faşizme karşı demokrasi, savaşa karşı barış mücadelesini yükseltelim!

advertisement
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
KASIM/ARALIK 2016/06 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X184
FAŞİZME KARŞI DEMOKRASİ,
SAVAŞA KARŞI BARIŞ
MÜCADELESİNİ YÜKSELTELİM!
SAVUNMA VE HAVACILIK İHRACATI ÜZERİNE
ROJAVA „DEVRİMİ“ VE
KADINLAR
SOYKIRIM VE KÖZ’ÜN TAVRI
ÜZERİNE BİR KEZ DAHA!
•
EDİTÖRDEN
editörden
gündem - içindekiler
Merhaba
2016 yılının son sayısı ile birlikteyiz.
15 Temmuz darbe girişimini fırsata çeviren AKP
hükümetinin cadı avı sürüyor.
AKP darbe girişimini, darbeciler başta olmak
üzere, kendine karşı muhalefet yürüten tüm güçleri
sindirmek, kendi iktidarını sağlamlaştırmak için bir
fırsat ve gerekçe olarak kullanıyor. Dizginsiz faşizm,
açık faşist terör uyguluyor.
Sömürgeci faşist devleti anda yöneten AKP’nin
faşist diktatörlüğüne karşı, demokrasi mücadelesi;
sömürgeci devletin haksız, sömürgeci ve emperyal
savaşına karşı barış mücadelesi; bugün faşist
Türk devletine karşı mücadelede kavranacak esas
halkalardır.
Faşizme karşı demokrasi, savaşa karşı barış
isteyen; bütün toplumsal kesimler güçlerini adı ne
olursa olsun bir cephede birleştirmelidir. Bu yönde
çeşitli çalışmalar, girişimler var. “Demokrasi İçin
Birlik”, “Emek ve Demokrasi İçin Güç birliği” bu
girişimlerden bazılarıdır.
Yapılacak tek şey eylemde birlik propaganda
ajitasyon ilkesi temelinde faşizme, savaşa karşı bir
araya gelmek, güçleri tek bir cephede birleştirmektir.
Bu cephenin ya da eylem birliğinin adının ne olacağı
hiç önemli değildir. Önemli olan kurulacak birliğin
işlevidir.
Bu yönde yapılan çalışmaları, girişimleri olumlu
buluyor ve destekliyoruz.
***
Yeni Yerimizdeyiz…
Okurlarımız ve dostlarımızın bize daha rahat
ulaşabilecekleri merkezi bir yere taşındık.
Büromuzun yeni adresi şöyle:
Asmalımescit Mah. Terkoz Çıkmazı Sok. Terkoz
İşhanı, No: 1/62 Beyoğlu/İstanbul
Okurlarımızı, dostlarımızı bekliyoruz.
***
2017’nin ilk sayısında buluşmak üzere… Hoşça
kalın!
Kasım 2016
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
FAŞİZME KARŞI DEMOKRASİ,SAVAŞA KARŞI BARIŞ
MÜCADELESİNİ YÜKSELTELİM!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
GÜNCEL
SOSYAL MEDYADAN…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
SAVUNMA VE HAVACILIK İHRACATI ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
SOYKIRIM VE KÖZ’ÜN TAVRI ÜZERİNE BİR KEZ DAHA! . . . . . . . . . . . 23
PANORAMA
ABD: KURUMSAL IRKÇILIK KATLETMEYİ SÜRDÜRÜYOR! . . . . . . . . . 28
BREZİLYA: YİYİCİLERİN YİYİCİLERE İKTİDAR DALAŞI... . . . . . . . . . . . 32
FİLİPİNLER: FİLİPİNLER’DE DEĞİŞİM Mİ? .... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 36
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ
ÇEVRE SORUNU ÜZERİNE KISA NOTLAR! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
“BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ ÜZERİNE” (V). . . . . . . . . . . . . 56
GÜNCEL
“50.YILINDA: BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ VE
SOSYALİST İNŞADA YERİ” PANELİ YAPILDI!… . . . . . . . . . . . . . . . . . 61
OKURLARIMIZDAN
ÖĞRETMENİME DOKUNMA! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 65
SAVAŞ VE BARIŞ. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 67
TÜRKİYE-RUSYA GÖRÜŞMESİ VE SİYASİ GELİŞMELER. . . . . . . . . . . . 69
YENİ KADIN DÜNYASI
ROJAVA “DEVRİMİ“ VE KADINLAR. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 40
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Asmalımescit Mah. Terkoz Çıkmazı Sok. Terkoz
İşhanı, No: 1/62 Beyoğlu/İstanbul• Tel/Fax: (0212) 2511191 • Sayı: 184· Kasım/Aralık 2016 • ISSN 1301-692X184• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye
Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli •
www.ydicagri.com • ydicagrigazetesi@gmail.com• info@ydicagri.com • facebook.com/YeniDunyaIcinCAGRI•twitter.com/ydicagri
2
Gündem yoğun... Bir yanda başarısız darbe girişiminin tepe tepe kullanılmasıyla oluşan baskı ve devlet
terörü... Diğer yandan Kuzey Kürdistan-Türkiye’de,
bölgede ve nihayet dünya çapında işçiler, emekçiler ve
ezilen halklar açısından hiç de kolay olmayan, onların zararına yaşanan bir süreç...
Sürecin en önemli noktasını savaş/lar ve savaş kışkırtıcılığı oluşturuyor. Kuzey Kürdistan’da faşist
devletin Kürt halkına karşı yürüttüğü savaş, Suriye
ve Irak’ta emperyalist güçlerin ve onlarla işbirliği
içinde olan bölgesel güçlerin çıkar dalaşları, Yemen/
Aden Körfezinde yürüyen ve daha da genişleme potansiyelini içinde barındıran savaş/dalaş... ilk anda
sayabileceklerimiz...
Öne çıkan noktalara biraz daha yakından bakalım...
Tepe tepe kullanılan darbe girişimi!
15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Recep Tayyip Erdoğan/AKP yönetimi, başarısız bir askeri darbe girişiminin hedefi olan her burjuva yönetimin
yapacağını yaptı, yapmaya devam ediyor: Darbeyi,
darbeciler başta olmak üzere, kendine karşı muhalefet yürüten tüm güçleri sindirmek, kendi iktidarını
sağlamlaştırmak için bir fırsat ve gerekçe olarak kullanmak!
Recep Tayyip Erdoğan (RTE)/AKP’nin bugün yap-
tığı tam da budur.
Ancak burada birşeyi özel olarak vurgulamak gerek: Bilindiği üzere Gülenciler AKP’nin iktidar ortağıydı. AKP döneminde iyice palazlanıp büyüdüler.
Yıllarca cemaatle kol kola yürüdükleri yolun sonunda iktidar paylaşım kavgasının sonucu olarak ortaya
çıkan kanlı darbe girişiminin ertesinde fatura yine
emekçilere, halklara ve muhaliflere çıkartıldı. Nedense AKP içerisindeki Gülencilere dokunulma gereği duyulmuyor. AKP içindeki kimilerin görevden
alınması buzdağının sadece görünen kısmıdır. Bu
noktada Gülencilere “her istediğini veren” RTE’nin
ve AKP’nin öncelikle halka hesap verme borcu vardır.
Ama hayır bu yapılmadı. Bunun yerine örneğin
şunlar yapıldı:
— Darbenin hemen ertesi günü daha önce tespit
edilen listeler temelinde iki binin üzerinde hakim ve
savcı görevlerinden alındı; büyük bölümü meslekten
ihraç edildi.
— Devletin bütün kurumlarında resmi rakamlara
göre darbeden bugüne kadar 100 bine yakın devlet
çalışanı görevlerinden alındı, bir bölümü meslekten
atıldı.
— 70 binin üzerinde gözaltı yapıldı; 32 bin kişi tutuklandı.
— Gözaltı için, Feto’nun okullarına çocuklarını
göndermek, bankasında hesap açmak, medyasında
çalışmak/yazı yazmak, maddi yardımda bulunmak,
ona destek olmak suçlaması; tutuklama için internet üzerinden belli bir haberleşme sistemini (bylock
programı) kullanmak yetiyor.
— Türkiye 15 Temmuz’dan bu yana “Kanun Hükmünde Kararnameler” ile yönetiliyor. En az önümüzdeki üç ay daha böyle yönetilecek. KHK ile yönetme,
uluslararası hukukta ve T.C. Anayasası’nda da öngörülen kimi vatandaşlık haklarının geçerli olmadığını
baştan açıklayan bir yönetim. Kuzey Kürdistan-Türkiye açısından bu zaten var olan faşizmin daha da
gündem
FAŞİZME KARŞI DEMOKRASİ,
SAVAŞA KARŞI BARIŞ MÜCADELESİNİ
YÜKSELTELİM!
3
gündem
4
koyulaşması demek.
— RTE/AKP yönetimi Kuzey Kürdistan’da PKK’ye
karşı yürüttüğü savaşı, darbe ertesinde daha da
yoğunlaştırdı. Başarısız darbe girişimini bu savaşı yoğunlaştırmanın da bir aracı olarak kullandı, kullanıyor. KHK’larla yönetme lüksünü, Kuzey
Kürdistan’da seçilmiş DBP’li belediye başkanlarını
görevden almak, görevden aldıklarının yerine atanmış “kayyumlar”la ikâme etmek için kullanıyor.
— Başarısız darbe girişimini Erdoğan/AKP, burjuva partileri arasında Kürt ulusal hareketine karşı
milli mutabakat kurmak için fırsat olarak kullandı.
— Başarısız darbe girişimi Erdoğan’ın fiili tek
adam yönetimini güçlendirdi, AKP içindeki olası
muhaliflerin sesini kesti.
— Başarısız darbe girişimi ertesinde, Erdoğan/
AKP yönetimi Suriye’deki savaşa da doğrudan girdi.
İçte savaş, dışta savaş, “ulusal çıkarlar” yaftası altında, barış isteyen herkesi “hain” olarak damgalayıp
baskı altına almak, hapse atmak, susturmak için kullanılıyor.
Bütün bunları “askeri darbeye karşı sivil darbe”
olarak adlandırmak, ikisi de bir demek doğru bir siyasi değerlendirme değildir. Bu yaşanan askeri darbe girişimini hafife almak anlamına geliyor. Ama şu
açıktır: Anda Türkiye Erdoğan AKP yönetimi altında, “terörizme karşı mücadele” yaftası altında faşizmin iyice koyulaştırıldığı bir dönemi yaşıyor.
— Kuzey Kürdistan-Türkiye’de faşizme karşı demokrasi mücadelesi;
— Haksız, sömürgeci ve emperyal savaşa karşı barış
mücadelesi;
bugün faşist Türk devletine karşı mücadelede kavranacak esas halkalardır.
Faşizme karşı demokrasi mücadelesi yürütülürken,
burjuvazinin egemenliği şartlarında halk için, işçiler/
emekçiler için gerçek demokrasinin mümkün olmadığı hep yeniden anlatılmak zorundadır. Bu fakat
burjuvazinin egemenliği şartlarında da, faşizme karşı
burjuva demokratik haklar için mücadele etmenin
engeli değildir.
Somut olarak bugün şu demokratik talepleri elde
etmek için mücadele önem kazanıyor:
— Olağanüstü Hal derhal kaldırılmalıdır.
— KHK’larla yönetime derhal son verilmelidir.
— Evrensel hukukun “suç kişisel”dir; zanlı kesinleşmiş bağımsız yargı kararı olmadıkça suçsuz
sayılmalıdır” ilkeleri uygulanmalıdır.
— Kuzey Kürdistan’da seçilmiş yöneticiler seçil-
dikleri makama geri dönmelidir.
— Barış hemen şimdi talebi öne çıkarılmalıdır.
“Topyekün imha” siyasetine karşı topyekün
direniş!
Faşist Türk devletinin Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini boğma çabası sürüyor. Bu çaba çeşitli yeni olmayan yöntemler de devreye sokularak genişletiliyor.
Son bir yıllık süreçte yapılanları gözönüne getirdiğimizde Kürt ulusal hareketinin azgın bir devlet saldırısıyla karşı karşıya olduğunu görüyoruz.
Neler yapıldı son dönemlerde?
Bazılarını kabaca hatırlayalım...
Geçtiğimiz yılın sonbaharından itibaren Kürt şehirlerinin yakılıp yıkılması, bombalanması, binalarda mahsur kalan insanların bombalanarak, yakılarak, kurşunlanarak katledilmeleri... Bu saldırılarda
800 civarında insanın katledildiği bilgisi basına yansımıştır. Yer yer bu tür saldırılar sürüyor. Uygulanan
yöntem ise genellikle saldırılacak yerleşim biriminde
sokağa çıkma yasağı, bölgeyi PÖH, JÖH... adı verilen
özel savaş güçleri ile çembere alma, bombalama, yakma, yıkma, insanları katletme...
Sonuç? Yüzlerce ölü, yaralı ve zoraki göçlerle bölgenin insansızlaştırılması... Yakılan yıkılan yerle bir
edilen canlıların barınma alanları!
Bu saldırılar yanında RTE/AKP yönetimi, faşist
devlet HDP, DBP üzerindeki baskılarını da artırıyor.
Demokratik siyaset yapan HDP, DBP il ve ilçe örgütleri kapılar kırılarak basılıyor, yöneticiler, üyeler gözaltına alınıyor, keyfi uygulamalar yapılıyor. Dersim,
Bitlis, Van, Hakkari ve Kars’ta HDP ve DBP il ve ilçe
eşbaşkanlarının, üyelerinin, çalışanlarının gözaltına
alınmaları bu baskı ve gözaltılara örnektir.
Sömürgeci faşist devlet ve AKP hükümeti meclisteki Kürt siyasi temsilcilerini de susturmaya çalışıyor.
HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve onlara hapis yolunun açılması için düzenlemeler yapılıyor.
Mecliste HDP dışındaki partiler “Yenikapı ruhu adı
altında”, “teröre karşı ortak mücadele” adına AKP/
CHP/MHP birleştiler, adı konulmamış ortak bir
milliyetçi cephenin üyeleriymişçesine Kürt siyasetini susturmak için çabalıyorlar. Bu “ruh” en azından
CHP bazında çabuk buharlaştı, fakat AKP/MHP’yi
—şimdilik tabii— adeta tek parti haline getirdi.
Gelinen noktada bu iki parti, Kürt siyasi hareketini
bastırma noktasında hemfikirdir. Türkiye sınırları
gündem
dışındaki saldırılar için gerekli olan “tezkere” yine
AKP/CHP ve MHP’nin oyları ile TBMM’den geçti.
AKP’nin Kürt siyasal hareketine yönelik topyekün
imha siyasetinin bir ayağını da muhalif basın yayın
organlarının kapatılması, ‘Kürt medyası’nın tümüyle susturulması oluşturmaktadır. Bu amaçla birçok
Kürt ve sol tandanslı muhalif televizyon kanalları
ile radyolar kapatılmış, polis baskınları sonrasında
gazetelerin kapılarına kilit vurulmuş, onlarca basın
emekçisi gözaltına alınmış, haklarında “bölücü örgütü yönetmekten, üyesi olmaktan ya da yardım etmekten” davalar açılmış, hapse konulmuşlardır.
Yine darbe girişimini fırsata çeviren ve muhalefeti susturmak isteyen AKP iktidarı, Kürt hareketini
susturma siyasetinin bir parçası olarak çoğu EğitimSen üyesi binlerce öğretmen başta olmak üzere Kuzey
Kürdistan’daki kamu çalışanlarını “PKK sempatizanı ya da üyesi” olduğu gerekçesiyle açığa almış, birçoğunu tutuklamıştır.
Ağızlarını her açtıklarında “halkın iradesinden”,
kendilerinin “milletin teveccühüne mazhar olduğundan” vs. vs. bahseden AKP hükümeti, Kürdistan
illerinde halkın ezici çoğunluğunun oyunu alarak
işbaşına gelen belediye başkanlarını görevden alıyor,
yerlerine kayyum atayarak halkın iradesini yok sayarak ne kadar çifte standartçı olduğunu ortaya koyuyor. Ama Kürt sorununda herşeyin savaşa endekslenmiş olduğu durumda bunun önemi yoktur. Tam
tersine kayyum sömürgeci faşist devletin ve onu anda
yöneten AKP hükümetinin Kürt sorununda izlediği
sömürgeci-faşist savaş politikasının tipik sonuçlarından sadece birisidir.
AKP hükümeti ve faşist devlet Kürt halkının kendi siyasi kurumlarına olan desteğini en aza indirmek
için sistemli bir sindirme, korkutma, yıldırma çabası
içindedir. PKK sempatizanı olarak bilinen herkesin
korkutulması, gözaltına alınması, tutuklanması, iş-
kencelerden geçirilmesi, gözaltında kaybedilmeye çalışılması... yabancısı olunmayan, yıllardan beri uygulanan devlet ve AKP hükümetinin edimlerindendir.
Evet, Kuzey Kürdistan’da bir savaş yürüyor. Bugüne kadar savaşla ilgili bir çok şey yazıldı, çizildi.
“Barış olsun, akan kan son bulsun!” denildi. Ancak
sömürgeci faşist devlet ve onun andaki hükümeti açısından bir zaman dillendirilen ve kimi adımlar atılan
“barış siyaseti”nden vazgeçmiş, onyıllardır uygulanan “vur-kurtul” siyasetine dönmüştür.
Ancak 30 küsur yıldan beri sürdürülen bu imha ve
inkâr siyasetinin çözümsüzlük olduğu, olacağı açıktır. Bu savaş kör bir savaştır. Ne devlet PKK’yi, ne de
PKK devleti yıkacak güçtedir. Gerçekte olan Türk ve
Kürt yoksullarına olmaktadır. Savaşın halklara getireceği olumlu birşey yoktur. Gelinen noktada sömürgeci faşist devlet açısından, bölgedeki gelişmelerle birlikte ele alındığında faşist diktatörlüğü sürdürmekten
başka yol yoktur. Kürt halkına ve onun andaki siyasi
güçlerine de direnmekten başka bir yol yoktur.
Tüm bunlara rağmen biz yine de barış istemeye devam etmeliyiz. Önceki yazılarımızda da belirttiğimiz
gibi bizim istediğimiz barış akan kanın durması anlamında bir barıştır. Biz, bugün savaşın sonlandırılması sonucu oluşacak bir barışın, kapitalist sistemin
varlığı koşullarında, sömürgeci faşist devletin varlığı
koşullarında yalnızca yürüyen savaşın durması anlamında bir barış olduğunun bilincindeyiz. Evet, bu
barış, geçici ve güvenilmez bir barış olacaktır. Ama
buna rağmen bugün Kuzey Kürdistan’da yürüyen
savaşın sonlanması, ülkelerimizde yaşayan halklar
açısından ve savaşın ağır yükünü taşıyan Kürt ulusu
açısından olumlu ve gereklidir. Bu savaşın sonlanması, bir bütün olarak sınıf mücadelesi açısından gereklidir. Bugün direnen Kürt halkına en büyük destek,
büyük kitlesel bir barış hareketini yaratmak için ciddi bir şekilde çalışmakla olur.
Bizim barış talebimizin bugünkü gündem dikkate alındığında gerçekleşme şansı yok denecek kadar azdır. Buna rağmen biz her fırsatta barışı talep
etmeliyiz. Ve bilmeliyiz ki, barış talebi çeşitli ulus
ve milliyetlerden işçi ve emekçi kitleler tarafından
sahiplenilip savunulmazsa bir ajitasyon sloganından öte bir anlam taşımaz. Barış talebinin işçilere ve
emekçilere anlatılması, kavratılması günün görevlerinden birisidir.
Savaşa karşı barış mücadelesinde de, emperyalizm
var olduğu sürece, burjuvazinin egemenliği olduğu
sürece gerçek ve kalıcı bir barış olamaz düşüncesi sü-
5
gündem
rekli olarak kitleler içine taşınmak zorandadır. Fakat
bu tabii ki anda yürüyen şu veya bu gerici savaşın
durdurulması için mücadele etmenin engeli değildir.
Bugün Kuzey Kürdistan-Türkiye somut şartlarında
şu talepler temelinde kitlesel bir barış hareketi yaratmaya çalışmak en acil görevlerden biridir.
— Kuzey Kürdistan’da savaşa son!
— Silahlar derhal susturulmalıdır! Barış hemen
şimdi!
Savaş, işgal ve daha fazlası...
6
Biz Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın sonlandırması için barış talebini dile getireduralım; sömürgeci
faşist Türk devleti yayılmacı siyasetini sürdürmeye,
işgal ve sömürgeciliği daha ileri boyutlara taşımaya
çalışıyor.
Bunların ne olduğuna bakmadan bir saptamada
bulunalım: Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduğu
andan itibaren yayılmacı, işgalci, sömürgeci bir devlettir.
1915’de Ermenilere yönelik soykırım yapan, onların topraklarına, mallarına mülklerine el koyan faşist
Türk devletidir...
1974’te Türk nüfusun çıkarlarını koruma adına
Kuzey Kıbrıs’ı işgal eden ve o günden bugüne kadar
burada işgalci, sömürgeci durumunu sürdüren faşist
Türk devletidir.
Tüm Cumhuriyet tarihi boyunca bir halklar hapishanesi olan Türkiye sınırları içinde başta Kürt ulusu
olmak üzere Arapların, Lazların, Ermenilerin, Abhazların, Süryanilerin, Ezidilerin... ulusal haklarını
ayaklar altına alan, onlar üzerinde dizginsiz bir baskı
uygulayan faşist Türk devletidir.
Kuzey Kürdistan’da da kurulduğu günden bugüne
sömürgeci olan bu faşist Türk devleti son dönemde
yayılmacı, işgalci yüzünü bir kez daha gösterdi; Suriye’deki savaşa da doğrudan dahil olarak Suriye topraklarına, daha doğrusu Batı ve Güney Kürdistan’a
girdi.
IŞİD’e karşı mücadele adına Batı ve Güney
Kürdistan’a giren faşist Türk devletinin esas derdi elbette sadece IŞİD’i geriletmek vs. değildir. Bu Türk
devleti’nin oyuna dahil olması için sadece bir gerekçe
oluşturdu.
Elbette daha başka gerekçeler de var...
Suriye’nin kuzeyinde (Batı ve Güney Kürdistan)
oluşan Kürt kanton yönetimlerinin birliğini engellemek; YPG/YPJ güçlerini dünya kamuoyuna “terörist”
olarak tanıtarak bölgedeki Kürt güçlerini etkisizleştirmek/dışlamak, Kürt yönetimleri arasında olası bir
birliğin önüne geçmek, onun “model” olmasının ortadan kaldırmaya çalışmak, Kürtlerin olası “birleşik”
mücadelesini bastırmak sömürgeci faşist Türk devletinin hedefleri arasındadır.
Bu kadar da değil; dahası var...
Suriye’de bir savaş yürümektedir. IŞİD barbarlığı da gerekçe gösterilerek emperyalist büyük güçler,
kendilerine bağlı yerel güçlerle birlikte bölgeyi yeniden şekillendirmek istemektedirler. Suriye’de savaşın
başlamasıyla birlikte cepheler de şekillenmeye başladı.
Rusya Suriye devletinin yanında, onun hamisi olarak bölgeye (askeri olarak da) yerleşti, Esad yönetimine karşı savaşan güçlere, başta da IŞİD’e yönelik
operasyonlar düzenledi, düzenliyor. İran Şii yönetimi
bu cephenin halkalarından birisi. Yine Yemen’de bir
darbe sonucu yönetimi Sünni yönetimin elinden alan
Şii Husi iktidarı da bu cepheye dahil.
(“Ne alakası var?”, “Yemen’in Suriye ile ilgisi ne?”
gibi soruları duyar gibiyiz. Bu cepheleşmeyi anlatmamızın bir nedeni, sorunun sadece Suriye ya da Irak ile
sınırlı olmayıp emperyalist güçlerin bir bütün olarak
bölgedeki nüfuz ve çıkar ilişkilerini de kapsadığını,
ittifak ilişkilerinin de bu yüzden yaygın bir çerçevede
ele alınması gerektiğini vurgulamak içindir. Bölgedeki her gelişme, bir diğer ülkedeki durumla içiçe ele
almayı ve değerlendirmeyi gerektirecek kadar girifttir, içiçedir.)
Diğer yandan başını ABD’nin çektiği batılı emperyalist güçler de bölgedeler. ABD Kürt örgütlerle işbirliği içindedir. ABD merkezli cepheye Barzani başkanlığındaki Kürt yönetimi, Irak merkezi yönetimi,
Suudi yönetimi, Yemen’deki Husi yönetimine karşı
mücadele eden devrik Sünni yönetim güçleri vb. vb.
dahildir. NATO çerçevesinde Türkiye de bu cephenin
“doğal” bir parçasıdır ve ama onun özel bir konumu
vardır.
Yukarıda Kürt sorunu kaynaklı nedenlerden ötürü
(Türkiye’nin YPG/YPJ yönetimini terörist görmesi,
ABD’nin bu güçlerle işbirliği yapması...) Türkiye’yi bu
cepheden biraz ayırmaktadır. Bu meselenin bir yanıdır. Ama bunun ötesi vardır:
Türkiye bölgesel bir güç olarak yayılmak yeniden
şekillenecek bölgede nüfuz sahibi olmak istemektedir. Son yılların “Yeni Osmanlıcılık” vurgulu siyaseti
tam da bu amacın dışavurumudur.
Son aylarda Recep Tayyip Erdoğan’ın Lozan’la il-
gündem
gili söyledikleri, Musul-Kerkük vurguları, Misak-ı
Milli’yi hatırlatması, Musul’a yapılan saldırıya katılma isteği... vs. vb. yayılma siyasetinin parçaları olarak
görülmelidir. Teorik temel noktasında belirtmek gerekir ki, Türkiye’nin tüm cumhuriyet tarihi boyunca
dillendirdiği “Misak-ı Milli” yayılmacı siyaseti/hedefi vardır. Adı konmasa da bu paslı hedef kınından
çıkarılıp siyaset arenasına sürülmüştür. “Musul-Kerkük sorunu” Misak-ı Milli yayılmacılığının en temel
noktalarındandır. Ve gün bugündür, Türkiye açısından... Öyle ya, “tarihten gelen hak hukuk” iddiaları
bir yana, tüm koşullar oyuna girmek için uygundur,
gerekçeler hazırdır; IŞİD faktörü “herkese” oyuna katılma konusunda yeterli olanak sunmaktadır vs. vb.
Türkiye katılmaya can attığı Ortadoğu oyununda kendi cephesini/müttefiklerini de oluşturma
çabasındadır. Batı Kürdistan’da kurulan kantonlara karşı tampon olarak Mesud Barzani’nin Kürt
yönetimini yedekleyen/destekleyen, bu yönetimin
“peşmerge”lerine ve Musul’daki Sünni aşiretlerine
askeri eğitim veren Türk devleti, esas olarak bölgede
Sünni güçlerin hamisi bir pozisyonda durmaktadır.
Türkiye’nin bu konumuyla bölgede at oynatmak
istemesi Irak merkezi devletinin istemediği bir şeydir. Bu yüzden Türk güçlerinin Musul’un doğusunda bulunan Başika’dan çekilmesini talep etmektedir.
Yine İran destekli bu yönetim, Musul’un IŞİD’den
geri alınması operasyonuna Türkiye’nin katılmasına
karşı çıkmaktadır. ABD, 17 Ekim 2016’da başlayan
Musul operasyonuna Türkiye’nin katılmasını istememektedir. Türkiye’nin Musul’a yapılacak operasyona
katılma noktasındaki ısrarı sonuçsuz kalmıştır. Irak
başbakanı Haydar El İbadi, 17 Ekim sabahı TV’lere
yaptığı açıklamada Musul operasyonunun başladığı-
nı, Musul’a sadece Irak ordusunun ve polis güçlerinin
gireceği açıklamasını yaptı. Bu satırların yazıldığı saatlerde Musul seferinde Türkiye yoktu! Ama pazarlıklar devam ediyordu. Verilen bilgiye göre yapılan
görüşmelerde Türkiye’nin ABD’yi, ‘Şii güçler bölgeye giderse, yüzyıllık mezhep savaşları başlar’ diyerek
uyardığı, ABD’nin de bu uyarıyı dikkate aldığı ve bu
güçleri operasyona katmadığı bilgisi verilmiştir.
Söylenen budur...
Aslında anda durum geçiştirilmiştir. Geçiştirme
diyoruz, çünkü ABD ve merkezi Irak hükümeti elbette bu güçlerle de Musul’a girecektir, çünkü Şiiler
merkezi hükümetin ta kendisidir. Türkiye açısından
esip gürlemeler, “asarız, keseriz” lafları yaşamın gerçekliği karşısında bir çeşit yumuşatılarak yenilip yutulacaktır. Evet herkes birbirine karşı oynamaktadır.
Her güç kendi yayılmacı çıkarları etrafında temel pozisyonları nispeten sabit kalmakla birlikte uzlaşmalara, pazarlıklara açık bir siyaset yürütmektedir.
Bölgedeki çıplak emperyalist çıkar dalaşının mezhep çatışmaları üzerinden perdelendiğini, emperyalistlerin ve onların yerel uzantılarının pozisyonlarının sağlamlaştırılması ve kullanıma daha açık hale
gelmelerinde mezhepsel motiflerin önemli bir rol
oynadığını, oynayacağını özel olarak vurgulamak gerekiyor.
Yayılmacı, işgalci, sömürgeci Türk devletinin de bu
noktaya özel olarak vurgu yaptığı, bunun üzerinden
yürümeye çalışacağı bilinmelidir.
Burada bir noktaya değinmek gerekiyor:
IŞİD’in bölgede gelişmesinin en temel nedeni merkezi Irak yönetiminin geçmişte Sünni nüfusu dışlayan
politikalarıdır. Saddam iktidarının alaşağı edilmesi
sonrasında uygulanan Şii eksenli mezhepçi politika-
7
gündem
8
larla Sünniler dışlanmış, Saddam döneminin faturası
Sünnilere kesilmiş ve Sünniler cezalandırılmak istenmiştir. Bu Şii merkezli politika, bölgede bir siyasi
boşluğun doğmasına yolaçmış, Suudi Arabistan, Türkiye, Katar gibi Sünniler üzerinden kendilerine yeni
nüfuz alanları oluşturma, Sünnileri kendi çıkarları
temelinde örgütleme ve harekete geçirme, bu güçlere
hamilik yapma gibi bir role soyunmuşlardır. Aslında
yapılan kendi nüfuz alanlarını genişletme çabasıdır
ve ama bu mezhep örtüsü ile gizlenmektedir.
Anda Irak’ta ve Suriye’de Sünnilerin siyasi temsilcisi olan güç IŞİD’tir. Ancak IŞİD dünyanın büyük
emperyalist güçleri tarafından istenmeyen ve yokedilmesi gereken bir güçtür, “kullanılabilirliğini” de
yitirmiştir. Bu nedenle bölgede Sünni nüfusun temsiliyeti noktasında siyasi bir boşluk vardır. Bu durum
başta Sünni İslamın savunucusu Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin iştahını kabartmaktadır. Son dönemde Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde “1920’de Sevr’i gösterdiler, 1923’de
bizi Lozan’a ikna ettiler. (...) Zafer mi bu?” çıkışının
salt bilgisizlik ve cahillikle açıklanmasının safdillik
olacağını bir kenara yazalım. Hayır, bu çıkış gayet
bilinçli bir çıkıştır, Musul harekâtının öngünlerinde
yapılmış bir çıkış olarak zamanlamasıyla önemlidir,
“Misak-ı Milli” yayılmacı siyasetinin ısıtılıp kamuoyuna sunulmasının bir adımıdır.
Evet Türkiye bölgede söz sahibi olmak istiyor, bunu
saklama ihtiyacı da pek duymuyor. Bölgedeki diğer
güçlerin neden orada olduklarını sorguluyor, bu durumu bölgede olmanın gerekçesi haline getirip sunuyor.
Tüm bunlar olgu.
Ama bir olgu da şu: Bugün emperyalist dünyada belirleyici olan tek şey güçtür. Herkesin birşeyleri hayal
etmesi henüz engellenebilir birşey değildir. Önemli
olan hayali gerçekleştirebilme güç ve yeteneğin olup
olmamasıdır. Belirleyici olan budur.
Bugün Recep Tayyip Erdoğan önderliğindeki yayılmacı, sömürgeci faşist Türk devleti yeni Osmanlıcılık
hayalleri görebilir, “Yedi iklim dört kıtada at koşturan Osmanlı”yı yeniden canlandırmak isteyebilir.
Rüyalarını Sünniler üzerinden politik boşlukları doldurup Şiileri altederek Ortadoğu’da egemenlik pastasından aldığı en büyük parçayla süsleyebilir. Musul’a
Kerkük’e Türk bayrağı çekmeyi, petrole el koymayı
vs. hayal de edebilir.
Ama bunların gerçek yaşamda karşılığı var mıdır?
Emperyalist dünyada güç belirleyiciyse eğer bu güç
Türkiye’de var mıdır? Buna şöyle yanıt verilebilir:
Evet, Türkiye bölgesel bir haydut olarak güçtür! Sömürgecidir. Kimi yerlere askeri müdahalelerde bulunan bir güçtür. O kadar!
Bölgede nihai kararı verme noktasında ama belirleyici büyük güçler vardır. ABD ve Rusya gibi büyük
emperyalist güçlerin olduğu, dalaştığı bir ortamda;
Türkiye’nin her istediğini yapma, hayallerini/rüyalarını gerçekleştirme şansı yoktur.
Emperyalist ve yerel güçlerin Irak ve Suriye topraklarında savaşı da içeren dalaşı önümüzdeki süreçte
de sürecektir. Türkiye’nin neyi, nereye kadar yapabileceğini süreçte göreceğiz. Ama her halükarda RTE/
AKP yönetimindeki sömürgeci Türk devleti, kitleleri
şovenizm bayrağı altında toplamaya çalışacak, savaş
kışkırtıcılığı yapacak, yayılmacı/sömürgeci ağuyu
kitlelere “bal” diye sunacaklardır.
Elbette biz bu çabaların karşısında yer alacağız. Kitlelere yürüyen, yürüyecek savaşların halkların savaşı
olmadığını anlatacağız. Bu savaşların gerici/haksız
savaşlar olduğunu anlatacağız! Emperyalist çıkarlar
uğruna halkların birbirlerine boğdurulmalarına karşı “halkların kardeşliği” siyasetini savunacağız.
Bizim Ortadoğu politikasındaki gelişmelere yaklaşımımız şöyledir:
Herşeyden önce yayılmacı/sömürgeci faşist Türk
devletinin Kuzey Kürdistan’daki sömürgeciliğine
karşı çıkmamız yanında, Türk askerinin Güney ve
Batı Kürdistan’daki işgaline de karşıyız. Biz Ortadoğu halklarının kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesinden yanayız, onlar adına karar veren her türlü
sömürgeci, yayılmacı gücün karşısındayız. Bölgede
bulunan emperyalistlerin, kendi nüfuz alanlarını genişletmek için, bölgenin zenginliklerini talan etmek
için, bölgenin jeo-politik konumunu kendi emperyal politikaları için kullanmak için... halkları dinsel,
mezhepsel, ulusal... düşmanlıklar temelinde birbirine
düşman etme, halkları birbirine boğazlatma politikalarının karşısındayız!
— Türk askeri Güney/Kuzey ve Batı Kürdistan’dan
derhal geri çekilmelidir!
— Ortadoğu’da bulunan bütün emperyalist ve yabancı gerici güçler Suriye ve Irak’tan elini çekmelidir!
— Suriye ve Irak’ın kaderini o ülkelerin yerli
ulusları belirlemelidir!
Siyasetimizi belirleyen ana noktalar bunlardır.
Bu bilinçle mücadelemizi sürdüreceğiz.
18.10.2016
YDİ ÇAĞRI’nın Facebook sayfasında çeşitli güncel konularda takınılan kimi tavırları yayınlıyoruz.
Okurlarımızı facebook.com/YeniDunyaIcinCAGRI
sayfamızı takip etmeye çağırıyoruz.
ÖZGÜR GÜNDEM İLE DAYANIŞMAYA!
Özgür Gündem gazetesi, İstanbul 8. Sulh Ceza Hakimliği tarafından, “terör örgütü propagandası yaptığı” iddiasıyla kapatıldı. Karar gazeteye tebliğ edilmeden önce, havuz medyası tarafından yayınlandı.
Beyoğlu’nda bulunan gazete binasını abluka altına
alan polis Özgür Gündem gazetesi binasına baskın
düzenledi. Gazete çalışanları darp edilerek gözaltına
alındı. Gazetenin bulunduğu sokak geçişlere kapatıldı.
Bu kararı verenler bakın tarihe:
Yayın hayatına başladığından bu yana Özgür Gündem bombalandı. Çalışanları, gazetecileri öldürüldü.
Gözaltına alındı, tutuklandı. Baskılar, toplatmalar,
hapis cezaları, sansür vb. Özgür Gündem’in yayın
hayatına devam etmesini engelleyemedi, engelleyemeyecek!
AKP’nin Ohal’i Kürt ulusal hareketine, devrimcilere,
sosyalistlere de yöneliyor.
AKP iktidar mücadelesi yürüttüğü Gülen cemaatini
devlet içinden tasfiye ederken, diğer muhalif kesimlere de yöneliyor...
Guguk olan hukuk zaten yok!
Özgür Gündem’in kapatılmasını kınıyoruz.
Özgür basın susturulamaz!
Kahrolsun faşizm!
Faşizme karşı omuz omuza!
16.08.2016
güncel
SOSYAL MEDYADAN
BARIŞ MÜCADELESİNİ BÜYÜTELİM!
Derhal, kayıtsız koşulsuz eller tetikten çekilsin!
Savaşa hayır, barış hemen şimdi!
Silahlar sussun, siyaset konuşsun!
Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü için:
PKK silahlı, bombalı eylemlerine son vermelidir!
AKP hükümeti operasyonlara son vermeli, savaş politikasından vaz geçmeli, PKK ile görüşmelerin yolunu açmalı, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik
çözüm için müzakere sürecine yeniden geri dönülmesini sağlamalıdır.
Her gün asker, gerilla, sivil insanların ölmesine neden olan bu kör savaş biran önce sonlanmalıdır!
PKK ve AKP hükümetinin savaşı durduracak adımlar atmasını sağlamak için, barış mücadelesini büyütmek için sokaklara..alanlara..mücadeleye...
19.08.2016
“BARIŞA BİR ŞANS VERİN!”*
Her savaşın bir sonu vardır.
Ve her savaş, savaşan tarafların masada anlaşmasıyla
son bulur. Kürt Ulusal Hareketi açısından da Kuzey
Kürdistan’da yürüyen savaş, yeniden kurulacak pazarlık masasında elini güçlü tutmak için yürütülen
bir savaştır. Yürüyen savaşın taraftarlarının savundukları siyaset açısından savaşın sürdürülmesi, kurulan pazarlık masasında elini güçlendirmek dışında
bir mantığı yoktur.
Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın derhal sonlan-
9
güncel
dırılması, silahların susması ve bir barış hareketinin
yaratılması temel talebimizdir. Barış hareketinin
yaratılmasının ve başarılmasının önkoşulu işçi ve
emekçilerin barış talebine sahip çıkmasıdır.
Biz, bugün savaşın sonlandırılması sonucu oluşacak
bir barışın, kapitalizm şartlarında, sömürgeci devletin varlığı şartlarında yalnızca yürüyen savaşın durması anlamında, geçici ve güvenilmez bir barış olacağının bilincindeyiz.
Buna rağmen bugün Kuzey Kürdistan’da bütün yoğunluğuyla yürüyen savaşın sonlanması, ülkelerimizde yaşayan halklar açısından ve savaşın ağır yükünü
taşıyan Kürt ulusu açısından olumlu ve gereklidir. Bu
savaşın sonlanması, bir bütün olarak sınıf mücadelesi
açısından gereklidir.
Kürt halkına en büyük destek, büyük kitlesel bir barış
hareketini yaratmak için ciddi bir şekilde çalışmakla
olur.
Halkların çıkarına olmayan ve halklara büyük acılar
yaşatan, yıkım/ölüm getiren bu savaş derhal sonlandırılmalıdır. Halkların çıkarına olmayan bu savaş
sonlandırılmalı ve eller derhal tetikten çekilmelidir.
* John Lennon
“All we are saying is give peace a chance”
19.08.2016
Bu barbar terörist saldırıyı gerçekleştirenler:
Suriye’deki iç savaşı ülkelerimize taşımak isteyenlerdir.
Halkların kardeşliğini istemeyen, halkları birbirine
düşman etmek/kırdırmak isteyenlerdir.
Savaşın ve kaosun sürmesini isteyenlerdir.
Bu terörist saldırının siyasi sorumluluğu faşist Türk
devleti ve AKP hükümetine aittir.
Katliamları önlemek, yapılan katliamların sorumlularını açığa çıkarmak hükümetin görevidir.
DAİŞ barbarlığına da, emperyalist barbarlığa da hayır!
21.08.2016
TSK’DAN CERABLUS HAREKATI
Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Türk Silahlı Kuvvetleri ve Koalisyon Hava
Kuvvetleri tarafından Suriye’nin Halep kentine bağlı
Cerablus bölgesinin ‘terör örgütü IŞİD’den temizlenmesi’ amacıyla askeri harekat başlatıldığını duyurdu.
Askeri harekat nedeniyle Gaziantep Valiliğince bazı
yerler, Özel Güvenlikli Bölgesi ilan edildi.
24 Ağustos günü saat 04.00’da askeri harekat başladı.
Cerablus havadan ve karadan bombalanmaya başlandı.
ANTEP KATLİAMINI LANETLİYORUZ!
Gaziantep Şahinbey İlçesi Akdere Mahallesinde, Siirt
Pervalililere ait bir sokak düğününe yönelik gerçekleştirilen katliamda yaşamını yitirenlerin sayısı 51’e
yükseldi. 69 kişi de yaralandı. Yaşamını yitirenlerin
çoğu kadın ve çocuk.
Acımız ve öfkemiz büyük.
IŞİD’in/DAİŞ’in terör saldırısı yine Kürtleri vurdu!
Antep katliamı terörist bir saldırıdır. Bu saldırıyı/
katliamı lanetliyoruz!
10
TSK saat 04.00’teki obüs atışları yapmaya başlarken,
F-16’larda hava operasyonu düzenledi.
Cerablus’un girişinde yer alan Keklice Köyü bölgesindeki 63 hedefe 224 top atışı yapıldığı açıklandı.
Saat 06.15’ten sonra ise DAİŞ’in sınır hattında yerleştirdiği mayınları temizlemek için bölgeye iş makineleri sokuldu. Çalışmaların kara harekatı için koridor
açma amacı taşıdığı kaydedildi.
Rusya ile ilişkilerin düzelmesinin ardından Türk sa-
TSK’NIN CERABLUS HAREKATI NE ANLAMA
GELİYOR?
Gelişmeler şunları gösteriyor:
Bu askeri harekat Rusya ve ABD’nin bilgisi dahilindedir. Rusya ile ilişkilerin düzelmesinin ardından
Cerablus harekatının gelmesi tesadüf değildir. ABD
öncülüğündeki anti IŞİD koalisyonu da harekata katılıyor. ABD’nin istediği zaten Türkiye’nin de IŞİD’e
karşı savaşmasıdır.
Cerablus askeri hareketinin amacı Cerablus’u
IŞİD’den almak, yerine ÖSO gruplarını yerleştirmektir.
Türkiye Cerablus’un PYD/YPG’nin eline geçmesini, dolayısıyla “güneyinde tamamen Kürt koridoru”
oluşmasını istemiyor.
IŞİD’in elinde olan Menbic Demokratik Suriye Güçleri tarafından özgürleştirilmişti. Menbic harekatı
ABD’nin desteği ile yapılmış, Türkiye’de harekattan
sonra YPG’nin Menbic’ten çekilmesi koşuluyla harekata onay vermişti. YPG’nin Menbic’ten çekilmesini
zorlamak amacıyla YPG mevzileri TSK tarafından
bombalandı.
Türkiye Rojava’da Kürt kantonlarının birleşmesini
istemiyor. Cerablus Azez arasındaki bölgenin PYD/
YPG’nin eline geçmemesi için ÖSO gruplarına, Türkmenlere destek verdi/veriyor.
Cerablus harekatının iki önemli amacını şöyle özetlemek mümkün:
1-Cerablus’u IŞİD’den almak, IŞİD’den temizlemek,
yerine T.C’nin desteklediği ÖSO gruplarını yerleştirmek.
2-Cerablus’un PYD/YPG’nin eline geçmesini engellemek, dolayısıyla Rojava’da Kobane ve Afrin kantonunun birleşmesini engellemek.
T.C, tüm emperyalist güçler, selefi gruplar, cihatçı
gruplar Suriye’den defolun!
Suriye’nin geleceğini belirleyecek olan, Suriye’de yaşayan uluslar, halklardır!
02.08.2016
güncel
vaş uçakları ilk kez Suriye üzerinde Koalisyon Hava
Kuvvetleri operasyonuna katıldı.
Suriye’den Türkiye’ye getirilen ÖSO gruplarının
Cerablus’a geçmek için Gaziantep’in Karkamış ilçesinde, sınırda hazır beklediği bilgisi medyada yer
almıştı. Bombalamanın ardından ÖSO grupları
Cerablus’a girmesi hedefleniyor.
“FIRAT KALKANI” HAREKATI VE TEPKİLER
Hazırlıkları günler öncesinden yapılan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ABD’nin öncülüğündeki koalisyon
güçlerinin desteğinde, 24 Ağustos günü sabaha karşı
Suriye’de başlattığı ‘Fırat Kalkanı’ harekatı ikinci gününde devam ediyor.
Cerablus’a yoğun topçu atışı ve hava bombardımanı
yapıldı. Ardından kara harekatı başladı. Sınırı geçen
tank birliklerinin ve özel kuvvetlerin korumasında,
ağırlığını Türkmenlerin oluşturduğu Özgür Suriye
Ordusu (ÖSO) kuvvetleri Cerablus’a girdi ve akşam
saatlerinde kentin tüm kontrolünü ele geçirdi.
IŞİD’in Cerablus’ta direnmediği El Bab’a doğru çekildiği belirtiliyor.
Bu yazımızda ‘Fırat Kalkanı’ harekatına gelen tepkiler üzerinde durmak istiyoruz.
RUSYA
Rusya Dışişleri Bakanlığı, Cerablus operasyonu hakkında yaptığı açıklamada, “Türkiye-Suriye sınırında
yaşanan gelişmelerin Moskova’da derin bir endişeye
neden olduğunu” söyledi.
‘Fırat Kalkanı’ harekatı hakkında bir açıklama yayımlayan Rusya Dışişleri Bakanlığı, “Her şeyden
önce, çatışma bölgesindeki durumun daha istikrarsız hale gelme riski rahatsızlık veriyor. Zira sivil nüfus arasında ölümler meydana gelebilir ve Kürtlerle
Araplar arasındaki etnik anlaşmazlıklar körüklenebilir” ifadelerine yer verdi.
Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın ‘Fırat Kalkanı’ harekatına yönelik açıklaması böyle. Rusya bu harekata karşı olsaydı sonuç farklı olurdu. Bilindiği üzere Suriye
hava sahası aynı zamanda Rusya hava sahası. Türk
jetleri Suriye hava sahasında uçmaz, tanklar, ordu
birlikleri Suriye içine giremezdi. Rusya ile ilişkilerin
düzeltilmesinin ardından, Rusya’nın bu harekata yeşil ışık yaktığını söylemek mümkün. Zira IŞİD’e karşı
Rusya’da Suriye’de savaşıyor.
11
güncel
12
SURİYE
Suriye Resmi Haber Ajansı SANA’nın haberine göre,
Suriye Dışişleri ve Gurbetçiler Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada Türkiye’nin Cerablus’a ilerlemesi kınandı.
Açıklamada, “Türk tanklarının ve silahlı araçlarının
sınırı geçmesi egemenlik haklarımızın ihlali anlamını taşır” denilerek Suriye’deki terörle mücadelenin
ancak Suriye hükümeti tarafından yürütülmesi gerektiğinin altı çizildi.
Suriye’nin tepkisi çok da bir anlam ifade etmiyor. Suriye doğru bulmasa da gereğini yapacak durumda değil. Zira ortada bir Suriye değil, dört ayrı Suriye var.
Esad rejiminin hakim olduğu Suriye, IŞİD’in hakim
olduğu Suriye, ÖSO’nun ve muhalif grupların hakim
olduğu Suriye ve PYD’nin hakim olduğu Batı Kürdistan.
ABD
ABD ‘Fırat Kalkanı’ harekatını destekliyor ve havadan destek veriyor.
Türkiye’ye gelen ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden,
Başbakan Binali Yıldırım ve Cumhurbaşkanı RT Erdoğan ile görüştü.
Joe Biden Cerablus operasyonuna dair açıklamasında
“Türk askerinin hareketlerini destekliyoruz, onları
havadan koruyoruz” dedi.
PYD’ye de uyarılarda bulunan Biden, PYD, “Fırat’ın
batısına asla geçmemelidir. Eğer geçerse ABD tarafından desteklenmez” dedi.
ABD ile Türkiye arasında PYD’nin niteliği konusunda görüş farklılığı sürse de, ABD açısından bu farklılık ‘Fırat Kalkanı’ harekatını desteklemenin önünde
engel teşkil etmiyor.
HDP
Halkların Demokratik Partisi (HDP) Merkez Yürütme Kurulu, Cerablus’a yönelik ‘Fırat Kalkanı’ harekatına ilişkin yazılı açıklama yaptı. Açıklamada şu tavır
var:
“Demokratik Suriye Güçleri’nin (DSG) Minbic’i
IŞİD’den kurtarmasına karşı bir hamle olarak ve IŞİD
ile mücadele kılıfı altında yapılan bu askeri girişim,
açık bir şekilde DSG’nin önünü kesmeyi hedefleyen
ve en temelde Kürt karşıtı bir girişimdir. Türkiye’nin
bugün IŞİD’den almak üzerine başlattığı belirtilen askeri operasyonun esas hedefi, sınır hattının
Kürtler’in eline geçmesini engellemektir. Rojava’da
yaşayan Kürtler ve DSG’nin diğer bileşenleri düşmanımız değil dostumuzdur. Türkiye’nin yapması
gereken, Suriye halklarının demokratik geleceği için
savaşan bu güçlere destek vermektir.”
HDP ‘Fırat Kalkanı’ operasyonunun Kürt karşıtı yönünü görüyor, harekatın aynı zamanda DAİŞ’e
yöneldiği gerçeğini görmüyor. Harekatın amacı
Cerablus’tan DAİŞ’İ temizlemek, Cerablus’a T.C’nin
desteklediği ÖSO kuvvetlerini yerleştirmek, Cerablus
Azez arasında güvenli bölge oluşturmaktır. Sadece bu
değil harekatın amacı Kobane ve Afrin kantonlarının
birleşmesini engellemek, Fırat nehrinin batısına geçen YPG güçlerinin Fırat’ın doğusuna geçmesini sağlamak, T.C’nin güneyinde “Kürt koridoru”nun oluşmasını engellemektir aynı zamanda.
Rusya, ABD, Türkiye, Suriye, İran, Almanya, Fransa
vb. aralarındaki bütün çelişmelere rağmen, buluştukları ortak nokta baş düşman olan IŞİD’e karşı mücadeledir. ‘Fırat Kalkanı’ harekatına verdikleri desteğin
arkasında da bu gerçek yatıyor.
YPG
YPG sözcüsü Redur Xelil, Türkiye’nin Cerablus’a yönelik operasyonunun IŞİD’e değil Kürtlere karşı yapıldığını söyledi.
Redur Xelil’in açıklaması şöyle:
“Türkiye’nin Cerablus müdahalesi düşmanca bir tutumdur. Bu operasyonun asıl hedefi DAİŞ’ten ziyade
Kürt halkı ve kazanımlarıdır. Biz Fırat’ın batısında,
Demokratik Suriye Güçleri içinde yer alıyoruz. Orada
kendi topraklarımızda bulunuyoruz. Bazılarının isteği doğrultusunda kendi topraklarımızdan çıkmayız.
Biz ne Türkiye ne de başka bir gücün isteği doğrultusunda hareket etmeyiz.
Türkiye devleti, bizim oradaki pozisyonumuzu kendi
çıkarlarına göre şekillendiremez. Güçlerimiz orada
kalacaklardır ve herhangi bir geri çekilme söz konusu
olmayacaktır. Hiç kimsenin ‘YPG oradan geri çekilsin’ dayatmasında bulunma hakkı yoktur ve biz bunu
kabul etmeyiz.’’
YPG’de HDP gibi operasyonun Kürt karşıtı yanını
görüyor. IŞİD’e yönelen yönünü görmüyor.
YPG Fırat’ın batısından çekilmeyeceklerini açıklasada; gelişmeler çekilmelerini bir anlamda zorunlu
kılıyor.
Neden?
YPG Fırat’ın batısına ABD’nin isteği/desteği ve
T.C’nin şartlı onayı ile geçti. Demokratik Suriye
Güçleri’nin Menbic’i IŞİD’den kurtarma harekatı
ABD’nin desteği ve T.C’nin şartlı onayı ile yapıldı.
T.C’nin şartlı onayı Menbic kurtarıldıktan sonra
YPG’nin tekrar eski pozisyonuna, yani Fırat’ın doğusuna çekilmesiydi. ABD T.C’nin bu şartlı onayını ka-
ROJAVA’NIN İŞGALİNE SON!
Cerablus bölgesini ‘terör örgütü IŞİD’den temizlemek” gerekçesiyle işgal eden Türk devleti, YPG kuvvetlerini vuruyor!
TSK’nin Cerablus’a bağlı Tilemarne köyünü toplarla
ve savaş uçakları ile vurduğu haberleri medyaya yansıdı.
YPG’nin de içerisinde yer aldığı Demokratik Suriye
Güçleri Dış İlişkiler Genel Sorumlusu Abdulaziz Yunus, Sputnik’e yaptığı açıklamada, Türkiye’nin Cerablus güneyindeki Tilemarne köyünü vurduğunu
belirterek, saldırı sonucu sivillerden ölü ve yaralıların
olduğunu söyledi.
Habere göre, Türkiye bu sabah saat 10:00 sularında
Cerablus’un 8 kilometre güneyinde bulunan Tilemarne köyünü obüs topları ve savaş uçaklarıyla vurdu. Bombardıman sesinin Karkamış’tan da duyulduğu, bölgede yoğun hava hareketliliğinin yaşandığı
belirtildi. Türkiye geçtiğimiz günlerde de Cerablus
güneyinde obüslerle YPG mevzilerini bombalamıştı.
Türkiye’nin Demokratik Suriye Güçleri mevzilerini
bombaladığını dile getiren Yunus, Cerablus’un güneyinde YPG’nin olmadığını orada Menbiç Askeri
Meclisi savaşçılarının olduğunu da sözlerine ekledi.
(evrensel.net)
Türk devleti, Suriye’nin egemenlik haklarını ihlal
ederek Cerablus’u işgal etti. T.C bölgede 70 km uzunluğunda 40 km derinliğinde ‘güvenli bölge’ oluşturma hazırlığı yapıyor. Bölgeye T.C devletinin eğittiği,
silahlandırdığı, desteklediği ÖSO bünyesindeki Arap
ve Türkmen “ılımlı İslam”cı gruplar yerleştiriliyor.
Türk devleti bölgede ‘güvenli bölge’ hazırlığı yaparken, Fırat’ın batısında Kürt silahlı güçlerinin bulunmasını istemiyor. YPG güçlerinin Fırat’ın doğusuna
geçmesini sağlamak için YPG güçlerini bombalıyor/
baskı yapıyor.
Rojava’nın bir bölümüTürk devleti tarafından işgal
edildi. İşgalci güç, kendi topraklarında DAİŞ barbarlarına karşı mücadele eden Kürt güçlerini istemiyor!
Saldırgan, işgalci, sömürgeci Türk devleti Rojava’dan
derhal çıkmalıdır!
TSK, YPG kuvvetlerine karşı saldırganlığa, bombalamaya son vermelidir!
Kürt düşmanlığına son!
27.08.2016
güncel
bul etti. Şimdi T.C ABD’ye yaptıkları anlaşmaya uymasını istiyor. ABD‘de YPG’nin Fırat’ın doğusunda
çekilmesini istiyor, baskı yapıyor. PYD’nin ABD ile
ilişkileri dikkate alındığında bu isteğe/baskıya uzun
süre PYD’nin direnmesi mümkün görünmüyor.
T.C’nin Suriye siyaseti
T.C’nin savaş başladığından bu yana izlediği Suriye
siyasetinde kısmi değişiklikler var. T.C Esad’ın yıkılması üzerine kurduğu siyasetten vazgeçmiştir. Geçiş
süreci içinde Esad’ın olabileceği noktasına gelmiştir.
Bu önemli bir değişikliktir.
‘Güvenli Bölge’ ısrarından ise T.C vazgeçmiş değildir.
Şimdi yapılan aslında “Terörden arındırılmış bölge”
adı altında budur. Cerablus Azez, Mare arasındaki
bölge T.C’nin denetiminde ÖSO bileşeni başta Türkmenler olmak üzere gruplara bırakılacaktır. Böylelikle baştan beri istenmeyen “Kürt koridoru” engellemiş
olacaktır.
Doğru tutum
‘Fırat Kalkanı’ harekatının amacı:
*Cerablus’u IŞİD’den almak, IŞİD’den temizlemek,
yerine T.C’nin desteklediği ÖSO gruplarını yerleştirmek. Cerablus Azez arasında güvenli bölge oluşturmak.
*Kobane Afrin kantonunun birleşmesini engellemek,
Cerablus’un PYD/YPG’nin eline geçmesini engellemek, PYD/YPG güçlerinin “Fırat’ın doğusuna geçmesini, Menbic’ten çekilmesini” sağlamak.
‘Fırat Kalkanı’ harekatı işgal harekatıdır. TSK işgal
harekatına biran önce son vermelidir. Suriye’ye savaşa, sömürgeci Türk devletinin Suriye’ye müdahalesine hayır!
Sömürgeci devletin savaşı bizim savaşımız değildir!
Baş düşman kendi ülkelerimizdedir!
Suriye‘de gerçek çözüm: bütün ulusların ayrılma
hakkına sahip olduğu, tüm milliyetlerin birlikte yan
yana yaşadığı, demokratik, federatif bir Suriye’dir.
Tüm emperyalist güçler, Türk devleti, yabancı güçler,
gruplar; Suriye’den defolun!
Suriye’nin geleceğini belirleyecek olan Suriye halklarıdır!
25.08.2016
SEN KİMSİN?
Meclis başkanı İsmail Kahraman bir konuşmasında,
densiz bir laf etmiş Che’yi “eşkıya” olarak nitelemiş.
Che Küba devrimi önderlerinden, ezilen halkların
kurtuluşu için mücadele etmiş enternasyonalist bir
devrimci, tarihe malolmuş, tarihte yerini almış bir
insan...
13
güncel
Peki ya sen İsmail Kahraman?
Dünyada tanıyan var mı seni?
Tarihe mal olmak için ne yaptın?
Tarihte yerin olacak mı?
Biz söyleyelim: insanlık mücadelesinde yerin yok! Tarihte yerin olmayacak! Kimse seni hatırlamayacak! O
zaman sus! Otur oturduğun yerde!
Biz seni Kanlı Pazar’dan biliyoruz..
Egemenlere yaptığın hizmetlerden biliyoruz.
Ezilenlere, işçilere, emekçilere düşmanlığını biliyoruz..
Bu onursuz edimler tarihe mal olmak için yetmiyor!!
29.08.2016
BU KAÇINCI PAKET?
Bugüne kadar Kuzey Kürdistan’da savaş başladığından bu yana değişik dönemlerde, hükümetler defalarca paketler açıkladılar. Hiçbir paket de istenilen
amaca ulaşamadı. Çünkü sermaye her ne kadar devlet teşvik etse de, teşvik paketleri açsa da savaş koşulları nedeniyle bölgeyi güvenli bulmadığı için istenilen
yatırımı yapmıyor. Yeni açıklanan teşvik paketi de,
kendisinden önceki paketler gibi unutulup gidecektir.
AKP Hükümeti Kürt sorunu savaşla, güvenlik politikasıyla çözmeyi temel aldığı sürece, istediği kadar
paket açsın, paketler istenilen sonuca ulaşmayacaktır.
Kürt sorunu savaşla, inkarla, katliamlarla çözülecek
bir sorun değildir.
Hükümetin tutacağı yol bellidir: Savaşa son vermek,
müzakere sürecine geri dönmek.
05.09.2016
KAYYUMA HAYIR!
14
Başbakan Binali Yıldırım, 23 ili kapsayan ekonomi
paketini 4 Eylül Pazar günü Diyarbakır’da açıkladı.
Pakette neler yok ki?
Başbakan Yıldırım’ın açıkladığı ‘Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’ illerine özel ekonomi paketi, farklı alanlarda özel teşvikler getiriyor.
Başbakan Binali Yıldırım’ın “Doğu ve Güneydoğu’ya
yönelik önümüzdeki 10 yıla kadar devam edecek
kalkınma ve yatırım hamlesini başlatıyoruz” dediği teşvik paketi kapsamında kısaca şunlar var: 23
ilde 67 bin konut yapılacak. Batman, Diyarbakır ve
Malatya’ya 3 yeni stadyum geliyor. Bölgede yatırım
teşvikleri kapsamında yatırım yeri bedava verilecek. İhtiyacı olan fabrikayı devlet yapıp sembolik rakamla kiraya verecek. Makine ve teçhizat alımı için
sıfır faizli kredi geliyor. 23 ile her yıl 10 yeni fabrika hedefleniyor. Yıldırım, devletin ihtiyaç duyduğu
ürünleri de buradaki fabrikalardan alacağını söyledi.
(http://www.cnnturk.com/…/basbakan-yildirimdandiyarbakir-ci…)
Teşvik paketi sermaye için oldukça cazip. Fakat temel
bir sorun var. Kuzey Kürdistan’da yürüyen şiddetli
bir savaş var. Savaş koşullarında sermaye yatırım yapar mı?
İçişleri Bakanlığı tarafından 24 Demokratik Bölgeler
Partisi Belediyesi olmak üzere, 28 belediyeye kayyum
atandı.
Bu kararı protesto ediyor, derhal geri alınmasını talep
ediyoruz.
Kayyum belediye başkanlarını seçen halk iradesinin
tanınmaması, ortadan kaldırılmasıdır.
Belediye başkanlarını, ancak onları seçenler görevden
alabilmeli, yerlerine yeni insanları seçebilmelidirler.
Hükümetin, devletin halkın seçtiği yerel yöneticileri
görevden alma, yerlerine kayyum atama hakkı olmamalıdır.
Kayyum sömürgeci faşist devletin ve onu anda yöneten AKP hükümetinin Kürt sorununda savaş politikasının bir tezahürüdür.
Kürt sorununda her şey savaşa endekslenmiş durumdadır.
Halk iradesi, “hakimiyet milletindir” lafını ağızlarında sakız gibi çiğneyenler için söz konusu Kürtler
olunca unutulmaktadır.
Faşist Türk devleti aşırı merkeziyetçi bir devlettir. Ye-
ROJAVA DÜŞMANLIĞINA SON!
Ceyş El Siwar’ın (Devrimciler Ordusu) Halep’in kuzeyinde yer alan Şehba Barajı ve çevresindeki 5 köy ile
Syriatel şirketine ait bir baz istasyonunu IŞİD’den kurtardı.
Bu gelişmeye faşist devlet sessiz kalmadı.
TSK’ye ait savaş uçakları, dün gece Kürtlerin kontrolünde bulunan Hesiyê, Um El-Hoş ve Um El-Qura köylerini bombaladı.
Bugünde Efrin’in kantonuna yönelik bir saldırı gerçekleştirildi. Efrin kantonunun bazı köyleri TSK tarafından bombalandı.
Sömürgeci Türk devleti, onu anda yöneten Erdoğan,
AKP hükümeti YPG/YPJ’yi “terörist” görmekte, Batı
Kürdistan’da kantonların birleşmesini istememekte,
Rojava’nın oluşumundan rahatsız olmaktadırlar. Bu
rahatsızlık yer yer Rojava’ya yönelik fiili saldırılara dönüşmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduğu andan itibaren yayılmacı, işgalci, sömürgeci bir devlettir.
Sömürgeci faşist Türk devleti son dönemde yayılmacı,
işgalci yüzünü bir kez daha gösterdi. Suriye’deki savaşa
doğrudan dahil olarak Batı ve Güney Kürdistan’a girdi.
IŞİD’e karşı mücadele adına Batı ve Güney Kürdistan’a
giren TC devletinin esas derdi elbette sadece IŞİD’i geriletmek vs. değildir. Bu Türk devletinin oyuna dahil
olması için sadece bir gerekçedir.
Elbette daha başka gerekçeler de var:
Suriye’nin kuzeyinde (Batı ve Güney Kürdistan) oluşan Kürt kanton yönetimlerinin birliğini engellemek;
YPG/YPJ güçlerini dünya kamuoyuna “terörist” olarak tanıtarak bölgedeki Kürt güçlerini etkisizleştirmek/dışlamak, Kürt yönetimleri arasında olası bir birliğin önüne geçmek, onun “model” olmasının ortadan
kaldırmaya çalışmak, Kürtlerin olası “birleşik” mücadelesini bastırmak sömürgeci faşist Türk devletinin
hedefleri arasındadır.
Suriye’de bir savaş yürümektedir. IŞİD barbarlığı da
gerekçe gösterilerek emperyalist büyük güçler, kendi-
lerine bağlı yerel güçlerle birlikte bölgeyi yeniden şekillendirmek istemektedirler.
Türkiye’de bölgesel bir güç olarak bölgede yayılmak
yeniden şekillenecek bölgede nüfuz sahibi olmak istemekte, bu uğurda mücadele etmektedir.
Türk devleti Rojava’ya yönelik saldırılarına derhal son
vermelidir!
Rojava’ya yönelen saldırıları kınıyoruz!
Türk ordusu Güney/Kuzey ve Batı Kürdistan’dan derhal geri çekilmelidir!
20.10.2016
güncel
rel yöneticilerin seçimle işbaşına gelmelerinin, kayyum örneğinde olduğu gibi bir önemi yoktur. Onlara
oy verenlerin, seçenlerin önemi yoktur.
Belediyelere kayyum atamak, anti demokratik bir tavırdır ve faşizme özgüdür.
Faşizme, faşist teröre, Ohal’e, baskılara karşı verilecek
tek yanıt: Birleşik örgütlü mücadeledir!
11.09.2016
CADI AVINA SON!
Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Başbakanlık
kararıyla 668 sayılı KHK kapsamında TÜRKSAT üzerinden yayın yapan, aralarında Jiyan TV, Zarok TV,
Hayatın Sesi TV, TV 10, İMC TV, Van TV’nin olduğu
12 televizyon kanalı ve 11 radyonun yayınını durdurdu.
AKP, OHAL ilan ederek, OHAL kararnameleri ile darbe fırsatçılığı yapıyor. Devleti tamamen ele geçirmek
için darbe girişimini fırsat olarak kullanıyor. FETÖ’yü
temizleme gerekçesiyle yapılan uygulamalar, tüm muhalif kesimleri baskı altına alma, seslerini susturma
uygulamalarına dönüştürüldü.
15 Temmuz darbe girişimin bastırılmasının ardından
fatura işçilere, emekçilere, halklara, muhalif kesimlere çıkarıldı. Kitlesel gözaltılar, tutuklamalar yapılıyor,
akademisyenler, gazeteciler, yazarlar tutuklanıyor. Gazeteler, radyolar, TV kanalları kapatılıyor.
AKP hükümeti sistemli, dizginsiz, yaygın, açık faşist
terör uyguluyor.
Faşist teröre, faşist diktatörlüğe karşı mücadele etme
dışında başka seçeneğimiz yok!
AKP faşizmine, faşizme karşı olan tüm toplumsal kesimlerin güçlerini bir cephede birleştirmeleri çağrısı
yapıyoruz.
Faşizme karşı demokrasi isteyen her kesimin –ilericilerin, demokratların, devrimcilerin, sosyalistlerin, Kürt
hareketinin vb.- güçlerini adına ne denirse denilsin
birleştirmeleri, faşizme karşı ortak mücadele etmeleri
günümüzün en acil görevidir.
Ortak mücadelenin asgari müştereği AKP faşizmine,
açık faşist teröre karşı olmak, eylemde birlik propaganda ve ajitasyonda serbestlik olmalıdır.
OHAL’e hayır!
KHK’ler geri çekilsin!
Faşizme karşı omuz omuza!
29.09.2016
15
güncel
16
SAVUNMA VE HAVACILIK İHRACATI
ÜZERİNE
Savunma ve havacılık ihracatı konusunda günümüze kadarki dönemde gelişmiş ülkelere yapılan
teslimatlar ağırlıklı olarak offset mekanizmaları kullanılarak yapılan satışlardır. İlgili bölümde belirttiğimiz gibi, söz konusu ülke şirketlerinden herhangi bir
hazır ürün alırken, bu şirkete alınan ürün bedelinin
bir bölümü kadar mal alması taahhüdünde bulunması kabul ettirilmektedir. Bu bölümün hangi oranda
olacağı kuşkusuz Türkiye’de sanayinin durumundan bağımsız değildir. Kazanılan offset haklarının
tümüyle kullanılması için ülke sanayisinin gelişmiş
ürünler üretme yeteneğine sahip olması gerekir, aksi
takdirde kazanılan offset hakları kağıt üzerinde kalır.
Türkiye’deki uygulamada offset yükümlülüğü %70
(Savunma ve Havacılık 2013/2, No: 158, s. 115) civarındadır, ama uygulamada bu oranın aşıldığı görülmektedir. Türk şirketleri kaliteli ürünü görece ucuza
teslim edebildikleri için yabancı ana şirketlerin mal
alımını sürdürdükleri görülmektedir.
Bunun yanında, Türkiye katıldığı uluslararası konsorsiyumlarda aldığı iş payına göre de satışlar yap-
maktadır.
Üçüncü olarak kendi dalında önemli yetenekler
geliştiren Türk şirketleri, gelişmiş ülke şirketleri ile
geliştirdikleri işbirlikleri söz konusudur. Yabancı şirketlerin, offset yükümlülükleri gereği yapılan üretim
çalışmaları içinde Türk şirketlerin yeteneklerinin
farkına vardıkları görülüyor. Burada son derece gelişmiş platformların bazı bölümlerinin geliştirilmesi ve
üretiminin Türk şirketleri tarafından üstlenildiğini
görüyoruz. Bu ürünler uluslararası pazarlara sunulmaktadır.
Son olarak da, Türk şirketlerin kendi ar-ge çalışmaları ile özgün olarak geliştirdiği ürünlerin satış
çalışmaları söz konusudur. Satış çalışmaları diyoruz, çünkü bu konuda ciddi bir uğraş vardır ve belli
ürünlerin gelişmiş ülke platformlarına entegrasyonu
konusunda önemli mesafeler alınmış bulunmaktadır.
Savunma ve havacılık ihracatında hangi ürünlerin
hangi ülkelere ne miktarlarda yapıldığı konusunda
istatiksel bilgiye ulaşamadık. Bazı durumlarda yapılan ihracatla ilgili “adı açıklanmayan bir ülkeye” gibi
güncel
kavramlar kullanılmaktadır. Buna karşın değişik
kaynaklardan hangi ülkelere ne ürünlerin satışının
yapıldığı ile ilgili bilgilere ulaşılabilmektedir.
Gelişmiş ülkelere yapılan ihracatla ve yakın geleceğe yönelik ihracat çalışmaları ile ilgili aşağıdaki verilere ulaşabildik.
Türkiye günümüzde devam eden A400M, JSF,
NATO Akıllı Savunma Konsepti projeleri için oluşturulan konsorsiyumlarda yer almıştır. Dolayısıyla
üzerine düşen iş payı doğrultusunda, projelerin son
şeklinin verildiği merkezlere ihracat söz konusu olmaktadır.
A400M Stratejik Ulaştırma Uçağı programında
TUSAŞ’ın üstlenmiş olduğu yapısal komponentlerde
iş payı %7,2, sistemlerde ise %1,27’dir. (tai.com.tr)
“TAI tarafından tasarım ve üretim faaliyetleri gerçekleştirilen ön orta gövde, acil çıkış kapısı, arka gövde üst panel, kaçış kapağı, paraşütçü kapıları, kuyruk
konisi, aileron (kanatçık), spoiler (sürat freni) gibi
yapısal komponentler ve imalatı…gövde kabloları,
aydınlatma ve su/atık sistemleri…” (Savunma ve Havacılık, No: 152, 2012, s. 67)
A400M konsorsiyumunda “Projede, yapısal bileşenler açısından Türkiye’nin iş payının %7 olarak
gerçekleştiğine dikkat çeken Dr. Ceran, TUSAŞ’ın
proje genelinde yapacağı ihracatın 1 milyar avroyu
geçeceğini ifade etti…TEI’nin de…iş payının, motorun %3’ünü oluşturduğunu ve…proje boyunca toplam satış hacminin 130 milyon Avro’yu bulmasının
beklendiğini anlattı.” (MSI Dergi, Haziran 2014, s. 5)
JSF/F-35 Müşterek Taarruz Uçağı programında
“Uçağın en karmaşık yapısal bölümlerinden birisi
olan “F-35A Orta Gövde” ABD dışında tek kaynak
olarak TUSAŞ tarafından üretilmektedir.
Bunun yanısıra “F-35 A/B/C Kompozit Komponentler, F-35A Metalik Alt Gövdeler, F-35A Hava Alığı, F-35 A/B/C Hava-Yer Harici Yük Taşıyıcı-Pylon”
dünyada tek veya sayılı kaynaktan birisi olarak yine
TUSAŞ tarafından üretilmektedir.”(tai.com.tr)
“TAI…Northrop Grumman (NG) ile birlikte uçak
orta gövdesi üretim ve montajı, kompozit dış kaplama ve silah bölmesi kapakları ile fiber kompozit
hava giriş kanallarının…üretimini gerçekleştiriyor.
Hava–Yer Harici Yük Taşıyıcı Pylon ve Adaptörleri
(…toplam ihtiyacın %45’inin dünyadaki üç imalatçıdan birisi olarak sağlanması hedeflenmektedir)
dahil F-35’in Alternatif Görev Ekipmanı’nın yaklaşık
%50’sini üreten TAI, ABD dışında tek kaynak olarak
üretimini gerçekleştireceği 400 …Orta Gövde (…üretim ve teslimatlara başlanmış olup…) ilkini 11 Aralık
2013’te…teslim etmiştir.” (Savunma ve Havacılık No:
169, 2015, s. 123)
TUSAŞ dışında F-35 için; “…ALP Havacılık,..uçak
gövdesi yapısal parçaları ve asamblelerini, iniş takımı
bileşenlerini ve F-135 motorunun titanyum yekpare
fan rotorlarını üretiyor.” “..Elektro-optik Nişangah
Sistemi’nin parçası olan gelişmiş optik bileşenler
için üretim yaklaşımları geliştiren ve F-35 CNI Aviyonik Elektronik Arabirim Kontrol Cihazı üzerinde
Northrop Grumman ile birlikte çalışan ASELSAN,
yakın zamanda tam ölçekli üretim faaliyetlerine
başlayacak.” “AYESAŞ, iki temel F-35 bileşeni olan
füze uzaktan kumanda arayüz ünitesi ve panoramik
kokpit ekranının elektronik kartlarının tek tedarikçisi…” “…elektrik kabloları ve ara bağlantı sistemi
EWİS’in yüzde 40’ını üreten Fokker Elmo…” “…Kale
17
güncel
18
Havacılık, TUSAŞ ile birlikte…uçak gövdesi yapısal
parçalarını ve düzeneklerini üretiyor…iniş takımı
kilit asambleleri için…tek tedarikçi…ayrıca motor
donanımlarının üretimi amacıyla…P&W ile ortak
girişim…” “…MİKES…uçak bileşenleri ve asambleleri…” “ROKETSAN ve TÜBİTAK-SAGE,…SOM
füzesinin geliştirme, entegrasyon ve üretimini yürütüyor.” (MSI Dergi, Haziran 2013, s.80)
“…Pilonlar ve adaptörler dahil, F-35’in Alternatif
Görev Ekipmanları (AME)’nin yaklaşık yüzde 50’sini
üreten TUSAŞ…” (MSI Dergi, Haziran 2013, s. 68)
(ALP Havacılık; Türk Alpata Grubu ile ABD Sikorsky Aircraft’ın %50-%50 ortaklığıdır. (Savunma
ve Havacılık, No: 152, 2012, s. 96))
F-35 Projesine Türk şirketlerin katılımı: Toplam 10
şirket. 2013 sonu itibariyle 300 milyon dolarlık anlaşma imzalanmış ve proje süresi boyunca 7,5 milyar
dolarlık iş hacmine ulaşılacağı öngörülüyor. (Savunma ve Havacılık No: 159, 2013, s. 95)
ROKETSAN ile Lockheed Martin firmasının füze
ve atış kontrol (Missiles and Fire Control/MFC) firmasının 22. 10. 2014 İşbirliği Anlaşması: SOM-J
üretimi üç fazdan oluşuyor. 2014 sonu itibariyle faz
1 ve faz 2 tamamlanmış durumda. “Sözleşmenin
kapsamı….-ABD ve diğer ülkelerin taktik ihtiyaçları doğrultusunda, füze üzerinde gerekli tasarım değişikliklerinin yapılması, -Türkiye ve ABD’de ortak
üretimi, -Tüm dünyaya müşterek pazarlama ve satışı
ve–entegre lojistik desteğin sağlanması.” Anlaşma ile
Türkiye’de özgün geliştirilen SOM seyir füzesinin
F-35 uçaklarına uyarlanan tipi SOM-J geliştiriliyor.
Hedef toplam 4.000 adet üretilmesi düşünülen F-35
uçakları için seyir füzeleri. (MSI Dergi, Kasım 2014,
s. 78-79)
“AW139 programı kapsamında AgustaWestland
firması için AW139 Helikopteri Gövdesi TUSAŞ tesislerinde üretilmektedir.”
“TUSAŞ ile Sikorsky firması arasında 1998 yılında
yapılan “Endüstriyel İşbirliği Protokolü” paralelinde
imzalanan sözleşmelerle S-70A helikopterinin yatay
stabilize, kuyruk dikmesi ve kuyruk konisi TUSAŞ
tesislerinde üretilmeye başlamıştır.
TUSAŞ’ın Blackhawk komponent üretimindeki başarısının ardından Sikorsky ile 2002 yılında imzalanan sözleşme kapsamında Sikorsky firması için beş
değişik model helikopter gövdesine ait Kuyruk, Kuyruk Dikmesi, Yatay Stabilize, Stabilize Orta kutusu
(centerbox) ve detay parça üretimine aşamalı olarak
geçilmiştir”
“Eurocopter firmasının Phenix-II programındaki
ofset taahhüdü çerçevesinde TUSAŞ ile Eurocopter
(yeni adıyla Airbus Helicopters) arasında 24 Ekim
2002’de imzalanan sözleşme ile Cougar MK1 helikopterlerinin gövde kuyruk ve kanopi komponentleri
TUSAŞ tesislerinde üretilmektedir.”
1,385 milyar dolarlık Barış Kartalı Projesi’nde “sözleşme bedelinin %11,5’i kadar yerli katkı” söz konusudur (MSI Dergi, Mart 2014, s. 70). %11,5 yerli katkı
demek proje boyunca, yaklaşık 160 milyon dolarlık
üretim gerçekleştirilip, ABD’ye ihraç edilmiş demektir.
“HAVELSAN, görev bilgisayarı sistem yazılımı,
yer destek sistemi, sistem mühendisliği, test ve kalifikasyon faaliyetleri ve bakım desteği; TUSAŞ, uçak
modifikasyonu, lojistik destek analizi, bakım desteği;
MİKES, EDT alt sistemleri tasarımı, EDT tedariki,
EDT alt sistem bakım desteği” gibi alanlarda katılımda bulunmuşlardır.
Barış Kartalı Projesi’nde 576 milyon dolarlık offset
taahhüdü kazanılmıştır. 2013 sonu itibariyle 480 milyon dolarlık bölüm gerçekleştirilmiştir. 160 milyon
dolar ihracat Türkiye için üretilen 4 uçak ile ilgili yapılmıştır. Bu, geri kalan 320 milyon dolarlık ihracatın ana şirketin diğer üretimlerindeki gereksinimleri
için yapılmış anlamına gelir.
SDT, GÖKTÜRK-1 projesi kapsamında “Uydu Yer
İstasyonu Yazılımları ihracatına başladı.” “Bu projedeki iş modelinin başarısının…sanayi katılımı ve offset yükümlülükleri kapsamında, Telespazio tarafından organize edilecek ve SDT’nin de yer alacağı pek
çok uluslararası uydu teknolojileri yazılım ihracatı
projesinin de önünü açması bekleniyor.” (MSI Dergi,
Mayıs 2014, s. 55)
Sikorsky lisansıyla TUSAŞ’ta üretilecek 300 adet
S-70’i (Türkiye’de üretilen, TAI ile ilintili olarak T-70
adını alacak) helikopteri projesinde ana yüklenici
TUSAŞ, alt yükleniciler ASELSAN, TEI, ALP Havacılık olacak (MSI Dergi, Nisan 2014, s. 8). Yerli sanayi
katılımı %67 olacak. Kokpit tasarımı ASELSAN tarafından yapılacak ve bundan sonra üretilecek helikopterlerde ABD hariç tüm dünyada pazarlanacak. Kokpit, kabin ve paller TUSAŞ, aviyonikler ASELSAN,
motor TEI, iniş takımı ve dişliler ise ALP Havacılık
tarafından üretilecek. Anlaşma ile Türk sanayisi 1,4
milyar dolarlık üretim taahhüdü kazanmış durumda.
“Ayrıca, yine offset kapsamında, Honeywell/RollsRoyce konsorsiyumu LHTEC ürünü olan CTS800
ATAK motorlarının türbin modülünün tamamı, TEI
güncel
tarafından üretiliyor…LHTEC, kendi uluslararası satışları için de TEI’ye türbin modülü ürettiriyor.(MSI
Dergi, Nisan 2014, s. 30)
T-70 GMH Projesi “kapsamında General Electric
(GE) firmasına ait T700 motoru Türkiye’de üretilecek
ve TEI parça numarasıyla yurt dışına da satış imkanı
olacaktır…ASELSAN tarafından yabancı bir firmaya
(Sikorsky) kokpit tasarımı gerçekleştirilecek ve Türk
tasarımı bu kokpitlerin bundan sonra üretilecek helikopterlerle ABD hariç tüm dünyada pazarlama ve
satışı gerçekleştirilecektir…Sikorsky…Türk sanayi iş
payı çerçevesinde Türkiye’deki yerli sanayi kabiliyetlerini kullanma taahhüdü vermiştir. Taahhüt miktarı
ABD$ 1,4 milyardır ve 30 yılda gerçekleştirilecektir.”
(Savunma ve Havacılık No: 160, 2013, s. 74)
“Bir AB…güvenlik projesi olan Taşınabilir Otonom
Kara Sınırları Gözetleme Sistemi…TALOS..”
Türkiye’den “…STM ve ASELSAN proje ekipleri
İnsansız Araçları yöneten Komuta Kontrol Sistem
Yazılımlarını birlikte geliştirmişlerdir.” (Savunma ve
Havacılık, No: 151, 2012, s. 53)
“ASELSAN…Patriot Uzun Menzilli Hava ve Füze
Savunma Sistemi’nin ana bileşenlerinden birisi olan
‘Anten Mast Grubu’…sisteminin nihai entegrasyon
ve test sorumlusu olarak görev alıyor.” (MSI Dergi,
Ocak 2013, s. 45)
ASELSAN, AeroVironment (AV) için “Alaska’daki
petrol boru hatlarını gözetleyen Puma mini insansız
hava aracı…sistemlerinde kullanacağı ileri teknoloji
sensörü teslim ettiğini bildirdi…Puma AE’de kullanılacak LIDAR (Light Detection and Ranging/Işık ile
Tespit ve Menzil Belirleme) sensörü…teslim edildi…
AV ürünü Global Observer yüksek irtifa İHA’sı için
istihbarat, keşif ve gözetleme amacıyla ihtiyaç duyulan sensörler, elektro-optik kameralar, aviyonik sistemler ve haberleşme sistemleri alanında ASELSAN
ve AV işbirliği yapacak. (MSI Dergi, Kasım 2014, s. 4)
ALP Havacılık, P&W PurePower motor ailesi için
imza attı. 11 yıllık dönem için 480 milyon dolarlık
sözleşme. ALP, 4 tip motor için 13 kritik döner komponentin ana küresel kaynağı olacak. (MSİ Dergi,
Temmuz 2015, s. 33)
BİTES, Airbus D&S’ye imge üreteçleri sağlayacak.
(MSİ, İDEF 2015 Özel sayı, Temmuz 2015)
Öztiryakiler, İtalyan ordusuna modüler sahra mutfağı ihraç etti. (MSİ, İDEF 2015 Özel sayı, Temmuz
2015)
ASELSAN–Finmeccanica: COO Zappa, “…geçtiğimiz günlerde İtalyan firması tarafından kazanılan önemli bir ihalede Aselsan’ın da önemli katkıları
olacağını anımsattı.” (Savunma ve Havacılık No: 141,
2010, s. 82)
ROKETSAN dünyaya açılıyor. İDEF 2011’de “sergilenen ürünler arasında…ASPIDE roket motoru ve
Patriot GEM-T Kontrol Bölümü Komplesi de bulunuyordu.” (Savunma ve Havacılık No: 144, 2011, s. 77)
‘Patriot GEM-T Hava Savunma Füzesi Kontrol Bölümü Üretimi’ için dünyada onaylı tek kaynak olan
Roketsan, ayrıca ‘Raytheon Öncelikli Patriot Tedarikçisi’ durumundadır. (Roketsan Dergi)
ROKETSAN genel müdürü Baysak, CİRİT füzesi
ile ilgili: “..dünyada bu konuda çalışan diğer ülkelerin
henüz daha bu aşamaya gelmemesi nedeniyle bu füzeye olan ilginin çok yüksek olduğunu görüyoruz…
ABD çalışmalarını tamamlayıp projeyi hayata geçirdiğinde bile, füzelerinin 6 kilometre menzili olacak…
CİRİT’in ise menzili 8 kilometre. (Savunma ve Havacılık No: 144, 2011, s. 78)
ROKETSAN “fuar sırasında, MBDA Almanya ile
CİRİT’in üretimi ve entegrasyonu konusunda işbirliğine yönelik bir anlaşma imzaladı.” Anlaşma “Alman
UH Tiger platformu için CİRİT entegrasyonu ön ça-
19
güncel
20
lışmalarını gerçekleştirmeyi ve Alman Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyaçları için çözüm sunmayı hedefliyor.”
ROKETSAN ile Airbus Group arasında işbirliği
anlaşmasında konuşan genel müdür Selçuk Yaşar,
“SOM füzesi gibi yeni nesil silah sistemlerimizi, mevcut Airbus hava platformlarına ve geleceğin savaş
platformlarına entegre etme fırsatlarını içeren…anlaşma” biçiminde konuştu. (MSI Dergi, sayı Haziran
2014, sf. 12)
“ROKETSAN ile Thales UK firması, İngiltere
Londra’da düzenlenen DSEI 2015 savunma fuarında
iş birliğine yönelik bir MoU imzaladı. Roketsan’ın
ürettiği Hisar tipi alçak ve orta irtifa hava savunma
füzelerinde kullanılacak sistem tehdidin etkin şekilde durdurulması için kullanılacak.
Laser Proximity sensor (lazer yaklaşma algılayıcısı)
hem Roketsan’ın Hisar tipi füzelerinde kullanılacak
hem de uluslararası pazarlara Thales UK ile birlikte
pazarlanacak. Roketsan’a sensör üretim hattı kurulacak.” (Roketsan Dergi)
ANKA’da TAI-Cassidian işbirliği: CEO B. Gerwert,
“Deneyim ve ürün anlamında İsrail ve ABD çözümlerine rakip olabilecek bir ürün arayışı içindeydik. Bunun, bizim için hazır bir ürün değil, bizimle beraber
geliştirilen bir ürün olması çok önemliydi. Türkiye
dahil bütün bir Avrupa için böyle bir ürünün geleceği
olacağını düşünüyorum. Talarion projesi ile yüksek
irtifa projelerini yürüteceğiz, ancak TAI, Anka ile
bizim aradığımız orta irtifada en iyi sonuçları veren
çalışmayı ortaya koydu.” (Savunma ve Havacılık No:
144, 2011, s. 104)
Havelsan ile Lockheed Martin MS2 arasında stratejik işbirliği anlaşması: “…taraflar uluslararası deniz
kuvvetlerinin deniz platformlarına yönelik savaş yönetim sistemleri ihtiyaçları için sahip oldukları…kabiliyetlerinin ve ürünlerinin birlikte kullanılabilecek
şekilde, ortaya çıkabilecek iş fırsatlarını değerlendirmeyi hedeflemektedir…MS2’nin AEGIS sistemi ile
Havelsan’ın Muharebe Yönetim Sistemi alanındaki
kabiliyet ve çözümlerinin entegre edileceği yeni muharebe sistemlerinin geliştirilmesi ve pazarlanması
konularında muhtemel işbirliği fırsatlarını belirlemek için birlikte çalışacaktır…AEGIS sadece ABD
değil, aynı zamanda Avustralya, Japonya, Norveç,
Güney Kore ve İspanya Deniz Kuvvetleri platformlarında da kullanılmaktadır.” (Savunma ve Havacılık
No: 144, 2011, s. 126)
Mühimmat üretiminde İtalya-Türkiye işbirliği:
Simmel Difesa ile MKEK işbirliği anlaşması: “İki ku-
rum arasında deniz ve kara konuşlu topçu mühimmatlarının üretimi ve gerekli teknoloji transferinin
gerçekleştirilmesine yönelik işbirliği anlaşması…”.
“SD Başkanı Antonucci, “…iki kurumun kabiliyetlerinin geliştirilmesinin hem Türk Silahlı Kuvvetleri,
hem de İtalyan Silahlı Kuvvetleri’nin güçlenmesine
katkıda bulunacağını vurguladı. (Savunma ve Havacılık No: 144, 2011, s. 129)
Sarsılmaz: L.A.Aliş: “2010 yılında ABD’ye hafif silah ihracatı yapan ülkeler sıralamasında 18. sırada yer
alan Türkiye, 2011 yılında 8. sırada yer aldı. 2012 yılında yerini korudu.” (Savunma ve Havacılık No: 155,
2013, s. 117)
“…ATF’nin 2013’te yayınlanan son verilerine göre,
Türk hafif silah üreticileri, ABD’ye 478.000 silah ihraç ederek 4. sıraya yükseldi ve İtalya’nın da önüne
geçti.” (MSI Dergi, sayı Temmuz 2014, s. 42)
Unidef, SYS (Samsun Yurt Savunma)–Khan Arms
ortaklığı. “Khan Arms, 2000 yılında, 3 ortaklı bir ticaret firması olarak kuruldu. Firmanın kuruluş amacı…” Konya’dan ihracat yapmak isteyen firmalara
yardımcı olmak. SYS’nin “CANİK markası ile dünyada hatırı sayılır bir üne sahip. SYS, sadece tabanca
üretmiyor. Roket ve füze sistemlerinin kritik parçalarının üretimini gerçekleştiriyor. Ayrıca havacılık
sektöründe de çeşitli hava platformlarının hassas toleranslara sahip ve farklı alaşımlardaki gövde parçalarını üretiyor…Khan Arms’ın Kansas’taki ortaklığı
TriStar, SYS firmamızın tabancalarını ABD’de pazarlıyor.” (MSI Dergi, Ağustos 2015, s.53-54)
YDS: “2012 yılının sonlarında kazandığı açıklanan
ve dünyanın ciro bazında en büyük ihalesi olan İngiliz Ordusu’nun bot ihalesinin hemen ardından, İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri, İngiliz Royal Mail ve
İtalyan itfaiyecileri için de bot üretme…” (Savunma
ve Havacılık No: 155, 2013 s. 144)
“…TUSAŞ Motor Sanayi (TEI) ile bir General Electric (GE) (%50)–Snecma (%50) ortak girişimi olan
CFM International arasında LEAP motorlarında
önemli bir parça olan Yekpare Kanatçıklı Disklerin
(Blisk), TEI’nin Eskişehir’deki fabrikasında üretilmesine yönelik anlaşma 26 Eylül 2013’te İstanbul’da imzalandı.” (Savunma ve Havacılık No: 157, 2013, s. 97)
Snecma bir Fransız şirketi. GE’nin TEI ortaklığındaki payı %46,2
IDAS (Denizaltılar için İnteraktif Savunma ve Taarruz Sistemi) Projesi: “…Roketsan ile IDAS Konsorsiyumu içinde yer alan Alman şirketleri ThyssenKrupp Marine Systems – HDW ve Diehl BGT Defence
NATO SCI-193 çalışma grubu etkinlikleri kapsamında Fransa’da gerçekleştirilen testlerde denendi ve…
katılımcıların beğenisini topladı. (MSI – Eylül 2010,
s. 46)
“Yekpare pale-disk ve disk grupları (Blisk ve spool)
üretim teknolojisini kazanmak için, ortağı General
Electric (GE) ile 2009 yılında bir anlaşma imzalayan
TEI, sürdürülen çalışmalar sonucunda,…üretimini
başarıyla tamamladı.” Uçak, fırkateyn ve endüstride
kullanılan motorlara ait “7 farklı yekpare pale-disk ve
disk grubunun üretiminin TEI’de gerçekleştirilmesi
planlanıyor. TEI bugün, GE ve Rolls-Royce işbirliği
ile geliştirme çalışmaları devam eden F136 motor
programında yekpare pale ve diskler grubunun imalatı için seçilen tek tedarikçi olmayı da başarmış durumda.”
Teknoloji GE desteği ile kazanılmış, daha doğrusu
aktarılmış. (MSI–Ekim 2010, s. 6)
“Kale – P&W ortaklığının F135 hedefi 1 milyar dolar.” Ortaklıkta %51 Kale grubunun. Teknoloji transferi P&W’den. Yeni kurulan tesiste 2012 Ocak ayında seri imalata başlanması düşünülüyor. Hedeflenen
yıllık iş hacmi 300 milyon dolar. Ortaklık, üreteceği
F135 motor parçalarında tek kaynak olacak.
Kale Grubu, JSF için “200’ün üzerinde kritik gövde
ve kanat parçası üretimini gerçekleştiriyor.” Boeing
için gövde parçaları ve Airbus için yakıt tankı parçaları üretiyor. (MSI–Ekim 2010, s. 22-24)
SSM Müsteşarı M. Bayar: “Hedefimizde ABD pazarı da var.” STM’nin bu amaca yönelik ABD’de bir
ofis açtı. Bayar, Norveçli Kongsberg örneğini hatırlatıyor: Kongsberg, ASELSAN’ın STAMP benzeri bir
ürününü ABD’de pazarlama başarısı ile 3.000 adetlik
satışlara ulaşmıştır. (MSI – Aralık 2010, s. 18-20)
“ASELSAN ve Rolls-Royce, motor kontrol sistemleri ve motor sağlığı izleme sistemleri alanlarında potansiyel işbirliği fırsatlarının araştırılmasına yönelik
bir mutabakat muhtırası imzalandı. ASELSAN ile…
Airbus Grup arasında; sivil ve askeri aviyonik sistemler, uydu haberleşme sistemleri, elektro-optik ve lazer
sistemleri ve emniyetli telsiz haberleşmesi alanlarında işbirliğine yönelik çerçeve anlaşması imzalan”dı.
HAVELSAN ile AgustaWestland arasında yapılan
mutabakat anlaşmasında yaptığı konuşmada genel
müdür Sadık Yamaç, “AgustaWestland’ın Türk ve
uluslararası müşterileri tarafından kullanılan platformlarını desteklemek için simülasyon ve yapay
eğitim sistemleri sağlamayı hedeflediklerini belirtti.”
(MSI Dergi, Haziran 2014, s. 10)
güncel
arasında bir işbirliği anlaşması imzalanmıştır…Roketsan, IDAS füzesinde kullanılacak harp başlığının
geliştirilmesi, kalifikasyonu ve seri üretiminden sorumlu olacak ayrıca Kontrol Tahrik Sistemi(CAS)’nin
testlerini destekleyecek, sistem seviyesi tasarım faaliyetlerine katılacak ve CAS’in seri üretiminde iş payı
alacak.” (Savunma ve Havacılık No: 158, 2013, s. 94)
“Türkiye’nin NATO İttifak Kara Gözetleme (Allied Ground Survaillance/AGS) Grubunda ANKA ile
sağlayacağı İstihbarat Keşif ve Gözetleme (IKG/ISR)
hizmetini ayni katkı olarak önermesi, ülkemizin
konuya vermiş olduğu önemin bir göstergesi olmuştur…NATO’da yapılan toplantıda Anka İHA Sistemi
hakkında bilgi verilmiş, toplantıya katılan ülke temsilcileri tarafından duyulan memnuniyet ülkemiz
temsilcilerine iletilmiştir.” (Savunma ve Havacılık
No: 163, 2014, s. 80)
Eurosatory 2014 (Fransa) Fuarı’nda “…Vestel Savunma…Fransız Hava Kuvvetleri’nin bu yıl sonunda
açılması beklenen Light Optionally Piloted Vehicle
(İnsanlı ve İnsansız Olarak Görev Yapabilecek Hafif Taktik İHA) ihtiyacı kapsamında işbirliği yaptığı
Fransız LH Aviation firması ile birlikte…yer alması
dikkatimizi çekti.” (Savunma ve Havacılık No: 163,
sf. 123)
“…ihalede Sagem ve Thales ile yarışacaklar..” (Savunma ve Havacılık No: 163, 2014, s.130)
“ESEN’in…geliştirdiği bir algılayıcı, bir ABD uydu
üreticisi tarafından en iyi tasarım olarak seçilmiş ve
halen sözleşme görüşmeleri devam etmektedir.” (Savunma ve Havacılık No: 164, 2014, s. 94)
Hema Endüstri: “…şu anda, offset kapsamında Oto
Melara’ya bir silah istasyonu dişli kutusu yapıyoruz…
Offset yükümlülüğü olan firmalarla da temasa geçmiş durumdayız. Özellikle havacılığa yönelik parça
üretimi konusunda büyük bir girişimimiz var. En son
Boeing firması ile bir görüşmemiz oldu.” (MSI–Şubat
2010, s. 35)
TÜBİTAK UEKAE ürünü TAÇEK (Taşınabilir
Çevrimdışı Kripto Cihazı) NATO ihalesinde, rakiplerinin teknik ve zamansal kısıtlar nedeniyle çekilmesi nedeniyle rakipsiz kalarak yoluna devam ediyor.
NATO testlerini başarıyla geçti. (MSI – Ağustos 2010,
s. 56-57)
“TÜBİTAK BİLGEM BTE, mayın tespitlerinin
yer aldığı…NATO Science for Peace and Security’ye
aktif katılım sağlayarak Türkiye’yi temsil ediyor.
Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde saha denemeleri yapılan ETMT-2 sistemi, geçtiğimiz Haziran ayında,
21
güncel
22
Roketsan–Fransa: “Fransız SAGEM firmasının
ürettiği Patroller İnsansız Hava Aracı (İHA)’ya,…CİRİT 2,75’’ lazer güdümlü füze entegrasyonu çalışmaları sürdürülüyor.”
“…Eurocopter ve Roketsan arasında imzalanan
mutabakat muhtırası kapsamında, EC635 helikopter
platformuna CİRİT sisteminin entegre edilmesi çalışmaları sürdürülüyor.” (MSI Dergi, Ocak 2014, s. 12)
SASAD Yönetim Kurulu Başkanı K. Nail Kurt: “…
SSI’nın, 264’ü aktif ihracatçı olmak üzere, 353 üyesi
bulunmaktadır.” (MSI Dergi, Ağustos 2015, s. 36)
SSI (Savunma ve Havacılık Sanayi İhracatçıları Birliği)
ASELSAN, Thales’in Smart-S Mk2, üç boyutlu radarı için gönderme/alma modülleri üretecek. Temmuz 2014’te 100 adetlik ilk siparişi aldı. (MSI Dergi,
Ağustos 2014, s. 8)
Türkiye’nin 2012 yılı offset harici ihracat oranı
%45. (MSI Dergi, Ağustos 2014, s.36)
CNK Havacılık, TAI’nin alt yüklenicisi olarak
2007’de AB139 helikopterleri, Boeing 737 ve Airbus
A320 uçaklarına kompleks parça üretimi ile başladı.
“Halen onaylı tedarikçisi konumunda olduğu TAI
üzerinden Airbus ve Boeing için ‘end item’ (tamamlanmış malzeme) olarak 800 kalem parça imalatı
gerçekleş”tirmektedir. (Savunma ve Havacılık No:
162, 2014, s. 135)
“Roketsan tarafından geliştirilip üretilen L-UMTaS
ve Cirit füzeleri ABD’de yerleşik Iomax firması tarafından yurtdışı ihtiyaçlara yönelik olarak ArchAngel uçağı üzerine entegre edilerek Paris Havacılık
Fuarı’nda sergilenmiştir.” (Savunma ve Havacılık
2013/2, No: 158, s. 31)
LM F-35 Programı Entegrasyon ve İş Geliştirme
Başkan yardımcısı Steve O’Bryan ile yapılan söyleşiden…
“..TAI’nin orta gövde imalatı, hava alığı kaplamaları
ve ileri kompozitler konusunda F-35 üzerinde yaptığı
önemli çalışmaları düşündüğünüzde, sadece bu çalışmalar bile ortaklığımızın en az bir 30 yıl daha devam
etmesini sağlayacak niteliktedir…Alp Havacılık ve
AYESAŞ gibi…şirketlerinde işi bizde en az bir 20 yıl
boyunca hazır.” (Savunma ve Havacılık 2013/2, No:
158, s. 70-71)
“…Türkiye’den, SSM’den gelen temsilciler en başından beri geliştirme programının içinde yer almış,
hem gözlem yapmış, hem de katılım sağlamıştır…
Türkiye genelinden…şirketler, en başından itibaren
üretim sisteminin bir parçası oldular. İnşa edilen
her uçakta Türkiye’de üretilen parçalar vardı ve ister ortak ülke uçaklarında ister ABD uçaklarında ve
FMS (Yabancı Askeri Satış) uçaklarında Türkiye’den
parçalar olmaya devam edecek. Yani, Türkiye uçağın
tasarım, geliştirme ve üretiminde kritik bir rol oynamıştır. Kritik olan başka bir nokta da, F-16’yı ileri
taşıdıkları gibi bunda da benzer bir rol oynayacaklar.
Türkiye, ister TAI yoluyla olsun, ister F-16 kabiliyetlerini iyileştiren şirketler eliyle olsun, F-35 üzerinde
de benzer şeyler yapabilir.Türkiye’nin F-16’da yaptığı gibi F-35’in kabiliyetlerini genişleteceğini görüyorum. Örneğin, yeni silahlar ve kabiliyetler ekleyecekler. Ve bu sadece Türk F-35’lerini daha iyi yapmakla
kalmayacak, tüm F-35 oluşumunu programa getirdikleri kabiliyetler, endüstriyel bilgi birikimi (knowhow) ve mühendislik bilgi birikimi ile daha iyi yerlere
taşıyacaktır.” (Savunma ve Havacılık 2013/2, No: 158,
s. 72)
“…Türk Savunma ve Havacılık Sektörünün toplam
satışları içerisinde havacılığın %42’lik bir pay aldığını, ki bunun da %30’luk kısmını sivil havacılık oluşturmaktadır…” (Savunma ve Havacılık 2013/2, No:
158, s. 116)
“NATO’nun Gelecekteki İnsansız Araç Standardında ASELSAN İmzası”
“Tüm NATO ülkelerine açık olan çalışmaya çeşitli
ülkeler katılım gösterse de sistem olarak, altyapıları
ve platformlarının uygunluğu ile sadece Türk, Amerikan ve Alman insansız kara araçları yer aldı.” (MSI
Dergi, Ağustos 2013, s. 46)
MODSİMMER Müdürü Prof. Dr. Veysi İşler:
“NATO’nun Modelleme ve Simülasyon grubunda
Türkiye olarak çok etkiniz…En çok katkı veren ülkeler arasında 3. sıradayız…” (MSI Dergi, Haziran 2013,
s.80)
“…HAVELSAN, Lockheed Martin’in Aegis Silah
Sistemi ile HAVELSAN’ın savaş yönetim sistemleri
çözümlerinin birlikte çalışabilirliğini…gösterdi…
Aegis sistemi, 6 ülkenin envanterinde bulunan toplam 100’den fazla gemide kullanılıyor.” (MSI Dergi,
Haziran 2013, s. 68)
“Koç, savunmada global lige oynuyor” (23-01-2009
Milliyet)
Koç, Ultra’nın Avustralya Hava Savunma Firkateyni Programı’nda yürüttüğü Entegre Sonar Suit
Projesi’nde ve ABD Deniz Kuvvetleri Deniz Altı Programındaki ‘Synthetic Aperture Sonar ve Sidescan Sonar Yazılımları Üretim Projeleri’nde de alt yüklenici
olarak yer alıyor.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
“Komünist KöZ“ Mayıs 2016 tarihli 10. sayısında,
“Soykırım kavramını emperyalistlere hediye ve onların himayesine emanet eden bir hukuk savaşçısı: Raphael Lemkin“ başlıklı bir yazı yayınladı. Bu yazıda
esas olarak Raphael Lemkin’in hayat hikayesi ve soykırım kavramı için yürüttüğü çalışmalar vb. anlatılıyor. ‘KöZ‘ yazarı Lemkin’in hayat hikayesini anlatır gibi görünüyor ama Lemkin’in uğruna mücadele
ettiği davayı küçümsüyor! ‘KöZ‘ Nisan 2012’de “Ermeni Sorunu Hakkında Söylenmeyenler“ başlıklı bir
broşür yayınladı. Bu broşür’de ‘KöZ‘, ‘Soykırım kavramı emperyalistlerin icat ettiği bir terimdir“ diyordu. Bu broşürün hiçbir yerinde Raphael Lemkin‘in
adı geçmiyordu. Dergimizin 176. sayısında, ‘KöZ’ün
bu iddialarına cevap vererek, soykırım mimarının
Raphael Lemkin olduğunu ve Raphael Lemkin’in
soykırım kavramını hangi araştırmalar sonucu bulduğunu ve “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Ceza-
✒
SOYKIRIM VE KÖZ’ÜN TAVRI
ÜZERİNE BİR KEZ DAHA!
landırması Sözleşmesi“nin Birleşmiş Milletler’de
onaylanması için nasıl çaba harcadığını anlattık. Bu
eleştirilerimiz karşısında ‘KöZ‘ suskun kalmayı tercih etti! Soykırım kavramını emperyalistlerin icat
ettiği tezini bir kenera koyan ‘KöZ‘, Mayıs 2016’da,
Raphael Lemkin’i yeni keşfetmiş görünüyor! ‘KöZ‘
bu yazısında, Lemkin’in soykırım kavramını nasıl
bulduğunu ve “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırması Sözleşmesi“nin Birleşmiş Milletler’de
onaylanması için harcadığı çabayı anlatıyor! Ama
‘KöZ‘, daha önce “Soykırım kavramı emperyalistlerin icat ettiği bir terimdir“ demişti. ‘KöZ‘, daha önce
yaptığı yanlış değerlendirmenin özeleştirisini yapmıyor.
‘KöZ‘ uluslararası sözleşmeleri reddediyor…
‘KöZ’, “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırması Sözleşmesi“ ve “İnsan Hakları Evrensel
23
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
24
Bildirgesi”ni reddediyor. Evrensel bildirge, “sömürgeciliği meşru kabul eden” bir bildirge imiş!!! ‘KöZ’e
önerimiz genel değerlendirme yapmak yerine gayet
somut konuşmasıdır. Otuz maddeden oluşan “İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi’nin hangi maddelerinin
yanlış olduğunu ortaya koymak ‘KöZ’ün görevidir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin imzalanmasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş
Milletler örgütünü kuran devletlerin, bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması
konusunda birleşmesi de etkili oldu. Bu bildirgeyle,
yalnızca demokratik anayasalarda tanınan temel
medeni ve siyasi haklar değil, ekonomik, toplumsal,
kültürel haklar da genel tanımlarla güvence altına
alındı. Ayrıca bu bildirgede; yaşam, özgürlük ve kişi
güvenliği gibi haklarla birlikte, keyfi tutuklama,
hapis ve sürgünden korunma, bağımsız ve tarafsız
mahkemelerde adil ve kamuya açık olarak yargılanma hakkı ile düşünce, vicdan, din, toplanma ve
örgütlenme özgürlükleri bulunmaktadır. Bu bildirgeye kendine komünist diyenlerin de sahip çıkması
gerekir.
Şöyle diyor ‘KöZ‘: “Keza BM’nin insan haklarına
ilişkin yaklaşımıyla komünistlerin yaklaşımını sırf
isim benzerliği nedeniyle birbirine karıştırmak da
abestir ve o bildirinin altında başında Stalin’in olduğu SSCB’nin de imzasının olması bu bildirinin
niteliğini değiştirmez. Aksine SSCB’nin niteliğinin
değiştiği anlamına gelir.“ (s. 9) Bildirgede özetlemeye
çalıştığımız maddelerin hangilerinin yanlış olduğu
somut ortaya konulmadığı sürece, genel laflar etmenin hiçbir değeri yoktur. İkinci Dünya Savaşı, acıların yaşanmasına ve telafi edilemez kayıplara mal
oldu. Bu acı süreç, soykırımdan atom bombalarına,
faşizmin zulmünden emperyalizmin sömürüsüne
dek tahammül edilemez bir vahşetin dünya haritasını kaplamasına tanıklık etti. İkinci Dünya Savaşı ertesinde göreceli bir özgürlük ortamına girildi.
Sovyetler Birliği, doğu bloku ülkelerini özgürlüğe
kavuşturdu. İşte bu göreceli özgürlük ortamında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi imzalandı. Birleşmiş
Milletler örgütü kurulduğunda, henüz bütünüyle
emperyalistlerin kontrolünde olan bir kurum değildi. BM’nin kurulmasında o zamanlar sosyalist olan
Sovyetler Birliği (SB) aktif olarak yer aldı. Soykırım
tanımının BM kararı haline gelmesinde, İnsan Hakları Bildirgesi’nin imzalanmasında Sovyetler Birliği,
İkinci Dünya Savaşı’nın derslerinden de yola çıkarak aktif mücadele yürüttü. “Savaşın galipleri” için-
de yalnızca emperyalist güçler değil, aynı zamanda
sosyalist Sovyetler Birliği’de vardı. Soykırım kavramı İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki güç dengesini
kalıcı kılmak için icat edilmedi. İleride yeni soykırımların önüne engel çıkarabilecek uluslararası bir
hukuk kuralı koymak için “icat edildi.” Pusulasında
Stalin düşmanlığı olanlar ve Lenin’in ölümünden
sonraki gelişmeleri inkar edenler, İnsan Hakları
Sözleşmeleri’nin altında Sovyetler Birliği imzasının
olmasının Sovyetler Birliği’nin niteliğinin değiştiğini gösterdiğini söylüyor! BM’nin insan haklarına
yaklaşımı ile komünistlerin insan haklarına yaklaşımı elbette bir ve aynı değildir. Bildirgede ortaya
konulan maddeleri, komünistler doğru bulduğu için
imzalamıştır. Bu maddelerin bildirgeye konulmasında, Sovyetler Birliği ve insan hakları savunucularının büyük bir emeği vardır. SSCB’nin bildirgeyi
imzalaması, Stalin veya SSCB’nin ‘niteliği’nin değiştiğini vb. göstermez; tersine emperyalistlerin o günkü dönemde görece güçsüzlüğünü, Sovyetler Birliği
ve demokrasi güçlerinin gücünü gösterir.
‘KöZ’, “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırması Sözleşmesi”ni de reddetmektedir. Bu sözleşme,
soykırım suçunun konusunu, suçun maddi ve manevi unsurlarını, suça karşı alınacak önlemleri uluslararası hukuki bir metine bağlayan sözleşmedir. 9
Aralık 1948’de, ‘Soykırım Sözleşmesi’ kabul edildi.
‘Soykırım Sözleşmesi’nin ikinci maddesi, “bu sözleşme bakımından ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir
grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak
amacıyla işlenen fiillerden her hangi biri, soykırım
suçunu oluşturur”, ifadesi ile başlıyor ve suç teşkil
eden fiilleri şöyle sıralıyor: “a) Grup üyelerini öldürmek, b) Grup üyelerine ciddi bedensel ve zihinsel zarar vermek, c) Grubu, fiziksel varlığını kısmen veya
tamamen yok olmasına yol açacak hayat şartlarına
tabi tutmak, d) Grup içinde doğumları önlemek amacıyla önlemler almak, e) Grubun çocuklarını bir başka gruba zorla nakletmektir.” diyordu. Sözleşme’nin
üçüncü maddesine göre, soykırım suçuna teşebbüs
etmek, bile cezalandırmayı gerektirir. Emperyalistlerin kullanmasından bağımsız olarak, bu sözleşmede ortaya konulan ilkeler doğrudur. Bu ilkelerin
altına Sovyetler Birliği’nin imza atmasında da hiçbir sorun yoktur. Sözleşme yürürlüğe girdiği andan
itibaren, bu sözleşmenin uygulanması için işçilerin/
emekçilerin mücadele etmesi ve yeni soykırımları
engellemesi de bir görevdir.
Yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırmak için şunla-
‘KöZ’ soykırım ile katliamları eşitliyor…
‘KöZ’, soykırım ile katliamları eşitleme hatasına düşüyor. İnsanlığın ortaya çıkışından bu yana birçok
katliamlar gerçekleştirilmiştir. Soykırım olgusu emperyalizmin bir ürünüdür. Emperyalistlerin yaptığı
her katliam soykırım değildir. Soykırım, bilinçli,
programlı gerçekleştirilen ve bir halkı, ulusu, azınlıkları yok etmeye yönelen bir eylemdir. Katliam,
kendini savunma imkânı bulamayan çok sayıda insanın acımasızca öldürülmesi olaylarıdır. Osmanlı
İmparatorluğu, imparatorluk toprakları üzerinde
birçok katliam gerçekleştirmiştir. T.C. tarihinde
birçok Kürt katliamları yapılmıştır. Bu katliamlara
rağmen Kürtler yok edilememiş ve yaşadığı topraklardan sürülememiştir. Hitler, altı milyon Yahudiyi
toplama kamplarında yoketmiştir. Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Ermeni ulusu, planlı, programlı olarak yok edilmiştir. Ermeni ulusu, ulusal
azınlık haline getirilmiştir. Bir zamanlar Anadolu
topraklarında yaşayan 2,5 milyon Ermeniden, geriye 60-70 bin kadar Ermeni kalmıştır. ‘KöZ’, soykırım
ile katliamları bir ve aynı gördüğü için Lemkin’in
Amerika’da neden “oradaki yerlilerin soykırıma uğratılmasıyla ilgilenmemiş olabileceği”ni soruyor! Bu
mantıkla soruna yaklaşıldığında, insanlık tarihinde
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
rın bilinmesinde fayda vardır. Tartışma konumuz,
uluslararası sözleşmelerde yazılanlar ve ortaya konulan ilkelerdir. Birleşmiş Milletler sistemi, Sovyetler Birliği’ndeki yozlaşmaya da paralel olarak daha
sonra her geçen gün daha fazla emperyalist dünya
sistemine hizmet eden bir kurum haline geldi. Altına imza atılan şözleşmelerdeki ilkelere uyulmamaktadır. İmzacı ülkelerin sözleşmelerde karara bağlanan ilkeleri pratikte uygulamaması, sözleşmelerdeki
ilkelerin yanlış olduğu anlamına gelmez.
Lemkin soykırım terimini özel olarak Holocaust
için mi icat etti?
‘KöZ’ şöyle diyor:
“Ancak kavramın şekillenmesine varan Ermeniler
Asuri ve Süryanilerin toplu katliama uğratılmasından ziyade o sırada gündemde olan Nazi katliamları
ve özel olarak da Yahudilere yönelik kırımlar üzerinde duruluyordu. Soykırım kavramının bundan sonraki akıbeti de bu soruna bağlı olarak şekillenecekti.”
Bununla birlikte, her ne kadar Lemkin’in soykırım kavramını ortaya atmasına 1915’te Osmanlı
İmparatorluğu’nun Ermenilere (aynı zamanda Asuri
ve Süryanilere) yönelik kitlesel katliamlarının vesile
olduğu apaçık olsa da, bu sözleşmenin benimsenmesi
ve resmileşmesine varan sürecin hiçbir aşamasında
Ermeni soykırımı resmen zikredilmiş değildir.” (s. 9)
‘KöZ’, Yahudi soykırımına bile soykırım diyemiyor.
‘KöZ’, Lemkin’i ve tarihsel gerçekleri tersyüz ediyor.
‘KöZ’ yazarı, kafasında kurguladığı düşünceleri gerçeklerin yerine koyuyor. ‘KöZ’, Lemkin’in soykırım
kavramını Holocaust (Yahudi soykırımı) için ürettiğini ileri sürüyor! Soykırım kavramının ortaya çıkmasının en başta gelen nedeni 1915 yılında Ermenilerin imha edilmesidir. Bu bilgiyi bize, soykırım
kavramını bulan Rafhael Lemkin’in bizzat kendisi
söylüyor. Lemkin’in soykırım meselesi üzerinde
kafa yormaya başlaması çocuk yaşlarına kadar gider.
Lemkin, o yıllarda Polonya’nın Wolkowysk şehrinde
yaşıyordu. Lemkin’i, konu üzerinde düşünmeye iten
Polonyalı yazar Henryk Sienkiewicz’in Nobel ödülü kazanmış Quo Vadisi adlı romanıdır. Romanda,
Roma imparatoru Neron tarafından Hıristiyanlığı
kabul edenlere yönelik katliamlar anlatılmaktadır.
Lemkin, gençlik yıllarında kitlesel ölümler üzerine
bulduğu kitapları okur.
Lemkin’i etkileyen ikinci olay Talat Paşa duruşmasıdır. Soghomon Tehlirian, ailesini 1915 Ermeni tehcirinde kaybeder. Soghomon Tehlirian, Talat
Paşa’yı 15 Mart 1921’de Berlin’de öldürür. Tehlirian, Osmanlı Birinci Ordu komutanı Otto Liman
von Sanders ve Johannes Lepsius’un tanık olarak
yer aldığı kısa yargılamadan sonra beraatine karar
verilir. Tehlirian’ın beraat etrilmesi, Lvov üniversitesi’ndeki dil eğitimini bırakıp hukuk fakültesine
geçen Lemkin’in kafasını kurcalamaya başlar. Lemkin tüm ömrünü, soykırım olarak adlandırdığı suç
✒
yapılan bütün katliamları soykırım olarak adlandırmak mümkündür. ‘KöZ’ün de yaptığı tam da budur.
25
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
26
kategorisini yaratmak için harcar! Daha sonra yazı,
konuşmalarında bu kavramı yaratmasında Ermeni
katliamının oynadığı belirleyici rolü defalarca tekrar eder. Lemkin anılarında şöyle der:
“1915’te Almanlar W. [Wolkowysk] şehrini ve çevresini
işgal ettiler. Bu tarihte daha çok tarih okumaya, imha
edilmiş milli, dinsel ve etnik gruplar hakkında daha
çok çalışmaya ve gözleme başladım. Türkiye’de Hıristiyan olmaktan başka suçu olmayan 1.200.000 Ermeni ölüme gönderilmişti. Savaştan sonra 150 kadar
Türk savaş suçlusu tutuklandı ve Britanya hükümeti
tarafından Malta’ya gönderildi... Bir gün (Ermeni)
delegeler gazetelerde Türk savaş suçlularının serbest
bırakıldığını okudular. ...Bir millet toptan öldürmüştü ve suçlular serbest kalmıştı. Bu beni şok etti. Neden bir adam bir adamı öldürünce cezalandırılır?
Niye bir milyon insanın öldürülmesi bir tek kişinin
öldürülmesinden daha az suçtur? ...Kendimi sayıları
giderek artan kurbanların yerine koydum. Anladım
ki, hafızanın görevi sadece geçmiş olayları kaydetmek
değil aksine insan bilincini uyarmak. ...Hukukçu olmaya ve milletlerin işbirliğini sağlayarak soykırımın
suç haline getirilmesi için çalışmaya karar verdim.
...Kafamda cesur bir plan vardı. ...Türkiye’nin de imzalamasını içeren bir plan. Bu Ermeni soykırımı için
bir çeşit kefaret olabilirdi. Fakat bu nasıl başarılabilirdi? Türkler Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine
koydukları ilerlemeci kavramlardan ve cumhuriyetçi
hükümet biçiminden gayet gururluydular. Belki de
Soykırım Sözleşmesi sosyal ve uluslararası gelişme
çerçevesine yerleştirilmeli...” (Robert Merrill Bartlett,
They Stand Invincible:Men Who Are Reshaping Our
World, N.Y.: Thomas Y. Crowell, 1959, s. 96-97 ve
Raphael Lemkin’s Thoughts on Genocide:Not Guilty,
Yay. Haz. Steven L. Jacobs, Lewiston, N.Y.:Edwin
Melen Pres, 1992’den aktaran Samantha Power, A
Problem from Hell, America and the Age of Genocide, HarperCollins, 2003, s. 17- 29, 47-60. 7 Aralık
2008’de Ayşe Hür’ün Taraf gazetesinde yazdığı yazı.
Alıntıyı aktaran Ayşe Hür)
Lemkin, 1949’da Amerikan CBS televizyonuna verdiği bir roportajda şöyle der:
“Soykırımla ilgilenmeye başladım çünkü Ermenilere
yapılan buydu. Daha sonra Ermeniler Versailles’de
son derece bozuk bir anlaşma elde ettiler, çünkü
onların suçluları soykırımdan suçluydular ve cezalandırılmamışlardı. Biliyorsunuz, onlar [Ermeniler]
adaleti gerçekleştirme işini ellerine aldılar ve terörist
eylemler organize ettiler. 1921’deki Talat Paşa dava-
sı çok öğreticiydi. Annesi soykırımda öldürülmüş bir
adam [Soghomon Tehlirian] Talat Paşa’yı öldürdü ve
mahkemede cinayeti rüyasında annesinin defalarca
bunu yapmasını söylediği için yaptığını anlattı. ‘Annenin katili burada, bu konuda bir şeyler yapmalısın!’ Bunun üzerine cinayeti işliyor. Gördüğün gibi,
bir avukat olarak düşündüm ki, bir suç kurban tarafından değil mahkeme tarafından, ulusal hukuk tarafından cezalandırılmalıdır.” (Aktaran Harut Sassounian, “Lemkin Discusses Armenian Genocide.
In Newly-Found 1949 CBS Interview’, California
Courier Online, December 8, 2005.)
Görüldüğü gibi Lemkin soykırım kavramını bulmasına ve bu yönde araştırmasının derinleştirilmesine
vesile olan Nazi katliamları değil, 1915 olaylarıdır.
Lemkin’in açık anlatımlarına rağmen, ‘KöZ’ün hayır öyle değil savunusu havada kalmaktadır.
‘KöZ’ herşeyi devrim sonrasına erteliyor…
‘KöZ’ diyor ki; “Lemkin’in yaptığı çalışmalar İkinci
Paylaşım Savaşı’nın mağluplarını yargılamak için
galip emperyalist devletler tarafından istismar edilmiştir.” (s. 9)
‘KöZ’ tarih çarpıtıcılığı yapıyor ve Sovyetler Birliği’ni
emperyalistlerle aynı torbaya koyuyor. İkinci Dünya
Savaşı emperyalist bir paylaşım savaşı olarak başladı.
İkinci Dünya Savaşı’nın bu niteliği süreç içerisinde
değişti. İkinci Dünya Savaşı giderek esas olarak antifaşist bir savaşın damgasını vurduğu bir savaşa dönüştü. Nazi Almanyasının Sovyetler Birliği’ne saldırısı ertesinde bu antifaşist nitelik çok belirleyici hale
geldi. İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerinden biride
22 milyon kayıp veren Sovyetler Birliği’dir. ‘KöZ’
yazarı hiçbir ayrım yapmadan Sovyetler Birliği’ni de
“galip emperyalist devletler” kategorisine sokuyor.
Dergimizin 176. sayısında ‘KöZ’ün bu iddialarına
uzun uzun cevap verdik. Aynı şeyleri yeniden tekrarlamayı gerekli görmüyoruz.
‘KöZ’ diyor ki; “Aksine bu konuda asıl altı çizilmesi
gereken, emekçilerin ve ezilenlerin mücadeleleriyle
şekillenen kimi kavram ve anma günlerinin burjuvazi
tarafından emekçilerin elinden alınıp çarpıtılmasına
bir örneğin de soykırım kavramı ve Lemkin’in mücadelesi olduğudur. Tıpkı Clara Zetkin başta olmak üzere sosyalistlerin çabalarıyla bir mücadele günü olarak
gündeme gelen 8 Mart’ın daha sonra BM tarafından
Dünya Kadınlar Günü olarak ilan edilmesi gibi.” (s.9)
Bu tespitler doğrudur. Doğrudur da, işçilerin/emekçilerin kimi kazanımlarına burjuvazinin sahip çık-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
nın sınıf bilinci bu mücadeler içinde olgunlaşır, pekişir. En basit demokratik hakkı için bile mücadele
etmeyen bir işçi sınıfının sosyalist devrim için mücadele etmesini beklemek boş hayaldir.
Raphael Lemkin, soykırımın bilimsel bir tanımını
yaptı ve “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırması Sözleşmesi“ni Birleşmiş Milletler’de kabul
edilmesini sağladı. Raphael Lemkin, yirminci yüzyılın insan hakları savunucusu ve ünlü bir avukattır. Raphael Lemkin, soykırım terimini bularak, bu
suçu uluslararası hukuk aracılığıyla ortadan kaldırmak için yaşamı boyunca mücadele etti. Raphael
Lemkin, komünist değildir ama yürüttüğü mücadele doğrudur ve komünistler tarafından sahiplenilmelidir. Lemkin’in bulduğu soykırım kavramı
emperyalistler tarafından –lafta!– sahipleniliyor ve
çıkarları için kullanılıyor diye, Lemkin’in yürüttüğü mücadeleyi küçümsemek komünist bir yaklaşım
değildir.
‘KöZ’, Lemkin’in ölümünü ‘tuhaf’, ‘hazin son’ olarak nitelendiriyor. Lemkin, yaşamı boyunca zengin
olmanın planlarını yapmadı. O, soykırım terimini bularak, bu suçu uluslararası hukuk aracılığıyla ortadan kaldırmak için çabalayıp durdu. Lemkin, 28 Ağustos 1959’da New York’da öldü. ‘KöZ’,
Lemkin’in ölümünü “tuhaf” olarak nitelendiriyor
ve ölümün arkasında şaibeler aramaya çalışıyor!
‘KöZ’e göre; Lemkin “New York’un 42. Caddesi’nde
otobüs durağının önünde kalp krizi sonucu yere yığılarak son nefesini” vermiştir! Lemkin’in öldüğü yer
hakkında değişik anlatımlar vardır. Kimilerine göre
halkla ilişkiler bürosunda, kimilerine göre bir hotel
odasında Lemkin yaşamını yitirmiştir. Lemkin’in
nerede ve nasıl öldüğünden ziyade, öne çıkarılması
gereken onun yaşamı boyunca yaptıkları ve yürüttüğü mücadeledir. Ortada bir gerçek vardır. Lemkin,
59 yıl süren yaşamını hukuksuzluklara karşı mücadeleye, soykırımların önlenmesi için çalışmalara
ayırmıştır. “Soykırım Sözleşmesi”nin babası olarak
anılmaktadır. Lemkin’in yürüttüğü mücadeleyi küçümseyenler, soykırım kelimesini emperyalistlere
hediye ettiğini sananlar ve ölümünün arkasında şaibe arayanlar yanılıyor. ‘KöZ’, Lemkin’in cenazesine
yedi kişinin katıldığını belirtiyor. Lemkin için cenaze töreni yapılmadı. Cenaze törenine iki/üç kişi katıldı. Cenazesine iki/üç kişinin katılması, Lemkin’in
uğruna mücadele ettiği davanın değersiz olduğu anlamına gelmiyor.
11.09.2016
✒
ması ve içeriğini boşaltmasına karşı ne yapılmalıdır?
Bu soruya ‘KöZ’ cevap vermiyor. ‘KöZ’ün verdiği örnekler içerisinde 1 Mayıs işçi ve emekçi bayramı yok!
Birçok bedeller ödenerek elde edilen kazanımları,
emperyalistler kendi çıkarları için kullanıyor diye
mücadele yürütmeyecek miyiz? ‘KöZ’ soykırım kavramını bulan Lemkin ile Clara Zetkin’in mücadelesi
arasında benzerlikler kuruyor. Çünkü her ikisinin
yürüttüğü mücadeleyi emperyalistler de güya sahip
çıkmış!! ‘KöZ’ün yaklaşımına bakarsak, kapitalist/
emperyalist sistem içerisinde reformlar ve haklar
için mücadele yürütmemize gerek yok! Çünkü bu
kazanımlar sonuç itibarı ile emperyalistlere hediye
ediliyor (!) ve onlarda istediği gibi kullanıyor!!! Bu
yaklaşımın komünist bir yaklaşım olmadığı gayet
açıktır.
Emperyalizmin her alanda egemenliğini sürdürdüğü bir dünya gerçekliği var. Devrimler günün belirleyicisi değil. Burjuva demokrasisi veya faşist diktatörlüklerin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz.
Yaşadığımız bu toplumsal sistemlerde, yürütülen
mücadele ile işçilerin/emekçilerin lehine olabilecek
kimi kazanımların elde edilmesi mümkündür. Biz
demokrasiye, doğrudan demokrasi unsurlarının
katılması için de burjuva demokrasisinde mücadele
yürütürüz, yürütmeliyiz. Burjuva demokrasisinin
sınırlarının genişletilmesi işçilerin/emekçilerin lehinedir. ‘KöZ’ün cevap vermesi gereken soru şudur:
Kapitalist/emperyalist sistem içerisinde işçilerin/
emekçilerin lehine olabilecek kazanımlar için mücadele yürütmeyecek miyiz? Sistem içi reform mücadelelerine sırt çevirip herşeyi devrim sonrasına
mı erteleyeceğiz? Günümüz dünyasında işçilerin/
emekçilerin kazandığı kimi haklar burjuvazi tarafından geri alındı, alınıyor. Komünistler, elini kolunu bağlayıp herşeyi devrim sonrasına erteleyemez.
Komünistler reformlar için de işçileri/emekçileri
mücadeleye sevk eder. Komünistler, reform mücadelesini devrim mücadelesine bağlı olarak ele alır ve
yürütür. Elde edilen kazanımların kalıcı olabilmesi
için mevcut burjuva devletinin yıkılması gerektiğini
belirtir. Kimi kazanımların elde edilmesi ile burjuva devleti yıkılmaz. Yürütülen mücadele ile kimi
kazanımlar elde edilebilinir, örgütlenme ve düşünce
özgürlüğü önündeki kimi engeller kaldırılabilinir.
Özgürlükler alanının sınırları genişletilebilinir. Kapitalist/emperyalist sistem içerisinde kimi kazanımların elde edilmesi mümkündür. Kazanımların elde
edilmesinde belirleyici olan mücadeledir. İşçi sınıfı-
27
panorama
PA NOR A M A
KURUMSAL
IRKÇILIK
KATLETMEYİ
SÜRDÜRÜYOR!
- ABD-
28
“Oklahoma ve North Carolina’da yine yeniden yaşandı. Ve bu, yeniden ve yeniden ve yeniden ve yeniden
yaşanıyor: Bir polis herhangi bir yerde ortaya çıkıyor,
bağırıyor veya domuz gibi hırıldayarak emir veriyor,
hemen ardından bir insan şimşek çakmış gibi yere düşüyor ve ölüyor. Kural olarak bir siyah tenli kişi, bir
siyah kişi. (...) Bu andan itibaren herhangi bir kişi, bir
insan değil, ‘şüpheli’ biri sözkonusudur. Ve bu ‘şüpheli’ ne yapmış ya da hangi suçu işlemiş? ‘O verilen emre
uymadı’. Veya ‘o kendisine sigarasını söndürme emri
verildiğinde itaat etmedi.’ Yani o (kadın veya erkek)
itaat etmediğinde ölmeyi mi hak ediyor? ‘İtaat et veya
öl!’ Yere yat! Çünkü sen ‘bir şüphelisin’. Neden dolayı
suçlanıyor? Bunun herhangi bir rolü var mı? Gerekçeler keyfidir. Hiçbir ‘şüphelinin’ polislerin direktiflerine
hayır deme hakkı yoktur. Hiç kimsenin bu özgürlüğü
yoktur. Siyah ten rengi olan hiç kimsenin.” (Mumia
Abu-Jamal, junge Welt, Almanca günlük gazete, 26
Eylül 2016)
Evet Mumia Abu-Jamal Oklahoma ve North
Carolina’da yaşanan ırkçı cinayetlere atfen ABD’de
yaşanan ırkçılığı böyle anlatıyor. Ten rengi siyah olan
insanların resmi kanunlara karşı herhangi bir suç işlememesi, onların polis kurşunuyla ya da darp edilmesi sonucu öldürülmeyeceklerinin garantisi değildir. Ki, herhangi bir suçun işlenmesi durumunda da
sözkonusu kişinin öldürülmesi, hem de “yargısız” infaz edilmesi kabul edilebilir bir durum değildir. Her
sene yüzlerce siyah insanın devletin kurumsal ırkçı-
lığının kurbanı olması olgusu gibi, birilerinin polis
tarafından “şüpheli” görülmesinin o kişinin katledilmesine yeter gerekçe olması olgusu da ABD’de
kurumsal ırkçılığın -yasal düzeyde yasaklanmasına
rağmen- sürdüğünü açıkça ortaya koymaktadır.
Son iki yıl içinde dergimizin 172, 173 ve 176. sayılarında yazdığımız makalelerde de ortaya koyduğumuz
gibi siyahlar, sistemli ve sürekli bir kurumsal ırkçılığa maruz kalmaktadırlar. Katil polislerin çoğu,
cinayetlerini “kendilerini savunma” adına meşru
kılmaktadırlar. Katillere ceza vermemek kuraldır.
Katillerin çoğunluğu hakkında herhangi bir dava
açılmamaktadır. Kitlelerin protestolarını dindirmek
için haklarında soruşturma açılan ve mahkemeye verilen katiller de kural olarak aklanmaktadır. “Davalının suçlu olduğunu gösterecek herhangi bir delil yok”
biçimindeki açıklama, yargıçların kararlarının esas
açıklaması durumundadır. Gerçekte ise olgu açıktır.
Özellikle zamanımızın teknik imkanları, polislerin
herhangi bir saldırıya maruz kalmadığı, buna bağlı
olarak kendisini savunmak zorunda olmadığı vb. vb.
durumlarda siyahları katlettiğini belgelemektedir.
Buna rağmen devletin kurumları, yetkilileri her seferinde polislerin “görevini yaptığını” ilan etmektedirler. Katil polislerin yalanı geçerli delil olarak kabul
edilirken, herhangi bir siyah tenli insanın katledilmesinin “delil değeri” bile yoktur...
Irkçı cinayetler “beyaz” olmayan diğer etnik kökenlilere, İndigen ya da Hispaniklere (Latin Amerika
duğu bilgisi de medyaya yansıyan bilgiler arasındadır.
ABD egemenlerinin medyası bu konuda “ölü sessizliği” içindedir. Yabancı medyaya sızan bilgiler ise
tutsaklarla dayanışma içinde olan kesimlerin verdiği
bilgilere dayanmaktadır. Kurumsal ırkçılık kendisini
sadece cinayetler somutunda göstermemektedir. Böylesi insanlık düşmanı bir sistemde ırkçı cinayetlerin
temelinde ekonomik çıkarları da yer almaktadır. Bu
ekonomik çıkarlar ise ırkçılığı ayakta tutmaktadır.
Burjuva medyanın ırkçı cinayetleri eleştirirken öne
sürdüğü gerekçelerden biri katledilen kişinin “silahsız” olduğudur. Kimileri bunu cinayetleri teşhir
etmek için kullansa da, genelde sanki silahlı olsa
katledilmesi meşru ve haklıymış gibi tavır takınılmaktadır. Irkçı cinayetlerin -ki ırkçı temelde olmayan
cinayetlerin sayısı da çok yüksektir- işlendiği devlet
ABD’dir. ABD gibi dişine tırnağına kadar silahlanan
bir toplum, silah üreten tekellerin milyarlarca dolar
kazanç sağladığı ve bu toplumda isteyen herkesin
ruhsatlı silah sahibi olabileceği bir toplumdur. Nüfusun büyük bölümünü oluşturan “beyazların” silahlı
olması “normal” görülürken, toplam nüfusun %13’ü
olan siyahların silahlı olması -ki siyahların büyük bölümünün silah sahibi olmadığı bilgisi verilmektedir-,
devlete ve polise karşı bir tehdit olarak gösterilmekte
ve bu, siyah tenli insanların katledilmesini meşru ve
haklı kılmanın bahanesi yapılmaktadır. Burjuva siyasetinin sahtekarlığına yakışır bir tavır sergilenmektedir. Hem de cinayetleri eleştirme adına!
Irkçı cinayetlere karşı yaşanan protestolarda polisin
saldırganlığına, devlet yetkililerinin OHAL ilanına
ve sokağa çıkma yasaklarına karşı direnilmesi ve yer
yer çatışmaların yaşanması karşısında da yine burjuva siyasetin sahtekarlığı sergilenmektedir. Devletin
tüm kurumlarının, özellikle de polis ve diğer “güvenlik” kurumlarının sürekli ve sistemli şiddeti -ki
sözkonusu ırkçı cinayetler de bu kurumsal şiddetin
bir ürünüdür- gözardı edilirken; ırkçılığa, ırkçı cinayetlere karşı öfkesini gösteren, yer yer polisle çatışan,
kimi resmi kurum binalarına saldıran ve öfkesini yer
yer dükkanları yağmalayarak gösteren eylemciler,
şiddete başvurdukları için suçlanmakta, tutuklanmakta ve cezalandırılmaktadırlar.
Protesto hakkından yana tavır takınan kimileri de
“demokrat” görünme adına protestoların “barışçıl”
olması gerektiğini savunmaktadır. En “demokratı”
da olsa, düzenin savunucularından başka bir tavır,
örneğin siyahların ve onlarla dayanışma içinde olan
beyaz veya indigenlerin öfkesinin ve bunun sonucu
panorama
kökenliler) karşı da işlenmektedir. Kurumsal ırkçılık
kendisini yaşamın her alanında göstermektedir. Bu
olgulara rağmen siyahlara karşı ırkçılık en yoğun, en
açık görünen ırkçılıktır. 2015 yılında polis tarafından
katledilen siyahların sayısı 306 olarak verilmektedir.
Gerçek sayının daha yüksek olduğundan yola çıkılabilir. Polislerin “şüpheli” sayıp katlettiği insanların
önemli bir bölümü psikolojik olarak hasta olan insanlar ya da çocuklardır.
Katil polisler cinayetlerden dolayı herhangi bir cezaya çarptırılmazken, siyah tenli insanlar hiçbir suç
işlemediği halde, herhangi bir polisin iddiasına dayanılarak hapse tıkılmaktadırlar. Ya da siyah biri
herhangi bir “beyazı” ya da polisi dövdüğünde ömür
boyu hapis cezasına mahkum edilmekte ve de tek kişilik hücreye konmaktadır. 3000 kadar çocuk (genç
değil, çocuk) ömür boyu hapse mahküm edilmiştir.
Onbinlerce 14 yaşaltı çocuk mahkum durumundadır.
Anne veya babalarının -çoğunlukla babaların- hapsedilmesi sonucu 5,1 milyon çocuğun yaşamı altüst
olmuş, daha fazla yoksulluğa sürüklenmişlerdir. Son
20 yılda babaları hapse atılan çocukların sayısı %500
artmıştır.
Özellikle siyahi gençlerin hapis cezalarına çarptırılmasının kurumsal ırkçılığın yanısıra, bir de ekonomik nedeni vardır. 1968 yılında ABD’de 200.000 kadar mahkum vardı. Medyaya yansıyan bilgilere göre
ABD’de cezaevlerindeki mahkumların sayısı anda
2,3 Milyon civarındadır. Bu, dünya çapında mahkumların sayısına göre %24 oranındadır. Bunların
büyük bölümü de siyahlar ve Hispaniklerdir. “Uyuşturucuya karşı mücadele” adına cezaevleri doldurulmaktadır. Mahkumların büyük bölümü de (900.000
kadarı) değişik işlerde zorunlu olarak, kelimenin gerçek anlamında köle olarak çalıştırılmaktadır. Ya hiç
bir ücret verilmemekte, ya da birkaç Cent saat ücreti
ödenmektedir. Çalıştırılan alanlar silah endüstrisinden, kurçun geçmez yeleklerin üretilmesine, McDonalds, Walmart için üretimden yol yapımına, tarım
işlerine, hapishane içindeki işlere (örneğin kantin ve
temizlik işleri gibi işlere) vb.ne kadar geniş bir alanı
kapsamaktadır. Kölece sömürünün sonucu, kapitalistlerin her sene yüz milyonlarca dolar kar etmesidir.
Bunlar kölece çalıştırılacak işgücüne ihtiyaç duyduğunda, polis ya da yargı kurumlarının görevi bellidir:
yeni genç ve çalışabilecek insanları hapse tıkamak!
9 Eylül 2016 tarihinden itibaren tutsakların başlattığı
greve 14 Ekim’e kadar toplam 72.000 tutsağın katıldığı belirtilmektedir. Kimi yerlerde üretimin durdurul-
29
panorama
gündeme gelen şiddetinin haklı ve meşru olduğunu
savunma biçimindeki bir tavır, beklenemez. Sınıfsal
konum ve çıkarlarına uygun davranmaktadırlar. Gerek kurumsal ırkçılığın egemen olduğu, gerekse de
toplumun genelinde egemen olan ırkçılığın sürdüğü
bir ortamda hep yeniden yaşanan ırkçı cinayetlerin
son bulmasını beklemek de -iyi niyet ifadesi dışındaabestir.
Irkçılık sömürü sisteminin, kaptalist-emperyalist sistemin yol arkadaşıdır. Katillerin cezalandırılması durumunda ırkçı cinayetlerin sayısının azalması mümkündür. Ama ırkçılığa ve ırkçı cinayetlere son vermek
ancak ve ancak sömürü sisteminin yıkılması, yerine
sömürüsüz bir sistemin, sosyalizmin, komünizmin
kurulmasıyla mümkündür. Irkçılığa ve ırkçı cinayetlere karşı mücadelenin başarılı olması da, mücadelenin bu bilinçle verilip verilmediğine bağlıdır. Genel
tabloyu özetle ortaya koyduktan sonra, ırkçı cinayetler konusundaki somut örneklere bakalım.
IRKÇI CİNAYET ÖRNEKLERİ...
30
Dergimizin 176. sayısında yayınladığımız 16.06.2015
tarihli yazımızdan sonraki dönemde medyaya yansıyan ırkçı cinayetlerden öne çıkan bazı örnekleri
aktarmadaki amacımız, somut olarak sorunu biraz
daha bilince çıkarmaktır. Örnekler, polislerin ırkçı
yaklaşımını yoruma gerek bırakmadan açıkça göstermektedir.
Örnekleri aktarmadan önce katil polislerin cezalandırılmadığına dair bir örnek verelim. Dergimizin
176. sayısında savcının Freddie Gray’ın katledilmesinden sorumlu gördüğü 6 (altı) polis hakkında tutuklama kararı verdiğini yazmıştık. Kitlelerin tepkisini ve protestoları dindirmek için de olsa, sözkonusu
polisler hakkında dava açıldı. Sonuç: Hepsi de delil
yetersizliğinden serbest bırakıldı! Tutuklama emrini veren savcı, sözkonusu polislerin cezalandırılması
için elinde delil olmadığını açıkladı. Kadın savcı ile
polis kurumunun karşı karşıya gelmesine rağmen,
savcı için de siyah birinin -hem de görgü tanıklarının
verdiği bilgilere rağmen- darp edilerek katledilmesi
delil olmuyor! Savcının polisler hakkında soruşturma
yapıp onlar hakkında dava açması bile ırkçıların tepkisini çekti. Başkanlık seçimlerinde aday olan Trump
savcıya “kendisi hakkında soruşturma açması” önerisinde bulunurken, O’nu “tüm savcılar için yüzkarası”
biri olarak tanımladı. Serbest bırakılan altı polisten
beşi ise savcı ve şerif bürosunun yöneticisi hakkında
“iftira ve kanunsuz tutuklama” suçlamasıyla dava açtılar.
10 Temmuz 2015 tarihinde polis trafik kontrolünde
yol şeridini değiştirirken sinyal vermediği gerekçesiyle 28 yaşındaki Sandra Bland’ı tutuklar. Üç gün sonra, 5000 Dolar depozito karşılığında serbest bırakılmadan kısa süre önce hücresinde ölü halde bulunur.
Polisin açıklaması Sandra’nın başına poşet geçirerek
intihar ettiği biçimindedir. Sandra, 2013 Temmuz
ayında ırkçı cinayetlere karşı mücadele için kurulan
ve ilk kuruluşuna üç genç siyah kadının önderlik ettiği “Black Lives Matter” (Siyah Hayatlar Değerlidir
biçiminde çevrilebilir) hareketinin isim yapmış üyesidir. Texas’da iş bulma imkanı sözkonusu olduğundan Chicago’dan Texas’a arabasıyla giderken iki polis
arabası tarafından uzun süre takip edilir ve şerit değiştirirken durdurulur, tutuklanır. Tutuklanmadan
önce iki polis Sandra’yı yere yatırır ve Sandra itirazda
bulunur. Dediği “neden kafamı pisliğe bastırıyorsunuz?” Bu itiraz “Devlet hizmetçisine saldırı” olarak
görülmeye ve suç işlemeye yetmektedir. Sandra’nın
öldüğü, daha doğrusu öldürüldüğü de günlerce gizlenmektedir. Sandra’nın akrabaları ve arkadaşlarının
tavrı açık ve kesindi: Sandra intihar edecek biri değildi, onu polis öldürmüştür...
7 Ağustos 2015 tarihinde Arlington’da 19 yaşındaki siyah bir genç polis tarafından katledilir. Adı bile
medyaya yansımaz... Genç arabasıyla kaza yapıp bir
araba galerisinin camlarına çarpar. Bir güvenlik
firmasının çağırdığı polis kaza yerine gider ve genci kurşunlayarak katleder. Polisin açıklaması “yere
yat emrine uymadı”ğı ve kaçmaya çalışırken polisle tartışma çıktığı ve bu arada kurşunların sıkıldığı
biçimindedir. Polis gencin kaçarken vurulduğunu
açıklarken, adli tıp raporuna göre ise genç insan boğazından, göğsünden ve karnından kurşunlanarak
katledilmiştir. Burada da polisin “emrine” uymamak
-gerçekte böyle olup olmadığından bağımsız olarakkatletmenin gerekçesi olmaktadır.
27 Nisan 2016 tarihinde Baltimore’de 13 yaşındaki
çocuğu, çocuk kaldırımda oyuncak bir tabancayla
oynarken polisler arabayla ona yaklaşır ve kurşunlayarak katlederler. Cinayetin ardından polis şefinin
olayı açıklaması “Polisler kendilerini gösterdiğinde
(çocuğun yanına geldiğinde diye okuyun) çocuk oradan kaçtı ve polisleri ateş etmeye zorladı” biçimindeydi. Yani suçlu olan katil polisler değil, kaçmasıyla
onları ateş etmeye “zorlayan” çocuğun kendisiydi...
Medyaya yansıyan habere göre polislerin açıklaması
tehdit ettiklerini açıkladılar...
20 Eylül’de polisler “şüpheli” birini ararken bir parkta
polislerin anlatımına göre “silahlı ve tehlikeli görünen” birini katleder. Katledilen, aranan “şüpheli” değildir. Katledilenin kızkardeşinin açıklamasına göre
ise, kardeşi silahsızdı. Polisler elektro şokla onu direnemez hale getirip dört kurşunla katletmeden önce
arabasında çocuklarını beklerken kitap okumaktaydı. Bu cinayetten sonra protestolar, polisle çatışmalar yaygınlaştı. Yeni cinayetler işlendi. Kimi yerlerde
OHAL ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi vb. vb.
Son bir örnek olarak El Cajon’da yaşanan cinayeti aktaralım. 27 Eylül’de 30 yaşında ve psikolojik olarak
hasta olan bir adamın kızkardeşi polise yardım için
telefon eder. Kardeşi dışarıda gezinmekte ve gelen polislerin anlatımına göre bir AVM önünde yoğun trafiğe hiç dikkat etmeden yola girer. O, direktiflere hiç
tepki göstermez, ellerini ceplerinden çıkarıp kaldırmaz. Birdenbire ellerini ceplerinden çıkarır ve sanki ateş eder gibi bir duruşa geçer... Polisler ateş eder,
katleder. Polislerin açıklaması doğru bile olsa adamın
kızkardeşi onları yardıma çağırmıştır ve kardeşinin
psikolojik sorunu olduğunu da anlatmıştır. Kızkardeşi şok içinde polislere “Ben sizi yardıma çağırdım,
ama siz kardeşimi kurşunladınız” diye şikayetlenmektedir... Polis şefi yaptığı basın toplantısında polislerin
anlatımını aktarırken, sözkonusu “nesne”nin silah
olmadığını kabul etmiştir.
Cinayetlerden kimi örnekler böyledir. Ama aktardıklarımız deryadan damla kadardır. Mumia AbuJamal’ın dediği gibi “Ve bu, yeniden ve yeniden ve yeniden ve yeniden yaşanıyor.”... Böylesi ırkçı, insanlık
düşmanı sistemin barbarlığına karşı öfkelenmemek
mümkün değil. Meselenin özü, öfkeyi sömürücü sisteme, ırkçı, insanlık düşmanı sisteme karşı devrim
için mücadeleye dönüştürmektir.
ABD’de ırkçılığa karşı mücadele özellikle 9 Ağustos
2014 tarihinde Ferguson’da Michael Brown’ın katledilmesinden bu yana güçlenmektedir. Hem siyahların kendilerinin, özellikle de “Black Lives Matter” örgütlenmesinin mücadelesi, hem de “beyaz”, indigen,
hispanik ve siyahların birlikte mücadelesi, en azından
ırkçılığa karşı mücadele açısından umut verici bir gelişmedir. Kitleler egemenleri vitrin değişikliğine zorlamaktadır ve de mücadele daha da ileri adım atmanın gerekliliğini öğretmektedir. Cılız da olsa ırkçılığa
karşı mücadeleyi sınıfsal mücadele ile birleştirmenin
gerekliliğini savunanların sesleri de duyulmaktadır.
22.10.2016
panorama
ise onlara göre çocuğun elindeki silahın yarı otomatik silaha benzediği biçimindedir. Bu “benzerlik” işini ise yine polis şefi katledilen çocuğu suçlamak için
kullandı ve “kişiler böylesi benzer silahlarla cürüm
işlemek için silahlanmaktadır” tespitini yaptı, daha
da ötesi çocuğun katledilmesinden çocuğun annesini sorumlu tutarak, “çocuğunun Replika ile, yarı otomatik silah elinde evi terk ettiğini biliyordu” ve bunun
“anlaşılamaz olduğunu” savunuyordu.
5 Temmuz 2016 tarihinde Louisiana’da 37 yaşındaki
Alton Sterling bir parkta CD, DVD satarken polisler
onunla sataşır yere yatırırlar ve ardından en kısa mesafede kurşunlayarak katlederler. Bu cinayete karşı
protestolar sürerken 6 Temmuz’da Falcon Heights’da
(Minnesota eyaletine bağlı) polis trafik kontrolü yaparken arabanın arka farı yanmıyor diye Philando
Castile’yi durdurur. Daha arabanın ruhsatını ve ehliyetini çıkarmaya çalışırken kurşunlanır. Verilen
haberlere göre hastahaneye vardıktan kısa süre sonra
ölür. Arabada kadın arkadaşı ve çocuğu vardır ve arkadaşı telefonuyla yaşananların bir bölümünü kaydeder ve medyaya yansıtır.
Bu cinayetleri protesto etme eylemleri sırasında
Dallas’da polise ateş edilir, 5 polis öldürülür ve yedisi
yaralanır. İki de sivil yaralanır. Saldırganın kim olduğu daha bilinmeden resmi yetkililer, ırkçılığa karşı mücadele eden siyahları ve örgütlerini suçladı. Bu
arada polis uzaktan kumandalı robot kullanarak sözkonusu saldırganı öldürdü. Saldırganın ABD askeri
olarak Afganistan’da savaş yürüten eski bir asker (siyah biri) olduğu açığa çıktı. Obama saldırganı “çılgın
bir katil” olarak damgaladı. Dallas’da acil durum ilan
edildi, tren ve otobüs seferleri iptal edildi, hava trafiği
azaltıldı ve sınırlı sayıda uçağa iniş kalkış yapma izni
verildi. Devletin baş yöneticileri polislerin cenaze törenine katılacaklarını ilan ettiler, katıldılar...
İki çocuk annesi ve 23 yaşındaki Gaines Mart ayında arabasının plakasının orijinal olmaması nedeniyle
durdurulur. Hakkında dava açılır ve Gaines mahkeme randevusuna gitmez. Bunun üzerine 1 Ağustos’ta
zorla mahkemeye götürülmesi emri verilir. İki Özel
Kommando emri yerine getirmek için Gaines’in
evine giderler. Gaines kommandolara evine girme
haklarının olmadığını söyler ve evine girmelerini engellemeye çalışır. Bu arada Gaines yaşananları telefonuyla Facebook’da canlı yayınlar. Bölgenin polis şefi
Facebook bağlantısını kestirir ve bu kesinti sırasında
Gaines kurşunlanarak katledilir, beş yaşındaki çocuğu da yaralanır. Katiller Gaines’in kendilerini silahla
31
panorama
YİYİCİLERİN
YİYİCİLERE İKTİDAR
DALAŞI...
BREZİLYA
32
Kendisine “solcu”, devrimci diyen kimi kesimlerin
“devrim”, “21. yüzyılın sosyalizmi” vb. diye adlandırdığı, Latin Amerika’da özellikle 2000’li yılların
başlarında esen “sol rüzgar”, yerini çoktan “sağ rüzgara” bıraktı. Özellikle Chavez şahsında somutlaşan
ve Latin Amerika’nın kimi ülkelerindeki “sola” kayışı
etkileyen gelişmeler birçok “solcu”, devrimci kesimler tarafından “sosyalizm için mücadele” olarak değerlendirildiği dönemde yaptığımız değerlendirmelerin doğruluğu, gelişmeler tarafından da onaylandı.
Sözkonusu değerlendirmelerimiz özetle şöyleydi:
Latin Amerika’da esen “sol rüzgar”, emperyalizmin
“neoliberalizm” olarak adlandırdığı siyasete karşı
olan, gerçekte ulusal burjuvazinin çıkarlarını savunan, bu anlamda bağımsızlık isteyen, kapitalistemperyalist sömürü sisteminin kimi sivri uçlarını
törpüleyerek “sosyal” bir kapitalizm oluşturmaya
çalışan ve sonuç olarak genel değerlendirildiğinde
sosyal-demokrat bir “sol rüzgar”dır. Ne Chavez’in
dile getirdiği “21. yüzyıl sosyalizmi” teorisinin ne de
“sol” adına iktidara gelenlerin sosyalizmle herhangi
bir ilişkisi yoktur. Latin Amerika’daki bu gelişmeleri
“devrim” ya da “sosyalizm” olarak savunanlar, emekçi kitlelerin “bir başka dünya” istemini sistem içine
kanalize etme siyasetine hizmet etmektedirler vb. vb.
Brezilya somutunda da Lula’nın ve O’nun önderliğindeki İşçi Partisi’nin seçimleri kazanmasının onların birazcık da olsa “sol” sosyal-demokrat siyasetten giderek sağcılaşması “orta sol”a kayması sonucu
olduğunu savunduk. Lula daha 2002 yılında yapılan
seçim propagandası sırasında emperyalistlere ve
kurumlarına yapılmış anlaşmalara uygun davranacağının garantisini vermiş ve kendisinin başkanlığa
seçilmesinden önceki iki dönem başkanlık yapan
Fernando Henrique Cardoso’nun yürüttüğü siyaseti
birazcık “sosyalleştirmeye” yönelmesi dışında özde
farklı bir siyasete sahip olmadığını tespit etmiştik.
Lula’nın başkanlık dönemindeki siyasetini ve uygulamalarını da ortaya koymuştuk. Brezilya’daki gelişmeler de değerlendirmelerimizi onayladı. Lula ya da
İşçi Partisi’nin temel siyaseti kapitalistlerle “sosyal
ortaklık” siyasetiydi. “Ulusal birlik” adına işçileri
emekçileri burjuvazinin kuyruğuna takmaktı. Bu siyasetinin başarlı olması için de “sıfır açlık” “toprak
reformu” vb. vaatlerde bulundular. Yoksulluğun azaltılması için atılan adımlar da -bu adımlar belli ölçüde
yoksulların yaşamlarını iyileştirse de- bu siyasetin,
kitleleri burjuvazinin kuyruğuna takma siyasetinin,
başarılı olması içindi.
Bu siyaset temelinde de Lula ya da daha sonra
Rousseff’in başkanlığı dönemlerinde İşçi Partisi
Brezilya’daki sömürü sisteminin parçası, savunucusu olduğunu yaptıklarıyla belgeledi. Seçimlerde son
vereceğini vaat ettiği yiyiciliğe, rüşvete kendileri de
bulaştı.
Lula döneminde Brezilya burjuvazisi için ekonomik
gelişmeler tıkırındaydı! Ekonomideki hızlı kalkınma
sonucu Brezilya dünyanın altıncı ekonomik gücü haline geldi. 2011 yılından sonraki dönemde ekonomide
gerileme başladı ve 2014 yılında kalkınma oranı %0,1
iken bu düşüş 2015 yılında % eksi 3,8 oldu. 2016 yılında da ekonomideki küçülme devam etti ve tahminle-
iktidarını koruyabilmek için de, Başkan olarak sürüncemede bırakılan ve perde arkasında kendileri
hakkındaki soruşturmaları engelleyen baş yiyicilere
karşı, soruşturmaların derinleştirilmesinden ve bu
yiyiciliğin baş sorumlularının ortaya çıkarılıp cezalandırılmasından yana tavır takındı. Bu tavır baş yiyicileri Rousseff’e karşı saldırıya geçiren bir rol oynadı. Bu karşı saldırı, hem sermayedarların ekonomik
çıkarlarının hem de parlamentoda milletvekili veya
senatör olarak yer alanların (ki bunların önemli bir
kesimi büyük toprak sahibi ve patrondur) kişisel çıkarlarının örtüşmesinin de sonucuydu.
panorama
re göre % eksi 3 civarında bir küçülme olacaktır. Yani
Brezilya ekonomik kriz içindedir. Sözkonusu bu ekonomik gerileme sonucunda Brezilya, dünyanın altıncı ekonomik gücünden dokuzuncu sıraya düşmüştür.
Bu gidişat Brezilya’nın sermayedarlarının hiç de işine
gelmemektedir.
İşçiler emekçiler ise bu gidişatın esas kurbanlarıdır.
İşsizlik oranı verilen bilgilere göre %12 kadardır.
Kimi verilere göre bu oran kendisini somut olarak
11,8 Milyon işsiz sayısı olarak göstermektedir. Kısacası ekonomik durum ne sermayedarların ne de
işçilerin emekçilerin çıkarlarına uygundur. Sermayedarlar daha fazla kar isterken, işçiler emekçiler yaşamlarının daha da kötüleşmesiyle karşı karşıyadır.
Çıkarları farklı da olsa, bu olgu hem sermayedarların
hem de işçi ve emekçilerin Rousseff’e karşı olmasını
beraberinde getirmiştir.
Örneğin 2013 yılının yaz aylarında ulaşım, taşıma ücretlerine yapılan 20 Cent’lik zama karşı yüzbinlerce,
milyonlarca işçi emekçi sokaklara çıktı, protestolar
gerçekleştirdi ve zamları geri aldırdı. Rousseff yönetimine karşı protestolar değişik dönemlerde değişik
sayıdaki katılımlarla devam etti.
İşçi Partisi’nin ve Rousseff’in kitle desteğinin giderek
düştüğü bir ortamda, özellikle “neoliberal” siyasetin,
devletin ekonomideki konumunu ve gücünü özel kapitalistlerin lehine değiştirme, özelleştirmeyi teşfik
etmeyi savunanlar, Rousseff’e ve yönetimine karşı saldırıya geçtiler. Bu saldırıyı teşfik eden ve hızlandıran
önemli etkenlerden biri de 17 Mart 2014 tarihinden
beri ülkenin en büyük tekeli durumunda olan Petrobras ile bağlantılı milyarlarca ABD Doları’nın sözkonusu olduğu rüşvet, yiyicilik skandalı bağlamında,
adına “Operation Lava Jato” denen soruşturmanın
yapılmasıdır. Sözkonusu yiyiciliğe, rüşvete parlamentoda olan tüm partiler bulaşmıştır. Anda parlamento
ve senatoda bulunan 513 milletvekili ve 81 senatörün
%60’ı hakkında soruşturma yürütüldüğü söylenmekte, yazılmaktadır. Kimileri bu soruşturma sürecinde
hapis cezasına çarptırıldı. Verilen bilgilere göre 174
kişi hapse mahkum edilmiş, 1397 dava sürmektedir
ve en azından 16 değişik işyeri, tekel ya da holding
bu rüşvete, yiyiciliğe bulaşmıştır. Bunların ülkenin
ekonomisinde belirleyici güçler olduğu da gözönüne
alındığında, tüm sistemin yiyici, rüşvetçi bir sistem
olarak işlediği ortaya çıkmaktadır.
İşte bu sistem içinde sıkışıp kalan Rousseff, İşçi
Partisi’nden de birçok kişinin, milletvekili ya da
bakanın bu yiyiciliğe bulaşması olgusuna rağmen,
GÖREVDEN ALMA SÜRECİ...
Yiyicilerin birbirlerini karşılıklı suçladığı bir ortamda Rousseff de 2014 yılındaki Başkanlık seçimleri
öncesi ve sırasında bütçe açığını olduğundan düşük
gösterme ve seçim kampanyasını Petrobras’a mamul
üreten şirketlerin illegal bağışlarıyla finanse ettiği,
Vergi Kanunu’nu zedelediği vb. iddialarıyla suçlandı.
Sonuçta 7 Ekim 2015 tarihinde Yüksek Seçim Mahkemesi Rousseff hakkında yiyicilik yaptığı şüphesiyle
savcılığın soruşturma başlatmasına karar verdi.
Bu tarihten Rousseff’in başkanlıktan azledilmesi kararının Senato tarafından verildiği 31 Ağustos 2016
tarihine kadar yaşananlar, burjuvazinin sömürü
sisteminin, iktidar dalaşının nasıl işlediğini açıkça
gözler önüne seren bir “ders kitabı” olarak yazılabilir... Entrikalar, sahtekarlıklar ve sonuçta kapitalistemperyalist sistemde yazılı kanunların değil, güc’ün
iktidar dalaşında belirleyici olduğu, kanunların da
bunlar tarafından yorumlandığı, yapıldığı, gerektiğinde de kendilerinin yaptığı kanunları çiğnemekten
geri kalmadıkları vb. vb. gerçeği kendisini her lahzada orta yere sergiledi... Bunların hepsini yazmak ise
makalemizin sınırlarını aşmaktadır. Bu nedenle kendimizi Rousseff’i azletme konusundaki gelişmelerin
kimi öne çıkan yanlarını aktarmakla sınırlıyoruz.
3 Aralık 2015 tarihinde Meclis Başkanı Eduardo Cunha Rousseff’e karşı görevden alma davası açılması için
yapılan başvuruyu kabul ederek davanın başlatılmasının yolunu açtı. Cunha’nın kendisi baş yiyicilerden
ve hakkında soruşturma yürütülenlerden biridir. 9
Aralık 2015 tarihinde Yüksek Mahkeme Rousseff
hakkındaki suçlamanın dava açılıp açılmamasına
yeterli bir neden olup olmadığının araştırılması için
davayı geçici olarak dondurdu. Bu karara yol açan neden ise Cunha’nın Meclis’te Rousseff hakkında dava
33
panorama
34
açılıp açılmaması işini araştırmak için oluşturulan
65 kişilik komisyonun seçiminde usulsüzlük yapıldığı yönlü itirazdır. Cunha oylamayı gizli yaptırmış ve
komisyona çoğunluğu Rousseff karşıtı olan milletvekillerini seçtirmiştir.
Karşılıklı suçlamaların, saldırıların yoğunlaştığı bir
ortamda iktidar dalaşı 2016 Mart ayı ortalarına kadar
tamamen kızıştı. Lula Mart ayı başında kolluk güçleri
tarafından geçici olarak tutuklandı ve Petrobras olayı
hakkında yanlış ifade verme ve karapara aklama vb.
suçlamasından sorgulandı. Rousseff 16 Mart 2016 tarihinde Lula’yı başbakan olarak kabinesine eklemeye
kalkıştı... Ama araya yargı girdi ve Lula’nın başbakan
olmasını engelledi. Mart ayı sonunda ise Başkan Yardımcısı Michel Temer’in partisi Brezilya Demokratik
Hareket Partisi (PMDB) İşçi Partisi ile koalisyondan
çekildi. Koalisyonun bozulmasına rağmen Temer,
Rousseff’in başkanlıktan azledilmesi durumunda
otomatikmen Başkan olacağı için de Başkan Yardımcılığı görevini sürdürdü.
11 Nisan 2016 tarihinde 65 kişilik komisyon, 27 oya
karşı 38 oyla Rousseff hakkında dava açılması önerisinde bulundu. 12 Nisan’da Temer’in Başkan olması durumunda yapacağı konuşma internette dolaşmaya başlamıştı. Açıklaması, güya denemek için
Smartfonu’na kaydettiği konuşmayı yanlışlıkla partililerine yolladığı biçimindeydi. 17 Nisan’da mecliste
yapılan dokuz saatlik tartışma sonrasında yapılan oylamada 367 milletvekili Rousseff hakkında görevden
alma davası açılmasından yana oy kullanarak üçte iki
çoğunluk için gerekli olandan (342) fazla bir sayıyla
davanın açılmasına karar verdi.
5 Mayıs’da ise Rousseff’in azledilmesi için mücadelenin başını çeken Meclis Başkanı Cunha Yüksek Mahkeme kararıyla görevinden azledildi. Azledilmenin
açıklaması, Cunha’nın makamını kötüye kullandığı
ve kendisi hakkında “Petrobras-Skandalı” bağlamında yürütülen soruşturmayı engellediği vb.dir. 13
Eylül’de ise mecliste yapılan bir oylamayla Cunha’nın
milletvekilliği de elinden alındı ve 19 Ekim’de de tutuklandı.
Cunha’nın yerine geçici Meclis Başkanlığı’na seçilen
Waldir Maranho (Temer ve Cunha’nın partisinden
biri) Rousseff’e karşı davayı durdurdu ve mecliste oylamanın yeniden yapılması kararını açıkladı. Bu kararın kabul edilmesi durumunda Senato’ya aktarılan
davanın meclise geri iade edilmesi gerekiyordu. Senato Başkanı Renan Calheiros ise Maranho’nun kararından birkaç saat sonra yaptığı açıklamayla davanın
planlandığı gibi sürdürüleceği açıklamasını yaptı ve
Maranho’nun kararını “demokrasiyle oynama” olarak tanımladı. Bir gün sonra Maranho kararı geri
çekti. Roussef bu gelişmelere karşı tavır takınırken
anda Brezilya’daki konjonktürün “entrikalar ve karşı entrikalar” tarafından belirlendiğini ve “önümüzde uzun ve sert bir mücadele duruyor” tespitlerini
yaptı. Kendisine karşı “darbe” yapılmak istendiğini
ve sonuna kadar mücadele edeceğini savunmasının
yanısıra, gerçekçi davranarak kendisinin “oyundışı
bırakıldığını” kabul ediyordu. Bu arada Rousseff’in
davayı durdurması için Yüksek Mahkeme’ye başvurusu ise mahkeme yargıcı tarafından reddediliyordu.
11 Mayıs’ta Senato’da yapılan oturum 20 saat kadar
sürünce, Rousseff’in, hakkındaki soruşturma sonuçlanana kadar geçici olarak azledilmesi konusundaki
oylama da 12 Mayıs’da gerçekleşti. Bu geçici azletme
kararı için salt çoğunluk gerekiyordu. Senato 55 evet
22 hayır oyuyla çoğunlukla Rousseff’i 180 günlüğüne
geçici olarak azletti. Rousseff kabineyi dağıttı ve aynı
gün Başkan Yardımcısı Temer geçici Başkan olarak
koltuğa oturdu, yeni hükümeti kurdu.
Kurulan yeni kabine “beyaz” ve yaşlı erkeklerden
oluşuyordu. Kadın haklarıyla ve azınlıkların haklarını savunma, eşitsizliği giderme ile ilgili bakanlıklar
lağvedilmişti. Kabinede yer alanların çoğunluğunu,
hakkında yiyicilikten soruşturma yürütülenler oluşturuyor. Bu arada kimi kabine üylerinin Petrobras
yetkilileriyle vd. yaptığı konuşmaların bant kayıtlarının ortaya çıkması sonucunda üç milletvekili istifa etmek zorunda kaldı. Sözkonusu kişilerin kendi
haklarında yürütülen yiyicilik soruşturmalarına son
vermenin en garantili yolunun Rousseff’in koltuktan edilmesi olduğunu savundukları ve bu nedenle
Rousseff’e karşı görevden alma davasının açılmasına
çalıştıkları ortaya çıkmıştı.
Senato’da kurulan Özel Komisyon 4 Ağustos’ta 14’e
5 oy çoğunluğuyla Rousseff hakındaki davanın açılmasını tasdik etti. 10 Ağustos’ta ise Senato’da yapılan
oylamada 59 evet 21 hayır oyuyla karar verildi. Bunun
sonucunda 25 Ağustos’ta Senato’da davaya başlandı!
29 Ağustos’ta Rousseff kendisi hakkında iddia edilen
suçları işlemediğini, “ben cürüm işlemedim” diyerek
savunurken “görevden almaya karşı vereceğiniz oylar, demokrasiye verilecek oylardır” diyerek senatörlere kendisine karşı yapılmak istenen “darbe”ye karşı
demokrasiden yana tavır takınmaları çağrısında bulundu.
Görevden alma davasını gündeme getirenler ve
panorama
gelişmelerin nasıl bir yol alacağını göreceğiz.
Ekim ayı başında yapılan belediye seçimlerinin ilk
turunun sonuçlarına bakıldığında İşçi Partisi’nin
seçmen bazındaki desteğin önemli ölçüde gerilediği
ortaya çıkmaktadır. İkinci tura kalan seçim bölgeleri
dışta tutulursa İşçi Partisi önceki seçimlerde kazandığı belediyelerin %60’ını kaybetmiştir. Bu da gelecek
başkanlık seçimlerinde İşçi Partisi’nin adayının -bu
Lula da olsa- kazanmasının çok zor olduğuna işaret
etmektedir.
KISACA TEMER’İN EKONOMİK POLİTİKASI...
mümkün kılanlar Rousseff ve İşçi Partisi’nin yönetiminden kurtulmaya kararlıydılar. Tüm bu süreçte
Roussef, Lula ve İşçi Partisi’ne karşı yaygın bir kışkırtma, saldırılar ve evet hakaretler gerçekleştirildi.
Sayısı küçümsenmeyecek ölçüde “aklı evveller” de
yok değildi bu saldırılarda. Yürüyüşlerde atılan, İşçi
Partisi’nin binalarına yazılan sloganların önemli bir
bölümü hakaretlerle dolu iken, İşçi Partisi, Rousseff
veya Lula “sosyalist, komünist” gösterilerek anti-komünist propagandaya da ağırlık verildi. Bu anti komünistler için Venezuela komünist bir ülkeydi ve
Rousseff’e karşı atılan soganlarda da “yeni bir Venezuela istemiyoruz” vb. sloganlar yaygındı.
31 Ağustos’ta Senato’da yapılan oylamada 61 senatör Rousseff’in görevden alınmasına evet oyu verdi.
Rousseff’den yana oy kullananların sayısı 20 idi. Böylece 2002 yılındaki seçimleri kazanan Lula’nın 2013
Ocak ayı başında görevi devralmasından bu yana süren İşçi Partisi yönetimine resmen son verilmiş oldu.
Bu kararla Temer’in geçici Başkan olması durumu da
son buldu. Temer’in Başkan olarak görev süresi 2018
yılı sonuna kadar -eğer bu arada o da görevden azledilmezse- sürecek.
İşçi Partisi’ne saldırılar sadece Rousseff’in azledilmesi ve buna bağlı olarak İşçi Partisi yönetimine
son verilmesiyle sınırlı değil. Baş yiyiciler kitlelerin
tepkilerini de kendi mecralarına aktararak gelecek
başkanlık seçimlerinde seçilme olasılığı andaki kamuoyu araştırmalarına göre büyük olan Lula’nın
yeniden başkan seçilmesini engellemek için de işbaşındalar... Lula hakkında açılan dava ile onun siyaset
yapma hakkını elinden almak ve seçimlere başkan
adayı olarak katılmasını engellemek; bu iş olmazsa
onu kitlelerin gözünden düşürüp seçimlere katılsa da
seçilememesini sağlamak amacındadırlar. Bu konuda
Kamuoyu anketlerine göre Temer’in halk içindeki
desteği %6 civarındadır. Bugün seçime gidilse başkan seçilmeyeceği kesindir. Ama o yine de 2018 yılı
sonuna kadar başkanlık koltuğuna oturacak, çünkü
sermayedarlar onu desteklemektedir. Senato ve parlamentonun çoğunluğu, yargının karar verici mercileri
-örneğin Yüksek Mahkeme- ve Ordu ile ortak anlayış
temelinde Rousseff ve İşçi Partisi ekarte edilmiştir.
Ordu’nun açık müdahaleye girişmemesi, esasında
Rousseff’in kitle bazındaki desteğinin zayıf olması ve
buna bağlı olarak protestoların cılız kalmasıdır. Ama
kamuoyuna yansıyan bant kayıtlarında, Rousseff’i
azletmek isteyenlerin konuşmalarında Ordu’nun da
bu işe onay verdiği, herhangi bir kargaşada duruma
müdahale edeceğinin garantisini verdiği yönlü bilgi
vardır.
Bu siyasetin ekonomideki yansıması ise reformlar adı
altında işçilere emekçilere yeni saldırılardır. İş hayatını esnekleştirme, yani daha yoğunlaştırılmış sömürü,
buna bağlı olarak işçilerin emekçilerin iş hayatındaki
haklarının daha da kısıtlanması yapılacak “reformların” başında gelmektedir. Bunun için iş kanunu
değiştirilecek. Emeklilik yaşının yükseltilmesi de
bu saldırıların arasındadır. Özelleştirme ise değişik
alanlarda sözkonusudur. Havalanlarının işletilmesi,
otoyollarının, su dağıtım ağlarının, tahıl ve benzin/
yakıt depolarının, dağıtım merkezlerinin, hidroelektrik santraller ve tabii ki gaz ve petrol sektörü vb. vb
hepsi de özelleştirme planlarına dahildir. Bunların
yanısıra devlet giderlerine üst sınır sınırlaması getirilmektedir. Giderlerin kısıtlandığı esas alan ise, İşçi
Partisi yönetimi döneminde yoksullara, köylülere verilen yardımlar vb. alanıdır. Kısacası Brezilya’nın işçi
ve emekçilerini daha da kötü ve zor günler bekliyor.
22.10.2016
24 Ekim 2016
35
panorama
36
FİLİPİNLER’DE DEĞİŞİM Mİ?
DUTERTE–DEVLET BAŞKANLIĞI ALTINDA
NASIL BİR GELECEK?“ HAKKINDA
FİLİPİNLER KOMÜNİST PARTİSİ
Herşeye Rağmen‘nin önsözü:
Filipinler Komünist Partisi‘nin (CCP)(1) ülkelerindeki
devlet başkanı değişikliği ile ilgili bir siyasi değerlendirmesini yayınlıyoruz. Bu metin Proleter Devrim/
Avusturya tarafından çevrilmiş ve aşağıdaki önsöz
ile birlikte güncel sayıları 63‘de yayınlanmıştır:
„Proleter Devrim-Redaksiyonunun Önsözü: Rodrigo Duterte 10 Mayıs‘ta kendinden sonra gelen adayla arasındaki 6 milyonu aşkın oy farkıyla
Filipinler‘in yeni devlet başkanlığına seçildi. O, seçim kampanyasında diğer şeylerin yanısıra polis aracılığıyla „adli suçluları öldürme“ vaadiyle Avrupa‘da
manşetlere çıkmıştı. Filipinler Komünist Partisi
(veya Joma Sison) bununla ilgili olarak şunu açıklamıştı: ‚Filipinler Komünist Partisi önderliğinde devrimci hareket ve halk Duterte‘nin yolsuzluğa ve suça
karşı mücadele kararlılığını desteklemektedir.‘
Filipinler Komünist Partisi‘nin merkez organının
seçimlerin hemen ardından yayınlanan özel sayısından parçalar yayınlıyor ve tartışmaya sunuyoruz. Makalenin tamamı İngilizce olarak <philippinerevolution.net> de yeralmaktadır; biz Filipinler
Komünist Partisi‘nin Duterte‘yi değerlendirmesine
ilişkin en önemli pasajları sunuyoruz.“
Duterte-hükümeti Ağustos ortasında, NDF’in(2) 22
danışmanından çoğunu tazminat karşılığı hapisten salıverdi. Bunlardan bir grup doğrudan uçakla
Oslo’ya 22 Ağustos Pazartesi günü Filipinler hükümeti ile NDF arasında başlatılan barış görüşmelerine
ulaştırıldı. Şimdilik bir yıl ile sınırlandırılan bu görüşmelerin hamisi Norveç hükümetidir. Jose Maria
Sison (3) “NDF’in baş danışmanı“ olarak ve Luis Jalandoni NDF’in barış görüşmeleri delegasyonu başkanı olarak bu görüşmelere katılıyor.
Sison ilk görüşmede NDF’in hedeflerini özetleyen
bir açılış açıklaması yapıyor: “Adaletli ve sürekliliği sağlanmış bir barış insanları azgelişmişlik, sosyal
adaletsizlik ve yoksulluk batağından çıkaran reformlar temelinde yükselmelidir. Bu anlamda çatışmasızlık ve kooperasyonun ötesinde barış ve kalkınma için ulusal birlik hükümeti hedeflenebilinir.“ (4)
Daha 26 Ağustos’ta Oslo’da çatışmanın tarafları,
Yeni Halk Ordusu (NPA) ve hükümet ordusu arasında sınırsız bir ateşkes anlaşmasını kabul ettiler.
MLPD/Rote Fahne (Almanya Marksist-Leninist
Partisi/Kızıl Bayrak) ile Ağustos ayında yapılan bir
röportajda Sison şu açıklamada bulunuyor: “NDF,
Duterte önden adım atarsa, Duterte ile birlikte ilerlemeye hazırdır.“ O, yeni devlet başkanını kesinlikle
“çelişkili“ olarak değerlendiriyor, örneğin “uyuşturucu baronları“na karşı mücadelede. Bir diğer negatif faktör olarak örneğin, Avusturalyalı misyoner kadının tecavüze uğramasıyla ilgili olarak Duterte’nin
sarfettiği erkek şovenisti sözü
sayıyor. Buna “aptalca“ diyor
ve “nitekim bunun için açıkça ve derhal özür diledi“ diye
devam ediyor. Sison ayrıca,
bu başkanlık ağzından maço
ifadelerle ilgili olarak kadın
örgütü Gabriela’nın “keskin
eleştirisi“ne işaret ediyor.
Sison, “bir dizi sorunda ilerici bir noktada pozisyon aldığı, dikkate alınmalıdır“ (5)
diyor ve bunu pozitif olarak
öne çıkarıyor ve bir başka röportajda şunu tespit ediyor:
“Eğer gerçekten de kendi
kendine atfettiği Filipinler’in
ilk sol devlet başkanı olma
rolünün gereğini yaparsa, Duterte’nin hükümet
döneminde önemli ve geniş çaplı değişiklikler olabilir. Yani, ülkedeki antiemperyalist ve demokratik
güçlerle kooperasyon yaparsa, ulusal egemenliği koruma, sosyal adaleti inşa etme ve gerçek bir toprak
reformu aracıyla ve ulusal sanayileşme yoluyla iktisadi geliştirme için, kitleleri harekete geçirmeye ve
onların demokratik güçlerini kullanmaya hizmet
ederse.“ (6)
Kızıl Bayrağ‘ın verdiği bilgiye göre yeni Duterte-hükümetinde şu demokratik güçler temsil edilmektedir:
“Ulusal-demokratik hareketin dört temsilcisi Haziran ayından beri hükümetin üyesidir: Köylü hareketinin önderlerinden Radael Mariano Tarım bakanıdır. Profesör Judy Tagiwalo Sağlık Bakanıdır. KMU
sendikasının önderlerinden Jael Manglunsad çalışma bakanlığında devlet sekreteridir. Kadın birliği
Gabriela’nın tanınmış milletvekili Liza Masa kadın
bakanlığında devlet sekreteridir.“ (7)
Bu materyalleri okurlarımızın bilgisine ve tartışmasına sunuyoruz. Biz henüz tam bir durum değerlendirmesi yapabilecek durumda değiliz. Şu ana kadar
şunlar söylenebilir, Batı, hepsinin önünde de ABD,
kendilerinin Filipinler’deki üst egemenliğini sorgulayan ve bir röportajda “Rusya ve Çin ile yeni bir
BM“ hedefi tehditini savuran, bu “underdog“ (“aşağılık köpek“ ???) Duterte’ye öfke yağdırıyorlar.
NDF ve CPP’nin ham hayaller yaymadan bu şansı
yakalayarak barış görüşmeleri sürecine girmesi tabii
ki doğru ve önemlidir. Bu gelişmeleri ilgiyle izleye-
panorama
Proleter Devrim-Redaksiyonunun Önsöz‘üne
birkaç yeni olgu eklemek istiyoruz:
37
panorama
cek ve bunlar hakkında bilgi vereceğiz.
Filipinler Komünist Partisi, bizim için onyıllardan
beri dünya çapında önemli bir marksist-leninist partidir, kendimizi onlarla yakın bağlılık içinde görüyor
ve deneyimlerinden esinleniyoruz.
…
I. Duterte’nin devlet başkanı seçilmesinin
anlamı
38
Davao City (Mindanao adası başkenti) belediye başkanı Rodrigo Duterte’nin Filipinler Cumhuriyeti
(GRP) hükümeti başkanlığına seçilmesi, (eski başkan) Aquino’nun “iyi hükümet yönetimi“, “kapsamlı büyüme“ ve “doğru yol“ iddialarının muazzam bir
reddi önemine sahiptir. O, egemen sistemin çok para
harcadığı ve siyasi olarak favorize ettiği adayı Mar
Roxas’a karşı kazandı.
Duterte, Aquino rejimine karşı keskin bir saldırı yürüttü ve Aquino-rejimine derin nefret duyan ve altı
yıllık iktidarını soygun, yalan, uşaklık ve halkın ihtiyaçlarını karşılama noktasında her bakımdan başarısızlık olarak gören Filipinler halkına kendisini
oligarşik Kaziken hegemonyasının alternatifi olarak
sundu. (…)
Duterte’nin başkanlığa yükselişi yarı-sömürge ve yarı-feodal sistemin derinleşen ve keskinleşen krizini
yansıtmaktadır. O halkın geniş desteğini kazanabildi, çünkü onların hoşnutsuzluklarını ve baskıcı
ve köhne egemenlik sistemine bir son verme derin
talebini kavradı. Duterte’nin seçilmesi egemen sınıflar arasındaki derinleşen fraksiyon mücadelesini de
yansıtmaktadır. (…)
Duerte ve müttefikleri federalizmi uygun görüyor,
ulusal yönelim ve kaynakların gözetilmesinden yoksunluğu, hizmetlerin çok ağır gelişmesini ve ulusal
iktisadı geliştirmedeki yetersizliği eleştiriyorlar. Egemen sınıfların böyle bir talep getirmesi, ülkenin zenginliklerinin yeniden paylaşılmasını yansıtır.
Duterte’nin başkanlığı altında bağımlı devlet olan
Filipinler ilk kez ABD emperyalistlerine uşak olmayan biri tarafından temsil edilmektedir. Duterte,
ABD’nin bombalı terör saldırılarının zirve yaptığı
2002 yılında, Davao’da bir otelde kendi yaptığı bombanın istem dışı patlaması üzerine, ajanları Michel
Meiring’i hızla geri çekmeleri nedeniyle ABD ve
CIA’ye sövgü yağdırdı.
O, Davao havalimanının ABD’nin İHA’ları (insansız
hava aracı-ÇN) için üs olarak kullanılmasına karşı
çıktı ve EDCA’ya (Kapsamlı Savunma İşbirliği An-
laşması) karşı konuştu.
Duterte, kendisinin yakışıksız tecavüz şakası ardından yorumlarıyla siyasi müdahalede bulunan şu anki
ABD ve Avusturalya elçilerini yerin dibine geçirdi.
Diğer taraftan siyasi elitin geri kalan kısmı genelde
ABD taraflısıdır ve ABD’nin egemenliğini ve askeri
varlığını mümkün kılmaktadır. CIA ve ABD askeriyesi ve onların yerel ajanları egemen devletin büyük
bölümüne hakimdir, özelde de orduya (AFP). Duterte bizzat kendisi ABD yanlısı ve IMF/Dünya Bankası
yanlısı memurları kendi iktisadi ekibine almaktadır.
(…)
Duterte gerçekten ciddi ve kararlı bir şekilde vaadini yerine getirir, suç eğilimine, özellikle de çok yaygın olan uyuşturucu ticaretinin kökünü 3 ile 6 ay
arasında kazırsa, bununla suç mafyalarını koruyan,
onlarla birlikte çalışan ve içiçe geçmiş olan askeriye,
polis generalleri ve bürokratik kapitalistlerinin saflarına derin bir kazık çakmış olur.
İlk adım olarak ateşkes açıklamasında bulunarak,
Filipinler Ulusal Demokratik Cephe (NDFP) ve
Moro halkının çeşitli gruplarıyla barış görüşmelerini ilerletmek için niyetini göstermiş oldu. Sadece
halk direnişini bastırmayı güden militaristleri kızdırma pahasına saygı gösterdi ve hatta devrimci güçlerle açıktan dostluk gösterisinde bulundu.
Duterte kendisini, yerleşik siyasetin “dışında“, “sosyalist“ ve ülkenin ilk “sol başkanı“ olma şeklinde
tanımladı.
Duterte’nin kendini sosyalist olarak nitelemesi,
ABD’ye karşı yönelen keskin tehditleri, Çin ile ilişkilerin geliştirilmesine yönelik açıklığı ve devrimci
güçlerle barış görüşmeleri yürütme coşkusu ABD
müdahalesini isteyen öfkelilerin, sömürgecilik taraftarlarının ve isyan bastırma dogmacılarının hiç hoşuna gitmeyecek.
II. Duterte rejimiyle hızlı barış anlaşmasının
geleceğine ilişkin
(…) Duterte’nin yöneliminin belirli ilerici yanları,
devrimci hareketin hem siyasi varlık gerekçesini ve
hem de gücünü tanıması ve Mindanao’da şimdiye
kadar devrimci güçlerle birlikte çalışması barış anlaşması görüşmelerinin hızlandırılmasını mümkün
kılıyor.
CPP ve devrimci güçler Duterte’nin NDFP ile Filipinler Cumhuriyeti hükümeti (GRP) arasında ciddi barış anlaşması görüşmeleri planını selamlıyorlar, aynı
III. Duterte döneminde gerçekleştirilmesi önde
duran önemli reform görevleri
Duterte halk arasında temelden ve hızlı reformların
gerçekleştirilmesi beklentisi yarattı. ABD müdahalesinin yeminli karşıtı olarak Duterte, 1946 yılındaki Roxas rejiminden bu yana 70 yıllık ABD kuklası
rejimler zincirini sonlandırmanın müstesna şansını
yakalamıştır. (…)
Duterte, ABD’ye uşaklık etmeyen ve ondan bağımsız olan, bağımsız bir dış politika sürdüren ilk devlet
başkanı olabilir. Bunun için Duterte ABD’nin savaş
kışkırtıcılığını mahkum etmek zorundadır, aynı şekilde ABD ile Çin arasındaki karşılıklı kılıç çekme
ve deniz bölgesinin askerileştirilmesini de. (…)
Bunun mantıki sonucu olarak, ABD’ye olan iktisadi
ve ticari bağımlılığını sonlandırmak amacıyla, karşılıklı çıkar temelinde Çin ile iktisadi ve ticari ilişkilerin geliştirilmesi siyaseti güdebilir. (…)
Tarım iktisadını geliştirebilmek için Duterte gerçek
bir tarım reformu gerçekleştirme talebinin büyük
görevinin gereğini yapmak zorundadır. Gerçek bir
toprak reformu küçük köylülere ücretsiz toprak dağıtılması anlamına gelir. (…)
IV. Filipinler halkı ve devrimci hareket için
görevler
(…) Duterte siyasi açıklamalarında egemen neoliberal iktisadi düşünce tarzından kendini açıkça ayırmak zorundadır. (…)
Geçmiş yıllarda Venezuela’nın Hugo Chavez’i (19992013) ve Bolivya’nın Evo Morales’i (2006- bugüne
kadar) kararlı bir biçimde ülkelerinin kendi kaderini
tayin hakkını savundular.
Onların anti-emperyalizmi hükümetlerine toprak
ve petrol gibi kaynakları dış ülkelerin kontrolünden
kurtarma ve bunları öğrenim ve kamusal sağlık hizmetleri için devlet harcamalarının arttırılması şek-
linde halka sunulması sağlandı.
Hükümetlerin antiemperyalizminin önemli avantajlarından halkın faydalanmış olmasına ve sosyal ve
iktisadi hizmet alanında kaynakların arttırılmasına
rağmen, işçi ve küçük köylü kitleleri baskı ve sömürü
altında ezilmeye devam etmekteydi, çünkü yabancı
büyük sermayedarlar ve büyük toprak sahipleri hâlâ
daha iktisadın ve devlet iktidarının diğer bölümlerinde egemenliklerini koruyorlardı.
Diğer şeylerin yanısıra, yarı sömürge ve yarı feodal sistemin giderek kötüleşen şartları, egemen sınıflardaki fraksiyon mücadeleleri, ABD’nin sürüp
giden baskıcılığı ve emperyalist rakip güç olarak
Çin’in yükselişi Duterte gibi siyasi marjinalleri GRPBaşkanlığına tırmandıran koşulları yaratıyor.
Filipinler halkı ve onun devrimci silahlı güçleri barış
ve gelişme için ulusal birlik mücadelesi çerçevesinde Duterte rejimi ile ittifak yapma imkanında ısrar
ediyorlar.
Duterte’nin cesareti yakında sınanacaktır. Sözlerinin ardında duracak ve ABD emperyalizmine karşı
ayağa kalkma imkanını kullanacak mıdır? (…)
CPP ve NPA (Yeni Halk Ordusu) temelden değişimlerin ancak silahlı mücadeleyle baskıcı ve sömürücü,
yarı feodal ve yeni sömürgeci iktidarın yıkılmasıyla
erişebilineceği görüşüne sıkıca bağlıdır. Fakat biz,
silahlı çatışmanın temelindeki sebeplerin ortadan
kaldırılması için ortak noktaların araştırılmasına
ilişkin, barış ve diyalog doğrultusundaki her dürüst
öneriyi de selamlıyoruz. (…)
Filipinler proletaryası ve halkı stratejik ve tarihsel
bir pozisyonla silahlıdır ve emperyalistlerin ve yerel
büyük burjuva komprador ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğinin, ancak onların silahlı devleti
demokratik halk devrimiyle yıkıldığında temelden
sonlandırılacağını bilmektedir.
Dipnotlar:
AngBayan, Özel Sayı 15-05-2015, philipinnenrevolution.net -Proleter Devrim’in kendi çevirisi
Filipinler Ulusal-demokratik Cephe
Filipinler KP’nin kurucu başkanı
Rainer Herning “Oslo’dan alışılmadık resimler“,
junge Welt, 26.08.2016
“Filipinler - yeni bir aşama öncesinde mi?“ Rote Fahne, 16/2016, s.16
J.M.Sison ile reportaj “Barış süreci için şans gayet iyi
durumda.“ 20.05.2016, junge Welt
Rote Fahne, 16/2016, s. 14
panorama
şekilde Hollanda’yı ziyaret ederek orda NDFP’nin
yönetici siyasi danışmanı Prof. Jose-Maria Sison ve
Utrecht’deki NDFP-Anlaşma komisyonuyla şahsen
görüşme planını da.
CPP Prof. Sison tarafından sunulan NDFP ile GRP
arasındaki barış anlaşması görüşmelerini ulusal birlik, barış ve gelişme hükümeti oluşturma hedefiyle
yürütme NDFP-Önerisini tamamıyla destekliyor.
(…)
39
yeni kadın dünyası
40
ROJAVA “DEVRİMİ“ VE KADINLAR
Suriye‘de Esad rejimine karşı ayaklanma ve bunu
takip eden içsavaş bütün şiddetiyle devam ederken,
Batı Kürdistan‘da (Kürdistan‘ın „Suriye sınırları“
içindeki parçası) Kürt kadın ve erkek savaşçılar kendilerine yönelen tüm saldırılara karşı mücadeleyi
kendi ellerine alma kararlılığını ortaya koydular. 18‘i
19 Temmuz 2012‘ye bağlayan gece YPG savaşçıları
Kobanê halkıyla birlikte Esad rejiminin güçlerini şehir dışına sürdü ve yönetimi ele geçirdi. Bu mücadelede kadınlar da aktif bir şekilde yeraldılar ve 2013
yılında YPJ‘yi (Kadın Savunma Birlikleri) kurdular.
Kobanê’nin kurtuluşunun ardından diğer alanlarda
da Baas-rejiminin güçlerini geri çekmesi temelinde
Rojava’nın kurtarılması gerçekleştirildi. Kobanê ve
Rojava artık ulusal özgürdü! Kurtarılan Kürt yerleşim
alanlarında hızla özyönetim yapılandırılmasına
geçildi. 2013‘ün Kasım ayında Rojava‘da yaşayan tüm
dini/mezhepsel ve etnik grupların katılımıyla yeni bir
demokratik anayasa kabul edildi ve Ocak 2014‘de de
Rojava‘da demokratik özerklik ilan edildi. Kabul edilen Anayasa‘nın giriş bölümünde şöyle denmektedir:
„Rojava Anayasası
Rojava Toplumsal Sözleşmesi
Giriş
Din, dil, ırk, inanç, mezhep ve cinsiyet ayrımının
olmadığı, eşit ve ekolojik bir toplumda adalet, özgürlük ve demokrasinin tesisi için. Demokratik toplum
bileşenlerinin siyasi-ahlaki yapısıyla birlikte çoğulcu,
özgün ve ortak yaşam değerlerine kavuşması için. Ka-
dın haklarına saygı ve çocuk ile kadınların haklarının
kökleşmesi için. Savunma, özsavunma, inançlara özgürlük ve saygı için. Bizler demokratik özerk bölgelerin
halkları; Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri ve Arami),
Türkmenler ve Çeçenler olarak bu sözleşmeyi kabul
ediyoruz.“ (Rojava Anayasası, https://civiroglu.net/rojava-toplumsal-sozlesmesi)
İşte, Rojava Demokratik Özerklik Yönetiminin
ilanıyla sonuçlanan bu süreç „19 Temmuz Devrimi“
olarak adlandırılmaktadır. Aynı zaman da ama, bu
ulusal kurtuluş mücadelesinin bir „kadın devrimi“
olduğu propagandası da yoğunluk kazanmaktadır.
Bu nedenle „Rojava Kadın Devrimi“ propagandasının da bir değerlendirilmesi gerekliliğini dayatıyor.
Başta Türk devleti olmak üzere bölgedeki hemen
hemen tüm gerici güçlerin öfke ve şiddetinin hedefi
olan ve doğrudan IŞİD/DAİŞ‘in saldırılarına maruz
kalan Rojava kararlı bir biçimde direnmektedir. Fakat, Rojava‘ya yönelik saldırı tehditleri hâlâ sürmektedir.
Rojava kadın devrimi–Kadınların devrimi mi?
Varolan ulusal, etnik ve mezhepsel farklılıklara
karşın, Batı Asya (Orta Doğu) coğrafyasında kadınlar
yoğun bir erkek egemenliği altında yaşıyorlar. Irak,
Suriye, Lübnan, Suudi Arabistan, İran‘da kadınları
en baştan yasal olarak da erkeğe bağımlı kılan şeriat
yasaları işliyor. Bu yasalar, kadını evleninceye kadar
babaya, evlendikten sonra kocaya tabi kılıyor. Kadınların birey olarak özgür yaşama, çalışma, sokağa
çıkma, seyahat etme, çocuklarının velayetine sahip
olma hakları çoğunlukla hiç yok veya ancak çok özel
şartlarda ve çok sınırlı biçimde var. Kadınların örgütlenme hakları ise sözkonusu dahi değil! Yani bu
coğrafyada kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi
yürütmesi için çok sebep var! Ancak ne yazık ki, bu
ülkelerin ezici çoğunluğunda dikkate alınabilir bir
kadın hareketi sözkonusu değil. Hatta bugün yürüyen savaş ve içsavaşlarda IŞİD, Al Nusra vb. gibi kadınların köleliğini daha da katmerleştiren gerici, dinci hareketler ön planda. Bunların bir tek istisnası var:
uygulaması büyük bir kararlılıkla gerçekleştiriliyor.
PYD (Demokratik Birlik Partisi) eşbaşkanlık sistemini uyguluyor: en tepede Asya Abdullah ve Salih Müslüm eşbaşkanları yeralıyor. Eşbaşkan Asya Abdallah
bir röportajda durumu şöyle özetliyor: „Ortadoğu‘da
hiçbir yerde kadın Kürt ulusal hareketinde olduğu gibi
aktif bir rol gösteremiyor. Siyasal, sosyal veya askeri
alanda olsun, kadın mücadelenin her alanında temsil
ediliyor.“ (Radikal gazetesi röportajından)
Rojava Anayasa‘sının kadınların hak ve özgürlüklerini garanti altına alan kimi maddeleri şöyle:
„6. Madde: Demokratik Özerk Yönetimlerde her şahıs ve oluşum erk ve haklar bakımından yasalar önünde eşittir.“
„22. Madde: Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin
sivil, siyasi, kültürel, toplumsal, ekonomik maddeleri
ve ilgili tüm bildiriler bu Toplumsal Sözleşme’nin bir
parçasıdır.“
„23. Madde:
Herkes etnik, dil, cinsiyet, dini, mezhebi ve kültürel
kimliğini yaşama hakkına sahiptir.“
„27. Madde: Kadınların siyasi, toplumsal, ekonomik, kültürel ve her türlü yaşam hakkı vardır (güvence altına alınır)“
„28. Madde: Kadınlar, özsavunma ve her türlü cinsiyet ayrımını kaldırma, reddetme hakkına sahiptir.“
„29. Madde: Toplumsal Sözleşme, çocuk haklarını
güvence altına alır, çocukların çalıştırılması, çocuklara fiziki ve psikolojik işkence yapılması ve çocukların küçük yaşta evlendirilmesini yasaklar.“
Madde: Demokratik Özerk Yönetimlerin üye sayısı
kentlerin ve bölgelerin nüfusa sayısına (oranına) göre
belirlenir ve cinsiyet kotası yüzde 40’tan (%40) az olamaz. Aynı zamanda seçim yasasına göre; Süryani ve
gençlik temsiliyeti kotası da özel olarak belirlenir.“
„65. Madde: Mahkemelerdeki temsiliyette de yüzde
40 (%40) cinsiyet kotası uygulanır.“
„86. Madde: Kadın temsil oranı tüm kurum, yönetim ve kurullarda yüzde 40’tan az olmamalıdır.“
„90. Madde: Eğitim yöntemleri ve müfredatında da
siyasetten uzaklaştırma, ırkçı ve şoven kavramları
kaldırılır. Bunların yerine toplumsal çok renklilik ve
çok kültürlülüğü koyar.“
Madde: a- Din ve devleti işleri birbirinden ayrıdır.”
(Rojava Anayasası, https://civiroglu.net/rojava-toplumsal-sozlesmesi)
Bütün bunlar şüphesiz, ilerici, demokratik bir
ulusal kurtuluş hareketinin atmış olduğu önemli ve pozitif adımlar olarak değerlendirilmek
yeni kadın dünyası
Kürt ulusal kurtuluş hareketi!
Kuzey Kürdistan‘da otuz yılı aşkındır süren Kürt
ulusal kurtuluş hareketi yönelimi ve pratiği açısından
kadınların eşitliği ve özgürlüğünü önemseyen bir
hareket olarak şekillenmiş, bu mücadele süreci içerisinde kendi kadın kadrolarını, örgütlerini ve gerilla
ordusunu yaratabilmiştir. Bu süreç, Kürdistan‘da yoğun ve ağır biçimde hâlâ varlığını koruyan feodal-pederşahi kölelik zincirlerinin parçalanması demektir.
Batı Kürdistan, Rojava‘daki kurtuluş hareketi de işte
en başından bu kısmen gelişken, ulusal kurtuluş mücadelesiyle kadın özgürlük mücadelesini birleştirmeye çalışan hareketi örnek almıştır.
Her ulusal kurtuluş hareketinin erkek-kadın-çocuk-yaşlı demeden tüm halkına ulusal kurtuluş mücadelesine omuz verme çağrısı yapması normaldir.
Ancak bunu nasıl ve hangi programla yaptığı, önderliğin ilerici-demokratik mi, yoksa gerici-şeriatçı
mı olduğu kadınların özgürlük mücadelesi açısından
belirleyicidir.
IŞİD/DAİŞ, Al-Nusra vd. dinci gericilik önderliğindeki ulusal kurtuluş hareketleri de kadınları „göreve“
çağırmaktadır. Ancak, onların bu mücadele içinde
kadınlara biçtikleri rol salt geri hizmetlerde bulunmak, IŞİD savaşçılarına vb. seks köleliği dahil kölelik
yapmaktır! Kadınların özgürleşme taleplerine bunların programında yer yoktur!
Esad‘ın ordusundan kopmuş subaylar tarafından
oluşturulmuş ve Esad rejimine ve DAİŞ‘e karşı Batılı emperyalistler tarafından desteklenen „muhalif
güç“ olarak „Özgür Suriye Ordusu“nun (ÖSO) da
kadınların özgürlüğü gibi bir derdi yoktur! ÖSO‘nun
denetim alanlarında şeriat yasalarının uygulanması
sözkonusudur.
Rojava‘daki ulusal kurtuluş hareketinin farklılığı bu noktada barizdir. Rojava‘nın silahlı gücü Halk
Savunma Birlikleri‘nin (YPG) kadın kolu, silahlı
kadın gücü olarak YPJ (Kadın Savunma Birlikleri),
Rojava‘yı Baas rejiminden ve IŞİD‘den temizleme,
savunma savaşında en başından itibaren yer aldı ve
kadınlar bu mücadelenin eşit bileşenleri olarak kendilerini gösterdiler. Özerklik ilanını izleyen süreçte,
Rojava öz yönetimini yerel meclisler temelinde örgütlemeye koyuldu. Bu meclislere kadınların dahil
edilmesine büyük önem verildi ve hatta şehirlerde kadınlar kendi ayrı meclislerini oluşturdular. Kadınları ilgilendiren bütün sorunlarda karar mekanizması
olarak kadın örgütleri/organları/meclisleri esas kabul ediliyor. Kamu idaresinde yüzde 40 kadın kotası
41
yeni kadın dünyası
42
zorundadır. Rojava’nın kurtuluş mücadelesinde
PYD’nin kadınların özgürlük mücadelesine verdiği
önem Batı Kürdistan’da kadınların konumunu kökten değiştirme yolunda, feodal-pederşahi kölelik
zincirlerini parçalama yönünde ilk büyük hamleyi
gerçekleştiren bir dönüm noktasıdır. Kabul edilen Rojava Anayasası salt kadın-erkek eşitliğini ve evrensel
insan ve kadın hakları sözleşmelerini temel almakla
kalmıyor, buna uygun toplumsal dönüşümü büyük
bir hızla gerçekleştirebilmek için bütün demokratik
özerk yönetimlerde ve kamu idaresinde yüzde 40’lık
kadın kotası uygulamasını yasalaştırıyor.
Bütün bunların kabul ettirilmesi sürecinde
asırlardır egemen olan
ve kadına söz hakkı
tanımayan mutlak erkek egemen zihniyetin ve
toplumsal alışkanlıkların direncinin kırılması
gerektiği aşikârdır. Rojava’da ilk büyük hamle ve
bu anlamda bir devrim gerçekleştirilmiştir. Kadın
örgütlerinin çatısı Yêkitiye Star’ın, Rojava Kadın
Hareketi’nin bu büyük kazanımın propagandasını
yapmaları, bu devrimden büyük bir gururla bahsetmeleri anlaşılırdır. Ve salt bu anlamda “Rojava kadın
devrimi” propagandası anlaşılırdır.
Ancak, burjuva-demokratik önderliklerdeki ulusal kurtuluş mücadelerinin sınırının bilindiği,
kadınların kurtuluşu toplumsal mücadele yolunun
bilindiği koşullarda, abartılı propagandalardan da
kaçınılmak gereklidir. Bu, özellikle Marksizm-Leninizm adına konuşan hareketler açısından geçerlidir.
Bir devrimde, bir kurtuluş mücadelesinde kadınların
aktif rol oynamasının propagandası elbette önemlidir, fakat gerçek durumun olduğundan fazla
gösterilmesine de izin verilemez. Evet Rojava devrimi, savaşan kadın ve erkeklerin alışılmış toplumsal
rollerini bütünüyle değiştirmeye yönelik büyük bir
ileri atılımdır. Fakat, ekteki Halime Yusif söyleşisinde
de açıkça dile geldiği gibi, henüz her şey çok yeni ve
kırılgandır. Erkeklerin toplumsal gücü ve direnişinin
kırılması hiç de öyle kolay değildir. Tarihteki birçok
ulusal kurtuluş hareketinde görüldüğü gibi, mücadele yıllarında kadınların –biraz da zorunluluktan
kaynaklanan– kazanımlarıyla elde ettikleri konumlar, savaş bitip herkes eve döndüğünde hızla yitirilebilmektedir. Savaştaki kadın ordu komutanları,
yeniden evin dört duvarına hapsedilebilmekte,
çamaşır-bulaşığın içine gömülebilmektedir. Rojava
demokratik özerk yönetimlerdeki yüzde 40’lık kota
şartı, bunun bir freni olabilir. Ama ancak, gerekli
diğer toplumsal adımlarla, öncelikle de kadınların
ekonomik
bağımsızlıklarıyla
birleştirilebilirse.
Çocuk bakımı ve eğitimi ve kadının sırtında olan
bütün yeniden üretim alanının toplumsallaştırılması
adım adım gerçekleştirilebilirse...
Bütün bunlar için, kadınların toplumsal
konumlarının bir bütün olarak değiştirilmesi ve
toplumsal eşitliğin sağlanması için, Rojava’da da
yürünecek daha çok uzun bir yol, gerçekleştirilmesi
gereken proleter devrim var!
Rojava Devrimi’nin kazanımlarını savunuyor, ancak abartılara da ihtiyaç duymuyoruz.
14.10.2016
HALİME YUSİF’LE SÖYLEŞİ: ROJAVA, DEVRİM
VE KADINLAR
Hatırlarsınız, Diyarbakır’daki çılgın proje
açılışında (hani şu Erdoğan, Barzani, Şivan Perwer,
İbo’nun “büyük bir aile” olarak buluşup toplu nikâh
töreniyle barışın kurdelesini kestikleri seyrüsefer)
Başbakan Erdoğan, “Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt
devletine izin vermeyiz” demişti. “Suriye’nin kuzeyi“
diye müphem bir bölgeden bahsedilen aynı basın
demeçlerinde yıllarca “Irak’ın kuzeyi” ya da “kuzey
Irak” diye anılan bölge ise -Barzani’nin hatırına
olacak- “Kürdistan” diye adlandırılmaya terfi etmişti.
Takip eden günlerde “Irak Kürdistan’ını kastettim”,
“Türkiye Kürdistan’ı lafı kabul edilemez”, “Atatürk de
Kürdistan dememiş mi?” gibi demeçlerin izleyicisi/
dinleyicisi olduk. Devletin ve ana-akım medyanın dilinde
“Suriye’nin kuzeyi” diye anılan o meçhul bölgenin,
pek de meçhul olmayan bir adı var: Rojava, yani Batı
Kürdistan. Üstelik geçtiğimiz Kasım ayında Qamişlo
kentinde Batı Kürdistan Geçici Yönetimi ilan edildi.
Başbakanın “Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devletine izin vermeyiz” açıklaması da bununla ilgiliydi
Tüm haberlerde, katıldığınız panel ve
toplantılarda, röportajlarınızda “Yekitiya Star Dış
İlişkiler Sorumlusu Halime Yusif” olarak geçiyor
adınız ama bundan fazlasını bilmiyoruz sizle ilgili.
Kendinizi biraz tanıtır mısınız? Ben Halime Yusif. Efrîn’de doğdum, Halep’te
büyüdüm. Erken yaşlarda, 14-15 yaşlarındayken siyasi fikirlerim oluşmaya başladı. Ondan sonra da siyasi
mücadele, hayatım oldu zaten. Bu yüzden kendimle
ilgili başka ne söyleyeyim bilmiyorum. Devrimden
önce de siyasi mücadelenin içindeydim. Şimdi de
Yekitiya Star’ın Diplomasi sorumlusuyum. 14-15 yaşlarında oluşan siyasi fikirleriniz neydi? Ben siyasete başladığımda yalnızca Kürt kimliğimle
ilgili bir farkındalığım vardı. Şimdi devrimden
bahsediyoruz. Ama devrim öyle birden bire olmadı.
Rojava’da mücadele yıllardır devam ediyor. Çünkü
Kürtlere yönelik baskı ve zulüm çok uzun yıllardır
var. Bunun karşısında da yıllar içinde büyüyen bir
mücadele var. 14-15 yaşlarındayken ben de Kürt
kimliğimden dolayı bu mücadeleye dâhil oldum. O
zamanlar kadın kimliğimle ilgili bir farkındalığım
yoktu. Bizim kadın olarak mücadelemiz daha sonra başladı. Önder Öcalan’ın felsefesi ve çağrısı et-
kili oldu. Yalnızca Kürt olduğumuz için değil kadın
olduğumuz için de biz bu mücadelenin içindeyiz.
Hem kadınlar, kadınlık üzerine düşünmeye başladık.
Hem de içinde bulunduğumuz mücadelede kendimizi temsil etme şansını bulduk. Yekitiya Star’a, Rojava Devrimi’ne ve bunun
neden bir kadın devrimi olduğuna geçmeden önce,
en baştan başlayıp adım adım ilerleyelim mi?
Çünkü hem Türkiye’deki devlet erkanı hem de anaakım medya “Suriye’nin kuzeyi” diye meçhul bir
bölgeden bahsediyor sürekli. Rojava neresidir? Rojava Batı Kürdistan’dır. Nasıl Türkiye sınırları
içindeki Kürt bölgesi Kuzey Kürdistansa, Irak’ta şimdi
özerk yönetim olan bölge Güney Kürdistansa, Rojava
da Suriye sınırları içinde kalmış Batı Kürdistan’dır.
Zamanında sınırları çizmişler. Burası Türkiye, burası
Suriye, burası İran, burası da Irak demişler. Ama o
sınırlardan binlerce yıl önceden beri Kürdistan var.
Kürtler binlerce yıldır bu topraklarda yaşamış.
Rojava’da Kürtler mi yaşıyor yalnızca? Hayır. Rojava üç bölgeye (kantona) ayrılır: Cizîrê,
Kobanê, Efrîn. Bu üç bölgenin içinde de ayrı ayrı
şehirler var. Mesela Cizîre bölgesinde, Serêkaniyê var, Hesekê var, Amudê var, daha bir sürü şehir
var. Kobanê’de, Efrîn’de büyük küçük şehirler var.
Buralarda Kürtler yaşıyor çoğunlukla. Ama Araplar,
Süryaniler, Yezidiler, Türkmenler, Ermeniler de var.
Kültürel olarak çok çeşitli, çok zengin bir yer Rojava. “Rojava devrimi bir kadın devrimidir” kısmına
geçmeden önce devrimin kendisinden bahsedelim mi? Neden Rojava’da olanlar “devrim” olarak
adlandırılıyor? Bu devrim ne zaman, nasıl oldu? Kürtlere yönelik, Kürt kimliğine yönelik baskılar
hep vardı. Ama 2004 yılında Qamişlo katliamıyla
artık bıçak kemiğe dayandı. Çok insanımızı
öldürdüler, çoklarını tutukladılar, kaybettiler, gençlerimiz okullarından atıldı, işlerinden atıldı. Zaten
Kuzey’deki mücadeleyle gelen bir başkaldırı ruhu
vardı. 2004’ten sonra devrim bizim için artık bir ihtiyaç oldu. Son iki yıldır Suriye’deki herkes için sistemin değişmesi bir ihtiyaç haline geldi. Birçok yerlerde birçok halklar isyan etti. Ama Kürtler bu isyan
ve ayaklanma başlamadan çok önce örgütlenmişti.
Kimliğimize karşı bir saldırı vardı. Devrimden
önce birçok arkadaşımız cezaevindeydi. Dilimiz
yasaklanmıştı, kültürümüz yasaklanmıştı. Halkımız
isimsiz yaşatılmak isteniyordu.
2005’de rejime karşı örgütlü mücadele başladığında
Kürtler de bu rejim karşıtı ittifakın içinde yer aldı. O
yeni kadın dünyası
zaten. Rojava’da yaşananların Türkiye’deki barış
sürecini doğrudan etkilediği ve etkileyeceği açık.
Ama Türkiye’deki “süreç” tartışmalarının ötesinde,
Rojava’da olup bitenlerin kadınları doğrudan ilgilendiren başka boyutları da var. Yekitiya Star Rojavalı kadınların öz-savunma
örgütü olarak tanımlanıyor. 2005 yılından bu yana
Rojavalı kadınlar Yekitiya Star çatısı altında örgütleniyor, öz-savunma eğitimleri alıyor, silahlanıyor,
El-Kaide ve çetelere karşı çatışmalarda aktif olarak
yer alıyorlar. Savaş ya da savaşmak kelimeleri yerine “öz-savunma” kavramını kullanmayı tercih
ediyor, yaptıklarının savaşmak değil, kendilerini
savunmak olduğunu vurguluyorlar. Yekitiya Star
ayrıca erkek egemenliğine karşı mücadelenin çeşitli
mekanizmalarını oluşturmak için de çalışıyor ve
örgütleniyor. 2012’nin Temmuz ayında Rojava
halkının kendi yönetimini elde etmesiyle Yekitiya
Star, “Rojava devrimi bir kadın devrimidir” diyerek
siyasi mücadele alanını genişletti. Geçtiğimiz hafta
İstanbul’da bulunan Yekitiya Star Diploması Sorumlusu Halime Yusif’e Rojava’yı, öz-savunma’nın ne
olduğunu, kadın devrimiyle neyi kastettiklerini sorduk.
43
yeni kadın dünyası
44
zamanki oluşum –özgürlük ateşi adıyla başlamıştı–
savaşla değil, eylemlerle, ayaklanmalarla, sloganlarla
bir başkaldırı hareketi olarak ortaya çıkmıştı. Araplar
ağırlıktaydı. Sonra Kürtlerin katılımıyla yaygınlaştı.
Sistem halkın ihtiyaçlarını karşılayamadığı için, herkesin üzerinde baskı ve zulüm olduğu için devrim
artık bir ihtiyaçtı. Ama biz ayrıca öz-savunma
birliklerimizi kurup Kürtlere yönelik saldırılarda kendimizi koruyacak, savunacak şekilde hazırlanmaya
başladık. 2005’de Yekitiya Star’ı kurduk. Yekitiya Star nedir? Yekitiya Star Kürt kadın hareketinin Rojava’daki
adı, çatısıdır. 2005’de kuruldu ama bunun öncesinde
de verilen bir kadın mücadelesi var. 2005 hem özsavunma hem örgütlenmemizin yayılışı için bir
başlangıç tarihi. Devrimde en büyük rolü kadınlar
oynadı ama Kürt kadınlar uzun yıllardır örgütlü. Neden “19 Temmuz devrimi” diye anılıyor?
19 Temmuz 2012’de Kobanê halkı kendi şehirlerinin
yönetimini rejimin elinden aldı. Tabi bu uzun bir
mücadelenin sonucudur. 19 Temmuz önemli bir tarihtir ama aslında Kürtler yıllardır devrimin içindedirler. Bu devrim bizim kendimizi yaratma sürecimizdir. Kendimizi örgütlememizdir. Kimliğimize
sahip çıkmamızdır. Bu mücadele Kürtlerin birliğini
sağlama mücadelesidir. Ama aynı zamanda Araplarla,
Süryanilerle, farklı dini ve etnik gruplarla etkileşim
içinde, bir arada daha iyi bir yaşam kurmamızın da
mücadelesidir. 19
Temmuz’da
Kobanê’deki
yönetim
değişikliğinden sonra neler oldu yönetim açısından? Rojava Yüksek Divanı şu anda kendi kendini temsil
etmektedir. Buna “özerklik” diyebilir miyiz? Demokratik özerklik dediğinizde bu kendi kendini
idare edebilmektir. Bir halkın kendi kendini yönetmesidir. Efrîn’de, Kobanê’de, Cizîrê’de halk hem
kendi kendini savunuyor hem de kendini yönetiyor.
Bunun herkes tarafından görülmesi, kabul edilmesi
lazım. Rojava devriminin bir kadın devrimi olduğunu
söylüyorsunuz. Neden kadın devrimidir? Çünkü burada bir kadın tarihi var. Sadece Rojava
değil dünyadaki bütün kadınlar kendi kimliklerini
kazanabilmek için mücadele ediyor. Çünkü kadınlar
tarih boyunca toplumsal olarak birçok şeyden
mahrum bırakılmıştır. Kadın kendini nerde görebiliyor diye baktığımızda bugün bile çok sınırlı bu. Bir devrimde en büyük yükü yüklenen kadınlardır bu yüz-
den. Hem sorumluluk almak açısından hem de kadın
olarak, cins olarak kendini savunması, kimliğini
savunması açısından. Kadın olarak özgürlük için zaten mücadele ediyor, birebir özgürlüğün mücadelesini her an veriyor. Kendiliğinden devrimin içindedir
kadınlar. Devrimi en iyi kadınlar anlar. Çünkü zapt
edilen kadındır, tecavüz edilen kadındır, teşhir edilen kadındır. Yok edilmeye çalışılan kadındır. Bunlar
işte devrimin içinde kadının kendini savunma sebepleridir. Rojava’da kadınlar hem Kürt kimlikleri için
hem de kadın oldukları için devrimin içindedir. Özgürlük için. Bundan dolayı diyoruz ki Rojava devrimi
bir kadın devrimidir. Kadının sistem karşısında bir
değişim hareketidir. Bu değişim ilk sonuçlarını nasıl verdi? Neler
değişti kadınların hayatında? Arap, Kürt, Ermeni bütün kadınlar üzerinde bir
baskı var. Şeriat yasaları tabi bu baskıyı, zulmü daha
da arttırıyor. Kadın tek başına çıkamıyor, hareket
edemiyor, hakkını arayamıyor. Tabi Kürt kadınların
durumu Arap kadınlardan biraz farklı. Kimlik sorunu bir de. Devrim bu sorunların hepsini çözmedi
tabi ama en çok kadınların durumunu güçlendirdi.
Herkes kadınların iradesini kabul etti. Kadınların özsavunması çok önemli. Öz-savunmayı nasıl tanımlıyorsunuz? Sen kendini savunmazsan hiç kimse seni savunmaz.
Bir kadın kendini savunabilmeli. Saldırı sadece cinsiyete olmuyor. Düşünsel saldırı olur, kimliğine, diline, kültürüne saldırı olur. Kadınlara sistem bir bütün
olarak saldırır zaten. Bunların hepsinin karşısında
kadının kendini savunabilmesi gerekir. Kendini savunamayacak durumda olanları, çocukları da savunman gerekir. Bu yetkiyi kendinde bulman gerekir.
Öz-savunma doğal bir ihtiyaçtır. Herkes için. Ama en
çok kadınlar için. Kadınların öz-savunma birliklerinde yer alması,
şehrin, bölgenin savunmasında yer almaları, daha
doğrusu bu karar zor muydu? Kimse savaş olsun istemez. Kadınlar hiç istemez.
Ama haklarının elinden alındığını gördüğünde ve
üzerine saldırı olduğunda mecbur kalıyorsun. Seni
yok etmek istiyorlarsa kendini savunabilmelisin.
Halkını, toplumunu savunabilmelisin. Yıllara dayanan bir baskı söz konusu. Bu yüzden çok da zor bir
karar değildi. Kadınlar silahlarını aldı, kendini, toplumunu savundu. Vuruldu. Çok arkadaşımız şehit
düştü. Kadınların öz-savunma birlikleri karşısında
gürlük mücadelesi veriyoruz. İnisiyatifte Süryani
kadınlar var, Arap kadınlar, biz varız. Suriye’de yeni
rejim kurulduğunda yeni bir Anayasa oluşacak. Bu
Anayasa‘da yer alacak bir kadın anayasası oluşturduk.
Dinle yönetim işlerinin birbirinden ayrılması,
kadınların evlilik, miras haklarının düzenlenmesi
var. Erkekler kadınların hamisiydi devrimden önce.
Hamisi olmadan kadın bir şey yapamazdı. Biz diyoruz ki kadın kendi kendinin hamisidir. Yönetimin
her aşamasında yüzde 40 kadın kotası talebimiz var.
Kadınların satılmasını durdurmak için maddelerimiz var. Kadınların satılması? Çok önemli bir sorundur Rojava’da. Savaş kolay
değil, yoksulluk var. Bu yüzden Kuzey’e satılıyor
kadınlar. Diyelim uzaktan akraba ya da tanıdıklık
ilişkisi var. Kadın parayla Kuzey’e satılıyor evlenmek
için. Adam orda kadını yanında bir iki ay veya bir
yıl tutuyor. Sonra bırakıyor. Boşuyor. Kadınların parayla alınıp satılması bir zihniyet sorunudur. Bizim
devrimimiz bu zihniyeti değiştirmek için. Rojava’yla ilgili Türkiye’de ne konuşulduğunu
takip ediyor musunuz? Mesela Diyarbakır’da bir
buluşma oldu: Başbakan Erdoğan, Barzani, Şivan
Perwer, İbrahim Tatlıses. Burada Rojava’yla ilgili
de mesajlar verildi. Erkek zihniyetidir. Ben Rojavalı bir kadın olarak
onların toplantısını kabul etmiyorum. Devrim kadın
devrimidir dediğimiz zaman bunu diyoruz. Ne Barzani ne Şivan ne diğerleri farklıdır. Erkektir. Erkek zihniyetlidir. Kendi kendilerine buluşsun, konuşsunlar.
Kadınların devrimi bunları da değiştirecek. Son olarak ne söylemek istersiniz? Rojava’daki kadın devrimi bütün kadınların
devrimidir. Biz kadınlar için başka büyük şeyler de
planlıyoruz. Kadınların kendi kendilerini yönettiği
özerklik hedefliyoruz. Buradaki kadınların desteği
bizim için çok önemli. Gelip Rojava’yı görün. Siz de
Rojava’da neler olduğunu duyurun. Uluslararası diplomasi alanında desteğe ihtiyacımız var. Kendimizi,
kimliğimizi, devrimimizi kabul ettirmemiz lazım.
Devrim dediğimiz zaman bir anda olan bir şey değil.
Yıllarca mücadele verdik. Şehitler verdik. Kadınlar
olarak mücadelemiz devam edecek, yoksulluğa,
zulme, çetelere, sisteme, erkek zihniyetine karşı.
(Bu röportajı internetten indirdik:
http://
www.5harfliler.com/halime-yusifle-soylesi-rojavadevrim-ve-kadinlar/)
09 Aralık 2013 yeni kadın dünyası
erkeklerin tepkisi ne oldu?
Erkeklerin bunu kabullenmesi çok zordu. Erkeklerin zihniyeti zor değişiyor. Ama zamanla, deneyimle
kabul etmeye başladılar. Şimdi? Şimdi sıkıntı yok.
Peki devrim için birlikte mücadele ettiğiniz
erkeklerin, kadınların mücadelesini anladıklarını
düşünüyor musunuz?
Bu şu anda kişilere bağlıdır. Anlamayanlar da
kabullenmiştir artık. Ama bizim mücadelemizin
anlaşılması için sistemin değişmesi lazım. Rojava’da kadınlar El-Kaide’ye karşı, çetelere
karşı, rejime karşı öz-savunma uyguladılar. Aynı
öz-savunma erkekler için de geçerli mi? Rojava
içinde erkek şiddetine, tacizine, tecavüzüne karşı
da kadınlar öz-savunma uyguluyor mu? Tabi. Kadın asayiş birlikleri var. Kadına karşı
şiddet uygulayan kim olursa olsun bunun karşısında
kadınlar kendini, kimliğini savunuyor. Bu kadın
asayiş birlikleri farklı yerlerdedir. Şehir savunmaları
için ayrı, polis tarzında yaşamın içindeki asayişler
ayrı. Kadın üstüne yapılan baskıda, şiddette, tacizde
hemen müdahale edenler var. Şehir içinde güvenlik meselelerine bakan kadın asayiş birlikleri var.
Kadınlar bir sorun yaşayınca Kadın Evi’ne geliyor.
Burada kadın avukatlar var. Onlara yardımcı olan
kadınlar var. Sorunlar bu Kadın Evlerinde çözülmeye
çalışılıyor önce. Rojava’da kadınların en büyük sorunu nedir şu
an? Yoksulluk. Yoksulluk herkesin sorunu ama bu
yoksullukla daha çok iç içe olan kadındır. Bu devrimi toplumsal olarak yaşatabilmek için kadının hem
geçinebilmesi hem çocuklara bakabilmesi hem de
kendini savunabilmesi gerekiyor. Biz Yekitiya Star
olarak kadınların ihtiyaçlarını karşılamak için olanaklar yaratıyoruz. Kadınların çalıştığı terzihaneler,
fırınlar açtık. Yün yapıp, el işleriyle para kazanabilecekleri olanaklar sağlıyoruz. Ve elimizdeki imkânlarla kadınlar için çalışma alanları yaratmaya
çalışıyoruz. Ama yeterli değil. Devrimden sonra kadınların hayatında başka neler değişti?
Libya’da Tunus’ta devrimlerden sonra kadınlar ellerindekini de kaybettiler. Bizim durumumuz farklı.
Ama diplomasi açısından da kendimizi temsil etmemiz lazım. Suriye Kadın İnisiyatifi’ni kurduk. Sadece Kürt kadınlar için değil tüm kadınlar için öz-
45
yaşam temellerini koruma mücadelesi
46
ÇEVRE SORUNU ÜZERİNE
KISA NOTLAR!
Çevre sorunu; kapitalizmin sınırsız sömürü ve talanı
ile canlıların yaşam alanını daraltan ve tahrip eden
bir sorundur. Bu sorun gün geçtikçe her türlü canlının hayatını daha fazla tehdit etmektedir. Önlem
alınmaz ise yer küremiz yaşanılır olmaktan çıkacaktır!
Defalarca yazıldı, yazdık, sorun üzerine bilim insanları yıllardır dikkat çekmeye devam etmektedir. Fakat azami kâr hırsı dürtüsü bilim insanlarının tehlike
çığlıklarını boğmaktadır. Hemen hemen dünyamızın
her alanında çevre tahribatı son hızla sürmektedir.
Alınan tüm önlemler yeni tahribatlarla değerini yitirmektedir. Sorun çok zamandır sistem sorunu olarak
kendini dayatmıştır.
Emperyalist sistem ve acımasız kapitalizm varlığını
sürdürdükçe çevre sorunu diğer sorunların önüne
geçmektedir. Kapitalistleri ve tüm sömürücüleri insan emeği sömürüsü artık yeterli şekilde doyurmuyor! Doyumsuzluklarını çevreyi de talan ederek sürdürmekteler!
Çevre sorununun odaklandığı noktaların neler olduğuna kısa bir göz attığımızda karşılaştığımız sorun-
lar:
Atom enerjisi ve beraberinde getirdiği sorunlar:
Dünyada radyoaktif kirlik oluşur, temizlenmesi binlerce yıl alır.
Fosil yakıtların kullanılmasının beraberinde getirdiği sorunlar: Artan karbondioksit salınımı havayı
kirletir, sera efekti yaratır.
Hava kirliliği ve asit yağmurlarının beraberinde getirdiği sorunlar: Soluduğumuz hava hastalık yaratır,
toprak kirlenir, verim azalır.
Yeryüzünde muhtaç olduğumuz içilebilir/kullanılabilir suların kirlenmesi: Susuz kalırız, su hayattır,
yaşamın her alanı etkilenir ve sınırlanır.
Toprak kirlenmesi ve erozyonlar ekilebilir alanların
daralması: Daha az ürün, daha pahalı yiyecekler ve
daha fazla açlık demektir.
Dünyamızın akciğerleri olan ormanların tahribatı,
yok edilmesi sorunları: Canlıların nefes alması zorlaşır, oksijen üretimi azalır, daha az yağmur yağar.
Kirlenen denizlerin beraberinde getirdiği sorunlar,
besin kaynaklarımızın daralması: Deniz canlıları
ölür, denizden beslenen diğer canlıların besin kayna-
kırı bir durum olmadığı” belirtildi. Karar alınmadan
önce her türlü çevre eylemine yasaklar konuldu! Bir
istisna; Türk faşolarının kararı destekledikleri devletin safında olduklarını ilan ettikleri bildiri dağıtma
eylemi hariç!
Aynı proje için 2014’te (aynı mahkeme) Rize İdare
Mahkemesi’nin aldığı iptal kararı, “Planlanan maden
faaliyetlerinin hayata geçirilmesinin Artvin ilini, sakinleri açısından yaşam alanı olmaktan çıkaracağı” yönündeydi. İki yıl içinde ne değişti? Cengiz Holding’in
sırtını dayadığı siyasi güç devletteki egemenliğini
daha da sağlamlaştırdı! Recep Tayyip Erdoğan’a güvenen Cengiz Holding’in kazanacağı paraların miktarı ile tahrip edilecek orman alanı boyutları anda bilinmiyor! Bilinen tek şey Artvin Cerattepe ve çevresi
tahribata uğrayacaktır! Tahribat çoktan başladı bile!
Doğu Karadeniz’de Toprak kaymaları ve seller giderek fazlalaşmaktadır.
Sahil yolu yapılması için gerekli dolgu malzemesinin
temini amacıyla açılan taş ocakları plansız ve hesapsız malzeme alımı ve kontrolsüz dinamit atmaları,
bölgenin yüksek eğimli yamaçlarındaki toprakların
dengesini bozmakta, heyelanlara neden olmaktadır.
Patlatmalar sonucu zemin dengesi bozulan yamaç
toprakları yağışların etkisi ile büyük toprak kaymaları oluşturmaktadır.
Bölgede yapılan bilimsel planlamadan yoksun siyasi
isteklere dayalı köy yolları can kaybına yol açan büyük toprak kaymaları ve yıkıcı sellere sebep olmaktadırlar.
Ev yapmak veya tarım arazisi açmak amacı ile kesilen
ağaçlar nedeni ile yamaçlarda toprağın ana kaya ile
bağlantısı zayıflamakta ve bu durumda heyelanlara
neden olmaktadır.
Belediyeler vadi tabanlarına yol ya da duvarlar yapmaktadırlar. Bu yapılar ve diğer üst yapılar akarsu
yatağını daraltması nedeni ile şiddetli yağış ve kar
erimesi sonucu oluşan yüksek debili dere akışları
karşısında tahrip olmakta ve çok büyük can ve mal
kaybına sebebiyet vermektedir.
Yaylalara yapılan plansız ve pek çoğu kamu araçları
ile yapılmış, siyasi amaçlı yollar meraların geri döndürülemez tahribatına ve kentsel kirliliğin yaylaların
her tarafına yayılmasına neden olmaktadır.
(Aktardığımız bilgiler Doğu Karadeniz Çevre Platformu DOKCEP raporundandır. )
Karadeniz kıyı şeridinde yapılan otoyol çevre katliamına neden oluyor. Karadeniz’de yapımı süren sahil
yolu doğal güzellikleri yok ediyor. 150 köy ve plajdan
yaşam temellerini koruma mücadelesi
ğı yok olur.
Ozon tabakasının İncelmesi ve delinmesi sonucu ortaya çıkan sorunlar: Gezegenimize gelen güneş ışınlarını süzen tabaka görevini yapamaz olur.
Sera efekti, yerkürenin ısısının artması sonucu meydana gelen felaketler ve sorunlar: Isı artıkça buzullar
erir, denizler yükselir, sel felaketleri artar, iklim değişikliği meydana gelir.
Sanayinin yarattığı kimyasal atıklar ve bunların kirlettiği alanların sürekli fazlalaşması: Sular kirlenir,
canlıların organizmaları saldırıya uğrar, hastalıklar
artar.
Tarımsal alanlardan şehirlere göç şehirlerdeki artan
nüfusun getirdiği sorunlar: Sosyal problemler, yoksulluk artar, ulaşım çileden çıkarır.
Talan edilen yeşil alanlardaki betonlaşma ve çarpık
şehirleşme sorunları: Ekilebilir alanlar, parklar/dinlenme spor alanları daralır, görüntü kirliliği oluşur.
Doğadaki biyolojik zenginliğin yok olmasının yarattığı sorunlar: Canlı türleri azalır, zincirleme etkileşim yok olur.
Bu yazımızda kısa dipnotlar ve örneklerle yetineceğiz! Dipnotlarımız ve örneklerimiz mavi gezegenimizin farklı alanlarından haber notları olacaktır:
Honduras’ta 3 Mart 2016’da öldürülen Goldman
Çevre Ödüllü cesur ve değerli insan hakları savunucusu aynı zamanda çevre eylemcisi Berta Caceres’i
saygıyla anıyoruz. Onun neden öldürüldüğünü çok
iyi biliyoruz! Berta’nın Lencalar tarafından kutsal sayılan Gualcarque Nehri’ne yapılacak baraj ve çevre
tahribatı yaratacak projeye karşı yürüttüğü kampanya nedeniyle ölüm tehditleri aldığı biliniyordu. Berta
Honduras’ta başarılı direniş hareketlerine öncülük
ederek çevre karşıtı birçok projenin durdurulmasını
sağlamıştı! Onu kimlerin katlettiği açık değil mi?
Artvin Cerattepe davasında mahkeme Cengiz Holding lehine karar verdi! Maden işletmesinin orman
ekosistemine zarar vermeyeceğini, madenden çıkarılacak cevherin teleferikle taşınmasınınsa orman tahribatını büyük ölçüde önleyeceğini belirten mahkeme heyeti, ÇED raporundaki önlemleri yeterli buldu;
raporda kesilmesi öngörülen 3.314 ağacınsa endemik
tür olmadığının altını çizdi.
Rize İdare Mahkemesi’nin 20 Eylül 2016’da verdiği bu
kararda “Devlet ormanlarında gerekli iznin alınması ile madencilik faaliyetlerinin gerçekleştirilmesinin
mümkün olduğu ve dava konusu madencilik projesi
için gerekli izinlerin alındığı” vurgulanarak, “Projenin
devlet ormanı olan alanda yapılmasında mevzuata ay-
47
yaşam temellerini koruma mücadelesi
48
yol
bittiğinde
sadece
10’nu
kalacak.
Karadeniz kıyı şeridinde Trabzon’da, Rize’de,
Giresun’da halkın denizle bağlantısı kesiliyor. Otoyol
bittiğinde Karadeniz sadece seyirlik deniz
haline gelecek… Samsun’dan Sarp’a uzanan Karadeniz
sahil yolu dokuz yıldır bölgenin ana gündem maddesini oluşturuyor. Recep Tayyip Erdoğan ve hükümeti
beton işine vermiş olduğu hızı kesmiyor! Ama yol şekillenmeye başlayıp, sıra koylara gelince Karadenizliler başlarına gelen felaketi yavaş yavaş anlamaya başladı bile!
Haiti’de 900 kişinin hayatını kaybettiği Mathew Kasırgası durmak bilmiyor. Saatte 245 kilometre esme
hızına ulaşan kasırgada, 4 kasaba haritadan silindi.
Hızını alamayan kasırga Karayip ülkeleri Bahamalar,
Dominik Cumhuriyeti, Küba ve ABD’yi de vurdu.
Matthew kasırgasının şiddetinin haftalarca sürebileceği yönündeki raporlar üzerine, Florida, Güney
Carolina, Kuzey Carolina ve Georgia eyaletlerinde
acil durum ilan etti. Her zaman olduğu gibi sel felaketinin ve kasırganın maruz kaldığı alanlarda çeşitli hastalıklar ve imkansızlıklar birbiri ardına felaket
olarak etksini göstermektedir. Kolera salgını öne çıkanlardandır! Çünkü patlayan kanallar, kirlenen sular, ilaç, yiyecek ve ulaşım sorunlarına eklenen elektrik kesintileri yoksullar için bu dünyada cehennemi
yaşatmaktadır!
Korkunç yağmurlar ve sel felaketlerine sebebiyet veren bu tür kasırgalar son 20 yıldır daha sıklıkla Orta
ve Kuzey Amerika kıyılarını yoklar oldu! Önceleri
5-10 yıl aralıkla söz konusu olan kasırgalar günümüzde 1-2 yılda bir doğa felaketlerinin sebebi olmaktadır.
Bilim insanlarının araştırmasından çıkan sonuç! İklim değişikliğinin bu felaketleri tetiklediği yönündedir!
Fukushima’daki atom felaketi üzerinden 5 yıl geçti! Bu 5 yılda yalnızca orada yaşayan insanlar değil
doğa da kirlendi. Bu kirlenmenin yüzlerce yıl süreceği artık bilinen gerçeklerden. Bu durum karşısında Japon hükümetinin sorunu küçümseyen tavrı ise
ibret vericidir! Daha şimdiden bölgede yaşayan canlılar (solucanlar-kelebekler vs) mutasyona uğramış
durumdadır! İnsanlarda tiroid kanseri teşhisi önemli
ölçüde artış göstermiştir. Bilim insanları Fukushima
felaketinin iklim değişikliğindeki etkisini tartışır durumdadır. Japonya şu anda enerji sağlamada nükleer
gücü kadar yenilenebilir enerji santralleri kuracağına
17 yeni kömür santralleri inşa etmeyi planlıyor. Artık
Fukushima’da Çernobil gibi kalıcı bir nükleer yara-
dır! Felakettir! Bu yara yeni yaralar açılsa da bir atom
felaketi olarak anılmaya devam edecektir!
Bu atom felaketinden dersler çıkarmayanlar bunların başında da T.C. hükümeti gelir, hâlâ Mersin ve
Sinop’ta Atom Santralleri kurma ve “merhemi olsa
kendi keline sürer” durumda olan Japonlara kurdurmakla meşguller! Bu uğraşlarıyla kapitalist azami kâr
peşinde koşanların hizmetinde olduklarını bilmiyorlar mı? Bal gibi bilmesine biliyorlar! Ama işin içinde
kendi nemalanmaları söz konusu olunca, 7 nesil sonrasının bile ipotek altına alınmasını görmez oluyorlar! Gözlerini kapıyorlar!
Aral Gölü; dünyanın 4. büyük gölü olarak bilinirdi! Son 50 yılda yüzde 90 küçüldü! Yerini suların
çekildiği bölümde oluşan, “dünyanın en genç çölü”
Aralkum’a bıraktı. 1960’dan beri bir dizi biyolojik
silah denemelerinin Aral’ı kirlettiği ileri sürülmektedir! Yaşanan en büyük çevre felaketlerinden biri
olarak tarihe geçmiş durumdadır.
Aral Gölü havzasında 1960’lı yıllardan önce 300’den
fazla bitki, 35 kuş, 23 diğer hayvan türü, Özbekistan’da
ender görülen bitki ve hayvan türlerinin yer aldığı
“Kırmızı Kitap”ta kayıt altına alınmıştı. 1960’ta 34
balık türünün bulunduğu gölde o dönemde yılda ortalama 60 bin ton balık avlanırken, bugün balıkların
hemen hemen tamamı yok oldu. Moynak’taki balık
konservesi fabrikası ise terk edildi ve harabeye döndü.
Şimdi Orta Asya çöl ikliminde yaşayabilen tek bitki
saksavulun dışında hiçbir bitki ve ağaç burada yetişmez.
Öte yandan uzmanlar, Aral Gölü çevresinden her
sene rüzgârla birlikte uçan yaklaşık 100 milyon ton
tuzlu kum tozları da bölgeyi büyük bir çevre felaketiyle karşı karşıya bırakıyor.
Kazakistan ve Özbekistan’da yaklaşık 2 milyonluk
nüfusun yaşadığı Aral Gölü havzasındaki çevre felaketiyle, halk arasında çeşitli hastalıklar yaygınlaştı,
bebek ölümlerinde de artış oldu. Halkın bir bölümü
ülkenin diğer bölgelerine göç etti.
İnsan eliyle gerçekleşen çevre felaketlerinde ilk etapta en büyük zarara uğrayanlar; her sorunda olduğu
gibi bu sorunda da insanlığın en yoksul en bilinçsiz
kesimleridir. Büyük insanlık sistem değişikliği talebiyle ayağa kalkmadığı ve duruma doğrudan müdahale etmediği sürece çevre barbarlığı insanlığı yok
olmaya itecektir! Hani diyoruz ya; YA BARBARLIK
YA SOSYALİZM, bu sorun içinde yakıcılığını göstermektedir!
09.10.2016
olduğunu niçin söylüyoruz? Hâlâ devrimci sanat ve
edebiyatın halk kitleleri için olmayıp, sömürücüler ve
zalimler için olduğunu savunan kimselerin bulunması
akla sığar mı? ”(“Seçme Eserler cilt II“, Mao Zedung,
“Yenan Sanat Ve Edebiyat Forumunda Konuşmalar”,
Mayıs 1942, Eriş yayınları s. 80-81)
Sanat ve edebiyat, üst yapının en önemli kurumlarındandır. Çin’de gerek devrimci savaş döneminde, gerekse Demokratik Halk Devrimi zafer kazanıldıktan,
Çin Halk Cumhuriyeti kurulduktan sonra, ülkede
bu alanda ciddi bir mücadele yaşandı. Bu mücadele
‘Kültür Devrimi’ döneminde, devrimin akışını derinden etkiledi. Mao Zedung’un eşi Çiang Çing, Çin
Devrimi’nin zafere ulaşmasının ertesinde sanat ve
edebiyatla uğraşıyordu. Wu Han’ın Hay Juy’un Görevden Alınışı adlı oyunu Çiang Çing’in dikkatini
çekmişti. Çiang Çing, Mao’nun sanat ve edebiyat konusundaki görüşlerini temel alarak, partideki revizyonist görüşlere karşı mücadele yürütüyordu.
1960’lı yıllarda, Çin sanat çevrelerinde Rus opera,
tiyatro ve baleleri çok yaygındı. ÇKP ile SBKP arasındaki ilişkilerin bozulması ertesinde, klasik Çin
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Sanat ve edebiyat kimin için?…
Mao Zedung Mayıs 1942’de, Yenan Sanat ve Edebiyat
Forumu’nda yaptığı konuşmalarda, “Sanat ve Edebiyat Kimin İçin sorusunu soruyordu. Mao şöyle diyordu:
“Bu sorun marksistler tarafından ve özellikle Lenin
tarafından çok önceden çözülmüştü. Lenin daha 1905
yılında sanat ve edebiyatımızın “milyonlarca ve on milyonlarca emekçiye.... hizmet etmesi” gerektiğini önemle
belirtiyordu. Japonya’ya karşı üs bölgelerinde sanat ve
edebiyat çalışmaları yapan yoldaşlar, bu sorunun çözülmüş olduğunu ve artık bu konuda başka tartışmaya gerek olmadığını sanabilirler. Ama aslında durum
böyle değildir. Yoldaşların birçoğu bu konuda berrak
bir çözüme ulaşmış değildirler. Bunun sonucu olarak
da, bu yoldaşların sanat ve edebiyat için yol gösterici
ilkeler hakkındaki fikirleri, eserleri, eylemleri ve görüşleri kitlelerin ve pratik mücadelenin ihtiyaçlarından
kaçınılmaz olarak şu ya da bu ölçüde farklıdır. Kuşkusuz, Komünist Partisi, Sekizinci Yol Ordusu ve Yeni
Dördüncü Ordu ile aynı safta büyük kurtuluş mücadelesine katılmış kültürle uğraşan birçok insan, birçok
yazar, sanatçı ve öteki sanat ve edebiyat işçisi arasında bizimle sadece geçici bir süre için beraber bulunan
birkaç mevki düşkünü bulunabilir; ama ezici çoğunluk
ortak dava uğrunda büyük bir şevkle çalışmaktadır.
Bu yoldaşlara dayandığımız için edebiyat, tiyatro, müzik ve güzel sanatlarda büyük başarılar elde ettik. Bu
yazarların ve sanatçıların birçoğu çalışmasına Direnme Savaşı’nın patlak vermesinden sonra başladı; birçoğu da savaştan önce devrimci çalışmada bulunmuş,
türlü güçlüklere göğüs germiş, faaliyetleri ve eserleriyle
geniş halk kitlelerini etkilemişti. Öyleyse, bu yoldaşlar
arasında bile sanat ve edebiyatın kimin için olduğu sorununda berrak bir çözüme ulaşmamış bazı kimseler
✒
“BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR
DEVRİMİ ÜZERİNE” (V)
‘Kültür Devrimi’ Döneminde Yürütülen
Kampanyalar
49
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
50
yapıtları egemen hale geldi. Güncel sorunları ele alan
sanat yapıtları oldukça azdı. Klasik Çin operası birçok eyalette değişik biçimlerde uygulanıyordu. Fakat
klasik Çin operası aynı zamanda feodal düşünceleri
de içerisinde barındırıyordu. Partinin Kültür ve Propaganda Bürosu, işçi ya da köylü yazarların yazdığı
yapıtları, yazarı bilinmeyen oyunlar olarak adlandırıyor ve rafa kaldırıyordu.
Mao Zedung 12 Aralık 1963’te yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Operalar eskinin içinden yeninin
gelişmesine olanak sağlamalı, eski değerler arasında
tıkanıp kalmamalıdır. Operada yalnız generallerin,
imparatorların, prenslerin ve onların yaşamının güzelliklerinin şarkıları yer almamalıdır. Sanatın her
alanında ciddi tıkanıklar var, kafalarında bu tıkanıklığı taşıyanların sayısı oldukça fazladır, sanatın birçok
alanında sosyalist dönüşümde çok yol alınmadığı açıkça görülüyor. Eski değerler henüz toplumumuza egemendir. Toplumsal ve ekonomik temel değişti, ancak
üstyapının bir parçası olan sanatın toplumsal temele
hizmet etmemesi ciddi bir sorundur. Birçok komünistin sosyalist sanat yerine feodal ve kapitalist sanatın
ateşli savunuculuğunu yapması çok ilginç değilmidir?”
(Aktaran Han Suyin, “Sabah Tufanı cilt II”, s. 361,
Berfin Yayınları, İkinci Basım 1999 İstanbul)
Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasından, komünist
partisi önderliğinde halk iktidarının kurulmasından
ondört yıl sonra Mao Zedung bu tespitleri yapıyordu.
Eski Pekin opera­sı, ideolojik alanda toprak ağa­ları ve
kapitalist sınıfların inatçı bir kalesi durumundaydı
ve repertuarındaki eserler esas olarak Konfiçyüs’ün
itaat ve sadakat değerlerinin propagandasını yapıyordu. Opera, bale ve müzik alanındaki devrimci atılım
1964’te Çiang Çing önderliğinde başladı. Yeni yapıtlar üretildi. Üretilen yeni yapıtlar direnişle karşılandı. 1964 sonbaharında bir opera festivali düzenlendi.
Festivalde, klasik yapıtlar yanında modern bir opera
ile çağdaş anlayışla yazılmış bir bale de sergilendi.
Opera, Saçiyapang adlı eski bir yapıtın Kamışlıktaki Yangın adlı yeni bir uyarlaması idi. Bale ise Kızıl
Kadınlar Alayı adlı eserdi. Çin operası yüzyıllık tarihinde büyük bir atılım yapmaya başlamıştı. Bale
alanında Çin’e özgü temalar ilk defa uygulanıyordu.
Kızıl Kadınlar Birliği, köylülerle işçilerin çoğunlukla
hiç seyretmediği Kuğu Gölü ve Giselle gibi balelerin
yerini almıştı.
Demokratik ve sosyalist içerikli yeni ürünler ortaya
koymak için “8 Modeli Örnek Alan Eserler” üretilmeye başlandı. Bunlar yazılan, sergilenen, çoğu zaman
batı enstrümanları kullanılan operalar, müzikaller
ve balelerdi. Bu eserlerde Çin devriminden kesitler
anlatılıyordu. Bu model eserlerden biri, geniş bir popülerlik kazanan ve evden kaçarak Kızıl Ordu’nun
yeni örgütlenen “Kadın Birlikleri”nden birine katılan
köle bir kızı anlatan “Kızıl Kadınlar Birliği” idi. Bu
devrimci gösterilerde, güçlü, öncü ve bağımsız kadın
karekterler bulunuyordu. Bu yolla toplumun alışılagelmiş erkek-cinsiyetçi persfektifi sarsılıyordu.
Çin, komünist partisi tarafından yönetiliyordu ama
sanatın durumu iyi değildi. Sanat alanında işçiler/
köylüler yer almıyordu, alamıyordu. Bu dönemde
Çin’de üçbin tiyatro topluluğu vardı. 2800 tiyatro
topluluğu opera grubu idi. Doksanı ise tiyatro grubuydu. Bu topluluklar, feodal operalar veya yabancı
yapıtları sahneliyorlardı. Eski yapıtların içlerindeki
olumlulukları almak ve yeni yapıtlar üretmek gerekiyordu. Yeni yapıtlarda, işçilere, köylülere daha fazla
yer verilecekti. Yeni anlayışla yazılan operalar emekçi
kitleler tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı.
Kitlelerin eğitimsizliğini gidermek için yazı dilinde
reform yapılması gerekiyordu. Yazı dilinde reform
yapılmasına karşı da direniş vardı. Edebiyat alanında
geçmiş dönemdeki uygulamalar savunuluyordu. Yabancı Diller Yayınevi, Tang ve Sung hanedanları döneminin klasik şiirlerini yayınlıyordu. Mao Zedung
27 Haziran 1964’te şu tespitleri yapıyordu:
“Geçtiğimiz onbeş yılda, bu örgütlerin (Yazarlar Federasyonu gibi sanat ve edebiyat örgütleri) yayınladıkları
eserlerin çoğu (birkaç tanesinin iyi olduğu söylenebilir) ve bu örgütlerde yer alan insanların hemen hemen
hepsi (herkes değil) parti politikalarını uygulamadı.
Bunlar güçlü ve dokunulmaz bürokratlar gibi davrandılar; işçilere, köylülere ve askerlere gitmediler; yapıtlarında sosyalist devrimi ve sosyalist inşa çalışmalarını
yansıtmadılar. Son yıllarda da doğrudan revizyonizm
batağına saplandılar.” (Aktaran Han Suyin, “Sabah
Tufanı cilt II”, s. 363-364, Berfin Yayınları, İkinci Basım 1999 İstanbul)
Mao Zedung andaki durumun bir resmini ortaya koyuyordu. Daha sonraki süreçte Kültür Bakanı Mao
Tun, görevinden istifa etti. Yerine Lu Ting-yi atandı.
25 Aralık 1964’te Pekin Review’de bir makale yayınlandı. Makalede şöyle deniliyordu: “Bazı unsurlar
çok ince yöntemler kullanıyor. Partinin sanat ve edebiyat cephesindeki politikalarını avazları çıktığı kadar savunuyorlar, aynı zamanda var güçleriyle karşı
devrimci işler yapmaktan da geri durmuyorlar.” (age.
s. 364) Mao Zedung, sanat ve edebiyat alanında doğ-
Dazibao, büyük harfle elle yazılmış büyük duvar
gazetesi anlamına gelmektedir. Dazibao, ‘Kültür
Devrimi’nde kullanılan en önemli araçlardan biridir.
Duvar gazeteleri herkesin görüşlerini ifade edebilmesi, görüşlerini yazıya dökmesi ve hoşlanılmayan
herhangi bir şeyle mücadele edebilmesi için etkin bir
araçtır. Herkes bu aracı kullanarak devrimci yoldan
sapan yetkilileri eleştiriye tabii tutma imkânına sahiptir. Revizyonistlerin bütün basına egemen olması
ve sansür uygulayıp, eleştirileri bastırmaya çalışmasına karşı, devrimci gençlik de, kendi sesini duyurmak
için kendi araçlarını yaratmıştı. Mayıs 1966’nın ilk
günlerinde, ülkenin bütün fabrikalarına kara çizginin iflah olmaz canavarlarını teşhir eden binlerce da-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Duvar afişleri… (DAZİBAO)
✒
ru görüşler savunuyor ve kapitalist
yolcuları uyarıyordu. Parti çizgisini
savunur görünenler esasta revizyonizmi daha da geliştirmek için uğraşıyorlardı. Bu dönemde “üretimi
artırmak için devrime sarılın” sloganı yeniden yaygınlaştırıldı. 1964’ün
ortalarında ‘Kültür Devrimi’ni yönetecek bir komite oluşturuldu. Komitenin başkanlığına Pekin valisi
Peng Chen getirildi.
1966 Şubat’ında, Halk Kurtuluş
Ordusu Sanat ve Edebiyat Forumu
yapıldı. Bu forumun yapılmasında,
Çiang Çing’in önemli katkısı vardı.
Forumdan sonra, Halk Kurtuluş
Ordusu’nun birçok kültür grubu sanat ve edebiyat alanına yön veren açıklamalar yaptı.
Forumdan sonra açıklanan raporda, Mao’nun sanat
ve edebiyat alanındaki genel çizgisinin yalnız Yenan
dönemine uygun olmadığı, bu çizginin proletaryanın
gereksinimlerine yeterince yanıt verdiği ve uzun bir
tarihi dönem boyunca da yanıt verebileceğini belirtiyordu. Raporda; “yıllardır parti ve sosyalizm karşıtı
bir kara grubun diktatörlüğü altında yaşıyoruz. Güncel devrimci temalar işleyen Pekin Operası izleyici rekorları kırıyor. Yeninin üretilmesinde burjuvazi katı
bir tekelcilik uyguluyor; proletarya bu tekeli kırmak
zorundadır” tespitlerine yer veriliyordu. (s. 406) Forum, Lu Sün’ü ve yapıtlarını örnek aldığını açıkladı.
Lu Sün, Çinli yazar, şair, eleştirmen ve çevirmendir.
1936’da yaşamını yitirmiştir.
zibao asıldı. Dazibaolar henüz sokaklara taşmamıştı
ancak işyerlerinin iç duvarlarındaydılar.
Dazibao, ilk kez Pekin üniversitesinde gündeme geldi.
Üniversite duvarlarına asılan büyük puntolu afişler
duvar gazetelerinin başlangıcı oldu. 25 Mayıs 1966’da,
Pekin Üniversitesi Felsefe ve Toplumsal Bilimler fakültelerinden altı okutmanın yazdığı ilk önemli dazibao üniversite duvarına asıldı. Duvar gazetesinin
altında, aralarında ‘Pekin Devrimci Komitesi’nden
Nieh Yuan-zu’nun da bulunduğu altı kişinin imzası
vardı. Duvar gazetesinde yazılan yazılarda, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin kararlı bir tutumla, “bütün
şeytanları ve canavarları ve bütün Kruşçev’ci tipteki
karşıdevrimci revizyonistleri tasfiye etmeleri ve sosyalist devrimi sonuna kadar götürmeleri” istendi. Duvar
gazetesinde, ‘Pekin Parti Komitesi’nin üniversite işlerinden sorumlu iki üyesi ve üniversite rektörü Lu
Ping isimleri verilerek teşhir edildi. Duvar gazetesinde, üniversitede ‘Kültür Devrimi’ hareketine getirilen
kısıtlamalar eleştirildi. Üniversite rektörü ve ‘Pekin
Parti Komitesi’ne ‘Kültür Devrimi’nin siyasi yönünü asgariye indirip, harekete akademik bir görünüp
kazandırdıkları için eleştiri getirildi ve onların siyasi
tartışmaları engellemeye çalıştıkları söylendi. Kitlelerin seferber edilmesinin gerekliliği vurgulandı. Parti
içindeki revizyonist düşüncelere karşı da cesaretle savaşmanın gerekliliği belirtildi.
Üniversitede duvar gazetelerinin asılması sonucu,
rektör Lu Ping’in başkanlık ettiği ‘Üniversite Parti
Komitesi’ derhal karşı saldırıya geçti. Ertesi sabah
yüzlerce duvar gazetesi ortaya çıktı. Nieh Yuan-zu
hedef tahtasına konuldu. Mao Zedung, üniversite yönetime karşı mücadele eden üniversite öğrencilerine
51
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
52
açık destek verdi. Mao Zedung, Pekin Üniversitesi’ndeki dazibao’yu 1 Haziran’da okudu. Mao, bu dazibaoyu “ilk marksist-leninist dazibao... 20. yüzyıl Çin
Paris Komünü’nün manifestosu” (s. 421) diyerek övdü.
Mao, duvar gazetesinde yer alan yazıların radyo istasyonları aracılığı ile tüm Çin’e yayılmasını istedi. Çen
Boda, 29 Mayıs’ta Halkın Günlüğü gazetesinin yönetimini devraldı. Halkın Günlüğü gazetesinde, Pekin
Üniversitesi’ni “parti ve sosyalizm karşıtı inatçı bir
kale” ve üniversite rektörünü de “kara çetenin lideri”
olarak kınayan yazılar yayınlandı.
Mao, 5 Ağustos 1966 sabahı, “Merkezi Bombalayın”,
“Karargâhları Bombalayın” başlıklı kendi dazibaosunu açıkladı. Mao satırlarına, 25 Mayıs’ta Pekin
Üniversitesi’ne gençlerin astığı dazibaoyu överek başlıyordu. Mao dazibaosunda şöyle diyordu: “Yoldaşlar!
Bu dazibaoyu tekrar tekrar okuyun. Ne yazık ki, geride
bıraktığımız elli gün içinde her düzeyden bazı önder
yoldaşlar tam ters yönde davranmıştır. Bu yoldaşlar
bir burjuva diktatörlüğü kurarak proletaryanın yükselen Kültür Devrimi hareketini baskı altına almaya
çalıştılar. Ülke gerçeklerini kendi kafalarına göre yorumladılar. Beyaz bir terör uyguladılar. Kendilerini
herkesten üstün görmeye başladılar. Burjuva hoyratlığını öne çıkararak proleter ahlakını ayaklar altına
aldılar. Bunlar iğrenç insanlara dönüştüler. Partide
uzun süredir birarada bulunan burjuva karargahları
ile proleter karargahları arasındaki iki çizgi mücadelesi alevlenmiştir.” (Aktaran Han Suyin, “Sabah Tufanı
cilt II”, s. 430-431, Berfin Yayınları, İkinci Basım 1999
İstanbul) Mao’nun isim vermeden “Merkezi Bombalayın”, “Karargâhları bombalayın” çıkışından sonra,
Çen Boda, Kang Çeng, Sie Fu-çi ve diğer radikal sözcüler Liu Şau-çi’yi adını vererek eleştirmeye başladı.
Caddeleri dazibaolarla dolduran halk kitleleri büyük
bir çoşku içindeydi. Parti üyeleri halk tarafından
açıkça eleştiriliyor, dazibaolarda daha önce duyulması ve söylenmesi hayal bile edilemeyecek şeyler yazılıp
çiziliyordu. Duvarlar bütün halka/emekçilere açılmıştı. Dazibao’ları kullanan sadece kapitalist yolculara karşı mücadele edenler değildi. Revizyonistler ve
taraftarları da dazibao araçlarını kullanıyordu.
ÇKP Merkez Komitesi bürolarında çalışan genç görevliler ve korumalar kendilerine “Çongnanhay İsyancıları” adını verdi. Çongnanhay devlet başkanı
konutuna verilen addı. 6 Nisan 1967’de, “Çongnanhay İsyancıları” birkez daha (Daha önce 3 Ocak
1967’de, “Çongnanhay İsyancıları” Liu Şao-çi’nin
özel konutuna giderek onunla konuşmuş, onu uyar-
mıştır.) Liu Şao-çi’nin konutuna gittiler. Liu Şau-çi’yi,
Çi Pen-yu’nun Halkın Günlüğü ve Kızıl Bayrak’ta
yazdığı makale hakkında sorguya çektiler. Ertesi gün
Liu Şau-çi, evinin önüne duvar afişi asarak ihanet iddialarını reddetti. Duvar afişi birkaç saat sonra parçalandı.
‘Kültür Devrimi’ dönemi boyunca karşılıklı afiş
savaşları vardır. “Kültür Devrimi” boyunca gençlik
örgütüne, fabrikalara ve okullara, ücretsiz kağıt ve
mürekkep dağıtıldı. Bu, herkesin görüşlerini ifade
edebilmesi, görüşlerini formülleştirebilmesi ve hoşlanmadığı herhangi bir şeyle mücadele edebilmesi
için etkin bir metottu. Devrimin gelişmesi sürecinde bütün Çin’de yayılan duvar gazeteleri, 68 gençlik
hareketi tarafından da benimsendi. İlk kez “Kültür
Devrimi” esnasında ortaya çıkmış olmasıyla “Büyük
Proleter Kültür Devrimi”nin unutulmaz sembollerinden biri haline gelen DAZİBAO, afişler ve duvar
yazılamaları olarak bugüne kadar süren bir geleneğin
de başlangıcıdır.
Kızıl kitap…
Kızıl Kitap, 1 Ağustos 1965’de Halk Kurtuluş Ordusu tarafından temel eğitim malzemesi olarak basıldı.
Kızıl Kitap, 33 ayrı bölüm başlığı altında 427 Mao
Zedung alıntısının yer aldığı bir kitaptır. Kızıl Kitap,
Mao’nun seçme sözlerinin yer aldığı Çin Devrimi’nde
1 Ekim 1965’de Halkın Günlüğü’nde yayınlanan
“Yeni Bir Dünya Kurarken Proleter Dünya Görüşünü
Kullanmak” başlıklı yazıda, “dört eskiye” karşı mücadele başlatıldı. Bunlar, “eski fikir, bilgi, alışkanlık
ve davranışlar”dı. Bir yıl sonra zirveye çıkan gençlik
eylemlerinde, “dört eskiyi yıkalım” sloganı bayraklaştı.
‘Kültür Devrimi’nin kitleleri “dört eski”ye (eski kültür, eski fikirler, eski alışkanlıklar, eski adetler) karşı
kampanyalar yürütmeye başladı. “Dört eski”ye karşı
mücadelenin yerine “dört yeni” konuldu. “Yeni ideoloji, yeni kültür, yeni adetler, yeni alışkanlıklar.”
Bu kampanya döneminde, tiyatro oyunlarında, balelerde, resimlerde, kısa hikayelerde ve şiirlerde bir
patlama yaşandı. Bu sanatsal üretimin sosyalizme
hizmet etmesi amaçlanıyordu. Sanat dalları arasında görsel sanatlar, özellikle de tiyatro ve sinema ön
plâna çıkıyordu. Yazınsal olmayan sanata verilen yeni
teşviklerle birlikte, halk sanatları, özellikle de ulusal
azınlıkların bulunduğu bölgelerde yeniden yaygınlık
kazanıyordu.
Eski alışkanlıklara karşı mücadele kampanyası sü-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Eski alışkanlıklara karşı mücadele
kampanyası…
recinde birçok olumluğun yanında kimi aşırılıklar
da yaşanıyordu. Çok genç, tecrübesiz, devrimci duygularla dolu “Kızıl Muhafızlar” için devrimci dört
ilke “eski düşünce, eski kültür, eski adetler ve eski
uygulamalar”dan topyekün kopuş, bunlara karşı topyekün savaştı. Gencecik ve dünyayı kısa süre içinde
devrimle dönüştürme isteğinde olan insanlar için bu
topyekün kopuşun çok uzun süreli bir mücadeleyi gerektirdiği düşüncesinin kavranmasının zorluğu bir
yana, böyle bir düşüncenin kendisinin karşı devrimle uzlaşma, tutuculuk vb. olarak kavranacağı ve kavrandığı sürpriz olmazdı, olmadı. Güvenlik Bakanlığı
da polise “Kızıl Muhafızlar”ın yaptıklarına karışmaması gerektiği direktifini verdi.
Böylece düne kadar ana/baba/aile/polis/devlet/parti/
öğretmen/profesör vb. otoritelerine başeğme öğretilen gencecik insanlar şimdi kendileri başeğilmesi
gereken otorite haline geldiler. Kendilerine verilen bu
otoriteyi tanımayan veya bunu sorgulamaya kalkan
olursa, onlara karşı şiddet uygulanması devrimin gereği, devrimin yasası idi! Bu temelde öldürmeye kadar varan şiddet kullanımı olayları da kısa süre içerisinde sistematik bir hal aldı.
“Kızıl Muhafızlar”, “eski kültür”den topyekün kopma mücadelesini yer yer geçmiş dönemin izlerini
örneğin heykel parçalayarak da gerçekleştirilecek
bir mücadele olarak da kavrayabildiler. Bu mücadelenin bir parçası olarak örneğin Pekin’de “Yasak
Şehir”deki heykelleri parçalamak için ellerinde kazmalarla yürüdüler. Çu En-lay, Yasak Şehir’i korumak
için askeri birlik göndemek zorunda kaldı. Yasak Şehir böyle kurtuldu. Bütün Çin’de birçok yerde devrim çoşkusu içinde kent kapıları ve tapınaklar yıkıldı. Mezarlar tahrip edildi. Kimi yerlerde “eski kültüre
ait” bronz heykeller ve sanat eserleri eritildi. İbadet
✒
Mao’nun değişik dönemlerde yazdığı yazılarda savunduğu görüşlerin özeti sayılabilecek bir eserdir.
Kızıl Kitap, Mao’nun 1927’deki ilk önemli yazısı olan
“Hunan’daki Köylü Hareketi Hakkında Bir Araştırma Raporu” ile başlayıp 1964 yılına kadar olan
konuşma, makale, kitap ve kendisiyle yapılan mülakatlardan seçilen sözlerin derlenmesinden oluşur.
Kırmızı Kitap, Çin’de 1966 yılında başlatılan “Kültür
Devrimi”nin ve Avrupa’yı saran 1968 gençlik hareketlerinin tartışmasız simgeleri arasındadır.
Aralık 1966’da Kızıl Kitap’ın ikincisi baskısı yapıldı.
Kızıl Kitap, artık Halk Kurtuluş Ordusu içerisinde
okunan bir kitap olmaktan çıktı. ‘Kültür Devrimi’nin
önemli simgelerinden biri haline geldi. Her eylemcinin elinde Kızıl Kitap vardı. Kitle gösterilerinde on
binlerin göğe yükselttikleri Kızıl Kitap geniş çapta
okunuyordu. Kültür Devrimi’ sırasında Kızıl Kitap
tüm Çin’e ve dünyaya yayıldı. 16 Aralık 1966’da,
Lin Biao, Kızıl Kitap’a bir önsöz yazdı. Kızıl Kitap
dünya çapında en fazla satılan, okunan ve en fazla
yaygınlaşmış kitaplardan biridir. Kızıl Kitap, ‘Kültür
Devrimi’nde simgeleşti ve daha sonra 68 gençliğinin
el kitabı haline geldi.
53
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
yerleri yağmalandı.
Dört eskiye karşı mücadelenin yerine dört yeni konuldu. “Yeni ideoloji, yeni kültür, yeni adetler, yeni
alışkanlıklar.” Yeni denilen bir çok halde Mao’nun
putlaştırılması ve Mao Zedung Düşüncesi’nin, kavrandığı biçimiyle propagandası oldu. İşyerlerinde her
sabah insanların sıraya girip Mao’nun resmi önünde
üç kez eğilmesi ritüeli birçok işyerinde yaşanmış olan
şeydir. Bu ritüel ertesinde çalışanlar o günkü görevlerine ilişkin talimat bekler, aynı tören akşam yine
tekrarlanırdı. O gün nelerin başarıldığı söylenirdi.
Kent tren istasyonlarında yolcular trene binmeden
önce “sadakat dansı” yapmaları da çokça yaşanan bir
‘Kültür Devrimi’ ritüeli idi.
‘Kültür Devrimi’nin “Kızıl Muhafızlar” sonrası döneminde bu aşırılıklardan tedricen uzaklaşıldı. Bütün bu sol çocukluk hastalıkları, sonuçta dünya devrimler tarihinde yaşanmış olan en kitlesel devrim
hareketini küçümsemek ve karalamak için burjuvazi
ve revizyonistler tarafından tepe tepe kullanıldı.
Basın kampanyası…
54
‘Kültür Devrimi’nin işaret fişeği Yao Wen Yuan’ın,
Wu Han’ın Hay Juy’un Görevden Alınışı oyunu
hakkında yazdığı makaledir. Bu makale 10 Kasım
1965’de, Şanghay’da Wen Hui Pao gazetesinde yayınlandı. Yao’nun bu makalesi yirmi gün sonra 30 Kasım 1965’de Halkın Günlüğü gazetesinde basıldı. Wu
Han’ı savunan ve savunmayanlar basında tartışmaya
başladı.
1 Haziran 1966 tarihli, Halkın Günlüğü gazetesinin
başyazısı “Bütün Şeytanları Devirin” başlığını taşıyordu. Bu başyazıda, parti içerisinde şeytanların yer
aldığını açıklıyordu. 2 Haziran’da, Halkın Günlüğü
gazetesinde “Halkı Derinden Etkileyen Büyük Bir
Devrim” başlıklı yazı, gençlik kitlelerinin görevlerinin ne olduğunu yazıyordu. 4 Haziran’da ise “Biz
Eski Dünyayı Eleştiriyoruz” yazısı yayınlanıyordu.
Halkın Günlüğü’nde yayınlanan bu makalenin başlığı, bütün gençlik kitlelerinin temel sloganı haline
geldi.
Kitle örgütlerinin hatalarını düzeltmeleri amacıyla
muazzam bir basın kampanyası başlatıldı. Parti yayınlarına büyük önem veriliyordu. Parti basını, büyük ittifakın kurulması yolunda çaba harcanması
gerektiği üzerinde önemle duruyordu. İttifaktan anlaşılması gereken işçilerin/köylülerin ittifakıydı. Revizyonistlerin gerçek gücünün nüfusun %5’den fazla
olmadığı düşünülüyordu.
‘Kültür Devrimi’ süreci içerisinde, revizyonistlerin
elinde olduğu düşünülen parti basınının yöneticileri
değiştirildi. ‘Kültür Devrimi’ ile birlikte gayri resmi
çeşitli gazetecilik biçimleri de ortaya çıktı. Çin çapında dolaşımda olan 542 resmi dergi ve 182 gazete vardı. ‘Kültür Devrimi’ döneminde sadece Pekin’de halk
tarafından çıkarılan yüzlerce yayın mevcuttu.
‘Kültür Devrimi’ değişik propaganda araçları ile kitlelere tanıtılıyordu. Bu kampanyaların iletişim aracı,
dönemin en popüler araçlarından biri olan propaganda posterleriydi. Çoğu yerel olarak, belli bölgelere
hitap edecek şekilde tasarlanan posterler, döneme ve
üretildikleri yerin sanatsal bakış açısına ışık tutuyordu. Genellikle basit, ama vurucu bir anlatıma sahip
olan bu propaganda posterleri, kırmızı, beyaz ve siyah tonlara sahipti.
‘Kültür Devrimi’ döneminde kullanılan iletişim araçlarından biri de radyodur. Mao Zedung’un konuşmaları radyo aracılığı ile tüm Çin’e yayılıyordu. Mao’nun
konuşmalarının yanı sıra partinin önemli açıklamaları da radyo aracılığı ile duyuruluyordu.
Mao Zedung’un ‘Seçme Eserleri’ bir yıl içerisinde 86
milyon basılmıştı. ‘Kültür Devrimi’ sırasında kitleler
içinde yalnızca Mao’nun eserleri değil, Marks, Engels, Lenin, Stalin’in de birçok eseri değişik dillerde
milyonlarca basılarak, yaygınlaştırıldı. ‘Kültür Devrimi’ bu açıdan bir kuşağın marksist-leninist eserlerle
tanışmasının, onları okuyup incelemesinin yolunu
açan bir yana sahiptir.
Her büyük kitle hareketinde yaşandığı gibi milyonlarca gençliği harekete geçiren Çin “Kültür Devrimi”nde
de büyük bir “yaratıcılık patlaması” yaşandı. Gençlik,
proteler demokrasinin çok çeşitli şekillerini hayata
geçirdi. İşletme toplantıları yapıldı, milyonlarca duvar gazeteleri asıldı. Afişler, bildiriler çıkarıldı. Sanat
ve edebiyat gösterileri yapıldı. Film gösterimi ve radyo yaygın biçimde kullanıldı. Bütün bunlar, milyonlarca kitlenin harekete geçirilmesinin araçlarıydı.
‘Kültür Devrimi’nde eğitim seferberliği…
Demokratik Halk Devrimi Çin’de zafer kazandığında, halkın %85’i okuma yazma bilmiyordu. Bu oran
kırsal bölgelerde %95’e ulaşıyordu. ‘Kültür Devrimi’
süreci boyunca, nüfusun %80’nin bulunduğu kırsal
alanda eğitim hızla yaygınlaştı. Şehirlerde ilkokul
eğitimine herkes ulaşabiliyordu. Kırsal alanlarda,
beş yıllık eğitimin getirilmesi temel hedef olarak be-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
var gazeteleri ile kaplıydı. Yükseköğrenim kurumları yeniden açıldığında, ilk olarak sınava dayalı giriş
sistemi kaldırıldı. Üniversiteye alınan öğrenciler, en
az iki yıllık pratik deneyime sahip genç işçiler, köylüler ve askerler arasından seçiliyordu. Her mahallenin,
bölgenin, şehrin, fabrikanın ve komünün bir aday kotası vardı. Üniversite kabul komiteleri, geniş çaplı ve
detaylı mülakatlardan sonra kararlarını veriyorlardı.
Ortaokullarda olduğu gibi, üniversitelerde de dersler
ile kol emeğine dayalı üretim faaliyetleri harmanlanıyordu. Kimi teknik enstitüler bütünüyle taşınmıştı. Maden mühendisliği ve Jeoloji fakülteleri maden
ocaklarının bulunduğu bölgelere taşınmışlardı.
‘Kültür Devrimi’ sürecinde eğitim salt okullarla sınırlı değildi. Eğitim, kişinin kültürel seviyesini, teknik yeterliliğini ve siyasi bilincini geliştirme süreci
olarak değerlendiriliyordu. ‘Kültür Devrimi’ sürecinde kitlesel eğitim uygulamalarına geniş yer veriliyordu. ‘Kültür Devrimi‘nin en önemli özelliği, üretim
ile öğrenimin birleştirilmesidir. Ortaokuldan sonra
öğrenciler için iki yıl boyunca çalışma zorunluluğu
getirildi. Öğrencilerin hangilerinin yükseköğrenime
devam edeceği üretimde bulunduğu alandaki işçi ve
köylü komiteleri tarafından belirleniyordu. Böylelikle işçi/köylü kökenli öğrencilere üniversite öğrenimi
önündeki engeller kaldırılıyordu.
7 Eylül 1968’de Halkın Günlüğü ve Kurtuluş Ordu
gazetesinde ortak bir makale yayınlandı. Makalede,
‘Kültür Devrimi’nin bütün Çin’de başarılı bir aşamaya girdiği ve bütün ülke halkının okuma yazma öğrenmiş olduğu açıklandı.
✒
lirlendi. Devletin kırsaldaki eğitim bütçesine ayırdığı pay artırıldı. Bunun sonucu olarak 1966’da, 116
milyon insan ilkokula kaydoldu. Bu rakam 1976’da
150 milyona çıktı. Eğitimli köylüler, bizzat köylüler
tarafından inşa edilen okullarda eğitim veriyorlardı.
Kırsal alanda yeni okulların yapılmasıyla, ortaokula
kaydolan öğrencilerin sayısı 15 milyondan 58 milyona çıkmıştı.
Çin nüfusunun %6’sını teşkil eden azınlık milliyetlerin dillerinin geliştirilmesi için de yoğun çaba harcandı. Eğitim sisteminin yeniden inşası oldukça zor
koşullarda geçiyordu. Öğrenciler okullarda, normal
ders programının yanı sıra, yerli diller, müzik ve el
becerileri öğrenebiliyorlardı. Çin nüfusunun %94’ü
Han ulusundan meydana geliyordu. Han ulusuna
mensup öğrencilerin bulundukları okullarda, azınlık
milliyetlerin kültürleri de öğretiliyordu. Öğrenciler
aynı zamanda üretimden kopmamak için bir ay boyunca okulların yakınındaki bir fabrikada veya okul
atölyelerinde de çalışıyorlardı. Öğrenciler yılda, bir ay
da tarlalardaki tarım birliklerine gönderiliyordu.
‘Kültür Devrimi’ ile birlikte esmeye başlayan değişim
rüzgarlarından biri de ders kitaplarının içeriği idi.
Eğitmenler, yerel koşulları ve sorunları ele alan ders
kitapları çıkarmaya çalışıyorlardı. Okullar profesyonel idareciler tarafından değil, öğretmenlerden, öğrencilerden, mahalle sakinlerinden, işçi propaganda
birliklerinden ve Halk Kurtuluş Ordusu mensuplarından oluşan devrimci komiteler tarafında yönetiliyordu.
‘Kültür Devrimi’nden önce, ilkokulu bitiren öğrencilerin ortaokula devam edebilmeleri için bir eleme sınavına tabii tutuluyorlardı. Seçkin okullar, en yüksek
puanlı öğrencileri alıyordu. Emekçilerin çocuklarının elit okullara girmesi çok zordu. Bu sistem ‘Kültür
Devrimi’ ile birlikte ortadan kaldırıldı. Tüm öğrenciler ortaokul öğrenim hakkına sahipti. Her ortaokulda farklı toplumsal kesimlere mensup öğrenciler
bulunuyordu.
‘Kültür Devrimi’nin ilk başlarında, okullarda, üniversitelerde dersler tatil edildi. Okullar, üniversiteler,
‘Kültür Devrimi’nin ileri karakolları haline geldi. Lise
öğrencileri, üniversite öğrencileri ve öğretim üyeleri
hergün sınıflara gittiler. Buralarda, eğitim ve siyaset
üzerine saatlerce süren tartışmalar yürüttüler. Öğrenciler, ülkenin başka yerlerinde de politik mücadeleye atıldılar. Okullarda ve üniversitelerde, broşür ve
bildiriler birbiri ardına dağıtılıyordu. Sınıf duvarları,
dış duvarlar tamamen çeşitli renklerde yazılmış du-
‘Kültür Devrimi’nde kadınlar…
“Çin’de erkekler genellikle üç sistemin otoritesine (siyasi otorite, klan otoritesi, dinsel otorite –redaktör)
tabidirler, … Kadınlara gelince, onlar adı geçen üç
55
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
56
otoriteye ilaveten erkeklerin (kocalarının) otoriteleri
altındadırlar. Bu dört otorite şekli, yani siyasi otorite,
klan otoritesi, dinsel otorite ve koca otoritesi, ataerkil-derebeylik ideolojisi ve sisteminin bütününü temsil
ederler, Çin halkını ve özellikle köylüleri sımsıkı bağlayan dört kocaman halattır. (...) Son zamanlarda köylü
hareketinin ortaya çıkmasıyla birçok yerlerde kadınlar, köylü kadınlar birliklerini kurdular, artık başlarını
yukarı kaldırma zamanı gelmişti kadınlar için, koca
otoritesi de günden güne sarsılmaya başladı. Kısacası, ataerkil-derebeylik ideolojisi ve sisteminin bütünü
köylülerin otoritesinin gittikçe büyümesiyle sarsılmaktadır.” (“Kızıl Kitap“, Mao Zedung, s. 384)
Çin’deki ataerkil baskının kaynağı Konfüsyüsçü bakış açısı idi. Çin toplumunda Konfüsyüsçü öğretinin
büyük bir etkisi vardı. Bu öğretiye göre; erkekler saygı
görmeli, kadınlar hor görülmeliydi. Kadınların hiçbir
ekonomik/siyasi hakları yoktu. Kadınlar, hiçbir şekilde eğitim görmüyorlardı. Kadın toplumsal yaşamın
her alanında eşine, babasına, erkek kardeşlerine ve
kayınlarına tabii idi. Güya güzellik için “ayakların
bağlanması”, kadınları erkeklere ekonomik açıdan
bağlı kılan vahşi bir uygulama idi. Buna göre; genç
kızların ayakları küçük yaşta sımsıkı bağlanıyordu.
Böylece kadınlar üretici faaliyetlere katılamayacak
şekilde sakat kalıyordu. Bu yöntemle sakat kalan kadınların ayaklarının boyu yedi santimetreydi. Çin’de
genç kızlar zorla evlendiriliyordu. Kadına yönelik aile
içi şiddet ve toprak ağalarının köylü kadınlara tecavüzü alışıla gelmiş olaylardı.
Çin devriminin zaferi kadınlar için yeni bir dönemin
başlangıcı oldu. 1950’lerin başlarındaki toprak reformu kampanyalarında kadın dernekleri, köylü kadınları kötü muameleye ve şiddete karşı başkaldırmaya
çağırıyorlardı. Milyonlarca kadın, devrim ortamında
ilk kez toprak sahibi oluyor ve işlerini bırakıp çalışma yaşamına katılıyordu. Yeni okulların açılmasıyla
birlikte, kadınlar arasındaki okuma yazma oranı artıyordu. Kadını aşağılayan eski düşüncelerin yerine
eşitlik ilkeleri yükselmeye başlıyordu. 1950’de Çin’de
medeni kanun yürürlüğe girdi. Bu kanuna göre; zorunlu evlilikler, küçük yaşta kızların evlendirilmesi,
aile içi şiddet ve başlık parası yasaktı. Bu yasa ile birlikte kadınlara boşanma hakkı tanınıyordu. 1953’te
ÇKP, medeni kanunun her yerde uygulanabilmesi
için kitlesel kampanya başlattı. Kadrolar kırsal alana akın etmişti. Bütün bu çalışma ve kampanyalara
rağmen, kemikleşen ataerkil düşüncelerin ortadan
kalkması bir süreci gerektiriyordu. Kırsal alanlarda
kadınlar açısından elde edilen kazanımlar sınırlıydı.
1958-1959’da, Büyük İleri Atılım ile birlikte, milyonlarca kadın evden çıkıp üretime katıldı. Kadınların
sanayi ve tarımda çalışabilmeleri için kreşler açıldı.
Üretime katılan kadınların sayısı arttıkça, daha fazla kadın çalışma ekiplerinde yönetici konuma geldi.
Partiye katılan kadınların sayısında artış meydana
geldi. Devrim ertesinde kadınların elde ettiği kazanımlar muazzamdı ama yeterli değildi. Çin’de ev işleri ile hâlâ kadınlar ilgileniyordu. Çinli kadınlar, çift
vardiya çalışıyorlardı. Bir yandan üretime katılıyor,
diğer yandan ev işlerini yapıyorlardı. Birçok kadın, ev
işlerinin sorumluluğunu taşıdığı için siyasi yaşama
katılmaktan geri duruyorlardı. Bu yüzden kadınlar,
işletmelerde, mahalelerde vb. önder konuma gelemiyorlardı.
‘Kültür Devrimi’ sürecinde kadınlar büyük kazanımlar elde etti. Kadınlar, siyasi mücadelede önder
konumuna gelebiliyorlardı. Devrime aktif olarak katılan kadınlar, kadını aşağılayan eski algıyı temelden
sarsıyordu. ‘Kültür Devrimi’ fabrikalara ulaştığında,
Şanghay’da işgücünün üçte birini oluşturan kadın
işçiler, işletmelerdeki baskıcı uygulamalara karşı örgütlendiler. Sağcıların ve kimi parti yetkililerinin
görevden alınmasını sağladılar. Kadın işçiler hızlı bir
şekilde önder konumuna yükseldi. Şanghay Devrimci
Komitesi’nin başkan yardımcısı Vang Şiujen 32 yaşındaki kadın tekstil işçisiydi.
Birçok işyerinde “Demir Kadın Birlikleri” oluşturuldu. Sadece erkeklerin çalışması uygun görülen birçok
alanda kadınlar çalışmaya başladı. Petrol rafinerleri, yüksek gerilim hatlarının tamiri ve köprü inşaatlarında kadınlar çalışıyordu. Kadınlar artık ağır
sanayide çalışıyor ve fabrikalarda önder konumuna
geliyorlardı. Doktorların ve kırsaldaki “yalınayak
doktorların” yarısı kadındı. Kızlar da tıpkı erkekler
gibi ortaokulda askeri eğitim alıyordu. Mezun olan
kızlar halk milislerinde görev alıyordu.
Çocuk bakımında kimi yenilikler uygulamaya sokulmuştu. Kreşler yaygınlaştırıldı. Her işletmede kantin
ve yemekhane vardı. Çocuk bakımı ve diğer ev işlerinin toplumsallaştırılması, kadınların üretime katılmasını arttırdı. Kadınlar siyasi yaşama aktif katıldılar ve önder konumuna yükseldiler.
Kırsal alanlarda da “Demir Kadın Birlikleri” oluşturuldu. Kadın işçiler eşit işe eşit ücret talebini daha
yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Sırf kadınlardan oluşan araştırma grupları kuruldu. Eğitim
programları uygulamaya konuldu. Kırsal bölgelerde
Lin Biao ve Konfüçyüs’ü eleştirme kampanyası
1973’ün sonlarında başlatıldı. Bu kampanya, ‘Kültür
Devrimi’nin devamı olarak görülüyordu. Kampanyanın hedefi, eski fikirler, gelenekler, davranışlar ve
alışkanlıkların açığa çıkarılması ve temizlenmesidir.
Geleneksel Çin düşünce tarzını ortadan kaldırmak
için, Konfüçyüsçülük en derin köklerine kadar eleştiriliyordu. Bu hareket gerekirse bütün sosyalizm dönemi boyunca sürecekti. 2500 yıl egemen olmuş bir
düşüncenin temizlenmesi birkaç onyılın işi değildi.
Kadınların eleştiri hareketine katılmasına özen gösteriliyordu. Kampanya ile birlikte kadınlara yönelik
ataerkil düşüncelere karşı birkez daha direniş başlatıldı. Bu kampanyanın amacı, Lin Biao’nun siyasi görüşleri ile Konfüçyüs’ün düşünceleri arasında
bir paralellik kurmaktı. Katı toplumsal farklılıklara
methiyeler düzen ve sadece aydınların egemen olması gerektiğine inanan Konfüçyüsçü görüşler ‘Kültür
Devrimi’nin başlıca hedefleri arasındaydı. Bu kampanyanın en önemli yanlarından biri, kadınların en
alt seviyedeki derneklerde bile gördükleri baskıya ve
karşılaştıkları baskılara karşı seslerini yükseltmele-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Lin Biao ve Konfüçyüs’ü eleştirme
kampanyası…
rini amaçlıyordu. Kadınlar, Konfüçyüsçü düşünceyi araştırarak edindikleri bilgileri, günlük yaşamda
karşılaştıkları cinsiyete dayalı ayrımcılık örneklerini
tahlil edip bunlarla mücadele ediyorlardı. Kadının
evdeki rolü sorgulanıyordu. Çocuk bakımına, ev işlerine yardımcı olan ve böylece kadınların siyasi çalışmalara/araştırmalara katılmasını sağlayan bir erkek
modeli teşvik ediliyordu. ‘Kültür Devrimi’ sürecinde
kadınların çalışmaları ve elde edilen kazanımlar muazzamdı.
Elbette her devrim kazanımların yanında hataları da
içerisinde barındırıyordu. Çin’de demokratik devrimin zaferi ile kapitalist restorasyonun başlaması arasında 27 yıllık bir dönem vardır. Bu dönem içerisinde
kadınların elde ettiği başarılar küçümsenemez. Ancak erkek egemenliğini, ataerkil bir toplumu 27 yılda
değiştirmek mümkün değildir. Bu değişim uzun yılları gerektirmektedir.
Eleştiri hareketi ile kadınların katlanmak zorunda
kaldıkları baskılar ile psikolojik ve kültürel baskılar
tartışmaların odak noktasıydı. Köylerde, fabrikalarda ve sokaklarda, kadın önderler eleştiri hareketinin
başını çekiyordu. Üniversite öğrencileri ile işçi/köylüler arasındaki evlilikler artmaya başlamıştı. Partiye
yeni kadın üyeler katılıyordu. 1958’de parti üyelerinin %18’i kadındı. 1973’te 28 milyon parti üyesi vardı. Kadınların üye oranı %23’tü. Kadınların partideki
üye oranının istenilen seviyede olmadığı çok açıktı.
1975’de kadın üye oranı %35-40’a ulaştı. ‘Kültür Devrimi’ yıllarında ara verilen aile planlaması çalışmaları da eleştiri kampanyası ile hız kazandı. Eleştiri
kampanyasının bir amacı da, ekonomik plânlama ile
nüfus plânlaması arasında uyum sağlamaktı. Çinde
artık iki çocuklu aileler ideal aileler olarak görülüyordu.
30 Haziran 1974’de, Kuangming Günlüğü adlı gazetede bir başyazı yayınlandı. Başyazıda, parti, kitlelerin eleştirilerinden öğrenmeye çağrılıyordu. 1974 yılı
boyunca, Çin’in bütün kentleri, parti üyelerinin yaptığı yanlışları eleştiren dazibao ve afişlerle kaplandı.
1974 Kasım’ına kadar Merkez Komitesi üyeleri, yedek
üyeleri, partinin bütün eyalet sekreterleri, Belediye
komitesi sekreterleri, Komünist Gençlik Birliği ve
sendikalardaki bütün lider kadrolar, kol gücüyle çalışmak amacıyla kırsal bölgelere gittiler. Bu kadrolar,
yoksul köylü ve işçilerle birlikte yaşayıp onlarla birlikte yiyip/içerek kitlelerin yaşadığı sorunları birinci
elden tanımak istiyorlardı. Bu yöntem bizzat Mao Zedung tarafından önerilmişti.
✒
önder konumuna yükselen kadınların oranı, ‘Kültür
Devrimi’ öncesine oranla üç misli arttı. Sekiz milyonu aşkın eğitimli genç kadın, köylü kadınlarla birlikte çalışma ve onlardan öğrenmek amacı ile kırsal
alanlara gönderildi. ‘Kültür Devrimi’ sürecinde, kadınların siyasi çalışmalarda öne çıkmaları, devrimci
komitelere ve parti saflarına katılmalarının bir sonucu olarak önder konumuna yükselen kadınların sayısı az değildi.
57
✒
“Yalınayak doktorlar” kampanyası…
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
‘Kültür Devrimi’ öncesinde sağlık kurumları şehirlerde yoğunlaşmıştı. Bu yüzden milyonlarca köylü
ilkel tedavi yöntemleri ile karşı karşıya idi. ‘Kültür
Devrimi’ ile birlikte, kırsal ile şehirler arasındaki
eşitsizliği ortadan kaldırmak için “yalınayak doktorlar” kampanyası başlatıldı. 1970’lerin ortalarına gelindiğinde Çin kırsalında bir milyondan fazla doktor
vardı. “Yalınayak doktorlar”ın çoğu şehirlerde eğitim
alarak kırsal bölgelere gitmişti.
“Yalınayak doktorlar”, halka hizmet, hastalıkları önlemeyi ön plâna almak ve kafa ile kol emeğini birleştirmeyi ilke edinmişlerdi. Sloganları, “eller nasırlı,
ayaklar çamurlu, omuzda ilaç çantası, akılda ve yürekteyse yoksul köylüler” idi. Her üretim ekibinin bir
sağlık görevlisi vardı. Bu doktorların görevi sadece
hastalık teşhisi ve tedavisi ile bitmiyordu. Doktorlar,
aşı yapıyor, böcek ilaçlarının nasıl kullanılması gerektiğini gösteriyor ve annelere çocukların beslenmesi ve bakımı hakkında yardımcı oluyorlardı.
Şehirlerdeki hastaneler ve tıp fakülteleri kırsal bölgelere yardımcı oluyordu. Komünlere sağlık merkezleri
inşa ediliyor ve doktorlar atanıyordu. Komün hastaneleri, ‘yalınayak doktor’ ve hemşire yetiştirebiliyordu. “Yalınayak doktorlar” altı ay ile bir yıl süren bir
eğitimin ardından köylere gidiyordu. Eğitim dönemlerinde tarlada da çalışıyorlardı. İhtiyaçları komün
tarafından karşılanıyordu.
‘Kültür Devrimi’ sürecinde şehirlerdeki doktorların
eğitimi de ciddi bir dönüşüme tabii tutuldu. Tıp fakültelerinde eğitim süresi altı yıldan üç yıla indirildi.
Bu süreye 1,5 yıl staj eklendi. Tıp eğitiminin müfredatı değiştirildi. Önleyici tedavi yöntemleri ön plana çıktı. Mezun olanlar uzman doktor değil pratisyen hekimdi. Tıp fakültesi mezunlarının çoğu kırsal
alanda kalıyordu. Doğal malzemelerle yapılan ilaçlar
ve akupunktur gibi yöntemler ‘Kültür Devrimi’ sürecince yaygın şekilde kullanıldı.
‘Kültür Devrimi’ sona erdikten sonra, kırsalda erişebilir sağlık dönemi kapandı. Deng Siao-ping, “yalınayak doktorlar” sistemine 1981’de son verdi. Doktorlar
kendilerine ait muayeneler açmaya başladılar. 1983’te
kolektifler ve komünler dağıtıldıktan sonra, sağlık sigortası da kırsaldan çekilmiş oldu.
Topyekûn iktidarı ele geçirin kampanyası…
58
Ocak 1967’de, parti ve hükümet organlarındaki önderlikleri etkisiz hale getiren devrim Şanghay’da baş-
ladı. Şanghay fırtınası tüm Çin’e yayıldı. Devrimin
ana teması “topyekûn iktidarı ele geçirin” sloganı
idi. 22 Ocak 1967’de, Halkın Günlüğü’nde “tüm ülke
çapında her yerde iktidarın topyekûn ele geçirilmesi
için kapsamlı mücadeleyi başlatma ve başkan Mao
tarafından desteklenen büyük tarihsel görevin başarıyla yerine getirilmesi” (“ÇKP Tarihi”, s. 477, Canut
Yayınevi, Temmuz 2012, İstanbul) çağrısı yapıldı. Bu
çağrıya bağlı olarak kentlerde ve eyaletlerde parti ve
hükümet organları ele geçirildi.
16 Haziran 1967’de, Kızıl Bayrak gazetesi, Mao
Zedung’tan alıntılar yaparak bir yorum yayınladı.
Bu yorumda şöyle deniliyordu: “İktidarı elinde tutan
bir avuç kapitalist yolcu partiliden iktidarın geri alınması, proletarya diktatörlüğü koşullarında bir sınıfın
diğer sınıfı devirdiği bir devrimdir.” (age. s. 477) Diğer
sınıftan anlaşılması gereken kapitalist yolda giden revizyonistlerdir.
Her yerde iktidarı ele geçirme kampanyası, Merkez
Komitesi ve Devlet Konseyi’ne bağlı bölümlerden
yerel parti ve hükümet organlarına, toplumsal yaşamın her alanını kapsayarak hızla yayıldı. Gazeteler ve
dergiler, iktidarın ele geçirilmesi için halka çağrıda
bulunuyordu.
1967 Ocak ayının sonunda çıkan Kızıl Bayrak sayısında, proleter devrimcilerin, parti içinde yetki sahibi
olan ve kapitalist yolu tutan ve böylelikle de Şanghay
ilinin, siyasi, ekonomik ve kültürel gücünü ellerinde bulunduran bir avuç kişinin ellerinden iktidarı
almak için birleştiği belirtiliyordu. Böylece ‘Kültür
Devrimi’ sırasında iktidarın el değiştirmesi ilk defa
Şanghay’da gerçekleşti. 5 Şubat 1967’de Şanghay Komünü kuruldu. Şanghay Komünü daha sonra Şanghay Devrimci İl Komitesi adını aldı. Şanghay’daki
mücadele Ocak devrimi olarak adlandırıldı.
“Sosyalist ülkelerde mülkiyet ilişkileri sosyalist bir dönüşüme tâbi tutulduktan sonra da şu soru mevcudiyetini korur: Bundan sonra hangi yolda ilerlenecek? Sosyalist devrimi sonuna kadar sürdürüp komünizme mi
ulaşılacak? Yoksa yarı yolda durulup kapitalizme geri
mi dönülecek? Bu soru cevaplandırılmayı bekliyor” (15
Ağustos 1966 Halkın Günlüğü, baş makale.)
‘Kültür Devrimi’, bürokratizme, yozlaşma tehlikesine, küçük burjuva bireyciliğine ve burjuva sınıfı üzerinde proletarya diktatörlüğü uygulamak için başlatıldı. ‘Kültür Devrimi’, Liu Şao-çi ve Deng Siao-ping
revizyonist kliğine karşı muazzam bir sınıf mücadelesi ve proletarya diktatörlüğünün bütün alanlarda
kurulması için siyasi bir devrimdir. Ne yazık ki bu
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
karşı uyardı. Proleter dünya görüşünün temeli, bireysel çıkar gözetmeden halka hizmet etmekti.
1968 Eylül’üne kadar, Çin’in 28 eyalet, belediye ve
özerk bölgelerde devrimci komiteler kuruldu. Devrimci komitelerin kurulması, bütün bölgelerde partinin egemenliğinin sağlandığı anlamına gelmiyordu.
Devrimci komitelerde askerlerin belirgin bir egemenliği vardı. Bir süre sonra, bazı HKO birliklerinin bölgelerindeki iktidarı devretmek istemedikleri görüldü.
Yaşanan açıkça yerel iktidar kavgalarıydı.
1968’de işçi sınıfı üstyapının iktidarına ağırlığını
koymaya başladı. Mao Zedung, “İşçi sınıfı her konuda, özellikle kültür yaşamının her cephesinde önderliği
eline almalıdır” diyordu. (Aktaran Han Suyin, “Sabah
Tufanı cilt II”, s. 492, Berfin Yayınları, İkinci Basım
1999 İstanbul) Temmuz/Ağustos 1968’de, onbinlerce işçi yönetim işçilere sloganı ile üniversitelere el
koymaya başladı. Pekin ve Sinhua üniversitelerinde,
birbirleri ile çatışan Kızıl Muhafız grupçukları vardı. 27 Temmuz sabahı Pekin basımevi ile başkentin
diğer beş fabrikasından gelen 6 bin işçi, HKO propaganda takımları ile birlikte ve silahsız olarak Sinhua
üniversitesine geldiler. Öğrenciler işçilere saldırmaya
başladı. Kısa sürede beş işçi öldü. Onlarca işçi yaralandı. İşçileri döven öğrenciler birçok işçiyi esir
aldı. Kimi işçilere işkenceler yapıldı. İşçilere saldırıldığı haberini alan binlerce işçi fabrikaları bırakıp
Sinhua üniversitesine akın etti. Üniversite çembere
alındı. Gerçekleri gören öğrencilerin büyük bölümü
direnmekten vazgeçti. Olayların sonuna kadar işçiler öğrencilere karşı silah kullanmadı. Mao Zedung,
direnen öğrenci liderleri ile görüştü ve “üniversiteye
işçileri ben gönderdim”, dedi. İşçiler, Çin’deki bütün
okullara giderek grupçuklara son verdi. Okullar temizlendi.
15 Ağustos 1968’de, Halkın Günlüğü’nde Mao’nun şu
talimatları yayınlandı:
“Yediyüz milyon nüfuslu bir halkız ve ülkemizin önderi işçi sınıfıdır. Bütün çalışma alanlarında Kültür
Devrimi’nin gerçek önderliği işçi sınıfında olacaktır.
İşçi propaganda takımları okullarda sürekli olarak
kalacak. Okullardaki her soruna önderlik edecektir.
Kırsal bölgelerde ise, okullara yoksul ve alt/orta köylü
kitleleri önderlik edecektir. Yoksul ve alt/orta köylüler,
işçi sınıfının en güvenilir müttefikidir.” (age. s. 494) Bu
olay, ‘Kültür Devrimi’nin en önemli sonucudur. Toplum elitlerinin tekelinde bulundurduğu eğitim alanı
artık işçi sınıfının denetimine geçmişti. Mao, üniversitelere proletaryayı sokmuştu. 1974’e kadar ilk ve
✒
devrim yarı yolda kaldı. Bu devrimin yarı yolda kalmasının nedenlerinden bir tanesi de marksist-leninistlerin yaptığı hatalardır.
1968 yılı…
İşçi ve gençlik arasında rekabet ve çatışmalar meydana geliyordu. Mao Zedung 14 Eylül 1967’de yaptığı bir konuşmada, “işçi sınıfı içinde temel çıkarlara
dayanan çatışmalar olamaz. İşçi sınıfının proletarya
diktatörlüğü altında iki düşman kanada bölünmesinin hiçbir haklı nedeni bulunamaz” diyordu. (Aktaran Han Suyin, “Sabah Tufanı cilt II”, s. 479, Berfin
Yayınları, İkinci Basım 1999 İstanbul) Halk Kurtuluş
Ordusu birkez daha birliği sağlamakla görevlendirildi. Mao Zedung, HKO’nun en seçkin 30 bin kadrosunun katıldığı bir dizi eğitim semineri düzenledi.
Eğitim seminerlerinden sonra kurulan HKO Mao
Zedung Propaganda Takımları, ülkedeki bütün fabrika, halk komünü ve diğer üretim birimlerine dağıldılar. Amaç, devrimci komitelerin kurulmasıydı. Bu
mücadele içerisinde işçiler, üniversite öğrencilerine
oranla kısa sürede bütünleştiler. Sanayi üretimi hızla
artmaya başladı. Tarım alanında da komünlere çeki
düzen veriliyordu. Generallerde dahil olmak üzere
HKO’nun bütün yüksek rütbeli subayları, halk komünlerinde köylülerle birlikte siyasi eğitim kurslarına katılıyor ve tarlada çalışıyordu.
1968 yılında partinin yeniden yapılandırılması hedefleniyordu. HKO, artık bütün enerjisini yeni yapılanmanın kuruluşuna ayırmıştı. Mao Zedung, her
fırsatta HKO’nun partinin denetimine tabii olduğunu vurguluyordu. Sivil düzen bütün kurumları ile
yeniden işletilecekti. “Parti silahlara kumanda eder,
asla silahlar partiyi yönetemezdi.” Partinin yeniden
yapılanma sürecinde genç yeteneklerin partiye kazandırılması gerekiyordu. 1962’de 17 milyon üyesi
olan ÇKP, 1973’te 28 milyon üyeli bir parti olmuştu.
“Devrim üretimi artırır” sloganı ekonomik yaşamın
her alanında öne çıkarıldı. Emekçilerin bölünmesine
ve kamu mallarının ziyan edilmesine yol açan her tür
davranış “karşı devrimcilik” olarak mahkûm edildi. Her fabrikada üretimin artırılmasından sorumlu
olan Kızıl İşçi Muhafızları adlı gruplar seçildi. İşçilerin birliğini zayıflatan, grupçuluğu ve bölünmeyi
teşvik eden bütün afişler yasaklandı. Mao 1968’de,
“Kendinizle mücadele edin, revizyonizme karşı çıkın”
sloganını yeniden gündeme getirdi. Partiyi revizyonizmin dayandığı burjuva dünya görüşünün başlıca
belirtileri olan sekterlik, küçük-burjuva radikalizmi,
anarşizm, oportünizm ve bencillik gibi eğilimlere
59
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
60
ortaokullardaki öğrenci sayısı 170 milyona ulaştı. Bu
öğrenciler ancak, halk komünleri ve fabrikalarda işçilerle bütünleşmek koşuluyla üniversiteye girebilecekti. Üniversite öğrencilerinin %95’i artık işçi/köylü idi.
Yarı yolda kalan devrim…
Mao Zedung ‘Kültür Devrimi’ni şöyle tanımlıyordu:
“Kültür Devrimi, bir yanda ÇKP ve onun önderliğindeki devrimci halk kitleleri ile Gomintang gericileri
arasındaki uzun süreli mücadelenin, ayrıca burjuvazi
ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin devamıdır.” (age. s. 483) ‘Kültür Devrimi’ yarı yolda kalan ve
tamamlanamayan bir devrimdir.
IX. Parti Kongresi’nde ‘Kültür Devrimi’nin sona erdiği açıklandı. “Kültür Devrimi’siyasi bir devrimdi.
Proletarya ile burjuvazi arasında bir ölüm/kalım
mücadelesiydi. Mao Zedung, ‘Kültür Devrimi’ni
proletaryanın burjuvaziye ve bütün sömürücü sınıflara karşı sürdürdüğü büyük bir siyasi devrim olarak tanımlıyordu. ‘Kültür Devrimi’ Çin’de proleter/
sosyalist devrimin, proletaryanın mutlak egemenliği
ele geçirmek için verdiği mücadele idi.‘Kültür Devrimi’, kapitalist restorasyon tehlikesine ve Liu Şao-çi ve
Deng Siao-ping revizyonist kliğine karşı, kitlelerin
seferber edildiği bir devrim hareketidir. Proletarya
diktatörlüğünün gerçek anlamda kurulması için kitleler seferber edildi.
‘Kültür Devrimi’, Çin’de, iyice gelişmiş olan revizyonizme karşı baş kaldırıdır. Kitlelerin katıldığı muazzam bir devrim hareketi­dir. Ama doğru bir önderlik
ve çizgi altında yürümediği için amacına ulaşamadı.
’Kültür Devrimi’ içinde ve sonrasında daha önce yapılan hatalar özeleştirici bir şekilde tahlil edililemedi.
Revizyonizm tasfiye edilemedi. Görevden alınan revizyonistlerin çoğunun itibarı bir süre sonra bizzat
Mao Zedung tarafından iade edildi. ‘Kültür Devrimi’
sonrasında topla­nan ÇKP 9. Parti Kongresi “Mao Zedung Düşüncesi” adına bir dizi hata ve sapmaya sahip
bir çizgiyi partinin temeli haline ge­tirdi. Daha sonraki gelişme içinde, başarısız bir darbe girişimi sonrasında kaçış yolunda ölen Lin Biao “hain” olarak
damgalandı. Parti içinde esas olarak Çu En Lay’ın önderliğinde geri­ye dönüş başladı. ‘Kültür Devrimi’nin
de­virdiği kadroların önemli bir bölümü yeniden göreve getirildi.1970’in başlarından itibaren “Üç Dünya
Teori­si” denen karşıdevrimci teori geliştirildi. Ekonomik alanda, maddi özendirme gelişmeye devam et­ti.
1975’de yeniden hâkim hale ge­len revizyonizme karşı
Mao Zedung ve Kültür devrimcisi kimi kadrolar tarafından bir kampanya başlatıldı. Bu kampanya “proletarya diktatörlüğünün gereklili­ği”, “burjuva hukukuna
karşı mücadele”, “ücret farklılıklarına karşı mücadele”
vb. noktalarda yoğunlaştı. 1976 Nisan’ında Deng Siaoping’in kısa süreli devrilmesi ile kampanya noktalandı. Mao Zedung’un ölümünden bir ay sonra, “sağ” bir
darbe ile ÇKP/MK içindeki sol unsurlar tasfiye edile­
rek, parti içinde revizyonizmin kesin hâkimiyeti pekiştirildi.
‘Kültür Devrimi’ devrimlerin sadece kitlelerin eseri olabileceği gerçeğini gösterdi. ‘Kültür Devrimi’
devrimci önderlerin kitlelere önderlik ederken de,
Marksizm-Leninizm’in ilkelerini kitlelere aktarırken
de, her zaman emekçi kitlelerin öğrencileri olmak
zorunda olduklarını hatırlattı. ‘Kültür Devrimi’sürecinin teorik ve kültürel derslerinden öğrenmek ve
dersler ışığında geleceğe yürümek gerekir.
Ağustos 2016
Yararlanılan Kaynaklar
“Mao Zedung ve Çin Devrimi“, Dönüşüm Yayınları,
1993 İstanbul
“Çin Kültür Devrimi, Büyük Proleter Kültür
Devrimi’ne Kısa Bir Bakış”, Devrimci Araştırmalar
Grubu ABD, Patika kitap, 2013 İstanbul
“Çin Kültür Devrimi Tarihi”, Jean Dauber, Umut Yayıncılık, Mayıs 1994, İstanbul
“Mao Zedung, Bir Yaşam”, Philip Short, İthaki Yayınları, Ekim 2007, İstanbul
“Seçme Eserler V” Mao Zedung, Aydınlık Yayınları,
Kasım 1978, İstanbul
“Çin Komünist Partisi Tarihi, Cilt 1” Canut Yayınevi,
Temmuz 2012, İstanbul
“Bolşevik sayı 20”, Temmuz 1987, Bolşevik Partizan
Yayınları,
“Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi
Hakkında, Polamik (1963)”, İnter Yayınları, Temmuz
1988, İstanbul
“Sabah Tufanı-I, Mao Zedung ve Çin Devrimi 18931954”, Han Suyin, Berfin Yayınları, Mayıs 1997, İstanbul
“Sabah Tufanı-II, Mao Zedung ve Çin Devrimi 18931954”, Han Suyin, Berfin Yayınları, Mayıs 1997, İstanbul
“Mao Tse-tung, Der Große Strategische Plan, Dokumente zur Kulturrevolution”, Joachim Schickel, VoltaireHandbuch, Hamburg, 1969
Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin (BPKD) 50. Yılında, Yeni Dünya İçin Çağrı tarafından; “50.Yılında:
Büyük Proleter Kültür Devrimi ve Sosyalist İnşada
Yeri” konulu panel, 25 Eylül Pazar günü İstanbul Galatasaray Cezayir Toplantı Salonu’nda yapıldı. Panelin moderatörlüğünü Şair Hasan Erkul yaptı. Panelin
konuşmacıları Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi çalışanları Çetin Desde ve Hüseyin Koç’tu.
Panel BPKD’ni konu edinen slayt gösterisi ile başladı.
Panel iki bölüm olarak yapıldı. Birinci bölümde konuşmacılar konu hakkında görüşlerini anlattılar.
Verilen aranın ardından panelin ikinci bölümüne
geçildi. Tartışma bölümünde kimi dinleyiciler konuşmacılara soru sordu. Kimi dinleyiciler konu hakkında görüşlerini anlattılar.
Konuşmacıların kendilerine sorulan sorulara cevap
vermesi, konu hakkında ifade edilen görüşlere tavır
güncel
“50.YILINDA: BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR
DEVRİMİ VE
SOSYALİST İNŞADA YERİ” PANELİ YAPILDI!
takınmalarının ardından panel sona erdi.
Üç saat süren panele 60 kişi katıldı.
Panelde verimli ve canlı tartışmalar yürütüldü.
Panelde yapılan konuşmalardan kısa bir özet yayınlıyoruz.
Konuşmalardan:
Hüseyin Koç:
1949 yılında Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşu
ilan edildi. Bu dönemde Çin’in nüfusu 540 milyondu. Sanayi proletaryasının nüfusu ise 3 milyon 800
bindi. Çin geri bir ülke, yarı feodal bir ülke, bu koşullarda devrim oldu. Çin esas olarak bir tarım ülkesi. Devrimden sonra Sovyetler Birliğinin desteği
ile de sanayi alanında önemli gelişmeler yaşanır.
1950’lerin yarısına gelindiğinde Çin’de demokratik
61
güncel
devrimin görevleri tamamlanır. Sosyalist devrime
geçilmesi gerekir. Bu noktada bir duraklama var.
1950’lerin ikinci yarısı, 1956 yılında yapılan SBKP 20
Parti Kongresi ile birlikte dünya komünist hareketi
içinde Kruşçev modern revizyonizminin egemen olduğu dönemdir. 20 Parti Kongresinden sonra ÇKP
8. Kongresi yapılır. Bu kongre devrimden sonra yapılan ilk kongredir ve tamamen 20.Parti Kongresi’nin
etkisi altındadır. Kongrede proletarya ile burjuvazi
arasındaki temel çelişmenin çözüldüğü, Çin’de sosyalizmin esas olarak kurulduğu tespiti yapılır.
Mao 1940’larda proletarya, köylülük, küçük burjuvazi, milli burjuvazinin ortak iktidarının sınıfsal niteliği konusunda doğru tespit yapar. Bu iktidarı halkın
demokratik diktatörlüğü olarak nitelendirir. Proletarya diktatörlüğünü işçi sınıfının hiçbir sömürücü
sınıf ile iktidarını paylaşmadığı iktidar olarak nitelendirir. Ancak 20 Parti Kongresinden sonra proletarya diktatörlüğü konusunda Mao’nun görüşleri değişir. Bunda Kruşçev modern revizyonizminin etkisi
vardır. Milli burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmeyi uzlaşmaz çelişme gören Mao’nun bu konuda
tavrı 1957 yılında değişir. Halk İçerisindeki Çelişmelerin Doğru Ele Alınması Üzerine başlıklı yazısında; “Milli burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişme
sömürenle sömürülen arasındaki bir çelişmedir ve
niteliği gereği uzlaşmaz bir çelişmedir. Ama Çin’İn
somut şartlarında iki sınıf arasındaki bu uzlaşmaz
çelişme, doğru bir biçimde ele alınırsa uzlaşmaz
olmayan bir çelişmeye dönüştürülebilir. Ve barışçı
yöntemlerle çözülebilir.” Görüşlerini savunur.
Kültür Devrimine giden süreçte başta Mao olmak
üzere milli burjuvaziye tavır konusunda, sosyalizmin inşası konusunda komünistler hatalar yapar. Bu
hatalar sonucu devlet iktidarı, parti yönetimi önemli
oranda revizyonistlerin eline geçer. BPKD sırasında
proletarya diktatörlüğü konusunda doğru görüşler
savunulur, fakat yapılan hataların özeleştirisi verilmez.
Çetin Desde:
62
Dünyayı etkileyen, milyonlarca kitlenin harekete
geçtiği BPKD’nın arka planında kültür alanında yürütülen bir tartışma vardır. Kültür devrimi sanat,
edebiyat, kültür alanında burjuva ideolojisini eleştirme ve geleneklerden kopmayı amaçlayan bir devrimdir. Bu devrim kültür alanında bir tartışma ile
başlamış olsa da, devlet ve parti iktidarını ele geçiren
revizyonistlere karşı yönelen siyasi bir devrimdir.
Kültür devriminin dönemleri:
1966-1968 dönemi: Mao’nun ML’lerin gençlik hareketine dayanarak iktidarı ele geçirme, proletarya
diktatörlüğünü kurma mücadelesi verdikleri dönem.
1968-1971 dönemi: İç savaşı durdurma, Kızıl Muhafızları kontrol altına alma mücadelesi verildiği Mao
Zedung Düşüncesi’nin geliştirildiği Lin Biao dönemi.
1971-1976 dönemi: Mao Zedung Düşüncesi adına
revizyonistlerin yeniden iktidarı ele geçirdiği Çu En
Lay dönemi.
(BPKD’nin başlaması, gelişmesi, dönemleri, yürütülen kampanyalar hakkında ayrıntılı bilgi verildi.)
BPKD’nin siyasi sonuçları kısaca şöyle: Bir numaralı kapitalist yolcu Liu Şio Çi, iki numaralı kapitalist
yolcu Deng Siao Ping tasfiye edilir. Lin Biao’nun,
yeni çağın Marksizm’i Leninizm’i olarak formüle ettiği Mao Zedung Düşüncesi geniş çapta propaganda
edilir. 1969’da ÇKP’nin 9. Parti Kongresi yapılır. Yeni
çağın ML’mi MZD ve Lin Biao’nun Mao’nun halefi
olduğu tüzüğe yazılır. BPKD’nin büyük zaferle sonuçlandığı tespiti yapılır.
BPKD’den çıkarılması gereken dersler:
BPKD, demokratik halk devrimini yapmış bir ülkede, devrime önderlik eden KP ve devlet kademelerinde egemen hale gelen revizyonistlere karşı,
kitlelere dayanılarak gerçekleştirilen, açık revizyonistleri işbaşından uzaklaştıran siyasi bir devrimdir. Bu devrim dünyanın bugüne dek gördüğü
devrimler içinde, kitleleri harekete geçirme, onları
devrimin doğrudan öznesi haline getirme açısından
en büyük devrim hareketidir.
Bu devrim “Merkezi/karargahları bombalayın“ şiarı ile burjuvazinin iktidarının yıkıldığı bir ülkede,
KP‘nin merkezinin revizyonistlerin eline geçmesi
halinde, yeni bir siyasi devrimin kaçınılmaz ve gerekli olduğunu öğreten bir devrimdir.
Bu devrim esas olarak proletarya partisi önderliğinde devrim yapıp ülkede burjuvazinin iktidarına son
verilmiş olduğu şartlarda, KP ve devlet içinde sosyalizm/komünizm adına ortaya çıkan yeni tipte burjuvazinin iktidarının bir devrimle yıkılması gerektiğini gösteren bir devrimdir.
Kültür devrimi, kültür/sanat/edebiyat konularının,
bu alanda ideolojik mücadelenin devrim açısından
hayati önemini ortaya koyan bir devrimdir.
BPKD genel değerlendirme:
‘Kültür Devrimi’ sırasında, ÇKP’nin içindeki
ML’lerin 1966’dan önce hangi hatalar yaptığı ve
Mao Zedung’un yaptığı hangi hataların revizyonist-
güncel
lerin hakimiyetini kolaylaştırmış olabileceği sorusu
sorulmadı. Bütün hatalar ve kötülükler Liu Şao-çi ve
onun taraftarları tarafından parti içine sızdırılmış
olarak gösterildi.
Kültür Devriminin temel teorik hatası, Çin gerçeğinin kendine özgü kimi görünümlerinin yanlış bir
şekilde genelleştirilmesinde ve sosyalist olmayan
unsurların sosyalist olarak gösterilmesinde yatmaktadır. BPKD döneminde sosyalizmde, burjuvazinin
sınıf olarak komünizme kadar var olacağı tezi savunuldu. Bu tez proletaryanın iktidarı şartlarında
yeni tipte bir burjuvazinin ortaya çıkması tehlikesine dikkat çektiği noktada önemli olmasına rağmen,
teorik olarak sınıfı düşünce üzerinden tanımlayan
bir tez olarak, burjuvazinin bütün sosyalizm dönemi boyunca sınıf olarak varlığını “normalleştirdiği”
noktada yanlıştı, yanlıştır.
1966’da Çin’de orta ve küçük burjuvazi hala sınıf olarak varlığını koruyordu. Devlet işletmelerinden, geçmişte o işletmelerin eski sahipleri eğer milli burjuvazi kategorisinde sayılıyor ise hâlâ kâr payı alıyordu.
Kültür Devriminde bir yandan burjuvazinin sınıf
olarak tasfiye edilmesinin propagandası, burjuvazi üzerinde topyekün diktatörlük olarak proletarya
diktatörlüğü propagandası yapılıyordu. Fakat di-
ğer yandan Çin’in özel şartlarında milli burjuvazinin sosyalizm inşasında yer alabileceği ve aldığının
propagandası yapılan, milli burjuvazi ile proletarya
arasındaki çelişmenin halk içindeki bir çelişme olduğunun propagandasını yapan “Halk içindeki çelişmelerin doğru çözümü üzerine” başlıklı yazının
kitlesel eğitimi yapılıyordu. Sosyalist üretim ilişkileri
altında da burjuvazinin sınıf olarak var olmaya devam edeceği Mao Zedung Düşüncesi’nin teorik keşfi
olarak savunuluyordu.
Parti içerisinde sürekli ideolojik mücadelenin gerekliliği doğru olarak savunulurken, bu mücadelenin
her zaman “iki çizgi mücadelesi” olarak ortaya çıkacağı söylenerek, parti içinde iki çizginin normal bir
görünüm olduğu yanlış savunuları ön plana çıktı.
ÇKP’nin ‘Kültür Devrimi’ öncesi yaptığı hataların sorgulanması yapılmadı. Daha da ileri gidilerek
ÇKP’nin kimi hataları, ML bilimine katkı olarak sunulup bütün dünya ülkeleri için geçerli olduğu ilan
edildi.
Revizyonistlerin neden egemen hale geldiği sorularına doğru cevap verilmedi. Hemen her on yılda
bir periyodik olarak ‘Kültür Devrimi’nin yapılması
gerektiği tespit edildi. Çin’deki özgül şekliyle Kültür
Devrimi bir yasa olarak propaganda edildi.
63
güncel
Bugün Kültür Devriminin olumlu/olumsuz derslerinden öğrenmek Marksist-Leninistler açısından
önemli görevlerden biridir.
BPKD revizyonistleri bütünüyle iktidardan
uzaklaştırma, proletarya diktatörlüğünü kurma
temel hedefine ulaşmayan, yarı yolda kalan bir
devrimdir.
BPKD sırasında iktidardan uzaklaştırılan revizyonistler 1970’nin başından itibaren tekrar eski pozisyonlarına geri döndüler.
Sorular:
*Demokratik devrimden sosyalist devrime geçiş sürecinde yaşanılan duraklamanın nedeni nedir? Mao
milli burjuvaziyle sosyalizmi inşa düşüncesini neden
savunuyor. Etkenler neler?
BPKD yarı yolda kalan devrimdir denildi. Neden?
*Kültür devrimi mi? Siyasi devrim mi?
Ne zaman revizyonistler iktidarı ele geçirdi?
*Çin’de geriye dönüş hangi sınıfın önderliğinde gerçekleşti?
*Milli burjuvaziye karşı tavrın değişmesinin felsefi
arka planı nedir?
Mao Zedung Düşüncesi’ne karşı Mao’nun tavrı nedir?
BPKD sırasında kitlelere yapılan vurguda abartı var
mı?
BPKD başarısız olmasında proletaryanın önderliğinin rolü var mı?
*Her on yılda bir devrimi nasıl anlamak gerekiyor?
*BPKD’den önce revizyonistlere karşı parti içinde
mücadele var mı?
*Sovyetler Birliği ne zaman sosyal emperyalist olarak
görülüyor?
*Tüm bu olan bitenin Marksist değer yasası açısından önemi nedir? Bu pratikler neye tekabül ediyor?
*Muzaffer Oruçoğlu Devlet ve Komün kitabında,
“Marksizm’in krizinin temelinde özel mülkiyet yerine devlet mülkiyetini koymak vardır” diyor. “Bunun
yerine aslında kamu mülkiyetinin olması gerekir”
diyor. “İktidarın temelinde, özel mülkün temelinde
namus vardır” diyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Görüşler:
64
*Çok önemli bir devrim, aynı zamanda bir dizi hatanın da yapıldığı bir devrimdir BPKD.
*Sosyalizmden geri dönüş meselesini tartışıyoruz.
Çin’de geriye dönüş bağlamında temel bir mesele
var. Mao milli burjuvaziyle sosyalizmi inşa etmeyi
savunuyor bir dönem. Devlet iktidarı parti yönetimi revizyonistlerin eline geçiyor. Çin’de geriye dönüş yıkılan burjuvazi önderliğinde değil yeni sınıfın
bürokrat burjuva sınıfın önderliğinde gerçekleşiyor.
Çin’de milli burjuvaziyle ittifak yapıldığı için geriye
dönüş oldu demek yeterli değil. Bu önemli bir etken
ama tek başına yeterli değil.
*Beş büyükler diye bir kavramlaştırma var. Bu kavramlaştırma içinde Mao’nun ekonomi politik, iktisat,
politika, felsefe konusunda kendisine özgü görüşlerinin olduğu söylenir. Tartıştığım kimi insanların
Mao’nun felsefeye katkısının olmadığı görüşü ikna
edici değil. Mao’nun felsefi görüşleri eleştiriliyor.
Ben bu görüşlere katılmıyorum. Mao Zedung aynı
zamanda bir filozoftur. Marks, Engels, Lenin, Stalin
kadar kavramlar icat etmiş biridir. Çok önemli bir
siyaset teorisyenidir. Yeni demokratik devrim, temel
çelişki, baş çelişki, antagonist çelişki gibi terimleri
icat eden, içeriğini dolduran, tarihte ende görülen filozoflardandır.
*Özel mülkiyetin çeşitli aşamalardan geçerek artı
emek sömürüsü olmaktan çıkıp toplumun mülkiyeti haline gelmesi, proletarya diktatörlüğünde temel
meseledir. Muzaffer Oruçoğlu’nun o sözlerini biliyorum. Marksizm’i Leninizm’i orada vicdan düzeyine
düşürerek aslında bir din söylüyor. Bir dinden bahsediyor. Marksizm Leninizm sadece iç dünyamızdaki temizliğimiz, iyiliğimiz, kötülüğümüz ile açıklanamayacak kadar büyük bir toplum çözümlemesi
yapıyor. İktidar proletaryanın elinde olduğu sürece,
çoğunluğu temsil ettiği sürece, çoğunlukta zaten kaçınılmaz olarak proletarya ile birlikte hareket etmek
zorunda olduğundan dolayı, burada mülkiyeti işini
senin elinde mi, benim elimde miye indirgeyemeyiz. Sadece devlet mülkiyeti meselesine de indirgeyemeyiz. Devlet mülkiyetinin kendisi, devlet proletaryanın elinde ise proletarya diktatörlüğünü temsil
ediyorsa, ister demokratik halk iktidarı olsun, ister
proletarya diktatörlüğü olsun, ister Sovyet olsun,
ister komün olsun, fark etmez, orada onlar geleceği
temsil ettiği için olgu da geleceğin iradesi olduğundan dolayı kaçınılmaz olarak oradaki ilişkiler sosyalisttir. Sosyalist mülkiyetten bahsederiz orada. Hikayenin özü budur.
Eylül 2016
✒
OKURLARIMIZDAN
19 Eylül’de Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli 27
bin 715 öğretmenin görevden alındığını açıkladı.
23 Eylül Cuma günü İzmir Konak’ta akşam saat
17.30’da EĞİTİM SEN inisiyatifinde düzenlenen
protesto mitingine 100 – 150 civarında kitle katıldı.
Tomalar ile ve tam savaş teçhizatlarıyla mitingin etrafını saran Çevik Kuvvet ve sivil hafiyeler, mitinge
katılan protestoculardan en az iki misli daha fazlaydı.
Oysa İzmir’de haksız yere terörist, Fetöcü, PKK’lı oldukları gerekçesiyle öğretmenlikleri iptal edilen binin üzerinde öğretmen var! Bunun yanı sıra yığınla
sivil kuruluşlar, sendikalar vb. var.
Bunlar neredeydiler? Bunlar nerededirler? Ya İŞÇİ SINIFI? Nerededir o?
Her şeyi bir yana bırakalım halk nerede? Bu duyarsızlık neden? Bunların tümü yanıt isteyen şeyler değil
mi?
100 kişi. Hadi bilemedin 150 kişi.. Ellerimizde, sopalara takılmış birer küçük pankart ve pankartlarda
şunlar yazılı:
“Herkese güvenceli iş, güvenceli gelecek, savundum,
savunuyorum. Sendikal örgütlenme, savundum, savunuyorum!, Barış savundum, savunuyorum!, Mülakat değil liyakat, savundum, savunuyorum!, Bilimsel
anadilinde eğitim, savundum, savunuyorum!”
HDP İzmir milletvekili ve HDP İzmir il Eşbaşkanı
Mahfuz Güleryüz’ün de katıldığı protesto mitinginde Eğitim Sen 2 No’lu şube başkanı Hasan Ali Kılıç
basın metnini okudu.
“Sultan fermanları gibi KHK yayınlayanlar, hakkı,
hukuku yok sayanlar, on binlerce eğitim emekçisini
sudan sebeplerle okullarından koparanlar, yüz binlerce öğrenciyi öğretmensiz bırakanlar, üniversiteleri
ve bilimi tırpandan geçirenler duyun sesimizi! …
Kısacası bizler, AKP’nin eğitimdeki ve toplumsal yaşamdaki yasakçı, cinsiyetçi, ayrımcı, eşitsizlikçi tüm
uygulamalarına karşı en güçlü direnci oluşturuyorduk! Bu nedenle onlar savaş dedikçe biz barış istiyoruz, yaşamak ve yaşatmak istiyoruz dedik! Onlar
ucuz iş gücü dedikçe biz emekten yana olduk! Onlar
“rant”, ”kader”, ”fıtrat”, ”iyi öldüler” dedikçe biz, artık yeter, eşitlik ve adalet istiyoruz dedik! …
Eğitim Sen olarak yaşamın her alanında kendisine
itaati arzulayan ve bunun için her yolu deneyen bir siyasi iktidar karşısında asla geri adım atmayacağımız
bilinmelidir. Her bir üyemizin, arkadaşımızın hakkı
iade edilene kadar örgütlü mücadelemizi yükselteceğiz! Bizleri bu sözümüzden döndürmeye de kimsenin
gücü yetmeyecektir! Herkes bilmelidir ki tarih, zalimleri en karanlık sayfalarında, zulme boyun eğmeyenleri de onuruyla, umuduyla ve cesaretiyle doğruyu
söyleyenleri yazdığı gibi yazacaktır! Arkadaşlarımıza,
öğrencilerimize söz veriyoruz: Birbirimizden aldığım
güçle, tüm güçlükleri aşacağız ve biz kazanacağız.”
23 Eylül 2016
İzmir/YDİ Çağrı okuru
İHD’DEN SUSMA EYLEMİ!
23 Eylül Cuma günü İzmir Konak’ta, Eğitim Sen’in
protesto mitingi bitince İHD aynı yerde susma eylemi gerçekleştirdi. Sadece pankart açıp, siyah bant ile
ağızlarını bantladılar. Anlamlı bir protesto gösterisi
yaptılar aslında. Sonunda da yine yere oturarak 10
dakika susma eylemi gerçekleştirdiler. Katılım, Eğitim Sen mitingine katılan kitlenin 70-80 kişilik bölümünden oluşuyordu.
Bugün kitleler umarsızlık, uyuşukluk ve çökmüş bir
ruh hali içerisinde. Sistem toplumun ezici çoğunluğunu etkisi altına alarak tam anlamıyla bencilleştirmiş,
egoistleştirmiş. Sistemin topluma verdiği gerici, militarist, ırkçı, tek benci eğitim ve faaliyetlerin bunda
büyük rolü var. Basın ve yayının neredeyse tümüne
yakını faşist hükümetin yaltakçısı ve borazancısı
olmuş, savaş çığırtkanlığı, yobazlık, şövenistlik, ya-
okur mektubu
ÖĞRETMENİME DOKUNMA!
65
✒
okur mektubu
lancılık ve iftira ile kitleleri tam anlamıyla aptallaştırıyorlar. Gerçek muhalefet basın üzerinde yoğun
baskılar var ve yazarlarının da büyük bölümü tutuklu.
Eğitim kurumlarından da başta üniversiteler olmak
üzere ilerici, demokrat, devrimci öğretmenler tek tek
ayıklanmaktadır. Gerçi bu ayıklama işi az çok yerine
getirilmiş durumda ve eğitim kurumları gerici, militarist, şövenist ve hükümetin yağcıları olan eğitmenlerle dolduruluyor, doldurulmuş durumda! Yani her
yerde olduğu gibi hem basın / yayında hem de eğitim
kurumlarında da kadrolaşma söz konusu.
Niyetleri tam anlamıyla şakşakçı, aptal, önüne ne konursa onu yiyen, her şeyi kabul eden, gemileri, ayakkabı kartonlarından çıkan, yatak odalarındaki kasalardan çıkan euro ve dolarlara itirazı olmayan bir
nesil yaratmak!
Dilim varmıyor ama…Bu nesil az-çok yaratılmış
gibi bir şey! Bu birden bire olmadı. Süreç içerisinde,
süreçler içerisinde oldu! AKP’de şimdi eksikleri yani
yapılamayanları yapma durumunda. Hakkı da! Sistem öyle gerektiriyor değil mi ya!
1960’ın 27 Mayıs’ı üniversitelere özerklik getirmişti.
1960 anayasasının 120. maddesi üniversitelerin idari ve bilimsel özerkliğini tanımıştı. Bu siyasilerin,
hükümetlerin dışardan üniversitelere müdahale etmelerini engelliyordu. Üniversitelerde tarafsız
olarak bilimle uğraşabilmek olanaklıydı. Dışardan
etkilenme olamazdı. Mesela Ermeni tarihi ve geçmişimiz müdahale olmadan incelenebilirdi. Dışardan
araştırmacıya sopa gösterilmezdi.
12 Mart 1971 sonrası yapılan müdahale ile bu demokratik haklar derhal kaldırıldı. 20 Haziran 1973’de
1750 sayılı üniversiteler kanunu kabul edilerek özerklik falan kaldırıldığı gibi bir de üniversite denetleme kurumu kuruldu. 1980 sonrası da YÖK kuruldu.
1982 anayasasının 130, 131. Maddeleri üniversiteleri
kontrol altına almayı, özerk yönetim yerine merkezi
ve hiyerarşik bir yapı ile yönetmeyi öngörüyor.
Türkiye’de eğitim sisteminde iyi olan ne varsa ta 1948
İnönü döneminden beri tırpanlanıyor. 1948’de Köy
Enstitüleri kaldırılmaya başlıyor. Yani ezberci eğitim
sistemi egemen kılınmaya başlıyor. Bu gün eğitimin
geldiği nokta ortada!
Ezbercilik, anket doldurma, pratikten yoksun,
çalışmadan yoksun hıfz etme..
Şimdi gelinen yerde eğitim sistemine ve programına tüm istedikleri gerici, şövenist, anti bilimsel şeyleri getirip oturttular. Sıra, bunları itiraz etmeden
çocukların beynine sokacak o “salla başı al maaşı”
türünden öğretmenleri kadrolaştırmak, yandaş öğretmenler (gerici, militarist, şövenist) yetiştirmek .
Şimdi kolları sıvazlamış bu işle uğraşıyorlar.
Ne yaparlarsa yapsınlar. Ezilen halklar elbet en sonunda yavaş yavaş doğrulup saltanatlarını başlarına
yıkacaktır.
Bilimsel eğitim, çok yönlü gerçek eğitim ancak işçi
sınıfı iktidarında olanaklıdır.
Sosyalizm eninde sonunda kazanacaktır. Başka alternatif de yok!
23 Eylül 2016
İzmir/YDİ Çağrı okuru
SAVAŞ VE BARIŞ
66
Ortalık kan gölü! Şöyle bir dönüp bakın, Ortadoğu
kaynıyor. Üç- beş yılda sayıları yüzbinleri bulan çoluk-çocuk, kadın-erkek, yaşlı-genç demeden çeşitli
milliyetlerden bizim mazlum halklarımız katledildi,
katlediliyor. Şimdi diğer emperyalist güçlerin müdahalesi ve katliamları yetmiyormuş gibi faşist Türk ordusu da Suriye’ye girdi ve katliama başladı. Övünerek
14 saatte Cerablus’a girdiklerini ve Cerablus’la beraber 38 köyü de teröristlerden temizlediklerini övünerek söylüyorlar. Bir katliam yaşanıyor. Karşılıklı savaşan ana güçlerin her iki tarafındakiler de İslam adına
savaştıklarını ileri sürerek gazi ve şehit oluyorlar. Her
iki taraf da gerici ve ilkel dinin etkisi ile insanları katlederek sevap kazanıyorlar. Ama olan sivil halka oluyor, iki ateş arasında telef olup gidiyorlar.
Açlık diz boyu. Sefalet diz boyu. Hastalık diz boyu.
İlaç yok! Ev yok! Ya bombalanmış, harabeye dönmüş
yıkıldım yıkılacak evlerde veya yırtık çadırlarda yaşıyorlar. Çadırlarda yaşayan yüz binlerce savaş mağdurunun durumu boyalı basın tarafından ne kadar
gizlenmeye çalışılsa da yine de bir açık kapı, pencere
bulup usulca yansıyor. Bu yansıyan görüntüler bile
✒
okur mektubu
dudak uçuklatıyor. Durum sadece Suriye veya Filistin, Lübnan ile mi sınırlı?
Hayır! Bugün dünyanın üçte birinde savaş durumu
var. Afrika kıtasındaki 28 ülkede iç çatışma, savaş yaşanıyor.
Emperyalizmin sömüre sömüre perişan ettiği ve geri
bıraktığı dünyanın fakir halkları birbirlerini katledip
duruyorlar. Bugün sadece 66 ülkede 686 farklı yapı
birbirleriyle savaş halinde. (Türkiye internet gazetesi,
15 Temmuz sayısı)
Uzağa gitmeyelim. Suriye 6 yıldır emperyalizm öyle
istedi diye kendisiyle savaşıyor ve bu savaşta 490 bin
kişi hayatını kaybetti. 12 milyon Suriyeli mülteci konumuna düştü. Sakat kalan yüz binlerce insan var.
Bugün 1 Eylül 2016 Uluslararası Barış Günü.. 1 Eylül 1939’da Almanya Polonya’yı işgal ederek 2. Dünya Savaşını başlatmıştı. Savaşta 52 milyon insan can
vermiş, milyonlarca insan sakat kalmıştı. Avrupa’nın
önemli merkezleri ve şehirler birer moloz yığınına
dönmüştü. İşte o başlangıcın ve sonucun unutulmaması için 1 Eylül Dünya Barış Günü olarak seçilmişti.
Türkiye’nin birçok bölge ve ilinde Dünya Barış Günü’nü anmak resmen yasaklandı. Bu anma
İzmir’de de yasaklandı, ancak bildirge okunmasına
geniş Çevik Kuvvet’in aldığı önlemler izdüşümünde
izin verildi.
İzmir Emek ve Demokrasi için Güç Birliği’nin inisiyatifinde yapılan organizede bin kişiye yakın bir katılım
vardı. Yapılan konuşmalar ve okunan bildirgenin ardından barış isteyen öfkeli kalabalık ara-sıra şu sloganları attı:
“Susma sustukça sıra sana gelecek!, Savaşa hayır. Barış
hemen şimdi!, Susma haykır, halklar kardeştir!”
Katılımcıların ellerinde taşıdıkları küçük pankartlarda da:
İdama hayır!, Eşitlik, Laiklik, İşkence insanlık suçudur!, Kadın cinayetlerine hayır!, Taşerona hayır!,
Darbelere hayır!, Ana dilde eğitim istiyoruz!, Jin Jiyan
Azadi!, İş ve Ücret Güvencesi İstiyoruz!, İş cinayetle-
rine hayır!, OHAL derhal kaldırılsın!, Eşit yurttaşlık
istiyoruz!, Zorunlu din dersine hayır!”
Bu demokratik istemleri ancak demokratik bir rejim
gerçekleştirebilir. En ileri burjuva devletleri bile yukardaki istemleri dört dörtlük yerine getiremez, çözümleyemez. Söz gelimi Taşeron firmanın kalkması
için sermayedarın da kapitalistin de kalkması gerekir.
İş ve ücret güvencesinin olması için istikrarı hiç bozulmayan bir ekonomik göstergenin olması gerekir.
Bu ise sürekli krizlerle boğuşan kapitalizmin özelliği
değildir.
Eşit yurttaşlığı hiçbir kapitalist ülke kağıt üzerinde
yazıp-çizse bile pratik olarak uygulayamaz. Dünyaya
bakınız: Amerika’da siyahlar, Kızılderililer, sarı ırktan olanlar, Avrupa’da yabancı işçiler, Romanlar vb.
Tüm bunlar değişik kriz durumlarında krizi yaratanlar olarak gösterilmek için yan cepte muhafaza altına
alınmışlardır.
İşkence. İşkence sadece fiziki olarak yapılmaz. Hapishanelerin oluşu bile bir işkence alametidir ve kapitalizm asla bundan vazgeçemez, çok değişik post modern işkence yöntemleri geliştirip duruyor. Hem de
bilim insanlarına ve uyguluyor.
İş cinayetleri devam edecektir. Kar hırsı kapitalisti
buna mecbur etmektedir.
Ve barış!
Savaş kapitalizmin yol arkadaşıdır. Savaştır kapitalizmi ayakta tutan. Onun sayesinde işkembesini tüm
dünyanın mazlum halklarının nimetleriyle dolduruyor.
Ama yine savaş, gerçek barışın gelmesi için onun sonunu getirecektir.
Ve onların sonunu getirecek bu savaş -savaşlar haklı
savaş– savaşlar olacaktır.
Ama yine de yukarda sıralanan talepler bizim demokratik istemlerimiz, kapitaliste dayatmalarımızdır.
Ne koparırsak kardır yani. Ama fazla da bir şey koparabileceğimiz umudu yok içimde..
Ama tüm bu istemler sermayenin, özel mülkiyetin kar
hırsının olmadığı bir düzende gerçekleşebilir. Buna
hiç şüphem yok!
Öyleyse sermayeyi, özel mülkiyeti devirmek için haydi ileri!
Biricik dünyamızda gerçek barışın sağlanması için,
aşk için, özgürlük için, sevgi için, eşitlik için: Tek yol
devrim, sosyalizm, komünizm!
1 Eylül 2016
İzmir/YDİ Çağrı okuru
67
DÜNYAYA YENİ EKİMLER
GEREK!
YA SOSYALİZM YA
BARBARLIK İÇİNDE ÇÖKÜŞ!
Download