46C’YE BİR KALA ~ Nursu BORAK İçinde envai çeşit balığın yüzdüğü, büyük ve karanlık bir göl karşımda. Tam ortasında da cilveli bir genç kız misali kendini açığa vurmuş bir kayalık. Boynumda eskilerin yeşilinde bir atkı, üzerimde “ben”den kalmış yırtık pırtık gece mavisi bir elbise, yüzümde annemden yadigâr o gülüşle yavaş yavaş o göle doğru giriyorum. Önce küçük balıklar toplanıyorlar etrafımda. Renkleri güneş kadar parlak, güleç bu minikler önüme geçerek durdurmaya çalışıyorlar beni. Küçücük gövdelerini kocaman görünmek için öylesine yakın tutuyorlar ki birbirlerine… Hem de sadece geri adım atıp kurtulayım diye. Nafile büyük çabalar… Gülüşümü çıkarıp suyun üzerine bırakıyorum böylece hepsi aslında bende kurtarmak istedikleri yani “ben” saydıklarını sağ çıkarabilsinler de beni yolumdan alıkoymasınlar. Hepsinin pervane gibi o gülüşün etrafında toplanışını ve onu kahkahalar eşliğinde karaya doğru sürüklemelerini seyrediyorum bir süre. Suyun yükselmesiyle onun karanlığını hissediyorum. Onun unutulmaya yüz tutulur haline alışmış, içindeki ölümün yanında yaşayanlara can veren, dört mevsim güneş solduran ruhuna alışıyorum. Su nazik bir şekilde omuzlarımdan sarılırken, uzun, kızıl denizanaları sarmaya başlıyor etrafımı. Korkuma rağmen onlara dokunabilmek için elimi uzatıyorum. Yetemiyorum. Yetişemiyorum. Bana olan bütün kızgınlıklarıyla ellerime vuruyorlar. Onlar vurdukça ellerim kuruyor, ellerim kuruluktan parçalandıkça onlar kaçıyorlar. Parçalardan mürekkep sızıyor. Bunca zaman ancak kaleme yoldaş ettiğim mürekkebimi kaybediyorum. Şimdi dermanı nerede bulacağım? Geceleri yatağımın altından lambamın aydınlığına savaş açan o korkunç “sükûnet” gelirken neye sarılacağım? Sahi şimdi ben aklımı kime emanet bırakacağım… Acemi birkaç dalma girişiminden sonra nihayetinde kayanın dibine ulaşabilmek için derine doğru yüzmeye başlıyorum. Her dibe uzanışımda biraz daha akıyor içim suya. Birbirimize karışıyoruz. O daha çok kararıyor, ben daha çok parçalanıyorum. Derken gülkurusu renginde saçları, koyu yeşil gözleri olan bir denizkızıyla karşılaşıyorum. Beni tanımaya çalışıyor önce. Yüzüme usulca dokunup, saç örgümü açıyor. Saçlarımın suda dalgalanışını, yavrunun annesini izlemesi gibi seyrediyor ama ancak gözleri gözlerimi bulunca tanıyor beni. Bütün oyuncaklarını paramparça etmişim, balonunu patlatmış, ismini çalmışım gibi kızgın, korkak, o masum çillerini ezen gözyaşlarıyla kaçıyor hemen yanımdan. Hüzünlü gözlerle izliyorum ardında bıraktığı baloncukları ama arkasından gidemiyorum. Onun şahsına münhasır vakvak ağacı olduğum gerçeğini biliyorum çünkü. Gidersem tıpkı “Deli kadın hikâyeleri” adlı kitapta ki o küçük deli kızı kendi ilmeğine usulca gidişi, o ağaca ruhunu asışı gibi onun da mürekkebimde boğulacağını biliyorum çünkü. Nefesimin artık tükendiğini hissediyorum ama en sonunda ulaşıyorum kayanın dibine. Usulca üstündeki kapıyı açıyorum. Önce ciğerlerim havayla dolsun diye başımı sokuyorum içeri daha sonra ise solmuş bedenimi. Arkamda bıraktığım, kapıdan içeri bir damla sızmayan o karanlık suyun yüzüne kapatıyorum kapıyı. Bitkin gözlerimle içeriye bakıyorum. Küçük, şerit halinde, gül şeklinde duvar lambalarının aydınlattığı bir koridorda usul usul yürüyorum. Kurak toprağın suyu emmesi gibi zemin de akan mürekkebimi bir çırpıda içine çekiyor. Koridorun sonundaki basamaklardan birinci kata çıkıyorum. Her yerde yırtık duvar kâğıtları, onların üzerinde de yarım şarkı sözleri… İçlerinden birisi parlıyor gözümde. Aklını bana bir tuttuğum, kitapta ki o yaşlı teyzenin bahsettiği o sözler… Beni öldürmek isteyen hayat muhteşemdir (20, Mine Söğüt, Deli Kadın Hikâyeleri). Deli bir kahkaha kaçıyor ağzımdan. Her gün, sonuna giden yolda aklı avare yaşan sen mi inanacaksın diyen bir kahkaha… Umudumu çalan o kahkaha… İkinci kata çıkar çıkmaz ağır bir koku karşılıyor beni. Mütemadiyen üstüme her gün sıkındığım, kimsenin duyumsayamayıp yalnızca benim aldığım bu kokuyu hemen tanıyorum. Bu ruhumda ki ölü, mor kelebeklerden doğan o küçük sineklerin kokusu. Onların güzelliklerinin dışlanmasının, seslerinin duyulmamasının, gözlerinin oyulmasının getirdiği yalnızlığın kokusu… Burası benim ruhum. Burası benim evim. Burası “benim”. Tanıdık suretler basıyor odayı kendimi bulduğum anda. Hepsi bir başka ben. Hepsi aynı, hepsi farklı pek çok yüz bana dönmüş, bir kaçı beni yaka paça dışarı çıkarmaya çalışıyorlar. Onlarla savaşmalıyım. Peki neyle? Mürekkebi solmuş kalbimle mi yoksa yarısı içindeki kurt tarafından yenmiş zihnimle mi? Kaçmalıyım ama nasıl? Çoğu parçalanmış kollarımla camı kırıp karanlık suya karışarak mı yoksa onlara teslim olarak mı? “Sizi seçiyorum” diye bağırdım aniden ve “Bırakın deli, karanlık suya karışayım kitaptaki o yaşlı hanım teyze gibi. Alın ‘beni’. Zaten devran hep böyleydi. Teslim oluyorum yeniden. Kelebeklerimi gömün bir de beni bırakın o suya yeter. Ona karışayım. Aslımla boğulayım” diye haykırdım. Beni nazikçe yere bırakıp, aşağı kadar eşlik edip “Bıraktığını bulamazsın” diyip kapıyı açtılar bana. Karanlığıma baktım. Ruhuma bakmaya halimin yetmediği her zaman yaptığım gibi o suya daldım. Mürekkebimin hepsi dört bir yana dağılıp suyun özüne karışırken annemin “kızım sofra hazır” demesiyle uyandım zihnimden. Elimde duran kitaptaki onlarca deli kadını sakince koydum koltuğa. Onlar gibi kendime dürüst olamadığımdan en afili gülüşümle mutfağın yolunu tuttum. Hepsinin bana “sende bizdensin, saklanma küçük kız” diyen fısıltılarını, bana kattıkları tek değilsin hissini, zihnimde canlandırabildikleri “ben” hikâyesini ve hem benzer hem çok farklı yaralarını arkamda bıraktım. O kitaptaki hiç birine dönüp “aslında öyle sükûtuz ki bu hayatta, öyle tekiz ki duyulmadan kitap arasında kuruyan güllere dönüyoruz. Uyuyalım daha iyi” diyemedim. Ardımda bıraktığım deli kadınlar ve “benler”… Yürüyen yalnız bir yıldız, bir sükûnet, bir sessizlikten ibaret.