M. Meclisi B : 90 5 . 6 / 1 9 6 3 cak bu işin mütesassısı olmak şartiyle müda­ hale edilir. Cebinde bıçak taşıyan bir kimse­ nin önüne çıkan hastayı ameliyata kalkması ne demektir? Buna müdahale değil cinayet der­ ler. O halde, canlı bir varlık olan dile de mü­ dahale etmek icabettiği zaman bu şartlara uy­ mak zaruridir. Aksi takdirde bu tarz bünyeye uymayan gayri ilmî, keyfî müdahaleler dili de­ jenere, hasta eder, dil buhranları doğurur. bir dilin tarihi içinde zaman zaman bu mü­ dahaleleri icabettiren devirler olabilir. Nite­ kim Türkçemizin de uzun ömrü içinde inki­ şafını ağırlaştıran, hattâ durduran tehlikeli devreler olmuştur. Arap ve Acem dillerinin hâ­ kimiyeti altına giren yazı dili Türkçe dev­ resi bunlardandır. İlmî bir tâbir olmamakla beraber pratikte, yerleştiği için «Osmanlıca» dediğimiz bu yazı dili Türkçesi, okunuş sınıf­ taki uyanışla gerilemeye yüz tutmuş, bilhassa 19 ncu asırdan itibaren kuvvet ve şuur kazan­ maya başlıyan ve hele Türkçülük cereyanı­ nın yaygın bir hal al'dığı tarihlerde daha da kuvvetlenerek sistemleşen millî dil cereyanı karşısında yok olmuştur. Bütün bunlardan dilin kendi kanılarına göre tabiî bir tekâmül yolunun bulunduğu ve fakat bazan bu yolun yabancı unsurlarla tı­ kandığı, bu yolu temizlemenin , açmanın zaru­ reti, bu itibarla bir müdahalede bulunmak ica­ bettiği zaman nasıl hareket edilmesi lâzımgeldiği anlaşılmış bulunmaktadır. ıSaym arkadaşlar, Atatürk inkılâpların). yanlış anlıyanlar zannetmişlerdir ki, o büyük adam kendi anlayışlarına göre dilde de bir inkılâp yapmak istemiştir. Halbuki Atatürk inkılâplarının içinde bu konuda yalnız Harf İnkılâbı vardır. Bu inkılâpla Türkçe inkişafı­ na mâni olan bir sistemden kurtulmuş, büyük ölçüde hürriyetine kavuşmuştur. Yine Atatürk tarafından bugün adı «Dil Kurumu» olan «Türk Dilini tetkik Cemiyeti» kurulmuş, 'Türkçeyi ta­ nıtmak, ona yaklaşmak ve bu suretle onu tabiî tekâmül yolunda desteklemek istemiştir. Bu Kurumun ilerde bir akademi haline gelmesini istiyen de yine Atatürk'dür. Bu, ilmin .göster­ diği yoldur. Esasen Atatürk inkılâplarının hepsinde ilmî görüş ve zihniyet hâkimdir. Fakat ne yazık ki, bugün o inkılâpları sözde en çok benimsemiş ve müdafaalarını üzerilerine 0:1 almış görünenlerde maalesef, bu zihniyet mev­ cut değildir. İlmî zihniyetten mahrum olan­ lara ilmin verdiği isim ise «gericidir,.)» İşte Türkçe bu zihniyetten mahrum olanların elin­ de Atatürk ve inkılâp bayraklarının gölgesin­ de 'gösterilerek yanlış yollara sevk edilmekte «Hayatta en ha'kiki mürşit ilimdir» diyen o büyük adamın ismi ilim - sizlerin karanlık sokaklarına çekilmektedir. Bugün memleketimizde, dil meseleleri kar­ şısında üç davranış ve zihniyet grupu belirmiş­ tir. 1. Osmanlıcacılar, 2. İlmî görüş sahiplen, 3. özleştirmeciler. 1. Osmanlıcacılar dediklerimiz Türk dilin­ de mcvcudolan Arap ve Acem asıllı kelimelere dokunulmamasını, bunların dilden atılmaması icabettiğini, bu hareketin dili fakirleştirdiğini iddia edenler. Daha çok eski kültürden gelen tesirler altında kalan bu grupta olanların iddia­ ları gittikçe zayıflamakta ve bu hal bir zaman meselesi olarak görülmektedir. İlmî görüş sahiplerinin iddialarının neler ol­ duğu baştan beri verdiğimiz izahattan anlaşıl­ mış olmalıdır. Bunlar özleştirme hareketinin prensibini kabul etmekte ve fakat takibedilen yolun tutumun ve zihniyetin dışında kalmakta­ dırlar. İlmin, ilim adamının dışında bir müdaha­ lenin aleyhinde ve böyle bir hareketin dil için felâket olacağı kanaatindedirler. özleştirmecilere gelince; dilde tasfiyeciliğin yeni adı olan özleştirme hareketinin prensibi her ne kadar dili öz- benliğine kavuşturmak ise de, takibedilen yol ve ulaşılmak istenilen gaye ilmin ve ihtisasın dışında kalmakta, keyfî ve fer­ dî müdahalelerle güzel Türkçemiz her gün biraz daha acaipleşmekte ve hattâ soysuzlaşmaktadır. Bilhassa son zamanlarda özleştirme, kendilerine mutlu azınlık denilen bir ekalliyetin elinde bir bayrak olmuş, yeni bir dil yaratmanın cezbesi içinde yapılan gariplikler Türk dili için tehli­ keli haller almaya başlamıştır. Bir miting he­ yecanının hâkimiyeti altına giren Türkçe bu el­ lerden kurtulduğu gün asıl hürriyetine kavuşa­ caktır. «Ya ilim, ya ölüm» diye bağrılan bir memlekette, ilme verilen değerin «Kubbede bir hoş seda» olarak kalmaması, kafalarda ve ruh­ larda da mâkes bulması lâzımdır. Ye yine ne garip bir tecellidir ki, bir zümreyi ırkçılıkla it-