Tasavvufu İbn Arabî’den başlatmak ya da o çizgiyle sınırlamak ilmî bir yaklaşım değildir. İbn Arabî’den 400 yıl önce, hicrî ikinci asırdan itibaren yaşamış sûfiler neden dikkate alınmıyor? es-Sülemî’nin et-Tabakâtü’sSûfiyyesine bakarsanız orada, hicrî 161’de vefat eden İbrahim b. Edhem’den bahsedilir. Yine hicrî ikinci asırda yaşayan Râbiatü’l-Adeviyye’den bahsedilir… Seriyyü’s-Sakatî ve Maruf el-Kerhî’den, el-Muhasibî’den, Tüsterî’den, Cüneyd ve diğerlerinden bahsedilir… Bunlar tasavvufun öncü şahsiyetlerindendir ve İbn Arabî’den 400 yıl önce yaşamışlardır. Tasavvufu konuşacaksak, kaynağından başlamamız icab eder. Prof. Dr. Abdulhamid Abdülmünim Medkûr hoca, Kahire Üniversitesi Dâru'l-Ulûm Fakültesi İslam Felsefesi Bölüm Başkanı, Arap Dili Enstitüsü üyesi Hasan Mahmud Abdullatif eş-Şâfi'î hoca 1930 yılında, Kahire'de doğdu. Küçük yaşta Kur'ân-ı Kerim'i hıfzetti ve el-Ezher'de ilim tahsiline başladı. 1953 yılında el-Ezher Üniversitesi, Usûlu'd-Dîn Fakültesi'ne ve Kahire Üniversitesi Dâru'l-Ulûm Fakültesi'ne başladı. 1964 ve 1966 yıllarında iki defa tutuklandı ve toplam 6 sene hapiste kaldı. Bu süre içinde yoğun işkenceye tâbi tutuldu. O zamandan kalma kırbaç izleri sırtında hala durmaktadır. Daha sonra Mısır Askerî Mahkemesi tarafından da tutuklanması istenen Hasan eş-Şâfi'î hoca hakkında müebbet hapis cezası kararı verildi ancak Yüksek Mahkeme bu kararı temyiz etti. Hasan eş-Şâfiî hoca 1971 yılı itibariyle, kitap yazmaya başladı. İslam Felsefesi, Tevhid, Kelam İlmi ve Tasavvuf alanlarında 10 tane kitap ve 30 adet ilmî tebliğ hazırladı. 1977 yılında Londra Üniversitesi, Doğu ve Afrika Araştırmaları Fakültesinde İslam Felsefesi alanında doktorasını tamamladı. Eserlerinden bazıları: el-Âmidî ve Ârâ'uhû'l-Kelâmiyye, İlmü'l-Kelam beyne Mâdıyhi ve Hâdırıhî, Fusûl fi't-Tasavvuf, et-Teyyâru'l-Meşşâ'î fi'l-Felsefeti'lİslâmiyye, Ebû Hâmid el-Gazzâlî: Dirâsât fî Fikrihî ve Asrihî ve Te'sîrihî, el-İmâm Muhammed Abduh ve Tecdîd İlmi'l-Kelâm, Haraket'-Te'vîli'n-Nesevî li'l-Kur'âni ve'd-Dîn, Tecdîdü'lFikri'l-İslâmî: el-Mefhûm ve'd-Devâ'î ve'l-Hatavât, el-Medhal İlâ Dirâseti İlmi'l-Kelâm 83 yaşında olan Hasan eş-Şâfi'î hoca, şu anda Ezher Şeyhi Ahmed Tayyib hocanın müsteşarlığını ve Mısır Arap Dili Enstitüsü'nün ve Uluslararası Sûfî Âlimler Birliği'nin başkanlığınınım yanısıra tedris ve irşad faaliyetlerine devam etmektedir. MÜLAKAT Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii Mülakat Katılanlar: Hasan Şafiî, Abdulhamid Medkûr, Diyorlar ki: “Zühd kelimesi Kur’ân’da yalnızca bir Talha Hakan Alp, M. Fatih Kaya, defa geçmektedir. Onun da Sûfîlerin kastettiği dinî, Ömer Faruk Tokat şer’î ve ahlâkî anlamdaki zühdle alakası yoktur. Do- [Kahire Üniversitesi Dâru’l-Ulûm Fakültesi, Kelam hocası Prof. Dr. Hasan Şâfiî ve yine aynı üniversitenin tasavvuf bölümü başkanlığını yapan Prof. Dr. Abdulhamid Medkûr hocalarla tasavvuf ve kelam layısıyla sûfiyye, tasavvufu ve zühd adıyla kurumsallaştırdıkları sistemi, Hıristiyan mistisizminden hatta Yahudi mistisizminden hareketle oluşmuş önceki mistik akımlardan almışlardır.” merkezli bir söyleşi gerçekleştirdik... Bu, oryantalistlerin başlattığı ve yaygınlaşmasını “Ukûl”, “Ukûl-u aşare”, “nüfûs-u tis’a”, “eflâk-ı tis’a” terviç ettiği bir iddiadır. Üstelik bu tür iddialar yal- vb. kavramların Neoplatonizm’le; tasavvufun diğer dinlerdeki mistik oluşumlarla ilişkisini, Hakikat-i Muhammediyye, nur-i Muhammedî, kelime/logos felsefesi vb. kavramları ve modernist din yorumlarını konuştuk.] Talha Hakan Alp: Nazarî tasavvufla Hıristiyan mistisizmi arasında Hakîkat-i Muhammediyye gibi bazı kavramlarda irtibat olduğunu düşünenler var. Tasavvufun bazı kavramlarının Hıristiyan mistisizminden ithal edildiği öne sürülüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? nızca tasavvufa münhasır olmayıp İslam düşüncesinin ve İslamî ilimlerin her alanına teşmil edilmeye çalışılmaktadır. İslam düşüncesinin her unsurunu geçmiş uygarlıklarda ortaya çıkan bir unsurla irtibatlandırma gayretkeşliği… Mesela “Fıkıh, Roma hukukundan etkilenmiştir. Tefsir, eski ve yeni ahit yorumcusu papazlardan etkilenerek oluşmuştur. Ahlak, Yunan ahlakından alınmıştır. Tasavvuf, Hind ve Yunan başta olmak üzere yerkürenin her tarafından alınmıştır. ‘Varlık’, ‘varlığın hakikati’ gibi kavramlar Hind’den alınmıştır, ‘marifet’ ve ‘irfan’ gibi kavramlar mıştır. Bazı nazariyeler yer kürenin dört bir yanından Allah’a hamd ve Rasûlü’ne salât u selamdan sonra… mesela bir kısmı Hind’den, bir kısmı Hıristiyan felsefe- İslam tasavvufunun geçmiş mistik akımlardan etkilendiğini ileri süren görüş muhtelif veçheleri olan bir iddia olup tasavvufun yalnızca Hıristiyan mistisizminden değil, aynı zamanda tasavvuftaki her şeyin kendinden önceki mistik akımlardan etkilendiğini ileri sürmektedir. Birçok kimse tasavvufun geçmiş/diğer mistik akımlardan etkilendiğini ileri sürmektedir. İçlerinden bir kısmı zühde bile böyle bakmaktadır; “Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in Sünnetinden hareketle tekevvün etmiş İslamî bilgi ve kültür birikimi ve şer’î kaynaklar, Sahabe ve sinden ve Hıristiyan mistisizminden, bir kısmı da Yunan felsefesinden kotarılmıştır.” Doğrusu bu, yaygın bir iddiadır ve bu iddianın sahipleri, orijini Müslümanlara ait olan her değeri Müslümanların dinî kaynaklarından koparmayı hedeflemektedir… Bu, Müslümanların kaynaklarını her türlü orijinaliteden soyutlamaya çağrıdır… Abartılar üzerine kurulu bir iddiadır. Çünkü bir şeyle ilgili olarak etkileme ya da etkilenme iddiasında bulunabilmek için olmazsa olmaz şartlar vardır. Her sonradan gelenin, öncekinin etkisinde olduğunu söyleyebilmemiz için bir ta- Tâbiîn yaşamının/ahvâlinin, Müslümanlar arasında kım şartlar vardır. Bu şartları dikkate almayan kim- ortaya çıkmış olan zühdün kaynağı olamayacağını” seler, Kur’ân-ı Kerim’in Tevrat ve İncil’den alıntı ol- söylemektedirler. Bazıları zühd kelimesinin Kur’ân-ı duğunu ileri sürmektedirler. Yani Kur’ân-ı Kerim’in Kerim’de yalnızca bir defa geçtiğini, onun da tasav- bile geçmiş peygamberlerin eserlerinden, Tevrat ve vufla alakasız bir bağlamda olduğunu söylemekte- İncil’den müktebes olduğunu ileri sürebilmektedir- dir. Kastettikleri âyet şöyle buyuruyor: ler. Bundan dolayı, söz konusu zorunlu şartlara isti- ِ ِ َّ س در ِاهم مع ُدود ٍة وَكانوا فِ ِيه ِمن ِ ين َ الزاهد َ ُ َ َ ْ َ َ َ َ ٍ ََْو َشَرْوهُ بثَ َم ٍن بخ MÜLAKAT Yunan’dan; Zühd, Yahudi ve Hıristiyanlardan alın- Abdulhamid Medkûr: Bismillâhirrahmânirrahîm, nad etmeyen bu tür iddialara teslim olmak doğru değildir. Mesela bu şartlardan birisi, etkilenen ile “Değersiz bir baha ile onu bir kaç dirheme sattılar, etkileyen arasında güçlü bir ilişki olmalı ve bu ilişki hakkında zahid (rağbetsiz) bulunuyorlardı.” birebir karşılaşma, okuma ve etkilenenin “şunu fa- (Yusuf/20) landan aldım” şeklinde tasrihi gibi çok açık araçlar RIHLE Temmuz-Aralık 2012 37 Mülakat Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii üzerine ibtina etmelidir. Bir şeyin diğer bir şeyden etkilendiğini söyleyebilmek için bu iki şeyin birbirine benzemesi yeterli değildir; bunun yanında öncekiyle sonraki (etkileyen ile etkilenen) arasında güçlü bir ilişki olmalıdır… Bu, olmazsa olmaz bir şarttır. Ayrıca etkilenme olduğunu düşündüğümüz unsurun, etkileyen ve etkilenen taraflarda aynı anlamda kullanıldığından emin olmamız gerekir. Çünkü bazen bir medeniyet ya da bir kültürdeki kelime başka bir medeniyete intikal ettiğinde tamamıyla farklı bir muhteva kazanabilir… Bu durumda buradaki benzeşim/buluşma kelimenin mazmununda değil, yalnızca lafzında olur. Bunlar, olmazsa olmaz hususlardır. Mesela Hind mistisizminde fenâ kavramı vardır. Ancak oradaki fenâ ontolojik bir kavramdır. Hind mistisizminde ulûhiyyet yaklaşımı yoktur; aksine o, doğa mistisizmidir. Şimdi tasavvuf okumaları sırasında fenâ kavramıyla karşılaştığımızda aceleci davranarak Müslüman sufîlerin dile getirdiği fenâ kavramının MÜLAKAT geçmiş Hind mistiklerininkiyle aynı olduğunu söylemek doğru olmaz. Tasavvuf kitaplarındaki fenâ kavramına baktığımızda bunun üç anlamının oldu- 38 sasındaki kadınların durumunu hatırlamanın tam sırası; “Vaktâ ki O’nu gördüler, O’nu pek büyüttüler ve kendi ellerini kesiverdiler ve dediler ki: ‘Allah Teâlâ’yı tenzih ederiz, bu bir insan değil, bu ancak bir kerîm melektir.’ ” (Yusuf, 31). Kadınların yaşadığı bu durum fenâ-i şuûrî/vucdânîdir. Kadınlar kendi varlıklarının ve etraflarındaki eşyanın farkındalar ancak duygu ve his boyutunda bazı şeyler karşısında bir gaybubet/geçginlik hali yaşadılar. Bu, tabiî bir duyumsamadır ki bunu her insan yaşayabilir. Mesela biz çok sevindirici ya da çok üzücü bir haber aldığımızda geçici bir şuur kaybına uğrayarak açlık, susuzluk, uykusuzluk ve yorgunluk gibi durumlar karşısında psikolojik düzlemde bir gaybubet (geçginlik) hali yaşayabiliriz. Bu çok vazıh bir meseledir… Fenâ-i ahlâkî bedihî bir meseledir… Bundan da öte matlup bir haldir. Fenâ-i şu’ûrî de bedihî olup birçok insanın zaman zaman yaşadığı bir haldir ve sahibini, “bütün mevcudât birdir (varlığın birliği/ittihad)” demeye götürmedikçe normal bir durumdur. Fenânın üçüncü türü el-fenâ ani’l-vücûddur. Fenanın bu türünün, Hint mistiklerinin sözünü ettiği fenâ/nirvanaya benzemesi mümkündür. Böyle bir ğunu görürüz: benzerlikten söz etmek mümkün olmakla birlikte el-Fenâu’l-ahlâkî… Yani, ucüb, kibir, hased, nifak, Yani fenanın bu türü geçici bir hal olup sürekli de- büyük sûfîler “fenadan sonra bekâ”dan sözederler. riya vb. kulun amellerinin Allah indinde redde- ğildir. Bu fenâda bir tür baskın vecd hali yaşanır… dilmesine sebep olan ahlâkî âfetlerden ve düşük Sûfînin yaşadığı bu hal, onu nefsine hükmetmekten hallerden sıyrılma anlamında kullanılır ki bu, şer’î, aciz bırakır… Gerçek sâlik bu durumu bir mesel-i İslâmî ve dinî bir anlam olup bütün Müslümanların a’lâ (en yüce gaye) olarak görmemelidir. Çünkü en kuşanması gereken bir hususiyeti ifade eder. Âk u yüce hedef, sâlikin o fenâ tecrübesinden edinmiş pâk olarak Allah’a ulaşmak ve Allah indinde amel- olduğu kazanımlarla donanarak tekrar vücûd leri değersizleştiren huylardan sıyrılmak; niyet, mertebesine dönmesidir. Dolayısıyla fenâ sonra- ibadet ve ahlakta safiyete ulaşmak için el-fenâu’l- sı bekâ, fenanın kendisinden daha kâmil bir ma- ahlâkî gerekir. Ehl-i Tasavvuf bu anlamdaki fenâdan kamdır. Tasavvufun diğer kültürlerden ve mistik bahsederken bizim kalkıp bu fenâyı Hind mistisiz- akımlardan etkilendiğini ileri süren iddialara karşı mindeki fenâyla ilişkilendirmemiz doğru olmaz. şimdilik genel olarak bunları söyleyebiliriz. İkinci anlam el-fenâu’l-vucdânî ya da el-fenâu’ş- Hakîkat-i Muhammediyye anlayışının Hıristiyan şuûrîdir. Kişinin, var olduğunu ve düşündüğünü bi- mistisizminden alındığını iddia etmek ise doğrusu lerek, bazen bulunduğu eşyaya karşı hissî boyutta çok zorlama bir yaklaşımdır… Hakikatle bağdaşma- farkındalığını kaybetmesi, yani kişinin belli bir za- yan bir tutumdur. Çünkü Hıristiyan mistisizmi Hz. man diliminde bazı şeylere karşı his, şuur ve bilin- Mesih üzerine yoğunlaşır. İslam’da ise tasavvufun cini yitirmesidir ki bu psikolojik ve tabiî bir haldir. etrafında döndüğü merkez ve mihver, Allah Celle ve Nitekim insanın bazen bu durumu yaşaması kesin- A’lâ’ya teveccühtür. Evet Rasûlullâh (s.a.v)’in büyük, likle mümkündür. Bu noktada, Hz. Yusuf (a. s) kıs- şerefli ve kâmil bir makamı vardır ancak O (s.a.v), Temmuz-Aralık 2012 RIHLE Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii merkez ya da mihver değildir. Şia’dan bir kesimin ve Mülakat genel bir çerçeve olarak şunu da göz ardı etmemek bazı sûfîlerin Hakikat-i Muhammediyye’den bahset- gerekiyor: Kurumsal anlamda tasavvufun baş- tikleri doğru olmakla birlikte bize düşen Hakikat-ı langıç dönemlerinde, hicrî üçüncü, dördüncü ve Muhammediyye anlayışına, Hıristiyan mistisizminin beşinci asırlarda büyük sûfilerin ortaya koyduğu dışında bir kaynak aramaktır. Çünkü Hıristiyan mis- Tasavvuf usulünde ve onların kitaplarda nerdey- tisizmi ile tasavvuftaki bu tür nazariyelerin kaynağı se hiçbir ecnebi tesir bulamazsınız… Bu yüzden arasında ilişki kurulamaz. Umarım söylediklerim so- o dönemlerin tasavvuf eserlerinde aklu’l-evvel runuza cevap teşkil etmiştir. vb. kavramlar yoktur; orada tevhid kavramını Hakîkat-i Muhammediyye anlayışının Hıristiyan mistisizminden alındığını iddia etmek ise doğrusu çok zorlama bir yaklaşımdır… Çünkü Hıristiyan mistisizmi Hz. Mesih üzerine yoğunlaşır. İslam’da ise tasavvufun etrafında döndüğü merkez ve mihver, Allah Celle ve A’lâ’ya teveccühtür. Evet Rasûlullâh (s.a.v)’in büyük, şerefli ve kâmil bir makamı vardır ancak O (s.a.v), merkez ya da mihver değildir. Talha Hakan Alp: Müslüman filozoflar, kitaplarında ukûl (akıllar)dan sözediyor. Ukûl-i aşera, nüfus-i Bazı sûfîler de felsefeciler gibi akl-ı evvel, akl-i sânî, akl-i sâlis vb. kavramları kullanıyorlar. el-Aklu’l-evvel kavramı bazı tasavvuf kitaplarında geçiyor. Dolayısıyla sûfilerin Müslüman filozoflar kanalıyla Yunan felsefesinden etkilenmiş olduklarını söylemek mümkün müdür? olduğunu, âlimlerimizin Akaid ve Kelam ilimlerinde mevzubahis ettiği gibi tevhidi, Allah’ın hâlık; kulun ve kâinatın mahlûk olduğu vb. konuları bulursunuz. Yani ilk dönemlerin sûfîlerinde, önce Yunan felsefesinde, sonrasında Müslüman filozofların felsefesinde görülen kavramlar, anlayışlar ve araçlar yoktur. Fârâbî ve İbn Sinâ gibi Meşşâî ekolün geleneğini sürdüren bazı filozofların kullandığı, Yunan felsefesinden mevrûs araçlar bu Abdulhamid Medkûr: Burada çok mühim bir me- dönemlerin tasavvuf terminolojisinde kendine seleyi dikkate almalıyız. Tasavvuf bin yıldan fazla yer bulamamıştır. Meşşâî ekolün mezkûr gele- bir zamandan beri İslam dünyasının her köşesine nekleri bazı Müslüman filozoflar tarafından da yayılmıştır. Mekân açısından bakarsak, tasavvuf İs- reddedilmiştir. Bazı Müslüman filozoflar varlığı ve lam dünyasının en uzak doğusundan en uzak ba- aklı tabakalandıran felsefî söylemi reddetmişlerdir. tısına kadar yayılmıştır. Zamansal açıdan bakarsak, Mesela bakıyorsunuz bir filozof Meşşâî felsefeyi ka- tasavvuf hicrî ikinci asrın ikinci yarısında bir kavram bul etmekle birlikte onun bazı taraflarını reddedi- olarak ortaya çıkmıştır. Yani üzerinde konuştuğu- yor. Ebu’l-Berakât el-Bağdâdî el-Mu’teber’de bu tür muz şey, kurumsal anlamda 1200 yıllık geçmişi felsefî yaklaşımları tenkit ve reddeder. Aynı şekilde olan bir şey. Bu süreç içinde birçok kadim medeni- İbn Rüşd, bu tür yaklaşımları reddeder ve bunları yetler var ve mekân itibariyle İslam dünyası içinde felsefenin turrehâtı ve hezeyanı olarak görür. Bu Hind, Fars, Arap, Mağrip vd. milletleri barındırıyor. söylediklerimiz felsefeyle, daha özelde ise Meşşâî Bu milletlerin hepsi İslam’a girmiş… Bütün bu in- felsefeyle ya da Meşşâî ekole mensup filozofların sanların tek/aynı düşünce, yöntem, anlayış ve tari- birçoğuyla ilgilidir. kat üzerinde birleşmiş olmalarını beklemek makul değildir… Makul olan, coğrafyadan coğrafyaya ve zamandan zamana değişen birçok tasavvuf çeşidi ve anlayışı olduğunu kabul etmektir. Ancak burada MÜLAKAT tis’a, eflâk-i tis’a vb. kavramlardan bahsediyorlar. bulursunuz… Tevhidin, kıdemi hudûsten ayırmak Fakat Ebû Talib el-Mekkî, el-Muhâsibî, el-Cüneyd, Amr b. Osman el-Mekkî, Sehl et-Tüsterî ve emsali sûfîler akıl, makul, aklın ve nefsin dereceleri gibi RIHLE Temmuz-Aralık 2012 39 Mülakat Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii meselelerden hiç bahsetmezler. Hicrî 4. asra gider- “Musa’nın kavmi içinde doğrulukla hakka götüren ve seniz Ebû Talib el-Mekkî, Ebu Nasr Serrâc et-Tûsî, hak ile adalet yapan bir topluluk da vardır (A’râf, 159), el-Kelâbâzî ve diğer sûfîler de bu konulardan bah- “Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları za- setmezler. 5. asra giderseniz orada el-Kuşeyrî’yi, el- man, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola ile- Hucvîrî’yi görürsünüz ve bu tür meseleleri onlarda ten rehberler tayin etmiştik (Secde, 24), “Ama hepsi da bulamazsınız. Hicrî 3., 4. ve 5. Asırlar tasavvufun bir değildir. Kitap ehli içinde, gece saatlerinde ayakta ilk asırlarıdır. Bu dönemlerden sonra sûfîlerden durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanan küçük bir grup tasavvufla felsefeyi mezcediyor bir topluluk da vardır” (Âl-i İmran, 113). Tasavvufu felsefeyle karıştıranlar, mutasavvıfların kısm-ı azamına nisbetle çok küçük bir topluluğu teşkil ederler. Ayrıca sûfilerin içinde ilk dönem sûfilerin izinden gidip felsefî tasavvufçulara karşı çıkan, onları tenkit eden ve onların felsefe kaynaklarını ortaya çıkaran kimseler hep olmuştur. ve sorun da tam burada başlıyor… Bu küçük sûfî grup terviç ediliyor, sürekli bunlardan bahsediliyor, MÜLAKAT bunların görüşleri genellemeci bir yaklaşımla tüm tasavvufa teşmil edilmeye çalışılıyor. Bu öylesine çok yapılıyor ki, bütün sûfîlerin bu görüşte olduğu düşünülüyor. Ukûl (akıllar) konusundan kim bahsediyor? İşrakî bir şahsiyet olan Sühreverdî el-Maktûl bahsediyor… Ondan sonra İbn Arabî ve İbn Seb’în bahsediyor. Mezkûr sûfîlerin bu felsefeden etkilendiğini söylemek mümkün. Hâlbuki sûfiyyenin cumhûr-i azamına, özellikle de ilk dönem sûfîlerine giderseniz, az önce zikrettiğimiz geç dönem ve sûfiyye içinde yalnızca bir ekolü oluşturan bu küçük gruptaki sûfîlerin bahis konusu ettiği mevzuların hiç birini onlarda bulamazsınız. Tasavvuf ya da başka bir alandan bahsederken genellemeye mahal olmayan yerlerde genellemecilik yapmaktan kaçınmamız gerekir. Yani cüzî bir meseleyi küllî bir meseleye teşmil etmek doğru 40 Bir cüze ait olan bir hükmü külle tamim etmemek, öğrenmemiz gereken Kur’ânî bir yöntemdir. Bir konuda bir hükme varırken yargımızın mevzubahis hususla sınırlı olması icab eder… Kanaatimizi alakasız hususlara teşmil etmemek için genellemecilikten sakınmamız gerekir. Yoksa cüzî bir hususu bütün sûfîlere, bütün fakihlere ya da bütün müfessirlere teşmil etmek gibi ilmî ve aklî olmayan bir açmaza düşmek işten bile değildir. O halde bir yargıda bulunurken yargımızın, alakalı olduğu kişi ya da hususla sınırlı olması gerekir. Dolayısıyla tasavvufu felsefeyle karıştıranlar, mutasavvıfların kısm-ı azamına nisbetle çok küçük bir topluluğu teşkil ederler. Ayrıca sûfilerin içinde ilk dönem sûfilerin izinden gidip felsefî tasavvufçulara karşı çıkan, onları tenkit eden ve onların felsefe kaynaklarını ortaya çıkaran kimseler hep olmuştur. Talha Hakan Alp: Günümüzde tasavvuf dendiğinde öncelikle İbn Arabî ve o çizgide olan isimler akla geliyor. değildir… Aksi takdirde bütün hakikatler zayi Abdulhamid Medkûr: İbn Arabî, hicrî 6. ve 7. asır- olur. Hükmü mazmunuyla sınırlandırmak; genel- da yaşamıştır. Tasavvufu İbn Arabî’den başlatmak leştirmemek, Kur’ânî bir yöntemdir… Allah Teâlâ ya da o çizgiyle sınırlamak ilmî bir yaklaşım değil- hakkında çirkin sözler söyleyen ve peygamberleri dir. İbn Arabî’den 400 yıl önce, hicrî ikinci asırdan katleden ve şeriatları tahrif eden Yahudiler hakkın- itibaren yaşamış sûfiler neden dikkate alınmıyor? da Kur’ân şöyle der: es-Sülemî’nin Temmuz-Aralık 2012 RIHLE et-Tabakâtü’s-Sûfiyyesine bakar- Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii Mülakat nuştuğumuz meseleyi belirlememiz gerekir… Han- Edhem’den bahsedilir. Yine hicrî ikinci asırda ya- gi dönemi ve hangi şahsiyetleri konuştuğumuzu şayan Râbiatü’l-Adeviyye’den bahsedilir… Seriy- bilmemiz icab eder. Asırlara yayılmış bir yaklaşımı yü’s-Sakatî ve Maruf el-Kerhî’den, el-Muhasibî’den, konuşacaksak bu yaklaşımın tarihî süreç içerisinde Tüsterî’den, Cüneyd ve diğerlerinden bahsedilir… kazandığı boyutları göz önüne almamız ve çıkardı- Bunlar tasavvufun öncü şahsiyetlerindendir ve İbn ğımız sonuçları ancak ilgili olduğu meseleyle sınırlı Arabi’den 400 yıl önce yaşamışlardır. Tasavvufu ko- tutup tamim etmememiz gerekir. nuşacaksak, kaynağından başlamamız icab eder. 6. ve 7. asırlara geldiğimizde, ancak o zaman İbn Arabî ile karşılaşırız. Talha Hakan Alp: Abdulhamid Medkûr hocamıza teşekkür ediyoruz. Ben benzer bir soruyu bir Kelamcı olan Hasan Abdüllatif eş-Şâfi’î hocamıza sor- Sufî tarikatların öncü şeyhleri mesela Abdülkadir mak istiyorum. Felsefe ve teoloji, İslam İlm-i Kelam’ı el-Cîlânî (Geylanî) neden gözardı edilebilir ki! Ab- üzerinde ne kadar etkili olmuştur? Watson’un “Ke- dülkadir el-Cîlânî, İbn Arabî’nin doğumundan bir lam Felsefeleri: Müslüman-Hristiyan-Yahudi Kelamı” yıl sonra vefat etmiştir. el-Cîlânî hicrî 561’de vefat etmiş, İbn Arabî ise 560 h.’de doğmuştur. Şeyh Abdülkâdir el-Cîlânî, Şeyh Ahmed er-Rifâî gibi İslam dünyasının doğusunda ve batısında bulu- adında bir kitabı var… İslam ilim geleneği ile ve diğer dinlerin teolojileri arasında bir etkileşim olmuş mudur? nan büyük tasavvuf imamlarının hepsi İbn Ara- Hasan Abdüllatif eş-Şâfi’î: Bismillâhirrahmânir- bî’den önce gelmişlerdir. Dolayısıyla genellemeci râhîm… Hamd âlemlerin Rabbi Allah’adır… Salât u kolaycılığa paçamızı kaptırmamamız ve bu arızaya selam, Rasûlullâh Efendimiz üzerine olsun. yakalananlara prim vermememiz gerekiyor. Mesela fukahâ içinde hiyel/hile konularından bahsedenler var diye bütün bir fıkhın hileden ibaret olduğunu söylemek tabii ki saçmadır… Bu Hadis uyduran bazı kimseler var diye bütün muhaddislerin yalancı olduğunu söylemek kadar saçmadır. Çünkü bu yaklaşım tüm hakikatleri tersyüz eder. Dolayısıyla tasavvufu konuşacaksak öncelikle ko- MÜLAKAT sanız orada, hicrî 161’de vefat eden İbrahim b. Sorunuzun cevabına geçmeden önce Hakîkat-i Muhammediyye ve Nûr-i Muhammedî meselesi üzerine bir şeyler söylemeyi arzu ediyorum… Hakîkat-i Muhammediyye’nin Hıristiyanlıktan alındığını çünkü Hıristiyanlıkta Mesih’in kelime/logos olduğu ve onun ilahın ya da ilâhî olanın mücessem hâli olup tanrısallıktan uzak olmadığı şeklindeki yaklaşımla ilgili birkaç noktaya temas etmek istiyorum. RIHLE Temmuz-Aralık 2012 41 Mülakat Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii Öncelikle belirtmek gerekir ki Nûr-i Muhamme- sathî genellemeler yapmaya sevk etmiştir. Burada dî anlayışı İslam ulemasının hepsinin kabul ettiği değinmek istediğim hususlar Abdülhalim Mah- bir anlayış değildir… Fakat bunun böyle olması mud’un söylediklerine dönüktür. Şöyle ki, Kur’ân-ı asılsız olduğu anlamına gelmez. Bu siyakta mese- Kerim’de Rasûlullâh (s.a.v)’den başka hiç kimse “ilk lenin tasavvuruna katkı sağlayacak birkaç hususa Müslüman” olarak nitelenmemiştir. Kur’ân-ı Ke- değinmek istiyorum… Bunu objektif bir çerçeve rim’de Rasûlullah (s.a.v)’in diliyle “Ben müslüman- içinde yapmaya çalışacağım… Ben bu mevzuya ların ilkiyim (evvelü’l-müslimîn)” (En’âm 163) ifadesi taassupla yaklaşmadığım gibi bütünüyle de muha- geçer. “Müminlerin ilki (evvelü’l-mu’minîn)” İfadesi lefet etmiyorum. Bu meselenin etkileme-etkilenme Hz. Musa ile ilgilidir. “Müslümanların ilki” vasfı ise bağlamından olabildiğince uzak olduğunu düşü- –ki müslimlik/islam imandan daha genel ve daha nüyorum. Abdülhalim Mahmud, et-Tefkîru’l-Felsefî öncedir ve fıtrattır- Hz. Peygamber (s.a.v)’in vasfıdır. fi’l-İslâm adlı kitabında etkileme ve etkilenme me- En’âm suresinin sonlarında geçer bu âyet-i kerîme... selesine değinir ve bu durumu humma hastalığına benzetir. Bazı kimseler, İslam ile diğer uygarlıklar arasında bir benzerlik ya da onun benzeri bir durumla karşılaştığında, el çabukluğuyla, hemen bir etkileme/etkilenmeden söz etme kolaycılığına MÜLAKAT tevessül ederler. 42 Ayrıca Abdurrazzâk es-San’ânî’nin Musannef’inde geçen bir hadis-i şerif vardır… Hz. Cabir’den rivayet edilen meşhur hadis... Hz. Rasûlullâh (s.a.v) buyuruyor ki: “Âdem su ile çamurun arasındayken ben peygamberdim”… Bunları Abdulhalim hocadan naklediyorum. Hakîkat-i Muhammediyye ve Nûr-i Onlara göre İslam da Yahudiliğin, Hıristiyanlığın, Muhammedî gibi meseleler konuşulurken bunlar Arap ve Fars paganizminin karışımından başka bir da gözönünde bulundurulsun diye aktarıyorum şey değildir. Bunu yaparken de etkileme-etkilenme bunları. Bu hususta hakikaten çok güçlü bir delil teorisine yaslanırlar. Bu teori, 19. asırda ortaya çık- daha vardır… Sahih bir hadis… Hz. Abbas (r.a)’ın mış, 20. asırda yaygınlık kazanmış ve birçok alanda Hz. Mustafa (s.a.v) Efendimiz’in huzurunda ona kullanılagelmiştir. Karşılaştırmalı araştırma çalışma- övgü olarak inşad ettiği kasideyi kastediyorum. ları, edebiyat alanıyla sınırlı kalmamış, karşılaştırma- Dostumuz Mahmud et-Tanâhî hoca (Allah rahmet lı dinler ve karşılaştırmalı felsefeler gibi birçok alan- etsin), bu kasideyi/şiiri edisyon kritiğini yaparak da kullanılmaya başlanmıştır. Bu yaklaşımın ortaya yayınlamıştır. Mahmud et-Tenâhî hoca kaynak- çıkıp popülerleşmesi, kimilerini hemen her konuda larımıza hâkim derin ve mütemekkin bir âlimdi. Temmuz-Aralık 2012 RIHLE Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii Mülakat Abdülfettah Ebu Gudde, Seyyid Ahmed Sakr ve Hasan Şâfiî: Âyette geçen, “Secdekârlar içinde do- Mahmud Şâkir gibi hocaların hocasıdır. laşmak” ifadesini “secdekârların aslâbında” şeklinde Abdulhamid Medkûr: Seyyid Ahmed Sakr, benim tefsir etmişlerdir. Abdulhamid Medkûr: Yani burada, secde edenler de hocamdı. Hasan eş-Şâfiî: Bizim hemen yan tarafımızda ders verirdi ama ben kendisinden okumadım. Fakat onun küçük kardeşi benim arkadaşımdı. arasında dolaşan, Hz. Peygamber (s.a.v)’in insanlar arasında görülen varlığı değildir; aksine Efendimiz (s.a.v)’in sulblerden rahimlere intikal eden Bütün bu delillerin de gösterdiği üzere Hakikat-i Muhammediyye ya da Nûr-i Muhammedî anlayışına bizim kaynaklarımızdan temel/delil bulmak gayet mümkündür. Dolayısıyla, bu meselelerin sûfîlere Hıristiyanlıktan ya da diğer mistik akımlardan intikal ettiğini söylemek makul değildir. Konuya dönersek Mahmud et-Tanâhî hoca, Mısır’da ve ondan sonra secde edenlerin arasında dönüp duran sâbık bir zuhuru daha vardır. Bu âyetler bazı tefsir kitaplarında bu şekilde izah edilmiştir. Mesela eden kadim bir dergidir- bu kasideyi kritik eden bir İbnu’l-Cevzî’nin, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafâ adlı ese- makale yayınladı. el-Kasîdetü’l-Kâfiyye adını verdiği rinin baş taraflarında bu söylediklerimize çok yakın bu şiir “kaf” kafiyesiyle yazılmıştır. (Abbas (r. a), Hz. izahlar bulunmaktadır. Peygamber (s.a.v)’in huzurunda, onu metih sadedinde bir şeyler söylerken “(…) Yaprakların örtüldüğü yerde…” ifadesini kullanır… O, bu ifadesiyle “Ağacın meyvesinden tadar tatmaz birden ayıp yerlerinin görünmeye başladığını fark ettiler ve cennet Mehmet Fatih Kaya: Ayrıca kaynaklarımızda Efendimiz (s.a.v)’in yaratılış cihetiyle peygamberlerin ilki, gönderiliş cihetiyle sonuncusu olduğu da söylenir. yapraklarıyla üzerlerini örtmeye koyuldular.” (A’râf Abdulhamid Medkûr: Dolayısıyla bütün bu de- 22) âyetine işaret etmektedir. Hz. Abbas bu kasi- lillerin de gösterdiği üzere Hakikat-i Muhamme- deyi, huzur-i saadette okumuş Efendimiz (s.a.v) de diyye ya da Nûr-i Muhammedî anlayışına bizim bunu ikrar ile kabul etmiştir. Mahmud et-Tanâhî’nin kaynaklarımızdan temel/delil bulmak gayet de aktardığı üzere bu kaside muttasıl bir senetle ri- mümkündür. Dolayısıyla, bu meselelerin sûfîlere vayet edilmiştir… Kaynaklarda vardır ve naklin isti- Hıristiyanlıktan ya da diğer mistik akımlardan in- nadı, ikrar olsa da sahih hadislerden kabul edilir. Bu tikal ettiğini söylemek makul değildir. mezkûr delillerin yanı sıra, Hakîkat-i Muhammediyye, Nûr-i Muhammedî ya da sebka temel olabilecek başka deliller de vardır. Abdulhamid Medkûr: Müsaadenizle ben de birkaç hususa değinmek istiyorum. Bazı müfessirler, “Ve o azîz, rahîme tevekkül et. O ki, seni kıyam ettiğin vakit görüyor. Ve secdekârlar içinde dolaşmanı da görüyor” (Şuarâ 217-219) bu âyetlerin, “sâbık varlık” yaklaşımının temeli olduğu sonucuna varmışlardır. MÜLAKAT Hilal Yayınevinin çıkardığı Hilâl dergisinde –ki şu an yaklaşık 120 yaşında olan ve çıkmaya devam 1 Hasan Abdüllatif eş-Şâfi’î: Bunun güçlü bir aklî zemini de vardır. Şöyle ki: Allah Teâlâ bütün kâinatı iradesiyle yaratmıştır… İnsanı, kendisine ibadet etmesi için halk etmiştir. Abduhamid Medkûr: Nitekim Allah Teâlâ “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyât 56) buyurmaktadır. Hasan Abdüllatif eş-Şâfi’î: Âyet-i kerimede be- RIHLE Temmuz-Aralık 2012 43 Mülakat Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii lirtilen bu kulluk en tamam şekliyle Hz. Mustafa rin yazdıklarını bakarsak ABD’nin İslam dünyasında (s.a.v)’de ve onun kalbinde tebellür etmektedir. desteklediği akımlar bellidir. ABD, İslam’ı Kur’ân Dolayısıyla Efendimiz (s.a.v)’in bu anlamda bir es- ve Hadis nasslarından tecrit etmeyi hedefleyen bakiyyeti vardır. Bi’set ve risalet açısından sonuncu tevilci, tahrifçi, modernist ve reformcu akımları olsa da bu böyledir. Dolayısıyla bu meseleye şer’î ve desteklemektedir. Bugün bu akımlar 14 asırlık İslâmî bir zeminden bakılırsa, muhaliflerin vehmet- İslam anlayışının erkek-egemen bir zemin üzerin- tiği şekilde ciddi bir sorun olmadığı görülür. Ancak de teşekkül ettiğini, dolayısıyla Kur’ân ve Hadis’in bu konuların kelime/logos felsefesinden mülhem kadın-egemen bir bakışla yeniden yorumlanması MÜLAKAT Tasavvufun ihtiyacı olan şey, tâbileri arasında ilmin yaygınlaştırılması ve teşvik edilmesidir… İslam aşkıyla yanıp tutuşan sufî meşrep halk kitleleri arasında şer’î ilimlerin yaygınlaşması gerekiyor. olduğu faslına gelirsek öncelikle belirtmek gerekir gerektiğini ileri sürüyorlar. Yöntem olarak da me- ki logos felsefesi de Hıristiyanlığa sonradan girmiş- sela, Hasan Hanefî gibi bazı Mısırlıların da teklif tir. Biz Hıristiyanlığın aslı itibariyle İslâmî/hak oldu- ettiği hermenötik okuma biçimini teklif ediyorlar. ğuna inanırız. Hz. İsa’nın getirmiş olduğu Hıristiyan- Bu tür akımların yaygınlaşması hedefleniyor. Bu lıkta bu tür yaklaşımlar yoktur. Hz. İsa, kendi ifade- söylediklerimiz komplo teorileri değil, yazılıp çi- siyle -“kelime” değil- Allah’ın kullarından bir kuldur ِ ال إِ يِّن عب ُد (اهلل َ َ( )قMeryem 30). Dolayısıyla bu logos anlaَْ yışı Hıristiyanlığa sonradan sokulmuş bir felsefedir. zilen stratejiler. Bazı kimseler Tasavvufu karalamak istiyorlar. Ben şahsen mutasavvıf değilim… Ama tasavvufla ilgili okumalar yapıyorum. Tasavvuf ehlinden olan sâlihleri ve ehl-i şeriat olan sûfileri seviyoruz. Geçmiş senelerde Amerika’nın Tasavvufla ilgili operasyonel bir stratejisi medyaya yansıdı. ABD, İslam dünyasına bakıyor ve bu coğrafyada, “siyasal İslam”, “geleneksel İslam”, “Vehhâbî İslam”, “Ruhânî İslam”, “Şiddetçi İslam” vb. muhtelif akımlar görüyor ve İslam dünyası üzerindeki hedeflerini Tasavvuf üzerinden gerçekleştirmeyi hedeflediği söyleniyor… Bu tür 44 ABD’nin tasavvufu desteklediğini söylemek çok inandırıcı değil. Zaten tasavvufun da böyle bir desteğe ihtiyacı yok. Çünkü kalabalık Müslüman topluluklar eğrisiyle, doğrusuyla bir şekilde tasavvufla irtibatlı. Ben Mısır ve Pakistan’da yaşadım ve şunu gördüm: Bu toplumların yüzde sekseni tasavvufa meyillidir… Bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde tasavvufla ilişkililer… Yani tasavvufun desteğe ihtiyacı yok. Tasavvufun ihtiyacı olan şey, tâbileri arasında ilmin yaygınlaştırılması ve teşvik edilmesidir… İslam aşkıyla yanıp tutuşan sufî meşrep halk kitleleri arasında şer’î ilimlerin yaygınlaşması gerekiyor. haberler medyaya yansıdı. Bu haberlerin doğru Abdulhamid Medkûr: Aynı zamanda ahlâkın… olduğunu kabul etsek bile, Amerika’nın ya da bazı Çünkü tasavvuf insanları, çirkin huylardan, rezil- stratejistlerin tasavvufa nisbet iddiasında olan bazı liklerden ve kötülüklerden tecerrüd ettirmeyi ve kesimleri ya da tasavvufun bazı renklerini mercek enfüsü faziletlerle donatmayı hedefler ki bu İslâmî altına alıp onun üzerinden bir takım operasyonel bir kazanımdır. Sıdk, emanet, ihlâs, vefâ, yakîn, mu- dönüşümler gerçekleştirmeyi hedeflediğini kabul habbet, rızâ, tevekkül-i sahih ve diğer tasavvufî etsek bile –bu bana göre doğru değil. Çünkü Ame- değerler çok mühim… Bugün Müslümanlar bu de- rikan politikaları üzerine çalışmalar yapan analistle- ğerlerin neresinde! İslâmî şahsiyeti inşa edebilmek Temmuz-Aralık 2012 RIHLE Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii ve Allah Teâlâ’ya takarrub için tasavvufun bir takım değerlerinden yararlanmamız gerekiyor. Mülakat daha vâfî bir cevap verebilir. Abdulhamid Medkûr: Hasan Şâfiî hoca, hepimizin Hasan Şâfi’î: İskenderiye’de bir sempozyumday- hocasıdır. Buyurun efendim, siz kanaatlerinizi söy- dık. Laikliğin minberi ve Batı düşüncesinin yayılma leyin lütfen. merkezi olarak tasarlanan İskenderiye Kütüphanesinde… Ancak tabiatıyla burası sadece bu düşüncelerin değil şer’î ve dinî düşüncelerin de dile getirildiği bir mahfil oldu. O sempozyumda biri kalkıp “Amerika tasavvufu destekliyor” dedi. Bu, doğru bir şey değil. Kaldı ki Tasavvufun buna ihtiyacı da yok. Zira İslam dünyasında Tasavvufun çok büyük bir kitlesel desteği var. Tasavvufun birilerinin desteğine değil; ıslaha/aslına döndürülmeye ihtiyacı var. Abdulhamid Medkûr: Tasavvufun şahsiyet inşa eden taraflarına yoğunlaşmak, eksiklikler ve yan- Hasan Şâfi’î: Şunu söyleyebiliriz: Suud içindeki fikrî dönüşümler maalesef doğru ve olumlu bir çerçeve içinde gerçekleşmiyor… Doğal bir mecrada akmıyor… Bu sadece Amerikan kaynaklı bir durum değil; Amerika sadece bir sebep. Biz tabii burada işin siyasî tarafını değil ilmî tarafını konuşuyoruz. Ancak Arap yönetimlerinin, özellikle Suud rejiminin dirayetsizliği bir takım çalkantı ve kırılmaları intaç ediyor. Abdulhamid Medkûr: Aynı zamanda ilmî ve fikrî kargaşayı ve dengesizliği intaç ediyor. lışlıklara karşı mücadele etmek, hayırlı olanı öne Hasan Şâfi’î: Burada şunu da eklemek lazım: Ame- çıkarmak ve tasavvufu kendisine bulaşmış hurafe- rika 11 Eylül olaylarından sonra bir plan belirledi… lerden arındırmak gerekiyor. Müslümanlar da bu planın kurbanları oldular. Bu fun toplum üzerindeki etkisini, Suud ve benzeri bölgelerdeki neo-selefiler veya “şiddet İslamcıları” ya da “radikal islâmcılar” diye isimlendirdiği kesimlere karşı kullanmak istiyor olamaz mı? durum özellikle Suudi Arabistan’daki ilmî gelişme- MÜLAKAT Ömer Faruk Tokat: Amerika, sûfîlerin ve tasavvu- leri olumsuz etkiledi… Bir panik durumu yaşandı ve her şey mecrasından çıktı. Şüphesiz biz böyle bir şeyin olmasını arzu etmiyoruz ama hayrıyla ve şerriyle durum böyle. Şimdi burada şöyle bir soru sormak icab ediyor: Arap dünyasındaki sûfî mer- Hasan Şâfi’î: Doğrusu bu soruya cevap verecek kezler, mesela Yemen/Hadramevt sûfîleri Ameri- ehliyette olduğumu düşünmüyorum. Buna bir ta- kan muhipleri midir? ABD ile iş mi tutmaktadırlar? savvuf mütehassısı olan Abdulhamid Medkûr hoca Kesinlikle hayır. Yemen’in güneyinde ya da Birleşik RIHLE Temmuz-Aralık 2012 45 Mülakat Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii Arap Emirlikleri’nde çalışmalar yapan ve Tasavvu- şehid olmuştur”, “falan cephede savaşmıştır”, “fa- fu yayma faaliyetleri yürüten sûfî hareketler ABD lan gazve için cepheye adam toplamıştır”, “falan destekçisi midir? Bu sorulara “evet” cevabı vermek savaş için cihad çağrısı yapmıştır” gibi ifadelerle mümkün mü!... İslam âlemini işgal eden ve Müs- karşılaşırsınız. Sûfîlerin çoğu böyledir. İbrahim b. lümanların yalnızca topraklarını değil, akıllarını Edhem, Hâtim el-Asamm, Şakîk el-Belhî, Ebu’l- da işgal etme planları yapan Şeytân-ı Ekber’in Hasan eş-Şâzelî, Abdullah b. Mubârek ilâ âhir… emellerine hizmet ettiğini söylemek akıl-man- Bunlar kadim Tasavvuf’un zirve isimleridir. Ebu’l- tık işi değildir. Ben şahsen böyle bir şeye ihtimal Hasan eş-Şâzelî âmâ olmasına rağmen cephede vermiyorum. Ben bu tür haberlerin Tasavvuf’u safların başında durarak mücahitleri haçlılara kar- karalamaya yönelik bir takım şayialar olduğunu şı savaşa teşvik ederdi. Hasan Şâfi’î hoca “el-Cihâd düşünüyorum. Eğer Tasavvuf güzelse onun bu gü- inde’s-Sûfiyye (Sûfîlerde Cihad) adında bir kitap yaz- zelliği kendi içinden gelmektedir… Ona nisbet edi- dı. Modern dönemde emperyalizme karşı cihad len çirkinlikler ise tasavvufa sonradan sokuşturul- ve direniş hareketleri başlatan sûfîler, mesela muş bid’at ve hurafelerdir… Bunların bir kısmının Senûsîler ve birçok sûfî grup… Yani sûfileri aklı- sebebi tasavvufa yönelen kalabalıkların cehaleti ve nı, pusulasını ve istikametini yitirmiş, dileyenin hakîkî-sahih tasavvuftan uzaklaşmalarıdır. dilediği gibi kullanabileceği/yönlendirebileceği, Suudi Arabistan’da da Hicaz ehlinin, özellikle de kullanılmaya müsait, yönetimleri altında yaşadık- rahmetli Muhammed Alevî el-Mâlikî ve çevresinin temsil ettiği öteden beri devam eden sûfî bir akım vardır. Ayrıca Cidde ve Mekke’de gizli olarak evler- MÜLAKAT de faaliyet gösteren sûfî akımlar var. Her Müslüman da “dış güçler”in değirmenine su taşıyan kimseler olarak görmek ilim ve akıl dışı saçma bir yaklaşımdır. Böylesine saçma bir söyleme prim vermek gibi siz de Suudi Arabistan’da olan biten hadiseleri ancak emperyalizmin ekmeğine yağ sürer. takip ediyorsunuz. Artık Medine-i Münevvere’de Hasan Şâfi’î: Kelam ilmiyle ilgili sorunuza gelir- birçok evde zikir halkaları düzenleniyor. Daha önce Suud’da bu tür faaliyetler, “büyük günahlar”dan addediliyordu. Suudi Arabistan’da son zamanlarda Tasavvuf alanında bir canlanma ve hareketlilik gözleniyor… Tafsilatlı bir şekilde bilmiyorum ama bunun bazı işaretlerini görebiliyorum. Son zamanlarda tasavvuf alanında gözlemlenen bu hareketliliğin arkasında Amerika’nın olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bu, Amerika için çok riskli olur ve ABD böyle bir riske girmez… Ben, sözünü ettiğimiz bu ülkelerde yaşadım… Ne olup bittiğinin farkındayım. 46 ları rejimlere mütemadiyen payandalık yapan ya sek… Abdulhamid Medkûr hocanın tasavvuf tarihiyle ilgili sözlerinde belirttiği o iki döneme mütekarib olarak Kelam ilminin de iki dönemi vardır. Kelam ilminin ilk dönemi hicrî altıncı –hatta beşinci- asra dayanır. Bildiğiniz üzere mütekaddim (ilk dönem) Kelam ilmi ve müteahhir (sonraki dönem) Kelam ilmi vardır. Bu iki dönem arasını ayıran hat İmam elGazzâlî’dir. Yani mütekaddim ve müteahhir Kelamcıların arasında, -kendisi mütekaddimînden olmakla birlikte- İmam el-Gazzâlî vardır. Aynı şeyi Tasavvuf için de söylemek mümkündür. Yani el-Gazzâlî’yi Abdulhamid Medkûr: Hasan Şafiî hocamın söyle- hem Kelam’da hem de Tasavvuf’ta mütekaddim diklerine yine kendisinin söylediği –şu an hatırlar ve müteahhiri birbirine bağlayan bir halka olarak mı bilmiyorum- bazı noktaları eklemek istiyorum. görmek mümkün. el-Gazzâlî öncesinde İslâmî, şer’î Tasavvuf tarihi, büyük İslamî olaylar karşısında ve aklî faaliyette bulunan kimseler İbn Teymiye’nin olumsuz değildir; Başlangıcından itibaren Tasav- ifadesiyle Müslümanların “nuzzâr”ıdır. Yani İbn vuf tarihine baktığımızda görürüz ki, sûfîler cihad Teymiye’ye göre onlar, Müslümanların nuzzârı, mu- için İslam memleketlerinin her tarafına dağılmıştı. hakkikleri ve mütekellimleridir. İbn Teymiye Tasav- Hudut boylarında kurulan zikir meclislerinin adı vufla ilgili de benzer şeyler söyler: hakikî sûfîler, olan ribat aslında bir cihad merkezi ve cihad ala- şekilci sûfîler ve erzak sûfîleri gibi gruplandırma- nıdır. Sûfîlerin hayatlarını anlatan kitaplara ba- lar yapar ve her birinin vasıflarından bahseder. karsanız birçok sûfîyle ilgili olarak “falan savaşta Aynı şekilde el-Bâkıllânî ve emsali kelamcıları Temmuz-Aralık 2012 RIHLE Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii Mülakat kabul etmekle kalmaz, el-Bâkıllânî’yi bir çok yer- le görünene ulaşmak); delilin butlanının medlûlün de över. Hatta müteahhir Kelamcılardan sayılabi- butlanını da gerektirmesi; taksim metodu; delil-i lecek olan el-Âmidî’den bile sitayişle bahseder; hulf vb. geleneksel istidlal yolları gibi Usûl-i fıkıh ve ez-Zehebî ve İbnu’l-Kayyim ve diğerlerinin aksine Fıkıhtan muktebes usûlî yöntemken, müteahhir ke- İbn Teymiye, el-Âmidî’yi över: “el-Âmidî, felsefî ve lamcılar bu yönteme bir takım ilaveler yapmışlardır. aklî ilimleri en iyi bilen kimsedir ve döneminin en Mesela birisi delilin fikrini ve istidlal sigalarını sun- güzel Müslümanıdır” der. Halbuki el-Âmidî müte- duktan sonra bakıyorsunuz Aristo mantığına intikal ahhir kelamcıların ilk halkası sayılır. ediyor… Klasik Kelam yöntemlerini serdetmekle Modern dönemde emperyalizme karşı cihad ve direniş hareketleri başlatan sûfîler, mesela Senûsîler ve birçok sûfî grup… Yani sûfileri aklını, pusulasını ve istikametini yitirmiş, dileyenin dilediği gibi kullanabileceği/yönlendirebileceği, kullanılmaya müsait, yönetimleri altında yaşadıkları rejimlere mütemadiyen payandalık yapan ya da “dış güçler”in değirmenine su taşıyan kimseler olarak görmek ilim ve akıl dışı saçma bir yaklaşımdır. Böylesine saçma bir söyleme prim vermek ancak emperyalizmin ekmeğine yağ sürer. birlikte mesela tasavvurata ve tasdikata geçiyor. miştir… Daha da ötesi felsefeye bulaşmamışlardır. Dolayısıyla bu merhalede felsefe ile Kelam arasında Ebu’l-Hasan el-Eşârî gibi, Aristo nakzı ve eleştirisi bir takım etkilenme ve karışma yaşandığı açık ol- yapan öncüler olmakla birlikte bu böyledir. Felse- makla birlikte itikadî konum itibariyle farklılık bilin- feyle esas karşılaşmanın İmamu’l-Harameyn el-Cü- ci hep canlı tutulmuştur… Yani isbat aracı ile isbat veynî ve el-Gazzâlî ile başladığını söylemek mümkün. İmam el-Gazzâlî felsefeye zıt bir karşı-duruş içindedir… Nitekim “Tehâfutu’l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlıkları)”yi yazmıştır. Şehristânî’nin “Musa- MÜLAKAT Mütekaddim Kelamcılar felsefeden etkilenme- konusu farklı şeylerdir… Nitekim Kelamcılar varlık ya da ontolojiden bahsederken Allah Teâlâ’nın varlığını ve âlemin yaratılmışlığını isbattan başka bir şey hedeflemezler. ra’atu’l-Felâsife (Felsefecilerle Mücadele)” adlı eserin- İmam el-Gazzâlî, bu yeni yöntemi yani Aristo man- de yaptığı gibi bazıları da felsefeye taarruz etmekle tığını Usûl-i Fıkıh kitabı el-Mustasfâya dercetmiştir. övünmüşlerdir… Genel fikrî iklim felsefe karşıtı ol- Ondan sonra günümüze kadar bütün Usulcü ve Fı- duğu için bazı ehil olmayanlar da bunu yapmıştır. kıhçılar bu yöntemi kullanmaktadır. Öyleyse İslam Şu an elimizde tuttuğumuz “Ğayetu’l-Merâm fî ’İl- düşüncesi, Aristo mantığını İbn Rüşd’ün tabiriyle mi’l-Kelam” adlı eserde el-Âmidî, görüşleri zikrettik- aklî düşünceyi tanzim eden bir araç bulmuş ve onu ten sonra “Felsefî görüşe göre şöyledir, İslamî görü- almıştır… İnsanlar helal kesim yapmak istediklerin- şe göre böyledir” der… Bu tür ayrıştırmaları felse- de bıçağın Londra’da, Kahire’de ya da İstanbul’da feyle meşgul olanlarda bile görürsünüz. el-Âmidî, imal edildiğine bakmazlar; önemli olan o bıçakla “Keşfu’t-Temvîhât fi Şerhi’l-İşârât” adlı kitabında şer’î bir kesim yapmaktır… Yani araç mühim değil; Fahruddîn er-Râzî’nin görüşlerini tartışır ve tenkit mühim olan, ilgili damarların kesilip kanın akıtılma- ederken diğer taraftan İbn Sinâ’yı destekler… Ya- sıdır… İstidlal araçlarına da böyle bakmak gerekir. hut İbn Sina’nın görüşlerinin doğru biçimde anla- Eleştiri ve tenkitte araştırma ve münazara metotla- şılması için çaba sarf eder. Ancak, bilindiği üzere rı, sûrî istidlal veya Aristoteles mantığında yer alan müteahhir Kelamcılar felsefeyle meşgul oldular… burhanî istidlal metotları da böyledir. Bu yüzden, “Felsefe, Kelam ilminin abası içine girdi” Bazıları bunu “Yunan fitnesi” olarak nitelerken, İs- denmiştir… Bundan sonra Kelam ilminin yöntemi lam düşüncesini savunan kimileri de –hatta bu gün kıyâsu’l-gâib alâ’ş-şâhid (görünmeyenden hareket- bile Mısır’da- “Yunan mucizesi” olarak nitelemekte- RIHLE Temmuz-Aralık 2012 47 Mülakat Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii dir. Ancak Fıkıh, Usûl-i Fıkıh ve Kelam âlimleri altıncı lıklı bir bölüm var. en-Nedvî hoca burada mesela yüzyıldan itibaren günümüze kadar bu yöntemleri Tasavvuf kavramının gerçek ve şer’î zühdü olumsuz kullanagelmişlerdir. Günümüzde buna sadece İbn yönde etkilediğini, insanların bu kavram sebebiy- Teymiye’yi yarım-yamalak anlamış Suudlular ya le farklı noktalara yöneldiğini vb. sözler söylüyor. da onlardan etkilenmiş kimi Mısırlılar ya da ben- “Keşke “tasavvuf” yerine “fıkh-ı bâtın” ya da “fıkh-ı zerleri itiraz etmekte ve felsefe ve mantığı küffa- tezkiye” gibi bir tesmiyede bulunulsaydı” diyor. Öte rın, Hıristiyanların ya da Sâbiilerin ürünü olarak yandan günümüzde “tasavvuf” denildiğinde neo- niteleyip reddetmektedirler… İbn Teymiye de selefîler ile sûfîler arasında âdeta harp çıkıyor. Şimdi soralım İslam düşüncesi nedir? Bana göre İslam düşüncesi, İslam medeniyetinin inşasında Müslüman aklın rolüdür… İslam düşüncesi muhaddisi devreye sokar, fehmi, tevili ve fıkhı işletir… Müfessiri devreye sokar… Nazar, teemmül ve kelamı işletir… Bütün fikir türlerini işletir… Bütün ulemayı işletir ve hepsi İslam medeniyetinin inşasına hizmet eder. felsefî düşünceler hakkında benzer şeyler söyle- MÜLAKAT mektedir. değinip sözü Abdulhamid Medkûr hocaya bırak- Evet müteahhir Kelam belirli düzeyde, felsefeden mak istiyorum. Öncelikle Şeyh Ebu’l-Hasan en- etkilenmiştir ancak bu etkilenme düşünce ve du- Nedvî hocanın başımız üstünde yeri var… Rahmet- ruş belirleme düzleminde değil; araç ve yöntem i rahmana kavuştuğunda kendisiyle ilgili anma noktasında olmuştur. Umarım sorunuza cevap ve- ve taziye programını düzenleyen ilk kurumlardan rebilmişimdir… Bu konuları el-Medhal adlı kitabım- birisi o zaman benim rektörlüğünü yaptığım İsla- da tafsilatıyla ele almaya çalıştım. mabad Uluslararası İslam Üniversitesi’ydi. Bu başka Talha Hakan Alp: Hocam, günümüzde el-Fikru’lİslâmî (İslâmî Düşünce/İslam Düşüncesi) kavramı sıkça kullanılıyor… Siz de kullanıyorsunuz. İslam düşüncesi nedir? Kimler temsil eder? Kelamcılar mı, Tasavvufçular mı, Felsefeciler mi, Usulcüler mi, Fakihler mi? İslam düşüncesi, yekpare bir şey midir yoksa muhtelif fikir ve yöntemlerden müteşekkile bir mesele… Ancak Ebu’l-Hasan en-Nedvî hocanın kendisi bu kavramı kullanmıştır. Bu yüzden biz büyük hocalarımızın her söylediğini mutlak doğru olarak almamalıyız. Onun önde gelen kitaplarından birinin adı “Ricâlü’l-Fikri ve’d-Dave fi’l-İslâm”dır. enNedvî hoca kendi kitabının adında “Ricâlü’l-Fikr (Fikir adamları/İslam düşünürleri)” tabirini kullanıyor. bir şeyi mi ifade eder? Farklı alanlardan yola çıka- İslam düşüncesi kavramının modern zamanlarda rak mütekâmil bir İslâmî düşüncenin oluşumundan kullanılmaya başlandığı doğrudur. İslam ilim tari- bahsetmek mümkün mü? hinde ilimlerin şubelere ayrılmasıyla birlikte mü- Ömer Faruk Tokat: Ayrıca İslam ilim tarihine baktığımızda böyle bir kavramla karşılaşmıyoruz. Müfessir, Muhaddis, Fakih, Mütekellim vb. kavramlar var ancak “mütefekkir” modern zamanlarda kullanılagelen bir kavram. 48 Hasan Şâfi’î: Ben bu konuyla ilgili birkaç hususa fessir, muhaddis, mütekellim, fukaha vb. unvanlar kullanılmıştır. Ancak bütün bunların yanında mesela “Ahlak Düşüncesi”yle ilgili kitaplar yazılmıştır… Üstelik Yunan felsefesi usulleriyle değil salt İslamî usullerle yazılmıştır. Ebu Hayyân et-Tevhîdî gibi bazı kimseler de edebiyat ve felsefe karışımı eserler Mehmet Fatih Kaya: Ebu’l-Hasan en-Nedvî hoca yazmış. Şimdi siz bu eserleri ya da müellifleri nasıl (rh.a) Rabbâniyye lâ Rahbâniyye adlı risalesinde tasnif edeceksiniz? Nereye koyacaksınız? Kimileri “Kavramların Hakikatler Üzerindeki Cinayeti” baş- dil alanında kitaplar yazmıştır… İslâmî ilimlerin ba- Temmuz-Aralık 2012 RIHLE Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii Mülakat şında fıkıh ve dil yani nahiv gelir. Şimdi soralım İslam düşüncesi nedir? Bana göre İslam düşüncesi, İslam medeniyetinin inşasında Müslüman aklın rolüdür… İslam düşüncesi muhaddisi devreye sokar, fehmi, tevili ve fıkhı işletir… Müfessiri devreye sokar… Nazar, teemmül ve kelamı işletir… Bütün fikir türlerini işletir… Bütün ulemayı işletir ve hepsi İslam medeniyetinin inşasına hizmet eder. Öyle bir medeniyet ki başlangıcından iki asır geçmeden bütün dünyaya hükmetmiş ve Abdulhamid Han düşene kadar devam etmiştir. Böyle bir kavramsallaştırmaya gitmede ne gariplik var! Şimdi biri çıkıp “niye tasavvuf deniyor?” diyor. Bu arada şunu da belirtelim ki Vehhabilerle diğerleri arasındaki ihtilaf kelime üzerinde değildir. Yani onların karşı çıktığı şey “tasavvuf” kelimesi değil; onlar o kelimenin muhtevasına da itiraz ediyor… Bu bir görüş yanılsaması. Yani kişi bazen doğru gördüğünü sanır ama öyle değildir. Bazı insanlar şekillerin, sözcüklerin, kavramların ve sele bundan ibaret değil ki… Sakalları uzun, paçaları kısa ama ahlakları çok fena insanlar var. Başka ülkelerden örnek vermeme gerek yok, kendi ülkem Mısır’da durum böyle. Bununla birlikte birçok ülkede de şahit olduğum durumlar bunlar. ğini zannediyor. Hayır, bu her zaman böyle değildir. Siz bana “neden Tasavvuf? Önceden böyle bir şey Burada bazen bir aldatma ya da yanılsama söz ko- mi vardı?” derseniz ben de size “Neden Usûl-i Fıkıh nusu olabilir. Yani birisi fes giyse kafasının içindeki diyorsunuz? Sahâbe döneminde Usûl-i Fıkıh mı düşünceler değişir mi? Adamın kafasında sarık var- vardı?” derim. Sahabe döneminde bu günkü an- dır ama kafanın içi bozuktur… Kadının başı örtülü- lamda bir Fıkıh var mıydı? Nahiv ve Kelam ilmi var dür ama kafa yapısı bozuk olabilir. Bunun böyle ol- mıydı? Öyleyse her şeyi değiştir ya da yasakla! Böy- ması da başörtüsüne zarar vermez, zira örtü hadd-i le bir şey olabilir mi? zatında şeriatın bir emridir. Batılılar kendi uygarlıklarını inşa ettiler. Ancak on- Şunu söylemek istiyorum; bazı türediler biçimcilik lardaki ilim tefelsüften öteye geçmiyor; çünkü bağ- ve şekilcilik arızasına yakalanmışlardır ki Vehhabiler bunların başında gelir. Yani birisi sakalı uzatıp, paçalarını kısalttığında her şeyi değiştireceğini zanneder… Ağzına bir misvak koy, paçalarını kısalt, sakalını uzat ve Vehhabilerin yanına git; seni büyük imamlardan sanırlar… Kisve tamam ama ahlak aynı ahlak; nefis aynı nefis… Bu arada bu şer’î kisvelere dil uzattığımız sanılmasın. Umarım beni doğru anlıyorsunuzdur. MÜLAKAT biçimlerin değişmesiyle muhtevanın da değişece- bunların arasında saymıştı. Tamam, doğru ama me- layıcı ve mutlak bir usûl sistemleri yok. Hıristiyanlıktan ahlakı; Roma’dan hukuku; Greklerden felsefeyi ve edebiyatı alarak böylesine karma ve eklektik bir zemin üzerine bir uygarlık inşa ettiler ve sonra moderniteyle birlikte bu uygarlığı tersyüz ettiler. Bizde İslamî dil düşüncesi, İslâmî ahlak düşüncesi, İslamî Kelam düşüncesi, İslamî Sûfî düşünce, usûlî düşünce ve fıkhî düşünce var ve bunların hepsi İslam düşüncesi dediğimiz olgunun alt dallarıdır… İslam düşüncesi, Müslüman aklın şer’î kaynaklardan is- Konuya dönersek, rahmetli Ebu’l-Hasan Nedvî ho- tinbat ile yeni bir medeniyet inşa etmedeki rolüdür. cayla 1951 yılında Kahire’de görüşmüştüm. Daha Burada bir oyundan ya da sadece generallerin ya sonra bu görüşmeyi anılarında yazdı. O zaman da fatihlerin inşa ettiği bir şeyden söz etmiyoruz. “İslam’a yönelmenin en büyük delillerinden biri Hatırlayın Müslümanlar 656’da Bağdat’ta feci bir de şer’î âdetlerin yayılmasıdır” demişti ve sakalı da hezimet yaşadı. Onları hezimete uğratanlar yarım RIHLE Temmuz-Aralık 2012 49 Mülakat Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii asır geçmeden Müslüman olmuşlardır. Ahmed Te- Kerim’de ve hadis-i şeriflerde “fıkh fi’d-dîn” ifadesi küdar Müslüman olan ilk Moğol/İlhanlı hükümda- geçer… Bir âyet-i kerime şöyledir: rıdır… Başlangıçta Şii idi. Ondan sonra gelenlerin hepsi Sünni’dir. Onların Kazan ve civarında yaşayan bu günkü torunları hâlâ Sünni’dirler. Orada sapkın bir tasavvufî akımın varlığından söz etmek mümkün olsa da malum her şeye sahtesi musallat olabiliyor. Dolayısıyla İslam düşüncesi tabiri tuhaf ya da haram bir şey değildir; Müslüman aklın, şer’î naslarla ve vakıa ile teamülü ve ilişkisinin sonucunda doğan İslam düşüncesinin bütün renkleri yeni bir medeniyeti inşa etmiştir… Günümüzde yapılması gereken de budur. Bu gün karşı karşıya olduğumuz meydan okuma, “Müslümanlar Hasan Hanefî ya da benzer şahsiyetlerin ardına düşmesinler. Çünkü bunlar İslam ilim, fikir ve kültür müktesebatıyla yetinmiyorlar, Batı düşüncesini taklit ediyorlar” meselesi değildir. Yapılması gereken şudur: İslam ilim, fikir ve kültür müktesebatını günümüze uyarlamalı MÜLAKAT ve bu mirası Müslümanlara yakışır yeni bir medeniyetin inşası için tavzif etmeliyiz… Bu konuda tarihî, elde etmek (tefakkuhta bulunmak) ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar” (Tevbe 122). Efendimiz (s.a.v) de şöyle buyurmuştur: “Allah kimin hakkında hayır murad ederse onu dinde fakih kılar”. Bu siyakta geçen fıkıh tabirinin manası umumî olup usulü ve füruuyla dinin bütününe şamildir. Yoksa vahiy döneminde usul ya da furû’ diye tesmiye edilen ilimler yoktu… Bu kavramlar Sahabe döneminde bilinmiyordu. Ancak ilimler çoğalıp marifî terâküm oluşunca ilimler dallanmaya ve şubelere ayrılmaya başladı. Mesela bir ilim cüz’î hükümleri, diğeri bu cüz’î ahkâmın usûlünü, öteki akidede bu usûlün usûlünü, diğeri Kur’ân kıraatlarını, öteki metin ve sened itibariyle hadis-i şerifleri konu ediniyor. Ayrıca her ilim kendi içinde dirayet ve rivayet ilimleri olarak dallara ayrılıyor. Yani marifet ve bilgi çoğalınca ilimlerin dallara ayrılması coğrafi, jeo-stratejik ve jeopolitik konumunu göz kaçınılmaz oldu. önüne aldığımızda Türkiye’den umutlu olduğumu Vakıada ve hayatın içinde yeni durumlar ortaya söylemeliyim. 50 “Onların her kesiminden bir grup dinde geniş bilgi çıktığında ulemanın bu yeni durumları mercek al- Abdulhamid Medkûr: İsimlere takılarak yeni tına alması gerekiyor. Şu anda da İslam dünyasında kavramlara kapıyı kapatmak her zaman ihtiyat- bir takım yeni durumlarla karşı karşıyayız. Mesela lı olmayabilir. Öncelikle biz Müslümanlar olarak Marksizm’in ürettiği, İslam’la ilgili bir takım şüphe- üretken olmalıyız, çünkü hayat durmadan bitevi- ler varsa bunlara cevap verecek olan kimdir? Tefsir ye akmaktadır. Ayrıca İslâmî ilimler tarihsel süreç âlimleri mi? Fıkıh âlimleri mi? Usûl-i Fıkıh âlimleri içinde gelişmiş ve yaygınlaşmıştır… İlk asırlardan mi? Kıraat ya da Siyer ulemâsı mı? Hayır. Birilerinin sonra İslam ve Arap düşüncesinde birçok ilim dalı çıkıp bu şüpheleri aydınlatması gerekiyordu… Bu ortaya çıkmıştır. Hasan Şâfi’î hocamızın da işaret meyanda ortaya konulan çalışmaları bir şekilde ettiği üzere ilk dönemlerde Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Tefsir isimlendirmek icab ediyordu ve insanlar buna “İs- Usûlü vd. adlarda ilimler yoktu. Şimdi siz ulemanın lam Düşüncesi/İslamî Düşünce” dediler. Ayrıca “İs- geliştirdiği bu ilim dallarını alıp Sahabe döneminde lam Kültürü” denilen bir bilgi türü var ki bu da üret- yaşayan bir insana götürseniz bunların mahiyetine ken ve velûd bir alan. Yirmi, otuz yıl öncesine kadar ilişkin bir takım sorular sormadıkça bu ilimlerin ne “İslam Kültürü” tabiri yoktu. İslam dünyasının karşı olduğunu bilemez… Hâlbuki bu ilimlerin hepsinin karşıya olduğu meydan okuma ve tehditler, mese- temelini ve esasını Sahâbe inşa etmiştir. Onlar bu la oryantalizm, misyonerlik, din-hayat ilişkisi ya da ilimlerin temelini atmış ancak günümüzdeki gibi din-siyaset ilişkisine dair fikirler, önce İslam dışın- isimlendirmelerde bulunmamışlardır. Fakat daha daki dinlerde görülen daha sonra İslam dünyasında sonra, bu günkü ilim dallarını ve alanlarını doğuran, da benzerleri ortaya çıkan köktenci/kökenci akım- birinin diğerinden neşet etmesi sonucunu gerekli lar vs. “İslam Düşüncesi” ve “İslam Kültürü” gibi alan- kılan devasa bir marifî birikim oluşmuştur. Kur’ân-ı ların doğmasına sebep oldu. İlimlerin iştikakında, Temmuz-Aralık 2012 RIHLE Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii Mülakat farklı ilim dallarının oluşmasında bir sakınca yok… akılda tutulması gereken bir usuldür. Ecnebî maz- Daha da ötesi buna ihtiyaç var. Çünkü dünya bite- mun ve muhtevalarla İslâmî muhtevalar arasında viye dönüyor. Dolayısıyla mühim olan, bu ilimlerin her zaman bir mutabakat olmayabilir. Yani kavram- ilişkili olduğu makâsıdın İslâmî makâsıdın tahtında lar böyle rastgele kullanılmaz. Kavram munzabıt ve münderiç ve İslam Şeriatı’nın hizmetinde olması meşru bir muhtevaya sahip olmalıdır. Bir takım kıs- gerektiğidir… Bu ilimler, İslam’la irtibatlı bir fikir in- tas ve kayıtları olmalıdır. şasına yönelik olmalıdır. İslamî bir çalışmaya ve yöntemlere hizmet etmelidir. Dolayısıyla bu gün İslam Allah Teâlâ, kavramları zapt etme konusuna Kur'ân-ı Müslüman aklın, şer’î naslarla ve vakıa ile teamülü ve ilişkisinin sonucunda doğan İslam düşüncesinin bütün renkleri yeni bir medeniyeti inşa etmiştir. felsefesi yerine “İslam Düşüncesi” diye adlandırılan olgudan çekinmeye hacet yok. Bu gün bazı insanlar bu meyanda üretilen bilgiye “İslam Felsefesi” Kerim’de değinmiştir. Âyet meali şöyledir: “Ey iman edenler, “Râ’inâ (bizi gözet, yahut: kaba söz)” demeyin, “unzurna (bize bak)” deyin ve dinle- ifadesi daha ihtiyatlı. Çünkü fikir tabirinin İslâmî kö- yin.” (Bakara 104). kenleri vardır; el-fikr, en-nazar, el-i’tibâr gibi kavram- Allah Teâlâ, “râ’inâ” demeyiniz buyuruyor. Çünkü bu lar bizim kaynaklarımızda geçmektedir. Dolayısıyla İslam tarihinde çok tartışılmış ve şaibeli hale gelmiş felsefe yerine “fikir” kelimesi daha tercihe şayan. Ömer Faruk Tokat: Bununla birlikte bir takım kavramlar var ki insanlar bunları, üzerinde düşünmeden rastgele kullanıyor. Mesela biri çıkıp, Şûrâ suresini kastederek “Kur’ân’da parlamento suresi var” kelime gayr-i müslimler arasında farklı bir manada kullanılıyor. “Bunun yerine ‘unzurnâ’ deyin” buyuruyor. İşte Kur’ân-ı Kerim bize kavramlar konusunda hassas olmayı ve onları kullanırken iyi tetkik etmemiz gerektiğini söylüyor… Yani kavram, mazmununa bağlı; kriterleri ve sınırları belli olmalıdır ki dileyen onun muhtevasını dilediği şekilde doldu- diyebiliyor. Kimileri Şurâ’nın demokrasiyle aynı şey ramasın. olduğunu söyleyebiliyor… “Toplam kalite konsep- Tasavvuf konusuna tekrar dönecek olursak… Ta- tinin âlâsı bizde var; Takva, toplam kalite demektir” savvuf kelimesi -istesek de karşı çıksak da- tarîhî diyebiliyor. Yani kavramlar alanında kahredici bir bir kavramdır ve ortadan kaldırılması mümkün de- pespayelik sergileniyor. İslamî kavramların alanı Ba- ğildir. Tasavvuf, doğusundan batısına İslam dünya- tılı kavramlar lehine olabildiğince daraltılıyor. sının hemen her yerine nüfuz etmiştir... Bin yıldan Abdulhamid Medkûr: Kaotizm ve karmaşa doğuran her faaliyet merduddur! Yapılan iş şartlarına bağlı, maksadını ve gidişatını belirleyen kriter ve kayıtlara riayet edilerek yapılmalıdır. Bir kavram MÜLAKAT demek istiyor. Bence “felsefe” yerine “fikir/düşünce” fazla bir süredir yazılan bir tarihi tasavvuftan soyutlayamazsınız. İster kabul edin ister etmeyin, bu bir vakıa. Yapılması gereken, bu kavramın muhtevasını doğru belirlemektir. uğruna İslamî muhtevayı berhava etmek ilmî ve Martin Lings (Ebubekir Siraceddin) tasavvufun aklî bir tutum değildir. Üzerinde yoğunlaştığınız bahtsız bir kavram olduğunu söyler. “Bu, diğer kavram mutlaka Makâsıdü’ş-Şeri’a’ya ve İslam’dan dillerde de böyledir; genelde esrar, gayb, gumûz, beklenen gayelere tâbî olmalıdır… Bu her zaman sırcılık, remz unsurlarını içeren bir muhtevası var- RIHLE Temmuz-Aralık 2012 51 Mülakat Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii dır” der. Peki “Kelam İlmi” ifadesine bakalım; bu da Düşüncesi ya da İslamî Düşünce kavramında bir iş- tardedilmiş bir kavramdır. İmam Ebû Hanife, İmam kal görmüyorsunuz. Şâfiî, İmam Ahmed ve emsali ulema nezdinde de merdud bir kavram olmakla birlikte süreç içinde kendisini kabul ettirmiştir. İsme ve başlığa takılma- Abdulhamid Medkûr: Kriter ve şartlara uygun olması koşuluyla… yın; hedef ve gayeye bakın… Maksatlarına ve ne- Talha Hakan Alp: İslam Düşüncesi kavramını ka- ticelerine bakın. Şimdi sen içinde gayr-i müslimle- bul ettiğimiz varsayarsak sizce bu düşünceyi kim rin de bulunduğu bir çevrede yaşıyorsun ve gayr-i ve hangi ilim temsil etmektedir? İslam Düşüncesi, MÜLAKAT Ehl-i Sünnet’te masumiyet inancı yoktur; İcmâ-ı Ümmet’i saymazsak Hz. Peygamber (s.a.v)’den sonra ve onun dışında ismet sıfatını haiz kimse/şey yoktur. Bunun dışında her insanın sözü alınabilir ve reddedilebilir. müslimler canibinden itikadla ilgili bir takım şüp- yeknesak bir düşünce midir? Mesela kaza-kader ve heler geliyor… Bu şüphelere karşı Kur’ân ve Sünnet sıfatlara ilişkin sûfîlerin, kelamcıların, hatta kelamcı- nasslarıyla delil getiremezsiniz; çünkü onlar Kur’ân lar içinde Eşarîlerin farklı yaklaşımları var. Dolayısıy- ve Sünnet’i kabul etmiyorlar. Gayrimüslimler İslam la İslam Düşüncesini birleştirmek mümkün mü ya Hilafetinin başkenti Bağdat’a gelip Müslümanlarla da birleştirmek gerekiyor mu? İslam akaidiyle ilgili münazaralar yapıyorlardı. Bunu yaparken de Müslümanlara, Kur’ân ve Sünnet’ten delil getirmemeyi şart koşuyorlardı ki bu tabii bir durumdur… Hıristiyanlığa, Fars paganizmine, ilhada ya da şirke inanan kimselerle Kur’ân ve Sünnet nasslarını delil getirerek tartışamazsınız aksine bu tartışma ve münazaralarda dayanılacak araç, akıldır, aklî delillerdir. Bundan dolayı Kelam İlminin öncüleri, Şer’î delillerin muhteva katmanları arasından şüncesi iddiasında bulunanlara baktığımızda bu kimselerin İslâmî nasslardan olabildiğince uzak olduklarını, daha ziyade Batı felsefesi ve uygarlığının etkisinde olduklarını görüyoruz… Daha çok sosyal bilimler, psikoloji ve antropoloji gibi ilimlerin verilerinden yola çıkarak bir takım teorileri dillendiriyorlar. aklî deliller istihraç eder ve gayrimüslimlere karşı Abdulhamid Medkûr: Sondan başlayarak gider- bu delilleri kullanırlardı… Etrafında oluşturulan sek, bu tür çalışmaların hedefi nedir? İslam’a hizmet onca tartışmaya rağmen Kelam İlmi kendisini kabul etmek mi yoksa onu başka bir uygarlığa ya da dine ettirmiş, kendisini tarihe dayatmıştır… Tasavvuf da adapte ederek uydulaştırmak mı? İslam toplumuna böyledir. Kavramlara savaş açmak çözüm değildir; hizmet etmek mi yoksa başkalarına kuyruk olmak yapılması gereken onların muhtevasını, araçlarını mı? Bu tür okumalar ve söylemler İslam’ın yerle- ve onların içinde varlık bulan ameli ve pratiği iyi- şik ve tarihî senediyle Kur’ân ve Sünnet’e, onların leştirme çalışması yürütmektir… Tasavvuf ve İlm-i muttasıl sabitelerine bağlı mı yoksa bize kendine Kelam’la ilgili olarak da aynı durum söz konusudur. özgü şartları, gerçekliği, hedefleri, bağlılıkları, mas- Nitekim bir fıkıh kaidesi burada söylemeye çalıştı- lahatları, kimliği ve hüviyeti olan tamamıyla farklı ğımızı güzel bir şekilde ifade eder: “İtibar elfâz ve bir çevreye ait bir takım unsurları üzerimize boca mebânîe değil; makâsıd ve meânîyedir.” etmeyi mi hedefliyor? Bütün bu mezkûr hususlarda Talha Hakan Alp: Anladığım kadarıyla siz İslam 52 Mehmet Fatih Kaya: Mesela çağdaş İslam dü- Temmuz-Aralık 2012 RIHLE tamamıyla farklılık arz eden bir değeri ya da paradigmayı kendi gerçekliğimize tatbik etmek üzere Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii Mülakat Dâr-ı İslam’a taşıma gayretkeşliği midir? Eğer öyley- Abduh’a muhalefet edebilirsiniz ancak onların se bu, İslâmî makâsıda, nasslara, İslam toplumları- İslam’a ve Müslümanlara faydalı olan fikirlerinden na ve İslamî gerçekliğe hizmet etmez. Dolayısıyla istifade etmek gerekir… Mesela onlar Hıristiyan- bu tür yaklaşımlar, Müslümanları büyük güçlerin lara ya da oryantalistlere reddiyeler yazmışlarsa, uydusu yapmayı ve kendi usûl ve sabitelerinden Ümmet’i uyanışa, hürriyete ve adalete çağırmışlar- uzaklaştırmayı hedefleyen ecnebi kökenli projele- sa bu iyi bir şeydir ve bundan istifade edilmelidir. rin ürünüdür. Tam bu noktada, Hasan Şâfi'î hocanın iki gün önce Mehmet Fatih Kaya: Ben sorumda Hasan Hanefî’den öte Cemaleddin Efgânî ve Muhammed Abduh gibi şahsiyetleri kastetmiştim. Malum bunların da bir okuma biçimi var ve Batıdan etkilenmişler. Nitekim bazı mucizeleri reddetmişler ve o günün Şeriat uleması kendilerine reddiye yazmış. Abdulhamid Medkûr: İslam açısından övünç kaynağı olmayı hakeden -gerçi İslam’ın bütün esasları iftihar vesilesidir- bir esas vardır: Ehl-i Sünnet’te bir başka bağlamda söylediği bir sözü hatırladım. Cüneyd el-Bağdâdî, Hâris b. Esed el-Muhâsibî’ye gitmek istediğinde dayısı es-Seriy es-Sekâtî kendisine, “Onun ilminden ve edebinden istifade et. Ancak onun varsayımlara dair söylediklerini alma” demiştir. el-Muhâsibî bir takım varsayımlarda bulunuyor ve onlara cevaplar veriyordu. Bu durum avamın aklını karıştırabilirdi. Yani ilim ve ulema konusunda biz de böyle davranmalıyız; doğruları almalı yanlışları bırakmalıyız… Genellemelerden uzak durmalıyız. mazsak Hz. Peygamber (s.a.v)’den sonra ve onun Şimdi bütün insanların bir görüş ya da fikir üze- dışında ismet sıfatını haiz kimse/şey yoktur. Bu- rinde birleşmesi mümkün müdür? Hayır. Çünkü nun dışında her insanın sözü alınabilir ve redde- insanlar eşit değildir. Nitekim Sahabe-i Kiram da dilebilir. Her âlimden İslam’a ve Müslümanlara fay- Efendimiz (s.a.v) zamanında farklı sebeplerle bazı dalı gördüğün hususları alırsın, İslâmî asıllara aykırı konularda ihtilaf etmiştir. Mesela bazen muayyen olan hususları reddedersin. Ancak bir âlimi bir mu- bir konuyla ilgili nassı bilmedikleri için, ya da nassı halefetinden ya da yanlışından dolayı bütünüyle farklı tefsir ettikleri için yahut ruhsatlar ve azimetle- reddetmek doğru olmasa gerektir… Yoksa ortada ri tesbitte farklı düşündükleri için vb. birçok sebep- ilim kalmaz, çünkü Hz. Peygamber (s.a.v)’den son- le ihtilaf etmişlerdir. Evet, nass okunduğunda hepsi ra ismet sıfatını haiz olan kimse yoktur. Bu önemli ittifak etmiş ancak sıra o nassın tefsirine geldiğinde bir nokta… Cemaleddin Efgânî ya da Muhammed ihtilafa düşmüşlerdir. Mesela Efendimiz (s.a.v): RIHLE Temmuz-Aralık 2012 MÜLAKAT masumiyet inancı yoktur; İcmâ-ı Ümmet’i say- 53 Mülakat Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii ََّصلِّ ن َبَيِن �قَُريْظَة ف صَر إل ْ َح ُد ُك ُم ال َْع َ ُاَل ي َيأ “Sizden hiç kimse Benî Kureyza'ya varmadan ikindi namazını sakın kılmasın!” buyurmuş fakat Sahabe bu nassın anlamında ikiye ayrılmıştır… Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.v) her iki grubun içtihadını da kabul etmiş ve hiç biri- MÜLAKAT ne “siz yanıldınız” dememiştir. Sahabe, Bedir esirleri Ömer çok önemli bir söz söylemiştir: “Şayet senin meselen doğrudan nassla ilgili olsaydı söylediğini yapardım. Ancak senin meselen re’y ile ilgilidir ve re’yler farklı olabilir.” Talha Hakan Alp: Sanıyorum ben sorumu tam anlatamadım. Soru şuydu: İslam düşüncesi derken bu kavram sizce daha ziyade hangi grubu ifade ediyor? konusunda da ihtilaf etmiştir. Bazıları esirlerin fidye Abdulhamid Medkûr: Bunun adı “düşünce” ise karşılığı serbest bırakılması gerektiğini düşünürken bunun olduğu her yerde ihtilafın olması tabiidir. Bu diğer grup bu esirlerin Hz. Peygamber (s.a.v)'e ve sahada her görüş tartıya vurulur; isabet eden dü- Sahabe’sine yaptıklarının intikamının alınması ge- şünceler olduğu gibi doğrudan uzak düşünceler de rektiğini ileri sürmüşlerdir. Sonunda vahiy inmiş ve olabilir. Dolayısıyla bu kavramı bir grupla sınırlan- bu görüşlerden birini tashih etmiştir. Dolayısıyla dırmak doğru olmaz. Hareket noktası İslam olan ve hakkında katî nass bulunmayan, ictihad mahalli Müslümanların fikrini, vâkıını ve medeniyetini konu konular oldukça, ihtilaf da olmaya devam edecek- edinen zihnî faaliyetlerin hepsine “İslam düşüncesi” tir. Burada bazı âlimlerin, mesela İ'lâmu’l-Muvakki'în demek mümkündür. Hatta biraz ileri giderek şunu adlı eserinde İbnu’l-Kayyim’in söylediği bir sözü ha- da söylemek mümkün: Konularıyla istikrar bulmuş tırlıyorum… Bir adam Hz. Ömer b. Hattab (r.a)’a ge- köklü ilim dalları, kendilerine ilişkin olarak üretilen lip bir meselenin hükmünü sormuş. Hz. Ömer onu düşünceleri kapsamları içine alır yahut o düşünce- Zeyd b. Sâbit’e yönlendirmiş. Zeyd b. Sâbit, Abdul- ler o ilimlere mal olur. Mesela ulema, fıkıh ilmine lah b. Mesud’a; o da Ali b. Ebû Tâlib’e yönlendirmiş. dair, klonlama, organ nakli, banka muameleleri ve Adamın sorduğu soruya bu sahâbîlerin hepsi farklı benzer konularla ilgili bir takım düşünceler ortaya cevaplar vermiş. Adam tekrar Hz. Ömer’e gelip du- koyduğunda bunlar, bu özel ilimler dâhilinde yapıl- rumu anlatınca Hz. Ömer, “ben olsam şöyle derdim” mış ictihadlar mesabesinde olur. Mesela makâsıd demiş. Adam “Sen müminlerin emirisin, bu görüşü- alanıyla ilgili bir zihnî faaliyet Makâsıd İlmi içine nü bu şekilde neden bütün Müslümanlara ilan edip dâhil olur. Kur’ân-ı Kerim’i anlamaya ve tefsir etme- onları böyle anlamaya zorlamıyorsun?” deyince Hz. ye yönelik bir ictihad çabası tefsir ilmi kapsamına girer. Bu böyleyse, yeni meseleler ve İslam dünyasının bu gün karşı karşıya olduğu meydan okumalara dair yapılan zihnî faaliyetlere “İslam Düşüncesi” denmesi çok tabiidir. Mesela Marksizm’in özünde ve esaslarındaki çelişkileri anlayan ve Müslümanlara bu ideolojinin problemlerini ve eksikliklerini Kur’ân ve Sünnet’ten hareketle anlatan Müslüman aklın ortaya koyduğu bir Marksizm reddiyesini, “İslam Düşüncesi” içinde tasnif etmek mümkündür. Modern dönemde kadın merkezli tartışmaları ele alan çabaları da “İslam Düşüncesi” zımnında değerlendirmek mümkündür. Aynı şekilde yerleşik ilim dallarıyla doğrudan ilgili olmayan yeni meselelerin İslam Düşüncesi başlığı altında incelenmesi mümkündür. Hasan Şâfi’î: Müsaadenizle size biraz muhalefet edeyim. Yaşanılan sorunun temelinde sadece ilmî 54 Temmuz-Aralık 2012 RIHLE Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii Mülakat sebepler yoktur. Düşünce tarihi diye bir ilim dalı var. lim denildiğinde biz o kişinin Kelam İlmine vakıf Bir fikir nasıl inşa edilir? Düşüncenin temeli nedir? olup olmadığını ya da mütekaddim, müteahhir Düşünceyi tavzif etmek, Düşüncenin kişiden kişiye ve muasır Kelamî görüşleri bilip bilmediğini anla- ya da kültürden kültüre intikali ve benzeri konuları yabiliyoruz ama “Müslüman düşünür” dediğiniz- ele alır. Şimdi sorun şurada: Kendilerini “Müslüman de bu münzabıt bir ifade değil, herkes kendisinin düşünür” ya da “İslamcı düşünür” olarak tavsif eden “düşünür” olduğunu iddia edebiliyor. Dolayısıyla kimseler var. Yahut yayınevlerinin, gazetecilerin ya burada bu kavramın tabiatından değil de tatbi- da okuyucuların kullandığı bir ifade bu, “İslamcı dü- kinden kaynaklanan bir sıkıntı olduğu anlaşılıyor. Mütekellim denildiğinde biz o kişinin Kelam İlmine vakıf olup olmadığını ya da mütekaddim, müteahhir ve muasır Kelamî görüşleri bilip bilmediğini anlayabiliyoruz ama “Müslüman düşünür” dediğinizde bu münzabıt bir ifade değil, herkes kendisinin “düşünür” olduğunu iddia edebiliyor. Abdulhamid Medkûr hoca bu meselenin mühim vereyim: Cemal el-Benna’ya “Müslüman düşünür” bir boyutuna işaret etti: Kavramın zabtı meselesin- deniliyor. Cemal el-Benna kendisini böyle tanım- den ve makâsıddan bahsetti ki ben buna bir ilave lıyor… Destekçileri de onun hakkında bu unvanı yapmak istiyorum: Burada menhec ve usûl de çok kullanmayı tercih ediyor. Peki, Cemal el-Bennâ kim- hayatî bir rol oynamaktadır. İbn Kesîr’in tefsirinin dir? Aklına ve hayaline gelen, kafasına esen her şeyi mukaddimesinde de belirtildiği üzere Hz. Peygam- söyleyen bir adam! Bunun başka örnekleri de var. ber (s.a.v), “Kim Kur’ân-ı Kerim’i kendi görüşüyle tef- Mesela Sudan’da yeni bir dinin inşasını savunan sir ettiğini söylüyorsa isabet etse bile hata etmiştir” Mahmud Ahmed Tâhâ bile “İslamcı düşünür” olarak buyuruyor. İsabet ettiği halde hata etmek nasıl olu- tavsif ediliyor. Bu tür çabaların Amerika’nın ajanda- yor? Çünkü böyle yapan kimse menhecde/usulde sında olduğu biliniyor zaten. hata yapmış oluyor. Bu, çağdaş bir söylem değil; Ömer Faruk Tokat: Sudan dediğinizde benim aklıma Hasan Turâbî geldi. Onu da bu bağlamda mı değerlendiriyorsunuz? MÜLAKAT şünür/Müslüman düşünür”. Bizim Mısır’dan örnek İbn Kesir’in de söylediği bir söz. Farklı kelimelerle olsa bile aynı sözü İbn Kesîr söylüyor. İlimsiz bir şekilde Kur’ân tefsiri konusunda konuşan bir insanın yaptığı iş, günümüzde düşünürlük taslayan kimse- Hasan Şâfi’î: Son zamanlarda verdiği fetvalara lerin ortaya koyduğu spekülatif tahminlerden farklı bakarsak evet… Doğrusu bunlar fıkhî fetvalar de- bir şey değildir. Sözümona “İslam düşünürü” bir ğil bir takım tahminler… Daha ötesini söylemek takım tahminlerde bulunarak bir tahrifat yapı- istemiyorum. Mağripli bir düşünürü okumuştum. yor… Dilediği gibi tahrif ediyor… Ya da kendisi- “Mütekellim ve fakihin devri bitti. Sosyal bilim- nin bir takım ön kabülleri var ve bunları Kur’ân ci düşünürün devri başladı” diyordu. Artık İslam ve Sünnet’e tasdik ettirmeye, Kitap ve Sünnet’i toplumlarının fakihlere itibar etmediğini söylü- kendi görüşlerine tâbi kılmaya çabalıyor ki bu da yorlar. Ama bu iddiadan öte bir şey değil… Hilâf-ı bir tür “tefsir bi’r-re’y”dir. Dolayısıyla “İslam Düşün- hakikat bir çarpıtma… Fakat fakihlere itimat edil- cesi” dediğiniz faaliyet menhec, usûl ve maksatta meyen böyle bir ortamı teşvik ediyorlar. Bütün bu istikametini bulursa meşru mecrasında akmaya söylediklerimiz “İslamcı düşünür” vasfının tehlikeli devam eder… Yoksa merduddur. Yanılmıyorsam şu bir yola girdiğini gösteriyor. Çünkü biz fakihin fıkıh elinizde tuttuğunuz kitapta bir söz okumuştum… üretmeye ehil olup olmadığını bilebiliriz. Mütekel- Diyor ki: “Şeker paketinin üzerine, “bu tuzdur” yaz- RIHLE Temmuz-Aralık 2012 55 Mülakat Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii sak karıncayı aldatamayız. Çünkü karınca onun İslam ilim, düşünce, kültür ve medeniyet biriki- şeker olduğunu bilecektir… O paketin üzerindeki mi –bazıları buna gelenek diyor- çok iyi okunup etikete aldırmayacak ve aldanmayacaktır.” Yani Ab- anlaşılmadan yeni bir şey ortaya koymanın müm- dulhamid hocanın da dediği gibi “itibar hakikate ve kün olmadığı kazıyye-i müsellemedir. Batılılar bile manalaradır.” Bu kaide akidlerle ilgili olmakla bir- böyle yapmışlardır; Kadim Yunan’ı, kendi gelenekle- likte genel bir kaide olmaya da elverişlidir. Çünkü rini anlayıp kavramadan yeni bir şey ortaya koyma- Şeriat’ın ruhu ve yönelimi bu istikamettedir. Zira mışlardır. Fakat Batılı teologları körü körüne taklit Şeriat salt lafız ve şekillerden daha ziyade, hedef etmek kimseyi bir yere götürmez ki bu günümüz- MÜLAKAT Batılı teologları körü körüne taklit etmek kimseyi bir yere götürmez ki bu günümüzde kendisini İslamcı düşünür olarak tavsif eden kimselerin en büyük handikapıdır. Bunlar, biraz psikoloji, biraz sosyoloji ve antropoloji okuyorlar, İslam İlim, düşünce ve kültür müktesebatından hiçbir şey bilmiyorlar ya da sadece bu birikimin kabuğunu biliyorlar ve kendilerini İslamcı/Müslüman düşünür olarak takdim ediyorlar. ve yöntem itibariyle mazmun, muhteva ve haki- de kendisini İslamcı düşünür olarak tavsif eden kate itibar eder. Konuyu biraz daha netleştirecek kimselerin en büyük handikapıdır. Bunlar, biraz olursak az önce sabiteler ve değişkenlerden sözet- psikoloji, biraz sosyoloji ve antropoloji okuyorlar, tik. Sabiteler nelerdir? Öncelikle Kur’ân-ı Kerim yani İslam İlim, düşünce ve kültür müktesebatından nasslardır… Bu usûlî bir yaklaşımdır. Sonra Sünnet-i hiçbir şey bilmiyorlar ya da sadece bu birikimin Sahîha ve İcmadır… Yani ulemanın üzerinde icma kabuğunu biliyorlar ve kendilerini İslamcı/Müs- ettiği hususlardır. Eğer bir düşünce/fikir, bu usûl/ lüman düşünür olarak takdim ediyorlar. Ondan sâbiteler ile çatışmıyorsa o İslam düşüncesidir. Sa- sonra kalkıp fakih ve mütekellimlere artık ihtiyaç bitelerin dışındaki değişkenler alanında ise insanla- kalmadığı, onların yerini kendilerinin aldığı şeklin- ra fikrî faaliyet hakkını vermek gerekir… Düşünce de ahkâm kesiyorlar. Sanıyorum rahmetli Martin faaliyetinin menheci/usulü ve maksadı İslâmî ise ve Lings “İslam düşüncesi kavramının bahtsızlığı” der- sabitelerle çatışmıyorsa mesele yok. Bunun ötesin- ken böyle bir şeyi kastediyor. deki değişkenler alanında ise ihtilaflar çoktur ve bu 56 ihtilaflar, ta Sahâbe döneminden beri vardır… Yani Mehmet Fatih Kaya: Maksadım kavramları eleştir- değişkenler alanında ihtilaf (farklı düşünme) hür- mek değil. Ancak yaşanan bir dizi sorunun kayna- riyeti vardır. Dolayısıyla menhec/usûl ve maksat ğında kendilerine “düşünür” denilen insanların ol- müstakim olursa ve sabitelere teslim olunursa duğunu görüyoruz. Muhammed Abduh’dan örnek ehliyetli kimseler, değişkenler alanında diledik- verirken hedefim Muhammed Abduh’u bütünüyle leri gibi zihnî ve aklî faaliyet yürütebilirler… Ta- eleştirmek değil. Ancak “Muhammed Abduh Ekolü” bii ki burada subût ve delalet hücciyyeti gerekiyor. denilen akımı teşekkül ettiren fikirleri eleştirmek Bunlara riayet edilerek oluşan bir düşünceye “İslam adına bir şeyler söyledim. Mesela Muhammed Re- düşüncesi” denmesinde bir sakınca olmasa gerek- ceb el-Beyyûmî’nin A’lâmu’n-Nahda adlı kitabını tir. Nasslara, onların vakıaya tatbikine ve Müslü- okurken kendimi tutamadım sayfaların kenarlarına manlara bir medeniyet inşa etmeye yönelik Müs- bazı talikler yazdım. “Muhammed Abduh Ekolü”ne lüman aklın Kelam, Fıkıh, Usul-i Fıkıh, ahlak, dil ve mensup isimlere, mesela Şeyh Muhammed Şeltût’a diğer alanlarda yürüttüğü faaliyetlere “İslam Dü- bakalım… Kendisi el-Ezher şeyhi, büyük bir âlim, şüncesi” demek mümkün. Ancak bu zihnî faaliyet el-Fıkhu’l-Mukâran alanında kitap yazmış ancak bu yürütülürken şu husus göz önünde tutulmalıdır: ekolün çekim alanına girince mesela Nüzûl-i İsa’yı Temmuz-Aralık 2012 RIHLE Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii Mülakat inkâr ediyor. el-Merâğî hocaya hatta Muhammed Muhammed Bahît el-Mutî’î hoca sadece Mısır’da Muhyiddîn Abdulhamid hocaya bakıyoruz; Ce- değil; tüm İslam dünyasında “Hanefilerin Müftüsü” maleddin Efgânî ve Muhammed Abduh ekolünün unvanına sahiptir. “el-Fetâvâ et-Tûnisiyye” adın- tesiri altındalar. Bu arada Abdülfettah Ebu Gudde daki eseri Afrika’dan Asya’ya İslam dünyasının her Hoca, Efgânî ve Abduh için “Hadis ilminde sıfır se- tarafından kendisine yöneltilen sorulara verdiği viyesinde zatlardı… Hadisleri çok iyi bilmezlerdi fıkhî cevapları muhtevidir. Bahît hoca Muhammed buna rağmen naslarla çatışan görüşler serdet- Abduh’a karşıydı. Ancak kendisi müftülük makamı- mişlerdir” diyor. Muhammed Hüseyin ez-Zehebî, na gelince hoca değişmiştir. Mesela İctihad konu- Reşîd Rıza’yı tefsirdeki şaz yaklaşımlarından dolayı sunda daha esnek düşünmeye başlamıştır. Hatta tenkit ediyor. kendisi bazen ictihad yapmak zorunda kalmıştır. Hasan Şâfiî: Meramımızı ifade ederken açık ve sarih olmalıyız. Aşırı nezaket insanları ittifaka götürmez… Aksine açık olmak ve net konuşmak gerekir. Ben bu Islahçı ekolü bir takım ihtiyat paylarıyla birlikte bazı açılardan takdir ediyorum. Az önce Abdulhamid Medkûr hocanın da söylediği üzere, bizim itikadımızda ismet sıfatını haiz kimse yoktur ve bu Sigorta, fotoğraf vb. meselelerde esnek davranmak durumunda kalmıştır. Pakistan’a ilk gittiğimde ulema fotoğraf çektirmenin haram olduğuna dair fetva yayınlamıştı. Kendilerine, “Muhammed Bahît el-Mutî’î hocanın bu konuda bir risalesi var ve fotoğrafa cevaz veriyor” dediğimde heyecanlandılar. Kendilerine kitabı verdim ve fetvayı değiştirdiler. yüzden peygamberler dışında herkesin görüşü alı- Ali Cuma hoca taklid ve tasavvuf ehli bir şahsiyettir. nır ya da reddedilebilir. Ancak Mısır müftüsü olup da meselelerle karşıla- Abdulhamid Medkûr: Yani bir görüşteki yanlış- zorunda kaldı. bu genellemeyi Sahabe nesline uygulasanız, bazı Abdulhamid Medkûr: Müsaadenizle size Hâtıb sahâbîler hakkında da çok tehlikeli bir yaklaşım içi- b. Ebî Belta’a (r. a)’ın sözlerinden oluşan bir metin ne girebilirsiniz. Herkesin alınabilecek ve reddedile- okumak istiyorum ki içinde, konuştuğumuz ko- bilecek görüşleri olabilir. nuya da çok uygun ifadeler var. Hatırlayın, kendisi Mehmet Fatih Kaya: Ancak Sahâbe’de görebileceğimiz hatalar usûle/menhece ve itticaha ilişkin hatalar olmaz. MÜLAKAT lıktan dolayı bütün bir ekolü dışlamamalıyız. Siz şınca bazı konulardaki yaklaşımlarını değiştirmek Mekke’nin fethinde Müslümanların sırrını ifşa etmiş bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) “Onu öldür Ey Allah’ın Rasûlü! Çünkü münafıklık yapmıştır” dediğinde Hz. Peygamber (s.a.v) ““Şüphesiz ki Allah Teâlâ Bedir Hasan Şâfi’î: Bu doğru… Dolayısıyla bu ıslahatçı ehline hitab ederek ‘ne yaparsanız yapın, muhakkak yönelim de bütünüyle hayır olmadığı gibi bütü- ki ben sizleri affettim’ buyurmuştur.” demiştir. Bu nüyle şer de değildir. Bu akımın temel yönelimi- Peygamberî bir tavır alıştır. Zira bu durumda harp ne bakarsanız esas itibariyle az ya da çok Şeriat kanunları uygulanacak olsa Hâtıb b. Ebî Belta’a’nın merkezlidir. Elleri hadisle dolu da olsa ellerinde öldürülmesi gerekirdi… Çünkü o Müslümanların hiç hadis olmasa da bu böyledir. Muhammed Ab- sırrını ifşa ederek onlara ihanet etmişti ve bu yüz- duh, İlm-i Kelâm’ı bilen biridir. Beyrut’a gittiğinde den birçok Müslüman ölebilirdi. Ancak Efendimiz Kelam ilmi okumuş ve Risâletü’t-Tevhîd’i yazmıştır. (s.a.v)’in tavrı bize bir örnek ve model teşkil ediyor. Onun çalışmalara daha çok bu alanla irtibatlıdır. Hz. Peygamber (s.a.v) Mekke’nin fethinden önce Muhammed Abduh, Reşid Rıza’dan daha dakik bir bu zatı, bir mektupla Mısır hükümdarı Mukavkıs’a şahsiyettir. Reşid Rıza, Muhammed Abduh’tan daha göndermişti. Mektupta Mukavkıs İslam’a davet edi- çok hadis bilirdi ama onun bu hadis bilgisi onu liyordu. Bu meşhur bir mektuptur ve orijinal nüsha- Muhammed Abduh’tan daha derin ve daha doğru yı Topkapı müzesinde gördük. Önce bu sahâbînin bir fikrî yapıya sahip kılmamıştır. Reşid Rıza’nın el- orada sarfettiği o muazzam sözleri okuyalım sonra Vahyu’l-Muhammedî adlı eseri okunursa ne demek siz bu sözlerin hangi ilim dalı içinde ele alınacağını istediğim daha net anlaşılır. söyleyin. RIHLE Temmuz-Aralık 2012 57 Mülakat Abdulhamid Medkur - Hasan Şafii Hâtıb b. Ebî Belta’a Hz. Rasûlullâh’ın mektubunu de yeni ilim dallarındandır. Bu ilim dalları makasıd, Mukavkıs’a okuduktan sonra der ki: Senden önce- gayeler, menhec, kriterler ve şartlar itibariyle istika- ki adam kendisinin “en büyük rabb olduğunu iddia met üzere olursa başımız üstünde yeri vardır. Keşke etmişti. Fakat Allah da onu, sonun ve ilkin (ahiretin her asırda ya da her yarım asırda, İslamî esaslarla ve dünyanın) azabıyla cezalandırdı… Onun vası- sınırlandırılmış ve yine ona hizmet edip de usulünü tasıyla önce başkalarında intikam aldı daha sonra de ondan alan yeni bir ilim inşa edebilsek. Umarım da kendisinden intikam aldı.” Mukavkıs’a Firavun’u okuduğum bu metin bu açıkoturum için güzel bir ve onun akıbetini hatırlatıyordu. Bu tarihî bir ha- hatime olmuştur. disedir. Hâtıb b. Ebî Belta’a (r.a) Mukavkıs’la olan muhaveresine nasıl başladığına ve onu Allah’a davete kulak vermesi için nasıl bir etkileme yöntemi tercih ettiğine bakın. Hâtıb b. Ebî Belta’a sözlerini şöyle sürdürdü: “Ey Mukavkıs öyleyse başkasından (Firavun’un o durumundan) ibret al da gayrıya ibret olma!” deyince Mukavkıs: “Bizim bir dinimiz var ve daha hayırlısını bulmadıkça onu terk etme- MÜLAKAT yiz” dedi. Bunun üzerine Hâtıb b. Ebî Belta’a, “seni Hasan Şâfiî: Yakın zamanlarda yeni bir İslamî ilmin inşa edilmesi için teklifte bulunduk: “İlmü’lkavâidi’ş-şer’iyyeti’l-i’tikâdiyye (İtikad Kaideleri İlmi)”. Bin yıl önce Hanefî aklın inşa ettiği fıkıh kaideleri ilmimiz var. İmam el-Kerhî bu kaideleri kayıtlara geçmiş. Dolayısıyla bu gün “İtikad Kaideleri İlmi” adında bir ilme ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum. Allah’ın dinine davet ediyoruz ki o İslam’dır ve Allah Ömer Faruk Tokat: Doğrusu bu oturum boyunca din olarak insanlara onu yeterli kılmıştır, dahası da bizlere bir ilim, kültür ve düşünce ziyafeti sundu- yoktur! Şüphesiz ki bu Peygamber (s.a.v) insanları nuz. Hepinize çok teşekkür ediyoruz. Allah razı dine çağırdığında ona en sert şekilde karşı çıkanlar olsun. Kureyşliler; an fazla düşmanlık yapanlar Yahudiler; en yakın davrananlar ise Hıristiyanlar oldu. Hayatım üzerine yemin ederim ki Musa Peygamber nasıl İsa Peygamber’i haber vermiş ve onun geleceğini müjdelemiş ise, İsa Peygamber de Muhammed Aleyhisselam’ı öylece haber vermiş, geleceğini müjdelemiştir. Bizim seni Kur’ân’ı kabule davet etmemiz, senin Tevrat’a bağlı olanları İncil’e davet etmen gibidir” dedi. Bu öyle bir kıyastı ki Mukavkıs’ta İslam’a karşı bir ilginin uyanmasına sebep oldu. Hâtıb b. Ebî Belta’a, sözlerine şöyle devam etti: “Her peygamber bir kavme yetişmiş olup, o kavim o peygamberin ümmetinden sayılmış, o peygambere itaat edenler de o ümmete katılmıştır. Sen ise, bu peygambere (Muhammed Aleyhisselam’a) yetişenlerdensin! Biz, seni İslâm dinine davet etmekle, İsa Peygamber’in dininden men ediyor değiliz! Bilakis, onunla, onun gerçek tebligatıyla amel ve hareket etmeni sana teklif etmiş oluyoruz” dedi. Şimdi siz bu sözleri hangi ilmin içinde tasnif edeceksiniz? Fıkhın ya da Usûl-i Fıkhın içine koyabilir misiniz? Bence bu sözleri “İslam Düşüncesi” kavramı içinde ele almak mümkün. Davet ilmi içine de koysanız bu yeni bir ilim dalıdır. Geçmişte “davet ilmi” diye bir ilim yoktur. İslam kültürü ve İslam düşüncesi 58 Temmuz-Aralık 2012 RIHLE Dipnotlar: Kurucusu Corcî Zeydan derginin adını niçin hilal koyduğunu şöyle açıklamıştır: “Öncelikle hilal, şanı yüce Osmanlı hilalini tebrik için (Devlet-i âliyemize Allah zeval vermesin), ikincisi, bu dergi hilal misali her ayın başında çıkacaktır. Üçüncüsü, bu hilalin zamanla gelişimini tamamlayarak dolunaya dönüşmesini umduğumuz içindir” http:// ar.wikipedia.org/wiki/%D8%A7%D9%84%D9%87%D9%84%D8%A7 %D9%84_(%D9%85%D8%AC%D9%84%D8%A9) (Çevirmen) 1