geliyor. Picasso Koleksiyonu Açık Artırmada Ünlü ressam Pablo Picasso'nun 250 eserinin yer aldığı resim ve seramiklerinden oluşan koleksiyonu, Ekim ayında London's Christie's Müzayede Salonunda açık artırmaya sunulacak. London's Christie's Müzayede Salonu, Pablo Picasso'nun unutulan resim ve seramiklerinin açık artırmasına ev sahipliği yapıyor. 9 Ekimde yapılacak olan açık artırmaya pek çok zengin ve ünlü sanatseverin katılacağı tahmin ediliyor. Açık artırmada sanatçının birbirinden değerli 250'ye yakın eseri satışa sunulacak. Örneğin, 1959 yılı Corrida serisine ait eserlerin 18-25 bin sterlin arasında müşteri bulması bekleniyor. London's Christie's Müzayede Salonu'nda açık artırmaya çıkarılan esrlerin bir başka özelliği ise, çağdaşlarının Picasso'daki etkilerini ortaya çıkarması. 11 Eylül'e Sanatsal Bakış 11 Eylül 2001'de yapılan terörist saldırı New York'u yakarken dünyayı da dehşete düşürdü. Yaşanan şokun ardından, sanatçılar da tepkilerini farklı biçimlerde ortaya koydular. Bruce Springsteen uzun bir aradan sonra geçen ay çıkardığı "The Rising" adlı albümünde, 11 Eylül'le bağlantılı beş şarkıya yer verdi. Terör, barış, komplo ve küreselleşme gibi temaları işleyen kitaplar yayımlandı. Springsteen, son olarak MTV Amerika ödül töreninde 11 Eylül kurbanlarının anısına sahneye çıktı.11 Eylüle farklı bakış açılarını yansıtmak amacıyla bir film projesi gerçekleştirildi ve plastik sanatlar alanında üretilen çalışmalar sergilendi. 11 Eylül'e 11 Film Saldırının dünya çapındaki etkileri, farklı coğrafyalardan on bir yönetmenin kısa filmlerinden oluşan 11' 09" 01. adlı Fransız yapımına yansıdı. Her biri 11 dakika 9 saniye süren 11 kısa filmin genel eğilimi "İnsanın kalbinde, o gün ölenlerin yanı sıra diğer trajedilere de yer ayırması gerektiği" yönünde. Mira Nair, Samira Makmalbaf, Ken Loach, Sean Penn ve Danis Tanoviç gibi tanınmış yönetmenlerin katıldığı projede Mısırlı sinemacı Yusuf Şahin'in filminin ise açık biçimde Amerikan karşıtı bir tavırda olduğu belirtiliyor. "Hiçbiryerde"ye Montreal'den Ödül Genç Türk yönetmen Tayfun Pirselimoğlu'nun ilk uzun metrajlı filmi "Hiçbiryerde" Kanada'da düzenlenen Montreal Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü'ne değer görüldü. Festivalin bir başka sürprizi de Fransız oyuncu Sophie Marceau'nun ilk yönetmenlik denemesi Parlez Moi d'Amour (Bana Sevgiden Sözedin) ile en iyi yönetmen ödülünü alması oldu. Bu Yıl 26'ncısı Düzenlenen Montreal Film Festivali Ödül Dağılımı Şöyle: En iyi yönetmen: Sophie Marceau (Parlez-moi d'amour/ Bana Sevgiden Sözedin), En iyi erkek oyuncu: Aleksi Çadov (Savaş), En iyi kadın oyuncu: Maria Bonnevie (I am Dina) ve Leyla Hatemi (İstigeh-ı Metruk), En iyi senaryo: Diego Arsuaga (El Ultima Train), Jüri Özel Ödülü: Tayfun Pirselimoğlu (Hiçbiryerde), Büyük Amerika Ödülü: Yön: Cristina Comencini (Il Pui Bel Giono Della Mia Via/ Yaşamımın En Güzel Günü), Sanata en iyi katkı: Carlos Saura (Salome) Venedik Mimarlık Bienali: "Geleceğin Gökdelen Mimarisi" Venedik Mimarlık Bienali, geleceğin gökdelen mimarisini büyüteç altına alıyor. Bienalin İngiliz küratörü Dejan Sudjic'e göre 11 Eylül bile gökdelen tutkusunun önüne geçemedi. Geleceğin mimarisinin sergileneceği Uluslararası Venedik Mimarlık Bienali, 8 Eylül-3 Kasım 2002 tarihleri arasında devam ediyor. 'Next' başlığı altında oluşturulan bienal, 140 yeni projenin ışığında geleceğin müze, konut, kamu binası, havalimanı, istasyon mimarisine ışık tutacak. Bienalin en ilgi çekecek bölümlerinden biri ise, "gökdelen mimarisi"ni konu alıyor. Bu yılki bienalin küratörlüğünü üstlenen İngiliz Dejan Sudjic'in de vurguladığı gibi New York'ta 11 Eylül 2001'de ikiz kulelere düzenlenen saldırının neden olduğu şok, gökdelen mimarisine set çekmedi. Ancak 21. Yüzyılda hem yeraltında işleyen metroya, hem de çok yüksek binalara karşı bir korku gelişti. Sudjic'e göre metropol olabilmek, havalimanları ve metro ağından önce dev gökdelenlere sahip olmayı gerektiriyor. Bienal kapsamında ABD pavyonunda ikiz kuleleri konu alan bir fotoğraf sergisi açılacak ve kulelerin yeniden ayağa kaldırılması amacına yönelik geliştirilen 7 yeni proje de tanıtılacak. Domus dergisinin yöneticisi olan küratör Dejan Sudjic, bienal öncesi La Repubblica'nın Venerdi ekinin kendisi ile yaptığı söyleşide herkesin korkulu rüyası olan gökdelenlerin baş döndürücü bir hızla Hong Kong'dan Toronto'ya, Kuala Lumpur'dan Rotterdam'a kadar bütün dünyada yayıldığını ve kule mimarisi konusundaki görüşlerini anlattı. 11 Eylül saldırısı şehirlere yönelik mimari tasarımları çok etkilemedi. New York'taki saldırı herkese mimarlığın simgesel gücünü hatırlattı. İkiz kuleler, Manhattan açısından bir dönüm noktasıydı. Batıya düşman olanlar da bu gerçeğin farkındaydı. Kamikaze pilotlardan biri, mimarlık öğrencisiydi. Bu önemli bir ayrıntı. Bu saldırı bile yükseğe olan tutkuyu engelleyemedi. Başlangıçta bir şok yaşandı, çok yüksek binalar karşısında bir güvensizlik hâkimdi. Ama sonra bu gerilim aşıldı. Mimarlık, geleceğe bakabilen, iyimser bir disiplin. Korku ile yaşaması mümkün değil. Gökdelen inşa etmenin en mantıklı gerekçesi büyük kentlerdeki kalabalık nüfus. Garanti Galeri Türkiye'de Seçim Afişleri Sergisi Garanti Galeri'nde... Garanti Galeri, 4-27 Ekim tarihleri arasında Türkiye'de Seçim Afişleri Sergisi'ne ev sahipliği yapacak. Tarih Vakfı ve Garanti Bankası'nın işbirliğiyle, Beyazıt Kütüphanesi ve Milli Kütüphane'nin katkılarıyla hazırlanan sergide, en ilgi çekici tarihsel belgeler arasında yer alan seçim afişleri izleyicilerle buluşacak. Sergi, çok partili sisteme geçişten sonraki 57 yıllık dönemde 17 seçim yaşayan, sayısı yüzleri bulan siyasi partiyle tanışan Türk insanına, 18. seçimin öncesinde, siyasi tarihimizin bir özetini sunacak. Sergide yer alacak afişler, yalnızca siyasi tarihimizi değil, toplumsal ve ekonomik gelişimimizi de izlemeyi mümkün kılıyor. Örneğin, siyasi partilerimizden birinin, nal mıhı, kalsiyum ve penisilin yokluğuyla ilgili eleştirisini, 1957 seçimlerinde "Nal Mıhı, Kalsiyum, Penisilin" başlığıyla afişlerine taşıdığı görülüyor. Bir başka siyasi parti, 1973 seçim kampanyasında kullandığı "Avrupa'yı Asya'ya Bağladık" sloganıyla, boğaz köprüsünün kendi döneminde yapıldığını vurguluyor. Seçim afişleri; sloganları, tasarımları, renkleri ve boyutlarıyla tarih, siyaset, sosyoloji, iletişim ve dil bilimleri açısından değerli ipuçları içeriyor. Tarih Vakfı, elinde benzeri afişler bulunan kişi ve kuruluşları, afişleri sergiye bağışlamaya ya da kopyalarının alınmasına izin vermeye çağırıyor. Türkiye'de Seçim Afişleri Sergisi 4 - 27 Ekim 2002 Garanti Galeri İstiklal Cad. No:187 Beyoğlu (0212) 293 63 71 Platform Platform’da Video Enstalasyonları Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi, 13 Eylül 2002 tarihinden itibaren Amerikalı Sanatçı Burt Barr'ın video enstalasyonuna ev sahipliği yapıyor. Çalışmalarını "hareketli imgeler" olarak nitelendiren Barr'ın "Angel" (Melek), "Focus/Trisha" (Odak/Trisha) ve "Focus/Elizabeth" (Odak/Elizabeth) adlı 3 video filmi, 18 Ekim’e kadar izlenebilecek. Çalışmalarının fonu ve anlatımının sembolü olarak doğayı kullanan güncel sanatçı, genellikle şehir insanlarının boş vakitlerinden örnekleri yansıtıyor. Üst üste 2 projeksiyonla gösterilen "Angel"da, dans eden çiftin görüntüsüne, dans eden ağaç ve yapraklar karışıyor. İzleyiciye/kameraya doğru yaklaşmalarına rağmen görüntüleri netleşmeyen iki kadının seyredileceği "Focus"larda ise gerçeğin asla tamamını göremeyeceğimiz duygusu hissettiriliyor. Video çalışmalarıyla, izleyicinin dikkatini sinemanın "sahte" tarafına çekmeye çalışan Barr, genelikle siyah-beyaz ve sessiz yapıtlarıyla tanınıyor. Alışılagelmiş sinema uygulamalarından farklı olarak, çekimlerde tek kamera kullanan sanatçının filmlerinde, tanınmış güncel sanatçılar rol alıyor. 1980’li yıllardan bu yana video çalışmalarıyla ilgilenen Burt Barr, dünyanın önemli güncel sanat merkezlerinde izleyiciyle buluşuyor. Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi İstiklâl Cad. No: 276 Beyoğlu Tel: (0 212) 293 23 61 Faks: 0 212 293 30 71 Galeri Çarşamba-Perşembe 13:00-20:00 Cuma-Cumartesi 13:00-22:00 Arşiv Pazar ve Pazartesi hariç her gün, 13:00-18:00 Portre ERNEST HEMINGWAY Sadece kendi gözleriyle gördüğü, kendi tecrübeleriyle yaşadığı zorlukları ve mutlulukları yazan bir bilge: Ernest Hemingway... Hemingway, 21 Temmuz 1899 yılında Chicago'nun Illinois kasabasında doğdu. Babası doktordu, annesi ise piyano ve ses dersleri veriyordu. Ernest'in en büyük isteği hayatı boyunca gerçek bir gezgin olmaktı. Ailenin yazları Michigan'da geçirmelerinin temel sebebi, Ernest'in balık tutmaya olan merakıydı. Sade yaşama duyduğu büyük özlem ve istek, Hemingway'in her yapıtında gözlemlenebilir. Yaşadığı sade yaşamı romanlarına ve kısa hikayelerine de yansıttı. Hemingway'in büyük halk kitlelerine ulaşmasını ve bu kitlelerce çok sevilmesini sağlayan, sade diyalogları ve dilinin anlaşılır olmasıydı. Serüven Dolu Bir Yaşam ve Paris Yılları Hemingway'in avcılığı, serüvenciliği, kavgacılığı yapıtlarında gerçek izler yarattı. Göz bozukluğu nedeniyle çok istediği halde I. Dünya Savaşı'na gidemedi. Savaşta İtalyan cephesinin kırmızı hattında ambulans şoförü olarak çalışmış olması, onu Oak Park'a geri döndüğünde bir halk kahramanı yaptı ve hiç kuşkusuz yazılarına başka bir boyut kattı. Yazı dünyasına ilk adımı, 1917 yılında Kansas City'deki Star Gazetesi'nde muhabir olarak çalışmasıyla gerçekleşti. Sherwood Anderson'ın tavsiyesi üzerine Paris'e yerleşmesi, kısa hikayeler ve romanlarına giriş yapmasında yardımcı oldu. Uzun senelerini geçirdiği Paris, yazara oldukça cömert davrandı. Paris ona Hemingway stilini armağan etti. In Our Time adlı ilk kısa öykü kitabını yazdı. Bu kitap Hemingway stilinin kusursuzluğuna en iyi örneklerden biridir. 1937 senesinde katıldığı İspanya İç Savaşı'nı, 1940 yılında kaleme aldı. For Whom The Bell Tolls, yazarın en bilinen yapıtları arasında yer aldı. Evlilikler Dizisinin İlki 1921 yılında Saint Louis'li Hadley Richardson ile evlendi. 1923 yılında John adlı bir oğulları oldu; bu onun tek evliliği ve tek çocuğu olmayacaktı. Paris'e yerleşmelerinin hemen ardından, Hemingway, Toronto Star Gazetesi'nde çalışmaya başladı. Karısına miras kalan bir evde yaşıyorlardı ve Hemingway o dönemde mutlu olduğunu düşünüyordu. Aile, Bumby adıyla çağırdıkları oğulları ile birlikte, kışları kayak yapabilmek için tüm Avrupa'yı dolaştı. İspanya gezilerinde edindiği tecrübeler, 1926 yılında yayınlanan ilk romanı The Sun Also Rises için devasa bir malzeme sağladı. 1926 yılında çok varlıklı olan H. Pauline Pfeiffer ile tanışınca, Richardson ile olan evliliğini sona erdirdi. Pauline ile Florida'da Key West'teki evlerine yerleştiler ve burada 10 yıl yaşadılar. Patrick ve Gregory adlarında iki oğullarının ardından, Hemingway üç oğul babası oluverdi. Bu aşk da fazla uzun sürmedi. 1930'ların sonlarında kendisi de bir gazeteci ve yazar olan Martha Gellhom'la büyük bir aşk yaşamaya başladı ve 1940 yılında onunla evlendi. Aşklarına, çalkantılarına bir yenisini ve sonuncusunu ekleyen Hemingway, 1945 yılında son evliliğini yaptı; Martha'dan boşandı ve Mary ile evlendi. Burtigan'ın dediği gibi: "Bazen aradığınız kadına rastlamak yıllarınızı alır ve onu asla bir kadınla uzun seneler yaşamadan bulamazsınız." 1954'de Gelen Nobel Ödülü Çok popüler bir yazar olmanın dışında 20. Yüzyılın Yıldızı ünvanını da taşıyan yazarın Türkçe'ye Çanlar Kimin İçin Çalıyor adıyla çevrilen For Whom The Bell Tolls, 1954 yılında Hemingway'e Nobel Ödülü'nü getiren İhtiyar Adam ve Deniz, (The Old Man and the Sea), In Our Times, The Green Hills of Africa, Moveable Feast, The Sun Also Rises, A Farewell To Arms yapıtları birer Hemingway klasiği olma özelliğini koruyor ve en çok okunan eserleri arasında. Ernest Hemingway'in aldığı Nobel Ödülü'nün en temel sebebi olarak, romandaki anlatım sanatı ve kendi döneminin stili üzerindeki etkisi gösterilir. 1964 yılında Hemingway'in anıları A Moveable Feast adlı bir kitapta toplandı. Bu kitap Hemingway hakkında diğer sanatçıların yazdıklarından ve 1920'li yıllardaki Paris sosyetesinin Hemingway ile ilgili anılarından oluşuyor. Hemingway adına pek çok etkinlik gerçekleştiriliyor. John F. Kennedy Kütüphanesi'nin yazara ait koleksiyonunu genişletmek amacıyla başlatmış olduğu kampanyada diğer etkinliklerden. Idaho'daki Hemingway sergisindeki fotoğraflar yazarı bambaşka bir açıdan görüyor. Ayrıca yazar adına açılan yarışmalarda, Hemingway hayranları adına umut verici. Kısa Hikaye Yarışması, İlk Roman Yarışması, Oyun Yazarlığı Yarışması, şiir Yarışması, en ilginç ve ilgi göreni de Kedi Fotoğrafı Yarışması. Hemingway'in Kuşkulu İntiharı 62 yaşındaki yazar, kaplan avında kullanılan bir tüfekten çıkan tek kurşunla kafasından vurulmuş bir halde, kendi yatak odasında ölü bulundu. Teknik açıdan bu bir intihardı, çünkü silahlar konusunda uzman olan Hemingway, kazara kendini vuramazdı. Ancak eserlerine bakıldığında, Hemingway kendi yaşamına son verecek bir karaktere sahip değildi. Romanlarında ve hikayelerinde intiharın adı korkaklıktı. Yarattığı karakterler, fiziksel dayanıklılık ve cesaret konusunda tam anlamıyla birer kahramandılar. Ama Hemingway'in ölümündeki muamma o kadar da önemli değil. Çünkü bu kez her şey planlandığı gibi gitti: Ölümü de tıpkı yarattığı karakterlerinki gibiydi. Hepsinden öte; o, karakterleri için öldü. Ölümünün ardından geçen birkaç günde hayranlarının duyduğu derin üzüntü, eleştirmenlerin belirsiz yargılarıyla bir çelişki oluşturdu. Temel soru şuydu: Hemingway ne kadar iyi bir yazardı ve kendisinin bile herhangi bir hikayenin parçası olarak algıladığı intiharı bu kadar büyütülmeye değer miydi? İşin aslı Hemingway, insan doğasının getirdiği davranış tarzından çok, bireysel hareketlerin gönüllü bir tanığıydı. Seçtiği kahramanlar dünyanın herhangi bir köşesinden, herhangi bir durumda, herhangi bir toplumsal sınıftan ortaya çıkan, sadece hayatta kalmak için değil, zafere ulaşmak için pervasızca savaşan karakterlerdi. Onlar için zafer, en basitinden fiziksel çaba ve ahlaki tutarsızlıktan üstündü. Hemingway'in evreninde zafer en güçlüye bahşedilmiş bir ödül değildi. En akıllı olan, bilgisini tecrübelerinden elde edenler gerçek zaferi hak ediyordu. Buna göre, Hemingway bir idealistti. Kitaplarında, kaba kuvvet nadiren bilgeliğin üstesinden gelebiliyordu. Akıllı küçük balık, büyük balığı yerdi. Aklın, Güce Üstünlüğü Hemingway'in bütün iyi ve kötü özelliklerinin sentezini ortaya koyan Yaşlı Adam ve Deniz'de, peşini bırakmayan tersliklerden bitkin düşen yalnız bir balıkçı, dünyanın en büyük balığına karşı bir zafer kazanır. Bu bir güç savaşı değil, akıl savaşıdır. Hemingway, insani güdüleri kavrama gücü ve sanatının incelikleri hakkındaki bilgisiyle, küçük bir yazar olarak, büyük yazarlara karşı başarı kazandı zamanla. Bir söyleşide, yaptığı işi dev bir buzdağıyla karşılaştırarak çok iyi açıklamıştı: "Suyun üzerinde 1/8'i var, ama suyun altındaki sabit 7/8'lik bir kütle tarafından destekleniyor." Hemingway'in Bilge Yönü Hemingway'in doğaüstü başarısı, yani yaptığı işi suyun üzerinde tutan güç, derinlerdeki gizli ve büyük bilgeliğinden kaynaklanıyor. Objektif, doğrudan, basit bir yapıya sahip olan ve dramatik olaylarda bile gerçekleri yumuşatmayan, her şeyi bütün çıplaklığıyla ortaya koyan bir tarz. O, sadece kendi gözleriyle gördüklerini, kendi tecrübeleriyle yaşadığı zorlukları ve mutlulukları yazdı. Bu onun inanabileceği tek şeydi. Heminway'in hayatı sürekli ve tehlikeli bir yazı yazma antrenmanıydı. Fazlaca da dürüsttü: Yarattığı karakterlerin en basit bir hareketini bile güvenilir bir biçimde aktarabilmek için çok kez hayatını tehlikeye attı. Hemingway, olmak istediğinin altında veya üstünde bir insan olmadı. Hayatının her dakikasını gerçekten yaşadı. Bazı yönlerden, Hemingway'in kaderi, kendi dünyalarının bir köşelerinde geçici olarak varlık gösteren ve yok olan, ama onları sevenler tarafından ölümsüzleştirilen kahramanlarına benziyor. Belki de Hemingway'in gerçek önemi budur... Bir Konu Bir Konuk Adnan Memiş İstanbul Yaklaşımı hangi koşullarda hayata geçirildi, amaçları, işlevi, Çerçeve Anlaşması ve Varlık Yönetim Şirketi Garanti Bankası Genel Müdür Yardımcısı Adnan Memiş, Türkiye Bankalar Birliği Yeniden Yapılandırma Çalışma Grubu Başkanlığı'nı yürütüyor. İstanbul Yaklaşımı'nın "hangi koşullarda hayata geçirildiğini, amaçlarını, işlevini, Çerçeve Anlaşması ve Varlık Yönetim Şirketi'ni" kendisinden dinliyoruz. İstanbul Yaklaşımı hangi koşullar altında hayata geçirildi? 2002, Haziran ayına gelindiğinde, bu program yasal düzenlemeler anlamında büyük ölçüde hayata geçirilebilir noktadaydı. Ancak bu dakikaya kadar yerine getirilmiş olan kritik başarı faktörleri daha çok reel kesim lehine olan düzenlemeler içeriyordu. Aslında bu program bir taraftan reel kesimin sorunlarını çözmeye yönelmişken, aynı zamanda ve eş anlı olarak mali kesim üzerinde de var olan bir takım sorunların aşılmasını beraberinde getiriyordu. Bu konuyla ilgili düzenlemeler, bir kısmı oldukça önemli olmakla birlikte, henüz yerine getirilmemişti. Ancak kamuoyu nezdindeki beklentiler dikkate alınarak, buradaki gecikmenin bir ölçüde bankalara mâl edileceği kaygılarından da hareketle daha fazla beklenilmeden programın hayata geçirilmesine karar verildi. Nitekim Temmuz ayından itibaren bu program uygulamaya kondu. Bugün gelinen noktaya baktığımız zaman, ki şu sıralarda Ağustos ayının ilk yarısını yaşamaktayız, yaklaşık 1,5 aylık bir süreç içersinde küçümsenmeyecek sayıda firmanın sonunda bu sürecin içerisine katılmış olduğu, bankaların oluşturdukları konsorsiyumlar aracılığıyla bu firmaların durumlarını müzakere etmeye başladıkları ve yaz aylarının bu yoğunlukla geçeceği görülüyor. Yine başlangıçta küçük firmalarla ilgili bir takım kaygılar vardı. Şu anda büyük ölçekli firma sayısından daha fazla sayıda küçük ölçekli firmanın da bu süreç içerisinde değerlendirildiğini görüyoruz. Biz bu programla neyi amaçlamıştık? Bu programla, Türkiye'de makro dengeler ekonomimizin otoriteleri tarafından yerli yerine oturtulmaya çalışılırken, bir taraftan da geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde hasara uğramış olan mikro ölçekli işletmelerin üzerlerinde var olan kaotik ortamın, özellikle de mali açıdan oluşan kaotik ortamın kaldırılması gerekiyordu. Bu, geçmişle kıyaslanmayacak ölçekteydi. Bir çok firma üzerinde, bir çok mali kuruluşun birbiriyle çatışan, çelişen, birbirinden daha önce tahsil etme gayreti içerisinde, hukuki takip süreçlerini başlattıkları bir ortam vardı. Türkiye'de var olan hukuk düzeni çerçevesinde de, mevcut alacakların tahsilat süreci içerisinde de bunların her iki taraf açısından da tahribata neden olacak uzun süreler içerisinde çözülmesi mümkündü ve bu çözülme sonucunda da özellikle de Mali Kesimde olmak üzere, çok geniş kapsamlı, alacakların tahsil edilememeleri gibi bir sorunu da beraberinde getirecekti. Bizim programımız işin bu tarafına büyük ölçüde çözüm getirerek, bu meselelerin bir uzlaşma platformu etrafında çözülmesi ortamını yaratıyordu. Bu ortamın yaratılması elbette kolay değildi. Bu, oldukça farklı çıkar noktalarında bulunan muhalif kurumların ve bu kurumların her birinden farklı beklentiler içerisinde bulunan Reel Sektör temsilcilerinin gerçekten kurumsal bir disiplin içerisinde meselelere bakabilmelerini sağlayabilecek bir ortamı gerektiriyordu. Çerçeve Anlaşması dediğimiz ve bu programın belkemiğini oluşturan anlaşma işin bu tarafını düzenliyordu. Bizim çalışma grubumuz da Çerçeve Anlaşmasını bütün bu süreç içerisinde, giderek olgunlaştırarak, olabilecek bir takım sorunları minimalize etmeye çalışarak Haziran sonu itibariyle, bankalar tarafından imzalanabilir bir noktaya getirdi. Nitekim bugün ağırlıklı olarak Yabancı Bankalar ve bir kaç "Yabancı Banka evliliği arifesinde olduğu anlaşılan" bankamız hariç olmak üzere, tüm bankalarımız tarafından, Kamu Bankaları tarafından, BBDK tarafından ve aynı zamanda tasfiye halindeki Emlak Bankası tarafından bu Çerçeve Anlaşması imzalanmış durumda. Çerçeve Anlaşması'nın İşlevi. Çerçeve Anlaşması kapsamında başlatılan süreçte, herhangi bir firmaya ilişkin süreç içerisinde, öncelikle firmaların durumu bir kesit olarak ele alınıyor. Bu program kapsamında firmaların ileriye dönük bir katma değer yaratma kabiliyeti olup olmayacağı ve katma değer yaratırken bir taraftan da yarattıkları fonlarla ilgili bankalara olan yükümlülüklerini yerine getirip getirememeleri yönündeki değerlendirmeler yapılıyor. Bu incelemeler, doğal olarak bankaların ya müşterek oluşturdukları Mali Analistler tarafından, ya bankaların firmalarla anlaşarak belirledikleri Bağımsız Denetim Kuruluşları tarafından, ya da yine bankaların müşterileriyle anlaşarak belirledikleri Yatırım Bankaları aracılığıyla yapılıyor. Dolayısıyla oldukça objektif kıstaslar dahilinde, tamamen bankacılık tekniği dahilinde yürütülen ve yürütülmesini beklediğimiz çalışmalar bunlar. Bu konu üzerinde doğal bir hassasiyet gösteriyoruz, çünkü Türkiye kaynakları kıt bir ülkedir. Mevcut verimsizliği ilerde başka verimsizliklere konu olabilecek firmalar yerine, gerçekten üzerindeki bu kaotik ortam kaldırıldığı taktirde emin adımlarla ilerleme kaydedebilecek, dünya rekabetine açık, yurtiçi-yurtdışı rekabete açık firmalar üzerinde durulması bizim daha çok üzerinde durduğumuz bir konudur. Konuyla ilgili gerekli deneyimler kazanılmıştır. Bu süreç sonunda başlamıştır. Başlangıç aşamasında tabii ki ilk günlerin yarattığı gerek bankalar, gerekse firmalar açısından yeni başlanılan bir iş olmasının getirdiği bir takım deneyimsizlikler ilk toplantılarda tabii ki yaşanmıştır. Ama biz bunu çok doğal kabul ediyoruz ve gerek şahsım ve gerekse çalışma grubumdaki arkadaşlarım bankaların bu konulardaki toplantılarına olabildiğince katılarak toplantıların doğru ve hızlı adımlarla ilerlemesini sağlayacak desteği vermeye çalışıyoruz. Nitekim şu sıralarda özellikle bu sürece başlanılması ve ilk toplantıların sağlıklı bir şekilde yapılması yönünde belirli deneyimler kazanılmıştır. Organizma bir bütün olarak şu anda çalışır durumdadır. Gerek sürecin bankalar açısından çalışır olması, gerekse bu konuda son derece önemsediğimiz Koordinasyon Sekreteryası TSKB tarafından yerine getirilmektedir. Bu sekreteryanın hizmetleri düzenli bir şekilde verilmektedir. Öngörülen nisabın altında, belirli bir aralıkta alınan kararlarla ilgili olarak oluşturulan, büyük ölçekli firmalara yönelik Hakem Heyeti de çalışmalara başlamış ve hatta kendisine ilk başvuru yapılmış ve bu başvuruyla ilgili kararını da öngörülen süre içerisinde Hakem Heyeti vermiştir. Bunlar son derece önemli ve bundan sonraki çalışmalarda da dayanak alınacak, ışık tutacak çalışmalardır. Hakem Heyetinde alınan kararların, izleyen benzeri problemlerin çözümünde, bankalara yön gösterici bir nitelik kazanacağı anlaşılmaktadır. Bu yönüyle de hız kazandıracaktır meseleye. Bu anlamda baktığımız zaman programın işlerliğe büyük ölçüde kavuştuğunu ve her geçen gün daha fazla yol alınmaya başlandığını hissediyoruz, görüyoruz. Çerçeve Anlaşması ve Varlık Yönetim Şirketi'nin bütünleşmesi, İstanbul Yaklaşımı'nın gücünü artıracak, daha çok işlevsellik kazandıracak. Ancak bu programın bir Varlık Yönetim Şirketiyle de desteklenmesi gereği üzerinde de duruyoruz. Bu konuda bir takım çalışmalar, BBDK'nın bu konudaki yönlendirmeleri ve inisiyatif kullanmasıyla Bayındır Bank nezdinde yapılmakta ve burada oluşturulan bir proje grubu tarafından Varlık Yönetim Şirketi üzerinde ciddi olduğunu gördüğümüz çalışmalar yapılmaktadır. Bizim çalışma grubumuz da Bankalar Birliği açısından bu çalışmalara zaman zaman katılarak elden geldiğince destek vermeye çalışmaktadır. Bu da sağlıklı bir yapı içerisinde hayata geçirilebildiği takdirde, özellikle Varlık Takası sonucunu doğuracak işlemlerin İstanbul Yaklaşımı içerisinde daha kolaylıkla, daha seri, Mali Sektörün kaynaklarını daha iyi kullanabileceği bir ortamda sonuçlandırılacağı kanısındayız. Aynı zamanda Varlık Yönetim Şirketi faaliyetlerini belirli bir şekilde sürdürebilme kabiliyeti olmayan ve İstanbul Yaklaşımı çerçevesine de çözüm getirme olanağı bulunmayan firmalara yönelik çözümleyici bir fonksiyon icra edecektir kanısındayız. Dolayısıyla bu iki program bütünleştiği takdirde İstanbul Yaklaşımı daha çok yaşama kabiliyeti olan, katma değer yaratan, görevlerini yerine getirebilme gücü, kendisine ortam sağlandığı takdirde görülebilen ve bu anlamda baktığınız zaman ekonomiye marjinal anlamda daha fazla etki yapabilme kabiliyeti olan firmalara soluk aldıracak, ekonomiye kazandıracaktır. Varlık Yönetim Şirketi de etkin bir şekilde uygulamaya konulabildiği takdirde bu faaliyetleri ciddi bir şekilde destekleyip, bir takım varlıkların el değiştirmesi ve duruma göre daha verimli bir şekilde kullanılabilecekleri ortamlara sunulması olanağını kazandıracaktır. Bütün bunlara baktığımız zaman biz programdan ümitliyiz, umutluyuz. İyi sonuçlar alınacağını düşünüyoruz ve inanıyoruz.