ÜNİTE ÜNİTE

advertisement
İÇİNDEKİLER
KÜLTÜR, MEDENİYET,
MEDENİYETLER İLE İSLAM
MEDENİYETİ VE DOĞDUĞU ORTAM
• Kültür ve Medeniyet
• Kültür
• Medeniyet
• Kültür-Medeniyet İlişkisi
• Medeniyetlerin Doğuşu
• İslam Medeniyeti
• Tanım
• Doğduğu Ortam
• Tarihî Çevre
• Coğrafî Çevre
İSLAM
KURUMLARI
ve
MEDENİYETİ
HEDEFLER
TARİHİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Kültür ve Medeniyet kavramını tanımlayıp,
açıklayabilecek,
• Kültür ve Medeniyet arasındaki ilişkiyi
kavrayabilecek,
• Medeniyetlerin tezahürleri ve oluşumları
için gerekli şartları bilecek,
• İslam medeniyetinin doğduğu tarihî ve
coğrafî çevreyi öğrenebilecek,
• İslam medeniyetinin önemini kavrayarak,
medeniyetler tarihindeki konumunu
değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
1
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
GİRİŞ
Dinler, sadece bireysel inanç, düşünce veya eylemi ortaya koyma,
benimsetme veya uygulatma gayesinde olmamışlardır. Tam tersine dinlerin, her
zaman hayata ve topluma dönük bir yönleri vardır. İslamiyet de salt iman etme ve
buna bağlı olarak yapılması istenilen birtakım ibadetlerden ibaret değildir; aynı
zamanda, yönetim, hukuk, düşünce ve sanat sistemini oluşturan, şekillendiren,
bunlara ayrı bir kimlik kazandıran boyutu da vardır. Dinlerin şekillendirdiği
toplumlar, sahip oldukları değerlerden hareketle kültür ve medeniyetlerini
oluşturmuşlardır. Bu açıdan dinler, medeniyetlerin oluşmasında bir bakıma dinamo
rolü üstlenmişlerdir. Dinlere atıfla yapılan medeniyet isimlendirmelerinde (Yahudi,
Hıristiyan, İslam gibi) herhangi bir coğrafya veya ırk ekseninde olmaksızın dinin
yerleştirdiği veya şekillendirdiği medeniyetler kastedilmektedir. Dolayısıyla bu
medeniyetler, Grek (Eski Yunan), Hint, Mısır, Çin gibi millet ve coğrafyalara atıfla
yapılan medeniyetlerden içerik ve nitelik bakımından ayrılmaktadırlar.
İslam medeniyeti, kendine has kurumları, bilim, sanat ve mimarî eserleri,
sosyal hayatı, düşünce yapısı ile dünya tarihinin yaklaşık on iki asrına damgasını
vurmuş, gerilemesine rağmen bugün hala etkisini sürdürmekte olan büyük
medeniyetlerden biridir. Din olarak İslam’ın insanlığa katkısının boyutlarını
anlayabilmek için, prensipleri doğrultusunda şekillenen medeniyetini de çok iyi
etüt etmek gerektiği muhakkaktır. Özellikle de günümüzde İslam’ın medeniyet
boyutunun inkâra kalkışıldığı bir ortamda bu gereklilik ayrı bir önem kazanmıştır.
KÜLTÜR VE MEDENİYET
Kültür
Latince asıllı “kültür (cultur)” kelimesi, “ziraatçılık, ekim” anlamlarına
gelmektedir. Bu bağlamda Arapçada “Hars” kelimesi de,“ziraat için toprağı sürmek,
mal, sermaye, iyi amel” gibi anlamlara gelmektedir. Bugünkü Arapçada kültür
karşılığı olarak “sekâfe” kelimesi de kullanılmaktadır. Kültür, kelime olarak ilk
kullanılmaya başlanmasından itibaren farklı manalarda kullanılmıştır. Bunlar
arasında;“insanın farklı yollarla kendisini geliştirmesi, insanlar arasındaki
gelişmişliği, sanat dalları, inançlar, kurumlar, toplumların kendine özgü özellikleri”
gibi anlamlarını sayabiliriz. Bu kelime aynı zamanda Tıp, Biyoloji gibi bilimlerde
farklı içerik kullanımlarına da sahiptir.
Kültürün kavramsal karşılığı konusunda ise değişik ilimler tarafından onlarca
tarif yapılmıştır. Yapılan bu tariflere şunları örnek olarak verebiliriz: “Bir toplumun
sahip olduğu, tarih boyunca meydana getirdiği fikir, sanat, duyuş ve değerlerin
tümü”, “Toplumların yaşadığı ve paylaştığı ortak değerler”, “Bir toplumda varlığını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
sürdüren ve gelenek halinde devam eden her türlü duygu, düşünce, dil, sanat,
yaşayış unsurların tamamı”, “Sosyal hayatın dil, düşünce, gelenek, görenek,
kurumlar, yasalar, sanat yapıtları gibi her türlü maddî ve manevî ürünlerin toplamı”
gibi tanımlamaları zikredebiliriz. Yapılan bu tanımların ortak noktasından hareketle
kültürü, “Toplumların tarihî süreç içerisinde elde ettikleri maddî ve manevî
değerleri, yaşam tarzları, övünçleri, davranışları, bunları elde etme ve aktarma
yolları, kendilerine özgü inanç ve âdetler bütünü” şeklinde tanımlamak
mümkündür.
Toplumlar, bir taraftan geçmişten gelen değerlerini benimseyip, koruyup,
aktarırken diğer taraftan da yaşadıkları zamanın şartlarına göre kültürüne yeni
unsurlar ekler veya mevcudun üzerinde değişiklikler yaparlar. Böylece her nesil
miras aldığı kültüre maddî ve manevî katkıda bulunur ve bir sonraki nesle aktarır.
Bütün bu işlem sürecinde tek tek bireylerin değil, toplumun genelinin kabulünün
geçerli olduğu da unutulmamalıdır.
Medeniyet
“Medeniyet” kelimesinin Batı dillerindeki karşılığı Latince “şehirli” anlamına
gelen “civil” kökünden türetilmiş olan “civilisation”dur ve “şehirleşme” demektir.
Arapçada “yerleşik, göçebe olmayan” anlamındaki “el-Hadara”kelimesi de aynı
kavramı ifade için kullanılmaktadır. Türkçede ise “medeniyet” kelimesi kullanıldığı
gibi “uygarlık” kelimesi de kullanılır ve kelime olarak “şehirli, şehirde oturan”
anlamına gelir.
Kültürde olduğu gibi “medeniyet”in kavramsal tanımı konusunda da farklı
görüşler ileri sürülmüştür. Yapılan tanımlar, kavramı ele alan ilimlerin veya ilim
adamlarının bakış açılarına göre farklılıklar göstermektedir. Bununla beraber en
çok dile getirilen anlamları olarak; “Bir toplumun sahip olduğu maddî ve manevî
değerlerin tümü”, “Farklı milletlerin birlikte yaşayarak veya katkı sağlayarak
oluşturdukları değerler”, “Maddî-manevî bütün yansımaları ile yaşam tarzı”
şeklindeki tanımlamaları sayabiliriz. Yapılan bu tanımların kültürle benzer bir
içeriğe sahip olduğu görülmektedir. Kültürle arasındaki farkı vurgulama açısından
medeniyeti, “Evrensel düzeye ulaşmış bir kültür veya benzer kültürlerin
oluşturdukları anlama, yaşama, bilgi, teknoloji ve maddî-manevî kurumların
bütünü” şeklinde tarif etmek mümkündür.
Bu tanıma göre medeniyetlerin maddî ve manevî olmak üzere iki ana
tezahürü vardır:
 Maddî Tezahürleri:
 Sosyal hayat,
 Bilim,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
 Kurumlar,
 Mimarî,
 Sanat (Resim, Müzik, Heykel, Hat vs.),
 Teknoloji.
 Manevî Tezahürleri:
 Din-Ahlak,
 Düşünce,
 Hukuk,
 Yaşam algısı.
Medeniyetlerin bu tezahürleri, hem ilgili medeniyetlerin ulaştığı gücü, hem
de diğer medeniyetlerle arasındaki farklılıkları ortaya koyan özelliklerdir. Bir
medeniyet üzerinde araştırma yapılması bu hususların incelenmesi demektir.
Medeniyet üzerinde yapılacak bilimsel çalışmalarda dikkat edilmesi gereken en
önemli husus ise; bu tezahürleri birbirinden bağımsız olarak değil, bir bütünün
parçaları olarak değerlendirmek gerekliliğidir. Hiçbir medeniyetin örneğin hukuku
veya sanatı, ilgili medeniyetin benimsediği dininden, kurumlarından veya düşünce
yapısından, yaşam biçimden bağımsız olarak gelişmiş değildir.
Kültür-Medeniyet İlişkisi
Kültürle medeniyetin aynı mı yoksa farklı mı olduğu tartışılmış ve halen
tartışılmaya devam etmektedir. Kültürle medeniyet arasındaki ilişki konusunda
yaşanan bu tartışmanın ilgili kavramlara yüklenen anlam farklılıklarından doğduğu
anlaşılmaktadır. Başka bir ifade ile sorun; tanım problemidir. Bu anlam
yüklemelerine paralel olarak da medeniyetle kültürün aynı olduğunu savunanlar
çıkmıştır. Ancak genel kabul; ikisi arasında farklılıklar olduğu yönündedir. Kültür,
insanın gelişimi ile alakalı bir kavram olduğu için her insan topluluğunun mutlaka
kültürü vardır. Kültürle medeniyetin ayrıştığı esas nokta işte burasıdır. Zira her
insan topluluğunun kültürü olduğu halde bir medeniyeti olmayabilir.
Medeniyetler, birçok ulusun ortak malıdır. Medeniyetleri farklı milletler
birlikte üretmişler, kendi renklerini bağlı oldukları medeniyete yansıtmışlar,
medeniyetlerinin zenginliğine katkıda bulunmuşlardır. Bu yüzden de medeniyetler
evrenseldir. Ancak bu evrensel özelliğe sahip medeniyetlerin, her millette
görünümü farklılık gösterir ki, bu da kültürdür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
Şekil-1: Medeniyet-Kültür İlişkisi
Netice itibariyle kültürle medeniyet arasındaki farklılıklar olarak şunları
sıralayabiliriz:
 Medeniyet evrenseldir, kültür millîdir.
 Medeniyetler farklı uluslar tarafından benimsenebilir, kültür sadece ait
olduğu millet tarafından benimsenir.
 Milletler medeniyetlerini değiştirebilir, kültürleri ise değişikliğe uğrayabilir.
 Medeniyetleri, iktisadî, dinî, ahlakî, hukukî gibi düşünceler (kurumlar);
kültürü ise, din, ahlak ve sanat duyguları şekillendirir (Gökalp: 1995, 9).
Kültürler de medeniyetler gibi gelişim ve değişime uğrayabilirler. Hiç
şüphesiz İslam öncesi Mekke’deki insanların kendilerine ait bir kültürleri vardı.
İslam’dan sonra bu kültür büyük ölçüde değişime uğramış, önceki kültürün birçok
unsuru ortadan kaldırılmıştır. Dinin kültür üzerindeki bu etkisinde olduğu gibi,
yaşam alanlarının değişmesi, bilim ve teknolojik ilerlemeler, ekonomik yapıdaki
farklılaşmalar da aynı şekilde kültürel değişimleri etkilemektedirler.
Medeniyetlerin ortaya çıkmaları, gelişimleri ve yok olmaları konularında
farklı teoriler ileri sürülmüştür. Kimi düşünür, her medeniyetin teolojik, metafizik
ve en sonunda da mantıkî dönemlerden geçtiğini savunurken, Marksist tarihçiler
medeniyetlerin, ilkel, feodal, kapitalist ve sosyalist aşamalardan geçtiğini iddia
etmişlerdir. İbn Haldûn gibi bazı Müslüman teorisyenler ise, tekâmülcü tezi kabul
ederek, her medeniyetin organik yapılar gibi doğup, gelişip ve en nihayetinde
öleceğini ileri sürmüşlerdir.
Medeniyetlerin Doğuşu
Kurulmaları, gelişmeleri ve kalıcı bir hale gelebilmeleri için medeniyetlerin
birtakım şartlara ihtiyaçları vardır. Her medeniyetin doğuşuna ayrı ayrı etki eden
faktörler olmakla beraber, genel olarak medeniyetlerin ortaya çıkmalarında,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
gelişmelerinde etkili olan ortak bazı unsurlar vardır. Bu unsurlar ana hatları ile
şunlardır:

Coğrafya: İnsanların normal yaşamlarını sürdürmeleri, fikrî, siyasî, mimarî,
sanat eserleri vermeleri için uygun coğrafî ve iklim özelliklerine sahip bölgelerde
yaşamaları kaçınılmazdır. Adalardan veya buzullardan oluşan bir coğrafyada
insanların medeniyet kurmaları son derece güçtür. Aynı şekilde coğrafya, o
bölgede kurulan medeniyetin diğer medeniyetlerle etkileşimini, iletişimini
sağlaması, kendi değerlerini yaygınlaştırması açısından da önemlidir.

Toplum: Medeniyetler, toplumlar tarafından inşâ edilir. Bu toplumun belli
bir seviye kat etmiş, belli hedefler etrafında toplanabilmiş olması gerektiği de
açıktır. Burada kastedilen; ortak hedefte bir araya gelme becerisini gösterebilmiş
insan topluluklarıdır. Birbirleri ile çatışma halinde olan veya ortak bir ideali
paylaşmayan insanların medeniyet kurmaları mümkün değildir. Burada yeri
gelmişken medeniyetlerin kurulmasında ırkın hiçbir zaman belirleyici bir şart ve
gereklilik olmadığını kaydetmeliyiz.
Medeniyetlerin ırk şartı yoktur.

Din, Ahlak, Kültür gibi Manevî Değerler: İnsanların birbirleri ile ilişkilerini
düzene koyan kurallar olmaksızın sağlıklı bir siyasî, sosyal, ekonomik sistem
oluşturulamaz. Belli bir yönetim ve yaşam düzenine sahip olmayan kaos ve
karmaşanın hâkim olduğu milletlerin bir medeniyet kurmaları da haliyle mümkün
değildir. Din, ahlak, kültür, örf ve gelenekler, toplumları şekillendiren değerlerdir.
Aynı zamanda bunlar medeniyetlere kendi renklerini katıp, oluşum ve gelişim
aşamalarındaki süreci yönlendirirler. Netice itibariyle sosyal çevre, din, inanç,
düşünce özgürlüğü, adalet, bilimsellik gibi manevî değerlerden yoksun ise herhangi
bir medeniyet oluşturması son derece güçtür.

Siyaset, Ekonomi, Eğitim, İmar gibi Maddî Değerler: Medeniyetlerin
oluşumunda bu tür maddî değerler onların sağlam bir zeminde yükselmelerine
katkıda bulunurlar. Ekonomik açıdan yeterli seviyeye ulaşamamış, siyasî açıdan
istikrarı yakalayamamış, adaletsizliklerin yaşandığı, ciddi ve yeterli eğitimden
mahrum insan topluluklarının evrensel bir medeniyet kurup, bunu insanlık
tarihinde kalıcı hale getirmeleri mümkün değildir.
Uluslar, ekonomik zenginliklerine bağlı olarak kurumlarını, sanatlarını,
mimarîlerini geliştirebilir, farklı milletlerle iletişim kurabilir, sosyal şartlarını
geliştirebilirler.
Bütün bunlar bir medeniyetin inşası için gerekli olan ilk şartlardır. Ancak
bunlar tek başlarına bir medeniyet oluşturamazlar. Bunları bir araya getirecek,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
üretime (sosyal, siyasal, ekonomik, sanat vb.) geçirecek olan ortak bir amacın da
benimsenmesi gerekmektedir ki, bunu da daha çok din, ahlak, ortak ülkü gibi
manevî değerler sağlar. Asırlardır Araplar aynı coğrafyada, aynı dili konuşarak
yaşamalarına rağmen bir medeniyet kurabilmiş değillerdi. Arapları harekete
geçiren, parlak bir medeniyet kurduran; dinî ve toplumsal yapılarını değiştirmiş
olan İslam’dır.
Farklı coğrafyalar ve farklı insan toplulukları tarafından kurulmuş olan
medeniyetlerin ortak özellikleri de vardır. Bu ortak özellikleri de şu şekilde
sıralamamız mümkündür:

Evrensel Olmaları: Hiçbir medeniyet sınırlarını dışa kapatmış değildir.
Bilakis coğrafya ve tarihle sınırlı olmaksızın, farklı tarih dönemlerinde farklı
coğrafyalarda izlerini, etkilerini sürdürmüşler, kendisinden sonraki medeniyetleri
etkilemişlerdir. Öyle ki bugün tamamen izleri silinmiş gibi görünen birçok
medeniyetin mutlak anlamda ortadan yok olduklarını söylemek zordur. Çünkü tarih
ve antropoloji çalışmaları, yeni bulgularla beraber medeniyetlerin birbirleriyle olan
bağlantılarını ortaya çıkarmaya devam etmektedirler. Dolayısı ile salt bilgi
yetersizliği yüzünden bir medeniyetin tamamen tasfiye olduğundan bahsetmek,
bilimsel bir yaklaşım olmayacağı gibi, ilgili medeniyetin insanlık mirasına muhtemel
katkısına da ciddi haksızlık olacaktır.

Etkileşim İçerisinde Olmaları: Her medeniyet bir öncekinden faydalandığı
gibi bir sonrakini de etkileme gibi bir fonksiyonu icra etmiştir. Bu durum söz
konusu medeniyeti taklitçi yapmadığı, orijinalitesini ortadan kaldırmadığı gibi bir
öncekine de eksiklik getirmez. Çünkü medeniyetler, insanlığın gelişim sürecinin
birbirinden ayrılmaz halkaları konumundadırlar. Her medeniyet, kendisinden önce
insanlığın ulaştığı medenî seviye üzerine kurulmuş, onların ürünlerinden
faydalanmıştır. Doğal olarak bilgi-tecrübe transferinde bulunan bir medeniyet,
aldıklarını kendi değerler sistemi içerisinde eriterek, kendi öz parametrelerini
ekleyerek yeniden dizayn eder, üretir ve sonraki döneme aktarır. İslam medeniyeti,
felsefe, tıp, astronomi, matematik, mimarî gibi alanlarda Eski Yunan, Mısır, Hint ve
Çin medeniyetlerinden faydalanırken, aldıklarını olduğu gibi benimsememiş,
doğrudan nakletmemiş tam tersine bunları geliştirmiş, tashih etmiş,kendi
tespitlerini eklemiş, kendi değerleri çerçevesinde kendi kimliğini katarak
içselleştirmiştir. Aynı şekilde bütün inkâra rağmen bugünkü Batı medeniyetinin
oluşmasında da İslam medeniyetinin ürünleri olan bilim ve değerlerin ciddi rolü
olduğu açıktır. Bu yüzden taassupla hareket eden bazı Batılı araştırmacıların İslam
medeniyetini görmezden gelerek medeniyetlerini Eski Yunan medeniyetine
bağlama çabalarının, tarihî ve bilimsel bir zemine sahip olmadığını rahatlıkla
söyleyebiliriz.

Kendine Münhasır Olmaları: Her medeniyet, farklı medeniyetlerden
beslenmesine, teşekkülüne farklı milletlerin katkı sağlamasına karşın kendine has
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
özellikleri de bünyelerinde taşımaktadır. Medeniyetleri birbirinden ayıran da
kendilerine has olan bu özellikleridir. Bu özellikleri belirleyen unsurların başında da
din gelmektedir. Nitekim Arap, Türk, İran gibi farklı milletler tarafından
oluşturulmasına, Yunan, Hint, Mısır gibi eski medeniyetlerden faydalanmasına
rağmen İslam medeniyetinde İslam dininin tesirini, mimarîden felsefeye, hukuktan
siyasete birçok alanda görmek mümkündür.
Bir edebiyat metni veya sanat eseri, üretildiği medeniyetin özelliklerini
barındırır.
Medeniyetlere mensup insanların maddî-manevî sahip oldukları genel ve
ortak değerler, o medeniyetin kendine has özelliklerini oluşturmaktadır. Dolayısıyla
medeniyetleri birbirinden sadece maddî ürünleri ile ayırmak sağlıklı değildir.
Medeniyetlerin ayrıldıkları noktalar daha çok hayata bakışları, inançları,
düşünceleri gibi, o maddî ürünlere bir nevi ruh katan manevî değerleridir.
Bugünkü Batı medeniyetine mensup bazı teorisyenler biraz da mensubu
bulundukları medeniyetin uygulamalarından ve bu uygulamaya gösterilen
tepkilerden etkilendiklerinden “medeniyetler çatışmasından” söz etmektedirler.
Ancak medeniyetler, çatışarak, savaşarak, birbirlerini yok ederek veya yok sayarak
değil bilakis birbirlerinin tecrübelerinden, bilgi birikimlerinden, her türlü
ürünlerinden faydalanarak gelişmişler, büyümüşlerdir. Binaenaleyh ülkelerin veya
ulusların birbiri ile çatışmalarını, medeniyetlerin çatışması olarak görmemek
gerekir.
Medeniyetler birbirleriyle çatışarak değil, iletişim kurarak, birbirlerinin
ürünlerinden faydalanarak gelişirler.
Yeryüzünde farklı coğrafyalarda farklı insan grupları tarafından büyük
medeniyetler kurulmuştur. Bütün bu medeniyetleri tespit imkânına doğal olarak
sahip değiliz. Araştırmacılar ilmî, siyasî, ideolojik, dinî kabul veya birikimlerine göre
yeryüzünde kurulmuş medeniyetlere dair isim listeleri hazırlamışlardır. Bunlardan
bazıları şunlardır:
 Sümer medeniyeti,
 Bâbil medeniyeti,
 Yunan (Grek) medeniyeti,
 Mısır medeniyeti,
 İran medeniyeti,
 Çin medeniyeti,
 Hint medeniyeti,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
 İslam medeniyeti.
Bu büyük medeniyetlere ek olarak coğrafya ve zaman açısından etkileri daha
sınırlı olan başka medeniyetler de vardır. Bunları üç ana grupta toplamak
mümkündür:
 Eski Anadolu medeniyetleri (Eti, Hitit, Fenike gibi),
 Eski Amerika medeniyetleri (Aztek, İnka, Maya gibi),
 Eski Türk medeniyetleri (Göktürk, Uygur, Hun gibi).
İSLAM MEDENİYETİ
Tanım
İslam medeniyeti, miladî VIII. asırda ortaya çıkan ve Endülüs’ten Çin’e kadar
uzanan geniş bölgede hüküm sürmüş, temelinde İslam dininin prensiplerinin
olduğu, bugünkü Batı medeniyeti karşısında gerilemekle beraber varlığını hâlâ
devam ettiren, farklı etnik unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları
medeniyetin adıdır.
İslam medeniyetini kendi içerisinde alt başlıklara ayırmamız mümkündür:
 Arab-İslam medeniyeti,
 Türk-İslam medeniyeti,
 İran-İslam medeniyeti,
 Endülüs-İslam medeniyeti.
Başlangıçta Müslüman Arapların siyasî himayelerinde gelişen İslam
medeniyeti; Arap, Türk, İran, Mısır ve diğer farklı milletlerin katkı ve destekleri ile
oluşturulmuş bir medeniyettir. Şekilsel çerçevesini ve içeriğini her zaman İslamiyet
belirlemiş, açık bir şekilde her alanda tesirini göstermiştir.
İslâm Medeniyeti diğer medeniyetlerin kavram ve ürünlerini kendi değer
ve prensipleri ile karşılaştırmış, kendi inanç ve kabullerine uygun olanları
benimsemiş, ters düşenleri ise ya uygun hale getirmiş ya da reddetmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
Şekil–2: İslam medeniyetinin Temelleri
İslam medeniyeti bir din medeniyetidir. Başka bir deyişle bu medeniyetin
ortaya çıkmasında, gelişmesinde İslam dini başat rol oynamıştır. Bu yüzden de bu
medeniyeti din faktörü göz ardı edilerek belli bir ırka atıfla Arap Medeniyeti
şeklinde değerlendirmek veya yorumlamak tarihî zeminde herhangi bir geçerliliğe
sahip olmayacaktır. İslam’ın, öğrenmeyi, araştırmayı, çalışmayı, üretmeyi,
düşünmeyi şiddetle tavsiye etmesi, mensuplarını bu konuda teşvik etmiş, sadece
maddî planda değil olayın manevî boyutta da ele alınmasını sağlamıştır. Bu durum
Müslümanların yeni bir medeniyet inşasında yoğun bir faaliyet içerisine
girmelerine neden olmuştur.
İslam medeniyeti, bugünkü Batı Medeniyeti ile Eski Yunan, İran, Hint, Çin ve
hatta Mısır medeniyetleri arasında köprü vazifesi görmüştür. Ancak yanlış
anlamaların önüne geçme adına şunun altını çizmemiz gerekir ki, İslam medeniyeti
bir nakil veya taklit medeniyeti değildir. Yani geçmişi olduğu gibi aktaran taklitçi
veya hiçbir orijinalliği olmayan ara bir medeniyet değil, bilakis kendi inancını,
düşüncesini, bakışını, keşiflerini, tespitlerini bu birikime eklemiş, farklı
medeniyetleri kendi kültür potasında eriterek yeni bir kimlik kazandırmış, kendi
kökenlerine sahip orijinal bir medeniyettir. İşte bu yüzdendir ki, Kindî, Fârâbî, İbn
Sînâ, İbn Rüşd, Birûnî, Tûsî, İbn Haldûn, Ali Kuşçu gibi onlarca âlim bugüne
gelebilmiş, çağdaş Batı Medeniyetinin temellerini atmışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
Doğduğu Ortam
Medeniyetleri doğru konumlandırabilmek için tarihî ve coğrafî çerçevelerinin
iyi çizilmesi şarttır. İslam medeniyeti, VIII. yüzyıldan XX. yüzyıla kadar yaklaşık on iki
asır boyunca hâkimiyetini sürdürmüş, birçok alanda medeniyet tarihine eşsiz
eserler kazandırmıştır. Dolayısı ile İslam medeniyetinin doğduğu ortam üzerinde
kısaca durmamız, onun hangi tarihî ve coğrafî temel üzerinde teşekkül ettiğini
anlamak için gereklidir.
Tarihî Çevre
Hz. Muhammed’in vefatından sonraki kısa bir süre içerisinde Müslümanlar
batıda Fransa’ya, doğuda Çin Seddi’ne kadar uzanan büyük bir coğrafyayı
hâkimiyetleri altına almıştır. Müslümanlar, fethedilen bu coğrafyadaki halka
müsamaha göstermişler, onların dinlerine, inançlarına, ibadet yerlerine
karışmamışlar, hatta bunları kendi korumaları altına almışlardır. Müslümanlar elde
ettikleri bu siyasî, askerî, iktisadî ve ictimaî güçle beraber onlarca ilimde, sanatta,
mimarîde söz sahibi olmuşlar, kendi değerleri ile yoğurdukları büyük bir medeniyet
kurmuşlardır.
Hz. Muhammed’in 610 yılında tebliğe başladığı İslamiyet, başlangıçta ciddi
bir tepki ile karşılaşmakla beraber zamanla Araplar tarafından kabul edilmiştir. Bu
kabullenme ile beraber Kur’ân ve Hz. Muhammed’in uygulamaları (Sünnet)
Müslümanların rehberleri olmuş, bunların emirleri ve tavsiyeleri ile Müslümanlar,
yeni hayatlarına uyum sağlamaya, karşılaştıkları sorunları Kur’ân ve Sünnet
çerçevesinde çözmeye çalışmışlardır.
İnananlar topluluğu İslâm’ın prensipleri doğrultusunda kendi yönetim,
düşünce, bilim, sanat ve hukuklarını oluşturmuşlardır.
Hz. Muhammed vefat ettiği sırada Arap yarımadasının önemli bir kısmı
İslamiyet’i kabul etmiş durumdaydı. Hz. Muhammed’den sonra devletin başına
geçen Hz. Ebu Bekir döneminde hem Arap yarımadasındaki ayrılıkçı hareketler
bastırılmış, hem de kuzey yönünde Suriye, Filistin, Irak taraflarına ilk fetih
hareketleri başlatılmıştır. Hz. Ömer döneminde ise fetih hareketi devam ettiği gibi,
fetihlerin getirdiği ihtiyaçlara binaen kurumsallaşmaya da yönelinmiştir.
Hz. Ömer döneminde, Sâsânî ve Bizans İmparatorluklarına karşı elde edilen
askerî ve siyasî başarılar neticesinde; Irak, İran, el-Cezîre, Suriye, Filistin ve Mısır
toprakları Müslümanların eline geçmiş bulunuyordu. Arap yarımadası dışında
birbirini takip eden bu fetihler esnasında ve sonrasında, İslam Devleti hâkimiyeti
altına giren değişik milletlerin, dinî, siyasî, iktisadî ve medenî statülerinin tespit
edilmesi gerekliliği kendisini hissettirmişti. Devletin gerek Müslümanlarla, gerek
gayr-ı müslimlerle alakalı olmak üzere ortaya çıkan sorun ve ihtiyaçlarını gören Hz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
Ömer, bunların çözülmesi yolunda çeşitli düzenlemelere girişmiş ve birçok yeni
müessesenin kuruluşunu gerçekleştirmeye çalışmıştır. Hz. Ömer, fethedilen
ülkelerdeki Sâsânî ve Bizans İmparatorluklarının iktisadî ve idarî tecrübelerinden
istifade etmiş, teşkilatlanmada bunlardan da faydalanmıştır.
Bu dönemde birtakım idarî ve malî kurumlar oluşturulduğu gibi, fetih
organizasyonun sağlıklı bir şekilde yürütülmesi ve Müslüman yerleşiminin
sağlanması için Kûfe, Basra gibi ilk şehirler de kurulmuştur. Fetihler, dinî, fikrî,
içtimaî, mâlî, iktisadî, idarî, siyasî olmak üzere hayatın her alanında değişimi
beraberinde getirmişti. Hz. Ömer bu değişim rüzgarından faydalanma yoluna
gitmiş, devletin değişen şartlara göre yeniden yapılandırılması sürecinde, elzem
olan siyasî ve iktisadî hamleleri zamanında yapmıştır.
Hz. Ömer’den sonra devlet başkanlığına geçen Hz. Osman döneminde de
fetihler devam etmekle beraber, İslam toplumunda ilk ayrılıklar görülmeye
başlanmıştır. Hz. Ali dönemi, bu ayrılıkların savaş meydanına taşındığı dönemdir.
Onun öldürülmesi ile de Râşid Halifeler dönemi son bulmuştur.
Emevi Devletinin kurucusu olan Muâviye’nin döneminde İslam toplumu
tekrar siyasî istikrarı yakalamıştır. Emeviler zamanında yönetim, dışa kapalı Arap
ağırlıklı bir yapı görünümündeydi. Emevi idarecilerinin birtakım uygulamaları
nedeniyle fethedilen bölgelerdeki yerli halkın İslam toplumuyla bütünleşmeleri
gecikmiştir. Bununla beraber Müslüman Araplar, hâkimiyet sağladıkları coğrafyada
Hıristiyan, Yahudi, Mecusi gibi farklı dinî gruplar, Fars, Süryani, Rum, Kıbtî, Berberî
gibi farklı ırklarla bir arada yaşamaya başlamışlardı. Bu dönemde fethedilen
İspanya (Endülüs) bir arada yaşama tecrübesi konusunda son derece önemli bir
örnek oluşturuyordu. Çünkü buradaki Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler dinî
grupları, Berberîler, Araplar ve dini tercih açısından kendi aralarında bölünmüş
olan yerli halk da etnik unsurları oluşturmaktaydı.
Emeviler dönemini siyaseten içe dönük olmasına rağmen Müslümanların dış
kültür ve medeniyetlerle tanışma dönemi olarak tanımlamak mümkündür. Bu
dönemde Müslümanlar, farklı medeniyetlere mensup insanlarla muhatap olmaya,
onların özellikle de ilmî tecrübelerinden istifade etmeye başlamışlardır. Ancak çok
geçmeden Müslümanlar bu birikimi içselleştirmeyi başarmışlardır. Nitekim
ekonomik bağımsızlık anlamında para politikasının belirlenip dinar ve dirhemlerin
bastırılması, resmî dilin Arapça olarak kabulü bu döneme rastlamaktadır. Emeviler
dönemi sadece siyasî veya malî anlamda değil aynı zamanda bilimsel anlamda da
Müslümanların profesyonelleşmeye başladıkları süreci ifade etmektedir. Siyer,
Hadis, Tefsir, Fıkıh gibi İslamî ilimlere dair ilk risâleler bu dönemde yaygınlaşmış,
ilimlerin metodolojilerine dair prensipler yerleştirilmeye başlanmıştır.
661 yılında kurulan Emevi Devleti 750 yılında Abbasi ihtilali ile yıkılmıştır.
Abbasiler dönemi, İslam tarihinin (749-1258) 524 yıllık önemli dönemlerinden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
biridir. Her ne kadar Abbasi hanedanı 1517 yılında kadar Mısır’da varlıklığını devam
ettirmişse de bu dönemde ne siyasî ne de askerî bir etkinliği kalmamıştı. Abbasi
halîfeleri, Cengiz Han’ın torunu Hulagu Han’ın gelişine kadar yani 1258 yılına kadar
saltanatlarını devam ettirmişlerdir. 524 yıllık bu dönemde toplam 37 halife iktidara
gelmiştir.
İslam medeniyetinin tarih sahnesinde ortaya çıkma zamanı/etkili olmaya
başladığı Abbasiler dönemidir. Nitekim Halife Mehdî ve Hârûn Reşîd dönemi
sadece askerî zaferlerin, malî zenginliğin arttığı dönem değil, aynı zamanda kültür
ve medeniyette yükselişin dönemidir.
Siyer, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam gibi İslam’ın kendi bünyesinden doğmuş
olan dinî ilimleri hariç tutacak olursak başlangıçta Müslüman Arapların özellikle de
fen bilimlerinde sistematik bir ilmî geleneğe sahip olduklarını söylemek zordur.
Ancak Müslümanlar diğer ilimlerde de İslam’ın öğretileri doğrultusunda son derece
araştırma ve öğrenme arzusuna sahiptiler. Bu nedenle hem fethettikleri bölgelerde
yaşayanların bilgi ve tecrübelerinden istifade ile hem de geçmiş veya çağdaş
medeniyetlerin ürünleri olan kitapların Arapçaya çevrilmesi ile kısa süre içerisinde
kendi özgün bilimsel anlayışlarını ortaya koymuşlar, kendilerine ulaşan ilim, fikir ve
sanat gibi birçok alanda çağlarını aşan bir ilerleme kaydetmişlerdir.
Abbasi hilâfeti döneminde merkezde değişik iktidar dönemleri yaşandığı gibi,
diğer bölgelerde de birçok devlet kurulmuştur. Hiç şüphesiz İslam medeniyeti
açısından bunlar içerisinde en önemlisi Endülüs’tür. Emeviler döneminde
fethedilen ve Emevi ailesine mensup I. Abdurrahman’a kadar valiler tarafından
yönetilen Endülüs, İslam medeniyetinin Batı’ya açılan kapısı konumundaydı.
Abbasilerin Emevileri yıkmasından sonra İslam dünyasının doğusuna Abbasiler
hâkim olurken, batısında yer alan Endülüs Emevileri onlardan ayrılmışlar, bağımsız
olarak hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Endülüs Emevileri bölgede seksen yıl devlet
olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. Endülüs Müslümanları, Emevilerinden
sonra da Tavâif-i Mulûk, Murabıtlar ve Muvahhider gibi devletlerle XVI. yüzyıla
kadar siyasî varlıklarını; XVIII. yüzyıla kadar da dinî ve sosyal varlıklarını birçok
zorluklarla beraber sürdürmeyi başarmışlardır. Endülüs, siyasî, ilmî ve sanat
çevreleri, çeviriler, kurumlar, sanat eserleri, mimarî ve birçok ilim dalında ortaya
koydukları onlarca eserle İslam medeniyetine büyük katkı sağlamıştır. Doğuda
Abbasi idaresi altında gelişen İslam medeniyeti, neredeyse eş zamanlı olarak
Endülüs aracılığı ile de Batı’ya aktarılmıştır.
Müslüman ilim adamları bu dönemde yapılan çevirilerle geçmiş
medeniyetlerin birikimlerini öğrenmişler, eksik gördüklerini tamamlamışlar,
hatalarını düzeltmişler, kendi buluş ve görüşlerini bu birikim üzerine ekleyerek daha
ileriye götürmüşlerdir. Yaklaşık olarak 750-850 yılları arasını sürdürülen çeviri
hareketini, orijinal bilimsel eserlerin verildiği dönem takip etmiştir. Bu dönemde
devletin başında bulunan halifeler de ilmî çalışmalara ayrı bir önem vermişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
Çevirilerin sağlıklı yapılabilmesi için kurumlar teşkil ettirilmiş, âlimler teşvik edilmiş,
bu konuda maddî imkânlar seferber edilmiştir. Öyle ki bu dönemde ilmî, edebî
kitapların getirtilmesi için Doğu Roma gibi çevre ülkelere heyetler dahi
gönderilmiştir.
Çeviri hareketi döneminde Müslümanlar, Abbasiler döneminde Fars
edebiyatı ve siyasetini, Hint kozmoğrafyasını, matematiğini, Eski Yunan’ın
çeşitli ilimlerini ve felsefesini Arapçaya çevirmişlerdir.
Abbasilerin zayıflaması ile beraber yeni bir siyasî güç olarak Selçukluların
ortaya çıktığı görülmektedir. Tuğrul Bey, Alparslan, Melikşah gibi ünlü
hükümdarlara sahip olan Selçuklular, Moğol saldırılarına kadar İslam coğrafyasında
varlıklarını sürdürmüşlerdir. Hemen belirtelim ki Selçuklular da ilimden sanata
birçok alanda İslam medeniyetine büyük hizmetler sunmuşlardır. Özellikle de
Anadolu Selçuklularının Haçlılara karşı direnişlerini Müslüman Türklerin İslam
medeniyetini koruma konusunda verdikleri en önemli hizmet olarak
değerlendirmek gerekir.
Selçuklulardan sonra ise Memluklular ve Osmanlılar siyasî hâkimiyeti ele
geçirmişlerdir. Osmanlılar, İslam kültür ve medeniyetini daha da geliştirdikleri gibi
Avrupa’ya taşımakla İslam medeniyetini yayma, XX. yüzyılın başına kadar Batı’dan
gelen saldırılara karşı koymakla da koruma görevini yerine getirmişlerdir.
Coğrafî Çevre
Müslümanlar, siyasî anlamda en geniş sınırlarına ulaşmakla beş farklı
medeniyetin coğrafî mirası üzerine oturuyor veya onlarla komşu oluyorlardı.
Fetihlerle Müslümanlar, Mısır ve İran medeniyetlerinin coğrafyasının tamamına,
Grek/Roma medeniyetlerinin bir kısmına hâkim olurken, Hint ve Çin ile de komşu
olmuşlardır. Böylece İskenderiyye, Cundişapur, Harran gibi ilim ve kültür
merkezleri Müslümanların idaresine geçmiş oluyordu. Buralardaki Hıristiyan,
Süryani, Yahudi âlimlerin, Eski Yunan filozoflarının eserleri artık Müslüman
Arapların elindeydi ve Müslümanlar bunları anlamak için yoğun bir çaba
harcayacaklardı. Bu anlama süreci çeviri, şerh ve tashihle devam edecek, eleştiri ve
yeniden üretme ile de geliştirilecekti.
Müslümanlar, karşılaştıkları bu medeniyetlerin bilgi birikimlerinden,
ürünlerinden, tecrübelerinden faydalanmışlardır. Bu çerçevede İslam
medeniyetinin faydalandığı medeniyetleri şu şekilde sıralayabiliriz:
 Yunan (Grek) medeniyeti,
 İran medeniyeti,
 Mısır medeniyeti,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
 Hint medeniyeti,
 Çin medeniyeti.
İslam medeniyetinin doğduğu ve geliştiği coğrafya, aynı zamanda İran,
Mısır, Yunan, Roma gibi eski medeniyet havzalarının tamamına yakınını
kapsamaktadır.
Bu medeniyetlerin üzerinde hüküm sürdüğü coğrafyalarda veya komşu
coğrafyaların fethedilmesi ile ilk münasebetler sağlanmıştır. Buna göre İslam
medeniyetinin doğduğu ve geliştiği coğrafi çerçeve şu şekildedir:

Arap Yarımadası: İslamiyet’in doğduğu bölge olması itibariyle burayı İslam
medeniyetinin doğuş merkezi olarak kabul etmek mümkündür/gerekir.
Yarımadanın en gelişmiş kültür ve medeniyete sahip bölgesi olan Güney
Arabistan’da Main, Sebe ve Himyerî; Kuzey Arabistan’da ise Nabat, Tedmür, Hîre,
Kinde gibi devletler kurulmuştur. İslam’ın doğduğu Hicâz ise İslam tarihi açısından
Arabistan’ın en önemli bölgesidir. Çünkü İslamiyet, bu bölgenin iki önemli
şehrinden biri olan Mekke’de doğmuş, Medine’de gelişip yayılmıştır. Ka’be’nin
burada bulunması Mekke’nin ve hâliyle Hicaz’ın dinî ve kutsal bir bölge hâlini
almasına sebep olmuştur. Hicâz bölgesinde düzenli bir hükümet kurulmamıştır. Her
kabile, bağımsız bir şekilde hareket ediyor ve şeyh denilen bir reisin idaresi altında
yaşıyordu. Bununla beraber Hicaz, bağımsızlığını koruyabilme konusunda diğer
merkezlerden daha şanslı olmuştur. Hiçbir yabancı istilası Arap yarımadasının
merkezine yani Hicaz bölgesine ulaşamamıştır.

Suriye: İslam tarihi kayıtlarında Biladu’ş-Şam olarak isimlendirilen bugünkü
Suriye, Filistin, Lübnan bölgelerini içerisine alan geniş bir coğrafi bölgedir. Bu bölge,
Kenanlılar, İbraniler, Aramiler, Asurlular, Babilliler, Persler, Yunanlılar, Romalılar
gibi birçok devlet ve medeniyete yurt olmuştur. Doğu Roma’nın kontrolü altında
olan Suriye’nin fethine Hz. Ebu Bekir döneminde başlanılmış, Hz. Ömer döneminde
tamamlanmış, daha sonra da bölgenin en önemli şehirlerinden olan Dimeşk (Şam)
Emevilere başkentlik yapmıştır. Emeviler döneminde doktor, şair, edip, memur gibi
yerli halktan birçok Hıristiyan, Emevi sarayında görevlendirilmiştir. Böylece
Müslümanlar, onların nesillerdir sahip oldukları bilgi ve tecrübe birikimlerinden bu
şekilde faydalanma imkânına kavuşmuşlardır.

İran: İslam medeniyetinin tarih sahnesine çıktığı dönemde bölgenin en
güçlü iki devletinden biri olan Sasanî İmparatorluğu’nun hâkim olduğu İran, Hz.
Ömer döneminde fethedilmiştir. İran, M.Ö. 4000'lere dayanan tarihi ve yerleşkeleri
ile dünyadaki en eski uygarlıklardan birine ev sahipliği yapmıştır. Farslıların
İslamiyet’i kabulü ile beraber İran edebiyatı, felsefesi, bilimi ve sanatı yeni oluşan
İslam medeniyetinin ana unsurlarından biri olmuştur. Özellikle de Abbasiler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
döneminde Fars kültür ve medeniyeti, İslam medeniyetine dâhil olmaya başlamış,
siyasî yapı, kurumlar, edebiyat, sanat, mimarî gibi birçok alanda etkisini
göstermiştir.

Mısır: Antik Çağdaki en büyük medeniyetlerden birinin kurulduğu Mısır,
Doğu Roma’nın eyaletlerinden biri iken Hz. Ömer döneminde Müslümanlar
tarafından fethedilmiştir. Özellikle mimarî alanda ciddi bir kültürel mirasa sahip
olan Mısır’da ayrıca Müslümanlar Kobt dilinden Arapça’ya çeviriler de yapmışlardır.
Kur’ân’ın Firavunlardan bahsetmesinin, Müslüman ilim çevrelerinin geçmişteki
Mısır uygarlığı ile ilgilenmelerinde önemli rol oynadığını söylemeyi mümkün
kılmaktadır.

Endülüs: Bugün İspanya olarak bilinen Avrupa kıtasındaki yarımada
Müslümanlar tarafından Emevi halifesi Velîd b. Abdulmelik döneminde
fethedilmiştir. İslam medeniyeti açısından buranın fethinin önemi, farklı din ve
etnik unsurların bir arada yaşama tecrübesi ile zenginlik katması, burada yetişen
birçok âlimin ilmî hayata canlılık getirmeleri ve İslam medeniyetinin Avrupa’ya
aktarılmasında köprü vazifesi görmesidir. Bugünkü Batı medeniyetinin öncüllerini
oluşturan birçok öğrenci Endülüs medreselerinde eğitim görmüşlerdir.
Bunlara ek olarak Orta Asya’nın fethi ile beraber Müslümanlar, Çin ve Hint
gibi iki büyük medeniyete sahip bölgeye de komşu olmuşlar, bilhassa ticarî ve
diplomatik ilişkiler neticesinde bu iki coğrafyayı da tanımışlar, kültür ve
medeniyetlerinden faydalanmışlardır.
İslam medeniyetinin doğduğu bu tarihî, siyasî ve coğrafî ortama dayanarak
İslam medeniyetinin ortaya çıkmasında etkin olan kendine has unsurları şu şekilde
saymamız mümkündür:

İslamiyet: Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İslam medeniyeti din temeli
üzerinde ortaya çıkmış ve gelişmiş bir medeniyettir. İslamiyet’in öğrenmeye,
araştırmaya, düşünmeye teşvik ile Kur’ân’ın inananlarını ilim sahibi olmaya çağrısı,
Hz. Muhammed’in bu konudaki tavsiyeleri Müslümanları cesaretlendirmiş,
öğrenmeye, araştırmaya yöneltmiştir. Özellikle de bilgiye insanlığın ortak mirası
olarak bakılması, bilgiyi edinme konusunda önemli bir anlayış oluşturmuştur.
Halifelerin savaş tazminatı olarak kitap istemeleri, eser bulup getirmeleri için çevre
devletlere heyetler göndermeleri, âlimleri himâyelerine almaları hep bu “bilginin”
önemini kavramlarının neticesidir.

Fetihler: İslam fetihlerinin hiçbir zaman Haçlı veya Moğol saldırıları gibi
yıkıcı, tahrip edici etkisi olmamıştır. Bilakis fetihler, fethedilen bölgelerdeki artık
unutulmaya yüz tutmuş değerlerin ortaya çıkmasına aracı olmuştur. Müslüman
Araplar, âlimlerin dinlerine bakmaksızın onlardan yararlanma yoluna gitmişler, bir
Hıristiyan edip, bir Yahudi doktor, bir Süryani mütercim pekâlâ toplumda kendisine
yer bulabilmiş, büyük bir hoşgörü ve müsamaha içerisinde kendi ilmî birikimlerini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
yeni yöneticilerine, yeni öğrencilerine aktarmışlardır. Fetihlerle beraber
Müslümanlar, eski kültür ve medeniyetlerin hüküm sürdüğü coğrafyaya hâkim
olmuşlar, onların maddî-manevî eserlerine, tecrübelerine mirasçı konumuna
geçmişler veya medeniyet çevreleri ile komşu olmuşlardır. Nitekim bu komşuluğun
bir neticesi olarak Çin’den kâğıdı, Hint’ten rakamları almışlardır.
Fetihlerin sonucunda Müslüman Araplar, eski medeniyetlerle
karşılaşmışlar, İslam’ın temel prensiplerinden olan hoşgörü ve bilime teşvik ile
İslam medeniyetini oluşturmada bu medeniyetlerden faydalanmışlardır.

Çeviriler: Medeniyetlerin kurulmasında dilin başat rol oynadığı açıktır. Her
medeniyet kendine özgü ortak bir dil temeli üzerinde yükselmiştir. Kur’ân’ın ve ilk
bağlılarının dili olması hasebiyle Arapça, İslam medeniyetinin ortak dili olmuştur.
Fethedilen bölgelerde Arapçanın iletişimin ortak dili haline gelmesi ile beraber
diğer medeniyetlerle bağlantı kurulabilmiş, Müslümanlar, artık kendi dillerine
çevrilen eserleri anlayabilmişler ve Astronomi’den Fiziğe, Kimya’dan Biyoloji’ye,
Felsefe’ye kadar onlarca farklı ilimde geçmiş medeniyetlerin birikimlerini hem
tashih etmişler, hem geliştirmiş, hem de bir sonraki döneme aktarabilmişlerdir.

Siyasî ve ekonomik istikrar: Fetihlerin getirdiği maddî zenginlik Müslüman
ilim adamlarının desteklenmesini sağlamıştır. İslam dünyasında sadece devlet
adamları değil, zengin muhitler de ilmî faaliyetlere destek olmuşlardır. Siyasî kaos
dönemleri, medeniyetlerin çöküşünü hızlandıran, medeniyet ürünlerinin imha
edildiği dönemlerdir. Dolayısıyla Emeviler, Abbasiler, Endülüs Emevileri, Selçuklular
ve Osmanlılar gibi İslam medeniyetinin siyasî kanadını oluşturan devletler, kendi
içlerinde istikrarı sağladıkları dönemlerde İslam medeniyetine katkı
sağlayabilmişlerdir.
Son olarak İslam medeniyetinin bugünkü durumu üzerinde de kısaca
durmamız gerekecektir. Öncelikle şunu ifade edelim ki, bugün için İslam
medeniyeti tamamen yok olmuş ortadan kalkmış bir medeniyet değildir. Ancak
çağdaş Batı medeniyeti karşısında gerilemiş durumdadır. İslam medeniyetinin
gerileme nedenlerini iç ve dış sebepler olmak üzere iki başlıkta inceleyebiliriz:
İç Sebepler:
 Siyasî yönetim alanında dönem dönem istikrarsızlıkların yaşanması,
 Müslümanların kendi aralarında çekişmeleri, kabile savaşları, iktidar
mücadeleleri,
 Yönetim alanında görevlendirmelerde liyakatin değil, kişisel ve ailevî bağların
dikkate alınması,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
 Maddî kaynakların üretime aktarılması yerine, lüks bir yaşam uğruna israf
edilmesi,
 Başlangıçtaki düşünce ve ifade özgürlüğünün zamanla kısıtlanması,
 Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi dinî ilimlere verilen önemin, Felsefe, Astronomi,
Coğrafya gibi beşerî ilimlere verilmemesi, zaman içerisinde bunların ihmal
edilmesi,
 Müslümanların bilim ve teknolojiyi üretemedikleri gibi, takip de
edememeleri,
 Batı’nın aksine yeni ekonomik kaynaklara ulaşamamaları, sömürge
hareketine direnememeleri, sanayi devrimini kaçırmaları.
Dış Sebepler
 Haçlı ve Moğol saldırılarının yıkıcı etkileri,
 Coğrafî keşifler neticesinde, pazar ve ticaret yollarının kaybı,
 XVIII. yüzyıldan beri sürdürülen sömürü hareketinin yönünün İslam dünyası
olması.
İslam medeniyetini bu durağan halden çıkartıp yeniden büyük ve etkin bir
medeniyet hale getirebilmek için, bir taraftan geçmiş bilgi ve tecrübelerden istifade
ederken, diğer taraftan da hatalardan ders çıkarılması gerektiği açıktır. Ancak bu
şekilde kökenlerden kopmaksızın, İslam medeniyetinin yenilenmesinin
sağlanabileceği kanaatindeyiz. Hiç şüphesiz, bunun için de gerekli fikrî zeminin
oluşması adına İslam medeniyetinin tüm tezahürleri ile çok iyi öğrenilmesi gerektiği
muhakkaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Özet
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
• Kültür; “toplumların tarihî süreç içerisinde elde ettikleri maddî ve
manevî değerleri, yaşam tarzları, övünçleri, davranışları, bunları
elde etme ve aktarma yolları, kendilerine özgü inanç ve âdetler
bütünü”, Medeniyet ise; “evrensel düzeye ulaşmış bir kültür veya
benzer kültürlerin oluşturdukları anlama, yaşama, bilgi, teknoloji
ve maddî-manevî kurumların bütünü” demektir.
• İslam Medeniyeti, miladî VIII. asırda ortaya çıkan ve Endülüs’ten
Çin’e kadar uzanan geniş bölgede hüküm sürmüş, temelinde
İslam dininin prensiplerinin olduğu, bugünkü Batı medeniyeti
karşısında gerilemekle beraber varlığını devam ettiren, farklı etnik
unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları medeniyetin adıdır.
İslam medeniyeti, Arap, Türk, İranlı, Mısırlı ve diğer birçok halkın
katkısı ile oluşturulmuş bir medeniyettir. Ancak şekilsel
çerçevesini ve içeriğini her zaman İslâm belirlemiş, açık bir şekilde
her alanda etkisini göstermiştir.
• Fetihlerle beraber Müslümanlar, Mısır ve İran medeniyetlerinin
coğrafyasının tamamına, Grek/Roma medeniyetlerinin de bir
kısmına hâkim, Hint ve Çin ile de komşu olmuşlardır.
Müslümanlar, bu medeniyetlerin eserlerini kendi dillerine
çevirmişler, yorumlamışlar, tashih etmişler ve kendi görüşleri
çerçevesinde farklı alanlarda orijinal eserler vermişlerdir.
• İslâm medeniyeti bugünkü Batı medeniyeti ile Eski Yunan, İran,
Hint, Çin ve hatta Mısır medeniyetleri arasında köprü vazifesi
görmüştür. Ancak İslam medeniyeti bir nakil veya taklit
medeniyeti değildir. Bilakis Müslümanlar, kendi inançlarını,
düşüncelerini, hayata bakışlarını, keşiflerini, tespitlerini bu
birikime eklemişler, farklı medeniyetleri kendi kültür potalarında
eriterek yeni bir kimlik kazandırmışlar, kendi kökenlerine sahip
orijinal bir medeniyet kurmuşlardır. İşte bu yüzdendir ki, Kindî,
Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd, Birûnî gibi onlarca âlim bugüne
gelebilmiş, çağdaş Batı medeniyetinin temellerini atmışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi kültürle medeniyet arasındaki ilişki bağlamında
dile getirilemez?
a) Kültürle medeniyet arasındaki temel ayrışma kavramlara yüklenen
anlam farklılıklarından doğmaktadır.
b) Medeniyet evrensel, kültür millîdir.
c) Milletler
kültürlerini
değiştirebilirler,
medeniyetlerini
değiştiremezler.
d) Kültürler de medeniyetler gibi gelişim ve değişime uğrayabilirler.
e) Kültürle medeniyet birbirinden farklı kavramlardır.
2. Bir medeniyetin doğup gelişebilmesi için aşağıdakilerden hangisi gerekli bir
şart değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Din, ahlak, kültür gibi manevî değerler.
Siyaset, eğitim, ekonomi gibi maddî değerler.
Ortak bir ideal etrafında bir araya gelmiş toplum.
Mensupları arasında iletişimi sağlayacak ortak bir dil.
Toplumda birlik ve beraberliği sağlayacak olan ortak bir ırk.
3. Aşağıdakilerden hangisi medeniyetlerin ortak özelliklerinden değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Evrensel olmaları.
Diğer medeniyetlerden etkilenmemeleri.
Kendilerine has özelliklere sahip olmaları.
Oluşumları için benzer şartları taşımaları.
Farklı kültürleri bünyelerinde barındırabilmeleri.
4. Aşağıdakilerden hangisi İslâm Medeniyetinin doğrudan faydalandığı bir
medeniyet değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Yunan Medeniyeti.
Mısır Medeniyeti.
İran Medeniyeti.
Hitit Medeniyeti.
Hint Medeniyeti.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
5. Aşağıdakilerden hangisi İslâm Medeniyetini tam olarak ifade etmektedir?
a)
b)
c)
d)
e)
İslâm Medeniyeti, geçmiş medeniyetlerden istifade etmiş,
kendine has özellikleri olan orijinal bir medeniyettir.
İslâm Medeniyeti geçmiş medeniyetlerin eserlerini bugüne taşımış
olan ara bir medeniyettir.
İslâm Medeniyeti hiçbir medeniyetten istifade etmemiş, kendine
özgü değerlerlerle ortaya çıkmış orijinal bir medeniyettir.
İslâm Medeniyeti, kendinden önceki medeniyetlerin ürünlerini
taklit etmek suretiyle oluşan bir nakil medeniyetidir.
İslâm Medeniyeti, kendi içerisine kapalı orijinal bir medeniyettir.
6. İslâm Medeniyetinin geçmiş medeniyetlerle ilişkisini sağlayan en önemli
etken aşağıdakilerden hangisidir?
a)
Fetihler.
b)
Siyasî ve ekonomik istikrar.
c)
Müslüman olan yerli halk.
d)
Çeviriler.
e)
Eski medeniyetlere ait arkeolojik buluntular.
Hz. Muhammed’in 610 yılında tebliğe başladığı İslâmiyet, başlangıçta ciddi
bir tepki ile karşılaşmakla beraber zamanla Araplar tarafından kabul
edilmiştir. Bu kabullenme ile beraber Kur’ân ve Hz. Muhammed’in
uygulamaları (Sünnet) Müslümanların rehberleri olmuş, bunların emirleri
ve tavsiyeleri ile Müslümanlar, yeni hayatlarına uyum sağlamaya,
karşılaştıkları sorunları Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde çözmeye
çalışmışlardır.
7. İslâm Medeniyetinin ortaya ilk çıkışında Müslümanlar problemlerini
aşağıdakilerden hangisine uygun olarak çözmeye çalışmışlardır?
a)
b)
c)
d)
e)
Yahudi gelenek ve şeriatına
Hıristiyan gelenek ve şeriatına
Cahiliye gelenek ve şeriatına
Kur’an ve Sünnete
Haniflik gelenek ve şeriatına
8. Aşağıdakilerden hangisi İslâm Medeniyetinin doğduğu ve geliştiği coğrafî
çevreye dâhil değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Suriye.
İran.
Mısır.
Endülüs.
Çin.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
9. Selçuklu Türklerinin İslâm
aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Medeniyetine
en
büyük
hizmetleri
Dış saldırılara karşı koruma.
Sanat eserleri.
Ekonomik destek.
Çeviriler.
Yeni bir siyasî yapı oluşturmaları.
10.Aşağıdakilerden hangisi İslâm Medeniyetinin geri kalma nedenlerinden biri
değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Siyasî istikrarsızlıklar.
Düşünce özgürlüğünün kısıtlanması.
Hilâfetin siyasî otoritesini kaybetmesi.
Haçlı ve Moğol saldırıları.
Pazar ve ticaret yollarının kaybı.
Cevaplar Anahtarı
1-c, 2-e, 3-b, 4-d, 5-a, 6-a, 7-d, 8-e, 9-a, 10-c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Arnold, T. Walker. (1982). İntişar-ı İslam Tarihi. (çev. Hasan Gündüzler). Ankara:
Akçağ Yayınları.
Ana Britannica. (1990). “Kültür”. (XX, 119-123). İstanbul: Ana Yayıncılık.
Avcı, Casim. (2003). İslam Bizans İlişkileri. İstanbul: Klasik Yayınları.
Baltacı, Cahit. (2007). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul: Marmara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Yayınları.
Barthold, W. Wiladimir. (1984). İslam Medeniyeti Tarihi. (çev. Fuat Köprülü).
Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
Behiy, Muhammed. (1992). İslam Düşüncesinin İlahi Yönü. (çev. Sabri Hizmetli).
Ankara: Fecr Yayınları.
Corci Zeydan. (1972). İslam Medeniyeti Tarihi. (çev. Z. Megamez). İstanbul: Üçdal
Neşriyat.
Durant, Will. (1996). Medeniyetin Temelleri. (çev. N. Muallimoğlu). İstanbul:
Birleşik Yayıncılık.
Durant, Will. (2004). İslam Medeniyeti. (çev.Orhan Bahaeddin). Ankara: Elips
Yayınları.
Gökalp, Ziya. (1991). Türk Uygarlığı Tarihi. (haz. Yusuf Çotuksöken). İstanbul: Toker
Yayınları.
Gökalp, Ziya. (1995). Hars ve Medeniyet. (haz. Yalçın Toker). İstanbul: Toker
Yayınları.
Hitti, Philip K. (1989). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi. (çev. Salih Tuğ). İstanbul:
Boğaziçi Yayınları.
İbn Haldun. (2004). Mukaddime. (çev. Halil Kendir). İstanbul: Yeni Şafak Yayınları.
Kafesoğlu, İbrahim. (2007). Türk Milli Kültürü. İstanbul: Ötüken Yayınları.
Kayaoğlu, İsmet. (1986). “İslam Kültürünün Doğuşu”. Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, XXVIII, 205-211.
Kazıcı, Ziya. (2003). “İslam Medeniyeti”. Köprü, 81.
Kutluer, İlhan. (2003). “Medeniyet”. (Diyanet İslam Ansiklopedisi, XXVIII, 296-297).
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Lewis, Bernard. (2000). Tarihte Araplar. (çev. H. Dursun Yıldız). İstanbul: Anka
Yayınları.
Meydan Larousse. (1972). “Kültür”. (VII, 724-725). İstanbul: Meydan Yayınevi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
Meydan Larousse. (1981). “Medeniyet”. (VIII, 505-506). İstanbul: Meydan Yayınevi.
Öz, Şaban. (2010). Yeni Başlayanlar İçin İslam Tarihi. İstanbul: Koridor Yayınları.
Özdemir, Mehmet. (1994). Endülüs Müslümanları-1. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Öztürk, Levent. (2007). “Bilim ve Medeniyet Çalışmalarında İdeolojik Bir Sorun:
Öncelik Meselesi”. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXIII, 23-33.
Rodinson, Maxime. (2003). İslam’ın Mirası. (çev. Cemil Meriç). İstanbul: Pınar
Yayınları.
Şeker, Mehmet. (1976). “Medeniyet ve Kültür”. Diyanet Dergisi, XV (1), 51-56.
Uludağ, Süleyman. (2003). “Din ve Medeniyet”. Köprü, 81.
Yurdaydın, H. Gazi. (1981). “Türk-İslam Kültürüne Giriş”. Diyanet Dergisi Hicret Özel
Sayısı, 249-283
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR
Aydın, Mustafa. (1991). İslam Toplumunun Şekillenişi. İstanbul: Pınar Yayınları.
Bayezidof, Ataullah. (1993). İslam ve Medeniyet. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Bayrakçı, Halil. (1990). İslam Medeniyetinin Devam Eden Tesirleri. İstanbul: Marifet
Yayınları.
Bedevî, Abdurrahman. (2002). Batı Düşüncesinin Oluşumunda İslam’ın Rolü. (çev.
Muharrem Tan). İstanbul: İz Yayınları.
Blunt, A. W. F. (1965). Batı Medeniyetinin Temelleri. (çev. Müzehher Erim).
İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.
Ebu Halil, Şevki. (2005). İslam ve Dünya Medeniyetleri Tarihi. (çev. A. Aydın,
A.Timurtaş). Van: Bilge Adam Yayınları.
Güngör, Erol. (1997). İslam’ın Bugünkü Meseleleri. İstanbul: Ötüken Yayınları.
Halil, İmadüddin. (1987). İslam Medeniyeti Üzerine. (çev. Mehmet Yolcu). İstanbul:
Madve Yayınları.
Hitti, Philip K. (1995). Arap Tarihinin Mimarları. (çev. Ali Zengin). İstanbul: Risale
Yayınları.
Kaegi, Walter E. (2000). Bizans ve İlk İslam Fetihleri. (çev. Mehmet Özay). İstanbul:
Kaknüs Yayınları.
Karlığa, Bekir. (2004). İslam Düşencesi’nin Batı Düşüncesi’ne Etkileri. İstanbul:
Litera Yayınları.
Kuper, Adam. (1995). İlkel Toplumun İcadı. (çev. İsmail Türkmen). İstanbul: İnsan
Yayınları.
Lewis, Bernard. (1996). İslam Dünyasında Yahudiler. (çev. Bahadır Sina Şener).
Ankara: İmge Kitabevi.
Mevdudi, Seyyid Ebu’l-A’la. (1968). İslam Medeniyeti: Esasları ve Menşei. (çev.
Mehmet Aydın). Ankara: Hilal Yayınları.
Mutlu, Latif. (2006). Uygarlığın Durak Yerleri. İstanbul: Goa Yayınları.
Özakpınar, Yılmaz. (1997). Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi.
İstanbul: Kubbealtı Neşriyat.
Özbudun, S. (2003).Kültür Hâlleri. Ankara: Ütopya Yayınları.
Serdar, Ziyaüddin. (1986). İslam Medeniyetinin Geleceği. (çev. Deniz Aydın).
İstanbul: İnsan Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Kültür, Medeniyetler, İslam medeniyeti ve Doğduğu Ortam
Sezgin, Halit. (1972). İnsan ve Medeniyet. İstanbul: Malazgirt Yayınları.
Şenel, Alâeddin. (1995 ). İlkel Topluluktan Uygar Topluma. Ankara: Bilim ve Sanat
Yayınları.
Topçu, Nurettin. (1970). Kültür ve Medeniyet. İstanbul: Hareket Yayınları.
Toynbee, Arnold J. (1978). Tarih Bilinci. İstanbul: Bateş Yayınları.
Üçer, S. Sırrı. (1969). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul: İrfan Yayınları.
Williams, R. (1993). Kültür. (çev. Suavi Aydın). Ankara: İmge Kitabevi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM MEDENİYETİNİN
KAYNAKLARI, GELİŞİM
AŞAMALARI ve TEMEL
ÖZELLİKLERİ
• Medeniyetlerin Oluşum Süreci ve
İslam Medeniyetinin Kaynakları
• İslam Medeniyetinin Gelişim
Aşamaları
• İslam Medeniyetinin Temel
Özellikleri
İSLAM KURUMLARI
ve
MEDENİYETİ
TARİHİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Medeniyetlerin nasıl oluştuğunu açıklayabilecek,
• "İslam Medeniyeti" kavramını tanımlayabilecek,
• İslam medeniyetini oluşturan unsurları
sıralayabilecek,
• İslam medeniyetinin kaynaklarını ifade edebilecek,
• İslam medeniyetinin gelişim aşamalarını
çözümleyebilecek,
• İslam medeniyetinin temel özelliklerini
listeleyebilecek,
• İslam medeniyetinin geleceği hakkında
öngörülerde bulunabileceksiniz.
ÜNİTE
2
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
GİRİŞ
Bir önceki ünitede kültür ve medeniyet kavramları için pek çok farklı tanım
verildiğini görmüştünüz. Aslına bakılacak olursa medeniyet tarihi bir bütün olarak
ele alındığında medeniyetin, insanlığın ortak malı olduğu anlaşılacaktır. İlk
insandan itibaren ortaya konulan her bir bilgi, her bir tecrübe ve gözlemin nesilden
nesile, asırlardan asırlara, coğrafyalardan coğrafyalara ve nihayet medeniyetlerden
medeniyetlere aktarılışıyla ilgili mutlaka bir öyküsü bulunmaktadır. Medeniyet
kavramıyla ilgili tanım farklılıklarının, medeniyetlerin birbirine karşı üstünlüğü veya
önceliği ile ilgili tartışmalardan ve çoğu zaman ideolojik bakış açısından
kaynaklandığını söylemek mümkündür.
Bu bakımdan hangisi olursa olsun herhangi bir medeniyeti, insanlık tarihinin
akışı içersinde birbirine geçmiş zincir halkalarından sadece birisi olarak düşünmek
daha gerçekçi olmamızı sağlayacaktır.
Bireysel Etkinlik
Dolayısıyla tarihin derinliklerinde kalan veya yeni oluşan bir medeniyete; bir
dinin, bir milletin veya bir coğrafyanın, geçmişten gelen birikimler ve bünyesinde
bulunan tüm insanlarla birlikte asırlar içerisinde oluşturduğu veya oluşturacağı
maddi ve manevi tüm değerlerin bileşkesi olarak bakmak daha doğru olacaktır.
• Genel hatlarıyla baktığımızda Batılıların, birçok bilimsel buluşu ilk defa
Yunanlıların ortaya koyduğunu iddia ettiklerini görürüz. Öte yandan bu
durum diğer medeniyet mensupları için de söz konusudur. Onlar da
birçok buluşun kendi medeniyetlerinde ilk defa ortaya konulduğunu
ileri sürmektedirler. Bu konuya ait örnekler bulmaya çalışınız? Bu
örnekler üzerinde araştırma yaparak iddiaların doğru olup olmadığını
tetkik ediniz. Yardımcı olmak üzere bk. Levent Öztürk, "Bilim ve
Medeniyet Tarihi Çalışmalarında İdeolojik Bir Sorun: Öncellik Meselesi",
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (Konya 2007), XXIII, 23-34.
MEDENİYETLERİN OLUŞUM SÜRECİ VE İSLAM
MEDENİYETİNİN KAYNAKLARI
Medeniyetlerin Oluşum Süreci
Biraz önce ifade ettiğimiz “medeniyet” kavramıyla ilgili görüşlerimizi, birkaç
örnekle açmaya çalışalım. Mesela, ilk örnek olarak Yunan medeniyeti kavramını ele
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
Bilim ve medeniyet
Yunanla başlamamıştır.
Bilakis çok daha
öncesine
dayanmaktadır.
Pitagoras teoremi ve
Öklit postulatları,
Yunanlılardan önce de
biliniyor ve
kullanılıyordu.
alalım. Birçok tanıma göre Yunan medeniyeti denildiğinde Yunanlıların üretmiş
olduğu üstün seviyedeki maddi ve teknik unsurlar anlaşılmakta; hatta bilim ve
medeniyet Yunanla başlatılmaktadır. Ancak şunu hemen söylemek gerekir ki, ne
tarih ve medeniyet, ne de bilim ve teknik Yunanla başlamıştır. Bu cümlemizi şu üç
hususa vurgu yaparak birlikte çözümlemeye çalışalım:
Öncelikle Yunan medeniyetinin oluşum sürecini daha iyi anlayabilmek için
kendisinden önceki dönemlerde insanlık tarihinin üretmiş olduğu bilgi birikiminin
mahiyetini kavramak gerekmektedir. Medeniyetin önemli görünümlerinden birisi
olan sadece bilim çalışmalarından birkaç tane örnek vermek bile konuyu
anlamamızı kolaylaştıracaktır. Matematik, astronomi ve tıp sahalarındaki bazı
buluşlar bunun için uygun olacaktır. Mesela, Yunanlı bilim insanı Pitagoras’a (M.Ö.
580-500) ait olan Pitagoras teoreminin milattan önce sekizinci yüzyıldan itibaren
Hint geometrisinde bilindiği kabul edilmektedir. Yine bir diğer Yunanlı bilim insanı
Öklides’e (M.Ö. 330-275) ait olan Öklit postulatlarının (ispatsız kabul edilen
önermelerin) benzerleri de milattan önce sekizinci asır ile beşinci asırlar arasına ait
Brahmanik metinlerde Yunandan beş asır kadar önce görülmektedir. Yunan
düşüncesinin ilk ekollerinden birisi olan Milet Okuluna mensup bilim insanlarının,
düşüncelerini Pers-Hint kültürünün etkisinde şekillendirdikleri, hatta birtakım
bilgileri onlardan aldıkları yine tespit edilen bilgiler arasındadır. Mısır, Sümer, Hint
ve Çin tıplarının Yunan tıbbından çok eskilere dayandığını söylemeye bile gerek
yoktur.
İkinci olarak da Yunan medeniyetinin sadece Yunanlıların yarattığı bir
medeniyet olmadığı ifade edilmelidir. Yunanlıların hâkimiyetleri altına aldıkları
coğrafyalarda yaşayan köle dahi olsalar tüm insanların, Yunan medeniyetine
önemli katkıları bulunmaktadır. Makedon kralı Büyük İskender’in Hint coğrafyasına
kadar gerçekleştirdiği istila hareketi sonrasında Hint, Pers ve Mısır coğrafyasından
getirdiği eserlerin ve bilim insanlarının Yunan bilimini derinden etkilediği bugün
daha net bir şekilde söylenebilmektedir.
Üçüncü bir husus olarak da Yunanlıların hâkimiyetleri altındaki coğrafyalarda
yaşayan farklı inanç ve kültürlerle zamanla etkileşim sürecine girdiklerini de
unutmamak gerekmektedir.
Burada konuyu daha iyi kavrayabilmemiz için Osmanlı medeniyetini de
örnek olarak verebiliriz: Osmanlı medeniyetini anlayabilmek için bir yandan
temellerini teşkil eden Selçuklu, Abbasi uygulamalarını, Türk medeniyetini ve
nihayet bir bütün olarak İslam medeniyetini; diğer yandan da hâkim olduğu
coğrafyada ona katkı sağlayan Anadolu medeniyetlerini, Bizans ve Avrupa
krallıklarını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Buna bünyesinde yaşayan
farklı inanç ve kültürlere mensup insanların katkılarını da ilave etmeliyiz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
Buradan hareketle şu noktaya ulaşmamız mümkündür. Öncelikle her
medeniyet mutlak manada kendisinden önce ortaya konulmuş olan bilgi, birikim ve
medeniyet unsurlarından istifade etmektedir. Şüphesiz kendisinden önce oluşan
birikim kendisine o bilgileri geliştirme imkânı vermektedir.
İslam Medeniyeti
Birinci ünitede İslam medeniyetinin tanımı verilirken “İslam medeniyeti,
miladî VIII. asırda ortaya çıkan ve Endülüs’ten Çin’e kadar uzanan geniş bölgede
hüküm sürmüş, temelinde İslam dininin prensiplerinin olduğu, bugünkü Batı
medeniyeti karşısında gerilemekle beraber varlığını hâlâ devam ettiren, farklı etnik
unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları medeniyetin adıdır.” ifadesine yer
verilerek“farklı etnik unsurlardan oluşan Müslümanların kurdukları medeniyet”e
vurgu yapılmıştı. Bu ünitede, “İslam medeniyeti” kavramını zihnimizde
kurgulamaya çalışırken şu hususları da ilave ederek tanımımızı zenginleştirmeye
çalışacağız.
Bir din olarak İslamiyet asırlar içinde çok farklı kültür ve medeniyetleri
bünyesinde barındıran “yedi iklime” yayılmış ve bu coğrafyaların büyük bir kısmını
hâkimiyeti altında bulundurmuştur. Bu coğrafyalarda yaşayan birbirinden oldukça
farklı inanç ve kültüre sahip insanların bir kısmı İslam dinini benimsemiş; bir kısmı
da zimmî olarak İslam hâkimiyeti altında yaşamayı kabul etmiştir. Bu bakımdan
İslam toplumunun,
İslam medeniyetini
oluşturan İslam
toplumu,
müslümanlardan
gayrimüslimlerden ve
kölelerden
oluşmaktadır.
 Ana unsurunu Arapların teşkil ettiği, buna ilave olarak asırlar içerisinde farklı
ırk ve kültürlere mensup olmalarına karşın İslamiyet’i kabul eden
Müslümanlardan,
 Müslümanlar dışındaki İslam hâkimiyetinde yaşamayı kabul etmiş olan farklı
din, inanç, ırk ve kültüre mensup insanlardan, yani en geniş anlamıyla
gayrimüslimlerden,
 Bir de inançları ve ırkları ne olursa olsun kölelerden oluştuğunu dikkate
almamız gerekmektedir.
Hiç kuşkusuz bu gruplardan her biri sahip olduğu değerler ve birikimler ile
İslam toplumuna katkıda bulunmuşlardır. Sosyal grupların ve yapıların farkına
varsınlar veya varmasınlar karşılıklı olarak birbirlerini etkiledikleri hepimiz
tarafından bilinen bir husustur.
Buna bağlı olarak İslam hâkimiyetinin şemsiyesi altında yaşayan tüm insan
unsurlarının geçmişten getirdikleri farklı gelenek, inanç ve kültürleriyle asırlar
içinde birbirinden istifade etmek suretiyle ürettikleri medeniyete “İslam
medeniyeti” adını vermek daha doğru olacaktır. Bir diğer ifadeyle İslam medeniyeti,
özünü İslam dininin teşkil ettiği, ilk müntesipleri Araplar olan, ancak zamanla gerek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
İslam’a geçen gerekse İslam hâkimiyetinde yaşayan farklı din, kültür, ırk ve millete
mensup insanların bir arada yaşayarak ürettikleri medeniyetin adıdır.
İslam medeniyeti kavramının zihnimizde daha iyi şekillenmesi için bazı
örnekler vermek istiyorum:
Bireysel Etkinlik
İlk olarak mimariyle ilgili bir örnek üzerinde duralım. Hepimizin bildiği üzere
Hz. Muhammed döneminde inşa edilen Mescidü’n-Nebî’nin mimarî özellikleri ile
asırlar içinde Müslümanların hâkim oldukları coğrafyalarda inşa ettikleri camiler
birbirinden farklıdır. Bu duruma, coğrafyadan kaynaklanan ihtiyaçlar, yaşanılan
coğrafyanın malzeme faktörü, o coğrafyada mevcut olan geçmiş medeniyetlerin
mimari alandaki etkisi ve estetik algısının değişimi gibi birçok faktör etki etmiştir.
• Suriye, İran, Anadolu, Kuzey Afrika, Endülüs, Hint ve Çin
coğrafyalarında inşa edilen camilerin mimarilerindeki farklılıkları tespit
ederek bu farklılığın sebepleri üzerinde bir araştırma yapınız.
Medeniyetin maddi unsurlarının oluşumunda nelerin etkili olduğu
üzerinde düşününüz.
İkinci örneğimizi de devlet bürokrasisinde gayrimüslimlerin istihdam
edilmesi hususunu ele alarak ortaya koymaya çalışalım. Aramızda Abbasiler
döneminde vezir olarak zaman zaman gayrimüslimlerin de görevlendirildiğini
bilenlerimiz mutlaka vardır. Bu durum hem gayrimüslimlerin sorunlarının çözümü,
hem de bir arada yaşanan sosyal hayatta, tecrübelerin paylaşımı bakımından önem
arz ettiği için tercih edilmiştir.
Bireysel Etkinlik
İslam medeniyeti, başta
müslümanlar olmak
üzere İslâm
toplumunda yaşayan
herkesin katkısıyla
vücuda getirilmiştir.
• Osmanlı devletinde gayrimüslim kökenli devlet ricali bulunup
bulunmadığı hususunu araştırınız. Hz. Peygamber döneminden itibaren
İslam idalerelerindeki bu konuyla ilgili tutum ve uygulamalar için bk.
Levent Öztürk, İslâm Toplumunda Hıristiyanlar, İstanbul 1998, s. 381-413.
Üçüncü örneğimizi de gayrimüslim hekimlerin, Abbasi bilim hayatındaki
tesirlerini hatırlatmak üzere verebiliriz. İkinci Abbasi halifesi Mansûr döneminden
itibaren sarayda himaye gören Hıristiyan hekimlerin, İslam dünyasında tercüme
faaliyetlerinin başlamasına, tıp hizmetlerinin ilerlemesine, hastanelerin
kurulmasına oldukça önemli katkıları olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Bireysel Etkinlik
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
• Abbâsîler döneminde saray hekimi olarak görev yapan Hıristiyan
hekimleri biliyor musunuz? Onların tercüme faaliyetlerine nasıl bir katkı
yapmış olabileceğini düşünüyorsunuz? Yardımcı olmak üzere şu makaleyi
okuyabilirsiniz: Levent Öztürk, "Abbâsîler Döneminde Yaşayan Hristiyan
Doktorların İslâm Toplumuna Katkıları", İstem (Konya 2004), III, 71-79.
Yukarıda zikrettiğimiz üç örneği bir arada düşündüğümüzde, İslam dininin
sahip olduğu adalet ve hoşgörü prensipleri çerçevesinde hâkimiyetinde
bulundurduğu kültür ve medeniyetleri yok etmediğini; onların katkılarını da alarak
zengin ve canlı bir medeniyet meydana getirdiğini ifade etmek gerekecektir.
Paylaşımlarını artıran ve
bünyesindeki her
unsurdan istifade eden
toplumlar, güçlü
medeniyetler kurarlar.
Medeniyetlerin, kendisinden önceki veya iç içe yaşadığı kültür ve
medeniyetlerden istifade ederek şekil kazandığını ifade etmiştik. Medeniyetlerin
güçlenmesi ve varlığını daha uzun bir müddet sürdürebilmesinin, bünyesindeki her
unsurdan faydalanabilmesi ve paylaşımlarını artırabilmesi ile mümkün olduğunu
bir kere daha vurgulamak yerinde olacaktır. Bu paylaşımın zayıfladığı ortamlarda
medeniyetlerin gücünde bir düşüş görülür. Kısa veya uzun sürsün, devam ediyor
olsun veya tarihin derinliklerine gömülmüş olsun bütün medeniyetler -aynen
insanlar gibi, hatta devletler gibi- bir ömre sahiptir. Nitekim medeniyetler de doğar
büyür ve ölürler. Ancak bunların varlık süreci, medeniyetlerin gücüne göre değişir.
Medeniyeti temsil eden, bir ırk veya kültür ise zamanla diğer ırkların ve kültürlerin
güçlenmesiyle bizzat kendisi zayıflar. Böylece medeniyetlerde birtakım dönüşümler
yaşanır. Bu dönüşümler yozlaşmış ve kültür değişimine uğramış toplumlar
doğurursa medeniyetlerin bir müddet sonra tarihin derinliklerine gömüldükleri
görülür. Mesela, Roma ve Bizans medeniyetleri yaşam biçimlerinin yozlaşmasıyla
ortadan kalkmışlardır. Buna karşın medeniyeti temsil eden, bir din veya değerler
bütünü ise bunlar da özleri ve temel prensipleri bozulmadığı sürece bütünleyici ve
medeniyeti zenginleştirici bir rol üstlenerek varlıklarını sürdürürler.
Bu tamamlayıcı bilgilerden sonra İslam medeniyetinin kaynaklarını
incelemek yerinde olacaktır.
İslam Medeniyetinin Kaynakları
Tarih boyunca tüm medeniyetler, tespit edilsin veya edilmesin kendisini
meydana getiren tüm etkenlerin tesirinde oluşur ve gelişir. Hiç kuşkusuz
medeniyetlerin bağlı olduğu bir öz bulunmaktadır. Ayrıca onlar bir coğrafya, bir
millet veya bir dinin ayrılmaz parçası da olabilirler. Ancak medeniyet kavramından
bahsediyorsak bu özün, bu çekirdeğin üzerine eklemlenen tüm unsurların ve
süreçlerin yaptığı katkıyı ve ortaya çıkan yeni bileşkeyi görmek gerekmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
Tevhit İnancı ve Vahiy Kültürü
İslamiyet, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e uzanan tevhit mücadelesini ve
vahiy geleneğini, sisteminin olmazsa olmazı olarak ortaya koymuştur. Vahiy,
doğrudan veya kıssalar üzerinden temellendirdiği anlatımları ile ilk İslam
toplumunda siyasi, içtimaî, iktisadî, hukukî, askerî ve ahlakî prensiplerin
yerleşmesini sağlamıştır. Böylece Müslümanlar insan-toplum ilişkilerinde, temel
hak ve özgürlüklerde, başka toplumlarla ilişkilerinde evrensel değerler
çerçevesinde kendilerini şekillendirme imkânı elde etmişlerdir.
Bunun da ötesinde geçmiş din ve toplumlarla ilgili Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan
bilgi ve uyarılar, Müslümanlarda evrensel bir düşüncenin ve bir dünya görüşünün
uyanmasına neden olmuştur. Ayrıca vahiy, Müslümanların dünya-ahiret
dengesinde ebedî kalma düşüncesini algılayış biçimlerini de derinden etkilemiştir.
Son bir nokta olarak Âdem’den itibaren insanlık tarihine bir bütün olarak
bakabilme ve bu süreçten güç alma imkânı vermiştir.
İslamiyet’in karmaşık olmayan tek yaratıcıyı kabul eden tevhit vurgusu, farklı
inanç ve kültürlerin yeni dini kabullenmelerini hızlandırmıştır. Bu katılım ve
birliktelik de insan ve toplum yapısının zenginleşmesini sağlamıştır.
Vahyin sunucusu ve uygulayıcısı olan Hz. Muhammed’in yaşam biçimi,
tavsiyeleri ve emirleri de hiç kuşkusuz tevhit inancının yerleşmesi ve
Müslümanların medeniyeti yaratacak manevi gücü elde etmelerinde önem arz
etmiştir.
Bireysel Etkinlik
“İslam Dini”nin kaynağı
sadece ve sadece
vahiydir. Ancak “İslam
medeniyeti”nin
kaynağı, yalnızca vahiy
değildir.
Şüphesiz, “İslam Dini”nin kaynağı sadece ve sadece vahiydir. Ancak “İslam
medeniyeti”nin kaynağı, yalnızca vahiy değildir. O halde İslam medeniyetine
kaynaklık teşkil eden faktörleri belirlemeye ve kısaca açıklamaya çalışalım:
• Dünyanın her yerinde namaza çağrı olan ezan Arapça okunur. Bunun
Müslümanlar üzerinde oluşturduğu psikolojiyi analiz etmeye çalışınız.
Yahya Kemal’in Eski Musiki ve Itrî şiirlerini okuyunuz. Itrî’nin Tekbir
bestesinin diğer İslam ülkelerinde söylenip söylenmediğini araştırınız. Dinî
musikînin ırkları ve coğrafyaları birleştiren yönü üzerinde düşününüz.
İnsan ve Toplum Unsuru
Hz. Muhammed, Medine toplumunda Muhacir ve Ensarı aynı değerler
bütünü etrafında birleştirmiş, onları manevi üstünlük fikri etrafında dinamik bir
toplum biçimine dönüştürmüştür. Bu manevi dinamizm bir çekim gücü oluşturmuş,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
“insanlar için ortaya çıkarılmış” seçkin bir toplum olma ruhu, daima canlı kalmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in insana eşref-i mahlûkât olarak bakması ve her bir ferdi, tüm
insanlığa bedel olarak görmesi; insandaki benlik algısı, kendisini ve karşısındakini
değerli hissetme duygusu bakımından önemli bir iç dinamizm kazandırmıştır.
Sorumluluk hissiyle beslenmiş olan bu güç, Müslümanların mutlak üstünlüğü
inancını ve her türlü sorunu Allah’ın yardımıyla göğüsleme fikrini ilham etmiştir.
Her bir ferdin, kendisini büyük bir ümmetin üyesi olarak algılaması da bu üstünlüğü
pekiştirmiştir. Bütün bunlar, insanlık için çalışmayı, iyi şeyler üretmeyi, insanların
tüm ihtiyaçlarını en güzel bir biçimde karşılamayı beraberinde getirmiştir. Sonuç
olarak ideal ölçütlerdeki insan ve toplum unsuru, İslam medeniyetini oluşturan
önemli temel taşlardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Fetihler
İslam medeniyetinin oluşumuna kaynaklık teşkil eden önemli unsurlardan
birisi de Hz. Muhammed’in vefatından sonra gerçekleşen fetih sürecidir. Bu yeni
durum öncelikle Müslümanların hâkimiyet ve üstünlük duygularını pekiştirmiştir.
Müslümanlar ilk İslam
fetihleriyle birlikte bir
anda kadim
medeniyetlerin ve
kültürlerin beşiği olan
coğrafyaları ellerine
geçirmişlerdi.
Müslümanlar bu hâkimiyet kurma mücadelesi esnasında ve sonrasında
asırlar boyunca, ele geçirdikleri bölgelerdeki farklı din, kültür ve medeniyetlere ait
mimarî eserlere, kütüphanelere, bilim ve sanat ürünlerine zarar vermemişlerdir.
Aslına bakılacak olursa fetih ve hâkimiyet sürecinde bu varlıklar yok olabilirdi.
Ancak asırlar boyunca varlığını koruyarak günümüze gelmeyi başaran milyonlarca
belge, kitap ve eser, Müslümanların bu husustaki tavrını çok açık bir şekilde
göstermesi bakımından yeterli olacaktır. Bugün İslam’dan önceki Sümer, Hint, Mısır
gibi birçok medeniyete dair bilgilerimizi, günümüze kadar varlığını koruyan bu
malzemeler üzerinden kurguladığımızı dikkatlerden kaçırmamamız gerekir.
Müslümanlar ele geçirdikleri yerlerdeki maddi ve manevi medeniyet unsurlarını
yok etmiş olsalardı hâlihazırda bu medeniyetlerle ilgili birçok bilgiye ulaşma
imkânımız olmayacaktı.
Dolayısıyla Müslümanlar, öncelikle fetihlerle başlayan ve günümüze kadar
uzanan zaman diliminde bu malzemeleri tahrip etmeyerek maddi ve manevi yapıyı
korumuşlar ve yeri gelince kendi ilgi ve ihtiyaçlarına göre bu malzemelerden
istifade etme başarısını göstermişlerdir. Öte yandan Hz. Muhammed’in vefatından
sonra gerçekleşen fetihler, birtakım yeni oluşumların, uygulamaların ve kurumların
ortaya çıkmasına da katkı sağlamıştır.
Artan ve Değişen İhtiyaçlar, Yeni İlgi ve Meraklar
İslam öncesinde Araplar, o dönemde varlığını sürdüren veya izleri devam
eden medeniyetlere göre oldukça geri bir durumdaydı. Ticaret ve tarım, ihtiyaçları
karşılayacak nitelikte ve basit seviyedeydi. Devlet teşkilatlanması, bilim, mimari vb.
alanlarda medeniyet seviyesinde bir gelenek bulunmuyordu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
Fetihlerle başlayan süreç içersinde Müslümanlar tabii olarak diğer kültür ve
inançlara ilgisiz kalmadılar. İslam ilimlerinin teşekkül evresini tamamlamasından
sonra diğer kültür ve inançların eserleri, fikirleri de ilgi çekmeye başladı. Yaşanan
toplumsal hayatın tabii bir tezahürü olarak pek çok şey gözlemleniyor,
konuşuluyor, tartışılıyor; hatta paylaşılıyordu. Bu süreçte öncelikle Müslümanların
İslamiyet’i diğer kültür mensuplarına karşı savunma arzusu önem arz etmiştir.
Ancak öğrenilen yeni fikirlerin, bazen Kur’ân-ı Kerîm ile karşılaştırıldığı, bazı sentez
ve analizlerin yapıldığı; hatta diğer kültürlere ait metinlerden istifade edilerek yeni
düşünce ve problemlerin ortaya atıldığı da oluyordu. Öte yandan İslam toplumu
büyüdükçe yeni ihtiyaçlar da kendisini hissettiriyordu. Tıp, astronomi, matematik,
coğrafya gibi çeşitli alanlarda artan öğrenme ihtiyacı, tercüme faaliyetlerini
gündeme getirmişti.
Tercüme Faaliyetleri
Tercüme faaliyetleri, bir
toplumun kültür ve
medeniyet bakımından
şekillenmesinde ve
gelişmesinde önemli bir
rol oynar.
Tercüme faaliyetleri
Abbasi halifesi
Hârûnürreşîd
tarafından tesis edilen
ve haleflerinin desteği
ile büyüyen
Beytülhikme’de
kurumsallaşmış ve
İslam bilim dünyasına
önemli katkılarda
bulunmuştur.
Medeniyetlerin oluşumunda veya zenginleşmesinde, diğer kültür ve
medeniyetlerden yapılan tercüme faaliyetlerinin önemli bir yeri bulunmaktadır.
Yunanlıların Sümer, Hint ve Mısır medeniyetlerine ait eserleri tercüme etmeleri ve
bunlardan istifade ederek yeni fikirler üretmeleri burada örnek olarak
hatırlanabilir. İslam medeniyetinin oluşumunda ve zenginleşmesinde de tercüme
faaliyetleri önem arz etmiştir. Bilim ve felsefe geleneğine sahip olmayan
Müslümanlar, bu yolla diğer medeniyetlere ait eserler ve görüşler hakkında bilgi
sahibi olmuşlardır.
İslam dünyasında gerçekleştirilen tercüme faaliyetlerine hızlıca göz atacak
olursak Hulefâ-yı Râşidîn ve ardından gelen Emeviler döneminde tercüme edilen
eser sayısının oldukça sınırlı olduğunu görürüz. Tercüme faaliyetleri Abbasi Halifesi
Hârûnürreşîd zamanında Beytülhikme’nin kurulmasıyla en yüksek seviyesine
çıkmıştı. Bu döneme kadar yapılanlar ya halifelerin veya veliahtların, ya da bazı
meraklı şahısların özel gayretleriyle gerçekleşmiştir. Bugünkü bilgilerimize göre ilk
tercüme teşebbüsü, Emevi veliahtlarından Hâlid b. Yezîd’in (ö.85/704)
destekleriyle gerçekleşmiştir. Emevi halifelerinden Mervan b. Hakem, Ömer b.
Abdülazîz ve Hişâm b. Abdülmelik döneminde birkaç tıp risalesi ile bazı felsefe
metinlerinin tercüme edildiği bilinmektedir. Emeviler döneminin siyasi çatışmalar
ve istikrarsız devlet yapısıyla bilim çalışmalarına yeterince ilgi duymadığı
söylenebilir.
Abbasi halifeleriyle birlikte Cündîşâpûr’dan saraya getirtilen Hıristiyan
hekimlerin (özellikle Buhtîşû ailesinin)ve saraya davet edilen diğer milletlere
mensup bilim insanlarının halifelere sundukları tercüme eserler, başlangıçta ihtiyaç
duyulan alanlarla, Mesela, tıp, matematik, astronomi vb. alanlarla sınırlı kalmıştır.
Ancak bir yandan Halife Mansûr tarafından sarayda kütüphane oluşturulması
(Hızânetü’l-Hikme), diğer yandan gittikçe artan ilginin Abbasi Halifesi Hârûnürreşîd
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
zamanında Beytü’l-Hikme adı verilen bir tercüme evine dönüşmesi; tercüme
faaliyetlerinin ulaştığı aşamayı gösterir. Bu son dönemde pek çok alanda kitap
tercüme edilmiştir. Sınır tanımayan bir merak Hint, Mısır ve Yunan düşünce ve
biliminin İslam dünyasına aktarımını sağlamıştır. Bilimsel bir geleneğe sahip
olmayan Arap toplumu, öncelikle çeşitli alanlarda tercüme edilmiş olan
kitaplardaki bilgileri anlamaya çalışmış; ardından bu tercümelerdeki birtakım
hatalar, dikkatleri çekmeye başlamıştı. Bu süreç, tercüme eserlerin yeniden gözden
geçirilmesini, başka kişilere yeniden tercümelerin yaptırılmasını beraberinde
getirmiştir.
Tıp, matematik, biyoloji, fizik, kimya, felsefe, mantık, coğrafya, astronomi,
botanik, zooloji, hatta eski inanç ve düşüncelere varıncaya kadar çok geniş bir
alanda gerçekleştirilen tercüme faaliyetlerinin, İslam medeniyetine, kendisini
yeniden şekillendirecek bilgiler bütünü sunduğu tartışmasızdır. Şüphesiz bu, İslam
toplumu için çok önemli bir zenginlik olmuştur. Pek kolay olmasa da Müslümanlar
bu bilgileri hızlı bir şekilde özümsemiş; hatta bazı fikir ve görüşleri tartışmaya bile
açmışlardı. Sonuç olarak bilgilerin özümsendiği, elde edilen bilgilerin geliştirildiği,
sentezlendiği ve ardından yeni fikirlerin üretildiği bir dönem gelmiştir.
Bireysel Etkinlik
Miladî 800-950 yıllarını kapsayan bu dönem, İslam medeniyetinin en önemli
hamlelerinden birisini gerçekleştirdiği dönemlerden birisini teşkil etmektedir. Batılı
araştırmacıların büyük bir kısmı bu döneme, “İslam Rönesansı” adını vermektedir.
• Beytülhikme'nin kuruluşu ve faaliyetleri hakkında neler biliyorsunuz?
Beytülhikme'de kimler görev almıştır? Görev alan bu kişilerin bilim ve fikir
hayatına ne gibi katkıları olmuştur? Bilgilerinizi geliştirmek için bk.
Mahmut Kaya, "Beytülhikme", DİA (İstanbul 1992), VI, 88-90.
İSLAM MEDENİYETİNİN GELİŞİM AŞAMALARI
Hepinizin bildiği üzere uzun ve sağlıklı yaşayan insanlar için “çınar ağacı gibi”
ifadesi kullanılır. Bu betimlemeyle o kişinin uzun ömürlü, tüm olumsuzluklara
dayanıklı ve çevresine faydalı olduğu ifade edilmeye çalışılır. Çınar ağacı çok uzun
boylu, kalın gövdeli, piramit şeklinde, her toprakta ve her mevsimde yetişebilen,
yaprağını dökse de kökleri çok güçlü olan, içi koflaştığında bile varlığını sürdüren,
uzun asırlar boyunca yaşayabilen bir ağaçtır. İslam medeniyetinin gelişim
safhalarını çınar ağacının genel özelliklerine benzeterek açıklamak belki de yerinde
olacaktır. Bu benzetmeyi bir yıl içinde çınar ağacında gözlemlenen değişmeleri,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
zaman zaman İslam medeniyetinin gelişim aşamalarının bazı özelliklerini tasvir
etmek için kullanmak istiyorum.
Tohum Dönemi: Medine (610-632)
İslam medeniyetinin
temelleri bizzat Hz.
Muhammed
tarafından Medine’de
atılmış; ardından
gelenler tarafından
geliştirilmiştir.
Bilime ilgi, bir
toplumun ona ihtiyaç
duyması kadar, bu
geleneğe sahip olması
veya zamanla bunu
oluşturması ile de
ilişkilidir. Köklü bir
bilim geleneğine sahip
olmayan toplumlar
zamana ihtiyaç
duyarlar.
Bizzat Hz. Muhammed’in örnekliği ile şekillenen ve vahyin temel
prensiplerinin, manevi unsurları yüksek bir insan ve toplum yapısı oluşturduğu
dönemdir. Bu dönem, İslam medeniyetinin özünün tamamlandığı ve tohumun en
mükemmel bir biçimde beslendiği en önemli evredir. Temel değerlerin bu süreçte
beslediği insan ve toplum yapısı, ilerleyen zamanlarda, karşılaştığı sorunları
çözebilen ve farklı şartlara direnebilen bir gücün kaynağını teşkil etmiştir.
Tohumun Kök Salması ve Filizlenmesi: Fetihler ve Toplumların
Karşılaşması (632-661)
Bu dönem, tohumun çok farklı özelliklere sahip topraklarda kolayca geliştiği,
kök saldığı ve filizlendiği dönemdir. Hz. Muhammed’in vefatından sonra Hz. Ebû
Bekir’in halifeliği döneminde başlayan fetih hareketi Hz. Ömer ve Hz. Osman
dönemlerinde en geniş sınırlarına ulaşmış; çınar tohumları birçok bölgede kök
salmıştır. Başta sahabe olmak üzere İslamiyet’i yeni benimsemiş Arap kabileleri
tarafından gerçekleştirilen bu fetihler neticesinde özellikleri birbirinden farklı olan
kadim kültür ve medeniyet havzaları, Müslümanlar tarafından hâkimiyet altına
alınmıştır. Ele geçirilen bu bölgelerde, daha önce de zikrettiğimiz üzere birbirinden
farklı özelliklere sahip olan Roma-Bizans, Sâsânî-Fars, Mısır, Afrika, Hint
medeniyetleri ve kadim dinler bulunuyordu. Farklı inanç ve kültürleri zimmî
statüsünde hâkimiyetinde bulunduran Müslümanlar bir yandan fetih hareketinin
devam etmesi öte yandan hâkimiyet altına alınan halklara din ve vicdan hürriyeti
sunarak onları himaye altında bulundurmaları sebebiyle birbirini tanıma sürecini
yaşamışlardır. Temel değerlerin yerleştiği, devlet kurumlarının teşekkül ettiği,
İslamlaşma sürecinin tabii seyrinde devam ettiği bir dönemdir. Bu dönemde
Müslümanlar özellikle Hz. Osman’ın şahadetinden sonra, öncelikle Hz.
Muhammed’in öğretilerinin toplanması ve muhafaza altına alınmasında önemli
adımlar atmışlardır.
İlk Sürgünler ve Boy Atma Dönemi (661-750)
İslam sınırlarının en geniş coğrafyaya ulaştığı, ancak siyasi iç çekişmelerin
yoğun olduğu bir dönemdir. Bununla birlikte öncelikle dini bilgilerin toplanması ve
tasnif edilmesi, tevhit inancının ve temel değerlerin korunması bakımından önem
arz etmiştir. Halifelerin özellikle devlet teşkilatlanmasında farklı kültürlerden de
istifade ederek birtakım yenilikler ortaya koymaları, sanat ve mimarî alanında
önemli birtakım teşebbüslerde bulunmaları bu döneme rastlar. Ancak bilim ve
felsefeye ilgi yok denecek kadar azdır. Yapılan bazı tercümeler ve özel çalışmalar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
sınırlı sayıda olup özel gayretlerle gerçekleşmiştir. Bunları ilk sürgünler ve çınar
ağacının yavaş yavaş boy atması olarak nitelemek mümkündür.
Gelişme Dönemi (750-800)
Emevi devletinin yıkılmasıyla birlikte kurulan Abbasiler döneminde birtakım
farklı anlayış ve yaklaşımlar hâkim olmuştur. Bu yaklaşımlar, İslam medeniyetinin
çehresini farklılaştıracak özelliklere sahiptir. Öncelikle 750-800 yılları arasında
artan ihtiyaçlara ve oluşan ilgiye bağlı olarak gittikçe artan bir yoğunlukta tercüme
faaliyeti söz konusudur. Bu dönemde İran, Grek ve Hint ilim ve kültürünün birçok
alandaki eseri Arapçaya çevrilmiştir. Öte yandan Emevi devletinin Arapçılık
politikasının aksine Abbasi devletinin, tüm ırklara eşit davranmaya çalışması, onları
devlet yönetiminde istihdam etmesi, zamanla gayrimüslimlere de devlet
kurumlarında yer vermesi çok kültürlü zengin bir yapının oluşması ve karşılıklı
paylaşım imkânını sunmuştur.
Görkemli Yükseliş (800-950)
Siyasi gücünü ve
toplumsal barışı yitiren
toplumlar, bilim, kültür
ve medeniyet
sahasındaki güçlerini
de kaybederler.
Yukarıdaki gelişmelerin tabii bir sonucu olarak elde edilen bilgiler
yoğunlaşmış, İslam toplumu birçok alanda yeni şeyler üretme sürecine girmiştir.
Tercüme faaliyetinin yoğunlaşması tabii olarak farklı kültür ve medeniyetlere ait
bilgilerin İslam toplumuna intikalini, onların öğrenilmesini ve akabinde telif
dönemini doğurmuştur. Müslümanlar tercümelerle elde ettikleri bilgileri kendi
ihtiyaç ve düşünce tarzlarıyla sentezleme yaratıcılığını göstermişlerdir. Onlar, tıp,
felsefe, kimya, astronomi, matematik ve coğrafya alanlarında birçok yeni eser
vücuda getirmişlerdir.
Mesela, Benû Mûsâ kardeşler pi sayısının belirlenmesinde Greklerden
öğrendiklerinden çok daha ince sonuçlara ulaşmışlardır. Hatta yararlanılan eserler
eleştirilmeye başlanmış, Mesela, Câbir b. Hayyân, Câlînûs’un basit ilaçların
etkileriyle ilgili yazdıklarını, yalnızca duyulara dayandığı için muteber saymamıştır.
Sonbahara Doğru: Abbasi Devletinin Siyasi Gücünü Yitirmesi (9501100)
Abbasi devletinin miladî 945 yılında başkent Bağdat’ta siyasi hâkimiyetini
kaybetmesi üzerine pek çok bilim insanı ya İslam coğrafyasının daha gözde
kentlerine göç etmiş, ya da farklı devlet veya emirliklerin hizmetine girmişlerdir.
Başkentin siyasi gücünü kaybetmesi ve diğer yerlerin çekim merkezi haline gelmesi
şüphesiz ilmin devamlılığını sağlamaktadır. Ancak ilmin gelişmesini sağlayan
hâlihazırdaki atmosferin ve desteğin kesintiye uğradığını ve çoğu zaman güçlü
devlet yapısının sahip olduğu malî desteğin eskisi kadar sağlanamadığını da
dikkatten kaçırmamak gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
Sonbaharın Sert Esen Rüzgârı: Haçlı Seferleri (1100-1250)
Onuncu yüzyılın başlarından itibaren İslam dünyasının Bizans devletiyle
yürüttüğü mücadelede toprak kaybettiği bilinmektedir. Bununla birlikte asıl kayıp,
kitleler halinde İslamlaşan Türklerin Anadolu için bir tehlike arz etmesi üzerine
Avrupalılar tarafından başlatılan Haçlı Seferleri olmuştur. Haçlı seferleri, hem İslam
dünyasında, hem de Avrupa’da önemli sonuçlar doğurmuştur.
İslam dünyası açısından bakıldığında ele geçirilen bölgelerde birçok eserin
tahrip olmasına, insan gücünün azalmasına, bilim, kültür ve sanatın durgunlaştığı
ve kesintiye uğradığı bir dönemin başlamasına neden olmuştur.
Haçlı seferleri İslam dünyasının duraklamasına neden olmakla birlikte Batının
İslam dünyasına ilgi duyması, bilim ve sanat eserlerinden etkilenmesi ve İslam
dünyasını öğrenme isteğini yaratması gibi Batı açısından olumlu sonuçlar
doğurmuştur. Bunun neticesinde on birinci yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadar pek
çok İslam eseri Batı dillerine çevrilmiştir. Çevrilen bu eserler neticesinde
Batıda“Rönesans”dönemi başlamıştır.
İlk Yaprak Dökümü ve Çetin Geçen Kış: Moğol İstilası (1250-1450)
Medeniyetlerin
inşasında temel
değerlerle beslenmiş
ve içtenlikle insana
hizmet anlayışını
benimsemiş bir
anlayışa sahip olmanın
önem arz ettiği
görülmektedir.
Zayıflayan İslam dünyası, Doğudan gelen Moğol istilası ile tüm gücünü
yitirmiş; başta Bağdat olmak üzere pek çok kent harabeye dönmüş; maddi ve
manevi birikimlerini kaybetmişti. Bununla birlikte medeniyet bakımından oldukça
geri bulunan Moğollar ele geçirdikleri yerlerde hâkimiyetlerini sürdürebilmek için
bilim ve sanatı desteklemek zorundaydılar. Bu durum İslam coğrafyasının farklı
bölge ve kentlerinin (Mesela, Merâğâ) canlanması anlamına geliyordu. Moğolların
bir müddet sonra İslamiyet’i benimsemesi ise yeni birtakım gelişmelere ve kısmen
eski yaraların sarılmasına zemin teşkil etmiştir.Bu döneme ait İslam medeniyetine
katkı sağlayan pek çok bilim ve sanat eseri günümüze kadar gelme imkânını elde
etmiştir.
Yeni Bahar (1450-1700)
Moğol istilasının tahrip ettiği yerlerden birisi de Anadolu Selçuklularına ait
Anadolu coğrafyasıydı. Beyliklere parçalanmış ve küçülmüş olan Anadolu Selçuklu
Devleti bu istilayla ortadan kalktı. Moğol hâkimiyetine girdi. Uç beyliklerinden
Osmanlılar yönlerini batıya çevirerek ilgi alanlarını belirlediler ve kısa sürüde
başarıya ulaştılar. Ancak Timur’la yapılan savaş Osmanlı Devleti’nin ve
medeniyetinin yükselişinde bir müddet kesinti oluşturdu. Bu kesintiye rağmen
Osmanlılar Türk ve İslam kökenleri ile hâkim oldukları coğrafyanın katkısıyla
İstanbul’un fethine kadar geçen süre içinde yeniden eski güçlerine kavuştular. Fatih
dönemiyle birlikte İslam medeniyetinin üç kıtaya yayılmış olan Osmanlı
coğrafyasındaki baharı başlamış ve yaklaşık üç asra kokusunu yaymıştır. Buna ilave
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
olarak Hint coğrafyasında Babür İmparatorluğu da unutulmamalıdır. Bu dönem,
Batıda Rönesans dönemi başlamadan önce İslam medeniyetinin maddi ve manevi
değerlerinin yeniden güçlendiği önemli evrelerden birisidir.
Aniden Bastıran Kış: Sömürgeleşen İslam Coğrafyası (1700-2011)
Müslümanlar özellikle Osmanlı Devleti’nin duraklaması ve gerilemesiyle
birlikte birtakım zorluklarla yüz yüze gelmeye başlamışlardır. On sekizinci yüzyıl ile
yirmi birinci yüzyılları kapsayan üç asırlık bu süreç İslam medeniyetinin kış mevsimi
gibidir. Uzun yıllar işgal altında kalan ve sömürgeleştirilen İslam devletleri Batı
Rönesansının yarattığı medeniyet hamlelerinden oldukça uzak kalmış; Osmanlı
Devleti’nin Batıdaki gelişmeleri takip etmeye çalışması da sonuç vermemiştir. Bu
yüzyıllar ilim ve fende ilerlemeden ziyade, bağımsızlık için mücedele verilen bir
zaman dilimidir. Bu dönemde bazen bağımsızlık kazanılan yerlerde dahi siyasi ve
ekonomik özgürlüklerin sınırlı kaldığı görülmektedir. 1990’lı yıllarda Orta Asya’da;
2010’lu yıllardan bu güne Arap dünyasında verilen mücadeleler bunu açıkça
göstermektedir. Ayakta kalma ve özgürlükleri yeniden kazanma mücadelesi verilen
bu dönemde İslam medeniyetinin duraklaması, hatta geri durumda kalmış olması,
üzerinde düşünülmesi gereken bir süreçtir.
Yeniden Bahara: İslam Medeniyetinin Yeniden İnşası
Bireysel Etkinlik
İslam medeniyeti, on beş asırlık süreç içerisinde birçok evreden geçmiştir. Bu
sürece bakıldığında çok farklı dönemler, yükseliş ve düşüşler, kısaca önemli
tecrübeler söz konusudur. Bir bütün olarak bakıldığında İslam dininin bu süreç
içinde daima yayıldığı, varlığını ve gücünü daima sürdürdüğü görülmektedir. Ancak
İslam medeniyetinin asırlar içindeki görünümü farklı olmuştur. İslam medeniyetinin
oluşum ve görkemli yükseliş evrelerinde insan unsurunun ve temel evrensel
değerlerin daima ön planda olduğu; çözülme ve dağılma evrelerinde ise bunların
zayıfladığı tespit edilmektedir. İslam medeniyetinin pek çok alanda eski gücünü
yakalaması, hatta öncesinden daha güçlü yeni bir evreye adım atması için öncelikle
temel değerlere sahip insan gücünü yeniden şekillendirmeye ihtiyacı
bulunmaktadır.
• İslam medeniyetinin geleceği hakkında öngörülerde bulunarak
arkadaşlarınızla gelişmelerin neler olabileceğini tartışınız. Mesela, çeşitli
bilim ve teknik alanlarında yeni gelişmelerin neler olabileceği ve ulaşılan
başarının insanlığın iyiliği için nasıl kullanılabileceği hakkında
örneklemelerde bulununuz. Bunları gerçekleştirmek için neler yapılması
gerektiği hususunda arkadaşlarınızla değerlendirmeler yapınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
İSLAM MEDENİYETİNİN TEMEL ÖZELLİKLERİ
İslam medeniyetinde
tüm canlılara
merhametin nişanesi
olarak, dağ başlarındaki
yaralı hayvanların bile
bakımı yapılmıştır.
Gurebâ-yı Laklakân ile
kuş evleri bu
medeniyet tarafından
üretilmiştir.

İslam medeniyetinin özü, evrensel değerlere vurgu yapan vahiy kültürüne
dayanır:Bir coğrafyada veya zaman diliminde medeniyetin oluşması, yükselmesi ve
varlığını uzun müddet sürdürebilmesi, o coğrafyada veya zaman diliminde yaşayan
insanların birtakım temel değerlere sahip olmasıyla mümkündür. Medeniyetin
gücü, yayılma hızı ve devamlılığında, insan ve toplumla ilgili bu temel değerlerin,
herkes tarafından kabul edilebilir evrensel ilkelerden oluşması belirleyici bir rol
üstlenir. Bu değerler asırdan asıra, toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya
değişmezler. Bu ilkeler her toplum ve asrın ortak aklında ve vicdanında akis
bulurlar. Bu temel değerler, sadece gayeyi belirler; araçlara ise temas etmezler.
Her toplum, her asır bunu ihtiyaçlarına göre şekillendirir. Bu mevzuu daha iyi
kavrayabilmek için birkaç örnek üzerinde birlikte düşünelim:
Mesela, yardımlaşma, tüm insanlar tarafından tartışmasız kabul edilebilecek
temel değerlerden birisidir. Hiçbir insan tarafından reddedilemeyeceği için
evrenseldir. Yardımlaşmanın asırlar içindeki görünümü, bir kişiye maddi destek
sunmaktan yolcular için kervansaray inşa etmeye, hastane kurmaktan yurt inşa
etmeye varıncaya kadar değişkenlik arz edebilir. Hiç kuşkusuz yardımlaşmaya dair
pek çok örnek sunulabilir. Ancak hangi örneği ele alırsak alalım özde temel insanî
bir tavır olan yardımlaşma duygusunun olduğu görülecektir.
Bireysel Etkinlik
Herkes tarafından kabul
edilebilen evrensel
temel değerler, vahye
ve insanın özüne
dayanan temel
değerlerdir.
Özünü İslam dininin teşkil ettiği, ilk müntesipleri Araplar olan, ancak zamanla
gerek İslam’a geçen gerekse İslam hâkimiyetinde yaşayan farklı din, kültür, ırk ve
millete mensup insanların bir arada yaşayarak ürettikleri medeniyete İslam
medeniyeti adını verdiğimizi yukarıda zikretmiştik. Bu tanım bağlamında İslam
medeniyeti kavramını belirleyen temel özellikleri kısaca ele almaya çalışalım:
• Son bir yıl içinde deprem, tusunami, kuraklık ve açlık gibi doğal afetlerden
etkilenen ülkeleri ve onlara yardım elini uzatan ülkeleri araştırınız. Buna
ilave olarak Selçuklu dönemi kervansarayları ile günümüzde birçok kurumun
açmış olduğu misafirhane ve yurtları, yardımlaşma ve vakıf hizmeti
bakımından inceleyiniz.
Yine hepimizin kabul edeceği üzere insanları liyakat esasına göre göreve
getirmek temel değerlerden birisidir. Hiç kuşkusuz bu değeri canlı tutan toplumlar
hızlı bir şekilde yükselirler. Bunu çiğneyen toplumlar ve dönemler ise kısır
çekişmeler içinde tıkanıp kalırlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Bireysel Etkinlik
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
• Hz. Ömer dönemi ile Emevi halifelerinden Muaviye ve Yezid
dönemlerini, vali görevlendirmeleri arasındaki temel farkları tespit
etmek üzere inceleyiniz. Bulduğunuz farkları karşılaştırmalı bir liste
halinde yazınız.
Bu değerler arasında, hiç kuşkusuz sevgi-saygı, güven, dayanışma,
merhamet, doğruluk, dürüstlük, ahde vefa, adalet, bir arada yaşama, kişisel hak ve
hürriyetlere özen gösterme, canlı cansız tüm varlıkları koruma, çalışma, tefekkür,
araştırma, estetik ve güzellik arayışı gibi hususlar da bulunmaktadır.
İşte tam bu noktada, her bir insana kâinattaki yerini ve insan olarak değerini
vurgulayan, insanlar arasındaki ilişkilerde evrensel temel değerleri hatırlatan, bu
değerleri yerleştirmeye çalışan ve İslam medeniyetinin oluşmasında çekirdek yapıyı
teşkil eden vahyin, yönlendirici bir rol üstlendiği görülmektedir. İnsan ve toplum
ilişkilerinin evrensel temel değerler üzerine oturmadığı toplumlarda,
medeniyetlerin süreklilik arz etmesi mümkün değildir. Vahiy kültürü, bu sürekliliği
sağlayacak olan temel prensipleri sunması bakımından önem taşımaktadır.
Dolayısıyla İslam medeniyetinin en belirgin özelliklerinden birisi, tevhit inancı ve
vahiy kültürüdür.
 İslam medeniyeti, insana değer veren bir medeniyettir: İnsan mukaddes bir
varlıktır. Yeryüzündeki her şey onun için hazırlanmıştır (Bakara/2: 29; Lokman/31:
20). Bu dünya hayatı da onun mutluğunu sağlamak için sunulmuştur. Bu temel
çerçeve içinde vahye mazhar olan insan, kendisine verilen kıymetten dolayı başta
şahsı olmak üzere tüm insanlara ve onlar tarafından üretilen şeylere değer verir. O,
öncelikle iman kardeşliğini esas alır. Kabile kardeşliğinden, haksız koruma ve
savunmalardan uzak durur. Sınıf ve sınıflaşmaya müsaade etmez. İnsana sunulan
din özgürlüğünden dolayı kendi inancından farklı inanç sahiplerini küçümsemez.
İnsana verilen değerin bir ifadesi olarak hoşgörü anlayışına sahiptir. Bunun bir
neticesi olarak kendisinden önceki her bir insanın veya diğer inanç ve kültürleri
temsil eden insanların ürettiklerini değerli bulur.
Genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız bu anlayış, fetihlerle ele geçirilen
bölgelerdeki maddi ve manevi değerlerin yok olmamasını sağlamıştır. Dolayısıyla
fethedilen coğrafyalarda yaşayan tüm insanların ve sahip oldukları maddi-manevi
değerlerin koruma altına alınması, zamanla Müslümanların ihtiyaç duydukları
hususlarda bunlardan istifade etmesi sonucunu doğurmuştur. Ayrıca sınıflaşmanın
olmaması sebebiyle köle kökenli veya mevlâ kökenli bazı insanlar, birçok ilim
dalında önemli hizmetlerde bulunmuşlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
Bu yapıyı oluşturan temel prensipler kuşkusuz Kur’ân-ı Kerîm’in ilme,
tecrübeye, araştırmaya, gözlem yapmaya ve akla vermiş olduğu değerde gizlidir.
(Mesela, bk. Ankebût/29: 20, A’râf/7: 185, Bakara/2: 73, En’âm/6: 50). Zira Kur’ân-ı
Kerîm bu tavsiyeleriyle ilimlerin gelişmesi için mükemmel bir atmosfer
oluşturmuştur. İslam toplumu kendisini hazır hissettiğinde bu atmosferden en
güzel bir biçimde yararlanmıştır.
Tarih boyunca çeşitli coğrafyalarda kurulan İslam başkentleri ve önemli ilim
merkezleri haline gelen birtakım İslam kentleri her zaman çekim merkezi olmuş;
birçok bilim insanı bu şehirlerde himaye görmüş ve bilimsel çalışmalarını özgür bir
şekilde gerçekleştirmişlerdir. Herhangi bir İslam devletinin gerileme veya çöküş
sürecinde bir diğer İslam devleti, ilim ve siyasette ön plâna çıkarak İslam
medeniyetinin devamlığını sağlamıştır.
Bireysel Etkinlik
İslam’da maddi ve
manevi ilimler (fizikmetafizik) ayrımı
bulunmamaktadır.
İlimler bir bütündür ve
Allah’ın ilim ve kudret
sıfatının tecellisidir.
 İslam medeniyetinin en önemli yapı taşı ilimdir (bilgi ve bilimdir): İslam
inancına göre kâinatın yaratıcısı Allah’tır. Bu yaratma onun ilim ve kudret sıfatının
bir tezahürüdür ve insanlar tarafından yine onun isteği üzere araştırılır. Bu
bakımdan İslam’da maddi ve manevi ilimler (fizik ve metafizik) ayrımı
bulunmamaktadır. İlimler bir bütündür ve Allah’ın ilim ve kudret sıfatının bir
tezahürü olarak âfâk ve enfüse damgasını vurmuştur. Dolayısıyla bunları
düşünmek, araştırmak, tefekkür etmek; Allah’ın mutlak kudretini, yaratma gücünü
ve ilim sıfatını anlamak ve elde edilen bilgiyi insanlarla paylaşmak demektir. Bunun
bir yansıması olarak ilmin anlamını kavrayan kişi, insanî bir tavır olarak elde ettiği
veriler ışığında insanlığa ve medeniyete katkı sağlama arzusunu daima içinde
hisseder. Mesela, gen biliminde elde edilen yeni tespitler, özü itibariyle Allah’ın
yaratma sıfatının bir tezahürünü, onun yaratma sıfatının farklı bir yönünü tespit
etmek demektir. Elde edilen bilgiler ışığında etik kuralları ihlal etmeden
hastalıkların tedavisi için gen üzerinde birtakım çalışmalar yapmak medeniyete
katkı sağlamak anlamına gelecektir. Müslümanların ilim tahsilini farz olarak
algıladıkları ve gereklerini yerine getirdikleri asırlarda, medeniyet tarihine, orijinal
ve insanlığa fayda sağlayan katkılar sundukları hiçbir zaman unutulmamalıdır.
• Abbâsî devletinin siyasî açıdan zayıfladığı ve Şii Büveyhî hanedanının
hâkimiyetine girdiği süreçte, bilim insanlarının hangi devletlerin himayesi
altına girdiğini araştırınız. Meselâ, İbnü’l-Heysem ile İbn Sinâ’nın
hayatlarını bu açıdan inceleyiniz.
 İslam medeniyeti, sentezler bütünüdür: Bilginin ve faydalı olanın elde
edilmesinde vahyin sınırlandırıcı bir yönü bulunmamaktadır. Dolayısıyla müminin
yitik malı olan bilgiye nerede ve ne zaman ulaşılırsa alınmalı ve kendisinden istifade
edilmelidir. Bu anlayış İslam medeniyetinin her aşamada farklı veya yeni fikir,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
Bilgi ve hikmet
Müslümanın yitik
malıdır. Onu nerede
bulursa alır ve
sentezler. Geliştirmiş
olduğu bu bilgiyi
insanlığın faydasına
sunar.
düşünce ve buluşu takip ederek kendisini zenginleştirmesini, sentezci bir yapıyla
bunları bünyesinde yoğurmasını sağlamıştır. Bilindiği üzere Fransız yazar Paul
Valery’nin, “Aslanın vücudu, yediği hayvanlardan oluşur” sözünü, Mehmet Kaplan
şu şekilde yorumlamaktadır: “Bu fikir, fertlerin kültür hayatına uygun olduğu kadar,
millî kültür sahasına da uygundur. Nasıl bir fert maddi ve manevi şahsiyetini
dışarıdan aldığı gıdalarla geliştirebilirse, milletler de öyledir. Fakat aslan yediği
bütün hayvanları kendi vücuduna kalbeder. İnsanlar ve toplumlar da öyledir. Her
fert ve millet dışarıdan kendi bünyesine uygun olanları seçer. Bu bakımdan seçilen
unsurlar son derece önemlidir. Nasıl hayvanlar ve insanlar dışarıdan bünyelerine
uygun olmayan gıdaları alınca rahatsız olur, hastalanır, hatta ölürlerse millî varlığa
uygun olmayan yabancı kültürler de milletleri öldürebilir. Dünya ve Türk tarihinde
yabancı kültürleri benimsemek yüzünden yok olan devletler vardır” (Kaplan,
1996:s. 31).
Mehmet Kaplan’ın yaptığı teşbihi, benzer bir biçimde İslam medeniyeti için
ifade etmek mümkündür: İslam medeniyeti aslan gibidir. Birçok farklı ürünle
beslenir. Onları hazmeder ve güç kazanır. Özü güçlü olduğu için dışarıdan
bünyesine aldığı şeyleri yeni güçlere dönüştürür. Zaman zaman bünyeye uymayan
yiyeceklerle beslendiği de olmuştur. Ancak bunların oluşturduğu rahatsızlıklar
bağışıklık sistemi güçlü olduğu için kısa sürede ortadan kalkmış; hastalanmaya yüz
tutmuş medeniyet her aşamada yeniden toparlanmıştır.
Bireysel Etkinlik
İslam medeniyeti, tüm
farklılıklardan ve
değerlerden istifade
etmesini bilmiştir.
İslam’ın bu sentezci
yaklaşımında birbirine
eklemlenerek
zenginleşen bir
medeniyet oluşumu söz
konusudur.
 İslam medeniyeti farklı kültür ve değerleri korur: Biraz önce
ifadelendirdiğimiz örnek, zihinlerde İslam medeniyetinin diğer medeniyetleri veya
kültürleri asimile edebileceği düşüncesini doğurmamalıdır. Zira İslam medeniyeti,
birçok ırk, kültür ve din mensubunu sahip olduğu temel prensipler çerçevesinde
korumuş, gösterdiği hoşgörü sayesinde varlıklarının devamını sağlamış ve asırlar
içinde karşılıklı paylaşım ile medeniyet tarihine önemli katkılar sunabilmeyi
başarmıştır. İslam’ın sentezci yaklaşımında, birbirine eklemlenerek gelişen bir
paylaşım ve çeşitlilik süreci dikkatleri çekmektedir.
•İslam medeniyetinde hoşgörü kültürü hakkında neler biliyorsunuz? Bu
konuyla ilgili örnekler bulmaya çalışınız. Yardımcı olmak üzere şu
makaleyi okuyunuz: Levent Öztürk, "İslam Toplumunda Hristiyanlara
Gösterilen Hoşgörü Örnekleri –İlk Beş Asır-", Sakarya Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, IV (Sakarya 2001), s. 25-37.
 İslam medeniyeti, dengeyi gözeten bir yapıya sahiptir: Madde-mana, dünyaahiret, insan-toplum, cimrilik-aşırı harcama vb. dengeleri gözetmeyi vurgulayan
âyetler, İslam medeniyetinin ürettiği maddi ve manevi unsurlarda oldukça
yönlendirici bir etkiye sahip olmuştur. İslam medeniyetinin güçlü olduğu ve temel
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
değerlerinin iyi yorumlandığı dönemlerde bu anlayış, tüm uygulamalara ve eserlere
aksetmiştir. Mesela, Hıristiyan mabetlerinin kasvetli yapısı ile Çin mabetlerinin
şekilci karmaşıklığı İslam medeniyetine ait mabetlerde görülmez. İslam
medeniyetinin bir örneği olarak Osmanlı camilerini de kendi arasında
karşılaştırırsak Selimiye Camii (1575) ile Valide Sultan(Dolmabahçe) Camii (1855)
arasındaki üslup farklılığı dikkatlerimizi çekecektir. Bu durum asırlar içinde Osmanlı
coğrafyasında yaşayan farklı ırk, kültür ve dine mensup insanların sanat anlayışının,
Osmanlı sanatını ve devlet ricalini etkilemesi anlamına gelmektedir. Bununla
birlikte bu ve benzeri eserler İslam medeniyetinin bir parçası, bir asırdaki tercihi ve
farklılıklardan istifade ederek sentezlediği kültürel mirasıdır.
 İslam medeniyeti, ahlâkîliği ve insan haklarını ön plâna alır: İslam
medeniyetinde üretilen her maddi ve manevi unsur, insanın kutsallığını ön plâna
alan ahlakî bir yapıya sahiptir. İnsanın hak ve hürriyetleri, merkezdedir. Ahlâkî
değerleri ihmal eden, insana değer vermeyen, temel hak ve hürriyetleri
sınırlandıran medeniyetlerin, maddi açıdan bir dönem parlasa bile kısa bir müddet
sonra çözülmeye başladığı tarih içinde gözlemlenen gerçeklerden birisidir.
Bireysel Etkinlik
İslam medeniyeti hâkim
olduğu coğrafyaları
sömürmemiştir. Aksine
sahip olduğu temel
değerler sebebiyle tüm
insanlara hizmet
sunmuştur.
 İslam medeniyeti, anti-emperyaldir: Roma medeniyeti, Batı medeniyeti gibi
bazı medeniyetlerin emperyalist yapılarına karşın İslam medeniyeti hâkimiyet
kurduğu coğrafyaları sömürgeleştirmemiş; bilakis ele geçirdiği topraklarda
gayrimüslimlerle aynı ortam ve şartları birlikte paylaşmıştır. Buna ilave olarak ele
geçirilen bölgelerdeki ihtiyaçlar, hizmet anlayışı içinde karşılanmaya çalışılmıştır.
Tarih boyunca Müslümanlar tarafından fethedilen yerlerde toplanan vergilerin adil
ölçülerde olmasına karşın götürülen hizmetlerin yoğunluğu dikkat çekici
mahiyettedir. İslamiyet’in uzun asırlar boyunca hâkimiyet kurduğu; ancak son
yüzyılda siyasi hâkimiyetini yitirdiği bölgelerdeki Türk İslam eserleri bunu açıkça
göstermektedir.
• Bugünkü Makedonya, Bosna-Hersek, Bulgaristan ve Yunanistan sınırları
içinde kalan İslam eserlerini araştırınız. Yapılan hizmetlerin bilançosunu
çıkarınız. Günümüze gelen ve gelmeyen eserlerin sayısını tespit etmeye
çalışınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Özet
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
• Her bir medeniyeti besleyen temel değerler ve medeniyetlerin bu öz
çerçevesinde ürettiği unsurlar birbirinden farklıdır. Ancak medeniyetin,
insanlık tarihinin ortak malı olan yönünü de görmek gerekir. Her bir
medeniyet, kendinden önceki ve çağdaşı bilgi birikimlerinden ve
medeniyet unsurlarından istifade eder. Dolayısıyla medeniyetler, farklı
insan ve kültür unsurlarının bileşkesidir.
• Buna bağlı olarak İslam medeniyeti, özünü İslam dininin teşkil ettiği, ilk
müntesipleri Araplar olan, ancak zamanla gerek İslam'a geçen gerekse
İslam hâkimiyetinde yaşayan farklı din, kültür ve millete mensup
insanların bir arada yaşayarak ürettikleri medeniyetin adıdır.
• İslam dininin ana kaynağı vahiydir. Ancak İslam medeniyetine
kaynaklık teşkil eden veya İslam medeniyetinin istifade ettiği pek çok
kaynak bulunmaktadır. Bunlara örnek olarak tevhit inancı ve vahiy
kültürü, temel değerleri güçlü insan ve toplum yapısı, fetihler sayesinde
farklı inanç ve kültürlerin yaşadığı eski medeniyet havzalarının ele
geçirilmesi, zamanla artan ilgi ve ihtiyaçların müslümanları yeni bilgi ve
tecrübelere yöneltmesi, diğer kültür ve medeniyetlere ait eserlerin
tercüme edilmesi sayılabilir.
• Medine'de tohum evresini yaşayan İslam medeniyeti, Hz. Ebû Bekir
dönemiyle
başlayan fetih sürecinde farklı medeniyetlerle
karşılaşmıştır. Öncelikle kendi değerlerini koruyan İslam toplumu,
zamanla diğer kültür ve medeniyetlerin bilgi birikiminden istifade
etmeye başlamıştır. Emeviler döneminde sınırlı kalan bu istifade,
Abbasiler döneminde halifelerin desteği ve artan ihtiyaçlar vesilesiyle
önemli bir gelişme göstermiştir. 'İslam Rönesansı' adı verilen bu
dönemin ardından siyasi gücün zayıflaması ve birtakım dış faktörler
sebebiyle İslam medeniyeti durgunluk dönemine girmiştir. Ardından
Osmanlılar ile geniş bir coğrafyada hâkimiyet kuran İslam medeniyeti
Osmanlı Devleti'nin zayıflaması ile geri kalmıştır. Son yüzyıl bağımsızlık
mücadelesi ve toparlanma süreci olarak dikkatleri çekmektedir.
• İslam Medeniyeti, vahye dayanan insan merkezli bir medeniyettir.
İslam medeniyetinin en önemli yapı taşları ilim, ahlâk, farklılıkları
bünyesinde barındırabilme ve bu farklılıklardan istifade ederek yeni
sentezler üretebilme gücüdür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
Hindistan’da ve Arabistan’da kullanılan bir takım bitkisel ilaçlar, aynı anda
Yunan tabipleri tarafından aranıyor ve Yunan pazarlarında kendisine yer
buluyordu.
1. Yukarıda yer alan bilgiler çerçevesinde aşağıdakilerden hangisi
söylenemez?
a) Bir takım bitkisel ilaçların Hindistan, Arabistan ve Yunan coğrafyasında
kullanıldığı
b) Yunanlı tabiplerin bir takım bitkisel ilaçları farklı coğrafyalarda yetişen
bitkilerden elde ettikleri
c) Yunanlı tabiplerin diğer coğrafyalardaki bilimsel gelişmelere açık
oldukları
d) Yunan pazarlarında farklı coğrafyalara ait ürünlerin satıldığı
e) Yunanlı tabiplerin farklı coğrafyalarda yetişen bitkisel ilaçları Yunan
pazarlarından aldıkları
2. Yunanlı bilim insanı Pitagoras’a (M.Ö. 580-500) ait olan Pitagoras
teoreminin milattan önce sekizinci yüzyıllarda Hint geometrisinde biliniyor
olması aşağıdakilerden hangisini gösterir?
a)
b)
c)
d)
e)
Hintlilerin Yunanlılardan daha geri olduğunu
Pitagoras teoremini önce Yunanlıların bulduğunu
Hint geometrisinin Yunan geometrisinden önceye dayandığını
Pitagoras’ın Yunan geometrisine önemli katkılarda bulunduğunu
Hintlilerin teoremi Yunanlılardan aldığını
3. Makedon kralı Büyük İskender, Hint coğrafyasına kadar gerçekleştirdiği
istila hareketi sonrasında Hint, Pers ve Mısır coğrafyasından pek çok eseri
ve bilim insanını ülkesine götürmüştür. Aşağıdakilerden hangisi bunun
doğuracağı sonuçlardan birisi olamaz?
a)
b)
c)
d)
e)
Yunan biliminin Hint, Pers ve Mısır biliminden etkilenmesi
Yunan bilim insanlarının Hint, Pers ve Mısır’a göç etmesi
Yunan düşüncesinin farklı görüş ve fikirler üretmesi
Hint, Pers ve Mısır bilimine ait eserlerin tercüme edilmesi
Hint, Pers ve Mısır bilim insanlarının ön plâna çıkması
4. Aşağıdakilerden hangisi İslâm toplumunu oluşturan unsurlardan birisi
değildir?
a) Zimmî statüsündeki zerdüştler
b) Müslüman İranlılar
c) Müslüman köleler
d) İslâm toprakları dışında yaşayan hristiyanlar
e) Zimmî statüsündeki hristiyanlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
5. Hz. Peygamber döneminde inşa edilen Mescidü’n-Nebî’nin mimarî
özellikleri ile asırlar içinde Müslümanların hâkim oldukları coğrafyalarda
inşa ettikleri camiler birbirinden farklı olmuştur. Bu durumla ilgili olarak
Müslümanlar hakkında aşağıdaki durumlardan hangisi söz konusu
edilemez?
a)
b)
c)
d)
e)
Yaşadıkları coğrafyanın iklim şartlarından etkilendikleri
Estetik algılarının değiştiği
Hz. Peygamber dönemi mimarisini beğenmedikleri
Hâkim oldukları coğrafyanın mimarisinden etkilenmiş olabilecekleri
Yaşadıkları coğrafyanın malzeme yapısını kullandıkları
İslâm dininin kaynağı sadece ve sadece vahiydir. Ancak İslâm
medeniyetinin kaynağı, yalnızca vahiy değildir.
6. Yukarıda yer alan cümlelerle anlatılmak istenen fikir aşağıdakilerden
hangisinde en doğru bir biçimde ifade edilmiştir?
a)
b)
c)
d)
e)
İslâm dini vahye dayanır. İslâm medeniyeti ise vahye dayanmaz.
İslâm’ın da İslâm medeniyetinin de kaynağı vahiydir.
İslâm’ın da İslâm medeniyetinin de pek çok kaynağı bulunmaktadır.
İslâm medeniyetinin kaynakları çeşitlidir.
İslâm dininin ana kaynağı vahiydir. İslâm medeniyeti ise pek çok
kaynaktan beslenmektedir.
Yunan bilimi Hint ve Mısır medeniyetine ait kitaplardan; İslâm bilimi Yunan
medeniyetine ait kitaplardan; Batı bilimi de İslâm medeniyetine ait
kitaplardan tercüme yapmak suretiyle gelişmiştir.
7. Yukarıda yer alan cümleye göre aşağıdaki sonuçlardan hangisi çıkarılabilir?
a) Yunan, İslâm ve Batı medeniyetleri birbirinin takipçisidir.
b) Yukarıda yer alan medeniyetlerden hiçbiri orijinal değildir.
c) Diğer kültürlere ait eserleri tercüme etmek medeniyetleri geliştirir.
d) Diğer kültürlere ait eserleri tercüme etmek medeniyetleri diğer
medeniyetlere bağlı kılar.
e) Diğer kültürlere ait eserleri tercüme edenler medeniyet seviyesine
ulaşırlar.
8. Aşağıda yer alan cümlelerden hangisinde İslâm
duraklayışının sebepleri diğerlerine göre farklılık gösterir?
a) Büveyhîlerin Bağdat’ı işgali
b) Haçlı seferleri
c) Moğol istilası
d) Avrupanın İslâm coğrafyasını işgali
e) Bizans saldırıları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
medeniyetinin
22
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
Gen bilimindeki gelişmeler bağlamında müslümanlar etik kuralları dikkate
alarak insanların faydasına olacak çalışmaları yapmak zorundadırlar. İslâm
medeniyetinin zirveye yöneldiği zamanlarda müslümanların kendi
dönemlerinin bilimsel çalışmalarını en üstü seviyede gerçekleştirerek bilim
tarihine önemli katkılarda bulundukları unutulmamalıdır.
9. Yukarıdaki cümlede İslâm medeniyetinin hangi özelliğine vurgu
yapılmaktadır?
a) Tevhit
b) Ahlâkîlik
c) Sentez
d) Bilim
e) Denge
10.Abbâsîler döneminde hristiyan hekimlerin katkılarıyla İslâm dünyasında
hastanelerin kurulmaya başlaması hakkında aşağıdakilerden hangisi
kesinlikle söylenemez?
a) İslâm medeniyeti, sadece müslümanlar tarafından inşa edilmiştir.
b) Hristiyan hekimler İslâm medeniyetine bir takım katkılarda
bulunmuşlardır.
c) İslâm dünyasında hastaneler hristiyan hekimlerin katkıları sonucunda
açılmıştır.
d) Abbâsî halifeleri hristiyanların İslâm medeniyetine katkı yapmasına
müsaade etmişlerdir.
e) İslâm medeniyeti farklı unsur ve medeniyetlerin katkılarından istifade
etmesini bilmiştir.
Cevap Anahtarı
1-b, 2-c, 3-b, 4-d, 5-c, 6-e, 7-c, 8-a, 9-d, 10-a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ahmet Hâşim. (1969). Bize Göre, Gurebâhâne-i Laklakan, Frankfurt Seyahatnamesi.
(haz. Mehmet Kaplan). Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
Baltacı, Cahid. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul: Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları, s. 21-73.
Bayezidof, Ataullah. (1993). İslam ve Medeniyet. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Durant, Will. (1996). Medeniyetin Temelleri. (çev. N. Muallimoğlu). İstanbul:
Birleşik Yayıncılık.
Durant, Will. (2004). İslam Medeniyeti. (çev. Orhan Bahaeddin). Ankara: Elips
Yayınları.
Faruki, İ.Raci-Faruki, Lamia.(1991). İslam Kültür Atlası. (çev. M. O. Kibaroğlu-Z.
Kibaroğlu). İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
Görgün, Tahsin. (2003). “Medeniyet: Modern Tartışmalar”. DİA, XXVIII (Ankara).
298-301.
Grunebaum, G. E. Von. (1997). “İslam Medeniyetinin Kaynakları. (çev. İlhan
Kutluer). İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, I-IV. 2. Baskı. İstanbul: Kitabevi
Yayınları, IV, 15-59.
Hitti, Philip K.. (1995). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi. (çev. Salih Tuğ), I-II. İstanbul:
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakütlesi Yayınları. I, 457-486, 555-626.
Kahya, Esin. (1999). Hintte Bilim. Ankara: Nobel Yayıncılık.
Kaya, Mahmut (1992). “Beytülhikme”. DİA (İstanbul). VI, 88-90.
Kazıcı, Ziya. (2006). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi. İstanbul: Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları.
Kutluer, İlhan (2001). “İslam: Düşünce. İlim ve Sanat”. DİA, XXIII. (İstanbul). 23-26.
Kutluer, İlhan. (2003). “Medeniyet”. DİA, XXVIII. (Ankara). s. 296-297.
Miss Pardoe. (2004). Şehirlerin Ecesi İstanbul: Bir Leydinin Gözüyle 19. Yüzyılda
Osmanlı Yaşamı. (trc. Banu Büyükkal). İstanbul: Kitap Yayınevi.
Nasr, Seyyid Hüseyin. (2006). İslam ve Bilim. (çev. İlhan Kutluer). İstanbul: İnsan
Yayınları. s. 3-12.
Özakpınar, Yılmaz. (1997). Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi.
İstanbul: Kubbealtı Neşriyat.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Medeniyetinin Kaynakları, Gelişim Aşamaları, Temel Özellikleri
Öztürk, Levent. (2007). “Bilim ve Medeniyet Çalışmalarında İdeolojik Bir Sorun:
Öncellik Meselesi”. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. XXIII, 23-33.
Öztürk, Levent. (2007). İslam Dünyasında Hastaneler. İstanbul: İz Yayınları.
Pazarbaşı, Erdoğan. (1996). Kuran ve Medeniyet. İstanbul: Pınar Yayınları.
Sarıçam, İbrahim-Erşahin, Seyfettin. (2006). İslam Medeniyeti Tarihi. Ankara: DİB
Yayınları. s. 1-63.
Serdar, Ziyaüddin. (1986). İslam Medeniyetinin Geleceği. (çev. Deniz Aydın).
İstanbul: İnsan Yayınları.
Tekeli, Sevim vdd.. (1999). Bilim Tarihine Giriş. Ankara: Nobel Yayınları.
Toynbee, Arnold. (1978). Tarih Bilinci, I-II. İstanbul: Bateş Yayınları.
Ural, Şafak. (1994). Bilim Tarihi. İstanbul: Kırkambar Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
CAHİLİYEDEN RİSALETE KISA
TARİH, KÜLTÜR ve KURUMLAR
• İslam Öncesi Arap Devletleri
• Hicaz'ın Yakın Tarihi
• Cahiliye Kültürünün Genel Özellikleri
• Cahiliye Dönemi Kurumları
İSLAM KURUMLARI
ve
MEDENİYETİ
TARİHİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam öncesi Arap tarihinin önem ve
gerekliliğini kavrayabilecek,
• Cahiliye kültürünün genel özelliklerini
kavrayabilecek,
• Araplarda kabile ve yönetim sisteminin
yeri ve gerekliliğini anlayabilecek,
• İslam öncesi hayatın sosyal, hukuki ve dini
kurumları arasındaki bağlantıyı
değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
3
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
GİRİŞ
Arabistan; Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının kesiştiği bölgede yer alan,
doğusunda Basra Körfezi ve Umân Denizi, güneyinde Hint Okyanusu, batısında ise
Kızıldeniz ile sınırlı 1.700.000 km2 genişliğinde bir yarımadadır. Arabistan, tarih
boyunca gerek yabancı, gerekse İslam coğrafyacıları tarafından çeşitli bölgelere
ayrılmışsa da, yaygın anlayış bu coğrafyanın Güney Arabistan, Kuzey Arabistan ve
Orta Arabistan (Hicaz) olarak ayrıldığı şeklindedir. Bu bölge dünyanın en eski tarih
alanlarından olduğu gibi aynı zamanda kültür ve kurumların kendini gösterdiği
hayat sahalarından da biridir.
İSLAM ÖNCESİ ARAP TARİHİ
Güney Arabistan
Güney Arabistan’ın
medeniyet merkezleri:
Yemen-Hadramut
Yemen, Hadramevt ve Umân gibi üç bölgeden meydana gelen Güney Arabistan,
asırlar boyunca güçlü devletlere ev sahipliği yapmıştır. İslam'ın doğuşundan önceki
asırlarda Güney Arabistan'da Mainîler, Sebeliler ve Himyerliler adlarında üç
büyük devlet hüküm sürmüştür.
Asıllarının Amâlika Arapları olduğu anlaşılan Mainîler, Güney Arabistan’da
MÖ. 1400 ile 650 arasında yaşamışlardır. Main Devleti, bir ticaret devleti olduğu
için hâkimiyetini askerî fetihlere değil, ticarete dayandırmıştır. Bu sebeple onların
ekonomik nüfuzu Akdeniz ve Kızıldeniz yoluyla Basra Körfezi kıyılarına kadar
ulaşmıştır. Bölge halkı, Arabistan ürünleriyle Hint ve Çin'den getirilen ticaret
mallarını Mısır, Filistin ve Suriye’ye ulaştırmıştır.
Mainîler’den sonra Arap yarımadasının güney-batı bölgesini yurt edinen
Sebeliler, medeniyet eşiğine adım atan ilk Arabistanlılar olarak kabul edilir.
Başkentleri, Me’rib şehridir. Sebe Devleti, Mainîler’de olduğu gibi bir ticaret
devletiydi ve onlar, yaşadıkları dönemde özellikle Güney Arabistan ticaretini
tamamen ellerinde tuttular. Bu sebeple Sebeliler, güney denizlerinin Fenikelileri
olarak tanınmışlardır. Öyle ki, yaşadıkları dönemde Yemen'den harekete geçen
ticaret gemileri, Güney Arabistan yoluyla Akdeniz sahillerine, ardından da zamanın
önemli ticaret merkezlerinden biri olan Gazze'ye kadar ulaşmıştır. Bu şekilde
Sebe halkı, Kuzey Arabistan ve Akdeniz ülkelerine kadar uzanıp Afrika'nın kıyı ve
hatta iç bölgeleriyle de ilişkiler geliştirmiş, ticaret vesilesiyle geniş bir coğrafyada
faaliyet göstermiştir.
Tarih sahnesinde yedi asırdan fazla kalan Sebe Devleti döneminde
gerçekleşen tarihi hadiselere dair ne Arap tarihlerinde, ne de keşfedilen
kalıntılarda yeterli bilgilere sahibiz. Ancak bu devletin ortadan kalkma sebebi
olarak Me’rib Seddi'nin (baraj) yıkılışı, yani Arîm Seli hadisesi gösterilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
Nitekim Arap tarihçilerine göre Yemen Arapları, Arîm Seli'nin gerçekleşmesine ve
Me’rib Seddi’nin yıkılmasına kadar Yemen ve Hadramevt bölgelerinde ikamet
etmişler, iç karışıklıklar sebebiyle ihmale uğrayan barajın yıkılacağına dair
işaretlerin alınması üzerine yurtlarını terk edip Arabistan’ın orta ve kuzey
bölgelerine göç etmişlerdir.
Sebelilerin bir kolu olan ve kendilerine Himyerliler adı verilen Arap topluluk,
zamanla nüfuz alanını genişletip Sebelilere üstün gelerek Güney Arabistan’da
yeni bir devletin temellerini atmıştır. Himyerliler, Sebelilerden devraldıkları
toprakları kontrol altına aldıktan sonra, bölgenin doğusundaki Hadramevt’i de işgal
etmek suretiyle, İslamiyet'ten önce Güney Arabistan'da kurulan devletlerin en
güçlülerinden biri haline geldiler. Bu devletin başkenti Reydân’dır. Bu şehir daha
sonra Zafâr adını almıştır. Savaşçı özellikleriyle tanınan Himyerîler, Güney
Arabistan’da sağladıkları hakimiyetin ardından komşuları olan İranlılar ve
Habeşlilerle de çetin mücadele içine girmişlerdir.
Himyerîlerin birinci hâkimiyet devri Mîladî IV. yüzyılın başına kadar devam
eden feodalite dönemidir. Bu yıllarda hükümdar, bir derebeyi olarak, hâkimiyeti
altındaki bölgeleri yönetmiştir. Himyerîler Miladî IV. yüzyılın ortalarında yaklaşık
yarım asırlık bir süre Habeş işgaline uğramış, ancak MİLADÎ 375 yılından itibaren
tekrar bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Habeş işgali döneminde Güney
Arabistan’da Hıristiyanlık dini yayılmaya başlamıştır. Nitekim bu tarihten itibaren
San'a, Aden, Me’rib ve Zafâr gibi önemli merkezlerde birçok kilise inşa edilmiştir.
Hıristiyanlık, Himyer topraklarında bilhassa Necran’da daha geniş yayılma imkânı
bulmuştur.
Kuzey Arabistan
Kuzey Arabistan’ın tarihi hakkında Mezopotamya, İbranî, Grek ve Fars
kaynaklarında bulunan bilgilere göre, İslam’ın ortaya çıkışına kadar bölgede dört
siyasî birlik kurulmuştur. Bunlar Nabâtîler, Tedmürlüler, Gassânîler ve Hîrelilerdir.
Tarih kayıtlarında Arabistan’ın kuzeyinde bilinen en eski devlet, Filistin’in
güneyinde kurulan Nabâtî Krallığı kabul edilir. Nabâtîler, hüküm sürdükleri dönem
boyunca Roma İmparatorluğu ile Hicaz bölgesi arasında tampon görevini
üstlenmişlerdir. Ancak Nabâtîler ile Romalılar arasındaki iyi ilişkiler uzun süre
devam etmemiş, siyasî ve iktisadî sebepler yüzünden anlaşmazlıklar baş
göstermiştir. Nitekim onlar, hükümdarları IV. Hâris devrinde Romalılarla kanlı
savaşlara girişmişlerdir.
IV. Hâris'ten sonra Nabâtî Devleti hakkında tarih kitaplarında fazla bilgi
yoktur. Ancak, Mîladî 40 yılından sonra krallık zayıflayıp yıkılmaya yüz tuttuğu
anlaşılmaktadır. Nabâtîlerin son hükümdarı olan III. Mâlik döneminde (saltanatı
Miladî 101 -106) Roma imparatoru Traianus’un (Miladî 98-117) emriyle onun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
Suriye'deki vekili Kornelyus Palma adındaki komutan, başkent Petra'yı ele geçirmek
suretiyle Nabâtîler devletine son vermiştir. (Miladî 106).
Ticari faaliyetleri ile tanınan Nâbâtîler, Kızıldeniz’den geçen İpek Yolu’nun ve
Arap yarımadası üzerinden gelen Baharat Yolu’nun Batıya açıldığı son durakları
ellerinde bulundurmuşlardır. Bu yol üzerinde hareket eden kervanların ve
Hindistan’a oradan da Uzakdoğu’ya giden ticaret gemilerinin birçoğunun onlara ait
olduğu kaydedilmektedir.
Kuzey Arabistan’da Eski Arap devletleri arasında tarihleri en iyi bilinenler
Tedmürlülerdir. Nabâtî Krallığı’nın sonlarına doğru Kuzey Arabistan’da M.Ö. I.
yüzyılda kurulan bu krallığın merkezi olan Tedmür şehri, Şam’ın 260 km.
kuzeydoğusunda yer alır. Greko-Romen çağda Palmira denilen bu vahaya Araplar
Tedmür adını vermişlerdir.
Vaha’da bir medeniyet
şaheseri: Tedmür
Genel anlamda Roma’nın stratejik ortağı gibi görülen Tedmür Devleti,
bununla birlikte fırsat buldukça Romalılara karşı bağımsızlık adımları atmaktan da
geri durmamıştır. Nitekim Romalıların komutan seviyesine getirdikleri Tedmürlü
Uzeyne b. Hayrân, Mîladî III. asrın sonlarına doğru Romalıları ülkesinden çıkarmak
üzere gizli faaliyet başlatmış, ancak girişimi başarısızlıkla neticelenince
öldürülmüştür. Bu hadise Tedmür halkının bağımsızlık düşüncesini daha da
kuvvetlendirmiştir. Bunu fırsat bilen Uzeyne’nin kendi adını alan oğlu Uzeyne
(Odenat) babasının intikamını almak ve ülkesine bağımsızlık kazandırmak
hedefiyle dağlara çekilerek isyan başlatmıştır. Miladî 267 yılında kocasının yerine
Tedmür tahtına geçen kraliçe Zenubiya, tarihte görülen kadınlar arasında müstesna
bir şahsiyet kabul edilir. Roma imparatorlarından Gallienus ve II. Claude dönemlerinde
Tedmür’de bağımsız olarak saltanat süren Zenubiya, genişleme siyaseti takip
ederek Miladî 271 veya 272 başlarında, ordusunu harekete geçirerek Mısır’ı zapt
etti. Kraliçe bu başarısından aldığı cesaretle yeni hedef olarak Anadolu topraklarını
belirledi. Onun orduları kısa sürede Ankara’ya kadar ulaştı. Roma İmparatoru
Aurelianus, kendisine meydan okuyan, üstelik Roma’nın hâkimiyeti altında bulunan
Asya'daki toprakları da tehdit etmeye başlayan Zenubiya’ya karşı büyük bir orduyla
doğu seferi başlattı. İki taraf arasında Humus şehri yakınlarında büyük bir savaş
gerçekleşti. Çarpışmalar sonucunda mağlup duruma düşen Tedmürlüler,
başkentlerine çekilmek zorunda kaldılar. Kısa süre içinde Roma ordusu Tedmür
kalesini muhasara altına aldı. Kuşatma neticesinde yenilginin muhakkak olduğunu
fark eden kraliçe Zenubiya, İran hükümdarından yardım talep etmek için gizlice
kaleyi terk ederek Fırat Nehri’ne kadar ulaştı. Ancak takip eden Roma askerleri onu
yakalayarak Roma kralının huzuruna getirdiler. Kraliçelerinin yakalandığını haber
alan şehir halkı, muhasaracılardan af dileyerek barış yapılmasını talep ettiler.
İmparator barışı kabul edip şehrin yağmalanmasına izin vermedi. (Miladî 272).
Tedmür’ü ele geçirdikten sonra devletin muazzam hazineleri ve esir
kraliçe Zenubiya’yı yanına alarak geri dönen Roma kralı Tuna Nehri kıyısına
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
geldiğinde Tedmür halkının tekrar ayaklandığı haberini aldı. Bunun üzerine
derhal geri dönerek Tedmür’ü önce muhasara, ardından da işgal etti. Surlarını
yıkıp şehri yağmalattığı gibi halkı da büyük bir katliama tabi tuttu. (Miladî 273).
Tedmür Devleti ve şehri bu olaydan sonra bir daha toparlanamamış, bugünkü
görüntüsünde bir harabe haline gelmiştir. Tedmür toprakları Hicretin 12. yılında
(Miladî 633) Hâlid b. Velîd tarafından fethedilerek Müslümanların yönetimine
geçmiştir.
Kahtânî Araplarına mensup olan Gassânîler, Güney Arabistan’dan Suriye
topraklarına göç etmiş bir Arap kabilesidir. Kabile büyüklerinden Amr Müzeykıyâ b.
Amr Mâüssemâ' adlı reisinin oğlu Cefne, Gassânîlerin kurucusu ve ilk hükümdarı
kabul edilir. Havran ve Belkâ gibi şehirleri yurt edinen Gassânîler daha sonra da
kadim Busra şehrini hükümet merkezi haline getirmişlerdir. Burada kendilerine
tarihte önemli bir yer açan birtakım saray ve kalelerle inşa etmişler. İslam tarihinde ismi geçen meşhur rahip Bahira'nın manastırı burada olup kalıntıları hala
ayaktadır.
Milattan önce birinci asırda Suriye toprakları Roma’nın eline geçtiğinde
Suriye çölleri Nabâtîlerin ve onların müttefiki kabile şeyhlerinin kontrolü altında
bulunuyordu. Romalılar Nabâtî Devleti’ni yıktıktan sonra bölgedeki kabileler
Suriye ve Irak çöllerine dağılmış, buralardaki halklarla karışmış vaziyetteydiler.
Romalılar tüm çabalarına rağmen çölde yaşayan Arap bedevîlerini bir türlü etkisiz
hale getiremediler. Çünkü bunlar fırsat buldukça Romalıların idaresindeki
yerleşim alanlarına girerek baskın yapıyorlar, ticaret kervanlarını vuruyorlardı.
Neticede imparatorluk bunlarla anlaşma yapmak zorunda kaldı. Bu sebeple bilhassa
bölgenin güçlü toplulukları arasında olan Gassânîleri muhatap alarak onlarla yakın
ilişkiler kurmaya karar verdi. İlişkilerin gelişmesi sonucunda bir Bizans valisi gibi
hareket eden yarı bağımsız Gassânî krallarından II. Hâris b. Cebele zamanında
(Miladî 529-569) hanedanlık en ihtişamlı dönemlerini yaşadı. Bu süreçte Gassânî
Arapları arasında Hıristiyanlık da yoğun bir şekilde yayıldı.
Irak’ta bir Arap devleti:
Lahmi (Hire) Krallığı
Kuzey Arabistan’da son Gassânî kralı Numan b. Münzir'in etkisiz hale
getirilmesi, Kuzey Arabistan’da çöl bedevîlerinin gerçekleştirmiş oldukları siyasî
birleşmeye kesin bir darbe vurdu. Bu olaydan sonra, her biri bir reis idaresinde
pek çok bağımsız gruba ayrılarak, birçoğu İran hükümdarlarının yüksek
hâkimiyetini tanımaya başladı. Bölgedeki yeni durum Bizans'ın ezelî düşmanı
Sâsânîlerin işine yaradı. Nitekim Sâsânî kralı Hüsrev Pervîz büyük bir orduyla Suriye
üzerine yürüyüp Kudüs ve Dımaşk'ı ele geçirdi. Bu gelişme Gassânî Devleti’nin
tamamen yıkılmasına yol açtı (Miladî613-614).
Kuzey Arabistan’da kurulan ve Müslümanların fethine kadar bölgede
varlığını sürdüren diğer bir devlet Hîrelilerdir. Soyları, Kahtânîlerin Kehlân koluna
ulaşan Lahm b. Adî b. Hâris b. Mürre'ye dayandığı için bu devlet aynı zamanda
Lahmîler olarak da tanınmıştır. Bu kabile Me’rib Seddi'nin yıkılmasından sonra III.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
yüzyılın başlarında Yemen'den göç ederek Irak'a yerleşmiştir. Bunlar burada bir
süre Sâsânîlere bağlı olarak yaşamışlar ve göçebe Arapların saldırılarına karşı İran
sınırlarını korumuşlardır.
Lahmî Krallığı’na başkentlik yapmış olan Hîre, günümüzde Irak'ın Necef iline
bağlı bir kaza merkezi olup Kûfe'nin 5 km. güneyinde Fırat Nehri kenarında yer alan
geniş bir ovada kurulmuştur. Şehir ilk defa Mîladî 240 yıllarında Sâsânîlerin verdiği
kral unvanıyla burada bir emirlik kuran Lahmîler zamanında adını duyurmaya
başlamıştır. Şehir, Lahmî emiri III. Münzir döneminde (Miladî 503-554) en şaşaalı
dönemini yaşamıştır.
Tarihi kayıtlara göre sayılarının yirmi olduğu bilinen Lahmî hükümdarlarının
en meşhuru İmriu’l-Kays’tır. Mîladî 288-328 yılları arasında hüküm sürmüş, idaresi
döneminde Sâsânîlerin yanı sıra Bizans ile de diplomatik faaliyetler
gerçekleştirmiştir. Numan el-Aver de (Miladî 403-431) Hîre hükümdarlarının en
meşhurlarındandır. Cesaretiyle tanınan hükümdar, defalarca Suriye üzerine
seferler gerçekleştirmiştir. Sonuçta Cezîre bölgesi, Bahreyn dolayları ve Suriye
çöllerinde yaşayan Arapları cizyeye bağlamıştır.
Mîladî VI. yüzyılın ilk yarısında Hîre tahtına yine büyük bir hükümdar kabul
edilen III. Münzir geçmiştir. Onun saltanatı süreci Hîre Devleti için zirve dönemi
kabul edilir. Nitekim Münzir, özellikle Bizanslılara karşı önemli başarılar elde etmiş,
531 yılında Urfa'nın güneyinde Fırat Nehri kıyısında yapılan Kallinikum savaşında
Doğu Roma ordusunu yenerek büyük bir zafer kazanmıştır. Onun Mîladî 539'da
Gassânî Kralı Hâris ile girdiği çatışma, 545 yılına kadar süren Sâsânî-Bizans savaşına
dönüşmüş, kendisi de 554 yılında Gassânîlerle gerçekleştirdiği savaş esnasında
Kinnesrin yakınlarında öldürülmüştür.
Babasının ölümünden sonra Lahmî hükümdarı olan III. Numân b. Münzir
(Miladî 580-602) başlangıçta kendisine karşı çıkan Arap kabilelerini itaat altına
aldıktan sonra Lahmî hâkimiyetini sağlamlaştırmıştır. Onun döneminde Hîre,
zamanın başlıca kültür merkezlerinden biri haline de gelmiştir. Ancak aynı süreçte
ülkenin İran ile ilişkileri bozulmuştur. Bunun sebebi Kisra’nın, Numân b. Münzir’in
kızını kendisine göndermesini istemesi, onun da olumsuz cevap vermesidir. Bunun
üzerine Pervîz, Numan’ı Medâin'e çağırdı. Kral başına gelecek felâketi tahmin ettiği
için ailesini ve hazinesini bölgenin büyük Arap kabilesi Şeybânîlere emanet ederek
Sâsânî başkentine gitti. Burada bir süre tutuklu kaldıktan sonra idam edildi. (Miladî
602). Bu şekilde Lahmî hanedanı son bulmuş oldu. Hîre ve civarındaki topraklar
(H.12/M.633) yılında Hâlid b. Velîd’in seferleri neticesinde Müslümanların
hâkimiyetine geçmiştir.
Hicaz
Hicaz, Arap yarımadasının ortasında Kızıldeniz tarafında yer alıp, Necid
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
yaylalarıyla sahildeki Tihâme ovaları arasında bulunan coğrafî bölgeye isim olarak
verilmektedir. Hicaz’ın en önemli merkezleri Mekke, Medine ve Taif’tir.
Mekke, güneyde Yemen'e, kuzeyde Akdeniz'e, doğuda Basra körfezi’ne,
batıda Kızıldeniz Limanı Cidde'ye komşu olan ve Afrika istikametinde giden ana
yolların kesişme noktasında yer alan bir şehirdir. Burası aynı zamanda Hicaz’ın en
önemli dinî ve ticarî merkezidir. Burada Kâbe, Mescid-i Harâm, Safâ ve Merve adlı
kutsal mekânlar Mekke’de bulunduğu gibi, hac vazifelerinin geri kalan kısımlarının
îfâ edildiği Arafat, Müzdelife ve Mina da bu şehrin civarında yer almaktadır.
Mekke‘nin tarihi M.Ö. V. yüzyılın ortalarına kadar ulaşır. Burayı ilk yurt
edinenler Güney Arabistan asıllı Amâlikalılardır. Amâlikalılardan sonra Mekke’ye
yine Güney Arabistan menşeli Cürhüm kabilesi yerleşmiştir. Bu şekilde Harem
etrafında başlayan iskân faaliyeti ile Mekke bir yerleşim merkezi haline gelmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. İsmail'in Hz. İbrahim tarafından Mekke'ye getirildiği ve
burada Kâbe'yi inşa ettiği zikredilir. Hz. İsmail burada kabilenin reisi olan Mudad’ın
kızı Seyyide ile evlenerek Cürhümlülerle akrabalık kurmuş, bir peygamber olarak
Kâbe ve hac vazifelerini yerine getirmiştir. Onun ardından bu görevler oğulları
tarafından yürütülmüştür. İsmailoğulları, zamanla şehirde çoğalarak İsmailîler,
Adnânî, Maadî veya Nizarî adlarıyla anılmışlardır. Yüzyıllar sonra aynı topraklarda
peygamberlik görevini üstlenecek olan Hz. Muhammed’in yakın ataları olan Kureyş
kabilesi de, Hz. İsmail’in Cürhümlü kadınlarla evlenmesinden meydana gelen
İsmailoğulları soyundan meydana gelmiştir.
Mekke'de kısa sürede güç kazanan ve önceleri Hz. İsmail'in tebliğ ettiği dini
benimseyen Cürhümlüler, zamanla Mekke'ye dışarıdan gelen insanlara kötü
davranmaya başladılar. Bu esnada Güney Arabistan’dan Hicaz’a doğru göç eden
Huzâalılar, kendilerine uygun bir yerleşim yeri buluncaya kadar Mekke civarında
kalmak için Cürhümlülerden müsaade istediler. Ancak bu talepleri kabul
edilmeyince meydana gelen çatışmalarda Huzâalılar üstün gelerek Cürhümlüleri
Mekke’den uzaklaştırdılar. Şehrin idaresini rakiplerine terk etmek zorunda kalan
Cürhümlüler, Mekke’den ayrılırken Zemzem kuyusunu da işlemez hale getirdiler.
Huzâalılar Cürhümlüleri Mekke’den uzaklaştırırken, onların akrabası olan
İsmailoğulları’nın şehirde kalmalarına izin verdiler.
Arap Yarımadasının Dini
merkezi: Mekke
Mekke’de üç asır süren Huzâa hâkimiyeti Hz. Muhammed’in beşinci dedesi
olan Kusay b. Kilab vasıtasıyla sona erdirilip Kureyş idaresine geçilmiştir. Kureyş
kabileleri, Huzâalıların hâkimiyeti boyunca Mekke çevresinde ve yakın akrabası
olan Kinâneoğulları’nın arasında dağınık bir şekilde yaşıyorlardı. Bu soya adını
veren Fihr b. Mâlik’in altıncı nesilden torunu olan Kusay b. Kilâb, Mekke ve
Kâbe’nin yönetimini ele geçirmeyi başardı. Bundan sonra Mekke’de Huzâa idaresi
yerine Kureyş hâkimiyeti dönemi başladı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
Kusay, Mekke’de idareyi eline alır almaz, daha önce şehrin çevresinde
dağınık bir şekilde yarı göçebe hayatı yaşayan Kureyş kabilesini bir araya getirerek
Mekke’nin Harem bölgesine yerleştirdi. Kureyş kabilesinin boylarını bir araya
getirmesi sebebiyle kendisine “Mücemmi'” (Birleştirici) unvanı verilmiştir.
Mekke’den sonra önem derecesinde Hicaz’ın ikinci şehri Yesrib’dir. Burası
Arap yarımadasının batısında Hicaz bölgesinde Kızıldeniz kıyısına yaklaşık 130 km.
uzaklıkta, Mekke'nin 350 km. kadar kuzeyinde yer alır. Anavatanları Yemen olan
Evs ve Hazrec kabileleri Arîm Seli’nden sonra muhtemelen Mîladî V. yüzyılda Yesrib
ve civarına yerleşmişlerdir. Ancak bir süre sonra Yahudilerin kışkırtması ile bu iki
kabile birbirine düşerek yaklaşık 120 yıl boyunca savaşmışlardır. Ayrıca sayıca daha
az olan Evsliler Kureyza ve Nadîroğulları ile, Hazrecliler de Benî Kaynuka ile ittifak
kurmuşlardır. İslam'ın doğuşuna kadar Evs ve Hazrec mücadelesi bazen Evs,
bazen de Hazrecliler lehine sonuçlanmıştır. Bu savaşların sonuncusu ve en kanlısı
olan Buâs, Hicret’ten beş yıl kadar önce vuku bulmuş ve Hazreclilerin mağlubiyetiyle neticelenmiştir.
Medine’nin Araplarla birlikte diğer sakinleri ise Yahudilerdir. Onların
Medine'ye gelişini Hz. Mûsâ dönemine kadar götürenler olduğu gibi, Suriye'nin
Yunanlılar veya Filistin'in Romalılar tarafından işgaliyle bağlantılı görenler de vardır.
Buna göre MÖ. VI. yüzyılın başlarında Kudüs’ü işgal eden Babil Kralı Buhtunnasr
işgalin ardından Yahudileri kendi ülkesine götürünce, onun elinden kurtulanların
bir kısmı daha güvenli buldukları Hicaz’a gelerek Yesrib, Hayber ve Fedek gibi
şehirlere yerleşmişlerdir. Yahudilerin Filistin’den Arabistan’a göç etmelerini
zorunlu hale getiren sürgün ve baskılar daha sonra da devam etmiş, özellikle Roma
İmparatorlarından Adriyanus’a (Miladî 117-138) karşı yapılan ayaklanmanın
başarısız olması üzerine Yahudilerin birçoğu Arabistan’a sığınmak zorunda
kalmışlardır. Hıristiyanlığın Suriye’de yayılmasının ardından Romalıların dinî
baskısına maruz kalan Yahudiler de kendileri için daha güvenli buldukları Hicaz’a
gelmişler, bilhassa bölgenin kuzey kısımlarına yerleşmişlerdir.
Hicaz’ın üçüncü önemli merkezi olan Taif, Mekke‘nin yaklaşık 120 km
güneydoğusunda Irak-Yemen ticaret yolu üzerinde Sakîf kabilesinin yurdudur.
Sakîfliler arazilerinin verimliliği ve şehirlerinin ticaret yolu üzerinde olması
sebebiyle ekonomik anlamda zaman zaman Mekke ile yarışabilecek hale
gelmişlerdir. Şehir ahalisinin mahalli ve mevsimlik panayırlar sebebiyle Mekke
halkıyla sağlam bağlarının bulunduğu da anlaşılmaktadır. Nitekim bu iki şehir
Karyetân (iki karye) veya Mekketân (iki Mekke) adıyla anılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
ARAPLARDA SOSYO-KÜLTÜREL HAYAT VE KURUMLAR
Sosyal Hayat
Cahiliye Kültürü
Cahiliye sözlükte, bilmemek, tanımamak ve kaba davranmak gibi anlamlara
gelir. Ayrıca bu tabir bilginin zıddı olarak bilgisizlik, kendini bilmezlik gibi farklı
manalara da gelmektedir. İslami dönemde ortaya çıkmış bir tabir olan Cahiliye,
gerek Kur'ân’da, gerekse hadislerde Arapların İslam'dan önceki inanç, tutum ve
davranışlarını İslamî devirdekinden ayırt etmek amacıyla kullanılmıştır. Bu sebeple
genellikle Arapların İslam'dan önceki dönemine "Cahiliye Çağı" denilmiş, bu
süreçte faaliyet gösteren şairlere de “Cahiliye şairleri” adı verilmiştir. Genel
anlamda Cahiliye kelimesiyle İslam öncesi, yani Arapların Milâdî 610 yılında vahyin
inmeye başlamasından önce yaşadıkları devir kastedilmiştir. Arapların İslam'dan
önceki tarihlerinin Cahiliye kelimesiyle ifade edilmesinin sebepleri arasında onların
hayat tarzına bedevîliğin hâkim olması, çevrelerinde yaşayan insanlara göre
medeniyet bakımından geri kalmaları, bilgisizlik ve gaflet içerisinde göçebe ve yarı
göçebe hayat yaşamaları gösterilmiştir.
Kabile ve Yönetim
İslam öncesi Arap toplumu çöl şartlarının ortaya çıkardığı sosyal bir model
olan kabile sistemi üzerine kurulmuştur. Kabile, aynı atadan geldikleri kabul edilen
ve aralarında neseb irtibatı bulunan insan topluluklarına verilen ortak isimdir. Arap
toplumunda kabile, zenginlik ve şeref gibi şahsî meziyetleri ile tanınan ve
kendilerine “şeyh” veya “seyyid” adı verilen kişiler tarafından idare edilmiştir.
“Şeyh” Arapçada “yaşlı adam” anlamına geldiği gibi, “ileri gelen” anlamına da
gelmektedir. Dolayısıyla bu durum aynı özelliklere sahip adaylar arasından yaşça
büyük olan üyenin riyasete getirilmesini intaç etmiştir. Araplar ferdiyetlerine ve
özgürlüklerine aşırı düşkünlükleri sebebiyle hiçbir zaman kral yetki ve otoritesine
sahip kişiler tarafından yönetilmeye razı olmamışlar, reislerini de kendilerinden
daha üstün veya kutsal özellikleri bulunan şahıslar görmeyip, eşitler arasındaki
birinciler olarak kabul etmişlerdir.
Kabilede reisin aslî görevi, sülâle ileri gelenlerinin tabiî üyesi oldukları istişare
heyetini organize etmektir. Onun sorumluluğuna emretmek değil, kabilesini diğer
kabilelere karşı temsil etmek verilmiştir. Şeyh, soyu adına savaş ilân eder, barış
anlaşması yapar, kabilenin yükümlülüğünde olan diyetleri öder, misafirleri ağırlar,
kabile adına elçilik vazifesini yerine getirirdi. Bu sebepledir ki, Araplar arasında
kabile reisleri hırslı otorite düşkünleri değil, soyunun sıkıntı ve yükünü üstlenen
fedakâr adamlar olarak şöhret bulmuşlardır. Kabile ileri gelenlerinin bunca az
yetkiye sahip olmalarına rağmen pek çok ağır maddî ve manevî sorumluluk altına
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
girmelerini, hatta reislik görevini üstlenebilmek adına bazen savaşa dahi
girişmelerini ancak onlarda en yüksek haliyle bulunan şeref duygusuyla izah etmek
mümkündür.
Araplar arasında asırlar boyunca hükmünü icra eden bir hayat nizamı olan
kabile, rastgele meydana gelmiş düzensiz bir toplanma faaliyeti değildir. Bu birliğin
de kendine göre kuralları ve bütünlük içerisinde tutarlılığı olan bir düzeni vardır.
Kabile gelenekleri sayesinde insanlar, soylarının emniyet ve istikrarını muhafaza
edebilmişlerdir. Kabile mensubu saf bir ferdiyetçi olmakla birlikte, bu sistem gereği
cemaatinin bekası için kendi menfaatini, hatta hayatını terk etmeye her zaman
hazır olmuştur. Çünkü o bilmektedir ki, yaşama hakkı başta olmak üzere sahip
olduğu bütün hakları kabilesi sayesinde elde etmiştir ve kabile bireylerinden her
birinin hayatı diğer bireylerin hayatlarıyla doğrudan ilintilidir.
Aile
Araplar, ataerkil aile
sistemine sahiptirler.
Cahiliye dönemi Araplarında bağımsız bir aileden bahsedilemez. Çünkü çöl
ortamında müstakil aile hayatı sürdürebilmek neredeyse imkânsızdır. Bu sebeple
Araplar, geniş çerçeveli ataerkil aile şeklinde yaşamayı tercih etmişlerdir. Başka bir
ifadeyle aileler ancak daha büyük aile demek olan bir kabilenin parçası olmakla
varlık kazanabilmişlerdir. Bütün toplumlarda olduğu gibi Araplarda da kabilede en
küçük birim aile kabul edilir. Arap ailesinde mutlak hâkim erkektir. Dolayısıyla
Araplar arasında erkeğin tartışılmaz üstünlüğü vardır. Bu sebeple ataerkil bir
toplum yapısını benimseyen Araplarda yakınlık ilişkisi erkek akrabalar (asabe)
yoluyla kurulmuştur. Cahiliye Arapları erkek cinsini üstün tutarken, buna karşılık kız
çocuğuna sahip olmaktan daima rahatsızlık duymuşlardır. Özellikle göçebe Araplar
arasında kızların aileye yük olduğu düşüncesi yaygındır. Zira kadının, kabileyi
koruyabilecek gücü bulunmadığı gibi, onun esir duruma düşmesi soyun zarar
görmesine de sebep olabilirdi. Bu durum Arap toplumsal yapısında kadına oranla
erkeğe daha çok değer verilmesi sonucunu getirmiştir.
Cahiliye döneminde kız çocuklarını diri diri toprağa gömme âdetine “ve'd”,
gömülen kız çocuklarına da “mevûde” adı verilmiştir. Araplarda kız çocukları
hakkındaki olumsuz düşünceye rağmen onların canlı olarak gömülmesi âdeti
bilhassa Temîm kabilesi dışında diğer Arap kabileleri arasında çok yaygın olarak
görülmemiştir. Üstelik Kureyşli Zeyd b. Amr b. Nüfeyl gibi şahıslar öldürülmek
istenen kız çocuklarını babalarından alarak onların bakım ve büyütülmelerini
üstlenmişlerdir. (Buhârî/Menâkıbu’l-Ensâr: 24).
Kültürel Hayat
İslam öncesinde Araplar, yarımadanın sınırlı miktardaki yerleşik hayata ve
ziraata elverişli yerleri hariç olmak üzere genel olarak göçebe hayatı süren bir
kavim olarak bilinir. Dolayısıyla bu coğrafyadaki kültür hareketleri, hemen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
tamamıyla göçebe hayatın zaruretlerinden doğan tecrübe, âdet ve geleneklerin
geliştirdiği bilgilerden ibaret kalmıştır. Ancak buna karşılık Yemen, Basra ve Akabe
körfezleriyle Bahreyn civarında oturanlar eski zamanlarda çok önemli medeniyetler
kurmuş, kültür hareketleri geliştirmişlerdir. Kültür hayatının en önemli taşıyıcısı ise
yazı ve alfabedir.
İslam müellifleri, Arapların önceleri Yemen kökenli “Müsnet” yazısı
kullandıkları, daha sonra da adına “Hîrî” yazı denilen ve zamanla “Arap” yazısı
olarak şöhret kazanan yazıyı kullanmaya başladıklarını ifade ederler. Zamanla
“Kûfî” yazıya dönüşecek olan “Hîrî” yazının, Irak’ta bulunan Enbâr'dan Hîre'ye,
oradan da Hicaz'a geçtiği ifade edilmektedir. Hicaz halkının adı geçen medeniyet
merkezleriyle yakın ilgisinin, yazının önce Nabât ülkesinin bir bölgesi olan
Havran'dan Enbâr ve Hîre'ye, buradan da Dûmetülcendel üzerinden Hicaz'a
geçmesine vesile sayılmıştır. Buradan, Hicaz bölgesi Araplarının yazıyı başka
milletlerden öğrendikleri sonucu çıkmaktadır. Nitekim eski kaynaklarda Arapların,
“Nabât” yazısını ticaret için gittikleri Şam bölgesinin Havran şehrinden, “Kûfî” yazıyı
da Irak'tan öğrendikleri zikredilir. Bu faaliyetin İslam dininin ortaya çıkışından az
önce tamamlandığı anlaşılmaktadır.
Arapça, Sami dil
ailesindendir.
Arapça, Sâmî dil ailesindendir. Bu dil ailesinin eski Mısır dilini de içine alan
bir Hâmî-Sâmî köke bağlı olduğu kabul edilmektedir. Arap dilinin tarihi, gelişme ve
yayılma safhaları şu şekilde tasnif edilir:
 Eski Arapça,
 Klasik Arapça ve ona kaynak olan eski edebî lehçeler,
 Orta Arapça,
 Yeni (modern) Arapça,
 Bu son iki safhada edebî yazı diline bağlı olarak devamlı gelişen mahallî
lehçeler.
Eski Arapçanın özellikleri ve zamanla geçirdiği safhalar hakkındaki bilgiler
daha ziyade bazı eski kitabelere, bir dereceye kadar da Araplarla münasebetleri
olmuş kavimlerin metinlerinde geçen kabile, şahıs ve yer adlarına dayanır.
Günümüzde en eski Arapça vesika, milâttan önce 853-626 yılları arasında
Asurluların Aribilere karşı yaptıkları savaşlara dair Asurî metinlerinde geçen kırk
kadar isimdir.
Klasik Arapça tabiriyle bugün mevcut en eski edebî metinlerde, Kur'ân-ı
Kerim'de ve hadislerde gördüğümüz, daha sonraları da Arapçanın yayıldığı yerlerde
din, edebiyat ve ilim dili olarak devam eden lehçeler üstü Arapça kastedilir. Klasik
Arapçayı temsil eden eski metinler kadîm şairlerin şiirleri, Kur'ân-ı Kerîm, Hz.
Muhammed'in ve ilk halifelerin resmî haberleşmeleri, Arap kabileleri arasındaki
savaşları ifade eden Eyyâmü'l-Arab'a dair yazılı parçalardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
Arap dilinin ürünü olan edebiyatının geçirdiği safhalar, muhtelif yönleri ve
gelişmeleri göz önüne alınarak bazı devrelere ayrılır. Bu devreler ise, Cahiliye devri
veya İslamiyet'ten önceki Arap edebiyatı; ilk İslami devir edebiyatı (ilk dört halife
ve Emeviler devri); Abbasiler ve Endülüs Emevileri devri edebiyatıdır.
Arap edebiyatında Cahiliye dönemi kültürü daha ziyade şifahî gelenekle
aktarılmıştır ki, bunun en önemli kaynağı Cahiliye şiiridir. Arap şiirinin ilk defa nasıl
teşekkül ettiği, nasıl düzenli bir şekil aldığı kesin olarak bilinmemektedir. Bununla
birlikte Miladî VI. yüzyıl başlarında bütün kuzey Arabistan'da hemen hemen bütün
kabilelerce bilinen ortak bir şiir dilinin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Klasik Arap
şiirinin belli başlı konuları övme (medh) ve övünme (fahr), mersiye söyleme (risâ'),
hicvetme (hicâ), kadından ve aşktan bahsetme (nesib, tegazzül, teşebbüb), özür, af
ve şefkat dileme (i'tizâr, isti'tâf), tasvir (vasf, teşbih), yiğitlik, kahramanlık,
bahadırlık (hamâse), ayrıca zühd, edeb ve hikem, kadın ve şaraba vb. dair hafif
mevzulardır. Bunlardan ilk üçü klasik kasidenin en mühim temaları olarak karşımıza
çıkar.
İlim
Araplar, tıp ilmini
Babillilerden aldılar.
İslam öncesi Araplar’da özellikle astronomi ilmi alanında önemli bir birikim
bulunmaktadır. Arabistan gecelerinin ekseriyetle sıcak, berrak ve bulutsuz
atmosferi, çölde göçebe hayatı süren Arapların az veya çok astronomi bilmesini
gerekli kılıyordu. Uçsuz bucaksız çölde, kum tepelerinin rüzgâr sebebiyle sürekli yer
değiştirmesi, tabiî yol bulma imkânını tamamen ortadan kaldırıyordu. Ayrıca
bedevîler genellikle kendilerini ve bineklerini gündüzün kavurucu sıcağından
koruyup kurtarmak üzere geceleri seyahat ederlerdi. Yolculuk esnasında karanlık
olduğu için yeryüzü şekilleri ve tabiî işaretlerden istifade mümkün değildi. Bu
durumda yön tayini için tek yol, gökyüzünden istifade etmekti. Araplar bu sebeple
çöl yolculuklarında sabit yıldızlardan istifadeye çalışırlardı. Bu sebeple sürekli ay ve
yıldızların hareketini tahmin eden Araplar, astronomik bilgiler açısından çağdaşları
milletlere göre daha üstün derecede idiler. Onlar, bu ilmi Keldanîler ve
Babillilerden almışlardır. Bunun en büyük delili ise Arap dilinde geçen belli başlı
yıldızların pek çoğunun adı veya adının delâlet ettiği mânanın Keldalilerin diliyle
hemen hemen aynı olmasıdır.
Araplar, tıb ilmini de Babillilerden öğrenmişlerdir. Ayrıca çağdaşları
İranlılardan da tıb bilimi konusunda bazı şeyler alarak onları, daha önce
Babillilerden ithal ettikleri bilgi ve tecrübelere katmışlar, nihayet bu birikimlere
kendilerinin buldukları yeni tedavi yöntemlerini de dahil ederek Cahiliye Çağı tıp
bilimini ortaya çıkardılar. Araplarda yaygın olarak iki çeşit tedavi metodu
uygulanıyordu. Bunlardan ilki kâhinlerin usulü, öteki ise tıbbî metod yani ilâçla
tedavidir. Kâhinler hastaları okuyup üflemek, sihir yapmak, tapınaklara kurban
adayıp dua etmek, yahut nüsha (muska) yazmak gibi uygulamalarla iyileştirmeye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
çalışırlardı. Bu uygulama sadece Araplara has bir yöntem olmayıp, bütün eski
milletlerde yaygın olarak görülen bir tedavi anlayışıdır.
Arap tabipler arasında gerçekten yaşadığı bilinenlerin en meşhuru ise
Eymü’r-Rebab kabilesine mensup İbn Huzeym’dir. Hâris b. Kelde es-Sakafî Cahiliye
Çağının son ünlü tabiplerinden biridir.
İslam öncesi dönemde Araplara ait beşeri bilimlerin başında kehanet ve
arafet gelir. Kehanet ve arafet genelde aynı anlamda kullanılmış olmakla birlikte
bazıları kehanetin geçmişe arafetin ise gelecekteki olaylara ait bilgi verme
anlamına geldiği kanaatindedirler. Cahiliye Çağında Araplar kâhinlerin olağanüstü
güçlere sahip olduklarına inandıklarından her işlerinde onlara müracaat ederlerdi.
Bilhassa aralarında çıkan anlaşmazlıklarda onların yardımına ve neticede
verecekleri hükümlere önem verirlerdi. Onlar hasta oldukları zaman da kâhinlerin
tavsiyeleriyle şifa bulmaya çalışırlardı. Ayrıca kendi başlarında çözemedikleri her
türlü konuda onlara fikir danışırlar, gördükleri rüyaları onlara yordururlar, hatta
gelecekte başlarına gelecekler hakkında da onlardan bilgi almaya çalışırlardı. Bu bakımdan kâhinler Cahiliye Çağı Araplarında, felsefe, hukuk, tababet gibi faaliyetlerle
meşgul olan, aynı zamanda din adamları sınıfını, yani bu alanlarda uğraşma
imtiyazını ellerinde bulunduran ruhanî başkanları temsil ediyorlardı.
Hukuk
İslam öncesi dönemde bilhassa Hicaz bölgesinde teşkilatlı siyasî bir otorite
ve devletin olmaması, yargı faaliyetlerini yürütecek hukuk organının da yokluğuna
sebep oluyordu. Bunun yerine kabile hakemleri tahkim ifade olunan bir sistem
içinde hukukî faaliyetleri yürütüyorlardı. Dolayısıyla hakemler, devlet otoritesine
dayalı bir adliyenin yerine getireceği işleri üstlenirlerdi.
Araplarda kabile içinde çıkan hukukî ihtilâflar, yine kabileye mensup hikmet
sahibi hakemlere götürülüyordu. Hakemler tanınmış, emin, tecrübeli ve şahsiyet
sahibi insanlardan oluşuyordu. Neredeyse her kabilenin en az bir hakemi
bulunuyordu. Bunlar aynı zamanda kâhin olarak da tanınmışlardır. Ancak
bunlardan başka bazı hakemler bütün kabileler üzerinde güven kazandıkları için,
sıradan şahıslar yerine daha ziyade kabileler arasında meydana gelen daha büyük
davalara bakarlardı. Zaman zaman büyük kabile anlaşmazlıklarında çözüm için
taraflarla hiç akrabalığı bulunmayan ve daha uzak beldelerde yaşayan hakemlere
ihtiyaç duyulurdu. Çünkü ancak o durumda mutlak tarafsızlığın gerçekleşeceğine
inanırlardı. Nitekim Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib ile diğer Mekkeliler,
Zemzem kuyusunun sahipliği konusunda düştükleri ihtilâfın çözümü için Mekke’de
veya civarda yaşayan bir hakeme değil, çok uzak bir yolu göze alarak Şam’da
bulunan Sa’dü Hüzeym kabilesinin kâhinine gitmeye karar vermişlerdir. Çünkü
onlara göre Mekkeli veya yakın bir beldede yaşayan hakemin taraflardan birine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
uzaktan da olsa akraba olma ihtimali tam anlamıyla tarafsız ve yansızlığa halel
getirebilirdi.
İslam öncesi Arabistan’da hakemlerin tatbik edecekleri yazılı bir kanun
bulunmuyordu. Bundan dolayı hakemler bunun yerine şahsi görüş, örf ve âdete
göre hüküm verirlerdi. Ayrıca onların mahkeme sonucunda verdikleri karar, icra ve
infaz edilmekten de mahrumdu. Zira bunu gerçekleştirecek bir hukuk organı yoktu.
Dolayısıyla hükmün icrası ancak tarafların iyi niyetlerine ve taraflardan lehine
hükmolunanın üstün kuvvetine bağlı idi. Bununla birlikte kamuoyu baskısı ve
Arapların şereflerine verdikleri önem, alınan kararın icrasını neredeyse garanti
ediyordu.
Hilfü’l-Fudul: Erdemliler
ittifakı
Hz. Muhammed’in gençliği döneminde faaliyete başlayan Hilfü’l-Fudül
cemiyeti, Arap toplumu içinde alışılmışın dışında yeni bir hukuk kurumu olarak
faaliyet göstermiştir. Bu da korumasız bir şahsın hakkının onunla akrabalık bağı
olmayan farklı kişiler tarafından alınması girişimidir. Hz. Muhammed’in 20 yaşında
olduğu sırada gerçekleşen bu hadisenin sebebi, ticaret amacıyla Yemen’den
Mekke‘ye gelen bir tüccarın Sehm kabilesi reislerinden Âs b. Vâil’e satmış olduğu
malının parasını tahsil edememesidir. Mağdur Yemenli bunun üzerine
Kureyşlilerden kendisine yardımcı olmalarını isteyince, onun çağrısına ilk cevap
Teym kabilesi reisi Abdullah b. Cüdân’dan gelmiştir. Daha sonra başta
Hâşimoğulları olmak üzere başka Kureyş boyları da buna dâhil olmuşlardır.
Abdullah b. Cudân’ın evinde bir araya gelen bu topluluk, Mekke’de haksızlığa
uğrayan herkese yardımcı olacaklarına dair söz vermişlerdir. Bu sözleşme
Mekke’de
Hilfü’l-Fudûl
(Faziletliler
ittifakı=Erdemliler
birliği)
olarak
isimlendirilmiştir. Hz. Muhammed de bu organizasyona bizzat iştirak etmiş,
peygamberliği döneminde bu anlaşmayı övmüştür. (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 140-142; İbn
Sa’d, et-Tabakât, I,128-129)
Din
Başta gök cisimlerine tapınmak gibi pek çok kadim inanç sisteminin
görüldüğü İslam öncesi Arap toplumunda, bunlardan başka Yahudilik, Hıristiyanlık,
Mecusilik, Sâbiilik, Hanîflik ve putperestlik gibi inançlar faaliyet göstermiştir.
Yahudilik eski ilâhi kaynaklı büyük dinlerden biridir. Milattan önce ikinci bin
yılın başlarında Yahudilik, Hz. İbrahim'in oğlu İshak'la sahneye çıkmıştır. İshak'tan
sonra yerine Yakûb geçmiştir. Bu din daha ziyade İsrailoğulları’nın Babil'de
geçirdikleri sürgünden sonra yayılma göstermiştir. Milattan önce iki binlere kadar
İsrailoğulları Mısır'da üçüncü sınıf insan muamelesi görmüşler, burada adeta tutsak
hayatı yaşamışlardır. Nihayet kavmin içinden çıkan Mûsâ (as), Firavun'un zulmüne
karşı gelerek onların kurtuluşunu sağlamıştır. İsrailoğulları buradan Mûsâ’nın
liderliğinde Ken'an iline ulaşarak kurtulmuşlardır. Ken'an ülkesinde başta
Filistinliler olmak üzere çeşitli topluluklarla savaşmak zorunda kalan Yahudiler,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
M.Ö. 990 dolayında Hz. Davud'un peygamberlik ve liderliğiyle bileşik bir devlet
kurmayı başarmışlardır. Bu tarihten sonra Kudüs merkezli olarak bölgede geniş bir
yayılma faaliyeti gerçekleştirmişlerdir. Onlar bilhassa Filistin ve Şam topraklarında
etkinlikleri artırmışlardır. Bu din İslam’dan önceki dönemde Arabistan’a da
girmiştir. Nitekim Hz. Peygmaber’in tebliğe başladığı zamanda Arap yarımadasının
dört köşesinde Yahudilere tesadüf edilir. Yahudilik, Arap yarımadasında Medine ve
çevresinden başka bu dine mensup tüccarların faaliyetleri neticesinde Yemen’de
de yayılma fırsatı bulmuştur.
Yahudilikten sonraki ikinci büyük semavi din olan Hıristiyanlık, Filistin
bölgesinde doğmuş ilahi kaynaklı evrensel bir inanç sistemidir. Filistin’de doğan
Hıristiyanlık daha sonra çok geniş bir coğrafyaya yayılmış, bilhassa Roma’nın
desteğini aldıktan sonra bu imparatorluğun hâkimiyeti altında yaşayan milletlerin
resmî dini haline gelmiştir. Hıristiyanlık dördüncü miladî asırdan itibaren de Arap
yarımadası’na kuzeyde Şam beldeleri, güneyde ise Habeşistan üzerinden girmiştir.
Başlangıçta Suriye kanalıyla Arabistan’a ulaşan ilk Hıristiyanlar, doğu kiliseleri
arasındaki mezhep ihtilâfları sebebiyle İmparatorluk topraklarında barınamayan
muhalif gruplara mensuptur. Onların çabalarıyla bu din Kuzey Arabistan’da sakin
Gassânî ve Hîre Arapları arasında yayılmıştır. Irak bölgesinde Hıristiyan olan
Arapların çoğu Nastûrî mezhebini benimsemiş ve onlar eliyle Hîre’de hatırı sayılır
bir Hıristiyan Arap topluluğu meydan gelmiştir.
Güney Arabistan’ın
Hıristiyanlık merkezi:
Necran
Mekkeli bir Hanîf:
Varaka b. Nevfel
Hıristiyanlık Kuzey Arabistan’dan başka Yemen’de de büyük ölçüde yayılma
imkânı bulmuştur. Bu dinin bölgeye ne zaman ve ne şekilde girdiği kesin olarak
bilinmemekle birlikte, Bizans Hükümdarı Justinianus zamanında (527-565) Bizans'a
bağlı ülkelerden kaçarak Kuzey Yemen'deki Necran'a gelen monofızitler sayesinde
Hıristiyanlığın burada yer edinmeye başladığı görüşü yaygındır.
İslam'ın doğduğu sırada Sâsânî İmparatorluğu’nun resmî dini olan Mecûsîlik,
yarımadadaki Araplar arasında pek fazla ilgi görmemiştir. Bununla birlikte
Arabistan’ın bilhassa güneydoğu bölgeleri içinde yer alan Hecer ve Bahreyn’de
yaşayan bazı Arap kabilelerinin sınırlı da olsa bu dine girdikleri görülmüştür. Bu
dinin Arabistan’da ilgi görmemesinde Sâsânîlerin bu inanç sistemini ulusal din
olarak kabul edip başka milletler arasında yaymaya çalışmamalarının, ayrıca siyasî
ve ekonomik hâkimiyeti dinlerini yaymaya tercih etmelerinin büyük etkisi vardır.
İslam öncesi inançları arasında Hanîflik de öne çıkmaktadır. İslam'ın ilk
yıllarına ait şiirlerde hanîf kelimesine farklı, hatta birbirine zıt anlamlar verildiği
görülür. Nitekim bu kelimeyle ilgili olarak hem putperest, hem de tevhid ehli
şeklinde tanımlamalar yapılmıştır.
Hanîf kelimesi Kur’ân'da bir taraftan Hz. İbrahim'in imanını ifade etmek için
ve müşrikliğin karşıtı olarak kullanılırken, diğer taraftan Hz. İbrahim'in Yahudi ve
Hıristiyan olmadığı (Âl-i İmrân/3: 67; Bakara/2: 135), Ehl-i kitabın Hanîfler olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
Allah'a kulluk etmekle emrolundukları (Beyyine/98: 5) vurgulanmaktadır.
Bunlardan başka Hz. Muhammed'e ve ona uyanlara hanîf olarak Allah'a kulluk
etmeleri de emredilmiştir (Yûnus/10: 105; Rûm/30: 30). Buna göre Hanîflik
müşriklik olmadığı gibi, Yahudilik ve Hıristiyanlık da değildir. Bilakis Allah'ın
başlangıçtan itibaren insanlara bildirdiği, insan tabiatına en uygun olan tevhid
dinidir. Netice olarak bütün bunlar hanîf kelimesinin Kur’ân'da hem putperestliğin
hem de Yahudilerle Hıristiyanların bozulmuş tevhid inancının karşıtı olarak kullanıldığını göstermektedir.
Hanîf kavramı Kur'ân'daki anlamıyla hadislerde de yer alır. Nitekim İbn
Abbâs'tan rivayet edilen bir hadise göre Hz. Muhammed'e, “Allah katında hangi din
daha makbuldür?” diye sorulduğunda. "Kolaylaştırılmış Hanîflik" cevabını vermiştir.
(Buhârî/Îmân: 29). Buhârî'de yer alan başka bir rivayete göre de Zeyd b. Amr b.
Nüfeyl hakiki dini aramak amacıyla Şam'a gitmiş, rastladığı bir Yahudi ve bir
Hıristiyan âlimine dinlerini sorup beklediği cevabı alamayınca kendisine hangi dini
önerdiklerini sormuş, onlar da Hanîfliği tavsiye etmişler; Hanîfliğin İbrahim'in dini
olduğunu, onun Yahudi ve Hıristiyan olmadığını, sadece Allah'a kulluk ettiğini
belirtmişlerdir (Buhârî/Menâkıbü'l-Ensâr: 24).
İslami literatürde hanîf olarak nitelenen pek çok kişinin adından
bahsedilmekte olup bunların en başta gelenleri şunlardır: Kuss b. Sâide el-İyâdî,
Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Ümeyye b. Ebu's-Salt’dır. Mekke’de bulunan Hanîflerin en
meşhurlarından olan Varaka b. Nevfel, Hz. Muhammed’in eşi Hz. Hatice’nin
amcasının oğludur. O kavminin dinine uymayı reddedip Şam'a giderk Hıristiyan
olmuş, burada ayrıca Tevrat ve İncil kitaplarını tahsil etmiştir. Varaka, Allah
Resulü’nü ilk vahyi almasının ardından dinledikten sonra kendisine gelenin bütün
peygamberlere ilahî emirleri ulaştıran vahiy meleği Cebrail olduğunu söyleyerek
onun peygamberliğini müjdelemiştir. (Buhârî/Bedü’l-Vahy: 3).
Meşhur Hanîflerden biri de Kureyşli Zeyd b. Amr b. Nüfeyl’dir. O daha
hayatta iken cennetlik olduğu müjdelenen sahâbîlerden Saîd b. Zeyd’in babasıdır.
Zeyd b. Amr ne Yahudilik ne de Hıristiyanlık’a girmiş, kavminin dinini de terk edip
putlara tapmamış, kendisinin sadece Hz. İbrahim'in ilahına inandığını açıklamıştır.
İslam’ın doğuşu döneminde Arap yarımadasında en yaygın dinî anlayış
şüphesiz putperestliktir. Bu inanç, Sâmî toplumlarındaki inanç sistemlerinin en eski
ve en ilkel şeklini temsil eder.
Hz. İbrahim’in Mekke‘de Kâbe’yi inşa etmesiyle birlikte Allah’ın birliği inancı
(Tevhid) Arap yarımadasında kabul edilmeye başlamış, Mekke zamanla bu anlayışın
merkezi olmuştur. Hz. İbrahim döneminden itibaren Mekke, tevhidin merkezi iken
zamanla onun soyu bu inancı terk edip Allah’a ortak koşmaya başlamıştır. Cahiliye
dönemi kaynaklarında Hicaz’a ve Mekke’ye putperestliğin şehrin yönetimini
üstlenen Huzâalılar zamanında getirildiği zikredilir. Nitekim kabilenin reislerinden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
Amr b. Luhay, ticaret amacıyla gittiği Şam bölgesinde Maab denilen yerde yaşayan
Amâlikalıların putlara taptıklarını görmüş, bunun üzerine kendisine de bir put
vermelerini talep etmiştir. Amr onların hediye ettikleri Hübel (Ha-Ba’l) isimli putu
Kâbe’ye getirerek Zemzem kuyusunun üst tarafına yerleştirip halkına bu puta
ibadet etmelerini emretmiştir. Mekke’de putperestliğin sadece liderin bir
davranışıyla başladığını ileri sürmek eksik bir hüküm olur. Anlaşılan bu dönemde
Mekke’de şirk için uygun bir ortam vardı. Nitekim Araplar, Amr’ın Şam’dan
getirdiği Hübel ile iktifa etmeyip zamanla Kâbe’yi sayıları 360’ı bulan putlarla
doldurmuşlar, ayrıca Safâ’ya İsâf, Merve’ye ise Nâile isimli putları
yerleştirmişlerdir.
Araplarda en yaygın
inanç sistemi
putperestliktir.
Taif’te yaşayan Sakîf kabilesi Lât, Medine ve civarında yaşayan müşrik
Araplar ise Menât isimli putlara tapmışlardır. Böylece her kabilenin, hatta zamanla
her ailenin kendine ait bir putu olmuştur. Kur’ân’da müşriklerin taptıkları Vedd,
Süvâ, Yeğûs ve Nesr isimli put adları da geçmektedir. (Nûh/84: 23)
Genel anlamda putperest olan Arapların belirgin ortak bir inanç anlayışı
yoktu. Onlardan bazıları Tanrı kavramını kökten inkâr etmek suretiyle materyalist
bir anlayışla zamana ve tabiata tapınmışlardır. Diğer bir kısmı ise kısmı ise Allah’ın
âlemin yaratıcısı ve düzenleyicisi olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim onlar diğer
tanrı ve put adlarından ayrı olarak en yüce yaratıcı Tanrı’yı ifade etmek üzere Allah
kelimesini de kullanmışlar, özellikle dualarında “yâ Allah” ve daha sık olarak
“Allâhümme” tabirlerine yer vermişler. Bu konuda en açık deliller ise Kur’ân’da
zikredilir:
“Andolsun! Onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka,
“Onları mutlak güç sahibi, hakkıyla bilen (Allah) yarattı” diyeceklerdir”
(Zuhruf/43: 9).
“Eğer, yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök
Cahiliye dönemi Araplarında siyasî ve fikrî birlik bulunmadığı gibi tamamen
(bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti.”(Enbiyâ, 2l/22).
ortak bir akîde de yoktur. Bu dönemin başlıca ibadet şekilleri ise put evleri kurarak
buralarda dua, secde ve tavaf etmek, kurbanlar kesmek, tanrıların hoşnutluğunu
kazanmak için sadaka vermek gibi faaliyetlerdir. Bu tür ibadetlerin gayesi ise sağlık,
afiyet, servet kazanmak, savaşlarda zafere ulaşmak, erkek evlât sahibi olmak gibi
imkânlara ulaşabilmeleri için putların ilgi, yardım veya şefaatine erişmekti.
Anlaşıldığı kadarıyla Cahiliye Arapları ibadet ve diğer iyilikleri sadece dünyevî
beklentiler adına yapmışlardır. Bu da onların âhirete inanmamalarının tabiî bir
sonucudur. Nitekim Kur'ân’da müşriklerin öldükten sonra dirilmeyi ve hesabı inkâr
ettikleri (Enâm/6: 29; Nahl/16: 38; İsrâ/17: 49) bildirilmektedir.
Cahiliye dönemi Araplarının büyük çoğunluğu Allah’ı tanımakla, onu yüce
yaratıcı olarak bilmek, hatta dualarında ve yeminlerinde Allah’ın adını sıkça
anmakla birlikte, onların Allah inançları oldukça zayıf, bulanık ve muğlâktı. Ancak
tehlike anında Allah’a dua ediyorlar, selamete kavuştukları anda ise O’nu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
unutuyorlardı. Varlığını hatırladıklarında ise doğrudan tek ve mutlak güç sahibi olan
Allah’a inanıp bağlanmak yerine, O’nunla kendi aralarında bağ kurduğuna
inandıkları ikinci dereceden tanrıları aracı kılıyorlar, kısacası Allah’a ortak (şirk)
koşuyorlardı.
Şirk, ulûhiyette ve ibadette Allah’ın dışında başka varlıkları ortak koşmak
demektir. Onların şirke vesile saydıkları varlık put olabildiği gibi, bir melek, şeytan
ya da tabiat güçlerinden biri de olabilirdi. Müşriklerin Allah’a ortak koştukları
varlıkların başında ise putlar gelir. Müşrik Araplar önemli işlerinin hallinde
putlardan yardım dilemiş, onların önünde çektikleri fal okları ile problemlerine
çözüm arayışına girmişler, üstelik bu faaliyeti dinî bir vecibe olarak kabul
etmişlerdir. Mekke‘de bu tür uygulamaların gerçekleştirdiği yer ise Hübel putunun
bulunduğu mekândır. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Cahiliye Arap
toplumunda hem semavî hem de beşerî dinler var olmakla birlikte, bilhassa Mekke
merkezli Hicaz’da hâkim inanç putperestlikti.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Özet
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
• Arabistan Yarımadası dünyanın en eski yaşam alanlarından biridir.
Güney, Kuzey ve Hicaz şeklinde genel olarak üç coğrafi kısma ayrılan
yarımadanın özellikle güney ve kuzey bölgelerinde güçlü devletler
kurulmuştur.
• Hicaz, Arap yarımadasının orta batı kesiminde yer almış ve etrafında
bulunan geniş çöller sayesinde büyük devletlerin saldırılarından
kendisini koruyabilmiştir. Bölgenin en önemli şehri olan Mekke, bu
özelliğini başta Kabe olmak üzere kutsal mekanlara ev sahipliği
yapmasından alır.
• İslam öncesinde Araplar klasik kabile sistemi içinde yaşamışlardır.
Gücün hakim olduğu hayat şartlarında erkek egemen bir aile anlayışı
görülmüştür. Bu sebeple aileler daha çok erkek çocuk sahibi olmak
istemişlerdir.
• İslam öncesi Arap tarihi için her ne kadar Cahiliye dönemi tabiri
kullanılmışsa da, bu çağda yaşayan Araplar, çevrelerinde yaşayan
insanlardan aşağı kalmayacak kültür eserleri ve bilimseler ilerlemeler
sergilemişlerdir, aynı zamanda ilmi, hukuki ve dini kurumlar meydana
getirmişlerdir.
• Arabistan Yarımadası'nda İslam'dan önce başta Yahudilik ve
Hıristiyanlık olmakla birlikte, Sabiilik ve Mecusilik gibi dinler de
yayılmıştır. Bilhassa Hicaz'da semavi dinlerle yakından ilgili olan ,
putperestlikten uzak duran ve kendilerine Hanif adı verilen az sayıda
inanç mensubuna rastlanmıştır. Bununla birlikte bölgede en yaygın
inanç görüntüsü şüphesiz putperestliktir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Ödev
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
• Diğer bilim dallarından istifade ederek Cahiliye
dönemi sosyal hayatını 200 kelimeyi aşmayacak
şekilde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdaki devletlerden hangisi Güney Arabistan’da kurulmuştur?
a) Hireliler
b) Nabatiler
c) Gassaniler
d) Himyerliler
e) Tedmürlüler
2. Aşağıdakilerden hangisi Tedmürlüler devleti için doğru değildir?
a) Kuzey Arabistan’da kurulmuştur.
b) Tarihleri en iyi bilinen Arap devletlerindendir.
c) Romalılar tarafından ortadan kaldırılmıştır.
d) Zenubiya isimli bir kraliçe tarafından yönetilmişlerdir.
e) Habeşistan üzerine sefer düzenlemişlerdir.
3. Mekke şehrinin ilk sakinleri kimlerdir?
a) Nizariler
b) Amalikalılar
c) Huzaalılar
d) Kureyşliler
e) Cürhümlüler
4. Mekke’de Kureyş hakimiyeti kimin tarafından gerçekleştirilmiştir?
a) Abdülmuttalib b. Haşim
b) Haşim b. Abdümenaf
c) Kusay b. Kilab
d) Amr b. Luhay
e) Fihr b. Malik
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
5. Aşağıdakilerden hangisi Medine’nin özelliklerinden değildir?
a) Arabistan’da Yahudilerin yerleşim alanlarındandır.
b) Asıl adı Yesrib iken hicretten sonra Medine olarak değiştirilmiştir?
c) Evs ve Hazrec kabilelerinin yurdudur.
d) Arabistan’ın önemli bir liman şehridir.
e) Hayber ve Fedek gibi Yahudi şehirlerine komşudur.
6. Cahiliye döneminde geçim sıkıntısı veya namus endişesi sebebiyle
öldürülen kız çocuklarının öldürülmesine ne ad verilir?
a) Mevude
b) Mazlume
c) Maktule
d) Masume
e) Mahmule
7. Araplar Kufi yazıyı nereden aldılar?
a) Mısır
b) Irak
c) Habeşistan
d) İran
e) Yemen
8. Aşağıdakilerden hangisi Klasik Arapça’yı temsil etmez?
a) Kur’an-ı Kerim
b) Hadisler
c) alife mektupları
d) Eyyamü’l-Arab
e) Abbasi dönemi şiirleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
9. Araplarda tıp ilmi hakkında aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Araplar tıp ilmini daha ziyade Habeşlilerden almışlardır.
b) İmruü’l-Kays en meşhur Arap tabiplerindendir.
c) Araplar İranlılardan bazı tedavi yöntemlerini almışlardır.
d) Araplar sadece büyücüler vasıtasıyla tedavi uygulmışlardır.
e) Araplar açtıkları hastanelerde pek çok tabip yetiştirmişlerdir.
10.Putperest Araplar için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Putperes Arapların tamamı Allah’ın varlığını inkar ediyordu.
b) Onlar, iyilikleri ancak dünya menfaati için yapıyorlardı.
c) Büyük bir kısmı ahrete inanmıyordu.
d) Putları Allah’a şirk koşuyorlardı.
e) Bazen Tanrı’yı ifade etmek için Allah kelimesini kullanıyorlardı.
Cevap Anahtarı
1-d; 2-e; 3-b, 4-c; 5-d; 6-a; 7-b; 8-e; 9-c; 10-a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ahmed Refik. (tsz.). Târîh-i Umûmî, I-VI. İstanbul (Dersaadet).
Aksun, Ziya Nur. (1994). Osmanlı Tarihi, I-VI. İstanbul.
Akşit, Oktay. (1976). Roma İmparatorluğu Tarihi. İstanbul.
Altıntaş, Ramazan. (1996). Bütün Yönleriyle Cahiliyye. Konya.
Apak, Adem. (2011). Anahatlarıyla İslam Tarihi I (Hz. Peygamber Dönemi). İstanbul.
Avcı, Casim-Şentürk, Recep. (1996). “Kabile”. DİA, XIV, 30.
Bailly, Auguste. (tsz.). Bizans Tarihi, I-II. (Çev. Haluk Şaman). İstanbul: Tercüman,
1001 Temel Eser.
Büyükcoşkun, Kudret. (1991). “Arabistan”. DİA, III, 248-251.
Çağatay, Neşet. (1957). İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı. Ankara.
Çağrıcı, Mustafa. (1991). “Arap”. DİA, III, 319.
Çetin, Nihat. (1973). Eski Arap Şiiri. İstanbul.
Fayda, Mustafa. (1992). “Cahiliyye”. DİA, VI, 17-19.
Hasan, Hasan İbrahim. (1996). Siyasî-Dînî-Kültürel-Sosyal İslam Tarihi, I-X. (Çev.
İsmail Yiğit-Sadreddin Gümüş). İstanbul.
Hıttı, Philip K.. (1980). Siyasî ve Kültürel İslam Tarihi, I-V. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul.
İbn Abdilhakem, Ebu’l-Kasım Abdurrahman b. Abdillah (257/870). (1991). Futûhu
Mısr ve Ahbâruhâ. (thk. Charles Torrey). Kahire.
İbn Hişam (218/833). (tsz.). es-Siretü’n-Nebeviyye, I-VI,. (thk. Mustafa Sakkaİbrahim Ebyari-Ebu’l-Hafız Şelebi). Beyrut.
İbn Hurdazbih, Ebu’l-Kasım Ubeydullah b. Abdillah (280/893). (1967). Kitabu’lMesâlik ve’l-Memâlik. Leyden.
İbn Sa’d (231/845). (tsz.). et-Tabakatü’l-Kübra, I-VIII. Beyrut.
İstahrî, Ebû İshak İbrahim Muhammed el-Farisî (340/951). (1967). Kitabu’l-Mesâlik
ve’l-Memâlik. Leyden.
Küçükaşçı, Mustafa Sabri. (1998). “Hicaz”. DİA, XVII, 433.
Marek, Kurt W.. (1982). Tanrılar, Mezarlar, Bilginler. (Çev. Hayrullah Örs) İstanbul.
Mes'ûdî, Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyn b. Ali (345/956). (1964). Mürûcü'z-Zeheb, I-IV.
(thk. M. Muhyiddin Abdulhamid). Mısır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Cahiliyeden Risalete Kısa Tarih, Kültür ve Kurumlar
Meydan Larousse, I-XIII. (Meydan Gazetecilik). (1987). İstanbul.
Ostrogorsky, Georg. (1995). Bizans Devleti Tarihi. (Çev. Fikret Işıltan). Ankara.
Özaydın, Abdülkerim. (1991). “Arap”. DİA, III, 321.
Palabıyık, M. Hanefi. (2007). “Cahiliye Dönemi ve İslam’ın İlk Yıllarında OkumaYazma Faaliyetleri”. Erzurum: Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sayı:
27, s. 31-68.
Sarıcık, Murat. (2002). İslam Öncesi Cahiliyye Kültürü. Isparta.
Şevki Dayf. (1960). el-Asru’l-Cahili. Kahire.
Watt, M. Montgomery. (1986). Muhammed Mekke’de. (Çev. Rami Ayas-Azmi
Yüksel). Ankara.
Yâkût el-Hamevî, Şihabüddin Yakut b. Abdullah (626/1229). (1975). Mu‘cemu’lBuldân, I-V. Beyrut.
Zeydan, Corci. (1970). İslam Medeniyeti Tarihi, I-IV. (Çev. Zeki Meğamiz). İstanbul.
Zeydan, Corci. (tsz.). el-Arab Kable’l-İslam. (thk. Hüseyin Munis). Kahire.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
+ DÖNEMİNDE
HZ. PEYGAMBER
DİNİ, KÜLTÜREL ve ADLİ
i
KURUMLAR
• Dini Kurumlar
• Namaz ve Mescid
• Zekât
• Hac
• Eğitim-Öğretim ve Kültür
• Eğitim-Öğretim
• Kültür
• Adalet Kurumu
• Merkez
• Taşra
• Hz Peygamber’in Kâdîları
İSLAM KURUMLARI
ve
MEDENİYETİ
TARİHİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Hz. Peygamber dönemindeki dini kurumların önem
ve fonksiyonunu kavrayabilecek,
• Hz. Peygamber dönemindeki eğitim-öğretim kurum
ve faaliyetleri ile dönem kültürünün genel
özelliklerini kavrayabilecek,
• Hz. Peygamber dönemindeki adli kurumların yeri ve
gerekliliğini anlayabilecek,
• Hz. Peygamber döneminin din, öğretim ve adliye
kurumları arasındaki bağlantıyı kurabileceksiniz.
ÜNİTE
4
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
GİRİŞ
Bu ünitede Hz. Peygamber dönemindeki dini, kültürel ve adli kurumlar ele
alınarak, işleyişleri ve görevlileri hakkında bilgi verilecektir. Şüphesiz hiçbir kurum
ve yapı tek başına anlamlı değildir. Diğer kurumlarla birlikte ve kendi sistemi içinde
değerlendirilmelidir. Bu yüzden Allah Resulü’nün hayatını, dönemini ve zamanında
oluşturduğu yapı ve kurumları bir bütün olarak ve tüm sistemi birlikte
düşünmelidir.
DİNİ KURUMLAR
İnsanın yaratılışında inanma, ibadet etme veya tapınma ihtiyacı vardır. Yani
insan, aklını, kalbini ve midesini gerekli şeylerle doldurmaya muhtaçtır. İnsanı
hangi yönden ele alırsak alalım, bir ihtiyaç içindedir. İnsanın canlılığını devam
ettirebilmesi için midesini doyurması, orada hazmedilen yiyeceklerin vücudun belli
yerlerine dağılması ve bunlar sayesinde vücudun fizyolojik fonksiyonlarını yerine
getirmesi şarttır. Nasıl ki insan, az veya çok, yeterli veya yetersiz gıda almaya
mecbursa; yaratılıştan kendine verilen inanma ve ibadet etme ihtiyacını da
gidermeye mecburdur. Yemek, içmek vakıası gibi iman ve ibadet vakası da
reddedilemez bir şekilde sürüp gelmiştir. Asırlar boyunca bu ihtiyacı, Allah’ın dini
veya batıl dinlerle gideren insan topluluklarını görüyoruz. Yüce Allah’ın gönderdiği
peygamberler, insanlara hak dini tebliğ etmek ve bu dinin ibadetlerinin nasıl
yapıldığını göstermek vazifesini yerine getirdiler. Peygamberler zincirinin son
halkası olan Hz. Peygamber de, kendinden önceki peygamberler gibi bu vazifesini
en güzel bir şekilde yerine getirdi. Ümmetine namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekat
vermeyi, kurban kesmeyi, bayram etmeyi, hac ve umre yapmayı öğretti. Yüce
Allah’ın emrettiği ve Hz. Peygamber’in de nasıl yapılacağını öğrettiği ibadetlerin
başında namaz gelir.
Namaz
Sözlükte namaz, dua etmek, övmek, tazim etmek, hayır duada bulunmak gibi
manalara gelir. Yüce Allah, bir ayette meal olarak şöyle buyurur:
“(Ey Muhammed! Sen) onlara dua et! Çünkü senin duan onlar için bir
huzurdur.” (Tevbe/9: 103)
Dini bir terim olarak namaz, tekbir ile başlayıp selam ile tamamlanan özel fiil
ve sözlerden ibaret bir ibadettir.
İslam dininde farzların en önemlisi namazdır. Kıyamet gününde insanın ilk
hesaba çekileceği konu namaz olacaktır. Namaz, inancın dışa ve topluma yansıyan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
belirtilerinin başında gelir. Namaz kalbin nuru, gönlün süruru, ruhun gıdası,
müminin miracı, kulun yüce yaratıcı ile aracısız buluşma ve konuşma halidir.
Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli ayetlerinde, İslam’dan önceki ilahi dinlerde de
namazın emredildiği haber verilir. Önceki peygamberlerin kıldıkları ve
ümmetlerinden de kılmalarını istedikleri namaz, Mekke’de Hz. Peygamber’in
peygamberliğinin başlangıç yıllarında kılınması istenen bir ibadettir. Mekke
döneminin başlangıç yıllarında Cebrail , Hz. Peygamber’e gelerek, onu Akabe
denilen yere götürmüş, orada fışkıran su ile önce Hz. Cebrail, sonra Hz. Peygamber
abdest almış ve birlikte iki rekat namaz kılmışlardı. Hz. Peygamber, sevinçli bir
halde eve gelmiş ve eşi Hz. Hatice’yi de oraya götürmüş, birlikte abdest alarak iki
rekat namaz kılmışlardı. Kimi alimlere göre aşağıdaki ayet mealleri, bu gizli namaz
dönemiyle ilgilidir:
“Namazında ne yüksek sesle oku ve ne de sesini alçalt, ama ikisi arasında
bir yol ara!” (İsrâ/17: 110)
“Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah
akşam Rabbini an ve (sakın) gafillerden olma!” (A’râf/7: 205 )
İslam’ın ilk yıllarında namaz, genel kabule göre yalnız sabah güneşin
doğmasından önce ve akşam güneşin batmasından sonra olmak üzere ikişer rekat
kılınıyordu. Daha sonra Miraç gecesinde beş vakit namaz farz kılındı. Yaygın kabule
göre Hz. Cebrail’in, Hz. Peygamber’e Kabe’de, namaz vakitlerini göstermek üzere
imamlık etmesi Miraç olayının ertesi günü olmuştur. Namazın farz olması kitap,
sünnet ve icmâ ile sabittir. Cuma namazı ve bayram namazlarının dışındaki
namazlar münferiden kılınabileceği gibi cemaat halinde kılınması daha makbuldür
ve sevabı daha çoktur. Cemaat halinde kılınan namazın en güzeli de, camide
imamın arkasında kılınanıdır.
Mescid: Müslümanların topluca ibadet ettikleri yere “mescid” veya “cami”
denilmektedir. Bu iki kavram birbirinin yerinde kullanıldığı gibi bazen ikisi birlikte
“el-mescidü’l-cami” şeklinde de kullanılmıştır. İslam’ın ilk devirlerinde
ibadethaneler, “mescid” diye anılırken daha sonra küçük ibadethaneler “mescid”,
cuma ve bayram namazlarının kılındığı büyük ibadethaneler de “cami” diye
anılmaya başlamıştır. Bununla birlikte bazı İslam memleketlerinde küçük-büyük
bütün ibadethanelerin “mescid” adıyla anıldığı müşahede edilmektedir.
Mescid kelimesi, Arapçada “eğilmek, baş eğmek, alnı ve burnu birlikte yere
koymak” manalarına gelen “scd” sülasi kökünden ism-i mekandır. “Secde edilen
yer” manasına gelir. Cami kelimesi ise Arapçada “parçaları bir araya toplamak, bir
şeyin bir kısmını diğer kısmına koymak, uzlaştırmak, barıştırmak, bir işe azmetmek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
ve elbise giymek” manalarına gelen “cma” sülasi kökünden ism-i faildir. “Bir araya
toplayan, bir arada uzlaştıran” manasına gelir. Bu kelime, Hicri dördüncü asırdan
itibaren kullanılmaya başlamıştır.
Mescid kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de müfred, cemi ve izafet terkibi şeklinde
yirmi beş yerde geçmektedir. Hadis kitaplarında ve diğer İslam kaynaklarında da
“Mescid ” kelimesi, mabed manasında kullanılmıştır.
Yeryüzünde yapılan ilk mabed, Mekke’deki Kabe olduğu gibi; İslam tarihinde
özel mahiyetteki ilk mescid de Mekke’de, Ammar b. Yasir’in evinin bir köşesinde
yaptığı mesciddir. Bundan ayrı yine Mekke’de, Hz. Ebu Bekir’in evinin bir bölümünü
mescid olarak ayırdığı bilinmektedir. Hz. Peygamber, 622 yılında Mekke’den
Medine’ye hicret ettiğinde Medine topraklarındaki Kuba köyünde, Gülsüm b.
Hidm’in evine misafir olmuş ve burada Kur’ân-ı Kerîm’de “takva üzere inşa olunan
mescid” diye bahsedilen İslam tarihinin ilk mescidini yapmıştır. Hacca ve umreye
gidenlerin ziyaret ettikleri “Kuba Mescidi” işte bu mesciddir.
Hz. Peygamber, Kuba’da beş gün kaldıktan sonra Medine’ye hareket etti.
Medine’ye geldiğinde serbest bıraktığı devesi, Neccar oğullarının boş bir arsasına
çöktü. Bu arsa, Sehl ve Süheyl adında iki yetim kardeşe aitti. Hz. Peygamber,
çocuklardan bu arsayı bedelini ödeyerek satın almak istedi. Çocuklar, arsayı parasız
vermek istedilerse de Hz. Peygamber kabul etmedi. On dinara (altın) alınan arsanın
bedelini Hz. Ebu Bekir ödedi. Bu arsaya en yakın ev, Ebu Eyyub el-Ensarî’nin eviydi.
Hz. Peygamber, bu arsa üzerinde başlattığı mescid inşaatı tamamlanıncaya kadar
Ebu Eyyub’a misafir oldu. Bu arsa üzerine yapılacak mescidin planını bizzat Hz.
Peygamber çizdi bu plana göre yapılacak mescid üç ana bölümden oluşmaktaydı:
 Mescid
 Suffa
 Hucurat
Bu mescidin temelleri taştan, duvarları da kerpiçten yapıldı. Üzeri de hurma
gövdesi, dalları ve yaprakları ile kapatıldı. İlk zamanlar kıblesi, Kudüs’e doğru idi.
Hicretin on altıncı ayında gelen ayet ile kıblesi Mekke’ye/Mescid-i Haram’a yani
Kâbe’ye doğru çevrildi. Mescidin doğu tarafına Hz. Peygamber’in odaları yapıldı.
Giriş tarafındaki gölgelik (zulla) de “Suffa” olarak tarihe geçti. İnşaatın tamamı yedi
ay içerisinde bitirildi. İnşaat bittikten sonra Hz. Peygamber, Mekke’den getirttiği eşi
Sevde’yi ve çocuklarını kendi evine yerleştirdi. Sonradan evlendiği her eşi için
buraya bir “oda” (hucre/hucurât) daha yaptırdı.
Ezanın meşru kılınmasından sonra Hz. Bilal, günde beş vakit ezan okuyor ve
bu mescid arı kovanı gibi dolup taşıyordu. Medineliler, günde beş vakit namaz için
burada toplanıyorlardı. Hz. Peygamber ile görüşüyorlar ve onun yaptıkları
sohbetlerden istifade ediyorlardı. Cuma günü de Medine’nin çevresindeki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
mahallelerde ve köylerde oturan Müslümanlar buraya geliyor, Cuma namazı kılıyor
ve birbirleri ile kaynaşıyorlardı. Mescid, bir su kaynağı gibi herkesin uğradığı bir
merkez haline geldi.
Hz. Peygamber’in evi mescidin bitişiğinde olduğu için, onu arayan ya
mescidde veya evinde buluyordu. Mescidde kadınlar için de bir yer ayrılmıştı. Beş
vakit namaza gelen kadınlar, birbirleri ile görüşüyorlar ve sohbet ediyorlardı.
Muhacir ve Ensar kadınlarının aralarındaki sevgi ve saygı bağı artarak gelişiyordu.
Ayrıca mescide devam eden kadınlar, din ile ilgili sorularını bizzat Hz. Peygamber’e
sorarak cevaplarını alıyorlardı.
Mekke’den gelen Muhacir Müslümanlarla Medineli Müslümanlar, namaz
vakitlerinin dışında da mescide geliyorlar, oturuyorlar ve birbirleri ile sohbet
ediyorlardı. Bu iki toplum burada birbiri ile kaynaşıyordu. Zaman zaman Hz.
Peygamber de gelip aralarına oturuyor ve onları bilgilendiriyordu. Sahabe, işte bu
sohbetlerde yetişti.
Mescidin bitişiğindeki suffa da bekar delikanlılar, Medine’ye yeni gelen
Muhacirler ve Hz. Peygamber’i görmeye gelen misafirler kalırdı. Yani burası hem
talebe yurdu, hem misafirhane hem de okuldu. Hz. Peygamber, hemen hemen her
namazdan sonra bunların yanına uğrar, kısa da olsa kendileriyle sohbet etmeyi
ihmal etmezdi. Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslam’ı Arap yarımadasının
dışına taşıyan nesil, işte burada yetişen nesildir.
Hicretten sonra Medine’de bir ibadet merkezi olarak yapılan mescid, aynı
zamanda eğitim merkezi, talebe yurdu, misafirhane, istişare yeri, hastane,
mahkeme salonu, toplantı yeri, elçileri kabul salonu ve uğurlama yeri gibi görevleri
de yerine getiriyordu.
Zekat
Zekat, sözlükte “artma, çoğalma, arıtma, bereket ve övme” manalarına gelir.
Bir fıkıh terimi olarak zekat şöyle tarif edilir: “Belli mal çeşitlerinin belirli bir
bölümünü, yüce Allah’ın belirlediği Müslümanlara mülk olarak vermektir.”
Müminlerin, Allah’ın emirlerine uymadaki sadakatlerini gösterdiği için zekata
“sadaka” da denilmiştir. Bununla birlikte sadaka kelimesi, zekattan daha kapsamlı
olup, vacip ve nafile kabilinden olan bağışları da içine alır.
Allah rızası için ayrılıp verilen mala zekat denilmesi, geride kalanı arıtması ve
afetlerden koruması yüzündendir. Şu ayet-i kerimede bu anlamı görmek
mümkündür:
“Müminlerin mallarından zekat al ki, onunla kendilerini temizleyip
mallarını bereketlendirsin.” (Tevbe/9: 103)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
Diğer yandan zekat, ödeyicisini günahtan temizler ve onun manevi
derecesini yüceltir. Zekatı verilen mal da kirlerden temizlenir, bereketlenir, arıduru bir hale gelir.
Zekat İslam’ın beş temel esasından biridir; Hicretin ikinci yılında Şevval
ayında Ramazan orucu ve fitreden sonra farz kılınmıştır. Zekat, yirmi yedi ayette
namazla birlikte zikredilmiştir. Bu durum namaz ile zekat arasında sıkı bir ilişkinin
bulunduğunu gösterir. Zekat, önceki peygamberlere de genellikle namazla birlikte
emredilmiştir. Zekatın farz oluşu kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir.
Zekat farz olan bir ibadet olduğu için, doğrudan yükümlü tarafından zekat
niyetiyle yerine getirilmesi asıldır. Ancak zekatın mali yönünün bulunması, daha
başlangıçta onun devlet eliyle toplanmasını gerekli kılmıştır. Bu yüzden farz
kılınışının ardından zekatı toplama ve ihtiyaç sahiplerine ulaştırma işini devlet
üstlenmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’e zenginlerin mallarından
zekat alması emredilmiştir. Ayrıca bu işin, birtakım görevliler (amiller) eliyle
yapılmasına işaret edilmiş ve kendilerine, bu görevlerine karşılık olarak zekat
gelirinden pay verilmesi istenmiştir. Yüce Allah, mealen şöyle buyurmaktadır:
“Sadakalar (zekatlar) Allah’tan bir farz olarak ancak yoksullara,
düşkünlere, (zekat toplayan) memurlara, gönülleri (İslam’a) ısındırılacak
olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda
olana, yolda kalana mahsustur. Allah pekiyi bilendir, hikmet sahibidir.”
(Tevbe/9: 60)
Hz. Peygamber zamanında bu ayetin gereği olarak, zekatı toplama ve hak
sahiplerine dağıtma işi genellikle devlet memurları tarafından yapılmıştır.
Hz. Peygamber’in Muaz b. Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken, “Onlara söyle,
Allah, onların mallarında zekatı farz kıldı. Bu zekat onların zenginlerinden alınır ve
oranın yoksullarına verilir.” (Buharî, Zekat 1 )buyurması bir uygulama örneğidir.
Aynı zamanda belde ve bölgelerin yerinden yönetimi için bir teşviktir. Dört halife
ve daha sonraki dönemlerde zekatı toplama ve hak sahiplerine dağıtma işi
genellikle devlet memurları tarafından yapılmıştır.
Zekat memurlarının maaşları, beytülmalin “zekat fonu”nda toplanan
zekatların sekizde biri üzerinden ödenirdi. Zekat memurları Hz. Peygamber, Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer devirlerinde her çeşit zekata tabi malların zekatını toplarken,
Hz. Osman devrinden itibaren özellikle zahiri mallar denilen tarım ürünleri ile
hayvanların zekatlarını toplamakla görevlendirildiler. Hz. Osman döneminde zengin
Müslümanlar, paralarının zekatını kendileri verebiliyordu. Ancak mal sahibinin gizli
mal denilen altın, gümüş, nakit para ve ticaret mallarının zekatını vermediği
belirlenirse, yine devlet eliyle alınırdı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
Hac
Hac sözlükte “kast etmek, yönelmek” anlamlarına gelir. Bir fıkıh terimi olarak
hac şöyle tarif edilir; “Mekke deki Kâbe’yi ve çevresindeki kutsal sayılan özel
yerleri, belirli vakitte, önceden hac niyetiyle ihrama girerek, usulüne göre, yani
vakfe ve tavaf yaparak ziyaret etmekten ibaret olan ve İslam’ın şartlarından birisini
teşkil eden mali ve bedeni bir ibadettir.”
Hac ibadeti, Hz. İbrahim ile başladı; Hz. Peygamber’e kadar devam etti. Hz.
Peygamber, Cahiliye devrinde bozulan ve saptırılan hac ibadetini asli şekline
döndürdü. Hicretin dokuzuncu senesinde farz olan hac ibadeti, Hz. Ebu Bekir’in
idaresinde yapıldı. Onuncu senede de bu ibadeti bizzat Hz. Peygamber’in kendisi
idare etti. Hz. Ebu Bekir’in “emir” olarak tayin edilmesi, bu ibadetin devlet eliyle
yönlendirilmesi gereken bir kurum olduğunu göstermektedir. Veda Haccı’nda da
işin başında Hz. Peygamber vardı. Hz. Peygamber’in vefatından sonra da bu görevi
ya halifeler veya halifelerin tayin ettiği “hac emirleri” yerine getirirdi. Tayin edilen
hac emirlerinin görevi, bu ibadetin emniyet ve huzur içinde yerine getirilmesidir.
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer, halifeliklerinin ilk yılında hac emiri tayin edip
ertesi yıl bizzat hacca gitmişler; Hz Osman halifeliğinin ilk ve son yılları hariç her yıl
hacca gitmiş; Hz. Ali ise, iç karışıklıklar sebebiyle hilafet yılları içinde hacca gitmeye
hiç fırsat bulamamıştır. Dört halifenin bu uygulaması, sonradan gelen halifeler için
uyulması gereken bir yol olmuştur. Özellikle Osmanlı sultanları, bu konuda Hz.
Ali’nin yolunu takip etmişlerdir.
Hz. Peygamber, Veda Haccı’nda zaman zaman değişik yerlerde yaptığı
konuşmalarda, Müslümanları hac ibadeti hakkında bilgilendirdi. Ayrıca kendisine
sorulan sorulara cevap verdi ve haccın nasıl yapılacağını bizzat gösterdi. Hac ibadeti
bugüne kadar onun yaptığı ve gösterdiği şekilde yapıldı, kıyamete kadar da onun
gösterdiği şekilde yapılmaya devam edecektir.
EĞİTİM-ÖĞRETİM VE KÜLTÜR
Eğitim-Öğretim
Hz. Peygamber, çevresindeki insanların eğitim ve öğretimine çok önem
verdi. İnsanların bilgi ve amel seviyesini yükseltmek için çok uğraştı; bunu da
başardı. Hz. Peygamber’in en büyük başarılarından biri de budur. O, Cahiliye
toplumundan sahabe nesli gibi mümtaz bir nesil çıkarmıştır. Hem de az zamanda,
az masrafla, ama çok gayretle bu neticeyi elde etmiştir. Bugün devletlerin eğitimöğretim için ayırdıkları bütçelere ve yapılan masraflara baktığımızda bu başarı daha
iyi anlaşılmaktadır.
Bilindiği gibi bu dinin ilk emri “Oku!” emri ile başlamaktadır. Okumak,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
öğrenmek ve bilmekle alakalı birkaç ayetin meali şöyledir:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.
Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en
büyük kerem sahibidir.” (Alak/96: 1-5)
“Kur’an okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!” (Nahl/16:
98)
“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer/39: 9)
“Allah, içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin
derecelerini yükseltir.” (Mücadele/58: 11)
Konu ile alakalı birkaç hadis-i şerifin meali de şöyledir:
“Allah, hakkında hayır dilediği kimseye, din hususunda derin bir anlayış
verir.” (Buhari/İlim: 10)
“Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir: Birincisi Allah’ın kendisine ihsan ettiği
malı hak yolunda harcayıp tüketen kimsedir. İkincisi de, Allah’ın kendisine
verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimsedir.”
(Buhari/İlim: 15)
“Kim ilim tahsili için yola çıkarsa, Allah o kişiye cennetin yolunu
kolaylaştırır.” (Müslim/Zikir: 39)
Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in peygamberlik yılları Mekke devri ve Medine
devri olmak üzere ikiye ayrılır. Mekke devrinin eğitim-öğretim merkezi Daru’lErkam, Medine devrindeki merkez de Mescid ve Suffa’dır.
Hz. Peygamber, Mekke’de tebliğ görevini üslendiği tarihten itibaren İslam
dinini kabul edenleri eğitmekle meşgul olmuştur. O, daha Mekke döneminde,
kendisine vahyedilen ayetlerin yazılmasını ve çoğaltılarak öğrenilmesini teşvik
etmiştir. Mekke döneminin ilk yıllarında Erkam’ın evini bir eğitim-öğretim merkezi
olarak kullanmıştır. Burada, Kur’ân ayetleri okunup yazılıyor, dini bilgiler veriliyor
ve bu bilgilerin uygulaması yapılıyordu. İslam’ı öğrenmek isteyenler de buraya
geliyorlardı. Hz. Peygamber Hicretten iki yıl önce Mekke’ye gelip Akabe mevkiinde
Müslüman olan Medinelilerin eğitimi ile de ilgilenmiş; onların isteği üzerine Kur’ânAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
ı Kerim’i ve İslam’ın prensiplerini öğretmek için Mus’ab b. Umeyr’i öğretmen olarak
Medine’ye göndermiştir. Mus’ab da kısa zamanda İslam dinini Medine şehrinde
yaymış ve bu dini kabul eden yeni Müslümanların eğitim-öğretimini en güzel
şekilde başarmıştır.
Hicretten sonra Medine’de Hz. Peygamber ‘in ilk ve önemli faaliyetlerinden
birisi, bir ibadet yeri olmasının yanında aynı zamanda eğitim-öğretim merkezi olan
Medine mescidini inşa etmek olmuştur. Mescidin bitişiğindeki Suffa denilen
mekanda kalan bazı genç sahabiler, Kur’ân-ı Kerîm okumayı ve yazı yazmayı
öğreniyorlardı.
İslam’ın temel esaslarını öğrenmek için çeşitli bölgelerden Medine’ye
gelenlerin bir kısmı da Suffa’da kalıyordu. Burası yatılı öğrenci yurduydu. Mescid de
okuldu. Burada kalan öğrenci sayısının kimi zaman dört yüze ulaştığı oluyordu.
Hz. Peygamber, burada bizzat kendisi ders verdiği gibi Kur’ân-ı Kerîm ve yazı
öğretmek üzere öğretmenler de tayin ediyordu. Sahabe-i kiramdan Ubade b. Samit
ve Ubey b. Ka’b, burada öğretmenlik yapanlardandı.
Hz. Peygamber, Suffa ashabını ve çevresini hem bilgilendiriyor hem de
eğitiyordu. Kazandıkları bilgi ile nasıl amel edeceklerini uygulamalı bir şekilde
gösteriyordu. Gereği yerine getirilmeyen bir bilginin insana yük olacağını
hatırlatıyordu. Herhalde eğitim-öğretim metotlarının en güzeli de budur. Hz.
Peygamber, her işte olduğu gibi bu işte de en güzel olanını yapıyordu.
O dönemde idareci ve memurların yetişmesi için Suffa’dan ayrı bir mekan
yoktu. Merkezdeki büyük mescidin dışında bir de mahalle mescidleri vardı. Sayıları
dokuza varan bu mescidlerde de halk eğitiliyordu. Halkın eğitildiği bu mekanlarda
eğitim-öğretim görenler, her çeşit idari görevlerde istihdam ediliyorlardı.
Hz. Peygamber’in eğittiği insanlar arasında hafızlar, kıraat alimleri, hâkimler,
valiler, ülkeler fetheden ordu komutanları, devlet adamları ve devlet başkanları
yetişmiştir.
Hz. Peygamber bilginin yaygınlaşmasını teşvik etmiş, insanlardan bildiklerini
başkalarına aktarmalarını istemiştir. Taşradan Medine’ye gelip burada bir müddet
kalan ve İslam’ı öğrenen heyetlere, bölgelerine dönüp, öğrendiklerini insanlara
öğretmelerini istemiştir.
Hz. Peygamber, yoğun ve titiz bir çalışma sonunda, Cahiliye örf ve adetleri
üzerine yaşayan bir toplumun fertlerini eğitmiş ve yepyeni bir toplum, yani İslam
toplumu oluşturmuştur. Bu muazzam dönüşüm, eğitim-öğretim sayesinde
mümkün olmuştur.
Kültür
Cahiliye kültürüyle yetişmiş olan Arap toplumunun yaşantısını değiştirmek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
kolay olmadı. Hz. Peygamber, kendini bu toplumu değiştirmeye adadı ve bunu
başardı. Ferdin ruh yapısından toplumun ortak algısına kadar, ticaret hayatından
ziraata kadar, aile hayatından devlet yapısına kadar her şeyi değiştirdi. Bilindiği gibi
bu kolay olmadı. Bu kültürel değişimi hazmedip vahiy kültürünü benimseyen
samimi Müslümanların yanında bu değişimi hazmedemeyen ve Hz. Peygamber’in
vefatından sonra dinden dönenler de vardı.
Hz. Peygamber’in İslam’ı yaymaya başladığı Hicaz bölgesinin üç şehrinde üç
ayrı kültür vardı. Mekkeliler ticaretle meşgul oldukları için maddi durumları ziraatla
uğraşan Tâiflilerden ve Medinelilerden daha iyiydi. Bu şehirde para bolluğu ve çok
paranın getirdiği güzel bir yaşantı vardı. Zenginlerin evlerinde hizmetçi erkekler ve
hizmetçi kadınlar bulunuyordu. Bu hizmetçiler, daha ziyade Mekkeli olmayan
yoksul insanlardı. Medine’de oturan müşrik Araplar ziraatla, Yahudiler ise hem
ziraat hem ticaretle meşgul olurlardı. Bu şehirde yaşayan insanların hayatında
ziraat, hurma ağacı, hayvan ve daha ziyade deve vardı. Kültür de bunların
çevresinde oluşmuştu. Tâif, bu iki şehre nispetle rakımı yüksek olan bir yerde
kurulmuş bir şehirdi. Tâif’te üzüm bağları, bahçeler ve tarlalar vardı. Burası bitkisel
ve hayvansal ürünlerin merkeziydi. Zengin Mekkelilerin Tâif’te üzüm bağları ve
yazlıkları vardı.
Mekkelilerin, bu iki şehir halkı ile yakından ilgileri vardı. Hem Medineliler
hem de Tâifliler, Hac Mevsimin de Mekke’ye gelir, Kabe’yi tavaf eder, arkasından
da kendi putlarını ziyaret ederlerdi. Mekkelilerin Tâif’te üzüm bağları ve yazlıkları
vardı. Suriye ticaretine çıktıkları zaman da Medine’den geçerlerdi. Medine onların
kuzeye giden ticaret yollarının üzerinde bulunuyordu.
Mekkeliler, ticaretle meşgul oldukları için Yemen’den Bizans’a kadar
Habeşistan’dan Fars ülkesine kadar uzayan geniş bir coğrafyayı avuçlarının içi gibi
biliyorlardı. Mekke’deki okur-yazarların sayısı Medine’dekilerden fazlaydı. Çünkü
Mekke, ticaret toplumu; Medine ise tarım toplumuydu. İslam’ı kabul eden
insanların hepsini bir kültür potasında eritmeyi hedefleyen Hz. Peygamber, Bedir
savaşında esir alınan ve fidye ödeyemeyen her Mekkeliye, Medineli on çocuğa
okuma-yazma öğretme şartını koştu. Bu şartı yerine getirenler serbest bırakıldı. Bu
suretle Medineli çocuklar arasında okur-yazar olanların sayısı arttı.
Müslümanlar Medine’ye hicret ettiğinde bu şehirdeki ticaret hayatı
Yahudilerin elindeydi. Mekke’den gelen ve ticareti çok iyi bilen Muhacirler kısa
zamanda Medine pazarına hâkim oldular. Yahudilerin İslam düşmanlığı biraz da
buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü Mekke’den gelen her Muhacir, ticarete
atılıyordu. Bu da Yahudilerin zoruna gidiyordu.
Tâif’te oturan Sakif kabilesinin İslam’ı kabul etmesi kolay olmadı. Mekke’nin
fethinden ve Kureyş’in Müslüman olmasından sonra bile direndiler. Sonra da kendi
gönül rızalarıyla Medine’ye gelip Hz. Peygamber’in huzurunda Müslüman oldular.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
Hz. Peygamber, vefat etmeden önce bu üç şehir halkının Müslüman
olduğunu ve Veda Haccı’nda bunların birbiriyle kaynaştığını, kardeş olduğunu,
İslam kültürünün potasında yoğrulduklarını gördü ve tebliğ vazifesini yapmış
olmanın huzuruna erdi. Bu insanların, Cahiliye toplumundan getirdikleri kültürün
kalıntılarını ve tortusunu atmaları kolay olmadı. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber
Veda hutbesinde Cahiliye örf ve adetlerinin ayaklarının altında olduğunu ilan etti.
Artık bu üç şehirde oturanlar ve çevredeki kabileler yeni bir kültür havzasından su
içmeye başladılar.
İslam’dan önce Arap yarımadasında Mekke kültürü hâkimdi. Hicretten sonra
Medine ön plana çıktı. Hz. Peygamber bunun için çok gayret gösterdi. Mus’ab b.
Umeyr’in ve son Akabe’de görevlendirilen nakiblerin gayreti ile Medine İslamlaştı
ve hicretten sonra da İslam kültürünü çevreye yayan bir merkez haline geldi. Hz.
Peygamber, bunun oluşması için Medinelilere çok değer verdi ve kendileri ile çok
ilgilendi. Bir tarım toplumundan, İslam kültür ve medeniyetini etrafa yayan
entelektüel (aydın) bir nesil çıkardı.
Hz. Peygamber, çevresindeki insanların her birine kabiliyet ve fıtratlarına
göre işler verirdi. Kimisine komutanlık verir, kimini kendisi şehir dışına çıktığında
yerine vekil bırakır, kimine de yabancı dil öğrenmesini emrederdi. Bir gün, Zeyd b.
Sabit’e Süryanice bilip bilmediğini sormuş, “Bilmiyorum!” cevabını alınca
öğrenmesini söylemiştir. Bunun üzerine Zeyd b. Sabit de İbranice ve Süryaniceyi
öğrenmiştir. Sahabe arasında Farsça, Rumca, Kıptice, Habeşce, İbranice ve
Süryanice bilenler vardı.
Hz. Cebrail , yirmi üç yıl boyunca Hz. Peygamber’e vahiy getirmiştir. Hz.
Peygamber, kendine gelen vahiyleri hemen ezberlemiş ve sahabilere yazdırmıştır.
Hz. Peygamber’den vahiy yazan okur-yazarlara Vahiy Katibi denilmiştir. Vahiy
Katipleri Kur’ân ayetlerini ellerinde mevcut olan kırtaslara ( yazı yazılabilecek deri,
yassı taşlar, geniş kemik, hurma ağacının gömleği v.s.) yazarlardı. Mekke’de ve
Medine’de vahiy katipliği yapan sahabiler, Hz Ebu Bekir zamanında Kur’ân’ın
toplanmasında büyük görevler icra etmişlerdir.
Sahabenin vefatında sonra, Tabiun ve etbauttabiun dönemlerinde ortaya
çıkan ilimlerin ayrışmasının ve alimlerin belli ilim dallarında uzmanlaşmalarının
temellerini Hz. Peygamber’in şu hadis-i şeriflerinde bulabiliriz:
”Ümmetimin en merhametlisi Ebu Bekir, Allah’ın dinine en bağlı olanı Ömer,
en hayalısı Osman, en adaletlisi Ali, helal ve haramı en iyi bileni Muaz, feraizi (miras
hukukunu) en iyi bileni Zeyd b. Sabit ve Kur’ân’ı en çok okuyanı Übey b. Ka’b’dır.
Her ümmette emin olan biri vardır, bizim ümmetimizdeki en emin kişi ise Ebu
Ubeyde b. Cerrah’tır.” (Buharî)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
ADALET KURUMU
Merkez
Hz. Peygamber, İslam devletinde yargı organının başı olarak kaza
fonksiyonunu ifa ediyordu. Her türlü dava ve ihtilaflar onun tarafından çözüme
kavuşturuluyordu. O, gerek hukuki ve gerek cezai davaları Kur’ân hükümleri
çerçevesinde hallediyordu. Kendisine gelen bütün olaylara Kur’ân’ın hükümlerini
uyguluyordu. Bu arada Kur’ân’da hükmü bulunmayan olaylar için de bizzat kendisi
hukuki hükümler koyuyordu.
Hz. Peygamber’e gelen hırsızlık, zina, sarhoşluk, adam öldürme, yaralama ve
buna benzer cemiyetin huzur ve sükununu kaçıran hadiselerde, suçlulara Kur’ân’ın
tespit ettiği cezalar uygulanıyordu. Bu ararda davaları çözüme kavuştururken,
gelecek asırlardaki İslam hâkimlerinin takip etmesi gerekli muhakeme usulü
hakkında da prensipler ortaya koyuyordu.
Safvan b. Ümeyye’nin elbisesini çalan hırsız, Hz. Muhammed’in huzuruna
çıkarıldı. Yapılan muhakeme sonunda hırsızlık suçu tespit olundu ve hırsız, el kesme
cezasına çarptırıldı. Mekke fethinde zengin bir kadın hırsızlık edince, Hz.
Peygamber ona da aynı cezayı verdi. Başka birisine ait bir malı çalıp mahkeme
huzurunda suçunu da itiraf eden birini, Hz. Peygamber aynı şekilde el kesme
cezasına çarptırdı.
Hz. Peygamber, zina suçunu işleyenleri recim cezasına çarptırıyordu. Nitekim
Eslem kabilesinden bir şahıs ile Maiz b. Malik’e recim cezası uygulamıştı. Gebe
olduğu halde zina suçu tespit edilen bir kadın, çocuğunu doğurduktan sonra
recmedildi. Bekar olduğu halde zina ettiği tespit olunan bir şahsa yüz değnek
vuruldu. Bir öldürme vakasında suç failini yüz deve vermekle cezalandırdı. Ebu
Nu’aym isminde bir şahıs içki içtiği için adalet huzuruna çıkarıldı. Hz. Peygamber
ona ceza olarak kırk değnek vurulmasına karar verdi. Hilal b. Ümeyye, karısının zina
ettiğini mahkemeye ihbar etti. Yapılan muhakemede kadının zina ettiğini
ispatlayamayınca, iftira suçuna (hadd-i kazif) çarptırıldı ve seksen değnek vuruldu.
İslam devletinin her köşesinden Hz. Peygamber’e hukuk davaları da
getiriliyordu. Hz. Peygamber, hukuk davalarını çözerken de hukuk muhakemeleri
hakkında birtakım prensip ve kaideler koydu. Ona gelen hukuk davaları arasında
miras ihtilafları, toprak mülkiyeti, su kuyusu mülkiyeti, su hakkı ihtilafları, nesep,
borç, vs. bulunuyordu.
Taşra
Hicretten sonra Medine’de gayri müslimlere tanınan adli, hukuki ve dini
muhtariyetin aynısı, sonradan İslam devletine idari ve siyasi yönden bağlılığı söz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
konusu olan eyalet devletlerine de tanınmıştır. Necran Hıristiyanları ile İslam
devleti arasında siyasi bir antlaşma oldu. Necranlılara antlaşma gereğince, dini,
hukuki ve adli sahada muhtariyet verilmişti. Necranlılar, İslam adaletine hayran
olmalılar ki, Hz. Peygamberden adli işlerini yürütecek bir hâkim isterken, “aramızda
ihtilafa düştüğümüz konularda hüküm verecek bir kadı gönder!” dediler. Hz.
Peygamber de onların bu isteğini yerine getirmek üzere Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı
oraya kadi olarak gönderdi.
Amr b. Hazm da Necran’a İslam devletinin temsilcisi olarak gönderildi. İbn
Hazm orada yeni Müslüman olan kimseler arasında dini, idari, adli, öğretim ve
eğitim işlerini yürütüyordu. Hz. Peygamber zamanında İran devletine bağlı Uman
eyaleti, Ceyfer ve Abd isimlerinde iki kardeşin müşterek saltanatıyla idare ediliyordu. Hz. Peygamber onlara Amr b. As ile bir mektup gönderdi ve onları İslam’a
davet etti. Mektubun metni şöyledir:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Allah’ın Resulü Muhammed’den
Cülenda oğulları Ceyfer ve Abd’e: “... Siz şayet, her ikiniz de İslamiyet’i kabul
ederseniz, ben her ikinizin de iktidarda kalmasına rıza göstereceğim. Fakat her
ikiniz de İslamiyet’i kabulü reddederseniz, her ikinize ait krallık da elinizden
gidecektir.” Abd ve Ceyfer Müslümanlığı kabul ettiler ve ülkelerinde bulunan gayri
müslimlerin idarecisi olarak aynı görevlerinde kaldılar. Bu arada, İslam hükümetinin
temsilcisi sıfatıyla elçi Amr b. As Müslümanlar arasında adaletin dağıtımı ve ifası,
Müslümanlardan sadaka ve zekatların toplanması ve gerekli yerlere sarf edilmesi
ve ayrıca gayri müslimlerden cizye vergisinin toplanması ve Müslüman halkın dini
öğretim ve eğitim işleriyle görevlendirildi.
Bahreyn eyaleti, İran’a bağlı olarak Münzir b. Sava tarafından idare
ediliyordu. Hz. Peygamber, A’la b. Hadrami ile eyalet valisi Münzir’e bir mektup
gönderdi ve o mektupta valiyi İslam’a davet etti. Eyalet valisi Münzir, Hz.
Peygamber’e olumlu bir cevap verdi. Hz. Peygamber, Münzir’i eskiden olduğu gibi
yine gayri müslimlerin idarecisi olarak vazifesinde bıraktı. İslam devletinin temsilcisi
sıfatıyla orda bulunan A’la b. Hadrami Müslüman olanların idarecisi oldu. Bundan
sonra O, Müslüman halkın idari, adli, mali, dini ve öğretim işlerini yürütmeye
başladı.
Yemen’de Bâzân b. Sâsân, İran devletinin valisi idi, Hz. Peygamber, Bâzân’ı
Müslüman olduktan sonra, aynı şekilde Yemen’de vali olarak bıraktı. Bâzân, sadece
idari işleri yürütüyordu. Adli ve diğer işler ise Peygamber tarafından gönderilen,
âmil ve hâkimler tarafından yürütülüyordu.
Hz Peygamber’in Kadıları
Arap yarımadası, Hz. Peygamber’in vefatına yakın sıralarda büyük oranda
İslam devletinin hâkimiyeti altına girmişti. Takdir edilir ki, bu kadar geniş toprakları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
içine alan bir ülkenin idaresinin tek kişi tarafından yürütülmesi imkansızdır. Bu
sebeple Hz. Peygamber her fethedilen veya kendi rızalarıyla Müslüman olarak
İslam hâkimiyeti altında yaşamayı arzu eden her bölgeye bir vali tayin ediyordu.
Valiler idari işlerle meşgul oluyorlardı. Valiler, vazife yaptıkları bölgelerde kazai
işleri bazen kendileri yapıyorlardı. Bazen de İslam hükümeti tarafından sırf kazai
işlerle görevli memurlar yani hâkimler gönderiliyordu. Hatta Hz. Peygamber
Medine’de kazai işlerin çoğalması sebebiyle önceden hâkim sıfatıyla taşımakta
olduğu görevlerden bir kısmını sahabilerine devretmişti. Amir eş-Şa’bi’den gelen
bir rivayete göre, Peygamber devrinde dört kadi vardı. Bunlar Hz. Ömer, Ali, Zeyd
b. Sabit ve Ebu Musa el-Eş’ari idi. Mesruk ve Katade, Peygamber zamanında altı
tane kadı olduğunu zikrediyorlar. Bu kadılar Ömer, Ali, Abdullah b. Mes’ud, Übey b.
Ka’b, Zeyd b. Sabit ve Ebu Musa el-Eş’ari’dir. Bu rivayetler Hz. Peygamber
zamanında hâkimlerin mevcut olduğunu gösteriyor ve ispat ediyor. Ancak bu iki
rivayet Hz. Peygamber zamanında hâkimlik yapmış şahısların bir kısmının listesini
vermektedir. Serahsi ilk zamanlarda kadıların müfti olarak adlandırıldığına dikkati
çekmektedir. Kanaatimizce ilk devirlerde kadıların ekseriya müftiler arasından tayin
edilişi, kadılara müfti diye isim verilmesine sebep olmuştur. Kaynaklardan tespit
edildiğine göre peygamber devrinde 140 müftiden ekserisinin kadılık vazifesi
yaptığını kabul etmek mecburiyetinde kalırız. Gerek Şa’bi’nin ve gerek Mesruk ve
Katade’nin hâkim olarak gösterdikleri şahıslar da bu 140 kişi arasındadır.
Peygamber zamanında dört veya altı tane kadı var denilmesi o şahısların
vazifelerinde başarı elde etmeleri ve şöhret bulmalarıyla tefsir olunabilir. Aksi
halde vesikalar arasında onlardan başka yer alan hâkimlerin durumunu izah etmek
mümkün olmaz.
Hz. Peygamber’in sahabilerinden ekserisine kazai sahada görev tevdi ettiğini
tarihi vesikalarla izah edebiliriz. Bir gün iki şahıs aralarındaki ihtilafı Hz.
Peygamber’e getirdiler ve, “biz önce bu ihtilaf için ilim sahibi şahıslara müracaat
ettik, onlar bize ihtilafın çözümü hakkında şöyle bir hüküm verdiler.” dediler. Hz.
Peygamber’in ihtilafı getiren şahısları dinledikten sonra, verilen kararı yerinde
bulup, taktir edilen cezayı da derhal infaz etmesi, hâkimlerin kararlarına yapılan
itirazları tetkik ettiğini göstermektedir. Müellif Hamidullah bu hususa işaretle, “ilk
anlarda, Hz. Peygamber’in kendisi nihai istinaf veya temyiz olmak üzere, nakibler
onun emri altında hâkim olarak vazife görmüşe benzemektedir. … Tedricen,
Medine’de kazai işlerin miktarı artmış ve Hz. Peygamber hâkim sıfatıyla taşımakta
olduğu yetkilerden bir kısmını başkalarına devretmek ve kazai hususta sadece
temyiz yetkisini kullanmakta iktifa etmeğe mecbur olmuştur.” demektedir.
Ukbe b. Amir şunları anlatıyor: “Bir gün Resulullah’ın yanında otururken iki
şahıs aralarındaki bir ihtilafı ona getirdiler. Hz. Peygamber bana hitaben: “Ey Ukbe!
Kalk ve bu iki kişi arasındaki ihtilaf hakkında hükmet!” dedi. Ben, “Ey Allah’ın
Resulü, bu hususta sen benden daha salahiyetli ve daha liyakatlisin!” dedim.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
Resulullah sözüne devam ederek: “Ey Ukbe, eğer onların arasında hükmedersen
içtihat etmeğe ihtiyaç duyduğun için, içtihat edip de gayene isabet edersen on
sevap mükafatına nail olursun. Şayet içtihadında çalışmana ve cehdine rağmen
hata edersen -çalışman karşılığı olarak- bir sevap mükafatı elde edersin.” dedi.
Hz. Peygamber bir davada da hüküm vermekle Amr b. As’ı görevlendirdi.
Amr, ihtilafın çözümüne memur edilince: “Ey Allah’ın Resulü! Senin yanında ve
huzurunda mı davacılar arasında ihtilafa bakmam gerekiyor?” dedi. Hz. Peygamber
cevaben: “Evet, benim huzurumda davaya bakacaksın!” dedi. Amr, tekrar
Peygamber’e sordu: “Ya Resulallah hangi esas üzerine hüküm vereceğim?” Hz.
Peygamber: “Şayet sen, davacıları dinledikten sonra aralarında karar vermek için
içtihat edersen bir sevap (başka bir rivayette iki sevap) mükafatını elde edersin!”
dedi.
İki kardeşin müşterek mülkiyetlerinde bir arazi parçası vardı, burada bir
kulübe inşa edildi. İki kardeşin varisleri bu kulübenin hangi kardeşe ait olduğu
hususunda ihtilafa düştüler. Bu meselenin çözümü için Hz. Peygamber’e geldiler.
Hz. Peygamber davaya bakmakla Huzeyfe b. Yeman’ı görevlendirdi. Huzeyfe, bizzat
dava edilen kulübenin mahalline gitti. Gerekli keşiften sonra, ihtilafı bir çözüme
bağladı ve tekrar Medine’ye döndü. Verdiği kararı Hz. Peygamber’in tasviplerine
sundu. Hz. Peygamber verilen kararı temyiz ederek tasdik etti.
Hz. Osman hilafet mevkiinde iken, Hz.Ömer’in oğlu Abdullah’ı hâkim olarak
tayin etti. Abdullah b. Ömer görevden affedilmesini istedi. Gerekçe olarak da kaza
fonksiyonunun mes’uliyetli bir fonksiyon olduğunu ileri sürdü. Hz. Osman,
Abdullah b. Ömer’e: “Niçin görevden affını istiyorsun? Halbuki baban bile hâkimlik
yapmıştı.” dedi. Abdullah b. Ömer cevaben şöyle dedi: “Evet, babamın hâkimlik
yaptığını biliyorum. Fakat herhangi bir müşkil esnasında hemen Hz. Peygamber’e
soruyor ve o meselenin çözümünü O’ndan öğreniyordu.” Müellifler bu rivayet ile
Hz. Ömer’in, Hz. Peygamber zamanında hâkimlik yaptığına hükmederler. Diğer bazı
rivayetlerde de Hz. Ömer’in kadı tayin edildiği belirtilir. Bu arada Hz. Ömer’in
11/632 yılında amil olarak taşra vilayetlerine gönderildiğini de hatırlatalım.
Hz. Peygamber, taşra vilayet ve eyaletlerinde adli işlerin yürütülmesini
valilere ek görev olarak tevdi ediyordu. Fakat oralara sırf kazai ve adli işleri
yürütecek memurlar da gönderdi. Hz. Peygamber tarafından sırf adli işlerle
görevlendirdiği hâkimlerin Yemen’in çeşitli bölgelerinde görev yaptıklarını
görüyoruz. Hz.Peygamber tarafından sırf adli görevle tayin edilen ilk hâkim
Hz.Ali’dir. Hz. Ali, kadı tayin edilmeden önce Yemene bir askeri birliğin kumandanı
olarak gönderilmişti.
Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi Yemen’in Necran bölgesine kadı tayin ettiği zaman
Hz. Ali böyle bir görevi önceden ifa etmediği için tereddüt etti ve şöyle dedi: “Ya
Resulallah! Beni her bakımdan bilgili bir topluluğa hâkim tayin ediyorsun, hâlbuki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
ben gencim ve adli idare muhakeme usulü hakkında bir bilgim yoktur.” Bu söz
üzerine Hz. Peygamber, önce elini göğsüme koydu ve şöyle dedi: “Allah’ım! Bu
gencin dilinin belagatini artır, kalbini hidayetten ayırma ve gayesine ulaştır!” Hz.
Peygamber, böyle dua ederek bu hususta bana cesaret verdi. Ve ayrıca şu
nasihatte bulundu: “İki tarafı da dinlemeden aralarında sakın hükmetme! Bu
alınması gerekli kararı tayin etmede sana daha elverişlidir.” Hz. Ali, konuşmasına
şunları da ilave ediyor: “Ben bu andan itibaren hüküm vermeğe devam ettim, asla
bir şüphe ve tereddüde düşmedim.”
Hz. Ali’nin Yemen’de kaç sene hâkimlik görevi yaptığını tesbit etmek güçtür.
Kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre orada bir seneden fazla bu görevde
kalmadığı anlaşılıyor. Hz. Ali Yemen’de hâkimlik yaparken taraflar onun verdiği bazı
kararlara itiraz edip Hz. Peygamber’e temyiz edilmek üzere götürmüşlerdir. Hz.
Peygamber, Hz. Ali’nin vermiş olduğu kararları temyiz etmiş ve bütün kararların
hukuki usul ve kaidelere uygun olduğunu açıklamıştır. Hatta onun vermiş olduğu
kararlarda büyük bir isabet kaydettiğini ifade etmiştir.
Hz. Peygamber zamanında hâkim olarak temayüz etmiş şahsiyetlerden biri
de Muaz b. Cebel’dir. Muaz, Mekke ve Yemen bölgelerinde dini eğitim ve öğretim
görevlerinde bulunmuş, dolayısıyla bilgi ve tecrübesi artmıştı. Hukuk sahasında
nazari ve tatbiki bilgisiyle Hz. Peygamber’in takdirini kazanan Muaz’ın, Yemen’in
Cened bölgesine tayin edildiğini görüyoruz. Hz. Peygamber kendilerine Yemen’e
kadı olarak tayin ettiği haberini verdikten sonra İslam mahkemelerinde tatbik
edilecek kanunları sordu. Bu soruya verilecek cevap müstakbel hâkimlerin, İslam
mahkemelerinde uygulayacakları kanunları teşkil edecektir. Hz. Peygamber’in
sorusu bu gayeye matuf ve mebnidir. Muaz’ın, Peygamber’in sorusuna verdiği
cevap, çok yerinde ve ilginç sayılır. Resulullah, Muaz’a şöyle sordu: “Hangi esasa
göre hüküm vereceksin ya Muaz?” Muaz, bu soruya “Allah’ın Kitabına (Kur’ân’a)
göre” diye cevap verdi. Hz. Peygamber, bu sefer: “Onda o hadiseyle ilgili bir hüküm
bulamazsan, ne yaparsın? Ne ile hüküm verirsin?” diye sordu. Muaz, bu soruya:
“Peygamber’in Sünneti ile” diye cevap verdi. Bu sefer Hz. Peygamber: “Ya onda da
bulamazsan, ne yaparsın? Ne ile hüküm verirsin?” diye sordu. Muaz, bu soruya da:
“Kendi içtihadımla hükmederim.” diye cevap verdi. Hz. Peygamber Muaz’ın bu
şekilde olgun ve kemal-i dikkatle verdiği cevaplara karşılık büyük bir memnuniyet
hissetmiş ve ona şöyle dua etmiştir:
“Allahım! Sana hamd ve senalar olsun ki, Resul’ünün elçisini,
Resulullah’ın razı olduğu ve istediği şeye muvaffak kıldın!” buyurmuştur.
Muaz, adli ve kazai işler yanında mali, dini, eğitim ve öğretim işlerini de
yürütüyordu. Muaz’ın, Yemen bölgesinde hâkimlik yaptığı zamana ait vermiş
olduğu mahkeme içtihatları bugün elimizdedir. Hz. Peygamber, Yemenlilere bir yazı
(mektup) göndererek Muaz’ın kendi bölgelerinde hâkim olarak vazife yapacağını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
bildirmiştir.
Ma’kıl b. Yesar, kendi kabilesi Müzeyne’de hâkimlik yapmak üzere Hz.
Peygamber tarafından tayin edilmişti. Ma’kıl’ın kazai faaliyeti ve içtihatları
hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Herhalde olağanüstü sayılacak bir faaliyette
bulunmamıştır.
Vesikalar arasında Ebu Musa el-Eşari’nin, Yemen’de Peygamber zamanında
hâkimlik ve öğretmenlik yaptığı geçmektedir. Ebu Musa’nın içtihadları ve adli idare
konusunda yaptığı faaliyet hakkında herhangi bir haber bize ulaşmamıştır. Ancak,
Hz. Ömer zamanında adli idaredeki aktif faaliyeti kaynaklar arasında geçmektedir.
Bazı kaynaklarda, Attab b. Esid’in Mekke’ye hâkim olarak tayin edildiği
gösterilmektedir. Daha ziyade onun Mekke’ye vali, olarak gönderildiği kabul edilir.
Attab’ın Mekke’ye kadı değil, vali tayin edildiğini kabul etmek daha doğru olur. Bu
şekilde kabul edilirken, valilik görevini ifa ederken ek görev olarak da adli işleri
yürüttüğünü düşünebiliriz.
Hz. Peygamber tayin ettiği hâkimlere birtakım tavsiye ve direktiflerde
bulunuyordu. Yukarıda Hz. Ali ve Muaz’a yaptığı tavsiyeleri zikretmiştik, aynı
şekilde Ubeyde’yi Necran’a hâkim olarak gönderirken: “Onların sana dava olarak
getirecekleri şeyler hususunda adaletle hükmet!” dedi. Hz. Peygamber, başka bir
tayin sırasında: “Hâkimin, muhakeme esnasında alış-veriş yapamayacağını” tenbih
etmiştir. Ayrıca hâkimin, muhakeme esnasında öfkeli ve sinirli bir halde iken
hüküm vermesini yasaklamıştır. Başka bir tayin esnasında da: “Kim olursa olsun,
İslam kanunlarına göre hareket etmeyen görevinden alınacaktır.” demiştir. (Bu
dersin “Adalet Kurumu” bölümü, Fahrettin Atar’ın “İslam Adliye Teşkilatı” isimli
kitabının 33-49. sayfaları arası özetlenerek hazırlanmıştır.)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Özet
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
• Din, insanların dünya hayatını tanzim eden ve bunun karşılığında
kendilerine ahiret mutluluğu sunan ilahi kanunlar manzumesidir. Bu
manzumenin en önemli bölümü de ibadettir. Din, ibadeti ile var olur ve
mabedi ile ayakta kalır.
• İslam dininin var olan ibadetlerinin başında namaz gelir. Namaz yalnız
kılınacağı gibi camide cemaatle de kılınır. Hz. Peygamber, hicretten
sonra Medine’de yaptırdığı mescidde günde beş vakit cemaatine imam
olmuş ve onlara namaz kıldırmıştır. İslam’ın beş şartından birincisi
iman, diğer dördü de ibadettir. Namaz, oruç, zekat ve hac, İslam’ı ayağa
kaldıran ibadetlerdir. Bunların bütünü dini kurumlar olarak Hz.
Peygamber’in hayatında yerini almıştır.
• İslam, bilgiye çok önem verir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerimde; Hz.
Peygamber de hadis-i şeriflerinde Müslümanları ilme yönlendirirler. Hz.
Peygamber, Müslümanları hem ilme yönlendirmiş hem de çevresini
bilgilendirmiştir. Bunun için Mekke’de Dâru’l-Erkam’ı, Medine’de de
Suffa’yı ilim tahsilinin merkezi olarak kullanmıştır. Bu iki merkeze
devam edenler, Hz. Peygamber’e öğrenci olmuşlar; o da öğrencilerini
en güzel şekilde yetiştirmiştir. Bu merkezlerde yetişenler, Hz.
Peygamber hayatta iken ve vefat ettikten sonra devletin çeşitli
kademelerinde görevler yapmışlardır.
• Cahiliye toplumunu bütün değer yargılarıyla değiştirmeyi hedefleyen
Hz. Peygamber, Müslümanların anlayışlarını, yaşantılarını, kültürlerini
değiştirdi. Bu değerlerden İslam ile çelişmeyenleri bıraktı; çelişenleri
atarak onların yerine yenilerini ikame etti. Müslümanlar, yaşadıkları
bölgenin İslam ile çelişmeyen kültürlerini muhafaza etmekle birlikte bu
kültüre İslami bir renk kazandırdılar. İslam ile kazandıkları bu yeni bilgi
ve kültürlerini güzel bir şekilde hazmederek kendilerinden sonraki
nesillere aktardılar.
• Yüce Allah tarafından İslam dininin gönderilmesinin maksatlarından
biri de yeryüzünde adaleti ikâme etmektir. Yüce Allah tarafından İslam
dinini dünyaya yaymakla görevlendirilen Hz. Peygamber, bu görevi de
en güzel şekilde yerine getirmiş ve insanlar arasında adaletle
hükmetmiştir. Adaletin dağıtımı için valiler ve hâkimler görevlendirmiş,
kendisi hayatta iken çok güzel çalışan bir yargı sistemi kurmuştur. Bu
sistem ile suçlular cezalandırılmış, haklılara hakları verilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Mekke’de evlerinin bir bölümünü mescid haline getiren iki shâbî kimdir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Hz. Ömer ve Hz. Ali
b) Hz.Osman ve Hz. Talha
c) Hz. Câfer ve Hz. Abbas
d) Hz. Sâlim ve Hz. Bilal
e) Hz. Ebû Bekir ve Hz.Ammâr
2. Hz. Peygamber tarafından temeli atılan ilk mescid hangisidir?
a) Kubâ mescidi
b) Cuma mescidi
c) Medine mescidi
d) Seleme oğulları Mescidi
e) Rânûnâ mescidi
3. Hz. Peygamber zamanında zekât toplayan memurlara ne ad verilirdi?
a) Vâli
b) Âmil
c) Kâtib
d) Kâid
e) Tasildâr
4. Hac ibâdeti hicretin kaçıncı senesinde farz oldu?
a) Beşinci sene
b) Onuncu sene
c) Dokuzuncu sene
d) Birinci sene
e) İkinci sene
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
5. Hz. Peygamber’in emriyle kısa zamanda Süryânice ve İbrânice’yi öğrenen
sahâbî kimdir?
a) Zeyd b. Hârise
b) Zeyd b. Sâbit
c) Âsım b. Sâbit
d) Said b. Zeyd
e) Muaz b. Cebel
6. Aşağıdaki isimlerden hangisi Hz. Peygambe’in tayin ettiği hâkimlerden
değildir?
a) Ali b. Ebî Tâlib
b) Ebû Bekir b. Ebî Kuhâfe
c) Abdullah b. Mes’ûd
d) Ebû Mûsâ el-Eş’arî
e) Ömer b. el-Hattâb
7. Yemen’in Necrân bölgesine kadı olarak tayin edilen sahâbî kimdir?
a) Hz. Ömer
b) Hz. Ali
c) Hz. Bilal
d) Hz. Enes
e) Hz. Zeyd
8. Medine mescidinin eğitim-öğretim yapılan bölümüne ne ad verildi?
a) Medrese
b) Mekteb
c) Suffa
d) Kurs
e) Okul
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
9. Hz. Peygamber, Mekke’de ashâbını nerede eğitirdi?
a) Kâbe’de
b) Harem’de
c) Mescid’de
d) Dâru’l-Erkam’da
e) Sahra’da
10.Hz. Peygamber kaç kere hacca gitti?
a) İki kere
b) Üç kere
c) Beş kere
d) Dört kere
e) Bir kere
Cevap Anahtarı
1e, 2a, 3b, 4c, 5b, 6b, 7b, 8c, 9d, 10e
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hz. Peygamber Döneminde Dini, Kültürel ve Adli Kurumlar
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ağırman, Mustafa. (1997). Hz. Muhammed (s.a.v.) Devrinde Mescid ve
Fonksiyonları. İstanbul.
Ağırman, Mustafa. (2006). “Asr-ı Saadette Ordu ve Savaş Stratejisi”, Asr-ı Saadette
İslam, I-V. III, 379-341. İstanbul.
Atar, Fahrettin. (1979). İslam Adliye Teşkilatı. Ankara.
Baltacı, Cahit. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul.
Canan, İbrahim. (1984). Medeniyet, Kültür ve Teknik. İstanbul.
Çelebi, Ahmed. (1976). İslam’da Eğitim-Öğretim Tarihi. (Çev. Ali Yardım). İstanbul.
Çubukçu, Asri. (1989). İslam Devletlerinde Devlet Teşkilatı ve İlmî Faaliyetler.
Erzurum: (Ders Notları)
Hamidullah, Muhammed. (1980). İslam Peygamberi, I-II. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul.
Hamidullah, Muhammed. (1972). Hz. Peygamber’in Savaşları. (Çev. Salih Tuğ).
İstanbul.
Hamidullah, Muhammed. (1981). İslam Müesseselerine Giriş. (Çev. İ. Süreyya
Sırma). İstanbul.
Hitti, Philip K.. (1980). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, I-IV. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul.
Kallek, Cengiz, “Haraç”. DİA. XVI, 71-86.
Kayaoğlu, İsmet. (1980). İslam Kurumları Tarihi I. Ankara.
Kayaoğlu, İsmet. (1994). İslam Kurumları Tarihi II. Konya.
Kazıcı, Ziya. (1999). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi. İstanbul.
Salih, Suphi. (1981). İslam Mezhepleri ve Müesseseleri. (Çev. İbrahim Sarmış),
İstanbul.
Sarıçam, İbrahim-Erşahin, Seyfettin. (2011). İslam Medeniyeti Tarihi. Ankara.
Ebu Halil, Şevki. (2005). İslam ve Dünya Medeniyetleri Tarihi. (Çev. Atik AydınAbdulhadi Timurtaş). İstanbul.
Yeniçeri, Celal. (1984). İslam’da Devlet Bütçesi. İstanbul.
Yeniçeri, Celal. (2000). Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat. İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
HZ. PEYGAMBER
DÖNEMİNDE İDARİ, MALİ,
ASKERİ VE SOSYAL KURUMLAR
İSLAM KURUMLARI
ve
MEDENİYETİ
TARİHİ
ÜNİTE
5
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
GİRİŞ
Hz. Peygamber’in doğup büyüdüğü Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde bir
devlet ve devlet geleneği yoktu. Yarımadanın üç tarafında üç imparatorluk hüküm
sürmesine rağmen, yarımadanın tamamına hakim olan bir devlet yoktu. Yemen
bölgesine zaman zaman Sâsânî İmparatorluğu, zaman zaman da Habeş
İmparatorluğu hâkim olurdu. Kuzey Arabistan’da da Bizans İmparatorluğu’nun ve
Sâsânî İmparatorluğu’nun hakimiyeti vardı. Orta Arabistan’da ve Hicaz bölgesinde
ise bütün işler kabile geleneğine göre yapılıyordu.
Hz. Peygamber, Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra Medine’de bir
devlet kurdu. Bu devletin kuruluşu öyle birden bire değil, yavaş yavaş oldu; uzun
zaman geçtikten sonra ve ihtiyaç duyuldukça kurumlar yerine oturabildi. Hz.
Peygamber bu kurumları kurarken çevre devletlerin etkisinde kalmadı. Arap
yarımadasında var olan kabile geleneğinin etkisinde de kalmadı. Her şeyini
bağımsız ve hür olarak kurdu.
Suyun suya benzediği gibi insan insana, devlet devlete, kurum da kuruma
elbette benzeyecektir. Hz. Peygamber’in kurduğu devlette var olan bazı kurumların
çevre devletlerde veya kabile geleneğinde var olması Hz. Peygamber’in oralardan
etkilendiği ve bu kurumları oralardan almış olduğu manasına gelmez. Bu kurumlar
tamamen Hz. Peygamber’e mahsustur. Onun kurduğu devletin yapısında var olan
kurumlardan birkaçı şunlardır:
İDARİ YAPI
Yüce Allah’ın insanlığa gönderdiği peygamberlerden bazıları dini lider,
bazıları da hem dini hem de siyasi lider olarak insanlara hizmet etmişlerdir. Hz.
Muhammed, hem dini hem de siyasi liderliğe sahip olanlardan biridir. Bilindiği gibi
Hz. Peygamber’in hayatı, Mekke dönemi ve Medine dönemi diye ikiye ayrılır. O,
Mekke döneminde putları terk edip Yüce Allah’a inananlara başkanlık ediyordu.
İslam dinini kabul edenlerden biat alıyordu. Mekke döneminin son yıllarında
Akabe’de bazı Medinelilerden de kendisine itaat edeceklerine dair söz aldı.
Hac mevsiminde Mekke yakınındaki Mina bölgesinin Akabe mevkiinde
görüştüğü Medinelilerden dini, siyasi ve idari bağlılık anlamına gelen biat aldı. Son
Akabe Biatı’nda, Medine’yi İslamlaştıracak ve kendisiyle irtibatı sağlayacak on iki
nakîb (gözcü, temsilci) seçilmesini istedi. Son Akabe Biatı’na katılan yetmiş beş
Medineli içerisinden seçilen bu nakîblerin dokuzu Hazrec kabilesinden, üçü de Evs
kabilesindendi. Bunlar, başkanları Es’ad b. Zürare’nin ve muallim Mus’ab b.
Umeyr’in üstün gayretleriyle kısa zamanda Medine’nin İslamlaşmasını sağladılar ve
burayı hicrete hazır hale getirdiler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
Ardı ardına yapılan üç Akabe görüşmesinden sonra Hz. Peygamber,
Müslümanlara Medine’ye hicret etmelerini emretti; Müslümanlar da Medine’ye
hicret ettiler. Sonra da Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir ve beraberindekiler hicret
ettiler. İki ay içinde hicret tamamlandı ve hicret sonrasında Medine’de yapılan
muâhat (Ensar ile Muhacirlerin birbirlerine kardeş olması) ile iki toplum Hz.
Peygamber’in liderliğinde birbiri ile kaynaştı.
Medine’de, Hazrec ve Evs kabilelerinin dışında bir de Yahudiler vardı.
Kaynuka oğulları, Nadir oğulları ve Kurayza oğullarından oluşan Yahudi cemaati ve
daha değişik dinlere mensup kişiler ile de ayrı bir anlaşma (muâhede) yapıldı. Bir
arada yaşama, karşılıklı hak ve hukuka riayet, Medine’yi dışarıya karşı birlikte
koruma gibi elli üç maddenin yer aldığı Medine Sözleşmesi olarak bilinen bu yazılı
anlaşmanın maddelerinden biri de, taraflar arasında çıkabilecek her türlü
anlaşmazlıkta Hz. Peygamber’in hakem olacağının kabul edilmesiydi. Buna göre
bütün taraflar Hz. Peygamber’in liderliğini kabul etmiş oluyorlardı.
Hicretten sonra, devletin üç unsuru olan millet, toprak ve idare
tamamlanınca Müslümanlar, Medine’de müstakil bir idari yapıya kavuştular. Hz.
Peygamber’in başkanlığında oluşan bu devletin unsurlarının modern devletlerde
olduğu gibi ülke, muhtelif inanç ve etnik gruplardan meydana gelen halk, teşkilat
ve hakimiyetten oluştuğu görülmektedir.
Hz. Peygamber, Medine’de hem dini hem dünyevi otoriteyi temsil ediyordu.
Mekke’nin fethi ve devletin genişlemesinden sonra, büyük bölümünün, tek bir
idareye boyun eğdiği Arap yarımadasının yeni idari yapılanması netleşmeye
başladı. Hz. Peygamber, Müslüman olan bölgelere valiler tayin etti. Bunlar, Hz.
Peygamber adına o bölgeyi idare eder, bölge halkının zekatını toplar ve yoksulların
ihtiyacından arta kalanı devletin genel maslahatında kullanılmak üzere Medine’ye
gönderirlerdi.
Hz. Peygamber’in etrafında kendisine yardımcı olan çok sayıda katip
bulunuyordu. Onlardan bir kısmı, inen Kur’ân ayetlerini yazmaktan sorumlu iken,
bir kısmı da insanların ihtiyaçlarını yazıyordu. Zeyd b. Sabit, valilere genelge; komşu
devlet başkanlarına da İslam’a davet mektupları yazardı. Hem genelgeler hem de
mektuplar Hz. Peygamber’in mührü ile mühürlenirdi. Bu katiplerden herhangi
birinin bir mazeretinden ötürü bulunamaması durumunda, Hz. Peygamber’in
mührünü taşıyacak ve kendisine vekalet edecek bir görevli bulunuyordu.
Devletin İlkeleri
Hz. Peygamber’in Medine’de kurduğu devlet idaresinde izlediği ilkeler,
Kur’ân-ı Kerîm’de çerçevesi çizilen şu ilkelerdir: Meşruiyet, adalet, ehliyet/liyakat,
istişare, ahlak ve insana saygı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
Meşruiyet
Meşruiyyet, idarede halkın desteğini almak demektir. Hicretten sonra
Medine’de bir devlet kuran Hz. Peygamber, her şeyden önce idaresinin
meşruluğunu gözetmiştir. Halkın desteğini almayan idarelerin kalıcı olamayacağını
düşünmüştür. Onun idaresinde Meşruiyet aracı, bugünkü anlamında dar seçim
diyebileceğimiz biattır. Bilindiği gibi biat, bağlılık akdi ve itaat yemini demektir.
Türkçede “biat” şeklinde telaffuz edilen kelimenin Arapça aslı “bey’at”tır.
Bey’at, İslam devletinde, “idare edenle idare edilenler arasında yapılan, seçim ve
bağlılık karakteri taşıyan sosyo-politik bir akittir.” Hz. Peygamber, kendisini Allah’ın
elçisi olarak tasdik edenlerden biat alıyordu. Kur’ân-ı Kerîm’de de ifade edildiği gibi
biat, aslında Hz. Peygamber’in şahsına değil; onun aracılığı ile Yüce Allah’a
edilmektedir. Asr-ı Saadet’te sadece erkekler değil, kadınlar da biat etmekle
mükellef idiler. Hz. Peygamber’den sonra biat, İslam devletlerinde idarecilerle halk
arasında yapılan, seçim veya bağlılık karakteri taşıyan bir akit olarak devam
etmiştir.
Adalet
Adalet, mülkün temelidir. Buradaki mülk, idare ve saltanat demektir. Yani
idarenin ve saltanatın temeli adalettir. Kur’ân-ı Kerîm’deki yüzlerce ayet-i kerime
ve Hz. Peygamber’in bir hayli hadis-i şerifi, İslam’da adaletin önemini ortaya
koymaktadır. Hz. Peygamber’in idaresi, işte bu adaletin en güzel bir şekilde tatbik
edildiği bir idaredir. O’nun idare anlayışını ve uygulamalarının esasını adalet
oluşturuyordu. O, idare ettiği insanlar arasında ayrım gözetmeden, hepsine adil
davranmıştır. Bunun en bariz örneği, hicretten hemen sonra kaleme alınan Medine
Vesikası ve O’nun Medine dönemindeki uygulamalarıdır.
Ehliyet
Hz. Peygamber, çeşitli görevlere tayin ettiği kişilerde ehliyet ve liyakat arardı.
Daha Mekke’de bir cemaat reisi iken Medine’ye göndereceği muallimi (öğretmeni)
ince eleyip sık dokuyarak seçmiş ve bu görevi Mus’ab b. Umeyr’e vermiştir.
Medine’de İslam’ın kısa zamanda yayılması Hz. Peygamber’in bu tayinde ne kadar
isabetli olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber, Medine’ye hicretten sonra
orduya komutanlar, vilayetlere valiler, zekat toplamak için amiller, insanlara
Kur’ân-ı Kerîm öğretmek için öğretmenler tayin etmiştir. Bunların hepsinde de
ehliyet ve liyakate önem vermiştir. Görevi isteyene değil; ehil olana vermiştir.
Zaman zaman kendisinden görev isteyenler olmuştur, ehil görmediği için onlara
görev vermemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
İstişare
İstişare, idare edilenlerin yönetiminde söz sahibi olmasına imkan tanıyan bir
uygulamadır. Bir diğer ifadeyle siyasal katılımdır. Kur’ân-ı Kerîm’de istişarenin
üzerinde çok durulur; Yüce Allah tarafından bizzat Hz. Peygamber’e idare işlerinde
çevresi ile istişare etmesi emrolunur. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber’in idaresi,
istişare üzerine kurulmuştur. Onun istişaresi, dünyevi meseleleri kapsadığı gibi,
bazen hakkında vahiy gelmeyen dini hususları da içeriyordu. Hz. Ebu Hureyre,
“Resulullah’dan daha fazla arkadaşları ile istişare eden hiç kimse görmedim.”
demektedir.
Ahlak
Ahlak, devletin her türlü muamelesinde, kişilerle, kurumlarla ve devletlerle
olan ilişkilerinde dürüst davranması demektir. İdarenin başarısı, kendisini ahlaki
temeller üzerine oturtması ve istihdam ettiği insanlarda bu ilkeleri gözetmesine
bağlıdır. Başka bir ifade ile hükmi şahsiyet olan idare ile idarecilerin ahlaklı
olmaları, hem söz konusu medeniyetin başarısını, hem de toplumun barış, huzur ve
refahını sağlar.
Kendisi güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiş olan ve bu konuda
gerçekten başarılı olmuş olan Hz. Peygamber de idaresinde, ahlakın başta gelen
umdelerinden doğruluk, şefkat, merhamet ve güven gibi hususları esas almıştır.
O’nun, şahsı adına ve devlet adına verdiği sözden döndüğü görülmemiştir.
Hudeybiye musalahası ve devamında olup bitenler, bunun en büyük delilidir. Bu
sebepten dolayı düşmanları bile O’nun üstün bir ahlak sahibi olduğunu kabul
etmişlerdir. Yüce Allah da Kur’ân-ı Kerîm’de bu gerçeği şöyle ifade etmektedir:
“Muhakkak ki sen, üstün bir ahlak üzeresin.” (Kalem/68: 4)
İnsana Saygı
Hz. Peygamber, idarede asıl hedef olan insana saygıyı daima göz önünde
bulundurmuştur. O’nun idaresinde insana saygı, iki türlü tezahür etmiştir. Bir
yandan Müslümanları şefkat ve merhametle kucaklarken, diğer yandan da
Müslüman olmayanların temel hak ve hürriyetlerini gözetmiştir. Prensip olarak
savaşlarda karşılaştığı düşmanı bile yok etmeyi değil, kazanmayı gaye edinmiştir.
Bunun en büyük delili onun katıldığı savaşlarda iki taraftan da çok az insanın kayıp
verilmesidir.
Vatandaşın Hakları
Hz. Peygamber’in hicretten sonra Medine’de kurduğu devletin hudutları
içerisinde yaşayan insanlar, insan olmanın ve O’nun devletinin vatandaşı olmanın
zevkini ve lezzetini yaşadılar. Önceden elde edemedikleri birtakım hakları, bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
devletin çatısı altında edindiler. Bu devletin çatısı altında kurulan kurumlar da
vatandaşa hizmet için kurulmuştu. Bunların en önemlileri şunlardır:
Kardeşlik
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de “Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurat/49:
10) buyurmakta; Hz. Peygamber de, “Müslüman Müslümanın kardeşidir.”
(Buhari/Mezalim: 3; Müslim/Birr: 58) buyurmaktadır. Hz. Peygamber’in hayatında
ümmet ve devlet, kardeşlik ilkesi sayesinde tek bir aile oldu. Hz. Peygamber,
hicretten sonra Mühacir ve Ensarı, evlerini ve mallarını birbiri ile paylaşan
kardeşler yaptı. Bu kardeşler, birbirleri ile öz kardeşlerden daha iyi geçindiler.
Mümin olmayanlara da kardeş (insan kardeşi) muamelesi yapıldı.
Eşitlik
İslam dinine göre insanlar kanun önünde eşittir; birinin diğerine karşı
üstünlüğü yoktur. Haklar verilirken ve adalet dağıtılırken herkese eşit verilirdi; sınıf,
ırk ve din ayrımı yapılmazdı.
Vergiler de ayrım yapılmaksızın herkesten eşit olarak alınırdı. Müslüman
olanlardan malı çok olanın zekatı çok, malı az olanın da zekatı az olurdu. Müslüman
olmayan vatandaşlardan alınan vergiler de gelirlerine göre olurdu.
Hürriyet
Cahiliye döneminin en büyük ayıplardan biri, insanı köleleştirmesi ve
hürriyetini elinden almasıdır. İslam’ın en başta gelen güzelliklerinden biri de insanı
hürriyete kavuşturmasıdır. İslam, insanın hem bedenini hem aklını hem inanç ve
düşünce dünyasını hürriyete kavuşturmuştur. Ayrıca İslam, köleliğe giden bütün
yolları kapatmış, kölelikten kurtuluş yollarını da çoğaltmış ve genişletmiştir.
Bir insan için en önemli hürriyet din ve inanç özgürlüğüdür. Yüce Allah,
insanlara din ve inanç hürriyeti de vermiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ve de ki: Hak Rabbinizdendir. Öyle ise, dileyen iman etsin, dileyen inkar
etsin.” (Kehf/18: 29)
“Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla, eğrilik birbirinden ayrılmıştır.”
(Bakara/2: 256)
Bu ayetlerin gereği olarak, Hz. Peygamber’in döneminde Müslüman
olmayan vatandaşlara İslam’a girme konusunda hiçbir baskı yapılmamıştır. Onlar,
İslam’ın kendilerine verdiği bu geniş hürriyetten azami derecede istifade
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
etmişlerdir. Hz. Peygamber’in, Müslüman olmadığı için bir ehl-i kitabı öldürdüğü
veya istediği şekilde ibadet etmesine mani olduğu görülmemiştir. Onun kilise ve
sinagog gibi gayri müslim mabetlerini yıktığı da olmamıştır. O, bu konuda Yüce
Allah’ın şu ayetine uymuştur:
“Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan
çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü
Allah, adaletli olanları sever.” (Mümtehine/60: 8)
Hz. Peygamber, gayri müslimlerin düğünlerine ve cenaze törenlerine katılır,
hastalarını ziyaret ederdi. Necran Hıristiyanlarından bir heyet, kendisini ziyarete
geldiğinde Hz. Peygamber abasını serdi ve onları üzerine oturttu. İnsan hakları, din
ve inanç hürriyeti gibi konularda çok hassas olan Hz. Peygamber, konu ile alakalı
olarak şöyle buyurmaktadır:
“Kim, bir zimmiyi rahatsız ederse, karşısında beni bulur.” (Acluni: II,218)
“Kim, bir zimmiyi öldürürse cennet kokusunu alamaz.” (Buharî)
Bürokrasi
Girişte kaydettiğimiz gibi Hz. Peygamber’in doğduğu zaman, Arap
yarımadasının üç tarafında üç ayrı imparatorluk bulunmasına rağmen, Mekke’de ve
Medine’de kurulu bir devlet ve devlet geleneği yoktu. Hicaz bölgesinde ilk devleti
hicretten sonra Hz. Peygamber kurdu. Temelini attığı devletin yapısını da kendisi
oluşturdu. Hz. Peygamber, Medine’de kurduğu devleti yalnız idare ediyordu; tayin
edilmiş bir yardımcısı, bir veziri yoktu. Yapılması gereken işler için görevliler,
komutanlar, öğretmenler, elçiler, mürşitler tayin ediyordu. Yeri geldiği zaman
çevresindekilerin fikirlerine müracaat ediyor, herkesi işin içine katıyordu. Daha
ziyade de ilk Müslümanlara ve Medine’nin ileri gelenlerine danışıyordu. Yaptığı
istişarelerin sonunda nihai kararı kendisi veriyordu. Çünkü Yüce Allah, kendisine
şöyle emretmişti:
“Devlet işleri hakkında onlarla iştişare et. Kararını verdiğin zaman da artık
Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Al-i
İmran/3: 159)
Medine merkezindeki devlet işlerini kendisi yürüten Hz. Peygamber,
Müslüman olan bölgelere valiler ve görevliler tayin etti. Tayin ettiği görevlileri ehil
olanlardan seçiyordu. Görevi isteyene değil, ehil olana veriyordu. Valiler, gittikleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
bölgeyi Hz. Peygamber adına idare ederlerdi. Zekat toplama memurları halktan
zekat toplarlar ve yoksulların ihtiyacından geri kalanı devletin genel maslahatında
kullanılmak üzere Medine’ye gönderirlerdi. Hz. Peygamber’in tayin ettiği valiler ve
bu valilerin gönderildiği bölgeler şunlardır:
Attab b. Esid, Mekke; Ebu Müsa el-Eş’ari, Yemen’in Ma’rib; Muhacir b. Ebi
Ümeyye, Yemen’in San’a şehirlerinde; Ziyad b. Lebid, Hadramevt; Adiy b. Hatem,
Tayy kabilesinin yaşadığı bölgede; A’la b. Hadrami, Bahreyn’de görev yapıyor ve
Muaz b. Cebel ise Hadremevt ve Bahreyn arasında gezgin muallim olarak
çalışıyordu.
MALİ YAPI
Yüce Allah, insanların dünya ve ahiret saadetini elde edebilmeleri için
kendilerine din göndermiştir. Bu dinin birinci kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm, insanlara
dünya saadetinin yollarını öğretmiş, Hz. Peygamber de bu yolları hayatında
yaşayarak göstermiştir. İslam, insanın hem manevi dünyasını hem de maddi
dünyasını imar ve ihya eden bir dindir. Dinimiz, yemeye, içmeye, giymeye, ikram
etmeye önem veren bir dindir. Dinimize göre insan, her türlü ihtiyacını helal
yollardan gidermelidir. İhtiyacını giderirken de aşırı bir şekilde israfa gitmemelidir.
“Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz.” (A’raf/7: 30) buyuran Rabbimiz, Kur’ân-ı
Kerîm’de, İslam ekonomisinin temel ilkelerini belirlemiştir. Hz. Peygamber de
sözleri ve fiilleri ile birer ekonomik değer olan üretim, tüketim, emek ve buna
benzer konularda önemli ilkeler ve uygulamalar ortaya koymuştur. Onun,
ekonomik anlamda üzerinde durduğu hususlardan birisi çalışmadır. O, Kur’ân-ı
Kerîm’in çalışma prensibi ile ilgili ayetlerini kendi hayatında uygulamıştır. Kişinin,
ailesini geçindirmek ve bir de yoksula yardım etmek için çalışmasını, Allah yolunda
cihad etmek ve gündüzleri oruç tutup geceleri de namaz kılmakla bir tutmuştur.
Hz. Peygamber, devamlı olarak çevresindeki insanları çalışmaya ve kazanmaya
teşvik etmiştir.
Bilindiği gibi Mekkeliler ticaretle, Medineliler de ziraatla meşgul olurlardı.
Ticareti iyi bilen Mekkeli Muhacirler, Medine’ye geldikten sonra oradaki ticaret
hayatını Yahudilerden aldı ve pazara hakim oldular.
Ticaret
Hicaz bölgesinin şehirlerinden Mekke’de ticaret, Medine’de de ziraat
yapılırdı. Mekke’de ziraat yoktur, çünkü arazisi ziraate elverişli değildir. Yüce
Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de de haber verdiği gibi Mekkeliler, yazın kuzeye; kışın da
güneye giderek ticaret yapar ve çok para kazanırlardı. Hz. Peygamber’in
dedelerinden Haşim’in (Abdülmüttalib’in babası), Mekkelilere kazandırdığı “îlâf”
(ticarette serbest dolaşım) , bu şehirde yaşayanlar için büyük bir ticari açılım oldu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
Mekkeliler, bu açılım sayesinde ithalat ve ihracat yaparak çok para kazanıyorlardı.
Ayrıca Yemen’den Bizans’a, Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar giderek bu
bölgelerin insanları ile tanışıyorlardı.
Hicretten sonra Medine’ye yerleşen Mekkeli Muhacirler, bu şehirde ticaret
yapmaya başladılar. Ticari tecrübeleri sayesinde Yahudilere baskın çıkarak Medine
pazarına hakim oldular ve Mekke’deki ticareti Medine’ye taşımış oldular.
Medine’deki ticareti İslam hükümlerine göre yaparak ticarete de yeni bir şekil ve
mana kazandırdılar.
Medine Pazarı
Hicretten önce, Medine şehrindeki pazarlar, genellikle müşriklerin ve
Yahudilerin kontrolündeydi. Bu iki sınıf, ticari faaliyetlerinde kendi dini
anlayışlarına ve Cahiliye adetlerine göre hareket ediyorlardı. Hz. Peygamber,
Medine’deki mevcut pazarları gezip gördükten sonra buraların Müslüman pazarı
olamayacağını söyledi. İslam’ın ekonomik konulardaki hükümlerini uygulayabilmek
için Müslümanların kendi pazarlarını kurmalarına gerek duydu. Saide oğullarının
oturduğu bölgede bulunan açık bir alanı pazar yeri olarak seçti ve bir pazar
nizamnamesi hazırladı. Bu pazarda esnafın sabit mekanlar edinmesini yasakladı ve
vergi alınmayacağını ilan etti. Kendisi de çok iyi bir tacir olan Hz. Peygamber, vergi
alınmadığı takdirde satıcıların yeni pazarı tercih edeceklerini biliyordu. Nitekim
ticaret yapanlar, Müslümanların kurduğu pazara rağbet göstermiş ve burası yeterli
müşteri bulmuştur. Hz. Peygamber, Medine pazarı canlandıktan sonra burayı
kontrol için görevliler tayin etmiştir. Bunlardan biri Hz. Ömer, diğeri de Semra bint
Nuheykil ismindeki bir hanım sahabidir. Fetihten sonra da Said b. As’ı Mekke
çarşısını kontrol için görevlendirilmiştir.
Faizin Yasak Edilmesi
Mekke, öteden beri Arap yarımadasının ticaret merkezidir. Mekkeliler, kışın
Yemen’e; yazın da Suriye’ye doğru gider ve Ortadoğu’da uluslararası ticaret
yaparlardı. İthalat ve ihracatın merkezi olan Mekke’de para boldu. Paranın ve
ticaretin olduğu bu şehirde faiz de vardı. Bu şehirde olan tefecilik Taif ve
Medine’de de yaygındı. Elinde parası olanlar hiçbir zahmet çekmeden, tefecilikten
haksız kazanç elde ediyorlar, tefecilerden para alanlar da çok sıkıntı çekiyorlardı.
İslam, ticareti helal kılarken ve teşvik ederken faizi merhale merhale
yasaklamıştır. Alışverişi, ticaret yapmayı ve borç verip almayı faizden arındırmıştır.
Mekke’de nazil olan ayetlerle bazı uyarılarda bulunan Yüce Allah, Medine
döneminde indirdiği şu ayet-i kerime ile faizi haram kılmıştır.
“Faiz yiyenler (kabirlerinden başka türlü değil) ancak şeytan çarpmış
kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar. Bu hal onların, “Alış-veriş de
tıpkı faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helal; faizi haram
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
kılmıştır. Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak) faizden
vazgeçerse, artık önceden aldığı kendisinindir ve onun durumu da Allah’a kalmıştır
(İnşaallah Allah onu affeder). Kim, tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliktir.
Orada ebedi kalacaklardır. Allah, faiz malını mahveder (Faiz karışan malın
bereketini giderir), sadakaları ise artırır (bereketlendirir). Allah, hiçbir günahkar
nankörü sevmez.” (Bakara/2: 275-276)
Hz. Peygamber, bu ayetle gelen faiz yasağını bütün Müslümanlara bildirdi ve
onlardan bu yasağa uymalarını istedi. Ayrıca Veda Hutbesi’nde bu yasağı bir kez
daha hatırlattı. Bütün yasaklara titizlikle uydukları gibi faiz yasağına da aynı titizlikle
uyan Müslümanlar, ticarete ve helal kazanca önem verdiler. Kısa zamanda
Medine’de ticareti ellerine geçirdiler. Hicretten sonra Medine, hem ticaretin hem
de hayvancılığın merkezi haline geldi. İnsanlara dinlerini öğreten Hz. Peygamber,
dünyalarını da öğretti. Ekonomik hayatla ilgili hükümler koydu. Müslümanlar da
Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in talimatlarının ışığı altında hareket ederek ekonomik
hayatı canlandırdılar.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra bir araya getirilen sonra da tasnif edilen
hadislerin konu başlıklarına baktığımızda, İslam’ın ekonomik hayata ne kadar önem
verdiği ortaya çıkmaktadır. Bu konu başlıklarından birkaçı şöyledir: Kitabu’l-büyü,
Kitabu’l-icare, Kitabu’s-selem…
İşçi Hakları
Cahiliye döneminde ve Asr-ı Saadet’te, Hicaz bölgesinin üç şehri olan Mekke,
Medine ve Taif’te canlı bir ekonomik hayat vardı. Mekke’de ticaret, Medine’de
ziraat ve hayvancılık, Taif’te de ziraat ve hayvancılık ön plandaydı. Her üç şehirde
zenginlerin yanında karın tokluğuna çalışan köleler, evlerde temizlik işlerinde
çalışan cariyeler vardı. Mekke’nin zengin tüccarları, Medine ve Taif’in toprak
ağaları bu işçilere çok kötü davranıyor ve onlara zulmediyorlardı. İslam, var olan
ekonomik hayatı baltalamadan bu insanların haklarını görüp gözetti. Cahiliye
dönemindeki haksız uygulamaları çok yakından bilen Hz. Peygamber de ücretle iş
yaptırma ve işçi çalıştırmaya toptan karşı çıkmamış; işçilere ağır iş yüklenmesi,
ücretin geciktirilmesi, kaybolan malın haksız yere işçiye ödetilmesi gibi
uygulamaları yasaklamıştır. İşçilere adaletli bir şekilde davranılmasını ve kardeş
muamelesi yapılmasını emretmiş ve bunları da hayatında uygulamıştır. Modern
dünyanın işçi haklarını gündeme almasından bin dört yüz yıl önce, işçilere
alınlarının teri kurumadan ücretlerinin adil bir şekilde verilmesini istemiştir.
Devletin Gelir Kaynakları
Devlet gelirlerinin toplandığı ve dağıtıldığı yere/hazineye Beytülmal denir.
Devletin gelirleri burada toplanır ve harcamalar da buradan yapılır. Bir devletin
harcama yapabilmesi için her şeyden önce gelirinin olması lazımdır. Hz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
Peygamber’in hicretten sonra Medine’de kurduğu devletin gelir kaynakları şu
maddelerden oluşmaktaydı:
Ganimet
İslam dini, insanlık tarihi kadar eski olan savaşa bir çeki-düzen vermiş;
sebeplerini, seyrini ve neticesini belli hükümler çerçevesinde düzenleme altına
almıştır. Bu düzenlemeye göre savaşın neticesinde alınan ganimetler şu üç
maddeden oluşmaktadır.
 Savaş esirleri,
 Gayrimenkul mallar (arazi),
 Menkul mallar.
Yüce Allah’ın, Kur’ân-ı Kerîm’de belirlediği düzenlemeye göre ganimetler
beşe ayrılacak, dört hissesi savaşa katılan gazilere, humus adı verilen beşte biri de
devlete gelir olarak kaydedilecektir. Bu konuda ki ayetin meali şöyledir:
“Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, mutlaka
Allah’a, Resulüne, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir.
Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Enfal/8: 41)
Cizye
Cizye, İslam devletindeki Müslüman olmayan vatandaşlardan alınan baş
vergisidir. Akil, baliğ, hür, maddi, gücü yerinde ve sağlıklı olan gayrimüslim
erkeklerden alınan bir vergidir. Gözleri görmeyen, felçli, yaşlı, çalışmaktan aciz ve
yoksul kimseler, cizye vermekle mükellef değildi. Cizye, Müslümanlığı kabul eden
zimmilerden alınmaz. Cizye karşılığında zimmilerin can, mal ve inanç hürriyetleri
emniyet altına alınır. Ehli kitaptan olan kimselere önce Müslüman olmaları teklif
edilir, kabul etmezlerse cizye vermeleri istenir, bunu da kabul etmezlerse onlarla
savaşılır. Konu ile ilgili ayetin meali şöyledir:
“Ehl-i kitaptan Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün
haram saydığını haram saymayan ve hak dini kendilerine din edinmeyen
kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız.” (Tevbe/9: 29)
9/630 yılında yapılan Tebük Seferi esnasında inen bu ayetten sonra Hz.
Peygamber, aynı yıl Eyle, Ezruh, Cerba ve Dümetulcendel, ertesi yıl Necran, Yemen,
Bahreyn, Makna, Teyma ve Hecer’deki gayrimüslimlerle cizye antlaşmaları
yapmıştır. Bunlardan Eyle, Ezruh, Dümetulcendel ve Necran halkı Hıristiyan; Teyma
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
ve Makna halkı Yahudi; Bahreyn, Hecer ve Yemen ahalisi de kısmen Yahudi ve
Hıristiyan, kısmen de Mecusilerden oluşuyordu. Bunlar, Hz. Peygamber’in
devletine cizye veriyorlar; devlet de bunları koruyordu.
Cizyenin miktarı, zamana ve alındığı bölgeye göre değişebiliyordu. Hz.
Peygamber zamanında cizye, ya doğrudan mükelleflerden alınır veya gayrimüslim
kabile başkanlarının yahut da ileri gelenlerin aracılığı ile toplanırdı. Bu dönemde
özel cizye memurlarının bulunmadığı, Müslümanlardan zekat toplayan amillerin
gayrimüslimlerden cizyeyi de topladıkları görülmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de zekat ile ganimetin harcanacağı yerler açıkça zikredilmiştir.
Buna karşılık, cizyenin dağıtılacağı yerler hakkında açık hükümler yer almamıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’de cizyenin mahiyeti ve uygulanışı hakkın da detaylı hükümler
mevcut değildir. Dolayısıyla cizyenin zekattaki gibi belirli yerlere harcanma
zorunluluğu yoktur. Kamu yararına uygun olarak, ihtiyaç duyulan yerlere
harcanabilir.
Harac
Harac, gayrimüslimlerin topraklarından alınan vergidir. Hz. Peygamber
döneminde ganimet olarak elde edilen toprakların bir kısmı ganimet statüsüne tabi
tutulmuş, bir kısmı eski sahipleri üzerinde bırakılarak vergilendirilmiş, az bir kısmı
da Hz. Peygamber’e tahsis edilmiş; o da kendisine tahsis edilenlerden elde edilen
gelirleri kendi ailesi, yoksullar ve devlet giderleri için harcamıştır. Medine’den
sürgün edilen üç Yahudi kabilesinin ve Hayber Yahudilerin arazisi bu cümledendir.
Hz. Ömer zamanında gayrimüslimlerin ellerindeki topraklardan alınan vergiye
harac adı verilmiştir.
Zekat
İslam devletinin gelir kaynaklarından birini teşkil eden zekat, Müslümanların
mallarından alınan bir vergidir. Zekat, Müslümanlar için bir ibadet, devlet içinde bir
gelir kaynağıdır. Altın, gümüş, madeni ve kağıt nakit paralar nisab miktarına
ulaştığında, üzerinden bir yıl geçtikten sonra kırkta biri, yani yüzde iki buçuk miktarı
zekat alarak verilir. Ticaret malları da böyledir. Müslümanların arazi gelirlerinden
alınan zekata da öşür denilir. Öşür, yağmur suyu ile sulanan topraklardan yüzde on,
emek sonucu sulanan topraklardan ise yüzde beş nispetinde alınır. Nisab miktarına
ulaştığında hayvanların zekatı ise cinsine ve miktarına göre değişir.
Zekat, hicretin ikinci yılında farz kılınmasından itibaren bizzat Hz. Peygamber
tarafından toplanmış ve gerekli yerlere dağıtılmıştır. İlk yıllarda zengin
Müslümanlar zekatlarını bizzat getirip Hz. Peygamber’e teslim ediyorlardı. İslam
dininin Arap yarımadasının çeşitli bölgelerine yayılmasından sonra Hz. Peygamber,
zekatları toplamak için memurlar tayin etti. Bu memurların topladığı zekat,
öncelikle mahallindeki yoksullara dağıtılır kalanı da merkeze getirilirdi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
Zekat gelirinin harcanacağı yerleri Yüce Allah belirlemiştir, onun dışındaki
yerlere harcanmaz. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de zekatın harcama yerlerini şu
şekilde belirlemiştir:
“Sadakalar (zekatlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara,
düşkünlere, zekat toplayan memurlara, gönüllüleri İslam’a ısındırılacak
olanlara, hürriyetlerini satın almaya çalışan kölelere, borçlulara, Allah yolunda
olana ve yolda kalana mahsustur. Allah (her şeyi) pekiyi bilendir, hikmet
sahibidir. (Tevbe/9: 60)
ASKERİ YAPI
İslam’da esas olan sulhtur, barış içinde yaşamaktır. Savaş, arızi bir durumdur.
Fıtrata uygun olan, insanların emniyet ve barış içinde yaşamalarıdır. Fakat ne var ki,
savaş da göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. İnananların vatanlarını ve sahip
oldukları her türlü değerlerini düşmandan korumaları ve kendilerini savunmaları da
bir vazifedir. Hz. Peygamber, Medine’de bir devlet kurduktan sonra bu devleti
dışarıya karşı korumak için Medine’de oturan üç Yahudi kabilesi ile saldırmazlık
antlaşması yaptı. Daha sonra da Kureyş müşriklerinin, Müslümanlara ve dolayısıyla
Medine şehrine olan saldırılarına karşı koydu.
İslam dininde barış esas olmakla birlikte, gerektiğinde savaşa hazır olunması
ve mecbur kalındığında savaşılması da emredilmiştir. Bu konuda Yüce Allah, şöyle
buyurmaktadır:
“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için
bağlanıp beslenmiş atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin
düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman)
kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir ve
siz, asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (Enfal/8: 60)
Ayrıca savaş sonrası uygulamalarla ilgili temel ilkelerin neler olduğu da Yüce
Allah’ın talimatları ve Hz. Peygamber’in kavli ve fiili sünnetiyle tespit olunmuştur.
Ordu
Medine döneminde Müslümanlar devlet kurup bir vatana sahip olunca yurt
savunması anlayışı geliştirilmiş ve bunun için gerekli adımlar atılmıştır. Elbette bu
adımların ilki, vatanı savunmak için asker hazırlamaktır. Hz. Peygamber zamanında
özel olarak muvazzaf bir ordu mevcut değildi. İç güvenliği sağlamak için polis
teşkilatı da yoktu. Eli silah tutan her Müslüman, vatan savunmasına katıldığı gibi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
asayişi sağlamak için de zaman zaman görevlendirilirdi. Bir sefer tertiplemek veya
bir saldırıya karşı koymak gerektiğinde Hz. Peygamber, gönüllüleri çağırır; bir kayıt
defteri açılır ve her aday buraya adını kaydettirirdi. Tespit edilen günde gönüllüler,
silahları, binekleri ve yol boyunca yiyecekleri azıkları ile şehir dışında bir karargahta
toplanırlardı. Hz. Peygamber oraya gelir, orduyu teftiş ederdi. Her sefer için gerekli
asker sayısını kendisi kararlaştırırdı. Kendi imkanlarıyla teçhizatını alamayanları
devlet bütçesinden donatırdı. Bunun en güzel örneği Tebük Seferi’nde görülür.
Asker toplama işi kabile başkanları tarafından yapılırdı. Hz. Peygamber,
hemen her seferde, gideceği bölgeye orduyu en kısa ve emniyetli yoldan
ulaştıracak bir kılavuz tayin eder, onun rehberliğinde hareket ederdi. Kendisi
Medine’de kalacaksa sefere çıkacak bir ordunun komutanını yine kendisi tayin
ederdi. Bizzat kendisi orduya katılmışsa, bu sefer de kendisine bağlı komutanları
tayin ederdi.
Ordu, klasik şekilde öncü ardcı, sağ kanat, sol kanat ve merkez olmak üzere
beş kısma ayrılırdı. Askeri birlik ve kıtaların toparlanması ve teşkili genellikle
kabilelere bırakılırdı. Şayet bazı kabilelerden gelenler çok az ise, bunlar diğerleriyle
birleştirildi. Sefere çıkan ordu içinde, kesin çizgiler olmamakla birlikte, çeşitli
komuta kademeleri vardı. Ordunun karargahı, nöbetçiler vasıtasıyla gece-gündüz
korunurdu. Esirler sorguya çekilerek veya ileri keşif kolları gönderilerek sefere
çıkılmadan önce düşmanın durumu hakkında bilgi toplanırdı. Keşif birlikleri
vasıtasıyla düşmanın izini sürme, pusu kurma ve casusluk gibi savaş taktikleri
biliniyordu. Hz. Peygamber bilgi toplamak için casus kullandığı gibi, düşman
casuslarına karşı da casusluk tedbirleri alıyordu. Üsame b. Zeyd’i, Suriye’ye sevk
ederken ondan kılavuzlar kiralamasını, önden gözcüler göndermesini istemişti.
Taktik ve Strateji
Düşmanın, kan dökülmeden teslim olmasını sağlamak için, içeceği suya
engel olmak da dahil bazı tedbirlere başvuruluyordu. Hz. Peygamber, daha çok
düşmanı şaşırtma metotlarını uygulardı. Medine’den ayrılmadan önce asıl
gayesinden başka bir maksadı varmış gibi bir şayi’a yaydırırdı. Başlangıçta, asıl
hedefinden başka bir istikamete yürürdü. Sonra bir dönüş yaparak yolunu
değiştirdi. Tahmini mümkün olmayan tenha yolları seçerdi. Tebük Seferi hariç, asıl
hedefini genellikle gizli tutardı.
Hz. Peygamber, hicret yürüyüşü de dahil, katıldığı savaşlarda ve gönderdiği
seriyyelerde bayrak (liva) ve sancak (raye) kullanmıştır. Her zaman savaştan önce
düşmanı yeniden ve bir kere daha İslam’a davet ederdi. Şayet kendisi sefere
çıkmıyorsa, gönderdiği komutanlara bu kurala uymaları için kesin talimat verirdi.
Hz. Peygamber iklim şartlarının savaşan askerler üzerindeki etkilerini
biliyordu. O dönemde savaşlar, Hendek, Taif ve Hayber kuşatmaları hariç,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
genellikle yarım gün sürmüştür. En uzun süreli savaşlar, Bizans İmparatorluğu
üzerine tertip edilen Mute Savaşı ve Tebük Gazası olmuştur.
Savaşlarda koruyucu silah olarak zırh, kalkan ve miğfer; yaralayıcı ve
öldürücü silah olarak da kılıç, ok ve yay, mızrak, kargı, mancınık ve debbâbe
kullanılıyordu. Binek hayvanı olarak daha ziyade at ve deve tercih edilirdi.
Askerlerin silah arkadaşlarını düşmandan ayırabilmesi için her seferde ayrı olmak
üzere bir parola (şiar) kullanılıyordu. Ancak o dönemde henüz üniforma mevcut
değildi.
Şüphesiz düşmanın canına ve malına zarar verme, savaşta tabii bir
durumdur. Fakat insan haysiyetine yakışmayan hareketler ve ölülere işkence
yapmak (müsle), Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır. Ölülerin ve canlı
varlıkların yakılması gibi davranışlara izin verilmemiştir. Çünkü bu tür uygulamalar,
insan onuruna yakışmayan, sadece kin ve nefreti artıran davranışlardır. Düşman
tarafında savaşan erkeklerin dışında kalan sivillerin, yani çocukların, yaşlıların, din
adamlarının, işçilerin, sakatların, kadınların ve savaşla ilgisi bulunmayan diğer
kimselerin, savaşa iştirak etmedikleri müddetçe öldürülmeleri yasaklanmıştır.
Savaşta ele geçirilen esirlere, öldürülme, fidye karşılığı serbest bırakılma
veya mübadele ile (Müslüman esirlere karşılık) serbest bırakılma, şartlı serbest
bırakma, köleleştirme ve karşılıksız serbest bırakma (ki Hz. Peygamber döneminde
en fazla uygulanan usul budur) gibi muameleler yapılırdı. Hz. Peygamber, savaş
esirlerine iyi davranılmasını istemiş, onlara eziyet ve işkence yapılmasını
yasaklamıştır. Kendisinden bilgi almak için bile olsa esire baskı yapılmasının uygun
olmadığına işaret etmiştir.
SOSYAL YAPI
Devlet, büyük bir ailedir. Bu aileyi meydana getiren küçük aileler vardır. Bu
küçük aileler de devletin kurumları sayılır. Bu küçük aileleri meydana getiren
fertlerin dini, ekonomik ve sosyal durumları, her zaman için devletin üs kademesini
etkiler.
Aile
Aile, sosyal yapının çekirdeğidir. İslam dinine göre toplumun temeli ailedir.
Aile toplumu, toplum da milleti, millet de devleti meydana getirir. Aile yapısı
sağlam olanların devleti de sağlam olur. Müslümanlar aileyi küçük bir millet, milleti
de büyük bir aile kabul ederler.
Aile, anne- baba ve çocuklardan meydana gelir. Çatının kurulması, yani anne
ve babanın bir araya gelmesi nikahla olur. Nikah, yüce Allah’ın emri ve Hz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
Peygamber’in sünnetidir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de nikahı emretmiş, Hz.
Peygamber de evliliği teşvik ve tavsiye etmiştir:
“Kim, güç yetirirse evlensin. Zira evlenme, gözü haramdan uzak tutar,
iffeti korur.”
Nitekim İslamiyet’in beş gayesinden ikisi olan canın ve neslin korunması
ancak aile yuvası kurarak sağlanabilir.
“Nikah, benim sünnetimdir. Kim, sünnetimden yüz çevirirse benden
değildir. Nikaha rağbet ediniz, çoğalınız. Ben, kıyamet gününde sizin
çokluğunuzla öbür ümmetlere karşı övüneceğim.” (İbn Mace/Nikah: 1)
Dinimiz İslam, aile fertlerinin haklarını, sorumluluklarını ve yükümlülüklerini
belirlemiştir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde hakları
vardır. Yalnız erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler.”
(Bakara/2: 228)
İslam, aile içi ilişkileri, aile fertlerinin huzur ve refahını gerçekleştirmeye
yönelik düzenlemiştir. Aile çatısı altındaki fertler arasındaki ilişkiler karşılıklı sevgi,
saygı, şefkat, dayanışma, doğruluk, sadakat, bağlılık ve haklara riayet gibi evrensel
insani değerler olarak kabul edilmiştir.
Hz. Peygamber, bir aile reisiydi. Aile huzurunun nasıl olacağını yaşayarak ve
göstererek öğretti. Sahabe de onu örnek aldı.
Toplumu Oluşturan Unsurlar
Hz. Peygamber zamanında toplum, Müslüman olanlardan ve bir de
Müslüman olmayanlardan meydana geliyordu. Her iki sınıfın da kendine göre
özellikleri ve kendi içinde alt sınıfları vardı. Bu sınıflar hiçbir zaman birbirleri ile
çatışmıyordu.
Müslümanlar
Hz. Peygamber döneminde toplumu oluşturan unsurların başında
Müslümanlar gelirdi. Müslümanların büyük çoğunluğu da Araplardan
oluşmaktaydı. Toplumda Habeş, Fars ve Rum kökenli Müslümanlar da vardı.
Toplumu oluşturan unsurların başında gelen Müslümanların bir kısmı
şehirlerde bir kısmı da köylerde yaşardı. Şehirlerde yaşayanlara hadari, köylerde
yaşayanlara da bedevi denirdi. Ayrıca Müslümanlar hukuki ve sosyal açıdan da
hürler, mevlalar ve köleler olmak üzere üç kısma ayrılırdı. Hürler kabilenin esas
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
üyesi sıfatıyla diğer iki sınıfa mensup insanlardan üstün kabul edilirdi. Köleler,
sahibinin malı olarak nesilden nesile intikal ederdi. Mevlalar (Mevali) ise hürler ve
köleler arasında bir sınıftı. Bunlar; sahiplerinin serbest bırakması veya anlaşma
yoluyla sahibine para ödemek gibi çeşitli yollarla hürriyetine kavuşmuş kimselerdi.
İslam toplumunda hicretten sonra Medine döneminde büyük ölçüde eşraf
anlamında “Ensar” , “Muhacir” , “Ehl-i Bedir” gibi yeni zümreler ortaya çıkmıştır ki,
bunların faziletlerine İslam’ın temel kaynaklarında deliller bulunmaktadır. Bu
noktada fazilet ölçüsü, cahiliye toplumundaki üstünlük telakkilerinden farklı olarak,
İslam’a hizmettir. Ensar ve Muhacir, Medine İslam toplumunu meydana getiren iki
kardeş sınıftır. Savaşlarda bunların sancakları ve komutanları ayrı olurdu. Ama bu
ayrılık iki toplumu birbirinden ayırmaz, üstelik iyice birbirine kaynaştırırdı.
Gayrimüslimler
İslam, Müslümanların oluşturduğu toplumda bu inancı paylaşmayanların
inanç hürriyetine, can ve mal güvenliğine sahip olarak yaşamalarına imkan
tanımıştır. Hz. Peygamber de bu imkanı gerçekleştirmiştir. Hicretten hemen sonra
Medine’de bulunan müşrik ve Yahudi toplumları ile bir sözleşme yaparak bu
uygulamanın ilk adımını atmıştır. Bu suretle birçok dini, kültürel gurubun bir arada
yaşamasını mümkün kılan bir yapı oluşturmuştur. Bununla beraber başşehir
dışında Hayber, Vadilkura, Fedek, Makna ve Teyma da Yahudiler; Eyle, Ezruh,
Dümetülcendel ve Necran’da Hıristiyanlar, ayrıca Hecer ve Bahreyn’de kısmen
Mecusiler oturuyordu. Buraların halkıyla yapılan anlaşmalar sayesinde
gayrimüslimler dini ve hukuki temele dayalı kültürel kimliklerini koruyarak İslam
toplumunun içinde yaşamaya devam etmişlerdir.
Hz. Peygamber, antlaşmalarda zimmilerin canlarını, mallarını, dinlerini, ayin
ve ibadetlerini, mabetlerini ve din adamlarını hukukun himayesi altına almıştır.
Müslümanlar dışında kalan ve daha çok Yahudiler, Hıristiyanlar, küçük azınlıklar
şeklinde de Sabiiler ve Mecusiler cizye vergisi ödeyen hür tebaa statüsünde
yaşıyorlar, bunlar “zimmi” diye adlandırılıyordu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
DEĞERLENDİRME SORULARI
1.
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
Mekkeli muhâcirlerle Medineli ensârın birbiri ile kardeş yapılmasına ne
adı verilir?
a) Musâlaha
b) Muâhât
c) Muâhede
d) Mâmele
e) Mubâyaa
2.
Medineli Müslümanlarla Medine’de oturan Yahudilerin vatandaşlık
antlaşmasına ne adı verilir?
a) Musâlaha
b) Muâhât
c) Muâhede
d) Mâmele
e) Mubâyaa
3.
Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in Medine’de kurduğu devlet
idaresinde izlediği ilkelerden değildir?
a) Meşrûiyet
b) Adâlet
c) İstişâre
d) Ahlâk
e) Menfaat
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
4.
Aşağıdakilerden hangisi
gelirlerinden değildir?
Hz.
Peygamber
zamanındaki
devletin
a) Rant
b) Ganimet
c) Zekât
d) Öşür
e) Cizye
5.
Gayr-i Müslimlerin toprak mahsullerinden alınan verginin adı nedir?
a) Öşür
b) Cizye
c) Ganimet
d) Rant
e) Haraç
6.
Zekâtın kimlere verileceği Kur’ân âyetiyle tesbit edilmiştir. İlgili âyete
göre aşağıdakilerden hangisine zekât verilmez?
a) Zekât toplama memurlarına
b) Yoksullara
c) Yolda kalanlara
d) Borçlulara
e) Zimmîlere
7.
Hz. Peygamber döneminin askeri yapısı için aşağıdaki cümlelerden
hangisi yanlıştır?
a) Devamlı hazır bekleyen muvazzaf bir ordu vardı.
b) Savaşa katılacaklar savaş öncesi şehir dışında bir karargâhta
toplanırdı.
c) Her seferde orduya bir kılavuz tayin edilirdi.
d) Her seferde ayrı bir parola kullanılırdı.
e) Askerlerin belli bir üniforması yoktu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
8.
İslâm toplumunu meydana getiren Müslümanlardan hür olanlar ile köle
olanlar arasında kalan sınıfa ne ad verilirdi?
a) Ahrar
b) Câriye
c) Abd
d) Mevâli
e) Zimmî
9.
Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in tayin ettiği valilerden değildir?
a) Attâb b. Esîd
b) Adiy b. Hâtem
c) Ebû Zerri’l-Ğifârî
d) Muhâcir b. Ebî Ümeyye
e) Ebû Mûsâ el-Eş’arî
10. Aşağıdakilerden hangisi Hz.
yaşadıkları şehirlerden değildir?
Peygamber
zamanında
yahûdilerin
a) Hayber
b) Fedek
c) Teymâ
d) Hecer
e) Vâdilkurâ
Cevap Anahtarı
1 b, 2 c, 3 e, 4 a, 5 e, 6 e, 7 a, 8 d, 9 c, 10 d.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK KAYNAKLAR
Ağırman, Mustafa. (1997). Hz. Muhammed (s.a.v.) Devrinde Mescid ve
Fonksiyonları. İstanbul.
Ağırman, Mustafa. (2006). “Asr-ı Saadette Ordu ve Savaş Stratejisi”. Asr-ı Saadette
İslam. III, 379-341. İstanbul.
Atar, Fahrettin. (1979). İslam Adliye Teşkilatı. Ankara.
Baltacı, Cahit. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul.
Canan, İbrahim. (1984). Medeniyet, Kültür ve Teknik. İstanbul.
Çelebi, Ahmed. (1976). İslam’da Eğitim-Öğretim Tarihi. (Çev. Ali Yardım). İstanbul.
Çubukçu, Asri. (1989). İslam Devletlerinde Devlet Teşkilatı ve İlmî Faaliyetler.
Erzurum: (Ders Notları)
Demirci, Mustafa. (2003). İslam’ın İlk Üç Asrında Toprak Sistemi. İstanbul.
Ebu Halil, Şevki. (2005). İslam ve Dünya Medeniyetleri Tarihi. (Çev. Atik AydınAbdulhadi Timurtaş). İstanbul.
Erkal, Mehmet. (1992). “Beytülmal”. DİA, VI, 90-94.
Erkal, Mehmet. (1993). “Cizye”. DİA, VIII, 42-45.
Erkal, Mehmet. (1996). “Ganimet”. DİA, XIII, 351-354.
Hamidullah, Muhammed. (1972). Hz. Peygamber’in Savaşları. (Çev. Salih Tuğ).
İstanbul.
Hamidullah, Muhammed. (1980). İslam Peygamberi, II. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul.
Hamidullah, Muhammed. (1981). İslam Müesseselerine Giriş. (Çev. İhsan Süreyya
Sırma). İstanbul.
Hitti, Philip K.. (1980). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, I-IV. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul.
Kallek, Cengiz. (1997). “Haraç”. DİA, XVI, 71-86.
Kayaoğlu, İsmet. (1980). İslam Kurumları Tarihi I. Ankara.
Kayaoğlu, İsmet. (1994). İslam Kurumları Tarihi II. Konya.
Kazıcı, Ziya. (1999). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi. İstanbul.
Palabıyık, M. Hanefi. (2002). “Hz. Peygamber’in Devlet Kurma Faaliyeti (Tarihi
Arkaplan ve Tesri Açısından)”. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı:
17, Erzurum, s. 99-126.
Salih, Suphi. (1981). İslam Mezhepleri ve Müesseseleri. (Çev. İbrahim Sarmış).
İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hz. Peygamber Döneminde İdari, Mali, Askeri ve Sosyal Kurumlar
Sarıçam, İbrahim-Erşahin, Seyfettin. (2011). İslam Medeniyeti Tarihi. Ankara.
Terzi, M. Zeki. (1990). Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin Döneminde Askeri
Teşkilat. Samsun.
Yeniçeri, Celal. (1984). İslam’da Devlet Bütçesi. İstanbul.
Yeniçeri, Celal. (2000). Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat. İstanbul.
Yılmaz, Hüseyin. (2006). Camilerin Eğitim Fonksiyonu. İstanbul.
Yiğit, İsmail. (2004). “Mevali”. DİA, XXIX, 424-426.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
HİLAFET VE
RAŞİT HALİFELER DÖNEMİNDE
KURUMLAR VE KÜLTÜR
• Hilafet
• Hilafetin Şartları ve Hükümleri
• Halifenin Taşıması Gereken Şartlar
• Halifenin Seçimi, Azli ve Vazifeleri
• Raşit Halifelerin Kısa Tarihi
• Raşit Halifeler Döneminde Siyasi,
İdari Yapı ve Kurumlar
• Raşit Halifeler Döneminde Kültür ve
İlim Hayatı
İSLAM KURUMLARI
ve
MEDENİYETİ
TARİHİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Hilafet ve özellikleri hakkında bilgi
sahibi olabilecek,
• Halifeyi, halifenin görev ve yetkilerini
bilecek,
• Raşit Halifeler dönemindeki idari,
siyasi yapı ve kurumları anlayabilecek,
• Raşit Halifeler dönemindeki kültürel
yapı ve ilmi faaliyetleri
kavrayabileceksiniz.
ÜNİTE
6
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
GİRİŞ
Hulefâ-yi Râşidîn dönemi 11/632 yılında vefat eden Hz. Peygamber’in yerine
geçen Hz. Ebu Bekir’le başlayıp Hz. Ali’nin 40/661 yılında vefatıyla veya Hz.
Hasan’ın Muaviye ile antlaşmasıyla (41/662) son bulmaktadır. Bu dönem tüm
İslam dinî ve ilmî geleneği için Asrı Saadet’ten sonraki en önemli dönemi ve süreci
ifade eder ve ümmet için özel bir anlamı haizdir. Bu yüzden Asrı Saadet kadar bu
dönemin de, her yönüyle çok iyi bilinmesi ve anlaşılıp anlamlandırılması
gerekmektedir.
Bu ünite, Raşid halifelerle başlayan Hilafet kurumu hakkındaki klasik
görüşlerin özetini vererek, ilgili yapıyı ve özelliklerini öğrenciye kısaca
hatırlatmaktadır. Daha sonra Raşid Halifeler dönemi özetlenerek, dönemlerindeki
siyasi ve idari yapı ile kültürel ve dinî ilimlerin durumu kısaca ele alınmaktadır.
HİLAFET
Hilafet, “Peygambere
halef olarak, din ve
dünya işlerinde riyâset-i
âmme sıfatı ile ona
naiplik etmek” olup,
bunu yapan kimseye de
‘halife’ denir.
Lügat manası “bir kimsenin peşinden gelmek, ona halef olmak, onu temsil
etmek” olan ’hilafet’ kelimesi, ıstılahta muradifi olan ‘imamet’ (el-İmametü’l/ezZeâmetü’l- Kübrâ/Uzma), terimleriyle birlikte, “Peygambere halef olarak, din ve
dünya işlerinde riyâset-i âmme sıfatı ile ona naiplik etmek” olup, bunu yapan
kimseye de ‘halife’ denir. Bu manasıyla, yani ‘İmâmü’l-Müslimin’ olarak halife
lakabı, ilk defa Hz. Ebu Bekir hakkında (Halifetu Resulillah) kullanılmıştır. ‘Emirü’lMü’minin’ lakabı ise, ‘Halifetu Halifeti Resulillah’ yerine ilk olarak Hz. Ömer
hakkında kullanılmış, daha sonraki halifeler hakkında da aynen kullanılmaya devam
etmiştir.
Halifenin Seçimi
İlk halife Hz. Ebu Bekir’in seçimi hakkında muhtelif rivayetler arasında
müşterek olan hususları kısaca şöyle tespit edebiliriz: Hz. Muhammed vefat ettiği
gün (Hicretin 11. senesi 12 Rebiülevvel Pazartesi günü) tüm Müslümanlar Mescid-i
Nebi’de büyük bir teessür içindeydiler. Hz. Ali, Zübeyr, Talhâ ve Resulullah’ın diğer
yakın akrabalarından bazı Haşimîler, Fatıma’nın evinde toplanmış ve Arapların
geleneği üzere, cenazenin defin ve techiz işleriyle meşguldüler. Ensardan bazıları
ise hilâfet meselesini görüşmek üzere ‘Sa’ideoğulları’nın Çardağı’nda (Sakifetü Benî
Sâ’ide) toplanmış, Allah Resulu’nün yerine devletin başına kimin geçmesi
gerektiğini görüşüyorlardı. Bu arada Ensardan birkaç kişi bunu Hz. Ebu Bekir’e
bildirerek, duruma müdahil olmasını istediler. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ebu
Ubeyde b. Cerrah’la birlikte Sakife’ye geldi. O sırada Ensar, hasta olduğu için
örtülere sarılmış halde oraya getirilmiş bulunan Hazreçli Sa’d b. Ubade’nin
başkanlığına karar vermek üzereydiler. Hz. Ebu Bekir ve arkadaşları oraya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
geldiklerinde tartışmalara müdahil oldular. Onlar İslam’a hizmetlerinden ve Allah
Resulu’nün Mekke’ye dönmeyip Medine’de kalmayı tercih etmesinden
bahsederek riyasetin kendi hakları olduklarını söylüyorlardı.
İlk Halife Hz. Ebu
Bekir, Medine’de
Ashabın büyük
çoğunluğunun seçimi ile
halife olmuştur. Ona
bey’atı geciktiren Hz. Ali
ve diğer bazıları da,
daha sonra bey’at
etmişlerdir.
Bu konuşmayı dikkatle dinleyen Ebu Bekir, onların bu faziletlerini teslim
ederek söze başladı; Muhacirler hakkındaki Kur’ân ayetlerini de okudu ve bilhassa
günün siyasî şartları ve nüfuz politikasına dikkati çekerek, hilâfet meselesinin
bunlarla değerlendirilmesini istedi. Ebu Bekir, Arapların bu reislik işini (hilâfeti)
ancak KureyşIi birine tanıyacaklarını, onların Arapların nesep ve mevki bakımından
üstte olmalarının gözden uzak tutulmaması gerektiğini söyleyerek hilâfet için Ömer
veya Ebu Ubeyde’yi aday gösterdi. Ensardan Sabit b. Kays söz alarak, Muhacirlere
hitaben, Ebu Bekir’i bırakıp, Ömer veya Ebu Ubeyde’ye bey’at etmelerinin doğru
olmayacağını beyanla sözlerini bitirdi. Zaten onlar da, Ebu Bekir varken bunu kabul
etmeyeceklerini bildirdiler. Bundan sonraki konuşmalarda Ensardan Hubâb b.
Münzir, bir Ensardan bir de Muhacirlerden olmak üzere ‘iki emir’e bey’at edilmesi
teklifinde bulundu. Bu teklifin sebep olduğu şiddetli münakaşalar arasında, daha
sonra çokça tartışılan “İmamlar Kureyş’tendir” (el-Eimmetü min Kurayş) hadisinin
rivayet edildiği nakledilir. Rivayetlere göre, bu münakaşaların sonucundan
endişelenen Ömer ve Ebu Ubeyde, Ebu Bekir’e bey’at için hazırlanırlarken Beşir b.
Sa’d onların önüne geçerek ilk olarak kendisi bey’at etti. Orada bulunan Muhacirler
ve Ensar da bunlara uyarak bey’at ettiler. Bu hususî bey’atı, ertesi gün Medine
mescidinde yapılan umumî bey’at ta’kib etti ve Hz. Ebu Bekir, Medine’deki
Müslümanların büyük çoğunluğu ile ‘Müslümanların İlk Halifesi’ seçildi.
Ensardan Hazreclilerin halife adayları olan Sa’d b. Ubade, Ebu Bekir ve daha
sonra da Ömer’e bey’at etmemiş ve ölünceye kadar bu küskünlüğünü
sürdürmüştür. Hz. Ebu Bekir’in şahsiyeti ve takip ettiği siyaset, diğer muhalifleri
bey’ata razı etmişti. Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Ebu Zerr ve Haşimilerin bey’atları
hakkındaki rivayetlerden birine göre Hz. Ali ve taraftarları ilk günde bey’at etmişler
ve Hz. Ali, Ebu Bekir hakkında, “Peygamber namazda onu imam tayin etti.
Resulullah’ın dinimize imam tayin ettiği kimsenin, dünya işlerimize de başkan
olmasına razı olduk ve onu (halife olarak) seçtik” demiştir. Daha sıhhatli olan diğer
rivayete göre ise Hz. Ali, bu seçimi bir oldu-bitti sayarak memnuniyetsizliğini açıkça
ifade etmekle birlikte, Ebu Bekir’in halife seçilmesinden altı ay sonra, Hz.
Fatıma’nın vefatını müteakip, Haşimoğulları ve diğer taraftarları ile birlikte bey’at
etmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
İLERİ OKUMALAR İÇİN
Halife seçimleri hakkında, M. Ali KAPAR’ın,“İslam’da Seçim Sistemi Bey’at”
(Beyan Yay., İstanbul 2003) adlı kitabını okuyabilirsiniz.
HİLAFETİN HÜKMÜ
Ehl-i Sünnet alimlerine göre, Hz. Peygamber’den sonra bir halifenin nasbı
vaciptir, farz-ı kifâyedir, şâri’ bu mükellefiyeti herhangi bir kimseye yüklemez, fakat
cemaat halinde bütün Müslümanları mükellef tutar. Sahabe ve Tabiinin halife
nasbındaki ittifakı buna delildir. Çünkü Hz. Peygamber’in vefat ettiği gün sahabe
çarçabuk Ebu Bekir’e bey’at ederek bir halife seçtiler. Bundan sonrada hep böyle
devam etti. Müslümanlar bu vecibeyi yerine getirmezlerse günahkâr olurlar.
Müslümanların mükellef oldukları dini vecibelerin ifası, ümmetin huzur ve saadeti
bir halifenin varlığı ile mümkündür. Bir halife bulunmazsa Müslümanların emniyeti
ve asayişi demek olan emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifeleri ifa
olunamaz.
Bazı alimler ve bazı mezhepler imam nasb etmenin vacip olmadığı
kanaatindedirler; Bazı Mutezile ve Hariciler bu görüştedirler. Bunlara göre vacip
olan, şer’i hükümlerin yerine getirilmesidir. Ümmet adaletin ve Allah’ın
hükümlerinin yerine getirilmesinde ittifak ederse imama hacet kalmaz; böyle
olunca imam nasbı da vacip olmaz.
HALİFENİN TAŞIMASI GEREKEN ŞARTLAR
Bu şartlar klasik eserlerimizde detaylandırılmakla beraber, burada özetle
saymak istiyoruz. Bununla birlikte bu şartların sonradan belirlenen şartlar
olduğunu da ifade etmek gerekir:
Günümüzde
cumhurbaşkanı veya
başbakan olmak için
nasıl bir takım şartlar
aranıyorsa, Hilafet
makamına gelecekler
için de belli şartlar
aranmaktadır.
 Erkek olmak,
 Baliğ olmak,
 Akıllı olmak,
 Gözü sağlıklı olmak,
 Kulağı sağlıklı olmak,
 Kol ve bacakları sağlıklı olmak,
 Konuşma yeteneği olmak,
 Hür olmak,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
 Müslüman olmak,
 Adil olmak,
 Şecaatli ve cesur olmak,
 Müçtehit olmak,
 İsabetli görüş sahibi olmak,
 Nesepçe Kureyş’ten olmak.
Bu şartlarda tüm İslam mezhepleri arasında olduğu gibi, Ehl-i Sünnet alimleri
arasında da ittifakın olmadığını belirtmek istiyoruz.
HALİFENİN TAYİNİ
Halifenin tayin yolu ve hilafet makamının doldurulması için üç esas kabul
edilmiştir. Bu esasların her birinin de birtakım hükümleri vardır.
 Seçim (İntihab) Usulü: Ehlü’l-hal ve’l-akd denen adil, halife adaylarının
durumunu iyi bilen, bunlar arasında en layığını seçebilecek kabiliyetteki
seçkin topluluğun, hilafet şartlarını kendisinde toplayan birini seçmeleri ve
her birinin onun hilafetine rızalarını göstermeleri, yani bey’at etmeleridir.
Halife seçimine gidilebilmesi için:
 Önceki halifenin, kendisinden sonraki halifeyi seçmeden ölmüş olması
 Önceki halifenin, hilâfetten ayrılmayı gerektiren sebeplerle istifa etmesi
veya ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından azledilmiş olması lazımdır.
Geleneksel anlayışa göre
halife üç yolla hilafete
gelebilir:
 Seçim (İntihab)
Usulü
 Tayin (Nasb=Atama)
Usulü
 Hilâfeti zorla ele
geçirmek (Gasb veya
İstilâ) Usulü
Bu seçimin sıhhati için; 1. Bey’at edilecek kimse de, yukarda saydığımız
halifede aranacak vasıfların bulunması, 2. Hilafet akdini yapacak olanların, yani
halifeyi seçecek olan ehlü’l-hal ve’l-akd alimler, devlet erkânı ve halkın ileri
gelenlerinin hazır olmaları, 3. Bey’at olunan kimsenin, hilafeti kabul etmesi, 4.
Bey’at eden ve hilafet akdini yapan bir kişi ise, bunun şahitleri olması, 5. Bey’atın
bir kişi için olması, gerekmektedir.
 Tayin (Nasb=Atama) Usulü: Mevcut halifenin hilafet şartlarını taşıyan bir
kimseyi, kendisinden sonra halife olmak üzere tayin etmesi ve ehlü’l-hâl ve’lakd’dan söz almasıdır. Halife ölünce, kendisi için söz alınan kimse halife olur.

Hilâfeti zorla ele geçirmek (Gasb veya İstilâ) Usulü: Halife ölünce hilafet
şartlarını kendinde toplayan bir kimse, önceki halife tarafından tayin
edilmeden, ehlü’l-hâl ve’l-akd’ın bey’atını da almaksızın bu makamı silah
zoruyla veya başka yollarla ele geçirirse, bunun hilafeti de sahih sayılmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
HALİFENİN VAZİFELERİ
 Dinin aslî şekliyle korunması,
 İslam ülkesinde emniyetin sağlanması,
 Sınırların tahkimi ve korunması,
 İslam düşmanlarına karşı cihat edilmesi,
 Hükümlerin tenfizi ve kardeşliğin tesisi yani hak ve hukuka riayetle adaleti
tevzi etmek, kanunlara riayeti sağlamak, cezaları infaz ederek zalimi
kötülüklerden sakındırmak, mazlum ve mağdurun hakkını korumak,
 Devlet idaresine emin ve ehliyetli kimselerin getirilmesi,
 Zekât, ganimet, fey’ ve haracın toplanması,
 Ordunun ve devlet memurlarının maaşlarının takdiri,
 Devlet işlerinin bizzat takibi.
Halkın Halifeye Karşı Vecibeleri
Halifenin, halka (raiyyeye) karşı mükellefiyetleri yanında, halkın da halifeye
karşı bazı mükellefiyetleri vardır:
 İtaat etmek,
 Düşmanla cihad ve din işlerinde yardımına koşmak,
 Zekatını (vergisini) vermek.
Halifenin Azlini Gerektiren Haller
Bunlar Halifede iradi veya gayri iradi vaki olabilecek bazı ahlâki zaaflar veya
fiziki eksikliklerdir:
 Yaşlılık veya hastalık sebebiyle uhdesindeki vazifeleri yerine getirememesi
halinde, kendiliğinden istifa etmesi,
 Ahlâkî zaaf sayılabilecek hallerin ve fısk alametlerinin görülmesi üzerine,
ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından hal’ edilmesi,
 Aklî melekelerini kaybetmesi halinde, azlolunması,
 Körlük, sağırlık ve dilsizlik gibi iş yapmaya mani sakatlıkların zuhuru da
azledilmesine sebeptir.
 İki el veya iki ayağının yokluğu gibi rahat hareket etmeğe mani hallerde de
halife vazifesinden ayrılır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
 Halifenin düşmana veya asilere esir düşmesi, kurtuluş ümidi bulunmaması ve
kaybolması halinde, ortaya çıkan tasarruf imkansızlığı veya noksanlığı
nedeniyle, ehlü’l-hal ve’l-akd başkasını halife seçer ve ona bey’at edilir.
HİLAFETİN TARİHÇESİ
Hilafetin tarihçesinden kastettiğimiz, ilk halifenin seçiminden sonraki süreçtir
ve bu süreç, Hz. Ebu Bekir’le başlayıp, Osmanlı Devleti’nin son hükümdar-halifesi
Vahdeddin’e kadar devam etmektedir. Dolayısıyla ‘hilafetin tarihi veya halifeler
tarihi’ denince herhangi bir ayrıma girmeden bu süreci gözetmek gerekmektedir.
Ancak geleneksel olarak bu süreç, ‘Hanedanların Tarihi’ olarak algılanmakta ve
buna uygun olarak da çeşitli tasnifler yapılmaktadır. Bütün bu tasniflere göre de,
unutulmaması gereken husus, her halükarda halifelerin tarihinin izlenebileceğidir.
Bu tasniflerden biri de genelde çalışmalarımızda benimsediğimiz biçim olup, şu
şekildedir:
 Raşid Halifeler Devri
 Emeviler Devri
Raşid Halifeler (Hulefâyi Râşidîn), Hz. Ebubekir
(11-13/632-634), Hz.
Ömer (13-23/634-644),
Hz. Osman (23-35/644656), Hz. Ali (3540/656-661) ve Hz.
Hasan (40-41/661-662)
devrini kapsamaktadır.
 Abbasiler devri
 Müstakil İslam Devletleri Devri (Bu dönemde çok sayıda devletler ve
hanedanlar ortaya çıkmış, halifenin tesiri azalmış; ancak halifelik,
Osmanlılara intikaline kadar resmen Abbasilerde olmuştur.)
Raşid Halifeler (Hulefâ-yi Râşidîn), Hz. Ebubekir (11-13/632-634), Hz. Ömer
(13-23/634-644), Hz. Osman (23-35/644-656), Hz. Ali (35-40/656-661) ve Hz. Hasan
(40-41/661-662) devri ve tarihlerini kapsamaktadır. Şimdi bu dönemleri kısaca
görelim.
HZ. EBU BEKİR (11-13/632-634) DEVRİ
Hulefâ-yi Râşidîn devri devlet teşkilatında ilk ve en önemli vazife hilafet, ilk
halife de Hz. Ebu Bekir b. Ebî Kuhâfe’dir. Ka’b b. Sa’d b. Teym b. Mürre ailesinden
olan Ebu Bekir’e Hz. Peygamber tarafından ‘Atîk’ lakabı verilmiştir. Diğer bir lakabı
da ‘es-Sıddîk’tır.
Hicretin 11. yılı 12 Rebiülevvel Pazartesi günü halife seçilmiştir. Hilafeti,
Hicretin 13. yılı 9 Cumadelahire Cuma gününe kadar, iki yıl dört ay beş gün sürmüş
ve Hz. Peygamber’in yanına defnedilmiştir. Abdullah, Abdurrahman ve Muhammed
adlarında üç oğlu, Aişe (Hz. Peygamber’in hanımı ve Abdurrahman’ın öz bacısı) ve
Esmâ (Abdullah’ın öz bacısı) adlı iki kızı vardı; üçüncü kızı Ümmü Gülsüm ise
vefatından sonra doğmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
Kısa süren hilafeti esnasında çok büyük gailelerle uğraştı. Resulullah’ın
hazırladığı, fakat vefatı dolayısıyla beklemekte olan Üsame ordusunu, Hz.
Peygamber’in defnini müteakib bizzat Suriye seferine uğurladı. Kureyş ve Sakif
kabileleri dışında irtidad eden Benu Âmir, Hevazin, Süleym, Bahreyn, Uman,
Mehre, Yemen, Hadramevt ve Kinde gibi Arap kabilelerini bir yıldan az bir zamanda
itaat altına aldı.
Hz. Muhammed’in sağlığında, San’â’da nübüvvet iddiasıyla ortaya çıkan elEsvedü’l-Ansî mağlup ve katledildi. Sahte peygamberlerin ikincisi Tuleyha b.
Huveylid 9/630 yılında Müslüman olmuş, 10/631 yılında irtidat etmiş, Hz.
Peygamber’in hastalığı sırasında da peygamberlik iddiasına kalkışmıştı. Hz. Ebu
Bekir, Tuleyha ve taraftarlarıyla yaptığı uzun mücadelelerden sonra Tuleyha Şam’a
gitti ve Gassanlılardan Cefne Oğullarına sığındı. İslam tarihindeki üçüncü yalancı
peygamber Secâh bt. el-Haris adlı kahine bir kadın da Hz. Ebu Bekir’i epeyce
meşgul etmiş ve neticede Müslümanlığı kabul etmiştir. Hz. Peygamber’in son
zamanlarında Necid’in güney-doğusunda ve Bahreyn’in batısında bulunan
Yemame’de, Müseyleme (el-Kezzâb) adlı biri, nübüvvet iddiasıyla ortaya çıkmış ve
etrafına birçok taraftar toplamıştı. Bu yalancı, Hz. Ebu Bekir’in hilafeti zamanında
faaliyetlerini daha da hızlandırmış, halkın gözünü boyayan hokkabazlıklarla İslam
halifesini uzun müddet meşgul etmişti. Neticede Müseyleme öldürülmüş kabilesi
Benu Hanifeliler yeniden itaat altına alınmıştır.
Müseyleme ile mücadelede İslam ordusunun komutanlarından biri olan
Halid b. Velid, bu gailenin neticelenmesinden sonra Irak’ta Hireliler üzerine yürüdü
ve onları cizyeye bağladı, el-Enbâr ve Aynü’t-Temr’i fethetti. Oradan Dumetü’lCendel’e yönelerek emir Ukeydir el-Cendel’i öldürdü. 13/634 yılında, büyük bir
Bizans ordusuna karşı Yermük’te zafer kazanıldı ve Suriye kapıları İslam ordularına
açılırken, Busrâ fethedildi.
Hz. Ebu Bekir zamanının önemli işlerinden biri de Kur’ân’ın toplanmasıdır.
Müseyleme ile yapılan çetin savaşlarda çok sayıda ‘Kurrâ’ şehit olunca, Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer’in teşvikiyle, Hz. Ali ve diğer ashab ile müşavere ederek Kur’ân’ın
toplanmasına karar verdi. Bu iş için, Hz. Peygamber’e vahiy kâtipliği yapmış olan
Zeyd b. Sabit başkanlığında bir heyeti vazifelendirdi. Esasen Resulullah zamanında
Kur’ân’ın tamamı zaten yazıya geçirilmişti. Ancak Zeyd, gereği gibi araştırıp
çalışarak halkın elinde Kur’ân’ın yazılı bulunduğu hurma lifleri, derileri, tahtaları,
ince taş ve levhaları ile hafızların ezberlerindeki metinleri toplayarak onları
Resulullah’ın metnine şahit kılmış, bunu tüm halka da mal ve kabul ettirerek, bu
metni mushaf haline getirmiştir.
Hz. Ebu. Bekir’in Valileri
Hz. Peygamber zamanında gördüğümüz devlet yapısı ve devlet teşkilatını,
hemen hiçbir değişikliğe uğramadan aynen Hz. Ebu Bekir zamanında da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
görmekteyiz. Devlet yeni kurulmakta ve henüz mükemmel bir kurumlaşma
görülmemektedir. Fethedilen yerlere bazı görevliler gönderilirken, çoklarına birkaç
vazife birden verilmektedir. Bunlar o bölgenin valisi, komutanı, hâkimi (kadı), vergi
memuru (âmil), imam ve muallimi idiler.
Hz. Ebu Bekir zamanında bahsettiğimiz çeşitli hizmetleri gören muhtelif
bölgelere atanmış bazı devlet temsilcileri şunlardı:
 Taif valisi olan Osman b. Ebi’l-As, Hz. Muhammed tarafından tayin edilmişti.
 Mekke’de de Hz. Muhammed’in tayin ettiği Attab b. Esîd vali idi.
 Hz. Peygamberin San’a valiliğine tayin ettiği Kays b. Abdi Yeğus el-Muradî,
Hz.Ebu Bekir tarafından değiştirildi ve yerine Feyrûz ed-Deylemî gönderildi.
Yemen’de vuku bulan ridde hadiselerinde, San’a’ya el-Muhacir b. Ebî
Umeyye ve İkrime b. Ebî Cehil komutan olarak vazifelendirildiler.
 Hadramevt valisi, Ziyad b. Lebîd el-Ensarî; Havlan valisi Ya’lâ b. Münye; Zebid
ve Rima’a valisi, Ebu Musa el-Eş’ari; Cened valisi, Mu’az b. Cebel; Necrân
valisi, Cerir b. Abdillah; Cüreş valisi, Abdullah b. Sevr; Bahreyn valisi, el-A’lâ
b. el-Hadramî; Dumetü’l-Cendel valisi, İyaz b. Ganm idiler.
Hz. Ebu Bekir devrinin
en önemli olayları:
 İç isyanların (Ridde)
bastırılması
 Devletin istikrarının
ve yapısının
korunması
 Hz. Peygamber
zamanında tamamı
yazıya geçirilen
Kur’an-ı Kerim’in, iki
kapak arasına
toplanması.
 Şam bölgesi henüz İslam devletine katılmamıştı. Oradaki orduların başında
Ebu Ubeyde, Şurahbil, Yezid ve Amr komutan idiler. Başkomutan Halid b.
Velid idi. Fethedilen yerlerin idaresi fetheden komutanlara aitti.
Hz. Ebu. Bekir’in Kadıları
Hz. Ebu Bekir halife olarak bizzat bazı hukukî ve cezaî davalara bakıyor, bazı
ihtilafları çözüyordu. Bir katil olayı, bir hırsızlık olayı ve bir zina davasını hükme
bağlamıştır. Ebu Bekir davalarda güç durumda kalırsa, aynı zamanda müftileri olan
Ömer, Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz, Übey b. Ka’b ve Zeyd b. Sabit gibi alim
sahabeye sorardı. Medine kadılığına Ömer’i tayin etti. Ömer bu görevde bir yıl
kaldığı halde kendisine hiç dava gelmemiştir. Vilayetlere kaza vazifesi için (Bahreyn
hâkimi Enes b. Malik hariç) hususi memurlar, hâkimler tayin edilmemiş olsa da, bu
vazifeyi her vilayetin valileri yerine getirmekteydiler.
Ebu Ubeyde, beytülmal sorumlusuydu.
Ali b. Ebî Talib, Zeyd b. Sabit ve Osman b. Affan katiplik (kitabet) vazifesini
yürütüyorlardı.
HZ. ÖMER’İN HİLAFETİ (13-23/634-644)
Ömer b. el-Hattab b. Nufeyl b. Abdi’l-Uzzâ, Ebu Bekir vefat ettiği gün, onun
tayini ve sahabenin bu tayine rıza ve bey’atı ile halife oldu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
Hz. Ömer’in hilâfet yılları, İslam devletinin büyük fetihlerle gelişip yayıldığı
yıllarıdır. Ömer devleti teşkilatlandırmış, yeni müesseseler kurmuştur. Bu teşkilat
ve müesseselere gelmeden önce, kısaca Ömer zamanındaki fütuhat ve önemli
olaylara tarih sırasıyla işaret edelim:
Hz. Ömer devrinin en
önemli olayları:
 Fetihler
 Devletin yapısında
yenileşme ve ilaveler
 Divanların teşkili.
14/635 yılında Dımaşk, Hıms, Ba’lebek, Busra fethedildi, Basra şehrinin
inşasına başlandı. 15/636 yılında Ürdün tamamen alındı, Yermuk ve Kadisiyye
zaferleri kazanıldı. Kufe şehri inşa edildi. Divanlar kurularak Müslümanlara
hizmetleri ve derecelerine göre maaş bağlandı. 16/637 yılında, Ehvâz ve Medâin
şehirleri fethedildi, Celulâ harbi kazanıldı. İran meliki Yezdicerd hezimete uğratıldı,
Tikrit fethedildi. Kudüs bizzat Halife tarafından alındı. Kınnisrin, Halep, Antakya ve
Menbic şehirleri fethedildi. Hz. Muhammed’in Mekke’den, Medine’ye hicreti
takvim başlangıcı kabul edildi. Resmi yazılarda gün, ay ve seneyi gösteren tarih
kullanılmaya başladı. Halid b. Velid başkomutanlıktan azledildi. 17/638 yılında da
Mescid-i Nebevi genişletildi. Şam’da Ta’un salgınında Ebu Ubeyde, Mu’az b. Cebel
ve 25.000 kişi öldü. Basra’da da felaket aynı büyüklükte idi. Şam’da çıkan bu veba
salgını sırasında Hz. Ömer Şam’a gitmek için yola çıkmışken, oradaki veba salgını
haberiyle geri döndü. 18/639 yılında Cündişabur, Hulvan (Irak’ta), Ruha (Urfa),
Sümeysat, Harran ve Nusaybin ile el-Cezire’nin (Dicle ile Fırat arasındaki şehirler)
bir kısmı, Musul ve civarı fethedildi. Medine’de büyük kıtlık oldu. Mısır’dan buraya
erzak gönderildi. 19/640 yılında Kaysariyye (Suriye) alındı. 20/640 yılında Mısır ve
Tüster fethedildi. 21/641 yılında İskenderiye, Nihavend, Berke alındı. Halid b. Velid
vefat etti ve Hıms’da defnedildi. 22/642 yılında Azarbeycan, Dinever, Hemedan,
Trablus ve Rey fethedildi. 23/643 yılında Kirman, Sicistan ve İsfehan civarı
fethedildi. Bu yılın sonunda Zilhicce ayında Hz. Ömer şehid edildi ve Mescid-i
Nebi’nin yanında Hz. Peygamber ile Hz. Ebu Bekir’in yanına defnedildi.
Hz. Ömer Zamanında Devlet Teşkilatı
Fetihlerle büyüyen İslam ülkesinde idari taksimat, vilayetler ve bunlara bağlı
daha küçük idari merkezler halinde idi. Her vilayette vali, kâtip, divan katibi (askeri
idare katibi), Sahibu’l- harac, Şurta, Sahibu’l- beytilmal ve kadı gibi memurlar vardı.
Hz. Ömer’in on yıllık hilafeti boyunca bu memuriyetlerde epeyce değişiklikler
olduğundan, sadece onun vefatı sırasında vazifeleri bulunan valileri ve diğer
memuriyetleri vermeyi uygun bulmaktayız:
Hz. Ömer’in Valileri
Mekke’de Nafi b. Abdilharis el-Huzâî; Taif’te Süfyan b. Abdillah es-Sakafi;
San’a’da Ya’la b. Münye; Cened’de Abdullah b. Ebî Rebi’a; Kufe’de Muğire b. Şu’be;
Basra’da Ebu Musa el-Eş‘arî; Mısır’da Amr b. el-As; Hıms’da Amir b. Sa’d; Dımışk’ta
Muaviye b. Ebî Sufyan; Bahreyn’de Osman b. Ebi’l-As es-Sakafi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
Kaza Teşkilatı ve Kadıları
Hilafeti müddetince büyük fetihlerle İslam devletinin sınırlarını çok genişletip
devleti büyüten Halife Ömer,kaza teşkilatı gibi birçok teşkilat ve müessesenin de
kurucusu olmuştur. Ömer, Hz. Muhammed ve Ebu Bekir zamanlarında, ekseriye bir
kişinin uhdesinde bulunan muhtelif devlet görevlerini müstakil memuriyetler haline
getirmeye başlamıştır.Bilhassa kaza müessesesinin istiklâline önem vererek kaza ve
icra kuvvetlerini ayırmıştır. Her tarafta kadılar tarafından idare edilen mahkemeler
kurmuş,ilk defa yeni kurulan Kufe ve Basra şehirlerine de müstakil hâkimler tayin
etmiştir.
Hâkimlerin takip etmeleri gereken usûl ve prensipler bizzat halife tarafından
Ebu Musa el-Eş’ari’ye gönderdiği bir talimatnamede vaz’ edilmiştir.
Kufe kadısı Şureyh, Hz. Ömer zamanında aylık 100 dirhem; Basra vali ve
kadısı Ebû Musa el-Eş’ari, senelik bir milyon dirhem; Şureyh’ten önceki Kufe kadısı
Selman b. Rabia aylık 500 dirhem alıyordu. Hz. Ömer, hâkimliğe zengin ve nüfuzlu
olanları tayin eder ve hâkimler başka işlerle meşgul olamazlardı. Her şehirde bir
veya birkaç hâkim bulunurdu.
Gayrimüslimler davalarını kendi kanunlarına göre hallederler veya isterlerse
Müslüman hâkimler de davalarına bakarlardı. Ömer, davaların çözümünde kolaylık
sağlamak ve hükümlerin sıhhatini temin etmek için bir de ‘bilirkişi’ kurumu ihdas
etmişti.
Camiler mahkeme binası olarak kullanıldığı gibi, hususî binalar da yapılmıştı.
Çok geniş İslam ülkesinde kaza vazifesini yürütmekte olan kadıların hepsinin
ismini tespit etmek mümkün olmamakla birlikte, valilerin ve komutanların
bulundukları ve fethetmekte oldukları bölgelerin aynı zamanda kadılıklarını
yaptıklarını nazar-ı itibara alarak, hiç bir yerin kadısız kalmadığını söyleyebiliriz.
İsimlerini tespit edebildiğimiz kadılar ve hizmet yerleri şöyledir:
Medine’de kendisiyle beraber Zeyd b. Sabit; Basra’da Ka’b b. Sûrel-Ezdi;
Filistin’de Ubade b. Sâmit; Kûfe’de, Abdullah b. Mes’ud ve 19/640 yılından itibaren
Kadı Şureyh (Bu zat Kufe’de 60 yıl kadılık etti) kadı idiler. Şam’da bulunan bir askeri
birliğe ‘cünd kadısı’ (asker kadısı) olarak da Ebu’d-Derda tayin edilmişti. Böylece bir
de ‘kâdı-askerlik’ diye bir vazife ihdas edilmiş oldu.
Ali b. Ebî Talib, Cemil b. Muammer, Selman b. Rab’ia el-Bahili, önce Kufe,
daha sonra Medain ve Kadisiye kadılıklarında; Ebu Kurra, el-Kindî, Urve b.İyad, Kufe
kadılığında; Abdullah b. Mes’ud, Kufe kadısı, beytülmal memuru idi. Ka’b b. Yessar
el-Mahzumî (Mısır’ın fethinden sonra vali Amr b. el-As’a yazarak bu zatı oraya vali
tayin ettirdi), Kays b. Ebi’l-As es-Sehmî (Amr b. el-As tarafından Mısır’a kadı tayin
edildi) ve İmran b. el-Husayn gibi zatlar da kadılık yapmışlardı. Kadisiye’deki İslam
ordusuna gönderilen doktor, kâtip, tercüman, öncü gibi görevliler arasında kadı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
(kadı’l-asker) olarak da Abdurrahman b. Rabia el-Bahili vardı. Ebu Hureyre’nin
Bahreyn’de valilik yaptığı rivayeti de vardır.
Hz. Ömer hac mevsiminde Mekke’de bir temyiz mahkemesi kurarak kadıların
hükümleri hakkındaki itirazları dinliyor ve hadiseyi yeniden tetkik ediyordu. O,
hâkimler tarafından verilen ölüm cezalarının kendi tahkikinden geçmeden infaz
edilmeyeceğini bildirmişti.
Fetva Teşkilatı
İslam’ın ilk devirlerinde teşekkül eden ve kaza teşkilatına önemli yardımları
olan bir müessesedir. Hz. Peygamber hem kadı hem müfti idi. Bu müessese Hz.
Ömer zamanında tanzim edilmiş ve bazı esaslara bağlanmıştır. Fetihlerin genişliği
ve Müslüman sayısının artmasıyla fetvaya olan ihtiyaç da artmaktaydı. Buna
rağmen Ömer, herkesin fetva vermesini istemezdi. Ali, Osman, Muaz, Abdurrahman
b. Avf, Ubey b. Ka’b, Zeyd b. Sabit, Ebu Hüreyre, Ebu’d-Derdâ fetva salahiyeti olan
meşhur isimlerdi. Kendiliğinden fetva verenler, gerektiğinde imtihan edilir ve
fetvadan menedilebilirlerdi. Fetva salahiyeti olanların isimleri halka duyurulurdu.
Şurta (Polis)
Her ne kadar güvenlik görevlileri Hz. Peygamber zamanından itibaren
görülmeye başlamışsa da, Şurtanın teşkilatlandırılması ve geliştirilmesinin Hz.
Ömer’e ait bir hadise olduğunu belirtmelidir.
Hz. Ömer, suçluları takip, cezaları tatbik için hususi bir daire teşkil etmişti.
Zina ve hırsızlık gibi cürümlere hâkimler bakarlar, ilk araştırma ise, ‘Ahdas’ veya
‘Şurta’ adı verilen güvenlik görevlileri tarafından yürütülür, cezalar da onlar
tarafından infaz olunurdu. Şurta idaresi kazaya bağlı bir kuruluştu.
Hisbe (İhtisab)
Bir hukuk müessesesi olarak ‘hisbe’, “devlet reisliğince hükmedileni icrâ, ona
muhalif düşeni men’, ma’rufu emir ve münkeri nehy bakımından takarrür edeni
tenfiz suretiyle şehir halkının işlerini gece ve gündüz murakabe etmektir.”
Hz. Ömer zamanında
oluşturulan ve
geliştirilen kurumlar
arasında en önemlisi
adliye teşkilatı ve ilgili
birimleridir.
Hz. Peygamber zamanından itibaren şurta ve hisbenin işleri ve salahiyetleri
birbirine benzediği ve bazen bir kişiye birkaç iş birden verildiği için, Ebu Bekir
zamanında ‘ases’ diye vazifelendirilen Abdullah b. Mes’ud’u aynı zamanda
muhtesib olarak da zikredebiliriz.
Hz. Ömer ise bu vazifeyi kendisi, kölesi Eslem ve Abdurrahman b. Avf ile
birlikte bizzat yapar ve çok kez çarşı ve pazarları gezerken ölçü ve tartıları da
kontrol ederdi. Devesine ağır yük vuran bir adamı ve sattığı gıda maddelerini
sokağa serip yolu kapayan bir tüccarı te’dip ettiği rivayet edilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
Hz. Ömer’in Abdullah b. Utbe’yi ve Saib b. Yezid’i çarşı ve pazarları kontrol
için muhtesib olarak tayin ettiği rivayet edilir. Şifâ bt. Abdillah adlı bir kadın da Hz.
Peygamber zamanında olduğu gibi, Medine’de hisbe vazifesini yürütüyordu. Semra
bt. Nuheyk’in de bu vazifeye tayin edildiği rivayet edilmektedir.
İhtisab işlerinin önemi bakmandan bazı tedbirler alınmış ve buna göre
birtakım esaslar benimsenmişti. Muhtesibin, 1. Satıcıların müşterileri aldatmalarını,
bir şeyi eksik tartıp satmalarını, 2. Bir kimsenin umuma ait yolları, sokakları kendi
mülküne ilhak etmesini, 3. Hayvanlara güçlerinin üstünde yük yüklenmesini, 4. Bir
kimsenin içki içmek ve kumar oynamak gibi münkerat işlemesini, engellemek gibi
vazifeleri vardı.
Erkeklerin kadınlarla birlikte tavaf etmelerini de yasaklamıştı.
Medine dışındaki vilayetlerde bu memuriyetin varlığı hakkında sarih bilgimiz
yoktur. Ancak hukuki bir müessese, önemli bir amme hizmeti ve hilafet merkezinde
de tatbikatı bulunan bu kurumun, diğer vilayetlerde de aynı işlerin tedvir ve icrası
için bulunmasının muhtemel olduğunu düşünmekteyiz.
Hapishaneler
Hz. Peygamber zamanında çok az ihtiyaç duyulmuş ve hapishane olarak
mescitten ve evlerden istifade edilmiştir. Hz. Ömer, müstakil hapishanelere ihtiyaç
duymuş olacak ki, Saffan b. Umeyye’nin evini 4.000 dirheme satın alıp orayı
hapishane olarak kullanmıştır. Kadı Şureyh (Kufe’de), borçlarını vermeyenleri
hapse mahkum etmiş ve muhtemelen bu cezayı camide tenfiz etmişti. Basra’da
Daru’l-İmare denilen yerde hapishane vardı.
Sürgün cezası da ilk defa Hz. Peygamber zamanında tatbik edilmiş ve Hz.
Ömer’de buna binaen sürgün cezası vermiştir.
Beytülmal
Bu müessese, kuruluşu itibariyle en eski ve fonksiyonu bakımından en
mühim müessesedir. Unsurları hakkında çok sayıda ayet ve hadis vardır. Hz. Ebu.
Bekir zamanında bir değişiklik olmadan aynen Peygamber zamanında olduğu
şekliyle korunmuş, fazlaca ihtiyaç olmamakla beraber bu hizmetler için bir mekân
bile tahsis edilmiştir.
Beytülmal müessesesi Hz. Ömer zamanında gelişip teşkilatlanmıştır.
Vilayetlerden merkeze gelen gelirler, ganimetler gibi taksim edilip dağıtılmayınca
çoğalarak Ebu Bekir’in tahsis ettiği binada toplanmıştır. Burada toplanan bu
varidat, bir deftere kaydedilerek sarfiyattan fazlasının burada muhafazası usulü
getirilmiştir. İdarenin başına Abdullah b. Erkam ve iki yardımcı tayin edilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
Vilayetlerde de beytülmal daireleri kuruldu. Halid b. Hares Isfahan ve
Abdullah b. Mes’ud Kufe beytülmal teşkilatlarının idaresine tayin edildiler. Sağlam
binalar yapılarak beytülmal hizmetlerine tahsis edildi.
Vilayetlerde toplanan vergi, ganimet vs. gibi gelirlerden, gerekli meblağ
mahalli ihtiyaçlar için mahalli beytülmale ayrıldıktan sonra, geri kalan her sene
sonunda merkeze gönderilirdi.
HZ. OSMAN’IN HİLAFETİ (23-35/644-656)
Hz. Ömer vefatından önce, halifeyi seçmesi için Abdurrahman b. Avf’ın
başkanlığında altı kişilik bir şura seçmişti. Bunlar Ali, Osman, Abdurrahman b. Avf,
Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydillah, Sa’d b. Ebî Vakkas ve seçilmeyip sadece
seçimi kolaylaştırması kaydıyla oğlu Abdullah’tan ibaretti. Aralarında iki gün süren
münakaşadan sonra Abdurrahman b. Avf’ın gayretleriyle Hz. Osman’ın hilafetine
karar verildi ve mescidde yapılan bey’atla 23/644 yılının Muharrem ayında üçüncü
halife seçilmiş oldu.
Hz. Muhammed’in iki kızı Rukiyye ve Ümmü Gülsüm ile evlendiği İçin
‘Zünnureyn’ diye lakablanan Osman b. Affan b. Ebi’l-As b. Umeyye b. Abdişems b.
Abdi Menâf, bu makamda 12 yıl kaldı. 35/656 yılının Zilhiccesinde öldürüldü.
Hz. Osman’ın hilafeti zamanında İskenderiye, Ermeniyye (25/645), Kuzey
Afrika (27/647), Kıbrıs (28/648), Fâris (29/649), Taberistan (30/650), Kirman,
Sicistan, Nişabur, Herat ve Horasan’ın kalan kısımları (31/651) fethedildi.
Hz. Ömer zamanında Müslümanların önünden kaçıp Türk ülkelerine sığınan
İran hükümdarı Yezdicerd öldürüldü (31/651) ve Kostantiniyye’ye (İstanbul) üç yıl
üst üste sefer yapıldı.
Hz. Osman devrinin en
önemli olayları:
 Fetihler
 Kur’ân-ı Kerim’in
çoğaltılması
 İlk altı yılda gelişen
zenginlik ve
istikrarın bozulmaya
başlaması
Hilafetinin önemli hadiselerinden biri, Kur’ân’ın okunuşundaki (Kırâatü’lKur’ân) ihtilafların giderilmesidir (30/650). Huzeyfe’nin (el-Yemâni) anlattığına
göre, Ermeniyye’nin fethi sırasında, orada bulunan Iraklılar ve Suriyeliler,
kıraatlarındaki farklılık dolayısıyla birbirlerini tekfir ediyorlardı. Hz. Osman, Zeyd b.
Sabit’e Kur’ân’ı yazıp çoğaltmasını emretti. O da, Ebu Bekir zamanında yine
kendisinin topladığı ve Hz. Hafsa’nın yanında bulunan mushaf ile de tekrar
mukayese ederek Kur’ân’ı birkaç nüsha yazdı ve bunlar belli başlı merkezlere
gönderildi. Bunlar dışındaki nüshaların tamamı yakıldı.
Hz. Osman’ın katibi, Mervan b. el-Hakem, kadısı Zeyd b. Sabit idi.
Hz. Osman, zamanında büyük fetihler yapıldı. Hilafetinin başlangıcında
yaşanan hoşnutsuzluk ilk zamanlar aleni muhalefetler şeklinde olmadıysa da altıncı
yıldan sonra bütün ülkede huzursuzluklar baş gösterdi ve neticede bu ihtilaflar ve
ihtilallar halifenin hayatına mal oldu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
Devlet idaresinde kendisine yöneltilen ithamlar ile akrabalarını kayırdığı ve
onları devletin en yüksek makamlarına getirdiği iddialarına rağmen, onun devlete
büyük hizmetlerde bulunduğu da kabul edilmektedir. Fetihleri selefi Ömer’inkilerle
mukayese edilecek kadar büyüktü; farklı olarak Bizans’ın başkentine kadar üç sefer
yapılmış, Endülüs’e gidilmiş, ilk defa bir donanma teşkili ile deniz seferi yapılarak
Kıbrıs fethedilmiştir.
Hz. Osman zamanında, devlet teşkilatında herhangi bir değişikliğe
rastlamıyoruz. Belli ki, selefleri zamanında müesses teşkilat ve kurumların çoğunu
aynen muhafaza etmişti.
Vefat ettiği yıl, valiler ve hizmet bölgeleri şöyleydi:
Mekke’de Abdullah b. el-Hadramî; Taif’te Kasım b. Rabia’ es-Sakafî; San’a’da
Ya’la b. Münye; Hemedan’da Cerir b. Abdillah; Cened’de Abdullah b. Rabia;
Basra’da Abdullah b. Amir; Kufe’de Sa’id b. el-As; Mısır’da Abdullah b. Sa’d; Şam’da
Muaviye b. Ebi Süfyan; Hıms’ta Abdurrahman b. Halid b. Velid; Kınnesrin’de Habib
b. Mesleme; Ürdün’de Ebu’l-A’ver es-Sülemi; Filistin’de Alkame b. Hâkim el-Kinani.
Hıms, Kınnesrin, Ürdün ve Filistin idarecileri, Şam valisi tarafından tayin
edilmiş vali naibleri idiler.
Muaviye’nin teklifi ile kuvvetli bir donanma kuruldu ve İskenderiye’de Bizans
donanması mağlup edildi. Bu donanma sayesinde Sicilya ve Rodos adaları
fethedildi. Muaviye ‘donanma’ komutanlığına Abdullah b. Kays el-Fezarî’yi tayin
etmişti.
Irak haracını Cabir b. Fülan el-Müzenî topluyordu. Kufe’de komutan elKa’kaa b. Amr idi. Karkisiya’da Cerir b. Abdillah, Azerbaycan’da el-Eş’as b. Kays,
Hulvan’da Uteybe b. en-Nehhas, Mah’da Malik b. Habib, Rey’de Sa’id b. Kays,
İsfehan’da es-Saib b. el-Akra’ bulunuyorlardı.
İslam devleti bu dönemde dünyanın en büyük devleti olup çok zengin idi.
Memurların maaşına ihtiyaçlarından çok fazla zam yapılıyor, muhtaç olan herkese
yemek veriliyordu. Ramazan aylarında Hz. Peygamber’in hanımlarına günde iki
dirhem, halka birer dirhem veriliyordu.
Hz. Osman devlet daireleri için çok sayıda önemli binalar yaptırdı. Mescid-i
Nebi’yi tamir ettirip genişletti ve kendisi için bir ‘maksure’ ilave ettirdi. Ordu,
muntazam ve mükemmel olup yeni fethedilen yerlerde, Ömer’in yaptığı gibi askeri
merkezler kurulmaktaydı.
Hz. Osman bazı davalara bizzat kendisi bakardı. Kendisinin iştirak ettiği
mahkemelerde, diğer kadıları da bulundurur ve hükümleri beraber verirlerdi. Hz.
Ömer’in katliyle ilgili davaya Hz. Osman bakmıştı. Hâkimlerin verdiği cezaların
(hadlerin) infazında halifenin tasvibinin alınmasını emretmişti. Hz. Ömer
zamanında olduğu gibi Hz. Osman da hac mevsiminde Mekke’de bir nevi temyiz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
mahkemesi fonksiyonunu yerine getiriyor ve hâkimlerin kararlarını gözden
geçiriyordu.
Şurta teşkilatını tanzim ederek teşkilatın başına ‘Sahib-i Şurta’ adıyla yüksek
bir memur tayin etmiştir.
Ali B. Ebî Tâlib’in Hilafeti (35-40/656-661)
Hz. Osman’ın katlinden sonra, 35/656 yılının Zilhiccesinde Medinelilerin
bey’atıyla halife oldu. Bey’atı geciktirenler olduğu gibi, hiç bey’at etmeyerek
muhalefetlerini sürdürenler de olmuştur.
Bey’attan sonra Medine’de dört ay kaldı. Talha, Zübeyr, Ümeyye Oğulları ve
başka gruplar Hz. Osman’ın katlinden Ali’yi sorumlu tutarak Hz. Aişe’nin etrafında
toplandılar. Mekke’de bulunan Aişe, Osman’ın intikamını almak için Basra’ya geçti.
Hz. Ali, 36/567 yılında Kufe’den aldığı destekle Basra’ya yürüdü ve meşhur ‘Cemel
Vak’ası’ meydana geldi.
37/658 yılında Muaviye b. Ebî Süfyan, Şam’da halife olmak iddiasıyla ortaya
çıktı ve Irak üzerine yürüdü ve Ali ile Safer ayında ‘Sıffin’de karşılaştılar. İki taraf da
büyük kayıplar verip hilafet işini ‘hakemler’e bıraktılar. Hz. Ali ve Kufelilerin hakemi
Ebu Musa el-Eş’arî, Muaviye ve Şamlıların hakemi ise Amr b. el-Âs idiler. Hakemler
Dumetü’l-Cendel’de toplanarak, Ali’nin ve Muaviye’nin hilafetten hâl edilip, onların
yerine Müslümanların razı olacakları birini halife seçmeyi kararlaştırdılar. Ezruh’da
38/659 yılının Şaban ayında iki tarafın huzurunda, kararı bildirmek için toplanan
hakemlerden ilk sözü Ebu Musa el-Eş’ari aldı ve Ali’yi halifelikten hal’ etti. Ondan
sonra sözü alan Amr ise Muaviye’yi hilafet için seçtiğini ilân etti. Şamlılar buna
memnun oldu, fakat Kufeliler kabul etmediler.Ali’nin taraftarlarından bir kısmı
(Hariciler) kendisini terk ederek Harura’da toplandılar ve Hz. Ali’yi de diğerleri gibi
düşman ilân ettiler vuku bulan bu ihtilaf, Hz. Ali’nin öldürülmesine kadar devam
etti.Hz. Ali 40/661 yılının Ramazan’ında Harici Abdurrahman b. Mülcem tarafından
öldürüldü.
Hz. Ali devrinin en
önemli olayları:
 Fetihler
 Devletin yapısında
yenileşme ve ilaveler
 Divanların teşkili.
Hilafette bulunduğu beş yıl boyunca hep harplerle, anarşi ve isyanlarla
meşgul olan Hz. Ali zamanında, devlet teşkilatı için önemli bir yenilik ve gelişmeden
bahsedemiyoruz. Ülkenin her tarafı kendisine bağlı olmadığı gibi, bir kısmına da asi
hariciler terörle hükmediyorlardı. Ali’ye bağlı olan Mısır’da önce Ebu Yahya elÂmirî, sonra Kays b. Sa’d b. Ubade el-Hazrecî, onun azlinden sonra Malik b. el-Haris
el-Eşter ve onun ölümünden sonra da Muhammed b. Ebi Bekir vali idiler. Mekke’de
Ebu Katade el-Haris, sonra Kusem b. Abbâs; Medine’de Sehl b. Huneyf, sonra Ebu
Eyyub; Yemen’de Ubeydullah b. Abbas, sonra bunun kardeşi Abdullah b. Abbas
daha sonra da Cariye b. Kudame; Basra’da Abdullah b. Abbas; Ali’nin merkez
edindiği Kufe’de Ammar b. Hassan; Kuzey Afrika’da (Bilâdü’l-Mağrib) Abdullah b.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
Ebi Serh valilik yaptılar. Hz. Ali zamanında birçok vilayetlerde valilerin diğer
hizmetleri de yürüttükleri anlaşılmaktadır.
Mısır’da Ebu’l-Esved ed-Düeli kadı; Ebu Râfi ise beytülmal hâzini idi.
Kaza Teşkilatı
Hz. Ali Kufe’yi merkez ittihaz ederek memleketin kendisine bağlı olan
kısımlarını buradan idare ediyordu. Onun bilhassa kaza işlerinde mütebahhir bir
âlim olduğu malumdur. Bu sahada tecrübesi de vardı; zira Hz. Peygamber ve Ömer
zamanlarında kadılık yapmıştı. Hilafeti zamanında da hüküm verdiği, adli işlerle
bizzat meşgul olduğu bilinir. Hz. Ali’nin mahkeme içtihatlarını bir kitapta topladığı
da rivayet edilmektedir.
Hz. Ali, hâkim tayinlerine itina eder, en bilgili ve liyakatli olanları seçer,
başarılı olanları terfii ettirir ve maaşlarını arttırırdı.
Her vilayete kadı tayin edemediği hallerde, valiyi kaza ile de tavzif ederdi.
Nitekim Muhammed b. Ebi Bekir’i Mısır’a vali tayin ettiği zaman ona kaza işlerini de
yüklemiş ve bu hususta ona bir de talimatnâme vermişti.
Hz. Ali muhakeme esnasında davacı ve davalıyı, birbirlerini görmeden onları
ayrı ayrı dinleme usulünü getirmiş, aynı usulü şahitler için de uygulamıştı.
Hz. Ali kaza dışında diğer memuriyetlere de önem verir, devlet hizmetlerinin
doğruluk ve emniyetle yürümesini isterdi. Ka’b b. Malik’e gönderdiği bir emirle,
ondan, bütün Irak’ı gezmesini, halkın devlet memurları hakkındaki kanaatlerini
dinlemesini, memurların tavır ve hareketlerini tetkik etmesini istemiştir.
Amcazadesi İbn Abbas’ın beytülmaldan aldığı bir miktar paranın hesabını
kendisinden sormuş, İbn Abbas hakkını almış olmasına rağmen, korkusundan
Mekke’ye gitmişti.
Sınırda askeri merkezler te’sis etmjş olan Hz. Ali, stratejik önemi olan
yerlerde kaleler de inşa ettirmiştir.
Hz. Hasan’ın Hilafeti (40-41/661-662)
Künyesi Ebu Muhammed olan el-Hasan b. Ali b. Ebi Talib, babasının vefatı
günü (40/661 17 Ramazan) halife seçildi. 41/662 yılının Rebiülevvel veya
Cemaziyelevvel ayında, ülkedeki karışıklığa son vermek düşüncesiyle Muaviye b.
Ebi Süfyan lehine istifa etti. 49/669 yılının Rebiülevvel veya 50/670 yılının
Muharrem ayında Medine’de vefat etti.
Beş veya yedi aylık hilâfeti esnasında devlet idaresinde hiçbir değişiklik
olmadı. Valiler ve diğer devlet ricali babasının zamanındakilerle aynıydı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
HULEFÂ-Yİ RÂŞİDÎN ZAMANINDA ASKERİ TEŞKİLAT
Hz. Peygamber zamanında devamlı bir ordu yoktu. İlk Müslümanlarda
büyük-küçük silah taşıyabilen her yetişkin insan askerlik hizmeti ile mükellefti. Harp
esnasında Hz. Muhammed bu mükellefleri çağırırdı. Her gönüllü kendi silahlarıyla,
kararlaştırılan günde, kararlaştırılan yerde toplanırlardı.Hz. Peygamber bizzat ordu
komutanı olarak sefere çıkıyorsa, kendisine yardımcılar seçerdi. Kendisinin iştirak
etmediği seferler için komutanın tayinini yaptıktan sonra gerekli talimatı verirdi.
Ordu ‘hamis’ denen beş kısma ayrılırdı: Öncü (mukaddime), ardcı (saketü’lceyş) sağ kanat (meymene), sol kanat (meysere) ve merkez (kalb).
Sefere çıkan birliklerde muhtelif kademeler vardı. Kumandanın yanında,
başka birliklere haber götüren, emirleri bildiren haberciler vardı.
Ordu karargâhı, nöbetçilerle gece-gündüz korunurdu. Düşmanın durumunu
tetkik için keşif birlikleri kullanılırdı. Düşmanı takip, casusluk, pusu kurma gibi
askerî hareketler bilinir ve tatbik edilirdi. Hz. Muhammed harp için meşru kabul
ettiği ve düşmanı yanıltıcı birtakım hileleri kullanmıştır. Kendi durumunu gizli tutar,
düşmana ani baskınlar yapardı. Harpten önce İslamiyet’e davet eder; kabul
edilmediği takdirde harp ilan ederdi.
Sulh zamanlarında, başta gençler olmak üzere, bütün Müslümanların harp
oyunlarını yapmalarını, koşmak, ok atmak, ata binmek gibi harp için lüzumlu spor
eğitimlerini teşvik ederdi.
Askeri kıyafet henüz yoktu, Hz. Peygamber, kendi askerlerinin birbirlerini
tanımaları, düşmandan ayrılabilmeleri ve bazı harplerde olduğu gibi (Hendek
muharebesinde) yanlışlıklara meydan vermemek için her seferde ayrı ayrı
‘Parola’lar kullanıyordu. Bazen de elbiselerinde ayrıca bazı işaretler kullanmıştı.
Şehirlerin savunması için ‘hendek kazma’ usulü, kuşatmalarda ‘mancınık’,
kale duvarlarını yıkmak için ‘debbâbe’ ve ‘dabûr’ gibi silahlar kullanılmaktadır.
Hz. Peygamberin tesis
ettiği askeri yapı,
uygulama ve esaslar,
Hulafâ-yi Râşidîn
zamanında da aynen
kabul ve tatbik
edilmişlerdir.
Uhud ve Huneyn harplerinden itibaren hastabakıcı, aşçı gibi hizmetlerde
kadınlara da görevler verildi. Seyyar askeri hastaneler kurulurdu.
Hz. Peygamber Medine’yi bir sefer sebebiyle terk ettiği zaman bir sahabeyi
kendisine nâib olarak tayin ederdi.
Orduda ganimet işlerine bakan bir kısım memurlar da bulunurdu. Düşmana
karşı kabalık ve vahşet yasaklanmıştı. Düşmanın uzuvlarını kesmek canlı bir
mahluku yakmak gibi fiillere müsaade edilmemiştir.
Esirleri doyurmak Müslümanların vazifesidir. Esirler taksim edildiğinde
herkes esirine iyi muamele gösterecektir. Esirlere elbise ve yiyecek temin edileceği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
gibi, acıları ve ızdırapları da giderilecekti. Esirler ya bir fidye-i necat mukabilinde
veya tamamen karşılıksız yahut mübadele esaslarına göre serbest bırakılırlardı.
Hz. Peygamber’in tesis ettiği bu esaslar, Hulafâ-i Raşidin zamanında da
aynen kabul ve tatbik edilmişlerdir. Hz. Ebu Bekir zamanında herhangi bir değişiklik
yoktur. Hz. Ömer zamanında ise esaslar aynen muhafaza edilmiş, teşkilatta bazı
ilaveler yapılmıştır.
Irak, Şam ve Mısır gibi büyük ülkeler fethedilirken, İslam orduları için
oralarda hususi yerler kurulmuştu. Meselâ, Basra vilayeti ‘Ehmas’ diye beş kısma
ayrılmış, her kısımda kabilelerinden biri ikâmet ediyordu. Her kısım üzerinde bir
komutan (emir) bulunurdu. Kufe, Fustat (Kahire), Şam ve Mısır gibi önemli ve
stratejik yerlerde de askeri merkezler (cünd) tesis edilmişti.
Fetihlerin devam ettiği yıllarda eli silah tutan her Müslüman asker olup,
başka işlerle uğraşmazlardı. Hatta Hz. Ömer, Müslümanları ziraatla uğraşmaktan
bile men etmişti.
İslam Tarihinde ilk defa Hz. Ömer tarafından Medine’de müstakil bir askerî
daire (Divanü’l-Cund) kurularak, askerlerin isimleri, maaşları ve tahsisatlarının
kaydı yapıldı. Bu divanda Muhacirler, Ensar ve diğer Müslümanların isimleri, Hz.
Peygamber’e olan yakınlıkları, İslamiyet’teki kıdemlerine göre kaydedildi;
kendilerine verilecek maaşları da oraya yazıldı. Bu tarihlerde her Müslüman asker
olduğu için, herkes bu deftere kayıtlıydı.
Bir kimsenin askerliğe kabulü için birtakım şartlar vardı: Hür olmak, baliğ,
olmak, Müslüman olmak, sıhhatli olmak, cesaretli olmak askerlik için önemli
şartlardı. Asker adayında bu şartlar tespit edilince kayıt defterine ismi ile nesebi,
boyu, rengi ve diğer bedenî hususiyetleri yazılırdı. Hz. Ömer’in talimatıyla her
kabile askerleri ayrı ayrı bölümlere yazılırdı.
Asker Maaşları ve Rütbeleri
Hz. Peygamber zamanında Müslüman askerlerinin maaşları muayyen değildi,
Ele geçen ganimet malları ve diğer gelirler, miktarlarına göre, az veya çok müsavi
olarak Müslümanlara dağıtılırdı. Hz. Ebu Bekir bu usulü aynen devam ettirdi. Hz.
Ömer ise tesis ettirdiği divana Müslümanları nesepleri ve kıdemleri, İslam’a
hizmetleri itibariyle derecelendirerek her birine yıllık 3 ile 12.000 dirhem arasında
değişen miktarlarda maaşlar verdi. Bu tahsisat Emeviler dönemine kadar hiç
aksatılmadan verilmiştir.
Hz. Peygamber zamanında her Müslüman asker sayılmakla beraber, İslam
ordusunun sayısı çok azdı. 9/630. senede vuku bulan Tebük Gazvesi’nde ordunun
sayısı kırk bine ulaşmıştı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in hilâfetlerinde İslam
ordusunun sayısı yüz elli bini geçmişti. Zamanla bu miktar daha da artmış, belki iki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
katına varmıştı. Askeri teşkilatta, başlangıçta Cahiliyye döneminden intikal eden
askeri rütbe esası tatbik edilmişti. Her on kişinin başında bir ‘arif’ bulunurdu.
Ariflerin kumanda ettikleri birlikler de ‘Arif’ diye isimlendirilirdi, Beş arifin başında
bir ‘menkib’ vardı. Daha sonraları her arifin komutasına yirmi, otuz ve kırk nefer
verildi. Yani ariften müteşekkil birliğin başında ‘ümerâü’l-İsbâ’ adlı kumandanlar
bulunurdu.
Hulafâ-yi Râşidîn
zamanında asker maaş
ve hayatında gelişmeler
olmuştur. Orduda
hiyerarşi olup ‘liva’ ve
‘raye’ kullanılmaktaydı.
Hz. Peygamber’in, askeri, teftiş edip onlara geçit resmi yaptırması gibi,
Hulefâ-yi Râşidîn de aynı şeyleri devam ettirmişlerdir.
Müslümanlar bir bölgeyi fethettikleri zaman, ordugâhlarını şehrin dışında
kurarlardı. Hz. Ömer kendisi ile Müslüman ordugâhı arasında nehir ve deniz
bulunmasını istemezdi. Fatihler, aile ve çocuklarıyla ikâmet ettikleri bu ordugâhları
daha sonra şehirler haline getirdiler ki, Basra, Kufe ve Fustat şehirleri bu şekilde
kurulmuş şehirlerdir.
Bayrak ve Sancaklar
Cahiliyye devri Arapları, eskiden beri ‘bayrak’ (livâ) ve ‘sancak’ (râye)
kullanıyor ve bunlara oldukça büyük değer veriyorlardı. Anlaşıldığına göre ‘livâ’,
askeri sancak; ‘râye’ ise ordu komutanının alamet ve timsali olan bir bayraktır. Hz.
Peygamber de her zaman ve muhtelif sebeplerle çıkarılan seriyyelerde ‘râye’ ve
beyaz renkli bir ‘liva’ kullanmıştır.
Hulefâ-yi Râşidîn zamanlarında da, bir yere bir ordu sevk edildiği zaman
halifeler, kumandanlara sancaklar verirler ve bu sırada askerin muzafferiyeti için
dua ederler ve tavsiyelerde bulunurlardı.Hz. Ömer sancak tevdiinde, askerin
maneviyatını yükseltecek veciz hitabede bulunurdu.
Kaynaklar askeri teşkilat hususunda en çok Hz. Peygamber ve II. Halife Ömer
dönemleri için bilgi vermektedirler. Öyle sanıyoruz ki, Hz. Peygamber’in her
yaptığını hiç değiştirmeden tatbik eden Hz. Ebu Bekir, askeri teşkilatta da herhangi
bir değişiklik yapmamıştır. Hz. Ömer’in halefleri Hz. Osman ve Hz. Ali zamanlarında
da bu teşkilatta ciddi bir değişiklik yapılmış olduğuna dair bir kayda rastlamıyoruz.
Silahlar
Araplarda Cahiliyye döneminde, kılıç, kargı, yay ve kalkandan başka silah
yoktu onlar bu silahları büyük bir maharetle kullanırlardı. Bilhassa yay kullanmakta
çok usta idiler. İslamiyet’in zuhuru sırasında da Müslüman muhariplerin silahları
bunlardan ibaretti.
Araplar kılıcı, silahların en şereflisi sayarlar, kargıları at üzerinde kullanılırdı.
Gerek Cahiliyye döneminde, gerek İslam devletinin ilk zamanlarında kargı, kullanışlı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
olmadığından fazla kullanılmamıştır, çabuk kırılır, güvenilmez aletlerdi. Zırh ve
kalkanların birçok çeşitleri vardı.
Hz. Peygamber ashabını, iyi ata binmek ve iyi ok atmak için teşvik ederdi.
Aynı teşvik Hulefâ-yi Râşidîn zamanlarında da devam etmiştir.
Arapların eskiden muhasaraya mahsus aletleri, yoktu. İslamiyet’in ilk
yıllarında da bu aletlere ihtiyaç duyulmadı; çünkü henüz onları gerektiren
muhasaralar olmamıştı. Daha sonraki yıllarda muhasaralar başladı ve yabancı
menşeli bu aletler de kullanıldı. Bu aletlerin en mühimi,‘mancınık’, ‘debbâbe’,
‘kebşir’ idi.
İlk deniz seferi Hz. Ömer zamanında Bahreyn Valisi Alaüddin b. Abdilah elHadramî tarafından İran sahillerine yapıldı; fakat Hz. Ömer kendisinden habersiz
yapılan bu hareketin devamına izin vermedi. Donanma ise, ilk defa Hz. Osman’ın
hilafeti sırasında Muaviye tarafından kuruldu ve deniz seferine başlandı. Bu
donanma Kıbrıs’ı (28/648) fethettikten sonra, Müslümanlar Akdeniz’de
kazandıkları deniz seferlerinden ve gelirlerinden memnun kalarak donanmayla
seferlere devam ettiler.
HULEFÂ-Yİ RÂŞİDÎN DEVRİNDE İLİM VE ÖĞRETİM
İslam’ın ilk devirlerinde ilmî faaliyetlerde ağırlık, günümüz anlamında
olmamakla birlikte Kur’ân ve Hadis ilimleri üzerine toplanmıştı. Hulefâ-yi Râşidîn
devrinde bu ilimlerin daha sonraları ele alınan usul ve şartları henüz tespit
edilmemişti.
Hz. Peygamber zamanında başlayan ilmî hareketin esasını ‘Kur’ân’ın
anlaşılması’ ve ‘dinî ilimler’ teşkil etmekle beraber, Sahabe arasında Kur’ân tefsiri
ile meşgul olanların sayıları çok azdı. Bu sahada kendilerinden rivayetler
bulunanların en meşhurları Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes’ud,
Ubey b. Ka’b, Zeyd b. Sabit, Ebu Musa el-Eş’arî ve Abdullah b. Zübeyr idiler.
İslam’ın ilk devirlerinde
ilmi faaliyetlerde ağırlık,
günümüz anlamında
olmamakla birlikte
Kur’ân ve Hadis ilimleri
üzerine toplanmıştı.
Hz. Muhammed’in sağlığında Kur’ân dikkat ve itina ile yazılıp, ezberlenerek
muhafaza edildiği halde, aynı titizlik hadisler için gösterilememiştir. Hz.
Peygamberin, ilk dönemlerde ağzından çıkan sözlerden, Kur’ân’dan başkasının
yazılmasını yasak ettiğine dair hadisler yanında, daha sonraları bazı sahabesine
müsaade etmekle kalmamış, yazılmasını bile emretmiştir. Bu birbirine zıt görünen
emirler, doğrudan muhatapları olan sahabe tarafından iyi idrak edilmiş, karışmanın
önlenmesine yönelik bu maksat onlarca kavranmıştır.
Hadis yazma işi çok hususî bir faaliyetti ve bir kısım büyük sahabe, Kur’ân’la
karıştırılması veya Kur’ân’ın önüne geçmesi endişesiyle hadis yazma işine taraftar
olmamışlardı. Hz. Muhammed Kur’ân’ın tedvinine bizzat ihtimam göstermiş,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
hadislerin tedviniyle ise alâkadar olmamıştır. Hadislerin intikalini, yazılanlardan çok
sahabelerin hafızalarına borçluyuz.
Sahabenin bir kısmı, bildiklerini talebelerine ve dinleyicilerine şifahi olarak
naklediyorlar veya bir meselede Hz. Peygamber’in tatbikatı aranınca, sahabe bunu
araştırarak hatırlayıp naklediyorlardı.
Veda Haccı’nda Hz. Muhammed, yaklaşık 140 bin Müslümana hitap etmiştir;
yapılan incelemelere göre, bu sahabenin 114 bini, Hz. Peygamber’den az çok bir
hadis nakletmiştir. Hz. Peygamber’den hadis dinleyen, ondan ilim alan 114 bin
Sahabe’den 30.000 kadarı Medine’de bulunuyorlardı. Medine’deki bu âlim ve
fazlaca hadis rivayet eden Sahabenin en meşhurları, faaliyet ve talebeleri hakkında
kısaca bilgi vermek istiyoruz:
Ebu Hureyre, çok sayıda hadis rivayet etmiş; Said b. el-Müseyyeb, Tavus b.
Keysan, Muhammed b. Sirin, Abdurrahman b. Hürmüz gibi meşhur talebeleri
ondan hadis almışlardır.
Abdullah b. Ömer’in,‘es-Sahife’ adlı bir hadis mecmuası olduğu rivayet edilir.
Salim b. Abdullah b. Ömer, Nafi ve Urve gibi meşhurlar onun talebeleridir.
Hz. Aişe, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ebu Said el-Hudrî, Ebu Eyyub gibi
büyük sahabeler Medine’de yetişmiş ve Hz. Peygamber’den hadis ve ilim alıp, bu
ilimleri başkalarına nakleden âlim sahabelerdir.
Sahabeden Cabir b. Abbas Medine’de bir ders halkası kurmuş ve talebelerine
hadis okutmuştur; talebelerinden Vehb b. Münebbih kendisinden hadis yazardı.
Muhaddis Katâde ve Süleyman b. Kays da onun talebelerindendiler.
Hz. Aişe de çok hadis nakledenlerden olup Urve b. ez-Zübeyr de onun
hadislerini nakletmiştir. Hz. Aişe’nin yetiştirdiği talebeleri arasında Urve ve Kasım
b. Muhammed meşhurlarıdır.
Hz. Ebu Bekir 500 kadar hadisi yazmış, bilahare bunları yakmıştır. Hz. Ömer
Ashapla istişare ederek hadislerini toplamayı düşünmüş ve fakat sonra
vazgeçmiştir. Hz. Ali’nin de, bir hadis sahifesi olduğu rivayet edilir.
Sahabe, ilim
bakımından birbirinden
farklı idiler ve her
sahabe din işlerinde
konuşmaya, fetva
vermeye salahiyetli
değildi.
Genç yaşta Hz. Peygamber’in emriyle Yemen’de kaza vazifesinde bulunan
Hz. Ali, fıkhı meselelerde müşkülleri çözmekle meşhurdu. Vefatından sonra çözümü
zor olan meseleler için, “bu öyle bir mesele ki, onun Ebu’l-Hasan’ı da yok” denirdi.
Bazılarının anlayamadığı Kur’ân’a ait muğlâk meselelerin tefsirlerini de en iyi bilen
Hz. Ali idi; mübhemâtı en iyi o çözerdi. Abdullah b. Abbas, Hz. Ali’nin talebesi idi.
Sahabi Abdullah b. Ebi Avfa ise mektupla hadis öğretmiştir. Samure b.
Cündüb ve Sa’d b. Ubade’nin de hadis mecmuaları vardır. Abdullah b. Ömer,
azadlısı Nâfî’e hadis yazdırır ve bu kölesi ile iftihar ederdi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
Şiir, ensâb ve eyyamü’l-Arab’ı iyi bilen, tefsir, feraiz, meğazi gibi ilimlerde de
âlim olan Abdullah b. Abbas’ın rivayetlerinin bir deve yükü teşkil ettiği söylenir.
Başka şehirlerden ilim talipleri Abdullah’a gelirler ve o, onlara hadis okurdu.
Ensabu’l-Arabı en bilenlerden biri olan Ebu Bekir, Hz. Peygamber’e ihtiyaç duyduğu
zamanlarda kabileler hakkında bilgiler verirdi.
Mugire b. Şu’be, Abdullah b. Mes’ud, Ebu Hureyre, diğer ilimler yanında,
bilhassa hadis ilmiyle iştigal etmiş büyük âlim sahabelerdi.
Fethedilen bölgelere gönderilen ve oralarda Kur’ân, Hadis ve ihtiyaç duyulan
dinî ilimleri öğreten sahabeden de bahsetmek istiyoruz:
Yemen ve civarına Ebu Musa el-Eş’arî, Muaz b. Cebel, Hemmam b.
Münebbih gönderilmişler ve orada dinî ilimleri öğretip yaymışlardı.
Hz. Ömer, Muaz b. Cebel’i, Ebu’d-Derdâ’yı ve Ubade b. es-Samit’i Suriye’ye
gönderdi. Şam’da Ebu’d-Derdâ, Ebu Zer el-Gıfarî, Muaviye b. Ebi Süfyan, Usame b.
Zeyd, Bilal b. Rebah el-Habeşî hadis rivayet etmişler ve dinî ilimleri öğretmişlerdir.
Hıms’da Ubade b. es-Samit, Filistin’de Muaz b. Cebel ve Şeddad b. Evs bulunmuşlar
ve aynı ilmî faaliyetleri göstermişlerdir.
Basra’da Enes b. Malik, Ebu Musa el-Eş’ari, İmran b. el-Husayn, Muğire b.
Şu’be, Nufeyl b. Haris, Semure b. Cündüb, bilhassa hadis öğretimi ile meşgul
olmuşlardı.
Kufe’de,Hz. Ali, Ebu Musa el-Eş’ari, Muğire b. Şu’be, Semure b. Cündüb, Cerir
b. Abdillah, Selman el-Farisî, Ammar b. Yasir devlet hizmetleri ve idarî faaliyetleri
yanında Kur’ân ve hadis ilimlerini öğretmek hizmetini de yürütmüşlerdir.
Medayin’de Selman ve Huzeyfe’nin varlıklarına rağmen ilmi gelişme olmadı.
Mısır’da hadis ve dini ilimler Abdullah b. Amr b. el-Âs vasıtasıyla yayıldı.
Sahabe, ilim bakımından birbirinden farklı idiler ve her sahabe din işlerinde
konuşmaya, fetva vermeye salahiyetli değildi. Fetva, ancak Kur’ân’ı çok okuyan,
ona ait ilimleri, Mekkî ve Medenîyi, nüzul sebeplerini, müteşâbihi ve muhkemi
bilen, bunları Peygamberden öğrenmiş olan sahabenin salahiyetindeki bir işti.Bu
âlim sahabeler, İslam ülkesinin muhtelif yerlerinde, bilhassa büyük şehirlerde,
camilerde ders halkaları kurar ve talebelerine Kur’ân okuturlardı. Ebu‘d-Derda’nın
Dımaşk Mescidindeki dersleri sabah namazından öyleye kadar devam ederdi.
Abdullah b. Abbas Mekke’de, Abdullah b. Mes’ud Kufe’de, Ebu Musa el-Eş’arî Basra
Camii’nde halka Kur’ân ve Kur’ân ilimleri öğretiyorlardı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Özet
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
• Raşit Halifeler dönemi denince genellikle Hz. Ebu Bekir (11-13/632634), Hz. Ömer (13-23/634-644), Hz. Osman (23-35/644-656), Hz. Ali
(35-40/656-661) ve Hz. Hasan (40-41/661-662) dönemleri
kastedilmektedir. Bu dönem tüm Müslümanlar için, Hz. Peygamber
dönemi kadar önemli görülmüş ve bu dönemin icraatları dini açıdan
değerli sayılmıştır.
• Halifelik kurumu, Hz. Ebu Bekir'le birlikte başlamış ve son Osmanlı
hükümdarı Vahdeddin'le bitmiştir. Bu yüzden tüm İslam mezhepleri ve
düşünürleri tarafından son derece önemli bir kurum sayılmış ve hatta
hakkında en çok polemik yapılan konulardan biri olmuştur. Biz bu
yüzden halifelik hakkında, şartları, özellikleri, halifenin taşıması gereken
vasıfları, atanma yolları ve azlini gerektiren hallerin başlangıçtan
itibaren belirlendiğini görmekteyiz. Tabii ki bu şart ve özelliklerin,
günümüz islam devlet geleneğinin anlaşılma süreci açısından çok
anlamlı olmadığı iddia edilebilir, fakat bu şartların, gerektiğinde
düşünülmüş olması ve belli evrensel kriterleri önermesi açısından
önemlidir ve göz ardı edilmemelidir.
• Hz. Ebu Bekir Allah Resulu'nün vefat ettiği gün Medine'de Muhacir ve
Ensar'ın ittifakıyla seçilmiş, ilk anda bey'at etmeyenler de daha sonra
bey'at etmişlerdir. Ebu Bekir, iç isyan ve ayaklanmaları bastırmış,
yalancı peygamberlerin yol açtığı kargaşaya son vermiş ve yaptığı
fetihlerle, Peygamberimiz sonrası ilk ihtilafları kökten hallederek
kendisinden sonrakilere sorunsuz bir devlet bırakmıştır. Zamanıda
yapılan en önemli işlerden biri de Kur'an-ı Kerim'in bir araya
toplanmasıdır. Onun zamanında Resulullah döneminden kalan devlet
yapı ve teşkilatlanmöası devam ettirilmiştir.
• İslam Devleti'nin asıl kurucusu olarak kabul edilen Hz. Ömer, Hz. Ebu
Bekir'in tavsiye ve atamasıyla halife olmuş, zamanında İslam Devleti
Türkistan'dan Bingazi'ye ve Doğu Anadolu'dan Doğu İran'a kadar bütün
bölgeye yayılmıştır. Bu da beraberinde yeni bir teşkilatlanma ve
yapılanma getirmiştir. Buna göre başta adliye ve diğer kurumlarda
olmak üzere birçok ilave ve değişiklikler yapılmış, elde edilen gelirlerle
devlet ve halk oldukça zenginleşmiştir.
• Hz. Ömer tarafından oluşturulan altı kişilik bir şura vasıtasıyla halife
seçilen Hz. Osman, Ömer'den aldığı devleti yeni fetihlerle genişletmiş
ve daha da zenginleştirmiştir. Fakat hilafetinin ikinci altı yılının
başlangıcından itibaren gelişen muhalefet, halifenin ölümüyle bile
durmamıştır. Zamanında Ümeyye oğulları devletin birçok makamını
işgal etmiş ve diğer sahabe ve kabile mensupları, devlet ve şuradan
dışlanmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Özet
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
• Medine'de kalan sahabe'nin tensib ve seçimiyle halife olan Hz. Ali'ye
devletin her yöresinden bey'at yapılmamış olması, çeşitli
huzursuzluklara yol açmıştır. Bu bağlamda önce Cemel'de Hz. Aişe ve
etrafındakilerle daha sonra da Sıffın'da Hz. Muaviye ve taraftarlarıyla
savaşan Ali, bir türlü istikrarı sağlayamamış ve muhalif Harici grupların
suikasti sonucu öldürülmüştür. Kendisinden sonra Halife olan oğlu Hz.
Hasan da, taraftarlarına güvenememesi ve yeni fitnelerin vuku
bulmaması için Muaviye ile anlaşarak halifeliği ona devretmiştir.
• Hz. Ali de selefleri gibi devlet yönetiminde gerekli titizliği göstererek,
tüm makamlara atamalar yapmış ve elinden geldiğince kurumların
idamesine çalışmıştır.
• Raşit halifeler döneminde mükemmel ve istikrarlı bir yapıya
kavuşturulan İslam ordusu, zamanının her türlü silah ve gereçleriyle
donatılmış ve beşli taksimatıyla dünyanın en güçlü ordusunu
oluşturmuştur. Ordu genel yapısı, silahları ve teşkilatlanması biçimiyle
Hz. Peygamber dönemindekiyle aynı olmakla beraber, Hz. Osman
zamanında donanma da teşkil edilmiştir. Herkes asker sayıldığı için
durumuna göre maaş tahsis edilmiş, seferler esnasında 'liva' ve 'raye'
kullanılmıştır.
• Bu dönemde ilmî faaliyet denince akla öncelikle Kur'an ve ona ait
bilgilenmeler ile Allah Resulü'nün söz ve davranışlarını ortaya koyan
hadislerin ve sünnetlerinin
bilinmesine yönelik faaliyetler akla
gelmektedir. Kur'an'ın yazılması Hz. Peygamber zamanında olmnakla
birlikte, onun iki kapak arasına alınması Hz. Ebu Bekir zamanında ve
çoğaltılması ise Hz. Osman zamanında yapılmıştır.
• Sahabe dini bir problemle karşılaştığı zaman Kur'an'a başvurur, onda
bulamazsa sünnete başvurarak problemi çözmeye çalışırdı. Tüm sahabe
aynı derecede alim ve müfti olmadığı için tefsir, fıkıh ve diğer konularda
meşhur olan sahabe bilindiği için, ilgili konularda müracaatlar o
sahabeye yönelirdi.
• Sahabe de bildiklerini kendilerinden sonrakilere aktarmış ve zamanın
ilmi meclislerlerini oluşturarak talebeler yetiştirmişlerdir. Bu sahabe ve
talebelerin isimleri tüm eserlerimizde ve nakilleriyle birlikte genelde
yer almıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi Hilafet kelimesinin terim anlamını karşılar?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) İslam devletinde Dört Halifeyi ifade eder.
b) Peygambere halef olarak, din ve dünya işlerinde riyâset-i âmme
sıfatı ile ona nâiplik etmeyi ifade eder.
c) İslam devlet geleneğinde riyaseti amme sıfatıyla Müslüman halkı
temsil eden makamı ifade eder.
d) Bir kimsenin ardından gelen ve onu temsil eden kurumu ifade
eder.
e) İslam devlet geleneğinde meclisi ifade eder.
2. Aşağıdakilerden hangisi halifeler için kullanılan unvanlardan biri
olmamıştır?
a)
b)
c)
d)
e)
Halifetu Resulillah
Emîrul Müminin
İmâmul Müslimin
Nâibül Müslimin
Halifetu Halifeti Resulillah
3. Aşağıdakilerden hangisi Allah Resulu’nün vefatı esnasındaki
Müslümanların sosyal, hukukî ve siyasî gruplarından değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Muhacir-Ensar
Ehl-Sünnet-Şia
Mümin-Kafir
Evs-Hazrec
Hür-Köle-Mevali
4. Aşağıdakilerden hangisi Halifenin
mezheplerinin görüşlerinden değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
bulunması
hakkında
İslam
Vaciptir.
Farz-ı kifayedir.
Bulunması şart değildir.
Müslümanlar ihtiyaç duymazlarsa, gerekmez.
Sünnettir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
5. Aşağıdakilerden hangisi halife seçiminin sıhhati için gerekli şartlardan
değildir?
a) Bey’at edilecek kimsede aranan vasıflar bulunmadığı zaman,
mutlaka biri tercih edilmelidir.
b) Halifeyi seçecek olan ehlü’l-hal ve’l-akd alimler, devlet erkânı ve
halkın ileri gelenleri hazır olmalıdır
c) Bey’at olunan kimsenin, hilafeti kabul etmesi lazımdır.
d) Bey’at eden ve hilafet akdini yapan bir kişi ise, bunun şahitleri
olmalıdır.
e) Bey’at bir kişi için olmalıdır.
6. Halife Ebu Beki döneminin en önemli olayı aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Halife seçimlinin yerleşmesi
Çok sayıda fetihler yapılması
Kur’an’ın toplanması
Namaz ve zekata devam edilmesi
Dinin yayılmaya devam etmesi
7. Aşağıdaki kurumlardan hangisi
oluşturulanlardan değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Halife
Ömer
zamanında
ilk
Divanlar
Adliye
Hapishane
Kadı askerlik
Beytülmal
8. Aşağıdakilerden hangisi Raşid halifeler zamanında gayrimüslimler
hakkındaki uygulamalardan değildir?
a)
b)
c)
d)
e)
Sadece mabed yapmalarına izin verilmemiştir.
Dini eğitimlerine izin verilmiştir.
Din adamlarına asla dokunulmamıştır
İsterlerse davalarını Müslüman hakimlere götürebilirlerdi.
Davalarını kendi kanunlarına göre hallederlerdi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
9. Aşağıdaki kurumlardan hangisi, Hz. Peygamberden başlayıp Hz. Hasan
dönemine kadar devamlı bulunmamıştır?
a)
b)
c)
d)
e)
İhtisab
Şurta
Beytülmal
Kaza
Ordu
10. Raşid halifeler döneminde dinî ilimlerin temelinde aşağıdakilerden
hangileri bir bütün olarak yer almaz?
a)
b)
c)
d)
e)
Kur’an-Sünnet
Tasavvuf-Kur’an
Sünnet-Kelam
Fıkıh-Sünnet
Kelam-Tasavvuf
Cevap Anahtarı
1. b, 2. d, 3. b, 4. e, 5. a, 6. c, 7. e, 8. a, 9. b, 10. e
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Apak, Adem. (2007). İslam Tarihi II (Hulefâ-i Raşidîn Dönemi). İstanbul: Ensar Yay..
Atar, Fahrettin. (1979) İslam Adliye Teşkilâtı, Ortaya Çıkışı ve İşleyişi. Ankara: DİB
Yay..
Avcı, Casim, “Hilafet” mad.. DİA. XVII, s. 539-546.
el-A’zamî, M. Mustafa. (1993). İlk Devir Hadis Edebiyatı ve Peygamberimizin
Hadislerinin Tedvîn Târîhi. (Çev. Hulusi Yavuz). İstanbul: İz Yay..
Baktır, Mustafa. (1990). İslam’da İlk Eğitim Müessesesi Ashabı Suffa. İstanbul.
Belâzurî. (1987). Fütûhu’l- Büldân. (Çev. Mustafa Fayda). Ankara: Kültür Bak. Yay..
Berki, Ali Himmet-Osman Keskioğlu. (2001). Hatemü’l Enbiya Hz. Muhammed ve
Hayatı. Ankara: DİB Yay., 21. Baskı.
Brockelman, Carl. (1964). İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi. (Çev. N. Çağatay).
Ankara: A. Ü. İlahiyat Fak. Yay..
Canan, İbrahim. (1984). Peygamberimizin Okuma Yazma Seferberliği ve Öğretim
Siyaseti. İstanbul: Cihan Yay..
Cerrahoğlu, İsmail. (1933). Tefsir Usûlü. Ankara: DİB Yay..
Çağatay, Neşet. (1989). İslam Dönemine Dek Arap Tarihi. Ankara: TTK Yay..
Çelebi, Ahmet. (1983). İslam’da Eğitim-Öğretim Tarihi. (Çev. A. Yardım). İstanbul:
Damla Yay..
Çubukçu, Asri. (1989). İslam Devletlerinde Devlet Teşkilatı ve İlmî Faaliyetler.
Erzurum: (Ders Notları)
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi I. (1986). Ed.: H. D. Yıldız. İstanbul: Çağ
Yay.
Cahız. (1986). el-Beyân ve’t-Tebyin. Beyrut.
Ebu Ya’la el-Ferra. (1983). el-Ahkâmu’s-Sultâniyye. (thk. M. Hâmid el-Fekî). Beyrut.
Ebu’l-Fida. (tsz.). el-Muhtasar fî Ahbari’l-Beşer. Beyrut.
Enver er-Rifaî. (1973). en-Nuzum’l-İslamiyye. Dımaşk.
Fazlur Rahman. (2000). İslam. (Çev. M. Dağ-M. Aydın). Ankara: Ankara Okulu Yay..
Fayda, Mustafa. (1988). “Hulefâ-yi Râşidîn” mad.. DİA. XVIII, 324-338
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
Hamidullah, Muhammed. (2002). Hz. Peygamberin Savaşları. (Çev. Salih Tuğ).
İstanbul: Beyan Yay..
Hamidullah, M.. (1991). İslam Peygamberi I-II. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul: İrfan Yay.,
5. baskı.
Hamidullah, M.. (2001). Kur’an-ı Kerim Tarihi. (Çev. S. Tuğ). İstanbul: Beyan Yay..
Hamidullah, M.. (2004). Muhtasar Hadis Tarihi ve Sahife-i Hemmam İbn Munebbih.
(Çev. Kemal Kusçu). İstanbul: Beyan Yay..
Hamidullah, M.. (2007). İslam Müesseselerine Giriş. (Çev. S. Tuğ). İstanbul: Beyan
Yay..
Hamidullah, M.. (1999). İslam’a Giriş. (Çev. V. Uysal-İ. Arif Koytak). İstanbul: Beyan
Yay..
Hasan İbrahim Hasan-Ali İbrahim Hasan. (1962). en-Nuzumu’l- İslamiyye. Kahire.
Hasan İ. Hasan. (1986). Siyasî-Dinî-Kültürel İslam Tarihi. (Çev. İ. Yiğit vdd.). İstanbul:
Kayıhan Yay..
Hatipoğlu, Mehmet Sait. (2011). Hilafetin Kureyşliliği. Ankara: Otto Yay..
Hitti, Philip K.. (1989). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul:
Boğaziçi Yay..
İbn Haldun. (1986). Mukaddime. (Çev. Zakir K. Ugan). İstanbul: MEB Yay..
İbn Hişâm. (1971). es-Sîretü’n-Nebeviyye. Beyrut.
İbn Sa’d. (1960). et-Tabakatu’l-Kübra. Beyrut.
İbnü’l-Esir. (1966). el-Kamil fi’t-Tarih. Beyrut.
İbnü’l-Verdî, Zeynuddin. (tsz.). Tetimetü’l-Muhtasar. Beyrut.
İbnü’n-Nedim. (1978). el-Fihrist. Beyrut.
Kabisi. (1966). İslam’da Öğretmen ve Öğrenci Meselelerine Dair Geniş Risale. (Çev.
S. Ateş-H. R. Öğmen). Ankara.
Kalkaşandi. (1964). Meâsiru’l- İnâfe fi Meâlimi’l- Hilafe. Kuveyt.
Kavakçı, Yusuf Ziya. (1975). Hisbe Teşkilâtı, Bir Hukuk ve Tarih Müessesesi Olarak
Kuruluş ve Gelişmesi. Ankara.
Kayaoğlu, İsmet. (1980). İslam Kurumları Tarihi. Ankara: A.Ü. İlahiyat Fak. Yay..
Kettani, Abdu’l-Hayy. (1991). et-Terâtibu’l- İdâriyye, Hz. Peygamberin Yönetiminde
Sosyal Hayat ve Kurumlar. (Çev. Ahmet Özel). İstanbul: İz Yay..
Koçyiğit, Talat. (1977). Hadis Tarihi. Ankara: A. Ü. İlahiyat Fak. Yay..
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Hilafet ve Raşid Halifeler Döneminde Kurumlar ve Kültür
Maverdi. (1985). el-Ahkâmu’s-Sultâniyye ve’l-Vilâyâtu’d-Dîniyye. Mısır: Dâru’lKütübi’l-‘İlmiyye.
Nebhan, M. Faruk. (1980). İslam Anayasa ve İdare Hukukunun Genel Esasları. (Çev.
Servet Armağan). İstanbul.
Okiç M. Tayyib. (1959). Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tetkikler. İstanbul.
Okiç, M. Tayyib. (1991). İslamiyet’te Kadın Öğretimi. Ankara.
Palabıyık, M. Hanefi. (2007). “Cahiliye Dönemi ve İslam’ın İlk Yıllarında OkumaYazma Faaliyetleri”. Erzurum: Atatürk Üniv. İlâhiyat Fakültesi Dergisi. sayı: 27, s.
31-68.
Sandıkçı, Kemal. (1991). İlk Üç Asırda İslam Coğrafyasında Hadis. Ankara: DİB Yay..
Sezgin, M. Fuad. (2001). Buhârî’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar. Ankara:
Ankara Okulu Yay., 2. baskı.
Sıddıki, M. Zübeyr. (1966). Hadis Edebiyatı Tarihi. (Çev. Y. Z. Kavakçı). İstanbul.
Suphi Salih. (1983). İslam Mezhepleri ve Müesseseleri Tarihi. (Çev. İ. Sarmış).
İstanbul.
Suphi Salih. (1968). el-Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an. Beyrut.
Suyuti. (1952). Tarihu’l- Hulefa. İstanbul: Eser Yay..
Taberi. (1987). Târîhu'l- Ümem ve'l-Mulûk. Beyrût: Dâru'l-Fikr.
Tuğ, Salih. (1963). İslam’da Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı. Ankara: DİB Yay..
Üçok, Bahriye. (1967). İslam’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler. Ankara.
Yâkût el-Hamevî. (1965). Kitâbu Mu’cemi’l-Buldân I-VI. Tahran: Mektebetu’l-Esedî.
(neşr.: F. Wüstenfeld, Leipzig, 1866).
Yeniçeri, Celal. (1984). İslam’da Devlet Bütçesi. İstanbul.
Yurdaydın, H. Gazi. (1971). İslam Tarihi Dersleri. Ankara: A. Ü. İlahiyat Fak. Yay..
Zebidi. (1957-1972). Tecridü’s- Sarih Tercümesi. (Çev. Kamil Miras). Ankara: DİB.
Yay..
Zeydan, Corci. (1971). İslam Medeniyeti Târihi. (Çev. Zeki Meğamiz, Nşr., Mümin
Çevik). İstanbul: Toker Yay..
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
• Dini ve Sosyal İlimler
• Kur’ân İlimleri
• Hadis
• Fıkıh
• Kelam
• Tarih
• Dil ve Edebiyat
• Ulûmu’l-Evâil
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
EMEVİLER DÖNEMİ
İLİM VE
KÜLTÜR HAYATI
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam dininin ilme verdiği öneme
dair bilgi sahibi olabilecek,
• İslam ilim tarihinin Hz.
Peygamber'den başlayarak dört
halife ve Emeviler dönemindeki
gelişimi hakkında bilgi sahibi
olabilecek,
• Emeviler zamanındaki ilim anlayışı
ile akli ve nakli ilimler alanında
yapılan çalışmaları
anlayabileceksiniz.
İSLAM KURUMLARI
ve
MEDENİYETİ
TARİHİ
ÜNİTE
7
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
GİRİŞ
İslamiyet’in ilme verdiği önem ve teşvikler sonucunda daha Hz. Peygamber
döneminden itibaren Müslümanlar ilim tahsil etmeye başlamışlardır. Çeşitli yöntemler kullanılarak sayıları hızla artan okuma yazma bilenlerin sadece okuma yazma öğrenmekle kalmayıp özellikle Kur’ân ve Hadisle ilgili bilgileri öğrenme ve öğretmede aktif olarak rol aldıkları görülmektedir.
Raşid halifeler zamanında da ilmi gelişmeler devam etmiş, adeta bir ilim seferberliği ile Müslümanların ilmi bakımdan gelişimi devam ettirilmiştir. Her biri ilmi
yönden toplumda saygın yere sahip olan Raşid halifelerin Hz. Peygamber tarafından temeli atılan ilim faaliyetlerini sürdürdükleri görülmektedir. Nitekim Hz. Ömer,
“Çocuklarınıza yüzmeyi ve ata binmeyi öğretiniz. Onlara yaygın halde olan Arap
atasözlerini (darb-ı mesel) ve güzel şiirlerini naklederek öğretiniz” diyerek çocukların eğitilmesi üzerinde durmuştur. Hz. Ömer tarafından adeta ders içeriği veya
müfredatı olarak tavsiye edilen konularda zamanla gelişmeler olmuş; yazı, hesap,
yüzme, Kur’ân-ı Kerîm, seçkin kimselerin anlamlı sözleri, salihlerin menkıbeleri,
bazı dini hükümler, şiir ve Arap dili de öğretilecek dersler arasına dahil edilmiştir.
Hz. Peygamber tarafından başlatılan ve Hulefâ-yi Râşidîn zamanında artarak
devam eden ilmi gelişmeler Emeviler dönemi ilmi faaliyetleri için temel oluşturmuştur. Özellikle Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde ortaya çıkan ve Müslümanları
meşgul eden dahili problemler ve iç savaşların ardından Muaviye zamanında yeniden tesis edilen siyasi birlik sayesinde pek çok sahada olduğu gibi eğitim öğretim
sahasında da önemli faaliyetler başlamıştır.
Emeviler dönemi, özellikle dini ilimlerin temelinin atıldığı bir dönemdir. Bu
devlet zamanında büyük alimlerin yaşaması, İslamiyet’in geniş alanlara yayılması,
Müslümanların farklı kültürlerle tanışarak onlardan bazı konularda etkilenmeleri ve
henüz tedvin ve tasnif edilmeyen hadislerin kaybolma endişesi gibi sebeplerle ilmi
faaliyetler hız kazanmıştır. Başta Medine olmak üzere pek çok bölgeye dağılan sahabilerin etrafında ilim halkaları oluşmaya başlamış ve bu merkezler hareketli birer
ilim merkezleri haline gelmiştir. Belli şehirlerde ilim meclisleri oluşmuştur.
Emeviler Dönemi Aişe bnt. Ebî Bekir, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas,
Hucr b. Adiy, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Said b. Cübeyr, Said b. el-Müseyyeb, Kadı Şüreyh, Tâvus b. Keysân, Muhammed b. Sirîn, Hasan-ı Basrî, Atâ b. Ebî Rebâh, Zührî,
Eb’an b. Osman, Ma’mer b. Raşid ve Ebû Hanife gibi bir kısmı sahabi de olan pek
çok meşhur alimin yaşadığı ve ilimleriyle etrafındakileri aydınlattığı, verdikleri sohbet ve derslerle Müslümanların bilimsel anlamda yetişmeleri için harekete geçtikleri bir dönem olması bakımından da önemlidir. İsmi zikredilen şahıslar dini ilimler
bakımından önemli faaliyetlerde bulunmuşlar; Peygamber sonrası Müslüman toplumun ihtiyaç duyduğu dini sahalardaki bilgi eksikliğini gidererek insanların Tefsir,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
Hadis, İslam Tarihi, Kelam vb. sahalarda bilgi sahibi olabilmelerini temin edebilmek
için gayret göstermişlerdir. Böylece Emeviler devri, alimlerin çokluğu bakımından
olduğu kadar ilimi faaliyetlerin çokluğu ve farklılığıyla da oldukça verimli bir dönem
olmuştur. Emeviler dönemindeki ilmi gelişmeler sadece söz konusu dönemle sınırlı
kalmamış, yukarıda isimlerinden bazıları verilen pek çok alim tarafından gerçekleştirilen ilmi faaliyetler sonraki devirlerde de Müslümanların ilmi açıdan gelişmesine
katkı sağlamıştır. Bu devletin hükümranlığı dönemindeki ilmi çalışmalarla Hz. Peygamber ve Raşid Halifeler devrindeki bilgi ve birikim daha da geliştirilerek sonraki
kuşaklara aktarılmış, böylece Emeviler önceki kuşaklarla sonrakiler arasında ilmin
intikali hususunda bir köprü görevi görmüşlerdir.
Emevilerden önce özellikle dini sahalarda yoğunlaşan İslam eğitim çalışmaları Emeviler döneminde de genel anlamda aynı çizgide devam etmiştir. Kur’ân ilimleri (Tefsir, Kıraat), Hadis, Fıkıh, İslam Tarihi, Kelam vb. dini ilimler Emeviler zamanında önemli ilim dallarından olma vasfını korumuşlardır. Bununla birlikte dini ilimlerin dışında değişik ilim dalları da (Şiir, Hitabet, Gramer, Ensab vb.) dini ilimler
kadar olmasa da eğitimin konusu haline gelmişlerdir. Emevi hanedan mensupları
ve devlet yönetiminde önemli görevleri yerine getiren üst düzey memurların ilgi
alanları dini ilimlerden ziyade diğer ilim dallarıyla alakalı olmuştur. Emevilerin yönetime geliş şekli kadar iktidarda bulundukları zaman zarfındaki uygulamaları sebebiyle de iktidara karşı çıkan ve zaman zaman idarecileri sert ifadelerle ikaz eden
hatta Haricilerin isyanları dışındaki isyanlara destek veren ulemanın ilmi faaliyetlerine Emevi idareciler ciddi anlamda destek vermemişlerdir. Ömer b. Abdülaziz,
Abdülmelik b. Mervan ve Hişam b. Abdülmelik gibi birkaç halife dışındaki Emevi
halifeleri dini ilimlerle meşgul olan ulemaya mesafeli durmuşlar, onlara ilmi çalışmaları esnasında yardımcı olmamışlardır. Emevilerin din bilginlerine mesafeli duruşunda genel anlamda onların ilme önem vermeyen, bunun yerine idarecilik, askerlik ve ticareti daha önemseyen bakış açılarının da etkili olduğu söylenebilir. Emeviler genel olarak idarecilik, askerlik ve ticareti ilmi çalışmalara tercih etmişlerdir. Bu
sebeple de ilimle meşgul olan alimler yerine idarecilik, askerlik ve ticarette maharet kazanmış kimselere daha fazla itibar etmişlerdir. Dönemin idarecileri ilmi bakımdan dini ilimler yerine edebiyat sahasındaki ilimlere, özellikle de şiir ve hitabete
ve bunlarla meşgul olan şair ve hatiplere önem vermişler, bu doğrultudaki çalışmaları desteklemişlerdir.
İktidarın dini ilimlere, ilmi çalışma ve alimlere bakışı pek olumlu olmayınca,
çıkan dini problemlere çözüm bulma, mevcut dini bilgileri toplama, ayıklama ve
nakletme görevini dönemin uleması üstlenmek zorunda kalmıştır. Böylece İslam
ilimleri devlet idarecilerinden bağımsız bir şekilde ve onların ciddi destekleri olmaksızın ulemanın gayretleri ile gelişimini sürdürmüştür. Alimlerin ders halkalarını
toplumun her kesimine açık tutmaları, hiç kimseye dersleri takip hususunda engel
olmamaları onların halk nazarında çok sevilip takdir görmelerine yol açmıştır. Dini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
alandaki soru ve sorunlarını çözmede diledikleri anda kendilerine ulaştıkları ve
aldıkları cevap ve çözüm önerileriyle mutmain olan halkın ulemaya karşı saygı ve
sevgisi daha da artmıştır. Toplum nazarında saygın bir yeri olan dönemin alimleri
hem halkın dini bilgi ihtiyacını karşılıyor hem de cemiyetin önemli bir kesimini oluşturan çocukların eğitimini üstleniyorlardı. Ulemanın halk katındaki nüfuzu Emevi
devlet yöneticilerinin alimlerle ilişkilerinde belirleyici bir rol oynamıştır. Devlet
aleyhindeki alimlerin bazı yöntemlerle muhalefetten vazgeçirilmeye çalışılması,
hatta bu maksatla zaman zaman şiddete başvurulması görülebildiği gibi bazı alimlerin resmi görevi kabul etmeye zorlanarak nüfuzlarından yararlanılmaya çalışılması
da söz konusu olmuştur. Bununla birlikte Emeviler dönemi boyunca pek az kimse
dışında ulema devlet nüfuzu altına girmeden ilmi faaliyetlerini ne pahasına olursa
olsun devam ettirmeye gayret göstermişler, böylece Abbasilerin ilk döneminde
özellikle hicri iki ve üçüncü asırlarda altın çağını yaşayacak olan İslam ilimlerinin
altyapısını oluşturmayı başarmışlardır.
Emeviler döneminde ulemanın geçimlerini temin etmede farklılıklar olduğu
görülmektedir. Ulemadan bazıları idarecilerin çocuklarının eğitimine verdikleri
katkılar, kadılık görevini yerine getirmeleri ve daha başka nedenlerle idarecilerin de
tasvibiyle divandan maaş alırlarken bazıları ise kendi gayretleriyle geçimlerini sağlayabilecek işler yaparak devletten maaş almayı reddetmişlerdir. Maaş almayı reddedenlerin bu kararlarında bunun dinen caiz olmaması değil kendilerine verilecek
maaşlarla idarecilerin üzerlerinde nüfuz elde etmelerine imkan vermek istememelerinin etkili olduğu söylenmiştir. Zira ulemanın icra ettiği resmi görev karşılığında
devlet tarafından verilen maaşı almalarını yasaklayan dini bir hüküm bulunmamaktadır. Bununla birlikte ulema, devlet yöneticilerinin güdümüne girerek onlar tarafından kendilerine dayatılan fikri ve siyasi anlayışları savunmak ya da bunlar karşısında sessiz kalmak gibi bir duruma düşmek yerine kendi çabalarıyla geçimlerini
sağlamaya çalışmışlardır. Bazı alimlerin ise ilmi çalışmaları esnasında halifelerden
maddi yardım taleplerinde bulundukları ve kendilerine sağlanan imkanlarla ilmi
faaliyetlerini sürdürdükleri de görülmektedir.
Hz. Peygamber’in gayretleriyle mescitlerde başlayan eğitim ve öğretim faaliyetleri Emeviler döneminde artarak devam etmiştir. Sadece Mekke ve Medine gibi
Hicaz kentlerinde değil emsar olarak nitelendirilen büyük vilayetlerde (Kûfe, Basra,
Fustat, Mekke, Medine vb.) ve daha küçük yerleşim birimlerinde cami ve mescitlerde kurulan ilim halkaları hemen her yaştan Müslümanlarla dolup taşmıştır. İslam
şehrinin nüvesini oluşturan mescitler dini ilimlerin merkezi haline gelerek asırlar
boyu ilmi çalışmaların sürdürüldüğü mekanların en önemlileri arasında yer almışlardır. Mısır’da Amr b. el-Âs ve Şam’da Ümeviyye Camiî Emeviler döneminin en
önemli eğitim yuvalarındandılar.
Emeviler zamanında mescitler dışında saraylar, alimlerin evleri, çöl ve
küttâblar da önemli ilim merkezleri haline gelmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
Saray, Emeviler döneminde eğitim bakımından önemli fonksiyonlar ircaa
etmiştir. Söz konusu fonksiyon iki yönlü olmuştur. Emevi Devleti’nin kurucusu Muaviye döneminden itibaren halifeler saraylarında akşamları sohbet ve muhabbet
ortamı oluşturmuşlar, burada devrin önde gelen tarihçilerini, şair ve hatiplerini,
musikişinaslarını ve edebiyatta maharet sahibi olanları misafir ederek onlar tarafından gerçekleştirilen ilmi-edebi faaliyetleri zevkle takip etmişlerdir. Böylece Emevi halifelerinin kendi bilgi ve kültürlerini geliştirmeleri mümkün hale gelmiştir.
Muaviye ile başlatılan saray akşamlarında oluşturulan toplantıların muhtevasında zaman içerisinde değişimin olduğu anlaşılmaktadır. Muaviye ve kısmen Yezid
b. Muaviye döneminde söz konusu toplantıların en önemli konusu tarihe dair iken
Yezid’den sonra şiir ve edebiyat revaç bulan konular arasına dahil oldular. Ferazdak, Cerir b. Atiyye, Ahtal, Halid b. Safvan vb. söz konusu dönemin en önemli şairleri arasında yer alarak saray toplantılarının vazgeçilmez kişileri haline geldiler.
Emevi devletinin yıkılmaya yüz tuttuğu dönemlerde toplantıların konuları ve katılımcılar değişti ve ilmi toplantıların yerini artık eğlence meclisleri aldı. Yezid b. Abdülmelik ve Velid b. Yezid döneminden itibaren İslam dünyasında şöhret sahibi
olan müzisyenler sarayda toplanmaya başladılar. Birçoğu ahlak düşkünlüğü ile tanınan bu müzisyenler, sarayın en gözde şahıslarından oldular ve devlet hazinesinden en büyük payı alanlar arasında yer aldılar. Öyle ki sarayın da desteği ile müzisyenler bölgeden bölgeye gitmek için transfer parası almaya bile başladılar, özellikle
idareciler tarafından çeşitli imkanlara sahip hale getirildiler. Örneğin Yezid b. Abdülmelik’in iki meşhur cariyesi ve şarkıcısından biri olan Habbâbe’nin devlet yönetimine müdahale edecek kadar ileri gittiği, çok kritik görevlere bile bazı memurların
tayininde etkili olduğu anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan saray özellikle halifelerin çocuklarının en iyi şekilde eğitilmesi
için de kullanılmıştır. Emevi halifeleri çocuklarının hem dini hem de edebi ilimler
bakımından iyi yetiştirilmesini temin etmek maksadıyla devrin tanınmış hocalarından istifade etmeye çalışmışlar, özel hocalar tutarak çocuklarının sarayda kendi
gözetimleri altında eğitilmelerini sağlamışlardır. Her halife kendi döneminin en
ünlü hocalarını sarayda istihdam ederek onlara yüksek maaşlar bağlamıştır. Sarayda ders veren hocaların öğretecekleri dersin muhtevasına da müdahale eden halifeler kendi ilgi alanları doğrultusunda dersler verecek hocaları çocuklarının eğitimine memur etmişlerdir. Örneğin tarihe ilgi duyan Muaviye, bu alanda ün kazanmış
olan Dağfel b. Hanzala’yı oğlu Yezid’e hoca olarak seçmiştir. Tarihe merak duyan
Yezid b. Muaviye de saray sohbetlerine, özellikle tarihi olayların konuşulmasına
öncelik vermiştir. Muaviye’nin geçmiş toplumlar ve devletlerin tarihlerini kendisine
anlatmak üzere Ubeyd b. Şerye’yi görevlendirdiği bilinmektedir. Diğer taraftan
Medine fukahasından sayılacak derecede fıkıh bilgisine sahip olan Emevilerin dördüncü halifesi Abdülmelik b. Mervan’ın ise çocukları için hoca olarak Kûfe’nin ünlü
fakihi ve bir dönem kadılık da yapmış olan eş-Şa’bî’yi görevlendirmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
Sarayda devlet işleri görüşülürken idari konularla ilgili tecrübe sahibi olmaları istenilen veliahtların babalarının yanında yer almalarına özen gösterilmiştir. İlme
merakıyla bilinen bazı halifelerin sarayda kendileri için özel hocalar tuttuklarına
dair bilgilere de rastlanılmaktadır. Fasih ve beliğ bir şekilde Arapça konuşabilmek
için çocukluğunda yeterli eğitimi almayan Velid b. Abdülmelik’in halife olduktan
sonra söz konusu eksikliği telafi etmek maksadıyla birçok Arapça gramer hocası
tutarak onlardan nahiv dersi aldığı ve gramerini geliştirmeye çalıştığı ifade edilmiştir. Dolayısıyla saray Emeviler döneminde en önemli ilim mekanları arasında yer
almıştır.
Abdülmelik b. Mervan zamanından itibaren sarayda sürekli görev yapan bir
eğitimci (müeddib) bulundurulmuştur. Söz konusu hocaların mevcut birikimleri ile
halife çocuklarını eğitmesi istenilirken aynı zamanda halifelerin bizzat kendileri de
müeddiblere zaman zaman çocuklarının eğitimi hususunda telkinlerde bulunarak
onların eğitimlerine dair özen gösterilmesi gereken konulara dikkat çekmişlerdir.
Hulefâ-yi Râşidîn çocuklarını eğitim konusunda herhangi bir ayrıcalıklı uygulamada bulunamamışlar, evlatlarının diğer Müslümanların çocukları ile aynı ortamda aynı hocalardan aynı müfredata göre eğitilmelerini sağlamışlardır. Oysa Emevi
halifeleri halktan kopuk bir şekilde yaşamanın bir sonucu olarak çocuklarını da
halktan koparmışlardır. Sarayda özel hocaların eğitimi altında yetiştirilen halife
çocukları halktan daha da uzaklaşmışlardır.
Emeviler dönemi eğitim mekanlarından birisi de çöldür. Arap geleneği bakımından çöl bedeni bakımdan sıhhati, dil bakımından ise fesahati temsil etmektedir.
İslam öncesinde olduğu gibi İslamiyet döneminde de Araplar çocuklarının bedenen
sıhhatli yetişmesi ve fasih Arapçayı öğrenebilmeleri için küçük yaşlardayken çöle
gönderirlerdi. Çöl sadece hayatta kalabilmek için zorunlu olan atıcılık, binicilik,
dövüşçülük ve yüzücülüğün öğrenildiği bir yer olmayıp aynı zamanda şiir, musiki,
fasih ve beliğ konuşma gibi sanatların da en güzel şekliyle öğrenilip icra edildiği bir
mekandı. Bu sebeple Emevi halifeleri de evlatlarını çöle göndererek onların söz
konusu bilgi ve becerileri öğrenmelerini istemişlerdir. Eğitim için çocuğunu çöle
gönderen ilk halife Muaviye olmuştur. O, oğlu Yezid’i daha küçük yaşındayken çöle
dayılarının yanına göndermiştir. Çölde verilen eğitimin öneminin anlaşılması bakımından Abdülmelik b. Mervan’ın, “Velid’e olan sevgimiz ona zarar verdi”, yani ona
olan düşkünlüğümüz sebebiyle çöle göndermediğimiz oğlumuz Velid için iyi olmadı,
bu durum ona zarar verdi” demesi manidardır. Çöl ortamında fasih Arapça öğrenme imkanı elde edemeyen Velid’in bunu telafi etmek üzere hilafeti döneminde
kendisine özel hocalar tutarak fasih konuşabilmek üzere dersler aldığı ifade edilmiştir. Dolayısıyla Emeviler döneminde çöl sadece geleceğin devlet yöneticisi olan
çocukların değil halktan pek çok kimsenin de çocuklarının eğitimi için önemli mekanlar arasında yer almıştır. Özellikle fetihlerin yoğun bir şekilde devam ettiği bu
dönemde çölde binicilik, kılıç kullanma, ok atabilme daha da önemlisi çölün zorlu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
şartlarına alışarak çocukluk çağını geçirenler İslam ordusunun asker ihtiyacının
karşılanması bakımından da önem arz etmekteydi.
Küttâblar da Emeviler döneminin önemli eğitim kurumları arasında idiler.
Özellikle emsar denilen büyük vilayetlerde olduğu gibi kasaba, hatta köylerde bile
küttâblar vardı. İlköğretim çağındaki öğrencilere buralarda okuma yazma yanında
binicilik, atıcılık, şiir, darb-ı mesel ve Kur’ân-ı Kerim’in de öğretildiği anlaşılmaktadır. Küttâblarda tedrisatını tamamlayan öğrenciler eğitimlerine mescitlerdeki ders
halkalarına katılarak devam etmişlerdir. Çoğu az sayıda öğrenciye eğitim veren
küttâbların bazılarında ise sayıları binleri bulan öğrenci kapasitesine sahip olduğuna dair tarihi kayıtlara rastlanılmaktadır. Ebu’l-Kâsım el-Belhî (ö.105/723)’nin 3000
öğrenciye eğitim veren bir küttâbından bahsedildiği gibi Dahhâk b. Müzahim
(ö.105/723)’in de Kûfe’de kendisine ait 3000 öğrenci kapasitesine sahip bir
küttâbından söz edilmektedir.
Küttâb öğrencileri yazı malzemesi olarak ellerinde taşıdıkları levhaları kullanırlardı. Öğrenciler, hocaları tarafından kendilerine yazdırılan ayet, hadis, darb-ı
mesel ve şiirleri ezberlerdi. Bunun yanında temel dini bilgiler ve dini ibadetlerin de
küttâblarda uygulamalı olarak öğretilerek öğrencilerin ibadet ve inanç esaslarına
dair genel kaideleri hakkında bilgi sahibi olmaları temin edilirdi. Küttâblara devam
etmek için belli bir sosyal zümreye sahip olmaya gerek yoktu. Her Müslüman çocuğunu bu okullara gönderebiliyordu. Hatta buralara köle ve cariyeler de giderek
okuma yazma öğrenebiliyorlardı.
Emeviler döneminde ilim adamlarının ev ve iş yerlerini de ilim öğretmek için
kullandıkları görülmektedir. Özellikle devletten ve öğrenci velilerinden ilim öğretmeleri karşılığında herhangi bir ücret kabul etmeyen alimler, hem hayatlarını devam ettirebilmek hem de ilmi faaliyetleri sürdürebilmek için ya evlerinin ya da işyerlerinin bir kısmını eğitim için tahsis etmişlerdir. Ticaretle meşgul olmak zorunda
kalan bazı alimler, hem ticari faaliyetlerini hem de öğrenci yetiştirme işini bir arada
devam ettirmeye çalışmışlardır. Nitekim İmam-ı Azam Ebû Hanife Kûfe pazarındaki
iki göz dükkanının bir odasında öğrencilerine ders verirken diğerinde müşterilerine
mal satmaya devam etmiştir.
Emeviler dönemi ilmi çalışmalarıyla ilgili olarak belirtilmesi gereken bir husus
da bu devletin tebaası olarak yaşamlarını devam ettiren gayrimüslimlerin de kendilerine ait kilise, havra ve ateşgede gibi ibadethanelerinde okuma yazma ile dini ve
sosyal yaşamla ilgili temel bilgileri öğrettikleri gibi din adamlarını da bizzat kendileri
yetiştirmişlerdir.
Emeviler döneminde ilmi çalışmaların sahası genişlemiş, Hz. Peygamber ve
Raşid halifeler dönemindeki ilmi alanlara yenileri eklenmiştir. Bilindiği gibi İslam
ilim tarihçileri ilimleri farklı kategorilere ayırmışlardır. Bunlardan bazıları şu şekildedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
 Nakli (şer’i/dini) ilimler: Tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, kelam, nahiv, lügat,
edebiyat vb.
 Akli ilimler: Felsefe, matematik, astronomi, tıp, coğrafya, kimya, biyoloji, botanik, zooloji, eczacılık, musiki, tarih.
Diğer taraftan Dil ve Edebiyat (Şiir, Gazel, Hitabet ve Nahiv), Dini ilimler
(Kraat-Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam) ve diğer ilimler (Tarih, Ulumu’l-Evâil: Felsefe,
Kimya, Tıp ve Eczacılık, Astronomi vb.) şeklinde bir gruplandırma da söz konusudur.
Yukarıdaki tasnifin dışında bizim de benimsediğimiz bir tasnif daha bulunmaktadır. Bu tasnife göre ilimler; “dini ve sosyal ilimler” ile “Ulûmü’l-Evâil” şeklinde iki guruba ayrılarak mütalaa edilmiştir.
DİNİ VE SOSYAL İLİMLER
Dini ve sosyal ilimleri birbirinden kesin hatlarla ayırmak mümkün değildir. Zira dini ilimlerin sosyal ilimlere gerek içerik gerekse yöntem bakımından büyük etkileri olduğu gibi sosyal ilimlerin de dini ilimlere etkileri hatta katkıları söz konusudur. Dolayısıyla iki grubu aynı başlık altında değerlendirmeyi uygun görüyoruz.
Kur’ân İlimleri
Dini ilimlerin başında Kur’ân ilimleri gelmektedir. Kur’ân’la ilgili ilimler onun
okunmasına dair kıraat ve yorumuna dair tefsirdir. Bu iki ilim dalının temelleri aslında Hz. Peygamber tarafından atılmış daha sonra gelişmiştir.
İslam medeniyetinin birçok ilim ve sanat şubesinin hareket noktası Kur’ân-ı
Kerîm olmuştur. Sadece tefsir, kıraat gibi doğrudan Kur’ân’la ilgili ilim dalları değil
dil, gramer, imla gibi Filoloji ile ilgili ilim dalları da Kur’an’dan etkilenmiştir. Arap
dili ve edebiyatının oluşumunda Kur’ân’ın önemli bir payı olduğu gibi Müslümanların konuştukları diller ve yaşadıkları kültürlerde de Kur’ân’ın değişik oranlarda payının olduğu görülmektedir.
Kıraat
Hz. Osman tarafından Kureyş lehçesi esas alınmak suretiyle çoğaltılan Kur’ân
nüshaları Kur’ân’ın tek bir lehçe ile okunmasını sağladığı gibi lehçe farklılıkları sebebiyle çıkabilecek tartışmaları da sona erdirmiştir.
Değişik bölgelere gönderilen ve resmi hüviyete haiz olan bu nüshalara bağlı
olarak Kur’ân’ın okunması ve öğretilmesi için Emeviler döneminde muallimler görevlendirilmiştir. Bu dönemde çok sayıda Kur’ân nüshası istinsah edilerek Kur’ân
üzerindeki ihtilaflar en aza indirildi. Böylece Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e geldiği şekliyle sonraki kuşaklara intikali sağlandı. Kur’ân’ın okunuşunu yani kıraat ilmini iyi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
bilen muallim sahabilerin verdikleri derslerle genç sahabiler ve tabiin bu alanda
uzmanlık kazandılar. Emeviler döneminde yetişen bu alimler hocalarından duydukları ve öğrendikleri kıraat vecihlerini sistemleştirerek kıraat ilminin gelişmesine ön
ayak oldular.
Kırat ilmine dair ilk eserler Emeviler döneminde yazıldı. Günümüze intikal
etmemekle birlikte söz konusu eserler sonraki dönemlerde bu alanda yapılacak
olan çalışmalara kaynaklık etmişlerdir. Kıraat ilminde otoriter kabul edilen kıraat-ı
seba alimlerinden üçü bu dönemde yetişmiştir. Bunlar Suriye bölgesinin kıraat
üstadı İbn Âmir el-Yahsubî, Mekke’nin kıraat alimi İbn Kesîr ve Kûfelilerin imamı
Âsım b. Behdele’dir.
Emeviler dönemi Kur’ân’ın metni üzerinde ciddi katkıların gerçekleştirilerek
okuyucular açısından kolaylıkların sağlandığı bir dönem de olmuştur. Zira Kur’ân ilk
defa bu dönemde harekelenmiştir. Muaviye’nin emri ve Basra valisi Ziyad b.
Ebîhi’nin aracılığıyla Ebu’l-Esved ed-Düeli (69/688) Kur’ân’ın noktalanma işini gerçekleştirmiştir. Kur’ân’ın noktalanması ve okunuş birliği sağlanması için harekelendirmesi bir ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Dönem içerisinde farklı kültür ve toplumlardan insanların İslam toplumuna dahil olmasıyla Arapçanın bozulması Kur’ân’a da
tesir edebilir endişesi böyle bir çalışmanın gerçekleşmesinde etkili olmuştur.
Kur’ân’la ilgili noktalama işleminin Emevilerin meşhur valilerinden Haccac b. Yusuf’un emriyle Nasr b. Âsım tarafından yapıldığı da ifade edilmekle birlikte daha
ziyade kabul gören bu işi Ebü’l-Esved ed-Düeli’nin gerçekleştirdiğidir.
Tefsir
Kur’ân ayetlerinin muhkem veya müteşabih, mücmel veya mufassal oluşu
gerek anlaşılması gerekse uygulanması bakımından birtakım farklılıklara ve tartışmalara yol açmıştır. Bu durum tefsir ilminin doğmasında etkili olmuştur. Hz. Peygamber hayatta iken Kur’ân’ın anlaşılmasıyla ilgili problemleri kendisi çözüyordu,
ondan sonra ise Kur’ân hususunda otoriter olan müfessir sahabiler bu işi üstlenmişlerdir. Müfessir sahabiler Kur’ân’ı tefsir ettikleri gibi çok sayıda talebe de yetiştirerek kendilerinden sonraki dönemlerde Kur’ân’ın anlaşılmasına katkı sağlayacak
bir nesil bırakmaya çalışmışlardır. Tabiinden olan bu müfessirler, yerleştikleri bölgelerde farklı ekoller oluşturarak Kur’ân’ın anlaşılması yönünde çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Bu dönemde Mekke, Medine ve Kûfe’de tefsir çalışmaları yoğunluk
kazanmıştır.
Mekke tefsir ekolünün kurucusu sayılan ve “müfessirlerin sultanı”, ve “
Kur’ân tercümanı” olarak bilinen Abdullah İbn Abbas ve onun öğrencilerinden Atâ
b. Ebû Rebâh, Tâvus b. Keysân, Saîd b. Cübeyr, İkrime vb. tefsir alanında önemli
hizmetlerde bulunmuşlardır. Benzer şekilde Übey b. Kâ’b öncülüğünde Medine’de
de tefsir çalışmaları yoğun bir şekilde devam etmiştir. Sahabilerin çoğu bu şehirde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
yaşadığı için Medineli müfessirler, çalışmaları esnasında sahabilerden doğrudan
bilgi alma imkanına sahip olmuşlardır.
Diğer taraftan Irak bölgesinde ise tefsir çalışmaları yine sahabeden Abdullah
b. Mes’ûd ve talebeleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Katâde b. Diâme, Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Alkame b. Kays, Hasan el-Basrî vb. Abdullah b. Abbas’ın
meşhur öğrencilerinden ve Irak tefsir ekolünün en önemli mensuplarındandırlar.
Emeviler döneminde telif edilen tefsir kitapları günümüze kadar gelmemişlerdir.
Bununla birlikte bu eserler sonraki dönemlerde yapılan çalışmalara kaynaklık etmişlerdir.
Hadis
Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerini aktaran, değerlendiren ve tasnif
eden bilim dalı olarak daha Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren ortaya çıkan
hadis ilmi Emeviler döneminde de muhaddis sahabiler öncülüğünde gelişimini sürdürmüştür.
Hadislerin kitap oluşturacak boyutta olmasa bile sahifeler halinde yoğun bir
şekilde yazıldığı Emeviler devrinde, tedvini de gerçekleştirilmeye başlamıştır. Emevi
halifelerinden Ömer b. Abdülaziz halifeliği sırasında hadis alimlerinin vefatı sebebiyle ortaya çıkabilecek mahzurları göz önünde bulundurarak vilayetlerdeki valiler
ve hadis alimlerine mektuplar yazarak Hz. Peygamber’den nakledilen hadislerin
toplanmasını istemiştir. Böylece hadis sayfaları bir araya getirilerek tedvin dönemi
başlatılmıştır. Bu emir doğrultusunda ilk olarak eser yazan kişi İbn Şihâb ez-Zührî
(ö. 124/742) olmuştur. Hadislerin tedvin edilmesi ileride, Abbasiler döneminde
hadislerin konularına göre tasnif edilmesi böylece hadis külliyatının oluşturulmasına büyük katkılar sağlamıştır.
Özellikle Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde yaşanılan siyasi ve dini tartışmalar
esnasında bazı kimselerin hadis uydurma yoluna gitmesi sebebiyle hadislerin sıhhati önemli bir konu olarak gündeme gelmiştir. Sahih hadislerin uydurma olanlardan
ayırt edilebilmesi için hadisi söyleyene nispet ederek hadisin sıhhatini tespit etmeye yarayan isnad sistemi Emeviler döneminde geliştirilmeye başlandı. Emeviler
dönemi muhaddisleri arasında ez-Zührî’den başka Abdullah b. Amr b. el-Âs, Abdullah b. Abbas, Semüre b. Cündeb ve Câbir b. Abdullah, Hemmâm b. Münebbih gibi
şahıslar sayılabilirler.
Fıkıh
Emeviler devri fıkhın müstakil olarak bir ilim dalı haline geldiği dönem olarak
kabul edilmektedir. Bu esnada tabiin nesline mensup pek çok fakih, çeşitli bölgelerdeki fakih sahabilerin ders halkalarına katılmışlar, onlardan aldıkları bilgileri geliştirerek sonraki nesillere aktarmışlardır. Tabiin fakihleri değişik bölge ve çevrelerAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
de farklı karakteristiğe sahip fikıh ekolleri oluşturmuşlardır. Başını Saîd b. Müseyyeb’in çektiği “Hicaz ekolü” ve önderliğini İbrahim en-Nehâî’nin yaptığı “Irak ekolü”
bu dönemde teşekkül etmiştir. Her iki grup da Kitap, Sünnet ve Sahabe icmaına
dayanmakla birlikte Hicaz ekolü, sünnetin daha iyi bilindiği ve tatbik edildiği Medinelilerin yaşadığı İslam’a ve onların meselelere yaklaşımlarına daha fazla önem
vermişlerdir. Ayrıca Hicaz ekolu, bulundukları çevre sebebiyle hadis malzemelerine
daha kolay ve yoğun olarak ulaşabilmekteydiler. Mecbur kalmadıkça rey ve içtihat
yoluyla hüküm vermezler, Kitap ve Sünnetteki delillerle karar vermeyi önemserlerdi. Söz konusu farklılıkların oluşmasında hadisi delil olarak alma veya reye başvurma konusunda bazı prensip ve metot farkları etkili olduğu gibi çevre, kültür ve üstat da önemli yere sahiptirler. Hicazlıların yaşadıkları bölge itibarıyla fazla problemle karşılaşmamaları onların hüküm verme konusunda Kitap ve Sünnetle yetinmelerinde etkili olmuştur. Bununla birlikte Irak ekolünü oluşturanların bulundukları
bölge ise hem nicelik hem de nitelik bakımından problemlerin yoğun olduğu bir
yerdi. Bundan dolayı bazen Kitap ve Sünnetteki deliller problemi çözmede, hüküm
vermede yeterli olamayabiliyordu. Iraklı fukaha bu durumda sahabe kavline ve
kendi rey ve içtihatlarına göre de hüküm vermek zorunda kalmışlardır.
Konulara göre fıkıh kitaplarının yazılışı Emeviler döneminde başlamışsa da
bunların çok az bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir.
Kelam
Emeviler dönemi, kelam tarihi bakımından itikadi konularda tartışmaların
başladığı ve kelam ilminin temellerinin atıldığı bir devir olarak kabul edilmektedir.
Söz konusu dönemde kişiler bazında bazı tartışmalar ve gruplaşmalar olmuşsa da
büyük itikadi ekoller henüz teşekkül etmemiştir. Bu sebeple Emeviler devri kelam
ilminin hazırlayıcı merhalesi olarak nitelendirilebilir. Kelam ve mütekellim ifadelerinin Abbasi halifelerinden Harunürreşid (170-193/786-809) döneminde yaygınlaşmış olması da Emeviler döneminin kelam ilmi bakımından hazırlık safhasının
yaşandığı devir olarak kabul edilmektedir.
Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde ortaya çıkan siyasi ve fikri ayrılıklar zamanla
itikadi mahiyet kazanmıştır. Son iki Raşid halife döneminde yaşanılan dahili problemler, Hz. Osman’ın asiler tarafından öldürülmesi, Hz. Ali’nin cemel ashabıyla
mücadelesi, Sıffın ve Nehrevân Savaşı, tahkim vb. gibi olaylar kelamın konusuna
giren kader, irade, iman, küfür gibi kavramların ortaya çıkmasına ve kelam ilminin
doğuşuna tesir eden Şia, Hariciler, Cebriyye, Kaderiyye, Mürcie gibi grupların oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Emeviler döneminde kader konusunu gündeme getirerek insan hürriyetini
savunan ilk kişilerin Ma’bed el-Cühenî ile Gaylân ed-Dımeşkî, cebir görüşünü destekleyenlerin Ca’d b. Dirhem ve Cehm b. Safvân olduğu, mutezililiği ilk savunan
şahsın da Vâsıl b. Atâ olduğu kabul edilir. Bu dönemde yaşanılan itikadi tartışmaAtatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
larda görüşleriyle adlarından sıkça bahsettiren en önemli alimler ise Hasan-ı Basrî
ve Ebû Hanîfe’dir.
Kelam ilminin Emeviler döneminde ortaya çıkmaya başlamasında söz konusu
zaman diliminde fetihler neticesinde farklı kültür, inanç ve felsefeye sahip kişilerin
İslam toplumuna dahil olması veya Müslümanlarla ilişki kurmaya başlamalarının da
etkisi vardır. Zira gerek Müslümanlığı benimseyen ancak eski inanç ve düşüncesinden de tamamen kurtulamayan yeni Müslümanlar gerekse İslamiyet’i fikir ve düşünce platformunda yıpratmaya çalışanlara karşı İslam dininin entelektüel boyutta
anlatılması ve savunulabilmesi için kelam ilmine ihtiyaç duyulmuştur.
Tarih
İslam tarihçiliği siyer ve meğaziye dair Hadis-i Şeriflerin bir araya getirilip kategorize edilmesiyle başlamıştır. Daha Hz. Peygamber hayatta iken bazı sahabiler
siyer ve meğaziye dair hadisleri yazıyorlardı. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Amr b.
el-Âs, Ber’â b. Âzib gibi sahabilerin siyere dair pek çok hadisi yazdıkları bilinmektedir. Söz konusu sahalardaki çalışmalar Emeviler döneminde büyük bir yoğunluk
kazandı. Tabiin tabakasından olan zamanın alimleri siyer ve meğazi ilmini öğrenme
uğrunda büyük bir gayret içerisine girdiler. Bu dönemde yazılan siyer ve meğazi
kitapları günümüze ulaşmamakla birlikte bunlardan yararlanan alimlerin eserleri
vasıtasıyla söz konusu sahabilerin yazdıkları eserlerle bunlardan haberdar olabilmekteyiz. Emeviler dönemindeki çalışmalarla siyer ve meğazi ilminin temelleri
atılmış, bu temel üzerine Abbasiler devrinde gerçekleştirilen katkılarla İslam tarihinin çok zengin ve güvenilir kaynaklarının teşekkülü söz konusu olabilmiştir.
Emeviler dönemi ilk siyer ve meğazi müellifleri arasında Hz. Osman’ın oğlu
Eb’ân b. Osman (ö.105/723), Hz. Aişe’nin yeğeni Urve b. Zübeyr (ö.94/712), İbn
Şihâb ez-Zührî, Vehb b. Münebbih, Katâde, Musa b. Ukbe, Ma’mer b. Raşid ve İbn
İshak vb. sayılabilirler.
Diğer taraftan Emeviler dönemi sadece siyer ve meğaziye dair değil diğer tarihi alanlarla ilgili de eserlerin yazılmaya başlandığı bir devir olmuştur. Nitekim
Ubeyd b. Şeriyye el-Cürhümî ve Dağfel b. Hanzala gibi tarihçiler Cahiliye dönemine
dair eserler yazarken Vehb b. Münebbih gibi ehl-i kitaba mensup bazı kimseler ise
geçmiş milletler ve peygamberlerin tarihlerine dair eserler kaleme almışlardır. Benzer şekilde Emeviler döneminde cereyan eden savaşlar ve diğer siyasi olaylar da
bazı tarihçiler tarafından kayda geçirilerek kitaplaştırılmışlardır. Avâne b. el-Hakem
ve Ebû Mıhnef bu alanda eserler yazanlar arasında en sık isimleri duyulan kimselerdir. Şehir tarihi, genel tarih, mahalli tarih ve kültür tarihine dair eserlerin de
Emeviler döneminden itibaren yazılmaya başlandığını görmekteyiz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
Dil ve Edebiyat
Emeviler döneminde dini, siyasi ve sosyal gelişmelerden etkilenen Arap şiiri
yeni temalar ve yönelişler kazanmıştır. Fetihlerle yeni Müslüman olan mevali grupların Müslüman Araplarla bir arada yaşamaya başlamalarından sonra Arap şiirine
değişik kültür ve medeniyetlerden yeni kavramların ve anlayışların dahil olmasına
yol açmıştır. Din, bu dönemde de toplumsal hayatta önemli bir kavram olarak insanların gündemlerini belirlemeye devam etmiştir. Müslümanlar duygu ve düşüncelerini, savaş ve barışla alakalı hislerini ifade ederken dini ölçüler çerçevesinde
şiiri kullanmışlardır. Diğer taraftan bu dönem zarfında yaşanılan siyasi ve itikadi
rekabet, asabiyetten kaynaklanan kabileler arası mücadeleler de fiili mücadeleden
daha çok şiir ve edebiyatın diğer türleriyle gerçekleştirilmiştir. Bütün bunlar da
Arap şiirinin teşekkülünde etkili olmuştur. Hz. Ömer’in emriyle Rumca, Farsça ve
Kıptice tutulan divan kayıtlarının Abdülmelik b. Mervân’ın halifeliğinde onun emriyle Arapça tutulması da Arapçanın edebi gelişimi bakımından önemli olmuştur.
Emeviler zamanında çok sayıda hiciv ve medih şairi yetişmiştir. Devlet idaresinde bulunan kimseler için yazdıkları medhiyeler sayesinde büyük bahşiş ve ödüller alan şairler yanında hiciv şiirinde de maharetli çok sayıda şairin yine aynı devirde isimlerinin ön plana çıktıkları görülmektedir. Hiciv şiirlerinin oluşumunda kabilecilik anlayışının büyük tesiri vardır. Diğer taraftan Emeviler zamanında, hem medih
hem de hiciv şiirinde aynı anda şöhret kazanan ve Arap şiirinin en önemlileri arasında gösterilen, “nekâiz” şairleri olarak kabul edilen şairler de vardır. Üçü de
Irak’da doğan ve yetişen bu şairler, Ahtal, Ferazdak ve Cerir b. Atıyye’dir.
Emeviler dönemi şiirini içerik olarak iki grupta değerlendirmek mümkündür:
aşk şiiri, siyasi şiir.
Her iki şiir türünün gelişmesinde de halifelerin ve hanedan mensupların katkıları olmuştur. Muaviye döneminde başlayan sarayda gece tertip edilen meclislerde ilgi gören ve takdir edilerek ödüllendirilen şairler ve hatipler en güzel şiirler
arasında yer alacak şiirlerini inşad etmek için büyük bir gayret içerisine girmişlerdir.
Kendisi de bir şair olan Yezid b. Muaviye ve diğer bazı halifelerin desteği ile sarayda
düzenlenen meclislerde söylenilen şiirler ve bunların bestelenmesiyle oluşturulan
şarkılar, gazeller ön plana çıkmıştır.
Emeviler dönemi edebiyatı bakımından sadece şiirler değil edebiyatın diğer
türlerinden olan edebi mektuplar, hutbeler ve nesir de oldukça gelişmiştir. Ömer b.
Abdülaziz, Ziyad b. Ebîhi, Haccac b. Yusuf, Hasan- ı Basrî ve daha başka şahısların
Arap edebiyatı bakımından şaheser olarak kabul edilen pek çok hutbeleri ve veciz
konuşmaları bulunmaktadır. Kamuoyunu yönlendirmede Muaviye şair ve hatipleri
kendi siyaseti doğrultusunda kullanmakta mahir bir kimse olarak bilinmektedir.
Ondan sonra iş başına gelen diğer Emevi halifeleri de benzer şekilde hareket ede-
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
rek şair ve hatipleri kendi saflarına çekmeye çalışmışlar, onların aracılığıyla propagandalarını halk kitlelerine ulaştırmak ve benimsetmek için uğraşmışlardır.
Emeviler zamanında Arap dilinin kurallarının oluşumu bakımından önemli
olan Nahiv ilminin gelişmesine yönelik adımların atıldığı görülmektedir. Arap olmayan Müslümanların (mevali) Arapçayı öğrenmekte karşılaştıkları güçlükler ve farklı
lehçelerle konuşan Arapların bir arada yaşamaları esnasında ortaya çıkan i’rab
hataları nahivle ilgili çalışmalara başlanılmasında etkili oldu. Diğer taraftan
Kur’ân’ın dil hatalarından korunabilmesi için de Arapçanın kurallara uygun bir şekilde yazılması ve okunması önem arz etmekteydi. Nahiv ilminin temelleri din, dil
ve ırk yönünden oldukça karışık olduğu Basra’da Ebü’l-Esved ed-Düeli ve arkadaşları tarafından atılmıştır. Kur’ân’ın birbirine benzeyen harfleri birbirinden ayırmak
üzere noktaları kullanan Nasr b. Âsım da bu dönemde yaşayan ünlü nahiv alimlerindendir.
ULUMU’L-EVÂİL
Emeviler zamanında sadece dini ve sosyal ilimler değil başta felsefe, astronomi, matematik, tıp ve kimya gibi akli ilimler sahasında da önemli çalışmaların
başladığı görülmektedir. Roma imparatoru İskender’in fetihleri ile birlikte Mısır,
Suriye ve Batı Asya’da tanınmaya başlanan Yunan kültürü, tercümeler yoluyla Müslümanların da istifadesine sunulmuştur. Mezhep anlaşmazlıkları yüzünden 489’da
Edessa’dan (Urfa) sürülen Nasturiler ile putperest kabul edildikleri için 529’da Atina’dan sürgün edilen Yeni Eflatuncu sekiz felsefeci İran’daki Huzistân bölgesindeki
Cündişâpûr’a yerleşmişti. Böylece Hıristiyan, Suriyeli, Hintli, Yunanlı ve İranlı bilim
adamları burada toplanmıştı. İslam dünyasında Enüşirvân-ı Âdil diye bilinen I. Hüsrev (531-579) Cündişâpûr’da felsefe, tıp ve diğer ilimlerin okutulduğu bir mektep
kurmuş ve onun zamanında şehir büyük bir ilim merkezi haline gelmiştir. Aristo ve
Eflatun’un bazı eserleriyle Kelile ve Dimne bu devirde Farsça’ya çevrilmiştir. I. Hüsrev’in kurduğu bu okulda Hintli doktorların yanında Yunanlı doktorlar da görev
yapmışlardır. Söz konusu okul Müslüman tıp kültürünün oluşmasında önemli rol
oynamıştır. Hz. Peygamber döneminden itibaren Arabistan’da Cündişâpûr medresesinde tabiplik yapan bazı kimselerin görev aldıklarına dair kaynaklarda bilgilere
rastlanılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber döneminin meşhur tabiplerinden Hâris
b. Kelede söz konusu okul da tahsil gören kimselerdendir.
Cündişâpûr, Hz. Ömer zamanında Müslümanlar tarafından fethedilmiştir. Fetihten sonra da Cündişâpûr bilim bakımından önemini korumuş ve burada gördükleri tahsil ile pek çok bilim adamı yetişmiştir. Emevi halifelerinden Muaviye b. Ebî
Süfyan’ın doktoru İbn Esâl en-Nasrânî Cündişâpûr’da yetişmiştir. Cündişâpûr’da tıp
okulunun dışında felsefe ve din eğitimi veren okullar da vardı. Diğer taraftan Irak’ta
Harran da Yunan kültürünün merkezlerindendi. Harrân halkı Sabiilerden (melek ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
yıldızlara tapanlar) oldukları halde Arapça konuşuyorlardı. Dolayısıyla Yunan kültürünün ileriki zamanlarda Müslümanlar arasında yayılmasına büyük ölçüde yardımcı
oldular. Yabancı dillerde yazılan pek çok eserin Arapçaya tercümesinde aktif bir
şekilde rol alarak söz konusu eserler vasıtasıyla kadim toplumların kültür ve medeniyetinin Müslümanlar arasında tanınmasına ve öğrenilmesine katkı sağlamışlardır.
Emeviler devrinde Hint, Yunan, Mısır ve İran gibi antik medeniyetlerden yapılan tercümelerin de etkisiyle Matematik, Astronomi, Fizik, Kimya, Zooloji, Biyoloji, Botanik, Tıbbın çeşitli dalları ve Eczacılık gibi “Fen ve Sağlık Bilimleri” alanlarında
yoğun çalışmalar başlatılmıştır. İslam ilim tarihinde bu türden eserlerin ilk defa
Emevi halifelerinden Yezid b. Muaviye’nin oğlu Halid b. Yezid tarafından Arapçaya
tercüme ettirilmeye başladığı kabul edilmektedir. Halid b. Yezid’in astronomi, kimya (simya) ve tıp alanlarındaki kitapları Arapçaya çevirttiği, bunu İskenderiye’den
getirttiği bazı Yunanlı bilginler vasıtasıyla yaptığı kabul edilmektedir. Zengin bir
kütüphaneye sahip olduğu söylenilen Halid b. Yezid’in babası Yezid b. Muaviye’nin
ölümünden sonra yine hanedan ailesinden Mervan b. el-Hakem tarafından veliahtlıktan uzaklaştırılmasından sonra kendisini ilme verdiği ve tercüme edilen eserlerden de yararlanarak astronomiye dair risaleler de yazdığı rivayet edilmektedir.
Halid b. Yezid’in kimya ilmini (simya) kullanarak altın elde etmeye çalıştığı da ifade
edilmektedir.
Emevi halifeleri kendilerinin ve hanedan mensuplarının sağlıkları bakımından
tıp ilmine dair eserlerin tercüme edilmesine büyük önem vermişler, devrin meşhur
doktorlarını kendileri ve hanedan mensupları için özel hekim olarak görevlendirmişlerdir. Hemen hemen tamamı gayrimüslim olan bu doktorlar tıp alanına dair
bazı eserleri Arapçaya çevirdikleri gibi bizzat yine tıpla alakalı birtakım kitap ve
risaleler de kaleme almışlarıdır.
Emevi halifelerinden Velid b. Abdülmelik döneminde yaşanılan bolluk ve refah ortamında halkın istifadesine sunulan pek çok hizmet yanında cüzzamlılar için
bir tedavi merkezi yapıldığı gibi özürlülerin ve yaşlıların bakımı için elemanlar görevlendirilerek maaşları devlet bütçesinden karşılanmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Özet
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
• Emevîlerden önce özellikle dinî sahalarda yoğunlaşan İslam eğitim
çalışmaları Emevîler döneminde de genel anlamda aynı çizgide devam
etmiştir. Kur’ân, Hadis, Fıkıh, İslam Tarihi, Kelam vb. dinî ilimler
Emevîler zamanında önemli ilim dallarından olma vasfını
korumuşlardır. Bununla birlikte dinî ilimlerin dışında değişik ilim dalları
da (Şiir, Hitabet, Gramer, Ensâb, Coğrafya, Kimya, Tıp, Astronomi vb.)
dinî ilimler kadar olmasa da eğitimin konusu haline gelmişlerdir. Emevî
hanedan mensupları ve devlet yönetiminde önemli görevleri yerine
getiren üst düzey memurların ilgi alanları dinî ilimlerden ziyade diğer
ilim dallarıyla alakalı olmuştur.
• Emevîler zamanında idarecilik, askerlik ve ticaret revaçta olduğu
için ilmiye sınıfına fazlaca önem verilmemiştir. Bundan dolayı
Emevîler döneminde ilmi faaliyetler devlet desteğinden ziyade
kişisel gayretler ve toplumdaki bazı kişilerin yardımıyla devam
ettirilmiştir. Küttâb, saray, çöl, ev ve işyerlerinin bir bölümü ile
mescitler eğitim öğretim faaliyetlerinin sürdürüldüğü en önemli
mekânlar arasında yer almışlardır. Bu dönemde hem naklî ilimler
(Kur’ân, Hadis, Tefsir, Fıkıh, Kelam vb.) hem de akli ilimler
(Matematik, Astronomi, Tıp, Eczacılık, Felsefe, Kimya vb.) sahasında
çalışmalar yapılmış, sonraki dönemler için kaynaklık teşkil edecek
önemli eserler telif edilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite
başlığı altında yer alan
“bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi Emevîler dönemi ilim ve kültür hayatına katkı
sağlayan şehirler arasında yer almaz?
a) İskenderiye
b) Şam
c) Cündişâpûr
d) Kûfe
e) İstanbul
2. Hadislerin tedvin edilmesi aşağıdaki halifelerden hangisinin emir ve desteği ile başlatılmıştır?
a) Muaviye b. Ebî Süfyan
b) Abdülmelik b. Mervan
c) Hişam b. Abdülmelik
d) Ömer b. Abdülaziz
e) Mervan b. Muhammed
3. Kur’ân-ı Kerim’in harekelendirilmesi kim tarafından gerçekleştirilmiştir?
a) Abudullah b. Abbas
b) Abdullah b. Ömer
c) Ebü’l-Esved ed-Düeli
d) Zeyd b. Sâbit
e) Amr b. el-Âs
4. İslam'ın ilk dönemlerinde, "okuma yazmanın öğretildiği eğitim kurumu
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Medrese
b) Kıraathane
c) Tekke
d) Encümen-i Daniş
e) Küttâb
5. Aşağıdaki şairlerden hangisi Nekâiz şairleri arasında yer almaktadır?
a) Ümmü Külsüm
b) Kumeyt b. Ziyad el-Esedî
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
c) Cerir
d) Habbâbe
e) Yezid b. Ebî Süfyan
6. Arapçayı divan dili haline getirerek resmi alanlarda kullanılmasını sağlayan halife kimdir?
a) Hz. Ömer
b) Muaviye b. Ebî Süfyan
c) Velid b. Abdülmelik
d) Mervan b. Muhammed
e) Abdülmelik b. Mervan
7. Aşağıdakilerden hangisi Emevîler dönemi nahiv bilginlerindendir?
a) Ebü’l-Esved ed-Düeli
b) İbn Manzûr
c) Haccac b. Yusuf
d) Halid b. Abdullah el-Kasrî
e) Zeyd b. Sâbit
8. Emevîler Dönemi’nde çeşitli millet ve kültürlere ait eserlerin tercüme
edilmesi kim tarafından başlatılmıştır?
a) Yezid b. Ebî Süfyan
b) Halid b. Yezid
c) Muaviye b. Ebî Süfyan
d) Ömer b. Abdülaziz
e) Zeyd b. Sâbit
9. Dil eğitimi bakımından Emevî halifeleri çocuklarını çöle göndermişlerdir.
Çöle gönderilmediği için Arapçayı iyi kullanamayan, bu açığını kapatmak
üzere kendisine özel hocalar tutarak eğitim alan halife kimdir?
a) Muaviye b. Ebî Süfyan
b) Hişam b. Abdülmelik
c) Velid b. Abdülmelik
d) Abdülmelik b. Mervan
e) Velid b. Yezid
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
10. Aşağıdakilerden hangisi küttâblar için söylenemez?
a) Küttâblarda okuma –yazma yanında Kur’ân ve temel dini bilgiler de
öğretilmekteydi
b) Küttâbların öğrencileri sadece devlet idarecilerinin çocuklarından
oluşuyordu
c) Küttâblara her Müslüman çocuğu devam edebiliyordu
d) Küttâblardan mezun olanlar eğitimlerine mescitlerdeki ders halkalarına katılarak devam ediyorlardı
e) Küttâblarda okuyan öğrencilerin sayısı bazen binleri bulabilmekteydi
Cevap Anahtarı
1 e, 2 d, 3 c, 4 e, 5 c, 6 e, 7 a, 8 b, 9 e, 10 b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Emeviler Dönemi İlim ve Kültür Hayatı
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Aycan, İrfan- Sarıçam, İbrahim. (1993). Emeviler. Ankara.
Aycan, İrfan. (2003). “Emeviler Dönemi Kültür Hayatında Dinî İlimlerin Tarihsel
Gelişimi”, Emeviler Dönemi Bilim, Kültür ve Sanat Hayatı. Ankara.
Baltacı, Cahit. (2005). İslam Medeniyeti Tarihi. İstanbul.
Bayrakdar, Mehmet. (1985). İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi. Ankara
Çelebi, Ahmet. (1983). İslam’da Eğitim ve Öğretim Tarihi. (Çev. Ali Yardım). İstanbul.
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi. (1992). Ed. Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul.
Fayda, Mustafa. (1988). “Hulefâ-yi Râşidîn”, XVIII, DİA
Hasan, İ. Hasan. (1991). Siyasi- Dini- Kültürel- Sosyal İslam Tarihi. (Çev. İ. Yiğit- S.
Gümüş). İstanbul.
Hitti, Philip K.. (1995). Siyasî ve Kültürel İslam Tarihi. (Çev. Salih Tuğ). İstanbul.
Kazıcı, Ziya. (2006). İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi. İstanbul.
Özkan, Mustafa. (2008). Emeviler Döneminde İktidar-Ulemâ İlişkisi. Ankara.
Pedersen, J.. “Mescid”. İslam Ansiklopedisi. İstanbul: MEB Yay., VIII.cilt.
Sarıçam, İbrahim- Erşahin, Seyfettin. (2006). İslam Medeniyeti Tarihi. Ankara.
Söylemez, M. Mahfuz. (2003). “Eğitim ve Öğretim Faaliyetleri”, Emeviler Dönemi
Bilim, Kültür ve Sanat Hayatı. Ankara.
Uslu, Recep. (1993). “Cündişâpur”. VIII, DİA.
Yiğit, İsmail. (1995). “Emeviler”. XI, DİA.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Download