Gençlik Dergisi

advertisement
YIL: 5 SAYI: 25
MAYIS / HAZİRAN 2011
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR.
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
YIL: 4 SAYI: 24
OCAK/ŞUBAT 2011
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR.
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
İçindekiler
12 HAZİRAN SEÇİMLERİ NİÇİN ÇOK ÖNEMLİ?
Mustafa ÖZTÜRK .............................................................................................3
Güzel Sözler, Öykücükler, Dersler
Prof. Dr. Cihan DURA .......................................................................................6
EBU HANİFE’NİN DİNİ KÜLTÜRÜMÜZE KAZANDIRDIĞI HOŞGÖRÜ
Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER .............................................................................8
Kürtler
Mehmet ÇAYIRDAĞ .......................................................................................10
BİLGİYURDU
GENÇLİK DERGİSİ
YIL:5 SAYI:25
SAVAŞMADAN İŞGAL EDİLEN ORTADOĞU VE AFRİKA
Ömer MUHTAROĞLU .....................................................................................12
SAHİBİ
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneği Adına Dernek Başkanı
Mustafa ÖZTÜRK
BİLİM VE ÜLKÜ ADAMI PROF. DR. NECMETTİN HACIEMİNOĞLU
Bilgehan AYATA ..............................................................................................17
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Osman KARABABA
YAZIŞMA ADRESİ
Sahabiye Mah. Mete Cad.
Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2
D:3 Kocasinan/KAYSERİ
TELEFON
(0352) 232 32 67
WEB
www.bilgiyurdu.org.tr
E-POSTA
bilgiyurdu@hotmail.com
HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER
Ahmet GÜRSES .............................................................................................14
TEK KELİMELİK HAYAT DERSİ
Osman KARABABA ........................................................................................19
BULMACA
Ergül SIRKINTI ................................................................................................20
AKIL, İMAN, EDEP ve İNSAN
İsmail BOZKURT ............................................................................................21
Danıştay’ın “ANDIMIZ” kararı
Av. Orkun KAYA ..............................................................................................23
30. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE MÜNİR NUREDDİN SELÇUK
Ahmet ALTAY ..................................................................................................24
AHMET MÜFTÜOĞLU
Yunus Emre ÖZKAN .......................................................................................26
Andımıza AND İÇİYORUM
Aytekin AYDOĞAN .........................................................................................27
TÜRK OĞLUYUM
İbrahim BOYRAZ ............................................................................................27
Bir KOÇYİĞİT kaybettik ...............................................................................28
KAPAK RESMİ
Ümmühan Ekici
FMG Anadolu Güzel Sanatlar ve
Spor Lisesi / 11 Resim
GRAFİK TASARIMI
Hatice İbakorkmaz
BASKI
Orka Matbaacılık
San. Tic. Ltd. Şti.
Organize San. Böl.
43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ
(0352) 322 17 00
Yazılar yayınlansın ya da
yayınlanmasın iade edilmez.
Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukukî
sorumluluk yazarlara aittir.
ESFEL-İ SÂFİLÎN
Bekir TEMUR ..................................................................................................28
DÜNYANIN GELECEĞİ
Hakan TUNÇ ..................................................................................................29
Heybeliada Ruhban Okulu’nun Hukuki Durumu
Av.Yalçın ERZURUM.......................................................................................30
ŞEHİDE AĞIT
Halil OZAN ......................................................................................................32
SİVİL İTAATSİZLİK
Ahmet MUHTAROĞLU ...................................................................................33
DOSTUN BAHÇASINA BİR HOYRAT GİRMİŞ
Şerife ORAL ....................................................................................................35
İHTİYAT ZABİTİ MEHMET ORAL’IN
SARIKAMIŞ-HİCAZ CEPHELERİ VE ESARET ANILARI
Şahsenem BOZ* .............................................................................................37
SINAVLARA NASIL ÇALIŞILIR? SON GÜNLERDEYAPILMASI GEREKENLER
İbrahim GÜNGÖR...........................................................................................38
TERÖRE MEŞRUİYET KAZANDIRMAK MI!..
Mustafa ERDEM .............................................................................................40
HABERLER ....................................................................................................42
3
12 HAZİRAN SEÇİMLERİ
NİÇİN ÇOK ÖNEMLİ?
Mustafa ÖZTÜRK
12 Haziran 2011’de yapılacak seçimler, Türkiye’nin
geleceği bakımından hayatî bir önem taşıyor. Çünkü
hem iktidar partisi (AKP) hem de ana muhalefet partisi
(CHP), seçimlerden sonra yeni bir Anayasa yapacaklarını söylediler. BDP de, defalarca, Anayasa’nın değiştirilemez ana maddelerine karşı çıkarak Kürt kimliğine
yer veren sivil bir anayasa talep etti. Öyle görünüyor ki
parlamentodaki sayıları yeterli olur ise ikisi veya üçü
bir araya gelip sivil bir anayasa için kollarını sıvayacaklardır.
Şu hususu hemen önemle ifade edelim: Endişemizin nedeni, sivil veya yeni bir anayasanın yapılacak
olması değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin ana felsefesini
belirleyen Başlangıç bölümünün, temel nitelikleri belirleyen 1’inci 2’nci ve 3’üncü maddelerin, Türk tanımı
yapan 66’ncı maddenin değiştirilecek veya tamamen
kaldırılacak olmasıdır. Sivil anayasa korosu oluşturan
tüm bölücülerin, sözde liberal demokratların, ABD-AB
güdümlü iş çevrelerinin, kısacası Türk ve Atatürk’ten
haz etmeyen grupların asıl derdi, sıkıntısı da bu maddelerdir.
GÜNDEME BAKIŞ
Türk milliyetçiliğini temsil eden Milliyetçi Hareket
Partisi ile Kürt ayrımcılığını savunan Barış ve Demokrasi Partisi’nin Anayasa konusundaki görüşleri nettir.
MHP, temel maddelerin korunmasını isterken BDP tamamen karşıdır. Yani MHP millî ve üniter yapıyı savunurken, BDP tam karşıda yer almaktadır.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, temel maddelere dokunmayacaklarını söyledi. Ancak, partisinde bu kanaatte olmayanlar da vardır. Bunların hangi yönde oy kullanacakları belli değil.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bazı sözcüleri,
Anayasa’nın değiştirilemez maddelerini değiştirmek
gibi bir niyetlerinin olmadığını ifade ettiler. Ancak,
buna inanmak zordur. Çünkü aksi yönde pek çok delil
mevcut:
1.Delil: Geçtiğimiz yıllarda Prof. Özbudun başkanlığında bir heyete bir anayasa taslağı hazırlatmaları,
2.Delil: Yandaş yazarların gazete yazıları ve televizyon konuşmaları,
3.Delil: Bebek katili ve PKK’nın başı Öcalan ile ya-
4
pılan görüşmeler. Bu görüşmelerde PKK’nın eylemsizlik kararına karşılık bölücü örgüte Anayasa’nın değiştirileceği sözünün verilmiş olması,
4.Delil: Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi
Sosyalist Grup Başkanı Andreas Gross’nun medyada
yer alan ifadeleri. Habere göre Başbakan bu kişiye “Artık Anayasa’nın ilk üç maddesi gibi Türklüğe vurgu yapan maddelere ihtiyaç duyulmadığını” söylemiştir.
5.Delil: AKP Grup Başkan Vekili Ayşenur Bahçekapılı’nın “Anayasa’yı değiştireceğiz ve vatandaşlıktaki
Türklük tanımını kaldıracağız.” demesi,
6.Delil: AKP içindeki Kürt kökenli milletvekillerinin de BDP ile hemen hemen aynı görüşleri savunmaları.
12 Haziran 2011’de oluşacak parlamento yapısı, görüldüğü gibi önem kazanıyor. Dileriz ki Kürt kimliğini
anayasaya yerleştirme, Türk kimliğini dışlama amacı
güdenler bir çoğunluk oluşturmasınlar. Ancak böyle bir
tehlike vardır. Zira, ABD ve AB bu konuda da düğmeye bastı. R. Tayyip Erdoğan’ı bu yönde cesaretlendirme
çalışmaları da yıllardır sürmektedir. Mesela, TÜSİAD
mart ayında yaptığı toplantıda kendi anayasa önerisini
kamuoyuna açıkladı. TÜSİAD, “Türk milleti”, “Türk
milliyetçiliği” gibi ifadelere asla yer verilmemesini,
Kürtçe eğitimin önünde hiçbir engelin olmamasını, nüfus cüzdanında din hanesi bulunmamasını talep etmektedir. TÜSİAD’ın kimler adına konuştuğu malum. Batı
emperyalizmi Türk milletinden başka nasıl intikam alabilir ki?
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın ve
eski raportörü Osman Can’ın Anayasa’nın değiştiremez maddelerini tartışmaya açmaları da sebepsiz değil.
Bu yönde bir kamuoyu oluşturmak istemişlerdi. Bunlar
yolu açınca, tüm Türklük karşıtları bu yolu izlediler.
Ana tez: Bu Anayasa ile Kürt sorunu çözülmez. Öyleyse Türk kavramı Anayasa’dan çıkarılmalı. PKK’nın
kanlı eylemlerine, sokak gösterilerine gösterilen mazeret de budur. Yüksek Seçim Kurulu’nun BDP’nin gösBilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
terdiği bazı bağımzsız adayları veto etmesi bahanesiyle
Başkanı ateşe vermeleri üzerine
PKK eylemcilerinin sokakları
Mustafa
Mazlum-Der mensubu
bir ÖZTÜRK
vatandaş, bakınız ne demiş:
“Bu durum, mevcut Anayasa’nın, demokratik ve özgürlükçü bir siyasi sistem inşa edecek yeni bir anayasa ile
değiştirilmesinin acil bir ihtiyaç olduğunu bir kez daha
göstermiştir.” Her hâlde asıl söylenmek istenen şudur:
Kürdistan yolunu açarsanız eylemler duracaktır.
Türk milleti, vatanının bölünmesine, vatan topraklarının bir bölümü üzerinde Kürdistan kurulmasına izin
vermeyecektir; ne bugün ne de yarın. Çünkü böyle bir
durum 1920 öncesine dönmek anlamına gelir. Kazanılmış haklardan vazgeçmeyi kim ister? Ancak böyle bir
şey, beyni ve yüreği bitenler için söz konusu olacaktır.
Irak, ABD işgaline kadar bir devletti; resmî dili de
Arapçaydı. Bugün Irak, iki halka ve iki dile bölünmüştür. İşgalden bugüne 1.5 milyon insan ölmüş, milyonlarcası sakat kalmış ve ülkeyi terk etmiştir.
Ey bölücü güruh, ey Türklüğe kin duyan ABD-AB
beslemeleri, Türkiye’yi Irak yapmaya gücünüz yetmeyecektir! Türkiye, Türklerindir ve ortağa ihtiyacı da
yoktur.
Şu hususu da önemle hatırlatmak isterim ki Türk
istiklâl Savaşı ve Cumhuriyet’le kazanılmış hakların
geri alınma teşebbüsü hâlinde, Türk milletinin direnme
hakkı devreye girecektir. O zaman, “Kürt sorunu” nu
çözmek isteyenler bir “Türk sorunu” yaratmış olurlar.
Hiç kimse Türk milletini “uslu koyun sürüsü” sanmasın.
Türk milletinin direnme hakkı; tarihi, siyasi ve sosyolojik dayanaklar yanında hukuki mesnede de sahiptir.
Bu hukuki mesnet, Anayasa’nın başlangıç bölümünde
ve bu bölümün son paragrafında “Türk milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan
ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.” şeklinde ifade edilmiştir. Vatan ve millet sevgisine emanet ve
tevdi edilen bir görev ve hakkı, hiçbir Türk reddetmez.
Bu yüzden, kimse ateşle oynamasın!
YÜCE TÜRK MİLLETİ!
TERÖRE TESLİM OLDULAR
Terörist, Türkiye’nin 30 yıldan beri tanıdığı, bildiği
bir adamdır. Önceleri daha çok Kuzey Irak’taki dağlarda yaşar, zaman zaman da Türkiye’ye geçer, yol keser,
haraç alır, karşı koyanları katleder ve inine dönerdi.
ABD namlı ağaları ne istese yaparlardı, tıpkı yanaşmalar gibi.
İste bu yanaşmalar, meşhur Habur olayından sonra,
şehirleri mesken tuttular. Şimdi sanatlarını şehirlerde
icra ediyorlar. Sanat ile terörist iki aykırı kavram, tıpkı
şehir ile terörist gibi. Bu yüzden, “sanatlarını” derken
“mesleklerini” kastettiğimi her halde anlamışsınızdır.
Diğer bütün mesleklerden özür dileyerek söylemeliyiz ki terörizm de bir meslektir; mensuplarına para kazandırır, statü sağlar, makam verir. Bunlar hep bilinen
şeylerdir.
Teröristin mesleği, adam öldürmek; ev, banka, okul,
fabrika, iş makinesi, araç, dükkan yakmak; toplumda
korku ve panik yaratmak suretiyle halkın devlete güvenini yok etmek ve yasal toplumsal düzeni ortadan
kaldırmaktır. Hasan Sabbah’ın Haşhaşileri, Hınçaklar,
Taşnaklar, Asala ve PKK hep bu amaç doğrultusunda
çalıştılar. Hepsi de devleti hedef aldı.
BDP milletvekili Sebahat Tuncel, geçen günlerde
bir polise tokat atmıştı. Bu olaydan sonra söylediklerini lütfen hatırlayınız: “Tokadı devlete atmak isterdim.”
Zaten o tokat, devlete atılmıştır. Çünkü o polis, bir devlet memurudur ve yasaları uygulamakla görevlidir.
Terörist, kamu düzeni yıkmak için saldırır ve saldırmak için de mutlaka bir bahane bulur. Buldukları son
bahane de BDP’nin gösterdiği sözde bağımsız adayları
Yüksek Seçim Kurulu’nun veto etmesi oldu. Sen misin
bunu yapan! Görülmemiş bir azgınlıkla yine sokaklara
döküldüler. Araçları, belediye otobüslerini, bankaları,
PTT şubelerini yaktılar; polislere saldırdılar, yollara barikatlar kurdular, tehditler savurdular. Böyle bir durumda devlet adına Hükümet’e ve ilgili kurumlara düşen
görev, olayı görmezden gelmek ve işi savsaklamak değil yasaları uygulamaktır. Devlet, vatandaşının canını,
malını, namusunu, bayrağını, yasalarda yazılı değerleri
korumakla mükelleftir. Bu görevin bu gün, layıkı veçhile yapıldığını kim söyleyebilir?
İşte, her şey apaçık ortada… YSK, önce 12 bağımsız milletvekili adayını niçin veto ettiğini açıkladı.
Gerekçeli kararda, Anayasa’nın 76. Maddesiyle 2839
sayılı Milletvekili Seçim Kanunu’nun 11 ve 21’inci
maddelerinin kimlerin milletvekili seçilemeyeceğinin
belirlediğini hatırlattı. Sonra da söz konusu tepkiler ve
olaylar üzerine veto kararını geri aldı. Bir hukuk devletinde bunun izahını nasıl yapabiliriz? Hukukun üstünlüğü sözü, ülkemizde çok söylenir, ama nerede?
BDP milletvekili Sebahat Tuncel de aldığı 1 yıl 6
aylık ceza sebebiyle YSK tarafından veto edilmişti. İstanbul 7. Asliye Ceza Mahkemesi’ne başvurdu. Mahkeme de hızlı bir kararla 1 yıl 6 aylık cezayı 6 aya indiriverdi. Böyle bir şey nasıl olabildi? Hukukçular nasıl
açıklayacaklar bakalım?
Hatırlanacağı gibi Habur’da da bir hukuk
skandalı olmuştu. Her şey önceden ayarlanarak, “Pişman değiliz” demelerine rağmen
teröristlerin serbest bırakılmaları ve şov yapmaları sağlanmıştı. Bütün bu olanlar yargıya güveni ortadan kaldırmıştır. Bu konuda
Türk kamuoyunun kanaati, çeşitli nedenlerle
yargının etki altında kaldığı ve kararlarına
yansıttığıdır. Bir ülkede yargıçlar kararlarını önlerindeki dosya münderecatına ve meri
yasalara göre değil de siyasî ortamı dikkate
alarak veya zorbalardan çekinerek veriyorlarsa o ülke bitmiştir. Çünkü hak ezilir, kaba
kuvvet hükümdar olur. Ülkemizde de maalesef böyle bir gidiş vardır ki, sebebi siyasi
iktidardır.
Her şeyden önce siyasî iktidarın yargıyı,
orduyu, emniyet teşkilatını kendi siyasî anlayışına göre tanzim ısrarından vazgeçmesi; ülkeyi yasalara göre yönetmesi gerekir. Bu zaten görevidir. Hükümete şikayetimiz, devletin terör karşısında aciz bir
konuma düşürülmesidir. Türk devletini aciz göstermeye kimsenin hakkı yoktur; hükümetin bile… Yasaları
beğenmeyebilirsiniz, ama değiştirilene kadar herkes ve
tabii ki yönetenler de ona uymaya mecburdurlar.
“Korku dağları bekler” diye bir söz vardır, doğrudur. Bölücü terörün etkin olduğu yerlerde görev yapan
devlet memurlarının, namuslu vatandaşların korkmaları da normaldir. Onlar her an ölümle yüz yüzedirler.
Doğal olmayan, bu bölgelerde devletin olmaması, yaptırım gücünü kullanmamasıdır. Bu yüzden böyle yerlerde devlet kurumlarının sağlıklı çalışabildiğini kimse
söyleyemez.
Bölücü terör örgütü ve siyasî uzantıları yasalara
rağmen Türkiye’de fiilî bir durum yaratmışlardır. Ne
devlet ne yasa ne polis ne de asker… Hiçbirini de tanımıyorlar. “Güç bizde, ferman da bizim” diyorlar.
Bunun en son örneği 1 Mayıs 2011’de İstanbul’da
yaşandı. Taksim anıtını ele geçiren terörist bozuntuları, Atatürk’e herkesin gözü önünde hakaretler ettiler. Onbinlerce görevli polis ve yetkili zevat, o çirkin
eylemi sadece seyretti. Devletimizin kurucusu istiklal
kahramanı Atatürk’ümüzü bu aşağılık saldırıdan korumayanlar, diğer değerlerimizi de korumayacaklardır.
Buna rağmen sayın İstanbul valisi ve emniyet müdürü,
1 Mayıs’ın olaysız geçtiğini söyleyebiliyorlar. Bu ne
duygusuzluk ve izansızlıktır. İşte böyle bir Türkiye’de
hükümet seyrediyor ve siyasî rakiplerini alt etme peşinde… Sayın Başbakan’a göre Türkiye’nin muhalefet
partilerinden başka sorunu yoktur. Terör yoktur, işsizlik
yoktur, ahlaksızlık yoktur, rüşvet yoktur, yolsuzluk ve
hırsızlık yoktur… Bu pişkinliğe ne denir?
Türkiye’deki bu anormal durum, uzun süre devam
edemez. Bakalım halkımız 12 Haziran günü sandıkta
ne söyleyecek?
5
6
Güzel Sözler,
Öykücükler,
Dersler
www.cihandura.com
Prof. Dr. Cihan DURA
“Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse,
o aç kalacaktır ve kim arkadaşını düşünür de doyurursa, o da arkadaşı
tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz, hayat sofrasında daima sevgiyi
paylaşanlar kazançtadır.”
Sevgili gençler! Bu yazımda bazı güzel sözlerle anlamlı öykücükleri eşleştirdim, bütünleştirdim.
Her birini okuyup karşılaştırasınız, üzerinde düşünesiniz diye. Gün gelip birilerine bilgilerinizi aktarırken, sözlerinizi, yazılarınızı en anlamlı şekilde
süsleyesiniz diye. Ancak, çok daha önemli olarak
ders alasınız diye, dünya gerçeklerini göresiniz,
dostu düşmandan, iyiyi kötüden ayırasınız diye.
Ölümü Göster Sıtmaya Razı Et
Filler geniş vadilerde yaşar, ancak hep aynı yoldan gider gelirlermiş. Fil avcıları bunu bildikleri
için, fillerin geçeceği yola derince bir çukur kazar;
üzerini dallarla, çalı çırpıyla örterlermiş. Fil kafilesi bu çukura yaklaşınca, doğal olarak en önde olan
fil çukura yuvarlanırmış.
Bunu gören fil avcıları simsiyah giysiler içinde,
yüzleri maskeli olarak çıkagelirlermiş. Çukurdan
kurtulmaya çalışan fili ellerindeki kırbaçla dövmeye başlar, aç bırakır, su bile vermezlermiş.
Birkaç gün sonra aynı avcılar, bu sefer beyaz
giysiler içinde gelir, filin karnını doyurur, susuzluğunu giderir, okşar, severlermiş. Fili böylece kendilerine alıştırır, oradan çıkarır, alıp götürür, ömrü
boyunca kendi işlerinde köle gibi çalıştırırlarmış.
Ulu Sözü Dinlemeyen Uluyakalır
Bir kırlangıç dünyayı geze dolaşa, çok şey öğ-
renmiş. Önceden bilirmiş her olacağı. Bir gün bakmış ki köylünün biri, sıram sıram kenevir tohumu
ekiyor tarlasına.
Çağırmış yanına küçük kuşları, “Bakın” demiş,
“Sizin kuyunuzu kazıyor bu adam. Şu savurduğu tohumlar yok mu, başınıza örülen bir çoraptır
sizin. Gün gelip kenevir, sicim oldu mu, seyredin
size kurulacak dolapları. Ya ölüm ya zindan gayri
sizlere. Onun için gelin dinleyin beni. Yiyin, yok
edin şu tohumların hepsini.” Bilge kırlangıcı kim
dinler! Küçük kuşlar cıvıl cıvıl, diledikleri yemi
yemişler.
Kenevir ise büyümeye başlamış yeşil yeşil.
Kırlangıç bir kez daha uyarmış, dünyadan habersiz kuşları: “Koparın” demiş, “bu kötü tohumdan fışkıran yaprakları. Onlar büyüyünce kendinizi
yok bilin.” Kenevir büyüdükçe büyümüş. Kırlangıç, kuşları son kez uyarmış: “Bakın” demiş, “kötü
tohum sonunda sicim oldu. İnsanoğlu tuzaklar kurdu, siz küçük kuşları avlamak için. Geç olmadan,
haydi kaçın gidin.” Küçük kuşlar yine aldırmamış.
Sürdürmüşler cıvıl cıvıl ötüşmeyi.
Ancak çok geçmeden söylenen olmuş, nice kafesler kuşlarla dolmuş.
Sakın Kapıyı Açık Bırakma, Farkına Varmadan Ardına Kadar Açılır
Bedevinin biri çölde devesiyle yol almaktadır.
Birden ufuk kararır, bir rüzgârdır esmeye başlar.
7
“Birbirini sevmenin
sadece sözünü
edenlerle, onu
gerçekten yaşayanlar
arasında ne fark
vardır?”
Bedevi bir kum fırtınasının koptuğunu anlar. Hemen devesini kuma yatırır. Küçük çadırını devenin arkasına kurar ve içine girer.
Fırtına görülmemiş şiddettedir. Bir süre sonra deve yalvarmaya başlar: “Sen içerde rahatsın.
Benim ise gözlerime kulaklarıma kumlar doluyor.
Ne olur yalvarıyorum, bırak da hiç olmazsa başımı çadıra sokayım.” Bedevi üzülür. “Tamam” der.
Deve başını çadıra sokar.
Biraz sonra deve yine sızlanmaya başlar: “Kum
taneleri boynumun ince derisini kırbaç gibi dövüyor. Çok canım acıyor. Lütfen boynumu da sokayım.” Bedevi bakar ki durum acıklı, bunu da kabul
eder.
Aradan biraz daha zaman geçer. Deve yine ağlamaklı yalvarır: “Dayanacak gücüm kalmadı. Bedenimi kumlar bitirdi. Bir kaç dakikalığına da olsa
gövdemi de içeri sokayım. Biraz soluklansın, söz,
çıkarırım.” Bedevi buna da razı olur. Deve çadıra
tamamen girer.
Fakat içerde ikisine yetecek yer yoktur. Deve
bakar ki çadır rahat ama ikisinin de sığmasına
imkân yok, bir tekmeyle bedeviyi dışarı atar.
Birlikten Kuvvet Doğar
Bir kervanın önünü üç eşkiya kesmiş. Kırk muhafıza rağmen kervanı soyup soğana çevirmişler.
Muhafızları da çırılçıplak bırakmışlar.
Kervan kasabaya döndüğünde “ne oldu size
böyle” diye soranlara muhafızlardan biri şu yanıtı
vermiş:
Onlar üç kişi beraberdi, biz 40 kişi yalnızdık.
Her Birimiz Tek Kanatlı Birer Meleğiz ve
Bizler Ancak Birbirimizi Kucaklayarak Uçabiliriz
Bir gün sormuşlar bir ermişe:
“Birbirini sevmenin sadece sözünü edenlerle, onu gerçekten yaşayanlar arasında ne fark
vardır?”
“Durun, göstereyim” demiş ermiş.
Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi
oturmuşlar yerlerine. Derken, tabaklar içinde sıcak
çorbalar gelmiş. Arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar... Ermiş “bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz” diye de
bir şart koşmuş. “Peki” demişler ve içmeye yeltenmişler. Fakat o da ne, kaşıklar uzun geldiğinden bir
türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına.
En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç
kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine “şimdi” demiş ermiş, “sevgiyi
gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.” Yüzleri
aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen, ışıl ışıl insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. “Buyrun”
deyince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, karşısındaki arkadaşına uzatarak içirmiş.
Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek
kalkmışlar sofradan.
“İşte” demiş ermiş:
“Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür
ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır ve kim arkadaşını düşünür de doyurursa, o da arkadaşı tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz, hayat sofrasında
daima sevgiyi paylaşanlar kazançtadır.”
8
EBU HANİFE’NİN
DİNÎ KÜLTÜRÜMÜZE
KAZANDIRDIĞI HOŞGÖRÜ
avehbiecer @ hotmail.com
Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER
Ebu Hanife (öl:768) ile ilgili olarak Bilgiyurdu’nun
sayın okuyucularına iki makale sunmuştum. Bu makalelerde Ebu Hanife’nin dini yorumlarının özellikleri ve
Türk kültürüne etkileri üzerinde durulmuştu(1).
Ebu Hanife, Malik bin Enes (öl:795), İmam Şafiî
(öl:820) , Ahmet bin Hanbel (öl:855) ve benzeri bilginlerin yaptıkları Kur’an ve sünneti yoruma tabi tutmadan, akla ve mantığa başvurmadan uygulama anlayışlarının aksine; akla, mantığa, mantığın bir kuralı olan
kıyas’a itibar eden ve kararlarında bunları kullanan büyük bir bilgindi.
Ebu Hanife’ye göre ayet ve hadislerin doğrudan
temas etmediği konularda aklı kullanmak gerekir.
Bu anlayışından dolayı İslam hukukU tarihçileri Ebu
Hanife’ye ve öğrencilerine “re’y taraftarları” demişlerdir. Rey’in kelime anlamı görüş demektir. Rey-i İslam tabiri ise doğru düşünce, doğru fikir anlamındadır.
Günümüzde rey kelimesi ise bir kişinin görüşü ve anlayışı yönünde oy kullanmasını ifade eder. İslam hukukçularına göre rey, aklı kullanma, örnek alma, kıyas’ı
kullanmadır. Kıyas ile içtihat etmeye de rey denilir (2).
Ebu Hanife’nin aklı ve aklın kurallarını kullanması,
karşılaşılan yeni problemleri çözmede diğer bilginlere
göre daha esnek bir anlayışın ortaya çıkmasına sebep
oldu. Hakkında açık bir söz (yani Kur’an ayeti ve sahih
hadis-i şerif) bulunmayan bir olayın oluşması halinde
Hanefiler sıkıntıya düşmezler. Prof.Dr. Abdülvehhab
Hallaf her zaman yeni problemlerle karşılaşmanın
mümkün olduğunu şu sözlerle anlatır:
“Kuran ve sünnetin sözleri (yani nas’lar) sınırlı ve
sonludur. İnsanların olayları ve hükümleri sınırsız ve
sonsuzdur(3)”
Ebu Hanife aklı kullanarak, hoşgörüye, tartışmaya,
problemleri hürriyetçi bir anlayış ve metotla çözmeye
çalışmış, Müslümanların ufkunu açmış, yaşamlarını
kolaylaştırmış ve gelişen sosyal değişimlere rahatlıkla
intikallerini sağlamıştır. Bu bakımdan Hanefi Mezhebini benimseyenler diğerlerine oranla daha sosyal,
daha rahat ve medeni olma özelliklerini kazanmışlardır.
Dünya Müslümanlarının çoğunluğunun ve Türk
Dünyası’nın tamamına yakınının din kültürüne damgasını vuran Ebu Hanife (Öl: 768) üstün zekâya sahipti. Mısırlı bilginlerden Prof. Ali Sami en- Neşşar
Ebu Hanife için : “…İmam, İslam ruhundan ve onun
hakikatinden ilham alarak yetişen ilk İslam filozofudur .(4)” der. Onun itibarı sağlığında da, ölümünden
sonra da devam etti. Özellikle Türkler arasında sevildi,
benimsendi. Bu sevgi ve benimsemede onun milliyetinden çok, yorumları ve metotlarındaki hoşgörü, her
topluma ve her coğrafyaya uyum sağlayıcı özellikleri
rol oynadı. Çünkü o, İslam Ansiklopedisindeki madde
yazarı H. Sabit Şimay’ın ifadesiyle:
“Ümmet içinde tamamıyla erimiş olan Numan ve
ailesinin Fars, Türk yahut başka bir kavme intisabı
açık değilse de, Arap olmadığı, fakat Araplar arasında
doğup, büyüdüğü muhakkaktır.”(5) Ancak , Prof. Dr.
M. Fuad Köprülü, Osman Keskioğlu, Prof. Dr. Neşet
Çağatay, Prof. Dr. İ. Agâh Çubukçu, Prof. İsmail Hakkı
İzmirli, Prof. Dr. Şemseddin Günaltay, Prof. Dr. Osman
Turan ve başkaları onun Türklüğünü ileri sürerler (Fazla bilgi için bakınız: İsmet Demir, İmam-ı Âzam Ebu
Hanife, İst. 2005, 2-7). Oysa o, Kur’an ve Sünnete bağlı, aklı ve sosyal gereksinimleri (maslahat-ı ammeyi) ön
planda tutan metotlarıyla insanlığa İslam’ı sevdiren bir
kimsedir. Her insan gibi sağlığında da, ölümünden sonra da görüşleri sebebiyle bazı gruplar tarafından tenkit
edilmiştir. “Kur’an ve Sünnet baş tacımdır, sahabelerin
(Hz. Peygamberi gören Müslümanların) söyledikleri ve
uyguladıklarından da seçmeler yaparım, ama sahabelerden sonra gelen kişilerin söz ve eylemleri için aynı
şeyi söylemem, onlar da insandır, ben de insanım” anlamındaki sözü onun alelade bir taklitçi olmadığının bir
delilidir.
Onun akla, kıyas’a, örfe vb dayalı görüşleri bazı
mutaassıpları (tutucuları, bağnazları), şekilcileri şaşırtmış ve Ebu Hanife’yi dini değiştiren, dini bozan,
kendiliğinden dini hükümler üreten kişi olarak tanımlamalarına sebep olmuştur. O, kıvrak zekâsıyla yaptığı tartışmalarda bütün tenkitleri cevaplandırmıştır. Bu
tenkitler arasında Ebu Hanife’nin çok az hadis bildiğini
(17 tane) iddia edip (Bak: İbn Haldun, Mukaddime,
Kahire, ?, 444) rey ve kıyasla hüküm vermekle aşırılığa
kaçtığı, İslâm dinini değiştirmek istediği propagandaları onun sorgulanmasını doğurmuştur. Onun dinin ana
kaynaklarına bağlı olduğunu gösteren bir olayı hatırlatalım. Şia imamlarından bilgin Muhammed Bâkır (öl.
H/114-M/733) Ebu Hanife ile ilk karşılaşmasında ona
çıkışmış ve:
9
- Ceddim Resulullah’ın dinini ve hadislerini kıyas ile değiştiriyor imişsin, diyor. Ebu Hanife
ise Resulullah’a ve onun ailesi ve
torunlarına hürmetini arz ettikten
sonra Muhammed Bâkır’a sorular
sorarak örnekler verir:
- Namaz mı faziletlidir yoksa
oruç mu?
- Namaz daha faziletlidir.
- Hz. Muhammed (SAS)’in sözü
de böyledir. Ben onun dinini bozmuş olsam, hanımlar hayzdan (aybaşı kanamasından) temizlendikten
sonra kıyasa göre, namazını kaza etmesini, kılmasını emrederdim, orucunu kaza ettirmezdim. Ben kıyasla
böyle bir şey yapıyor muyum?
- Bevil (idrar) mi daha pistir,
meni mi?
- Bevil daha pistir.
- Eğer ben Hz. Muhammed
(SAS)’in dinini kıyaslarımla değiştirmiş olsaydım, bevledenlerin gusül abdesti almasını, meniden dolayı namaz abdesti almasını emrederdim. Fakat ben hadis-i şeriflere aykırı kıyas kullanarak Resulullah’ın
getirdiği dini değiştirmekten Allah’a
sığınırım.
Bu konuşmadan sonra Muhammed Bâkır, Ebu Hanife’yi
kucaklar ve alnından öper. Ebu
Hanife de Muhammed Bâkır’dan
ve ocağın büyük bilginlerinden sayılan Cafer üs-Sadık (öl. 765)’dan
ders alır.
Ebu Hanife’ye karşı tenkitlerin
burada ayrıntılarına girmek yazımızın sınırlarını zorlar. Bu örneği Ebu
Hanife’nin dinî konularda kıyas’a
Kur’an ve Sünneti hesaba katmayarak, gelişigüzel kullanmadığına
işaret için vermek istedim. Ancak o,
keskin zekâsıyla batıl inançlı kişileri de susturmasını bilmiştir, onlarla
tartışmaktan kaçınmamıştır.
Her dönemde olduğu gibi Ebu
Hanife’nin çağında da o dönemde
dehrîler diye anılan Tanrıtanımazlar (ateistler) vardı. Onlarla yaptığı
tartışmada Tanrı’nın varlığını şöyle
ispatlar ve şunları sorar:
- Denizin ortasında bir fırtına
koptuğu esnada içi mallarla dolu bir
gemi ortaya çıkıverse ve bu gemi
fırtınaya rağmen kaptansız ve tayfa-
sız kendi kendine gideceği yeri bulsa, buna ne dersiniz? Aklınız bunu
kabul eder mi?
- Hayır, diyorlar. Akıl böyle bir
şeyi kabul edemez, olmaz böyle
şey.
- Mademki bir geminin denizde kendi kendine oluvereceğini ve
kaptansız gideceği yere varacağını kabul etmiyorsunuz; Şu sonsuz
kâinat, dünya ve içindeki varlıklar,
olaylar kendi kendine nasıl oluverir? Bunların bir yaratıcısı, bir sahibi yok mudur?
lar.
Dehriler cevap veremeyip susar-
Gene aynı Dehriler Ebu
Hanife’ye “Tanrı şu anda ne ile
meşguldür?” diye sorarlar. Ebu
Hanife böyle bir soruya yüksek bir
makama oturarak cevap verileceğini söyler ve Dehri’nin koltuğuna
oturur. Der ki:
- Şu anda Yüce Tanrı müfsit (fesatçı, arabozan)’lerle imansızları indirmekte, dürüst ve mümin olanları
da yükseltmektedir.(6)
Ebu Hanife İslâm dininin amaçlarını iyi bilen ve onun her toplumda,
her coğrafyada uygulanabilirliğinin
aklî metotlarını yerleştiren, her kesimle rahatça tartışabilen(7), İslam
dininin evrenselliğine inanan büyük
bir bilgindir. İslam dininin Arap
asıllı olmayan toplumlar arasında
benimsenmesinde Ebu Hanife’nin
kolaycı, akılcı, kucaklayıcı din yorumunun da rolleri olmuştur diye
düşünenler haklıdırlar.
--------1)Bakınız:
A.Vehbi
Ecer,”Kültürümüzün Dini Kaynaklarından Biri Ebu Hanife” ,Bilgiyurdu, Temmuz-Ağustos,2009,
sayı: XIV,7; Ecer, “Ebu Hanife’nin
İçtihatlarında Genel Eğilimleri”
,Bilgi Yurdu, Eylül-Ekim,2009,
sayı: XV,7-8.
2)Bak: Sabri Şakir Ansay, Hukuk Tarihinde İslam Hukuku,
Ankara,1958, 19.
3)A.Hallaf, İslam Hukuk Felsefesi, çev: Hüseyin Atay, Ankara,1973,205.
4)Ali Sami en-Neşşar, İslam’da
Felsefi
Düşüncenin
Doğuşu,
Çev:O.Tunç,İstanbul,1990,I,320.
5)Sabit Şimay, “Ebu Hanife”,
İA, IV,20-26.
6)Sava Paşa, İslam Hukuku
Nazariyatı Hakkında Bir Etüd,
Çev:Baha Arıkan,Ankara,1955, I,
74.
7)İslam hukuku tarihinde Müslümanlar arasında tartışma hürriyetinin varlığını gösteren “İlm-i Hilâf”
adıyla bir bilim dalının varlığı bilinmektedir. İlm-i hilaf, tartışma
veya ihtilaflar bilimi anlamına gelir. Bu konuda en yeni yayın İnönü
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin
çalışkan ve değerli öğretim üyesi
Yard.Doç.Dr Ali Duman’ın İsmail
Hakkı İzmirli’ye ait olan İlm-i Hilaf (İstanbul,1330,I-II) adlı eserinin
“İhtilaflar Bilimi” başlığıyla yapılan sadeleştirmesidir.
10
Kürtler
Mehmet ÇAYIRDAĞ
Kürtler, İskit (saka),
Kimmer, Kuman
(Kıpçak), Hun gibi
Türk ulusları ile
beraber İslamiyet’ten
çok önceki yıllarda
Türkistan’dan batıya,
Doğu Anadolu’ya
göçerek, geldikleri
vatanlarına benzer
bu dağlık ve karlı
bölgelere yerleşip
yurt tutmuşlar ve
burada yüzlerce yıl
yaşayıp bu günlere
gelmişlerdir.
Kürt kelimesi Türkçe bir kelimedir, en eski örneğini eski Türk
yazıtlarında görmekteyiz. Karla
alakalı bir isim. Türkler “Karluk” gibi, boylarından birine bu
ismi vermiştir. Karluk, nasıl karlı bölgelerde oturan boyun ismi
ise, Kürt de karları eksik olmayan bol karlı dağlarda yaşayan
Türk boyunun ismidir. Bu gün de
Anadolu’da bol kara kürt, kürtün
ismi verilir. Toplantılarda ve televizyonlarda, ilim adamı veya
büyük gazeteci, yazar olarak geçinen bir kısım densizlerin dalga
geçerek, bu konuyu inceleyen,
başta Macar Türkologları olmak
üzere ilim adamlarının yaptığı
tespitleri alaya alıp Kürtlere kart,
kurt diyerek onları Türk yapmaya çalışmamızdan bahsetmeleri,
tamamen bilgisizliği, ciddiyetten
uzaklığı ve şimdi gerekçe olan
bölücülüğe yaranmayı ortaya
koymaktadır.
Kürtler, İskit (saka), Kimmer,
Kuman (Kıpçak), Hun gibi Türk
ulusları ile beraber İslamiyet’ten
çok önceki yıllarda Türkistan’dan
batıya, Doğu Anadolu’ya göçerek, geldikleri vatanlarına benzer bu dağlık ve karlı bölgelere
yerleşip yurt tutmuşlar ve burada
yüzlerce yıl yaşayıp bu günlere
gelmişlerdir. Bu bölgede komşuları olan veya birlikte yaşadıkları
Farslar İranlılar ve Araplarla da
hatta Asur ve Süryanilerle de kısmen karışarak Türkçe ile birlikte
bu milletlerin dillerinin karıştığı,
hangi bölgeye yakınsa orasının
ağırlığı olan ve sonradan oluşan bir dili (Kürtçe) kullanmaya
başlamışlardır. Ancak sonradan
oluşan ve çok farklılıklar gösteren bu dil, onları yeni oluşan bir
millet hâline getirmemiş, bütün
kültürleri, eşyaları, etnoğrafik
malzemeleri, âdet ve ananeleriyle Türklerin bir devamı olarak bir arada tutmuştur. Aslında
karışmadıkları ilk dönemlerine
ait, Hakkâri’de, Diyarbakır’da,
Bingöl’de, daha doğrusu bütün
Doğu Anadolu’da hayvan tasvirli ve kitabeli mezar taşları ve
kurganlar yaygın hâlde asıllarını
muhafaza etmekte, ilmi araştırmaları beklemektedir. Bugün, bu
kalıntılar gerçekten herkesin dikkatini çekmektedir. Daha geç dönemlerdeki Osmanlı kayıtlarında
dahi “Türkmen Ekradı”, yani
Türk Kürtleri olarak kaydedilmiş
bulunan bu topluluk sadece Doğu
Anadolu’ya değil Anadolu’nun
diğer bölgelerine ve şehirlerine
de dağılıp yerleşmişlerdir. Mesela Kayseri’de Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bir “Kürtler
Mahallesi” bulunmaktadır. Bu
şekilde yerleşimler Kırşehir’de,
Burada şu husus da dikkatimizi ken onları değiştirmek, asimile etmek gibi bir niyetimiz bulunmamaktadır. Zaten istesek de böyle
çekmektedir: Kürtler gerçekten büyük bir değişikliği yapamayız. Ancak tarihî gerTürklerden ayrı bir millet olsa ve çekleri dile getirmeye çalışıyoruz. Bunlara inanan,
tarih boyunca beraber olduğumuz gibi birlikte
orijinal ayrı bir dilleri bulunsa bugün olan, aynı milletin bir ferdi olarak millî düşmanlayüzyıllarca oturmuş oldukları bu ra karşı beraber hareket edenlerle beraber oluruz.
Vatan, millet, devlet, bayrak, tarih birliği içinde
bölgelerde ve mahallelerde Kürtçe aynı görüşler, aynı duygu ve düşünceler içerisinde
bir kitabe veya onlara ait bugüne bir vücut gibi yaşarız. Müşterek değerlerimizi iç
ve dış düşmanlara karşı birlikte savunuruz. Ancak
intikal eden bir kitap, bir vakfiye
bütün bu gerçekler ve yüzyıllara giden mazi karşıbir belge bulunmaz mı idi. Kendi sında dış düşmanların, dost gibi gözüken yabancı
etnoğrafya, yani halk bilimlerinde devlet ve istihbarat güçlerinin, satılmışların ve hainlerin kandırması ile, biz ayrıyız diyenlere de bir
tespit edilecek o döneme ait şiirleri, diyeceğimiz olmaz. Bildikleri yolda yürürler. Yaldestanları-türküleri, atasözleri, nız, bu düşüncelerin yine yabancıların desteği ile
Türk Devleti’ne zarar vermesine, Türk Devleti’nin
farklı âdetleri olmaz mı idi? parçalanmasına, bölünmesine yol açacak bir tatbiAksaray’da ve daha başka yerlerde de olmuştur. kata girişilir ve bunun mücadelesi verilmeye kalBunlar buralarda yüzlerce yıl, aynı milletten diğer kışılırsa, buna da Türk Devleti’nin güçleri olarak
komşuları ile hiçbir sorun olmadan yaşamışlardır. bütün diğer Türkler ve Kürtler müştereken karşı
Rahmetli Yılmaz Gavremoğlu Ağabey, Kayseri’de korlar. Tarihin her döneminde olduğu gibi, buna
bunların komşularının Halaç - Kalaç Türkleri ol- fırsat vermezler.
duğuna, başka birçok yerde de Kürtlerin HalaçFailinin hangi güçler olduğu belli olmayan, öllarla birlikte yer tutmuş olduklarına dikkatimizi dürülen Hrant Dink, bölücülerin, kendilerini desçekmişti. Gerçekten Kayseri’de Kürtler ve Halaç- tekleyeceklerini zannederek Diyarbakır’a konfeların mahallelerini şimdiki Sivas Caddesi ayırıyor ransa çağrıldığında, onlara şu çok ibretli sözleri
idi. Caddenin kuzeyi Kürtler, güneyi ise Halaçoğlu söylemiştir:
Mahallesi idi. Ancak daha sonra bunlar, şehrin top“Bakın, sizler bizleri örnek almamalısınız. Biluluğuna karışıp gitmişlerdir.
zim güvendiğimiz, Türklerin düşmanı devletler,
Burada şu husus da dikkatimizi çekmektedir: Türkler aleyhindeki planları suya düşüp bizleri
Kürtler gerçekten Türklerden ayrı bir millet olsa kullanmaya gerek kalmayınca, bizi itip bıraktılar.
ve orijinal ayrı bir dilleri bulunsa bugün yüzyıllar- Sizler de bir gün, sizi teşvik eden ve size her türlü
ca oturmuş oldukları bu bölgelerde ve mahalleler- kışkırtmayı yapıp destek veren, dost zannettiğiniz
de Kürtçe bir kitabe veya onlara ait bugüne intikal bu güçler, bir gün çekilip giderler ve asıl dost oleden bir kitap, bir vakfiye bir belge bulunmaz mı manız gerekenlerle sizi baş başa bırakırlar. Batının
idi? Kendi etnoğrafya, yani halk bilimlerinde tespit sürekli yaptığı iş, bu olmuştur. Aklınızı başınıza
edilecek o döneme ait şiirleri, destanları-türküleri, alın, dostu düşmanı iyi bilin ve tuzaklara düşmeatasözleri, farklı âdetleri olmaz mı idi? Tarihin en yin.”
eski çağlarından beri ayrı bir millet olan bir topluEvet, bizi dinlemeyenler; bari İngiliz’inden,
luğun bu şekilde millî değerleri, kültür varlıkları,
Fransız’ından, Rus’undan ve Amerikalısından çok
arkeolojileri, kalıntıları olmaz mı idi? Tabii ki yokçekmiş olan, onların teşvikleri ve kandırmaları ile
tur; çünkü asılları bellidir. Türk âleminin bir parçabin yıllık dostlarını ve hamilerini arkadan vurmaya
sıdır. Bugün Arapça, Farsça, Bulgarca, Romence,
kalkan Ermenilerin bu ibretli sözlerini akıllarından
Rusça konuşan Türkleri Türk saymayacak mıyız?
çıkarmamalıdırlar.
Bugünkü Kürtlerin dilleri bu saydıklarımızdan çok
daha yakın Türkçeye. Bizim, Kürtler Türk’tü der-
11
12
SAVAŞMADAN İŞGAL EDİLEN
ORTADOĞU VE AFRİKA
Ömer MUHTAROĞLU
Gelecek 50 yıla baktığımızda bugünün batı
dünyasının tüm hayatî göstergeleri; sosyal, ekonomik,
yer altı ve yer üstü kaynakları ve nüfus bakımından
tehlike altındadır. Yani batının yaşaması doğunun
kaynaklarının ele geçirilmesi ile birebir irtibatlıdır.
Bu noktadan hareketle bu coğrafyanın her yüzyılın başında yeniden şekillenmesi acaba kaderi midir?
20.yy. başında Osmanlı İmparatorluğu’nu dağıtan güç
yine görev başında. İmparatorluk bakiyesinden onlarca
devlet çıkaran emperyal batı, zorlamalarla oluşturulan
bu devletlerin her birinin başına bir diktatör yerleştirdi.
Yerli isyancılara o gün için “Osmanlıya isyan et, kendi devletini kur.” diye özetlenebilecek bir umut dağıtıp
ve başarılı oldular. Bugün ise kullanılan argüman daha
farklı; demokrasi, özgürlük, insan hakları… Hatta bu
isyan hareketleri Arap uyanışı olarak pazarlanmaktadır.
Batı, yüz yıl boyunca Arap işbirlikçileri ile kan ve
gözyaşı dökerek yıktığı Osmanlı’nın devasa kaynaklarını bu diktatörler eliyle kontrol etti ve kullandı. Osmanlı
bakiyesi bu bölünmüş ülkelerin başına konulan 40 yıllık diktatörlerin en büyük özellikleri de batıya biat etmiş olmaları ve kendi ülkelerinin sahip olduğu kaynaklarını Batı’dan başka kimse ile hatta Osmanlı mirasçısı
Türkiye’yle bile paylaşmamalarıdır. Koca bir yüzyılı,
bir asırlık tarihin üstünü böyle örterek tamamladılar.
Bu coğrafyada halklar hiç huzur bulamadılar. Batı, bu
ülkelerin başından kavgayı hiç eksik etmedi. Kavgayı
çıkaran Batı idi, barışı sağlayıcı ve kurtarıcı hakem rolünde olan da kendisi oldu. Bir başka tecelliye bakın ki
Türkiye dahil, bu coğrafyada bu ülkelerin başına yönetici veya diktatör kimi getirmişler ise; İran şahı Rıza
Pehlevi’den Pakistan devlet başkanı Bhutto’ya kadar
Menderes’ten Mübarek’e hatta Saddam ve Kaddafi’ye
kadar, miadı dolanlar yine Batı eliyle gönderilmiştir.
Batı’ya kim hizmet etmişse, Batı tarafından Ortadoğu halklarına biçilen bu deli gömleğini itirazsız giyen
kim varsa hepsinin sonu hüsran olmuştur. Bu ülkeler
için 20.yy. tam bir ihanet asrıdır. Hem Osmanlı’yı yıkmışlardır hem kendi masum halklarına zulmetmişler
hem kendi ülkelerinin kaynaklarını peşkeş çekmişler
hem de istisnasız bu ihanetleri canları ile ödemişlerdir.
21’nci yy’a gelindiğinde artık bu kaynakları sömürme Batıyı kesmemektedir. Azmanlaşan ve azgınlaşan
Batı, yalnız enerji kaynakları ve onun gelirleri ile tatmin
olmamaktadır, daha fazlasını istemektedir. Bunun için
ayrı bir proje ve yeni liderler lazımdır. Gerek 20’nci
yy’da Osmanlı’yı parçalamak için kullanılan proje argümanları ve gerekse bugün fiilen yaşadığımız Büyük
Ortadoğu Projesinde kullanılan argümanların büyük
kısmı ile benzeyen tarafları da vardır. Her ikisinde de
ortak dil açılım, özgürlük, demokrasi, insan hakları, yeni anayasa gibi kulağa hoş gelen söylemlerdir.
Kullanılan kelimelerin hedef kitlesi iki ana unsura hitap
etmekte. Birincisi ırk temelinde kimlik erozyonu; ikincisi din ve inanç farklılıkları temelinde ayrıştırmadır.
Osmanlı’nın tüm topraklarını açılım ve özgürlük uğruna kaybettiğini bilen ve yazan tarihçilerimizin sayısı az
değildir. Batı bunları hep yapıyor, Doğu da bu oyunlara
hep geliyor.
Ortadoğu’da Değişimin Ayak İzleri
Yazımızın başında kısaca değindiğimiz gibi; Batı
yaşayacaksa doğuya hâkim olunmalıdır. Batı için düstur budur. 1984 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılacağı
artık belli olmuştur. Kapitalist dünya 90’lı yıllarda bir-
Atlas Okyanusu’ndan başlayıp Hint
Okyanusuna kadar olan coğrafyanın adeta
DNA’sı değişecek gibi görünüyor. Dileğimiz
bu değişim ve dönüşümden ülkemizin en az
zararla kurtulmasıdır.
13
den rakipsiz kalmıştır. Her şey zıttı ile kaimdir. Komünizm çökmüş ise kapitalizmin de çökmesi mukadderdir.
Kapitalizme yeni düşman “öteki” lazımdır. Margaret
Thatcher, bir NATO toplantısında yeni düşmanı ilan
eder; artık NATO için yeni düşman Varşova Paktı değil,
radikal İslam’dır. Bundan böyle herkes yeni düşmana
göre vaziyet almalıdır. Önce itibarını kaybeden kapitalizmin ismi değiştirildi. Küresel ekonomi denildi,
yeni dünya düzeni denildi, global ekonomi denildi
ve böylece köydeki vatandaşımız bile global ekonomiyi savunur oldu. Kapitalizm sevimli hale getirildi. Tüm
silahlı silahsız güçler, Soros vakıfları, STK’lar (sivil
toplum kuruluşları), dini vakıflar, cemaatler, medya kuruluşları, 11 Eylül 2001 mürettebatı, NATO unsurları,
BOP teorisyenleri ve başta bu işin akıl hocası Huntington harekete geçmişlerdir. Hatta bundan da önce adeta
bu değişim ve dönüşümün habercisi olan Leonardo da
Binder isminde birisi bir kitap yazar. Bu kitapta anahtar cümle şudur: “İslam dünyasında güçlü bir İslami
liberalizm olmadan başarılı olunamaz, İslam burjuvazi ideolojisinin bir parçası hâline getirilmelidir,
İslam liberal kapitalizmin emrine sokulmalıdır.” Bu
alıntı, 20 yıl önce yazılan bir kitaptandır. Bu olup biten
olayları yeni başladı yeni oluyor zannediyoruz. Sonuca
bakar mısınız; liberal kapitalizmi nasıl da benimsedik.
20 yıl önce türbanı için ağlayan kızımız son model ciple geçerken duraktaki başka bir türbanlıyı, su ve çamur
sıçratarak kirletiyor.
Türkiye Açısından Durum Nedir?
Yukarıda kısaca bahsettiğimiz gibi BOP kapsamında
bu coğrafyanın haritası değişmektedir. Kim değiştirmekte? Batı dünyası kime değiştirtmekte? Bu coğrafyanın
yöneticilerine (BOP eş başkanı gibi). Yine bu coğrafyanın etnik ve din temelinde ayrıştırdığı halkların farklı
kültürlerini kullanarak değiştirmekte. 40 yıldır baskı
uyguladığı ve ülü’l-emr’e itaat düsturuyla bastırılan,
biat kültürü ile yaşamış fakir halkı kullanarak değiştirmekte. Hâl böyle iken, yani bu coğrafyanın devletleri
ufalanırken inancını ılımlı İslam diyerek hafifleştirme
anlamında orijinalliğinden uzaklaştırıp onu ılımlıdan
ziyade Batı’ya uyumlu İslam hâline getirmek gayesin-
deler. Türkiye Batı’nın çıkarlarına hizmet eden bir ülke
konumuna getirildi. Irak ve Afganistan işgallerinden
dolayı ABD’ye isyan hâlinde olan Ortadoğu halklarına
ayar verme görevi Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek
ve Kaddafi’ye, Obama ile telefon görüşmesinden sonra
“oradan gidecekmişsiniz” demeye gelen beyanatlarda
Türkiye bulunmamalıdır. Hepimizin bildiği gibi NATO
kararları hep ittifakla alır. Türkiye’nin istemediği hiçbir
karar NATO’dan çıkmaz. Hem Libya’nın başına bomba
yağdıracaksınız, hem Türk halkına dönüp “Ey millet,
mermi atmıyorum ama iyi yaralı taşıyorum” demek,
bizce bu ülkeye yakışan bir hareket değildir. Burada
şu söylenebilir: “Kaddafi’nin hiç mi suçu yok?” olmaz
olur mu, elbette vardır; ancak 40 yıl önce onu getiren
güç kimdir? Batı dünyası gönderen güç kimdir? Yine
onlar; Türkiye değil.
Sonuç olarak Atlas Okyanusu’ndan başlayıp Hint
Okyanusuna kadar olan coğrafyanın adeta DNA’sı değişecek gibi görünüyor. Dileğimiz bu değişim ve dönüşümden ülkemizin en az zararla kurtulmasıdır. Gelişmelerden anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’nin aktif etkisi
gözükmemekte, aksine mutfak görevi gibi bir geri hizmete talip durumdadır, bu da içinde olmak adına; yoksa
inisiyatif almak gibi bir görevi mümkün olmadığı gibi
böyle bir donanıma da sahip olmadığı gözüküyor. İşte
Türkiye’ye rağmen Libya’ya kara harekâtı başladı. Emperyal Batı, petrole acımasız saldırıyor. Türkiye istese
de istemese de bu değişikliğin kaçınılmaz olduğu gerçeği ortada. Bizim dikkat etmemiz gereken en önemli
nokta, bu değişimin Ortadoğu ile sınırlı kalması. Aksi
hâlde Türk coğrafyasına geçtiği takdirde ki özellikle
Azerbaycan Türkiye ilişkilerinin daha da bozulup enerjiyle ve bu coğrafya ile irtibatımızın kesilmesi durumunu düşünmek bile istemiyoruz. Enerjide %90 dışa
bağımlı hâle gelen Türkiye’nin, Allah korusun, beka
sorunu ile karşı karşıya kalması içten bile değildir. Üç
günlük enerji stoku dahi olmayan bir ülkenin, uzun vadeli krizlere dayanabilmesi mümkün gözükmemektedir.
Bundan dolayı Azerbaycan, Türkiye için hayatî öneme
sahip en kilit ülkedir. Aman, Azerbaycan’a dikkat.
14
Türk Hitabetinin Seçkin Şahsiyeti ve
Türk Ocakları’nın Unutulmaz Başkanı:
HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER
Ahmet GÜRSES
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin let olduğundan söz etmezler. Millet mekte, yaşanan siyasi olaylar devhangi meselesini kaldırırsanız al- onlar için Osmanlıcılık düşüncesi letin büyük toprak kayıplarına
tından 1839’da ilan edilen Tan- çerçevesindeki millettir. Devleti uğramasına neden olmaktadır. Balzimat Fermanı ve onu takip eden ayakta tutmak, bu dönem vatanse- kanlarda toprak kayıplarıyla berasüreç çıkar. Çünkü bir dönemeçtir ver aydınların ortak düşüncesidir.
ber milyonlarca insanımızın yaşadıve Osmanlı Devleti’nin de birçok
1896-1901 arası Türk aydını baş- ğı dram, Türk aydınını da kara kara
problemle boğuştuğu bir dönemdir. ka şeylerin peşindedir. Sanat için sa- düşündürmeye başlar. Bir çıkış yolu
Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa, nat, Batılı anlamda başarılı şiirler ve aranır.
Ahmet Mithat, Ahmet Vefik Paşa, romanlar kaleme almak bu devrede
Şemsettin Sami bu dönemin aydın aydınımızın yegâne meşguliyetidir.
TÜRK
kadrosunu oluşturur.
Toplumdan kopuk bu dönem aydıMİLLİYETÇİLİĞİNİN
Osmanlı’nın toplumsal yapısı nı toplumun meselelerine hiç gireDOĞUMEVİ
içinde aslî unsur olan Türk milleti mez. Sadece böylesi bir dönemde
Osmanlıcılık akımının başarılı
ilk defa bu dönemde ciddi bir şe- farklı bir ses yükselir. Bu ses, Mehkilde ortaya konan eserlerde yerini met Emin Yudakul’un “Ben bir olamaması, İslamcılık birliği idealialmaya başlar. Öncesinde Kara- Türküm; dinim, cinsim uludur./ nin imkânsız hâle gelmesi gözlerin
manoğlu Mehmet Bey’in Türk dili Sinem, özüm ateş ile doludur./ İn- Türk ulusuna yönelmesini sağlar.
üzerine söylediği fermanı ve edebî san olan vatanının kuludur. Türk Askerî Tıbbıye’de okuyan bir grup
bir hareket olan ve Türkçe ile de ga- evladı evde durmaz, giderim” di- genç, Türk aydın ve gençlerini
zel yazılabilir tezini savunan Türk-i yen sesidir. Bu ses, aydının aradığı toplayacak bir derneğin kurulmaBasit hareketini bir kenara bırakır- sestir ve “Ben kimim?” sorusunun sı fikrini ortaya atmışlardır. Önce,
okullarının çatı katında gizli topsak koskoca Osmanlı tarihinde Türk cevabıdır.
ismi neredeyse yok gibidir. Şu, bir
1908’de II. Meşrutiyet’in ila- lantılar düzenlemişler daha sonra
gerçektir ki halkın konuştuğu dil nı ile birlikte Osmanlı Devleti de güvenlik nedeniyle Karacaahmet
Türkçe, Osmanlı’nın aslî unsuru da iyiden iyiye
kan
kaybet- mezarlığında toplantılarına sivil tıbbiyelileri ve mülkiyelileri de alarak
Türk halkıdır.
devam etmişlerdir. Bu toplantılar
Türk kelimesi ciddi anlamda
sonucunda milliyet esasına dayaTanzimat döneminde ortaya kolı bir cemiyet kurulması kararı
nan eserlerde karşımıza çıkar:
alınmış, hazırlanan bir beyan20
Haziran
1911
Ahmet Vefik Paşa’nın Ebulname ile bu durum ilgililere
gazi Bahadır Han’dan çetarihinde Ağaoğlu
11 Nisan 1911 tarihinde
virdiği Şecere-i Türkisi,
Ahmet’in evinde yapılan
sunulmuştur. Mezarlıklar,
Şemsettin Sami’nin hatoplantıda
başkanlığı
İttihat
çoğu zaman biz faniler
zırlamış olduğu lügate
için bir son durak olarak
ve Terakki Cemiyeti’nin İstanbul
Kamus-ı Türkî demesi,
algılanır. Çoğu zaman
bu bakımdan önemlimilletvekili Ahmet Nesimi Bey
pek az şey ifade etse de
dir.
yapmış, kurulacak cemiyetin
bu defa Türk milleti için
Yukarıda zikredilen
çok şey ifade edecektir.
adının Fuat Sabit’in teklifiyle
aydın kadrosu, bu döMillî devletin temeli bu
Türk Ocağı olması
nemde (özellikle Namık
dünya için son kabul edilen
Kemal) vatan ve millet
kararlaştırılmıştır.
bir yerde atılacaktır. Karacakavramlarından sık sık bahahmet mezarlığı. O bir son ve
setseler de milletin hangi milbir başlangıçtır.
20 Haziran 1911 tarihinde Ağaoğlu Ahmet’in evinde yapılan toplantıda başkanlığı İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin İstanbul milletvekili
Ahmet Nesimi Bey yapmış, kurulacak cemiyetin adının Fuat Sabit’in
teklifiyle Türk Ocağı olması kararlaştırılmıştır. Yönetici kadrosu: Mehmet Emin(Başkan), Yusuf
Akçura(II. Başkan), Mehmet Ali
Tevfik(Katib), Dr. Fuat Sabit (Veznedar) olarak belirlenmiştir.
Resmî kuruluş ve faaliyete geçiş tarihi olarak kabul edilen 22
Mart 1912’de ilk toplantısı yapılan
ve tüzüğü tamamlanan Türk Ocağı
başkanlığına Ahmet Ferit Tek Bey
seçilmiştir. İkinci başkan Akçuraoğlu Yusuf Bey’dir. Ocağın ilk başlarda toplantıları Yusuf Akçura’nın
Türk Yurdu dergisi idarehanesinde
yapılıyordu. Daha sonra Ocak, üniversite öğrencileriyle meşgul olmaya, onları yetiştirmeye çalışırken,
yeni bir bina tutmak lüzumu hissetmiş, Bayazıt’ta Divanyolu’nda
müstakil bir binaya sahip olmuştur.
Türk Yurdu, 1911 Kasım ayından
itibaren düzenli olarak çıkmaktaydı. Türklük ve Türkçülük yolunda
Türkler için çıkan bu dergiye Türk
Ocağı büyük destek olmuş ve dergi
Türk Ocağının resmî yayın organı
hâline gelmiştir. Dergi bugün de
Türk milliyetçiliğinin sesi olmaya
devam etmektedir. 2011 yılı Türk
Yurdu dergisinin 100. yılı olması
münasebetiyle anıt sayılarla Türk
milliyetçilerinin ve okurlarının hizmetinde olacaktır.
TÜRK OCAĞI VE
HAMDULLAH SUPHİ
1913 yılı Ocak için sıkıntılı bir
yıldır. Başlangıçta Türk Ocağına
devrin ünlü şahsiyetleri yardımda
bulunmuşlar, ancak taşıma suyla
değirmen de bir yere kadar döner,
hesabı bir süre sonra maddî sıkıntılar baş göstermiş ve Ocak kapanma
noktasına gelmiştir. Ocağı toparlayacak bir reise şiddetle ihtiyaç vardır. Hamdullah Bey, o sırada Öğretmen Okulunda hocalık yapmaktadır.
Tıbbiyeli Hasan Ferid Cansever’in
teklifiyle Hamdullah Suphi Bey’e
teklif götürülmesi kararlaştırılır.
Teklifi götürme işi Ahmet Mazhar’a
verilir. Hamdullah Bey’e teklif götürülür ve Hamdullah Suphi Bey
Türk Ocağı başına geçip Ocağı kapanmaktan kurtarır.
Hamdullah Suphi Tanrıöver’in
Türk Ocağı’na yaptığı büyük hizmeti Dr. Ferit Cansever şöyle anlatır:
“Başkanlığa seçilmesinden az
zaman sonra Ocakta herkese açık
olmak üzere konferanslar, müsamereler, musiki ve her nevi sanat
toplantıları tertip olunmağa başlamıştı. Bu toplantılara halk o kadar
büyük bir alaka gösteriyordu ki az
zamanda Ocağın odaları, salonları, merdivenleri gelenleri almayacak kadar kesif bir kalabalık ile
doluyordu. Bu gelenleri bir yerde
oturtabilmek için sandalyemiz kâfi
gelmediği için Hamdullah önde, biz
arkada Divanyolu gazino ve kıraathanelerinden edindiğimiz iskemleleri sırtlayarak Ocağa taşıyor ve
işimiz bittikten sonra da yine aynı
şekil üzerine sandalyeleri aldığımız yere geri veriyorduk. Bir aralık
bu iskemle hamallığına lüzum kalmadı. Çünkü iskemleleri koyacak
yerimiz de kalmamıştı. Onun için
daha geniş bir yer aramağa mecbur olmuştuk. Hamdullah Bey sayesinde para sıkıntısı diye bir güçlüğümüz kalmamıştı. O, ne yapıyor
yapıyor, para buluyordu. Onun için
hiç korkmadan Bayezit’teki konağı
tutmaya karar verdik. Bu binanın
geniş salonları,büyük odaları ve bir
de geniş bir bahçesi vardı. Fakat az
zaman sonra bu koskoca salonların
da bizim ihtiyacımıza kafi gelmediği görüldü. Onun için bahçeye 600
700 kişi alabilecek bir sinema binası
yaptırdık. Artık Ocak her gün yüzlerce insan tarafından ziyaret ediliyor;
Hamdullah Bey de bütün gayretiyle
bu geniş odaları, salonları o üstün
zevkiyle, meşhur hattatlarımızın yazıları, ressamlarımızın resimleriyle
süslüyordu. Ocak artık her gelen
misafiri kabul edebilecek bir hâle,
hatta küçük bir müze hâline geliyordu. Anadolu’dan, Azerbaycan’dan,
hatta Türkistan’dan birçok genç
Türk Ocağı’na geliyorlar; kimi geçimlerinin sağlanması için, kimi de
okula devam etmek içinkimi has-
talıklarına bir çare bulmamız için
bize müracaat ediyorlar ve hiçbiri
de boş olarak geri döndürülmüyorlardı.”
ÇANAKKALE
TÜRK OCAĞI ve
HAMDULLAH SUPHİ
Takvimler 1914 Birinci Dünya
Harbi’ne doğru ilerlerken Ocak’tan
feyiz alan genç zabitler de cephelere
koştular. Her cephede gösterdikleri
üstün gayret, dostun ve düşmanın
ilgisini çekti. Burada tekrar Dr Ferit
Cansever’in sözlerine dönelim:
“Günlerden bir gün, Çanakkale’de Türk kahramanlığı karşısında
bozguna uğramış olan düşmanlar,
mütareke şartlarının kendilerine
verdiği imkânlardan yararlanarak
İstanbul’a geldiler. İstanbul topraklarına ayaklarını basar basmaz
ilk işleri Ocağı arayıp bulmak ve
onu kapatmak oldu. Çanakkale’de
kendilerini yenen Türk ordularının
merkezlerinden önce Türk Ocağı’nı
arayıp gelen İngiliz subayına ziyaretlerinin bu sebebini soran Hamdullah Bey’e cevaben, bu İngiliz
subayı, Çanakkale’de savaşan Türk
erlerinin bambaşka bir ruh haliyle
donatılmış olarak harb ettiklerini ve
bu millî ruhu aşılayan kuruluşun da
Türk Ocağı olduğunu öğrendiklerini
her şeyden önce bu manevî kudreti
yapan müesseseyi ortadan kaldırmak, en birinci vazifeleri olduğunun
Ocağı arayıp bulduklarını ve bundan sonraki çalışmalarına imkân
bırakmamak için Ocağı kapamaya
geldiklerini söylemiş ve bu vazifesini de yapmıştır. Bu hadise, Ocak tarihi ve bilhassa Hamdullah Bey’in o
zamana kadar yapmış olduğu çalış-
15
16
malar bakımından çok dikkate değerdir. Çanakkale’de
yenilen İngilizler, mağlubiyetlerinin mühim sebebini de
Ocağın Türk Ordusu’na aşılamış olduğu yüksek milliyetperverlik ve vatanperverlik hislerinde buluyordu ki
bu mesainin büyük bir kısmı değil, hemen hemen hepsi
rahmetli Hamdullah’ın eseriydi. Bu suretle bugünkü
bağımsız Türk vatanının oluşunda Çanakkale ne kadar
mühim bir rol oynamış ise o muazzam zaferin oluşunda
da Ocak ruhunun ve bu ruhu temsil eden Hamdullah
Bey’in de bir şeref payı olduğu muhakkaktır.”
Hamdullah Suphi, kapatılan cemiyeti bir hafta sonra bir cuma günü, Binbirdirek’te Millî Talim Terbiye
Merkezinde yeniden açar.
MİLLÎ MÜCADELE VE MİTİNGLER
1919 yılı Türk milleti için son derece derin ve dayanılmaz bir acı çeken aslanın kükreyerek vatanını işgale
gelen sürülere karşı sesini yükseltmeye başladığı bir
yıldır. İzmir’den saldıran düşmana karşı protestoların
İstanbul’dan yükselen sesinde yine Hamdullah Suphi
vardır. Halide Edip Adıvar, Doktor Rıza Nur, Mehmet
Emin Yurdakul gibi aydın vatanseverlerin katıldığı İstanbul mitinglerinde ateşli konuşmalarıyla en önde yine
O vardır. 30 Mayıs 1919-10 Ekim 1919 Cuma tarihlerinde yapılan muhteşem mitinglerde Hamdullah Suphi
Bey adeta kükremiştir.
1920’de son Osmanlı Mebusan Meclisinde Antalya
mebusu olarak yaptığı konuşmasında da: ”Siz Millet
Meclisi değilsiniz. Ordunuz yok, paranız yok, hükümetiniz yok. Millet Meclisi olmak için Anadolu’da başlayan son kurtuluş ümitlerinin mümessili olan Milli Hareketi benimsediğinizi ilan edebilirseniz o zaman Millet
Meclisi olursunuz. Yoksa şu kapıdan başını uzatacak
ilk İngiliz çavuşu, sizi istediği hapishaneye götürmek
kuvvetindedir.” diyerek dağınık bir sürüye yol gösteren bir çoban yıldızı oldu. Millî ümidin Anadolu toprakları üzerinde yükselmesi üzerine Anadolu’ya geçti.
Kendisi gibi yüzlerce ocaklının Anadolu’ya geçmesine,
Ankara’ya gelmesine öncülük eden Hamdullah Suphi
Bey, kısa zamanda Türk Ocaklarının Anadolu’ya yayılmasını sağlayacaktır.
MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞI VE
İSTİKLAL MARŞI
Ankara’da TBMM’de maarif vekili seçilmiş olan
Dr. Rıza Nur, Moskova’ya gönderilen Türk Heyeti’nde
görevlendirilince istifa etmiş, boşalan maarif vekâletine
14 Aralık 1920’de Hamdullah Suphi, Maarif Vekili
seçilmiştir. Rıza Nur döneminde açılan İstiklal Marşı yarışmasının sonuçlandırılması ve Mehmet Akif
Ersoy’un marşı yazmaya ikna edilmesi, şiirin 12 Mart
1921 Cumartesi, TBMM’ce Türk İstiklal Marşı olarak
kabul edilmesi hep Hamdullah Suphi’nin marifetiyle
olmuştur. Burada Hamdullah Suphi’nin o dönemdeki
mecliste oynadığı rolü uzun uzadıya anlatmaya gerek
yoktur. Ancak şunu hatırlatmakta fayda olacağını düşünüyorum:
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda hizmeti bulunan Türkçülerden biri de Hamdullah Suphi
Tanrıöver’dir. Temelinde Türk milliyetçiliği bulunan
Milli Mücadelenin başarıya ulaşmasında, kurucu meclis içindeki milliyetçi aydınların ve özellikle Hamdullah
Suphi’nin katkısı büyüktür. Meclis kürsüsünden bizzat
kendisi İstiklal Marşı’nı okumuş, milli kurtuluş ve kuruluşun sembollerinden biri olan İstiklal Marşı’mızın
millî marş olarak kabul edilmesinde rol oynamıştır. Bu
konuda Mehmet Akif kendisine şöyle der: “Ben biraz
güzel yazdım mı bilmiyorum. Fakat sen çok güzel okudun, onu bilirim !”
Hamdullah Suphi’nin Milli Eğitim Bakanlığı döneminde Türkiye’de Fransız Akademisine benzer bir
Türk Akademisi kurulması planlanmıştır. Bu düşüncede, yurdun dört bucağındaki çeşitli merkezlerden tarihi
eserleri ve sanat eserlerini toplayarak her tarafta kültür
merkezleri kurmak, halka sanat eserlerini sevdirmek
ve benimsetmek düşüncesi yatar. Ankara’da Türk Ocağı binasının yanındaki Ankara Etnografya Müzesi bu
amaçla kurulmuştur. Öğretmenler Hamdullah Suphi
döneminde sonsuz sevgi ve saygı görmüştür. Kendisi
de bu ilahî mesleğin mensuplarına sevgisini ve saygısını her fırsatta dile getirmiştir.
10 Haziran 1966 Cuma gecesi bu dünyaya veda
eden Hamdullah Suphi Tanrıöver için aynı gece TRT
ve ertesi gün tüm gazeteler Türk hitabet tarihinin seçkin şahsiyeti ve Türk Ocaklarının unutulmaz başkanı
hakkındaki acı haberi, onun hayat hikâyesiyle yayımlamışlardır. Saçlarına çektiği çilenin akları düşmüş,
nefesini Türklük ve Türkçülük için tüketmiş bu büyük
dava adamımızı saygıyla anıyoruz.
Kaynaklar:
”Hamdullah Suphi Tanrıöver ” Dr Fethi Tevetoğlu
Türk Yurdu Dergisi, Ocak 2011, Sayı, 281
Türk Yurdu Dergisi, Şubat 2011, Sayı, 282
Türk Yurdu Dergisi, Mart 2011, Sayı, 283
17
BİLİM VE ÜLKÜ ADAMI
PROF. DR.
NECMETTİN HACIEMİNOĞLU
Bilgehan AYATA
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Ona göre, ülkenin
kalkınması milliyetçi
bir eğitim sisteminin
kurulmasıyla olanaklıdır.
Bunun için öğretmenlere
“ışık ordusu” diye
seslenir. “Ona göre, bir
ülkeyi ancak bilgili,
faziletli, milliyetçi
ve çalışkan insanlar
kalkındırabilir. Bu
vasıftaki insanları da
ancak millî hedeflere
yönelmiş, Türkiye’nin
imkân ve ihtiyaçlarıyla
çağın gereklerine göre
kurulmuş ülkücü bir
millî eğitim sistemi
yetiştirebilir.”
Kaçıncı yaşını yaşıyor dünya, kaç mevsim değişti yerle gök birbirinden ayrılalı beri, kaçıncı kez doğuyor güneş ve kaçıncı kez batacak dipsiz karanlıklara? İnsanoğlu, bu döngüyü bilinmez yıllardır
yaşayıp durmakta. Bedenlerse bu döngüde acımasızca öğütülmekte.
Öğütülmeyen tek şey, geride bırakılan eserler, düşünceler ve iyi bir
ad. İşte; eserleri, düşünceleri ve yaşantısıyla, adı ölümsüz olanlardan
biridir Necmettin Hacıeminoğlu.
Yaşamının özetini kendisininden dinleyelim: “1932 yılında Maraş’ta doğmuşum. Ailem aslen Darendelidir; ama, babam
Maraş’ta tüccarmış. Bir müddet orada oturmuşuz. Ben bir yaşındayken babam ölmüş. Bu yüzden tekrar asıl memleketimiz olan
Darende’ye dönmüşüz. Çocukluğum, Darende’nin Aşudu köyünde
geçti. Fakirdik. Dedemizden kalan bahçenin mahdut (sınırlı) geliriyle kıt kanaat geçiniyorduk. Ben kışın okula gider, bahar ve yaz
aylarında da kuzu çobanlığı yapardım. Köy çocuklarının pek çoğu
böyle büyümüşlerdir. İlkokulu köyde bitirdiğim yıl, Darende’ye
ortaokul açılmıştı. Oraya kaydoldum. Benim köyümle ortaokulun
bulunduğu kasabanın arası yedi kilometreydi. Ben –çok soğuk ve
karlı günler hariç- bu yedi kilometrelik yolu sabah akşam yürürdüm.
İkinci yıl Osmaniye’ye geldik ve ortaokulu orada bitirdim. Liseyi
de Adana’da okudum. Yüksek tahsilimi İstanbul Edebiyat Fakültesinin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamladım. Aynı zamanda
Yüksek Öğretmen Okulundan mezun oldum. Altı ay Bitlis Lisesinde, bir yıl da Osmaniye Lisesinde edebiyat öğretmenliği yaptıktan
sonra, 1960 yılında Edebiyet Fakültesi Türk Dili Kürsüsüne asistan
oldum. Hâlen aynı kürsüde öğretim üyesiyim. Evliyim, on bir yaşında bir kızım var.”(1) Kendisi belirtmiyor; ancak, doçentlik çalışması için iki yıl Paris’te kalır. Bu söyleşinin gerçekleştirildiği 1972
yılında henüz doçenttir kendisi. Aynı yıl, Bağdat Üniversitesine giderek burada Türkoloji bölümünün etkinliğe geçmesini sağladıktan
iki yıl sonra İstanbul Üniversitesindeki eski görevine döner. 1978’de
üniversite kurulu, ülkücü kişiliği dolayısıyla profesörlüğünü onaylamaz. 11 Ocak 1979’da, Hergün gazetesindeki “Eşgüdüm Komutanları” başlıklı yazısı nedeniyle tutuklanır. 26 Şubat 1979’daki ikinci
duruşmada tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılır.
1985’te Trakya Üniversitesine geçer, burada Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kurup 1987’de yüksek lisans ve doktora programını
18
başlatır. 1994’te yeniden İstanbul Üniversitesi’ne
döner. 1996 yılında emekli olunca Ankara’ya yerleşir ve 26 Haziran 1996’da vefat eder.
Ahmet Caferoğlu, Faruk Kadri Timurtaş, Mehmet Kaplan, Muharrem Ergin, Reşit Rahmeti Arat
gibi değerli hocaların öğrencisi olan Hacıeminoğlu,
kurduğu bölümlerle, eserleri ve hocalığıyla kendisi
de nice bilim adamları yetiştirmiştir.
Türk Dilinde Edatlar, Milliyetçi Eğitim Sistemi, Türkiye’nin Çıkmazları gibi 13 adet bilimsel
ve düşünce kitabı, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış 540’ı aşkın yazı ve makalesi bulunmaktadır. Kimi yazılarında Altay Pamir, A.Ergenekon,
M.Necmettin Özdarendeli takma adlarını kullanmıştır.
Onu böylesine değerli kılan yalnız bilim adamlığı değildir kuşkusuz. O, Dedem Korkut Oğuznameleriyle; Âşık Garip, Köroğlu hikâyeleriyle;
Yunus Emre ilahileri, Battal Gazi Destanı ve Muhammediyelerle büyütülmüş seçkin bir kişiliktir.
Kızı Oytun, bunu şöyle açıklar: “Yaradan’ı çok
sevdiği için insanları da çok severdi. Kendisiyle ve
çevresiyle barışıktı. Ülküsünde o denli tavizsiz ve
katı, buna karşılık özel hayatında ailesine, dostlarına, talebelerine karşı o denli anlayışlı, merhametli,
esprili ve saygılıydı. Kul hakkıyla gitmemeye özen
gösterirdi.”(2)
Hacıeminoğlu’yla kardeşlik derecesinde yakınlığı olan Prof. Dr. Mustafa Kafalı da şunları belirtir. “Rahmetli Necmettin, dilci olarak pek çok çalışmalar yapmış değerli bir ilim adamıydı. Ancak,
ondaki duygu hazinesi, hafıza üstünlüğü ve ifade
kabiliyeti, değme edebiyatçıyı yaya bırakacak seviyedeydi. Mehmet Akif Ersoy’u en iyi bilenlerdendi ve Safahat’ı ezbere okuyan yapıdaydı.”(3)
HACIEMİNOĞLU’NUN
MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI
Ona göre, ülkenin kalkınması milliyetçi bir
eğitim sisteminin kurulmasıyla olanaklıdır. Bunun için öğretmenlere “ışık ordusu” diye seslenir. “Ona göre, bir ülkeyi ancak bilgili, faziletli,
milliyetçi ve çalışkan insanlar kalkındırabilir.
Bu vasıftaki insanları da ancak millî hedeflere
yönelmiş, Türkiye’nin imkân ve ihtiyaçlarıyla çağın gereklerine göre kurulmuş ülkücü bir
millî eğitim sistemi yetiştirebilir.”(4)
Millet; aralarında soy, dil, töre, kültür, tarih,
din ve ülkü birliği olan fertlerden oluşan birliktir. Milliyetçilik ise bir fikir sistemi ve dün-
ya görüşüdür. “Türk milletini sahip olduğu
bütün millî değerleriyle beraber, ebediyete kadar yaşatma ve yüceltme ülküsüdür. Kendisini
kayıtsız-şartsız bu ülküye adayanlara milliyetçi
denir.”(5) Milliyetçiliğin başına çeşitli sıfatlar
getirmek yanlıştır. Bu, farklı milliyetçilik türleri
ortaya çıkaracak ve zamanla milliyetçiliği zayıflatıp parçalayacaktır. Demokratik milliyetçilik,
insanî milliyetçilik, ilmî milliyetçilik, Atatürk
milliyetçiliği, kültür milliyetçiliği vb. sıfatlara
gerek yoktur; milliyetçiliğin mahiyeti gereği bu
sıfatlara gereksinimi yoktur. Milliyetçilik tektir. Nasıl ‘akılcılık’ en çok akla değer vermek,
‘menfaatçilik’ menfaati her şeye tercih etmek
demekse ‘milliyetçilik’ de öylece ‘milliyeti’ her
şeyin üstünde tutmak demektir. Başına getirilen
her sıfat, onun anlamını daraltır.(6)
Milliyetçilik tutuculuğa karşıdır. Birçok
kimse milliyetçiliği muhafazakârlık sanar; oysaki milliyetçilik, bütün yeniliklere açık bir
muhafazakârlıktır. Yalnız iki unsur hiç değişmez: Milliyetçiliğin amacı ve milliyetçiliğin özü
ile içeriği.
Milliyetçilik başka milletlerle dostluğu değil,
onlara karşı ölçüsüz hayranlığı ve millî yapıyla
bağdaşmayan taklitçiliği reddeder. “Milliyetçiliğin icaplarından biri, insanın kendi milletini
sevmesi, yabancıları da mânâsız yere sevmemesidir.”(7)
Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu; inanmış,
inandığı gibi yaşamış, ülküsü uğrunda türlü sıkıntılara sızlanmadan katlanmıştır. Zaten, ona
göre bildiklerini uygulamayan, inandıklarını
gerçekleştirmeye çalışmayan kişi, tam bir milliyetçi sayılamaz.
Görülüyor ki kendisi; bilgisi, ülküsü, eserleriyle; çalışkanlığı ve yaşantısıyla daha nice nesillere yol gösterecek örnek bir insandır.
Işık ordusundan, ülkü devine selam olsun.
Kaynaklar:
1-Töre dergisi, Haziran, 1972, 13.sayı, s.28.
2-Gazi Türkiyat Dergisi, 5.sayı, Güz, 2009, s.72.
3-age. s.75
4-Prof.Dr. Şuayip Karakaş, age., s.95
5-Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, Millet ve Aydınlar, TEV yay. ,İstanbul, 2004, s.23.
6- Prof.Dr.Necmettin Hacıeminoğlu, age., s 1924.
7- Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, age., s.21.
19
TEK KELİMELİK
HAYAT DERSİ
Osman KARABABA
Kızılderililerin Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri kabilenin
gençleriyle hayat, aşk ve evlilik
üzerine sohbet ederken:
-İçimizde iki kurt var ve bunların arasında da korkunç bir savaş
sürmektedir, der ve sözlerine şöyle
devam eder:
- Kurtlardan biri korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibri, kaprisi, kendine acındırmayı, doymayan hırsı, küskünlüğü,
aşağılık duygusunu, yalanları, üstünlük taslamayı ve benciliği temsil
ediyor;
-Diğeri ise; huzuru, sevgiyi,
umudu, paylaşmayı, güzelliği, hoşnutluğu, cömertliği, dinginliği, mütevaziliği, zevki, nezaketi, zarafeti,
yardımseverliliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı…
Dinleyenlerden biri merakla sorar:
-Peki, hangi kurt kazanacak?
Yaşlı adam tek kelimelik, net bir
cevap verir:
-Beslediğiniz...
*
12 Haziran’da genel seçim var.
Bu seçimde iki güç savaş halinde.
Bu güçlerden biri;
Telekulakla, basılmadık kitaplara el koymakla, iktidarı eleştiren
ünlü gazeteci, yazar, düşünürü tıkmakla halka salınan korku,
“Ananı da al git” diyen öfke,
“Başbakanı eleştiren ilköğretim
öğrencisinin boğazını sıkan şiddet,
Ülkeye şeriatı getirmek için içilen andın cumhuriyete olan hıncı,
“Dağlara, taşlara ‘Ne mutlu
Türk’üm’ diye yazarak bu millet ilkelleşti” diyerek milletin kimliğine
duyulan kin,
Teröristlerle masaya oturup sonra da bunu ispat etmeyen şerefsiz
diyerek muhalefete olan nefret,
Bu ülkede Kürt sorununun olduğunu iddia eden bölücülük,
Habur’da
katillere, hainlere
düğün yaptırıp seyyar mahkemeler
kurarak onları üfürükten yargılayan
ayrıştırma,
“Biz iktidarda çıraklık, kalfalık
dönemini geçtik, sen daha çırak bile
olamamışsın, ülkeyi nasıl idare edeceksin?” diyerek köpüren kibir,
BOP’un eşbaşkanı olamakla gurur duyan üstünlük taslama,
Muhalefete “Bunların elinden
bir şey gelmez, bir dikili
ağacınız bile yok be!” diyen kapris,
Ana muhalefetin “Halka Direniş Çağrısı’nı eşkıyalık alarak niteleyen”
tahammülsüzlük,
8 yılda villalar, gemicikler sahibi olup dünyanın sayılı zengin liderleri
arasına giren ve İsviçre’de
birçok hesabı olduğu ABD elçisince
Wikileaks’a rapor edilen doymayan hırs,
Türbanı çözemeyen, 12 Eylül
darbecilerini yargılayamayan yalan,
Milletin egemenliğini Watikan’da
Batıya devreden pişmanlık,
Ve aynı kulvarda;
Azınlığı temsile soyunmuş ve
asla bu milletin partisi olamayan,
30 bin insanın katili İmralı canisinin güdümünde olan ve dış güçlerin
uşağı, HSYK’nın veto kararlarını
bahane ederek ülkeyi yangın yerine çeviren vahşet, cinayet, nefret,
şirret, ihanet, bölücülük,
Güçlerden diğeri ise;
Çoğunluğu sindirilmiş, korkutulmuş, ele geçirilmiş medya…
İktidar karşısında sesini halka
duyuramayan, dağılmış muhalefet…
YGS’de şifrelere yenik düşen
1.7 milyon umut, KPSS’de çalınmış sorularla yıkılmış hayaller, telafisi ukbaya kalmış mağduriyet,
Müzminleşmiş işsizlik,
Yıllardır üç kuruş maaşa tabi
milyonlarca emekli mahkumiyet,
Samsun’da
2.5
yaşındaki
Kübra’nın, Muğla’da 80 yaşındaki
Kore gazinin feci şekilde canını
alan açlık,
...
12 Haziran’da hangi güç iktidar
olacak dersiniz?
Ben söyleyeyim mi?
Bunu bir Kızılderili’nin hayat
hikayesi ile cevaplandırmak istiyorum:
Beslediğiniz!..
Yani oy verdiğiniz!..
20
BULMACA
Ergül SIRKINTI
Rehber Öğretmen
Aşağıdaki metni okuyunuz. Bu metin hangi kitapta
yer almaktadır. Metnin sonunda ipucu olarak verilen
boşluklara kitabın adını ve yazarını yazınız.
İmdi bundan sonra Muhammed oğlu Hüseyn, Hüseyn oğlu Mahmud der ki: ‘‘Tanrının devlet güneşini
Türk burçlarında doğdurmuş olduğunu ve onların ve
mülkleri üzerinde göklerin bütün teğrelerini döndürmüş
bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve
onları yeryüzüne ilbay kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı; Dünya milletlerinin idare yularını
Türklerin ellerine verdi; onları herkesten üstün eyledi;
Kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte
çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri, kötülerin şerrinden korudu. Okları dokunmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu
yolu tutmak oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin
gönlünü almak için dilleriyle konuşmaktan başka bir
yol yoktur. Bir kimse kendi takımından ayrılıp da onlara sığınacak olursa o takımın korkusundan kurtulur; bu
adamla birlikte başkaları da sığınabilir.
‘‘And içerek söylüyorum, ben Buhara’nın sözüne
güvenilir âlimlerinin birinden ve Nişaburlu bir âlimden
işittim. İkisi de senetleriyle bildiriyorlar ki peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) kıyamet belgelerini, ahir
zaman karışıklıklarını ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkacaklarını söylediği sırada ‘‘Türk dilini öğreniniz; çünkü
onlar için uzun sürecek egemenlik vardır.’’ buyurmuştur.
‘‘Bize Türk adını Ulu Tanrı vermiştir.’’ dedik. Çünkü bize… Kaşgarlı Halef oğlu İmam Şeyh Hüseyn…
ahirzaman üzerine yazmış olduğu kitabında Ulu Peygamber Hz. Muhammed (SAV)’ın bir hadisi şöyledir:
Yüce Tanrı ‘‘Benim bir ordum vardır, Ona Türk adını
verdim, onları doğuda yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam
Türkleri, o olusun başına musallat kılarım’’ diyor. İşte
bu Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür.
‘‘Tanrının devlet güneşini
Türk burçlarında doğdurmuş
olduğunu ve onların ve
mülkleri üzerinde göklerin
bütün teğrelerini döndürmüş
bulunduğunu gördüm. Tanrı
onlara Türk adını verdi ve onları
yeryüzüne ilbay kıldı.
Çünkü, Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır.
Onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz
ülkelerinde yerleştirmiş ve onlara “kendi ordum’’ demiştir. Bununla beraber Türklerde güzellik, sevimlilik,
tatlılık, edep, büyükleri ağırlamak, sözünü yerine getirmek, sadelik, öğünmemek, yiğitlik, mertlik, doğruluk,
dürüstlük gibi öğülmeye değer, sayısız iyilikler görülmektedir.
YAZARIN ADI
KİTABIN ADI
-
-
21
AKIL, İMAN,
EDEP ve İNSAN
İsmail BOZKURT
Hazreti Âdemden son peygamber Hz. Muhammet
(SAV) efendimize gelinceye kadar tüm semavî dinlerin
özünde var olan şey, insanın İslâmî donanımına şu üç
unsurun hâkim olmasıdır: Akıl, iman ve hayâ… Dinlerin gayesi, hem dünya ve hem de ahirette insanı mutlu
kılmak ise, yol gösterici, koruyucu ve güven verici olan
bu üç unsura insan sahip olmalıdır. Birlikte inanma,
birlikte ibadet etme ve cemaat ( toplum) şuuruna sahip olmak üzere donatılmış olarak yaratılan insanoğlunun muhatap olduğu emir ve yasaklar, peygamberleri
ve ayrı zaman içinde sunuluşları farklılaşsa da özde
değişmemiştir. Muhterem hocam Nazik ERİK Hanımefendi bir çalışmasının giriş bölümünde, bahse konu
olan durumu her fırsatta anlatmak istediğini belirterek
şöyle der: “ Cenabı Hak, Cebrail vasıtasıyla Hazreti Âdem’e üç teklif sunmuş ve bunlardan hangisini tercih edersin demiş. Bu üç teklif, ‘akıl, iman ve
hayâ’imiş. Hazreti Âdem tereddütsüz ‘akıl’ demiş,
demiş de hemen ‘iman’ yerinden fırlamış: ‘Benim
yerim aklın yanıdır’diyerek öne geçmiş. Bu arada
hayâ da bir hamle yaparak: ‘Akıl ile imanın olmadığı yerde benim ne işim olabilir?’ düşüncesiyle öne
fırlamış.” Bu üç unsur, mükellef insanın vazgeçilmezleridir. Eğer güzellik arıyorsanız şüphesiz edebe (hayâ)
sahip olacaksınız. Akıl, Tanrı armağanı; iman, aklın korunması için kalkan; edep ise buyruğun güzelliği, süsü
ve ışığı… Hocamız bu hususun tekrarını üşenmeden
yapmada elbette ki haklıdır.
Mevlana Celâleddin’i Rumi bir sözünde şöyle der:
“ Efendi! Bilmiş ol ki, edep insanın bedeninde ruhtur.
Efendi! Edep, Allah’ın adamlarının gözünün ve gönlünün nurudur.
Eğer şeytanın başını ezmek istersen, gözünü aç gör
ki, şeytanın katili ancak edeptir.
Âdemoğlunda edep bulunmaz ise o adam değildir.
İnsan ile hayvan arasındaki fark, edeptir.
Gözünü aç da Kelâmullah’a bak. Kuran’ın bütün
ayetleri edepten ibarettir. İman nedir diye akıla sordum,
akıl, kalbimin kulağına iman edeptir.” dedi.
Yine Mevlana, Şemsi Tebrizi’ye seslenerek: “Ey
Şems! Sen sırrı ilâhisin. Dünya gecesini aydınlatacak
şemaların en güzeli ve parlağı edeptir.” dedi.
İmam-ı Azam, El Âlim Vel Müteallim adlı eserinde:
“ Uzuvların göze tabi olması gibi, amel de ilme tabidir.
Az amelle ilim, çok amelle birlikte olan cehaletten daha
hayırlıdır. Tahkike dayalı ve bilgiye bağlı ibadetin sonu
elbette ki daha faydalıdır.” der.
Zümer Suresi 9. ayette olduğu gibi “Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?”
Merhum İbrahim EKEN bir çalışmasında Allah’ın
mahlûkatı için şöyle bir tespit yapar:
1. Latif olan, yani yoğunluğu olmayan mahlûkat.
2. Kesif olan, yani bir yoğunluğu olan mahlûkat.
Kesif olan da iki kısma ayrılır:
a.Zîhayat mahlûkat (canlı varlıklar),
b.Câmid mahlûkat (cansız varlıklar).
Zîhayat, yani bir hayatı olan mahlûkat da üçe ayrılır: İnsanlar, hayvanlar, nebatlar.
“Biz bu Kur’an da insanlar için her türlü misali sayıp dökmüşüzdür. Fakat tartışmaya en çok düşkün varlık, insandır.”(Kehf 54) İşte insan, bu son kısımdandır.
Ancak bunlar arasından insanı ayırmak için her meslek erbabı kendince bir tarif yapmıştır. Bu tariflerin her
biri insanı bir veçhesiyle tarif etmeye çalışmış ise de
efrâdını câmî ağyârını mânî (aynı özelliğe sahip olanların hepsini içine alıp farklı olanları dışarıda bırakan
eksiksiz ve fazlasız) bir tarif gerçekleşmemiştir.
İnsan mükellef (akıllı, gelişen) olan bir varlıktır.
Mükellefiyeti ise Allah’a kulluktur. Kulluk ise Allah ve
Resulünün emirlerine, Allah ve Resulü emrettiği için,
Allah ve Resulünün emrettiği biçimde münakaşasız, itirazsız ve mukabelesiz teslimiyettir. Kulluk, amel ile tahakkuk eder. Amel, Allah ve Resulünün emrettiği için,
Allah ve Resulünün emrettiği biçimde münakaşasız,
itirazsız ve mukabelesiz ifaya denir. Bu tarif ile bilinen
amel dört kısımdır:
1.Kavlî ameller: Söz ile yapılan amellerdir. Kur’an
tilavet etmek; vaaz, nasihat ve sohbet etmek gibi
2.Kalbî ameller: İman ve tasdik gibi.
3.Fiilî ameller: Bedenin azaları ile yapılan amellerdir.
4.İmsakî ameller: Bir şeyi yapmamak suretiyle yerine getirilen amellerdir.
Oruç tutmak, yasak olana yaklaşmamak gibi. Bu konuda imsakini hiç bozmadı gibi. Bu ameller işlenirken
bunların Allah tarafından emrolunup, Hz. Peygamber
tarafından bize teklif edilen ameller olması gerekmektedir.
İmam-ı Azam’a göre “iman” ve “İslam” terimlerine şu anlamlar yüklenmiştir: İmam-ı Azam, imanı dil
ile ikrar, kalp ile tasdik olarak tanımlar. Tek başına
ikrarın ve tek başına tasdikin iman sayılmayacağını
vurgular. Ancak, burada İmam-ı Azam, zaruret halini
hariç tutmuştur. İslâm kelimesini ise, “ Allah’a teslim
22
olma ve onun emirlerini gönül hoşluğu içerisinde yerine getirme” şeklinde ifadelendirir. İmam-ı Azam, iman
ile İslâm kelimelerinin lügat itibariyle ayrı (farklı) anlamlara gelseler de ıstılah (terim) olarak aynı anlama
geldiklerini belirtir. İmam-ı Azam: “İmansız İslâm,
İslâmsız iman olmaz. İmanda tereddüt ve istisna caiz
olmadığı gibi, artıp eksilme de olamaz.”der.
İmam-ı Azam’a göre amel, imandan bir cüz değildir.
Her ne kadar Enfal suresinin 2. 3. ve 4. ayetlerinde:
“İnsan ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri tir tir titrer.” diye devam eden bahse bakarak yorum
yapanlara karşı, buradaki artma değil, küfrün azalması
ile imanın güzelliğinin vurgulanmasıdır. İmam-ı Azam,
“din” ve “şeriat” kelimelerine farklı manalar yüklemiştir. O, “din” terimi ile tevhit’i, “tevhit” ile imanın altı
şartını, “şeriat” ile de dinî hükümleri kastetmektedir.
Dinin sabit, şeraitin ise değişken olduğunu ifade eder.
Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberler aynı din
ve inancı telkin etmelerine karşın farklı şeraitler getirmişlerdir. İmam-ı Azam, fıkhın inanç esasları ile ilgili
kısmını “Fıkhı ekber”, ibadet ve muamelat ile ilgili kısmını da, “El fıkhul fil ahkâm” diye isimlendirir.
İslam hukukunun gayesine gelince:
a. Aklın korunması,
b. Nefsin korunması,
c.Malın korunması,
d. Neslin korunması,
e. Dinin korunması şeklinde gruplandırılır. Gayesi
bu ve muhatabı insan olan bu müessesenin kaynakları
ise;
a.Kitap : Kuran’ı Kerim.
b. Sünnet: Peygamberin kavli ve fiili sünneti.
c. İcmâ: Ümmetin âlimlerinin kitap ve sünnette bulunmayan bir konuda birleşerek verdikleri karar. Bu
da ikiye ayrılır: 1) Sarih icmâ: Bilginlerin hepsinin ittifakı ile gerçekleşen icmâ, 2.Sükûtu icmâ: Ümmetin
âlimlerinin bir kısmının kararına geride kalanların fikir beyan etmemesi ve sessiz kalmaları ile gerçekleşen
icmâ.
d. Kıyas : Kitap ve sünnette bulunmayan bir konunun kitap ve sünnette bulunan bir konudan hareket
ederek aralarındaki benzerliğin esas alınması ile elde
edilen sonuca denir.
Burada bütün maksat insanoğlunun malının, canının,
aklının, neslinin ve dininin korunmasıdır. Daha doğrusu bütün donanımları ile birlikte insanın korunmasıdır.
Onun için diyoruz ki, hangi davranış insani ise, biliniz ki o davranış İslamî’dir. Hangi davranış İslamî
ise o davranış da insanîdir. O zaman yanlış varsa bizlerde olması gerekmez mi? Zarfa bakarak mazrufu yargılamak gibi bir yanlışı nasıl izah edebiliriz? Bir başka
şekli ve dış görünüşü ile bir şeyin künhünü nasıl değerlendirebiliriz? Kula fiilinin kazanıcısı olduğu doğrusunu öğreteceğimiz yerde, onu nasıl olur da fiilinin
yaratıcısı olarak kabul eder, ondan sonra da her türlü
tembelliği kader olarak değerlendirerek acze düşeriz?
İradeyi cüzziyenin kişinin kendini yönetmesi; iradeyi
külliyenin de kişinin değil Allah’ın kâinatı yönetmesi
olduğunu iyi anlamak için de, bilginin kaynağına salim
akıl ve metotla ulaşılacağının bilinmesi gereklidir.
“Aklını kullanmayanların ziyanda olduğunun Yüce
Allah’ın ikazları arasında bulunduğunu nasıl unutabiliriz? Rey sahibi olmak için, salim akla ve sağlıklı bilgiye
ihtiyaç vardır. “Allah size işte böylece ayetlerini açıklar
ki düşünüp hakikati anlayasınız”(Bakara 242) Düşünmek için aklı kullanmaya, aklı kullanırken de pratiklerden uzak olup metoda (usule) başvurmaya; gerek sözün
anlaşılması, gerekse fiilin uygulanması ve sonuç alınması için de metotlu çalışmaya ihtiyaç vardır.
Ayırt etmeksizin bütün dinlerin muhatabı ve çözmeye çalıştığı varlık, insandır. Tembel insan dünyada nasıl
ise ahirette de öyle olur. İsra suresi 72. ayet bakın nasıl
izah ediyor: “Kimin bu dünyada gözü kapalı ise, ahirette de kapalıdır.” merhum Akif da şöyle der: “Nihayet neyise idrak ettiğin ömr-i faniden, Onun bir aynıdır
mutlak nasibin ömr-i saniden.” Biraz daha kızar; inancı, imanı ve çalışmayı şu iki mısrada haykırır: “Allah’a
dayan, saye sarıl, hikmete ram ol. Yol varsa budur,
bilmiyorum başka çıkar yol.” Zira, Al-i İmran 159’da:
“ Bir kere azmettin mi, artık Allah’a dayan” Ama sakın
tembellik etme, buyrulur. Yine merhum Akif: “Allah’a
dayandım diye sen çıkma yataktan. Manayı tevekkül bu mudur be hey nâdân.”der.
Kutlu Doğum Haftasında, Kutlu Peygamberi en iyi
anlayan mümin ve büyük dava adamı rahmetli Akif’ten
küçük bir manzum hikâyeyi özetleyerek konuyu bitirelim: “Kafadarın biri, bir gün ava gider. Akşama kadar dolaşır, bir şey de yakalayamaz. Vakit geçer, gece
karanlığı basar, eve yetişemez. Yer ıslak, bir büyük
ağacın üzerine çıkar, geceyi burada geçirecek. Karanlık basınca kötürüm bir tilki, ağacın altına gelir. Karnı aç, biraz da sancılı, başlar ağlamaya. Bu arada bir
arslan otları yara yara, ağzında avladığı bir ceylan ile
haşır haşır gelir çıkar. Avını yer, ağzını siler, yeniden
avını yakalamak için döner ormana çeker gider. Soluğu kesilen tilki, aslanın artığına yanaşır yer, içer, doyar
ve başlar uyumaya. Adam başlar kendi kendine konuşmaya: “Bak Allahın işine, garip tilki iki ağladı, sızladı,
yalvardı Tanrı’ya, Tanrı da nimetin en güzelini getirdi ayağına. Yarından tezi yok gidip itikâfa çekileyim.”
der. Gider bir mağaraya sığınır. Başlar beklemeye.
Bekler bekler ne gelen var ne giden. Açlıktan bir sinek
gibi büzülmeye başlar. Bu arada gaipten bir ses gelir
kulağına:“Dolaş da yırtıcı aslan kesil be hey miskin,
neden bir kötürüm tilki olmak istersin. Elin kolun
tutuyorken çalış, kazanmaya bak; senin de artığınla
geçinsin bir yatalak.”der.
Başka yoruma gerek var mı?
23
Danıştay’ın
“ANDIMIZ” kararı
Av. Orkun KAYA
Mazlum-Der adlı derneğin Diyarbakır Şubesi 17
Temmuz 2009 tarihinde bir kampanya ile kendinden
çok söz ettirdi. Bu kampanya İlköğretim okullarında
“Andımız kaldırılsın” kampanyasıydı. Bu çerçevede
dernek afişler hazırladı, billbordlar kiraladı, imza
kampanyaları düzenledi ve en son olarak Diyarbakır
Nöbetçi İdare Mahkemesi’ne ilköğretim okullarında
andımızın kaldırılması yönünde dava açtı.
Mazlum-Der ve taraftarları tarafından bu kadar
karşı çıkılan andımızı bir hatırlayalım;
Türküm, doğruyum, çalışkanım,
İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin
hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türküm diyene!”
İlköğretim öğrencileri tarafından her sabah
coşku ile söylenen bu güzel marşa Mazlum-Der
neden karşı; tabii ki bu güzel değerlerin Türk toplumuna ilköğretim çağında verilmesine karşı, vatan ve
millet sevgisinin çocuklarımıza küçük yaşlarda verilmesine karşı, Atatürk milliyetçiliğinin bu ülkeye
kardeşlik, barış, birlik ve beraberlik getirmesine
karşı…
17 Temmuz 2009 tarihinde başlatılan bu süreç,
18.02.2011 tarihinde Danıştay 8. Dairesi’nin çok
önemli gerekçelerle verdiği davanın reddi yönündeki kararla Türk yargısı açısından son bulmuş ve
bundan sonra Türk, Türklük ve Türk milliyetçiliği
kavramlarına karşı açılacak davalarda önemli bir
içtihat oluşturmuştur.
Mazlum-der tarafından açılan bu davada
Andımızın içinde geçen Türklük vurgusunun
ırkçılık olduğunu, Türk olmayanlara andımızın
okutulmasının
Anayasa’ya,
uluslararası
sözleşmelere ve insan haklarına aykırı olduğunu
ve tercih hakkının kaldırıldığını öne sürmüştür. Bu
gerekçelere karşılılık Danıştay 8. Dairesi dört önemli gerekçe ile davayı reddetmiştir.
Bu gerekçeler;
1) Anayasamızın Başlangıç bölümünde geçen “Hiç
bir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının
Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün
tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği,
ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma göremeyeceği” ve “Topluca Türk vatandaşlarının
millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde,
millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu,” düzenlemeleri belirtilmiş,
2) Anayasamızın 66. Maddesi “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” düzenlemesi belirtilmiş,
3) Türk kelimesi bir ırkın değil, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan dili, ırkı, rengi,
cinsiyeti, siyasî düşüncesi, felsefi inancı, dini, mezhebi ne olursa olsun tüm vatandaşların bir araya gelerek oluşturdukları ve herkesi kapsayan ve kucaklayan milletin ortak adı olduğu ve Türk Devletine
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin herhangi bir
ayırma tabi tutulmaksızın Türk olduğu belirtilmiş,
4) Ülkemizin geleceği olan yeni nesillerin Anayasamızda ve 1739 sayılı Yasada yer alan amaçlar doğrultusunda yetiştirilmelerine ve yeni nesillere Türk
Devletinin ve milletinin bir ferdi olma onurunu duyması ve hazzını yaşaması gerektiği belirtilmiştir.
Danıştay 8. Dairesi’nin verdiği ret kararının gerekçelerinde de görülmektedir ki; Türk kelimesinin
hukuken bir ırkı temsil etmediği Türkiye Cumhuriyeti
topraklarında yaşayan herkesin sosyolojik olarak hangi
ırka mensup olursa olsun hukuken Türk olduğu, Türkiye
Cumhuriyetinde yaşayan herkesin Atatürk milliyetçiliği
çerçevesinde Türk milletinin bir ferdi olduğunu kararda
açıklamıştır. Bununla birlikte Türk milletinin geleceği
olan Türk gençlerinin ve çocuklarının bu şuurla
şuurlanması gerektiği, vatanını ve milletini seven ve
bu millete mensup olmaktan onur duyan bir neslin
yetişmesi gerektiğine vurgu yapmıştır.
Ne kadar özgürlük ve demokrasi adı altında
ırkçılık ve faşistlik yapılsa da biz birleştirmek isterken
demokrasi adı altında onlar ayırmaya çalışsa da milletimiz zihninde kavramları karıştırıp zihin bulanıklığına
yol açıp ayrılık çığlıklarını demokrasi şarkıları olarak
gösterseler de yüce Türk adaleti bu oyunları bozan,
kavramları yerli yerine oturtan, Türk kelimesinin anlam
ve değerini hukuken açıklayan kararı ile Türk milletinin değerli mensuplarını ve Türk milliyetçilerini bir kez
daha haklı çıkarmıştır.
Danıştay Sekizinci Dairesinin 18.02.2011 tarihinde
oybirliği ile aldığı bu karar, Türk milletinin ve Türk
milliyetçilerinin yalnız kaldığı, kamuoyunda iftira ve
çarpıtmalarla haksız gösterildiği bu dönemde aslında
hem fikren hem de hukukken ne kadar haklı bir mücadelenin içinde oldukları anlaşılmıştır. Bu karar Türk
milletinin ve Türk milliyetçilerinin yalnız ve sahipsiz
olmadıklarını göstermiştir.
Korkularından arınmış, adalet kavramını kariyer hırsına kurban etmemiş yargı mensuplarının her
şeye ve herkese rağmen var olması tüm milletimizi
umutlandırmıştır. Ne mutlu bağımsızlığını korumuş
yargıçlarımıza…
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
24
30. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE
MÜNİR NUREDDİN SELÇUK
(1900 – 27 Nisan 1981)
Ahmet ALTAY
Türk kültür tarihi,
önemli şahsiyetler bakımından hazineler ummanı gibidir. Kültürümüzü
oluşturan her ne varsa,
ilgili alanda kültür temsilcisi olmuş, eser üretmiş, fikir üretmiş birçok
“Abide Şahsiyet” bu
alanların en büyükleri
olmuş, isimleri ve manevi varlıkları yüreklerimize kazınmıştır. Şimdi
birçokları güzel atlara
binip gitmiş olan bu temsilciler, ardında bıraktıkları güzel eserlerle ve güzel
işlerle dillerimizde, gönüllerimizde dolaşıp durmaktadırlar. Musiki tarihimizde yüzyıllardır eser üretmiş,
iz bırakmış nice simalar vardır. Özellikle 1900 ile
2000 yılları arasındaki bir yüzyıl içerisinde yaşamış
olan pek çok sanatkârımız, beste, şarkı ve türküleriyle çağımızda dinlediğimiz ve dinlemekte olduğumuz “Türk Sanat Müziği” olarak adlandırdığımız
müziğimizin repertuarını oluşturmuşlardır. Sadettin
Kaynak, Münir Nureddin Selçuk, Selahaddin Pınar,
Yesari Asım Arsoy, Refik Fersan, Şerif İçli, Kadri
Şençalar, Şükrü Tunar vb. gibi bestekârlar bu isimlerin ilk başında gelenlerindendir. Birkaç ay önce
merhum bestekar Sadettin Kaynak’ın 50. Ölüm yıldönümü idi (3 Şubat 1961). Gerek yaptığı bestelerle,
gerek film müzikleriyle döneminde oldukça sevilen
bir musikşinas-din adamı olan Kaynak, kültür tarihimizdeki önemli isimlerden birisidir. Yazımızda konu
etiğimiz sanatkârımız Münir Nureddin Selçuk’un hayat hikâyesi şöyledir:
İstanbul’da Sarıyer’de 1900 yılında doğmuştur.
Divan-ı Hümayun muavini ve Darülfünûn İlâhiyat
şubesi muallimlerinden Mehmet Nureddin Bey’in
oğludur. Annesi Selçuklu soyundan gelme Fatma
Hanife Hanım’dır. Çocuk yaşlarında musikiye olan
kabiliyeti belirmiş ve 14 yaşında Darülfeyz-i Musi-
ki Cemiyetinde musikiye
başlamıştır. Bu cemiyette
hanendeler arasında yer
almış ve cemiyetin konserlerine solist olarak
katılmıştır. Soğukçeşme
Askerî Rüştiyesinden sonra Kadıköy Sultanisinde
öğrenci iken aynı zamanda Darülelhan’a girmiş
(1917)ve burada Zekaizade Ahmed Irsoy’dan
dersler almıştır. Şark
Musiki Cemiyetine devam ederek Bestenigâr
Ziya Bey’den faydalanmıştır. Kadıköy Sultanisini bitirdiği sıralarda sporla da uğraşmış; hatta bir aralık
Fenerbahçe 1. Futbol takımında kısa müddet sağ iç
ve sağ açık oynamıştır. Futboldan başka tenis ve deniz sporlarıyla da ilgilenmiştir. Ziraat öğrenimi için
Macaristan’a gitmiş fakat 1.Dünya Savaşı dolayısıyla tahsilini yarıda bırakarak İstanbul’a dönmüştür.
Bu dönemde Muzika-i Hümayun’a girmiş ve müzik
çalışmalarına katılmıştır. Cumhuriyetin ilanından
sonra “Riyaseti Cumhur Musiki Heyeti” ne girmiş ve
Ankara’da bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün himayelerinde 3 yıl kadar görev yapmıştır. 1927 yılında,
Tanburi-bestekâr Refik Fersan’la beraber Riyaseti
Cumhur Musiki Heyetinden istifa ederek İstanbul’a
dönmüştür.1927 yılından itibaren plak kayıtları yapmaya başlamıştır. 1928 yılında Sahibinin Sesi plak
firması aracılığı ile Paris’e gitmiş ve orada bir süre
şan-solfej dersleri almıştır. Paris’ten döndükten
sonra 1930 yılında Beyoğlu’nda Fransız Tiyatrosunda verdiği konser Türk musikisi tarihi ve Münir
Nureddin’in müzik yaşantısı bakımından önemlidir.
Modern müzik disiplini içerisinde ilk solo sahne konseri olan bu etkinlik, sanat çevrelerinde geniş yankı
bulmuştur. Yurt içi ve yurt dışında birçok konser veren Münir Nureddin, yüzlerce şarkıyı plaklara okumuştur. Genellikle Sahibinin Sesi ve Odeon firmalarının plaklarını oluşturan bu eserler ağır semai, yürük
25
1954’te başlayan konservatuar icra heyeti şefliği
görevini 22 yıl boyunca devam ettirerek 300’e yakın
konser düzenlemiştir. Ses
icracılığı ve hocalığının yanında bestekârlık yönü de
olan Münir Nureddin, çeşitli formlarda 150 civarında
beste yapmıştır.
semai, şarkı, türkü, gazel, tango,
gibi birçok formu kapsamaktadır.
Mısır, Suriye, Irak, Kıbrıs, Yunanistan, Macaristan, Amerika,
Fransa, Avusturya ve İngiltere gibi
ülkeler çeşitli zamanlarda konser
verdiği ülkeler arasındadır. Müzik
çalışmalarının yanında “Allah’ın
Cenneti”, “Sadullah Ağa”, “Çoban Kızı”, “Kahveci Güzeli” gibi
müzikal filmlerde başrol oyuncusu
olarak yer almıştır. 1953 yılında
konservatuara “üslup ve teganni” hocası olmuştur. 1954’te başlayan konservatuar icra heyeti
şefliği görevini, 22 yıl boyunca
devam ettirerek 300’e yakın konser düzenlemiştir. Ses icracılığı ve
hocalığının yanında bestekârlık
yönü de olan Münir Nureddin, çeşitli formlarda 150 civarında beste yapmıştır. Okuyuşunda olduğu
gibi, bestelerinde de eski ile yeniyi
birleştiren bir anlayışın etkisi görülmektedir. Tanbur, piyano ve def
çalabilen Münir Nureddin Selçuk,
ölümünden bir süre önce “Atatürk
Şeref Armağanı” ile ödüllendirilmiştir.27 Nisan 1981’de vefat etmiştir. Kabri, Rumelihisarı Aşiyan
mezarlığında, çok sevdiği üstat
Yahya Kemal yakınındadır. İlk eşi
Enise Hanım’dan olan kızı Meral
ve ikinci eşi Şehime Hanım’dan
olan Timur ve Selim isimli üç evladı bulunmaktadır.
Müzikolog Etem Ruhi Üngör,
PTT Genel Müdürlüğüne bir yazı
göndermiş ve “Münir Nureddin
Pulu” basılması konusunda görüşlerini bildirmiştir.Aradan geçen 12
yılın ardından 1993 yılında Neyzen Tevfik, Aşık Veysel gibi değerlerimizle beraber Münir Nureddin
Selçuk posta pulu basılmıştır.
Münir Nurettin için Yahya Kemal merhumun sözleri bizim için
oldukça anlamlıdır. “ Bu devirde
yaşayan ihtiyar, orta yaşlı, genç
vatandaşlar eski musikimizin bestelerini Münir Nureddin’den dinledikleri için talihlidirler”
Falih Rıfkı Atay’ın 5 Temmuz tarihli “Torunlarımızın Talii”
isimli yazısı da Münir Nureddin’in
sanatındaki etkisini göstermesi
bakımından oldukça önemlidir:
“Alaturka veya Alafrangada ses
boğazdan mı, göğüsten mi nereden
gelir, pek bilmem. Fakat Münir
Nureddin’in sesi doğrudan doğruya gönülden gelir. Münir Nureddin, sesin gelecek zamanlara
da kaldığı bir devirde yetişti. Sesi
kendi ömrü ile bitmeyecek. Musikisinin ömrü kadar sürecek. Onu
dinlemek bizim iyi talihimiz… Fakat onu dinlememiş olmak mahrumluğunu hissetmemek de torunlarımızın iyi bir talih değil mi?”
YARARLANILAN
KAYNAKLAR
Musiki Mecmuası- Münir Nureddin Selçuk Özel Sayısı, Yıl:34,
Sayı: 379, Mayıs 1981.
Bir Tatlı Huzur – Fotoğraflarla Münir Nureddin Selçuk’un Yaşam Öyküsü, Ayşe Kulin, Everest
Yay., 2005, İstanbul.
Üstad Münir Nureddin
Selçuk’un 50. San’at Yılı Jübilesi
Kitapçığı, İstanbul, 1966.
Türk Bestekârları Antolojisi
Münir Nureddin sayısı, tarihsiz.
Münir Nureddin Selçuk (CdKaset) Kalan Müzik, Arşiv Serisi,
1998.
26
AHMET HİKMET
M Ü F T Ü O Ğ LU
(1870-19 Mayıs 1927)
Yunus Emre ÖZKAN
yemreozkan@hotmail.com
Türk milliyetçileri şöyle bir dönüp de geriye baktıklarında meçhul gölgeler görmeyecekler; çünkü yol
yürünmüş, ayak izleri kalmıştır. Bugün mensubu olmaktan gurur duyduğumuz Türkçülük yolunu açan ve
bu yolda yürüyerek ayak izi bırakan önemli isimlerden
biri de Milli Edebiyat Akımının önde gelen isimlerinden Ahmet Hikmet Müftüoğlu’dur. Türk milliyetçiliğine hem siyasi hem de edebî alanda hizmet etmiş yazarlarımızdan olan Ahmet Hikmet, 1870’te İstanbul’da
doğmuştur. Ahmet Hikmet’in babası ile Yunanlılar tarafından zalimce şehit edilen Mora müftüsü olan dedesi
dini iyi bilen, şiir ve edebiyatla uğraşan, etraflarında
saygı uyandıran kimselerdi. Ahmet Hikmet, bu kültürlü
kişilerin sağladığı aydın bir çevre içinde büyüdü. Sağlık sorunları nedeniyle sık sık kesintiye uğrayan eğitim
hayatını başarı ile tamamlayan Ahmet Hikmet, eğitimini tamamladıktan sonra önemli devlet görevlerinde
bulundu.
Ahmet Hikmet’in edebiyata merakı daha lise
yıllarında başladı. Bu merak aileden gelen bir hasletti. İlk olarak Asır Kütüphanesi neşriyatı arasında çıkan
Leyla Yahut Bir Mecnunun İntikamı’nı yayımladı.
Daha sonra Fransızcadan çeviriler yaptı. Servet-i
Fünun’daki ilk yazısı 18 Mart 1893’te yayımlandı. Bu yazıyla topluluğa dâhil olan Ahmet Hikmet,
dergide mensur şiirler ve hikâyeler yazmaya başladı. Servet-i Fünun’da yazdığı hikâye ve nesirlerini
1901’de “Haristan ve Gülistan” adlı eserde topladı.
Diken ve gül bahçesi anlamına gelen bu eserde, anlaşılması güç bir dil ve mübağlalı bir üslup kullandı.
Hayali konular anlattığı bu eser fazla itibar görmedi.
Ahmet Hikmet, Servet-i Fünun edebiyatı dağıldıktan sonra 1908’e kadar suskun kaldı. Meşrutiyetten sonra sosyal konulara yönelip Türkçülük
ülküsünü benimsedi. Dilde, kültürde milliyetçiliği
savundu ve ölümüne kadar da bu fikre bağlı kaldı.
Milli edebiyat akımının önemli temsilcilerinden bir
oldu. Bu dönemde yazdığı hikâyeleri ve nesirleri,
milli kültür ve milli heyecanla yoğrulmuş zengin
ürünlerden biri olan, halka millî ve vatanî bir şuur
kazandırmak amacıyla yazdığı Çağlayanlar adlı
eserinde topladı. Çağlayanlar adlı eserinde Türk
tarihinin çeşitli dönemlerini, bu dönemlerdeki acı
olayları, halk bağlamında ele aldı. Ahmet Hikmet
bu eseriyle arı Türkçeciliğe yöneldi ve arı dil anlayışıyla “Yakarış” adlı bir münacat yazdı.
Ahmet Hikmet edebiyattaki asıl şöhretini “Gönül Hanım” adlı romanıyla yaptı. Gönül Hanım,
Ahmet Hikmet’in Türkçülük idealini sembolleştiren romandır. Ahmet Hikmet, Turancılık ülküsünü
savunan ve tezli bir roman olan Gönül Hanım’da;
Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas cephesinde
Ruslara esir düşen bir askerin Gönül adlı bir Tatar
kızının rehberliğinde, eski Türk ülkelerini dolaşmasını ve ülkü birliği yaptığı bu kızla arasındaki sevdayı anlatır. Bu eser hem edebi bakımdan hem de
Türk tarihi, coğrafyası hakkında bilgi vermesi bakımından oldukça önemlidir.
Türkçü ve Türkçeci yazarlarımızın önde gelen
şahsiyetlerinden olan Ahmet Hikmet Müftüoğlu
uzun yıllar devletine ve milletine büyük hizmetlerde
bulundu. Türkçülük akımının gelişmesinde, günümüze ulaşmasında düşünceleri ve eserleriyle unutulmayacak katkılar sağladı. Ahmet Hikmet, Türk
Yurdu Cemiyetinin kurucuları arasında yer aldı.
Türk Derneğine ve Türk Ocağına üye oldu. Ömrünü Türkçülüğe adayan Ahmet Hikmet 19 Mayıs
1927 tarihinde yakalandığı karaciğer kanseri nedeniyle yaşamını yitirdi.
Kıymetli Bilgiyurdu okurları, Türk milliyetçileri
olarak bugün dönüp de geriye baktığımızda meçhul gölgeler yerine yürünmüş ve ayak izleri kalmış
yollar görüyorsak, bu Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve
onun gibi bu büyük davaya hizmet eden yüce gönüllü şahsiyetlerin sayesindedir. Bunun için başata Ahmet Hikmet olmak üzere Türkçülüğe hizmeti geçen
herkesi saygı, sevgi ve minnetle anıyorum.
Ruhları şad, mekânları cennet olsun.
27
Aytekin AYDOĞAN
Andımıza
ANT İÇİYORUM
Asırlar boyunca savaştan savaşa koşan, sahip olduğu topraklar için milyonlarca şehit veren, vatanı ve
milleti uğruna canını ortaya koymaktan çekinmeyen,
ne pahasına olursa olsun AY YILDIZLI AL BAYRAK’IN
gölgesi altında yaşamaktan onur duyan büyük TÜRK
toplumuna sesleniyorum:
TÜRK, töre demektir, türemek demektir, güçlü kuvvetli anlamına gelmektedir. 7 düvele kafa tutarak TÜRK
kelimesini dağlara kazımış bir toplum olarak TÜRK kelimesinden uzaklaşmak, uzaklaştırmak kimin haddine
düşmüş!
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE demek için destanlar
yazdık, yeri geldi kan akıttık, yeri geldi kanımızı akıttık
ama ne TÜRKLÜĞÜMÜZDEN ne töremizden ne dilimizden ödün verdik.
Şimdi bize ilkokuldan beri öğretilen, her sabah gururla coşkuyla okuduğumuz ANDIMIZ’ ın kaldırılmasından
bahsediliyor. “TÜRKÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM”
diyerek TÜRK olduğumuzu, töremiz olduğunu vurguluyoruz, “İLKEM, KÜÇÜKLERİMİ KORUMAK BÜYÜKLERİMİ SAYMAK” diyerek sevgi ve saygıyı belirtiyoruz
“YURDUMU MİLLETİMİ ÖZÜMDEN ÇOK SEVMEKTİR.” diyerek vatan ve millet aşkımızı dile getiriyoruz,
“ÜLKÜM, YÜKSELMEK İLERİ GİTMEKTİR.” diyerek
hedeflerimizin ilerlemek, gelişmek olduğunu anlatıyoruz,” EY BÜYÜK ATATÜRK! AÇTIĞIN YOLDA GÖSTERDİĞİN HEDEFE DURMADAN YÜRÜYECEĞİME
AND İÇERİM.” diyerek Atamızın izinden gittiğimize ve
gitmeye devam edeceğimize yemin ediyoruz, “VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN.” diyerek
kendimizi vatana adamış olmanın onuruyla yaşadığımızı anlatıyoruz.
En sonunda “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!” diyerek büyük TÜRK MİLLETİ’ nin sahip olduğu kudreti,
asaleti belirtiyoruz.
Şimdi bizi bu cümleden, dilimizden, dinimizden,
kültürümüzden, örf ve âdetlerimizden uzaklaştırmak
isteyenlere;
Türküm, doğruyum, çalışkanım.
İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak;
yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir.
Ey büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe
Durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türküm diyene!
İbrahim BOYRAZ
TÜRK OĞLUYUM
Türküm, en yücelerinden, en derinlerinden
Doğruyum, sonuna kadar Türk oğluyum
Çalışkanım, halkım için her işi yaparım
İlkem, vatanım uğruna
kanımın son damlasına kadar savaşırım.
Örf, âdet, gelenek, görenek nedir bilirim.
Geçmişi unutmadım, gelecekte de hatırlatırım.
Soyumuz soy, şanımız şan, varlığımız tektir,
Hak için, halk için, vatan için yaşarız.
Ben, ülkü denen nazlı bir kıza âşık oldum.
Gözüm kör, kulağım sağır konuşamıyorum
Ama bazı şeyleri çok iyi hissediyorum
Doğumdan, ölüme bu uğurda yaşıyorum.
Ben Anadolu’yum, gözü yaşlı anamın son çocuğuyum.
Ezilen halkın savunucusu, Türklüğün sevdalısıyım.
Çıkıp Erciyes’in zirvesinden bağırmak istiyorum:
Türküm, Göktürk’üm, özgürüm, ölümsüzüm!
28
Bekir TEMUR
Bir KOÇYİĞİT
kaybettik
Soyadını yansıtan ülkücü bir öğretmendi. 70’li
yıllardan itibaren ülkücüler arasında tanındı ve
sevildi. Hürriyet Mahallesindeki Ocakta hep ön
saflarda görev aldı. Bu yüzden 1982’de Zincidere
Askeri Cezaevine alındı ama suçsuz bulunup serbest bırakıldı.
Bu koçyiğidi elbette tanıyacaksınız. Herkesin
sevip saydığı Mahmut Koçyiğit hocadan bahsediyoruz.
12.10.1958’de İsmet Paşa Mahallesinde doğdu. Sırasıyla şu okulları bitirmiştir: Mehmet Soysaraç İlkokulu, Aydınlıkevler Ortaokulu, Merkez
Endüstri Meslek Lisesi, Ankara Eğitim Enstitüsü.
Öğretmenliğe 6 Ocak 1981’de Çorum ili, Osmancık ilçesi, Gökdere köyünde başladı. 1985’te
Nevşehire tayin edildi. Burada iken Çakıllı, Kaymaklı, Özlüce ve Kalaba’da görev yaptı. 1986’da
memleketi Kayseri’ye gelebildi. Önce Yahyalının
Kocahacılı köyünde, sonra da Şehit Aziz Özkan,
Mehmet Kemal Dedeman, Bozatlı, Kadıburhanettin ve Battalgazi İlköğretim okullarında öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Görev yaptığı son okul
ise 50.Yıl Dedeman İlköğretim Okulu oldu.
13 Ağustos 1981’de meslektaşı Sevim Koçyiğit (Erkahya) ile evlenen Mahmut Koçyiğit’in
Mustafa Alper, Muharrem Burak ve Aybüke Kübra isimli üç çocuğu vardır.
17 Nisan 2011 tarihinde 53 yaşında vefat eden
Mahmut hoca gerçek bir Türk ülkücüsü idi. Şair
Arif Nihat Asya’yı ve tanınmış milliyetçi Osman
Yüksel Serdengeçti’yi çok severdi. Şiir okumak,
marş söylemek onun her zaman severek yaptığı
işlerdi.
18 Nisan 2011 Pazartesi günü Camiî Kebir’de
cenaze namazına katılan yoğun kalabalık onun ne
kadar sevildiğinin göstergesidir. Ülküdaşları onu
asla unutmayacaklardır.
Mekânı Cennet olsun.
ESFEL-İ SÂFİLÎN
(Hunharca öldürülen Talaslı çocuklar için)
Bu şiir talihsiz yumurcakların
Ruha sancı veren hikâyesidir
Sırra kadem basan bu çocukların
Kâinatı sarsan son nefesidir
Yıl iki bin dokuz gün pazartesi
Yer yağmura teslim hava bulanık
Ramazan bayramı günün ortası
Vahim bir olayı gizler karanlık
Yirmi bir eylülü gösteren takvim
Yaprağında matem mührü görünür
Ayrılık yağmuru yağdıran mevsim
Düşen her damlada hüzne bürünür
Henüz
gonca
idi Türkiye
nazenin güller
Böyle
bir
Açmadan kurudu gönüller yasta
Gülüne sevdalı naçar gönüller
seni aramaz mı hiç!
Biçare perişan döner Talas’ta
Türkiye’nin
El ele Sen
tutuşup
oyunlar kurup
Şeker toplamaya çıktıkları an
Kuduz bir çıvgardan
uzakta durup
dengesiydin
Kaçma fırsatını vermemiş zaman
Başbuğum!
Sen gibi
Rengârenk
yüzleri çiçekler
Soldular bir anda matem saçarak
gidince
hem
dengegibi
Sonsuza
gittiler
melekler
Bir kıyım ardından sanki uçarak
bozuldu, hem düzen;
Bir iğrenç hadise kısaca böyle
Yaşanmış, yazarken kan kustu kalem
ne demokrasi
Esfel-i
sâfilîn bir kulkaldı,
eliyle
Üç gülün üstüne yıkıldı âlem
ne hukuk. Kendi
Ey! Âlemi yoktan var eden Allah
Zalim
insanlara hidayet
eyle
vatanımızda
sahipsiz
Dilerse âlemi dar eden ilah
Zulme uğrayana inayet eyle
öksüzler gibiyiz.
95. TİN Suresi
Rahman ve Rahim (olan) Allah’ın adıyla 1- İncire ve zeytine
andolsun. 2- Sina dağına. 3- Ve şu emin beldeye (güvenilir
şehre). 4- Doğrusu. Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. 5Sonra aşağıların aşağısına (Esfel-i sâfilîn) çevirdik. 6- Ancak
iman edip Salih amellerde bulunan başka; onlar için kesintisi
olmayan bir ecir vardır. 7- Öyleyse bundan sonra, hangi şey
dini yalanlatabilir? 8- Allah hükmedenlerin hakimi değil midir?
İşsizlik, yoksulluk
milletimizin belini
büktü.
DÜNYANIN GELECEĞİ
Hakan TUNÇ
Yaşadığımız son dönemlerde meydana gelen çevresel değişiklikler bizleri
geç kalmış bir telaşın içine sürükledi.
Çevreyle ilgili haberlere artık her kesimden ilgi artmaya başladı. Bu durum
da hiç şüphesiz çevresel etkilerin her
geçen gün kendisini açıkça hissettirmesinden kaynaklandı. Ancak burada
tedirginliğe düşen insanoğlunun bu sorunların farkına varmaları kadar sorunların çözümü için ortak hareket etmeleri
gerekmektedir. Göz göre göre gelen felaketin farkında olmalarına karşın buna
herhangi bir önlemin alınmamış olması
oldukça düşündürücüdür. Ancak burada belirtilmelidir ki dünyada meydana
gelen birçok çevresel felaketin sorumlusu insanların yaptıkları aşırı tüketim
baskısıdır.
Eğer insanlar çok az ya da çok fazla şeye sahip olduklarında çevre zarar
görüyorsa şu soru akla gelir: “Ne kadarı yeterli?”1
Bu yazımızda karamsar bir tablo
çizmek yerine gerçekçi bir değerlendirmeyle sorunlara karşı duyarlılığın
artması ve ortak çözümlerler doğrultusunda faaliyetlerin yaygınlaştırılması
amaçlanmaktadır.
Mevcut sorunlara genel bir bakış
*Dünyanın pek çok bölgesinde su
kullanımının su yataklarının sürdürülebilir verimi geçmesiyle birlikte, aşırı su
çekimi yaygınlaşıyor. Irmaklar üzerinde de talepler yaygınlaşıyor. Hatta kimi
ırmaklar bu aşırı kullanma nedeniyle
denize ulaşamadan kurumaktadır. Bu
durum beraberine dünya gıda üretimini
etkilemektedir. Tarım alanları insanların kullandıkları içme suyuna kıyasla
çok fazla su tüketmektedir. Örneğin bir
ton tahıl üretimi için 1000 ton su kullanımı gerekmektedir. Tatlı su miktarının
azalması beraberinde en çok gıda üretimini etkileyecektir.
*Yeryüzünde mevcut bir döngü
bulunmaktadır. Bu döngülerden en
önemlisi karbon döngüsüdür. Özellikle
bitkiler atmosferde fazladan bulunan
karbonu bünyelerine çekerek dengelemeye çalışırlar. Ancak hem bitkilerin
aşırı tahribi, hem de fosil yakıtlardan
yayılan karbon miktarının artması küresel ısınmaya neden olmaktadır. Bu
duruma dayanak olması bakımından şu
trajik örneğin verilmesinde yarar var1) Durning, A., Ne Kadarı Yeterli, Tüketim
Toplumu ve Dünyanın Geleceği, TEMA
yayınları.
dır. “Son yüzyılda yaklaşık 30 bin bitki türünün hepsi yok olmuştur. İçinde
yaşadığımız son yıllarda, bitki ve hayvan türlerinden günde 3 canlı türünün
tükenmesi, biyoçeşitlilik tahribinin derecesini göstermektedir.”2
*Artan nüfus özellikle orman ürünlerine karşı talep patlamasına sebep
olmaktadır. Hızlı ormansızlaşma beraberinde yeraltına sızması gereken su
kütlelerinin akışı sonucu hem toprak
aşınmasını tetikliyor, hem de yeraltındaki tatlı su kaynaklarının azalmasın
sebep oluyor. Ormansızlaşmanın en belirgin etkisi Ekvatoral kuşakta bulunan
Tropikal yağmur ormanlarının tahribiyle ortaya çıkmaktadır. Tropikal yağmur
ormanlarının sadece fotosentezle CO2
bağlayarak, dünya iklimini düzenleme
etkisinin yılda 3,7 trilyon dolarlık ekolojik değer ürettiği hesaplanmıştır.
*Orman alanlarının tahribi dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok ciddi boyutlara ulaşmaktadır. Türkiye’de
ormancılığın tarihi yazılmak istenirse,
onun bir yıkım tarihinden başka bir
şey olduğu görülür.3
*İnsan neslinin hayatta kalmasının en temel koşulu tahıl ürünleridir.
Ancak mevcut küresel çevre sorunları
tahıl ürünlerini etkilemektedir. Örneğin 1995’te 294 milyon ton düzeyinde bulunan dünya bakiye tahıl stoku
1996’da 245 milyon tona düşmüştür.4
Özellikle bazı tahıl türlerinin üretiminin
azalması çok daha ciddi sorunlar oluşturacaktır. Çünkü günümüzde sadece
15 kadar bitki türü dünya nüfusunun
%90’ını doyurmaktadır.5
*Hiç şüphesiz ki çevresel sorunların etkileri en çok yoksulları etkilemektedir. BM’ye bağlı kuruluşlardan Dünya Gıda Program (WFP) , “2001 yılında
Dünya Açlık Haritasını” yayımlamıştır.
Buna göre; Asya – Pasifik Bölgesinde
yaşayan 3 milyar kişiden 525 milyonun yetersiz beslendiği ifade edilmiştir. Eritre ve Etiyopya‘da her 3 kişiden
biri yetersiz besleniyor. Yakın Doğu
ve Kuzey Afrika Bölgesinde yetersiz
2) Çepel, N., Ekolojik Sorunlar ve
Çözümleri, Ankara 2003.
3) Çağlar, Y., Türkiye Ormanları ve
Ormancılık, İletişim Yayınları, İstanbul
1992.
4) Brown L. R., Tarih Hızlanıyor,
Dünyanın Durumu 1996, TEMA
Yayınları s.6.
5) Çepel, N., age. s.92.
beslenme oranı %9, Latin Amerika’da
ise %11 olarak açıklandı. Açlık ve
kötü beslenmenin en yaygın olduğu
ülkeler; Asya’da Afganistan ve Kuzey
Kore, Güney Amerika’da Kolombiya,
Afrika’da Sudan, Gine, Sierra Leona
ve Angola şeklinde sıralandı. WFP, bu
yıl içinde yaklaşık 980 milyon kişinin
açlıktan ölmemesi için uluslar arası bir yardım kampanyası yapıldığını
açıklandı.6 Dünya gıda üretiminin azalması en çok bu ülkeleri etkileyecektir.
*Aynı şekilde çevre sorunlarının
tetiklemesine bağlı olarak yoksul ülkelerle gelişmiş ülkeler arasında ciddi
güvenlik sorunlarının yaşanma ihtimali
fazladır. “Kötü komşu yaratırsanız, sonunda gelip sizi korkutacaktır. Mevcut
küresel ticaret ve yatırım rejimi, insanoğlunun gezegenimizdeki kaynakların
%80’nini kullanan %20’lik kısmının
çıkarlarına hizmet ediyor. Yoksulları
bir kenara itiyor ve toplumsal ekonomik adaletsizlikleri artırıyor.7
Tüketim Toplumunun Etkisi
Yukarda kısaca belirttiğimiz sorunların en büyük tetikleyicisi tüketim
toplumunun doğal kaynaklar üzerine
yaptığı yoğun baskıdır. İnsanları mutlu
etmekle tüketmenin aynı anlamda kullanılması çevresel felaketlerin de yoğun
bir şekilde artmasına neden olacaktır.
Ayrı bir yazı gerektiren bu konuyu burada kısıtlarken tüketim ekonomisi yerine sürdürülebilir ekonomi anlayışının
benimsenmesi gerektiğini belirtmekte
yarar vardır.
Sonuç
Aslında çok geniş ve güncel olan
bu konulara gelecek sayılarımızda daha
geniş yer verilecektir. Dünya artık hızlı
bir tahribin içine girmiştir. Bu durumda
insanın sağlık ve refahının sağlıklı bir
çevrede olacağından hareketle çevreye
saygılı pazar anlayışının benimsemesinin altını çizmek istiyorum. Bundan
Osman SEL
dolayı da ilk iş olarak tüketim alışkanlıklarının sorgulanması gerekmektedir.
6) Özey, R., Günümüz Dünya Sorunları,
İstanbul, 2004, s.57.
7) Tirman, J., “The New Humanitarianism:
How Mlitary Intervention Became the
Norm,” Boston Review, Aralık 2003-Ocak
2004.
29
30
Heybeliada Ruhban Okulu’nun
Yeniden Açılması Meselesinin
Hukukî Durumu
Av.Yalçın ERZURUM
Heybeliada Ruhban Okulu’nun
yeniden açılması sorunu uzun zamandır ülkemizin siyasî gündemini işgal etmektedir. Heybeliada
Ruhban Okulu’nun kapatılmasından sonra Fener Rum Patrikhanesi
konuyu her fırsatta uluslararası kamuoyunun gündemine taşımış ve
Türkiye’nin iç hukukuna müdahalelere neden olan bir baskı unsuruna
dönüştürmüştür. Sorun Avrupa Birliği ve ABD tarafından da sıkça dile
getirilmektedir. Avrupa Birliği ilerleme raporlarında ülkemizin din ve
ibadet özgürlüğünü kısıtladığından
bahisle sert bir dille eleştirilmektedir. Siyasetçilerimiz sorunu asıl
mecrasından uzaklaştırarak siyasi
demeçler vermeye devam etmektedirler.
Heybeliada Ruhban Okulu’nun
yeniden açılması meselesi siyasî
değil hukukî bir meseledir.
Şöyle ki 3 Mart 1924 tarihinde
çıkarılan 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türkiye’deki bütün
ortaöğretim kurumları tek bir çatı
altında toplanıp Millî Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Heybeliada
Ruhban Okulu bu kanun çerçevesinde Millî Eğitim Bakanlığına devredilmiştir.
1951 yılında “Fener Rum Patrikhanesinin başvurusu” Millî Eğitim
Bakanlığı tarafından değerlendirilerek çıkarılan bir yönetmelik ile
okulun statüsü değiştirilmiştir. Okul
böylece lise eğitimi ve sonrasında
yüksek okul eğitimi veren bir yapıya kavuşarak yüksek okul statüsünü
kazanmıştır. Bu itibarla Heybeliada
Ruhban Okulu bir yüksek okuldur
ve 1965 yılında yürürlüğe giren
625 sayılı Özel Öğretim Kurumları
Kanunu’na tabidir. 625 sayılı kanun, her seviyede özel eğitim kurumu ve özel yüksek okulların kurulmasına imkan vermekteydi.Okulun
genel durumunu izah ettikten sonra
kapatılması sürecini tahlil edelim.
İzmir Ege Özel Mimarlık ve
Mühendislik Yüksek Okulu İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitiren
kişilere verilen diplomaların iptali
için Millî Eğitim Bakanlığı aleyhine Danıştay’da dava açılmış ve
bu davada özel yüksek okulların
Anayasa’ya aykırı olduğu iddia
edilmiştir. Danıştay Dava Daireleri Kurulu, Anayasa’ya aykırılık
iddiasını ciddi bularak Anayasa
Mahkemesi’ne başvurmuştur.
Anayasa Mahkemesi 12 Ocak
1971 tarihli kararı ile Özel Yüksek
Okulların kurulmasına izin veren
625 sayılı Özel Öğretim Kurumları
Kanunu’nun bazı maddelerinin İPTALİ ile yüksek öğretim kurumlarının sadece devlet tarafından açılıp
işletilebileceği hakkında emredici
kararı almıştır.
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı herkes için bağlayıcı olduğundan İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğü tarafından Heybeliada Ruhban
Okulu Müdürlüğüne bir yazı gönderilerek “Anayasa Mahkemesi kararı gereği diğer yüksek okullar gibi
Heybeliada Ruhban Okulu Teoloji
bölümünün hiçbir hukuki varlığı
kalmamıştır.” şeklindeki yazı ile
okulun kapatıldığını bildirmiştir.
Bu gelişme üzerine Fener Rum
Patrikhanesi, Heybeliada Ruhban
Okulunun bir yüksek okul olmadığı savı ile Danıştay’da idari tasarrufun iptali için dava açmıştır.
Danıştay’da açılan bu dava Fener
Rum Patrikhanesi’nin tüzel kişiliğinin olmadığı, yargıya başvurma ve
okul açma ehliyetinin olmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir.
Heybeliada Ruhban Okulu
siyasî bir karar ile değil Anayasa
Mahkemesi kararı ile kapatılmıştır. Bu okulun açılması durumunun
da hukuka uygun olması gerekmektedir. Şimdi Heybeliada Ruhban
Okulunun yeniden açılması konusunu Fener Rum Patrikhanesinin talepleri ve mevcut yasalarımıza göre
durumu değerlendirelim.
Fener Rum Patrikhanesi, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması konusunda açıkladığı talepleri şu şekildedir.
1.Türkiye Cumhuriyeti’nin bu
okul üzerinde hiçbir şekilde denetim hakkı olmamalıdır.
2.Heybeliada Ruhban Okulu
sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan öğrenci değil , dünyanın her tarafından öğrenci alabilmelidir,
Avrupa Birliği, ABD ve Fener Rum Patrikhanesi tarafından
Türkiye’nin 1923’te imzalan Lozan
Antlaşması’na ve hukuka aykırı
davrandığı ileri sürülmektedir.
Lozan Antlaşması’nın 40.maddesinde ;
“Müslüman - olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem
hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı
işlemlerden ve ayni güvencelerden
(garantilerden) yararlanacaklardır.
Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurum-
alır.
Fener Rum Patrikhanesi, vakıf
olmadığı için bu madde kapsamında belirtilen vakıf üniversitesi kurma hakkına sahip değildir. Ancak
açılması talep edilen okulda devlet
kontrolünü red ettiği için ilk fıkra
da uygulama alanı bulamayacaktır.
larıyla, dinsel ve sosyal kurumlar,
her türlü okullar ve buna benzer
öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve
buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini
serbestçe yapmak konularında eşit
hakka sahip olacaklardır.” hükmü
yer almaktadır.
Bu madde dikkatli bir şekilde
hukukî olarak tahlil edilirse hiçbir şekilde gayrimüslim azınlıklara dinsel yada sosyal kurum yada
okul açacaklarının garantisi verilmemiştir. Azınlıklara hiçbir şekilde
imtiyaz öngörmemektedir. Lozan
Antlaşması’nın bu maddesinde öne
çıkan husus imtiyaz değil; gayrimüslim azınlıkların diğer Türk vatandaşları ile aynı muameleye tabi
tutulması ve diğer Türk vatandaşları
ile eşit haklara sahip olmalarıdır.
Türkiye’de hiç kimse özel lise
veya özel yüksek okul derecesinde
ilahiyat eğitimi veren bir okul açamazken Heybeliada Ruhban Okulunun bu statüde açılmamasında Lozan Antlaşması’na ve Anayasa’ya
aykırı bir durum bulunmamaktadır.
Yüzde doksan sekizi Müslüman
olan ülkemizde yasalara aykırı olduğu için özel imam - hatip lisesi
bulunmazken Heybeliada Ruhban
Okulu’nun bu statü ile açılması talebi eşitliğe ve hukuka aykırıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası
açısından değerlendirirsek; Anayasanın 24. maddesinde “Din ve ahlak
eğitim ve öğretimi devletin gözetim
ve denetimi altında yapılır.” hükmü
yer almaktadır. Bu maddeye göre,
Fener Rum Patrikhanesi’nin tümüyle kendine bağlı ve devletin denetiminin olmayacağı bir okul talebi
Anayasa’nın 24. maddesine açıkça
aykırıdır.
Anayasa’nın 10. maddesinde
“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet,
siyasî düşünce, felsefî inanç, din,
mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” ve “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.”
hükümleri yer alır. Dolayısıyla teoloji eğitimi ve öğretimi konusunda
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları
eşit haklara sahiptir ve bu konuda
hiçbir zümreye imtiyaz tanınamaz.
Fener Rum Patrikhanesi bu talepleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nden
imtiyaz talep etmektedir. Ancak bu
talep Anayasa’nın 10.maddesine
açıkça aykırıdır.
Anayasa’nın 130.maddesinde ;
“Çağdaş eğitim-öğretim esaslarına
dayanan bir düzen içinde milletin
ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacı ile; ortaöğretime dayalı çeşitli düzeylerde
eğitim-öğretim, bilimsel araştırma,
yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere
çeşitli birimlerden oluşan kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe
sahip üniversiteler Devlet tarafından kanunla kurulur.”ayrıca yine
aynı maddede “Kanunda gösterilen
usul ve esaslara göre, kazanç amacına yönelik olmamak şartı ile vakıflar tarafından, devletin gözetim
ve denetimine tabi yükseköğretim
kurumları kurulabilir.” hükmü yer
5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gerçek kişiler ve
özel hukuk tüzel kişileri tarafından
açılan okullar ile ilgilidir. Bu kanun
yükseköğretim dışındaki her derece
özel okulu kapsamaktadır. Bu kanunun 3. maddesinde “Askerî okullar,
emniyet teşkilâtına bağlı okullar ve
din eğitimi - öğretimi yapan kurumların aynı veya benzeri özel
öğretim kurumları açılamaz.”
hükmü gereğince din eğitimi veren özel öğretim kurumu açılmasına
izin vermemiştir.Bu açıdan değerlendirildiğinde Heybeliada Ruhban
Okulu anılan talepler doğrultusunda
lise ve dengi okullar dahilinde özel
öğretim kurumu olarak açılması
mümkün değildir.
430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve 1739 sayılı Millî Eğitim
Temel Kanunu çerçevesinde değerlendirirsek Millî Eğitim Bakanlığı
ilköğretim, lise ve dengi okulların
Milli Eğitim Bakanlığı izniyle açılabileceğini, program ve yönetmeliklerinin bu Bakanlık tarafından
yapılacağı ve bu konuda tek yetkili
kurum olduğunu belirtir. Bu kanunlar çerçevesinde Heybeliada Ruhban
Okulu, Fener Rum Patrikhanesinin
talebi doğrultusunda açılamaz.
2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu, yüksek öğretim ile ilgili amaç
ve ilkeleri, bütün yükseköğretim
kurumlarının işleyiş, görev ve sorumluluklarını düzenlemektedir. Bu
kanuna göre iki yıllık ön lisans programları da yükseköğretim olarak
değerlendirilmekte ve YÖK kapsamında yer almaktadır. Patrikhanenin, Heybeliada Ruhban Okulu’nun
Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı iki
yıllık ön lisans programı dahilinde
olsun önerisi de bu kanuna açıkça
aykırıdır.
Bir hukuk devleti olduğu konusunda kimsenin şüphesinin olmadığı Türkiye Cumhuriyeti’nde Anaya-
31
32
sa ve diğer yasalar çerçevesinde, Patrikhanenin kendi
gözetim ve denetiminde olmasını istediği Heybeliada
Ruhban Okulu’nun bu şartlar altında yeniden açılması hukuken mümkün değildir.Bağımsız ve uluslararası nitelikte Patrikhane Yüksek Ruhban Okulu kurmak
imkansızdır.Çünkü Fener Rum Patrikhanesi devletimiz
için uluslararası boyutta değil sadece İstanbul’daki
gayrimüslim azınlığın dini ihtiyaçlarını karşılayan bir
kurumdur.
Halil OZAN
Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti olarak
dışarıdan gelen baskılar ne olursa olsun meseleyi
hukuki zemin içinde ele almalı ve hukuk kuralları çerçevesinde değerlendirmelerini yapmalıdır.
Bu meseleyi siyasi bir mesele olarak görmek ve “açmayı düşünüyoruz” deyip oyalama siyaseti gütmek,
Türkiye’yi sadece zora sokmaktadır. Bu nedenle meseleye salt hukuki pencerede yaklaşılmalı “tolerans”,
”jest”, “iyi niyet gösterisi” gibi hukuki olmayan kavramlarla hareket edilmemelidir. Avrupa Birliği istiyor
mazeretine sığınılmamalıdır. AB hukukunda Heybeliada Ruhban Okulu için istenen statüyü destekleyen
hiçbir kural bulunmamaktadır. Bu konuda pazarlık yapılamaz. Türkiye’yi bu dayatmayı kabule zorlayacak hiçbir uluslararası kural yoktur. Yukarıda izah
ettiğimiz gibi Patrikhanenin taleplerinin mevcut Anayasamıza göre gerçekleştirilmesi mümkün değildir.
Ancak Anayasanın değiştirilmesinin gündemde olduğunu hesaba katarsak yarın ne olacağını kimse garanti
edemez. Patrikhanenin ısrarla İstanbul’da kalmak istemesi ve ruhban okulunun da ısrarla devlet denetiminde olmaması gerektiği yönündeki talebini sorgulamak
gerekir. Yeri gelmişken konuya hukuki açıdan değil de
siyasi açıdan bakmaya devam edenlere Mustafa Kemal
Atatürk’ün şu sözlerini hatırlatmak isterim. Bu konuda
siyasi açıklama yaparken bu sözleri umarım unutmazlar.
ŞEHİDE AĞIT
“Bilahare elde edilen mevsuk malumat ve vesaik ile
teeyüd ettik ki İstanbul Rum Patrikhanesinde teşekkül
eden Mavri Mira Heyeti vilayetler dahilinde çeteler
teşkil ve idare etmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla meşgul. Yunan Salibiahmeri, resmi muhacirin
komisyonu; Mavri Mira Heyeti’nin teshili mesaisine
hadim. Mavri Mira Heyeti tarafından idare olunan Rum
mekteplerinin izci teşkilatları, yirmi yaşını mütecaviz
gençler de dahil olmak üzere her yerde ikmal olunuyor.” (Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, I, Ankara, s. 2.)
Bendeki ateşin tıpkı aynına
20 Ocak 1923’te Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde
yayımlanan açıklamasında şunları söylemişti: “Bir fesat ve hiyanet ocağı olan ve memleketimize nifak tohumları eken, uyuşmazlıklar yaratan, Hıristiyan hemşehrilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluğa ve
felakete sebep olan Rum Patrikhanesi’ni artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilatı
memleketimizde muhafazaya bizi mecbur etmek için
ne gibi vesile ve sebepler gösterilebilir? Türkiye’nin
Rum Patrikhanesi için arazisi üzerinde bir sığınılacak
yer göstermeye ne mecburiyeti var? Bu fesat ocağının
hakiki yeri Yunanistan değil midir?”
Nasıl anlatayım ahvalim sana
Şehitlik de varmış bahtında oğul
İnan tek teselli şudur ki bana
Makamın şehitler tahtında oğul
Yüzünde tebessüm manolya gibi
Göğsün çiçeklerden bir balya gibi
Bir kanas kurşunu madalya gibi
Bezenmiş döşünün üstünde oğul
Yaraşır bir tören oldu şanına
Hain mazhar olmaz bir tek ânına
Rastladım “üst”ünde, “ast”ında oğul
Yiğidim bu derde yamanmaz yama
Boş bakar sanırlar mermerden dama
Yavrum diye taşı okşarım ama
Dururum bıçağın sırtında oğul
Dayanamam evlat, seferim yakın
Yakında görünür Ozan’a akın
Derim ki dostlara fezaya bakın
Yerin erenlerin katında oğul
33
SİVİL İTAATSİZLİK
Ahmet MUHTAROĞLU
Genel anlamda sivil itaatsizliğin
basit tanımı; yürürlükteki mevcut
kanunların özünü kabul etmekle beraber o kanuna uymamak, riayet etmemek, şiddet kullanmadan politik
ve vicdani eylem yapmaktır. Tarihi
başlangıcı çok eskilere dayanmasına rağmen ve görünürde masumiyet
ifadesini taşımakta olan bu hareket
henüz hukuki zeminini ve meşruiyetini bulamamıştır. Hal böyle olunca
gerek bölgesel düzeyde gerekse küresel boyutta bu eylem günümüzde
olabildiğince istismar edilmektedir.
Sivil itaatsizliğin başlangıcı ve kurucusu 1849’larda yazdığı “Resistance to civil government” (Sivil
hükümete karşı direniş) makalesi
ile Henry David Thoreau olarak
bilinir. Ancak bu işin babası olarak
Mahatma Gandi kabul edilmektedir (1869-1948). Gandi Hindistan
bağımsızlık hareketinin siyasi ve
ruhani lideridir. İngiltere’ye karşı
halkının kurtuluş ve bağımsızlık
mücadelesini şiddet unsuru içermeyen sivil itaatsizlik hareketi ile bağımsızlığına kavuşturmuştur. Henry
David Thoreau ve Gandi ile birlikte
Paul Lafargie, Martin Luther King
ve Dalai Lama gibi önderler de bu
eylem şeklini kullanmışlardır.
Geçmişte bireysel kahramanlarla gerçekleşen hatta her hareketin
bir kahraman yarattığı zamanlara
kıyasla, bugün kitlesel hareket ve
teknolojinin de sağladığı iletişim
imkânları kullanılmış, bu gibi itaatsiz hareketler hem şekli hem de
taşeron hareketlere dönüşme temayülü göstermiştir.
SİVİL İTAATSİZLİĞİN
GÜNÜMÜZDEKİ
TEZAHÜRLERİ
1.Dünya savaşının sona ermesi
ile birlikte dünyada imparatorluk
dönemi sona ermiştir. Savaşlarda
yorgun düşen dünya milletleri artık
savaşların olmamasını istemektedir.
Dünyada kalıcı bir barışın olabileceğine inanan milletler “Cemiyet-i
Akvam” adında kolektif bir çalışma
içine girerler. Fakat bu hareket başarılı olamaz. Dünya yeni bir savaşa gebe kalır. 1942’de İkinci Dünya
Savaşı çıkar. 1945’lerde barışı sağlama gayretleri devam eder ve 51
ülkeden oluşan Birleşmiş Milletler
kurulur. Akabinde barışın varlığı
ve devamı elbette refahın varlığı
ile irtibatlıdır. 1945 yılında 51 olan
Birleşmiş Milletlere üye ülke sayısı
2000 yılında 192’ye çıkmıştır. Bu
192 ülkede serbest piyasa ekonomisi ile yönetilen ülke sayısı 124’tür.
Kalan 68 ülke ise krallık, şahlık ve
emirlik gibi farklı rejimlerle yönetilmektedir. Bu durum değişik yapı,
inanç ve kültürlerden oluşan ülkeler
için gayet normal bir durumdur. Her
devletin tek bir rejime indirgenerek
yönetilmesi düşünülemez. Ancak
Birleşmiş Milletlere üye olan her
devlet belli taahhütlerle sınırlanır;
yani her devlet bazı şeyleri yapmak,
bazı şeyleri de yapmamakla mükellef olur. Bu üye devletlere üyeliğin
getirdiği evrensel hukukun yaptırımları ve icapları ile sınırlanır. Bu
üyelik evrensel hukukun bir parçası haline gelmiş olan Birleşmiş
Milletler ’in var olma gerekçesidir.
Dünyada barışın nasıl sağlanacağı
Birleşmiş Milletler ‘in 7. Maddesi
ile düzenlenmiştir (Charter of United Nations). Bu madde ile Birleşmiş Milletler dünyada barışı bozan
ülkelere yaptırım uygulamakta, hiç
kimseyi kendi haline bırakmamaktadır. İnsan hakları devreye girdiği
anda egemenlik hakları durmaktadır. Kendi halkınıza cebir kullanamazsınız, can güvenliğini tehlikeye
atamazsınız, katliam yapamazsınız.
İster azınlık olsun ister olmasın,
halkın muayyen bir kısmı ayaklanıp
itaatsizlik yaptığı takdirde onları silah zoruyla vazgeçiremezsiniz. İnsan hakları devreye girdiği durumlarda Birleşmiş Milletlerin kefaleti
devreye girmektedir. Aslında teori-
de ne kadar da ulvi bir görev değil
mi? Peki pratikte böyle mi?
LİBYA’DAKİ DURUM
Kısaca yukarıda bahsettiğimiz
durum şu anda Libya’da fiilen yaşanmakta, Suriye’de ise isyanlar
başlamış durumdadır. Ancak Birleşmiş Milletlerin Libya’ya olan
müdahalesi gerek uluslararası hukukçular ve gerekse konu ile ilgili
kanaat önderleri ve uzmanlar farklı
görüş ve düşünceleri dile getirmekteler. Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi bilindiği üzere Mart 2011
içerisinde Libya ile ilgili 1970 ve
1973 sayılı iki önemli karar almıştır.
1970 sayılı kararın mahiyeti Kaddafi ve yakınlarının mal varlıklarının
dondurulması ile ilgili. 1973 sayılı
karar ise ana hatlarıyla Kaddafi’nin
siviller dediğimiz yani isyancılara
karşı katliam yapmasını önlemek
ve Kaddafi’nin silahlı güçlerinin
durdurulması, hava sahasının kapatılmasını öngörmektedir. Ancak
şu anda fiiliyattaki durum farklıdır.
İsyancıların öldürülmesini engellemek farklı bir şey, onların önünü
açıp Trablus’a ilerlemelerini sağlamak ve onlara her türlü desteği vermek farklı bir şeydir.
Olayların başlamasından kısa bir
süre sonra, Fransa’nın, ABD’nin ve
İngiltere’nin isyancılar konseyini
tanıdıklarını açıklamaları daha da
farklı bir şeydir. Bu durumun uluslararası hukukta ve BM anlaşmasında bir karşılığı yoktur. Bu durum
NATO’nun geçmişte yaptığı Kosova
müdahalesine benzemektedir. Gerçi
Kosova müdahalesi hiçbir güvenlik
konseyi kararı olmadan gerçekleşmiştir. Keza 2008 yılında Rusya’nın
Gürcistan ve Abhazya’ya saldırması da insani gerekçelere dayandırılmış, ancak bu hareket de hukuki
zeminden yoksun gerçekleşmiştir.
Ne yazık ki bu tür hareketler güçlü
olana imkân vermiş, hukuk zemini
olmayan girişimler “yol” olmaya
34
başlamıştır. Yine Libya’ya dönersek
Fransa’nın Libya’yı vurmakta neden
acele davrandığından bizim devlet
yetkililerimiz dahi şikâyetçi oldular. Oysa Kosova’ya, Gürcistan’a,
Abhazya’ya müdahale ne ise Fransa
da aynı şeyi yapmıştır.
Anlaşılıyor ki Libya ile ilgili çok
özel bir durum söz konusudur. Burada olup bitenlerin hiçbiri ne Mısır,
ne Tunus ne de Cezayir’de olanların hiçbirine benzememektedir. Bu
ülkelerde olaylar çıkmış ve kısa
sayılabilecek sürelerde durmuştur.
Olayların çıkış sebebi genelde liderlerin ve çevresinin yolsuzlukları ve o ülkelerdeki sosyoekonomik
sebeplere bağlanmıştır. Libyadaki
durum ise tamamen farklıdır. İsyanlar önce Libya etrafındaki ülkelerde
başlamıştır. Bilahare sıra Libya’ya
gelmiştir. Bundaki maksat bizce
Libya’ya müdahalede komşulardan
yardım ve destek alamamasının teminidir. Ayrıca Libya’daki isyancıların talepleri ile diğer ülkelerdeki
isyancıların talepleri de farklıdır.
Libya’nın isyancılarının ne istediği belirsizdir. Oysa Libya halkının
refahı diğerleri ile kıyaslanamaz.
Kaddafi petrol gelirinin tamamına
yakınını Libya’nın altyapı hizmetlerine yatırmıştır. Eğitim, sağlık ve
lüks konut yapıları ile halkı çadırdan kurtarıp modern şehirler kurmuştur. Yine yönetimde diğer ülkelerden farklı olarak özel yönetimler
kurarak az da olsa halkın yönetime katkısını ve söz sahip olmasını
sağlamıştır. Yabancı güçler diğer
Arap ülkelerindeki isyanlara pek
karışmamış ancak Libya’ya özel
ilgi duymuşlar ve vakit geçirmeden
zor kullanmayı ön plana almışlardır. Ortada BM kararı olmadan İngilizler bölgeye SAS komandoları
göndermiş, Hollanda helikopter
birliği indirmiştir. Bu hareketlerin
neden yapıldığını bilen de yoktur.
BM güvenlik konseyi kararları insani yardımdan ziyade Kaddafi’yi
iktidardan indirmeye dönüşmüştür. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki
Libya ile ilgili çalışmalar emperyal
güçler tarafından uzun sürelerden
beri devam edegelmiştir. Anlaşılıyor ki tüm hazırlıklar yabancı
güçler tarafından tamamlanmış, iş
yalnız isyancıların “sivil itaatsizlik”
ateşini yakmalarına kalmıştır. Olup
bitenlerin masum isyancıların can
güvenliğini sağlamak adına alınan
BM Güvenlik Konseyi kararlarının
ulviyetiyle ve samimiyetiyle bağdaşır bir tarafı yoktur. Libya doğu
ve batı Libya diye ikiye bölünme
noktasına gelmiştir. Tabi petrolün
bulunduğu bölge sınırlarına göre
bölünecektir, tıpkı Sudan’da olduğu
gibi. Bilindiği üzere Sudan kısa süre
önce Kuzey ve Güney Sudan diye
ikiye bölünmüştür. Petrol Hristiyanların bulunduğu Güney Sudan’da
kalmıştır.
Dünyada BM içerisindeki ulus
devlet olan 124 ülkenin ve bunların yanındaki 68 tane krallıki şahlık
ve emirlikle yönetilen ülkeler sivil
itaatsizlik ve bölünmenin birbirine
kardeş gibi yakın olduklarını hiç
unutmamalıdırlar. Burada bugünkü
konularla ilgisinin olduğunu düşünerek tarihe bir yolculuk yapalım.
“Mondros Mütarekesinin ardından uydurma gerekçelerle
Osmanlı’nın işgaline Musul’dan
başlanır. 1 Kasım 1918 de ahaliye
zulüm yapıldığı iddiasıyla İngilizler Musul’a 20 km yakınlığı kadar
gelirler. 2 Kasımda Musul’u işgal
için emir aldıklarını ve Türk birliklerinin 5 mil geriye çekilmesini
isterler. 3 Kasım günü başlattıkları ileri harekâtla Musul’a girerler.
Bütün bunlar çatışma olmaksızın
birlikler arasında karşılıklı itirazlara dayalı diyaloglar arasında
gerçekleşir.” (1)
Bu tarihi acı olayı iki husus için
burada naklediyorum. Birincisi o
gün ülkelerin işgali için gerekçeleri
ne ise bugünün gerekçeleri da hemen hemen aynıdır. O gün “ahaliye
zulüm yapılıyor” iddiası bugün ise
sivillere yönelik katliam yapılmasının önlenmesi, barış ve güvenliğin tehdit edilmesi gerekçelerine
dayanıyor. İkinci husus ise; bugün
Kuzey Irak’taki oldu-bitti’nin başlangıcının 3 Kasım 1918’e kadar
dayandığını görmekteyiz.
SONUÇ
ABD son yirmi yıldır sivil itaatsizlik üzerine çalışmaktadır. Albert
Einstein’ın enstitüsü bu modeli geliştirip yürürlüğe koyduğu yazılıyor. “Diktatörleri ve Oligarşik yönetimleri yıkma modeli” yani sivil
itaatsizlik. Bu model Ukrayna’da,
Gürcistan’da, Kırgızistan’da hatta
Yugoslavya’nın
parçalanmasında uygulama alanı bulmuştur (2).
Turuncu, Lale, Yasemin gibi güzel
isimlerle de süslenmiştir. Sıra kral-
lık, şeyhlik ve emirlikle idare edilen
Arap ve ulus devlet olarak yönetilen
ülkelere gelmiştir. Geniş halk yığınlarını gitmesini istedikleri ülkenin
meydanlarına taşıyarak sözde o ülkenin halkı isyan ediyor modelini
kullanıp rejimleri değiştirme yolunu seçmişlerdir. Mısır’da, Tunus’ta,
Libya’da böyle olmuştur; Suriye’de
ise isyan henüz başlamış ve nerede
duracağı belli olmayan kendi tabirleriyle haçlı seferi bütün hızıyla bu
coğrafyaya yayılmaktadır. Üzüntümüz Müslümanlığa Avrupalı gözüyle bakan yerli işbirlikçileri bu
haçlı seferinin en büyük yardımcıları olmalarıdır. Nihai hedef İran
mıdır Türkiye midir yoksa Suudi
Arabistan mıdır şimdilik kestirmek
zor görünüyor ancak ülkemize bu
sivil itaatsizliğin uğraması hemen
hemen kesinlik kazanmıştır. İçte
ve dışta belirtileri gözükmektedir.
BDP yetkilileri geçtiğimiz mart
ayında sivil itaatsizliği başlattıklarını beyan ettiler. Devletin camilerinde Cuma kılmayacaklarını, verdiği
kimliği kullanmayacaklarını, kendi
özel giysilerini giyeceklerini, ana
dilde eğitim haklarını alana kadar
meydanları terk etmeyeceklerini
söylemektedirler. Son olarak YSK
kararlarına karşı yapılan itiraz ve
gösterilerden sonra sıranın bize geldiğini görmemek neyle izah edilebilir.
Yurtdışından verilen işaretler ise
daha da manidardır. Açılımın mimarı olarak bilinen ABD’li Henry
Barkey Türkiye’yi açıkça tehdit etmektedir:
•“Sizin saatli bombanız Kürt
meselesidir.”
•“Libya partisine geç katıldınız.”
•“Ankara için Suriye bir testtir.”
•“Tarihin yanlış tarafında yer
alacağınızı hesap ediniz.”
• “Türkiye baş ağrıtıyor.”
Gibi lafları ettikten sonra daha
ne demeli ki biz uyanalım. Yazımızı
Gandi’ye atfedilen bir söz ile bitirelim.
“Uyuyanı uyandırmak kolay,
mesele uyanığı uyandırmak.”
(1) Ültanır, Mustafa Özcan, Eko Enerji
Dergisi, Nisan 07, Sayı 4.
(2) MacKinnos, Mark; Yeni Soğuk Savaş,
Destek Yayınları
35
DOSTUN BAHÇASINA
BİR HOYRAT GİRMİŞ
Şerife ORAL
“Ne zaman ki Kerkük gelir aklıma
Boğazlanan bir Türk gelir aklıma.
Fuzûlî bağını talan edenin
Yüzü için tükrük gelir aklıma”(A.Akbaş)
Hoyratlarda özgürlük bekleyen Kerkük’ün yaslı halinden doğan bir sitem söz konusudur. Çünkü
Kerkük Misak-ı Milli sınırları içinden çıktıktan
sonra orada kan ve gözyaşı hiç dinmemiştir. Kerkük
hüznün, acının, sitemin eksik olmadığı bir ocaktı.
Kerkük’ün sitemli hali, kırık ve acılı hali Türkiye
Türklerinin de yüreklerine dokunmuş, acılar eklemiştir. Ayrı düşen iki sevgili misali bir birlerine
dair sevgi, muhabbet ve sitemler besleyen bu iki
coğrafyanın dilinden dökülen her nağme, her ezgi,
her söz bu duyguları dile getirir mahiyette aslında.
Yürekten dökülenler, her iki coğrafya için de acı
ve ağıt doludur. Baskı ve zulüm Kerkük’e Türkiye adını anmasını, Türk kimliğini vurgulamasını
yasaklaması hoyratlarda Türkiye yerine ‘yar’ ifadesinin kullanılması Kerkük’ün Türkiye’ye olan
sevdasını ispatlar niteliktedir. ‘Yar’ kelimesi dışında ‘beg ve agam’ kelimelerinin de kullanıldığı
görülür.
Hoyrat dinlediniz mi hiç? Kerkük’ün hareketli türkülerinin içine öyle bir yerleşir ki hoyratlar,
hüznü tokat gibi çarpar yüzünüze. Kerkük gibi
yaslıdır, Kerkük kadar hüzünlü hoyratlar…
Uzun zamandır gün yüzü görmediler. Gelen her
yönetim Türkmenlere yüklendi. Kendi vatanlarında istenmeyen çocuk muamelesi gördüler. Kime
güvendilerse olmadı, olmadı, olmadı. Bu yetmiyor gibi petrol canavarları da göz dikti vatanlarına.
Rahat huzur vermedi Türkmenlere. Yaptığı zulüm
yetmiyor gibi yabana, ele saydı Türkmenleri kendi
yurtlarında.
Kurşuna dizildiler, yurtlarından edildiler, dilleri
kelepçelendi. Yılmadılar, yorulmadılar, direndiler,
direnecekler de… Direnecekler direnmesine de
kırgınlığı kırıklığı hep kalacak Kerkük’ün. Müziğinde, ezgisinde kalacak, yeşilinde alında kalacak.
Döktüğü kanda kalacak, umutlandığı Türkiye’de
kalacak, soydaşında kalacak, dindaşında kalacak
kırıklığı. Onlar kırıldıkça ve kırıkları yürek kanattıkça hüzünleri cam kesiği gibi gelip yerleşecek
yüreğimize.
“Birdi
Kitap bir, kıble birdi
Kerkük’te Türk kanına
Müslüman Arap girdi” demeye devam edecekler. Vatan derdi oldukça Kerkük’te, sitemleri dilden dile dolaşacak.
“Ge gör ne berbad oldum
Öz yurdumda yad oldum
Düştim kare günlere
Yaman dilde ad oldum…”diyip, gözyaşlarını
yüreğinizin en derinine dökecek.
Bütün Türk Dünyasında olduğu gibi Kerkük
Türkleri’nde de Türkiye önemli bir yere sahiptir.
Türkiye’nin Irak Türkmenlerine dair politikaları,
Dünya siyasetindeki yeri Kerkük’te de ilgiyle takip edilmektedir. Türkiye, Türklerin özgür kalesi
olması hasebiyle Türkiye dışındaki Türklerin adeta
gözüdür, kulağıdır, sesidir, özlemidir, kurtarıcısıdır,
atasıdır… Türkiye’nin bölgede söz sahibi olması
dolayısıyla kurtarıcı olarak görüldüğü, Türkiye’nin
bölgede ki soydaşlarını korunmasının beklendiği
aşikârdır. Fakat her zaman bu beklenti tam anlamıyla karşılanmayabiliyor maalesef. Türkiye’deki
Türklerin de, Kerkük Türkmen’lerinin de beklentileri boşa çıkabiliyor. O umutlar boşa çıktıkça sitem
edecekler, gözyaşı dökecekler. Güvendiği soydaşları yarı yolda bıraktıkça sitem edecekler. Ya da,
yabana tercih edildikçe kanayacak yaraları. Sitem
ettikçe de hoyratları haykıracak:
36
Yar meni o yar beni
Uykudan uyar meni
Söz verdi de gelmedi
Unuttu o yar meni…
“Kerkük bir öbek kar çöl ortasında
Ah anamız ağlar el ortasında
Sağır mısın, sağır mısın Ankara?
Öldük güpe gündüz yol ortasında.”
diye haykıracak.
Kerkük Türkmenleri Türkiye’deki gelişmeleri
dikkatle izlemektedir. Fakat Türkiye’nin Türkmen
politikaları pek etkili değildir. Irak Türkmenleri
gereğince korunamamışlardır. Türkiye’nin bu konudaki yetersizliği ve Türkiye’deki zayıf tepkiler,
Irak Türkmenlerince olumsuz karşılanmıştır.
Türkmen gardaş diyor ki
“Bırakman ele beni”
“Dile…
Ayrılık kolay dile.
Kimseden medet umma,
Dilersen Türk’ten dile.” derken bu beklentiyi
dile getirmektedir.
Kerkük Türkmenleri, kimlikleri eritilmek istenmesine ve Türkiye il bağları koparılmaya çalışılsa
da Türklüğe, Türklük değerlerine ve Türkiye’ye
olan bağlılıklarını devam ettirmişler, bunu dikta
rejimine ve zulümlere rağmen dile getirmeye de
devam ediyorlar. Yapılan zulümler, baskılar hiç
yıldırmadı onları belki ama Türkiye’nin yani yarinin, yani dostunun silik ve teslim politikaları kırdı,
incitti. Yüreğindeki sitemi söze vurdu. Bu sitem
hoyrat oldu kulağımızı bırak yüreğimize kadar geldi de biz yine bu sese bu siteme sağır olduk.
Her ne kadar Türkiye, Kerkük Türkmenlerini
koruma politikasında başarılı olamasa da Kerkük
Türkmenleri davalarına olan inançlarını korumuş
ve Türk’ün olmadığı bir Kerkük istemediklerini
her fırsatta vurgulamışlardır. Türkmenlerin Kürtler
KAYNAKÇA
ve Araplar karşısında ki dik duruşunu ve inançlı
Körüklü Refet, Türkiye Hoyratları, Türk Dünilerleyişi:
yası Araştırmaları Vakfı, İstanbul,1997
“Elinde yad elinde
Marufoğlu Ali, Direniş, Kerkük Vakfı, İstanbul,
Öt bülbül yad elinde
2009
Bu diyar mezar olsun
Kalmasın yad elinde” diyecek kadar gözükara,
Terzibaşı Ata, Kerkük Hoyratları ve Manileri,
İstanbul, 1975
“Çöp gider üzüm galı(r)
Üzüm he dizim galı(r)
Ya bir tek Türkmen galmaz
Ya Kerkük bizim galı(r)”
diyecek kadar dirençli,
“Yaşasın ülküm diyen
Ülküye mülküm diyen
Ülkü var ülkü de var
Ne mutlu Türk’üm diyen” diyecek kadar soyuna bağlı olacak Kerkük.
Kerkük hoyratlarının büyük bir bölümünde Irak
Türkmenlerinin yaşadığı acılar, suçsuz idamlar,
dikta, baskı, zulüm dile getirilerek Türk kimliği
ve Türk diline vurgu yapılmaktadır. Iraktaki Türk
kimliğini eritmek isteyen, Türk kimliğini bahane
ederek Türkmenlere baskı yapan, onları Kerkük’ten
çıkaranlara karşı Kerkük, cevabını hoyratlarıyla
vermiştir. Sitemini de anlatmıştır, çaresini de, beklentisini de söylemiştir, hüznünü de hoyratta.
“Tane tane olmuşum
Kalburdan ele beni
37
HİCAZ ÇÖLLERİNDE BİR AVUÇ TÜRK’ÜN KAHRAMANLIĞI
İHTİYAT ZABİTİ MEHMET ORAL’IN
SARIKAMIŞ-HİCAZ CEPHELERİ VE ESARET ANILARI
Şahsenem BOZ*
Anadolu’da hemen hemen her ailede dedelerin torunlarına anlattığı seferberlik hikâyeleri, savaş hatıraları vardır.
Bizim neslimiz bu hikâyeleri dinleyerek büyüdük. Yurdumuzun düşmanlardan nasıl temizlendiğini, Cumhuriyetimizin hangi şartlarda kurulduğunu
birinci ağızlardan gerçek hikâyelerle
öğrendik. Dedem Mehmet Oral’ın küçük bir çocukken dinlediğim bu anıları ‘Kendi el yazısı ile yazdığı hatıratı’
bize kalan en değerli armağandı. Fakat
el yazısı ile Osmanlıca yazılmış olan
bu hatıratı okuyamıyor, bizden sonraki çocuklarımıza da aktaramıyorduk.
Niğde Üniversitesi Öğretim Görevlilerinden Sayın Dr. Salih Özkan Bey bu
hatıratı düzenleyip bastırarak bizlere
kazandırdı. Tarihe mal olmuş hatıratlar,
tarih bilincinin oluşmasında önemli bir
yer tutarlar. 1. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele dönemlerine ait hatıralar,
olayların çehresini bizzat yaşayanların
ağzından daha net bir biçimde ortaya
koyarlar.
Dedem İhtiyat Zabiti Mehmet
Oral’ın kaleme aldığı bu eserin orijinali
Türk Tarih Kurumu kütüphanesindedir.
Eserde Mehmet Oral’ın önce Kafkas
cephesinde sonra Hicaz çöllerinde daha
sonra da İngiliz esir kampında yaşadıkları ile nihayet hürriyete kavuştuktan
sonra Anadolu’da Millî Mücadeledeki
faaliyetleri anlatılıyor. Yazarın anlatımında kendisini savunmaya da kahramanlaştırma gibi bir gayreti yoktur. Bu
itibarla olayların anlatımında gayet açık
ve samimi bir yaklaşımı vardır. Kahramanlıklarını anlattığı gibi korkularını
ve zayıflıklarını da dile getirmiştir. Yaşadığı olayların dışında o dönemin bazı
siyasi, sosyal ve ekonomik problemlerine de dikkat çekmektedir. Yorumlar
getirerek Osmanlı Devleti’nin çöküş
sebepleri hakkında değerlendirmelerde
bulunmakta; Arap, Ermeni ve Rumların
o dönemdeki tutumları hakkında bilgiler vermektedir.
Hatıratın yazarı olan Mehmet Oral,
1894 yılında Bünyan’da dünyaya gelmiş. İlk ve orta tahsilini burada okuduk*Yazarın torunu, emekli Türkçe öğretmeni.
tan sonra yüksek tahsili için İstanbul’a
gitmiş. Tahsiline devam ederken 1.
Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte
askere alınmıştır. Piyade Küçük Zabit
Mektebine başlayarak üç ay sonra Kıdemli Küçük Zabit olmuş ve 1916 yılında Kafkas cephesine atanarak askerlik görevine başlamıştır.
Eserin birinci bölümünde Kafkas
cephesinde yaşanan olaylar anlatılır.
Cephenin olumsuz şartları yazarın dilinin döndüğü ölçüde aktarılmaya çalışılmıştır. Cephede çekilen silah, cephane,
yiyecek ve giyecek sıkıntısı dile getirilerek Türk ve Rus orduları imkânlar
açısından karşılaştırılmıştır. Eserde yazarın yalnızca Kafkas cephesinde fiilen
çarpışmaya katıldığı olaylar bulunmaktadır. Yazar, esir ya da şehit olma korkusunu da bizzat yaşamıştır. Bu duygu
dünyasını elinden geldiğince samimiyetle aktarmıştır. Hatıratın asıl önemli
kısmı 2. Bölümde yer alan Hicaz cephesindeki olaylardır. Cepheye yapılan
yolculuk uzun uzun anlatılmıştır. Burada Kafkas cephesinin kötü şartları yoktur. Karavanası da muntazam çıkmaktadır. Zira yazarın da vurguladığı gibi
Anadolu’yu ihmal eden Osmanlı yöneticileri Hicaz’a demiryolu döşemişlerdir. Ancak bir müddet sonra aşırı sıcağın etkisinden sıkıntılar başlayınca bu
cephenin de Kafkas cephesinden farklı
olmadığını yaşayarak öğreneceklerdir.
Suriye ve Irak cephesinin yarılıp Anadolu ile bağlantısı kesilerek Hicaz’daki
kuvvetler muhasaraya alındıktan sonra
açlık ve sefalet ile karşı karşıya kalacaklardır. Hatıratta açlık ve sefalet ile
nasıl mücadele edildiği, nelere katlanıldığı, bedevilerin yapmış olduğu kötülükler örneklerle anlatılmaktadır. Müslüman bedevilerin İngilizlerle işbirliği
yapması, Türk askerine karşı vahşice
davranışları ibret verici olaylarla anlatılmıştır. Yine Türk okullarında yetişmiş bedevilerin Türkleri esir aldıktan
sonra uyguladıkları hakaretler ve aşağılayıcı tutumlar anlatılarak yorumlar
yapılmıştır. Daha sonra Mısır’da esir
kamplarındaki hayat, İngilizlerin esir-
lere karşı tavırları, özellikle Ermeni
ve Rum asıllı tercümanlar kullanılarak yapılan soygun olayları anlatılır.
Bölümün sonuna doğru uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra hüzünlü
bir şekilde esir İstanbul’a geliş ifade
edilmiştir. İstanbul’da, bir müddet, arkadaşı Mehmet Efendi ile birlikte Millî
Mücadele’ye (Anadolu’ya) yaptıkları
yardım faaliyetleri zikredilir. Hatıratta
son olarak, yazarın Millî Mücadele’de
almış olduğu görev nakledilir.
Hatıratın bize verdiği çok büyük
dersler vardır. Bunlardan en önemlisi,
Millî Mücadele’nin sayısız kahramanlık ve fedakârlıkla kazanılması ve bu
mücadeleyi gerçekleştirenlerin yalnız
ve yalnız Türklerden mürekkep olmasıdır. İstiklâl savaşında yokluklar ve sefalet Türk milletini yıkamamıştır. Ancak,
öyle ihanetler yaşanmıştır ki milletimizi asıl perişan eden bu ihanetler olmuştur. Türk çocuğu, bu ihanetleri mutlaka
bilmeli ve dersler çıkarmalıdır.
Bu eser, yaşanmış olaylardan ibarettir ve gelecek nesillerin alacağı dersler
içermektedir. Bu bakımdan, bu kitabın
bilhassa gençler tarafından okunmasını yararlı görürüm. Ayrıca, çok çabuk
unuttuğumuz yakın tarihimizi bize hatırlatarak milletimizin geleceğine ışık
tutacağını umarım.
Bu önemli hatıratı yayıma hazırlayan ve Türk okuyucusu ile buluşturan
değerli tarihçi Dr. Salih Özkan’a teşekkürü bir borç bilirim.
Kanıyla toprağı vatanlaştıran, bize
özgür bir ülke bırakan gazi ve şehitlerimizin ruhları şad olsun.
38
SINAVLARA NASIL ÇALIŞILIR?
SON GÜNLERDE
YAPILMASI GEREKENLER
İbrahim GÜNGÖR
Geçen yazıda sınavlara hazırlanırken son üç ay ve son bir ayda
yapılması gerekenler konusunda
bilgi verilmişti. Bu yazımızda ise
son dönem, sınavdan önceki gün,
sınav günü ve yönetimi konusunda bilgiler vermeye çalışacağım.
Yararlı olması dileğiyle…
Söz konusu olan büyük sınavlar olunca bir noktada çalışmak
da yetmiyor. Sınav strateji ve
teknikleri konusunda da bilgi sahibi olmak gerekiyor. Hatta doğru bilgiler ışığında kendi strateji
ve tekniklerimizi oluşturmamız,
yani kendi tarzımızı geliştirmemiz gerekiyor. Burada verilen bilgileri bu doğrultuda kullanmanız
önerilir.
Öncelikle sınavlarda çok başarılı olan öğrencilerin ortak başarı
stratejilerini bilmekte yarar olabilir. Sekman’a (2003) göre sınavlarda çok başarılı olan öğrencilerin ortak başarı stratejileri şöyle
özetlenebilir;
• Planlı, programlı, zamanı en iyi
şekilde kullanarak çalışan öğrencilerdir.
• Üniversiteye hazırlığı bir seneye değil, lise öğreniminin tamamına
yaymışlardır.
• Hedefleri doğrultusunda çalışmışlardır. (bir hedeflerinin olduğu
anlaşılmaktadır).
• Aileleri, öğretmenleri onları
motive etmişlerdir.
• Sadece ÖSS’de değil, okul hayatında da başarılı öğrenciler oldukları bilinmektedir.
• Olumsuz sözler, moral bozukluğu yerine, onlarda motivasyon
kaynağı olmuştur.
• Çoğunluğu devlet üniversitelerini tercih etmiştir.
• Ders çalışma stratejilerini öğrenip uygulamışlardır.
• Çok değil, öz ve sürekli çalışmışlardır.
• Tekrarlara ve test çözümlerine
çok önem vermişlerdir.
• Kişisel uğraşılarına zaman
ayırdıklarını ifade etmişlerdir.
• Serbest zamanı sürekli değerlendirerek, boşa zaman harcamadıklarını söylemişlerdir.
Sınava Birkaç Gün Kala Yapılması Gerekenler
• Öncelikle sınavlara az bir süre
kala konu eksiği gibi bir durumun
olmaması gerekir. Bunun yanında
konular üzerinde yeteri kadar test
çözülmüş olması gerekmektedir.
Ancak yetişmeyen konular varsa
son zamanda yeni konu öğrenilmemelidir. Bu, karışıklığa neden
olabilir, bilginin değişik durumlarda kullanılmasında sıkıntıya neden
olabilir. Ancak sınava sayılı günler
kala tekrar yapılabilir. Hatta sınavdan bir gün önce dahi tekrar yapılabilir. Benim bu konudaki önerim,
öğrencilerimiz kendilerini nasıl
rahat hissedeceklerse öyle davranmaları yönündedir. Tekrar yaparak
kendini daha iyi hissedecekse öyle
yapsın, son dönemde tekrar yapmanın kendisini sıkıntıya düşüreceğini
düşünüyorsa tekrar yapmasın.
• Son dönemde yapılan denemeler sınav saati ile aynı olsun (Çavuş,
2004). Ayrıca denemelere mümkün
olduğunca sanki gerçekten LYS’ye
(veya SBS’ye) giriyormuş gibi
girmekte yarar vardır. Bu sayede
gerçeğe ne kadar yakın ve fazla
deneme sınavı çözerseniz gerçek
sınavınız da denemelerde olduğu
gibi geçecektir. Bir bakıma sınavın
benzeşimini (simülasyonunu) yapmış olacaksınız.
• Özellikle son dönemde farklı
yayınları kullanarak evde deneme
testleri çözün ve aynı zamanda fark-
lı dershanelerin denemelerine katılın. Mümkün olduğunca çeşitli soru
tipleriyle kendinizi sınayın.
• Sınavda kullanacağınız soru
çözüm sırasını deneme sınavlarında
uygulayın (Çavuş, 2004).
• Son dönemde sakatlanmalara
neden olabilecek sporlardan uzak
durmalısınız. Çünkü sınava yakın
bir zamanda olabilecek el ve kol kırılmaları sınava hazırlığı ve performansı kesinlikle etkiler.
• Sınava yakın bir zaman kala
beslenmeyle ilgili büyük bir değişikliğe gidilmemeli, rejim vs. yapılmamalıdır. Buradaki ilke, hayatın
günlük akışını büyük oranda değiştirmemek gerektiğidir. Dengeli
beslenme zaten sürekli olması gereken bir durumdur. Sınavdan birkaç
gün önce bu yönde bir değişiklik
hedeflenen yararı sağlamaz. Bunun
yanında, sınavdan hemen önce ağır
ve çok yemek sindirim açısından
doğru değildir.
• Sınav yeri mutlaka önceden
görülmelidir.
Sınav Günü, Akşamı ve Sabahı
• Sınav günü öğrencinin normal
hayatına devam etmesi yerinde olacaktır. İnsanın hayatındaki büyük
değişiklikler heyecan yaratabilir,
odaklanma sorunları yaratabilir.
Sanki olağanüstü bir durum varmış
gibi hissedilebilir. Bu nedenle kişinin kendi duygularını (heyecan,
kaygı) denetimi altında tutamayabilir, en azından kendisi için bir yük
olabilir. Bundan kaçınmak için normal hayat akışına devam edilmesi
yerinde olacaktır.
• Yukarıdaki maddelerde sıralandığı gibi son gün öğrenci ders çalışma, test çözme konusunda kendini
nasıl rahat hissedecekse o şekilde
hareket etsin. Literatürde bu konuy-
la ilgili farklı görüşler bulunmaktadır. Bir görüş öğrenci ders çalışmayı
bıraksın derken, diğer görüş bu durumun öğrenci için yadırgatıcı olacağından dolayı öğrencinin test çözebileceği ya da ders çalışabileceği
yönündedir.
• Sınav akşamı veya sabahı biraz
heyecanlı olabilirsiniz ancak benzer duyguları yaşayan birçok aday
vardır. Yani sadece sizinle sınırlı bir
durum değil yaşadıklarınız.
• Uyumadan önce yarınki sınavın
olumlu bir görsel provasını yapın.
Detaylı olarak sınavınızı zihninizde
canlandırın. Bu size rahatlatır, aynı
zamanda sınavınızın daha olumlu
geçmesine yardımcı olur.
• Sınav sabahı sınav yerine ulaşım açısından erken kalkılmalı ve
güzel bir kahvaltı edilmelidir. Ancak burada ölçülü olmakta yarar
vardır. Kahvaltı sınav saatinden 1.5
saat öncesinde edilmelidir. Çünkü
herhangi bir öğünden sonra vücuttaki kanın büyük bir bölümü sindirim sistemine yönelir. Beyinin tam
işlev görebilmesi için vücudun aşırı
yorulmaması gerekir. Beyin kan yoluyla beslendiği için çok yemek yemek ya da kahvaltı etmek öğrencide
bir ağırlık, uyuşukluk, uyku hali
meydana getirebilir.
Sınav Yönetimi
• Öncelikle sınava karşı olumlu
bir tavır ve beklenti içinde olun. Sınavınızın iyi geçeceğine inanın.
• Sınav başlamadan mutlaka kitapçıktaki ilgili bölümleri doldurunuz ve açıklamaları okuyunuz.
• En iyi sınava başlama stratejisi
iyi olduğunuz alandan başlamaktır
(www.mantex.co.uk). Bu size güven kazandırır ve sonraki soruları
daha rahat çözmenizi sağlar.
• Bununla birlikte daha zor olan
sorulardan başlayıp, iyi olduğunuz
alanları bir ödül olarak sonraya da
bırakabilirsiniz. Bu durum size zor
soruları daha dinç iken çözme imkanı verir (www.mantex.co.uk).
Ancak burada adayın iç disiplininin
çok iyi olması önerilir. Çünkü zor
sorulardan başlamak aynı zamanda
bir risktir.
• Sınavda mutlaka turlama tekniği kullanılmalıdır. Bu teknik karşılaşacağınız en kolay sorudan başlayarak çözmenizi, orta derece zor
olan sorularla çok zor olan soruları
sonlara bırakmayı gerektirir. Hangi test olursa olsun kolay sorudan
başlamak, teste ait “acaba nasıl geçecek” sorusunun olumlu bir cevap
bulmasını ve heyecanın odaklan-
maya dönüşmesini sağlayabilir. Zor
sorudan başlandığında bu sorunun
odaklanmaya dönüşmemesi tehlikesi vardır. Heyecan kaygıya ve hatta
paniğe dönüşebilir. Bu nedenle önce
kolay sorular aranarak bulunmalı,
biraz zor ve çok zor olan sorulara
farklı işaretler konularak daha sonra
bu sorulara dönüş yapılmalıdır. Bu
zamanın denetimini elimizde tutmamızı sağlar.
• ÖSYM’nin hazırladığı üniversiteye giriş sınavlarında soruların
mantığı bilgiyi ölçmekten ziyade,
bilgiyi kullanmaya ve yorumlamaya
yöneliktir. Bu nedenle soru kökünü
çok iyi okuyunuz (Sekman, 2003).
• Bir soru üzerinde fazla uğraşmayınız, diğer soruya geçiniz. Bütün sınavların ortak eleme boyutlarından biri zamandır. Bu yüzden
zamanı iyi kullanınız.
• Sınavda heyecan ya da kaygı olursa bence en iyi yöntem 3-4
defa yavaşça derin nefes almak ve
yavaşça vermektir. Ayrıca dik oturmanız, omuzlarınızı dik tutmanız da
kendinizi daha rahat ve güvenli hissetmenize yardım edebilir.
• Bir sorunun bütün seçenekle-
rini okuyunuz. Doğru cevabı bulduğunuzu sanarak diğer seçenekleri okumamak size zarar verebilir
(Sekman, 2003).
• Dört yanlış bir doğruyu götürür. Bu nedenle anlamadığınız sorular boş bırakılmalıdır (Sekman,
2003). Önemli olan, net sayısıdır.
• Soru köklerinde altı çizili kelimelere çok dikkat edilmelidir
(olamaz, değildir, yanlıştır vb.).
Zihin bu tür kelimeleri olumlu gibi
yorumlayabilir, dikkatli olunmalı
(Sekman, 2003).
• Paragraf soruları için önce sorunun kökünü okuyunuz, soruda ne
isteniyor, daha sonra paragrafı okuyunuz. Bu yöntem size paragrafı
belli bir açıdan okuyarak daha net
anlamanıza yardımcı olur (Yıldırım).
• Sınavdan erken çıkmayınız,
aynı zamanda sınav öncesinde yiyeceğiniz şekerlemeler kandaki şeker
miktarını artıracağı için size enerji sağlayabilir (www.schools.nws.
edu.au).
Burada kuşkusuz söylenebilecek birçok öneri vardır. Ancak belli
başlı ve önemli olanları sıralanmıştır. Tüm gençlerimize girecekleri
sınavlarda başarılar diliyor, yararlı
olmasını umuyorum. Sevgi ve saygılarımla…
Kaynakça:
1) Çavuş, Remzi. (2004). ÖSS, LGS
Sınav Teknikleri. Kariyer Yayıncılık
İletişim Hizmetleri, İstanbul.
2) Sekman, Mümin. (2003). Başarı Üniversitesi (Üniversite Sınavını
Kazanmak İçin Stratejiler). (altıncı
baskı). Alfa Yayınları, İstanbul.
3) Yıldırım, Ali. (...). Sınav Yönetimi.Yeni Zamanlar Yayınları, İstanbul.
4) http://www.mantex.
co.uk/2009/09/29/exam-techniquesguidance-notes. 26.04.2011.
5)http://www.schools.nsw.edu.au/
gotoschool/highschool/examtips.php.
26.04.2011.
39
40
TERÖRE MEŞRUİYET
KAZANDIRMAK MI!..
Mustafa ERDEM
Ahmet Arvasi’nin belirttiği üzere
Sahabe-i kiramdan sonra İslamiyet’e
en büyük hizmeti yapmış bir milletin fertleriyiz. İslamiyet’i Asya,
Avrupa ve Afrika’ya götürdüğümüz gibi kutsal toprakların ve Hz.
Peygamber’in kutsal emanetlerinin
de fedaisi olmuş bir milletiz. Buradan basit bir denklem çıkarmak gerekirse; Türk’ün milleti ve devleti
güçlüyse İslam medeniyeti de hâkim
ve azametli olmuştur. Türk’ün milleti ve devleti zayıf kaldığı durumda
ise İslam coğrafyası da zayıf, korumasız kalmıştır.
Bugün Türkiye’de İslam’ı siyasete alet eden İktidarın da siyaset
yapan cemaatlerin de kavrayamadığı yahut anlamak istemediği nokta
işte tam olarak budur. Türk’ün birliğini ve dirliğini bozarak İslam’ı
muzaffer kılacaklarını zannetmeleri
en büyük yanılgılarıdır.
Bugün Hükümet, Kürt açılımı
adı altında başlayıp millî birlik ve
kardeşlik projesi adı altında devam eden yıkım politikalarını tüm
hızıyla sürdürmektedir. Bu politikalar sonucunda ilk önce Habur rezaletini yaşadık. Ardından, yakılan
Türk bayraklarını, atılan tokatları,
İstanbul’un göbeğinde uygun adım
geçiş yapan teröristleri basın yayın
yoluyla her gün takip etmekteyiz.
Üstüne üstük PKK’yı temsil
eden bez parçalarının önünde konser veren Ahmet Kaya ve Şivan
Perver gibi teröristlere, devleti yönetenler tarafından nasıl itibar edildiği ortadadır. Üniversitelerimizde
açılan Kürdoloji entitüleri, Devlet
eliyle açılan TRT 6 kanalı ve bir cemaatin açıtığı Türkiye’nin ilk Kürt-
çe yayın yapan özel kanalı Dünya
TV, bugün yayındadır. Bu şekilde
dil noktasında kendi aralarında bile
anlaşamayan bir topluluktan millet
yapma girişimi tüm hızıyla devam
etmektedir.
Tüm bu süreçte azan teröristlerin davranışları ve özellikle polise
atılan tokat hadisesinin toplum nazarında tezahürü çok sıkıntılıdır. Bu
gelişmeler ve devletin sessiz tutumu toplumun tamamının boynunu
bükmüştür. Daha önemlisi; teröre
destek vermeyen doğulu vatandaşlarımızın devletin bu şekilde aciz
kaldığını görmesi hazin sonuçlar
doğuracaktır. Bu samimi vatandaşlar sahipsiz kalma psikolojisine
girecek, terörden yılacak ve teröristlere boyun eğeceklerdir. Bunun
sonucunda terörle mücadelenin telafi edilemez bir zarar göreceği ortadadır.
Bu süreçte değinemediğimiz
birçok nokta ziyadesiyle çoktur. Fakat en hazini ve sakatı bölücü örgütü meşrulaştırma faaliyetleridir. Bu
işi topluma enjekte etme görevini
yandaş basın ve cemaat kanalları
üstenmiş durumdadır. Haber programlarında, dizi filmlerde bu işi çok
başarılı bir şekilde yapmaktadırlar.
“Dağa çıkan insanların kendilerince
haklı sebepleri olduğu”, “dağda da
temiz ve düzgün insanların bulunabileceğini” hep bu kanallar ve gazeteler vasıtasıyla izleyip görmekteyiz. Bu şekilde Kürt’ten daha çok
Kürtçü olan bu kesim ve aldatılan
halk vasıtasıyla terör meşrulaştırılmaktadır.
Bununla birlikte Bülent Arınç’ın
“Öcalan ne demiş buna bakılır, bir
anlam çıkarılır ve bu anlam yorumlanır.” hezeyanı bu süreçte üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir
söylemdir. Bu söylem, bölücübaşını
meşrulaştırma çabasının devletin
zirvesi tarafından seslendirilmesidir. Bu durum bizi yönetenlerin ne
tür bir gaflete düştüğünün açık bir
kanıtıdır.
Tayyip Erdoğan ve ekibinin
bölücü başı ile işbirliği yaptığı ve
pazarlık ettiği referandum öncesinde ortaya çıkarılmış bir gelişmedir.
Hükümet hem suçunu kapatmak,
hem de işbirliğini ilerletmek amacıyla terörü ve bölücü başını meşrulaştırma sürecide durmaksızın devam etmektedir.
Referandum öncesinde yapılan
antlaşmalar neticesinde, PKK’nın
eylemsizlik kararı alarak üzerine
düşen görevi hakkıyla yerine getirdiğini yaşadık gördük. Sıra Hükümetin Apo’ya verdiği sözlere gelmiştir. Bu noktada işin uzmanlarının
ve genel olarak süreci okuyanların
kanaatleri kamuoyu tarafından bilinmektedir. Ev hapsinin getirilmesi ve Anasayal zeminde yapılacak
değişikler olası bir AKP iktidarında
gerçekleşecek eylemlerdir. Durum
böyleyken yeni anayasada nelerin
değişeceği AKP’nin ne kadar ileri
gidebileceğini görmek için AKP üst
yönetimini ve yandaş organizasyonları takip etmek yeterli olacaktır.
Bu noktada yandaş basın, TÜSİAD ve liberallerin görüşleri de kamuoyunu hazırlama noktasında ortadadır. Bu konuşulanlar içinde en
sıkıntılı durum “Türkülüğün tanımı” üzerinde yapacakları oynamalardır. Bu durum afakî bir yaklaşım
değildir. AKP sözcülerinin ve hukuk
danışmanlarının dile getirdiği bir
durumdur. Seçim öncesi AKP’nin
gayri resmî seçim vaadi olan bu
yaklaşım, üniter yapının temeline
dinamit koymakla eş değerdir.
İktidarın zihnî derinliklerindeki karanlık noktalar, zaman zaman
fikirlerine yansımakta, bu da milliyetçi kesimin haklılığını ortaya
koymaktadır. Başbakan tüm ısrarlara ve çağrılara rağmen “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü ağzına
alamamaktadır. Bu örnek bile onun
düşünce yapısını ve tekrar iktidar olduğu takdirde neler yapabileceğinin
bir göstergesidir. Bununla birlikte,
Başbakan sürekli olarak “Türkiyelilik” ve “mozaik” gibi kavramları
kullanarak bölünme sürecinin altyapısını hazırlamaya devam etmektedir.
Bunlara ilave olarak Başbakanın ülkeyi bölünme sürecine götüren icraatlarına bile zaman zaman
İslam’ı alet etmesi acı bir gerçektir.
Başbakanın “Ülkenin birleştirici
unsuru, çimentosu Türklük değil
İslam’dır.” mealindeki sözleri buna
en iyi örnektir.
Bu, dinî hassasiyeti çok yüksek olan toplum tarafından ilk bakışta kabul görecek bir söylemdir.
Başbakan, bu söylemiyle topluma,
ülkenin çimentosu İslam olduğuna
göre Anayasal manada çatı vazifesi
görecek Türk tanımına gerek yok,
demeye getirmektedir.
İslam’da kardeşlik hukuku diğer
dinlerden ve inanç sistemlerinden
farklıdır. Bu yüce dinin birleştirici
ve bütünleştirici fonksiyonuna karşı
çıkmak inancımız gereği mümkün
değildir. Burada sıkıntı, bu düsturun
siyasete alet edilerek erozyona uğramasıdır.
Kuzey Irak’ta faaliyet gösteren
federe devletin bağımsızlığını ilan
etmesi yaşananlar izlendiğinde çok
uzak bir gelişme değildir. Bu durumda ülkemiz içindeki bölücü hainler “Nasılsa güneyimizdeki devlet
de Müslüman, o zaman biz onlarla
birleşelim.” dediklerinde ne şekilde
susturulacaklardır ?
İşin can alıcı noktası, burada devreye girmektedir. Eğer Anayasa’da
41
ülkemizin birlik ve beraberliğini
koruyamayacaksak, bu yasalar kanunlar ne işe yaramaktadır?
Bu süreçte hükümetin icraatları
nedeniyle; devletin azameti ve otoritesi tartışmalı hâle gelmiştir. Bu da
birçok hâkimiyet teorisinin merkezinde bulunan, sayısız düşmanı olan
ülkemiz için çok vahim bir durumdur.
Bugün yaşananlar itibariyle necip Türk milleti için tarihin bir kez
daha tekerrür ettiği ayan beyan ortadadır. Damat Feritler, Ali Kemaller bu gün başka bedenlerde vücut
bulmuştur. Sömürge valileri bugün
yine içerimizde bize talimatlar vermektedir. Satılmış ulemalar yine
meydanlarda talimatlar verip halkı
yönlendirmektedir. Bu ulemalar o
gün Kuvvacı olmayın diyordu. Bu
gün “sakın Türk milliyetçisi olmayın” demektir.
Derin güçlerin ve hainlerin
görevleri ve aksiyonları bellidir.
Türk’ün ülkesinde bozgunculuk
yapmak ve üniter yapımızı paramparça etmek en büyük arzularıdır.
Bu noktada milletin cevabı ne olacak? Önemli olan burasıdır. Din,
vatan, namus ve onur gibi mukaddeslerine en üst düzeyde bağlı olan
bu millet bugün “Ne oluyor arkadaş,
artık yeter” demeyecekse ne zaman
diyecektir.
Bugün sonuç itibariyle, silkinme vaktidir. Türk aydınının halka
gitme, milliyetçilerin sürekli olarak
meramını anlatma vaktidir. Saçma
sapan TV programları izleyerek,
uyutulan, sorgulamayan bu millete
gerçeği göstermek için tekrar tekrar uğraşma vaktidir. Irak’ta hemen
yanı başımızdaki tecrübeden ders
çıkarma vaktidir. Tecavüze uğrayan
yüz binlerce kadının durumunu,
Irak halkının yıkılan gururunu, gördüğü mezalimi gösterme vaktidir.
Türk milliyetçileri bu ihaneti
durduracak bilince ve imana sahiptir. Türk milliyetçileri, damarlarındaki asil kanın gereğini bu dönemde de yerine getirmek zorundadır.
Bunu kendileri gerçekleştirmezse
gerçekleştirecek başka bir güç zahiri manada vuku bulmamıştır. İnancımız ve geçmişimizin referansıyla
çok iyi bilinen bir gerçek var ki o
da “Zafer inananlarındır”. Bu
nedenle inancımızın gereği olarak
üzerimize farz olan mücadeleyi ivedilikle ortaya koymalıyız. İhanetin
önüne ancak bu şekilde bent çekebiliriz.
42
HABERLER
YENİ UFUKLAR’IN
TÜRK DÜNYASI ÇALIŞTAYI
Yeni Ufuklar Derneği’nin tertiplediği “Türk Dünyasında Gelişmeler ve Türkiye” konulu çalıştay 25-26
Mart 2011 tarihlerinde City One Hotel’de yapıldı. 5
oturumda 15 ilim adamı Türk dünyasının dil, nüfus,
ekonomi gibi sorunlarını dile getirdiler ve bu sorunlarla ilgili olarak çözüm yolları önerdiler.
Dernek başkanı Prof. Dr. Mustafa Argunşah’ın açılış konuşmasından sonra, Yeni Ufuklar Derneği’nin
2010 kültür ödülleri Mustafa Öztürk, Emir Kalkan ve
İmdat Avşar’a verildi.
YUSUF HALAÇOĞLU’NUN KONFERANSI
Türk Tarih Kurumu eski başkanı ve yazdığı kitaplarla Ermeni iddialarını çürüten Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu 24 Mart 2011 Perşembe günü saat 19.30’da “
Ortadoğu ve Balkanlarda Son Gelişmeler” konulu bir
konferans verdi.
Türk Ocakları Kayseri Şubesi’nin düzenlediği ve
Özel İdare Salonu’nda yapılan konferansı çok sayıda
dinleyici ilgiyle izledi.
BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ’İ
ANLAMAK
Vefatının 14’üncü yılında Başbuğ Alparslan
Türkeş bütün yurtta törenler yapılarak ve konferanslar
düzenlenerek anıldı.
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Başkanı Eğitimci- yazar Mustafa ÖZTÜRK:
01 Nisan 2011 Cuma akşamı Bilgiyurdu’nda
02 Nisan 2011 Cumartesi akşamı Ülkü
Ocakları’nda,
04 Nisan 2011 Pazartesi akşamı, MHP Nevşehir İl
Başkanlığının Kapadokya Kültür Merkezi’nde yaptığı
toplantıda,
05 Nisan 2011 Salı günü akşamı da Türk Ocakları
Kayseri Şubesinde büyük liderin mücadelelerle geçen
hayatını, fikirlerini, başlattığı Ülkücü Hareket’in Türk
milliyetçilik tarihindeki yerini, karizmatik kişiliğini ve
Başbuğ’la ilgili bazı hatıralarını anlattı.
EĞİTİMCİ ŞAİRLERİN ŞİİR ŞÖLENİ
Türk Eğitim-Sen Kayseri 1 No’lu Şube Başkanlığı,
06 Nisan 2011 Çarşamba günü saat 20.00’de Kayseri
Ticaret Odası Toplantı Salonu’nda “Eğitimci Şairlerden Şiir Şöleni” adlı programı gerçekleştirdi.
Programda eğitimci şairlerimizden Adnan Büyükbaş, Fazıl Ahmet Bahadır, Bayram Durbilmez, Mustafa
Öztürk, İdris Doğan, Köksal Akçalı, Süleyman Karacabey, Betül Övünç, İmdat Avşar, Osman Karababa, Yusuf Doğdu, Deniz Dengiz Şimşek, Esra Kuran, İbrahim
Mucuk, Recep Çalışkan, Seyit Burhanettin Akbaş ve
Ozan Erbabi şiirlerini okudular.
Şiir dinletisi sonunda şair öğretmenlere ve programın başlangıcında değerlendirme konuşması yapan
eğitimci yazar Nurkal Kumsuz’a plaket verildi.
GERÇEKLEŞTİRİLEN
CUMA SOHBETLERİ
TARİH
KONU
KONUŞMACI
07.01.2011
“Kitle hareketlerinin sosyolojik ve
psikolojik sebepleri”
Hakan Tunç
14.01.2011
Demokratik-Özerk Kürdistan
talebi ve yasalarımız
Av. Yalçın Erzurum,
Av. Orkun Kaya,
Av. Zafer Tuğrul
Sarıaslan
21.01.2011
Eski Türk yazıtları ve dönemin
sosyal hayatı
Doç. Dr. Erhan
Aydın
04.02.2011
Türkiye’de aydın erozyonu
Yrd. Doç. Dr. Kadir
Özdamarlar
11.02.2011
Mustafa Kemal’in Kayseri’ye
gelişi
Mehmet Çayırdağ
18.02.2011
Korku imparatorluğu
Osman Sel
25.02.2011
Kırım Türklerinin trajedisi
Mustafa Öztürk
04.03.2011
Vatandaşın yaşam mücadelesi
Asaf Yüksel
11.03.2011
12 Eylül üzerine bir değerlendirme
Mustafa Öztürk
18.03.2011
Mehmet Akif Ersoy’a başka bir
açıdan bakış
Prof. Dr. Mustafa
Ünal
25.03.2011
Gücel konularda genel sohbet
-
01.04.2011
Ülkücü Hareket nasıl doğdu?
Mustafa Öztürk
08.04.2011
Meşhur Türkçülerden Anılar
(Nejdet Sançar, Galip Erdem,
Refet Körüklü, Niyazi Yıldırım
Gençosmanoğlu)
Mustafa Öztürk
15.04.2011 İslamda akıl, iman, edep ve insan
İsmail Bozkurt
22.04.2011
Danıştay’ın “öğrenci andı”yla ilgili
tarihi kararı
Av. Orkun Kaya
29.04.2011
Fikir Adamı Erol Güngör
Mustafa Öztürk
BAŞSAĞLIĞI
Dergimizin yazarlarından
Eğitimci Osman SEL’in annesi
Hamide SEL (1932)
27 Nisan 2011 Perşembe günü vefat etmiştir.
Merhumeye Allah’tan rahmet, tüm evlatlarına,
torunlarına ve yakınlarına başsağlığı dileriz.
Bilgiyurdu
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
MERMER SANAYİ
Mutfak Tezgahı, Denizlik, İnşaat,
Mezar, Mihrap, Minber, Kürsü ve
Her Türlü Mermer İşi İtina ile Yapılır.
Tel: 0352 336 51 55 • Cep: 0535 483 79 58
Eski Sanayi Bölgesi 2. Cad. Nu: 19 KAYSERİ
İnşaat, Camii, Lüks Mutfak
Şömine ve Dekor İşleri Yapılır
Tel: 0352 320 42 08 • Cep: 0536 315 61 87
Eski Sanayi Bölgesi 2. Cad. 5. Sok. Nu: 5 KAYSERİ
Download