Burhan 121 Ekim 2015.indd

advertisement
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
³†@ÄAÅiH”@Òʦœ@Ä@iYI¹@ý
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
²…@ÃAÄhH“@ÑÉÁ¥›@Ã@hYI¸@¼
¿mH
Eskiden hocanın insan hayatında ve toplumda ayrı ve özel bir yeri vardı. İtibarı vardı.
Saygı duyulur, saygı ile anılırdı. Hocalık, istenilen, imrenilen bir meslekti.
ilkesiyle öğrenme sürecinin sonsuz olduğuna ve
insanın da bilgiye doyumsuz olması gerektiğine
dikkat çeker.
¿ÌXi¹@Úi¹@@¿mH
Aslı hâce idi, sonra hoca oldu, ardından
hoca kelimesini kullanmak zül addedildi. Öğretmen oldu hoca. Son zamanlarda hoca kavramı
da ele ayağa düştü, şimdilerde herkes birbirine hocam diye hitap ediyor. Minibüs şoförüne,
pazardaki seyyar satıcıya hoca deniliyor. Saygı
için mi, hayır; birbirlerinden bir şeyler öğrenildiği için mi, hayır. Belki de kavramın iyice içini
boşaltmak için.
Öten yandan hocaları, Peygamberin
yolunu izleyen peygamber varisleri olarak
gördüğümüzde hem hocaların, hem de onlara
öğrenci olanların ciddi sorumluluklarının olduğu kolayca anlaşılır. Bu iki yönlü sorumluluğa
dikkat çeken Kur’ân şöyle der: Andolsun ki
o gün, hem kendilerine elçi gönderilmiş
olanlara soracağız, hem de gönderilen
elçilere soracağız. (7/6) Peygamberlerin ümmetlerine, davetçilerin muhatap oldukları kimselere, hocaların öğrencilerine soracağız: Sizleri doğruya, iyiye, güzele, hayra, yararlı olana
çağıran davetçilere karşı ne yaptınız? Onları ne
kadar dinlediniz ve onları ne kadar ciddiye aldınız? Allah, onlara seslenerek: “Elçilere
ne cevap verdiniz?” dediği gün! (28/65)
¾ËXh¸@™h¸@@¾lH
İlmin kapısı Hz. Ali, bana bir harf öğretenin kölesi olurum diyor. İlmin değerini
gerçek anlamda ilim adamı anlar elbet.
İlim, Alîm olan, ilim kaynağı Yüce Yaratıcının ahlakı ile ahlaklanma sürecidir. İnsan, sürekli öğrenen ve öğrendikçe kemale eren kimsedir. İnsanı, önce Yüce Yaratıcı eğitmiş, ona
bilmediklerini O öğretmiş ve onu O terbiye etmiştir. Buna göre insanın ilk ve en büyük öğretmeni Yüce Yaratıcıdır. Ardından Peygamberler
insanlığın başöğretmenleridir. Onlar, Yüce Allah’tan aldıkları en doğru ve en faydalı bilgileri
insanlara aktarmışlar ve onları kemale taşımak
için çırpınmışlardır.
Ben muallim olarak gönderildim
buyuran Peygamberimiz de insanlığın baş mimarı, başöğretmenidir. Gerçek hoca, bu büyük
hocalarla irtibatlı olan, onların yolunu izleyen
kimsedir.
Doğduğu andan itibaren öğrenmeye başlayan insanın ilk öğretmenleri anne babasıdır.
Sonra diğer hocaları gelir. Kur’ân, Her bilenin
üstünde, bir daha iyi bilen vardır (12/76)
Sonra peygamberlere, davetçilere ve
hoca konumunda olanlara da soracağız: Komunuzun hakkını ne kadar verdiniz? Size teslim olan, size bel bağlayan insanlara doğruları
anlatabildiniz mi? Onlara yararlı olabildiniz
mi? Allah, Elçileri toplayacağı gün: “Size ne
cevap verildi?” der. “Bizim bilgimiz yok,
derler, gizlileri bilen yalnız sensin, sen!”
(5/109)
Bu vesile ile Âdem’den Hatem’e tüm
peygamberleri ve onların yolunda giden tüm
hocaları saygı ile anıyor, hocalığın peygamber
mesleği olduğunu bir kez daha hatırlatırken,
onları senede bir gün değil her zaman hatırlamamızın gerekli olduğunu söylüyoruz. Onları
hatırlamak da kuru kuruya onları anmak değil,
onlara her zaman saygı duymak, onların bize
aktardığı güzellikleri yaşamak ve yaşatmakla
gerçekleşir diyerek yazımıza son veriyoruz.
İçindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl:
Ekim
Sayı:
Zalimler İçin Yaşasın Cehennem II 4
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
Rasûlüllah’ın (s.a.v.) Hayatından
Serdar TAŞAR
Rahmet İzleri
Oku Ama… 9
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
İlim İrfan Bütünlüğü 10
Salih AYDIN
Musa KARACA
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den 13
Hikmet Damlası
Hür Yürekli Gençler 14
Nureddin YILDIZ
Talha AKA
Gsm: 0541 580 1969
Fatih Sultan SEMİZ
Talha AKA
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
6
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Prof. Dr. Mustafa Ağırman
İçtihadi Şehadetle Taçlandıran
Tek Sayı:
1 Yıllık (12 Sayı) Abone:
Yurtdışı
1 Yıllık Abone:
"
#
Müçtehit: Ebu Hanife 26
!
Dr. İhsan ŞENOCAK
$
!
%
$
&
'
(
)
*
&
'
+
,
"
-
#
(
#
“Levlâke” Rivayeti ve
.
Posta Çeki No:
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No:
!
0
.
.
“Nur-u Muhammedî” Meselesi 36
/
!
.
.
/
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No:
!
0
.
1
2
3
5
/
/
4
Rabb’ın Terbiyesi 48
3
!
1
3
/
/
Kelime-İ Tevhid Ve Fatiha Suresi 51
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 398 94 69
Allah’a Güvenmek ve Tevekkül 54
Kanatları Kırılan Çocuklar… 59
6
7
'
'
7
(
&
7
:
#
&
(
'
;
+
)
(
'
#
-
&
(
)
8
&
$
M. Emin KARABACAK
Nereye Gidiyor(sun)uz?
Aylık Süreli Yayın
Abdullatif ACAR
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Yrd. Doç. Dr. H. Murat KUMBASAR
burhandergisi@hotmail.com
www.burhandergisi.com
Ahmet YAŞAR
3
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
1
(
%
(
"
#
#
)
:
(
'
(
%
(
#
"
8
&
(
8
,
-
,
&
"
&
<
(
#
'
(
7
#
7
<
'
7
6
&
)
&
6
7
#
'
&
9
#
'
(
'
)
&
=
6
+
&
8
'
#
)
(
"
(
#
'
#
#
'
"
(
7
-
#
(
'
)
#
(
7
-
)
9
'
>
#
#
'
>
&
&
9
'
'
?
#
<
8
-
Semavi Reçetemiz Rafta! 62
Bahattin ELÇİ
İslam ve Kültürel Gereksinimler 66
Mehmet CURA
Burhan Çocuk 70
Musa KARACA
"
'
)
<
(
"
#
'
(
'
4
6
Rasûlüllah’ın (s.a.v.) Hayatından
Rahmet İzleri
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
8
Hür Yürekli Gençler
Nureddin YILDIZ
48
Rabb’ın Terbiyesi
Ahmet YAŞAR
38
Allah’a Güvenmek ve Tevekkül
Abdullatif ACAR
Zâlimler İçin Yaşasın Cehennem II
Prof. Dr. Mustafa Ağırman
Hak ile bâtılın mücadelesi, ilk insan ve
ilk peygamber Hz. Âdem (a.s)’in çocukları ile
başladı. Hâbil ve Kâbil ile başlayan bu mücâdele kıyâmete kadar devam edecektir. Çünkü
dünya imtihan dünyasıdır. Hak çizgide yerini
alanlar bu imtihanı kazanacak bâtıl yolda yürüyenler de imtihanı kaybedeceklerdir. Hayat, sonu
cennet veya cehennem ile sonuçlanan bir yürüyüştür.
Herkes cennetini veya cehennemini bu dünyadan
alıp gidecektir. Cennete, Allah’a inanan ve onun
emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçanlar giderken; cehennemi de zâlimler, kâfirler, fâsıklar, âsiler ve ahlaksızlar dolduracaktır.
Bugün dünyada bir zulüm düzeni hâkimdir. Firavun ve Kârun koalisyonunun zulmü kasıp
kavurmaktadır dünyayı. Acaba bu böyle devam edip
gidecek midir? Bu sorunun cevabını alabilmek için kitabımız Kur’ân-ı Kerime müracaat ediyoruz. Kur’ân
bize bu dünyaya çok sayıda zâlimin gelip gittiğini haber veriyor. Bugünkü zâlimlerin sonlarının
4
da çok acıklı ve insanlar için de çok ibretli olacağını
haber veriyor kitabımız ve şöyle buyuruyor: “Zulmedenler, hangi dönüşe (hangi âkıbete) döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” (eş-Şuarâ
sûresi, 26/227)
Yıllar önce bir Nemrûd gelmiş bu dünyaya.
Saltanatını insanlara zulüm aracı olarak kullanmış;
şımarmış ve ilahlık taslamış, Hz. İbrahim ile tartışmış;
yenilince de onu ateşe atmaya karar vermiş. Böyledir
zâlimler, yenilgiyi kabul etmezler. Büyük ateşler yakılmış ve Hz. İbrahim atılmış bu ateşlerin içine. Yüce
Allah ateşe “yakma!” diye emir vermiş. İbrahim de
çıkmış ateşin içinden sağ ve sâlim olarak. Çevredeki
insanlar korkularından dolayı Nemrûd’un yanında
yer almışlar. Bu mucizeyi gördükten sonra yine ayrılmamışlar onun yanından. Yüce Allah, Nemrûd’u
bir sinek ile helâk etmiş; çevresindeki insanlar da
unutulmuş gitmişlerdir. Hz. İbrahim ise hayır ile
yâd edilmekte ve kıyâmete kadar da hayır ile
yâd edilecektir.
Ekim
Nemrûd’dan çok sonralar bir Firavun gelmiş bu
dünyaya. Hz. Mûsâ ile mücâdele etmiş. O da Nemrûd gibi ilahlığını ilan etmiş. Çok zulmetmiş insanlara.
Mazlûm insanların erkek çocuklarını onların gözleri
önünde boğazlatmış; aşağılamış onları. Hz. Mûsâ’nın
safına geçenlerin el ve ayaklarını kestirmiş; zulmün
boyutlarını alabildiğine genişletmiş. Firavun ve veziri
Hâmân, zulümleri ile Kârûn da parası ve paraya tapması ile meşhur olmuş. Yaptıkları zulüm ile hiç kimsenin kendilerinin karşısına çıkamayacağını zanneden
bu hâinlerin sonu çok perişan olmuş. Yüce Allah
bunları zulümleri içerisinde kıskıvrak yakalayıvermiş.
Kârûn, bütün zenginlikleri ile toprağın içine gömülürken Firavun da
denizde boğulmaktan kurtaramamış kendisini. Her ikisi de rezil olmuş; kıyâmete kadarda devam edecek bu rezillikleri ve bu rezillikleriyle
anılacaklar. Herkes gülüyor onların
üzerine; alay konusu oldular çünkü.
Bu dünyadan bir Ebû Cehil, bir Ebû Leheb ve onlara
yardımcı olan nice müşrik gelip geçmiş. Yaptıkları işkencelerle
Hz. Peygamber’i ve Müslümanları incitmişler ama neticede kendileri helâk olmuş; Hz.
Peygamber ve Müslümanlar zafere erişmişler.
İslam dünyasını ve özellikle 1258 yılında Bağdat’ı yakıp yıkan Moğol sürüsü tarihe karışmış, yok
olmuş. Ama Bağdat yerinde duruyor. İşgalciler geberip gitmiş; asıl yerli halk topraklarının sâkinleri olarak
duruyor. Zulüm âbâd olmaz. Zâlimin iki yakası
bir arya gelmez.
Bütün bunları Amerikalıların Irak’ta, Yahudilerin Filistin’de, zâlim Esed’in Suriye’de,
Sırplar’ın Bosna’da, Rusların Çeçenistan’da,
Çin’in Doğu Türkistan’da ve dünya zalimlerinin Afganistan’da yaptıkları zulümlerden dolayı yazıyorum. Müslümanlar, Amerikanın hedefinin yalnız Bağdat veya Basra olmadığını bilmeliler.
Onların asıl hedefi İslâm dünyasının doğal kaynaklarını sömürmekle birlikte İstanbul, Şam,
Kudüs, Kahire, Mekke ve Medine’dir. İsrâil’in
hedefi Gazze değil, Anadolu’dur. Bu zâlimler,
İslâm’ı yeryüzünden söküp atmak istiyorlar.
Ekim
Firavun ve Kârûn gibi güçlerine ve paralarına güveniyorlar. Müslümanları birbirine düşürerek kendilerini sağlama almak istiyorlar. Bunu yaparken de derenin taşı ile derenin kuşunu vuruyor ve bizi
birbirimize kırdırıyorlar. Bunun için de câhil,
ahmak, şuursuz ve büyük sözü dinlemeyen
genç Müslümanları maşa olarak kullanıyorlar. Bütün dünya zâlimleri biz Müslümanları yok
etmek için hesaplar yapıyorlar. Zâlimlerin bir hesabı varsa, Yüce Allah’ın da bir hesabı vardır
ve Allah, hesabında yanılmayandır.
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerimde
zâlimlere meyletmememiz için bizleri uyarıyor ve şöyle buyuruyor:
“Zulmedenlere
meyletmeyin;
sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız) Sizin Allah’tan
başka dostlarınız yoktur. Sonra
(ondan da) yardım göremezsiniz!” (Hûd sûresi, 11/113) Bugün
birçok Müslüman tarafından bu
uyarıya kulak verilmediğini görüyoruz. Bu bizi üzüyor. Her zamankinden daha uyanık olmalıyız.
“ılımlı İslâm’ın gündeme getirildiği
şu günlerde daha radikal ve daha
gelenekçi olmalıyız. Kâfirlere, zâlimlere ve fâsıklara karşı daha şiddetli, daha onurlu, daha izzetli bir tavır sergilemeliyiz.
Dilimizden mazlumlar için duâ, zalimler için
de bedduâ eksik olmamalı. Ama sadece duâ ve
bedduâ ile yetinmemeliyiz. Yapmamız gerekenleri eksiksiz noksansız yapmalıyız. İslâm’ın
derdini kendi derdimizin önüne almadığımız
müddetçe gerçek mümin olamayacağımızın
şuurunda olmalıyız.
Hz. İbrahim’in yanında değil Nemrûd’un yanında, Hz Mûsâ’nın yanında değil Firavunun yanında,
Hz. Peygamber’in yanında değil Ebû Cehil ve Ebû
Leheb’in yanında yer alanlar nasıl kendilerine yazık
ettilerse, nasıl dünyalarını ve âhiretlerini kaybettilerse
bugün Amerikanın ve diğer zâlimlerin yanında yer
alanlar da kendilerine aynı şekilde yazık etmiş olacaklardır. Aklımızı başımıza toplayalım ve Yüce Allah’ın
şu emrine kulak verelim:
“Ey inananlar! Allah’tan hakkıyla korkun
ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe sûresi, 9/119)
5
Rasûlüllah’ın (s.a.v.) Hayatından
Rahmet İzleri
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
8 yılı
2
6
7
2
di 6
6/Mila
i
ursuz
r
c
m
i
ğ
a
y
“H
için
r. Hz.
ölgesi
i
t
b
ş
i
z
a
m
c
l
di
Hi
kayde
0
k
a
r
a
l
o
nda 50
ı
s
a
f
e
bir yıl
rd
,
ber, bi
eblağı
m
m
a
r
g
i
y
b
a
Pe
tarınd
in
u
t
r
a
n
i
ekke’n
M
ı
n
a
altın d
üşm
nan in
anki d
u
l
m
u
a
b
z
o
de
et için
y
i
re gön
m
e
u
z
r
ü
h
k
a
m
lma
dağıtı
a
ebsût,
n
ı
M
r
l
a
e
l
,
n
î
sa
ahs
.” (Ser
r
i
t
ş
i
.
derm
X, 92)
6
Allah kendi mülkünde bozgunculuk yapılmasını istememektedir. Bu ilke genelde bütün ilâhi dinler özelde de İslam Dini için geçerlidir.
“Allah bütün âlemlerin Rabb’idir.” (Fâtiha,
1/1) ilâhi gerçeğinin bir gereği olarak İslam, sadece Müslümanlara değil; herkese karşı iyi
davranmayı ve herkesin hakkını gözetmeyi temel
ilke olarak kabul etmiştir. “Yeryüzünde fesat
çıkarmayın” (Bakara, 2/60) diyen ve fesat çıkaranları lânetleyen (R’ad, 13/25) ve onları sevgisinden mahrum edeceğini (Kasas, 28/77)söyleyen
İslam’ın gayesi yeryüzünde huzuru sağlamaktır.
İslam’ın kitabı Yüce Kur’an-ı Kerim bir insanı haksız yere öldürenin bütün insanlığı
öldürmüş gibi olacağını (Mâide, 5/32), günah
ve düşmanlık konusunda değil; iyilik ve takvada yardımlaşmak gerektiğini (Mâide, 5/2)
bildirmektedir. İslam’ın Peygamber’inin (s.a.v.) ise
“komşusu olan gayri Müslimlerin cenazelerine taziyeye gittiği, onlara ikramda bulunduğu, ikramlarını kabul ettiği, saygılı davrandı-
Ekim
ğı, hatta cenazeleri geçerken ayağa kalktığı”
(İslamoğlu, Mustafa, Yürek Fethi, s.77) bilinmektedir.
Hatta Rasûlüllah’ın (s.a.v.) “Harb” ismini “Barış”
diye değiştirdiği gibi insanları isyana götüren “Şi’bu’d
Dalâlet” (sapıklık geçidi) ismini “Şi’bu’l-Hüdâ”
(Hüdâ geçidi) diye ve “çorak” anlamına gelen “Afire” ismini “Hadire”
(Yeşillik) (Ebû Dâvûd, Edeb, 62) ile
“sert yer” anlamına gelen “Hazn”
ismini “Sehl” olarak (Buhârî, Edeb,
107-108; Ebû Dâvûd, Edeb, 62)
değiştirmiştir. Yine o ittatsiz “kadın
anlamına” gelen “Âsiye” ismini
“güzel kadın” anlamına gelen “Cemile” ile değiştirmiştir. (Müslim,
Edeb, 14; Ebû Dâvûd, Edeb, 62;
Tirmizî, Edeb, 66). Hayatında şiddete ve şiddet çağrışımı yapacak kelimelere dahi izin vermeyen Rasûlüllah’ın (s.a.v.) hayatından bazı rahmet yansımaları:
O, Rahmet
Peygamberidir
“Hicri 6/Miladi 627-628 yılı Hicaz bölgesi için yağmursuz bir yıl olarak kaydedilmiştir.
Hz. Peygamber, bir defasında 500 altın dinar
tutarında bir meblağı, o zamanki düşmanı
Mekke’nin mahrumiyet içinde bulunan insanlarına dağıtılmak üzere göndermiştir.” (Serahsî,
el-Mebsût, X, 92).
Hz. Âişe annemiz, Rasûlüllah’a (s.a.v.) sorar:
“Ey Allah’ın Peygamber’i! Uhud’dan daha çetin bir gün yaşadın mı? Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle
cevaplandırır: “Evet, ondan daha çetinini Akabe
ile biten süreçte yaşadım. O gün bana hepsinden ağır geldi. Taif’e gidip oradaki insanları
İslam’a davet etmiştim de onlar reddetmişlerdi. Bunun üzerine çok üzüldüm. Nereye gi-
deceğimi bilemez bir halde Karn-i Salib’e gelinceye
kadar şaşkın şaşkın yürüdüm. Oraya geldiğimde bir
bulutun beni gölgelediğini fark ettim. Bir melek bana
“Onların sana ne yaptıklarını Rabbin bilmektedir bundan dolayı beni sana gönderdi. Eğer
sen istersen şu iki dağı onların
başlarına geçireceğim” dedi.
Hz. Peygamber de şöyle cevap
vermiştir: “Hayır. Belki Allah’ın
soyundan, kendisine şirk koşmayan ve yalnızca ona ibadet
eden kimseler getirir.” (Buhârî,
Bedi’l-halk, 7; Müslim, Cihad ve Siyer, 111). Taif’liler, Hz Peygamber’i
taşa tutmuşlar, o kadar ki ayakkabısı ayaklarından sızan kanla dolmuş,
Peygamber bitap kalarak yere çömeldikçe zorla kaldırarak taşlamaya devam etmişlerdir. Rasûlüllah’ın (s.a.v.) bu zor şartlar altında dahi
kendisine eziyet edenlerin aleyhlerine değil de ıslahları için dua etmesi onun ümmetine olan engin sevgisi ve merhametinin bir eseridir. Çünkü O, âlemlere
rahmet olarak gönderilmiştir. (Enbiyâ, 21/107).
Hz. Peygamber ilk vahyi aldığı zaman eşi onu
şöyle diyerek teselli etmektedir yani peygamberlik vazifesini almadan eşinin gözünde Rasûlüllah’ın
(s.a.v.) durumu şudur: “Allah’a yemin olsun ki,
Allah seni mahzun etmez. Sen yakınlarını gözetir, düşkünlere yardım eder, misafire ikram
edersin. Hak sahiplerinin hakkını gözetirsin.”
(Buhârî, Bedyü’l-Vahyi, 3; Müslim, İmân, 252).
Mekkelilerin baskısından yılan Müslümanlar
Habeşistan’a sığınmışlardı. Mekkeliler Habeşistan’a
bir heyet göndererek kral Necaşi’den sığınmacıların
sınırdışı edilmesini istediler. Fakat kral Mekkelilerin
bu talebini Rasûlüllah’ın (s.a.v.) amcaoğlu Ca’fer’in
(r.a.) şu konuşmasından sonra şiddetle reddetmiştir. Ca’fer b. Ebû Tâlib’in Habeş kralının huzurunda
Rasûlüllah’ın (s.a.v.) hakkında söylediği sözler dikkat çekicidir:
İslam’ın Peygamber’inin (s.a.v.) ise “komşusu olan gayri Müslimlerin cenazelerine taziyeye gittiği, onlara ikramda bulunduğu, ikramlarını kabul ettiği, saygılı davrandığı, hatta cenazeleri geçerken ayağa kalktığı” (İslamoğlu, Mustafa, Yürek Fethi, s.77) bilinmektedir.
Ekim
7
Hz. Peygamber ilk vahyi aldığı zaman eşi onu şöyle diyerek teselli etmektedir
yani peygamberlik vazifesini almadan eşinin gözünde Rasûlüllah’ın (s.a.v.) durumu şudur: “Allah’a yemin olsun ki, Allah seni mahzun etmez. Sen yakınlarını gözetir, düşkünlere yardım eder, misafire ikram edersin. Hak sahiplerinin hakkını gözetirsin.” (Buhârî,
Bedyü’l-Vahyi, 3; Müslim, İmân, 252).
“Ey kral! Biz cahil bir kavimdik. Putlara tapıyor,
murdar et yiyip çirkin işler yapıyorduk. Akrabalarla
ilişkilerimizi kesiyor, komşuluğun gereklerini yerine getirmiyorduk. Kuvvetli olanlarımız zayıflarımızı
eziyordu. İşte biz böyle bir ortamda bulunuyorken
Allah bize içimizden soyunu-sopunu, doğruluğunu,
güvenilirliğini ve temizliğini bildiğimiz bir peygamber
gönderdi. Bu peygamber bizleri Allah’ı bir tanımaya
ve yalnızca O’na kulluk yapmaya davet etti. Bize atalarımızın ve bizim Allah’tan başka tapmakta olduğumuz ilahları bırakmamızı söyledi. Doğru söylemeyi,
emanete hıyânet etmemeyi, akrabalık bağlarını gözetmeyi, komşu haklarına riâyet etmeyi, haramlardan
ve kan dökmekten kaçınmayı emretti. Bize çirkin işlerin hepsini yasakladı. Bizleri yalancı şahitlik etmekten, yetimlerin mallarını yiyip namuslu kadınlara iftira
etmekten alıkoydu. Allah’a kulluk yapıp hiç bir şeyi
O’na ortak koşmamamızı, namaz kılmamızı, oruç
tutmamızı ve zekat vermemizi emretti.” (İbn Hişâm,
es-Siretü’n-Nebebiyye, I, 336).
Rasûlüllah’a (s.a.v.) uzun süre hizmet eden
Enes b. Malik şöyle bir olay anlatmaktadır: Rasûlüllah (s.a.v.) ahlak yönünden insânların en güzeli idi.
(Ben çocukluğumda kendisine hizmet ettiğim sıralarda) bir gün beni bir ihtiyaç (için bir yere) gönder(miş
i)di. Ben de (o günkü çocukluğun verdiği bir sorumsuzlukla): “Vallahi ben (bu işe) gitmem” dedim,
oysa içimde Allah’ın Peygamber’inin emrettiği işe
gitmek (niyeti) vardı. Derken çıktım (bu iş için yola
koyuldum). Sokakta oynaşan çocuklara tesadüf ettim (onlarla birlikte oyuna dalıp işimi unuttum. Bir
süre sonra) bir de baktım ki; Rasûlüllah (s.a.v.) arkamdan başımı tutmuş gülümseyip duruyor. (Bana):
“Ey Enescik, sana dediğim yere gitsen ya”
dedi. (Ben de): “Evet ya Rasûlellah (şimdi) gidiyorum” dedim. Hz. Enes (rivayetine devam ederek)
dedi ki: Allah’a yemin olsun, ben kendisine yedi ya
da dokuz yıl hizmet ettim. Yaptığım bir işten dolayı
8
“niye böyle yaptın?” yapmadığım bir işten dolayı
da “niye böyle yapmadın?” dediğini bilmiyorum.”
(Müslim, Fedâil, 54; Ebû Dâvûd, Edeb, 1).
O, Barış ve Hoşgörü
Peygamberidir
Hz. Peygamber bir hadislerinde “Hoşgörülü
ol ki, hoşgörülesin” (İbn Hanbel, el-Müsned, I,
248) buyurmuştur.
Namazda konuşan bir sahabi, olaya diğer sahabilerin aşırı tepkisi ve Rasûlüllah’ın (s.a.v) hoşgörüsü hakkında şöyle demektedir: “Annem babam
Rasûlüllah’a feda olsun! Ne ondan önce ne de ondan
sonra Rasûlüllah kadar iyi terbiye eden bir öğretmen
görmedim. Beni bu hatamdan dolayı azarlamadı,
dövmedi, sövmedi. Sadece bir kenara çekti ve şöyle
uyarıda bulundu: “Namazda dünya kelamı konuşulmaz. Namazda sadece tesbih, tekbir ve
Kur’an okunur.” (Müslim, Mesâcid, 33).
Hz. Peygamber’in de bulunduğu bir zamanda
bedevî, küçük abdesti gelince Mescid’in bir köşesine
giderek abdest bozmaya başladı. Bedevînin bu hiç
beklenmedik davranışı karşısında ashab telâşa kapıldı. Kimi oturduğu yerden “Yapma, etme!” diye
bağırarak, kimi öfkeye kapılıp bedevînin üzerine yürüyerek ona engel olmaya çalıştılar. Duruma hemen
müdâhale eden Rasûlüllah’ın (s.a.v.): “Bırakın,
adam işini bitirsin” buyurduktan sonra, bedevînin küçük abdestini yaptığı yere büyük bir kovayla su
dökmelerini söyledi. Sonra sahabilere: “Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil” diyerek yatıştırdı. (Buhârî, Vudu’,
57, 58, Edeb, 80; Müslim, Taharet, 98- 100).
Selam ve dua ile…
Ekim
Fatih Sultan SEMİZ
Oku Ama…
Dünyayı değiştiren yüz kişi diye meşhur
olmuş kitapları hepiniz biliyorsunuzdur. Büyük
yanlışlar içeren bu kitapların en büyük yanlışı ise isminden kaynaklanıyor. Bu dünyayı yüz kişi değiştirmedi kardeşim, bir kişi değiştirdi. O da Resulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’dir.
merdivenlerini silmekten gurur duyan anneler.
Camilerden daha fazla bankalar.
Peki bu kadar sorunun mevcut olduğu Arap Yarımadası’nda Allah Azze ve Celle, putları kırın
diye mi ilk emri indirdi? Kadınlara iyi davranın
onlar bir çiçektir diye mi geldi ilk emir? Yoksa
Bu o kadar büyük bir değişimdir ki ahirete irtihal ettiğinden beri bütün şer güçlerin
O’nun kurduğu sistemi değiştirmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Tabi ki kıyamete
kadar sonuçsuz kalacak bu çabalar, onları için cehennemle sonuçlanacaktır. Şimdi Peygamber Aleyhisselam’ın yaptığı bu inkılaplara bir bakalım:
1- Çocuklarını diri diri gömen adamları
merhamet pınarına çevirdi. Başkasının günahına ağlayacak hale getirdi.
2- Fuhşun yaygın olduğu bir toplumu, gözü harama kayarsa bir ömür gözyaşı ile temizlemek için
yemin eden adamlar haline getirdi.
çocuklar masumdur onları gömmeyin diye mi?
Herkes dursun ve düşünsün lütfen bu kadar sorunların arasından Allah Azze ve Celle hiçbirini seçmiyor
ama ne buyuruyor? Oku diye emir buyuruyor.
Çünkü bu saydığımız bütün kötü işlerin hepsi cehalet ürünüdür. Bir yerde kara kalpli insanlar
varsa bunun nedeni cehalettir. Bir yerde mide
bulandıran hadiseler meydana geliyorsa bu cehalet ürünüdür. Bir yerde büyüklere saygı gösterilmiyorsa bu cehalet ürünüdür.
Peki bu okuma emrini şöyle anlayabilir miyiz?
Her önüne geleni oku. Oku da nasıl okursan oku.
Kimin adıyla okursan oku. Ayetin devamına baktığımızda bunun böyle olmadığını görüyoruz. Oku
3- Küresel sömürü sistemi olan faizi,
ayaklarının altına aldı.
ama her önüne geleni değil, O’nun onayladıklarını oku. Oku ama düz bir okuma ile değil tefekkür ederek, düşünerek oku. Oku ama “Yaradan
4- Şeytan olarak tanımlanan kadının ayaklarına
cenneti serdi. Tabi ki anne olmak kaydıyla.
Rabb’inin Adıyla” oku. Zaten O’nun istediklerini, O’nun istediği şekilde ve O’nun adıyla
okumadıktan sonra cehalet ortadan kalma-
Bu listenin uzayıp gideceği malumunuzdur. Biz
yacaktır. Kalkacak olsaydı biz Asr-ı Saadet’i tekrar
burada kesip asıl meselemize gelmek istiyorum. Bü-
yaşayabilirdik. Çünkü o zaman kemiklere, deri
tün bu değişimin nereden başladı, nasıl başladı bu
parçalarına yazılan Kur’an-ı Kerim sahabenin
sorunun cevabı bizim için çok önem arz ediyor. Zira
hayatını değiştirdiği halde bugün camiler ve
o gün ki şartların hepsi ne yazık ki günümüzde de
mevcut. Toprağa olmasa da televizyona diri diri
gömülen çocuklar. Şeytan olarak görülmese
de dondurmasından, araba lastiğine kadar alakasız bütün konularda cinsel bir obje olarak
kullanılan kadınlar. Kendi evini temizlemeyi
ar vesilesi sayarken, sırf para için başkasının
evler Kur’an-ı Kerim dolu olduğu halde biz
Ekim
her geçen gün merkezden uzaklaşıyoruz. Eğer
bu gidişe dur demek istiyorsak başlayacağımız yer belli. Ve unutmayalım:
İlk emri OKU olan Allah Teala’nın ilk sorusu da OKUDUN MU olacaktır.
9
İlim İrfan Bütünlüğü
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Peygamberimizin sıkça okuduğu iki dua cümlesi şöyledir: “Allah’ım, senden faydalı ilim isterim…” [1] , “Allah’ım, faydasız ilimden sana
sığınırım…” [2]
elde et
m
i
l
i
i ve
i
enmey
r
ğ
, bilim
ö
o
,
k
m
a
â
c
l
“İs
, an
k eder
i
v
kullan
ş
e
e
t
c
i
n
i
y
r
e
ye
m
i
u yerli
n
istediğ
o
,
n
r
ı
i
’
t
n
e
â
’
n
r
u
yö
lış
retir. K
ğ
ö
a
ut yan
h
d
a
ı
y
y
a
n
m
ağa
laif/dur
s
a
in kul
p
ç
i
,
r
m
a
i
l
l
ç
i
a
.”
üflî am
s
e
d
eğildir
r
d
e
ı
r
a
l
yerl
ın
lgi yığ
i
b
n
a
l
nı
10
Peki, nedir faydalı ve faydasız ilim? Faydalı
ilim, kişinin hem kendisine, hem de başkalarına yararı olan; ona dünya ve âhiret mutluluğu sağlayan ilimdir. Dinî ilimler bile bazen
faydasız olabilir. Şayet kişi ilmini doğru temellere
oturtmazsa, bilgisini sapmak ve başkalarını saptırmak, dini tahrif etmek için kullanırsa o zaman o bilgileri faydasız olmakla kalmaz, hem kendine hem
başkalarına zarar vermiş olur.
Kur’ân’ın soluyan köpeğe benzettiği ilim sahibi kimse böyle biridir. “Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık; fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Onun durumu, üstüne
varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini
sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.
İşte âyetlerimizi yalan sayan kimselerin hâli
Ekim
böyledir.” [3] Âyette geçen bu kişinin Hz. Musa (a.s.)
döneminde yaşamış, kendisine Kitap bilgisi verilmiş
Bel’am adlı kişi olduğu rivâyet edilir. Bu kişinin bilgileri dinî bilgilerdir. Ancak o, bilgilerini dini yaşama,
dini anlatma ve dini tanıtma için kullanmamış; tam
tersine ilmî konumunu Allah’ın peygamberine karşı
çıkma uğruna kullanmıştır. Sonunda bu kişi, kaybedenlerden olmuştur.
Âyette bu özelliğe sahip olan kişilerin soluyan
köpeğe benzetilmesi oldukça düşündürücüdür. Soluyan köpek… Aslında her canlı solur. Ancak genellikle
diğer canlılar koşup yorulduklarında yahut susadıklarında solurlar. Ancak köpek her hâlükârda solur.
Yorulduğunda soluduğu gibi, dinlenirken de solur;
susadığında soluduğu gibi, susamadığı zamanlarda
da solur. Köpeğin dili bir karış dışarıda soluması, son
derece ürkütücüdür. Bir de köpeğin çoğu zaman boş
ve anlamsız işlerde koşturup kendisini yorması vardır.
İlmiyle amel etmeyenlerin durumu da böyledir. Onların o ilmi elde etmek için koşturup yorulmaları boş ve
anlamsızdır. Çünkü onlar, o ilimlerden faydalanmamış, ilimlerinin hayrını görememiş kimselerdir.
Benzer şekilde Tevrat bilgilerini öğrendikleri halde, onların gereklerini yerine getirmeyenler Kur’ân’da kitap yüklü eşeklere benzetilir. [4]
Sırtında cilt cilt kitap taşıyan bir eşek, yükünün kitap
mı yoksa saman mı olduğunu fark edemez. Eşek için
yük, sadece bir ağırlıktır. Hatta öyle durumlar
olur ki bir eşek, sırtında yiyeceğini taşır, ancak ondan yararlanamaz, aç kalır. Bilgiyi elde
ettikleri halde gereğini yerine getirmeyenlerin
durumu da böyledir.
Önce İlim ve Gerçek
Âlim
İlim, bilmek; irfân ise tanımaktır. İslâm, mâlumât sahibi olmayı değil, bilgiyi içselleştirip gereğini
yerine getirmeyi hedefler. İşte bu, ilmin irfân boyutudur. Tabii ki irfân boyutunun gerçekleşebilmesi için
bilgilenmeye ihtiyaç vardır. İlim olmadan irfân olmaz.
Bunun için Kur’ân’ın ilk emri, “Yaratan Rabbin
adıyla oku”dur.[5] Dolayısıyla din, oku emriyle başlamıştır. Bu, İslâm’ın bilgilenmeye verdiği önemi gösterir. Buna göre Müslüman önce neye inanacağını, ne
yapıp yapmayacağını, nasıl yapacağını öğrenmelidir.
Bilgisizce yapılan bir eylem, şuursuzca yapılmış olacağından eksik yahut yanlış olacaktır.
Gerçek ilim adamlarını tanımlayan bir âyet şöyledir: “Allah’tan ancak âlimler korkar.”[6] Yüce
Allah’ı isim ve sıfatlarıyla, erişilmez kudretiyle lâyığı ile
tanıyan ilim adamları, O’nu gereği gibi tanırlar, O’nu
tazim ederler, O’ndan sakınırlar, O’na karşı sorumluklarını yerine getirirler. Yüce Allah’ı tanıma konusunda mesâfe kateden, O’na lâyık kul olma konusunda
ilerlemiş olur. Nitekim bu konuda Peygamberimiz,
“Ben, sizin Allah’ı en iyi bilen/en iyi tanıyanınızım. Bu yüzden O’ndan en fazla sakınanınız
da benim.”[7] buyurmuştur.
Kur’ân’ın belirttiğimiz âyetine göre gerçek
âlim, Yüce Allah’ı lâyığı ile tanıyan ve O’na
karşı sorumluklarını yerine getirendir. İlmi ile
kibri, inkârı, isyanı artan kimse gerçek ilim
adamı değildir.
Aslında her insan Yüce Allah’tan korkmalı,
O’nu hesaba katarak yaşamalıdır. Bunun lâyığıyla gerçekleşebilmesi ise, ilim sahibi olmaya bağlıdır.
Âyet, gerçek anlamda ilmin, sahibini Yüce Yaratıcıyı tanımaya, O’na inanmaya ve O’nu hesaba katarak yaşamaya götüreceğine de vurgu yapmaktadır.
Demek ki yalnızca bilmek yeterli görülmemektedir.
Önemli olan doğru bilgiyi, doğru yerde kullanmak ve
gereğini yerine getirmektir. Bunun için “Gerçek âlim,
yalnızca ilmî birikimiyle değil eylem güzelliği ile âlimdir.” denilmiştir. İşte o zaman irfâna kavuşulmuş olur.
Peygamberimizin sıkça okuduğu iki dua cümlesi şöyledir: “Allah’ım, senden faydalı ilim isterim…”
Ekim
[1]
, “Allah’ım, faydasız ilimden sana sığınırım…”
[2]
11
“Yaratan Rabbinin
Adıyla Oku”
Kur’ân’ın hedeflediği ilim adamlarından
olabilmek için, öncelikle şu hususlara dikkat edilmesi gerekir:
1. İlim, Allah için olmalı, O’nun rızâsını kazanmak için edinilmelidir. Allah’ın rızâsını kazanma uğruna edinilen ilim, sahibine ibadet sevabı kazandırır.
Bu yüzden İslâm’ın ilk emri, yalnızca oku değil, “Yaratan Rabbin adıyla oku.”dur.
2. İnsan, öncelikle ne öğreneceğine dikkat etmelidir. Çünkü insanın bilgi edinme zaman ve imkânları
sınırlıdır. Bu sınırlı zaman ve imkânları en verimli bir
şekilde kullanabilmek için önceliklerin doğru tespiti
son derece önemlidir. Bugün çevremizde o kadar çok
insan vardır ki, lüzumsuz o kadar çok şeyi bilir, ancak
kendisine lazım olacak pek çok şeyden habersizdir.
Sözgelimi bir kütüphane dolusu kitap okumuş
nice insanın, okuduğu kitap listesi içerisine
Allah’ın kelâmı Kur’ân yer almaz!
3. Doğru bilgiye ulaşmak için, temel kaynaklara
başvurmak gereklidir. İlmin kaynakları kitabî de
olabilir, canlı kaynaklar da olabilir.
4. Tek başına bilmek yeterli değildir. Önemli
olan bilgiyi doğru yerde kullanabilmek, hayata
geçirebilmektir.
5. İslâm, durağan bilgi sahibi olmayı istemez,
bilgiyi aktif hale getirmeyi ister.
6. Bilginin harekete geçebilmesi, onun eyleme
dönüşebilmesi için, sürekli onun yenilenmeye ve
beslenmeye ihtiyacı vardır.
7. Bilginin sınırı, öğrenmenin sonu yoktur. Bütün her şeyi bilen engin bilgi sahibi ancak
Yüce Allah’tır. Bunun için İslâm insanı, beşikten mezara kadar ilim yolcusudur.
8. Gerçek bilgi, sahibini kemâle taşır, onu
olgunlaştırıp tevâzu sahibi yapar. Bunun için
Ben âlimim, her şeyi bilirim diyen kimse aslında câhilin ta kendisidir.
12
9. İslâm’da bilginin hangi çeşit olduğuna bakılmaz, bilginin doğru yerde kullanılıp kullanılmadığına
bakılır. Bazen dinî bilgi, insanın azıp sapmasına, pozitif bilimler ise doğru yolu bulmasına vesîle olabilir.
10. Aslında dinin hedeflerine hizmet için kullanılan her bilgi dinî bir özelliğe sahiptir. Dine aykırı
olarak kullanılan, dinle ilgili bilgiler bile aslında din
dışıdır.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: İslâm, öğrenmeyi ve ilim elde etmeyi teşvik eder, ancak
o, bilimi yönetir, onu yerli yerince kullanmayı
da öğretir. Kur’ân’ın istediği ilim, pasif/durağan
yahut yanlış yerlerde süflî amaçlar için kullanılan bilgi yığınları değildir. İslâm, hayra dönüşen aktif ilmi ve onun istikâmet yolunda bütün
kâinatın hayır ve yararına kullanılmasını ister.
İlim, insana Yüce Yaratıcı ve diğer varlıklar
nezdinde değer kazandıran bir araçtır. O, doğru yerde kullanılırsa sahibine dünya ve âhirette
izzet ve saâdet kazandırır. Aksi takdirde o, sahibi üzerinde bir yüktür, ağır bir vebâldir. Bizim
kültürümüzde gerçek ilim adamı, ilmi arttıkça
ahlakî güzellikleri, olgunluk ve tevâzuu artan
kimselerdir. Söyleyen ne güzel söylemiştir:
İlim elinde çıra/Yak da Mevlâ’yı ara.
Bilmek olmak değildir/Olmaya bak olmaya!
Yûnus Emre
İşte olmak için bilmek gerekir, bilmek ise
olmak için olmalıdır. İlmiyle olanlara ne mutlu!
Kaynaklar
[1] İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlim, I, 626. [2] İbn Abdilberr,
a.g.e., I, 622. [3] 7/A’râf, 176. [4] Bkz. 62/Cuma, 5. [5] 96/Alak, 1.
[6] 35/Fâtır, 28. [7] Buhari, İman, 13
Ekim
Hz. Pîr Seyyid
Ahmed er-Rufai (k.s) den
Ariflerin Manevi Kanatları
Ey Kardeşim, ârifin havf, recâ, muhabbet ve şevk olmak üzere dört
kanadı vardır. Dikkat et. Havf kanadıyla o korkulardan emin olur. Recâ
kanadıyla istek ve arzulardan, muhabbet kanadıyla neş’e ve hüzünden
kurtulur. Şevk kanadıyla da, kendisini ölüm ve felaketin felaketin korkusundan kurtarır. O, bu hususlarda müsterihtir. Muhakkak ki, Allah
Teala Kur’an-ı Ker’im’inde onları: “Resule indirileni duydukları zaman,
tanış çıktıklarından dolayı, onların gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün”1 ve “Allah’ın öyle kulları vardır ki, onları ne ticaret ne de alışveriş Allah’ı zikretimekten alıkoyamaz”2 âyetleriyle vasıflandırmıştır.
Allah Teâlâ, kullarından birinin kalbine rahmet ve Iütfuyla nazar
ettiği zaman, o kulundan gaflet perdesini kaldırır ve kudretinin inceliklerini gösterir. İşte o zaman, mutlaka üç durumdan birisi olur. Ya
hakim olup halk onunla Allah’a ulaşır, ya lisanına vekil olup böylece
dehşet ve hayret içinde donup kalır. Ya da Hakkın hicabı içinde mestur, kabzası içinde mahfûz kalır ve Allah’a olan gayretinden dolayı başkaları onu göremez.
Ekim
13
Hür Yürekli Gençler
Nureddin YILDIZ
Bismillahirrahmanirrahim.
Elhamdüli’llahi Rabbi’l âlemin ve sallallahu ve selleme âla seyyidina Muhammedin ve
ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
Değerli kardeşler,
Yarım kilo kadar gelen bir güvercin - sapasağlam kanatları, gagası, her şeyi sağlam olan bir güvercin- ayağına bir kilo bir taş bağlandığı zaman ne kadar
uçabilir? Bu soruyu cevaplandırmak için test etmeye
gerek yok. Kendisi yarım kilo olan güvercin yarım kilo
da kaldıramaz. Ayağına on gram, yirmi gram bir şey
takılırsa ya da gagasına on beş-yirmi gramlık bir ceviz takarsa onu götürür götürürse. Kimse ağarlığından
fazlasını kaldıramaz. Güvercin de kaldıramaz.
Kardeşler,
Mus’ab bin Umeyr radıyallahu anhaya
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz
“Mus’ab, Yesrib’e git, onlara dini öğret.” dediği
14
zaman ayağına kilogramlarca yük bağlanmış olsaydı sıçrayıp gidemez ve bugün ezanları okunan bir Medine diye gözümüzde bir şey olmazdı. Ashabı kiramın gençlerinin de ihtiyarlarının da
avantajları cahiliye döneminden kalan bağlantılarını
kökten kopararak mü’min olmalarıdır. Hür mü’min
olarak yaşadılar. Mus’ab örneğinden yüzlercesine kadar ashabın üzerinde bunu görüyoruz. “Şimdi mi
gideyim ya Resûlellah, hafta sonu mu geleceğim, buradaki imtihanlara geri geleceğim değil
mi? İşte, kız kardeşimin düğünü vardı, nişana
da geleceğim değil mi?” deseydi, yani ayağında kilolarca yük olsaydı Yesrib yoluna çıkamazdı o.
“Mus’ab, sen Yesrib’e git.” deyince “Lebbeyke
ya Resûlellah.” dedi, başka bir şey demedi.
Ashaptan duyarsınız, “Buyur.” demezler. Mesela filan, diye çağırdın mı -Arapçası ( ) buyur, evet,
demektir- ashap ne diyor? “Lebeyke ya Resûlellah.” Baş üstüne demek, baş üstüne. “Ağabeyimin
düğününe geleceğim değil mi? İmtihanlara yetişeceğim değil mi?” diyen birini abdeste de gönderemez-
Ekim
sin. Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellemin kızıyla
evli olan Osman, Habeşistan’a gitti “Git.” denilince.
“Kızını özlersin ya Resûlellah, yoksa ben giderdim de,
işte sana kız hasreti çektirmek istemiyorum.” demedi.
“Lebbeyke ya Resûlellah, lebbeyke.”
gidemez onun. Kanatlanmak hürriyet işidir. Güvercinin kanatları var, gagası var, ayakları var, görünüşte
sapasağlam güvercin ama kanatlarının kaldıracağı
kapasiteden daha fazla yük taşıyor. Ayakları bağlı.
Kardeşler,
Lebbeyk sözü, hür adam lafıdır. Bunu hür insan söyler. Hürriyeti olmayanın söyleyebileceği, vaat
edebileceği bir şeyi yoktur. Allah ashabı kiramdan da
kıyamete kadar onların peşinden gidecek ayak sahibi,
yürüyen mü’minlerden de razı olsun. Müthiş bir himmet göstererek, insanoğlunun ulaşabileceği en yüksek
hürriyet noktasına ulaşarak iş yaptılar. “Lebbeyke
ya Resûlellah.” Bu kadar. Baş üstüne ya Resûlellah, baş üstüne, buyur. Hiçbir tanesi riyakârlık olsun,
sempatik görüneyim diye “Anam, babam sana
feda olsun ya Resûlellah.” demediler. Üzülmeyecek olsa Peygamber, analarını babalarını kurbanlık
koç gibi Peygamber’in önüne getireceklerdi, hazırdılar ona. Laf olsun diye baş göz üstüne edebiyatı değil
öyle. Hür adamlar. Ebu Bekir radıyallahu anh Mekke
fethedildiği gün babasını tuttu yakasından: “Gel, Resulûllah’ın önüne diz çökeceksin.” dedi. Doksan
yaşlarında bembeyaz saçı sakalıyla babasını Peygamber aleyhisselamın önüne getirtti, Efendimiz aleyhisselam onu görünce de “Ebu Bekir, biz ayağına
giderdik bunun, bu yaşlı adamı niye buraya getirdin?” dedi. “Hakkıdır, gelecek, diz çökecek
ya Resûlellah.” dedi. Hür adam, hür! Ana-baba
bağını bile çözmüş Allah’ın önünde.
Bugünkü nesiller Allah’ın dinini ashabı kiramdan daha kapsamlı ve geniş bir şekilde bildikleri hâlde, yedi yaşında sekiz yaşında hafız oldukları hâlde,
on yaşına gelmeden Ebu Hureyre’nin kırk yaşında öğrendiği ilmihâl bilgilerini öğrendikleri
hâlde, cennet/cehennemle ilgili felsefe yapacak kadar ilim sahibi oldukları hâlde evinden
camiye bile gitmeye neden fırsat bulamıyor?
Çünkü elli altmış kiloluk vücuduna tonlarca zincirle
yük bağlanmış. Hür değil! Bir genç kız, bir genç delikanlı hür olmadıktan sonra yüreği Allah’a kanatlanıp
Bir örnek olarak kendi hatıramı anlatmak istiyorum. Bir gün bir çiçek çok hoşuma gitti. Satıcısına
“Bu büyür mü?” dedim. “Bu mevsimlik çiçektir, bir hafta sonra üç katı olur.” dedi. “Bunu
hemen bana ver.” dedim. Fiyatını bile pazarlık
etmeden aldım, eve götürdüm. Bir hafta, üç hafta
geçti, çiçek büyümedi. Aynı çiçek. Sinirlendim bir pazar zamanı tekrar gittim. “Sen bunu, çiçeği bana
büyüyecek diye verdin. Hiç büyümedi.” dedim.
“Ağabey, sen bunun saksısını değiştirmişsin.”
dedi. “Değiştirdim tabi, bakıyorum çiçeğe.” dedim. “Ben sana bunu bir avuç saksıda verdim.
Sen bunu koca iki kiloluk saksıya koymuşsun, gübre koymuşsun, toprak doldurmuşsun.
Zavallı çiçek kökleriyle uğraşıyor sana çiçek
veremiyor ki. Ben bunu küçücük bir saksıya
koydum, kökleri gidecek yer bulamayınca ışık
tarafına doğru büyüyordu. Sen bozmuşsun bunun düzenini.” dedi. “Ben buna hizmet ettim.
Gübre koydum, hususi toprak.” dedim. “Onun
için büyümüyor tabi.” dedi.
Bunu ben bir kenara not ettim. Şu çiş bezi bile
ütülenen çocukları neden Allah’a salamadık bunu
bundan anladım ben. Kaka yaptıkları bezleri bile ütüleniyor çocukların artık. Ayaklarına Ağrı Dağı kadar
yük bağladık çocukların. Hafız da etsen hafızlık
kanat, fıkıh bilgisi kanat. Her şey var çocukta.
Hafız, âlim... Küçük yaşta, ashabı kiram Mekke fethedildikten sonra bile umreye gidemediler. Umre göremediler. Bizim çocuklarımız
büluğ çağına gelmeden umre yapıyorlar, hac
yapıyorlar ama ayaklarında okulu, çeyizi, akrabası, düğünleri, nişanları... Her biri bir dağ kadar
yük var çocuklarımızın ayaklarında. Hür değil çocuk.
Kadir gecesi dua törenleri yaparsın sen. Tespih namazını bile bir imama ücret
vererek kıldırmak zorundasın sen. Çünkü on beş defa aynı şeyi bir makine ile saymadan
söyleyecek kadar boş kafa yok ki. Bin tane hesap...
Ekim
15
Hür değil. Ha vize vermediği için bir devlet, Mekke’ye
Medine’ye gidememişsin ha sen hasta olduğun için
gidememişsin. İki türlü de sen hür değilsin.
Yani bir neslin Allah’a doğru kanatlanması Şeriat’ı, İslam’ı, dini yaşaması Rabb’i için
can verecek hâle gelmesi sadece Yahudi’nin
ve dünya siyonizminin baskısı, işkencesiyle
olmuyor. Analar, Müslüman analar, Müslüman babalar da çocuklarını dünyaya köle edip ayaklarına
dünyayı ta bebeklik günlerinden itibaren, dünya putunu ayaklarına bağladıkları için bir türlü bir gece teheccütte “Sana geliyorum Rabb’im.” diyemezler.
Diyemezsin ki, bunu nasıl diyeceksin. Edebiyatını yaparsın. Kadir gecesi dua törenleri yaparsın sen.
Tespih namazını bile bir imama ücret vererek
kıldırmak zorundasın sen. Çünkü on beş defa
aynı şeyi bir makine ile saymadan söyleyecek
kadar boş kafa yok ki. Bin tane hesap... Alışmış,
bilgisayardan başka bir şeyle de saymayı da bilmiyor.
Namazda bilgisayarla da tespih saymak caiz değil.
Bir imama “Sen önde ne yaparsan yap, biz seni
görmüyoruz, on beş defa söyleyeceksen söyle,
biz de arkandayız.” diyor. Caizdir, değildir, bakamazsın. Tespih namazı sevap, bunu biliyor, “Bir yakalayayım şu sevabı.” diyor ama yirmi dakika on
beş defa şurada, on beş defa rükûda on defa şurada
“Subhanellah” diyecek kadar sayı sayacak kadar
kafa kalmamış ki.
Bütün kafa hep ayaklarda, ayaklar ellerde,
eller gözlerde, hep organlar birbirlerinin ters yerine
konmuş. Bir insan düşün, gözü ayaklarının üzerine
konmuş. Ayak parmakları da alnına konmuş. Böyle
acayip bir mahluk düşün. Gözü ayağında bir insan
nasıl yürür? Bu hâle geldikten sonra çocukların İmam
Hatip lisesine gitmelerinin, Kur’an kursunda okumalarının da çok bir anlamı yok. Neden? Sen istediğin
kadar kanat tak. Güvercinin ayağında koca bir teneke
bağlı. Çırpınıp duruyor hayvancağız uçacağım diye.
En sonunda ya ayağı kopacak ya da tüyleri dökülecek, berbat olup gidecek. İşte böyle.
Hafız olduğu hâlde, İmam Hatip tahsili gördüğü
hâlde, ana-babası Müslüman insanlar olduğu hâlde,
hatta çarşaflı/peçeli/güzel kıyafetli annelerin çocuğu
olduğu hâlde nur yuvası gibi evlerden komik komik
hayatlar yaşayan zalim insanların çıkmasının, gençlerin harap olmasının nedeni budur. Gençlerimiz işte
ayaklarına bağlı yüklerden dolayı ç ırpınıyor, çırpını-
16
yor; sadece tüyleri dökülüyor. Kaldırması mümkün
değil o yükü.
Ashabı kiram -Allah onlardan razı olsunönce cahiliyeyi, putları ve bütün melanetleri sıfırlayıp Resulûllah’ın huzuruna geldiler. Resûlullah aleyhisselam Ebu Talib’e “Amca iman et, bir
kelime söyle kurtul, bir kelime amca, amca!
Sen bir ‘Lailaheillellah’ de gerisi bana kalsın,
ben seni şefaat edeceğim.” dedi. Ebu Talib’in
niye bir kelime söyleyemediğinin sırrı nereden çıktı?
“Yeğenim sonra ben ölünce kadınlar diyecek
ki: ‘Ölümden korktu da Ebu Talip iman etti.’
Dedirtmem ben bunu, biz soylu bir aileyiz.”
Bütün yükleri atamadığı için o sevgili yeğeninin bir
hatırını tutup da şöyle bir “Lailaheillellah” diyemedi. Demek ki komşular ne diyecek, baldız ne
diyecek, diye bunları kafandan atamadıkça sen
Muhammed aleyhisselam kapında diz çökse de
iman edemiyorsun.
Hür nesil yetiştirmek lazım. Hür nesil. Allah’tan
başkasında gözü olmayacak. Cennetten başka hiçbir
ödülü kabul etmeyecek bir nesil, nesildir. “Hafız ol
sana araba alayım.” dediği zaman babası “Yazıklar olsun baba! Kur’an’ın karşılığı bir araba mıdır?” diyen bir nesil: “Buyur ya Resûlellah,
lebbeyke ya Resûlellah.” der. Elif cüzüne geçince
bisiklet; Kur’an’a geçince, hafız olunca araba, bir de
biraz daha iyi Kur’an okursa evlendirdin. Eee, cenneti ne zaman vereceksin? Cennete bir şey kalmadı.
Yapacak bir şeyi yok. Küçük hedefli, küçük adımlı insanlar yüzünden Allah’ın muhteşem zekâlarla, muhteşem imkânlarla yarattığı çocuklarımızın hayatını
maalesef heder ediyoruz.
Normalde çocuğun elli santim ayağı olur, babasının da yüz santim ayağı olur diyelim. Baba elinden
Ekim
tutarken çocuğun, yürüdüğü zaman çocuk onu engeller. On dakikada gideceği yere, çocukla yürüdüğü için yirmi dakikada gider. Şimdi ahir zamana
geldik, çocuklar Rabb’lerine koşmak istiyor,
babalar, anneler engelliyor. “Dur! Dur! Dur!
Dur! Dur!” diyor. Anneler, babalar çocuklarına
yalvarması lazımken, “Yavrum şöyle elin ayağın
kirlenmeden tertemiz gel, seni evlendirelim
de harama dokunmadan Allah için bir evlilik yap.” demeleri lazımken çocuk: “Beni İstanbul’a gönderdiniz, rezil bir yer İstanbul’da
üniversiteler. Evlendirin beni çabuk.” diyor.
Anne-baba “Sus! Duymasın akraba. Sen daha
üniversiteyi bitirmedin, askere gitmedin nasıl evleneceksin?” diyor. Çocuğun
ayağı uzun, yüz santimlik; babanın
ayağı yirmi santimlik.
“Biz üniversiteyi feda ettik baş örtüsü için.”
dedirtemezsin bir sahabiye. Vallahi üniversite değil, İbrahim aleyhisselamın elleriyle yaptığı Kâbe’nin
bulunduğu Mekke’yi bile arkalarına bakmadan bırakıp gittiler. “Rabb’im senin için Kâbe bile feda
olsun.” dediler. Üniversite bırakmış! Biz üniversiteyi
baş örtüsü uğruna terk etmişiz. Maşallah. Allah nazardan korusun. Hiç de örneğimiz yoktu ya bizim.
Şu hadisi şerifi Buharî’den ve Müslim’den
naklediyorum. Hikâye kitaplarından değil.
Masal değil. Yüzde yüz Resulûllah sallallahu
aleyhi ve sellemin sözlerini toplayan muhteşem iki kaynağımızdan naklediyorum. Ebu Musa
el-Eş’ari radıyallahu anhla ilgili -şu
sesi güzel, Kur’an okuyan sahabi- Ebu Bureyde isimli sahabi
diyor ki: “Ebu Musa el-Eş’ari bize
Demek
ki
komşuşöyle bir şey anlattı bir gün, dedi ki:
Sonunda ister babanın ayalar ne diyecek, baldız
‘Bir seferinde Resulûllah sallalğı küçük olsun, ister çocuğun ayağı
lahu aleyhi ve sellemle beraber
küçük olsun kimse yol alamıyor bu
ne diyecek, diye buncihada çıkmıştık. Zatürrik’a desefer. Hür nesil değil yaşadığımız
ları kafandan atamanen bir cihada çıktık. Altı kişi
zamanın nesli. Zincirli. Bilgisayar
dıkça sen Muhammed
bir bineğimiz vardı.’ (Ebu Musa
zincirliyor, internet zincirliyor, telealeyhisselam
kapında
el-Eş’ari ve arkadaşları, altı kivizyon zincirliyor, çevre zincirliyor,
diz çökse de iman edeşilik bir gruplarmış. Altı kişiye
onlarca zincir var ayağında zavallıbir deve düşmüş. Gidecekleri
nın. Kazara bir tanesi şöyle bir himmiyorsun.
yol dört yüz kilometre. Sıcakmet edip bu zincirleri kırıp “Allahu
lık elli-elli beş derece. Ağustos
Ekber” deyip yola çıkacak olsa onu
ayında gidiyorlar böyle bir savahemen bloke ediyorlar. Kötü bir örşa. Sonunda diyor altı kişi yürünek çünkü. Çünkü esirler arasında bir
kişinin serbest yürümesi ters. Esirlerin içinde herke- yorlar. İşte demek ki günde üç saat deve biniyor, gerisini yürüyerek gidiyorlar. Gece zaten
sin zincirli olması lazım.
mola veriyorlar, gece yol almıyorlar.)”
Kardeşler,
Allah, ashabı kiramdan razı olsun. Kıyamete kadar Kur’an’ın şahitliğiyle Allah’ın,
Peygamber’inin şahit olduğu sahneler yazarak
bize örnek olup gittiler. “İslam nasıl olur, şu asırda nasıl olur, bu asırda nasıl olur?” diye bir reklama
hiçbir zaman ihtiyaç bırakmadılar. İslam; böyle elinde bir Kur’an var, Allah bir kitap indirmiş, bunu nasıl
pratiğe dökeceğiz, diye derdi olan bir din değil. Ashabı kiram ihtiyarlarıyla, kadınlarıyla, gençleriyle yüzde yüz “Kur’an böyle yaşanır.” deyip
gittiler. Peygamber aleyhisselam için, dinleri için aklımızı zorlayacak işler yaptılar. “Olur mu bu kadar
canım, bu kadarı fazla.” dedirtecek işler yaptılar.
Sonra da onu kalkıp pazarlık konusu yapmadılar.
Ekim
Diyor ki Ebu Musa el Eş’ari radıyallahu anh:
“Ayaklarımız yandı, tırnaklarımız döküldü
ayaklarımızdan.” Kavrulmuş ayakları, yanınca
ayağı ayak tırnakları dökülmüş yürümekten. “Herkes üzerindeki gömleğini çıkarıp ayağına sardı böyle. Sargı bezi gibi yaptık.” diyor. Çünkü
yara ayakları, tırnakları bir insanın ne zaman dökülür
ayağından? Böyle ayağını da sarmış. “Ya Resûlellah biraz mola versek, çok ayaklarımız yandı.”
demek yok ama. Neden? Hür adam çünkü. Ayağındaki zincire değil, ayağına bile bağlı değil. Onlardan
bir tanesi kolu yarıdan koptuğunu anlayınca,
kol böyle kopmuş derisi tutuyor. Ayağıyla basmış, koparmış kolunu. “Senin için Resulûllah’tan geri kalamam.” demiş! Hür adam hür.
17
Elinden tutana bağlı olmak başka bir şey. Kendi koluna, ayağına bağlı değil! Allah onlardan
razı olsun.
“Tırnaklarımız koptu yerlerinden.” diyor
Ebu Musa el Eş’ari radıyallahu anh. Ayaklarına gömleklerini çıkarmışlar, gömleğiyle ayaklarını dolamışlar
ve “Cihattan geri kalmadık.” dedikten sonra Ebu
Buredye diyor ki: “Ebu Musa radıyallahu anh
böyle anlattı, işte böyle oldu.” diyor. Karşısındaki gençlere anlatıyor, “Bu konuşma bitince de
yüzü kıpkırmızı oldu.” diyor. “Allah için yaptığımız bir işi anlattık, olmadı bu iş. Bozuldu.”
diyor. Hür adama bak sen, Allah be. Hür adama bak
be. Derdine bak. “Allah için yapılmış bir işi size
anlatmayacaktık, olmadı bu iş.” diyor. Hâlbuki
ne nostaljik hatıra ya! Allah! Ne nostaljik! “Filan şubat
günü bizim şöyle tayinimiz çıkacaktı da işte itiraz etmedik filan.” Aman Allah’ım! Ah be. Ah ashabı kiram
ne iz bıraktınız ya.
Ebu Bekir radıyallahu anhı gömerken Ömer
mezarının başında durmuş “Ah Ebu Bekir, peşinden zor gidilecek bir çığır açtın. Başımıza dert
oldun.” demiş. Yani seni nasıl taklit edip yetişeceğiz
şimdi? Biz bu ashabı kiram neslini nasıl taklit ederiz?
Ayağımızda dağlar, nehirler, diplomalar, belgeler, törenler, videolar... Milyonlarca denecek kadar zincir
var ayağımızda. Hepsini yırtıp atıyorsun, anayı babayı
a şamıyorsun. Yırtıp atıyorsun, arkadaşı atamıyorsun.
Kur’an kursu arkadaşını, okul arkadaşını aşamıyorsun. Onlar, anayı babayı getirip Resulûllah’ın önüne
kurbanlık olarak getirdiler. “Sana anam babam
feda olsun ya Resûlellah.” Dediler ve o hürriyetle
de bir kanatlandılar ki ölenlerini Resulûllah sallallahu
aleyhi ve sellem “Şimdi cennetlerde uçarken görüyorum.” dedi. Demek ki en son Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem vefat etseydi herhâlde hepsinin
cennette kaç numaralı dairelerde kaldıklarını bile bize
haber verecekti.
Hürriyete muhtacız. Dünyanın esir etmediği,
kâğıtların zincirlemediği ve sözlerin kulaklara kurşun
gibi girmeye cesaret edemediği bir hürriyet ortamında yaşamaya mecburuz. Çocuklarımızı karşımıza alıp: “Yavrum! Allah’tan kork. Benden bile
bir daha korkma.” diyecek baba ve anne olmak
zorundayız. “Yavrum ben bile Rabb’imin Şeriat’ına aykırı bir şey söylersem annen olarak
beni çiğneyebilirsin.” diyen analar hür analardır,
onlar hür çocuk doğururlar Allah’ın izniyle. “Ay, kız
nediyecek komşular?” diye başlayan bir anneden
doğandan bu Ümmet ne hayır görecek? Komşuyu
ilahlaştırmış, insanların ne diyeceğini ilahlaştırmış
bir ailenin çocuğu putperest Ebu Cehil’in çocuğundan daha ağır şartlar altında büyüdüğü için belki Ebu
Cehil’in... Belki değil olmuş bitmiş. Ebu Cehil’in oğlu
İkrime radıyallahu anh müthiş bir şahadetle Rabbine
kavuştu ama bizim namaz kılınan, tespih namazı bile
kılınan (!) evlerimizden Rabb’imize uçacak, kanatlanacak çocuklar bir türlü yetiştiremiyoruz. Hür değil,
hür değil. Bir tarafından ablası asılıyor, bir tarafından
komşuları asılıyor, öbür tarafından nişanlısı asılıyor,
herkes asılıyor. Zavallının kanatları, tüyleri dökülüyor,
perişan oluyor. Rabb’imiz ise fıtrat üzere yarattığı, hür
yarattığı gençlerin hür kalmasını istiyor.
Kardeşler,
Bu şu demek değildir: Çocuklarımız okul
okumasın, üniversite okumasın, hep ortada
amele olarak kalsınlar, diplomasız ameleler
bizim çocuklarımız olsun! Her hâlde böyle demiyoruz.(
) “Kimse dünyadaki
nasibini de unutmasın.” En güçlü diplomaların
sahibi olsun çocuklarımız. Bana gençler “Hangi fakülteye girmemi uygun görürsün?” diye sorduklarında “En yüksek puan fakültesi.” diyorum.
Öyle bir fakülte yok. Yok tabi. En yüksek puanı al
mü’minlerin yüzü gülsün, senin iffetin duyulsun. Öyle
dershane reklamı için çıkma. “Ben ‘Bismillah’ ile
yola çıkmış bir genç olduğum için en yüksek
puanı aldım.” de, ondan sonra da fıtratına/ kabiliyetine uygun bir fakülteye gir eğer Allah’ın Şeriat’ını
çiğnemeyeceksen orada.
Allah, ashabı kiramdan razı olsun. Kıyamete kadar Kur’an’ın şahitliğiyle
Allah’ın, Peygamber’inin şahit olduğu sahneler yazarak bize örnek olup gittiler. “İslam
nasıl olur, şu asırda nasıl olur, bu asırda nasıl olur?” diye bir reklama hiçbir zaman
ihtiyaç bırakmadılar.
18
Ekim
Biz hür genç istiyoruz. Örneğimiz olan, Resulûl- denince çoban kılıklarıyla karşılarına dikilip de “Biz
lah sallallahu aleyhi ve sellemin bize örnek gösterdi- Allah’a kulluğa geldik, kula kulluktan kurtaraği gençler, sahabisi hür insanlardılar. Sad bin Ebi cağız sizi, Allah’a kul olacaksınız.” diye onları
Vakkas nasıl geçti anasının karşısına, “Bin kafan çoban olarak görenlerin karşısında sultanlar gibi koolsa binini de intiharla koparsan ana, bırak- nuştular. Allah onlardan razı olsun. Ellerini buruştumam Resulûllah’ı.” dedi. Hürriyet, bambaşka bir rup “Burs istemeye geldik.” Demediler. “Yardım
şey. Ayağı bağlı güvercin uçamaz. Sadece çırpınır, istemeye geldik.” demediler.
çırpındıkça da tüyü dökülür. Tüyü döküldükçe de
Onlardan bir delikanlı bir gün, bindiği atı için
ölüme koşar. Hürriyet, sadece filanca Budistlerin
filanca mü’minleri kesmesi ya da onları bir çadır kullandığı kamçısı yere düştü. Bir arkadaşı da aldı
kentte muhasara altına almaları değildir. Evet, bu kamçıyı verecek uzatıp eline almadı. “Ya buyur,
hürriyeti engellemektir. Ama biri seni görünen bir kamçı senin.” “ Almam. At onu yere.” dedi.
zincirle bağlamadığı hâlde, alnına silahı dayayıp da Attı, indi atından, aldı kamçıyı, tekrar çıktı dedi ki:
“Kıpırdamayacaksın bir yere!” demediği hâlde sen “Resulûllah bize buyurmuştu ki -aleyhissalatu ve selam- “Kimseden bir şey
camiye çıkamıyorsan, sen Rabb’in
almayın.” “Ben ki atımın kamiçin yollara dökülemiyorsan,
çısı da olsa kimseden almam
Allah için harcayacak üç günAshabı kiram ihtionu. Ben Resulûllah’tan duybeş gün zaman bulmaya fırsayarlarıyla,
kadınlarıyla,
dum bunu.” demiş. Eh be. eh be!
tın olmuyorsa, ayağında zincir
gençleriyle yüzde yüz
Böyle talebe bulursun da yüz
olmadığı hâlde alnına silah da“Kur’an böyle yaşanır.”
yirmi bin tane, onlarla dünyalar
yanmadığı hâlde sen bir esirdeyip gittiler. Peygamfethedilmez mi? Bu talebe yola
sin! Sen de eşinden korkup bir
ber
aleyhisselam
için,
dinçıktığı zaman cennetin kapısına
adım gidemiyorsan, hep mazeretleleri için aklımızı zorlayacak
varmadan mola verilir mi hiç?
rin oluyorsa, hep seni Allah için bir
işler
yaptılar.
“Olur
mu
işe çağırdıklarında “Evde bir rabu kadar canım, bu kaDaha okula kaydını yaptırdıhatsızlık var hani.” diye hep evin
darı
fazla.”
dedirtecek
ğı gün hemen eline kâğıtlar, kimlik
hasta oluyorsa senin, bahanen hazır
işler yaptılar.
belgelerini alıp burs için müracaata
oluyorsa sen doğal esirsin. Yaratılıştan esaret var sende. Engelli!
Allah, ashabı kiramdan razı
olsun. Bize bu işi hiçbir şekilde kimseyle tartışmaya fırsat vermeyecek kadar güzel örneklerle bu dünyadan gittiler. Hür nesil olarak gittiler.
Peygamber’inin - aleyhissalatu vesselam- bir mütercime ihtiyacı olduğunu duyar duymaz on yedi
günde yabancı bir dil öğrenip Peygamberi’n önüne gelerek “Ya Resûlellah, mütercime ihtiyacın
vardı ya ben hazırım, sana İbranice tercüme
yaparım buyur ya Resûlellah.” dediler. Onlar da
dil kursuna gitmek için bir sürü kredi, burs aradılar
ama Peygamberlerinin ihtiyacı var diye. Öyle altı
ay şuraya buraya dil kursuna gitmeye vakitleri
yoktu. Altı ayda altı ülke fethetti adamlar. Hür
adam çünkü. Hür adam.
Yalın ayak ellerinde bir bastonda Rüstem’in
karşısına geçtiler de “Ne arıyorsunuz siz bu topraklarda, ne işiniz var burada çoban herifler?
Siz bu saraya nasıl girdiniz çoban adamlar?”
Ekim
başlayana bak, bir de kendi atının
kamçısı yere düşünce onu veren birisinden almayacak kadar insana el
uzatmama ruhuyla büyütülmüş bir delikanlıya bak.
Örnek nesil, mübarek nesil. Kur’an boşuna övmemiş
ki bunları. Övüyorsa Kur’an, ( ‫“ ) رﴈ ﷲ ﻋﻨﮭــﻢ‬Allah onlardan memnun.” diyorsa Kur’an, böyle olmuş bu
demek ki.
Kardeşler, anneler, babalar, bir vakıfta/bir dernekte/bir okulda/bir medresede/bir dershanede görev yapan mü’minler, Mü’minlerin çocuklarını,
ümmeti Muhammed’in yavrularını, Allah’tan
başkasının önünde secde etmeyecek, sadece
Allah’ı dinleyecek kıvamda büyütün. Üç yaşındaki çocuklara el öptürmeye alıştırmayın hemen. Her
el öpüş bir eğiliş tarzıdır. Öpmesinler ellerimizi. Caizdir ama bu zamanda caiz değildir. El öpmeye, burs
almaya alışmış öğrenciden, çocuktan daha sonra
bu Ümmet istifade edemiyor. O bursu/krediyi sonra
hediye olarak tekrar istiyor. Evet, el öpmek caizdir.
Büyüklerin eli öpülür. Lakin hele biz bir ara verelim
19
bu el öpme işine. Dik duran, “Rabb’im, Kudüs
kurtulmadıkça gülmek bana haram olsun.”
diyen Salahaddin yetiştirelim biraz da. “Resulûllah
sağ değilse, bu hayat bana haram olsun.” diyen
Nesibelerimiz olsun bir miktar da. “Tek bir açık kadın, harama düşmüş kadın varken bu ziyafetler
bana haram olsun.” diyen, ümmete adanmış k ızlarımız da olsun. Çocuklarımıza ilk defa doğar doğmaz
ezan okuttuğumuzdaki sırrı yakalayalım. Minarelerin
çocukları olsun çocuklarımız.
Anneler, babalar,
Çocuklarımızı sevelim.
Öğretmenler, muallimler,
Çocuklarımızı okutalım.
Vakıf görevlilerimiz,
Çocuklarımızı yetiştirelim ama bizim için değil,
bizim için değil. Anne-baba, çocuğunun mürüvveti ne
zamandır biliyor musun? Sana onun şahadet haberi
geldiği zaman “Rabb’im hamdolsun, mürüvvetini gördüm çocuğumun.” diyeceksin. Ne demek?
“Sayesinde cennete gireceğim bir amel yaptı
çocuğum.” demek. Yürüyen Kur’an, yaşayan sahabi olduğu zaman çocuğun, şükür secdelerine kapanıp
“Rabb’im sana hamdolsun, bana da bir Zeyd
nasip ettin. Bir Ammar da benim oldu. On yedi
günde Peygamber’in hatırı için dil öğrenip, kapısına gelip ‘Kullan beni ya Resûlellah.’ diyen
bir çocuğun babasıyım/annesiyim.” diye şükretmeye başlayalım.
Hocaefendi,
Senin vakfındaki gençler, derneğindeki gençler
arttığı zaman değil mahalledeki camide sabah namazında gençlerin sayısı arttığı zaman mutluluk hisset
sen. Çünkü İslam kimsenin vakfı, kimsenin tarikatı,
kimsenin cemaati değildir. Senin tarikatın, milyon
sayıya ulaşsa, yedi milyar insanın beş milyarı senin
tarikatından, vakfından, cemaatinden olsa ümmeti
Muhammed olarak topluca bununla övünülmediği
sürece kim kazandı bundan? Taşeron firmanın zen-
ginliğinden ana firmanın kazancı mı oluyormuş? Bizi
Allah şu dinin taşeron firmaları yapsa bu bile yeter
bizim için. Kimsenin tarikatı, vakfı, cemaati İslam değildir. “İslam’ın hizmetkârıyız. Kapısının paspaslarıyız, inşallah.” diye şükretmemiz gerekiyor.
Hür nesil istiyoruz. Hür! Cemaatine, vakfına, anasına, babasına değil Allah’a bağlanmış nesil istiyoruz. Hani hür bir çocuk vardı ya
onu asacakları zaman “İster misin Muhammed
senin yerinde olsun?” dendiğinde ne demişti:
“Vallahi Muhammed’in ayağına bir diken batacak da ben kurtulacaksam onu da istemem,
asın beni!” Ve asmışlardı onu da, Cebrail gelip
Peygamber’ine o şehadeti muştu etmişti. Öyle
hem dinden kimseye mangalda kül bırakmayacaksın; senin şeyhin, hocan, vakıf başkanın, cemaat başkanın dünyada kerametleriyle dünyanın mamur olduğu biri olacak ama
Allah için fedakârlığa gelince hep sen bir kitaptan bir kılıf bulacaksın. Hep senin mazeretin
göklerden hazır indirilmiş olacak. Hiç sıkıntıya düşmeye gerek yok.
Kardeşler,
Burada müthiş bir ayıbımız var. Çocuklarımızı
Allah’a adıyoruz ama kapımızda besliyoruz. Çocuklar Allah’ın. Vakıflar Allah rızası için. Camiler Allah
rızası için ama yemler, sütler hep bizim kapıya akı-
Sen Rabb’in için yollara dökülemiyorsan, Allah için harcayacak üç gün-beş gün
zaman bulmaya fırsatın olmuyorsa, ayağında zincir olmadığı hâlde alnına silah dayanmadığı hâlde sen bir esirsin!
20
Ekim
yor! Ne acayip! Projelere hep Allah’ın, ürünler hep
bizim kapıda! Bu melekleri güldürmekten başka bir
işe yaramaz. Melekler bu hikâyeleri bizden önce de
çok dinlediler.
Kardeşler,
olduysa. “Yeni ev yapmış, henüz çatısını kapatıyor ve birkaç gün sonra da yeni evine taşınacak olan varsa onlar da ayrılsın. Koyun sürüsü
olup da sürüsünde yakında doğum yapacak,
yavrulayacak koyunlar olanlar da ayrılsın. Siz
geri gidin, siz ordumda bulunmayın. Ben aklı
karısında, yaptığı evinde, yavrulayacak koyununda olmayanlarla Allah’a gideceğim.” demiş
ve yola devam etmişler.
Yine Buharî’den ve Müslim’den bir hadisi şerifi
-kıyamet günü “Bu hadisi duymamış mıydın?”
denecek- bir risk olarak sizlere aktarmak istiyorum.
Ama dikkat ediyorum ve dikkatinizi çekiyorum.
Üç engelliyi geri bırakmış, üç günahkârı değil
Rabb’imiz: “Sen Ebu Hureyre’nin hadisini duy- ama. Helal nikâhlanmış, bugün yarın gerdeği var. Ev
muştun değil mi?” der kıyamet günü. Bu sözü de yapmış helal parasıyla, yeni taşınacak evine. Taksibu hadisi şerifi de derdi olmayan yani “Ben doğur- ti bitecek, evine taşınacak ve koyunları kuzulayacak
dum, büyütüyorum. Her ana gibi,
adamın. Günah değil. Onlara “Bu
baba gibi ben de anayım babaordudan çıkın.” demiş. Sonra
yım.” diyene anlatmıyorum. “Karyoluna devam etmişler. UlaşacaklaHani hür bir çocuk
deşim, vakfı ben kurmadım.
rı yere gittiklerinde ikindi vakti bitvardı ya onu asacakları
Medreseyi de ben kurmadım.
mek üzereymiş. Bugünkü literatürle
zaman “İster misin Muİşim yoktu zaten. Diyanet de en
akşam yedide oluyor diyelim. Dört
hammed senin yerinde
düşük puanla aldığı için beni
gibi, beş gibi o şehre ulaşmışlar. Yaolsun?” dendiğinde ne
buraya memur yaptılar. Ben ne
nındakiler demişler ki: “Biz burademişti: “Vallahi Muyapayım. Sekizde geliyorum
ya çok kötü bir saatte geldik.
hammed’in ayağına bir
beşte gidiyorum. Hadi selamun
Şimdi bu savaşı akşama kadar
diken batacak da ben
aleykum.” diyene de anlatmıyobitiremezsek gece konaklarken
kurtulacaksam onu da
rum. Mangalda kül bırakmayanlara
bu adamlar bizi burada imha
istemem, asın beni!” Ve
anlatıyorum. Hani büyük toplantılar
ederler, mağlup oluruz. Şimdi
asmışlardı
yapıp İslam için çalışman, her doğurbaşlasak akşam oldu yetiştireduğu çocuğu Allah’a adayan anneler
meyeceğiz. Ne yarına kadar bubabalar olarak mangalda kül, meyrada mola verebiliriz ne de savadanda at bırakmayan yiğitler için...
Başta ben, ben de mangalda kül bırakmıyorum ama şı bitirebiliriz durum kötü.” Elini güneşe doğru
kim mangalda kül bırakmıyorsa, meydandaki atların uzatmış o peygamber. (Bu, Buharî ve Müslim’de hahepsi önünden yel olup gidiyorsa şimdi bakın Pey- distir.) “Bak ey güneş.” demiş. “Sen de Allah’ın
gamber aleyhissalatu vesselam ne buyuruyor.
memurusun, ben de memuruyum. Önüme engel olma dur, dönme bu dünyada!” demiş. Sonra
Ebu Hureyre radıyallahu anhtan Buharî ve da “Bismillah.” deyip emretmiş ve fetih müyesser
Müslim kaynaklı bir hadisi şerif dinliyoruz. Buyuruyor olup geri gelmişler.
ki aleyhissalatu vesselam: “Eski peygamberlerden
bir tanesi bir küfür diyarına cihat etmek için
Güneş... Güneş... Seyrini durdurdu! Kaordu kurdu.” Peygamber aleyhisselam anlatıyor. Bir
dında, kocada, ev taksitinde gözü olmayan ordu uğpeygamberi anlatıyor. İsmini vermiyor peygamberin
runa! Vakıf mı kuruyorsun? Al, peygamberden örnek
ama bir peygamber ordu kurmuş. İşte A şehrine giişte. Bir mahallede cami mi yapacaksın? Derneğinde
decekler kendi bulundukları yerden. Diyelim ki şehir
kalesinin sınırına kadar gelince orduyu toplamış bir yeni evlenecek, karısında gözü olan biri olmasın. Ev
taşın üstüne çıkmış, demiş ki: “Hey ordu! Beni din- taksiti ödeyen biri olmasın. Kuzulama derdi olan koleyin. Nişanlanmış, yakında nikâhlanıp gerde- yunları olan bir çoban alma. Yürekleri hür, yüreği
ğe girecekler geri çıksın.” Yani hazır, evlenecek kadına/eve takılmamış insanlarla yola çık, Alhanımıyla, işte gün sayıyor, düğünü var. “Onlar lah seninle olsun. Senin için Güneş’i bile durgeri çıksın.” demiş. Birkaç kişi ayrılmışlar veya ne durur Allah o zaman.
Ekim
21
Kardeşler,
Hadisi Buharî ve Müslim’den Hadis okuyoruz.
Tahmin, felsefe yapmıyoruz. Hepimiz için, her anne-baba için... Dertli anne-babaysan... Her muallim
için, hoca için, dertli isen... Her vakıfçı için, dernekçi için, dertli isen... Sen “Herkes yapıyor ben de
yapayım.” değil de “Rabb’imin dinine hizmet
olacak.” diye yapıyorsan buyur. Geri kalışımızın,
evlerdeki tesirsizliğimizin, çocuklarımıza bile sözümüzün geçmeyişinin temel sıkıntısına Resulûllah sallalahu aleyhi ve sellem efendimiz işaret ediyor. Ne dedi
peygamber? “Bugün, yarın karısıyla birleşecek
olan geri gitsin. Evini yeni bitirmiş, taksiti bitmiş, çatısını örtecek olan da geri gitsin. Koyunları kuzulayacak olanlar geri gitsin.” Neden? Bunlar günahkâr insanlar değil, hırsız değil, zina
yapmıyorlar ama kafası takılı bir yere. Peygambere
kafası Allah’tan başkasına takılmamış biri lazım.
Bisiklete bile kafası takılmamış olsun. Çikolataya kafası takılmamış olsun. Peki, bir dakika. Bu kolay
mı bu kadar? Canım kolay değil tabi. Bak, peygamberin ordusundan bile “Geri çık.” denenler olmuş.
Elbette kolay değil. Doğurmaktan zor, büyütmek.
Konuşmaktan zor, yapmak. Bir kere sen bana son
beş toplantını söyle. Akraba toplantını, vakıf toplantını, cami derneği toplantını. Son beş toplantıyı örnek
alalım. Son beş bayramlaşma töreninizi örnek alalım.
Geri dön, bu son beş buluşmadaki gündemini bana
söyle. Bayramda buluştunuz, neler konuştunuz? Hatta ve hatta en son akrabanın cenazesinde taziyeye
gitmiştin ya, buradaki konuşmayı bana bir özetler
misin? Hani ilk başta ağlama numaralarından sonra
sohbet açılmıştı hani. Bu konuşmayı bir görelim. Bak,
kafalarda neler var ama ayrılırken Allah’tan neler istiyorsun? Dervişin fikriyle zikri arasında bağlantı var.
“Selamun aleykum.” “Aleykum selam.” “Filan
yerdeki ev kaça satıldı?” “E şu kadara satıldı.” “Pahalı satılmış ve aleykum selam.” Öbür meclis: “Selamun aleykum.” “Aleykum selam.” “Hangi
okula verdiniz çocuğu? O okulun puanı kaç?”
“Bu çocuk kaç yaşında Rabb’i için ne kadar
hazır?” Böyle bir soru yok. Zaten sen bunu iyi bir
koleje verdin mi kendiliğinden mücahit olup Usame olacak, -radıyallahu anh- bitti. O okul otomatik
bunu yapıyor. Gerçi okul on beş-yirmi bin lira alıyor
ama cihatta ona silah alıp verecekler, kılıç yapacaklar,
onun için. Ticaret yok ortada. Niye kendi kendimizi
aldatmaktan zevk alıyoruz ki?
Deve kuşuna iftira ediyorlar biliyor musunuz? Zavallı hayvan başını kuma sokmazmış aslında. Hayvan kaşınmak için kuma sürtündüğünde güya başını kuma sokuyor. Kendi
ayıbımızı devenin kuşuna benzettik! Neden biz bile
bile tuzağa düştüğümüzü anladığımız hâlde bir geri
dönüşle “Rabb’im çok yanıldık artık senin kapındayız.” deme cesareti gösteremiyoruz?
Her şeyden vazgeçtik. Her şeyden vazgeçtik.
Yirmi senedir inşaatından beri bu dernek bulunduğu
hâlde -imam efendisi, cemaati dâhil- “Bu cemaatin
son bir ayda sayısı kaç arttı?” diye sorulduğu duyulmuş bir dernek toplantısı var mı camilerde?
Rabb’imiz ( ‫“ ) امنــﺎ ﻳﻌﻤــﺮ ﻣﺴــﺎﺟﺪ ﷲ‬Allah’ın mescitlerini ihya eden, imar edenler...” dediği ayetinde
biz “Kâbe’nin suyunu taşıyoruz, inşaatını yapıyoruz.” diyen müşriklere karşı dikkat ediniz, Mekkeli müşrikler Peygamber aleyhisselamın karşısına
Bir gün sıvasını, öbür gün badanasını gelin evi gibi cami süslüyorsun, milletten
de para topla. Ondan sonra nakkaşları çağır. Hat yazısı yazmışsın. Alimallah Müslümanlar, bir Allah kulu gösterin bana, hafız olduğu hâlde camilerin kubbelerinde yazan
yazıları okuyabilmiş birini gösterin bana.
22
Ekim
çıkıp “Sen bizi ne zannettin?” deyip “Sen bizi
ne zannettin ya! Biz İbrahim aleyhisselamdan beri Kâbe’nin inşaatını yapıyoruz. Hacıların suyunu taşıyoruz. Buraları süpürüyoruz
sen bizi gâvur mu zannettin?” demeye getirince
Rabb’imiz ne cevap verdi onlara: ( َ َ‫اﻟﺼﻼ َا َﻣ َﻘﺄ‬
‫ا َة ى اﻟ ﱠﺰك َآتَ و َ َة ﱠ‬
ِ
ِ
َ ‫ )و ِ ِر اﻵخ ِ ْﻣ َﻮﻳْـ‬Bunlar -yani
‫ـﺲ م ُ ُر ْﻣـ َﻊ ا ي َ ﻧﱠــﻢ ِإ‬
َ ‫ـﺎل و ِ ّا ب َ َن آم ْ َن م ِ ّ ﷲ َدا َﺟـ‬
sizin kastettiğiniz camiyi süpürmek, tuğlalarını yapmak, ampullerini değiştirmek,- bunlar
Ebu Cehil’in de yaptığı işlerdi. Nitekim övündü
Ebu Cehil. Biz Kâbe’yi, camiyi değil ya, mescit değil, Kâbe’yi- ayakta tutan adamız. Her
gelen hacıya su veriyoruz, sen ne zannediyorsun? Caminin önüne su koymuş, su içiriyormuş.
Cami derneğinin vazifesi bu mu?
Yazıklar olsun. Camilerin betonlarına harcanan paralar, gençlere rüşvet olarak verilseydi de camilerimiz tavanlarından su aktığı hâlde, kar içeri fırtınayla
dolduğu hâlde... Halı bile yok, çakıl, çakıl! Enes ibni
Malik’in alnına batan o çakıllarda namaz kılan imam
efendiler “Müslümanlar, sıkışın iki tane genç
dışarıda kaldı ya etmeyin.” diye, “Ne zaman
namaza başlayacağım?” diye sıkışacak olsalardı keşke. Ama hürriyetten söz ediyoruz. Caminin
betonu, caminin imamını da müezzinini de dernek
görevlilerini de esir etmiş. Çocuğun kılık kıyafeti anne-babayı esir etmiş. Hürriyet yok. Kendi kendimize
bağladığımız zincirler bunlar. Kim? Düşman bize bağlamadı bu zincirleri.
Biz Rabb’imize dönüp önce
kendimiz sonra da çoluk çocuğumuzun hür yetişmelerini isteyeceğiz.
Kızlarımız için de geçerli, erkeklerimiz için geçerli, büyüklerimiz için
geçerli, hepimiz için geçerli bu. Herkes bir saymaya kalksa kaç zincirle
bağlıyız, alimallah insanın ufku dağılır. Bu kadar zincirle bağlandıktan
sonra kim kurtaracak bizi?
Müşrikler öğle yaptılar da AlKırk sekiz senelik
lah Teâlâ “Sizin olsun suyunuz
hafızım, on dakika düşünya. Bu imar böyle olmaz.” bumeden
okuyamıyorum
yurdu. Üstelik zemzem dağıtıyorburada ne yazıyor diye.
lardı gelenlere. Bir cami derneği,
Okunmak için yazılsadece kalfa gibi inşaat yapmak için
mamış ki zaten. “Öbür
kurulmuş bir dernek değildir. Ben
camilerin derneği çok
şöyle bir cami derneği istiyorum:
aktif, onlar iskele kurBeş toplantıdır toplanıyorlar “Kardurup şöyle bir boya
deşler, son bir senede iki yüz
yaptılar. Biz de Müslügence ulaştık hâlâ iki yüz üçünİşte, Ebu Talib’e tekrar dönümanız, biz de cami dercü genci bulamadık. Bu gençleyoruz.
“Yavrum senin anlattığın
neğiyiz!”
ri nereden toplayacağız?” Topdin benim hoşuma gitmedi.”
lanıyorlar, “Filan numaralı evde
demedi. “Ya, arkamdan ne derher hâlde namaz kılmayan biri
ler, dedikodu yaparlar.” dedi. Bu
var, bunun için bu ay çalışacağız.” diyorlar. putu kıramadığın için de sana yalvaran Muhammed
Onu kurtarıyorlar, imam efendi diyor ki: “Geçen aleyhisselam da olsa iman edemiyorun işte. Çocuk
burada bakkala gelen başı tam örtülmemiş yetiştiren anne-baba da kaç tane bu puttan var hem
bir hanım efendi gördüm.” O cami cemaati onu de modern modern? Zavallı Ebu Talib “Dışarıda
kurtarmaya çalışıyorlar. Eee. ( ‫ ) امنــﺎ ﻳﻌﻤــﺮ ﻣﺴــﺎﺟﺪ ﷲ‬Der- kadınlar ne der?” diye merak ediyordu. Şimdi mesaj bombardımanına tutar seni komşular. Telefonun
nek, dernek toplantısı bunlar.
kilitlenir mesajdan “Bu çocuğu niye böyle helak
Bir gün sıvasını, öbür gün badanasını ettiniz?” diye. Hür değiliz kardeşim. Komşularıgelin evi gibi cami süslüyorsun, milletten de mız bizi esir ediyor. Akrabalarımız esir ediyor.
para topla. Ondan sonra nakkaşları çağır. Hat Çocuğu teyzesi esir ediyor, dayısı esir ediyor,
yazısı yazmışsın. Alimallah Müslümanlar, bir amcası esir ediyor. Hür olmayandan da kulluk
Allah kulu gösterin bana, hafız olduğu hâlde olmuyor.
camilerin kubbelerinde yazan yazıları okuyaİbni Abbas radıyallahu anhuma sadece
bilmiş birini gösterin bana. Kırk sekiz senelik
hafızım, on dakika düşünmeden okuyamıyorum bu- dokuz veya on yaşındaydı asla on bir yaşında
rada ne yazıyor diye. Okunmak için yazılmamış değildi. Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem onu
ki zaten. “Öbür camilerin derneği çok aktif, elinden tuttu devesinin arkasına koydu şöyle bir şeonlar iskele kurdurup şöyle bir boya yaptılar. hir turu yaptırdı ona. Bir işleri yoktu. “Gel yavrum
Biz de Müslümanız, biz de cami derneğiyiz!” seni gezdireyim.” dedi. En fazla on yaşında. En
Ekim
23
fazla on yaşında. Çünkü Efendi’miz vefat ettiğinde on yaşındaydı. Bu konuşmada ihtimal iki üç sene
önce olmuştur, belki de yedi yaşındaydı. Devesinin
arkasına koydu onu. Kuzeni diyelim. Kuzen oluyor
Efendi’miz aleyhisselamın. Yürürken dedi ki: “Yavrum sana bir şeyler söyleyeceğim bunları hiç
unutma!” “Buyur ya Resûlellah.” dedi. (Uzun bir
konuşma, bir cümlesini alacağız.) “Yavrum.” dedi.
“Allah senin için bir şeyi yazmadıysa eğer, kaderde yoksa bütün insanlık onu sana vermek
için uğraşsalar kimse sana bir şey veremez.
Çünkü Allah’ın yazı yazdığı kalem kurudu, bitti artık. Kader bitti yani yazıldı. Aynı şekilde
Allah sana bir şeyi yazdıysa kaderinde bunu
yiyeceksin bu olacak diye yazdıysa bütün insanlık karşınsa çıksa ‘Bunu ibni Abbas’a vermeyeceğiz.’ deseler, engelleyemezler. Allah
yazdı çünkü. Böyle bil yavrum tamam mı?”
“Lebbeyke ya Resûlellah, tabi tamam.”
Kardeşler,
Yorumuna geçmeden önce örnek vereceğim.
“Harici” denen bir grup, daha önce onun adamı
oldukları hâlde on beş bin kişi birleşip Ali bin Ebi
Talip radıyallahu anha karşı savaş açtılar. Onlar da
güya Müslüman’dılar. Ama Resulûllah’ın damadına,
Ümmet’in halifesine baş kaldırdılar, daha takvayız
diye. Ali’den daha Müslüman! Kafa böyle, şimdi de
var bu kafalar, kıyamete kadar da olacak. Ali radıyallahu anh dedi ki: “Bu adamlarla savaşacağız,
bunlar da namaz kılıyorlar, acıyorum bunlara.
Birisi gidip bunlara nasihat etse belki geri dönerler.” Dediler ki: “Bunların içine insan salınmaz ki. Yamyam gibi adamlar.” (Nitekim Ali’yi
öldürdüler sonunda. Allah için şehit ettiler Ali’yi. Allah için ama.) Bunların içine insan salınmaz, çünkü
sağ ç ıkılmaz buradan. İbni Abbas dedi ki: “Ben
gider konuşurum merak etmeyin.” Dedi ki ona
Ali bin Ebi Talib: “Nereye gidiyorsun sen? Bu deli
adamları görüyorsun.” İbni Abbas dedi ki: “Bana
Resulûllah demişti ki: ‘Allah’ın sana yazmadığı bir şeyi insanlık sana getiremez merak etme
sen.’ Ben ona iman ettim.” On beş bin kişi nedir
ki? ‘Bismillah.’ dedi, gitti. İman, hürriyete bak
sen. Hürriyete bak. Akşam çocuğu dışarı salsana
göreyim. Markete göndersene akşam. Hürriyete bak
hürriyete. Girdi, konuştu, Allah da diline bereket verdi, yarıdan fazlası istiğfar edip geri geldiler. E, sen böyle bir defa hür olursan dilinde de
bereket olur konuştuğunda da bereket olur.
Sıkıntımız kendi kendimize kilitlediğimiz zincirlerden oluşuyor. Bu zincirler okul, diploma,
komşu hatta ve hatta yersiz ve Sünnet’e uygun
olmayan ibadetler... Evet. Bilerek, tekrar ederek
söylüyorum. Sünne’te uygun olmayan yersiz, lüzumsuz ibadetler de zincir olur. Ümmeti Muhammed’i,
kan gövdeyi götürüyor. Ümmet’imizin şerefi/izzeti sokaklarda ayaklar altına alınıyor. Sen kendi kendine
“Şu kadar sure okuyacağım.” diyorsun. Dört bin
dört yüz Yasin okuyacakmış hem de bir abdestle!
Bu zinciri kendi kendine bağlıyorsun. Her sene
umre kaçırmaz, takva adam, oğlu internet umresi yapıyor, o Kâbe umresi yapıyor! Bir Müslüman gencecik
kızını beş yüz kilometre ötelik bir şehirde üniversite
okumak için gönderecek, evde de gece kalkıp teheccüt kılacak, ben de onun iyi Müslüman olduğuna inanacağım. Kimse akşam namazında çocuğunu
camiye göndermeye cesaret edemiyor; fitne,
fesat, can tehlikesi büyük şehirlerde. Gencecik kız üniversitede, üstelik ikinci eğitimde,
akşam dokuz buçukta-onda eve gelecek. Kendi kendini aldatıyorsun. Zincirini yedi defa kapatmışsın sen üstelik açılmasın diye.
Bazı ibadetleri de şeytan yaptırıyor, teşvik ediyor. Nasıl olsa ağlattı mı seni coşuyorsun sen. Ashabı
kiram neden vakit bulamadılar dört bin dört yüz Yasin okumaya? Niye Halid ibni Velid beş tane sure
ezberleyemedi bu dünyada? Hürriyet başka bir
şey kardeşler. Hendek Muhasarası esnasında Efendi’miz sallallahu aleyhi ve sellemin Medine’si müşrikler tarafından kuşatıldı, şehrin etrafına hendek kazıldı
İbni Abbas dedi ki: “Ben gider konuşurum merak etmeyin.” Dedi ki ona Ali bin
Ebi Talib: “Nereye gidiyorsun sen? Bu deli adamları görüyorsun.” İbni Abbas dedi ki:
“Bana Resulûllah demişti ki: ‘Allah’ın sana yazmadığı bir şeyi insanlık sana getiremez
merak etme sen.’ Ben ona iman ettim.” On beş bin kişi nedir ki? ‘Bismillah.’ dedi, gitti.
24
Ekim
onun için buna Hendek Savaşı deniyor. Düşman on Tamam.” Ziyafete çağırıyor nasıl olsa. Ziyafete çağıbin kişi idi. Ve müthiş silahlanmışlar, bütün rıyor. Lebbeyke ya Resûlellah. Allah onlardan razı olçevre kabileler birleşmişler. Bu şekilde Medi- sun. Göklerde kanatlandılar. Zincirsiz, taşlara bağlanne’yi kuşattılar. Ashabı kiram yaklaşık elli gün kadar mamış, kaldırımlara kilitlenmemiş ayakları oldukları
bir zaman aç sefil kaldılar. Çevre kuşatıldı, yiyecek için “Ben mi ya Resûlellah.” Yok! “Ben değil
bitti. (Bildiğiniz gibi Efendimiz aleyhisselamın muci- mi ya Resûlellah? Ben değil mi?”
zesi ile bir gün doydular.) Böyle büyük bir zahmet,
müthiş bir soğuk, ayaz bir gecede Efendi’miz sallallaŞu Rahman suresini müşriklerden birisine okuhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Bu düşmanın son sun bir taneniz deyince -Mekke’de ses soluk müşdurumu nedir bunu öğrenmemiz lazım.” Bu
riklerin sesi soluğu zaten- İbni Mesud kalkmış “Ben
ne demek? Teyakkuzda, ateşler yakmış, saldırokurum ya Resûlellah!” demiş. “Ya otur aşağı.
mak için bekleyen on bin askerin içine girecek
Sen bir deri bir kemiksin zaten. Ne edeceksin
biri, komutanları ile buluşacak, yarın saldırıp
ki sen?” demişler. “Ben okurum.” demiş. “İbni
saldırmayacaklarını öğrenecek. Bu çizgi filmde
Mesud sen çok zayıfsın. Bari deliolur, Roma filminde de olur, gerçekkanlı birini gönderelim.” “Beni
te çok zor bu. Hani gidip dürbünle
merak etme ya Resûlellah.”
Girdi,
konuştu,
bakıp “Bir hareketlilik gördüm
demiş. Gitmiş Ebu Cehil’i bulmuş,
Allah da diline bereket
orada.” filan demek kolay. “İçine
“Otur sana son inen sureyi
verdi, yarıdan fazlası
git düşmanın, komutanı ile kookuyacağım.” demiş. Oturmuş, o
nuş gel.” diyor. İnanılır, yapılır bir
istiğfar edip geri gelda ne diyecek merak ediyor. ( َ‫ــﺐ‬
ْ َ‫اﻧَﻴ‬
şey mi? Ama ne oldu “Huzeyfe!
diler. E, sen böyle bir
ِ ‫ال ُ َه ﻟﱠــﻢ َ ع َاﻧ‬
‫َﻨــﺲ ْ اﻹ َﻗَﻠَــﺦ َ آﻧْــ ُﺮ ْق ال َ ﻟﱠــﻢ َ ع ُﻧَــ ْﻢ‬
Kalk.” dedi. “Lebbeyke ya Resûdefa hür olursan dilin‫ح‬
‫ﺮ‬
‫اﻟــ‬
)
Okumuş.
“Beni
bununla
mı
lellah.” “Git bak ne yapıyor Ebu
‫ﱠ‬
de de bereket olur komeşgul ettin?” demiş, patlatmış
Süfyan.” dedi. Huzeyfe, “Kalknuştuğunda
da
bereket
bir tokat, İbni Mesud’un kulak zarı
tım, gittim.” diyor. Ebu Süfyan
olur.
dediği komutanları öbür tarafın. On
patlamış. Kanlar akarak Efendi’mize
bin koruması olan adamın yanına
gelmiş “Ya Resûlellah kötü çıktı.
oturmuş. Ateşler yakmışlar, çadırlarda
Şansım yaver gitmedi.” dememiş.
halaylar çekiyorlar, bir şeyler yapıyorlar. Bakmış ne “Okudum, duydu ya Resûlellah.” demiş. Hür
var ne yok. Konuşmuş onunla. Geri gelmiş, diyor ki: adam hür. Kulak ne ki? Rahman suresinin iki ayetini
“Dizlerimin bağı çözüldü gerçi ama...” Fena ben müşriklere okuyayım, kulak feda olsun. Feda olkorkmuş. Biraz riskli bir iş yaptığı için fena korkmuş! sun kulaklar. Diller feda olsun.
“Ya Resûlellah, onların da kaçacak zamanları
yok, fena. Durumları iyi değil.” demiş. “Kalk
Aynı ibni Mesud Resulûllah’tan karşılığını aldı
Huzeyfe!” Hür adamı kaldırdı. Hür çünkü.
ama. Bir gün hurma ağacına çıkmış, hurma alıyor.
Eteğini de rüzgâr uçurmuş, ayaklarını göstermiş.
Uykuyla zincirlenmiş birini sabah namazına kalAyakları görünüyor, alttaki sahabiler de espri yapıdıramazsın. Biz, hürriyet sorunu yaşıyoruz. Kendimiz
yorlar. “Arkadaşlar hangisi dal, hangisi ayak
bu sorunu yaşadığımız için çocuklarımıza da hürriyet
bunların?” (Çok cılız. Bir deri bir kemik. İşte kırk
sorunu yaşatıyoruz. Emanet alıp “Bunu yetiştirip
kiloluk bir sahabi herhâlde.) Gülününce o da “Ne
Ümmeti Muhammed’e kazandıracağız.” dediklerimizi de yeri geliyor bu hürriyet sorunu ile karşı gülüyorsunuz?” demiş. “Şey dallara basma
falan.” demiş, espri yapmışlar. Efendi’miz buyurkarşıya getiriyoruz.
muş ki: “O güldüğünüz ayaklar var ya kıyamet
günü her biri Uhud Dağı’ndan daha ağır olaKardeşler,
Bu Ümmet’in ilk nesli hür yürekli bir nesildi. cak Allah’ın terazisinde.” Çünkü o ayak kilitsiz
Allah onlardan razı olsun. “Kalk Huzeyfe.” “Ben ayak, zincirsiz ayak. Ebu Cehil’e Kur’an okunacağı
mi ya Resûlellah! Ben mi? Bu kadar gençler zaman “Ben varım.” diyen hür adam o. Allah onvar burada. Şey, ben aslında Yasin okuyorum lardan razı olsun.
şimdi.” diyebilirdi! “Lebbeyke ya Resûlellah.
Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Ekim
25
İçtihadi Şehadetle Taçlandıran Müçtehit:
Ebu Hanife
Dr. İhsan ŞENOCAK
n
asında
m
l
o
k
yo
erilmin
fetva v
“Eğer
e
y
e
s
im
dım k
ay
a
s
a
çin sel
i
r
a
l
korkm
n
nsa
etva, i
da
F
.
m
i
i mana
d
mezd
d
i
c
a
[24]
en ban
k
r
u
r.”
l
i
o
d
e
t
k
met
eme
k yük l
u
l
u
l
sorum
26
Adı, Numan… Sabit b. Zûta’nın oğlu…[1]
Asıl itibariyle “Numan”, vücuda hayat veren kan
demek. Bu yüzdendir ki, bazıları onu “ruh” diye
de anlamlandırmaktadır. İmam-ı Azam’ın (r.a.)
“Numan”adını almasına daha sonra üstleneceği
vazife itibariyle bakıldığında görülmektedir ki O,
fıkhın büyük üstadı olması hasebiyle vücuttaki kan
gibidir. “Numan”ın “Nimet” kelimesinden türediği kabul edilirse bu takdirde anlam, “Allah Teala’nın kullarına nimeti” demek olur.[2] Çözüme
kavuşturduğu meseleler noktasından bakıldığında, Onun ümmet için ne derece büyük bir nimet
olduğu ortadadır.
Künyesi
Künyesi, Ebu Hanîfe’dir. Künye, “Hak dine
meyleden kişi” anlamına gelen “Hanîf” kelimesinin müennes formudur. “Hanife” adında bir
kızının olduğu, bu yüzden “Hanife’nin babası”
anlamında Ebu Hanife diye anıldığı söylense de
Ekim
Onun Hammad’tan başka çocuğunun olmadığı kesindir. Bu yüzden künyenin birinci seçenekle irtibatlı
olması güçlü bir ihtimaldir.
Nisbesi
Nisbesi hakkında farklı rivayetler vardır. Kumaş
satmasından dolayı kendisine; ipek kumaş satan kişi
anlamında “Hazzaz”[3] dendiği gibi, doğup büyüdüğü şehir olan Kûfe’ye nisbetle “Kûfi” de denmektedir. Dedesi Zûta’nın Benû Teymillah b. Sa’lebe’nin
mevlası olması hasebiyle “Teymî” nisbesiyle de anıldığı bilinmektedir.[4]
Ebu Hanife’nin (r.a.) asıl itibariyle nereli olduğu
noktasında farklı rivayetler vardır. Kaynaklarda Kabil,
Babil, Nesa, Tirmiz ve Enbar şehirlerinin adı geçmektedir. Sirac el-Hindi, Ebu Hanife’nin nisbesiyle alakalı
farklı rivayetlerin şu şekilde telfik edilebileceğini söylemektedir: Dedesi Kabil’dendir. Sonra sırasıyla Nesa
ve Tirmiz’e gitmiştir. Ya da babası Tirmiz’de doğmuş,
Enbar’da yetişmiştir.[5] Daha sonra Kûfe’ye gitmiş;
Orada görüştüğü Hz. Ali (r.a.), nesline dua etmiştir.[6]
Kölelik İddiası
Emevi saltanatıyla birlikte insanları değerlendirmede dikkate alınan kriterler kısmen değişikliğe
uğradı. Kimi zaman aslen Arap olmayan alimler, kimi
zaman da neseplerinde kölelik bulunan fukaha dışlandı. Ne var ki tabiun dönemi fakihlerinin en meşhurları mevali (aslen Arap olmayanlar) idi.[7] Hişam
b. Abdilmelik ile Ata arasında geçen şu konuşma
hem kavmiyetçiliği teşhir etmekte, hem de büyük fakihlerin mevali olduklarını belgelemektedir. Hişam’ın
şehir fakihlerinin milliyetleriyle alakalı sorduğu sorulara Ata şu şekilde cevap vermiştir: Medine fakihini
sorarsan o, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın mevlası
Nafi’dir. Mekke fakihi Ata b. Ebi Rebah, Yeman fakihi
Tavus b. Keysan, Yemame fakihi Yahya b. Ebi Kesir,
Şam fakihi Mekhul, Cezire fakihi Meymun b. Mihran,
Horasan fakihi Dahhak b. Müzahim, Basra fakihleri
Hasan Basri ve İbn Sirin, bunların tamamı mevalidir. Hiçbiri Arap değildir. Yalnızca Kûfe fakihi Nehai
Arap’tır. Hişam’ın bu fotoğraf karşısındaki yorumu
ilginçtir: “Neredeyse canım çıkacaktı. Hiç biri
için Arap’tır demiyorsun.”[8]
Ekim
Ebu Hanife (r.a.) Arap değildir. Fakat Arap
olmaması atalarında köle olduğu anlamına gelmez.
Bu noktadaki nakiller doğru bilgiyi yansıtmamaktadır. Nitekim torunu İsmail b. Hammad nesebini
belirtirken “Ben Merzuban (sınır muhafızı) oğlu Numan oğlu Sabit oğlu Numan oğlu, Hammad oğlu
İsmail” der ve yemin ederek atalarında kölelik bulunmadığını söylerdi.[9]
Muhammed Zahid Kevseri (r.a.) İsmail b.
Hammad’ın ifadesinin Ebu Hanife’nin (r.a.) atalarının durumunu aydınlığa çıkarmada yegane referans
olduğuna vurgu yapar. Kevseri’nin bu vurgusunda
etkili olan unsur İsmail b. Hammad’ın adaletidir.
Zira Muhammed b. Abdillah el-Ensari “Hz. Ömer
devrinden bu güne kadar Basra kadılığına İsmail b. Hammad gibi birisi tayin edilmemiştir.” deyince, kendisine “Bu süreç içerisinde
Basra’da kadılık yapan Hasan Basri’de mi?”
diye sorulmuş, “Vallahi alim, zahit, abid ve vera
sahibi biri olarak Hasan Basri de değil” diye
mukabelede bulunmuştur.[10]
İslam’da insanların kıymetlendirilmesinde yegane ölçü takvadır. Allah Teala katında en üstün olan
insan, en müttaki olan kuldur.[11] Allah Resulü (s.a.v.)
de mazilerinde kölelik olan sahabileri yeri geldiğinde
diğerlerinden daha önde tutmuştur. Selman-ı Farisi’yi
Ehl-i Beyti’nden kabul etmiştir. O (s.a.v.) Bilal’i kendisine sırdaş edinirken amcası Ebu Leheb’i çevresinden
uzak tutmuştur.[12] Bu tavrı muhkem kılma adına bir
çok adım da atmıştır. Mesela büyük sahabilerin görev
aldığı bir orduya baş kumandan olarak köle Zeyd. b.
Harise’nin (r.a.) oğlu Usame’yi (r.a.) atamıştır.
27
Doğumu
Yaygın olan kabule göre İmam-ı Azam (r.a.)
Abdulmelik b. Mervan’ın hilafeti zamanında Kûfe’de
hicri 80 yılında dünyaya gelmiştir.[13] Fakat allame
Kevseri, Bedruddin el-Ayni’nin Ebu Hanife’nin (r.a.)
doğumuyla alakalı 61, 70, ve 80 olmak üzere üç
farklı tarih rivayet ettiğini bildirdikten sonra farklı
mütalaaları da dikkate alarak Ebu Hanife’nin (r.a.)
doğumunun Hicri 70 yılına tekabül ettiğini tercihe
şayan görür.[14] Bu durumda Ebu Hanife (r.a.) 150
yılında ahirete irtihal ettiğinde 70 değil, 80 yaşında
olmaktadır.
İlk yılları
Kûfe’de dünyaya gelen Ebu Hanife (r.a.) ömrünün uzunca bir bölümünü bu şehirde geçirdi. İlk
olarak baba mesleği ticaretle ilgilendi. Ömer b. Hureys caddesinde meşhur bir dükkanı vardı. Ticarette
son derece güvenilirdi, kimseyi aldatmazdı. Öyle ki
ipek borsasında kısa zamanda -bütün dokumacılar
nezdinde- saygın bir yer edindi.[15]
Ortağı, kusurlu bir kumaşı, müşteriye sehven
hatasını belirtmeden satınca, satılan kumaşın da
içerisinde yer aldığı ticari eşyaların tamamının parasını sadaka olarak dağıttı. Dağıtılan malın değeri
o zaman için büyük bir meblağ olan 30 bin dirheme
tekabul etmekte idi. Gafil davranan ortağından da
ayrıldı.[16] Zamanla ticareti genişledi, büyüdü, kendisine ait bir ipek dokuma atölyesi oldu. Yanında çok
sayıda işçi çalıştı.
Şemaili
Ebu Hanife’nin (r.a.) akıcı bir dili, güçlü bir
mantık örgüsü vardı. Sesi, kulağa hoş gelirdi. Kumraldı. Güzel yüzlü ve görünüşlü, temiz giyimliydi. Hoş bir
kokusu vardı. O kadar ki, kokusundan Onun geldiği
anlaşılırdı. Ebu Yusuf Onu (r.a.) vasf ederken şunları
söylemektedir: “Ebu Hanife orta boyda idi; Ne
kısa, ne de uzundu. Yaşadığı asırda mantık ve
söz söylemede Onun üzerine kimse yoktu.”[17]
Takvası
Ebu Hanife (r.a.), zahit, muttaki, abid bir müçtehitti. Yahya el-Kattan diyor ki; “İmam-ı Azam’ın
(r.a.) yüzüne bakıldığında Allah’tan korktuğu
anlaşılırdı.”[18] Haram işleme endişesi Onu eritir-bitirirdi. Şüphe endişesiyle bir çok helali terk etmişti.[19]
Kûfe’nin koyunlarına, gasp edilen bir koyun
karıştığı zaman konunun uzmanlarına “Bir koyunun
ortalama kaç yıl yaşadığını” sordu. Yedi yıl cevabını
alınca tam 7 yıl koyun eti yemedi.[20]
Yezid b. Harun’un anlattığı şu anekdot Onun
(r.a.) şüpheden ne derece uzak durduğunu açık bir
şekilde belgelemektedir: “Bir gün Ebu Hanife’yi (r.a.)
birisinin kapsında güneşin altında otururken gördüm. ‘Ey Ebu Hanife! Gölgeye gitsen ya’ dedim.
‘Evin sahibinden alacağım var. Bu yüzden evinin avlusuna ait gölgede oturmayı hoş görmüyorum.’[21] dedi. Konuyla alakalı bir başka rivayete
göre, evin duvarının gölgesinde oturmanın alacaktan kaynaklanan bir menfaat olabileceğini, bununda
“menfaat temin eden her borç faizdir.” hadisi-
Süfyan b. Uyeyne diyor ki; “Bizim yaşadığımız dönemde Mekke’ye Ebu Hanife’den
daha fazla namaz kılan kimse gelmedi.”[33]
28
Ekim
di. Meclisinde oturan birine para verecekse, herkes
dağılıncaya kadar ona oturmasını emreder, huzurda
kimse kalmayınca tasaddukta bulunurdu. Hasan b.
Ziyad naklediyor: “Ebu Hanife, onunla aynı meclisi
paylaşan birinin üzerinde eski-püskü elbiseler gördü.
Diğer insanlar ayrılıp gidinceye kadar adama oturmasını emretti. Herkes ayrıldı, adam tek kaldı; Ebu
Mekki b. İbrahim, “Kûfelilerle birlikte ol- Hanife, seccadeyi kaldırıp altındakini almasını söyledum; onlar içerisinde Ebu Hanife’den daha di. Adam, seccadeyi kaldırdı altında tam bin dirhem
vera’ sahibi birini göremedim.” demektedir. [23] vardı. Buyurdu ki: “Bu parayı al, onunla kıyafetlerini yenile.”[27] Eğer sadakayı evlere ulaştıracaksa
Takvası, fetvasına da hakimdi. “İfta”yı zaruret gece havanın kararmasını, insanların istirahate çekilgördüğünden yapmaktaydı. Nitekim şöyle demekte- mesini bekler, tanınmaması için de yüzünü gözünü
dir: “Eğer ilmin yok olmasından korkmasaydım sarar, sırtında taşıdığı nevaleyi önceden tespit ettiği
evlere bırakır-dönerdi. Eğer yardım
kimseye fetva vermezdim. Fetva,
edeceği kişiler ilim ehli iseler buna
insanlar için selamet olurken
Talebelerinin yüayrı bir özen gösterirdi. Bu noktada
bana ciddi manada sorumluluk
Kays b. Rebi’ şunları nakletmektedir:
[24]
reklerine
tevazuyu
kayüklemektedir.”
“Ebu Hanife (r.a.) Bağdat’a ticaret
zıyabilmek için de şöyle
mallarını gönderir, karşılığında ise
Yaşadığı devrin devlet adamderdi: “Bu meselenin
değişik şeyler satın alır, Kûfe’ye geları, hakkaniyete riayet etmediklerinçözülememesi
Ebu
tirtirdi. Bir yıl içinde bu mal transfeden onların gönderdiği hediyeleri kaHanife’nin işlediği bir
rinden biriken kârları toplar, onunla
bul etmezdi. Hapsedildiği günler oğlu
alimlerin yiyecek, giyecek gibi bütün
günahtan dolayıdır.”
Hammad’a şu meyanda bir haber
ihtiyaçlarını satın alır, sonra kârdan
İstiğfar eder, kalkar abgöndermişti: “Yavrum! Aylık gıda
geri kalan bakiyeyi ihtiyaç malları
harcamam, biri bulamaç, biri
dest alır, iki rekat namaz
ile birlikte alimlere gönderirdi. Onlar
de ekmek için olmak üzere iki
kılardı. Mesele hemen
hediyeyi kabul ederken eziklik hisdirhemdir. Hükümetin bütçesinçözülürdü.
setmesin diye şöyle derdi: “Parayı
den yemek zorunda kalmamam
ihtiyaçlarınızı karşılamak için hariçin bu parayı bana göndermede
cayın. Karşılığında ise sadece Allah
acele et.”[25]
Teala’ya hamd edin. Ben size malımdan değil, Allah
Teala’nın sizin hakkınızda bana ihsan ettiği şeyden
Teklif edilen kadılığı ve hazine bakanlığını redveriyorum. Bunlar Ebu Hanife’nin eli vesile kılınarak
detmesinin nedeni Allah korkusuydu. Halka zulmesizin ticari mallarınızdan doğan kârlardır.[28]
den idareler altında İslam’a göre hükmedememekten
endişe ettiğinden dolayı memurluğu kabul etmekten
İmam-ı Azam’ın (r.a.) ilim ve takvasına hayran
imtina etti. Ahirette verilecek cezadansa dünyadaki
olanlardan Mis’ar b. Kidam diyor ki; “O kendisi ya
ezayı tercih etti.
da ailesi için giyecek, meyve ya da başka bir
şey satın almadan önce bunların aynılarını
Sadaka-Hediye Telakkisi
alimler için satın alırdı.”[29]
nin kapsamına gireceğini söylediği mervidir. Bu hadisenin asıl ilginç olan boyutu ise, Ebu Hanife’nin bu
duruşu insanlar için gerekli görmemesidir. O (r.a.), bu
noktada şöyle demektedir: “Alim, insanlara fetva
verdiği hususlardaki amelinde kendini insanlardan daha fazla sorumlu kılmalıdır.”[22]
Ebu Hanife (r.a.) malı sanki tasadduk etmek
için kazanırdı. Ebu Yusuf (r.a.) onun cömertliğini anlatırken şöyle der: “Kendisinden bir şey istenir
istenmez onu hemen karşılardı.[26]
Asrının tanıkları, Ebu Hanife kadar cömert başka biriyle karşılaşmadıklarını söylerler. İnfak ederken
insanların şahsiyetlerini yaralamamaya özen gösterir-
Ekim
Devlet adamlarının gönderdiği hediyeleri kabul etmezdi. İnsanlar kendisine hediye verdiğinde
ise Sünnet’i ihlal etmemek için kabul eder fakat
karşılığında kat kat ihsanda bulunurdu. Nitekim sevenlerinden biri kendisine hediye verince, o kişiyi
ihsana boğdu. Bunun üzerine adam: “Eğer böyle
yapacağınızı bilseydim size hediye vermezdim.” şeklinde serzenişte bulundu. Ebu Hanife (r.a.)
29
adama böyle dememesini tembihledikten sonra şu
hadisi okudu:[30] “Kim Allah’tan yardım talep
ederek sizden sığınma isterse sıkıntısını giderin. Kim Allah’ın adını anarak bir şey isterse ism-i celalin hakkı için ona verin, kim sizi
davet ederse (şer’i bir mani olmadığı müddetçe)
davete gidin, kim size sözlü ya da fiili iyilikte
bulunursa aynı şekilde ona iyilikte bulunun.
Eğer hediye edecek mal cinsinden bir şey
bulamazsanız size iyilikte bulunan kişi için,
onun hakkını ödediğinize kanaat getirinceye
kadar ona dua edin.”[31]
İbadet Hayatı
Ebu Hanife (r.a.) çok ibadet ederdi. Kûfe dahil
civardaki bütün şehirlerde Onun gece boyu namaz
kıldığı dilden dile dolaşmaktaydı. Muhammed el-Leysi, Kûfe’ye gelip halka “şehrin en abidi kimdir?”
diye sorduğunda insanlar onu Ebu Hanife’ye yönlendirmişlerdi. el-Leysi yaşlılığında tekrar Kûfe’ye gidip halka “Şehrin en fakihi kimdir?” diye sorduğunda yine kendisine Ebu Hanife gösterilmişti.[32]
Süfyan b. Uyeyne diyor ki; “Bizim yaşadığımız
dönemde Mekke’ye Ebu Hanife’den daha fazla
namaz kılan kimse gelmedi.”[33]
İmam-ı Azam (r.a.) geceleri uyumazdı.
Namaz, dua ve yakarış ile meşgul olurdu.[34] Kırk yıl,
yatsının abdestiyle sabah namazını kıldı. (Yani
uyumayarak geceleri ihya etti.) Ebu Yusuf bu noktada şöyle bir nakilde bulunmaktadır: “İmam-ı Azam
ile birlikte yürürken, iki kişiden birinin diğerine
‘Bu Ebu Hanife, gece hiç uyumaz.’ dediğini işitince bana; ‘Hakkımda yapmadığım bir şeyden
bahsetmiyor.’ dedi.[35]
Ebu Hanife (r.a.) gece boyu kıldığı namazlarda Kur’an’ın tamamını bir rekatta hatmederdi. Onun bir gecede Kur’an’ı Kerim’i hatmetmesi Efendimiz’in (s.a.v.) Abdullah b. Amr’a üç
günden daha az bir zamanda Kur’an’ı hatmetmeyi
yasaklamasına aykırı değildir. Çünkü Allah Resulü’nün (s.a.v.) kısa zamanda hatmi uygun görmemesinden maksat anlayarak okumayı ihlal etmektir.
Zira el-Müsned[36] ve dört Sünen’de[37] nakledildiğine göre Efendimiz (s.a.v), “Kur’an’ı üç günden az
sürede okuyan, onu fıkhedemez” buyurmuştur.
Ayrıca Kur’an’ı üç günde hatmetme konusunda izin
isteyen Sa’d b. el-Münzir isimli sahabiye (r.a) de izin
vermiştir.[38] Efendimiz’in (s.a.v.) Kur’an okumaya
getirdiği sınır anlama merkezli olmasaydı Ebu Hanife’den (r.a.) önce Osman b. Affan, Temim ed-Dari,
Saîd b. Cübeyr[39] gibi sahabe ve tabiunun büyükleri
bir rekatta Kur’an-ı Kerim’i hatmetmezlerdi. Çünkü
bunlar sınırlama ile alakalı hadisleri anlama ekseninde tefsir etmişlerdi.
Ebu Hanife’nin bir gecede Kur’an-ı Kerim’i
hatmetmesini zaman mikyasında imkansız görmek
de, meseleden bihaber olunduğunu ortaya koyar.
Zira 1960’lı yıllara kadar İstanbul’da bazı camilerde Kadir geceleri teravih namazlarında
Kur’an’ı Kerim hatmedilirdi.
Ebu Hanife (r.a.) Kur’an-ı Kerim okurken ayetler ruhunda hafakanlar oluşturur, yüksek sesle ağlardı. Bir gece namazda “Allah bize lutfetti de bizi
vücudun içine işleyen azaptan korudu.”[40] ayetini kıraat ederken dili takıldı, müezzin sabah ezanını
okuyana kadar aynı yeri tekrar etti.[41] Yine bir yatsı
sonrası kıldığı namazda “Bilakis kıyamet onlara
vaat edilen asıl saattir ve o saat daha belalı
ve daha acıdır.”[42] ayetine ulaştığında daha ileriye gidemedi ve sabaha kadar ağlayarak aynı ayeti
okudu.[43]
Ebu Hanife (r.a.) bütün zamanlarını ibadete göre ayarlamıştı. Gündüzleri belli bir miktar uyur
geri kalan vakitlerini ders ve ibadetle doldururdu.
Söylenenleri teyit etme noktasında çağının tanıklarından Misar b. Kidam şunları nakletmektedir: “Ebu
Hanife’ye mescidinde iken vardım. Sabah namazını
kılıyordu. Sonra ders halkasına oturdu, dersi öğle na-
İmam Azam valiye: “Allah Teala’nın huzurundaki yerini düşün, benim senin yanındaki
durumumdan çok daha zelil olacaktır. ‘La ilahe illallah’ dediğimden dolayı beni tehdit etme.
Allah sana benden soracak ve haktan başka hiçbir şeyi cevap olarak kabul etmeyecek.” dedi.
30
Ekim
mazına kadar devam etti. Namazı kıldı, tekrar derSiyasi Duruşu
se oturdu. İkindiye kadar devam etti. Sonra ikindiyi
Ebu Hanife (r.a.) hayatının 52 yılını Emevi, 18
kıldı, ardından akşama kadar ders okuttu. Sonra akşamı kıldı. Yatsıya kadar derse devam etti. Onu bu yılını da Abbasi idaresi altında geçirdi. İki İslam dev[47]
halde görünce kendi kendime şöyle dedim: “Ebu leti gördü. Ne var ki ikisi de Ona zulmetti.
Hanife bu ders yoğunluğu içerisinde ne zaEbu Hanife (r.a.) hayatının hiçbir döneminman kendini ibadete veriyor?” Gece boyu onu
de zalimlere dost olmadı. Emevilere baş kaldıran
izlemeye karar verdim. İnsanlar istirahate çekilince,
Hz. Ali (r.a.) neslinin yanında yer aldı. Onları,
mescide geçti fecre kadar namaz kıldı. Sonra
Abbasilere karşı olan mücadelelerinde de destekledi.
evine döndü. Ders elbiselerini giydi. Tekrar mescide
Zeyd b. Ali’nin hicri 121 yılında Hişam b. Abdi’l-Medönüp sabah namazını kıldı. Namazdan sonra derlik’e karşı başlattığı ayaklanmayı Allah Resulü’nün
se oturdu. İlk günkü gibi namaz vakitleri hariç ders
(s.a.v.) Bedir’deki çıkışına benzetti. Kendisine niçin
okutmaya devam etti. Gece olup insanlar istirahate
fiili olarak Zeyd b. Ali’nin yanında yer almadığı soçekilince yine fecre kadar namaz kıldı. Sonraki gün
rulduğunda ise, şöyle dedi: “Yanımda
ve geceler de aynı şekilde devam etti.
insanlara ait emanetler vardı.
Onu bu halde görünce kendi kendime
İbn Ebi Leyla’ya onları almasını
karar verdim: “Ölüm bizi ayırıncateklif ettim, fakat kabul etmedi.
ya kadar Ebu Hanife (r.a.) ile birO halde bilinmeyen bir yerde
O sadece Kûfe’nin
likte olacağım.”[44] Misar söylediği
ölüp emanetlerin zayi olmasıngibi yaptı; Ebu Hanife’nin mescidinde
değil, bütün ümmetin
dan korktum.” Yine rivayet edilir
başı secdede iken ruhunu Allah Azze
ki, İmam Azam (r.a.) benzer bir sorufakihiydi. Bu yüzden
ve Celle’ye teslim etti.[45]
ya; “İnsanların onu ataları gibi
Halife, Ebu Hanife’ye
karşı tavır alışını birtakım gerekçelere bağlamak istiyordu.
Ebu Hanife (r.a.) ilmi, ibadetle
desteklerdi. Mesele düğümlendiğinde, kitaplar ve müzakereler çözümde
yetersiz kaldığında namaza sığınırdı.
Talebelerinin yüreklerine tevazuyu
kazıyabilmek için de şöyle derdi:
“Bu meselenin çözülememesi
Ebu Hanife’nin işlediği bir günahtan dolayıdır.” İstiğfar eder, kalkar abdest alır, iki
rekat namaz kılardı. Mesele hemen çözülürdü.[46]
yalnız bırakmayacaklarına kanaat getirseydim mutlaka onunla birlikte cihat ederdim. Çünkü
O, müminlerin gerçek imamıdır.
Fiili olarak olmasa da malımla
ona yardım ettim.”[48]
Ebu Hanife Emeviler’in İslam’ı
temsil hakkına sahip olmadıklarına kesin bir şekilde inandığından onlara baş kaldıranları
mali açıdan destekledi. Fakat gerek yukarıdaki gerekçeler gerekse de ehl-i hakkın başkaldırıda başarılı olamayıp Müslüman kanı akıtılmasına sebep olacağını
bildiğinden fiili olarak bu nevi oluşumların içerisinde
yer almadı.
Emevilere karşı yapılan başkaldırılara netice itibariyle bakıldığında Ebu Hanife’nin ne derece feraset
sahibi olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Zeyd b. Ali
122’de, oğlu Yahya 125’de, Yahya’nın oğlu Abdullah
da 130 yılında Emeviler tarafından şehit edilmiştir.[49]
ÇİLESİ
İmam Azam’a yapılan işkenceler yaşadığı dönemlere göre iki başlık altında toplanır. İlki Emevi Devlet
Başkanı Mervan b. Muhammed’in Irak valisi İbn Hubeyre zamanında ikincisi ise Abbasiler dönemindedir.
Ekim
31
Emevi Dönemi
İbn Hubeyre, Emevi Devleti aleyhine gelişen
olaylara engel olabilmek için ulemayı kalkan olarak
kullanmak istiyordu. Nitekim Irak bölgesi fakihlerinden İbn Ebi Leyla, İbn Şübrüme ve Davud b. Ebi
Hind’i vilayete çağırarak her birine devlet idaresinde
önemli görevler verdi. Vilayete gelmesi için Ebu Hanife’ye de haber gönderdi. Mührü Onun eline vermek
istiyordu. Her emir Ebu Hanife’nin onayıyla yürürlüğe girecekti. İmam-ı Azam bu görevi kabul etmekten
istinkaf etti. İbn Hubeyre kabul etmemesi durumunda
Onu (r.a.) döveceğine yemin etti. Diğer fakihler araya girip görevi kabul etmesi için Ebu Hanife’ye baskı
yaptılar. O, arkadaşlarına şöyle dedi: “Vali benden
Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymak gibi basit
bir işi talep etse onu dahi kabul etmezken nasıl olur da böyle bir teklife rıza gösterebilirim.
O benden başını vuracağı bir adamın idam fermanını yazmamı isteyecek ben de buna onay
vereceğim öyle mi? Allah’a yemin olsun ki,
asla böyle bir sorumluluğun altına girmeyeceğim.” Bu cevap üzerine İbn Ebi Leyla diğer fakihlere: “Ebu Hanifeyi bırakın; O doğru söylüyor.” dedi.
Vali, Ebu Hanife’nin sağlam iradesi karşısında
çaresiz kaldı. Onu, hapse atarak isteğini kabul ettirmeyi denedi. Cellatların kırbaç darbeleri başını şişirdi.
Cellat vurmaktan usandı; Fakat İmam, zulme evet demeye yanaşmadı. O hala ilk durduğu yerdeydi; Vali
ile arasında git-gel yapanlara: “Değil devlet idaresinde görev almak, caminin direklerini saymayı bile kabullenmem.” demeye devam ediyordu.
İbn Hubeyre, Ebu Hanife’ye, görevi kabul etmemesi durumunda ölünceye kadar başına kırbaç
vuracağını söyledi. İmam-ı Azam tam bir kararlılıkla
“O bir defalık ölümdür.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine vali başına yirmi kırbaç vurdu. İmam
Azam valiye: “Allah Teala’nın huzurundaki yerini düşün, benim senin yanındaki durumumdan çok daha zelil olacaktır. ‘La ilahe illallah’
dediğimden dolayı beni tehdit etme. Allah
sana benden soracak ve haktan başka hiçbir
şeyi cevap olarak kabul etmeyecek.” dedi. Bu
ifadeler üzerine İbn Hubeyre cellada kırbaçlamayı
bırakmasını ima etti. Ebu Hanife dayak sonrası geceyi zindanda geçirdi. Sabah kalktığında aldığı darbelerden dolayı yüzü-gözü şişmişti. İbn Hubeyre o
gece rüyasında Efendimiz’i (s.a.v.) gördü. Allah Resulü (s.a.v.) ona: “Allah’tan korkmuyor musun?!
Ümmetimden birini suçsuz yere dövüyor ve
tehdit ediyorsun.”[50] diye çıkıştı. Rüyadan ve
İmam’ın kararlılığından etkilenen İbn Hubeyre arkadaşları ile istişare etmesi için tahliyesine emir verdi.
Hapisten çıkınca atına bindi ve Mekke’ye gitti (h.
130). Abbasi Devleti kuruluncaya kadar orada ikamet etti. Ebu Cafer el-Mansur zamanında Kûfe’ye
geri döndü[51] (h. 137).[52]
Abbasi Dönemi
Ebu Hanife (r.a.) Abbasi Devleti’nin kurulmasını
heyacanla karşıladı. İnanıyordu ki, yapılan zulümler
son bulacaktı. Bu yüzden Ebu’l-Abbas es-Seffah Kûfe’ye gelip alimleri kendisine biat etmeye çağırdığında Ebu Hanife meclisteki alimler adına söz alıp söyle demişti: “Devlet idaresini Allah Resulü’nün
(s.a.v.) akrabalarına nasip eden, zalimlerin
zulmünü üzerimizden kaldıran, dillerimize
hakkı hakim kılan Allah Teala’ya hamd olsun.
Allah’ın emri üzere sana biat ettik. Kıyamete
Ona (r.a.) yeni kurulan şehrin yani Bağdat’ın kadılığını teklif etti. Fakat Ebu Hanife
bu görevi reddetti.[57] Halife, kadılığı kabul etmemesi durumunda kendisini hapsedeceğini
ve ağır bir şekilde cezalandıracağını söyledi. O, kabul etmemede kararlılık gösterince
hapse atıldı.
32
Ekim
kadar bu ahde sadık kalacağız. Rabbim, Efendimiz’in (s.a.v.) akrabalarını başımızdan eksik
etmesin.”[53]
Zulme karşı hep hakkı müdafaa eden O büyük
irade (r.a.) herkesin suküt ettiği bir anda nasıl ortaya
çıkıp Abbasilere ilk biat eden kişi idiyse, Onların haktan ayrıldığı zaman da ilk uyarıcıları oldu. Dersleri esnasında konu siyasi hadiselerin tahlilini gerektirdiğinde çekinmeden Abbasilerin Hz. Ali (r.a.) çocuklarına
yaptığı zulmü sorguladı. Hayatını tehlikeye atarak
hakkı tutup kaldırdı.
sur isyancılara uygulanacak cezayı görüşmek üzere
ulemayı saraya davet etti. Onlara Musul halkının –
önceden- kendisine biat ettiklerini, isyan etmeleri
durumunda kanlarının helal olacağını söylediklerini
hatırlattı. Mansur, valisine isyan eden Musul halkını
öldürmenin meşru olduğunu savunuyor, ulemadan
da bu kararı onaylamalarını istiyordu. Mecliste bulunan alimler, “Eğer onları bağışlarsan affeden bir
devlet adamı olursun; Yok eğer cezalandırırsan onlar bunu hak etmişlerdir.” dediler. Mansur, susarak fetvaya katılmadığını beyan eden Ebu
Hanife’ye (r.a.) “Sen ne dersin Ey Üstat!” diye
sordu. İmam-ı Azam:
Mansur’un hafiyeleri, büyük bir aksiyon ada– Musul halkı sana sahip olmamı duruşuyla siyasi hayatı sorguladıkları bir şeyi (canlarını) helal kıldı.
yan Ebu Hanife’nin her hareketini
Mesela bir kadın nikahı kıyılmaksızın
takibe aldı. Onu cezalandırmak için
Halife tutuklu oldukendisi ile bir erkeğin cinsel ilişkiye
şartların oluşmasını gözlüyorlardı.
ğu
günlerde
Ebu
Hanife’yi
girmesini mubah kılsa bu caiz midir?
Bağdat’ın inşa edilmeye başlaması
(r.a.) tekrar sarayına çağıriyi bir fırsat oldu. Halife, Ebu Hanitarak kadılığı kabul-edip
-Hayır.
fe’ye (r.a.) yeni şehirde kadılık teklif
etmeyeceğini sordu. Ebu
etti. Fakat O, bu görevden imtina etti.
Hanife:
– İşte bunun gibi Musul halkıMansur hangi düzeyde olursa olsun
nın da canlarını helal kılma yetkileri
Ebu Hanife’nin (r.a.) bürokraside
– Allah devlet başyoktur.
görev almasında kararlıydı. Bunun
kanını ıslah etsin. Ben
üzerine Ebu Hanife (r.a.) Bağdat’ın
bu göreve layık değilim
Bu konuşma üzerine Mansur,
müteahhitliğini kabul etti. O biliyordiyorum ya!
Ebu Hanife ve diğer iki alime Bağdu ki, Mansur vazifeleri reddetmesi
dat’tan ayrılıp Kûfe’ye dönmelerini
halinde boynunu vuracaktı. Müteemretti.[54]
ahhitliği kadılığa tercih ederek haksız
kararlara meşruiyet vermekten kendiAbbasi Devleti bütün hafiyeleriyle ilmin muhni korumuş oldu.
kem kalesini takip altına aldı. Her ifadesi kayda geçiMansur’un devlet idaresindeki zulmü arttık- rilip devletin ilgili birimlerine aktarıldı. Bütün bunlar
ça Ebu Hanife hususi dünyasına çekildi. Fakat ders olurken O (r.a.) gerek ders takririnde gerekse de iftahalkasında müstebit idareyi tenkit etmekten de geri sında hakikati söylemekten geri durmadı. Kûfe kadısı
durmadı. Tam bu esnada Musul halkı isyan etti. Man- İbn Ebi Leyla’nın verdiği hükümleri tenkit etmekten
çekinmedi.[55] İbn Ebi Leyla, ilmi açıdan karşılık veremediği -sahabe devri müstesna- bütün zamanların
bu en büyük fakihine türlü desiselere baş vurarak eza
et(tir)ti. Ebu Hanife (r.a.) Onun kendisine karşı olan
tutumunu anlatırken şöyle demektedir: “İbn Ebi
Leyla, benim bir hayvan hakkında helal görmediğim şeyi bana helal gördü.”[56] Yani haksız
yere öldürülmeme cevaz verdi.
Vefatı
Ebu Hanife’nin (r.a.) mazlumlardan yana tavır
alması siyasi iradeyi ciddi anlamda rahatsız etmekte
Ekim
33
idi. Fakat açıkça Ona tavır alamıyorlardı. Çünkü adı,
civardaki bütün şehirlerde hayırla anılıyordu. Alimler,
en müşkil meseleleri çözmesi için Ona getiriyorlardı.
O sadece Kûfe’nin değil, bütün ümmetin fakihiydi. Bu yüzden Halife, Ebu Hanife’ye karşı
tavır alışını birtakım gerekçelere bağlamak
istiyordu. Bu çerçevede Ona (r.a.) yeni kurulan şehrin yani Bağdat’ın kadılığını teklif etti.
Fakat Ebu Hanife bu görevi reddetti.[57] Halife,
kadılığı kabul etmemesi durumunda kendisini
hapsedeceğini ve ağır bir şekilde cezalandıracağını söyledi. O, kabul etmemede kararlılık
gösterince hapse atıldı. Halife adamlarını cezaevine gönderip, isteğini kabul etmesi durumunda Onu
serbest bırakacağını ve Ona ikramlarda bulunacağını
söyledi. Fakat Ebu Hanife (r.a.) ilk görüşüne sadık
kaldı. Bunun üzerine Halife, her gün çarşıya çıkarılmasını ve milletin huzurunda Ona on kırbaç vurulmasını emretti. [58] Bu durum 12 gün devam etti. Onardan toplam 120 kırbaç vuruldu.[59]
Halife tutuklu olduğu günlerde Ebu Hanife’yi
(r.a.) tekrar sarayına çağırtarak kadılığı kabul-edip etmeyeceğini sordu. Ebu Hanife:
– Allah devlet başkanını ıslah etsin. Ben
bu göreve layık değilim diyorum ya!
– Yalan söylüyorsun.
Halife ikinci defa Ebu Hanife’ye aynı teklifi
yöneltti. Bunun üzerine İmam Azam: “Emiru’l-Müminin benim kadılığa layık olmadığımı itiraf
etti. Çünkü beni yalancılıkla itham etti. Eğer
yalancı isem bu işe liyakatim yok demektir.
Eğer liyakatsizlik itirafında doğru söyledimse,
devlet başkanına bildirdim ki, bu göreve layık
değilim.”
Mansur her iki şıkkıyla hakikati ortaya koyan bu
cevabı kabul etmedi. Ebu Hanife’yi tekrar cezaevine
gönderdi.[60] Sahih olan görüşe göre İmam-ı Azam
Hazretleri ahirete irtihal edinceye kadar zindanda kal-
dı. Öleceğini hissedince secdeye kapandı ve
ruhunu secde halinde Allah Azze ve Celle’ye
teslim etti.[61] İnsanlık tarihinin bu en büyük
imamı (Sahabe devri istisna) ahirete irtihal
ettiğinde takvim hicri 150 tarihini göstermekte idi.[62]
Bağdat’ın doğusunda gasp edilmemiş temiz
bir yer olan Hayzurân kabristanlığına gömülmeyi
vasiyet etmişti. O, bu duruşuyla, hediyelerini, makamlarını kabul etmediği zalimlerin gasbettikleri arazilerde de kalamayacağını ilan etti. Halife Mansur,
İmam-ı Azam’ın vasiyetini işitince istemeyerek de
olsa şöyle mırıldandı: “Ey Ebu Hanife! Diri ve
ölü olduğun halde senin hakkında beni kim
mazur görür?”[63]
Cenazesine elli binden fazla insan iştirak etti. Cenaze namazı altı defa kılındı sonuncusunu oğlu Hammad kıldırdı. Aşırı izdihamdan dolayı defni ancak ikindiden sonra
mümkün oldu. Yirmi gün kabrinde cenaze namazı kılındı.[64]
Ebu Hanife’nin tekfin ve techizinde bizzat görev
alan Abdullah b. Vakıd o günü özetlerken şunları naklediyor: “Ebu Hanife’yi Hasan b. Umâre yıkadı.
Ben de su döktüm. Bedeni zayıftı. İbadet ve
Allah yolunda gayret onu eritmişti. Hasan yıkama işini bitirince Ebu Hanife’nin bazı özel-
Cenazesine elli binden fazla insan iştirak etti. Cenaze namazı altı defa kılındı sonuncusunu oğlu Hammad kıldırdı. Aşırı izdihamdan dolayı defni ancak ikindiden sonra
mümkün oldu. Yirmi gün kabrinde cenaze namazı kılındı.[64]
34
Ekim
liklerini anlattı. Herkesi ağlattı. Naşı omuzlara
alındığında öylesine muazzam bir durum oluştu ki, o günkünden daha fazla ağlayan insan
görmedim.[65]
Hatime
Sefihler anlayamadıklarından, alimler hasetlerinden, devlet adamları zulmü İslam adına meşrulaştırmadığından Ona zulmetti. Sokaklarda milletin
huzurunda kırbaçlandı; hakarete uğradı. Ders okutmasına, fetva vermesine engel olundu. Fakat metanetinden, azminden hiçbiTr şey kaybetmedi. Desiseler, komplolar cesaretini kıramadı. Zindanda kırbaç
yemeyi bol paralı devlet memurluğuna tercih etti.
Muhkem iradesi ile her şeyi kuvvet zanneden idarecileri şaşkına çevirdi.
Ömrü mücadele ile geçti. Hayatını ilim ve
ibadete hasretti. Dünyada köprüden geçen bir
yolcu gibi yaşadı. Ebu’l-Ahves Onun vakti kıymetlendirişini anlatırken şöyle demişti: “Ebu Hanife’ye
üç güne kadar öleceksin dense idi yaptığı amelin üzerinde daha fazla bir ibadet yapamazdı.”
Çünkü boş anı yoktu.[66] İlim onunla bereketlendi; Yeniden irfana dönüştü. Mücadele dolu hayatını en son
şehadetle taçlandırdı.
Dipnotlar:
[1] Ebu Bekir Ahmed b. Ali Hatib el-Bağdadi, Tarihu Medineti’s-Selam, Daru’l-Ğarbi’l-İslami, Beyrut, 2001, XV, 446; İbn Kuteybe,
Mearif, Daru’l-Mearif, Kahire, y., s. 490; Takıyyuddin b. Abdilkadir
et-Temimi, Tabakatu’s-Seniyye fi Teracimi’l-Hanefiyye, Daru’r-Rufai,
Riyad, 1983, I, 74; Şihabuddin Ahmed İbn Hacer el-Mekki, el-Hayratu’l-Hısan, Daru’l-Erkam, Beyrut, ty., s. 37.
[2] Bkz. İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 41.
[3] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 446.
[4] Ebu Hatim Muhammed b. Hibban, el-Mecruhûn mine’l-Muhaddisin ve’z-Zuafa’i ve’l-Metrukin, Daru’l-Ma’rife, ty., s. III, 63; el-Bağdadi,
a.g.e., XV, 446..
[5] et-Temimi, a.g.e., I, 75.
[6] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 448; et-Temimi, a.g.e., I, 75.
[7] Mevali, Mevla kelimesinin çoğuludur. Burada Arap olmayan anla-
Ekim
mında kullanılmaktadır.
[8] Muvaffak b. Ahmed el-Mekki, Menakibu Ebî Hanife, (Kerderi’nin
Menakibi ile birlikte), Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1981, I, 12.
[9] et-Temimi, a.g.e., I, 75.
[10] Muhammed Zahid el-Kevseri, Fıkhu Ehli’l-Irak ve Hadisuhum,
(Zeyla’î’nin Nasbu’r-Raye’si ile birlikte), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1996, I, 22.
[11] Kur’an, Hucurat(49): 13.
[12] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 11.
[13] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 10.
[14] Bkz. Kevseri, Te’nibu’l-Hatib, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, s. 3132.
[15] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 446.
[16] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85-6.
[17] el-Bağdadi, a.g.e., XV,
[18] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 482.
[19] Huseyin Saymeri, Ahbaru Ebi Hanife ve Ashabihi, Daru’l-Kutubi’l-Arabi, Beyrut, ty., s. 33.
[20] İbn Hacer, a.g.e., s. 85.
[21] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85.
[22] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85.
[23] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 85.
[24] Saymeri, a.g.e., s. 34.
[25] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 87.
[26] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 494.
[27] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 494.
[28] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 493.
[29] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 83.
[30] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 84.
[31] Ebu Davud, Zekat 38, 1669.
[32] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 482.
[33] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 483.
[34] et-Temimi, a.g.e., I, 100.
[35] et-Temimi, a.g.e., I, 100.
[36] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 164.
[37] Ebû Dâvûd, Ramadân, 8-9; Tirmizî, Kur’ân, 11; Nesâî, es-Sünenu’l-Kübrâ, V, 25; İbn Mâce, İkâme, 178.
[38] et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, VI, 51.
[39] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 215; et-Temimi, a.g.e., I, 101; Konu ile alakalı ayrıntılı bilgi için bkz. Ebu Bekir
Sifil, İmam Ebu Hanife ve Kur’an’ın Kısa Sürede Hatmi 1-2-3, Milli
Gazate, 29-30-31 Ekim 2005.
[40] Kur’an, Tur(52): 27.
[41] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 76.
[42] Kur’an, Kamer(54): 46.
[43] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 488; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 76; et-Temimi, a.g.e., I, 102.
[44] el-Bağdadi, a.g.e., XV, 487; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 75; et-Temimi, a.g.e., I, 100.
[45] ed-Temimi, a.g.e., I, 101.
[46] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s.79.
[47] Muhammed Ebu Zehre, Ebu Hanife Hayatuhu ve Asruhu- Arauhu ve Fıkhuhu, Daru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire, 1997, s. 31.
[48] Ebu Zehre, a.g.e., s. 31.
[49] İbnü’l-Esir, el-Kamil, V, 122-130; Ebu Zehre, a.g.e., s. 32.
[50] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 274.
[51] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 276.
[52] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 51, (Dipnot no: 1).
[53] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 151.
[54] Ebu Zehre, a.g.e., s. 40-41.
[55] Ebu Zehre, a.g.e., s. 43.
[56] Ebu Zehre, a.g.e., s. 43.
[57] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 429.
[58] Kerderi, a. g.e., II, 299.
[59] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 433.
[60] et-Temimi, a.g.e., I, 105.
[61] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 442.
[62] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 126.
[63] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 127.
[64] İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 127.
[65] Muvaffak Mekki, a.g.e., I, 433-4.
[66] Saymeri, a.g.e., s. 36; İbn Hacer Mekki, a.g.e., s. 78
35
“Levlâke” Rivayeti ve
“Nur-u Muhammedî” Meselesi
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
“Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım”
anlamındaki söz üzerinde dururken bu sözün “hadis” olarak sabit olmadığını, ancak anlamının doğru
olduğunu söyleyen alimler bulunduğunu biliyoruz.
k
detme
d
e
r
a
l
ıy
önyarg
bakıle
”
y
n
e
i
l
ç
e
i
k
Mes
nlama
de
a
“
,
l
i
ğ
etinin
de
y
e
a
r
v
i
e
r
z
ü
ke”
selesi“Levlâ
e
a
d
m
n
”
ı
î
ed
dığ
;
hamm
u
ündür
M
k
u
m
r
ü
u
“N
ım
ul izah
k
a
ssların
a
m
n
e
k
d
e
nin
etm
e izah
ir.
l
y
ö
b
lmelid
ü
r
hatta
ö
g
olarak
gereği
Ali el-Karî, el-Mevridu’r-Revî fi’l-Mevlidi’n-Nebevî isimli risalesinde konuyla ilgili oldukça dikkat
çekici şeyler söyler. Evvela “Adem su ile çamur
arasındayken ben nebi idim” rivayetini zikredip,
“Her ne kadar bazı Hadis hafızları, “Bu rivayeti bu
lafızla bulamadık” demişse de, manası sahih tariklerle gelmiştir.” Bu çerçevede el-Karî, “Adem ruh ile
ceset arasındayken ben nebi idim” hadisini ve
bu anlamdaki birkaç rivayeti zikreder.
Tam bu aşamada sorulması gereken kritik
soru şudur: Hz. Adem (a.s)’ın yaratılış sürecinin
henüz tamamlanmadığı bir aşamada Efendimiz
(s.a.v)’in “nebi/peygamber” oluşu ne anlama
gelmektedir?
Bu soruya “Efendimiz (s.a.v) Allah Teala’nın ilminde peygamber olduğunu anlat-
36
Ekim
mak istemiştir” şeklinde cevap vermek açıklayıcı
değildir. Zira Allah Teala’nın ilminde peygamber
olmak bakımından Efendimiz (s.a.v)’le diğer peygamberler arasında herhangi bir fark yoktur. O halde
Efendimiz (s.a.v) bu ifadeyle daha farklı, daha “özel”
bir şey anlatıyor olmalıdır.
Ali l-Karî bu soruya cevap teşkil edebilecek izahı
İmam es-Sübkî’den şöyle nakleder: “Ruhlar bedenlerden önce yaratılmıştır. Efendimiz (s.a.v), “Ben
nebi idim” sözüyle, ruh-i şerifine veya hakikatlerinden bir hakikate işaret etmektedir ki, onları Allah’tan
ve lütfuyla muttali kıldığı kimse(ler)
den başkası bilmez. Sonra Allah
Teala, o hakikatten dilediği şeyi dilediği vakitte (dildiğine) verir. İşte
Efendimiz (s.a.v)’in hakikati, Allah
Teala’nın Hz. Adem (a.s)’ın hilkati
sürecinde ona verdiği nübüvvet vasfı olabilir ki, o hakikati, O’nun nübüvvetine hazır bir şekilde yaratmış ve
ona o vakit nübüvvet vasfı vermiştir.
O bu suretle nebi olmuş ve melekler
ve başka varlıklar O’nun ind-i ilahîde ne yüce bir mevkie sahip olduğunu bilsin diye adı Arş’a yazılmıştır.
Binaenaleyh her ne kadar o hakikatle muttasıf mübarek bedeni daha
sonra yaratılmış ise de, Efendimiz (s.a.v)’in hakikati
o vakitten beri mevcuttur. O’na nübüvvet, hikmet ve
hakikatinin diğer vasıflarının verilmesi işi de o zaman
tamamlanmıştır. O’nun kemalatı bedeni yaratıldıktan
sonraya bırakılmayıp kendisine önceden verilmiştir.
Tehir edilen, O’nun bedensel oluşumu ve dünyaya
en mükemmel şekilde gelene kadar temiz sulblerde
ve rahimlerde nakledilmesidir –Allah’ın salat ve selamı üzerini olsun–.
“Bahse konu rivayetin, Efendimiz (s.a.v)’in
peygamber olacağının Allah Teala tarafından bilindiğini anlattığını söyleyenler, yukarıda anlattığımız
manaya vakıf olamayanlardır. Çünkü Allah Teala’nın
ilmi bütün eşyayı kuşatmıştır. Hz. Adem (a.s)’ın hilkatinin henüz tamamlanmadığı bir vakitte Efendimiz
(s.a.v)’in peygamberlik vasfına sahip olduğu ifadesinin, O’nun nübüvvetinin o vakit sabit olduğu şeklinde anlaşılması gerekir. Aksi halde Efendimiz (s.a.v)’in
nübüvvetinin zikredilmesinin özel bir anlamı olmazdı.
Zira bütün peygamberler Allah Teala’nın ilminde peygamberdirler!”
Daha sonra el-Karî, Sahîhu’l-Buhârî şarihi
el-Kastallânî’den şu nakilde bulunur: “Bize Ebû Sehl
el-Kattân’ın Emâlî’sinden bir cüz zımnında, onun
Sehl b. Sâlih el-Hindânî’den nakli olarak şöyle rivayet edildi: “Ebû
Ca’fer Muhammed b. Ali’ye (İmam
Muhammed el-Bâkır, E.S), “Peygamberlerin sonuncusu olarak
gönderilmişken Hz. Muhammed (s.a.v) nasıl oluyor da diğer peygamberlerden önce geliyor?” diye sordum. Şöyle dedi:
“Allah Teala ademoğullarının zürriyetlerini, kendilerini kendilerine
şahit tutarak “Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?” diye sorduğunda
Hz. Muhammed, “Evet (Sen bizim
Rabbimizsin)” diyenlerin ilkiydi.”
Ali el-Karî’nin, “Hakikat-i Muhammediyye”
konusunda İmam es-Sübkî’den yaptığı alıntıyı gördük. Ali el-Karî, o alıntının ardından el-Kastallânî’den
iktibas ettiği ifadelerle konuyu anlatmaya devam ediyordu. Söz konusu iktibasa devam edeceğim. Ama
önce İmam Takiyüddîn es-Sübkî’den yaptığı alıntı
üzerinde bir miktar durmak istiyorum.
el-Karî’nin alıntıladığı ifadeler, İmam es-Sübkî’nin Fetâvâ’sında geçiyor. Ancak el-Karî’nin,
alıntıyı harfi harfine değil, bazı tasarruflarla ve muhtasar olarak aktardığı anlaşılıyor. İmam es-Sübkî’nin
konuyla ilgili tespitleri son derece önemli olduğu için
olduğu gibi aktarmakta büyük fayda var.
Aynı şekilde Hz. Peygamber (S.A.V.), O’nun zamanında veya Mûsâ, İbrâhîm, Nûh, Âdem
peygamberler (hepsine selam olsun) zamanında gönderilmiş olsaydı, o peygamberler ümmetlerine yönelik nübüvvet ve risalet vasfını taşımaya devam ediyor olmakla birlikte Hz. Peygamber
(S.A.V.) onlara nebi ve hepsine birden resul olarak gönderilmiş olacaktı.”
Ekim
37
İmam es-Sübkî, konu hakkında söylediklerini,
“Hem Allah vaktiyle Peygamberlerin şöyle misakını
almıştır: ‘Celalim hakkı için size kitap ve hikmetten her ne verdimse, sonra size beraberinizdekini tasdik eden bir Resul geldiğinde ona
mutlaka iman edeceksiniz ve kesinlikle ona
yardımda bulunacaksınız, buna ikrar verdiniz
mi ve bunun üzerine ağır ahdimi boynunuza
aldınız mı?’ buyurdu. ‘Ikrar verdik’ dediler, ‘Öyle
ise, buyurdu, şahit olun ben de sizinle beraber şahitlerdenim” mealindeki ayet üzerine bina etmektedir.
Tefsirlerin hemen tamamında bu ayette kastedilen “Resul”ün Efendimiz (S.A.V.) olduğunun
zikredildiğini görüyoruz. Gerçekten de ayette,
Peygamberler tarihinden bildiğimin, okuduğumuz
durumun tam tersini gösteren bu muhteva var. Normalde her peygamber (nebi), kendisinden önce gönderilmiş peygamberin (resulün) getirdiği kitap ve şeriatı ihya/tecdid ile ona tabi olurken, bu ayette önce
gelen peygamberden, kendisinden sonra gelecek
peygambere ittiba ve yardım etmesi emredilmektedir.
Kendisinden bu ahdin alındığı peygamberler arasında Hz. Âdem (A.S.)’ın da bulunduğu bedihîdir. Dolayısıyla O’nun da Efendimiz (S.A.V.)’e tebeiyeti bahis
konusu olmaktadır.
Bu hususu akılda tutarak İmam es-Sübkî’nin
söylediklerine geçelim:
“Burada Hz. Peygamber (S.A.V.)’in derecesini yükseltme ve kadrini yüceltme bulunduğu açıktır.
Bunun yanında, söz konusu ayet şunu anlatmaktadır: O, öbür peygamberlerin zamanında geldiği
takdirde, onlara da gönderilmiş olacaktır. Bu
suretle O’nun nübüvvet ve risaleti, Hz. Âdem
(A.S.)’den kıyamet gününe kadar gelecek bütün mahlûkata şamil olacak, bütün peygamberler ve ümmetleri de O’nun ümmeti olacaktır. Bu durumda Efendimiz (S.A.V.)’in, ‘Ben bütün
insanlara gönderildim’ sözü sadece kendi zamanından başlayarak kıyamete kadar gelecek
olanlara yönelik değildir; bilakis onlardan öncesine de şamildir.”
Böylece, “Âdem (yaratılış sürecinde) ruh ile
beden arasındayken ben peygamberdim” hadisinin anlamı da tebeyyün etmiş olmaktadır. Bu hadisi, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in, peygamber olacağının Allah Teala’nın ilminde mevcut bulunmasıyla
açıklayanlar bu noktaya vakıf olamayanlardır. Çünkü
Allah Teala’nın ilmi bütün eşyayı kuşatmıştır.
Hz. Peygamber (S.A.V.)’in o vakit peygamber olmakla tavsif edilmesi, o vaktin O’nun peygamberliğini sabit olmasını gerektirir. Bu sebeple Hz. Âdem (A.S.),
O’nun adını Arş’ta “Muhammedun Resûlullâh”
şeklinde görmüştür.
Hz. Âdem (A.S.) “ruh ile beden arasında”yken, yani yaratılış süreci tamamlanmamışken Efendimiz (S.A.V.)’in peygamber olması ne demektir? O
süreçte Efendimiz (S.A.V.)’in ne ruhu ne bedeni
varlık âlemine çıkarılmıştır! Böyleyken “nübüvvet” vasfının mahalli neresidir?
Konuyla ilgili olarak İmam es-Sübkî’den alıntıya devam ediyoruz:
“(…) Dolayısıyla bunun (Efendimiz (S.A.V.)’in
nübüvvetinin, E.S.) kaçınılmaz olarak o vakit mana
olarak sabit bulunmuş olması gerekir. Bundan maksat
Efendimiz (S.A.V.)’in nübüvvetinin ilm-i ilahîde “ile-
Hz. Peygamber (S.A.V.) mahlûkatın en hayırlısıdır; herhangi bir yaratılmış için O’nun kemalinden daha büyük bir kemal ve O’nun mevkiinden daha şerefli bir mevki söz konusu değildir.
Bu kemalin, daha Hz. Âdem (A.S.) yaratılmadan önce yüce Allah’ın dilemesiyle Hz. Peygamber
(S.A.V.) için hâsıl olduğunu sahih haber vasıtasıyla öğreniyoruz.
38
Ekim
ride olacak” bir husus olarak bilinmesi olsaydı, Hz.
Âdem (A.S.) ruh ile beden arasındayken O’nun nebi
olmasının herhangi bir hususiyeti olmazdı. Çünkü Allah Teala o vakit de daha önce de (sadece O’nun değil, E.S.) bütün peygamberlerin peygamber olacağını
bilmekteydi. Bu itibarla, burada Efendimiz (S.A.V.)’e
mahsus bir durum bulunduğunu kaçınılmaz olarak
söylemek durumundayız. Efendimiz (S.A.V.), ümmetine, kendisinin Allah Teala katındaki yüce mevkiini
bildirmek için ve böylece ümmeti için bir hayır hâsıl
olsun diye bu durumu böylece haber vermiştir.
tine Allah Teala, Hz. Âdem (A.S.)’ı yaratmadan önce
o vasfı vermiş olabilir. Şöyle ki: O’nun hakikatini,
O’nun nübüvvetine elverişli/hazır şekilde yaratmış ve
bu vasfı o hakikate nüfuz ettirmiştir (ifâda). Efendimiz (S.A.V.) bu şekilde nebi olmuş ve ismi Arş’a yazılmıştır. Allah Teala O’nun, yüce katındaki değerini
kendilerine bildirmek için meleklerine ve başkalarına
O’nun risaletini haber vermiştir. Şu halde her ne kadar İnübüvvet’le muttasıf mübarek bedeni daha sonra var edilmiş ise de, Efendimiz (S.A.V.)’in hakikati o
vakit mevcut idi. O’nun hakikatinin, ilahî hazretten
kendisine bahşedilen o yüce vasıflara sahip olması,
Eğer, burada Efendimiz (S.A.V.)’in kadrinin o vakit hâsıl olmuş bir durumdu. Peygamber olarak
nasıl olup da (diğer peygamberler için söz konusu gönderilişi ve tebliğ, O’nun mübarek bedeninin –ki
tebliğ vazifesi bedeninin var ediliolmayan) bir şekilde yüce olduğunu
şiyle hâsıl olacaktır– tekâmülünün
anlamak istiyorum. Zira ‘nübüvvet’
tamamlanması için geriye bırakılbir vasıftır ve bu vasıfla muttasıf olan
İnsanlar bu ilmin
mıştır. O’na Allah Teala cihetinden
kişinin (Efendimiz (S.A.V.)’in, E.S) fibahşedilen ve mübarek zatının ve
ilen mevcut olması ve 40 yaşına ulaşkonusu olan şey zuhur
hakikatinin (nübüvvete) elverişli/
mış olması gerekir. Bu durumda nasıl
ettiğinde, Hz. Peygamhazır olması cihetinden sahip ololuyor da O, var edilmeden ve risaber (S.A.V.)’in nübüduğu özelliklerin tamamı önceden
letle görevlendirilmeden önce ‘peyvvetini,
Cibril
(A.S.)
verilmiştir; bunlarda daha sonraya
gamberlik’le tevsif ediliyor? Eğer bu
bırakılan herhangi bir husus yoktur.
durumda O’nun ‘peygamber’ olarak
kendisine ilk vahyi geAynı şekilde O’nun ‘nübüvvet’ vastavsif edilmesi doğruysa, aynı durum
tirdiği zaman kendilefına hazır olması, kendisine kitap,
diğer peygamberler için de geçerli
rine
ulaşan
bilgi
vasıhüküm ve nübüvvet verilmesi de
olur, denecek olursa şöyle derim:
böyledir. Sonraya bırakılansa O’nun
tasıyla bildiler.
tekevvünü ve dünyaya gelene kadar
Allah Teala’nın ruhları beden(atalarının sulbünde nesilden nesile)
lerden önce yarattığı bize bildirilnakledilişidir…
miştir. Efendimiz (S.A.V.)’in ‘… nebi
idim’ sözü, ruh-u şerifine ve ‘hakikat’ine işaret olaAllah Teala bu yüce mevkii, O’na, hiç şüphebilir. Bizim aklımız ‘hakikat’leri tanımaktan acizdir;
onları ancak Yaratıcı ve bir de O’nun ilahî bir nurla siz O’nu var ettikten sonra da dilediği gibi verebilirdi.
desteklediği kimseler bilir. Öte yandan Allah Teala o Şüphe yok ki Allah Teala, olan her şeyi ezelde bilhakikatlerden dilediği her bir hakikati dilediği zaman mektedir. Bizler O’nun bu ilmini, aklî ve şer’î deliller
(dilediği kimseye) verir. Efendimiz (S.A.V.)’in hakika- vasıtasıyla biliyoruz. İnsanlar bu ilmin konusu olan
şey zuhur ettiğinde, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in nübüvvetini, Cibril (A.S.) kendisine ilk vahyi getirdiği zaman kendilerine ulaşan bilgi vasıtasıyla bildiler. Bu,
Allah Teala’nın malumatı cümlesinden olarak, kendisiyle muttasıf bir mahalde kudretinin, iradesinin ve
ihtiyarının eserlerinden biri olarak işlediği fiillerden
bir fiildir.”
Rivayet tefsirlerinde, 7/el-A’râf, 172 ayetinin
tefsiri sadedinde bu konudaki rivayetleri topluca görmek mümkündür. Ruhların bedenlerden 2 bin sene
önce yaratıldığını ifade eden hadis çok zayıftır. İbn
Abbâs (ra.)’dan nakledilen ve ruhların bedenlerden
Ekim
39
4 binsene önce yaratıldığını anlatan rivayet ise batıl/asılsızdır. Bkz. İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâva’l-Hadîsiyye,
116. İbnu’l-Kayyım Kitâbu’r-Rûh’ta (210 vd.) ruhların
bedenlerden sonra yaratıldığı görüşünü savunmuşsa da, el-Aclûnî Keşfu’l-Hafâ’da, “el-Ervâh cunûdun
mücennede…” rivayeti üzerinde dururken ruhların
bedenlerden önce yaratıldığı görüşünün tercihe şayan olduğunu söylemiş, hatta İbn Hazm’ın, bu konuda icma bulunduğunu söylediğini nakletmiştir. İbn
Hazm’ın buradaki “icma”yla, “ekseriyetin ittifakı”nı
kasdettiğini söylemenin isabetli olacağı açıktır. Zira
konu hakkında ihtilaf bulunduğu malumdur.
İmam es-Sübkî’nin konu hakkındaki ifadelerine
alıntılamaya devam ediyoruz:
“Bunlar iki mertebedir ki, ilki bürhanla bilinir;
ikincisi ise gören gözlere ayandır. Bu iki mertebe arasında yüce Allah’ın fiillerinden oluşan ve O’nun ihtiyarıyla meydana gelen vasıtalar vardır. Bunlardan bir
kısmı meydana geldiğinde, bir kısmı ise daha sonra
mahlûkatın bir kısmına zahir olur. Yine bunlardan
bir kısmı da vardır ki, mahlûkattan herhangi birisine
zahir olmasa da, onunla söz konusu mahal için bir
kemal hâsıl olur.
Bu da ikiye ayrılır: Yaratıldığında bu mahalle
mukarin olan kemal ve daha sonra hâsıl olan kemal.
Bunun bilgisi bize ancak haber-i sadık ile gelmiştir.
Hz. Peygamber (S.A.V.) mahlûkatın en hayırlısıdır; herhangi bir yaratılmış için O’nun kemalinden
daha büyük bir kemal ve O’nun mevkiinden daha
şerefli bir mevki söz konusu değildir. Bu kemalin,
daha Hz. Âdem (A.S.) yaratılmadan önce yüce Allah’ın dilemesiyle Hz. Peygamber (S.A.V.) için hâsıl
olduğunu sahih haber vasıtasıyla öğreniyoruz. Allah
Teala o vakit Hz. Peygamber (S.A.V.)’e nübüvvet
vermiş; daha sonra da O’nun kendilerinden daha
mukaddem olduğunu, dolayısıyla kendilerinin de
nebisi ve resulü olduğunu bilsinler diye peygamberlerden ve onların ümmetlerinden misaklar almıştır.
Bu misaklarda istihlaf (sonra gönderilme) manası
da vardır. Bu sebeple ayette geçen ‘le tü’mimünne’
ve ‘le tensurunne’ kelimelerinde ‘yemin lâmı’ (lâmu’l-kasem) yer almıştır. (…)
Bu anlatılanları anladıysan öğrenmiş
bulunuyorsun ki Hz. Peygamber (S.A.V.),
‘peygamberlerin peygamberi’dir. Bu sebeple
ahirette bütün peygamberler O’nun sancağı altında toplanacaktır. Bu dünyada da öyledir. İsra
gecesi onlara imam olup namaz kıldırmıştır. Eğer O,
Âdem, Nûh, İbrahîm, Mûsa, İsâ (aleyhimüsselamdan
biri) zamanında gelmiş olsaydı onlara da, ümmetlerine de O’na iman ve yardım etmek vacip olurdu.
Allah Teala onlardan bu suretle misak almıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber (S.A.V.)’in onlara yönelik nübüvvet ve risaleti, kendisi için hâsıl olmuş bir manadır. Söz konusu nübüvvet ve risaletin semeresi (somut
neticesi), onların bir araya gelmesine bağlıdır. Bunun
zamanda geriye bırakılmış olması onların mevcudiyetiyle ilgilidir; yoksa Hz. Peygamber (S.A.V.)’in bu
sıfatlarla muttasıf olmamasıyla değil. Fiilin varlığının,
fiilin mahalli tarafından kabul edilmesine bağlı olmasıyla failin ehliyetine bağlı olması arasında fark vardır.
Konumuz bakımından söyleyecek olursak, burada
failin ehliyetiyle ve Hz. Peygamber (S.A.V.)’in şerefli
zatıyla ilgili herhangi bir mesele yoktur. Mesele, (O’na
iman ve yardım edecekleri konusunda kendilerinden
misak alınan) peygamberlerin yaşadığı zaman dilimi
ile ilgilidir. Şayet O, onların yaşadığı zaman diliminde gönderilmiş olsaydı, hiç şüphesiz kendisine ittiba
etmeleri vacip olacaktı. Bu sebeple Hz. İsa (A.S.) zatında aziz bir peygamber olduğu halde, ahir zamanda -bazılarının zannettiği gibi bu ümmetin herhangi
bir ferdi olarak değil- O’nun şeriatıyla amel eden bir
peygamber olarak gelecektir.
Evet, O, ancak Hz. Peygamber (S.A.V.)’e
ittiba edecek olması hasebiyle bu ümmetin bir
ferdidir; ancak O, doğrudan Kur’an ve Sünnet’le amel ederek Hz. Peygamber (S.A.V.)’in
şeriatıyla hüküm verecektir. Hz. Peygamber
Şayet O, onların yaşadığı zaman diliminde gönderilmiş olsaydı, hiç şüphesiz kendisine ittiba etmeleri vacip olacaktı. Bu sebeple Hz. İsa (A.S.) zatında aziz bir peygamber
olduğu halde, ahir zamanda -bazılarının zannettiği gibi bu ümmetin herhangi bir ferdi
olarak değil- O’nun şeriatıyla amel eden bir peygamber olarak gelecektir.
40
Ekim
(S.A.V.)’in şeriatında mevcut emir olsun, nehiy
olsun bütün hükümler ümmetin diğer fertlerine müteveccih olduğu gibi O’na da müteveccihtir. Ancak bu durumda da O aziz bir peygamberdir; bu vasfında herhangi bir noksanlık
bulunması söz konusu değildir.
Aynı şekilde Hz. Peygamber (S.A.V.), O’nun zamanında veya Mûsâ, İbrâhîm, Nûh, Âdem peygamberler (hepsine selam olsun) zamanında gönderilmiş
olsaydı, o peygamberler ümmetlerine yönelik nübüvvet ve risalet vasfını taşımaya devam ediyor olmakla
birlikte Hz. Peygamber (S.A.V.) onlara nebi ve hepsine birden resul olarak gönderilmiş olacaktı.”
Bu açıklama, manası bize gizli kalan iki hadisin
beyanını da oluşturur. Bunlardan ilki, ‘Ben bütün
insanlara gönderildim’ hadisidir. Bizler bu hadisin,
Hz. Peygamber (S.A.V.)’in zamanından kıyamete
kadar gelecek olan insanları anlattığını zannederdik.
Bu açıklamayla ortaya çıkmış oldu ki, hadisteki ‘bütün insanlar’dan maksat, başından sonuna bütün
bir insanlıktır.
Diğeri ise, ‘Âdem (yaratılış sürecinde) ruh
ile beden arasındayken ben peygamberdim’
hadisidir. Bizler zannederdik ki, buradaki ‘ben peygamberdim’ ifadesi, Hz. Peygamber (S.A.V.)’in, ‘Allah
Teala’nın ilminde’ peygamber olduğunu anlatıyor.
Oysa Hz. Peygamber (S.A.V.)’in bu ifadesi, yukarıdan beri açıkladığımız veçhile, bunİmam es-Sübkî’nin konu hakdan daha fazlasını anlatmaktadır.
“… Bu sebeple Hz.
kında söylediklerini tamamlayalım:
Peygamber (S.A.V.)’in
O’nun bedeninin var edildinübüvvet ve risaleti (di“… Bu sebeple Hz. Peygamber
ği ve kırk yaşına vardığı durum ile
ğer peygamberlere göre)
(S.A.V.)’in nübüvvet ve risaleti (diğer
bundan önceki zamanlardaki durum
daha umumî, daha şupeygamberlere göre) daha umumî,
arasındaki fark, tebliğe muhatap
mullü ve daha büyüktür.
daha şumullü ve daha büyüktür.
olanlar ve O’nun sözlerini duymaO’nun şeriatı, diğer peyO’nun şeriatı, diğer peygamberlerin
ya/dinlemeye ehliyetleri bakımıngamberlerin şeriatlarıyla
şeriatlarıyla temel noktalarda ittifak
dandır; yoksa bizzat Hz. Peygamtemel noktalarda ittifak
halindedir. Çünkü temel hususlar
ber (S.A.V.)’in kendisi bakımından
(peygamberden peygambere ve şerihalindedir. Çünkü temel
değildir. O’nun sözlerini duymaya/
attan şeriata) değişmez. İhtilafın söz
hususlar (peygamberden
dinlemeye ehil olsalardı, onlar bakıkonusu olabileceği fer’î konularda
mından da bir fark olmayacaktı.
peygambere ve şeriattan
Hz. Peygamber (S.A.V.)’in şeriatının
şeriata) değişmez.
Hükümler, kimi durumlarda
diğerlerine tekaddümü ise ya tahsis
hükme elverişli mahal (hükmün muveya nesh kabilindendir. Yahut tahhatabı,
E.S) bakımından, kimi durumsis de nesh de söz konusu değildir; Hz. Peygamber
(S.A.V.)’in şeriatı, geçmiş zamanlarda o ümmetlere larda da fiil işlemek suretiyle tasarrufta bulunan fail
nispetle peygamberlerinin kendilerine getirdiği şeriat- bakımından birtakım şartlara bağlanır. Sadedinde
tır. Bu (bizim içinde bulunduğumuz) zaman diliminde bulunduğumuz meselede hüküm, ona elverişli mahal
ve bize nispetle de bu şeriattır. Muhatapların ve za- bakımından şarta bağlanmıştır. O mahal, peygamber
manların değişmesiyle hükümlerde de değişiklik olur. tebliğine muhatap olan insanlar, onların, ilahî teklifi/
hitabı dinlemeye/duymaya elverişli/hazır olmaları ve
Hz. Peygamber (S.A.V.)’in, onlara kendi lisanlarıyla
hitap eden mübarek bedenidir. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bir kimse, evlilik çağındaki kızı kendisine denk birini bulduğunda onu evlendirmesi için
birini vekil tayin eder. Böyle bir tevkil (vekil tayini) sahihtir. Söz konusu kişi, vekil tayin edilmeye ehildir ve
vekâleti sabittir. Vekilin tasarrufu, kıza denk birisinin
bulunmasıyla hâsıl olacaktır. Böyle bir kişi ise ancak
aradan bir müddet geçtikten sonra bulunabilecektir.
Bunun böyle olması, ne vekâletin sıhhatine, ne de
vekil tayinindeki ehliyete menfi anlamda tesir eder.
Vallâhu a’lem.”
Ekim
41
“Hakikat-ı Muhammediyye” meselesinin izahında son derece önemli olduğu için İmam es-Sübkî’nin ifadelerini baştan sona aktarmayı uygun
buldum.
İmam es-Sübkî’nin, Ali el-Karî tarafından kısaca
ve anlam olarak aktarılan görüşlerini –önemine binaen– kendi ifadeleriyle ve tam olarak aktardıktan sonra Ali el-Karî’nin söylediklerine kaldığımız yerden devam ediyoruz. el-Karî, İmam es-Sübkî’nin, daha önce
geçen, “(…) Bu sebeple ahirette bütün peygamberler O’nun sancağı altında toplanacaktır. Bu
dünyada da öyledir. İsra gecesi onlara imam
olup namaz kıldırmıştır” tarzındaki ifadesini zikrettikten sonra sözlerini şöyle sürdürür:
“Ben derim ki: İmam Fahuddîn er-Râzî’nin,
‘Âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indirenin şanı yücedir’ (25/el-Furkân, 1.)
ayeti hakkında söyledikleri de bu sözleri teyit etmektedir: ‘(Buradaki ‘âlemler’ ifadesi) melekleri ve diğer
varlıkları da kapsamına alır.’ Şöyle der: ‘Abdürrezzâk,
Câbir b. Abdillah el-Ensârî (R.A.)’den senetli olarak
şöyle rivayet etmiştir: ‘Dedim ki: ‘Ey Allah’ın Resulü! Anam-babam sana feda olsun; bana Allah Teala’nın eşyayı (mahlûkatı) yaratmadan
evvel ilk olarak yarattığı şeyi haber ver’ dedim.
‘Ey Câbir’ buyurdu, ‘Allah, eşyayı (mahlukatı)
yaratmadan önce, kendi nurundan senin peygamberinin nurunu yarattı. O nur, Allah’ın
kudretiyle, Allah’ın dilediği gibi deveran etmeye başladı. O vakit henüz ne Levh (Levh-i
Mahfuz) ne Kalem; ne Cennet ne Cehennem;
ne melek ne yer ne gök, ne güneş ne ay, ne
insan ne cin vardı. Allah, mahlûkatı yaratmayı
murat ettiği zaman o nuru 4 parçaya ayırdı. Birinci parçadan Kalem’i, ikinci parçadan Levh
(Levh-i Mahfuz)’i, üçüncü parçadan Arş’ı yarattı. Dördüncü parçayı da dört parçaya ayırdı.
Birinci parçadan Hamele-i Arş’ı (Arş’ı taşıyan
melekleri), ikinci parçadan Kürsi’yi, üçüncü
parçadan Cennet ve Cehennem’i yarattı. Son-
ra bu dördüncü kısmı da dört parçaya ayırdı.
Birinci parçadan mü’minlerin gözlerinin nurunu, ikinci parçadan kalplerinin nurunu –ki bu,
‘ma’riifetullah’tır–, üçüncü parçadan dillerinin
nurunu yarattı ki bu da ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullâh’ sözünde ifadesini bulan Tevhit’tir… (Müslim, “Kader”, 16.)
Ben (Ali el-Karî) derim ki: Yüce Allah’ın şu
kavl-i ilahîsi de bu manaya işaret etmektedir: ‘Allah,
göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun sıfatı, sanki içinde bir çerağ bulunan bir hücredir.
O çerağ bir sırça (kandil) içindedir. O sırça
(kandil) da sanki bir inci (gibi parıldayan) bir
yıldızdır ki, güneşin doğduğu yere de, battığı
yere de nispeti olmayan mübarek bir ağaçtan,
zeytinden tutuşturulup yakılır. Onun yağı, kendisine bir ateş dokunmasa da, hemen hemen
ışık verir. (Bu ışık da) nur üstüne nurdur, Allah
kimi dilerse onu nuruna kavuşturur. Allah insanlar için meseller irâd eder. Allah, her şeyi
hakkıyla bilendir.” ( 24/en-Nûr, 35.)
Ulema, Nur-u Muhammedî’den sonra ilk yaratılan şeyin ne olduğu konusunda ihtilaf etmiştir. “Allah
Teala, gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene
Ulema, Nur-u Muhammedî’den sonra ilk yaratılan şeyin ne olduğu konusunda ihtilaf
etmiştir. “Allah Teala, gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene önce mahlûkatın takdiratını tayin buyurdu. O vakit Arş su üzerindeydi” hadisinden hareketle ilk yaratılan şeyin
Arş olduğu söylenmiştir.
42
Ekim
önce mahlûkatın takdiratını tayin buyurdu. O
vakit Arş su üzerindeydi” hadisinden hareketle
ilk yaratılan şeyin Arş olduğu söylenmiştir.
ra Arş ve sonra da Kalem yaratılmıştır. İlk yaratılan
şey konusunda Hz. Peygamberin (S.A.V.) nurundan
başkasının zikredildiği rivayetler de vardır. Yine şöyle rivayet edilmiştir: `Allah Teala Âdem’i yarattığı zaman bu nuru onun sırtına koydu. Nur
alnında parlıyordu. Sonra Allah Teala onu,
mülkünün tahtına kaldırdı ve meleklerinin
omuzlarına yükledi. Sonra da melekûtunun
harikuladeliklerini seyretmesi için onu semavatta dolandırmalarını emir buyurdu.’
Ali el-Karî’nin bu ifadesi, İmam Fahruddîn
er-Râzî’den yaptığı alıntının devam ettiğini, ancak
arada bazı ifadelerin atlandığını anlatır. Burada
alıntılanan ifadeleri İmam er-Râzî’nin et-Tefsîru’l-Kebîr’inde bulamadım. Bir başka eserinde geçiyor olabilir. Abdürrezzâk es-San’ânî’nin el-Musannef’’ine
ait olduğu söylenen bu rivayet, bu eserde mevcut
Ca’fer b. Muhammed (İmam Ca’fer es-Sâdık,
değildir. Evet bu eserin baş tarafı kayıptır; henüz
bulunamamıştır. Bulunabilmiş olsaydı tahkik etme E.S) şöyle demiştir: O nur, Hz. Âdem’in başında
imkânımız olurdu. İba b. Abdillah b. Mâni’ el-Him- yüz yıl durdu. Bacağında ve ayaklarında yüz
yıl durdu. Sonra Allah Teala ona,
yerî tarafından 1425/2005 yılında
bütün mahlûkatın isimlerini öğ“el-Cüz’ü’l-Mefkûd mine’l-Cüz’i’l-İ`Allah Teala Âdem’i
retti. Sonra da meleklere, ona –
vvel mine’l-Musannef” adıyla neşyarattığı zaman bu
tıpkı Hz. Yusuf’un kardeşlerinin
redilen bir çalışma olmuş, ancak
nuru onun sırtına koysecdesi gibi– ta’zim ve tahiyye
bunun “müzevver” (uydurma) bir
du. Nur alnında parlı(selamlama) secdesinde –ibaret seccüz olduğu, “Meacmû’ fî Keşfi Hakîyordu.
Sonra
Allah
Teala
desi değil!– bulunmalarını emir
kati’l-Cüz’i’l-Mefkûd el-Mez’ûm min
onu, mülkünün tahtına
buyurdu. Hakikatte kendisine
Musannefi Abdirrezzâk” adlı kolektif
kaldırdı
ve
meleklerinin
secde edilen, Allah Teala’dır.
çalışmada ortaya konulmuştur.
omuzlarına
yükledi.
Bu durumda Hz. Âdem, kıble
mesabesindedir.
“Bu rivayet şu hususu sarih olaSonra da melekûtunun
rak ifade etmektedir: Takdir (mahlûharikuladeliklerini seyİbn Abbâs (R.A.)’dan şöyle
katın mukadderatının tayin ve yazılretmesi için onu semadediği
rivayet edilmiştir: Bu duması) Arş’ın yaratılmasından sonra,
vatta dolandırmalarını
rum, Cuma günü zeval vaktinKalem’in ilk yaratıldığı esnada vaki
emir buyurdu.’
den ikindi vaktine kadar devam
olmuştur. Zira Ubâde b. Es-Sâmit
etti. Sonra Allah Teala Hz. Âdem
(R.A.)’ten Hz. Peygamberin (S.A.V.)
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: `Allah’ın ilk için, sol kaburga kemiklerinden birisinden eşi
yarattığı şey Kalem’dir. (Kalem’i yaratınca Al- Havva’yı yarattı. O sırada Hz. Âdem uyuyordu.
lah Teala ona) `Yaz’ buyurdu. Kalem, `Ne ya- Ona `Havva’ denmesi, hayat sahibi bir canlızayım?’ dedi. Allah Teala, `Her şeyin miktarı- dan yaratılmış olması sebebiyledir. Hz. Âdem
nı/kaderini yaz’ buyurdu. Bunu et-Tirmizî rivayet (A.S.) uyanıp da onu görünce, ondan dolayı
kendisine bir sekinet geldi. Elini ona doğru
etmiş ve sahih olduğunu belirtmiştir.
uzattı. Melekler, `Yavaş ol ey Âdem!’ dediler.
Ancak Ebû Rezîn el-Ukaylî rivayeti olarak ge- Hz. Âdem, `Niçin?’ dedi, Allah Teala onu belen ve İmam Ahmed ve et-Tirmizî tarafından –sahih nim için yarattı?”
olduğu belirtilerek– nakledilen bir başka sahih hadis“Melekler, “Mehrini verene kadar (ona
te suyun Arş’tan önce yaratıldığı ifade buyrulmuştur.
Yüce Allah’ın, `Arş’ı su üzerindeydi’ kavl-i el süremezsin)” dediler. Âdem, “Onun mehri
ilahisinde de bu duruma işaret ve delalet var- nedir?” diye sordu; “Muhammed’e üç kere sadır. es-Süddî müteaddit senedlerle şöyle riva- lat-u selam getirmendir” dediler.”
yet etmiştir: Allah Teala, sudan önce hiçbir
“İbnu’l-Cevzî, Salâtu’l-İhvân adlı kitabında
mahluku yaratmamıştır.
şöyle zikreder: “Hz. Âdem, Hz. Havvâ’ya yaklaşBütün bunlardan da anlaşılacağı gibi, ilk yaratı- mak isteyince, Havvâ ondan mehir istedi. Bulan şey Nur-u Muhammedî’dir. Ondan sonra su, son- nun üzerine Hz. Âdem, “Ya Rabbi! Ona (mehir
Ekim
43
olarak) ne vereyim?” dedi. Allah Teala şöyle
buyurdu: “Ey Âdem! Habibim Muhammed b.
Abdillah’a yirmi kere salat-u selam getir.” Ben
(Ali el-Karî) derim ki: Bir önceki rivayetteki “üç salat-u selam” mehr-i mu’accel (mehrin hemen verilen
kısmı), sonraki rivayetteki “yirmi salat-u selam” sadak-ı muahhar (mehr-i müeccel/bilahare verilmesi
kararlaştırılan mehir) olabilir.
“Ömer b. el-Hattâb (r.a)’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: “Âdem
(cennetteki yasak ağacın meyvesini yemek suretiyle) hata işleyince , “Ya Rabbi! Muhammed
hakkı için beni bağışlamanı diliyorum” dedi.
Yüce Allah, “Ey Âdem! Muhammed’i nasıl/
nereden bildin? Ben onu henüz yaratmadım!”
buyurdu. Âdem şöyle cevap verdi: “Beni elinle
yarattığın ve bana ruhundan üflediğin zaman
ya Rabbi, başımı kaldırdım ve Arş’ın sütunlarında “Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullâh” cümlesinin yazılı olduğunu gördüm.
Bildim ki sen, mahlukatın sana en sevgili
olanından başkasını kendi isminin yanına
koymazsın.” Allah Teala, “Doğru söyledin ey
Âdem” buyurdu, “çünkü O benim için mahlukatın en sevgilisidir O’nun hakkı için benden
niyazda bulunmuş olman sebebiyle seni bağışladım. Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım.” Bu hadisi el-Beyhakî, Delâil’inde Abdurrahmân b. Zeyd b. Eslem rivayeti olarak nakletmiş
ve “Bu rivayetin naklinde, seneddeki Abdurrahman
tek kalmıştır” demiştir. Bu rivayeti el-Hâkim de rivayet ve tashih etmiş ; keza et-Taberânî de rivayet
etmiş ve sonunda şu ilaveye yer vermiştir: “Ve O,
senin soyundan gelecek olan peygamberlerin
sonuncusudur.”
“İbn Asâkir’in naklettiği Selmân (r.a) rivayetinde şöyle gelmiştir: “Cibrîl (a.s), Hz. Peygamber
(s.av)’e inerek, “Rabbin, “İbrahim’i “halil”
edindiysem, seni “habib” edindim. Benim nezdimde senden daha değerli bir varlık yaratma-
dım. Dünya ve içindekileri, kendilerine senin
benim nezdimdeki değer ve mevkiini öğretmek
için yarattım. Sen olmasaydın dünyayı yaratmazdım” buyuruyor”dedi.”
Ali el-Karî’nin konuyla ilgili olarak söyledikleri
burada sona eriyor. Efendimiz (s.a.v.) ile ilgili diğer
şayan-ı dikkat hususlara muttali olmak isteyenler
el-Mevridu’r-Revî’ye müracaat etmelidir.
“Levlâke” rıvayeti ve “Nur-u Muhammedî” meselesi hakkında şu ana kadar yazdıklarımın,
bir kısım okuyucular tarafından “Tasavvuf ehlinin
malum asılsız/temelsiz iddiaları” olarak algılandığının/okunduğunun farkındayım. Hemen belirteyim ki, bu algı tarzı, hakikate ulaşmak için araştırma/
inceleme yapmanın önündeki en önemli engeldir.
Meseleye böyle bakan okuyuculara, biraz daha sabretmelerini tavsiye edeceğim.
El-Beyhakî, Delâilu’n-Nübüvve, V. 489. el-Beyhakî’nin bu rivayeti naklettikten sonra söyledikleri
tam olarak şöyledir: “Bu rivayetin bu şekilde naklinde
Abdurrahmân b. Zeyd b. Eslem tek kalmıştır. Bu zat
zayıftır. Vallâhu a’lem.”
El-Hâkim de bu rivayeti bu zat kanalıyla nakletmiştir. Bkz. el-Müstedrek, II, 672.
‘Adetleri üzere hareket eden güneşi ve ayı size musahhar kıldı ve geceyi ve gündüzü sizin emrinize verdi. Ve istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi; öyle ki, Allah’ın
nimetini saysanız, bitiremezsiniz’ (14/İbrâhîm, 33.)
44
Ekim
Meseleyi “felsefî iddialar” olarak değil, rivayetler esasında irdelenen bir mesele olarak alırsak, ilgili
rivayetler hakkındaki yorumların da gereği gibi izah ve
tatmin edici olmaktan uzak olduğunu da görebiliriz.
Yukarda İmam Takiyüddîn es-Sübkî’nin altını
çizdiği bir husus vardı: “Âdem (yaratılış sürecinde) ruh ile beden arasındayken ben peygamberdim” hadisinde ifade buyurulan meseleyi nasıl
anlamak gerekir?
Bunun, “Allah Teala’nın ilminde” veya
“Levh-i Mahfuz’da peygamberdi” şeklinde anlaşılması gerektiğini söylemek izah edici olmaktan
uzaktır. Zira aynı şey (“Allah Teala’nın ilminde” veya
“Levh-i Mahfuz’da” peygamber olma durumu) diğer
peygamberler için de geçerlidir. Dolayısıyla burada
Efendimiz (s.a.v)’e özgü bir durum bulunduğunu söylemek mümkün değildir.
Denebilir ki: “Efendimiz (s.a.v)’in bu cevabında O’na özgü bir durumun ifade edildiğini düşünmek
şart değildir. Efendimiz (s.a.v) burada sorunun sadece kendisini ilgilendiren yönünü cevaplandırmıştır.
Dolayısıyla O’nun bu cevabından “Nur-u Muhammedî” veya “Hakikat-ı Muhammediyye” çıkmaz.
Bu itiraza şöyle mukabele ederiz: Efendimiz
(s.a.v)’in peygamberlik vasfına sahip kılındığı zamanı
anlatmak için Hz. Âdem (a.s)’ın yaratılış sürecini özellikle zikretmiş olması elbette anlamsız değildir. Buradan anlaşılması gereken şudur: Efendimiz (s.a.v) ne
zaman peygamber olduğu sorusuna, ilk peygamber
olan Hz. Âdem (a.s)’ı bahse konu ederek cevap vermektedir. “Kâinat yaratılış sürecinde şu aşamadayken” gibi bir cevap vermek yerine, peygamberlik
Ekim
vasfına sahip oluşunu ilk insanın ve ilk peygamberin
yaratılış süreciyle ilişkilendirerek anlatması, peygamberlik vasfında da, yaratılış hakikatinde de Hz. Âdem
(a.s)’dan, dolayısıyla bütün insanlıktan mukaddem
olduğunu ifade eder.
“Ben yaratılış itibariyle peygamberlerin
ilki, gönderiliş (zamanı) itibariyle sonuncusuyum”) hadisi de bu izah tarzını teyit etmektedir. Efendimiz (s.a.v)’in yaratılış itibariyle “peygamberlerin”
ilki olması, aynı zamanda “insanların” da ilki olması
demektir. Zira ilk insan aynı zamanda ilk peygamberdir.
Meseleye “inkâr etmek/reddetmek” gibi bir
önyargıyla değil, gerçekten “anlamak için” bakıldığında ortaya farklı bir neticenin çıkacağını çarpıcı biçimde gösteren bazı alıntılara yer vereceğim:
“… Rivayet edildiğine göre Allah Teala O’nun
(Efendimizin) ismini Arş’ın üzerine ve Cennet’in kapılarının, kubbelerinin, (ağaçların) yapraklarının üzerine yazmıştır. O zaman (Hz. Âdem yaratılış sürecinde ruh ve beden arasındayken, E.S) O’nun şanının
yükseltildiğini, zikrinin yüceltildiğini anlatan ve bu
konudaki sahih hadislere uygun düşen pek çok hadis
rivayet edilmiştir.
el-Müsned’de yer alan şu Meysere el-Fecr hadisi
daha önce geçmişti: O’na, ‘Ne zaman peygamber
oldun?’ diye sorulduğunda, ‘Âdem ruh ile beden
arasındayken’ buyurmuştur.
Bunu Ebu’l-Hüseyin b. Bişrân, Şeyh Ebu’l-Ferec
İbnu’l-Cevzî yoluyla –onun el-Vefâ bi Fedâili’l-Mustafâ’sından naklen– (…) Abdullah b. Savfân-Meysere
tarikiyle Meysere (R.A.)’ın, ‘Ya Resullallah! Ne zaman
peygamber oldun?’ diye sordum, şöyle buyurdu: ‘Allah Teala arzı yarattığında, göğe yönelip, göğü
yedi kat olarak tesviye ettiğinde ve Arş’ı yarattığında, Arş’ın kaidesine ‘Muhammed Allah’ın
resulüdür; enbiyanın sonuncusudur’ diye yazdı.
Allah, Âdem ve Havva’yı iskân ettiği Cennet’i
yarattı ve ismimi kapılara, yapraklara, kubbelere, köşklere yazdı. O vakit Âdem ruh ile beden
arasındaydı. Allah ona can verip dirilttiği zaman Arş’a baktı ve ismimi gördü. Allah ona, ‘O
senin çocuklarının/neslinin seyyididir’ diye haber verdi. Şeytan onları aldatınca tevbe ettiler
ve benim ismimle istişfa’da bulundular (benim
vasıtamla bağışlanma talep ettiler).’
45
Hafız Ebu Nu’aym da Delâilu’n-Nübüvve isimli
eserinde yine Şeyh Ebu’l-Ferec yoluyla (…) Ömer b.
el-Hattâb’dan şöyle rivayet etmiştir: Hz. Peygamber
(S.A.V.) şöyle buyurdu: ‘Âdem o hatayı işleyince
başını kaldırdı ve Ya Rabbi! Muhammed hakkı
için beni bağışla dedi. Kendisine, Muhammed
nedir? Muhammed kimdir? diye vahyedildi.
Şöyle cevap verdi: Ya Rabbi! Sen benim hilkatimi tamam edince başımı Arş’ına doğru kaldırdım ve orada, Allah’tan başka ilah yoktur,
Muhammed O’nun resulüdür cümlesinin yazılı
olduğunu gördüm. Anladım ki O, senin yarattıklarının içinde senin katında en değerli olanıdır. Zira O’nun ismini kendi isminle birlikte
yazmıştın. Allah Teala şöyle buyurdu: Evet.
Seni bağışladım. O, senin soyundandır ve peygamberlerin sonuncusudur. O olmasaydı, seni
yaratmazdım.’
Bu hadis, bir önceki rivayeti teyit eder ve bu
iki rivayet, konuyla ilgili sahih hadislerin tefsiri gibidir.
… Âdem’in bedeninin yaratılmasıyla kendisine ruh üflenmesi arasında Allah Teala O’nun zikrini
yüceltmiş ve kendisini mele-i a’lada ilan etmiştir. Nitekim Meysere el-Fecr (…) ve el-Irbâd b. Sâriye (…)
hadislerinde de bu husus nakledilmiştir…
… Hz. Muhammed (S.A.V.), Âdemoğullarının
seyyidi ve Allah Teala nezdinde mahlûkatın en efdali,
değerlisidir. Allah Teala’nın âlemi O’nun için/O’nun
hürmetine yarattığını veya O olmasaydı Arş’ın da
Kürsi’nin de semanın da arzın da güneşin de ayın da
yaratılmayacak olduğunu söyleyenler de bu sebeple
söylemişlerdir. Ancak bu, Hz. Peygamber (S.A.V.)’den
ne sahih ne de zayıf olarak nakledilmiş bir hadis değildir. (…) Ancak bu sözün şu suretle sahih bir tefsirini
yapmak mümkündür.”
“… Bu söz (Allah Teala âlemi Hz. Peygamberin hürmetine/O’nun için yarattığını
söylemek, E.S), ‘Göklerde ve yerde olanları si-
zin emrinize musahhar kılmıştır.’ (31/Lokmân,
20.) ‘Emriyle denizde yürümesi için size gemileri musahhar kıldı ve nehirleri de sizin hizmetinize verdi.’ ( 14/İbrâhîm, 32.)
‘Adetleri üzere hareket eden güneşi ve
ayı size musahhar kıldı ve geceyi ve gündüzü
sizin emrinize verdi. Ve istediğiniz şeylerin
hepsinden size verdi; öyle ki, Allah’ın nimetini saysanız, bitiremezsiniz’ (14/İbrâhîm, 33.)
gibi mahlûkatın Âdemoğulları için yaratıldığını ifade
eden ayetlerde anlatılan durum gibi açıklanabilir.
Malumdur ki, bunlarda, zikredilen hikmetlerden/sebeplerden başka, büyük, hatta onlardan daha büyük
hikmetler de vardır. Bu ayetlerde ise, Âdemoğlunun
zikredilen mahlûkattaki menfaati ve ona nimet olarak
veriliş veçhi dikkate sunulmuştur.
Herhangi bir şey hakkında ‘şunun için yaptı’ denildiğinde, bu, o işte başka bir hikmet bulunmamasını gerektirmez. Aynı şekilde, ‘Şu olmasaydı,
bu yaratılmazdı’ şeklindeki söz de, o konuda başka
büyük hikmetler bulunmamasını icap ettirmez. Aksine bu söz şunu söylemeyi gerektirir: Hz. Muhammed (S.A.V.) Âdemoğullarının salihlerinin en efdali
olduğuna ve O’nun yaratılışı arzu edilen bir gaye,
son derece büyük bir hikmet ve diğerlerinden daha
büyük bir maksat olduğuna göre, hilkatin tamamlığı
ve kemalin nihayeti de Hz. Muhammed (S.A.V.) ile
olacaktır. (…)
O (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: ‘Âdem (yaratılış
sürecinde) balçığı içinde (balçık halinde) yeryüzü-
“Hani Rabbin: Âdemoğullarının bellerinden zürriyyetlerini almış, onları nefislerine karşı
şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim’ diye işhad etmiş, onlar da ‘evet’ demişlerdi,
‘şâhidiz’. Kıyamet günü, ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ demeyesiniz!” ( 7/el-A’râf, 172.)
46
Ekim
ne atıldığı zaman (balcık halindeyken ve kendisine
henüz ruh üflenmemişken) ben Allah Teala katında
peygamberlerin sonuncusu olarak yazılmıştım.’ Yani
benim peygamberliğim, Âdem (A.S.) yaratıldığında kendisine ruh üflenmeden önce yazıldı ve izhar
edildi. Bu, tıpkı Allah Teala’nın, cenin anne karnındayken onun rızkını, ecelini, amelini, bedbaht mı
olacağını bahtiyar mı olacağını henüz kendisine ruh
üflenmeden yazması gibidir. İnsan mahlûkatın hatemi
ve sonuncusu olduğuna ve mahlûkatın özelliklerine
bünyesinde toplayan varlık olduğuna göre, insanın
üstünü, mutlak anlamda mahlûkatın da üstünüdür.
(İnsanın diğer mahlûkatın özü ve en üstünü olması
gibi) Hz. Muhammed (S.A.V.) de bu varlığın (insanın)
en üstünü, bu değirmen taşının mili ve varlıklar toplamının aksamı olduğuna göre, mahlûkatta gayelerin
gayesi mesabesindedir. Bu itibarla, ‘Bütün mevcudat
O’nun için/hürmetine yaratılmıştır; O olmasaydı kâinat yaratılmazdı’ dense inkâr olunmaz…”
Yukarı da devam eden bu sözlerin kime ait olduğunu sizin tahminlerinize bırakacağım.
Hadisin buradakine yakın lafızlarla rivayeti için
bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 127-8.
Denebilir ki: “Kur’an’da Efendimizin
(S.A.V.), kendisine vahiy gelmeden önce, ‘Kitap nedir, iman nedir bilmediği’ , ‘yolunu şaşırmış bir halde olduğu’ (42/eş-Şûrâ, 52) (93/
ed-Duhâ, 7) haber verilmektedir. Bu ve benzeri
nasslar, Efendimizin (S.A.V.) ‘peygamberlik’ vasfını
ancak 40 yaşında haiz olabildiğini açık biçimde göstermektedir. Eğer Efendimiz (S.A.V.), Hz. Âdem’e
(A.S.) henüz ruh üfürülmeden önce peygamber olmuş olsaydı, Kur’an tarafından bu şekilde zikredilmesi söz konusu olmazdı. Bu durumda O’nun Hz.
Âdem (A.S.) yaratılış sürecini tamamlamadan önce
peygamber olduğunu söylemek mümkün değildir.”
Bu itiraza şöyle mukabele ederiz: Nur-u Muhammedî meselesini kabul edenler, Efendimizin
(S.A.V.) kâinat yaratılmadan önce bildiğimiz anlamda peygamberliğin bütün vasıflarını üzerinde taşıyacak şekilde peygamber olduğunu ileri sürmüyor. O
aşamada Efendimizin (S.A.V.) “hakikati”nin var
olduğunu söylüyor. Esasen yaratılışın o aşamasında
henüz kendisine peygamber gönderilecek muhatap
mevcut olmadığı için bildiğimiz anlamda “peygamberlik” de söz konusu olmayacaktır tabii olarak.
Ekim
Bu itibarla o aşamada “vahiy alan ve bu vahyi muhataplarına tebliğ eden” Muhammed b.
Abdillah’dan (S.A.V.) değil, O’nun “hakikatinden”
söz edilmektedir. Efendimizin (S.A.V.) ruh ve beden
olarak, Muhammed b. Abdillah olarak peygamberlik misyonu ancak dünyayı teşrifinin üzerinden 40 yıl
geçtikten sonra söz konusu olacaktır.
Meseleyi bir başka açıdan şöyle izah edebiliriz:
Hiç birimiz “Elestü bi Rabbikum?” sorusuna muhatap olduğumuzu ve bu soruya “belâ/evet” cevabı
verdiğimizi hatırlamıyoruz. Oysa Kur’an’da bu meselenin zikrediliş tarzı son derece enteresandır: “Hani
Rabbin: Âdemoğullarının bellerinden zürriyyetlerini almış, onları nefislerine karşı şahit
tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim’ diye
işhad etmiş, onlar da ‘evet’ demişlerdi, ‘şâhidiz’. Kıyamet günü, ‘Bizim bundan haberimiz
yoktu’ demeyesiniz!” ( 7/el-A’râf, 172.)
Burada soy-sop sahibi her insandan alınan
“misak”tan söz edilmektedir. Bu misak, biz, ruh ve
bedenden müteşekkil “insan”lar olduğumuz halde mi
bizden alındı? Buna “evet” demek mümkün değil.
Zira her birimiz bu dünyaya birer ana-baba vesilesiyle geldik. Dünyaya ilk geldiğimizde mükellef bile
değildik. Bebeklik ve çocukluk çağlarından geçerek
mükellef olduğumuz yaşlara geldik. O halde soralım:
“Elest bezmi”nde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
sorusunun muhataplarının ontolojik varlıkları hakkında ne söyleyebiliriz? Üstelik orada verdiğimiz ve
dahi hiç birimizin hatırlamadığı o ahit, bu dünyada
inkâr üzere yaşayanlar için kıyamet günü aleyhde bir
“hüccet” olacak. Hakikat-ı Muhammediye meselesini
peşinen reddedenler öncelikle “Elest bezminde, ‘Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?’ sorusuna, ‘Belâ/evet’
cevabını verenler kimlerdi?” sorusunun tatminkâr
bir cevabını vermek durumundadırlar. Özellikle de
ruhların bedenlerden sonra yaratıldığını söyleyen İbnu’l-Kayyım’ı ve hocası İbn Teymiyye’yi takliden Hakikat-ı Muhammediyye meselesinde peşinci red tavrı
takınanlar için bu ilmî bir mecburiyettir.
Sonuç olarak deriz ki: Meseleye önyargıyla reddetmek üzere değil, “anlamak için” bakıldığında
“Levlâke” rivayetinin de “Nur-u Muhammedî”
meselesinin de makul izahı mümkündür; hatta böyle
izah etmek nassların gereği olarak görülmelidir.
Vallahu a’lem.
47
Rabb’ın Terbiyesi
Ahmet YAŞAR
İslâmda İnanç Ve
İbadet Anlayışı
ününü
t
ü
b
n
nı
hayatı
ır.
n
a
s
n
i
izamıd
n
t
Din,
a
y
ha
ren bir
d
e
her tü
a
t
n
ı
ğ
ı
iha
t
ap
r
ı için y
s
a
z
ı
ıyla bi
r
s
â
h
n
a
l
â
l
A
şm
n geni
e
t
e
k
dir.
e
gereği
lü har
n
i
n
i
ve d
ibadet
48
Allah Teâlâ Hazretlerine ebedî hamd,
sayısız ve sonsuz şükürler olsun ki bizlere
hayat nimetini ihsan ederek bir araya gelmemizi nasip etmiştir. Bu vesile ile Allah Teâlâ,
varlığını hakkıyla tanımayı, yaratılış gayemize ulaştıracak olan vazifelerimizi îfa ederek itaatte kusur etmemeye gayret ederek son nefesimizi verip
Cemâl-i İlâhiye kavuşmayı hepimize nasip etsin.
Resûl-ü Ekrem Efendimiz bir hadis-i şerifinde
“Cennetin ortasında yer isteyen, bana çok
salâtü selâm getirsin,” buyurmuştur. Bundan
dolayı duaya olan ihtiyacımız kadar âhirette hatırlanmamız için Resûlullah’a çok salâvat-ı şerife getirmeye de ihtiyacımız vardır. Eğer bizler dünya hayatında Resûlullah’ı hatırlamazsak, kıyametin dar
zamanında da Resûlullah tarafından hatırlanmamız
ve şefaatine nâil olmamız mümkün olmayabilir.
Ekim
Bir meclise oturduğunuz ve kalktığınız,
yolda birbirinizi gördüğünüz zaman selâm vererek salatü selâm getirmeniz günahlarınızın
affına da inşaallah vesile olur.
Rabb olarak Allah’ı kabul edip, Allah Teâlâ’nın
hukukuna razı olduğunu sözlü olarak ifade etmek çok
kolaydır. Çünkü insanlar darda kaldığı zaman
hemen Allah’ı hatırlarlar. Bu durumdaki bir anlayışa sahip olmamak için “Acaba ben Allah’ı kâmil
mânâda Rabb kabul edip, O’nun Rabb’lığını içime
sindirebildim mi? diye tefekkür ederek nefsimizi murakabe etmeliyiz.
Bilmeliyiz ki, Allah’ı Rabb kabul etmek sözle yerine getirilebilecek bir şey değildir. Allah Teâlâ’yı
Rabb kabul etmek, O’nun bütün emir ve yasaklarını, insanlar ve mahlûkat arasındaki
hukukunu gönülden ve severek
kabul etmekle mümkündür. Bunun dışındaki bütün anlayış ve davranışlar Cenâb-ı Allah’ı kâmil manada Rabb olarak kabul etmemek
ve cenneti kaybederek cehenneme
talip olmak demektir.
mağlup olarak, nefsini Rabb makamına koyarsa,
dünya ve âhiretini helâk edenlerden olur.
Sahip olduğu akıl nimetiyle Allah’ı Rabb olarak kabul etmeyen nankör insanlar, âhirette, bütün
nimetler gibi akıl nimetini de kendisine bahşeden ve
onu doğru kullanması için nebi ve resûller vasıtasıyla
kitaplar göndererek kendisini ikaz ve irşad eden Allah
Teâlâ’nın Rabb’lığını mecburen kabul edecektir.
Muttakî ilim ehli, yaptıkları tebliğ ve irşad faaliyeti ile sizlerin böyle bir mecburiyetle veya kişilerin ve zümrelerin
baskılarıyla değil gönüllü olarak Allah Teâlâ’nın Rabb’lığını
kabul etmeniz için gayret sarfediyorlar.
Allah Teâlâ’nın bizlere gönderdiği kitaptaki hükümler kalbinize
asla ağırlık vermemelidir, şâyet bu
hükümler kalbinize ağırlık verirse,
derhal tevbe ederek inancınızı gözden geçiriniz. Çünkü bu hâl münafıklık alâmeti olup insanın
şirke sürüklenme sürecini hızlandırarak sonunda küfre gitmesine sebep olabilir.
Bundan dolayı itikadî meselelerimize çok
dikkat etmeliyiz. Çünkü söz ve davranış olarak
Allah Teâlâ’nın hukukunu kabul edemiyorsak veya
bu hukukun doğruluğundan şüphe duyuyorsak, “Allah’ı Rabb olarak kabul ettim, Rabb’lığından
râzıyım,” dememiz hiçbir mânâ ifade etmez.
Münafıkların insanlardan çekinerek veya
gösteriş için namazı zorla kılması, zekâtı istemeyerek vermesi gibi diğer ibadetleri de gönülsüz olarak, kerhen yapması onu nifaktan
kurtarmaz. İnsanı nifaktan kurtaracak olan amel,
doğruluğuna inanılarak gönül rızası ile yapılan salih
amellerdir.
Şunu kesin olarak bilmeliyiz ki, “Rabb” terbiye edici demektir. İnsanı en güzel terbiye edecek
olan ise sadece Allah Teâlâ’dır. Bunun için insan
öncelikle Allah’ı Rabb yani terbiye edici olarak kabul
etmelidir. Eğer insan nefsinin istek ve arzularına
Gözün Allah Teâlâ’nın istediklerine bakarsa, kulağın Allah Teâlâ’nın istediklerini dinlerse, vücudun Allah Teâlâ’nın rızasına uygun
bir hayat yaşarsa Âlemlerin Rabb’ını terbiyeci
ve İslâm’ı da din olarak kabul etmiş olursun.
Gözün Allah Teâlâ’nın istediklerine bakarsa, kulağın Allah Teâlâ’nın istediklerini dinlerse, vücudun Allah Teâlâ’nın rızasına uygun bir hayat yaşarsa Âlemlerin Rabb’ını
terbiyeci ve İslâm’ı da din olarak kabul etmiş olursun.
Ekim
49
Çünkü Cenâb-ı Allah bize din olarak İslâm’ı seçtiğini
Kur’anı-ı Kerim’de açıkça beyan buyurmuştur.
Bunun için “müslümanım” demekle yetinmeyeceğiz. Allah Teâlâ’nın gönderdiklerinden razı olduğumuzu ve her emredilene itaat edeceğimizi, İslâm’ı
hayatımıza tatbik ederek ispat edeceğiz. Dinimizde
hiç kimseye “müslüman ol!” diye bir zorlama
yoktur. Kendi rızanla İslâm’ı din, Allah‘ı Rabb olarak
kabul edip emredilene razı olarak itaat etmeli ve hayatını bu itaate göre tanzim etmelisin.
Dini sadece namaz, oruç, hac gibi ibadetlerden
ibaret görmemeliyiz. Din, insan hayatının bütününü ihata eden bir hayat nizamıdır. Allah
rızası için yaptığın her türlü hareket en geniş
mânâsıyla bir ibadet ve dinin gereğidir. Bunun
içine aile hayatından sosyal hayata, ziyaretten ticarete, ilim tahsilinden tebliğe, çevre sevgisinden hayvan
sevgisine kadar düşünebildiğiniz her şey girer. Çünkü
onları da, seni de yaratan ve bir nizam içerisinde yaşamanızı sağlayan Âlemlerin Rabb’ı olan Allah Teâlâ
Hazretleridir.
Ey mü’min! Din olarak İslâm’ı kabul ettikten sonra, müslüman gibi yaşamayı da kendi rızanla kabul edeceksin. Başkasının seni
zorlamasına sebebiyet vermeyecek ve bütün
gücünle tevhid ilmini tahsile başlayarak sahip
olduğun imkânları sadece Allah’ın rızasını kazanmak için kullanacaksın.
Öldürülmek veya âzaların kaybı gibi tehditlerle
karşı karşıya kaldığın zaman İslâm’ın bazı hükümlerini zâhiren terk edebilir veya reddetmiş görünebilirsin. Bu müslümanlara tanınmış bir kolaylıktır. Âzimet ise zorlama ve tehditler karşısında dahi İslâm’ın
dışındaki bütün teklif ve düşünceleri reddetmektir.
Bir müslüman öldürülme dahil her türlü tehdit karşısında kalbden inkârda bulunmak, zina yapmak
ve adam öldürmek hakkına asla sahip değildir. Kişi
kendi hayatını kurtarmak için dahi olsa bu emirlere
asla itaat edemez.
Kişi eğer İslâm’ı yaşarsa Allah Teâlâ’nın istediği
gibi yaşamış ve Allah’ı Rabb olarak kabul etmiş sayılır. Allah’ı Rabb olarak kabul etmeyenler hesap günü
asla mü’min ve müslüman olarak kabul edilmezler.
50
Hz. Muhammed’i Nebi ve Resûl olarak
kabul etmek; hayatını, Resûlullah’ın hayatına
uygun olarak tanzim ederek O’nu her şeyden
çok sevmekle mümkün olur. Eğer bu şekil bir
inanç içerisindeysen O’nun tebliğini kabul etmiş sayılırsın. Aksi halde sözlerin hiçbir mânâ ifâde etmez ve
sen bunun farkına varmadan boşu boşuna oyalanarak ömrünün nasıl tükendiğini fark etmeden kendini
hesap için Âlemlerin Rabb’ının huzurunda bulursun.
Ne acınacak bir hâl! Yâ Rabb! Sen bizleri bu hâlden
muhafaza buyur.
Allah’ı Rabb kabul edersen İslâm’ı yaşarsın, İslâm’ı yaşamak için Allah’ın Resulü Hz.
Muhammed Efendimiz senin için en güzel örnektir. Cennetin zirvesine ulaşman için; varlığının her zerresine İslâm’ın hükmetmesi için
çalışmalısın.
İslâm’ı kâmil mânâda yaşamak ancak
mü’minler topluluğu içerisinde mümkündür.
Çünkü Kur’an hükümlerinin çoğu bir toplum
halinde yaşamamızı bizlere emretmektedir.
Fert olarak İslâm’ı yaşamak istesek, birçok sıkıntılarla
karşı karşıya kalabileceğimiz gibi bütün emir ve yasakları yaşama imkânına da sahip olamayız.
Bu sebeple İslâm’ın daha iyi anlaşılıp yaşanabilmesi ve bir mü’minler topluluğunun
oluşması için en tez zamanda tevhid ilminin
tahsiline başlamalıyız. Bunun ardından sahip
olduğumuz tevhid düşüncesinden bütün insanların
istifade edebilmeleri için tebliğ vazifemizi noksansız olarak yerine getirmek için çalışmalıyız. Amel-i
salih olan bütün bu gayretlerimiz neticesinde
inşaallah dünya ve âhiretin huzur ve saadetine
kavuşuruz. El Fatiha.
Ekim
Kelime-İ Tevhid Ve Fatiha Suresi
Yrd. Doç. Dr. H. Murat KUMBASAR
bizi
mize,
i
b
b
a
R
ma
0 kere
4
e
d
ulaştır
n
a
n
Gü
u
l
yo
te
nların
a
y
i
teakip
t
s
ü
i
m
ı
Hır
z
a
in, nam
s
k
eceğim
e
r
c
i
e
g
e
diy
n
liği
pa bir
u
r
aksın.
v
c
A
a
l
n
o
e
r
b
be
le bera
r
e
l
n
e
sırat-ı
n
diy
i
n
’
i
ğ
im
a Birli
caba k
Avrup
a
u
n
u
duğ
i
kim ol
a
t
iz kim
s
b
ü
,
i
m
h
a
S
ebilir?
y
e
l
y
!!!
ö
s
yoruz?
ı
r
ı
d
n
ka
Ekim
Etrafımıza dikkatlice bakarsak, kâinatın biz insanlar için yaratıldığını görüyoruz.
Dağlar, taşlar, ovalar, bağlar, galaksi, samanyolu
hemen hepsi bizim için yaratılmış. Bizim emrimize verilmiş, bize musahhar kılınmış. Kâinat bizim
için yaratılmış da pekiyi biz kim için yaratılmışız. Bizi yaratan bunun cevabını bizzat
kendisi vermiş, biz de Allah için yaratılmışız. Zariyat suresi 56. ayeti bunu açık seçik bir
şekilde beyan etmektedir. Hz.Adem (A.S.)’dan
beri bütün peygamberler, bu kulluk görevini
O’nu bilip tanıma O’na ibadet etme görevini
hem kendileri yerine getirmiş hem de bütün
insanlığa örnek olmuşlardır. Allah için yaratılma görevini; kulluk etme, tanıma, ibadet
etme, boyun eğme şeklinde ifade edebiliriz.
Bütün insanlar “La İlahe İllallah” davasıyla yani tevhidle yükümlüdürler. “Allah’tan başka
ilah yoktur” düsturu aynı zamanda imanımızın
bir gereğidir. Biz, Müslümanlığımızı bu düsturla
belirlemiş oluruz. Bütün peygamberler tevhidi ger-
51
çekleştirmek üzere gönderilmişlerdir. Mesela, Adem
(A.S.)’ın ümmeti “La ilahe illallah, Adem Safiyullah”, derken İbrahim (A.S.)’ın ümmeti “La ilahe
illallah, İbrahim Halılullah” demekle emrolunmuştur. Musa (A.S.)In ümmeti “La ilahe illallah,
Musa Kelimulllah”derken, İsa (A.S.) ümmeti “La
ilahe illallah, İsa Ruhullah” denmesi istenmiştir. Dikkat edilirse bütün peygamberler ve ümmetleri
tevhidle yani LA İLAHE İLLALLAH’la mümin olmuşlardır. Nihayet Muhammed (S.A.S.) gelince “La
ilahe illallah Muhammedun Rasulullah” söyleyerek ve inanarak Müslüman ve mümin olunmuştur.
Bütün hepsinde değişmeyen ölçü
“La ilahe illallah” yani tevhid,
değişen ölçü ise şeriatlardır. Yani,
değişen dünyevi ölçülerdir. Dünya
nizamına ait değerledir. Şunu söylemeliyim ki sadece “La ilahe illallah” söylemek insanı müslüman
yapmaz mutlaka Muhammedun
Rasulullah denmelidir ki tevhidimiz tamamlansın. “Rasulullah” ifadesi, Peygamberimizin dünya nizamı getirdiğini, şeriatının var
olduğunu ifade eden “kitap getiren
peygamber” anlamına gelmektedir.
Faraza, şöyle bir şey söylenebilir. “La ilahe
illallah diyen cennete girer” hadisini nasıl anlamamız gerekir? sorusunun cevabı ise bize “La ilahe
illallah”ı öğreten Muhammed (S.A.S.)dır. Biz zaten
La ilahe illallah derken aynı zamanda “Muhammedun Rasulullah”ı onun zımnında zaten söylüyoruz. Buradan dinlerarası diyalog fitnesine asla bir
kapı aralanamaz. Çünkü Hz.Muhammed (S.A.S.)
geldikten sonra dünyaya gelen herkes O’nun ümmetidir. O’nun zamanındaki ve günümüzdeki Yahudiler ve Hırıstiyanlar O’na inanmaya ve O’nu tasdik
etmeye mecburdur. Yoksa cennete giremeyeceklerdir. Birçok ayet ve Beyyine suresi, bunu apaçık beyan etmektedir.
Biraz da “la ilahe” kelimelerini incelersek,
şunları söyleyebiliriz. “Hiçbir ilah yoktur” diye
Türkçeye çevireceğiz bu ifade “ilah” kelimesinin
anlamlarını bilmemizi gerektirir. “İlah” lügatte “o
şey, o kimse” anlamına geldiği halde ıstılahta (terminoloji) birçok anlama gelmektedir. Bunların dört
tanesi çok önemlidir. Birinci manası ibadet edilecek kimse, ikinci manası yardım talep edilecek
kimse, üçüncü manası rızası gözetilecek kimse,
dördüncü manası ise hüküm koyucu kimse anlamına gelmektedir. Böyle olunca ilah kelimesinin bu
manalarını “la ilahe illallah”a yerleştirirsek şöyle
olur. Allahtan başka ibadet edilecek, yardım talep edilecek,
rızası gözetilecek, hüküm koyacak hiç kimse yoktur. İbadet
etmek; emrini yerine getirmek yasağından kaçmak anlamına geldiğini
hepimiz bilmekteyiz. Böyle olunca
biz ancak Allah’ın emrini yerine
getirir, ancak O’nun yasağından
kaçarız. Sadece O’ndan yardım
isteriz. Sadece O’nun rızasını
gözetiriz. Hüküm koyucu olarak sadece O’nu biliriz.
Rabbimiz “Allah’tan başkasının hükmetme yetkisi mi
var!” (Yusuf,40) ifadesiyle hükmetmenin, hakimiyetin yalnızca kendisine ait olduğunu ferman buyurmaktadır. Namazlarımızda sıklıkla okuduğumuz Nas
suresinde Rabbimizin Yaratan, Yaşatan ve Yöneten olduğunu ikrar etmekteyiz.
Bir papağan kuşu alsak, ona kelime tevhidi
(La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah) öğretsek,
Papağan Müslüman olur mu? Olmaz. Neden olmaz?
Çünkü söylediği sözün manasını bilmiyor da ondan.
Çevremize ve kendimize bir bakarsak kelime-i tevhidi, ilah ve rasul kelimelerinin anlamlarıyla inanarak
ve içine sindirmiş olarak kaç mümin görürüz?
Dinimiz bütünlük arz eden bir dindir. Yani külliyet ifade eder. Cüz’iyyeti kabul
etmez, reddeder. “Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara,85)
52
Ekim
Dinimiz bütünlük arz eden bir dindir.
Yani külliyet ifade eder. Cüz’iyyeti kabul etmez, reddeder. “Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp,
bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara,85)
tehdidiyle Rabbimiz bizi uyarmaktadır. Bilindiği üzere Kur’an’da ortalama 480 ahkâm ayeti mevcuttur.
Bunların 250 tanesi ibadetlerimizle ilgili, 200 tanesi
muamelat dediğimiz siyasi, sosyal, iktisadi, uluslararası vb. hukukla ilgili, 30 tanesi ceza ile ilgili. Dinimizi
sadece iman ve ahlakla ilgili göstermek 480 ahkâm
ayetini inkâr etmek gibidir. Allah Teala inanç esaslarımızdan tutun da ibadetimize, hukukumuza, ahlakımıza kısaca her şeyimize karışmıştır. Zaten karışmasa
“ilah” olamazdı. O’nun şanına yakışmazdı.
Namazlarımızda okuduğumuz hem de mecburen okuduğumuz Fatiha sûresinde, sünnetleriyle beraber kılıyorsak günde 40 kere okuduğumuz bu sûrede, “ancak sana kulluk ederiz ve ancak senden
yardım dileriz” ayetlerini okumaktayız. Görüldüğü
üzere ilah kelimesinin iki anlamını; ibadet edilecek ve yardım talep edilecek kimse anlamını
günde kırk kere söylemekteyiz. Yani tevhidimizle
ibadetimizi bir arada idrak etmekteyiz. Yine Fatiha sûresine bakacak olursak Rabbimiz Bize, “Biz” dedirtiyor. Biz, ancak sana ibadet eder, ancak senden
yardım dileriz, diyerek bizim “cemaat” olduğumuzu ilan ediyoruz. Tek başımıza kılsak ta (münferit),
cemaatle kılsak ta “BİZ” diyoruz. Bu ne anlama gelir
biliyor musunuz? Ya Rabbi BİZ “İslam Cemaati”
olarak senin huzurundayız. Biz, bir ve beraberiz. Ve
seninle karşı karşıyayız. Adeta yüz yüzeyiz. Lebbeyk
Ya Rabbi, diyoruz.
Daha sonra Rabbimizden ilk duamız ve ilk niyazımız bize öğretiliyor. O da “sırat-ı müstakım”
“dosdoğru yol” ve o yola ulaşmamız talep ettiriliyor. Bizi sırat-ı müstakıme hidayet et. Biz oraya ulaştır Ya Rabbi. O yol ki nimet verdiklerinin yolu. Nimet verdikleri Fatiha’da sayılmıyor Nisa,
69’da nimet verilenler sayılıyor. Onlarda Nebiler,
Sıddıklar, Şehitler ve Salihler. Yani biz günde 40
kere Ya Rabbi, bizi nimet verdiklerinin yoluna,
Nebilerin, Sıddıkların, Şehitlerin ve Salihlerin
yoluna ulaştır niyazında bulunuyoruz. Bakın yine
BİZ dedirtiliyoruz. Allah bize “ben” değil “biz” dedirtiyor. Dolayısıyla sürekli cemaat vurgusuyla karşı
karşıyayız. Fatiha’nın sonuna geldiğimizde ise Bizi
Gazaba uğrayanların ve Sapıtanların yoluna
değil, nimet verdiklerinin yoluna ulaştır dua-
Ekim
sıyla tamamlattırıyor. Bilindiği üzere birçok ayetin
ve hadisin nokta tespitiyle Gazaba uğrayanlar, Yahudiler, Sapıtanlar ise Hıristiyanlardır.
Yani “istikamet duası” yaptırılıyor, bir nevi “yol
duası” diyebileceğimiz, biz kulların Rabbimizden istediğimiz belki ilk duamız istikamet duasıdır, yol duasıdır. Nimet verilenlerle beraber olma duasıdır.
Yahudi ve Hıristiyanların yoluna değil nimet verilenlerin yoluna Nebi, Sıddık, Şehit ve Salihlerin
yoluna ulaşma duasıyla Rabbimiz ilk duamızı
yaptırtıyor. Burada sadece Yahudiler ve Hıritiyanların yolu değil, vahiy dışı heva ve heves sistemleri,
….izmler ve rejimlerin kastedildiği de izahtan vareste
olsa gerektir. Çünkü şu anda dünyada sadece Yahudilik ve Hıristıyanlık yok. Bütün Kur’an dışı,
vahiy dışı ne kadar sistem varsa hepsi kastedilmiştir. Ama bu ikisinin kökü ve kökeni olduğu
için zikredilmiş, İlahi irade diğerlerini “tağut, şeytan
ve heva” olarak değerlendirmiştir. Yani bizler Yahudilik ve Hıristiyanlıktan sakındırılırken, hepsinden sakınmamız istenmiştir.
Sırası gelmişken şunu da belirtelim. Avrupa
Birliği, Hıristiyan Birliğidir. Hıristiyanların yoluna girme, onlarla bir ve beraber olma istek ve arzusudur. Günde 40 kere Rabbimize, bizi Hıristiyanların yoluna ulaştırma diyeceksin, namazı
müteakipte ben Avrupa birliğine gireceğim diyenlerle beraber olacaksın. Avrupa Birliği’nin
sırat-ı müstakim olduğunu acaba kim söyleyebilir? Sahi, biz kimi kandırıyoruz?!!!
53
Allah’a Güvenmek ve Tevekkül
Abdullatif ACAR
Neden Tevekkül
Etmeliyiz?
Tevekkül, Allah’a güvenmek, bağlanmak,
O’nun rızasına dayanmak, O’ndan gelen her
şeyi gönül rahatlığı içerisinde karşılamaktır.
En güvenilir makam, ilmi ve merhameti sonsuz, bütün noksanlıklardan münezzeh olan, her şeyin kudretini elinde bulunduran Allah’dır. O’nu vekil kabul
eden, O’na sığınan O’nun emrinde kul olan hiç
bir şeyden mahrum olmaz. O’ndan uzak olan, hiç
bir şeye kavuşamaz, hiç bir şeyden emin olamaz. Güvenilir bir ortamda hayat sürmek, huzur ve mutluluğu yakalamak, kayatsız ve şartsız bir şekilde Allah’a
bağlanmakla mümkündür.
Bugün insanların mutlu ve huzurlu olamamalarının arkasında tevekkülün ve teslimiyetin eksikliği yatmaktadır. İnsan, mahlukat içerisinde en
mükerrem ve müşerref varlıktır. Ancak bu onun
54
mutlak mükemmelliği anlamına gelmez. İşte insan
hep burada aldanır. Kendisini varlık aynasında, her
şeyden üstün, her şeyi halladebileceği, herşeye yeteceği bir varlık olarak görür, hataya düşer. Sahip olduğu dünyaya tutunmaya çalışır. Ömür bitmeyecek,
malk mülk tükenmeyecek, evlad-ı iyal bırakmayacak zanneder. Kendi benliğine dönüp baktığında, bencilce kendini değerlendirdiğinde acizliyini
görmek, nice eksiklerinin olduğunu anlamak yerine,
sahip olduklarını ön plana çıkarıp Allah’ı unutur.
Yüce Allah bu hususta insanları uyarıyor:
“Size verilen herhangi bir şey sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise iman edip sadece Rablerine güvenen kimseler için daha hayırlı ve daha
kalıcıdır”. (Şura 36)
Akıllı insan; dünyanın kulu, nefsinin kölesi
olup onların altında ezilen, dünya meşgalelerine dalıp
her aklının yetmediği, gücünün çatmadığı, mantığının
tartmadığı yerde, karşılaştığı sorunların altında inil-
Ekim
tilerle, üflerle, püflerle, eyvahlarla kaygı ve telaşlarla, isyanlarla hayatını zindan eden, zayi eden değil;
Akıllı insan, şu koskocaman dünyanın başı boş olmadığını, mutlaka bir hikmet üzere yaratıldığını bilip
kendisinin ise bu alemde gücünün yettiği yerde yetkili, etkili, yeryüzünün en mükemmel varlığı, halifesi,
görev ve sorumluluk sahibi, yetmediği yerde,adeta
boşlukta hayata tutunmaya çalışan, kaderinin önünde
bir o tarafa bir bu tarafa sürüklenen, uçsuz bucaksız
bu alemin içerisinde cisim olarak bir nokta kadar küçük, korkuları dağlar kadar büyük, ihtiyaçları sınırsız
bilip, korktuğundan emin, umduğuna nail olmak için
yüce Yaratıcıyı vekil olarak kabul eden, her şeyi ona
havale edip, ona bırakan insandır. Vekil olarak Allah ne güzeldir. Ne sağlam bir kabı, ne emniyetli yerdir.
Peygamberimiz(s.a.v.) buyuruyorlar ki:
“Kim sırf Allah’a güvenirse Allah, ona her
türlü desteği yetiştirir ve ummadığı yerden rızkını sağlar, kim sırf dünyaya yönelirse Allah
onu dünyaya havale eder.”( Taberani)
Yüce Allah’da bir ayetinde:
“Müminler Allah’a tevekkül etsinler” (ibrahim,11) buyuruyor.
Başka bir ayeti kerimede ise:
“Eğer Mümin iseniz Allah’a tevekkül
edin.” (Maide,23) buyurarak inanmış bir insanın
başka şeylere dayanıp güvenmesini, fani şeylerden
medet ummasını yasaklamış, hikmetsiz hiç bir işinin
olmadığı, insanı koruyup kollayan, onun ebedi saadetini isteyen Allah’a güvenmesini emir buyurmuştur.
Bildirildiğine göre İbrahim aleyhisselam mancılıkla ateşe atıldığı zaman, yanına Cebrail (a.s.) gelerek:
insanın kendi kendine yaptığı zalimliktir, Allah’dan
gayrısına bel bağlamaktır. Sebeplerin bittiği yerde
“Allah bana yeter diyebilmektir” asıl olan.
Evet, Allah’dan gayrısına dayanmak ve güvenmek, insanı aldatır, insanı anlamsız kuruntularla meşgul eder. Fani olan insan baki olan şeylere heveslidir.
Güçsüz olanın sığınağı güçlü olandan taraftır. İhtiyaçlı
olan variyetli olanın kapısan da umduğunu bulur. Yetersiz olan yetirecek olana, merhamet dilenen merhametli olana ram olmak ister. İşte insan bunun için
Allah’la mütmain olur. Allah’dan gayrı fani şeyler, tatmin vesilesi değil hüsran sebebidir.
Gerçek hüküm sahibi Allah’ın takdirinin
önüne hiçbir şey geçemez; onun ol dediğinin
dışında bir yaprak dahi yerinden kımıldamaz,
olma dediğine de kimsenin gücü yetmez.
Yüce Allah, Davut aleyhisselam’a şöyle vahyetti: “Yarattıklarıma değilde bana güvenen kula,
bütün yer ve gök ehli ile karşısına dikilse bile
çıkış yolu gösteririm.”
Ne, mal mülk huzur vesilesi ne de evlad-ı iyal,
makam mevki, övünme ve güvenme sebebidir. Eğer
öyle olsaydı hayattayken üzerlerine tirtir titredikleri
mal- mülklerini öldüklerinde bırakıp gitmezlerdi insanlar. Ya da zenginler, biten ömürlerinin bir dakikalarını geri getirmek için bütün mallarını mülklerini
ortaya dökerlerdi de ömürlerini azda olsa uzatırlardı.
Dertlerinin çaresini bulamayan, servetleri kendilerine yetmeyen, hastalıklarla boğuşan o kadar variyet
arasında kuru bir ekmeye talim eden nice insanlar
var değil mi? Ya! güvendiği, zamanın da öve öve bitiremediği, ihtiyarlandıklarında, evlatları, kendilerini
kapının önüne koyduğunda “güvendiğim dağlara
karyağdı” diyen babalara , analara ne demeli?
“Bir şey istiyormusun”? diye sorar,
Hz. ibrahim (a.s.) de ateşe atıldığı zaman söylediği: “Allah bana yeter, O, ne ne güzel vekildir”
sözüne bağlı kalarak Cebrail’a(a.s.):
“Senden hiçbir dileğim yok.” diye cevap verir.
İbrahim aleyhisselamın gözü Allah’dan gayrı bir
şey görmüyordu, ilahi müşadeye dalmıştı. teslimiyetin zevk denizinde yüzüyor, huzur ikliminde gül bahçesi umuyordu, öyle olmadımı ki. Yakan, ateş değil
Ekim
Yediği arkasında yemediği önünde olan, bir gün
villasında intihar haberini okuduğumuz, şan şöhret sahiplerinden nasıl dersler çıkarmalıyız bir düşünelim!?
Bu dünyada insanın sahip olduğu şeyler
çoğaldıkça huzuru azalıyor, rahatı kaçıyor, düzeni bozuluyor. Çünkü o fani şeyler, gönülden
isteniyor, çok seviliyor, onlara sonsuz güven
bağlanıyor. Ve neticede insanı o şeyler taşıyamıyor.
Bunlara güvenmeyi Yüce Allah örümcek ağına
sığınmaya benzetiyor bir ayetinde.
55
Ayağınızı sağlam yere basmalısınız. Tutunacak dalınız kuran, sığınılacak limanınız
islamın emirleri olmalı. Allah, sevgileriniz
başı olmalı, onun sevdiği, razı olduğu amelleri işlemelisiniz. Sevdiğin O olunca sevenin de
O olur. O sevince de her şey senin hizmetine verilir.
O sevince her şey sana sevimli gelir, “ kahrında
hoş lutfunda hoş” dersin o zaman. O olunca gam
olmaz, keder olmaz, O olunca, güvendiğin dağlara
kar yağmaz. Sen dünyanın değil, dünya senin peşine sürüklenir. Mütevekkilin yükü hafif, gönlü rahat,
hayatı huzurla doludur.
Allah buyuruyor ki:
“( Ey Muhammed) Karar verip azmettiğin
zaman, Allah’a dayan, muhakkak ki Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.”(Ali imran, 159)
Zünnün-i Mısri, tevekkülün ne olduğunu soran
birisine şöyle demiştir: “Tevekkül, mal- mülk ve diğer bütün
itimat ettiğin şeyi kalbinden
söküp atman ve sadece Allah’a itimat etmendir.” soruyu
soran kişi biraz daha izahat isteyincede şöyle cevap vermiştir: “ Tevekkül, nefsini Rab olma konumundan çıkarıp kul olma
konumuna sokmandır.”
Evet, tevekkül kayıtsız
ve şartsız bir şekilde Allah’a
güvenmektir. Bu, hem sebepleri yerine getirirken hemde sebeplerden sonra güveni
ifade eder. Yoksa biz hakkımızdaki bir şeyin şermi
hayırmı olduğunu bilemeyiz. Şer gördüğümümüz
şey hayır, hayır gördüğümüz şeyler şer olabilir. Nasıl bir gayret içerisinde olursak olalım her halukarda
niyetlerimiz hayırlı olanın tarafında olmalı. Buda
Allah’a gerçek bir teslimiyetle mümkündür. Hakkımızda gerçekleşen mükedderatın bize bakan zahiri
yönüne bakıp tevekküldeki durumumuzu gevşetmemeliyiz. Allah’a gerçek manada bir güven, itirazssız
bir teslimiyet her şeyi insanın hayrına döndürebilir.
Burada ki asıl olan şey, başımıza gelen şeylerin neticelerinin ne olduğu değil, bize faydasının dokunup
dokunmadığıdır. Olayların zahiri yönleri sadece imtihan sebebidir. Bazen şükürsüzlük tevekkülsüzlüktür bazen de sabırsızlık...
56
Peyganberimiz(s.a.v.) buyuruyor ki.
“Müminin durumu ne kadar şaşırtıcıdır,
zira her işi onun için hayırdır. Bu durum sadece Mümine mahsustur. O’na menmun edeceği bir şey gelse şükreder kazanır, bir zarar
dokunsa sabreder yine kazanır.”( Müslim,7692)
Ebu Turap en- Nahşebi de tevekkülün şartlarını
şöyle sıralamıştır:
- Bedenin tamamen kulluğa hasredilmesi,
- Kalbin tamamen rububiyyete bağlı olması,
- Allah tarafından verilen her şeyin yeterli olacağına güvenip sukun içerisinde olmak,
-Allah’ın verdiğine şukretmek vermediğinede
sabretmek.( uşeyri risalesi)
Yine İbrahim Hakkı Hazretleri de, Arif-i billah
bir bakışla mütevekkil bir duruşla gerçek bir teslimiyetle Allah’a güvenmenin nasıl olması gerektiğini ne
güzel ifade etmiştir:
Hak şerleri hayreyler
Zannetmeki gayreyler
Arif olan seyreyler
Görelim mevlam neyler
Neylerse güzel eyler.
Sebepler ve tevekkül
Tasavvuf
büyüklerinden birisine, tevekkül nedir,? diye sorulduğunda, en
anlaşılır ve etkili bir şekilde şu
cevabı vermiştir:
“Tevekkül, on bin lira paran varken bir
kuruş borcun olduğu zaman, o bir kuruş borcu
ödemeden yani borçlu olarak ölmekten emin
olmaman ve on bin lira borcun olup da bunu
ödeyecek tek kuruşun olmadığı durumda da
Allah tarafından senin borcunun ödeneceğinden ümit kesmemendir”
Şu alemde her şeyin bir düzen ve nizam içerisinde cereyan ettiğini görüyoruz. Ancak bu olaylar
sebep ve sonuçlar çercevesinde cereyan ediyor; hiç
bir olay olmasınki belli bir sebebe bağlanmasın, biz
buna, Allah’ın koyduğu kanun yani sünnetüllah diyoruz. Allah koyduğu kanunlarla kendini bağlamaz
çünkü o gerçek hüküm sahibidir, isterse sebepsizde
yaratır herşeyi. Ancak biz, onun kanunlarrına uy-
Ekim
Yüce Allah, Davut aleyhisselam’a şöyle vahyetti: “Yarattıklarıma değilde bana güvenen kula, bütün yer ve gök ehli ile karşısına dikilse bile çıkış yolu gösteririm.”
makla mükellefiz, gerçek bir tevekkül sebepleri devre
dışı bırakarak olmaz, yani Allah’ın emrine, kanununa muhalefet ederek O’na güvenmiş olunamaz. Tam
aksine elimizden geleni yerine getirip neticesini teslimiyetle Allah’dan beklemeliyiz. Sebepleri, mutlak bir
neticeye ulaşmak olarak düşünmekte başka bir hataya düşmek olur; “Ben yaptım olmadı, niye şöyle
sonuçlanmadı da böyle oldu, halbuki elimden
geleni yapmıştım” demek, tevekkülü tam anlamıyla özümsememekten kaynaklanır. Böyle bir anlayış
sebepleri, Allah’ın kudretinin önüne geçirmek olur.
Evet, sebeplerle onun kapısını vururuz, iserse açar o
kapıyı isterse açmaz.
Zünnün-i Mısri şöyle buyurmuşur bununla alakalı:
Tevekkül, kendi başına tedbir almayı bırakman,
kendine ait herhangi bir gücün, kuvvetin bulunduğunu içinden söküp atmandır. Doğrusu, insan içinde
bulunduğun her halin, Allah tarafından görülüp bilindiği kanaatinde olmadıkça tevekküle ulaşamaz.
Tedbirsiz tevekkül olmaz
Enes b. Malikden gelen bir rivayete göre, bir
adam Hz. Peygamber(s.a.v.)’in yanına gelir ve “Ey
Allah’ın Peygamberi! Devemi bağlayıp ta mı
yoksa serbest bırakıp ta mı Allah’a tevekkül
edeyim?” diye sorar. Peygamberimizde(s.a.v.) şöyle
cevap verir:
“Hayır! önce deveni bağla sonra tevekkül
et.” (Tirmizi, Kıyame,60)
Peygamberimiz(s.a.v.), bizlere sözleriyle, yaşantısıyla her konuda örnek olduğu gibi tevekkül konusunda da eşi ve benzeri olmayan bir örnek olmuştur.
Onda ki Allah’a olan tevekkül derinliği, dünyayı
karşısına alacak kadar büyüklükte idi; Amcası aracılığıyla, dünya da sahip olacağı her şey karşılığında, bu
davasından vazgeçmesi teklifi kendisine iletildiğinde:
“Ey Amcam Allah’a yemin ederim ki ayı bir eli-
Ekim
me göneşi de öteki elime verseler yinede bu davadan vazgeçmem” cevabını, korkusuzca vermiştir.
Tedbirde kusur etmez elinden geleni yaptıktan
sonra işin sonucundan da son derece emin olurdu.
Allah’ın bu dini tamamlayacağına, kendilerine yardım edeceğine güveni tamdı. Hz. Ebu bekirle hicret
ederken müşrikleri yanıltmak için farklı yol izlemesi,
sevr mağarasına saklanması, onun sebeplere ne kadar bağlı olduğunu gösterir. Hicret esnasında, sevr
mağarasında saklandıkları bir zamanda müşrikler,
tam mağaranın kapısına geldiklerinde mağaranın kapısını örünceklerin ağ bağladığını görüp, burada kimsenin olamayacağını zannedip, geri dönmüşlerdi. Ancak Hz. Ebu bekir bu kadar yaklaşmalarından tedirgin
olduğundan peygamberimiz “korkma, gam yeme
Allah bizimle beraberdir” diye onu tezkin etmiştir.
Sebeplerle samimi bir tevekkül, sebepsiz dahi Allah’ın
yardımına vesiledir. Sevr mağarasının kapısının
bir an örüncek ağlarıyla örülmesi bunun göstergesidir. Yine peygamberimiz(s.a.v.)’in uykusundan faydalanıp bir bedevinin ağaca asılı kılıcı alıp
peyganberimize hucum ederek “Benim elimden
seni kim kurtaracak” dediğinde hiç tereddütsüz
“Allah” diyen peygamberimiz (s.a.v.)’in bu teslimiyeti karşısında, bedevinin elinden kılıcın aniden
düşmesi Allah’ın başka bir yardımıdır.
Medine şehrinin etrafını hendeklerle kazması
tedbir açısından başka bir örnektir. Evet, O’nun hayatı tedbirlerle bu vesileyle Allah’ın kendisine ulaştırdığı
yardımlarla doludur. Hiç bir zaman “Ben Allah’ın
Resülüyüm, Allah bana, bu dinini tamamlamak için, sebepsizde yardım eder” demedi. O
zaman, görev ve sorumluluğun ne anlamı olurdu. İmtihan için gönderildiğimizi nasıl izah edebilirdik.
Evet, tedbirsiz tevekkül olmaz, öncelikle insanın
görevi, üzerine düşeni yerine getirmesi, iradesini saf
dışı bırakmadan gayret etmesidir. Miskin miskin oturmak, hiçbir şey yapmadan Allah’dan bir şeyler beklemek asla uygun değildir. İslam böyle birşeyi kabul
etmez. Gayretsiz rahmet, zahmetsiz nimet olmaz. Çalışıp çabalamadan Allah’dan bir şey beklemek, kendi
57
işini Allah’ın yapmasını istemektir. Halbuki Allah sana
bir irade vermiş, güç, kuvvet vermiş, sen isteyeceksin,
filiyata dökeceksin, duanı kavli duayla tamamlayacaksın, sonucuna da razı olacaksın.
Bir insan yırtıcı bir hayvanla karşılaşsa, tedbir
almadan, ben Allaha tevekkül ettim, nasıl olsa Allah
beni korur diyebilir mi? Elbet isterse korur, Ancak tedbir alamayanı Allah korumaz, tohumu toprağa atacaksın, bakımını yapıp suyunu vereceksin o tohum
başak verirse sebeplerini yerine getirdiğin için Allah
senin duanı kabul etti demektir. Vermezse de şunu bil
ki, sebepleri yerine getirmek sadece istemektir. Hastalandıysan işini yapacaksın şifa bulmak için, hastahaneye gidecek, gerekli tedaviyi yaptıracaksın, ilacını
kullanıp talimatları uygulayacaksın, “şifanda hoş
hastalığında” deyip sabır ve şükrünü ifa edeceksin.
Hz. Ömer, hiçbir işle meşgül olmayan, boş boş
oturan bir gurubun yanından geçerken onlara soruyor:
“Sizler kimlersiniz, burada boşu boşuna
niye oturuyorsunuz.” onlar:
“Biz mü tevekkilleriz” diye cevap verdiklerinde Hz. Ömer:
“Hayır sizler mütevekkiller değil hazır
yiyicilersiniz, mütevekkiller, tohumu toprağa
atıp sonra Allah’a tevekkül edenlerdir.”
Hayatın her alanıyla ilgili tevekkül söz konusu
olduğu gibi ibadet hususundada tevekkül gereklidir.
Hatta bu Allah’a güvenin en önemli göstergesidir.
Nasıl ki bu dünyada çalışmadan, para kazanmak
geçimini temin etmek, karnını doyurmak mümkün
değilse ebedi alemi kazanmakta ibadetsiz mümkün
değildir. “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur”(Necm,39). Ahiretin nasıl kazanılacağınıda yüce Allah bizlere göstermiştir. Hazır
cennetciler olmamalıyız. Allah’a yakınlaşacak gayretlerden uzak olanlar ne yüzle O’ndan mükafat talep
edecekler, rızasını umacaklar.Tevbe etmeden af talep
edilmez, zekat vermeden mal temizlenmez, duası olmayanın icabeti olmaz. Merhamet etmeyene merhamet edilmez. Kısacası, ibadet sebebine yapışmadan,
ibadet tohumu hayat tarlasına atmadan biz Allah’a
güveniyoruz, biz mütevekkilleriz, Allah bizi affeder, O
merhamet eder, atmadığımız tohumu rıza başağı şeklinde lutfeder, diyebilirmiyiz.
58
Öksürmeden dahi olmuyor
Şöyle bir hikaye anlatılır: vaktiyle medresede
okuyan öğrencilerden biri demiş: Allah’u Teala
Kur’an’ı Kerim’inde rızıkla ilgili:
“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı
Allah’ın üzerinedir”(Hud,6) buyuruyor. “O zaman benim çalışmama ne gerek var, tevekkül
edeyim o rızık gelir beni bulur” demiş. Arkadaşları bunun yanlış olduğunu söylüyorsalarda öğrenci
yi ikna edemiyorlar. Sabah yemek için arkadaşları sıraya girip çorba alıyorlarken bu bir köşede bekliyor,
sessizce. “nasıl olsa rızık beni gelir bulur” diyor.
Ahçı, sıra bittiğinde, herkes yemeyini aldıktan sonra
bağırıyor “yemek almayan var mı”? diye. Ancak
bu öğrenci öyle sessizce bekliyor bir kenarda. Öğle
yemeyi geliyor yine yemek sırası bittiğinde ahçı: aynı
şekilde yemek almayan varmı diye bağırıyor. Aynı
düşünceyle, güya kendisine gelecek rızkı bekleyen
öğrenci bakıyorki hiçbir şey getiren yok. Ancak aç kalmıştır artık. Akşam yemeyi olduğunda. Ahçının aynı
seslenişi karşısında yine aç kalacağından korkan bu
öğrenci bu sefer beni fark etsin diye öksürüyor. Aşçı:
“Ne öksürüyorsun yemek almadınsa tabağını
al ve gelde yemek vereyim karnını doyur” dediğinde, güya mütevekkil, öğrenci hemen tabağını alıp
gidip yemeyini alıyor. Kendisini gözlemleyen arkadaşlarına dönerek: “Allah rızkımızı vereceğini bildirmiş ancak öksürmeden de vermiyor.” diyor.
Evet, öksürmeden vermiyor. Öksürmekle de olmuyor. Olmayacağını herkes de biliyor ve uyarıyor,
yapman gerekenler hatırlatılıyor. Bir çocuğun ağlaması karnının doyması, altının temizlenmesi, sancısının dindirilmesi için yeterli, yapacağı başka şeyi
yoktur, gücü ona yeter. Merhametli annesi duyar ve
ihtiyacını acilen giderir. Ancak delikanlının yapacağıyla çocuğun, ihtiyarın yapacağı bir değildir. Gücünün yettiğince terleyecek, yorulacak, elinden geleni
ertelemeyeceksin. Hem ahiretini hem dünyanı yapacaksın ahirette kalacağın kadar ahirete dünyada kalacağın kadar dünyaya çalışacaksın o zaman gerçek bir
tevekülle ve teslimiyetle Allaha kul olmuş olur, onun
rızasına kavuşursun.
Allah bizi bize bırakmasın, rızasına nail
eylesin. (Amin)
Ekim
Kanatları Kırılan Çocuklar…
M. Emin KARABACAK
cu
e yoru
v
n
u
z
i
kler, u
a kend
r
n
Kelebe
o
s
en
r.
adeled
c
ü
ıkarla
m
ç
n
a
bir
d
za
h,
ıyla ko
r
a
a Alla
l
a
d
b
k
a
ça
r
a
i ol
ak
neden
n
ğlayac
u
a
n
s
ı
Bu
n
ı
ar
uçmal
n
ı
r
larının
a
l
s
a
k
on
k
a
ve bac
vreyi
e
kanat
u
b
n
esi içi
gelişm
ıştır.
yaratm
Ekim
İnsanlara yardım etmeyi millet olarak
çok severiz. Bazen üzerimize vazife olmayan
görevleri de kendimize yükleyerek, sırf iyilik
olsun diye insanlara yardım etmeye çalışırız.
Bunu bazen o kadar abartırız ki, birileri çocuğumuza laf söz söylemesin diye onun adına
onun işlerini de yaparız.
Tabi ki iyilik yapma adına yapılan bu
yardımlar, aslında karşı taraf için bir kötülüktür. Bu davranış, karşıdaki insanın fiziksel ve
ruhsal gelişimine zarar da verebilir. Bazı anne babalar, çocuklarına yardımcı olup onların işlerini kolaylaştırma adına yaptıkları birçok davranışın çocuklarının kişiliklerine nasıl zarar verdiklerinin farkında
bile değillerdir.
Bir gün baba ile oğlu kırlarda gezerken
kelebeklerin kozadan çıkışlarına şahit olurlar. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşan çocuk,
babasıyla birlikte kelebeğin kozadan çıkışını
seyretmeye başlar.
59
Çocuk, kelebeklerin kozadan sıkıntı ve emek harcayarak çıktıklarını ve ardından da hemen uçtuklarını
görür. Çocuk bu ya; kelebeklerin kozadan çıkarken
çırpınmalarına ve sıkıntı çekmelerine acır.
Bizim çocuklara iyilik olsun düşüncesiyle yaptıklarımızı çocukta kelebeklere iyilik olsun diye yapar.
Elindeki değnekle onların yollarını açar. Hatta
ağlarının önünü de açarak kelebeklerin kolayca kozadan çıkmalarını sağlar.
Çocuk, kozadan kolayca çıkan kelebeklerin
havada uçmaya başlamalarının ardından 2-3 saniye
sonra düşerek öldüklerini görür. Çocuk, garibine giden bu durumu öğrenmek için babasına sorar. Baba
da oğluna:
“Kelebekler, uzun ve yorucu bir mücadeleden
sonra kendi çabalarıyla kozadan çıkarlar. Bunun nedeni olarak da Allah, onların uçmalarını sağlayacak kanat ve bacak kaslarının gelişmesi için
bu evreyi yaratmıştır. Kozadan kanat ve bacak
kaslarını güçlendirerek çıkan kelebekler, uçmayı da kolayca öğrenmektedirler.
Oysa senin onlara iyilik adına yapmış
olduğun şey, onların sonu oluyor. Senin yardım ettiğin kelebekler, bacak ve kanat kaslarını geliştiremedikleri için yani sana göre bu
sıkıntılı evreyi yaşamadıkları için uçamadan
ölmektedir.”
Bu hikâye, çoğu anne babanın çocuklarını eğitirken kullandığı yöntemin ne kadar hatalı olduğunu
gösteren güzel bir hikâyedir.
İşte bu duruma bazı örnekler:
Terleyecekler ya da hasta olacaklar diye
koşmalarına mı izin verdik?
Erken yürümeleri için örümceklere mi bindirmedik?
Üzeri pislenir ya da mikrop kapar diye sokağa çıkmalarını mı yasaklamadık?
Sokaktaki arkadaşlarıyla oynamaları yerine evi
oyuncaklarla mı doldurmadık?
Çocukları dışarı gönderirken hasta olur
diye çocuğa kat kat elbiseler giydirerek onun
hareketlerini mi kısıtlamadık?
Yolda giderken elimizden tutmak istemeyen ve
kendi başına yürümek isteyen çocuğa izin mi verdik?
Ona dokunma, bunu elleme, oraya gitme,
şunu yapma gibi söylemlerimizle çocukların
gelişimlerini mi engellemedik?
Çocuklar Kişilik
Özürlüsü Olmasın!
Çocukların büyüme aşamasındaki eğitimleri,
kelebeklerin kozadan çıkış aşamasına benzemektedir.
Bizler çocuklara ne kadar müdahale edersek çocukların kişisel gelişimlerine de o kadar set koymuş oluruz.
Anne baba olarak, kelebeğin kozadan rahatça
çıkabilmesi için ona yardım eden bu çocuk gibi çocuklarında kendi başlarına yapabilecekleri işleri yaparak, onlara nasıl zarar verdiğimizi fark edemiyoruz.
Olmadık yer ve zamanlarda çocuklara o kadar müdahale ederiz ki, bu işten ne biz ne de çocuk hoşnut
olur. Hayatımız çocuğa müdahale etmek ve çocuğun
peşinden koşmakla geçerken, çocuğun hayatı da ister
istemez bizimkinden farklı geçmez.
Almanya’da yapılan bir araştırmada, 2 yaşlarındaki çocuklarını parkta oynatan Türk ve Alman
aileler, yaklaşık bir saat boyunca gözlemlenir. Bir saatin sonunda Türk ailesi parkta oynayan çocuğuna 14
defa müdahale ederken, Alman ailesi 4 defa müdahale etmiştir.
Onlara iyilik adına yapmış olduğun şey, onların sonu oluyor. Senin yardım ettiğin kelebekler, bacak ve kanat kaslarını geliştiremedikleri için yani sana göre bu sıkıntılı
evreyi yaşamadıkları için uçamadan ölmektedir.
60
Ekim
Çocuklarımızı eğitirken ve yetiştirirken
onlara ne kadar müdahale edersek; büyüdükleri zamanda kendi ayakları üzerinde durmakta o kadar zorluk çekerler. Kendilerine güvenemeyen, kararlarını vermekte zorlanan bu çocuklar,
büyüdükleri zaman hayatlarını bağımlı bir kişi olarak
sürdürürler. Bu çocuklar, toplumsal hayata karıştıklarında kendi başlarına sorumluluk almaktan korkar
hale gelirler.
Bu çocuklar büyüyüp okula başladıkları zaman; ders çalışmayan ve sorumluluk almaktan korkan, kendine güvensiz, pasif bir
öğrenci olarak karşımıza çıkarlar. Bu durumu
gören aile; “Hocam bu çocuğun her şeyi tam
olduğu halde neden ders çalışmıyor?” diye hayıflanmaya başlarlar.
Tüm istekleri anında karşılanan, her şeyi dört
dörtlük yapılan, kendimize bağımlı olarak yetiştirdiğimiz bu çocuklar, ders çalışmaya da istekli olmazlar.
Bu çocuklar tek başlarına ödev yapamazlar ve öğretmenin anlattığı dersi kolay anlayamazlar. Birinci sınıfa başlayıp da annesini günlerce sınıfta oturtup, onun
gitmesine izin vermeyen çok çocuk vardır. Hatta imkânı olsa okula da anne babalarını göndermek isterler. Gerçi imkân olsa çocuğunun adına sınava girecek
anne baba da çoktur.
Yemeyip yedirdiğimiz, giymeyip giydirdiğimiz
bu çocuklar bırakın ders çalışmayı; biraz daha büyüyünce sorumsuz ve üzerine fazla gidilince de asi
bir çocuk olarak karşımıza çıkacaktır. Çünkü küçük
yaşlarda arkası toplanan bu çocuklar, büyüdükleri zaman da arkalarını toplayacak birilerini ararlar. Bu tip
çocuklar toplum içinde kendi görevlerini tek başlarına
yapamayacak kadar aciz duruma düşerler.
Her şeyi anne babası tarafından yapılan bu çocuklar, kendilerine güvenemediklerinden sorumluluk
almaya da istekli olamazlar. Bu çocuklar, büyüdükleri
zaman hayatta hep birilerinin gölgesinde yaşayarak,
yönetmekten çok yönetilmeye müsait kişiler olurlar.
Peki, bu çocuklar için neler yapılmalı?
1.
Bağımsız kişilik konusunda çocuğa uygun model olunmalı.
Ekim
2.
Çocukların yapması gerekenler onlar adına
yapılmamalı.
3.
Çocukların arkasını toplama yerine,
kendisinin
toplaması
öğretilmeli.
4.
Çocukların hayatlarına fazla müdahale edilmemeli.
5.
Çocukların kendi kararlarını kendilerinin almaları teşvik edilmeli.
6.
Çocuklar sorumluluk alma konusunda cesaretlendirilmeli, yaş ve seviyelerine uygun sorumluluklar verilmeli.
7.
Çocukların bağımlı kişilik olmalarına sebep olacak, hal ve davranışları pekiştirilmemeli.
8.
Çocukların kendilerine güven açısından benlik saygıları yükseltilmeli.
9.
Çocuklara yardım adı altında sorumluluk alanlarına girilmemeli.
10. Çocukların okulla ilgili görev ve sorumluluklarına rehberlik dışında yardım edilmemeli.
11. Çocukların hata yapabileceklerini kabullenmeli ve onlara bu hatalarını düzeltmeleri için fırsatlar verilmeli.
12. Çocukların yaşlarına uygun olumlu davranışlarına rehberlik yapılmalı.
13. Çocuklara bağımsız kişilik sergileme
konusunda olumlu geri bildirimler verilmeli.
61
Nereye Gidiyor(sun)uz?
Semavi Reçetemiz Rafta!
Bahattin ELÇİ
Başta terör ve bölücülük olmak üzere
yaşadığımız tüm maddi ve manevi sorunlarımızın çözümü konusunda yönteme ilişkin
muhtelif görüşler, fikirler tartışılıp duruyor…
in
nenler
i
d
e
i
l
ve
lbaşka
n
a
t
’
nzer.A
h
e
b
a
t
Alla
u
,ankeb
u
m
sağlam
u
r
n
e
r
du
i
g
e
am
layetin
e
v
lu “İsl
r
n
ı
u
’
z
u
lah
h
li,
vela,güven
B
m
A
e
;
k
r
h
olu
mu
girmiş
yuvaa
n
k
”
e
ı
c
y
a
m
r
rü
Sa
a
ek de ö
m
r
i
ınmay
g
ğ
ı
e
s
n
i
a
t
y
ye
ra
ye ve o
e
m
r
i
?!t
sına g
or mu
y
i
m
e
benz
62
İleri sürülen görüşlerden hangisi doğru, isabetli? hangileri yanlış? Konuyu sağlıklı bir şekilde
tahlil edebilmek için önce sorunların nedenlerini
bilmemiz, bulmamız gerekiyor. Öyle ya… Sebepler
aleminde yaşamıyor muyuz? Öyleyse hemen konuya girelim. Terör ve bölücülük belalarının nedenleri
nelerdir? Nelerin sonucudur bunlar?
Sonuçların nedenlerini, cevaplarını, çözüm
ve çarelerini nerede aramalıyız? Hangi pencereden bakacağız ki tespit ve çözümlerimiz doğru
olsun? “Bana göre” diye başlarsak herkes “benim görüşüm doğru, seninki yanlış” diyecektir. Peki bunlar zıt olduğuna göre doğrusu hangisi?
Kim haklı? Kim doğru? Hak ne? Doğru ne? Kime
göre!? Zincirleme olarak bu bizi çıkmaza, çözümsüzlüğe götürür… O halde her şeyin olduğu gibi;
Ekim
doğru-yanlış, iyi-kötü, dost-düşman, yararlı-zararlı,
güzel-çirkin, adalet-zulüm…her şeyin bir ölçüsü(mizan) olmak zorunluluğu ortaya çıkıyor ki insanların
ihtilafları son bulabilsin, doğruya ulaşılabilsin…Burada iki ölçü söz konusu olur özetle:
makaslanmamış mıdır?(Ölüm cezasını kaldırarak, cinayetleri önlemek mümkün mü? “Bir insanı insanı
öldürmek, tüm insanları öldürmek gibi” değil
mi?) Evet, maalesef şu anda İslam parça parçadır. Biz
de böyle parçalandık; parça parçayız…
Ya Allah(c.c) Teala’nın elçileri aracılığıyla insanlara semadan gönderdiği(vahiy); Ya da buna aykırı
olarak insanların kendi akıl ve nefsine uyarak koyacakları ölçü (heva)… Kur’an’a göre dost kim? Düşman kim? ABD’ye göre kim düşman? Kim dost?
-Her tanımlama bir sınırlamadır aynı zamanda… Allah’ın dini İslam’ı tanımlama hak ve yetkisi
kimlere verilmiştir ki?
Konuyu(sorunları) çözmek için, “Müslüman”
olduğumuzdan tercihimiz bellidir: hakkında ihtilaf ettiğimiz tüm sorunları Kur’an ve Sünnete götürmeliyiz.
Cevapları da, nedenleri de, çözümleri de vahiyde (İSLAM’da) arayacak ve bulacağız… İşte biz bu konuyu
Müslümanca bakarak tahlil etmeye çalışacağız… Biz
elbette “Müslüman” (Allah’a teslim) olarak düşünecek, inanacak ve itaat etmeye çalışacağız…
Biliyoruz ki, bir konuda Allah ve Elçisi bir söz
söylemişse, o konuda bir Müslümana söz hakkı yoktur, “Duyduk ve itaat ettik!” demek düşer… Çünkü biz Müslümanlardanız, Elhamdülillah!.. İşte vahiyden tespitler:t
-“Başımıza gelenler ellerimizle işlediğimizdendir.”
-“Allah’a ve Resulüne muhalefet edenler
zillete düşerler”…
Herkesin kendisini tanımlama hak ve özgürlüğünün kabul gördüğü bir dönemde Müslümanlardan
başkasının Allah’ın dini İslam’ı tanımlaması ne kadar
doğrudur?
Bunun gibi laik devletin, Allah’ın dini olan İslam’ı tanımlaması, bölmesi, sınırlarını çizmesi ne kadar doğrudur? Bu hak ve yetki nereden, kimden gelmektedir? Kimin haddine?!
İşte bizim ülkemizde yürürlükte olan “Diyanet
İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun” la dinin çerçevesi çizilmemiş midir?
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın faaliyet alanı,
devletin belirlediği, sınırlandırdığı alandır. Başka bir
ifadeyle İslam’ın muamelat bölümü, ukubat bölümü
Ekim
Birileri hem İslam’ı, hem de biz Müslümanları
yanlış ve haksız bir şekilde tanımlayabiliyorlar! Bizi
kategorize edebiliyorlar. Ve hazin ki bu tanımlamaları
kabullenerek, benimseyerek bölünmeye, kutuplaşmaya devam ediyoruz…
Bize, bizim medeniyetimize(kimliğimize) ait kelime ve kavramların içlerini boşaltarak yanlış, kafa karıştıracak anlamlar yüklediler. Bunu bile başarabildiler. Basit bir örnek verecek olursak, Kur’an’da geçen
ve çok olumlu anlamlar ifade eden bir “Hizbullah”
kavramı günümüzde ne kadar olumsuz anlam ifade
edebiliyor, algılanabiliyor!...
Batılılar kendi kavramlarını da gerek doğru olarak, gerekse yanlış olarak bize ihraç edebildiler. Bizi
gerek kendi ürettikleri, kendilerine ait olan kavramlarla(tüm “izm”ler; laisizm, faşizm, sosyalizm, liberalizm,
demokrasi…) gerekse bize ait, içini boşalttıkları kavramlarla vurdular, vuruyorlar…Bir gerçek daha var:
Biz kendimizi batılı kavramlarla ifade edemeyiz. Dolayısıyla anlaşamayız, uzlaşamayız. İşte anlaşamıyor
ve uzlaşamıyoruz… Çatışmadayız… Kavgadayız…
Terör de terörist de batının ürettiği kavramlardan. Onlar ürettiler; Onlar tanımladılar... Bitmedi;
BM’de antlaşmalarla, ülkemizde de yasalaştırarak
kendi tanımlarını kabul ettirdiler. Böylece ABD’nin,
AB’nin terörist dediğine bizde terörist diyeceğiz!?
Dünyayı ateşe veren “Büyük Teröristler”
terörizmi tanımlıyor, kendilerine karşı gelenlere “ya
bendensin ya da teröristsin” diyebiliyorlar. İşte dünyanın hali!..
Düşman tanımı da öyle değil mi? Kur’an’daki
düşman kim? NATO’daki düşman kim? Ne zaman
uyanacağız?!
“İkiz yasalar”(04.06.2003 tarihli oturumda
TBMM’de kabul edilen 4867 ve 4868 no.lu iki yasa)
63
ile 07.02.2013 tarihli ve 6415 sayılı “terörizmin
finansmanının önlenmesi” hakkındaki yasa; ülkemizde bölücülere, teröristlere faaliyetlerinde daha
da cesaret vermektedir. Ve bir gün AB,ABD PKK’yı
terörist listesinden çıkarırsa neler olabilir?!
Allah’a kulluk, devlete vatandaşlığa benzer.
Vatandaş, devletin tüm yasalarına (düzenine) itaat
etmekle sorumludur. İtaati bölüp; bir kısım yasaları
kabul edip, bir kısmını reddetmek nasıl ki anlamsızdır,
bunun gibi Allah’a kulluk da her alanda, her emir ve
yasaklarda yapılır, yapılmalıdır. Kulluk(din) parçalanamaz. Vatandaşlıkta devlete itaat ederken yasalarını
beğenmeyebilir, eleştirebilirsiniz. Çünkü insanların
koyduğu kurallar eksik, yanlış, kusurlu, anlamsız, hatta zalim olabilir. Allahu Teala tüm eksikliklerden münezzehtir. Bilmemesi, unutması, şaşırması, yanılması
olmayandır. Tüm yüce sıfatlar O’nundur. O sebeple
O’nun yasaları en mükemmeldir. Doğru, adaletli,
merhametli ve hikmetlidir.
Allah’ın kitabı Kur’an’dan yüz çevirmeye başladığımızdan (takriben iki yüz yıldan)beri sorunlarımız artarak devam ediyor. Evet… Yüzümüzü
Kur’an’dan Batı’ya döndürdük. Bu özünde kıbledeki sapmamızdı. Allah’ın yolu(Sırat-ı müstakim)ndan
ayrılmamız, batılılaşmamız bize neler getirdi? Bizden
neleri götürdü?
“Ümmet”tik… Üç kıtadaydık… Milyonlarca
km lik alanda egemenliğimiz vardı. O coğrafyada
kaç ulusa kaç devlete parçalandık? Birlik, dirlik, izzet,
kardeşlik, sevgi, saygı, paylaşma, dayanışma, refah,
huzur, bereket… nerede kaldı?İslam’ı camiye,kalbimize hapsetmeyi bize hazmettirdiler.
bir “ekmel din”den geriye elimizde ne kadarı kaldı?
Öyle ya… Yalan söylenmeyecek, doğru olunacak,
merhametli olunacak, zulüm olmayacak, aldatma,
hile, yolsuzluk, din sömürüsü, gelir adaletsizliği, faiz,
israf, lüks, savaş, fuhuş olmayacak…Bunu, bugün
dünyayı ateşe veren zalim firavunlar kabul edebilirler mi?! Firavun Allah’ı inkar etmiyordu ki, ancak;
”insanların emir ve yasaklarını ben koyarım; Tevrat,
Musa bana karışmasın”görüşündeydi. Böylece Allah’ın yeryüzünde egemenlik hak ve yetkisini reddediyordu…
Halkını bölerek, sınıflara ayırarak zulmediyor,hem Rab hem de Hz.Musa’yı müfsit (bozguncu)
olarak(!) tanımlıyor; kendisinin de muslih olduğunu
iddia ediyordu. Sonuçta kim kazandı? Kim kaybetti?
Allah’tan başka veli edinenlerin durumu ankebuta benzer.Allah’ın velayetine giren sağlam,muhkem,güvenli,huzurlu “İslam Sarayı”na girmiş olur;
AB velayetine girmek de örümcek yuvasına girmeye
ve oraya sığınmaya benzemiyor mu?!
Yol ayrımındayız… Tercihimizi yapacağız: Önce
Kur’an ve Sünnetin tüm dertlerimize biricik çare, çözüm ve derman olduğuna kesin olarak inanacağız.
Sonra bu ilahi “Reçete”yi hayatımızın her alanında
uygulayacağız. Kullanmadığımız ilaçların bize ne kadar yararı olur?!
2
Birbirimizi boğazlamaktayız! İslami kimliğimizden gittikçe uzaklaşarak, laik ve seküler anlayış ve
hayatı benimsemeye başladık. Din dünyayı düzenlerken, batılılaşmayla birlikte din-dünya, din-siyaset
ayrımı yapar olduk. Kur’an’a uymak yerine, O’nu
kendimize uydurmaya başladık… Yolu’ndan ayrılınca hem uzaklaştık; hem de bölünüp parçalandık…
Dinimizin bir kısmıyla yetinmek, avunmak sapkınlığına düştük. Parçalı, eksik, yanlış dini anlayış ve
algılamalarımız doğal olarak bizi kamplaştırdı, kutuplaştırdı, çatıştırıyor.
Yürüyüşümüzden, ticaretimize, uluslararası ilişkilerimize kadar hayatımızın her alanını düzenleyen
64
Evet… Çözüm, çare, derman belli. Reçete belli. İlaçlar “Kur’an-ı Kerim Eczanesi”nde… Parasız ve
yan etkisi de yok!
O halde haydi Batı’nın iki yüz yıldan beri kullandığımız tüm batıl(beşeri) reçetelerini (ilkelerini, sosyal,
siyasal, ekonomik, ilahi, felsefi… tüm ideolojileri, sistemleri, kavram ve kurumlarını) çöp kutusuna atarak;
AB, ABD vb. yollarından çıkıp, Sırat-ı Müstakime tekrar girerek ADALET’e(BARIŞ’a) var mısınız?
Haydi Allah ve Resulü’nün bize hayat veren,
dirilten çağrısına icabetle elimizi uzatıp “SEMAVİ
REÇETEMİZ”i rafından indirelim(sadece okumak
için değil; hayatımıza uygulamak için) ki kurtulalım!
Vesselam…
19.Dönem Bayburt Milletvekili Av. Bahaddin Elçi
Ekim
Ruhum Sana Aşık
Rûhum sana âşık,
k, sana hayrandır
ha
Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim.
Ecrâm ü felek, Levh u Kalem, mest-i nigâhın,
Dîdârına âşık Ulu Yezdân›dır Efendim.
Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahman›dır Efendim.
Kıtmîrinim ey Şâh-ı Rusül, koğma kapından,
Asilere lütfun, yüce fermândır Efendim..
p
Ta Arşa çıkar her gece âşıkların âhı,
Medheyleyen ahlâkın, Kur›ân›dır Efendim.
Aşkınla buhurdan gibi tütmekde bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrandır Efendim...
Dağ kalbime bir lâhzacık ey Nur-i dilârâ,
Nûrun ki; gönül derdime dermandır Efendim...
Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın,
Feryâdı bütün âteş-i sûzandır Efendim...
Ali Ulvi Kurucu
65
İslam ve Kültürel Gereksinimler
Dr. Ömer Faruk Abdullah (ABD)
Çeviren: Mehmet CURA
İslam Hukuku
el
n güz
i
r
e
y
etva
re bir
ye gö
inde f
’
i
s
i
b
i
r
t
e
a
ç
i
nEş-Ş
ve me
uyum
r
e
l
u
i
z
i
kaâdet
un hu
örf ve
lacak
oplum
o
t
i
l
k
r
e
ilm
a yete
vereb
amay
l
ğ
a
s
i
faatin
dir.
nemli
ö
r
a
d
Kültür güncel bir terim olduğu için klasik İslam Hukuku metinlerinde bu kelimeye
rastlanmaz. Ancak kültür teriminin en önemli iki bileşeninden olan örf ve adet terimleri üzerinde sık sık durulmuştur. Dört mezhep
imamları da örf ve âdetin Şerri hükümlerinden uygulanmasındaki önemi üzerinde hemfikir olmuş sadece ne derece önemli oldukları ve ne manaya geldikleri hususunda ihtilaflar çıkmıştır. Genel olarak
örf ve adet bir kültürde iyi, faydalı ya da zararsız ne
varsa o olarak değerlendirilmiş, ancak hiçbir mezhep yerel kültürlere körü körüne bir saygıyı kabul
etmemiştir. Yerel kültürler ancak İslam Şeriat’ ine
uygun oldukları sürece kabul görmüştür. Bu sebeple eski bir Akdeniz geleneği olan namus cinayetleri ya da günümüzdeki cinsel sapkınlıklar kesinlikle
reddedilmektedir.
İslam hukuku şunu kabul etmiştir ki örf ve
âdeti reddetmek insanlarda verimsizliğe, büyük
66
Ekim
zorluklara ve istenmeyen zararlara sebep olmaktadır.
Hatta bu hususta yerel kültüre karşı hareket etmenin
kişinin kendi içgüdülerine karşı gelmesi kadar zor olduğu söylenmiştir. Bu sebeplerden ötürü de İslam
hukukunda örf ve adet zaruri durumlar dışında kabul
görmüş ve uygulanmasına izin verilmiştir. Yerel kültürel
normlara uyulması insanları ortak bir noktada birleştirdiği gibi birbirlerine kültürel olarak benzemelerine
de sebep olur. Bu noktada âlimler özünde o şekilde
olmamasına rağmen başkasına benzemeye çalışmak
manasına gelen, aynı zamanda kişilik bozukluğunun
da bir belirtisi olan ve genel olarak ya yasaklanan ya
da hoş görülmemiş olan teşebbüh ile
sadece dış görünümdeki benzemeyi
ifade eden ve genelde de teşvik edilen müşabehet kavramları arasında
bir ayrım yapmışlardır.
11. yüzyılın meşhur âlimlerinden Abdulvvahhab el Bağdadi’ye göre ‘Adetleri reddetmek
tamamen manasızdır; Şeriat’
a uygun bir âdeti uygulamak
bir zorunluluktur’. Öte yandan,
aynı dönemin bir diğer önemli âlimi
es-Serahsi ‘Adet üzere konulmuş
her güzel kural aynı zamanda
Şeriat tarafından da konulmuş
demektir’ sözüyle yerel kültürlerin güzel olan her
türlü özelliğinin üstü kapalı bir şekilde İslam Hukuku tarafından da desteklendiğini belirtmektedir. 14.
yüzyıl Endülüs Granada’ sının meşhur âlimi ve şüphesiz fıkıh tarihinin en parlak dehalarından biri olan
eş-Şatibi bir insana sahih bir örf ve ya âdetini yasaklamaktan daha şiddetli bir zorluk çıkaracak başka bir fıkhi hata aranmaması gerektiğini söylemiştir.
Eş-Şatibi’ye göre bir yerin güzel örf ve âdeti ile
uyum içerisinde fetva verebilmek toplumun
huzur ve menfaatini sağlamaya yeterli olacak
kadar önemlidir. Benzer sözler el-Tusuli gibi sonraki
dönem âlimleri tarafından da sarf edilmiş, güzel örf
ve adetler ile çelişen fetva vermenin büyük bir
zalimlik olduğu dile getirilmiştir.
Öte yandan zaman değişiyor ve hayat kalan
kültürler de bunu uyum sağlıyor. Yüzyıllar içerisinde İslam âlimleri arasında ortak bir görüş ortaya
çıkmıştır; o da eski zamanlarda verilen fetvaların günümüz koşullarıyla uyum içerisinde
olduğundan emin olunabilmesi için sürekli
gözden geçirilmesi gerektiğidir. Öte yandan,
mevcut koşulları düşünmeden mekanik bir şekilde
fıkhi metinleri ezberleyip tekrarlamak hoş görülmeyen bir şey olarak değerlendirilmiştir. 19. yüzyılın seçkin âlimlerinden
İbn Abidin’e göre bir âlimin kendi
mezhebinin önceden vermiş olduğu hükümlere değişen zaman ve
koşulları hiçe sayarak bağlanması
birçok temel hak ve yüksek faydayı
çiğneyip ortadan kaldıracağı gibi o
âlimin ömrü boyunca yapabileceği
herhangi bir faydadan çok daha
büyük bir zarara sebep olmuş olur.
İbn Abidin’e göre böyle bir körlük
büyük bir zülüm ve adaletsizlikten
başka bir şey de değildir.
13. yüzyılın meşhur Maliki ulemasından El-Karafi’ye göre böyle insanlar Allah’a
(c.c.) itaatsizlik etmektedirler ve cahilliklerinden başka bir özürleri yoktur, aynı zamanda
layık olmadıkları fetva verme görevini üstlenerek de büyük bir zulüm işlemektedirler. Bir
yüzyıl sonra İbn Kayyım El-Karafi’nin sözlerini tasdik
etmiş ve fıkhi kaynaklarda yazan kuralları yaşadığı
zamanı, örf ve âdeti düşünmeden körü körüne uygulamaya çalışan âlimleri hastasının özel durumunu
göz önünde bulundurmadan elindeki Tıp kitabındaki
bilgilere göre reçete yazmaya çalışan doktora benzetmiş, ancak bu âlimlerin hatasını bu hatalı doktorlarınkinden daha zararlı olduğunu belirtmiştir.
11. yüzyılın meşhur âlimlerinden Abdulvvahhab el Bağdadi’ye göre ‘Adetleri reddetmek tamamen manasızdır; Şeriat’ a uygun bir âdeti uygulamak bir zorunluluktur’.
Ekim
67
İslami Kültür Tarihine
Bir Bakış
Kültürel farklılıklar içerisinde birlik geleneksel İslam toplumunun köşe taşıdır. Misal vermek gerekirse,
14. yüzyılın meşhur Faslı seyyahı Ibn Batuta kendisiyle aynı dönemde yaşamış olan Marco Polo’nun gezdiği coğrafyanın iki katı alanı geçmiştir. Ancak Marco
Polo memleketi Venedik’ten birkaç gün uzaklıkta kendisini ayrı bir gezegende gibi hissederken, Çin’e, Hindistan’a ve Sahara’nın güneyine kadar giden Ibn Batuta kendisini her zaman için İslami kültürün parçası
olan yerlerde bulmuş ve kendisini genelde evinde hissetmiştir. Birbirinden farklı yerel renkleri olsa da, Ibn
Batuta’nın gördüğü Müslüman toplumlar her zaman
için kültürel farklılıklar ile İslam Şeriat’ ının evrensel
kuralları arasındaki dengeyi kurmayı başarmıştı.
Öte yandan maddi alanda, İslam mimarisi
kültürel farklılık içerisinde birlik ruhunu yansıtmıştır.
Peygamber (sallAllahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’ in mescidi gayet mütevazı ve sade bir
yapıydı ve ne minaresi ne de kubbesi vardı. Ancak kendinden sonra cami inşa edecek olan İslam
medeniyetlerine ruh ve amaç yönünden bir
camiden ne beklendiğini en güzel şekilde belirtiyordu. İslam’ın yayıldığı her yerde büyük
camiler etraflarındaki ortam ve koşulları da
göz önünde bulundurarak kullanışlılığı güzelliğe çevirmesini bildi. Bu camiler yerel kültürlerden aldıkları motifleri ışık şölenlerine çevirerek taşa,
oduna ve diğer malzemelere bütünlük verdi. Mesela Endülüs ve Kuzey Afrika’daki camiler yerel
Roma bazilikasıyla Vizigotların at kemerlerini
zarif bir şekilde birleştirdi. Osmanlılar ise Yunan
kiliselerinin genel özellikleri ve kubbeleriyle Anadolu’nun ince uzun minarelerini cami mimarisinde
kullandı. Öte yandan Çinli Müslümanlar Çin’in
antik sembollerini camilerine işlediler ve Batı
Afrika Müslümanları yerel malzemelerle kendine has bir Afrika ruhunu Camilerine yansıttılar. Camiye benzeyen Taj Mahal ise Hint ve Fars
kültüründen aldıklarını o kadar mükemmel bir şekilde
uyguladı ki hem Hindistan Müslümanlarının en başarılı kültürel eseri hem de şu an çoğunluğu gayrimüslim olsa bile Hindistan’ın kendisini dünyaya tanıttığı
sembolü oldu.
Etnik olarak Çinli olan Hui Müslümanları tamamen gayri-Müslim ve kendince birçok alanda muazzam başarılara erişmiş bir Çin kültürünün içinde gelişip yayılmaları ve kendilerine has bir Çinli Müslüman
kültür oluşturmalarından dolayı özellikle dikkat çekici. Hui Müslümanları hem kendilerine has bir benlik
algısı hem de İslam dinini belli bir şekilde yorumlayarak kendilerine has bir Müslüman kimliği oluşturdular. Ancak bunları yaparken de ne kendi Çin kültürlerine yabancılaştılar ne de etraflarındaki Çinlileri
kendilerine yabancılaştırdılar. Bu rastgele olan bir şey
değildi ve en zeki Çinli Müslümanların gayretleri neticesinde gerçekleşti. Antik Çin kültürünü göz önünde
bulundurarak Müslümanları ve İslam’ı etraflarındaki
insanlar tarafından anlaşılabilir ve saygı duyulabilir
bir şekilde tanımladılar.
Çin kültürü kendi harfleriyle hat sanatını geliştirdi. Çinli Müslümanlar hem bu sanatı korudular
hem de kendi usullerince bir hat sanatı geliştirip bununla da Arapça yazdılar. Metinlerinde hem Arapça
hat sanatını kullandılar hem de altlarına Çin’in hat
sanatıyla çeviriler yaptılar. Bir Çin camisine giren biri
Çince ‘Dünya’nın başlangıcından beri gelen en eski
din’ manasına gelen kai tian gu jiao yazısını okuyabilir. Öte yandan dinlerini ‘İslam dini’ manasına gelen
yisilan jiao gibi Çinli birine tamamen yabancı ve hatta anlamsız gelen bir şekilde adlandırmak yerine Çinli
Müslümanlar İslam’ı Çinli birine daha anlaşılabilir ve
çekici bir şekilde gösteren ging zhen jiao yani ‘Saf ve
Gerçek Olanın Dini’ olarak adlandırdılar. Bu kelimeleri kullanarak Çinli Hui Müslümanları diğer Çinlilere
Öte yandan, aynı dönemin bir diğer önemli âlimi es-Serahsi ‘Adet üzere konulmuş her güzel
kural aynı zamanda Şeriat tarafından da konulmuş demektir’
68
Ekim
İslam’ın yabancı bir şey olmadığını, kendi Antik Çin
din ve felsefi geleneğinin en kemale ermiş yani en iyi
hali olduğu mesajını veriyorlardı. Qinq yani temizlik
kelimesi hem dış temizliği hem kalbin temizlenmesini,
kişinin kendisini disipline edişini, bencil istek ve arzulardan kurtuluşunu ima ediyordu. Öte yandan Zhen
yani gerçek kelimesi de İslam’ın değişmez ve evrensel
kurallarını (ki değişmez kuralları bulmak bin yıl boyunca Çin felsefesini meşgul etmiştir) ve Müslümanların da ödün vermeden bu kurallara göre yaşadığı
mesajını vermektedir.
cak o zaman venyeji yani ‘ait olanlar’ dan olabilirdi.
Svahili Müslümanları yerel kültürlerinde hâlihazırda
övülen bazı kişilik özelliklerini Müslüman kimliklerinin önemli parçaları yaptılar. Bu özellikler sabır, kibarlık ve anlayışlı olmaktı. Bunun tersi olan acelecilik,
çabuk sinirlenme ve bencillik gibi özellikler çocukça
kabul edilir ve çocuklarda anlayışla karşılanabilir ancak yetişkinlerde hemen dikkat çeken özelliklerdi. 16.
yüzyılda Portekizli sömürgeciler bölgeye gelince Svahili insanı Avrupalılarda bu kötü özelliklerin hepsinin
de bulunduğunu müşahede etmişti.
Çinli Müslümanların aksine, Doğu Afrika’daki
Müslümanlar yerleşik bir medeniyetle karşılaşmadılar. Onun yerine dağınık kabileler halinde yaşayan
ancak ortak payda olarak kendi Bantu isimli lisanının
güzelliğine kendilerini adamış insanlarla karşılaştılar.
Müslümanlar bu Bantu lisanını sahiplendiler ve kısa
sürede bu lisanı İslam’ı yaymak için güçlü bir kültürel
araç olarak kullanmaya başladılar. Sonuçta da Svahili
(es-sevahiliyye: sahil bölgelerinin lisanı) lisanı ortaya
çıktı. Yüzyıllar içerisinde Svahili konuşan Müslümanlar dünyanın en zengin edebiyatlarından biri ürettiler.
Yerel lisanı zekice kullanmak İslamiyet nerede
yayıldıysa Müslümanların bir özelliği olmuştur. Bunun bir örneği de Batı Afrika’da görülebilir. İslamiyet’in bu coğrafyada yayıldığı ilk yıllarda her ne kadar
Arapça büyük bir öneme ve saygınlığa sahip olsa da
bu bölgenin insanı Mandingo, Fulbe ve Hausa gibi
yerel dillerin zenginliğine güveniyor ve bu lisanları
güçlü birer kültürel değişim aracı olarak kullanıyordu.
Diğer Müslümanlar gibi Svahili konuşan
Müslümanlarda Arapçayla gurur duydular ve
özellikle Kur’an-ı Kerim’in hıfzedilmesi ile
kıraatinde ona görmesi gereken önemi verdiler. Ancak geri kalan tüm dini ve kültürel alanlarda
Svahili lisanını öne çıkardılar ve Doğu Afrika sahilleri
boyunca Svahili lisanına hâkim bir aydınlar zümresi
oluştu. Bu durum ziyareti sırasında İbn Batuta’nın da
dikkatini çekti. Svahili konuşan Müslümanlar bu
lisanı konuşmayan diğer Müslümanları doğal
olarak çok güzel misafir ediyor ve onlara saygı gösteriyorlardı ancak onlara her zaman için
dışarıdan gelen bir kişi olarak bakıyorlardı. Ne
zaman dışardan gelen kişi bu yerel lisanı öğrenirse an-
Örneğin Hausa konuşan Müslümanlar bu
lisanı halk şarkıları ve şiirlerinden ilmi yazı
türüne kadar her alanda işlediler. İnsanın ve
kâinatın yaratılışı da olmak üzere birçok putperest ve
batıl hikâyeyle dolu olan Hausa kültürünün insanı
Müslüman olunca bu hikâyeleri tamamen reddedip
unutmak yerine bu hikâyelerdeki ana karakterleri
İslam’ın güzel gördüğü hasletlere sahip Müslüman
kahramanlar ile değiştirdiler. ‘Ailenin Bebeği’ olarak
adlandırılan ve genelde etrafındaki insanların onu
kıskanmasına sebep olan İslami kültürel bir kahramanın etrafında dönen bu hikâyeler Batı Afrika’da
yerel bir Müslüman kültürün oluşup yerleşmesini sağladı. Hâlihazırda yaygın olan hikâye ve şiirler ufak
değişikliklerle yeniden dirilime, hesap günü, cennet
ve cehennem tasvirleri haline gelerek halkın İslam’ı
öğrenmesinde araç olarak kullanıldı. Belli şiir türleri
Peygamber (sallAllahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’
in anıldığı ilahiler söylenmesi için kullanıldı. Kolay
anlaşılır bir Hausa lehçesi özel hukuki metinlerin yazılmasında kullanıldı. Bu metinlerde genelde Arapça
kaynaklarda bulunmayan ve Batı Afrika insanına özel
kültürel sorunlara ait sorular cevaplandırıldı. Daha da
arıtılmış ve saf bir Hausa lehçesiyle de Kelam ve Tasavvuf gibi alanlarda eserler verildi.
Kaynak: http://www.nawawi.org/wp-content/uploads/2013/01/Article3.pdf
Ekim
69
Musa KARACA
Eski zamanlarda adamın biri hayatın anlamının ne olduğunu merak eder. Kendi bulduğu cevapların hiçbirisi ona yeterli gelmez. Başkalarına sormaya karar verir. Aldığı cevaplar onu tatmin etmez.
Mutlaka bir cevabı olmalı diyerek yorulmadan, yılmadan sormaya devam eder. Köy köy, kasaba kasaba, ülke ülke dolaşır. Zaman akıp geçer. Umudu tükenmeye başlamışken gittiği köylerden birinde, konuştuğu
kişilerden biri:
- “Şu karşı dağları görüyor musun? Orada yaşlı bir bilge yaşar. İstersen ona git. Sorunun cevabını o
bilebilir.” der.
Adam yola koyulur. Uzun ve zorlu bir yolculuk geçirdikten sonra nihayet bilgenin yaşadığı eve ulaşır.
Kapıyı çalar. Bilge, adamı evine davet eder; hal hatırdan sonra adama ne için geldiğini sorar. Adam hayatın
anlamının ne olduğunu merak ettiğini söyler.
Bilge: Sana bunun cevabını söylerim. Fakat cevabını söylemeden önce bir sınavı tamamlaman gerekir.
Adam bu öneriyi kabul eder.
Bilge, adama bir çay kaşığı verir. Çay kaşığına zeytinyağı doldurur: “ Şimdi evin dışına çıkıp, bahçede bir
tur at. Sonra buraya gel. Zeytinyağının bir damlası dahi dökülürse sana cevabını veremem.” der.
Adam gözü çay kaşığında pür dikkat bahçeyi turlayıp bilgeye döner.
Bilge: Kaşıkta yağın eksilmediğini görünce bahçede neler gördüğünü sorar.
Adam şaşkın.
- Kaşığa dikkat etmekten bahçeyi fark etmedim, der.
- Şimdi tekrar bahçeye çıkıp kaşık elinde bir tur at. Bu sefer bahçeyi inceleyip gel.
Adam tekrar bahçeyi turlamak için çıkar ve bahçenin büyüleyici güzelliğine hayran kalır. Geri geldiğinde
bilge sorar:
- Bahçede neler gördün?
Adam bilgeye bahçenin güzelliği karşısında büyülendiğini, bahçeye hayran olduğunu anlatır.
Bilge gülümser ve cevabı verir:
- Kaşıkta bir damla bile yağ kalmadı. Fakat sen gerçekleri gördün. Hayat senin bakış açınla anlam kazanır.
Sadece bir noktaya bakarsan, hayatın akıp gider ve sen etrafındaki güzelliklerin farkına bile varamazsın. Güzelliklerin tam ortasında yaşasan bile mutluluğu keşfedemezsin. Öyleyse hayata farklı açılardan bakabilmelisin.
Hayatın bir imtihan olduğunu unutmadan hayrında şerrinde Allah’tan (c.c) olduğunu bilmek. Yunus
Emre’nin sözünü hayat anlayışı yaptıkça hayatın anlamını anlamış oluruz: “Kahrında hoş lutfun da hoş.”
70
Esas Akıl
Akıl hastanesi ziyareti sırasında, adamın biri doktora sorar:
“Bir insanın akıl hastanesine yatıp yatmayacağını nasıl belirliyorsunuz?”
Doktor, “Bir küveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya üç şey veriyoruz. Bir kaşık, bir
fincan, ve bir kova. Sonra da kişiye küveti nasıl boşaltmayı tercih ettiğini soruyoruz. Siz ne
yapardınız?” der.
Adam, “Ooo! Anladım. Normal bir insan kovayı tercih eder. Çünkü kova, kaşık ve fincandan büyük.”
“Hayır,” der doktor, “normal bir insan küvetin tıpasını çeker.”
Ders: Akıl, bize sunulanlar dışında çözüm bulmaktır.
Temel’in Kompozisyonu
Yaz tatilinden sonra okulun ilk gününde öğretmen öğrencilerinden akraba ziyareti konusu üzerine bir kompozisyon yazmalarını ister.
Temel 2 dakika sonra öğretmene kompozisyonun hazır olduğunu söyler.
Öğretmen büyük şaşkınlıkla bitti mi Temel? Madem öyle oku bakalım
der.
Temel başlar okumaya:
Akrabalarıma ziyarete gittim, fakat evde kimse yoktu.
123456nindir
Bir sözdür ki şeytan kaçar, bir anahtardır, her kapıyı açar
Maldan paradan verilir, kırkta bir; onunla cennete varmadan, cennet olur kabir
Nar tanesi nur tanesi, bu dünyanın bir tanesi
Hasretleri kavuşturur, dargınları barıştırır.
Öğrenci toplar, öğretmen dağıtır.
“Çinde bile olsa arayın bulun!” diyor peygamber; akıllara nur, yüreklere fer, onu bilebaşarı, zafer.
7Dil ile verilir, sadaka denilir.
Ϯ
8Son sözümüz o olsun, ruhu
ϰ
ϱ
muz nurlarla dolsun
ϯ
ϭ
9Dünya bir tarla, ahiret harman, çalış çabala, oraya girmenin ilk
şarttır iman.
ϳ
ϲ
ϭϬ
ϵ
ϴ
10- Demiri avucuna alır yoğururdu hamur gibi, buydu onun mucizesi.
Zebur’u okurken dağlar taşlar dinlerdi. Pek güzeldi sesi
l
i
k
L
j
V
S
B
C
h
g
S
H
A
X
X
A
X
C
f
@
I
E
^
]
K
C
E
E
C
E
E
K
A
N
C
E
K
C
e
b
d
c
L
E
b
A
a
`
I
I
D
M
K
N
I
Z
\
M
E
K
J
[
C
F
C
J
Y
F
V
M
U
T
S
R
Q
A
P
O
N
C
E
E
K
_
L
K
J
F
H
G
I
I
I
I
W
I
I
C
E
C
B
A
@
71
KORKUTMAYIN;
ÇOCUKLARA ALLAH VE NAMAZI BİLİNÇALTINDA SEVDİRİN!
Eğitimci yazar M. Emin KARABACAK’ın Ensar Yayınları’ndan çıkan dördüncü kitabı; “ÇOCUKLARA ALLAH VE NAMAZI BİLİNÇALTINDA SEVDİREBİLMEK” okurlarla buluştu.
Okurların severek okudukları; BAYRAMLIK İSTEMEYEN ÇOCUKLAR (Çocukların Okul Başarısını
Artırmada Anne Babalara Düşen Görevler), BİLİNÇALTI APTALDIR ŞAKADAN ANLAMAZ ve TABAKLARI
AYIRDIK… ÇOCUKLAR SÖZ DİNLEMEZ OLDU (Söz
Dinlemeyen Çocuklar) kitabından sonra yazarın bu
kitabını da severek okuyacaklarına inanıyoruz.
Yazar bu kitabında öncelikle ele aldığı iki konu
var. Birinci bölümde çocuklara “Allah’ı”, ikinci bölümde ise “Namazı” nasıl sevdirebiliriz. Bilinçaltının
çocuk psikolojisinde daha iyi anlaşılması içinde “Şakadan Anlamayan Bilinçaltı” konu başlığı altında
ele alarak kitabın başına koymuş. Yine “Çocukları
Camiye Alıştırabilmek” konusunun da bir başlık
altında inceleyerek kitabın sonuna koymuş.
Yazar; çocuklara Allah ve namaz sevgisini verirken çocukların bilinçaltlarının da göz önünde bulundurulması gerektiği üzerinde durmuş ve zihnin % 10’u
bilinç, % 90’ı bilinçaltından oluştuğundan ifade etmiştir. Yazar; çocuklarda Allah ve namaz sevgisinin kalıcı
olması içinde zihnin bu özelliğinin dikkate alınması gerektiğini üzerinde durmuştur.
Çocuklara Allah ve namazı sevdirmek istiyoruz
fakat tutulan yol korku yolu olduğunu, bizim için önemli olmayan söylenmesi çok kolay; fakat sonucunun nereye varacağını bilmediğimiz birçok sözün çocukların
bilinçaltlarında hem dini hem psikolojik yaralar açtığını
yazar kitabında örneklerle açıklamaya çalışmıştır.
Yazar bu çalışmasında da konuları ele alırken çocukların yaşını, zekâ sevilerini, kişiliklerini ve gelişim dönemlerini göz önünde bulundurarak ele almış, ayet ve
hadislerle desteklemiştir. Konuların daha iyi anlaşılması içinde öğrenci-veli görüşmelerine ve yaşanmış hikâyelere
de yer vermiştir.
Okurlar kitaba; Ensar Yayınlarını kitaplarını satan bütün kitapçılarda ulaşabilecekleri online kitap satan internet sitelerinden de (http://www.ensarkitap.com/, http://www.kitapyurdu.com/ …) ulaşabilmektedirler.
Ensar Neşriyat Tic. A.Ş.
Oruçreis Mahallesi Giyimkent 12. Sokak No: 40/42 Esenler/ İstanbul
Tel: (0212) 491 19 03 - 04 Faks: (0212) 438 42 04
www.ensarnesriyat.com.tr - ensar@ensarnesriyat.com.tr
Download